Sayı 17 - Milli Savunma Bakanlığı

Transkript

Sayı 17 - Milli Savunma Bakanlığı
ASKERÎ YARGITAY
DERGİSİ
ANKARA
GENELKURMAY BASIMEVİ
2005
Askerî Yargıtay Dergisi
Yayın Kurulu
Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN
Hâk.Kd.Alb. Hasan DENGİZ
Hâk.Bnb.
E.Ayhan GÖRAL
Hâk.Kd.Yzb. Levent BİLGİ
Yayın Kurulu Yz.İşl.Md.
Yazı İşl.Md. Tülây SERTKAYA
Yazı İşl.Md.Yard. Nursel AYDIN
İletişim Adresi
Askerî Yargıtay Başkanlığı
Devlet Mah. Merasim Sok.
Yücetepe / ANKARA
Tel
: 312 4106501
Faks : 312 4182259
E-Mail : [email protected]
Askerî Yargıtay Dergisi, Askerî Yargıtay
Başkanlığınca yılda bir sayı olarak
yayınlanan ve bilimsel incelemeler ile
Daireler Kurulu ve örnek Daire
kararlarına yer veren bir dergidir.
Askerî Yargıtay Dergisinden edinmek
isteyenler, Askerî Yargıtay Başkanlığının
OYAK Bank Yenişehir Şubesi 279-C
3465155 MT-1 No.lu hesabına istenen
her sayı için tespit edilen miktarı
yatırdıktan sonra, alacakları makbuz
sureti ile birlikte doğrudan Askerî
Yargıtay Başkanlığından yazılı olarak
veya Faks ile talepte bulunduklarında,
istenen sayılar adreslerine gönderilir veya
bizzat gelip alabilirler.
*Dergide yer alan yazılarda ileri sürülen
görüşler yalnızca yazarlara aittir,
yayınlayan kurumu bağlamaz.
ÖNSÖZ
Askerî Yargıtay Dergisinin 17’nci sayısını düzenleyerek hukukçuların
ve uygulayıcıların hizmetine sunmuş bulunuyoruz.
Derginin bu sayısı, geçtiğimiz dönemde Askerî Yargıtayda düzenlenen
sempozyum, konferans vb. etkinliklerde sunulan bildiriler ile 2004 yılında
İçtihatları Birleştirme Kurulu, Daireler Kurulu ve Dairelerce verilen kararlardan
örnek olabilecek nitelikte görülen kararları içermektedir.
Çağın gelişen teknolojisine uygun olarak bilgisayar ortamında
uygulayıcıların Askerî Yargıtay İçtihatlarına erişmelerini sağlayabilmek ana
hedef olmakla birlikte, her zaman el altında bulunabilecek bir kaynak
oluşturmak amacıyla Askerî Yargıtay Dergisinin yılda bir kez olmak üzere
yayımı sürdürülmektedir.
Derginin 16’ncı sayısının önsözünde Askerî Yargıtay içtihatlarına suç
ve kavram bazında erişimi sağlayan “Askerî Yargıtay Karar Sorgu
Programı”nın 01.01.2004 tarihinden itibaren TSK YEREL AĞI (TSK-NET)
üzerinde “http://www.aybis.msb.bak” adresiyle faaliyete geçtiğini duyurmuştuk.
Geçen süre içerisinde yerel ağdan yararlanabilen kullanıcılarca içtihatlara
anında erişebilmenin memnuniyeti bize iletilmiştir. 2004 yılında Askerî
Mahkemelerin kararlarındaki isabet oranındaki ciddî artış da bu faaliyetimizin
yararlı olduğunu göstermektedir. Ancak, TSK-NET üzerinden içtihatlara
erişimin sınırlı oluşu ve tüm hukukçuların bundan yararlanamaması bizi
INTERNET üzerinden faaliyetimizi sürdürmeye sevk etmiştir. Yakında
INTERNET üzerinden Millî Savunma Bakanlığı ana sayfasındaki Askerî
Yargıtay linki vasıtasıyla içtihatlara erişimi mümkün kılmaya çalıştığımızı
duyurmak istiyoruz.
Dergimizin yargı camiasına yararlı olmasını diler, bu sayının yayıma
hazırlanmasında emeği geçen başta Yayın Kurulu olmak üzere Yayın Kurulu
Yazı İşleri Müdürlüğü personeline teşekkür ederim.
Dr. Ferhat FERHANOĞLU
Hâkim Tuğamiral
Askerî Yargıtay Başkanı
İÇİNDEKİLER
SAYFA NO.
