HF122

Transkript

HF122
2
1MART2
01
4-SAYI
1
2
2
Mr
.
Bay
e
r
nMüni
h
Bav
y
e
r
al
ı
l
arak
l
ı
nı
k
ay
be
t
t
i
Önc
eov
ar
dı
Me
s
s
i
’
ni
nt
ar
i
hegömdüğüadam
De
mi
rAdam
Fe
r
nandoHi
e
r
r
o
Yayın Koordinatörü
Yeniden zirvede
İlker Yılmaz
Dile kolay tam 3 final kaybettiler. Hem de 10 gün içinde. Benfica’nın
yaşadığı trajedi çok takımın başına gelebilecek cinsten değildi geçen
sezon. Bu kötü sonların etkisi bu sezonun başına da yansıdı. Lig
kupasını, UEFA Avrupa Ligi’ni ve Portekiz Ligi’ni son kulvarda yitiren
Benfica geleceğe dair de pek parlak sinyaller vermiyordu ama rüzgar
tersine esmeye başladı. Takımın savunmada artan direnci, Matic’in
satılmasına rağmen eksikliğinin hissedilmemesi art arda gelen
galibiyetler Benfica’da özgüveni yeniden yükseltti. Jorge Jesus’un
öğrencilerinin ligde şampiyonluğu kaybedebilmesi için artık büyük bir
mucizeye ihtiyacı var. Keza UEFA Avrupa Ligi’nde de yollarına emin
adımlarla devam ediyorlar. Biz de dibe vurup yeniden zirveye tırmanan
Benfica’yı 122. sayıda masaya yatırdık.
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Alper Öcal
Emre Çelik
Erdem Gündüz
Mustafa Demirtaş
Orhan Uluca
Oğuzhan Oğuz
Uğur Karakullukçu
Ayrıca bu sayıda, otobüs şoförlüğünden teknik adamlığa uzanan Ömer
Ortakudaş’ın röportajı da sizlerle. Bununla birlikte, Barcelona’nın yeni
transferi Alen Halilovic’i, Lionel Messi’nin 371 gole ulaşarak Barcelona’nın
en golcü futbolcusu unvanını elinden aldığı Alcantara’nın hikayesi ve bu
hafta 46. yaşını kutlayacak Real Madrid efsanesi Fernando Hierro da 122.
sayıda sizlerle...
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#122 BU SAYIDA
Kaybede kaybede kazananlar
Üç final kaybedince travma yaşayacağı
düşünülen Benfica, bu sezon da gümbür gümbür geliyor
Savunma kazanıyor
Bir önceki yılın ‘loser’ı artık göze hoş geleni değil,
kazanmaya giden yolu deniyor
Messi’den önce ‘o’ vardı!
Uzun süredir rekor kırmayan(!)Messi, geçtiğimiz hafta
Barcelona’nın en golcüsü Paulino Alcántara’yı geride bıraktı
Dolmuş şoförlüğünden şampiyonluklara
Şöförlüğü bırakarak sadece 2 bin nüfuslu köy takımının
başına geçen Ömer Ortakudaş’ın hikayesi imrenilecek türden
Gökhan Töre’siz kazanma planı
Sakatlanan Gökhan Töre’den uzunca bir müddet
uzak kalacak Beşiktaş için alternatif hücum planlarına bakıyoruz
Hırvat Messi: Alen Halilovic
Barcelona’nın yeni transferi Alen Halilovic’i Hırvat yazar
Aleksandar Holiga’yla birlikte değerlendirdik
Demir adam Hierro
O alışılmış isimlerden farklıydı. R.Madrid tarihinin
efsanelerinden olan Fernando Hierro, kariyeriyle unutulmazlar arasında
Mr. Bayern Münih
Bayern’i Bayern yapan, kulübün bugünlere gelmesinde
her noktada parmağı olan Uli Hoeness’e daha yakından tanıyalım
Taktik Analiz
Mustafa Demirtaş
HF122
GÖKHAN TÖRE’SiZ
KAZANMA PLANI
Kimi futbolcuların yoklukları, başlı başına sistem değişikliğine dahi işaret edebilir.
Gökhan Töre’den uzunca bir müddet uzak kalacak Beşiktaş için de böyle bir durum
söz konusu. Tabii bu durumda arada kalan seçenekler de unutulmamalı
Beşiktaş kongre arifesindeydi. Yönetimin kim
olacağı net olarak belli olmayınca, haliyle imzası
kurumamış olan Önder Özen’in de hareket alanı
kısıtlanmıştı. Yine de bir transferde inisiyatif
alacaktı. Kendisine göre o isim, seçimden nasıl
bir sonuç çıkarsa çıksın, Beşiktaş’ın gelecek sezon
hayır dememesi gereken bir oyuncuydu: Gökhan
Töre. Aslında onun için kullandığı tabir, birçok şeyi
de anlatıyordu: “Problem çözme kabiliyeti gelişmiş
oyuncu.”
Gökhan Töre, Ümit Milli Takım’daki daha ilk
maçlarında bile Türk statüsünde oynayacak
oyuncular arasında çok farklı yerde kalacağını
hissettirmişti. Fiziği, top tekniği, koordinasyonu…
Aslında sadece “delici” değil aynı zamanda
“yaratıcı” özelliklere de sahip bir kanat oyuncusu.
Bu sezon Beşiktaş’ta yaptığı asistleri ve çalım
sayısının ötesinde; ters kanada attığı uzun
toplarla, merkeze yaklaşıp pas çemberine
katılmasıyla da çoğu kez denge bozdu. Bazı
oyuncular, çok kötü bir maç çıkarıyor olmasına
rağmen sadece sahadaki varlıklarıyla bile tehdit
unsuru olabiliyorlar. O yüzden tahtaya tebeşir
bitmeden, en başta yazılırlar. Gökhan Töre,
onlardan biri… Ancak sakatlığı sebebiyle onu
Beşiktaş 11’ine yazmak uzun bir müddet mümkün
olmayacak. Alternatifleri de onun kadar “problem
çözme kabiliyeti gelişmiş” oyuncular değil. O
yüzden Beşiktaş’ın hücum hattı onsuz takım
olarak problem çözebilen bir hale bürünmeli.
Holosko, Kerim Frei, Uğur Boral…
Slaven Bilic, çoğu zaman Holosko’yu Gökhan
Töre’nin alternatifi olarak görmekte. Ve belki
de düştüğü en büyük yanılgılardan biri bu…
Çünkü Holosko tipindeki, adam eksiltme özelliği
olmayan (bir zamanlar hızıyla yapabiliyordu) ancak
gol bölgesi koşularıyla santrforu ikileyen kenar
forvetlerin anlamı olabilmesi için, ters kanattaki
oyuncunun en kısa anlatımla biraz Yusuf Şimşek
olması lazım. Aksi halde iki tarafta da “üreten”
birileri olmayınca, fazlasıyla merkeze bağımlı
kalıyorsun. Oysa Galatasaray gibi bolca yaratıcı
orta sahalara sahip takım bile merkeze
bağımlı kaldığı zaman çözümsüzlüğe
düşebiliyor.
Kerim Frei, topla yetenekler
konusunda Gökhan’a en
yakın oyuncu. Ancak şu
anki hali, o yeteneklerini
sonuca yansıtması için pek
yeterli gözükmüyor. Pas, şut tuşunu
çözememiş ama top sürme işinde
başarılı olan bir PlayStation oyuncusu
tarafından yönetiliyor gibi. Ayrıca onun etkili
olduğu yer, sol kanat. Çünkü topla içeri kat
etmekten daha fazla haz alıyor, dışa çalımlara
nazaran içe çalımları daha çok başarıyor. Bu
durumda Olcay Şahan’ı sağ tarafa atmak
gerekiyor ki, kısmen aynı dertler onun için de
geçerli.
Galiba Olcay Şahan, zaten Gökhan Töre’siz her
ideal dizilişte sol kanattaki yerinden olacak.
Çünkü, kağıt üzerinde en güçlü seçene olan Uğur
Boral da bir sol kanat oyuncusu. Bu durumda,
Olcay Şahan forvet arkası rolüne bürünebilir ki
o pozisyon, son zamanlarda düşen formunu
törpüleyebilir. Orada, kanattaki haline nazaran
topla daha az driplinge ihtiyaç duyacaktır. Aynı
zamanda ceza sahası içerisinde çok daha sık
görünebilir. Hatırlanacağı üzere, yine bütün yaratıcı
oyuncularından mahrum kalan Slaven Bilic,
Elazığspor maçında benzer bir sistemle sahaya
çıkmış ve takım 4 gol atmıştı. Ondan farklı olarak
Oğuzhan’ı o gün sahada olan Holosko’nun yerine
sağ kanada yazmak gerek. Zaten yanında Atiba’yı
bulan Veli, hemen her maç “asist öncesi pasın”
tanımını yapıyor.
Teknik direktör
Slaven Bilic, Filip
Holosko’yu, Gökhan
Töre’nin yokluğunda
alternatif olarak görse
de Slovak oyuncunun
adam eksiltme
özelliği olmaması
büyük bir sıkıntı
olarak karşımıza
çıkıyor.
Orhan Uluca
Profil
HF122
MR. BAYERN MÜNIH
ULI HOENESS
Paraya olan tutkusu, futbolun hem oyuncu hem yönetici olarak
en büyük efsanelerinden Hoeeness’i hapse kadar götürdü.
Demir parmaklıkların arkasında olmak, belki de Hoeness’ten
çok Bayernlileri korkutacak. Çünkü o, Mr. Bayern Münih’ti…
Bayern Münih başkanı Uli Hoeness, Münih
Eyalet Mahkemesi tarafından 28,5 milyon euro
vergi kaçırdığı gerekçesiyle 3,5 yıl hapis cezasına
çarptırıldığında efsane karakterin 1 Mayıs 1979’da
başlayan yöneticiliği sona erdi.
Dünyanın en iyi takımının geleceğinden endişe
ediyor taraftarları. Herkes biliyor ki ikinci bir
Uli Hoeness bu büyük camia içerisinde yok.
Geçtiğimiz günlerde Jürgen Klopp, Bayern Münih
sportif direktörü Matthias Sammer’in kazanılan
başarıda en ufak bir etkisinin olmadığını dile
getirirken aslında herkesin bildiği sırrı yüksek
sesle söylüyordu: O kulübün tüm başarılarının
ardında Uli Hoeness kararları yatar. Ottmar
Hitzfeld, Louis van Gaal, Jupp Heynckes ya da
Josep Guardiola olması nasıl ki Şampiyonlar
Ligi’nde sürekli final oynayan takımın başarısında
bir ayrıntı olarak görülüyorsa, Sammer’in varlığı
da aynı şekilde değerlendiriliyor. Geçtiğimiz
günlerde Godfather filminden yola çıkarak Don
Corleone benzetmesiyle harika bir Uli Hoeness
makalesi yayınlayan Zeit gazetesi, sadece son
beş yıl içerisinde alınan bütün doğru kararların
altında Uli Hoeness’in imzasının olduğunu yazdı.
Yüzyılın filmiyle olan tek uyuşmazlık Münih’teki
‘Baba’nın arkasında bizzat kendisinin yarattığı
bu muhteşem organizmayı yönetecek ikinci bir
aklın olmamasıdır. Son dönemin en başarısız
seçimi olan Jürgen Klinsmann’ın aslında KarlHeinz Rummenigge’nin ısrarı sonucu takımın
başına getirildiğinin altı çizilirken, Uli Hoeness’in o
dönemde istediği teknik direktörün ikinci lig takımı
çalıştıran Jürgen Klopp olması, ikili arasındaki
vizyon farkını da ortaya koyuyor. Böylesine güçlü
ikinci bir karaktere sahip olmayan Bayern Münih’in
endişesini anlamak için son yıllarda kazanılan
başarının arka planına bakmakta fayda var.
