HF150 - Hayatım Futbol

Transkript

HF150 - Hayatım Futbol
3
1EKİ
M2
01
4-SAYI
1
5
0
B
A
R
C
E
L
O
N
A
ʼ
N
I
N
G
E
L
E
C
E
K
T
E
K
İ
H
O
C
A
S
I
R
O
B
E
R
T
O
MA
R
T
I
N
E
Z
L
i
v
e
r
p
o
o
l
ʼ
a
n
e
l
e
r
o
l
u
y
o
r
D
o
n
o
v
a
n
ʼ
ı
n
v
e
d
a
s
ı
D
e
r
b
i
d
e
i
s
p
a
t
z
a
ma
n
ı
Yayın Koordinatörü
Roberto Martinez
İlker Yılmaz
146. sayımızda ‘Geleceğin teknik direktörleri’ başlığı altında potansiyelli
15 teknik adamı kaleme almıştık. Bu isimlerden bazılarını Avrupa’nın
üst düzey takımlarında göremeyeceğiz. Ama onlar en kötü ihtimalle
kalburüstü takımlarda boy gösterecekler. Seriyi genişletip gelecekte
dünya futboluna teknikleriyle yön verecek isimleri daha detaylı işlemek
istedik. İlk olarak Roberto Martinez’e merceğimizi yakınlaştırıyoruz.
İngiliz futbolunun içinde yoğrulmuş 41 yaşındaki Katalan teknik adamı
bu güne kadar yaptıklarıyla ve vaat ettikleriyle bize göre Barcelona’nın
gelecekteki teknik direktörü.
Yazarlar
Aslıhan Karlıdağ
Emre Çelik
Emre Gürkaynak
Güner Çalış
Rafet Baran Eryılmaz
Sercan Ergün
Hayatım Futbol’un 150. sayısında ayrıca; Liverpool’un kötü gidişini ve
son haftaların tartışılan ismi Balotelli’yi, kariyerini sonlandıran London
Donovan’ı, üniversite takımıyla yetinmeyip amatöre kadar uzanan 1863
Boğaziçi’yi, kadın futboluyla Varol Döken’e meydan okuyan Aslıhan
Karlıdağ’ın ‘Öz Maç Bahane’sini ve Beşiktaş ile Fenerbahçe arasında
oynanacak olan derbinin ön izlemesini bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#150 BU SAYIDA
Geleceğin Teknik Direktörleri #1
İngiltere’de parlayan Roberto Martinez, bizce Barcelona yolunda
Olmuyor, Olamıyor
Şahane geçen geçen sezonun ardından Liverpool bu sene
beklentilerin uzağında
Hata Onun, Suç Onun, Günah Onun
Mario Balotelli belki de üst düzeyde kalmak için son şansını zorluyor
Futbol Aşkı Sınır Tanımaz
Halı sahanın kesmediği Boğaziçi Üniversiteliler amatör lige
girerek mücadelelerini sürdürüyor
Altın Çocuğun Vedası
ABD’nin gördüğü en iyi futbolcu London Donovan futbolculuğa
veda ediyor
Derbide İspat Zamanı
Hem Beşiktaş hem Fenerbahçe kendilerini ispat etmek için derbide
Öz Maç Bahane
Kadınlar 1. Ligi başladı. Ateşehir Belediyespor – Karşıyaka BESEM
mücadelesinden izlenimler burada
Emre Çelik
Türkiye HF150
iSPAT ZAMANI
Spor Toto Süper Lig’in sekizinci haftasında ligin
lideri Beşiktaş ile Fenerbahçe, Atatürk Olimpiyat
Stadyumu’nda karşı karşıya gelecek. Özellikle iki
takımın oynadığı futbol -zirvede görülen Beşiktaş
ve yetersiz bulunan Fenerbahçe; ligde bulundukları
konum- en iyi olarak görülmesine rağmen
kopamayan Beşiktaş ve tökezlemesine rağmen
zirveden sadece 1 puan geride olan Fenerbahçe;
ve hocalarının durumu göz önüne alındığında
derbi, sadece ismiyle değil iki takım adına sezonun
gidişatını belirleyecek olmasından dolayı da en
önemli maç olarak öne çıkıyor.
Sezon başından bu yana Fenerbahçe’nin en
büyük sorunu olarak temposuzluğun öne çıktığını
belirtmek yanlış olmaz. Topa sahip olmakta bir
sorun yaşamayan Fenerbahçe buna rağmen
eleştirilerin dozunu artıracak seviyede gereksiz
bir sabırla oynuyor! Topa sahip olarak rakibi
hataya zorlayan görüntüdeki Fenerbahçe’de
yine de topun dolaşım hızının yetersizliğinden
kaynaklanan bir tempo problemi olduğu gerçek.
Hatta Fenerbahçe’nin MatchStudy istatistiklerine
göre ilk yedi haftada rakip ceza alanı içinde en
fazla topla oynayan takım ve rakip ceza sahasına
en fazla top gönderen takım olması da bunu
açıkça gösteriyor lâkin o pasların öldürücü
olmaması da doğal olarak İsmail Kartal’a başta
Diego’yu oynatmaması olmak üzere eleştiri olarak
dönüyor. Hakeza Emre’nin istikrarsızlığı ve Alper’in
de bir oynayıp bir oynamaması Fenerbahçe’nin
rakip kaleye bu denli yaklaşmasına rağmen
verimsiz olmasında en büyük etkenler. Kartal,
ilk 11 seçimini ne yönde yapar bilinmez ama bu
noktada Beşiktaş’ın ‘fren yapmayı bilmeyen’
oyun yapısı da Fenerbahçe’nin işine gelen bir
faktör olarak öne çıkıyor. Tottenham, Sivas ve
Kayseri Erciyes maçlarında da görüldüğü üzere
Beşiktaş rakip kaleyi düşündüğü zaman ligin en
iyi ve keyif veren takımı ama ne zaman skoru
korumaya yeltenseler rakip takımın kalitesinden
bağımsız olarak kalelerinde golü görüyorlar. Bu
da gösteriyor ki Fenerbahçe’nin sıkıcı oyunu, topa
sahip olup Beşiktaş’ı geriye ittiğinde Fenerbahçe
adına önemli bir avantaja dönüşebilir. Bir başka
ifadeyle maçın en belirleyici noktalarından birisi
de hangi takımın topa sahip olmak için çıkacağı.
Beşiktaş’ın taktiksel açıdan Fenerbahçe’ye göre
sahip olduğu opsiyonlar açısından daha kısıtlı bir
takım olduğunu da göze alırsak Kara Kartal adına
galibiyet için topa sahip olmanın elzem olduğunu
söylemek yanlış olmaz.
Taktiksel açıdan sahip olunan opsiyonlar
konusunda Fenerbahçe’yi avantajlı kılan bir diğer
silah da takımın başta Emenike olmak üzere
kontra atağa yatkın bir forvet hattı havuzuna
sahip olmasını ve takımın savunmaya oturmayı
bilmesini. Her ne kadar Galatasaray maçı
kaybedilmiş -sarı-kırmızılıların tatmin edicilikten
uzak genel performansına rağmen- olsa da
Fenerbahçe 10 kişi oynarken bile rakibe %100’lük
bir pozisyon vermedi. Yani Kartal’ın elinde B
Planı yaratmaya makul bir takım yapısı var ve
Fenerbahçe öne geçmesi durumunda bir kademe
daha tehlikeli bir takıma dönüşebilir. Lâkin
Arsenal karşısında bile topa hükmederek oynayan
Demba Ba
Emmanuel Emenike
Slaven Bilic’in Beşiktaş’ı için elde Demba Ba gibi
kuvvetli, Olcay-Sosa-Frei gibi hızlı oyuncular
olmasına rağmen ‘kontra-atak’ bir opsiyon
olarak görülmüyor. Bunun en önemli sebebi de
hiç şüphesiz takımın skoru korumayı bilmemesi
ki Beşiktaş maç içinde öne geçse bile skoru
korumaya çalışması değil farkı artırmanın yollarını
araması çok daha doğru hareket olacaktır.
Karşılaşma adına bir diğer önemli nokta da
duran toplar. Beşiktaş için savunma yapmamayı
bilmemesinin yanı sıra en büyük handikap olarak
duran top savunmasındaki zafiyet göze çarpıyor.
Fenerbahçe ise duran top hücum/savunmasında
rakibine göre bir adım önde. Dahası akan oyunda
da Beşiktaş’ın sağ bek sorunu ile sol bekte
Motta’ın defansif özelliklerinin vasatlığından
dolayı özellikle arka direk ortalarında rakibe
kıyasla bir handikaba sahip olduğu gerçek.
Hele ki Caner ve Gökhan Gönül’ün varlığı da
düşünülünce… Fakat atlanmaması gereken
diğer bir konu da savunmada Fenerbahçe’de sol
taraftaki tüm defansif yükün Caner’in omuzlarına
binecek olması. Burada Töre’nin cezalı olması da
düşünülünce Bilic’in vereceği ‘tek maçta parlayan
ama büyük maçta ne yapacağı kestirilemeyen Frei
mı yoksa Atletico Madrid’de de birçok kez sağ açık
oynayan Sosa mı?’ yanıtı maçın sonucu için son
derece belirleyici bir faktör olacak.
Bireysel performanslar açısından ise
Fenerbahçe’de en belirleyici isimin İsmail Kartal,
Beşiktaş’ta ise Slaven Bilic ve Oğuzhan Özyakup
olacaktır. Kartal’ın ise eleştirilere boyun eğerek
Diego’yu 11’e yerleştirip yerleştirmeyeceği son
derece önemli. Diego her ne kadar büyük yetenek
olsa da unutmamak lazım ki savunmaya katkısı
yok denecek kadar az (Seviye farkı olsa da bu
faktörden dolayı geçen sezon devre arasında
transfer olduğu Atletico Madrid’de Diego plan
oyuncusu değil hamle oyuncusu olarak kullanıldı
ve ne zaman plan oyuncusu yapılsa Atletico
kazanamadı). Beşiktaş’ın hücum gücü ve
hareketliliği karşısında Diego önemli bir handikaba
dönüşebilir. Kısacası Fenerbahçe açısından ‘denge
ve sabır’ kilit faktör. Beşiktaş’ta ise Bilic’in sağ
bek tercihi, yapacağı oyun planı -doğru olan ‘öne
Olcay Şahan
Diego
geçseniz bile durmayın’ olmalı- hem uzun vadede
kendi kaderini hem de Beşiktaş’ın kaderini
belirler. Oğuzhan için ise hücum performansı
değil savunmaya vermesi gereken katkıyı
verip vermeyeceği ve Bilic’in sık sık ondan
görmek istediği ‘liderlik’ özelliğini sergileyip
sergileyemeyeceği Beşiktaş’ın kaderini çizecek.
Son olarak unutmamak gerekir ki Beşiktaş,
Erciyes yenilgisine rağmen ligin en etkili hücum
eden takımı. Her ne kadar ‘şampiyonluk’
mantalitesine sahip olmasalar da en iyi bildikleri
işi yapmaya çıkmaları, durumun istenmeyen
şekilde gitmesi rağmen ısrarla rakibi yarı
sahasına yıkarak kaleyi düşünmeleri durumunda
ibrenin ne olursa olsun Beşiktaş’tan yana
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunu
yaparken de özellikle rakip sahaya geçildiği
noktada bireysel hata yapılmaması (Fenerbahçe
rakip sahada en fazla top karşılayan ve çalan
takımlar sıralamalarında ilk ikide) son derece
önemli. Ve dahası geçen sezonki 2-2’lik maçın
aksine sahada yaşanan olaylara reaksiyon olarak
kazanma düşüncesini korumaları da. Zaten bunu
yapmayı başarırlarsa Beşiktaş için üzerindeki
‘kırılgan takım’ etiketinden kurtulup şampiyonluk
için gerçekten aday konuma yükselebileceğini
söylemek mümkün. Aksi ise eleştirilen
Fenerbahçe’yi hem zirveye taşıyabilir hem de
–daha da önemlisi– ‘bizim ölümüz ligin en iyi
top oynayanına yeter’ düşüncesini kanıtlayarak
Fenerbahçe’ye zihinsel açıdan şampiyonluk
yarışında son derece önemli bir avantaj sağlar.
