“Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”

Transkript

“Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”
Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar:
“Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”ların
Demokrasisine
Melehat Kutun
Yrd. Doç. Dr.
Mersin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Çalışma, uzun koalisyon hükümetlerinden sonra iktidarı ele geçiren ve on yılı aşkın
bir süredir tek parti hükümeti olarak Türkiye siyasetine yön veren AKP dönemi üzerinedir.
Tek parti olmasından aldığı güçle AKP yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan
uygulamalara ışık tutmak çalışmanın temel akslarından biridir. Bu, bir yandan
uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da yerel temsilcilerinden biri olarak ulus
devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun
ulaştığı sınırlar bağlamında anlamaya imkan verecektir. Diğer yandan, bugün, toplumsal
ilişkilerin neredeyse her alanında görünür olan otoriteryanizmin araçlarının kapitalist
devletin farklı formlarında nasıl biçimlendiğini de görünür kılacaktır.
Anahtar Kelimeler: AKP, Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İstisna Durumu
The Long Period of AKP in the Turkish Politics:
From The “Rule of Law” To the “Democracy of Friends”
Abstract: The aim of the study is about the ruling party in Turkey The Justice and
Democracy Party (AKP) which has taken the political power and affected the Turkish
politics as a single-party government after the long-term unstable coalition
governments.In this context, this paper aims to enlighten the authoritarian applications
of AKP administration with the empowerment as a single party. On the one hand it is the
understanding of how to implement the role as a global stamping ground of international
capital or as a local representative of nation state in terms of state authoritarianism and
its reached boundaries. On the other hand, today, it will be helpful to display how these
authoritarian tools which have been seen in all fields of society with the different
capitalist state forms.
Keywords: AKP, the Rule of Law, Democracy, the State of Exception
Giriş
Uzun koalisyon hükümetlerinin ardından Türkiye’de siyasal iktidarı, tek
parti hükümeti, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), devraldı. Bir önceki dönemin
neoliberal kemer sıkma programını sürdüreceği taahhüdünde bulunması bunda
etkili oldu. Sermayenin farklı fraksiyonlarından gelen desteklerle istikrar ve
öngörülebilirlik adına otoriteryan bir siyasal ortam yarattı. On yılı aşan iktidarı
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 23-51.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
boyunca, sistemin yeniden üretimi adına, AKP, gittikçe daha da otoriteryan bir
karakter edindi. Bu otoriteryan eğilim toplumun geniş kesimleri pahasına her
geçen gün baskıcı tonu daha da koyulaşan bir resmi siyasetle sonuçlandı.
Nihayetinde toplumun geniş kesimlerine nüfuz ederek siyaset dışı aktörlerin
siyasal alandan dışlanmasıyla otoriter karakteri her özgül duruma yönelik
somut kararlarla daha da görünür oldu.
Çalışma, on yılı aşkın bir süredir tek parti olmasından aldığı güçle AKP
yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan uygulamalara ışık
tutmaktır. Başka bir deyişle uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da
yerel temsilcilerinden biri olarak ulus devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl
gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun ulaştığı sınırlar bağlamında
anlamaya çalışmaktır. Bu bağlamda çalışmanın temel argümanı AKP’nin
demokrasi söylemi ya da otoriteryan popülizmi ile neoliberal ekonomik teorisi
arasında yakın bir ilişki olduğu üzerinedir. Başka bir deyişle, neoliberal teori
piyasaya sınırlı bir devlet müdahalesini varsayarken, toplumun diğer alanlarına
doğrudan müdahale hakkı gören otoriteryan bir devlet anlayışı formüle eder.
Kapitalist ilişkilerin bugünkü formu olarak neoliberalizmin bu ikili varsayımları
Türkiye’deki “güçlü devlet” geleneğini kucaklar. Bu aynı zamanda AKP’nin
iktidarı devraldığı günden bugüne neoliberal kemer sıkma programını nasıl
sürdürdüğünü de ortaya koyar.
Bu bağlamda çalışma; bir siyasal parti olmasının çok ötesinde devletin
bütün bileşenlerini kendisinde toplayan AKP dönemini ikiye ayırarak
incelemektedir. Sözkonusu dönemleştirmede uzun koalisyon hükümetlerinin
ardından 2001 krizi sonrasında AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 yılından
2007’ye kadar “hukukun üstünlüğü” ve “güçlü devlet”e dayanarak ekonomi
politikası anlamında birçok düzenlemenin yapılarak “istikrar”ın sürdürüldüğü
“otoriteryan liberalizm” dönemidir. 2008 krizi sonrasında gücünü kısmen
kaybetmeye başladığı, öncekinin aksine, kendisinde toplanan koalisyonun
bozulduğu ve toplumsal muhalefetin derinleşmeye başlaması karşısında tek
parti olmasından aldığı güçle yetki alanını derinleştirerek gücünü
merkezileştirdiği bir dönemdir. Bu dönemi açıklarken, otoriteritaryan
formlarının yanı sıra bunların da ötesine uzanarak, “istisna durumu” kavramına
başvuruldu. Bununla da krizin etkilerinin azaltılması adına hem ekonominin
yönetiminin politizasyonu hem de, buna paralel, “siyasal birlik”i sağlama
gerekçesiyle “karar veren” olarak toplumu homojenleştirme ve yönetebilir hale
getirme çabası baskın oldu.
Kriz ve AKP’nin İlk Dönemi (2002-2007): “İstikrar” ve “Hukukun
Üstünlüğü”
Komünist Manifesto’da sermaye küresel, devlet ise yerelden tanımlanır
(Marx-Engels, 2015). Benzer biçimde Holloway ve Burnham’da devletin
sermayeyi içerde tutmak için ona iyi bir piyasa çevresi sunmayı amaçladığını,
iyi bir yatırım ve rekabet ortamı sağlayarak küresel sermaye birikiminde siyasal
bir uğrak olma işlevini yerine getirdiğini belirtir. Ulusal ekonominin, gerçekte,
24
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
küresel dolaşım ekonomisi olması bunun nedenidir. Tek başına bir ulusal
ekonomi yoktur çünkü (Holloway, 1995: 123; Burnham, 2000: 18). Ulusal
sermayelerin küresel piyasalarla bütünleştirildiği, kaynakların piyasa
aktörlerine aktarım süreçlerinin siyasal mekanizmalarının derinleştiği günümüz
kapitalizminde sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda devletin
ekonomideki rolü ise klasik liberalizmin “bırakınız yapsınlar” ve “zayıf devlet”
iddiasının tersine azalmayıp artmıştır. Klasik liberalizmin bırakınız yapsınlar
ilkesinin ekonomiyi toplumdan ve siyasal iktidarın müdahalelerinden tümüyle
ayırma görünümüne karşın piyasa ekonomisinin uzun vadede tümüyle etkili ve
işlevsel korunması tersine güçlü ve otoriteryan bir devlete gereksinim duyar
(Wilkinson, 2013: 543).
Bunun bir aracı, herkesin kurallar önünde eşit varsayıldığı ya da
eşitsizliğin de yasal olduğu “hukukun üstünlüğü” ilkesidir. 1980’lerde yaşanan
durgunlukla yeniden keşfedilen Hayek’in (2014) “istikrar ve düzen”in “hukukun
üstünlüğü” ile, bunun da güçlü devletle sürdürülebileceği argümanıdır bu.
Küresel piyasasının daha da serbestleşerek sermayenin yeniden yayılmaya
başlaması karşısında, Hayek’in kuramına, piyasanın temizleyici bir gücü olarak
başvurulması 1980 sonrası politikaların bir devamı olarak AKP için de
işlevseldir. Hayek’le otoriteryan liberalizm bağlamında benzer bir sorunsaldan
hareket etmiş olan Schmit’in (2006: 65) de belirttiği gibi, olağanüstü durumlar
hariç, devletin temel görevi; hukuk normlarının geçerliliğini sağlamak üzere,
önkoşul niteliğindeki istikrarı, huzuru, güveni kurmak ve sürdürmektir. Bunun
nedeni, ekonomik istikrarı sürdürmek ve finansal piyasaların baskısını
hafifletmek, ekonomiye siyasal desteği oluşturacak depolitizasyon politikası ile
mümkün olduğundan, hukukun üstünlüğü kapitalist devlet için bir zorunluluk
oluşturur (Wilkinson, 2013: 542).
Kapitalist Devletin Bir Aracı Olarak “Hukukun Üstünlüğü”
Türkiye özgüllüğünde 2001’deki düzenleyici müdahelenin amacı da
piyasanın devlet otoriteryanizmi ile korunarak sermaye grupları farklılıklarının
yanı sıra birikimin disipline edilmesine yöneliktir. Kriz sonrasındaki durgunluk,
uluslararası ekonomik atmosfer ve yeni kurulan bir parti olarak AKP’nin “makro
istikrar programını” sürdürüceğine dair verdiği güven ise onun tek başına
siyasal iktidarı ele geçirmesindeki belirleyici nedenlerden biridir. Bir önceki
koalisyon hükümetinin ekonomik programı uygulayacak güçte olmaması ve bu
programın güçlü bir tek parti iktidarı ile uygulanır alan bulabilecek olması,
Türkiye’yi uluslararası sermaye için güvenilir kılacak temel unsurlardan biriydi
(Boratav, 2016: 5). Bu sayede kriz, devlet dolayımı ile sermayenin güçlenmesi
tarihi rolünü gerçekleştirerek, sermayenin merkezileşmesini ve yeni
düzenleyici çerçevenin kurulup “öngörülebilir” bir piyasa çevresinin
güçlendirilmesini sağlamış oldu.
Neoliberalizme içkin bir özellik olarak ekonomik ve siyasal
istikrarsızlığın kaynağı gibi görülen çeşitli koalisyon hükümetlerinin ardından
güçlü bir tek parti hükümetine duyulan ihtiyaç ise (Sayarı, 2007: 197; Öniş,
25
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
2009: 9) serbest piyasanın güçlü devlet formunda varlık bulabilebilecek
olmasıyla ilgilidir. Ekonominin modernizasyonu, bütün bir toplumun daha
rekabetçi hale getirilmesi ve rekabet hızının arttırılarak girişimciliğin
desteklenmesi ve böylece piyasanın esnekliği konusunun önemli bir aygıt
haline dönüştürülmesi güçlü devlet formu olmaksızın mümkün değildir. Liberal
“bırakınız yapsınlar” ilkesinin “weak state/zayıf devlet”inin tersine müdahale
alanı ve kapsamı güçlü bir devlet sözkonusudur burada. Serbest piyasanın
kurumsal olarak yeniden şekillendirilmesi, vatandaşların “özgür” ve girişimci
olmaya zorlanmaları, aksi takdirde hiçbir garantilerinin olmadığı algısının
topluma kabulü bu sayede mümkündür (Gamble, 1994:43). Bu aynı zamanda
diğer formlarına ve amaçlarına bakılmaksızın kapitalist devletin temelde liberal
olduğu ve onun burjuva karakterinin, bugünkü süreçte, neoliberal devletin
istikrarlı bir piyasa adına sınıf karakteri üzerinden kurulduğu anlamına gelir
(Bonefeld, 2010: 22).
Nitekim kapitalist devletin yeniden yapılanmasının düzenleyici devlet
biçimine evrildiği döneme denk düşen AKP yönetimi de, siyasal gücüne
dayanarak ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar”
sağladı. “Güçlü hükümet” söylemi ile ekonomi politikası yapma süreçlerinin,
görünürde, siyasal etkilerden uzaklaştırılması ve ekonominin teknokratik
yönetiminin bu etkileri dışarıda bırakacak biçimde gerçekleşmesinin hukuksal
çerçevesini hazırlayarak depolitizasyon stratejisini temel bir araç olarak
benimsedi.
Ana-akım yazının ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı
anlayışına göre bu stratejinin gerisinde, 1980’lerden bu yana koalisyon
hükümetlerinin tam olarak uygulayamadıkları istikrar tedbirlerinin ya da
“teknik hataların” krizleri süreklileştirdiği iddiası bulunur. Burada devletin
yeniden düzenleyici işlevi ile amaçlanan ise küresel sermayenin siyasal bir
uğrağı olarak ulus-devletlerin, piyasa sisteminin dengesi için, kurumsal yasal
düzenlemeler ile aralarındaki farklılıkların kaldırılarak bir standardın
oluşturulduğu sürekli bir yeniden yapılanma sürecinin varlığıdır (Kutun Gürgen,
2011: 191).
Devlet yöneticilerinin işçi sınıfı gibi toplumun muhalif kesimlerini
baskılayarak piyasalaşmadan fayda sağlamalarının bir stratejisi olarak
depolitizasyon da kurallara, yani hukukun gücüne dayanır. Kuralların ve
kurumların ya da “hukukun üstünlüğü”nün toplumun üzerinde oluşu hükümetin
ekonomi politikasını yaparken topluma karşı olan sorumluluğundan
arındırılmasının meşruiyetini oluşturur (Burnham, 2000). Bu anlamda gerek
uluslararası kuruluşların uyum kriterlerinin ekonomik ve siyasal hayat
üzerindeki etkileri, gerekse 2001 sonrası düzenleyeci çerçeve gereği
ekonominin yönetiminde düzenleyici kurulların varlığı depolitizasyon
stratejisinin somut görünümleri olarak düşünülebilir. AKP’nin sürmekte olan
kemer sıkma programını güçlendirerek uygulayacağını taahhüt etmesi ve
finansal piyasaların güçlü bir tek parti hükümetine gösterecekleri olumlu tepkiyi
26
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
vurgulamasının yanı sıra hem Uluslararası Para Fonu (IMF) istikrar1 programını2
hem de Avrupa Birliği (AB) uyum kriterlerini takip edeceğine garanti vermesi
bu minvalde düşünülmelidir. Nitekim, IMF tarafından hazırlanan sıkı maliye
politikası, kamu açığını kapatmaya dayalı anti-enflasyonist politika, fiyat
istikrarı ve yabancı sermaye akışı garantisi için yüksek faiz oranlarının siyasal
iktidar tarafından kabul edilerek “özerk” Merkez Bankası (MB) tarafından
yürütülmesinin kararlaştırılması bu politikanın siyasal ya da toplumsal güçlerin
etkisinden uzak tutulmasına yöneliktir (Bekmen, 2014: 60). Sıkı maliye
politikasının kamu borçlarını ya da bütçe açığını azaltabileceği düşüncesi
2003’de 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi
Hakkında Kanun ile hukuksal bir çerçeveye oturtularak borç yönetimine yönelik
etkin bir politika oluşturulmasına çalışılmış ve böylece kamu hacamaları ve
borçları üzerinde disiplin kurulabilerek, bütçe hacamaları üzerinde kısıntıya
gidilebilmiş bu da isikrar anlamında güven sağlamıştır.