Neuer’den Mandzukic’e
Başkan olmasına rağmen son yıllardaki belirleyici
eylemlerin altına yine hep onun imzası vardı.
Manuel Neuer’i herkes ister ama Schalke
başkanını Münih havaalanında karşılayıp pazarlığı
yönetip sonlandırma başarısı ancak Uli Hoeness
ilişkileri ile mümkün olur. Guardiola’nın ikna
edilmesinden Mario Mandzukic gibi Wolfsburg’un
dahi göndermeye çalıştığı bir oyuncuyu transfer
etme düşüncesi hep aynı zekânın ürünleri
oldu. Franck Ribery’e 25 milyon euro bonservis
verildiğinde çok az kişi bu oyuncunun bu parayı
hak ettiğini düşünürdü. Mandzukic gibi Mario
Gomez’i de isteyip transferinde ısrar eden aklın
ona ait olduğunu bir daha belirtelim. Mehmet
Scholl, Oliver Kahn’dan Bastian Schweinsteiger,
Philipp Lahm’a kadar Almanya sınırlarını aşan
uluslararası yetenekleri ezeli rakibi Borussia
Dortmund’un aksine daha fazla para kazanacak
olmalarına rağmen Madridlere, Barcelonalara
Manchesterlara göndermeyip kulübe bağlayan
isim, kulübün parası ya da çekiciliği değil onun
oyuncularla kurduğu özel ilişki oldu. Bugün
yazısız kural olarak herkesin bildiği ve inandığı
“Hoeness ile el sıkışmak yeterlidir” sözü, 40 yıl
içerisinde kurduğu ilişkilerin bir özetidir. Adidas,
Telekom gibi Almanya’nın en büyük şirketlerinin
kulübe bağlanması ve son olarak 110 milyon euro
karşılığında gerçekleşen Allianz’a hisse satışı yine
onun kurduğu kişisel ilişkiler sonucu gerçekleşti.
Tüm bu gerçeklerin farkında olan Münihliler ise
Bayern Münih tarihinin bir parçası olmasından
ziyade yaratıcısı konumundaki insanı kaybetmenin
üzüntüsü içerisinde. Hikâye, ikinci dünya savaşı
sonrası Ulm’de başladı.
Aile dükkanında stajerlik
Uli Hoeness 1952 yılında Ulm kasabasında
yaşama gözlerini açar. Küçük bir aile işletmesi
olan kasap dükkânı, onun aynı zamanda 30
yıllık menajerlik yaşamına hazırlandığı yerdir.
Başka bir deyişle Bayern Münih’i sürekli zirvede
tutan aklın şekli şemali burada oluşur. “Biz
kazandığımızdan fazla harcayamazdık. Noel
günleri öncesi gözlerim kapıdan gelecek olan
müşterilerdeydi. Ancak dükkân iyi bir iş yaparsa
Noel gerçekten keyifli geçerdi” diyerek anlattığı
ve bugün UEFA tarafından da kulüplere sağlıklı
ekonomi için dayatılan prensip, Hoeness’in yıllar
önce evinin içerisindeki tek gerçek ve en katı
kuraldı. Kazandığından fazla harcayamazsın ya
da harcamak için önce kazanmalısın! Bu, sportif
başarıları bir yana Bayern Münih’in dünyadaki en
yakın rakibine dahi fark attığı ekonomik gücün
oluşmasında önemli bir kural haline geldi.
27 yaşında menajer olduğunda yaptığı ilk büyük
ve tartışmalı ama aynı zamanda başarılı bir
transfer olan kardeşi Dieter Hoeness ile olan
ilişkisi ise stratejik aklın gelişmesindeki en önemli
figürdür. Zira “Ayı” lakaplı iri yarı kardeşe karşı
fizik dezavantajına sahip olduğu için sürekli
kaybetmesi, Hoeness’i kazanmak için aklını
başka türlü çalıştırmaya zorlar. Çalışkanlığıyla
da bilinir. Çocukların sabahları okula gitmek için
7’de kalkmakta zorlandığı yerde o dükkan ile iç
içe geçmiş evinin ranzasından sabahın üçünde
kalkıp aşağıya inerek sabahın köründe gelecek
olan müşterilere ortamı hazırlamakla görevlidir.
Yaşıtlarının eğlenip gezdiği hafta sonlarındaysa
daha 12 yaşında dükkânın muhasebe işlerini
üzerine alır.
Hoeness ve Para
2009 yılında 30 yıllık menajerlik yaşamını
sonlandırıp Bayern Münih kulübünün zirvesine
yerleştiği gece anlatmıştı 34 marklık topun
hikâyesini... Bir mağazanın camekânında gördüğü
siyah beyaz meşin yuvarlığa gözünü dikse de
34 mark verecek gücü yoktu. Gerçek bir futbol
topuna sahip olmak için kendisine ek iş bulup bir
ay boyunca çalışarak bu topu almak için verdiği
mücadeleyi ayrıntılarıyla anlattı. Çalıştığı süre
boyunca ‘top orada duruyor mu’ diye her gün iş
çıkışı bisikletiyle mağazanın önüne gelir, alacağı
topun yerinde durduğundan emin olmak istermiş.
Bir ay çalıştıktan sonra kazandığı parayla o
futbol topunu aldığı gün başlamıştır onun
krallığı. Zira artık mahalle arasında kimin oynayıp
oynamayacağına karar verecek olan, o topun
sahibidir. Bu, onun bugüne kadar süren yaşamının
altın kuralı olur. Parayı veren düdüğü çalacaksa
önce paraya sahip olmak gerekir.
Yaşamının belki de en mutlu gününde anlattığı
bu anısı Uli Hoeness’i bugün 3,5 yıl hapis yatıran
bağımlılığına kadar götüren para ile kurduğu
ilişkiyi de açık ediyordu. Üç yıl aynı evi paylaştığı
kadim dostu Paul Breitner’ın Real Madrid
sonrası Bayern Münih’e yüksek bonservis ücreti
nedeniyle gelemediği gün bir kez daha anlıyordu
paranın gücünü. Bu yüzden henüz 25 yaşında
genç bir futbolcu olduğu günlerde, dünyada bir
ilki gerçekleştirip memleketi Ulm’den Magirus
Deutz’u kulübe sponsor yaparak para kazandırdığı
zaman başkana da kulübün bir futbolcusu olduğu
halde “Bu parayı sadece Breitner’in bonservisine
ödeyeceksiniz” derken, 34 marklık futbol topuna
sahip olan çocuğun mahallede kimin oynayıp
oynamayacağına karar veren ruh halini yeniden
yaşıyordu. Bayern Münih’i dünyanın en güçlü
kulübü yapacak olan mantalitenin gelişimi olduğu
kadar bu anılar aynı zamanda onu günden güne
zehirleyerek bugünkü sonunu da hazırlayaracak
olan para ile ilişkisini güçlendiriyordu.
Muhteşem ikili: Paul Breitner & Uli
Hoeness
1966 yılında okul seçmelerinde tanıştığı dostuyla
1970 yılında Bayern Münih çatısı altında yeniden
buluşuyordu. Birbirlerine taban tabana zıt fikirlere
ve ilgi alanlarına sahip Hoeness ve Breitner’ı
dışarıdan bakan hiçbir göz anlayamıyordu.
Kapitalizm ve Sosyalizm’in insan haline dönüşmüş
iki zıtlığın muhteşem dostluğu, aynı zamanda
yaldızlı günleri geride bırakmış Bayern Münih’i
yeniden diriltecek ve futbol dünyasında eşi benzeri
olmayan bir darbeye sebebiyet verecekti. Teknik
direktör Gyula Lorant’ın Leeds maçında sakatlığı
nedeniyle eski formundan uzaklaşan Hoeness’i
kadroya almadığı gibi takım içerisinde görmezden
gelerek Bayern tarihinin gördüğü en kudretli lider
olan Paul Breitner’ı günden güne sinirlendirmesi,
darbe günlerinin başlangıç noktasıdır. Hoeness’in
memleketinde oynanan ve tüm tanıdıklarının
hazır bulunduğu maçta teknik adam Gyula’nın
Uli’yi oynatmaması bardağı taşıran son damla
olunca, geleceğin menajeri ilk ve son defa Bayern
Münih’ten ayrılarak kiralık olarak Nürnberg’e
gider. Her kupayı kaldırdığı ve milli takıma kadar
yükseldiği Bayern Münih’te yaşadığı son sene,
acı ve ızdırap doludur. Efsane karakterin tam bu
zamanda yaşadıkları geleceğin Bayern Münih’inin
diğerlerinden farklı bir futbol kulübü olmasını
sağlayacaktır. Başka bir açıdan; kulübe hizmet
etmiş futbolcuların yaşadığı sakatlıklar nedeniyle
üzerinin çizilmesine Uli Hoeness, 30 yıllık
menajerlik ve 5 yıllık başkanlık dönemi içerisinde
bir daha asla izin vermeyecekti. En iyi günlerinde
daha fazla paraya Real Madrid’e gitmeyerek
kulübe sadakatini gösteren Mehmet Scholl’e
oldukça uzun bir süre futboldan ayrı kalacağı anda
hastanede yeni sözleşme önermesi, Uli Hoeness’in
bu acı zamanlarından çıkardığı bir derstir. Futbol
kulübünü bir aile olarak görür ve 40 yıllık Bayern
Münih yöneticiliği esnasında da bu gerçeğe uygun
hareket eder.
Bir aile kulübü Bayern Münih
Bugün Bayern Münih’in yaklaşık 500 çalışanının
büyük bir kesiminin eski oyunculardan kurulu
olması Hoeness eseridir. Franz Beckenbauer,
Karl Heinz Rummenigge, Paul Breitner, Sepp
Maier, Gerd Müller gibi bilinen isimlerin dışında
liste çok daha kalabalıktır aslında. Raimond
Aumann, Giovanni Elber, Paulo Sergio, Wolfgang
Grobe, Michael Tarnat, Hans Nowak, Matthias
Zimmermann gibi sayısız oyuncu, Bayern çatısı
altında iş bulmuştur. Örnek olması açısından,
1989 şampiyonluğunda önemli rol oynayan Jürgen
Wegmann’ın hikâyesi anlatılabilir.
Futboldan emekli olduktan sonra bunalıma
giren ve işsizlik parasıyla geçinen Wegmann
Dortmund’un Fanshop’larından da kovulunca işsiz
kalır. Boşanmış, dibe vurmuş ve devletin işsizlere
verdiği aylık 480 markla yaşama mahkum edilmiş
oyuncunun yardımına yine Hoeness koşar ve onu
Bayern çatısı altında yeniden yaşama döndürür.
Bir dönemin fiyasko transferi olan Lars Lunde,
İsviçre’ye döndüğünde geçirdiği kaza sonrası 240
saat komada kalınca hastane masraflarını dahi
ödeyemez durumdadır. Koordinasyon yeteneğini
dahi kaybeden Lunde’nin bütün masraflarını
Almanya’dan yardıma koşan Hoeness öderken
iyileşesiye kadar olan süreçte dişini dahi tek başına
fırçalamaktan aciz olan futbolcuyu evine alır,
eşinin ‘üçüncü çocuğum’ diyerek sahipleneceği
bir süre de bakar. Gerd Müller’in alkol batağından
Darbeyi gerçekleştiren Paul Breitner, yeni başkan
Willi O.Hoffman ve teknik direktör Pal Csernai.
kurtulmasından Wegmann’a kadar bir dönem
Bayern Münih’e hizmet etmiş bütün oyuncuların
yaşam içerisinde zora düştüğünde aradıkları tek
isim yıllar yılı Uli Hoeness oldu. 1972 Avrupa ve
1974 Dünya Şampiyonu olan Alman kadrosunun
en önemli yıldızlarından birisi olmasına rağmen,
sakatlığı sonrası kulübün kendisine karşı olan
tavrı nedeniyle empati yeteneğini geliştirdiğini
söyleyebiliriz. Artık bu paralı başkanların altında
futbolcuların zulüm gördüğü dönem bitmelidir.