Dahası Beşiktaş geçen sezon Galatasaray
maçının ardından olduğu gibi ciddi anlamda bir
sallantıya girebilir.
Slaven Bilić
İsmail Kartal
Güner Çalış
Geleceğin Teknik Direktörleri HF150
GELECEĞİN TEKNİK
DİREKTÖRLERİ #1
‘Geleceğin teknik direktörleri’ adı altında bir
seriye başlamaya karar verirken aklımızdan
neler geçiyordu? Belli bir yaşın, belirlediğimiz
parametreye göre 45 yaşın altında, ve henüz
futbol sahnesinin en büyüklerinde kendini tam
anlamıyla ispatlama fırsatı bulamamış; fakat ileriki
yıllarda adını çokça işiteceğimizi düşündüğümüz
teknik direktörleri belirlemeye çalışacaktık. Yine
de bu listeyi oluştururken en büyük motivasyon
kaynağımız, aslında başka bir noktaya dikkat
çekmekti.
1996’da Arsenal’e Japonya’nın Nagoya Grampus
takımından gelen ve “Arsene who?” (Arsene kim?)
manşetleriyle karşılanan Arsene Wenger’in, Ada
futbol kültürü üzerinde ne denli büyük bir etki
yarattığı üzerine sayısız tartışma yapılmıştır. 6 dil
konuşabilen, oyuncuların beslenme alışkanlıklarını
yeniden belirleyen ve ekonomi üzerine master
yapmış bir menajer Premier League için bir ilkti.
Galip gelinen maçların ardından takım olarak
topluca ‘dağıtmanın’ profesyonel futbolcular
için kabul edilebilir bir davranış olmadığının
benimsenmesinde ve Ada futbolunda içki
kültürünün değişmesinde Wenger’in çok önemli bir
rolü olacaktı. Kuşkusuz daha sonra Gerard Houllier,
Jose Mourinho gibi değerli yabancı menajerler de
Wenger’in açtığı kapıdan Adaya ayak basmıştı.
20. yüzyılın sonunda, Arsene Wenger daha önce
gördüğümüz herkesten farklı duruyor ve futbolda
yeni bir döneme işaret ediyordu.
Listedeki pek çok isimde, ve daha şimdiden çok
başarılı olmaları gerekçesiyle bu listeye dahil
edilemeyen Luis Enrique, Andre Villas-Boas
gibilerinde, Wenger için sözü edilen bu özelliklerin
var olduğunu göreceksiniz. Kazandıkları
başarılar bir yana, teknik direktöre bakış
açımızı değiştirebilecek niteliklere sahipler ve
‘geleceğin’ teknik direktörleri olarak anılmayı bu
yüzden hak ediyorlar. 2010’da Burnley’e yaptığı
iş teklifinde kullandığı Powerpoint sunumu
kulübün yöneticilerince fazla ‘teknik’ bulunan
ve işi bu sebeple alamayan 34 yaşındaki Andre
Villas-Boas size de garip gelmiyor mu? Peki
ya Luis Enrique’nin Barcelona antrenmanlarını
bir kule üzerinden, adeta Football Manager
kamerasından izler gibi ‘tepeden’ takip etmesi ne
demeli?
Bu seride ilk yazılacak isim Roberto Martinez
olacak. 1995’den bu yana Britanya’da yaşayan ve
‘artık İngilizce düşünebilmek’ için Manchester’da
ikinci üniversitesini bitiren Katalan, futbolculuğu
sırasında eş zamanlı olarak her hafta sonu
televizyonda İspanya futbolu yorumculuğu
yapıyordu. Son iki Dünya Kupası’nda Amerikan
ESPN kanalı adına çalışan Martinez, yaptığı
analizlerle Amerikalılara futbolu sevdirme
konusunda en az Tim Howard kadar etkili bir isim
olarak anılıyor. Gelin Roberto Martinez’i daha
yakından tanıyalım.
iSPANYOL UYRUKLU iNGiLiZ
ROBERTO
MARTINEZ
“Roberto’nun çok başarılı bir menajer olması beni şaşırtmıyor, çünkü o fazlasıyla titiz ve zeki biri.
Aynı futbolculuğundaki gibi. Futbolcuyken hiçbir zaman sebepsiz yere koşmaz, sahada yaptığı
her harekette bir anlam arardı. Oyuncularına da aynı profesyonel ve mükemmeliyetçi bakış açısını
kazandırmak istiyor. Hiçbir zaman alkol ve sigara kullanmayan biri olarak, takımındakilerin de
aynı özeni göstermesini bekliyor. Pozitif, yardımsever, arkadaşlarına destek olmaya her zaman
hazır biri oldu. Onu tanıdığım için çok şanslıyım ve öyle söyleyebilirim ki, Roberto ailem dışında
tanıdığım en önemli insan ve benim en büyük ilham kaynağım.” Jordi Cruyff
Roberto Martinez’in 2008 yılında yayınlanan
otobiyografisinin önsözünü yazan Jordi Cruyff,
en yakın dostunu bu şekilde tanımlıyor. Roberto
Martinez, Jordi’nin düğününde sağdıç ve daha
sonra da Jordi’nin oğlunun vaftiz babası olmuş.
20’li yaşlarının hemen başında İspanya’dan
koparak Ada’nın yolunu tutan bu iki genç, o
vakitler pek de kozmopolit yerler olmayan
İngiltere’nin kuzey vilayetlerinde tanışmış. Jordi,
Manchester’a uyum sağlayamayarak 4 sene sonra
İspanya’ya geri dönmüş. Martinez ise o günden bu
yana hâlâ İngiltere’de, tam 19 senedir.
İngiltere Milli Takımı’ndan ‘biz’ diye bahseden 41
yaşındaki Roberto Martinez, hayatının yarısını
İngiltere’de geçirmiş biri olarak, kendini yarı yarıya
İspanyol ve yarı yarıya İngiliz olarak tanımlıyor.
Martinez, futbolu öğrendiği İspanya’nın ve
kariyerinin hemen hemen tamamını geçirdiği
İngiltere’nin farklı futbol kültürlerini bir araya
getirdiği, kendine özgü bir futbol anlayışı ortaya
çıkarmış. ‘Bobby’, İngiliz futboluna dışarıdan
bakabilen bir yabancı değil; bilakis, artık içlerinden
biri. Fakat diğer yandan, dışarıdan birinin
perspektifiyle bakabilme ayrıcalığına sahip. Bu,
gerçekten eşsiz bir konum.
Roberto Martinez’i anlamaya çalışırken, İspanyol
kökenlerinden gelen ön yargıya kapılıp da onu
sadece topa sahip olma oyunun idealist bir
temsilcisi olarak görmek, büyük bir yanılgı olacak.
Geçtiğimiz ay FourFourTwo’ya verdiği röportajda,
“Bir futbol kulübünü sanki sonsuza dek orada
kalacakmışçasına yönetmelisiniz” diyordu. Onu en
iyi anlatan cümle bu olsa gerek. Roberto Martinez,
bir yandan saha içinde olan bitene dair çok iyi
analizler ve çözümler sunabilen bir antrenörken,
diğer yandan futbolu tüm boyutlarıyla anlamaya
çalışan çok yönlü bir futbol adamı.
1995 yılında Wigan Athletic’e transfer olan üç
İspanyol oyuncudan yalnızca Roberto Martinez’in
kalıcı olması bir rastlantı değil. Sert ve direkt
oynanan İngiliz futboluna adapte olamayan diğer
oyuncuların aksine, Martinez alışık olmadığı
bu kültüre uyum sağlamanın yollarını aramış.
“Topa sahip olma oyunu eğitimi almış birinin
perspektifinden bakarak, İngiliz futbolunda
neyin işe yarayabileceğini bulmam gerekiyordu”
diyor Katalan. Alt liglerde tüm İngiliz takımları
4-4-2 oynarken, onları düşük bütçeli Swansea ile
alt edebilmeleri, ancak 4-3-3, 4-2-3-1 gibi farklı
dizilimler üzerinden çözümler arayarak mümkün
olmuş. Martinez, İngiliz futbol piramidinin
gerçekliği içinde, bir İspanyol’a özgü çözümler
yaratarak her gittiği kulüpte iz bırakmayı
başarmış.
Roberto Martinez, hayatında izlediği en iyi futbol
takımı olarak 1993 yılının Barcelona’sını anıyor.
Yani en yakın dostu Jordi Cruyff’un babası Johan
Cruyff’un çalıştırdığı ünlü Barcelona takımını.
“Barcelona öyle bir takımdı ki, herkes onların ne
yapacağını bilmesine rağmen yine de kimse onları
alt edemezdi” diyor Martinez. Johan Cruyff, tüm
Barcelona kulübünün ‘felsefe’sini baştan aşağı
değiştirirken, o sıralar Real Zaragoza alt yapısında
oynayan 20 yaşındaki Roberto’yu da derinden
etkilemiş.
The Independent gazetesinin 2009 yılında
“Roberto Martinez: Yeni Arsene Wenger mi?”
başlığıyla sunduğu röportajda, Martinez için bir
futbol ‘felsefe’sine sahip olmanın ne anlama
geldiğinin anlatıldığı değerli bir bölüm yer alır.
“İnançlarıma kuvvetle bağlıyım, sonuç kesinlikle
belli bir oynama biçimiyle gelmeli” diye başlar.
“Önemli olan, performansınızın yüksek olması ve
futbol kulübünü ne şekilde geliştirdiğinizdir. 10
maçlık bir periyotta, istikrarlı olarak kazanmaya
devam etmek için kısa vadeli çözümler yaratmak
Roberto Martinez,
elinde 1982
Dünya Kupası
topu ‘Tango’ ile.
zorundasınız. Ama bir maç için baktığınızda,
oynama biçiminiz de en az maçın sonucu kadar
önemlidir” der Martinez.
Roberto Martinez’in, gelecekte Barcelona’yı
çalıştırmasına kesin gözüyle bakılan teknik
direktörlerden biri olarak anıldığına tanık
olabilirsiniz. Fakat yazının bu kısmına kadar
hâlâ dersinizi almadıysanız, bir kez daha tekrar
edelim: Roberto Martinez, ilk aklınıza gelen,
sanki kesin gibi gözüken kalıplara çoğu zaman
uydurulamıyor. Hayatında gördüğü en iyi
takımın Barcelona olduğunu söyleyen Katalan
Martinez, bir Barcelona taraftarı değil. Aslında
küçüklüğünde en gıpta ettiği oyuncu da bir
Real Madrid efsanesi olan Emilio Butragueno.
Küçük Roberto, Barcelona taraftarı olan
tüm arkadaşlarının aksine, babasının takımı
Balaguer’i tutuyordu. Aynı adı taşıyan babası
Roberto Martinez Sr, onun hayattaki en büyük
ilham kaynağı olmuştu.
İlk yarı
Roberto Martinez, “Futbolla yaşayan ve futbolla
nefes alan bir ailenin içine doğdum”, diye anlatıyor.