Krizden sonra ekonominin yönetiminde etkinliği artan IMF’nin yanı sıra
ekonomi-politik dönüşümde önemli bir aktör haline gelen AB ise örneğin
Kopenhag Kriterlerinin üye ve aday ülkeler üzerindeki etkisi nedeniyle sermaye
gruplarına güven vermesinin “işleyen bir piyasa ekonomisi” için önemini
vurgular. Bu Kriterlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeylere ilişkin
öngörülen düzenlemeler üzerindeki belirgin etkisi, ulusal ve uluslararası
sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan uzun dönemli ekonomik istikrara
yönelik katkısı nedeniyle önemlidir. AKP’nin, güçlü yeniden yapılanma
programını üstlenerek, AB’nin öngördüğü ekonomik ve siyasal düzenlemelerin
mali disiplinle birleşme derecesine uyum göstermesi bu bağlamda
düşünülmelidir (Öniş, 2009: 12).
“Makro-ekonomik istikrar”ı içermesinin yanı sıra kurala-dayalı,
depolitizasyon, stratejinin bir diğer sonucu aynı zamanda yolsuzluk karşıtı
programı da içerdiğinden, AKP’nin hem uluslararası sermaye gruplarından hem
de uluslararası kurumlardan destek alarak iç siyasete yönelik kırılganlığın
üstesinden gelmesini de kolaylaştırmasıdır. Böylece kısa dönemli sermaye
akışının kesintisiz bir biçimde Türkiye’ye gelebilmesi için hem güvenilir bir
ortam sağlanmış hem de herhangi bir finansal krizin yaşanmaması yönünde
beklenti artmış olmaktır (Bedirhanoğulları, 2007: 1246-1247).
Kapitalist küresel sistem içindeki değişikliklerin gerçekleştirilmesinde,
karar almanın siyasal karakterini gizlemenin, böylece politikaların
uygulanmasının etkinliğini arttırmanın (Burnham, 2000: 17) bir stratejisi
olarak depolitizasyonun içerdeki görünümlerinden diğeri ise düzenleyici
kurulların varlığıdır. Bu aynı zamanda demokratik kurumlar ve süreçler
aleyhine uluslararası kurumların ajandalarındaki ekonomi-politik kararların bir
“İstikrar” kavramı ile kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini
sağlamak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiriye ulaşılması ve dış borç
ödemelerinin aksatılmadan sürdürülmesidir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 7677)
2
4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu
1
27
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
ulustan diğerine aktarılmasının, yani teknokratik kurumlara geçirilmesinin bir
sürecidir (Streeck, 2015: 365).
Örneğin krizden hemen sonra bankacılık sektörünün yeniden
düzenlenmesi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)3 aracılığıyla
olmuş ve bu kurul özellikle IMF programlarına bağlanmış devlet gücü
bağlamında sıkı bütçe gereklilikleri nedeniyle mali ve para disiplininin
zorlanması işlevini üstlenmiştir (Öniş, 2009: 14). Böylece küresel finansal
düzenleme sistemine sıkı sıkıya bağlı kalınacağı, krizden sonra finans
öncülüğünde sıkı bir entegrasyon ve neoliberal biçimin oluşmasıyla piyasa
belirsizliklerinin üzerinden gelinilebileceği öngörülmüştür (Bekmen, 2014: 61).
Ekonominin özel bankalar alanındaki zayıflığına dayandırılan 1990’ların
krizlerinin, likidite/nakit sorunu olarak anlaşılması, krizlerin bu biçimde siyasal
süreçlerin etkisinden uzak özerk kurullarla aşılabileceği düşüncesine dayanır.
Örneğin, hukuksal korumaya sahip MB’nin özerkliğinin genişletilmesi IMF’nin
sisteme daha fazla likit/nakit akıtma talebini de karşılayabilmesinin yanı sıra
enflasyonu da engellediğinden uluslararası finans sermayesi ile iktidar partisi
ve önde gelen sermaye örgütlerinin çıkarları örtüşebilmiştir (Yılmaz, 2003: 8283). Bu nedenle 1999’da, krizden hemen önce, kurulmasına rağmen
düzenleme gücünün zayıflığı nedeniyle banka lobilerinin direncini kıramaması,
krizden
sonra
bankacılık
düzenlemesinin
uluslararası
standartlara
yaklaştırılması için özerkliğinin genişletilmesi yoluna gidilmiştir (Öniş, 2009:
15-16). Böylece MB özel bankaların finansal durumlarını izleyerek finansal
açıdan güçsüz olduğu belirlenen bankaların sermaye güçlendirme planları
üzerinde BDDK ile görüş birliğinde olarak bu planlar üzerinde anlaşma
sağlanılamayan durumlarda sözkonusu bankaların bir sonraki gözden
geçirmeye kadar çözüme kavuşturulması konusunda etkili olmuştur. Bununla
amaçlanan güçlendirilmiş düzenleyici bir çerçevede, bankacılık alanında olası
piyasa belirsizliklerini savuşturmak ve siyasal süreçlerin belirsiz etkilerinden
“hukukun gücü” ile koruma sağlamaktır (07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet
Mektubu).
Ekonomi yönetiminin devlet aygıtları arasında nasıl paylaştırıldığı ve
iktidarın bu aygıtlarda nasıl biçimlendiği BDDK’nın bankaları kurtarma ve
sermayelerarası ilişkileri yeniden düzenleme görevlerinden izlenebilir. Örneğin
önemli derecede kardan pay almanın yanı sıra bu hakimiyet büyük sermaye
gruplarına ekonomi üzerinde büyük kontrol imkanı vermiştir. Bir yandan kamu
bankalarının özelleştirilmesi düzenlemelerini, diğer yandan mali yapısı güçlü
olmayanları Türkiye Tasarruf Mevduatı Fonu’na (TMSF) devreden BDDK’nın
karar organı içinde Bankalar Birliği’nden bir temsilcinin bulunması burjuvazinin
temsili ve finans burjuvazisinin kurul içindeki etkisi bakımından önemli bir
göstergedir (Yılmaz, 2003: 83).
Buna ilaveten, MB’nin özerkliğinin düzenlenmesinin yanı sıra, tarımsal destekleme
politikalarının
tasfiyesini
hedefleyen
destek
politikalarının
kaldırılmasından
telekominikasyon, enerji, ihaleler ve bankacılık alanlarının yönetimini ve düzenlenmesini
amaçlayan özerk kurulların kurulması kararlaştırılmıştır (Boratav, 2007:180-182).
3
28
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
Bütün bunların yanı sıra düzenleyici çerçeve ile küresel finansal
sermaye ve yerel sermaye grupları ile kurulan ortaklık ve doğrudan yatırımların
2000’lerin ortasından itibaren rekor seviyelere ulaşması bu süreçteki güçlü
devlet düzenlemeleriyle ilgili olup “hukukun üstünlüğü” ya da hukuksal koruma
ile o güne kadar düşük düzeyde seyir gösteren özelleştirmeleri de görülmedik
biçimde hızlandırabilmiştir (Bekmen, 2014: 60).
Görüldüğü gibi, birçok analizin ulusal kapitalizme ya da sanayi, finans
gibi özgül sermaye fraksiyonlarına bakmasının (Savran, 2014; Tanyılmaz,
2014) aksine, sermayenin küresel niteliği, düzeni sürdürecek güçlü devleti
gerektirir. AKP de bu dönem farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkilerin
üstesinden gelerek genel olarak sermayenin çıkarlarını temsil etme eğiliminde
oldu. Politikalarında hem sermayenin hem de kendi siyasal çıkarları arasındaki
sınırları açıkça ortaya koyarak sermaye birikimine yönelik desteğini
sağladı.Yandaş kabul ettiği sermaye grubu ile ortaklıklar kurmakla birlikte
rekabet halindeki diğer sermaye fraksiyonlarını yoketmeye çalışmadı.
Kendisinin içkin olduğu gruba ayrıcalık göstermesinin yanı sıra diğer gruplara
da kendi ekonomik faaliyetleri için geniş alan açtı (Silverman, 2014: 150).
Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’ne (TUSİAD) yönelik makro
ekonomik istikrarın yanı sıra bankacılık sektörüne yönelik düzenlemeler, vergi
reformunun
hızlanmasına
yönelik
talepler
ve
kamu
girişimlerinin
özelleştirilmesi sürecinde karşılaşılan yasal engellerin kaldırılmasıyla
sermayenin yeniden üretimini kendi özgül çıkarları ve ihtiyaçları ile
buluşturmuş oldu (Bekmen, 2014: 68-69). Öte yandan Mustakil Sanayici ve
İşadamları Derneği’nde (MUSİAD) temsiliyet bulan küçük ve orta ölçekli
sermaye gruplarının kamu kredileri ve kamu teşviklerinden yararlanma
biçimindeki ekonomik talepleri de karşılanır oldu (Hoşgör; 2014: 292). Bu grup
finansal istikrara yönelik politikalardan şikayetçi olsa da, 1980’den bu yana
süregelen ihracat odaklı büyüme stratejisi gereği, verili küresel koşullarda
avantaj sağlayıcı görece ucuz dış kredi ve desteklerden faydalanabilmişlerdir.
Özellikle merkezi ve yerel yönetimlerde ticaret ve inşaat firmalarının kamu
tekliflerinin önünü açan 2004 “Kamu Yönetimi Reform”unun kamu mallarının
ve hizmetlerinin piyasa aktörleri tarafından piyasa koşullarında üretilmesi ve
sunulmasının teşviki bu grup açısından önemli olmuştur (Hoşgör, 2014: 318;
Bekmen, 2014; 62). Bu grup IMF yörüngesinden çıkmış bir ekonomik
programdan ve TÜSİAD’ın tersine bütçe disiplinine yönelik esneklikten yana
olsa da mali disiplin ve düşük enflasyon düzeyi ile ekonomik büyümeden ve
“istikrar”dan memnuniyet duymaktaydı.
Dolayısıyla bu dönem AKP’nin bir yandan finansal istikrarın gereklerine
dayalı makro ekonomik koşulların inşaasını oluşturmasının bir yandan da
imalata dayalı sermayenin büyük sermaye ile oryantasyonunun, bunların
küresel sermayeye eklemlenmesinin, dış kredinin akışının sürekliliğinin ve
parasal kaynak yaratımının ve finansal istikrarın korunduğu bir dönem olması
itibari ile genel olarak sermayenin çıkarlarını gözeten ve bu çıkarlar önündeki
yasal engelleri kaldıran bir içerikle kendi yeniden üretimini de koruduğu bir
dönem olmuştur (Bekmen, 2014: 63).
29
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
Buna ilaveten devletin genel olarak sermayenin çıkarını gözetmesinin
en açık halinin emek-sermaye arasındaki ilişkilerin örgütlenmesi ve
düzenlenmesi sırasında görünür oluşu; bu yöndeki politikalara bakmayı da
zorunlu kılar. Kapitalist toplumlarda devlet müdahalesinin merkezi aksları olan
bu ilişkiler sermaye birikiminin itici gücü olarak rekabet baskısı, üretimin piyasa
sınırları olmaksızın gerçekleşmesi ve ticari genişlemenin yanı sıra emek
gücünün yoğunlaşması, maliyetlerin düşmesi, iş gününün uzunluğu ve ücretler
üzerindeki baskı gibi yöntemlerle olur. Clarke’in (1992) de belirttiği gibi
piyasanın sınırları göz önünde bulundurulmaksızın üretim güçlerinin genişleme
eğiliminin küresel birikim eğilimine bağlı oluşu rekabet üzerindeki baskı ile sınıf
mücadelesinin yoğunlaşması demek olduğundan hem bu yoğunlaşmayı
baskılayıcı hem de artı değeri artırmaya yönelik düzenlemeler sözkonusu olur.
Nitekim, 59. Hükümet Programı'nda piyasalara güven veren bir siyasetten,
finansal liberalleşmeyle, finansal ürün ve hizmet fiyatlarının piyasa tarafından
iç ve dış koşulları yansıtacak şekilde belirlenmesine imkân sağlayan bir piyasa
toplumu yaratma hedefinden sözedilmesi emek-sermaye ilişkilerinin hangi
bağlamda kurulduğunu yeterince açıklayıcı niteliktedir (www.akparti.org.tr).
Buna istaneden 2008’de tamamlanmış olan yirminci yeni stand-by
anlaşmasının bütçede yüzde 6’lık bir fazlayı amaçlamış olması (1 Mayıs 2007
Tarihli IMF Niyet Mektubu) bütçe üzerindeki sosyal transferlerin sınırının
hafifletilmesi demek olduğundan devlet bütçesinde yaratılan bu artı değerin
sermaye gruplarının gelirlerine olumlu yansıdığı düşünüldüğünde ekonomik
krizin maliyetinin emek gruplarına yıkıldığı görülmektedir (Bağımsız Sosyal
Bilimciler Grubu, 2007: 76-77). Yapısal düzenlemeler ve düşük enflasyon
hedefleyen politikalarla birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde kamu
gelirlerinin önemli bir kısmına bu gibi yollarla el konulmasının işsizlik ile emek
maliyetinin belli bir düzeyde tutulmasıyla ilgili olduğunun da bunlara eklenmesi
gerekir (Hoşgör, 2014:318).
