O sene bu sene mi?

Transkript

O sene bu sene mi?
3 - Sayı
1
0
2
z
u
m
m
e
T
5
87
O sene bu
sene mi?
Senelerdir aradığı çıkışı
bulamayan Liverpool,
Brendan Rodgers yönetiminde
bu kez doğru yolda mı?
Son Beşiktaşlı
Pedro Franco
Bu oyunu
bozalım
Mersin 2013’ü
yerinde gördük
M
I
T
A
Y
A
H
#87 F
L
O
B
T
U
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editör
Uğur Karakullukçu
Yardımcı editör
Alican Koçak
Yazarlar
Can Mutlu
Emre Çelik
Rafet B. Eryılmaz
Tanju Eren
Varol Döken
Bu sefer olur mu?
Uzun yıllar şampiyonluk adayıydılar ama her geçen gün üst
tarafla makas daha açıldı ve artık Liverpool’u kimse şampiyonluk
adayı olarak görmüyor. Geçen sezon Brendan Rodgers ile atılan
adımlar daha sesli olarak duyuluyor. Özellikle Kırmızılıların
ikinci yarıda verdiği ışık bu sezon yapılan transferlerle devam
edecek gibi. Hayatım Futbol 87. sayısında kapağı iğrenç dış saha
formasına rağmen Liverpool’a ayırdı, geleceğine fal baktı.
Bu sayıda ayrıca; Beşiktaş’ın yeni transferi Pedro Franco’yu,
Akdeniz Olimpiyat Oyunları’nde final oynayan milli takım
vesilesiyle Mersin’i, Maç Bahane’nin Gezi Parkı’ndan İstanbul
United izlenimlerini ve Real Madrid’in altyapısından yetişen
efsanevi oyuncu grubu Akbaba Beşlisi’ni bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#87
Bu Sayıda
Bir Önder Özen Transferi:
Pedro Franco
Beşiktaş’ın Kolombiyalı stoperi
mercek altında…
Tantuniye
altın yakışırdı
Mersin 2013’ten izlenimler…
Liverpool Özel
O sene bu sene mi?
Bu oyunu bozalım!
Futbol forumlarına davet…
Rodgers ve Liverpool doğru yolda mı?
Yine mi İspanyol?
Akbaba beşlisi!
Liverpool’da hedef yine
İber Yarımadası
Real Madrid tarihinin unutulmazları
Acaip_VF_Smart2_210x297.ai
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
1
07.12.2012
20:43
Can Mutlu
O sene bu sene mi?
İngiltere
Her sezona aynı parolayla giren Liverpool yaptığı doğru transferlerle herkesi
şaşırtıyor(!). Kırmızılar uzun süredir yarıştan uzaktalar ve artık isimleri bile
anılmıyor. Gelecek dönemde onları nelerin beklediğine, dört ana başlık
üzerinden birlikte bakalım.
HF
#
87
Yeniden yapılanma
Brendan Rodgers’ın anlattıkları, öne sürdüğü
parlak fikirler kağıt üzerinde fazlasıyla ilgi
çekiciydi. Uygulama safhasına geçildiğinde
sürecin sancılı olacağı öngörülüyordu ama
önce kulüp yönetimi, ardından federasyon
işleri Rodgers için daha sıkıntılı hale getirdi. Bir
önceki yılın yüksek oranda isabetsiz transfer
hamlelerinin getirdiği finansal sıkıntı transfer
döneminde hareket olanağını kısıtlarken,
fikstür çekimi ise Rodgers’a üç puan için
beklemesini söylüyordu.
180 küsur sayfalık raporda açıkça belirttiği
üzere, yarışmacı bir takım oluşturabilmeleri
için en az dört transfer dönemine ihtiyaçları
vardı. Kısacası Rodgers bunu dillendirmekten
kaçınsa da üç yıllık anlaşmasının ilk iki yılında
başarı vaat etmediği açıktı. Ve dahası, inandığı
oyun sisteminin Liverpool’da işlerliği tamamı
ile soru işaretiydi. Martinez’in belli bir ekol
aşıladığı Swansea City’yi yapıya adapte etmek
zor olmamıştı ama düşük tempolu pas oyunu
Liverpool’da çalışacak mıydı, yoksa yeni yollar
mı denemesi gerekiyordu?
Luis Suarez’in eklendiği vasat kadronun
arzulanan oyun için ihtiyaçları bir hayli
fazlaydı. Rodgers’ın acelesi yoktu; verdiği
Önce Gylfi Sigurdsson, ardından Clint
Dempsey’in ligdeki en ciddi rakibe kaptırılması
yıkımıyla başlayan sezonu, üç puan almak
için beklenen bir buçuk ay takip etti. Liverpool
çok paslaşan ama kolay gol yiyen, ritim
bulduğunda ise gol yağdıran bir takım oldu.
Rodgers, savunduğu felsefeye körü körüne
inanan ve bunda inatçı biri olmadığını,
Chelsea’de birlikte çalıştığı Jose Mourinho’nun
pragmatizminden nasibini aldığını sezon
içerisindeki birçok hamlesinde gösterdi. Jaime
Carragher’ın veda sezonunda savunmadaki
sertliği sağlamak adına formayı kapması buna
iyi bir örnek; zira iş pas yapmaya geldiğinde
İngiliz savunma oyuncusunun topu kırdığını
bilmeyen yok. Rakipten topu yedi saniye
içerisinde almaya çalışan takımın yaşadığı
yerleşim karmaşalarının yarattığı savunma
sıkıntılarını da, takımın presini kısıp alan
oyununa iterek çözmeyi başardı.
İngiltere
İlk transfer döneminde tercih ettiği Fabio
Borini, Joe Allen, Oussama Assaidi gibi
isimlerden beklediğini alamayan Rodgers’ın
ikinci transfer döneminde de karavana
atması Liverpool kariyerini bitirebilirdi. Daniel
Sturridge ve Philippe Coutinho tercihleri
birçoklarına göre büyük bir kumardı. Ancak iki
oyuncu da Liverpool’un ikinci yarı gösterdiği
iyi performansın mimarları oldular. Ligin en
çok gol atan dördüncü takımı olan Liverpool,
direkten dönen şutlar gol olsa ve puana
yansısa, ligi dördüncü sırada bitirecekti.
Rodgers birinci aşamayı çözmüştü; Luis Suarez
birilerini ısırıyor olsa bile takım gol atabiliyordu.
HF
#
87
Sezon bittiğinde Liverpool ile dördüncü
Arsenal arasında 12 puan vardı. Bu bir önceki
yıl 17 idi. Liverpool önceki yıla göre bir sıra
yukarı tırmandı, önceki yıldan dokuz puan
daha fazlasını aldı, beş maç daha az kaybetti.
24 gol daha fazla attı ve yalnıza üç gol fazla
yedi. Rodgers, istatistik olarak açık bir şekilde
yukarı doğru ivmelendiği görülen takıma
Sturridge, Coutinho, Borini, Sterling, Suso
ve Henderson gibi yeni bir jenerasyonu da
eklemeyi başarmıştı. Takım her ne kadar
Avrupa mücadelesinin dışında kalmış olsa
da, geçiş yılı için hiç de fena olmayan bir tablo
ile sezonu kapadı. Kadronun yapabilecekleri,
yarışılan rakipler göz önüne alındığında bundan
fazlası değildi. Ağır eleştirilere maruz kalsa
da, Liverpool’un birkaç yıllık projeksiyon ile
değerlendirilme zamanı geldi de, geçiyor bile...
Liverpool ligin neresinde?
2005’te Avrupa’nın zirvesine çıkan takımdan
elde ettiği bu başarı sonrası beklentiler hep
Premier League’de şampiyonluk kazanılmasına
yönelikti ama Liverpool’un kötü futbol
ekonomisi yönetimi saha içindeki eksik
hamlelerle bir araya gelince ortaya büyük bir
fiyasko çıktı. Kırmızılar hamle üzerine hamle
yapan, kadrosunu hem gençleştiren, hem
de geleceğin yıldızları olarak lanse edilen
isimleri transfer eden Tottenham’ı çok ciddiye
almıyordu. Zaten asıl darbeyi de Arapların satın
aldığı Manchester City’den yedi. Aradan geçen
sürede Tottenham’ın, hatta şehrin mavi takımı
milyon pound). Aradaki farkın denklemdeki
karşılığı ise oldukça basit; Şampiyonlar Ligi ve
stadyum gelirleri. Arsenal’in oyuncu satışından
düzenli bir girdisinin olduğunu da belirtmek
gerek.
İngiltere
Everton’ın da gerisinde kaldığını söylemek
mümkün. Peki tablo gerçekten böyle mi?
HF
#
87
Liverpool, Premier League’de gelirler
klasmanında ilk beşteki yerini halen kaybetmiş
değil. Sınırsız kaynakları olan Manchester
City ve Chelsea’nin, endüstriyel futbolun
kalesi Manchester United’ın gerisinde olması
normal bir durum. Ancak dördüncü sıradaki
Arsenal’den hemen sonra gelen Liverpool’un,
arkadaki grubun ciddi farkla önünde olduğunu
söylemekte fayda var. Takım uzun süreli
başarısızlığa rağmen, özellikle Uzakdoğu’daki
hayran kitlesini korumayı başarıyor. Ancak
bundan daha fazlası söz konusu; Liverpool’un
ekonomisinde ciddi iyileşmeler mevcut.
2010 yılında kulübü satın alan Amerikalı
Fenway Sports Group, beraberinde bir dizi
sponsoru getirerek kulübün hareket etmekte
zorlanan ekonomisini canlandırmayı başardı.
Liverpool başarısız olabilir ama İngiltere’nin en
pahalı ikinci forma anlaşmasının sahibi. Öte
yandan ikincil sponsorların sayısındaki ciddi
artış sonrası geçtiğimiz yıl yaklaşık 189 milyon
pound civarında bir gelir elde eden kulübün
dördüncü sıradaki Arsenal ile arasındaki fark
46 milyon pound (Arsenal’in yaklaşık geliri 235
Ekonomik makas kapatılmadığı sürece tekrar
zirveye çıkmanın mümkün olmadığının
farkında olan kulübün sahibi John Henry’nin
Rodgers’ın planına ikna olması, tabloya
bakıldığından anlamlı görünüyor. Üst düzey
yıldızlar için eski cazibesini yitiren Liverpool,
belli profildeki oyunculara giderek iki ana hedef
güdüyor: Belli kalitede takım iskeletine sahip
olmak ve kendi yıldızlarını yaratmak. Bunu
yaparken ekonominin sakatlanmamasına
dikkat ediyorlar.
