Kendini Bilme - Erciyes Üniversitesi Akademik Bilgi Sistemi

Transkript

Kendini Bilme - Erciyes Üniversitesi Akademik Bilgi Sistemi
1
Mevlânâ’ya Göre İnsanın “Kendini Bilme”si
Dr. Osman Nuri KÜÇÜK
Bir insan düşünün ki aradan sekiz asır geçmesine rağmen unutulmak bir yana
düşünceleriyle ter ü tazeliğini korumakta ve tüm insanlık için ışık kaynağı olmaya devam
etmektedir. Bunda bir hikmet aranması elbet gereklidir. Mevlânâ, velîleri miske benzetir.
Sürüldükçe etrafa güzel koku yayan misk gibi ârifler de keşfedildikleri ölçüde bizi o ebedî
hakîkatten haberdar eder birer hikmet kaynağıdır. Hz. Mevlânâ, düşüncelerindeki
eskimezliğin nedenine dair şu değerlendirmede bulunur:
“Biz bunları sadece dilden söylemedik ki dil gibi çürüyüp yok olsun. Biz, söylediklerimizi
gönülden söyledik. Bu yüzden onlar da gönül gibi ebedidir.”
Kendi idrak kabımın o deryadan alabildiği nispette yaklaşık on yıldır Mevlânâ’nın
görüş ve düşüncelerini anlamaya çalışıyorum. Mevlânâ’yı eskimez kılan nedir, diye sorulacak
olursa –başka başlıklardan bahsedilmesi de imkan dahilindedir ancak- bu soruya şöyle cevap
verebiliriz: O, bizlere, bizi yani kendimizi anlatmakta; var oluş serencamıyla ilgili
sorduğumuz anlamlı sorulara kendi yaşadıklarından hareketle izahlar getirmektedir,
diyebiliriz.
Mevlânâ’nın, “kendini bilme” konusundaki ısrar ve vurgusunun, böyle bir konuyu
tercih edişimizdeki âmillerden olduğunu söyleyebiliriz.
Sûfî düşünce geleneğinde insan, kendinden önceki tüm varlık mertebelerini zatında
toplayan bir varlık olarak kabul edilmiş ve buna atfen insana “mertebe-i câmiâ (toplayıcı
varlık mertebesi)” denilmiştir. Mevlânâ’ya göre tüm varlık âlemi, bir ağaca benzetilecek
olursa insan, bu ağacın meyvesi yani varlık ailesinin gaye varlığı ve en kâmil üyesidir. Buna
binaen Mevlânâ tasavvufî düşünce geleneğiyle paralel olarak insanı, tüm varlığın bilgisini,
ilahî isim ve sıfatların tamamını kendinde barındıran potansiyele sahip bir varlık olarak görür.
Kendini bilmenin önem ve değeri
Mevlânâ, böylesine önemli bir mevkide yaratılan insanın kendini bilmesi hususu
üzerinde ısrarla durmaktadır. Mevlânâ’ya göre insanın sahip olabileceği en değerli bilgi, kendi
varlığının ve benliğinin hakîkatini bilme irfânıdır.1 Bu yönüyle insanın kendi benlik bilgisine
sahip olması, Mevlânâ’ya göre en büyük baht, bilmeyişi ise en büyük bahtsızlıktır. Mevlânâ
bu hususu bir dervîşin lisanından şöyle ifade eder:

1
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Mesnevî, V, 3341.
2
“Birisi, dervişin birine dedi ki: Burada seni kimse bilmiyor.
Derviş, ‘Yabancıyım, bilmeyebilir. Fakat ben kim olduğunu biliyorum ya. Ya durum tersine
olsaydı da ben kim olduğumu bilmeyip kör olsaydım o zaman ne yapardım?”2
Kendini bilmek, Mevlânâ’ya göre insanın, varlık serencamında nasıl hareket
edeceğinin bilgisidir ve hangi ilim ve hünere sahip olursa olsun her insan için zorunlu ve
temel bir bilgidir.3 Kendi varlığının hakîkat ve özünü bilmeyi ihmâl eden ve bu ihmâlini başka
sahalardaki ihtisas ve uğraşlarını mazeret göstererek örtmeye çalışan insanın durumunu
Mevlânâ, bir kuşun uçmak yerine tuzak içinde düğümler çözüp bağlamasına ve kanatlarını
birer birer yolmasına benzetir. 4 Mevlânâ, kendilik bilgisini ihmâl edenin aslî hünerinden
mahrum kalacağını, bu tür insanların diğer bir çok şeyin âlimi olsalar bile kendilerini
ahmaklıktan kurtaramayacağını dönemindeki ilim dallarına atıfta bulunarak şöyle ifade eder:
“Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocaldın, başka birkaç düğümü de çözülmüş sayıver!