AKP’nin iktidara gelir gelmez düzenlediği 2003 tarihli 4857 sayılı4 İş
Kanunu, Türkiye istihdam kurumuna yönelik düzenlemeler ve çalışanlar için
sosyal güvenlik hukuku gibi alanları bir yandan toplumsal ve siyasal
müdahalelerden ayırırken diğer yandan buralarda “genel çıkar” adına
sermayenin temsilcilerinin yasa yapma süreçlerinde doğrudan içerilmesi
(Bekmen, 2014: 67) emek-sermaye ilişkileri açısından devletin sınıf karakterini
ortaya koymaya yeter. Örneğin, bu sayede, finansal birikim stratejisinin küçük
ve orta ölçekli sermaye grupları için dezavantajlı durumları emek ücretlerinin
sistematik olarak düşürülmesi yoluyla telafi edilebilmiştir. Bu grubun
rekabetinin temelde ucuz ve esnek/informal çalışan emek gücünün
sömürüsüne dayalı olması, kamuda yeni istihdam biçimlerini, sözleşmeliliği,
ücretli adı altında parça başı çalışmayı ve emek gücünün esnekleştirilmesine
Yasanın iş güvencesi hükümleri 10’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde uygulanacak ve
tazminat tutarı 6-12 ay arasında olacaktı. Ancak Meclis müzakereleri aşamasında
TOBB’un devreye girmesi ve AKP grup başkanvekilinin verdiği önergeyle kapsam 30
kişiye çıkarılarak, tazminat tutarı da 4-8 aya indirilmiştir(Çelik,2012)
4
30
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
yönelik politikaların yaygınlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır (Akça, 2014: 31;
Bekmen, 2014: 64).
Kapitalist ilişkilerin bu rasyonalitesi, Türkiye’de 2001 ve başka bir
formda 2008 krizi sonrasında görüldüğü gibi, ekonomik ve siyasal yeniden
yapılanma dönemlerinde daha belirgindir (Gamble, 1991: 131-132). Piyasanın
olası en geniş koşullarının yeniden oluşturulmasını içeren neoliberalizm,
örneğin rekabet üzerindeki birçok sınırlamayı kaldırarak, vergilendirmenin
sınırlarını azaltarak, piyasa kurumlarını daha da güçlendirerek hangi politikanın
daha etkili olduğunun uygulanmasını, muhalif grupların direncini kırmaya
yönelik politikaları da içererek, şart koşar (Gamble, 1991: 132; Hoşgör; 2014:
300). Bu otoriteryan form, kapitalist sistemin gerekleri, bunun toplumsal
yansımaları ve siyasal talepler üzerinde devlet gücünü devreye sokarak
piyasaların sonsuz ve sorunsuz genişlemesini destekler. Geleneksel ve kollektif
normların etkisini “genel çıkar” adına yok ederek ekonominin daha genel
modernizasyonu ile metalaşmasını yükseltmeye çabalar (Wilkinsion, 2013:
546). Böylece bir yandan neyin genel çıkar olduğu vurgulanarak piyasa
kurumlarının koruyuculuğu üstlenilirken diğer yandan da devlet, piyasa karşıtı
sorumluluklarından arınarak piyasa kurallarını “hukukun üstünlüğü” ile
garantiye almış olur (Gamble, 1994; 38-39). “Kapitalist üretim biçimi hukuksal
düzen olmadan varolamaz” (Agnoli, 2000: 199) çünkü.
“Hukukun Üstünlüğü”nün Bir Yanılsaması Olarak Demokrasi
Ana-akım yazın açısından AKP’nin ilk dönemi makro ekonomik istikrarın
sağlandığı, yüksek büyüme oranlarının göründüğü ve buna paralel
“demokratikleşme” yolunda çeşitli düzenlemelerin yapıldığı bir istikrar
dönemidir. Akdoğan’ın (2004) islami değil “muhafazakar demokrasi” olarak
tanımlamasında da olduğu gibi AKP, milliyetçi-muhafazakar desteği ve
(Özbudun, 2014: 156) AB üyeliği ile uyumlu “muhafazakar küreselleşme”
yolunda (Öniş, 2015: 23) liberallerin de desteğini alarak geniş bir koalisyon
kurmuştur. “Demokratikleşme” yönündeki vaadleri, bu koalisyon için, 1980’den
bu yana yürütülen neoliberal yeniden yapılanmanın sürdürülebileceği yönünde
güçlü bir hükümet olduğuna ilişkin güven de yarattı. O zamana kadarki
hükümetlerin istikrarsızlık, yapısal düzenlemelerin ertelenmesi, parlamenter
sistemin tıkanıklıkları, populizm ve yolsuzluk gibi kavramlar üzerinden “zayıf”
olarak anılması AKP’nin, demokratikleşme dolayımı ile, siyasal istikrarı
gerçekleştireceği öngörüsünü güçlendirdi.
Burada demokratikleşmenin temel liberal kriteri; devlet formunun
siyasal alan üzerindeki etkilerinin sınırlarının azaltılmasıdır (Akça, 2014: 36).
Çünkü, demokrasiden anlaşılan ekonomi/siyaset ya da devlet/sivil toplum
ayrılığı bağlamında anti-devletçiliğe denk gelen devletin toplumsal sınıflara
uzaklığı ile toplumsal sınıflar karşısında nesnel olacağı varsayımıdır. Sivil
toplumdaki çıkar gruplarınca devletin zayıflatılarak antagonistik ilişkilerin
üstünde ya da ötesinde duramayacak oluşu, bu çıkarların nesnesi haline
gelmesine ve sonunda “dost-düşman” ayrımını yapamamasına neden olacağı
31
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
düşüncesidir bu. Hem Hayek hem de Schmit için demokratik müdahaleci
devletin varlığının anlamı siyasal krizlerin ortaya çıkması ve “zayıf” devletin
hukukun üstünlüğünü koruyamayacak oluşudur (Schmitt, 2006; Hayek, 2004).
“Zayıf” devletin “hukukun üstünlüğünü”, dolayısıyla düzeni sürdüremediği
durum, AKP’nin ikinci döneminde de görüleceği üzere istisna durumunda
otoriter devletin yasalara dayalı liberal hukuku bireysel önlemler ve emirler
lehine terketmesi olacaktır.
Nihayetinde, ana-akım yazının liberal demokrasinin gelişememesinin
nedenini devletin otoriter eğilimlerine dayandırması bu dönem AKP’ye verdiği
destekde etkili oldu. Çünkü burada otoriterlik, devletin ekonomi ilişkilerine
müdahale ederek geniş dağıtımcı politikalar pratiğinde alan bulması ile ilgilidir.
Devletin toplumsal çıkarların bir nesnesi haline gelerek zayıflayacak olması
kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi için sorundur. Çünkü, bir burjuva devlet
olarak güçlü devlet formuna daha etkili davranma olanağı veren onun toplumun
üzerinde ve topluma bağımsızmış gibi görünmesidir. Kitle demokrasisinin
baskılarına karşı kendi bağımsızlığını koruyamayacak durumda olması
otoritesini kaybetmesine neden olacağından güçlü bir form alması
gerekmektedir (Bonefeld, 2006: 240). Bu anlamda hukukun üstünlüğü, devleti
sivil toplumdan koruyan, siyasal iktidarın tekelini garantileyen ve toplumun
politikleşmesini engelleyerek emek-sermaye ilişkilerinin ve siyasal alanda yer
alan farklı toplumsal grupların demokratik mücadelelerin önüne set çeken bir
araç olarak (Cristi, 1994: 526) anlaşılmalıdır.
Kapitalist devletin “hukukun üstünlüğü”ne dayanılarak yapılan vurguyu
da bu bağlamda anlamak gerekir. Nitekim, AB uyum kriterlerinin AKP için
stratejik bir ittifak kabul edilmesiyle amaçlanan hukukun üstünlüğü, özellikle,
“sivilleşme” olarak tasavvur edilen askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin
azaltılmasından kürt sorununun çözümüne kadar siyasal iktidarın kitle
demokrasisi araçlarıyla zayıflatılmaması amacına dönüktür. Bu minvalde
AKP’nin demokratikleşme vurgusu da onun merkeze doğru seçim desteğini
sağlarken aynı zamanda askeriye ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar
karşısında siyasal pozisyonunu güçlendirmesinde hayati bir önem arz etti. Sivil
toplum alanında olduğu varsayılan kitlelerin temel hak ve özgürlüklerinden
ziyade ağırlıklı olarak askeri rejimin bir unsuru olarak adlandırılan “bürokratik
elitlere” karşı “demokratik” mücadele bağlamında gerçekleşti bu. Örneğin Milli
Güvenlik Kurulu’nun (MGK) iç siyasetteki rolünün azaltılması kapsamında
Genel Sekreterliğinin işlevleri siyasal iktidarın askeriyeden özerkliğini
sağlamaya yönelik düzenlemeleri içerdi. Devletin milli güvenlik siyaseti
çerçevesindeki görev tanımı ve siyasetin tayini, tespiti ve uygulanmasında
tavsiye kararı alarak gerekli koordinasyonun sağlanması biçiminde
sınırlandırıldı (www.resmigazate.gov.tr).
Askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması yönündeki belirgin
düzenlemelerini toplumsal alana yönelik oldukça sınırlı olanları izledi ki bunların
birçoğu aşağıda görüleceği üzere ikinci döneminde fiilen ortadan kalkmış
olacaktır. İdam cezasının kalkması, uluslararası hukukun iç hukuk üzerindeki
anayasal üstünlüğünün kabulu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM)
32
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
kalkması, cinsiyet eşitliğinin anayasal güvencesi, ceza hukuku ve terör karşıtı
yasadaki bazı küçük değişikliklerden ibaretti bunlar (Saatçioğlu, 2014: 92).
Dolayısıyla AKP’nin “başarı” olarak tarif edilen ekonomi politikasının
demokratikleşme yönelimli düzenlemelere paralel bir seyirde düşünülmesi
toplumsal bir güç olarak farklı sermaye gruplarının güçlü ve istikrarlı bir
hükümetle “ortak düşman”a karşı bir koalisyonda bir araya gelmeleriyle
ilgilidir. Burada bu istikrar halinin korunmasının, yukarıda da görüldüğü gibi,
hukukun üstünlüğü ve depolitizasyon araçlarıyla güçlü devletce korunmasının
demokrasiye ters bir şey olmayıp depolitizasyonun da bizzat parlamenter
faaliyetlerin işlediği bir süreçle ilgili olduğunun vurgulanması gerekir (Burnham,
2000: 19).
“Demokratikleşme” yönünde yapılan düzenlemelerle birlikte sermaye
gruplarının bunları destekleyici ve yönlendirici raporları da bu bağlamda
değerlendirildiğinde parlamenterizmin kendi formunda bir bütün olarak toplum
adına kapitalist toplumun temsilcisi ya da kapitalist çıkarların topluma üstün
gelmesinin bir ifadesi olduğu görünür. Böylesi bir toplumda demokratik biçimin
temsil kurumları, yöneten sınıfın çıkarlarının bir kurumu olup yöneten sınıfın
kendi çıkarı da nüfusun geri kalanının gerçek çıkarınaymış gibi bir algı yaratır
(Bonefeld, 2006: 238). Parlamenter çoğunluğun politizasyona açık ilkelerinin
işlevsizleştirilmesi bunun bir yoludur. Ekonomik-siyasal birliğin/istikrarın
sağlanmasının araçlarından biri olarak “iki parti sistemi”nin temsiliyetinin
çoğulcu siyaseti parlamento dışı bırakıyor oluşu ise bu anlamda oldukça etkili
bir yoldur. AKP’nin, derin istikrarsızlık ve kriz ortamının ardından siyasal iktidarı
ele geçirmesi, tam da siyasal birliğin ya da serbest piyasanın “dostu” olmayan
radikal partilerin, hareketlerin, örgütlenmelerin yani bütün “düşman”ların
siyasetin mevcut seçim barajı ile dışarıda tutulmasının da bir sonucudur. 1980
askeri darbesi sonrası hukukun yeniden yapılanmasının bir ürünü olan siyasal
partiler kanunu ve %10 seçim barajının bugün halen değişmemiş olması,
Hayek’in (2004: 89) de vurguladığı gibi, çoğulcu siyasal sistemde neoliberal
politikalar için parlamenter uzlaşmanın zorluğu nedeniyledir. Darbe sonrasında
siyasi istikrar amacıyla benimsenen seçim barajının bugün halen aynı oranda
tutulması, bunun küçük-radikal partilere oy vermeyi bütünüyle imkansız hale
getirmesi AKP’nin oylarının her seçimde yükselmesini sağladığı gibi onun tek
parti iktidarını sürdürmesini de olanaklı kılmaktadır.