Geçtiğimiz ay içerisinde Anfield Road’un
etrafında yapılacak projeyi şehir meclisinden
geçiren ve stadın da belli böümlerinin
yenileneceği projeye yakında başlayacak
olan Kırmızlar, stadyum gelirlerini de
yukarı çekmeleri halinde Arsenal’in başına
ciddi şekilde dert olacak gibi görünüyorlar.
Endişelenmesi geren bir başka takım
ise Tottenham. 144 milyon poundluk
gelirlerini arttırmaları için daha fazla Luka
Modric ve Gareth Bale’e ihtiyaçları var. En
önemli avantajları ise şu anda albenilerinin
Liverpool’dan fazla olması.
Yarışmanın yüksek olduğu liglerde
harcayarak büyümeye çalışmak, pahalıya
patlayabilecek bir risk. İlk yılında bunu yaşayan
Liverpool’un yeni yönetiminin öncelikle
ekonomik gelişime odaklanması ve FFP’nin
nimetlerinden yararlanmaya çalışması doğru
yol gibi görünüyor. Takımdaki yüksek kontratlı
oyunculardan da büyük ölçüde kurtulan
Liverpool’un şu an için ilk hedefi, ekonomik
yerini lige yansıtmak olmalı gibi görünüyor.
Şampiyonlar Ligi yarışı için halen yetersiz olan
takımın dördüncü sıra için mücadele veren iki
Londra takımı Arsenal ve Tottenham’a meydan
okuması gelecek yılların öncelikli hedefi olacak.
Rodgers ne yapmak istiyor?
İngiltere
Brendan Rodgers üçüncü transfer dönemine
işleri sıkı tutarak girdi ve geçen yaz yaşadığı
transfer dilemmalarına bu kez izin vermemek
niyetinde. Şimdiden dört transferi bitirdi
ve banka balansında da oldukça iyi. Yaptığı
son açıklamada kadroya yeni isimlerin
ekleneceğinin sinyallerini verdi ve bu isimlerin
kim olacağı da aşağı yukarı belli. Peki
Rodgers’ın planı ne? Tiki-Taka hayali devam
ediyor mu?
HF
#
87
Geçtiğimiz sezon birçok maçta Rodgers’ın
da Liverpoollu oyuncular gibi öğrenme süreci
yaşadığına tanıklık ettik. Ancak ortada kesin
bir gerçeklik var; metot çalışmalarına ve bilime
inanan İrlandalı teknik adam, sorgulamaktan
çekinmiyor ve hataları düzeltmek konusunda
her seferinde bir öncekinden daha iyi.
Kafasındaki oyunun temelinde topa sahip olan
takımların %77 oranında galibiyete ulaştığı
istatistik verisi var. Ancak genç teknik adam
futbolun evrilmeye başladığı noktanın farklı
dinamiklere sahip olduğunun bilincinde olacak
ki, bazı önemli deplasmanlarda topu almamayı
tercih ederek parlak zaferler kazandı.
Dört transfer döneminin ardından şekillenecek
kadroyu işaret etmişti Rodgers. İlkinde
istediklerini gerçekleştiremese de, özellikle
Ocak ayında yaptığı işlerin takıma katkısı
beklentilerin çok üzerinde oldu. Yaz dönemi
için yapılan çalışmanın temelinde iki ana unsur
yatıyor: Derinlik ve fayda maksimizasyonu.
Yarışmacı takım yaratmanın birinci koşulu
seviyeleri birbirine yakın oyunculardan kurulu
bir kadroya sahip olmak. Ancak geçtiğimiz
yıllardaki Liverpool’un bu derinliğe sahip
olduğunu söylemek bir hayli zor. Kulübe ile
sahadakiler arasındaki uçurumun kapanması
ve sahadaki her oyuncunun formayı kaybetme
korkusu yaşaması, sadece takımın değil
oyuncuların da kendilerini geliştirmesi
açısından son derece mühim. Rodgers şu ana
kadar faydalanamadığı oyuncuları yollarken,
yerlerine genç ve fayda sağlayabilecek isimleri
tercih ediyor.
İkinci hedef ise Liverpool’u daha homojen
bir takım yapmak. Suarez ve Sturridge’in
her zaman bu gol sayılarına ulaşacağının
garantisi olmadığını bilen Rodgers, Gerrard
dışında skor katkısı vermekten yoksun orta
sahaya Henrikh Mkhitaryan’ı alarak ön
tarafın yükünü azaltmak niyetinde. Stewart
Downing ve Raheem Sterling gibi skora katkısı
düşük kanat oyuncularının yerine İspanya’da
geçtiğimiz yılı ekstra üreterek geçirmiş Iago
Aspas ve Luis Alberto’yu transfer etti. Takımın
estetikten yoksun İngiliz görüntüsünü de
rötuşlayan İrlandalı teknik adam, senede
birkaç mucizeye(!) imza atan Reina’nın yerine
Avrupa’nın hakkı en az verilen kalecilerinden
Simon Mignolet’yi alarak kaleyi de sağlama
aldı.
Kolo Toure ile boşalan Carragher kontenjanını
dolduran Rodgers’ın transferini istediği iki
savunma oyuncusu Tiago Ilori ve Kyriakos
Papadopoulos, muhtemelen satılması
planlanan Martin Skrtel ve Sebastian Coates’in
yerini alacak. Şu ana kadar Andy Carroll ve
Jonjo Shelvey’i satan Rodgers bu oyunculardan
20 milyon poundun üzerinde bir gelir elde
ederken, aldığı dört oyuncu için 24 milyon
pound civarında bir para harcamış durumda.
%50 pay sahibi oldukları Thomas Ince’in
satışından 4 milyon pounda yakın bir gelir
bekleyen İrlandalı teknik adam, şu ana kadar
kadrosuna kattığı dört oyuncu için kasasından
bir şey çıkarmamış gibi görünüyor. Kalabalık bir
satılık listesi de cabası.
Özetlemek gerekirse, İrlandalı teknik adam ilk
gün anlattığı planına sadık durumda. Verim
alamadığı oyuncuları daha gençleri ve daha
yeteneklileri ile değiştirerek sağlam bir omurga
yaratmaya çalışıyor. Peşinde olduğu transferleri
bitirmesi halinde Ocak ayında attığı düşeşin
bir benzerinin gelmesini bekleyecek. Kağıt
üzerinde ise birçoklarından geçer not almış
durumda.
Bir umuttur yaşatan insanı...
İngiltere
Liverpool her sezona “o sene, bu sene”
mottosu ile başlar ve hayallerinin yıkılması
iki aydan fazla sürmez. Beklenti/Performans
denklemindeki sakatlıklar Liverpool’un üzerine
en çok geyik yapılan takımlardan biri olmasına
neden oluyor. Oysa Liverpool ekonomik verilerin
de işaret ettiği gibi lig beşincisi; bundan fazlası
değil. Daha iyi olabilmek için üsttekilerden
rol çalması gerekiyor ama şimdilik alttakiler
ondan rol çalıyor. Bu durum yakın zamanda
değişebilir.
HF
#
87
Transfer dönemindeki atak tavrının
önümüzdeki günlerde de sürmesi muhtemel
olan Rodgers’ın bu yıl ana hedefinin ligde
olmaları gereken yere ulaşmak olduğu kesin.
Sadece Premier League’de mücadele edecek
olan takım, yoğun maç temposuna girecek
rakiplerinin tökezlemesinden faydalanmayı
deneyecek. İrlandalı teknik adam kafasının bir
köşesinde dördüncülük hayalleri muhakkak
kuruyordur ama gerçekçi olmaya devam
etmekte fayda var.
Henrikh Mkhitaryan gelse dahi değişmeyecek
olan problem, Liverpool’un Luis Suarez ve
Steven Gerrard dışında kazanma karakterine
sahip oyuncusu yok. Tottenham, geçtiğimiz
sezon Gareth Bale’in tek başına aldığı 23
puan sayesinde Şampiyonlar Ligi yarışında
kalmayı başardı. Genel görüntü önemli paralar
harcanarak takıma bu tip bir oyuncu katma
niyetinin olmadığı yönünüde. Rodgers’ın
elindeki çocuklardan birinin fazlasını vermesine
ihtiyacı var gibi görünüyor. Sturridge, Coutinho
ve Luis Alberto bu kontenjanda olan ve
şapkadan tavşan çıkarması beklenen isimler.
Gerçekçi görünen hedef, geçtiğimiz yıldan
dokuz puan daha fazla almak gibi duruyor
ve bu da ilk beşe girmek için yeterli olacaktır.
Özellikle iç saha maçlarında performansını
arttıran bir Liverpool izlememiz olası. Takımın
Ocak ayı geldiğinde bulunduğu yer, Rodgers’ın
da Liverpool kariyerini etkileyebilir. İşelerin
iyi gitmesi durumunda ise, Ocak ayındaki
beklenen “dördüncü dönem” için bir açık çek
fırsatı da yakalayabilir.
Rafael Benitez döneminde yapılan altyapı
hamleleri sonrası iyi bir jenerasyona sahip olan
Liverpool, iki yıl içerisinde rakipleri ile benzer
stadyum gelirlerine de ulaşacak. Ekonomik
makas giderek kapanıyor, futbol altyapısı ise
her geçen gün daha iyiye gidiyor. Liverpool’un
Şampiyonlar Ligi özlemini gidermesi için
Rodgers’ın çıkaracağı iyi işe ve biraz da şansa
ihtiyaç kalıyor...
Kaynaklar
1.Swiss Ramble Blog
2.Deloitte Money League
3.Game Changer – Mihir Bose
4.Liverpool Echo
Rafet B. Eryılmaz
Yine mi İspanyol?
Yine mi çiçek?
Liverpool, Rodgers yönetimindeki
ikinci sezonuna girmeye
hazırlanırken transfer rotasını
yeniden İber Yarımadası’na çevirmiş
görünüyor. Benitez döneminde
başarıya ulaşan İspanyol modelinin
yeniden işe yaraması Merseyside
sakinlerinin en büyük umudu.
İngiltere
Liverpool’un başına Valencia’yla kupalar
kazandıktan sonra gelen Rafael Benitez,
ülkesinin futbol alışkanlıklarını Merseyside
ekibine kazandırmak için hemen kolları
sıvadı. Luis Garcia ve Xabi Alonso gibi La
Liga’nın kalburüstü oyuncularıyla başlattığı
serüvene Fernando Morientes, Pepe Reina
ve Fernando Torres gibi isimlerle devam etti.
