Elio D`Anna - ESE File Server - European School of Economics

Transkript

Elio D`Anna - ESE File Server - European School of Economics
Elio D’Anna
Tanrılar
Okulu
Tanrılar
Okulu
Elio D’Anna
Bu kitap ebedidir. TANRILAR OKULU
Elio D’Anna
İçimdeki Dreamer’a,
Düşlerimi mantığın ötesine,
ve duyguların en derin köşelerine sürükleyen,
Özgürleşmem için bana hükmeden ve yol gösteren rehbere.
İçindekiler
Bölüm 1 Dreamer’la Karşılaşma
1. Dreamer’la karşılaşma
2. Çalışmak Esarettir
3. Ben Bir Kadınım
4. Soyu Tükenmekte Olan Bir Tür
5. Yeniden Uyanış
6. Geçmişi Değiştirmek
7. Kendini Bağışlama
8. Kendini Gözlemleme, Kendini Düzeltmedir.
9. Ölüm Bir Çözüm Değildir.
10. İyileşme İçeriden Gelir
11. Ev Sahipleri
12. Matmazel Judith
13. Teşekkürler Luisa
Bölüm 2 Lupelius
1. Okulla Karşılaşma
2. Dünya Bir Masaldır
3. Değişim Okulu
4. Lupelius
5. Peder S. ile Karşılaşma
6. Lupelius’un Öğretisi
7. Asklepios’a Horoz Kes
8. Yüreğinde Kendini Öldürmek Yasak
9. Tanrılar Okulu
10. Mea Culpa Benim hatalarım yüzünden
11. Durumlar ve Olaylar 1
12. Durumlar ve Olaylar 2
13. İşte Tanrı Katın!
14. Uyanık Kalma Sanatı
15. Kötü Alışkanlıklar
16. “Sen Bunun Altından Kalkamayacaksın!”
17. “İnançlarını alt üst et!”
18. Narkissos Sendromu
19. İnsan Saklanamaz
Bölüm 3 Beden
1. Dünya Sensin
2. Psikolojik Cüceler
3. Keder Ezgisi
4. Beden Yalan Söylemez
5.
6.
7.
8.
9.
Azla Yetinmesini Öğren
Aç Olmayan Bir Dünya
Dünya Düşlediğin Gibidir
Düşüncelerin Kendi Kişisel Gerçekliğini Yaratır
Düşünmek Kaderdir
Bölüm 4 Antagonist’in Yasası
1. Koşmak
2. Ana Caddenin Bekçileri
3. Duvarlar
4. Antagonist’in Yasası
5. Düşmanını Sev
6. Yüreğinde Gülümsemeyi Öğren
7. St. James’teki Süit
8. Horoz Ötmeden Önce
9. Dreamer’la Akşam Yemeğinde
10. Dürüst Olmayan Yönetici
11. Kurban Daima Suçludur
12. Biletler
13. Dreamer’la Tiyatro’da
14. Sefiller
Bölüm 5 Hoşçakal New York
1. Manhattan Sokaklarında
2. Düş Araçları
3. Yalan
4. Elveda New York
5. Sevmek Bağımlı Olamaz
6. Düşle ve Hizmet et
7. İkinci El Bir Gelecek
8. Şeyh İle Akşam Yemeği
9. Hastalığa Sığınmak
10. Örümcek ve Avı
11. Var oluş Saklambacı
12. Şişe
13. Gerçek Yoksullar
14. Korku Çürümüş Bir Sevgidir
15. Çözüm Yukarıdan Gelir
Bölüm 6 Kuveyt Şehrinde
1. Ekonomi Budur!
2. Düş’ü Unutmak
3. Endişelenmek Hayvansal Bir İçgüdüdür
4. Kaçış Pek Az Sayıdaki İnsan İçindir
5. Programı İnanmadan Yapmak
6. Ajanda
7. Alo, Ben Kimim?
8. Mekanikliğe Takılan Çelmeler
9. Kendimizi Yenmek
10. Düş, Var Olan En Gerçek Şeydir
11. Heleonore
12. Evlat Edinme
Bölüm 7 İtalya’ya Dönüş
1. Anlaşmadaki Özel Madde
2. Buruk Bir Uyanış
3. Cehalet Daima Elini Tutacak Kadar Yakındır
4. Geçmişe Dönüş
5. Psikolojik Kirlenme
6. Balinanın Karnında
7. Kaza
8. Mektup
9. Dans Et
10. Yalnızca Tehdit Edildiğin Zaman Canlanıyor Ve İçten Oluyorsun
11. İyileşme Ancak Yürekten Gelir
12. Adaletsizliğe Övgü
13. Dünya Düşüncelerimizle Yaratılır
14. Geçmiş Küldür
15. İrade ve Rastlantısallık
Bölüm 8 Dreamer’la Şanghay’da
1. Mükemmellik Kendisini Asla Tekrarlamaz
2. İnsan Aklı Silahla Kuşanmıştır
3. Yalan Söyleyen Hayvan
4. "Özgür Bir İnsan Ol!"
5. Buda'nın Babası
6. Bağımlı Olduğun Şey Gerçek Değildir
7. Görüş Ve Gerçeklik Tektir
8. Ücretli Çalışanlar
9. "Sadece Sevdiğin Şeyi Yap!"
10. Korkunç Ve Harikulade Yön
11. Âşık Olmak
12. "Ben Senim!"
13. Evren Birliğe Doğru Demektir
14. Kral Ülke, Ülke Kraldır
15. Gerçeklik, Düş + Zamandır
16. 'Düş' Tarafından Dokunulmak
Bölüm 9 İnanmak Görmektir
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
İnanmak Görmektir
Değiştir Şu Hayatını!
Ödeme
Yay da, Ok da ve Hedef de Biziz
"Seni özgürleştirmeye geldim!''
Rolleri Oynamak
Dönüş Yolu
"Hazır değilsin!"
Kestirme Yol
10. Zamanı Sıkıştırmak
11. Bilinçli Rol Yapma Sanatı
12. Diğerleri Seni Ele Verir
13. Karşılaşmalar Oyunu
14. Yeni Paradigma
15. Tekrar Gösterim
16. Dünyadan Beklemek
17. "Bu kitap ebedidir!"
Bölüm 10 OKUL
1. Dikey Görüş
2. Pragmatik Düşleyenler İçin Bir Okul
3. Düşün Düşü
4. Seyyar Cennet
5. En Büyük Ekonomik Gerçek
6. Sahip Olmak Olmaktır
7. Üniversite Birliğe Doğru Anlamına Gelir
8. Okulun Doğuşu
9. Ruh Halimiz Yerimizdir
10. Banka
Bu kitap
Bu kitap bir harita ve bir kurtuluş planıdır.
Bu kitabın amacı, kader gibi üstümüze giydirilen rutin hayattan, uyuşturulduğumuz bu
dünyada suçlayıcı ve acıklı varoluşumuzdan uzaklara kaçan sıradan bir insanın izlediği yolu
göstermektir.
Dreamer ve onun öğretileriyle karşılaşmamış olsaydım,
kitabı yazamazdım.
kelimelerim hayat bulamaz, bu
Beni elimden tutup, zamanın ve ölümün varolmadığı, zenginliğin ‘hırsızları’ tanımadığı
‘düşlerin’ dünyasına, cesaretin ve kusursuzluğun katına çıkardığı için Dreamer’a ebediyen
minnetar kalacağım.
Özüme döndüğüm bu yolculukta üstüme yapışan yıpratıcı düşüncelerden, olumsuz
duygulardan, ucuz inançlardan ve fikirlerden kurtulmam gerekti. “Kendimi ele geçirmek”,
Varlığımın en karanlık yanlarını tanımak ve onlara meydan okumak zorundaydım.
Gördüğümüz, dokunduğumuz ve hissettiğimiz her şey ve gerçekliğin tüm çeşitliliği,
bildiğimiz dünyanın çok ötesinde var olan ve aslında olması gereken yerde duran görünmez
bir evrenin yansımasından başka bir şey değildir.
Zor da olsa, bir görünmez tarafından çevrelendiğimizin, gerçek saydığımız ve önem
verdiğimiz her şeyin görünmez olduğunun ve düşlerden beslenen bir dünyada yaşadığımızın
farkına varabiliriz.
Tüm düşüncelerimiz, duygularımız ve düşlerimiz görünmezdir. Umutlarımız, tutkularımız,
sırlarımız, anılarımız ve hayallerimiz, korku ve kuşkularımız ve tüm algılarımız, cazibemiz,
arzularımız, iğrendiklerimiz, nefret ettiklerimiz ve sevdiklerimiz, elle tutulamaz ama
Varlığımızın gerçekliğine ait olandır.
Görünmez olan, metafiziksel, şiirsel ya da hayali olmadığı gibi gizemli bir sır ya da doğaüstü
bir güç de değildir; olgu ve olaylarla hareketsiz bırakılmış dünyanın, gerçekliğin unsurlarının
göstericisidir. Her yeniçağda, daha gelişmiş teknolojilerin keşfedilmesi ve uygulanmasıyla
sınırlar aşılmış ve geçmişte görünmez olan, günümüzde meşru bilimsel araştırmalar
olmuştur.
Bu kitap, bozguna uğramış günahkâr insanlığın ta kendisi olan sıradan bir varlığın “yeniden
doğuş” öyküsünü anlatmaktadır. Özüne yaptığı bu yolculuk aslında kaybettiği bütünlüğünü
aramak için yaptığı bir göçtür.
Bu yolculuğa çıkmak isteyenler önce esaretlerinin boyutunu ölçmelidirler.
Dünyamızın her yerine yayılmış fakirlik, suç eylemleri ve savaş gibi insanlığın yüz yüze
kaldığı problemlerin temeli, negatif düşünce ve duygulardan gelmektedir.
Negatif duygular yaşadığımız dünyayı yönetmektedir. Gerçek olmamalarına rağmen,
yaşamımızın her köşesine sinmiş durumdadırlar. Bir insan, kaderini değiştirmek istiyorsa,
inanç ve düşünce sistemini, psikolojik durumunu değiştirmelidir. İçindeki kırılgan,
parçalanmış ve geçici zihniyeti zorbalıktan kurtarıp kökünden değiştirmelidir. Dünya
üzerindeki en amansız hastalık, Aids ya da kanser değil, insanoğlunun çelişkili düşünce
sistemidir. Sıradan dünyanın üstüne kurulduğu düşün tam kendisidir; Dünyevi bir katildir.
Dreamer’ın gösterdiği yol, somon balığının akıntının tersine gitmesi gibi, hem korkunç hem
harika, hem yorucu hem eğlenceli, hem gereksiz ve hem de gereklidir.
Felsefesi başlarda bana, insanlığa hükmeden doğal yasalara bir başkaldırı gibi görünmüştü
fakat sonra evrensel düzen tarafından da kabul görüp istendiği ve insanlığın devrimini
simgelediği ortaya çıktı.
Bu kitap, ‘Sıra dışı bir Varlıkla’ birlikte yapılmış, yıllarca süren bir çalışmanın ve hazırlığın
hikâyesidir.
Ben Ondan, bana hediye edilen inanılmaz bir görev aldım. Görevim, evrensel bir ‘Okulun’,
sınırları olmayan bir üniversitenin kuruluşunu gerçekleştirmekti.
Eski insanlığın zihinsel değerler dizisini alt üst edebilecek,
Ve onu karmaşadan, şüpheden, korkudan ve acıdan,
Sonsuza dek ayıracak Bireysel bir devrim düşledim.
Yeni nesil liderlere öğretmenlik edecek bir Okul düşledim.
Ekonomi ve Etik, Eylem ve Fikir, Maddi güç ve Aşk gibi aşikâr düşmanları bir arada uyum
içinde tutabilecek bir okul.
Her gün, gebe bir kadın gibi gözlerimin önünde büyüyor ve değişiyordu. ‘Tanrılar Okulu’
benimle birlikte gelişiyordu. Görünüşte ben bu kitabı yazıyordum fakat gerçekte bu kitap
zaten yazılmıştı.
Dreamer’ın yasaları, O’nun fikirleri aklımı kurcalamaya devam ediyor ve hala birçoğu tam
olarak anlaşılmış değil.
Prometheus gibi, Dreamer’ın dünyasının parçalarını benimsedim ve bir gün benim gibi
sıradanlığın korkunç çemberini terk etmek isteyen kadın ve erkeklere iletmek üzere sıkıca
tutundum.
Bir zamanlar, vermenin en doğru şeklinin yazmak ve onun da ötesinde öğretmek olduğuna
inanıyordum. Artık biliyorum ki öğretmek aslında kendini tanımak, tamamlanmamış
yönlerini keşfetmek ve onları tedavi etmek için bir hiledir.
Dreamer bir keresinde bana “Kişi ancak bilmiyorsa öğretebilir,” demişti. “Gerçekten bilenler
öğretmezler!”
“Öğrendiklerimiz, gerçekten ‘sahip olduklarımız’ aktarılamaz. Mutluluk, zenginlik, bilgi,
istek ve aşk dışarıdan elde edilemez, size ‘verilemez’ ama ancak ‘hatırlatılabilir’. Var
olmanın devredilemez haklarıdır ve bu nedenle her insanın doğal mirasıdır. Ancak her
insanın, her hücresinin bireysel bir devrime girişmesiyle, yeniden doğmasıyla ve kendini
yenilemesiyle evrensel bir iyileşmeye, tam gerçeği ve mutluluğu yakalamış daha akıllı bir
topluma doğru yol alabiliriz.
Dreamer’dan öğrendiğim dersleri anlatırken, bazı bölümleri, olayları, keşifleri okuyucunun
alabileceğinin ötesine gittiği için bilerek çıkarttım ve insanlığın şu anki durumunda
kavrayabileceği kadarını ama benim için hala ‘devrimsel’ olanı ekledim.
“Tanrılar Okulu”
Bölüm 1
Dreamer’la Karşılaşma
1. Dreamer’la Karşılaşma
O sıralar New York’ta yaşıyordum. Evim Manhattan ve Queens arasında, Doğu Nehri’nin
ortasındaki küçük Roosevelt adasındaydı. Adacık, demirlerinden kopup okyanusun özgür
sularına açılacak bir gemi gibi dururdu ama günler birbirini kovalarken nehrin karanlığı
içinde olduğu yerde kalırdı. Çocuklara iyi geceler dilemek için yatak odasına gittim, fakat
çoktan uyumuşlardı. Parmak uçlarımda yürüyerek oturma odasına geri döndüm. Gecenin
sessizliği beni sarmış gizliyordu. Aniden duygularım değişti ve bir yabancının hayatına
girmiş biri gibi, o anda oraya ait olmadığımı hissettim. Olduğum yerde kaldım ve
Queensborough Köprüsünü boyunca uzanan dağınık ışıklara baktım. Soğuk ve tehditkârlardı.
Jennifer az önce evliliğimiz üzerine yaptığımız bir tartışmayı Amerikanvari bir şekilde
sonlandırıp odasına çekilmişti. O gece eve geç gelmiştim.
Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı karşılamak üzere JFK havaalanına gitmiştim.
Birbirimizi selamladığımız zaman, onun hayatının bir şekilde benimkinden daha rahat ve
tatmin edici olduğunu hissettim. Çözümlenememiş geçmişim içimde aniden kıskançlık,
imrenme ve körü körüne rekabet duygularını kabartıp, gevezelik yaparak boş boş konuşmama
neden olmuştu. Arabada giderken yalan üstüne yalan söyleyerek, New York’ta geçen
yıllarıma ait alternatif bir öykü uydurdum. Ona, davet edildiğim her partiye, sanat galerisi
açılışına, performans gösterilerine katılmanın ne kadar yorucu olduğundan, iş yaşantımdaki
başarılarımdan, hobilerimden ve hepsinden öte Jennifer’la olan mükemmel ilişkimden
bahsettim. Kelimeler boğazımda düğümlenmişti ve içimdeki ağlama isteği git gide
büyüyordu. İçimde bir nehir gibi akan samimiyetsizliğin oluşturduğu mide bulantısı
yoğunlaşıyor ve durdurulamaz bir hale geliyordu. Yalan söyleme güdümü kontrol edememem
ise dayanılmaz olmaya başlamıştı. Bu anlamsız gösteriyi kesmek istedim fakat ne kadar
çabalasam, sözlerimden o kadar çok tiksiniyor ve durumu değiştiremeyeceğimi anlıyordum.
Sanki bir bedende iki kişiydik. Aynı siyam ikizleri gibi, acımasız ve anlamsız ortak bir
yaşama mahkûm olmuş gibi kapana kısılmış hissetmek tüylerimi ürpertti.
Karanlık çöktüğü zaman yanlış bir yöne döndüğümü fark ettim. Gittikçe ıssızlaşan ve pis
kokan, karanlık sokakların olduğu bir labirente girmiştik. Konuşmayı bıraktım ve arabanın
içini derin bir sessizlik kapladı. Sağanak yağış yüzünden arabanın hızını yürüyüş hızına
düşürmüştüm. O anda arkamızda yanan farlardan bir arabanın bizi takip ettiğini ve
önümüzdeki uzanan bir üst geçidin sütunları arasında gölgelerin dolaştığını fark ettim. Sonra
dönüp arkadaşıma baktım. Yüzünü korku kaplamış, tir tir titriyordu. Gaza bastım. Kalbim küt
küt atarken, içgüdüsel olarak önüme çıkan ilk sokağa girdim ve yanan bir varilin başına
toplanmış berduşlara çarpmamak için yoldan çıktım. Arkamızda kalan binalar, birazdan bizi
yutacak canavarlar gibi ağızlarını açmışlardı.
Siren sesleri birden havayı doldurdu. Bizi izleyen arabanın farları küçülüp karanlıkta
kaybolana kadar dikiz aynasına endişeyle bakmaya devam ettim. Sonunda şehrin güvenli bir
bölgesine geldiğimizde, evin yolunu gösteren tabelalar da önümüze çıkmıştı.
O eski arkadaşımı bir daha hiç görmedim.
Kendi kendine mırıldanan siyahî bir adam eşliğinde 16. Kata çıktım. O sıralar Roosevelt
Adası bir sosyal bütünleşmeye tanık olduğu için bakıcılarıyla birlikte yaşayan özürlü
insanlarla karşılaşmak sıradan bir durumdu.
Jennifer beni bigudilerden yeni çıkarttığı ve Medusa’nın yılanlı başını anımsatan saçlarıyla
karşıladı. Söylenirken, parmaklarının arasındaki sigarayı tehditkâr bir şekilde sağa sola
sallıyor ve oturma odasında dolanıp duruyordu. Yaşantımın yansımalarına bakınca,
Jennifer’ın hep bu görüntüsü aklıma gelecekti. Sanki yıllardır bünyeme işlenen bir
uyuşturucunun etkisinden kurtulmuş gibi onunla aramızda oluşan boşluğu ve varoluşumun
dayanılmaz acısını hissettim. Bu apartman dairesi, bu kadınla olan ilişkim ve gözüme çarpan
her şey değiştirilemez bir sıradanlıktan söz ediyordu. Bana ait olduğuna ve kişiliğimi ifade
ettiğine inandığım tüm seçimlerim şimdi kaçışı olmayan birer kapan gibi gözlerimin önünde
sıralanıyordu.
Hayalini kurduğum yaşam bu değildi! Buzla kaplı bir nehrin tüm yalanlarımı ve ödünlerimi
yıkayıp ıssız bir sahile bıraktığını hissedercesine üstüme bir mutsuzluk çöktü. Alnımı
kollarımın üstüne koyup üzüntü içinde uykuya daldım.
Villanın içi karanlığa gömülmüştü ve az sonra şafak vaktiyle birlikte huysuzlanmaya
başlayacaktı. Büyük holün sonundaki antika bir resim duvarı kaplıyordu. Solgun ışıkta,
ormanlık manzaranın ortasında hayaller içinde bir insan figürü olduğunu fark ettim. Resmin
kendisi gibi, içindeki mobilyalardan mimarisine kadar odanın her tarafı güzellik mesajını
iletiyordu. Gece ile şafak vakti arasında bilmediğim bir saatte, kendimi o villanın içinde
bulmak çok garipti ama şaşırmış değildim. Daha önce orada bulunmadığımdan emin olmama
rağmen, her şey gözüme tanıdık geliyordu.
Villa, yoğun düşüncelere dalmış gibi sessizlik içindeydi. Eski taş merdivenleri çıktım ve
masif ağaçtan yapılmış bir kapıya geldim. Bilmediğim bir otoriteyle buluşacakmış gibi şık
giyindiğimi fark ettim. Beni endişelendiren şeyin ne olduğunu bilmiyordum ama kendimi
gergin ve huysuz hissediyordum. Ateşte yanan ince dallar gibi bir duygu sarmalı iç
konuşmalarımı besliyordu. Ayakkabılarımı çıkartıp girişte bıraktım. Bu davranışım bile bana
çok doğal gelmişti. Bu tanıdık ve gerekli hareketlerin daha önce içinde bulunduğum başka
olayların bir ritüeli olduğu çok açıktı. Kapıyı çalar çalmaz, içimde kapının arkasında
bekleyen şeyin ne olduğunu bildiğimi söyleyen bir korku ve endişe hissettim. Cevabı
beklemeden demir kapı kolunu aşağı indirip kapıyı açtım.
Şömineye doğru baktım. Şöminenin içinden yükselen alevler öylesine gözümü aldı ki,
gözlerimi çevirmek hatta sulanmasını önlemek için kapatmak zorunda kaldım. O, arkası bana
dönük bir şekilde şöminenin yanında duruyordu ve duvara vuran gölgesini görebiliyordum.
Şöminenin alevleriyle gölgeler içinde kalmış odanın iki tarafında, gecenin karanlığına açılmış
antika pencereleri çerçeveleyen kemerler vardı. Doğuya bakan pencereden, gökyüzünün
şafak vaktinin narin renkleriyle bezenmeye başladığını gördüm.
Beyaz taşlarla kaplanmış geniş odanın içinde birkaç adım atmıştım ki, O’nun hareketlerimi
ve düşüncelerimi donduran etkileyici ama ürpertici sesini duydum.
“Hayatın bir felaket!” dedi, yüzünü bana dönmeden. “İçeri girişinden, ayak seslerinden ve
hepsinden öte duygularından sızan pis kokudan bunu anlayabiliyorum. Düşünceler içinde
boğulmuşsun. Bu halde nereye kadar gidebileceğini sanıyorsun? Senin gibi binlerce parçaya
bölünmüş biri, bir memur kılığında yaşamayı bile beceremez.”
Kendimi aniden gelen fiziksel bir saldırıdan korumak istercesine, “Ben bir memur değilim,”
dedim sesimi yükselterek. Bu kişi her kimse, aramızda uygun bir mesafe olmalıydı. Fakat
sözlerim, yalıtılmış duvarlar tarafından emilircesine kaybolmuştu. Bilmediğim bir korku
içimi kaplamış ve tekrar konuşacak gücü zor bulmuştum.
“Ben bir müdürüm!”
İlerleyen dakikalarda sessizlik git gide büyümüş ve içime işlemişti. Sonu gelmeyecekmiş
sandığım bir zaman sonra sesini tekrar duydum.
“Nasıl ‘Ben’ dersin?” dedi yüzümde patlayan bir tokat gibi. “Benim dünyamda, ‘ben’ demek,
bir saygısızlıktır. ‘Ben’ içinde taşıdığın bir çelişkidir….’Ben’ yalanlarındır. ‘Ben’ kelimesini
her kullandığında yalan söylüyorsun. Sadece kendini tanıyan, kendi hayatının hükümdarı
olan ve gerçek isteklere sahip birisi ‘Ben’ diyebilir!
Sonra sessizlik çöktü. Tekrar konuşmaya başladığında ise, sözleri öncekinden daha
tehditkârdı.
“Eğer bir kez daha ‘Ben’ dersen, buraya bir daha gelemezsin! Kendini incele. Kim olduğunu
keşfet! Kalabalık olman demek, kendi yarattığın yalanlar, yanlış inançlar sistemi içinde
kapana kısılmış olmak demektir. Bütünlük içinde olamamak, insanı cahilliğe, korkuya ve
kendine zarar vermeye hapseder. Bu dış dünyada, hastalığa, çöküşe, şiddete, zalimliğe ve
savaşa neden olur. Dünya hayal ettiğin gibidir. .. bir aynadır. Dışarıda kendi yarattığın,
kendi hayal ettiğin dünyanın bir yansımasını görürsün. İşte orada kendini bulabilirsin!
Dünyaya açıl ve kim olduğunu gör. Diğerlerinin de senin içindeki yalanın, ödünlerin ve
cahilliğin bir yansıması olduğunu keşfedeceksin. Değiş!....Dünya da değişecektir. Hasta bir
dünya yaratır, sonra kendi ürününden, yarattığın şiddetten korkarsın. Dünyanın nesnel bir
olgu olduğunu düşünüyorsun fakat dünya düşündüğün gibidir. Şimdi dünyaya git ve kendini
kabul et. İçindeki yoksulla, şiddetle ve cüzamlıyla tanış. Onları kabul et. Onlardan kaçma,
onları suçlama. Kendi dünyana teslim ol. Git ve bilinçli olarak yarattığın sert, cahil ve soluk
bir hayatı kabul et. İnsanın gücü, kendini hem kontrol edebilmekte hem de kendine teslim
olabilmek de yatar.”
Aniden sesi emir veren bir tona dönüştü. “Ben buradayken kalemin ve kâğıdın olacak!” diye
emretti. “Sakın unutayım deme!”
Buyurgan ses tonu ve konuyu aniden değiştirmesi beni telaşlandırmıştı, fakat kafa
karışıklığım yerini korkuya ve paniğe sevk etti. Kendimi tehdit altında hissediyordum. Sesi
alaycı bir tona dönüştüğünde bedenimdeki tüm sinirler gerilmişti.
“Bu sefer yazmalısın. Kâğıt ve kalem senin kurtuluşun olacaktır!” dedi. “Dediklerimi
yazarsan unutmazsın. Yaz! Böylece parçalanmış varlığını güçlükle bir araya toplayabilirsin.
Sonra sanki konudan hiç ayrılmamışız gibi son söylediğim cümleye döndü ve,“Bir müdür,
yaptığı işe inanmakta güçlük geçen bir çalışandır; kendini inanmaya zorlar. Ne kadar
sıradan olsa da, kendisine ait olma, yönetme duygusu veren bir ekolün başpapazıdır. Ama
sen buna bile sahip değilsin! İstek olmadığı sürece, düşünceler, duygular ve istekler, Varlığın
çıldırmış parçacıkları olarak kalır ve ‘sen’ evrenin merhametine muhtaç kalmış anlamsız bir
parçacık olursun.”
Bu kelimeler soluğumu keserek beni beklenmedik, soğuk bir yağmurun altında bırakmıştı.
İçerideki ısı aniden düşmüştü ve ben şimdi donuyordum. Hayatım boyunca başıma gelmeyen
yoğun bir utanç duygusu, yavaş ama zalimce içime işliyordu. Sesi kulağıma o kadar yakındı
ki, neredeyse nefesini hissediyordum. Kısık sesle konuşuyor, hatta fısıldıyordu.
“Amerikan Kızılderili kabilelerinde kast sisteminin en altında bir grup insan vardı. Onlar ne
büyücü ne de savaşçıydılar. Ne avlanıyor ne de mevki veya kadın için rekabet ediyorlardı.
Onlara en aşağılayıcı ve en zor görevler verilmişti. Onlar cesaret ve dürüstlük
denemelerinden geri çekilen kişilerdi.”
O sırada durdu, sonra üstüme doğru geldi. Üzerimdeki etkisini hafifletecek hiçbir şey
yapamadan öylece kalmıştım.
“İlkel ya da modern olsun, benim kabilemde,” diye fısıldadı öfkeyle, “senin duracağın yer bu
olurdu işte. Merdivenin en altında.”
Beni tam göğsümden vurmuştu. Yaşadığım utanç dayanılmazdı. Şimdi durmasını bile
istemiyordum. Sadece kaçmak, ona arkamı dönüp gidecek gücü kendimde bulmak
istiyordum. Bir telefonun ya da alarm saatinin çalmasını ve beni buradan kurtarmasını
diliyordum. Kılımı bile kıpırdatamıyordum. Dreamer’ın dünyası içinde, kutsal bir yasa beni
hakaret etmekten hatta nefes almaktan alıkoyuyordu.
“Bu düşten kaçmak istediğini biliyorum,” diyerek devam etti acımasızca. “Ama ben Gerçeğin
kendisiyim. Gerçekliğine inandığın, seçimler yaptığın ve kararlar verdiğin dünyan ve hayatın
ise gerçek değil. Sadece kötü bir kâbus. Evlenmek, çocuk sahibi olmak, kariyer yapmak, bir
ev satın almak, başkaları tarafından beğenilmek ve saygı görmek, yani inandığın her şey
aslında, gözünde büyüttüğün ve her şeyin üstüne koyduğun anlamsız bir hastalık.”
“Sadece düş gerçektir,” dedi tekrarlayarak. “Düş en gerçek olandır. Gerçek dünyanın içinde
yaşamayı öğren. Burada alışkanlıkların, inançların ve kalıpların geçerli olmayacaktır.
Gerçek dediğin şey tamamen değiştirilmesi gereken bir görüntüdür. Eski dünyana ait hiçbir
şey seninle birlikte gelmemeli. Düşünmek, nefes almak, davranmak ve sevmek için yeni bir
yol bulmalısın. Varlığının bir anlamı olmadığı, acı içinde geçen bir hayat yaşadın. Bir işin ve
koruyucu bir maaşın arkasına saklanarak dünyadaki yoksulluğu ve acıyı devam
ettiriyorsun.”
Sanki zarar tespiti yapıyormuş gibi tatlı ama sert bir sesle tanımlıyordu beni. “Yaşam esaret
içinde geçirilemeyecek kadar değerli ve kaybetmeyi göze alamayacak kadar zengindir! Artık
değişim vakti!”
Sessizlik gelmekte olan cümleleri sağlamlaştırıyordu.
“Çelişkilerle dolu dünyanı bırakma zamanı geldi. Yaşamı içermeyen her şeyle birlikte ölmen
ve yeniden doğman lazım. Yeni bir göç, yeni bir özgürlük zamanı. Kaybettiği bütünlüğünü
tekrar kazanmak, bir insanın düşleyebileceği en büyük maceradır.”
Gözlerim loş ışığa alışamamıştı. Şafak vakti geceyi dağıtmıştı. Soğuk ve solgun toprak
gölgelerinden kurtulmadan önce gün ışığı, şöminenin üstündeki taşı tutan maun rafın üstüne
vurdu. Yaldızlı gotik harflerle oyulmuş o kelimeler belirdi: Visibilia ex Invisibilibus.
2. Çalışmak esarettir.
“Sen kimsin?” diye soracak cesareti zor bulmuştum.
“Ben Dreamer’ım,” dedi. “Ben Dreamer’ım ve sen de düşlenensin. Aniden gelen bir
samimiyet, yalan duvarında oluşan bir çatlak ya da bir şimşeğin ışığı gibi beni görmeni
sağladı.”
Takip eden sessizlik, sonu gelmeyen daireler gibi etrafa yayıldı. Sesi, yaprakların hışırtısı
gibiydi.
“Ben özgürlüğüm!” diye açıkladı. “Artık benimle tanıştığın için, anlamsız bir hayat sürmen
imkânsız.”
Sonrasında söyleyecekleri ise, sonsuza kadar hafızama kazınacaktı.
“Bağımlı olmak, istemeden bile yaşansa, her zaman kişisel bir seçimdir. Hiçbir şey ve hiçbir
kimse seni bağımlı olmaya itemez, bunu kendine ancak sen yapabilirsin!”
Gözlerimin içine bakarak, dünyayı ve kaderimi suçlamanın, var olan ilkeleri
anlayamadığımın bir kanıtı olduğunu belirtti. İnsanoğlunun şirketlere bağımlı olmadığını,
hiyerarşi ve patronlarla sınırlı olamayacağını ama korkuya bağımlı olabileceğini söyledi.
Bağımlılık bir korkuydu.
“Bağımlı olmak bir sözleşmenin sonucu değildir. Bir rolle ya da sınıfla da bağlantılı değildir.
Bağımlılık kendine duyduğun saygıdan, onurundan vazgeçmenin bir sonucudur. Varlığının
ezilmesine izin verdiğin zaman meydana gelir. Dış dünyada bu alçalma, bir iş kılığına girer,
bağımlı olduğun bir pozisyon halini alır. Bağımlılık, akıl sağlığının yerinde olmamasından,
hayali korkuların ve kuruntuların esiri olmaktan kaynaklanır. Bağımlılık “düşü” teslim
etmenin görünür bir işaretidir.”
‘Bağımlılık” kelimesini her seferinde özenle ve yavaşça telaffuz etmesi, kelimenin gerçek
anlamını, içinde barındırdığı acıyı ve genelde kullanılan anlamının sıradanlığını ortaya
koyuyordu.
“Bağımlılık, Varlığın bir hastalığıdır. Tamamlanamamış olmanın bir sonucudur,” diye
açıkladı Dreamer. “Bağımlı olmak, kendine inanmayı bırakmaktır. Bağımlı olmak düş
kurmayı bırakmaktır.”
Söylediklerine ne kadar çok kafa yorarsam, içimi o kadar çok kemiriyorlardı. Kırgınlığım
öfkeye dönüşüyordu. İnsanlığın içinde bulunduğu duruma dikkat çeken sözleri dayanılmazdı.
Bir insanın yaşamının ve işinin, duygularla ve korkularla ne gibi bir bağlantısı olabilirdi ki?
Ben, içeride ve dışarıda bu iki kelimenin birbirinden bağımsız olduğunu düşünüyordum ve
öyle de kalmalıydı. Ben, dışarıdaki dünyada bağımlı olmaya ama iç dünyamda özgür
kalmaya körü körüne inanan biriydim ve onun bu kesin cümleleri kızgınlığımı körüklüyordu.
“Diğer tüm insanlar gibi, sen de hayatını cansız kurumların katmanları içinde saklanmış bir
şekilde yaşadın. Özgürlüğünü bir avuç uydurma gerçekliğe değiştin. Artık bu uykudan
uyanma ve var olmanın bu korkunç biçiminden sıyrılma zamanı geldi!
Daha önce bana kimse böyle davranmamıştı.
“Sana benimle böyle konuşma hakkını kim veriyor?” diye bağırdım kızgınlıkla.
“Sen!” dedi.
Bu kadar basit ve beklenmedik bir cevap karşısında aciz kalmıştım. Suçluluk duygusu bütün
benliğimi kaplamıştı ve yüzü olmayan bu varlık karşısında kendimi çırılçıplak hissetmiştim.
Oradan kaçmak istedim. Beni dünyamın sınırları dışına fırlatan bu durumdan kaçabilmek için
kalan son gücümü toplamaya çalıştım.
“Peki, ama kurumlar, çalışanları olmadan nasıl hayatta kalabilir ki?” diye sordum, konuyu
anlamlı olduğunu düşündüğüm bir noktaya sürüklemeye çalışarak.
Dreamer bana cevap vermedi. Bana cevap veremediğini düşünerek ve sessiz kalmasından güç
alarak devam ettim.
“Eğer onlar olmasaydı… dünya dururdu!”
“Hayır, tam tersi!” diye cevap verdi sertçe. “Dünya ancak bağımlı yaşayan ve her şeyden
korkan insanlar olduğu sürece son bulur. İnsanlık bu haliyle, bağımlılıktan kurtulup
özgürleşmeyi düşleyemez.”
Algı sınırlarımın ötesine geçtiğini fark ettiği anda, sesi yumuşadı ve cesaretlendirici olmaya
başladı. “Korkma!” dedi alaycı bir tavır gözlerinin içinden geçerken. “Senin gibiler var
olmaya devam ettikçe, bağımlı bir dünya da var olmaya ve çoğalmaya devam edecektir.”
Sonrasında gelen sessizlikle hava buz kesti. Mizahi ses tonu birden sertleşti.
“Sen! Artık o dünyanın bir parçası olman imkânsız. Çünkü sen benimle tanıştın!”
Sanki bir ışık, kasvetli düşüncelerimi ve yoğun duygularımı yarıp içime girmişti.
“Bağımlılık düşü ihmal etmektir,” diyerek devam etti. “Bağımlılık, özgürlüğün yokluğunu
gizlemek ve hayatı reddetmek için insanlar tarafından giyilen bir maskedir.”
‘Bağımlılık’ kelimesini defalarca kullanmış ve duymuştum ama Dreamer’la tanıştığım ana
kadar içinde bu kadar acı barındırdığını anlayamamıştım. Bir çalışan olmak, bir kuruma bağlı
olmak, eski kölelik sisteminin modern hayattaki uyarlamasıydı; içsel bir toyluk, bir boyun
eğişti. Aniden gözümün önünde Sisyphos’un kaderine mahkûm olmuş, angarya işlere
zincirlenmiş, kendi seçmediği görevlerle boğuşan ve yaratıcılığı olmayan işlerle uğraşan
kalabalıklar belirdi.
Milano’da, Viale Sarca caddesindeki Rusconi binasının ön cephesinde yazan ‘Çalışan Girişi’
levhası gözümün önünde canlandı. Bir zamanlar Sannio’da Romalılar nasıl Caudine vadisi
altından aşağılanarak geçmek zorunda bırakılmışsa, insanlar da o daracık kapılardan iki
büklüm olmuş, yenilgiye uğramış bireyler gibi geçiyorlardı. Kendi özgünlüğüne inanmayı
bırakmış bir dizi kadın ve erkektiler. Bir bireyin ölümünü hisseder gibi içim karardı ve bu
kaderle birlikte gelen acı yüreğimi sıkıştırdı. Dreamer ölümcül bir yarayı temizler gibi hassas
bir şekilde bu karelerin içine girdi. Konuşurken sesinde temkinli bir tını vardı.
“Bir gün artık çalışması gerekmeyen ve sadece düş kuracak bir toplum yaşayacak. Düş
kurduğu için zengin olan ve düşlediği için sonsuza kadar zengin kalacak bir toplum var
olacak. Evren son derece bereketlidir. Bir insanın yürekten isteyeceği her şey mevcuttur.
Böyle bir evrende kıtlıktan korkmak mümkün değildir. Ancak senin gibi korku ve şüpheyle
beslenenler yoksul olabilir ve bu dünyada bağımlılığı ve yoksulluğu sürdürebilir.”
“Ama ben yoksul değilim!” diye bağırdım kızgınlıkla. “Güzel bir evim, müdür olduğum bir
işim, bana saygı duyan arkadaşlarım, hem babalık hem de annelik yaptığım iki çocuğum
var.”
Onun bu dayanılmaz adaletsizliğinden ve sebepsiz saldırılarından yıpranmış ve nefessiz
kalmıştım.
“Yoksulluk, kişinin kendi sınırlarını fark edememesi demektir,” diye açıkladı Dreamer.
“Yoksul olmak demek, sevmediğin ve kendi seçimin olmayan bir işle, kendi kaderinin
belirleyicisi olmayı takas etmek demektir. Tam sözlerini bitirdiğini düşünmüştüm ki,
ekleyerek devam etti, “Kendini tanımadığın, unuttuğun için yoksulların en yoksulusun. Sana
verdiğim kadar fırsatı daha önce kimseye vermedim. Bu senin son şansın.”
Birdenbire, haksızlığa ve adil olmadığını düşündüğüm bir saldırıya uğradığımı hissettiren
tüm duygular ve içimdeki öfke bedenimden çekildi. Varlığımı bir arada tutan menteşelerin
yerinden oynadığını, içime kök salmış inançlarımın, antik mabetler gibi temelinden
sarsıldığını hissettim.
“Gözlerini aç ve içinde olduğun durumu fark et. Bir insanın kendi ihtişamından ne kadar
uzaklaşabildiğini göreceksin. Görünüşte aynı odadayız ama zamanın sonsuzluğu bizi
ayırıyor.”
Gecenin karanlığı içinden bir ışık gibi geçen bu sözleri, aramızdaki mesafeyi idrak etmeme
yetti.
Kırılmış onurumun yalanlarını ve Dreamer’ın karşısında söylediğim ‘Ben’ sözcüğünün
anlamsızlığını anlamıştım. Kendi özgür iradesine ve hayatının kontrolüne sahip, kararları
veren sınıfa mensup elit bir kişi olduğum yanılgısı, komik bir opera gösterisinin ilk
perdesinin bitişi gibi, içimde bitiverdi. Gözlerim yaşlarla doldu. Farkında olmadan kendimi
bir bataklığın içine gömülmüş gibi hissettim. Neyse ki Dreamer, Varlığımın çok derinlerine
gönderdiği sert bir mesajla araya girdi.
“Uyan! Kendi devrimini başlat. Kendine karşı koy!” diyerek bana emir verdi ve içine
girmekte olduğum dar pişmanlık koridorundan çıkmak için bana bir yol gösterdi.
“Özgürlüğü düşle. Her şeyden kurtulup özgür kalmayı düşle. İstediğin her şeye ulaşmak için
önündeki tek engel senden başkası değil. Sonu olmayan bir düş kur. ‘Düş’ gerçek olan tek
şeydir.
3 “Ben bir kadınım…”
Az önce derinden ve sert gelen sesi şimdi bir kadınınki gibi yumuşaktı. Bu değişim kanımı
dondurmuştu. Mümkün değildi! Bu kimin sesiydi? Düşüncelerim bir girdabın içine girmiş
gibiydi. Söyledikleri artık zalimce değildi fakat yine de katlanılır gibi değildi.
“Ben ölmek üzere olan bir kadınım,” diye mırıldandı ses.
Arkasından gelen sessizlik midemin bulanmasına sebep oldu. Sanki felç geçirmiştim ve
gözlerimi kaldırıp bakamıyordum bile. Ufuk kadar geniş, acımasız bir göz geçmişime doğru
açılmıştı.
“Terk ettiğin için sana ah etmiş ve yaklaşmakta olan kanser hastalığıyla yüzleşmeye hazır
olmayan bir kadınım ben.”
Bedenim titrerken, onu dikkatle dinliyordum ve söylediği her kelimenin beni uçuruma biraz
daha yaklaştırdığını hissediyordum. Tüm uysallığıyla Luisella benimle konuşuyor ve
zamanın içinden, ölüm ve yaşamın sınırlarının ötesinden bana uzanıyordu. 27 yaşında
ölüşünün korkunç sebeplerini suçlu vicdanım bir kez daha hatırlamıştı. Birlikte sefillik içinde
geçen zamanlarımız, kendimi güvende hissedebilmek adına herkesi ve her şeyi bencilce
arkamda bırakışım, paraya olan düşkünlüğüm, kariyer hırsım ve ona sevgi verememem
gözlerimin önünde canlandı ve içimi öyle bir acıttı ki, ruhum nefretle dolup taştı ve bir
zamanlar olduğum adamdan uzaklaşmak istedim.
“Bu senin ölümün,” dedi bana. “Bu eski varlığından ve onunla birlikte taşıdığın enkazdan
ayrılışın. Ondan kaçma. Onunla ilk ve son kez yüzleş! Bir insanın tekrar doğabilmesi için
önce ölmesi gerekir.”
‘Ölmek’ ne anlama geliyor? Diye sordum. Uysal sesim beni şaşırtmıştı ve tavırlarımın ne
kadar değiştiğini fark ettim.
“Ölmek demek, olaylara bakış açının değişmesi demektir. Ölmek demek, acıyla beslenen
yüzeysel bir yaşamdan çekilmek ve o yaşama daha yüksek bir seviyeden tekrar girmektir,” bir
bilmece gibi.
Hala anlayabilmiş değildim. Bir tarafım karşı koymak istiyordu. Kelimelerle hayat bulan bu
fikirler daha önce duyulmamış fikirlerdi. Beni ve hatıralarımı paramparça ediyor,
arkadaşlıklarımı ama en çok da inançlarımı derinden sarsıyordu. Yıllarca sınıfın en iyi
öğrencisi olmak için çabalamış, bir isim edinebilmek için uzun saatler boyunca çalışmış ve
saygı değer biri olma hırsına kapılmıştım. Önüme çıkan tüm engelleri yıkmak uğruna
savaşıp, çabalayıp kazanmak için uğraşmıştım. Başarılı olmak için inandığım tek yol çok
çalışmaktı. Bu dünyadaki en büyük emelim kazanmak, yarışı önde bitirmekti. Ve şimdi bütün
bunlara itiraz mı etmem gerekiyordu? Dreamer’ın bunları kınaması bana haksızlık gibi
geliyordu. Bu yeni fikirlerin saldırısı altında olmama rağmen, yukarı kalkmak, en sağlıklı ve
en canlı tarafım olduğuna inandığım isteklerime tutunmak istiyordum.
“Dışarıda her ne olursa olsun, içindeki senin bunu onaylaması gerekir. Bu hayatında her ne
oluyorsa senin isteklerinin yansımasıyla oluyor demektir.” Uzun bir dalıştan sonra su üstüne
çıkınca alınan nefesler gibi bu sözleri nefes nefese söylemişti. Sözlerini anlayabilmek için
sarf ettiğim çaba o anın berraklığını silmiş ve yerini ölümcül bir acıya bırakmıştı.
“Luisella’nın ölümünden ben mi sorumluyum yani? Bunu ben mi istedim?”
“İçindeki sen ölünce, etrafındaki dünya da ölür…Çok sevdiğin bir insan, dertlerinin ana
kaynağının varoluşunun ölümüne bağlı olduğunu anlaman için ölebilir. Anlayamadığın ve
kendine acıdığın için onun gösterdiği fedakârlığı boşa harcama! Dayanılması çok güç bile
olsa, kendini tanımana ve anlamana olanak veren her olay iyidir.”
“Buna nasıl bir çare bulabilirim?” diye sordum. “Bu trajediyi değiştirmek için hayatımı
verebilirim.”
“Sen bir yalancısın ve geçmişin riyakârlığının ve hasta hayal gücünün bir yansıması.
Varlığında meydana gelecek en ufak bir değişiklik, sana tamamen başka bir geçmiş
çizecektir. Şu anda içinde bulunduğun an, geçmişini değiştirebileceğin tek zamandır ve
Varlığında meydana gelen her değişiklikle, farklı bir insan olarak farklı bir dünyada
yaşarsın. Ruh halindeki en ufacık bir değişiklikle, geçmişin, geleceğin ve etrafını saran evren
aynı anda değişecektir. Bildiğini düşündüğün ve yaşadığını sandığın geçmişin, tam olarak bu
anda deneyimlediğin bir hayaldir. Unutma! Tüm olasılıklar içinde bulunduğun zamanda
yaşar!”
4 Soyu tükenmekte olan bir tür
“Kimse etrafındakilere hükmedemez,” dedi Dreamer, batık bir gemi gibi etrafa saçılmış
düşüncelerimin içine girerek. “Başkaları üzerinde hâkimiyet kurmak bir yanılsamadır.
Kavgacı, yağmacı ve başarısız olan eski insanlığın önyargılarıdır.” Bir süre sessiz
kalmasıyla nefes alacağımı sandım ama o bana daha da güçlü vurmak için güç topluyordu.
“Sen soyu tükenmekte olan bu türün bir simgesisin,” sözleri dudaklarından döküldü. “Daha
gelişmiş bir Varlığa doğru yol olan bir türsün.”
Sözleri, eski fikir ve değerlerin katmanları arasından bir tünel açarak ilerliyordu. Doğmaya
çalışan bir yaratığın kasılmalarını hissediyordum ve başarılı olacağına dair ümidim yoktu.
Etrafımı çevreleyen evren aniden eridi ve sonra sıvılaştı. Artık derin sularda yüzüyordum.
Ölüm olarak algıladığın, aslında kabuk değiştiren, artık işe yaramayan inançlarını ve eski
hilelerini bırakmaya zorlanan ve uçurumun kenarında olan insanlığın boğulmasından başka
bir şey değildir.
Bu sözleri insanlığı anlatan evrensel bir yazıt gibiydi. Kendimi, kaderlerine boyun eğmiş
ölmek üzere olan bedenlerle dolu devasa bir denizin içinde gördüm.
“En başından beri insanlara varlıklarının en ıssız köşelerinde yaşamaları öğretildi. Çok
büyük fikirlerle ya da hayal güçlerinin sınırlarını aşan herhangi bir şeyle karşılaştıklarında
ona karşı çıkıyorlar ve bilinçlerine sığdırabilmek adına onu küçültüyorlar.”
Bu sözleri aklıma, güç gösterisi yapmak üzere düşmanlarının derilerini büzen Borneo
yerlilerini aklıma getirdi. Dreamer’ın sesi beni düşüncelerimden ayırdı.
“Yolculuğun için hazırlanmaya başlamalısın,” dedi, bir babanın öğüt veren ses tonuyla.
Sözlerinde, şefkat ve üzüntüyle birlikte, ‘bilen’ bir insanın ağırlığı vardı. Ses tonu sanki
benim onunla konuşurkenki ses tonumla aynıydı. Sanki karşımda beni yansıtan bir ses aynası
vardı. Ona karşı çıktığımda, benim inatçılığımı yansıtan sert ve şiddetli bir ses tonuyla, ona
boyun eğdiğim zaman ise yumuşak ve nazik bir ses tonuyla konuşuyordu. Parmaklarını
dudaklarının köşelerinde gezdirerek bana doğru eğildi ve sanki bir sır vermek istermiş gibi
kulağıma fısıldadı;
“Şimdiye kadar karşılaştığın tüm zorluklardan, işinle kendini uyuşturmak, sekse sığınmak ya
da uyumaktan geçen başka bir çıkış yolu bulamadın.” Sonra, içine düşmekte olduğum
kendime acıma hissinden beni zorla uzaklaştırmak için, “talihsizliklerin, hoş olmayan
durumların altında ezilmek ve bunları ciddiye almak, kederli bir dünyayı desteklemek ve
içinde barındırdığı olayları ölümsüzleştirmektir.”
“Peki, ne yapmalıyım?” dedim, sesim içimdeki ümitsizliği yansıtıyordu.
“Eğer bir insan olaylara karşı tutumunu değiştirirse, zaman içerisinde başına gelen olaylar
da değişecektir. Varlığımız, yaşantımızı yaratır,” diyerek bana doğru bir adım attı. Bana
doğru yaklaşması endişelenmeme sebep olunca kendimi koruma ihtiyacı hissettim. Dikkatimi
o kadar ele geçirmişti ki, beni neyin beklediğini bile kestiremiyordum. Sanki tüm bedenim
aynı anda uyanmıştı. Dreamer, dikkatimin kırılma noktasına gelmesini bekledi ve sonra
şimdiye kadar söylediği en etkileyici sözleri sıraladı.
“Karının ölümü, içinde sürekli yankılanmakta olan acının dramatik bir gösteriye dönüşü,
gözle görünür bir gerçeğe bürünmesidir. Varoluş ve olaylar, aynı gerçeğin iki farklı
yüzüdür.”
Dayanılmaz bir suçluluk duygusu kendimden geçmeme sebep oldu. Bir uçurumun kenarında
sallanıyordum. Gerçeğin bu en basit ama en dayanılmaz haline tüm gücümle karşı koymaya
çalışıyordum. O gerçek bana, hayatımdaki her olaydan benim sorumlu olduğumu, tüm
acılarımın ve talihsizliklerimin nedeninin ben olduğunu gösteriyordu. Dünyanın ışıkları
azalmaya başladı sonra tamamen söndü. Arafın kenarındaydım. Sonra kendimi yavaşça ona
bıraktım.
5 Yeniden Uyanış
Uyanır uyanmaz kendimi bunları düşünürken buldum. Dışarıda hava hala karanlıktı.
Manhattan trafiği görünmez bir volkanın ağzından dökülen lavlar gibi parlayarak akıyordu.
Birkaç dakika, bilincimde akan ‘dünya’ya baktım. Solgun ve anlamsızdı. İçimden, hayatıma
yeni ve acımasız bir belirginlik getiren düşünceler geçiyordu. Bulunduğum dairedeki her
mobilya, kitap, dekorasyon anlamı olmayan ve neşesiz geçen bir hayatı yansıtarak
temizleniyordu. Sahip olduğum her şey öksüz kalmış, ruhsuzlaşmıştı. Sahipsiz kalan
eşyaların yaydığı hüzün kalbimi burkuyordu. Var olmanın ağırlığını ve değişimin
olanaksızlığını hissettim. Çocuklarımla karşılaşmaktan ve onların gözleri içinde de, diğer her
şeyde gördüğüm ölümü görmekten korktum. Diğer her şeyle birlikte solup gitmelerinden
ürktüm.
Gizemli villanın beyaz taşlarla döşeli odasında, Dreamer’ın buluşmamız esnasında bana
söylediklerini yazmam saatlerimi almıştı. Aklımda kalan her detayı net bir şekilde
hatırlayabilmem için gözlerimi kısmam yeterliydi. Daha önce, onunla geçirdiğim o sonsuz
anlarda olduğum kadar şeffaf olmamıştım. Şimdi parçalanmış ve bilinçsiz bir insanlığın
karanlık sularında yüzdüğümü biliyordum. Sevgi yeteneğini kaybetmiş, uyurgezerlerden
oluşan bir dünyanın parçasıydım. Artık bu gerçeği görmezden gelemezdim.
Takip eden haftalarda aldığım notları dikkatlice, tekrar ve tekrar okudum, beni ona ve onun
dünyasına götürecek bir ipucu bulmaya çalıştım.
Café de la France’nın terasından, batılı turistlerin pazara girişlerini ve El Fina’nın labirent
gibi caddelerinde beyaz kan hücreleri gibi gezmelerini izledim. Bağıran satıcıların, elleri
güneşten kararmış dilencilerin ve keçi postu çantalarının altında ezilmiş su satıcılarının
arasında zorlukla ilerliyorlardı. Mücevher satıcısı genç kızlar yoldan geçmekte olan turistlerin
etrafını sarıyorlar ve onlara sıvazladıklarında mucizevî bir şekilde birkaç dirhem verecek
tılsım gözüyle bakıyorlardı. Aşk cilveleşmelerini andıran kara bıçak gibi gözleri ve yalvarır
gülümsemeleri bana çok tanıdık geliyordu.
Üç gün boyunca, Marakeş’in bu canlı yaşantısıyla çevrili kafeye gitmeye devam ettim. İlk
geldiğimde aldığım bir çift bukalemun eşliğinde çayımı içiyor, okuyor ve bekliyordum.
Arada okumayı bırakıyor ve sokak yaşantısının değişkenliğini, karmaşa içinde geçen
alışverişleri, yerli halkın hareketlerini izliyordum. Sonra kalbimde bir kırgınlıkla masama
dönüyordum. Her şeyi geride bırakıp New York’a giden ilk uçağa binme isteğim saatler ve
günler geçtikçe artıyordu. Hala, bana neler olduğunu anlamama yardım edecek bir
göstergenin peşindeydim. Sahara’nın ateşli dudakları arasında sıkışmış palmiyelerden ve
evlerden başka hiçbir şeyin olmadığı ve adından başka hakkında hiçbir şey bilmediğim bu
şehirde O’nu arıyordum.
Mesajını aldıktan sonra yola çıkmak konusunda uzun bir süre kararsız kalmıştım. Adını bile
bilmediğim bu fantastik karakterle buluşmak üzere okyanusu aşmak bana delice geliyordu.
Bu yolculuğa çıkmaya hazırlanırken başıma birçok aksilik gelmişti. Her şeyden öte,
Jennifer’a bu yolculuğun gerekliliğini ispatlayacak bir söz bulamıyordum. Günlerce
vereceğim kararı erteledim. Fakat O’nun yanında hissettiğim iyileşme duygusu ve O’nu
tekrar görme arzusu ağır basmıştı ve gitmeye karar vermiştim. Bu kararı vermeme, sırdaşım
ve Dreamer’la karşılaşmamı anlattığım tek insan olan Giuseppona yardım etmişti.
Küçük odasına, onunla bu konuyu konuşmak için gittiğimde bana, “Git oğlum,” demişti
belirgin Napoli aksanıyla. “Onu bul! Dreamer iyi bir insana benziyor.”
Giuseppona her zaman ailenin bir parçası olmuştu. Doğduğumda, ilk adımlarımı attığımda ve
hatta okulla ilk tanıştığımda benim yanımdaydı. Her sabah beni okula götürürken, bana hiç
eskimeyecek hikâyeler içinde Napoli’nin sokaklarını ve insanlarını anlatırdı. O şehrin
kahramanlarını ve efsanelerini ondan öğrenmiştim. Pulcinella’nın kostümü gibi üstüne kat kat
giydiği uygarlıklarla ve zamanın katmanlarıyla kalbi atan bir şehirdi. Geçen zamanla birlikte
tüm bunlar şehrin yaşamakta olan derisine işlemişti. Giuseppona’nın eşliğinde, ne kadar canlı
olduğunu hissedebiliyor, paçavraların ve yamaların altında ışıldayan altınları ve ipek
kumaşları görebiliyordum. Yağmurlu bir günde, ıslak çoraplarımı ve ayakkabılarımı
değiştirmek üzere, temizlikçileri geçip sınıfıma girdiğinde hissettiğim utanç duygusunu hala
hatırlıyorum. Biraz büyüdüğüm zaman artık elimi tutmasını istemediğimde, arkamdan
yürüyerek bana eşlik etmeye devam etmişti. İlk gençliğimde ise, aşk meselelerimde sırdaşım
olmuştu. Özlü sözlerini hala hatırlarım. “O kız zaten sana göre değildi!” diyerek aşk
yanılgılarımda beni birçok kez teselli ettiği olmuştu. En başından beri karım Luisella’ya
hayrandı ve ilk çocuğumuz olduğunda Guiseppona gelip bizimle kalmıştı. Karşılıksız verdiği
sevgi ve şefkatle, Giorgia ve Luca için bulabileceğimiz en iyi bakıcıydı.
Guiseppona kısa boylu, tıknaz bir kadındı. Hırçın, azimli ve despot diyebileceğimiz bir
karaktere sahipti. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Dinç yapısıyla Amerikan yerlilerini
andırırdı, bir kabile reisinin ciddiyetine ve cesaretine sahipti. Ağır hareket ederdi ama nereye
giderse gitsin, orayı düzene sokmayı başarırdı. Onunla birlikteyken, herhangi bir şeyin
eksikliğini hissetmek mümkün değildi. Hayatımın birçok noktasında başvurduğum yargıları,
sağduyunun ve popüler bilgeliğin mükemmel bir karışımıydı. Varlığında hayatıma hep neşe
ve güler yüzlülük getirmişti ve hayatım boyunca akıl hocam olarak kalmıştı.
Luisa hastalanıp öldüğü zaman Guiseppona çocuklarıma ikinci bir anne olmuştu ve bir gün
dahi yanlarından ayrılmamıştı. Ona olan minnettarlığımı geri ödememin bir yolu olmadığı
gibi, dört nesil boyunca ailem için ifade ettiklerini de anlatmamın bir yolu yok. Sevgili
Guiseppona, seni hayatım boyunca kalbimde taşıyacağım.
Marakeş’e geldikten sonra Dreamer’ı bulma çabalarım boşa çıkmıştı ve üçüncü günün
sonunda, o gizemli notu O’nun yazdığından bile şüphelenir olmuştum. Beklerken şehrin
sokaklarını bir ipucu bulabilmek adına dolaşıp durmuştum. Elim boş otele döndüğüm iki
akşam boyunca, onunla olan karşılaşmamı düşünmüş ve beni O’na götürecek bir iz
aramıştım.
O sabah, bir kez daha pazarı gezmeye karar verdim. Baharat kokulu loş sokaklarda,
Akdenizli satıcıların gülümsemesi beni, batan geminin parçaları gibi etrafa saçılmış mallarla
dolu dükkânlarının içine çağırıyordu. Arka arkaya dizilmiş bu dükkânlar silsilesi, sevimsiz
ve karanlık arı kovanları gibi içine her milletten, dinden ve dilden insanı katıp akan bir nehir
gibiydi.
Walt Disney tarafından yaratılmış bir kahraman gibi giyinmiş, iri yarı Mustafa, rakiplerinin
şaşkın ve kıskançlık dolu bakışlarını üstüne toplayarak beni dükkânından içeri girmeye ikna
edebilmişti. Bir düzenbazın kurnaz bakışlarına sahip gözleri, temiz ve düzgün yüzüne uyum
sağlıyordu. Beklediğimin aksine dükkânı oldukça büyüktü. İki çalışanıyla birlikte, ilgimi
çekeceğini ve alacağımı düşündüğü bir şey bulmak üzere kelimenin tam anlamıyla dükkânın
altını üstüne getirmişti. Yüzlerce halıyı, bana göstermeden önce koluyla parlattığı gümüş ve
pirinç eşyaları önüme sermişti. Bu eşyaların değerini uzun dakikalar boyunca dinledikten ve
yerel adetlere göre geri çeviremeyeceğim nane çayını içtikten sonra oradan ayrılmak
üzereydim. Tam o sırada, ıvır zıvır süslerle dolu en üst raftan tahta ve fildişinden yapılmış bir
mücevher kutusu indirdi. O kadar güzel işlenmişti ki, ondan gözlerimi alamıyordum ve o
sırada bu eşyanın maddi manevi değeri üzerine söylemlerde bulunan satıcıyı yarım yamalak
dinliyordum. Kutunun kapağı üzerinde, gotik harflerle yazılmış kelimeleri okudum: Visibilia
ex Invisibilibus. Gördüğümüz, dokunduğumuz ve görünür olan her şey, görünmezden
doğmuştur.
6 Geçmişi Değiştirmek
Pullu ve yeşil bukalemun arkadaşlarımı almak üzere pazardan çıkıp Café de la France’a geri
dönmüştüm ve şimdi terasın demirliklerinden aşağı sarkmış biraz önce olanları
düşünüyordum.
Arkamdan birisinin, “Çölde yolculuk etmenin ilk kuralı, az eşya taşımaktır,” dediğini
duydum. Duyduğum sesle irkildim. Bu anı ne kadar çok beklemiş ve O’nu tekrar görmeyi ne
kadar çok arzu etmiş olsam da, kendimi korkmaktan alamamıştım. Nefesinin belirsiz ve garip
şiddetini boynumda hissettim. Büyük bir çabayla ve yavaşça arkamı dönerek onunla
yüzleştim.
Dreamer bana gülümsüyordu. Görüntüsü başka bir zamandan gelmiş zengin bir aristokrat
gibiydi. Sıkılmış, tembel bir züppenin tavırlarını giymişti ama sesinde inanılmaz bir enerji
vardı. Konuşmaya başladığı zaman, kararlı ve sert ses tonunu hatırladım.
“Varlığını aydınlatabilmen için çok çalışmalısın,” diye söze başladı lafı dolandırmadan.
“Ailenin, öğretmenlerinin ve felaket çağırtkanlarının kafana doldurduğu her şeyi geride
bırakmalısın. Onlardan kurban edilen bir bilince nasıl sahip olacağını, mutsuzluğu,
yoksulluğu ve hastalığı öğrendin.” Sonra yüzünü yavaşça bana döndürerek ekledi, “Onlardan
ölmenin bin bir yolunu öğrendik. Uygarlığın başında milyonlarca insan, bulaşıcı bir hastalık
gibi uykuya yatırılarak, körü körüne kıtlığa ve sınırlara inandırıldı.”
“Neden?” diye sordum. “Neden sınırları olmayan bir büyüklüğü ve yaşamı seçmeliyim?”
“Çünkü insanlık telafi edilemeyecek bir uykuya yatırıldı. Yaşanan her felaketin arkasında
kötülerin en kötüsü yatmaktadır. Bu, ölümün kaçınılmaz olduğuna dair sarsılmaz inançtır.
Özgürlüğe doğru atılacak ilk ve en zor adım, bu korkunun tüm hayatımızı acımasızca
yönettiğinin farkına varmaktır.”
Sesindeki ciddiyet ve bana yakınlaşması içimi endişeyle dolduruyordu. Eski uygarlıkların
ayinlerindeki gibi, en basit bir edimi sihirli bir işarete, yaratıcı gücün eşsiz kozmik bir olayına
dönüştürmüştü.
Midemdeki sancı, birazdan söyleyeceklerinin kesin bir yargı olacağının habercisiydi.
“Geçmişin sana Tanrı tarafından gönderilen bir lanettir,” dedi kısık bir sesle. Sonra sustu.
Sanki bir işaretin gelmesini bekler gibi uzun bir ara verdikten sonra sözlerine devam etti.
“Onu geri istemeli, almalı ve değiştirmelisin!”
“Geçmişi değiştirmek mi?” diye sordum. “Geçmişinde hala boşluklar var. Kapatılmamış
hesaplar, ödenmemiş iç borçlar, suçluluk ve kendine acıma duyguları ve hepsinden öte, kirin
ve pasın kol gezdiği karanlık köşeler var.” Bunları listelerken sanki ıvır zıvırla dolu bir
çekmeceymişim gibi içimi didik didik ediyordu.
“Varlığın, içindeki tüm eşyalara gelişi güzel fiyat biçilmiş, kötü yönetilen bir mağaza gibi.
Değeri paha biçilmez olanları yok fiyata, beş para etmez eşyaları ise pahalıya satıyorsun. Bu
şekilde devam etmen sana kaçınılmaz bir başarısızlık getirecektir.”
Elimde bir kalkan olmasını ve acımasızca üstüme yürüyen bu sözleri durdurmasını istedim.
“Fakat geçmişi değiştirmek nasıl mümkün olabilir ki? Çoktan yaşanmış ve bitmiş olayları
nasıl değiştirebilirsin ki?” diye sordum kendimi savunmak ve dayanılmaz bir sorumluluk
duygusuna dönüşeni geri çevirmek için.
“Varlığının içinde, aynı kullanmadığın eşyalarını tavan arasına koyduğun gibi,
düşüncelerini, duygularını, hislerini, hareketlerini ve yaşadıklarını sonsuza kadar
saklayacağın ve yıllar sonra bile bulup çıkartacağın bir yer vardır. Gerçekte, tüm bunlar
yaşamaya devam eder ve varoluşumuzu koşullandırırlar. İşte gitmen gereken yer orası!”
Bunları söyledikten sonra, bu yolculuğa çıkmanın hazırlık gerektirdiğini ekledi.
Büyük bir maceraya atılmak üzere olan bir kişinin heyecanı ve korkusuyla, “Ne kadar sürer?”
diye sordum. “Hayatını beceriksizce yönettiğin yıllar kadar uzun olacaktır,” dedi, az önceki
davranışlarıma ve şu an sorduğum soruya bir yanıt olarak. Şartlı bir refleks gibi kendimi
saldırıya uğramış hissettim. Fakat bu duygu geldiği gibi beni terk etti.
Dreamer masalardan birine oturdu ve ben de yanındaki sandalyeye oturdum. Sonra bir
sessizlik oldu ve El Fina karanlığa gömülürken bu sessizlik daha da derinleşti.
7 Kendini Bağışlama
Güneşin son ışıkları da gökyüzünü terk etmek üzereydi ve Avcı takımyıldızının kobalt mavisi
şimdiden seçilebilir olmuştu. Hava da soğumaya başlamıştı fakat Dreamer ne bunun
farkındaydı ne de içeri girmek istemişti. Tüm göstergeler, yeni ve önemli bir çıraklık
döneminin başladığına işaret ediyordu. Teras karanlığa bürünmek üzereydi ama ben
söyleyeceği her şeyi not etmek üzere bir kâğıt ve kalem çıkarttım. Her zaman yanımda bir
kalem ve kâğıt bulundurmam gerektiğini biliyordum. Ondan çok uzakta, dış bir dünyada
kaybettiğim bütünlüğümü tekrar kazanabilmek ve hatırlayabilmek için ihtiyacım olan tek şey
bir kâğıt ve kalemdi. Onun yanında oturup söylediği her sözü not etmek, parmak uçlarımda
yeni bir Varlığa doğru hareket etmek gibiydi. Sesi, beni bu düşünceler içindeyken yakaladı.
“Kendini bağışlama, özgürlük, bilgelik ve güç elde edebilmen için kendin üzerinde yıllarca
çalışman demektir,” dedi. Bu sözleri söylerken her zaman kullandığı savaşçı dili
kullanmamış olması dikkatimi çekmişti. Not alıyor olmamı onaylar bir şekilde beni süzdü.
Bitirmemi bekledi ve sonra devam etti.
“Kendini bağışlama, varlığının hala yırtık olan katmanlarına, derinlere inmek ve orada hala
açık olan yaralarını tedavi etmek, kapanmamış hesapları kapatmak demektir.” Ardından
tedbirli bir tavır takınarak, bir sır paylaşacakmış gibi sesini alçalttı. “Kendini bağışlama,
geçmişini değiştirme ve onun ölümcül ağırlığından kurtulma gücünü verir.” Anlaşılması güç
olan bu sözleri tekrar düşüneceğimi biliyordum.
“Her şey şu anda gelişmektedir. Her insanın yaşantısında geçmiş ve gelecek birlikte hareket
etmektedir.” Bu sözleri, içimi anlatılması zor, mantıksız bir neşeyle doldurdu. Aniden
kendimi sınırları olmayan bir dünyaya bakarken gördüm. Geçmiş ve gelecek iki farklı dünya
değildi ve aksine birbirine bağlı bölünemez tek bir gerçeklikti. Kendini bağışlama, normalde
çoktan olup bittiğini düşündüğünüz geçmişe ve gelmekte olan geleceğe ulaşmanızı sağlayan
bir zaman makinesiydi.
Geçmişin hayatımızı nasıl şekillendirebileceğini anladım ama peki ya gelecek?” diye sordum.
“Geçmiş, aynı gelecek gibi gözlerinin önünde uzanmaktadır fakat onu henüz göremiyorsun.”
Bana, şu ana sıkışmış bir geçmiş ve gelecekten oluşan zaman-beden ve ‘dikey zaman’
kavramından bahsetti. Bu sonsuz zamana ulaşabilmenin tek yolunun, şu andan geçtiğini
söyledi. Buna ulaşmanın sırrının asla kendimizden uzaklaşmamak ve içimizde bölünmemek
olduğunu belirtti. Zaman – Beden kavramına ulaşarak geçmişi değiştirebilir ve yepyeni bir
gelecek yaratabiliriz.
Son derece heyecanlanmıştım. Bu maceranın hemen başlamasını istiyordum. Delicesine
istiyordum fakat bu heyecanım, Dreamer’ın sert sözleriyle karşılaşınca bir duvara çarpmış
gibi parçalandı.
“Senin gibi insanların kendini bağışlama seviyesine ulaşması mümkün değil!” diye bağırdı.
Ses tonu, son kararını vermiş bir hâkim gibi netti. “Geçmişine dönmek ve kendini iyileştirmek
için uzun bir hazırlığa ihtiyacın var. Bir okulun fikirleri ve ilkeleri olmadan bunu başarman
mümkün değil. Nereden başlayacağını bile bilemezsin.” Sözlerine son noktayı koyarak,
“Kendini bağışlama, kendimize döndüğümüz bir yolculuktur, dünyaya gelme nedenimizdir.
İnsanlar bu iyileşme sürecini asla yarıda bırakmamalıdır.”
Dreamer beni çok çaba harcamam ve hepsinden öte uzun bir kendini gözlemleme sürecinden
geçmem gerektiği konusunda uyardı.
8 Kendini gözlemleme, kendini düzeltmedir.
Dreamer, “ön gözlem bir nevi ön düzeltmedir. Bir insan eğer kendini gözlemleyebiliyorsa,
geçmişindeki yaraları sarabilir,” dedi. Ardından, insanların kendini bilmemesinin, kendini
gözlemlemekte yetersiz kalmasının şu anda içinde bulundukları koşullara sebep olduğunu
söyleyerek sözlerine devam etti.
“Kendini gözlemleme, yukarıdan yaşantına göz atmak gibidir! Olayları, durumları ve geçmiş
ilişkileri gün ışığına çıkartmaktır,”dedi.
Anladığım kadarıyla kendini gözlemlemenin vazgeçilemez ön koşulu, bunu ahlaki kurallara
bağlı olmadan tarafsız olarak yapabilmekti. Dreamer’a göre kendini gözlemleme, bir
mahkeme önünde yargılayarak veya eleştirerek değil, tarafsız bir tanık gibi yaşantıyı
süzgeçten geçirmekti. Bu bana, London Business School’da, organizasyon psikolojisi
dersinde, üzerinde çalıştığım bir deneyi hatırlattı. Bazı şirketler ‘gezinerek yönetim’ tekniğini
kullanarak satışlarında büyük bir artış yakalamışlardı. Bu yaklaşım, organizasyon içinde
sürekli hareket eden bir yönetim sisteminin oluşturulması ve dikkate alınması üzerine
kuruluydu. Gezinen yöneticinin amacı, şirketin her köşesinde varlığını hissettirerek
dolaşmasıydı.
Dreamer’ın sesi beni aniden düşüncelerimden ve LSB’teki sınıflardan ayırdı.
“Kendini gözlemleme, kendini düzeltmedir,” diyerek sözlerini tekrarladı. “Kendini
gözlemleyebiliyorsan, düzelme kendiliğinden gelecektir. Kendini gözlemleme sağlığına
yeniden kavuşmaktır. Gözlenen ve gözleyen arasındaki bağın birbirinden ayrılmasının doğal
bir sonucudur. Kendini gözlemleme, modası geçmiş fikirler, suçluluk duygusu, önyargılar,
olumsuz heyecanlar, felaket habercileri gibi dünyanın ağır taşlarına insanları bağlayan
şeyleri görme fırsatı verir. Bu bir uyanıştır. Sana verilen uyuşturucu dozun bir nebze bile
azaltılması, belirgin dengeleri ve yanıltıcı kesinlikleri görmen için bir kapı aralayacaktır. Bu
yüzden birçok insan asla, kendini gözlemlemeyi başaramayacaktır. Bir anlığına bile olsun,
insanın kendini bildiği dünyadan ayırması, oldukça güç bir durumdur.”
Uzun bir süre bana baktı. “İçindeki gözlemciyi harekete geçir! Kendini gözlemlemen, şimdiye
kadar hayatına hükmetmiş olumsuz düşünceleri ve duyguları yok edecektir. Eğer içini
gözlemlersen, doğru olanı bulmaya ve yanlış olanın kendiliğinden eriyip gittiğini görmeye
başlayacaksın.”
Bir bakışıyla içimdeki korkuyu anladı ve ekledi, “Bunu kimse tek başına başaramaz.
Hazırlanmadan kendinle, yalanlarınla karşılaşmak, Varlığının katmanlarına inmek seni o an
öldürecektir.”
Sözleri kesin bir yargı barındırıyordu ve beni bırakıp gitmesinden korkuyordum. Beni
umutsuz bir vaka olarak görmesinden ve yardımlarının bir fayda getirmeyeceğini
düşünmesinden korkuyordum. İçimde kararlı bir duygunun yükseldiğini hissediyordum.
Benim böylesine istekli olmam üzerine, sağ elinin orta ve işaret parmaklarını birleştirip
çenesine götürerek düşünmeye başladı. Sonra parmaklarını çenesinin altına alıp, başını bana
doğru eğdi. Düşüncelere dalarak uzun bir süre bu şekilde kaldı. Bana bakmıyor gibiydi ama
aklımdan geçenleri hissettiğinden emindim. Kararın verileceği son noktaya gelmiştik. Her
şey sadece bana bağlıydı. Bekledim ve sonunda Dreamer, durağan halini bozdu.
“Baksana, dolunay. Bir insan ömrü boyunca belki bin kere dolunay görebilir ama
yaşantısının sonuna geldiğinde, bir kez bile ayı gözlemlemeye zamanı olmadığını
düşünecektir. Oysa ay dışımızda. Bu nedenle bir insanın içini gözlemlemesinin, dikkatini o
yöne vermesinin ne kadar güç olduğunu düşün. Kendini gözlemleme, düşleme sanatının
ancak başlangıcıdır.”
Uzun bir süre sessiz kaldık. Karanlığın içindeki Café de la France, yıldızlı gökyüzüne
açılmayı bekleyen bir uzay gemisi gibiydi. Biz de Argo gemisinin kahramanları gibiydik.
Bir eylem adamının kararlı ses tonuyla, “Hazırlan. Bu bir kır gezintisi olmayacak,” dedi.
Son öğütlerini dikkatlice dinledim. Dreamer yanı başımda olacaktı ama her şey bana
bağlıydı. Bana, geçmişin terk edildiği ama tam olarak anlaşılmadığı ve geleceğin henüz
varolmadığı ruhsal bir arafta sıkışıp kalma riskimin olduğunu söyledi. Bu uzam – zaman
bandından, Dreamer’ın dünyasına dönüş yolunu bulamayabileceğim konusunda beni uyardı.
Bu nedenle, bunun son görüşmemiz olabileceğini bana hissettirdi.
“Varlığının bütünlüğü için daha ilk adımları bile atmamış olan sıradan insanın geçmişi,
kancalarla tutturulmuştur. İçeri girip geçmişini değiştirmek istediğinde bu kancalar sana
yönelecektir.”
Bunlar duyabildiğim son sözlerdi. Café de la France’ın terası bir gemi gibi karanlığa
süzülmeye başlamıştı ve etrafındaki nesneler gözümde giderek küçülmüştü.
“İşte bu kadar,” diye düşündüm, cesaretimi toplayarak. Dreamer’ı dinlemek oldukça zordu.
Şimdi içinde bulunduğumuz teras bir zaman makinesine dönüşmüştü ve yolcular sadece
Dreamer ve benden ibaretti. Evren durmuş ve zaman katlanmıştı. Dünyadaki hiçbir şey
benim bilincime ve geçmişime yaptığım yolculuktan daha önemli değildi. Sanki içinde
bulunduğumuz zaman makinesi kendini karanlık bir tünelden aşağı bırakarak, Varlığımın
katmanlarına doğru yol alıyordu.
Yaşantıma ait ilk kesit, karanlığın içinden çıkan bir ada gibi gözümüzün önünde belirdi. Bu
görüntülere yaklaşırken, hem çok tanıdık hem de çok gizemli olduklarını hissettim.
Bilinmezin kenarında duran bir dünyanın içindeydim. Dreamer ile birlikte ziyaret ettiğim
olayların üstünden sadece birkaç yıl geçmişti ama şu anda bana çok uzak görünüyorlardı.
9 Ölüm bir çözüm değildir.
Luisella yirmi yedi yaşındayken öldü. Plajda kumları kazan bir çocuk gibi, malin bir tümör
bacağını kazmıştı. Dünyanın kıyıları gitgide bulanıklaşıyordu ve ben yediği yumruklardan
gözleri kapanmış bir boksör gibi ona kısık gözlerle bakıyordum. Aylarca içimde kin
biriktirmiştim, kızgınlık ve öfke arasında her şeye içerliyordum.
Baş dönmesi,
Acı,
Karanlık!
Düşünce ve duyguların suç ortaklığı,
Varoluşun deliye dönmüş parçacıkları,
Keskin bir ışık demetinin, varlığımın karanlığını yarıp geçmesi,
Acı,
Baş dönmesi
Karanlık!
Derin bir kesik,
Ve ardından karanlık ve yine acı!
Ona doğru uçuyorum, yaklaşıyorum,
Geçmişimin solgun evrenine,
İneceğim, fakat nereye?
Düşüncelerimin kayalık zemininde, inebileceğim hiçbir yer yok,
Ne en ufak bir açıklık, ne de bir milimetre kare samimiyet.
Dar bir tünel beni yutuyor.
Karanlık,
Acı,
Baş dönmesi!
Kasaba hastanesinde bir oda,
Dezenfektan kokusu,
Kımıldamadan yatmakta olan birinin önünde diz çökmüş,
Kalbi kırık bir kişi.
Ona doğru yöneldim.
Korkmuş bu adam benim!
Dreamer ile birlikte gözlemlediğim sahne buydu. Yaşama uzaklaşmış, bir mermer gibi duran
bu varlığın sadeliği, ufak tefek kalbi kırık bu adamın üstüne bir ışık tutarak tarihin yanılgısını
ortaya çıkartıyordu. Varlığına hücum eden kalabalığı dinledim. İçinde kaynayan düşünceler,
belirsiz tutkular ve duygular onu itip kakıyordu. Dreamer’ın gözlerinden, sanki bir
halisünasyonun içindeymiş gibi, insanın içine düşmüş olduğu bencillik ve korku duygularını
görüyordum.
Dreamer başıyla onu göstererek, “O kendi ölümüne ağlayan bir hayalet,” dedi. “Yaşadığı
korku, ızdırap ve üzüntü onun sıkıntılarının sonucu değil, nedenidir.”
Dreamer bana kötülüklerin en kötüsünü gösteriyordu, sosyal, bireysel, yerel ya da küresel
çapta tüm kötülüklerin kaynağına işaret ediyordu. “Her insanın kendi içinde taşıdığı
cehennem dünyaya kendini, ırk, ideoloji, inanç ve din savaşları olarak yansıtır.
Yapmış olduğum bu keşiften duyduğum heyecan, zamanından önce yaşlanmakta olduğunu
gördüğüm bu adamla birlikte korku, utanç ve acıma duygularına karıştı. Dreamer kesin bir
ifadeyle, “Bu adam, ona acı ve hüzün getiren bu olaydan dolayı değil, bunların sonucunun
acı çekmek olduğunu düşündüğü için ızdırap içindedir,” dedi. Yaşadığım ve yaşayacak
olduğum her şeyin o anda saklı olduğunu anladım. Bu, meşe ağaçlarının tohumlarında saklı
yaşam döngülerine benziyordu. Her detay adamın yaşantısındaki ihmalciliği, ilgisizliği ve
manasızlığı ortaya seriyordu. Bir şeyler yapmak, bir zamanlar olduğum adamı varlığımızdan
haberdar etmek ve onun içine girip her şeyi düzene sokmak istedim. İtibarını geri
kazanmasını sağlamak, eğilmiş sırtını düzeltmek ve yüzündeki ıstırap çizgilerini silmek
istedim.
Dreamer düşündüklerimi anlamış olmalı ki, “müdahale etmen imkânsız,
yapabileceğin hiçbir şey yok!” dedi. Ses tonu şimdi biraz daha cana yakın geliyordu. “O
adam acı çekmekten hoşlanıyor. Sorsan, bunun doğru olmadığına yemin edebilir ama
gerçekte dünyaları bile versen, kendi cehenneminden vazgeçmeyecektir.”
Böylesine gaddarca bir yaklaşım beni hayrete düşürmüştü. Dreamer yüzümdeki ifadeyi fark
ederek, “Bu düşkünlüğü onun dünyaya sarılmasını sağlıyor. Durumu her ne kadar acıklı olsa
da, dışarıdan gelebilecek bir yardımın avuntusuyla uyutuluyor. Keşke kendini sadece
gözlemleyebilseydi. Tutumunda ve hareketlerinde azıcık bir düzeltme yapabilseydi. Keşke
duygu ve düşüncelerinde bir kademe atlayabilecek kapasitede olabilseydi. O zaman tüm
hayatı değişebilirdi.”
Sonra ses tonunu kuvvetli bir fısıltıya çevirdi. Bu değişim tüm dikkatimi toplamıştı. “Bir
insan hayatındaki olayları değiştiremez, ama onlara karşı olan tutumunu değiştirebilir.”
“Ama bana geçmişi değiştirebileceğimi söylemiştin,” dedim karşı çıkarak. İçimi yakan bir
hayal kırıklığı, bir umutsuzluk dalgası gözlerimin arkasında gözyaşları gibi birikiyordu.
Dreamer sert bir tonla bana karşılık verdi. “Şu anda gördüğün ve değiştirmek istediğin
geçmişin değil, geleceğin,” dedi. “Yaşantında her şey tekrar ediyor, aynı olayları tekrar
tekrar yaşıyorsun çünkü değişmek istemiyorsun. Hala şikâyet ediyor, dünyayı suçluyorsun
çünkü dışarıdan birilerinin seni incittiğine ya da sana felaket getirdiğine körü körüne
inanıyorsun. Zamanın bu döngüsünde kısılıp kalmış bir insanın, gerçek bir geleceği olamaz.
Ancak tekrarlanan bir geçmişi olur. Şimdi dünyaya benim gözlerimden bakıyorsun! Bir gün
sorumluluğunu aldığın zaman, kendine acımanın bir sonuç değil, tüm felaketlerin başlangıcı
olduğunu anlayacaksın. Yalnızca ‘sen’ bütün bunların sebebisin. Ancak bunu kavradığında
geçmişine ışık tutup onu iyileştirebilirsin.”
Morgdaydık. Karımın yanında yatan başka ölü bedenler de vardı ve hiçbiri onun kadar genç
değildi. Sonra, sessizliğin içinde asla unutamayacağım sözcükler yankılandı. “Bu kadının
ölümü, senin varlığının içinde bulunduğu durumunun, iç ölümlerinin aynaya yansıyan
halidir.”
Dreamer, hayatımın katmanları arasında dolaşırken yaşayacağım zorluklara karşı beni
uyarmıştı fakat O’nun yanında bunları görüyor olmak beni incitiyordu. Bana yüklemiş
olduğu sorumluluk altından kalkabileceğim cinsten değildi. Hayat olarak betimlediğim bu
korku filminin yaratıcısı ve yönetmeni gerçekten ben miydim?
Sert bir ses tonuyla, “ölüm bir suç ve doğal değil. Fiziksel ölüm, her gün içimizde gerçekleşen
binlerce ölümün görünür olanıdır. Acıya düşkün bir insanlıktan gelen bir inancın
katılaşmasıdır. İnsanlar ölümü bir kaçış haline getirdiler. Kendilerini kusursuz bir biçimde
öldürecek tüm yöntemleri biliyorlar. Beden yok edilemez! Fakat yine de, imkânsız olanı
kaçınılmaz yaptılar. Bir kişi ölemez. Ancak kendisini öldürebilir! Kendine acımayı ve kendini
yok etmeyi bir iş haline getirerek de bunu çok iyi başarıyorlar.
Bunları söyledikten sonra bir süre sustu. Direncimi kırmak, dikkatimi kazanmak ve bu yıkıcı
fikirler karşısında ördüğüm duvarı yıkmak üzere uygun sözler arıyordu. “Ölüm bir intihardır!
Bu fikri tüm benliğinle benimsediğinde gerçekliğinle birlikte, dünyaya bakış açın da
değişecektir.”
Dreamer çağlar öncesine dayanan inanışlara, bütün insanlığın paylaştığı, ‘ölümün doğal ve
kaçınılmaz olduğu evrensel gerçeğine’ saldırıyordu. Bu sözleri, sanki değer verdiğim her şey
benden koparılıyormuş gibi saldırgan ve aşağılanmış hissetmeme sebep oldu. Kontrol
edemediğim sessiz bir çığlık içimde yükseldi ve Varlığımın derinliklerinde yankılandı. “Tam
şu anda milyonlarca insan olumsuz düşüncelerle ve duygularla kendi kırgınlıkları içinde
senin gibi tuzağa düşmüş durumdalar.” Varlığımın gizli ve erişilmez olduğuna inandığım
bölgelerine sızıyordu ve ben utanç içinde kavruluyordum. “İşte Varlığının içinde bulunduğu
bu kısır döngü, insanoğlunun kurtuluşunu engellemektedir.” Ses tonundan, bu durumu çok
üzüntü verici bulduğu anlaşılıyordu. Sonra hatıramdan silinmeyecek bu dersi noktalamak
üzere, “İnsanlar ölüme tapıyorlar ve vazgeçebilecek olsalar dahi, onun peşini asla
bırakmazlar çünkü tüm sorunlarının çözümünün ölüm olduğunu düşünüyorlar. Fakat ölüm
asla bir çözüm değildir!” dedi.
Beni büyüleyen sis dalgası kalktı ve görüşüm netleşti. Dreamer’ın sözleri gerçeğe dönerken,
Luisella’nın ölümü ve siyahlarla kaplı diğer bedenler bir tiyatro gösterisi gibi gerçekliğini
kaybetti.
10 İyileşme içeriden gelir
Geçmişe doğru yaptığımız yolculuğu, Luisella’nın bu hayatta geçirdiği son aylara gelene
kadar sürdürdük. Kendimi bir kez daha, kötü bir kaderin pençesinde, daha otuzuna bile
gelmeden gözü yaşlı bir koca ve ev reisi rolünü üstlenmiş olarak gördüm. Bu ufak tefek
adamın kendisine acımasını izledim. Dünyayı suçluyor, pişmanlık duyuyor ve sürekli
yakınıyordu. İçindeki nefret eğilimini ve hayata olan dargınlığını gördüm. İçinden çıkamadığı
bir bunalıma girmiş, endişelerle kasılmış ve yüreği suçluluk duygusuyla sıkışmıştı.
Dayanabildiğim noktaya kadar acı dolu sesini, dünyayı ve etrafındakileri suçlayışını
dinledim.
Gördüklerimden duyduğum utançla Dreamer’a, “Bütün bunların sebebi ne? Burada ne
yapıyorum?” diye haykırdım. Arkamı dönüp kaçmak istedim fakat kolumu kıpırdatacak
durumda değildim.
Dreamer beklemediğim bir incelikle bana çıktığımız yolculuğun amacını hatırlattı. Tekrarı
olmayacak bu yolculukta geçmişime ışık tutmam ve ona yeni bir anlayışla bakmam
gerekiyordu. İçtenlikle bana, “her gerçek iyileşme, insanın yüreğinde başlamalıdır. Dünyayı
yaratan Varlığımızdır ve tam tersi mümkün değildir,” dedi. “Her insan gibi sen de, içinde
bulunduğun durumu olayların yarattığına inanıyorsun. Seni belirli durumlara dış koşulların
ittiğini düşünüyorsun. Şimdi ise bunun tam tersi olduğunu biliyorsun.”
Kendimi toparlamaya başlamıştım. Başımı sallayarak, Dreamer’a devam etmeye hazır
olduğumu bildirdim. Yolculuğumuzun bir sonraki aşaması bizi Floransa, Bolognese
caddesine, yönetici eğitimi dersleri aldığım zamana götürdü. Kursa katıldığım dönem
boyunca, kurs arkadaşlarıma içinde bulunduğum durumu anlatmış ve onlar da bana ellerinden
geldiğince destek olmuşlardı. Farkında değillerdi belki ama benim çektiğim acılar,
kendilerini daha iyi hissetmelerine sebep oluyordu. Hayatın riskleriyle yüzleşiyorlar ve
sıradan yaşamlarına şükrediyorlardı. Bana, hasta, yaralı ya da yenilgiye uğramış bir kişi gibi
ilgi ve şefkat gösteriyorlardı. Bu duygu alışverişini fark edince bunalıma girdim. Ne yöne
baksam, geçmişim gölgeler içindeydi. Geçmişe dair saklamaya değer bir kırıntı bile yoktu.
Felaket anlarında kurtarılacak eşyalarını arayan bir çaresiz gibiydim. Sevdiğim birisini, bir
ilişkiyi, değerli ya da yararlı olabilecek herhangi bir şeyi arıyordum. Nefessiz kalmıştım.
Dreamer yanımda olmasaydı, devam edebilecek gücü bulamayacaktım.
Bu duyguların altında ezildiğimi görerek, “suçu onlarda arama,” dedi. “İki küçük çocukla
yirmi dokuz yaşında dul kalmak bir lanet değildir. Bir olay ne iyi, ne de kötüdür. Sadece bir
fırsattır. Yeteri kadar disipline sahip olsaydın, bu olayı parlak bir duruma da çevirebilirdin.
Eğer kendini tanıyacak cesaretin olsaydı, Luisa’nın ölmesi ve senin de bu kadar acı çekmen
gerekmezdi. Varlığımızın bulunduğu düzey hayatımızı yaratır. Gördüğün ve dokunduğun her
şey, Varlığından yansıyan görüntülerdir ve senin içindeki boşluktan gelmektedirler. Yaşamda
boşluklar yoktur. Sen kendini farklı bir açıdan düşünmeye ve davranmaya zorlamazsan,
oluşan boşlukları etrafındaki dünya zalimce dolduracaktır. Görmezsen ya da görmek
istemezsen, hastalığın daha da belirginleşir ve yaşam zalimleşir. Her şey sana bu trajedinin
nedenini göstermek için gerçekleşiyor, seni bu olayların kaynağına taşıyor. Senin bir gün
araya girebilmene ve varlığın bu ölümlü görüntüsünü değiştirmene olanak sağlayacaktır.”
11 Ev Sahipleri
Hayatımın başka bölümleri ve geçmişimden kareler, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden
geçti. Caddeler ve yüzler, içinde yaşadığım şehirleri, uyuduğum evleri hatırlamama neden
oldu. Sonra o gölge gözüme ilişti! Yeni bir eve taşındığım her seferde beni takip eden o
karanlık varlıkla karşılaştım. İçim korkuyla kaplandı. Taşındığım her evde, soğuk ve kavgacı
ev sahiplerim olmuştu ve kaderin bir cilvesi gibi hep yan komşum olmuşlardı.
Bana göstereceklerinin vereceği acıyı düşünerek, sert ama tatlı bir sesle, “iyi bak, onları
incele,” dedi. “Bu ev sahiplerinin hepsi, aynı kişi. Hiç değişmez. Ev sahibi maskesi altında
saklanan kişi aslında sendin. Kendinle karşılaşıyordun!”
Yüreğim burkulmuştu, sanki bir kapı üstüme kapanmıştı ve metalin ağır sesini içimde
duyuyordum. Bir kez bu sözleri duyduğum için, bir daha asla hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağını hissediyordum. İçim parçalandı ve gözyaşlarına boğuldum. Sanki tüm
yaşantımı bir hayalet olarak geçirmiştim ve dünyanın aynadaki yansımasından silinip, hiçbir
iz bırakmadan gidiyordu. Uçurumun kenarındayken, Dreamer’ın sözleri beni kurtardı.
“Onlar, bizzat senin işe aldığın ve bağımlılık durumunu korumakla görevli gardiyanlardır.
Hayatına hükmeden bu acıları kökünden silip atmazsan, hayaletleri sana geri dönecektir.
Sonrasında gelen sessizlik o kadar uzun sürdü ki, sanki aramızdaki altın bağ kopacak ve
Dreamer beni ‘düş’ünden çıkartıp atacak diye korkmaya başladım. Hissettiğim boşlukla
birlikte sanki var olduğumu unutmuştum. O an, Dreamer’ın varlığımın bir parçası olduğunu
anladım. Sanki yaşamak için tutunmam gereken bir organ ya da temiz hava alabilmemi
sağlayan üçüncü bir akciğer gibi ona bağlı olduğumu hissettim.
Sonra gözlerimin önünden yavaşça başka görüntüler geçmeye başladı. Bir şekilde görüntüleri
kontrol edebilmeyi öğrenmiştim. Şimdi görüntüleri durdurabiliyor, yakınlaştırıp detayları
inceleyebiliyordum. Hatta kendimi görüntülerin içine koyup çıkartabiliyordum. Yine Via
Fortini caddesindeki villayı gördüm. Lucia, Via Venezian caddesindeki hastanede ve Luca ile
Giorgia’da dedelerinde olduğu için ev şimdi çok boş ve sessizdi. Günler birbiri ardına
geçiyordu ve gün batımlarında çam ağaçlarının gölgeleri eski evi ele geçiriyordu. Sanki ince
uzun parmaklarıyla Varlığımın en derin bölgelerine dokunuyorlardı. Dreamer’ın beni neden
özellikle buraya getirdiğini bilmiyordum. Hayatımın hangi parçasını tekrar yaşamam
gerektiğini bilmiyordum. Aniden titremeye başladım.
Beni cesaretlendirerek, “yaşantının bodrumuna inmek üzeresin. Varlığının en karanlık
köşelerinde gezineceksin. Şimdi temizlik zamanı!” Ses tonunu sertleştirerek, “O adamdan
kurtul. Onu hayatından tamamen çıkart!”
Tüm cesaretimi topladım ve ana girişin demir kapılarına giden bayırı çıkmaya başladım.
Bayırdan aşağı esen rüzgârın tam hangi noktada güçlendiğini anımsadım. Rüzgâr aşağı doğru
bir nehir gibi akıyor, taş duvarları ve yeşil beyaz bitkileri yalayarak yolunu buluyordu. Küçük
metal kapıdan içeri girdim ve o zamanlar kullanmakta olduğum Citroen arabamın park
halinde olduğunu gördüm. İç yolu o kadar hızlı geçtim ki, villa birden önümde beliriverdi.
Taş ve tuğladan yapılmış ön basamakların başında duruyordum. Basamakları çıkmaya
başladım fakat bir an dönüp evin diğer tarafında kalan bahçeye baktım. Küçük bir misafir evi
vardı. Tek komşumuz orada yaşardı. Tüm anılarım beynime üşüştü ve Judith ile olan ilişkimi
anımsayınca nefesimin hızlandığını hissettim.
12 Matmazel Judith
Giorgia ve Luca ona Matmazel derlerdi. Uzun boylu ve çekici bir kadın olan Judith içine
kapanık biriydi ve benden sadece birkaç yaş büyüktü. Bahçenin arkasındaki evde tek başına
yaşardı. Onu çok az şey şaşırtabilirdi. Genelde kitapları ve müziğiyle yaşardı. Soğukkanlı ve
kayıtsız görünüşü ancak gözlerini sık sık kırptığında hareketlenirdi.
Dreamer’ın yanımda olduğundan emin olduktan sonra, küçük oturma odasına bakan
pencerelerden birine yaklaştım. Başıma gelenlere katlanabilmek adına onun bedeninde huzur
aradığım gecelerdeki gibi kalbim delicesine atıyordu. Bir kez daha o küçük odanın
içindeydim. Judith, kitaplarla kaplı ve ortasında çiçek desenli bir koltuk bulunan odada
oturmuş, uzun parmaklarını bilgisayar klavyesinde gezindiriyordu. Ben de ona Luisa’nın
hastalığından bahsederek içimi boşaltıyordum. Çalmakta olan müzik odanın içini kaplıyordu.
Bencillik ve yalanla dolu sözlerimi bir kez daha dinledim. Düşüncelerimin ve niyetimin mide
bulandırıcı kokusunu alıyordum. Karımın yakında öleceğini bilmemin üzüntüsü ve diğer
yandan da olgunlaşmamış evliliğimizin yükünden kurtulacağıma dair duyduğum sevinç,
Varlığımı ikiye bölüyordu. Bunu ilk kez bu kadar net anlayabiliyordum. Hiçbir zaman açık
olarak ifade etmemiş olsam da, iş yaşantımda karşılaştığım olumsuzlukları, mutsuzluluğumu
hep ondan bilmiştim.
“Ölüm kazara gerçekleşmez,” diye gürledi Dreamer. “Hastalık, mutsuzluk ve yoksulluk da
nedensiz gelişmez. Sen bunun olması için yıllarca dua ettin. Kendine bile itiraf edemesen de,
sen bunların olmasını özlemle bekledin. Düşler hep gerçekleşir, en karanlıkları bile.”
İkiyüzlülüğüm ortaya çıkmıştı. Artık saklanmam mümkün değildi. Bu ufak tefek adamın
gözyaşları ve mutsuzluğunun arkasında, maskesiyle teninin arasında, işlediğim suçların
sevimsiz yüzünü gördüm. Nefesim kesilmiş bir şekilde, Judith’in penceresinin önünde
duruyordum.
Judith niyetimi anlamıştı fakat ne tutumunu değiştirmiş ne de bana kızmıştı. Elimden tutup
beni yatak odasına sürükledi ve ondan yakararak istediğim her şeyi bana verdi. Unutmam,
uzaklaşmam ve içimdeki korkuyu teselli etmem için fazla konuşmamıza ya da bir tören
yapmamıza gerek yoktu. Geceleri endişelerimi gidermek üzere onun koynuna giriyordum
fakat sevişmelerimiz bir hıçkırık gibi anlamsızca son buluyordu. Dreamer bütün sahneleri
dikkatlice izlememi istediği için, orada duruyor ve yaptıklarımı bir zehir içermiş gibi
izliyordum.
Luisa ise bizden az ötede, bahçenin diğer tarafındaki evde yatıyordu. Gördüklerim o kadar
iğrençti ki, o adamın ben olduğunu kabul etmek çok zordu. Kendimi kurtarmak adına
yaptığım iğrençliklerin farkına vardığımda fenalaştım. Böylece, geçmişimde açık kalan
yaralar, zalimce kabuk bağlıyordu.
Judith sevişmelerimizin bir ayin gibi geçmesi için elinden geleni yapıyordu ama Varlığımın
tek bir parçasını bile hayatının içine yerleştirmiyordu. İlişkimiz onun üstünde hiçbir iz
bırakmadan devam ediyor ve yaşamı en ufak bir şekilde etkilenmiyordu. Ona tam anlamıyla
sahip olamamak beni endişelendiriyor ve bu bağımsızlığı kendimi güvensiz hissetmeme
neden oluyordu. Judith’in sadece kendi için yaşadığı, kitaplara ve müziğe olan düşkünlüğünü
egosunu tatmin etmek için kullandığı sonucuna varmıştım. Bu yargılarla onu etiketleyip, cam
bir fanus içine koymuş ve anılarımın arasına saklamıştım. Ancak şimdi, Dreamer’ın
gözleriyle baktığım zaman, Judith’in benim için neyi temsil ettiğini görebiliyordum. İçine
kapanık görüntüsünün altında, iki yüzlülükten tamamen arınmış, içi sevgiyle dolu mükemmel
bir varlık olduğunu görüyordum.
Judith benden çok daha iyi biriydi. Batık bir gemi gibi parçalanmış ruhumu içine almış, beni
kabul etmişti. Yanımda olmasaydı ne yapardım diye düşündüm. Kim olduğumu biliyor,
anlamsız yaşantımın bir felakete dönüşmekte olduğunu hissediyordu. İçimde ölüm taşıdığımı
biliyordu. Beni kendi hayatından uzak tutmak, onun kurtuluşu olmuştu. Onu nasıl böyle
insafsızca yargılayabilmiştim? Judith artık anılarımda karanlık bir bölgeyi kaplamıyordu,
aydınlığa çıkmıştı.
Yine de anlayamadığım şeyler vardı. Onunla nasıl karşılaşmıştım? Judith gibi biri, tam
ihtiyacım olduğunda neden anlamsız yaşantıma girmişti? Dreamer’a döndüm. Bacaklarım
yorgunluktan ağrımaya başlamıştı. Delice fikirler, mantığımı zorluyor, yavaşça ve zalimce
içime işliyorlardı. Bu mümkün olamazdı! Judith, Dreamer’ın bir armağanıydı. Judith,
Dreamer’dı. Kaç kere beni kurtarmak üzere hayatıma girmişti? Nasıl bu kadar kör olmuştum
ve böylesine bir güzelliği görmezden gelmiştim? Düşüncelerim uçurumun kenarında dönüp
dolaştı ve sonra düştü.
“Her birimize kurtulmak için kapılar açılır,” dedi Dreamer beni kurtarmaya gelerek. Ses tonu
şaşırtıcı bir şekilde yumuşaktı. “Ne yazık ki, önümüze çıkan işaretlere, uyarılara sorumsuzca
kulak asmamamız, onların yitip gitmesine neden olur. Kırılgan, her tehlikeye açık ve sadece
şansın elinde olduğumuza inanırız.” Dreamer’ın sesi bir kez daha sertleşti ve yoğunluğu
titrememe neden oldu. “Yaşam çok güçlüdür ve beden yok edilemez. Bu nedenle ölmek, ancak
imkânsızı mümkün kılmaktır.”
Sanki eski beni kastediyormuş gibi, “Onu bağışla! Ancak onu bağışlarsan geçmişi
iyileştirebilir ve bugünün ışığıyla değiştirebilirsin.”
İçimde bir şeyler eriyip giderken, bir bebek gibi ağladım. Acılardan, düşüncelerden, hoş
olmayan duygulardan oluşan bir lav tabakası yer üstüne çıkmıştı.
“İnsanların hepsi senin gibi. Olumsuz düşüncelerin uydusu olmuş, kocaman evrende dönüp
duruyorlar. Hayat öyküleri, suçlama, şikâyet etme ve bağımlılıktan ibaret. Hayata
verebildikleri anlam bu kadar sığ. Kedere boğulmuşlar ve ölümü ölümle unutmaya
çalışıyorlar.”
13 Teşekkürler Luisa
Geçmişe yaptığımız yolculuk bir kez daha başladı. Sahne değişti ve Dreamer beni, Via
Venezian’daki hastanede yatan Luisa’yı ziyaret etmek üzere Floransa’dan Milano’ya
yaptığım yolculuklardan birine götürdü. Aynı anda ben de, o zamanlar içinde bulunduğum
ruh haline büründüm. Yaptığım her yolculukla şiddeti artan acıları içimde hissediyordum.
Kocası olarak yanında bulunmam gerektiği ve acı çeken insanlarla dolu o yere her girişimde
hissettiğim tiksinme duygusu arasında bölünmüştüm. Koğuşlar arasında yürürken, insanların
yüzlerini solgun bir kitabın sayfalarını çevirircesine okuyordum. Öykülerinin satır aralarına
giriyor, hatta acıyla mürekkep izlerine kadar inceliyordum ve bir gün aynı kaderi
paylaşacağımı düşünerek korkuya kapılıyordum. Sonra arkama bakmadan dönüp gitmeyi ve
onları sonsuza kadar unutmayı düşlüyordum. Dışarıda ise hayat olarak nitelendirdiğim şey
vardı. O ise, günlük yaşamın anlamsızlığı içinde yitip gitmiş olan insanlar, trafik gürültüsü ve
ikiyüzlü gülüşlerle doluydu. Bir koca olarak ahlaki görevimi tamamlamak adına doktorlarla
konuşuyor, bilgi alıyor ve sonra bir bahane uydurarak oradan uzaklaşıyordum. Şehir
merkezinin caddelerinde kalabalığın içine karışıyor, kitlenmiş trafiğin içinde kendimi
kaybediyordum. Şehrin ışık ve renkleriyle kendimi sarmalıyordum. Kendimi iyi giyimli
kadınların ve ışıltılı dükkân vitrinlerinin yanıltıcı görüntüsüyle oyalıyordum. Sanki dünya
mucizevî bir şekilde mutlu insanlarla dolmuş gibiydi ve ben kendimi bu görüntülerle
avutuyordum. Bu sarhoşluk halimi olduk olmadık zamanlarda, sık sık aklıma düşen Luisa
bozardı. Sinemada, sanat galerisinde ya da bir kefedeyken, endişe ve suçluluk duyguları, öç
tanrıçaları gibi peşime takılırdı. Sonra yaşamın bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu anımsar,
çaresizlik ve acı içinde kanımı donduran bir korku dalgasının altında kalırdım.
Dreamer’la birlikte Luisa’nın hasta yatağına yaklaştım. Gözleri kapalıydı. Tek başınaydı.
Dreamer, benim işte ya da sokaklarda kendimden kaçtığım bir günü seçmişti. Luisa’nın
zorlukla ve kesik kesik nefes alışı, üstünde serili çarşafları insanüstü bir güçle
havalandırıyordu. Yüreğime bir bıçak saplandı. Bu, artık günlerinin dolduğuna işaret
ediyordu.
Yanına sokulmam için Dreamer beni cesaretlendirdi. Bir sandalye çektim ve yatağın
başucundaki metal masanın yanına yerleştirdim. Oturdum ve sessizce onu izledim. Ter içinde
birbirine karışmış saçları alnının ve yüzünün açıkta kalan kısımlarını örtüyordu. Olaylar ve
anılarla dolu evliliğimizin geçtiği aylar ve günler gözümün önünden canlanıyordu.
Oturduğumuz ilk daireyi, işten eve geldiğimde ona anlattığım başarı öykülerimi ve onun
gözlerinin ışıltısını anımsadım. Giorgia’nın doğumunu, onun ağlamalarıyla geçen
gecelerimizi ve Luca’nın doğumunu hatırladım. Sonra başımıza bu illet gelmişti.
İkimizin de olgunlaşmamış olması, kısa zamanda anlaşmazlıklara, kavgalara, kıskançlıklara,
pişmanlıklara ve suçlamalara yol açmıştı. Biz, birbirine yaslanmış zayıf kişilerdik. Bir bütün
olabilecekleri yanılgısına kapılan iki eksik insandık. Ne yazık ki, bir araya gelişimiz,
eksikliklerimizi ikiye katlamıştı. Bu düşünceler ve niceleri, dudaklarımdan Luisa’nın
kulağına döküldü. Ona yaşamdan, güzelliklerden ve mutluluktan bahsettim. Beni işitip
işitmemesinin bir önemi yoktu. Yüreğim henüz ortaya çıkmamış bir acıyla yanıyordu.
Gözyaşlarımı tutuyordum ama acı bu sefer boğazımda düğümleniyordu. Yine de mutluydum
çünkü şimdiye kadar fark etmediğim bir tutkuyla ona âşık olduğumu hissediyordum.
Uyutulmuş bir beden gibi görevlerimi yerine getirdiğim zamanlarda, Luisa ile geçen anların
hep acı verici olduğunu düşünmüştüm. Geçmiş ya da gelecek olmadan beklemek ve dünyanın
içinde bulunduğu hareketsizlik beni sonunda hıçkırıklara boğmuştu. Bu gördüklerim, bir
tırtılın ışıktan ürkmesi kadar rahatsız ediciydi. Damarlarımdaki kanı durduran gerçekten
kaçıp gitmek arzusuyla dolup taşıyordum.
“Bu kadın senin ölen geçmişin,” dedi Dreamer arkamdan.
Aylardır Luisa’nın yanında hissettiğim ölüm duygusunun, benim ‘dışımda’ kalan bir şey
olmadığını anladım. Bu, kendi ölümümdü. Luisa bunu görmemi ve hissetmemi sağlamıştı. Bu
yüce anda bana ölümü yenme şansını da vermişti. Oysa ben onu suçlamalarımla kirletmiştim.
Dreamer yumuşak bir tavırla bana dönerek, “ondan seni bağışlamasını iste! Onun yaşamı çok
değerliydi. Senin, içindeki ölümü görmeni sağladı. Suçluluk duygularını tanımanı sağladı.”
Terden sırılsıklam olmuş saçlarını ve alnını kurulayarak, “Teşekkür ederim Luisa,” diye
fısıldadım. “Ne büyük bir suç işlediğimin farkında değildim. Artık değişeceğim ve
çocuklarımız da benimle birlikte değişecekler!”
Saatler geçip gitmişti ama ben bir gram yorgunluk hissetmiyordum. Şu anda, buradan başka
hiçbir yerde olmak istemezdim. Bu kez hastanede, yaptığım tüm ziyaretleri düşünüyor ve bu
insanlar içinde bir tek kendimi sağlıklı olarak gördüğüm anları hatırlıyordum. Haftalarca
hayata tutunmaya çalışan bu insanların içinde yaşamıştım ama esas yeteneklerini
anlayamamıştım. O zamanlar, bu insanların, benim dışımda değil de, Varlığımın içinde
olduklarını anlamam mümkün değildi. Bu dünya benim içimde taşıdığım ölümü dışa
vuruyordu. Bunu kabul ederek sorumluluğunu almak, Dreamer’ın ‘kendini yürekten
bağışlamak’ olarak adlandırdığı sürecin bir parçasıydı.
“Kendimi gözlemlemek kendini iyileştirmektir.” Bunları görmek ve dünyanın çok küçük bir
parçasının bile bana ait olduğunu anlamak, iyileşme sürecimin başlangıcıydı.
Gece olmuştu ve hastanenin koridorları sessizleşmişti. Luisa’nın başında ne kadar
durduğumu hatırlamıyordum. Kelimeler, anılar ve gözyaşı gibi tüketmem gereken her şeyi
tüketmiştim fakat hala yapılması gereken bir iş vardı. Çarşafı katlayarak topladım ve onun
üstünü açtım. Bedenindeki şişkinlikler ortaya çıktı. Özellikle karnı hamile bir kadın gibi
şişmişti. Nemli bir bezle bacaklarını ve göğüslerini silerek onu serinletmeye çalıştım.
Toprağın altına gizlenmiş bir böcek yuvası gibi görünen yarasını inceledim. Onunla
ilgileniyor, yarasını temizliyordum. Aynı zamanda yıllar boyunca takındığım o adi ve şerefsiz
tavırlarımı da bedeninden söküp atıyordum. Sonra katladığım çarşafı açarak tekrar üstünü
örttüm ve onu öptüm.
“Geçmişini kutsaman ve iyileştirmen gerek. Her katmanında gezinip, her köşesini
aydınlatmalısın! Yeni bir anlayışla onu değiştirmelisin. Endişe, korku ve şüphe duygularını
bıraktığında geçmişin iyileşecektir. İşte ‘kendini yürekten bağışlamak’ budur!”
Dreamer’ın bu sözleri havada yankılanırken, ayaklarımın altında bir tünel açıldı ve oradan
içeri girerek bir renk cümbüşü beni yutana dek aşağı kaydım.
Gözlerimi yeniden açtığımda, Marakeş’teki otel odamdaydım. New York’a dönme vakti
gelmişti. Café de la France’tan Luisa ile geçirdiğim geceye kadar Dreamer ile yaptığım
yolculuğun anıları hala sıcacıktı. Bavullarım kapıda beni beklemekte olan arabaya
yüklenmişti fakat ben kararsızlık içindeydim. Hala onun Varlığını soluduğum bu mekândan
gidip gitmemek konusunda karar verebilmiş değildim. Beni geçmişime götürdüğü ve bir sürü
gereksiz yükten kurtardığı için Dreamer’a minnettarlığımı haykırmak istiyordum. Luisa ile
olan ilişkimde açık kalan bir tek yara kalmıştı ve ona sıkıca tutunuyordum. Varlığımın bir
köşesinde, geçmişle gelecek arasında bağ kuran bir sevgi öpücüğü ve ona son bakışım saklı
kalacaktı.
Bölüm 2
Lupelius
1. Okulla Karşılaşma
Kuşluk vaktiydi. Antikacı dükkânlarıyla dolu sokak boyunca yürüyordum. Sırtıma vuran
güneş sanki beni sokağın sonundaki açık bir alana doğru itiyordu. Bir randevuya geç kalmış
gibi hızla yürüyor fakat kiminle ve nerede buluşacağımı bilmiyordum. Üstünde yürümekte
olduğum kaldırım beni bir İtalyan Kafesine ve sonra şimdiye kadar gördüğüm en güzel
meydanlardan birine çıkarttı.
Dreamer, meydanı ve gelip geçenleri en iyi gözlemleyebileceği masalardan birinde
oturuyordu. Etrafı müşterileri için deli divane olan garsonlarla doluydu. Ben geldiğimde
masasına ikinci bir masa eklemişlerdi ve iki büyük tepsiyi yerleştirmeye çalışıyorlardı.
Dreamer her zaman zengin ve kibar görünürdü. Bolluktan hoşlanırdı. Hâlbuki tavırları ve
yedikleriyle oldukça sade bir insandı.
Beni tekrar görmekten mutlu olduğu gözlerinden okunuyordu. Başıyla beni selamladı ve
masasına davet etti. Sonrasında Dreamer tüm dikkatini önünde duran küçük keklere ve
kurabiyelere verdi.
Marakeş’teki buluşmamızdan sonra ilk defa görüşüyorduk ve bu anı heyecanla beklemiştim.
Şimdi onun Varlığı yanımdayken, aklımdan binlerce soru geçiyordu. Bu soruların bazıları
dünya tarihi boyunca ortaya çıkmış fakat yüzyıllardır cevaplanamamışlardı. Dinler, düşünce
okulları, bilim adamları, filozoflar yıllarca bu soruların cevaplarını bulmak için didinip
durmuşlardı. Bu binlerce yıllık arayışın son halkası olan modern çağ insanı, hala Varlığını
kuşatan olgular karşısında Sfenks önündeki Oidipus kadar çıplaktı.
Çay servis edilmişti. Dreamer garsonların hizmetini titizlikle izlemiş ve kendine has bir
tavırla yönetmişti. Yiyeceklere ise neredeyse dokunmamıştı. Dreamer sanki kendi titizliği,
izlenimleri ve yaptığı hareketlerin ritmiyle besleniyor gibiydi. Çayımızı içtikten sonra uzun
bir süre sessiz kaldık. Not defterimi açtım ve konuşmaya başlamasını sabırsızlıkla bekledim.
Nihayet, şimdi bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Benim yanımdayken, değiştirilemez kaderinin raylarından çıkabileceksin. Benim yanımda
rutin hayatından ve suçluluk duygularından kurtulabileceksin. Benim yanımdayken,
korkularını, şüphelerini ve olumsuz düşüncelerini bir kenara bırakmalısın. Varlığını ölüm
olarak tanımlayan yalandan vazgeçmek zorundasın. Değişmek için hayat boyu
öğrendiklerinle savaşmalısın. Olaylara bakış açını değiştirmelisin. Sadece bu şekilde ve çok
çalışarak kaderini değiştirebilirsin. Fakat bunu bir insan tek başına asla yapamaz. Bir okula
ihtiyacı vardır.”
‘Okul’ kelimesini söyleyiş ve kullanış tarzı, bu kelimenin bildiğimiz anlamından daha farklı
anlamlara da geldiğini fark etmemi sağladı. Sanki bu kelimeyi ilk defa duyuyordum. Bu
kelime içinde, çoktan unutulmuş bir umudun tatlılığını barındırıyordu. İçimden geçen
düşünceler, dudaklarıma döküldü. İçimde tarif edilemez bir heyecanla titreyerek “Okul
nedir?” diye sordum.
Dreamer, kara gözleri gizli bir sevinçle parlarken, “Okul, senin geri dönüş yolculuğundur,”
dedi.
Okul, çokluktan bütünlüğe,
Karmaşadan uyuma,
Kölelikten özgürlüğe geçmektir.
“Okulu bulmak, çelik bir halatla ‘düş’e bağlanmak ve yüksek bir sorumluluk seviyesine
ulaşmaktır. Ancak çok az insan bu tür bir olguyla karşı karşıya gelebilir.”
Bu sözleri ve bakışları, içimde gizli olanları harekete geçirmişti. Uzun yıllardır ‘evden uzakta
yaşadığımı’ anlamak içini pişmanlıkla doldurmuştu. Delicesine aradığım bir şeyi sonunda
bulmuş olmak bir mucizeydi. İçimde bu mucizenin güzelliğini hissederek, “Bir insan bu
Okulla nasıl karşılaşabilir?” diye saygıyla sordum. Dreamer, “Korkma, okul seni bulacaktır,”
dedi. Kafamın karıştığını anlayınca, “Bir kişi, yetersizliklerinin farkına varıp nefes
alamadığını hissettiğinde ve tüm hayal kırıklıklarıyla başa çıkamayacağını anladığında, Okul
ortaya çıkacaktır,” diyerek kısa cevabına bir açıklık getirdi.
2 Dünya Bir Masaldır
Bilinmeyen bu şehirde, bir kefede otururken onu dinledim ve sayfalarca not aldım. O
benzersiz villada başlayıp Marakeş’e devam eden çıraklık dönemimin, bir öğrenme süreci
olduğunu hissettim.
“Okul’la karşılaşmak, bir insanın yaşamı boyunca başına gelebilecek en olağanüstü olaydır.
Görünen ve etrafı saran her şeyin dünya değil ama onun betimlemesi olduğunu anlamak ve
uykudan uyanmak için elde edilen tek fırsattır,” diye açıklamada bulundu Dreamer.
“Ama ben sizi dinliyor, bu masaya dokunuyor ve gelip geçen insanları izliyorum. Her birinin
bir ailesi, işi ve yaşam olduğunu biliyorum. Bunlar nasıl sadece benim hayal gücüm olabilir?”
Dreamer kısaca, “Retina üzerine düşen görüntüler dünya değil, onun öyküsüdür ve bir
masaldır. Dünya sana anlatılandır.”
Duyduklarım beni şaşkınlığa uğratmış ve fısıltı gibi devam eden sözleriyle tüm benliğimi
kaplamıştı. “Çevreni saran gerçekliğin esas mimarı sensin fakat bunu unuttun.”
“Unuttuğum nedir?” diye sordum. Dreamer, “Dünyanın var olabilmek için sana ihtiyacı var.
Sen, onu yaratan sanatçı, keşfeden gezgin olduğunu unuttun. Şimdi kendi yarattığın dünyanın
bir gölgesisin,” diyerek sorumu cevapladı. “Dünya özneldir. Kişiseldir. Varlığımızın
aynadaki yansımasıdır. Düşümüz ve gerçeklik tektir ve aynıdır. Onları birbirinden sadece
zaman ayırır.”
İçimden ‘evet’ demek, söylediklerini kabul etmek geliyordu fakat itiraz ediyordum.
Mantığım zorlanıyor ama yine de kabul etmiyordu. Aynı nesnenin, manzaranın, insanın ya da
bir olayın karşısında durup nasıl farklı şeyler görebilirdik ki? “Nesnel gerçeklik diye bir
kavram olduğu doğrudur,” dedim, her zaman inandığım görüşlerimi desteklemek adına.
“Sonuçta bir şey, olduğu şeyden farklı olamaz.” Israrla ‘kendi’ inançlarımı savunuyordum
fakat içime ne kadar kök salmış olsalar da, çok dayanıklı olmadıklarını biliyordum.
Dreamer’ın görüşleriyle karşılaştıklarında tepe taklak oluyorlardı. Her sefer olduğu gibi, bu
sefer de öngöremediğim bir mucize gerçekleşecek ve her şey yerli yerine oturacaktı. Bu
değişimi hep istemiş ama hiç beklememiştim. Şimdi gerçekleştiğinde ise, Varlığımın
duvarlarının, daha özgür daha berrak ve sınırsız bir dünya görüşüne yer açmak üzere
genişlediğini hissediyordum.
Kafamın hala karışık olduğunu anlayınca, dünyaya bakış açıma bir darbe daha vurarak,
“Ancak olduğumuz şeyi görebiliriz. Hırsız bir melekle bile karşılaşsa, yine onun ceplerini
görecektir,” dedi. Bu esprili örnek anlamama yardım etmişti ve bir süre bu öğretici sözlerini
düşünmeye devam ettim. Dreamer irdelediği konuya dönerek, “Sıradan hayatımızın
katılığından ancak Okul’la tanışmamız bizi kurtarabilir. Ancak ‘Okulda yaptığımız
çalışmalarımız’ bize yanlış anlatılan dünyanın arkasındaki gerçekliği görmemizi
sağlayacaktır. Ancak ‘kendi üzerinde çalışan’ bir insan bir gün uyumu ve bütünlüğü
yakalayacaktır. Ancak uyum ve bütünlük içindeki bir görüş dünyanın iyileşmesine olanak
verecektir.”
3 Değişim Okulu
Dreamer bana, özel insanları yetiştirmek üzere kurulu okulların, her çağda ve toplumda
bulunduğunu söyledi. Birbirlerinden ayrı olduklarını gösteren felsefi ve kültürel farklılıklar
dışında, bu okulların hepsi aslında bir Okul’du. Bu Okula, ‘Varoluş’ adını vermişti ve
düşleyebilenlerin var olmanın amaçlarını gerçekleştirebildiği bir ‘düş’ yetiştirme alanı olarak
açıklamıştı. “Bir dönüşüm okulu,” dedi ve sonra bir süre sessiz kaldı. Çayından yükselen
aromalı kokuyu içine derin derin çektikten sonra konuşmasına devam etti. “Tanrılar Okulu.
Bir insanın başkalarına hükmetmeden önce kendisine hükmetmeyi öğrendiği yerdir.” Bir
savaşçının çığlığına dönüşen sesi, tüylerimi diken diken etmişti. “Bir değişim okulu.
Fikirlerin ve inanışların ama en önemlisi, ölümün kaçınılmaz olduğu düşüncesinin
değiştirildiği bir okuldur. Gerçeğin, uyumun ve güzelliğin karşısındaki tek engel ölümdür.
Eğer bedenimizdeki her hücre gerçekse, asla ölmeyiz.”
Homeros’tan önceki klasik düşünce geleneğini hatırladım. İnsanlar birbirinden tamamen
farklı iki türe ayrılırdı. Biri, olanaksızı mümkün kılabilen, insanoğlunun şampiyonları
kahramanlar ve diğeri de, bir düşü ve isteği olmayan sıradan insanlardı. İlk tür yazgılarının
eşliğinde bireysel maceralara atılanlardı ve diğer tür ise, rastlantının ve sıradanlığın
pençesinde değersiz bir yaşam sürenlerdi.
Çok eski çağlardan günümüze ulaşmış efsanelerin, aslında Okul’la karşılaşmış kişilerin başarı
öyküleri olduğunu öğrenmek beni çok aydınlatmıştı. Onların başarıları, gezgin ozanlarca
anlatılan destanları aslında bir kişinin kendine yaptığı yolculuğun öykülenmesiydi. Dreamer
bana, Varlığımızın en derin köşelerinde, yani olumsuz düşüncelerin bir nehir gibi aktığı
yerde, ölümün ve yenilgilerin kaynağını bulabileceğimizi söyledi.
“En önemlisi, derimizin altındaki düşmanı bulmamızdır. Sen onu bulunca, içinde daha fazla
acımasızlık ve vahşetle birlikte geri dönecektir. Düşman sen büyüdükçe büyür! Binlerce değil
bir tek düşmanın vardır ve kendine karşı kazanabileceğin bir zaferin vardır. Geri dönüş
yolculuğu, bir insanın geçmişini iyileştirebilmesi için mükemmel bir fırsattır.” Sonra
bakışlarını meydana, ikiz kiliselere, asillerin saraylarına ve dikili taşa çevirdi. Etraftaki insan
kalabalığını seyretti.
“Dünya, geçmişten ibarettir,” dedi. Bu aklımda en çok kalacak sözlerinden biriydi. “Her
kimle buluşursan buluş, her neyle karşılaşırsan karşılaş, hep geçmiştir. Gördüğün ve
dokunduğun her şey, ruh halinin gerçeğe dönüşmesidir. Geçmiş küldür. Yaşamında,
düşüncelerinden önce onaylanan hiçbir şey olamaz. Üflediğin zaman geçmişin gidecektir.”
Dreamer artık kalkma vaktinin geldiğini belirtircesine sandalyesini arkaya doğru itti. Bu
hareketi, O’na ve fikirlerine ayak durmaya çalıştığım ruh halimi değiştirdi. Midemde bir
yumru vardı. Durduğu yerde lezzetlenen şarabı, eski inançlarımla kaplı derimden içeri
akıtmak istiyordum fakat bu okyanusu bir şarap kadehine boşaltmak gibi zor geliyordu.
O’nun öğretileri altında, mantığımın çürümekte olduğunu hissediyordum. İçimdeki eski
dengeler için daha da tehlikeli olmaya başlayan bu fikirleri, anlık düşüncelerle engellemeye
çalışıyordum.
Ben bunları düşünürken, Dreamer ayağa kalktı. Başıyla işaret ederek onu takip etmemi istedi.
Kelimelerinin hala havada yankılandığı o ıssız köşeyi terk etmekte kararsızdım. Kendimi bir
tapınaktan, bir bilgi sandığından ayrılıyormuş gibi hissettim. Bu buluşmamızın tüm ayrıntıları
hafızama kazınacaktı. Yemeklerle donatılmış masa, garsonların hareketleri ve hatta fırından
yeni çıkmış hamur işleri bile aklımda kalacaktı.
Meydanın diğer ucuna gittik ve kiliselerden birinin içine girdik. Ana salonu baştan sona
geçip, sunakla yan hölün arasından geçerek bir dua odasına girdik. İçerisi çok aydınlık
değildi fakat duvarda asılı duran iki yağlı boya tabloyu seçebiliyordum. Etrafa baktım.
Durduğumuz yerden bakınca kilise bomboş görünüyordu. Dreamer ışık metreye bozuk para
atmamı istedi. İki tablonun üstüne bir ışık demeti aktı. Odanın tam ortasında durup, tablolara
eşit uzaklıktan bakmamı istedi. Söylediklerini yaptım ve her iki şaheseri de dikkatlice
inceledim. Soldaki Petrus’un baş aşağı çarmıha gerilişini, diğeriyse Pavlus’un Şam yolunda
düşüşünü gösteriyordu.
“Bu iki tablonun karşı karşıya duruyor olması bir rastlantı değil,” dedi. “Bu iki tablo, tek bir
mesajla birbirlerine bağlıdır.” Dreamer sustu ve bir süre sessiz kaldık. Bu sessizlik mesajın
sırrını çözmem içindi. Uzun bir süre düşündüm ama gayretlerim sonuçsuz kaldı. Dreamer
imdadıma yetişerek, bu iki tablonun, değişim fikrini iletmeyi üstlenen en önemli sanat
eserleri olduğunu söyledi.
“Bu iki tablo, bir sorumluluk Okulu’nun düşencelerini iletiyor. Çağlar öncesine dayanan ön
yargı ve inanışlara karşı ancak böyle bir Okul savaşabilir. Gördüğün ve gerçeklik bir ve
tektir. Dünya senin bir yansımandır. İnanışlarını değiştirirsen dünya bir gölge gibi peşinden
gelecektir. Gerçeklik yeni bir görünüşe bürünecektir.”
Işık metrenin süresi dolunca, tablolar kınına sokulan iki kılıç gibi karanlığa gömüldü. Mum
kokulu yarı aydınlık odada, Dreamer bana on yüzyıldır sessiz kalan bir Okul’dan bahsetti.
Sonra uzun süre sessiz kaldı ve tekrar konuşmaya başlayarak, okulu yeniden dinleme vaktinin
geldiğini söyledi. Afallamıştım. Yüzyıllar sonra, üstlendiği görevi devam ettirmek üzere
ortaya çıkacak bir Okul fikri beni şaşkına döndürmüştü. İşte o zaman Dreamer bana savaşçı
bir keşişten ve kaybolmuş bir el yazmasından bahsetti.
“Gerçeği kitaplarda arayan Sen ve senin gibiler için, bu eski Okul’un izlerini sürmek faydalı
olacaktır. Bahsettiğim el yazmasını bul,” diyerek konuşmayı kesti.
Bana çok önemli bir görev vermişti ve bundan dolayı ona minnettardım. O el yazmasını
bulmak için elimden geleni yapacaktım. Bu görev üstüne ne kadar çok düşünürsem,
heyecanım o kadar artıyordu ve beni tanıdık, cana yakın bir dünyanın içine sokuyordu.
Dreamer eski alışkanlıklarıma ve bir akademisyenin melankolik ruh haline büründüğümü
görünce, “Bir gün dışarıdan hiçbir şeyi içeriye taşıyamayacağını, bildiklerinin üstüne hiçbir
şey koyamayacağını anlayacaksın. Anlayışına eğitim ve deneyim hiçbir şey katamaz.
Bildiklerin sadece ‘hatırlanabilir’. Bir insanın bildikleri kendisinden büyük ya da küçük
olamaz. Bir insan ancak ne olduğunu bilebilir. Bilmek, her şeyin ötesinde, var olmaktır. Ne
kadar çok var olursan, o kadar çok bilirsin.”
Dreamer bana, içinde sonsuz bilgiyi barındıran zamanın ötesinde, ‘dikey bir hatıradan’
bahsetti. Her insan ona doğuştan sahipti, sadece onu açacak anahtarları unutmuştuk. “Bilgi
her insanın sahip olduğu bir şeydir ve insanlık kadar eskidir. Bir gün eğer gerçekten
öğrenmek istersen, ekleyecek değil çıkarılacak şeyler olduğunu anlayacaksın.
Bu sözleri sanki hayatım boyunca bekliyormuş gibi içime sindirdim. Bana tanıdık
gelmişlerdi. Her şeyi anladığımı ve her şeyle bütünleştiğimi hissettim. Ben evrendim.
Dreamer’ın kusursuzluğunu ve sağlamlığını hissediyordum. Hiçbir şey bu bütünlüğü
bozamazdı.
“El yazmasını bul!” diye tekrarladı. Yüz hatları görünmez olmaya başlamıştı. “Bulduğunda,
tekrar buluşacağız.”
4 Lupelius
Aynı gün Dreamer’ın bahsettiği okulu ve el yazmasını aramaya başladım. Bulmamı istediği
kitap, gezgin bir filozof olan Lupelius tarafından 9. Yüzyılda yazılmış ‘Tanrılar Okulu’
adındaki bir el yazmasıydı. Karanlık çağlarda özgür bir ruh olan Lupelius, kültürlerin çınarı
olan ama savaşlarla inleyen İrlanda’da doğmuştu. Lupelius hakkında çok az bilgi vardı ve
çoğunun bir kesinliği yoktu. Lupelius, ergenliğinden itibaren en iyi öğretmenlerden ve
babasından savaş sanatı dersleri almıştı. Çok gençken manastır hayatını seçmiş ve Bet
Huzaye dağlarında inzivaya çekilmişti. Daha sonra dinsel ve ruhsal eğitimine devam etmek
üzere Şaban Rabbur manastırına girmiş ve kendini oranın muazzam kütüphanesine kapatarak,
gelmiş geçmiş tüm sufilerin eserlerini okumuştur. Takip eden haftalarda, Orta Çağ Felsefesi
üstüne çalışan akademisyenlerle konuştum. Lupelius’un tek eseri olan el yazmasının ardında
hiçbir iz bırakmadan yıllar önce ortadan kaybolduğunu onlar da doğruladılar.
Büyük üniversitelerin kütüphanelerini ziyaret ettim, felsefe okullarıyla iletişime geçtim,
akademisyen ve araştırmacılarla buluştum, çalışmalarıma Avrupa’da devam ettim fakat tüm
çabalarım boşa sonuçlandı. Sonunda, İrlanda’dayken bir ipucu beni Dublin’deki Wrighter
müzesine götürdü. Orada, el yazmasının bir kopyası olduğunu fakat kopyanın da yıllar önce
kaybolduğunu öğrendim.
Karşılaştığım tüm engel ve sorunlara rağmen ilgimi ve kararlılığımı hiç kaybetmedim. Bu son
derece değerli el yazmasının peşinden giderken, bir zamanlar bir mozaik gibi parçalanmış
ruhumun tekrar bir araya geldiğini hissediyordum. Bu el yazmasını bulmak ve Dreamer’la
tekrar buluşmak hayatımın anlamı olmuştu. O’na ulaşmamın başka bir yolu olmadığını
biliyor ve içimdeki gücü toplamaya çalışıyordum.
Dünyaya hizmet eden Lupelius’un karakteri üstümde derin bir etki bırakmıştı. Bu bilinmeyen
filozofa karşı derin bir hayranlık beslemeye başlamıştım. O ve görevleri hakkında
öğrendiklerim, oldukça üstün bir insan olduğunu kanıtlıyordu. Okulu, cahillikler ve boş
inanışlarla dolu bir okyanusta kayalıkların üstünde yükseliyordu. Fikirleri, suç ve felaketlerle
dolu bir tarihin kumaşı üstünde altın bir iplik gibi ilerliyordu.
Yaşantısı hakkında, Fransız Dazlak Charles’ın yanında geçirdiği zamanlar hariç, çok fazla bir
bilgi edinememiştim. Lupelius eşsiz bir karakter, bir eylem filozofuydu. Herhangi bir
alışkanlığı yoktu ve söylentilere göre günlerce uyumadan yaşayabiliyordu. Öğrencilerine,
“Uyku aklı ve bedeni güçsüzleştirir,” der ve İrlandalılara özgü şakacılığıyla, “Uyku kötü bir
alışkanlıktır,” diye öğütlerdi. En belirgin davranışlarından biri, Avrupa’nın kötü şöhretli ve
tehlikeli şehirlerinde Pazar yerlerini gezmekti. Bu yerlerde, öğrencilerine yeni fikirler aşılar
ve onlardan kısır dünya görüşlerini söküp atmalarını isterdi. Yaptığı çılgınlıklarla, suç,
kurnazlık ve dolandırıcılık üstüne kurulu bu dünyaları bütünlüğe kavuştururdu. Öğrencilerini
kökleşmiş düşüncelerden kurtarmak ve zihinlerindeki çöplüğü temizlemek için zekice
yöntemler uygulardı. Onun okulu sıra dışı insanlar ve yenilmez savaşçılar yetiştirmişti.