Nihayetinde neoliberal siyasetin pratiği gerçekte demokrasinin
geçersizliği ve depolitizasyon politikaları olup hukukun üstünlüğü ve ekonomi
sorunlarının teknokratizasyonu aracılığıyla toplumsal muhalefetin bastırılması
ve demokratik kitle hareketlerinin baskılanmasına yöneliktir. AKP’nin islami
kökleri olan partilerle bağlarını koparıp merkez sağı yeniden oluşturarak
neoliberal popülizminin kapitalist ilişkilerin bugünkü formu ile tümüyle uyum
göstermesinin bir ifadesi olarak otoriteryan devlet bunun bir görünümüdür. Bir
yandan askerin sivil siyaset üzerindeki etkisini azaltarak gücünü pekiştirirken
33
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
diğer yandan “terör karşıtı”5 yasayı düzenleyerek 2007’ye kadar kürt karşıtı
tavırla asker ile yakın ilişkilerde olmaya çabalaması da bu otoriteryanizmi
destekleyen bir durumdur (Saatçioğlu, 2014: 92). Ayrıca demokratikleşme
adına “sivilleşme” yönelimli düzenlemelerle asker merkezli neoliberal ulusal
güvenlik devletini zayıflatmasına karşın, bunun yerine polis ve yargı merkezli
bir form koyarak daha kendi tekelinde bir nüfuz alanı da yaratabilmiştir. Bu
sayede güvenlik ve özgürlükler arasında bir denge gözettiği iddiasının aksine
temel haklar ve özgürlükler aleyhine demokrasinin ön şartı olarak önceliği
güvenliğe vermiştir. Örneğin Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararlarına
rağmen, sermaye örgütlerinin baskısıyla, özellikle lastik ve cam gibi büyük
ölçekli ve etkili sektörlerde grevlerin6 neredeyse tamamının milli güvenlik ve
genel sağlık gerekçesiyle ertelenmesini bu minvalde düşünmek gerekir. Çünkü
serbest piyasanın bizzat kendisinin devlet otoritesi ile ekonomik etkililiği
geliştirme ihtiyacı, bireysel haklar ve ilkelerin önünde geldiğinden devletin
görevi toplumun heryanına bu otoritenin nüfuz etmesini sağlamaktır (Gamble,
1994: 43). Liberalizmin doğası ya da kapitalizmin ve onun demokrasi ile
ilişkisinin otoriteryan devlette somutluk kazanması Schmitt ve Hayek’in de
desteklediği üzere devletin ekonomi ve piyasa adına demokratik taleplerin
temsilcisi olmaktan korunması demektir. Hayek’in serbest piyasa koşullarında
devletin demokratik olup olmadığı konusuna ilgisizliğinin yanı sıra Schmitt’in
bizzat ekonomiyi devlet otoritesi ile ilişkilendirmesi kapitalist ekonominin
dizaynı ve korunmasında “bırakınız yapsınlar” ilkesinin devlet konusundaki
sınırını gösterir. Örneğin Schmitt (2006) için çoğulcu demokratik müdahalelere
karşı devletin sürekli varlığı gerekli olmakla birlikte özel sermayenin
ayrıcalıklarının çiğnenmemesi esastır. Streeck’in (2015: 365) de yerinde
tespitiyle piyasanın devamlılığı ve ekonominin yönetimi için demokratik siyasal
taleplerin ve iddiaların siyasal otorite tarafından savuşturulması, piyasaya
yönelik müdahalelerde, bunun, kimin çıkarına olduğu ile ilgilidir.
Kriz ve AKP’nin İkinci Dönemi (2008-): “İstikrarsızlık” ve “İstisna
Durumu”
İlk dönemindeki piyasa, demokrasi, devlete karşı toplum gibi
özgürlükler, hem piyasa ekonomisini güçlendirmeye hem de siyasal alanı
genişletmeye yönelik çelişkili söylemlerin yerini toplumun her alanına nüfuz
eden, otoriterliğin de ötesinde, “istisna durumu”nu anımsatır pratiklerin hayata
geçirildiği bir dönemdir. Schmitt’te karşılık bulan güçlü ve etkin devlet
kavramının neoliberal serbest piyasa ile formülasyonu olarak “istisna durumu”
burada sıradan bir olağanüstü hali ya da bir sıkıyönetim durumunu değil,
devletin bekasının son derece büyük bir tehlikeyle ve tehditle karşılaştığı bir
Teror karşıtı yasadaki (md 8) devletin birliğine ve bölünmezliğine karşı propagandanın
kaldırılması, (md. 7) teror örgütüne yardımın ve propagandanın alanının “şiddete
kışkırtmak”la sınırlandırılması, (md. 159) Ceza Kanunu’da açıkça Türklüğü aşağılama
suçunun kapsamının azaltılması biçimindedir (Saatçioğlu, 2014: 92).
6
Dava dosyaları bu grevlerin açıkça sermaye örgütlerinin istekleri doğrultusunda
ertelendiğini ortaya koyuyor (Çelik, 2012)
5
34
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
durumu anlatır. Temel özelliği hukukun askıya alınması ise, başka bir özelliği
de siyasal pratikler düzeyinde de olsa yasama, yürütme ve yargı arasındaki
ayrımın kaldırılması, yani kuvvetler birliği ile gücün merkezileştirilmesidir.
Devletin “hukukun üstünlüğü” ile nesnelmiş gibi görünmesinin aksine, daha
belirleyici ve keyfi olduğu, bunu da istisnai niteliğinden aldığı durumdur. Bu
Schmitt için tam da siyasal olanın özünün ortaya çıktığı varoluşsal bir duruma
tekabül eder (Schmitt, 2006: 63).
2008 krizi sonrası gerek ekonomik gerekse siyasal toplumsal
kutuplaşmanın derinleşmesi karşısında “hukukun üstünlüğü” ile yürütmenin
daha da merkezileşmesinin yanı sıra bunun yetersiz kaldığı durumlarda,
egemen olma sıfatıyla, çatışmaları çözmek için “istisna durumu”na yaraşır
pratiklerde bulundu. Bunlar keyfilik ve politizasyon gibi “karar veren” olma
niteliğinin daha görünür olduğu pratiklerdi. Serbest piyasa ve güçlü devlet
formülasyonunun araçları ile, bu sefer “hukukun üstünlüğü”nün yanı sıra
“keyfilik” ve politizasyon, hem krizin etkilerinin üzerinden gelmek hem de
“siyasal birlik”i sürdürmek adına otoriteryan niteliğinin sınırlarını genişletip
toplumsal alanın her yanına nüfuz edebildi. Toplumsal ayrışmanın ve
kutuplaşmanın derinleştiği “dost”ların ve “düşman”ların her somut durumda
yeniden belirlendiği ve siyasetin bu belirlenim üzerinden kurulduğu bir süreç
oldu bu.
Kapitalist Devletin Bir Başka Aracı Olarak “İstisna Durumu”
AKP’nin ikinci dönemi olarak aldığımız 2007 sonrası dönem ekonomik
bakımdan göreli durgunlukla karakterizedir. Türkiye ekonomisi 2008 küresel
finansal krizini atlatmasına rağmen ekonomik performansı, özellikle küresel
finansal çevrede, bir önceki dönem kadar etkili değildir (Öniş, 2015: 23). Kriz,
bütçeden yapılan harcamalar ve sermayeye tanınan teşvikler sayesinde hafif
atlatılırken, küresel sermaye için halen Türkiye’nin seçenekler arasında
gidilebilecek bir yer olarak kaldığını fark etmesi dışarıya çıkmış olan sermayenin
2009’un ikinci yarısından itibaren tekrar içeri akmasıyla devam etti (Sönmez,
2014: 181). 2001 krizi sonrasında finans sistemini sağlam bir bankacılık
sistemine oturtmuş olması Türkiye’nin uzun süren bir durgunluğa girmemesinin
de bir nedeniydi (Savran, 2014: 99). Bu sayede 2009’daki durgunluğun
ardından 2010 ve 2011’de tekrar ve çok daha yüksek oranlarda büyümeye7
Türkiye küresel krizin etkilerinin yavaş yavaş hissedildiği 2008 yılını yüzde 0,7’lik düşük
bir büyüme oranıyla atlatırken; krizin en ağır sonuçlarının ortaya çıktığı 2009 yılında ise
yüzde 4,8 küçülmüştür. Türkiye, iç talebin büyümeye yüksek oranlı katkısı, sabit
sermaye yatırımlarındaki artış ve özel sektör faaliyetleri sonucu 2011 yılını dünyanın en
hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olarak yüzde 8,8’lik bir GSYH artışı ile tamamlamıştır.
2012 yılında ise iç talep, makro ihtiyadi tedbirler sonucunda yavaşlamış; Avrupa’daki
krizin devam etmesine rağmen ihracatın pazar çeşitlendirmesi sonucu büyümeye olumlu
katkısıyla 2012 yılında yüzde 2,1’lik, 2013 yılında yüzde 4,1’lik ve 2014 yılında yüzde
2,9’luk bir büyüme performansı sergilenmiştir. 2014 yılında kişi başı GSYH değeri 10 bin
404 Dolar, cari fiyatlarla GSYH ise 800,107 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir (Sanayi
Strateji Belgesi, 2015: 19)
7
35
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
tanık olunsa da Savran’ın’da belittiği gibi kriz süresince dünya konjonktürü için
Türkiye’nin durumu önemli olmakla birlikte kendisiyle benzer sosyoekonomik
yapıya sahip ülkeler arasında bu konjontürden yararlanma konusunda en zayıf
ülkeler arasında oldu. Diğer “yükselen piyasa” ekonomileri cari açık sorununu
köklü biçimde çözerken Türkiye için bu, sorun olmaya devam etmiştir (Savran,
2014: 99). Yine de küresel krizin Türkiye’ye yansıması, gerileyen büyüme
oranları, artan enflasyon, işsizlik, bozulan finansal disiplin ve büyüyen cari açık
biçiminde olmuştur. 2008’den sonra Batı Avrupa piyasasının çökmesi, ihracatın
ve dış finansın azalması istihdamı ve iç talebi düşürmüştü. Aşamalı olarak Orta
Doğuya ve diğer İslami ülkelere ihracat oranı artsa da bu, Batı Avrupa’daki
piyasaların çöküşünden kaybedilenin telafi edilmesine yetmedi.
Ekonomik durgunluğun yanı sıra 2009 yerel seçimlerinde oylarının
2002’den bu yana yüzde 38 gibi en düşük seviyeyi görmesi depolitizasyon
stratejisinin güvenirliliği sorununu da yarattı. Bu nedenle AKP’nin ikinci
döneminde kapitalist ilişkiler bağlamında ilk dönemine kıyasla birbiriyle daha
çelişkili politikaların uygulanması sözkonusu oldu. Sermaye birikiminin
dinamiklerine bağlı olarak depolitizasyon ve politizasyon stratejilerinin birlikte
kullanımının sözkonusu olmasının yanı sıra, farklı sermaye fraksiyonlarının
taleplerinin karşılanmasına çalışılsa da zaman zaman bu yöndeki
düzenlemelerin özellikle iki fraksiyon arasındaki gerilimi yükseltmesi de söz
konusu oldu. Bu, Erol’un da belirttiği gibi, hem ekonomik kriz hem de iç siyasal
krizler nedeniyle toplumsal ilişkilerin yönetiminde ortaya çıkan çelişkilerin ve
gerilimlerin bastırılmasında gücünün daha da merkezileşmesi ve otoriteryan
pratiklerinin artmasıyla sonuçlandı. Haliyle bu süreç aynı zamanda
depolitizasyon yani kurala dayalı politikalar ile politizasyon ya da keyfi kararlara
dayalı pratikler arasındaki gerilimleri de beraberinde getirdi (Erol, 2016: 235).
2008 krizinden itibaren IMF ve AB gibi kurumlara olan bağlılığın
azalması nedeniyle IMF anlaşmasının sona ermesi ve TUSİAD’ın yenilenmesini
istemesine rağmen AKP’nin imzalamamasının nedeni, bunun mali disipline
zorlaması ve iç piyasaya yönelik sermaye gruplarının çıkarlarının aleyhine
olmasıdır. Çünkü AKP, bu dönem küresel krizin de etkisiyle, daha fazla mali
disiplinden ziyade küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarına dayalı bir ekonomik
büyümeye odaklandı. Bu nedenle IMF tarafından öne sürülen vergi sisteminin
kayıt altına alınması ve kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi talebini içeren
kemer sıkma politikası kabul edilebilir değildi. Bunun yerine, daha fazla iç
piyasaya yönelik olması nedeniyle, Mart 2008-2011 dönemi için Dünya
Bankası’ndan (DB) gelecek kredilerle ilgili olarak sektör politikalarının
düzenlenmesine yönelik “ülke işbirliği stratejisi” (Bağımsız Sosyal Bilimciler
Grubu, 2008: 65) imzalandı. Küresel sermayenin içinde bulunduğu kriz, AKP’yi
içe dönük bir büyüme politikasına yönlendirdiğinden, mali disiplin zayıflatılarak
hem devlet kurumları odaklı siyasal esnek vergi toplama sisteminden hem de
AKP kontrolündeki belediyelerle yakın ilişkiler sayesinde harcamaların temel
faydalanıcıları olmaları nedeniyle iç piyasaya yönelik destekleyici politizasyona
açık politikalar sözkonusu oldu (Hoşgör, 2014: 315). Ancak, iç piyasa yeniden
ekonomik büyümenin motoru haline getirilmeye çalışılsa da kriz sonrasındaki
36
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
dış kredi ve fonların azalması nedeniyle iç piyasa alanı da küçüldü. Ekonomik
büyüme halen dış fonun bulunabilirliğine bağlı olduğundan bankalar, özel
sektöre yönelik kredileri düşürüp faizleri yükseltip ve finansal sıkıntı içindeki
şirketlerden kredilerini geri isteyince küçük ve orta büyüklükteki işletmeler
günlük işlemlerini sürdürebilecek dolaşan sermaye bulmakta zorlandıklarından
bütçe transferleri, faizsiz krediler, borç vadesinin uzatılması gibi politizasyona
açık politikalar sözkonusu oldu.
Nitekim enflasyon, siyasi istikrarsızlıklar ve kamu harcamalarının bütçe
üzerinde yarattığı baskılar üzerine TÜSİAD ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
(TOBB) gibi önde gelen sermaye grupları mali disiplinin gerekliliğini açıkça ifade
ederek, hükümeti popülist politikalar izlemekle suçladılar. Bu grup, artan yerel
yönetim ödenekleri, özelleştirme gelirlerinin iç borçların geri ödenmesinde
kullanılması ve işsizlik fonunun işsizlere ödenmesi yerine kamu harcamalarına
yönlendirilmesini ve ödenmemiş sosyal güvenlik primleri için çıkarılan affı
eleştirerek, faiz dışı fazlanın düşürülmesini talep ediyordu (Hoşgör, 2014: 315).
Küresel ekonomik kriz nedeniyle büyüme oranlarının dramatik biçimde düşmesi
karşısında, mali disiplinin esnetilerek kamu açığının önemli bir sorun olmaya
devam etmesi bu grup açısından, önceki dönemin aksine, ekonominin yönetimi
açısından çeşitli belirsizlikler demekti. İhracat odaklı büyüme stratejisinin
büyük ölçüde ithalata bağlı olması ve bu yönde uygulanılan politikaların açığın
büyümesinin başlıca nedenlerinden biri olması bu grup için kaygı vericiydi.