Boğazımızdaki asıl çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam
mısın, yoksa bir bahtiyar mısın?
Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen nefsini bu yolda sarf et.
Tut ki a’yan ve arâzı bildin, ne çıkar? Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya
imkân yok.”5
Bir başka yerde aynı konuyla ilgili şöyle der:
“Âlim de, bilgilerin yüz binlerce çeşidini bilir de zâlim herif, kendisini bilmez.
O her cevherin mahiyetini bilir de kendi cevherine gelince bir eşeğe döner!
Be hey âlim, sen, ben caiz olan şeylerle caiz olmayanları bilirim dersin ama kendin caiz
misin, işe yarar mısın, yoksa acuze bir kocakarı mısın? Bundan haberin yok!
Bu, caizdir, uygundur, doğrudur; şu caiz değilir, yanlıştır, uygun değildir bunu biliyorsun
ama sen doğru musun, eğri mi? Bir de kendine iyice bak!
Her kumaşın değeri nedir? Biliyorsun da kendi değerini bilmiyorsun. Bu ahmaklıktır.
Uğurlu yıldızlarla uğursuz yıldızları biliyorsun; fakat sen uğurlu musun, yoksa uğursuz
cenâbetin biri misin? Buna bakmıyorsun bile?
Bütün bilgilerin ruhu budur bu; mahşer günü ben kimim, ne hâle geleceğim; demen bunu
bilmen gerek! Din usulünü bildin ama kendi aslın, kendi mayan iyiyse bir de ona bak, onu bil!
Senin için bu iki usulden kendi aslını bilmen daha iyidir ey yüce kişi!”6
Mevlânâ, başka alanlardaki ilim ve hünerleriyle övünen ancak kendilik bilgisine aşina
olmayan döneminin bilginlerini de sohbetlerinden birinde şöyle kınar:
“Zamanımızdaki bilginler, kılı kırk yarıp, kendileriyle ilgili olmayan şeylere bütün
teferruatıyla pek iyi vakıftırlar. Onlara her şeyden daha yakın olan bir şey varsa o da onların
benliğidir. Fakat kendilerine her şeyden daha yakın olanı, yani kendilerini bilmiyorlar. Onlara
her şeyden daha yakın olan bir şey var ki bu da onların benliğidir.”7
Kendini bilmenin önemi İslâm tasavvufunda olduğu gibi diğer dinlerin mistik
yapılarında da vurgulanan bir husustur. Örneğin J. J. Rousseau, çoğu mistik geleneğin
temelindeki insanın kendini tanımasını ayrı bir ilim dalı olarak niteler ve bu hususun önemini
şöyle belirtir:
2
3
4
5
6
7
Mesnevî, VI, 4331-3.
Mesnevî, I, 2829-34.
Mesnevî, II, 3735-40.
Mesnevî, V, 561-4.
Mesnevî, III, 2648-56.
Kitâb u Fîhî Mâ Fîh, haz.: Bediüzzaman Füruzanfer, Çâphâne-i Meclis, Tahran 1330, s. 17.