Lupelius sürekli yeni eğitim teknikleri geliştirirdi. Kimi zaman kendini bir köle, bankacı,
politikacı ya da zengin bir tüccar görüntüsü altında saklar ve bu rolleri planlarını
gerçekleştirmek üzere kullanırdı. Lupelius, bir kralın tacının ya da bir keşişin cüppesini giyer
ve öğrencilerinden de aynısını yapmalarını isterdi. Onlara bunun bir oyun olduğunu
unutmamalarını öğütleyerek, bu rolleri nasıl en iyi şekilde öğrenebileceklerini gösterirdi.
Öğrencilerini, eşkıya ve suçlularla korkunç kavgalara girmeleri için Pazar yerine götürür,
insanlığın en çürümüş toplulukları içine girmeleri için onları yüreklendirir ve onları geri
dönüşü olmayabilecek maceralara sürüklerdi. Lupelyanlar, nedenini bile bilmeden, anlamsız
savaşlara, uzak ülkelerdeki devrimlere paralı asker olarak giderlerdi. Savaşlara, zayıfları
yenmek, soyut ideolojileri yaşatmak ya da dış düşmanlardan öç almak için değil ama
kendilerinin efendisi olmak, kendi kaderlerini çizmek üzere katılırlardı.
Gerçek savaşçılar üstün olmak ya da hükmetmek için savaşmazlar,
Şöhret için, mal ya da ödül için savaşmazlar,
Tek bir gerçeklik için savaşırlar,
O da kendi özgürlükleridir.
Lupelyanlar için savaş alanı, Okulun kurallarını ve fikirlerini uygulamak için en uygun yerdi.
Sadece içsel bütünlüğü bulmuş olanlar savaştan yara almadan çıkabilirdi. Yenilmez
Lupelyan’ların sırrı, içlerindeki bütünlükte saklıydı. Ölüm çok yakın olabilirdi fakat onları
ele geçirmesi mümkün değildi.
Lupelius’un öğretisi, isteğin geliştirilmesi üstüne kurulmuş bir yenilmezlik disipliniydi.
İnsan formundan ve doğal sınırlardan tamamen ve sonsuza kadar bağımsız olmak.
Lupelyan’lar, ‘kendinin efendisi olma’ sanatını uyguluyorlardı. En büyük zafer, insanın
kendini kazanmasıydı. Hiçbir dış olayın, Varlığı karalayarak iç yaralar oluşturmasına izin
verilmezdi. Çok zor koşullarda bile sakin kalabilmeyi öğretirdi. Bulaşıcı salgınla boğuşan
şehirlerden geçtiklerinde bile onlara hiçbir zarar gelmezdi.
Dürüstlük ve sadelik bir savaşçıyı yenilmez yapacaktır.
En korkunç düşmanlara karşı bile sizi yıkılmaz yapacaktır.
Stoacıların duyumsamazlık öğretisi ile Lupelyan’ların tutkulara ve dış düşüncelere karşı
kayıtsız kalması arasında ne fark olduğunu irdelemeye başladım. Lupelius, duyumsamazlığın
bütünlüğe işaret ettiğini, Varlığın doğal birleşmesi olduğunu söylerdi. Kendimizin dışında
başka hiçbir şey olmadığını anlamak, dış etkilerin yükünden kurtulmak, bizi sonsuzluğa,
ölümsüzlüğe doğru taşıyarak bir var oluş durumu yaratacaktır.
Dünya olarak tanımladığımız,
Yaşantımızın içindeki tüm olaylar ve durumlar,
Sadece bizim yansıttıklarımızdır.
Eğer bunun farkına varırsak,
Sadece bolluk, zafer ve güzellik yansıtabiliriz.
Tedbirli ve dikkatli olursak,
Özgürlüğü, yaşlılığın, hastalığın, ölümün bulunmadığı sınırsız bir dünyayı yansıtabiliriz.
Lupelius’un okulu beni çok etkilemişti. Üstünde çalıştım ve büyük bir tutkuyla bağlandım.
Sanki okulun havasını soluyor, gündüzleri bile sadece onu düşlüyordum. Cesaretin ve
kararlılığın bir simgesi olan bu muhteşem Varlıklar, düşleyen, savaşçı – öğrencilerdi. Hiçbir
şeye boyun eğmeksizin kendilerini ele geçirme uğraşlarına hayran kalmıştım. Araştırmama
hiç ara vermeden devam ettim. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne tanık olunan
Şarlman sonrasındaki yıllarda, paralı askerlerin aslında Lupelius’un kendini gizlemiş
askerleri olduğuna dair sağlam kanıtlar buldum. Çoktan kaybedildiği düşünülen bir savaşı,
zaferle sonuçlandırma yeteneğine sahip bu askerler asla gerçek kimliklerini açıklamazlardı.
Sonra araştırmamda kilitlendim. Haftalarca toplayabildiğim bir avuç bilgiye, artık yenisini
ekleyemiyordum. Artık bu el yazmasını ve onunla birlikte beni Dreamer’a götürecek yolları
bulmaya dair ümitlerimi yitirmiştim. Fakat el yazmasının peşi sıra giderken yaptığım kısa
seyahatlerden birinde, Chur’un Orta Çağ tarihine dair muazzam bir eseri bulunan, Dominikli
bir pederin varlığından haberdar oldum.
5 Peder S. İle Karşılaşma
Uzun süren araştırmalarımın sonunda, Hıristiyan öğretisinin yaşayan son pederlerinden biri
olduğunu anladığım kişiyle buluşmama biraz erken gitmiştim. Peder S. Bir Karmelit
manastırında yaşıyordu. Sert ve koruyucu görünümlü bir rahibeler topluluğu, düşünerek
geçirmekte olduğu yaşlılığı sırasında onun bakımını üstlenmişlerdi. Bu rahibelerden ikisi beni
küçük bir bekleme odasına götürdü ve orada ayakta beklemeye başladım. Yarı açık
pencereden, kemerli bir yolun köşesini görebiliyordum. Yoğun yeşilliklerle bezenmiş
kemerin geometrisi ve sessizliğin güzelliği bende sanki antik bir kapıdan geçiyormuşum hissi
uyandırmıştı. Sanki bir manastırın kapısından değil, bir zamandan başka bir zamana
geçiyordum. Aklıma aniden Napoli’nin göbeğinde, Collegio Bianchi avlusundaki Barnabite
Kilise okulu geldi. Sundurmaların altında koşup bağrışan çocuklar, yemekhaneden yayılan
kokular havayı dolduruyordu ve beni çocukluğumun anılarına götürüyordu.
Buluşma vaktimiz geldiğinde yanına gitmek üzere çağrıldım. İsteksizce, çocukluğumun kayıp
krallığından ve beni görmeye gelen okul arkadaşlarımdan ayrıldım. Yüzleri soluklaştı ve
hafızamda durdukları yerlerine geri döndüler.
Bana eşlik eden ufak tefek rahibelerden biri, “Peder S., Orta Çağ Hıristiyanlığına dair yazdığı
kitabın yeni bölümü üzerinde çalışıyor,” dedi. Ses tonunun sertliğinden, zamanı ve sabrı çok
kıymetli olan bu kişiyle geçireceğim vakti iyi kullanmam gerektiğini anlamıştım.
Her tarafı kitapla dolu duvarlarla çevrili döner bir merdivenden yukarı çıktım. Sanki
merdiven çıkmıyor, dik bir tepeye tırmanıyordum. Her detay beni uyarmak için yerleştirilmiş
gibiydi. Az sonra, Hıristiyan dünyasının en önemli düşünürlerinden biriyle tanışacaktım.
Kitaplara ve öğretmenlere karşı duyduğum inanç içimde yeniden kabarmıştı. Dünyaya
bağımlı olmak ve özellikle de kitaplardaki bilgiyi tanrılaştırmak benim bir hastalığımdı.
Dreamer’ın sert sözleri tam zamanında zihnimi doldurmuştu. “Bildiklerine ekleyeceğin bir
şey yok. Gerçek bilgiyi edinemez, sadece hatırlayabilirsin. Kitaplar bilgiye hiçbir şey
ekleyemez. Onlar sana yaşam veremez. Bilgi, var oluşa dayanır. Ne denli çoksan o denli
bilirsin!”
“Buyurun, oturun” diyen bir sesle irkildim. Çok yakından gelen ses, sanki kutsal bir kitaptan
bir bölüm okur gibiydi. Son basamakları çıkarken tehlikeyle yüzleşmek üzere olan bir savaşçı
gibi gerildim. Dreamer’ın sesi tekrar kulaklarımda yankılandı. “Her insan, insanlık zekâsında
bir basamağı doldurur ve daha üstteki basamakların bekçisi olur. Eğer sağlam durursan, her
karşılaşma sana yeni bir olanak sağlar, bir basamak atlar ve daha yukarı çıkarsın. Şayet
unutursan, seni yaşamın korkunç karmaşasına geri gönderecek sanal bir oyunun içine
düşersin.
Peder S. bir varoluş kapısıydı. Karşılaşacağım kişi bana varoluşun merdivenlerinde hak
ettiğim yeri verecek bir Minos, yargıçların en sertiydi. Üstü kitaplarla dolu masanın
arkasından, yaşlı bir adamın kel kafası göründü. Uzun bir süre beni izledi. Siyah gözleri
gerçek olamayacak kadar genç görünüyordu. Nasıl olursa gözleri, yüzü biyolojik sürece
boyun eğerken böylesine genç kalabilirdi? Bunu fark etmiş olduğumu anlamıştı. Yavaşça göz
kapaklarını kapadı ve gözlerini tekrar açtığında, bakışları yaşlı bir adama aitti. Başka
çelişkiler de vardı. Konuğunu törensel bir şekilde karşılamıştı fakat yüzünde çok sert bir ifade
vardı. Bu görüntüsü, aramızdaki mesafeyi bana görüşmemiz boyunca anımsatmak üzere arka
planda asılı kalmıştı. Ses tonu ve tavırları, görüşmemizin sınırlarını belirliyordu. Peder S’in
görüşmemizin amacını belirlemek ve o sınırlar içinde tutmak istediği çok aşikârdı.
Elini sıkınca, bakışlarındaki ifadenin aynısını hissettim. Peder S. beni inceliyordu.
Gülümsemesiyle gizlese de, hakkımda bilgi toplamaya çalışıyordu. Konuğu meraklı bir
akademisyenden çok, nadiren karşılaşacağı bir iş adamına benziyordu.
“Hakkınızda tek bildiğim töresel felsefeyle ilgilendiğiniz ve yanılmıyorsam New York’taki
bir üniversiteden geldiğiniz,” dedi, ‘tek’ sözcüğüne özellikle vurgu yaparak. “İş etikleri
konusunda uzmanım,” dedim onu nazikçe düzelterek. Bir araştırmacı olduğumu gösteren
Fordham Üniversitesi’nin mektubunu göstererek. Mektubu okurken yüzündeki ilgi ifadesi
artıyordu. Lupelius hakkında araştırma yaptığımı ve onunla bu konudaki bilgilerimi
genişletmek üzere buluştuğumu okuduğunda ise ilgisi yerini şaşkınlığa bırakmıştı. Bilindik
bilimsel konulardan oldukça uzak bir konu seçmiş olmama şaşırdığını belirtti.
Ona Dreamer’dan bahsetmedim. Sadece iş yönetimine yeni bir soluk getirmek amacıyla
Lupelius’un düşüncelerinden faydalanmak istediğimi belirttim. Bu çalışmayla, Varoluş
Okulu’nun ilke ve felsefelerini, modern iş yaşantısına taşıma niyetimden bahsettim.
Lupelius’un özellikle yenilmezlik ve yıkılmazlık öğretilerinin, günümüzün ekonomik
meselelerinin çözümünde kullanılabileceğini açıkladım. Onun ölümsüzlük üstüne yaptığı
çalışmalar ve deneyler, günümüzün işletmelerine de uygulanabilirdi.
Ekonomistler ve akademisyenler, dünya çapında endişe veren bir olay karşısında çaresiz
kalmışlardı. “Şirketler uzun ömürlü olamıyor. Dünyanın her yerinde şirketler ancak birkaç yıl
dayanabiliyorlar. Ekonomi sektörünün dev şirketleri, çok uluslu şirketler bile kırk yıldan
fazla ayakta kalabilmek için büyük bir savaş veriyorlar,” diye açıklamada bulundum.
Dreamer’ın görüşlerini sanki benimmiş gibi satıyor, uzun soluklu bir şirketin ancak ölümsüz
olan, düşleyen bir kurucudan doğabileceğini anlatıyordum. Dreamer bir keresinde, sevgi ve
korku kutuplaşması üstüne konuşurken, sevgi sözcüğünün gerçek anlamının ölümsüzlük
olduğunu söylemişti. Aslına bakarsanız ölümsüz şehir Roma’nın da ‘amor’ sözcüğünün
tersten yazılışıdır. Ölümsüzlüğü köklerinde yatıyordu ve kurucusunun verdiği isimle birlikte
mühürlenmişti. Örnek olarak çok yakın bir zamanda 2800 yıllık tarihini kutlayan Roma’yı
vermiştim çünkü ölümsüzlüğünü kurucusu olmadan açıklayabilmeniz mümkün değildi.
(Roma’nın kurucusu Romulus, Quirinus Tanrısı olarak yüceltilmişti.) Peder S’ye başka sıra
dışı şirketlerden, bin yıllık geçmişi olan Windsor Evi’nden ve dünyanın en büyük
kurumlarından biri olan Katolik Kilisesi’nden bahsettim. Yine Dreamer’ın fikirlerine
başvurarak, zengin bir ekonominin ölümsüz düşüncelerden ortaya çıkabileceğini söyledim.
Gördüklerimiz ve Gerçeklik aynıdır.
Sonsuzluğun bir parçası bile, bir ülkenin görüşünü genişletebilir ve ekonomisinin sınırlarını
açabilir. Ölümsüzlük kavramı, bireylerin, kurumların ve tüm ülkelerin finansal kaderini
değiştirmeye yetebilir. Araştırmamı bu yönde ilerlettiğimi söyledim. Bu buluşların çok yakın
zamanda, iş dünyasının bakış açısını değiştireceğini, ekonomi üniversitelerinin eğitim ve
bilim araştırmalarında devrim yaratacağını iddia ettim.
Peder S’ye ölümsüzlük kavramını ve bildiğim kadarıyla Lupelius felsefesini anlattıkça ilgisi
daha da artıyordu. Her gün uluslar ve askeri birlikler kadar büyük şirketler, yeni ekonomik
sınırları belirlerken var olanları da kendi avantajları için kullanabilmenin yolunu arıyorlardı.
Böylesine bir savaş alanında, küresel ekonomi zemini oluşturuyordu. Bu savaştan ancak biri
zaferle çıkıyordu ve kaybedenler ise, savaş arabasının arkasına zincirleniyor ve köleliğe
mahkûm ediliyordu. Yaşayabilmek için yeni efendilerinin dilini öğrenmeleri ve ona hizmet
etmeleri gerekiyordu.
Peder S’in devam etmemi istemesinden cesaret alarak, keşiş filozof hakkında bildiğim her
şeyi anlattım. Lupelius ve onun olağanüstü öğretilerinin üstümde oluşturduğu etkiyi fark
ettirmemeye çalışıyordum. Kısa bir süre sonra araştırmamın tıkandığı noktaya geldim.
‘Tanrılar Okulu’ adlı el yazmasını bulmaya çalıştığımı ve mevcut kopyaların gizemli bir
şekilde ortadan kaybolduğundan bahsettim. Lupelius ve onun Ölümsüz Varlıklar Okulu
öğretilerinin bilinçli bir şekilde ortadan kaldırıldığı yönündeki şüphelerimi de ondan
gizlemedim.
6 Lupelius’un Öğretisi
Peder S, beni dikkatle dinlemişti. Başını kaldırdığında gözleri parlıyordu ve bir kez daha
tanışırken gördüğüm genç gözleriyle bana bakıyordu. Bu sefer onları gizlemeye çalışmadan,
gözlerimin içine bakmayı sürdürdü. Yüzünde tanınmak isteyen bir insanın ifadesi vardı.
Oynamakta olduğu oyunun içinde kalarak son hareketlerine odaklandım. Bulmacanın
çözümü, geceyi yarıp geçen bir yıldırım gibi gelmişti. Kendini yaşlı bir adam olarak
gösteriyordu. Maskesi yaşını gizlemek içindi. Stratejik bir maske gibi kullanıyordu. Kalbim
hızla atmaya başlamıştı. Peder S, bir Lupelyan’dı. Bundan son derece emindim. Bunu
keşfetmekten dolayı duyduğum sevinci saklayamıyordum. Suç ortaklığımızın keyfini
çıkartmak istiyordum. Bin yıllık bir bağ, bizi stratejik yaşam ve kendini gizleme konusunda
uzman savaşçılara bağlamıştı. Bukalemunlara özgün bu yeteneğiyle Hıristiyanlığın içinde
yaşamasını sağlıyordu. Zaman içinde bir tünel açıldı ve bin yıllık bir zaman, bir anın içine
sıkışarak bana Okulun kapılarını açtı. Karşımda, belki de onun son bekçilerinden biri
duruyordu. Ona sormak istediğim bir soru şakaklarımdaki damarlarda atıyordu. Acaba Peder
S, Dreamer’ı tanıyor muydu? Ona ‘düş’ ile olan karşılaşmamdan ve yaşadığım sıra dışı
deneyimden bahsetmek istiyordum.
Peder S, heyecanımı yarıda bölerek ve başlardaki kayıtsızlığını bir yana bırakarak, “Lupelius,
her insanın doğuştan sahip olduğu fiziksel ölümsüzlüğün habercisidir. Bu vazgeçtiğimiz ama
şimdi geri almamız gereken bir haktır,” dedi. Sanki alıntı yapmıyor, görünmez bir kitaptan
bölümler okuyordu. Gözlerini kapadı ve “Beden etten oluşur. Ruh ölümsüzse, beden de
ölümsüzdür,” diyerek sözlerine devam etti.
Yıllar sonra bu sözleri duymaktan ve Okulu anımsamış olmaktan mutluluk duyduğu belliydi.
Bana, Lupelius’un bu fikirlerinden dolayı Hıristiyanlıktan aforoz edildiğini ve yakılarak
ölmekten kurtulmasının bir mucize olduğunu söyledi. Lupelius tehlikeliydi çünkü bireylerin
çok büyük bir güce sahip olduğuna ve ölüme karşı son zaferi kazanacaklarına inanıyordu.
Toplu ibadete dayalı Hıristiyan Kilisesi ve diğer kurumlaşmış tüm dinler için, ‘bireysel
devrim’ adı verilen ve her bireyin kendi kırılganlığını ve ölüme dayalı yazgısını değiştirmek
üzere savaşacağı bir felsefeden daha tehlikeli bir şey olamazdı. Bu, insanların şüphe, korku
ve acı olarak adlandırdığı ve içimizde bulunan şeytanlara, ejderhalara ve hilkat garibelerine
karşı verilecek bir savaştı. Lupelius’a göre içimizdeki bu şeytanlar kötülüğün ve felaketlerin
asıl nedeniydi.
Bu yıkıcı fikirleri yüzünden saldırıya uğramış olması hiç de şaşırtıcı bir durum değildi. Zaten
Lupelius ve onun çalışmalarına dair her türlü iz silinmişti. Şimdi düşününce bütün bunların
Lupelius’a ait stratejik bir oyun olduğunu hissediyordum. Okuluna kabul edilebilmek için
çok zor testlerden geçmek ve onunla birlikte yaşayabilmek için çok dayanıklı olmak
gerekiyordu. Lupelius öğrencilerinin en korkunç tehlikelerden bile yara almadan çıkmasını ve
böylece ölümsüzlüğü ve yenilmezliği yaşayarak öğrenmelerini istiyordu. Onun dualarıyla
yola çıkan askerler hiç yara almadan geri dönüyorlardı. Peder S’ye, böylesi olağandışı bir
şeyin nasıl gerçekleşebileceğini sordum. “Bir insanın kalkanı, kendi saflığı, hayata ve
ustasına olan sevgisidir,” dedi gözleri yarı kapalı. Sanki cevap vermiyor, bu sözleri
ezberinden söylüyordu. “Lupelius için insanın en önemli özelliği, saflığıdır. Bu özelliği ile
fiziksel ölümsüzlüğü yakalayabilir.” Uzunca bir süre sessiz kaldı. Peder S’nin Lupelius’tan
bahsederken şimdiki zaman kullandığını fark ettim. Sanki Lupelius çağdaşımızdı ya da hiç
ölmemişti. Konuşmamızın ilerleyen kısımlarında beni elleriyle, dünyanın bildiğimiz
betimlemesinin ötesine, Herakles Sütunlarına, el değmemiş sınırların ötesindeki insanlığa
götürdü.
“Lupelius’un okulunda amaç, ölümün kaçınılmaz ve yenilmez olduğu fikrini
düşüncelerimizden çıkartmaktı,” dedi Peder S. “Yaptıkları her şey, ölüm arzusunu yenmek
üzere geliştirilen saflaşma stratejileri üstüneydi.
Ölümün yenilmez olduğuna dair inanç, insanlık için sağlıklı değildir.
Ne kadar uzun yaşayacağınız, ruhsal durumunuza ve içinizdeki yaşam isteğine bağlıdır.
“Ne kadar uzun yaşayacağın zihnine bağlıdır,” diye özetledi Peder S. “Eğer ölürsen, bunun
tek sorumlusu sensin!”
Ufak tefek bir rahibe içeri girerek bize çay servisi yaptı. Çay bardaklarını ve çaydanlığı
masaya yerleştirirken şaşırmış bir şekilde bana baktı. Peder S’nin biriyle bu kadar uzun
zaman geçirmesi alışık olduğu bir durum değildi. Peder S, rahibe odayı terk edene kadar
sessiz kaldı ve sonra kaldığı yerden devam ederek, Lupelius’un, ironik bir şekilde bile olsa
ölümü sorgulamanın onun gücünü azaltacağını düşündüğünü söyledi. “Lupelius,
ölümsüzlüğün her insanın hakkı olduğunu ve insanoğlunun ön yargılarının en korkuncu
olduğunu söylediği için, en esrarengiz ölümsüz olarak hatırlanacaktır,” diyerek sözlerine
devam etti. Lupelius’un düşüncelerinin fiziksel bir din olarak başlayan Hıristiyanlıkla
bağlantılı olduğunu ve bedenin ölümsüzlüğü mesajını devam ettirdiğini söyledi.
“Yalan söylemek, gizlenmek, şikâyet etmek ve kendi sorumluluklarından kaçmak
parçalanmış, kendi Varlık nedenlerini unutmuş insanların taşıdıkları lekelerdir. Doğuştan
sahip olduğu ölümsüzlüğü geri veren ve bütünlüğünü unutan insan, çektiği acılara son
vermek üzere ölümü icat etmiştir. Kendini keşfetmek ve bütünlüğünü kazanmak gibi büyük
bir işin altından kalkamayan insan ölümü tercih eder. Her iki durumda da ölüm bir çözüm
değildir çünkü insan her zaman kaldığı yerden başlamaya mahkûmdur.”
Lupelius, bu parçalanmış insanlığa, bütünlüğe, sadeliğe ve istemeye yapacakları geri dönüş
yolunu göstermek üzere Tanrılar Okulu’nu yaratmıştır.
7 Asklepios’a horoz kes
Lupelius hakkında edinebildiğim bilgiler ve Peder S’nin söyledikleri ışığında, Dreamer’ın
nereden ilham aldığını daha iyi anlamıştım. Sesini kulaklarımda duyuyordum. Sesi
Lupelius’tan daha eski daha gür çıkıyordu. Onu saygıyla andım.
Peder S şimdi bana yanından hiç ayırmadığı ve ellerinde saygıyla tuttuğu bir kitaptan
bölümler okuyordu. Sesi heyecandan titriyordu. Lupelius’un skandal olmuş ve hiçbir
mantığın, kanunun kabul edemeyeceği fikirleri bu bilimsel eserden gün ışığına çıktıkça,
Peder S’nin sesi daha da gürleşiyordu. Onu dinler ve bir yandan not alırken bu fikirlerin, tüm
evrende kabul görmüş ve kökleşmiş fikirlerle nasıl çatıştığını hissedebiliyordum.
“Yaşlılık, hastalık ve ölüm, insan onuruna hakarettir. Bunlar, dünyanın yanıltıcı görüntüsünü
bin yıllardır destekleyen sütunlardır. Kötülük her zaman iyiliğe hizmet eder! Her şey bizi
iyileştirmek için gelir. Ölüm bile bizi iyileştirmek için son şans olarak karşımıza çıkar!”
Lupelius’un dayanılmaz derecedeki aykırılığına işaret eden bu sözler, gizli bir düzeneği
harekete geçirdi. Aklıma baldıran zehri kalbini durdurmak üzereyken Sokrates’in söylediği
sözler geldi. Sözleri içimde bir ışık gibi yanıp söndü fakat beni ele geçirmesine yetti. İki bin
beş yüzyıldır Sokrates’in son isteği akıl almaz bir gizem olarak duruyordu. Sokrates
öğrencileri de yanındayken, baldıran zehrini içti ve zehrin felç edici etkisi bacaklarından
kalbine doğru hızla yayıldı. Ölmesine saniyeler kala dudaklarından şu sözler dökülmüştü;
“Asklepios’a bir horoz borçluyuz. Ona bir horoz adamayı sakın unutmayın!”
Ölüm artık kaçınılmazken ve yaşamı parmaklarının arasından kayıp giderken, Sokrates neden
arkadaşı Kriton’dan şifa tanrısına adak adamasını istemişti? İşte bu sözler iki bin beş yüzyıl
boyunca akademisyenler, uzmanlar ve akıllı insanlar için bir bulmaca olarak kalmıştır.
Lupelius’un felsefi söylemleri yırtılmaz bir perdeyi açmış ve zamanın derinliklerinden tüm
muazzamlığıyla ortaya çıkmıştı. Bir şişeye mesaj koyup okyanusa atar gibi, Sokrates
söylemlerini ileride bize ulaşması için okyanusa emanet etmişti. Son sözlerinde bitmek
tükenmek bilmeyen arayışı gizliydi. Ölümün bir iyileşme, son çare olduğunu düşünüyordu.
Yapacak hiçbir şey kalmayınca karşımıza çıkıyordu.
Kendi ölüm sürecinin sıra dışı koşulları sonucunda Sokrates, daha önce hiç yaşanmamış bir
bütünlük düzeyine çıkmış ve büyük bir sırra ermişti; İnsanoğlunun neden ölmesi gerektiği ve
neden bir gün buna gerek kalmayacağı. Sokrates’in son sözleri, ileride insanların iyileşerek
bütünlüğe kavuşacağı ve saflaşmak için bir daha bu şekilde savaşmak zorunda kalmayacağı
düşü üzerinde yükseliyordu.
“Varoluş, iyileşmek ve bütünlüğe kavuşmak için yaptığı her girişimde başarısız olunca son
çare olarak ölümü seçer,” demişti bana bir keresinde Dreamer. “Sokrates anlamak için
ölümü kullanmıştır! O muhteşem anda Sokrates ölümün iyileşmeye giden bir yol, bütünlüğe
doğru çıkan bir merdiven olduğunu anlamıştı. Bu onun en son ve en büyük öğretisidir.”
Sokrates, iki görüş arasında dengesiz duran insanoğlunun bir simgesiydi. Bir araştırmacı ve
kâşifti. Ölümü yenememişti belki ama anlamak için onu kullanmıştı. Bize yol göstermişti.
8 Yüreğinde Kendini Öldürmek Yasak
“Sonsuza kadar yaşamayı seçen insanlık için Varlığın bütünlüğü sadece bir başlangıçtır,”
diyerek sözlerini sürdürdü Peder S. “Beğeniler birbirini çeker. Ölüm ölümü geçer, yaşama
bağlı olan birini ölümün kendine çekmesi mümkün değildir.”
Bütünlükleriyle silahlanmış olan Lupelyan’lar, en tehlikeli maceralardan bile hiç yara
almadan dönerlerdi. Sanki ölümle olan tüm bağları ebediyen ortadan kalkmış gibi hiçbir silah
onlara zarar veremezdi. Lupelius’un savaşçı keşişleri kimseyi kendi fikirlerine inandırmaya
çalışmadan ve herhangi bir felsefenin savunusunu yapmadan nasıl Var olmanın daha yüksek
bir seviyesine yükselebileceklerini ve etraflarındaki insanları ve olayları da
yükseltebileceklerini biliyorlardı. Daha savaşmaya başlamadan savaşı kazanıyorlardı. Onlar
için kazanmak kendilerini yenmek, şüphe, korku ve cahilliklerinin üstesinden gelmek
demekti. Dışarıda kazandıkları zafer aslında içlerindeki savaşı kazanmaktı. Böylece kendi
Varlıklarına özen göstererek, kusursuzluklarını besleyerek ve kendilerini kötülüklere karşı
koruyarak olanaksız meydan savaşlarını kazanır ve efsanevi başarılar elde ederlerdi.
“Ölümün birinci nedeni kendimizi Tanrıdan ayırmamız, ilahi olanı kendi dışımıza
aktarmamızdır,” dedi Peder S ve çekmeceden bir kâğıt çıkartıp üstüne not almaya başladı.
“Lupelius der ki, acı çektiğin için, hasta olduğun için ya da yoksul olduğun için Tanrıdan
nefret edebilirsin. Ama emin ol ki, kendini Tanrıdan ayırdığın için acı çekiyor, hastalanıyor
ve yoksullaşıyorsun. İnsanlık bu gerçeği unuttu ve gezegeni ölümcül bir dünyaya dönüştürdü.
Ölümü yaşamak için bir neden haline getirdiler. Düşüncelerini ve eylemlerini buna adadılar.”
“Sev ve hizmet et sözü sloganları oldu. İnsanlığa hizmet etmek için önce sevmek gerekir. Her
şeyden önce insanın kendisini ve kendi yaşamını sevmesi gerekir.”
O anda Peder S sesini alçalttı. Bana Okulun en gizli, en kabul edilemez öğretilerini
söyleyeceğini tahmin ediyordum.
“Lupelius öğrencilerine…,” dedi ve sonra geçmek bilmeyen bir süre boyunca sustu. Ustasının
sözlerini aktarmaya hazırlanırken dudakları titriyordu.
“Siz unutmuş Tanrılarsınız. Benliğinizi unutmuş durumdasınız.”
“Yüzyıllık mezhepler bile unutabilir,” dedi yaşlı adam. Ona keşiş olması için ilham veren
savaşçı ruhunu hatırlayınca gözleri doldu.
“Unutkanlık insanın içindeki savaşçıyı güçsüzleştirir. Biz Dominikliler bir zamanlar
vejetaryendik. Günde sadece bir öğün yemek yerdik. Bedeni ve ruhu bir bütün gibi
yetiştirirdik. İsa’nın verdiği mesaj ve bizim görevimiz çok açıktı; fiziksel ölüme karşı
yaşamın zaferi.”
İnsan ancak kendisi üzerinde çalışmayı bırakmadığı sürece ölümü yenebilir.
Sesinden Okulun unutulmuş görkemine ve öğretilerine duyduğu özlemi anlayabiliyordum.
Ona hayran olmuştum ve kendimi mutlu hissediyordum. En kutsal savaş olan ölümü
yenmeye kendini adamış mücadelecilerin olduğu Hıristiyanlığın merkezinde Peder S gibi
insanların hala mevcut olduğunu düşünmemiştim.
“Okullar, kiliseler, dinler ve devlet kurumları sorumlu bireyler yetiştirmeyi çok önce
bıraktılar. Bugün sadece kirlenmiş akıllar ve bedenler üretiyorlar,” dedi Peder S.
Önünde duran kâğıdı karalamayı bitirmişti. Ardından kâğıdı birkaç kez katlayıp bir şey
demeden bana uzattı. Bu sembolik davranışı bana bir görevin yüzyıllar boyunca hiç sekteye
uğramadan bir başkasına devredilmesini anımsatıyordu. İnsanlığın bulunduğu zindandan
kaçmak üzere giriştiği arayışın bir kısmının sorumluluğunu bana uzatıyordu.
Çalışma odasının kapısında birbirimize veda ederken, sadece mahallemdeki Napolili sokak
çocuklarının, küçük savaşçıların arasında hissettiğim mutluluğu anımsatan bir gülümsemeyle
beni yolculadı. Ondan bana Lupelius’un fiziksel ölümü yenmek için gerekli gizli formül
üzerine yaptığı araştırmayı en iyi açıklayacak buyruğunu söylemesini istedim.
“Yüreğinde kendini öldürmek yasak!” dedi Peder S hiç düşünmeden. “Bizi fiziksel ölüme
götüren, her gün içimizi kazan binlerce psikolojik ölümdür. Ölümün yenilemez olduğuna
inanmak bizi öldürür. Onun yenilmez olduğu inancı esas katildir.”
9 Tanrılar Okulu
Yayladaki dik yamaçları yanardağın zirvesine kadar tırmanmıştım. Kuru ve açık havada, göz
alabildiğine geniş bir alanda gözlerimi ağaçsız manzara üzerinde gezdirdim. Erivan’a
ulaştığımda Mashtot keşişinin heykelini arkamda bıraktıktan sonra çıplak bir tepenin üstünde,
gri bazalt taşından yapılmış sığınağa benzeyen yapıya doğru gitmek üzere bir meydandan
geçtim. Ermenistan’ın merkezindeydim. Bu yere gelebilmek için Peder S’nin dediklerini
harfi harfine yerine getirmiştim ve şimdi tarihi bir kütüphaneye ev sahipliği yapan ve yıkık
dökük yapıya doğru tırmanıyordum. Bu kütüphane yüzyıllardır yol olmanın sınırında yaşamış
insanların anılarını barındıran binlerce kitaba ev sahipliği yapıyordu. Burada beşinci yüzyılın
yarısından bu güne kadar birçok Klasik, Hıristiyan ve Pagan çalışması muhafaza edilmiş ve
kopyalanmıştı. Bu nedenle çevirmenler ve kopyacılar bir ilah gibi görülüyorlardı. Dünyanın
kayıp olduğunu sandığı birçok kitap ve şaheser orijinal metinlerinden titizlikle Ermeniceye
çevrilmiş bir şekilde burada saklanıyordu. Erivan, Lupelius’un el yazmasını ya da bir
kopyasını bulmak için son umudumdu.
Günlerimi kütüphane görevlilerine sorular sorarak ve kütüphaneyi en ince ayrıntısına kadar
inceleyerek geçirdim. Toprak altında kalmış bir şehrin duvarları arasında yürüyen bir
arkeolog gibi, kitaplarla ve tozlu kâğıt tomarlarıyla dolu koridorlarda ilerliyordum. İki genç
kütüphaneci bana araştırmam boyunca yardım ettiler. Kütüphane müdürü onları yanımda
durmakla görevlendirmişti fakat gerçekten yardım için mi yoksa bana göz kulak olmak için
mi yanımda olduklarını kestiremiyordum. Onlarla birlikte kâğıttan labirentlerin içine
süzüldüm ve yüzyıllardır gün ışığı görmediği için sararmış belgeleri inceledim. Önemli
olabileceğini düşündüğüm bir raf gördüğüm zaman iki genç raftaki kâğıt tomarlarını yere
indiriyor ve incelemem için hazırlıyorlardı. Bu değerli eserlere asla çıplak elleriyle
dokunmuyorlar, sanki bir ayin düzenliyormuş gibi, değerli kumaşlarla kitapları incelemeye
hazırlıyorlardı.
Bir gün Eski El Yazmaları Kataloğunu incelerken isimsiz ve 7722 kayıt numarasıyla
saklanmış bir cildin varlığını keşfettim. 1204 yılında bir Kralı kurtarmaya yetecek bir bedel
karşılığında Selçuklulardan alınmış ve Karadeniz’e bakan sarp ve karlı dağlarda kurulu bir
manastırda koruma altına alınmıştı. 17 yüzyılın sonlarına doğru Moskova’da Slavca bir
kopyasını çıkartan Paisij Velichovskij’in sahip olduğu ruhsal ve mistik metinler
koleksiyonunun bir parçası olmuştu. Başından birçok olay geçtikten ve değerini bilmeyen
insanların elinden mucizevî bir şekilde kurtulduktan sonra 1915 yılında Erivan’a getirilmişti.
Çelik bir kasadan çıkartılırken, yazarın el yazılarıyla dolu parşömen rulolarını gördüğümde
kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı. Lupelius’un eseri olduğunu hemen
anlamıştım. Emin olmak için birkaç satır okumam yetmişti. İçeriğini incelerken içimdeki
sevinci saklayamıyordum.
Lupelius’un kullandığı dil, halk arasında kullanılan İngilizce ve Latincenin karışımı, bir tür
yaratıcı Avrupa Esperanto’su gibiydi. Bu sözler, bin yılı aşkın bir sürenin ardından zamanı
silerek, savaşçı keşişlere ilham verecek gücü içinde barındırıyordu.
Erivan’da kaldığım günlerde, Gallerli akademisyen bir çiftle arkadaş oldum. Adam tarihçi,
eşi ise Latince uzmanıydı. Kaldığımız pansiyonun küçük lobisinde o akşam onlara
buluşumdan bahsettim. Gecenin ilerleyen saatlerini heyecanla bunun üstüne konuşarak
geçirdik. Bana öyle yardımları oldu ki, sanki gökten inen melekler gibiydiler. Ancak Dreamer
böylesine muhteşem bir rastlantıyı planlamış olabilirdi.
Bu araştırmacılar için inanılmaz olan, bu eseri buluş yolculuğum değil, eserin orijinalinin
adını bilişimdi. Yüzyıllardır kayıp olan ve kimsenin bilmediği bir eserin adını biliyordum.
Birlikte bazı bölümlerin kopyasını çıkartmaya ve sonra çevirisini yapmaya koyulduk. El
yazısının üstünde haftalarca çalıştık. Eseri okudukça Lupelius’un felsefesine daha çok
yaklaşıyor ve bu kayıp öğreti için duyduğum tutkunun yüreğimde giderek büyüdüğünü
hissediyordum. Bir paragrafın açıklanması, bir işaretin yorumlanması, ölümsüzlük sırrının
yorulmaz arayıcıları olan bu insanların okulunun kutsal eşiğinden geçmemi sağlıyordu.
Tanrılar Okulu’nun bir kopyasının çıkartılması için uzmanlarla anlaştım. Ortaya muhteşem
bir çalışma çıkarttılar. Lupelius’un orijinal eserinin tıpkısı olan, bitkisel kâğıttan yapılmış,
deri kaplı bir kitap yaptılar. Bu kopyayı yanımdan asla ayırmadım ve bir zamanlar Büyük
İskender’in İlyada’ya yaptığı gibi geceleri yastığımın altına koydum. Bu Dreamer için
hazırladığım bir hediyeydi ve ona teslim etmek için sabırsızlanıyordum. Geçen her gün onun
ilkelerini anlamak yolunda attığım her adım, beni ona daha da yaklaştırıyordu. Olanaksız gibi
görünen bir araştırmayı başarıyla tamamlamış olmanın sonucunda kontrol edemediğim bir
coşku hissediyordum. Mucizevî bir şekilde Peder S’yi bulmuş, Tanrılar Okulu el yazmasının
orijinaline ulaşmış ve çeviri çalışmalarını özveriyle yürüten araştırmacı çiftle karşılaşmıştım.
Yakında Dreamer ile tekrar karşılaşacağıma son derece emindim. Şimdilik sadece el
yazmasının içine gömülmek, her gün Kral Süleyman’ın madenlerine inip durmadan kazarak
‘kıymetli cevheri’ çıkartmaktan başka bir şey düşünemiyordum.
Yaşamı seçmek için, ölümün yenilmez olmadığı düşüncesini seçmemiz gerekir.
Böylece, Varlığımızın içindeki canlılığın, uzun ömrün ve sonsuzluğun ilkelerini bulmalıyız.
Lupelius’un el yazmasından öğrendiğim bu ve benzeri öğretiler, bir gün eylemlerimin köşe
taşları olacak ve uluslar arası iş dünyasındaki sayısız girişimin temel ilkeleri olacaktı.
Bir girişim ancak kurucusunun fikirleri ve ilkeleri kadar canlı, zengin ve uzun ömürlü
olabilir.
Lupelius’a göre insanların arasındaki asıl eşitsizlik ve her görünür farklılığın kaynağı, farklı
iç sorumluluk düzeylerine sahip olmalarından geliyordu. Düşüncelerin niteliğindeki farklılık
hepsini dikey Varlık merdiveninde farklı seviyelere koyuyordu. Hiçbir savaşın ya da
devrimin ortadan kaldıramayacağı bir iç hiyerarşi vardır çünkü insanlar arasındaki gerçek
farklılığın zenginlik, inanç ve ırkla bir bağlantısı yoktur. Bu psikolojik, dikey ve evrimsel bir
farklılıktır. Bu nedenle insanlar ancak düşünme ve hissetme biçimlerinde değişiklik
yapabilirlerse yükselebilirler.
Gerçek bir gelişme Varoluşta değişim olduğunu gösterir.
Gerçek bir gelişme, Varlığın bütünlüğüne doğru yapılan bir evrimi, büyümeyi gösterir.
Bu, eskimiş düşünceleri bırakıp, yeni bir düşünme biçimine sahip olmanın bir sonucudur.
Sadece Varlığında yaptığı bir değişim insanı, mutluluğun, aydınlanmanın ve özgürlüğün
daha yüksek bir seviyesine çıkartabilir.
10 Mea Culpa Benim hatalarım yüzünden
Lupelius’a göre dünya, insanların ölümü beklemek üzere sıralandığı bir hapishaneden başka
bir şey değildi. Bu görüşün son ve kesin bir yenilgi oluşturduğu yargısına varmak yerine, akıl
almaz çılgınlığıyla Lupelius, etrafına birkaç cesur adam toplayarak bir kurtuluş planı
hazırlamıştır. Lupelius, insanı sınırların dışına taşıyabilecek, kaçınılmaz görünen ölüm
yazgısından ve dünya yasalarından kurtuluşu sağlayabilecek bir serüven düşlemiştir. İnsan
kendi diktiği duvarları yıkabilir, doğaya karşı gelebilir ve Herakles’in sütunları gibi
düşlerinde bile hayal edemeyeceği o sınırların ötesine geçebilir.
Hep aynı olayları yaşıyorsun çünkü sende hiçbir şey değişmiyor!
Benzerler birbirini çeker. Cennet, cennete doğru ilerler, cehennem, cehenneme doğru ilerler.
Lupelius’un felsefesine göre Varlık durumumuz kendine benzer olayları çeker ve bu olaylar
aynı duruma dönmemize neden olur. Sadece iradenin gücü bu sonsuz döngüyü, sonu
gelmeyen bu oyunu ve kişinin Varoluşunun içine düştüğü hipnotik çemberi kırabilir.
Düşünce yaratıcıdır. Düşünce yaratır. Olaylar, düşüncelerimizin ve Varlık durumumuzun
gözle görünür halidir. Bu nedenle olaylar ve durumlar aynıdır. Durumlar her kişinin
Varlığında üretilirken, olaylar zaman içerisinde ve iradeden bağımsız olarak yaşam içinde
üretiliyormuş gibi görünür. Gerçekte onlar için yakaran ve farkında olmadan onları yaratan
biziz.
Olumlu ya da olumsuz olsun, insanın düşünceleri daima yaratıcıdır ve bir şekilde ortaya
çıkmak için gerekli yolu bulacaklardır. Düşüncelerimiz, elimizle yazdığımız, gönderip
unuttuğumuz davetliler gibi benzerleri kendine çeker. Zamanı gelince, durumlar, olaylar,
buluşmalar, problemler, kazalar, aksilikler ve başarısızlıklar artık onları düşünmediğimiz
zaman, istenmeyen bir davetiye gibi kapımızı çalarlar. Beklenmedik bir zamanda birden bire
karşımıza çıkmalarının nedeni, bizim dikkatimizi o yöne vermememizden dolayıdır.
Beklenilmeyen her zaman uzun bir hazırlık sürecine ihtiyaç duyar.
Bir insanın başına iradesi, isteği dışında hiçbir dış olay gelemez. Önce psikolojisinden
süzülmeden insana hiçbir şey olmaz.
Bu yüzden düşünce çok güçlü bir süreçtir. Yaşamımızda olgular, olaylar, deneyimler olarak
nitelendirdiğimiz şeyler, kendileriyle aynı dalga boyutunda olanlarla buluşmak üzere
ilerleyen Varlık durumlarımızdır. İç durumumuz, gerçekleşmek için doğru zamanı bekleyen
durumlardır.
Duygularımızın niteliği, düşüncelerimizin genişliği ve tam şu anda içinde bulunduğumuz
durum, görünürde neyin gerçekleşeceğine ve başımıza ne tür olayların geleceğine karar verir.
Düşünmek kaderdir.
Düşüncelerimiz ne kadar yükselirse, yaşamımız da o kadar yükselecektir.
Lupelius’un felsefesinin temel ilkesi, olaylarla durumların tek bir gerçekliğin iki yüzü olduğu
üstünedir. Bu saptama, iç ve dış dünyalar arasındaki her ayrımı ortadan kaldırarak kişinin
kendi durumlarını bilmesi ve kendisinin efendisi olması yoluyla yazgısını yönlendirmesine
izin vermektedir.
Varoluş bizim buluşumuzdur ve bu yüzden sadece bize bağlıdır.
Lupelius’un eşliğinde, mea culpa sözlerinde gizli ‘yapmanın somutluğu’ gücünü ilk defa
keşfediyordum. Bu iki Latin kelimesinde sanki bir mücevher kutusunda saklanır gibi bin yıl
boyunca insan zekâsının en özgün örneği saklanmıştı. Mea Culpa, Mea Culpa, Mea maxima
Culpa. Gezegenlerin hiyerarşisinden atomların hareketlerine dek, tüm evreni
dizginleyebilecek, sınırsız bir enerjinin sırrını içermekteydi.
Varlığınızın durumunu değiştirmek, başınıza gelen durumları değiştirecektir. Bu şekilde bir
insan kendini inceleyerek, düşünme ve hissetme sistemini değiştirerek yatay ve zamansal
varoluşunu değiştirebilir.
Yeryüzündeki varoluş bizim yüce okulumuzdur. Sıradan insanların gözünde bir hapishane
olan yaşam Okulumuz.
Görüşümüzü nasıl değiştireceğimizi öğrenmeliyiz.
İnsanların genellikle zorluk ya da felaket olarak anladıkları ne varsa, her ne pahasına olursa
olsun önledikleri ne varsa, bunların hepsi aslında ölüm psikolojilerini bir yaşam psikolojisine
dönüştürmelerini sağlayacak çok değerli malzemelerdir. Bu dünyanın içinden geçen bir
yaşam Tanrılar Okulu’dur. Karışıklık, şüphe, kargaşa, kriz, kızgınlık, umutsuzluk ve acı gibi
durumların hepsi büyüme sağlayacak koşullardır.
11 Durumlar ve Olaylar 1
Bir insanın Varlığı durumlardan ve yaşantısı olaylardan meydana gelir. Varoluşumuz aynı
anda iki paralel ray üzerinde ilerlemektedir. Biri yaşantımız boyunca oluşan, zaman-uzam
bandında bizimle buluşan olaylardır ve diğeri ise kendi içimizde neredeyse bilinçsiz olarak
ortaya çıkan varlık durumlarımız, ruh hallerimiz olan durumlardır.
Bir insanın kişisel tarihi bu nedenle yatay düzlemde olaylar ve dikey düzlemde Varlık
durumlarından oluşur. Bu nedenle insanlar genellikle yaşamları hakkında sadece dış
olaylardan meydana gelmiş gibi konuşurlar. Gerçekte ise, meydana gelen olaylar ve
dolayısıyla bir insanın dış yaşantısının kalitesi, düşüncelerinin ve Varlık durumunun
kalitesine bağlıdır. Bu nedenle yaşam olaylardan daha çok durumlardan oluşmaktadır.
Bir konferansa ya da bir tiyatroya gittiğimizde, oturduğumuz koltuğu kendimizin seçtiğine
inanırız. Her sabah kalktığımızda ne giyeceğimizi kendimizin seçtiğini sanırız. Fakat
gerçekte, seçtiğimiz koltuk ya da kıyafet bizim tarafımızdan değil, Varlık durumumuz
tarafından seçilmiştir. Her insanın kıyafet dolabında bir nedenden dolayı giymediği bir takım
elbisesi, tişörtü ya da başka bir eşyası vardır. Fakat bu eşyayı atmazlar çünkü bir gün onu
giyebilecekleri bir Varlık durumunun oluşacağını bilirler. O ‘hissi’ yakaladığımızda o eşyayı
‘seçeriz’. Olaylar ve durumlar, iç koşullar ve dış koşullar, bir insanın psikolojisi ve başına
gelen olaylar arasındaki gizemli ilişki, kaderin şansa mı yoksa gerekliliğe mi bağlı olduğu
sorusunun merkezinde bulunmaktadır. Bu bilmecenin etrafında insanlar yıllarca bugün
bilinmeyen bir bilim hakkında bilgi topladılar.
Eski Yunanlılar, iç durumlar ve dış olaylar arasında nedensel bir ilişki olduğunu savunurdu.
Bu eski uygarlık, kişinin kaderinin, iç dünyasının ya da Varlığının bir görüntüsü olduğuna
inanırdı. Çok değerli buldukları bu görüşleri için bir bilim, bir sanat dalı oluşturdular.
Homeros öncesi çağda, deneyim ya da bilgi açısından zengin olanlara değil ama geleceği
bilenlere ve bilinmeyeni ortaya çıkartanlara bilge adam denirdi. Yunanlılar için karanlığa ışık
tutmak, bilinmeyeni aydınlatmak, gerçek bilgi ve aynı zamanda bir sanattı.
Başka uygarlıklar da geleceği görmeyi yüceltmişti ama kimse onlar kadar bunun yaşamın en
önemli öğesi olduğuna inanmamıştı. Helen topraklarında, bilgeliğin yani insanların yazgısını
bilmek kadar bunu duyurmanın ve iletmenin, gerçek önderi sayılan Apollo’nun kültüne
adanmış tapınaklar, Dionysos’a adananlardan bile çoktu.
Yunanlılarda bu görevin ve geleceği bilme sanatının en yüce ifadesini Delphi’de buluruz. İşte
bu nedenle Delphi uygarlığın ve Yunanlıların birleştirici simgesi olmuştur. Tanrıya
geleceğini sormak için uzun bir yol kat eden ve birçok tehlike atlatan bir seyyah, tapınağın
girişindeki “kendini bil, Delphi,” yazısıyla karşılaşırdı. Yazının aslında demek istediği,
‘Geleceğini bilmek mi istiyorsun? O zaman kendini bil’ idi.
Alaycı bu çelişkiyle Yunanlılar, bin yıllık bir soru olan özgür iradenin var olup olmadığı
bilmecesine çözüm getirdiler. Bu soru o dönemlerde tüm felsefecilerin kafasını kurcalıyordu
ve önceden belirlenmiş, kaçınılmaz gelecek kehanetlerine mi, yoksa homo faber, yani kendi
yazgısını kendi biçimlendiren insan düşüncesine mi inanmaları gerektiğini bilemiyorlardı.
Delphi’nin mottosunu sanatların en kutsalı ve bilimlerin en yücesi olan kehanete adanmış
tapınağa kazıyan Yunanlılar, olaylar ve durumlar yani iç ve dış dünya arasındaki gizemli
ilişkiyi ortaya çıkartmışlardır. Keşiflerini bir şişenin içine koyup okyanusa atmışlar ve bize
ulaşmasını sağlamışlardır. Kendinin ve Varlığının farkında olan, kendi düşüncelerinin,
fikirlerinin ve davranışlarının muhafızı olan kişi, geleceğini de görebilir. İçinde
bulunduğumuz psikoloji yazgımızı da belirler.
Düşünmek Kaderdir.
İnsanın içinin bir aynası olarak Apollon dünyanın bir simgesidir. Klasik gelenek bize
Homer’in kör bir kâhin olduğunu söyler. Bu, son bilge Sokrates’in ölümüyle son bulan
bilgelik çağından bize kalan mesajlardan biridir. Antik çağın iki kutsal kitabı olan İlyada ve
Odysseia’nın yazarına atfedilmiş körlük, Yunanlıların psikolojiye, kendini ve durumlarını
bilmeye yönelik ilgisini göstermektedir. İnsanın içine bakması dünyayı anlaması, ona giden
yolu bulması ve gelecek olayları görebilmesi için yeterlidir.
Bazı insanların olağandışı işleri başardıklarını, kapasitelerinin çok üstünde teşebbüslerde
bulunduklarını, çok zor durumlarda bile koruma altında olduklarını ve hayatlarının olağandışı
olayların tam merkezinde durduğunu gören antik Yunanlılar, böylesi insanların özel bir
doğaya, parlak ve ilahi bir benliğe sahip olduklarını anlamışlardı. İşte bu nedenle iki türlü
insanın varlığına inanıyorlardı. Bir yanda kahramanlar ve tanrılar, diğer yanda sıradan
insanlar vardı.
Homer’in çağında ancak üstün başarıları nedeniyle kahramanlar ve yarı tanrılar bireysel bir
kadere ulaşabilirlerdi. Özgün hayatları herhangi bir tanrı tarafından yönetilmiyordu ve
olayların sıradanlığından, rastlantılardan tamamen bağımsızdı. Diğer bütün insanlar sürekli
tekrarlanan bir yaşantıya mahkûmlardı. Kazaların ve Rastlantıların kanunlarıyla
yönetiliyorlardı ve hayatları uzun ya da kısa olsun, amaçsız ve iz bırakmadan yok olup
gitmek üzerine kuruluydu.
Lupelius’a göre bu iki insan türünün ve genel olarak insanlar arasındaki farkın, Varlık
merdiveninde farklı katmanlara ait olmalarından geliyordu.
İster yıllarca, ister bir saniyeliğine olsun, insanlar bir araya geldiklerinde mutlaka bir
piramit oluştururlar.
Gezegenlerin parlaklıklarına, kütlelerine, yörüngelerine ve güneşe olan uzaklıklarına göre
dizilişi gibi, İnsanlar matematiksel bir sırayla görünmez bir merdivene dizilirler.
Farkında olmayabiliriz ama kaderimiz, yaşamımızın kalitesi ve başımıza gelen olaylar hep bu
hiyerarşiye bağlıdır.
Her şeyin Varoluştan çıkıp yayıldığını, tüm bireylerin ve dolayısıyla toplumun kaderinin,
Varlığın bir yansıması olduğunu anlayan Yunanlılar dinden politikaya, bilimden felsefeye,
sanattan savaşlara kadar ellerindeki her türlü yöntemi ruhu yükseltmek adına kullanmışlardır.
Atina gibi şehirlerin mükemmel mimarisi, Phthia’nın şaheserleri gibi meydanlarda sergilenen
sanat eserleri ruhu yükseltmek amacıyla güzellik, gurur ve uyum mesajları ileten birer
araçtılar. Varoluş aracılığıyla yapmanın anlamını kökeninde taşıyan bir tek Yunanlıların
(Poiesis) “Şiir” kelimesidir. Yunan tiyatrosunun iyileştirici ve temizleyici bir işlevi vardı ve
seyircisinin ruhlarını yüklerinden kurtarır, saflaştırırdı. Yunanlılar için trajedinin tek amacı,
tutkuların arındırılması ve böylece oluşun yükseltilmesiydi.
12 Durumlar ve Olaylar 2
Bu bilginin önemini, durumlar ve olaylar hakkında öğrendiklerimi düşündüğüm zamanlarda
hayatımızın neredeyse bir çeyreğini okulda ve üniversitede geçirdiğimizi, Varlığın ve
çevremizdeki olayları ve durumları kontrol edebilecek olan aklımızın varlığından habersiz bir
hayat yaşadığımızı anladım.
Aldığımız ilk eğitim bize nelerin iç ve dış olduğu ayrımını öğretmemekle birlikte,
düşüncelerimizi yönetmeye ve duygularımızı anlamaya bizi hazırlamamaktadır. İsteyerek
olmasa da sıradan kültür, düşüncelerimizi ve duygularımızı farklı bir olay olarak algılayarak
ve ‘gerçek’ten çok uzak sayarak, masalların ve efsanelerin gündelik ve soyut dünyasına
indirgemiştir.
Klasik uygarlığın izinden gidip tarihten birçok noktada daha yararlı bulduğum mitolojiyi
öğrenerek ve Lupelius’un el yazmasını bularak büyük bir keşif yaptım. Durumlar ve olaylar
arasında bir önce ve sonra ya da neden sonuç ilişkisi değil, mutlak bir özdeşlik vardı.
Durumlar ve olaylar, Varlığın farklı katmanlarına konulmuş aynı gerçeğin farklı
yüzleriydiler. Dikey olarak konulmuş bir çubuğun iki farklı uçlarıydılar.
Durumların ve olayların tek ve aynı olduğunu görmemizi engelleyen, bir tür seyreltici işlevi
gören zaman etkeniyle ayrılmış olmalarıydı. Ruh halimiz ve ona karşılık gelen olaylar
arasında belirli bir zaman geçmektedir ve bir sis perdesi gibi olayların aslında zaman-uzam
kavramı içinde ruh halimizin görünür hali olduğunu anlamamızı engeller.
Düşüncelerimiz, duygularımız ve ruh halimiz, onlara karşılık gelen olaylara davetiye çıkartır.
Daha açık ifade etmek gerekirse, onlar aslında olaylardır. Ortaya çıkmaları sadece bir zaman
meselesidir. Az ya da çok zaman alabilir, orada ya da burada başımıza gelebilirler fakat
muhakkak bize ulaşırlar.
Bir insanın duyguları, gerçekte ortaya çıkmak ya da görünür olmak için fırsat kollayan
olaylardır.
Zaman, durumları ve olayları birbirinden uzaklaştırır ve onları gizler. Tam unuttuğumuz,
hatta ürettiğimizin bile farkında olmadığımız bir anda zaman bizi şaşırtarak kara bir perdenin
arkasında pusuya yatmış olayların üstüne görünmeleri sağlayan bir boya sıkar.
Hiçbir şey aniden meydana gelmez.
Beklenilmeyenin her zaman uzun bir hazırlık dönemine ihtiyacı vardır.
Bir insanın, bilinçli ya da bilinçsiz önce Varlığından ya da psikolojisinden geçmeden
karşılaşabileceği hiçbir şey, başına gelebilecek hiçbir olay yoktur. İç ve dış olayları birbirine
bağlayan bir kayış olan duygularımız, tutkularımız ve düşüncelerimiz dünyaya bağlıdır.
Duygularımızı, düşüncelerimizi ve anlık hislerimizi denetleyebilirsek, yani durumlara
egemen olabilirsek, varoluşumuzun dümenine geçebilir ve kaderimize yön verebiliriz.
Yunanlıların ve Orta Doğu’nun Talih’i, olayları gelişigüzel dağıtıp aklına estiği gibi
yönlendiren kör bir tanrıça olarak betimlemesinin aksine, Romalıların talih ve homo faber
anlayışı işte burada yatıyordu.
Genellikle dış olayların, tutumlarımızı yönlendirdiğine ve ruh halimizi belirlediğine inanılır.
Bir şey olduğunda, biriyle karşılaştığımızda ya da bir haber aldığımızda ortaya çıkan
huzursuzluk, kaygı, şaşırma gibi psikolojik durumların nedeninin karşılaştığımız olaylar
olduğuna inanırız. Fotoğrafın icadından önce, dörtnala koşan bir atın ayak hareketlerinin
doğru sırasını belirlemek, gözden çok daha hızlı hareket ettiği için olanaksızdı. Aynı şekilde
düşünceler, duygular, heyecanlar ve algılar elektronik bir şimşek gibi nöronlarımızın gizemli
ormanında ışık hızıyla hareket ettiğinden, dış olaylarla zamana bağlı doğru sıralamalarını
görmemiz imkânsızdır. Başımıza bir olay geldiğinde, içine düştüğümüz psikolojik durumun
bu olay sonucunda ortaya çıktığını düşünüyoruz. Bu nedenle, aslında tam tersi olması
gerekirken Varlık durumumuzu o dış olaya dayandırarak haklı çıkartıyoruz. Hâlbuki Varlık
durumlarımız yaşamımızda olacak olayları belirler ve önceden ilan ederler. Olumsuz
duygularımız zaman içerisinde şikâyet ettiğimiz terslikler haline gelir. İster iyi, ister kötü
olsun, belli bir olayın başımıza gelebilmesi için öncelikle içimizde onun gerçekleşeceği
koşulların oluşması gerekir.
İnsanın en büyük yanılgısı dış koşulları ve dünyayı değiştirebileceğine inanmasıdır. Hâlbuki
ancak kendimizi değiştirebilir, tutumlarımızı farklılaştırabilir, tepkilerimizi düzeltebilir ve
hissettiğimiz olumsuz duyguları ifade etmekten vazgeçebiliriz.
Evren olduğu haliyle mükemmeldir.
Değişmesi gereken yalnızca sensin!
Bir insanın iyi niyetinin ve enerjisinin, beklenmedik ve kaçınılmaz olaylar karşısında hiçbir
şey ifade etmeyeceğine körü körüne inanmış durumdayız. Bizi bir sel gibi içine alıp
sürükleyen
olaylar,
fazla
belirsiz,
öngörülemeyecek
kadar
karmaşık
ve
denetleyemeyeceğimizi düşündürecek kadar güçlüdürler.
Lupelius’a göre, olayların ve Varlık durumumuzun arkasında hep kendimizin olduğunu
‘görmeliyiz’. Herhangi bir çözüm üretebilmek için önce kendimizi değiştirmek zorundayız.
Varoluşunda bilerek en küçük bir yükselişi gerçekleştirecek kişi, dağları yerinden oynatabilir
ve kendini dış dünyaya bir dev olarak gösterebilir.
Ruh halimiz ve düşüncelerimizle duygularımızın kalitesi üstünde çalışarak, sadece dış
dünyada bizi karşılayan olaylara karşı tutumumuzu değiştirmiş olmayacak, aynı zamanda her
gün karşılaştığımız olayların doğasını da değiştirmiş olacağız.
Yerine getirmemiz gereken ilk görev öz gözlemlemedir. Düşüncelerimizi, duygularımızı ve
olaylara bakış açımızı dikkatlice irdelemek bize, İnsanlığın olumsuz düşünce ve hislerini
keşfetme olanağı sağlayacaktır.
Görünürde bir insan kendisi için sadece sağlık, zenginlik ve mutluluk ister. Oysa kendini
gözlemlese ve kendini bilse, acıyla dile getirilen bir şarkı gibi, başına gelecek ya da hiç
gelmeyecek felaketlerden, korkularından ve endişelerinden şikâyet ettiğini görecektir.
Fakat Varlık durumumuz, düşüncelerimiz ve duygularımıza göre nasıl hareket edeceğiz?
Dağları yerinden oynatabilecek enerji, bir düşünceyi değiştirmeye, kendimizi kötü ya da
olumsuz bir durumdan çıkarmaya tek başına yetmeyecektir. Bir düşünceyi yönlendirmek ya
da bir duygunun denetimini ele geçirmek için gücümüzü çok daha yüksek bir enerjiden
almamız gerekir. Bu özel enerjiyi biriktirebilmek için tüm aksaklıkları gidermeli, enerjimizi
alan olumsuz tutumların ve istenmeyen duyguların önünü kesmeliyiz. Eğer dış dünyada bir
olay meydana gelirse ve onu yaratan Varlık durumumuzla bağdaştırmazsak değerli bir fırsatı
yitirmiş oluruz.
Eğer dikkatli incelersek, yaşantımızda birçok olayın kendini tekrar ettiğini görebilir ve Varlık
seviyemizin belirli durumlarına nasıl karşılık geldiklerini gözlemleyerek doğalarını
anlayabiliriz. Örneğin bir toplantıya geç kalma durumunu ele alalım. Geç kalmak
endişelenmemize neden olur. Zeki olmak, hangi dış olayın, o sırada ortada olmayan hangi iç
duruma karşılık geldiğini bilmektir. Varlığımızın bir parçası bizi bu olaylara bağlamaktadır.
Bu olayları yaşantımızdan söküp atmanın tek yolu, Varlığımızda oluşan bir hastalık, bir kusur
olan endişe, korku ve kaygı olarak nitelendirdiğimiz iç koşullarımızı düzenlemektir.
Bu olayları yaratan psikolojik durum devam ettikçe, olaylar da tekrarlanmaya devam
edecektir. Duygularımızla bu olaylar arasında bir bağlantı kurabilirsek, iyileşme süreci de
başlayacaktır. Olayları görebilmek, psikolojik durumumuzu incelememize ve süreci tersine
çevirmemize olanak verecektir. Bu şekilde yüksek bir anlama düzeyine çıkabilir ve
yaşantımızı değiştirme fırsatına sahip olabiliriz.
Kendimizi haklı göstermek, dış olayları suçlamak ve aslında nedenlerin kendi
eksikliklerimizden, düşünüş, hissediş ve tepki veriş şeklimizden kaynaklandığını inkâr etmek,
olayları idrak edemediğimizi ortaya koyar. Bu durumu anlayamamak, olayların tekrar
edeceği anlamına gelir. Değişik koşullarda, aynı olaylar başımıza farklı biçimlerde gelebilir.
Biz ise dış koşulları suçlamayı sürdürüp, kendimizi bu olaylardan ebediyen kurtarma fırsatını
kaçırırız.
Her şeyde kendinizi suçlayın,
Başınıza ne gelirse gelsin kendinizi sorumlu tutun.
Bu davranışın gücü iki ebedi kelimede saklıdır: Mea Culpa.
Tüm ülkelerde yaşanan olayların, ülkenin Varlığını yansıtan bir durum olduğunu
düşünmekteyim. Örneğin, ABD’de, farklı ırk, din ve kültürden insanlara karşı beslenen
düşmanlığın kabul edilip sona erdirilmesi için koşulların düzenlenmesi, yüzlerce olmasa da
onlarca yıl aldı.
Malcolm X, M.L King ve J.F Kennedy gibi genç yaşta şehit olan önderler, bir ülkenin
düşünüş ve hissediş biçimlerini kökten değiştirecek koşullara ivme kazandırmışlardır ve
ülkelerine yeni fırsatları çekmişlerdir.
İçinde bulunduğumuz durum, hayatta kazanmamıza ya da kaybetmemize sebep olabilir. Bizi
zengin ya da fakir, hasta ya da sağlıklı yapabilir. Öz gözlemleme ve kendi üzerimizde
çalışma bunu anlamamızı sağlayacaktır. Anlama düzeyimizi yükseltecek ve bizi daha bilinçli
kılacak tek şey öz gözlemlemedir.
Kendini gözlemleme, kendini düzeltmedir.
13 İşte Tanrı Katın!
Lupelius’un el yazmasını okumak beni heyecanlandırmıştı. Yüzyıllar önce yazılmış o
sayfaları derinlemesine incelerken, Tanrılar Okulu’nun sıraları arasında yürümüş, zamanla
sınırlı olmayan sesini kendimden geçercesine dinlemiştim. Her günüm bilgeliğe uzanan bir
macera gibiydi ve araştırmamın sonunda ölümsüzlük düşüncesiyle ödüllendirilmiştim.
İnsanın dışarıdan hiçbir şey almasına gerek yoktur. Ne yiyecek, ne bilgi, ne de mutluluk.
Kendisi dışında herhangi bir şeye bağımlı olmamak, onun doğuştan hakkıdır. İnsan zekâsı,
iradesi ve aydınlığıyla kendi içinden beslenebilir.
Lupelius bu fikrin, fiziksel ölümsüzlüğün temel öğesi ve bütün dinlerle felsefelerin bir köşe
taşı olduğuna inanıyordu. Hafızanın derinliklerinden dünyadaki en eski sözler açığa
çıkıyordu. Dört bin yıl önce, daha yazmayı bile öğrenmemişken bir çocuk gibi insanın
dudaklarından dökülen sözlerdir. Benden başka Tanrın olmayacak!
Aniden geçmişin karanlıklarına tutulan bir ışık gibi titremeye başladım ve içimi farklı bir
anlayış kapladı. Sonra alev alıp büyük bir yangına dönüştü. “Başka Tanrın olmayacak,”
sözleri, yaratıcılığının farkında olmayan insanın, dış dünyayı tanrısı yaptığı, onu efendisi ve
patronu olarak seçtiğini gösteriyordu. Binlerce yıllık bu uyarı, bize emirlerin ilkini ve en
büyüğünü hatırlatıyordu. Hiçbir şeye bağımlı olma! Bütün bunları senin yarattığını anımsa!
Kendi dışımızda bir dünyaya inanmak, ona bağımlı olmak, kendi eserimizin yasalarıyla
kapana kısılmış olmaktır. Düşüncelerim bu noktada üst üste bindi ve bir keşfin heyecanıyla
bağrışan çocukların sesleri gibi birbirine karıştı.
“Tanrını sev. Kendin dışında başka bir tanrın olmayacak!” Her şeyin yaratıcısı ve efendisi
sensin. Her şeyi sen yaratıyorsun ve her şey ‘sensin’. Böylesine gerçek bir tanrının nefesini,
bu kadar yakınımda daha önce hiç hissetmemiştim. Aklım durdu ve düşünemez oldum.
Erivan’da bir araya gelen araştırmacı ve akademisyenlerden bana ulaşan çeviriler içinde,
Lupelius ve onun savaşçı keşişlerinden biri olan Amanzio arasında geçen bir konuşma
dikkatimi çekti. Sanki öğrencisi sorusunu tam şu anda soruyordu ve verilen mesajlar satırların
arasından canlı bir şekilde yukarı tırmanıyordu. Ayaklarım sanki dipsiz bir karanlığın
kenarında asılı kalmış birine aitti. Zaman sıkışmıştı ve ben Okulun ilahi surları üzerinden
içeri fırlatılmıştım.
Lupelius: Varoluşu ve dış dünyayı tanrın yaptın. Oysaki Varoluş gerçek değildir. Senin
kaynağına dönüp neyin gerçekten gerçek olduğunu bulmanı sağlayana dek ‘düş’e hizmet
eden bir araçtır. Dışımızda ‘düş’ tarafından yönetilmeyen hiçbir şey yoktur.
Amanzio: Peki öyleyse içinde bulunduğumuz şato ve neredeyse üç bin yıllık odaları nedir?
Lupelius: Senin tam şu anda yarattıklarından biridir.
Amanzio: Annemle babam?
Lupelius: Daima senin yarattıklarındır. Senin dışında, senden önce olan hiçbir şey yoktur!
Amanzio: Ama o zaman insan Tanrı mıdır?
Lupelius: Hayır! Daha bile iyisidir! Tanrı onun hizmetindedir.
Amanzio: Bu ne anlama geliyor?
Lupelius: Dilediğin her şeyi ondan isteyebileceğin anlamına gelir ve Tanrı her isteğini yerine
getirecektir. Hem de hiçbir kısıtlama olmadan. Tanrı iyi bir hizmetkârdır fakat iyi bir efendi
değildir. Tanrı hizmet etmeyi sever. Sevmeye âşıktır. Tanrı tüm uysallığıyla senin
hizmetindedir. Tanrı vardır çünkü ‘sen’ varsın. Sen var olmasaydın, onun var olması için
nedeni olmayacaktı. Tanrı, senin devinmekte olan iradendir.
Amanzio: Anlamadım.
Lupelius: Akıl anlayamaz ancak yalan söyleyebilir. Akıl yalancıdır. Akıl yalan söylemeye son
verdiğinde, kendisini silip ortadan kaldırır ve Varoluşun tümlüğüne yer açar. Geçmişe yön
verenin tam şu an olduğunu anlayamazsan, geçmişi değiştiremezsin. Şu anda elde ettiğin her
şey, aynı anda farklı yönlere gidecektir. Şu anı mükemmelleştirirsen, geçmişteki her şey
mükemmel bir düzene girecektir. Geçmişteki her olay, şu anda bedeninin yaydığı
titreşimlerden ibarettir. Her şey içinde var olmaktadır. Her şeye içinde dokunur ve yerlerini
değiştirirsin. Gerçek, masumiyet, güzellik ve güç, içinde devinmektedir. Her şey sonsuz olan
ve yok edilemez olan bedeninin içindedir.
14 Uyanık Kalma Sanatı
El yazmasından, Savaş alanı bedendir, diye okudum. Lupelius’un bu karşı konulamaz
önerisi, içimde büyük bir akın sırasında haykırılan bir savaş çığlığı gibi yankılandı. Savaş
alanı bedenimizdir. Zafer bütünlüktür. Bir kişinin son amacı bütünlük ve Varlığın birliğidir.
Lupelius’a göre bu, insanın binlerce yıllık serüveninin özünü içermekte, Varoluşunun gerçek
nedenini ve tarihini açıklamaktadır. Lupelius bunun fiziksel bir zafer olduğunu
düşünmektedir. Beden Varlığın en görünür parçasıdır. Varlığın bütünlüğü hücrelerin içinde
gerçekleşen bir zaferdir.
Kendini yenmek kadar kutsal bir savaş, kendi sınırlarını aşmak kadar büyük bir zafer yoktur.
Bütünlük, Varoluşun kendini iyileştirme sürecidir. Bin yıllık inanışların tersine çevrilmesi,
olumsuz ve yıkıcı düşüncelerin dönüştürülmesiyle ulaşılan öz denetim, yiyecekler, uyku ve
nefes üstünde egemen olmayı gerektirir.
Tanrılar Okulu’nun bu ve diğer bölümlerini okurken, bin yıl önce İrlanda’daki okulunun göz
kamaştıran laboratuarında Lupelius ve çevresindekilerin yaptıkları deneylerin özünü
düşündüm. Onun öğrenci savaşçıları, kendilerini yemek yemeye ve uykuya egemen olmak
üzere eğitir, yıkılmazlığa ve yenilmezliğe hazırlanırken, bunlara duyacakları gereksinimleri
azaltmaya çalışırlardı.
Lupelius’a göre uyku solunum için kötü bir vekildir. Bizi yetersiz ve uygun olmayan
solunumdan kurtarmak üzere birkaç saatliğine bile olsa ayarlanmış bir mekanizmadır.
Lupelius’un düşüncelerinin derinliklerine indikçe, hiçbir şeyin bize nefesimiz kadar yakın ve
bir o kadar da bilinmez olmadığının farkına vardım. Havayla dolu bir okyanusun dibinde
yaşayan yaratıklarız. Bedenimizin her karesiyle bu okyanusun içinde olmamıza rağmen,
ciğerlerimize çektiğimiz oksijen hala yetersizdir. Lupelius sıra dışı bir şey keşfetmişti. Her
birimiz gerçekte gereksinimiz olan miktarın sadece onda birini soluyorduk.
Lupelius bu durumu el yazmasında yetersiz nefes olarak adlandırıyor ve irdeliyordu.
Lupelius’a göre bu garip olgunun bir sonucu olarak organizmamızın bazı önemli kısımları
oksijen yetersizliği çekiyor ve yetersiz besleniyordu. Lupelius insanın tehlikeli boyutta
kirlendiği sonucuna, organ yenilenmesi ve katabolizmada solunumun önemi üzerine yapılan
araştırmalardan çok önce varmıştı. İnsanın her gün uzun saatler boyunca kendini derin nefes
alıp vermeye odaklaması gerektiğine inanıyordu. Bir gün okulların, toplulukların ve
kuruluşların, bedenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeterli nefes alabilmeleri için insanlara
nefes alma teknikleri öğreteceklerini öngörmüştü.
Bin yıl sonra bile bu öngörünün gerçekleşmekten çok uzak olduğunu ve oksijen sanki
evrende az bulunan kıymetli bir maddeymiş gibi insanların yetersiz soluma alışkanlıklarını
devam ettirdiklerini görüyorum.
Lupelius’a göre soluma mekanik bir işlem değil, isteğe bağlı yapılan bir harekettir. Ondan
bir insanın kaderinin solumaya iplikle bağlı olduğunu öğrendim.
Bir insanın nefesi genişledikçe kendi gerçekliği de zenginleşir. Amacın kaderini
değiştirmekse, nefesin üstünde çalış, solumana yeterince zaman ayır.
Lupelius’un öğretisine göre, kişisel kaderinizi belirlemek ve kişisel serüveninizin kahramanı
olmak için derin ve bilinçli olarak soluk almanız, yiyecek ve cinsellikte azla yetinmeyi
öğrenmeniz ve uykuda az zaman geçirmeniz gerekmektedir. İnsan bu yönde çaba
göstermelidir. El yazmasında gördüğüm bir mektupta, Lupelius içten bir tavırla bir
öğrencisine bu yönde öğütler vermektedir.
İnsanlar ölmeyi umdukları gibi uykuya dalmaktadırlar. Aniden. Fakat saat kaç olursa olsun,
günün ne denli uzun sürerse sürsün, savaşın ne kadar zor geçerse geçsin, sen ‘ayık olarak’
uykuya daldığından emin ol. Enerjisini yönetmeyi bilmeyenler için günün sonunda tükenmiş
olarak uykuya dalmak, canlı olmaktan çok ölü olmaktır. Birkaç dakika bile uyuman gerekse,
ayık olarak uykuya geçmeye çalış. Böylece cehennemin derinliklerine düşmeyeceksin.
O sıralar sıkça televizyonun karşısında ya da kitap okurken uykuya daldığım için bu sözlerin
bana yöneltilmiş olduğunu düşündüm. Lupelius’un sözlerinin gücü ve ikna kabiliyeti o kadar
yüksekti ki, ‘ayık olarak’ uykuya dalmayı alışkanlık edindim ve yaşamımın ilkesi yaptım.
Lupelius’a göre bir insanın uykuya dalış şekli, hayatının kalitesini ortaya koyan önemli bir
sınav gibiydi. Uyku bastırıp gözlerimizi açık tutamadığımızda Lupelius, hemen ayağa
kalkmamızı ve uykuyu yenmemizi tavsiye etmektedir. Lupelius eskrim yapmamızı,
yıkanmamızı veya dans etmemizi önerir. Bu amaca yönelik birçok hile ve oyun geliştirmiştir.
Lupelius’a göre, Uyumak ölmektir!
Kara mizah yeteneği ve binlerce kılığa girmesine olanak veren şakacı doğasıyla, insanların
her gece sahneden kesin ayrılışlarını kostümlü olarak prova ettiklerini iddia ederdi. Kötü bir
alışkanlık olan ‘uyumak’tan vazgeçmemekte ısrar eden insanlar, sahneledikleri korkunç
gösterinin farkında bile olmadan birbirlerine iyi geceler dileyerek uykuya çekiliyorlar.
Yenilmez savaşçılar okulunun başkanı, olanaksızı düşleyen keşiş filozof, uyanık kalma sanatı
üzerine sıra dışı bazı önerilerde bulunarak mektubunu bitirmişti.
“Uykunun ölümün bir gösterisi olduğunu kavradığında, ona artık eskisi gibi
yaklaşamayacaksın. Aldığın önlemler ne olursa olsun, kimsenin hatta sevgilinin bile seni
uyurken görmesine izin vermemelisin. Uyanık kalma sanatında kendini yetiştir! Bir savaşçı,
herhangi birinin onu uyurken görmesinin zayıflık göstergesi olduğunu bilir. Bu dünyaya bize
saldırması ve bizi yenip öldürmesi için izin vermek gibidir.
15 Kötü Alışkanlıklar
Lupelius aslında insan aklının algılayamayacağı bir gizemin varlığını keşfetmişti. Bu, insanın
hücrelerini kirleten duygusal bir cüruf, psikolojik bir kir tabakası toplayan kara bir delikti.
İnsan, oruç tutma ve nefes alma gibi teknikler kullanarak yeni fikirler üretebilir, göstereceği
olağanüstü çabalarla kendisini ve çevresindeki gerçekliği değiştirebilir. Eksik kalmış, çelişki
içindeki ölümlü Varlığını, bütünleşmiş, uyumlu ve ölümsüz bir bireye çevirebilir.
Sadeliğe ulaşmak üzere yaptığımız her perhiz ve gösterdiğimiz çabalar, yıllardır birikmekte
olan duygusal kabuklardan bizi kurtarabilir ve sıradanlığın cehenneminden kurtulma yolunda
hazırlığımız olabilir. Lupelius’un iddiasına göre, yalnızca arınmış bir öğretmenin kılavuzluk
ettiği Okul’dan bir kişi böylesine bir iyileştirme sürecine katlanıp bu girişimin engelleri ve
zorluklarıyla başa çıkabilir.
İnsan genellikle sadeliğe eşlik eden ve onun belirtisi olan işaretleri anlamaktan acizdir.
Sıradan bir insan bunun bir iyileşme süreci olduğunu düşünmek yerine, tam ters bir açıdan
bakar ve bunun bir hastalık olduğunu sanır. Kimse bu sürecin getirdiği ıstıraplı çabayla
yüzleşmek istemez. Lupelius’a göre, bu yüzden tam iyileşme başladığında bu perhizden
vazgeçilir.
Lupelius uzun yolculukları, bitmek tükenmek bilmeyen yoğun çalışmaları sırasında eski
uygarlığın okullarını da tanıma fırsatı bulmuş ve bir takım gizemli geleneklere sahip
olağanüstü insanlarla tanışmıştı. Her çağda ve tüm uygarlıklarda otium yani hiçbir şey
yapmama sanatı, her disiplinin ve iç arayışın dayandığı temeldi. Büyük maceraya atılmak
üzere en yüksek sorumluluk seviyesine çıkmak isteyen her insanın bağlı olduğu altın bir
iplikti.
El yazmasının çizdiği ideal yol haritası izlendiğinde, perhizdeki bir ruhbanın, yalnızlık içinde
bir münzevinin, azla yetinmesini öğrenmiş bir keşişin tek bir Okul’un farklı ifadeleri ve bin
yıllık bir araştırmanın farklı yüzleri olduğunu ortaya çıkartıyordu.
Araştırmamı derinleştirince, Büyük İskender’in tarihçilerinden biri olan Arrianus’un
Anabasis Alexandrou(Büyük İskender’in Seferleri) adlı eserinde, İskender’in beslenme
ilkelerini ve enerjisini nereden aldığını anlattığını keşfettim. “Azla yetinmek üzere eğitilmişti.
Kahvaltı olarak şafak sökmeden yürüyüş yapar, akşamları da hafif bir yemek yerdi.”
Cesaretin ve gücün eşsiz bir örneği olan Makedon savaşçılarının da dillere destan azla
yetinme yeteneği buna benziyordu. Toprak üzerinden uyurlar ve en zorlu işlerden sonra bile
sadece bir avuç zeytin yerlerdi. Yine de yorgun düşmezler ve düşmanlarının üstüne kâbus
gibi çökerlerdi.
Lupelius’a göre, bir gram yiyecekten ve bir dakikalık bir uykudan feragat etmek öylesine
güçlü bir etki yaratırdı ki, insanın büyün inanç sistemini yerinden oynatabilir ve yanlış
kurulmuş dengeleri alt üst edebilirdi. Lupelius’un Okulu, hastalığın, yaşlılığın ve ölümün
yokluğunun, insanın doğuştan gelen bir hakkı olduğunu savunuyordu.
Hastalanmayan, yaşlanmayan ve ölmeyen bir insan.
Yüzyıllardır bütün uygarlıklarda süregelen öz denetimi ele geçirme arayışında, Lupelius’un
‘duygusal cüruf’ olarak adlandırdığı şeyin su üstüne çıkartılmasına yönelik öğretileri ve
uygulamaları kullanılmalıydı. Bu, iç yaraların ortaya çıkarılması ve Varlığın katmanları
arasından sarkan bütün gölgelerin temizlenmesi için gerekli işlemdi.
Bir gün el yazması üzerinde çalışırken, Lupelius’un inanılmaz bir sırra eriştiğini keşfettim.
Bir düşünce devrimine işaret ediyor ve sanki kendi çağdaşlarına değil de, geleceğin bilim
kurultayına sesleniyordu.
“İnsanlığın atalarından kalma fizikötesi uykusundan uyanma zamanı gelmiştir. İnanç
sisteminin üzerindeki bin yıllık tozu silkelemenin zamanıdır.”
Ve belge şu çetin sözlerle son bulmaktaydı:
“Yiyecek, uyku, seks, hastalık, yaşlılık ve ölüm ‘kötü zihinsel alışkanlıklar’dır. Kişi
bunlardan kurtulmalıdır.”
Ayrıca el yazmasının birçok yerinde bunlardan ‘boş inanış’ ve ‘yanılsama’ olarak
bahsediliyordu.
Lupelius, “Savaş meyadanı bedendir. Savaş meydanı senin bedenindir,” diye iddia ediyordu.
“Reddedilen her yiyecek, uykudan kaçılan her an ölüme karşı bir zafer sayılacaktır. Fiziksel
ölüm bir hata olmakla beraber doğaya aykırı ve yarasızdır.”
Lupelius, yiyecek, uyku, seks ve çalışmada sadelikten yoksunluğun enerji ve canlılık kaybına
neden olduğuna inanıyordu. Bu tutum, olanaksız olanı, yani fiziksel ölümü önce olanaklı
sonra da kaçınılmaz hale getiriyordu. Çağlar boyunca uygarlıklarda, Lupelius’un kötülediği
hipnotik uykudan çok az insan uyanabilmiş ve zenginliğin, uzun ömrün kökeni olan bir
disiplini, fiziksel ölümün yerine koyabilmiştir.
Dreamer bir gün bana, yeni insanlığın ve özellikle de yeni önderlerin duygularında fiziksel
ölümsüzlüğün temel bir öğe olacağını söyleyecekti. İnsan Herakles sütunlarının ötesine
geçemezse, eninde sonunda sınırlarıyla karşılaşacak ve geldiği yolu geri dönecektir. Eğer
canlı, uzun ömürlü ve zengin bir Varoluşun içinde bulunmak istiyorsak, ölümün alt
edilebileceği fikri bir ön koşul gibi psikolojimizde bulunmalıdır. Dreamer’a göre bütün
okullarda, her sınıfta ve her düzeyde fiziksel ölümsüzlük felsefesi öğretilmeliydi. Sonsuz bir
yaşam fikri, yoksulluğa, suç işlemeye ve ölüme karşı en güçlü panzehirdi.
Erivan’dan ve Eski El Yazmaları Kurumu’ndan ayrılıp, yanıma en kıymetli eşyamı, Dreamer
için bulduğum ‘Tanrılar Okulu’nun bir kopyasını alarak New York’a döndüm. Tuttuğum
onca notun arasından özellikle Lupelyanların mottosu olabilecek iki sözcük yolculuğum
boyunca düşünmeme neden oldu. Daha az öl. Bu sözcükler Okul’un felsefesinin özlü bir
formülü ve özetiydi.
Daha az öl ve ebediyen yaşa.
Bu sözcüklerin sadeliği arkasında gizlenen müthiş keşfi düşündüm. İnsan kendi içinde birçok
kez ölmektedir. Yıkıcı düşünceler ve olumsuz duygular Varlığımızın içinde sıkışıp kalır,
sürekli olarak kendini kopyalarken bir yandan da yavaşça öldüren bir zehir salgılar. Ebediyen
yaşamak için nereden başlamamız gerektiğini bilmiyor olabiliriz fakat en azından
Lupelius’un bin yıllık özdeyişini izleyerek kesinlikle daha az ölebiliriz. Lupelyanların
ölümsüzlük şarkısını birçok kez tekrarladım:
Daha az ye, daha çok düşle
Daha az uyu, daha çok nefes al
Daha az öl ve ebediyen yaşa.
16 “Sen Bunun Altından Kalkamayacaksın!”
Sanki bir yeraltı yolculuğundan çıkmıştım. Odayı ve duvarda asılı duran büyük yağlı tabloyu
anımsadım. Bu sefer Dreamer’ın dünyasında sabahın daha aydınlık bir vaktiydi ve evin bu
kısmının mimarisini daha net seçebiliyordum. Yüksek tavana baktım. Kenar çizgisini, birden
aşağı inip çıplak tuğlalarla etkileyici bir kemer oluşturduğu noktaya kadar izledim.
İşte o anda başkasının varlığını sezinledim. İrkildim. Kemerin iki ucundan, iki çıplak kişi
bana doğru bakıyordu. Bir kadın ve bir erkek, muhafızlar gibi kıpırdamadan duruyorlardı. Ne
olduklarını idrak edene dek, sırtımdan aşağı bir ürperti inmişti. Gerçek boyutlarda,
birbirlerine dönük iki heykeldi. O kadar güzellerdi ki, Yunan orijinallerinin kopyası
olduklarını düşündüm. Kalkık, düzgün ve bir zırh kadar güçlü savaşçı çenesi bana bir gurur
mesajını aktarıyordu. Askeri bir komut almış gibi bedenimi dikleştirdim.
İçgüdüsel olarak Dreamer’ın odasına giden taş merdivenleri görmezden gelerek, kararsız bir
şekilde karşı taraftaki alışılmamış biçimdeki kristal, döküm kapıya yöneldim. Bir tablo
boydan boya kapının yanındaki duvarı kaplıyordu. Durup inceleyince Narkissos efsanesinin
göz kamaştırıcı bir yorumu olduğunu anladım. Narkissos sulara gömülmeden önce, suda
kendi yansımasını seyrediyordu. Bir süre hayranlıkla onu inceledim. Bu tablo büyük bir sanat
galerisinde, 17. Yüzyıl şaheserleri arasında sergilenebilirdi. Ardından kristal kapıyı iterek
açtım ve aniden, bir peri masalından çıkmış izlenimi veren dekorasyonun karşısında
büyülenip eşikte kalakaldım.
Gözlerimi görüntüden ayırmadan eğilip ayakkabılarımı çıkarttım ve ilk geldiğimde yaptığım
gibi onları eşikte bıraktım. Ürkek adımlarla yalın ayak seramik döşemenin üstünde yürüdüm
ve botanik bahçesini andıran bir yere geldim. Çoğu tropik olan bitkilerin zengin çeşitliliği ve
duvarları oluşturan kemerli camlar bu görüntüyü güçlendiriyordu. Dışarıda bahçenin koyu
yeşili villayı kuşatmış, bir tekneyi çevreleyen bitkilerden bir deniz gibi ahşap doğramalara
dek dayanmıştı. Bu yerin ayrıntılarındaki güzellik, içindeki sanat eserleri ve beyaz mermer
yontuları ben de hayranlık uyandırmıştı ama yine de bu sıra dışı yerin tam olarak ne olduğu
konusunda kararsızdım. Gündüzün ilk ışıkları tavandaki iki büyük pencereden içeri girmişti.
Çatıyı taşıyan iki devasa kirişe baktım ve onları kaldırıp oraya yerleştirmeyi başarmış Titan’ı
gözümde canlandırmaya çalıştım. Odayı defalarca inceledim ama Dreamer’dan bir iz yoktu.
Onu yaklaşık bir yıldır görmemiştim. İlerlediğim zaman holün ortasında bir su birikintisi
gördüm. Bir havuzdan çok, mermer taşların içine yerleştirilmiş küçük mavi bir süs havuzu
gibi duruyordu. Suyun yüzeyi küçük titreşimlerle hareket ediyordu. Gözlerimi kenarlarda
gezdirdim ve sonra aniden küçük dalgaların içinde onu gördüm.
Yavaşça başımı kaldırdım ve Dreamer’ın gümüş bir flütü dudaklarına yerleştirdiğini gördüm.
Zarifçe eğildi ve yüzünü flütle birlikte kaldırarak ışığa doğru çevirdi. Hava, bir kolyedeki
inciler gibi birbiri ardına dizilmiş notalarla doluverdi. Çalan müzikte, villanın içinde ve o
anda herhangi bir dönem ya da zaman duygusu yoktu. Kıpırdamadan dinledim.
Çocukluğumun neşesini, denizin kokusunu ve unuttuğum mutluluğumu yeniden hissettim.
Kayaların üstünde yaptığımız aptalca yarışmaları, yeni yakalanmış istiridyeleri, yengeçlerin
tadını, büyük bir cesaretle kayalardan denize atlarken yaşadığım heyecanı,Ischia’daki evin
serin gölgelerini ve ellerimde torbalarla marketten dönünce Carmela’nın beni karşılayan tatlı
öpücüklerini anımsadım.
Sonunda bir nota diğerlerinden daha uzun süre havada asılı kaldı ve kendini müzikten
kurtarıp titreşen bir sese dönmeden önce havanın molekülleriyle biraz oynaştı ve ona can
veren nefesle çırpındı. Sonra birdenbire sustu. Sonu gelmeyen bir an boyunca Dreamer flütü
alt dudağında çapraz bir şekilde tuttu sonra eliyle flütü yastığın üstüne bıraktı.
Hatırladığımdan daha genç ve daha ince görünüyordu. Gözlerini bana dikti ve beni uzun uzun
süzdü. Elbette onunla tekrar görüşebilmek için gösterdiğim çabadan, el yazmasını arayarak
geçirdiğim zamandan, görevimi başarıyla tamamlamamdan ve beni Okul’un felsefesine daha
da yakınlaştıran el yazması üzerine yaptığım çalışmalardan haberdardı. Çıraklık dönemimi
başlatan fırtınalı buluşmamızdan ve Marakeş’e beni geçmişime götüren maceralı yolculuktan
sonra hiç olmazsa bu sefer beni övmese bile, bana yüreklendirici birkaç söz söyleyeceğini
düşünüyordum. Ona karşı birkaç adım attım.
Dreamer tek kelime etmeden bana bakmaya devam etti.
Başlarda hissettiğim huzursuzluk hissi yerini acıya bırakmıştı. Bakışları altında dikkatim yön
değiştiriyordu. İlk kez kendi içime bakıyordum. Gördüklerim kabul edilebilir gibi değildi.
Suçluluk duygusu, düğümlenmiş hisler ve kapkaranlık düşüncelerden oluşmuş bir bulut,
bilincimde duygusal bir yumak haline gelmişti. Bakışları sanki içimi kazıyor, hiçbir zaman
görmek ve yüzleşmek istemeyeceğim psikolojik bir kirliliği karıştırıyordu. Duyduğum acı
sınırlarımı zorluyor ve git gide artıyordu.
Sorgulamasını bitirdiğinde, sanki kesin bir yargıya varmış gibi, “Bu işin altından
kalkamayacaksın!” dedi.
Kararın ardından gelen sessizlik tüm bedenimi ve seranın her köşesini kapladı. Üzüntü, hayal
kırıklığı, keder ve kızgınlık birbirine karışarak tek bir acıya dönüştüler. Bütün enerjimin
çekildiğini hissettim. Tek başıma kalıp, kendimi yere atmak ve ağlamak istiyordum. Bir sanık
gibi nefesimi tutmuş son kararı bekliyordum. Zaman geçmek bilmiyor ve zalimce uzayıp
gidiyordu.
Sonunda, yaptığı deneyler yüzlerce kere başarısızlığa uğramış ama yine de yenilmemiş bir
araştırmacı havasıyla, “Kimse başaramaz. Başaramayan insanlıktır!”dedi.
Sanki soyu tükenmekte olan bir türün temsilcisiymişim gibi konuşuyordu.
“Seni olduğun gibi kalmaya zorlayan birçok yasa var. Hatta seni görevlendirdiğim araştırma
bile kibrini ve benmerkezciliğini besleyen bir olguya dönüştü.”
Ona karşı derin bir öfke duymaya başlamıştım. Bu, saldırıya uğradığımda kendime acıma
duygusuyla karışmış bir nefretti. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avrupa seyahatlerinde
araştırmayla geçirdiğim aylardan, araştırmacılar, arkeologlar ve akademisyenler tarafından
yok olmuş sayılan el yazmasını bulmamdan, acıyla dolu geçmişimle cesurca yüzleşmemden
sonra bu şekilde davranılmayı hak etmiyordum. Dreamer’ın sözlerine bir karşılık vermek
istiyordum ama onurumu ayakta tutacak gücü kendimde hissetmiyordum. Ayrıca yüreğimde
haklı olduğumu da biliyordum. Duygularımı samimiyetsiz bir şekilde bastırıyordum.
Bütün söyleyebildiğim, “Değişemem,” oldu. Buna rağmen sesim çaresizliğimin, bağımlı
olmaya ve vazgeçmemeye olan eğilimimin kinini dışarı vuruyordu.
Dreamer E harfini olabildiğince uzatarak, “KEEEEES!” diye bağırdı. Geçen saniyeler
korkunç bir olayın başlangıcına işaret ediyordu. İçimde, kanlı bir meydan savaşının ortasında,
silahların ve savaş borularının gürültüsü arasında atılmak istenen bir naranın boşluğunu
hissettim. İçimi kaplayan bir ürpertiyle dinlemeye başladım.
Dreamer sesindeki acımasız tonu koruyarak ama şaşırtıcı bir şekilde alçak sesle, “Sesini
yitirene kadar ağladığın zamanları hatırlıyor musun?” diye sordu. Geçmişime ait görüntüler,
bir sihirbazın elinde hışırdayarak karışan iskambil kartları gibi birbiri ardınca, karmakarışık
halde zihnimden geçip gitti. Kesitlerin hepsi birbirini andırıyordu. Napoliten çocukluğumun
büyülü atmosferini ve aynı ışığı taşıyordu. Eski evi, Carmela’nın odasını ve kapakları aynalı
dolabı tanımıştım. Altı yaşlarında bir oğlan yere yatmış feryat figan durmaksızın ağlıyordu. O
bendim.
“Hala oradasın. Henüz hiçbir şey değişmedi. Çocuklukta yaptığın kaprisler, şimdi yerini
şikâyet etme ve kendine acıma duygularına bıraktı.”
Sonra uzun bir sessizlik oldu.
“Kimse değişmez, değişmek mümkün değildir,” dedi sonunda. “yedi yaşında bir çocuk çoktan
kederli yetişkinler ordusuna katılmış bir çömezdir. Üzgünler kulübüne hayat boyu ücretsiz
giriş bileti verecek önyargılar, boş inanışlar ve fikirler ona daha bu yaşında öğretilmiştir.
Bir insanın fikirleri, duyguları ve bedeni iç içe geçmiş eş merkezli evrenlerdir. Hepsi
birbiriyle bağlantılıdır. Kişinin bilerek ses tonunu değiştirmesi, sırtını bir milim dikleştirmesi
veya önemsiz bile olsa bir alışkanlığını bırakması bütün yaşamını değiştirmesi anlamına
gelir. Bu gerçekte olanaksızdır.
Uzun bir süre boyunca beni dikkatlice inceledi ve ben de incelemesine katlandım. Gözünden
içimdeki en ufak kıpırtının bile kaçmayacağını ve bu buluşmamızda herhangi bir hileye
başvuramayacağımı biliyordum. Bu benim için bir ölüm kalım meselesiydi. Bir yanda
kendimi kazanma, düş’e bağlanma ve yaşamımı muhteşem bir maceraya dönüştürme
olasılığı, diğer yanda ise hiçbir kurtuluş yolu kalmadan yıkılıp kendimi yitirme olasılığı
duruyordu. Yaşamım bir pamuk ipliğine bağlı olarak, dipsiz bir kuyunun başından
sarkıyordu. Tek bir sözcük, ses tonunda ufak bir değişiklik ya da sessizlik, içi sıradan
kaderlerle dolu kuyunun içine düşmeme yetecekti.
Dreamer esnek bir hareketle eğildiği yerden doğruldu. Su birikintisinin açık mavi suları bu
hareketiyle birlikte titredi. Yavaşça bana doğru eğildi. Nefesim kesilmiş bir şekilde
saniyelerce bekledim. Ardından bu kez cana yakın bir ses tonuyla, “Ancak beni anımsarsan
başarabilirsin!” dedi.
17 “İnançlarını alt üst et!”
Bu arada oturduğu yere yerleşmeye çalışarak minderleri özenle beline ve sırtına yerleştirdi.
Her şeyden en iyi şekilde yararlanan biri gibi görünüyordu ve uğraştığı iş ne olursa olsun
enerjisini tazeleyerek başlıyordu. Öğüt verircesine, “İnançlarını alt üst et!” dedi.
Karşılaştığımızdan beri olduğum yerde ayakta duruyordum. Beni oturmaya çağırmak aklının
ucundan bile geçmemişti. Bu davranışına beni önemsemediğini düşündüğüm için kırılmıştım.
Bir insanın Dreamer gibi her anını stratejik bir şekilde yaşaması mümkün değildi. Titreşen
suların yanındaki yer döşemesine hapsedilmiş bir şekilde, içimden durumu sorgulayarak onu
dinlemeye devam ettim.
Dreamer, “Bir insanın geçmişi, bugünü ve geleceği, kendi yolunda yürürken başından geçen
olaylar, durumlar ve deneyimler, kendi inançlarının birer yansımasıdır. Onun Var oluşu ve
kaderi, kendi yargılarının görünür hale geçmesidir,” diyerek konuşmasını sürdürdü.
“Visibilia ex Invisibilibus. Algıladığın, gördüğün ve dokunduğun her şey bir görünmezlikten
kaynaklanır. Bir insanın yaşantısı, ‘Düş’ünün gölgesidir. İlkelerinin ve inançlarının görünen
halidir. Herkes, körü körüne inandığı herhangi bir şeyin gerçekleştiğini görür. İnsan daima
yaratır. Karşısına çıkan engeller, maddeleşen sınırları, çatışan fikirleri ve zayıflığıdır.
Kendini yoksulluğa, hastalığa, kıtlığa inandıranlar var. Her şeyi suçüstüne kuranlar var.
İnsan, Varlığının karanlık zindanlarına hapsedildiğinde bile yaratır.”
Dreamer’a göre, kimsenin inancı bir başkasından fazla değildi. Herkesin kendi payına düşen
ve yönetmesi gereken bir inancı vardır. Herkes eşit derecede inanca sahiptir.
“İnsanlar arasındaki tek fark, bilinçsiz olsa bile inançlarının yönünün, varmaya
niyetlendikleri hedeflerinin farklı niteliklerde olmasıdır.
Bu sözleri beni fazlasıyla alt üst etmişti. Her zaman inancın değerli bir şey olduğuna ve
insanların arasındaki farkın sahip oldukları değişik inançlara bağlı olduğunu düşünmüştüm.
Benim dünyamı üstüne kurduğum sütunlar, Muhammed’in, İskender’in, Sokrates’in, Lao
Tzu’nun, Churchill’in ve Napolyon’un farklı inançlarıyla insanları peşlerinden sürüklemesi
üzerineydi.
Sözlerimi desteklemek için Kutsal Yazıları kullanıp, onların otoritesinden güç alarak,
“Madem herkes inanç sahibi ya da eşit derecede inanca sahip, o zaman bir hardal tanesi kadar
imanımız olsa sözleri ne anlama geliyor?” dedim.
Ardından yaptığı konuşma ebediyen benliğime kazınacaktı. Kalıcı sözler söylemesinin yanı
sıra, her kelimeden sonra otoritesini hissettiriyordu. Dreamer bana İncil’den bir bölüm
okumuyor, adeta o bölümü tekrar yaratıyordu. Binlerce yıllık bu sözlerin özü ve her parçasını
sarmış bilgiler orada, o anda ortaya çıkıyordu. Bu sözler yeni ve canlıydı. O ana kadar dünya
tarihi boyunca söylenmemiş sözlerdi.
“Eğer bir insan inancının yönünü bir milim oynatabilseydi ve onu ölümden çok yaşama
çevirebilseydi, olaylar dünyasında dağları yerinden oynatabilirdi.”
Karanlığa gömülü yerlerin çakan bir şimşekle aydınlanması gibi, zihnimden bu düşünceler
geçti. Cehennemin bir parçasının yok edilmesi bile, insanlar için kökleşmiş bir inanç olan
ölümü yıkabileceğini anladım. Böyle bir girişimin büyüklüğünü hissettim. Bunu sadece
düşünmek bile, sırtında dünyanın ve gökleri yükünü taşıyabilecek Titan’ın gücüne sahip
olmayı gerektiriyordu.
İlk kez kendime neye inandığımı, Dreamer’la karşılaşana kadar neye değer verdiğimi
sordum. Düşüncelerim karanlık geçmişimin derinliklerine doğru kayarken sesi bana yol
gösterdi. Onun karşısında açık bir kitap gibi durduğum gerçeğini bir kez daha anlamak utanç
vericiydi.
“Şimdiye dek, bütün insanlar gibi senin de yaşamının amacı ve Varlığının hedefi, kendini
yüreğinde öldürmek oldu. Hastalık, yaşlılık ve ölüm, insanoğlunun binlerce yıldır tapındığı
tanrılardır. İşte insanlar yaşamdan, sonsuz düşlerinden böyle hüzünlü bir şekilde
vazgeçerler.”
“Bir hardal tanesi kadar imanımız olsa..” sözleri, görüşümüzde yapacağımız en ufak bir
yükselmenin, en küçük bir dönüşün, ölümlü yazgımızın yönünü değiştirebileceği anlamına
geliyordu.
Düş var olan en gerçek şeydir.
Kendi sınırlarını ‘görmek’ ve onları belirleyip etraflarını çevirmek, kendini onlardan kurtarıp
özgür olmak demektir! İnsanın yaşamı olumsuz duygularla yönetilmektedir. Yüreğinde
taşıdığı kızgınlık, başına gelen tüm felaketlerin ve mutsuzlukların sebebidir. Dreamer ayağı
kalktı. Dönüp dikkatli adımlarla havuzun yanından geçti, sıra dışı seranın tam karşı köşesine
gitti. Sırtı dönük olarak konuşuyordu ama sesi hemen yanımda, kulağımın dibindeymiş gibi
gür ve net işitiliyordu. O konuşurken söylediği her kelimeyi not defterime yazdım.
“Sadece bir zaman meselesidir. Zamanı geldiğinde hepimiz hedefimizi tutturacağız. Sonunda
hepimiz kazanacağız. Neye inanırsak onu yaşayacağız. Hepimiz neyi bozmadan koruduysak,
onu elde edeceğiz. Sen kendi sefilliğini, hatalarını ve ölümünü elde edecek, ben de
mükemmelliği, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü elde edeceğim.
18 Narkissos Sendromu
Dreamer, “En sarsılmaz inancın, en zararlı inanışın, kendin dışında bir dünyanın varlığına,
bağımlı olduğun bir şeye veya birisine, sana bir şeyler veren veya senden alan, seni seçen ya
da seni suçlayan bir şeye veya birisine inanmandır,” dedi.
“Bir savaşçı, bir anlığına bile dışarıdan gelecek bir yardıma inansa, derhal yıkılmazlığını
yitirir,” dedi. Ardından sustu ve gözlerini kapadı. Bu arada onun son sözlerini defterime
yazıyordum. Sessizlik uzadı. Kendimi aniden değersiz ve ortada kalmış hissederek utandım
ve utancımı yenmek için notlarımı aklımdan geçirip durdum. Sonunda Dreamer sessizliğini
bozdu ve gözleri kapalı bir şekilde okudu.
Dışarıda hiçbir şey yok.
Hiçbir yerden gelecek bir yardım yok.
Sert bir ses tonuyla, “İnsanın en kötü hastalığı bağımlı olmaktır,” dedi. Birdenbire dikkat
kesildim. Tüm bedenimle bu ifadenin önemini ve yeni inanç sistemimin merkezine bunu
yerleştirmem gerektiğini hissettim. “Başkalarına ve onların yargılarına bağımlı olmaktan
kötüsü yoktur. Kendini bu bağımlılıktan kurtarabilmek için büyük bir hazırlık dönemi
geçirmelisin.”
Çok daha sonra fark edeceğim gibi, Dreamer genel olarak insanlardan bahsettiği zaman
söylediklerini kolayca kabul ediyordum fakat doğrudan beni ele aldığında çok çetin bir direnç
gösteriyordum.
Dreamer bastırarak, “Senin gibiler yaşadıklarını yalnızca başkalarının arasındayken
hissederler. Kalabalık yerleri tercih edersiniz, devlette veya büyük şirketlerde iş bulursunuz,
yani kalabalığın güven veren varlığını nerede hissederseniz orada olmak istersiniz.
Başkalarının arasında olup yalnızlığın dayanılmaz yükünden kaçar, bağımlı olmanın bütün
törenlerini yerine getirir ve onun tapınaklarında toplanırsınız. Sinemalar, tiyatrolar,
hastaneler, stadyumlar, mahkeme salonları ve kiliseler tapınaklarınızdır,” dedi.
Kendimi savunmak adına çirkin bir hareket yaptım. Sanki bu sözler beni tehdit etmiş ya da
bir planımı bozmuş gibi, çekilmez bir öfke benliğimi kararttı. Kendimi savunmak üzere, tüm
itirazlarımı havan mermileri gibi zihnimde dizip hazırladım. İçime bakarak bu rezilliği
kaldırmayı denedim ama girişimim ancak yüzüme buruk bir ifade bıraktı. Dreamer
direncimin sınırlarını yokluyordu. Sınırlarımda nasıl gedik açacağını çok iyi biliyordu.
Gülümsemesinde sanki bana vuracakmış gibi zalimce bir hava vardı. Alçak bir sesle, “Senin
gibi biri hastalandığında sırf dikkatleri üstüne çekmek adına, ilkel bilimin şamanları olan
cerrahlar tarafından parçalanmaya razı olacaktır. Mideme bir yumruk yemiş gibi
fenalaştım. Dreamer sanki boks ringinde sayıları geri sayıyormuş gibi birkaç saniye bekledi.
Aynı anda hem rakibim hem de hakemdi.
Tavrını ve ses tonunu tamamıyla değiştirip, “Tabloyu anımsıyor musun?” diye sordu.
Ağzından çıkan her söz beni şaşkına çeviriyordu. Şimdiye dek kimsede görmediğim,
birdenbire ve ustalıkla yaptığı radikal değişimlere asla alışamayacaktım. Yepyeni bir kişiliğe
bürünme ve bir saniye öncesinden bir parçacık bile taşımadan başka bir duruma geçebilme
yeteneği beni hayrete düşürüyordu. Birden, şu an içinde bulunduğumuz seraya girmeden
hemen önce gördüğüm tablodan bahsettiğini anladım. Boğulmadan hemen önce suda
yansıyan görüntüsüne bakan Narkissos’un görüntüsü zihnimde yeniden canlandı.
Dreamer, “Bu kendi görüntüsüne kapılıp kalmış insanın simgesel bir öyküsüdür,” derken,
aniden konuyu ve tutumunu değiştirmesi üzerine yüzümün aldığı halden keyif aldığını
saklamaya gerek duymuyordu. Sonra konuşmasını yakalayabilmem için bir süre sustu.
Dış dünyaya inandığın sürece, politikacıların dış dünyanı, dinlerin de iç dünyanı düzene
sokacağını düşündüğün sürece hayal kırıklığına uğrayacaksın. Dünyayı, senin yarattığını
gör. Durumlara ve olaylara göre, senin isteğinle dış dünya görünür ve kaybolur. Eğer onun
var olma sebebinin sen olduğunu unutursan vahşi ve yabancı bir şeye dönüştüğünü
göreceksin.
“Narkissos’un masalı, dünyanın bir kurbanı olan insanın öyküsüdür. Bir kez dünyanın senin
yansıman olduğunu gördüğünde, özgürlüğüne kavuşacaksın,” diyerek sözlerini sürdürdü.
Çok şaşırmıştım. Uygarlığın en önemli efsanelerden birinin binlerce yıldır yanlış anlaşılması
nasıl mümkün olabilirdi? Böylesine basit açıklama nasıl olur da gözden kaçırılırdı?
Dreamer’ın yanında, Sokrates’le birlikte ölen devlerin, filozofların cesurca fikirlerini
bağırışlarını duyuyordum. Bu bilgiler bize zaman okyanuslarını aşıp gelirken biz, insanın
gerçek durumunu ortaya koyan masalları yanlış anlamaya devam ediyorduk. Efsane aslında
bizi sıradan bir dünya vizyonuna sahip olmanın aptallığına karşı uyarıyor ama biz hala
Narkissos’un kendini beğenmişlik örneğine inanıyoruz. Dreamer’ın bana birçok kez
anlatmaya çalıştığı şey şimdi derinlemesine aklıma giriyordu. Narkissos’un öyküsü alt üst
etme okulunun bir bildirisiydi. Caravaggio’ya, Petrus’un çarmıha gerilme ve Pavlus’un
düşmesi tablolarını yaparken ilham veren bildiriydi.
“Kendimiz dışında bir şeye âşık olmak, kendimizi unutmak, bağımlılık dünyasında kendimizi
kaybetmemiz demektir. Aynı zamanda kişisel gerçekliğimizi yaratanın kendimiz olduğunu
unutmamız anlamına gelir.”
“Bizim dışımızda bir dünya yoktur. Her neyle karşılaşır, her neyi görür, her neye
dokunursak, sadece kendi yansımamızdır. İnsan yaşantısındaki kişiler, olaylar ve koşullar,
onun koşullarını ortaya sermektedir,” dedi sözlerini vurgulayarak. Dünyayı suçlamak, ondan
şikâyet etmek ve kendini haklı çıkartmaya çalışmak düşmüş bir insanlığın göstergesi,
‘gerçek’ bir iradenin yokluğu, bağımlı olmanın sonucudur.
Beni hazırlıksız yakalayarak, “Narkissos’da Âdem gibi elmayı yedi!,” dedi. Önce dört bin
yıllık Yaratılış öyküsünü anlatıp, hemen ardından klasik Yunan efsanelerinden birine giderek
çok uzak iki farklı dünyanın arasını tek bir adımla geçince ona ayak uydurmam güçleşti. “O
da Âdem gibi bir dış dünyanın var olduğuna inanmıştı.”
Çok farklı kültürleri temsil etmelerine rağmen, her iki gelenekte de verilen mesajlar aynıydı.
Bir dış dünyaya inanmak, onun kurbanı olmak ve onun tarafından yutulmak anlamına
geliyordu.
Dreamer, “Dünyayı her an sen yaratıyorsun!” diye sözlerini sürdürdü. “Narkissos’un kendini
gördüğü su birikintisi dış dünyadır. Onun gerçekliğine inanmak ve ona bel bağlamak, kişinin
kendi gölgesine bağımlı olması demektir. Kendi ellerinle her şeyi nefessiz bırakana dek,
yaratandan yaratılan, düşleyenden düşlenen ve efendiden köle haline gelmektir.” Dreamer’ın
keşfetmemi sağladığı bu mesajları, Kutsal Kitabın çağlar öncesine dayanan öykülerinde,
Frankenstein, Alice Harikalar Diyarında, Blade Runner gibi yeni öykülerde de
bulabileceğimizi anlamıştım.
“Âdem’le Havva’nın cennetten düşüşleri her an gerçekleşmektedir. Dünya bizi ele
geçirdiğinde ve onu bizim yarattığımızı unuttuğumuzda cennetten kovuluruz. Sonra yaratılan
isyan eder ve bize karşı durur. Bu ilk, bağışlanamaz ve ölümcül günahtır. Bu sebeple sonucun
yer değiştirmesidir. Bir kişi bütün ve gerçekse, kendine egemendir. Dünyanın kendisinin
aynası olduğunu bilir. İster iyi kötü, ister güzel ya da çirkin, ister doğru ya da yanlış, insanın
karşılaştığı her şey gerçeklik değil, kendi yansımasıdır.” Dreamer bunları söylerken ses
tonundan buluşmamızın sonuna geldiğimizi anlamıştım. Benden ayrılmak üzereydi. “Herkes
daima ve yalnızca kendisi neyse onu biçer. Tohum da harman da sensin. İşte bu nedenle
tarihteki bütün devrimler başarısızlığa uğramıştır. Onlar dünyayı dıştan değiştirmeye
çalıştılar, su birikintisindeki görüntünün gerçek olduğunu sandılar. Bundan böyle yardım
almak için dünyaya bel bağlamayacaksın. Ötesine geçmelisin! Dünyayı geliştirenler, ancak
dünyanın ötesine geçenlerdir.”
Bir süre sessiz kaldı. Sonra bana bir kez daha, “Ötesine geç!” diye buyurdu ve yine sessizliğe
büründü. Aşmak için dünyanın ötesine geç! Bunun anlamı neydi?
“İnsan yüzyıllardır kendi yansıttığı film içindeki görüntüleri değiştirebileceğine inanarak
ekranı kazıdı.”
Nesiller boyunca tarihin yönünün neden değiştirilememe sebebi bana gümüş bir tepside
sunulmuştu. Buruk bir alay taşıyan bu bakış açısı, zulümlerin, kavgaların ve kahramanlıkların
sonsuz öyküsünü tek yargıyla özetliyordu. Kocaman yararsız bir saçmalıktı.
Beklenmedik bir nezaketle, “Sen bu budalalığı bırak! Savaşları, devrimleri ve ekonomik,
politik, sosyal reformları unut. Her var olanın ardındaki gerçek nedenle ilgilen. Düşlenenle
değil, yüreğindeki düşleyenle ilgilen. En büyük devrim, girişimlerin en büyüğü ama tek
anlamlı olan kendini değiştirmektir.”
19 İnsan Saklanamaz
Dreamer beni uyararak, “Dünyaya bağımlı kalanlar, var oluşun en alt düzeyinde kalırlar.
Tüm hayatın boyunca hep bağımlı olmanın kökleri olan ‘korku ve umut’ arasında salınarak,
kendin dışındaki güvenceler ve gelip geçici doyumlar peşinde koştun,” dedi.
Bendeki engelleri yıkıp daha derinlere girmek istediği zamanlarda yaptığı gibi konuşurken
gözlerini öyle sert dikip bakmaya başladı ki, ne gözlerimi kıpırdatabildim ne de nefes
alabildim. “Bütün bağımlılar gibi senin hayatın da korkunç. Bir kölenin yaşamını andırıyor.
Bu hapishaneden kaçmayı bir kez olsun bile düşünmeden, sıradanlığı ve kıtlığı kalıcı kılarak
yıllarını boşa harcadın.” Kurşun yağmuru altında kalmış bir muhabir gibi söylediklerini
aceleyle yazıyordum. Dreamer söylediklerinin anlamını güçlendirmek üzere, “Dışarıda
hiçbir şey yok. Hiçbir yerden sana yardım gelmeyecek. Bu sözlerimi tekrarlamaktan asla
usanmayacağım. Senin dışında hiçbir şey yok. Senin ‘dünya’ dediğin sadece bir sonuçtur.
Gerçeklik olarak nitelendirdiğin, düşlerinin veya kâbuslarının aynadaki görüntüsü, elle
tutulur gözle görünür halidir.”
Bu sözler Dreamer’ın öğretilerinin temelini oluşturacaktı ve benim bu yıkıcı sözlere dayanma
gücüm arttıkça, birçok vesileyle bana bu sözlerinin anlamını daha derinlemesine anlatacaktı.
O gün öğrendiğim her şeyin altüst olması nedeniyle nasıl beynimden vurulmuşa döndüğümü
hatırlıyorum.
“Dünya senin içindedir. Bunun artık tek gerçek olduğunu gör! Dünyada olan ya da dünyaya
ait olan hiçbir şey seni kurtaramaz!”
Ardından konuşması bir öğüt vermeye döndü. Yalnız bana değil, bütün insanlara
sesleniyordu. Sesi, değerini bilmeyecek birine miras bırakıyormuş gibi üzüntülüydü.
“Bu sefil insan kalabalığını terk et ve özgürlüğün peşinde koş. Bu yeni hissetme biçimini
kendinde geçerli kıl. İçindeki enginliği fethet ve böylece galaksiler kum taneleri haline
gelecektir. Görüşünü genişletirsen, dünyanın genişlediğini göreceksin. Görüş ve gerçeklik bir
ve tektir. Bütünlüğü ara. Sana göre küçük birer tümsek olan şeyler, diğerlerine göre aşılmaz
yüce dağlar olacaktır.”
Bu sözlerinden sonraki suskunluğunu, fikirlerimi iletmem için bir davetiye olarak kabul ettim
ve bazı görüşlerimi düşüncesizce sıralamaya kalkıştım. Hayatlarımızdaki her türlü olay ve
koşulun bizden kaynaklandığı fikrini kabul etmenin zorluğundan bahsettim. Konuşurken
tarafsız olmaya özen gösterdim.
Sözlerimi, “Bir kişinin başına gelen her şeyin, ister nezle olmak olsun, ister bir uçak kazasına
kurban gitmek olsun, psikolojisinin ve Varlık durumunun maddeleşmesi olmasına inanmak
çok zor,” diye bağladım. Dreamer’ın görüşü beni hem hayran bırakmış hem de korkutmuştu.
Düşüncelerimin izinden gittiğimde, uygarlığın, bugüne dek dünyamızı iki karşıt görüşle
bölen kökenlerine gidiyordum. Eski Yunanistan, lütuflarını körü körüne bağışlayan bir talih
tanrıçası Fortuna’ya inanıyordu. Fortuna gözleri kapalı olarak tasvir ediliyordu. Buna karşın
antik Roma, homo faber’a inanıyordu. Romalılara göre Fortuna’a çok iyi bir görüşe sahipti
ve insanların bireysel erdemlerine saygı gösterirdi. Aklımca, Dreamer’ın Roma dünya görüşü
tarafında olduğunu sanmıştım. Daha bu yargıyı kurgulamaya bile zaman bulamadan, bundan
önce de bazı korkunç anlarda olduğu gibi, sesi damarlarımdaki kanı durdururcasına bir
kükremeyle yükseldi.
“Bir iş arkadaşınla muhabbet ettiğini filan mı sanıyorsun? Dikkatle dinle!” dedi sözünü
vurgulamak için işaret parmağıyla orta parmağını birleştirdi ve sağ kulağına hafifçe vurdu.
“Dünya senin Varlık durumlarının yansımasıdır demek, Luisa kanserden ölmedi demektir.
Onun ölümü senin içinde taşıdığın dramın, ölümcül kederinin gösterisidir. Bütün diğer
olaylar gibi bu olay da, yalnızca senin Varlık durumunun bir işaretidir. Durmadan şikayet
edip gizlemeye çalışsan bile, senin acı dolu ezgin var oluşunun tün dertlerini ve zorluklarını
davet etmiştir.”
Aniden derin bir sessizlik oldu.
Tarif edilemez bir endişe içimi kaplamıştı. İçimden bir şeyler kayıp gitmiş ve ruhumda açılan
dipsiz bir karanlığa düşmüştüm. Kalbim delicesine çarpıyor ve ciğerlerim oksijensiz kalmış
gibi nefes darlığı çekiyordu. Sonsuz bir düşüşün mide bulandıran korkusunu, umutsuz ve
utanç dolu bir çığlığın yankısını bedenimdeki her hücrede hissettim. Ancak o tekrar
konuşmaya başladığında nefes alabildim ve odadaki tüm havayı içime çekercesine nefes
aldım. Dreamer sanki gizli bir öğretiyi aktarır gibi fısıltıyla konuşmaya başladı.
Hiç itiraz etmeden, bir çocuk gibi dinledim.
“Bir insan saklanamaz. En önemsiz hareketlerimiz, düşüncelerimiz, yüz ifadelerimiz,
sonsuzluğa kaydedilir.” Bir film karesi gibi her anımızın var oluştaki bir yükseliş ya da
alçalışı gösterdiğini ve bunun bizi başımıza gelebileceklerle aynı dalga boyuna getirişini
anlattı.
“Bir insan saklanamaz! Burada benim yanımda, var oluşun önünde tek başına duruyorsun.
Burada politik ve ticari ortakların yok. Bu odaya girerken, geçmişinden hiçbir şeyi, zaten
yalan olan adını ve rolünü getiremezsin. Burada tutunabileceğin askılar yok. Burada sen
yalnızca kendinin karşısındasın.”
Açıkça titrediğimi görüyordu. Ateşim çıkmış gibi dişlerim birbirine vuruyordu. Sözlerine
devam etti.
“Korkma ve saklanma! Anlamsız olduğu için ölmesi gereken parçaların var. Bu ölüm senin
için bir fırsattır. Bunu ancak sen başarabilirsin.”
Dreamer’ın yıllardır birikip artık bir kaya gibi sertleşmiş olan bilgisizlik ve psikolojik
döküntü katmanları arasından geçtiğini gördüm.
Söz vermenin sevimliliğiyle, “Hiç durmaksızın çalışır ve kendini yıprattığın kadar yıllarını
buna adarsan, bir tünelin açıldığını ve seni en gerçek parçana yönelttiğini göreceksin.
Herkesin birleşmesi gerektiği parçasına, ‘düşüne’ gideceksin.
Bu sözlerini bitirdikten sonra gözlerini benden çekip, biraz nefes almamı sağladı. Sanki
suyun içindeymiş gibi bedeni gözlerimde titriyordu. Benden yine ayrılmak üzereydi.
Üzerime sanki bir seferde kilometrelerce koşmuşum gibi bir ağırlık çöktü. Bacaklarım
kesildi. Şimdi görünür olan halının üstüne çöktüm ve günün ilk ışıkları arasında bir ölü gibi
yere yığıldım.
Bölüm 3
Beden
1 Dünya Sensin
Dreamer’la son buluşmamızın üstünden birkaç ay geçmişti. Seranın etkileyici atmosferinde,
havuz başında söylediği sözler beni hala tedirgin ediyordu. Özellikle korkunç bir sesle
“KES!” diye bağırışı kulaklarımda çınlıyor ve bu sesle içimin bomboş kalışı aklımdan hiç
çıkmıyordu. Uzun bir süre başka hiçbir şey düşünemedim. Tuttuğum notları defalarca
okudum ve her seferinde sözlerinin kuvveti kimyası içime işliyordu.
Fakat New York önce ağır sonra hızlı bir şekilde beni yine içine almıştı. Yaşantım tekrar eski
düzenine dönmüştü. ACO’daki iş bağlantılarımın peşinden koşuyor, çocuklarımla ilgileniyor
ve Jennifer’la aile düzenimizi kurmaya çalışıyordum. Dreamer’la birlikte geçirdiğim
zamanlardaki ‘kıymetli cevher’ uçup gitmiş, onunla tanışmadan önceki varlık durumuma,
düşüncelerime geri dönmüştüm.
Bir akşam Madison Meydanında bir barda, bir New York geleneği olarak iş sonrası
arkadaşlarımla içki içiyordum. Birinin yaş gününü kutlayacaktık. Birden bire sanki dünyanın
sesi kısılmış ve herkes susmuştu. Zaman yavaşlamıştı. Dostlarımın alkolden şişmiş yüzlerine
baktım ve sessiz kahkahalarının ardındaki kederi gördüm. Aniden, böylesi kederli bir
toplanmayı, ‘keyif saati’ olarak nitelemenin çok büyük bir tuhaflık olduğunu kavradım. Sonra
birden bire, yüreğime bir bıçak saplandı. Sanki yapmam gereken çok önemli bir şeyi
atlamıştım. Dreamer ile yeniden bir araya gelmek için duyduğum özlem, burada edindiğim
mide bulandırıcı hisle yer değiştirdi. Sessiz bir çığlık atıp, umutsuzca ona seslendim. Şimdiye
dek kimse, canını kurtarmak için böylesine sessiz bir çığlık atmamıştır.
Birkaç gün sonra asistanım Valerie, her gün olduğu gibi elinde bir fincan kahve ve gizemli
bir zarfla içeri girdi. Hiçbir şey söylemeden zarftan bir uçak bileti çıkarttı ve karısını aldatan
bir kocaya bakıyormuş gibi bileti elinde sallayıp sonra masanın üstüne bıraktı.
Sitemkâr bir sesle, “Demek Barcelona’ya gidiyorsun ve bana söyleme zahmetinde bile
bulunmadın. Gerçekten çok teşekkür ederim!”
Bu kadının sözlerinde, ses tonunda ve tavırlarında, hayatımı berbat etmiş birçok sözün
kökenini gördüm.
Onunla karşılaşmadan önce birçok odadan geçmiştim. Sırtı bana dönük, taş şöminedeki ateşi
harlamakla meşguldü. Şömine çekerinin üstünde, titizlikle işlenmiş büyük bir arma göze
çarpıyordu. Çok büyük bir tabloda, siyahtan griye giden tonlarda tembelce yürüyen işçiler
resmedilmişti. Ortega’nın imzasını tanımıştım.
Ateş ışığında Dreamer’ın yüzünü profilden görebiliyordum ve yüzündeki parlaklığın ateşten
değil de kendi esmer teninden kaynaklandığını izlenimine kapılmıştım. Üstünde ince ipek bir
sabahlık vardı. Görkemli bir yaşantı süren bir asilzade gibi duruyordu. İlk karşılaşmamızı
anımsadım.
O zaman da sırtı bana dönüktü ve bu benzerlik bende huzursuzluk yaratmıştı. Tenimi yakan
sözlerini hala hissediyor ve öylesi bir buluşmadan tekrar geçmenin ne kadar can sıkıcı
olabileceğini düşünüyordum.
Dreamer varlığımdan habersiz bir şekilde sessizliğini koruyordu ve bende muhteşem Mas
Anglada kütüphanesine ev sahipliği yapan odanın içinde gezinerek endişelerimi hafifletmeye
çalışıyordum. Oda yerden tavana kadar sayısız kitapla bezenmişti. Küçük seramikler yerde
boydan boya renkli bir Chagal tablosunu oluşturuyordu. Bana yakın duran kitapların adlarını
seçmeye çalıştığım bir anda sesi sessizliği bozdu.
Bana dönüp doğrudan gözlerimin içine bakarak, “Benden uzak kaldığında hemen kendini
alçaltıyor ve ölümcül hayatına geri dönüyorsun,” dedi. Keskin bakışlarının bir kılıç gibi
bedenimi yarıp geçtiğini hissettim.
“Beni unuttuğunda tekrarlama alışkanlığına geri dönüyorsun. Yaşantındaki her şeyi
tekrardan yaşıyor ve bunların önceden de başına geldiğini unutup endişeleniyorsun.”
Bu sözlerin verdiği dayanılmaz acının arkasında sınırsız bir özgürlük yatıyordu. Dreamer
sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi konuşmasına kaldığı yerden devam ediyordu. Not
defterimi çıkartıp sözlerini not etmeye başladım.
“Dışarıda hiçbir şey yok! Buna rağmen sen hala başkalarının gözlerinde güven bulma
peşindesin. Sorunlarının çözümlerini ve mutluluğu, aynı hastalıktan muzdarip bir dünyada
arıyorsun. Dünya senin cildindir. Dünya sensin. Yalnızca kendini bulabilirsin.”
“Peki ya diğerleri?” diye sordum.
“Diğerleri senin dışındaki sendir! Onlar zaman içinde senin dağıtılmış parçalarındır.
Bölünmüş psikolojinin yansımalarıdır.”
Bu buluşmamızda, özellikle dışımızdaki, yani bağımlı olduğumuz ve irademiz dışında olan
dış dünyaya inanmamıza neden olan ölümcül yanılsamalar üzerine sayfalarca not aldım.
“Bu günahların en büyüğüdür,” diyerek Dreamer sözlerini noktaladı. Bir şeyi arzuladığınızda
ve onu almak için elinizi uzattığınızda, sadece bir elma bile olsa, bütünlük, yani cennet
kaybolur.
2 Psikolojik Cüceler
Dreamer’a göre, ilk eğitimimiz sırasında bize dünya kendi kişisel iradesi olan ve karar verip
etkinlikte bulunan özgün dış varlık olarak öğretiliyordu. İşte insanın gerçeklik karşısında
kendisini sürekli tehlikede ve bir kurban olarak hissetmesinin nedeni buydu.
“İnsanlar bir böcekten bile küçük psikolojik bir cüceye işte böyle dönüşürler. Kuyruklarını
bacaklarının arasına sıkıştırarak dünyayı dolaşırlar, suçluluk duygusu besler ve korkarlar.
İnsan bu alçak seviyeye bir kez indiğinde, artık yalnızca ihanet eder, suçlar, şikâyetçi olur,
kendine acır ve yalan söyler. Sorunun küçük olduğuna, ara sıra karşılaştığı ufak problemler
veya geçici terslikler dışında mükemmel olduğuna kendi kendini inandırır. Öyle körleşir ki,
yaşantısında beğenmediği bir yönün, önemsiz görünen bir ayrıntının arkasında aslında tüm
varlığını sarmış bir hastalığın var olduğunun farkına varmaz. Düzeltmek için her şeyi
değiştirmesi, düşünüş biçimini, fikirlerini ve genel geçer dünya görüşünü tepetaklak etmesi
gerekir!”
Dreamer konuşmasını, İsa’nın beş yarasının aslında insanı var oluş merdiveninde en alt
düzeye hapseden, beş yatay duyunun sembolü olduğunu söyleyerek bitirdi.
“Dış dünyanın yaratıcısı olduğunu, dünyanın seni değil, senin dünyayı içerdiğini
anladığında, gördüğün, duyduğun ve dokunduğun her şeyin kendi eserin olduğunu
anımsadığında artık ondan korkmayacaksın.”
“Dünya bir sakız gibidir. Dişlerinin şeklini alır,” dedi. Bu benzetmesi çok hoşuma gitmişti.
Demek istediklerini öylesine alışılmamış ve basit bir şekilde ifade ediyordu ki, hemen
Dreamer’ın akılda kalan özdeyişlerinin arasına yerleştirdim.
“Diğerlerinin ve dünyanın, senin en dürüst ve samimi anlatımın olduğunu unutma. Dünya sen
böyle olduğun için böyledir.”
Eliyle perdeyi açarak yere kadar uzanan camları ortaya çıkarttı ve önümüzde uzanan
tepelerdeki yoğun yeşilliğe ve daha yeni sürülmüş toprağın koyu renkteki çizgilerine baktım.
Mas Anglada arazisi hiç bitmeyecekmiş gibi uzanıyordu. Sesinde tatlı bir tını vardı.
“Beni anımsa! Düşü anımsa!” dedi. “Mükemmel bir dünyaya, iyileşebilmiş bir dünyaya
kavuşabilmenin tek yolu budur. Dünyadaki cennet ‘taşınabilir cennetin’ olarak Varlık
durumunun bir yansımasıdır. Onun saf halini koruyabilmek, başka bir deyişle onun öğelerini
bir arada tutabilmek için kişinin sürekli tetikte olması, hep ‘müdahale’ etmesi gerekir.”
Defterimin sayfaları dolmuştu. Dreamer’a yetişmekte zorlanıyordum. Önemini vurgulamak
üzere bu fiilin üstünü çizmiştim ve fırsatını bulur bulmaz, ‘müdahale’ etmenin ne anlama
geldiğini sordum.
Dreamer ses tonuna özellikle bir derinlik kattı ve “Bir kişinin Varlığının karanlıklarına nasıl
gireceği ve oraya nasıl ışık tutabileceğini anlatır,” diyerek sorumu cevapladı.
Uzun bir süre sessiz kaldı ve sözlerine devam edip etmeme konusunda kararsız kaldı.
Nefesimi tuttum ve bana güvenmesi için dua ettim.
“Eğer tek bir cehennem parçacığının cennetime girmesine izin verirsem, bunların hepsi yok
olur,” derken elleriyle önce etrafımızı aydınlatan şömineyi, kitapları, sanat eserlerini,
ardından bir göl kadar büyük havuzu ve canlı yeşil parkıyla çevrelenmiş malikâneyi gösterdi.
“Eğer bir gün kendi cennetini sahip olmak ve onu elinde tutmak istersen, onu
bayağılıklardan, dikkatsizliklerden, kendi iç ölümlerinden nasıl koruyacağını da
öğrenmelisin. Işıltılı bir insan, mutlu bir dünyayı yansıtır ve hiçbir şeyin onu gölgelemesine
izin vermez.”
Bu sözlerinden sonra Dreamer’ın ‘tetikte olmak’ deyişiyle ne demek istediğini anlamaya
başlamıştım.
“Tek bir cehennem parçacığının bile...” Bu sözler derimin derinliklerine kadar işledi ve
kemiklerime kadar indiğinde içimde bir şeyleri tetikledi. Beynimde sanki bir şimşek çakmıştı
ve dürüst ve hatasız bir önder olmanın ne anlama geldiğini ve Varlıklarını en küçük bir
gölgeden sakınmak isteyenlerin işinin ne kadar zor olduğunu anladım. Aşırı ciddiyetinin
nedenlerini, benden gelen en ufak olumsuz bir tavra neden bu şekilde sert cevaplar verdiğini
anlamıştım.