Küresel ekonomik kriz ve farklı sermaye fraksiyonlarından gelen
endişeler/baskılar karşısında AKP’nin gücünü kaybetmeye başlaması onun, bu
sefer politizasyona sarılarak ekonominin yönetimini yürütme gücünün
müdahalelerine daha açık bir hale getirmesine ve daha fazla kendi kontrolünde
bir merkezileşmeye neden oldu. IMF anlaşmasının bozulmasının ardından
neoliberal düzenleyici çerçevede ve kurumlarda yönetim düzeyinde ortaya
çıkan belirsizlik ise AKP’nin özellikle ekonomi yönetimi konusunda devlet
kurumlarını neoliberal bir çerçevede yeniden düzenleyerek “istisna durumu”na
yaraşır “karar verici” bir siyasal formla hem krizin etkilerini gidermeye hem de
gücünü derinleştirmesiyle aşılmaya çalışıldı.
Bu yöndeki düzenlemelere bakıldığında örneğin, 2010 Anayasa
değişikliğinin ekonomi politikaları açısından önemli sonucu; yargının yürütmeye
bütünüyle tabi kılınmasıdır. Yürütmenin yargısal denetimine ilişkin yasanın
değiştirilip yoruma açık hale getirilmesi bunun önemli bir görünümüdür. “Yargı
yetkisi, idari eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır”
ifadesinin; idari yargının hukukilik denetimi ile sınırlandırılıp, “yerindelik”
denetimi ile sınırlandırılamayacak olması nedeniyle 2000’li yıllar boyunca birçok
neoliberal düzenleme “kamu yararı”na aykırılıktan iptal edilebilmişti (Oğuz,
2012: 93:92). Değişiklik, “yerindelik denetimi”ni kaldırdığından hükümetin
çıkardığı neoliberal düzenlemelerle ilgili Danıştay’a başvurma yolu tümüyle
kapandı. İdari mahkemelerin verili yasalara ve “kamu yararı”na dayanarak
yürütmenin eylemlerine karşı gelmesi ve iptal etmesinin özellikle ekonomi ile
ilgili konularda sıkıntı oluşturması bu değişikliklerin temel nedeni oldu. Böylece
bu çeşit düzenlemeler siyasal iktidarın gelir getiren “keyfi” eylemlerini ya da
37
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
ekonomi politikaları konusundaki nüfuzunu kolaylaştırarak (Boratav, 2016: 6)
iç piyasaya yönelik sermaye gruplarına kaynak aktarımını kolaylaştırmış oldu.
Genel seçimlerden hemen önce çıkarılan, 2011 tarihli 6223 sayılı “yetki
kanunu” ise kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir
şekilde yürütülmesini sağlamak üzere; ekonomiyle ilgili kamu kurum ve
kuruluşlarınca yürütülen faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamak, ekonomi ve
siyasete ilişkin hedef ve stratejilerini belirlemek ve böylece iç ve dış ticarete
yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesi için yeni bir
bakanlık, Kalkınma Bakanlığı, kurulmasını sağladı (www.resmigazate.gov.tr).
Ulusal ve uluslararası ekonomik gelişmeler ekseninde dönüşen kalkınma
anlayışı ile yeni neoliberal sanayileşme planının daha merkezi ve güçlü bir
kurumla yürütülmesi demekti bu. Doğal, beşeri ve ekonomik olmak üzere her
türlü kaynak ve imkânların tespit edilerek bölgesel gelişme alanlarında, ulusal
ve yerel düzeyde (ww.turkiye.gov.tr) yeni piyasa alanları ve kaynakları
oluşturup sermaye birikiminin tıkanıklıklarının üstesinden gelmekti amaç. Bu
Bakanlıkla ilişkili olarak tüm bakanlık ve kamu kurum ve kuruluşlarının üstünde
yer alarak ekonomik koordinayonu sağlama işlevindeki Yatırım Ortamını
İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) ve Ekonomi Koordinasyon Kurulu
(EKK) gibi kuruluşlar yine bu amaç içindir. Sekretaryası Hazine Müsteşarlığı
tarafından yürütülmekte olan EKK8, kriz yönetimi bağlamında 2009 tarihinde
kurulmuş, ekonomik istikrarla ilgili gelişmelerin izlenmesi, kredi, finans, maliye
ve borçlanmaya kadar ekonomi politikalarının tespiti, uygulanması ve
güncelleştirilmesi koordinasyonunun sağlanması ve küresel ekonomik
gelişmelerin izlenmesi için oluşturulmuştur (www.hazine.gov.tr). 2016’da
yapısı ve çalışma usul ve esasları yenilenen YOİİK ise Türkiye'deki yatırımlarla
ilgili düzenlemelerin rasyonel hale getirilmesi, yatırım ortamının iyileştirilerek
rekabet gücünü arttırıcı düzenlemeleri tespit edip ulusal ve uluslararası
sermayenin karşılaştığı yönetsel engellere çözüm üretmek ve özel sektör
faaliyetlerini güçlendirmek üzere kurulmuştur (www.yoikk.gov.tr).
Sanayi Strateji Raporu (2015-2018), sermayenin yüksek talebin
olduğu alanlara yönelik yatırım yapması, daha çok yurtiçi tasarrufla finanse
edilen ve ihracattaki verimlilik artışına dayalı bir strateji setiyle ulaşılan büyüme
oranlarının yakalanması ve verimlilik odaklı bir yaklaşım ve rekabet gücünün
artırılması dolayısıyla yüksek ve istikrarlı büyüme yönündeki neoliberal
stratejiler konusunda piyasa ve devlet koordinasyonunun önemini vurgular. Bu
kapsamda; imalat sanayinin verimlilik düzeyini artırmak için teknolojinin
yanında ucuz emek gücünün de etkin bir şekilde kullanılması sözkonusudur
(Sanayi Strateji Raporu, 2015: 20).
Bu kuruluşların görevlerinden, kuruluş amaçlarından ve hedeflerinden
de anlaşılacağı üzere sermayenin bilgi ihtiyacının bizzat devlet tarafından
karşılanarak yine bizzat devletin müdahil olduğu bir ekonomik koordinasyon
Ekonomi Koordinasyon Kurulu, DPT Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanın başkanlığında
Maliye Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve
Dış Ticaret Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakandan oluşmaktadır.
8
38
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
yoluyla tüm düzeylerin aynı yönde hareketinin sağlanması ve hem küresel hem
de yerel sermaye birikiminin güncel talepleriyle uyumunun gerçekleştirilmesi
bu dönemin temel özelliğidir.
Yine bu yöndeki başka bir pratik; bu süreçte örneğin MB’nin
bağımsızlığının sorgulanması ve bunu bazı özerk kurulların, hükümetin bir
unsuru olarak, kapasitelerinin zayıflatılarak yeniden düzenlenmesidir. 2001
krizinden sonra düzenleyici kurulların kurulmasının aksine AKP’nin bu kurulların
denetimini üstlenmesi onun “karar verici” gücünü daha da pekiştirmesine
başka bir örnektir. 2011’de 649 sayılı KHK ile sekiz üst kurulun özerkliğine son
verilerek bakanlıkların kendileriyle ilişkili bağımsız kurulların faaliyetlerini
incelemek için yetkilendirilmesi ilgili bakanın üst kurulların her türlü
etkinliklerini denetlemekle sorumlu olması anlamına gelmekteydi. Burada
dikkat çekilmesi gereken bunların daha çok küçük ve orta ölçekli sermaye
gruplarıyla ilişkili olan şeker, tütün ve alkol piyasası gibi küresel piyasa
nezdinde daha az önemdeki kurullar olmalarıdır. Bunların aksine küresel
sermaye ile ilişkili ekonominin kritik sektörlerindeki kurulların sorumluluğunda
daha dikkatli davranıldı. Bu anlamda Babacan’ın, “bağımsız kurulların
yetkilerinin yeniden tanımlanmasının zamanı” demesine istinaden BDDK fiili
olarak en yüksek bağımsızlığa sahip kurul olma özelliğini korumaya devam etti.
Bunu Telekomünikasyon Kurulu ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK)
gibi küresel sermayeye bağlı olanları izledi. Neoliberal ekonomik çerçevenin
etkili işleyebilmesi için önem arz eden bu kurulların küresel sermayeyi ve
TUSİAD’ı temsil ediyor oluşu bu sektörlerle ilgili olarak daha dikkatli
davranılacağı demekti. Bu minvalde 637 sayılı KHK ile 2011’de Hazine
Başkanlığı’na bağlı olarak kurulan ve finansal sistemin bütününe sirayet
edebilecek sistemik risklerin belirlenmesi, izlenmesi ve bu tür risklerin
azaltılması için gerekli tedbir ve politika önerileri tespit ederek kamu kurum ve
kuruluşlarından her türlü veri ve bilginin alınmasını, kurumlar arasında
politikaların ve uygulamaların koordinasyonunu sağlamak üzere Finansal
İstikrar Komitesinin (www.hazine.gov.tr) kurulması da yine küresel
sermayenin bizzat devlet gücüyle etkin işleyebilmesine yöneliktir. Nitekim 64.
Hükümet programında da MB’nin fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı
para politikası araçlarını doğrudan kendisinin belirlemesinin esas olduğundan
sözedilmesinin yanı sıra istikrarın sürdürüleceğine dikkat çekilerek küresel
sermayenin
taleplerinin
korunacağı
özellikle
belirtilmiştir
(www.akparti.org.tr.).
Böylece gerek kamu kurumlarındaki gerekse üst kurullardaki yapılan
değişikliklerin tümü birden birikimin hızla değişen koşullarının yönetilebilirliğini
kolaylaştırarak yetkinin doğrudan sermayenin bürokrasi içindeki güncel
temsilcileri ile siyasi iktidarda toplanmasını kolaylaştırarak (Oğuz, 2012) “karar
veren” niteliği ile ekonominin yönetiminde AKP’nin gücünü merkezileştirmesine
yönelik araçlar oldu. Bu merkezileşme süreci benzer mekanizmalarla Özal
döneminde de sözkonusu idi. Yargı süreçlerinin ve parlamenter yönetsel
süreçlerin siyaset dışı bırakılarak yürütmenin alanını genişletmesi, yasama
gücünün yürütme gücünün çıkardığı yasa taslaklarının onay kurumuna
39
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
dönüşmesi ANAP döneminde olduğu gibi bugün de siyasal iktidar için en önemli
politizasyon aracını sağlamaktadır (Bekmen, 2014: 69). Özellikle AKP’nin ikinci
döneminde verili “hukukun” yetersiz kaldığı durumlarda “hukukun
üstünlüğü”nün devre dışı bırakılarak özelleştirmeler ve ihalelerle ilgili çok
sayıda konunun parlamenter süreçler atlanarak yürütmenin kontrolündeki
mekanizmalarla çözülmesi ise politizasyonun başka bir sonucu oldu. Özellikle
ekonomi ile ilgili konularda siyasal karar alma süreçlerine yönelik toplumsal
müdahalelerin, parlamenter süreçler nezdinde dahi, bu biçimde engellenmesi
hem piyasanın hem de devletin kendi yeniden üretiminin de garantisidir çünkü.
Nihayetinde parlamenter süreçler nedeniyle ivedilikle yasalaşamayacak
konuları, siyasal karar alma süreçlerinin uzağında tutmanın araçlarından biri
olarak KHK’lar ve bunun bugünkü güncel bir formu olarak “torba yasa”,
başkanlık sisteminin sürekli gündeme gelmesi, yasama gücüne ait yetkilerin
yürütme içinde bakanlıklara aktarılarak yönetmelik düzeyinde kullanılmaya
başlanması ve yargıdan kaynaklanan gecikmelere yönelik artan siyasal baskı
yürütme gücünün yasal süreçler tamamlanıncaya kadar istisnai yetkilerle
donatılması demektir.
Bu merkezileşme ve ekonomi politikalarının politizasyonu ya da yeni
yasama süreçleri ve yönetsel düzenlemelerle yolsuzluk da yükseldi ve
meşrulaştı. Enerji sektörü ve sosyal güvenlik ile ilgili satın almaları
kolaylaştırmak için Yeni Kamu İhale Hukukuna yönelik çeşitli düzenlemelerle
bu hukukun alanı sınırlandırıldı. Uluslararası sermaye piyasaları ve
kurumlarından fon sağlanması için yapılan Telekom ile Türk Hava Yolları (THY)
özelleştirmeleri uluslararası sermaye, DB, IMF ve hükümet arasındaki
anlaşmaların bir sonucu olarak düzenleme dışı tutuldu. Şeker ve tütün
piyasasının yeniden yapılanması da yine içeri ile sınırlı olmayan bir düzeyde
yolsuzluk gündemini açığa çıkardı (Bedirhanoğulları, 2007: 1248-1249).