III - XIII
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
ADİL YARGILANMA HAKKI VE TÜRK CEZA
YARGILAMASI (Prof.Dr. Doğan SOYASLAN)
1
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ
MADDE 6/3-a UYARINCA İSNADIN BİLDİRİLMESİ
VE TÜRK HUKUKU (Doç.Dr. Metin FEYZİOĞLU)
19
SANIĞIN SAVUNMASINI HAZIRLAMAK İÇİN
GEREKLİ ZAMANA VE KOLAYLIKLARA
SAHİP OLMA HAKKI (İHAS Mad. 6/3-b)
(Doç.Dr. Cumhur ŞAHİN)
45
ADİL YARGILANMA HAKKI İLE İLGİLİ
OLARAK ASKERÎ YARGI MEVZUATINDA
YAPILMASI GEREKEN DEĞİŞİKLİKLER
(Hâkim Kd.Alb. Erdoğan GENEL)
87
CEZA YARGILAMA HUKUKUNDA
HUKUKA AYKIRI DELİLLER
Hâkim Kd.Alb. Cemil KAYILIOĞLU
101
YENİ TÜRK CEZA KANUNUNUN YORUMU
MESELESİ (Prof.Dr. Zeki HAFIZOĞULLARI)
127
İÇTİHATLAR
141 - 164
ASKERÎ CEZA KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
167 - 421
ASKERÎ MAHKEMELERİN KURULUŞU VE
YARGILAMA USULÜ KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
422-606
TÜRK CEZA KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
607 - 677
CEZALARIN İNFAZI İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
678 - 685
4616 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHAT
686 – 687
I
II
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
4616 sayılı Kanun kapsamındaki yoklama kaçaklığı suçu ile ilgili
dava açılması ertelendiğine göre bu suça bağlı geç iltihak
bakayalığı suçu nedeniyle de ertelemenin sonucunun beklenmesi
gerektiği...........................................................................................
4616 sayılı Kanunun daha önce infaz edilen hükümlerin hukukî
sonuçlarını ortadan kaldırmadığı.....................................................
SAYFA NO.
190
252
-AAdlî gözlem olmaksızın TCK’nın 47’nci maddesinden yararlanma
hususunda bilirkişi mütalâası verilebileceği...................................
Adlî müşavire adlî yetkileri kullanması için Komutanca verilen
yetki belgesi.....................................................................................
Aleyhe hükümler ihtiva eden bozma ilâmına karşı sanık beyanının
mutlaka tespitinin gerektiği..............................................................
Altı gün dolmak üzereyken yakalanan sanık hakkında azamî
hadden ceza tayininin hukuka aykırı olduğu....................................
Annesiyle ilgilenmesini gerektiren acil ve kaçınılmaz bir durumu
söz konusu olmayan sanığın izin tecavüzü eyleminde annenin
rahatsızlığının mazeret oluşturmayacağı..........................................
Arkadaşının eşyasını çalmak............................................................
ASCK’nın 30’uncu maddesinde geçen “gibi” kavramı...................
ASCK’nın Ek 6’ncı maddesi kapsamındaki suçlarda şikâyet
şartının aranmayacağı.......................................................................
Asker ve sivil sanığın iştirak hâlinde gerçekleştirdiği askerî eşyayı
çalmak suçuyla ilgili davanın askerî yargı yerinde birlikte
görüleceği.........................................................................................
Askerî aracı özel menfaatinde kullanırken aracın devrilip mühimce
hasar görmesine neden olan sanığın fiillerinin hem askerî aracı
özel menfaatinde kullanmak hem de hizmette tekâsülle harp
malzemesinin hasarına neden olmak suçlarını oluşturacağı.............
Askerlik süresinin kısalmasından önce işlenmiş suç yönünden
statü değişikliğinin önem arz etmediği.............................................
Askerlik şubesinde işlemlere başlanmasının tebligat yerine
geçeceği............................................................................................
Asta müessir fiil................................................................................
Astın eylemini defetmeye ve bozulan askerî disiplini yeniden tesis
etmeye yönelik olarak gerçekleştirilen ölçülü müessir fiil
eyleminin, ASCK’nın 119/1’inci maddesi kapsamında kaldığı.......
III
500
178
592
273
254
379
171
418
427
411
239
198
348
355
Aynı istinabe mahkemesinde aynı gün ve fakat ayrı duruşmalarda
sanıkların ve tanıkların ayrı ayrı dinlenmelerinin bozmayı
gerektirdiği ......................................................................................
486
-BBakaya suçunun celbin son günü bittikten sonra başlayacağı..........