3
“İnsanların sahip oldukları bilgiler arasında en yararlı olmasına rağmen en az sahip olunan
bilgi, insanın kendi hakkındaki bilgisidir. Delphes tapınağındaki ‘Kendini Tanı’ yazıtının tek
başına ahlâkçıların hacimli kitaplarından çok daha önemli ve güçlü bir temel kural içerdiğini
söylemeye cesaret ediyorum.”8
Kendini bilmenin önemi ve vazgeçilmez gerekliliğine ilişkin dünyanın her yanından
ve bütün zamanlardan yükselen, farklı düşünürlerin benzer ifadelerine rastlamamız
mümkündür. Örneğin yukarıda Mevlânâ tarafından ayrı bir irfân ve hikmet olarak dile
getirilen kendini bilmeye ilişkin vurgu, bir Hıristiyan mistiği olan Eckhart tarafından kendi
kültürüne ait sözcüklerle şöyle dile getirilmektedir:
“İnsanın kendi içinde bir sürü deri vardır; kalbinin derinliklerini örter. İnsan birçok şey bilir
fakat kendini bilmez. Niçin mi, bir öküzün veya ayınınki kadar kalın ve sert otuz veya kırk
deri ve hicâb, ruhu örter. Kendi kaynağına git ve orada kendini bilmeyi öğren.9
Musevî Philo da İsa’dan yaklâşık bir asır önce bu konuda şunları söylemektedir:
“Kendinizi sigaya çekip nefsinizi bilmedikçe, ibâdet niyetiyle aya, güneşe, göklerdeki veya
kâinatın bizden çok uzak köşelerindeki, tabiatları o denli değişik cisimlere dair havalı
kıssalarınızı uzun uzadıya anlatıp durmayın. Ancak ondan sonra, diğer konuları ele
aldığınızda size inanabiliriz belki; önce kendinizin kim olduğunu tesbit etmedikçe, diğer
meselelere yargıç veya güvenilir tanıklar olarak hareket etmeye ehil olduğunuzu asla
düşünmeyin.”10
Kendini bilmenin mahiyet ve amacı
Mevlânâ’ya göre insanın kendini bilmesi, asıl benliği üzerindeki maskelerin ötesine
geçerek ‘çıplak ben’ine ulaşmasıdır. Bu “ben”e erişmeyi; şayet tüm bağlılıklarımı terk
edersem, kim ve ne olurum, sorusunun cevabı olarak görebiliriz. Kişi, kendi kimliğinin
yüzeysel düzeylerini aşarsa neyi tecrübe etmiş olacaktır? Diğer bir ifadeyle değişmez
Hakîkat’ten kendini perdeleyen hicâpları ortadan kaldırınca, insan ne olur veya ne olabilir
sorusunun cevabıdır kendini bilme. Çünkü insanın kendini bilmesinin önündeki engel, kimi
zaman sahip olduğu toplumsal statü, elde ettiği kariyer, sahip olduğu ilim veya herhangi bir
hüneri, kısaca kişide koşullanmış bir bakış açısı meydana getiren her şey olabilir. Mevlânâ’ya
göre kişide sahte bir benlik tasarımı oluşmasına yol açan her şey, kendi varlığına ilişkin
bilgiden insanı alıkoyabilir. Mevlânâ bu hususu şöyle ifade eder:
“Nice bilgi, nice zekâ, nice anlayış vardır ki kişiye bir gulyabani ve eşkıya kesilir”11
Binâenaleyh Mevlânâ’ya göre kendini bilme, insan varlığındaki iğreti unsurların
ötesindeki değişmez realiteyi ortaya çıkarma arayışıdır. 12 Kendini bilme sürecinde insanın
yetişme aşamasında aileden ve toplumdan aldığı kültürel etki ve algılamalarla örülü kolektif
baskı unsurları, insanın özünde var olan temel unsurlardan adım adım ayıklanmaya çalışılır.
8
9
10
11
12
J. J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 79.
Huxley, Kalıcı Felsefe, ss. 163-4.
E. F. Schumacher, Aklı Karışıklar için Kılavuz, s. 87.
Mesnevî, VI, 2369.
İbrahim Amini, Self Building, s. 15.
4
Mevlânâ’ya göre kendini bilmenin gayesi; insanı mahdût ve fiziksel varlığının
kıskacından kurtarıp neticede kendi öz “ben”inin farkına varmaya yönlendirecek bir hakîkati
keşfetmekle ilgilidir. Çünkü Mevlânâ, her insanın kişisel deneyim ve içsel keşif yoluyla
zamansal ve mekânsal değişime maruz olmayan kendi öz “ben”ini tanıma ve inşâ etme
kapasitesine sahip olduğu inancındadır. Bu inşâ sayesindedir ki insan, kendi varlığının
mahiyetine ilişkin gerçekliğin farkına varır. Mevlânâ bu konuda şöyle der:
“Ne mutlu o kişiye ki kendi zatını tanıdı, böylece ebedî emniyet sahasında bir köşk kurdu.”13
“Ey görünüşte zerre olan, Zuhâl yıldızını gör. Sen bir topal karıncasın, yürü, (kendi içindeki)
Süleyman’a bak.
Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden, görüşten ibaretsin. Canı görsen cisimden
vazgeçersin.”14
Mevlânâ’ya göre kendini bilmenin insana sağladığı diğer bir irfân, varlığında her
kötülüğü yapabilme potansiyeli bulunan bir nefsin bulunduğunu anlamaktır. Bunu anlayan
insanın yaşam tasavvuru, dış muharrikler yerine içsel motivasyon unsurlarıyla şekillenmeye
başlar. Kendi nefsini ve ahlâkını düzeltmenin, başkalarını ve toplumu düzeltmenin öncelikli
adımı olduğunu anlar ve bunun gereğini yapar. Bu yüzden başkalarının ayıp ve kusurlarıyla
meşgul olmayı kişinin kendini bilmeyişinin göstergesi kabul eden Mevlânâ bu konuda şöyle
der:
“Ey başkalarına ağlayan göz! Gel, kısa bir müddet otur da kendin için ağla!”15
“Herkes, önce kendi kusurunu görseydi hâlini ıslâh etmekten gaflet eder miydi?
Halk kendisinden gafildir babam gafil. Bu yüzden birbirlerinin ayıbını söylerler.
Ben kendi yüzümü göremem ey putperest! Ben senin yüzünü görürüm; sen de benim
yüzümü görürsün.
Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, cümle halkın nurundan fazladır.”16
Sorunlarını, kendi nefsinin istek ve arzularını kontrol altına alıp kaynağından
kurutmak yerine; kötülük ve sorunların sebebini dışarıda görüp bunları gidermeye çalışanların
durumunu Mevlânâ, yeni doğan bebekleri katleden Firavun’un, başına gelecekleri
değiştirmeyecek beyhude çabasına benzeterek şöyle der:
“O, adam Firavun’a benzer, teni de Musa’ya. Böyle olduğu hâlde o ‘Nerede düşman?’ diye
dışarıya koşmaktadır.
Onun nefsi, ten evinde nazlı ve nâzenin bir şekilde nimetlerle beslenmektedir; kendisi de
başkalarına kin güdüp elini ısırmakta.”17
Bu tür gayretlerin kalıcı çözüm üretmeyeceğini şöyle belirtir:
“Nefsinin zehirleriyle hastalanmış, hastalığa tutulmuşsan eline ne alır, elini nereye atar, neye
sahip olursan hastalığa alet olur, onu da berbat edersin!
Eline mücevher alsan, taş olur; birini gönülden sevsen, düşmanlık ve savaş çıkar.”18
13
14
15
16
17
18
Mesnevî, V, 3341.
Mesnevî, VI, 810-1.
Mesnevî, II, 479.
Mesnevî, II, 881-4.
Mesnevî, II, 774-5.
Mesnevî, III, 2693-4.
5
Kendini bilen insanın, varlığının aslını yani Allah’ı bilmesi
Tasavvufî düşünce geleneğiyle paralel olarak Mevlânâ’ya göre tüm varlık âleminde
“Bir”den zuhur eden kesret tekrar o “Bir”e dönmektedir. Sûfî literatüründe devr anlayışı da
denen bu yaklaşıma göre varlık dairesinin ilk yarısı (kavs-ı nuzûlî), maddî âleme gelen
varlıkların izledikleri süreci; diğer yarısı da (kavs-ı urûcî) bu varlıkların geldikleri asıllarına
dönüşünü ifade etmektedir. İnsan, varlık hiyerarşisinin en sonunda yer alan gaye varlık
olduğundan, her varlık gibi o da bu döngüsel sürecin içinde kendi aslına doğru yol alan bir
yolcudur. Mevlânâ insanın bu yolculuğunu şu ayetlere telmihle ifadelendirir:19
“Ey insan! Muhakkak sen, Rabbine doğru (varan bir yol üzerinde) çabalayıp durmaktasın”20
“Bizler, Allah içiniz ve yine bizler O’na dönenleriz”21
“Şüphesiz dönüş, Rabbinedir”22
Mevlânâ’ya göre bizler içinde bulunduğumuz varlık düzlemine mahiyetini
bilemediğimiz bir takım aşamalardan geçerek geldiğimiz gibi aslımıza doğru sürdürdüğümüz
yolculuğun da farkında değiliz.23
Mevlânâ’nın düşünce sisteminde Kargâh-ı Hudâ olarak nitelenen “yokluk (adem, nistî)
âlemi”, varlığın aslı kabul edildiğinden24 insan, kendi varlığının gerçek arketipini varlık ötesi
boyutta bulabilir ve bilebilir. Bu yüzden Mevlânâ, insanın kendini bilmesine yokluk bilgisi/
‫ دانش فقر‬der. 25 İnsan, Mevlânâ’ya göre zamandan ve mekândan münezzeh olan yokluk
boyutunda kendi yaratılmamış hakîkatini müşâhede edince bu cüz’ün baktığı Küllü de
müşâhede eder. Hz. Peygamber’in “Allah insanı kendi sûreti üzerine yaratmıştır” hadisini de