Darbe sonrası kulübe menajer olur
Nihayetinde oynamak isteyen Hoeness Nürnberg’e
kiralık olarak gönderilirken, Paul Breitner ve
oyuncular tek bir karta oynayacaktır: Amerika’daki
Franz Beckenbauer ile beraber istemedikleri yeni
bir teknik direktörü getirme hazırlığı içerisinde
olan başkan Neudecker’i devirip kendi istedikleri
başkanı ve teknik direktörü kulübe getirmek.
Oyuncular darbe hazırlığı içerisindedir. Önce
teknik direktörden başlanır ve takım Fortuna
Düsseldorf’a 7-1 kaybeder. Bu maçın sonunda
Gyula Lorant gitmiş, çok sevdikleri yardımcı
antrenör Macar Pal Csernai takımın başına
geçmiştir fakat başkan Neudecker i 1966’da
1860 Münih ile şampiyonluk kazanmış olan
Max Merkel’i takımın başına getirmek ister.
Breitner ve arkadaşları Alman futbol tarihinde
ilk ve son olacak girişimi yapıp TV kameralarına
sert bir şekilde Max Merkel’i istemediklerini
söyleyerek başkanı istifaya zorlarlar. 19 Mart
1979’da başkan Neudecker “Bu Breitner ve
arkadaşlarının rezilliğe daha fazla tahammül
edemem” diyerek istifa etmesinden beş gün
sonra Breitner ve arkadaşları, o dönemki en
önemli rakipleri Borussia Mönchengladbach’ı
7-1 yenerek herkese gerekli mesajı verirler.
Nihayetinde beş yıldır şampiyonluktan uzak
olan Bayern Münih, o sezon Avrupa Kupaları’na
dahi katılım gösteremeyecek seviyede ligi bitirir.
Bugünkü Bayern Münih’e uzanan yapılanma tam
da bu zamanda oluşturulur. Başkan, Hoeness ve
Breitner’ın istediği Hoffmann olurken Nürnberg’de
aktif futbol hayatını sonlandıran Uli Hoeness 27
yaşında tüm zamanların en genç menajeri olarak
Bayern Münih’in başına geçer. Bu ikiliyi karşısına
alan Hoffman, yeni Bayern dönemini şu sözlerle
başlatır: “Saha içini Breitner saha dışını Hoeness
yönetecek!” Breitner’ın başkana vereceği tavsiye
ise geleceğin özetidir “Hiç keyfinizi bozmadan
her sabah gazetenizi okumaya devam edin, biz
gerekeni yaparız”
Hoeness ile yeniden diriliş
5 yıldır şampiyon olamayan ve Avrupa Kupaları’na
dahi katılamamış Bayern Münih’in 7 milyon mark
da borcu bulunuyordu. Üstelik tarihin belki de en
büyük Bayern golcüsü olan Gerd Müller gitmiş,
forvet hattında ise büyük bir boşluk oluşmuştu. Uli
Hoeness’in ilk transferi kendisinden bir yaş küçük
kardeşi Dieter Hoeness oldu. Tüm Bayernlilerin
itiraz ettiği bu transer süreci esnasında ise
menajerlik yaşamının en kötü günlerini yaşadı.
Taraftarlar başlarda her iki Hoeness’in de gitmesini
isterken Dieter olanı 8 yılda attığı 102 golün yanı
sıra savaşçı ruhuyla kahramanlık mertebesine
yükseliyor, Uli ise efsane olacağı sürece giriyordu.
Nihayetinde beş yıldır şampiyon olamayan 7
milyon mark borcu bulunan Bayern Münih,
efsane menajerin işe başlamasıyla iki yıl üst üste
şampiyon olur. Gelecek on yılın altısında da zirvede
Bayern Münih ismi yer alır. Ne Hoeness Bayern’den
gider ne de Bayern bir daha zirveden iner. Senelik
5 milyon euro kazanan kulübün 35 yıl sonra 450
milyon euro kazanır hale geleceğini Uli Hoeness’i
tanıyan herkes bilir zira para ile olan ilişkisinin
doğal sonucudur bu. Muadilleri 300-400 milyon
euro borçlarla seneyi kapatırken bugün Bayern
Başkanı ve teknik direktörü gönderen Breitner,
yakın arkadaşı Hoeness’i menajer, Csernai’yi de
teknik direktör yapmanın keyfini çıkarırken…
Yeni dönem bu şekilde başlamış oldu.
Münih’in bankada hazır 200 milyon eurosu vardır.
Diğer Bundesliga takımlarını korkutan gerçek,
Hoeness’in 40 yılda oluşturduğu maddi güçtür.
Öyle ki gerekirse üç takım daha kurar, üçü de
Şampiyonlar Ligi’nde finale oynar, o derece.
Para dostluğu da bozar
Filmlere konu olup hakkında çeşitli kitaplar
yazılan Paul Breitner ile olan dostluğuna 11 yıl ara
verdirecek olan kırılma anı da yine onun paraya
olan aşkından kaynaklanacaktı. Menajerliğinin
ilk günlerinde, borçlu Bayern Münih’i harıl harıl
çalışarak yeniden ayağa kaldırmak için çeşitli
anlaşmalar yapmak zorunda kalan Hoeness,
takımı Dünya ve Avrupa Şampiyonasının olmadığı
1983 yazında tüm masraflarının karşılanmasının
dışında 300 bin mark kazanacağı Asya turuna
çıkarır. Singapur, Bankok, Hongkok.. Breitner
emekliliğini açıklamış olsa da anlaşma içerisinde
herhangi bir yıldızın gelmemesi halinde ödenecek
bedel çok fazladır. Hali hazırda yorgunluktan Mayıs
ayında futbolu bırakmış Breitner bu geziye arkadaş
hatırına katılsa da maçlarda silik bir görüntü
sergiler. 18 saat yolculuğun hemen ardından 35
derece sıcakta maça çıkan Bayernli oyuncular
bitkindir ve amatör bir takıma karşı devreyi geride
kapatırlar. Paradan çok daha fazla bağımlı olduğu
Bayer Münih’inin imajının amatör takım karşısında
zedelenmesine dayamayarak devre arasında
oyunculara çıkışan Hoeness, sert bir karşılık alır
ezeli dostundan. Formayı çıkarıp genç menajerin
ayağına fırlatan Paul Breitner: “Çık sen oyna o
zaman” diyerek o gün kalem kırar ve 11 yıl boyunca
ikili birbirleri ile görüşmez. 1983 yılında bozulan
dostluk 1994 yılında havaalanındaki tesadüfi bir
karşılaşma esnasında yeniden başlayacaktır.
55 Kupalı veda!
1970 yılında Bayern Münih’te başlayan
macerasında bugüne kadar her türlü kupayı
müzeye götürmeyi başarır. Almanya’nın değil
Avrupa’nın en başarılı futbol adamı olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. 1974 yılında henüz 22
yaşında Dünya ve Avrupa şampiyonu olması bir
yana üç sene üst üste hem ligde şampiyon olup
hem de yine üç sene üst üste Şampiyon Kulüpler
Kupası’nı kaldırması belki de onun erken pes
etmesinin nedenidir zira futbolcu olarak hayalini
kurabileceği herhangi bir kupa kalmamıştır.
Nihayetinde Uli Hoeness futbolculuğunda 3,
menajerliğinde 16 ve başkanlığında da 2 kez
olmak üzere Bayern Münih ile 21 kez şampiyonluk
yaşamış efsane bir karakter olarak kulüp ile bağını
koparmak zorunda kaldı. Bayern Münih yüz yıllık
kulüp olarak farklı şekilde tahayyül edilebilir ama
gerçek şu ki Bayern Münih’in, Uli Hoeness’in
içerisinde olmadığı tek bir şampiyonluğu vardır
1932 yılında kazanılan... Bu tek kupanın dışında
kulübün tarihine ait ne varsa Uli Hoenessli dönem
içerisinde yaşanmıştır. Toplamda kazandığı kupa
sayısı 55 olan Bayern Münih’in Don Corleone’si,
Bayern Münih ile ilişiğini kesmiş olmasına rağmen
kulübü hapisten dahi yönetmesi gerektiğini
söyleyenlerin sayısı bir hayli fazla.
Eski oyuncularına olan bağlılığın olağan sonucu,
70’lerin altın jenarasyonunun sürekli Bayern
Münih’in içerisinde olmasıdır. Bu aynı zamanda
Hoeness öncesi ve sonrası arasındaki kalın çizgiyi
görünmez kılıyor. Uli Hoeness 1979 yılında başa
geldikten sonra farklı bir Bayern Münih yarattı. Aile
bağlarının güçlü olduğu, sadakatın ve futbolcunun
asıl aktör olarak her zaman değer verildiği yeni
bir futbol kulübü... Sportif açıdan ise Hoeness
döneminde bir daha asla beş yıl şampiyonluğa
ara verilmedi. Borussia Mönchengladbach ya da
bir dönemin Hamburg’u gibi yakalanılan altın
jenarasyonun ekmeğini yiyip kenara çekilmedi.
Başarı 40 yıl boyunca istikrarlı bir şekilde Münih’in
çevresinde oldu.
Bayern Münih demek Uli Hoeness demektir
Geçen 40 yılın ardından Almanya’da yazılı olmayan
kanunlar oluştu Mesela “Oyuncu menajerliğinin
Almanya’daki ilk kuralı, “Asla Hoeness’e kazık
atma” oldu. Ya da “Hoeness ile konuşuyorsanız
mesele sadece Bayern Münih’tir.” Ne son işlediği
suça ne de yıllar içerisindeki kişisel herhangi bir
meselesine kulübü karıştırmadı.. En çok kabul
gören anlayış ise ‘Bayern Münih demek Uli
Hoeness demektir’ oldu. 40 yıllık sürecin içerisinde
pek çok kez devrim niteliğinde karar aldı. Jupp
Heynckes’i gönerip Soren Lerby’i başa getirmek
gibi hataları da oldu ama en önemli özelliği,
bu hataları kabul edip doğruyu hızlı bir şekilde
bulmasıydı. Borçlu aldığı bir kulübü dünyanın en
güçlü ekonomisine sahip olacak şekilde büyüttü.
Özellikle bizim ülkemizde şımarık zengin çocuğu
görüntüsüne sahip olsa da gerçek şu ki insani
değerlerin en fazla olduğu kulüp olarak fark
yarattı. Bunalımda olan, sorun yaşayan futbolcular
onun evinde misafir edildi. Oyuncusuna en fazla
sahip çıkan kulüp olan Bayern Münih, gerçekte bir
Uli Hoeness projesidir.