HF
#
87
Benitez’in İspanya’yla olan transfer
bağını koparmaması önemli başarıları da
beraberinde getirmişti. Kulüp tarihinin
en görkemli dönemimi Rafa’nın getirdiği
oyuncularla yaşarken; son yılların en büyük
hayal kırıklıkları da bu oyuncular ayrıldıktan
sonra yaşandı. Şampiyonlar Ligi hasreti 5
sezonu geçen Liverpool’un bu kötü gidişe
Benitez döneminde uyguladığına benzer
bir reçeteyle dur demesi bekleniyor. 2013
yazında Iago Aspas ve Luis Alberto’nun
kadroya katılması bu tespiti doğrular
nitelikte. Bu iki oyuncunun da İspanya’da
göze çarpmalarına rağmen Real Madrid ve
Barcelona seviyesinde görülmedikleri aşikâr.
İşte bu nedenle bireysel gelişimleri için
ellerinden gelenin en iyisini yapacaklarına
emin olabiliriz. İkisinin de günün birinde
İspanya’ya zirvede dönmek isteyeceklerine
şüphe yok. Liverpool da bu süreçte kupalara
ve özlediği Şampiyonlar Ligi arenasına
dönmeye çalışacak.
İspanyolların yanı sıra Kırmızılar, Simon
Mignolet ve Kolo Toure gibi Premier
League deneyimi yüksek iki ismi de
kadroya kattılar. Mignolet-Reina ve ToureCarragher değişimlerinin sorunsuz şekilde
gerçekleşmesi de Liverpool’un yararına
olacaktır.
Liverpool, yeni sezonda da değişmeyen
Şampiyonlar Ligi umutlarını yepyeni
bir anlayışla karşılamaya hazırlanıyor.
Yeni transferlerin Anfield’da kalıcı olup
olmayacağını zaman gösterecek. Ama
takıma neler katabileceklerini mercek altına
almakta fayda var.
Luis Alberto
İngiltere
Nasıl geliyor?
HF
#
87
Sevilla altyapısının son yıllarda yetiştirdiği
en önemli yeteneklerden olan Luis Alberto,
2012/13 sezonunda Barcelona B formasıyla
son yılların en önemli futbol sisteminin
içine dâhil oldu. Katalan ekibinin Segunda
serüveni boyunca 36 maçta forma giyen
Alberto, 11 golle takımın en golcü ikinci
ismi olmayı başardı. 2009-12 arasında da
Sevilla’nın B takımında düzenli olarak forma
giyen Alberto, İngiltere’nin yoğun maç
trafiğine hazır görünüyor.
Ne verebilir?
Her İspanyol kanat oyuncusu gibi Luis
Alberto’nun da teknik kapasitesi bir
hayli yüksek. Ancak bunun yanında kısa
sayılmayacak boyu (1,82 m) ve skorer
özelliğiyle de göze çarpıyor. Gerektiğinde
forvette de oynaması bunun en büyük
kanıtı. Liverpool’un son yıllarda yaptığı
Downing ve Assaidi gibi başarısız kanat
transferlerinden sonra önemli bir yatırım
olarak göze çarpıyor. 20 yaşındaki Luis
Alberto, Sturridge-Suarez ikilisiyle sürekli
yer değiştirerek rakip savunmaların başını
döndürebilir.
Onu bekleyen tehlike
Brendan Rodgers’ın gençlere güvenen bir
teknik adam olduğunu biliyoruz. Ancak Luis
Alberto’nun İngiliz kamuoyuna göre hâlâ
Downing’in gerisinde görüldüğüne şüphe
yok. İngiltere’ye uyum süreci genç oyuncu
için büyük önem taşıyor. Eğer ilk birkaç ay
içinde etkileyici bir şeyler ortaya koyamazsa
üzerindeki baskı artacaktır.
Iago Aspas
İngiltere
Nasıl geliyor?
HF
#
87
Celta Vigo’nun geçtiğimiz sezon La Liga’ya
yaptığı dönüşün mimarlarından olan Iago
Aspas, taraflı tarafsız herkesi oynadığı
futbolla etkilemeyi başarmıştı. 2011-12
sezonunda Segunda’da attığı 23 golle en iyi
forvet ödülüne de layık görülen Aspas, takip
eden sezonda 12 golde kaldı. Buna rağmen
oyununun farklı yönlerini geliştirmeyi
başardı. Hızı ve tekniği sayesinde gezici
forvet özelliklerini ortaya çıkaran Aspas’ın
Liverpool’da da hücumun tamamlayıcı
elemanı olması bekleniyor.
Ne verebilir?
Luis Garcia, Liverpool’a geldiğinde kimse
onun Şampiyonlar Ligi yarı finalinde
Chelsea’ye gol atmasını beklemiyordu. Fakat
Garcia, tüm beklentileri aşarak 10 numaralı
formanın hakkını vermişti. Aspas da benzer
bir etkiyi yaratabilecek potansiyele sahip.
Sturridge ile yakalayacağı uyum sayesinde
Liverpool hücumunun kilit ismi olması
muhtemel. Ayrıca kanatlarda oynamaya da
adapte olabilir. Bu sayede daha tehlikeli bir
forvet elemanına dönüşebilir.
Onu bekleyen tehlike
Aspas’ın profesyonel kariyerinde sadece bir
sezonu La Liga’da geçti. 2008-12 arasında
Celta Vigo’yu La Liga’ya çıkarmak için
uğraşan Aspas, bu süre boyunca sadece bir
kez (2011-12 sezonu) çift haneli gol sayısına
ulaşabildi. Bu düşük profilli kariyeri onu
Premier League’in zorlu savunmacıları
karşısında çaresiz bırakabilir.
Öte yandan yüksek beklentiler de onu
baskı altına alabilir. Torres’in 9 numaralı
formasını giyen İspanyol bir oyuncu için aksi
düşünülemezdi zaten…
Simon Mignolet
İngiltere
Nasıl geliyor?
HF
#
87
2010 yazında Sunderland’in kadrosuna
katılan Mignolet, Siyah Kediler’de
geçirdiği üç sezonda takımın en
önemli oyuncularından birine dönüştü.
Sunderland’le henüz ilk maçında maçın
adamı seçilen Belçikalı eldiven, Premier
League’in parmakla gösterilen kalecileri
arasına girmekte zorlanmadı. Geride
bıraktığımız sezonda Manchester City’li
meslektaşı Joe Hart’tan “Bence Simon, bu
sezon ligin en iyi kalecisiydi” övgüsünü de
almayı başardı.
Ne verebilir?
Liverpool’da Jerzy Dudek’in eldivenleri Pepe
Reina’ya sıkıntısız ve yumuşak bir geçişle
bırakması Mignolet’nin takıma katılmasıyla
yeniden akıllara geldi. 25 yaşındaki
oyuncunun 2006’da başlayan profesyonel
kariyerinde 20 maçın altına sadece 2006/07
sezonunda düşmesi önemli bir deneyim
kazandığının göstergesi. Mignolet, bir
kaleci için en önemli özelliklerden biri
olan istikrara fazlasıyla sahip. Reina’nın
son birkaç sezonda gösterdiği inişliçıkışlı grafik düşünülürse Mignolet’nin
eldivenleri devralmak konusunda fazla
zorlanmayacağını söyleyebiliriz.
Onu bekleyen tehlike
2010’dan bu yana İngiltere gibi zorlu bir
ülkede istikrarla Sunderland kalesini koruyan
Mignolet’nin Liverpool’da sorun yaşaması
büyük sürpriz olur. Ağır sakatlıklardan uzak
kalırsa eldivenleri Reina’dan almaması için
hiçbir neden yok.
Kolo Toure
İngiltere
Nasıl geliyor?
HF
#
87
2002’den bu yana Premier League’de
forma giyen Kolo Toure, ligin en deneyimli
savunma oyuncularından biri olarak
Liverpool’la anlaştı. Arsenal ve Manchester
City formalarıyla iki lig şampiyonluğu gören
Fildişili stoper, 2011’de aldığı doping cezası
sonrasında düşüşe geçmeye başladı. Son iki
sezonda City’de kadroya girmeye zorlanan
Toure, Liverpool’da savunma rotasyonunu
güçlendirmeye çalışacak.
Ne verebilir?
Jamie Carragher’ın aldığı emeklilik kararının
ardından Liverpool’un atılabilecek en
mantıklı adımı attığını söyleyebiliriz.
Birkaç sezonluğuna rotasyona girebilecek,
deneyimli ve kesiciliği yüksek bir stoperi
bedavaya kadroya kattılar. Toure de tüm
bu beklentileri karşılayacak futbolu ortaya
koyacaktır. Agger-Skrtel ikilisinin bozulması
gereken anlarda Toure rahatça devreye
girebilir.
Onu bekleyen tehlike
Son iki sezonda sadece 38 maça çıkması 32
yaşındaki bir oyuncu için handikap olabilir.
Arsenal ve City’yle geçirdiği savunmanın
merkezinde yer aldığı günleri Liverpool’da
bulamayacağı da kesin. Yaşayacağı en
ufak sakatlık bile Anfield günlerinin sonu
anlamına gelebilir.
Tanju Eren
Bir Önder Özen Transferi:
Pedro Franco
Türkiye
Beşiktaş’ın yeni yapılanmasının
transferdeki ilk meyvesi Pedro Franco
oldu. Futbol Direktörü Önder Özen
imzasıyla gelen Kolombiyalı stoperi sizler
için mercek altına aldık.
HF
#
87
Yaklaşık 8-9 ay önce Önder Özen ile
görüştüğümüzde beklediğimizden çok daha
derin bir futbol adamı ile karşılaşmıştım.
TV’de izlerken takdir ettiğim, ancak aklımdaki
bazı soru işaretlerini kırmayı başaramayan
o adam, yaklaşık 4 saat süren görüşmede
tüm ön yargılarımı kırmıştı. Kariyeri, özel
hayatındaki sorunlar, futbol görüşü, çalışkanlığı
bir tarafa, cesareti ve yenilikçi bakış açısından
etkilenmemek mümkün değildi. O gün,
“Yorumculuk yapmak değil, sahaya inmek
istiyorum. 2. Lig takımı da olsa seneye sahada
olacağım” demişti Önder Abi... Beşiktaş’ın
Futbol Direktörü olması da şaşırtmıştı
beni. Fakat imkanları büyük bir camiada
neler yapabileceğini tahmin etmemek de
imkansızdı. Keza “Pedro Franco seferi” haberini
gördüğümde ‘İşte Önder Özen farkı’ diye
istemsiz bir tepki göstermiştim.
22 yaşındaki bu genç adamın kariyerinden
bahsederek laf kalabalığı yapmak istemiyorum.