İşine bağlı, çok iyi bir profesyonel olan babasının
tüm hayatı, futbol kariyerine göre şekillenmiş.
43 yaşına kadar çeşitli kulüplerde futbol
oynayan baba Martinez, sıkı bir egzersiz ve diyet
programına bağlı olarak yaşamış. Martinez, pazar
günleri babasını izlemeye gittiği futbol maçlarını
çocukluğuna dair ilk hatıralar olarak tanımlıyor.
Babasının hiçbir oyunu, hatta kart oyunlarını
bile kaybetmek istemeyen rekabetçi yapısının
kendisi için çok iyi bir öğrenme süreci olduğunu
söylüyor Martinez. Babasını, kaybetmekten nefret
eden ama kazanan rakibine saygı göstermeyi
unutmayan pozitif bir insan olarak tanımlıyor.
İçki ve sigara kullanmayan, 34 yaşında teknik
direktörlük teklifi aldığı vakit, babası gibi 40’larına
kadar futbol oynamak istediği için büyük bir
ikilimde kalan biri Roberto Martinez. Pozitif
karakterinin oluşması ve profesyonel kariyerinin
şekillenmesinde, büyüdüğü sıcak aile ortamının
etkisi çok büyük.
Martinez, babasının işi nedeniyle sürekli şehir
değiştirmek zorunda kalan annesi Amor’u
sevgiyle anarken, annesi ve Motherwell’de
futbol oynadığı sırada tanıştığı İskoç eşi
Beth arasındaki benzerliklerden bahsediyor.
Martinez, üzerine kalemle çizimler yapabildiği
60 inçlik televizyonunda, kaybettikleri maçların
görüntülerini tekrar tekrar izliyor. “Bir çözüm
bulana kadar kendime gelemiyorum. Düşünmek
ve çözümler oluşturabilmek için zamana ve
alana ihtiyacım var” diyor Martinez. Ev ile işi
bu denli birbirine karıştırmasına karşın, eşi
Beth’in onu anlayışla karşılamasından dolayı çok
mutlu olduğunu söylüyor. Şehrin tüm erkekleri
haftasonunda eşlerini dansa götürürken, maçları
sebebiyle Amor’a bu zamanı ayıramayan Roberto
Sr’un hissettiği gibi. Mutlu bir evlilik yapan
Roberto Jr.’un evi ve tüm hayatı, aynı babası gibi
futbol kariyerine göre şekilleniyor.
9 yaşındaki Roberto, cumartesi günlerinde okul
takımı için beş kişilik maçlarda ve ertesi günde,
Barcelona genç
takımından Jordi
Cruyff ve Zaragoza
genç takımından
Martinez ile aynı
karede. Henüz
birbirlerini o kadar
da iyi tanımıyorlar!
Küçük Roberto,
aynı adı taşıyan
babası ile birlikte
babasının teknik direktörlük yaptığı Balaguer’in
genç takımında 11’e 11 maçlarda oynuyordu.
Roberto, teknik direktör olan babasıyla futbol
tartışmaya da bu yaşlarda başlamış. İspanya’da
aldığı eğitimi hatırlayan Martinez, İngiliz
futbolunun alt yaş kategorilerinde yaptığı hatalara
değiniyor. Çok küçük bir alanda dörder kişiyle
oynadıkları ‘futbol sala’, tekniğini geliştirmesi ve
futbolu serbestçe, kendi deneyimleriyle tanıması
açısından çok önemli olmuş. Martinez, İngiltere’de
11’e 11 futbola çok küçük yaşta başlandığını
söylüyor.
16 yaşına geldiğinde, Balaguer’e iki saat
uzaklıktaki Zaragoza şehrinin takımı Real
Zaragoza’ya transfer olan Martinez, böylece
İspanya’nın büyük kulüplerinden birine sıçrama
yapmayı başarmış. Genç takımlarda geçen beş
senenin ardından, ligde yalnızca 1 kez oynayarak
21 yaşında Balaguer’e geri dönmüş. Martinez,
İkinci yarı
1995 yılında Wigan Athletic’i satın alan iş
adamı Dave Whelan, 20’li yaşlarının başındaki
üç İspanyol genci Wigan gibi bir yere getirmek
için neler yapması gerektiğini çok iyi biliyordu.
“Sakatlık tazminatı olarak aldığı parayla açtığı
ilk spor dükkanından, tüm Avrupa’da bilinen bir
spor mağazası ağı oluşturmuş. Elini değdirdiğini
altına çeviren biri gibi gözüküyordu” diyor
Martinez. Whelan, eski bir futbolcuydu. 1960
FA Cup finalinde ayağını kırması sebebiyle bir
miktar tazminat almış, futbola daha fazla devam
edemediği için bu parayla iş hayatına atılmıştı. ‘Üç
Amigo’ olarak anılacak Martinez ve arkadaşlarına,
beş sene içinde Premier League çıkmayı vaat etti.
10 senede oldu, ama bunu sahiden başardılar.
“1995’in Temmuz ayında Wigan’a geldik. Bizimle
ilgilenen herkes çok olumluydu, kendimizi özel
hissettiriyorlardı. Hatta Blackpool’a bir gezi
dahi düzenledik ve şans o ki, gezimiz güneşli
bir güne denk getirilmişti! O kadar mutluyduk
ki, ailelerimizi arayıp İngiltere’nin İspanya’dan
o kadar farklı olmadığını dahi söyledik!” diye
şöhreti yakaladığını sanıp kendini kaybeden
diğer genç sporcular gibi olmayacağı hususunda
ailesine bir söz verdiğini söylüyor. Bu esnada,
annesinin dileğini de gerçekleştirerek Zaragoza
Üniversitesi’nde Fizyoterapi bölümünü bitirmiş.
Martinez, futbol kariyerinin beklenmedik bir
şekilde sona erme ihtimaline karşı, başka bir
alanda da eğitim alması gerektiğini düşünüyordu.
Balaguer’de bir sene daha oynadıktan sonra, Dave
Whelan’ın peşine takılıp 22 yaşındayken İngiltere
dördüncü kademe takımlarından Wigan Athletic’e
transfer oldu. İspanyol oyuncuların İngiltere’ye
transferi, hele ki İngiltere alt liglerine transferi,
o tarihlerde görülmemiş bir şeydi. İngiltere’nin
kuzeybatısında, kış vakti dükkanlar akşam beşte
tamamen kapanmış oluyordu. Sabah antrenmanı
sonrası ‘siesta’sını ihmal etmeyen Roberto,
kuşkusuz bu denli büyük bir kültür farkıyla
karşılaşacağının farkında değildi.
anlatıyor Martinez. İşin aslının böyle olmadığı
anlaşılınca, onla beraber transfer edilen diğer iki
İspanyol oyuncudan Jesus Seba bir, Isidro Diaz
da iki senenin sonunda ülkelerine geri döndüler.
Martinez ise ilk sezonunda taraftarlar tarafından
yılın oyuncusu seçilmişti.
6 sene Wigan Athletic’te ve 3 sene Swansea
City’de olmak üzere 12 sene boyunca İngiltere’nin
alt liglerinde oynayan Roberto Martinez, bu
esnada İngiliz futbol piramidini çok iyi bir şekilde
gözlemleme imkanı buldu. Diğer yandan, İngiltere
futbol kültürüne bu denli iyi adapte olabilen
bu iyi eğitimli ve kibar İspanyol, İngilizlerin de
dikkatinden kaçmıyordu. Walsall ve Chester
City’de oynarken Sky Sports’un Pazar öğleden
sonra programı ‘İspanya Futbolu’nda yorumcu
olarak yer almaya başladı. Oynadığı tüm
kulüplerde iz bırakmıştı. Swansea City, henüz
33 yaşında bir futbolcu olarak kariyerine devam
ettiği sırada, onu menajer olarak takımın başına
getirmek isteyecekti.
Martinez bir keresinde, sanki Swansea City’de
başardıklarını özetlercesine, “Sizi takip edecekler
için iyi temeller oluşturmalısınız” demişti. Onun
gelişiyle yepyeni bir ‘felsefe’ edinen Galler kulübü,
Martinez’i takiben Paulo Sousa, Brendan Rodgers,
Michael Laudrup gibi topa sahip olma oyununu
tercih eden menajerlerle çalışarak çok başarılı
sezonları geride bıraktı. Dave Whelan’ın hatalı
tercihleri sonucu, Wigan her ne kadar Martinez’in
ayrılığı sonrası aynı istikrarı sürdüremese de,
Martinez yine de kendisinden sonra geleceklere
mükemmel bir miras bırakmayı başardı. Whelan’ın
en büyük uktesini gerçekleştirdi, FA Cup’ı
kazandılar.
Geçtiğimiz sezon Everton’ın başına geçen
Martinez, başkan Bill Kenwright’a Şampiyonlar
Ligi’ne katılma sözü verdiğini söylüyordu.
Wigan’ın başına geçtiğinde, Avrupa Kupalarına
katılacaklarını söylediği gibi. Roberto Martinez’in
sözleri ilk dinleyişte kulağa inandırıcı gelmese
de, oyuncularına aşıladığı güven ve tüm takım
üzerinde yarattığı pozitif hava, sanki her şeyi
mümkün olabilir kılıyor.
Martinez, Everton’la ilk sezonunda 72 puan
toplayarak kulübün Premier League puan rekorunu
kırdı. Sezon sonunda, haklı olarak, bıraktığı sağlam
temeller için David Moyes’a teşekkür ediyordu.
Kulüpteki oyuncuların hemen hemen tamamıysa,
adeta ağız birliği etmişçesine, Moyes ile Martinez
arasındaki temel bir farkı öne çıkarmıştı: Moyes,
rakibi durdurmak üzerine planlar yapıyor; Martinez
ise kendi oyun planlarını rakibe empoze etmek
istiyordu. Martinez’in en büyük hayranlarından
Tim Howard, “Antrenmanlarda rakibi değil,
kendimizi düşünüyoruz. Fark bu” şeklinde açıklıyor.
“Moyes varken, tüm hafta rakibin neler yapacağı
ve bizi nasıl tehlikeye atacağı üzerine çalışırdık.
Martinez aklı bu şekilde çalışmıyor, o harika bir
zekaya sahip. O rakip takımlarda tehlike değil,
güçsüzlük arıyor. Tüm hafta rakibin güçsüz yönleri
üzerine çalışıyoruz” Howard, 35 yaşında futbola
dair hâlâ yeni şeyler öğrendiğine inanamadığını
söylüyordu.
Jenerasyonunda dünyanın en iyilerinden Romelu
Lukaku, Roberto Martinez’le çalışmaya devam
edebilmek için Everton’ı ısrarla tercih etti. Sanki
dünyanın dört bir yanından futbolcuların Pep
Guardiola’yla çalışmak istemesi gibi değil mi?
Martinez, önümüzdeki senelerde yeni başarılar
elde etmeye devam edecek ve biz de bu satırlarda
onu yeni övgülerle karşılayacağız.
Emre Gürkaynak
Futbol Kültürü HF150
FUTBOL SINIR TANIMAZ
1863 BOĞAZiÇi
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tarafından, daha fazla futbol oynama isteği ve
arkadaşlık temelinde kurulan 1863 Boğaziçi, tüm zorluklara rağmen 1. Amatör
Lig’de yoluna devam ediyor, hikayesiyle duyanları şaşırtıyor
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerince kurulan bir
futbol takımı var: 1863 Boğaziçi. Ve okuldan
bağımsız olarak 1. Amatör Lig’de mücadele veren
bu takım, denklerinden kesinlikle çok farklı. Son
zamanlarda sesini ufak ufak duyurmaya başlayan
ekibin hikayesi, değil mikrofon, megafonu hak
eden cinsten.