Dreamer bana düşüncelerin ve duyguların, kendilerini uzaktan bile belli eden renkler ve
kokulardan oluşan fiziksel bir doğaya sahip olduğunu göstermişti. Şüphelerimin ve
korkularımın keskin kokusunu Dreamer’ın dünyasına kaç kez soktuğumu düşününce,
gözlerimin içine kadar kızardım.
Bunun bilincinde olmayan kişilerin etrafta çöp bidonu gibi dolandıklarında düştükleri
durumun ne kadar korkunç olduğunu düşündüm.
“Dünya, senin Varlık durumlarının mükemmel göstergesidir. Dünya sen böyle olduğun için
böyledir. Dünya böyle olduğu için sen bu halde değilsin.”
3 Keder Ezgisi
Mas Anglada’dan ayrılmıştık. Havuzun, parkın ve bölgedeki kırların güzelliği gözümün
önünden gitmişti. Şimdi Dreamer’la birlikte bilinmeyen bir şehrin dar sokakları arasında
yürüyordum. Limandan gelen yoğun deniz kokusu sokakların içinden, görünmez bir nehir
gibi akıyordu. Şehrin denizle iç içe olan bu bölgesinde adım adım ilerledik. Dreamer burayı
çok iyi biliyor gibiydi. Ses ve ışık yansımalarının arasında ilerlerken içimi bir hafifleme
kaplamıştı. Küçük bir tren tepeye doğru ilerlerken biz de onunla birlikte kayaların ve denizin
arasına kurulmuş bir terasa çıktık.
Dreamer ciddi bir tavırla, “Dışarıdan bakıldığı zaman insan kendi için sadece sağlık,
zenginlik ve esenlik diler,” dedi.
“Hâlbuki kendini gözlemleyebilse ve kendi yüreğini öğrenebilse, yüreğinde acıyla dolu bir
ezgi, başına gelecek ve hiç gelmeyecek felaketleri beklerken duyduğu bir keder olduğunu
anlayabilecek.
Biraz ileride göz kamaştıran deniz ve gök manzarası içinde, siyah güneş gözlüğü takmış bir
adam duruyordu. Kocaman bir göbeği ve içe dönmüş kollarıyla tipik bir şişmandı. Elinde
tuttuğu kocaman bir çerez torbasının içini sürekli kurcalıyor, ağzına attığı çerezleri
çiğnemeden yutarak manzaranın keyfini çıkartıyordu.
Çenesini hafifçe kaldırarak, “Görüyor musun? Bu adam kendisini öldürüyor. Eski
zamanlarda bir beyefendi olsaydı, ya da farklı bir tabiata sahip olsaydı, kendine bir silah
seçerdi. Silahı ciddiyetle şakağına dayadığına ve ardından olağanüstü manzaraya bir bakış
atıp dünyaya elveda dediğine tanık olurduk.”
Bu yabancıyla ilgili söyledikleri beni tedirgin etmişti. Söylediklerinde beni neyin rahatsız
ettiğini düşünürken, Dreamer tekrar konuşmaya başladı.
“İntihar ederken silahla yiyecek arasındaki tek fark, seçilen yöntemin çabukluğudur.”
Bu sözler bir başkasının ağzından çıksaydı, bunu kötü bir şaka olarak algılardım. Fakat
Dreamer şaka yapan biri değildi. Diğer yandan sözlerinin neden beni bu kadar rahatsız
ettiğini açıklayamıyordum. O sırada hissettiğim kızgınlık ve şaşkınlık arasındaki ruh halimin
nedeni Dreamer’ın hor gören tavırları yüzünden olmalıydı.
İçine düştüğüm bu ruh halinden kurtulup, yüreğimde kontrol edemediğim öfkeyi bastırmak
ya da en azından saklamak için aklıma gelen tek yol ironik bir şekilde karşıt bir görüş
bildirmek olmuştu.
“Her iki durumda da, polisten müdahale etmesini ve adamın elinden silahı alıp canını
kurtarmasını istememiz gerekir,” derken dudaklarımdaki gülümseme aniden donmuştu.
Aslında susmalıydım ama ironik bir şekilde konuşmaya devam ettim.
“Polise adamın kendini bir paket çerezle öldürmekte olduğunu söylemeliyiz,” dedim.
Zaten sert olan yüzü aniden daha da zalim bir ifadeye dönüşerek damarlarımdaki kanın
donmasına sebep oldu.
“Sen de intihar etmek istiyorsun,” dedikten sonra fısıldayarak, “O adam sensin!” dedi.
Bir boksör gibi yere yığıldığımı görünce toparlanmam için sözlerine biraz ara verdi. Sonra
sözlerine devam ederek, “Sıradan insanların hayatı tek bir yoldan ibarettir. Onlar sadece
sınıra giden yolu bilirler. Onun tek inandığı ve sadık olduğu bilgi ölümdür. Kendini nasıl
öldüreceğini seçmek, sahip olduğu tek özgürlüktür. Beden yok edilemez. Sadece biz onun
yıkımına izin veririz. Yaşlılığın, hastalığın, başarısızlığın ve ölümün tek sebebi, bizim ona
yüklediğimiz duygu ve düşüncelerdir. Bedeninde olan her şey dünyaya yansır. Dünya sen
neysen o dur ve sen ölümsüz bir bedensin. Diğer herkes gibi sen de kendini öldürmek için
korkularını ve olumsuz düşüncelerini seçtin.”
Bütün söyleyebildiğim, “Ama ne yapabilirim ki?” diye kekelemek oldu. Bu soruyu aslında
intihar etmekte olan tüm insanlık için sormuş ve “Ne yapmalıyız?” demek istemiştim. Bunu
sormak için ihtiyacım olan tüm enerji, Varlığımda oluşan bir çatlaktan akıp gitmiş ve beni
ayağa bile kalkamayacak kadar yorgun düşürmüştü.
Dreamer, “Buna bir son vermek ve ölümü yansıtmasını engellemeyi denemek, bizi bir
kurtarıcı ya da yardımcı olarak göstermeyecektir. Aksine, bu girişim canlarına kıymalarını
biraz erteleyecek ve bizi de amansız düşmanları haline getirecektir,” dedi.
Söylediklerinin sorumluluğunu taşıyıp taşıyamayacağımı ölçmek ister gibi beni dikkatlice
süzdü ve sonra fısıldayarak, “Var oluşta insanın aldığı ilk eğitimden kalan karanlık bir yön
vardır. Bu olumsuz düşünceler insanı önce kendisine sonra başkalarına zarar vermeye
yöneltir,” dedi.
Dreamer bana eski insanlığın en belirgin psikolojik özelliği olan kendini baltalamak ve ölüme
sadakat olgusunu açıklıyordu. Bu psikoloji sıradan insanlarda ikinci bir doğası gibi intihar
etmek için dayanılmaz bir dürtü olarak ortaya çıkıyordu. İnsan etrafındaki her şeyin sanatçısı,
yaratıcısı ve mutlak efendisi olduğunu unuttuğu zaman, dünyanın acı dolu betimlemesinin
kurbanı oluyordu. İnsan böylece suçluluk duygusu içinde, giderek büyüyen başarısızlığın ve
yıkıcı düşüncelerin pençesinde bir dilenci gibi yaşayacaktı.
“Kendini gözlemle! Kendini gözlemleme Varlığının en karanlık bölgelerini ortaya
çıkartacaktır. Her türlü korku ve şüphe daha yüreğinde doğar doğmaz, ona el koyup etrafını
çevirmelisin. Kendine karşı zalim olmalısın. Kendin için mutluluk, esenlik ve zenginlik iste.
Seni mutsuz yapan dünyanın getirdiği olaylar ve durumlar değildir. Dünyadaki mutsuzluğu
yaratan senin içindeki mutsuzluktur. Yoksulluk aklın ürettiği bir hastalıktır.”
4 Beden Yalan Söylemez
Dreamer birden yeniden konuşmaya başlayarak, “Kendine bir bak,” dedi. “Daha yeni otuz
yaşına girdin ama bedenin yaşlı bir adamın bedenine benziyor.” Beni insanlarla dolup taşan
bu terasta çırıl çıplak (birleşik yazılmalı)bırakmış gibi utancımdan kıpkırmızı oldum.
Acımasızca sözlerine devam etti.
“Beden Varlığını ortaya koyar. Her zaman bir çocuk gibi zevkle ve neşeyle titremelidir. Ama
sen unuttun. Beden asla yalan söylemez!”
Sesinde bir suçlamadan ziyade, bir felaket habercisinin soğuk havası vardı. İğne gibi batan
darbeleri gücenme ve suçlama duyguları olmadan, temiz ve gerçek bir acıyı aşılıyordu.
Kendimi toparlamak için sırtımı doğrultmak istediğimde, kambur yaşamaya ne kadar
alıştığımı anladım ve bedenimi sevmeyip ona iyi bakmadığımı hissederek büyük bir suçluluk
duygusuna kapıldım. O an, kendime acıma duygusuna tekrardan sürüklendim. Fakat Dreamer
buna izin vermedi. Aslında bana çok büyük bir fırsat sunuyordu. Bu fırsata hemen sarılmam
gerekirdi ama henüz hazır değildim. Böylece değişime karşı verdiğim direncin bir yansıması
olan savunma güdüsüne tutundum. Bedenime iyi bakmaktan beni alıkoyan iş yaşantısı,
bitmek bilmez seyahatler, şehir hayatı, aile yaşantısı, Luisa’nın ölümü ve küçük yaşlardan
beri başımın belası olan iç organlarımdaki taş oluşumu gibi tüm gerçeklerimi aklımda bir
araya topladım.
Sesi, hazırladığım savunmamı bir bıçak darbesiyle alt üst etti. Aniden içinde bulunduğum
durumun dışına savruldum ve kendimi Dreamer’ın gözlerinden görmeye başladım. Sadece
kendini savunmanın peşinde koşan, kendini temize çıkaracak gerçekler arayan, sorumluluğu
reddederek aynı kalmayı arzulayan küçük bir adamın yüz kızartıcı görüntüsüne tanık oldum.
Her ne kadar acı verici olsa da bu görüntüye tutunmak istedim çünkü bütünlüğün iyileştirici
berraklığını taşıyordu. Fakat hissettiğim bu özgürlük çok kısa sürdü.
“Bedenin, solgun yüzün, şişmiş gözlerin ve gevşemiş tenin senin şimdiden yaşamaktan
vazgeçtiğini, şimdiden hayattan elini eteğini çektiğini gösteriyor. Kendini hazırladığın fiziksel
ölümden herkes haberdar, bir tek sen değilsin! İnsanın böyle bir duruma düşmesi için, kendi
kutsallığından ayırıp, bayağılaştırması gerekir. Peşindeki avcıya seni bulması ve öldürmesi
için kan izi bırakarak yürüyen yaralı bir hayvan gibisin. Var oluşun yasaları balta girmemiş
ormanların dışında da aynıdır. Var oluş, beden ve dünya tek ve birdir!”
Son sözleriyle neye uğradığımı şaşırmıştım. Var oluşla bedenin tek bir gerçeklik olduğu
fikrini kabul etme aşamasına henüz gelebilmişken, bedenle dünya arasında bir neden sonuç
ilişkisi olduğunu öğrenmek sınırlarımın tamamen ötesindeydi.
“Gördüğün ve dokunduğun ne varsa, katılaşmış bir ışıktır. Algıladığın her şey, organlarının
yansıttığı bir görüntüden başka bir şey değildir. Organların yalnızca dünyanın gerçek
kurucuları değil, senin dünyaya en yakın parçandır,” dedi Dreamer.
Ardından bazen yaptığı gibi gözlerini kapatarak ezberden konuşmaya başladı ve ben de
dediklerini titizlikle not aldım.
Beden gerçek Düşleyendir.
Beden düşlerse, hücreleri ve organları da düşler.
Beden senin kişisel dünyanın yaratıcısıdır.
Dreamer bana insanın gözleriyle ‘kendisi’ diye gördüğünün beden, öte yandan daha yüksek
bir frekansta titreştiği için göremediğinin var oluş olarak adlandırıldığını açıkladı.
“Aslında beden var oluştur. Var oluşun gözle görünen halidir,” dedi ve sanki içinde
bulunduğum durumu değerlendirir gibi beni dikkatlice incelemeye başladı. Sonra sesi
yeniden sertleşti.
“Dışımızdaki bir tanrısallığa, yani bedenimizin ötesinde bir varlık olduğuna inanmak,
dünyadaki en yaygın boş inanış olup aynı zamanda insanlığın en büyük katillerinden biridir.”
Birçok dini gelenekte bu dış tanrı, ruhsal bir rehber, insanın içindeki görünmez bir varlık
olarak yer değiştirmiştir. Dreamer’a göre bu inanış da bir katildi. O ya da bu şekilde
bedenimize sahip çıkmamak ve ona karşı sayısız kere ortadan kaldırmak üzere yönlendirildik.
“İşte insanın ölüme, haksızlığa düşüşü bu şekilde olur.”
Düşüncelerim, ondan öğrenmekte olduğum ve devrim niteliğindeki sözler etrafında
dönüyordu.
“Beden yalan söylemez,” dikkatimi toplamam için ses tonunu yükselterek bu sözlerini
tekrarladı. “Beden, Varlığımızın en dürüst ve en sade parçasıdır. Beden ne olduğumuzu
açıkça ortaya koyar. İçinde bulunduğumuz durumu, eksikliğimizi ve çatışmalarımızı
sergiler.”
Boğazımı temizlemek üzere hafifçe öksürdüm. Dreamer bana birkaç santim yaklaştı.
Gözlerindeki vahşi varlığın acımasızlığını ve yırtıcılığını okuyabiliyordum. Hava kararmıştı.
Sanki amansız bir düşmanla karşı karşıyaydım. Kontrol edemediğim büyük bir acı bedenimi
sarmıştı.
İçimi ürperten bir sesle, “Öksürmen, hayır demek, bana karşı gelmek ve direnmek için
oluşturduğun bir eylemdir. Ben, senin yaşlanmanı durduracak, seni hastalıktan ve ölümden
koruyacak olanım. Ben, seni geçmişinin pisliğine, tekrarlarına ve sıradanlığına dönmekten
alıkoyacak olanım. Benimle olduğunda kendini alçaltamazsın. İşte bu yüzden beni en kötü
düşmanın olarak görüyorsun. Bir uykuya dalmışçasına, alçalmaya ve acıya giden yolu takip
etmek, tırmanmaktan, akıntıya karşı yüzmekten, yoksulluğa, hastalığa, zulme ve ölüme karşı
koymaktan çok daha kolaydır.”
Sonra sözlerine bir süreliğine ara verdi ve ben de bir deniz kazasından kurtulmuş bir yaralı
gibi o ana tutundum. Bu sözler beni koyu bir karanlığın içine atmış ve içimdeki tüm enerjiyi
boşaltmıştı. Şimdiye dek kimse benimle bu şekilde konuşmamış ve böyle hissetmeme neden
olmamıştı. Bu varlık kimdi? Tenimi bir jilet gibi kesen, böylesine keskin ve insafsız bir
sevgiye sahip olan bu varlık neydi?
Dreamer, “Benim yanımda yaşlanmayacak, hastalanmayacak ve ölmeyeceksin derken,” bu
ebedi sözleri şaşkınlıkla dinliyordum.
“Bedenini daha yüksek bir seviyeye çıkartmayı öğren, zarar dolu, tehdit edici ve ölümlü
dünya görüşünden çekilecektir. Bedenin savaş alanındır. Ama ne yazık ki, ölümü bir rehber
gibi algılayan sizler için ışık ve yaşam bir korkudur. Bu yüzden aramızda bir mücadele sürüp
gitmektedir.”
Bu olağanüstü mesajını siz diyerek dünyadaki tüm insanlara iletmişti. Bilinmeyen bu şehirde,
soluk kesen manzarayla bezenmiş bu terasta, bu sözleri sadece ben değil tüm insanlar
dinliyordu.
5 Azla Yetinmesini Öğren
Dreamer soğuk ama sakin bir ses tonuyla beni tehdit edercesine, “Aramızdaki bu mücadele
ancak sen ebediyen değiştiğin zaman bitecektir,” dedi. “Eğer senin karşında sert ve acımasız
görünüyor, gözlerini kan bürümüş bir canavar gibi görünüyorsam, bu sadece senin
gösterdiğin direncin bir yansımasıdır. Benim yanımda istersen kendinin ve milyonlarca
insanın kaderini değiştirebilirsin.”
Bir yumruk şeklini alan bir el gibi yeni bir kararlılık ve kesinlilik Varlığımın içine doğru
ilerliyordu. O ana kadar yaptığım gibi artık başkalarına ve dünyaya bağımlı olmak
istemiyordum. Artık bir gölge, unutkanlık ve rastlantıyla sallandırılan kimyasal bir kukla
olmak istemiyordum. Dreamer’ın büyük bir çabayla bana yerleştirmeye çalıştığı bu ilkelere
sonuna kadar sadık kalacağıma kendi kendime söz verdim.
“hazır vaktin varken, tüm enerjini yazgına karşı gelmek üzere kullan. Tüm hayatın boyunca
başarısızlığa uğrama ve bağımlı olma üzerine programlanmışsın. Görüşünü alt üst et ve
yaşantın boyunca karşılaştığın felaket habercilerinin sana betimlediği dünyadan kurtul.
Hastalığa ve yaşlılığa inanmaktan vazgeç. Yalan söylemeyi bırak. Bütün bunlara başkaldır ve
üstünde taşıdığın yüklerden kurtul. Sırtını doğrult, boynunu ve başını dik tut. Gereksiz
kilolardan, yağlardan ve yalanlardan kendini kurtar.”
Neden benimle şişman biriymişim gibi konuşuyordu ki? Bu sözlerine kırılmıştım ve
haksızlığa uğramış bir kişi gibi içim öfkeyle dolmuştu. Kilom sadece seksen beşin biraz
üstündeydi ve bu benim boyumdaki bir kişi için çok normaldi. Dreamer ile aramızdaki bu
ufak fark içimde nedense bir acıya dönüşmüştü. Arkadaşlar arasında kabul gören ve hatta
entelektüel seviyeyi ve bağımsızlığı yansıtan görüş farklılığı, Dreamer’ın dünyasında
bağışlanmaz ve yasa dışı sayılıyordu.
Ona görünmez ipliklerle bağlı olduğumun farkına varmıştım. Aniden aramızdaki mesafelerin
kısaldığını ve Varlıklarımızın birleştiğini hissettim. Fantastik bir yaratığın görünmezden çıkıp
hayal dünyamda insan başlı bir ata dönüştüğünü hissettim. Bu yaratık, geleceğin canlı bir
hatırası gibi yatay bir çizgiye karşı durmuştu ve onun yeni bir türün ilk örneği, bir Varlığı
olduğunu anladım. Yarı insan yarı düş gibiydi. Nedenini bilmiyordum ama bu görüntüyü
kafamdan atmam gerektiğini düşündüm. Aktaion’un bir zamanlar insanlığın görmemesi
gereken şeyleri görmesi gibi, onu çaldığımı ya da onu gizlice gözetlediğimi düşünerek
suçluluk duygusuna kapılmıştım. Suçüstü yakalanmaktan korkuyordum. Fakat Dreamer beni
bu konuda özgür bırakmış gibi duruyordu. Sessizlik içinde geçen süre boyunca kendimi ve
eski düşüncelerimi biraz olsun toparlayabilmiştim.
Beni dikkatle inceleyip, sözlerini not ettiğimden emin olduktan sonra kesin bir ifadeyle,
“Yiyecek ölümdür,” dedi.
Her zaman olduğu gibi beni şaşkınlık içinde bırakarak konuşmasına devam etti.
“Bedenin sana yiyecekler tarafından şantaj yapıldığını söylüyor. Erken yaşlılık, senin azla
yetinemediğini, zekâdan ve sevgiden yoksun olduğunu ortaya koyuyor.” Konuşurken bir
yandan da gözleriyle içimi delip geçiyordu. Birdenbire, dehşete düşmüş halimi görüp
kahkahalar atmaya başladı.
Küçümseyerek, “İnsanoğlu ölüme sadık olduğu kadar yiyeceklere de bağımlıdır,” dedi.
Ardından emir verir gibi, “Bu boş inanışları terk et!” dedi.
Daha önce insanların, bırakın ölümü, yiyeceklerden boş inanç diye bahsettiğini hiç
duymamıştım. Lupelius’un el yazmasında buna dair bir şey okumuştum ama bunu okumak
başka, Dreamer gibi birisinden duymak çok başkaydı. ‘Onu’ sadece dinlemek bile, inandığım
her şey için bir tehlike, tüm inançlarıma bir saldırıydı. Sanki derin bir uçuruma düşer gibi
gözlerim karardı. Eğer bir zamanlar insanoğlunun yarattığı herhangi bir topluluğa ya da gruba
aitsem de, artık üyeliğimi kaybetmiştim. Sürüsünden dışlanmış ya da doğasının dışına atılmış
bir varlığın dayanılmaz acısını hissediyordum.
Dreamer hala beni içine düşürdüğü şaşkınlıktan keyif alıyor gibiydi. Şüphesiz bunu gereksiz
normalliğimden çok daha iyi bir işaret olarak algılıyordu. Sonra yüzündeki ifade ciddileşti.
“Günde bir kez yemek ye ve azla yetinmesini öğren,” diyerek sözlerini tekrar etti.
Bu isteği öylesine anlamsız ve hatta doğanın düzenine öylesine aykırıydı ki, kötü bir cinin
hatta şeytanın karşısında olduğumdan şüphe duymaya başladım. Babam Giuseppe bana savaş
sırasında günde bir kez yemek yediğinden bahsetmişti fakat o zamanlar zor günlere aitti.
Genelde eski kültür ve geleneklere bağlı olarak bazı dinlerde ve ayinlerde oruç tutma kültürü
olduğunu biliyordum ama modern iş yaşantısında aktif bir rolü olan insanın bunu
uygulayabileceğini hiç düşünmemiştim. Ayrıca neden diye düşündüm. İslam inancında
titizlikle tutulan oruç bile sadece takvimlerinin dokuzuncu ayı olan Ramazan ayında
tutulurdu. Bunu benden istemesini zalimce bulmuş ve hatta sağlık açısından tehlikeli
olduğunu düşünmüştüm. Bu isteği bende karşı çıkma güdüsünü kuvvetlendirmişti.
“Bir gün buna hazır olduğunda, bir öğün yemeğin bile fazla olduğunu anlayacaksın. İnsanın
iç organları yemekleri yiyip sindirmek için yaratılmadı.”
“Peki, o zaman ne işe yarıyorlar?” diye sordum kırılgan sesimi güçlükle denetleyerek.
Dreamer tutumunu devam ettirerek, “İnsanın organlarının hepsi düşlemek üzere yaratıldı! Bu
onların doğal işlevidir. Beden besinlerden arındığında yüz zarifleşir. Zihin açık ve hazır
duruma gelir. Hücreler bile buna minnettar kalarak kendilerini yenilerler. Bir iyileşme,
yeniden doğma süreci başlar ve bedende başlayan iyileşme kendini olaylar dünyasına da
yansıtır,” dedi.
Yiyecekten daha yüce bir besinin sırrına vakıf yenilmezlik Okulunun hikâyelerini ağzım açık
dinledim. İskender’in fetihlerinden bile önce, Makedon savaşçılar az yemeleriyle ün
salmışlardı. Onlar aynı zamanda cesaretleri ve eşsiz yetenekleriyle de ünlüydüler.
Savaşçılarıyla aynı zorluklara göğüs geren İskender de, günde bir öğün yerdi ve onu da çok
basit tutardı. Onun yıkılmazlığı dillere destandı. Ok yağmuru altında, yanındakiler bir bir
yere düşerken o ayakta kalırdı.
“Organlar yiyeceklerden arındıklarında, gerçek ve doğal işlevlerine yeniden başlarlar, yani
düşlerler! Düşlemenin gücüyle bir insan o gün neyi isterse onu üretebilir. Eğer bedeninin
herhangi bir parçasını sonsuzluktan daha değersiz görüyorsan, o zaman kendine ömür boyu
hapis cezası verdin demektir.”
Yemeklerle ilgili konuşmaya başladığında varlığımı kaplayan tehdit edici gölge dağılmaya
başlamıştı.
“Dikkat et!” dedi, sonunda biraz kavrayabildiğimi anlayınca. “Yiyecekten sakınmak, oruç
tutmak değildir. Onu başka bir şeyin yerine yerleştirmekten bahsediyorum.”
6 Aç Olmayan Bir Dünya
“Yaşamını sürdürmek için gerekenleri alacağın kaynağın dış dünya olduğuna inanmaktan
vazgeçtiğinde, yaşamın diplerinden besin çıkartmayacak ve kalitesiz besinlerle kendini
avutmayı bırakacaksın. Daha yüksek bir sorumluluğa sahip insanlık, hem var oluş kalitesini
yükseltir hem de yeni bir düşünüş, hissediş ve eylem yoluyla alternatif bir beslenme kaynağı
keşfedebilir. Esas besin kaynağımız içimizdedir ve ancak biz, bize öğretilen dünyayı bırakıp
kendi irademizle dünyayı yönettiğimiz zaman o kaynağa ulaşabiliriz.”
Aniden, daha açıklaması belirginleşmeye başlamadan, içimdeki sesler sustu. Sonra geriye
sadece bir çocuk mırıldaması kaldı ve arkasından o da kesildi.
Klasik efsaneler ve antik Yunanlılara göre Tanrıların masaları ölümlülerin değil de,
ölümsüzlerin yemekleriyle donatılırdı. Ayrıca Tevrat’a göre, İsrail halkı Mısır’dan çıkıp
özgürlüklerine doğru göç ederken cennetten gelen yiyeceklerle beslenirlerdi.
Gözümün önüne mümkün olmayan bir şey getirdim. Yiyeceğin olmadığı ve bu nedenle hiç
açlık çekmeyen bir uygarlığı. İşte o zaman yiyeceğe ayrılan zamanın ne kadar çok olduğunu
ve tüm kaynakları tükettiğimizi anladım. Beslenmediğimiz sürece yaşayamayacağımıza
inanıyorduk. Farkında olmasak bile yaşantılarımızı yiyecek üstüne kurmuş ve bunu dünya
çapında bir saplantıya ve sıkıcı bir etkinliğe dönüştürmüştük. Binlerce insanın ekişini,
biçişini, üretişini, yetiştirişini, pişirişini, dağıtışını, tüketişini ve öğütüşünü düşününce
bunaldım.
Bakkallar, dükkânlar ve süpermarketler olmasa dünya nasıl görünürdü diye düşündüm.
Gözümün önüne yiyeceklerin ortadan kalktığı günü getirdim. Çöpe atılmış erzakları, boş
buzdolaplarını ve masaları düşündüm. İş yemeklerinin ve yemek saatine göre yönetilen
ailelerin olmadığı bir dünyayı gözümde canlandırdım. Peki, dünyada bu nedenle açılacak
zaman ve yer boşluğunu ne doldurabilirdi?
“Görüşünü alt üst et,” diye öneride bulundu Dreamer. “Güzelliklere, sanata, müziğe,
eğlenceye, gerçeği aramaya ve kendini öğrenmeye ne kadar çok kaynağın ayrılabileceğini
düşün. Yiyecekten arınmış bir toplum, hastalıktan, yaşlılıktan ve ölümden kurtulmuş bir
toplum olacaktır. Kesim evlerinin ve çiftliklerin olmadığı bir dünyada suç işleme ve yoksulluk
olmayacak, fakir mahalleler, savaşlar ve çekişmeler görülmeyecektir. Hatta sosyal hizmet
görevlileri bile olmayacaktır. Yiyeceklerin olmadığı bir dünya, ideolojik bölünmelerin, boş
inanışların ve dinlerin olmadığı bir yer olacaktır. Açlık çeken çocuklar ve bakım evleri
olmayacaktır. Mahkemeler, hastaneler ve mezarlıklar yok olacaktır. Kaynaklar sadece
insanların en büyük düşlerini gerçekleştirmek üzere kullanılacaktır. Korkularımızın bir
yansıması olan ölümü ve ekonomik zorlukları yendiğimiz zaman tekrar doğacak ve var
oluşumuzun en önemli amacı olan fiziksel ölümsüzlüğe ulaşacağız.”
Artık gözlerimi kaldırabiliyordum. Dreamer’a baktım. Ona karşı içimde direnirken bedenimi
kastığımı ve başımı eğik tuttuğumu fark ettim.
“Yiyeceğe inanmayı bırakmış ve yeme ihtiyacından kurtulmuş bir toplum, açlıktan ve onun
yol açtığı dehşetten kurtulduğu zaman başka bir düşmanla karşı karşıya kalacaktır.
Yememenin sıkıcılığıyla.”
Bugünkü koşullarda insanlık, yeme alışkanlığının zararlı olduğunu anlasa ve yemekten
vazgeçse bile, geriye kalan zamanı göğüslemekle boğuşacaktı. Bu yiyecekten vazgeçmenin
neden en çetin olgu olduğunu açıklıyordu. Hatta tarih boyunca yiyeceğe yalnızca azizler ve
keşişler direnebilmiş ve genellikle de geçici bir zafer elde etmişlerdi. Bunları Dreamer’a
anlattım.
“Bu uzun bir hazırlık ve yeni bir eğitim gerektirir,”dedi. “Hala ölüm saplantısı olan ve
ölümün kaçınılmaz olduğunu düşünen zoolojik bir insanlık, yiyeceğe bağımlı kalmaktan
başka bir şey yapamaz ve bu kaba beslenmeden yoksun yaşayamaz. İçten beslenme, farklı bir
düşünüş ve nefes alış yönteminin doğal bir sonucudur. Olumsuz düşüncelerle yönetilen bir
kişiden bütünlük ve uyum içinde yaşayan dikey kişiye geçişin sonucudur.”
“Bu durumda ekonomiye ne olur? Etkinliklerimizin bu kadar büyük bir kısmını kaybetmeyi
nasıl dengeleyebiliriz?” diye sordum.
“Ekonomi olarak nitelendirdiğin aslında en zengin ülkelerde bile bir hayatta kalma
sisteminden başka bir şey değildir. Ve böylesi bir sistemi ayakta tutmaya çalışmak oldukça
pahalıya mal olmaya başlamıştır. Düşüncenin yaratıcı gücünü ve onun beslenme kapasitesini
bilen bir toplum, hem bireyleri hem de insanlık için daha iyi ürünler ve hizmetler üretecektir.
Yüklerinden kurtulup hafiflemiş, esnek olabilen ve düşleyen bir toplum kendisini her bireyinin
eğitimine ve her hücresinin mükemmelleşmesine adayacaktır.”
Öz kaynaklarını ve amaçlarını unutmuş bir insanlığın yeniden eğitilmesine kendilerini adamış
insanları gözümde canlandırdım.
“Böylesine kökten bir değişim kitlelere uygulanamaz,” dedi Dreamer. “Ancak tek tek ve her
insanın kendi yüreğinde gerçekleşmesi gerekir. İnsanlığın her hücresinin tek tek eğitilmesi ve
yeni bir görüşe açılması gerekiyor. Böylece kendi kaderimize başkaldırabilecek ve bir dış
dünyanın bizi besleyebileceğine, bizi iyileştirebileceğine olan inançla savaşabileceğiz.”
Bu boş inanışlar anlamlarını en çok ilaç ve gıda endüstrilerinde bulmaktaydı. İlkel oyunlarını
unutunca insan şeytani bir döngünün son halkası haline geliyordu. Tüyler ürperten masallar
ve korku filmlerinde olduğu gibi, üstünde bir kara büyünün etkisi olan insanlar yaşantılarının
yarısını yiyerek, diğer yarısını da ilaç içerek geçiriyorlardı. İnsanlığın en önemli görevi
düşleme sanatıyla kendini aşmaktır. Bu nedenle de yiyecek gereksinimi ve gerekliliği mutlak
minimuma indirilmeliydi.
“Bu içten dışa doğru uzanan bir süreçtir. Ancak yeni bir eğitim bu yanlış anlaşılmaya çare
bulabilir.”
Dreamer’ın görüşüne göre, yiyeceğin ortadan azar azar kalkmasıyla birlikte, hastalık, yaşlılık
ve ölüm de tümüyle yok olacaktı
Bu çetin açıklamalarını yazarken duraksadığımı görünce beni yüreklendirerek, “Bunu
duyurmaktan korkma!” dedi. “Geçiş yavaşça olacaktır ve bu dönem zengin ülkelerde çoktan
başladı. İnsanlık, plankton dolu bir denizde yüzdüğünü, gereksinimlerini zahmetsiz ve
kavgasız bir şekilde elde edebileceklerini anlayana dek daha az yiyecektir.”
“İnsanın yemek yemeden yaşayabilmesi mümkün müdür?”
“Ben yemeden yaşamaktan değil, onun yerine başka bir şey koymaktan bahsediyorum. İnsan
görüşünü değiştirmeyi başardığında, yepyeni bir sayfa açarak şimdiye kadar inandıklarını alt
üst ettiğinde kendine daha zekice bir beslenme kaynağı bulacaktır. Bu gereksinim bir kez
ortadan kalktığında, insan her şeyi keyfine göre seçip belirlediği gibi, yemek veya yememek
arasında da bir seçim yapabilecektir.”
Dreamer’ın sözleri aklıma, insanların zevklerini ve acılarını tatmak üzere Olympos
Dağlarından inen Homeros tanrılarını getirdi.
Luisella’ya âşık olduğum ve onun gençliğinin kokusunun her hücreme sindiği zamanları ve o
zamanlar ne kadar az yemek yediğimi hatırladım. Carmela’nın en çok sevdiğim yemekleri
geri çevirmemi nasıl korkuyla karşıladığını Dreamer’a anlattım.
“Yiyeceğin yerine daha kurnazca ve içten gelen bir besin koyuyordun. İşte insanlar, onlara
sunulan dünya tarafından değil de, kendi özgür iradeleri ve düşleriyle yaşamaya başladıkları
zaman bunu başarabileceklerdir.”
“Peki ya anoraksiya?”
“Anoraksıya olanlar hasta insanlar değillerdir. Onlar daha gelişmiş ve daha uzun yaşama
sahip olacak insanlığın öncüleridirler. Ölüm endüstrisine karşı duran gerçek savaşçılardır.”
“Peki ya anoreksiyadan ölenler?”
“İnsanlar anoreksiyadan ölmezler. Onlar sadece ilkel ilaçların ve kendilerini yeni insanlığın
öncüsü olarak görmeyi kabul etmeyenlerin kurbanlarıdır.”
Daha öncede olduğu gibi Dreamer bana yine genç insanlardan bahsetti. Onların yardım
çağrılarından, yetişkinler tarafından kirletilmiş dünyalarından ve yeni insanlığa giden yolu
duyurabilmek için verdikleri umutsuz çabalardan söz etti.
“Kötü alışkanlıklarından vazgeç. Azla yetinmesini öğren! Ama hazır olana dek oruç tutmaya
ya da gece uyanık kalmaya kalkışma. Ne zaman bir avuç yiyeceği bırakabileceğini ve bir
dakika bile olsun az uyuyabileceğini sana ben söyleyeceğim. Bunun üstünde yıllarca
çalışmamız gerekebilir.”
Aslında Dreamer’la birlikte olduğum süre boyunca, ne oruç tutmam, ne bir şeylerden
vazgeçmem gerekti. Bana zorluklara katlanmam gerektiğinden de bahsetmemişti. Aksine onu
hep zenginlik ve bolluk içinde görmüştüm. Azla yetinmeyi öğrenmek benim için yavaş
gelişen bir süreç ve onunla birlikte olmanın doğal bir sonucuydu. Felsefesine bu kadar yakın
olmama rağmen, yiyeceğin Dreamer’ın gözünde yalnızca bir simge, insanın dünyaya bağımlı
olmasının en belirgin ifadesi olduğunu anlamam uzun yıllarımı almıştı.
“İnsanı zehirleyen yiyecek değil, ona bağımlı olduğunu düşünmesidir. Azizler ve keşişlerde,
azla yetinmenin gerçek anlamını tam olarak anlayamamışlardır. Amaç yiyecek miktarını
azaltmak değil, yemek ihtiyacından, yani bağımlılıktan kurtulmaktır.”
Sonuç itibariyle insanın kendi içinden beslenmesinin de bir tür bağımlılık olduğunu
düşünüyordum.
“İçine ve kendine bağımlı olmak, bağımlı olmak değildir. Bu kendine egemen olmaktır!”
Dreamer’a göre, ölümün kaçınılmazlığını sorgulamayan kişiler, kendi kendilerini
baltalamalarının üstünü, kişisel gelişim, diyet, oruç ve aşırı spor programlarıyla kapatmaya
çalışırlar. İnsanlar kendilerine zarar verme kendilerini ortadan kaldırma arzusunu, yiyecek ve
uyku üstüne ruhsal ve dinsel öğretilerin sis perdesi arkasına gizlerler.
“Bilimsel tapınakların, hayırsever kurumlarının, ilaç laboratuarlarının, gıda sanayisinin,
güzellik sektörünün, keşişlik ve katı dini okullarının bilmeden hep ölüme hizmet ettiklerini
keşfedeceksin. Onlar da ölümü ve ölüm düzenini beslerler. Verdikleri mutluluk, sağlık ve
esenlik mesajlarının arkasında ölüme olan sadakatleri ve ona olan hizmetleri
saklanmaktadır.”
Endişeyle, “Peki sadece insanlığa hizmet eden kurumlar yok mu? Bağımlılığa karşı önderlik
edebilecek bir kurum yok mu?” diye sordum. Kendimi aniden soğuk ve yabancı bir dünyaya
gönderilmiş gibi hissettim.
“Peki, eski zamanlardaki azizler ve kahramanlar?”
Dreamer sorumu, “Kahramanlar, azizler ve onlar tarafından kurulmuş ya da onlardan ilham
almış kurumlar insanlığa hizmet etmektedir fakat şu anki insanlık kendini yok etmektedir,”
diyerek cevapladı. “Onlar da anlayamadıkları için birer kurban oldular. Onlar dışarıdan
yardım gelemeyeceğini ama ancak insanın görüşünü değiştirerek kendine yardım
edebileceğini bilmiyorlar. Daha gelişmiş bir toplumda, onların çarpıtılmış fedakârlıkları ve
yardım severlikleri ancak yoksulluk ve hastalık getireceği için ya yok olacaklardır ya da
yaptıkları yasa dışı sayılacaktır. Dünyayı iyileştirmek kendini iyileştirmek demektir. Dünyayı
senin görüşün yaratır. Bu sana saçma hatta tümüyle mantıksız gelebilir fakat dünya gerçekte
tam da senin düşlediğin gibidir. Onu sen hasta ediyorsun. Onu harap eden çatışmaların,
felaketlerin, açlığın ve suçların tek sorumlusu sadece sensin. Bütünlüğüne kavuşursan, dünya
ebediyen iyileşecektir.”
7 Dünya Düşlediğin Gibidir
Dreamer o andan itibaren, her ne kadar karmaşık olsalar da gerçekte bir disiplin, bir sistem
oluşturacak ilkeleri, uygulamaları ve teknikleri dikkatlice not etmemi istedi. Bilinmeyen bir
kıtanın ortaya çıkışı gibi, yeni bir evrenin doğuşu gözlerimin önünde belirdi. Göz kamaştıran
Mas Anglada kütüphanesinde günlerimi çok sıkı çalışarak geçirdim. Tanrılar Okulu’nu
anlamamda kilit noktası olacak paha biçilmez kitaplar buldum ve onları inceledim.
Dreamer’a el yazmasında karşıma çıkan çizimler ve formüller hakkında sorular sordum.
Lupelius beden ve ruhu birbirinden ayrılmaz tek bir gerçeklik olarak ele alıyordu. Bedeni bir
mikroptan Tanrıya kadar, dünyada algıladığımız her şeyin yaratıcısı olarak kabul ediyordu.
Yazarken kullandığım ‘ruh’ ve ‘öz’ gibi kelimeler bana ait kelimelerdi ve bunları
okuyucunun anlamasını kolaylaştırmak için kullandım. Dreamer bu kelimeleri hiç
kullanmamıştı.
Lupelius’un yiyecek ve beden üstüne olan söylemlerini daha detaylı öğrendikçe, şaşkınlığım
artıyordu. Bunlar onun önermelerinden çıkan sonuçlardan kaçmama neden oluyordu. Savaşçı
keşişlerin bazı mantıksız önermeleri aklımı zorluyor ve beni rahatsız ediyordu. Dreamer’la bu
konuda konuşmak istiyordum ve beni görkemli malikânesinin şarap mahzenlerini gezmeye
davet ettiği üçüncü gecede onunla konuşma fırsatı buldum.
Şaraplarını ülke, kalite ve üretim yılına göre dizmiş olması beni büyülemişti. Bu kadar eşsiz
ve geniş bir şarap koleksiyonunun olabileceği aklıma bile gelmezdi. Şöminenin başında en
değerli şaraplardan birinin tadına bakarken bana çalışmalarımın nasıl gittiğini ve kayda değer
bir bilgi bulup bulamadığımı sordu. Ona, Lupelius’un beden üstüne olan kabul edilemez
teorilerinden ve özellikle beden ve organların dünyayı yarattığı teorisi üzerine
öğrencilerinden biriyle yaptığı konuşmadan bahsettim.
Bu konudan bahseder bahsetmez, birazdan söyleyeceklerine hazır olmadığımı anladım.
Oradan hemen kaçmak istedim fakat artık çok geçti ve kalbim çok büyük bir tehlikenin
gelmekte olduğunu sezmişçesine çarpmaya başladı. Böylesine bir görüşü ne kabul edebiliyor
ne de reddedebiliyordum ve bu duyguyla Dreamer’ın söylediklerinden kaçıyordum.
Düşüncelerim dipsiz bir karanlığın pençesine düşmüştü.
“Var olmak, sahip olmak, inanmak ya da görmek arasında bir mesafe olmadığı gibi, düş ve
gerçeklik arasında da bir mesafe ve bölünme yoktur,” dedi Dreamer. “Bir insan ne düşlerse
düşlesin doğrudur. Sadece görünmesi zaman alacaktır.
Düş + Zaman = Gerçeklik
Düş zaman içinde kendini belli eder, çünkü anlama yetimiz nedeniyle onu görebilmek için
zamana ihtiyaç duyarız. Zaman insan için sihirli bir boya gibidir, insanların aksi halde
göremeyeceklerini görünür kılar. Gördüğün ve dokunduğun her şeyin arkasında onu var
edecek bir düş saklıdır. Mucizelerle ya da acılarla dolu bir hayatın gerçekleşebilmesi için
önce düşlenmesi gerekmektedir. Düş en gerçek olandır ve arkasında bedenimiz saklıdır.
Hücrelerimiz ve organlarımız düşler!” diyerek konuşmasını bitirdi.
Yaşadığım düş kırıklığını belli ederek, “Eğer beden düşleyebiliyor ve dünyayı
yaratabiliyorsa, neden istediğim gibi tek bir atomu bile değiştiremiyorum?” diye sordum.
Bakışlarını şöminenin ateşinden çekerek, Mas Anlagada’nın yüzyıllık duvarlarının ötesine
kaydırdı. Bir süre çenesini sol elinin avucunda dinlendirerek sessiz kaldı ve sonra konuşmaya
başladı.
“Dünya hepimize aynı gözükmez. Dünya senin düşlediğin gibidir. Sana olumsuz ve yıkıcı
görünen her şey, aslında içindeki çatışmanın bir yansımasıdır.”
“Peki, ters giden şeyler?”
“Eğer hayatından hoşnut değilsen, düşünü değiştir! Eğer düşünü değiştirmezsen, bu kısır
döngüden kurtulamazsın. Yıkıcı düşler kurmayı bırakmalısın. Yeni bir düş kurmalısın, özgür
iradenle düş kurmayı, sevginle yaratmayı ve kesinliğin gücüyle kazanmayı öğrenmelisin.
Kendine daha samimi ve dürüst olmalısın. Kendini değiştirme yalanının arkasında aslında
her şeyin senin istediğin gibi olduğu olgusunu göreceksin. Dünya böyle çünkü sen böylesin.”
8 Düşüncelerin Kendi Kişisel Gerçekliğini Yaratır
“Dünya düşünün görünür hale gelmesidir. Düşüncelerin kendi kişisel gerçekliğini yaratır.”
Dreamer bir yandan benimle konuşurken bir yandan da kendi spor salonunda bir dizi egzersiz
yapıyordu. Mas Anglada’nın geniş arazisine bakan bu oda antik bir kulenin en üstündeydi.
Pencerelerden bakınca gözümüzü kaplayan tepelerin ve tarlaların yüzyıllık sakinliği ile
içerideki metallerin parıldayan yansıması bir tezatlık oluşturuyordu. Sürüs bulutlarının
geçtiği geniş gökyüzü bu cenneti çevreliyordu.
“O zaman herkes düşlüyor ve dünyayı yaratıyor.”
“Aynen! Kendi dünyalarını yaratıyorlar.”
“Peki ya çevre kirliliği? Çatışma ve savaşlar?”
“Onlar da senin kişisel gerçekliğindir. Dünya senin olduğun kadar sağlıklı veya senin
olduğun kadar hastadır! Onu organlarını köreltip, engelleyerek ancak sen kirletebilirsin.
Bedenlerini kirletenler bile bir şeyler yaratır! Hastalıklı bedenlerinin bir ürünü olan olaylar,
durumlar ve yıpranmış bir dünya yaratırlar. Ama ilk önce kendi Varlıklarını ve düşüncelerini
yansıtırlar. Düşünce her seviyede yaratıcıdır. Düşünmek senin düş kurma yolundur ve
kaderini belirleyen ana unsurdur.
“Peki ya savaş ve yoksulluk?” diye sordum, bu büyük sorumluluğun altında ezilerek.
“Dünyadaki tüm katliamlar, zalimlikler, çatışmalar, acılar ve yoksulluklar düşlendi. Kendini
aşırı derecede kirleten ve düşüncenin gücüne inanmayan bir insanlık tarafından gizlice
istendi.”
“Biz bunları konuşurken dünya üzerinde birçok fabrika üretmeye ve çatışma yaratmaya ve
insanlığı yok etmeye devam ediyor. Böylesine yıkıcı bir güçten kendimizi nasıl koruyabiliriz
ki?”
“Kendini bağımlılıktan kurtar ve uykudan uyan. Kimsenin sözlerine, kehanetlerine ve
bilgisine sığınma. Dışarıdan gelen hiçbir şeyin seni yıkamayacağını unutma. Senin
istemediğin hiçbir şey gerçekleşmez. Olaylar ve durumlar dünyası tamamen sana bağımlıdır.
Kendinle bütünleşirsen, dünya güvenli bir hale gelir. O yüzden dünya için endişelenmeyi
bırakıp, kendin için endişelenmeye başla. Ancak böyle yardımcı olabilirsin. Bu bir
kanundur.”
Dreamer özenle katlanmış havlulardan birini alıp yüzünü kuruladı ve sonra zarif bir hareketle
havluyu bir eşarp gibi boynuna bağladı.
“Bedenine egemen olan biri, dünyaya da egemen olabilir,” dedi.
Sonra gözlerini kaldırdı ve kirpiklerini kırpmadan uzun bir süre bana baktı. Düşüncelerim,
kafamın içini boşaltana dek bir bir ve hızlıca kaybolup gittiler.
“Kaliforniya’da geçirdiğin zamanları ve San Francisco’daki arkadaşını hatırlıyor musun?”
diye sordu bana bakmaya devam ederek.
Başka bir şey söylemesine gerek kalmamıştı. Kimden bahsettiğini çok iyi biliyordum.
Corrado ismini bu kadar çabuk ve kolayca hatırlamam beni şaşırtmıştı.
San Francisco’da yaşadığım zamanlarda çok iyi arkadaş olmuştuk. İyi bir müzisyendi ve daha
çok gençken bir dansçıya âşık olmuş ve onunla evlenmişti. Bu bilginin dışında, kendimi ne
kadar zorlarsam zorlayayım, Dreamer’ın her insanın kendi yaşantısının yaratıcısı olduğu
söylemi ile onu bağdaştırabilecek bir durum hatırlamıyordum.
Sonra anılarım birbiriyle bağlanmaya başladı ve onun öyküsünü hatırladım. Corrado her
zaman Afrika kökenli Amerikalılara karşı bir sempati duymuştu. Onların konuşma ve
davranış stillerini taklit eder, müziklerine tapar ve kültürlerini severdi. Gittikleri yerlere
gider, onların kiliselerini ziyaret eder ve hatta sokakta siyahî birini gördüğü zaman
hayranlığını belirtmek üzere türlü jestler yapardı. Eşini de bu hayranlığının içine
sürüklemişti. Siyahî çiftlerle birlikte restoranlara, San Francisco’da siyahlara öncelik tanıyan
gece kulüplerine giderlerdi.
Bir gece eşiyle birlikte eve dönerlerken, hayatta hiçbir amaçları olmayan bir takım siyahî
kişiler tarafından dövülmüşlerdi. Günlerce hastanede kalmışlardı. Corrado’nun bana olayı
anlatırken ne kadar öfkeli olduğunu anımsadım.
Dreamer, sorusunu anlayıp anlamadığımı ölçer gibi beni süzmeye devam ediyordu ama geçen
dakikalara rağmen ben bu soruyla ne demek istediğini anlayabilmiş değildim. Müzisyenlerin
ve sanatçıların genelde daha az sorumluluk aldığına ve kişisel zayıflıkları olduğuna
inandığını biliyordum. Dreamer’a göre, tarihte birçoğu dâhi sayılmış olsa bile, bohem hayata
mensup sanatçılar kendi sanatlarına bağımlı yaşarlardı. Onlar, bireylerin birer sanatçı,
gördüğümüz ve dokunduğumuz her şeyin yaratıcısı olduğunu dayanılmaz bir acıyla keşfeden
ve bundan korku duyan insanlardı. Sanatçılar var olma amaçlarını keşfedememişler ve düşün
sadece uzak bir görüntüsü olan işlere bürünmüşlerdi. Sanatı insanla düş arasında bir köprü
olarak kullanmak yerine, ona bir tanrı gibi sarılmışlar ve dünyalarını yönetecek bir bağımlılık
haline dönüştürmüşlerdi. Varlığının bütünlüğüne ulaşmak üzere olan ve özgürlüğünü
kazanmış bir insan sanatla uğraşmaz. Dünyanın yaratıcısı olduğunu keşfeden bir insan artık
çizim yapmaz, müzik bestelemez. Dreamer’a göre her türlü bağımlılıktan ve kölelikten
kurtulmak, yaşamın kendisine işaret etmekteydi. Üstlenen roller, çıkılması gereken hapishane
hücreleriydi.
Yine de tüm bu düşünceler bir yere varmamı sağlamıyordu. Corrado profesyonel müzisyendi.
Ekmeğini müzikten kazandığı belliydi ama Dreamer’ın neden onu kafamda canlandırmak
istediğini anlamamıştım.
“Bu vahşi bir şekilde, Varlığında görmek istemediğin, dokunmak istemediğin şeyleri görmen
ve dokunman için gerçekleşmiştir. Bizim yarattığımız dışında, dışarıda hiçbir suç yoktur,”
dedi Dreamer, benim anlamamı bekleyerek zaman kaybettiğini hissederek. “Bu kaza
arkadaşına bir yalan içinde olduğunu, içinde aslında ırkçılık duygusu beslediğini
göstermiştir. İçindeki çatışmadan, taşıdığı vahşetten kurtulması ve özgür kalması
gerekiyordu.”
Dreamer Corrado’nun hayatındaki başka unsurların da bu hastalığa işaret ettiğini söyledi. O
ikiyüzlüydü ve kendine yalan söylüyordu. Aceleyle yaptığı evlilik de aslında o kadına
duyduğu aşkı değil, Amerika’da kalma ve Amerikan vatandaşı olma isteğine işaret ediyordu.
Sonra sustu. Spor aletinin seviyesini yükseltti ve farklı egzersizler yapmaya başladı.
Şaşırmıştım çünkü ona daha önce Corrado’dan bahsettiğimi hatırlamıyordum. Yıllardır haber
almadığım bir arkadaşım hakkında bu kadar bilgiye sahip olması ilginçti. O sırada Dreamer
egzersizlerini bitirmişti.
“İşte,” dedi havlusunu bir dövüş sanatçısının gurur dolu hareketleriyle bedenine sararken.
“Varlığın katmanları içinde saklı kalmış bu yalanlar, bu egoist düşünceler, önyargılar, kinci
ve ırkçı saplantılar dünyadaki kötülüklerin esas sebebidir.” Ses tonu, hayatın en uç
noktalarına kadar işlemiş bir virüs bulan bilim adamı gibiydi.
“Acı, yoksulluk ve benzeri tüm felaketler aslında düşlendi. Açıkça istendiler ve bilinçsizce
gerçekleştirildiler. Bu, Varlığın en karanlık limanlarında gizlenmiş canavarların görünür
hale gelmesinden başka bir şey değildir. Bugün eğer arkadaşın dersini iyi öğrenmişse, daha
dürüst ve özgür bir insan olmuştur,” diyerek sözlerini tamamladı.
İnsanoğlunun sürekli tekrarladığı acı dolu ezgiyi hatırladım. Dreamer onu anlamama ve
kendimde keşfetmeme ön ayak olmuştu. Sonunda bir kişinin neden kendini gözlemlemesi ve
durumlarını acımasızca değerlendirmesi gerektiğini anlamıştım. Kendini gözlemleme,
Varlığın içinde gizlenen canavarlara ışık tutacaktı.
Kendini gözlemlemek, kendini düzeltmektir.
Onun sözlerini anımsadım. “Durumlar ve olaylar bir ve tektir. Görüş ve gerçek birdir.
Düşünmek kaderdir. Dünya böyle, çünkü sen böylesin.” İçlerinde en çarpıcı olan ise, “Hayat
bir sakızdır ve dişlerinin şeklini alır,” sözüydü. Aynı mesajın farklı yorumları olduğunu
anladım. Bu sözler onun öğretisini özetliyordu ve insan aklının da ulaşacağı son sınıra işaret
ediyordu.
Bir ışık pırıltısı gibi saniyeler içinde gerçekler kafamın içinde belirdi. Dünya Varlığının bir
yansımasıdır! Her molekülün birbirine bağlı olduğunu anladım. Her şey kişisel ve özneldi.
“Değişimin önündeki tek engel sensin. Değişirsen, dünyanın gözlerinin önünde değişeceğini
göreceksin! Dünya özgürlüğün ve ölümsüzlüğün şeklini olacak ve tüm kötülüklerden
arınacaktır.”
Kendini bilmenin ve kendin üzerinde durmaksızın çalışmanın önemini hiçbir ahlaki kurala
bağlı olmadan bilimsel bir anlayışla kavramıştım.
“Tarihi ya da mistik bir seyahat olsun, gerçek ya da düşsel bir göç olsun, insanın tek bir
amacı vardır. Kendini bilmek! Kendini bilen insan, kendi yaşantısının ve dünyanın efendisi
olur.”
9 Düşünmek Kaderdir
“Eğer insan kendi düşüncelerinin yaratıcı gücüne inansaydı ve yoksullukla acıya zaman
ayırdığı kadar, güzelliğe ve bütünlüğe zaman ayırsaydı, geçmişi değiştirebilir ve kendi
kaderini kendi çizebilirdi.”
Bu sözlerin ebedi olduğunu hissedebiliyordum. Olaylar ve durumlar, var olma ve sahip olma
denkleminden zaman kavramı çıkartıldığında, her çatışmanın arkasında gizli bütünlük ve
zıtların uyumu yasası ortaya çıkıyordu.
“Eğer bir insanın düşünceleri evreni ve kişisel gerçekliğini yaratıyorsa, onu nasıl
değiştirebilir ki?”
“Ancak Varlığının kalitesini nasıl yükselteceğini biliyorsan, düşüncelerini geliştirebilir ve
kontrol edebilirsin. Bunu başarabilmek için özel bir Okul’da çalışman ve onun öğretilerini
kendine uygulaman gerekir. İnsanlar ancak içlerindeki vahşeti büyük bir çabayla görüp,
üstesinden gelebilirlerse, başarılı olabilirler. İnsanlar içlerindeki yıkıcı düşüncelerin ve
olumsuz davranışların sonucu olarak kişisel hayal kırıklıklarını yaşadıklarını anlamalılar. Bu
nedenle insanlar dış olaylar tarafından yönetildiklerini anlamadıkları sürece, dünyadaki
zalimliğin nereden kaynaklandığını anlayamayacaklar. Dünya senin aynandır. Dışarıdan
gelen her şey seninle nefes alır ve sen yaşadıkça yaşar. Evrende sen olmayan hiçbir şey
yoktur. Düşünmek Kaderdir.
Bu sözler içimde yankılandı. Hiçbir politik, ekonomik ya da sosyal değişim, hatta hiçbir
devrim ya da savaş, önüne konan bu yeni insanın oluşumu kadar büyük görünmemişti. Kendi
gözlerimle, şüphe, korku, yaşlılık ve hastalıktan arınmış bir insanlığın doğuşuna kendi
gözlerimle tanık oluyordum.
“Uyuyan güzel adında herkesin bildiği bir masal vardır,” dedi. Bu ani konu değişikliğiyle
şaşırmış ve ardından gelen suskunlukla tüm dikkatimi ona vermiştim. Sonra fısıldayarak
konuşmaya başladı.
“Aslında bu masalın adı, Uyuyan Ormandaki Güzeldir.”
İleride bana özü bu önemsiz detayda gizli bir görev verecekti. Uyuyan orman bize anlatılan
yoksulluk ve çatışma içindeki dünyadır. Güzel ise özgür iradenin uyanışı, Varlığın yani
düşün uyanışıdır.
İleride kuracağım okul, eski çatışmaları bir kenara bırakacak ve yeni bir gerçekliğe adım
atacak bir nesil yetiştirecekti.
Dreamer o akşam bana, “Başkalarına yardım edebilmenin tek yolu bu uykudan uyanmaktır,”
dedi. Ses tonu son derece sakin, sözleri ise güneşli günler gibi yumuşaktı. Bu sözlerin ağızda
kalıcı tadını tüm Varlığımda hissettim. Dreamer’la birlikteliğim ummadığım kadar uzun
sürmüştü fakat sona ermek zorundaydı. Büyük şamdanlardaki mumlar sönmek üzereydi. Mas
Anglada birazdan karanlığa gömülecekti. Günlerdir, Dreamer ile birlikteyken, kusursuz bir
dünya ve bir insan arasındaki tek bağmışım gibi hissetmiştim.
Onu uzun bir süre sessizce izledim. Hiç kıpırdamamıştı. Bedeni yukarı doğru uzanmıştı ve
gözleri kapalıydı.
Yeniden konuşmaya başladığında sözlerinde uyarıcı bir ifade olduğunu hemen anlamıştım.
“İnsanoğlu derisini değiştirmeye başladı. Bir gün yiyeceğe, ilaçlara, sekse, uykuya ve
çalışmaya tapınmaktan vazgeçecektir. Yoksulluk, çatışma ve felaketler bitene kadar azla
yetinmeyi öğrenecektir. Bunu başarmak zaman alacaktır çünkü insanlık zamandır. Şimdilik
çalış, kendini gözlemle ve kendini bil! Bu şekilde sen de kendi bütünlüğüne kavuşacak ve
dünyadaki en büyük gösteride yerini alacaksın.”
Dreamer’dan ayrıldıktan sonra artık Barcelona’da bir işim kalmamıştı ve ilk uçakla New
York’a döndüm. Onunla geçirdiğim olağanüstü günlerde öğrendiğim her şeyi gözden
geçirdim. Bedenim şimdiye dek hissetmediğim bir duyguyla titriyordu. Tüm evren benim
nefesimle soluk almaya başlamıştı. Her şey bir bütüne bağlıydı ve hiçbir şey ondan ayrı
kalamazdı.
Bölüm 4
Antagonist’in yasası
1 Koşmak
“Beden yalan söylemez, bedenin şimdiden bir yaşlı adamın bedenine benzemiş.” Dreamer bu
sözleri onları duyduğum her sefer olduğu gibi kulaklarımda acıyla çınlıyordu. “Benim
yanımda, yaşamdan elini eteğini çekmiş insanların işi olamaz.”
Bu acımasız sözler tüm savunmamı tahrip etmiş ve dokularımı zedelemişti. İçimde hızla
yayılan bir gücün, inanışlarımı, tutumlarımı silip süpürerek beni değiştirdiğini
hissediyordum. Özellikle de Dreamer’la karşılaşmamızın son zamanlarında öğrendiklerim
beni bir arı gibi sokmuştu.
“Organlar düşlemek için yaratılmıştır. Beden dünyayı yaratır. Bedenlerini kirletenler bile
yaratır. Kirletilmiş bile olsa dünya yaratır. Dünya ancak senin olduğun kadar hastadır. Her
şey birbiriyle bağlantılıdır, ayrı hiçbir şey yoktur.”
Dreamer bana bir insanın kaderinin ve sahip olduklarının, beden sağlığıyla sıkı sıkıya
bağlantılı olduğunu öğretmişti. İleride bu açıklamaların ışığında, iş dünyasında yapacağım bir
araştırmada, insanın finansal durumunun bile fiziksel mükemmelliğine bağlı olduğunu ortaya
çıkartacaktım. Aynı uygarlıklar ve ülkeler gibi, bütün şirketler ve sanayi imparatorlukları da,
kendi önderleri ve kurucuları sayesinde gelişir ya da hastalanıp ölürler.
“Organizasyonel bir piramit, önderinin nefesine bağlıdır. Önderin görünüşü ve kişisel kaderi,
altın bir iplikle o organizasyon içinde çalışanların görünüşlerine ve kaderlerine bağlanır.
Onun maddesel kimliği, aynı Krallıklarda olduğu gibi ekonomisi ile örtüşür. Kral ülkedir ve
ülke de Kraldır.”
O günden sonra böylesine doğru ve etkili bir mesajı göz ardı edemezdim. İşte o zaman
Dreamer’ın bana gösterdiği yoldan yürümeye ve kendi bedensel çürümemle savaşmaya karar
verdim. Mas Angalada’da, ondan öğrendiklerim doğrultusunda, bedenim, nefes alışım,
beslenmem, cinsel hayatım ve uyku düzenim konusunda cesaretle çalışmaya giriştim.
Elimdeki seçenekleri gözden geçirdikten sonra, yaşam stilim üstünde ciddi değişikliklere
neden olacak bir programa başladım. Oldukça zorlu bir süreçti. Alışkanlıklarımı değiştirmek,
spor yapmak ve bir şeylere karşı koymak düşüncesi bile içimde farklı güçte ve niteliklerde
dirençler ortaya çıkartmıştı.
Bu tepkiler sayesinde, içimin haritasını çıkartmış ve katılıkları bir radar gibi izlemeye
başlamıştım. Katılıkların dağları, şüphelerin sarp yamaçları, korkuların dipsiz uçurumları ve
yalnızlığın çöllerini izliyordum. Bu yolla kendimi gözlemleyerek, değişim fikrine karşı en
büyük direnci gösteren kısımlarımı belirlemeyi başardım. İrade kılıcımı işte tam oraya
sapladım. İşte o gün, kendimle aramda yıllarca sürecek bir savaş başladı.
O kış New York’un geçirdiği en çetin kışlardan biriydi. Ortalığı kalın bir kar tabakası
kaplamış ve esen kutup rüzgârları, gökdelenleri sihirli bir değnekle büyülemiş gibi çocukların
kızaklarına benzetmişti. Dışarı çıkma cesaretimi henüz toplayamadığım erken sabah
saatlerinde pencereyi hafifçe aralar ve hava tahmini yapardım. Şanslı biriydim çünkü on
altıncı kattan Doğu Nehrine bakarak kolayca hava tahmini yapabiliyordum. Hâlbuki çoğu
New Yorklu dışarı çıkarken ne giyeceklerine karar vermek için elektronik bir pencere olan
televizyona bakmak zorunda kalıyorlardı.
Manhattan sivri uçlu kuleleriyle haftalarca bu fanusun içinde kaldı. Böylesi bir durumda
insanın verdiği kararları uygulaması zorlaşıyordu. Her zaman kendi kendimle tutuştuğum bir
kavgadan galip çıkmam gerekiyordu. Çalar saatin ziliyle birlikte yataktan kalkıp böylesi bir
havada dışarı çıkma fikri, değişimin nasıl olacağını bilmeyen tembel ve çürümüş bedenimle
aramda destansı bir kavga başlatıyordu. Yıllarca kötü muamele görmüş ve hayal kırıklığına
uğramış bedenim, çürümesini durdurmak veya azaltmak yönündeki her girişime hayır
diyordu. Koşuya çıkma korkusuyla gerçek durumunu ortaya koyuyordu. Şimdi geriye dönüp
baktığımda, bu girişimimin, Baron Munchausen’in kendini bataklıktan kurtarmak için
peruğundan geçmesi kadar olanaksız görünüyor. Yalnızca Dreamer’ın sesi ve sözleri beni
ayakta tutuyor ve cesaretlendiriyordu.
Eğer özgürlüğe doğru bir milim bile ilerlemek istiyorsak
Dünya görüşümüzü alt üst etmeliyiz.
Bu muazzam bir çaba gerektirecektir.
Buna rağmen daha büyük bir mutluluk yoktur.
Sonsuzlukta elde edeceğin bir milim,
Olaylar dünyasında okyanuslara hâkim olmanı sağlayabilir.
Kendime hazırladığım program sayesinde adanın etrafını bir kez koşabiliyor, işe gitmeden
önce zamanında eve dönüp üstümü değiştirebiliyor ve okula gitmeden önce Luca ve Giorgia
ile kahvaltıda biraz sohbet edebiliyordum. Fakat yataktan çıkmak istemez ve onlarla
Giuseppona’nın ilgilenmesini beklerdim.
Bir sabah beni koşmaktan caydıran bu sesin nereden geldiğini bulmaya karar verdim. “Böyle
kötü bir havada yataktan çıkamadığın için seni kim suçlayabilir ki?” diyordu ses. “Bir gün
koşmasan ne fark eder ki?” çok geç yattığımda ya da erken saatlerde uçağım olduğunda da
aynı sesi duyuyordum. Sonuçta herhangi bir ayrıntı, vermiş olduğum kararları kolayca
yıkabiliyor ve programımı yarıda kesmeme neden olabiliyordu. Kaynağı ne olursa olsun, bu
iç ses beni çileden çıkartıyordu. Beni baltalamak üzere pusuda bekleyen bu düşmanı
susturmalıydım. Ne var ki, o bir buz dağının sadece su üstünde gözüken kısmıydı. Koşu
programımı ödünsüz uygulayıp alışkanlıklarıma kafa tuttuğumda, Varlığımın en bilinmeyen
ve karanlık kısımları ortaya çıkıyordu.
“Anımsa, dışta olan hiçbir şey yok. Kendi dünyanın önündeki tek engel sensin!” Dreamer bu
sözleri defalarca söylemişti ama bu sözleri anlamam ve benden bir parça haline getirebilmem
yıllarımı alacaktı. Binlerce kez düşmek, sürünmek ve yeniden ayağa kalkmak zorundaydım.
Antagonist’in yalnızca içimde olduğunu anlamam, karşıma çıkan her güçlüğü kabullenip
kutsayana dek, ölmem ve yeniden doğmam gerekecekti.
İnsan, kendi ölümcül kaderini ve başına gelen felaketleri haklı çıkartmak için, hastalıklı dış
güçler olduğuna inanır. Dünyanın aslında kendisinin bir yansıması olduğunu aklına bile
getirmeden, olayları ve diğer insanları suçlar, şikâyet eder ve kendini haklı çıkartmaya çalışır.
Sana herhangi bir yerden yardım gelmeyecek.
Sadece sana bağlı olan kişisel devrimini elde etmelisin.
Bir gün Dreamer’ın öğretilerini bir yöntem gibi derleme, bir felsefe okulu haline getirme
olanağı olursa, mekanik davranışlara saldırılar olarak betimlediği öğretilere ayrı bir bölüm
ayırmak gerekecekti. Dreamer’ın mekanik davranışlara saldırı olarak tanımladığı, sürekli
tekrarlanan olayların önüne tuzak kurmak ve eski düşüncelerimizin çelikten savunmasını
atlatmak üzerineydi.
Zamanla, Dreamer’ın öğretilerini kavradıkça, koşu programının aslında sadece bir egzersiz
olmadığını, aynı zamanda alışkanlıklarımın önüne konan bir tuzak olduğunu kavrayacaktım.
Koşmak, birkaç dakikalığına bile olsa, düşüncelerimin karanlık akışını durdurmaya
yetiyordu. Koşarak, insanların gerçeklik diye nitelendirdiği zavallı dünyayı parçalamama
olanak sağlıyordu. Koşmak bu hapishaneden kaçış yolunu gösteriyordu. Harcadığım bu
güçle, bir parça özgürlük içerideki hapishanenin duvarlarında delikler oluşturuyordu. Bir
okyanusun taşıp her boşluğu doldurması gibi, dünya da üstüme gelerek zalimce olayları bana
doğru itiyor ve açılan delikleri kapatmaya çalışıyordu. Böyle zamanlarda, sadece Dreamer’ın
anısı ve sesi beni ayakta tutmayı başarabilmişti.
O zamanlar bana iradem değil de, inadım yardımcı olmuştu. Bu fiziksel gücü harcamam
gerektiğine kendimi inandırdım ve hiçbir mantıklı açıklama getirmeden, her sabah yapılması
gereken ilk iş olarak Varlığıma kazıdım. Kişinin kendisine öncelikler belirleme yeteneğinin
ve uygun sırayı unutmadan hedefine sıkı sıkıya sarılmasının önemini belirtmek üzere
Dreamer, “Önce, öncelikler,” demişti. Artık günlük işler arasında, sabahın o saatlerinin,
benim için güç kazanma saati ve dünyayı değiştirmek üzere bir dayanak noktası olduğunu
biliyordum.
Gözünü yükseklere diken ve kendini o doğrultuda yoluna adayan insan, dağları yerinden
oynatabilir, görünüşte içinden çıkılmaz olayları çözebilir ve kötü olayları kendi lehine
döndürebilir.
2 Ana Caddenin Bekçileri
O zamanları düşündüğümde, başımda berem ve üst üste giydiğim kıyafetlerle, Roosevelt
adasında oturduğum apartmanın ana girişindeki güvenlik odasının önünden geçişimi
hatırlıyorum. Güvenlik görevlilerinin, önlerindeki monitörün donuk mavi ışığıyla aydınlanan
yüzlerindeki yarı gülümseme, benim sabah koşumu aptalca bulduklarının ironik bir ifadesiydi
ve dünyanın bana gösterdiği ilk tepkiydi. Onların bu tavrının benim o zamanlardaki iç
direncimin ve cehaletimin bir yansıması olduğunu ancak şimdi kavrayabiliyordum.
Dreamer’ın öğretileri arasında, özellikle bir tanesi inançlarımı kuşatma altına almış ve
doğrularıma darbeler vurmuştu.
Dünya böyledir çünkü sen böylesin.
Dünya içinde bulunduğumuz durumun sadık bir görüntüsüdür! Onların ironik
gülümsemelerinin ardında, Jennifer’ın kuşkuculuğunun, arkadaşlarımın yorumlarının ve
sabah egzersizimden haberi olan herkesin tepkilerinin ardında, benim zayıflığım vardı.
Benim kararsızlığımdan dolayı ortaya çıkan bu davranışların arkasında, sanki dünyanın bana
yansıttığı aynada kendi kendime yüzümü buruşturuyormuşum gibi diğerlerinin şüpheleri ve
samimiyetsizliklerinin bana yansıması vardı.
Bunu her zaman hatırla!
Senin dışında hiçbir şey yok. Gördüğün ve dokunduğun sadece bir sonuçtur. Senin nefesini
taşıyor. Sen yaşadıkça yaşayacak ve sen öldükçe ölecektir.
Dreamer’ın öğretileri olmasaydı, güvenlik bekçilerini hala para kazanma derdinde olan
zavallı şeytanlar sanacaktım. Binadan çıktığım ve geri girdiğim, onlarla selamlaştığım her an,
onların bırakın güvenlik bekçisi, insan bile olmadıklarını anlamadan ironik ve şüpheci
tavırları içinde kendimi yoracaktım. Onlar aslında dünyanın sinir uçları, kavrama aletleri ve
duyusal organlarıydı.
Bir insan saklanamaz! Dünya anlar! Seni deşifre eder!
Bu fikirler ruhuma işlemişti ve yıllar geçtikçe beni değiştiriyordu.
Kendini her an geliştirebilir ya da alçaltabilirsin. Bu sana bağlı.
Düşüncelerin, tutumların, sözcüklerin, görünüşün ve hatta yüzündeki en ufak bir kasılma bile
tüm dünyaya senin sorumluluk düzeyinin hangi derecede bulunduğunu ve ne kadar özgür
olduğunu anlatır.
Bu seni hatasız bir şekilde bulunduğun yere yerleştirecek, kaderini, finansal durumunu ve var
oluş gösterisindeki rolünü belirleyecektir.
Hakkımda her şeyi bilen bir evren, Varlığımın hareketlerini, düşüncelerimi ve duygularımı
gerçek bir zamanda güncelleyen, birçok radarı olan bir aygıt hayal ettim. Bu ipuçlarını takip
ettiğimizde, kim olduğumuzu, bilebileceklerimizi, neyi yapıp neyi yapamayacağımızı, neyi
saklamamız ve neyi bırakmamız gerektiğini anlayabiliriz.
Her kendimle ve koşuyla olan randevumu unutmadan niyetimi anımsayıp pekiştirerek,
yaşantım boyunca biriken tüm atıklardan kendimi arındırıyordum. Var oluşumun sesleri
evrene yeni mesajlar gönderiyordu. Bu sesler bir insanın daha özgürlüğe doğru yol aldığını
ve sıradan bir hayatın dehşetinden kurtulmak üzere cesurca bir adım attığını etrafa yayıyordu.
3 Duvarlar
Adanın etrafını koşma girişimim başlarda kahramanca bir güç gerektirmişti. Günlük koşuya
bir süre sonra alışmıştım fakat bazı noktalarda hissettiğim yorgunluğu gidermek için kendimi
geliştirmem şart olmuştu. Bunu başarmak için gereken zorluk ve çaba seviyesinin tahmin
ettiğim gibi doğrusal bir şekilde artmadığını ama ileri ve geri giden dalgalar gibi düzensiz
olduğunu fark ettim. Her seferinde, neredeyse hiç çaba göstermeden çok rahat koştuğum
zamanlar, dayanılmaz acı çektiğim zamanlarla yer değiştiriyordu. Bu kritik safhalarda önüme
‘duvarlar’ dikilmiş olduğunu ve bu engelleri aşmak için insanüstü bir çabanın gerektiğini
hissediyordum.
Dreamer çıraklık dönemimde beni dikkatli bir şekilde kendimi gözlemlemem konusunda
eğitmişti. İçinde bulunduğum duruma, düşüncelerime, duygularıma ve dikkatimi çeken ya da
tetikleyen her şeye dikkatlice bakıyordum. Enerjimin azaldığını hissettiğim anlarda kendimi
gözlemlediğimde, bu kritik anların arkasından her zaman Varlığımı karartan bir gölge
tarafından psikolojik bir duvar örüldüğünü kavramıştım. Sonra kötümserlik ve kuşku beni ele
alıyor, uğraşımı terk etmem için yeni nedenler bulan Antagonist içimde sesini daha da
gürleştiriyordu.
Koşmak bana dişlerimi sıkmamı ve o zor anlarda birkaç saniye daha tutununca rahatlamanın
geleceğini, tam vazgeçmek üzereyken yeni bir enerjinin geleceğini öğretmişti. Aşılmaz
göründüklerinde bu duvarları yıkıp devirmeseydim ve kendimi yenmeseydim, ne bu enerjiye
erişebilir ne de varlığından haberdar olabilirdim.
Bu duvarları ortaya çıkaran işleyiş düzeni üzerinde çalıştıkça, koşmak benim için dünyayı
açıklamaya yarayan değerli bir araç, kavramsal bir model haline dönüşüyordu. Koşunun
devinimi içinde fiziksel gerçekliklerin temel unsurunu buldum. Atom çekirdeğinden evrenin
sınırlarına dek her şey, bedenimde keşfettiğim bu dalgalı harekete uygun olarak yayılıyordu.
Hatta yaşamın kendisi bile, dalgaların başı ve sonu olmayan hareketlerine benziyordu.
Bazen duvarları ortaya koyan ve onları yıkmak için büyük bir çaba gerektiren koşu, evrensel
bir paradigmanın hayatta tekrarlandığını fark etmemi sağladı. Birçok kez o duvarları yıkmak,
yenilgiye uğratmak için inatla dayanmam gerekecekti. Ne var ki, inadımdan vazgeçmek için
daima bir şeyler ortaya çıkacaktı. Hep dış etkenler yüzünden oluştuğuna inandığım
yenilginin, aslında içten dışa giden bir süreç olduğunu anlamıştım. İçten gelen bir boyun
eğme, bir kendimi baltalama eylemi baş gösteriyordu. Bu işleyiş düzeninin farkına varmak,
her yıkılışımızın öncüsü olan bu gölgenin belirişini tanımlamak, onu sadece koşudan değil,
var oluşumuzdan da söküp atmanın en iyi yoluydu.
Genelde yalnız koşardım. Tepemde uçan martılar yol arkadaşım oluyor ya da Doğu Nehrinde
içeriye doğru yol alan bir feribot bir süre yanımda benimle birlikte gittikten sonra düdüğünü
çalıp yoluna devam ediyordu. Koşarken hayal kurardım. Er ya da geç, benim gibi bayağı bir
var oluştan uzaklaşmaya karar veren diğer gözü pek insanlarla karşılaşacağıma inanmak
hoşuma giderdi.
Bir keresinde, beş erkek ve iki kadından oluşan bir gruba katıldım. Azimle koşmaya
başlamıştık. Sabah gökyüzü açıktı ve biz yan yana adayı koşarken Manhattan’ın silueti
gökyüzüne meydan okuyordu. Onları ilk kez görüyordum ama onlara hemen kanım ısınmıştı
ve aralarında derin bir bağ olduğunu hissetmiştim.
Bir süreliğine siyah beyaz koşu ayakkabıları ve ipeksi bir eşofman giymiş bir erkek koşuda
başı çekmişti. Sonra birdenbire hızlandı. Tempoyu tutturmayı zorlanınca ondan koptuk.
Dökülen ve hevesi kaçan bedenlerimiz sınırlarına ulaşmıştı. Sonra onu gözden kaybettik. Bu
bize hala ne kadar çok çalışmamız gerektiğini göstermişti.
Bir parka gelip, kendimizi banklara atmak isteyene denk geride kalanlar olarak bir süre daha
koştuk. Biraz ötede park etmiş etkileyici bir itfaiye aracının çevresinde, adalı birkaç çocuk
oyun oynuyordu. Geçmiş kahramanlıkların bir simgesi olan bu aracın kaderi, tüm bir
uygarlığın gerilemesinin utanç verici anıtı olmaktı. Kendi kendime, bedenimi indirgediğim
bu koşullardan kurtulmak üzere gerekli tüm çabayı göstereceğime dair söz verdim. Kimse
konuşmuyordu çünkü gerek yoktu. Döktüğümüz terle arınmış sessizliğin içinde, güneşi bir
ekmek gibi paylaştık ve doğaçlama arkadaşlığımızın, keyifli işbirliğimizin keyfini sürdük.
Birkaç dakika sonra aramızdan biri ayağa kalkıp başıyla selam verdi ve sıradan bir New
Yorklu gibi sıcak bir duş alıp rutin hayatına devam etmek üzere aramızdan ayrıldı.
Hala çok erken bir saatti. Yarı kapalı göz kapaklarım arasından güneşe baktım ve sonra
Manhattan ile Queens arasında sürekli sefer yapan küçük kırmızı yolcu vapurlarını izledim.
4 Antagonist’in Yasası
“Antagonist’ten korkma! Onun korkunç maskesi altında en büyük müttefikimiz ve en sadık
uşağımız bulunur.”
Bu sözleri duyunca irkildim. Gözlerim hala kapalıyken, umut ve inançsızlık arasında gidip
geldim.
“Bu mümkün değil!” diye düşündüm. İnanamıyordum ama bir yandan bu sözler yalan
olamazdı, çünkü onlar Dreamer’a aitti.
Yavaşça döndüm ve gözlerimi açtım. Dreamer hemen yanımda oturuyordu. Hayalet görmüş
gibi ürperdim ve sırtımdan saç tellerime kadar titredim. O ipek eşofmanı ve koşu
ayakkabılarını giyiyordu. Onun Dreamer olduğunu anlamadan adanın yarısını onunla birlikte
koşmuştum! Sanırım gruptaki kadın ve erkekler de onun öğrencileriydi. Şaşkınlığımı
üstümden attıktan sonra ona niyetimden ve emellerimden bahsettim. Ona, son zamanlarda
bedenime nasıl özen gösterdiğimden, yemek, uyumak ve nefes almak ile ilgili yaptığım
deneylerden, koşu programımdan, farkına vardığım duvarlardan ve beni sürekli yenilmem
için tahrik eden iç sesten bahsettim.
“Duyduğun ses içindeki Antagonist’e ait,” dedi Dreamer. Tüm çıraklık dönemim boyunca
belki de en zorlu konulardan biri olacak öğretisinden bahsediyordu. Konuşurken yüzündeki
gülümseme onu daha da genç gösteriyordu. Yüzündeki bu müşfik ifade çok nadir belirdiği
için bana cesaret vereceği yerde tam tersi bir tepki yaratıyordu. Endişelenmiştim. Önümde
geçmem gereken kritik bir geçit vardı. Kendimi doğrultup derin bir nefes aldım. Üstesinden
gelmem gereken her ne ise, başarılı olmak için gücümü son damlasına kadar kullanacaktım.
Dreamer, tarihimizde insanoğluna felaket getirmiş tüm olayları ele alıyordu. Bu felaketlerin
nedenlerini inceleyerek ve kökenlerine inerek, fizikteki sürtünmenin psikolojideki eşdeğeri
olan bir kuvveti ayrıntılı olarak açıkladı. Hareket halinde bir cismin karşılaştığı gibi, bir
insanın yaşamda hissettiği her dürtü, aynı güçte ama zıt yönde etki gösteren bir kuvvetle
karşılanır. Dreamer Antagonist’in Yasası olarak nitelendirdiği bir ilkeler dizisi, bir önermeler
sistemi hakkında konuşmaya başladı.
“Her şey, en basitten en karmaşığa, bir insan yaşamından bir topluma kadar gelişmekte olan
her organizma, görünüşte zıt bir kuvvetle karşılaşır. Güç ve kapasite bakımından, projenin
kuvvetine eş değer kuvvette bir Antagonist’le yüz yüze gelir.”
Zamanla bu konu daha derinlemesine incelendiğinde bu fikirlerin hepsi, insanlığın
doğuşundan beri karşılaştığı bitmek tükenmek bilmez felaketler serisinin ve yüzyıllık tarihin
‘Genel Karşı Koyma Teorisi’ni’ ortaya koyacaktı. İnsanlığın içinde bulunduğu duruma
tepeden baktım ve insanoğlunun hayatının hep acı içinde geçtiğini anladım. Dipsiz bir
karanlığın kenarındaymış gibi nefesimi tuttum.
Mucizevî bir şekilde defterim elimde beliriverdi. Sanki son umudummuş gibi ona sarıldım.
Dışarıda, açık havada yaptığımız bu dersin her bölümünü titizlikle not aldım. Oturduğumuz
park bankı sanki zamansız bir baloncuğa dönüşmüştü ve tüm Roosevelt Adası sanki bir uzay
gemisi gibi uçmaya ve Manhattan’ın yoğun iş yaşamından uzaklaşmaya hazırlanıyordu.
Dreamer bana herkesin bir düşleyen olduğunu ve bu nedenle iyi ve kötünün, kendi kişisel
gerçekliğinin ve kaderinin yaratıcısı olduğunu açıkladı. Zaman içinde herkes, hayallerinin,
düşüncelerinin ve yüreğinden geçenlerin gerçekleştiğini görecekti.
“Dünya bir sonuçtur. Sadece düşlerinin değil aynı zamanda kâbuslarının da bir
yansımasıdır. Cennetin veya cehennemin olabilir. Ne olacağına sadece sen karar
vereceksin.”
5 Düşmanını Sev
“Gerçekte, Antagonist’in maskesi ardında, görünenin arkasında bizim en büyük
müttefikimizin yüzü bulunmaktadır,” diye açıkladı.
“İnsanlığın inandığının aksine, bizim gücümüzden daha fazla güce sahip bir şeyle
karşılaşmamız mümkün değildir. Antagonist hiçbir zaman bizden güçlü olamaz!”
“Peki ya Davut ve Golyat’ın öyküsüne ne demeli?” diye sordum, eşit olmayan karşılaşmalar
konusunda bir simge haline gelmiş öyküye dikkatini çekerek. Aklım, yüzlerce simgeleşmiş
olaya ve sonra silahlı Filistinli karşısında kalan ve cebinde sadece bir sapan olan çobana gitti.
Dreamer bu görüntülerin içine girdi ve “Bir sapan düşle bir Kral olabilir!” diyerek beni
düzeltti. “Görünenlerin arkasında, savaş her zaman adildir!”
Dreamer bir matematik probleminin çözümünü gösterir gibi, “Kimse kendinden daha güçlü,
daha üstün, daha yetenekli bir Antagonist’le karşılaşamaz. Davut Ve Golyat’ın öyküsü de,
görünüşteki kuvvet eşitsizliğine rağmen evrensel düello yasalarına uygundur,” dedi.
“Antagonist’in merhametsizliği ardında gizlediği amaç, senin zaferindir. Antagonist senin
düşünü gerçekleştirmen için gerekli tüm yöntemlere sahiptir. Başarıya giden en kestirme yolu
sana O gösterecektir.”
Bu sözler ne denli aykırı olsa da, gerçekte hiçbir strateji veya araç Davut’un düşünü daha
hızlı gerçekleştirebilmesine neden olmazdı. Dreamer sessiz kalıp, anlamaya başladığımı
görünce başıyla beni onayladı. Sonra, “yeryüzünde hiç kimse seni Antagonist’ten daha fazla
sevemez,” dedi.
Dilim tutulmuştu.
Şakaklarım zonkluyordu. Hıristiyan öğretilerinde düşmanını sev söylemi, iki bin yıl sonra
Dreamer’ın bildirisinde çok daha sade ve devrimci bir şekilde ortaya çıkıyordu. Düşmanın
seni seviyor!
İnsan düşmanını sevmek için kendini zorlamamalıydı. Zaten bu, olanaksız değilse bile, iki
bin yıldır ancak intikam peşinden koşmaya yaradığı için çok da pratik bir düşünce değildi.
Yeni insanlık için, düşmanının kendisini sevdiğini bilmek yeterli olacaktı.
Dreamer’ın verdiği mesaj üstünde ne kadar çok düşünürsem, bana o denli büyük
gözüküyordu. Hıristiyan öğretisinin köşe taşlarından olan binlerce yıllık düşmanını sev
öğretisi bir çırpıda geride kalmıştı. Yüzyıllar geçtikçe, kiliseler arasındaki bölünmeler
yüzünden zayıflayan Hıristiyan inancı da gerçeğin değişmez olmadığını ve sabit
kalamayacağını unutmuştu. Dünün gerçeği aşılamazsa, çürüyüp bu günün yalanı olur.
O sırada park bankından kalkıp itfaiye aracını arkamızda bırakarak nehir kenarında kuzeye
doğru yürümeye başlamıştık. Muhteşem teorisinin son bölümlerini dinlerken Dreamer’la
birlikte yürüyordum.
“Dışımızdaki düşmanı bağışlamak, binlerce yıllık bir kibrin ve bir anlama yetersizliğinin
ilanıdır. Tek düşmanın içindedir. Dışarıda affetmen gereken ya da sana zarar verebilecek bir
düşman yok. Antagonist senin en değerli müttefikindir. Kendini geliştirmen,
mükemmelleştirmen ve bütünleştirmen için bir araçtır. Var oluşun yüksek bölgelerine erişmek
için elindeki tek anahtardır.”
Şimdi harabe olmuş eski gotik bir kilise olan İyi Çoban Şapelinin önünden geçtik. İsa’nın
taştan büstü yığınların içinde hala ayakta duruyordu.
Dreamer, “Bu bin yıllık okul da başarısız oldu,” dedi. “Hıristiyanlık bile hedefi tutturamadı.”
Antagonist
Antagonist, yani içindeki düşman özel bir itici güçtür.
Sorumluluk seviyemiz ne kadar yüksekse, Antagonist’in saldırısı o kadar acımasız olacaktır.
Antagonist bizi ölçer, bize ne olduğumuzu gösterir, bizi tamamlar.
Özgürlük derecemiz ne kadar yüksekse, onun etkinliği de o derece sinsidir.
Antagonist’ten korkma! Zalimlik maskesinin altında, en büyük müttefikin, en sadık uşağın
saklanmaktadır.
Antagonist’in tek amacı senin zafer kazanmandır.
Antagonist’in esas amacı senin bütünlüğe ulaşmandır. Bunun için her aracı kullanıp, her
stratejiyi uygular.
Dünyada kimse seni Antagonist’ten daha çok sevemez.
Antagonist seninle ilgili her şeyi bilir ve senin için her şeyi yapar. Çünkü onun varlık nedeni
sensin.
Antagonist’ten korkma!
Mükemmelliğin onun acımasızlığıyla,
Ölümsüzlüğün de onun görünüşteki ölümsüzlüğüyle gelişir.
Anlama yetin, onun gücüyle gelişir.
Gücün de onun anlamasıyla.
Çünkü Antagonist sensin!
6 Yüreğinde Gülümsemeyi Öğren
Bu açıklamalarının büyüklüğünü düşündüm. Böylesi bir gerçeği insanlar bilseydi, düşünme
ve hissetme biçimlerinde ebediyen devrim yaratabilirlerdi. Bir gün bu görüşün gücünü
öğrencilerime aktaracaktım. Antagonist’in saldırısı ne denli acımasız, aşağılaması ne denli
ağırsa, bizim ilerleme fırsatımız o denli büyüktür.
Sana yapılan saldırı ve aşağılamalar tüm vahşetiyle sürerken,
Yüreğinde gülümsemeyi öğren.
Dışarıda savaştığın Antagonist’i, içinde aynı anda bağışlamalısın!
Bağışlama ancak kendi yüreğinde olur.
Dışarıda kusursuz bir şekilde savaş, ama ona inanmadan!
Sonunda binlerce yıldır açıklanamamış bir çelişkinin üstüne ışık tutulmuştu. Eğer onu
seviyorsan artık senin düşmanın değildir. Yok, eğer o senin düşmanınsa, onu nasıl seversin?
Düşmanını sev ancak çok zeki bir akıldan çıkabilecek bir fikirdir.
Sadece bütünlüğünü tamamlamış bir insan bunu anlayıp, uygulayabilir.
Sadece kendini çatışmalardan ve bölünmelerden kurtarmış bir kişi Antagonist olmadan
yoluna devam edebilir.
İkili bir mantığa sahip olanlar, hala karşıtlık aracılığıyla düşünebilenler için değişim ancak
Antagonist’in acımasız maskesiyle ortaya çıkabilecektir.
Dreamer sanki uzun zamandır aradığı bir şeyi bulmuş gibi ellerini ovuşturarak, “Zorluklarla
yüz yüze gelmiş bir liderin tavrı bu olmalıdır,” dedi.
“Bir lider, Antagonist ne kadar kötü görünse de, savaşın eşit olduğunu ve zorlukların sadece
görünüşte olduğunu bilir. Antagonist’in maskesi, zalimliği ardında daima yüksek bir
sorumluluk seviyesine çıkmak üzere fırsatlar bulunur.”
“Size daha önce oyunu bu kadar net açıklayan biri olmuş muydu?” diye sordu Dreamer,
sanki onu izleyen bir evren dolusu insana seslenir gibi.
Sözlerini, bu bilgiye sahip olmayan veya bir Okulun kılavuzluğunda yararlanmayan
insanların bir sonraki düzeye geçişin kapısında, bedel ödemeyi reddederek beklediğini
söyleyerek sürdürdü. Daima engellerle ve bizi pes etmeye iten iç seslerle karşılaşırız. Bunlar
arzularımızı, gücümüzü, emellerimizi sınayan psikolojik ve fiziksel düşmanlardır.
İmkânsız olan her zaman bir sonraki olasılığın kapısını açar.
Dreamer’ın görüşüne daha derinlemesine girdikçe, özel bir eğitimden geçtiğimi anlıyordum.
Dreamer beni, yaşamda bize karşı çıkar görünen ve bize saldıran her şeye karşı bir itme
kuvveti geliştirmek üzere eğitiyordu. Düşmanlar ve engeller şimdi bana farklı görünüyordu.
Düşman ister bir insan ister bir olay olsun, tek amacı senin içindeki eksiklikleri, zayıflıkları
ve korkuları ortaya çıkartmaktır.
Ne kadar hazırlıksız olduğunu, hatalarını ve kendi kendine koyduğun engelleri sana
gösterecektir.
Bir kez içindeki Antagonist’i tanıdığında, dışarıdan silinecektir.
Dreamer ironik bir ifadeyle, tüm bu hizmetleri karşılığında Antagonist’in bizden sadece
içimizdeki nefreti ve kini aldığını söyledi.
Aklıma çocukluk yıllarımda Collegio Bianchi’de karşılaştığım Antagonist kalabalığı ve Peder
Nuzzo gelmişti. Ona yaptığımız bütün kötülüklerin pişmanlığı içimi sızlattı. Ancak şimdi
Dreamer’ın yanındayken, o öğretmenin acımasızlığının ardında oyunu anlamış olan bir
insanın gülümsemesi ve sevgisi olduğunu görebiliyordum.
“En nefret ettiğimiz öğretmenler, bize en çok katkısı olanlardır,” dedi Dreamer
düşüncelerimi ve gereksiz duygularımın hayaletlerini sesiyle kovarak.
Dreamer’ın sözlerinden bir sistemin doğduğunu ve bu sistemin bireysel ya da sosyal bütün
insan etkinliklerine uygulanabilecek kozmik bir model olduğunu anladım. Bu her düzeyde
görülebilecek evrensel bir yasaydı. Beni sarsan ise, Antagonist’in Yasaları’ndan kaçmanın
mümkün olduğundan bahsetmesiydi. Bu noktada, Antagonist’in acımasız ama değerli
yardımları olmadan istediğimiz hedefe ulaşabileceğimiz ve hiç sürtüşmenin olmadığı bir
dünyayı hayal edemediğimi söyledim.
Yaşamı, Antagonist’in artık hiçbir şekilde ulaşamayacağı
dönüştürebileceğimiz fikriyle büyülenerek, “Nasıl?” diye sordum.
bir
yeryüzü
evrenine
Çözdüğü soruyu sert bir ses tonuyla ifade eden biri gibi Dreamer, “Çekim yasası olmadan
yeryüzünde yaşamayı beklemek gibidir,” dedi. Ardından sanki bir sır verir gibi kısık bir sesle,
“İnsan hangi etkiler altında yaşamak istediğini seçebilir ve kendini yükseklerde bir şeyin
erkine bırakabilir ama sonuç olarak Düşleme Sanatından habersiz olarak ve acı içinde yaşar.
Acı çeker çünkü düşlemez.” Gizemli bir ses tonuyla konuşmasını sürdürerek, “Düşleme
Sanatıyla insan acı çekmeyi bırakır, ölmekten vazgeçer. Antagonist’in kelimelerle
anlatılamayacak gizemlerine sahip olma hakkına ancak kendini öldürmekten vazgeçenler
ulaşabilir.”
Bir süre konuşmayarak, Roosevelt adasını ve martıları izledi. Sonra, “Şimdilik Antagonist’i
en yakın müttefikin olarak kabul et ve sana karşı daha acımasız ve daha güçlü olmasını umut
et. Sorumluluk düzeyimiz yükseldikçe, Antagonist’in saldırıları daha da acımasız olacaktır.
Zamanla bu bakış açısı yaşantını değiştirecek ve her zaman hayal ettiğin dünyayı yaratmanı
sağlayacaktır.”
Dreamer, hala yaşantımdan saldırıyı ve tehdidi nasıl yok edeceğim sorusuna cevap
beklediğimi sezmişti.
“Aslında Antagonist, kendinde neyi değiştirmen gerektiği, kendinde neleri elden geçirmen
gerektiği ve neleri bilmen gerektiği konusunda sana yol gösteren bir sinyal gibidir. Seni
engellermiş ya da sana karşıymış gibi görünen her şey, aslında sorunların ve zorlukların
kaynağını bulabilmen için meydana gelen ışıklı oklardır. Antagonist sensin! Anlayabilsen,
oyun ortaya çıkıp kaybolacaktır ve Antagonist görünen zalimliğini ve gücünü yitirecektir.
Söylediklerini takip etmekte zorlandığım için, bu soruyla başa çıkamayacağımı düşündü.
Şimdilik Antagonist’in Yasası’nı evrensel ve kaçınılması olanaksız bir yasa olarak bakmamı
istedi.
“Her şeyin karşıtlıklarla meydana geldiği bir dünyada, insan bu yasalardan kaçamaz,” dedi
Dreamer, konuşmasını bitirmeye hazırlanarak. Kendimi, kaderimizin acımasız doğasını ve
bir insanın kurtuluşunun tüm insanlığa nasıl yayılabileceğini düşünürken buldum.
“Dünyanın kurtulması sana mı kaldı?” dedi Dreamer aniden düşüncelerimi korkunç bir sesle
bölerek. “Üstelik onun tek derdi senden kurtulmakken! Şimdilik çektiğin acıya katlan ve
orada dur. Kaçma. Kendini gözlemle ve içindeki acının kökenlerini bul. Kendini ancak
dünyanın sana anlatıldığı biçiminden kurtarırsan özgür kalabilirsin. Tüm dünya
düşünmekten ve yapmaktan ibarettir. Durumlar ve tehlikeler sadece içindeki bölünmenin bir
yansımasıdır. Burada ve şu anda ancak sen dünyayı karşıtlıklardan özgür kılabilirsin. Sadece
sen içindeki karmaşayı durdurursan şiddetten ve savaştan kurtulabilirsin,” dedi ve
buluşmamızın sona erdiğini hissettirdi.
Aylar sonra Londra’da, özenle seçilmiş konukların olduğu bir yemekte, tekrar bu konuya
değinecek ve bana yenilikçiliğin sırlarını açıklayacaktı.
Onu dinleyerek ve yürüyerek yaptığımız bu dersin sonunda kendimi başladığımız noktada,
parktaki bankta buldum. Dreamer oturdu ve ben de aramızda bir mesafe bırakarak yanına
oturdum. Güneş birdenbire bulutların arasından çıkmıştı ve yaydığı ışıktan dolayı gözlerimi
kısmak zorunda kalmıştım. Güzel bir andı ve ben de keyfini çıkartıyordum. Dreamer’ın huzur
veren sözleri sanki başka bir dünyadan geliyordu.
“İnsan kendi gerçekliğinin yaratıcısı ve düşleyicisi olduğunu unuttu. Bu yüzden
Antagonist’lerin etkinlikleri gerekli oldu. Görüşünü alt üst et! Özgür kalabilmek için kendini
zorla!” Babacan ama buyurgan ve sert bir sesle konuşuyordu. Bir kez daha kendimi ele
geçirilmiş hissetmiştim.
“Tam şu anda düşleyen, yaratan ve seven bir insan ol! Sadece kendini ele geçirmeye karar
verenler Antagonist’le tanışabilir. Başarısız bir insanın Antagonist’leri olmaz. Düşüş
serbestçe ve acı içinde meydana gelir.”
7 St. James’teki Süit
Çantamı kalın bir halıyla kaplanmış yerin üstüne bırakıp etrafa bakındım. Süitin lüksü ve
mobilyaların şıklığı beni huzursuz etmişti. Dreamer’ın, böylesine zengin bir otele geçmemi
istemesinin nedenini anlayamamıştım. Onun yanında hiçbir şey rastgele olmuyor ama
planlanarak da olmuyordu. Dreamer için en ufak bir hareket bile stratejisinin bir parçasıydı.
Çıraklık yıllarım boyunca onunla hiçbir planlama yapmadan dünyanın en uzak ülkelerinde,
belli başlı şehirlerinde buluşmuştum. Her karşılaşmamız benim için olağanüstü bir deneyim,
yaşamımı sıra dışı bir serüvene dönüştüren göz kamaştırıcı bir adım olmuştu.
Bu kez Dreamer’ın mesajını Londra’ya varır varmaz yerleştiğim küçük bir otelde almıştım.
Veronica’da buluşacaktık. O akşam benimle buluşmak ve aynı zamanda Eaton’dan
Mayfair’deki St. James oteline geçmemi istemişti. Onunla buluşmak için beklediğim sayısız
dakikayı burada tembelce oturarak geçirmiştim. İki ayrı banyosu olan oda, çiçekler, meyve
tabağı ve şampanya ile donatılmıştı. Ayrıca içeride antik bir çalışma masası olan bir oda ve
aşırı görkemli bir salon vardı. Bu odanın bana kaça mal olacağını düşünmek midemi
bulandırmıştı. Dreamer’ın aklındaki her ne ise ya da her ne yapmamı istiyorsa ki bu lüks
otelde buna dâhildi, stratejinin bir parçası olduğu kesindi. Yine de hissettiğim mide
bulantısının üstesinden gelemiyordum. Lüks bir otelin benim adıma düzenlenmiş faturasını
görünce yönetimden Bay Lyford’un yüzünün alacağı şekli hayal ettim. Bu faturayı kendi
cebimden ödemem gerekeceği kesindi. Zaten ACO’nun benim kişisel masraflarımı
karşılamasını beklemek yersizdi. St. James otelinde geçireceğim birkaç gece, New York’ta
kazandığım aylığımı bir anda yiyip bitireceği aşikârdı. Bu düşünceler psikolojik bir acıdan
fiziksel bir acıya dönüşmüştü. Durumların ve olayların hayatımı yönettiği inancı o sıralar
bende çok baskındı. Herkesi ve her şeyi hastalığım ve mutsuzluğumdan dolayı suçluyordum.
Dreamer daha sonra bana, “Bir kral dairesi yerine Londra’nın en fakir bölgelerinden birine
yerleşmen istenseydi, yine aynı duyguları hissedecektin. Karşılaştığın şeyin dışarıyla bir
bağlantısı olmadığı gibi, durumlar ve olaylarla da bir ilgisi yok. Bu hep yanında taşıdığın ve
tüm zorlukların asıl nedeni olan şey.” diyecekti.
Sabah düşündüklerimin, idam edilmiş insanlar gibi kafamın içinde sallandıklarını görünce
utandım. Bastıramadığım bir mide bulantısı beni ele geçirmiş ve tüm hücrelerime yayılmıştı.
Toparlanıp yeniden nefes alabilmek için oturmak zorunda kaldım. Her yerde fiyat listesini
aramış ama bulamamıştım. Telefonu kaldırıp süitin ücretini sordum. Belki hala iptal etme
şansım olabilirdi. Düştüğüm bu durumdan ve çaresizlikten kurtulmak için aklıma gelen her
şeyi söyleyebilirdim. Aklımdan, ölmekte olan bir insan gibi, kırılgan yaşantımın rastgele
görüntüleri geçti. Felç geçirmiş gibi birkaç saniye öylece durdum. Telefonu yavaşça yerine
bıraktım. Yepyeni bir ışık beni tuttuğu gibi endişelerin bataklığından çekip çıkardı.
Bir zamanlar fısıldadığı ve benim de yazdığım sıra dışı bir cümleyi anımsadım.
“Yaşam stili bilinçlidir. Elinde avucunda olan her şeyi, hatta olmayanları bile kendine yatır.
Her zaman! Böylece yaşamının her anlamda zenginleştiğini ve genişlediğini göreceksin. Eğer
sen kendine yatırım yaparsan, yaşam da sana yapar. Para için endişelenme. Kendin için,
bütünlüğün için endişelen. Paraya ihtiyacın olduğunda, sana gelecektir. Kendine güven.
Düşüne güven ve güzel bir hayat sürebilmek için gerekli para sana gelecektir. Düşünün
başyapıtı sensin. Dış dünya sadece içindeki yaratıcılığın soluk bir gölgesidir.”
8 Horoz Ötmeden Önce
Hücresinin kapısı beklenmedik bir şekilde açılan hükümlü gibi, vücut kimyamın aniden
değiştiğini hissettim. Beni korkutmanın, cesaretimi kırmanın ne kadar kolay olduğunu
düşündüm. İşte Varlığım bu kadardı ve yaşamımdaki tüm zorlukların asıl nedeniydi. Tek
ihtiyacım olan Dreamer’la bağlantıda olmak, ona bakmak, hatta onu düşünmekti. Bu bile beni
değiştirmeye ve benim için gerekli olan çözümün ortaya çıkması için yeterliydi. Onunla
buluşmamızda birçok sefer olduğu gibi, St. James’teki bu süitte (“de” ayrı yazılmalı),
‘yapmanın bilimi’ üzerine çalıştığımız bir okul haline dönüşmüştü.
Ne olduğunu bilmesem de, Dreamer beni sıra dışı bir görev üstlenmeye hazırlıyordu. Bana
vereceği görevin tümüyle bir ‘alt üst’ etme içereceğinden son derece emindim. Bu görev, şu
anki halimle, parmağımın ucuyla bile dokunamayacağım bir sorumluluk içeriyordu.
Minnettarlıkla dolu bir duygunun Varlığımı kapladığını hissediyordum. Gözlerimi yarı
kapadım ve lüks içindeki bu odanın her köşesini içime sindirdim.
Dışarıda hiçbir şey yok.
Dreamer’la birlikteyken, bilinmeyen yönlerim gün ışığına çıkıyordu. St. James’teki o lüks
süitte olağanüstü bir şey oldu. Birkaç saniye için bile olsa, korkuları ve şüpheleriyle yıkılan
bir adam olmaktan vazgeçip, bu lüks odanın mimarı, onu tasarlayan sanatçı oldum.
Düşleyenle düşlenen, özgür olan ve olmayan bir insan arasındaki sonsuz mesafeyi kavradım.
Dünya Var oluşun bir yansımasıydı. İşte kaynak buydu!
İncili aradım ve yatağın yanındaki sehpanın çekmecesinde buldum. Rastgele bir sayfa açtım
ve İsa’nın Petrus’a üç kez ‘beni seviyor musun?’ dediği bölümü okudum. Petrus önce
şaşırmış sonra biraz utanarak, ‘Evet, seviyorum!” demişti.
“Hayır,” diye yanıtlamalıydı oysa. “Henüz değil.”
Eğer daha dürüst ve içten olsaydı, eğer kendini derinlemesine bilseydi, “Seni sevmeye
çalışıyorum!” derdi.
Üç kez tekrarladığı bu soruyla İsa aslında ona, “Kim olduğunu biliyor musun? Ne olduğunu
biliyor musun? Kendini her şeyden çok seviyor musun? İçinde kendini öldürmeyi bıraktın
mı?” diye sormak istemişti.
İsa, Petrus’tan öğrendiklerini Varlığının en derin kısımlarına aktarmasını, görüşünü alt üst
etmesini, düşünce biçimini değiştirmesini ve katılığını yumuşatmasını istiyordu. Belki de
İsa’nın ona Petrus (Yunanca Taş anlamına gelen) adını vermesinin nedeni de buydu. Petrus
değişmeyi bilmeyen, yalan söyleyerek saklanacağını düşünen insanı temsil ediyordu. Ben de
o insanlardandım.
Okurken ağladım. Petrus’a ihanetten kaçması için üç kez şans verilmişti. Kendini daha iyi
gözlemleyebilse, ihanetin hemen oracıkta, kendi Varlığı içinde olduğunu ve ortaya çıkmak
için beklediğini görecekti. Zavallı Petrus. Kendini gözlemleyebilseydi, isteğin dışarıdan değil
kendi Varlığından geldiğini anlayacaktı. “Petrus, kendini seviyor musun? İçindeki her
bölünmeyi, her ölümü ortadan kaldırdın mı?” Bu soruları sorsaydı kendine, içindeki
korkuları, şüpheleri ve yalanları fark edecek ve onlarla bir hırsız gibi savaşacaktı.
Yüreğinde kendini sevmek, senin iradendir. Bu kendini bilmek anlamına gelir.
Yüreğinde kendini sevmek, bütünlük içinde bir dünyayı durmaksızın kutlamaktır.
Dreamer’ın bu sözlerini anımsadım ve Petrus’un, bu kendini gözlemleme, bilme ve sevme
isteğini kabul etseydi ölümlü kaderini değiştirmiş olabileceğini anladım. Eğer o inançlarını
alt üst edebilseydi, İsa’nın yıkıcı öğretilerini iyi bir şekilde ama geç anlamının bir sembolü
olarak cellâtlarından baş aşağı çarmıha gerilmesini istemezdi.
Kitabın bu bölümünde aktarılan mesajdan tekrar Dreamer’ın muhteşem öğretilerine geri
döndüm. Olaylar dünyasında karşılaştığımız her şeyin kökeni Varlıktır.
Kendi içine bak ve kaderini gör!
Bu üç ‘evet’ Petrus’un görmek istemediği yalanlardı ve şehit olmasının görünür hale
gelmesiydi.
Bir şeyi değiştirmek istiyorsan, bunu ancak Varlığına müdahale ederek yapabilirsin.
Bir insanın yazgısı, bir organizasyonun, milletin ya da bir uygarlığın ekonomisi, onun
Varlığının ve görüşünün yansımasıdır.
Bir insanın görüşü ne kadar genişse, gerçekliği de o kadar zengindir.
Hiçbir ekonomi okulu bana bu kadar kapsamlı bir yasayı öğretemezdi.
Bunlar benim için gerçek ekonomi, finans ve yöneticilik dersleri olmuştu. Bu öğretiler,
Varlığın temelleri üstüne kurulacak yeni bir eğitim sisteminin köşe taşları olacaktı. Psikolojik
bir değişimle eski insanlık, görüşünü alt üst edecek ve kendini ebediyen dünyadaki tüm
yoksulluğun ve suçun nedeni olan karmaşadan, şüpheden, korkudan ve acıdan kurtaracaktı.
9 Dreamer’la Akşam Yemeğinde
Veronica’ya erken gitmek için sabırsızlığımı denetim altına almam gerekmişti. İçerisi
kalabalıktı. Dreamer zengin donatılmış bir masada, etrafı lokanta sahibi ve heyecanla
çalışmakta olan garsonlarla çevrilmiş şekilde oturuyordu. Bir kuş sürüsü gibi hep birlikte
Dreamer’ın siparişlerini alıyor, önerilerini dinliyor ve sonra yine hep birlikte işlerinin baş
döndürücü danslarına dönüyorlardı. Dreamer, hiçbir dönemi andırmayan siyah bir takım
giymiş ve saçlarını ensesinde toplamıştı. Saten yakalı ceketinin altındaki parlak gömlek siyah
kadife bir papyonla tamamlanmıştı. Yalnız olmadığını görünce şaşırdım. Masada onunla
birlikte dört erkek ve üç kadın vardı. Bu kişilerin daha sonra, Zurich’in önde gelen reklam
ajanslarından birinin patronu olan Bruno W ve eşi, Frankfurt’ta uluslar arası bir vakfın
başkanı olan Klaus F, bir İngiliz üniversitesinin dekanı olan Ben F, Londra ve New York’ta
şubeleri bulunan bir kariyer danışmanlık şirketinin sahibi bir kadın, çekici ve kararlı bir
havası olan insan kaynakları uzmanı Linda ve son olarak sessiz, nazik ve çekingen görünen
ama kanımın hemen kaynadığı Peter C ve Susan olduklarını öğrenecektim. Peter bir Katolik
ve Susan Protestan’dı. İkisi de Regent Park’ta tarihi bir kolejde bir Avrupa projesi üstüne
çalışıyorlardı.
Masadakilerin Dreamer’a gösterdiği tavır hürmet ve samimiyet duygusunun hâkim olduğunu
gösteriyordu. Görmeyi beklemediğim bu kişilerin varlığı bende uzun zaman önce
unuttuğumu sandığım duyguları kabartmıştı. Onları birer davetsiz misafir olarak algılamış
ama aynı zamanda çevrelerini saran başarı aurasından dolayı kıskançlık hissetmiştim. Elbette
Dreamer’ın başka öğrencileri olduğunu düşünmüş ve onlarla karşılaşmayı hayal etmiştim
ama bu şekilde habersizce onlara yakalanmaktan hoşlanmamıştım. Verdiğim tepki ve
hissettiğim duygular yüzünden utandım. Fakat gerçekte bir iki adım olan ve Dreamer’la beni
ayıran mesafeyi kapattığımda bu duygularım değişime uğradı. Dikkatimi dış dünyadan alıp,
iç dünyama döndürdüm. Bu olumsuz düşüncelerin farkına vardığım anda yok olup gittiler.
Bunu fark etmemle geriye sadece merak duygusu kaldı. Sonunda, benim gibi Tanrılar Okulu
ile karşılaşmış insanlarla tanışmanın ne kadar değerli bir fırsat olduğunu anladım.
Kendimi, oyuncularla seyirciler arasındaki çizginin sürekli değiştiği sanal bir tiyatro gösterisi
içindeymiş gibi hissettim. Absürt tiyatronun perdeleri açılıyordu ve ayrı bir gerçekliğin
hatlarını ortaya çıkartıyordu. Bilinmeyen bir senaryonun yaşayan sayfaları gibiydik ve şimdi
Sanatçı-Yazar- Tasarımcı olanın çevresinde toplanmış kaderimizi öğrenmek üzere
bekliyorduk.
Dikkatimi misafirlere vermiştim ve özenle onları izliyordum. Bu insanların hepsi kendi
alanlarında uzman kişiler olarak biliniyorlardı. Bruno W yaşlı bir adamdı. Tavırları ve
konuşması basit görünse de, kararlı bir kişiliği olduğu kesindi. Kendisine rahat bir kişi havası
veren ama bir yandan içindeki çocuğu yansıtan kır sakalları vardı. Eşi Rebecca narin
yapılıydı, hatta dokunsan kırılacakmış gibi duruyordu ama onda bir iş kadınının sahip olması
gereken tüm yetenekler vardı. Zamanının çoğunu büyük bir aile çiftliğini ve bir şarap
işletmesini yönettiği Toskana’da geçiriyordu. Klaus E’nin özellikle enerjisi beni etkilemişti.
Maceracı bir centilmen gibi nazik tavırları vardı ve kozmopolit ve canlı bir görüntüye sahipti.
Kınısının içinde saklanan keskin bir bıçak gibi, neşeli ve havai tavırlarının ardında keskin bir
zekâ saklıyordu. Peter C ise güzel konuşması ve ilginç fikirleriyle ateşli bir Chenier olduğunu
göstermişti. Genç eşi Susan hayranlıkla onun ağzının içine bakıyordu.
Dreamer önünde hepimiz çıplaktık. Yeteneklerimizi ve sınırlarımızı, hepimizin önemli
yerlerde olduğunu biliyordu. Bir araya geldiğimizde, kendi yarattığı bir yapıtı çalabileceği
klavyeyi oluşturuyorduk. Projenin ne olduğunu bir tek o biliyor ve hepimizin mozaik bir
eserin parçaları gibi eşsiz ve değiştirilemez olduğunu düşünüyordu.
Geldiğimi sanki kimse fark etmemişti. Herhangi bir merasim ya da tanıştırılma da olmamıştı.
Sessizce onlara katılıp masadaki boş sandalyeye oturdum ve Dreamer’ın anlattıklarını
dinlemeye başladım.
“Gerçek bir insan hiçbir felsefeye, ideolojiye ya da dine mensup değildir. Gerçek düşleyenin
hiç etiketi yoktur. Herhangi bir şeye ait olamaz, ya da içinde bulunamaz. Antagonist’in
sadece sınırlarımızı aşmamız için var olduğunu bilir. Bir engel ya da zorluk olarak ortaya
çıkan şeyleri kutsamasının nedeni de budur. Bir gün bahçede yürürken bir dikene basarsanız,
teşekkür etmeyi asla unutmayın.”
10 Dürüst Olmayan Yönetici
Dreamer’ın Antagonist’ten bahsetmesi ve nükteli sözlerle konuşmasını bitirmesi, başka bir
öykünün başlangıcı olmuştu. İki bin yıllık geçmişe sahip ve aslında anlaşılması güç bir
meseleydi. Dürüst olmayan bir yöneticinin öyküsüydü.
Zengin bir adam, işlerinin başına koyduğu bir yöneticinin parasını çarçur ettiğini ortaya
çıkarır. Yöneticiyi huzuruna çağırır, her şeyi anlatarak onu görevden alır. Yönetici kendi
kendine, “Şimdi ben ne yapacağım?” der umutsuzluk içinde. “Toprak kazmaya gücüm
yetmez, dilenmekten de utanırım.” Sonra efendisinin borcu olduğu adamları arayıp, sahte
evraklar düzenleyerek borçları azaltır. Yüz batos zeytinyağı elli, yüz koros buğday seksen
olur ve bu böyle sürüp gider. Böylece insanlara hoş görünmeyi ve tekrar işe girebilmeyi ümit
eder. Efendisi onun bu dürüst olmayan tavırlarını öğrenince tek bir cevap verir. Onu över.
“Efendinin bu davranışı, yüzyıllar boyunca en bilgili akademisyenleri bile şaşırtmıştı,” dedi
ve sonra sustu.
Bazılarımız bu suskunluğu konuşmak için bir davet olarak algıladı ve fikirlerini beyan
etmeye başladı. Fikirlerin çoğu olanaksız düşüncelerdi ve diğerleri tarafından anında
reddedildiler. Sonunda bilmeceyi çözemeyeceğimizi anlayarak Dreamer’a döndük. Onun,
parmakları arasında Gordian düğümünü bile zorlanmadan yavaşça çözebileceğini biliyorduk.
Bu bilmeceye öyle kusursuz bir cevap verdi ki, sadece doğruyu göstermekle kalmadı, aynı
zamanda binlerce yıllık bir karanlığa da ışık tuttu.
Dreamer, efendinin görünürde bu anlaşılmaz yanıtının insanlık için bir kozmik olay kadar
önemli olduğunu söyledi. İnsanlık için evrimsel bir geçişti. Fiziksel evrimimizde nasıl
sırtımızı dikleştirerek geliştiysek, psikolojimiz de bu şekilde gelişecekti. Öyküde efendinin
verdiği tepki, yeni bir insanın doğuşuna işaret etmektedir.
“İnsan yenilikçiliği, anı yönetmeyi, her saldırıyı kendi lehine çevirmeyi, hakareti yolculuğu
için enerjiye dönüştürmeyi keşfetti. Bu hazinenin yer haritasını da akıl almaz küçük bir
öyküye gömdü.”
“Saldırıyı yüreğinizin derinliklerinde hissedin!” Yüksek sesle verdiği bu emir beni yerimden
sıçratmış ve onu daha dikkatli dinlememi sağlamıştı.
“Orası savaş alanı ve zaferin kararlaştırılacağı yer. Giz savaştan önce kazanmakta gizlidir.”
Not defterimi çıkarttım ve her sözünü not ettim.
“Dürüst olmayan yöneticiyi övmek, iç yaralarını iyileştirmiş, kendisini yüreğinde bağışlamış
ve bundan sonra savaşmasına gerek olmayan bir insanlığın çığlığıdır. Bundan sonra artık
Antagonist’in faydalı ama öte yandan acımasız müdahalesine ihtiyacı yoktur.”
Dreamer, yaşam sahnesinin en önüne çıkıp ışıkların altında duran, görkemli sona erişmiş,
olgunlaşmış bir insanın, ona dostluk ya da sevgi gösterenler yerine, ona engel olan, zulmeden
ve saldıran herkese çok güçlü bir teşekkür etmesi gerektiğini anlattı.
Dreamer bu noktada sözlerine ara vererek masaya ilk yemek servisinin yapılması için
garsonlara işaret etti. Anlaşılması zor olan bu meseleden ilgisini aynı titizlik ve otoriter
tavırla masaya servis edilen yemeklere verdi. Dreamer’ın gastronomi ve tarih üzerine yaptığı
bazı açıklamalardan sonra masaya daha önce hiç görmediğim ve yerel İngiliz mutfağına ait
yemekler gelmeye başladı. Tarihi 1600’lü yıllara uzanan hardal bazlı yemeklerden tutun da,
çağdaş tariflere kadar ama hepsi İkinci Dünya Savaşı dönemine ait yemekler masaya dizildi.
Dreamer her zaman olduğu gibi yemeklere dokunmadı. Önüne konan tabaklar neredeyse
geldikleri gibi mutfağa geri gidiyorlardı. Çok kibar bir sofra arkadaşı, yemekler ve şaraplarla
ilgili son derece bilgili biri olmasının yanında, Dreamer azla yetinmenin somut bir örneğiydi.
Sofra adabında gerekli her türlü titizliği uyguluyordu. Servis tabaklarını karşılıyor, kendi
tabağına koyuyor, sofraya gelenleri ikram ediyor, yemekler hakkında yorumlar yapıyor ama
neredeyse hiç yemiyordu. Arada bir çatalına bir lokma alsa da ağzına götürmüyordu.
Görünüşe göre Dreamer kendini sofradaki ayrıntılara dikkat ederek kendini besliyordu.
Garsonun bir hareketi, yemeklerin sunuluş şekli, odanın dekorasyonu, yemeklerin kokusu,
restoranın tasarımı ve diğer her şey sanki sadece O’na ait olan duygulardan, hislerden ve
düşüncelerden oluşmuş bir besin gibiydi. Bizim organlarımız onu tanımıyor ve nasıl
öğüteceğini bilmiyordu.
11 Kurban Daima Suçludur
“Görünüşe göre bu evrende her şey ‘karşıtlıklar yasası’ ile dengede tutuluyor. Her şeyin var
olabilmesi ve dengede durabilmesi için bir karşıta ihtiyacı var,” dedi Dreamer, ezberinden
konuşarak. “Bir bireyin, ulusların ve tüm uygarlıkların yaşamı, katı bir şekilde karşıtlıklar
yasası tarafından yönetiliyor ‘gibi’ görünüyor.”
Konuşması sanki sihirli bir değnekdeymiş gibi bu konu etrafında canlanmıştı. Dreamer
gruptaki herkesi, şu anki Antagonist’lerinin kim ve ne olduğunu açıklamaya davet etmişti.
Dreamer herkesi can kulağıyla dinledi. Bense, cümlesine niye ‘görünüşe göre’ diye başlayıp,
‘gibi görünüyor’ diyerek bitirdiğini merak ediyordum.
Bu sırada tekrar konuşmaya başladı ve ben de düşüncelerimi bir kenara koyup dinlemeye
başladım. New York’ta bana anlattığı geleceği biçimlendirme sırrını sonunda ortaya
koyuyordu.
“Herkes isteği ve onun gerçekleşmesi arasında duran gücün farkındadır. Bu bir tür evrensel
sürtünme kuvvetidir,” dedi ve tarihten, insanlığın yüz yüze geldiği sorunlardan örnek vererek
Antagonist’in asıl itici güç olduğundan bahsetti.
“Yaşamınızda bir şey yapmak isterseniz, insanların Antagonist diye nitelendirdiği zıt bir
kuvvetle karşılaşmak zorunda kalırsınız.” Konuşmasına sanki doğru sözleri arar gibi bir süre
ara verdi ve sonra, “Ne var ki, çok az insan Antagonist’e dair sırları bilmektedir,” dedi. Bu
gizemli sözler hepimizin kulak kesilmesine neden olmuştu.
“Antagonist bizi ölçer. Bizim amacımızı, düşümüzün büyüklüğünü ölçer. İngilizcede Amaç
(AIM) Benim sözcüğünün farklı dizilişidir. (I AM)”
AIM = I AM
“Kimsenin kendinden daha büyük bir amacı yoktur,” diye sözlerine ekledi. “Sıradan bir
insan bir apartman dairesini, bir başkası bir villayı düşler ama Versailles Sarayını ancak bir
kral düşleyebilir.”
Dreamer’ın, bir insanın ‘arzuladıkları’ ve ‘olduğu’ arasında kurduğu derinlikten kendimden
geçercesine büyülenmiştim. Bunun, bir insanın isteklerinin sınırı olmadığı genel geçer
düşüncesiyle çeliştiğini ve kendilerinde kaynakların yetersizliği düşüncesini oluşturarak
sınırlar koymasalar herkesin istediği hedefi kendine koyabileceğini düşündüm. Buna göre
kısıtlamalar olmadan herkes en büyük düşleri kurabilir veya en büyük arzulara demir
atabilirdi.
Dreamer bu genel geçer inanışın temelinden çürük olduğunu göstermek üzere, “Bir insanın
yaşamdan ne isteyebileceğinin üst sınırını Varlığının genişliği belirler. Bu onun isteklerinin
en üst noktasıdır. Aynı zamanda bu onun sahip olabileceklerinin ve alabileceklerinin en üst
sınırıdır.”
Bu muhteşem bir keşifti. Öğretilerinin şimdiye dek dağınık kalan parçaları artık bir araya
geliyordu. Düşüncelerimden sıyrıldığım zaman konuşmalardan uzak kaldığımı anladım ve
diğerlerine yetişmek için dikkatlice dinledim. Çocukluğumda da aynı şeyi yapardım. Durup
doldurulmuş bir hayvana ya da antik bir efsanenin görsel betimlemesine bakarak hayallere
dalar ve kolejde çoktan sıraya geçmiş arkadaşlarıma yetişebilmek için koridorlarda delice
koşardım.
“Antagonist, düşüncelerimizle duygularımızın boyutlarını ölçen en hassas ölçektir,” dedi.
Analiz yapmamıza izin vererek birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra, “Kuvvet açısından
bizden asla üstün olmamasının da sebebi budur. Zalim, tehdit edici ve yenilmez görünse bile
Antagonist’le karşılaşmamız daima bir düellodur ve her iki taraf birbirlerine denk olacak
şekilde dengelenmiştir,” diye ekledi.
Bu noktada Dreamer sesini ürperten bir şekilde alçaltıp fısıldayarak konuşmaya başladı ve
bizler tek bir beden gibi ona doğru eğilip dinlemeye başladık.
“Göründüğü kadarıyla insan sadece kendi dışında engeller, düşmanlar ve zorluklarla yüz
yüze geliyor. Antagonist, aslında içimizdeki bir gölgenin, yani bizim bilmediğimiz ve bilmek
istemediğimiz karanlık bir noktanın görünür hale dönüşmesidir. Bir saldırı, bir zorluk veya
bir sorun olarak karşımıza çıktığında şaşırırız. Oysa uzun zamandır hep orada, kendi
bilincimizdedir. Önemsenip dikkat edilmediği için, küçük bir belirtiyle kötüleşmeye başlar ve
biz onu tanımlayıp değiştiremediğimiz için büyük bir tehlikeye dönüşür. İşte bu yüzden daha
bilinçli bir insanlık mahkeme salonlarına ‘Kurban Daima Suçludur’ yazacaktır.”
Bruno W hareketlenerek, “Peki, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan Yahudi soykırımı
için ne denebilir, bunu nasıl açıklarız?” diye sordu. “Yahudi katliamında bir kurbanın kendi
cellâdı olduğuna inanamıyorum. Nazilerin ırk üstüne ürettikleri sapık teorilerin sorumlusu
nasıl milyonlarca masum insan olabilir ki?”
Tam bu sırada restoranın sakisi masaya yaklaşarak herkesin kadehini çok değerli bir şarapla
doldurdu. Dreamer sustu ve yeniden konuşmaya başlamak için sakinin işini bitirmesini
bekledi. Bu arada aniden Klaus E, sesli düşünürcesine yüksek bir sesle, “Doğrusu, tarihin
uzun geçmişine bakarsak, Yahudi olmak hiç kolay değildi. İsa’dan altı yüz yıl önce Kral
Nabukadnessar, Kudüs’teki Yahudi tapınağını taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkıp tüm
Yahudileri Babil şehrine sürgüne göndermişti. Sonra Mısırlılar ve Romalılar da aynı şeyi
yaptı. Adları ister Führer, Sezar, Pharoah veya Satrap olsun, Yahudilerin düşmanı, yani
Antagonist’i hiç eksik olmamıştır,” dedi.
Dreamer bir bilek hareketiyle kadehini döndürdü, kadehin iç çeperlerinde şarabın süzülüşüne
baktı, aromasını kokladı ve sonra bir bakışıyla sakinin çekilmesini sağlayarak konuşmaya
başladı.
“Karşıt olan, bütünden kopmuş kırık bir parçadır. Antagonist görünüşte bir kadının yitirdiği
değerli bir cevher ya da bir çobanın kaybettiği bir koyundur. Bütünlüklerini yeniden
bulamayanlar, o küçük parçanın yerini dolduramayanlar, onu dışarıda bulacaklardır. Ama
buldukları yeni parça aynı Antagonist gibi daha büyük olacaktır.”
Bu sözlerle Linda’nın yüzü aydınlandı ve heyecanla, “Evet,” dedi. “Yahudilerin çocuk
yuvaları, okulları, hastaneleri hep ayrıydı. Kasapları, bakkalları, gelenekleri hep ayrıydı.
Denilebilir ki, Yahudi dini, felsefesi, yaşam tarzı ve insanlarının çalışma şekli ağırlıklı olarak
hep ayrılıkçı bir dünya görüşüne dayanıyordu. Bir tarafta Yahudiler, diğer tarafta diğerleri
vardı.”
Peter söze girerek, “Yahudi Tapınağında, Yahudi olanların ve olmayanların girişi farklıydı.
Buna uymayan bir pagan ölümle cezalandırılabilirdi,” dedi.
“Dreamer bir keresinde bana,” dedi ve sonra onay almak için Dreamer’a baktı ve “Getto
doğduğu zaman dikenli bir tel Yahudi psikolojisini çoktan çevrelemiş ve kendini korkunç bir
gerçekliğe dönüştürmek için gerekli koşulların oluşmasını beklemişti.”
“Kendini saldırıya uğrayacak bir kişi gibi görmediğin sürece saldırıya uğramazsın. Eğer
saldırıya uğrayacak gibi hareket edersen, saldırıyı yaratır ve kendine yansıtırsın. Dışarıdan
bir gücün sana saldırdığını hissediyorsan, çoktan kendi ölümcül düşünün kurbanı oldun
demektir,” diye Dreamer sözlerini tamamladı.
Bruno, sanki hiç beklemediği bir keşif yapmış gibi Linda ve Peter’in sözlerine ek olarak,
“Şimdiye dek hiç düşünmemiştim ama İbranice kutsal sözcüğünün etimolojik kökü ‘ayrılmış’
anlamına geliyor. Yahudiler kendi dini görüşlerine göre dünyayı, kendileri ve diğerleri, yani
dinsiz ve murdar olanlar diye ikiye bölmüşlerdir,” dedi ve sanki bir darbe almış gibi
sandalyesinde geriye doğru yığıldı.
“Peki, sonra?” dedi ama sözlerinin arkasını getiremedi.
“Sonra,” dedi Dreamer, Bruno’nun anladığını fakat sözlerinin gerisini getiremediğini fark
ederek. “Bizim bütünleşmede gösterdiğimiz eksiklik, dış dünyada canavarlar üretir.
Bölünmüşlüğümüz karşılaştığımız şiddeti yaratır. Antagonist biziz. Kendini başkalarından
ayrılmış hissetmek, bir gün olaylar dünyasında şiddet, saldırı, çatışma ve eziyet biçiminde
şekillenecek bir iç suçluluğu beslemek demektir.”
Hayretler içinde kalmıştık. Düşüncelerimizin nefessiz kaldığı bir karanlığın içinden
geçiyorduk.
“Yahudi Katliamı, ne bir rejimin, bir ulusun ya da daha kötüsü bir kişinin ya da zorba bir
yöneticinin acımasızlığı yüzünden, ne de rastgele ortaya çıkmıştır. Bu olay, kendini yüreğinde
bağışlamamış bir halkın görüşünün görünür hale gelmesidir. Toplama kampları, sürgünler,
katliamlar ve vahşet, ayrılıkçı, çatışmacı düşüncenin bir yansımasıdır. Tek düşman kendi
içimizdedir! Dışarıda ne nefret edilecek, ne bağışlanacak bir düşman, ne de bize zarar
verebilecek bir kötülük var.”
“Şimdi düşünüyorum da,” dedi Rebecca, “Babil’e sürgüne gönderilen Yahudilerin acıklı
ezgisi Yeremya Ağıtları, şaşkınlık içeren bir sözcükle başlar. “Eckah, yani Neden?”
“Beklenilmeyen hep uzun bir hazırlık dönemi gerektirir. Var oluşumuzda uzun bir kuluçka
dönemine ihtiyacımız vardır,” dedi Dreamer. “Bu nedenle içindeki Antagonist’i tanı, onu
uyuma sok ve bütünlüğünü sağla. Kendini bütünleştirmek, yüreğinde kendini bağışlamak
demektir. Parça bütüne katılır. Bu kaybettiğin oğlunun geri dönmesi gibidir. Bu düşmanını
sevmektir. Böylece yaşam sana hep evet demeye başlayacaktır. Senin için, diğerlerinin şans
dediği, sürekli bir bereket kaynağı olacaktır.”
O akşam Dreamer bize insanlığın, evriminin bir noktasında birbirinden tamamen farklı iki
ırk, farklı iki psikoloji yaratan çatallı bir yolla karşılaştığını söyledi.
Bağımlı olan, şikâyet eden, kendine acıyan ve dış koşulları suçlayan insanlar vardı ve
Dreamer onları ‘tepkiciler’ olarak nitelendiriyordu.
Eğer dış dünyayı gerçek gibi algılarsan, ne yaparsan yap başarısız olmaya mahkûm olursun.
Diğer tarafta ise, etkin, yaratıcı ve arzuları yönünde yapacağı her hamlede kendi
psikolojisinden kaynaklanan, zıt bir kuvveti yenerek zafer kazanması gerektiğini bilen başka
tür bir insan vardı. Bu kişiler dışımızda ters bir dünyanın veya bize karşı koyan bir düşmanın
var olmadığını biliyorlardı. Dreamer bu kişileri de, ‘yenilikçiler’ olarak nitelendiriyordu.
Zıtlıkların ardındaki bütünlüğü, görünen Antagonist’in ardındaki uyumu görebiliyorlardı.
“Yenilikçi kişilerin, dipsiz karanlıkların içine atlamaya, var oluşun en karanlık yerlerine
girmeye, gölgelerin, hayaletlerin ve korkuların karşısına dikilip yüzleşmeye cesaretleri
vardır. Bunların bir gün görünür hale geçip karşılarına Antagonist’ler olarak çıkacaklarını
ve çıkmadan önce alt edilmeleri gerektiğini bilirler. Dışarıdan gelen her şeyin
dönüştürülmesi gerekmektedir. Olayların, koşulların ve ilişkilerin içinde çöplerin yeni bir
nesneye dönüştürüldüğü yere düşmesine izin ver ve yeni bir enerji, yeni bir hayata adım at.”
Bu tarz kişisel zaferleri Dreamer, “yaratıcı zaferler’ olarak nitelendiriyordu.
“Düşlerini gerçeğe dönüştürmenin tek yolu budur. İphigeneia’nın, İshak’ın kurban olarak
sunuluşu, Odysseus’un yolculuğu, Arcuna’nın savaşı, İsa’nın ayartılmak için denenmesi,
arzularının önündeki tek engel olan içlerindeki Antagonist’i yenmek gibi yaratıcı bir zafere
ulaşmış insanların başarısında gizlidir.”
Sonra, çözümü olmayan bir durumu bildirir gibi üzgün bir ses tonuyla, “Tepkici insanların
sorunu, evden yani kendisinden uzakta olmasıdır. İç dünyasının olmadığına inanan insan, dış
dünyayı tapılacak bir ilaha, korkuyla sarılacak ve bağımlı olunacak bir puta çevirir.
Kimseden bir şey bekleme,” dedi.