Bakaya suçunu işleyen sanık hakkında ASCK 45’inci maddesinin
tatbikî için asker kişi olmasının gerekmediği...................................
Banyoda unutulan para kesesinin kayıp eşya olmadığı ve
çalınmasının kaybolmuş eşyayı mal edinmek suçunu değil
arkadaşının parasını çalmak suçunu oluşturacağı.............................
Başkalarını askerliğe elverişsiz hâle getirmeye tam teşebbüs..........
Bir sonraki yıla sarkan izini uzatılan sanığa yeniden yol süresi
hakkı tanınmayacağı.........................................................................
Birlik envanterinde kayıtlı olmamakla birlikte sorumluluğundaki
hurda demirleri satan sanığın fiilinin zimmet suçunu oluşturacağı..
Birlikte yargılamayı gerektiren bağlılık............................................
Bozma ilâmında belirtilen usule aykırılığın giderilmesi yerine,
sadece bozmaya karşı beyanın tespitiyle yetinilmesinin bozmayı
gerektirdiği........................................................................................
Bozmaya eylemli uyma - Bozma kararı doğrultusunda işlem
yapmak..............................................................................................
Bozmaya eylemli uyma - Direnilen hükmün gerekçesinin
genişletilmesi....................................................................................
Bozmaya eylemli uyma - Hükmün direnme niteliğini yitirmesi......
Bozmaya karşı beyanın saptanması için yeterince aranmadan
sanığın yokluğunda karar verilmesi..................................................
Bozmaya karşı beyanın tespiti için bulunamama.............................
209
181
382
284
226
375
427
464
590
588
586
582
594
- C/Ç Celbin iki ayrı grup hâlinde yapılması durumunda yoklama
kaçaklığı suçunun ilk grubun sevkinin tamamlanması ile
başlayacağı.......................................................................................
Ceza ehliyeti.....................................................................................
Ceza zaman aşımının kesilmesi........................................................
Cezaların hesabında kararsızlık........................................................
Cezanın paraya çevrilmemesi ve ertelenmemesi..............................
Cürümün icrasından vazgeçme.........................................................
Çalınan askerî eşyanın birlik dâhilinde kullanılması mümkün
olduğunda suçun tamamlandığının kabulünün gerektiği..................
IV
215
449, 452
653
550
678
631
371
-DDalgınlıkla tüfeğini düşürerek hasara neden olan sanığın eyleminin
hasar bedeline bakılmaksızın ASCK’nın 137’inci maddesi
kapsamında değerlendirilmesi gerektiği...........................................
409
Davaya devam edilmesini isteme hakkı...........................................
686
Dehalet kastı - Firarda iken başka suç şüphesiyle yakalandığında
firarî olduğunu söyleyen sanık hakkında ASCK’nın 73’üncü
maddesinin uygulanamayacağı.........................................................
280
Delil değerlendirilmesi - Hâkim önünde olmayan ikrar...................
518
Delil değerlendirilmesi - Mağdurun beyanı......................................
516
Diğer askerî suçlar yanında iddia olunan haksız mal edinme
fiilinin kanunen daha ağır bir cezayı gerektirip gerektirmediğinin
irdelenebilmesi yönünden, “haksız mal edinme” suçundan sanığı
yargılama görevi bu suçun sivil kişi ile birlikte işlenmesi hâlinde
dahi askerî mahkemeye aittir............................................................
431
Diğer askerî suçlar yanında iddia olunan haksız mal edinme
fiilinin kanunen daha ağır bir cezayı gerektirip gerektirmediğinin
irdelenebilmesi yönünden, “haksız mal edinme” suçundan sanığı
yargılama görevi sanık emekli olsa dahi askerî mahkemeye aittir..
434
Din ve vicdana göre lâzım sayılan hareketlerin sanığı cezadan
muaf kılamayacağı............................................................................
181
Duruşma günü tebellüğ belgesinin iddianamenin tebliği anlamına
gelmeyeceği......................................................................................
463
Duruşma tutanağı - aynı tarihli oturuma ait içeriği farklı iki ayrı
duruşma tutanağı...............................................................................
542
Düzelterek onama............................................................................. 550, 557, 570
Düzelterek onama ilâmındaki sanık lehine olan maddî hatanın
kazanılmış hak teşkil edeceği...........................................................
580
-EEk savunma.......................................................................................
Ek savunma - Eylemin atıf yapılan ceza kanununun hangi
maddesine uyduğunun belirtilmemesi .............................................
Emniyeti suiistimal - Hizmet nedeniyle tevdi..................................