Mevlânâ buna işaretle yorumlar. Çünkü camî ismiyle Allah, insanın iç mânâsı, insan da bu
varlığın didesi Mevlânâ’nın tabiriyle usturlabıdır. Varlık hiyerarşisinde “mertebe-i câmia”
konumunda olan insan, varlığın gayesi olduğundan tıpkı bir tohumun, ağacın tüm bilgisini
taşıması gibi; insan da kendi varlığında, varlık sahnesinde kendisini sunan her şeyin, akışına
ve nereye gideceğine ilişkin bilgiyi taşır. Çünkü Allah, kesrette vahdeti, insan aracılığıyla
seyreder. Bu yüzden Mevlânâ, sûfî düşünce geleneğiyle paralel olarak insanın kendi zatını
bilip tanımasıyla Rabbini bilme arasındaki doğrudan irtibat üzerinde ısrarla durur ve “ ‫من عرف‬
‫ نفسه فقد عرف ربه‬/Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisini bu meyanda sıklıkla kullanır. Çünkü
Mevlânâ’nın düşünce sisteminde insanın kendini bilmesi, Hakk’ın irfânından ayrı
düşünülemez. Örnek bir ifadesinde Mevlânâ şöyle der:
19
20
21
22
23
24
25
Mesnevî, V, 1124-7.
İnşikâk 84/6.
Bakara 2/156
A’lak 96/8
Mesnevî, VI, 2776-9.
Konuyla ilgili Mevlânâ’nın şu beyti hatırlanabilir: “Varlık aynası nedir? Yokluktur. Eğer aptal değilsen
sen de öbür tarafa yokluk götür” (Mesnevî, I, 3179).
Mesnevî, II, 2593-6.
6
“Sende, senden başka bir ‘sen’ gizli; (kendi varlığının hakîkatte) ne olduğunu anlayan,
gerçek varlığını görebilen kişiye kul olayım!”26
“Onun için Peygamber (sav) bunu anlattı ve buyurdu ki: ‘Kim, kendisini bilirse Allah’ını
bilir.” 27
Kendini bilme, Mevlânâ’ya göre insanın, kendi iç âlemini keşfetme sürecidir. 28 Bu
süreçte insan, kendi içindeki gizli hazineyi keşfeder. 29 Bu konudaki teolojik itiraz ve
münakaşalar bir yana bırakılacak olursa Mevlânâ’ya göre kendini bilme; insan varlığının
derûnundaki gizli “Hakk’ın” ortaya çıkarılması, diğer bir ifadeyle insanın kendi varlığının
derûnundaki ilahi varlığı temaşa etmesidir. Hemen bütün sûfîlere göre kemâle ulaşan ârif,
ilahî varlığın kendi ruhunun en derin ve en merkezi parçasında var olduğunu bilir ve hisseder.
Mevlânâ’ya göre insan, deryâsından kopan katre misâli aslı olan ilahî varlıktan ayrı
olduğundan30 annesiz bir çocuğun huzursuzluğu gibi farkına varmasa da bir arayış ve ıstırap
içindedir. Kendini bilen insan, Mevlânâ’ya göre aslı olan Rabbini de bildiğinden aslı ile vuslat
ve bütünleşmenin getirdiği bir itminan ve huzura sahiptir.
Bu yüzden Mevlânâ’ya göre kendini bilme, insanın kendi varlık sınırları içinde kalarak
başarabileceği bir şey olmaktan çok kendini aşarak gerçekleştirebileceği bir irfândır. Bir
metaforda bu süreci; testiden deryâya menfez açmaya benzeten31 Mevlânâ, diğer bir yerde de
mahdût benlik sınırlarında kalan kişinin tefessühünü benlik anlamındaki “menî” kelimesi ile
sperm anlamındaki “meni” kelimesinin eşsesli kullanımına atfen şöyle îzah eder:
“Meni, (kendi) benliğinde (ve varlık düzeyinde) kaldıkça kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştı
mı aydınlık bir âlemi bulur.”32
İnsan, Mevlânâ’ya göre kendini bilme sayesinde varlığındaki meknûz ilahî isimleri
fark ederek ortaya çıkarabilir. İnsanın ta’limu’l-esmâya mazhar kılındığı belirtilen ayete 33
telmihle Mevlânâ bu hususu ifade eder.34
Mevlânâ, “kenz-i mahfî” olarak bilinen “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek için tüm
mahlukâtı yarattım” şeklindeki kudsi hadisteki gizli hazineyi, sadece Allah’la ve yaratılışın
başlangıcıyla ilgili görmez. Bu hadisi “Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım”
kudsi hadisi ile birlikte değerlendirerek gizli hazinenin insanın içindeki ilahî sonsuzluk
potansiyeli olduğunu belirtir.35 Dolayısıyla Mevlânâ’ya göre kendini bilme, içimizdeki gizli
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
Mesnevî, VI, 3776.