Okullarından veya herhangi bir sponsordan
maddi bir destek almayan 1863 Boğaziçi, 1.
Amatör Lig’de, arkasında parasal güç olan
kulüplerle mücadele içerisinde. Motivasyonları
ise aralarındaki arkadaşlık ortamı ile futbol
oynama isteği ve sevgisi. Bask doğumlu olanlar
yerine Boğaziçi mezunları ve öğrencilerini
koyunca, Athletic Club’ı anımsatan 1863
Boğaziçi için gelenek, en az gelecek kadar
önemli yer tutuyor ve takıma sağlam bir temel
sağlıyor. 1863 Boğaziçi’nin oyuncuları ve teknik
direktörü, takımlarını anlatırken, geleneğin yanı
sıra “arkadaşlık” ve “zorluklar” kelimelerini de
dillerinden düşürmüyor.
Biz de futbola olan sevginin olmasa bile, ilginin
azaldığı, tribünlerin giderek daha boş hale
geldiği bir ortamda, bazı Süper Lig kulüpleriyle
yarışır derecede seyirci çeken 1863 Boğaziçi’nin
hikayesini, aynı zamanda takımın formasını giyen
kurucu başkan Erdi Özer, teknik direktör Cenk
Erden, ikinci kaptan Ramazan Yalın ve altyapı
eğitimini Fransa’da almış oyunculardan Mustafa
Sencer Özcan’dan dinledik.
Futbol oynama isteği,
kulüp kurdurdu
Boğaziçi’nin Güney Kampüsü yakınında
buluştuğumuz takım üyelerine ilk olarak, yalnızca
birkaç yıllık geçmişi olmasına rağmen 2. Amatör
Küme’den, bir üst lige atlayan ve zamanla 3.
Lig’e kadar yükselmenin hayallerini kuran 1863
Boğaziçi’nin kuruluş hikayesini ve diğer ekiplerden
farkını soruyoruz. Takımın büyük çoğunluğu
gibi öğrenci olan ve röportaja sekiz saat dersin
ardından gelen başkan Erdi Özer ise yorgunluğa
aldırmadan anlatıyor.
Başkan, “Bu okula geldiğim ilk sene futbol
takımına da girdim. İlk iki sene okulu, çevreyi
tanıma süreci oluyor. Okul takımında birçok
arkadaş ediniyorsunuz ve ortak zevkleriniz
olduğu için, onlarla sınıf arkadaşlarınıza nazaran
daha çok vakit geçiriyorsunuz. Ayrıca bir emek
veriyorsunuz. Haftada dört gün antrenmana
gidiyorsunuz” diyerek arkadaşlığa ve emeğe
dikkat çekerken, “Açıkçası antrenmanlara büyük
bir zaman harcıyorsunuz ancak bakınca yalnızca
iki hafta boyunca resmi turnuvaya girebiliyoruz.
Harcadığımız emeğin karşılığını zevk olarak
alamıyoruz. Futbol açısından tatmin edici bir
durum ortaya çıkmıyor. Bakınca üniversite
öğrencilerinin rekabet ve eğlenme duygusu daha
fazla oluyor” diyor ve aslında takımın kuruluş
hikayesinin temelinde, futboldan zevk almanın
olduğunu belirtiyor.
İkinci kaptan Ramazan Yalın da başkanı ve takım
arkadaşıyla aynı doğrultuda fikir belirtirken,
“Üniversiteler arası lige katılıyoruz. Yaklaşık bir yıl
idman yapıyoruz ancak okul takımıyla her sene 4-5
maç oynuyoruz ve 30 kişilik kadromuzda herkes
maçlarda oynayamıyor” ifadelerini kullanıyor.
Ayrı bir kulüp kurma fikri, okul takımındaki
arkadaşlık ve daha fazla futbol oynama isteğiyle
ortaya çıkarken; okula konu hakkında yapılan
girişimler sonuç vermiyor ve 1863 Boğaziçi’nin
temelleri, 2012 yılının ekim ayında, direkt
öğrenciler tarafından atılıyor.
Kulüp kuracakken sudan çıkmış balığa
döndüklerini ifade eden başkan Erdi Özer, kulübü
kurduktan sonra da lisans çıkarmak için gereken
paranın kendilerine engel olduğunu söylüyor ve
“Paramız yok. Ne yapacağız? Kendi cebimizden
karşılayacağız, çünkü futbol bir sevda, futbol bir
tutku. Her şeyden önce yaşadığımız bir arkadaşlık
var ve bunu pekiştireceğiz” diyor. Daha önce yine
amatör bir kulüpte para alarak oynayan başkan,
bu sefer takım için para ödüyor, gerekirse kendi
evinde formaları yıkıyor. Ancak her şeye rağmen
bu takımı bu gibi zorlukların oluştuğunu söylerken,
kendilerinden hiçbir desteği esirgemeyen
mezunlara da teşekkür ediyor.
İlk seneden başarı
Hızlı bir şekilde kurulan ve lige son anda
katılan takım, ilk senesinde 2. Amatör Lig’den,
1. Amatör’e çıkarak bir anda, oyuncuları da
hırslandırırken, takımın oyuncularından Mustafa
Sencer Özcan, o günleri, “İlk sene kısıtlı bir
kadromuz vardı. Genellikle yedek ağırlıklı oynadık.
Sahamız Hadımköy’deydi. Oraya gitmek için iki
saat mesafeye servis kullanıyorduk. İlk yıl gerçekten
fedakarlık yapıldı” diyerek hatırlıyor.
Zorluklara rağmen küme atlamasıyla birlikte
dikkatleri çeken takımın, başarının da etkisiyle
dışarıdan oyuncuların katılım talebiyle karşı karşıya
kaldığını da Ramazan Yalın belirtirken, “Dışarıdan
talep geliyor. Takım ortamını görenler oynamak
istiyor, arkadaşlarımızın tanıdıkları oluyor. Ancak
bizim altyapımız, özellikle karakteri düzgün olan
ve okula yeni gelen arkadaşlarımız. Tom, Mark,
Zack olmak üzere de üç yabancı oyuncumuz var.
Mali nedenler nedeniyle onları ligde oynatamıyoruz
ancak üniversiteler arası maçlarda şans veriyoruz”
şeklinde konuşuyor.
Kafalarda 3. Lig var
Dışarıdan görenleri özendiren, içerisinde olanların
da şüphesiz çok memnun olduğu 1863 Boğaziçi
için en belirsiz noktalardan biri ise gelecek.
Üniversite sınavı devam ettikçe alttan gelen
oyuncular açısından sıkıntı yaşamayacak takımın
karşısına yine de ileride daha büyük zorluklar
çıkabilir.
İkinci kaptan Yalın, içerisinde oldukları oluşumla
birlikte teknik direktörlere ve futbolculara
bakış açılarının kesinlikle değiştiğini vurguluyor
ve dikkat çekmek istedikleri bir noktanın da
endüstriyelleşmeye karşı olmaları olduğunu
“Futbola olan ilgi git gide azalıyor. Ben
fanatik Fenerbahçe taraftarıyım, eskiden maç
kaçırmazdım. Bu sene Fenerbahçe’nin maçlarını
izlemiyorum. Endüstriyel futbol geliştikçe,
profesyonel seviyedeki futbola ilgi azalıyor.
Biz de kendimizi bu yöne kaydırdık, amatörde
antrenmanlara çıkıyorum, arkadaşlarımla vakit
geçiriyorum” ifadeleriyle özetliyor. Bu güzel ortam
içerisindeki takımın hedefini ise her yıl bir lig
çıkarak 3.Lig’e doğru yol almak olarak koyuyor,
en azından Türkiye Kupası’nda mücadele etmeyi
bekliyor.
Şampiyonlar Ligi’nin hayal olmadığının şaka
konusu olduğu sohbetimizde, herkes üst liglerle
birlikte devreye girecek deplasman ortamını
bu ekiple birlikte yaşamak istese de başkan ve
oyuncu Erdi Özer, gerçekleri ön plana taşıyor,
“Deplasman olayları işin içine girince daha zor bir
ortam olacak. Burada bile sınavlardan, derslerden
arta kalan zamanlarda maçlara çıkıyoruz. Böyle bir
durum için aklımda bir çözüm yok açıkçası. Bölgesel
Amatör’den sonra 3. Lig var, orada baktığınızda
oyuncular para kazanıyor, ailesini geçindiriyor. Onlar
direkt futbolcu. Onlarla baş edemeyeceğimizi aklı
basan herkes az çok biliyor” ifadeleriyle durumu
anlatıyor.
Bu durum üzerine takım oyuncularından Mustafa
Sencer Özcan ve teknik direktör Cenk Erden, hem
üniversiteler arası hem de rekabetçi olabilecek bir
ligin kurulmasını daha iyi olabileceğinin ipuçlarını
veriyor.
Erden: İdeali üniversite ligi
Sohbetimize, sonlarına doğru katılan teknik
direktör Cenk Erden söze, takımlarının bir
televizyon programına katılmasından sonra, gün
içerisinde 1863 Boğaziçi’nin teknik direktörü olarak
tanındığını anlatarak giriyor. Yoğun olarak çalışan
Erden, üç gün antrenman bir gün maç olmak üzere
dört gününü fedakarlık yaparak takıma ayırıyor.
Kendisi de okul takımının eski oyuncularından
olan Erden, öğrencilerle antrenman yapmanın
çok keyifli olduğunu söylerken; sezon başında
devraldığı takımın gösterdiği gelişimden memnun
olduğunu da belirtiyor ancak takımda hala bazı
noktalarda eksikler görüyor. Erden, “İlk maçlarda
eksik-cezalı durumu vardı. Tam kadro olabilmek
için gün sayıyorduk ancak maçlara daha hiç full
çıkamadık. Sanırım sene boyunca da hiç tam
olamayacağız” diyor ve devam ediyor:
“Hedef olarak küme çıkmayı koyduk, çocuklarda o
potansiyel de var. Ancak biraz algı konusu sıkıntılı.
Takımda arkadaşlık ortamı olmasının yanı sıra,
başarı elde etme süreci var. Bunu daha arkadaşlara
geçiremedik. Geçen sene antrenmanlara 1520 kişi zor toplayıp maçlara 11 zor çıkarırken,
şimdi antrenman yapar durumdayız. Yetenek
olarak potansiyelliyiz ancak mental eksiklik var.
Oyuncuların hem spor hayatı hem de sosyal hayatı
var. Şu an spor hayatına konsantrasyon biraz eksik.
Bunu tamamlarsak ortaya bir şey çıkacaktır.”
Daha sonra ekibin kafasında bulunan başka bir
amaca değinen 2003 mezunu hoca, “Bu girişim,
bir öğrenci insiyatifinin amatör kulüp olması.
Federasyondaki diğer takımların başkanı var,
gelir getiren birtakım durumları var. Bizde öyle bir
şey yok. Aslında ideal şey, üniversite ligi olması.
Bu grubun böyle bir hedefi olabilir. Üniversite
öğrencilerinin başarı hedefiyle spor içerisinde zaman
geçirmesi sağlanabilir” şeklinde konuşuyor.
Mustafa Sencer de Üniversite Ligi oluşumuna
değinirken; “Üniversiteler arasında deplasmanlı bir
lig olsa, hem rekabet sağlansa hem de okul içerisinde
‘Bu hafta hangi okul geliyor’ tarzı bir hava yaratılsa
mükemmel olur” diyerek düşüncelerini aktarıyor.