Emre itaatsizlikte ısrar - Askerî Cezaevinde cep telefonu
bulundurmanın TCK’nın 307/a maddesine uyduğu..........................
Emre itaatsizlikte ısrar - Ayağa kalk emrine uymamanın suç teşkil
edeceği..............................................................................................
Emre itaatsizlikte ısrar - Cep telefonu kullanmayı yasaklayan
emrin bulundurmayı da kapsayacağı................................................
V
529
531
672
328
300
293
Emre itaatsizlikte ısrar - Eğitim notlarındaki hataları düzelttikten
sonra evine gitmesi şeklindeki emrin hizmete ilişkin olduğu..........
Emre itaatsizlikte ısrar - İçki içmeyi yasaklayan emrin kışlaya içki
sokmayı da kapsayacağı....................................................................
Emre itaatsizlikte ısrar - İlâçların günlük kullanılıp fazlasının
revirde bırakılacağına dair emrin hizmete ilişkin olduğu................
Emre itaatsizlikte ısrar - Kışla dışında cep telefonu yasağının
hizmete ilişkin bir emir olmadığı....................................................
Emre itaatsizlikte ısrar - Servis aracında sakız çiğnememesi
konusunda üstünün uyarısını dinlememe..........................................
Emre itaatsizlikte ısrar - Yasaklanmış olmasına karşın temizlik
amacıyla da olsa silâhın kurcalanmasının suç teşkil edeceği............
Emre itaatsizlikte ısrar -Amirin suç teşkil eden emrini yerine
getirme...............................................................................................
Emre itaatsizlikte ısrar -Çarşı izninde cep telefonu kullanırken
görülen sanığın cep telefonunu amirine vermemesinin suç teşkil
etmeyeceği.........................................................................................
Emre itaatsizlikte ısrar -İnşaatı devam eden binanın çatısına
çıkılmasını yasaklayan emrin hizmete ilişkin olduğu.......................
Emre itaatsizlikte ısrar -Kışlada içki içilmesini yasaklayan emrin
malûm sayılacağı...............................................................................
Emre itaatsizlikte ısrar -Nizamiyede cep telefonu ile yakalanmada
suçun tamamlandığı..........................................................................
Emre itaatsizlikte ısrar -Nöbete kaldıran ere karşı sarf edilen
sözlerin emrin yerine getirilmesini sözle açıkça reddetmek
mahiyetinde olmadığı........................................................................
Emsal sevk tarihleri...........................................................................
Erlere istihkak olarak verilen elbiseleri çalmanın askerî eşyayı
çalmak suçunu oluşturacağı..............................................................
Eşi olan avukatın müdafiîlik yaptığı davada hâkimin çekilme isteği
324
316
319
323
295
297
307
303
310
312
305
314
195
371
438
-FFakülte mezunu sanığın yoklama kaçaklığında emsalinin sevk
tarihî..................................................................................................
Farklı mağdurların eşyalarının çalınmasının somut olayda
müteselsil suç teşkil ettiği.................................................................
Fikrî içtima........................................................................................
Firar - 56 gün süren eylemin 10’uncu günü askerlik şubesine gidip
danışma yapmanın temadiyi kesmeyeceği.......................................
Firardayken babasıyla kıt’asına gelip tekrar firar eden sanığın
eyleminin tek bir firar suçunu oluşturacağı.....................................
VI
198
385
633
278
260
-GGerçek içtima - Kışla dışından getirilen içkinin nöbette içilmesi ve
havaya ateş edilmesi fiilleri iki ayrı suçu oluşturur..........................
Gerçek içtima - Tek bir atışla bir kişinin ölümüne ve bir kişinin
yaralanmasına neden olmak..............................................................
Görevine giren ve doğru olmadığı kendisi tarafından da bilinen bir
konu hakkında amirlerine gerçeğe aykırı bilgiler içeren evrak
göndermek fiilinin ASCK’nın 134’üncü maddesindeki suçu
oluşturacağı ......................................................................................
642
636
391
-HHaksız tahrik.....................................................................................
Haksız tahrikin derecesi....................................................................
Hatırlatıcı talimatın okunmasına karşın istinabe mahkemesinde
hakların hatırlatılmaması..................................................................
Hava değişim tecavüzü.....................................................................
Hava değişimi süresinin(1,5 ay) sona ereceği tarihin tespiti............
Hazine zararının tahsili talebi hakkında karar verilmemesi.............
Hırsızlıkta mal sahibinin rızası bulunduğuna inanma......................
Hükmün esasına etkili olmayan hata................................................