Mesnevî, V, 2114.
Bkz. Mesnevî, IV, 2178.
Bkz. Mesnevî, IV, 2540-61; IV, 3028-9.
Mesnevî, VI, Sultan Veled tamamlaması, 41-5.
Bkz. Mesnevî, I, 2711.
Mesnevî, VI, 125.
Bakara 2/31
Mesnevî, IV, 2969-72.
Bkz. Mesnevî, IV, 2540 vd.
7
hazineden haberdar olmayı ifade etmektedir.36 İnsanın kendi zatı ile Allah arasında kurulan bu
direkt bağ nedeniyle, Mevlânâ, varlığının derûnuna yönelmeyenin ulûhiyet tasavvurunun da
bir anlam ifade etmeyeceğini belirtir.37
Mevlânâ, insanın içindeki kenz-i mahfîden habersizliğini, içinde gömülü bir hazine
bulunan ev teşbihiyle îzah eder. Misâldeki ev, insanın sûretteki benliğini, evde gömülü hazine,
insanın derûnundaki ilahi can potansiyelini sembolize etmektedir. İnsan, eceli gelinceye kadar
içinde bulunduğu varlık düzlemini kiralayan bir kiracıya benzetilmektedir. “Sıradan insan”,
evin dekorunun güzelliğine bakarak kendinden geçmiştir. Sûret benliğinin zevklerini,
varlığının biricik lezzetleri sanarak derûnundaki hazineden habersiz yaşamaktadır. Nihayet
ölüm, bu hazineyi ortaya çıkarınca bir varoluş yanılsaması içinde olduğunu anlayarak
pişmanlık duyar.38
Mevlânâ’ya göre kendini bilen insanın temel özelliklerinden biri, böylesine bir hazine
barındırdığının farkına vararak hayatın anlamını, güzellik ve değeri kendi dışında değil içinde
ve kendinde aramasıdır. Mevlânâ’ya göre insan, dört bir yanda aradığı hayatın anlam ve
hakîkatini aslında kendi içinde barındırmaktadır. Bu temayı vurgulamak için, gördüğü bir
rüyâ üzerine Bağdat’tan Mısır’a giden ve rüyâsında gördüğü defineyi orada arayan ancak
defineyi sonuçta kendi evinde bulan kişinin hikâyesini anlatır. 39 Mevlânâ, bu hikâye
aracılığıyla insanın, gizli hazineyi nihayetinde kendi içinde bulabileceğini vurgular. Ancak
insanın içindeki bu değerli buluşun da dış dünyada geçirilecek uzun ve sıkıntılı bir sürece
bağlı olduğuna işaret eder.40 Bu yüzden Mevlânâ, kendi derûnuna yönelmesi hususunda insanı
teşvik eder. Örnek bazı ifadelerinde şöyle der:
“Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası
değildir.”41
“Lezzet dışardan gelmez içten gelir. Bunu böyle bil.”42
“Ey oğul, canına, başına yemin ederim ki, senin benzerin yoktur. Aynaya bak kendini seyret.
Senin görünen varlığının ötesinde bulunan kimdir. Oğul, sen, kendi yüzünü öp, kendi
kulağına sır söyle. Kendi güzelliğini gör de kendi kendini öv, methet”43
36
37
38
39
40
41
42
43
Mesnevî, IV, 3028-9.
Mesnevî, II, 68-9.
Mesnevî, IV, 2548-61.