Oğuzhan Oğuz
Benfica Özel
HF122
SAVUNMA KAZANIYOR
Geçen sezon üç final kaybeden Benfica, bu duruma bir çare bulmalıydı. Reçete
de belliydi. Artık göze hoş gelen futbol olmayacaktı belki ama kazanan bir takım
yaratılacaktı. Öyle de oldu. Savunmasını yücelten Portekizliler, yılbaşından bu yana
yalnızca kalesinde 4 gol görerek doğru yolda olduklarını kanıtladı
Geçen sezonki Fenerbahçe eşleşmesinden
hatırlarız Benfica’yı özellikle. Deplasmanda ve
iç sahada tamamıyla iki farklı takım görüntüsü
çizen Benfica, aslında hala bu kimlikte. Ancak
bu kez deplasmanlarda daha başarılı. PAOK
deplasmanında yedek ağırlıklı bir kadroyla sahada
olan Benfica, kazanıp dönerken Tottenham
deplasmanında da Sulejmani gibi yılların kanat
forvetini sol iç oynatarak kazandı. Detaya inmekte
yarar var.
Fenerbahçe maçlarını hatırlayalım önce.
Deplasmanda, yani Kadıköy’de, oyunu domine
etme umuduyla çıkmıştı maça Jorge Jesus. Orta
sahada Matic-Gomes ikilisiyle çıkan Benfica,
önlerinde John, Aimar ve Salvio üçlüsünü tercih
etmişti. En uçta da Cardozo vardı ancak Benfica
bir şeyi unutuyordu. Bu takım top çalmak için
yeterince arzulu olamazdı, Cardozo ve Aimar
ikilisinin pres gücü sıfırdı ve John-Gomes ikilisinin
de agresiflik bakımından yetersiz olması sonucu
Fenerbahçe ilk bölgeden itibaren oldukça rahattı.
Bu Benfica’nın temel deplasman sorunuydu.
Orta alandaki atlet oyuncu eksikliği ve kademe
anlayışındaki zaaflar can sıkıyordu kimi zaman,
ki Bayer Leverkusen maçını Cardozo’nun anlık
ceza sahası sihiri olmasa kazanamayacaklardı.
Newcastle deplasmanında, Spartak
deplasmanında ve Celtic deplasmanında da
galibiyet alamamışlardı. İç sahada ise mantalite
farklıydı. Cardozo, Rodrigo ve Lima’dan ikisini ileri
uçta oynatan Kartallar, Matic-Perez’e, Gaitan ve
Salvio kanatlarını ekleyince özellikle hücumda
çok daha çabuk, becerikli ve tempolu bir takım
oluyordu. Orta alanı daha kalabalık tutuyor ve
hakimiyeti ele alıyordu. Seyirci baskısıyla birlikte
3 kulvarda da final maçı yapmalarının en önemli
sebebiydi bu belki de.
PSG’ye karşı
oynanan maçta
Benfica orta
sahası adeta tel
tel döküldü.
Kalabalık orta saha
Mücadele gücü için Ljubomir Fejsa’yı getiren ve
onu 6 numarada direkt olarak kullanan Benfica,
orta sahada daha çok mücadele kazanıyordu
ve fiziksel olarak daha ağır basıyordu eskiye
nazaran. Sezonun ilk yarısında kaybedilen Avrupa
maçlarına bakalım. Kilit orta sahadaydı. Paris Saint
Germain deplasmanı. Herkesin kaybedebileceği bir
deplasman. Takıma uyum sağlayamamış Djuricic,
fiziksel olarak o dönem en üst seviyede olmayan
Gaitan ile birlikte orta sahayı defolu kıvama
getirdi. Motta-Verratti-Matuidi orta sahası da
pek tabii Perez-Matic-Fejsa üçlüsüne ağır bastı.
Ne Fejsa-Perez ikilisinin pas kabiliyeti yeterliydi,
ne Gaitan ve Djuricic yeterince yardım getirebildi.
Haliyle Cardozo ıssız adaya düştü ve Benfica topu
tutamadı, ki %35’lik topla oynama oranı yeterince
açıklayıcıydı.
Anderlecht’i yendikleri iki maçta da orta sahaları
aynıydı. Matic-Fejsa-Perez. Portekiz’de de,
Belçika’da da rakibine bariz bir üstünlük kurmadı
Benfica. Ancak skoru almayı bildi. Doğru
alan kaymalarını yaparak, kademeleri doğru
getirerek(geçen sezonki Melgarejo’ya oranla
Siqueira bu konuda daha başarılı) daha az net
pozisyon veriyor Benfica. Rakibi kendi kalesine
daha yakın karşılıyor. Olimpiakos ile oynanan
iç saha maçında saha zemini yüzünden futbol
oynanmadı, ancak Yunanistan’da Benfica derslik
bir biçimde kaybetti. Fejsa yoktu. Matic-PerezAmorim üçlüsüne karşı hamle olarak Olimpiakos,
Samaris ve Maniatis tandeminin yanına fiziksel
hamle olarak Yatabare ve top dolaşımı için
Fuster’i ekleyince orta alanda hem fiziksel hem
nicelik anlamında üstünlük kurdu. Fazla pozisyon
bulmadı, topu da rakibine verdi Olimpiakos. Ancak
defolu Benfica savunmasına karşı bulduğu ilk
fırsat gol oldu. Hem de hücumda kullandığı en
önemli silahlardan biriyle, kendi silahıyla. Duran
topla. Benfica’nın ilk yarıdaki Avrupa maçları
hep temposuz, genelde de zevksiz geçti bu
orta sahadan dolayı. Ancak gol yememek için
mecburdular ki yine de hatlar arasında çok boş
alan bıraktıkları ve sıkıntı yaşadıkları oldu.
Matic sonrası
Portekiz Ligi’nde hemen hemen rakipsizler o
yüzden salt dev maçları(Avrupa) odak noktası
haline getirmekte yarar var. Ciddi olarak test
edildikleri maçlar bunlar. Jesus yine bol rotasyonla
çıktı maratona. PAOK’u iki maçta da Fejsa’sız
yenmeyi bildiler ancak ilk maçta ofsayttan atılan
bir gol ve ikinci maçta da kenardan gelen as
oyunculara ihtiyaç duydular. Yedek kadro deneyi
bekleneni vermemiş olacak ki daha sert olan
Tottenham deplasmanına farklı çıkmayı tercih
ettiler. Tottenham maçını anımsamak gerek,
Benfica’yı nitelendiren bir maçtı o.
UEFA Avrupa Ligi’nde sezonun en kötü
maçlarından biriydi, atılan 4 golü bir kenara
koyacak olursak. Matic’siz Benfica, Perez’i de
kenarda tutup Amorim-Fejsa tandemi ile başladı
maça. Sol kenarda Sulejmani, sağ kenarda
Markovic, ileride de Lima-Rodrigo vardı. Fiziksel
direnci ve dinamizmi daha yüksek bir kadro.
Fenerbahçe deplasmanında sahaya çıkan Aimar ve
Cardozo’lu on biri hatırlayın ve özellikle dinamizm
olarak farkı görün. Sulejmani’nin Ajax dönemine
göre çok daha fit, mücadeleci ve dinamik olması
ve merkeze daha yakın oynayabilmesi sonucu
orta alan hakimiyetini rakibine vermedi Benfica.
Ortada giden oldukça sıkıcı bir maçtı. Benfica
oyunu dar bir alanda, kendi kalesine biraz daha
yakın oynamayı tercih etti tıpkı diğer Avrupa
deplasmanlarındaki gibi. Sonucu verilen az sayıda
pozisyon, kompakt organizasyon sonucu bulunan
hızlı hücum imkanıyla gelen gol (Rodrigo) ve bir
Benfica klasiği, iki duran top golü.
Benfica, Tottenham’ı 3-1’le geçse de mücadeleyi
izleyen herkesin ortak fikri sıkıcı bir 90 dakikanın
oynandığı yönündeydi.
Eski tempolu, zevk veren Benfica yok belki artık
Avrupa’da. Yaklaşım daha pragmatik ve sonuca
yönelik. Matic’in var olup olmaması kalite farkı
harici düzene etki etmedi. Bireysel becerikli
ayakları var ancak onlara da sınırlı serbestlik
tanınıyor. İç sahada düzen biraz daha ofansif ve
tempolu olsa da genellikle ağırlık ikinci bölgede
iyi yerleşip rakibe pozisyon vermemekte.
Bunu da büyük oranda başarıyorlar. Ligde 15,
Avrupa’da 3 maç oynadılar yılbaşından bu
yana. Sporting ve Porto maçları da buna dahil.
Sadece ikisinde Matic vardı. Yenilen gol sayısı
yalnızca 4(!). O 4 golün yarısını da Fejsa yokken
kalelerinde gördüklerini belirtmekte yarar var.
Orta alanda sertleşmelerinin, daha çok ikili
mücadele kazanmalarının ve alanı daha iyi kontrol
etmelerinin faydaları belli oluyor. Hala defoları
mevcut tabii ki, Fenerbahçe’nin Kadıköy’de
geçen sezon oynanan maçta gösterdiği defoları
Olimpiakos da açık bir biçimde ortaya koydu bu
sezon. Ancak bu alanda bile Fejsa takviyesi olumlu
meyve verdi ve Luisao yeniden eski formunu
görmeye başladı. Benfica olgunlaşıyor, geçen
sezon yaptığı hataları tekrarlamak istemiyor. Her
ne kadar bu durum oyunu görsel açıdan olumsuz
etkilese de, karşımıza olumlu bir strateji çıkıyor.
Savunmada Benfica
Hücumda Benfica
Katı Benfica
Uğur Karakullukçu
KAYBEDE KAYBEDE
KAZANANLAR
Benfica Özel
HF122
BENFiCA
Benfica için geçen sezon tam bir kabustu. Tam üç kulvarı, ligi, ulusal kupayı
ve UEFA Avrupa Ligi’ni finalde kaybettiler. Büyük bir travmaydı. Atlaması zor
deniyordu. Öyle de oldu. Etkileri bu sezona taşındı. Her şey kötü başlamıştı.
Ama Eylül ayında rüzgar terse esmeye başladı. Çıkışa geçen Jorge Jesus’un
takımı herkese kaybede kaybede kazanmayı öğrendiğinin mesajını veriyordu
Ezeli rakibinizle oynuyorsunuz. Rakibinizin 5
puan önündesiniz. Yeniliyorsunuz. Şampiyonluk
elden gidiyor. Ertesi seneye fırtına gibi giriyor,
hem ligde önde gidiyor hem de Avrupa
kupalarında ilerliyorsunuz. 15 gün içinde önce
yine ezeli rakibinize yenilerek ligi, sonra finalin
son dakikasında Avrupa Ligi şampiyonluğu,
bunlar yetmezmiş gibi finalde ulusal kupayı
kaybediyorsunuz. Sonra tekrar ayağa kalkıp
yürüyorsunuz. Bu kez çok daha emin adımlarla…
Porto’ya dramatik bir şekilde iki kez üst üste
şampiyonluk kaptırmış olmasına karşın Benfica,
teknik direktörü Jorge Jesus’u takımın başında
tutarak önemli bir cesaret örneği gösterdi ve
bunun meyvelerini toplama yolunda önemli
adımlar attı. Benfica’da yaşadığı hayal kırıklıklarına
rağmen oynattığı tempolu hücum futbolu
sebebiyle La Liga’dan birçok kulübün ilgi gösterdiği
Jesus da yarım kalan işini tamamlamak üzere
kulüpte kalmayı kabul etti.