Hükmün gerekçesinde maksadı aşan ifadeler...................................
Hükmün gerekçesizliği.....................................................................
Hükmün kesinleşme tarihî................................................................
619
610, 612,
614, 622,
627, 629
458
262
250
297
389
550
539
522, 537
178
-İİddia dışına çıkılma olgusu...............................................................
İddianamede gösterilen eylem..........................................................
İddianamede imza bulunmaması......................................................
İddianamenin askerî savcı yerine duruşma hâkimi tarafından
okunması...........................................................................................
İddianamenin okunmaması...............................................................
İddianamenin sanığa teslim edilmemesi...........................................
İddianameyi düzenleyen askerî savcının duruşmada tanık olarak
dinlendikten sonraki aşamalarda iddia makamında bulunması
bozmayı gerektirir............................................................................
İki ayrı grup hâlinde yapılan celpte bakaya suçunun çağrı yapılan
grup esas alınarak belirleneceği........................................................
İlâmın sonuç kısmındaki eksikliğin karar düzeltmeyi
gerektirmediği...................................................................................
VII
522
525, 527
455
481
479
458, 467
440
209
574
İntihar saikiyle de olsa, nöbet sırasında silâhın ateşlenmesiyle
ASCK’nın 136’ncı maddesinde belirtilen suçun oluşacağı..............
İrtikap...............................................................................................
İstinabe mahkemesinde iddianamenin okunmuş olması yeterli
olmayıp, asıl yargılamayı yürüten askerî mahkemede
iddianamenin okunmaması bozmayı gerektirir................................
İstirahat izni sonunda dönüş yol süresi tanınması gerektiği.............
İşlenemez suç...................................................................................
İyi hâllilik.........................................................................................
İzin alınarak soruşturmaya başlanan suçun yargılamada vasıf
değiştirmesi ve bu suçunda izne tâbi olması durumunda yeniden
izin alınması gerektiği......................................................................
İzin belgesinde belirtilen ayrılış saatine itibar edilmeyip fiilen
ayrılış saatinin sorulması gerektiği...................................................
İzin dönüşü yol parası bulamamanın mazeret oluşturmayacağı.......
İzin tecavüzü sırasında suçu gizlemeye yönelik sahte evrak tanzimi
ile iki ayrı suç oluşacağı...................................................................
İzin tecavüzü suçunun mükerrer olup olmadığı...............................
İzin tecavüzünde birlikte kaçtığı kızın reşit olmasını beklemenin
mazeret kabul edilmeyeceği.............................................................
İzin tecavüzünde iken Bl.Astsubayı ile görüşüp 2 gün sonra
birliğine dönen sanığın izin tecavüzü eyleminin temadisinin
görüşme tarihinde kesilmeyeceği.....................................................
403
656
474
228
512
684
187
236
240
286
178
224
248
-KKamu davasının reddi - Aynı eylemden dolayı disiplin
mahkemesinde yargılanma...............................................................
Kamu davasının reddi - Aynı eylemden dolayı iki ayrı dosya
yapılması...........................................................................................
Kamu davasının reddi - Eylemin aynı olup olmadığının
araştırılması gerektiği.......................................................................
Karar düzeltme isteminin reddi kararına karşı Başsavcılığın itiraz
hakkının bulunduğu..........................................................................
Kendisini askerliğe yaramayacak hâle getirme suçunun özel kastla
işlenebileceği....................................................................................
Kesin hüküm kuralı..........................................................................
Kesinleşmiş hükümlerin infazında lehe kanun uygulaması.............
Kıbrıs’ta ada içi izinli olan sanığın Rum Kesimine geçmesi eylemi
ASCK’nın 67/1-B maddesine uyar..................................................
Kısa karar ile hüküm fıkrası arasındaki farklılık.............................
Koğuş nöbetçisine taarruzun görevli memura müessir fiil suçunu
oluşturacağı......................................................................................
VIII
515
505
508
574
282
512
547
269
543
339
Koğuş nöbetçisinin İç Hizmet Yönetmeliğinde belirtilen Koğuş
Nöbetçi Onbaşısı sayılamayacağı....................................................
Konusu suç teşkil eden emir............................................................
Kreş personeline ait SSK primlerini mal edinmenin zimmet değil
emniyeti suiistimal suçunu oluşturacağı..........................................
Kule nöbetçi astsubayı olan sanığın kız arkadaşını uçuş kulesine
getirip sabaha kadar sohbet etmek suretiyle uçuş emniyetini
tehlikeye sokmasının ASCK’nın 136’ncı maddesinde belirtilen
suçun oluşacağı...............................................................................