Üniversite Ligi kurulsun veya kurulmasın 1863
Boğaziçi, kendilerine çok yardımcı olan ve
her pazartesi 11’e 11 maç yapan mezunlarının
geleneğiyle, aralarındaki arkadaşlığı ve futbol
sevgisini harmanlayarak futbol oynamak istiyor.
Zaten kendi ligleri kesmediği için 1. Amatör’deler
ya! Takımı üzerine kurdukları değerlerle, sahada
eşi görülmemiş bir futbol esintisi oluşturan
Boğaziçi’nden son söz de beklendiği gibi teşekkür
oluyor. Tüm takım, kurucularını ve destekçilerini
unutmama konusunda hassasiyet gösterirken,
ekibin kurulmasında ve bugünlere gelmesinde
emeği geçen Boğaziçi mezunları ile Caner Akdolun,
Özgür Can Büyükçoban, eski teknik direktörler
ve takım kaptanları başta olmak üzere herkese
teşekkür ediyorlar.
Rafet B. Eryılmaz
İngiltere HF150
OLMUYOR, OLAMIYOR
Geçtiğimiz sezon lig şampiyonluğunun kapısından dönen Liverpool, Suarez’i
kaybettiği sezonda beklentilerin çok uzağında kaldı. Peki ama Merseyside ekibi
neyi yanlış yapıyor?
2013 yazı pek çok Liverpool taraftarı için imkansıza
yakın işlerin başarıldığı bir dönem olarak kayıtlara
geçti. Luis Suarez, takımda kalmaya ikna edilirken,
sıkıntılı bölgelere doğru ilaveler yapılmıştı. Formu
gittikçe düşen Pepe Reina’nın yerine eldivenleri
ligin en parlak kalecilerinden Simon Mignolet
devralmıştı. Agger-Skrtel’li tandeme Mamadou
Sakho gibi genç ve gelecek vaat eden bir oyuncu
katılmıştı. Iago Aspas ve Luis Alberto gibi İspanyol
futbolunun önemli yetenekleri de hücum hattını
zenginleştirecekti. Ne var ki sezon boyunca bu
transferlerden Mignolet dışında takıma ciddi bir
katkı vermeyi başaran çıkmadı. Fakat Brendan
Rodgers’ın ekibi sezonu etkileyici biçimde 2. sırada
tamamladı ve uzun bir aradan sonra Şampiyonlar
Ligi vizesi aldı.
Liverpool’da işlerin doğru gitmediğini geçen sezon
yaşananlardan bile anlamak mümkün aslında.
Transfere 60 milyon euroya yakın para harcadığınız
sezonda sadece bir oyuncudan beklediklerinizi
alabiliyorsanız çok yanlış işler yapmış olduğunuzu
görmek zor değil. Geçen sezon Manchester
United’a çöken Moyes kabusu, Arsenal’in
sakatlıklardan kurtulamaması ve Tottenham’ın
girdiği Gareth Bale sonrası sendromu iyi
değerlendiren Liverpool, taraftarlarına yeniden
zirveye oynayabileceğine yönelik çok yanlış
sinyaller verdi. Nitekim bu durum 2014 yazında çok
daha iyi anlaşıldı.
2013 yazında Suarez’in takımdan ayrılma isteğinin
temelinde Şampiyonlar Ligi’nde oynamak
yatıyordu. Arsenal’in kapısından dönen Uruguaylı
oyuncu, Liverpool’u Devler Ligi’ne taşıdıktan sonra
yeniden ayrılık sinyalleri vermeye başladı. Çok iyi
bir sözleşmesi, yaptığı her şeye rağmen ona sahip
çıkan taraftarlar ve hayalini kurduğu Şampiyonlar
Ligi varken Suarez’i Barcelona’ya gitmeye iten
nedenler Liverpool’un bu sezon yaşadığı hüsranı
da çok iyi açıklıyor aslında.
Owen’dan, Suarez’e...
Liverpool’un yakın tarihine baktığımızda
Suarez gibi taraftarın kahramanı olmuş forvet
oyuncularını kaptırmakta adeta markalaşmış bir
takım olduğunu görüyoruz. İşin komik tarafı, bu
kaptırılan yıldız forvetlerin boşluğunu doldurmak
için aynı hataları yapmayı ısrarla sürdürüyorlar.
2001’de Robbie Fowler Leeds United’a gittiğinde
Nicolas Anelka ve Milan Baros’u aldılar. Yetmedi
ertesi sezon El-Hadji Diouf’a 15 milyon euro
verdiler. Ne oldu? Bu üç oyuncu da Fowler’ın
boşluğunu doldurmak şöyle dursun kabul edilebilir
performanslar bile sergileyemediler.
2004 yazında Owen, Real Madrid’e gittiğinde
de aynı şey yaşandı. Yerine gelen Djibril Cisse,
Fernando Morientes ve Luis Garcia gibi isimler
onun Anfield’da yarattığı etkiyi bir türlü
yakalayamadılar.
Kabuslarla dolu 2010/11 sezonunda Fernando
Torres’in gidişinden sonra Andy Caroll’a bağlanan
umutlar da suya düştü. Ama Liverpool tarihinden
hiç ders almayarak, aynı hataları ısrarla sürdürdü.
‘Moneyball’ denen 1970’li yıllarda uyguladıkları ve
çok başarılı oldukları sat-yetiştir mantığı, 1986’da
Ian Rush’ı Juventus’a sattıkları transferden sonra
bir daha hiç işe yaramadı. Dünya futbolunda
yaşanan gelişmelerin transfer piyasasını çok uç
noktalara taşımasına kulüp kültürü olarak uyum
sağlayamamış görünüyorlar. Takımı 2011’de satın
alan, ABD’li yatırımcı John W. Henry’nin transfer
dünyasının dinamiklerine iptidai yöntemlerle
yaklaşması oldukça şaşırtıcı.
Netice itibariyle forvetini, büyük paralar
karşılığında kaybeden tek takım Liverpool
değil. Ama transferden elde ettiği geliri bu
kadar amaçsızca harcayan tek takım Liverpool
olabilir. Önümüzde bu konuda çok net bir örnek
var: 2013’te Napoli’nin Edinson Cavani’yi Paris
Saint-Germain’e kaptırması. Uruguaylı forvetin
transferi, 16 Temmuz’da 64,5 milyon euro
karşılığında gerçekleşti. Serie A ekibi Cavani’nin
boşluğunu sadece 11 gün sonra 40 milyon euroya
Gonzalo Higuain’i alarak doldurdu. Liverpool’sa
Suarez’in transferini 11 Temmuz’da duyurdu.
Mario Balotelli’yi transfer etmeleri ise 1 aydan
fazla sürdü ve İtalyan futbolcu 25 Ağustos’ta
Kırmızılar’la sözleşme imzaladı. Napoli’nin
transferden elde ettiği gelir de, sponsorluk gelirleri
de Liverpool’dan çok daha az. Üstelik Serie A’nın
imajı hiç olmadığı kadar sarsılmış durumda. Ancak
John W.Henry
İtalyan ekibi, hızlı davranarak ve para harcamaktan
çekinmeyerek kadro kalitesinden ödün vermedi.
Liverpool ise Suarez’in gideceği 2013/14 sezonu
biter bitmez gündeme gelmesine rağmen -geçen
sezon başındaki süreyi saymıyorum bile- Uruguaylı
oyuncunun yerini kadro kalitesini kaybetmeden
koruyacağı bir plan geliştirmedi. İşin ironik tarafı,
“2013 yazının son günlerinde Suarez, Arsenal’e
gitse ne olacaktı?” sorusunu sorunca ortaya
çıkıyor. Liverpool yönetiminden hiç kimsenin
bu soruya vereceği bir yanıtı olmadığını yapılan
transfer hamlelerinden rahatça anlıyoruz.
İşin komik tarafı ABD’li yöneticilerin Suarez’in
gidişini süper yıldızını kaybeden bir NBA takımı
edasıyla karşılamaları oldu. Maaş sınırlamasının
uygulandığı NBA’de ‘franchise player’ denen
takımı sırtlayan oyuncusunu kaybeden takımlar,
genellikle draft hakkı kovalayarak genç oyunculara
yönelirler. Bu mantık NBA’de doğru olabilir zira
oyuncular için bonservis bedeli elde etmezsiniz.
Ama Suarez için alınan 81 milyon euroyu yine
onun klasında bir oyuncuya harcamak yerine
potansiyelli birçok genç oyuncuya paylaştırmak
futbol mantığının çok uzağında bir hareket. Lazar
Markovic’in, Divock Origi’nin, Adam Lallana’nın
Suarez’in verdiği farklı şeyleri verecek seviyeye
gelmelerini beklerken kaybedeceklerinizi de
hesaba katarak hareket etmeniz gerekir. Henüz
bir sezon önce benzer bir mantıklı Gareth
Bale’den gelen bonservisi paylaştırarak harcayan
Tottenham örneğini bile görmezden gelmek
stratejik olarak yapılan yanlışları ortaya koyuyor.
Dertler dermansız kaldı
Liverpool’un geçen sezonki en büyük
sorunlarından biri savunmasında verdiği
açıklardı. Agger-Skrtel tandeminin yıllar geçtikçe
kalitesini kaybetmesi, Carragher gibi lider vasıflı
bir oyuncunun bulunamaması ve sakatlıklar
Rodgers’ın ekibinin rakiplerine oranla çok fazla
gol yemesine yol açtı. Öyle ki ligi ilk 6 içinde
tamamlayan takımlardan sadece Tottenham(51),
Liverpool’dan(50) fazla gol yemişti. Felaket bir
sezon geçirip, ligi şampiyonun 22 puan arkasında
bitiren Manchester United bile kalesinde yalnızca
43 gol görmüştü.
Gerrard kendi
mevkisinde
alternatifinin
bulunamasına
Liverpool’dan daha
çok endişe duyuyor.
Böyle bir tablo ortadayken transferde önceliğinizin
takım savunmasını güçlendirmek olması gerekir.
Fakat Liverpool yönetimi aynı hatayı burada da
yaptı. 27 Temmuz’da Dejan Lovren’in transferi
açıklandı. Hırvat stoperin, savunma kurgusuna
katkı sağlayacağına şüphe yoktu. Ancak 30
Ağustos’ta Daniel Agger’in takımdan ayrılacağı
taraftarlara büyük sürpriz olmuştu. Savunmasında
liderlik sıkıntısı çeken, geçen yıl yaptığı Sakho
ve Toure takviyelerinden verim alamayan
bir takım, transferin son gününde 8 yıllık
stoperini, kaptanlarından birini kaybetti. Agger,
transferinden sonra “Son sezonda Rodgers’la aynı
frekansta değildik” açıklamasını yaptı. Rodgers ile
Agger arasındaki bu tartışma bir süredir mevcutsa
niye savunmaya liderlik edebilecek bir stoper
alınmadı kimse bilmiyor. Kariyerinin olgunluk
dönemine giren bir oyuncuyu, kaybetmenin
ağır bedelleri olacağını da kimse düşünememiş
görünüyor.
Jordan Henderson
Rodgers, geçen sezon sadece tandemde değil
beklerde de sıkıntı yaşadı. Hem sakatlıklar, hem
de Enrique ile Johnson’ın istikrarsız performansları
onu şapkadan tavşan çıkarmaya itti. John
Flanagan, savunmanın her iki kanadında da
ekstra işler yaptı. Potansiyelini gösterdi. Ancak
Johnson ile Enrique’nin durumları hakkında bir
değerlendirme yapılmadı. Alberto Moreno’nun
transferi de bir hayli geçe bırakıldı. İspanyol sol
bek takıma ancak 16 Ağustos’ta katılabildi, sezon
öncesi hazırlıklarında takımla yer almadı.