Zira ne 17 yaşında A Takım ile tanışması,
ne ailesinin kaçıncı çocuğu olduğu, ne
Toulon gibi çok prestijli bir turnuvayı
kazanan Kolombiya’ya kaptanlık yapması
Pedro Franco’nun gerçek yetilerini görmeyi
sağlamayacak. Millonarios’un kaptanlığını
yapan Franco’nun ‘Lider’ vasfından ve
karakterinden başlayarak lafa bodoslama
dalayım. 22 yaşında ‘Kaptanlık’ pazıbandı
taşımanın ne kadar zor olduğunu Arda
Turan’dan biliyoruz sanırım. İşte Pedro, böyle
zor bir görevi yaparken takımına gerçekten
liderlik edebilen; saha dışında da ‘Örnek’
kalmayı başarabilen bir oyuncu. 2011’de Toulon
Turnuvası sırasında hayatındaki en değerli
kişi babasını kaybetmesine rağmen sahada
titremediğini bile hatırlatmak, saha dışında
‘mülayim’ yapısıyla çok çalışkan bir oyuncu
olduğunu vurgulayıp yeşil zeminde bir azmana
döndüğünü belirtmek de çok soru işaretine
cevap olacaktır.
Ön liberolardan daha teknik
Peki nasıl bir futbolcu Franco? Ya da potansiyeli
ne kadar bu gencin? Bu sorulara cevap olarak
‘Modern’ kelimesini kullanmak benim için
yeterli... Gün geçtikçe Brezilya ve Arjantin
hanedanlığını yıkmaya yaklaşan KolombiyaUruguay-Şili üçlüsünün alt yapılarının ne kadar
geliştiğinin de kanıtı Franco. 1.83’lük boyu çoğu
stoper için kısa... Çok çevik bir oyuncu da değil.
Her yere uçarak yetişemez. Ama muhteşem
bir futbol bilgisi var. Elindeki yeteneklerden
nasıl verimi alabileceğini adı gibi biliyor bu genç
adam.
Türkiye
Bir kere Türkiye’deki ön liberoların bile
%80’inden daha güvenilir bir saha görüşü ve
tekniği var. Topu gözünüz kapalı olarak emanet
edebilirsiniz. Emin olun 50-60 metreye atacağı
milimetrik paslarla size “Türk 10 numaralar bile
yapamıyor” dedirtecektir. Bu pasların sadece
‘uzun’ olması da değil mesele... Hücumdaki
koşuları çok iyi okuyabilen, oyun kurarken
tercihlerini buna göre yapan özel bir adam
Pedro. Kendi yarı alanında da çok soğukkanlı,
baskılara karşı çelik gibi durup sorumluluk
alıyor. Zaman zaman ön liberoya çekilmesi,
hücum çıkışları, rakip ceza sahası çevresinde
sanki bir santrformuş gibi rahat tavırları,
özgüveni ve oyun stili için önemli ipuçları.
HF
#
87
Tabii bu özgüven ve futbol görüşü sadece
hücümda işine yaramıyor Pedro’nun. İşin
savunma yönünde de en önemli vasfı pozisyon
alma yetisi ve zamanlaması. Sağını solunu
çok iyi kontrol eden Kolombiyalı, arkadaşlarına
uyarılar yaparak savunmayı toplayan adam.
Fiziğini de etkili kullanan, nizami şarjları iyi
bilen Franco, ilk müdahalelerde ‘uzman’.
Sezgileri sayesinde kademelerde ortalama
üstü. Gerçi ortalamanın altında çok özelliği
olmadığını ‘modern’ tanımlamasından
anlamak gerekirdi... Franco’nun ayrıca savaşçı
ruhuyla zaman zaman forvetlere illallah
dedirtecek sertliğe çıkması önemli. Bileği gibi,
kendisi de yumuşak oyunculardan değil.
“Çok ağır yaaa!”
Gelelim Beşiktaş ile anıldığı günden beri en
çok eleştirilen yanlarına... “Boyu kısa hava
toplarında kötü” ya da “Hızlı, atletik değil
yerleri onu Türkiye’de”... Kısmen doğru bu ama
çok eksik. Evet 1.83 kısa. 1.83’lük bir oyuncuya
göre daha hızlı olmasını da beklersiniz... Ancak
Franco muhteşem bir sıçrama yeteneğine
sahip. ‘Kısa boyu’ ile bu sıçrama yeteneğini ve
en önemlisi zamanlamasını birleştirince sorun
azalıyor. Özellikle karşıdan gelen toplarda
sorun yaşamıyor, topun ineceği yerde tam
zamanında beliriyor. Yan toplar ise daha büyük
bir baş ağrısı. Karşıdan gelen toplara göre
pozisyon almak daha kolay çünkü. Çalışarak
bu açık da azalır ama sıfırlanmaz. Hücumda
ise Swansea’li Michu gibi toptan gözünü
almaması, sıçraması ve zamanlamasının
ekmeğini gollerle yiyor sıkça. Zaten Türkiye’de
oyuncuların fundemental sorunları olması ve
zamanlaması iyi oyuncu sayısının az olması
bu eksiğin etkisini azaltır. Ayrıca Sivok gibi
bir ‘kule’ de var, iyi bir görev paylaşımı ile
minimum hasarla atlatılır bu sorun.
Hız ve çeviklik konusu da 2. sorun... Franco
bahsedildiği gibi ‘hızlı’ bir oyuncu değil. Ancak
Türkiye ve hatta dünya standartlarında ‘ağır’
oyuncu da değil. Kimse Beşiktaş’ın Escude gibi
‘kağnı’ transfer ettiğini sanmasın. Hızdan çok
ilk adım ve hızlanma sorunu var. Ancak yakın
mücadelelerde fiziğini iyi kullanarak rakibi
yavaşlatmayı biliyor. Bu sorun LuaLua gibi
oyuncularla açık alanda yakalandığında patlak
verebilir. Ancak futbol takım oyunu ve takım
içinde bunu çözmenin birçok farklı çözümü var.
Zira her takımda stoperlerden biri Galatasaraylı
Dany değil, kabul edelim.
Beşiktaş için doğru tercih mi?
Türkiye
Pedro Franco’yu bu kadar övdükten sonra
geriye tek bir soru kaldı, Beşiktaş için doğru
tercih mi? Görüldüğü gibi Franco’yu çok
beğenen biriyim. Ancak bu soruya cevabım
şu an için olumsuz. Zira Beşiktaş’ın büyük bir
bek ve ön libero krizi var. Ne ön bölgede Veli ve
Necip, ne de iki kanattaki bekler Sivok-Franco
tandemi için ideal görüntü sergilemiyor. Kağıt
üstünde ortalama olarak ağır olan bu ikilinin,
hem kademelere yetişmesi, hem de Türk
futbolunun ve Beşiktaş kadrosunun yapısı
itibariyle yenilecek bol miktarda kontrayı
kovalaması zor geliyor bana...
HF
#
87
Ancak dediğim gibi bu şimdilik bir sorun.
Kademe yapmayı bilen, zor çalım yiyen bir
sol bek ve Mavuba örneğindeki gibi çevik,
nereye yetişmesi gerektiğini bilen bir ön
libero ile bu dertler minimuma inebilir. Bu iki
transferin sonunda Beşiktaş tandemi, topla
çok rahat, baskıyı rahatlıkla aşan, pozisyon
almayı bilen, savaşan ‘ideal’ bir görüntü
sergileyecektir. Fakat iki transferin gelmediğini
varsaydığımızda, Franco yerine uçana kaçana
yetişebilecek ama daha sakar ve daha dağınık
bir oyuncu bile daha ideal tercih olabilirdi...
Çooook uzattığım lafın kısasına gelince, fiziksel
zaaflarına rağmen çok özel bir oyuncu Pedro
Franco. İyi kurgulanmış bir takımın içinde
büyük bir yıldız etkisi yapabilecek, ancak kötü
kurgulanmış bir kadroda zaafları yüzünden
yerin dibine sokabilecek bir isim. Eğer Slaven
Bilic-Önder Özen ikilisi doğru takviyeleri
yaparsa Franco’nun kısa süre içinde Avrupa’nın
ikinci grup takımlarına kendini önemli bir karla
atacağına eminim. Aksi halde ise Önder Özen
için önemli bir güven kaybı ve gelecekteki
benzeri ‘Portovari’ hamlelerin engeli de olabilir.
Gönül ülkede düzeni değiştirebilecek adamın
yanında...
Bi’ saniyede değişir dünya,
Vodafone Süper İnternet’le
yakala!
10 MB 3
ABONE SUPER10
100 MB 9
3636
ABONE SUPER100
3636
Paketler vergiler dahil aylık 10 MB/3 TL, 100 MB/9 TL, 250 MB/12 TL, 500 MB/17 TL, 1 GB/21 TL’dir. 250 MB, 500 MB, 1 GB kampanyalı fiyatları 31.03.2013’e kadar geçerlidir. Bu kampanyadan tüm aboneler yararlanabilir.
İlgili paketlerde kotaya ulaşıldığında dönem sonuna kadar internet erişimi kesilir. İnternet erişimini kesmek için bağlantı hızı 1 Kbps’ye düşer. İnternet erişimine devam etmek için ek paket satın alınması gerekir. Bilgi: www.vodafone.com.tr
Ayrıntılı bilgi için: Vodafone Cep Merkezleri | vodafone.com.tr | forum.vodafone.com.tr | facebook.com / VodafoneTR | twitter.com/ VodafoneTR | 444 0 542
İlker Yılmaz
Tantuniye
altın yakışırdı
Gittim, Gezdim, Gördüm
Futbol ligleri sona erdiğinde kısa bir tatilin
ardından bizi kucağına Konfederasyonlar
Kupası ve U20 Dünya Kupası aldı ama arka
planda kalan Akdeniz Oyunları’nda U19
Milli Takımımız da final oynayıp gümüş
madalya kazandı. Bu kez de finali yerinde,
Mersin’de izleyip yazdık.
HF
#
87
Memleketin devlet büyükleri spor hakkında
konuşmaya başladıkları andan itibaren
‘olimpiyat’ kelimesi illaki paragrafın bir
köşesinde bulunuyor. Mersin’de ise bu yaz
Akdeniz Olimpiyat’ı vardı. U-19 Milli Takımımız
da olimpiyat oyunlarında sahneye çıktı, Fas’la
finale kaldı. Hayatım Futbol bu kez Mersin’de
finali yerinde izledi.
Türkiye’nin en sıcak şehirlerinden birindeyiz.
Akdeniz Olimpiyat’ı biraz bahane kaldı,
tam 1 hafta anlamaya çalıştık Mersin’i. 1
hafta sonunda çıkan sonuç gereğinden fazla
büyük olduğu. Evet, Mersin büyük ama bu
kadar büyük olmasına da pek gerek yokmuş
esasında.
Mersin’in en büyük ulaşım ağı minibüsler.
Kalacağımız otele nasıl gideceğimizi soruyoruz,
minibüse binin diyorlar. Gündüz vakti Mersin’de
taksiye rastlamak zor. Pek kullanılmıyor, ancak
minibüsler azalınca gece ortaya çıkıyorlar.