Yemeğin sonunda ayrılmadan önce, Dreamer bizde yaşlanma ve çürüme gibi bir Var oluş
Okulu bünyesindeki insanlar için asla kabul edilemeyecek belirtiler gördüğünü açıklayıp,
uygulamalı çalışmalarımızın yavaş ve ilerleyişimizin yetersiz olduğunu söyledi. Sert ve
akılda kalıcı sözlerle memnuniyetsizliğini belirtti. Dreamer’ın bu kişilere olağanüstü projeler
yürütmek ve kendi dünyalarında en yüksek tepeye çıkmak için verdiği enerji, artık onların
kibirlerini ve gururlarını besliyordu. Dreamer’la birlikte olmalarının gerçek nedeni olan, yeni
insanlığın öncülüğü yeminini unutup, birer prototip lider olmuş ve kendilerini cansız bir türün
kalıplarına indirgemişlerdi.
Veronica’dan ayrılırken ayakta etrafına dizildik ve o unutulmaz dersin sonunu dinledik.
Sözleri acıtıyor ve içimizi yakıyordu.
“Size ün, zenginlik ve güç verdim. Hayal ettiğiniz her şeye sahip oldunuz. Şimdi yeni bir
maceraya atılmanız gerek. Şimdi yeni bir düş kurma, yeni bir dünya kurma zamanı. Sahip
olduğunuzu düşündüğünüz her şeyi bırakın ve yerinize başkasını koyun. Kendinizi tamamen
projeye adayın.”
Dreamer’ın bundan sonra dediklerini aktarmayacağım çünkü bugün bunu çok az kişi anlayıp
kabullenebilir ama söylediği sözlerin hepsi bende bir hazine gibi saklı durmaktadır.
“Yaşlılık maskesi ardında yalanlarınızı gizliyorsunuz. İşlerinizi atayacağınız görevlilere
devredin. Rollerinizi bırakın. Bunu size yaşam yaptırmadan, kendi isteğinizle yapın!” dedi
gür bir sesle.
Bu insanların gözlerindeki şaşkınlığı görünce, zengin ve genç adamın hikâyesini anımsadım.
Dreamer’ın sözlerini o gece duyan ve Dreamer’ın o gece bıraktığı bu insanlara neler
olduğunu daha sonra yazacağım. Dreamer’ın o geceki sözleri yüzlerine bir yumruk gibi inmiş
ve gözlerini acıyla kaplamıştı.
“Bundan sonra size müdahale etmeyeceğim,” dedi. “Gerçek özgürlük bir armağan olarak
gelmez. İnsan bunu tüm gücüyle yürekten istemeli ve bedeli her ne olursa olsun hak etmelidir.
Sadece o zaman emellerinize ulaşabilirsiniz! Benim dünyamda içinizdeki korkunun ve
tembelliğin zerresine yer yok. Olduğunuz ve sahip olduğunuz her şey geride bırakılmalı ve
aşılmalıdır. Var olmak ve daha fazlasına sahip olmak için bu gereklidir. Benim sözlerimle
anlamadığınız her şeyi, hayat size kendi iyileştirme yöntemleriyle ve yasalarıyla anlatacaktır.
Bu yüzden, acıyı, çürümüşlüğü, hastalığı, yaşlılığı ve ölümü geride bırakabilmeniz için size
özgürlüğünüzü geri veriyorum.”
Bu sözleri ruhumu karartan bir kehanet olarak algıladım. Yıllar sonra yaşamımın en zor
anlarında tenimi dağlayacak bu sözleri ilk orada işitmiştim.
Dreamer’la tek başıma kalabilmek için diğerlerinin gitmesini sabırla bekledim. Bu sert
sözlerinin anlamını, hepsinden öte beni neden bu kadar acıttığını sormak istiyordum. Benimle
ilgili bir duruma tanık olduğumu hissediyor ve bir gün düşleyenle düşlenen, yaşamla gölge
arasında bir seçim yapmak için sıranın bana geleceğini biliyordum. Onların yerinde olsam ne
yapardım diye düşünüyordum.
O akşam benimle ilgilenmesini istemiştim ve bu yüzden New York’a dönmeden benimle
görüşmesini istedim. Ertesi gün akşamüstü için randevu verdi. Savoy’da buluşacaktık. Sonra
benden o sıralar çok popüler olan Sefiller Müzikaline iki bilet almamı istedi. Şaşırmıştım ama
bir şey söylemedim ve sabah ilk iş olarak biletleri temin edeceğime söz verdim.
12 Biletler
En olağanüstü buluşmalarımızdan biri olacak bu randevuya tam zamanında gittim. Savoy’un
Thames lobisi o saatte çok kalabalıktı. Dreamer, buğulu bir fincan çaydan bir yudum almak
üzereydi. Önündeki masa değişik kek ve pastalarla doluydu. Kekler ve gümüş tabaklar tam da
onun istediği gibi yerleştirilmişti. Her zaman olduğu gibi onlara dokunmuyordu bile. Ben de
yine her zaman olduğu gibi kendisini saygıyla selamlayıp karşısındaki boş sandalyeye
oturdum. Düzgün bir yüz ifadesi takınmaya çalışmıştım ama içim yanıyordu.
İçerisinin gösterişli atmosferi ve piyanonun yaydığı hafif müzikle sakinleşmeye çalıştım fakat
kafama dolanan ve beni şu anda her şeyden çok endişelendiren düşünce üzerime buruk bir acı
gibi çökmüştü. Ümitsizdim. Dreamer cevap olarak hayır kabul edebilecek bir insan değildi ve
ben ona bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Soğuk ve sakin sesi düşüncelerimi bölerek
irkilmeme sebep oldu.
Doğrudan, “O biletleri bulamadın!” dedi.
Sesindeki haşin tonlama, en korktuğum şeyin başıma geldiğini haberdar ediyordu. Dreamer
bana verdiği görevi oldukça önemsiyordu. Yaşadığım korku ve utanç beni neredeyse
saldırganlık derecesine varan küstah bir havaya sokmuştu. Yapamayacağımı bildiği bir görevi
bana neden vermişti? Bütün gün biletleri bulabilmek için uğraşmıştım ama Sefiller o sıralar
West End’teki en popüler müzikal olduğundan, yer bulabilmek neredeyse imkânsızdı.
Dreamer’a sabah erkenden biletleri aramaya başladığımı, ilk iş olarak St. James’teki
görevlilerden müzikale akşam için yer ayırtmalarını istediğimi ve görevlinin bana
kahkahalarla gülerek, “Ama o müzikal için yerlerin üç ay önceden ayırtıldığını bilmiyor
musunuz?” dediğini anlattım.
İşte o andan itibaren arayışım iyice sıkıntı verici bir hale gelmişti. Dreamer’a da itiraf ettiğim
gibi, aklımdan sürekli bana başarmamın imkânsız olduğu bir görev verdiği geçmişti.
Dreamer konuşmuyor, çenesini göğsüne yaslamış öylece duruyordu. Boşa sonuçlanan
çabalarımı dinlemekle meşgul görünüyordu ve ben de bunu başarısız girişimlerimi anlatmaya
devam etmek üzere bir davet olarak algılamıştım. Bilet satış gişelerini ve makinelerini yok
yere taramıştım. Gişelerden, bilet makinelerine kadar her şey görevlinin bana dediklerini
doğruluyordu. Müzikalin biletleri aylar öncesinden tükenmişti. Anladığım kadarıyla o
biletleri bulmak, Londra’da olabilecek en zor şeydi. Şaşılacak bir biçimde içimdeki bir ses,
her şeyi denemeden bu görevi bitirmemem gerektiğini söylüyordu. Çay saati ve Dreamer’a
verilecek raporun saati yaklaşırken Londra’da sahne dünyasında sözü geçen bazı
arkadaşlarımı aramıştım. Westminister’daki parlamento oylaması sırasında verdikleri bir
arada Bayan Ellis’i bile ziyaret ettiğimi Dreamer’a anlattım. Bu çabam bile sonuçsuz
kalmıştı. Bana kızgınlığını ve daha da kötüsü alaylarını yöneltmesini beklerken zamanı
doldurmak için çabalarımı anlatmaya devam ediyordum ki, Dreamer en başta söylediği
cümlesini tekrarlayarak sözlerimi kesti.
“Sen, biletleri bulamadın!” dedi aynı ses tonuyla. Bu sefer ‘sen’ kelimesinin üstüne öyle bir
vurgu yapmıştı ki, kendimi aptal gibi hissetmiştim. Yüzüme doğru yaklaşarak, “Onları
bulabilmek için kendi kaderinin dışına çıkman gerekirdi. Bulabilseydin, ebediyen
değişecektin!”
Bana inandığımın aksine, o biletleri istediği anda aslında görevin tamamlanmış olduğunu
söyledi. Dreamer’ın bu sözleriyle afallamıştım. Karşılaştığım güçlüklerin nesnel olmadığına
beni kim ikna edebilirdi? O biletlere ulaşabilmek için her şeyi denediğimi benden iyi kim
bilebilirdi? Savoy’daki bu masada oturup konuşmak kolaydı ama benden daha iyi kim bu
kadar çaba harcayabilirdi?
“Hala dünyanın sana anlatıldığı biçimiyle uyuşturulmuş bir insansın. Sana göre dünya
gerçekliktir!” dedi. Sesindeki alaycı tını giderek büyüyordu. “O görevli sana biletleri üç ay
önceden alman gerektiğini söylediğinde, çoktan yenilgiye uğramıştın. O andan itibaren sen
biletleri aramadın.”
Karşı çıkmak istedim fakat daha ağzımı açamadan, Dreamer’ın sert bir hareketi sessiz
kalmama neden oldu.
“O andan itibaren biletleri aramadın fakat dünyanın sana anlatıldığı halini desteklemek için
yollar aradın. Başarmanın olanaksız olduğu düşüncesini güçlendirmek üzere aradın. Her
çaban başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve her seferinde daha kapıyı çalmadan, içeride bir ‘hayır’
sözcüğünün seni beklediğini biliyordun. Kehaneti ve güçlendirmek ve kendine verdiğin sözü
haklı çıkartmak için çabaladın.
“Hangi söz?” diye kekeledim. Korkunç varsayımlarımın arasından bir ışık içeri süzülüyordu.
Alçak gönüllülük ve anlama yetimin devreye girmesiyle, uzayıp giden mazeretlerimin
değersizliğini anladım.
“Benim önüme başarısız bir şekilde ama başarılı olmak için her yolu deneyerek geleceğine
dair verdiği sözden bahsediyorum,” diye cevap verdi Dreamer. Bir daha asla unutmayacağım
sözleri söylemeden önce bir süre sessiz kaldı.
“O görevlinin söylediklerine inanmak, dünyanın sesine körü körüne inanmaktır.
Betimlemesini kabul ettiğin andan itibaren, kazanmak için değil, başarısızlığını haklı
göstermek için çabaladın. İşte senin yaşam öykün bu, önceden bilinen bir yenilgi.”
Ölmek üzere olan birinin gözünden nasıl geçmişine dair kareler geçerse, benim de gözümün
önünden o gün olanlar geçti. Olaylar sadece zaman içerisindeki sırasına göre değil,
duygularım ve hissettiklerimle beraber gözünüm önünden geçiyordu. Yine yapabileceklerime
dair güvensizliğimi, yetersiz olma duygumu, altında ezilmekten duyduğum korkumu, o bileti
benden gizlediklerini düşündüğüm kişileri suçlamamı, anlaşılmaz derecede düşmanca
davranışlarımı ve son olarak da suçluluk duygumu gördüm. Bütün günümün içine işleyen ve
hala başıboş bir şekilde keyiflerine göre içimde dolaşan bu duyguların ayırtına vardım.
Dreamer’ın sözleri beni her zamanki tavırlarımla yüz yüze bırakmıştı. Bu görev bana en
derinlerde gizlenmiş ama aslında çok basit olan yaraları göstermiş ve önemsizliklerinin
farkına varınca daha da acı veren sınırları ortaya çıkartmıştı. Dreamer’ın sözleri dünyayı alt
üst etmiş ve olanları görüp anlayabilmem için işin içine evreni sokmuştu. Kaçırdığım fırsatın
ne kadar değerli olduğunu anladığımda, başarısız olduğum için daha kederlendim. Gerçeklik
ve yanılsama arasındaki bu savaşta, yani Dreamer’ın görüşü ve bana anlatılan dünya
arasındaki çekişmede, yine var olmayan yanılsamalar kazanmıştı. Dünya gözümde hala çok
gerçek, beni uyutan gücü de oldukça yüksekti. Dreamer’ın varlığı ise oldukça silikti.
Dreamer yeni bir tutumun ses tonuyla, “Seninki bir başarısızlık değil, başarısızlığın bir
sonucu, içindeki bir hatanın, bir Varlık durumunun yansımasıydı. Hayatta başarısızlık
yoktur, sadece etkileri vardır. O biletleri bulmak için geçmişini değiştirmen gerekirdi!” dedi.
Abartılı gelen sözleri şimdi çok açık bir gerçeği ortaya koyuyordu.
“Düş’üne sadık kalabilseydin, kaderini değiştirebilirdin,” dedi, sürekli yenilgiye uğrayan bir
insanlığa hitap eden birinin tatlı sert ses tonuyla.
Sonra fısıldayarak, “Uyuyan güzel senin içinde olan ve bilen düşleyendir.”
Bu varlığı ve onunla birlikteyken bulduğum bu berraklığı her şeyden çok sevdiğimi
düşündüm. Ona tutunmak için dişimi tırnağıma takarak çalışabilirdim. Bütünlüğün ve
çözümlerin dünyası bana, “Git, çoktan yapıldı,” dedi. Bölünmüşlüğün ve çatışmanın olduğu
dünya bana, “Mümkün değil,” demişti. Ben de dünyanın gerçek olmayan betimlemesine
boyun eğmiş, onun en altta ve en hastalıklı kısımlarına inanmıştım.
Dreamer en gerçek olandı. Ama ben bunu sürekli unutuyordum.
“Kendini çürümekten sakınmak için yüreğinde, yetersizlik bilincini, çatışmalarını, kendine
acımayı bırakmalı, kendini bağışlamalı ve seni bağımlı kılan, korkuyla dolduran, şüpheci ve
mutsuz kılan uykuyu kesinlikle yenmelisin. İnsanların dünyanın betimlemesine olan sarsılmaz
inançları, zayıflıklarının ve yaşamdaki olayların kökenidir. Hastalık da dünyanın bize
anlattığı bir yalandır! Hastalanırız çünkü hastalık bize anlatıldı. Onun gerçekliğini
sorgulamak hiç aklımıza gelmeden şikâyet ederek yaşlanır ve ölürüz. Sıradan insan asla
kendi düşünü değil, sadece kendine anlatılanı düşler. Çünkü kendisine erişemez. Kendisini
bilmez! Düşlediğin her şey gerçekleşir. Kendini bilmeye başlarsan, dünyanın da neden bu
halde olduğunu anlayacaksın. Sen artık dünyanın neden bu halde olduğunu biliyorsun çünkü
onu sen düşledin!
Defterimde boş yer kalmadığı için restoranın menüsü üzerine not almaya başladım ve
menüde yer kalmayana kadar devam ettim. Garsonun dikkatini çekmek üzere işaret ettiğinde
ben hala yazıyordum.
Ayağa kalkarak başka bir şey söylemeden, “Gidelim,” dedi.
13 Dreamer’la Tiyatro’da
Dışarı çıktığımız zaman bir taksi çevireceğimizi düşünmüştüm fakat yürümeye başladık.
Dreamer git gide hızını arttırıyordu ve ben de onu takip ediyordum. Dreamer’ı ilk defa bu
kadar acele ederken görüyordum. Kendimi oldukça antrenmanlı sanırdım ama buna rağmen
ona yetişebilmek için sürekli hızımı yükseltmem gerekiyordu. Yine de o önümde kalıyordu.
Doğu Nehrindeki adanın çevresini her gün koşuyordum, yirmi dört saatte, beş yüz kilometre
yol kat ettiğim Merkez Parkı Pepsi kupasına katılmıştım ama yine de hiç çaba göstermiyor
gibi görünen Dreamer’a yetişemiyordum.
Nereye gidiyorduk ve onun bu kadar acele etmesinin sebebi kimdi ya da neydi? Bunları ona
sormak istedim ama cesaret edemedim. Zaten konuşacak nefesim de kalmamıştı. Dreamer
aniden durdu ve bir delikanlının çevikliğiyle önümüzde kalkmak üzere olan iki katlı bir
otobüse bindi. Arkasından koştum ve beni kolumdan çekip içeri almasaydı
yetişemeyecektim. Gözlerinin içine baktığım zaman hala elini tutuyordum.
Aniden Napoli’de geçen çocukluğuma döndüm. Gözlerimin önüne afacanlar çetemiz,
Mergellina’daki cesaret denemelerimiz, raylar üstünde yaptığımız koşu yarışlarımız geldi.
Sadece on yaşındayken, bu afacanlar çetesine girebilmek ve onların riskli hayatlarının bir
parçası olabilmek için tüm bu riskleri göze almak gerekirdi. Bir keresinde bir şeyler ters
gitmişti. Tam tramvayın raylarına atlamış ve tutunma demirleri tutmak üzereyken, tramvay
birden hızlanmıştı. Ne üstünde durabiliyordum, ne de kendimi aşağı bırakabiliyordum. Artık
dayanamayıp kendimi bırakmak üzereyken, pencereden ince ama güçlü bir kol tutup beni
içeri çekmişti. İçeri girmiştim ve artık emniyetteydim. O çocuğun sakin ve gülümseyen
gözleri aynıydı. Dreamer’ın gözleriydi. Kim bilir kaç kez, kaç durumda Dreamer’la
karşılaşmıştım. Yaşantıma kim bilir kaç kez müdahale etmişti.
Bu sefer şaşkınlığımı gizleyememiştim ve tekrar nefes almaya başladığımda yüz ifadem o
kadar gülünç olmalıydı ki, Dreamer artık bu gizemli yolculuğun sırrını açıklamaya karar
vermişti.
“Tiyatroya gidiyoruz,” dedi, daha önce hiç olmadığı kadar neşeli bir tavırla. “Ve bu akşam ki
gösterinin başını kaçırmak istemiyorum,” dedi.
Samuel Beckett, Brecht veya Çehov’dan bir oyun izlemeye gideceğimizi düşündüm. Bu
saatte onun iki kişilik bilet bulabileceği oyunlar sadece bunlar olabilirdi. Açıklaması keskin
bir ışık gibi üstüme düştü. Bir anda anlamıştım ve tiyatro binasını da uzaktan görünce emin
olmuştum. Mükemmel bir atıştı. Dreamer, biletleri bulabilmem için Londra’yı alt üst etmemi
sağlamıştı ama aslında tüm bu süre boyunca biletler onun cebindeydi. Ona bunu anladığımı
söyleyince, gülmekten kendini alamadı.
“Ben de bilet yok!” dedi otobüsün kapısına ilerleyip inmek üzere hazırlanırken. Keyfim
iyicene kaçmıştı. Yoksa bana inanmıyor muydu? Ona en kötü koltuklar için bile bilet
bulunamayacağını ispatlayamamış mıydım?
Onunla birlikte inmeye hazırlanırken, “Mümkün değil, özelliklede bu saatte bilet bulmamız
imkânsız,” dedim.
Dreamer rahatsız olduğunu ifade eden bir işaretle beni susturdu.
Haşin bir ses tonuyla, “Endişelenmek, ıstırap çekmek ve şüphelenmek yoksul insanların
uğraşıdır. Endişelenmek, korkmak ve şüphelenmek var oluştaki çatlaklara ve olaylar
dünyasında başlayan felaketlere işaret eder.”
Bu sözlerle birlikte içimi bir utanç duygusu kapladı. Var oluş gösterisinde hala mantıklı ve
akıllı adam kılığından çıkamamış ve karamsar bir rolün içine tıkılıp kalmıştım. Otobüsten
indik. Fuayenin parlak ışıklarını görebiliyordum. Gelmiş geçmiş en büyük gösterilerin büyülü
atmosferini soluyabiliyordum. 1832 Paris ayaklanmasının destansı sahnesi içinde, ellerde
devrim bayrakları dalgalanırken önde sokak çocuğu Gavroche’nin ve korkusuz kadın
kahramanın bulunduğu posterin önünde şimdiden yüzlerce insan sıraya dizilmişti.
Gösteri başlamak üzereydi. Bilet bulmak için umudu kalmayan kalabalığın dağılmasını
izlerken, tahminlerinin gerçekleşmesi üzerine aldıkları hazzı görünce tatmin olmuştum.
Bununla birlikte, kahraman mahkûm edilince kalabalıkların yaşadığı bayağı olma duygusunu
da hissetmiştim. O anda, yüzyıllardır dünyaya işlenmiş bütün korkunç suçların sorumlusunun
Varlığımın karanlık bir köşesi olduğundan emin oldum. Savaşların, katliamların, yıkımların
ve dayanılmaz eziyetlerin kaynaklandığı yer, ruhumun karanlık bir kıvrımında barınan o
gölgeydi. Tiksinti ve nefret duygularıyla dolup, nefesimi tutarak var oluşun bu kötülük
düzenini seyrettim.
Bu arada Dreamer’ı gözden kaybetmiştim. Onu yeniden buldum ve bir daha yanından
ayrılmadım. Girişin önünde, daha sonradan Amerikalı bir anne oğul olduklarını
öğreneceğimiz kısa boylu düzgün fizikli bir kadın ve uzun boylu, iri yapılı bir erkekle birlikte
kimse kalmayana kadar bekledik. Her ikisinde de aristokrat ve zenginlik belirtisi gösteren bir
hava vardı. Şehir yaşantısından çok, kır yaşantısına alışkın olduğu anlaşılan genç adam
papyonunun verdiği rahatsızlıkla kıpırdanıyor ama yine de duruşunu bozmamaya çalışıyordu.
Elinde ise biletlerini tutuyordu.
14 Sefiller
Kalabalık dağılmıştı ve bizimle birlikte bekleyen çift dışında kimse kalmamıştı. Gözlerimiz
birbiriyle buluştu ve onların saygıyla Dreamer’ı selamladıklarını gördüm.
Şimdiye kadar Dreamer’ı dünyanın tanımasına tanık olduğum her an, ona büyük bir saygı
beslendiğini görmüştüm. Bu durum bana, Dreamer’la New York’ta bir asansöre binişimizi
hatırlatmıştı. Asansör yukarı doğru çıkarken her katta durmuş ve içi kalabalıklaşmıştı.
Dreamer katlar arasında bunca zaman geçirirken insanların ne kadar tedirgin olduklarına
dikkat etmemi istemişti. Birkaç saniyeliğine ve farkında olmadan bile olsa, bu bireylerin
arasında, asansörde bir hiyerarşi oluşuyordu. İç sorumluluklarının durumuna göre yerlerini
alıyorlar ve görünmez bir piramit oluşuyordu.
“İnsanlar ister birkaç saniyeliğine, ister birkaç dakikalığına, bir araya geldiklerinde, bir iç
matematik düzeni uyarınca, gezegenlerinin parlaklığına, kütlelerine ve güneşe olan
uzaklıklarına göre kendilerini görünmez bir merdivenin basamaklarına yerleştirirler. Onlar
var oluşun basamakları ve düzeyleridir. Bu evrensel bir yasadır.”
Amerikalı anne oğulla biraz sohbet ettik ve bize arkadaşlarının hala gelmediklerinden
bahsettiler. Sohbet ederken kadının yüz ifadesinin giderek daha sakin, huzurlu ve neredeyse
keyifli bir hal aldığını fark ettim. Gösteri başlamak üzereydi ve artık beklemenin bir anlamı
yoktu. Kadın yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Dreamer’a dönerek bizi tiyatroya davet
etti. Ellerinde en iyi koltuklar için biletleri vardı ve daha Amerika’dan hareket etmeden
biletlerini ayırtmışlardı. Biletlerin parasını ödemek için ne kadar ısrar ettiysem de, tekliflerim
geri çevrildi. Artık onların davetlisiydik.
Dreamer’ın etrafında dolaşan bu mucizevî havaya asla alışamayacaktım. Birkaç kelimeyle
şüpheciliğim için özür dilemek istedim ama bana bakmadı bile. Koluna giren kadınla derin
bir sohbete dalmış kapıya doğru ilerliyordu.
Bu biletler bizi burada nasıl beklemişti? Aklımı yitirmek üzereydim. Bu Amerikalı aile,
arkadaşlarının gelmeyişi ve hatta tüm Avrupa seyahatleri gözlerimin önünde Dreamer
tarafından mı üretilmişti? Onun bu ustalığı, dünya görüşümü değiştirmek için beni tepe taklak
ediyordu.
Işıklar azalırken ön sıradaki koltuklarımıza yerleştik ve Dreamer bana fısıldayarak, “Görmek
ve inanmak aynı şeydir. Zamanla inandığın ve düşlediğin her şeyin olduğunu göreceksin.”
Tiyatronun solgun ışıkları altında bana fısıldanan bu sözler, içimde yükselmeye başlayan
antik bir koronun büyüsünü hissettiriyordu. Ruhum yükselmişti ve özgürlüğümün bana
gelmekte olduğunu anlamıştım.
“İnanmak için bütünlük içinde ve kusursuz olman gerekir. Var oluşundaki en ufak bir çatlak
seni ölümün ve yenilginin kaçınılmaz olduğu, inanmak için görmenin şart olduğu cehenneme
ve kendi haklarından vazgeçmiş binlerce kişinin arasına geri gönderecektir.”
Dreamer uzun zamandır beni eğitiyordu fakat yine de, dünyanın bizim tarafımızdan
yaratıldığını bu kadar açık bir şekilde gördüğümde afallıyordum.
Her insan yaratır,
Dünya bir sakız gibidir,
Ne düşlersen o olur.
İnsanlığın dünyayı tepe taklak gördüğü için bu kadar acı çektiğini anladım. İnanmak ve
görmek aynı şeydir ama birbirinde zaman etkeniyle ayrılmış olmasını insanlar farklı
algılayıp, inanmak için görene kadar beklerler. Acı çekmek, insanlığın bu yanıltıcı arayı
doldurmak için tek çaresidir. Bir insan, görmeyi ve inanmayı bir araya getirdiğinde
yaşamından acıyı ebediyen silecektir.
“Görmek için inanmak, yaratıcının yani düşleyenin yasasıdır,” dedi Dreamer. “İnanmak
düşleme sanatına aittir ve düşleyenin bir niteliğidir. İnanmanın kökeninde yaratıcılık vardır.
Düş, var olan en gerçek şeydir.”
Sesini bir mırıldama haline gelene kadar alçalttı. Sözlerini zoraki duyuyordum ama sesindeki
ciddiyeti hissediyordum. Sefiller Müzikalinden bahsederek, “Bu oyunu çok dikkatli seyret.
On sekizinci yüzyılın duygusallığının yanı sıra, Antagonist’le ilgili çok önemli dersler
veriyor. Bu dersler tüm insanlık için geçerlidir. Bu, yüreğinde kendisini bağışlamayı
bilmeyen bir insanın öyküsüdür. Aynı senin gibi!”
Sefiller amansız bir düşmanlık öyküsünü anlatıyordu. Katı ahlak kurallarına sahip fanatik bir
polis olan Javert, ekmek çaldığı için önce yirmi yıl sonra müebbet hapse mahkum edilen
kaçak Jean Valjean’ın peşinden yıllarca koşar. Jean Valjean, cömertliğin, aşağılanmış bir
insanlığın iyi yürekliliğinin, gaddarlaşan bir toplumun ve yasaların merhametsizliğinin bir
simgesi haline gelir. Arka planda ise, bir halkın hem acıklı hem de destansı öyküsü, hem de
Paris’in gecekondu semtleri, 1832 ayaklanması ve Waterloo savaşı anlatılır. Babam
Giuseppe’nin bana anlatmaktan çok keyif aldığı bir öykü olduğu için Sefilleri
çocukluğumdan beri bilirdim. Jean Valjean’ın, ezeli takipçisi Javert’i ölüme terk etmek
yerine akıl almaz bir şekilde kurtardığı bölümü anlatırken babamın nasıl duygulandığı hala
hafızamda capcanlıdır. Bu insanlık gösterisi ile polisin içinde bulunduğu dünyasının
kökleşmiş düşünceleri alt üst olur ve artık bu düşüncelerle yaşayamayacağını anlayarak
kendisini öldürür.
“Javert/Valjean olan adları bile birbirlerine benzemektedir. Onlar aslında aynı kişidir,” dedi
Dreamer ve sonra ekledi, “Javert’i, yani düşmanını kurtarıp, onu bir düzen içine koyduktan
sonra, kendisini yüreğinde bağışlamış olan Valjean daha akıllı ve güçlü bir düşmanla
karşılaşmaya hazırdır. Eski düşmanının ne olduğunu kavrayıp onu yenmiştir ve artık o
düşmanın var olmasına gerek kalmamıştır, intihar eder. O sadece bir gölgenin, Var oluştaki
bir eksikliğin görünür hale gelmesidir.”
Dreamer’ın bu zaman tanımaz öğretisi yine tüm Varlığımı sarmıştı.
“Tek düşman içimizdedir. Dışarıda suçlanacak ya da bağışlanacak bir düşman ya da kötülük
yoktur. Antagonist’ten korkma! O bizim en büyük müttefikimizdir. Bize başarıya giden en
kestirme yolu gösterir. Onun tek amacı bizim zafer kazanmamızdır.”
Ara verilip ışıklar yandığında, Dreamer gitmişti ve gecenin kalanını Amerikalı
arkadaşlarımızla birlikte geçirdim. Aklım ise Dreamer’da ve onun olağanüstü öğretisinde
kalmıştı. En eski çağlardan ve hatta insanoğlunun düşünmeye başladığı ilk zamanlardan beri
gerçeği, Varlık Okulunu arayanlar olmuştu. Pythagoras’ın Okulu, Platon’un Akademia’sı,
Aristoteles’in Lykeion’u, Plutarkhos’un Okulu ve Antik Çağın diğer okulları Dreamer’ın
öğretilerinde tekrar kendilerini, Varlık nedenlerini bulmuşlardı.
BÖLÜM 5
HOŞÇAKAL NEW YORK
1 Manhattan Sokaklarında
ACO’nun genel merkezi Park Caddesindeki gökdelenlerin arasında yükselen alüminyum ve
mermerden yapılmış dokuz katlı şık bir binaydı. Roosevelt Adasından 60. Caddeye dört
dakikada gidebiliyor ve birkaç blok yürüdükten sonra Manhattan’ın kalbine varabiliyordum.
Geçtiğim yollar sanki akmakta olan bir ırmak gibi insanlarla doluydu.
Dreamer’la son görüşmemizin üstünden haftalar geçmişti ama o değerli sözlerinin etkisini
tüm benliğimde hissediyordum. Bu sözlerin artık bedenimin dokusunu oluşturduğunu
düşünüyordum. Her şey giderek açıklık kazanıyordu. Önceden gözümde hiçbir farklılıkları
olmayan bu insan kitlesi şimdi renk, enerji ve sayı bakımından çeşitlenmişti. Etrafımdaki
insanları Dreamer’ın gözünden gözledikçe, herkesin var oluş merdiveninde doldurduğu yeri
ve bu dünyadaki rolünü ortaya koyan ayrıntıları fark ediyordum.
Her şey birbiriyle bağlantılıdır.
Ayrı hiçbir şey yoktur.
Yürürken birçok nefesin sanki tek bir Varlığa aitmiş gibi soluk aldığını hissediyordum.
Korkularını hissediyor, ruh hallerini soluyabiliyor ve düşüncelerini okuyabiliyordum. Bütün
bu duyguların, insanların giysilerinde, hareketlerinde, tavırlarında, yürüyüşlerinde ve
koşarcasına bir telaşla gittikleri, kendilerini bekleyen işlerinde nasıl da ortaya çıktığını fark
edebiliyordum. Bu insanların görüşleri ve istekleri, var oluşun büyük bir ustalıkla içlerine
kıstırdığı rollerin boyutlarıyla sınırlıydı.
Var oluş düzeyimiz yaşantımızı yaratır, yaşantımız bizi değil.
Dreamer’ın bu sözlerini, şimdiye kadar ait olduğumu düşünmediğim bu insan kitlesinin
arasından kendime yol açarken, göğsümde bir çelik yelek, bir muska gibi taşıdım.
Yanlarından geçerken bu insanlığın acı içindeki yalnızlıklarını hissedebiliyor ve iç
konuşmalarını duyabiliyordum. Dreamer’la karşılaşmadan önce, bu insanların arasında
olmaktan hoşlanıyor, bu şehri seviyor ve sıradan kuralların hepsini yerine getiriyordum.
Kalabalık sokak sergilerine giriyor, en popüler gösterilere bilet alabilmek için kuyruğa
giriyordum. Tanımadığım binlerce insanla yan yana olmak, bir metropolde milyonlarla
birlikte yaşamak ve büyük bir kuruluş için çalışmak bana daima bir güvenlik duygusu, bir ait
olma duygusu vermişti.
Şimdi yepyeni bir aydınlık, her türlü anlaşmayı bozuyordu. Onları görüyordum ve sanki bir
dev aynasına bakar gibi onlar sayesinde kendimi görüyordum. Bir rolün içine hapsolmanın
genel durumunu görebiliyordum. Güldükleri zaman bile, yüzlerinde hiç kaybolmayan ve
kederli bir maske taşıyorlardı. Aşağılık fantezileri ve anlamsız istekleriyle bir makine gibi
kontrol edildiklerini görüyordum.
Dreamer’dan, diğer insanların bizim yarattığımız görüntüler olduğunu öğrenmiştim. Bu
insanlar bendim ve etrafım sayısız aynayla çevrilmişti! Binlerce parçaya bölünmüş,
sonsuzluğu yansıtan görüntülerde maalesef hala kendimi görüyordum. Yürürken, büyük bir
salyangoz gibi insanların arkalarında bıraktıkları düşünceleri hissedebiliyordum.
Ben de endişe ve bencillik içinde kısılıp kalmış insanlardan biriydim. Ölümcül arzusuna
doğru özlemle akan Styks ırmağındaki bir damla gibiydim. Onlardan artık tek bir farkım
vardı. Dreamer’la karşılaşmıştım. Artık önümüzde bir değişimin olduğunu biliyordum.
Dreamer’ın yardımlarıyla birlikte bu yönde adım atıyordum.
Gördüğüm binlerce yüzün hiçbiri gökyüzüne dönük değildi. Özgür bir yüz, dikkatli bir bakış
ve bu harikulade evrenin bir parçası olduğu için şükran duyan bir insan seçebilmek için
boşuna çaba harcıyordum. Yaşamı soluyan birinin sıcak nefesini hissedebilmek için
umutsuzca çırpınıyordum.
Bazen aklıma geçmişten göz alıcı görüntüler geliyordu. Giuseppona’nın bacaklarına sıkıca
sarılmış, rengârenk dünyayı büyülenmiş gözlerle izleyen çocukluğumu anımsıyordum.
Ardından bana bu oyunda eşlik edecek arkadaşlar arıyordum. Ne yazık ki, Manhattan’da
Hirodes’in Krallığındaki kadar çocuk bile yoktu.
Karlı bir günde, Avrupalı olduğunu düşündüğüm düzgün giyimli, melez bir genç adamla
karşılaştım. İçindeki parıltı kalabalığın arasından parlıyordu. Central Park’ta çitlerin üstünde
biriken kar taneleri gibi yüzünü çevreleyen kıvırcık saçlarında karlar birikiyordu. Karşılıklı
geçerken birbirimize hafifçe gülümsemiştik. Beni tanıdığını izlenimine kapılmıştım. Kısa
süren bir duyguydu ama bu kocaman şehirde yalnız olmadığımı, bu kansız insanlığın içinde
hala nabzı atan biri olduğunu hissederek umutlanmıştım.
Dreamer bana işe gitmenin modern bir kölelik olduğunu gösterdiğinden beri, yolda işine
giden insan sürüsünü gördükçe, onları bir gerekliliği yerine getiren böcek sürüleri gibi
algılıyordum. Her sabah gökdelenlerin katları arasında bir araya geliyorlar ve hava
kesecikleri kadar küçük milyonlarca hücreye girip havayı vızıltılarıyla dolduruyorlardı. İç
organlarında karanlık düşüncelerle birlikte iğrenç koşullarda yapış yapış bir hayat
sürüyorlardı. Ben de, kendi küçük hücremi doldurmaya giderken, aynı benim gibi kaderleri
yaşamlarını maaş karşılığında büyük şirketler için harcamak olan milyonlarca insanı
düşünüyordum.
Kendi kendime, tüm bu uğraşların hangi amaca hizmet ettiğini ve rolleri içinde boğulmuş
milyonlarca insanın neden bu kadar kaygı duyduğunu sorardım. Çalıştıkları kurumların
içinde veya dışında korkunun içine düştüklerini görür ve kendi endişelerimi belirlemeye
çalışırdım. Yüzyıllardır biriktirilmiş duygu katmanları arasında, gerek canlı gerek ölü olsun,
endişeler, şüpheler, güvensizlikler ve sınırsız korkularla kirlenmiş bir var oluş vardı. Dreamer
olmasa, bu yanlış yaşamın içine döneceğim düşüncesiyle korkuya kapılırdım.
Bir keresinde ona, sıkça kullandığı terimler olan ‘sıradan insan’ ve ‘yatay insan’ ile ne demek
istediğini sormuştum.
“Bunlar, her düzeyde okuyan, öğreten, çalışan, çocuk yapıp büyüten, yollar, gökdelenler
yapıp inşa eden, kitap yazan, kilise kuran, özel işleri ve kamuda görevleri olan
yetişkinlerdir,” diyerek hiç unutamayacağım bir cevap verdi. Beni merakta bırakmak için bir
süre ara verdikten sonra, “Herkes uyutulmuş. Bir unutkanlık ve keder balonu içinde kısılıp
kalmışlar ve el yordamıyla hareket ediyorlar,” dedi.
Bu sözleri hatırladığım, beni yutmaya hazır, kapıma dayanmış bu kaderi her hissettiğimde, bu
zindanın demir parmaklıklarını kesip kaçıp kurtulmak için muazzam bir arzu hissediyordum.
Dreamer, “Bu oyunu bir kez fark ettikten sonra, artık onun parçası olamazsın,” diye açıkladı.
Genel geçer dünya görüşünü tersine çevirmek için gereken ‘uygulamalı çalışma’ ne denli acı
verici olsa da, yaşamımın değiştiğini ve artık geri dönemeyeceğimi hissediyordum. Bir
insanın kendi kaderini kendisinin çizebileceğini artık biliyordum. Sonunda, var oluşumu
denetim altına alıp yönetebileceğimi hissediyordum. Bana hep çekici gelen kuruluşlar, iş
dünyasının acımasız katılığı, yıllardır uğrunda çabaladığım kariyerim, başarı, aile ve para gibi
her şey artık farklı bir anlam kazanmaya başlamıştı. Hatta çok sevdiğim ve arzuladığım New
York bile, gözüme bir sirk kadar gürültülü ve anlamsız, yoksullukla derbederliğin keskin
kokusuna sahip toz toprak içinde kalmış bir evren gibi geliyordu.
Dreamer’a göre böceklerden galaksilere dek tüm fiziksel evren, görünen ve görünmeyen de
dâhil olmak üzere dışımızdaki her şey mikro kozmos, içimizdeki var oluş ise makro kozmos
bir dünyaydı.
Mikro kozmos dünyada her şey yavaştır.
Engeller, sınırlar ve uyulması gereken öncelikler vardır.
O, zamanın egemenliğidir. İnsanlar düz bir çizgi üstünde, birbirlerini geçmenin olanaksız
olduğu tek bir sıra halinde ilerler.
Kendini var oluşa ada.
Sadece kendi içinde, gözlerin kapalı olarak,
Uçabilir ve düşleyebilirsin.
Kendini sıradanlığın üstüne çıkart ve ileri git.
Gerçek eylem ‘yapmama’dan gelir.
Cehaletten bir milim öteye gitsen, iş ve finans dünyasındaki piramitlerin, onların köle
ordularının ve papazlarının temelden sarsıldığını göreceksin.
O dünyanın kıyısında durarak, gözlerimi fal taşı gibi açıp olacakları seyrettim. Hem
harikulade hem de tüyler ürpertici olan bu kuşbaşı görüntüye, bu ayrılışa tırnaklarımı geçirip
tutunmak istedim. Öğrendiklerimi kaybetmekten, dünyanın düzeneğinin beni tekrar aşağı
çekmesinden korktum.
Bu ayrılışı birazcık daha uzatabilsem, dünyaya tamamen yabancı kalacağımı biliyordum.
Olayların niteliğini değiştirebilmek için, görüşümüzü değiştirmemiz gerekir.
Bir gün madde dünyası bizim şaheserimiz haline gelecektir.
Keşfedilmemiş isteklerimizin aynadaki görüntüsü olacaktır.
Düşleme Sanatı mükemmel bir biçimde görünür hale geçecektir.
İçine hapsolduğum kozayı, sürekli Dreamer’ı düşünmem, öz gözlemleme yapmam, yiyecek,
uyku ve nefes üstüne çalışmalarım, koşu ve diğer bedensel egzersizler çatlatıp açıyordu.
Açılan bu yarıktan içeri artık yeni bir var oluş ışığı süzülüyordu.
2 Düş Araçları
Jennifer günlerce hiçbir şey fark etmemiş gibi davrandı. Bir süre, beni koşuya çağıran çalar
saati duyunca öbür tarafa dönüp uyumakla yetindi. Ona göre eski tembelliğim ve
alışkanlıklarım beni bir av köpeği gibi tutup çekecekti. Bu konuda onunla konuşmaya
çalıştım. Dreamer’dan hiç bahsetmeden, ona içimde yükselen isyanı, zorla da olsa o
görünmez dünyaya attığım ilk adımları anlatmaya çalıştım. Fakat hiçbir yararı olmadı.
Koşu tempomu her geçen gün hızlandırıyordum. Ne kadar hızlanırsam, zaman o kadar
sıkışıyordu. O bir saat içinde neler başarabildiğimi görmek ve hala içine birçok şey
katabileceğimi görmek inanılmazdı. Ben hızlandıkça, bu çalışmayı daha da ileri
götürebilecek enerji içimde yükseliyordu. Bu artık yaşamımdaki tek ilgi odağı haline
gelmişti. Koşuda hız kazanıyor ve zaman tasarrufu yapıyordum. Böylece sabah saatleri
giderek uzuyordu. Bedensel egzersizler yapıyor, birkaç dakika nefes alma çalışması yapıyor
ve kendimi gözlemliyordum. Sonra, Dreamer’la birlikteyken aldığım notlara göz atıyor,
kendimi ona ve öğretisine adayıp günüme yön veriyordum.
Dreamer’a göre anın içinde yaşamak, bir insanın yaşamındaki en değerli şeydi. ‘Bu anda ve
burada’ ilkesini sürekli uygulayacağım bir disiplin olarak benimseyip pekiştirmek için
uğraştım.
Günlük yaşantında elinden geldiğince zaman boyutunun dışına çık.
Bunun tek yolu kendini gözlemlemendir.
Asıl var olmadığını fark ettiğin anda gerçekten var olacaksın.
Günün her dakikasının hakkını vermeye çalışıyor, en azından günün bir bölümünde bu
öğretiyi uygulamaya özen gösteriyordum. Ama günlük işlerin içindeki koşuşturmam bu
öğretiyi unutmama ve binlerce endişeye kapılmama yetip artıyordu. Dikkatim kaybolunca,
bir setin yıkılması gibi, endişeler, sıkıntılar, olumsuz düşünceler üstüme yıkılıyordu. Bir
kâbustan uyanır gibi mermilerle delik deşik olup kalbura dönüyordum. Var oluştaki binlerce
yara yaşamımı darmadağın ediyordu.
İnsan, kendini gözlemleyerek, var oluşun en ücra köşelerine ulaşabilir.
Gerçek bir dönüşüm ancak o zaman gerçekleşir ve kişi var oluşunun gerçek anlamını ancak o
zaman bulabilir.
Kendimi gözlemleyerek ve koşu sayesinde, beden, duygular ve düşünceler arasındaki
bağlantıyı keşfetmiştim. Bu sistemin fiziksel bölümü daha hızlı hareket ettiriliyorsa, endişe
beslemek ve olumsuz bir ruh halinde kalabilmek mümkün değildi. Var oluşun en alt kısımları
ancak en yavaş devinen en koyu bölgelerden türeyebilirdi.
Bundan dolayı düşünüş şeklimizin ve duygularımızın niteliğinin kaçınılmaz olarak bedenimiz
üzerinde etki yarattığı açıktı. Bir düşünceyi hafifletmek ya da bir duyguyu değiştirmek için
gösterilen çaba, ışık hızıyla etki yaratabilir ve hatta dış görünüşü bile değiştirebilirdi.
Düşünce, duygu ve beden eş merkezli bir evren yaratır ve her olay farklı zamanda ve hızda
bu dünyada etki yaratabilirdi. Müdahale etmeye beden üstünde değil de var oluşun daha hızlı
ve anlaşılması güç kısımlarından başlasaydım, değişim açısından bunun başarılması ne zor
bir iş olacağının da farkına varacaktım.
Eğer beden titreşimini yükseltirsen,
Dünya içindeki tüm savaşların, bölünmelerin yok olduğu bir frekansa geçtiğini göreceksin.
Sadece uyum, güzellik ve gerçek kalacaktır.
İçindeki sınırları sil.
Her şeyin yaratıcısı olduğunu ve bu evren içinde, içindeki yaşam ışığı ve enerjisi ile gezdiğini
dünyaya haykır.
Koşmak ayrıca, nefesimi daha iyi gözlemleme olanağı vermişti. Nefesin bize en yakın şey
olduğunu ve hayati bir önem taşıdığını hep unutuyoruz. Nefes almak düşüncelerimizin
ritmini izleyerek, duyguların yoğunluğunu kendine uygulayıp yaşamın merkezine bağlayarak,
yaşantımızdaki her işleve eşlik eder. Ama ne nefes aldığımız için şükrediyoruz, ne de
aldığımız ilk nefesten beri biriken borçlarımızı kabulleniyoruz.
“Bir gün dünyayı düş aracılığıyla, düşünüş ve nefes alışla nasıl dönüştürebileceğini
öğreneceksin,” dedi Dreamer. “Dünya sorumluluk basamağına göre şekillenir. Bir kişinin
nefes alış genişliği, bulunduğu sorumluluk derecesine karşılık gelir ve yapabilecekleri ile
olabileceklerinin tümünü belirler.”
Dreamer’ın sözleri, olmakla sahip olmak arasındaki temel dengenin, dünyayı açıklayabilecek
bir yasayı oluşturduğunu ortaya çıkarıyordu. Bu öylesine önemli bir keşifti ki, evrensel
geçerliliği kanıtlandığında nefesim tutuluyordu. Sorumlulukla zenginlik veya var oluşla
finansal güç arasında kurulan denklik, kişinin alabileceklerini ve sahip olabileceklerini
gösteriyordu. İleride bir gün ben de, ülkelere, uygarlıklara ve kuruluşlara nasıl
uygulanacağını göstererek, bu ilkeyi öğrencilerime aktaracaktım.
Hayvanlar dünyasında bile bir tür sahip olma etolojisi vardı. Ölümcül dişler sinir sistemi daha
gelişmiş hayvanlara verilmişken, bunu kontrol edemeyecek hayvanlara daha güçsüz silahlar
verilmişti. Doğa, düşmanının tüylerini onu gagalayarak öldüren bir üveyiğe asla bir aslanın
sağlam pençelerini vermeyecektir.
Bir kuruluş gibi, bir hayvan da kontrol edemeyeceği kapasitede silahlara ve saldırı gücüne
sahip olamaz.
3 Yalan
Günden güne solunum düzeyimi yükseltip koşuda hızlandım ve böylece varlığımın
yüklerinden kurtuldum. Artık bu çabalarımı seviyor ve onları yüreğimde kutsuyordum.
Dreamer’ın ilkelerini yanlış yorumladığım ya da boş verdiğim zamanlar da oluyordu. Yine de
yaşamıma onun ilkelerini uyguluyor ve gösterdiği başka alanlarda da çalışmaya devam
ediyordum.
“Doğruları ne başkalarının gözlerinde ne de dışarıda ara. Cesaretin varmış gibi görünme.
Cesaret kişinin kendi yalanı üzerinde kazandığı bir zaferdir,” demişti bir gün Dreamer. “Bu
riskli girişimleri kendi korkularını seven ve onlara bağımlı olan kişilere bırak. Bu riskler
ancak korkularını tetikler. Senin gibi çelik bir ciğerden nefes alan bir yalancı, uydurma bir
insanlığın trajik simgesidir.”
Aniden aklıma birkaç ay önce tanıştığım İtalyan gezgin A.F gelmişti. Dreamer bana onun
kendi yalanı yüzünden öleceğini çünkü kendi içindekiyle savaşmak yerine, dışındakilerle
yüzleştiğini söylemişti.
“Yaşamını genişletmek için aşırı uğraşlara girişmen gerekmez. Ciddiyet ve samimiyetle
düşünüş biçimini, fikirlerini ve görüşünü genişletirsen, kazanamayacağın savaş olmaz.”
Birçok insanın aşırı sporlar yapmasının ve en tehlikeli serüvenlere atlamasının nedeni,
tehlikenin onları daha canlı hissedecekleri, zamandan ve dünyanın yükünden
kurtulabilecekleri bir duruma sürüklemesidir. Bir anlık bir dalgınlık bile yaşamla ölüm
arasında ince bir çizgi oluşturur ve artık o an engellenemez hale gelir. Fakat bu yapay bir
koşuldur ve bir bağımlılık durumu yaratır. Sen bir uykudan uyanırsın ama başka bir uykunun
kölesi olursun.
Bir gün korkularını yenmek için okyanuslara meydan okuman veya gökyüzüne serbest atlayış
yapman gerekmeyecek.
Yalanı öldürürsen, ‘şimdi’nin gücüne en basit ve en kolay biçimde girebilirsin.
Çünkü ‘burada ve şimdi yaşamak’ insanın doğal ve ölümsüz olan tek halidir.
Bir insan ancak şu anda ölümsüz olabilir ve şimdi sonsuzluk içerir!
Hatırla! Her şey şu anda ve ebedi olan bedeninde gerçekleşiyor.
Şu an olduğun ve olabileceğin her şeyi yaratıyor.
Tüm dikkatini şu ana verirsen, senin için hiçbir şeyin imkansız olmayacağını göreceksin.
Şu an evrenin tohumlarıdır.
Tüm olasılıklar şu anda yatmaktadır.
Dreamer’a göre tüm sorunlarımızın nedeni, geçmiş anılara takılı kalmak ve gelecekle ilgili
fantezilere kapılmaktı.
Gösterdiğim çabaların meyvesini kısa bir süre sonra almaya başladım. Daha açık bir zihin,
daha uyanık bir ruh hali sayesinde o zaman dek görünmez kalmış dünyaları açıyor ve
devrimci keşiflere adım atıyordum. Obezitenin sadece New York ve Amerika’ya özgü değil,
tüm batı dünyasına özgü bir olgu haline geldiğini gördükçe, Dreamer’dan buna dair bir
açıklama yapmasını istedim.
“Yalan birçok farklı maske altında gizlenir,” dedi. “Obezite de bunlardan biridir. Obez
insanlarda görülen komiklik ve cömertlik aslında yaşamdan vazgeçmiş olmalarını
maskelemektedir.”
Bu kişilerin bedenlerindeki korkunç dönüşüm, psikolojik bir kötü beslenmeye işarettir. Bu
kötü beslenme aslında var oluştaki bir hastalıktan kaynaklanmaktadır. Dreamer’a, obez
insanların sayısının nüfusun yarısını aştığını söylediğim zaman, “Bu durum, halkın
iradesindeki zayıflamanın belirtisidir. Yiyecek bağımlısı bir uygarlık intihar etmektedir.
Hatta ekonomisi bile, var oluşun bir gölgesi gibi bu bağımlılığı yani iradedeki kararmayı
gösterecektir. Kısa bir süre sonra, bütünlüğünü yakalamış başka uygarlıklar tarafından
yutulacaklardır. Fiziksel kaderimiz, zihinsel, duygusal ve finansal kaderimizle yakından
ilişkilidir,” dedi.
İçimde hissettiğim canlılıkla beraber, kapana kısılmış bu insanlara yardım etme duygusu da
içimde yeşermeye başlamıştı. Derin ve sürekli bir üzüntünün içine düşmüş olduğunu
gördüğüm bu insanlara karşı hissettiğim şefkat duygusunu ilk daha hissediyordum.
Bir keresinde Dreamer, “Duyguların esiri olmaktan vazgeç!” diyerek beni azarlamıştı.
“Kendine acıma duygun, ardına gizlenmek ve dayanabilmek için insanlığın koşullarını
kullanıyor. Kibrin, artık iyileştiğini ve başkalarına yardım edebileceğini düşündürüyor.
Dünyaya yardım etmek için yapabileceğin tek şey, içinde bulunduğun kabustan uyanmaktır.
Dünyanın senin yardımına ihtiyacı olduğunu düşünmeyi bırak. Dünyanın yardıma muhtaç bir
kurban olduğunu düşünmeyi bırak. Dünyanın ayrı bir gerçeklik olduğunu düşünmeyi bırak.”
Bu sözlerin anlamını çok sonra kavrayabilecektim ve kurumların, insanların duyduğu
suçluluk duygusuyla hayatta kaldığı gerçeğini görecektim.
“Bunlar tek amaçları sadece sürekli var olmak olan kurumlardır. Daha sonradan kendilerini
bile destekleyemeyecek hale gelerek harcadıkları paraları toplamakta uzmanlaşmış
kurumlardır. Hangi biçimde olursa olsun, hayırseverlik girişimlerinin, sağlık hizmetlerinin,
ilaç ve yiyecek yardımlarının üstündeki sis perdesini kaldırdığında, hepsinin ardında insana
karşı işlenen en vahşi etkinlikleri göreceksin. Acıma ve yalancılıkla zamanını harcama.
Kimse için bir şey yapamazsın. Olanakları bulmak onların sorumluluğudur. Her şeyin bir
nedeni ve amacı vardır ve senin yararınadır. Yüreklerinde yalanı yenemeyenler, yani
içlerindeki sürekli kendini baltalama eyleminin farkında olmayanlar, başkaları için hiçbir şey
yapamazlar. İnsan yalan söylediği için ölür.”
Dreamer bu deyişle konuşmasını noktaladı ve insanlığın içindeki gerçek dramı, yalan
söyledikleri için öldüklerini söyledi.
4 Elveda New York
Bir gün duşta kendimi şarkı söylerken buldum. Bu akılsızca bir davranıştı. Dreamer beni iç
dünyamızda gardiyanlar olduğu ve bizi izledikleri konusunda uyarmıştı. Bu gardiyanlar
aslında bize en yakın olanlar, bizi dikkatlice izleyenlerdi. Dikkatsizce dışarı verdiğim bu
neşeli sinyaller, evden ayrılmak üzere olduğumu Jennifer’a hissettiriyordu. Yeme
alışkanlıklarımın değişmesi, daha güçlü bir bedene sahip olmam, giydiklerimin hatta
okuduklarımın değişmesi, Jennifer’ın karşı eyleme geçmesine neden olmuştu.
Beni eski sınırların içine çekmek için elinden geleni yapmıştı ama ben çoktan kaçışıma
hazırlanmıştım. Beni başka sınırların beklediği kesindi ama arkamda kalanlar olmadığı
kesindi.
Haftalarca hiç kavga etmedik. Önceleri karşılıklı suçlamalarda bulunuyor sonra birbirimizi ne
kadar çok sevdiğimizi keşfetmiş gibi davranıyor ve ortak yaşantımızla ilişkimizin
anlamsızlığını dolduran çeşitli manevralar yapıyorduk. Luisa’dan sonra Jennifer’la tekrar
kurduğum ailenin ayakta kalabilmesi için kendimizden ödün vermeye başlamıştık.
Kurduğumuz yapay denge bile bozulmuştu. Artık hiçbir şeyi yürütemiyorduk. Onun Saint
Moritz sigarasından çıkan mentollü duman ve dudaklarındaki parlak ruj, kesinlikle
düşlediğim ve hatta biçimlenmeye başlayan dünyaya ait değildi. Böylece Kolomb Gününde
tüm eşyalarını kutuladı, hatta Amerikalılara özgü bir tavırla tüm eşyalarımızı yağmaladı ve
Washington Köprüsü’nün diğer yanındaki New Jersey’e, anne ve babasının yanına döndü.
Onu bir daha hiç görmeyecektim. Artık bu sayfayı kapatmıştım.
Giuseppona çocuklarla birlikte eve dönüp eşyaların gitmiş olduğunu görünce tek bir şey için
endişelenmişti. Mutfağın gizli bir köşesine sakladığı kahve makinesini bulunca, elini
şükrederek göğsüne koymuştu. Bir gösteri sergiler gibi makineyi öpmüştü. Kaybetmek
istemediği tek şeydi ve o yüzden gözden ırak bir yere saklamıştı. Makineyi doldurarak ocağın
üstüne koydu. Ardından da patron edasıyla eskiden yaptığı gibi, “O kız sana göre değildi!”
dedi. Gençliğimde tüm ilişkilerimin bitişinde söylediği bu sözler ve sesinin tonu öylesine
komikti ki, tüm aileyi gülmekten kırıp geçirmişti. Yaşadığımız anın hafifliği kahvenin
kokusuyla karışmıştı. Bundan daha iyi bir başlangıç sahnesi düşünemezdim.
Jennifer’dan ayrılmam benim için aynı zamanda bir ölüm ve bir yeniden doğuş olmuştu. Var
oluşumdan bir korkunun atılmasıydı. O kadını sevdiğimi düşünüyordum ama aslında
sevdiğim, alıştığım ve bu yüzden acısını hissetmediğim korkumdu. Tek başıma asla bunun
üstesinden gelemezdim.
Zorbaca benim de hayatımı denetim altında tutmuş eski düşünüş biçimlerini, köhnemiş
fikirleri, ön yargıları ve boş inanışları silebilmek için bir insanın bir okula, bir yönteme ve bir
kaçış planına ihtiyacı vardı. Bu nedenle insanın, kendi hapishanesinin farkına varmış,
dünyanın betimlemesinden ve boğucu yasalarından kaçabilmeyi başarmış bir insanla
karşılaşması gerekir. Dreamer’a minnettarlığımı bildirirken, herkesin onunla karşılaşmasını
diliyorum. Ancak korkularıyla yüzleşebilen ve bütünlüğünün önemini anlayan insanlar
başarılı olabilir.
Bunları size Dreamer’ın var olduğunu söylemek ve şimdiye kadar karşılaştığım en gerçek
varlık olduğunu belirtmek için yazıyorum. Onun, zamanın olmadığı kusursuz dünyası
bizimkinden daha diri, daha somut ve daha açık. O dünyaya giden yol çetin ama geçilmez
değil. Bu gerçekliğe, güzelliğe ve mutluluğa giden bir yol.
Görünmez ama bir o kadar güçlü olan ve herkese açık olan bu şey, mükemmel bir
mekanizmayı harekete geçirmişti.
Var oluştaki en ufak bir değişim, olaylar dünyasında dağları yerinden oynatabilir.
Demirin ağırlığı altında gıcırdayan ve çamurlu suların derinliklerinde geçirdiği uzun hapisten
sonra yukarı çıkmaya çalışan vincin sesini işittim. Bu yolculuğun ardında küçük bir adalar
takımı değil, keşfedilmemiş koskocaman psikolojik bir kıta vardı. Nefesim, lunaparkta hızla
yükselen bir trene binmiş çocuğunki gibi korku ve neşe arasında gidip geliyordu. Dreamer’a
bir kez daha şükrettim ve onu tekrar görebilmeyi diledim.
O gün Giuseppona, çocuklar ve ben acil ihtiyaçlarımızı almak üzere alışverişe gittik ve sonra
birbirimize bu kadar yakın olmanın mutluluğuyla akşam yemeğine Mama Leone’e gittik.
Jennifer’ın gidişiyle New York da bizi terk etmeye başlamıştı ve hayatımdaki değişikliklerin
yeni başladığını, çok daha fazlasının ise beni beklemekte olduğunu hissettim.
Bir işe dayanabilmek için yıllarca acı bir ezgi söylemek ve özgürlüğünden vazgeçmek
zorunda kaldın. Etrafa çaresizlik ve çürüme dolu sinyaller yaydın.
Kendini koruduğunu sanarak, kendini unutmaya ve sınırlar koymaya adadın.
Şimdi özgürlüğünü tekrar kazanmalısın.
Bu, Varlığını aydınlatman, saflaştırman ve temizlemen gereken uzun bir hazırlık dönemidir.
Dans et, dans et, dans et ve hiç durma!
Var oluşunu kutla ve içindeki varlığı sev!
Kendini gözlemle! Varlığına dikkat et!
Hayatındaki tüm gerçeklerin kalacağını ama yanılsama olan her şeyin gideceğini göreceksin
Dreamer buna Düşleme Sanatı diyordu.
Onun öğretilerini uygulamak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Fiziksel olarak
mükemmel bir formdaydım. Az yiyecekle yetinmem, uykuyla mücadelem, nefes alma
tekniklerim ve hepsinden öte tetikte duruşumla kendimi gözlemlemem olağanüstü sonuçlar
doğuruyordu. Yeni bir anlama düzeyine erişmek için Dreamer’ı düşünmem yetiyordu.
Ofisten vaktinde çıkabildiğimde, Eastchester koyunda yelkenle açılmak üzere Şehir Adasına
giden trene atlıyordum. Okyanusun ve Uçan Hollandalının rüzgârda yankılanan ezgisini
dinlediğimde kendimi Dreamer’a daha yakın hissediyordum. Kendimi gözlemleme, Varlık
durumlarıma dürüst bir bakış, olanaklara tekrar güvenmemi sağlamış ve birkaç hafta önce
imkansız olduğunu düşündüğüm şeylere bakış açımı değiştirmeye başlamıştı.
Bir sabah ACO personel müdürü Mr. Keenan habersiz bir şekilde ofise geldi. Karşımdaki
koltuğa oturup ağzını açmadan gözlerini dikip bana bakmaya başladı. Ciddi bir bahse girmiş
biri gibi bakıyordu. Soruşturma havasıyla asılmış suratına bir gülümseme yayılınca, bu
soruşturmanın sonucunun olumlu olduğunu anladım. Orta Doğuda ticari bir dağıtım ağı
kurulacaktı. Bu birkaç yıl sürecek ve sıkı bir çalışma gerektirecek bir operasyondu.
Operasyonun merkezi, İtalya’nın kuzeybatısında bir kasabada bulunan alt şubemizin Dış
Ticaret Müdürlüğü olacaktı.
Mr. Keenan beni hemen gideceğim yerde kalacağım yanılgısına kapılmamam için uyardı.
İronik bir ses tonuyla, “Evde çocuklarınla geçirdiğin zamandan daha çoğunu uçaklarda ve
otellerde geçireceksin,” dedi. Son olarak, birkaç gün içinde yola çıkmam gerektiğini söyledi.
Herhangi bir yorumda bulunmamı veya kabul ettiğimi gösteren bir işaret vermemi
beklemeden önüme imzalamam için birkaç kağıt parçası koydu.
“Bu işi bitirdiğinde seni yine buradaki takımda göreceğim. Bu inatçı keçilerin arasında,”
dedi.
O dönemde, Dreamer’ın öğretisiyle bağlantıda olabilmek için bulabildiğim tüm felsefe
kitaplarıyla, klasik ve modern düşüncenin birçok başyapıtını yeniden okumaya başlamıştım.
Eskiden bu kitapları çok severdim ama şimdi ölesiye sıkıcı geliyorlardı. Çoğu zaman birkaç
sayfa okuduktan sonra bırakıyordum. Tüm araştırmalarıma rağmen onun somutluğundan ve
zekâsından üreyen bir kıvılcımla karşılaşamamıştım. Dreamer’la birlikte elde ettiğim o
kıymetli cevherin yanına yaklaşabilecek bir fikir bulmak için yaşantım boyunca biriktirdiğim
kitapları boşuna talan etmiştim. Yıllarımı anlamsızca harcamıştım. Bir zamanlar taparcasına
okuduğum eserler, okurlarıyla aynı güvensizliklerin ve korkuların içine tıkılmış kişilerce
yazılan, sığ düşüncelerin başyapıtları haline gelmişti. O’nun sözlerinde hissettiğim kuvvetin
zerresini bile bulamıyordum.
Bilgi asla devredemeyeceğin ve hep senin olan şeydir.
Zaten seninle.
Mutluluk, özgür irade, Varlığın bütünlüğü ve aradığın her neyse, bir Tanrı ya da para gibi
bilgi de dışarıdan gelemez.
Kimse sana onu veremez.
Sadece ‘hatırlatılabilir’.
Dreamer’ın bu sözleri bana, bir hazine olduğunu duyan ve gömülü olduğu toprakları satın
almak için her şeyini satan adamın öyküsünü hatırlatmıştı. Bu ‘iyi’ olanı hatırlayan ve gerçek
zenginliğe ulaşmak için tüm acısını, sınırlarını ve bilgisizliğini satan adamın öyküsüdür. Asla
paslanmayan, çalınmayan, başkasına verilmeyen o gerçek zenginlik yalnızca gömülerek
unutulabilir.
5 Sevmek Bağımlı Olamaz
İtalya’da, Talponia’da, robot teknolojisinin dev cücesi olan ACO’nun genel üssüne iki
adımlık mesafede, küçük bir tepenin koynuna girmiş, zemin altında bulunan bir apartman
dairesi kiraladım. O zamana kadar hep ya tek başıma ya da küçük bir ekiple ve genellikle yurt
dışında çalışmıştım. İlk defa kendimi fabrikalar ve laboratuarlarla çevrili, binlerce kişinin
çalıştığı bir sanayi bölgesinde bulmuştum. Ana binaya adım attığım zaman, kendimi bir
yapıya değil de, canlı bir hayvanın bedenine girmiş gibi hissetmiştim. Nefes alışını ve nabzını
hissedebiliyordum. Buna karşılık olarak günlerce geçtikçe bu canlı organizma da benim
içime işlemeye başlamıştı. Binlerce hücre ile birlikte onun damarlarında aktım, devasa
organlarından süzüldüm ve metabolizmasının süzgeçlerinden geçtim.
Mr. Keenan’ın en başında söylediği gibi, yeni işim beni evden ve çocuklardan uzak tutmuş ve
Orta Doğu ülkelerine sık sık seyahatler yapmama ve uzun süreler orada kalmama neden
olmuştu. Bir seyahatten diğerine geçerken, kurumun bir parçası olmak ve katmanları arasında
yaşayan çalışanların ritüellerine katılmak için elimden gelen çabayı göstermiştim. Onların
alışkanlıklarını öğrenmek, konuşma tarzlarını anlamak ve kodlarını çözümlemek için
uğraşmış ama başarılı olamamıştım.
Dreamer’ın bana öğrettikleri, çalışanların doğası hakkında söyledikleri ve İtalya
ziyaretlerimin sürekli kesintiye uğraması sayesinde, bu çevrenin uzağında kalmış ve böcek
sürüne benzeyen bu toplu yaşam formunu dışarıdan gözleme olanağı bulmuştum.
Gözlemlerim, ilk olarak Dreamer’dan duyduğum ve o güne kadar tüm bilimsel araştırmaların
gözünden kaçmış olan, insanlara bağlı kuruluşlardaki ‘psikolojik kirliliğin’ varlığını
doğruluyordu. Bunu doğrulayacak yazılı bir metin zaten yoktu. Bu, korkular, kıskançlıklar
gibi istenmeyen duyguların, dar fikirlerin ve boş konuşmaların oluşturduğu bir akıntının
ürettiği, kuruluşların havasını zehirleyerek milyonlarca insanın gerek bedenine, gerek aklına
ölçülemeyecek zararlar veren ve hastalık yaratan bir kirlenmedir. Yıllar sonra ACO’da, bu
olguyu daha derinlemesine inceleyecektim. Bu arada ‘psikolojik kirlenme’ ile ilgili yaptığım
keşifler, New York’ta Dreamer’la başlayan, kuruluşlar ve ast çalışanlar üstündeki
düşüncelerimi derinleştirmeme yarıyordu.
Çalışan olmak, bir anlaşmanın sonucu olmadığı gibi, organizasyonlarda hiyerarşik bir
pozisyon ya da sosyal bir statü elde etmek de değildir.
Varlık merdiveninde en alt kademede yer almak demektir.
Bu Dreamer’dan aldığım ilk ve en çarpıcı dersti.
Bir insan en alt seviyede sorumluluk sahibi olduğu için bağımlıdır.
Çalışan olmak, içimizdeki köleliğin bir yansımasıdır.
Çalışan olmanın modern bir kölelik olduğunu göstermesi dünya betimlememi tümden ve
ebediyen değiştirmişti. Bu sözleri benimsemek kadar, onları aklımdan çıkartmak da çok zor
olmuştu. Adeta varlığımda fiziksel bir yer tutmuşlardı.
Sevmek bağımlı olmamaktır.
Sevgi ve özgürlük aynı şeylerdir.
Bir gün yapıt değil sanatçı,
Düşlenen değil düşleyen olduğunu anlayacaksın.
Her şey senin için var.
Ve böylece artık bağımlı olmayacaksın!
Dünya böyle çünkü sen böylesin,
Ve kesinlikle tam tersi mümkün değil.
Çocukluğumdan beri içinde olmayı düşlediğim kuruluşlar ve iş dünyası, bana birden bire bir
toplama kampı, bir hapishane gibi görünmeye başlamıştı. Şu an anlamı olan tek şey, kaçıp
kurtulmaktı. Üstüme parmak demirliklerden geçmek için bir zırh giymem ve bir kaçış planı
hazırlamam yeterliydi. Bu düşünceler yeni ortamıma uyum sağlamamı tabii ki olanaksız
kılıyordu. O sıralar beni yutmaya hazır dipsiz bir karanlık görüntüsü sık sık aklıma düşüyor
ve gelecek korkularımın yerini alıyordu.
İçine düştüğüm bu durum için hiçbir şey yapmıyordum. Hatta sabah koşularımı bırakmış ve
Dreamer’ın öğretilerini okumaya ara vermiştim.
6 Düşle ve Hizmet et
Bir gün İnsan Kaynakları Müdürü bana, işe geldiğimde ve çıktığımda ana girişteki makineye
basmam gereken bir kart verdi. Bu yeni uygulama, çalışma hayatını çoğunlukla yurt dışında
geçirmiş ve o ana dek özgürlüğünün tadını çıkartmış benim gibi müdürlerde dâhil olmak
üzere, çalışanları denetleme prosedürlerini genişletmek üzere yürürlüğe konmuştu.
Üstlendiğim rolde elimde kalan tek şey olan bağımsızlığımı da elimden olan bu kurala birçok
kez uymak zorunda kaldım. Ana girişteki makinelerin önünde diğer çalışanlarla birlikte
sıramı bekledim. Herkes bu işlemi sanki çok doğal bir görevmiş gibi yerine getiriyordu.
Sıralarının gelmesini beklerken, gülüşüyor, sigara içiyor ve birbirleriyle konuşuyorlardı.
Makinenin önünde sıra bana geldiğinde içimi bir utanç duygusu kaplıyor ve koşarak kartı
basmadan oradan ayrılıyordum. Dreamer’ın sözlerinin yüreğimde canlandığını hissederek ve
ondan ilham alarak, kendi saygınlık düzeyimi yeniden kurdum. Birkaç dakika için bile olsa
özgür ve mutlu bir hayat düşlüyordum. Gelecekten bir anı gibi başarılı bir varlığın görüntüsü
içimde canlanıyordu.
Özgür, bağımsız ve isyankâr ol!
Bir isyankâr kimseye bağımlı olamaz ve
Kendi özgünlüğüne saygı duyar.
Tek amacı kendi düşünü gerçekleştirmektir.
Hayatını ve tüm enerjisini buna adar.
Bir insan hem düşleyip hem de birine ya da bir şeye bağımlı olamaz.
Hizmet etmek kendinin ve diğerlerinin hayatını yönetmektir.
Sadece sevenler hizmet edebilir.
Sevmeyen ise ancak bağımlı olabilir.
Fakat olumsuz imgelerin beni tekrar ele geçirmesi uzun sürmedi. İşsiz kalacağım üstüne
dehşet verici düşüncelerim beni mikroskobik bir varlığa indirerek geri çekilmeme neden
oldu. Geleceğe ilişkin endişelerim, çocuklarım için duyduğum sorumluluk korku maskesini
takarak üzerime geliyordu. Bu nedenle, diğerleri gibi olmak isteyerek kendimi birkaç gün
sonra yine o makinelerin başında buldum. Bu dipsiz uçurumdan uzaklaşmak, diğerlerinin
yanına dönmek, onların düşüncelerini ve endişelerini paylaşmak ve unutmak için her şeyimi
verirdim.
Bir sabah, ACO’nun üst katlarından binanın boşluğuna bakarken, ana girişe inen beyaz döner
merdivenlerin insanlarla hayata geçtiğini fark ettim. Bu insanlar yemekhaneye girmek üzere
kartlarını basmak için sıralarını bekliyorlardı. Birdenbire nefesim tutuldu. Herkes, birkaç
saniyeliğine bile olsa, Dreamer’ın dünyasına erişmişti. Bu fırsat herkese sunulmuştu. Okul’la
tanışmışlar ama onu reddetmişlerdi.
Boyun eğmek sıradanlıktır.
Aşağı inip onları sorgulamak, onları sarsıp düşlerine ve Dreamer’a ne olduğunu sormak
istedim. Eminim benim deli olduğumu düşünürlerdi. Onlar unutmuşlar, boyun eğip bağımlı
olmayı, acı çekmeyi, yaşlanmayı ve ölmeyi seçmişlerdi. Ben de koşar adımlarla aynı dipsiz
kuyuya iniyordum.
Hem düşleyip hem de bağımlı olamazsın. Dreamer’ın bu sözleri bir isyan gibi içimde
yükseldi. Bu bilgeliğin pırıltısı bana hala ulaşmaktaydı.
7 İkinci El Bir Gelecek
Zihnimin açık olduğu bu anlar giderek azalıyordu. Beni Dreamer’a bağlayan bu ipler
gevşediğinde, hatta tamamen koptuğunda, eski dünyamı her ayrıntısına kadar tekrar inşa
etmiştim. Muazzam bir dağın dibindeki göllerin arasına saklamış evlerin içinden bir villa
satın aldım. Talponia’dan taşınmak ve bu yeni evi çocuklarla birlikte yaşayabileceğim bir yer
haline getirmek için Amerika’da yaptığım tüm birikimimi harcadım.
Sonra yanımıza, New York’ta geçirdiğim son haftalarda tanıştığım yeni boşanmış Gretchen
ve beş yaşındaki oğlu Tony taşındı. Luisella ve Jennifer’dan sonra üçüncü kez kendime bir
aile kuruyordum. Farkında olmadan kendimi o hapishaneye tekrar kapatıyordum. Gretchen,
New York prensesi Jennifer’dan tahmin edeceğiniz gibi çok farklıydı. Bir kayak şampiyonu
olan Gretchen, Batı Amerika’yı ele geçirmiş kadınların fiziksel ve ruhsal gücüne sahipti. Her
gün spor yapardı ve çelik gibi kasları vardı. Jennifer ne kadar yapmacık, kibirli ve şehirliyse,
Gretchen o kadar doğal, basit ve taşralıydı. Yine de, bu ilişki de birkaç hafta sonra aynı
kulvara girmişti.
İşimi, eşimi ve yaşadığım kıtayı değiştirmiştim ama öyle görünüyordu ki, yaşamım her
seferinde hafızasında kayıtlı olan katı biçimine geri dönüyordu.
Varlık düzeyimiz yaşamımızı şekillendirir.
Günden güne, parça üstüne parça koyarak, her zamanki yaşamımı mekanik bir varlık gibi
tekrar kuruyordum. Eski alışkanlıklarım, duygu ve düşüncelerim, geçmişte başıma gelen
olayları tekrar titizlikle yerine getiriyordu. Geçmişim, ‘yeni bir yaşam’ maskesi ya da
gelecekmiş gibi görünerek daima aynı zalimliğiyle geri geliyordu.
Bir insan saklanamaz.
Her düşünce, duygu ve eylem Varlığımıza kaydedilir ve
Herkes kendisinin gardiyanı ve cellâdıdır.
Kaderi belirleyen de budur.
Bir insan yaşamındaki dış koşulları değiştirerek
Kaçtığını düşünebilir.
Fakat olayların görünürdeki farklılığının ardında,
Sorumluluk, bütünlük ve sevgi derecesine göre, hep aynı Varlık düzeyine yerleşecektir.
Bunlar, Dreamer’la ilk karşılaşmamızın unutulmaz sözleriydi. Her ne kadar çok tekrarlasam
da, beni aynı hataları yapmaktan alıkoyamamıştı. Bu durumla ilgili çıraklık dönemimin bir
köşe taşı olan Dreamer’la yaptığım bir konuşmayı hatırladım.
Bana o konuşmada, “İnsanoğlunun en büyük yanılgısı, bir geleceği olduğu fikridir,” dedi.
“Halbuki sıradan bir insanın bir geleceği yoktur. Görünenlerin ötesinde insan hep geçmişiyle
karşılaşır. Olaylar, durumlar ve karşılaşmalar insan hayatında hep tekrarlanır. Olaylar hep
aynıdır, sadece başka maskelerin altında saklıdır.”
“Bu sanki insanlar ikinci el bir yaşam yaşıyorlar anlamına geliyor,” demiştim. Onun
açıklamalarını duyduğumda hissettiğim endişeyi gizlemek için sanki inanmıyormuş gibi bir
ses tonu takınmıştım. Dreamer, “Yine de herkes yaşamında başına gelenlerin yalnızca onun
için yaratılmış, daha önce hiç olmamış, yepyeni olaylar olduğunu varsayarak kendini
kandırır,” diyerek açıklamasını sürdürmüştü.
“O zaman insanların gerçek diye nitelediği..” demiş fakat sözümü tamamlayamadan bunun
çok saçma olduğunu düşünerek susmuştum.
Dreamer cevap vermeden bana bakmış ve olabilecek en kötü sonuca vardığımı ifade etmek
ister gibi başını sallamıştı. Beni yönlendirdiği yola doğru birkaç adım daha attım. Onu yanlış
anladığımı ümit ediyor ve konuşmamızı yine mantığın sınırlarına taşımak için beni
durdurmasını istiyordum.
“Yani gerçek dediğimiz, gördüğümüz ve dokunduğumuz her şey, sanal bir gerçeklik mi?”
dedim. Bekledim. Dreamer inatçılığımı yıkmak için doğru sözleri bulmak istermiş gibi
düşünüyordu.
“Bir insanın etrafında gördükleri, kendi dışındaki gerçeklik, geçmiştir,” dedi sessizliğini
bozarak. “Senin şimdi dediğin, aslında gecikmiş bir yayındır.” Bu sözleri duyduktan sonra
dünya artık eskisi gibi olmayacaktı. Olağandışı bir biçimde, bu sözlerin yalnız benim için
değil, tüm insanlık için dünyayı değiştirdiğinden emindim.
Dreamer doğal bir tavırla, “Elinle tuttukların, gözünle gördüklerin ve tam şu anda meydana
geldiğine karar verdiğin olayların hepsi uzun zaman önce kaydedildi. Gerçekleşebilmek için,
başka bir boyutta, Varlık dünyandan iznini aldılar.” Olguların nasıl önceden meydana
geldiklerini açıkladı. Böyle oldu çünkü zaten böyleydi.
“Yaşamdaki olaylar, zamanın görünür hale getirdiği, katılaşmış Varlık durumlarıdır. Sen
onların içindeyken, olaylar olduğu sırada, onların hemen gözlerinin önünde gerçekleştiğine
inanır, yepyeni ve ilk kez başa gelen şeyler olduğuna inanırsın. Oysa onlar, sadece çok küçük
farklılıklarla kendini tekrarlayan geçmiş yansımalarıdır.”
Dreamer’ın bu sözlerinden sonra sıradan bir kişinin yaşamında başına gelen olayları
zihnimde canlandırdığımı hatırlıyorum. Görünüşleri inkar edilemez bir biçimde birbirine
benzeyen bir soytarı grubu arka arkaya koşarak kendilerini tekrarlıyorlardı ve takma
burunları ve sakallarının ardında, körleşmiş insanlığın onları tanıyamamasına kahkahalarla
gülüyorlardı.
“İnsanın gelecek olarak nitelediği aslında geçmişin arkadan görünüşüdür,” dedi Dreamer
beni içine düştüğüm hayallerden çıkartarak. “Kişinin yaşamını yönetmesinin tek yolu ‘şu
anda ve burada’ ilkesini benimsemesidir. Bir insan, ancak hiçlikle sonsuzluk arasında asılı
duran şu anı yöneterek yapabilir ve gerçek bir yazgıyı hak edip onu biçimlendirerek üstün bir
düzende olaylar yaratabilir.”
İleride bir gün, bu görüşün ne kadar doğru olduğunu bizzat görecek, yanlış bir yaşam ve
tekrarlanan bir kadere nasıl geri dönülebileceğini anlayacaktım.
Dreamer’ın bugün bana çok basit ve doğal görünen öğretisini o zamanlar bilseydim, acı
içinde geçen bunca yılı geri alabilir ve olayları engelleyebilirdim.
Düşümü inkâr edip unuttum ve aylarca üstünde düşünmedim. Eski hapishanenin kapısı tekrar
açılmıştı. Gretchen ve çocuklarla yaşantım önceden çizilmiş bir kulvarda ilerliyordu. Orta
Doğu’ya yaptığım ziyaretler ve aile yaşantım arasında kendimi yitirmiş ve hatta
kaybetmiştim.
8 Şeyh İle Akşam Yemeği
Kuveyt, Le Meridien otelinin resepsiyonunda, Şeyh Yusuf tarafından gelmiş bir davetiye
buldum. O akşam düzenlenecek Behbehani Sarayındaki yemekte bulunmamı istiyordu. Bir
saat içinde beni almaya bir araba gelecekti.
Uzun bir yolculuğun ardından şehre yeni inmiştim ve tüm seremonisiyle bir Arap yemeğine
katılma fikri çok cazip gelmiyordu. Fakat reddetmem mümkün değildi. Behbehani ailesi,
Kuveyt’in en güçlü aşireti olduğu kadar en güçlü finansal grubuydu. Diğer tüm Orta Doğu
ülkerinde olduğu gibi Kuveyt’te de işler, büyük aileler arasında bölüştürülmüştü. Ülkenin
finansal haritası, Emir’in soylarına dayanan bir aile ağacı gibiydi.
Önceki aylarda bu aileye mensup kişi ve kurumlarla iş yapmış olmama rağmen, henüz Şeyh
Yusuf ile tanışmamıştım. Onun, Kuveyt dışındaki ülkelerle, özellikle Amerika ile iş
ilişkilerinin olduğunu ve uluslararası belli başlı ürünlerin temsilcilikleri üstüne kurulu
finansal bir imparatorluğu olduğunu biliyordum.
Beyaz Carrara mermerlerle yapılmış debdebeli bir yapı olan Behbehani Sarayı kare
biçimindeydi. Geniş avlusundan zemin kattaki resepsiyona geçiliyordu ve üst katlarda aile
fertlerinin odaları bulunuyordu.
Kaftan giymiş sessiz bir uşak beni yemek salonuna kadar götürdü. Orta Doğu’nun
görkemiyle donatılmış masanın etrafında, geleneksel beyaz elbiselerini giymiş, yanık
tenlerini mücevherlerle bezemiş Müslüman iş adamlarının ve ünlü uluslararası kuruluşların
Batılı temsilcilerinin oturmakta olduğunu gördüm. Elbette yemek sadece erkekler için
düzenlenmişti ve usul olarak çatal bıçak kullanılmıyordu. Et ve balık servisi başlamıştı.
Başlangıç olarak meyve, sebze, peynir çeşitleri, beyaz soslu bakliyat, pilav ve kızartılmış
koyun eti sunuluyordu. Şeyhin büyük oğlu, sadece çok önemli misafirler olduğumuz için bize
bizzat servis yapmıştı. Bu saygın misafirlere gösterilen bir onurlandırmaydı. Şeyh Yusuf’un
konuşmaya başlamasıyla birlikte sohbet başladı. Şeyh çok misafirperver bir ev sahibiydi.
Yemek boyunca çay ve meyve suyu ikramları yapıldı.
Orta Doğu ülkelerinin arasında Kuveyt, Kur’an geleneğine uygun olarak her türlü içkinin, en
azından resmiyette, yasak olduğu bir ülkeydi. Yemek, Libya tatlıları ve Bedevi adetlerine
göre mangalda pişirilen kahveyle tamamlandı. Pirinç cezvelerde pişirilip fincanlara büyük bir
ustalıkla dökülen koyu kahvelerin tadı büyüleyiciydi. Masadakiler artık doyduklarını ifade
etmek üzere fincanları ileri geri itmeye başlayana kadar kahve servisi yapıldı.
Şeyh Behbehani özellikle solunda oturmamı istemişti ve yemek faslı bitince bana projesinden
bahsetmeye başladı. Kuveyt’te yeni bir ticari işletme kurmak istiyordu. Benden Kuveyt’e
taşınarak bu projeyi hayata geçirmemi ve kuruluşu işletmemi istiyordu.
Düşüm gerçek oluyordu. Uluslararası bir kuruluş yaratacak, insanları bir araya getirecek,
kaynakları toplayacak ve böylesi çetin bir ortamda işletmenin karşılaşacağı zorluklarla boy
ölçüşecektim. Sonuç olarak, iş dünyasında kendi teknemle gezecektim. Bu en çok istediğim
şeydi, ya da öyle olduğunu düşünüyordum. Kararımı bildirmek için iki hafta süre istedim ve
saraydan ayrıldım. Fakat Le Meridien oteline döndüğümde çoktan kaygılanmaya
başlamıştım.
Çok istesem de, bu teklife sevinemiyordum. Dönüş yolunda bunu düşünürken, içimde
Kuveyt’e taşınma fikri giderek azalıyordu. Başta çok heyecanlanmış olmama rağmen, bu
teklif olumsuz düşüncelerimin ve korkularımın kurbanı olmuştu. Bu fırsat toprağa düştüğü
anda yabani otlara boğulmuş ve akşam yemeğinin sonunda yanan mangalda kül olup gitmişti.
Binlerce kilometre uzunluktaki beyaz kum çölü, beni İtalya’ya götüren uçağın gövdesi
altında kayboluyordu. Başıma gelenin ne olduğunu biliyordum. Bu Dreamer’a verdiğim
sözün ve ilk karşılaşmamızdan sonra başlattığım çalışmanın bir ürünüydü. Daha özgür, daha
sorumlu ve zengin bir hayata olan arzum bana bu fırsatı getirmişti. Peki, ama şimdi ne
olacaktı?
Artık Var oluştaki en küçük bir yükselmenin, olaylar dünyasında dağları yerinden
oynatacağına ve Var oluştaki düzeyimizin yaşamımızı yaratır ilkesine her zamankinden daha
fazla inanıyordum. Fakat böylesine köklü değişimlerin bu kadar çabuk gerçekleşeceğini asla
düşünemezdim. Chia’da satın aldığım ev daha yeni boyanmış, bahçedeki çimler henüz
çıkmaya başlamıştı. New York’tan sonra birçok kez sıkıcı bulduğum kırsal yaşam, gözümde
tekrar değer kazanmıştı. Çocuklarla birlikte göllere yaptığımız yürüyüşler, Gretchen ile sabah
koşularımız ve bir tek şirketin olduğu sıkıcı kasaba, birkaç ay içinde ben farkında olmadan
köklerini çok derinlere salmıştı. Tuğla üstüne tuğla koyar gibi, alışkanlıklarımı arttırmış, düş
benden yolculuğuma devam etmeden önce kısa bir süre kalmamı istediği yerde, ben yeni bir
ev, yeni bir aile kurup yerleşik düzene geçmiştim.
Kuveyt şehrini biliyordum. İşim nedeniyle birçok kez orayı ziyaret etmiştim ama hepsi de
kısa süreli ziyaretlerdi. Şehir hakkındaki bilgim, dış koşullardan izole edilmiş klimalı
salonlar, modern oteller, tozlu sokaklar ve kalabalık çarşılardan ibaretti. Dışarı çıkmaya
kalkıştığım zamanlarda ise çöl rüzgarının taşıdığı alev topları yüzümü yalayıp geçmişti. Çöl,
sahip olduğu birkaç kilometrelik uygarlığı inatla savunan bir asker gibi Kuveyt şehrini
ablukaya almıştı. Zengin kaleleri ve renkli iş dünyasının arkasında Kuveyt sanki bir şehir
devlet değil, insanla çöl arasında sürekli devam eden amansız bir oyun gibiydi. Kuveyt’in
tarihi, bir top gibi modern çağla Kur’an arasında gidip geliyordu. Burası, cadillaclarla
develerin, çadırlarla gökdelenlerin, Kutsal Kitapla finansal gücün arasında mucizevi bir
dengede duran, gürültülü bir dünyaydı.
9 Hastalığa Sığınmak
ACO’daki işimden ayrılma fikri, en şiddetli endişelerimi açığa çıkartmıştı. İstifa ederek
hiçbir garantisi olmayan bir işe girişmek, çaresiz hissetmeme neden oluyordu. Elimde kesin
kanıtlar olmasına rağmen kendime yalan söylemeye devam ediyordum. Zorlukları ve
engelleri suçluyor, onları aşılamayacak dağlar haline getiriyor ve büyütüyordum. Dreamer’ın
bana gösterdiği kendini gözlemleme, durumlarıma dikkat etme ve var oluşu saflaştırma
çalışmamın daha başında bile değildim. Yaşantımı neyin yönettiğinin farkına varacak yeterli
dürüstlüğü henüz kazanamamıştım.
Bugün, lehinde ve aleyhindeki her nedeni gözden geçirip derinlemesine düşündüğü yalanıyla
kendini avutan, korkuları zaten onun adına çoktan karar verdiği halde, hala her gün bir karar
verebilmeyi dileyen o zavallı adama acıyorum. Dreamer’ın beni birçok kez suçladığı şeyi
kabul etmek istemiyordum.
“Her başarısızlığın ardındaki, her engelin arkasındaki düşman aslında sensin. Sana ters
görünen dış koşulları aslında senin yarattığını fark edebilmen için uzun yıllar boyunca çaba
harcaman gerekecek. Karşına çıkan engeller, daima Var oluşun en karanlık kısımlarından
yükselen bir acının görünür hale gelmesidir.”
Aslında ben, kaderimi ve koşullarımı suçlama hakkını saklı tutarak bana bu teklifi reddetme
olanağı verecek ama bunun getireceği her türlü sorumluluktan da beni kurtaracak bir mazeret
arıyordum. Teklifi geri çevirmeme olanak veren tüm koşullara sıkı sıkıya sarıldım.
Çocuklarım, onların eğitimi ve gideceğimiz ülkenin riskli bir ülke olması bu koşullar
içindeydi. Ayrıca Gretchen’in de taşınmak istemeyeceğinden emindim. İçimde böylesi bir
değişime karşı hayır sesleri yükseliyordu. Dünyayı suçlayacak engeller aramaya
koyulmuştum.
Sonunda aradığım koşulu bulmuştum. Dreamer’la tanışmadan önce, sağ böbreğimde oluşan
taştan şikâyet ediyordum. Kim tam kapsamlı bir kontrolden geçmeden ailesiyle birlikte
Kuveyt’e yerleşmek gibi bir risk alabilirdi ki?
Özellikle çocuklarım için bunu yapmam gerektiğine inanıyordum. Dreamer’la karşılaşmama
ve kaderimi değiştirmek için bana gösterdiklerine rağmen, yine geçmişin korkunç bir
kanalına geri düşüyordum. Acilen böbrek röntgeni çektirmek üzere randevu aldım. Bu ilk
adımdı ve içimdeki bir şey, hastalanmam gerektiğini söylüyordu. Kişinin ne yarıştığı, ne
savaştığı, yalnızca yakındığı, yani kendimizi bağışladığımız ve dünyayı teselli etmeye
çağırdığımız yer olan var oluşun karanlık rahmine sığınmaya dönmüştüm.
Yaşantımın yatırımcısı, yapımcısı, yönetmeni, başoyuncusu ve özellikle de dünyanın
ekranına yansıtılmakta olan görüntülerin yaratıcısı olduğunu bilseydim, yaşadığım şok
kalbimi durdururdu. Dreamer’ın ileride bir gün bana söyleyeceği gibi cehalet, ancak hazır
olduğumuzda ve gerektiğinde ama tekrar yakalamak üzere elimizi azar azar bırakan anneye
benzer. Bu korkunç senaryoyu durduracak bir şey olmasaydı, yaşamımın bir sonraki
bölümünde ön planda yüzü endişeli bir doktor olacaktı. Röntgen filmini ışıklı panoda
inceledikten sonra, sağ böbreğimde küçük gölgeler olduğunu söyleyecekti. Benim betim
benzim atacak ve bembeyaz kesilecektim. Eve dönünce kendimi ümitsizliğin ellerine
bırakacak, sonrasında yıllar boyu şikâyet edecek ve kaderimin beni o fırsattan alıkoyduğunu
söyleyecektim. Ertesi sabah dünyaya yansıtılmak üzere bütün bunları planlamıştım. En
kötüsü ise, kurduğum komplo teorisinin farkında bile değildim. Soracak olsalar, tüm
samimiyetimle, kontrolden temiz çıkıp beni bekleyen serüvene atılmak istediğimi
söyleyecektim.
Neyse ki, altın bir iplik beni hala Dreamer’a bağlı tutuyordu.
O akşam Dreamer’ı yeniden görebilmeyi her şeyden çok istedim. Buna artık daha fazla
katlanamayacaktım. Onun yardımı olmaksızın artık daha fazla dayanamayacaktım. Son
karşılaşmamızdan beri sanki sonsuz bir zaman geçmişti. Başka bir yolunu bulamadığım için
ona bir mektup yazmaya karar verdim. İçinde, verdiğim sözleri ciddi bir şekilde tekrarladım.
Ona yolculuğa yeniden başlayıp başlayamayacağımı sordum.
Bu günlerde bir sözcük, sürekli tekrarlanıp, ısrarla kendini bilincime sokuyor.
Son karşılaşmamızda söylediklerinize kadar dayanıyor.
Bu sözcük saygınlık.
Bu, her koşulda ve her olayda en çok özlemini çektiğim şey ve
Yaşamımdaki en acılı nokta.
Ona çok ihtiyacım var. Onu üretmem, hissetmem ve her yere yaymam gerekiyor.
Bunun bir bedeli olduğunu biliyorum ve bu bedeli ödemeye hazırım.
Size sadece hala zamanım olup olmadığını sormak istiyorum.
Ve bunu yapacak gücümün kalıp kalmadığını. Bana yardım edin.
“Benim yanımda, benim dünyamda iyi yaşayabilir, zengin ve sağlıklı olabilirsin”
birçok kez bizi buna çağırdınız.
Ama şölen sofrasında size katılacak arkadaşlarınız yok.
Aldanmaya ve çürümeye hazır insanların eseri olan,
Yalanın hüküm sürdüğü bir dünyada, yaşam ağacının önüne yerleştirilmiş, her yana dönen
kılıcıyla Keruv gibi, tek bekçinin yalnız siz olduğunu görüyorum.
Ben yolculuğuma yeniden başlamak ve görevimde ivme kazanmak istiyorum.
Bana yardım etmeniz için size yakarıyorum.
Aylardır evden uzakta yaşıyorum. Yaşamımın dağılmış tüm parçalarını bir araya toplamam
gerektiğine inanıyorum.
Sanki mektup yazmıyor, ama kendimi anlatarak günah çıkartıyordum. Açık sözlü olmam beni
değiştirmişti. Mektup tamamlanamamış ama çoktan yerine ulaştırılmıştı. Bu mektup
dosdoğru, içimde kalan güzellik, iyilik ve doğruluk zerrelerine, yani bu serüvene ‘evet’
diyecek varlığıma gitmişti. Henüz mektubu bitirmeden sevinç gözyaşlarına boğulmuştum.
10 Örümcek ve Avı
Kendimi O’nun önünde buluvermiştim. Onu tekrar görmeyi çok istemiştim ama şimdi
yalnızca büyük bir utanç ve dayanılmaz bir suçluluk duygusu hissediyordum. Utanç ve
suçluluk beni yer çekiminin çok daha ağır olduğu bir dünyada tutuyordu. Bu benim iç
dünyamdı ve farkında olmasam da yaşamımın her gününde bana hükmediyorlardı. Bu ağırlığı
sadece Dreamer’ın huzurunda hissediyor ve şimdi nefesimi tutmuş, gözlerimi yere dikmiş
bekliyordum.
“Her Hareketin, düşüncen ve sözün, vazgeçmekte olduğunu gösteriyor. İçten içe başarısız
olmayı, hastalanmayı ve düşmanca bulduğun dünyayla savaşmaktan vazgeçmeyi umut
ediyorsun. Milyonlarca insan gibi sen de mücadeleyi dışarı ittin. İşte bu nedenle yenilgiyi
kabul edip, yaşlanıp ölmeye razı oluyorsun. Bunu birçok kez yaptın ama artık bu duyguyu
ebediyen terk etme zamanı!” dedi ve iyice anlamam için bir süre sessiz kaldı. Bir idam
hükmünü bekler gibi sırtımdan aşağı soğuk terler akmıştı.
“Senin gibi sorumsuzluğun karanlığında kalan biri, her ayrıntıyı düşünerek büyük bir
ustalıkla kendi felaketlerini hazırlar, kendisine tuzaklar kurar, acılarını, hastalıklarını
titizlikle sarar ki kendini gerçek bir sanatçı yapsın,” dedi ve amansız bir düellonun ortasında
rakibine diş biler gibi kükredi. “Zoolojinin karanlıklarında planlar kuran hain bir böceğin
bilinçsizce oluşturduğu karanlığa benziyor. İnsan bu noktada hem örümcek hem de onun
avıdır.”
Sözleri ruhuma işlenmişti. Uzun bir uykudan soğuk suyla uyandırılmış gibi titredim. Dreamer
bana, sağ böbreğimdeki taşları nasıl istediğim gibi yerleştirip kullandıysam, uyum ve başarıyı
elde etmek için de aynı şeyi yapabileceğimi göstermişti.
Kendi dünyamın tek yaratıcısı ben olduğumu kabullenmem mümkün değildi. Dreamer’a göre
karşılaştığımız tüm engeller, cehaletimizin görünür hale geçmesiydi.
İnsan anladığı kadardır.
Bir kişi ne kadar gelişmişse, anlama düzeyi de o kadar gelişmiştir ve bu hak edeceği dünyayı
belirler. Dışarıdan gelmeyen ya da verilmeyen bir istek eylemidir.
Bir insanın cenneti araması gerekmez.
Onu hak etmek için bir şey yapması gerekmez.
Senden beklenen sadece cehennemin, yani cehaletin yok edilmesidir.
Dreamer geçen bu süre zarfında beni yeterince hazırlamasaydı ve bir çıraklık dönemi
geçirmeseydim, bu sözlerin ağırlığını kaldırmam mümkün olmazdı.
Bilimler, felaketlerin önce içte hazırlandığını sonra dışarı çıktığını bilselerdi acaba ne olurdu
diye düşündüm. Düşüncelerimizin yaratma yetisinin ne denli kuvvetli olduğunu keşfetmek,
uygarlığımız için Kopernik’in keşiflerinden daha sarsıcı olurdu.
Dreamer’ın felsefesinin özeti ve görüşünün doruk noktası olan “Dünya böyle çünkü sen
böylesin,” deyişi, var oluşun yönünü alt üst edecek çok güçlü bir fikir içeriyor. Her türlü
iyileştirmede olduğu gibi, bundan böyle artık var oluşun yönü dıştan içe doğru değil, içten
dışa doğrudur. Mea Culpa ilkesi, Roma’nın homo faber’e inanması, bilge adamlar çağından
gelen kendini bil öğüdü ve sorumluluk okullarının sesleri tüm görkemiyle, hep birlikte
çınlıyordu. Daha önce bu görüş bana çok kez söylendiği halde, binlerce yıllık yerlerinden
sökülüp düşüncelerime geldiğinde sersemlemiştim.
İşte o sırada, Dreamer’la buluşmamızın, malikânesinin hiç bilmediğim bir kısmında
gerçekleşmekte olduğunu fark ettim. Ne beyaz yer döşemeleri olan odada, ne de zarif
heykeller ve havuzla bezenmiş seradaydık. Burası kolonyal mimari stilinde döşenmiş, tavanı
kaliteli bir ahşapla kaplanmış bir çatı katıydı. Dreamer, ustalıkla işlenmiş bambu ağacından
yapılma beyaz minderli bir divanın ortasında oturuyordu. Siyah beyaz bir tablo Steinbeck’in
dünyasını çağrıştırıyordu.
Yine susmuştu ve birazdan söyleyeceklerini kaldırıp kaldıramayacağımı tartar gibi
bakıyordu. Havada hissettiğim titreşim, içinde bulunduğum kritik durumun habercisiydi.
Yine ya her şeyi yitireceğim, ya da ötesine geçeceğim bir noktadaydım. Dipsiz ve karanlık
bir uçurumun tam kenarındaydım. Aşağı düşmek, Dreamer’ı bir daha asla göremeyeceğim
anlamına gelecekti. Konuşmaya başladığında gücümü toplamak için derin bir nefes aldım.
“Her geçiş, kişinin kendini yendiğini gösterir! Korkuların kadar kötü ve yanıltıcı olan
binlerce yıllık canavarlar, var oluşun en yüksek tepelerini korurlar.”
Sözleri damarlarımda bir lav gibi akıp beni yakıyordu. “Onlarla bir gün karşılaşman
gerekecek.”
Hiçbir kasımı oynatamıyordum ve uzun bir süre öylece kaldım. Bütün hareketlerimi
kısıtlayan bir basıncı bedenimin her köşesinde hissediyordum. Sonunda, görünmez bir
komutla serbest kaldığımı hissettim. İlk yaptığım hareket, çaresizlik kılıfını çekip üstümden
çıkartmak olmuştu. Artık başımı oynatabiliyordum. Başımı yavaşça kaldırdım ve etrafa
bakınarak, ortamın aydınlık olduğunu gördüm. Bu ışık kaynağının güneş olmadığından
emindim. Yeni doğan gün henüz içeri girmemiş, doğuya bakan pencerelerde asılı kalmıştı.
Odadaki bu aydınlığın bilmediğim bir nedenle bana bağlı olduğunu hissettim. Zihnimdeki bir
kumandayla ışığı açıp kısabiliyordum ve bunu defalarca tekrarladım.
Bir düşünce beni bütünüyle etkisi altına alana kadar bu hünerimle zaman geçirdim. Evren
bana bağımlıydı. Dünya bu oda gibi aydınlık olabilirdi ama beceremezsem karanlıkta da
kalabilirdi. Bunu keşfedince nefesim kesildi.
Dreamer’ın sözlerinin gücünü, çok sonraları bu olay üstüne derinlemesine düşününce fark
ettim. “Dünya böyle çünkü sen böylesin.” Mükemmellik ve her türlü bollukla çevrelenmiş
insan, dünyaya bir kurbağanın gözleriyle bakan ve gördüklerinden yakınan mutsuz bir
varlıktan başka bir şey değildi.
11 Var oluş Saklambacı
Başımı kaldırdım ve onun tatlı ama sert bakan gözleriyle karşılaştım. Sanki gözlerinin
içinden acımayla karışık bir endişe duygusu geçmişti. Bu bakış beni sözlerinden daha çok
endişelendirmişti. Kendimi, hasta arkadaşının endişeli gözlerini okuyan biri gibi hissettim.
Beklemediğim bir anda bana, “Küçük bir çocukken saklambaç oynardın,” dedi. Yaşantımdan
kareler geriye doğru sarılıyordu. Güneş, yolunun üstünde bir fesleğen ve sardunya saksısı
arasında ağzı açık kalmış duran kertenkeleleri yalayıp, eski terasın yarıklarını altın sarısına
boyuyordu. İçimizden biri ebe olur, sıska kollarını duvara yaslayıp gözlerini kapatırdı ve
diğerleri de saklanacak yer arardı. Sobeee! Yakalanan ve ortaya çıkartılan kişilere atılan
çığlıktı.
“İşte var oluş da böyle çalışır. Sobeee!” dedi Dreamer ve anılarıma girip o çığlığı mükemmel
bir şekilde taklit etti. Bu görüntülere biraz daha tutunmak, güneşle sıvanmış o terastaki
afacanlara isimler takmak istedim ama görüntüler çocukluğumun kokusunu da alıp
gitmişlerdi.
“Var oluş, içinde bulunduğun durumu meydana seren en korkunç maskesini takıp, sen her
neredeysen gelip seni oradan çıkartır. Korktuğun şey nedir? Yoksullaşmak mı? Terk edilmek
mi? Sağlığını, işini ya da evini yitirmek mi? İşte var oluşun seni korkutmak için takacağı
maske odur. Bir kişi her neden korkuyorsa, sokakta başına o olaylar gelir. Geçilemeyen
sınavlar gibi, er ya da geç onlarla yeniden karşılaşmak zorunda kalacaksın.”
Dreamer’ın doğruyu söylediğine inanmak için zihnimden deneyimlerimi geçirmeme gerek
yoktu. Buna rağmen bu fikirlere karşı koyuyordum. İnsanlığı devamlı bir tehdit altında,
sürekli korku ve istikrarsızlık durumunda tutan küresel bir düzen bana biraz abartılı
geliyordu.
“Bir insan, kendi suçluluk duygularının yarattığı hayaletleri defedecek gücü ancak tehdit
altındayken bulabilir. Gerçek bir insanın ise buna ihtiyacı yoktur. Çünkü sürekli bir doğruluk
durumunda yaşar,” dedi Dreamer, doğruluk durumunun özellikle üstünde durarak.
Aklım karışmıştı.
Küresel bir adaletsizliğin insanları iki türe ayırdığını söylüyordu. Sarsılmaz bir doğruluk
duygusuyla mutlu ve rahat yaşayanlar bir de titreyerek felaketleri bekleyen, korkularının
kurbanı olmuş kişiler vardı. Bunu kendisine ifade ettiğimde ise, beklenmedik bir anlayış
gösterdi.
Dreamer’ın dünyasında soru sorarken bile dikkatli olmak gerekiyordu. Onun huzurundayken,
ne düşündüğüme, ne hissettiğime hatta en ufak hareketime bile dikkat ediyordum. Konuşma
şeklimin ve bakışlarımın sürekli farkındaydım. Bu durum, onunla birlikte olduğum her anı,
Okul’un bir ‘uygulamalı çalışmasına’ çeviriyordu. Buna karşın, Dreamer’dan uzakta
olduğumda, dikkatim dağılıyor ve bununla birlikte varlığım da parçalanıyordu.
“Sıradan bir insan bile kendini güvende hisseder. Doğruları korkularını, şüpheleri de
gerçekliğini oluşturur. Onları sever ve dünyada hiçbir şey için onlardan vazgeçmez.
Çocukluğundan beri insan bu yanıltıcı korkularla besleniyor, olumsuz düşüncelerin
meyvesini yiyor. Bu yüzden gölgeleri gerçek birer terslik sayar ve kendini sürekli tehdit
altında hissederek yaşayıp gider.”
Dreamer bana bu duruma insanların alıştığını ve bağışıklık sistemlerinin bunu artık kabul
ettiğini anlattı. Bu acı ve güvensizlik öylesine bir duyguya dönüşür ki, insanların artık terk
edemeyecekleri doğal bir parçaları haline gelir.
“Rahat ol! Dışarıda hiçbir düşman yok. Gerçekte kendini tehdit eden sadece sensin. İnsanlar
hiçbir zaman kendilerini güvende hissetmezler. Bir insan zengin olduğunda ve korkacak bir
şeyi kalmadığında bile şüphe duyar ve sürekli bir güvensizlik hisseder. Korku, kararsızlık ve
acı içinde yaşar. Yapmayı bildiği tek şey budur. Bu tüm hayatını yöneten bir eylemdir.
“O zaman çaresi yok mu?”
“Kendini güvende hissedeceğin hiçbir şey yoktur,” dedi Dreamer. “Ne çelik kapılar, ne
kasalar, ne yer altı sığınakları, ne de alabileceğin önlemler vardır,” dedi ve sonra ezberinden
konuşmaya başladı.
Sadece gerçek düşleyenler kendini güvende hissedebilir.
Düşlemek güvende olmak demektir.
Şüphe, korku ve acı sıradan insanların tek gerçekliğidir.
Gözlerimi kapadım ve kendimi Dreamer’ın sözlerinin derinliğine verdim. Etrafı korkan ve
endişeli yetişkinlerle çevrili olmasına rağmen kendini güvende ve yıkılmaz hisseden bir
bebek gibiydim. Anne karnındaki cenin olana dek gerilere gitmek istedim. Ardından
bütünlüğü ve saflığı anımsadım ve mutlak doğrunun okyanusu olan amniyon sıvısı içinde
yüzdüm. Dreamer son mısraları okuyordu.
“Güvende olmak için günahsız ve suçsuz olman gerekir.”
Birdenbire insanın sadece iç düşmanlarının saldırısına uğrayabileceğini anladım. Yalan
söyleyenlerin, kendilerini olmadıkları bir şey gibi gösterenlerin, başkalarını kandıranların,
yani günahkâr, kafası karışık, şüpheci olanların çıkış yolu yoktu. Bu korkular, hırsızlara
kapıları açan korkulardı. Kendimi kaybolmuş hissediyordum! Kendimle birlikte tüm
insanlığın da kaybolduğunu ve sürekli bir güvensizliğe itildiğini hissediyordum. Kim bunun
içinden çıkabilirdi ki? Var oluşun daha acı ve uzak durumlarına doğru kayıyordum.
Dreamer düşüşümü durdurarak, “Bahislerde yalnızca kendi üstüne oynayan, yani soru soran
ve tüm iradesiyle değişmeye çalışan kişiler başarılı olabilir,” dedi. “Sıradan insanların
gözünde aşırı atılgan, risk altında yaşayan, hatta bilinçsiz bir kişi olarak görünseler de,
bütünlüğün ve sadeliğin yönlendirdiği bir kişiye sürekli bir ‘kurtuluş duygusu’ eşlik eder.
Aslında hiçbir şeyi riske atmadığını bir tek o bilir. İş hayatındaki en korkutucu girişimlerde,
bu doğruluğa sahip olan kişiye hiçbir şey saldıramaz ve başarısız olması mümkün değildir.
Tuttuğu her şey altına dönüşür ve çoğalır. Her koşulda, hatta en umutsuz olduğu anlarda bile
bir çözüm bulur. Olaylar ve koşullar onu hep haklı çıkartır çünkü çözüm kendisidir.”
Sonra mısraları okumaya devam etti.
Ebediyen rahat ol.
Hemen şimdi güvende ol ve kendini ölümsüz hisset.
Ardından bir sır açıklar gibi, “Sıradan insan kendisini sürekli tehdit altında hisseder, daima
birisinden ya da bir şeyden korkar ama aslında dışarıda ona zarar verebilecek hiçbir şey ya
da hiç kimse yoktur. Dünya kendi düşümüzün veya kâbuslarımızın yansıması ve elle tutulur
gözle görünür hale gelmesidir.”
Dreamer defterime not almam için bekledi ve sonra sözlerine devam etti.
“Korkulardan kendini kurtar! Korkusuzluk mutlak doğruya ve bütünlüğe açılan kapıdır, ama
göstereceğin hiçbir çaba seni korkusuz kılmayacaktır. Korkusuzluk, sen korkulacak bir şey
olmadığını anladığında kendiliğinden gelecektir.”
Dreamer’ın dışarıda bir tehlike olmadığını söylemesi beni dipsiz bir karanlığa sürüklemişti.
Korkusuz yaşamak, sürekli tetikte olmak ve içeri cehennemin bir zerresinin bile girmesine
izin vermemek, bana normal koşullardan daha tehlikeli geliyordu. Hayatlarımızda olanlar
yüzünden korkmak, şüphe duymak ve kendimizi tehdit altında hissetmek, insanın doğal
durumuydu. Korkusuz insan düşüncesi benim için, uzayda yeni bir tür bulunması kadar
tutarsız görünüyordu. Güvensizliğimize yapılan bu saldırı korkunun kendisinden daha
ürperticiydi. Korkmak ve acı çekmek hakkını, hem kendisi hem de gelecek nesiller için
savunacak birçok insan bulabilirdiniz.
“Her acının, korkunun, şüphenin, belirsizliğin ardında olumsuz bir düşünce ve bu
düşüncelerin ardında da hepsinin en büyük nedeni olan ölümün kaçınılmazlığı fikri gelir. Bu
insanlığın gerçek katilidir. Felaketlerin, savaşların ve işlenen suçların esas kaynağıdır. Bu
ölüm tohumunun farkına varılması, var oluştaki fiziksel ölümü ebediyen silecektir.”
Dreamer, görünürde insanın içindeki ölüm korkusunun doğduğu andan itibaren
kaynaklandığını söyledi. İnsanın dünyaya geldiği anda hissettiği acı ve ezilme duygusudur.
Düşünürsek, sözde uygar toplumlarımızda yaşam, Dreamer’ın nitelendirdiği gibi
“Cehenneme gerçek bir merhaba” en vahşi ayinlerden biriyle başlamaktadır. Annemizin
karnından dışarı acıyla çıkarız, ameliyathanenin kör edici ışıkları altında doktorların
heyecanlı sesleri ve annelerin çığlıklarıyla karşılanırız. Popomuza bir şaplak atılır ve buz gibi
bir yüzeyin üstüne konuruz. Bu yeni doğan kişinin ilk izlenimi acıdır ve kazların kendisine
bakanı annesi olarak seçmesi gibi, bebekte acıyı annesi beller.
“İşte o andan itibaren hiçbir şey korkudan daha tanıdık gelmez,” dedi Dreamer. Sıradan bir
insanın tüm yaşamı, suda yaşayan bir varlıktan, hava soluyan bir yaratığa dönüştüğü o anda
hissettiklerinin denetimi altında geçer.
12 Şişe
Zaman mutlak bir sessizlik içinde geçti. Zamanımı tuttuğum notların içine gömülerek
geçirdim. Bu konuda daha fazlasını öğrenmek için karşı konulamaz bir arzu duyuyordum.
Yüreğimizde taşıdığımız acının, endişenin sırrı neydi? Benim gibi birçok insan neden
mutsuzdu? Dreamer sanki bu sorularımı duymuş gibi aniden belirmişti ama söylediklerini
açıkcası hiç beklemiyordum.
Yüksek bir sesle ve sanki arkamdaki birine konuşur gibi, “New York’ta elinde daima bir şişe
suyla yaşadın,” dedi. Duyduğum utanç korkunçtu. Bu sırada iki işaret parmağını sanki
önemli bir şey gösteriyormuş ileri geri sallıyordu. Sanki dikkatimi görünmez bir tanığa
çevirmek istiyordu. Bir hayat boyu kat kat yığılarak biriken korunmalar, uzlaşmalar ve
maskeler birdenbire ölü bir deri tabakası gibi dökülmeye başlamıştı. Yüz kaslarımın
denetimini yitirmiştim ve yüzümün ardı ardına farklı şekillere büründüğünü hissediyordum.
İçimdeki işletim sistemi alt üst olmuştu. Dreamer’ın açtığı özgürlük alanında, o yılların
anıları belirmiş ve görüntüler bir bir akmaya başlamıştı.
Anılar, sanki başkasının yaşantısındaymış gibi işe başladılar. Doktorlar böbreğimde taş
oluşumunu engellemek için sürekli su içmem gerektiğini söylemişlerdi. Bu nedenle yanımda
sürekli su bulundurmak, vazgeçilmez bir alışkanlık olmuştu. Şişe artık onsuz
yaşayamayacağım bir destek ünitesi gibi olmuştu. Sabah koşularıma ve uygulamalı
çalışmalarıma ek olarak, Dreamer’la karşılaşmamdan sonra, su şişesinin de hayatımdaki yeri
değişmişti.
“Senin hastalığın taş oluşması değil, bağımlı olmaktı. Taş oluşumu, gerçek hastalığını
bulmak ve onu iyileştirmek üzere gönderilmiş bir belirtiydi.
Bu belirtileri dinlemediğimiz zaman, hastalığın kötüleştiğini, belirtilerin çok daha acı verici
olduğunu anlattı.
Onun isteği üzerine su içmeyi kestim ya da çok azalttım ve böbreğimle ilgili problemler uzak
bir anıya dönüştü. Görüntülerin geriye doğru gittiğini görünce, neden yaşantımın bu
kesimiyle bu kadar çok ilgilendiğini merak ettim. Gizli bir düzenek birden bire etkinleşerek
beni zamanın dışında bir hafızaya fırlattı. Böylece o yılların sıkıntılı anılarına döndüm.
Yaşadığım köleliğin kaybolması, beni su şişesinden ayrılamaz hale getiren korkunun
despotluğundan kurtuluşumu anımsamak, bana ne sevinç ne de rahatlama hissi yaşattı.
Aksine, o geçmişe döndüğümde bu yeni özgürlük bana sevilen birinin kaybedilmesindeki
burukluğu getirdi. Artık, taşınan en zor şeyin, yani iyileştirilmeden geride kalan boşluğun ne
olduğunu çok iyi anlamıştım. Her ne kadar geçici olsa da, korkunun ve hastalanma kaygısının
kaybetmenin acısını hissettim.
13 Gerçek Yoksullar
Dreamer’ın sesiyle irkilerek yazmanlık görevime geri döndüm.
“Hazır olmayan bir kişiden bir sorunu ya da hastalığı söküp almak, onun alarm sistemini
kapatmaya benzer. Kişi hazır değilse, getireceği sonuçları asla tahmin edemezsin. Kendisini
öncekinden çok daha kötü koşullarda bulabilir. Bu nedenle kimseye dışarıdan yardım
edilemez. Bir hastalık ya da bir endişe ondan uzaklaştırıldığında, o derhal yerine, var
oluşunun karanlıklarından başka bir alışkanlık çekip çıkartacaktır.”
Dreamer birçok insanda görülen bir davranış biçimini gözler önüne seriyordu. Bu küresel
çapta geçerli olan ve burnumuzun dibinde olduğu halde bir türlü nasıl işlediğini
çözemediğimiz psikolojik bir düzendi. İnsanlar acılarını, korkularını ve endişelerini terk
etmekte zorlanırlar. Onları zengin yapan budur. Bu mal varlıklarına en kıymetli eşyaları gibi
sarılırlar. Oysaki onları bir adım öteye gitmekten alıkoyan bu psikolojidir. Dreamer’a göre
bunun nedeni, insanların bu psikolojiyi bir kalkan olarak görmesiydi.
“Neyin varsa sat ve yoksullara ver. Böylece, gökyüzünde bir hazinen olur. Sonra gel beni
izle. Bu sözler üzerine adamın yüzü asılmıştı ve üzüntü içinde oradan ayrılmıştı. Çünkü çok
malı vardı.”
Zengin gencin öyküsü olarak bilinen bu efsanede, filigran bir ekrandan bakar gibi onu
yaratan aklı gördüm. Yüzyıllardır bu olağanüstü sözleri kapsayan hazine göz kamaştıran
güzelliğiyle su üstüne çıkmıştı.
Veronicas’ta olanların açıklamasını aniden anladım. O gece Dreamer’ın o kişilerden istediği
zenginliklerini değil, yoksulluklarını bırakmalarıydı. Aslında onlara, var oluşun en yüksek
yerine nasıl çıkacaklarını gösteriyordu. Yerinize bir başkasını atayın demişti. Zengin gençle
yapılan konuşmanın esas can alıcı noktası aslında, “neyin varsa sat, parasını yoksullara ver”
Bu yoksullar, kutsal kitapların bildirdiği yoksullardır. Sahip olduklarınızı, sizin yerinizde
olmak isteyenlere verin. Dikkat ederseniz sahip olduklarınızın hepsi, yeni gelecek olanlarla
karşılaştırıldığında yoksulluktur.
Dreamer’ın bana örneklerle anlattığı olgu aslında, evrende gelişmeyen her şeyin çürüdüğü
yasasına işaret ediyordu. Biz insanların hayatlarında gidebilecekleri iki yol vardır. Ya yukarı
çıkabiliriz, ya da aşağı inebiliriz. Dreamer bunu ‘gelişme yasası’ olarak adlandırıyordu ve bu
yasayı bireylere, kuruluşlara, ülkelere ve uygarlıklara uygulayarak bana kanıtlıyordu. Yukarı
doğru bir itme olmadan, yani daha fazlası olmayı arzulayan bir enerji olmadan, yaşam
bulunduğu yerde geri döner ve çürür.
Örnek olarak bana tarihin bazı dönemlerinde, Kilisenin daha yüksek bir noktaya çıkmak için
enerji bulamadığından bahsetti. Yavaşça aşağı düştüğünü ve baştaki pozisyonundan çok daha
farklı bir yere indirgendiğini söyledi. Bu yüzden, kendi kendini inkar edecek kadar değişti.
Bir putperest, hatta bir cani haline geldi. İman yaptırımları, haçlı seferleri gibi icatlarda
bulunup hala kendisine dindar demeyi ve öyle olduğuna inanmayı sürdürmektedir.
Bu mesajın yanlış algılanmasının getirdiği sonuçları ve insanlığı kendine acıma ve kıtlığa
heveslendiren felaketi apaçık görebiliyordum. Kilisenin acıma, aklama ve kimi zaman
yoksulluğu yüceltme tutumunun, insanlığın ve toplumun bilincinden bunların sökülüp
atılmasını zorlaştırdığı ve bu durumu sürekli kıldığı kanısındaydım.
14 Korku Çürümüş Bir Sevgidir
Dreamer, “Korku, durmadan damarlarımızda dolaşan bir uyuşturucu madde gibidir. İlla bir
şeyden korkuyor olmak değil, tek başına korkudur. Şimdiye dek buna alıştın. Bir insanın
olaylar dünyasında karşılaştığı durumlar faydalıdır çünkü hem kaçmaya çalışılan hem de
içeride görülmek istenmeyen olgular meydana çıkar. Kötülük ve rastlantı, bir Okul’u
olmayan kişiler için felaketlerdir. Oysaki bir Okul’un bünyesinde bunlar, yitirilmiş bütünlüğü
ele geçirmek ve anlamaya yarayacak uygulamalı çalışmalar haline gelir. Aynı zamanda
kişinin gerçek durumunun belirtileridir. İnsanın inandığının aksine, ilk önce korku gelir ve
ardından korkulacak şeyi seçeriz.”
Şüphe, korku ve acı, sıradan bir insanın yaşamındaki olasılıkların sınırını belirler. Bu
duygular, içinde kendisini güvende hissettiği bir hapishane, bir sığınaktır.
“Korkunun terk edilmesi, bütünlüğe, yani var oluşun birliğine doğru atılan ilk adımdır çünkü
korkunun üzerine bir şey kuramazsın. Korkusuzluk bir savaşçının ilk kuralıdır. Korku,
geçmişte yaptığın gibi seni hastalığa sığınmaya zorlar.”
Dreamer’ın sesi konuşurken sert bir ifadeyle, bir öğüt verir gibiydi. “Korkuyu fırsata
dönüştür! İnsanın yalnızca iki duygusu vardır. Bunlar korkmak ve sevmektir. Bunlar
birbirinin zıttı değildir. Bunlar var oluşun farklı düzeyinde olan ama aynı gerçekliğin
parçalarıdır. Korku çürümüş sevgi, sevgi yücelmiş korkudur.”
Bana söylediklerini yazmam için biraz süre verdi ve tekrar konuşmaya başlamadan önce
yazdığımdan emin olmak ister gibi bana baktı.
“Korku içteki ölümdür. Kahramanlar ise içinde ölüm olmayan insanlardır. Kahraman
sözcüğü hero ve eros, amore, a-mors sözcüklerinin hepsi ölümsüzlük anlamına gelir. İçinde
ölüm olmayan biri dışarıda onunla karşılaşamaz. Kahramanlık, savaş alanında değil
yalnızlıkta kendini yenerek insanlık merdiveninde kazanılan bir adımdır. Savaşta kazanılan,
zaten kazanılmış olanın görünür hale geçmesidir. Kahramanların savaşlardaki yenilmezliği,
var oluşta çoktan gerçekleşmiş bir şeyin, yeniden kanıtlandığı bir denemedir.
Dreamer uzun bir süre sessiz kaldı. Bende bu süreyi notlarımı tamamlamak ve düzenlemek
için kullandım. Bir araya gelen bu malzemenin değerini, Dreamer’ın korkuyla ilgili
açıklamalarını içimde hissettim.
Yeniden konuşmaya başladığında ise, Kuveyt meselesini ve benim işi bırakma ve taşınmayla
ilgili korkularımı gündeme getirdi.
“Kuveyt’e gitmek senin için önemli. Bu dışında yepyeni bir girişimciliğin başlangıcı ve
içinde, uzun zamandır teslim olduğun sıkıcı durumların alt üst edilmesine doğru atılacak bir
ilk adım.”
Tatlılıkla ama aynı zamanda kuvvetli bir sesle, “Girişimci zaten düşe doğru yürüyüşte olan
kişidir. Bahislerde itibarını ortaya sürebilen, önceden kurulmuş dengeleri yıkıp, çok daha
elverişli olanları yaratacak gerçekliği değiştirmeye gücü olan isyankardır. Birkaç insanı bir
araya getir, onlardan sorumlu ol, onları heveslendir ve kendi düşünle onları mutlu et. Bütün
bunlar girişimciliğin temel nitelikleridir. İnsanın var oluş merdiveninde en yüksek
basamaklara çıkmasını sağlayacak var oluş özellikleridir.”
Bir kederin içimde hızla büyüdüğünü hissettim. İç dünyam karardığında böbrek sancım da
artıyordu. Fiziksel ve psikolojik acının tam ortasında olan bu ağrıya benzer başka bir ağrı
yoktu. İçgüdüsel olarak elimi sağ böbreğimin üstüne koydum. Dreamer’a nüksetmesinden
korktuğum hastalığımdan ve yaptırmak istediğim tıbbi kontrollerden bahsettim.
Aniden, “Kes şu yalancılığı!” dedi. “Sen en kötü yalancılardan birisin çünkü kendi kendine
yalan söylüyorsun. İkiyüzlüsün. Hastalık diye bir şey yok. Beden asla hastalanmaz. Yalnızca
var oluşta eksik olanların sinyallerini gönderebilir. Hastalıklar yoktur, sadece iyileştirmeler
vardır.”
Ağır ağır ve sözcüklerin üstüne basarak konuşmaya başladı. “İyileşme, korkudan
kurtulmaktır. Asıl nedeni bulduğunda, belirtiler de yok olacaktır,” dedi.
Allak bullak olmuştum. Sağlığın olduğu kadar hastalığın da bana bağlı olduğunu, içimdeki
korkunun taşları ürettiği gerçeği beni derin düşüncelere itmişti.
“Şimdiye dek bir parazitin hayatını yaşadın. Sana çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, senin
hastalığın sorumsuzluk. Böbreği hasta olan biri korku duyar ve bu da onu bağımlı yapar.
Böbrek hastalığı, kendinle ve sonra etrafındakilerle iletişim problemi yaşadığının
belirtisidir.”
O zamanlar Dreamer’ın bu savları bana anlaşılması çok güç görünmüş ve beni şüphe içinde
bırakmıştı. Çok eski kültürlerin, güneş sistemindeki gezegenlerin doğrudan bedenin
organlarıyla bağlantılı olduğunu keşfettiklerini çok sonradan öğrenecektim. Antik çağda
insanlar, karaciğer’i Jüpiter’le, yüreği Mars’la, dalağı Satürn’le ve akciğeri Venüs’le
bağdaştırmışlardı. Bundan yola çıkarak nefes alışın duyguyla ve ölümün bulunmaması
anlamına gelen sevgiyle bağlantısını bulacaktım. Bir kişi nefes ve akciğerleri aracılığıyla,
hem duygularını denetim altına alabilir hem de korkuyla savaşabilirdi. Böbrekler ise Merkür
ile bağlantılıydı. Tanrılara ulaklık yaptığı için, iletişimin de tanrısıydı. Fakat bu açıklamaları
çok sonra keşfedecektim. O sırada tek yaptığım şüphe duymak ve soru sormak olmuştu.
“O zaman iletişim benim için neden bu kadar kolay ve neden hep bunu gerektiren işlerde
çalıştım?” diye sordum.
Dreamer sözlerimi uzatmama izin vermeden, “Elbette öyle yaptın! Çünkü böbreklerinden
hasta olanlar, iletişim gerektiren işlerden hoşlanırlar. Bağlantı, anlama ve iletişim eksikliğini
gidermek ve dengelemek için bu tip insanlar, bunları gerektiren işlerde çalışırlar.”
Sonra ses tonunu ciddileştirerek, “Korkuların sana ücret ödeyen bu şirketi, senin
bağımlılığını yansıtan dev bir put yaptı. Düşü dışarıda bıraktın ve kendini bir köle durumuna
indirgeyerek, bir maaş ve yanlış güvenceler uğruna onu takas ettin. Bağımlı kişiler,
mezarlarına şimdiden boyunlarına kadar girmişlerdir. Gerçek şu ki, sen de milyonlarca insan
gibi intihar etmeye karar verdin.”
Bu sözleri işittiğimde, içimde bir isyan başlamıştı. İçimde yükselen şiddet ve nefret duygusu
yüzünden korkuya kapıldım. Sözleri bir sinirime dokunmuş, benim en gizli kalmış ve en
karanlık kısmını meydana çıkartmıştı. Sonra içimde yükselen bu duygular bir hayalet gibi
yok oldu. Onlar çekildikten sonra ise arkada, onlardan çok daha derin olarak minnettarlık ve
teslimiyet duygusunu buldum. İçimdeki samimiyet, Dreamer’la her kim karşılaşırsa,
iyileşeceğini söylüyordu.
Beklenmedik bir şefkatle ve babacan bir tavırla, “Kuveyt’e git,” dedi. “İşi kabul et ve bir
girişimcinin hayatını yaşa. Daha temiz bir hava solumaya başla. Bu, seni daha üst
sorumluluk düzeylerine erişmekten alıkoymuş engelleri yıkmana yardım edecektir.
Büyümenin önündeki engelleri kaldır. Tüm kişisel, sosyal ve ekonomik sorunların çözülüp
kaybolacaktır. Korku ve bağımlılık aynı şeydir. Bağımlısın çünkü korkuyorsun, korkuyorsun
çünkü bağımlısın. Bu sınıra saldırmak ve onunla savaşmaktan daha kutsal bir savaş yoktur.
Korkuyu yen ve onu varlığından söküp at.
Burada durdu ve yüzünde bana daha fazla bilgi verip vermemek arasında kalmış bir ifade
vardı. Görüntüsü giderek bulanıklaşmaya başladığında, “Kuveyt’te, proje için çok önemli
olan insanlarla karşılaşacaksın,” dedi.
15 Çözüm Yukarıdan Gelir
Ertesi gün röntgen muayenesini iptal ettirip, Yusuf Behbehani’nin teklifini kabul ettim. ACO
Personel Başkanı Dr. L, sadece birkaç cümleden oluşan istifa mektubumu görünce şaşırmış
ve beni yanına çağırmıştı. Onunla başka sebeplerden dolayı birkaç kez bir araya gelmiştik ve
sert bir amir olduğunu biliyordum, ama şimdi konu çok farklıydı. Sanki geçmişi ve geleceği o
anın içine sıkışmış gibi, bu adamın tüm hayatı gözlerimin önüne serilmişti. Eşiyle,
çocuklarıyla ve var oluşuyla ilişkisini gördüm. Dr. L, yatay bir kariyeri sergiliyordu.
Görünüşte başarılıydı fakat aynı benim gibi korkular, bağımlılık ve mutsuzlukla geçen bir
yaşamı vardı.
Kararımı verdikten sonra her şey açıklığa kavuşmuştu ve ben eskiden nasıl biri olduğumu
anlayabilmiştim. Eski amirimin gözleri içinde, kendi güvensizliğimin yansımalarını, çalışan
olma durumunun yetersizliğini, bize öğretilen dünyanın boğuculuğunu gördüm. Bunları
görebildiğim için özgürdüm ve özgürdüm çünkü bunları görebiliyordum. Bu adamda kendimi
görmek, sözlerinden ve tavırlarından yansıyan görüntümü fark etmek, bir basamağa basıp
yukarıya çıkmaya benziyordu. Bundan böyle bu adam benim asla amirim olamazdı. Kendimi
bir milim bile olsun yükseltmiş ve bu adamın var oluşunu anlamıştım.
Özel ve iş yaşantısı, görünürdeki başarıları ve başarısızlıkları ve sahip olduğunu düşündüğü
her şey bir sınırın içinde kalmıştı ama ben özgürdüm. Varlığımı saran parangalardan
kurtulduğumu hissettim. İnsanların kendilerini kıtlığa adamaları, acıyı yüceltmeleri, yalana
olan düşkünlükleri ve ölümün kaçınılmaz olduğunu düşünmeleri bana putperestlere tapmak
kadar anlamsız gözüktü. Dr. L ile olan görüşmem yeniyle eskinin düellosuna dönüşmüştü.
Eğer bir an için tereddüt etseydim, gerisin geri bağımlılığın kucağına düşerdim. Bir orta çağ
savaşındaymış gibi, zaferim görünmez dünyaya kaydedilmişti ve az önce bir ölümlüyü
yenmiş birinin heyecanını ve sevincini yaşıyordum.
Ofisin kapısında ayrılırken, Dr. L ‘nin gözlerinde bu geçişime memnun olduğuna dair bir
bakış vardı. Görüşmemiz sayesinde, kısa bir süre için bile olsa o da özgürlüğün kokusunu
almış ve bulunduğu hapishaneden ayrılmıştı. İnsanlığın, bir hücresi bile iyileştiğinde ve yeni
bir hücrenin varlığını fark ettiğinde nasıl keyiflendiğini görmüştüm.
Geçen yıllar boyunca ACO’nun sadece bir maaş ve iş olmadığını, koruma ve bağımlılığın
somut bir karşılığı olduğunu anladım. Artık yeni bir sayfa açmanın vakti gelmişti.
Sadece birkaç gün içinde çocukları birkaç haftalığına büyükannelerinin yanına gönderdim ve
evi kapattım. İş dünyasının sınırlarını belirleyen, dünyamızın ana finansal merkezlerinden
biri olan ve siyah yağ üstünde yüzen Kuveyt şehrine gitmeye hazırdım.
Her zaman benden yana olan Giuseppona’nın gözleri de parlıyordu. Bir kez daha hazırdı.
Hatta bu değişikliği ve yıllarca Orta Doğu’da yaşama olasılığını memnuniyetle karşılamıştı.
Beni kucaklarken, “Elini çabuk tut oğlum,” dedi. Eşyalar arabaya konmuştu ve Giorgia ile
Luca arabaya binmişlerdi. “Bize güzel bir ev bul. Çölü görmek için sabırsızlanıyorum.
Licola’dan biraz daha büyük bir sahil olduğunu hayal ediyorum ve hep Arap Prensiyle
tanışmak istemiştim.”
Giuseppona’nın hoş mizacı hiç değişmezdi. Sayesinde çocuklarla vedalaşmak neşeli bir
havaya büründüğü için ona minnettardım. Bu can alıcı değişimin içindeyken, bana kısa bir
süre sonra tekrar beraber olacağız demesi güç vermişti.
Dreamer bana her zaman, düşün en gerçek olgu olduğunu ve düşleme sanatıyla birlikte
Varlığın bütünleştiğini ve çözümlerin kendiliğinden geldiğini hatırlatmıştı.
“Olaylar dünyasında, yani karşıtlıklar dünyasında kesinlikle çözümle karşılaşamazsın.