Liverpool önceki santrafor
transferindeki yanlışları
gibi Suarez’in boşluğunu
doldurmakta da hata yapıyor.
Orta alanda da Liverpool’un alternatif bulması
gerekiyordu. Gerrard’ın ilerleyen yaşı nedeniyle 40
maçlık bir sezonu kaldıramayacağı çok açıkken,
Coutinho gibi saf 10 numara bir oyuncuyu
kullanıyorken, bütün yükü Henderson’ın
omuzlarına yükleme hatasının cezasız
kalmayacağını görmek çok zor olmasa gerek.
Lucas Leiva’nın hem fizik, hem de kafa olarak
yarıştığınız takımların gerisinde kaldığı çok açık.
Emre Can ise gelişme döneminde bir oyuncu.
Üstelik sezon başlamadan yaşadığı sakatlıkla hem
uyum sürecini, hem de gelişimini baltaladı. Joe
Allen’ın iki sezondur fizik ve teknik olarak yerinde
sayması da irdelenmesi gereken bir durum.
Southampton’dan gelen Adam Lallana ve Rickie
Lambert transferlerine de değinmek gerekiyor.
Premier League’deki son İngiliz gol kralı 2000
yılında Kevin Phillips olmuştu. Sırf bu istatistik bile
son yıllarda ligin dinamiklerinin nasıl değiştiğini
özetlerken gidip İngiliz bir santrforu transfer
etmek ne kadar doğru? Aynı şekilde oyun zekası
ve tekniğiyle kalburüstü olsa da Lallana’ya 31
milyon euro saymak çok mantıklı bir hareket
mi? Bundesliga’dan, Eredivisie’den, La Liga’dan
Lallana’nın yaptıklarını yapabilecek bir oyuncu
bulmak hiç de zor olmazdı.
Bu iki transferi de Dalglish döneminde takıma
bulaşan, yerli oyuncuları toplama takıntısının
bir uzantısı olarak görmek mümkün. Elbette
bu mantığın doğru sonuçlar vereceği ligler
var. Almanya’daki yerli oyuncu havuzunu
düşündüğümüzde Bayern Münih’in, en ufak
parlama gösteren Alman oyuncuya talip olması
kadar doğal bir olay yok. Ama belki de son 10
yılda şampiyon olan hiçbir takımının yıldızı
İngiliz olmamış bir ligde İngiliz oyunculara
yatırım yapmak ve şişirilmiş bonservis bedelleri
ödemek çok zararlı bir transfer alışkanlığı olarak
değerlendirilmeli.
Eli kolu bağlı mı?
Liverpool’un transfer hamlesine yönelik eleştirileri
verilen en popüler cevaplardan biri olarak
takımın imajında yaşanan düşüş ve futbolcuların
takıma gelmek istememesi gösteriliyor. Nitekim
sezon öncesinde Borussia Dortmund’un yıldızı
Marco Reus’un adı takımla anılınca rakip takım
taraftarlarının alayları hepimizin malumu. Ancak
Liverpool yönetiminin eline bu sezon bu durumu
değiştirebilecek pek çok koz geçti. Bunların en
önemlisi Şampiyonlar Ligi’nin getirdiği maddi
ve manevi katkılardı. Ancak bunlar hiçbir şekilde
kullanılamadı. Suarez’i takımda tutmak için
elinizde 2013 yazına oranla çok daha fazla şey
vardı. Yahut Suarez’in yerine ve takımın diğer
zayıf bölgelerine önceki sezonlara oranla çok daha
üst klasmandan oyuncular seçme şansınız vardı.
Bunları kullanamamak yönetimin zaafı olarak
yorumlanmalı.
Transferin son döneminde elinde Şampiyonlar
Ligi kozu olmayan Manchester United’ın Angel di
Maria ve Radamel Falcao gibi çok önemli iki katkı
yapması bile Liverpool yönetiminin düşünmesi
gereken bir şey. 2010’da Rafa Benitez’in ayrılığı
sonrasında yaşanan imaj sarsıntısını yıllardır
aşamamaları çok ilginç. 2011’de PSG’yi satın alan
Katarlı grubun yaptığı gibi bir yatırım yapılamaz
mıydı? Juventus’un Antonio Conte’yle birlikte
yakaladığı doğru transfer adımları örnek teşkil
edemez miydi? Tüm bunları düşündüğümüzde
imajın sarsılmasının yönetim için bir bahane
olmadığını görüyoruz.
Rodgers’ın ortaklığı
Yönetimin hatalarına ortak olan ve bunların
cezasını çeken Brendan Rodgers’ı ise karanlık
günlerin beklediğini söylemeliyiz. Elinde çok
yüksek maliyetle kurulmasına rağmen verimli
olamayan bir kadro var. Üstelik bu kadronun
verimsizliğinde saha kenarında yaptığı hataların
da payı büyük.
Bu durumun en büyük örneği Anfield’da 3-0
kaybedilen Real Madrid maçında görüldü. Tüm
kamuoyunun tepkisini çekmesine rağmen Mario
Balotelli’yi ilk 11’de sahaya sürdü. Devre arasında
Balotelli’yi kenara alırken, yerine Lallana’yı
koyup, Sterling’i forvete çekti. Bu hamlenin hiçbir
taktiksel mantığı olmadığı çok açık. Kulübede
santrfor oynayabilecek Rickie Lambert varken
Sterling’i Pepe-Varane tandeminin göbeğinde
harcamak çok yanlış bir karar oldu. Üstelik skor
3-0’ken rakip ceza alanına sürekli top atıp,
tehlike yaratmayı bekleyecekken Lambert’ı
kulübede oturtmak ne derece doğru bir karar
tartışılır. Lambert transferi ne kadar yanlış olursa
olsun Sturridge’in sakatlığına ve Balotelli’nin
Raheem Sterling
formsuzluğuna rağmen şans bulamıyorsa ya
oyuncunun çok ciddi problemleri vardır ya da
Rodgers’ın.
Savunma kurgusunda da hata yaptığını söylemek
mümkün. İspanya U-20 Milli Takımı’nın sağ beki,
İngiltere A Milli Takımı’nın sağ bekini kesebilecek
düzeydeyse Johnson’ın alternatifini çok önceden
aramak gerekmez miydi? Aynı şey Enrique’den
formayı kapan Moreno için de geçerli. O transferi
Ağustos’un ortalarına bırakmak uyumun en çok
ihtiyaç duyulduğu savunma kurgusuna darbe
vurmak anlamına gelmiyor mu?
Yine de Rodgers’ın Henderson, Sterling ve
Coutinho gibi oyunculara yaptığı katkıyı gözardı
etmemek gerekiyor. Geçen sezon yakaladığı
başarıyı da küçümsemek futbolun doğrularına
ihanet olur. Ancak takımı ve kendisini bir
üst seviyeye taşımak ve sürdürülebilir bir
başarı alışkanlığı elde etmek istiyorsa hatalı
stratejilerden vazgeçmesi gerektiği çok açık.
Adam Lallana
Rafet B. Eryılmaz
İngiltere HF150
HATA ONUN,
GÜNAH ONUN,
SUÇ ONUN!
Dünya futbolunun son yıllarda gördüğü en ilginç karakterlerden olan Mario
Balotelli, bu defa Liverpool’da yaptıklarıyla eleştirilerin odağına yerleşmiş durumda
Fransız yazar Emile Zola’nın devlet başkanına
yazdığı meşhur açık mektubu “J’accuse...!”
(suçluyorum) başlığını taşır. Zola’nın Dreyfus
Davası’nda takındıkları tavır nedeniyle devlet
erkanına yönelttiği bu suçlamanın bir benzerini
Mario Balotelli’nin yaşadığını söyleyebiliriz.
Transfer döneminin son günlerinde Liverpool’a
imza atarak İngiltere’ye dönen İtalyan oyuncu,
bu sezon yaptıkları ve yapamadıklarıyla ülkedeki
futbol otoritelerinin hedefindeki adama dönüştü.
Yolu Liverpool’la kesişmiş her futbol adamı onu
suçlarken, menajer Brendan Rodgers, inatla
oyuncusuna sahip çıkmaya çalışıyor ve kendi
imajını kurtarmaya çalışıyor. Ancak Rodgers’ın
bile bile denilmiş bir ladesin peşine bu kadar
takılmasını da sorgulamak gerekiyor.
3-1 kaybedilen Manchester City maçından önce
Sky Sports sunucusu Ed Chamberlin’in “Balotelli,
Liverpool’a ne katacak?” sorusuna “Bela!”
cevabını verdikten sonra kahkahalarla gülen
isim Brendan Rodgers’tı. Liverpool menajerinin
bu esprisi gayet komikti. Ancak sonrasında
yaptığı açıklamalar ise endişe verici türdendi.
Rodgers, herkesin söyleyebileceği gibi bunun
Balotelli’nin son şansı olduğundan, potansiyelini
yansıtmasını beklediğinden bahsediyordu.
Tüm bunları stüdyoda bulunan Liverpool’un
eski kaptanı Jamie Carragher’ın tatminsizlikle
takip ettiğini görebiliyordunuz. Carragher’ın
yüzündeki endişe Rodgers’a soru sorarken de
dağılmamıştı. Suarez’in oyun sistemindeki rolünü
üstlenebileceğini umduğunu söyleyen Rodgers,
sisteme göre gelişim gösterebileceğine inandığını
da söylemişti.
söyleyen Carra, İtalyan oyuncunun Liverpool
formasına saygısızlık ettiğinin de altını çiziyordu.
Nitekim geride kalan zamanda Rodgers’ın
dediklerinden sadece ‘bela’ kısmı gerçekleşti.
Yalnızca 1 gol atabilen Balotelli, teknik
yetersizliklerinin yanında umursamaz tavırlarıyla
da dikkat çekti. 3-0 kaybedilen Real Madrid
maçının devre arasında Pepe’yle forma
değiştirmesi bardağı taşıran son damla olarak
gözükse de Rodgers onu Hull City maçında da ilk
11’de sahaya sürmekten çekinmedi. Balotelli de
onu yüzüstü bırakmaktan o maçta da
vazgeçmedi...
Gerçekten Redknapp’ın dediklerinde haklılık payı
var. Onu keşfeden adam olan Mancini, Inter’den
Manchester City’ye gelmesini de sağlamıştı.
Ancak sonunda Balotelli’yle antrenmanda yumruk
yumruğa kavga edecek noktaya geldi. Aynı şekilde
Jose Mourinho gibi her çalıştığı futbolcuya ‘Birlikte
çalıştığım en iyi teknik adamdı’ dedirtebilen bir
antrenör bile Balotelli’ye söz geçiremedi. Prandelli
ise Euro 2012’de yarattığı taktiksel hareketlenmeyi
Balotelli’nin isteksizliği yüzünden 2014 Dünya
Kupası’na taşıyamadı.
Dönüşüme inanmak?
Açıkçası Gregor Samsa’nın bir
sabah kendini devcileyin bir böceğe
dönüşmüş olarak bulması,
Balotelli’nin Suarez’in
boşluğunu dolduracak bir
oyuncuya dönüşmesinden
çok daha mantıklı
görünüyor. Bu noktada
Liverpool’un eski
oyuncularından Jamie
Redknapp’a kulak
vermek gerekiyor.
İngiliz futbol adamı,
“Ben Balotelli’yi
suçlamıyorum,
onu buraya getiren
Rodgers’ı suçluyorum.