Buna karşın hayal kırıklıklarıyla dolu Mayıs 2013’ün
üzerine 2013/14 sezonu da problemlerle başlamış,
Jesus yavaş yavaş tartışılır hale gelmişti. Başta bu
sezon ön plana çıkması beklenen isimlerden biri
olan Salvio’nun uzun süreli sakatlığı, Mayıs ayında
hocayla kapıştıktan sonra ayrılması gündeme
gelen Cardozo’nun durumunun belirsizliği, yaz
dönemi kadroya katılan oyuncuların uyum sorunu
gibi etmenler Benfica’ya iyi bir başlangıç yapma
imkanı tanımadı. Bunların yanında savunma hattı
da ilk haftalarda tekleyince Eylül ayı sonunda
Benfica, lider Porto’nun 5 puan gerisinde beşinci
sıradaydı. Fakat bu kez bir şeyler farklıydı.
Benfica’yla dişe diş mücadeleye girişecek, en az
onun kadar güçlü, üstelik kazanma alışkanlığı olan
bir rakip karşılarında yoktu. Benfica, ülkenin en
iyisiydi.
Eylül ayından itibaren çıkışa geçen Benfica
özellikle savunma hatalarını da aza indirgedikten
sonra uyum sürecini de başarıyla atlatan Lazar
Benfica Şampiyonlar Ligi’ne
grup aşamasında veda etmişti
Markovic’in de devreye girmesiyle hücumda vites
artırdı ve ligde sonuca kolay giden bir takım haline
geldi. Şampiyonlar Ligi’nde iyi oyuna rağmen
Olympiakos’a iki maçta 4 puan verince grupta
bu sene de ilk ikiye giremeyip hayal kırıklığı
yaşasalar da uçağın burnu yukarıya dönmüştü.
Fakat savunma ile hücum arasındaki köprü görevi
gören, takımın en kilit ismi Nemanja Matic devre
arasında eski takımı Chelsea’ye satıldı. Satmak
zorundalardı.
Her şey toz pembe değil
Portekiz’in önde gelen takımları hiçbir zaman bir
oyuncuya uzun yıllar takımda kalmayı vadetmez.
Oyuncu parlatır, performansında zirve yaptırır ve
en iyi teklife büyük liglere pazarlar. Oyuncular da
bunu bildiği için Portekiz’i büyük liglere sıçrama
tahtası görür. Buraya kadar bildiğimiz şeyler
ancak Matic transferinde bu döngüyü kısmen
kıran şey transferin zamanlamasıydı. Portekiz’de
takımlar önce başarıyı elde edip (Şampiyonlar
Ligi’nde ilerlemek, lig şampiyonluğu vs) ondan
sonra önemli oyuncularını elden çıkarır, bu esnada
o oyuncunun alternatifini hazırlarlardı. Matic
bu konuda bir istisna. Matic’in gitmesi hem
Benfica’nın sistemi açısından hayati bir eksiklik
demek, hem de lig şampiyonluğunu riske etmek
demekti. Buna rağmen satışın devre arasında
yapılmasının sebebi ise ekonomik.
Tottenham’ı ilk maçta 3-1 yenen
Benfica, geçen sezon finalde
kaybettiği Avrupa Ligi’nde zafer
hedefliyor.
Hem Porto, hem de Benfica aslında temel
gelirlerinin üzerinde harcama yapan kulüpler.
Ortalama bir Süper Lig kulübünden dahi az yayın
geliri olan Portekiz’in devleri gelir düzeylerinin
üstünde oyuncuları kadrosuna alarak aslında
ekonomik bir riski de üstleniyor. Bu oyuncuları
düzenli olarak satarak elde ettikleri yüksek
bonservis gelirlerinin büyük kısmı ise büyük ölçüde
aracı olan menajerlere, oyuncuların getirilmesinde
pay sahibi olan üçüncü partilere gidiyor. Kalan
para ise ancak kulübün maaş ve diğer giderlerini
karşılamaya yetiyor. Maisfutebol’da 2 Mart
tarihinde yayınlanan analizde geçen seneye göre
daha az oyuncu satabilen Benfica, 1 Temmuz-31
Aralık 2013 tarihleri arasında 15.3 milyon euro zarar
açıkladı. Üstelik son iki senede maaş
bütçesi de 23 milyondan 28.5 milyon euroya
yükselmiş durumda. olumlu bir gidişat değil. Bu
eksileri dengelemek adına takımın en önemli
oyuncusunun devre arası satılması gerekiyordu
fakat görünen o ki Matic gibi dünya çapında bir
orta sahanın kaybı bile Benfica’yı durduramayacak
gibi.
Porto sahneden çekilince…
Avrupa Ligi’nde Tottenham’ı deplasmanda 3-1
yenerek tur biletini (büyük bir mucize olmazsa)
cebine koyan Benfica, ligde en yakın rakibi olan
Sporting’in 7 puan önünde. Genç kadrosuyla
mevcut kapasitesini sonuna kadar zorlayan
Sporting’in şu ortamda Benfica’yı zorlasa dahi
geçme ihtimali çok yüksek değil. Yakın tarihinin en
kötü sezonunu geçiren son yılların yükselen değeri
Porto da, Portekiz Ligi’nde Kartallar’ın 12 puan
gerisine düşmüş durumda. Artık bitime 7 haftası
kalan Portekiz Ligi’nde Benfica’nın 7 puan dahi
kaybedip kaybetmeyeceği soru işaretiyken ligde
iplerin artık tamamen onların elinde olduğunu,
başarıp başaramayacaklarına kendilerinin karar
vereceğini söylemek mümkün. Kimbilir, belki
Benfica ve Jorge Jesus geçen sene yapamadığı lig,
Avrupa Ligi ve kupa üçlemesini bu sezon yapar.
Bu sayede de o trajediyle biten sezonu bir nebze
olsun unuturlar. Tabii kaybede kaybede kazanmayı
öğrenen bu takım hiç şüphe yok ki saygıyı da hak
ediyor.
Erdem Gündüz
Röportaj
HF122
DOLMUŞ ŞOFÖRLÜĞÜNDEN
ŞAMPiYONLUKLARA Trabzon’da 2 bin nüfuslu Düzyurt köyünde 1996’da kurulan Düzyurtspor takımının
teknik direktörü Ömer Ortakudaş, dolmuş şoförlüğü yaptığı 2003 yılında
arkadaşlarıyla bir araya geldi ve zaman içerisinde kulübü kapanmaktan kurtardı
Bölgesel Amatör Ligi şampiyon olarak bitirdikten
sonra bu sezon ilk defa mücadele ettiği Spor
Toto 3. Lig 2. Grup’ta ilk yarıyı lider bitirme
başarısı gösteren ve ikinci devreye de yine aynı
performansla başlayarak liderliğini sürdüren
Düzyurtspor, eşine zor rastlanır bir başarı hikâyesi
yazıyor. Profesyonel liglerin tek köy takımı
Düzyurtspor’un Teknik Direktörü Ömer Ortakudaş,
dolmuş şoförlüğü yaptığı sırada birkaç arkadaşıyla
kapanmak üzereyken kurtardığı kulüpte her sezon
başarıdan başarıya koşarak başarılması gerçekten
güç işlere imza atıyor. Trabzon’da 1986 yılında
kurulan 2 bin nüfuslu Düzyurt köyünün takımı,
2003 yılında maddi imkânsızlıklar nedeniyle
kapanma noktasına geldi. Şimdinin başarılı teknik
direktörü Ortakudaş, o dönem dolmuş şoförlüğü
yaptığı sırada birkaç arkadaşıyla sağladıkları maddi
destekle önce kulübün cezasını kaldırdı, sonra
da kayyumdan devralarak kulübü kapanmaktan
kurtardı.
Takımı devraldıklarında forması, çorabı dahi
olmayan kulüpte, köyden topladıkları çocuklarla
takım oluşturan genç teknik adam, o dönem
ilk yıllarda hem futbol oynadı hem de takımın
çalıştırıcılığını yaptı. 10 yılda profesyonel lige
çıkmayı kendilerine hedef koyan idealist teknik
adam Ortakudaş, bu süre içerisinde takımı
sırasıyla önce 2. Amatör Lig, sonra 1. Amatör Lig
ve Bölgesel Amatör Lig’de şampiyon yaptı.
Başarılı teknik adam her kademede alınan
şampiyonlukların ardından, bu sezon takımını
Spor Toto 3. Lig’e yükseltmeyi başararak eşine az
rastlanır bir başarı hikâyesinin de baş rolünde ki
adam oldu.
Tarih yazan ‘Kamyoncular Takımı’
Düzyurt köyündeki kamyon şoförlerince kurulan
kooperatifin yardımlarıyla ayakta durduğu için
“Kamyoncuların takımı” diye de adlandırılan
Düzyurtspor, Spor Toto 3. Lig’de ilk yarıyı 9
galibiyet, 5 beraberlik, 3 mağlubiyetle 32 puan
toplayarak lider tamamlamayı başardı. 25.
haftası geride kalan ligde 3. haftada aldığı
liderlik koltuğunu hiç bırakmayan turuncu-yeşilbeyazlılar, ligin ikinci yarısına da bıraktıkları
yerden devam dedi ve rakipleriyle arasındaki puan
farkını da giderek açtı. Sekiz haftası tamamlanan
ikinci devrede 6 galibiyet, 1 beraberlik ve bir de
mağlubiyet alan Düzyurt, ligin ilk devresinde
attığı 22 golü de bu sekiz haftada yirmi üç gol
kaydederek geride bıraktı. Profesyonel ligde ki
ilk sezonunda 22 haftayı lider kapatarak elde
edilmesi güç bir başarıya daha şimdiden imza atan
ekip, Spor Toto 3. Lig 2. Grup’ta zorlu rakiplerini bir
bir devirerek her geçen hafta şampiyonluğa emin
adımlarla ilerliyor.
Dolmuş şoförlüğünden, şampiyonluklar yaşayan
bir teknik direktörlüğe uzanan hikayesinde
Ortakudaş, gelen üç şampiyonluğa ve en önemlisi
bu sezonda 3. Ligde gelmesi muhtemel olan 4.
şampiyonluğa rağmen, diploması yetersiz olduğu
için takımın başında, ancak yönetici kartıyla
sahaya çıkabiliyor.
“Yapamazsın dediler”
Ömer Ortakudaş, kapanma noktasına gelen
kulüpte, 10 yılda profesyonel lige çıkma başarısı
gösterdiğini belirterek, “Herkes benim bu
işi yapamayacağımı söylüyordu. Daha önce
takımımızla beraber başarılar yaşamama karşın,
şimdi profesyonel ligde başarılı olamaz, artık
buraya kadar lafları kulağıma geliyordu. Ben bu
söylentilere aldırmadan işimi yaptım ve yapmaya
da devam edeceğim. Bugün nerede olduğumuzu
herkes görüyor.” dedi.
Federasyona çağrı!
Teknik direktörlük için UEFA B Antrenör Lisansı
Kursu’na 4 yıl önce başvurduğundan, ancak
hala sıra gelmediği için alamadığından dert
yanan Orkakudaş, “Bu yıl da sezon başında
kupa maçlarına çıkamadım ve kaybettik. Daha
sonra yönetici ağabeylerimiz, ‘senin kulübeye
inmen lazım’ dediler. Yönetici kartıyla sahaya
çıkıyorum. Bunun handikaplarını da ister istemez
yaşıyorum. Kulüplerde çalışmayan antrenörlerin
belgeleri var, kendilerini bir yerlerde gösterip belge
sahibi oluyorlar ama nedense biz yıllardır kulüp
çalıştırdığımız halde gerekli lisansı alamıyoruz ve
takımımızın başında teknik adam sıfatıyla sahaya
çıkamıyoruz, bununda mağduriyetini ne yazık ki
yaşıyoruz. Federasyonumuzun maçlara çıkan, aktif
çalışan antrenörlere öncelik tanımasını ve onlara
gerekli lisansı kazandırarak sahalara çıkmasını
sağlamasını, gerekirse sadece bu durumdaki
hocaların tespit edilmesiyle buna yönelik bir
kurs düzenleyerek bu mağduriyeti ortadan
kaldırmalarını hem kendim hem de benimle aynı
durumu yaşayan hocalar adına rica ediyoruz.” diye
konuştu.
ortamı oluşturduklarını ve bunun da kendilerine
başarıyı getirdiğini ifade etti.