335
175
363
406
-MMağdur astın tek gözünün kaybının, ASCK’nın 118/2’nci
maddesinde düzenlenen “daha ziyade vahim hâl” kapsamında
değerlendirilmesi gerektiği...............................................................
Memura intisap iddiasıyla menfaat sağlamak..................................
Memuriyet görevini ihmal................................................................
Müessir kuvvet sarfının TCK’nın 260'ıncı maddesindeki suçu
oluşturacağı......................................................................................
Müteselsil suç...................................................................................
Müteselsil suç - Aynı anda iki üstün eşyalarını
çalmak...............................................................................................
Müteselsil suç - Otuz gün arayla gerçekleşen çalma eylemleri........
352
662, 667
660
167
500
646
648
-NNispî kanuna aykırılık - Cezaların toplanmasında ve fer’î ceza
tayininde hata...................................................................................
Nöbet yerinden sonra götürüldüğü doldur-boşalt istasyonunda
tüfeğini havaya doğru ateşleyen sanığın eyleminin mazarratı
mucip nöbet talimatına aykırı hareket suçunu oluşturacağı.............
Nöbetlerini teslim almak için yürüyüş kolunda ilerleyen erlerin
henüz amir sıfatını kazanmadığı......................................................
Nöbette içki içip kurcaladığı tabanca ile kendisini yaralayan sanık
astsubayın eyleminin mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı
hareket suçunu oluşturacağı.............................................................
Nöbette rahatlamak için havaya ateş etme fiilinin askerî eşyayı
özel menfaatinde kullanmak suçunu oluşturacağı...........................
557
397
345
399
361
-OOnaylanan izin belgesini almadan izne ayrılan ve geç dönen sanık
astsubayın eyleminin firar olmayıp izin tecavüzü suçunu
oluşturacağı......................................................................................
IX
246
-PPsikiyatri uzmanının nöroloji konusunda mütalâa beyanı...............
447
-RRüşvet verenin faal nedameti sadece rüşvet suçundan
sorumsuzluğunu gerektirmeyip, ayrıca vermiş olduğu paranın da
iadesini gerektirir.............................................................................
394
-SSanığın vareste tutulma hakkı hatırlatılmasına karşın istinabe
mahkemesinde itirazda bulunmadan savunmasını yapması
duruşmalara katılmak istemediği anlamına geldiği.........................
Sarkıntılık suçunun ASCK'nın 30’uncu maddesinde sayılan
suçlardan olmadığı...........................................................................
Sevk erlerine ait iaşe paralarını mal edinip sahte tevzi bordroları
düzenlemenin ihtilâsen zimmet suçunu oluşturduğu.......................
Sevk tehir bitim tarihi bildirilmeyen Yd.Sb.Adayı için TRT
duyurularının tebliğ yerine geçmeyeceği.........................................
Sevk zamanını kapsayan istirahat raporunun mazeret oluşturacağı.
Sivil memur sanığın askerî mahalde işlediği memura hakaret
suçuyla ilgili davaya askerî mahkemede bakılacağı........................
Sivil memurun nöbetçi subayına yönelik hakaret eyleminin amire
hakaret suçunu oluşturacağı.............................................................
Sivil sanıkların askerî eşyayı gizlemek suçuna ilişkin yargılamanın
ASCK’nın 192’nci maddesi uyarınca adlî yargı yerine ait olduğu..
Son söz - Müdafii konuştuktan sonra “son sözü” saptanmamış olan
sanığın savunma hakkı kısıtlanmıştır...............................................
Son söz - Önce sanığın sonra askerî savcının beyanının tespitinden
sonra son söz verilmeden direnme hükmü tesisi bozmayı
gerektirir...........................................................................................
Son söz - Sanığın beyanının tespitinden sonra son söz verilmeden
direnme hükmü tesisi bozmayı gerektirmez.....................................
Son söz - Sanığın savunmasının tespitinden sonra son söz
verilmeden hüküm tesisi bozmayı gerektirmez................................
Son söz - Sanığın ve sonrasında müdafiînin beyanının tespitinden
sonra son söz verilmeden direnme hükmü tesisi bozmayı
gerektirmez.......................................................................................
Son söz - Son söz verilip duruşmanın tetkik için ertelenmesinden
sonra karar oturumunda son söz verilmeden hüküm tesisi bozmayı
gerektirmez.......................................................................................
X
467
171
368
192
202, 217
416
167
427
495
499
490
492
497
500
Son yoklama günü geçtikten sonra yapılan tebligatın geçersiz
sayılamayacağı................................................................................