Kısa, uzun mesafe fark etmiyor, 20 dakikalık
yürüyüş yolunu bile Mersinliler minibüsle
aşındırıyor. Malum hava sıcaklığı. Minibüse
biniyoruz, şoföre gideceğimiz yeri söyleyip
bizi orada indirmesini rica ediyoruz, ‘tamam’
diyor. Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz… Duraklar
geliyor geçiyor, yolcular iniyor biniyor biz
hala gidiyoruz. Durakların hiçbirinde isim
yazmıyor, nereye geldiğimizi, nereye gittiğimizi
bilmiyoruz. Şoför de hiç konuşmuyor, insan
‘Marinada inecek kalmasın’ demesini bekliyor,
nafile. Bi’ sorayım diyorum nereye gidiyoruz.
Mersin sıcak, minibüs sıcak, vücutta ter artık
durmuyor, damla damla aşağıya iniyor ve şoför,
‘Abi niye hatırlatmadın, geçtik orayı’ diyor.
Elimle alnımdaki teri silip minibüsten iniyorum.
Sahil yolundayız, neyse ki çok geçmemişiz,
yürüyoruz. Sahil yolu özenle düzenlenmiş. Burada
dolaşmak büyük keyif. 15 dakika sonra ulaşıyoruz
kalacağımız yere. Tabi her tarafımız ter…
Bir tantuni, açık olsun
Gittim, Gezdim, Gördüm
Kaldığımız yer şehir merkezine uzak değil
(Aslında şehir merkezi de neresi aslında tam
çözemedik. Dedik ya Mersin gereğinden fazla
büyük). Burada ne yenir? Tabi ki tantuni.
Şehri bilenlere soruyoruz ne nerededir, nasıl
gidilir. Twitter’dan arkadaş Erdem diyor ki ‘Abi
Memoş’a gidin, en güzel tantuni orada yenir.’
Nasıl gidileceğini öğrenip koyuluyoruz yola.
Yine Minibüse biniyoruz, yine şoföre ineceğimiz
yerde haber vermesini söylüyoruz, o da
‘tamam’ diyor. Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz…
İlk gün yaşadığımız sahnenin aynısı. Bi’
sorayım diyorum nereye gidiyoruz. Cevap
değişmiyor, ‘Abi niye hatırlatmadın, geçtik
orayı’… Mersin sıcak, minibüs sıcak, bu sefer
ben de biraz sıcağım. Ters çıkıyorum, paramı
geri alıyorum ve caddenin karşısına geçip tekrar
minibüse biniyorum. Ve bu sefer doğru yerde
indiriliyoruz!
HF
#
87
Hayatı boyunca hiç tantuni yemeyen ben,
aslında Mersin’i beklemişim gibi. Birçok kez
niyetlenmiş, ‘şurada bi’ denesek mi’ demiş
ama hiç girmemiştim. İlk yiyeceğim tantuniyi
anlatılana göre Mersin’in en güzel yerinde
yiyeceğim. Tevfik Sırrı Gür Stadı’nda indiğimiz
minibüsten sora sora Memoş’u buluyoruz.
Dükkânın tamamı dolu. Zaten ufak da bir
yer. Buranın sahibi başka yere şube açmamış,
yıllardır aynı dükkânda tantunilerini yapıyor.
Özel bir dekorasyonu ve lokasyonu yok.
Dükkânını öğlen 15.00’te kapatıp gidiyor. Bazı
özel günlerde, özel misafirler söz konusu
olunca komple halka kapatıyor. Son derece
mütevazı bir yer.
Tantuni ise iki şekilde satılıyor. 1-Açık,
2-Somun. Açık, bildiğimiz dürüm. Somun da
bildiğimiz yarım ekmek. Karın doyurmak için
somun, keyif yapmak için açık yeniyor. Tüyoyu
almışız, dürüm diyip hiçbir şeyden habersiz
davranmıyor ‘bir açık’ diyoruz. Mersin’de her
yemek yediğimiz yerde ortaya salata getiriliyor.
Burada da önce salata geliyor, ardından
tantuniler. Bir açık kesmiyor tabi bizi (Bir açık
yiyip kalkanı da görmedim zaten). Arkadaşla
ikinciyi söylüyor, 4 açık + 2 kolaya 35 lira hesap
verip kalkıyoruz mekândan. O gün Tevfik Sırrı
Gür Stadı’na takılmıyoruz, ne de olsa finali
izleyeceğiz.
Yaktın bizi sıcak
Gittim, Gezdim, Gördüm
Final günü gelip çatıyor. Hayatım Futbol’a da
katkıları bulunan Hasan Doğan’la buluşuyoruz.
Mersin’i ve Mersin’in futbola bakışını biraz da
ondan dinliyoruz. Açıkçası Mersin futbolla yatıp
kalkan bir şehir değil. Mersin İdman Yurdu’na
ilgi de çok değil. Sahil yolunda Fenerbahçe
Meydanı, Beşiktaş Meydanı, Galatasaray
Meydanı bulunuyor. Mersin İdman Yurdu
Meydanı ise bunların hepsinden sonra yapılıyor.
Mersin İdman Yurdu’nun uzun yıllarını alt
liglerde geçirmesi burada futbolun bir heyecan
merkezi yaratmamasına bağlanabilir. 1. Lig’de
Nurullah Sağlam’la yakalanan birçoklarının
beklemediği başarı ve sonrasındaki 2 sezonluk
Süper Lig macerası futbola olan ilgiyi doğal
olarak arttırdı ama kulüp bilindiği gibi bu
sezon tekrar 1. Lig’in yolunu tuttu. Mersin’de
olimpiyat oyunları için yeni yapılan stadyumun
futbola olan cazibeyi arttırması en büyük
dileğimiz.
HF
#
87
Maç saati gelince Hasan’la ayrılıyor,
tribünümüze doğru gidiyoruz. Tevfik Sırrı Gür
Stadı’nın bakımlı ve güzel bir stat olduğunu
söylemek zor. Ama kesinlikle tasarımı iyi ve iyi
maç izletiyor. Ön tarafta basın ve VIP olmak
üzere iki, diğer tribünlerde de birer giriş kapısı
var. Stadın en kötü tarafı burası. Yetersiz
giriş-çıkış nedeniyle yoğunluk çok fazla. Koca
kale arkasının 1 girişi, 1 büfesi ve 1 tuvaleti
bulunuyor. Üstelik bunların da hepsi 40 metre
karelik bir alanda!
Maç saat 22.00’de başlamasına rağmen
sıcaklık ve nem insanları bunaltıyor. Sahada ise
futbol hiç keyif vermiyor. Daha önce izleyenlerin
‘Patrice Evra’ya benzettiği Fas’ın sol beki
Mohamed Cheikhi’de gözlerimiz. Türkiye’de ise
revaçta olan isim Recep Niyaz ama pek etkili
olduğu söylenemez. Leverkusen’de forma giyen
Okan Aydın sağ kanada geçince Mohamed
Cheikhi’nin foyası ortaya çıkardı. 20 dakikada
Okan, Faslı rakibini paspas yapıyor, Cheikhi
de 33. dakikada zaten oyundan alınıyordu.
Daha ilk dakikada geriye düşen millilerimiz
kornerden gelen golle beraberliği Abdulkerim’le
yakalamış, Okan’ın sağ kanattaki iyi oyununun
getirdiği rüzgârla da galibiyet golünü atarak
ilk yarıyı önde kapatmıştı. Sıcağın da etkisiyle
tam bir ızdırap olan ikinci yarıda ise herkes
bitse de gitsek moduna girmişken Ennafati
maça beraberliği getirdi ve karşılaşmada uzadı.
Penaltılarda gülen taraf ise Fas oldu ve biz
gümüş madalya ile yetindik.
Finalden geriye ise Recep Niyaz’ın daha çok
fırın ekmek yemesi gerektiği, Okan Aydın’ın
bilekleri, topa hâkimiyeti ve sahada süzülüşü,
Fas’ın liberodan farksız kalecisi Benachour ve
7 numarası Ennafati kaldı. Sıcağı, nemi, tadı
damağımızda kalan tantunisi, marinası ve
sonraki senelerde nasıl kullanılacağı olimpiyat
oyunları için yapılan yepyeni tesisleri de
Mersin’de bıraktık.
Emre Çelik
Akbaba Beşlisi
Nostalji
Real Madrid denince akla Di Stefano’dan başlayarak Ronaldo’ya kadar
uzanan her 10 yılda bir kurulan uzay takımları gelir. Fakat hiçbir takım,
kulübün öz evlatları La quinta de el Buitre gibi olamayacaktır...
HF
#
87
Dikta İspanyası’nın başında bulunan Franco,
1950’lerin başında Atletico Madrid’i devre
dışı bırakıp tüm desteğini Real Madrid’e
yöneltmesiyle birlikte Real Madrid, 1953/54
sezonundan itibaren öyle bir hakimiyet kurdu
ki, Franco 1975’te ölene kadar oynanan 22
sezonun 14’ünde La Liga’yı zirvede bitirmeyi
başardı. Post-Franco döneminde demokrasiye
geçişin ilk sancılarından Real Madrid çok da
etkilenmese de 1980/81’den itibaren başlayan
Real Sociedad hegemonyası, Real Madrid’in
2 sene boyunca zirveden uzak kalmasına
sebep olur. Real Madrid, 1982/83 sezonuna ise
öyle bir başlangıç yaptı ki daha ilk 10 haftada
alınan 3 mağlubiyet ve 1 beraberlik, daha ligin
başında şampiyonluk hasretinin 3 sezona
çıkacak, yani 1953’ten bu yana ilk defa bu kadar
uzun sürecektir. Daha da kötüsü, Real Madrid,
UEFA Kupası’nda daha 1. Tur’da Sparta Prag’a
direnemeyerek turnuvaya veda eder. Kısacası
İspanya’nın devi Aralık ayı gelmeden amaçsız
bir takım hüviyetine bürünmüştür. Madrid’in
küçük kardeşi Castilla’nin Liga Segunda’ya
yaptığı başlangıç ise Madridistaların odağının
Liga Segunda’ya kaydırır. Zaten o takımdan
çıkacak efsanevi bir nesil Real Madrid’e reçete
olacak, nesil hakkında yazılan tek bir yazı ise
hem Real Madrid’in talihi ve tarihi değiştirecek,
hem de Spor Basını Literatürü’ne geçecektir.
Tarihi değiştiren yazı
“Real Madrid’in rutin oyununu izlemekten
nefret eder hale gelmiştim. Ben de altyapı
maçlarını izlemeye başladım. Yazı ise kendi
kendine ortaya çıktı” diyor Julio Iglesias,
neden Castilla’yı izlemeye başladığı hakkında.