Çözüm, sorunla aynı düzlemde değildir. Çözüm yukarıdan gelir ve zamanında gelmez!
Çözümler dünyasına erişebilmeyi bilmek gerekir. Var oluşta yükseldiğinde, sana bulanık
görünen her şey açıklık kazanır ve geçit vermez olarak görünen dağlar sorunlar kolay
tümseklere dönüşür.”
Bu sözler, burnumun dibinde olmasına rağmen hep dışarıda kalan bir olgu üstüne düşünmemi
sağladı. Dünya tarihi boyunca sorunlar asla çözümlenemedi! En fazla zamanı ve yeri
değiştirildi, geleceğe ötelendi veya başka bir ülkeye aktarıldı. Bu nedenle dünya tarihinde
değişiklikler ve problemlerin çözümleri hep görünürde gerçekleşti. Bugün bile sorunlar,
binlerce yıllık sorunlarla tıpatıp aynıdır. İnsanlık, dün çıplak elleriyle ve çakmak taşlarıyla
çözmediği problemleri, bugün en gelişmiş teknolojiyle bile çözemiyor.
“Ama biz kesinlikle geliştik, şimdi çok daha iyiyiz.”
“İnsanlığın en kötü alışkanlığı, sürekliği geliştiğini söylemesi ve buna inanmasıdır. Günlük
konuşma dilinde, ‘evrim’ ve ‘ilerleme’ gibi yığınla kelime olmasına rağmen, her şey aynı
kalmıştır. Gelişme olanaksızdır. Gelişerek ilerleyeceğini sanmak, eski insanlığın boş bir
inanışıdır. Bu bağnaz ve kör bir inanıştır.”
Binlerce yıldır hiçbir şey olmadı. Yoksulluktan suça, karşıtlıklardan savaşlara kadar
yeryüzündeki problemler Taş Devri’nde nasılsa, Dijital Çağ’da da öyledir.
“Geliştirme, her şeyin olduğu gibi kalmasını isteyenlerin, yani eskimiş ve canlılığını yitirmiş
bir düşünüşün peşinden gidenlerin parolasıdır.”
Dünyayı dışarıdan düzeltme inancı, ondaki kötülükle karşılaşmaya gücü olmayan insanlığın
inandığı bir olgudur. Düşünüş biçiminde bir devrim yapmak şarttır. Gerçekliği değiştirmek
için gücü değiştirmek gereklidir. Bunu ancak bireyler yapabilir.
Zaman döner ve bu nedenle insanlık ve onun yarattığı tüm uygarlıklar geleceğe doğru
ilerledikleri yanılsaması içindeyken aslında her döngüde bozularak geçmişlerine dönerler.
Dolayısıyla, bir insanın yaşam sürecinde ya da bir uygarlığın tarihinde, çözüm asla zaman
içinde değil fakat ‘dikey zaman’dadır, yani zamanın dışındadır. Sadece şu anda düşünüş
kalitesini yükselterek çözüm bulabiliriz.
“İnsanlık, kaderini ancak hiçlik ve sonsuzluk arasında asılı duran şu anı yöneterek
biçimlendirebilir ve üstün bir düzende olaylar yaratabilir.”
Hayatımın Dreamer’la geçen diğer zamanlarında olduğu gibi, o andan itibaren bir yap-bozda
her parçanın kendi yerini buluşu gibi tüm olgular yerli yerine oturdu. Kararımı verdiğim
anda, içinde bulunduğum koşulların getirdiği sorunların çözümleri de beliriverdi.
“Önemli olan, önceliklidir! En önemli olan şey düşü, başka her şeyin üstüne koyduğun
zaman, neleri yapıp neleri yapamayacağını bilirsin. Kendini gözlemlemeye ve kendini
bilmeye başladığın zaman, doğru olan her şey gerçekleşmeye başlar ve düşün bir parçası
olmayan her şeyde, yıkılıp kaybolur.”
Bu sözlerin doğruluğuyla her an karşı karşıya geliyor ve bu gerçekliği neredeyse elimle
tutabiliyordum. Geçmişin parçası olan her şey, ben hiçbir çaba göstermeden ufalanıp
kayboluyordu. Nuh’un yaptığı gibi ben de, yanımda ancak yeni dünyamın ‘tohumlarını’
götürebiliyordum.
Dışarıdan bakıldığında, güvenli bir işi, ailemi ve evimi girişimçilik uğruna terk ediyordum.
Geride bıraktıklarımın, korunma duygusu ve dünyadan yardım talep etme gibi bağımlılıklar
olduğunu ancak Dreamer’la geçirdiğim yıllar, kendimi gözlemlemem ve yaptığım çalışmalar
görmeme yardımcı olmuştu.
Gretchen, bu tip bir dünyanın mükemmel bir temsilcisi ve sadık bekçisiydi. Zamanı
geldiğinde, tahmin ettiğim gibi Alpleri bırakıp, Arap çöllerine gitmek istemedi. Bu kadın ve
onun istekleri benim arkamdan gelemezdi. Jennifer’la yaşadıklarımın aynısı tekrar başıma
geliyordu. Dreamer’a evet dediğim her sefer, yanlışlar, mecburi uzlaşmalar ve ikiyüzlülükle
dolu dünya kayboluyordu. O’na göre, tüm gerçekliklerim daha önemli bir değer bulduğum
anda takas edilmesi gereken çöplerdi.
Görünürde birdenbire ortaya çıkan bu değişiklikler, yalnızca yıllardır gösterilen çabaların
getirdiği bir milim anlama artışının sonucuydu. Buna rağmen, öteye geçip Dreamer’ın
sözlerinin iyice içime işleyebilmesi için daha çok yılların geçmesi ve benim daha çok hata
yapmam gerecekti.
Dreamer’ın ilkelerine hayatımda daha fazla yer vermeye başlayınca, Gretchen de diğer
yanlışlar gibi kaybolup gitmişti. O New York’a döndü, giderek daha az mektup yazmaya
başladı ve sonra birbirimizi bir daha hiç görmedik. Önceden taptığım ve kesinliğine
inandığım her şey parçalanıyordu. Önceliklerim değişmişti ve kariyer, aile ve para gibi tüm
değer yargılarım yeni bir biçim alıyordu. Yaşantıma sıradışı bir olgu giriyor ve nazikçe
kendine yer açıyordu.
BÖLÜM 6
KUVEYT ŞEHRİNDE
1 Ekonomi Budur!
Koltuğuma yaslandım ve bacaklarımı uzun maun masaya uzattım. Aylardır olduğu gibi,
bugün de yoğun bir iş temposuyla geçmişti. Neşeli bir şekilde çalışmaya başlamıştık ve
ofisler Avrupa’dan gelen yeni donanım ve mobilya kutularıyla doluydu. Şirketin merkezini
taşıdığım Al Awadi İkiz Kuleleri akşam saatlerinde oldukça sessizdi ve klimaların uğultusu
mekanik bir kedi mırıltısı gibi huzur veriyordu. Karanlıkta Kuveyt şehri, dışarıda iç içe geçen
paralel çevre yollarının arasında bir avuç elmas gibiydi. Ülkenin tek otoyolu, kuzeybatı
yönünde kilometrelerce ötedeki petrol kıyılarına doğru ışıl ışıl uzanıyordu. Yüzyıllık maden
okyanuslarından çıkan dev ejderhaların başlarına benzeyen kuyulardaki devasa petrol
tulumbaları durmadan soluk alıyorlardı.
Akşam olmasına rağmen dışarısı hala çok sıcaktı ve o gün en üst dereceye dayanmıştı.
Aklıma Emir’in, sıcaklık 40 derecenin üstüne çıkarsa her türlü iş faaliyetinin durdurulması
üstüne verdiği karar geldi. Bugünden itibaren termometrelerin ölçüm yapmayı durdurması ve
böylece zararların hafifletilmesi düşüncesi beni gülümsetmişti.
Ofislerin ve teknik destek ekiplerinin Al Awadi Kulelerine taşınmasıyla Kuveyt’te kurduğum
şirket faaliyete geçmişti ve şimdiden Behbehani Holding bünyesindeki en karlı iş kollarından
biri olmaya doğru ilerliyordu. Şirket için Amerika’dan ve Avrupa’dan en nitelikli
yöneticileri ve teknik personeli getirtmiştim. Hepsiyle, Orta Doğu’da en az üç yıl kalmalarını
gerektiren anlaşmalar imzaladım. Bu çalışanları bulmak kolay olmamıştı ama onları Kuveyt’e
gelmeye ikna etmek çok daha zor olmuştu. Bu küçük göçmenler ordusunun oturma izni, ev
eşyaları, ailelerinin taşınması, çocuklarının eğitimi gibi bitmek bilmeyen birçok ihtiyaçları
vardı. Bu insanların yerleşmesi ve rahat etmesi için gecemi gündüze katarak çalıştım. Şimdi
patron ben olduğum için, onların için istediği her şeyi yapabilirdim. Benim de onların
yerindeyken tek istediğim buydu. Yine de, tüm çabalarıma rağmen onları memnun etmeyi
beceremedim.
Bütün bunlara rağmen, farklı dilleri, ulusları ve meslekleri bir araya getirerek, günden güne
büyüyen bir yönetim tasarlamıştım ve küçük bir Babil Kulesi oluşturmuştum. Bu kulede her
kişi doğal bir biçimde yerini almış ve sık dokunmuş bir kumaşın içine işler gibi yapının içine
işlemişti. Kısa bir süre sonra bu takımın, benim bir uzantım olduğunu hissetmeye başladım.
Bu insanlara hizmet etmen,
Onların iyiliği için çalışman,
Düşün kurullarını her zaman anımsamandır.
Senin iradendeki değişimler, onları daha canlı, sorumlu ve özgür yapacaktır.
Liderin katılımı çözümü oluşturur.
İşte ekonomi budur!
Düşüncelerimle başbaşa kaldığım zaman, O’nun sözlerini düşündüm. Havada
çocukluğumdan kalma bir koku vardı ve kendimi hafiflemiş hissettim. Zihnimin içinde benim
için çalışan insanları düşündüm. Dreamer’ın edebi sözlerini dinlerken onların yüzlerini
gördüm.
“Onları kollamak, sevmek ve onlara hizmet etmek, bir liderin boyun borcudur. Bir kurumdaki
en uzak hücreler bile gözetilmelidir ki, onlar da gelişip hızla ilerleyebilsinler.”
2 Düşü Unutmak
Kuruluş ayları sırasında, yeni yaşantımın içine öylesine dalmıştım ki, Dreamer’ın öğütlerini
ve oyunun güzelliğini unutmuştum. Git gide uzayan bir süre boyunca, nefes almadan ve onun
öğretilerinin havasını solumadan yaşadım, araştırmamı unuttum. O sıralar aldığım
sorumlulukların göstergesi olarak algıladığım endişeler ve sıkıntılar beni öylesine tutsak
etmişti ki, her şeyin sadece benim kararlarıma ve stratejik tercihlerime bağlı olduğunu
düşünüyordum.
Dreamer, gelecek felaketlere attığım ilk adımları görerek beni uyarmak üzere, “Her şey
çoktan yapıldı,” diyerek tekrar ve tekrar uyardı. “Her şey çoktan yapıldı. Senin tek yapman
gereken, onları bir araya toplamak.”
Ama bu sözler sert zemine ya da benim küstahlık duvarıma çarptıkları zaman
parçalanıyorlardı. Faaliyetlerimin, onunla birlikte gelen ve giderek artan başarılarımın, zaten
sahip olduğum yetenek ve becerilerimin bir sonucu olduğundan kesinlikle emindim. Ancak
tuzaklar, kurulan pusular, iş yaşamının çeşitli zorlukları ve insanın kendini sürekli kanıtlama
mücadelesi beni daha gergin, endişeli ve üzgün kılmaya yetmişti.
Bir akşam Riccardos’ta yemek yemek üzere yola çıkışımızı hatırladım. Yanımızda dünyanın
en akıl almaz trafiği akıyordu. Bir yanda Bentley ve Ferrariler, diğer yanda ise eski model
Mercedes arabalarla develer gibi süslenmiş kamyonetler vardı. Dreamer’ın bana
söylediklerini güçlükle duyuyordum. Birdenbire tüm sesler kesildi ve sanki görünmez bir
komut almışçasına tüm arabalar ya kaldırıma çıktılar ya da yolun ortasında durdular.
Seccadeler çıkartılıp kıbleye doğru serildi ve yüzlerce şoför namaza durarak, bir sihirli
değnek deymişçesine ibadet eden bir cemaate dönüştü. Yıldızlarla dolu gökyüzünün altında,
sahil kıyısı devasa bir cami haline geldi. Bu sessizlikte Dreamer’ın sesi, betimleyemeyeceğim
bir güçle kulaklarıma dayandı.
“Bu adamlar da seninle aynı yoldalar. Senin gibi, aynı amaçlara ulaşmak için günde beş
vakit namaz kılıyorlar. Bekledikleri cennet asla gelmeyecek. Cennet yalnızca bir var oluş
durumudur. Ahret, sınırlamaların olmadığı bu dünyadadır. Büyük ritüellere dönen dinler bir
yanılsamadır.”
O akşam bir fırsatını yakaladığımda, bana bu konuyu biraz daha detaylı anlatmasını istedim.
Bana dinlerin, ideolojilerin ve bilimlerin üstünden geçmemiz ve anladıktan sonra terk
etmemiz gereken köprüler olduğunu söyledi. Dogmaları ölümcül tuzaklara dönüşmeden önce,
görevlerini tamamladıklarında onları terk etmemiz gerekiyordu. Müdahale edilmediğinde
kendi kendini mahveden insan için savcılar ve hapishanelerle birlikte din, sadece sosyal bir
denetim aracı ve suç meylini önlemeye veya belirli sınırlar içinde tutmaya yarayan bir
enstrümandı.
“Amacını anımsa,” dedi Dreamer. “Eğer kaderini büyük bir serüvene dönüştürmek
istiyorsan, düşün ilkelerini anımsa. İnsanlığın kendini olumsuz duygulara ve düşüncelere
kaptırması, sorunlarının asıl nedenidir. Tetikte ol! Acının bir zerresinin bile içeri girmesine
izin verme. Ölümcül yaralarını kapatmak için her ne yapacaksan hemen yap!”
Dreamer’ın varlığına ve öğütlerine rağmen, kendimi yine mutsuz hissediyordum ve eski
kulvarın içinde ilerliyordum. Dreamer buluşmamızı yine tehditle sonlandırmıştı.
“Kendi devrimini başlat!” diye buyurdu. “Yoksa kendini bir gün benden uzakta ve
dışarıdaki bir tanrıya taparken bulacaksın.” Sonra yırtıcı bir hayvan gibi tıslayarak, “Değiş!
Aksi halde yerine daha hazır olan birini bulmam gerekecek.”
Şirketin büyümesi ve faaliyetlerin genişlemesiyle birlikte, benim de iş stresim günden güne
artmıştı. Geceleri çarpıntılarla uyanıyor ve sonra uyuyamıyordum. Neyse ki, ara sıra
Dreamer’ın anısı canlanıyor ve içinde bulunduğum hapishaneye biraz olsun ışık girmesini
sağlıyordu. Sonra tekrar Onunla bağlantıya geçebildim. Artık üzüntünün, sıkıntının ve
endişenin olmadığını bu zamansız adayı terk etmek istemiyordum. Fakat bu da çok uzun
sürmemişti. Kısa bir süre sonra korkular ve endişeler daha da artarak geri geldi.
Boğulduğumu hissediyordum ve zihnim karanlık düşüncelere boğulmuştu.
O akşam sessizlik ve yalnızlık aklımdan geçenleri biraz yatıştırınca, not defterimden rastgele
bir sayfa açtım. Tüm canlılığı ve kuvvetiyle karşıma çıkan Dreamer’ın sözlerini okudum.
“Her insan yaşamındaki gerçekliğin mimarıdır. Dünya, yaşantımızdaki hayaletleri
yansıttığımız dev bir aynadır. Bizim dışımızda kaderimizi etkileyebilecek, doğal veya
doğaüstü hiçbir kuvvet yoktur. Her ne olursa olsun, bir olayın ortaya çıkmadan önce mutlaka
bizim onayımızı alması gerekir.”
Gözlerimi kaldırdım ve üç kemerli Fas stili pencerenin mermeriyle çevrelenen karanlığa
büyülenmişçesine bakakaldım. Şimdiki yaşamımın geçmişimden ne kadar farklı olduğunu
hissettim. Yaşadıklarım ve varlığımda oluşan değişimler için minnettarlık duydum. Daha
üstün bir dünyadan düşen tek bir damla, tüm felaketleri dağıtıp ortadan kaldırmaya yeterdi.
Yeni bir bakışla bu ortamı ve içindeki tüm detayları inceledim. Yarı açık duran kapının
arasından değerli halıların üstüne gelişi güzel bırakılmış kutulara baktım. Yarın kutuları açıp
mobilyaları monte etmeye geleceklerdi. Aklımdan onların gülümseyen yüzlerini geçirdim.
İşte tam o anda, içime yalnız olmadığıma dair bir his geldi. Koltuğumu çevirip bu varlığa
doğru dönerken kalbim delicesine çarpmaya başladı.
3 Endişelenmek Hayvansal Bir İçgüdüdür
Birkaç adım ötemdeydi. Hiçbir dönemi çağrıştırmayan şık kıyafetleri içinde Dreamer
karşımdaydı. Huzur içinde yüzüyle, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Özenle ciltlenmiş
küçük bir kitap okuyordu. Ne bana baktı ne de beni fark ettiğini belli etti. Acaba ne kadar
zamandır buradaydı?
Ben henüz şaşkınlığımı üstümden atamamışken, o yine her zaman yaptığı gibi lafı
dolandırmadan söze girdi.
“Dünyanın betimlemesiyle özdeşleşen senin gibi insanlar endişelenir çünkü var oluşun eşsiz
güzelliğini unuttular,” dedi gözlerini kitabından ayırmadan. Sonra, söylediklerini süzgeçten
geçiriyormuş gibi bir süre sustu. Sonra duyduğu tiksintiyi bile gizlemeye gerek duymadan,
“Endişelenmek hayvansal bir içgüdüdür.”
Onu aylardır görmemiştim ve yine onun huzuruna çıkmak içimi karmaşık duygularla
doldurmuştu. İlk şaşkınlığım geçtikten sonra, çölde palmiyelerle kaplı bir vaha bulmuşum
gibi içimi sevinç kapladı. Fakat bir süre sonra karanlık düşünceler, sevincimin üstüne kara
bulutlar gibi çöktüler. Uzun zamandır bastırdığım pişmanlığımın pis kokuları burnuma
geliyordu. Ben gücümün yetmediği bu görevi aylardır göğüslemeye çalışırken, o beni yalnız
bırakmıştı. Birçok kez onu dinleyip buralara geldiğim için pişman olmuştum ve yine birçok
kez ne ileriye gitmeye gücüm olmuş ne de geri dönme imkânı bulmuştum. Maaşlı çalışsan
olmanın karanlık rahmine tekrar sığınmak istiyordum. Dreamer’dan önceki yaşantımın acısı
bile, bu yürek tüketen tırmanıştan iyiydi. Kendime hâkim olmak istediysem de, aşırı bir tepki
göstermekten kendimi alıkoyamadım.
Yüz kaslarımın kasılması ve yüz ifademin kontrolümden çıkmasıyla, “Endişelenmek
hayvansal bir içgüdüyse ne yapmamız gerekiyor? Endişelenmezsem, düşünmezsem, bütün
bunları kim yapacak?” diye diklendim.
Dreamer tepki vermedi. Sol elinde tuttuğu küçük kitabı okumaya devam etti. Daha ağzımdan
çıkar çıkmaz sözlerimi geri almak istedim ama maalesef çok geçti. Ses tonumun kabalığı
altında ezilmiştim ama en azından ‘Ben’ demekten kaçınmıştım. Bunu fark etmek bile bana
biraz nefes aldırmıştı. Odadaki sessizlik uzadı ve acı verici bir duruma dönüşmeye başladı.
Ben de onun kitap okumasını izledim, öylece sessiz durdum. Okumayı bıraktığında ise içim
endişeyle doldu. Parmağını bir ayraç gibi kitabın arasına koyup kitabı kapattı. Gözlerini
kaldırıp sert bir şekilde bana doğru yöneltti. İkimizin varlıkları arasındaki mesafeyi
hissettiğim zaman başım döndü.
“Sen hala eylemlerine ve seçimlerine inanan bir dünyaya aitsin. Planla ve programla geçen
ama varlığının nefes aldığının farkında olmayan bir dünyaya aitsin.” Beni babacan bir tavırla
azarlıyordu. Sonra aniden nazikleşerek, “Bir insanın yapabileceği tek plan, kendini
geliştirmek ve düşünü beslemektir. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Korkunun bir tek
zerresinin bile varlıktan atılması, dağları yerinden oynatabilir ve seni olaylar dünyasında bir
dev gibi gösterebilir.”
Titreyerek, “Gelecek için endişelenmekten nasıl kaçılabilir ki?” diye sordum, Dreamer’ın
vereceği cevabın acıtacağını bilerek. Sonra gözlerinde yakaladığım bir hoşgörü belirtisinden
cesaret alarak, “Plan ve program yapmadan nasıl yaşayabiliriz ki?” dedim. Kullandığım ses
tonunda, başta takındığım kaba tavrı kapatma endişesi vardı.
Dreamer, “Planlama bir tür şeytan çıkartmadır, gerçekten kaçıştır. İnsanlar gelecek
korkusunu, planlar ve programlar yaparak geçiştirmeye ve hafifletmeye çalışır. Kontrol
edilemez ve tahmin edilemez bir var oluşla karşılaştıklarında, senin gibi insanlar kurallara
ve formüllere sığınırlar.”
“Peki plan yapmazsak, olacaklara karşı nasıl hazırlık yapabiliriz ki?”
“Planlar yapmak, bir kuyu kazarak bunun içine okyanusun enginliğini sığdırabileceğine
inanmaya benzer. Sana korunduğun hissini veren bu zayıflık kalkanı aslında gerçeklikle
arana bir mesafe koymaktır ve bu zihinsel zar yırtıldığında kendini uçsuz bucaksız bir
okyanusun karşısında buluverirsin. Dünyanın betimlendiği hali değil de, gerçek hali
karşısında kalırsın.”
Kuruluşların çok uzun zamandan beri sımsıkı sarıldıkları inançlar, uygulamalar, teoriler,
işletme stratejileri, modellemeler, yönetim becerileri ve bilgi ağları, yani İtalya, ABD ve
İngiltere’de ekonomi ve işletme eğitimim boyunca öğrendiğim tüm teoriler ve teknoloji
yığınları üzerime taştan putlar gibi dökülmeye başladı.
“Fakat yine de, karar verebilmek için bir yöneticinin hem kendi hem de takım arkadaşlarının
etkinliklerini planlaması ve ortaya ulaşılması gereken hedefler koyması gerekmez mi?” diye
sordum.
“Bir rol maskesinin arkasında saklanma!” dedi Dreamer saldırgan bir tavırla gürleyerek.
“Sakın bir daha, bir yöneticinin deme. Ben ne yapabilirim diye sor. Buradaki ‘ben’ kelimesini
bilerek kullan ve bunun sorumluluğunu üstlen! Evren seni dinliyor. Daima dinler ve bir soru
sorduğunda bile seni tartar. ”
Sanki bir Barnabite sopasıyla avucumun içine vurulmuş gibi pişmanlık ve küçük düşmenin
utancıyla yüreğimdeki eski bir yaranın tekrar açıldığını hissettim. Bir anda kendimi yine
Napoli’de, bir beyaz inci gibi dizilmiş eski kolejin duvarları arasında, çocukluğumda buldum.
İyileştiğimi hissediyordum. Bu görüntüler gözümden gidince kendimi yine Dreamer’ın
karşısında buldum. Bu sefer özgür ve masumdum. Artık onu dinleyebiliyordum.
“Gerçek bir önder, başka herkesin yaptığı gibi plan ve program yapar ama onlara asla
inanmaz. Onun planlamaları, görünmez bir tiyatroda, senaryonun karakterlere ve rollere
uymasına benzeyen bir edimdir. Her an bir yaratma etkinliğidir. Her an yenidir. Öncesi ya
da sonrası olmadı ve olmayacak! Gördüğün ve görmediğin her şey bu anda yaratıldı. Her şey
senin var oluşunda ve tam şu anda gerçekleşir. ”
Dreamer bu sözlerle birlikte, başparmağıyla yukarıdan aşağı dünyaya bir çizik attı.
“Şimdi düşün egemenlik alanıdır.”
“Sıradan bir insanın yaptığı planlama, zaman ve uzay içindedir. Bu yüzden yolundan sapar
ve ıskalar.”
O’nun görüşünden giderek büyülenerek, “Fakat düşlemek de, bir çeşit plan değil midir?” diye
sordum.
“Düş, zamanın dışında bir plandır. Sonsuzlukta ve dikey bir zamanda bulunur. Ben
şimdideyim. Bu an, zamanın giderek hasat edeceklerini, benim kırıntılarımı ve parçacıklarımı
içerir. Bu yüzden bir düşleyen ne plan yapar ne de endişelenir. Düşü tüm güzelliği ve
özgürlüğüyle kendini dile getirmesi için serbest bırakır. Düşleyen, sonuçların doğal olarak
üretildiğini bilir.
Ardından bir matematik probleminin çözümünü gösterir gibi sözlerine devam ederek, “Her
şirkette ve organizasyonel piramitte sorumluluk düzeyi alçaldıkça, daha fazla planlama
gereği oluşur. En alttaki rollere doğru indikçe, her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamak,
kesin hedefler belirlemek ve önlemler almak gerekir. O noktada, karar verme aşamasının tüm
ritüelleri titizlikle yerine getirilir ama insanlar aracılığıyla hiçbir şey yapılmaz.”
Bu sözleri hala havada çınlarken, içinde bulunduğumuz odanın ışıkları azalıp karardı ve
yavaşça bir ekran inip tüm arka duvarı kapladı. Duvarlarla tavanın ortadan kalktığını sandım.
Sanki hareketli bir platformun üstündeydim ve oturduğum koltuğun hareket ederek
sarsıntılarla çekildiğini hissettim.
4 Kaçış Pek Az İnsan İçindir
Ekranda görüntüler uçuşmaya başladı. Kalabalıkların, kuruluşların binalarındaki
koridorlarında el yordamıyla ilerlemeye çalıştıklarını, böcek yuvalarına benzeyen daracık
ofislere mahkûmlar gibi doluştuklarını gördüm.
Dreamer, “Bunlar gölgeler,” dedi. “Bu insanlığı değiştirmek ve başka bir yöne doğru
götürmek için şimdiye kadar hiçbir şey yapılmadı. Yalnızca ‘Bireysel bir Devrim’ insanların
uykudan uyandıracak ve düşünüş ve hissediş biçimlerinde bir devrim yaratabilecektir.”
‘Bireysel Devrim.’
Bu iki kelime bundan sonra yaşantımda büyük bir yer kaplayacaktı ama o sırada bana hiçbir
şey ifade etmemişti. Hatta Dreamer yıllardır beni hazırladığı projeden bu kelimeler
vasıtasıyla bahsetmişti. Fakat bana muhteşem projeyi açıklaması için daha çok erkendi.
Dreamer’la birlikte kuruluşların en alttaki halkalarını ziyaret ettim ve mahkumların yavaş
dünyalarına girdim. Nefesimi tutarak bu görüntüleri izledim. Bu insanlar ölgün bir ışıkla
aydınlatılmış, içi yeşil bir sıvıyla dolu bir akvaryumun içinde yüzer gibi görünüyorlardı. O
akvaryumun içinde ben de yıllarca yaşamıştım ama yine de orada olmanın ne denli acı verici
ve her gün kendilerinin kirlettiği havayı soluyup yaşamaya mahkum olan o yaratıkların
koşullarının ne denli zor olduğunu ancak şimdi anlayabiliyordum.
Bu hastalıklı evreni içeren cam birdenbire bir aynaya dönüştü ve saçı sakalı ağırmış, beli iki
büklüm olmuş iki insanın yansımalarını gördüm. Kırışmış yüzleri ve güneş altında kavrulmuş
toprağa benzeyen yüzleri dikkatimi çekmişti. Yüzlerindeki izler öylesine derindi ki, yara
izlerine benziyordu. Bu görüntülerde bir şey beni kaygılandıracak kadar tanıdık geliyordu. Bu
duygunun kaynağını bulmak amacıyla onları daha yakından incelemeye başladım. Onları
tanıdığımı anlayınca da dehşete kapıldım. Bu yaşlı insanlar Dreamer ve bendim. Korkuyla
dönüp Dreamer’a baktım ama o çok sakin gözüküyordu. Her zamankinden genç duran
yüzündeki gülümsemeyle beni cesaretlendiriyordu. Biraz sakinleşmiş olmama rağmen,
çaresizlikten ruhum parçalanmıştı.
Sayısız gencin bir kuyrukta beklediğini gördüm. Gözlerinde hala bir ışık pırıltısı vardı. Onları
eleyen ya da iş vermek üzere olan bir kişinin önünde bekliyorlardı. Minos’a benzeyen bir
kişi, onlara acı dolu bir yol gösteriyordu. Kuruluşların korkunç dairelerinde kalıcı bir yer
onlara tahsis ediliyordu. Bu gençlerin bakışlarının henüz solmamış olduğunu yüreğim
burkularak gördüm. Hepsinin gelecek bir mutsuzluğa mahkûm edilmekte olduklarını
biliyordum.
“Seçilmek insanın saygınlık düzeyinin en altında kalır. Bir insan çalışacağı işi düşler, onu
kendi niyetlerine ve beğenilerine göre seçer,” dedi.
Ekranda gördüğüm genç insanların kaderi yüzünden hüzünlendiğimi fark etmişti ve sormak
istediğim soruyu anlayıp, “Kitlelerin gelişmesi olanaksızdır! Ne bir devrim, ne de bir ideoloji
bunu başarabilir. Kaçmak, çok az insan için geçerlidir. İnsan bu değişimi ancak kendi başına
gerçekleştirebilir,”dedi. Yüz ifadem acıyla olduğu gibi kalmıştı. Kendimi bir yargıcın
huzurunda, kesin hükmünü bekleyen bir türün temsilcisi gibi hissetmiştim.
“Gördüklerin insanlığın hali değil. Gördüğün kalabalık senin dışında değil!” dedi
kavrayamadığımı anlayarak.
Dreamer başkaları için bir şey yapabileceğim yalanının maskesini düşürmeye çalışıyordu.
Kendimi rezil etmiştim ama bir yandan da, Dreamer’ın bana verdiği derslerin henüz çok
başındaydım. Bir vida çevirir ve sıkar gibi, gözlemlerini daha da acımasız bir şekilde
sürdürdü.
“Gördüğün bu büyük kalabalık senin çürümendir. Hevesleri kırılmış, yarışma kaygısıyla acı
içindeki bu adamlar, varlığının dağılmış parçaları, içinde taşıdığın çaresizliğin aynadaki
yansımasıdır.” Dreamer, içindeki ‘Tapınaktaki Ferisi’yi yerden yere vuruyordu. Biçimsiz bir
parçamın dünyanın gözleri önüne serildiğini hissettim. Rezillik bile daha dürüst bir duyguya
dönüşmüştü. İçimde karşı konulmaz bir utanç duygusu, derimin altına sızıp beni baştan aşağı
yakmıştı.
İçine düştüğüm bu durumdan beni silkeleyip çıkartmak için, “Ancak kendin için bir şeyler
yapabilirsin!” dedi. “Onlar sensin. Senin değişimin, insanlığın değişimine yol açacak.
Çektikleri bu acının sona ermesi ve insanoğlunun değişmesini istiyorsan kendini iyileştir!”
Böylesi bir sorumluluğun bu şekilde ortaya konulmasıyla sarsılmıştım. Çelik bir kapı,
arkamda kalan tüm kaçış yollarını sıkı sıkıya kapatıyordu. Ne kimseyi suçlayabilirdim ne de
kimseyi avutabilirdim. Midem bir mengeneyle sıkılıyordu. Sığınacak bir liman bulmak adına,
notlarımın içine gizlendim. Burnumu notların içine gömerek, bir yandan düşüncelerimi
toparlamaya çalışıyor, bir yandan da Dreamer’ın söylediklerine odaklanmaya çalışıyordum.
Dreamer’a göre, insanlık için tek çıkış yolu, yani ilerleyebilmek için tek şansı, bütünlük
kazanmış bir insanın oluşmasıydı.
“Kitlelerin tek çıkış yolu budur!” dedi.
Sözlerini, insanın hala geçiş durumunda ve eski bir psikolojide olduğunu söyleyerek
sürdürdü. Türlerin evriminin, dışarıdan hiçbir zorlama olmadan, içten dışa doğru giden bir
yolculuk olduğunu söyledi. İşte bu yüzden de eski sistemlerin hepsi çökmüştü. Savaşlar ve
devrimler bunu başaramamıştı. Zihnim karmakarışık olmuş bir halde not alıyordum ve
Dreamer’ın ifadelerinin altını defalarca çiziyordum.
“İnsanın bundan sonraki evrimsel geçişi, tarih içindeki bir gelecekte değil, zamansız bir
zamanda, yani dikey bir zamanda gerçekleşecektir,” dedi. İnsan kuruluşlarının anlamını ve
onların içindeki acıların sebeplerini, gözlerimin önünden bir perde kalkar gibi kavradım.
İnsanın kendini aşma özlemi ve var oluşuna bir anlam kazandırabilmek için sürdürdüğü bin
yıllık arayışı, geleneksel dini ve politik zeminlerden, ekonomik girişimlerin, fabrikaların,
sanayilerin, laboratuarların iş yerlerinin zeminine doğru kayıyordu. Bu kuruluşların
bünyelerinde, uzaya fırlatılan uzay gemilerine benzer biçimde, insanın bütünlüğüne doğru
kaçışı gerçekleşiyordu. Artık kiliselerle, dinsel kurumların yerine geçen şirketler, kuruluşlar
ve iş ortamının tüm tapınaklarıyla kutsal yerlerinin oluşturduğu sonu gelmez ağ, ülkelerin ve
gelişimin gerçekleştiği birer yapı haline dönüşüyorlardı.
“Geleceğin şirketleri, Var oluş okulları olacaktır,” diye öngörüde bulundu Dreamer. Sonra,
tenime dövme gibi işleyecek ve ebediyen aklımda kalacak şu sözleri söyledi:
“İş ortamı, yeryüzünün dini olacaktır. Şu anda kiliseler ve camilerde olan insanlardan çok
daha fazlası, iş ortamında en yüksek sorumluluk dizeyine gelmek için muazzam bir çaba
göstermektedir. Engeller ve zorluklar, özgürlüğe yapılan yolculukta sadece iş ortamında
birer itme kuvveti olarak kullanılıyor. Olanaksızı gerçekleştirmek, görüşleri alt üst edip
kaderlerini değiştirmek için uluslararası kuruluşların gökdelenlerinde ve finansal
tapınaklarında, kilise, sinagog ve camilerden çok daha fazla insan çalışıyor.”
Bu görüşün enginliği karşısında bacaklarım titredi. Bu öngörüyü dinlemek bile beni, henüz
sahip olmadığım bir sorumluluk düzeyine çıkartıyordu. Bu görüşün dokusundaki devrimin,
tüm ekonomik sistemleri ve akılcı kapitalizmi sona erdireceği onlarca yıl öncesinden
sezilebiliyordu. Dreamer’ın bu mesajının içeriğinde, ileride kuracağım Ekonomi Okulunun
elde edeceği başarılar da vardı. Bir gün gerek büyük, gerek küçük çaptaki tüm şirketlerin
birer başarı ülküsü ve sorumluluk okulları haline geleceğini, ekonomik başarılarının
bünyesindeki insanların gelişimiyle bir bütün olduğunu ve her şeyden öte, zirvelerine etkinlik
felsefelerini koyacaklarını bilmek, ileride bütün diğer üniversitelerle rekabet ederken bana
muazzam bir avantaj sağlayacaktı.
Elbette o sırada tüm bunlardan habersizdim. Bu sanki Dreamer’ın benden bir otomobil sanayi
kurmamı isterken, beraberinde de geleceğin motorunun tasarım projesini vermesine
benziyordu. Onun mesajında, European School of Economics’in evrensel felsefesi,
düşleyenler yaratacak görevi yatıyordu.
“Düşlemek, yaşamın bir işlevi, yani görünen dış dünyanın elindeki mekanik bir kukla olmana
son verecek bir iç dünyanın gelişmesidir. Okulun amacı özgürlüktür. Çatışmalardan,
acılardan, bölünmelerden ve ölümden kurtulup özgür olmaktır. Düş, kendinle yaşam arasına
koyduğun bir şeydir. Sıradan bir insan yaşamın sebep, kendisinin ise sonuç olduğu
kanısındadır. Bu iflas etmiş dünya görüşünün alt üst edilmesi için var oluş üstünde çalışmak,
bir alt üst etme Okulunun uygulamalı çalışmasını başlatmak gerekir. Gerçek bir okulun
uygulamalı çalışması, bizi mutlu ve ölümsüz kılan iradenin tekrar aranması sürecindeki bir
kazı çalışmasıdır. Okul ve irade aynı şeydir. Okul dışımızdaki iradedir. İrade içimizdeki
okuldur. Gerçek irade meydana çıktıktan sonra ise okula gereksinim kalmayacaktır. İrade
ortaya çıkarıldığında bizler kendi efendimiz olacağız. Kendi efendimiz olmak, evrenin
efendisi olmaktır. Her şeyin altında, sahip olmayı hak ettiğimiz kıymetli bir şey bulunur. Bu
özel şeye dokunmak, bizi hepsinin ve her şeyin sahibi olmaya götürecektir.”
5 Programı İnanmadan Yapmak
Burada tekrar yükselmeye başladık. Birlikte, iş ortamının en zengin ve parlak sektörlerine
giden yolda tırmandık. Dreamer, en büyük uluslararası kuruluşların, dünyanın en büyük
sanayi ve finansal devlerinin, cesurca çıkılmış bütün serüvenlerin ve olanaksız sayılan tüm
girişimlerin ardında, daima sadece bir kişinin ve onun düşünün yattığını göstererek açıkladı.
Organizasyonların karar verme piramidinin en üstüne çıktığımızda, Dreamer bana bunca
faaliyetin doğduğu dinginliği ve bu parlak fikrin kaynaklandığı görünmezliği gösterdi.
Kurucu, yani görüşü olan kişi, parlak fikirli, çılgın ve pratik bir ütopyacıydı. Bu dünyanın var
olmasına izin vermişti ve onu kraliçe termit gibi besliyordu.
“Onun tek etkinliği, kendi bütünlüğünü korumaktır,” diye açıkladı. “Onu özel kılan şey
dikkattir. Düşü kirletecek bir tek zerrenin, kararlılığını zedeleyecek bir tek gölgenin veya
şüphenin içeri girmesine izin vermeyen ve tetikte duran ruhtur.”
Bir liderin psikolojik hızı karşısında, planlar ve programlar çok yavaş kalan araçlardır. İşte
orada karar vermek, altıncı hissi yani sezgiyi ve yedinci hissi yani düşü gerektirir. Aslında
ortada karar verilecek bir şey de yoktur.
“Gerçek bir lider programlar yapar ama onlara asla inanmaz. Bunlar amaca giden yolda
önderlik eder ama lider yine de sadece kendi kusursuzluğuna inanır. Kendisi dışında bir
amacı yoktur çünkü amaç kendisi ve kendi özgürlüğüdür!”
Lider bu bütünlük düzeyine ulaştığında, onun görüşü yolu da yaratacaktır. Bir yön
belirlemeye gerek yoktur çünkü yön, olaylar dünyasında biçimlenen ve açılan düşün kâşifi
olan kendisidir.
Dreamer önemini vurgulamak için kelimelerin üstüne basarak, “Kendini bütünlüğe
ada!”dedi. “İçten adanmışlık bir yatırımdır. Her şeyin olmasını sağlayan senin içten
adanmışlığındır. Bütün fırsatlarla, gerekli kaynakları kendisine çeken önderin
bozulmamışlığıdır. Kendi kendisine verdiği sözü oyunun sonuna kadar götürmelidir.
Etkinliklerinin dış dünyadaki başarısı, yalnızca onun bütünlüğünün bir yansımasıdır.”
Girişimci şirketlerin muazzam bir servet yaratmak, ekonomik imparatorluklar kurmak gibi,
olanaksızlığın sınırlarına dek gerçekleştirdikleri şeyler, yalnızca liderlerin öz varlıklarının bir
uzantısı olup, iç özgürlük ve sorumluluk düzeylerinin de bir doğrulamasıdır. Kişi kendi
adanmışlığına sadık kalırsa, onun doğal bir sonucu olan başarı da kaçınılmaz olacaktır.
“Gerçek bir lider, gerçek için sadece içeride olduğunu bilir! Verdiği sözün bekçisi kendisidir
ve hiç lekelemeden koruması gereken budur!” dedi Dreamer ve sonra sustu.
Finansal imparatorlukların ve sınırsız servetlerin görüntüleri gözlerimin önünden geçip sonra
kayboldular. Görüntüler gittiği zaman, toplantı odasını derin bir sessizlik kapladı. Ciddiyetle
dolu gözleri yüzümü inceliyor ve bu açıklamalarının etkisini gözlüyordu. Kelimenin tam
anlamıyla, allak bullak olduğumu hissediyordum. İçimdeki dükkânda, fiyatların ve malların
hepsi havaya atılmıştı ve şimdi yeniden düzenleniyorlardı. Yeni öncelikler, doğru mallara
doğru fiyatları koyuyor, yeni bir düzen raflarda onlara yeni bir yer veriyor ve eski inanışlarla,
tozlu ilkeleri depoya kaldırıyordu.
Gözlerimi kapattım ve bu işlemin tamamlanmasını arzuladım. Yeniden konuşmaya
başladığında dinginlik konusuna değindi. Bir liderin elinin altındaki en güçlü etkinlik,
yapmamak aracılığıyla yapmak, eylemde bulunmadan iş görmektir. Dreamer bunu zahmetsiz
bir eylem, şiirsel ve düşsel bir durum olarak tanımladı.
“Bir lider için yalnızlık ve dinginlik güç bataryasıdır. İnsan, yüreğinde gömülü olan iradenin
güçlü mesajlarını sezdiği ve kendisine çektiği bir durumdur. Ciddi ve samimi ol, böylece
bunu hem güçlü hem de açık olarak hissedecek ve bileceksin!”
Bu sözlerden sonra bağımlı insanlar kalabalığını gözlerimin önüne serdi. Bir böcek
yuvasındaki gibi gidip gelmekte olan insanları seyrettim. Görüntüler oldukça canlı ve
gerçekti. Zihnimi onlara odakladım. Bir sessiz filmde olduğu gibi, huzursuz davranışları ve
hızlandırılmış hareketleriyle komik görünen acınası varlıkları seyrettim. Dreamer o sırada
gördüğüm bu hayale müdahale etti. Yansıttıklarımın içine girerek onları yönlendirdi.
Kurumların bünyelerinde geçirdiğim bunca yıldan sonra, ancak onun yanındayken, bu
kişilerin ne kadar çok hareket ederlerse etsinler çok ufak pozisyonları doldurduklarını
görebiliyordum. En düşük sorumluluk ve cezalandırılma düzeylerinde bulunuyorlardı.
Dreamer tekrar ezberinden konuşmaya başlayarak, “Dingin bir boşlukta tüm evrenin tekerini
hareket ettirdim ve onunla birlikte çevresindeki jant tellerini ve göbeğindeki tüm varlıkları da
hareket ettirdim. Tekerin asıl yaratıcısı, göbeğin tam ortasındaki boşluktur ve bu
görünmezliğin üzerinde onu oluşturan varlıkların hiyerarşik piramidi yükselir.” Sözlerini
tamamladıktan sonra sustu.
Yaşantımı allak bullak eden bu varlık kimdi?
Karmakarışık düşüncelerimin bir uyum içine girdiğini hissettim. Duyguların ve var oluşun
dağılmış parçaları bir araya toplandı. Bir enerji ırmağı, tüm setleri yıkıp taştı ve beraberinde
tüm şüpheleri, endişeleri ve ölü olan her şeyi alıp götürdü. Dreamer’ın yanında, ekonomi ve
iş hayatı bir şiirden öteye geçerek evrensel bir sanat haline geldi. Bu bilgelik durumunu, bu
anın berraklığını, herkesi ve her şeyi içerebileceğim duygusunu korumak istedim. İşte bundan
sonra stratejik olarak bana nasıl yaşayacağımı göstermiş ve rol oynama sanatından
bahsetmişti.
“Bir lider mükemmel olana dek, tüm rolleri nasıl oynayacağını bilmelidir. Vurdumduymazlık,
cahillik ve hatta bir rolün en hoşa gitmeyen biçimini, yani olumsuz kısımlarını oynayabilir.
Fakat bu role inanmak zorunda değildir.” Dreamer bu sözleri söylerken kullandığı ses
tonuyla, bu önerisinin bir ölüm kalım meselesi olduğunu vurgulamıştı.
“Öfkelenip şiddete başvurabilir. Yüzüne bir saldırganlık maskesi takabilir ama içeride
bunlardan en ufak bir etkilenme olmamalıdır.”
Bu olumsuzluk oyununu, doğru olumsuz tutum olarak nitelendiriyordu.
Dreamer ayrıca, rol yapma aracılığıyla bir liderin programlar ve planlar yapabileceğini ve
bunlarla çok uzak bir geleceğe ışık tutar gibi görünebileceğini sözlerine ekledi.
“Ama hiçbirine inanmadan!” diyerek daha önceki sözlerine vurgu yaptı.
Özgür, yani gerçek bir insan, her dakikanın bir strateji gerektirdiğini ve her saniyenin
kusursuz bir senaryoya dönüştüğünü bilir. Rol yaptığının bilincindeki bu kişilerin, kendilerini
rolleriyle özdeşleştirmeden böyle ayrı duruşları, karşılaştıkları olaylar ve koşullarda hangi
maskeyi takacağına karar vermek gibi, olası farklı roller ve eylem tarzları arasından seçim
yapabilmelerini mümkün kılar.
“Sadece gerçek bir insan rol yapabilir!” dedi ciddi bir tavırla. “Korkularla koşullanmış,
dünyanın anlatıldığı şekliyle uyutulmuş ve ona biçilmiş rollerle özdeşleşmiş sıradan insan,
rol oynama sanatını ve rol oynamanın gücünü unutmuştur. Bildiği tek şey sadece yalandır.”
Konuşmasının kritik noktalarında, bu yıkıcı sözlerden kendimi korumaya çalışmıştım. Bir
liderin rol yapma yeteneği bana daha çok yalancılık ve fırsatçılık olarak görünüyordu.
Dreamer gürleyerek, “Bilinçli olarak rol yapmak, yalancılık değildir. Rol yapmak, stratejik
yaşamak demektir.” Dreamer’ın düşüncelerime serbestçe girdiği çok açıktı. Bu belirgin
durum, gölgelerin daha toplanmadan dağılmalarına sebep olmuştu.
“Stratejik yaşamak, koşulların gerektirdiği şekilde bilerek ve kusursuzca eylemde bulunan bir
savaşçının etkinliğidir. Dışarıda rolün gereksinimlerine yanıt verir, aynı zamanda içinde bu
maskenin ardında gizlemiş olduğu güç ve sorumluluğa sahip çıkar. Sadece stratejik
yaşayanlar başarıya ulaşabilir.”
Söylediklerinin sonuçları yüzümde belirene dek bekledi. Konuşmaya tekrar başladığında,
sözlerinde bir uyarı havası ve bazı hayati bilgilerin verileceğine dair bir hava vardı.
“Endişelendiğinde, planlar yaptığında, olumsuz düşündüğünde ve seni buralara getirenin ne
olduğunu unuttuğunda, kendini bir böceğin boyutuna indirgersin ve dünya sırtını yere getirir.
Evrendeki milyonlarca fotoğraf makinesi senin bu yenilgini kayda alır ve elindeki her şeyi
almakla kalmayıp, artık hiçbir şey alamamana neden olur.”
Dreamer, dünya işlerine dönmeden önce bana son öğütlerini veriyordu. Sesi bir fısıltı haline
gelene dek alçaldı. Birazdan, yaşantımda kuracağım her şeyin dayanağı ve her servetin ana
ilkesi olacak sözler söyleyecekti.
“Düş, var olan en gerçek şeydir! Düş, zaman dışındaki gerçekliktir. Ancak düşleyen bir kişi
zenginlik yaratabilir.”
Dreamer’a göre düş, yüceltilmiş dünyaydı. Görülen ve dokunulan her şeyin gerçek nedeniydi.
“Düş, ancak düşleyenlerin bileceği gibi dikey bir planlamadır. Eğer düşlenen içinde değilse,
ertesi de yoktur. İçeride her an bir dükkân açılıp kapanabilir. Her an ya kazanır ya da
kaybederiz. Her saniye ya bir başarı ya da bir başarısızlıktır. Her şey şimdi, bu sonsuz anda
olur.”
6 Ajanda
Dreamer isimler, saatler ve telefon kayıtlarıyla dolu bir sayfayı göstererek, “Seninki gibi, hiç
boş yer bırakmadan tıka basa randevularla dolu bir ajanda, bir intihar bildirgesidir,” dedi.
“Bu kişinin, kendi ölümünü onaylaması demektir. Bir insan ne kadar ölüyse, gününü o kadar
çok bağlantıyla doldurur.”
Mideme bir yumruk almış gibiydim. Artık o çok iyi bildiğim acıyla kıvranıyor olmak,
Dreamer’ın inanç sistemime gerçekleştirdiği yeni bir saldırının amansız şiddetinin en keskin
göstergesiydi. Bu güçlü sözlerin yarattığı kuvvetle oradan kaçmak istedim. Sırf yoğun ve
aktif bir insan olduğum için bana bir ceset muamelesi yapmasına isyan etmiştim.
Gücendiğimi ifade ederek, “Ama modern toplum içerisinde, yükümlülükler, randevular ve
görüşmeler olmadan yaşamak mümkün değildir,” dedim. Bunları söylerken, modern toplum
kelimesinin üstüne, dünyalarımızın farklılığını ortaya koymak için biraz daha fazla vurgu
yapmıştım. Dreamer’ın öne sürdüğü bu savların hiçbir pratik değeri olmadığından son derece
emindim. Bana bir keresinde, “Bırak oyun sürsün ve komedi perdesi açılsın. Takımdakiler ve
profesyoneller rollerinin gereklerini yerine getirsinler. Şirket, karakterlerle maskelerin bir
senaryoya göre sahneye alındığı bir tiyatro gösterisidir. Ona inanma ve içinde kaybolma!
Bunun bir oyun olduğunu unutma!”
Dreamer’ın, uluslararası bir şirketi yönetmenin ve hissedarlarının nefesini her an boynunda
hissetmenin ne demek olduğunu anlamadığını düşünüyordum. Öfkeyle, “Bir ajandanın ölü ya
da diri olmakla ne ilgisi var anlamıyorum,” dedim. Bu sözleri zorla söyleyebilmiştim ve
gözyaşlarım yumak olup boğazımı tıkamıştı.
“Aldığın her randevu ve ayarladığın her görüşme, sadece senin yaşıyor olduğun yanılmasını
pekiştirmeye ve aptalca inanışlarını desteklemeye hizmet eder. En başta da planlama
inanışına hizmet eder. Planlamak ve bunlara inanmak, ölmektir. Ancak ölmüş şeyler
planlanabilir. Gerçek plan sadece bu andadır. Bir liderin etrafında, en ince ayrıntılarına dek
etkinliklerini planlayacak ve programlayacak bir sürü görevli olacaktır ama onun kararları
daima bu anın meyvesinde olacaktır. Bu an, ona sonsuzluğu verene dek bilmeyecek ve
herhangi bir eylemde bulunmayacaktır. Ne bilmesi gerekiyorsa ancak ve ancak ondan sonra
bilecektir. Şimdiyi, tümüyle öğrendiğinde her şey senin emrinde olacaktır. Planlarla
programlara inanmaya son verdiğinde, onlar zahmetsizce, doğal bir biçimde
oluşuvereceklerdir.”
Bakışları çelik gibi sertleşmişti. Israrla bana bakmaya devam etti, sol ve sağ profillerimi
karşılaştırır gibi başını bir sola bir sağa döndürdü. Endişelenmiştim çünkü kanlı emellerini
belirtmek istemeyen yırtıcı bir hayvanın hareketlerini onda seziyordum.
Alçak bir sesle, “Ajanda senin gibi adamlar için ancak unutmaya yarar,” dedi.
Endişelerim korkuya dönüşmüştü. Her ne pahasına olursa olsun, bu durumdan bir çıkış yolu
bulmam gerekiyordu. Nasıl olur da, bir ajanda unutmamıza yarardı ki? Kendimi, çeperinde
hiçbir delik açamadığım, psikolojik bir kozanın içinde gibi hissediyordum. Dreamer’la bu
görüşmem, ona boyun eğmek istemeyen ve onun sözlerine susamış varlığım arasında
amansız bir düelloya neden olmuştu.
Zorlukla nefesimi toparlayıp, “Neyi unutmak?” diye sordum.
Dreamer bana birkaç adım yaklaşarak, “Kendini unutmak,” dedi.
Korkum içimde yıkıcı bir terör estiriyordu. Zamanla, bu gibi anlarda evrimimin temel
basamaklarını geçtiğimi, Dreamer’ın sarsılmaz inançlarımı delerek, çiçeklerden bal taşıyan
arılar gibi bana o kıymetli maddesinden getirdiğini anlayacaktım. Bu şekilde düşe
yaklaşıyordum.
“Dünya, düşlediklerimizin zamandaki açılmasıdır. Bir randevu hep seninledir ya da daha
doğru söylemek gerekirse, senin açıkça farkında olmadığın bir kısmınladır. İnsanlarla
olaylar, var oluşta çoktan yazılmış bir senaryo uyarınca ortaya çıkar ve yok olurlar. Plan
yapıp ona inandığında, gerçek dünyadan uzaklaşırsın. Randevuların ve görüşmelerin
yapıldıkları gibi gerçekleştiklerine de inanırsan, içindeki ölüm kavramını o kadar
pekiştirirsin. Böylece randevularında da, senin gibi plan program yapan, kendi
güçsüzlüklerinin ayrımına asla varmadan, seçtikleri ve karar verdikleri yanılgısı içindeki
diğer ölü kişilerle görüşürsün.”
Dreamer burada susunca, bu yıkım işlemini bitirdiğini sandım. Biraz nefes almaya delicesine
ihtiyacım vardı ama Dreamer’ın bir işi asla yarım bırakmayacağını da biliyordum. Zamanını
hassas bir şekilde kullanıp, bu can alıcı dersi son sözleriyle bitirdi.
“Bir gün senin ajandan da, özgür birinin, çözümün daima kemdi elinde olduğunu bilen
birinin ajandasına benzeyecek. Görüşmelerde rollerini oynayacak ve dünyanın serbestçe
oluşmasına izin vereceksin. İşte o zaman dünya hiçbir kısıtlama olmaksızın senin şaheserin
olacak, senin ajandan da gerçek bir liderinki gibi sadece boş sayfalardan oluşacak.”
7 Alo, Ben Kimim?
Gün sabahın köründe başlamıştı. Samia’daki evin terasında daha şimdiden birçok farklı
telefon görüşmesi yapmıştım. Olayların baskısı altında bunalıp, görüşmelerin heyecanıyla
sağa sola emirler veriyor, kızıp öfkeleniyor ve sesimi yükseltiyordum. Bu süre boyunca
Dreamer yanımda sessizce beni izlemişti.
Kendilerine her şeyin yüzlerce defa tekrarlanması gereken bir beceriksizler ordusunu
yönetmek gibi nankör bir görev yüzünden bu kadar çaba harcıyordum. İnsanlar nasıl bu kadar
kalın kafalı olabiliyor ve çok basit talimatları bile anlamakta güçlük çekiyorlardı? Arada
durup Dreamer’a bakıyordum ve bana vereceği bir destekleme işaretini almak ya da beni
onayladığını gösteren bir bakış yakalamak istiyordum.
Ben uzun bir telefon görüşmesinin sonuna gelmek üzereyken, Dreamer beni şaşkınlığa
düşürerek, “Telefonu açtığında, Alo kim o diye değil, Alo ben kimim diye cevap vermelisin,”
dedi. Ne dediğini anlamamıştım. Bu sözleri her zaman önemli bir şey söyleyeceği
zamanlardaki gibi fısıltıyla söylemişti. Hemen ona kulak kesildim. Ona baktığımda, çoktan
sinirlenmiş olduğunu gördüm. Bir yandan damarlarımdan yüksek dozda adrenalin
pompalanırken, diğer yandan da sırtımdan aşağı bir ürperti iniyordu. Cesaretimi toplayarak
ondan söylediklerini tekrar etmesini istedim ama sesim içimdeki korku yüzünden çatlayarak
çıkmıştı.
Korkunç bir sesle, “Diğerleri sensin!”diye bağırdı. Suçlamaların ve şikâyetlerin beni alıp
götürdüğü iç dünyamın cehenneminde sessiz sakin oturan misafir Dreamer, artık batmakta
olan bir geminin etrafa emirler yağdıran kaptanıydı. Aklım başımdan gitmişti. Korktuğum
için sallanan telefon ahizesi de elimden kaydı ve az kalsın masanın üstüne düşüyordu.
Görüntüm o kadar komik olmalıydı ki, Dreamer bile kendini gülmekten alamamıştı. Diğer
yandan, beni tehditlerinden daha çok yıldıran şey, en sert maskesinin ve öfkesinin ardında
hep kıpırtısız, durgun bir okyanus olması ve bakışlarının sertliği altında bir dinginlik
bulunmasıydı. Çok kısa bir süre bu dinginliğini koruduktan sonra yine yırtıcı bir hayvanın
bakışlarını yüzüne yerleştirdi.
“Diğerleri sensin,” dedi. Sesi yatışmıştı ama bu bile bana huzur vermiyordu.
“Dünya sen böyle olduğun için böyledir. Bunun tersi mümkün değildir. Sakın kaçma.
Görünenler, senin görünmeyeni tanımana yardım eder. Diğerleri, kendinde görüp kaçmak
istediklerini görmene yararlar. Bendeki bütün bunları yansıtan nedir? İşte saygın bir insanın
kendine soracağı soru budur. Seni dinlediğimde kararsız olduğunu ve gereksiz ayrıntılarla
boğuştuğunu görüyorum. Yakındığın şeyler diğerlerinde değil, sende.” Bunları söylerken
masanın diğer tarafından bana doğru eğilmişti.
“Dünya senin ne ve nerede olduğunu saptamak için kendisini şüpheci, kaotik ve sorumsuz
olarak gösteriyor. Karşındaki kim olursa olsun, sana rahatsız ediyor muyum? Diye soruyor.”
Dreamer dikkatimi bu yöne doğru çekince, doğru olduğunu anladım ama yine de neden bu
ayrıntıya takıldığını anlamamıştım. Rahatsız ediyor muyum diye sormak, sadece koşulları
rahatlatmak için kullanılan bir sözdü. Bu soruyu her zaman ilgisizce dinler, sıradan bir
nezaket gösterisi ya da altın üste gösterdiği bir saygı olarak kabul ederdim.
“Rahatsız ediyor muyum diye soruyorlar çünkü hazırlıksız olduğunu hissediyorlar. Dünya ve
diğer insanlar seni yansıtırlar. Onlar tembel ve kendi kendine konuşan bir adamın
görüntüsünü yansıtan aynalardır. Rahatsız ediyor muyum sözü, senin sorumsuzluğuna işaret
eder. Rahatsız ediyor muyum derler çünkü açık değilsin! Rahatsız ediyor muyum, seni itham
eden bir dünyadır.”
Bu esnada telefon tekrar çalmıştı.
Telefonu açtım ve doğal olarak ‘Kim o?’ diye cevap verdim.
Daha bu alışagelmiş sözleri tamamlamama fırsat vermeden Dreamer’ın gürledi.
“Alo, ben kimim demelisin. Alo kimsiniz değil. Ben kimim diye sormalısın. Hattın diğer
ucunda daima kendini bulacaklarını anlayan kişiler, böyle sorarlar!” Bir yandan Dreamer’ı
dinlerken, bir yandan da henüz başladığım telefon görüşmesini normal bir şekilde
sürdürmeye çalışıyordum.
Dreamer telefonla konuşmama aldırmadan ve hattın diğer ucundaki kişinin duyabileceğini
düşünmeden, “Alo ben kimim demek, kendi yanlış anlamalarınla karşılaştığını hatırladığın
anlamına gelir,” dedi. Bir yandan Dreamer’ı dinliyor ve bir yandan da telefondaki görüşmeyi
kısa kesmek için karşıdakine kısa cevaplar veriyordum.
“Dünya yönetilmek ister. Arayan kim olursa olsun, senin yönetimin altına girmeye ve açıklığa
kavuşmaya gereksinim duyuyordur. Vereceğin karşılıklar, senin bir yönün olmadığını
anlamasına yetecektir. Sen yaralısın ve aşırı yük içindesin. Işığın içeri girmesine izin vermeli
ve diğer anlama alanlarına girmelisin.” Dreamer’ın ses tonu sakinleşmişti ve şimdi beni
yönlendiriyordu. “Uyanık ve tetikte olan bir kişi, karanlık ve sahte güvenlik kabuğunun
altında, hep aynı yaranın, aynı acının gizlendiğini, yara sarılıp iyileştirilmediği sürece
yapabileceği hiçbir şey olmadığını bilir. Kaçıp uzaklaşmaya çalışsa, telefondan uzakta
münzevi bir mağaraya bile çekilse, ya da bir keşiş gibi mağaraya kapansa da, o yara, onun
eksikliklerini ortaya sermek için yine geri gelecektir. Fakat sen, diğer tüm sıradan insanlar
gibi, artık acıyı hissetmiyor ya da yokmuş gibi davranıyorsun.” Sesinde çaresi olmayan bir
başarısızlığın yankısı, bir yenilginin acısı vardı.
Telefon o anda tekrar çaldı ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Ne Dreamer’a ters düşmek
istiyordum, ne de kendimi onun oyununa ayak uyduracak kadar özgür hissediyordum.
Telefon çalmaya devam etti ve Dreamer, başını sallayarak beni cesaretlendirdi ve bu
hareketine ek olarak, “Böylemesine bir kutsama hakkında biraz düşün. Dünya bize ne
olduğumuzu söylemek ve eksikliklerimizi göstermek için arıyor. Bu bir Delphoi kâhininin
yanında olmak, her istediğinde ona danışmak gibi bir şeydir. Telefona yanıt veren herkesin,
karşı tarafta kim olduğunu sorduğunu görüyoruz ama aslında biliyorlar. Sen karşındakinin
kim olduğunu biliyorsun çünkü seni arayan yine sensin,” dedi.
İyileşme duygusu tüm bedenimi sarmıştı. Telefon çalmaya devam ediyordu ama ben
yazmakla meşgul olduğum için ona cevap veremiyordum. Onun sözlerinde bir insanın
kaderini değiştirmeye yetecek gizemi bulmak üzereydim.
Dreamer beni yine uyararak, “Dünya, varlığının yalın bir yansımasıdır. Bunu unutma! Dünya
kim olduğunu söylemek, kendin hakkında bilmekten kaçındıklarını söylemek için seni arıyor.
Hattın diğer ucunda kim olmasına karar verecek olan yalnızca sensin. Şimdilik hattın diğer
ucunda senin kırgınlığını yansıtan insanoğlu var çünkü iyileştirme istedin.”
Dreamer’ın söylediklerinin doğru olduğunu bilerek defterime not aldım. Şimdi her şey çok
daha açıktı. Dreamer’ın öğretilerinin dağınık parçaları yerli yerine oturuyordu. O anda
ulaştığım anlama yetisine sonra da geri dönebilmek için her şeyi not ediyordum.
“Yaşayan bir insan yaşamı davet eder. Kendine acırsan, başarısızlığı cesaretlendirirsin. Her
şey benzerini kendine çeker. Bilgelik bilgeliği çeker. Hattın diğer ucundaki kişiyi değiştirmek
istiyor musun? Onların sözlerini, tavırlarını ve taşıdıkları haberleri değiştirmek? O zaman
kendini değiştir! Çözüm haline gel ve dünya ebediyen çözüm bulacaktır!” dedi.
Nefes alabilmem için bana birkaç saniye verdi. Konuşmasının bu son kısımlarını yazana
kadar bekledi ve sözlerine devam etti.
“Telefonu yanıtlarken, Alo ben kimim demek, yaşamının tüm sorumluluğunun kendisinde
olduğunu bilen bir insanın yakınlığıdır. Bir telefon çağrısı şimdiye dek görmekten,
dokunmaktan ve bilmekten kaçındığın her şeyi anlamana yardımcı olur.”
Tam o sırada telefon yeniden çaldı. Ahizeyi kaldırmadan önce, Dreamer’ın önerisine kulak
verebilmek için birkaç saniye bekledim. “Açıklık kazandır. O zaman hattın diğer ucunda iyi
haber olacaktır.”
“Alo, ben kimim?” dedim. Bu tuhaf sorunun, hattın diğer ucundaki kişide oluşturacağı yüz
ifadesini düşününce gülümsedim. O andan itibaren, telefonu açmak sıradan bir işlem
olmaktan çıkacak, eski hacıların Delphoi’ye yaptığı gibi bir keşiş yolculuğu olacaktı. Pythia
ile görüşmek kadar baştan çıkartıcı olacaktı.
Telefon tekrar çaldı ve Dreamer başıyla açmamı söylerken, “Kendi içinde çözüm ol! Dışarıda
özgür ol! Ne çözülecek bir durum, ne savaşman gereken bir düşman var. Dünyaya bir yanıt
verebilmen için kendin çözüm olmalısın. Var oluşun parlaklığı içinde samimiyete, sadeliğe ve
rahatlığa eriş. Eğer oyuna yukarıdan bakabilirsen, hattın iki ucunun da sana sadakatini
sunduğunu göreceksin. Sonra bir gün, gerçek bir insanın tek işinin dünyayı onarmak
olduğunu göreceksin. Dünyada ortaya çıkan her çatışmanın tek kaynağının sen olduğunu,
eğer kendini yüreğinde iyileştirebilirsen ve sevebilirsen, bunları koruyacak tek kişinin de
kendin olduğunu göreceksin.”
Telefon hala çalıyordu. Ahizeyi kaldırıp, “Alo, ben kimim?” diye yanıtladım. Dreamer’a
karşı bir şükran duygusu tüm bedenime yayılmıştı ve kalkıp onu kucaklamak için dayanılmaz
bir istek duydum.
8 Mekanikliğe Takılan Çelmeler
Müezzinin okuduğu ezan inananları günde birçok kez namaza çağırıyordu. Ezan antik
şehirlerdeki gibi, şehri görünmeyen surlarla çevreliyordu. Ruhu kurtarmanın bir devlet
meselesi sayıldığı Suudi Arabistan’daki din polisi burada yoktu. Ayrıca burada, namaz vakti
her işi bırakıp ibadet etmeye gitmeleri için esnafın camlarına sopayla vurulmazdı. Fakat yine
de burada da, ince minarelerden yükselen ezan her türlü etkinliği bıçak gibi kesiyor ve halkı
Mekke yönüne doğru namaz kılmaya davet ediyordu.
Müslümanlar için Kutsal şehrin bulunduğu yönü gösteren kıble, önem bakımından kutup
yıldızının navigasyon değerine eşitti. Her ofiste, her otel odasında ve her kamu alanında
kıbleyi milimetrik bir hassasiyetle gösteren bir ok bulunurdu. Tüm İslam dünyasında ezanla
herkes namaza davet edilirdi ve saat geldiğinde diğer bütün işler ikinci plana atılırdı.
Bir keresinde Avrupa’dan dönerken, Cidde’ye inip kalkacak bir Suudi uçağına son dakikada
yer bulmuştum. Bu uçağın Mekke’ye giden bir Hac seferi olduğunu son anda anlamıştım.
Yolculuğun ortasında, ben hariç herkesin üstünü değiştirip Hac kıyafetlerini giymesiyle
uçakta garip bir duruma düşmüştüm. Ardından koridorda namaz kılmaya başladılar. Kendi
kendime, yönü nasıl bulabildiklerini sordum.
Müslümanların iş toplantısı ya da bir pazarlık esnasında aniden her şeyi bırakıp namaza
durmalarına birçok kez şahit olmuştum. Verilen bu birkaç dakikalık molanın onları tazelediği
kesindi. Bu dini ritüelin arkasında gizli bilgeliği araştırmaya başladım fakat kimse bana
hurafelerin ötesine geçebilecek bir bilgi sağlayamamıştı. Dreamer’la görüşmelerimizin
birinde ona bunu sorma fırsatım oldu. Aldığım açıklama ise hazırlık dönemim için büyük bir
önem taşıyordu. Söylediklerini dikkatlice defterime not ettim.
“Yüzyıllardır süregelen bilgelik gelenekleri, insanoğlunun kaçınılmaz biçimde eğilimi olan
kemikleşmişlik ve tekrara kaçmaya karşı durabilecek her türlü hileyi icat ederek, nesilden
nesile aktardı. Mekke yönüne dönüp günde beş kez namaz kılmak, İslami takvime göre
dokuzuncu ay olan Ramazanda oruç tutmak ve diğer dinlerin tüm ritüelleri, ‘mekanikliğe
takılan çelmeler’ olarak tanımlanabilir. Bu ritüellerin işlevi, rutini kesintiye uğratıp,
insanları en köklü alışkanlıklarından çelmeye ve şimdilik uyku halinde olan gizli bir bilgeliği
beslemektir.”
Dreamer bana bunların artık normal anlamları unutulduğu halde dini inanışlar olarak var
olmayı sürdüren, bedensel, zihinsel ve ruhsal arınmanın normları olduğunu anlattı.
Yaşamımızın mekanik ve tekrar eden hareketlerle dolu olduğunu görmek için ona biraz
dikkatli bakmamız yetecekti. Her sabah titizlikle aynı hareketlere başlıyoruz. Yatağımızdan
aynı hareketle iniyoruz, tıraş olmaya hep aynı yerden başlıyoruz, dişlerimizi aynı şekilde
fırçalıyoruz. Alışkanlıklarımız yerleşiyor, fikirlerimizi bile aynı kelime ve ifadelerle
söylüyoruz. Hatta duygularımız bile önceden tahmin edilebilir hale geliyor. Sıradan bir
insanda irade gömülmüştür ve davranışları mekanik bir aklın ürünleridir. Psikolojiden çok,
robot teknolojisi tarafından incelenecek hale gelmiştir.
“Kendi iradesini özgürce ifade etmek üzere kararlar veren ya da seçim yapan bir kişi, kendini
biraz gözlemlese, mekanik süreçlere ne kadar yönlendirildiğinin farkına hemen varabilir.”
Dreamer’ın düşüncelerini ve insanlığın içinde bulunduğu durumu, kimseyi gücendirmeden bu
şekilde açıklaması, bu bilgeliği beni büyülemişti. Görüşünün ve sözlerinin ciddiyetinin
ardında, var oluşta kök salmış yanılsamaları, inanışları ve fikirleri sistematik bir şekilde ve
zalimce yıkışını hafifleten sonsuz bir şefkat ve hiç bitmeyen bir gülümseme vardı.
‘Mekanikliğe takılan çelmeler’ konusunda daha fazla bilgi edinmek istiyordum ama Dreamer
konuyu kapatmıştı. Yine de ısrarlarım sonucunda ağzından birkaç kelime daha alabilmiştim
ve söylediklerini not defterime titizlikle işledim.
“Tekrarlanan bir hareketi, mekanik bir tepkiyi düzeltmek için gösterilen her çaba,
‘mekanikliğe takılan çelmeler’ olarak adlandırılabilir.”
Dreamer bu konudaki sözlerini, yapılacak uygulamalı bir çalışmayla kişinin rastlantısallık
yasasından kaçabileceğini söyleyerek bitirdi.
O günden sonra bu sözleri kendime olabildiğince sık hatırlatmaya çalıştım. Kendimde
gördüğüm her otomatik davranışı, paslı ve gıcırdayan mekanik tepkileri, alışkanlıkları
gözlemeye ve kırmaya çalıştım. Bunun ne denli güç bir iş olduğunu ve bu davranışlardan arta
kalan alanın ne kadar küçük olduğunu ancak bunu deneyenler anlayabilir. Fakat çabalarıma
değmişti. İçimizdeki bu ‘gardiyanlar ve hırsızlar’ oyununda, alışkanlıklarımıza bir tuzak
kurabilme becerimiz, içimizdeki tüm kötülüklerin amansız bir avcısı olmamız,
hareketlerimize dikkat etmemiz ve bilinçli eylemlerde bulunmamız, var oluş üzerinde yapılan
uygulamalı bir çalışma olduğu gibi düşüncelerimizin ve duygularımızın niteliğini değiştirerek
yaşantımıza da eşi benzeri olmayan yansımalar getirir.
9 Kendimizi Yenmek
Dreamer’la karşılaşmalarımız iyice azalmıştı ve içinde bulunduğum koşullar beni iyice
boğmaya başlamıştı. Kendimi yetersiz ve mutsuz hissediyordum. Dünya büyümüş ve beni
tehdit edercesine tepeme dikilmişti. Aylar geçiyordu ve Kuveyt’teki şirketin önemi arttıkça
dünyanın beni uyutma gücü de artıyordu.
Dreamer birçok kez çaresizliğin pençesinden beni kurtarmaya geldiğinde, “Olumlu bir ruh
halinde kalmalısın, aptallık edip kendini fazla ciddiye alma,” derdi. “Kendinle dalga
geçmelisin. Bu her türlü takıntıya ve kendini özdeşleştirmeye karşı güçlü bir antidottur.”
Dreamer’ın dilinde, insanın dünyayla kendini özdeşleştirmesi, Özgürlüğümüzün azaldığı
durumlara denk düşüyordu.
“Sen sonuç haline geldiğinde, dünya sebep haline gelir. Sen küçüldükçe, dünya büyüyerek
seni yutar.” Dreamer’ın bu sözleri üstüne aklıma kendi gözyaşları içinde boğulma tehlikesi
geçiren Alice geldi.
Dreamer, özdeşleştirmeye karşı koyabilmem ve dünyanın beni uyutmasına izin vermemem
için bana bir dizi hile ve strateji öğretti. Bunlardan biri, en yoğun ve en kritik anlardan birini
seçip her türlü etkinliği durdurmaktı. Odanın bir köşesinde kıpırdamadan durup, zamanın
benliğimin her santimetre karesine uyguladığı basınçla boğuşarak bunu denedim.
O dakikalarda, bedenimde, endişe ve korkuyla dolu dünyanın beni nasıl içine çekmeye
çalıştığını hissettim. Aynı dünya, mekanik davranışlarda açtığım bu yarığın bana zarar
vereceğine dair sinyaller gönderiyordu. Dreamer’ın bu önerisini uygulamaya başlayınca,
olaylardan ve içinde bulunduğum koşulların zorluklarından ayrı durabilme becerim
gelişmeye başlamıştı. Yaşam ve işim ciddiyetini ve ağırlığını kaybetmişti. Bu uykudan
uyandığımda, oyunun önemini tekrar keşfettim.
Başka durumlarda da, kendimi korumak için aynaya bakarak değişik yüz ifadeleri takınmayı
seçtim. Yüz ifadelerime bakarken, bir yandan da bir oyunun içinde olduğumu unutmamaya
çalışıyordum. Çok yakında beni zorlu bir görev bekliyordu.
Bu bilinçli çabalarım, bir tünel açarak beni antik çağların okullarıyla bağlantıya geçirdi.
Kurduğum bağlantıyla, o okulların her zerresini içimde hissetmeye başlamıştım. Bu nadir
anları bir lütuf olarak kabul etmiştim.
İşte o sıralar, Dreamer sözcük dağarcığıma ‘kendini yenmek’ ifadesini katmıştı. Bu terimden
ilk bahsettiği zamanı çok net hatırlıyorum. Le Meridien’in çatı katındaki kral dairesinde,
terastaki geniş yüzme havuzunun başında oturuyorduk. Üstünde beyaz keten bir giysi, deri
makosenleri vardı ve koyu renk güneş gözlüklerini takıyordu. Hareketleri ona batıyı çok iyi
tanıyan bir batılı havası veriyordu. Basra körfezinin mavi sularına, Kuveyt şehrinin tozlu
binalarına, çevredeki teraslara ve ince minarelere bakarak konuşuyorduk. Bir girişimci olarak
karşılaştığım zorluklar ve engellerden bahsediyordum. Ona bir insanın önderlik anahtarına
nasıl sahip olabileceğini sordum. Bir lideri korkusuzluğa, yıkılmazlığa, zafere ve şana
götüren o sihirli formülü bilmek istiyordum.
“Bir lider, her şeyden önce bir var oluş yöneticisidir. O, kendisindeki olumsuzlukları nasıl
tanıyacağını ve onları nasıl bir çemberin içine kıstıracağını bilir. Tüm savaşları kazanmak
için önce kendisini yenmesi gerektiğini bilir. ‘Kişinin kendini yenmesi’, olumsuz duyguların
yönetimi ele geçirmesine izin vermemektir. Kendimizi baltalamamamızdır. Tün sınırlarımızı
ve varlığımızdaki gölgelerin, şüphelerin ve korkuların koyduğu her engeli devirip aşmaktır.
Kişinin kendini yenmesi, iradeyi gömülü olduğu yerden çıkartmak, bütünlüğe doğru geri
dönüş yolculuğu yapmaktır. Yaşamda yapılacak başka bir şey yok! Varlığın maruz kaldığı
denemeler, işteki yükümlülükler ve bu yolculukta önümüze çıkan engeller, içimizdeki
gürültülü kalabalığı susturmak ve bizi kurtaracak gemilere atlamak için birer fırsattırlar.”
Bir süre, hiçbir şey söylemeden, sadece yüzümün aldığı afallamış ifadeyi izleyerek not
almamı bekledi. Ardından, oturduğumuz masada bana doğru eğildi. Birçok kez olduğu gibi
yine yüreğim ağzıma gelmişti. Birazdan, yine onun felsefesine ait önemli bilgiler aktaracağını
anlamıştım. Ona hazır olduğumu göstermek ve biraz da içimdeki korkuyu yenmek için
oturduğum yerde doğrulup, not defterimi açık bir şekilde bacaklarımın üstüne koydum.
Dreamer fısıltıyla, "Kişinin kendisini yenmesi', içine sızmaya çalışan en küçücük bir
olumsuzluk ifadesine bile geçit vermemek, içindeki ufak alçalmaya veya hüzün kırıntısına,
engel olmaktır," dedi. Bekledi. Yüzündeki belli belirsiz bir gülümsemeyle, dikkatle bu
açıklamaya vereceğim tepkiyi gözlüyordu. Ardından sesini değiştirerek bu satırları okudu:
Zaman sana saldırdığında sen zamanı yut
Istırap sana saldırdığında sen ıstırabı yut
Şüphe sana saldırdığında sen şüpheyi yut
Korku sana saldırdığında sen korkuyu yut.
Dreamer'ın bir kavramı açıklarken veya bir görüntüyü anımsatırken, tekrardan
kaçınmadığının farkına vardım. O'nun kullandığı bu tekrarların, o zamana dek inandığım gibi
sadece bir eğitim yöntemi olmadığını, ritmik bir şiir biçimi gibi, kavramın ya da görüntünün
farklı açılardan yeniden sunulduğu fikrine kapıldım. Böylece, içimdeki psikolojik engelleri
devirmesine ve sert yapılanmaları yıkarak geçmesine şahit oluyordum. Dreamer yeniden
konuşmaya başladığında, aklımdan geçirdiğim bu düşünceleri bir süreliğine de olsa bıraktım.
" endini yenmek', dünyaya bağımlı olmamak, yaratıcı olmak, kendinin, kendi Var oluş
K
durumlarının efendisi olmak ve dolayısıyla da dünyanın efendisi olmak demektir." Bağımsız
kalabilme yeteneğine de herkesin doğuştan sahip olduğunu sözlerine ekledi.
Bana dikkatlice baktı ve sonra sessizliğe büründü.
Bakışlarının altında aklıma, karanlıktan çıkıp zaman ırmağında akan bir sal misali hatıralar
geldi. Çocukluğumdaki bir olaya gelene kadar görüntüler birbirini kovalayarak canlanıyordu.
Kendimi bir kez daha, Carmela'nın odasında, yine her zamanki huysuzluklarından birini
sergileyen bir çocuk olarak gördüm. Yetişkinlerin arasında, gözyaşlarına kapılmış bağırıp
çağırıyordum. Giuseppona bile beni yatıştıramıyordu. Delirmiş gibiydim, ama çocuktum ve
bir yandan da göz ucuyla onları izliyordum. Başka bir şeyle ilgilendikleri sırada, kimsenin
beni görmediğinden emin olup, geniş gardırobun kapağındaki boy aynasında kendi
görüntüme bakıyor ve bu gösteriyi oynama özgürlüğüyle mutlu fakat art niyetli bir şekilde
gizlice gülüyordum. Çocukluğuma ait unuttuğum bu kareye bir kez daha kavuşmuştum. O
zamanki gizli zevkin tadını yeniden yaşadım.
Dreamer o anda düşüncelerime girdi ve bana, "Ne var ki, bir gün çocuk oynamayı bırakır. Bir
zamanlar sadece istediği zamanlarda taktığı bu maske, artık onun yaşamını zalimce yöneten
kalıcı yüzü olmuştur ve o çocuk, artık tam anlamıyla kaprisli, alıngan ve zayıftır. Bir
uyuşturucu ya da bir iş bağımlılığı gibi, bir şeye veya birine bağımlı kalmadan yaşayamayan
kırılgan bir yetişkine dönüşmüştür."dedi.
Tatlılıkla, ama çelik gibi sert bir bakışla bakarak sözlerini tamamladı, "Özgürlük, senin bunca
zamandır taktığın bütün bu maskelerine mal olacaktır."
10 Düş Var Olan En Gerçek Şeydir
Ortadoğu'da ve Kuveyt'te geçirdiğim yıllarda, Dreamer'ın mucizesi bende bir tür alışkanlık
oluşturmuştu. Huzur, sağlık, başarı ve başım her sıkıştığında onun mucizevi ve bitmez
tükenmek bilmeyen bilgeliğinden yararlanmamı sağlayan fırsatlar için başlarda duyduğum
şükran duygusu yavaş yavaş, onun otoritesiyle alçakça bir rekabete giren içimdeki bastırılmış
isyan duygusuyla yer değiştirdi.
Dünyanın bende açtığı yaralar bir sızıntı gibi enerji kaybetmeme neden oluyor ve enerjinin
yanında özgüvenim, yaşama isteğim ve sevincim de giderek azalıyordu. Hatta Dreamer'la
birlikte yaşantıma giren mucize duygusu bile, ağzı açık kalmış değerli bir parfüm gibi uçup
gidiyordu. Tüm dünyam bulanıklaşmaya başlamıştı. Birlikte çalıştığım kişiler de, benim
yitirmekte olduğum canlılığımın bir dışavurumu gibi, bir zamanlar işlerine duydukları
enerjiyi ve coşkuyu kaybediyorlardı. Benim etrafımı kuşatan problemleri sürekli çözmek
zorunda kalmam anlamına gelen patronluk rolü beni öldürüyordu.
Kendisini yönetemeyen kişi, başkalarını hiç yönetemez.
Artık iyiden iyiye seyrekleşen buluşmalarımızda da eskisi gibi yine Dreamer'ın sözlerini
yazıyor ve onların üstünde uzun süre düşünüyordum ama içimdeki derin uçurum uzun
zamandır 'düş'le, gerçeklik olarak inandığım şeyi birbirinden ayırıyordu. İnsanlığın en eski
dramı olan Cennet'ten kovuluşunun, yalnızca zamanın başlangıcında bir kereliğine
gerçekleşen ve birdenbire olmayan bir şey olduğunu artık daha iyi biliyordum.
Beklenilmeyen, hep uzun bir hazırlık dönemine gereksinim duyar.
Âdem'in cennetten kovulma öyküsü, gözlerimin önünde canlanarak yeniden gerçekleşiyordu.
Bilinçli bir varlık, korku ve ıstırap karşılığında cennetinden vazgeçmişti. Bu nasıl mümkün
olabilirdi? Yaşamla ölümü kim takas ederdi? Ne var ki insan bunu bir zamanlar yapmıştı ve
yapmaya da devam ediyor. Bunu tenimde hissederek yaşıyordum. Elmayı ısırmak, sebebin
dışarıda olduğuna, bizi elinde tutan ve bizi denetleyen bir iradenin dışımızdaki dünyada
bulunduğuna inanmaktır. Absürd tiyatro perdelerini açıyor ve bu dramı her ölüm anında,
'burada ve şimdi'yi her erteleyişimizde yeniden sahneliyordu. Günah işlemek sözcüğü
Grekçe, etimolojik olarak 'sapmak' anlamına geliyordu. Benim günahım da en yüksek
görevimden sapmak, uzaklaşmaktı. Unutkanlık, itaatsizlik ve bölünme zerreleri katlanarak
çoğalmış ve cennete girerek onu kirletmişti.
Her defasında azar azar, Dreamer'ın felsefesini, gerçekleşmesi olanaksız bir kurgu dünyasına
sürgüne gönderiyordum. Onun görüşü ve sözleri, beni ilk günkü gibi büyülüyor ve ben tüm
bunların gücünü bir soluk gibi içimde hissediyordum ama inancım bana bunların hâlâ
teoriden öteye gidemediklerini söylüyordu. Pratikte durum tamamen farklıydı. Yüzlerce
insanın bağlandığı, hatta kendi ailemin de geçimini sağlamam için yönetilmeyi bekleyen bir
şirketin üzerime aldığım sorumluluğu, her gün göğüslediğim binlerce zorluktan sadece
biriydi. Etrafım benimle aynı heyecanı paylaşan çalışanlarla çevriliyken ve Kuveyt şehrinin
en seçkin bölgesi Samia'da yaşamak için güzel bir villa, emrimde hizmetçiler, şoförler
varken, ben iki yıl önce Dreamer'ın beni çekip çıkardığı cehennemi ve o andan sonra bana
sunduğu harikaları unuttum.
Hatta bazen Dreamer'ın ilkelerinin ve düşüncelerinin aslında yaşantımı kasıtlı olarak
karıştırmak ve gereksiz yere bana zorluk çıkarmak üzere hazırlandığını bile düşündüm.
Dreamer bana, " 'Düş', var olan en gerçek şeydir,"diye öğretmişti. "Kendini çelikten bir halatla
düş 'e bağla ve hiç kimsenin, hiçbir şeyin seni ondan ayırmasına izin verme. 'Düş 'ten yoksun
bir adam, evrende kaybolmuş bir kırıntıdan farksızdır."
Ancak aylardan beri, O'nun dünyası ile benim günlük dünyam arasındaki bölünmeyi
büyütmekle meşgüldüm. Dreamer sayesinde elde ettiğim o bir milimlik bütünlüğü,
yaşantımda dağları yerinden oynatan o belli belirsiz hareketi artık yitirmekteydim.
Affedilemeyen tek günah, bütün yanlışların en büyüğü, dünyanın bizi yarattığına inanmaktır.
Dünyayı tanrımız yaptığımızda, üstelik de kederli ve cahil bir tanrı gibi kabul ettiğimizde, bu
günahı yüreğimizde yeniden işliyoruz. Yaratılış kitabından, Frankenstein öyküsüne, Alice'nin
masalından, Blade Runner'a kadar, insan kendisine sürekli olarak, kendi yarattığı şeyin
kurbanı haline gelen yaratıcının ölümsüz öyküsünü anlatır.
Bir keresinde bana, "Sen dünyayı gördüğünde, o çoktan yaratılmıştır," diyerek, dünyaya
'yaratıldı' denmesinin nedeninin bu olduğunu acıklamıştı. O sonradan gelir. O sonuçtur! Önce
gelen ise sebeptir. Ancak pek az kişi dünyanın ne bir yönü, ne de kendi iradesi olduğunu
anlayabilir.
İ"rade yalnızca bireye aittir... dünyayı yönetir. İradenin olmaması halinde, dünya otomatik
olarak kontrolü ele alır."
Bu, şok edici bir keşifti! Dünyanın, bir iradesi olamayacağını anlamak, birisinin uçuş
sırasında uçağın pilotu olmadığının ve birkaç dakika içinde tüm kontrolleri öğrenip uçağı
kullanması gerektiğinin farkına varmasına benziyordu.
Kaygılı halimi fark ederek, "Bundan dolayı endişelenmen tamamen yersiz, bu durum sadece
senin dünyaya olan bağımlılığını sürekli kılar," dedi.
İnanmayı çok arzu ediyor olmama rağmen, onun felsefesiyle uyuşmadığımı her zamankinden
çok daha fazla hissederek, "Dünyaya bağımlı olmak ne anlama geliyor?" diye sordum.
" u, 'unuttuğun' zaman, senin küçüleceğin ve dünyanın senin başına patron kesileceği
B
anlamına gelir," diye sorumu ilgisizce yanıtladı. "İradesiz insanlar, psikolojik cüceler haline
dönüşerek kendi evreninde kuyrukları bacaklarının arasında sıkışmış, suçluluk duygularının
ağırlığı altında belleri bükülmüş ve kendi yarattıkları hayaletlerden ölümüne korkarak
dolaşırlar.”
Bu duruma düşen insanın, artık suçlamak, şikayet etmek ve bahaneler bulup kendisine
acımaktan başka yapabileceği hiçbir şey kalmaz diye sözlerine ekledi. Bu, dünya üzerindeki
insanların ve aynı zamanda benim de içine tepe taklak düşmekte olduğum bir durumdu.
Pirandello'nun Enrico IV karakteri gibi, sadece oynamam gereken bir rolün içine
hapsedilmiştim.
" ir işadamı olmak veya bir girişimci rolünü oynamak, seni özgür bir adam yapmaz. Kişinin
B
kendisini o rolle özdeşleştirmesi, sadece hapishanesini değiştirdiğini gösterir. Sen sadece
yeni bir hücreye girdin. Özgürlük, kendini dünyayla özdeşleştirmekten kurtarmak, tüm
yaşantını yöneten acı dolu ezgiyi sonsuza dek susturmak demektir."
Yüreğimde öten cırcır böceklerine çoktan vurmuş, O'nun başıma dert açan sesini ortadan
kaldırmaya karar vermiştim. Aylar geçtikçe Dreamer'la olan görüşmelerimiz giderek
seyrekleşmiş ve sonunda neredeyse tamamen kesilmişti. O sıralar kendi gücüme daha uzun
bir süre boyunca dayanmam gerekmişti. Kan ter içinde çözüm peşinde koşarken, farkına bile
varmadan zamanla asıl çözümlerin sürekli bir kısır döngünün içindeki sorunlara dönüştüğünü
fark edemez olmuştum. Dreamer'ın enerjisiyle dolan enerjim tükenmek üzereydi. Görünürde
her şey eskisi gibiydi fakat yaşantıma Dreamer'la birlikte giren o enerji, o hayati sıvı,
Varlığımdaki yüzlerce yaradan, yerine konması mümkün olmayan değerli bir yaşam pınarı
gibi akıp gidiyordu.
Artık antrenman da yapmıyor ve bedenimi ihmal ediyordum. Yorgunluğumu, yüzümde
oluşan kırışıklıklarla diğer yaşlanma belirtilerini ve bedenimin kötüleşmesini, çalışma
koşullarımın ağırlığına ve yeterince uyuyamıyor olmama bağlayarak kendimi haklı
çıkartmaya çalışıyordum. Oysa düşü terk etmemle beraber, Dreamer'la birlikte yürüdüğüm
yoldan geri dönüyordum.
İş ortaklarına duyduğum güvenin, sadakatin ve hatta bazen birlikte çalıştığım kişilere ve
yaptıkları işlere duyduğum hayranlığın, kişisel yeteneklerimden kaynaklandığını
düşündüğüm şeylerin, Dreamer'la olan ilişkimin yansımasından başka bir şey olmadığını fark
etmiştim. Bu tür ilişkiler giderek zayıflamıştı ve bazı durumlarda tamamen yok olmuştu. Bu
değişimden dolayı başkalarını suçlamıştım. Herkes açgözlü, nankör ve fırsatçıydı. Bu sürede
sorunlar ve anlaşmazlıklar her zamankinden daha tehlikeli boyutlara ulaşmış ve
başarısızlıklar daha sık yaşanır olmuştu. Ben yine de bu olayların çoğundan zevk almış ve
geriye düşmeyi çok umursamamıştım.
Hayatımdan neredeyse tamamen çıkmış olan Dreamer'la karşılaşmalarımın ve
haberleşmelerimin giderek seyrelmesini, başlarda büyük bir umursamazlık ve rahatlıkla
karşıladım. Giyim tarzım ciddiyetten uzaktı ve alışkanlıklarım sadeleşmişti. Sosyal içerikli
toplantılara daha fazla katılmaya başlamıştım. Büyükelçilik resepsiyonlarını ve villalardaki
özel davetleri kabul ediyordum. Kentin en çok rağbet gören restoranlarının ve gece
kulüplerinin müdavimi olmuştum. Dreamer her zaman mütevazı davranmamı önermiş,
titizlikle seçeceğin ve sana özel fırsatlar sunacak resmi davetlere stratejik olarak katıl demişti.
Dreamer'ın öğretilerine göre, önemli iş toplantılarının arifesinde üzerimde yapacağım
çalışmayı yoğunlaştırmam gerekiyordu. Dikkat ve farkındalık durumunu pekiştirmek, aylar
boyunca 'uygulamalı çalışma' yaparak sahip olduğum bu zenginliğin, bu değerli servetin
mahvolmasına izin vermemeye yönelikti.
Bunların çoğunu yapmayı bıraktığımda kendimi, ağır talimlere verileceği için savaş haberini
neşeyle karşılayan bir Spartalı gibi hissettim.
Bu sıralarda Kuveyt semalarında bir savaş tehlikesi, kara yağmur bulutları gibi toplanıyordu
ve Irak sınırında her gün yeni bir çatışma çıkıyordu. Politika ve uluslararası iş dünyası bu
küçük şeyhliğin geleceği hakkında belirsizlik ve huzursuzluk belirtileri gösterirken, bazı
uluslararası tedarikçiler anlaşmalardaki önlemleri arttırmakta ısrar ediyorlardı. Hatta birlikte
çalışmak üzere öneri götürdüğümüz bazı Batılı yöneticiler, önceden sözleşme imzalamış
olmalarına rağmen, son dakikada fikir değiştirip buraya gelmekten vazgeçiyorlardı.
Bu belirtileri en aza indirgeyerek, şirketin geleceği için her türlü iş anlaşmasına imza
atıyordum. Bu konudaki çabalarımı yoğunlaştırdım ve DBDO International'ın yerel
temsilciliğini aldığım yeni bir ürün grubunu, büyük bir reklam kampanyası başlatarak
piyasaya sürmeye karar verdim. Şirketin, Avrupa kültürüyle yetişmiş genç bir Libyalı olan
genel müdürü, söz konusu proje için çok uygun olduğunu düşündüğü yeni bir İngiliz
yöneticiyi atamaya söz verdi. Düşünce ve görüşlerini paylaşmak üzere bu yeni yönetici adayı
birkaç gün içinde El Abadi Kuleleri'ndeki ofisimde benimle görüşmeye gelecekti.
Heleonore ile bu şekilde tanışmıştım. O gün reklam kampanyasıyla ilgili olarak bana ne
anlattığını anımsamıyorum, ama o gülümsemesi, canlılığı ve Endülüslü atalarından gelme
güzelliği bende unutulmaz bir etki yaratmıştı. Dreamer'ın sözlerini hatırladım ve Kuveyt'te
tanışacağımı söylediği değerli hücrelerden birinin Heleonore olmasını ümit ettim. Tüm
dileklerimi tek bir cümle içinde toplayıp, kalbimden tüm gücümle diledim.
'Tamam, bu o kişi olsun.'
11 Heleonore
İlk görüşmemizden sonra onu hemen her gün görür oldum. Flört dönemimiz Hyatt Club'da
beraber yüzerek, tenis oynayarak, Water Towers'ın dev kubbesinde buluşup körfezin
ışıklarını birlikte seyrederek, Versailles'da akşam yemekleri yiyerek geçmişti. Heleonore kısa
zamanda benim en büyük destekçim, dostum ve çocuklarımın sırdaşı olmuştu. Büyük bir
tatlılık ve yumuşaklıkla girdiği yaşantımızın her geçen gün yeni bir köşesini dolduruyordu.
Herhalde hiçbir işgal bu kadar dirençsiz karşılanmamıştır.
Giuseppona belli etmiyordu ama onaylamadığını biliyordum. Onun bu tavrını Dreamer'dan
uzaklaşmama, ona olan itaatsizliğime bağlamayıp, bir kıskançlık biçimi olduğunu
düşünmüştüm. Kendi rolüne yöneltilmiş bir tehdit olarak algıladığını ve tavrının geçici bir
tepki olduğu yargısına varmıştım. Gerçek ise, Giuseppona'nın benim bir felaketler denizine
girmekte olduğumu seziyor olmasıydı. O, Roma'dan çok daha eski bir yer olan Neapolis'in
beşiğinde, Cuma'da doğmuştu ve DNA'sında o uygarlığın kehanet ruhunu ve gizemli lisanını
taşıyordu. Başından beri, bilgi ile kirlenmemiş, zihinsel birikimlerden ve zihinsel tasarılardan
özgür bir anlayışa, öz varlığın berraklığına, içtenliğinin kuvvetine ve 'bilmeden bilen'
birisinin yalınlığına sahipti.
Bir kez daha aile kurmayı deniyordum. Luisa'nın ölümünden beri, yeniden mutlu ve gerçek
bir aile kurabileceğime inanmaktan hiç vazgeçmemiştim. Jennifer ve Gretchen ile olan
önceki ilişkilerimi bitiren, bildik talihsiz olayların hâlâ dış koşullardan kaynaklandığına
kesinlikle emindim. Aşkta şanslı biri değildim. Er ya da geç, doğru kadınla karşılaşacaktım
ve o zaman her şey mükemmel olacaktı. Ben olduğum gibi kalırsam ancak, değişmeme gerek
kalmadan, geçmişte yaşanmış olaylardan ve koşullardan farklı durumların doğacağına
inanarak, mutluluk üzerine yazılmış bir kaderin bana ulaşabileceği konusunda kendimi
kandırıyordum.
Dış dünya senin psikolojinin maddeleşmiş halidir.
Yaşamında önüne çıkan her soruna, her zorluğa önceden onay veren sensin.
Bir gün kendimi tanımaya başladığında,
dünyanın neden bu halde olduğunu anlayacaksın.
Heleonore'nin hayatıma girmesiyle Dreamer'ın sesi benden iyice uzaklaşmıştı. Jamil sabahları
kumlu bahçemizdeki ağaçlardan taze hurmalar topluyor, hazırladığı taze beyaz peynir ve
küçük siyah zeytinlerinin yanında, yoğun nane ve maydanoz aroması içeren tabule ile birlikte
her sabah kahvaltı sofrasında bize sunuyordu. Günlerimiz coşkulu geçiyordu ama açıkça
ifade edilemeyen hafif bir acıyla aslında mutsuz günlerdi. Bu duygu, okulu asma keyfinin,
Carmela'nın beslenme çantama koyduğu sandviçleri eve dönmeden önce mideme indirme
zorunluluğuyla gölgelenmesine benziyordu. Bana göre dünya, bizim birlikteliğimize bir
şekilde karşı çıkıyordu. Oysa gerçekte, yaralı bilincimde yasadışı durumumu dünyaya ilan
edişimi ve görünmez bir kuralı ihlal ederek karşı gelişimi bağışlayamayan bendim.
Dreamer beni bir kral olmaya hazırlarken ben yeniden sıradanlığı seçmiştim. Yalnızca onun
düşüncelerini, sözlerini unuttuğumda ve onları yaşamımdan uzaklaştırdığımda beni
bağımlılığın gettolarına, geçmişimin cehennemlerine geri götürecek bir kadınla
karşılaşabilirdim.
İlk aylarda Dreamer'ın öğretilerinin eksikliğini çok hissetmedim. Kendi inanç bütünlüğüm bu
boşluğu fazlasıyla doldurmuştu. Bununla birlikte, bir kehanet gibi çok yakında olacak bir
felaketin, batıl inanç gibi tuhaf bir önseziye benzeyen karanlık bir huzursuzluğun içimde
büyüdüğünü hissediyordum. Artık çok gerilerde bıraktığımı düşündüğüm, suçluluk duyguları
ile hayali olumsuzluk görüntülerinin yarattığı duygusal döküntüler yaşamımı yeniden ele
geçiriyordu.
Bencilliklerimiz dışında hiçbir şeyi umursamadan mutluluğumuzu kurabileceğimiz
düşüncesi, o akşam, ben ve Heleonore'un artık Kuveyt vatandaşı olamayacağımız bu İslami
göğün altındaki hilalin batışı gibi yok oldu. Sadece Dreamer'a göre değil, artık Kuveyt
yasalarına göre de yasadışı kişilerdik. Yaşamın her yönünde Kur'an'ı mutlak yasası olarak
benimseyen bu ülkede aldığımız riskler göz ardı edilemezdi. Burası, kamu yaşamında olduğu
kadar özel yaşamda da çok katı ahlak kuralları olan bir ülkeydi.
Bu ülkeyle, işimle ve Yusuf Behbehani'yle olan bağlarım günden güne zayıflarken, Alplerin
eteğinde, göllerle çevrili, Piemonte'deki ev ve İtalya'daki yaşam, sürekli ve karşı konulmaz
bir özlemle bizi geri çağırıyordu.
İçimizdeki çoşku Kuveyt'te sahip olduğumuz her şeyi siyaha boyamış, buna karşın, İtalya'da
bizi beklediğine inandığımız her şeyin(“her şeyi” olmalı) çekici kılmaya başlamıştı.
Heleonore, Chia'daki evde yaşamak fikriyle kendinden geçiyordu.
Birlikte evi nasıl daha kullanışlı bir hale getirebileceğimizi ve nasıl bir aile düzeni
kuracağımızı planlıyorduk. İtalya'ya dönünce her şeyin harika olacağını hayal ediyordum.
Çocuklar 'normale' döneceklerdi. İtalya'ya yaptığım son yolculuklarımdan birinde ceketimin
cebinde saklayıp getirdiğim dişi cocker Soshila bile o zaman gerçek bir köpek gibi
yaşayabilecekti.
12 Evlat Edinme
Kadınların eşit sayılmadığı Kuveyt'te Müslümanlar murdar hayvanlar saydıkları köpekleri de
kendilerinden uzak tutarlardı ve aslına bakarsanız burada köpek görmek neredeyse
imkansızdı.
Dişi cocker'ımız Soshila'nın, hizmetçilerden birine hafifçe dokunması,
hizmetçiyi hiç vakit kaybetmeden abdest almaya iterdi. Bu bile durumun ciddiyetini
anlamaya yetiyordu.
Küçük köpek yavrusunun burnunu ceketimin cebinden hafifçe dışarı uzatmasına izin
verdiğimde Giorgia'yla Luca'nın sevinçlerini görmenin keyfi her şeye değerdi. Bu olayda
Dreamer bana özellikle çok sert davrandı. Çocuklara, o kültürde nefret edilen bir hayvanı
hediye olarak verme kararımı bilinçsizce yapılmış ve içinde bir ben merkezcilik taşıyan bir
hareket olarak açıklamıştı.
Dreamer, "Aklı başında bir kişi, bulunduğu kültür ortamında, onu aralarına kabul eden
kişilerin gelenek, örf, âdet ya da dini inançlarına mutlak suretle saygı göstermelidir. Öz
anlayışı ve zekâsı seçimlerine rehberlik eder. Kendi ahlak ilkeleri, bulunduğu zamanın ve
coğrafyanın dışında, yasalara ve ahlak kurallarına uyması açısından çaba göstermesine
gerek kalmadan kişinin kendisini hep evinde hissetmesini sağlar," dedi.
Konuşmasının bu kısmını çok anlamamış olsam da dediklerini not defterime geçirmiştim.
" köpeği ülkeye sokmak, sendeki gizli bir kibrin ve var oluşu yükselten basamakları
O
düzenleyen diğer insanlardan seni ayıran bir bölünmenin göstergesidir. Bunu kendinde fark
ettiğin zaman, iyileşebilir olacaksın. Şimdilik, bunun ne demek olduğunu tam olarak
kavrayana kadar bir 'skandal yaratmaktan' uzak durmaya çalış."
Dürüst olmak gerekirse, o sırada bana çok da acımasız gelen bu dersin anlamını kavramam
için bir süre daha beklemem gerekecekti. Bir gün İncil'den rasgele açtığım bir sayfada,
İsa'nın, Sezar'dan topladığı haracı, bir 'skandal yaratmaktan kaçınmak' için Petras'a ödemesini
buyurduğunu okumuştum. Bunu ödeyebilmesi için gereken madeni parayı, yeni tuttuğu
balıklardan birinin ağzında bulacaktı. Varlığımın bir sayfasında zaten saklı duran bu
açıklamanın üzerini örten perde birdenbire kaldırılmışçasına aydınlığa kavuşmuştu.
Bu keşifle sadece küçük cocker yavrusunu ilgilendiren bölümü değil, aynı psikolojik düzene
bağlı olan uzak olaylar da netlik kazandı. Her şeyin merkezinde olmayı istemek ve 'skandal
yaratma' arzusu, kibir ve ben merkezcilik kadar açık seçik bir şekilde görünür oldu. Bunlar
birçok kişinin aşırı sporlara ve tehlikeli serüvenlere olan tutkularından tutun da, insaniyet
veya hayırseverlik gayretleri gibi gösterilen bir başka ırka ait ya da farklı ten rengindeki
çocukları evlat edinmelerine kadar, kişilerin en aykırı ve en akıl ermez davranışlarının
arkasındaki gizli dürtüleri ve tutumları derinlemesine açıklıyordu. Bazı insanların
okyanuslara bir kanoyla açılabilmesinin, katedraller yaptırmasının veya bir dini mezhep
kurmasının asıl nedeni de aynı kibir ve ben merkezcilikti. Bir 'skandal yaratmanın' tam aksi
kutbunun, uygunsuz dedikodular, düşmanlıklar ve yersiz antipatiler yaratmaktan sakınan,
sessiz kalmayı yeğleyen kişilerin gösterdikleri davranış olduğunu anladım. Bu sessizliğin
içindeki kişi, diğer binlercesinin parmaklarının ucuyla bile dokunmayacakları sorumlulukları,
gösterişten uzak bir tavırla gözlerini kırpmadan alacak kişilerdir.
Biri çocuk doktoru diğeri üniversitede öğretim görevlisi olan iki arkadaşımı anımsadım.
Hayırseverlik aşkıyla Ekvatorlu bir bebeği evlat edinmişlerdi. Amaçlarına ulaşabilmek için, o
ülkeye defalarca uzun yolculuklar yapmak zorunda kaldılar, birçok zorluğun üstesinden
geldiler ve aracılara ödemeler yaptılar. Ama sonunda kadın sağlığından olmuştu.
Bu anımı Dreamer'a anlattığımda, "Kendi ülkelerinden bir çocuk alsalardı, bu uğraşlarının
hiçbirine gerek kalmazdı. Ancak beyaz bir çocuk kimsenin dikkatini çekmeyecek ve herkes
çocuğun onların gerçek oğulları olduğuna inanacaktı. Bu, kimseye göstermeden oruç
tutmaya veya dua etmeye benzer. Aksine, kimsenin bir şeyi bilmesine asla gerek kalmadan
onu büyütebilirlerdi"dedi.
Oysa, farklı tende bir çocuk 'skandal yaratacaktı'. Çevrelerinde kutuplaşma, bölünme ve kin
duygularının oluşmasını sağlayacaktı. Onları, görünüşte dışta kalan, ama aslında içlerindeki,
bu çocuğu evlat edinerek acısının dinmesini bekledikleri, kendilerinden, bir şekilde
gizlemeye çalıştıkları veya bilincinde olmadıkları ırkçılık ve suçluluk duygularıyla,
bastırılmış şiddetlerinin hayaletleriyle kavga etmeye zorlayacaktı.
Dreamer'a, arkadaşım olan bu çiftle yıllar sonra tekrar karşılaştığımı, onları dünyaya fena
halde küsmüş ve aşırı derecede yaşlanmış olarak gördüğümü anlattım. Geri kafalı bir çevre
ve hoşgörüsüz insanlar yüzünden çocuklarının ve de kendilerinin, her gün ufak tefek de olsa
binlerce sıkıntıya ve kaba davranışa katlanmak zorunda kaldıklarını anlatmışlardı. Bu tepkiler
o kadar yaygındı ki, benzer sorunları olan ebeveynlerle birlikte, haklarını korumak ve bu
'sevgi işine' ilham veren ilkeleri onaylamak için bir dernek kurmuşlardı.
Sonunda bu çiftin bir süre sonra eskisinden daha kırgın ve mutsuz olarak ayrı yaşamaya ve
sonunda da boşanmaya karar verdiklerini söyledim.
"Arkadaşlarının evlat edinmesi, inanmak istedikleri gibi bir sevgi işi değil, ilişkilerindeki
boşluğu doldurmak için bir girişimdi. Hiçbir şey dışarıdan kaynaklanmaz. Hiçbir şey, bir
bebeği evlat edinmek bile onların içindeki ölümü, korkuyu, yalnızlığı ve acıyı yok edemez."
Dreamer'a, bu çiftin neden bunca saldırıya uğradığını, onların ve benzer durumlardaki diğer
çiftlerin davranışlarının neden bu kadar çok antipati ve dışlanma ile karşılık bulduğunu
sordum.
" ünyanın saldırıları bir kutsamadır. Onlar daima bizi iyileştirmek üzere gelirler. Dünya,
D
sende olmadığına inandığın bu eksikliği ve hastalığı duyurmak için dıştan müdahale etmek
zorunda kalır. "
Dreamer, kendilerine karşı biraz daha samimi olabilselerdi, aslında onların bebeği değil,
bebeğin onları ailesi olarak edindiğini anlayacaklarını ve gerçek insaniyetliği bebeğin
yaptığını açıkladı. O küçük yavru, onların huzursuzluklarıyla mücadele etmek, yalnızlıklarını
yok etmek, onların korkularını, suçluluk duygularını ve kısırlıklarının ezikliğini iyileştirmek
için gelmişti. Dreamer'e göre bu çiftler tüm bunların farkına varabilselerdi, o bebeği evlat
edinmelerine gerek kalmayacak, bunca çatışma ve hoşgörüsüzlüğü kendilerine
çekmeyeceklerdi.
Dreamer sözlerini, "Dünya bilir!"diyerek tamamladı.
Dreamer'ı dinleyince, bu çifti çok iyi tanıdığım için, onların 'farklı' bir bebeği evlat edinirken,
akıllarına hiçbir zaman getiremeyecekleri, kendilerine bile asla itiraf edemeyecekleri
motivasyonlarla yönlendirilmiş olduklarını şimdi daha iyi görebiliyordum. Gösterdikleri bu
olağanüstü davranış karşısında, diğer insanların gözlerindeki hayranlığı görmekten başka
onları daha fazla ne memnun edebilirdi ki?
Bunları yazarken, böylesine insani bir eylemin arkasına saklanan kendi yalanımızı, bencillik
ve kibrimizi keşfedebilmenin uzun sürecek bir kendini gözlemleme çalışmasını gerektirdiğini
biliyorum. Bu ifadenin ne denli ağır olduğunun farkındayım ve bunun tüm sorumluluğunu
üstleniyorum. İnsanlığın bir hücresi olarak kendimde, bizi çürüten ve ölüm kadar yaşam
korkusunun da pençesine düşüren olgunun, ilk bakışta ihmal edilebilir ve önemsiz görünen
cehaletimiz olduğunu keşfettim. Dünyanın ekranına yansıtılan ve tüm bu dehşet, zulüm ve
şiddet olarak ortaya çıkan şey, içimizde suç işleme eğilimi taşıdığımızın bilinçsizliği, Var
oluşumuzda görmezden geldiğimiz bu gölgedir.
Yaklaşan savaşın belirtileri giderek yoğunlaşınca, Kuveyt'ten ayrılmak için bahaneler
yaratmam gerekmedi ya da en azından biz öyle olduğuna inandık. Bir kez İtalya'ya dönmeye
karar verince, her gün bunu haklı çıkaracak yeni bir neden arıyor ve de buluyorduk. Uzun
süredir üzerinde düşünülen karar sanki birkaç saat içinde alınmıştı.
Şeyh Yusuf Behbehani ne şaşırdı ne de fazla memnuniyetsizlik gösterdi. Şirketteki aktif
varlıklarımı nakde çevirdim ve başyardımcımı yönetimin başına atadık. Dreamer'ın benim
için yarattığı bu pozisyona beklenmedik bir biçimde kendisinin atandığını duyan Roger'ın
memnuniyetle parıldayan gözlerinde, benim mahkûmiyet hükmümü okuyabiliyordum. Ne var
ki geri dönebilmek için artık çok geçti ve ben bu aydınlığın zayıf ışıltısını boğarak
söndürmeyi tercih etmiştim.
Heleonore da DBDO International'daki işinden istifa etti. Tüm aile, yanımıza dişi cocker
Soshila'yı da alarak Kuveyt şehrinden ayrıldık. Sanki bir basınç kabinine girer gibi, önce
Kıbrıs'ta kısa bir mola verdik, sonra birkaç günü Atina'da geçirdik ve nihayet İtalya'ya vardık.
Bölüm 7
İtalya’ya Dönüş
1 Anlaşmadaki Özel Madde
Bir karabasanla uyanmış, gözlerimi defalarca ovuşturmuştum fakat kâbus kaybolmamıştı.
İçinde uyandığım bu çıplak oda moloz yığınıyla doluydu. Tavandan sarkan bir ampulün
ışığında, duvarlarda çıplak taşlar ve hâlâ sıvalanmayı bekleyen tuğlalar görünüyordu.
Geçmek bilmeyen upuzun birkaç saniye boyunca, bu evin Samia'daki muhteşem villamızın
yerini aldığına inanamadım. Bakışlarım duvar diplerine takılı kaldı ve alçıyla tutturulmuş
plastik borulardan çıkan renkli kablo demetleri dikkatimi çekti. Heleonore yanımda
uyuyordu. Onun varlığı, karnıma saplanan bir sancıyla birlikte gördüğüm her şeyin gerçek
olduğuna inanmamı sağladı.
Bu Chia'daki düşlediğimiz evdi. Olayları geriye doğru gözden geçirdiğimde ve beni yeniden
geçmişin pençeleri arasına alan bu şeyin kökenine indiğimde, Dreamer'a itiraf edebilme
cesaretini bulduğum o güne dek yıllarca gizli tuttuğum ve kendimi bu nedenle affedemediğim
bir düşüncenin etrafında dolanıp duruyorum. Dreamer, Kuveyt'e gitmeden önce bana bir
tavsiyede bulunmuştu.
"Kendine temiz bir ara ver! Bütün bağları sonsuza kadar kes at! Eski dünyanın tek zerresini
bile yanında götürme."
O bunları söylerken, ben içimde ölümü hissediyordum. ACO Corporation'dan ayrılacağım
sırada son noktayı koyan belgeyi hazırlarken, bir talepte bulunmuş ve gizli tuttuğum bu
maddeyi kabul etmelerini sağlamıştım. Bu özel anlaşma maddesi gereğince, eğer iki yıl
içinde şirkete dönmeye karar verirsem, eski işime yeniden dönebilecektim. Beni yeniden
geçmişe götürecek kapıları açık bırakarak, bana bu tuzağı özenle kuran, istem dışı iradeyi ve
bu anlaşma metnini yazdırarak kurnazca korunma arzusu üstüne çok kafa yormuştum.
İskitli kabile reisleri, Avrupa ve Asya steplerinin o gizemli yerlileri, buzda uyuyan o ateşli
insanlar, güneye doğru bir göçe koyulmaları mı yoksa batıyı fethetmek için bir savaş
başlatmaları mı gerektiğine dair ateş etrafında uzun süre düşüncelere dalarlarmış. Günlerce,
hatta aylarca sürebilen bu sürecin sonunda, bir kez karar aldıklarında bir daha asla bundan
geri dönmezlermiş. Ailelerini ve sahip oldukları şeyleri at arabalarına yükler yüklemez,
arkalarında bıraktıkları köprüleri, evleri, ekinleri ve yanlarında götüremedikleri her şeyi
yakarlarmış.
Oysa benim yeniye doğru yola çıkarken takındığım tavır bundan ne kadar farklı olmuştu!
Bunu itiraf ettiğimde Dreamer'ın yorumu, "Seni korku yönlendiriyor," oldu. "Sen hayatı,
kalabalıklara uyarak, yıllarca bağımlı kalarak harcadın. Eşsizliğine ve 'düşüne', saygı
gösterme cesaretini bulamadın."
Sözlerine devam ederek, "Odysseus, verdiği sözden dönmemek, 'düşünü’ unutmamak için
kendisini gemisinin ana direğine bağlatır. Direğe bağlandığı halatlar aslında onu verdiği
söze, düşüne ve kendi ilkelerine bağlar. Bu bir 'Okul bünyesindeki kişinin', bütün
kahramanlar gibi kendini bilen kusursuz bir kişinin davranış biçimidir!" dedi. Yumuşak bir
sesle; "İtaat etmekten korkma. Okul'un ilkeleriyle aynı saflara geç, " dedi. "Okula itaat
etmek, bağımlı olmak demek değildir, kendi içindeki en saf, en gerçek olanı izlemektir. Bir
gün daha yüce bir dürüstlük ve samimiyet düzeyine yaklaştığında, aslında arada hiçbir
ayrılık olmadığının farkına varacaksın. Açıkça dışında olduğunu sandığın Okul, içindeki
Okulla bütünleşecektir. Bunun adı iradedir."
ACO'daki iş ve Chia'daki ev, yakmaya cesaret edemediğim köprülerden ve hala ezgilerinin
çağrısından kurtulamadığım sirenlerden sadece ikisiydi. Onların çağrısı benim için kesinlikle
öldürücü olacaktı. Benim dünyamla Dreamer'ınki arasındaki mesafe, aşılması olanaksız bir
hale gelene dek açıldı.
2 Buruk bir uyanış
Buraya geldiğimizden beri evin yaban otları bürümüş bahçesi ve dış duvarlarından birinde
kurulan geometrik bakımdan çarpık duran iskelenin görüntüsü bizim için keyifsiz bir uyanış
olmuştu. Ayrılmamızın üzerinden henüz birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen, büyük bir
kuruluşun ve uluslararası bir takımın başı olarak Kuveyt'te geçirdiğim dönem bana şimdi çok
uzak geliyordu.
Heleonore bile, büyük bir güvenle peşinden gittiği adamı tanımakta zorlanıyordu. Dreamer
bana başarıya ve zenginliğe giden yolu göstermişti. Bedenimle ruhumu iyileştirmiş ve
bendeki ümitsiz dünya anlayışını altüst etmişti. O'nunla özgürlüğü tatmıştım. Bu, ıstıraptan,
şüpheden ve korkudan kurtulmaktı. O'nun yanında, yaşamımı bütünüyle değiştirebilecek,
önüne geçilmez yazgımı paramparça edecek bir enerjiye kavuşmuştum. Bense O'na borcumu,
bana emanet ettiği herşeyi terk ederek ödemiştim. Heleonore ile olan ilişkimi O'ndan
gizlemiştim. Sözleri, çok uzaklardan hâlâ yankılanıyor olsa da, beni O'na bağlayan altından
ip artık kopmuş gibi görünüyordu.
Görüşle gerçeklik bir ve özdeştir.
Ancak şimdi Heleonore'un bende gerçekten neyi sevmiş olduğunu anlıyordum. O, Dreamer'ın
felsefesini, O'nun kuvvetini, Rostand'ın zavallı Cyrano karakterine benzer şekilde hala bir
papağan gibi tekrarladığım ve sanki benimmiş gibi sarf ettiğim o sözleri seviyordu. Kendimi
beğenmişliğim ve minnettarsızlığım yüzünden önce O'ndan uzak düşmüştüm ve şimdi de
büyük bir güvenle ardımdan gelen bu kadını kaybetmek üzereydim. Düşe verdiğim sözü
unutunca, yaşamım da yamalı yüzünü gösterir olmuştu.
Var oluşuma aralar koyarak kendimi yavaşlatmıştım. Geçmişimin tüm hayaletleri beni
Dreamer'la karşılaşmadan önce, New York'taki hayatımın ilk yıllarındaki koşullarına geri
götürmek üzere toplanmışlardı. Fiziksel olarak da, bir zamanlar olduğum adamın
özelliklerine ve davranışlarına tekrar bürünmüştüm. Çöken psikolojimin etkileri kendini
bedenim ve yüzüm üstünde de göstermeye başlamıştı. Dreamer'ın yarattığı kararlı, zarif,
yanında çalışanların sevdiği ve kendine güvenen şirket patronu, dinamik adam görüntüsü ne
yazık ki her geçen gün biraz daha kendi gölgesine dönüşmekteydi. Evin içinde oradan oraya
endişeyle dolanıyordum. Zamanımın çoğunu ev için hesaplar yaparak, işçilerle şöminenin ya
da yer karolarının nasıl yerleştirilmesi gerektiğini tartışarak, bir sınır ihtilafı nedeniyle
komşumla dalaşarak veya bir yağmur borusu giderinin bağlantısıyla uğraşarak geçiriyordum.
Komşularımla iyi ilişkiler kurmaya çalışmıştım, hatta bu amaçla onlara Kuveyt'ten getirdiğim
bazı elektrikli ev aletleri hediye etmiş ve onları evime davet etmiştim. Fakat tüm bu
gayretlerim onların düşmanlıklarını yatıştırmaya yetmemişti. Heleonore ve ben bu küçük ve
eski kasabada bile birer suçluyduk. Daha buraya varır varmaz, sanki buradakiler de
suçumuzu duymuştu ve kimsenin bizi hoş karşılamaması için genel bir emir çıkarılmış gibi
tüm dünyadan dışlanmıştık. Tüm ülke, hipnotik bir itaatin şaşmazlığı ve çabukluğuyla
yaşamımızı zorlaştırmak üzere bu emre uymuştu. Giorgia'yla Luca'nın okula kabul
edilmelerinden, evdeki onarımları yapabilmek için alınması gereken belediye izinlerine kadar
her şey inanılmaz engellerle karşılaşıyordu.
Bü̈rokrasiyi, olayları, kişileri, koşulları suçluyor, sürekli şikayet ediyordum fakat değişimin
sadece görünüşte olduğunu anlayamıyordum. O kapıyı ardımda açık bırakarak,
başarısızlığıma karar vermiş ve yenilgimi çoktan planlamıştım.
İ"nsanın en büyük düşmanı yine kendisidir! Bir insanın sıradanlık hapishanesini terk
etmesinin, kendi sınırlarına karşı ayaklanarak saldırmasının, dünya tarifini altüst etmesinin
ne denli zor olduğunun en belirgin örneği sensin. Hissettiğin şu acı, ıstırap çekmek için
duyduğun o sarsılmaz bağlılık da bunun en açık kanıtıdır. Yaşamın, sanki köklerinden
çürümüşçesine solmuş ve hissizleşmiş görünüyor, ama gerçek şu ki, sen zaten asla bu
yoksulluktan, bu acıdan ve bu hapis hayatından başka hiçbir şeyi düşlemedin."
Giuseppona, kendisiyle özdeşleşen ve dünyanın neresine gidersek gidelim, yaşadığımız her
evi bir ezgi gibi dolduran neşesini ve konuşkanlığını da burada yitirmişti. Artık onun komik
fıkralarından, doğaçlama oynadığı danslı gösterilerine kadar uzanan ve sonunda bir destan
havasına bürünen teatral piyeslerini ve ailenin yaşadığı güncel veya geçmiş tüm olaylara
verdiği şiirsel görüşlerini işitmez olmuştum. Dünyaya geldiğim andan beri benim için bir
enerjinin ve bir savaşçı cesaretinin sembolü olan bu kadın, beni ve çocuklarımı bağrına basıp
bakmıştı ama bu cesur Kızılderili kabile reisi artık yaşlanmış ve beli bükülmeye başlamıştı.
Ona en tuhaf, en aykırı giysilerini seçmekte yardımcı olan, sergilediği komik koketlik hali ve
dramatik kibri sönüp gitmişti. Geceleri küçük odasından gelen ıstırap dolu öksürüklerini
duyabiliyordum. Onun her öksürüğü yüreğimi parçalıyor ve bir felaketin önsezisi kanımı
donduruyordu. Sonunda asla olmaz dediğim olmuştu ve Giuseppona hasta yatağında yatıyor
ve başında da bir doktor bekliyordu. Buna asla inanamazdım. O, kendi mottosu 'Doktorlardan
uzak dur', ile, hayatta çiğnenmesi imkansız olan sert bir kural koymuştu. O aylarda, geceleri
ışıkların sönmesiyle birlikte Luisella'nın hastalık döneminin anıları canlanarak ruhumu
karartıyordu. Giorgia ve Luca bile canlılıklarını yitirmişlerdi. Bu ümitsiz atmosferden
olabildiğince uzak kalabilmeleri için ders saatleri sonrasında onları etüt derslerine
yazdırmıştım.
3 Cehalet Daima Elini Tutacak Kadar Yakındır
Bu olaydan bir süre önce Dreamer beni şu sözlerle uyarmıştı, "Sen gömülmüş iradeni yeniden
keşfedip tam olan bir özgürlüğe ve kendi bütünlüğüne kavuşana kadar, geçmişin seni eski
şeylere geri götürmek için daima pusuda bekleyecektir. Cehalet her zaman elini tutacak
kadar sana yakındır. Tetikte durmayı keser ve 'düş 'ü unutursan, seni bir anda eline
geçirecektir. O zaman, usanmaksızın ardından ne kadar koşmuş olursan ol, elde ettiğin her
başarı ve anlayış da seninle birlikte çürüyecektir. Ne kadar iş yaptığının önemi yoktur. Kendi
Var oluş bütünlüğüne erişmediğin sürece, sen kendi cehaletinin dipsiz karanlığı üzerinde hep
asılı kalacaksın. Var oluş bütünlüğü, kişinin kendi efendisi olması demektir ve bu, kişinin
hiçlikle sonsuzluk arasında gerili ipte yürüyen bir cambaz haline geleceği ana dek sürecek
bir 'Okul Çalışmasının' sonucunda oluşur. "
Onun bu iddialarına abartılı bir tepki göstermiştim. Bu meseleye dair düşüncelerimi,
'acımasız adaletsizliği' açısından dile getirdiğimi ve hatta evrensel eşitlik ilkelerine bile
değindiğimi hatırlıyorum.
Aslında sadece yıllar öncesinden kendimi savunuyor, itaatsizliğimi daha ortaya çıkmadan
haklı çıkarmaya çalışıyordum. İçimi kaplayan tedirginlik hissi, seçtiği sözcüklerin bende
yarattığı huzursuzluk ve onları daha da etkili kılan tonlaması ve vurgusu, aslında başıma
gelecek felaketin habercileriydi. Benim düşüşüm zaten gözümün önünde, kaydedilmiş ve her
detayı hazır bir şekilde, tıpkı tohumunda gizli duran bir bitki gibi, görünmeyenin karnında
duruyordu.
Dreamer hiçbir kanıta gerek duymadan tartışmayı kesti, "Adaletsizlik diye bir şey yoktur!"
dedi. Bu konuda yapılacak herhangi bir açıklamanın yararsız olduğunu biliyordu çünkü ben
henüz hazır değildim. Bir insanın yaşantısında adaletsiz saydığı şeyden daha adil ve yararlı
bir şey olamayacağı fikrini benimsemek benim için henüz çok erkendi. Çok yakında
adaletsizlik konusunda çetin bir sınavdan geçecektim, ve ancak o zorlu, dramatik koşullar
altında bunun ne demek olduğunu anlar hale gelecektim.
Kendimce 'abartılı bir eğitim' saydığım bu uyarılardan çok uzun yıllar sonra, ne yazık ki
sadece unutmak yüzünden pek çok ve de gereksiz acıyı yaşamak zorunda kaldığımı şimdi bir
ürperti gibi tenimde hissediyordum. İtalya'ya zamansız dönüşüm, uzaklaştığımı sandığım
hayatın karanlığına beni gerisin geri fırlatmıştı. İradenin olmadığı yerde şüphe, korku, sınırlar
ve dünyanın bize dayattığı betimleme her zaman üstün gelecektir. Şu anda uğursuz bir paralel
yaşam gibi yanımda akmayı sürdüren geçmişin bulanık sularında debeleniyordum.
Kuveyt'ten, Dreamer'ın onayını almadan ayrıldığım için, beni 'düş'e bağlayan ışıltılı halatlar
son derece incelmiş ve içinden çıktığım hayatın cehennem döngülerine tekrar düşmeye
başlamıştım.
4 Geçmişe Dönüş
Varlığım su alıyordu ve batmak üzereydim.
Kuveyt'teki şirkette sahibi olduğum hisselerden kazandığım para hızla tükenmişti ve kısa bir
süre sonra kendime yeni bir iş aramam gerekmişti.
Ortadoğu ezgilerini andıran peri masalının sihri kaybolunca, Dreamer'ın tanımamı sağladığı
dünya da parmaklarımın arasından kayan kum tanecikleri gibi yok olup gitmekteydi.
Gümüşlerle döşenmiş ışıltılı masalar eşliğinde verilen davetler, Water Towers'ın göz alıcı
silueti, koyu mavi denizin koynuna dolan çöl manzarası, Samia'daki ev, dünyanın dört bir
yanına yapılan seyahatler, yatırımcı girişimler, pek çok adayın içinden şirket için seçtiğim
kişiler, hepsi ama hepsi kozmik bir rüzgar tarafından silinip süprülmüştü. Onları bir daha hiç
görmedim. Sanki başka bir paralel dünyaya aitlermiş gibi benim dünyamdan onlara uzanan
ne bir geçit ne de bağlantı olanağı vardı. Dreamer'la birlikte mucizevi bir biçimde içinden
geçtiğim, bir iğne deliğinden büyük olmayan o açıklık artık ebediyen kapanmıştı. Proje beni
terk etmişti. Esav gibi ben de krallığın ilk oğul olma hakkını bir tabak dolusu sefil
mercimekle takas etmiştim.
Eski işime geri dönebilmemi garanti eden anlaşmadaki özel maddeye dayanarak, iki senelik
süre dolmadan, ACO Corporation'la tekrar orada çalışmak üzere bağlantıya geçtim. İkili
görüşmelerimin peşi sıra ofisleri gezip, tanıdıklarımı ve eski iş arkadaşlarımı ziyaret ettim.
Aynı cehennemin girdabında yeniden yok olmaya gidiyordum.
ACO Corporation'da her şey Kuveyt'e gidişimden önce olduğu şekliyle duruyordu. Şirket
hayaletleri, benim bıraktığım aynı yerde, yine aynı konuşmaları, düşünceleri ve tavırları
sürdürerek mikroskobik çalışma masalarının arkasında, koridorlarda veya otomatik kahve
makinesinin başında takılıyorlardı. Beni yanlarından geçerken gördüklerinde, ya
görmezlikten geliyorlardı ya da bir işbirlikçi bir bakışla selamlıyorlardı. Karşı karşıya
geldiğimizde ise yüzlerine hüzünlü bir gülümsemeden başka bir şey yansımıyordu. Gözlerini
doğrudan doğruya üzerime dikmek yerine, yeniden içeri düşecek olmamdan dolayı
gizleyemedikleri memnuniyet dolu bakışlarıyla, geçilmez çitlerin, görünmez demir kafeslerin
arkasından beni gözetliyorlardı. Bir astım hastasına bir parça oksijen vermek gibi ben de eski
işime dönmekle onlara suni bir yaşamın soluğunu getiriyordum. Onlara kendilerini bundan
başka ne daha iyi hissettirebilirdi ki? Onların en köklü inançlarının bir sağlamasıydım. Onlar
için hayatın kendilerine ait olan halkalarından kurtulmanın imkânsız ve de çok tehlikeli
olduğunun en canlı ve son kanıtı gibiydim. Kötülük, alaycılık, başarısızlıkla sonuçlanan
kaçışım bir sevinçle karşılanmıştı. Firar ederken enselenen mahkûm halim, olabilecek en
ufak bir kaçma isteğini onlardan alıp götürüyordu. Çaresiz kaldığımız ve önleyemeyeceğimiz
bir şeyle karşılaştığımızda teslimiyetin insana sevimli gelmesi gibi, benim dönüşüm de onlara
bir ferahlama getirmiş, bunun yanında baş edemeyecekleri bu durumu kabullenmelerini
sağlamıştı. Kaçışımdan beri, bir eğenin demir parmaklıklarda çıkardığı törpüleme sesi
kesilince, 'hapishane' düzeni ve onun huzurlu sessizliği geri dönmüş oldu.
Bir çalışan olarak işe geri dönmüş olmak bende bir tür ilgisizlik duygusu yaratmıştı ve benim
için katlanılmaz olan acı da bu şekilde biraz hafiflemişti. Bu dünyaya yeniden ayak basmam,
birkaç günlük resmi işlemlerden sonra tamamlanacaktı ve artık geri dönmem söz konusu bile
olmayacaktı.
Henüz bu süreç tamamlanmamışken, O'nun ışığından artakalan son parıltılarla Dreamer'ı
bulabilmek için her yolu denedim. Londra'ya giderek O'nu St. James'te ve Savoy'da aradım.
Roosevelt adasındaki parka ve Marakeş'teki Cafe de la France'a gittim. O'nunla birlikte
olduğum her yeri didik didik aradım, onunla birlikte geçtiğim tüm sokakları yürüdüm fakat
hepsi boşunaydı.
Dreamer beni terk etmişti.
Nefesim kesilmişti ve bir yandan da bu kaybın acısıyla, Dreamer'ın hiç var olmadığını ya da
sadece benim bir hayal ürünüm olduğunu düşünüyordum.
5 Psikolojik Kirlenme
İşe geri dönme talebim ACO Corporation yönetiminde şaşkınlıkla karşılandı ve ihtiyaçları
olmamasına rağmen anlaşmadaki hükme uymak zorunda oldukları için beni işe aldılar. Üst
düzeydeki yöneticiler beni nereye koyacaklarını bilemiyorlar ve hatta bana verebilecekleri
görev konusunda da karar veremiyorlardı. Ben idari bir görev istiyordum, ama onlar ancak
Uluslararası Pazarlama Bölümünde bir yer ayarlayabildiler. Bana ne bir makam verilmiş, ne
de sorumluluklarım bildirilmişti. Altında elemanı, üstünde amiri olmayan bir pozisyonun
boşluğunda asılı kalmıştım. Sekreter bile yoktu.
Bana verilen tek ofis mobilyası, bir çalışma masası ve hiç çalmayan bir telefondu. İlk aylar
boyunca farkındalık durumunu koruyarak, en küçük bir şikâyette ve bir suçlamada
bulunmamak için elimden gelen her çabayı gösterdim ama yine de, haset, kıskançlık, öfke
veya hüsran gibi gizlenmiş olan zehirli duygular içimde her geçen gün daha da artıyordu.
ACO olumsuz düşünceler ve duygular fabrikasıydı. Bir aksilik veya bir personel hatası, tüm
eski atıkların pisliğini yüzeye çıkarmaya yetiyordu.
Her şeye rağmen, Dreamer'ın öğrettiklerinin bir faydası olmuştu. Verdiğim dikkat sayesinde,
var oluşun durumlarını gözlemleyebiliyor, etraflarını sarıp onları denetleyebiliyordum.
Not defterimden okuduğum Dreamer'ın sözleri bana hayat veren tek şeydi. Kendimi
herkesten izole etmem, O'nun izlerini yeniden bulmama ve öğretilerinin canlılığını
yaşatmama yardımcı oldu.