Suç başlangıç tarihi - 45 günlük deprem izin hakkı tanınmadan suç
başlangıç tarihinin belirlenmesi maddî vakıanın yanlış tespiti olup
bozmayı gerektirir.............................................................................
Suç başlangıç tarihi - Tereddüt bulunmadığı durumlarda izne
giderken KTM’ye uğranıp uğranmadığının araştırılmasına gerek
olmadığı............................................................................................
Suç başlangıç tarihi hatası................................................................
Suç başlangıç tarihinin hatalı belirlenmesinin bozmayı
gerektirmediği..................................................................................
Suç bitim tarihindeki hatanın düzelterek onama yoluyla
giderilebileceği.................................................................................
Suç bitim tarihindeki hatanın düzelterek onama yoluyla
giderilemeyeceği..............................................................................
Suç tarihindeki hata..........................................................................
Suç vasfındaki hata nedeniyle görev noktasından bozma
kararlarına karşı askerî mahkemelerin direnme haklarının
bulunduğu.........................................................................................
Süresinde ödenmeyerek muaccel hâle gelen takside bağlı para
cezalarında artırım yapılmasını öngören kuralın suç tarihine
bakılmaksızın derhâl uygulanacağı..................................................
220
257
244
543
242
561
567
533
236
681
-TTanıklıktan çekinme hakkı bulunduğu hâlde ifade veren kişilerin
daha sonra bu haklarını kullanmaları hâlinde ifadelerin hükme
dayanak yapılamayacağı .................................................................
TCK 47’nci madde kapsamındaki psikolojik rahatsızlıkların izin
tecavüzünde mazeret oluşturacağı...................................................
TCK’nın 254’üncü maddesinde düzenlenen suçun oluşabilmesi
için, memuru görevine ait bir işi yapmaya yahut yapmamaya
zorlamak için şiddet veya tehdit kullanılması gerektiği...................
TCK’nın 345’inci maddesindeki suç belgenin kullanılması ile
oluştuğundan, sahte belgenin askerî mahal dışında kullanılması
nedeniyle yargılama görevi adliye mahkemelerine aittir.................
Tebligatın ana, baba, kardeş veya sair akrabadan herhangi birine
sıra gözetilmeksizin yapılabileceği...................................................
Tebligatsız yükümlüler için suç başlangıcı belirlenirken 15 gün
hazırlık süresi tanınıp ayrıca bu süre sonunda sevk gününün de
hesaba katılmayacağı........................................................................
Tebliğnamenin tebliği......................................................................
XI
483
233
420
424
212
222
441
Tebliğnamenin tebliği sırasında firarda olan sanığa tebliğ yapılmış
sayılacağı..........................................................................................
Tek hâkimin katılımıyla tesis olunan kararın sanığın hükümden
sonra subay naspedilmesi nedeniyle bozulması gerekir...................
Temel cezanın alt sınırdan uzaklaşılarak belirlenmesinde
gösterilen gerekçe............................................................................
Temyiz isteminin mevcut olup olmadığı.........................................
Terhisli asker kişilerin de ASCK’nın Ek-6’ncı maddesi
kapsamındaki suçlarına askerî mahkemelerde bakılacağı................
Ticaret yapmak suçunun “tekerrürü hâlinde” cümlesi uyarınca
mahkûmiyet kararı verilebilmesi için önceki suçun cezasının
ertelenmemiş olması gerekir............................................................
Toplu asker - Eğitim sonrası uygun adımda yemekhaneye giden
topluluğun hizmet nedeniyle toplandığının kabulünün gerektiği....
TSK İç Hizmet Kanununun 115’inci maddesi.................................
TSK’dan Çıkarma fer’î cezasının sarkıntılık suçunu işleyenler
hakkında verilmesinin takdire bağlı olduğu.....................................
Türk Vatandaşlığını kaybeden sanık yönünden işlediği firar
suçunun zaman aşımı vatandaşlığın kaybı tarihinde başlar.............
444
422
607
553, 555
339
414
330
167
171
188
-ÜÜste fiilen taarruz - Demir çubukla saldırının tehlikeli aletle üste
fiilen taarruz suçunu oluşturacağı.....................................................
Üste hakaret - Şaka sırasında sarf edilen sözde hakaret kastı
bulunmadığı......................................................................................
Üstü tehdit - Amiri telefonla tehdit ettikten sonra havaya ateş eden
sanığın eylemlerinin iki ayrı suçu oluşturacağı................................
Üstü tehdit - Sarf edilen sözlerin saygısızlık disiplin suçunu
oluşturacağı......................................................................................