Elbette sebebinin de sezonun ilk 10 haftalık
periyodu değil, birkaç senedir devam eden,
Real Madrid’in izleyenlere ıstırap çektiren
futbolu olduğunu söylemekten de kaçınmıyor.
“Euro 84’e katılıp finale kadar yükselecektik
belki ama o dönem İspanyol futbolu gerçekten
kötüydü. Hücum organizasyonu değil hücum
yoktu. Savunma da aynı şekilde. Hem İspanyol
takımları hem de İspanya Milli Takımı çok yavaş
bir futbol oynuyordu” diyen Iglesias, Castilla’nın
o dönem İspanyollar dışında herkes tarafından
takip edildiğini de ekliyor.
Nostalji
“Arjantin’den El Graphico, Buenos Aires’te
düzenlenen bir turnuvada en iyi üç oyuncudan
biri olarak Rafael Martin Vazquez’i gösterdi.
Biz de merak ettik. Yaklaşık 1 hafta Vazquez’in
alt yapıda hangi kategoride olduğunu
araştırdık. Ardından AS’tan Alfredo Relano ile
izlediğimiz bir maçta Vazquez’in kim olduğunu
bilmememize rağmen ‘İşte bu çocuk’ dedim.
Relano da ‘Evet kesin bu. Her iki ayağını da
kullanabilen, topu tam bir orta saha gibi
taşıyan, saf bir oyuncu izliyoruz şu an.’ demişti.”
sözleriyle anlatıyor Akbaba Beşlisi’nden
Rafael Vazquez ile nasıl tanıştıklarını. Akbaba
Beşlisi’nin Real Madrid’de en uzun süre top
koşturan Manolo Sanchis’in hikâyesini ise
Julio Iglesias şöyle anlatıyor: “Bir gün Castilla
maçını izliyordum. Tribünde 7 kişiydik. Maçı
izleyenlerden birisi de piposunu tüttüren Paco
Gento’ydu. Maçın başlamasından çok uzun süre
geçmeden ‘Babası’ndan çok daha iyi oynuyor’
dedim. ‘Evet tartışmasız babasından iyiydi.’
dedi Gento. Haklıydı da.”
HF
#
87
Manolo Sanchis ve Rafael Vazquez’in yanı sıra
Michel, Miquel Pardeza ve Emlio Butragueno
gibi genç yıldızlardan oluşan, yetenek olarak
ilk bakışta takımın geri kalanından ayrılan
oyuncuların forma giydiği Castilla’nın dikkat
çekici performansı, Julio Iglesias’a o meşhur
yazıyı yazdırır: Amancio y la quinta del Buitre.
Castilla’nın başarısında en büyük pay sahibi
olan Emilio Butragueno güzellemesi ile
başlayan yazıda Julio Cesar Iglesias, Sezar’ın
hakkını Sezar’a verir ve Butragueno’nun
sıyrılmasında büyük pay sahibi 4’lüyü de Rafael Vazquez, Michel, Manolo Sanchiz ve
Miguel Pardeza’yı - uzun uzun över. Yazının
sonunda da bu 5’linin 10’ar dakika süreden
başlayarak artık takıma adapte olması
gerektiğini, hatta 3-4 maç oynamalarının şart
olduğunu yazar. “Belki şampiyonluk gidecek
ama bu sayede...’ Yaşlı don Alfredo, tekrar Di
Stefano oldu’ diyeceklerdir” cümlesiyle Real
Madrid’in reçetesini de yazar. Amancio’nun
adı başlıkta geçse de yazı boyunca Amancio
hakkında pek bir şey yoktur. Julio Iglesias ise
bu konu hakkında “Evet. Benim gazeteye
gönderdiğim yazının orijinal başlığı da ‘La
quinta de el Buitre’ idi ama editörlerden birisi,
kim olduğunu hatırlamıyorum, oyuncuların
henüz bilinmediği için yazının okunmayacağını
düşünmüş ve Amancio’yu da işin içine dâhil
ederek ilgi çekmeyi amaçlamış. İşe de yaradı”
diyerek ufak da bir pazarlama oyunuyla Real
Madrid’in tarihiyle oynadığını anlatır.
14 Kasım 1983’te El Pais’te yazılan yazı ses
getirmeyi başarır. Hatta beklenenden de çok
okunmuştur ki Real Madrid Teknik Direktörü
Alfredo Stefano’ya ciddi ciddi Castilla’daki
bu ekibi takıma alması yönünde bir baskı da
başlamıştır. Nitekim bu eleştiriler meyvesini
de verir. 3 Aralık 1983’te Liga Segunda’nın
ilk iki sırasını paylaşan Castilla ve Bilbao
Athletic maçını izlemeye gelen Madridistalar,
İspanyol futboluna dair bir rekora imza atar.
Castilla, doğrudan çekiştiği Bilbao Athletic’i
Santiago Bernabeu’da ağırlarken; o gün,
alt ligde oynanan bu karşılaşmayı izlemeye
tam 80 bin kişi gelmiştir. El Buitre, o maç
hakkında yıllar sonra “Bir daha hiçbir zaman
o kadar fazla taraftar gidip Segunda maçı
izlemedi. Madridistaların gelecek adına büyük
bir heyecan duyduğu muhteşem bir andı”
diyecektir. Aynı hafta sonu Akbaba Beşlisi’nden
iki kişi, Martin Vazquez ve Manolo Sanchis,
4 Aralık’ta Murcia ile deplasmanda oynanan
maçın ilk 11’inde yer alır. Hatta bu ikili Alfredo
Stefano’yu da ipten alır. Henüz 18 yaşında olan
ikili, muhteşem bir performans sergilerken;
Sanchis, 82. dakikada attığı golle Real Madrid’e
galibiyeti getiren isim olur. 31 Aralık’ta
oynanan Espanyol maçının son 7 dakikasında
Di Stefano, oyuna Angel Pardeza’yı sokarak
üçüncü ismi de takımla tanıştırır. Fakat asıl şov
çete başının gelişi olacaktır.
Nostalji
Çetenin başı gelince…
HF
#
87
Emilio Butragueno’nun 5 Şubat’ta oynanan
Cadiz deplasmanına götürüleceği kendisine
bildirilir. Oynayacağına o kadar emindir ki
babasına bilet bile alır Butragueno. Fakat maça
kulübede başlar. Belki de Butragueno’nun
kulübede başlaması, onun La Liga ile
tanışmasını daha da efsaneleştirecektir
çünkü Real Madrid ilk yarıyı şok bir skorla,
2-0 geride kapatır. Butragueno, yıllar sonra
devrede Di Stefano’nun kendisine “Ufaklık,
ısınmaya başla” dediğini belirtir ve devam eder:
“Isınırken aklımdan birçok şey geçti. Bunda o
maçta antrenörün bizimle birlikte deplasmana
gelmemesinin de rolü var. Düşünsenize, bugün
böyle bir şey olduğunu... Ama benim için çok
önemli bir maç olacağını o anda biliyordum
çünkü gelecekte Real Madrid’de oynayıp
oynamama ihtimalim o 45 dakikaya bağlıydı.
O maç olmasaydı şu an Butragueno olmam
imkânsızdı.” Her ne kadar kalbinin normalden
çok hızlı bir biçimde attığını hâlâ unutamadığını
hâlâ anlatsa da 20 yaşındaki El Buitre, oyuna
girer girmez bu heyecanı arkasında bırakır. Önce
60’ta golünü atarak farkı bire indirir, ardından
da 88’de Gallego’ya yaptığı asistle eşitliğin
sağlanmasında büyük rol oynar. Lâkin henüz
bitmemiştir. 89’da bir kez daha çıkan Emilio
Butragueno, Cadiz kalecisi Cedrun’u avlayarak
hem Real Madrid’in 3-2 kazanmasını sağlar
hem de deyim yerindeyse “Açılın, ben geldim!”
demiştir. O sezon takıma katılmayan tek isim
Michel olur ki o da Liga Adelante’nin tozunu
alarak Castilla’yı şampiyonluğa taşır. Castilla,
prosedür gereği Real Madrid’in La Liga’da
olmasından dolayı yükselemez ama Michel
Nostalji
arkasına pek de bakmayacaktır. Çünkü devir,
Akbaba Beşlisi’nindir artık.
HF
#
87
1984/85 sezonu başladığında Michel’in de
takıma katılmasına rağmen “Akbaba Beşlisi”
yine de tamamlanamamıştır. Sebep ise Miguel
Pardeza’nın, bir önceki sezon oynadığı 3
maçta teknik ekibi tatmin etmemesi, bundan
dolayı da tekrar Castilla’ya gönderilmesidir.
Santillana’nın partneri görevi için takıma
katılan Jorge “el filósofo” Valdano ve El Buitre,
Pardeza’nın önü tamamen tıkar. Geri kalan
dörtlü ise öyle bir performans ortaya koyar
ki her biri sanki 15 senedir bu takımdadır.
Butragueno, artık kariyerinin sonuna yaklaşan
Vicente del Bosque’den takım liderliğini alırken;
Michel, Manolo Sanchez ve Martin Vazquez de
saha içi liderliğinde El Buitre’ye yardım eder.
Hatta o denli bir yardımdır ki, 81/82 sezonunda
elde edilen Copa del Rey şampiyonluğu bir
kenara konulursa Real Madrid, UEFA Kupası’nı
kazanarak uzun süreden sonra tekrar büyük
bir sevinci tatmıştır. UEFA Kupası zaferini
bu denli özel yapan bir başka faktör de
uzun yıllar kupa hasretinin yanı sıra elbette
Anderlecht ile oynanan son 16 eşleşmesi olur.
Belçika’da oynanan ilk maçı Real Madrid,
sürpriz bir şekilde 3-0 gibi ağır bir skorla
kaybetse de rövanş bambaşka olacak, Real
Madrid muazzam bir dönüşe imza atacaktır.
Juanito’nun yokluğuna rağmen Butragueno
sahneye çıkar ve attığı 3 golle 6-1’lik galibiyette
başı çeken isim olur. Dahası Valdano’nun 2
golünün de asisti El Buitre’dendir. Maçın en
kritik golü ise hiç şüphesiz ikinci dakikada
Akbaba Beşlisi’nin bir diğer elemanı Manolo
Sanchis’ten gelir. Kısacası 6 golün 5’inde
Akbaba Beşlisi’nin parmağı vardır. Yarı finalde
ise Real Madrid, Giuseppe Meazza’da 2-0
yenildiği Inter’i Santiago Bernabeu’da Michel’in
1, Santillana’nın 2 golüyle Inter’i 3-0 mağlup
ederek finale çıkar; finalde de Videoton’u
toplamda 3-1 alt ederek kupayı müzesine
götürür.