Düzyurt köyünün halkının desteğini de sonuna
kadar aldıklarını ve içerde dışarıda kendilerini
devamlı desteklediklerini söyleyen teknik
adam, “Bir tesisimiz yok. Kulüp binamız kömür
deposunun bulunduğu yerde. Eski kamyoncular
kooperatifinden karkas halde bize kaldı.
Oyuncularımı lüks ortamlara alıştırmıyorum.
Maddi manevi elinden gelen her şeyi bize
sonuna kadar sağlayan çok iyi bir başkanımız
var. Takımımızı hiç yalnız bırakmıyor. İçeride,
dışarıda bütün maçlarımızda bizlerle birlikte.
Bunun yanında kooperatiften gelen desteklerde
unutulamaz. Manevi destekleri önemli, maçlara da
gelip bizi destekliyorlar” şeklinde konuştu.
Düzyurt köyü sınırındaki kulüp binası, kömür
depolarıyla iç içe bulunuyor. İki odası olan 125
metrekarelik karkas binanın bazı camları yok. Bir
odada futbolcular çay içip televizyon izlerken,
diğer odada malzemeler yıkanıyor. Ortakudaş,
“Önümüzde ki sezon için tesisleşmeyle alakalı
içinde bulunduğumuz durumu değiştirmek adına
gerek federasyon gerekse yönetimimiz çalışmalar
yapıyor.” ifadelerini kullandı. Tesisleri yok ama mutlular
“Şampiyon olacağız!”
Ortakudaş, sahada özellikle asker, koşan, başarıya
aç oyuncuları seçtiğini anlatarak çok iyi bir aile
Ligde kendilerini bekleyen zorlu süreci
değerlendiren başarılı teknik adam Ömer
Ortakudaş, “Birinci devredeki başarımızı devam
ettiriyoruz. Tabii arada puan kayıplarımız olacak
ama 25 haftanın yirmi ikisini lider geçtik ve
rakiplerimize önümüze geçme şansı tanımadık,
biz istikrarımızı sürdüreceğiz. Şampiyonluğa olan
inancımızı her geçen hafta daha da artırıyoruz.
Müthiş bir birlik ve beraberlik ortamı yakaladık.
Başkanımız, yönetimimiz her zaman yanımızda.
Bu bizi güçlendiriyor ve mutlu ediyor. Herkes işini
yapınca da ortaya başarılı sonuçlar çıkıyor. Biz
takımımıza inandık ve her zaman çok çalıştık.
Şuan ligde zirvedeyiz. Puan farkını da açtık.
Şampiyonluk yarışında kendimizi rakiplerimizden
bir adım önde görüyoruz.” dedi. Bu yoldan dönüş yok
“Ancak önümüzde çok zorlu dokuz maç var. Bu 9
maçın 5’ini kendi sahamızda oynayacağız. Eğer
iç sahadaki 5 maçımızı kazanırsak şampiyon
olacağımıza inanıyoruz. Taraftarlarımızdan da
her zaman olduğu gibi bu süreçte yanımızda
olmalarını ve desteklerini, dualarını bizden
esirgememelerini istiyoruz. Zaten deplasmanda
da puan alan bir takımız. Kalan haftalardaki
hedefimiz, içinde bulunduğumuz avantajlı
durumu koruyup, kesinlikle sezonu tepede
bitirerek, şampiyon olmak. Bu yoldan dönüş yok!”
Her maç bir final
Turuncu-yeşil-beyazlıların başarılı teknik adamı
Ömer Ortakudaş, “Bundan sonra her hafta
bizim için çok önemli, her maç bir final. Ligin son
haftalarına girdiğimiz bu günlerde ister istemez
gerginlikler artmaya başlıyor. Şu dönemde
özellikle hakemler yönünden çok daha dikkatli
olunması gereken bir süreç başlıyor. Bu konuda
herkesin Allah yardımcısı olsun.” diyerek sözlerini
tamamladı.
Emre Çelik
Unutulmaz
HF122
MESSI’DEN ÖNCE ‘O’ VARDI!
Barcelona’nın Arjanbtinli yıldız futbolcusu Lionel Messi geçtiğimiz hafta Osasuna’ya
karşı yaptığı hat-trick ile Katalan ekibinin formasıyla 371’inci golüne ulaştı ve 369
gollü Paulino Alcántara’yı geride bıraktı. Peki Alcántara da kim derseniz...
16 Mayıs 1916’da Barcelona Limanı’nda büyük
bir kalabalık toplanmıştı. Fakat bu kalabalığın
sebebi bir gösteri yürüyüşü veya bir eylem değildi.
Barcelona halkı, daha dün kurulan kulüplerinin
yeni yetme yıldızını Filipinler’e uğurluyordu. Her
ne kadar daha 19 yaşındayken Barcelona’nın
yıldızı olmayı başarsa da daha çocuk sayılırdı ve
anne-babası Filipinler’e dönüş kararı almıştı.
Alcántara’nın eğitimini sürdürmesi gerekiyordu.
Gemiye binmeden önce kendisini uğurlamaya
gelen kalabalığa “Ne zaman olur bilmiyorum
ama yine görüşeceğiz.” dedi ve ailesi ile birlikte
Manila’ya doğru 3 ay sürecek yolculuğa başladı.
Fakat hikâye yeni başlıyordu... 7 Ekim 1896’da
Filipinler’de görev yapan asker bir İspanyol baba
ile Filipinli bir annenin çocuğu olarak Iloilo’da
dünyaya gelen Paulino Alcántara, küçüklüğünde
İngiliz denizcilerin kurduğu bir takımla yerel bir
ekibi futbol oynarken izleyince bir anda futbola
aşık olmuştu. Başka sporlarla da uğraşıyordu
ama bu izlediği bambaşka bir oyundu. O gün
yeteneklerinin farkında olmasa da futbol oynamak
istiyordu. Nitekim küçük Alcántara artık sürekli
Plaça de la Universitat’daki boş arazilerde top
peşinde koşuyordu. Arkadaşlarıyla takımlar kurdu,
ardından Galeno’da futbol oynamaya başladı.
Şans bu ya; Barcelona’yı kuran adam, kulübün
ilk yıldızını da keşfedecekti. Joan Gamper daha
14 yaşındaki bu çocuktan büyülenmişti ve 2
pesetaya asrın en büyük transferlerinden birini
gerçekleştirdi!
Alcántara, Barcelona’ya transferinin ardından
elbette hemen as takımda oynamadı. Ama
bir taraftan sabırsızdı. O dönem yeni kurulan
küçüklerin oynadığı takımla çalışmasına
rağmen as takımın formasını giyen Manolo
Amecházurra’ya gidip ben de izinle oynamak
istiyorum dedi. Futbolu beklenenden hızlı gelişti.
Daha doğumunun üzerinden 15 yıl, 4 ay ve 18 gün
geçmesine rağmen Katalonya Şampiyonası’nda FC
Catala’ya karşı oynanan maçta ilk kez Barcelona
formasını sırtına geçirdi. 1912’deki bu maçla birlikte
Barcelona tarihinin en genç oyuncusu oldu, hatta
bu rekor hâlâ kırılamadı. İlk maçında hat-trick yaptı
ve Barcelona’nın resmi bir maçta gol atan en genç
oyuncusu da oldu. Bu rekor da hâlâ kırılamacı.
Ayrıca Avrupa’da forma giyen ilk Asyalı oyuncu da
Alcántara’dan başkası değildi. Sadece 2 Katalonya
Şampiyonası ve 1 Copa del Rey zaferi tatmadı,
attığı gollerle bu başarılarda önemli rol oynayarak
takımın en önemli futbolcusu konumuna yükseldi.
Yine de Barcelona’daki ilk macerası yaklaşık 3 yıl
sürdü.
“Ya Barça ya ölüm”
Fernando Poo Gemisi ile Manila’ya yapılan 3
aylık yolculuk, belki de Alcántara efsanesinin
başlamadan sona ermesine yol açabilirdi. Singapur
açıklarında ölümün kıyısından döndüler, Amerikan
bandrollü bir geminin sayesinde Filipinlere
ulaşabildiler. Alcántara ailesi oğullarının tıp eğitimi
için böyle bir karar almış olsalar da Paulino’yu
futboldan alıkoyamadılar. Bohemian’ı iki kez Filipin
şampiyonu yaptı. 1917’de Tokyo’da düzenlenen
Uzak Doğu Oyunları’nda (şimdiki Asya Oyunları)
Filipinler’i temsil etti. Hâlâ Filipinler tarihinin en
farklı galibiyeti olan maçta Japonları’ı 15-2 yenen
takımın en önemli parçası oldu.
İşleri bir anda değiştiren şey ise Barcelona’dan
gelen bir telgraftı. Paulino’nun ardından kupa
kazanamayan Katalanlar, Paulino’nun geri
dönmesini istiyordu. Ailesi ise çocuklarının doktor
olmasını. Bu sebeple önce izin vermediler. Fakat
Paulino Alcántara ailesini riskli bir şekilde iknâ
etmeyi başardı. Sıtmaya yakalanmıştı ve eğer
Barcelona’ya gitmesini engellerlerse ilaçlarını
almayacağını söylemişti. Hal böyle olunca
Alcántara ile Barcelona’nın tekrar bir araya gelmezi
kaçınılmaz olmuştu.
İmkânsız gollerin adamı
Aslında Alcántara ‘nın Barcelona’ya döner
dönmez yarattığı etki beklenilenin çok altındaydı.
Eski gollerinden eser yoktu. Aradan sadece
2 yıl geçmişti, futbola Filipinler’de de devam
etmişti ama atamıyordu. Bunun sebebi ise Jack
Greenwell’di. İngiliz hoca da Barcelona tarihine
geçecek bir diğer isimdi ama Alcántara’yı ileri uçta
değil savunmada kullanıyordu. Doğal olarak da
hem taraftarlar hem de kulüp üyeleri isyan etti;
Alcántara tekrar ileri uca geçerek efsanevi gollerini
atmaya kaldığı yerden devam etti, 369 golle
kulübün tarihine geçti.
Alcántara’nın attığı bu 369 gol arasından iki
adet son derece özel ve sıra dışı gol mevcut. İlki,
meşhur ‘polis golü’, 1919’da Real Sociedad ağlarına;
Rivayete göre Alcántara kaleyi önüne alınca
sahaya bir polis giriyor ve kalenin önüne doğru
hareketlendi. Fakat oyun durmadı ve Alcántara’nın
şutu kaleye giderken talihsiz bir biçimde polis
engeline takıldı... Aslında takılmadı; rivayet bu
ya, Alcántara topa öyle bir vurdu ki polis şutunun
ardından meşin yuvarlak polisi de kaleye sokarak
gol oldu.
Bir diğeri ise Alcántara’ya ‘ Trencaxarxes’ yani
‘ağ yırtıcı’ lâkabını kazandıran bir gol. Alcántara,
Fransızlarla 1922’de Colombes’te oynanan ve
İspanyolların 4-0 kazandığı maçta attığı golle
ağları delmeyi başardı. Alcántara’yı az çok tanıyan
İspanyollar gole şaşırdı mı bilinmez ama Fransız
taraftarın ağızlarının açık kaldığı su götürmez bir
gerçek.