Hikâyenin özeti şöyledir: Bağdatlı bir adam rüyâsında kendisine Mısır’daki bir definenin yerinin mahâlle
ve ev olarak bildirilmesi üzerine Bağdat’tan Mısır’a gider. Belirtilen evi arayışı serencamında başından
bir çok olay geçer. Sonunda târif edilen yerin sahibini bulur. Oranın sahibi de kendine Bağdat’ta bir adres
verir. Adam verilen adresin kendi evi olduğunu anladığında bir yandan kendi yanı başındaki hazineyi bu
kadar uzakta aramasına şaşırır, diğer yandan bunu öğrenmesinin bu süreci yaşamasına bağlı olduğunu
anlayarak yaşadıklarının gerekli olduğunu anlar. (bkz. Mesnevî, VI, 4206 vd.).
Mesnevî, VI, 4325.
Mesnevî, VI, 1983.
Mesnevî, VI, 3420.
Mevlânâ, Külliyât-ı Divân-ı Şems I-II, haz.: Bedîüzzaman Fürûzanfer, İntişârât-ı Behzâd, Tahran 1378, c.
II, s. 759, gazel no: 2147.
8
İnsanın kendini bilmesi, gönlünü fark etmesidir.
Mevlânâ’ya göre insanın kendini bilmesinin en önemli irfânı, sonsuz bir gönlü
olduğunu fark etmesidir. İnsan varlığının sûretini/tenini, bir kitabın fihristine ve mektup
zarfına, gönlünü de bu kitabın ve zarfın içindeki metne benzeten Mevlânâ, insanın mahiyet ve
değerinin anlaşılmasının, ten mektubunun açılıp gönle yapılacak yolculuğa bağlı olduğunu
belirtir. Kişi bu sayede gönül mektubunu okur, taşıdığı kalıp ve zarfın içindekilerin Cenâb-ı
Hakk’a sunulmaya layık olup olmadığını anlar. Değilse ona göre davranır. 44 Kendini, yüzeysel
beninin istek ve arzularından ibaret gören çoğu insanın bu davranışını Mevlânâ, kitabın
fihristiyle yetinmeye benzeterek hicveder.
Mevlânâ, çeşitli sülûk uygulamaları ile arındırılıp temizlenerek saf bir ayna hâline
getirilen gönle varlıktaki tüm güzelliklerin yansıyacağını 45 vurgulamak için Çinliler ile Rûm
ressamların hikâyesini anlatır.46
Mevlânâ’ya göre varlığının derûnundaki ilahî veçheyi keşfeden insan, Allah’ı uzakta
değil kendi gönlünde bulmuştur. Bu buluş, o kişiyi, Allah’la beraberliğin verdiği bir bilinç ve
edep düzeyine eriştirecektir. 47
İnsan, tasavvufî düşünce geleneğinde hem mülk hem de melekût âlemini toplayan
câmi bir varlık olarak kabul edildiğinden gönül de Mevlânâ’ya göre, melekût âlemindeki arş
ile aynı nurdan yaratılan insandaki mukabil latîfe olarak değerlendirilmektedir.48
“Ben yere, göğe sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım” kudsî hadisinde gönlün bu
vasfına işaret edilmekte bu yüzden gönül, Mevlânâ tarafından “arş-ı ekber” olarak
görülmektedir. Mevlânâ, insan gönlünün bu vasfını şöyle ifade eder:
“Arş, bile o nuru ve genişliği (azameti) ile beraber Âdem’i (yani insan-ı kamili) görünce
yerinden kalktı.
Evet vakıa arşın sonsuz bir genişliği ve azameti var, fakat mânâya karşı sûretin hükmü nedir
ki?”49
“Gökler görünüşte yüksek görünmektedirler. Fakat manevî yükseklik ve hakikî ulviyet,
temiz olan ruhlara mahsustur.
Görünüşte yükseklik, cisimlerindir, fakat mânâya nispetle cisimler, isimlerden ibarettir.”50
“Gönül öyle bir varlıktır ki bu yedi gök gibi yedi yüz tanesini oraya koysan kaybolur
gider.”51
“Her bir güzel olan şeye güzellik, gönülden gelir.
Şu hâlde gönül (güzelliği kendine ait olan) cevherdir, âlem ise (güzelliği kendine ait olmayıp
gönül cevheri ile güzellik bulan) bir arazdır. Gönlün gölgesi (olan bu âlem), nasıl olur da
gönlün gayesi ve hedefi olur?”52
44
45
46
47
48
49
50
51
Mesnevî, IV, 1564-77.
Mesnevî, I, 3483-5.
Hikâye için bkz. Mesnevî, I, 3647-82.
Mesnevî, II, 340.