Mourinho’nun,
Mancini’nin,
Prandelli’nin yaka
silktiği bir oyuncuyu
dönüştüreceğini nasıl
düşünebildi? Böyle bir
transfer benim mantığıma
sığmıyor” diyerek tavrını
Rodgers’a gösteriyor.
Benzer bir tavrı Carragher
da koyuyor. Balotelli’nin
önümüzdeki sezon takımda
olacağına inanmadığını
Şimdilerde Conte de onu milli takıma
almazken Balotelli’nin herhangi bir takımda
fark yaratabileceğine inanmak için mantık
sınırlarını zorlamak gerekiyor. Rodgers’ın
bu çağrıya ne zaman kulak asacağı ve
Balotelli’ye olan inancını yitirdiğini itiraf
edeceği meçhul.
Carroll’dan bile beter
Liverpool taraftarının unutmak isteyeceği
2010/11 sezonunda en büyük hayal
kırıklığı bonservisine 41 milyon euro
verilen Andy Carroll’un performansıyla
yaşanmıştı. Büyük umutlarla, Fernando
Torres’in 9 numaralı formasını devralan
İngiliz forvet, Kırmızılar’ın formasını
giydiği 58 maçta sadece 11 gol
atınca West Ham United’ın yolunu
tutmuştu.
Ama emin olun Carroll’ı
o kadar para ödeyerek
transfer etmek
bile Balotelli’nin
transferinden
daha mantıklı bir
hareketti. Şöyle
düşünelim, as forvetinizi
transferin son gününde
kaybetmişsiniz. Elinizde harcayabileceğiniz para
var ama hem alternatifleriniz, hem de zamanınız
dar. Liginizin o sezon en çok gol atmış, transfer
edilebilir oyuncusuna yönelmekten başka ne
yapardınız?
Geldiğinde Newcastle United formasıyla 19 maçta
11 gol (maç başına ort. 0,57) atmış bir Carroll vardı.
Ligin en sansasyonel ismiydi ve milli takımda da
oynamaya başlamıştı. Kulüp efsanelerinden Kevin
Keegan bile onun için ‘Muhtemelen gördüğüm
hava toplarındaki en etkili 3 oyuncudan biri’
demişken bu transfere kayıtsız kalmak zor
olacaktı. Yani Carroll için oynanan 41 milyon
euroluk kumar, kabul edilebilir bir kumardı.
Şimdi günümüze dönelim ve aynı kıstaslarla
Balotelli transferine bakalım. İlk olarak, zamanınız
hiç dar değildi. Zira Suarez’in gideceği söylentileri
çok uzun zaman önce başlamıştı. Alternatif
arayışlarına da önceki sezonun başından itibaren
girişmiş olmanız gerekiyordu. Maddi olarak
da gayet rahat konumdaydınız. Suarez’den
gelen 81 milyon euronun yanında Şampiyonlar
Ligi gelirlerini de hesaba katmanız lazımdı.
Ayrıca Balotelli’nin form durumu da Carroll’ınki
kadar parlak değildi. Bir önceki sezonda Milan
formasıyla 41 maçta 18 gol (maç başına ort. 0,43)
atmıştı. İtalya’yla da kabus gibi bir Dünya Kupası
geçirmişti. Saha içindeki ve dışındaki etkenleri
düşündüğümüzde oynanmayacak tek kumar
Balotelli kumarıydı, Rodgers da onu oynadı.
Halbuki Dünya Kupası’nda herkesin ağzını açıkta
bırakan Divock Origi’nin bonservisini ideal bir
bedelle almışken onu kadroya monte etmeye
çalışmak çok daha mantıklı bir hamle olurdu.
Belçikalı oyuncu, rüzgarı arkasına almışken kendini
Şampiyonlar Ligi’nde göstermek isteyecekken
neden Lille’de kalmasına müsaade edildi anlamak
güç. Üstelik Sterling ve Coutinho gibi genç
yeteneklerle uyum yakalayacağı ve takımın
hızlı hücumlara dayanan sistemine kendine yer
bulabileceği o kadar aşikârdı ki Balotelli çilesinin
Liverpool taraftarına çektirilmesine hiç gerek
kalmayabilirdi.
Ne olacak şimdi?
Liverpool taraftarının son günlerdeki en büyük
endişesi Daniel Sturridge iyileşene kadar
takımın zirve yarışından uzak kalması. Geçirdiği
sakatlıklardan sonra onun da nasıl döneceği,
gol yollarındaki dertlere hızlı bir çözüm sunup
sunamayacağı büyük merak konusu. Balotelli’nin
form tutacağına inananların sayısı her geçen gün
azalırken, Lambert’ın takıma bir türlü monte
edilememesi de can sıkıyor. Sırp genç yetenek
Lazar Markovic’in de ne katlarda, ne de forvette
beklenen katkıyı verememesi moralleri bozan bir
başka gelişme.
Tüm bunların ışığında 9 haftada sadece 13 gol
atılabilmesi ve Şampiyonlar Ligi’nde 3 maçta
toplanan 3 puan umut verici bir geleceğin
olmadığını gösteriyor. Rodgers’ın ekibinin
Sturridge’in dönüşünü mümkün olan en sorunsuz
şekilde sağlaması ve ara transfer döneminde
doğru hamleleri yapması gerekiyor. Aksi takdirde
Balotelli’nin formsuzluğu ve umursamazlığıyla
başlayan bu kriz, genişleyerek takıma yayılabilir ve
bütün bir sezonun boşa gitmesine neden olabilir.
Sercan Ergün
Profil
HF150
ALTIN
ÇOCUĞUN
VEDASI
ABD Milli Takım tarihinde 50 gol barajına ilk ulaşan, tüm zamanların en çok gol atan
ve asist yapan (57 gol, 58 asist) ve 2002 Dünya Kupası’nın “En İyi Genç Oyuncu’’
ödülünün sahibi… Ontario, California doğumlu Landon Timothy Donovan, neredeyse
tamamı Yeni Kıta’da geçmiş kariyerine 33 yaşında veda etmeye hazırlanıyor
“FIFA mı, PES mi?” tartışmalarına daha çocuk
yaşta son vermiş bir futbol sever olarak, FIFA
serilerinin bende yeri ayrıdır. Özellikle -çoğu
insan için aynı önemi taşımasa da- FIFA 2002,
bilgisayar oyunlarında benim için bir milat niteliği
taşır. Arjantin Milli Takımı ile en kolay düzeyde
bile Irak’ı yenememekten, St.Pauli ile yapılan
inanılmaz kariyere uzanan bir serüvende en çok
ABD ile Gold Cup’ı kazanırdım; hani şu zayıf Orta
Amerika ülkelerinin katıldığı ve en zor rakibin ezeli
Meksika olduğu turnuva. O zaman ABD bana en
sempatik gelen takımdı, ya da turnuvada 3 yıldızlı
olan iki takımdan biriydi. Earnie Stewart, Clint
Mathis, kaptan Reyna, genç Beasley ve elbette ki
‘’wonderkid’’ Landon Donovan.
Babası yarı profesyonel bir hokey oyuncusu
olan Donovan, doğuştan atlet sayılabilecek bir
çocuktur. Futbola 5 yaşında başlar, lisedeki 2.
yılında 17 gol atarak ligin en değerli oyuncusu
seçilir. Takip eden yılda attığı 16 gol, onu geniş
kitlelere tanıtır ve milli takımın kapılarını açar. Yeni
Zelanda’da düzenlenen U-17 Dünya Kupası’nda
4. olan ABD takımının bir parçası olan Landon,
gösterdiği performansla henüz 18 yaşında 2000
Sydney Olimpiyatları’nda mücadele eden U23
kadrosuna dahil olur. U17 seviyesinde çıktığı 41
maçta 35 gol, 16 asistlik bir performans gösterir
ve Avrupa’nın önde gelen kulüplerinin dikkatini
çeker. Manchester United ve Arsenal gibi Ada’nın
devlerinin takibine aldığı genç oyuncu, şansını
Almanya’da denemeye karar verir ve Bayer
Leverkusen’e transfer olur.
Bundesliga kariyerinde Leverkusen formasıyla 7
maça çıkabilen ve bunlardan da yalnızca 2 tanesi
ilk 11 olan Donovan, Avrupa’ya ve Alman kültürüne
alışmakta zorlanır. California’lı genç adam, kiralık
olarak San Jose Earthquakes formasını 2001-2004
yılları arasında 3 sezon terletir. Bu süre zarfında
golleri ve asistleriyle bu mütevazi takımla iki
şampiyonluk yaşar. Üst üste iki sezon da ABD’de
yılın futbolcusu seçilir. Ligde ve play-off’larda 42
gol, 35 asistlik etkileyici bir performansa imza
atar. Leverkusen ile kontratı bittiğinde ise evinin,
Los Angeles’ın yolunu tutacaktır. LA Galaxy, onun
kariyeri için dönüm noktası olur.
Gerçek galaksi benim!
Los Galacticos fırtınası Avrupa’yı kasıp
kavuradursun, okyanusun öte yakasında ayrı bir
hikaye yazılmaktadır. Çok genç yaşta Almanya’nın
yolunu tutmuş, ama tutunamamış olan Donovan
artık kendi evinde, kendi topraklarındadır. San Jose
forması giyerken ne yapıyorsa aynısını yapmaya
devam eder, golleri ve asistleriyle hem Los Angeles
Galaxy’yi, hem de ulusal takımı sırtında taşır. 2005
yılından bugüne kısa aralıklar dışında formasını
giydiği Los Angeles Galaxy forması altında 112
gol atar, 109 asist yapar. MLS tarihinde 60 gol,
60 asist barajını aşan ilk oyuncu olur. Doğduğu
şehrin takımıyla 3 şampiyonluk yaşar, ABD Milli
Takımı ile ise 4 Gold Cup şampiyonluğu kazanır.
Konfederasyonlar Kupası Finali’ne çıkarlar, bu
ABD futbol tarihi için unutulmazdır. 7 kez yılın
futbolcusu, 2 kez MLS All-Star maçının en değerli
oyuncusu seçilir. Liverpool’un mavi yakası için 2 kez
kiralık olarak ter döker, bu deneyiminin ardından
da kendisini ‘’ömür boyu bir Evertonian’’ olarak
tanımlar. Real Madrid aktarmalı ABD’nin yolunu
tutan süper star David Beckham ile takım arkadaşı
olur. Gol bulamasa da Bayern Münih formasıyla
iyi hatıralara imza atar, ki daha önce Leverkusen
ile tutunmayı başaramadığı bu topraklara daha
şaşalı bir giriş yapmış; kendini kanıtlamış bir
hücum oyuncusudur artık. 2010 Güney Afrika’da
kaleye 3 şut atar, 3’ünde de golü bulur. Milli
takım forması onu Amerikan halkının gözünde
kahraman seviyesine çıkarır, ancak ne gariptir
ki yolu yine bir Alman’la kesişir; milli takımın
dışında kalır. Jürgen Klinsmann onu 2014 Brezilya
kadrosuna almaz, ABD kamuoyunda ve dünya
futbol çevrelerinde bu karar büyük tartışma
konusu olur. Klinsmann’ın yeniden yapılandırdığı
ve genç oyunculardan kurulu takımında artık bu
‘’yaşlı kurt’’un yeri yoktur, belki de bu seçim onun
kariyeri hakkında aldığı en kritik kararlardan birine
sebep olur.
yaşındayken, futbol dünyasının veteranlarından
biri olarak anılması, kariyerini bu kadar erken yaşta
sonlandırmasını bir sürpriz olmaktan çıkardı.