Beşlinin dördü sahnede
Akbaba Beşlisi, hatta bir başka adıyla
geri dönüşlerin takımı, 1985/86’da ise 4
oyuncusuyla yoluna dolu dizgin devam
eder. Bu sefer Pardeza tamamen kopar Real
Madrid’den. Hugo Sanchez’in de transferiyle
Zaragoza’ya kiralanır ki 2 sezon sonra da
komple Zaragoza’nın yolunu tutacaktır. Kalan
sağlar ise hem Real Madrid’in 5 sezonluk La
Liga şampiyonluğu hasretine son verir hem
de Borussia Mönchengladbach karşısında
muhteşem bir geri dönüşe daha imza atarak
[ilk maç: 5-1 (deplasman) | ikinci maç 4-0 (iç
saha)] geleneği sürdürür ve UEFA Kupası’nı
üst üste ikinci kez kazanma başarısı gösterir.
İspanya futbol tarihinin Jordi Alba öncesi en
hücumcu sol beki Rafael Gordillo, Kaptan
Santillana, ileride Real Madrid’i yakacak olan
dâhi Jorge Valdano, taklacı Hugo Sanchez
ve elbette la quinta del Buitre’den oluşan
Real Madrid, o sezon bir tek Copa del Rey’i
kazanamaz ki yarı finalde Real Madrid’in ipini
çeken isim Real Zaragoza formasıyla Miguel
Pardeza olacaktır. Ertesi gün gazetelerin spor
sayfaları Pardeza’nın gecesi yazarken, finale
yükselen taraf Zaragoza olur.
Yine de El Buitre ve çetesi, sezonu arkada
bırakarak yükselişlerine son sürat devam eder.
O denli ki Real Madrid; 86/87, 87/88, 89/90
sezonlarını da hem de birkaç rekorla birlikte
şampiyon tamamlar. 87/88’de iç sahada
18 maç üst üste kazanan Real Madrid, aynı
zamanda o dönemde 2 puanlı sistemdeki
puan rekorlarını da kırar. Fakat bu yıllar bir
bakıma hem la quinta del Buitre için hem de
Real Madrid için zirve olur. yedinci Şampiyonlar
Ligi zaferinin hâyalinin önüne geçen takım
ilk olarak Guus Hiddink’in çalıştırdığı PSV
olacaktır. Santiago Bernabeu’da oynanan ilk
maç 1-1 sona erer. Özellikle maç 1-1 devam
ederken Michel’in bir serbest vuruşunu Van
Breukelen muazzan bir şekilde çıkartmıştır.
İspanyol futbol literatüründe “Eindhoven’da
Kara Gece” olarak geçen ikinci maç ise Real
Madrid ve La quinta del Buitre adına tam
bir fiyaskodur. Emilio Butragueno’nun kafa
vuruşunu savunma tam çizginin üzerinden
çıkarır. Aslına bakarsanız, bu çizgiden çıkan top
ve Hugo Sanchez’in son dakikalarda kaleci Van
Breukelen’e takılan röveşatası dışında Real
Madrid’in ciddi bir pozisyonu da yoktur. İşin
ses getiren yönü ise sadece İspanya’da değil,
Avrupa’da da yenilmez olarak görülen Akbaba
Beşlisi, kariyerinin en büyük yarasını almıştır.
Butragueno, o maç hakkında “Herkes Madrid’in
sıradışı bir ekip olduğunu düşünüyordu. İşin
aslı da teknik olarak muhteşem oyunculardan
oluşuyorduk. Fakat 10 sene içerisinde kimse
bunu hatırlamayacak. Taraftarlar sadece
Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanıp
kazanamamamıza bakacak. Maalesef, tarihin
yargı biçimi bizimkiyle aynı değil” derken La
quinta del Buitre’nin en büyük hayal kırıklığının
PSV maçı olduğunu açıkça ortaya koyacaktır.
Nostalji
Sona doğru…
HF
#
87
PSV Eindhoven maçı bir bakıma la quinta del
Buitre için kırılma anıdır gerçekten. Real Madrid
La Liga şampiyonluğunu korumaya başlasa da
bir sonraki sezon Şampiyon Kulüpler Kupası
Yarı Finali’nde Arrigo Sacchi’nin Milan’ı,
5-0’lık rövanş maçıyla resmen ipi çekecektir.
Dahası, bir önceki sezon Real Sociedad ile
oynanan maçta tribünlerden kafasına şişe
atılan Michel de takımdan ayrılmak istediğini
ve Milan ile anlaştığını açıklar. Zaten bu
sebeple de sezonun son maçında daha devre
arası olmadan gözdağı amaçlı oyundan
çıkarılacaktır. Bu transfer belki hiç bir aman
gerçekleşmez ama Akbaba Beşlisi resmen
çöküş dönemine geçmiştir. 1989/90’da elde
edilen 107 gollü La Liga şampiyonluğu ile belki
ilk defa La Liga tarihinde 5 kez üst üste zirvede
kalarak ileride de kırılamayacak bir rekora
imza atılacaktır lâkin son, Cruyff’un da rüya
takımı ile birlikte başlamıştır. Takribi 4 sene La
Liga’yı Barcelona’nın süpürmesinin yanı sıra
la quinta del Buitre de yaprak dökecektir. İlk
giden 1990/91 sezonunun başında Torino’ya
giden Rafael Martin Vazquez olur. Her ne
kadar 92’de gelip 3 sezon daha kalacak olsa
bile, Hagi transferinden dolayı yönetime
küser ve takımdan ayrılma kararı alır. Real
Madrid ise 4 başarısız sezonun ardından
1994/95’te, la quinta del Buitre’nin bir dönem
saha içindeki en büyük yardımcısı Jorge
Valdano’nun yönetiminde tekrar şampiyon
olur ama El Buitre, sadece 8 maç oynadığı
sezonun ardından tadında bırakarak 33 yaşında
Meksika’nın yolunu tutar. 1996’da ise Michel,
belki de 8 yıl gecikmeli olarak önce 2 gol attığı
maçta gözyaşlarıyla Santiago Bernabeu’ya
Nostalji
HF
#
87
veda eder. Fakat kendisine yapılan tekliflerden
gidip Meksika ekibi Celaya’nınkini seçer;
çünkü El Buitre de oradadır. La quinta del
Buitre’den 1995’in ardından takımda tek kalan
isim olan Manolo Sanchis’in ise ayrılmak gibi
bir lüksü yoktur nitekim Akbaba Beşlisi’nin
kazanamadığı tek kupa olan Şampiyonlar Ligi
şampiyonluğu onu beklemektedir. Kaptan,
1997/98 sezonunda 33 yaşında olmasına
rağmen 90 dakika sahada kalarak takımının
Juventus’u yenip kupaya ulaşmasında pay
sahibi olur. 2000’de Valencia ile oynanan
finalde ise artık dönemi geçmiştir ki son 10
dakika la quinta del Buitre’nin hatrına oyuna
alındığını da kabul edecektir. Yine de yılların
acısını çıkarır ikinci kupayla. 2000/01’de rüya
takımla 5 kez daha La Liga’da forma giyerek
arenadan çekilir. Kısacası la quinta’dan Real
Madrid’e yükselen ilk isim, aralarında Real
Madrid dışında başka bir takımın formasını
giymeyen tek isim olarak son vedayı yapar.
“Biz takıma girdiğimizde Real Madrid
ve taraftarları büyük bir karamsarlık
havasına bürünmüştü. 4 yıldır takım kupa
kazanamıyordu. Biz gerçekten özeldik. Birçok
genç ismi geride bırakmamızın yanı sıra kendi
jenerasyonumuzda da zirveye ulaştık. İspanya
tarihinde de böyle bir şey yok.”
Butragueno, nam-ı diğer Akbaba, bu sözleri
sarf ederken haksız da sayılmaz. Fakat Akbaba
Beşlisi’nin efsaneleşmesini sağlayan aslında
Orfeo Suarez’in dediği üzere “Demokrasiye
geçiş sürecinde ortaya çıkıp klişe futbolcuların
aksine karakterde olmamaları. Butragueno
ve Garcia Marquez, ekonomi; Pardeza ise
edebiyat mezunuydu. Sanchis, birçok kez Del
Bosque başta olmak üzere takım arkadaşlarını
ve teknik ekibi de davet eden tam bir opera
tutkunuydu. Michel ise her konuda bilgi sahibi,
fakat muhteşem bir dinleyiciydi” sözleriydi.
Real Madrid altyapısının 100 yılda bir yetiştirip
as takıma servis etmeyi başardığı bu sıra
dışı çocuklar, hem krizdeki Real Madrid’i
ipten alarak kulüp tarihine altın harflerle
geçti, hem de İspanyol futbolunun klişelerini
yıkmayı başardı. Üstelik çıtayı yükselttiği
seviye ile Cruyff’un Rüya Takımı’nın ortaya
çıkmasını zorunlu kılarak İspanya futbolunun
bugünlerdeki başarısında bile dolaylı bile olsa
rol oynamayı başardı.
Varol Döken
BU OYUNU BOZALIM!
Maç Bahane
SAAT 02.34
HF
#
87
Bazı kelimeleri içinde tutamazsın, bazı
kelimeleri de uyku tutmaz. 2 Temmuz’u 3
Temmuz’a (2013) bağlayan gecenin 02.34’ünde
yataktan fırlayıp klavye başına geçmem ne
kadar tesadüf bilmiyorum, yazdıklarım ne
kadar doğru ne kadar yanlış olacak bilmiyorum
ama bu saatte kalkıp bana ne ya demeden
yatıyorsam orada başka bir şey var onu
biliyorum.
Bu derginin adı Hayatım Futbol, bu köşenin adı
Maç Bahane, ben de buradaki yazılarıma aynen
şu satırlarla başladım: ‘‘Hayatım futbol falan
değil benim. Kale ağlarına sağlı sollu kanat
akınları yerine balık ağlarına lüfer akınını, box-
to-box orta sahası yerine kadeh to kadeh rakı
masasını tercih ederim. Ancak hayatım futbol
olmasa da bir maçın en keyifli, en muhabbetli
nerede izlenileceğini bilirim.’’ Söylemek
istediğim futbolun çok derinine, inine, köşesine
girmeden-en yalın haliyle sevdiğim, tuttuğum
takım Fenerbahçe dahil-o kaleden bu kaleye
giden topun tesadüfiliği dışında gelişen hiçbir
planını sevmediğimdi. Futbol öyle geniş
kitlelere sesleniyordu ki, şu fikriyatımla bana
da bir yer açıldı; oturduk burada 30’dan fazla
yazı yazdık, maç başlama düdüğünü kadehin
kadehe vurma anına bağladık. Çok güzel
insanlar tanıdık, tanımaya da devam ediyoruz.