Önce doktor, sonra futbolcu!
5 Temmuz 1927 tarihinde 19 Katalonya
Şampiyonası, 5 Copa del Rey, 2 de Pireneler
Kupası kazandıktan, daha da önemlisi Barcelona
formasıyla 369 gol atarak kırılması güç (!) bir
rekora imza attıktan sonra kramponları astı.
Daha 31 yaşında olmasına rağmen artık doktorluk
yapacağını açıkladı. Aslında bu karar Alcántara’yı
tanıyanları çok da şaşırtmamıştır muhtemelen.
Okulunu bitirmek için gireceği sınavlara
hazırlanacağı için o dönemin uluslararası anlamda
en büyük futbol turnuvası olan 1920 Olimpiyat
Oyunları’na katılmayı reddedip ürolog olmanın
kendisi için ne denli önemli olduğunu ortaya koyan
biri için normal bir karar. Yine de Barcelona’dan
kopmadı, 1931-34 yılları arasında direktörlük
görevini üstlendi. Ta ki 1936’ya kadar...
Her şeye rağmen
13 Şubat 1964’te 67 yaşında vefat ettiği zaman
Barcelona sokaklarında ciddi bir kalabalık
Alcántara’yı son yolculuğuna uğurlarken tabutun
ön tarafında bir yanda La Liga’nın gelmiş geçmiş
en iyi kalecisi olarak görülen Ricardo Zamora,
diğer yanda ise La Liga’nın ilk gerçek yıldızı
olarak tanımlanan Josep Samitier yer alıyor.
Kısacası 1920’lerde ortalığı tozu dumana katan
Barcelona’dan Alcántara’nın iki takım arkadaşı.
İlk bakışta gayet normal gibi gelse de 1936’da
Alcántara’nın Katalanların kalbini kırması
düşünülünce bu cenaze töreni bile ne kadar büyük
bir oyuncu olduğunu gösteriyor.
1936’da İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde Barri
Xino’daki kliniğinde doktorluğa devam eden
Alcántara, kentin Cumhuriyetçiler’in yönetiminde
olmasından dolayı Fransa’ya kaçtı. Ardından kısa
bir süre sonra İspanya’ya dönüp Zaragoza’daki
cephede gönüllü doktorluk yaptı. Ardından
Mussolini’nin Franco cephesine yardım için
gönderdiği Siyah Oklar isimli birlikte yer aldı. İç
savaşta, 1916’da formasını giydiği Barcelona ile
Copa del Rey Finali’nde hat-trick yarışına girdiği
Santiago Bernabeu’nun bu sefer takım arkadaşı
olmuştu. Rakip ise büyük ölçüde Katalanlar’dı.
Barcelona’ya ikinci dönüşü de Barcelonalıların
istemediği gibiydi. 1939’da zafer kazanan
Franco’nun birlikleriyle kente girmişti çünkü.
1916’da kupayı üçüncü maçta Real Madrid’e
kaptırdığında “Filipinler’e şampiyon olarak
dönmek istiyordum ama hakemin oyunlarından
dolayı Madrid’e kaybettik. Bu mağlubiyet bende
çok derin bir üzüntüye sebep oldu. İlk defa
çocuklar gibi ağladım...” diyen Alcántara, bu sefer
Katalanlar’ın hayallerini çalarak onları üzenlerin
arasındaydı. Savaşın ardından da uzun yıllar
Franco için görev yaptı, Falanjların şefiydi. Ama
her şeye rağmen Katalanlar ekibinin o dönemki
en büyük yıldızıydı. Messi’ye kadar Alcántara’nın
yanına bile yaklaşan olmadı. FIFA’ya göre ‘tüm
zamanların en iyi Asyalı oyuncusu’...
Büyüteç
Uğur Karakullukçu
HF122
HIRVAT MESSI
HALILOVIC
Futbol dünyasının gözü üzerindeydi ve o Barcelona’yı seçti. Hırvatların yeni süper
yıldız adayı Alen Halilovic’i Hırvat yazar Aleksandar Holiga’yla birlikte değerlendirdik
Arkadan çalan Şampiyonlar Ligi melodisi, futbol
dünyasının en gösterişli adamı Zlatan Ibrahimovic
ve hevesli gözlerle onun elini sıkmaya çalışan,
Zlatan’ın yarısı boyunda 17’lik bir ufaklık… Artık
bilginin damarlarımızda aktığı bu çağda elbette
hepimiz o ufaklığın gelecek yıllarda büyük
takımlarda oynamasını beklediğimiz Alen Halilovic
olduğunu biliyorduk fakat bilebileceklerimizin
de belli bir sınırı var. Barcelona’nın bonuslarıyla
15 milyon euro ödemeyi taahhüt ettiği Halilovic’i
yakından tanımak için bir bilene başvurduk.
Uluslararası basında Hırvatistan üzerine yazılarıyla
tanınan, FourFourTwo, The Guardian, The Blizzard
gibi yayınlarda boy gösteren Aleksandar Holiga’yla
Halilovic’i masaya yatırdık.
Halilovic’e geçmeden önce aslında hepimizin
merak ettiği soruyu soruyorum, Hırvatistan’dan
mantar gibi yetenek çıkmasının bir sebebi olup
olmadığını… Değirmenin suyunun nereden
geldiği konusunda Hırvatların da pek bir fikri
yok, “Keşke bu soruyu cevaplayabilseydim, bu
soruya antropolojik ve genetik teorilere girmeden
verilebilecek mantıklı bir cevap yok. Hırvatistan’da
altyapılar o kadar da üst düzey değil. Çok fazla
iyi genç takım hocamız yok, iyi tesisler ya da
yerleşmiş bir sistem de. Yine de 4.3 milyon
nüfuslu bir yere göre çıkan üst düzey yetenek
sayısına bakarsak bunu küçük çaplı bir mucize
olarak değerlendirebiliriz” diyor Holiga.
Halilovic, geçen sezon
D.Zagreb formasıyla
Şampiyonlar Ligi’nde
boy göstermiş ve
Ibrahimovic’li PSG’ye
karşı sahadaki yerini
almıştı.
Modric’ten ziyade Messi
Alen Halilovic’e döndüğümüzdeyse Holiga
bizler için farklı bir resim çiziyor. Bugüne kadar
uluslararası basında ve çeşitli bloglarda David
Silva’dan Arjen Robben’e, Andres Iniesta’dan
vatandaşı Luka Modric’e kadar birçok isme
benzetilen Halilovic için doğru örneğin Messi
olduğunu söylüyor Hırvat yazar. “Halilovic’in doğal
yetenekleri onun ileriye yakın veya kanatlarda
oynamasını gerektiriyor, Modric’le farklı oyuncular.
Dinamo Zagreb’in eski sportif direktörü, şimdiki
hocası Zoran Mamic onun için ‘Eğer böyle bir
şey varsa Messi tipinde’ demişti. Elbette Leo’yla
arasında birkaç ışık yılı fark var ancak seviye
olarak olmasa da stil olarak ona benzer bir oyun
oynayabilir. Elbette Messi bir fenomen, o seviye
çok zor ama stillerinde benzerlikler var” diyor.
Dinamo Zagreb’de hangi pozisyonda kullanıldığını
sorduğumdaysa, “Üst seviyede daha çok sağ
açık olarak kullanıldı ancak benim fikrime göre
4-2-3-1’de ofansif orta saha pozisyonunda veya
sahte 9 rolünde çok daha iyi olabilir” diyor Holiga.
Halilovic’in fark yaratan en önemli özelliğinin ise
topsuz oyundaki içgüdüleri olduğunu söylüyor:
“Top tekniği çok iyi ve gerçekten iyi bir sol ayağı
var. Şutları hem güçlü hem isabetli olabiliyor,
ceza sahası dışından goller atabildiği gibi
‘Messi aşırtması’ diye tabir ettiğimiz stilde de
ağları bulabiliyor. Fakat benim görüşüme göre
Barcelona’nın onu alma sebebi topsuz oyunda
boşlukları okuyabilme becerisi ve içgüdüsü.
İspanyolların ‘Ilegada’ dedikleri geriden gelip ceza
sahasına koşu yapma konusunda çok özel ve
yetenekli bir oyuncu.”
Eksikleri de çok…
Öte yandan Holiga, çok yetenekli bir isim olmasına
rağmen Halilovic’e dair çok değerli ve önemli
tespitlerini de bizlerle paylaşıyor. “Defansif
oyununda çok mesafe kat etmesi gerek, hala
fizik olarak zayıf ve toplu oyunda aldığı kararlar
zaman zaman takım için en doğrusu olmayabilir.
Fakat bunlar genç oyuncular için bilinen eksikler, iyi
hocalarla bunların üstesinde gelebilir” diyen Hırvat
yazar buna karşın Dinamo’nun onu pazarlamak
için çok erken sahaya sürdüğü görüşünde. Holiga,
“Bence Dinamo onu çok erken yaşta çok zorladı,
bunun sebebi bir başka ‘projeden’ bir an önce
milyonlar kazanmaktı. Ayrıca onun inanılmaz
potansiyeline rağmen doğru yönlendirilmediğini
görüyoruz. Sezon boyunca sadece 2-3 maçta
gerçekten çok iyi oynadı denebilir. Sonbahar
dönemindeki performansları daha çok Robben’in
kötü hareketlerinden derleme bir video gibiydi,
her aldığı topla rakibinin içinden geçmeye çalışıp
asla ama asla pas vermiyordu” derken son aylarda
olgunluk sinyallerini yavaş yavaş verdiğini de
ekliyor.
Kardeşleri de futbolcu
Son olarak babası Sejad Halilovic’in bir dönem
Türkiye’de oynadığını hatırlattığımda Hırvat yazar
Halilovic’in kardeşlerinin de futbolcu olduğunu
söylüyor. Holiga, “Ortanca kardeş de Alen kadar
ön plana çıkarılmıştı ama şimdilerde aynı seviyede
olduğu düşünülmüyor. Bence Alen seviyesinde
olmasa da hala iyi olabilir ama kim bilir! Babası
Sejad, Alen’le kısa süre de olsa birlikte çalıştı,
U-18 takımında onun bir ay kadar hocalığını yaptı
ama hemen as takıma çıkardılar. Sejad Halilovic,
kendini oğlunun çıkarlarını korumaya adamış bir
baba” diyor.
Holiga, Halilovic’in yetenekli bir isim olduğunu
söylerken ekliyor, “Defansif oyununda mesafe kat
etmesi gerek, fizik olarak zayıf ve toplu oyunda aldığı
kararlar bazen takım için en doğrusu olmayabilir.”
Sırada kimler var?
Dinamo Zagreb’in iyi bir akademiye sahip
olduğunu ve ülke şartlarında iyi bir bütçe
ayırdıklarını biliyoruz. Bu konuda ne söylemek
istersin, altyapıdan başka büyük bir yetenek
var mı?
Dinamo’daki çocuklar ülkedeki en iyi
çalışma imkanlarına sahip, Dinamo’nun
Avrupa’daki varlığı ve finansal durumunun
daha iyi olmasının etkisiyle böyle ancak
artık en iyi değiller. 17 yaşındaki uzak forvet
Robert Muric var dikkat çeken, Manchester
United, Ajax ve Borussia Dortmund’un
ilgisini çekiyor ancak Muric’in profesyonel
sözleşme imzalamayı reddetmesi büyük
bir problem. Muhtemelen bedava gidecek.
Belki bir de Fran Brodic, o da Muric’e benzer
bir oyuncu. Bence Dinamo’nun pilot takımı
Lokomotiva’dan 18 yaşındaki sağ açık Marko
Pjaca iyi bir oyuncu olacak.