Neoliberal program böylece daha da politize olarak bütün kamu
kurumları aracılığıyla kırsalın ve kentin özelleştirilmesinden zenginliğin
dağıtılmasına önemli bir işlev üstlendi. Çoğu zaman “piyasa” fiyatı olmadan
sembolik fiyatlarla sermayedarlara özel mülkiyet olarak transfer edildiğinden
ilgili aktörler arasında buralardan elde edilen gelir akışı ve astronomik sermaye
edinimi genelleşti. Özellikle kamu mülkiyetinin genellikle sahipsiz oluşu ve
kolay transferi yoluyla doğrudan kaybedeninin olmaması bu zenginliği ve gelir
akışını daha da genelleştirdi (Boratav, 2016: 6). Başka bir örnek; belediyeler
ve yerel yönetimler teklifleriyle bu dönem TOKİ’nin iktidarın elindeki önemli
rant kurumuna dönüşmesi oldu. Kamu arsaları TOKİ’nin eline verilerek
buralardan elde edilen rant AKP’nin yandaşı sermayedarlara aktarıldı (Sönmez,
2014: 178-179). Nihayetinde ekonominin yönetimi ile ilgili konularda kararların
hangi sermaye grubunun faydasına ve zararına olacağına, bu gruplar içinden
kimlerin ödüllendirileceğine ve dışlanacağına ilişkin yasal engellerin elimine
edilmesi ya da duruma göre yasa çıkarılması hem AKP’nin gücünün
merkezileşmesiyle onu “karar veren” durumuna getirdi hem de sermayeden
ihtiyacı olan desteği sürdürebilmesine yaradı. Yolsuzluğun yürütme organının
kimi kurumlarına nasıl sirayet ettiği ve bunun çeşitli sermayedarlara nasıl
40
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
uzandığı; 2013 sonunda AKP içinden üç kabine bakanının oğlunun ve bir devlet
bankasının genel müdürünün, sermayedarlarının ve bürokratların dahil olduğu
yolsuzluk iddiası ile ortaya çıktı. AKP, bunu hükümeti zayıflatmak ve küçük
düşürmek isteyen uluslararası (ABD ve İsrail) aktörlerin ve onların Türkiye’deki
işbirlikçilerinin (Gülen Hareketi9) komplosuna bağlarken (Özbudun, 2014:
158); TESK, TOBB, TZOB, TÜRK-İŞ, TİSK, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi
hükümet yandaşı gruplar; yolsuzluk iddialarının ayrıştırmaya neden olduğunu
ileri
sürüp
bu
tartışmanın
istikrarsızlık
getireceğini
duyurup
(www.evrensel.net) hükümetin zayıflatılmasına karşı siper durarak o güne
kadar kendilerine yapılan desteğin karşılığını da vermiş oldular.
AKP iktidarının parlamenter siyasal süreçlerden ve toplumsal güçlerden
bağımsızlaşıp güçlü devlet formunun bir görünümü olarak bizzat yürütme
organının pratiklerinde somutlaşan, sermaye gruplarıyla kurduğu bu yakın
ilişkiler 1980’lerde başlayan ve devam eden sürecin büyük ölçüde
tamamlandığını gösterir. 64. Hükümet programından da izlendiği gibi kapitalist
ilişkilerin siyasal taşıyıcısı olarak AKP ile serbest piyasa ilişkileri daha fazla
derinleştirilerek piyasaların taleplerinin bizzat devlet tarafından karşılanması
sözkonusu olurken özellikle emek gücüne ve örgütlenmesine yönelik
düzenlemelerle de emek gücünün toplumsal yeniden üretimi yani politizasyonu
süregelen çeşitli düzenlemelerle baskılanabilmiştir.
İşsizliğin yükselmesiyle birlikte yeni yatırım ve iş paketini devreye
sokan AKP iktidarının sendikalaşma hakkına, grev ve toplu görüşmelere
getirdiği sınırlamalar, 2003 İş Kanununun yanı sıra, 2011’de torba yasaya
dayanarak emek süreçlerinin parçalanmasına yönelik yeni esnekliklerle
kolaylaştırıldı. KHK’lara benzer biçimde sermaye birikiminin acil ihtiyaçlarını
karşılamaya dönük olan “torba yasa” emeğe yönelik tüm saldırıların dayanağını
oluşturdu10. Yine bu minvalde 2013’de Bakanlık tarafından hazırlanan Esneklik
ve Ulusal İstihdam Stratejisi ise emek piyasasının esnekleştirilmesine yönelik
olarak; kiralık işçilik, yeni esnek çalışma biçimleri, taşeron uygulamasının
önündeki engellerin kaldırılması, geçici işçiliğin yaygınlaştırılması gibi içeriği ile
sermaye gruplarının taleplerini karşılamaya ve krizin farurasının emek gücüne
yüklenmesini kolaylaştırdı (www.uis.gov.tr). Ki bu daha önce, 61. Hükümet
programında, işgücü piyasasının “katılıklarının” giderilmesi, esnekleştirilmesi
hedefi ile sermayenin önünü açıcı politikalarla piyasa ilişkilerinin emek gücü
aleyhine
yaygınlaştırılacağı
biçiminde
belirtilmişti
(www.akp.org.tr).
Sendikaların karşı çıkışlarına rağmen sermaye örgütlerinin yıllardır dile getirdiği
Bu olayın ardından Gülen Hareketi ve AKP hükümet arasındaki çatışmanın açığa çıkması
AKP koalisyonu içinde çatlak yaratarak siyasal krize neden oldu (Özbudun, 2014: 159).
10
Torba yasa Meclis İç Tüzüğüne göre 91. Maddede düzenlenmiş özel bir yasama
yöntemidir. Tasarı Meclis’te komisyonlara gitmeden komisyonlarda tartışılmadan
doğrudan Plan-Bütçe’ye getirilir. Genelde 30 madde olarak farklı alanlardan “acele”
olarak yasalaştırılması amacıyla sermaye birikiminin ve yürütmenin acil beklentileriyle
gündemi belirlenen pakette yer alan madde sayısı, sabaha karşı eklemelerle 100’ü geçer.
100 maddelik bu taslak Genel Kurul’a iner. Sabaha karşı 04:00 da 30 maddede bir
oylanarak tartışılarak geçirilir. İçinden bir maddeye evet ya da hayır deme durumu
olmayıp topyekun evet ya da hayır demek sözkonusu.
9
41
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
kıdem tazminatı fonunun kaldırılması ya da sınırlandırılmasına da yine bu
programda yer verilmiştir (www.akp.gov.tr). Emek gücü maliyetlerinin
kısılmasına yönelik bu gibi düzenlemelerin yine belirgin bir örneği esneklik,
parça başı ücret gibi pratiklerle kadın emek gücü istihdamının arttırılmasını
özellikle kapsamına aldı. Hem Sanayi Srateji Raporu hem de 64. Hükümet
programından da izlendiği gibi 2008 krizinin etkilerini gidermeye yönelik
önlemler içinde, özellikle imalat sanayinde, kadın istihdamının arttırılmasına
yönelik düzenlemelerin gerekliliği sürekli vurgulanan bir konu oldu (Sanayi
Strateji Raporu, 2015-2018; www.akparti.org.tr).
“İstisna Durumu” Demokrasisi ya da “Dost”ların Demokrasisi
Bu dönemi “otoriterleşme” olarak tanımlayan ana-akım yazına göre
bunun
temel
nedeni
hükümetin
AB
yönelimli
“demokratikleşme”
düzenlemelerinde
geri
adım
atmasıdır.
Örneğin
Öniş
(2015:24)
demokratikleşme anlamında bu dönemi, önceki dengeli süreçten bir geri
çekilme ve mevcut otoriteryanizmin yükselmesi, Özbudun (2011) “seçimsel
otoriteryanizm”, Dağı (2012) “post-modern otoriteryanizm” olarak ifade eder.
İnsel (2012) ise AKP'nin bugün beslendiği otoriterliğin güçlülüğüne vurgu
yaparak, yukarıdan gelen otoriterlikle aşağıdan gelenin birbirine eklemlendiğini
söyler. Freedom House (2014) Raporu’na göre de Türkiye “modern
otoriteryanizm” koşullarındadır. Askerin siyaset üzerindeki etkisinin azalması
nedeniyle Akça (2014: 37) ise “bir sivil otoriter devlet formu” olarak tanımlar
süreci.
Bu yazına göre; AKP’nin bir önceki dönemde “demokratikleşme”
sürecine dayanarak askerin siyaset üzerindeki etkisini azaltması ve bunun
siyasal varoluşunu sürdürmesindeki öneminin aksine, ikinci dönemi genişleyen
otoriteryanizm ile karakterizedir. Buna göre, bir önceki dönemde vurgulanan
“hukukun üstünlüğü” ve temel hak ve hürriyetler söyleminden tersine dönüşün
(Saatçioğlu, 2014: 87-88) nedeni, AB reform sürecinin 2005’de Fransa ve
Hollanda’nın karşı çıkması üzerine yavaşlamasının kamuoyunda ve hükümette
AB üyeliğine yönelik bir direnç oluşturmasıdır. AB’nin ekonomik ve
demokratikleşme konusundaki dönüşüme rağmen birçok ülkesinde devam
eden kriz nedeniyle güvenirliliğini ve etkinliğini yitirmekte oluşu ve Türkiye’nin
hali hazırda Gümrük Birliği’nin, NATO’nun, AB araştırma ve eğitim
programlarının üyesi olması ise AB yönelimli demokratikleşme programına
devam etmesindeki isteksizliğini ya da gereksizliğini meşrulaştıran nedenlerdir
(Öniş, 2015: 37).
Dolayısıyla ana-akım yaklaşımın siyasala dayalı “otoriterlik”
açıklamalarının ötesinde AKP’nin, kriz sonrasında azalan gücünün de etkisiyle,
toplumsal bütünlüğün çeşitli düzeylerine yönelik nüfuzunu genişletmesi bu
yöndeki “karar”ların alınmasında belirleyen olma niteliğinin öne çıkmasıyla
oldu. Gerek ekonomik gerekse siyasal alana ilişkin düzenlemelerinin niteliği ve
bunları gerçekleştirirken, kendisinin yeniden üretimi anlamında, “varoluşsal”
bir yerden hareket ettiği düşünüldüğünde “istisna durumu”na uygun
42
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
pratiklerde görünür oldu bu. Bu pratiklerin çıkış noktası ise siyasal ve ekonomik
istikrarsızlığın büyümesi karşısında neoliberal devlet formunun “siyasal birlik”
etrafında, siyasal hayatın yeniden oluşturulması sağlanıncaya kadar, örneğin
yeni anayasanın yapılması ya da rejim değişikliği, devletin desteğine ihtiyaç
duyulmasıyla ilgilidir (Agnoli, 2000: 200). Burada egemen niteliği ile AKP’nin,
somut durumun gerektirmesi halinde düzeni bozan istisnaların neler
olabileceğine
karar
veren
olduğunu
yürütmenin
başı
sıfatıyla
Cumhurbaşkanı’nın “siyasal birliğe” ve kaos durumunda bunun bozulmasını
engelleyecek güç olarak devletin varlığına yaptığı aşağıdaki ifadeleri ile
örneklendirebiliriz.
“….çünkü biz ülkemizde bir şeyin müdafaasını açıkça yapıyoruz. Tek millet
olmanın gayreti içindeyiz. Yani tüm etnik unsurlarla tek millet, 78 milyon
olarak ve biz tek bayrak, onun peşindeyiz. Unutulmasınki devletin olmadığı
yerde ne özgürlük, ne demokrasi, ne hak, ne hürriyet olur. Sadece kaos
olur, kan olur…” (Erdogan, 2016; www.t24.com).
Akça’ya (2014: 38) göre de devletin yeni formu olarak “istisna durumu”
hukuksal düzenin alanında kalarak “kabul edilebilir” vatandaş ve “terorist”
arasında ayrım yapar. Bugüne kadar iç düşmanlar olarak kabul edilen
sosyalistler, işçi sınıfı ve Kürtler iken AKP döneminde buna Kemalistler ve sivil
askeri bürokratların da eklenmesi, bunların, AKP’nin hem kendi yeniden üretimi
hem de “istikrar”ın sürdürülmesinde tehdit olarak görülmesiyle ilgilidir. Çünkü
kimin düşman kimin dost olduğuna karar verecek olan polisin ve yargının
kontrolünü elinde tutması nedeniyle egemen AKP hükümetidir. Örneğin,
AKP’nin kendi varoluşuna tehdit olarak gördüğü “askerin sivil siyaset üzerindeki
etkisi”nin “demokratikleşme” yönelimli düzenlemelerle azaltılması ikinci
döneminde “hükümeti devirme” ya da “hükümetin faaliyetlerini yapmasına
engel olma” gibi gerekçelerle kurulan Ergenekon Mahkemeleri aracılığıyla
sürdürüldü. Nitekim birçok asker, akademisyen, politikacı, gazateci, hukukçu,
işadamı, yüksek rütbeli ve emekli askeri görevlilerin silahlı “terorist” grup üyesi
olmak ve toplumda kaos yaratarak siyasal hayatı devirmeye çalışmak iddiasıyla
tutuklanması, AKP’nin asker karşısında gücünü tümüyle sağlamlaştırmasına
yaradı.
Küresel ekonomik krizin etkilerine ve siyasal istikrarsızlığa karşı
önlemlere dayanarak AKP’nin gücünü kendi kontrolünde merkezileştirmesi ise,
önceki dönemin aksine, hem tolumun çeşitli katmanları hem de devletten özerk
bütün kurumlar üzerinde kontrol kurması yönünde oldu. AKP bunu kaos
dönemlerine özgü sert önlemlerle siyasal varlığını yürütme gücünde
tikelleştirerek ve gücü burada yoğunlaştırarak gerçekleştirmeye çalıştı. Burada
siyasetin yönlendirici ilkelerini belirleyen yetkilendirilmiş bir kişi olarak
egemen, toplumsal kitlelere rağmen, bu kitlelelerin siyasal taleplerini, bu
haklar Anayasa’da düzenlenmiş olsa da, sınırlandırabilir. Zira “liberal
demokrasinin gerçek karakteri anayasal oligarşidir” (Agnoli, 2000: 201). Bu
anlamda aşağıda da değinilecek olan AKP’nin kurumsal nüfuzunu
43
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
genişletmesinin araçlarını kapitalist devlet formundan azade bir yerde
tutmamak gerekir.
Örneğin 1980’lerin bir mirası olarak yüzde 10 seçim barajının iki
merkez partiye parlamentoda hatırı sayılır bir çoğunluk sağlamasının bir sonucu
olarak “iki parti sistemi”nin siyasal iktidar partisine verdiği üstünlük; yürütme
gücünü ayrıcalıklı bir konuma yerleştirerek yasama ve yargı gibi diğer güçler
üzerinde nüfuzunu genişletmesine neden olur. AKP’nin de 2009 yerel
seçimlerinde yüzde 38, 2011 ve 2015 genel seçimlerinde sırasıyla yüzde 50 ve
yüzde 49.5 oranında oy alması hem kurumsal hem siyasal hem de toplumsal
düzeyde
gücünü
aşırı
derecede
yoğunlaştırabilmesinin
“meşru”
mekanizmalarından birini oluşturdu. Kitle demokrasisinin parlamenter süreçler
yoluyla siyasete katılım koşullarında siyasal olanın işlevlerinin devreye girmesi,
siyasetin toplumsal çıkarlardan özerkliği lehine bir tartışmanın yanı sıra esas
karar vericisinin yani gerçek egemenin belirlenmesine de yarar (Agnoli, 2000:
203). Böylece siyasal birliğin sağlamlaştırılması adına, yürütme gücü içinde
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık kurumunun daha etkin hale getirilmesi,
birçok kararın yasama süreçlerinin dışında yürütme organınına bağlı çeşitli
mekanizmalar yoluyla alınması ve yürütmenin “karar veren” sıfatıyla belirleyici
olması gerçekleşmiş olur. Bu Schmitt’in aşağıdaki ifadesiyle tümüyle örtüşür.