Düşün ilkelerine itaatsizlik etmek, kendini baltalamak ve kendini içinde öldürmek demektir.
Dışımızdaki yaşam, bize içimizdeki intiharı yansıtmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
ACO'daki bu atmosferi hücrelerime taşımamak için, nefesimi tutarak yaşıyor ve kendimi belli
bir mesafede tutmaya özen gösteriyordum. Bu, su dünyasında solungaçlarım olmadan
yaşamak gibi, pek de umut verici bir durum değildi. Yanımda Dreamer olmadan bu duruma
daha fazla dayanamayacağımı biliyordum.
Bu aylar boyunca, beni dört yandan kuşatan bu olumsuzluk ırmağında boğulmamak için,
sürdürdüğüm yorucu kendini gözlemleme ve farkındalık çabalarımı hatırlıyorum. Her gün,
ruhsal atıkların ve diğer zehirli maddelerin bir araya toplandığı bu çamurlu suyun nasıl
yükseldiğini gözlüyordum. Bina katlarından ve koridorlarından taşıp dışarı fışkırıyor, dışarıya
sızmadan önce fabrikalarla ofis binalarının kıyı kenarlarında toplanıyor, kırlara doğru
ilerlerken kasabaya kadar yol üzerindeki parklarla, bahçelere dağılarak yayılıyor, derken
sokaklarda sel olup akıyor ve nihayet evlere ve insanların yaşamlarına sızıyordu.
Kendimi izole ettiğim dönem boyunca, Dreamer'ın kuruluşlarda, 'psikolojik kirlenme' olarak
tanımladığı bu sorunu kendime minimum düzeyde bulaştırmış ve yakından irdeleme imkanı
bulmuştum. ACO'ya geri dönüşüm, böyle bir gözlemin yapılabileceği en uygun ve tam
donanımlı laboratuvarlarından birinin içinde aylarca bulunmak demekti.
Endişelerin, düşüncelerin, şüphe ve korkuların ifadesi, genel olarak her çeşit duygusal
kargaşanın oluşturulup dışavurumu ile ilgili olaylar üzerine yaptığım çalışma ve ilk
analizlerim o zamanlara dayanır. Hem bilim adamı hem de denek konumundayken keşfettim
ki, yıkıcı düşünceler ve olumsuz duygular sadece beni kirletmekle kalmıyor, ortaya çıktıkları
andan itibaren görünmeyen ve çevreyi, insanları ve ilişki içinde bulunduğu her şeyi
kirletebilen bir maddeyi de etrafa yayıyorlardı. Bu bulaşıcı nitelikleri, insandan insana çok
hızlı bir şekilde yayılmaları ve zaman zaman bir salgının karakteristik özelliklerini gösteriyor
olmaları merakımı arttırmıştı. Bu, yüzlerce ve binlerce insanın nasıl aynı düşünce ve
hayallerle, aynı olumsuz duygularla kirlendiğini, şartlanmış psikolojik refleksler gibi, nasıl
mekanik, toplu ve çoğunlukla şiddetli tepkilere sürüklendiğini açıklıyordu.
Dreamer'a göre mutluluk, sevgi, neşe, şükran, esenlik ve genel olarak Var oluş'un daha üstün
durumları, şimdiki haliyle insanlığın hissedemeyeceği duygulardı.
Olumlu duyguları üretebilmek için uzun bir hazırlık evresi ve kendi üstümüzde dikkatli bir
çalışma gerekmektedir. Var oluşun bu üstün durumlarını engelleyen bilgisizliği, bayağılığı ve
olumsuzluğu yansıtan her şeyi ortadan kaldırmak için ‘kendini gözlemlemeyle' geçecek uzun
yıllar gerekir.
Büyük bir ihtimalle bunu zaten hep biliyordum ve şimdi, ne olursa olsun bu kadar önemli bir
keşfi gözardı edemezdim. İnsanların oluşturduğu tüm kurum ve kuruluşlar son derece
acınacak haldeydi ve tam bir keder sanayisiydi. Fabrikalar ve işyerleri, ondan da önce,
okullar ve üniversiteler, boşu boşuna çekilecek olan acıyı üretip, beslemek üzere tasarlanmış
ve düzenlenmiştir. Gruplar ve kişiler arasındaki bölünmelerle, yararsızlık ve hoşnutsuzluk
içeren duygularla, büyük acılar ve yoğun arzular hissedilen durumlar, endişe, belirsizlik ve
öfke yaratan tüm bu koşullar için yüksek miktarda enerji, boşa harcanmaktadır. Sonuçta,
fabrikalarda bir yandan ham maddeler bir takım işlemlerden geçirilerek daha değerli ve daha
zenginleştirilmiş hale getirilirken, diğer yandan ortaya ümitleri kırılan ve daha da fakirleşen
insanların çıktığı çelişkili gerçeği doğrulayabilirdim.
İçeriden bu gözlemi yapınca, kendi kendime, organizasyonlarda neden her bilimsel ve
girişimsel çabanın ötesinde, orada çalışan herkes için sürekli bir anlaşmazlık koşulu,
zahmetli, gerilim dolu bir çatışma ortamı yaratan ve onu besleyen, adeta inatla varlığını
koruyan ters bir mekanizmanın var olduğunu sorgulamaya başladım. Garip olan, aslında bu
ters mekanizma onların gerçek var olma sebebiydi. Onların esrarengiz hedefleri ve gerçek
üretimleriydi.
6 Balinanın Karnında
Yerimde oturmuş, çalışma masamın üstüne özellikle karmakarışık bıraktığım dokümanların
içine gömülüp çalışırmış gibi yaparak bütün bunları düşündüğüm sırada, bünyesine beni
kabul eden ACO'da, 'görmek' için yararlandığım son yaşam pırıltısını benden söküp almaya
uğraşan ve sürekli beni kendilerine benzetmeye ve onlara ait olmaya zorlayan bir asimilasyon
çabası hissediyordum. Bu durum bir tür yerçekimi kuvvetine veya ruhsal bir yalıtıma
benzeyen, gücü ve kaçınılmazlığı dışında pek de bilinmeyen sağlam bir yasanın öngördüğü
gibi tanık veya gözlemci olmanın pek de önem taşımadığı, anormalliğe uzun süre göz
yumulamayacağının göstergesiydi. Kendimi korumak için zorladığım dikkat ve her an tetikte
olma durumu beni bir yabancıya, bambaşka yasaların hüküm sürdüğü bir evrenden gelmiş
birine dönüştürüyordu. Çok yakında antikorlar bana karşı harekete geçeceklerdi. Beni
bulacaklar ve tıpkı vücudun yabancı bir maddeye gösterdiği tepki gibi ya içlerine kabul
edecekler ya da dışarı atacaklardı. Beni izleyici olarak konumlandıran bu üzüntü dolu
dünyaya benim de dâhil olmamı sağlamak için küçük bir dikkatsizlik, bir surat asma veya
alçak sesle bir yakınma, en ufak bir çekememezlik, bir kıskançlık veya bir düşmanlık
göstermem yeterdi.
Elbette ki tüm bunları içgüdüsel bir zeka denetlemekteydi. Çok büyük ve canlı bir
organizmanın içinde olduğumu hissediyordum. Tıpkı balinanın karnındaki Yunus gibi ya da
mahkûmların beyinlerini okuyup, kaçma planı yapan birini önceden bilecek kadar gelişmiş,
büyük bir hapishane gibiydi.
Bir gün, yemek saatinde ağızlarından salyaları akan aç kurtlar gibi kantin binasına doğru
giden insan kalabalığını gözlemledim. Tıpkı biz insanlara çok benzeyen kadim ve kör
böcekler gibi acımasızca meşgul insan-termitlerinin doldurduğu yuvaları andıran hipnoz
etkisindeki bir kuruluşun tehdit eden hayali gibiydi. İşte o anda heyecanla, ACO'nun bizi
içinde kontrol altında tutan, ciddi şekilde örgütlenmiş, yaşayan dişil bir organizma olduğunu
keşfettim. Bizler, yani yöneticiler, memurlar ve işçiler, hepimiz ne kendi iradeleri, ne de
kişisel kaderleri olan, yalnızca çeşitli organlar, salgı bezleri veya onun damarlarında akan
organik alyuvarlardan ibarettik. Olumsuz duyguların esrarengiz etkisi tarafından yönetilen o
dünyaya saplanmış insanları görmek beni dehşete düşürmüştü ve böylece çabalarımı daha da
arttırdım.
O organizmanın beni bulup yutmaması için olası her türlü hileye sığındım. Dreamer'ın
cümleleriyle sayfaları doldurdum ve sonra ara vermeden, hepsini bir solukta tekrar tekrar
okuyarak, onlarla arama psikolojik bariyerler kurdum. Tüm gücümü tüketme noktasına
geldiğimde, kendimi çocukluğumda öğrendiğim duaları okurken buldum. Onları, defalarca
mırıldandım. Bu yaptığımın kapıları kapalı tuttuğunu hissettim. En azından geçici bir süre de
olsa, o zehirli düşüncelerin içimden akışını önledi. Savunmalarımın devrilişini hissettiğim en
zor anlarda, Dreamer'ın öğretisine sıkı sıkı tutunuyordum. Varlığımın kırık dökük parçalarını
tekrar bir araya getirmek için bana seneler önce öğretmiş olduğu odaklanma tekniğini
hatırlayıp, bir süre gözümü bir noktaya dikerek duruyordum.
Göründüğü kadarıyla ACO'da hiç kimse henüz benim kaçma girişimlerimi ya da
konsantrasyon durumumu ve tarafsız halimi korumaya çalışmak için mantık dışı da olsa
sürekli icat ettiğim taktikleri fark etmemişti. O an'a dek, direnmeyi becermiş ve bana düşen
görevi umduğumdan daha iyi oynamıştım ama hayallerim yoktu. Diğer tüm bağımlıların
dışında kalma girişimimde alarm çalmadan önce çok az zamanım kaldığını biliyordum. Belki
de sadece birkaç günüm vardı. Benim 'yasadışı' durumum ortaya çıkacak ve ben de,
kraliçenin etkisinden uzakta, çok fazla zaman geçiren o termitin kaderine mahkûm olacaktım.
Dreamer'ın yardımı olmadan bu işin üstesinden gelme şansım yoktu.
7 Kaza
O sabah yoldan gelen acı fren sesini işittiğimde, Chia'daki evin onarımını denetlemekle
meşguldüm. Kapımda bekleyen kapkara bir felaketin önsezisi, pıhtılaşan bir olay gibi havayı
dondurdu. Sesin geldiği yöne doğru bahçeyi boydan boya koştum, kapıdan çıkarak yola
fırladım. Bu kısacık zaman diliminde bile endişem inanılmaz derecede büyüdü, önce
korkuya, ardından sınırsız bir dehşete dönüştü.
Luca, Kuveyt'teyken bisiklete binmeyi çok özlemişti. İtalya'ya döner dönmez hediye olarak
benden bir bisiklet istemişti ve alındığı andan itibaren ondan hiç ayrılmamış, köyün daracık
sokaklarını küçük bir roket gibi aşındırmıştı. Şimdi onun, yolun öte yanına atılmış bir beden
olduğunu görüyordum. Geceyi bir hastane odasında, oğlumun başında geçirdim. Endişe,
korku, acı, fiziksel olarak dayanılmaz bir hal aldı, ta ki her şey önce son noktasına çıkıp,
sonra yok olana dek. Dreamer'ı düşündüm ve içimde bir şeyler çözüldü.
'O'nunla aylardır karşılaşmadığım gibi, O'na tekrar nasıl ulaşacağımı da bilemiyordum. Yine
de son bir girişimde daha bulunmaya karar verdim. Yıllar önce yaptığım gibi, O'na
kendimdeki yanlışları anlatan bir mektup yazdım. Yaşamını o ana dek yönetmiş
ikiyüzlülükten, suçluluktan ve her şeyden ebediyen vazgeçen bir adamın son hamlesi
olacağını düşündüğüm bir mektup yazdım. Suçlanacak başka kimse yoktu. Başıma gelen tüm
felaketlerin tek sebebinin yalnızca ben olduğumu nihayet anladım.
Dünya, bizim onayımız olmadan saçın bir telini bile oynatamaz.
Dünya, senin onu düşlediğin gibidir.
O akşam, Heleonore hastanede benim yerime kalmaya geldiğinde, ben düşüncelerimle bu
dakikalardaki duygularımı bir düzene koymaya başlamış, onları Dreamer'a ithaf edilmiş bir
mektup haline getirmiştim. Nasıl sonuçlanacağı hakkında herhangi bir öngörüde
bulunamadığım bu çabam, günler boyunca beni meşgul etti. Bitirmek üzere olduğumu
düşündüğüm her seferinde, mektubu baştan sona tekrar okuduğumda, ne kadar yetersiz
olduğunu ve istediğim sonuca henüz yaklaşamadığını görüyordum.
Dışarıdan bakınca mektubu ben yazıyormuşum gibi görünse de, aslında mektup bana ilham
veriyordu. İçinde, suretimin yansımasını ve samimiyetle baktığımda ise, oraya buraya
dağılmış bir cümleden açığa çıkan sahte egonun utanç verici ifadeleri olan kibir, yalan ve
minnet duymazlığı görüyordum. Yazdıklarımdan vazgeçtim ve en baştan tekrar yazmaya
koyuldum. Az önce doğru gelen cümleler, mektubu okumaya başlayınca, bu kez yetersiz,
küstah ya da anlamsız ifadelere dönüşüyordu. Hatta yazdıklarımı birkaç dakika sonra yeniden
şöyle bir gözden geçirdiğimde bile sık sık bir başkasının, bir yabancının sözlerini okuduğum
izlenimine kapılıyordum. Ü̈stesinden bir türlü gelemediğim anlayış eksikliğimle ya bazı
sözcükleri değiştiriyor, ya da bazı cümlelerle kavramları tümüyle çıkarıyordum ama her
seferinde direncime meydan okuyarak baştan yazıyordum.
İçimde hiç susmayan bir ses, bana sürekli olarak bu çabayı durdurmamı söylüyor, beni
eleştiriyor ve hatta benimle eğleniyordu. En sonunda da bana, 'Bu mektubu nereye
göndereceğini bile bilmiyorsun!' dedi. Bu baltalamaları iyi ve yararlı bir şey yaptığımı
gösteren bir sinyal olarak saydım.
Kendime, yani o an'a dek ben olduğuma inandığım şeye güvenmemeyi öğrenmiştim. İşte o
zaman, Varlığımın karanlık ve tembel bir kısmının tüm yaşamımı yönlendirdiğini anlamaya
başladım. Sonunda gerçek su üstüne çıkıyordu.
Gece gündüz sarf ettiğim hüsran dolu çabalardan sonra yazdığım, belki bininci versiyonunu
okuduğum ve ne taraftan bakarsam bakıyım mektubun beni olduğumdan farklı bir şekilde
yansıtamayacağını anladığım zaman hayal kırıklığına uğradım. Eskimiş olan, yeniyi
yazamıyordu! Eski saçmalıklarla geçmişin bir çok çirkinliklerini bu mektubun dışında
tutabilmemin yolu yoktu. Bu korkunç biçimsizliğimi arkasına gizleyebileceğim bir düşünce,
bir yazı türü, bir kurgu, ya da uygun bir sözcük seçimi de yoktu. Sürekli Luca ile dolu olan
düşüncelerim, kazanın derdi ve yorgunluk beni mahvetmişti.
Yıllar sonra, ikimizin aynı bedende olduğu o tüylerimi ürperten duyguyu tekrar hissettim.
Çıkışı olmayan bir belirsizlikte sonsuza dek hapsedildiğim düşüncesiyle dehşete kapıldım.
Bundan böyle bu yabancıyla birlikte yaşamamak ve beni tutsak eden o pıhtılaşmış şüpheleri,
korkuları, ödünlerle ikiyüzlülüğü arkamda bırakmak için her şeyimi verirdim. O'nunla
bağlantıya geçebilmek amacıyla bu son ümitsiz girişimimin de başarısızlıkla sonuçlanmasıyla
Dreamer'ın beni kurtarmaya gelmeyeceği ve benim de ağır bir depresyona gireceğim
kesinleşmişti. Mektubun masanın üstünde dağınık durumda yayılmış son halinin sayfalarını
çabucak topladım ve sayfaları avucumda buruşturarak top haline getirip hırsla fırlattım.
Yenik düşmüş bir zavallının umutsuzluğuyla ellerim kan revan içinde kalana dek duvarı
yumrukladım. Sonra gücüm tükendiğinde, ağlayarak yavaşça dizlerimin üstüne çöktüm.
İşte o anda, yani artık geriye hiçbir savunmanın ya da korumanın kalmadığı, çaresizliğimin o
doruk noktasında, en kıymetli varlığımın uğradığı bu kazanın kesinlikle benim itaatsizliğimin
bir bedeli olduğunu anlamıştım. Luca'nın kurtulması için haykırarak yakardım. Onun yerine
kendimi sundum. Acım o kadar derindi ki, hiçbir şey hissedemiyordum. Tekrar kâğıdı ve
kalemimi elime aldım ve bu defa tereddütsüzce yazdım.
8 Mektup
Dreamer'a,
Bu mektup 'ben'im.
Bu boş sayfa, bendeki boşluğun yansımasıdır.
Uzun zamandan beri,
kendimde gördüklerim,
güçteki alçalma ve geçmişe dönüşü gösteren tüm işaretler
artık midemi bulandırıyor.
İçimde derin kazılar yapıyorum, ama değerli olacak
hiçbir şey bulamıyorum, bir değere sahip olmamanın
farkındalığı bile yok.
Bir mutsuzluk, bir güvensizlik, bir korku hali,
beni Siz'e ve kendi yaşamıma yabancılaştırıyor.
Bu durumdan kurtulmak için uygulamaya çalıştığım her taktiğin
etkisi sadece bir an sürüyor.
İradem hâlâ çok derinlerde gömülü!
Kendimi gözlemleme çalışmalarım ise
beni daha da büyük hayal kırıklıklarına uğratıyor.
Bakışlarımı çevirdiğim her yerde
aynı yapmacık ve nahoş yüzleri görüyorum.
Dünyanın ve diğer insanların aynası,
hiç bu kadar berrak olmamıştı.
Bazı kısımlar bir 'büyüteç' gibi,
bana acımasızlığın her ayrıntısını gösteriyor.
Daha karanlıkta, daha yoğun ve daha uzakta olan diğerlerinin ise
Görüntülerini bana göndermeleri daha uzun zaman alıyor.
Ama bütün dünya biliyor.
Kendimi savunuyorum, korumaya çalışıyorum...
Cesur olmaya çalışıyorum, fakat artık tükendim.
Sırtım duvara dayandı.
Varlığımın sınırları beni boğuyor.
Bana ne çok fırsatlar verdiğinizi biliyorum
oysa ben kırıntılarla uğraştım.
Neler olabilirdi, neler yapılabilirdi düşüncesi beni kahrediyor..
"Dünyayı düzeltmek demek kendini iyileştirmek demektir,"
Bu sözleriniz hâlâ içime işliyor.
Kendi başarısızlığımdan çok,
Sizin planınıza engel olduğum için utanç duyuyorum.
Haddimi bilmemem, küstahlığım, bilgili olduğumu zannetmem
hedeften sapmama sebep oldu.
Sizin düşünüzdeki pek çok insanın ve
geçidi aşmayı bekleyen binlerce insanın gelişimini
riske attım.
Bütünlüğe giden 'yolculuklarını' tehlikeye soktum.
Bu şartlar altında, şimdi bile, bu fırsatın
hâlâ büyük olduğunu biliyorum.
Ve biliyorum ki, her şeye yeniden başlanabilir ve daha çok yol alınabilir,
beni korkutan, bunun bedeli...
Gerçek şu ki, bana yıllarca Siz'e yakın olma fırsatı, fikirlerinize ve
sözlerinize doğrudan ulaşma imkanı verdiğiniz halde,
onlar gerçekten benim bir parçam olmadılar..
Onları kağıtlara yazıyorum, defalarca aklımdan geçiriyorum,
ama yaşamımda uygulamıyorum.
Bugün de kim olduğumu, üstelik hiç olmadığı kadar, bilmiyorum.
Sizin de söylediğiniz gibi, hiçbir zaman bilmedim!
Geçmişte uzun bir dönem,
birçok defalar kendimi aldatmayı ve kendimi koruma endişesi ile
bencilliğimi ve korkumu birbirine karıştırmayı başarmıştım.
Yeteneğim olduğuna inanıyordum.
Şimdi ise, çevremdeki her şeyin bir yalan olduğunu biliyorum,
Yaşamıma hala hükmeden bir yalan.
Kral Midas'ın tepetaklak olmuş haliyim ben.
Baktığım, dokunduğum her şey değersizleşiyor.
Benim için yaptığınız her şey için,
Yaşamımı yol aldığı o korkunç raylarından çıkarttığınız için,
bana yeni bir kader sunduğunuz için,
bana haysiyete giden yolu gösterdiğiniz için,
kendi sınırlarım yüzünden sadece birkaç yudum içebilmiş olsam bile
bana özgürlük okyanusunu sunduğunuz için,
Siz'e minnet duyduğumu belirtmek istiyorum.
Korkudan, şüpheden ve acıdan arınmışlığı yaşamamı,
Ve ölümün bilinen yıkılmazlığının ötesinde, sonsuzluğun bir
parıltısını, onun tarifi imkansız ışıltısını görmemi sağladığınız için Siz'e
şükranlarımı sunuyorum.
9 Dans Et
Odaya parmaklarımın ucuna basarak girdim. O'nu, gösterişli karyola başına huzurla
yaslanmış, kitap okurken buldum. Uzun saçlarının kül rengi, kusursuz biçimde ütülenip
kolalanmış yastık yüzlerinin beyazlığı üstünde hemen göze çarpıyordu. Bir Rönesans dönemi
prensine benziyordu. Tuhaf biçimde, durumumun farkına varmamasını umut ederek nefesimi
tuttum. Sıkıntılıydım ama yine de dünyada, buradan başka hiçbir yerde olmayı istemezdim.
Sıradışı bir şeyler olmuştu ve bir kez daha bir değişiklik beni ona getirmişti. Minnet duymak
ona açılan kapının anahtarıydı. Başımın içinde bu düşünceler dönüp dururken, beni ona
bağlayan kordonun ne kadar ince olduğunu fark ettim. Sözü uzatmadan kesin bir ifadeyle,
"Sana kestirme bir yol sunmaya geldim," diyerek konuşmaya başladı. "Korkular, şüpheler ve
olumsuz düşünceler seni yönettiği sürece, senin dışında bir başkasına ya da herhangi bir şeye
bağımlı olman gerekecek. Kendini bundan kurtaramadıkça, bir şeye olan bağımlılığı başka
bir şeye olan bağımlılıkla değiştirip duracaksın. Ama buna ne özgürlük denir, ne de gelişme."
Dikkatle beni incelerken karanlık bir gölge yüzünü kapladı.
" er şey senin yalanını ortaya koyuyor. Sen sahte bir kişisin. Senin yaşamını ikiyüzlülük
H
yönetiyor. Ve şimdi, oğlunun baş ucunda, yaşamın neden sana 'eziyet ettiğini' bilmek
istiyorsun."
Sözlerinin burasında sustu ve ayağa kalktı.
Hiç beklemediğim bir anda sözü oğlum Luca'ya getirmesi beni sarsmıştı. Birden hayatımdaki
bu zor dönemin acısını içimde hissettim.
Bu arada, gittikçe artan bir endişeyle O'nu izliyordum. Dreamer tehditkar bakışları ile bir yere
sapmadan, bana doğru geliyordu. Sonra öne doğru uzanıp aramızdaki psikolojik mesafeyi
kısaltmak adına, yüzünü belli belirsiz yüzüme yaklaştırdı. Havadaki her molekül sanki, hayati
bir konuşmayı sezmiş gibi titreşiyordu. Rakibinin savunmasında açık arayan bir boksör gibi,
başını hızla bir yandan diğer yana birkaç kez hareket ettirdiğini gördüm. Yüzü, birazdan
yumruk atacak birinin kararlı ifadesine büründü. Korkudan nefesim kesildi, hava almam
gerekiyordu. Sessizlik daha da derinleşirken, zaman sanki sonsuzluğa bürünmüştü.
Sonra, acımasız bir düşmanın tehditkar sesiyle, "Dünya, sen ne düşlüyorsan öyledir,"dedi.
Zorlukla yutkundum. Kaçıp gitmek isterdim, ne var ki hiçbir kasımı oynatamıyordum.
" üşünü değiştir, o zaman dünya da değişecektir."Beni O'nun mecbur etmiş olduğu, evrenin
D
bu ağır ve yoğun köşesinden çekip çıkarabileceğini umarak, O'na anladığımı göstermek üzere
başımı hafifçe salladım. İşte tam o anda, O'ndan insanın aklına gelebilecek en inanılmaz
buyruğu aldım. Öyle beklenmedik ve zamansız görünüyordu ki, önce ciddi olduğuna
inanamadım.
Sonunda güçlü bir haykırış haline gelene dek her seferinde sesini daha da yükselterek bana
defalarca, "Dans et! Dans et!... Dans et!!!" buyurdu.
Şaşkınlıktan kasılıp kaldığımı ve kımıldayamadığımı görünce bağırdı: "Dans et! Dans et!
Tanrı aşkına... DANS ET!!!"
Şüpheye yer vermeyen korkunç bir netlikle ve kelimenin tam anlamıyla, hemen o anda dansa
başlamamı söylediği açıkça anlaşılır hale gelinceye kadar, bağırmayı sürdürdü. Yılların
utancından ve sonsuz bir nefretten doğmuş olan korku ve şaşkınlık aniden bastırılamaz bir
isyana dönüştü. Dreamer'ın bu bariz anlamsız isteği ile her zamanki ikiyüzlülüğüm, şimdi
babalık hissiyle, oğlum için duyduğum acıyı O'na gösterebilmem için kolay bir fırsat
yakalamıştı. İçimde beni ikiye ayıran bu mücadelede eski kazandı, böylece pıhtılaşmış
haldeki sahte beni açığa vurdum.
"Dans etmek mi?" diye sorarken, tam olarak anladığımdan emin olmak istermiş gibi
davranıyor, fakat aynı zamanda bu soruya, bir kez olsun tamamen haklı olduğuna inanan ve
tüm dünyayı arkasına almış bir insanın hiddetini yüklüyordum.
Meydan okurcasına, "Oğlum yaşam mücadelesi verirken, benden dans etmemi mi
istiyorsun?" diye sordum. Bir kaplan hızıyla öne doğru atıldığını son anda görmüştüm. Yüzü
bir zalimin ifadesini taşıyan bir maskeyle örtülüydü.
"Yaşamını kaybetme tehlikesi içinde olan oğlun değil, sensin!" dedi. "Üstelik sadece şimdi
değil, ebediyen.."
10 Yalnızca Tehdit Edildiğin Zaman Canlanıyor Ve İçten Oluyorsun
Gözleri yerinden fırlamış ve alnında öfkeden şişmiş, azgın sel suları gibi seğiren damarları ve
havada titreyen yumruğuyla üzerime atılarak beni sarstı. Kollarımı kaldırarak kendimi
korumaya çalıştım ama yüzüm korunmasız kalmıştı. Korkudan donup kalmıştım ve tüm bu
zaman içinde, benden sadece birkaç santim ötede, hiç kırpmadan benimkilere dikilmiş o
korkutucu gözlerden bakışlarımı alamıyordum. O'nun kor gibi parıldayan gözlerini
gördüğümde hareketsiz ve çaresiz kaldım. Ancak o zaman, korkuyla ürpererek saklı bir
zulmün parıltısının gözlerinden geçtiğini fark ettim ve nihayet bunu bir gaddarlık olarak
yorumlayabildiğimde, dehşete kapılacak zamanım bile kalmamıştı.
Sanki bir kum torbasını dövercesine, yumruklarını sağa sola savurarak yüzüme vuracakmış
gibi iki kez hamlede bulundu. Sonra tepkimi anlamak için gözlerimi yokladı. Dehşete
kapılmıştım.
İçinde yabancı ve belki de tehlikeli bir cismi arar gibi, göz bebeklerime bakarak, "Kıpırdatma
o gözleri!" diye, kükreyerek bağırdı. Bu, insanlarda daha önce hiç görmediğim bir hareketti.
"Onları kıpırdatmaaa!" Verdiği komuta riayet etmekte zorlandığımı gördükçe, son kelimeyi
korkunç biçimde uzatarak, beni birkaç defa daha tehdit etti. Orada, öylece, bana sonsuzluk
kadar uzun gelen bir süre boyunca, göz göze, tıpkı yırtıcı bir hayvan ve avı gibi karşı karşıya
kalakaldık.
Bağırmalarından daha beter bir hırlamayla, "Bu ucubeliği sonsuza dek bırakmalısın!" dedi.
Kimle konuştuğunu anlayamamıştım. Bayılmama ramak kala, yüzünü, yerinde bir yavaşlıkla
yüzümden geri çekti, ama tehditkâr gözlerini gözlerimden ayırmadı. Yeniden konuşmaya
başladığında sesi normale dönmüştü fakat ifadeleri oldukça yıkıcıydı.
Duygusuz bir ifadeyle, "Ben sınır tanımam!" dedi. "Seni ya sonsuza dek iyileştirmek, ya da
kaybetmek için buradayım!"
Beklenmedik bir şekilde yüzünde ışık saçan bir gülümsemeyle, zor bir sınavdan başarıyla
geçmiş ya da imkansız bir bahsi kazanmış biri gibiydi. O'nda insani, daha doğrusu o ana
kadar insani olabileceğini düşündüğüm hiçbir şey yoktu. Tartışacak bir güç bulamadan,
perişan bir halde geriye doğru sendeledim. Soluğunu ensemde hissettiğim korku ve
huzursuzluk ile tüm bedenim ürperdi. Öfkeyle haykırışını, bu, adeta insan dışı yersiz
tebessümüne, bin kez yeğlerdim.
Normal zamanlardaki ses tonuyla, "Milyonlarca insan gibi sen de, yalnızca tehdit edildiğinde
canlanıyor ve içten oluyorsun. Sadece senden daha acımasız biriyle veya bir şeyle
karşılaştığında insan görüntüsüne bürünüyorsun. Bir an için sana ayna oldum ve sen hayatın
boyunca yaptığın gibi yansıyan görüntün karşısında irkildin. Kendi zorbalığından korktun ve
dehşete kapıldın, çünkü kendini tanımadın." dedi. Yüzü tekrar durulmuş ve birden
sakinleşmişti.
S" enin gibi insanlar, ölünceye kadar barış gönüllülerinin saflarına katılır, yeryüzündeki tüm
Kurtuluş Ordularının her kademesindeki rütbeleri doldururlar ve gerçekte kendilerinin zorba
ve çatışmalarla, düşmanlıkların bilinçsiz propagandacıları olduklarından habersiz, insani
hareketlerin liderleri, şiddet karşıtlığının savunucuları haline gelirler. İnsanoğlu, kendi
bozulmuşluğu ile yalanının en somut yansıması olarak hayırsever kuruluşları, insaniyetlilik
kurumları ve gönüllü yardım hareketleri oluştururlar. Fedakarlık ve yardımseverlik,
insanların kendi zorbalıklarını gizlemeleri adına başvurdukları yollar olup, çoğunlukla da
kendi ayrımcılıklarının ve ötekiler ile aralarında oluşturdukları mesafenin şeklini alırlar.
Yardımseverlik, cömertlik ve sevgi, 'sana nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına da o
şekilde davran' anlayışının tamamen yanlış yorumlanmasında, hayırseverliğin nihai ve en
aşırı yozlaşmasında, dilenen bir varlığın içinde somutlaşarak küçülür ve bayağılaşır."
Dreamer'ın sözleri artık sadece bana yönelik değildi. İnsan olmanın ne demek olduğunu bilen
bir akıldan dahi yoksun, çürümüş bir insanlık da her zaman olduğu gibi O'nun bu ağır
sövgülerinin hedefi olmuştu. Dinleyici kitlesinin genişlemiş olması, üzerimde hissetmiş
olduğum baskıyı hafifletmiş ve nefes almamı sağlamıştı. Ölümcül bir kazadan en ufak bir
yara bile almadan mucizevi olarak kurtulmuş birinin mutluluğu ile karışık bir şaşkınlık ve
rahatlık hissediyordum. Hiç bilmediğim bir özgürlük hissi sezilemez bir şekilde, gittikçe daha
da güçlenerek tüm ruhumu kapladı. Doğmuş ve ilk kez soluk almıştım. Daha henüz
yenilenmiş olan parlak bir alev ciğerlerime girmiş ve her köşeye yayılmıştı. Ne var ki , bu
soluklanma o kadar uzun sürmedi. Dreamer acımasızca bana dişlerini geçirdi ve heyecandan
titreyen avını ağzında tutan bir canavar gibi durup bir an bekledi.
" ötülük, zorba olmak değil, zorba olduğunu bilmemektir. Şiddet göstermek, çatışmacı bir
K
zihniyetin yansıması ve kişinin kendi içindeki intiharın sonucudur."
Yeniden konuşmaya başladığında, söylevi, bir vaazın ciddiyetini taşıyordu. Modern insanın,
insafsız bir samimiyetle, katlanılamayacak kadar açık ve kabaca sarf edilen sözlerle derinden
etkilemesinin ne kadar nadir olduğunu düşündüm. Bunları kim dile getirebilirdi ki?
İ"lk işin kendini sağlam temeller üstüne inşa etmek olmalıdır! İnsanların yaşamında
gözlemleyebildiğin tüm felaketleri ve zorlukları, kişinin kendini bilmezliği davet eder. Kurban
olunur, saldırganını kendisine çekecek koşulları bilinçsizce hazırlar. Uzun zamandır,
Varlığının karanlıklarındaki cellat büyük bir titizlikle ağlarını örmektedir."
11 İyileşme Ancak Yürekten Gelir
Konuşma sonunda mantık çerçevesine girmişti ve Luca'nın kazası üstüne odaklanmaya
başlamıştı. Dreamer'ın yanında, yaşamın neden bana böylesine derin bir nefret gösterdiğini
anlamak için, rastlantısallık olgusunun kökenlerine iniyordum. Zihnimde kendimi Dreamer'la
birlikte gizemli bir nehirin yatağı boyunca, uzaklardaki kaynağına doğru yola çıktığımı hayal
ettim. Bu araştırmanın, dönüp dolaşıp yine bende biteceğini biliyordum. O daha söze
başlamadan ben bu acıyı hissetmiştim.
" u kaza, çocuğun değil, senin dünyanı ilgilendiriyor. Senin işlediğin günahlarının bir
B
sonucu," dedikten sonra, Var oluş birliği ve bütünlüğe gittiği yolda içten söz veren bir
insanın, yolundan çıkışlarının, kusurlarının ve 'günahlarının' bedelini tek tek ödeyeceğini
iddia etti.
Burada konuşmasına ara verdi ve uzun bir süre dikkatle beni inceledi.
"İyi bir geçmiş, iyi bir sermayeye sahip olmak gibidir. Senin geçmişin ise İncil'in bir
felaketidir," dedi, buruk bir ifadeyle, "Bir gemi dolusu borçtan farksız. Hepsini ödeyene
kadar, sayısız acıya ve karşılaşacağın en zalim antagonistlere katlanmak zorundasın. Bunun
bilincinde olduğun zaman, çektiğin tüm acılar için minnettarlık duyacaksın, her acıyı ve
görünürdeki her haksızlığı kutsayacaksın. Bir gün bunların seni yüceltmek ve geliştirmek için
geldiklerini, gelişimin için ne denli gerekli olduklarını öğreneceksin. Zorluklar ve acılar,
senin bütün olma yolunda geçireceğin sınavlardır. Bunun farkına vardığında, yaşamın
kendisi insanın öğretmeni olacaktır. Her kriz, her düşüş ve her zorluk hem kusursuz, hem de
eşsizdir.”
Yaşamımdaki bütün olayların tüm sorumluluğunu üstlenmem gerektiğini kabullenmekte
zorlandığımı gördüğünde, sert bir uyarıda bulundu. "Eğer sözlerim seni değiştirmezse, bil ki
yaşam değiştirecektir.”
“Benim sözlerimle anlamadıklarını, hayatta yaptığın hatalarla anlayacaksın." Bana bu iki
'seçenek' arasındaki tek farkın, 'insanın kendi hatalarıyla öğrenmesinin' çok daha yavaş ve
çok daha acı dolu geçecek zor bir yol olduğunu söyledi. "Benim sözlerimden sonra, yaşam
kendi kuralları ve iyileştirme araçlarıyla gelecektir" diye noktaladı.
Dreamer bana şu andaki insanlığı, hipnotik bir rüya içinde mühürlenmiş ve sadece insafsız
antagonistlerin tehditleri altında daimi olarak yaşayabilen bir insanlık olarak açıkladı.
Dreamer'ı dinlerken, daha önce de O'nunla bulunduğum bir çok ortamda olduğu gibi,
gözlerimin önünde bir hayal belirdi. Yerküre, anlamamakta ısrar edenleri ve itaat
etmeyenleri, taştan dev çarklarıyla durmaksızın presleyen bir yağ fabrikası gibiydi. Dünyanın
başına bela olmuş, bitmek bilmeyen uğursuzlukları gördüm ve onların pres altındaki
parçalara ayrılmış ve ezilmiş kemiklerini hissettim. Soykırımın gerekliliğini(?), sonu
gelmeyen dehşeti, savaşları, dünyaya ezelden beri eziyet etmiş olan felaketleri ve insan dışı
trajedileri 'gördüm' ve bin yıllık hikayemizin bu dolambaçlı seyrini, kör bir betimlemenin
üzerindeki tabakanın ötesinde, tıpkı tuval üzerindeki bir yarıktan izler gibi, o kara talihin,
alçalmış insanlığın, iyileşmek için başka çaresi olmayan bireylerin, ulusların ve tüm
medeniyetlerin acı ilacı olduğunu görene kadar takip ettim.
Dreamer araya girdi ve beni düzelterek, "Yaşam, senin sandığın gibi bir dönüşüm makinesi
değil, bir gerçeklik makinesidir." dedi. "Olaylarla koşullar bizi iyileştirmek için gelmezler.
Onlar kim olduğumuzu bize göstermeye yarayan semptomplardır. Gerçek iyileşme ancak
içerden gelir. Hiçbir politika, din ya da ideoloji, toplumu dışarıdan dönüştüremez. Sadece
bireysel bir devrim, ruhsal bir yeni doğuş, her bir insanda, her bir hücredeki Var oluş'un
iyileşmesi, bizi daha refah içinde, daha akıllıca, daha gerçek ve daha mutlu bir uygarlığa
doğru yönlendirebilir."
12 Adaletsizliğe Övgü
'Adaletsizliğe övgü' başlığı altındaki notlarımı kaydettiğim sırada, Dreamer'ın tezini
dinlerken yaşadığım durumların aynısını yaşıyordum. Bir yandan O'ndan geri kalmamak için
kâğıdın üzerinde elimi kaldırmadan not tutuyor, diğer yandan da sözlerinin koçbaşlı tokmak
darbeleri altında gizlenen kavramlarımın ve zihinsel kalıplarımın parçalandıklarını
hissediyordum. Bir elim yazarken, diğer elimle de bir uçurumun kenarından dışarı uzayan
kökler gibi eski düşüncelerime ve iyi bildiğim inançlarıma sıkı sıkıya tutunuyordum.
Üzerinde sallandığım bu uçurumun varlığını hâlâ sürdürebiliyor olmasını ise, son
mazeretlerimin bugüne dek uzamasına bağlıyordum.
Dreamer, "İnsanlar için böylesine basit bir gerçeğin kanıtını kabul etmek ve yenilir yutulur
olmayan bu durumu sindirmek daha uzun yıllar mümkün olmayacaktır,"dedi ve sustu.
Söze bu şekilde girişi ve akabindeki sessizliğini, birazdan söyleyeceklerine kendimi
hazırlamam için bana tanıdığı zaman olduğunu artık biliyordum. Oysa bu durum, sadece
endişemin artmasına neden oluyordu. Kendi içimde bir parça sakinlik sağlamaya çalıştım.
Birkaç saniye içinde umutsuzca kendimi toparlamaya, darmadağınık olan düşüncelerimi bir
araya getirmeye uğraştım ancak bu baştan sağma kurduğum kavram desteklenmiyor ve bu
birleşme her girişimimde çöküyordu. Sonunda hazırlıksız olduğum gerçeğini kabullenerek,
tüm dikkatimi O'na yönelttim.
"Kurban daima suçludur!" dedi.
Dreamer'ın bu mantığa aykırı iddiasını daha önce Veronica's'taki akşam yemeğinde de
duymuştum ama bu iddiayı daha önce duymak, bu tanımın katlanılamaz anlamsızlığını ve
insanda yarattığı bomba etkisini hafıtletmeye yetmiyordu.
Yeniden, "Adaletsizlikten daha adil bir adalet olamaz!" Adaletsizlik adaletin en yüksek
modelidir, en objektif olanıdır," dedi. "Sıradan insanın haksızlık olarak nitelediği durum,
onun eksiksizlik halininin ve kavrama seviyesinin daha yüksek bir düzeye erişmesini sağlayan
bir yaşam kaynağıdır. Haksızlık, 'merhametin' dışa vurumudur."
Bunun böyle olduğuna inanamıyordum. Zihnimde, art arda, hızla geçen bir dizi görüntü
belirdi. Luca duvarın dibinde iki büklüm yatıyordu, ambulansın gelişi, hastaneye gidişimiz,
doktorların çocuğum hakkındaki endişeleri ve içimdeki bastıramadığım isyan duygusunu
hissettim. Dreamer düşüncelerimi okudu.
" ğlunun kazası bir rastlantı değil. Tesadüf diye bir şey yoktur. Bu kaza tam ve gerçek bir
O
irade olayıdır. Bilinçsiz bir iradenin tutumudur. Hoş olmayan olaylar ve felaketler bizi
iyileştirmek ve tamamlamak için başımıza gelirler. Haksızlık insanlara, kendi yaşamlarını
geliştirmeleri ve bir gün özgür olma 'düşünü' her birinin içinde uyandırmak için bir fırsat
formunda gelir. Haksızlık, kişinin kendisini tanımasına ve kendisini gerçek bütünlüğe
götürmesini sağlayan yoldur. Hiçbir adalet, adaletsizliğin kendisinden daha adil olamaz."
Dreamer konuşuyordu. Ben ise yanaklarımdan süzülen gözyaşlarına rağmen bir yandan
yazıyor, diğer yandan başımı sallamayı sürdürüyordum. Sesi yumuşaktı.
Sabırla, "Bunu sana bilimsel olarak açıklamaya hazırım,"dedi. "Herkeste, en bozulmuş insanda
bile, iyileştiğinde çığlıklar atan, irade dışı bir irade, bilinçsiz bir bilinç, merhametsiz bir
güzellik, yüzeysel bir birlik vardır. Kötülük daima iyiliğin hizmetindedir. Kötü diye bir şey
yoktur! Görünürde olumsuz olan her türlü aksilik veya yatay düzlemdeki insanın haksızlık
dediği, aslında gerçekte, bir lütuftur. En haksız olaylar hareketler ve koşullar Var oluşu daha
yüksek bütünlüğe, birlik ve özgürlük seviyelerine yükseltmek için ortaya çıkarlar."
Ayrıca bir hastalığın semptomlarının bile, vücudun Var oluştaki bozulmayı kavrayış kaybını
ele veren, vücudun paha biçilmez işaretleri olduğunu açıkladı. Ne var ki insanlar bunları daha
fazla, nasıl yorumlamaları gerektiğini bilmiyorlar ve sebeple sonucu karıştırıyorlar. İşte
böylece, tüm tıbbi kurumlarda yapıldığı gibi, belirtileri bastırmak üzere doğrudan uygulanan
her türlü müdahale, gerçek hastalığı göz ardı ederek durumu daha da kötüleştiriyor. Böylece
semptomla birlikte gerçek ve tam bir iyileşmenin gerçekleşmesi imkanı da ortadan
kaldırılmış oluyor.
" izim dışımızda herhangi bir kötülük yoktur, sadece iyileşmenin görünür işaretleri ile
B
içimizde bulunan gerçek kurtuluşun aydınlık göstergeleri vardır."
"En ağır hastalıklar da dahil mi?" diye sordum.
" örünürde tedavisi olmayan hastalıklar bile yalnızca iyileşmeye giden yolu gösteren
G
semptomlar veya işaretlerden ibarettir. Her çöküşün arkasında yatan hatayı gösterir, kendini
baltalamaları ve fiziksel ölümün asıl nedeni olan insanın içinde binlerce kere tekrarlanan iç
ölümleri ortaya çıkarırlar. Ve onları teşhis etmek için, gerçek nedene doğru giden bütün yolu
geri gitmek gerekir! Bilim bir gün aslında bu kadar çok sayıda hastalığın olmadığını
keşfedecektir. Görünürdeki çokluklarının ve semptomlarının karmaşıklığının ötesinde, sadece
tek bir hastalık vardır. Düşünce. Düşünce öldürücü bir tohumdur.”
"O halde tüm hastalıkların sebebi bizim psikolojik durumumuz mudur?" "Hayır! Bizim
psikolojimiz bile gerçek nedene, bütün nedenlerin asıl nedenine, kötülüğün arkasındaki en
kötüye, insanı ölümün kaçınılmaz olduğu fikrine götüren bir semptomdur. Bu boş inanışın
ortadan kaldırılması ve bu kendi başına meydana gelen, 'kendini gerçekleştiren kehanetin'
irdelenmesi, psikolojiyi düzeltecek, psikoloji de bütün hastalıkları iyi edecektir. İnsan,
ölümünü sınırı yaptı ama gerçekte, bu bile sadece bir işaret, bir iyileşme belirtisidir. Mantığa
aykırı biçimde, ölümsüzlüğümüzün en açık kanıtıdır. Ölüm, her şeyin üstünde olan mutlak
gücümüzün, insanın bedenini yok etmek gibi bir imkânsızı gerçekleştiren kapasitesinin en
belirgin ve en somut işaretidir. İnsanlar arasındaki her eşitsizliğin, her adaletsizliğin ve var
olmayan özgürlüğün kökeninde, her birinin kaynağını oluşturan gerçek farklılık vardır. Bu iç
sorumluluk düzeyidir. Var oluş, kavrayış, sorumluluk ve kader bir ve tektir."Dreamer, yeniden
vurgulayarak, "İnsan, anladığı kadardır." dedi. "İnsanlar farklı anlama düzeylerine
sahiptirler. Aralarındaki gerçek eşitsizlik de budur!"
İnsanlar birbirlerine benzer görünmekle birlikte, bütün olma yolunda aralarındaki mesafe
sonsuzluk gibidir. Evrimin farklı evrelerindeki zoolojik türlerde olduğu gibi, onların da var
oluşları aralarında genellikle ölçülemeyecek boyutta uzaklık bulunan farklı gelişim
dönemlerine aittirler.
"O halde," dedim, kararsızca duraksayarak, "insanın yaptığı o en kutsal bildirileri, özgürlük
ve adalet adına gerçekleştirdiği tüm devrimleri, savaşları ve mücadeleleri için ne demeli?"
Dreamer, düşüncelerimdeki karışıklığı bir düzene koyarak, sözcüklerinin üstüne bastırarak,
"Hepsi boşunaydı ve her şeyi oldukları gibi bıraktılar!" dedi. "Savaşları, devrimleri ve
insanlara eşitlik, adalet ve barış getirme konusundaki tüm girişimleri başarısızlığa uğradı,
çünkü onların mücadelesi dışarıda savaşılacak bir kötülük, yok edilecek dış engeller olduğu
inancına dayanıyorlardı. Refah, ayrıcalık, sosyal farklılıklar sadece sonuçtur ve çok daha
derin bir farklılığın yansımasıdır. Her şey Var oluşta, nefes alışımızda ve hislerimizde
meydana gelir. Var oluş düzeyimiz yaşamımızı yaratır. İnsanlık bir gereksinim gibi kötülük
olmadan yapamaz! İnsanoğlu kendini acılarının penceresinden duyumsar. Kendisini yaşayan
bir varlık olarak hissedebilmesi için acıya, antagoniste, zamana ihtiyaç duyar. Bu koşullar
devam ettiği sürece insanın acıları ve haksızlık saydığı her şey dünyanın tek enerji desteği
olmayı sürdürecek ve insanların Var oluş durumlarını daha yüksek seviyelere taşıyacak tek
güç kaynağı olarak kalacaktır."
13 Dünya Düşüncelerimizle Yaratılır
"Oğlun ölmedi, çünkü hala onu bana bağlayan bir ip bulunmakta."
Giderek büyüyen küçük bir alevin, karanlığı yararak kendisine yer açması gibi, Dreamer'ın
sonuç niteliğindeki bu açıklaması da, çocuğumun sağlığı ile ilgili düşüncelerimi kaplayan
sisin içine işleyerek, onu bir anda dağıttı. Gözlerimin önüne serilen bu şeye katlanmak
mümkün değildi. Dreamer'ın alaycı bir tonlamayla yüzüme bir tokat gibi inen sert sesi beni
kendime getirmeseydi, oracıkta düşüp bayılabilirdim.
"Şimdi, oğlunun baş ucunda kendi kendine neden diye soruyorsun. Neden bu kaza onun
başına geldi diyorsun. Hayatının neden bu kadar felaketlerle dolu olduğunu bilmek
istiyorsun."
Bakışlarından kaçmak için gözlerimi başka yöne çevirdim. Şöminede yanan kütüklere baktım
ve yeleğinin altın renkli dokumasında alevlerin yansımalarını seyre daldım.
" aşantının küçük bir kesitini, varlığının bir milimini ele al. Orada yıkıcı düşüncelerinin,
Y
kirlenmiş duygularının bir haritasını bulacaksın. Bugüne kadar yaşantındaki tüm olaylar
şüphe ve korku ile belirlendi. Cehennemi yaşayanlar, kendilerine cehennemden başka bir şey
yaratamazlar! İçindeki şüpheler korkuya dönüşüyor ve korkuların da böbreklerindeki
taşların formunu alıyor, ya da olaylar dünyasındaki felaketleri ve kazaların komplosunu
düzenliyor. Dünya böyle, çünkü sen böylesin. Dünya, senin buluşlarından biridir. Bu kaza,
senin dikkat ve sevgi eksikliğini görmeni sağlamak ve sana doğru yolu göstermek üzere
dünyanın bir girişimidir. Oysa sen kendini dinlememekte kararlısın! Demek ki düşünce
yaratıyor.. En yıkıcı, en hastalıklı düşünce bile yaratma gücüne sahiptir. Korku, Tanrıyı
dışımıza taşımıştır!" dedi ve insan saygınlığını, iradesini, yaratma hakkını yeniden
benimseyecek olduğunda, tüm dinlerin ortadan kalkacağını bildirdi. “Bir zamanlar insanoğlu
dinler olmadan yaşıyordu dedi. İnsanlar inançlarının zayıflaması sonucu bozularak
özlerindeki tanrısallığı dışarıya aktardıklarında dinler ortaya çıktı."
Bu sorumluluğun dayanılmaz ağırlığını hissettim. Tüm alışılmış yorumlardan çok farklı olan
bir vizyonun, insani koşulların ve onu ebedileştiren düzenin bu acımasız tasviri karşısında
aklım durmuştu.
Benimle birlikte tüm insanlık, orada, o suç kafesine bağlanmış, kaçışımıza hiçbir surette
olanak tanımayan, nedenselliğin genel, demirden kuralını ifşa eden o hükümle
yargılanıyordu. Artık şikâyet etmek, suçlamak, kendini haklı çıkarmak ve yalan söylemek,
gelişimin henüz başlangıcında olan ve bilinçlerinin karanlığında el yordamıyla ilerlemeye
çalışan zoolojik varlıkların geçmişten gelen çığlıklarını andırıyordu.
Dreamer'ın görüşünün tam merkezinde, olaylarla durumların arasında var olduğuna
inandığımız ilişkinin altüst edilmesi durumu vardı. Dreamer'ın sesi ve Lupelius'un 'Tanrılar
Okulu' öğretisi, dünyanın en genel tarifini baş aşağı ederek yıkan tek bir kavramda
birleşiyorlardı. İnsanoğlunun en köklü inanışlarından biri, dış dünyayı sebep olarak
görmeleri. Bu, onun hayali evreninin destek aldığı; durumların olayların bir sonucu olduğuna
dair boş bir inanıştır. Gerçeğin retina üzerine düşen ters çevrilmiş ve yatay görüntüsü gibi,
insan kendi ruh halleri, duyguları ve dış olaylar arasındaki ilişkiyi de bu şekilde tersten
algılar. En erken yaşlarımızda aldığımız ilk öğreti bizi, korkunun korkunç bir şeyle
karşılaşmamızın sonucu, ve acının da acı veren bir şeye verdiğimiz tepki sonucunda
oluştuğuna inandırdı. Dreamer, verdiği örnekler aracılığıyla bana 'ikinci bir eğitimin'
gerekliliğini, insanlık tarihinde, Tartaros'tan, zoolojinin dipsiz uçurumlarından kurtulmayı
sağlayacak bir kaçışın devasa boyutlarını üstlenen ruhsal bir devrimi açıkladı.
İnsan son derece kördür ve derinliği algılayamaz. Bizim doğal görme sistemimiz, iki boyutun
ötesini görme kapasitesinden yoksundur. Retinanın üzerine yatay ve baş aşağı görüntüler
düşer, ancak ağır ilerleyen bir gelişim süreci geçiren insan, görüntünün altını üstüne
çevirmeyi, ona derinlik vermeyi, görüntüyü üçüncü bir boyuta taşıyarak, görsel bilgiyi özenle
işlemeyi ve bütünleştirmeyi öğrendi. İnsan, yine aynı şekilde, ruh haline dikey bir doğru
çizip, üçüncü bir boyut ekleyerek dünyanın kavramını 180° ters çevirmeyi de öğrenmelidir.
Bu ona, yaşamındaki tüm koşulların ve olayların doğasını ve kalitesini belirleyenin ve onlara
öncülük edenin Var oluş durumları olduğunu 'görmesini' sağlayacaktır.
Dreamer sözlerini noktalamadan önce, "Durumlar ve Olaylar bir ve tektir," diyerek, kendi
görüşünün en önemli unsurunu bu formülde topladı. "Durumlar ve olaylar kesinlikle birdir!
Aralarında geçen zaman, insanda kendi Var oluş durumları ile yaşamında başına gelenler
arasında bir bağlantının olmadığı yanılsamasını yaratır."
Dreamer bu noktada sustu ve bekledi. Sözlerine devam etmeden önce bir onayın her an
havada belirmesini bekler gibi durdu.
Ardından, "İnsan zaman perdesini bir kaldırabilse ya da zamanı sıkıştırabilse, durumların
çoktan olaylar olduklarını fark edecektir.”
Ayaklarımın altında ne zamandır sallanan yerküre O'nun bu sözleriyle, bir deprem
oluyormuşçasına aniden yarılarak açıldı ve dipsiz bir uçurum, 'eskiyi 'yeni' den sonsuza
kadar, yani o ana kadar inanmış olduğum her şeyi, Dreamer'ın bana yavaş yavaş öğrettiği tüm
yeni fikirlerden ve ilkelerden ayırarak, kişisel evrenimi baştan aşağı ikiye bölmüş oldu, ve
ben şimdi o uçurumun kıyısında yapayalnızdım.
Eski sistem ve onun bin yıldır süregelen tükenmiş fikirleri, parçalanarak un ufak olmaktaydı.
İnsanın üstüne yaşamını kurduğu doğrular ve onun başından beri mutsuz olmasına yol açan
nedenler, onu dünyadan yakınmaya ve suçlamaya yönelten her şeyin bütünüyle gerçek dışı
olduğunu gösteriyordu. İnsanı, kontrol edilemeyen olayların insafına kalmış korunmasız biri
olduğuna inanmaya iten kadercilikle başına gelen her felaketin sebeplerini her defasında
kendisinin dışında aramasını isteyen kendi kendine acıma ve kurban olma olguları, zamanın
tozlandırdığı putlar gibi bir bir yıkılmaktaydılar. İnsanın kendi Var oluş durumları ile
yaşamında başına gelen olaylar arasında var olan sebep sonuç ilişkisini algılamasını
engelleyen trajik bir zorluk vardı.
14 Geçmiş Küldür
Dreamer, temyiz edilemez bir hükmü ilan edercesine, "Düşünmek kaderdir. İnsanlık
olumsuzca düşünür ve hisseder!"dedi. "Bu olgu, insanın Tarih diye nitelediği ve nesilden
nesile ısrarla aktardığı bitmez tükenmez felaketler dizisini açıklamak için yeterlidir. Ayrıca
yine bu düşünce, uygarlığımızın bin yıldır, hiç kesintisiz, neden böylesine korkunç bir kaderi
yaşamaya mahkûm edildiğini de izah etmektedir."
Eskiye ait görüşlerin kırık dökük parçalarını kurtarmaya çalışarak, "Peki, ya tarihimizi
hatırlamıyorsak, o zaman nasıl öğrenebiliriz?" diye itiraz ettim. Gözyaşlarım akmak üzereydi,
titreyen sesim, bütün inanışlarımın yenildiğini açık ve seçik olarak ilan ediyordu.
Dreamer konuşmuyordu. İçimde kontrolsüzce büyüdüğünü hissettiğim panik duygusunu
mantıklı bir yaklaşımla gizleyebilmek için, "Geçmişteki hatalarımızı gelecekte
tekrarlamaktan nasıl kaçınacağız?" dedim.
Dreamer aptallıklarımı tek bir hareketiyle süpürerek, “Geçmiş tozdur!" dedi ve zarif bir
ifadeyle ekledi, "İnsanlık tarihi, suçlu bir bakış açısının anlatımı, ona dair en aşağılık
kısımlarının gerçeğe dönüşmesidir. Dünyanın bütün okullarında olduğu gibi, bu bitmek
tükenmek bilmeyen suçlar dizisini hatırlamak da bizi kirletmekten başka bir işe
yaramayacaktır."
Dreamer, geçmişi bu şekilde hatırlamanın, insanın en alçak yanlarının hayatta kalmak ve
geçmişi tekrarlayarak önümüze sahte bir gelecek koyabilmek için bin yıldır süregelen bir
girişim olduğunu belirtti. İnsanlığın yazgısını ve tarihini baştan sona değiştirecek ve
dönüştürebilecek olan şey ne onun deneyimi ne de onun geçmiş hatalarının anımsanmasıdır.
Bunu, kendini dönüştürerek ancak kişinin kendisi yapabilir. Çocuklara, ders çıkarmaları için,
istek yerine, tesadüf ve suç dolu korku hikayeleri anlatmanın ne denli saçma olduğunu
anladım. Savaşlar ve devrimler, istilalar ve işkenceler, imparatorlukların yükselişleri ve
çöküşleri gibi her şey, tıpkı kozmik bir süpürgenin gücünden kurtulmuş pislikler gibi
duruyordu. Bu suçluluk geçmişini silmemiz gerekiyor ve onunla birlikte eski çağlardaki
insanları efsaneleştirerek, tarihin küçük, büyük bütün adamlarını, bizlere iyilik etmiş
kahramanlar olarak aktarılan bütün 'suçluları' tamamen zihnimizden çıkarmamız gerekiyor.
Dreamer'ın mesajının dışarıdan sert görünüşü, aksi bir kaderin kaçınılmazlığını öngörürmüş
gibi geliyordu. Aslında yaralarımıza sokulan bu bıçak, ışıktan bir neşterdi. Dreamer'ın,
cehennem misali korkunç bir dünyanın karanlıklarına, mezara gönderen acımasız
çözümlemelerinin arkasında, kişinin kendisini suçluluktan, acıdan, cehaletten, ölümden nasıl
kurtaracağı açığa çıkıyordu. Sözleri, bizi yeniden masum, günahsız, güçlü halimize ve
bütünlüğümüze geri getirmek için rehberlik eden ışıltılı bir yol haritası çiziyordu. İşte nihayet
kestirme bir yol, bir geçit beliriyordu.
Bundan sonraki sözleri beni yatıştırdı çünkü içinde bir çözüm önerisi saklıydı.
“Geçmişte olanları değil, ileride olanları anımsamalıyız! Dikey hafızanın geliştirilmesi
gerekiyor, tarihin düzlemine dikey inen bir zihin gerekiyor. İnsan varlığını yükseltmek
gerekiyor. Dünya yaratılmamıştır dünya düşünülmüştür.”
Bu otoritenin gücünün bedenimin tüm dokusuna yayıldığını hissettim. Aynı güç, bin yıldır
tarihin en karanlık evrelerinde, cankurtaran botları ya da can yelekleri gönderir gibi insanların
önüne yasalar, masallar, meseller ve paraboller koymuştu. İyileşmesi olanaksız işitme
zorluğumuzun trajedisini, bizi uyuşturan uykumuzun derinliğini kavradım. Meleklerin,
gürültücü bir bando takımı gibi, daima ellerinde borazanlar ve davullarla resmedilmesi de bu
yüzden olmalıydı.
S" ana bir zamanlar söylemiştim. Var oluşunda ürettiklerine dikkat etseydin, farkında olsaydın
ve tetikte dursaydın, karının ölmesi gerekmeyecekti.' Bunu sana böylesine zalimce göstermesi
için dünyayı zorlamayacaktın. İyileşmek için zamanı seçtin, oysa zaman acının kendisidir.
Sen orada değilsin ve orada olmaman senin dikkat eksikliğin sayesinde programlanan tüm
felaketlere yer açıyor."
Bu görüşün büyüklüğü ve evrenselliği, yaşamında başına gelen her olayın sorumluluğunu
insana vererek, onu bir sahtekârın kaderine bağlayan iplerle hareket ettirilen bir biyokimyasal
kukla veya robot durumundan kurtarmaktadır. Dreamer'ın bana verdiği bu armağan için
minnettardım. Göz kamaştıran yeni bir gerçek, eski düşüncelerimin yerini alıyordu. Dışta
olan hiçbir şey yoktur. Her şey sana bağlıdır. Bir insanın dışarıdan alabileceği hiçbir şey
yoktur. Ne başarı, ne para, ne de sağlık dışarıdan gelir. Tedavi edilen insanlığın daima
biçimlendirildiği yer, kahramanlarla yarı tanrıların yetiştikleri eski sorumluluk okullarında
olduğu gibi bu bin yıllık yerdi. Dünyamız tüm olaylarıyla birlikte, bizim düşüncelerimizle
yaratılır. En yıkıcı düşünceler bile yaratma gücünü taşırlar. Bizler olumsuzluğun da
yaratıcılarıyız. Kendi yarattığımız dünyaya tepki vermek yerine, olayların hâlâ sıcak izlerini
sürmeyi, bunları üreten durumlarımıza geri dönmeyi ve sonra da onları etkisizleştirerek
ortadan kaldırmayı bilmeliyiz.
15 İrade ve Raslantısallık
Dreamer, "Farkındalık ışıktır," diye konuşmaya devam etti. "İçimizde olup biteni bilmek bize
anında müdahale etme olanağı sağlar ki, bu bizim rastlantıdan arınmış yeni bir dünyayı
yansıtabilmemiz için tek gerçek zamandır."
Bu farkındalığın olduğu, bu ışığın girdiği yerde tesadüfün var olması için hiçbir neden
kalmaz. Kazaların ve hastalıkların yaşamımıza girerek gerçekleşebilmeleri için bizim
onayımızı almaları gerekmektedir.
Dreamer, son derece inandırıcı ve kesin bir biçimde rastlantısallığın aslında var olmadığının
kanıtlarını bir kez daha önüme koyuyordu. Düşünülmeyen, beklenmeyen, daima uzun bir
hazırlık dönemine gereksinim duyar.
“İnsan saklanamaz. Onun yaşamındaki her şey Yasa ve Düzen gereğince ayarlanır,"dedi.
"Ya kazalar için ne denebilir?"
" nlar insanın, bugün içinde bulunduğu durum için vardır! İnsanın dönüştüğü bu çürümüş
O
yaratık hali için varlardır. Niyetini gömerek, kendi karikatürü haline dönüşen bu varlık
içindir," diye yanıtladı ve ardından sözlerine devam ederek, amaç sahibi olmayan bir insanlık
için yaşamdaki olayların ve koşulların dışarıdan, dünyanın kendisine dayatılan banal tarifine
göre ayarlandığını söyledi.
Dreamer'ın sözleri sayesinde, zorlukların ve problemlerin altında ezilen felaketlerle dolu bir
hayatın tesadüfen değil, içimizde olup biten her şeyin dikkat ve farkındalık eksikliğinden
ortaya çıktığını anladım. Bu durum, tıpkı gözleri bağlı araba kullanmaya benziyordu. İnsan
içinde bulunduğu bu haliyle, cadde ve kavşakları derin uykuda geçen bir uyurgezerden
farksızdı. Sıradan insanlık için hayatta kalmanın, her gün bir mucize olduğunu gördüm.
Bedenim tepeden tırnağa korkuyla ürperdi. Bizim gibi varlıklarının en karanlık köşelerini el
yordamıyla geçmeye çalışan insanların ne denli risk altında olduğunu anladım ve bu gerçek
karşısında yüreğimin sızlamasını ve algıladığım dehşeti şu anda nasıl ifade edebileceğimi
bilmiyorum.
Sonra evrensel bir yazıtın ağırbaşlı sözleri havada dalgalandı ve onları özenle topladım.
“Yaşamın bütünüyle senin yükümlülüğündedir. Kaderinden bütünüyle sen sorumlusun. Bu
ıstırabın, hastalığın ve yoksulluğun, tesadüf değil, senin iç çatışmalarının ürünü olduğunu
anlamalısın. Onları tek başına oluşturan da, hayatına taşıyan da yine sensin."
Dreamer'e göre, rastgele bir kabul, daima bir iyileşme belirtisidir ve her zaman gönülsüzce
ödenen bir karşılıktır. Amacın olmadığı durumda, dünya üstün gelir ve işte o zaman
rastlantılara ve tesadüflere yem oluruz. İradenin yönettiği Var oluş durumları,
karşılaşılacağımız olayları belirlerler. Bedelin peşinen ödenmesi, iyileşmiş bir insanlığın
seçimidir. Ertelenmiş, gönülsüzce ödenen bedel ise, sahip olduğu tek para birimi olan
rastlantı, keder ve zamanı kullanan düşkün bir insanlığın seçimidir. Bu zihinsel kavrayışın
bozulması sürekli olarak ve her koşulda, bir dizi ön ödeme yapma girişimlerini ve
yöntemlerini meydana getirdi. Buradaki ortak payda aslında kişinin kendisini
cezalandırmasıdır. Bugünden gelecekteki afetleri kendisinden uzaklaştırma çabası, kişinin
onları kaderinden silme arzusu, tarih boyunca tüm uygarlıklarda kurban kesme ve kendi
kendine bilerek eziyetler çektirmesi aracılığıyla, kefaretini önceden ödeyip günahtan
kurtulma eylemlerine eşlik etti.
Yapılan fedakarlıkları düşünmeye başladım. Pişmanlık duyanların tövbeleri, şehitlere adanan
kutsal yapıları ve kiliseleri düşündüm. Kendilerini kırbaçlayanları düşündüm. Yine bu yeni
bilgeliğin ışığında, kabile ayinlerine ve eskiden binlerce yıl boyunca, görünen ya da
görünmeyen tanrılara sunulmak üzere insanların ve hayvanların kurban edilmelerini yeniden
düşündüm. Törensel ayinler ile uygulanan yöntem seçimlerinin arasındaki apaçık görülen
farklılıkların arkasında unutulmuş bir bilgeliği ne denli azımsadığımı fark ettim. Ve yine
ortada görünen bu olguların arkasında, özgün bilgeliğin uzaktan yankılanışını, başımıza gelen
her şeyin asıl nedeninin içimizde olduğu bilincinin kırıntılarını algılamak hâlâ mümkündü.
Dreamer'ın anlattığına göre, bunlar kendisini, içinde bağışlamanın başka bir yolunu bilmeyen
bir insanlığın, algıladığı biçimiyle belli belirsiz hatırladıklarıydı. Dreamer'a göre ön ödeme,
kişinin kendi değişimidir. Dolayısıyla bu, bir insandaki dikkat etme, kendini bilme, olumsuz
duyguları dönüştürme, içerdeki fazlalıklardan kurtulma gibi en üstün işlevlerinin senteziydi.
Bu bilgi, insanlığın düşük seviyelerinde çürümektedir ve önceden ödeme, kişinin içindeki
çalışmadan, kendini cezalandırmaya dönüşüyordu.
Çocukken izlediğim dini geçitleri, Meryem'in veya bir başka azizin heykelini taşıyanların,
onun ağırlığı altında kan ter içinde kalmalarını anımsadım. Onları fal taşı gibi açılmış çocuk
gözlerimle izlerdim. Şehir merkezine girerlerken, taşıyıcı kalasların ezici ağırlığından
kendilerini bir parça da olsa koruyabilmek için yaralı omuzlarındaki kumaş parçalarını
düzeltirlerdi. Dar sokaklarda ve çevre semtlerde, yolların iki tarafından sıkıştıran, diz çökerek
haç çıkartan insan kalabalığını iterek kendilerine yol açar ve öyle ilerlerlerdi. Taşıyıcıların
harcadıkları çabadan morarmış suratlarım, azizlerin göğe çevrilmiş yüzlerini ve yaldızla
parlatılıp enselerine tutturulmuş pirinçten sallanan haleleriyle azizlerin gözlerini yeniden
görüyorum. Heyecanlı kalabalıktan beni korumak için Giuseppona, üzerime heybetle
dikilirdi. Bir keresinde bana, "Onlar cennete gidiyorlar" demişti. Bu korkunç suratlı iyilik
timsali kişilerin yaşadıkları yere hiçbir zaman gitmek istemeyeceğime dair kendi kendime ant
içmiştim. Meğer bilmeden izlemekte olduğum şey, önceden ödeme yapmanın canlı bir
alegorisiymiş. İleride bir gün, Dreamer bana, kişinin kendi dikkat eksikliği yüzünden
planlanmış olaylar dünyasında bizimle karşılaşmak için çoktan yola koyulmuş felaketler ve
musibetleri defetmek için ıstırap çekerek bu acıyı gelecekteki eziyetleri önlemek adına
yapılan bir ön ödeme girişimi olduğunu açıklayacaktı. Boş inanışların ağırlığı altında beli
bükülen zavallı insanlık, ödemesini sadece acı ve rastlantı ile fiilen yapabilir.
Dreamer, sözlerini yineleyerek, "Kayıtsızlık ve ilgisizlik her zaman bir ödeme ve bir iyileşme
işaretidir, ama gönülsüzce olan bir iyileşmedir,"dedi. Hemen ardından, birçok kez, bunun bir
ödeme olmakla birlikte, iyinin hizmetindeki bir kötülük olduğunu, ama asla bir cezalandırma
olmadığını vurguladı. Kendi görüşünün hiçbir şekilde, 'kısasa kısastan karmaya, hatta
uğradığı felaketler için kendisine bir neden bulmak isteyen insanın buluşu sayılan Dante'ye
özgü kısas yasasına varana dek sonsuz sayıdaki kurallar listesine dahil olmasını istemedi.
Tam bu sırada görüşlerini doğru yazdığımdan emin olmak için notlarımı inceledi.
Dreamer'a göre, iradenin içte işlemediği zaman dıştaki dünyanın sorumluluk almasına izin
verilir. Niyeti her seçimimizde uygulamak, gönülsüz ödemeyi ve tesadüfi oluşları ortadan
kaldıracaktır. Niyet sayesinde kadere yön verebiliriz.
Dreamer sözlerini, "Rastlantısallık bir tür çürümüş, unutulmuş, gömülmüş niyettir," diye
sürdürdü. "Aykırı bir düşünce olarak rastlantı, gerçek niyetin yerini alan gönülsüz bir niyettir."
Kutsal kitapların 'sağlam iradeli' insanlardan bahsettiğini anımsadım ve Dreamer bana bu
ifadeyi taşıyan insanların unutulmuş, gömülmüş iradeyi geri kazanmak için taşlı yollarda
yürüyerek kaynağa geri dönmüş kişiler olduğunu söyledi. Bu 'sağlam' irade demekti.
İ"nsanoğlu niyetin yerine rastlantıyı koydu. Bunun farkına varanlar, yitirilen bütünlüğü geri
kazanabilmek için bir Okul arayışına girdiler," dedi ve bu düşüncenin, her gerçek okulun
varoluşu için asıl neden olduğunu, Var oluşun birliğine, insanın bütünlüğüne dönüşü olması
gerektiğini belirtti.
"Yalnızca çok az kişi özel bir Okulun gerekliliğini fark eder ve bunların içinden de çok azı
onunla karşılaşabilecek niteliklere sahip olur."
Bir an benim de bu birkaç kişiden biri olduğum, bu mutlu azınlığa dahil olduğum düşüncesi
geçti aklımdan, fakat tadına bile varamadan Dreamer'ın sesi, içimi didik didik ederek,
düşüncelerime sızmasına izin verdiğim hırsızı bulmaya çalışıyordu. "Hayır. Sen o birkaç
kişiden değilsin!" dedi. Hayal kırıklığı ve küçümseme dolu ses tonu oldukça ciddiydi.
"Seni seçen benim!"
Dreamer bir yandan bunları söylüyor, diğer yandan da, miğferini indirerek çarpışmaya
hazırlanan bir savaşçı gibi, en sert ifadelerinden birine bürünüyordu. Donup kalmıştım. Bu
düşüncemden dolayı binlerce kez pişman olmuştum. Söylemek üzere olduğu sözleri kesmek
istedim ama artık çok geçti.
Hiç affetmeden, "Seni seçtim, çünkü bunu herkesin yapabileceğini gösterecek bir örnek
olmanı istedim!" dedi.
İ"nsanlık, kendini yenileyebilir, yeniden oluşabilir ve doğabilir, gömülmüş iradeyi geri
kazanabilir. Kitlesel bir devrime gerek yoktur. İnsanlığın gerçek dönüşümü, kendi
bütünlüğüne ve kendi birliğine ulaşan tek bir bireyin dönüşümüyle gerçekleşir. Bir insan,
hâlâ sadece mecbur kaldığında, tesadüfen önceden ödeme yapan insanlar grubunun içinde
olduğunu anlaması adına, oğlunun başına gelen kazaya benzer talihsizliklerle kuşatılmıştır.
Çektiğin acıyı nasıl yönlendireceğini bilmiyorsan, çocukken sıkça gördüğün o batıl inançlı
kalabalığın, sadece hayallerinde kurduğu bir yaşamı kontrol eden dışarıdaki bir tanrıyı
memnun ederek, olayların yönünü değiştirmeye çalışan insanlığın parçası olarak kalacaksın.
Bir insan konvoyunda olmasan bile, spor fanatizmiyle bir stadyumda avazı çıktığı kadar
bağıran bir kalabalığın parçası olacaksın."
Sıkça rastlanan diğer bir ödeme yönteminin roller aracılığıyla gerçekleştiğine değindi. Hiç
hatasız bir yasa, mucizevi bir şekilde herkesi doğru yere yerleştirmektedir. Hastaneler,
mahkemeler, hapishaneler gibi nankör işlerde çalışarak diğer insanlara yardım ettiklerini,
yaptıkları o işin kendi seçimleri olduğunu, bu rolü ele geçirmek için bir yarış kazandıklarını
düşünen insanlar vardır ve bu insanlar bir şekilde seçilmiş kişiler olduklarına ve bundan
dolayı da bedelini ödediklerine inanırlar. Oysa onlar o bedeli hâlâ ödemektedirler.
Dreamer, bir yandan espri yapıyor, bir yandan da ironik bir ciddiyetle, "Bu roller, taksitli
ödemeyi gerektirir," dedi. "Bir kişinin rolü, onun kefaretidir ve bir gün de tabutu olacaktır.
Yeni bir insanlık, gönülsüz ödemenin, gönülsüz arınmanın yerine ön ödemeyi koyacaktır.
Hastalıktan önce iyileşme, sorundan önce çözümü gelecektir. Kendini her koşul ve her
durumda var gücünle sev. Olaylar başımıza gidişata göre, gereken sonuçlara uygun biçimde
gelişerek ve irademiz tarafından düzenlenerek gelir."
Defterimde sayfalar dolusu tuttuğum notlarımı tamamlayabilmem için bana birkaç saniyelik
bir zaman verdi, sonra, kendisini dinleyen tüm Kahramanlara bir çağrı yaparcasına,
"Sonsuzluktan bir parçayı, sizler gibi, kuruluşların pespaye ofislerinde çalışan kişilere
götürmemiz gerekir," dedi. Bu özel görevin bana verilmesini bekledim, ama bununla ilgili bir
şey söylemedi.
Birdenbire benim şimdiki durumuma, yine ACO'daki işimde çalışıyor olmama değinerek,
"Bıraktığın yerden bir kez daha başlamalısın. Sana söyleyebileceğim başka bir şey yok!"
dedi. "Daha önce aşıp geçemediğin şeyin üstesinden gelmeli ve bunu denemelisin!"
Dreamer'ın beni yine gemiye kabul ettiği ve 'yolculuğun' devam edeceği haberi bende bir
enerji patlaması yaratmıştı. Uzun süre soluksuz kalan birinin taze havayı derin bir nefesle
ciğerlerine çektiğinde yaşadığı sarhoşluğu yaşıyordum.
Dreamer'la bu karşılaşmamızın ardından oğlum Luca iyiye doğru gitmeye başladı ve kısa
süren bir yatak istirahatından sonra tamamen iyileşti. Chia'nın üstünü örten kara bulutlar
dağıldı, göğü saran hava aydınlandı ve açıldı. Sonraki günlerde gelecek işaretleri dikkatle
izlemeye koyuldum. Her ne değişiklik olursa olsun bir daha asla Dreamer'ın bana gösterdiği
yoldan çıkmayacağıma ve bu kararımı asla unutmayacağıma dair kendime söz verdim. Yeni
işin, bütün ailemle birlikte uzak bir ülkeye taşınmamızı gerektireceğini düşünmüştüm. Oysa
İtalya'daki işin merkezi sadece birkaç kilometre öteye taşınmasına karşın, işin faaliyet alanı
dünyanın öbür ucunda bulunacaktı. Larga Caddesinde bulunan bir insan kaynaklan
şirketinden adıma gelen 'beklenmedik' bir mektup beni yeni bir pozisyon için yapılacak
elemeye davet ediyordu. Dreamer'la karşılaşmamdan yalnızca üç hafta sonra, kendimi
uluslararası dev bir kuruluşun dış ticaret bölümündeki uzak doğu pazarları departmanının
başında buldum. Bu kez tüm köprülerimi yıktım, beni geçmişime bağlayacak her yolu ve her
geçidi yaktım.
Bölüm 8
Dreamer'la Şanghay'da
1 Mükemmellik kendisini asla tekrarlamaz
Dreamer'la birlikte Bund üzerindeki Plaza Concert'tan, Huangpu'yu bir aşağı bir yukarı yarıp
geçen teknelerin yoğun trafiğini seyrediyorduk. Bu uçsuz bucaksız nehir, tam bu noktada,
Şanghay'ın iki ruhunun arasından akardı. Biri anıtsal mimarisiyle Avrupa sömürgeci
dönemini, diğeri ise Pudong'un yeni mahallelerindeki fütürist gökdelenlerle canlanmış
yüzünü yansıtırdı. Buradan bakıldığında, mimari görüntüsüyle geleceğin büyük bir metropolü
olarak düşlenen gökdelenlerin yükseldiği bu şehir, göz alabildiğine uzanan dev bir şantiye
görünümündeydi.
Kuveyt'ten dönüşümden Uzakdoğu'daki yeni görevime başladığım döneme kadar geçen süre
içinde Dreamer ile hiç karşılaşmamıştım. Bu aylarda, uzun çıraklık dönemim boyunca tutmuş
olduğum tüm notları defalarca okumuş ve yaşamın farklı koşullarında ondan öğrendiğim
ilkelere sarsılmaz bir kararlılıkla tutunmaya çalışmıştım. O'nunla buluşmaktan çok korkuyor
olmama rağmen, bu anı delicesine arzuluyordum. Birbirleriyle çok yakından bağlantılı, henüz
çözümlenmemiş iki mesele, henüz kapanmamış yaralar gibi açık duruyorlardı. Biri, Kuveyt'i
terk etme şeklim ve diğeri ise Heleonore ile olan ilişkimdi. Bunlar daha fazla bertaraf
edemeyeceğim çetrefilli konulardı.
Öğleden sonramız çok yoğun geçti ve Dreamer bana, o ana kadar olan belki de en olağanüstü
öğretilerini aktardı. Yanında O'nu dinlerken, asırlık Yu Yuan bahçelerinden geçiyordum.
Sonra eski çarşı bölgesindeki Budist tapınağının çevresinde, dar sokakların örümcek ağına
benzeyen labirentinde O'nunla beraber yürüdüm.
O'nun yanımdaki varlığı ile, bu muazzam şehrin yoğun kalabalığının ortasında, tıpkı yıllar
önce Giuseppona'nın eline yapışarak, Napoli'nin dokusunu iltihaplı yaraların bıraktığı izler
gibi çizen, yolları şaşırtacak derecede karışık sokaklarından geçerken duyduğum aynı
şaşkınlık ve korunma hissine kapıldım.
Dreamer, Şanghay'ı ve Çin'i sanki uzun süre orada yaşamış biri gibi iyi biliyordu. Bana,
buranın tarihini ve düşünce yapısını, günlük yaşamın tüm ayrıntılarını vererek ve en sıradan
olayları, üzerinde yorumlarda bulunarak anlatıyordu. İşinin başındaki bir zanaatkâr, yoldan
geçen birinin giyimi ya da daracık dükkânların içini kaplayan pazarlıklar, Konfüçyüs
bilgeliğinin beşiği olan bu uygarlığın kökenine inmemi sağlayan derin tünelleri
oluşturmaktaydı. Dreamer bu bilgeliği yaratmış olan zekânın otoritesiyle bana bir milyardan
fazla insanı tutkal gibi bir arada tutan bu toplumsal bütünlüğün sırrını ve onun kapsamındaki
altı erdemin oluşturduğu bilgeliği anlattı. Sanatçı olan genç bir kız, kendini işine kaptırmış,
mikroskobik cam vazoları dekore etmekle meşguldü. Vazoların iç taraflarını, büyük bir sabır
ve akıllara durgunluk veren bir yetenekle boyuyordu. Tezgâhının başında durduk ve Dreamer
bir süre hiç yorum yapmadan onu izledi. Sonra kızın ellerinden çektiği bakışlarını yavaşça
bana çevirdi. Zaman genleşti, an sonsuzluk oldu ve ben kendimi daha önce kimsenin
yapmadığı şekilde içime işleyen o gözlerin içinde kaybettim. Ruhumu kaplayan bu eşsiz
bakışta, Carmela'nın şefkati, Giuseppe'nin sertliği, bir dostun sevgisi ve bir ustanın saygınlığı
bir araya toplanmıştı. Cam boyayan sanatçı kız O'ydu. Bu 'uygulamalı çalışmayı' göstererek,
herkesin özde gerçekleştirmesi gereken dönüşüm sürecini ve dünyada kendisi adına başka hiç
kimsenin asla yapamayacağı, kendi yaşamının sanatçısı olmayı açıklıyordu. Ben, aramızda
herhangi bir perde, bir maske olmadan ya da rol yapmadan, göz açıp kapayıncaya kadar
geçen kısacık bir zaman diliminde yaratıcısıyla göz göze gelen bir varlıktım. O anda, bu
varlığın onulmaz yüceliğini tattım, Zaman gibi sınırların, engellerin, kısıtlamaların olmadığı
bir yerde O'nun nefes alışını dinledim ve özgürlüğünden bir damla içtim. Düşüncelerimin
yerini bir baş dönmesi aldı.
Bu dakikadan sonra kendimi aniden halka açık bir alanın köşesine kurulmuş bir masada
otururken buldum. Burası eski tarz bir çayhaneyi andırıyordu. Bu ahşap yapı, pencereden
görebildiğim kadarıyla, küçük bir gölün ortasında yükselen kazıkların üzerinde duruyordu.
Düşüncelerim Dreamer'a kaydı. O'nu görebilmek için bakışlarımı etrafımda gezdirdim.
Hemen yanı başımda oturuyordu. Rahat bir nefes aldıktan sonra, çevreye göz attım ve bu
mekâna sadece Çinlilerin geldiğini fark ettim. Müşterilerinin görünüşleri, giysileri, iç
mekânın dekorasyonu ile burası, sanki dünyanın en büyük limanlarından biri olmaya doğru
henüz yükselmeye başlamış Şanghay'ın küçük balıkçı köyü olduğu koloni dönemine ait bir
kartpostal gibiydi. Dreamer'ın zayıf sesi, bana önce çok uzaktaymış gibi gelirken,
müşterilerin uğultuya dönüşen gevezeliklerinin arasından bulduğu bir yol sayesinde, giderek
bana daha anlaşılır gelmeye başladı. Dreamer, ilk sözcüklerinden algılayabildiğim
başlangıçtaki konuşmasını sürdürüyordu.
"...Bu nedenle, insanoğlunun sorunlarının her biri, refah içindeki toplumların suç
oranlarından, yeryüzünün bütün bölgelerine yayılmış yoksulluğa kadar, sadece zihinsel bir
hastalığın belirtisidir." Dreamer'ın bu kesin görüşü beni içine düştüğüm karmaşanın dışına
çekmişti. Bu sözleri, ileride bir gün O'nun düşünce sisteminin köşe taşlarından biri sayacağım
bir bildirisinin yalnızca giriş sözleriydi. Sırtımı neredeyse kimsenin fark edemeyeceği kadar
belli belirsiz bir biçimde doğrulttum ve O'nu çok daha büyük bir dikkatle dinlemeye
koyuldum. Sonraki açıklamalarından, zamanın en başından beri insanın başına gelen tüm
felaketlerin aslında onun eksikliklerinin hayatına bir dizi olay olarak gelmesinden ve
parçalanmış ruhunun yansıyan görüntülerinden başka bir şey olmadığını anladım.
Psikolojisindeki bu kırılma, insanlığın çok uzak geçmişindeki çocukluk dönemine dek
uzanmaktaydı. Zihnim acı duyacak kadar açık vc bilincim yerindeyken bana, “Dünya, böyle
çünkü sen böylesin," dedi. "Kendi dışımızda olduğuna inandığımız gerçeklik, yani dünya,
psikolojimizin ve Var oluşumuzun fiziksel bir yankısıdır." İleri sürdüğü bu katıksız iddia
akıllara durgunluk veriyordu. Bu arada, geleneksel giysileri içindeki iki genç garson kız, çay
servisi için soframızı kurmak üzere takımları ellerinde yanımıza geldiler. Bir ayin havasında
yapılan bu töreni izlemek üzere susması, Dreamer'ın çok önem verdiği kanısına kapılmama
neden oldu. Öyle ki, geçmek bilmeyen dakikalar boyunca bu titiz ritüeli yönetmeye ve onun
her adımıyla özenle ilgilenmeye koyuldu. Gerilmiştim. Bir an önce konuşmasını kaldığı
yerden sürdürmesi için sabırsızlanıyordum. Tam da insanlığın binlerce yıllık sorunlarının
hatta belki de benim mutsuzluğumun temel nedeni olan sır hakkında bir açıklama yapmak
üzereydi. Böylesine gereksiz bir çay servisi için bu kadar önemli bir konuşmayı kesebilmesi
beni serseme çevirmiş, bana hayal kırıklığı yaşatmıştı. Bu düşüncelerimi elbette
dillendirmedim, ama içimden beslemeyi sürdürdüm. Ben o zamanlar hâlâ düşüncelerin
görülemez olduklarını ve insanın onları gizleyebileceğini sanıyordum.
" ok küçük ya da çok değersiz olan hiçbir şey yoktur!"dedi. Bu kararlı ifadesiyle beni adeta
Ç
azarlamıştı. Ayrıca benimle konuştuğu halde hâlâ sürmekte olan merasimin ayrıntılarıyla
ilgilendiğinden, yüzüme bakmıyordu. Çantasını karıştırırken suçüstü yakalanmışım gibi
kulaklarıma kadar kızardım.
"Her hareketinin kusursuz olduğundan emin ol!" dedi. "Kusursuzluk, tek bir gereksiz eylemde
bile bulunmamak demektir."
Sonra, bir yandan liste halinde uzayan çay mönüsünden tadına bakacağımız değişik çayları
seçerken, "Bir şey iyi yapıldığında, sonsuza dek yapılmıştır! Tüm evren bundan haberdardır
ve yaptığın şeyi tekrar etmene gerek yoktur. Sadece kusurlu olan tekrarlanır. Kusursuzluk
asla kendini tekrarlamaz çünkü sürekli olarak kendini aşar. Olgunlaşmış bir koza, bir
kelebeğe, daha üstün bir düzenin varlığına dönüşmek için görünürde ölerek, olgun halini
sona erdirmelidir." dedi.
Ardından, farkındalıkları, kendi iç düzenekleri ve makinesindeki en küçük dişlileri
düzenlemesi sayesinde, bir insanın tüm dünyayı düzeltebileceğini ve onun tarihçesini
değiştirebileceğini anlatarak devam etti. "Evrenin gelişimi bireyin gelişimine, onun
dönüşümüne bağlıdır. 'Bireysel' ve 'evrensel' olan bir ve tektir,"dedi. "Bu bilgi, uygarlığın ve
sanatın her dalının kaynağında bulunur. Herkesin eğitiminin temel öğesi olmak üzere geri
dönmesi gerekir."
Sözlerine ayrıca, insanlığın yarattığı tiyatronun, dinsel dansların ve tüm ayinlerin bir
kavramdan kaynaklandığını belirtti. Her şey birbirine bağlıdır. Dikeydeki, başka bir deyişle
irade dünyasındaki en küçük bir hareket, olaylar dünyasındaki en etkili değişimleri yaratır.
Ezberinden okurcasına, "Evren beynimizin içindedir. İnsanın arzuladığı biçimde gelişen,
özdeki bir tohumdur," dedi. "İşte bu yüzden, eğer bir kişi, bilerek en küçük işlere bile özen
gösterirse ya da yaptığı en basit şeyleri bile kusursuz olarak yerine getirirse..."
"...çay hazırlamak gibi mi?" diye sordum. Bu sorumu dile getirirken, az önceki dile
getirmediğim sevimsiz düşüncelerimi affettirebilmek arzusuyla, olabildiğince kibar olmaya
çalıştım.
Dreamer, "...ya da sadece kusursuz olarak nasıl sunulacağını öğrenmek gibi," diyerek yarı
şaka yarı ciddi olarak aynı oyunu kendi açısından ele alarak benim düşüncelerimi tamamladı.
O bunları söylerken, iki garson kızın birbirlerine bakışarak gülümsedikleri gözümden
kaçmadı. Ortada benim dışımda herkesin bildiği bir oyunun, Dreamer'a saygı dolu bir boyun
eğişin olduğu kanısına kapıldım. Onların da 'Okul bünyesindeki kişiler' oldukları düşüncesi,
beynimde bir şimşek gibi çakarak beni soluksuz bıraktı. "İnsan bu davranışının
kusursuzluğuyla, ebediyen kendi kişisel evrenini düzenleyebilir, doğumdan ölüme dek her
şeyin bir program içinde yürüdüğü rastlantısal bir yaşamın çizgisinden çıkabilir ve kaderini
değiştirebilir. Dünya, oluşun bir rezonansı ve yansıttığı görüntüdür..."
Defterime, sihirli altın tozlar gibi bu öğretinin her sözcüğünü titizlikle not ettim ve konuya
açıklık getiren özel durumları tanımladım.
2 İnsan Aklı Silahla Kuşanmıştır
Bu arada masamız gösterişli bir biçimde donatılmıştı. Özenle işlenmiş kar beyazı keten
örtüler incecik Çin porselenlerine kusursuz bir fon oluştururken, üzeri değişik tatlılar ve
çöreklerle dolu tepsiler de gelmişti. Ritüelin bu aşaması da tamamlanıp, verdiği siparişlerin
kusursuz bir biçimde masada yerini aldığını görünce, Dreamer yarıda bıraktığı konuşmasına
yeniden döndü.
Çenesiyle etrafımızda bulunanlara dikkatimi çektikten sonra bana, "İnsanın gerçek dediği ve
senin burada gördüğün, dokunduğun her şey, psikolojisinin maddeye dönüşmüş halidir.
İnsanın düşünceleri maddeleşerek 'dünyayı' oluşturur. Gerçekler düşüncelerdir."dedi.
Sesi derinleşmişti. Kısık ses tonu, birazdan yapacağı acı dolu açıklamalarını önceden açığa
vurur gibiydi.
İ"nsanoğlunu pençesine alan en ağır hastalık, onun kişisel ve toplumsal tüm sorunlarının
nedeni, içinde yaşadığı bölünmüşlük ve çatışmacı psikolojisidir.” Bu sözlerle birlikte,
insanoğlunun oluşturduğu ve sonrasında bin yıllar boyunca kendisine aktardığı efsanelerin
ifadesini takınan bir kaleydoskop dolusu görüntü içime açıldı. Bu kurgusal zemin karşısında,
akıl tanrıçasının o muhteşem doğum sahnesi her şeyden daha fazla göze çarpıyordu. Jüpiter'in
duvarları yıkılmış kafatasından silahlar içinde parıldayarak ileri atılan, bir baş ağrısının ya da
kabusunun kızı olan Athena’nın doğumuydu. Benimle birlikte düşüncelerimin girdabına
girerek, bu görüntüyü kavrayan Dreamer, "Bu bir uyarı efsanesidir, insan aklı
silahlanmıştır!" dedi
Bundan sonra gelen suskunluk nefesimi kesti.
"Bu, bir uygarlığın şimdiye dek kendi hastalığına koyamadığı belki de en kesin teşhisti."
Onun bu keşfinden heyecana kapılıp, "Öyleyse Antik Yunan, sonunun ne olacağını
biliyordu!" diye haykırdım.
Dreamer'ın yanıtı geçikmişti. Onun bu sözleriyle yaşadığım huzursuz sevinç dalgası, yukarı
ulaştığı aynı hızla aşağı endişe olarak indi. Bu açıklamasındaki derinliğin ayrımına vardıkça,
üzerimdeki ağırlığının da aynı oranda arttığını hissediyordum. Sonunda gelip sınıra
dayanmak ve bu güzelliğe, bu keşifteki aydınlanmaya sahip çıkamayıp, onu içimde tutmakta
zorlandığımı fark etmek bana acı veriyordu.
" ayır! Yunanlılar, bilge adamlarını ya da kahinlerini dinlemeyi bilmiyorlardı. İnsanın,
H
içindeki kötülüğün ve kabahatinin farkına varması, bir iyileşmedir."
Dreamer'ın verdiği yanıtı not ettiğim sırada, Jüpiter'in zihinsel doğum sahnesini gözlerimin
önüne getirmeye çalışırken, şaşkınlıkla, Athena efsanesinin, herhangi bir tasvirinin
bulunmadığının farkına vardım. Sanat tarihinin hiçbir alanında, bu sembolik doğumun tek
bir izine rastlamamıştım.
Dreamer, "İnsan aptallığını görmek ve kendi düşüncelerinin ne denli yıkıcı olduğunu kabul
etmek istemez," diye açıkladı. "İnsanlık bu konuda yüzyıllardan beri uyarılmakta ve
alınyazısının üzerine bir gölge gibi düşen bu kehaneti hissetmektedir. Onu kabul edemediği,
onunla ne yapacağını hatta ondan kendisini nasıl sakınacağını bilmediğinden, onu önünden
kaldırarak yok saymaya çalışmıştır. Bir insanın karanlıkta kalan yüzünün anlaşılması demek,
durumun çözümlenmesi, iyileştirilmesi ve gerçek kurtuluşu demektir."
Dreamer, daha iyi anlamam için bana, eğer insan topluluğu yaşadığı felaketlerin nedenini
bilebilseydi, içine düştüğü kölelik durumundan da çıkabilirdi diye açıkladı. Oysa böyle bir
şey mümkün değildir. Çünkü bu tür farkındalığa kitlesel olarak değil, ancak birey olarak
erişilebilir. Kitle, ne kendini bilmeyi ne de böyle bir çaba içine girmeyi ister. Yeni ve
bilinmedik her şeyden çekinir. İnsanlığın yaşadığı bu kölelik durumu ve beraberindeki
binlerce felaket, insanı huzursuz ve kör eden o bilinmeyenin korkusundan kaynaklanır.
Politik önderler, yeni olana duyulan fobiyi insanlığın her döneminde beslediler ve
güçlendirdiler. Kalabalıklar düşleyemez. Bir uygarlık, ancak kendisini yaratan düşü ve
aydınlanmış insanlarını dinlemeyi unuttuğunda, çöküşe geçer. Düşün ve bilgelerin
mesajlarının dinlenmediği bu dönemler, kültürün ve uygarlığın çöküşünün habercisidir.
Zaten, yüzyıllar boyunca düşleyen bireylerin, düşünceleriyle yön veren şairlerin eserlerini
yok edebilecek kolektif bir delilik dönemiyle burun buruna gelinmiştir.
Dreamer, "Kitle bir hayalettir, her şeyden etkilenen bir mekanizmadır. İnancı yoktur, tam bir
iradeye sahip olduğu söylenemeyeceği gibi, yaratma gücü de yoktur. Tek bildiği, her şeyi
yerle bir etmektir. Bu, kalabalıkların asıl rolüdür. Yalnızca bütünlük ve irade sahibi olan
kişiler düşleyebilir ve imkânsızı gerçek haline getirebilirler,"dedi.
Dreamer'ın bütün bu söyledikleri, şirketlere ve modern kuruluşlara da uygulanabilirdi. Oysa
bu tür organizasyonların hiç de uzun ömürlü olmadıklarını gözlemlemiştim. Onların sorunu
mali, teknoloji ya da pazar payı gibi nedenlerden değil, tamamen sorumluluk ve bütünlük
duygularından yoksun, sevmeyi bilmeyen insanlar olmaları yüzündendi.
Dreamer'ın bir işaretiyle, tarihi geçmişi neredeyse Çin’in geçmişine kadar dayanan koku ve
tat alma yasaları uyarınca, sipariş ettiği sayısız çeşitte hazırlanmış çaylar bir bir gelmeye
başladı. Porselen demliklerden yükselen değişik aromaların buğusunu keyifle içine çektikten
sonra küçük fincanlarımızı çayla doldurdu.
Yaptığımız uzun yürüyüşün ve heyecanına vardığım yenilikçi düşüncelerin ardından ben de
bu şık sofrayı onurlandırmak üzere, pastacılık sanatının doruklara çıktığı bu seçkin örneklerin
tadına baktım. Dreamer, her bir tatlının çıkış efsanesini anlatarak beni büyülerken ve aynı
zamanda da Ming medeniyetine uzanan geleneksel tariflerin hazırlanış yöntemlerinden söz
etmişti. Her zaman olduğu gibi nazikçe ev sahipliği yapıyor fakat yiyeceklere
dokunmuyordu.
İ"nsan okyanusları geçmeyi, yüksek tepelerin zirvesine tırmanmayı ya da tehlikeli işler
yaparak yaşamını riske atmayı göze alabileceği gibi, tapınaklara, aşramlara, dergâhlara
kapanmayı da kendisine yol olarak seçebilir. Kendini ibadetle rahatlatabileceği gibi, aynı
huzuru sekste de bulabilir. Tövbe edebilir ya da zamparalık yapabilir. Başka bir deyişle, bir
keşişin kulübesine karşılık iş hayatının zorluklarını seçebilir. Tüm girişimleri kendisini içinde
birleştirmek, kendi bütünlüğünün sonsuz arayışı içindir."
Hatta psikanalizden komünizme kadar tüm laik dinler de dahil olmak üzere, aslında aynı
arayışın yirminci yüzyıl uyarlamalarıdır.
Tüm bunlar insanoğlunun yaptığı sayısız denemelerdir. Öyle ki, tüm uygarlıklarda tanık
olunan günah çıkartma benzeri ritüeller de insanın bütünlüğünü, doğduğu andan itibaren
hakkı olan ve genlerine aktarıldığı biçimiyle 'yitirilmiş cennet' olarak anımsadığı gerçekliğini,
yani bu ayrıcalıklı güven durumunu yeniden kazanmak için gösterdiği çabalardır.
Dreamer, "İnsanlık tarihi bir dönüş yolculuğudur, Kayıp Oğul meseli bunun eşi bulunmaz bir
tasviridir," dedi. "Ne var ki, bütün dinler varoluş sebeplerini unuttular. Çürüyerek, olmaları
gereken durumun tam tersi hale dönüşmüş, ölüm ve onun kaçınılmaz olduğu fikrini yayma ve
pekiştirme araçları olmuşlardır. Onlar ayrılıkları ve çatışmaları iyileştirmek yerine, prensip
savaşları gibi her türlü, boş inanışı, hoşgörüsüzlüğü ektiler, beslediler, büyüttüler ve
karşılığında da ayrımcılığı ve savaşları biçtiler."
Dreamer, psikolojisi bölünmüş insanların ellerinde kalan Hristiyanlığın, her defasında biraz
biraz olmak üzere, adını bile değiştirmeden, kendisini engizisyona dönüştürdüğünü anımsattı.
Ve bugün hâlâ, İncil'deki aykırı düşüncelerin, insanlığın eskimiş zihinsel kafeslerini un ufak
edebilecek güçteki koçbaşlı tokmak darbeleri ne yazık ki boşa gitmiş ve öykülerindeki nazik
güç, ekonomik yasalarındaki bilgelik, çocuklar için birer din dersi malzemesine indirgendi.
Kutsal kitapların öğretilmesi, kendilerini eğiten bilinçsiz eğitmenlere bırakılmıştır ve ne yazık
ki, İncil'in insanlığı uyandırmak üzere geldiği hipnotik uykuyu sürekli ve kalıcı kılanlar da bu
eğitmenler olmuşlardır.
Şimdiye dek tuttuğum notlar defterimin sayfalarını doldurmuştu ve o sırada Dreamer'ın bana
"Çocuklarda ölümsüzlük düşüncesinin, fiziksel ölümsüzlüğün yeşertilmesi şarttır," demişti.
O'nun sakin duruşunun ve ses tonunun arkasında, dünyayı yerinden oynatacak bir
başkaldırının çığlığını, kahramanca gürleyişini ve gücünü hissettim. Bir meşale yüzyılların
karanlığını yırtarken, bir sancağın, boş inanışlara, hayaletlere ve putperestliğe karşı
sürdürülen binlerce meydan savaşının kızılca kıyametinin üzerinde dalgalandığını gördüm.
Dreamer, önemli bir olayın habercisi gibi, "Bu görüş, ölüm konusunu irdeleyerek her tür
ideoloji ve dini akımla mücadeleye girileceği anlamına gelir ve her seviyedeki okullara ve
üniversitelere ulaştırılmalıdır," diyerek konuşmasını tamamladı.
3 Yalan söyleyen hayvan
O anda gözümün önündeki perde kalkmış, her şey gün gibi ortaya çıkmıştı. Öğretisinin her
parçası, bir yapbozun yerine yerleşen parçaları gibi, kendi köşesini buluyor ve gözlerime
nefes kesen bir düşüncenin, mantıklı öğesi olarak yansıyordu. Binlerce yıllık felaketin,
acımasızlığın ve uğursuzluğun öyküsü nihayet açıklığa kavuşmuştu. Binlerce çatışmanın
saçmalığı, sınırsız zenginliklerle dolup taşan bir evrende bu denli yoksul kalabalığın çelişkili
ve trajik kaderi, küçük parmağını oynatacak kadar basit bir çabayla kurtarılabilecek
milyonlarca çocuğun ölüme terk edilişinin korkunçluğu, zamanın, her coğrafyanın, her
inancın ve ahlaki değerin ötesinde nihayet gerçek bir nedene bağlanmıştı. Bu konumdaki
insan bir akıl hastasıdır! Dolayısıyla, bu hasta insanın ait olduğu toplumlar ve kurumlar da,
parçalanmış ruhların, çatışmacı mantığın gözle görülür hale gelen ölüme inanışının aynadaki
yansımasıdır.
Kendime bu zihinsel hasarın nasıl ve ne zaman oluştuğunu sordum. Bunu öğrenebilmek için
neler vermezdim! Sanırım bu, tarihin belki de en çarpıcı ve kesinlikle en yararlı buluşu
olurdu. Hayal gücüm kanatlandı. Binlerce yılın izini sürerek, insanı içinde bulunduğu
koşullara indirgeyen olayın ne olduğunu anlamak için, tıpkı Orlando'nun kayıp sağduyusunu
aramak üzere ay yüzeyinde yapılan bir tür yolculuk gibi, bilimsel bir araştırma yaptığımı
hayal ettim.
Dreamer, sesindeki ince bir alaycılıkla araya girerek, "Musevi- Hristiyan geleneği, bu baş
aşağı ölümcül düşüşü 'Cennetten Kovulma' diye nitelendirerek, bunu en büyük günah sayılan
'ilk günah' olarak vurgular ve adına bağışlanmaz günah der,"dedi.
Dreamer'a sormak istediğim yüzlerce soru vardı. O'nun engin bilgisinden yararlanmak, O'nun
otoritesinden yudum yudum içmek harikaydı. Elmanın ısırılışı, yılanın ve incir yaprağının
simgeleri her zaman ilgimi çekmişti. Tüm bu simgelerin üzerinde, dört bin yıldır ayakta
duran, ama bu denli anlamsız bir olaydan bu kadar büyük bir trajedi yaratmış, otoriter bir
geleneğin önünde bir tür aydın olarak huzursuzluk hissetmişimdir. Peki, bu neden ölümcül
bir günah olarak nitelendirilmişti?
Dreamer bana, "Elmanın ısırılışı anlamsız bir olay değildir," diye açıkladı. "Kendisini
'yaratıcı' olandan 'yaratılan' olmaya indirgeyen ve öz doğasını terk eden insanın Var
oluşandaki düşüşün bir metaforudur. Elmayı dişlemek demek, dışımızda var olan, bizi içine
alan ve bizi yöneten bir dünya olduğuna inanmak, bir başkasının hayaletini kalıcı kılmak
demektir. İnsanın bağımlılık halinin ve tüm trajik tarihinin başlangıcıdır,"diye açıkladı.
Dreamer, Adem'in ilk sözlerini, alçalmış bir varlığın utanç lekesi ve kendi kendini ele verişi
olarak sonsuza dek yankılanacak olan o kelimeleri hatırlattı. "Saklandım...korkmuştum...ben
değil... bana verdiğin kadın yaptı." Kendimi evrensel bir felaketin, çaresi olmayan bir
trajedinin tek tanığı olarak hissediyordum. Bozuluşumuzun dramı, o anda ve orada
sahneleniyordu. Dreamer'ın mükemmel bir şekilde 'yalan söyleyen hayvan' olarak tanımladığı
varlığın dünya sahnesindeki gösterisini seyreden ilk kişiydim.
Dreamer, "Adem'in bu sözleri bağımlılığın doğuşuna işaret ediyor ve bu, sıradan, yalancı ve
sorumsuz insanlığın ilk bildirgesi, 'senin' izini sürebileceğin en eski bildirgeydi,"dedi.
Dreamer'ın, yeri gelmişken ustaca kullandığı 'sen', önüme, Yaradılış'tan daha baş döndürücü
olan eski zaman geleneklerinin görüntülerini ortaya seriyordu. Hakkında asla hiçbir şey
bilemeyeceğim ve bundan böyle sadece Dreamer'ın ölümsüz muhafızı olduğu erişilemeyecek
veya kayıp bilgi hazinelerini hayal ettim. Bir kez daha, zamanın ve uygarlıkların ötesine
geçebilen, kayıp okulların sırrını bilen, gömülü mücevherler gibi boş yere (“boş
yere”?)parlayan bu varlığın gizemiyle karşı karşıyaydım. Ardı ardına gelen keşiflerin baskısı
altında, Dreamer'ın sözleri içimde patlayarak ruhumda depremler yaratıyordu ve ben titreyen
ellerimle çılgınca not almayı sürdürüyordum.
Yüzümün fazlasıyla solduğunu görünce, Dreamer biraz soluklanmam için araya girdi ve
şakayla karışık iş durumlarıma atıfta bulunarak bana hoş bir şekilde takıldı. "Âdem 'in ilk
sözlerinde, cennetten kovulmuş perişan haldeki bir adamın, dış dünya ile özdeşleşmeye ve
bağımlılığa örnek teşkil eden, çalışan zihniyetinin kökeni saklıdır."
Dreamer'a göre, insanın düşüncesiyle nefesinin bir sentezi olan konuşma dili, Adem'in
sözlerinde bir ruhsal parçalanmanın, Var oluştaki bir çatırtının varlığını ortaya koyuyordu.
Eğer 'Tanrı'yla bir olma' halindeyse, nasıl olur da kendisinin O'ndan daha üstün olabileceğine
inanabildi ve bunu arzu edebildi? Yılanın ayartmasından önce, hatta Havva'dan da önce,
Âdem'in çoktan bölünmüş olduğu apaçık ortadadır.
"Yalan söylemek, saklanmak, başkasını suçlamak, kendini haklı çıkarmak, kendine acımak o
zamandan beri her zaman, cennetten kovulan bir adamı, öz bütünlüğünü yitirip kendisini
inkâr eden bir varlığı gösteren belirtilerin sözlü, hatta ondan da önce psikolojik bir ifadesi
olmuştur ve bundan böyle de olmaya devam edecektir."
Âdem elmayı ısırmakla, yaşamı ölümle, özgürlüğü bağımlılıkla ve bütünlüğü bölünmeyle
değiş tokuş etmişti. Kişinin doğduğu andan itibaren en doğal hakkı olan ölümsüzlük,
parçalanmış, bilinçsiz ve ölümlü bir sonsuzlukla yer değiştirdi. Ölümsüzlük, cinsel birleşme
ve doğurarak üremeye dayalı bir zoolojik devamlılığa indirgendi.
Dreamer konuşurken, ender yaşadığım bir duyguyla bedenimin titrediğini hissettim.
Dreamer, "Adem'in işlediği günah ölümcüldür, çünkü bu bir 'zaman içine düşüştür', hipnotik
hale gelen insanın, ölebileceği 'inanışına' düşüşüdür," dedi. Katlanılamayacak bir sırrı açığa
vuran birisinin göstereceği özen ve ihtiyatlı tavrıyla, "Ama insan ölemez, ancak kendisini
öldürebilir!"dedi. Eski tarz mizahi bir yaklaşımla zaten yoğun biçimde dramatik olan bu
bildirinin arkasına bir de "Ölüm daima bir intihardır!" diye ekledi. "Artık insanın eve
dönmesinin, uykusundan uyanmasının ve özbe öz hakkı olanı, yitirdiği ölümsüzlüğünü geri
almasının zamanıdır."
Bu görüşün beni dönüştürdüğünü, kimyasının organlarımdan geçerek hücrelerime,
moleküllerime, atomlarıma dek işlediğini hissettim. Dreamer, kötülerin en kötüsünü, insanın
bölünmesinin ve günahının başlangıcını anlatırken beni iyileştiriyordu. Eşi benzeri
görülmemiş bir minnet duygusu tüm ruhumu kapladı.
4 "Özgür bir insan ol!"
Düşüncelerim, o akşam Dreamer'dan işittiğim tüm bu olağandışı bilgileri de içine katarak dev
bir hortum halini almış, başımın üstünde dönüp duruyorlardı. Boş bir çabayla onlara bir
düzen vermeye, gem vurmaya hatta onlardan birinin üzerine binmeye çalıştım. Kesintisiz bir
akış halinde, birbiri ardınca ortaya çıkıyorlardı. Benden koparak, artık bana ait olmadan,
sanki bir ağaçtan dökülen yapraklar gibi düşüyorlar ve Dreamer'ın nefesinin yarattığı
hortumun içine peş peşe girip hep birlikte dönüyorlardı. Bulunduğumuz çayhane sonradan
kalabalıklaşmış ve yüz farklı sohbetin kanat çırpışları havada hoş bir titreşim yaratmaya
başlamıştı. Kulağıma fısıldayan sesini işittiğimde aniden irkildim. "Yeryüzünün dini,
bölünmedir! İnsanoğlunun her şeyin üzerinde hürmet ettiği ilahi varlık her zaman aynı
olmuştır. Korku!"
Bu sözler, ortamdaki seslerin kalabalık uğultusundan kendisine bir yol açarak bana ulaştı. Bu
sessizlikte, bu boşlukta, düşüncelerimin her biri susuverdi ve bir bisturi keskinliğindeki
sözleri bedenimi yarıp çok derinlere indi.
" ağımlılık korkudur! Sen bile korkunu kendine put yaptın. İşte bu yüzden bağımlısın ve
B
hayatını arkasına gizlendiğin memuriyetinle kazanıyorsun."
Er ya da geç sözün buraya geleceğini biliyordum ve bunun hiç de keyifli bir sohbet
olmayacağı düşüncesine kendimi çoktan hazırlamıştım. Ne var ki, Dreamer'ın konuşmasının
başında kullandığı ses tonu ve seçtiği sözcükler, bana bu sohbetin beklediğimden daha da
fırtınalı geçeceğini anlatıyordu. Defterimi çıkarttım ve Dreamer'ın sertliği dayanma sınırımı
zorladığı zamanlarda yaptığım gibi, başımı sayfaların arasına gömerek, kendimi yazma işine
kaptırmış gibi yaptım.
Üstüne basa basa, "Ben seni özgürleştirmek için geldim!" dedi. "Yaşamına girdim, çünkü
geçmişte bir gün özgür olmayı düşledin."
Dreamer'ın sesi, varlığımın her kıvrımında, korkularımın saklanabileceği her köşeyi didik
didik ederek korku avına çıkan bir titreşime dönüştü. Sonra, "Ama sen," dedi, "yıllar sonra
yine aynı kölelik koşullarına dönüyorsun!"Bunu böyle doğrudan doğruya söylemesi, içimdeki
bir yaranın tekrar açılmasına neden olmuştu. Ayrıca, sözlerinin taşıdığı hayal kırıklığı, hiç
hak etmediğim bir haksızlığa, insafsızlığa uğramışçasına canımı sıktı ve beni gücendirdi.
Sandalyesini hafifçe geriye kaydırarak, "İçinde bulunduğun durumu terk etmek, bu roller
hapishanesinden çıkmak için görüşünü altüst etmelisin," dedi. İşareti anladım. Ayrılma
zamanımız yakındı. Yüzüm ister istemez allak bullak bir ifadeye bürünmüş olmalıydı.
Dreamer, daha iyi kavramamı sağlayacak sözleri seçmek istercesine birkaç saniye
durakladıktan sonra, "Özgür demek, dünyadan özgürleşmiş demektir,"dedi.
Kararlı bir şekilde, "Bu durumda nereden başlamak gerekir?" diye sordum.
"Bu, uzun yıllar sürecek bir uğraştır, hemen şimdi başlasan bile buna ömrün yetmeyebilir."
Bu sözlerden sonra önümde dayanağı olmayan duvarlar gördüm ve zihnimde yıldızlar kadar
uzak mesafeleri, çağların gerisinde kalmış hedefleri hayal ettim. Cesaretsizliğimin bir girdap
gibi beni içine alarak yuttuğunu hissettim.
Dreamer, ruh halime aldırmaz görünerek konuşmasını sürdürdü. "Özgür olmak demek,
korkulardan, şüphelerden, endişelerden ve olumsuz duygulardan özgür olmak demektir.
Önyargılardan, sabit fikirlerden, dünyanın sefil tasvirinden özgürleşmektir. Bütün sınırları
kaldırmaktır. Senin gibi insanlara, kutsal bir lanetin sonucunda yeniden verilen bir ceza gibi,
bir işte çalışmaktan ve yalandan kurtulmaktır. Dünyayı senin dışındaki en büyük gerçeklik
sayan anlayışın gereği, onun kölesi oldun, o da senin efendin. Aynadaki yansımanın hipnotize
ettiği sen, şimdi de güveni başkalarının gözlerinde arıyorsun. "
Bu sözler, Dreamer'ın çalkantılı sularında, ilkel, tamamlanmamış bir varlığın solungaçlarıyla
yüzme girişimimin saçmalığını gözler önüne seriyordu. Her cümlesi benim geçmişime ve
yalancılığıma karşı ölümüne bir saldırıydı. Dreamer'ın şimdi olduğu gibi var gücüyle üzerime
geldiği her defasında, benim de çok iyi bildiğim gibi, yaşantım gelişiyor, içinden bir sürü
pislik temizlenerek doğruluk, açıklık ve kararlılık gibi durumlara yer açılıyordu. Yine de her
darbesine bu son olsun diyerek dayanıyordum. Bitsin artık! Hiç olmazsa biraz soluklanmama
izin versin. Tanrım lütfen! Bu sözler, yalnızca dinlerken bile, her zaman sahip olmadığım bir
dayanıklılığı gerektiriyordu. Sorumluluk düzeyimin kontrolü suyun üzerinde dalgalanır gibi
bir yükselip bir alçalırken, ben onu idare etme becerisini bile gösterecek durumda değildim.
O sözler canlıydı, nefes alıyordu! Ve dayandıkları sınırlarıma karşı konulmaz bir biçimde
yüklendiklerini hissediyordum. Ve nihayet önyargılarım, yersiz inanışlarım ve modası geçmiş
fikirlerimle birlikte her şeyi yerle bir edip geçtiler. Varlığımın her lifi titreşim halindeydi.
" ollerden, korkudan kurtulmak, Dünya ile özdeş olmaktan kurtulmak..." Bu sözler, sanki
R
yaşamımın eğik eksenindeki metal küreler gibi göğsümün üzerinde zıplıyordu. Birdenbire,
içimde fırıl fırıl dönmekte olan ışık, ses, görüntü cümbüşü halinde infilak ettiler. Başım
alevler içindeydi.
Dreamer'dan, geleceğe ait insanın kaderiyle ilgili dayanamayacağım ve dahil olamayacağım
kadar güçlü ve olağanüstü bir mesaj almak üzereydim. Her türlü gereksiniminden kurtulmuş,
doğasının (ya da benim o güne dek doğası olduğuna inandığım, ama aslında cehennemi olan
şeyin) dışına çıkarılmış bir insanlık fikri, bana delilik gibi geliyordu. Bunu sakince bir kenara
bırakabilir, hatta tamamen hayatımdan çıkarabilirdim ama artık çok geçti. Dreamer'ın görüşü,
içimde kök salmış düşünceleri ve ölü dokuyu çoktan kazımaya başlamıştı. Onu ne
özümseyebiliyor, ne de içimden söküp atabiliyordum. İnsanlığın bir hücresi, ölümsüz
bedendeki bir atomu gibi, ben de Dreamer'ın, önden, kahramanlarla yan tanrıların,
arkalarından diğerlerinin', yürümesi gereken ve herkesin, binlerce yıl sürecek olsa bile,
tamamlaması gereken yolu göstermekte olduğunu biliyordum. O bana bunlardan söz ederken,
ben de insanlığın bu inanılmaz çıkışının çoktan başladığını biliyordum. Bazı bireylerin ilk
adımı hatta ölümün alt edilmezliğini tartışma konusu yapmakla, ölümün bir kader olduğunu
kabul etmemekle, en cesur adımı çoktan atmış olduğunu biliyordum. Bireysel Devrim kapıyı
çalmaktaydı.
Durmadan, ellerime kramp girinceye kadar, sayfalar dolusu not aldım. Defterimin son
sayfasını da bitirince, telaşlı bir şekilde çayevinin ikram listesinin arka yüzünü kullanmaya
başladım. Söylediklerinin mantıklı ya da kabul edilebilir şeyler olmasına hatta anlayıp
anlamadığıma bile artık aldırmıyordum. Önemli olan yazmaktı, her şeyi kaydetmekti.
Bildiğim tek şey, bir sözcüğü, bir vurguyu bile değiştirmemem gerektiğiydi. Bir gün yeni
baştan okuyacak ve anlayacaktım, ya da belki, Dreamer'ın sınırsızca vermekte olduğu ancak
benim hazırlıksız yakalanmam nedeniyle almaya hazır olmadığım bu bilgileri ben de yeni
nesil araştırmacılara aktarabilirdim.
Dreamer sandalyesini nazikçe geriye çekerek ayağa kalktı ve çıkışa doğru yöneldi.
Çayevinden üzülerek ayrılmıştım. Bu kısacık zamanda etrafımdaki her şeye bağlandığımı
hissediyordum. Öyle ki, hiç adım atmayarak burada kalabilir, hatta köklerimi buraya
salabilirdim. Bu saptamayı, üzerime bir gölge gibi çöken bu garip melankoliyi gözlerken,
çoktan ahşap köprüye varmış olan Dreamer'a yetişmek için, adımlarımı hızlandırdığım sırada
yapmıştım. Hemen yakınımda bekleyen birçok taksi vardı. Başka bir şeyi istememe fırsat
kalmadan, kendimi beni otele götürmek üzere gelen eski bir limuzinin içinde buldum.
Arabanın kapısını kapatıp pencereden dışarı baktığımda, O'nu gördüm ve bunun O'nu son
görüşüm olmasından korktum. Fakat Dreamer beni yatıştırarak, ertesi gün yine orada ve aynı
saatte buluşacağımızı söyledi.
Taksi Şanghay sokaklarını kat ederek bu muazzam şehrin üst geçitlerini aşarken, O'nun
sözleri hâlâ zihnimi meşgul ediyordu. Otele vardığımda karmaşık düşüncelerimi bir düzene
koymaya çalıştım. İnanç saydığım her şey o gün altüst olmuştu. Dreamer'la olan
karşılaşmanın ertesinde ulaştığım o müthiş sonuçla, yenik düşmüş bir şehrin surları gibi,
benim eski zihinsel yapımdan geriye taş üstünde taş kalmamıştı.
5 Buda'nın babası
Buluşmaya oldukça erken geldim. Beyaz yeşim taşından yapılma Buda'nın muhafaza edildiği
Yufo Si Tapınağı'na, birkaç Batılı turist ile din adamından başka giren çıkan olmamıştı.
Dreamer'ın bugünkü buluşma için belirlediği yer burasıydı. Ben de eski çarşının sokaklarında
gezinerek zaman öldürdüm. Geniş kapının önünden geçerken, her an ortaya çıkacağı
umuduyla kalabalık içinde O'nun yüzünü aradım. O'nu fark ettiğimde henüz benden oldukça
uzaktaydı. Yanında ortalamadan daha uzun boylu ve ciddi görünümlü üç yaşlı kişiyle birlikte
bana doğru yürüyordu. İçlerinden biri, ince altın çerçeveli gözlüklü ve seyrek saçlı olanı,
başını eğerek iki eliyle Dreamer'a bir paket sundu. Sonra her birinin önünde eğildiğini ve
O'nu saygıyla selamlayarak yanından ayrıldıklarını gördüm. Yalnız kaldığında yanına gittim.
Kısa bir bakışmayla selamlaştık. Sur duvarlarına paralel uzanan sokak boyunca yürüdük.
Adımlarını tapınağın girişine doğru çevirdiğinde ve merdivenleri çıkmaya başladığında,
O'nun dinler hakkındaki sözleri beni şaşırtmıştı ama peşi sıra yürüyerek, O'nunla birlikte içeri
girdim. Bir grup keşiş, köşedeki bir masada yemek yiyordu. Alışılmış olduğu üzere, iç
avlunun ortasındaki dev mangalda tütsü çubuklarını yakarak, tanrının heybetli heykelinin
önünde toplandık. Çok az ziyaretçi vardı ve kısa bir süre sonra da yalnız kaldık. Tapınağın
giriş kapısında yaşamış olduğum tereddüde karşılık, “İste, ama asla isteklerinin bağımlısı
olma!" diye buyurdu ve bu unutulmaz özdeyişle, bana en eksiksiz ve en derin yanıtı vermiş
oldu. "Bütün insanların mezheplerine ve dinlerine hürmet et, fakat hiç birine ait olma!"Henüz
bu sözleri üzerinde düşündüğüm sırada, alçak sesle bana "Benim yanımda görüşünü
değiştirebilecek ve bununla birlikte kaderini de değiştirebileceksin," dediğini işittim.
Tanrının süslemelerinin içinde derinleşen binlerce mum alevi hep birlikte ışıklarını
titreştirerek bu sözü onayladılar. Dreamer'ın yanında, Okul her an mevcuttu. Çantamdan
defterimi kalemimi çıkarıp not tutmaya koyuldum.
Kulağıma fısıltıyla, "Yaşlanmak, hastalanmak ve ölmek, dünyanın betimlenmiş halinin
bölümleridir."dedi. "Bunlar şimdiye dek hiç kimsenin başkaldıramadığı, doğal ve kaçınılmaz
olaylar olarak kabul edildi. Bu, inanç ve beklentiler sisteminin evrensel hale gelen
sonucudur." Kararlı bir ifadeyle, "Gerçekleşmesini beklediğimiz ne varsa gerçekleşir!" dedi.
"Yaşlanmak, hastalanmak ve ölmek, zihinsel olan kötü alışkanlıklardır."
Bu sözler, kâğıt hamurundan yapılmış ilahlarla çevrili, insanın bütün boş inanışlarıyla
önyargılarını simgeleyen bu putun önünde söylendi ve kesin bir yargı içermeyen
karşılıklarıyla varlığımın duvarlarını zorladılar. Lupelius gibi, Dreamer için de hastalanmak,
yaşlanmak ve ölmek, insanın kendisini kurtarması gereken, yalnızca 'kötü alışkanlıklar' idi.
Yazmaya koyuldum ve bir süre hiç ara vermeden yazdım. Bitirmemi bekledi ve sözlerini,
insana bu kara büyüyü kırmak, yüzyıllardır içine daldığı uykudan çıkmak için yegâne fırsatı,
ancak bir 'Okul Çalışmasının' sağlayacağını belirterek sürdürdü. Yeni bir eğitimin (O'nun
deyişiyle 'ikinci eğitimin') gelişi, insanın sürekli tekrarlanmanın ölümlü dolambacını terk
edebilmeye olanak sağlayacaktır.
Ölmenin artık gözden düşeceği zamanın yaklaşmakta olduğunu söyledi. İnsanoğlu, yakında
inançlarını değiştirmeye, ölüm ve onun kaçınılmaz olduğu fikrine karşı başkaldırmaya
başlayacaktır. Bu savlarını zihnimde rahatça evirip çevirebilmem için bana yine biraz zaman
tanıdıktan sonra, başıyla buradan ayrılma zamanının geldiğini bildirdi. Buda'ya arkamızı
dönerek çıkışa yöneldik. Tam kapıya gelmek üzereyken, sanki bir sır verecekmiş gibi
kulağıma doğru hafifçe eğildi. Fısıltıyla konuşması ve O'nun bu hareketi beni yine
çocukluğuma, bir pazar gününün kokusuna ve tadına götürmüştü. Suç ortaklarımız Elio ve
Rosaria ile mum ve tütsü kokan S. Antonio Abate Kilisesi'ni, oradaki çocukça
zevzekliklerimizi, kıkırdamalarımızı durmaksızın artan o saygısız ve bastırılamayan neşemizi
hatırlattı. Dreamer ruhumu açan tüm anahtarları elinde tutuyordu. Gizliliğe büyük bir
duyarlılık gösteren tutumuyla, "Buda'nın öyküsünde, gerçekten aydınlanan tek kişi O 'nun
babasıdır," dedi.
Tapınağın dışına çıktığımızda bana o kralın öyküsünü anlatmasını istedim. Böylece babasının
oğlu Buda'yı, onu alçaltacak her türlü mesajdan ve sınırlandıracak kavramdan korumak
istediğini öğrendim. Genç prensin daimi olarak neşe, güzellik ve zenginlikle kuşatılmasını
sağlamıştı. Sarayında oğlunun hizmetinde çalışanları ve hizmetçileri sürekli olarak
değiştiriyordu. Genç Buda'nın görüşüne hastalık, yaşlılık ve ölümün girmesini engellemek
için kendisi de saçıyla sakalını boyuyor, yüzüne makyaj yapıyordu.
Dreamer'ın açıklaması şöyleydi. "Bu, bugün bile hâlâ en eğitici ama asla bilinmeyen
öykülerden biridir. Buda'nın babası, dünyanın betimlenmesinin ne denli önemli olduğunu
biliyor ve inancın gücünü tanıyordu."
Ölümsüzler için bir Okul ve ölümsüzlük için bir eğitim hayal edebiliyordu. Genç Buda, orada
ebediyen yaşamak üzere eğitildi. Dreamer, hastalığın ve yaşlılığın yasaklandığı bir dünya
düşleyen ve kendisini oğlunu korumaya adayan bu kralın, bir bilgin ve insanlık tarihinin en
cesur araştırmacısı olarak tanınması gerektiğini söyleyerek öyküyü bitirdi.
" eleneğin onu bir kral, bir soylu, gerçek bir insan yapması rastlantı değildir. Onun efsanesi
G
Olimpos'un en büyük kahramanları arasında, Prometheus 'un yanında yer almayı hak eder."
6 Bağımlı olduğun şey gerçek değildir
Günbatımında, Bund'un nehir kıyısında, Şanghay'ın bir ışık okyanusuna dönüşmesini
seyrediyorduk. Dreamer, tapınakta şöyle bir değinip bıraktığı en acı veren konulardan birini
açmak üzereydi. Bu kez tamamlayacağını biliyordum. Derin bir nefes alarak yapacağı
müdahalenin acısına kendimi hazırladım.
İnsanın özünde taşıdığı tamamlanmamış psikoloji, bölünme, çatışma ve bütünlüğün eksikliği,
O'nun, Şanghay'da dinlediğim öğretilerinin temel parçalarını oluşturuyordu. İnsan zihinsel
olarak hastadır ve dünya onun bu rahatsızlığının en canlı yansımasıdır. İlk günah öyküsü,
onun çocukluğunda oluşan bir psikolojik bölünmeyi anlatır. Dreamer, beni şimdi de
bağımlılığın köklerini bulmaya götürüyordu.
Önceki sözlerine nokta koymak istercesine, "Yalnızca bütün olmayı başaran kişi özgür
olabilir," dedi. O'nu dinliyor ama yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Gözlerimle, nehrin
genişliğini ortaya seren, onu görünür kılan ışıkların titreşen yansımalarına dalmış gibi
yapıyordum.
İ"çinde bölünmüş insanın, bağımlı olmaktan başka bir çaresi yoktur!"Bu sözleri, yıllar önceki
ilk buluşmamızda O'ndan duyduğum harikulade sözlerle kaynaşarak bütünleşti. "Bağımlı
olmanın en kesin dışavurumu bir işte çalışıyor olmaktır. Bu durum bir iş anlaşmasından
kaynaklanan bir sonuç olmadığı gibi bir sosyal sınıfa ait olmakla da oluşmaz. Bağımlı olmak,
irade eksikliğidir, insanın korku halini ve Var oluşun cehennem misali döngülerine olan
aidiyeti gözler önüne serer."
Dreamer'a göre, her şey zamanın bir eşya gibi değerlendirilmesiyle, yani insanların ürettiği
fikirlerin, eşyaların ya da hizmetlerin değil, onların zamanlarının satın alınmasıyla başladı.
Kendi zamanlarını sabit bir ücret karşılığında, 'saatte veya ayda şu kadara' satmaya hazır
milyonlarca 'bağımlı' çalışan, işçi veya memurdan oluşan böylesine dev gibi bir orduyu
oluşturmanın, tüm uygarlık tarihinde şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir olay olduğunu
vurguladı.
Dreamer'ın bu söylemini, Klasik Yunan ve Roma'daki fiziksel ya da zihinsel her türlü çalışma
biçimine karşı beslenen hoşnutsuzluk, hatta nefret ile bağdaştırdım. Homeros çağında, çiftçi
Thetes'in kendi elleriyle yaptığı işleri satarak geçimini sağlaması, insani şartların en kötüsü
olarak kabul görüyordu. Kişisel özgürlüklerine aşırı derecede bağlı olan Yunanlılara göre,
günlük yaşamı sürdürmek için birine bağımlı olmak, katlanılmaz bir kölelikten başka bir şey
değildi. Aristoteles, yaşamak için ücret karşılığı çalışmak zorunda olanlara vatandaşlık hakkı
bile verilmemesi gerektiğini savunurdu. Ruhun yükselmesini ve rahat etmesini engelleyen
gündelik ücret karşılığı çalışanların ya da zanaatkârların, yani yaşamlarını maaşlı bir işte
çalışarak sürdürenlerin erdem sayılan politika yapmaları mümkün olmadığı gibi, uygun da
değildi. İçimde, hatta önce zihnimde beliren psikolojik bir engelin, karşı konulmaz bir hıncın
yükseldiğini hissettim. Bu görüşün, belki bir dereceye kadar dördüncü yüzyılın Yunan
toplumu için tutarlı olabileceğini, ancak üçüncü bin yılın herhangi bir toplumunda bunun
mümkün olamayacağını düşündüm. Bu mantık, duyduğum hıncı kışkırtarak, yakında
gelmesini beklediğim ve Dreamer'ın sözlerinden de onay aldığım bir saldırıya karşı
bilenmeme yardımcı oldu. Kendimi daha fazla tutamadım ve adeta patlarcasına, "Herkes
pekâlâ çalışmadan da yaşardı, eğer bir aristokratın keyifli ayrıcalıklarına sahip olabilseydi,"
dedim.
Dreamer, vizyonumu bir eldiven gibi tersyüz etti.
Sert bir ifadeyle, "Bu, insanın içinde ulaştığı bir özgürlük düzeyidir," dedi. "Bu, korkuyu
yenerek insanın tanrılar sınıfına girmesini sağlayan, yaşamını sürdürmek için çalışmak
zorunda olanların yapmadığını yapan, seven, düşleyen insanın zaferidir. İnsan kendisini
sadece yüksek bir Var oluş seviyesini, bir sükunet halini elde etmeye adamalıdır ve
düşlemekten asla vazgeçmemelidir. Sonrasında herşey kendisine verilecektir."dedi.
S" adece güzellik, gerçek ve sağlıklı olma üzerine eğitilmiş bir insanlık, sadece düşleyen,
sezgilerini kullanan ve derin düşünen bir insanlık, bir iş yapmamanın gücüne, altın
değerindeki tembelliğin sorumluluğuna katlanabilir."
Dreamer, kozmik bir yenilginin kesin ve üzücü etkilerini gözlercesine, ifadesindeki
burukluğu ses tonuna yansıtarak, "Eski zihinli insanlık çalışmaya devam etmek ister.
Çalışmayı bırakırsa, ne yapacağını bilemez. Bağımlı olmayı ister, korkunun himayesinde
yaşamaya çoktan karar vermiştir. Şüpheyi doğal mirası ve efendisi olarak seçmiştir,"diye
açıkladı. "Sürekli çalışarak, endişelenerek, derdine dert ekleyerek, intihar etmekte ve zamanın
bir kölesi haline gelmektedir."
7 Görüş Ve Gerçeklik Tektir
" örüş ve gerçeklik tektir. Dünya senin gördüğün gibidir. Kendini değiştir, o zaman dünya da
G
sonsuza dek değişecektir! Senin dünyaya yapabileceğin en büyük yardım budur."
Teslimiyet içinde, "Ben değişsem bile, dünyanın yaşadığı bütün bu korku, mutsuzluk ve acı
ne olacak? Savaşları ne durduracak?" diye sordum.
Dreamer, sinirlenerek, "Dünya sensin!" diye bağırdı. "Dünya savaşıyor, çünkü sen savaş
halindesin."
" ir düşleyen, ancak kendisine, kendi kusursuzluğuna inanır ve arzuladığı dünyayı yansıtır.
B
İçinde yaşadığı gerçeklik, kendi seyyar cennetinin eksiksiz bir temsilidir. "
"Fakat gerçeklik?"
"Gerçeklik sakız gibidir, dişlerinin biçimini alır."
"Peki, gördüklerim ve dokunduklarım?