Hajduk Split şu anda ülkedeki en iyi
yeteneklere sahip… Bazı genç oyuncularının
önünde büyük bir gelecek var.19 yaşındaki
orta saha Mario Pasalic (Chelsea’yle imzaladı,
bu yaz gidiyor) hiç durmadan gelişiyor, 18’lik
sağ açık Josip Basic, 16 yaşındaki kanat forvet
Nikola Vlasic (Atlet Blanka Vlasic’in kardeşi)
ön plana çıkan oyuncular.
17 yaşındaki
Muric’in de
yıldızı parlıyor.
Alper Öcal
Unutulmaz
HF122
DEMiR ADAM
HiERRO
Böyle savunmacı pek görülmedi.
Şampiyonlar Ligi’nde gol kralı oldu.
İspanya Milli Takımı’nda en golcü
oyuncular listesine adını yazdırdı. O
alışılmış isimlerden farklıydı. Real
Madrid tarihinin efsanelerinden biri olan
Fernando Hierro, kariyeriyle unutulmazlar
arasına adını yazdırmayı başardı
Sokak arasında başladığı futbol hayâlini,
profesyonelliğe taşımak istediğinde, “Gel evladım.”
cevabını alan çocuk bulmak, çölde su bulmak
kadar nadir bir hikâye. İki ağabeyi de profesyonel
futbolcu, kalıtsal yeteneği ve ‘demir’ anlamına
gelen adına rağmen bir savunma oyuncusu olan
Fernando Hierro’ya da henüz 16 yaşındayken
Malaga’da “Unut. “ demişlerdi. Pek söz dinleyen
bir çocuk olduğu söylenemez.
Amatör Velez’e geri dönüp, oynamaya devam
etti. O zaman wyscout, youtube yok ama yine
bir savunmacı olan ağabeylerinden Manolo’nun
tavsiyesiyle Valladolid tarafından kapıdan buyur
edildiğinde düşlerinde profesyonel futbol olan
19’unda bir gençti Hierro, ağabeyinin yüzünü
kara çıkarmadı. 1989 yılındaki Kral Kupası’nda,
Valladolid tarihinde şu zamana kadar bir daha
göremeyeceği finale yürüdüğünde Fernando’nun
emeği büyüktü. Real Madrid’e finali kaybettiler
ama o kazanmıştı.
Fernando Hierro o sezonun sonunda Madrid
şehrinin iki büyüğü tarafından da isteniyordu.
Jesus Gil genç yeteneğin sözleşme fesih bedeli
olan 150 milyon pesetayı masaya sürdüğünde kare
as açmış gibi keyiflenirken, tatildeki Hierro ısrarla
Real Madrid diyordu. Eflatun-beyazlılar ısrarı geri
çevirmedi. 150’yi görüp 50 artırdı. Gelecek sezon
Dünya Kupası’nda oynarsa 100 de bonus sözü
verdi ve Hierro 15 yıl sürecek macerasına başladı.
Malaga’da ismini çizen seçicininse adını hâlâ bilen
yok !
Altyapıdan yetişip, 85-89 arasında üstüste 4
şampiyonluk kazandıran Butragueno, Michel,
Vazquez, Pardeza ve Manolo Sanchis’ten
mütevellit Akbaba Beşlisi çağında dışarıdan gelen
bir çaylak olmasına rağmen, ilk sezonda takımın
bankosu olan Hierro; o sezon 90 kadrosuna
alınmadı ama ilk sezonunda Real Madrid’de ilk
şampiyonluğunu yaşadı. Son da olmayacaktı.
Manolo Sanchis ile tandemde ayrılmaz bir ikili
Bir savunmacı olmasına rağmen 439 kez giydiği
Real Madrid formasıyla 102 defa rakip ağları
sarsarak gol yollarında da etkisini gösteriyordu
olmuştu. Kusursuz defansif yetenekleri ve
hava sahasını hücumculara kapatarak ismi ile
müsemma olduğunu kanıtladı. Şaşırtıcı olan
ise, hücumda da olağanüstü bir silah olmasıydı.
Menzilsiz pasları, tereyağından kıl çeker gibi
ağlarla buluşturduğu frikikleriyle Beckenbauer’den
sonra düşen hücuma katkı veren savunmacı
profilini, Barcelona’da oynayan muadili Koeman
ile beraber canlandırıyordu. İlk sezonunda 7 gol
atmıştı.
1991/92 sezonunda Koeman 16 gol atarken, Hierro
filelere yolladığı 21 golle takımdaki forvetleri
gölgede bırakmakla kalmamış, lig genelinde
de krallıkta ikinci sırayı almıştı ama şampiyon
dönemin Rüya takımı olan Barcelona’ydı. Hierro
ikinci şampiyonluğu için iki sezon üstüste son
hafta başlarına bela olan Tenerife’nin teknik
direktörü Valdano’yu beklemek zorunda kaldı.
Pizjuan’da yazılan tarih
Milli takım tarafındaysa hâlâ görmezden
geliniyordu. O dönem, ülke tarihinin 1964 yılındaki
tek Avrupa şampiyonluğunun “Mimar” lakaplı
futbolcusu ve dönemin teknik direktörü Luis
Suarez yönetiminde İspanya, bunun acısını Euro
92’ye gidemeyerek çekti. Halefi Javier Clemente
ise 1994 elemelerine Hierro ile başladı.
Arnavutluk ile oynanan ilk eleme grubu maçında,
Hierro da ilk resmi golünü attı ama kapanış daha
görkemli olacaktı. İspanya’nın katılamadığı Euro
92’nin şampiyonu Danimarka, elemelerin son
maçında Sanchez Pizjuan Stadı’na lider ve 11
maçta sadece 1 gol yiyerek gelmişti. Üstelik 10.
dakikada kaleci ve kaptan Zubizarreta atılmıştı.
Yerine geçen Canizares kaledex Laudrup kardeşler,
Vilfort, Povlsen’e karşı geçit vermezken son sözü
63’te Goicoetxea’nın ortasına herkesin üzerinden
kafayı vuran Fernando Hierro söyledi. İspanya
böylecek 94 vizesini aldı. 13 yılda 89 kez giyeceği
milli formayla üç kez Dünya Kupası oynayan ve her
finalde gol atma başarısı gösteren Hierro, aktif
olduğu yıllar içinde Raul’dan sonra İspanya’nın
tarihinde en golcü futbolcusu olarak bir savunma
oyuncusu için inanılması güç bir iz bıraktı.
Real Madrid macerası da milli takım ile oynadığı ilk
turnuvanın ardından Valdano yönetiminde çıkışa
geçti. 1994/95 sezonunda tekrar şampiyonluk
yaşadı ama 1998 Şampiyonlar Ligi finali kariyerinin
zirve noktasıydı. Real Madrid, bir önceki sezonun
finalisti Juventus’u tek golle yenip 32 yıl aradan
sonra “Koca Kulak” ile kavuşarak yeniden
Avrupa’nın en büyüğü olurken, Hierro savunmada ,
10 golle turnuvanın kralı olan Del Piero’yu sahadan
siliyordu.
Amsterdam dönüşünde Cibeles’e gelen takıma
eşlik eden tezahüratlardan biri de, bizdeki
Golcü kimliği İspanya Milli Takımı’na da
yansıyordu. Öyle ki Hierro bir dönem Raul’dan
sonra Boğaların en golcü futbolcusuydu.
‘delikanlı X neredesin haney’ ile biten tezahüratın
Akdeniz’in diğer ucundaki versiyonu “Donde está
Del Piero, se lo ha comido Hierro” ydu.
Son kırmızı kart
2000’lere gelindiğindeyse Real Madrid için
Galacticos dönemi başlamıştı. Emektar
Sanchis’ten kaptanlığı devralan Hierro, ilk
sezonda La Liga, ertesi sene yine Şampiyonlar
Ligi şampiyonluğu yaşadı. Galacticos’un son
şampiyonluğu 2002/03 sezonunda geldi ama
Hierro için biraz buruktu. Zira Valdano’nun
direktörlük döneminde takımın ağaları Galacticos
projesi içinde yavaş yavaş çizilmeye başlanmıştı.
Fernando’lardan Redondo ilk kurban olurken,
ikinci çinkoyu Hierro ile yaptılar. 35 yaşında, artık
veteran bir yıldız olan Hierro için sezon boyu
yandaş medyada yapılan kambur yakıştırmaları,
kaçırdığı maçlar, eski gücünde olmadığına dair
argümanlarla oluşturulan zemin şampiyonluktan
24 saat sonra Del Bosque ile birlikte kapıya
konmalarıyla nihayete erdi. Valdano aldığı bu
kararı “bir dönemin sonu” diyerek özetledi.
Oynadığı dönemde gördüğü 10 kırmızı kart ile
kulüp rekortmeni olan Hierro için en haksız kırmızı
kart belki de buydu. Real Madrid bu kararların
sonuçlarını Valdano ve başkan Perez ile acı bir
şekilde tecrübe etti.
“Şef” için yeni durak ise Katar’dı. Para tatlıydı ama
onunla alınamayacak huzur daha tatlıydı. Hierro
kıta içinden gelen pekçok teklif arasında yaptığı bu
tercihi “Cadı kazanından kaçış” olarak ertesi sezon
İngiltere’ye gittiğinde açıklığa kavuşturdu ama asıl
çarpıcı olan İngiltere’ye neden geldiğini anlattığı
cümlelerdi.
“Futbol sahada topa vurmaktır. Başka bir şey
değil. Pazarlama ve ticaret gözünüzü oyundan alır.
İngiltere’de kulübü baştan aşağı yöneten bir teknik
adam altında futbolu deneyimlemek istiyorum.”
diyordu Hierro.
2002/03 sezonunun sonunda Real Madrid
macerası, hocası Del Bosque ile birlikte sona erdi.
kupayı uzaktan izliyordu.
Hierro’nun özdeşleştiği kulübüne son kıyağı ise
kulübü ve İspanya futbolunu bilen yardımcı isteyen
Mourinho’ya, İspanya U-15 takımını çalıştıran
mesai arkadaşı Aitor Karanka’yı önermek oldu. Bu
hafta 46 yaşına girecek olan Hierro, kimbilir belki
oyunculuğunda yaşattığı Beckenbauer esintilerini,
yöneticilik kariyerinde de bir gün Real Madrid’in
başında yaşatır. Bu dileğe hayır diyecek bir Real
Madrid taraftarı olmasa gerek.
Bolton’da kramponlarını asan Hierro, 2007’de
takım elbiseyi çekti ve İspanya Futbol
Federasyonu’nda direktörlük görevine getirildi.
2003’te ayrıldıkları Del Bosque ile bu kez 2008’de
bir başka şampiyonluğun ardından buluştular.
Euro 2008’in Aragones’ini Fenerbahçe’ye kaptıran
İspanyollar, göreve o dönem federasyonda direktör
olan Hierro’nun da lobisiyle Beşiktaş’tan ayrılalı
beri, 3 yıldır çalışmayan Del Bosque’yi getirdi.
Hierro oyuncu olarak tadamadığı milli turnuva
şampiyonluklarını yönetici olarak yaşadı.
Barcelona tiki takasının temeline iki eski Real
Madrid’linin mentörlüğünde atılan harçla iki taraf
da kazanırken, kulüp Barcelona’nın kaldırdığı 6
Hierro’nun yolu Katar’a düştü. Burada bir süre
top koşturan futbolcu, meşin yuvarlağa ise
İngiltere’de veda edecekti.

Benzer belgeler