“… eğer pratik ve teknik sebeplerle halk yerine temsilcileri karar
verebiliyorsa aynı halk adına tek bir temsilci de karar verebilir… yasama,
yürütme arasındaki ilişkide yasama organının halktan bağımsız seçim
dönemi arasında azledilemeyecek olması ile yürütmenin her an yasamanın
güvenine bağımlı ve her an azledilebilecek olması arasında tezat vardır”
(Schmitt, 2006a: 53).
Gücün merkezileşmesine yönelik bu dönemin araçlarından bir diğeri
derin bir kutuplaşma yaratmasına rağmen birçok liberal ve sosyal demokrat
grubun 1982’nin otoriteryan mirasına karşı referandumda11 “evet” oyu verdiği
anayasa değişikliğidir (Öniş, 2015: 27). Anayasa Mahkemesine ve Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) yönelik düzenlemelerle yüksek yargı
organları, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Yüksek Öğretim Kurumu
(YÖK) üzerindeki kontrolü ele geçirip üniversitelere müdahale etmesi ile hem
yürütme organının bu yargı organları üzerindeki kontrolü hem de buraların AKP
kadrolarınca doldurulması sağlandı. AKP’nin 2009 yerel seçimlerinde desteğinin
azalmasına rağmen, 2010 anayasa referandumunda aldığı oy ve takip eden
düzenlemeler seçilmiş hükümet üzerindeki “vesayeti” ve kontrolü zayıflattığı
ve buralara çoğulcu ve temsiliyeti yüksek bir yapı kazandırıldığı argümanının
tersine (Özbudun, 2011: 103,107) gücünün sağlamlaştırılmasına yaradı. Gülen
Hareketi ile çatışma sonrasında da bürokrasi kadrolarının kendi destekçileriyle
doldurulmasında olduğu gibi (Bekmen, 2014: 69) bürokrasiyi sivilleştirmek
adına bürokrasiye karşı yapılan operasyonlar belli devlet aygıtlarının diğerlerine
tabi kılınması biçiminde oldu. Devlet bürokrasisi içinde farklı bölümleri kesen
11
Anayasa referandumu; liberallerin yardımıyla değişiklik konusunda %58 oy aldı.
44
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
ve bunları birbirine bağlayan paralel iktidar ağlarını oluşturarak stratejik
poziyonlara kendi ekiplerini yerleştirip buralara nüfuz edebildi. Milli Eğitim
(MEB), Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bayındırlık ve İskan gibi bakanlıklara önemli
figürler yerleştirilmesinin yanı sıra Maliye Bakanlığı ve Başbakanlığa bağlı
kuruluşlar ve diğer kamu kurumlarında benzer yöntemleri izleyerek buraları
yine kendi kadrolarıya doldurdu. HSYK’nın yapısı da radikal bir biçimde
değiştirilerek genel konseyinin birçok kritik gücü Adalet Bakanlığına aktarılmış
oldu (Hoşgör, 2014: 328).
Kurumsal düzeydeki bu değişikliklerin yanı sıra merkezileşmesinin
izleneceği diğer bir alan; toplumun politizasyonuna karşı muhalif kesimlerin
faaliyetlerini ve alanlarını sınırlayıcı ya da tümden ortadan kaldırmaya yönelik
düzenlemelerdir. Kapitalist devlet fomunun güçlü devlet serbest piyasa
formülasyonu, devletin toplumsal ve siyasal alana geniş müdahalesi üzerine
kuruludur çünkü. AKP’nin bunu yaparkenki argümanı ise büyük ölçüde, güçlü
devletin bir görünümü olan ve istikrar gerekçesiyle alanı genişleyen “siyasal
birliğin” sağlanmasının toplumun, “dostların”, çıkarına olacağı gerekçesidir. Bu,
somut duruma özgü kararın soyut yasaya ya da yasama organına değil emrin
kaynağı olarak yürütmeye dönülmesi gerektiğini belirten Schmitt’in (2006a:
68-69), yürütmenin tek kişi elinde bulunmasının toplumsal kaos karşısında
devlet için ne kadar elzem olduğuna ilişkin vurgusuyla benzerdir.
Bu yönde DGM’lerin yerini özel yetkili mahkemelerin almasıyla yeni
Ceza Kanunu meşru birçok politik protesto ve toplumsal gösteriyi terör suçları
kapsamına aldı. 2006’daki terör karşıtı yasanın önceden Ceza Kanunu
kapsamında yer alan önemli miktardaki suçu “terör” kapsamına dahil etmesi
bunların istisnai mahkeme süreçlerinde görülmesiyle sonuçlandı. Bu yasa, özel
yetkili savcılara aşırı derecede bir keyfilik verdiğinden bunun yine “istisna
devleti”nin bir görünümü olduğu söylenebilir. Akça’nın (2014) da belirttiği gibi
yasa; polise ve yargıya savaş ya da varoluşsal bir durumdalarmış gibi “düşman”
fikrini esas alarak davranmalarını kolaylaştırdı. Bu düzenleme aynı zamanda
askeri ayrıcalıkları da sınırlayarak askeri personelin anayasal düzene ve devlete
karşı işledikleri suçların askeri mahkemelerden sivil mahkemelere geçişini de
sağlayarak bu alandaki yargısal süreç üzerindeki kontrolünü de getirdi. Böylece
AKP hükümetine karşı olası askeriyeden ya da yargıdan gelecek meydan
okumalar elimine edilmiş oldu (Özbudun, 2014: 156).
“Terör” karşıtı yasadaki “terörist propaganda” ve “terörizm”e
dayanarak Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını takiben Kürdistan Topluluklar
Birliği (KCK) ile binlerce seçilmiş yerel görevlileri de içeren Kürt aktivist,
gazateci, akademisyen, insan hakları savunucusu ve hukukçu Kürdistan İşçi
Partisi’nin (PKK) terörist faaliyetlerini destekledikleri suçlamasıyla karşı karşıya
kaldı (Saatçioğlu, 2014: 93). Hiçbir hukuki dayanak olmadan uzun tutukluluk
süreleri adaletin uygulanmasına yönelik endişeleri arttırdığı gibi yargı
sisteminin politizasyonuna da neden oldu. Tam da “çözüm süreci”
görüşmelerine başlamadan Kürt siyasal hareketindeki önemli aktivistlerin
tutuklanmasının AKP’nin süreci (Akça, 2014: 44) daha fazla kendi kontrolünde
sürdürmesiyle ilgiliydi. AKP’nin Öcalan ile doğrudan görüşerek, kısa sürede
45
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
sürecin başlayıp, ateşkesin sağlandığı günlerden sürecin dondurulmasıyla
gelinen bugünkü noktada Başbakan yardımcıları Yalçın Akdoğan ile Bülent
Arınç’ın “biz olmazsak çözüm süreci olmaz”12 sözlerinden sonra 7 Haziran
seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) yüzde 10 seçim barajının
üzerinde bir oy oranı ile parlamentoya girişi olasılığına karşı “8 Haziran’da AKP
iktidar değilse çözüm sürecinin ruhuna fatiha” diyerek AKP’nin iktidar olmaması
halinde
“herkesin
her
şeyini
kaybedeceğini”n
(Akdoğan,
2015,
www.evrensel.net) söylenip toplum kaos ve istikrarsızlıkla tehdit edilmiştir.
Seçim sonuçlarının AKP’nin tek parti olarak hükümeti kurmasına engel oluşu,
koalisyon arayışlarının sonuçsuzluğu ve seçimlerin yenileneceği 1 Kasım’a
kadar “geçici hükümet” sıfatıyla AKP, “siyasal birliğin” tehlikede olduğuna
sürekli vurgu yaparak hem HDP’yi “düşman” gösterip hem de koalisyonun
istikrarsızlık getireceğini belirterek “dost”ları uyardı. İki seçim arası dönemde
HDP seçim bürolarına yönelik saldırılardan, Türkiye’nin stratejik kentlerinde
meydana gelen patlamalarla tırmanan olaylar sonrasında çeşitli toplumsal
grupların yaptığı çağrı ile bu uyarı, aşağıda da görüldüğü gibi, dikkate alınarak
“siyasal birlik” ve istikrar vurgusu tekrarlandı. Birçok sermaye ve AKP yandaşı
sendikanın içinde yer aldığı bu çağrıya göre;
“gün birlik olma günüdür. Kökenimiz, kimliğimiz, inancımız ne olursa olsun,
78 milyon hepimiz Türkiye’yiz. Türkiye’nin her bölgesinde örgütlü,
toplumun bütün kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak bir aradayız. Biz,
ülkemizin çalışan ve üreten, esnafı, çiftçisi, işçisi, memuru, emeklisi ve
girişimcileriyiz” Türkiyenin güvenliği ve istikrarı için …. tek bir şeyi
haykıracağız. Hep bir ağızdan ‘teröre hayır, kardeşliğe evet’ diyeceğiz”
(www.milliyet.com.tr.; 14.09.2015).
TOBB, TÜRK-İŞ, TESK, TZOB, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi “dost”
örgütler bu çağrının benzerini yine “istikrar”ı öne sürerek Gezi direnişi sırasında
da yapmışlardı. 2013’de AKP’nin kentsel dönüşüm altında, kamusal mekanları
piyasa süreçlerine açmasının uygulamalarından biri olarak, Gezi Parkı’nın13 dev
bir alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı başlayan direnişin büyüyerek
sendikalar, sivil toplum örgütleri (STK), çevreci gruplar, kadın örgütleri,
Hisarcıklıoğlu başkanlığında, Hak İş Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ), Memur
Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN), Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği
(MÜSIAD), Türkiye Kamu Çalışanları Konfederasyonu (Türkiye Kamu-Sen), Türkiye
Barolar Birliği (TBB), Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD), Türkiye Esnaf ve
Sanatkarları Konfederasyonu (TESK), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu
(TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları
Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED),
Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği
(TÜRMOB), Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Ziraat Odaları Birliği
(TZOB) ortak açıklama yaptı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Her görüş ve
düşünceden, toplumun tüm kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak; 17 Eylül Perşembe
günü saat 16.30’da bütün Türkiye’yi Ankara Sıhhiye Meydanında buluşmaya davet
ediyoruz” dedi.
13
İstanbul’un merkezindeki az sayıdaki yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı’nın, dev bir
alışveriş ve kültür kompleksine dönüştürme kararına karşı başladı.
12
46
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
antikapitalist Müslümanlar gibi grupların da desteğiyle alkol satışına getirilen
kısıtlamalardan kürtajı yasaklayan yasalara kadar hükümet karşıtı bir direnişe
dönüşmüştü. Çok fazla sayıda kente yayılan protestolar sırasında göstericilere
yönelik güvenlik ve polis aygıtlarının aşırı fiziksel güç kullanımının yanı sıra
göstericiler “çabulcu”, “marjinal”, “terörist” diye nitelendirilerek “düşman” ilan
edilmişti. O günlerde bu “dost” örgütlerin “siyasal birlik” ve “istikrar” çağrısına
göre;
“… son günlerde gösterilerin, marjinal gruplar tarafından farklı mecralara
çekilmek istendiğini; gelişmelerin ülkemiz üzerinde kötü emelleri olanlara
hizmet etmeye zemin hazırladığını üzülerek görüyoruz. Tüm dünya
sorunlarla boğuşurken, herkesin bakışlarının yükselen Türkiye üzerinde
odaklandığı bu dönemde, huzura ve istikrara her zamankinden daha fazla
ihtiyaç …”
olduğunun belirtilmesi AKP pratiğinde somutlaşan “istisna durumu”na
yönelik eylemlerin gerisindeki saikle paralellik oluşturdu (www.evrensel.net.,
14.09.2015).
Nitekim, Schmitt’in (2006a: 26) bu yöndeki pratiklere dayanak
oluşturan argümanından da izleneceği gibi; liberal demokrasinin siyasi gücü,
yabancı ve eşitsiz olanı, türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak
tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. Yine buna benzer biçimde AKP’nin Kürtlere
yönelik siyasetini ve politikalarını eleştiren ve bölge halkına yönelik sürdürülen
savaşa karşı barış bildirisini imzalayarak savaşın durması ve çözüm sürecine
geri dönülmesi talebinde bulunan binden fazla akademisyenin “terörizm”
propagandasıyla suçlanarak bizzat Cumhurbaşkanı ve “dost” kamuoyu
tarafından itibarsızlaştırılmaya ve karalanmaya çalışılarak “düşman” ilan
edilmesi de bu yöndedir (www.barisicinakademisyenler.net). Schmitt’in siyasal
olanı dost-düşman arasındaki ilişki diye tanımlaması ya da Marksist lietratürde
emek ve sermaye arasındaki sınıf antagonizması, devletin düşmanı tanıması
ve politikalarını buna göre oluşturması demek olduğundan nihai karar tekeli ile
devlet, hem hukukun üstünlüğü temelinde hem de istikrarın yeniden kurulması
için hukukun üstünlüğünü erteleyerek “düşman”ı bertaraf etmeye çalışır
(Bonefeld, 2006: 240).