" ördüğün ve dokunduğun dünya nesnel değildir ve hiçbir zaman da olmayacak. O seni
G
yansıtıyor. Başarılı olmayı, zarif, muhteşem ve büyük olmayı öğren. Haksızlık ve öfkeyi nasıl
doğru biçimde kullanacağını öğren. Koşulların gerektirdiği komik, alaycı, gücendiren,
düşleyen ve eğlenceli, ağırbaşlı ve samimi, sakin ve mesafeli rolleri nasıl oynayacağını
öğren. Bir özgürlük şampiyonu ol. Tüm işlerini siyasi, dini, toplumsal, ideolojik ve duygusal
her tür baskıdan ve zorbalıktan kurtararak, çabalarını insanlığı iyileştirmek yönünde kullan.
Bir yeryüzü cennetinin gözlerinin önünde senin için kurulduğunu göreceksin."
Bu konuşmamız ne zaman aklıma gelse ya da onu tekrar okusam, Abbott'un Düz Ülke
(Flatland) romanında geçen, düz geometrik bir şekil ile bir küre, yassı bir yaratık ile üç
boyutlu bir varlık arasında geçen karşılaşmanın geometrik hikayesini hatırlarım. Dreamer'ın,
sınıflar ve seviyeleri içeren, mevcut insan sayısı kadar çoklukta evrenlerin ve kişisel
gerçekliklerin varlığını öne süren söylevi, iki boyutlu algıya sahip bir Düz Ülke sakininin
yassı vizyonu içine sığdırılamazdı.
8 Ücretli Çalışanlar
Dreamer'a göre, rollerden yoksunluğu ancak oluşun en üst sorumluluk düzeylerine ulaşan
kişiler taşıyabilirlerdi.
" ir gün bunları aştığında ve o rolleri nasıl kusursuz oynayacağını öğrendiğinde, özgür
B
olacaksın. Bunu ele geçirmek birkaç dakikanı alabileceği gibi, bütün bir ömür de sürebilir.
Bu tamamen sana bağlı!"
Ayrıca sıradan bir insanın böyle bir özgürlüğün sorumluluğunu taşıyamayacağını da ekledi.
" ncak, sonsuzluğun ufak bir pırıltısı bir an için gözüne ilişen insan bunu başarabilir,”
A
diyerek sözleriyle tamamladı. “Bütünleşmiş bir insan seviyesinin altındaki yaşam, seni
değişmez bir rolün içine hapseder."Dreamer'a göre, yaşamımızda oynadığımız roller, sahip
olduğumuz sorumluluk düzeyinin ölçüsü ve göstergesidir.
Sanayi devriminin gün doğumunda, 'sapiens', yani akıllı insan türü kendini evrimin
kavşağında buldu. Dünya üzerindeki tüm ofislerde ve fabrikalarda, fiziksel, psikolojik ve
davranışsal değişimler öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, yeni bir tür ortaya çıktı.
Dreamer bu yeni türü, "ücretli çalışan türü" olarak tanımladı.
Yarı şaka yarı ciddi bir ifadeyle, "Bu türün en belirgin özelliği, bağımlı olmanın dayanılmaz
acısını soğukkanlı bir şekilde kabullenebilme kapasitesidir," dedi. Ayrıca, bu türün zamanla
çoğalarak insanlığın en baskın grubu, yeryüzünün en yaygın türü haline geldiğini anlattı.
Benzer değişimlerin, evcilleştirilen hayvanlarda da görüldüğünü belirtti. Düşüncelere dalmış
olmanın verdiği yavaşlıkla sıralayarak, kasların gevşemesi, yağlanma, mide bölgesinin
sarkması, baş, kol ve bacak çeperlerinin daralması, cildin solması, erken yaşlanma gibi
örnekler verdi. Bir yandan özellikler listesini sıralıyor, diğer yandan da bedenimdeki
belirtileri, 'ücretliler türü'nde görülenlerle karşılaştırarak onaylıyormuş gibi, giderek artan bir
hayret ifadesiyle beni baştan aşağıya dikkatle süzüyordu. Büyük bir ciddiyetle, beni teorisinin
canlı bir göstergesi olarak kullanıp kullanamayacağını sorana kadar bu pandomime devam
etti.
Yüzümdeki gücenmiş ifadeyi görünce, Dreamer daha fazla kendisini tutamayıp kahkahalarla
gülmeye başladı. Benimle dalga geçtiğini ancak o zaman anladım.
Kalıba dökülmüş bir kazık gibi duruyordum. Yüz kaslarım bir cesedinki kadar gergin ve
kaskatı olduğundan, O'nun bu çok ender tanık olduğum kahkaha nöbetlerinden birine eşlik
edememiştim.
Dreamer, yaşantımın bu kesitiyle ilgili olarak, ileride bir gün, "Kendisini gözlemleyen,
kendisiyle dalga geçen kişi özgürdür" diyecekti. "Eğer aklın karışıksa, içindeki karmaşayı
gözlemle, böylece ondan kurtulursun! Kendini gözlemleme, kendini düzeltmedir."O gün bana
ayrıca, sıradan bir insanın asıl inancının, kendi kendisini dış dünyayla özdeşleştirmek
olduğunu söyledi. İnsanoğlu kendini gözlemleme kapasitesine sahip olmadığından, şu anda
içinde bulunduğu koşullarda yaşamayı hak ediyordu.
"Cehennemini gözlemleyebilseydin, cehennem yok olurdu, anında iyileşirdin ve iyileştiğinin
haberi bütün evrene duyurulurdu."
Geriye dönüp o tepkime baktığımda, o zamanlar olduğum adamın kırılganlığını ve bütün
olma yolunda adım atmaya henüz başlamış kişilerin düzeyine erişmek için bile, önümde çok
uzun bir yolun olduğunu ancak görebiliyorum. Yeni Ahit'teki hastalar, kör, topal, sağır ve
cüzamlı kişiler, psikolojik özürlü bir insanlığın canlı örnekleriydi, ama onlar en azından
eksikliklerinin farkına vararak kendilerini sınırın ötesine, iyileştirme bölgesine girmeye
hazırlardı. Onlar ruhlarında bütün olmayı isteyen bir avuç insandı.
Bu duruma henüz ulaşamadığımı, hâlâ Nikodim türünden biri olduğumu kabullenmek,
görüntüler dünyasına sıkışıp kalmış, kuruluşlara, tozlu tapınaklara ve yararsız ritüellere bağlı,
büyük kişisel serüveni uğruna modası geçmiş doğrularından vazgeçemeyen bir insanlığın
üyesi olmak bana acı veriyordu.
Benim iman ile donatılmış, Dreamer'ın ifadesiyle 'düşleme' ve irade ile donanmış
insanoğullarından olmadığım kesindi. Dreamer, uzun yıllar boyunca benim dünya görüşüme,
inançlarıma ve yaşamımda olmasını istediğim her şeye karşı bir tehdit oluşturdu.
İyileşmenin, bu günahkârlığın kökenine inmek anlamına geldiğini ancak şimdi anlıyorum. Bu
engelin, insanın tüm sefilliklerinin ve başımıza gelen tüm felaketlerin asıl nedeni Var oluşta
saklıdır. "Her olayın başı ve sonu sensin. Onu kaynağında ara. Aksilikler ve acılar içindeki
dünyayı sen yarattın, bunu ancak sen değiştirebilirsin. İyileşme içerden dışarı bir süreçtir,
senin içinde başlar, dışarıya doğru ilerler. İyileşme ancak sen onu istersen gerçekleşir."
Dreamer, sözlerinin sonunda, Yeni Ahit mucizelerinin aslında birer 'belgeleme' niteliğinde
olduklarına işaret etti. İyileşme içimizde önceden meydana gelmiş olmasaydı, O bile içimizde
olmayan bir iyileştirmeyi gerçekleştiremezdi. “Seni iyileştiren de senin iradendir.”
9 "Sadece Sevdiğin Şeyi Yap!"
"Bir işte çalışmak, eksik bir psikolojinin yansımasıdır. Bir insanın bu dünyada aldığı rol,
ondaki eksikliğin en açık belirtisi ve her derdinin nedenine onu götürecek en basit yöntemdir.
“Sen ne isen, ancak onu yapabilirsin. Bunu iyice anladığında ve o tüm varlığına işlediğinde,
nasıl müdahale edeceğini de bileceksin."Kişinin kendisini değiştirmesi, düşünme ve hissetme
biçimine her an müdahale etmesi, yaşamına ışık tutması anlamına gelir. Sen kendini bildikçe,
rollerinin derecesi de yükselir, önem kazanır. İçteki sorumluluğun ne denli yükselirse, dışarda
o denli az bağımlı olursun.
İş, insan hayatından çıkana kadar giderek artacaktır.
Bir işte çalışmak, binlerce yıllık bir lanetin, bir düşüşün sonucudur. Kişi kendi üzerinde
çalışma ve gözlemleme yaparak, yansıttığı dünya ile arasındaki mesafeleri kısaltır, böylece
kendi Var oluş durumlarındaki eksikliklerini giderir ve dolayısıyla kişisel gerçekliğini
iyileştirir.
Dreamer, tarih boyunca tüm kültürlerde çalışmanın, baskı ve kısıtlama ile eşanlamlı olarak
kullanılmasının öncesinde, sarf edilen çabayı ifade etmiş olduğuna dikkatimi çekti. Eski
medeniyetlerin kullandığı dillerde, Kutsal kitaplarda, erkeğin çalışmasını ve kadının
doğurganlığını barındıran acı kelimesi değişmiş ve ortak kökenini açığa vurmuştur.
Fransızca travail ( doğum sancısı çekmek, çalışmak) ve Anglosakson labour (doğum sancısı,
işgücü) kelimelerinin türetilmesinde bu anlayış kaydedilmiş ve sonsuza mühürlenmiştir. Bu
durum İspanyolca ve Yunan görüşünün doğrudan mirasçıları ve görünmez destekçileri olan
çok eski diller için de geçerlidir.
Dreamer zorlayıcı bir ses tonuyla, "Çalışmayı 'düş'e dönüştürmen gerek!" diye seslendi.
Sözleri, muzaffer orduları aynı sancak altında toplanmaya çağıran ve ruhları coşturan bir
savaş çığlığı gibi çınladı.
İ"çten istediğin şeyi gerçekleştirmek için, bütün gücünü, zamanını, enerjini ve sahip olduğun
her şeyi harca!"
Dreamer'ın bu öğüdü, yeryüzündeki herkese, benim gibi sihirli uçuşu, düşü unutmuş
milyonlarca insana yönelikti.
" üşleme Sanatı, kişinin kendisini yüreğinde sevmesidir. Yitirdiği bütünlüğüne yeniden
D
kavuşmak, iradesini yeniden keşfetmek yıllar sürecek kendini gözlemleme ve farkındalık
çalışması gerektirir." Gençlerin, gerçekten ne istediklerini bulmalarının çok daha kolay
olduğunu belirtti. Gençlerde irade, yani düş henüz tam olarak gömülmüş değildir.
"Gerçek bir okul, düşlemeyi engelleyen her şeyi ortadan kaldırır. Gerçek bir okul, gençlere
yanlış ve yararsız kavramları dayatmak yerine, onları bağımlı insanların gettosuna kapatan
korkularından, boş inanışlarından ve hipnotik uykularından kurtarır."
Babam da kendince beni, alacağım eğitimi ve varlığımı besleyebilecek bir okula emanet
etmek istemişti. Araştırdığı dini kurumlar arasındaki Barnabitler ise o zamanlar çoktan
dünyanın betimlemesinin tuzağına düşmüşler, sorumluluk sahibi, karar verebilen soylu
insanlar yetiştirmeyi bırakmışlardı. Onlar dahi unutmuştu.
" aptığı işi seven insanlar bağımlı değildirler. İşini seven kişinin satacak zamanı yoktur.
Y
Yalnızca yaptığı işi sevmeyen kişiler ücret karşılığında bir işte çalışabilirler. Severek çalışan
kişiye paha biçilemez. Ücretle çalışanların en büyük yanılgılarından biri, verdiklerinin
karşılığında bir bedel alacaklarını sanmalarıdır. Oysa bir gelir sayılan bu maaş, ücret ya da
ödenek, aslında bağımlılık durumunun oluşturduğu hasarların ancak kısmi ve çok mütevazı
bir tazminatıdır."
Bizi, inanmaya ve düşünmeye alışkın olduğumuz her şeyden çok uzağa fırlatan bu
kelimelerin altını not defterimde defalarca çizdim. Yaranın iyileşmesinin sancısı fiziksel ve
ahlaki çürümenin fark edilmesine ve insanların yaratıcılık ve sevgi olmadan psikolojik olarak
kirletilmiş yerlerde çalışmalarına eşlik eder
Dreamer'ın görüşü, bağımlılıklardan kurtulmuş, kendisini yalnızca sevdiği şeylere adamış
daha yüksek sorumluluk sahibi, daha özgür ve çok daha mutlu bir insanlığın gelişini
öngörüyordu. Bu durum neticesinde, geleneksel eğitimin reddedilmesinin daha gelişmiş bir
ekonominin ve daha az iş gücünün kaçınılmaz olduğunu söyledi.
Ekonomi çalışma üzerine değil, mutluluk üzerine kuruludur. Mutluluk ekonomidir. Oysa eski
zihniyetteki insanlığın okulları bunun tam tersi bir görüş üzerine kuruludur. Onlar, çalışmayı
acı çekmek, mahkûm olmak olarak algılayan uygarlıkların düşüncesine sahiptirler. Bir
zamanlar kölelik, şimdi de bağımlılık içerisindeki ezilen insanların eğitim gereksinimlerini
besleyen zihniyetlerdir.
S" partalılar yedi yaşına geldiklerinde bağımlı olmaya son vererek bir cesaret okuluna
yerleştirilir ve orada birer kahraman, göz kamaştıran yenilmez savaşçılar olarak
yetiştirilirlerdi. Oysa bugün aynı yaştaki çocuklar kederli yetişkinler ordusunun saflarına
katılıyorlar. Çocuklardaki bu değişim gözle görülebilir. Oyun oynamanın keyfi, yeni yeni
duyumsanan heyecanlar, uyum sağlayabilme ve cesaret gösterme, günden güne kıskançlık,
haset, kin, nefret, endişe gibi insanlığın yakından tanıdığı duygularla, şikâyet etmek, çene
çalmak, saklanmak, yalan söylemek gibi anlamsız alışkanlıkların edinilmesiyle ve bunların
yanında, kendi içsel çöküşlerinin birer maskesi olan buruşturdukları suratlarla yer
değiştirirler. Bir çocuğun özgürlüğüne zarar vermek, onun düşlerine çırptığı kanatlarını
kırmak, bugün içine düştüğü durumu göremeyecek kadar kör ve bedelini toplumsal binlerce
sorunla ve sonunu felaketler ekonomisiyle ödeyen günümüz insanının ahlaksız tutumundan
başka bir şey değildir."
Uzun bir sessizlik oldu. Dev Huangpu akşam karanlığına gömülmüştü ve sadece, o saatte
hala yoğun olan nehir trafiğinin ileri geri uçuşan ışıkları nehrin varlığını fark etmemizi
sağlıyordu. Bund'un nehirin kıyısındaki bir sokağın lambası altında, bu unutulmaz dersin
notlarını, söylediği son sözleri de ekleyerek tamamladım. "Trenin hareket ederken çıkardığı
sesi zamanla farketmediğimiz gibi, bağımlılığımızın acısı da bizim için, varlığımızın bir
parçası, hayatımızın doğal bir değişmeyeni ve anlamsızca rahatlatıcı bir mevcudiyeti haline
gelir. Bundan vazgeçmeye çalışmak, bir yetişkin için olanaksız bir girişimdir."
10 Korkunç Ve Harikulade Yön
Bu sırada Bund'un bu kısmı, uzun sokak lambaları, ahşap ve ferforjeden bankları ve
rengârenk kozmopolit bir kalabalığın telaşlı görünüşüyle, bir anda başka bir zamana, şık bir
bulvarın tatlı aylak havasına bürünüverdi. Yürüyerek Peace Otel'e gittik. Otelin restoranından
boylu boyunca uzanan nehri ve Oriental Pearl TV kulesinin muhteşem manzarasını
görüyorduk. Yirminci yüzyılın ilk yıllarına özgü mimari ve zemin kattan yükselen caz
notaları, bir zaman makinesi gibi bizi yüz yıl geriye götürmüştü. Her şey kusursuzdu fakat
ben buna rağmen suskun ve düşünceliydim. Dreamer'ın o akşamki sert sözleri sadece bir
başlangıçtı. Karşılaşmamızın en zorlu kısmının henüz yaklaşmakta olduğunu biliyordum.
Bizi onur konuğu olarak karşılayan otelin işletmecisi, kusursuz iki garsonun başında hazır
beklediği masamıza kadar bize eşlik etti. Başgarson'un Dreamer'ı iyi tanıdığı hissine
kapıldım. Davranışları, gecenin akışı, otel ve restoranın gidişatı hakkında verdiği bilgiler ve
otelin girişinde yakaladığım bazı işaretler, bana Dreamer'ın burada saygı duyulan bir
konuktan çok daha fazlası olduğunu düşündürüyordu.
Gergindim. Öyle ki, konuşmalarının sürüp, başgarsonun yanımızda kalmasını, O'nunla tek
başıma kalacağım anın olabildiğince ertelenmesini istiyordum. Konuyu açtığında, Dreamer'ın
söyledikleri de, ifadesi de son derece ciddiydi.
"İnsan yaşamının her yönü, aldığı her karar ve yaptığı her seçim, içindeki sorumluluk
düzeyine karşılık gelir. Bulunduğu düzey, dünyadaki rolünü ve hak ettiği kaderi belirler.
Kuveyt'te, senin daha yüksek bir varoluş düzeyine çıkabilmen için gereken koşullar
yaratılmıştı fakat bu fırsat, hâlâ şüphelerinin ve korkularının esiri olan senin gibi bir adama
ölümcül bir tehlike olarak göründü. Görünürde fırsatı geri çevirdin. Daha basit bir yolu,
daha huzurlu bir yaşamı seçtiğine inanıyorsun, oysa gerçekçe sana sunduğum fırsatı almaya
henüz hazır olmamandı!" dedi. Bakışları daha da ciddileşti. "Senin sorumluluk düzeyin o
zenginliği kapsayamaz. Özgürlük senin gibi insanların gözünü korkutur. Bağımlılık dünyası,
seni milyonuncu kez yutup geçmişinin felaketlerini yine tekrarlaman için, yaşamın karanlık
katlarına fırlattı."
"Madem vazgeçeceğimi biliyordunuz, neden..." diyebildim. Sorumu tamamlayamadan
gözyaşlarım içimde dolmaya başlamıştı.
"Sana hiçbir şeyin 'bahşedilmeyeceğini' anlatmanın tek yolu bu idi! Bir insan aldıklarının
bedelini ödemelidir. Ödeme insanın Var oluşunda gerçekleşir. Bir insan ancak görüşü
dahilinde olanlara, sorumlu olduğu kadarına sahip olabilir.”
Söylediklerinden sonra gelen ders, çıraklık dönemimin en önemli köşe taşlarından biri
olmuştu. Bir kez daha, “Dışarıda olan hiçbir şey yoktur," dedi. Sesinde ciddi ve katı bir
tonlama vardı. "Hazır olmayan bir kişinin sahip oldukları onun var oluş düzeyinin üstündeyse,
bir olay ya da dışındaki koşul o gün için lehine gelişse bile, bir gün mutlaka eski
yoksulluğuna geri döner."
Bir ülke veya tüm bir uygarlık için olduğu kadar, bir insanın zenginliği, refahı ve yaşam
kalitesi de, doğal kaynakların, üretim araçlarının bulunabilirliğine ya da bolluğuna değil,
Varlığının enginliğine bağlıdır. Bir kişinin düşünme, hissetme ve davranma şekli,
beklentilerinin yüksekliği ve düşüncelerinin derinliği, neye inandığı ve neyi düşlediği
kaderini belirler.
"Önce kral ol, krallık ardından gelecektir!" dedi ve ben bu yasayı her bir hücreme işledim.
"Var Oluşun soyluluğu, bir krallığın doğuşundan önce gelir. Kuveyt, sorumluluk düzeyini
ölçmek, insanın içinde taşıdığı korkunun olaylar dünyasında nasıl bir cehennem yarattığını
ilk elden tecrübe etmeni sağlamak için bir sınavdı. Seni bir işe, bir kadına ya da bir
uyuşturucuya bağımlı kılan korkudur. Bir maaşın seni koruyabileceğine, sana güven
sağladığına inandıran da aynı korkudur. Kendini tanımayanlar, durumlarına hâkim
olamayanlar, ne kendileri ne de başkaları için bir şey yapabilirler. İnsan ancak kendisini
seçebilir! Aşık olman, yine sorumluluktan kaçmanın bir yoludur. Sevdiğine inandığın kadın
bile, sadece bağımlılığa olan eğiliminin bir yansımasıdır."
Şimdiye dek Dreamer'ın fikirlerine karşı duyduğum dolaysız ve kesintisiz tiksintinin, onların
bendeki zihinsel yapıları altüst etmekteki ve modası geçmiş düşüncelerle yıkıcı programları
söküp atmaktaki etkilerinin en kesin göstergesi olduğunu öğrenmem gerekirdi. Buna rağmen
ben, her seferinde karşı çıkıyor, O'ııun yanında hissettiğim bu dayanılmaz baskıya ve
Varlığımın her santimetrekaresini ezen güce isyan ediyordum.
Dreamer daima haklıydı. O'nun peşinden giderken ya da sözlerini dikkate alırken,
başarmamak, yanılmak, kendime zarar vermek, yoldan çıkmak olanaksızdı. Konuşan Ağustos
Böceğinin bilgeliğinin, tahta parçası olarak kalmaya karar vermiş Pinokyo için ne kadar
katlanılmaz olduğunu hayal etmek bile imkânsızdır.
O akşamki sözleri o kadar yıkıcı bir hal aldı ki, ağırlıklarını ve yoğun enerjilerini
kaldırabilmem için bir devrim gerekiyordu. Üst düzey görüşleri kabul etmek ve
anlayabilmek, hazır olmayan ve anlamak istemeyenler için daima acı vericidir. Hatta onları
sadece dinlemek için bile, psikolojinin gelişmesi, düşüncelerde hızlanma, köklü inançlar ve
alışkanlıklarda değişimler gerekir. Onlan kabul etmek ve benimsemek için kendimi her
defasında tamamen hazırlıksız buluyordum ve her seferinde önüme serilen Dreamer'ın
felsefesi, sadece her zaman inanmış olduğum şeylere ters düşmekle kalmayıp, onlarla her
karşılaşmamda tarihin ve dinin kutsadığı gerçek doğal yasaları tümden ve açıkça çiğneyen bir
küfür gibi geliyordu. Dreamer'ın fikirleri, dünyanın görüşünü altüst ederek bir girdap
yaratıyor ve eski kafalı insanlıkla hiçbir ortak yönü olmayan yeni bir türe giden maceralı
yolu açıyordu. Anlama düzeyimin artmasıyla, Dreamer'ın işaret ettiği yolun, tıpkı akıntıya
karşı yüzen somon balığının nehirde izlediği yol gibi korkutucu ve hayret verici, yorucu ve
keyifli, tuhaf ve gerekli bir yol olduğunu kavradım. Dreamer'ın çelişkili lisanının arkasında,
bir Esodo gibi göz kamaştıran, Spartakus'un yiğit girişimleri kadar düşsel ve destansı
psikolojik bir devrim, bireyin devrimi olarak yükseliyordu.
11 Aşık Olmak
Dreamer yeniden konuşmaya başladığında Heleonore ile olan ilişkime ve bir aile kurmak için
gerçekleştirdiğim sayısız girişime değindi. Seçtiği ilk sözcükler ve tonlaması, söylemek üzere
olduğu şeyleri dinlemenin pek de hoş olmayacağını ve onları kabullenmek konusundaki
endişlerimi haklı çıkartıyordu.
Dreamer'ın felsefesini kabullenmek, onun düşüncelerine yer açmak hiçbir zaman kolay
olmamıştı, ama şimdi en sıkıntılı konuya değinmişken inatçılık kalelerimin güçlendiğini, en
eski kalkanlarımın daha da yıkılmaz bir biçimde yükseldiğini hissediyordum. Benden
Heleonore'dan ayrılmamı istemesinden korkuyordum. Çıraklığımda çok kritik bir noktaya
gelmişti.
Sonraki sözleri, endişelerimin karanlık ormanında, bir yaban hayvanının ininin
derinliklerinde yankılanan av borusunun sesi gibi vahşi ve saldırgandı. "Korku ve senin
bağımlı olma eğilimin, bu kadınla yaşadıkların gibi, her ne ile karşılaşırsan ona pençelerini
geçirmene neden oluyor. Ayrıca ona âşık olduğunu sanarak kendine de yalan söylüyorsun."
Dreamer uzun uzadıya konuştu. Konuşması çelik zırhımı delmiş, tavrımı değiştirmişti. Bu
değişimle birlikte, başlangıçtaki sert ifadesini korumasına rağmen, O'nun konuşmasının
tonlaması da belli belirsiz bir biçimde yumuşadı.
“İnsanların aşık olmak olarak adlandırdıkları Var oluştaki bozulmanın gerçek anlamına
işaret ederken ve onu saklayan ölümcül tuzağın örtüsünü kaldırırken..” içime işleyen bir
şekilde: “Aslında her aşık olduğunda düşüyorsun,” dedi. Hızla gözünü kırptı ve uyarırcasına
"Ve her düşüşün ardında da bir eksiklik bulunur,"dedi.
Dreamer'dan, her türden hayranlığın arkasında, en farklı kültürlerde bile, bir tehlike ve düşüş
sinyalinin olabileceğini öğrendim. Aşka düşmek, 'to fail in love' ya da 'tomber amoureux' gibi
her dilin özelliklerini taşıyan bu ifadeler milyonlarca kadın ve erkek tarafından, çıkardıkları
çığlık duyulmadan kullanılmaktadır. Bu deyimler burnumuzun dibinde, artık kimsenin
dikkatini çekmeyen bir tehlike bayrağını sallamaktadır. Dreamer, bu irdelemesini daha da
derinleştirerek, birine ya da bir şeye âşık olmanın bir uyarı değil, sevme haline dair çoktan
gerçekleşmiş bir düşüş ya da alçalış olduğunu belirtti.
Yine, "Dışarıda olan hiçbir şey yoktur," dedi. "Dünya ve diğerleri, senin zaman içinde
dağıtılmış hallerindir. Birini sevmek, kendinden bir parçayı sevmektir, küçülmek,
parçalanmak demektir."
Dreamer'a göre, insanın kendisi dışında birini sevmesi, koskoca bir okyanusu bir bardağa
sığdırmaya ya da denizdeki bütün suyun üstünü bir avuç kumla kapatmaya çalışmak gibidir.
" more (a-mors), ölümün yokluğu demektir. Sevmek, kişinin kendisini özünde sevmesi,
A
kendisine verebileceği her türlü zararı ortadan kaldırması anlamına gelir."Ardından, bunu
kişinin ancak isteyerek yapabileceğini söyledi. Dreamer'a göre, 'kişinin kendisini özünde
sevmesi' ancak tam ve gerçek bir iradenin eylemi olabilir.
"Sadece bütünlüğe sahip biri sevebilir," dedi kesin bir şekilde. "Ve ancak tüm görkemiyle var
oluşun bütün olan hali, sevgiyi içine alabilir."
Tamamen hazırlıksız olduğumu hissederek kaygıyla, "Bütünlüğe erişen bir kişinin bir eşi,
çocukları, bir mesleği, bir sosyal hayatı, ilişkileri ve dostları olamaz mı?" diye sordum.
"Elbette olabilir," diye yanıtladı. "Ancak unutma ki, senin dışında olan her şey, sadece senin
içinde yaşadığın ve varlığının yüceliğini anlatan bir sahne gösterisi, ruhuna ait görsel bir
kesittir. Bir başkası, başkaları ve dünya, yalnızca senin yansıttığın görüntülerdir. Bir bardak
su, bir avuç kum."
Dreamer'a göre, mümkün olan tek sevgi, kişinin kendisini sevmesiydi. Kendini sevmek, en
yüce sanattır. İnsanın kendisi dışında bir başkasını sevmesi, ifadesini cinsellikte bulan bir
putperestliktir.
Dreamer, "Bir erkek, yaşamına yön veren yüzlerce anda olduğu gibi, kendine bir eş seçerken
de sürekli cinselliğinin etkisi altındadır,"diye düşüncesini açıkladı. Yumuşak bir ses tonuyla
konuşmaya başlaması, sözlerine bir sıcaklık kattı ve dikkatimi acı duyacak kadar
keskinleştirdi. "İnsanoğlu, cinselliği yaşamının merkezine yerleştirerek, onun sadece,
unutulmuş bir coşkunun, Var oluş'un bütünlüğünün uzak bir yansıması olduğunu
keşfedemedi.”
Dreamer konuşmasını sürdürerek, yiyecek ve uyku gibi seksin de dikkatli bir yönetimi,
insanların unuttuğu bir yönetme yeteneğini gerektirdiğini söyledi. Bir öğreti dalı, Varlığın
olgunluğa ulaşması için insanoğlunun emrindeki bir teknik olarak hizmet etmesi gereken
cinsellik anlayışı çarpıtıldı. Varoluşun diğer alanlarına erişebilenler, cinselliği, bütün olmanın
hizmetindeki bir itici güç olarak kullanırlar.
Dreamer, bu zihniyetin unutulduğunu belirterek sözlerine devam etti. Cinsellik işlevi, bizi
daha da doyumsuz, daha da eksik, herkesin doğuştan hakkı olan ve feragat ettiği var oluşun
bütünlük durumundan daha da uzaklaştıran gelip geçici bir aktiviteye dönüşerek sonunda
değerini yitirdi.
Şimdiye kadar seks konusuna, bir kere bile olsun Dreamer'ın önüme serdiği ve beni soluksuz
bırakan bu bakış açısıyla asla bakmamıştım. Görüntüler zihnimde birbiriyle, sanki film
şeridinin hızlı gösterimle oynatılması gibi çabucak yer değiştirmeye başladı. İnsanları yatak
odalarında hiç ara vermeden, kan ter içinde çiftleşirken gördüm. Bir zoolojik türün seksüel
davranışlarını inceleyen bir hayvan davranışları uzmanının tarafsız bakışıyla insanın bu
evrensel takıntısını, kur yapma ritüellerini ve üreme tekniklerini zihnimden geçirdim. Bir
anda, var oluştaki birliğin ışıltılı mesajlarını almak için organlarımızı yaratan ve onları
içimizde işlevselliğe zorlayan bozulmayı ve içine düştüğümüz bu alçalmayı bu kez kesin
olarak kavradım. Dreamer'ın görüşüne göre seks, kaybettiğimiz bütünlüğü ararken, yolun
izini sürebilmemize olanak sağlayan altın bir ipliktir.
Parçalanmış bir insanlık eşiyle olan ilişkisini bağımlılığa, cinselliği ise kayıtsızlığı ve daha
ileri bağımlılıkları için bahaneye dönüştürerek seksin esas işlevini çarpıttı. Kendimi başka
dünyadan gelen bir varlık gibi yalnız hissetmiştim çünkü irade ve akıl tarafından
yönlendirilmediği için başarısızlığa mahkûm olan bu nefes kesici bütünlük ve birlik arayışına
kabul edilerek acı çeken tek kişi bendim. Bu arayış, içinde kendisini sevmeden önce, dışarıda
başkasını sevmeye çalışan bir varlığın imkânsız girişimi yüzünden, sonsuza dek her
denemesinde sonuçsuz kalacaktı.
Her seferinde hapşırıklar kadar önemsiz ve her seferinde bir başka küçük ölümle birlikte yeni
hayal kırıklıklarıyla sonuçlanan bu cinsel birleşmelerin, göz açıp kapayıncaya kadar hızla
tutuştuklarını ve bir anda sona erdiklerini gördüm. Kaderi her seferinde ihanete ve
başarısızlığa uğramak olan insanın mutluluk beklentisi, bütün olma çabası sürekli tekrarlanan
bir döngüydü. Zihnimin ekranında buzulla kaplı ülkelerin görüntüsü belirdi. Ren geyiklerinin,
onları çılgına çeviren, dışarıda boşu boşuna arandıkları misk kokusunun ardında ölüme
koştuklarını gördüm. Kaderin kötü bir oyunu yüzünden, onları sarhoş eden bu kokuyu aslında
kendi ter bezlerinin ürettiğini, onun kendi bedenlerinin kokusu olduğunu asla
bilmeyeceklerdi.
Dreamer, bu noktada düşüncelerime girdi ve görüntülerin akışını durdururken, "İnsan
özgürlüğü, mutluluğu ve sevgiyi dışında arar," dedi. "Ama kayıp oğulun yolculuğu dışarıda
değil, içerideki bir serüvendir, var oluşun birliğine doğru çıktığı dönüş yolculuğudur.Bir
erkek, bütünlüğünü yeniden ele geçirmek için sürekli bu girişimde bulunur. Yitirdiği
cennetini, var oluş bütünlüğünü yeniden kazanmak için, kendisinin bir parçası olan ve bir
kaburgasından yaratılan kadınla birleşir." Ardından değiştirilemez, kesin bir hükmü okuyan
birinin ses tonuyla, "Var oluşun aritmetiğinde iki yarım bir bütün etmez! Bu, noksanlığın
karesi olur!" dedi. "Gerçek bir düşleyen, kendisini bütünlükte ifade eder. Eksik bir dünyada
yeri yoktur."
12 "Ben Senim!"
"Fakat tüm olan biten benim yarattığım, yansıttığım bir durum ise, o zaman, Sen kimsin?"
dedim.
Beklenmedik bir biçimde, duyduğum anda zihnime damgalanacak sözleri söyleyiverdi. "Ben,
senim! Ben senin içinde var oluyorum," dedi. Dünya ayaklarımın altından kayıyordu. Artık
hiçbir şey eskisi gibi değildi ve bir daha da asla eskisi gibi olmayacaktı.
Dreamer bocaladığımın farkına varınca bana yaklaşarak, "Beni dışında görüyorsun, çünkü
senin içindeyim. Böceklerden galaksilere dek, gördüğün ve dokunduğun her şey senin
içindedir, yoksa ne onları görebilir, ne de onlara dokunabilirdin," dedi.
Başım dönmüştü. Yüreğim her attığında, şakaklarımın zonkladığını hissediyordum. Tuhaf bir
şeyler oluyordu. İçimde bir şey büyüyor, benden yolunu buluyor ve sanki gebelik dönemi
süratle hızlandırılmış bir canlı gibi kendini içerden dışarıya çıkarmaya zorluyordu.
"Her şey birbirine bağlıdır. Hiçbir şey ayrı değildir. Eğer kendinde yalnızca bir tek atomu,
en ufak bir düşünceyi, alışkanlığı, tutumu, hatta sesinin perdesini dönüştürebilseydin, bu
dönüşüm tüm varlığında infilak edecek ve evrenin sonsuza dek değişecekti. Fakat varlığın bu
atomunu dönüştürmek, olaylar dünyasında dağları yerinden oynatmaya ya da okyanusları
yutmaya benzer."
Sesinde, insanın mutsuzluğunun nedenine ve içinde bulunduğu koşulların asıl kökenine
dokunan bu konuşmadan kaynaklanan bir hüzün vardı.
Kendimizde bir atomu değiştirmek bile bir dağı yerinden oynatacak gücü gerektiriyorsa,
insanlığın kendisini dönüştürmesi için gerekecek yılları düşününce aklım yerinden oynamıştı.
Bu mesafeyi mantıklı bir boyuta indirebilmek adına itiraz ettim. O'nunla karşılaştığımdan
beri mutlaka birden fazla atomum değişmişti. Nitekim son birkaç yılda, birçok kez işimi,
eşimi ve yaşadığım ülkeyi değiştirmiştim, gerek Kuveyt'e gitmeden önce, gerekse kendimi
Şanghay'da bulana kadar, birçok kez işimi ve ailemi bir kıtadan diğerine taşımıştım.
Dreamer, "Bunlar yalnızca görünüşteki değişikliklerdir,"diye yanıtladı. "Sıradan bir insanın
yaşamında gerçekte değişen hiçbir şey yoktur. Onun geçmişi, geleceği olur. Yaşamındaki her
şey kendisindeki eksiklikleri ortaya serer." Sesi yine kararlı ve sert bir ifadeye döndü.
"Kendisini, tekrarlamanın rahat ve ölümcül kulvarını terk etmeye zorlayacak her değişiklikten
korkar. Bu değişim yanılsamasının ötesinde, senin yaşamında da her şey tekrarlanır, her şey
her zaman birbirinin aynısıdır. Aldığın roller, oturduğun evler ve edindiğin arkadaşlar gibi,
bir aile kurma girişimin ve seçtiğin kadınlar da hep değişmezliğinin birer yansıması ve
dolayısıyla her şeyden öte, yaşamını içine kapattığın varlığının kısıtlı göstergesidirler.
Seninkine paralel ve sadece düşün ulaşabileceği dünyalar vardır. Eğer şu an seni memnun
eden hiçbir şey yoksa, bunun sebebi varlığının durumudur. Varlığın olduğu gibi kaldığı
sürece istediğin hiçbir şeye sahip olamayacaksın. Yeni bir anlayışa, yeni bir anlama, yeni bir
hayata sahip olmak ve böylelikle daha üstün bir düzenin olaylarını kendine çekmek istiyorsan
kendini değiştirmelisin. Kendini değiştirmek ilk önce 'kendinden kurtulmaktır.' 'Daha üstün
bir seviyede' doğabilmen için, 'daha aşağı bir seviyede' ölmen gerek."
Dreamer bocaladığımı görünce biraz bekledi. Sözleri, dayanılmaz bir acıyla bedenimi delip
geçen oklar gibi var oluşumun bilinmeyen bölgelerine sızıyordu.
İhtiyatsızca hatırladığım geçmişim şimdi beni boğuyordu. Luisa'nın ölümü ve bütün
ilişkilerimin mutsuzluğu, tüm bir yaşam boyunca süren kavgalar, anlayışsızlıklar ve ihanetler,
kendi burukluklarıyla yüklü olarak yine birer birer su yüzüne çıkıyorlardı.
Luisa, her iki ucundan yakılmış bir mum gibi hızla yanan, yirmi yaşın en fevri ve en bilinçsiz
haliydi. Jennifer'ın ise kibirliliğimin, sahiplenme arzumun ve yaşam korkumun bir kimliğe
bürünmesi olduğunu şimdi anlıyordum. Gretchen’in, saldırganlığımın, her sözümün, her
davranışımın ve bakışımın arkasında duran, gizli ihanetimi yansıtan bir görüntüsü olduğu da
çok doğruydu. Bu kadınların hepsi benim içimde bulunduğum durumların birer yansımasıydı.
Dreamer bir süre sonra beni bu düşünceden de çekip aldı. Ses tonu olağandışı şefkatliydi. "Bu
kadınlar, özünde asla keşfetmek istemediğin şeyleri sana göstermeye geldiler." Son aşkımın,
benim aşka son düşüşümün arkasında, neyin gizlendiğini keşfedeceğimi düşününce içim
acıdı.
13 Evren Birliğe Doğru Demektir
Birkaç dakika konuşmadık. Masamızdan görülen nehrin sıradışı manzarasının keyfini
çıkardık. Oriental Pearl TV Kulesinin çelik silueti, karanlık gecenin ve uzaktaki Pudong'un
puslu ışıklarının fonunda bir kuyruklu yıldız gibi parıldıyordu.
Bu arada Peace Hotel'in restoranı kalabalıklaşmıştı. Restoranın demode atmosferi,
müşterilerinin giyimlerinde de göze çarpıyordu, çoğu yüzyılın başındaki çekilmiş bir
fotoğraftan fırlamış çiftler gibiydi.
Dreamer, birazdan son olarak, bu karşılaşmamızın nedeni olan konuyu açacaktı. Garsonların
tabakları toplaması için bir süre sessizce bekledi. Dreamer'ın tabağı sofraya getirildiği haliyle
duruyordu. Ben de, nefesimi kesen sözlerini not almakla meşgul olduğumdan yiyeceklere pek
dokunamamıştım.
Dreamer sözlerine başlarken, "Bu proje, 'universe' kelimesinin içine ebedi harflerle
kazınmıştır" diyerek sözlerine başladı ve çağlar boyunca sayısız insan neslinin 'universe'
kelimesini, kendi etimolojisinde, kınında duran görünmez bir kılıç gibi gizlendiğinive adını
aldığı anlayışın olağanüstü gücünün farkına varmadan nasıl kullandığını açıkladı.
Universe: uni-verso, yani 'versus unum' Latince 'Birliğe doğru' anlamındaydı. Geçen zaman
boyunca, var oluşun anlamı, dünyanın seyrettiği yön, olaylar ve insanlar bizlere gösterilmiş,
anlatılmış herşey gözlerimizin önünde meydana gelmişti.
Yıldızlar kadar eski, milyonlarca güneşin sıkıştırılmış enerjisi kadar güçlü ve gerçek kadar
basit olan bu kozmik mesaj çok uzun zamanları aşmış, ancak yine de çok az insan onu
anlayabilmişti.
Bütünlüğün bu tek güçlü mesajı her dönemde, medeniyetin dini ve fikri geleneklerini
özünden etkilemişti. Öyle ki onlar, Var oluş'un birliğine yönelmiş bu bastırılamaz itici güçle
doğmuş ve hala onunla titreşiyorlardı. Dreamer'ın yorumunda, kültürel, ırksal ve coğrafi her
tür farklılıkların ötesinde, yer ve zamana aldırmaksızın fikir, felsefe ve vizyonların altından
bir iple ilmek ilmek işlendiği ulusları ve insanları bağlayan dokuyu gördüm.
'"Monos' sözcüğünden gelen 'monk' (keşiş), 'Bir olana' doğru tek başına ilerleyen, kendi
bütünlüğünü arayan kişidir," dedi. Yüzüne az sonra gelecek olan tebessümün gölgesi
düşmüştü. "O inşa edilmekte olan bir varlıktır. Hatta hücresinin dışına, 'Çalışmalar
Sürmektedir' levhası bile asılabilir. Seçtiği cüppesi ile öğretisi, onun bir 'birey' olma niyetine
hizmet eder."
Birey, ‘Individual’ sözcüğünün de, indivisibile yani bölünmeyenden türediğini ve insanın bir
olmaya doğru giden yönünü gösterdiğini açıkladı. Bu çok ender bir durumdur. Ancak çok az
sayıdaki kişi, kendi üzerinde çalışmalar yaparak bu duruma erişir ve gerçek bir birey olur.
Benim için sözündeki yergi, anlamamak ve aleyhimde yaptığı bu karşılaştırmaya üzülmemek
için fazla aşikardı. Kendilerini bütün olma yoluna adamış, yorulmak bilmeden çalışan
araştırmacılar vardı ve her zaman da olmuştu. Peki ben neredeydim? Zamanın her
döneminde, sıradan koşulların dışına çıkabilmek için insanüstü çaba harcayan, bu yolda
araştırma yapan bir avuç aydın çılgının oluşturduğu cesurlar ordusunda kendi yüzümü
görmek için boş yere arandım durdum. Yaşamımın tekdüzeliğini terk etmek, bireysel bir
kaderi, o muhteşem kişisel serüveni hak etmek için ben ne yapmıştım?
Kendimi çabucak bir vicdan sınavından geçirdim ve derhal hayatımın üzerine bir matem
örtüsü serdim. O an neredeyse iki bin yıl boyunca farkedilmeden aktarılmış olan, iki yalın
masalın ardına gizlenmiş müthiş sır, tüm parlaklığıyla zihnimde bir şimşek gibi çaktı. Bu
basit öyküler kılığına girmiş olan bu ölümsüz iki olağanüstü hikaye, kayıp bir koyunun
peşinden giderken diğer doksan dokuz koyununu feda eden çobanın öyküsü ile kaybettiği bir
gümüş lira için kalan dokuz lirasından olan, buluncaya kadar bıkmadan usanmadan onu köşe
bucak arayan kadının öyküsüdür. Bu ilk öğrenilen hikayeler kendilerini, bütünlük mesajının
bin yıllık koruyucuları olarak gösteriyorlardı. İçlerinde hala, 'projenin' belleği ile insanın,
evrensel ulaşılmaz halindeki Var oluş'un birliğine doğru hiç bitmeyen çekimi bulunur. Büyük
varış noktası, vurulması gereken hedef ve bu gezegendeki varlığımız bunun asıl sebebidir.
Dreamer, otoriter bir havada konuyu özetleyerek, "Cehennemin en ufak bir tohumu bile
cennete giremez," dedi. "Dikey bir insan için, bütünlüğünden tek bir zerreyi yitirmek bile, her
şeyi yitirmek demektir. Yeniden tam olacağı zamana kadar huzur bulamaz."
Hemen ardından, "'aziz' sözcüğü Hristiyanlığın dogmatik felsefesinin ötesindeki, derin
anlamıyla 'sağlıklı, iyileşmiş kişi' demektir," dedi. "Aslında aziz, var oluşun birliğini, tam
olmayı kendisine amaç olarak belirlemiş, bütün olmuş, tam kişidir. Bütünlüğünden en küçük
bir sapmanın kendisini sıradanlığın cehennemine savuracağını bildiği için, kendi var oluş
durumlarının ve duygularının farkında olandır."
Anımsayabildiğim tüm kutsal ikonografi eserleri zihnimden geçti ve çocukken azizlerin
ışıktan birer haleyle taçlandırılan başlarını seyrettiğimde yaşadığım şaşkınlığı yeniden
hissettim. Onları, mum kokulu odaların ölgün ışığında, yaşam belirtisi olmayan kiliselerde,
müzelerin ve sanat galerilerinin steril ortamlarında ve dahası, geçmişin hüzün verici, eskimiş
insanları olarak anılarıma kazımıştım. Ancak şimdi, çektiği acıları ve yenilgilerini azizlere
yansıtan toplumsal düşüncenin ve anlamsızca 'kendi dışında' oluşan mucizelere inanan bir
kalabalığın tüm cehaletini ve saçmalığını görebiliyordum.
'Kendi dışındalık' gerçek bir deliliktir, insanlığın yaşadığı hastalıkların en kötüsüdür.
Aslında, azizler, sadece 'kendilerine inanmaya' cüret eden kadınlar ve erkeklerdi. Onlar,
kendi eksikliklerinin farkına varmış, yitirilen bir bütünlüğe doğru geri dönüş yolculuklarını
tamamlamış sıradan insanlardır.
14 Kral Ü̈lke, Ü̈lke Kraldır
Dreamer, anılara boğulup melankolik bir havaya girmeme izin vermeden, beklenmedik bir
şekilde araya girerek "Ekonomi budur!" dedi. Başlarında haleler ve hurma dalları olmayan
muzaffer kadın ve erkeklerden oluşan bir ordunun görüntüsü, zamanı olmayan bir destanın
gerisinde bir süreliğine havada asılı kaldı. Son görüntü de yeni gelen sözcüklerin meltem
esintisinde kaybolup gitti. "Bireyler ve onların eylem halindeki iradeleri olmadan, bir kazanç
ya da ilerlemeden, iş ya da refahtan söz edilemez. Onlar toplumun yüksek ilkeleri olan en
değerli insanlarıdır. Onlar olmadan, büyük siyasi imparatorluklar ve iktisadi servetler
dağılır, yok olurlar."
Dreamer'ın sözlerinde aniden, ekonomi öğrencilerine yılardır azap çektiren, tüm dünyadaki
üniversitelerin, işletme okullarının araştırma merkezlerinin çaresizce çözmeye çalıştıkları bir
bilmecenin çözümünü bulmuştum. Dünyadaki ticari kuruluşlar erken ölüyorlardı. Varlıkları
giderek daha sallantılı bir hal alıyor ve ortalama ömürleri bir güne düşene dek azalıyordu.
Ekonomi ve fmans devleri bile uzun ömürlü olmuyorlardı. Bunu görmek için sadece yirmi yıl
önce dünyanın en büyük beş yüz şirketi listesinde yer aldığı halde artık adı okunmayan
şirketlerin yarısını anımsamak yeterliydi.
Oysa şimdi bu şirketlerin, tamamlanmamış liderlerin birer yansıması olduklarını biliyordum.
Onların erken yok oluşlarının tek ve gerçek nedeni, bünyelerindeki bütünlüğe ermiş
insanların eksikliğiydi. Bu insanların tek bir tanesi bile, bilgi, insan ve malvarlıklarından
oluşan çok büyük kalıtsal servetlerin kaybedilmesini ya da medeniyetlerin tümüyle
dağılmasını engellemek için yeterliydi. Scipione ya da sonra gelen Sezar olmasaydı, Roma
bugün nerede olurdu diye düşündüm. Assisili Francesco çapında bir yönetici olmadan,
dünyanın en büyük çokuluslu kuruluşunun, Katolik Kilisesi'nin başına neler gelirdi? Aklı
başında, bütünleşmiş insanları kim yetiştiriyordu? Neredeydiler?
Beni bu düşüncelerimin esaretinden kurtaran Dreamer'ın sesini yeniden duydum. "Kral ülkedir
ve ülke de kral,"sözünü özel bir tonlamayla söylerken, aklımı yeniden 'düş' ile birleştirmişti.
"Bir organizasyon piramidi, liderinin nefesine bağlıdır. Altından bir kordon, onun
görüntüsünü ve kendi yazgısını, organizasyonun ve adamlarının kaderine bağlar. Eski
hükümdarlarda olduğu gibi onun bedensel durumu, kendi ekonomisiyle uyum içindedir."
Bu durumu klasik Çin gelenekleriyle ilişkilendiren Dreamer bana, fevkalade zor zamanlar
olan, İmparatorluğun bir kıtlık veya düşman işgali ile karşı karşıya kaldığı durumlarda,
Cennetin Oğlu sıfatını taşıyan Çin İmparatorunun, çıkış kapılarını açmak için Sarayın iç
odalarına çekildiğini anlatırken, ben onun her bir kelimesine sıkı sıkıya tutunuyordum.
Yüzünü güneye çevirmiş, dingin ve insanüstü erdemleriyle Cennetin Talimatına göre tüm
İmparatorlukla uyum içinde olduğundan emin olan İmparator, karşılaştığı sıkıntıların kendi
bütünlüğündeki bir düşüşü açığa vurduğunu ve mücadelenin ilk önce içerde kazanılacağını
biliyordu. Setler yıkılıp, sel suları yaklaştığında, barbar kavimler ve saldırılar dünyanın her
bir köşesinden yağmaya başladığında, lider'e bahşedilen 'seyyar cennet' kaybedilmiş demektir
ve sadece onun bütünlüğünün geri kazanılması bu felaketi tersine çevirebilir. Böyle bir
sorumluluk seviyesine sahip bir insan için, kendi bütünlüğü ve imparatorluğun bütünlüğü
arasında bir ayrım yoktur. Onun için asıl zafer, kendini yenmek ve Var oluş'un birliğini
yeniden tamamlamaktı. Ancak o zaman kendi kusursuzluk seviyesinin ölçüsünü ve etkisini
simgeleyen çözüm, iç anlaşmazlıklar, kötü iklim koşulları veya kıtlık yüzünden düşman
ordusunun çökmesi ya da müttefik bir ordunun gelişi gibi şekillerde kendini açıkça ortaya
koyacaktı.
Dreamer'ın yanında, iş yaşamının en eski geleneklerinden modern tarihe kadar, tüm
uygarlıklar tarihi boyunca her daim uygulanmış olan kavrayışın canlılığını ve kalp atışlarını
hissediyordum. Yüzyıllardır Çin İmparatorluğu'ndan Robert Maxwell'e, Walt Disney'den
Kral Arthur'un ülkesine dek aynı ve değişmez bir yasa yankılanmaktadır. "Kral
hastalandığında ülke de hastalanır. Çünkü kral ülkedir ve ülke de kral."
XIV. Louis'in nükte dolu sözü bile şimdi bana, yeni bir anlayışın ışığın içinden beliriyordu.
"L'Etat c'est moi - Devlet Ben'im", yüzyıllar boyu inandığımız şekliyle bir zorbanın nidası
veya sınırları olmayan bir hükümdarın bildirisi gibi değil, kendi kişisel yazgısıyla,
milyonlarca insanın, bütün bir imparatorluğun yazgısının kusursuzca birbirine bağlı olduğuna
inanan bir insanın farkındalığıdır.
"Bir lider, bir işadamı, sorumluluk sahibi bir insan finansal kaderinin, girişimlerinin
başarısının ve uzun ömürlülüğünün ve hatta beden sağlığının, sahip olduğu bütünlük seviyesi
ile doğru orantılı olduğunu bilir. Bölünmüş bir dünyadan, birleşik bir dünyaya geçmenin
sadece tek bir yolu vardır! Vazgeçmemiz gereken yalnızca tek birşey vardır.”
Birden sustu ve bu kısacık duraksama bana sonsuzluk kadar uzun geldi.
"Acı çekmekten vaz geçmeliyiz."
Hemen atıldım, "Bu çok zor olmasa gerek, bunu kim kabul etmez ki?" dedim.
Dreamer, "Buna rağmen, sıradan bir insan için bu ciddi şekilde olanaksızdır," dedi. "Senin
durumunu ele alalım. Elbette acı çekmekten vazgeçmek isterdin, ama bu olgu, beraberinde
mücadelelerden, çatışmalardan ve bölünmelerden oluşan bir dünyadan da vazgeçmeyi
getirecektir. Senin olan dünyadan, bildiğin tek dünyadan vazgeçmektir. Ancak kendini bilen
kişi, kendi dışında bir şeyin olmadığını, evrende tek başına olduğunu, içinde bulunduğu
durumların ve başına gelen her şeyin tek sorumlusunun kendisi olduğunu bilir."
Dreamer, göğe birkaç milim daha yaklaşmak istercesine sırtını doğrulttu ve yavaşça boynunu
yukarı doğru uzattı. Sonra, "Mucizevi bir şeyi çekip alabilmek, herhangi bir şeyi elle tutulur
hale getirebilmek için kişi, kendisini Var oluş'ta yükseltmeli, doğuştan hakkı olan bu birlik,
bütünlük durumunu, her birimizin en gerçek, en somut yanımız olan düşü hayata
geçirmelidir,” dedi.
Dreamer gözlerini kapattı, defterime titizlikle yazdığım şu sözleri ezberinden okudu. "Düş, var
olan en gerçek şeydir. Atomlardan en uzak galaksilere kadar, gördüklerimiz,
görmediklerimiz, dokunduklarımız, dokunamadıklarımız her biri düşlerimizin yansımasından
başka birşey değildir."
15 Gerçeklik, Düş + Zamandır
" elecek için amacımız 'bir olmaktır'. Hedef, Var oluş'un birliğidir. Bu birleşme içimizde
G
gerçekleştiğinde, biz bütünlük durumuna ulaştığımızda, ancak o zaman 'düşün bize ulaşması'
için gereken şartlar oluşur.”
“Gerçeklik = 'Düş'+ Zaman.”
Bu özdeyişi notlarıma, D + T = R harfleriyle bir denklem biçiminde kaydettim. İleride bir
gün ESE'deki öğrencilerime, bu görüşün ufkunu ve bu formülün içine sıkıştırılmış olağanüstü
enerjinin sırrını bu şekilde açıklayacaktım.
Her şey düşten kaynaklanır. Gördüğümüz, dokunduğumuz her şey, görünmeyenden doğar.
Zaman, onları görünür kılar. Bu fikir, Dreamer'ın öğretisinin özü ve doruk noktasıydı ve
gelecekteki üniversitemin köklerini besleyecek, onun çelik gibi sağlam, tutarlı, evrensel
felsefesinin temeli olacaktı. Bu özdeyiş üniversitenin giriş kapısına yazılacaktı.Visibilia ex
visibilibus.
“Düşle., düşle. Asla düşlemeyi bırakma. Düşle! Uç! Sakın bırakma.. Gerçek ardından
gelecektir."
Dreamer bu öğüdüyle, Şanghay'da benimle birlikte geçirdiği ikinci günü noktalamıştı.
Restoranda artık sadece Dreamer ve ben vardım. Fuayedeki caz orkestrası bile müzik
yapmayı kesmişti. Penceremizden, Oriental Pearl TV Kulesi, uzayı yutmaya hazır, kalkış
rampasmdaki ışıl ışıl bir roket gibi görünüyordu.
Düşle... Hiç ara vermeden düşle... Gerçek ardından gelecektir!
"Neden düşü olan insanların sayısı dünya tarihinde bu kadar az?"
Dreamer sorumu, "Kişinin 'düşe ulaşması' için, Var oluşun bütünlüğüne ulaşmış olması
gerekir," diye yanıtladı. Bu ifadenin tüm bedenime işlediğini hatırlıyorum. "Yalnızca bütün,
bölünmez bir birey bilinçli olarak düşleyebilir ve düşün var olan en gerçek şey olduğunun
farkına varabilir. "
Düşleyenlerin seçkin kulübüne hiçbir şekilde kabul edilmeyecek olanların farkına vardığımda
"Peki ya düşlemeyenler ne olacak?" diye sordum.
" ütün insanlar düşlerler, hepsi kendi dünyalarını yaratacak güce sahiptir, ancak çok az
B
insan bunun bilincindedir ve düşün ne denli güçlü olduğunu, etraflarındaki herşeye değer
kattığını ya da dünyanın kabusunu beslediğini bilir. Yalnızca çok az insan, iradeleri ve kendi
kusursuzlukları sayesinde mükemmel bir dünya düşleyebilir ve onu somut kılabilirler. Bu,
savaşçıların, kahramanların ve seven kişilerin asıl durumudur. "
Dreamer'ın görüşündeki 'düş', hem var olan en gerçek şey, hem de somutluğun temel koşulu
olarak, gerçeklik merdiveninin en tepesinde bulunur.
Zihnimin her taraftan sıkı bir kuşatma altına alındığını hissediyordum. Yüzlerce soru
birbirleri ardına yığılmış ve yanıt alabilmek için baskı yapıyorlardı. Henüz ağzımı bile
açamadan, Dreamer eliyle bir işaret yaparak beni durdurdu.
İ"radeyi dünyada bulamazsın,"dedi kararlı bir ifadeyle ve ekledi, "İrade sadece senin içindedir
ama gömülüdür. Onu gömüldüğü yerden çıkarman gerekir!" Başka bir şey söylemeden
notlarımı tamamlamam ve son söyledikleri üzerinde düşünebilmem için birkaç dakika ara
verdi. Sonrasında, kusursuzluğu, kişinin hiç ödün vermeden, yumuşamadan ve 'günah
işlemeden' düş'ü doğrultusunda ilerleme kabiliyeti olarak tanımladı. "Düş'ünü sürekli mevcut
kılan bir insan yolundan saptırılamaz. Yaşamındaki her şey kusursuz bir biçimde onun büyük
serüveni üzerine odaklanır."
Bu durumun oldukça yaygın olduğunu gözledim. O'nu stratejik olarak kışkırtarak, böylesine
heyecanlı bir konuda daha fazla konuşturmaya çalışyordum. "Herkesin bunun için çabaladığı
kesin," diye karşı çıktım. "Herkes olmasa bile en azından büyük çoğunluk, yaşamlarını
geliştirmek üzere planlar yapar, programlar hazırlar ve bu kişilerin çoğu da belirli bir
hedefe ulaşmayı kendine iş edinir."
Dreamer, planlamakla düşlemek arasındaki farkı açıkça anlattı. Bir 'düş'ü besleyen kişilerin
şüpheleri yoktur, onlar kararsızlık hissetmez, korku duymazlar. Zihinlerini 'düş'e her
çevirişlerinde, coşkularının tazelendiğini hisseder ve özgürlük haline geçerler. 'Düş' iradeyle
bağlantılı olduğu için, bu da 'gerçek' iradedir. Öte yandan, plan yapanlar, bir hedefe ulaşmaya
karar verenler, onu her düşündüklerinde endişelenip, korkularına ve şüphelerine yenik
düşerler. Güçlü ve acımasız özdeyişlerinden birini söyleyerek, "Korku ve şüphe, düşün
kanseridir," dedi. Ara verdiğinde, bu zamandan faydalanarak, defterimde şimdiden sayfalarca
yer tutan notlarımı düzenledim. Bir süre bunlarla uğraşırken dalmış olmalıyım ki, yeniden
konuşmaya başlayan Dreamer'ın sesiyle irkildim. "İnsanlar, azim diye niteleyebileceğiniz bir
şekilde, dayanıklılıkla ve enerjiyle çalışır, planlar ve biriktirirler. Ne var ki, bu korkudan
başka bir şey değildir. Adrenalin akışı, elektrik yüklü fırtınalar gibi, hücrelerinin karanlık
evreninde oradan oraya ok gibi fırlar. Bu insanlar, çok meşgul görünmelerine, herkes
tarafından birer idealist, kararlı işadamları sayılmalarına karşın, sadece ölüme sadıktırlar,
isimleri de ölümün kadrosunda kayıtlıdır."
Yazdıklarım boş sayfaları yutuyordu ve ben, O'nun sözlerinin, mevcudiyetinin meydana
getirdiği hakikatin kıymetini hissediyordum. Havayı zenginleştiriyor, hiç yılmadan gezegenin
en ücra köşelerine, her insanın Var oluş'undaki en saklı kıvrımlara ulaşıyor, onun yaralarını
hafifletiyor, gölgelerini uzaklaştırıyorlardı. Altüst olmuştum. Manasız bir duygu, bir tür
ağlama hissi, varlığımın duvarlarına yavaşça yüklenip tüm liflerimin titremesine neden oldu.
Başımı notlarımdan kaldırdığımda, yüzünün bana hafifçe yaklaştığını gördüm.
Dreamer, B
" ir amaç uğruna çalış. Kendini, düşleyen, arzulayan ve isteyen insanlığın
hizmetine ada!" dedi. Takip eden sözlerini unutmam ya da onlardan kaçınmam asla mümkün
olmayacaktı. “Hiç ara vermeden kendini mükemmelleştirmek için çabala. Sürekli ufkunu
genişletmeye çalış. Varlığının bedeli için ön ödeme yap. Eğer isteklerinde samimiyet varsa,
çabalarında başkalarına yardımcı ol. Bu uygulamayı içinde yapması gereken kişi sensin.
Bundan böyle, bunu senin yerine ben yapamam. Ben imkânsızı denedim. Sana bir şans
vermek, içinde bulunduğun koşullardan çıkabilmeni sağlamak için seni çoktan kendisine
mahkûm etmiş kaderinin aksi yönünde yürüdüm. Yalnızca seven kişi özgür olabilir ve
yalnızca özgür kişi sevebilir. Özgürlük ve sevgi aynı gerçekliğin iki yüzüdür."
Bağımlı olmak, aşık olmak ve son olarak da varlığın birliği üzerine Peace Hotel'de başlayan
unutulmaz dersler, burada Bund'un nehir kıyısında, büyük bir devrim çığlığı gibi içimde
yankılanan bu sözlerle son buluyordu.
Kararlı bir tatlılıkla bana, "Sen de bir gün Dreamer olmayı iste,"diye önerdi. "O ulaşılabilecek
tüm hedeflerin en büyüğüdür. Kendi evreninin kâşifi, yaratıcısı olmayı iste. Sonrasında
dünya, yapmasını buyuracağın her şeye boyun eğecek ve arzuladıklarının tümünü sana
verecektir."
Bu sözlerde gözlerimi kapadım. Bana sanki Şanghay'ın üzerindeki gökyüzünden, kuyruklu
yıldızların en sevileni ve en parlağı geçmiş gibi geldi. Bu dileğin yerine geleceğinden
emindim. oOnu kalpten istemek yeterliydi! Ya şimdi ya da hiçbir zaman diye düşündüm.
İkinci bir şansım asla olmayacaktı. Fakat kendimi felce uğramış gibi hissediyordum.
Dreamer, ve O'nunla birlikte tüm dünya, sanki niyetimin zayıf zinciriyle askıya alınmış,
bekler görünüyordu. Bundan önce her şeyin bana bağlı olduğuna ve hatta Dreamer'ın da
benim için var olduğuna bu denli emin olmamıştım. Yıllar süren uygulamalı çalışmalar, uzun
çıraklık dönemim ve kendi başıma gösterdiğim tüm özel çabalarım, beni buraya, bu kritik
kavşağa getirmişti.
Artık nihayet, bunca zamandır beni hazırladığı büyük girişim ya başlayacak ya da olası
dünyaların alacakaranlık kuşağında yok olup gidecekti. Uçuşa geçme zamanıydı. Artık
kesinlikle dönüşü olmayan bu tepenin üzerinden ayaklarımın altında uzanan uçuruma
bakıyordum. Dreamer'ın bakışlarını ve içindeki kaygıyı üzerimde hissediyordum. Sonra,
onun şimdiye dek beni bu dünyada gerçekten seven tek varlık olduğunu anladım.
Gözyaşlarım önlenemez biçimde yükseldi ve onları yuvalarında tutmaya çalışırken gözlerim
şişti. Ardından dünya puslandı ve yazmayı bırakmam gerekti.
16 'Düş' Tarafından Dokunulmak
Tanıştığımdan beri Dreamer, görüşümü genişletmem, tutumlarımı ve bunlarla birlikte
kaderimi değiştirmem için beni sürekli olarak zorlamıştı. Durumlarla olaylar birbirinden
ayrılamaz. Durum olaydır. Dreamer, her fırsatı stratejik biçimde kullanarak, varoluşumun en
yüksek noktasına geçişimi hızlandırmak için, olaylar, karşılaşmalar ve uygun koşullar
yaratmıştı. Uluslararası bir girişimci ve Kuveyt'teki bir şirketin lideri rolüne kendimi
kaptırmışken Dreamer, gücünü ve başlangıcını O'na vermiş olduğum sözden alan evrimsel bir
tasarıyı devam ettiriyordu. Şimdi bu uçurumun kenarında, uçmaktan vazgeçip geri çekilmem
için, Heleonore, çocuklar, hastalık, ev gibi her şey bir bahaneye dönüşmüştü.
Ama artık ne bunu gizleyebilir, ne de kendimi kandırabilirdim. Kuveyt'te anlamanın ve
sorumluluğun üst düzeylerine geçmekten birçok kez kaçınmıştım! Kendime ihanet etmiştim.
Heleonore yalnızca bir bahaneydi.
Dreamer yine düşüncelerimin içine sızarak, beni anlayan biri olarak, “Bir sonraki adım her
zaman bilinmeyen ve görünmeyendir. Üst seviyelere geçiş, her zaman için bilinmeyene doğru
bir sıçramadır. Bunu yapmak için, bugüne kadar olduğun her şeyde 'ölmek' gerekir. Var
oluşta yolun sadece bir milimetresini kat etmek bile sadece çok az kişinin icra edebileceği
ölümcül bir sıçrayış, kozmik bir takladır, iki insan arasındaki gerçek ayrım 'düşlerinin
genişliğidir. Sadece kendini düşünen, daha da kötüsü fark etmediği sahte bir kişiliği düşünen,
kendini tanımadığı için her daim kendi kurtuluşu adına endişelenen bir kişi düş'ün etkisi
alanına giremez." dedi.
Yalnızca bir yıl sonra, Makedonya'ya Olympos Dağı'na yapacağım bir yolculuk sırasında,
Eski Yunanların bu durumdaki, bencil kişiler için 'idiotes' terimini türettiklerini
keşfedecektim. Yunanlılar için aptalın anlamı, yaratıcının, liderin, başkaları için çabalayanın
karşıtı demekti.
" çıkça görülen bir menfaat arayışının, kâr sağlama amacının arkasında, bir girişimci
A
kendisinin bile anlayamayacağı kadar çok daha derinlerde, bir projenin hizmetindedir. O
zaten başkaları için uğraşır ve onların gelişimlerinin kendi başarısı olacağını bilir. Onunki
adanmış bir yaşamdır. Seçeneği yoktur. Bir yelkenlinin yaşlı kaptanı gibi, gemisiyle ya geri
döneceğini, ya da onunla birlikte batacağını bilir."
Dreamer'ın yanında, bizi yalnızca 'düş'ün özgür kılabileceğini, içimizdeki her bir sınırı
yıkabileceğini keşfediyordum. Yalnızca 'düş', yoksulluğu zenginliğe, zorlukları bilgeliğe ve
korkuyu sevgiye dönüştürebilir. Ve biz sadece 'düş' sayesinde yitirdiğimiz cennetin eşiğinden
geçebiliriz.
"Cennet, öteki ya da başka bir dünya değildir. Cennet, bu dünyanın içindedir. Düş'ün
dokunuşuna erişmek demek, o muhteşem kişisel serüvenin bahşedilmesi, kişinin kendi
eşsizliği ile yüz yüze gelmesi demektir. Kıtlık ve korku üzerine kurulmuş bir dünyanın
betimlemesine sadık olan o insanlar 'düş'ün dokunuşuna erişemezler çünkü düş özgürlüktür
ve onlar çocukluklarından beri, felaket tellalları, bağımlılık rahipleri ve dindarları
tarafından büyütüldüler. Her biri, mahkumiyet içinde eğitildi. Milyonlarca insanın yaşamak
için başkalarına bağımlı olmasının nedeni budur. Onları her zaman ayırt edebilirsiniz, çünkü
minnettarlıktan yoksun, sevmekten aciz insanlar olarak hemen göze çarparlar. Vermek, içten
vermektir. Vermek için, sahip olmak ve sahip olmak için, olmak gerekir."
Konuşmasına devam edip projeden bahsetmek üzere tekrar dudaklarını aralayacaktı fakat
durup beni yakından inceledi. Bakışlarının ruhumun derinliklerine kadar işlediğini hissettim.
Yüzünün beni bekleyen görev için yetersiz olduğumu anlatan bir ifadeye bürünmesi, kendimi
bir aristokrat kulübünün kabul kapısında bekleyen bir serseri gibi hissetmeme yol açmıştı.
Soğuk ve sert bir ifadeyle, "Aramızdaki farkın ne olduğunu biliyor musun? " diye sordu.
Yıllardır O’ndan çekinmiştim ama şimdi bana böyle samimi bir soru sorması beni şaşkına
çevirmişti. Şimdi de içtenlikle kendi gizemli doğasına değinecekti. Gerçekten de kimdi bu
Dreamer? Benden hiçbir yanıt gelmeyeceğinden iyice emin olana kadar bekledi. "Aramızdaki
fark, benim atomlarım ölümsüzlüğün sarhoşluğuyla dans ederken, sen ölümlü olan her şeye
çekiliyor, onlar tarafından yönetiliyorsun. Ben ölümü yendim, sen ise herşeyini ölümün
kaçınılmaz olduğuna yatırdın."
Bocalıyordum. Dreamer yardımıma gelmeseydi tek başıma bunun içinden çıkamazdım. İşte o
zaman, tüm sözlerinin içinde, en unutulmaz olan o iki sözcüğü tekrarladığını işittim. "Ben
senim!" dedi. Bu ifadenin çekiciliği öyle güçlüydü ki, varlıklarımız arasındaki o yıldızlara
özgü mesafeleri yutuvermişti. İşte yine kendimi O'na hiç olmadığım kadar yakın
hissediyordum. En azından sözlerinin ilk etkisini atlatmış gibi göründüğümde bana, "Ben
'sen'dim, sen de Ben olacaksın," dedi. "Bizi, birbirimizden yüzyıllar kadar uzun bir zaman ve
bilinçlerimizin arasındaki uçurumlar ayırmaktadır. Hızlan! Seni Kuveyt'e göndererek sana
bir damla verdim ve sen onu bir okyanus sandın. Şimdi, sana bir okyanus vermek istiyorum,
ama sen geri çekiliyorsun."
Gözlerimi kapattığımda, dayanılmaz bir hızın beni ittiğini hissettim ve bunu başaramamaktan
korktum. O konuşmasına devam ederken, Varlığımın bir köşesine saklanmış, fırtınanın
dinmesini bekliyordum. Acımasızca beni oraya kadar takip edip saklandığım yerden çekip
çıkardı. Sesinin tonu aniden değişti ve içimde öylesine büyük bir kuvvetle patladı ki, tarifsiz
bir dehşete düştüm.
"Son kez kararını ver!!!" diye gürledi. Sesinde bu kez, ödün vermeyen bir kararlılık ve
ölümcül bir savaşın ortasında bağırarak emirler savuran bir komutanın yırtıcı kahramanlığı
vardı. "Gelişimin için gece gündüz çalış ve asla verdiğin sözü unutma."
"Unuttuğum söz nedir?"
" eğişme sözü!"dedi. "Yalnızca kendine değil, bu yolda seninle birlikte yürümek isteyen bütün,
D
diğer göz kamaştıran düşsel varlıklara verdiğin söz.”
“Nasıl değişebilirim?” dedim.
Yeni bir düş kur. Yeni bir dünya düşle! Dünya, senin onu düşlediğin gibidir. Dünya senin
istediğin gibidir! Sen onun zorba, sahte ve ölümlü olmasını istedin. Düşlerin değiştiğinde,
dünya farklı olacaktır! Sürekli olarak geçmişe duyduğun pişmanlık seni eskiye geri
götürüyor. Bundan vazgeç! Artık kendini 'tam zamanlı' bir çalışmayla Projeye adama vakti
geldi."
Tüm samimiyetimle ve ciddiyetimle asla vazgeçmeyeceğime ve hiçbir şeyin gelişimimin
önüne geçmesine izin vermeyeceğime söz verdim. Dreamer gözlerimin içine bakarak beni
uzun süre inceledi ve ben de bu sınava boyun eğdim. Sert bakışlarında gördüğüm şefkat
pırıltısıyla rahat bir nefes alıncaya kadar sonuç endişesinin içimde büyüdüğünü hissettim.
"Bu 'çalışmayı' yapmak için 'söz vermenin' bir anlamı yok," dedi. "Sıradan bir kişinin verdiği
söz zaten yalandır. Davranışını değiştir, hemen, şimdi! Doğru hareket budur. Yaşamındaki
olgular, koşullar ve olaylar zamanla değişirler. İşinden ayrıl ve Londra 'ya taşın. Orada
seninle çalışmaya hazır insanlarla karşılaşacaksın. Bu insanlar, muazzam bir devrimin,
kendisini bekleyen mücadelelere göğüs germe kapasitesine sahip olmayan bir insanlığın,
düşünüş ve hissediş biçimlerini temelinden değiştirecek olan bireysel, psikolojik ve evrensel
bir devrimin sütunları olacaklar."
9. Bölüm
Oyun
1 İnanmak Görmektir
Dreamer'ın üzerimdeki etkisi, hayatımda sürpriz sonuçlarını doğurmaya başlamıştı. Hiç
tereddüt etmeden, birkaç gün içinde Chia'daki evi sattım, ACO Corporation'daki işimden
istifa ettim ve ailemi Londra'da, Hampstead'in yeşillikleri içindeki Georgian stili harikulade
bir villaya taşıdım.
Seven Oaks daha önce tanınmış bir işadamının malikanesiydi. Mimarisi, eşyaları,
mobilyaları, tabloları ve antika heykelleri, girişimci aristokrasinin özlü ve güçlü
sembolleriydi. Üstelik Seven Oaks eşsiz bir simya laboratuvarıydı. Böylesine bir ev, içimde
bir tür netlik, cesur bir duruş, büyük işler 'yapmak' ve başarmak için bir kuvvet uyandırarak,
beni sadece geliştirip değiştirebilirdi.
O malikânede, Dreamer'ın rehberliğinde, yalanı bir daha tekrarlamamak üzere hayatımdan
son kez çıkarıp atmak için tüm gücümü ortaya koyacaktım. Orada, endişelerin ve şüphelerin
oluşturduğu ıstırap ezgisine son vermeyi öğrenecek ve kendimde Dreamer'ın 'Düşleme
Sanatı' diye nitelediği sağlam öğretiyi pekiştirecektim. Bu, kişinin kendine inanma ve
terslikleri dengeleme, tersliklerle karşıt fikirleri ve durumları daha üstün bir düzenin
olaylarına dönüştürme sanatıdır.
Dreamer'la birlikteyken kendimi güvende ve güçlü hissediyordum. O benim yanımdayken en
köklü değişiklikler, o günlerde başıma gelenler gibi, görünürde en riskli olanlar bile hayatıma
kolayca girip, yumuşak bir biçimde yaşamımın düzenini değiştirdiler. Bilinmeze yaptığım bu
sıçrayış, sanıldığı gibi yaşamımı altüst etmek yerine, kuvvetli bir el onun dağılmış parçalarını
bir araya getirerek sıkıca birbirine bağladı.
Heleonore ve çocuklar, bütün bu değişimleri sorunsuzca göğüslediler. Kendilerini korunmuş
hissediyorlardı. Kararlılığım onlara güven veriyordu. Yine de, o kararları bana aldıran kuvvet
ve inanca hala tam anlamıyla sahip değildim. Özgüvenim, Dreamer'ın yanındayken
duraksama ve şüphe nedir bilmezken, O'nun öğretilerinden bir milim sapacak olsam anında
sarsılıyordu. Dreamer'ın dünyası içinde gerçekleşen herşey, olayları, hakikati ve koşulları
yöneten, ve dünyayı toprak çamuru gibi itaatkar, uysal ve şekillenebilir kılan Varlığın oluşma
dönemi, benim için hala anlaşılmazdı.
Aylar geçti. Dreamer'dan uzak kalınca, düş parçalanmaya, geçmiş ise bir kez daha gücü eline
geçirmeye başladı. Dreamer'ın ilkeleri içimde soğumaya başlayınca, dışarıdaki hava da yoğun
bir sise büründü ve buz kesti. Giderek ağırlaşan ve yavaşlayan evrenimde, en küçük bir
hareket bile son derece zor ve ıstıraplı bir hal aldı. Yaşamımın her safhası, gösterdiği
belirtilerle, daimi geri düşüşümü, geçmişe yönelmiş şüphe ve pişmanlıklarımı gözler önüne
seriyordu.
Daha önce Kuveyt'ten dönüşümde olduğu gibi, ben geri çekildikçe, içimde daha çok plan ve
program yapma isteği doğuyordu. Bu standardı koruyarak yaşamayı sürdürecek
olduğumuzda, yaptığım hesaplar beni sahip olduğumuz tüm birikimin kısa sürede suyunu
çekeceği sonucuna götürdüler.
Onun yanında yaşam çok hızlı ilerliyordu. Onu izlemekte zorlanıyordum. Dreamer'a göre hiç
sınırımız yoktu ve hiçbir şey çok pahalı değildi. Her şey elimizin altında durmaktaydı.
Sınırlar sadece içimizdedir. Bu yaşam bana çok riskli göründü. Parasız kalma korkusu, bir
Londra bankasında yeni bir hesap açmama neden oldu. Chia'daki evin satışından elime geçen
paranın büyük bir kısmını bu hesaba yatırarak, 'zorunluluk hali' dışında bu paraya
dokunmayacağıma kendime söz verdim. Dreamer'a bundan hiç söz etmedim. İşlerin kötüye
gitmesi halinde hesaptaki bu paraya güvenebileceğimden emin olmak bile, endişelerimin
yükselip yaşamımı ele geçiren sıkıntılı zamanlarda beni rahatlatıyordu. Bu banka hesabı, öz
inancın ve cesaretin yerine geçerek psikolojik bir protez halini alırken, bu kararım da tıpkı
yıllar önce ACO Corporation ile olan kontratıma geri dönüş maddesini ekletmem gibi, benim
için sorumluluk sahibiymiş gibi görünmenin bir yoluydu. Bu, geçmişi tekrarlamanın öldürücü
sapağına düşmemin açık bir belirtisiydi. Yaklaşan düşüşümün belirtilerini açıkça hissetmeye
başladığımda, geçmişin geri dönüş imkanı olmadan beni tekrar yutmasına izin vermeden,
Dreamer'a her şeyi itiraf ettim ve bu hesabı kapattım.
"Herkes birşeye inanır. İnanmak zor değildir ancak iradeyi yeniden uyandırmak, niyetini
belirlemek ve onun yolundan sapmadan izlemek sadece çok az kişiye nasip olur. Doğrusu,
kendini inanmaya zorlamak, öylesine inanmaktan daha üstündür." Konuşmasının sonunda
Dreamer, en çok hayranlık duyduğum ve aynı zamanda da en saklı yanıltmacalarından birini
ortaya attı. "Bu, 'inanmadan inanmaktır', sadece 'Rol Yapma Sanatı'nı bilen, Oluş'un birliğine
ulaşmış bir insanın erişebileceği bir var oluş hali ve yaratma eylemidir. Her çağda, dikkate
değer niteliklere sahip insanlar, imkansız gibi görünen girişimlerini gerçekleştirmek için
gerekli olan sermayeye var oluşlarını her türlü şüpheden arındırdıktan sonra sahip oldular.
Gerçek sermaye özümüzdedir ve elde ettiğimiz kaynaklar, şartlar ne olursa olsun canlı
kılmasını bildiğimiz iç refahımızın maddesel yansımalarıdır. Sakın kendini 'düş'ün
ilkelerinden ayırma. Onları daima canlı tut. İçinde, canlılıklarını kaybetmelerine izin verme,
böylece herşeyin senin menfaatin doğrultusunda geliştiğini göreceksin. Varoluşun en sığ ve
bayağı parçası olan tarih bile senin haklılığını ispat edecektir. "
Fikirleri bana derinden ilham veriyordu ama onları uygulamak o kadar da kolay değildi! İş
uygulamaya gelince Dreamer'ın felsefesi, çok az kişiye gösterilmiş zor bir yolu önüme
seriyordu. Aynı şekilde, O'nun görüşünün tanımladığı dağ sıraları boyunca bir insan yığını,
çok büyük bir jeolojik bölünme gibi iki parçaya ayrılıyordu. Birincisi, herkesten ve herşeyden
etkilenen, lider olduklarına inandıklarında dahi başkalarını takip edip onlara bağımlı olan,
zayıf ve tamamlanmamış insanlardan, ikincisi ise, sarsılmaz bir inanç ve kararlılıkla
kutsanmış, o çok az sayıdaki varlıktan, bir avuç dikey insandan oluşmaktaydı. Dreamer'a
göre, bir ülkenin ya da tüm bir ulusun ömrü, onu yönetenler tarafından sürdürülüyor görünse
de, aslında kaderleri, bütün olmayı başarmış birkaç kişi tarafından belirleniyordu. Böyle
kişiler olmasaydı, yeryüzünün çok büyük bir kısmının, hatta var olan tüm uygarlıkların
yazgıları çoktan kesinleşmiş olurdu.
Dünyanın büyük kuruluşlarının, insani ve siyasi organizasyonlarının, büyük iş ve fınans
imparatorluklarının saygın yöneticilerinin, büyük sanayicilerin, zengin iş adamlarının ve
liderlerin, dışardan her şeyi yapar görünen tüm bu insanların arka planında, görünmeden
yöneten, 'hiçbir şey yapmama' yoluyla, her şeyi hareketsiz, sade, samimi bir şekilde idare
eden alçak gönüllü kişiler bulunmaktadır.
" endine inanan bir kişi, görünürde, bilinmeyene doğru bir adım attığı anda, sadece o anda,
K
hiç hata payı olmaksızın, sanki kendi göz kamaştıran çılgınlığının haklılığı ispat
ediliyormıışcasına ayakları altında beliren zemini görür. Görmek için önce inanmalısın, tersi
hiçbir zaman mümkün değildir."
Ancak bu özel insanların grubuna dahil olabilmek için gereken nitelikler, o dönemde benim
için hâlâ erişilmez bir yükseklikteydi. Artan bir karamsarlık ve şüpheyle sürekli sil baştan
hesaplar yapıyordum ve her defasında Chia'daki evin satışından elime geçen paranın bizi
ancak birkaç ay daha idare edebileceği sonucuna ulaşıyordum. Gelecekte ne yapacağım
konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ne bir planım, ne de bir işim vardı. Eski yaşantım beni terk
etmişti, yenisi ise yüzünü daha yeni göstermeye başlamıştı.
2 Değiştir Şu Hayatını!!!
Bu yeni serüvenin ilk zamanlarında yaşanan bir olay, önemli ve belirleyici bir rol oynamıştı.
Taşınmak üzere Londra'da ev aradığım günlerde, çeşitli ev seçeneklerini O'na danışma
fırsatını yakalamıştım. Endişeli bir haldeyken, maddi olanaklarımın yetersiz kalacağı ve
gelecekte beni nelerin beklediğini bilememekten kaynaklanan korkuyla, oldukça mütevazı
olan evler bile bana çok pahalı geliyordu. O görüşmemizde, Marylebone Caddesi'yle Regent's
Park'ın arasındaki küçük bir sokakta, iyi döşeli, büyük olmamasına rağmen bana uygun
görünen bir apartman dairesini seçme fikrimi hararetle savunmuştum. Hiç unutmayacağım o
tepkisi, en değerli öğretileri arasında yerini almıştır. Sözleri bana, hızla püskürtülen soğuk su
gibi isabet etmişti.
"Sadece kendini, sınırlarını ve sıradanlığını seçebilirsin" diyerek, önerime tepki vermişti.
Aşağılayıcı ses tonuyla devam etti: "Yıllar geçiyor, fakat yaşam biçimin değişmiyor. Dünya,
sen böyle olduğun için böyle. Dreamer'ın vizyonuna eriş ve zavallı bir varlık olduğuna
inanmaktan vazgeç. Bir kişinin yaşamını yöneten şartlar ne olursa olsun, beklentilerine
kusursuz bir biçimde karşılık verirler."
Savunmaya geçtiğimi anımsıyorum. Seçimlerimin, O'nun beni içine soktuğu şartları
destekleyecek türden olduğunu savundum. Söz konusu bu özel durum için, karar alırken ve
taahhüt altına girerken gelecekteki olası zorlukları da göz önünde bulundurmanın akıllıca
olacağı kanısındaydım. Eğer uygun kaynakları dikkate almayı becerebilseydim, seçimlerim
çok daha farklı olurdu.
" er şeyin kazanılması gerekir. Senin yoluna çıkardığım zorluklar gizli lütuflardır. Aslında
H
onlar, bütünlük ve anlayışa doğru götüren aşama noktalarıdır."
Benimle alay ettiğini sanıyordum. Dreamer'la birlikte çalıştığım bunca yıldan sonra, beni
şoke edecek her düşünceye katlanmış olduğuma, herhangi bir fikrin ya da sıradan bir inancın
yıkılmasını kabullenmeye hazır olduğuma, engeller ve hayal kırıklıklarına rağmen direnmeyi
bildiğime inanıyordum. Belli ki yanılmışım.
" rtık vurdumduymazlığın yüzünden kaybedecek daha fazla zamanın kalmadı. Aş bunları,
A
görünürdeki her başarıyı, her zaferi aş. Eski tekdüze yaşantını, eski inançlarını bir an bile
düşünmeden terk et. Kendini aş. Kötülük, henüz aşılmamış dünkü iyiliktir."
Yüz kaslarım gerilmişti ve artık ne tarz bir ifade takınmam gerektiğini kestiremiyordum.
Mazeretlere, suçlamalara veya pişmanlıklara yer vermeyen bu görüşe karşı tüm nefretimle
haykırmak ve isyan etmek istiyordum. Öfke ve acizlik boğazımı sıkan bir yumruya
dönüşmüştü ve elimden gelen tek şey, anlaşılmaz bir ses çıkarmak olmuştu. Kendimi
toparlamaya çalıştım, anlamlı bir şeyler söylemek için düşüncelerimi düzene koymak
istedim, ama...
"Değiştir şu hayatınııı!!!" diye var gücüyle bana bağırdı. Dreamer'ın şakaklarındaki ve
boynundaki damarların şiştiğini gördüm ve korkuya kapıldım. Havada çınlayan haykırışı,
sağır edici bir sonsuzluk boyunca aramızda asılı kaldı. Bir an için, savaş borusunu üfleyen bir
savaşçının görüntüsü önümde belirip kayboldu. Bu görüntüyü kaydetmeye zamanım olmadı,
çünkü o sırada Dreamer çoktan gürleyerek beni azarlamaya başlamıştı.
" âlâ geçmişini yansıtıyorsun. İçinde taşıdığın kıtlık ve kederden vazgeçmediğin sürece
H
Chiâ'daki evi satmış olman hiç birşey ifade etmez. Geçmiş yaşantını ve onun her zamanki
sefilliklerini yanında taşımamak için dikkatli ol ve unutma, geçmiş tozdur. Sakın kendini
dünyaya sunmaya kalkma. Her yerde yeterince kıtlık var. Daha şimdiden çok fazla yoksulluk
belirtileri gösteriyorsun. Benim varlığımı sürdür ve sözlerimi hayata geçir. Bana
eriş...Banaaa."
Daha da dayanılmaz olan bu yeni haykırışıyla birlikte içimdeki korku yanardağı patladı.
Lavlarının varlığımı köşe bucak sardığını ve içimdeki sonsuz mesafeleri yutarcasına yok
ettiğini hissettim. Hâlâ anlamsızca ısrar eden bu çığlığın altında bütün iç bariyerlerim,
Joshua'nın borusundan çıkan ilahi sesin basıncı altındaki Jericho kentinin duvarları gibi
yıkılmaya başladı. Kendimi, hiç olmadığım kadar sağlıklı ve 'birleşmiş' hissettim.
Bu kıyamet başladığı gibi aniden dinmiş ve Dreamer hiçbir şey olmamış gibi normal haline
dönmüştü. Bir suskunluk oldu ve bir an için, tüm bunların sona erdiği hayaline kapıldım. İki
işaret parmağını sakince ağzının kenarlarına dik şekilde yerleştirişini izlerken, kendimi
güçlükle, yeniden toparlamaya çalıştım. Yaptığı bu hareketi tamamlaması, yavaş çekim bir
film gibi uzun bir zaman aldı. Meçhul bir savaşçının ritüelinden bir kesiti andıran bu
hareketini, başta tedirginlik ve kaygıyla, sonra artan bir endişeyle ve nihayetinde giderek
büyüyen bir korkuyla izledim. Halindeki tuhaflık ve hareketi tamamlayışındaki aşırı yavaşlık
açıklaması imkansız bir gözdağını bu el hareketine yüklemişti. Zor nefes alıyordum ve
duygularım tamamen karışmıştı.
En sonunda, aslında bir megafonu canlandırmaya çalıştığını anladığımda, öğretilerinin özünü,
insanın etine işleyen o kükremelerine karşı kendimi hazırladım. Fakat bu kez bağırmadı.
Yüzünü bana birkaç milim daha yaklaştırdı ve fısıltıyla, "Londra 'da aradığın o ev senin için
değil, Dreamer için! Bunu unutma! Eğer oraya kendini götürürsen, karşına çıkacak olan da
senin dünyan kadar kıt ve aciz olacaktır. Endişelerini bir kenara bırak ve bana yaklaş.
Engellerin olmadığını, tek engelinin sınırlamalara olan sarsılmaz inancınla sen olduğunu
keşfedeceksin."
O günden soma emlak komisyoncuları bana tamamen farklı bir düzeyde çözümler önermeye
başladılar. Dreamer, her zaman olduğu gibi, haklı çıkmıştı. Ben tutumumu düzeltince, dünya
da bir gölge gibi peşimden geliyordu. Artık kendime değil, Dreamer'a ev bakıyordum. Seven
Oaks'ı bulduğum zaman hemen tanımıştım. İşte, bundan böyle 'Çalışmalarımı' sürdüreceğim
ev burasıydı. Heleonore birkaç gün içinde eşyalarımızın İtalya'dan taşınmasını ayarladı ve
çocuklarla beraber buraya yerleştik.
O günlerde, her şeyin ötesinde, bu malikânenin beni uçurumdan aşağı yuvarlamak için
tezgâhlandığını bilmiyordum. Bunun zamanımı hızlandırmak için Dreamer'ın bir stratejisi
olduğu kesindi, yine de bu mizansenin nasıl gerçekleştiğine aklım ermiyordu. O'nun yardımı
olmasaydı, böyle bir geçiş yapmayı aklımın ucundan bile geçirmezdim. Seven Oaks, bir
bariyerin yıkılmasını, yoksulluğun ve cehaletin yıllar boyunca katmanlaşarak oluşturduğu
içsel bir jeolojiyi yok eden bir aracı temsil ediyordu. Fakir, sınırlı ve mutsuz bir hayatla
özdeşleşmiş olduğum kabusunu savunan kaleleri yıkmak için kurulmuş bir dinamit
saldırısıydı.
3 Ödeme
"Para gerçek değildir. Gerçek olan, kişinin görüşü ve düşünceleridir. Kaynaklar ve para,
yalnızca bunların doğal birer sonucudur. Düş'ün izinden gider ve kişinin düşü nispetinde
görev üstlenirler." Sevimli bir alaycılıkla, "Probleminin parasızlıktan kaynaklandığına
gerçekten inanıyorsan, bankaya git ve kredi iste!" dedi.
Ani bir öfkeyle, "Keşke!" diye yalandan söylendim. Yeraltı dünyasının üç başlı muhafızı
Cerberus'a benzeyen zebani bir bankacıyla, geri ödemesi olanaksız bir krediyi alma
konusunda görüşme düşüncesi bile midemi sımsıkı düğümlemeye yetmişti. Beni tüm bu
zorluklara soktuğu için, içten içe Dreamer'ı suçluyordum. Endişelerim saldırganlığa dönüştü
ve kendimi tutamayıp patladım: "Ya sonra?", "Neye dayanarak verecekler bana bu krediyi?"
" ünya bilir! Banka bilir!"dedi. "Banka da dünya gibi, senin dışında değil. Sana sadece hali
D
hazırda 'sahip olduklarını' verebilir."
Teatral bir tavırla başını hızla sağa sola çevirdi ve yalnız olduğumuzdan ve birazdan benimle
paylaşacağı sırrı kimsenin işitmeyeceğinden emin olduktan sonra, alçak sesle, "Evrende sana
bahşedilebilecek hiçbir şey yoktur. Kişi ancak bedelini ödediği kadarını alır," dedi. Bu
pandomimi beni şaşırtmıştı ve yüz kaslarıma uygun formu vermeye zaman bulamadan,
Dreamer her zamanki ciddi tavrına dönüverdi. '”Ödeme, zamanın içinde olabileceği gibi,
zamandan bağımsız da gerçekleşebilir!" dedi. Ardından gelen uzun suskunluk sözlerinin
içindeki anlamı büyüterek, birazdan söyleyeceklerinin şiddetine karşı hazırlıklı olmam için
beni uyardı. "Eğer insanlar arasında bir farklılık varsa bu, ödemeyi yapma şekillerinden
kaynaklanır. Kendine inanan insan, tüm sahip olduklarının bedelini çoktan ödemiştir. Onun
asıl işi, yegâne meşguliyeti, kendi bütünlüğünü korumak, ona zarar verecek hiçbir şeye ve hiç
kimseye izin vermemektir. O, refahı yaratanın kendi bölünmezliği olduğunu bilir. Maddi
durumuna ilişkin kaderinin kendi bütünlük düzeyine bağlı olduğunu bilir. İçinde taşıdığın
acıyı yenmek için göstereceğin her çaba, sana maddi güç olarak dönecektir. Kalabalıkların
aksi yönünde her adım atışında, olaylar dünyasında zenginlikler yaratacaksın. Hiçbir şeyin
kaynağı senin dışında değildir. Kendini gözlemlemen, bir şüpheyi, bir acıyı, olumsuz bir
duyguyu kendi sınırları içinde etkisiz kılman, karşılığında sana gelecek para demektir.
Olaylar dünyası, görünmeyende, kimin ön ödeme yaptığını, kimin önceden hesaplarını
kapattığını anında tespit edemeyecek kadar yavaştır. Alacaklarını kayda geçirmesi zaman
alır, ama muhasebesinde yanılma payı yoktur."
Burada sustu ve bana dikkatlice baktı. Gözlerinde birazdan yapacağı açıklamanın ciddiyetini
ve bana vereceği acıyı okumuştum. Buruk bir biçimde, "Bağımlı olmayı seven milyonlarca
insan gibi sen de, zamanın para birimiyle, acıyla, geri ödemeyi seçtin!" dedi.
" lacaklar ve borçlar, bir ve aynıdır, yalnızca zaman faktörüyle birbirinden ayrılırlar. Bunu
A
gelecek bilir! Kredi alarak borçlanmak, ödemenin zaten gerçekleştiğini gösteren parlak bir
işarettir. Kredi tutarının onaylanması, onu ödemiş olduğun anlamına gelir."
Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Dreamer, şimdiye kadar hiçbir ekonomistin göremediği bir
sırrı açıklıyordu, bunu görmek bir yana, devlet adamlarının, ileri görüşlü iş adamlarının sahip
olduğu cesareti, yaratıcılığı ve kararlılık duygusunu içeren önemli bir kuralı, sık sık bir çok
insanın geleceği için hayati önem taşıyan, sıradan insanların gözünde ise umursamaz ya da
aptalca görünen seçim ve kararların sahibi olan girişimcilerin, endüstri ve politika liderlerinin
parlak çılgınlıklarını kapsayan bir teoriyi formüle edememişlerdi.
İtiraz ederek, "O halde, neden başlarında cesur insanlar bulunan büyük sanayi ve finans
devleri bir bir çöküyorlar?"diye sordum. Dreamer hızlanmaya başlamıştı ve ben onu takip
etmekte zorlanıyordum.
İ"ş dünyasında olduğu gibi, yaşamda da kaybetmenin yalnızca tek bir yolu vardır: Kendine
inanmayı bırakmak!"
Düşün alanına, insanı canlandıran, ona ilham veren, ekonomide ve toplumda güçlü birlikler
oluşturan evrensel fikirlerin bölgesine ilk adımlarımı, Napoli'deki Ekonomi Enstitüsü’nde
çok değerli öğretmenim Palomba ve Profesör Amoroso'nun çizdiği yol doğrultusunda
atmıştım. Ama şimdi, Dreamer'dan öğrendiklerimin ışığı altında o öğretiler solgunlaşıyordu.
"Piyasaların gidişatını, borsada işlem gören şirketleri, siyasi iklimi, yasal çerçeveyi ve
uluslararası ilişkileri, dünya çapındaki olguları ve olayları insan nasıl kontrol edebilir?"
"Varoluşu, yüksek sorumluluk seviyelerine çıkartarak yapmanın ve sahip olmanın doğurduğu
yeni fikirleri ve daha büyük imkanları kendine çekebilmek için, inanma ve yaratma sanatı
anlamına gelen bir 'Düşleme Sanatı' mevcuttur. Ekonomi, siyaset, hatta tarih bile var oluş
yasalarına itaat ederler. Sınırlama ve sonlama içinde eğitilmiş bir akıl bunu anlayamaz. Sen
sadece var oluşla kıyaslandığında etrafındaki evrenin bir kum tanesi kadar küçük olduğunu
bilmelisin. Ne kadar çoksan, o kadar fazlasına sahip olursun. Kendisine inanan bir insan,
imkansız görünenler de dahil, her türlü girişimini karşılayacak kaynakları kazanmıştır. Bir
kişinin ekonomik durumu kendi bütünlük düzeyiyle kusursuz bir biçimde tutarlılık gösterir.
Ne denli çoksan, o denli fazlasına sahip olursun, sahip olmanın başka yolu yoktur."
Verdiği cevap üzerine düşünmem için bir an için duraksadı. Ne kadar çoksan, o kadar
fazlasına sahip olursun. Ne kadar çoksan, o kadar fazlasına... Kendi kendime defalarca
tekrarlamama rağmen, bu basit, aynı zamanda da güçlü kavramı zihnim almıyordu. Onu
içime sindirip, parçam haline getiremiyordum.
Sonunda, aklıma gelen bir düşünce bunların içinden kendine bir yol açtı. Nitelik niceliği
yaratır. İşte büyük sır buydu! Yüksek nitelikli bir ekonomi, geleceğin insanlığına yön
verecek, onun bütün sorunlarına çözüm getirip evrensel iyileşmeyi gerçekleştirecekti.
İnsanın düşüncelerinin niteliği, onun ekonomisini, görünürdeki refah ve başarısını oluşturur.
Sadece yüksek nitelikli bir ekonomi kalıcı, gerçek ve sahibinin elinden çıkmayacak bir
zenginlik üretebilir. Bu muhteşem bir şeydi. Dreamer'm felsefesi, ekonomide yepyeni bir
modelin müjdesini veriyordu. Böylece, Dreamer bana iş dünyasında ve ekonomi okullarında
kesinlikle bilinmeyen gizemli bir öğretinin formülünü sunmaktaydı.
Karmakarışık düşüncelerimin içine sızarak, "Ekonomi asla ekonomistler tarafından
yönetilmeyecek," dedi. "Yakın bir gelecekte, ticari en küçük teşebbüsten, çok uluslu devlere
kadar her kuruluş, bir ideolojik şirket, bir Var oluş Okulu olacaktır. Şirketlerin başarısı,
ömrü ve kaderi, kendi felsefelerine bağlı olacaktır. Her organizasyonun zirvesinde, Var
oluş'a sızarak, onu kökünden besleyecek eylem filozofları, yaratıcı hayalperestler, şairler ve
vizyon sahibi kişiler bulunacaktır. Vizyondaki milimetrik bir genişleme, kavrayıştaki en küçük
bir yükselme, ekonomi ve finans dünyasında dağları yerinden oynatacaktır."
4 Yay da, Ok da ve Hedef de Biziz
Seven Oaks'ta oturmaya başladığımdan beri, yeniden sabah koşularına başlamıştım.
Parliament Hill'in dar yollarında, çimenlik bayırlarında ve göllerin çevresinde koşabilmek
için sadece evimin önünden caddenin karşısına geçmem ve Hampstead Heath'e ulaşmam
yeterliydi. O sabah, büyüyerek üzerime çöken ve kökleriyle Varlığımı ele geçirmeye yeltenen
şüphelerden ve endişelerden kurtulma arzusuyla, var gücümle, deli gibi koşmuştum.
Dreamer'ı aylardan beri görmüyordum. İşimden ayrılmış, Chia'daki evimi satmış ve
Londra'ya taşınmıştım, ama geçen bütün bu süre boyunca ondan herhangi bir mesaj
almamıştım. Bir rolüm ve iş bağlantılarım olmadan, toplantılar ve planlamalar yapmadan,
yaşamıma nasıl bir anlam katacağımı bilemiyordum. O zamana kadar, sürekli değişen
görünümleri içinde başkalarıyla olan ilişkilerimin ve dış dünyanın, benim için ne denli
önemli olduklarının hiç bir zaman bu kadar net farkına varmamıştım. Üstelik o sıralarda,
sorumlu olma düşüncesiyle özdeşleştirdiğim endişeler ve şüpheler, başkalarıyla olan
ilişkilerin doğal, kaçınılmaz sonucu olarak gördüğüm zıtlık ve sürtüşmelerin yokluğu gerçek
bir vazgeçmenin etkilerini gösteren bir uyuşturucuya dönüşmüştü.
İnsanların tek bildiği bildiği acı çekmektir. Varoluşlarına bir anlam katar. O zaman
yaşadıklarına inanırlar.
Bu sözler üzerinde çok düşünmüştüm. Aylarca, doğrudan kendimde insanın içinde bulunduğu
koşulların mantığa ne denli aykırı olduğunu gözlemiştim. İnsan huzur, neşe durumlarında ve
her türlü acıdan arınmışken, kendisini bir hiç olarak hissediyordu. Bir keresinde, Dreamer, şu
haliyle insanlığın sevinç durumunu hiç yaşayamayacağından söz ederken, onlar için 'tek bir
mutluluk anı bile katlanılmaz olur' demişti. "Neşe, sakinlik, huzur, minnet, sevgi bugünkü
haliyle insanlığın hissedemeyeceği Var oluş durumlarıdır. Bunlar sıradan bir insanın
yaşantısına bir şekilde girebilselerdi, onun kendi cehenneminde yeni bir cehennem gibi
görüneceklerdi. Mutluluk, yalnızca Düşleme Sanatını bilenlere aittir. Acının yokluğunun
üreteceği mutluluk enerjisine, sadece seven, düşleyen kişi katlanabilir."
Koşumun son kısmında, olanca hızımla Courtney Bulvarı'na girdim. Her zaman yaptığım
gibi, son metrelerde tempomu arttırdım. Birazdan alacağım sıcak duşun hayali, beni
hızlandırıyor, bacaklarıma taze bir güç katıyordu. Birden O'nun varlığını hissettim ki bu
kolay anlaşılır bir histi. O buradaydı. Dreamer gelmişti! Terden sırılsıklam olmuş
eşofmanıma ve çamur içindeki ayakkabılarıma şöyle bir göz attım. Evin arkasına doğru bir
dönüş yaparak, bahçeye açılan arka kapıdan girmeye karar verdim. Oradan yatak odasına
geçer, yıkanır, üstümü başımı değiştirir ve O'nun karşısına elim yüzüm düzgün bir şekilde
çıkardım. En azından kendi kendime bunları söylüyordum. Oysa gerçek bundan farklıydı,
özellikle bunca zamandır görüşmemiş olduğumdan, Dreamer'la karşılaşma fikri bende çok
çelişkili duygular uyandırıyordu. O'nu görmek, sesini duymak, hatta sözlerini anımsamak
bile, Var oluş'um için başlı başına bir ivmeydi ve hevesle 'çalışmaya' koyulmamı sağlayan bir
zaman sıkıştırıcısıydı. Dreamer'ın yokluğunda parçalanmış olan bedenimin etrafa saçılmış
parçalarını yeniden yapılandırmak için sarf ettiğim umulmadık çabayı hem seviyor hem de
nefret ediyordum. Kayıtsızlık sonucu kimliğimizi kaybederek kalabalık bir kitle ve topluluk
oluşumuzu farketmem için beni zorlamış ve acı bir hayat deneyimi yaşatmıştı.
Beni olduğum yere çivileyen o tanıdık sesi işittiğimde, henüz odama çıkan basamaklara
adımımı atamamıştım.
Bu karşılaşmamıza, yüksek sesle ve ani bir girişle başlayarak, "Hâlâ geçmişini özlüyorsun!"
dedi. Dreamer, bu birkaç sözcükle hem gerçek ruh halimi, hem de son aylardaki bütün
kaygılarımı özetliyordu. Kendimi suçüstü yakalanmış gibi hissettim. Evet! Aylardır
geçmişimi özlüyordum! Göç halindeki Musevilerin özgürlüklerini takas etmeye hazır
olmaları gibi, ben de yine o anlamsız yaşantının, o yalnızlığın eski kafesindeki güvenliği
arıyordum. Dünyanın sahte putuna tapınmaya gereksinim duyuyordum. Alışkın olduğum
açmazlarıma geri dönmeye gereksinim duyuyordum. Bağımlı ve sorumsuz olmanın o iyi
bildiğim kucağına yeniden sığınabilmemin bir imkânı olsaydı bir an bile durmazdım.
Kendimi küçücük ve gerçekdışı hissettiren, sahip olmaya hazır olmadığım bu şatafatlı Londra
malikânesine, Chia'daki o küçük villayı binlerce kez yeğlerdim.
Zihnimin berrak anlarında Dreamer'ın beni, asla aşamayacağım sınırları aşmaya zorladığını,
asla denemeyeceğim koşulların içine sürüklediğini anlıyordum. O'nun yanındayken tıpkı
altında güvenlik ağı olmadan ipte yürüyen bir cambaz gibi sürekli uçurumun kenarında
yürüyordum. Aşağıda ise yaşamım, aynı Styks ırmağı gibi leş kokan bir bataklıktı.
İlk karşılaşmamızdan beri Dreamer, bu çölü geçerken karşıma çıkacak tehlikelere, buradaki
görünmez yırtıcı hayvanların kuracakları pusulara karşı beni hep uyarmıştı. Londra'ya hareket
edişimden önceki son gecede bana söylediklerini anımsıyorum. "AIM... I AM, AMAÇ...
BENİM... Bizim amacımız yine kendimizdir. Yay da, ok da, hedef de biziz. Daima kendi
dışımızda görünen amaç (AIM), aslında bir anagram, yani ben (I AM) sözcüğünün diğer
profilidir. Bu bizi, zamanın sıkıştığı, aramızdaki her türlü mesafenin eridiği ana geri götürür.
En yüce sanat, sadece anda gerçekleşebilecek olan kendi değişimimizdir. "Ne kadar hummalı
bir çalışma içinde meşgul görünürse görünsün, sıradan bir kişinin yaşamı, onun yalnızca
anlamsız ve sürekli bir tekrarlanmaya olan düşkünlüğüdür. Yaşamımızın amacı, bizden birer
şaheser yaratmaktır. Bu kaçınılmaz olarak herkesin, şimdi ya da sonra, ister bu ömründe,
ister yüzüncü ömründe, eninde sonunda yapmak zorunda kalacağı bir yolculuktur. Dünyada
bundan başka ne bir amaç, ne de daha heyecan verici bir şey vardır."
Yavaşça ayakkabılarımı çıkarttım, olduğum yere bıraktım. Yalın ayak, Dreamer'ın sesinin
geldiği yöne doğru yürüdüm ve oturma odasının kapısından sessizce içeriyi gözetledim.
5 "Seni özgürleştirmeye geldim!''
Koşu sonrası kapı pervazına yaslanarak sergilediğim yorgunluk ve zorla nefes alışım
Dreamer'ı rahatsız etmişti.
"Dik dur ve hiçbir yere yaslanma!" diye seslendi. "Kesinlikle kimsenin seni yorgun, ya da
bitkin görmesine izin verme!"
Açıklama yapmak için ağzımı açmaya fırsat vermeyen, buyurgan tavırla yaptığı el hareketi
beni susturdu. "Koşuya kabahat bulma. Bir maratonda koşmuş olsaydın bile yorgun ve acı
içinde görünmeye hakkın olmazdı. Kendine her zaman, daha da fazla koşabileceğini söyle..."
Bu sözler, yorgunlukla ilgili yalanımla düşüncelerimi tek vuruşta yok eden bir kırbaç darbesi
gibi üstüme savruldu.
Kapı pervazından uzaklaşıp dik durduğumu görünce konuşmaya başladı. "Hâlâ geçmişine
özlem duyuyorsun," diye tekrarladı ve sesindeki o hor gören ima beni acımasızca yaraladı.
"Özlemek, seni geçmişinin yasalarına geri götüreceği gibi, bunca yıldır yaptığın bütün
'çalışmalarını' da boşa çıkaracaktır. Bütünlüğe giden yolda geçmişi özlemenin hiçbir çeşitine
yer yoktur. 'Yolculuğa' bir kez başladın mı, artık geri dönüş yoktur!" Sesinin tonu birden
değişiverdi. Ebeveynlerin bir çocukla konuşurken takındığı abartılı sabır gösterisine
benzeyen ifadesiyle, "Sen etiket arayışındasın," dedi. "Tırabzanlar olmadan neye
tutunacağını bilmiyorsun. Bu sallantılı durum, senin başından beri yaşadığın korkudan daha
fazla korkutuyor seni."
Dreamer, oturma odasında yanan şöminenin başındaki koltukların birinden konuşuyordu.
Ceketindeki yaka iğnesinin gümüş tokası şöminenin ateşiyle parlıyordu. Varlığımın
katmanları arasına süzülerek yayılan ışık, gözlerimi yepyeni bir anlayışa açarak beni şaşkına
çevirdi. Tüm sıradan insanlar gibi, ben de acıyı kendi yaşamımdan daha çok seviyordum.
Dreamer bu durumu bana, insanın gerçek korkusunun, bilmediği bir kapıdan geçecek
olmasından değil, aslında kendisine tanıdık gelen acı çekmeyi kaybedecek olmasından
kaynaklandığını söyleyerek açıklayacaktı. Bu fobi, iradenin, gerçekten sahip olduklarımızın
açığa çıkmasını engelleyen, aynı zamanda da bizi hiçliğin karanlık sularına bırakan aşılması
olanaksız bir engel oluşturur.
Fiziksel doğum sonrasında göbek kordonunun kesilmesiyle birlikte bebek, iki yeni ebeveyn
olan şüphe ve ıstıraba teslim edilir. Sadece Okulla buluşma yepyeni bir doğumu ve bu
korkunç bağın kökünden kesilmesini sağlayacaktır. Bu da gerçek ebeveynlerimiz olan düş ve
iradeye geri dönüştür. Şüpheyle korkunun yokluğu, ancak bütün olmuş bir insanın
katlanabileceği bir coşkunluk, bir özgürlük durumudur. "İşte sana bunu sunuyorum.
Özgürlüğün bedeli çok yüksektir, ama bu yükseklik onu elde edilemez kılmaz. Hâlâ geçmişin
gölgelerinde kendine takacak bir maske aranıyorsun," dedi. Sesinde zayıf ve savunmasız bir
varlığın şefkati vardı. Aynı ses tonuyla, "Rollerinin özlemini çekiyorsun," dedi. "Bir insana,
geçmişi ya da hayatındaki deneyimleri yön veremez. Geçmiş tozdur. İnsanın bütünlüğe giden
yolda yeni duyulara ihtiyacı vardır. Sezgiye ve yedinci duyuya, 'düş 'e kendisini teslim etmesi
gerekir. Roller zindanlardır. Parmaklıkları görünmezdir ama çelikten daha serttir."
Bekleyişle geçen bütün bu ayların öfkesini patlarcasına dışa vurarak, "Sözlerine kulak
verdim. İşimi bıraktım, evimi sattım, daha ne yapmam gerekiyor?" dedim. Bunca zamandır
nereden bakarsam bakayım bir anlam veremediğim bu yeni maceranın içinde elim kolum
bağlı kaldığım için, içimdeki suçlama, yakınma ve kızgınlıkların su yüzüne çıktığını
hissediyordum.
Bir an için duygularımı göz ardı ederek tuhaf bir yumuşaklıkla, "Anlamadan yapıldıktan
sonra, işini bırakmanın ya da ülkeni terk etmenin sana bir yararı olamaz, her ikisi de seni
özgür kılmayacaktır,"diye yanıtladı.
Dreamer'ın bir kez daha tam zamanında beni kurtarmaya gelmiş olduğunu ancak yıllar sonra
anlayacaktım. "Rollerinin hapsinden kurtulabilmesi için, bir insanın, hayatındaki olay ve
koşullarının verimsiz tekrarından dolayı hayal kırıklığına uğramış olması gerekir."
Uzun bir sessizlik oldu. Ayakta duruyordum. Oturma odasının girişinde O'nu dinliyordum.
Hissettiğim rahatsızlıktan başka bir şey değildi. Uzun koşudan sonra hâlâ terli ve kirliydim.
Yıkanmak ve temiz bir şeyler giymek istiyordum. Tam zamanıydı, ayrılmak için kendisinden
izin istedim. Dreamer düşüncelere dalmıştı. Başını belli belirsiz hareket ettirmesi
onayladığını gösteriyordu. Bir duş ve temiz bir gömlek tavrımı değiştirdi. Döndüğümde kedi
adımlarıyla yaklaşıp, Dreamer'a karşı hürmetkar bir uzaklıkta kalarak şöminenin başındaki
diğer koltuğa oturdum. Gelirken yanıma defterimi de almıştım. Derin bir soluk aldım ve artık
başlamaya hazırdım. Bunun yoğun bir ders olacağını seziyordum. Konuşmayı sürdürmek için
Dreamer'ın seçtiği ses tonu bu kez farklıydı. "Kimse köprü üzerine ev inşa etmez. Köprü, bir
yerleşim yeri değildir," dedi. "Roller de, tıpkı köprüler gibi üzerinden geçerek seni daha öteye
taşımak, aşılmak için vardır, insanlar köprüler üzerinde çok fazla zaman harcıyor, onları
geçip öteye gitmek yerine, kapana kısılmış bir vaziyette üzerlerinde kalıyorlar.”
“Bütün olmaya giden yolda, her dakikanın yeni olması ve her anın bir öncekini aşmak için
köprü görevi görmesi, yani insanın kendisini aşmasına hizmet etmesi gerekir. Alınan her
nefes, Var oluşu özgürlüğün keşfedilmemiş alanlarına yükseltmeye adanmış bir minnettarlık
hareketi olmalıdır."
"İnsan rollerden arınmış bir dünyada nasıl yaşayabilir?"diye sordum.
"Roller, oyun sırasında kasıtlı olarak takılması gereken maskelerdir. Bir rolü 'oynamak', ona
inanmamak demektir." Gösterdiği yönde atılacak ilk adımların, bunların işleyiş biçimlerini
derinlemesine anlamak olduğunu bana açıkladı. Dreamer'ın görüşüne göre roller,
gerektirdikleri sorumluluk düzeylerine ve güçlük derecelerine göre hiyerarşik bir düzende
sıralanıyorlardı. Bir konuda çok kesin konuştu. Bir kişi Var oluşunda, hiyerarşik piramitte
kendi altında kalanların tamamını içermiyorsa, rolünde bir üst seviyeye çıkması imkânsızdır.
Roller üstüne yaptığı açıklamalardan sonra, gözümün önüne, Çin kutuları gibi, birbiri içine
yerleştirilen değişik boyutlardaki kapların görüntüsü geldi.
Dreamer, B
" ir rolden özgürleşmek, ancak onu mükemmel biçimde oynamayı öğrendiğin
zaman mümkün olur,"dedi ve sözlerine açıklık getirmek için, bir orkestra şefinin ayrı ayrı her
müzik enstrümanının çıkaracağı sesleri bilmesi gerektiği örneğini verdi.
" ir rolü içtenlikle ve kusursuzca oynadığımızda, sadece bizi özgürleştirmekle kalmaz, ayrıca
B
dünyayı da bayağılık ve şiddetten özgür kılar,"dedi. "Rolünle kendini özdeşleştirdiğinde, ona
inandığında, yalnızca dünyanın bir kölesi olmakla kalmaz, sanki hayatındaki tek gerçek,
yegane kesinlik oymuş gibi ona sımsıkı bağlanırsın. Rolün ne olursa olsun, ona inanmak,
kendine yalan söylemektir. "
Ayrıntılı bir hesap yapmaya gerek duymadan, böyle bir düzeye ulaşmak için, değil bir
zamana, on ömüre sığacak deneyimlerin bile yetmeyeceğinden kesinlikle emindim.
Dreamer, "Çok haklısın," diyerek beni doğruladı. "İşte, herkesin kabul ettiği yolda ilerleyen
bir insanın rollerinden asla kurtulamamasının ve bunun için istek duymamasının nedeni de
budur!"
" eden hiç kimse kendisini rollerinden özgürleştirmek istemiyor?"diye sordum. "Bir yönetici,
N
bir koca, bir baba olarak davranmanın getirdiği görev ve sorumluluklarından kurtulmak
kimin hoşuna gitmez ki?" Sonunda da, bu rolleri terk etmekten, sadece bir sorumluluk
hissinin bizi alıkoyduğu inancını dile getirdim.
Dreamer, sert bir ifadeyle, "Tam tersi," diyerek tezimi çürüttü, "Sıradan bir insan için rolleri
terk etmek, sanki uçsuz bucaksız bir denizde can yeleğini çıkarmasını istemek gibi,
yaşamaktan vazgeçmesini istemeye benzer. İnsanlar, rollerine, daha doğrusu, kendileriyle
bütünleşmiş olan acılarına kendi nefeslerine olduğundan çok daha fazla bağlıdırlar."
Uzun bir suskunluk oldu ve ben sessizce bekledim.
"Roller, kalkanlardır. İnsanlar, meşgul oldukları gerekçesiyle onların ardına saklanırlar
ancak gerçekte, kendi sorumsuzluklarını savunmaktadırlar."
Kesin bir kanıt sunar gibi, "Kendi durumunu ele al!" dedi. Doğrudan onun hedef alanına
giriyordum. Bu sözü, beni hiç şaşırtmamakla birlikte acımı da hafifletmedi. Dreamer'ın
yanında geçen onca yıldan sonra şimdi bir işaret gibi mideme saplanan sancının beni içten içe
uyarmasıyla biliyordum ki, konuşması şimdi genel kapsamından çıkacak ve benim üstümde
yoğunlaşacaktı.
6 Rolleri oynamak
Acıdan buruşmuş yüz ifademi yakaladığında, "İşte değiştirmen gereken budur. Şu anki
duygularındır!" dedi. "Kendine bir bak! Bunun hâlâ benim söylediğim sözler yüzünden
olduğuna inanmayı sürdürüyorsun. Oysa bu acı senin içinde, suları ölü bir bataklık(?) gibi
durağan olarak hep vardı! Bu, hala iyileşmemiş bir yaranın belirtisi ve tüm dertlerinin
sebebidir. Acını içine al ve onu anla. Ondan kaçma!"
Hâlâ anlamaya ve son açıklamaları karşısında kendimi toparlamaya çalışıyordum. Dreamer
ise onu çoktan konuyu başlangıçtaki konuşmasına bağlamış, bıraktığı yerden devam
ediyordu.
" olünle özdeşleştiğinden, Oyunu unuttun," dedi. "Ne bir rol var, ne de bir gösteri. Bir fare
R
kapanının kurulu yayı gibi bir olay, bir koşul ya da bir karşılaşma mekanik tepkilerini aniden
harekete geçirmene sebep oluyor. Zihinsel görüntüleriniz, düşünceleriniz, heyecanlarınız ve
duygularınız, mekanik olarak önceden saptanan modellere uyarlanıyor, duruma göre
yüzünüz aynı ifadeye uygun kaslarla kasılıyor, aynı sözler dudaklarınızdan dökülüveriyor, ta
ki yeni koşullar ve yeni karşılaşmalar sizi bir başka kafese fırlatana kadar bu tutsaklık haliniz
sürüp gidiyor."
Rol bize ancak dışarıdan, dünya tarafından yüklendiğinde bu durumun gerçekleştiğini
açıkladı. Bununla beraber, bir rolü rol olduğunun bilincine vararak oynadığımızda, onun
kölesi olmayız, tam tersine ondan özgürleşir, bu yolla dünyayı da özgürleştiririz.
" ir rol, ona inanmadan oynanmalıdır. Bunu ancak, kendilerinin efendisi olan ve belli bir
B
bilince ulaşmış kişiler yapabilirler: Bu düzen, disiplin ve çok fazla öz gözlemleme gerektiren
bir sonuçtur." Bunu yaşamımızın bir parçası haline getirebilmemiz için, jestler, davranışlar,
tutumlar ve yüz hareketleriyle, sözlü ifadelerin tüm yelpazesinden oluşan her role özgü dilleri
öğrenmemiz gerektiğinin altını çizdi. Bir role sahip olmak, tüm bir düşünce bloğunun, bir
kişinin düşünmek ve hissetmek için kullandığı inanışlar paketinin tamamının kabul edildiğini
varsayar. Bir rolü oynamayı öğrenmek çok karmaşık bir iştir. İnsan, genellikle tüm yaşamını,
sadece tek bir rolü oynamayı öğrenerek, onu aşıp ötesine geçmesini sağlayacak irade ve
sorumluluğun yeterli derecede olgunlaşmasına fırsat kalmadan geçirir.
Herkesin, sıradan yaşamının gerektirdiği ölçüde sınırlı sayıdaki, beş, bilemedin en fazla altı
rolü öğrenerek oynadığını söyledi. İnsan kendini ortama uydurmak ve dış koşullardaki
değişikliklere ayak uydurmak için amaçsız bir robot gibi, bir rolden diğerine geçer durur.
İnandığının aksine, bunda bir karar verme özgürlüğü yoktur. "Özgürlük, rolü nasıl olursa
olsun, asla tutsağı olmadan, onu 'kasıtlı' oynamaktır," dedi. "Sıradan bir insanda neredeyse
hiç olmayan bu yetenek, yaşı ilerledikçe giderek azalır ve sonunda tamamen yok olur. Bunun
sonucunda, alışık oldukları durumdan çok az farklı bir durumla karşılaştıklarında, zaten
birkaç rolden fazlasını tanımayan insan artık yüzüne takacağı doğru maskeyi seçemez olur."
İşte kendimizi sürekli yabancılaşmış, huzursuz ve tehlikede hissetmemizin nedeninin bu
olduğunu şimdi anlıyordum. Repertuarımızda bulunmadığı için hangi maskeyi takacağımızı
bilemiyor, Pavlov'un bir çemberle bir elips arasında açmazda kalıp çıldıran köpeği gibi biz de
sınırlarımızı açığa vuruyoruz. Bu durumda, zihinsel, fiziksel ve duygusal tüm yeteneklerimiz
kendi adına iş yapmaya başlarlar ve düşüncelerimiz, duygularımız ve eylemlerimiz bir dizi
istem dışı hareketle bir araya gelerek bizi biyolojik bir kuklaya dönüştürürler. Kendimizi
çırılçıplak hisseder ve bundan feci bir utanç duyarız. Kaçıp gitmeyi isteriz. İşte bunlar,
tenimizle maskemiz arasındaki incecik açıklıktan öz gözlemleme yapmamıza olanak sağlayan
özümüzü, en gerçek yanımızı tanıdığımız kısacık anlardır.
" ısıtlı rol repertuarına sahip olduğunu anlayan ve bu ilişkilerin kendi etkinlikleri üzerine
K
koyabileceği tahakkümün farkında olan kişi, böylece bütün olmaya doğru ilk adımlarını
çoktan atmış olur."
Fakat beşiğinde olumsuzluk ezgisinin ninnisiyle hipnotik uykuya zorlanan sıradan insan, ne
denli korkunç olsa da kendine yalan söylemeyi sürdürerek ona bağımlı kalacak, kaçmak için
gereken enerjiyi asla kendinde bulamayacaktır.
" oller, tam bir farkındalık ile sergilendiğinde, bu keyifli bir oyun olur. Onunla özdeşleşmek,
R
oyun olduğunu unutmak ise ölümcüldür."
Dreamer ayağa kalktı, pencereye gitti. Seven Oaks'ın bahçesine, kusursuz çimine, günün son
ışıkları altındaki muhteşem bitkilere bakarak birkaç dakika suskun kaldı. Yeniden konuşmaya
başladığında, bu kez sesi alışılmamış derecede yumuşaktı.
" oller, bir merdivenin basamaklarıdır. Hiçbirinde oyalanma. Hepsini kullan. Onları üzerine
R
basmak için ve ötesine geçmek için kullan!"
Dreamer'a göre her rol, belirli bir düşünme biçiminin elle tutulur hale geçmesidir. Bir rolü
terk edip bir sonrakine geçiş, kişinin Var oluşunda kendi yükselişinin çoktan gerçekleştiğini,
arkasında bıraktığı her basamak da kişinin iyileşmeye bir adım daha yaklaştığını gösterir.
" arlığının değerlerini yükseltmeyi öğren, o zaman her rolü, üstünden çıkarıp attığın eski
V
elbiselerin gibi çabucak ve kolayca terk edebileceksin. Buna, bir rolü 'kullanmak' ve kesin bir
biçimde kendini ondan özgürleştirmek denir." Bu son ifadesi beni oldukça etkilemişti.
Dreamer şaşkınlığımı gördü ve bir rolü 'kullanmak', onun ardında yatan Var oluş'a ve
sorumluluğa sahip çıkmak ve artık ihtiyaç kalmadığında, ondan ebediyen kurtulmak
demektir," diyerek açıklamada bulundu. "Böylece sen de dünyayı, sana içinde taşıdığın
cehennemleri göstermek gibi nankör bir görevden, sendeki tüm eksiklikleri, her acıyı ve her
ölümü sana yansıtmak gibi çekilmez bir uğraştan kurtarmış olacaksın."
7 Dönüş yolu
" ışımızda olan her şey gördüğümüz ve dokunduğumuz dünya, insanlar, karşılaştığımız
D
olaylar ve koşullar, Var oluş'un açığa çıkması, düşünce biçimimizin doğrulanmasıdır. İçinde
sıkışıp kaldığımız roller, bize henüz iyileştiremediğimiz yaraları gösterir."
Konuşmasına uzun bir ara verdi. Bu anı anlamak ve eneıjisine sahip çıkmak yerine, notlarımı
yeniden okuyor ve düzeltiyor gibi yaparak defterimin sayfaları arasına sığındım. Dreamer'ın
beni sıkıştırdığı bu köşeler çok acı veriyordu. Yeniden kaçmaya çalıştım. Biraz daha zaman
vermesi için sessizce bir dilekte bulundum.. .biraz daha zaman..
Dreamer'ın dikkati biraz dağılmış görünüyordu ve O'nun yanında birkaç dakika gerçek
yaşamdan nefes almış olan ben, dünyadaki gölgelerin arasındaki bir gölge gibi, nihayet
rahatlamış olarak odadaki cansız eşyaların arasındaki yerimi almak üzere geri döndüm.
"Olaylar, kaynaklandıkları durumları göstermeye yararlar. Onların simgesel dilini yalnızca
bir Var oluş Okulu bilebilir ve labirentler, çöller, iç cehennemlerin içinden geçerek, en içteki
durumlara, her olayın gerçek kaynağına uzanan yolun izini sürebilir."
Akşam üstünün gölgeleri Seven Oaks'ı kuşatıyor ve evin büyük pencerelerinden süzülerek
bulunduğumuz oturma odasını ele geçirmeye çalışıyordu. Korlarının üzerine titizlikle yeni
odunlar yerleştirdiği şöminenin ateşi Dreamer'ın yüzünde parlıyordu. Mükemmel bir andı. Bu
alacakaranlıkta not tutmak artık çok zordu.
Başımı koltuğun arkasına yasladım ve daha iyi konsantre olabilmek için gözlerimi yumdum.
Dreamer sert bir edayla, "Bu pozisyondan çık! Doğrul!" dedi. "Neredeyse gözümün önünde
uyuyakalacaksın." Beklemediğim bir anda başıma sopayla vurulduğunu hissettim.
Acındırma, suçlama, gücenme gibi bir düşünce ve duygu yumağı, tek bir duyguyu, her
şeyden çok, en yakıcı ve katlanılmaz olanını oluşturana dek şiddetle püskürdü ve varlığıma
karıştı. Bu duygu, haksızlıktı. İşte o anda, bir böcek gibi ani bir sıçramayla, kendimi
Dreamer'ın yerinde buldum. Kendimi izledim. Ölümün ölüşünü gözleyen yaşamı gördüm. Bu
korkutucu parlaklık sonsuzluk kadar uzun birkaç saniyede oldu ve ardından kendimi yine bir
tetikte bekleme halinde buldum, sırtım dimdik ve gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Hafif
titreşimlerle bedenimde yankılanan bir duygu etkisini birkaç dakika daha sürdürdükten sonra
kayboldu. Savunma kalkanımı bir daha asla düşürmeyeceğime söz verdim.
Bu yaşadığım olayları sizlere O'nun öğretisinin ve enerjisinin özüme dönüştüğü Var oluş
bölgelerine beni götürmek için Dreamer'ın başvurduğu stratejiler hakkında fikir sahibi
olmanız için anlatıyorum. Var oluşumun bu bölgelerine ulaştığım zaman, taze ve kuvvetli bir
şarabın basıncı altında zorlanan ve dayanmayacakmış gibi görünen meşe ağacından fıçımın
tahtalarını değiştirmek ve sağlamlaştırmak için sadece birkaç dakikam kaldığını biliyordum.
8 "Hazır değilsin!"
Sözlerinin baskısıyla içimdeki direncin arttığını ve damarlarımdaki kanın aktığını
hissediyordum.
" ok uzun zamandır iradenden vazgeçtin, yaşamını kendi ellerinle dünyaya teslim ettin. Dış
Ç
dünya senin tek gerçekliğin oldu ve varlığının bütünlüğüne zalimce egemen olan taştan bir
put gibi onu ilahlaştırdın. Aslında, dünya yalnızca bir yansımadır. Duyguların, düşüncelerin
ve tutumların senin dışındaki olaylar dünyasında biçimlenirler ve senin her dileğine yanıt
verirler. Pek çok yıldır, dünyanın gerçek olduğuna ve iradesinin bulunduğuna inandın. Onu
yaşamının sahibi ve efendisi seçtin. Bunca yıldır, kendi yansıttığın bir gölgeye güç verdin."
İşte en korktuğum an gelmişti. Yaşamın bugüne dek yol aldığı eski rayları terk etmenin,
eskileri ölüme bırakmanın zamanı idi. Tersyüz olmuş bir evrenin ayaklarımın altında
dönüştüğü sonsuz uçurumu hissediyordum.
“Hiç birşey değişmez. Değişmeyecek. Sadece sen değişebilirsin."
Burada durdu. Verdiği ara, içimde uzadıkça uzadı. Bir endişenin, sonra bir korku hissinin
genişleyen halkaları Varlığımın çeperine değene dek yayıldı. O'nun sözlerinin, özellikle de
bu suskunluğunun ardında ortada korkmamı gerektirecek hiçbir neden yokmuş gibi gözükse
de, sezgilerim bana görünmeyen bir şeylerin hazırlandığını söylüyordu. Sakin olmaya
çalışsam da başaramadım. Nihayet, zor bir karara varmışçasına Dreamer bir adım daha
ilerlememe izin verecek 'çalışmanın' bundan sonraki aşamasını bildirdi. İşte o dakikadan
itibaren benim için yepyeni bir serüven başlıyordu... Bu, yaşamımdaki her anın bir iş
sorumluluğu gibi yaşanacağı bir serüvendi.
Üzerinde titizlikle düşünülmüş bir kararı açıklayan bir ifade ve ses tonuyla Dreamer, "
Varlığının parçalanmış olduğunu fark edebilmen için yıllar süren uzun bir hazırlık dönemi
gerekti...her insanın yaşamını zorbaca yöneten hipnotik uykunun ayrımına varmanı sağlamak
yıllar aldı. Yaşamına bir düzen getirdim... kendini, sıradanlığın cehenneminden kurtulmak
için yol gösterecek bir eğitim sisteminin ilkelerini biraraya getirmeye adaman için seni
yükümlülüklerden ve programlardan kurtardım."
Dreamer, uzun süre düşüncelere dalıp kaldı. Sonra kararlı bir sesle konuştu. "Tanışman
gereken birçok insan var..."
"Kim onlar? Neredeler? Neden onlarla tanışmam gerekiyor?" diye sordum, endişe
içindeydim.
Dreamer, ummadığım bir nezaketle, "Belirli bir nedeni yok," diye yanıtladı. "Karşılaşma
oyununu ilginç, eşsiz ve etkili kılan da budur. O insanların her birinde, kendinden bir parça
bulmanın dışında başka hiçbir amacın olmadan yüzlerce karşılaşma ve tanışma yaşayacaksın.
Eğer beni ve verdiğin sözü anımsayacak olursan, her karşılaşma bilinmeyen, henüz
çözülmemiş bir parçanla kendini kıyaslayabileceğin bir fırsat haline dönüşecek."
"Yüzlerce karşılaşma mı? İyi de bu yıllar alır!" diye haykırdım.
"Bunun ne kadar zaman alacağı tamamen sana bağlı... 'Karşılaşma oyunu' sen anlayıncaya
kadar devam edecek ve direndiğin ölçüde zor geçecektir. 'Karşılaşmalar oyununu' oynayarak,
dünyanın senin yarattığın şeylerden biri ve diğer kişilerin de sen olduğunu, senin
yansımaların olduğunu anlayacaksın. Bu sonuca ulaşmak yıllarını alacak olsa da, en azından
dünyanın seni yükseltecek veya yere serecek gücü olduğuna, başkalarının seni seveceğine ya
da tam tersine seninle savaşacağına... kendin dışında yaşamını kontrol eden ve yöneten
düşmanca bir iradenin varlığına olan eski inançlarını zayıflatacaksın... Dünya var, çünkü sen
varsın, Dünya yaşıyor, çünkü sen yaşıyorsun. diyerek yüksek sesle konuşmasını sürdürdü,
"Dünya senin gölgendir. İnsan, kendi içinde hissettiği bilgiyi dünyada bulmak ister... ve
böylece hayatını, hayaletler arasında, yaşamı aramakla harcar... Kendi dışındaki bir
gerçekliğe inanır... Zamanını gölgeleri kazımakla harcar!...Ancak bu boşa harcanan kazı
çalışmaları ve kendini onlarla özdeşleştirme hevesin yüzünden, onlar sana daha da gerçek
görünmeye başlar ve dış dünya bir saplantı halini alır... taptığın, tövbe ettiğin ve varlığından
korktuğun bir put olur... Çünkü sen gerçek amacını unuttun ve kendi yaratıcılığının
doğrularından vazgeçtin..." Sonra üstüne basa basa, "Unutma, diğerleri de sensin... 'senin
dışındaki diğer senler'... Onlar, senin kendi içinde görmeyi, hissetmeyi ve dokunmayı
istemediğin yansımalarından başka bir şey değildir," dedi.