Ama bu sefer bir sofra başında, bir kadeh
yanından, bir mekân kenarından yazmıyorum.
Sebebim başka. Sebebim; aralıksız tam 1 aydır,
uyumazken hayatıma, uyurken rüyalarıma
giren Gezi Parkı olayları. Futbol özelinde de bu
olayların tribüne yansıması.
Olmaz denilen oldu!
Bu işleri enine boyuna incelemesi zordur, derin
bilgi, sosyoloji (Salih bi yardım et), tecrübe
gerektirir. Benim elimde işin insani boyutundan
fazlası yok açıkçası ama bu köşede futbola
madem hep oradan baktım, bilmediğim
konuda ahkam kesmekten uzak durdum, yine
karınca misali oradan bakarım, bilmediğim
konuda yapacağım yanlıştan şimdiden özür
diler, bildiğim konudan da geri adım atmam.
Bak arkadaş! Bu ülkede şu son 1 ayda olan
biteni bahis sitelerine koysan, desen ki bir
Galatasaraylı boynunda Fenerbahçe kaşkoluyla
Kadıköy’de, bir Fenerbahçeli üstünde
formasıyla Çarşı’da alkış alacak, omuzlara
alınacak, bire milyon, milyar, katrilyon verilirdi.
Taraftarlık açısından öyle güzel, öyle sıcak,
öyle samimi günlerdi ilk günler. 12 Numara,
Tekyumruk, Papazın Çayırı, Çarşı ve bunun gibi
benim izleyebildiğim oluşumlar birbiri ardına
kol kola çağrısı yaptı, karşılığını aldı, bir destan
yazdı. Ama ne zaman UEFA cezaları geldi,
sezon yaklaştı, bu çağrılar havada, benim gibi
artık bu iş değişir diyenlerin de boynu bükük
kaldı. Olaylar daha şimdiden yine taraf tutmak
eksenine kaydı. 3 Temmuz’da neredeydiniz
diyenlerin sayısı artmaya başladı.
Maç Bahane
3 Temmuz’da neredeydim?
HF
#
87
Önce bir kendimi silkeleyeyim. 3 Temmuz’da
sokakta değildim. Hem sokağa çıkma maceram
Gezi Parkı’yla başladığı için, hem de 31 Mayıs’ta
yaşadığım haksızlık duygusunu 3 Temmuz’da
hissetmediğim için. Şimdi buraya kadar okuyan
birçok Fenerbahçeli küfrü basıp okumayı bırakır
eminim. Bu kadar sabretmişler, birkaç paragraf
daha dayansınlar anlatayım.
Lüzumu var mı emin değilim ama bazen
satırlar yazanın kimliğine göre anlam kazanır,
yazalım (daha önce bilenler kusura bakmasın).
Fenerbahçeliliğim dededen miras, lafta
değil, Manchester City-Fenerbahçe maçının
plağını bırakmış kendisi bana. Üstünde çok
düşündüğüm bir kimlik de değil bu, babamız
sevmiş, babaannemiz sevmiş, dedemiz miras
etmiş biz de öpüp başımızın üstüne koymuşuz.
Tribün çocuğu değilim ya da büyüdüğüm
tribünler Şükrü Saraçoğlu değil, Abdi İpekçi
tribünleri, daha çok basket maçına gittim
yani. Kombine geçmişim de 4 sene öncesine
dayanır, tam ısınmışken Aziz Yıldırım’ın
istifa edeceğini sandığım konuşmasında
Rüştü’yü suçlamasıyla soğumuş ve kombineyi
bırakmıştım. Sene başında Kadıköy’e taşındım,
Allah biliyor ya, benim bile bilmediğim kadar
büyük bir sevgi fışkırdı içimden, kombinesiz
kaldığıma pişman oldum, Yiğit Yılmaz’a da
söz verdim, sezon bitiminde hemen kombine
alacaktım. Ancak nasıl 3 Temmuz’da Aziz
Yıldırım’ın samimiyetine ve tamamen suçsuz
olduğuna zerre inanamadıysam bu süreçte de
Fenerbahçe’nin ses etmeyen futbolcusundan
yöneticisinden öyle soğudum ki ne yapacağımı
bilemiyorum şimdi…
3 Temmuz ve sonra yaşanan süreçte çok
derin olmasa da konuyu elbette takip ettim.
‘‘En temizim diyenden daha temizim’’den
daha mantıklı bir açıklama duyamadığım
için hislerimin doğru olduğunu telakki ettim.
Sonra da Gezi Parkı Direnişi’nde Aziz Yıldırım’ıonun uğrunda gaz yiyen adamlar, bu sefer,
çevre, adalet, insanlık, özgürlük yolunda gaz
yerken-Nusret Et Lokantası’nda görünce
yanılmadığımı anladım, vicdanım rahat etti.
Ancak bakıyorum ki hâlâ bir destek çağrıları,
hâlâ bir başkan yalnız değil çabaları, yazık…
Üstelik sadece Aziz Yıldırım da değil,
Orman’ından Aysal’ına, Hacıosmanoğlu’ndan
Cavcav’ına bir tane delikanlı adam çıkıp da şu
tabloya bir şey diyemiyorsa, orada anla ki senin
güzelliğinden, samimiyetinden, karşılıksız
sevginden başka bir şey var arkadaş. Çıkarın
olduğu yerde gerçek olmaz, bunu bir kenara
koy.
Unutma!
Maç Bahane
Sanırım özetle şunu demeye çalışıyorum,
bizim aramızda bir fark yok, bu farkı baştakiler
pompalıyor, biz de önce kendimiz yiyor sonra
birbirimizi yiyoruz. Çatışmanın olmadığı yerde
kazanç olmuyor işte gör artık bunu, senin
çatışmanla puro yakanlara izin verme. Ha tam
olarak ne istiyorum ondan da emin değilim,
daha doğrusu benim istediğim bu satırlarda
kaybolur. (bütün ilişkileri ve kurumları
düzeltilip, düzenlenmedikçe futbol toptan
yasaklansın bu ülkede derim mesela beni
bıraksanız)
HF
#
87
Yine de bir başlangıç olarak 31 Mayıs’ta,
1Haziran’da, 8, 15 Haziran’da kol kola omuz
omuza kardeşçe söylediğimiz şarkıların,
verdiğimiz sözlerin unutulmamasını, ilk
maçın ilk başlama düdüğüyle sanal olanın,
yalan olanın, şişirilme olanının cazibesine
kapılılmamasını istiyorum. Efsane dediğin baş
tacı ettiğin, uğruna en basitinden sesini feda
ettiğin Rıdvan Dilmenleri, Hakan Şükürleri bir
daha düşün istiyorum. Sen gaz yerken, sen
acı çekerken, sen özgürlük diye haykırırken,
bir destek mesajını çok görenleri unutma
istiyorum.
Aynı şekilde benim görebildiğim kadarıyla ne
olursa olsun unutmadığını gösteren; Gökhan
Gönül, Selçuk Şahin, Burak Yılmaz, Selçuk
İnan, Yekta Kurtuluş, Cenk Akyol (unuttuğum
varsa kusura bakmasın) gibiler de unutulmasın
istiyorum. Yanlış anlaşılmasın, tarafsız kalan
veya ben söylesem ne fayda diyenler de olabilir
normaldir. Benim bahsettiğim, onbinlerce
takipçisi olup twitter’ı aktif bir şekilde kullanan
veya bu konudaki görüşleri ister istemez
milyonlar tarafından merak edilenlerdir.
Benimle aynı şekilde düşünmüyor diye karşı bir
yaptırımım da yok, sadece sevginizi, karşılıksız
sevginizi bir daha gözden geçirin diyorum.
Maç Bahane
Yaşasın tribün kardeşliği!
HF
#
87
Sen dün bir anlığına kol kola girdiğin ama
yarın ilk futbol maçında yine hırlaşmaya hazır
olduğun kardeşinle ayrı düşerken, muktedir
olan, iktidar olan, güç, para, şöhret sahibi
olan adam yine yanında olmayacak. Sen o
kardeşinin elini bırakıp yine puan tabloları,
şampiyonluk sayıları peşinde koşarken, onlar
Çeşme’de Reina’da orada burada başka
şeyler peşinde koşacak. Senin Galatasaraylı,
Beşiktaşlı, Trabzonlu, Bursalı, Eskişehirli,
Antalyalı kardeşinden başka bir şeyin yok ama
onların var. Ben de diyorum ki bunu onların
elinden al. Aranıza bir daha girmesine izin
verme. Sen yine takımını tut, sevin, gül, ağla
ama bu yüzden bir daha sırf başka takımı
tutuyor diye bir adama küfretme, sırf biri
feda dedi diye cebindeki son harçlığı elletme.
Aranızda 2 sokak, 2 ev, 2 pencere öteden başka
hiçbir şey yok, bunu gör, daha doğrusu bunu bir
kere gördün, unutma artık. En büyük paydası
senin olduğun bu oyundan gereksiz pay alanların
oyununu boz artık.
Futbol forumlarına davet
İçimden geçen, elimden gelen başlangıç çağrım
budur tüm taraftarlara, tribünlere. Nasılını sonra
hep birlikte konuşuruz. Bunun için başlangıç
olarak parklarda ayrıca futbol forumları
oluşturulması gerektiğini, karşı çıktığımız
şeylerin en büyük destekçilerinden birinin
mevcut endüstriyel futbol düzeni olduğunu
düşünüyorum.
Pek matah bir yazı olmadı ama samimiyetle
başladık öyle bitirelim. Galatasaraylısından
Diyarbakırsporlusuna tüm futbolsever
kardeşlerimi saygıyla selamlar, sevgiyle
kucaklarım.
Not: Futbol forumları oluşturulursa ilk gündem
maddelerinden biri Beşiktaş’ın Şükrü Saraçoğlu’na gelmesi
olsun.

Benzer belgeler

HF150 - Hayatım Futbol

HF150 - Hayatım Futbol yönelikti ama Liverpool’un kötü futbol ekonomisi yönetimi saha içindeki eksik hamlelerle bir araya gelince ortaya büyük bir fiyasko çıktı. Kırmızılar hamle üzerine hamle yapan, kadrosunu hem gençle...

Detaylı

Beşiktaş - Galatasaray Roma - Lazio Man City

Beşiktaş - Galatasaray Roma - Lazio Man City alan Roma’nın siyasi ve dini motifleri kullanan diktatörcü kökleriyle birlikte elbette farklı bir yola girmesi beklenmiyordu. Keza kuruluşunda Roma’ya katılmayı reddeden ve onlara muhalif tutumları...

Detaylı