Judas mı, kahraman mı?
Kariyerinin sonuna geldiğini düşünen bir oyuncu
için alışık olduğumuz sözler bunlar. Kişisel
Facebook hesabından yayınladığı duygusal
mesajla herkese veda etti bile. Milli takım
formasını son kez giydiği Ekvador maçında
sahaya kaptan olarak çıktı, taraftarların
alkışları ve tutamadığı göz yaşları arasında
da terk etti.
Amerikalılar onu ‘’Futbolun Steve Nash’i’’ olarak
tanımlıyor. Hayalinde Boca Juniors forması
giymek vardı, Tanrı’nın eli Diego Armando
Maradona’nın Barcelona’dan önceki
durağı. Nam-ı diğer Landycakes, her
zaman sözünü budaktan sakınmayan
bir karaktere sahip oldu. “Son yıllarda
insanların hedef tahtası haline
geldi. O, Amerika’daki futbolun Kobe
Bryant’ı. İnsanlar ona ya tapıyor, ya
da ondan nefret ediyorlar.’’ ABD Milli
Takımı’nın eski oyuncularından, yorumcu
Eric Wynalda onun hakkında bu sözleri sarf
ediyor. Soccer America dergisinin editörü
Ridge Mahoney için ise Donovan; “Harika bir
oyuncu. İyi görünüşlü bir çocuk, bir aktrisle
evli ve California sahillerinde yaşıyor. Onun,
Amerikan rüyasını
yaşadığını
söyleyebilirim”
der. Dünya
Kupası kadrosuna
Klinsmann tarafından
alınmadığında onun için
sosyal medyada “Şayet Landon’dan
iyi 23 oyuncuya sahipsek, Dünya Kupası’nı
kazanmak için de bir şansımız var” yorumu bile
yapılmıştı. 2006 Dünya Kupası’nda dönemin
ABD teknik direktörü Bruce Arena ile sorunlar
yaşamış, 2012 yılının ortasından 2013 Mart
ayına kadar da zihinsel yorgunluğunu
göstererek futbola ara vermişti. 27
“Yapacağım çok fazla şey var. Seyahat etmek
istiyorum, daha önce bulunamadığım yerleri
görmek istiyorum. Futbolcuyken bir çok yere gittim,
ancak oralarda görmem gereken yerleri göremedim.
Ailemle vakit geçirmek, haftalarca hiç bir şey
yapmadan oturmak ancak uyandığımda istediğim
şeyleri yapmak istiyorum.”
“Asla, asla demem. Hala
oynayabileceğimi düşündüm
elbette. ‘Tanrım artık emekli
olmak istiyorum’ dediğim
zamanlar da oldu. Bir
sporcu olarak sonuna
gelmek olası değil gibi
görünür, ama aslında
öyledir. Hayatımın bir
sonraki bölümüne
başlıyorum.”
Aslıhan Karlıdağ
Kadın Futbolu HF150
ÖZ MAÇ BAHANE
Bu dergide Maç Bahane yazılarını hep Varol
Döken’den okumaya alışıksınız. Tabi Aslıhan
Karlıdağ kim ki... Varol’ın yazılarını keyifle okurken
içten içe kıskandığım, keşke ben de böyle maç
günü hikayelerimi yazsam dediğim doğrudur.
İlker Yılmaz’ın ağzından Maç Bahane gibi bir yazı
yaz lafı daha çıkmadan ben o topu almış, rakip
ceza sahasına kadar sürmüş, kalecinin üzerinden
aşırtmayı yapmıştım bile.
Kadınlar Futbol Ligi fikstürü açıklanır açıklanmaz
ilk hafta İstanbul’da maç var mı diye bakmıştım.
Şanslıydım, Ataşehir Belediyespor’un ilk maçı
İstanbul’da oynanacaktı. Ülkede, Kadınlar Ligi
başlıyor diye benden başka heyecanlanan biri
var mıdır emin değilim. Olsun, ben bu oyunu
seviyorum ve top peşinde koşamasam da
koşanların peşindeyim her daim.
Bir de olayın sosyal sorumluluk tarafı var
tabi. Sorumlu bir teyze olarak, “kızlar futbol
oynamaz ki” diyen altı yaşındaki yeğenim
Eda’yı bu maça götürmeyi kendime görev
ediniyorum. Eda futbolu pek sevmiyor ama
benimle maça gelmeye ikna oluyor. Hatta
kızların oynayacağını duyunca ilgisi artıyor.
(Eda’nın beyninde henüz kadın diye bir kavram
yok. Onun için kız ve oğlan var. Belki de doğrusu
budur) Ben de belki futbolu sevmeye başlar
diye hevesleniyorum.
Ligin ilk haftası ya içim içime sığmıyor. İlker Yılmaz’ı
da davet ediyorum, gelmeye çalışırım diyor. İlker’le
konuştuğumuzda federasyon maçın başlama
saatini 14:00 olarak açıklamıştı. Perşembe günü
maç saati 12:30’a çekildi. İlker’e değişikliği haber
verdiğimde, “çok erken kalkmam gerekecek, yol
da uzun” gibi cümleler kurunca kesin gelmeyecek
diyorum kendi kendime. İlker’in geleceğinden
hiç ümidim yok. Ama ona çaktırmıyorum, maç
sabahı uyanınca beni haberdar etmesi konusunda
anlaşıyoruz.
Sabah saat 10:00’a kadar İlker’den ses çıkmıyor. Ben
de gelmeyeceğine emin oluyorum. Hatta içimden
söyleniyorum biraz. Tamam kabul biraz değil,
İlker’in nezlinde kadınlar maçı izlemeye gelmeyen
herkese saydırıyorum. (Bu yazı sansüre uğramazsa,
bilin ki Hayatım Futbol’da düşünce özgürlüğü var:))
İlker beni fena halde yanıltıyor, 10:30’da mesaj atıyor
buluşma yeri ve saatini ayarlıyoruz. İki tane maç
arkadaşım var daha ne olsun, mutlu mesut yola
koyuluyorum. Daimi maç arkadaşım, aynı zamanda
hayat arkadaşım Baturay ise yurtdışında olduğu için
tribündeki ve yanımdaki yerini alamıyor.
İlker’in şarjı yok, ben buluşma yerini tam
bilmiyorum ama yine de buluşmayı başarıyoruz.
Zaten benim zamanında cep telefonu mu vardı?
Yer saat belirlenir, herkes o saatte orda olurdu.
Eda yolda, maçtan önce patlamış mısır almak
istediğini söylüyor. En son Fenerbahçe Ülker Sport
Arena’da basketbol maçı izlemiştik, sanırım Yeni
Sahra Stadı’nda da benzer büfelerin olduğunu hayal
ediyordu. Moralini bozmamak için büfede satılıyorsa
alırız demek zorunda kalıyorum.
Yeni Sahra Stadı’na ulaşmak için en kolay yol
metro kullanmak. Metrodan Yeni Sahra durağında
iniyorsunuz. Otobüs durağının sağındaki sokaktan
giriyorsunuz, sağdan üçüncü sokaktan bir paralel
caddeye geçince 500 m ileride stadı göreceksiniz.
Arabayla gidecekseniz, e-5’ten Kadıköy
istikametinde giderken Yeni Sahra’da yanyola
giriyorsunuz. Shell benzin istasyonunu geçtikten
sonra yol tekrar E-5’le birleşmeden hemen önce
sağa dönüyorsunuz. Stadı solunuzda göreceksiniz,
otopark girişi için ilk sola dönüyorsunuz.
Stadın otoparkına direksiyon kırmamla, hem
İlker’de hem Eda’da bir hayalkırıklığı sezdim.
Gecekonduların içerisinde, derme çatma bir yer
Yeni Sahra Stadı. Zemin tabi ki suni çim. El kadar
tribünlerdeki koltukların yarısı kırık ve istisnasız
hepsi pislik içinde. Tribünlere göre sol tarafta
kalan kale arkasında hurda malzemeler duruyor.
Tuvaletlerin önünde sinekler uçuşuyor ve öyle bir
koku yayılıyor ki tuvalete girmek cesaret ister.
Tribünde kırık olmayan koltuklara oturuyoruz ama
Eda’nın patlamış mısır sevdası devam ediyor.
Geçen sezon kantinin olduğu küçük bina bu yıl
terkedilmiş bir halde. Dolayısıyla bir kafetarya dahi
yok. Sadece bir büfe var, onda da içecek satılıyor.
Mısırdan ümidi kesip, tribüne geri dönüyoruz. Galler
maçında çapraz bağları kopan Seval ile sakat olduğu
için takımdaki yerini alamayan Çiğdem tribünde
oturuyorlar ve o da ne çekirdek yiyolar. Benim
yeğen, bu defa çekirdeğe yöneliyor. İlker bu çağrıya
kayıtsız kalamıyor ve çekirdek almak üzere stadı
terkediyor. İlker dönene kadar yeğenim en az elli
kez ‘Arkadaşın nerede’ diye sorarak sabrımı sınıyor.
Uslu durursa dergiye çıkacağını söyleyerek biraz
sakinleştiriyorum. Neyse İlker de geliyor, çekirdek
de. O arada maç başlıyor.
Ataşehir Belediyespor kendi evinde 1. Ligin yeni
takımı Karşıyaka BESEM’i (Beden Eğitimi ve Spor
Eğitim Merkezi Spor) konuk ediyor. Karşıyaka’yı çok
fazla tanımıyorum ama Ataşehir Belediyespor’un
rakibine göre daha güçlü bir kadroya sahip olduğunu
anlamak çok zor değil. Öyle ki Ataşehir’in A Milli
takımda direk oynayan altı oyuncusu varken, İzmir
ekibi sahaya yalnız 14 oyuncuyla çıkarabiliyor.
Karşıyaka BESEM 1. Lig’de, iş insanlarından
ve belediyelerden destek almayan tek takım.
Tamamen teknik direktör Feriha Paylar ve eşinin
kişisel çabalarıyla ayakta kalmaya çalışan bir kulüp.
Bu şartlarda 1. Lig’e yükselmiş olmaları başlı başına
büyük bir başarı.
Ataşehir Belediyespor tecrübesini konuşturuyor ve
maçın henüz 5. dakikasında Hanife’nin ayağından
ilk golü buluyor. İki takım arasındaki güç farkı o
kadar net ki, İlker’e dönüp bu maçta fark olur
diyorum. Nitekim ilk yarı Ataşehir’in 6-0 üstünlüğü
ile sona eriyor. Ataşehir için biraz antrenman
havasına geçen bir maç oluyor ve 13-1 gibi farklı bir
skorla sona eriyor.
Eda futbolu sevmediğini bir kez daha belirtiyor. Ben
sezonun başlamış olmasından çok mutluyum. On
beş gün sonra İstanbul’da Ataşehir BelediyesporKonak Belediyespor maçını iple çekmeye
başlıyorum. Maç bitiminde Ataşehir Big Chiefs’te
güzel bir ziyafet çekiyoruz. Dönüş yolunda İlker,
yazının başında belirttiğim maç bahane tarzı bir yazı
yaz diyor ve Öz Maç Bahane bölümü böyle doğuyor.
Bu vesileyle Varol’a meydan okuyorum, iyi olan
kazansın.

Benzer belgeler

O sene bu sene mi?

O sene bu sene mi? Roberto Martinez, hayatında izlediği en iyi futbol takımı olarak 1993 yılının Barcelona’sını anıyor. Yani en yakın dostu Jordi Cruyff’un babası Johan Cruyff’un çalıştırdığı ünlü Barcelona takımını....

Detaylı