"Öyleyse... ben ve Siz'e en yakın olanlar, Siz'e ne ifade ediyoruz?" diye sordum.
Bu sözleri telaffuz ettiğim andan itibaren kalbim daha hızlı çarpmaya başladı ve duyup kabul
edebileceğimin de ötesine geçmeye kalkıştığımı anladım. Söyleyeceklerine dayanıp
dayanmayacağımı değerlendirmek istercesine, bakışlarını üzerime dikti ve geçmek bilmeyen
saniyeler boyunca beni tepeden tırnağa süzdü.
Sonra şu sözlerini anımsadım: Dışarıda olan hiçbir şey yoktur... Birdenbire ve bu sözlerin
gücüyle, tek yaşayanı, tek yaratıcısı, tek efendisi ve mutlak tek hâkiminin ben olduğum bir
evrenin ıssızlığına yuvarlandım. Buz kestim. Mümkün olsa geriye dönüp sorumu hiç
sormamış olmak için her şeyimi verirdim. Bu kritik anın baskısı altında varlığımın duvarları
sarsıldı. Dreamer, "Hepiniz Bensiniz, -dedi-...Benim parçalarımsınız..,görünürde sürgünde
olanlar..."
9 Kestirme yol
Umutsuz bir durumdaydım. Dreamer bana imkansız bir görev vermişti, öyle ki henüz
başlamadan tüm enerjimin boşaldığını hissettim.
Öğüt verircesine, "Tanışma oyunu, zamanı sıkıştırmana izin verecektir ve sen bu oyunda
kendin hakkında sıradan bir insanın on ömür boyunca öğreneceğinden daha fazlasını
öğreneceksin," dedi ama pek çok bilinmeyenle karşılaşma olasılığı ve bu amaçla aylar, yıllar
boyu uğraşacak olmak bana yine de anlamsız gelmeye devam ediyordu. Bunun başka bir
yolunun olmaması mümkün müydü?
"Dünya, senin için fazlasıyla gerçek. Yalnızca 'oyun' seni bu taşlaşmış, katı dayatmadan
kurtaracaktır ve dünyanın daha esnek, daha akışkan görüntüsüne erişebilmene izin verecektir.
Dünya bir 'duygu'dur," dedikten sonra, bu sözündeki değerli gerçeğin hücrelerime yayılması
için bekledi. "Karşılaşmalar, sorumluluk düzeyini ölçmene yardımcı olacaklar ve sana kendini
tümüyle tanımayı öğretecekler. Karşılaşacağın herkes senin kendinde bilmediğin bir yanını,
sende olan ama senin bilmediğin bir yarayı ya da gizli bir hastalığı fark etmeni sağlayacak
ve onu iyileştirebilmek için sana bir fırsat sunacaktır." Endişelerimi saklamaya gerek
görmeden, sorularımla O'na yüklendim.
"Onları nasıl seçeceğim? Ne konuşacağım onlarla?" Tüm kalbimle bu görevden
sıyrılabilmeyi diliyordum.
Dreamer, "Onlarla konuşacağın şeyin hiçbir önemi yok," diyerek kısa kesti. "Bu soruyu
soruyorsun çünkü hala onların senin dışında var olduklarına inanıyorsun. Aslında, diğerleri
olaylar dünyasında somutlaşan Var oluş durumlarından parçalardır. Diğerleri sadece
zamandır."
"Peki ama, başkaları için kendi yaşamından vazgeçen kişiler? Diğerlerine yardım edenler,
onları iyileştirmeye çalışanlar kimler? Ve bu misyonerler kim?"
" isyoner bile kendisiyle, kendi şüpheleri, korkuları ve bölünmüşlüğüyle tanışır. Kendi batıl
M
inançlarını alt edebilmek için, diğer batıl inançlılar arasına karışır. Kendi yaralarını
iyileştirmek ve kaynağa ulaşmak, asıl sebebe dönmek için acı çekenlerin dünyasına girer.
Kendisi bilincinde olmadan bunu tamamen başkaları için yaptığına inanıyor olsa da,
gerçekte başkaları bunu onun için yapar ve yardım ettiğine inandığı kişiler aslında ona
yardım ederler. Görevini yerine getirmesini içinde gerekli kılan kendi durumunu anladığı
zaman iyileşmiş olacak ve misyoner olmasına artık gerek kalmayacaktır. Yerine bir başkasını
getirecek ve kendisi öteye geçecektir."
Altüst oldum. Dreamer'ın yanıtı içimi dışıma çıkarmıştı. Dreamer'ın bu konuyu bırakıp,
baştaki soruma yanıt vermekte olduğunu fark ettiğimde, hâlâ kendimi toparlamaya
çalışıyordum.
" iminle tanışacağın konusuna gelince, şimdilik bütün bilmen gereken, o kişileri benim
K
belirleyip sana göstereceğimdir. Senin için önemli olan 'görmeyi' öğrenmektir. Eğer
'görürsen', o kadının ya da adamın geçmişine sahip olacaksın ve bir anda yılların
deneyimleri, çabaları, fedakarlıkları, başarıları ve düşüşleri ile birlikte bu senelerin
faydasını kendine katmış olacaksın. Onları 'görmek' demek, kendi içindeki yaraların
kapanması veya organlarının iyileşmesi olarak kendinin farkına varmak demek. 'Görmek'
kendini özünde bağışlamak demektir. O zaman her karşılaşman, üzerine adımını atıp seni
ileriye taşıyacak bir basamak olur."
Söylediklerine karşı giderek büyüyen ilgim Dreamer'ın gözünden kaçmamıştı. Bu karşılaşma
hikâyesi, bilinmeyen ve gizemli bir savaş sanatının görüntüsünü almaya başlıyordu. Dünya,
kıtaları ve şehirleriyle, sonsuz ve değişken insan hareketlerinin farklı şekillere bürünmesiyle,
sanki içinde sürekli ve görünmez milyonlarca düellonun yapıldığı çok büyük bir savaş alanı
gibi görünüyordu. Bunların neticeleri ise kimin başı çekip yönlendireceği kimin onları
izleyeceğini belirliyordu.
"İster birkaç dakikalığına, ister bir ömür boyunca, ister bir çölde, ister bir iş yerinde,
kısacası her nerede ve ne şekilde karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, bu iki kişi kaçınılmaz bir
biçimde bir piramit oluştururlarken, görünmez bir merdivenin farklı basamaklarına
yerleşerek parlaklıkları, yörüngeleri, kütleleri ve güneşten uzaklıklarına göre belirlenen
gezegen hiyerarşisine, matematiksel ve içsel bir düzene riayet ederler."
Direncim kırılmıştı ve içine girdiğim yeni tavırla birlikte hiç durmadan sayfalarca not aldım.
Konuşmanın devamında yaşam, rollerin zorluk derecelerine göre gelişen ve doruk noktasına
gelindiğinde her rolün aşıldığı bir roller sistemini boydan boya geçen bir iz olarak karşıma
çıktı.
"İnsanlık, bugünkü durumunda kendini iyileştirmeye çalışmıyor çünkü bunu arzulamıyor.
Bilinmeyen güçlerin etkisi altında mekanik olarak gelişmeye zorlanıyor. Onun gelişiminin
destekçisi acı çekmektir. Çoğu insan gelişimini, bir kariyerin görüntüden öteye gitmeyen
güvenliği ile, bir zenginliğin ya da bir sanatsal başarının boş umuduyla değiş tokuş etmiş gibi
görünse de, aslında en sıradan insan bile istem dışı, fark edilmez, mekanik bir iyileştirme
sürecinden kaçamaz. Yaşamın hiç eksiksiz olarak karşısına çıkardığı kuruluşların bünyesinde
yapılan işler, rollerin getirdiği sıkıntılar, düşmanlık, çekilen ıstıraplar ve sorunlar bir bütün
olarak, insanı yola getirmek ve daha yüksek özgürlük seviyelerine doğru taşımak için gerekli
disiplini oluştururlar." Dreamer, bu sözlerinin sonunda, "Bu ağır işleyen bir sistemdir, öyle ki,
Var oluşun dikey bütünlüğünde sadece bir milim yol almak için bir ömür yetmeyebilir,"dedi.
Öte yandan, Dreamer'ın son olarak sözünü ettiği 'oyun', insan rolleri piramidini tırmanmak ve
onları ışık hızıyla aşmak için en kısa yoldu. Sonunda, benim için yararlı olabilecek en önemli
bilgileri özetleyerek konuşmasını noktaladı. "Hâlâ kendin olduğuna inandığın şeyin içine
sıkışıp kalmış durumdasın. Bu karşılaşmalarda, aslında gerçek seni değil, olmadığın seni
yani, kendin olduğuna inandığın adamı göreceksin. Sana, kendi üzerinde çalışmanın ve
kendini gözlemlemenin bir ışık olduğunu söyleyebilirim. Işık geldiğinde gölgeler kaybolur,
sende gerçek ve doğru olan ne varsa geriye o kalır. Olmadığın veya kendin olduğuna
inandığın her şey ise ortadan yok olur."
Bu karşılaşmamızın da sonuna yaklaşmıştık. Peder Nuzzo'nun beni tahtaya kaldırdığı ve
sıramdan kalkarken, sınıfın ortak sorumsuzluğu ile samimi işbirlikçiğinin yanı sıra,
kendimden başka kimseye güvenemediğim o zamanlardaki gibi kalbimin sıkıştığını hissettim.
Yeni serüvenim başlamak üzereydi. Karşılaşacağım insanlar, ele alınacak görüşler hakkında
daha fazlasını bilmek istiyordum, ama...
"Oyun içinde planlanacak bir şey yoktur. Şimdiye dek hiç yaşamadığın hayatların dillerini ve
bilerek oynacağın rollerini anında keşfedeceksin. Karşılaşmayı 'tatminkâr kılmak' için
kullanacağın stratejiyi, sözcükleri ve bilmen gereken her şeyi 'an' sana söyleyecektir."
Dreamer bana, kendi ortamlarında tam anlamıyla gerçek birer usta olan özel insanları anlattı.
Bu kişiler, son derece uzmanlaşmış, mükemmel işleyen makineler gibi dünyadaki rollerinde
mutlak kusursuzluğa ulaşmış kişilerdi. Başımı defterden hiç kaldırmadan, sayfalarca not
almıştım. Bunları sonraa yeniden okumak, şimdi O'nun yanında hissettiğim tüm kararlılığı ve
gücü yeniden bulmamı sağlayacaktı.
Her karşılaşmanın ardında, bir ilişkinin görünüşteki yüzeyselliğinin ötesinde, çok özel bir
şeyin olduğu gerçeği giderek netlik kazanıyordu. Farklı insan tiplerinden oluşan bir
kalabalıkla yaşadığım her karşılaşma, Dreamer'ın 'bütünlük' diye nitelendirdiği bir iyileşmeye
giden patikanın yolunu belirliyordu.
“Diğer kişiler seni ele verir, ölçer ve senin sorumluluk düzeyini kusursuz biçimde
yansıtırlar.”
Dıştan görünüşe göre, insanlar kararlar almak ve iş bağlantılarını yürütmek üzere
karşılaşırlar, ama onlar görünenin ötesinde, ilişkilerin temelinde yatan gerçeğin bilincinde
değillerdir. Karşılaşmalar birer bahanedir. Asıl ilişki bir başka düzeyde gerçekleşir. İki kişi
karşılaştığında, yüzeyde görünenin ötesinde risk çok daha büyüktür.
Dreamer, tehlikeli bir girişimin arifesindeki birine, çok dikkatli olmasını öğütleyen ses
tonuyla, "Karşılaştığın her kişi bir kapıdır. Bu kişiler senin geçişini engelleyebilecekleri gibi,
ilerlemen için bir basamağa da dönüşebilirler. Her karşılaşma seni ölçerek, insanlığın
sorumluluk merdiveninde senin yerini belirler," dedi. “Unutma! Diğerleri sensin!... 'Oyun 'da
karşına çıkacak kişi senden başkası olmayacaktır. O anda senin hangi yüzünün karşında
durduğunu ve karşılaşmanın amacını anlaman gerekecek, ayrıca, hangi maskeyi takacağını,
ister erkek ister kadın olsun senden neyi yorumlamanı istediğini, hangi rolün gerektiğini
birkaç saniye içinde bileceksin. Bu oyun'da ikiniz arasındaki fark, sen nasıl oynayacağını
bilirken, onun bilmeden oynamasıdır. Aranızda sonsuzluk kadar bir mesafe, ölümsüzlük
kadar bir fark vardır. Öyle ki, yatay dünyada erişebilmenin yıllar, hatta tüm nesiller boyu
alacağı pozisyonları fethederek, insanlık rollerinin sıralandığı piramidi senin, baş döndürücü
bir hızda dikey olarak çıkmanı sağlayacak bir farklılıktan söz ediyoruz."
Bu noktada Dreamer, içimizdeki en gerçek olana bizi çabucak yaklaştıran ve zamanı
sıkıştıran bir dikey yoldan, bir 'kestirme yol' olan, 'düş'ten söz etti.
10 Zamanı sıkıştırmak
Dreamer'ın öğretisinden kavradığım, sürekli meydan okumanın hâkim olduğu ve hiçbir
duraksamaya izin verilmeyen bir dünya olduğuydu. İki kişi herhangi bir işaret ya da cihaz
olmadan, birbirleriyle çölde çırılçıplak karşılaşıyorlar. Kaçınılmaz olarak içlerinden biri başı
çekerek gidilecek yönü belirliyor, diğeri de onu takip ediyordu. Bunu, yabani bir bölgede
karşılaşan iki hayvanın, birbirlerine kendi ırklarını, güçlerini, bölgelerini ve üstünlük
derecelerini zoolojik bir dil kullanarak özel sinyallerle anlatmasına benzetebiliriz. Her bir
tepki, her bir davranış, en basitinden bir tik, duygusal bir dışavurum, bir bakış, bir söz, yüz
ifadesindeki en küçük bir değişim, kişinin gelişim merdiveninde bulunduğu konumu
açıklamaya yeter. Bu algı düzeyi evrende kaydedilerek, yaşamda başımıza gelecek olayları,
neyi bileceğimizi, neyi yapacağımızı, neye sahip olacağımızı ve nihayet finansal kaderimizi
belirler.
Dreamer, şimdi biraz daha tanıdık bir ses tonuyla, "İki kişi karşılaştığında, kaçınılmaz olarak
biri kapsayan, diğeri kapsanandır," dedi. "Bir kişiyi 'kapsamak' ne demek?" diye sordum. "Bu,
onun tüm dünyasından, rollerinden, hayatından ve ona bağlı olan tüm hayatlardan sorumlu
olması demektir. Onun her zorluğunun çözümünü, her talebinin yanıtını bilmesi demektir.
Eğer başaramazsan, yine sıradan yollardan, zaman ve deneyimden geçmen gerekecektir. O
karşılaşmada, anlama ve bütün olma yönünde Var oluşunu daha yüksek bölgelerine
ulaştıracak fırsattan nasıl yararlanacağını bilemediğin için, aynı fırsatın yeniden karşına
çıkması çok uzun yıllar alacaktır. Her koşulda bu sınavı mutlaka yeniden tekrarlaman
gerekecektir, tabii yeni bir fırsat yakalayacak kadar şansın varsa..."
Görüşümün fiziksel olarak genişlediğini hissettim. Dreamer yaşamımı değiştiren bu öğretiye
dair bir başka bağlantı noktasını gösterirken, O'nu daha dikkatle dinlemeye hazırlandım.
Beni uyardı, "Bu zor ve tehlikeli bir oyundur," dedi. "Bir bakış, bir söz, en küçük bir hareket
ya da düşünce sana ihanet edebilir ve seni ölümcül bir tuzağa düşürebilir! Okul bünyesinde
olmayan kişinin eli kolu tamamen bağlıdır. Bu kişi, 'karşılaşma oyunu'na katılabilir, ancak bu
oyunun kurallarını bilemez, aldığı riskin hiçbir şekilde bilincinde olmadığı gibi, bunun bir
oyun olduğunu bile bilmez. Bu oyunu 'görenler' oyunu yönlendirirler, görmeyenlerse onun
kurbanı olurlar.”
“Bu sınavdan geçtiğimi nasıl bilebileceğim? Ayrıca, böyle bir karşılaşmanın sonucu ne
olacaktır?" diye, sanki şimdiden ufuk çizgisinde O'nun ortadan kayboluşunu görüyormuşum
gibi yüksek sesle sordum.
" ir insanın yaşamındaki olaylar en eşsiz biçimde bir araya gelirler ve onun anlama ve
B
kusursuzluk düzeyini yansıtırlar. Eğer bir başkasını 'kapsıyorsan' yanlış yapmazsın, sadece
varlığının başka bir köşesine şifa ve ışık götürdüğün için olağanüstü bir sevinç yaşarsın. Bir
insanda bu gerçekleştiğinde, bunu tüm evren bilir. "
"Özel olarak ya da tanığı olmadan gerçekleşen bir karşılaşmayı diğerleri nasıl bilecekler?"
diye sordum.
İ"nsanlarla nesneler tek bir bağ dokusunun parçalarıdır. Dünya boyutundaki bir sinir sistemi,
insanlığın tüm hücrelerini birbirlerine bağlar. Bir odanın içinde tek başına duran bir insan,
tüm evrene kendi durumunu, sorumluluk düzeyini ve niyetini duyurabilir. Ne hile yapmaya ne
de yorumda bulunmaya imkân vardır."
11 Diğerleri seni ele verir
Dreamer, ertesi hafta Hamstead'deki eski bir pub olan Spaniards Inn'de yeniden görüşme
sözü vererek ayrıldı. Bu arada geçen günleri ve saatleri, 'oyun' hakkında anlattıklarını
düşünerek geçirdim. Beni en çok rahatsız eden, ne kadar süreceğini bilemediğim ve var
olmadıkları sonucunu keşfedeceğim yüzlerce kişiyle karşılaşmak gibi oldukça tuhaf bir
göreve atanmış olmamdı.
Karşılaştığımızda, içimi acıtan bıçak gibi bir ifadesiyle Dreamer yanlışımı sertçe düzeltecek
ve bana, "Diğerlerinin var olmadıklarını söylemedim!" diyecekti. Sonra, üstüne basa basa,
"Diğerleri senin dışında var olmazlar dedim! Bunu net olarak kavradığın zaman, onların ne
işe yaradıklarını da anlayacaksın, " diyerek açıklama yapacaktı.
'Bazı benzerlikleri' yüzünden, Dreamer'ın bana eşsiz bir fırsat sunduğunu ve 'karşılaşma
oyununun' yeri doldurulamayacak bir gelişim aracı olarak kendini göstereceğini biliyordum.
Buna rağmen, kendimi bir türlü kurtaramadığım bir şüphe ve endişe ordusu tarafından
kuşatılmıştım.
Bunca karşılaşmayı organize etmenin zorluğunun ve gerektirdiği çabanın ötesinde, beni çok
rahatsız eden bir durum vardı. 'Karşılaşmalar oyunu' tüm zamanımı alacaksa, İngiltere'ye ya
da dünyanın herhangi bir yerine yapacağım yolculukların ve eğer gerekirse uzun süreli
konaklamaların masraflarını nasıl karşılayacaktım?
Buna ilave olarak, beni en çok endişelendiren başka bir konu da, bu karşılaşmaların, aslında
gerçek birer düello oldukları fikriydi. Bir seferinde bana, "Yaşamının tehlikede olmadığı
hiçbir an yoktur," demişti. Bu sözlerini her hatırlayışımda bu inanç kuvvetleniyordu ve
tanımadığım kişilerle üstelik nedensizce, karşı karşıya gelmek fikrinin baskısıyla içimdeki
rekabet kaygısı da giderek büyüyordu. Bu 'oyun'da, sanki bir filigrandan bakarcasına onu
bulanıklaştırıp rengini koyultan bir acımasızlık görüntüsü yakalamıştım. Sonuç olarak, bu
oyundan çıkabilecek sonları hayal ettim. Ya esaret, dayanıklılık ve saygınlık mesajı
göndererek bir sonraki aşamaya terfi edecektim, ya da rakibim beni varlığımın yıkıntılarına
mahkum edecek ve ben, yenilmiş bir savaşçıdan arta kalanları geride, yaşamın savaş alanında
bırakacaktım.
Başlangıçta, Dreamer'a bununla ilgili bir şey söylemeye cesaret edemedim. Bu duygunun,
verilen görev için yetersiz olma korkusundan mı yoksa, insani bir bakış açısıyla,
karşılaşmada kimin yenileceğini bilememekten mi kaynaklandığını hala kestiremiyordum.
Bunlar, eski bir hana doğru yürürken bana eşlik eden düşüncelerdi. İçerinin atmosferi,
buranın Shelley, Keats ve Byron gibi ünlü sanatçıların ve şairlerin uğrak yeri olduğu
dönemden beri fazla değişmemiş olmalıydı. Erken gelmiştim. Dreamer henüz ortalarda
görünmüyordu. Etrafa bir göz gezdirerek, O'nun stratejik olarak hangi yeri seçeceğini
bulmaya çalıştım. Nihayet, en sakin köşedeki bir masada karar kıldım. Duvarda, efsanevi bir
haydutun yakalanışında gösterilen kahramanlığın anısına nişan olarak verilmiş çok eski
ayaklı bir silah asılıydı. Hala, rekabet ve yenilgi kuruntularımın içine saplanıp kalmıştım.
Dreamer beni hazırlıksız yakaladı ve daha bir şey bile yapmaya fırsatım olmadan, tıpkı
farkında olmadıkları bir anda amirleri tarafından yakalanan çalışanlar gibi utanç içine
hapsolduğumu hissettim. Dreamer'ın görünmesi bile, doğru tutumu 'anımsamama' yetiyordu.
O masaya yaklaşmadan, ben daha saygın bir havaya bürünmeye ve Varlığımın dağınık
parçalarını toparlamaya çalıştım. Ancak henüz kapının girişinde, bana başıyla yaptığı nazik
bir işaretle kendisini izlememi söyledi. Bizim için seçmiş olduğum masadan kalktım ve
O'nun peşinden birinci kata çıktım. Buradaki kalabalık salon, müşterilerin gürültüsü, bira
kokusu ve havasının ağırlığıyla beni rahatsız etmişti. Bana göre zemin kattaki masa,
aklımdaki özel görüşme için çok daha uygundu, ama Dreamer, salonun tam ortasında,
sohbetlerin en yoğun uğultuya dönüştüğü masaya yönelerek oturmam için beni davet etti.
Beni gördüğü andaki durumum gözünden kaçmadı, sırası gelmişken vurgulayarak, kibar
ancak neredeyse alaycı bir tonla beni uyardı.
Bu ılımlı yaklaşımından, tedbiri elden bırakmayarak yararlanmayı düşündüm. Dreamer'ın ruh
halinin çok çabuk değiştiğini biliyordum, özellikle öfkesinin ne korkunç boyutlara
ulaşabileceğini şimdiye dek birçok kez yaşayarak öğrenmiştim. Bir sözcük, bir vurgu ya da
olağandışı en küçük bir hareket, onun öfke saçmasına yetiyordu. O'na, 'oyunla' ilgili zihnimi
meşgul eden ve kendi ruhsal durumumu özetleyen bir soru sormak istiyordum. Oyunda
kaybedenlere ne oluyor?
Dreamer'a fiziksel olarak yakın duruşum sayesinde her şey kendiliğinden netlik kazandı.
Aslında sormak istediğim şeyin, kaybedenlere ne olduğu değil, ilk karşılaşmalarda yenilirsem
başıma nelerin geleceği olduğunu fark ettim.
O benden önce davrandı, "Yanlış bir düşünceye kapılma," dedi. "Bunu sana daha önce
söyledim. Bu 'oyunda' ne yenen, ne de yenilen vardır." Bu sözler, sanki gürültüler birdenbire
kesilmiş ve birahanede ikimizden başka kimse kalmamış gibi, bana çok anlaşılır ve net
biçimde ulaşmıştı. Sesi bana, bu kalabalığın arasından ya da uğultu bulutunun üstünden değil,
içimden ulaşmıştı. Bu düşüncelerin kökenlerine, kaynaklandıkları inançlara ve önyargılara
doğru gerisingeri bir yol açarcasına, "Senin görüşün, hâlâ bir iç bölünmenin, yalnızca zıtlıklar
ve düşmanlıklar aracılığıyla yöneten bir dünya öğretisinin sonucudur. Aslında, düello her
zaman ve sadece senin içinde gerçekleşir. Birinin diğeri ile olan ilişkisi, yalnızca bir
karşılaşmada gerçekten olanların en yüzeysel ve görünür olan yüzüdür. Her ne kadar
diğerinin senin yıllarını alan hazırlık dönemin boyunca biriktirdiklerini elinden alacağından
korkuyor olsan da bil ki, o kişi aslında senin içindedir ve olacakların tümüne kararı verecek
olan sensindir," dedi.
Temel kavramlardan birini ele alarak konuşmasını sürdürdü. “Bir kişiyi 'kapsamak', sadece
onu kendi sorumluluklarının içine katmak demek değildir, onu görevlendirmektir. Daha
yüksek, sorumluluk düzeyindeki birisiyle karşılaşmak, farkında olmasak da bizim için her
zaman bir hızlanmadır," dedi. "Seni 'kapsayan' bir kişiyle karşılaşmak başına gelecek en güzel
şeydir. Bir adım atıp ötesine geçenler, diğerini kendi kaderine terk etmezler, aksine o kişiden
sorumlu olurlar. Onlar kendi gelişimlerinin aynı zamanda diğerinin de gelişimi olduğunu
bilirler. Bir insanın yükselmesi, sadece bir hücrenin iyileşmesi bile, tüm insanlığın
ilerlemesini hızlandırır. Başarının sınırı yoktur ve senin bunu fark etmen için diğerlerinin
sana ne kadar çok fırsat ve çalışma konusu sunabileceğini bir düşün. Çünkü gerçek zafer,
tam şu anda yüreğimizdeki uyumsuzlukları uyumlu hale getirerek, kendimizi yenmektir.
İnsanlar böyle bir anlayışa ve farkındalığa sahip olmadan, birbirleriyle bir uyku halindeyken
yani endişeler içinde boğulmuş, korkuları ve şüpheleriyle karanlığa gömülmüş, günlük
koşuşturmaları arasında kendini yitirmiş bir halde karşılaşırlar ve bu karşılaşmalarında
anlamsız, dünyevi boş hedefleri ve çıkarları peşinde koşarlar."
Mizahi bir yaklaşımla, her ne kadar kendilerini iş yapmaya, işleri tartışmaya ya da görünürde
önemli olan kararları almaya adamış olsalar da, gelişmiş bir insanın bakış aşısından onların,
incik-boncuk üzerine takasla ve pazarlık etmekle meşgul, uygarlaşmamış bireylerden biraz
daha iyi durumda oian varlıklar olduğunu vurguladı.
Yine sert ve ciddi bir ifadeye bürünerek, "Onlar asıl hedefi unuttular," dedi. “Onlar 'oyunun'
farkında değiller. Artık rollerini oynamak yerine, rolün ta kendisi olmuşlardır!"
Bir bakışıyla söylediklerini anlayacağımdan emin olduktan soma, "Mükemmellik yolunda
ilerleyen sorumlu bir insanın dünyasında sadece kendini, dünyayla olan vasatlığını, yalanını
ve özdeşliğini yenmek için yer vardır," yorumunda bulundu.
12 Bilinçli rol yapma sanatı
"Her ortam için takılacak doğru bir maske vardır," dedi Dreamer. "Bu 'karşılaşmalar oyunu'
içinde geliştirmen gereken temel yetenek, kılık değiştirme sanatıdır."
Kullandığı ses tonu ve yüz ifadesi, öğretisinin önemli bir bölümünü ele almak üzere
olduğunu gösteriyordu. Hem 'Tanrılar Okulu'nun eski elyazmasından, hem de düşüncesi ve
yaşamı üstüne yaptığım araştırmalardan Lupelius'un efsanevi kılık değiştirme ustalığını
öğrenmiştim. O'nun Okulunda kılık değiştirme sanatı bir savaşçı için hazırlanmanın önemli
bir parçasıydı. Lupelius'a göre roller psikolojik kostümlerdi. Bu giysileri hem kendisi giyiyor
hem de öğrencilerine giydirerek onlara, bunun bir oyun olduğunu asla unutmadan veya oyun
tarafından tuzağa düşürülmeden, rollere nasıl bürüneceklerini, o rolleri en ince ayrıntılarına
ve sırlarına kadar nasıl inceleyip öğreneceklerini anlatıyordu..
Dreamer'ın katı yaklaşımı, bu unsurun, 'oyun'a hazırlanma sürecimdeki önemini çabucak
algılamamı sağladı.
''Rol Yapma Sanatı, bir savaşçının stratejik olarak yaşama becerisidir," dedi. "Bu beceri,
onların gereken yerde daima 'her an hazırda' olmasına ve her koşulda en doğru tutumu
takınmalarına izin veren bir yetenektir." Dreamer'ın sözlerinde Lupelius'un öğretisini
sezmiştim. Sesleri birbiriyle harmanlanırken, görüntüleri zihnimde birbiri üzerine yerleşerek
bir bütün oluyordu. "Stratejik olarak yaşamayı ve amacın doğrultusunda rol yapmayı öğren,
böylece her durumda hangi görüntüyü sergileyeceğini daima bileceksin. Sadece rol yapanlar,
tüm dünya tarihinde daha önce olmuş ve henüz olacak her karşılaşmayı eşsiz ve farklı kılan
binlerce özellikleri harekete geçirebilir."
Bir ara verdikten soma tekrar başladığında, sesi daha otoriter ve kuvvetli yankılanıyordu.
"Rol yapmayı öğren,"dedi. “Yalnızca rol yapanlar, kendilerinin ve diğerlerinin yaşamlarını
yönetebilir, başarılı ve özgür olurlar."
Bu kurallara karşı içimden içgüdüsel bir muhalefet yükseldi. Şu ana kadar bana öğretilmiş
olan her şey, olaylara bambaşka bir açıdan bakmamı zorluyordu. Kişi, 'kendisi olabilirse',
başkası gibi görünmek ve rol yapmak zorunda kalmazsa özgür olabilirdi ki, bunu O'na da
söyledim. Bu düşüncelerimin sonunda içimde hala, rol yaparak ve maskelere bürünerek
diğerleriyle görüşmenin, ilişkileri yürütmek için samimiyetsiz ve yanlış bir yöntem olduğu
inancını barındırıyordum. Birçok insan itirazlarımı yerinde bulurdu. Sıradan insanlar bunları,
hayatında çiğnenmez ahlaki ilkelere ve dürüstlük kurallarına sahip ve bunları daha üst
seviyedeki bir kişinin önünde bile cesurca savunmasını bilen birinin tavrı olarak görüp uygun
bulabilirdi. Ne var ki, sözlerim Dreameı'ın dünyasında sanki içeriye hırsız girmiş gibi tüm
alarm sistemlerini harekete geçirdi.
Dreamer, sözlerimi tamamlamama fırsat vermeden, ani bir öfke patlamasıyla beni
azarlayarak, "Sessiz ol!" diye bağırdı. Bilgiç tavrımı taklit ederek, "Kendisi olmak, kendisi
olmak..." diye tekrarladı. "Senin gibi hayatı yalanla, rollerin tutsaklığında geçmiş biri,
kendisi olmanın nerede başladığını bile bilemez." Sesindeki tiksintiyi ve belirgin bir
küçümsemeyi algılamıştım. Dreamer sözlerimi yanıtlamıyordu, kibrimi, içimdeki bölünmeyi
yansıtıyordu. Bu tartışmaların ardında ve görebileceğimden çok daha derinlerde direncim
değişmeye başlamıştı.
Dreamer, hiçbir şey olmamış gibi normal ses tonunda konuşmasına devam etseydi, sanırım
hemen ve tamamen pişman olurdum. O'nun bir ruh halinden diğerine çabucak girip
çıkmasını, sesini, üslubunu, el kol hareketlerini, mimiklerini ve tepkilerini değiştirme
becerisini bir kez daha fark ettim. Bu geçişleri, ardında bir kalıntı ya da iz bırakmadan
yapabiliyordu. "Stratejik olarak yaşamak, fırsatçılık değildir ve yalan söylemek anlamına da
gelmez. Bu bir savaşçının kendi görünüşünü, dünyanın almaya hazır olduğu ve koşulların
gerektirdiği şekilde uyarlayarak davranışlarına aktarma becerisidir. Yalnızca stratejik olarak
yaşayanlar ayakta kalabilirler. Rol yapmak özgürlüktür."
Bir rolü 'mükemmel' oynamak, yaşamda o rolün üstesinden gelmek, 'kavramak',
sorumluluğun daha yüksek seviyelerine ulaşmak demektir. İlk zamanlardaki tiyatro,
oyuncuların-öğrencilerin rol yapmayı ve rollerinin ötesine geçmeyi öğrendikleri, bu rollerin
esiri olmadan bir karakterden diğerine geçme becerisini kazandıkları bir Oluş, bir özgürlük
okuluydu. Bu sebeple rol yapmak, kişinin Var oluşunu kendi yıkıcı düşüncelerinden ve
olumsuz duygularından kurtarmayı öğrenmesi demektir. Böylece tiyatronun esas olarak
oyuncuları etkisi altına alan temizleyici, arındırıcı etkisi, koroya, halka, şehre ve tüm ulusa
yayılarak, onları birbirlerine bağlayıp, özgürlük ve refah ortamını yaratmanın koşulu olan
birlikteliği sağlıyordu. Bu işlevi tiyatroya, tüm kültürlerde her zaman sahip olduğu başrolü
vermiş, bugün hala insanı büyülemesine ve sihrine anlam katmasına sebep olmuştur.
Klasik Çağ, Yunanistan'da Var oluş'un merkeziyetini keşfetmişti. Ekonomik zenginliğin,
toplumsal uyumun, kuruluşların olgunlaşmasının ve uzun ömürlü olmasının sırrının, herkesin
Var oluşunda gelişmesinde, şehirdeki her hücrenin zenginleşmesinde bulunduğunu biliyordu.
Bu görüş, zamandan bağımsız, manevi bir medeniyeti, var oluş medeniyetini ortaya
çıkartmıştı. Sanat, güzellik, müzik, spor ve gerçeği arayış, şehrin üzerinde yükseldiği sütunlar
ve onun yaşamını yücelten düzenleyiciler oldular.
Hiçbir coğrafyaya ve zamana bağlı olmayan gizemli bir varlık olarak Dreamer, kendi
doğrudan tanıklığının yetkisiyle, en eski uygarlıklarda, örneğin Roma veya Yunan'da, yeni
bir şehir kurulacağı zaman, daha surların geçeceği yerler bile belirlenmeden önce iki kamu
binasının kurulacağı yerlerin seçildiğini belirtti. Duyguları arındıracak tiyatro binası ve
bedenleri arındıracak hamamlar. Bunlar arınmanın iki hayati organı, toplumun
böbrekleriydiler. Canlı bir varlıkta olduğu gibi, bu iki sosyal yapıya da en zorunlu temel
işlevlerden biri olan, şehrin lenflerini süzüp arındırmak, onun her hücresini temizleyip
zenginleştirmek görevi verilmişti.
"Tiyatro, yalnızca fiziksel bir mekân değil, bir Var oluş hali, insanın en yüce becerilerinin
uyum içinde sergilendiği, düşünce ve nefesin bir birleşimi olan sözün, hareketle birleştiği
psikolojik bir alandır."
Bir zaman makinasında gibiydim, yok olmuş dünyaların, gömülü medeniyetlerin arayışı
içinde seyahat ediyordum ve O'nun huzurundayken, onların kalp atışlarını, nefeslerini hala
hissedebiliyordum.
13 'Karşılaşmalar oyunu'
Böylece Dreamer ile birlikte çıraklık dönemimin en zorlu dönemlerine girmiştim.
Savaşçı bir baba gibi, bana bir zırh, bir kalkan ve yanımda taşıyacağım silahları verdi ve
bunları emanet ederken şu nasihatte bulundu: "Her düştüğünde ve her an, farkında ol, tetikte
ol! Uyanık ol, her saniyeyi ve her düşüşünü dikkatle izle. Kendini gözlemle. Her bir hücreni,
verdiğin sözün bilinciyle doldur. Düş'ü unutmuş olanlar için dünyayı yöneten gerçek, gizemli
ve görünmeyen güç, evrende kaybolmuş küçücük bir parçadan ibarettir."
Bu 'oyun' iki yıl boyunca tüm zamanımı aldı. Bu sürede, Dreamer'ın, sadece kendisinin
bildiği stratejik seçimlere göre belirlediği ya da yoluma çıkardığı insanlarla karşılaşmaktan
başka bir şey yapmadım. Bugün artık, bu karşılaşmaların her birinin çok hassas bir seçimin
ürünü ve ileri görüşlü, bilinçli ve aydınlık bir tasarının parçası olduklarını biliyorum. Her
karşılaşmayı, hayran kaldığım eğitimsel bir ilerleme takip ediyordu. Bu karşılaşmalar,
Varlığımın en gizli yaralarını keşfedip, onları iyileştirmeme yardım etmelerinin yanı sıra,
olaylar dünyasında, üzerine yeni üniversitenin kurulup gelişeceği vazgeçilmez önkoşulları
oluşturdular.
Seven Oaks, unutulmaz karşılaşmaların odak noktası olmuş, dünya aydınlarının, kültür, sanat,
iş ve politika yaşamının doruklarındaki insanların biraraya geldiği buluşma yeri haline
gelmişti. Seven Oaks, bu muhteşem girişimi gerçekleştirmede önemli rol oynayacak herkesi
çağıran bir zafer şarkısıydı. Aylar boyunca gözüme yüksek miktardaki pahalı fazlalıklar ve
gereksiz detaylar olarak görünen evin sahip olduğu bu güzellik ve stil, yeri doldurulamaz
kişilikleri bütün geçmişine ekleyip mühürleyen bu eşsiz sahne, tüm bir tasarımın ilkeleri
halini almıştı.
Seven Oaks, üniversitenin yeni kampüsünün doğuşunun ve gelişiminin değişmez bileşenleri
olarak, ona eşlik eden ve onun öğretilerinin peşinden giden girişimci zindeliği, yaşam tarzı,
sorumluluk ve liderlik gibi bileşenler için bir pusula görevi üstlenmişti. Seven Oaks, bir ev,
bir dost, aşina olduğum tüm mutlulukların üssü, hazine sandığı ve çok kıymetli bekçisi oldu.
Heleonore'a olan tutkunluğumla birlikte çocuklarımın da büyüdüğü yer oldu.
'Karşılaşmalar oyunu' çıraklık eğitimimin genel gidişatı açısından önemli bir yer kaplıyordu
ve bu iki yıl boyunca, O'nun disiplin ve katılık anlayışının tahammül edebileceğimden çok
daha şiddetli olduğu zamanlarda hissettiğim huzursuzluk hiç de alışılmadık değildi. Dreamer
bir suçlama ustasıydı. Oluşumun labirentinden ıstırap ezgisini söküp çıkarmak için suçlama
ve kınama yöntemlerini kullanıyordu. O ağıt yakan keder beni sürekli sarsıyor, içten yok
ediyordu. Gözünden hiçbir şey kaçmıyordu ve en küçük bir dalgınlık, ihmalkârlık, projeden
bir milimlik bir sapma, korkunç öfkesinin patlamasına yetiyordu. Varlığımın en gizli
kıvrımlarından yaralarına nasıl ulaşacağını biliyor ve onları kızgın demirlerle dağlıyordu.
Kaderinin eski kulvarlarından çıkmak isteyen herkesin, Dreamer'la karşılaşmasını ve
böylesine dikkatli ve acımasız bir rehbere sahip olmalarını dilerim. O'nun yanında atılan her
adım, ölümsüzlüğün nefesini taşıyordu. Şimdi O'nun hakkında yazdıkça, her hareketinin
özellikle ve olağanüstü bir biçimde benim için tasarlandığını, benim aracılığımla da
köleliğinin farkına varmış her insana ithaf edildiğini fark ediyorum. Onun yanında, bütün
varoluş, değişmek ve hayatlarını kendi şaheserlerine dönüştürmek isteyenlere açılan bir 'Oluş
Okulu', bir 'Tanrılar Okulu' olarak gözler önüne seriliyordu.
Üstelik ilk aylarda bu 'karşılaşmalar oyununu', kararlılığımı sınamak için ortaya konmuş bir
saçmalık olarak görmüştüm. Dreamer'ın açıklamalarından önce, 'pratik' bir amaç olmadan
asla 'başkalarıyla' karşılaşılabileceğini ve bir araya gelinebileceğini hayal bile edemezdim.
"Bir seferinde bana karşılaşacağın insanları nasıl seçeceğimi sormuştun," dedi. Önceden bir
yanıt vermeyi hiç düşünmediği sorularımdan birine dönüyordu.
" nların en temel özellikleri kusursuz ve acımasız olmalarıdır. Bir gün, hiç bir karşılaşmanın
O
senin dışında gerçekleşemeyeceğini bileceksin. Karşılaşacağın insanlar, mozaik taşları gibi
senin parçalarını ortaya koyacaklar, sen de onlarla bir araya gelmek zorunda olacaksın. Her
biri senin olası yaşamlarını temsil ediyor. İnsanlığı engin bir okyanus olarak düşünürsen, her
bir kişi senin psikolojik durumunu yansıtan damlalardır. Unutma, diğerleri sadece aynadır.
Suçlayacak veya kınayacak hiç kimse yoktur. İnsan daima ve sadece kendisiyle karşılaşır!"
O'nun tavsiyelerine uyarak ve Seven Oaks'ı bir üs olarak kullanarak durmaksızın seyahat
ettim. Çeşitli vesilelerle İngiltere'den ve sık sık da Avrupa'dan ayrılmam gerekmiş, kendimi
gözlemleme, kendimi okuma ve tanıma gibi özel, tuhaf ve muhteşem bir amaç uğruna en
muhtelif durumların içinde kendimi her sosyal konumdan, yaştan, zeka seviyesinden,
soyağacından ve iş dünyasından gelen farklı insanların arasında bulmuştum.
Böylelikle, çok geniş bir insan yelpazesinin önünden geçtim. Aktörler, yönetmenler,
sanayiciler, danışmanlar, insanlığı iyileştirenler, Kilise'nin Papazları, politikacılar,
girişimciler, filozoflar, profesörler, doktorlar, önemli avukatlar, bankacılar, Nobel Ödülü
sahipleri, berduşlar, başarılarının zirvesinde olanlar, itibarını kaybetmiş insanlar, finans
guruları, yoksullaşmış girişimciler, evlerinde ya da ofislerinde, sokak ortasında veya
yatlarında, lüks otellerde veya mütevazı konuk evlerinde, çalışırken ya da tatilde, her biriyle
ayrı bir tutum, ifade, davranış, giyim ve 'titizlik' gerektiren yüzlerce buluşma yaşadım. Her
çeşit aynanın önünde, birbirinden çok farklı koşullarda kendimi gözlemleme fırsatı elde
etmiştim. Görüşümün geçit vermeyen sınırlarına, katılıktan kırılganlığa dönüşen zihinsel
kafeslerime meydan okudum. Her karşılaşma gizli bir hastalığı, içimdeki en zayıf noktayı
bulmakla kalmadı, ya bozuk olanı düzeltip tedavi etti ya da ruhumdaki en küçük yarayı
dağladı.
Dreamer'ın özellikle çok önemli bir buluşmanın öncesinde en küçük ayrıntılara verdiği önemi
anımsıyorum. O'nun uyarı ve istekleri, bir film çekimi öncesinde setteki yönetmenin ya da bir
kader maçının öncesinde saha kenarındaki antrenörün söyleyeceklerinden hiç de farklı
değildi. Giyimim, değineceğim konular ve hatta kullanacağım anahtar sözcüklerin söyleniş
biçimleri gibi her şey onun dikkatinin süzgecinden geçiyordu.
"Kendine dikkat et ve herşeyin tam farkında ol! Yaşamının her bir köşesini didik didik et,”
dedi. Dreamer. “İçine göz at! Benliğinin içine giren ve ondan ayrılan herşeyin farkında ol.
Var oluşumuz yaşamımızı yaratır. Var oluş, dünyayı yaratır. Gerçek dikkate sahip bir insan,
en ufak bir hareketiyle evreni düzelteceğini bilir."
14 Yeni paradigma
Bir zamanlar moda ve lüks ürünler endüstrisi alanında lider konumda olan çokuluslu bir
şirketin kurucusu ile uzun ve sabırla geçen uğraşlar sonucunda bir görüşme ayarlamıştım. Bu
toplantı için yaratmak zorunda kaldığım bahane, onun mal varlıkları arasından bir
gayrimenkulun satın alınmasıydı. Haftalar önce Londra'da başlayan pazarlık, artık son
aşamasına gelmiş ve yüz yüze görüşmemiz kaçınılmaz olmuştu. Bu Fransız girişimcinin ismi,
Dreamer'ın benden irtibat kurmamı ve görüşmemi istediği iş dünyasının 'usta'larının yer
aldığı uzun listenin içinde yer almaktaydı. O sıralar, parayla olan kötü ilişkime cesurca
meydan okuduğum bir dönemdi. Dreamer'a göre pazarlık etmeyi, korkmadan ve boyun
eğmeden bu 'en sıkı' işadamından öğrenmem gerekliydi. Giyim sanayinde dünyanın en
meşhur markalarından biri olan bu kişinin Paris'teki sancta sanctorum'da gerçekleşecek
buluşmamız için yola çıkacağım günün öncesinde söyleyeceklerim hakkında en küçük bir
düşüncemin bile olmaması yüzünden canım hayli sıkkındı. Kaygılarımla beraber, beni böyle
stresli durumlara soktuğu için 'suçlu' saydığım Dreamer'a karşı hissettiğim bir çeşit kızgınlık
da artıyordu.
Gizliden gizliye beni bu yolculuktan mazur göreceğini ve çoktan Rue de la Paix'de
ayarlanmış olan bu görüşmeyi iptal edebileceğimi ümit ederek O'ndan bir buluşma talep
ettim. Kontrol edemediğim, saldırgan bir soruyla patlamamdan henüz birkaç dakika önce
biraraya gelmiştik.
Bir bina ya da bir şirket üzerine pazarlık etmekteki amaç ne olabilir ki? - huzursuzluğumu
kusur bulunamayacak bir sağduyu ardına gizlemeye çalışarak aniden konuşmaya başlamıştım
Eğer satın alacak paran yoksa, lüks bir otomobili veya özel bir uçağı elde etme konusunda
detayları konuşmanın ne anlamı olabilir? diye sorduğumda, belirli bir noktada artık boşalmış,
sıkıntımı eleştirilemez bir sağduyunun ardına gizlemeye çalışmıştım.
Dreamer, umulmadık bir nezaketle az önce sergilediğim saldırgan tavrı görmezden gelerek
cevap verdi, "Eğer nasıl kusursuz oynayacağını bilirsen, sorularını yönelttiğinde seni
inandırıcı bulursa, o zaman para zaten cebinde demektir."
Anlamamıştım. Bana göre 'ciddi biçimde rol yapmak' tamamen farklı bir anlama geliyordu.
Paris'teki o mülkü satın alacak param gerçekten olsaydı, kesinlikle endişelenmez, ne söyleyip
nasıl davranacağımı çok iyi bilirdim.
Dreamer, sözlerimi keserek beni azarladı, "Çok yanlış düşünüyorsun,"dedi. "Aldığın ilk eğitim,
seni yeterli paran ve gerekli araçların olursa, dilediğin her şeyi yapabileceğine ve böylece
kendini güvenli, zengin, mutlu ve saygın hissedeceğine inanmaya alıştırmış. Sahip olmak Yapmak - Olmak sana hâkim olan bir değerler dizilimi; çürümüş bir insanlığın efsanevi
değerlerinin tam bir özeti ve başına gelen tüm felaketlerin ve dertlerin kaynağıdır."
Bunları söyledikten sonra, başını kaldırdı ve bana dik dik baktı. Sonra bakışlarını ayırmadan
sağ işaret ve orta parmaklarını birleştirip sağ kulağına birkaç kez hafifçe vurdu. Dreamer,
anlamaktaki zorluğum konusunda beni uyararak, dikkatimi tam olarak kendisine yöneltmemi
istiyordu, sözlerime kulak ver diyordu. Beni rahatsız eden bu tuhaf hareketin normal
görüntüsünün altında kalp atışlarımı hızlandıran ve galeyana düşmemek için bana derin nefes
aldıran trajik bir jestin emir ve otoritesini, teatral bir sihrin ipucunu hissettim.
"Bu, milyonlarca insanın ortak zihniyetidir," dedi "Bunu tersine çevirmen gerekiyor! Yeni
insanlığın değerler dizilimi; Olmak-Yapmak-Sahip olmaktır. Ne denli çoksan, o denli çok
yaparsın ve o denli çok şeye sahip olursun. Sahip olmak ve olmak, varoluşun farklı
düzlemlerinde bulunan aynı şeylerdir."
Olmanın zaten sahip olmak olduğunu, olmanın sahip olmayı yönettiğini ve onun gerçek
nedeni olduğunu keşfetmek, yaşantımda o ana dek inandığım tüm düşünceleri ebediyen
havaya fırlatan bir patlamaya yol açtı. Bu olay, düşünce biçimimin uğradığı, kaderimi
değiştirmeye yetecek güçteki büyük şoklardan biriydi. Dreamer'ın sözlerinin içeriği giderek
yoğun ve derinlemesine irdeleyen bir hal aldı. Defterimi çıkarttım ve orada, caddenin
ortasında not tutmaya başladım. Bir yandan ağzından dökülen sözleri bir araya getirerek elimi
satırların üzerinde hızla kaydırıyor, diğer yandan da yazmaya zaman bulamadıklarımı
zihnimde tekrarlayarak ezberlemeye çalışıyordum. Bu değerli öğretiyi bir daha
bulamayacağım için tek bir atomunu bile kaçırmaktan korkuyordum.
Baştaki konuşmasına geri dönerek, Paris'te yapacağım toplantının, ünlü bir mücevher
dükkânını ya da şık bir giyim mağazasını ziyaret etmekle aynı şey olacağını söyledi. Önemli
olan üstümüzde denediğimiz giysileri veya bize gösterilen en pahalı mücevherleri satın
almamız değil, o mağazanın 'oluş' u yani gözle görünmeyen özü tarafından, 'tanınmaktır'.
Önemli olan yaşamımızı saran dünyanın bize 'evet' diyor olmasıydı.
"Elbette bileğinde o pahalı saatle dışarı çıkmayacaksın ve o şapka gardırobundaki diğer
giysilerinin arasına girmeyecektir, ama onlara sahip olmak üzere kendi yeteneklerine
alıştırma yaptırmış olacaksın. Yaşam stili bir bilinçtir. Varlığını çalıştır. Yaşamın daha
zengin bölgelerine girmek için göstereceğin her çaba, sendeki yokluk bilincini yıkmana
yardım edecektir. Kendini bolluğa alıştır, görüşünü yükselt ve imkânsızı düşle, tüm
zenginliklerin gerçek kaynağı ve onları korumanın ön koşulu olan bir 'refah bilinci' yarat."
Dreamer bu vesileyle "Para içsel bir konudur," dedi. "Özde yaratılır. Düşle, sürekli olarak
uyum ve başarıyı hayalinde canlandır, böylelikle onu elde edeceksin. Para bunun yalnızca
doğal sonucu olacaktır. O zaman zahmetsizce gelir. O zaman asla onu yitirmekten
korkmayacaksın. Para kendiliğinden, doğal olarak, senin iç zenginliğinden gelmelidir. İşte o
zaman onun çoğaldığını, mısır patlağı gibi cebinde çıtırdadığını hissedeceksin."
Bu kez karşılaşmam gereken kişi, bir işadamı olmasının ötesinde bir stil ustası olduğundan
Dreamer, özellikle giyimimin bu duruma ve ortama uygun olması gerektiğini vurguladı.
Via del Condotti boyunca yürüdüğümüz sırada Dreamer, "Zevk, bilinçtir," dedi. Son derece
önemli saydığı bu karşılaşma için uyarılarını ve önerilerini can kulağıyla dinledim. Bir takım
elbise seçmem gerekiyordu ve dünyanın en prestijli modacılarının vitrinlerinin önünden
geçerken Dreamer, bu mağazaları, kuruluşları ve onların kurucularını, yaşama sanatının bu
gezegen üzerindeki somut örnekleri haline getiren güzelliği, zerafeti, tarz ve ince detayı
gözlemlememi istedi.
Dreamer, "Bir mağazaya girmenin amacı, bir şey satın almak gibi görünse de bu yalnızca bir
bahanedir," dedi. "Oysa asıl satın aldığın şey bilinçtir."
En şık butiklere girdik, birlikte çok saygın emlak komisyoncularını, en seçkin mücevhercileri
ziyaret ettik. Bize evleri, giysi koleksiyonlarını, mücevherlerin en pahalı parçalarını
gösterdiler ve Dreamer her defasında benden onları dünyanın en iyisi yapan çabalarını tespit
etmemi istedi. Hepsinde ortak özellik, dikkatti. En küçük ayrıntıya, döşemelerinden,
çalışanlarının kalitesine, güler yüzüne, ışıltılı görünüşlerine, işlerine olan sevgilerine dek, her
şeye dikkat ediyor olmalarıydı.
" u sokakta yoğunlaştığını gördüğün şey, belli seviyedeki bir insan farkındalığının
B
maddeleşmiş halidir,” dedi ve sözlerini bir parça nasihat ile bitirdi. “Çok küçük de olsa, ne
zaman bir şey alırsan, bu seviyedeki ilgi, dikkat ve sevginin aşağısında sunulan birşeyi kabul
etmemelisin." Daha fazla bir şey beklemediğime dair O'nu temin ettim ve öyle bir güzellik ve
zenginlikle çevrelenmiş mağazalarda hizmet edilmenin herkesin hoşuna gideceğini ekledim.
İşte o zaman O'nun en unutulmaz öğütlerinden birini daha almıştım. Dreamer, kesin bir
ifadeyle, “Her şey kendine benzeyeni çeker. İnsan daima kendisiyle karşılaşır ve kendisini
çeker. Her şey kusursuz bir biçimde kişinin bilinç düzeyine karşılık gelir,"dedi.
"Ya para?" diye sordum. "Kişinin sahip olabileceğine ve sahip olamayacağına karar veren
para değil mi?
Dreamer, "Farkındalık paradır!" dedi. "Sahip olacaklarına karar veren sadece, 'Var oluş
'tur'. Bir insan sadece düşlediği kadar, zihninde canlandırdığı ve tasavvur ettiği kadar
paraya sahip olabilir. Var oluş üzerinde çalıştığında, onun her köşesini sadeleştirdiğin,
zenginleştirdiğin ve yücelttiğin zaman, karşılığında sana bolluk, zenginlik ve güzellik
gelecektir. Buna 'refah bilinci' denir. Para, tüm bunları alabilmeni sağlamak üzere, senin
yükselişinin basit bir sonucu olarak, şans gibi, kendiliğinden gelecektir."
Dreamer, "Nesnelerin bir ruhu vardır," diye konuşmasını sürdürdü. "Sözde onları seçen
bizmişiz gibi görünse de, gerçekte nesneler kendilerine kimin sahip olacağını seçerler. Onlar
kime gideceklerine ve kimi terk edeceklerini bilirler. Ancak sorumlu olduğun kadarına sahip
olabilirsin. Kıtlığın aklını karıştırmasına izin verme. Bütün dikkatini 'düş 'e ver, her insanın
doğuştan hakkı olan,bütünlük, güzellik, mutluluk, bilgi, sevgi ve gerçek gibi elinden
alınamayacak değerlere ver. Güzelliği, şıklığı ve zevki kendi özünde tasarla!"
Bu arada alışveriş turumuz devam ediyordu ve ben oldukça gevşemiştim. Paris'teki toplantı
beni artık endişelendirmiyordu. Büyük lunaparktaki küçük bir çocuktum. O her nereye
girerse girsin, önünde dünyanın saygıyla eğildiğine dikkat etmiştim. Bir memnuniyet havası
her tarafa yayılıyordu. Dreamer'ın ortamı bolluk ve bereketle zenginleştiren havası herkesçe
hissediliyordu. O'nun yanında dünya şenlik içindeydi ve sahip olduğunun en iyisini
sunuyordu.
" endisinin efendisi olanlar dünyayı yönetirler. Dünya onları tanır ve onlara hizmet etmekten
K
mutlu olur." Bir grup satış asistanı onun isteklerini yerine getirmek için etrafa dağılırken
Dreamer kulağıma eğildi, "Aslında dükkân sahipleri görünmeyene bekçilik ederler," dedi.
"Kendi sınırlarını ve içindeki engelleri aştığın zaman, seni ondan ayıran şüphe ve korkuyu
ortadan kaldırdığın zaman, tüm dünya senin varoluşun o alanına geçişini öğrenecektir.
Dünya senin hakkındaki her şeyi blir!"
İnsanlar, yanımızdan ırmak gibi akıyordu. Gökyüzünün uzun, ince bir parçasından,
asilzadelere ait binaların saçaklarıyla terasların yeşillikleri araşma sıkışmış, lazer ışını kadar
dar günışığı tüm diğerleri arasından bizi seçmişti. Dreamer, onu karşılamak üzere kafasını
kaldırırken, ben de onu takip ettim. Birkaç sonsuz saniye boyunca, kanatları kıvrılmış, üzeri
altın iğneyle işlenmiş bir kelebek gibi O'nunla birlikte, gözlerim yarı kapalı, orada öylece
bekledim.
15 Tekrar gösterim
Kısa süre içinde, 'karşılaşmalar oyununun' en ilginç bölümünün daha yeni başladığını
keşfettim. Açıklayayım: Kişi, gerçekleşen bir karşılaşma sonucunda ortaya çıkan sonsuz
sayıdaki malzeme üzerinde çalışmak durumundaydı. Dreamer, bunların arasından görüntü
öbeklerini, konuşma kesitlerini titizlikle seçiyordu, sonra da, acımasız bir samimiyetin ışığı
altında, bana sanki yaşantımdan klipler gibi her bir filmin karesini tek tek gösteriyordu. O
olayla ilgili tüm duygu, düşünce ve tutumlar, en ince ayrıntısına kadar her bir kare sonunda,
Dreamer'ın büyüteci altına yatırılıyordu. Yüzümdeki farklı bir ifade, sesimdeki kırıklık, kalp
atışlarımdaki hızlanma, ruhumdaki bir irkilme, bedenimdeki bir hareket, mekanik bir tepki,
tekrarlanan bir ifade, sözlerimde, tavırlarımda ve duygularımdaki gizli bir yorgunluk; kendi
dünyamı sergileyişim, nasıl oturduğum, kıyafetimdeki bir detay... Hiçbir şey gözünden
kaçmıyordu. Aradan aylar, yıllar geçmiş olsa bile, eğer O'nun kusursuz eğitim felsefesi
gerekli görüyorsa, en eski karşılaşmalardan bir kesiti bulup ortaya çıkarabilirdi. Daha sonra
onu bir mikroskop altında büyüterek en önemsiz görünen bir detayın ardına gizlenmiş
tehlikeyi, bazen de bir felaketi görmemi sağlardı. O'nun yanında, bir hareketin ya da bir
sözün görünürdeki normalliği ve sükûnetinin ardında asılı duran ölüm kapanını ve bunların
beni yakalayıp tutsak etmeye hazır, zalim düzeneklerini keşfediyordum. Bu sıradışı çalışma
sancısız geçmedi; işin aslı, çoğu zaman dayanılmayacak derecede acı veriyordu fakat aynı
zamanda da kaderimi, tekrarlanmaların ve dikkatsizliklerin döngüsünden çekip çıkartarak
onu ebediyen değiştirme gücüne sahipti. Bu çalışmalar sırasında, direnişlerimin ve içimde
kök salan önyargılarımın yıllardır birikmiş ruhsal atıklarla birlikte su yüzüne çıktığını
söylemeliyim. Geçmişimden herhangi bir kırpıntıyı, bir hayaleti her yakaladığımda, yok
olmalarından korkarak korumaya alıyordum. İçimdeki bazı şeyler ise açığa çıkmak istemiyor,
saklanıyordu. Ayrıca görmeyi tercih etmediğim daha birçok rezillik vardı. Dreamer her
seferinde, Oluş'umdaki bir gölgeyi dışarı çıkarıp ebediyen ortadan kaldırıncaya kadar aylarca
takip edebilen amansız bir avcıya dönüşüyordu.
Bir seferinde, kendimi Rue de Rivoli'deki Otel Maurice'de bulmuştum. Beni bekleyen
işadamı ile buluşmak üzere ana salonu geçtiğim sırada, aramıza giren genç, çekici bir bayan
bir an için dikkatimi çekti. Yalnızca bir an için. Başımın hareketi, sadece bir saniyeliğine
kadının vücudunu okşayan bakışlarım, sonradan bu sahneyi midem bulanana dek pek çok
açıdan yüzlerce kez bana izlettiren Dreamer'ın gözlerinden kaçmamıştı.
Dreamer, o görüntüleri yüzüncü kez karşıma çıkardığı sırada beni kastederek, "Bu adam bu
işi başaramaz. Daha başlamadan kaybetti. O hareketiyle kendini çoktan riske attı," dedi.
"Mesele güzel bir kadına beğeni göstermenin doğru veya yanlış olması değil," diyerek
gözlemlerini hiçbir zaman ahlaki yargıya, etik değerlere dayandırmayan veya geçmişteki
belirli bir zamana, mekâna tekrar tekrar taşımayan Dreamer sözlerini sürdürdü, "Başının o
hareketi, bakışının o takılışı, kararlılıktan yoksun olduğunun göstergeleridir. Bunlar bir
çürümenin belirtileridir. Bu hareket, tüm yaşantının bir özetidir ve yüzyıllar boyunca biriken
duygusal karmaşaların ve bilinçsizliğin katmanları arasından geçerek kendi kökenine kadar
iner."
Dreamer, gururumu incitmekten, beni utandırmaktan ya da hayal kırıklığına uğratmaktan hiç
çekinmiyordu. Bir tırtılın zarafetiyle egomun üzerinden geçti, ama zamanla onun bu
acımasızlığının değerini bilmeyi öğrendim.
Dreamer'ın yalnızca bir akıl hocası, paha biçilmez bir rehber değil, aynı zamanda sıradanlığın
katı celladı olduğunu da keşfettim. O, bütün olmayı temsil ediyordu.
" ikkatini vuracağın hedeften ayırmamayı öğren. Farkında ve kusursuz ol, yolundan sapma.
D
Bir noktanın üzerine asla sapmayan bakışlarıyla veya zihinleriyle kenetlenebilen kişiler, her
şeyin üstesinden gelebilirler! Onların her zaman vuracakları bir hedefleri vardır. Hedefini
kaçırma. Sapmak, tek ve gerçek kusurdur."
O olayda, Dreamer'ın alışılmamış heyecanı beni şaşırtmıştı. Tıpkı uzun araştırmalardan ve
sayısız deneylerden sonra, nihayet olumlu sonucu elde eden bir bilim adamına benziyordu.
Bana ellerinin arasında görünür ve gözlemlenebilir halde sürünerek ilerleyen bir virüsün
olduğunu söyledi... her yenilgimizin gerçek nedeni olan içimizdeki çatlaklardan biri idi.
'Düşmanlarımdan' birini, içimde taşıdığım sabotajcılardan, katillerden birini doğrudan
görebiliyordum.
Fısıltıyla, "Bunun bir abartı olduğuna inanabilirsin, ama bir kişi yalnızca tek bir hareketiyle
kendi yaşamını ve kendi yazgısını ortaya koyar. Bu adam kendisine güvenilemeyeceğini ifade
ediyor!"
Sanki bir başkası hakkında, dönüşümüm sırasında üzerimden çıkarıp atarak geride bıraktığım
deri hakkında konuşuyormuş gibiydi. "Var oluş, bu türdeki insanlara güvenmez. Bu kişiler,
hiçbir zaman daha fazlasına sahip olamayacakları gibi, sahip olduklarına inandıklarını da
kaybedecek olan insanlardır."
Sözleri bu noktada havada asılı kaldı ve ben, O'nun görüntüsünün artık dışımda değil, içimde
olduğu hissine kapıldım. O'nun gözlerinden, kendime bakan bendim. Ben aynı anda, hem
gözleyen, hem de gözlenendim, hem bilim adamı, hem de kobaydım. Düşüncelerim
karmakarışıktı. Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama kesinlikle emin olduğum bir şey vardı;
buluşacağım kişi ile aramda aniden beliriveren o kadın, oradan tesadüfen geçmemişti,
Dreamer'ın tasarladığı bir sahnenin parçası olmuştu. Dreamer'ın yönetmenliğini yaptığı bir
tür filmin sanal gerçekliğinde etrafımda dönüp dolaşan bu düşünce, dehşet içinde bacaklarımı
titretti.
Yaşam olarak adlandırdığım şey, gerçekte tam bir öğrenme yeriydi. 360 derecelik görüş
alanına hakim bir Okuldu.
16 Dünyadan beklemek
Dreamer tarafından, aylar boyunca büyük maça hazırlanan bir boksör gibi, bana en sinsi
yumrukları indirenlerin, zayıf yönlerimin farkına varmama yardım edenlerin ve o zamana dek
yaşantımı nelerin yönettiğini keşfetmemi sağlayan yansımalarımın arayışına gönderildim.
Her karşılaşmamı, her cümlesini, her ayrıntısını irdeleyerek dikkatimi toplamama, öz
gözlemleme yapmayı geliştirmeme ve kendimi tanımama yardım etti. 'Oyun'un kurallarını
benimsedikçe, diğerlerini kendimden ayrı bir gerçeklik olarak görmeyi bıraktım; onları
Oluş'un birliğine yükselen dikey bir yolun, gözle görünmeyen bir merdivenin üzerindeki,
eşsiz ve aydınlık basamaklar olarak algılamaya başladım.
Bir karşılaşmadan diğerine geçtikçe, Dreamer'ın bana daha önceden açıkladığı, ama o
günlerde hâlâ sıradan görüşümle kabul edebileceğimin çok ötesinde bulunan inanılmaz bir
olgunun doğruluğunu kavradım. "Araştır, bildiğini söyleyen bir kişiyi araştır," dedi,
"Kimsenin bir şey bilmediğini keşfedeceksin!"
Saygı duyulan insanların, alkışlanan liderlerin, itibarlı makamları ve unvanları olan zeki,
ciddi görünüşlü beyefendilerin, nereye gittikleri konusunda hiçbir fikirleri olmadığını
keşfetmek beni çok şaşırtmıştı. Bu kişiler, Brueghel'in tablosunda ölümsüzleştirdiği kör adam
gibi, bir de diğerlerine rehberlik ediyorlardı. Bazı durumlarda, onların mutlu, bilinçli veya
özgür olduklarına inanıp yanılgıya düştüm ve ego hastası, rollerinin mahkûmu bu kişilerden
bazılarının imrenilecek bir yaşamları olduğuna inanarak aldandım. Gerçeği unuttuğumda,
görüntüler dünyası beni yoldan çıkarıyor, ele geçiriyordu. Böylece, bu kişilerin güçleri,
servetleri ve kapasitelerinin büyüsüne kapılıyordum. İşte o zaman, dünyanın ezbere bildiğim
betimlenmesi üste çıkıyor ve ben tüm varlığımla ona tutulup kalıyordum.
Bir keresinde, cesaretim kırılmış, tüm enerjim tükenmiş ve yenilmişlik duygusuyla yıkılmış
bir durumda, uzun bir yolculuktan döndüm. O karşılaşmanın sınırlarımı zorladığını
anımsıyorum. Dikkatsizliğimi ve kolayca yoldan çıkabilir olduğumu gösterdiği gibi, kendimi
aşağılanmış, incinmiş, kırılmış hissetmem için de ne kadar az şeyin yeterli olduğunu
kanıtlamıştı.
Dreamer, kendimi böyle hissetmiş olmamın, diğerleriyle hâlâ bir beklenti içinde karşılaşmam
yüzünden olduğunu açıkladı; zihnimin bir köşesinde hâlâ birisinin bana yardım edebileceği,
beni seçebileceği yanılsamasını besliyordum.
Sık sık hâlâ, özellikle bu 'çalışma'nın başlarında, birisine tutunmaya çalışıyor ve kendimde
yokluğunu çektiğim güveni karşılaştığım diğer kişilerde arıyordum. Dreamer 'a göre, bu,
benim incinebilirliğimin ve O'nun bana hala güvenemiyor olmasının en açık göstergesiydi.
Zaman zaman "Bunlar yenilgi değil," diyerek beni yüreklendiriyordu. "Bunlar yalnızca hâlâ
yapılacak ne çok şey olduğunun göstergeleridir. Oyun, senin, nefret edilecek ve yardım
istenilecek hiç kimse olmadığının, dünyaya bağımlı olanın sen değil, ancak senden açıklık ve
talimat bekleyenin dünya olduğunun farkına varabilmene yönelik karşılaşmalardır. Gerçeklik
düşün yarattığı bir eserdir.
Dreamer'ın beklenti hakkındaki uyarılarını dikkatlice kaydettim ve aylarca onların üzerinde
çalıştım. Bunun ortaya çıktığı anları, aldığı biçimleri ve benim gözlemimden kaçmak için
düzenlediği binlerce hileyi gözledim ve inceledim. Dreamer bana hiç bıkmadan usanmadan,
"Kendini içinde özgür tut ve koru, iç özgürlüğünü muhafaza et," diye öğütledi. "Tepkisel
olmaktan vazgeç! Dünyaya tepki vermek, onun kurbanı olmak demektir. Dünyadan
'beklentisi' olanlar çoktan kaybettiler. En büyük sır, dünyanın seni geliştirmek üzere
hizmetinde olduğunu bilmektir ve ister olaylar ister koşullar olsun, her şeyin senin
yolculuğun için yiyecek, besin olduğunun farkına varmaktır. Olaylar ve insanlar sana engel
oluyor, seni ileri gitmekten alıkoyuyormuş gibi görünebilirler. Oysa gören' kişiler bilirler ki
dünya; kendi varlıklarının icraatını kusursuz bir biçimde sergileyene kadar, sorumluluk
kaslarının onları daha bütün ve özgür kılana dek, sürekli olarak antrenman yaptığı, deneyim
sahibi olduğu bir jimnastik salonudur. Er veya geç herkes, kendini dengelemesi ve
tamamlaması için gerekli olan herşeyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Herkes, er veya geç,
bir gün mutlaka kendini dengelemesine ve tamamlamasına hizmet edecek her şeyle
karşılaşmak zorundadır. Daha hızlı ol!” Dreamer ısrarla beni kışkırtıyordu. “Başka
buluşmaların peşinden koş, sızıntı yapan yerleri doldurmak, yanlış anlamaları ortadan
kaldırmak ve geçmişle hesaplarını kapatmak için her fırsatı yarat."
17 "Bu kitap ebedidir!"
Dreamer, sert tavrıyla "Yaz!" diye emretti. "Eğer yazarsan, bütün bir ömrün boşa geçmemiş
olacak."
"Dinle vee yaz!" Düşüncelerimin arasına dalıp yüzeye çıkmış olan duygusal kirliliği bir
çırpıda silip atarak buyruğunu tekrarladı. “Tüm zamanlara hitap edecek bir kitap yaz.
Yalnızca hazır olanların, iyileşme haline doğru zaten yola çıkmş olanların ve çatışma
içindeki ölümcül bir dünyanın eski tanımını çoktan sorgulamış olanların okuyabileceği bir
kitap. Benimle birlikteyken yaşadığın herşeyi gerçeğine sadık kalarak anlatacağın cesur bir
kitap yaz. Düş'ün var olan en gerçek şey olduğunu tüm dünyanın anlamasını sağlayacak bir
kitap. İnsanoğlunun en derinlerine kök salmış inançlarını temellerinden sarsacak, tüm
yüzeysellikleri ve sahtelikleri ortadan kaldıracak bir kitap olsun. Her insanın varlığında
gömülü bulunan evrensel yasalara ışık tutacak bir kitap yaz!"
Not defterimi yeniden çıkardım ve görmeme zar zor yeten ışığın altında, Seven Oaks'a
yaptığı ziyareti noktalayan sözlerini kendimden geçmiş bir halde yazmaya koyuldum.
“Bu kitap, kuruluşların ve halk yığınlarının içindeki en ateşli antagonistlerle karşılaşacaktır.
Buna rağmen, aynı zamanda inanmalısın ki, insanlığın, bayağılık ve alışılagelmiş
cehenneminden kaçmaya hazır olan kesimine de ulaşacaktır.”
Bölüm 10 Okul
1 Dikey Görüş
“Bütünüyle dönüşmüş bir insan türü sahneye çıkmak üzere,” dedi Dreamer, gözlerindeki
parıltı içindeki yaşam coşkusunu yansıtırken. Alışık olmadığım bir heyecan duydum. Önce
Buenos Aires sonra Bogota’da durarak ona ulaşmak için uzun bir yolculuk yapmıştım.
Oradan küçük bir uçak beni 2300 metre yükseklikteki bir platoya gizlenmiş küçük bir şehre
götürmüştü.
Buluşmamızın gerçekleştiği Tefekkür Evi, tek başına duran bambudan yapılmış bir evdi ve
çevresi göz alabildiğine yeşil tepelerle çevriliydi. Başka hiçbir yer anlatımından daha güzel
olamazdı. Yitik uygarlıkların gizem dolu varlığı hissediliyor ve Eldorado destanı, gerilla,
kokain, zümrüt hikâyeleri, Kayıp Şehrin sırları gibi efsaneler havayı dolduruyordu.
Dreamer’ın sesi beni bu etnografik düşlerden sıyırdı.
“Yeni doğanlar kundaklarından kurtuldular ve eski insanlığı yıllardır tutsak eden zihinsel
kabuklarını kırdılar,” demişti, yıllardır sadece kendisinin inandığı bilimsel bir gerçeğin en
sonunda kabul görmesine sevinen bir bilim adamı edasıyla. Yeni gelmekte olan türün
devrimsel karakteristiği, ayırıcı özellikleri evren üzerinde gerçekleşen yeni bir olguydu ve
hatta nadir görünen kozmik bir olaydı. Korkudan ve çelişkiden arınmış bir psikolojiyi içinde
barındıran yeni insanların doğuşuydu. Eşi görülmemiş bu karakter bir dönüm noktası
oluşturarak gerçek bir insanın meydana gelmesini sağlıyordu. İnsanoğlu devrimsel yolunun
ikiye ayrıldığı bir noktaya ulaşıyordu: iki insan türü birbirinden çok net bir şekilde
ayrılıyordu. İnsanlar birbirlerine kim bilir daha ne kadar insan demeye devam edeceklerdi
ama bu keşifle birlikte, beraber yaşayan ama farklı yazgılara sahip iki tür insan olacaktı.
“Gerçeğe düz bir çizgiden bakan eski insanlık ancak karşıtlıklar aracılığıyla görebilir,
kutuplaşmalar, düşmanlıklar ve zıtlıklarla algılayabilir ve hissedebilir,” dedi Dreamer
ezberinden anlatırken ufukta bir noktaya bakarak. Benimle konuşmaktan ziyade, çok iyi
bildiği bir ayini gerçekleştiriyormuş gibi hissettim. Bakışlarını takip ettim. Sanki uzaktaki
dağların bir arada toplandığı bir noktaya bakıyor gibiydi. Orada, Maya ve Aztek
uygarlıklarından daha eski bir toplum doğmuştu ve Dreamer’ın kara gözlerini parlatmaya
yetiyordu.
“Görüş ve gerçeklik bir ve özdeştir.” Açık bir şekilde, belki de tüm felsefesini özetler gibi en
sembolik cümlelerinden birini tekrarladı. “Yüzeysel yaşayan insanların dünyayı görüşleri
çelişkilidir ve tüm dertlerinin de kaynağı budur. Uygarlığının tarihi, parçalanmış bir ruh
halinin yansımasıdır. Tarihi savaşlar ve yıkımlarla doludur. En çok gurur duyduğu bilim bile,
iki zıt kavramın birbirine sürtünmesinden ortaya çıkan bir üründür. İyi ve kötü, gerçek ve
yanlış, güzel ve çirkin gibi. İlkel insanın iki taşı birbirine sürterek kıvılcım oluşturması
gibidir.”
Dreamer bana sıradan insanın hala eski bir görüş kullandığını açıklıyordu. Dünyayı ancak
gölgelerin ardından görebilen kurbağalar gibi, eski insanlar ancak zıtlıklar ve karşıtların
kıyaslanmasıyla anlayabiliyordu. Mantıkları çelişkilidir. Dünya görüşleri, zıtlıklar oyununun
temel sonucudur.
“Yeni insanın belirleyici özelliği ise, zıtlıkların yanıltıcı doğasının farkında olmasıdır,” dedi
Dreamer. “Eski insanın zıtlık olarak algıladığı aslında, bir sopanın iki ucu gibi, aynı gerçeğin
iki farklı yüzüdür. İyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, varoluşun iki farklı biçimleri
değil, gerçeğin basamaklarıdır. Bu karşıtlığın arkasında onları birleştirebilecek ve daha
yükseğe taşıyabilecek bir bir güç vardır.”
Dreamer’ın bana açıkladığı bu devrimsel karakter ve insan kökenli olgu, “dikey bir dünya
görüşü” olarak adlandırdığı ve bazı insanlarda ortaya çıkan yeni ve devrimci bir duygudur.
Bu baş döndürücü bir fikirdi. Muiscas’ın rüzgârıyla boyanmış bambu tırabzana sıkıca
tutundum ve inanılmaz anlatısını kalbime kazıdım.
“İnsanlığın bu yeni kahramanlarına, gerçeklik kutuplar ve zıtlıklarla aldatıcı bir biçimde
değil, farklı katmanlarda gözükecektir. Yeni edindikleri duyularıyla evren artık zıtlıklara
bölünmüş olarak değil, gerçekliğin katmanlarıyla önlerine serilecektir. Bir şey sadece doğru
veya yanlış olmayacaktır. Aynı zamanda doğru ve yanlış, ne doğru ne de yanlış, ne yanlış
değil, ne de doğru değil şeklinde olacaktır.”
Anlamlarını tam olarak algılamam uzun sürse de, kelimelerini olduğu gibi not ettim.
Anlayabilmem için, bana en klasik zıtlığı örnek olarak verdi; iyinin ve kötünün zıtlığını.
Yüzeysel dünya görüşünün, yani sıradanın aksine, dışımızda hiçbir şey iyi ya da kötü
değildir. “Bugün kötü olan, dün aşılamamış olan iyidir,” diye açıkladı. Doğru anlaşıldığından
emin olmak istediği zamanlardaki gibi, beni sözlerini not ederken dikkatlice izledi. Ekleme
yapmadan önce biraz bekledi ve “Bir insanın bugün hayatında kötü olarak görünen, dünün
iyilerine olan düşkünlüğünün sonuçlarıdır. Dünün mükemmeli aslında yeni bir mükemmele
giden yoldaki taş basamaktır.”
Yerle bir olan inancımın parçalarını birleştirebilmek ümidiyle “fakat en azından bunun bir
anti tezi olduğunu, yaşam ve ölümün gerçek bir zıtlık olduğunu kabul etmelisin,” diyerek
ısrar ettim.
“Bu yüzeysel yaşayan insanların görüşüdür,” diyerek dediğimi onayladı Dreamer. Sonra,
sanki bir sır verecekmiş gibi sesini alçaltıp bana yaklaşarak, “Gerçeklikte ölüm yoktur, biz
sonsuza kadar yaşamak için varız! Bir insanın mutlak gücünün en doğru kanıtı, imkânsızı
gerçekleştirebilme gücüdür. Ölümle, bedeni yok edilemez. Ancak iradenin yokluğu, istem dışı
bir irade ve bilinçsiz bir güç onu yok edebilir. Ölüm, ölümsüzlüğün ardından görünendir!
Onu dinliyor ve aynı zamanda titriyordum. Uçurumun kenarında asılı kalmış, ölümüne ve
yeniden doğuşuna aynı anda atlamak üzere olan korkak bir varlıktım.
İşte o anda, yaşamımın geri kalanında bana yol gösterecek ve her anına sinecek sözleri
söyledi.
“Bu yeni insanın her hücresi bir bir eğitilmelidir. Bu uyum her insanın içine işlemelidir,”
dedi usulca. “Politikada olduğu gibi ekonomide de, yeni liderler, karar veren soylular,
‘Düşleyip yaratma’ sanatını kavramış erkek ve kadınlar yetiştirilmelidir.
2 Pragmatik Düşleyenler İçin Bir Okul
Dreamer son derece kararlı bir şekilde, “düş kurabilen insanların madenlerine ihtiyacımız
var,” dedi. Midemdeki kasılmadan, bu sözlerin buluşmamıza ivme kazandıracağını
anlamıştım. Acımasız bir ses tonuyla verdiği komutlar sanki bana değil de, bir tek sözüyle
yürümeye hazır görünmez bir orduya söylenmiş gibiydi.
Zamanı geldiğinde büyük olaylara eşlik eden coşkusunu bana ileterek, “yeni okullara
ihtiyacımız var,” dedi. “Çözüm üretebilecek kişilerin, aydınlık insanların, pragmatik
düşleyebileceklerin yetişeceği hazırlık okullarına ihtiyacımız var.”
Bu sözler tüm benliğimi ele geçirmişti. İleriki yıllarda, üniversitenin inşa sürecinde, bu görevi
herkese duyurmak için verilecek konferanslarda ve tüm resmi dokümanlarda bu sözleri
kullanacaktım. Fakat bu sözleri duyduğum ilk an bile, faydacı düşleyenlerin gizemli gücüne
inanmıştım. Dreamer’ın bir araya toplamamı istediği binlerce genci, kendi sınırsız düşlerine
âşık olan özel öğrencilerden oluşan bu orduyu tanımlayacak daha başka bir söz yoktu.
Pragmatik Düşleyenler.
Uzun dakikalar boyunca bu iki kelimeyi zihnimin içinde çatıştırdım, keskin zıtlıklarının
ardındaki suç ortaklarının zevkini çıkarttım. Sonra bu kelimelerin coşku veren gerçekliği
yavaşça çekildi ve zamansızlıkta bütünleştiler.
“Onlar evrensel boyutta psikolojik bir kurtuluşun yeni liderleri olacaklar,” diye devam etti
Dreamer. “Binlerce insan, temeli içimizdeki zıtlıkları uyum içinde yaşatabilmek üzerine
kurulu dikey bir dünya görüşünü benimseyecek ve iç çatışmalarının köleliğinden
kurtulacaktır.”
Defterimi bambu tırabzana dayamış, sözlerini not ediyordum. Tefekkür Evi, And Dağları’nın
sert kayalarla kaplı eteğinden kaçıp giden ve sonsuzluğa uzanan bir bitki ordusunun
ortasındaki yitik tekne gibiydi.
“Ancak düşleyen liderler,” dedi ve “her türlü ideolojiden ve boş inanıştan arınmış kişiler
ancak, sıradan, zayıf, öfkeli ve yobaz insanı bulunduğu ruh halinden çıkarıp, maneviyattan
ilham alan yeni ve bütünleşmiş insana taşıyabilir.”
Dreamer konuşmasını bitirdiği zaman ben de notlarımı düzenlemek için fırsat buldum.
Sayfanın üzerine eğilmiştim ve çocukken Ischia adasında denize korkusuzca yaptığım
atlayışlarda Castello Aragonese’nın yeşil sularının beni içine alması gibi tüm bedenimi bir
korku kaplamıştı. Yavaşça başımı kaldırdım. Dreamer bana çok yaklaşmıştı sadece birkaç
santim ötemde duruyordu. İki siyah gezegenin yörüngesine girmiş bir uydu gibi gözlerimi
hapsetmişti. Derin bir sessizlik içimizi kaplarken Dreamer bana daha da yaklaşıyordu.
Düşüncelerim beklemedeydi. Gotik kilise duvarları gözümün önünden geçiyor ve yüzyıllık
org tınıları kulaklarımı tırmalıyordu. Hayatıma bir anlam katan kelimeleri dudaklarından
dökülürken boğazımda kontrol edemediğim bir düğümlenme gerçekleşiyordu.
“Bir Varoluş Okulu kuracaksın,” dedi. “Bu üniversite gerçekleştirecek bir düşü olanlar
içindir. Orada düşün var olan en gerçek şey olduğunu ve gerçeğin düşlerinin bir yansıması
olduğunu öğrenecekler.”
Asılmak üzere bekleyen bir kişi gibi altımda duran kapak açılmış ve Dreamer’ın sözleriyle
gelen görevin büyüklüğü sanki kendi sınırlarımı test etmem gerekiyormuş gibi beni içeri
çekmişti. Daha verilen göreve başlayamadan ağırlığı altında ezilmiştim. “Bir sorumluluk
okulu kuracaksın,” diye devam etti sözlerine. “Ekonominin mutluluk anlamına geldiği, eylem
filozoflarına öğretmenlik edecek bir okul kurmalısın. Zenginliğin, rahatlığın ve güzelliğin her
insana doğuştan verildiğini öğretmelisin. Ebedi bir okul yaratmalısın, benim yolumu izleyen,
benimle nefes alan bir Tanrılar Okulu. Hiçbir saldırı seni korkutmamalıdır. En acımasızı bile
anlamak ve değişmek isteyen için kıymetli bir hediye olacaktır. Dışarıdan gelen her saldırı,
ancak iyileşme sürecinde senin farkına vardığın ve eyleme koyduğun bir olgudur.”
Dreamer sessizleşti ve bekledi. İyi bir müzisyen gibi bana kendimi anlatmak için alan
yaratıyordu. Baş başa geçirdiğimiz bu görüşmeler sonucunda artık benim kendi müzikalimi
başlatmam gerekiyordu. Zaman geçiyordu ve davetini engelleyebilmek için gereksiz bir
ümitle kaçamak cevaplar veriyordum. Fakat onun sessizliği daha da ağırlaşıyordu. Yaratmış
olduğu görkemin karşısında ne kadar yetersiz kaldığımı bağırmak istiyordum. Kendimi ondan
uzaklaştırıp cesaretimi toplamak istiyordum fakat dudaklarımdan ancak, “bir felsefe okulu
olabilir,” sözleri buna benim becerilerim yetmez der gibi dökülüverdi.
“Yani?” dedi alaycı bir gülümsemeyle. Ses tonu koruyucu ama ironi dolu bir tını taşıyordu.
“Bir ekonomi okulu aynı zamanda bir felsefe okuludur. Bunu biliyor olmalıydın!”
Sözlerinde, ses tonunda ve gülümsemesinde, suç ortaklığına ilham verecek bir parıltı, masum
bir iğneleme vardı. Hafızamın sınırları içerisinde uzak bir noktada o önemli unsur duruyordu
ve ben onu kavrayamıyordum. O sırada hissettirmeden Dreamer bana daha da yakınlaşmıştı
ve gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Sonra bir perde açıldı ve geçmiş tüm hatıralarından
kurtuldu. Zaman geriye doğru aktı ve geçmiş film kareleri gibi gözümün önünden akmaya
başladı. Bir kez daha Naples Üniversitesindeki yıllarıma geri döndüm ve ahlaki değerlerin ve
fikirlerin ekonominin motoru olduğunu keşfetmeme yardım etmiş ve gezegenimizin her
yerine yayılmış az gelişmişliğin ve kıtlığın gerçek nedenlerini araştırmama ön ayak olmuş
sevgili öğretmenim Giuseppe Palomba yanımda belirdi. Ayrıca Milano’daki Cattolica
Üniversitesi ve Londra İşletme Okulundaki günlerim de gözlerimin önünden geçti fakat
sadece imgelerin, yüzlerin, duyguların ve var olmanın bir patlaması gibiydi. O yıllardaki
umutsuz çalışmalarım geçmişimdeki tüm okulları birleştirmişti. Naples’teki ekonomi
fakültesinde Santa Lucia denizine bakan traverten, Regent parkındaki Londra İşletme
okulunun çimlerine taşınmıştı. Profesörler, sınıf arkadaşları, öğretmenler, alınan takdir
belgeleri ve daha niceleri bir okul altında toplanmıştı. Giuseppe ve Carmela’nın mezuniyet
günümde duygulanışları, altın Tissot saati ve bana Columbia Üniversitesi’nin kapılarını
açacak olan Giordani Vakfı Bursunu anımsadım. Sonra bu görüntüler belirdikleri gibi yok
oldular ve sahne değişti. Kendimi LBS’de, bir teneffüs saatinde gördüm. Gencecik bir
delikanlıydım. Kampüsün çimlerine uzanmış gökyüzündeki bulutları izleyerek hayallere
dalmıştım. Unuttuğum bir düş yeniden canlanıyordu. Londra’dan tutun da Milano’dan
Roma’ya, New York’tan Paris’e, Madrid’ten Şangay’a kadar birçok dünya şehrinde ofisleri
olacak ve Dreamer’ın bana bahsettiği, binlerce öğrencinin okuyacağı sınırların olmadığı bu
üniversiteyi ben zaten daha önce düşlemiştim. Dreamer’ın sesiyle düşlerimden sıyrıldım.
“Şimdi o gün hayal ettiklerini anımsıyor musun? Şimdi düşlerini gerçekleştirme zamanı!
Şimdi düşleyenler için bir okul yaratma zamanı. Bu okulda ekonominin devleri ders
vermekten zevk duyacaktır.
İleriki yıllarda sürekli okumaya devam edeceğim bu sözler beni fethediyor ve kendine âşık
ediyordu. Çıktığım bu serüvende karşılaştığım tüm zorlukların üstesinden gelmeme yardım
edecek ve beni destekleyeceklerdi.
“Bir insanın içinde değerli ve gerçek olan her ne varsa, gözle görülemez,” dedi. “Ekonomi
için de aynı şey geçerlidir. Ekonominin ekseninde dikine uzanan bir ok vardır. Ekonomik
faktörlerin üstüne kurulduğu fikirler ve ahlaki değerlerin dünyasına, daha üstün bir düzleme
doğru hareket etmektedir.” Ekonomik durgunluk sırasında kanıksanmış gibi ortaya çıkan az
gelişmişliğin, eski ahlaki değerler sistemi içinde sıkışmış bir ekonomik düzenin ürünü
olduğunu anlamamı sağlamıştı. Gelişmiş ekonomilerde ise kendini patolojik ve sosyal
hastalıklardan ortaya çıkaran bir problemin aslında diğer yüzüydü.
“Bu yüzden fikirlerin görünmez dünyasındadır. İş ve ekonomi dünyasında görünür bir
şekilde yansıtılan olguların kaynağında ideolojik ve ahlaki değerler, felsefe ve din
yatmaktadır. Sanayi piramitlerinin, finans gökdelenlerinin, gördüklerinin ve
dokunduklarının, insanın fethettiklerinin içinde yararlı, güzel ve gerçek olan her şeyin
ötesinde bir insanın düşü ve bireysel görüşü yatmaktadır. Tüm çabalarını bu kişiye ve onun
eğitilmesine yönelt! Onu dikkatinin merkezine koy! Kitle, her şeyden etkilenen bir
mekanizmaya sahip hayalet gibidir. Ne inancı vardır, ne de iradeye sahiptir. Üretemez. Zaten
bu güne kadar bir şey de yaratabilmiş değildir. Var olmasının asıl sebebi yıkmaktır. Kitle ve
birey aynı gerçeğin farklı yüzleridir. Aynı motorun iki farklı pistonu gibidirler. Birey yaratır,
kitle ise yok eder. Hangi gruba ait olduğunu çözmek sana kalmıştır. Birey tek gerçekliktir ve
dünyanın ham maddesidir”
Dreamer’a göre tüm sınırlar ancak Varoluşun içindedir. Fakirlik ve savaş, kıt bir bilincin,
çatışma içindeki bir aklın yansımasıdır ve ancak bireyin içinden bu duygular sökülüp
atılabilirse, yeryüzünden silinebileceklerdir.
“Sınırları olmayan, bireyler için yaratılmış bir okul bul. Milliyet, ırk, inanç ve sosyal statü
farkı gözetmeden dünyanın farklı yerlerinden düş kurabilenleri oraya getir. Bu okulda en
önemli ders, kendini tanımak olmalı ve sonucunda çıkan en somut olguları sevebilmeyi
öğrenmek olmalıdır.”
Kelimeleri arka arkaya sıralıyordu ve ben yazarken onun hızına yetişmekte güçlük
duyuyordum. Sanki konuşmuyor ama bana ders veriyordu ve bunu anladığım zaman kendimi
aşağılanmış hissettim. Bana bir yazman gibi davranıyordu. İçimdeki gücenme hissi, aptal bir
şikâyet mırıltısı olarak, elimde olmadan boğazımdan yukarı tırmandı. Ben ona yetişebilmek
için delicesine çaba sarf ediyordum ama onun umurunda bile değildi. Her şeyden öte bana
saygısı yokmuş gibi davranıyor olması beni çileden çıkartıyordu. Sanki bütün bunları bilerek
yapıyordu.
“Haydi, ne duruyorsun, yazsana!” diyerek bana emir vermiş ve içinde dönüp durmakta
olduğum duygulardan beni sıyırıp çıkartmıştı. Dreamer’ın sesi beni tam tepenin başında
yakalamıştı. Az kalsın öz eleştirinin, suçluluk duygusunun ve şikâyetlerin kasvetli sularına
kendimi atmak üzereydim. “Yaz!” diye yineledi. Sesindeki fısıltı, bağırmasından daha
ürkütücüydü. “Bu kitap ebedidir. Bir gün sadece benimle tanıştığın için hayatının bir anlam
kazandığını anlayacaksın ve kelimelerimi kâğıda dökmek için doğduğunu göreceksin.”
Dreamer’ın bu etkili sözleri beni özgürleştirdi. Bir anda kendimi karayelle temizlenmiş, pırıl
pırıl bir yaz gününde gibi hissettim. Her zaman olduğu gibi Dreamer’ın söylemleri beni
iyileştiriyordu. İçimdeki çokluğu çıkartıp atacak güce sahiptiler.
Sonra normal bir ses tonuyla tekrar konuşmaya başladı.
“İlk eğitim sisteminin üniversiteleri ve okulları da düşlemeyi öğretebilir,” dedikten sonra
konuşmasına kısa bir ara verdi. Sonra buruk bir ironiyle devam etti. “Fakat öğrencilerine
yansıttıkları düşler sınırlıdır. Öğrettikleri bağımlılık, şüphe, korku ile sınırlıdır. Bilgelik
sandıkları maskelerinin altında sürekli bir mağlubiyet ve ıstırap saklıdır.”
Artık benimle konuşmuyor fakat zamanın ötesindeki gelecek nesil öğrencilere hitap ediyordu.
Güçlü ve devrimsel fikirleri, okulun amacını ve kaderini belirleyerek köklerini oluşturuyordu.
“Dışarıdan gelen her türlü bilgi, yöntem ve teori başlarda kullanılabilir fakat daha yüksek
bir anlayış kaynağına ulaşıldığı zaman bırakılmalıdır. Şimdi tüm ideolojileri, öğretileri,
disiplinleri, kitapları, fikirleri ve yazılı kelimeleri bir yana bırakıp kendi içselliğine dalma ve
gerçeği, özgünlüğü bulma zamanıdır. Bu tek başına, önündeki tüm engelleri kaldıracaktır ve
seni uyuduğun uykudan uyandırarak her şeye hâkim olmanı sağlayacaktır.
3 Düşün Düşü
Konuşmasını sürdürdü ve ben sözlerini sadece birkaç kısa açıklama istemek üzere arada
kestim. Olağanüstü bir yapının köşe taşları olan bu fikirler, sanki bir mozaiğin parçaları gibi
gözlerimin önünde birleşerek dünya çapında bir görüş oluşturuyordu.
Eskiden beri Varoluş okullarının olduğunu ama politik atmosferin ve tarihi olayların
neredeyse hiçbir zaman kendilerini göstermelerine olanak vermediğini söyledi. Diğer
öykülerin yanında, beni en çok etkileyen Paris’teki Notre Dame kilisesinin yapılış öyküsü
olmuştur. Bu dünya harikasının yapılışının arkasındaki gerçek neden beni büyülemişti. O,
hepsi olağandışı bu okulun öğrencileri olan mimarlardan, sanatçılardan, heykeltıraşlardan,
çalışanlardan ve işçilerden bahsederken, her kelimesine sıkıca tutunmuştum. Öğrenciler ve
araştırmacıların kendi bölünmezliklerine doğru yaptıkları bu yolculuk girişiminden ilham
almıştım.
“O yapının her detayı ve hatta her taşı, Okuldan ve onun kanunlarından bahsetmektedir,”
diyerek Dreamer söylediklerinin altını çizdi. Notre Dame ve tarihteki diğer tüm şaheserler,
sonsuzluğun somutlaştırılmasıydı. Yine de, ölümsüz Okullar tarafından yapılan bu işler,
devasa ‘gerçek’ hakkında bize çok az ipucu veriyordu. Fotoğraf makinesinde büyütme
merceğine arka arkaya basar gibi kafamın içinde, Dreamer’ın bana verdiği görevin
fotoğrafını genişlettiğimde, anlattıklarının çok büyük bir projenin sadece bir kısmı olduğunu
anladım. Dünya üzerindeki geleneksel eğitim sistemini köklerinden değiştirerek bir
üniversitenin kurulması, olağanüstü bir tasarının sadece bir parçasıydı. Peki, Dreamer’ın
‘düşü’ neydi? Hayal bile edemiyordum. Ne olabilirdi ki? Hayal gücüm sınırlarına ulaşmıştı
ve Keruv’un dönen kılıcı gibi olduğu yerde kalmıştı. Düşlüyorsam vardım. Eğer bana
öğrettiği gibi, bizi ölçen düşlerse ve kimse kendinden daha büyük bir düş hayal edemezse,
Dreamer kimdi? Eğer dünyayı baştan sona yakmak, eski tüm değerleri değiştirmek, dikey
insanın müjdesini vermek, O’nun yolculuğunda sadece bir adım ise, bu Varlık kimdi? Ve
O’nun düşü neydi?
Hiçbir açıklama yapmadan sordum. “Nedir?”
Dreamer uzunca bir süre konuşmadı ve ben hala nefesimi tutmuş onu beklerken kulağıma
eğilerek fısıldadı: “Dreamer’ın düşü ölümü yenmektir fakat ondan önce, onu mümkün kılanı,
yani ölümün yenilmezliğini fethetmektir.”
Bu sözlerle derimin altında bir titreme hissettim. Uyuşmuştum. Bu düş yüzyıllık sınırları
kaldırmış ve daha da öteye giderek insanı, rüyalarında bile gitmeye cesaret edemediği bir
yere taşımıştı. Bu sözleri herkese iletebilmem için, Dreamer’ın Okulu’nda hazırlıkla geçen
yıllarıma geri dönmem ve tüm gücümü toplamam gerekiyordu.
4 Seyyar Cennet
Bu sırada Dreamer olduğu yerde duruyordu. Bana hala o kadar yakındı ki, neredeyse nefes
alışını duyuyordum. Aniden beni çevreleyen havayı koklamaya başladı. Önce tedbirli fakat
sonra ben artık kanıtları gizleyemeyecek duruma geldiğimde bariz bir şekilde koklamaya
devam etti. Dreamer kokuyu alıyordu! Mide bulandırıcı kokunun kaynağını anladığında
yüzüne oturan ifadeyi gördüğümde, frenleyemediğim bir utanç duygusu tüm benliğimi
kapsadı ve utancımdan kıpkırmızı oldum. Yüzündeki bu ifadenin yerine yaramaz bir
gülümseme yerleşince ancak benimle dalga geçtiğini anlayabildim. Bu O’nun eğitme
yöntemlerinden biriydi. Bu kötü koku pandomimi, benim nasıl hala kolayca kötü düşüncelere
kapılabildiğimi göstermek içindi. Büyük bir ustalıkla bana verdiği cennet dersi, benim seyyar
bir cehennem yaratma ve besleme eğilimimle tam bir zıtlık içindeydi. Kim bilir insan daha ne
kadar alıngan, öfkeli ve kavgacı olmaya devam edecekti ve gelecek nesillere daha ne kadar
bu kırılganlığının tohumlarını iletecekti? Bu düşünceler benim ilgimi dağıtırken, Dreamer
koşmaya devam ediyordu. Bu ölüm ağırlığından kurtulmak için gücümü topladım ve ağır
darbeler atarak bizi ayıran ışık denizini süratle aştım.
“Hayat düşlediğin gibidir. Her zaman düşlediğimizle buluşacağız. Düşlediğimizle
karşılaşmamız kaçınılmazdır,” dedi tutkuyla. “Hayat kendi içlerinde seyyar bir cennet
yaratabilen ve onu besleyen insanlar için zaten bir yeryüzü cennetidir.”
Buluşmamızın kati sonuçlarını cesurca iletmeden önce uzun bir süre sessiz kaldı.
“Yoksulluktan, suçtan ve sonu gelmez kavgalardan nasibini almış insanoğlu ancak her
hücresini yenileyerek iyileşebilir. Her insanda, inançlarını devirerek gerçekleştirilmesi ve
iradenin, ışığın yayılmasıyla var edilmesi gereken bir dönüşümdür. Ancak bireysel bir eğitim
bunu gerçekleştirebilir.”
Uygarlığımızın modern çağın buluşlarından biri olduğunu gururla düşündüğü kitlesel
eğitimin, böyle bir devrime ön ayak olamayacağının altını çiziyordu.
“Özgür insanlar için tasarlanmış ve her bireyin kendi özgünlüğüne adanmış sorumluluklar
Okulu kitleler için var olamaz. Kitlesel eğitim kendi anlamı içinde çelişki barındırır. Kitlelere
hitap ediyorsa eğitim değildir ve eğitim ise kitleler için değildir. Gerçek ve samimi bir ‘düşü’
olanların yer edinebileceği bir Okul yarat. Tüm gücüyle ve tüm öfkesiyle inananların
gerçekten kabul göreceği bir Okul tasarla.”
5 En büyük Ekonomik Gerçek
Quimbaya ve Muisca insanlarının ibadet ettiği altın sarısı güneş, bir çocuğun resmetmesi gibi
Cordilleras’ın uzaktaki yuvarlak ve yeşil tepelerinden yükseliyordu. Tanrıların bu kutsal
mekânında, Dreamer’ın sesi sakince yankılanıyordu.
Büyük bir ciddiyetle bana “sonsuz ilkelerin üstünde yükselen bir Okul yarat,” diye emir
verdi. “Kitaplara dayalı olmayan gerçek ve yaşayan bir okul yarat. Özünde Düş kurma
Sanatı olmalıdır.”
Yanımdan ayrılmaya hazırlanırken sanki içimden bir şey kayıp gidecekmiş gibi hissettim. Bu
girişim hala gözümde büyüyordu ve yeteneklerimin sınırlarını aşıyordu. Boğazımda tesellisi
olmayan, sessiz ve hüzünlü bir haykırış düğümlenmişti. Bana bu görevi emanet etmesi
aslında bana en çok sevdiğim şeyi gösteriyordu. Bencillikle geçen bir hayattan sonra artık
özel bir başarıya imza atabilir, düş kuranlar için bir okul yaratabilirdim.
Dreamer bana, Odysseus’un serüveninin, Dante’nin yolculuğunun, Jason’un seferlerinin ve
nice kahramanların girişimlerinin bir dönüşüm okuluna giden yollar olduğunu göstermişti.
“Odysseus ilkelerini sağlam tutabilmek için kendini Okul’un bağlarıyla gemisinin direklerine
bağlamış, Dante, Virgil’i takip ederek cehennemden çıkmış kendisini alt üst etmiştir. Bunlar
bile okulun bir eylemidir,” dedi. “kendi bütünlüğünü keşfetmek için yola çıkacak, içindeki
korkulardan, endişelerden ve acılardan kurtulmaya hazır insanlar yaratmalıyız. Bu
insanlığın kalan tek ümididir.”
Dreamer çok yakın bir zamanda, büyük şirketlerden tutun da, küçük işletmelere kadar tüm
organizasyonların bir Varoluş Okulu olacağını öngörüyordu. Bütünlük okulu olacaklardı. Bu
okullarda insanlar kendilerini aşmayı, Varlıklarının çürümüş, gölgede kalmış her hücresini
yok etmeyi öğreneceklerdi. Bu girişimlerin orglarında, onları meydana getiren akort
aygıtlarının tınlamaları değil, hücrelerini birleştiren ve ahenkle dans eden melodiler
yankılanacaktı.
“Yüzlerce öğrenci görüyorum,” dedi kehanette bulunur gibi ve eliyle geniş bir daire çizerek
bana merkezinde ucu bucağı olmayan ayçiçeği tarlalarının ve küçük göllerin bulunduğu
Pansamiento çimenliklerini gösterdi. “Onlar geleceğin ekonomi devleri ve küresel dünyanın
iletişimcileri olacaklar. Zenginlik yaratabilme yetenekleri, iç dünyalarındaki özgürlüğün bir
neticesi olacaktır.”
“Fakat bu tür bir girişim yıllarımızı alabilir,” diye itiraz ettim, iyi niyetimi kuşatmış
kaygılarımı ve endişelerimi nasıl belli edeceğimi bilmeden. Dreamer her zaman olduğu gibi
beni uçmaya davet ediyor ama direnişimle karşı karşıya kalıyordu.
“İnsan buna hazır!” diyerek ‘Düş’ün motorunu çalıştırdı ve benim ümitsizliğimi yendi.
“İnsanda akıl ve sevgi mevcuttur,” dedi. Bu sözleri asla unutmayacağım. Bugün her
öğrencimin içinden bu sözlerin doğduğunu görüyor ve bir insanın gençliğe, sınırlarını nasıl
aşacağını ve içlerindeki özgünlüğü, gerçek benliği nasıl su üstüne çıkaracağını
öğretebileceğini biliyorum.
Dışarıda verilen eğitim sadece bir kılıftır. Bir okulun gerçek görevi, eski eğitim sisteminin
ürünleri olan ve bireyde çocukluktan beri üst üste yığılarak biriken, her türlü korku, şüphe, iki
yüzlülük, ön yargı, kısıtlama ve ödünleri yok etmek olmalıdır. Eski eğitim sisteminin
niyetinin ise, bireyin içindeki ‘düş’ü bastırmak olduğu çok açıktır. Gerçek bir okul
öğrencilerine herhangi bir şey vermeyi amaçlamaz çünkü zaten var olanın üstüne konabilecek
bir şey olmadığını bilir. Ancak var olanı gün ışığına çıkartmakla görevli olmalıdır. Bu, akıl
önündeki her türlü engeli kaldırmak üzerine kurulu bir çalışmadır. Gerçek eğitim, bir insanın
özgünlüğünü, özünü ve ‘düş’ünü anlamakla verilebilir.
“Ekonomi bir düşünüş biçimidir,” dedi Dreamer. “Ancak gerçekten yaşayanlar zenginlik
yaratabilir.”
“Maddi zenginlik sadece gerçek zenginlik için kullanılan bir benzetmedir. Bütünlüğün, aklın
ve iç düzenin acımasızca test edilmesidir.”
Ancak bu temeller üstüne kurulmuş bir okul, ekonomistlerin, gezegenin her bölgesine
yayılmış fakirliği gidermesine ve bir zamanlar muhteşem uygarlıkların beşiği olan ama şimdi
korku içinde yaşayarak az gelişmişliğe mahkûm olan toplumların içindeki cahilliği söküp
çıkartmasına yardımcı olacaktır.
Bana Kolombiya’nın, muhteşem doğal kaynaklarını, gümüş madenlerini, zümrüt yataklarını,
uçsuz bucaksız ormanlarını, sınırsız yaylalarını ve devasa kahve ve tütün fidanlıklarını
anlattı.
“Bunlara rağmen Kolombiya dünya üstündeki en fakir ülkelerden biridir,” dedi. “Bu ülkede
Varoluş öyle bir seviyeye indirgenmiştir ki, sahip olduklarını bile elinde tutamamaktadır. Bu,
sorumluluğunu alabileceğinden fazla bir zenginliğe sahip olan insanın içine düştüğü duruma
benzerdir.”
Dreamer, ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerin ise genelde doğal kaynaklara sahip
olmadıklarını ama bir fikir, kültür, tarih ve sanat felsefesine sahip olduklarını görmeme
yardımcı oldu.
“Ekonomi bir Varoluş durumudur,” ilkesinin altını çizmek için bir süre sessiz kaldı. “Bir
ülkenin ekonomisi, yani maddi açıdan ulaştığı düzey, o toplumun düşünüş ve hissediş
düzeyinin bir yansımasıdır. Değerler sistemi ve düşüncenin niteliği sebep, ekonomi ise
sonuçtur. Nitelik niceliği arttırır ve asla tersi olmayacaktır. Düş azalır ve değerler tükenirse,
zenginlik kaybolacaktır.” Dreamer bunları söyleyerek, ülkelerinin düşlerini anlayabilen,
kökenlerini besleyebilecek sorumluluk sahibi insanlar yaratmak gerektiğini belirtti. Tüm
uygarlığın yaşamı bu insanlara bağlıdır. Onların görüşü ekonomik evrende sınırlar olmadan
yansıtılacak ve sınırlar genişletilecektir. Onlar olmadan ilerleme kaydedilmesi mümkün
değildir. Tutkuyla yürütülen projelerin önüne çıkan engellerin nedeni maddi ve doğal
kaynakların yoksunluğu değil, bu projelerin sorumluluğunu taşıyabilecek, tüm gücüyle onlara
inanabilecek ve fikirlerini benimseyebilecek insanların yoksunluğudur.
“Okul kökenlerinde şimdiye kadar ekonomik düzende asla dile getirilmemiş bir gerçeği
barındırmalıdır: Visibilia ex Invisibilibus. Ekonomik zenginlik bir ülkenin ya da kurumun
görünmezinin yansımasıdır. Bolluk içeridedir. İyileşmek gibi, içten dışa doğru giden bir
sürece sahiptir.”
6 Sahip Olmak, Olmaktır.
“Sahip olmak ve olmak aynı gerçekliktir fakat varoluşun farklı düzlemlerinden gelirler.”
Dreamer’a göre, sahip olmak, zamanda ve uzamda kendini ortaya koyarak var olmak
demekti. Bu keşif, sıradan dünya görüşünü devirecek kapıları açacak ve uygarlığın düşünce
biçimini tümden değiştirecek bir şok etkisi yaratacaktır. Dreamer bana, çığır açılan her çağda
devrimin alt üst edici ideolojiler sayesinde gerçekleştirildiğini hatırlattı. Düşüncede oluşan
devrimler bir bireyden ortaya çıkıp kitlelere yayılıyordu.
İnsanı merkezinden çekip sınırlara taşıyan Kopernik, güneşin evrenin merkezinde olduğunu
söyleyerek, orta çağ düşünce sisteminin taşlarını yerinden oynatmış ve modern çağı
başlatmıştır. Protestanlık, çalışmaya bakışı kökünden değiştirip onu bir mahkûmiyet
olmaktan çıkartıp insanın gelişimine bir araç olmaya sürükledi. Endüstri devrimi ve akılcı
kapitalizm için gerekli psikolojik koşulları oluşturdu.
“Bugün sahip olmanın ve var olmanın aynı gerçekliğin iki farklı yüzü olduğu temelleri üstüne
kurulu bir psikolojik devrimin eşiğindeyiz. Gördüğümüz, dokunduğumuz, algıladığımız her
şey, duyularımıza görünmez olarak yansıyan, fikir ve değerlerden oluşan, varlığımıza dikey
bir dünyanın ürünüdür: Varlık Dünyası.
Var olmak sahip olmanın karşıtı değildir, onun üstüne yüklenmiştir ve onun sebebidir. Bu
olgu, doğal kaynakları bakımından zengin olan ülkelerin aslında neden en fakir ülkeler olarak
kaldıklarını da açıklamaktadır ve bir insanın zenginleşmesinin, Varlığında bir karşılığı yoksa
neden kaderinden sıyrılmak için yeterli olmadığının bir göstergesidir. Aslında bir
düzenleyicinin varlığını ortaya çıkartmak mümkündür. Varlığın seviyesini kaçınılmaz olarak
geriye alabilecek bir tür iç düzenek bulunabilir. Bir olay ya da dış olgu tarafından geçici olsa
da ayrıcalıklı kılınan hazırlıksız bir insan, Varlığının seviyesini aştığı zaman, eski
yoksulluğuna geri dönecektir. Bu ülkeler için de geçerli bir denklemdir. Üçüncü Dünya
ülkelerine bir yarım yüzyıldır yapılan uluslararası yardımların başarısızlığından sonra,
gelişimin uzmanları olan ekonomistler bile, içeride değişim olmadığı sürece bu ülkelere
yardım etmenin anlamsızlığını kavramış olmalıydılar. Bu ülkeler, kendi görünmezinde,
fikirlerinde (etik, estetik, dini, felsefi ve bilimsel açıdan zenginleşmediği sürece) ve ahlak
sisteminde yeterli seviyeye ulaşamadığı sürece yoksulluktan kurtarılamazlar. Bu ülkelerin
yaşam koşullarını yükseltmek için, kendi bilgeliklerine ve özlerine dönmeleri ve eski ahlaki
sistemlerini yeşerterek geliştirmeleri yeterli olacaktır.
‘Sahip olmak, olmaktır’ olgusunu kavramak insanı en eski önyargılarından kurtarır ve
kavramsal düzenini kökünden söküp atar. Buna rağmen bir insanın yapmasına ya da var
olmasına izin veren sahip olmak değil, yapmaya ve sahip olmaya izin veren var olmaktır. Bu
kolektif hipnoz durumundan kurtulmak insanın dünyaya yatay bir görüntüden bakmayı
bırakması ve dikey bir görüşe sahip olmasını sağlar. Orada, gerçeğin katmanları ve var
olmanın sonsuz seviyeleri görünmektedir. ‘Sahip olmak, olmaktır’ olgusunu kavramak, insan
yaşamının ve örgütsel sistemlerin en karışık ve önemli çelişkilerini anlamak için bir
anahtardır ve yazgının çeşitliliğini de açıklamaktadır.
İnsanlık tarihi hep daha fazlasını yapmak ve daha fazlasına sahip olmak üzerine ilerlemiştir.
Hayvansı ve yağmacı bir içgüdüyle, daha fazlasına sahip olmak üzere uyutulmuş
toplumlarda, uygarlığın ilerleyişi, üretme, iletişim kurma, seyahat etme ve böylece daha fazla
yok etme becerisinin gelişmesiyle çakışmaktadır. Bu tarihe dikey olarak, görünmez
fikirlerden oluşan bir katman, bir sebepler dünyası uzanır.
Görünürde elde edilen her fikir, insanlığın yapma ve sahip olma becerisindeki her yükseliş,
daima Varoluşun fethini izlemiştir. Zaman içerisinde bilimsel birikim ve teknolojik
gelişmeler, insanın kendisini anlamasının yanı sıra, bilinç seviyesinin yükselmesini de takip
etmiştir. Bilim ve bilinç birlikte yürümektedir.
“Bir birey, bir kurum, bir toplum ya bir uygarlık olsun, bilme, yapma ve sahip olma becerisi,
o bireyin, kurumun, toplumun ya da uygarlığın ulaştığı Varoluş seviyesine dayanmaktadır.”
Dreamer bu yansımaları sade ama güçlü bir deyişle sonlandırdı. Ne kadar var olursan o kadar
bilirsin, ne kadar çok yaparsan o kadar çoğuna sahip olursun. Gölgenin, nesneye ve
yansımasına ihtiyaç duyması gibi, yapmak ve sahip olmak, var olmaya dayanmaktadır.
Dreamer bana, bir insanı ya da kurumu gözleyerek neye sahip olduğunu herkesin
kavrayabileceğini ama derinliğinin, fikirlerinin büyüklüğünün, değerlerinin ve ‘düş’ünün,
yani varlığının katmanlarının görünmez olduğunu görmeme yardımcı oldu.
Var oluşla sahip olmak arasındaki mükemmel dengeyi görmemizi engelleyen, araya yanıltıcı
bir sis perdesi gibi girmiş olan zamandır. Eğer mucizevî bir şekilde bir insan ömrünü ya da
bir uygarlığın yıllarını kapsayan zamanı sıkıştırabilseydik, var olmak ve sahip olmak
arasındaki mükemmel uyumu fark edebilecektik. Varlığın farklı katmanlarında aynı
gerçekliklerdir. Maddeleştirilmiş Var olma, sahip olmaktır ve arıtılmış sahip olma var
olmadır.
Sahip olmakla var olmanın benzerliğinin keşfi, ekonomik düşünceye de ciddi anlamda
damgasını vurmuştur. Sahip olmak ve böylece zenginliği üretmek, var olmaya boyun
eğiyorsa, var olmanın ana kavramları ve unsurları, insanlığın kendini keşfetmek ve
gözlemlemek için yaptığı çalışmalar, etik, inanç sistemleri, ahlaki değerler ve hepsinden öte,
önsezi ve ‘düş’le birlikte bilimsel araştırmaların içine katılmaya hak kazanmalıdır.
“Bir insanın görüşü genişledikçe, ekonomisi de zenginleşir. Bu olgu, bir kurum, bir ülke ya
da bir uygarlık için de geçerlidir.”
7 Üniversite ‘birliğe doğru’ anlamına gelir
Dreamer bana üniversite kelimesinin anlamının ‘birliğe doğru’ olduğunu söyledi. Bu
sözcüğün anlamı, ifade ettiği kurumlar hakkında, daha önce hiçbir kitapta ya da söyleşide
rastlamadığım paha biçilmez bilgilere ulaşmamı sağladı. “Amacı, anlamında gizlidir. İnsana,
varlığını tamamlamak üzere çıktığı yolculukta yol göstermektir.”
Dreamer’ın bakış açısından, geleceğin üniversiteleri laik bir yol izleyerek, yüzyıllar önce
sinagogların, manastırların ve dergâhların el attığı ama bitiremediği için sorumsuz, kendi
varlığından korkan insanlar yarattığı işi bitirmelidir.
Birçok üniversite ortadan kalkacaktır. Geride kalacak üniversiteler ise, uygarlığın karşı
karşıya olduğu zorlukları sezgi, irade ve ‘düş’ gibi duyularla çözebilecek kapasiteye sahip
yeni önderlerle, düşleyenler, laik keşişler ve yıkılmaz savaşçılar yetiştirmelidirler. Kendi
içinde kurnazlık ve masumiyet, mantık ve sezgi, finansal güç ve sevgiyi uyum içinde
yaşatabilecek dengeli insanları eğitme, binlerce yıllık bir projedir.
“Üniversite bireye, dünyayı yorumlama, kendini tanıma ve gelişimin yolunu göstermeye
yönelik temel fikirler sistemi sunmalıdır. Evrensel politikanın ve ekonominin sorumlusu olma
düşünü besleyip büyütebilecek ve gücünü ‘düş’ün ilkelerinden alacak aydınlık insanlar
yetiştirmelidir.”
Sadece kitaplara dayalı ve dışarıdan herkese eşit miktarda verilen bir eğitim özün
boğulmasına neden olur. Yanlış ve yanıltıcı bir yöntemdir. ‘Gerçek’ bilgi zaten her bireyde
mevcuttur. Bilmek aslında hatırlamaktır ve ‘dikey hafıza’ yapılan geri dönüş yolculuğudur.
Dreamer’a göre yeni eğitim, eski yöntemlerden bin ışık yılı uzaktadır. Yeni eğitimin görevi,
öğrencilere bilgi katmak değil, zaten var olan özgünlüklerini ve masumiyetlerini onlara
‘anımsatmaktır’.
“Hiçbir kuruma güvenme!” dedi Dreamer öğüt vererek ciddi bir ses tonuyla. “Hiçbir
şirketten, kurumdan veya sosyal yardım vakfından para alma ve ne türde olursa olsun
ayrıcalık göstermelerini isteme. Geleneksel üniversite sistemi sadece eskimiş değil aynı
zamanda bağımlı olduğu için kolay etki altında kalabilen bir sisteme sahiptir. Bu nedenle
sen, devrimci bir ruhla yepyeni bir yol açmalısın. Mevcut egemen güçler, yeni bir eğitim
sistemini devrimci bir faaliyet olarak göreceklerdir. Bu nedenle geleneğin egemenliğini kabul
etmemeli ve mevcut bir eğitim sisteminden yardım talep etmemelisin. Kuracağın üniversite
eğitim dünyasında öyle bir çığır açacak ki, eskimiş okullar ve kurumlar ebediyen yok
olacaklar. Ancak toptan bir değişime hazır olanlar bu devrimi kabullenip yaşayabilecektir.
Bütünlüğe dikkat et! Hiçbir şeyin ona zarar vermesine izin verme! Dokunulmaz ol! Başarı,
bütünlüğün doğal sonucudur.”
Bu noktada bana ‘yaygın’ üniversite olarak tanımladığı fikrini anlattı. Okulun başarısında ve
dünya çapında akademik ortamlarda önemli bir paya sahip olmasında rol oynayacak yapıdan
bahsetti. Gelecekte savaşlar, dev savaş gemileri kullanılarak değil, küçük ama hareket
kabiliyeti yüksek tekneler kullanılarak kazanılacaktı. Bu sayede, küçük çaplı üniversitelere
kabul edilen öğrencilere özel ilgi gösterilebilecek ve aynı zamanda hem büyük hem de küçük
bir kurum ideal koşullarda yaratılmış olacaktı. Kendisine ve ‘düş’üne inanan, bunu ancak bir
Varoluş okulunda gerçekleştirebileceğine inanan az sayıda öğrenci kabul edilecek ve bu
okullar dünyanın her bir tarafına, kampüsler şeklinde yayılacaktı.
Dreamer’ın ilkelerinden beslenen bu yeni ve sınırları olmayan üniversite, Aristoteles
mantığından uzak, sadece bir bölgede kökleşmeyen, sabit bir ders programı ya da milliyete
bağlı olmayan ama dünyanın her yerinde aynı felsefeyi benimsemiş bir kurum olacaktı.
8 Okulun Doğuşu
Tefekkür Evi’nde Dreamer’la buluşmamın ve bu görevi üstlenmemin üstünden bir yıl
geçmişti. O zamandan beri kendimi bu projeye adamıştım. Üniversite doğdu ve ilk temeli
Belgravia, Londra’da atıldı. İlk öğrencilerimiz kayıt oldular ve mutlu bir şekilde ilk akademik
yıllarını tamamladılar. Okul gelişimini sürdürürken şaşılacak bir şekilde büyüyordu. Gelişim
sürecinde sıradan bağlantılara ve sınırlamalara hiç kulak asmadık. Akademik formülü
geleceğin yapı taşlarını taşıyordu. Mükemmel bir şekilde İngiliz enternasyonalizmini,
Amerikan pragmatizmini, İtalyan kültürünü ve klasik uygarlığın binlerce yıllık güzellik
arayışını içinde barındırıyordu. İlk akademik yıldan beri uygulanan staj programıyla
öğrenciler, genç yaşlarında dünyanın en büyük şirketlerinde çalışma olanağı buluyorlardı.
Okulun hem İngiltere hem de İtalya’da açılan kampüsleriyle uluslararası bir platforma
oturması, Plutakhos’un eğitimin keşfi üstüne yazdığı kitapla karşılaştırılması mümkündür. Bu
kitabın Latince çevirisinde, Yunan eğitim modeliyle, ortaçağın dini okulları çarpıcı bir
şekilde karşılaştırılmıştır.
Kuruluşundan sonra bir Düş Üniversitesi olarak adlandırılan okul, Klasik Yunan Eğitim
Felsefesinin tek mirasçısıydı. Okulun felsefesi, sorumluluk almak ve Varoluşa doğru
ilerlemekti.
Fikirleriyle, eski ve yeniyi harmanlayan eğitim programıyla binlerce öğrenci, dünyanın dört
bir yanından akın etti. Dreamer’ın tanıtımda kullandığı sözler sanki sihirli bir flütten çıkan
melodilerdi.
Bir devrim düşledim.
Öyle bir okul düşledim ki,
‘Düş’ün var olan en somut şey olduğunu ‘anımsasın.’
Yeni bir liderler nesli düşledim.
Etikle ekonominin, eylemle düşünmenin,
Finansal güçle sevginin,
Alıştığımız zıtlıklarına uyum getirebilsinler.
Üniversitenin kuruluşuna ön ayak olduğumuz günden beri, insanlar, olaylar ve koşullar
şaşılacak bir biçimde bir araya geldi. Bir çocuğun doğuşunda var olması gereken tüm
unsurların mucizevî bir şekilde meydana gelmesi gibi, gerekli tüm kaynaklar dürüst yollardan
ve tam zamanında bize ulaşmıştı.
9‘Ruh halimiz yerimizdir’!
O öğleden sonra Seven Oaks’taki villadan çıkmış, bir zamanlar Dreamer ile buluştuğumuz
Hampstead’taki Spaniards Inn barına gitmek üzere Courtney Bulvarında yürüyordum.
Yürürken aynı zamanda kafamın içinde birikmiş birçok düşünceyle boğuşuyordum.
Dreamer’ın beni görevlendirmesinin üstünden bir yıl geçmişti ve ben şimdi onu görmeyi çok
arzuluyordum. Dreamer’ın felsefesinden doğan bir üniversite devrimi yakında Avrupa’ya
uzanacak, oradan ABD’ye uzanacak ve tüm dünyaya yayılacaktı. ‘Düş’, İtalya, Paris, Madrid,
New York ve hatta daha uzaklardaki Güney Amerika ve Asya yollarına düşmek üzereydi.
Düşleyerek uyguladığım bu girişimde, okulun tanıtımından, kayıt aşamalarına, öğretim
üyelerinin seçimine kadar her şeyle kendim ilgilenmiştim. Yeni tanıştığım ve paha biçilmez
değerdeki çalışma arkadaşlarım da sanki başka işleri yokmuş gibi bu proje için aniden
belirivermişlerdi.
‘Onu’ görmeyi çok istemiştim ve şimdi o an yaklaşırken, içimdeki karmaşık duygularla
boğuşuyordum. Projenin gelişim hızı sanki beni sınıyordu. Tüm sorumluluklarımın yanı sıra,
en önemli işimin ‘anımsamak’ olduğunu biliyordum. ‘Düş’ü, Dreamer’ı ve kendime olan
sözlerimi hatırlamak zorundaydım.
“Var oluş, başımıza gelen her şeyin gerçek yaratıcısıdır.”
Bunları bilmeme rağmen, Kuveyt’te başıma geldiği gibi, şüpheler, endişeler ve bu işin
altından kalkamama korkusu benliğimi sarıyor ve ‘düş’ten uzaklaşmama sebep oluyordu.
Bir seferinde bana “okul çoktan tamamlandı. Bunu asla unutma!” demişti. “Okulun
gerçekleşmesindeki son hedef, senin ve bünyesindeki herkesin yeni bir anlama düzeyine
erişmesini sağlamaktır.” Engellerin ve yapay problemlerin benim düşüncelerimin bir ürünü
olduğunu biliyordum. Buna rağmen korkularımdan kurtulamıyordum. Özellikle işin mali
yönü beni oldukça endişelendiriyordu. İlk yıl için başvuran öğrencilerin sayısı, bizi okulları
genişletmeye ya da taşımaya itiyordu. Bu yüzden de yeni sermayelere ihtiyaç duyuyorduk.
Ayrıca okulun uluslararası bir yapıya sahip olması çok fazla kaynak gerektiriyordu.
Dreamer’la buluşmak üzere Spaniards barına girdiğimde aklımdaki düşünceler bunlardan
ibaretti.
Mekâna girince, ilk buluşmamızda oturduğumuz üst kattaki masayı seçtim. Birkaç dakika
sonra, mekânın sahibi gelerek Dreamer’ın önceden geldiğini ve beni alt katta beklediğini
söyledi. Bara yakın sakin masalardan birinde oturuyordu. Bu buluşmamızda da hemen söze
girmişti. Onun yanındayken zaman sıkışıyor ve mesafeler daralıyordu. Şimdi Latin
Amerika’daki karşılaşmamızın üstünden bir yıl değil de, bir gün geçmiş gibi hissediyordum.
Fırsatını bulur bulmaz kendisine sormak istediğim soruyu sordum. Masa seçiminin beni
şaşırttığını ifade ettim. Yanıtını yüksek sesli bir kahkaha atarak verdi.
Hem gülüyordu hem de “ruh halimiz yerimizdir!” diyordu. “herkes varoluşta karşılık geldiği
konuma yerleştirilir. Tekrarlanan düşünce sistemine karşı çık. Rutinlerden ve
alışkanlıklardan kaç. Tekrarladığın tutumlarını tepkilerini düzelt. Her türlü tekrarı terk et.
Her yeni koşulda yeni bir seçeneğin olacaktır.” Sonra bana suç ortağı gibi bakıp, duvarda
dekor olarak asılı duran on sekizinci yüzyıldaki Kenwood isyanından kalma tüfekleri
göstererek, “Yapacakların önceden kestirilemez olsun! Asla sabit bir hedef tahtası olma.
Unutma, Antagonist her zaman pusudadır!”
10 Banka
Dreamer’a içimdeki sıkıntılara neden olan sorularımı yönelttiğimde, “elini altına koyduğun iş
gerek duyduğun kaynakları sağlayacaktır,” dedi. “Sorumluluk yatırımdır. Her şeyini gözden
çıkart ve sorumluluklarının ardında bir kırıntı bile bırakma. Fikirlerinin büyüklüğü, iç
sorumluluğun ve bütünlük düzeyin gerekli tüm finansal araçları üretmene olanak verecektir.”
Dreamer gerçek sınırların varoluşta olduğunu yineledi.
“Maddi dertlerini düşünme. Onlar sen düşündüğün için vardır. Sıkıntıyı, korkuyu ve endişeyi
terk et. Gözlemle ve anı erteleme. Her şey tamamlandı. Şu an tek engel sensin!
Sorumluluğunu ve sözlerini kendine yinele. Unutma, ekonomi varoluşun kurallarına itaat
eder. Köklerine ve kaynaklarına dön. O zaman istediğin kaynakların, istediğin zaman önüne
geldiğini göreceksin.
Tefekkür Evinde bana söylediği sözleri anımsadım. Büyük projelerin önündeki engellerin
mali kaynakların yokluğu değil ama bu projelere tüm gücüyle inanacak ve sorumluluğunu
alacak insanların olmamasıydı.
“Sen kral olursan, krallığın arkandan gelecektir!” dedi. Sonrasında söylediği sözleri kalbime
yazdım. “Sahip olmak için önce var olmak gerekir. Var olmak için sahip olmak değil.
Varoluş daima krallığın doğuşundan önce gelir. Bir kral ol, sonra krallık gelecektir.” Karşı
durmanın, başa çıkmanın olanaksız olduğu bir şeyle yüz yüze geldiğinde beni anımsa.
Sözlerimi ve ‘düş’lerini hatırla! Bankaya git ve ne istiyorsan al. Masanın diğer tarafında
olduğumu göreceksin.” Bunlar Dreamer’ın söylediği son sözlerdi. Royal Bankasının
merdivenlerinde bu sözler, basamakları benimle birlikte çıkıyorlardı. “Dışarıda karşılaştığın
engeller, içeride taşıdığın sınırlardır. Sende korku ve endişeyi yaratan bu olaylar değil,
içindeki korku ve endişelerdir.
Onun ilkelerinden güç alarak, benimle birlikte okul da gelişti. Ben değiştikçe, dış gerçeklikler
de değişti. İçinden çıkılmaz birçok durumun, Dreamer’ın elinde bir geminin düğümleri gibi
çözüldüğünü görmüştüm. Yine O yanımdayken, olanaksız dediğim birçok işin altından
kalkmıştım. Bana söylediği diğer bir söz ise, “görmek için inanmak ve görmeden inanmak
‘alt üst etmek’ demektir. Bireysel bir devrim, bugüne kadar inandığın her şeyi yıkacaktır.
İnan ki göresin. İnsanlar, inandıkları her şeyi gerçekleştirmişlerdir. Ama suyun üstünde bile
yürüsem seni inandırmam mümkün olmayacaktır. İnanma, içeride başlayan bir eylemdir,”
dedi.
Bankanın içindeki ofis sade döşenmişti. Bankacı ayağa kalkıp elini uzatarak bana selam
verdi. Diğer iki banka memuru da beni başlarıyla selamlayarak masalarından kalkmışlardı.
Proje hakkında kısa bir sunum yaptım ve sunumum sırasında sözlerimin ne kadar güçlü bir
ifadeyle aktarıldığına ben bile şaşırmıştım. Hem onları hem kendimi dinledim. Aynı anda
hem aktör hem de seyirciydim. Projenin büyüklüğünün havayı doldurduğunu ve aramızdaki
buz denizini erittiğini hissettim. Bu adamlar gözlerimin önünde değişiyorlardı. Başlarda
önyargılıydılar ama gitgide projeye olan ilgileri artıyordu. Ofislerinden az ötede yeni bir
üniversite kurulacaktı. Projenin gücü, sürekli gelişimi onları etkilemişti. Son bilançomuzu,
öğrenci sayılarını ve ileriki yıllarda kayıt olabilecek öğrenci sayılarını anlatan grafikleri
yanımda getirmiştim. Fakat artık sayılarla ilgilenmiyorlardı. Dreamer’ın belirttiği miktarı
onlara ileterek toplantıyı bitirdim. Bu miktar, onları yerlerinden fırlatmaya yetecek kadar
şaşırtıcıydı ama onlar makul bulmuşlardı. Aslında onlar çoktan evet demişlerdi. Ayrılmak
için müsaade istediğimde içimi büyük bir coşku kaplamıştı. Banka memurunun gözlerinde
Dreamer’ın bakışlarını görmüştüm. Böylesine heyecan veren bir projeye katkıda
bulunmaktan gurur duyan kişi Dreamer olmuştu. Bana gülümseyen, elimi sıkan ve kapıya
kadar eşlik eden de O’ydu.
Bir daha asla unutmayacağıma dair ant içtim.
“Düşle, düşle, düşle... Düş kurmayı asla bırakma. Gerçeklik ardından gelecektir...”
Tanrılar Okulu
Özgün Adi
La Scuola degli Dei ©
Yayın Hakları
European School of Economics ©
8/9 Grosvenor Place
London SW1X7SH - UK
www.eselondon.ac.uk
All rights reserved. No part of this publication may be reproduced or transmitted, stored or introduced into a
retrieval system or transmitted in any form or by any means without the prior written permission of the
publishers nor may be circulated in any form of binding or cover other than the one in which it is published
and without a similar condition including this condition being imposed on the subsequent purchaser.
Çeviri ve Düzelti: Ayda Akkoç
Cover:
All’Ombra delle Cattedrali: Wainer Vaccari ©
Tanrılar
Okulu
“Aşkın ve maddi gücün tek ve benzer olduğunu söylüyorsun.
Bu benzerliğin saçma ve mantığa aykırı bir önerme olduğunu
düşünmüyor musun?
İçinde onca suçu barındıran maddiyata dayalı bir dünyayı, aşk gibi saf bir
dünyayla nasıl kıyaslayabilirsin?”
“Dreamer: Para da aşk gibi iç dünyamıza aittir. Para var olmanın bir halidir.
Parasal bolluk, aşk dediğimiz sorumluluk ve yaratıcılık duygularıyla zaman
içerisinde elde edebileceğin bir durumdur.
Aynı şekilde, Varlığının içindeki kusurlar seni güçsüzleştirir ve fakirleştirir.
Kurduğun Düşte meydana gelecek çatlaklar maddi gücünü de azaltacaktır.
Unutma! Aşk, ölümün yokluğudur. İçinde ölüm olmayan bir bireyin gücü her
şeye yetecektir.”

Benzer belgeler