AKP’nin, özellikle 2010 sonrası, toplumsal muhalefete ve protestolara
artan ölçüde şiddetle karşılık vermesi, polisin yetkilerini arttıran kanun, terörle
mücadele kanunu, dernekler, sendikalar, vakıflar yasası ve toplantı ve gösteri
hakkını düzenleyen antidemokratik yasaların hepsi birden “düşman”ın bertaraf
edilerek “istikrarı” ve kendi varoluşunu korumaya yönelik yoğun çabasının bir
göstergesidir. Emek üzerindeki baskıcı düzenlemelerin yanı sıra siyasal
iktidarıyla özdeşleştirdiği çoğunluk iradesini eleştirenleri “darbeci”, “terörist”,
“anarşist” ve etnik ayrılıkçılıkla dolayısıyla “düşman” olarak nitelendirmesi, her
tür muhalefete karşı kendisini “dost”ların birliğini ve güvenini sağlayan olarak
konumlandırması muhalefet üzerindeki baskı, istikrarı sağlamak adına
muhelefetin kontrol altına alınmasıyla ilgilidir. Adil yargılanma hakının ihlali,
gösterilerde polis gücünün orantısız ve aşırı kullanımı, medya sahipleri üzerinde
47
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
finansal ve diğer baskılar, eleştirel gazateciler üzerinde işten çıkarma ve
sansürün yanı sıra AKP’nin otoriteryan popülizminin örgütlü muhalif gruplardan
sınıf hareketine hatta zaman zaman kendisiyle aynı görüşte olmayan
sermayedarlara kadar uzanması14 hem kendi varlığıyla hem de bununla
özdeşleştirdiği sermayeye yönelik tehditler yüzündendir.
Emek gücüne yönelik yukarıda belirtilen düzenlemelerin yanı sıra
örgütlü işçi sınıfının pasifleştirilmesi, depolitize edilmesi siyasal alanın özneleri
olarak siyasal mücadelelerden kopartılması “ayakların baş olduğu yerde
kıyamet kopar” (Erdoğan, 2008; www.radikal.org.tr) ifadesinden de izlendiği
gibi “siyasal birliğin” ve bölünmezliğin adına bu grupların siyasallaşmalarının
engellenmesine yöneliktir (www.akparti.org.tr; 2012: 5, 24). Örneğin,
tarafların üzerinde kısmen anlaştığı ve sınırlı iyileştirmeler sunan bir taslak
olarak Bakanlar Kurulu’nda aylarca bekletildikten sonra TUSKON, TOBB,
MÜSİAD, TÜSİAD ve TİSK gibi sermaye grupları ve kabinedeki bazı bakanların
sendikal haklarla ilgili kimi iyileştirmelere karşı çıkması üzerine Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Yasası’nın mecliste görüşülmesi engellenerek (Dünya, 9
Ocak 2012 akt: Çelik, 2012) grev yasaklarının artışı ve yüzde 10 olan işkolu
barajının yüzde 3’e çekilerek görüşülmesinin sağlanması gerçekleşmiştir.
Dünyanın hiç bir yerinde olmayan bankacılık hizmetlerinde grev yasağı
korunarak grev ve lokavt yasakları temel kamu hizmeti gösteren yerlerde
sınırlandırılmıştır (md.62) (www.resmigazete.gov.tr). Nitekim AKP, 64.
Hükümet programında; siyaset alanının daraltılmasına ve saygınlığının
gölgelenmesine dönük tüm teşebbüslere karşı kararlı bir politika izleneceğini
(www.akparti.org.tr. 2016) kriz yönetiminin de bir gereği olarak demokratik
katılımın ve müdahale kanallarının kapatılması ile demokratik talepleri bertaraf
etmek yönünde çaba harcayacağını söylemiş olmaktadır. Çünkü devletin
hukuksal gücü işçi sınıfının kolektif gücünün kullanılmasını da engelleyerek
sermaye adına emeğin uygun hale getirilmesine dayanır. Böylece özgür ve eşit
vatandaşlar olarak işçiler serbest piyasada sözleşmeyle bağlı kaldıklarından
emek ve sermaye arasındaki ilişkiler de garantiye alınmış olur.
Sonuç
Gerek emek-sermaye arasındaki ilişkilerin yeniden örgütlenmesi,
gerekse siyasal alanın kitlesel demokratik taleplerinin bastırılması devlet
otoritesinin gücünü gerektirir. Küresel sermaye, devletlerin hem sıkı emek
disiplini içinde emek sermaye ilişkilerini ulusal düzeyde yeniden oluşturmalarını
hem de toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek baskıların bertaraf edilmesini
zorunlu kılarken, devlet de bunu içerde “siyasal birlik” ve istikrar vurgusuyla
meşrulaştırmaktadır.
Referandum döneminde desteklerini almak için, toplumun farklı örgütlü kesimlerine
önemli baskı uyguladı TUSİAD’ın düzenleme ile ilgili çekincelerine Erdoğan tepki
göstererek “bugün tarafsız olan, yarın bertaraf olur” demişti (Erdoğan, 2010;
www.radikal.org).
14
48
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
Serbest piyasa ekonomisine doğrudan müdahalenin güçlü devleti
gerektirmesi, AKP’nin her iki döneminden de izlendiği gibi siyasal alanın
tümden manuple edilmesi adına ekonominin depolitizasyonunu devletin ise
tümden politizasyonunu içerir. Schmitt ve Hayek’in argümanlarında teorik
dayanak bulabilen bu politikalar; sınırlanmamış demokrasinin serbest piyasa
hedefindeki liberal hükümetler için bir tehdit oluşturduğu üzerinedir.
Demokratik faaliyetler nedeniyle devletin toplumsal çıkarların bir aracı/nesnesi
haline dönüşerek zayıflayacak olması bunun da siyasal birliği ortadan
kaldıracağı tezidir bu. Gerek parlamenter demokrasinin parlamentoda
“düşman”ların çoğalmasını engelleyen seçim barajı bariyeri ile gerekse devletin
depolitize edici düzenlemeleriyle demokrasinin temelde homojeniteye bağlı
olduğu, “düşman”lara karşı “dost”ların demokrasisinin hem devletin hem de
sermayenin yeniden üretimini sürdüreceği açık.
Nitekim AKP, gerek ana-akım yazından bu anlamda aldığı destekten,
gerekse hemen her hükümet programından ve demokratikleşme paketinden
izlendiği gibi kendisini, toplum olarak gördüğünden, siyasetin öznesi kılmakta
ve sivil ve askeri bürokratik kurumlardan gelebilecek kendisine yönelik
müdahalelere karşı yürüttüğü mücadeleyi demokratikleşme olarak görmektedir
(62. Hükümet program; www.akparti.org.tr). Demokratikleşme konusunda
kendisini toplumun tek aktörü olarak gördüğünden toplumdaki etnik, dinsel,
sınıfsal farklılıkların varlığını kabul ediyor görünse de bu daha fazla siyasal
düzeydeki varlıklarının tanınmasına değil “milli irade”deki temsiliyetleri
bakımından oy verme pratiklerinde anlam ifade etmektedir.
Toplumsal çelişkilerin ve çatışmaların arttığı durumda ise hem kendi
hem de sermayenin yeniden üretimi adına kimlerin “dost” kimlerin “düşman”
olduğuna karar vererek, “siyasal birlik” adına gücünü bütün bileşenleriyle
devreye sokmaktadır. Çünkü bölünmüş ve çatışma halindeki bir toplumda
“hukukun üstünlüğü”nü sürdürebilmek de, “istisna durumu” koşullarının
üstesinden gelinip düzenin yeniden kurulması da güçlü devleti gerektirir.
Kaynaklar
Agnoli, J., (2000), “The Market, the State and the End of History”, The Politics of Change:
Globalization, Ideology and Critique, Bonefeld, W., Basingstoke, etc. (edt.),
Palgrave
Akça,İ., (2014), “Hegemonic Projects in Post-1980 Turkey and the Changing Forms of
Authoritarianism” in Reframed Turkey: Constituting Neoliberal Hegemony”,
(edt.),
Akça, İ., Bekmen A., Özden B.A, Pluto Press, London, s.14-46.
Bekmen, A., (2014), “State, and Capital in Turkey During The Neoliberal Era”, in
Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony”, edt: Akçai İ., Bekmen A.,
Özden B.A., Pluto Press, London, s. 47-74.
Boratav, K., (2016), “The Turkish Bourgeoisie under Neoliberalism”, Research and Policy
on Turkey, 1:1, 1-10.
Bedirhanoğulları, P., (2007), “The Neoliberal Discourse on Corruption as a Means of
Consent Building: Reflections from Post-Crisis Turkey”, Third World Quarterly,
Vol. 28, No. 7, pp. 1239 – 1254.
49
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 23-51.
Bonefeld, W., (2010), “Free Economy and the Strong State, Capital and Class”, vol. 34,
issue 1, pp.15-24.
Bonefeld, W., (2006), “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of the State”,
Critique, vol.34, issue 3, pp. 237-252.
Burnham, P., (2000), “Depoliticisation: Economic Crisis and Political Management in The
Politics of Change Globalization”, in The Politics of Change: Globalization, Ideology
and Critique, Bonefeld and K. Psychopedis (eds), London; Macmillan, pp. 9-30.
Clarke, S., (1991), 'The Global Accumulation of Capital and the Periodisation of the
Capitalist State Form', in Open Marxism. Bonefeld, Werner London : Pluto Press ,
Vol 1.
Cristi, R., (1984), “ Hayek and Schmitt on the Rule of Law” Canadian Journal of Political
Science/Revue Canadienne de Science Politique, Vol. 17,No. 3 (Sep., 1984), pp.
521-535.
Gamble, A., (2001), “Neo-Liberalism”, Capital & Class, vol. 25, issue 3, pp. 127-134.
Gamble, A., (1994), Free Economy and the Strong State, Palgrave, New York
Hayek, F., (2014), Kölelik Yolu, Liberte, Ankara.
Holloway, J., (1995), "Global Capital and the National State" in From Global Capital,
National State and the Politics of Money, pp.116-140, Basingstoke: Macmillan
Hoşgör, E., (2014), “AKP’nin Hegemonya Sorunsalı: Uzlaşmasız Mutabakat”,
Neoliberalizm, İslamcı sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul.
Kutun Gürgen, M., (2011), Eleştirel Devlet Kuramlari Bağlaminda Türkiye’de Siyasal
Değişim: 1980-Sonrasi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara, 2011.
Marx, K., Engels., F., (2015), Komünist Manifesto, (çev.), Nail Satlıgan, Yordam,
İstanbul.
Oğuz, Ş., (2012), “Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin
İnşaası”, Türk Tabibleri Birliği Mesleği Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı-45-46.,
s.2-15.
Öniş, Z., (2009), “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy Of The New
Phase of Neo-Liberal Restructuring In Turkey” Review of International Political
Economy, Vol.:16 , Issue:3 , pp. 409-432.
Öniş, Z., (2015), “Monopolising the Centre: The AKP and the Uncertain Path of Turkish
Democracy”, The International Spectator, 50:2, s.22-41.
Özbudun, E., (2014), “AKP at the Crossroads: Erdoğan's Majoritarian Drift”, South
European Society and Politics, 19:2, s.155-167.
Saatçioğlu, B., (2014), “AKP's ‘Europeanization’ in Civilianization, Rule of Law and
Fundamental Freedoms: The Primacy of Domestic Politics”, Journal of Balkan and
Near Eastern Studies, 16:1, s.86-101.
Savran, S., (2014), “İslamcılık, AKp, Burjuvazinin İç Savaşı”, Neoliberalizm, İslamcı
Sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul.
Schmitt, C., (2006), Siyasal Kavramı, (çev:), Ece Göztepe, Metis, Ankara.
Schmitt, C., (2006a), Parlamenter Demokrasinin Krizi, (Çev.) Emre Zeybekoğlu, Dost,
Ankara.
Silverman, R., (2014), “Dogan versus Erdogan:Business and Politics in AKP-Era Turkey”,
Mediterranean Quarterly: Spring 2014 25:2
Streeck, W., (2015),“Heller, Schmitt and the Euro” European Law Journal, Vol. 21, No.
3, pp. 361–370.
Tanyılmaz, K., (2014), “Türkiye Büyük Burjuvazisinde Derin Çatlak”, Neoliberalizm,
İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Yordam, İstanbul.
Wilkinson, M. A., (2013), “The Spectre of Authoritarian Liberalism”, German Law
Journal, Vol. 14 No. 05.
Yılmaz, Z., (2003), “Günümüz Türkiye’sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi Üzerine
Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, Sayı, 9, s. 55-92, 2003.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (2015), Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi: 2015-2018
Freedom
House,
(2014)
Freedom
House
in
the
World
2014,
www.freedomhouse.org/report/freedom-word/freedom-word-2014
Şimşek, M., (2015), “Ekonomik kazanimlar tehdit altinda”, www.hürriyet.com.
14.09.2015.
50
Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden ‘Dost’ların
Demokrasisine”
Çelik, A., (2012), “Madem patronların hükümeti değilsiniz”. [email protected]
08.03.2012
Dağı, İ., (2012) ‘Imagining an AK party society’, Today’s Zaman, 23 December
İnsel, A., (2012), “Adım adım otoriterleşme mi?”, [email protected].
Erdoğan, R.T., (2010); www.radikal.org.tr. 18 Agustos 2010
Erdoğan, R.T., (2008); www.radikal.org.tr. 22 Nisan 2008
Erdogan, R.T., (2016); www.t24.com. 14 01 2016.
Akdoğan, (2014), www.akparti.org.tr
61.hükümet program, www.akparti.org.tr
62.hükümet programı; www.akparti.org.tr.
www.akparti.org.tr. 2012: 5, 24.
www.akparti.org.tr. 02.15.2016
www.uis.gov.tr.
www.barisicinakademisyenler.net.
www.resmigazete.gov.tr.
www.evrensel.net. 4.06.2015
www.evrensel.net. 14.09.2015
www.milliyet.com.tr. 14.09.2015.
51

Benzer belgeler

Untitled - Başlangıç

Untitled - Başlangıç biçimde hızlandırabilmiştir (Bekmen, 2014: 60). Görüldüğü gibi, birçok analizin ulusal kapitalizme ya da sanayi, finans gibi özgül sermaye fraksiyonlarına bakmasının (Savran, 2014; Tanyılmaz, 2014)...

Detaylı