Bkz. Mesnevî, VI, 2756.
Mesnevî, I, 2657-8.
Mesnevî, I, 589-90.
Mesnevî, V, 870.
9
Gönlün, dış dünyadaki varlıkların tamamını ihata edebilecek sonsuzlukta olması
hasebiyle Mevlânâ, kendini bilenin her şeyi gönlünde bulabileceğini, bu nedenle insanın
gönlüne ve iç âlemine yönelmesi gerektiğini verdiği örneklerle şöyle ifade eder:
“Testide ne vardır ki nehirde olmasın... evde ne vardır ki şehirde bulunmasın!
Bu âlem bir testidir, gönül de ırmak suyuna benzer. Bu âlem odadır, gönülse görülmedik ve
şaşılacak şeylerle dolu bir şehir!”53
“İçinde bir gökyüzü var; aşk kanadını çarp da uç o göğe... Aşk kanadı kuvvetlendi mi
merdiven sıkıntısına gerek kalmaz.”54
Mevlânâ’ya göre gönlündeki bilgi pınarına erişen kişinin gönlü onun okulu, defteri ve
kitabı haline gelmiştir.55
Sonuç olarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz. Mevlânâ’ya göre insanın kendi varlığına
dair bilgisi, zorunlu ve evrensel bir insani bilgidir. Hangi meslek ve statüde olursa olsun, bu
var oluş bilgisini ihmal eden kişi, insan olmanın aslî ödevini yerine getirmiş sayılmaz. Çünkü
kendini bilme, insan şahsiyetinin yüzeysel düzeylerinin ötesindeki değişmez realitenin
bilgisidir. Her insan, kişisel tecrübe ve iç arkeoloji yoluyla zamansal ve mekansal değişime
maruz kalmayan kendi “öz benlik” bilgisini inşâ kapasitesine sahiptir.
Kendini bilen, varlığındaki nefs potansiyelinin farkına varır. Yaşamını içten gelen bir
motivasyon ve enerjiyle sürdürür. Varlığındaki gizli ilahi hazinenin farkına vararak
kendindeki meknûz ilahî esmâyı adım adım keşf ederek faal hale getirir. Böylece ilahi
varlığın kendi imkanî varlığının en derin ve en merkezi boyutunu teşkil ettiğini hisseder.
Kendini bilen insan, aslından ayrı olduğunun farkına varır. Aslı ile bütünleşmek için
cehd ve gayret gösterir. Vuslat ile yaşanan bütünleşme sayesinde itminan ve huzura erer. Tüm
bu sürecin gerçekleştiği nazargâh-ı ilahînin kendi gönül kabesi olduğunu anlar ve gönlünü
iyice imar etmeye ve arındırmaya koyulur.
52
53
54
55
Mesnevî, III, 2265-6.
Mesnevî, IV, 807-8.
Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, çev.: A. Gölpınarlı, c. 7, s. 229.
Mesnevî, II, 158-9.

Benzer belgeler

mevlânâ`ya göre olumlu düşünmenin yolu ve insan yaşamına katkısı

mevlânâ`ya göre olumlu düşünmenin yolu ve insan yaşamına katkısı ve ahlâkî yargıların, bir şuur düzeyinden diğerine ilerledikçe köklü bir değişime uğrayabileceğini görünce insan, önceki değerlendirmelerine şaşırmaktadır.3 Bu nedenle Mevlânâ bizlere şöyle sesleni...

Detaylı

Mevlânâ`ya Göre Manevi Gelişim - Erciyes Üniversitesi Akademik

Mevlânâ`ya Göre Manevi Gelişim - Erciyes Üniversitesi Akademik yüzeysel kısmını fark etmektedir. Bu algıdan neş’et eden benlik tasarımını bu yüzden sûret benlik olarak nitelemek mümkündür. Ayrıca bu benlik algısı, insan varlığının maddî kısmından yani beş duyu...

Detaylı

SEYYİD BURHÂNEDDİN MUHAKKIK-I TİRMİZÎ Franklin D. LEWIS

SEYYİD BURHÂNEDDİN MUHAKKIK-I TİRMİZÎ Franklin D. LEWIS Eğer bir kul, birçok baştan çıkarıcı ve günaha teşvik edici şeyle kaplı olan cehennem yoluna karşı direnç gösterirse, Allah onu kendisine yakın yüce bir makama yüceltir, ebedî inayet giysisini ona ...

Detaylı