337
291
289
288
-YYakalanma hâli - Otogara gitmek üzereyken ele geçme olgusunun
araştırılması gerektiği.......................................................................
Yalan tanıklığa sevk.........................................................................
Yargılamanın yenilenmesi - Hükümlünün kimliğindeki yanlışlığın
düzeltilmesi.......................................................................................
Yargılamanın yenilenmesi - İçtihatlarda oluşan değişikliğin yeni
vakıa olmadığı..................................................................................
Yasal savunma süresi geçmeden sorgu tespitinin usulsüzlüğüne
ilişkin bozma ilâmından sonraki yargılamada istinabe
mahkemesine gönderilen talimat ekinde iddianamenin yer almamış
olması bozmayı gerektirmez.............................................................
XII
276
670
602
598
472
Yazılı delillere karşı sanığın diyeceklerinin sorulmaması ve
uygulamada yerleşik bir aşama olan soruşturmanın genişletilmesi
safhasında sanığa söz hakkı tanınmaması bozmayı gerektirir..........
Yazılı emir - Takdire ilişkin husus...................................................
Yd.Sb.Bakayalığı suçunda askerlik kararının dosyaya
konmamasının noksan soruşturma teşkil etmediği...........................
Yd.Sb.Öğretmenin istirahat sonunda görevine başlamamasının
firar suçunu oluşturacağı..................................................................
Yurt dışındaki gemiden firar suçunun cezasının ayrıca seferber
olma nedeniyle artırılamayacağı......................................................
487
604
205
230
265
-ZZarar doğuran emre itaatsizlik - Buldukları roket mühimmatı ile
oynayıp yaralamaya neden olan sanıkların eyleminin taksirle
yaralamaya neden olmak suçunu oluşturacağı.................................
Zatî tabancanın kaybı, askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçunu
oluşturmaz........................................................................................
Zimmet.............................................................................................
XIII
333
358
672
XIV
ADİL YARGILANMA HAKKI VE
TÜRK CEZA YARGILAMASI(*)
Prof.Dr. Doğan SOYASLAN
Çankaya Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Öğretim Üyesi
Kavram ismi her ne kadar yargılama olsa da, adil yargılanma kavramı
sadece son soruşturmayı kapsayan bir kavram değildir. Ön soruşturmayı da
kapsamına almaktadır. Aslında suçun belli bir kimseye isnadından itibaren tüm
yargılama prosedürünü kapsamaktadır.
Hatta o kadar ki, özel hukuk, anayasa ve idare hukukları ve askerî
yargılamada bu kavram içine girmektedir.
İddia ve müdafaanın eşitliği içinde delillerin alenen tek tek
tartışılmasına izin veren soruşturmanın her aşamasında sanığın haklarının
korunmasına özen gösteren çekişmeli, alenî ve hukuka bağlı yargılamayı adil
yargılama olarak vasıflandırmak mümkündür.
Kavram Amerikan Hukuku kökenlidir. Amerikan Anayasasına konulan
ek maddelerle (15 ARALIK 1791) “bütün ceza davalarında sanık suçun
işlendiği eyalet ve daha önce yasaca saptanacak bölgenin tarafsız bir jürisi
tarafından, hızlı ve kamuya açık yargılanmak suçlamanın türü ve nedeni
konusunda bilgi sahibi olmak kendi aleyhindeki tanıklarla yüzleştirilmek kendi
lehinde tanıklar sağlamak için tanıkların zorla mahkemeye getirilmesi ve
savunma için bir avukat tutma hakkına sahip olacaktır” (6’ncı Değişiklik).
“Kişilerin üstlerinin evlerinin, belgelerinin ve eşyalarının gereksiz aranması ve
bunlara el konulmasına karşı bağışıklıkları ihlâl edilemeyecek ve yemin ve
beyanla desteklenen, muhtemel bir nedene dayanan ve özellikle aranacak yeri,
tutuklanacak kişiyle konulacak eşyaları belirlemeyen bir müzekkere
çıkarılamayacaktır.” (4’üncü Değişiklik)
Amerikan Hukukuna da kökleri 1215 tarihli Magna Carta’ya kadar
uzanan İngiliz hukukundan geçmiştir.
İlke, İkinci Dünya Savaşının sonunda kabul edilerek 10.12.1948
tarihinde açıklanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin
yayımlanmasından sonra Kara Avrupa’sı hukukuna girmeye başlamış daha
sonra 4.11.1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin imzalanmasıyla
hukukî nitelik kazanmıştır.
Gerçekten adı geçen bildirinin 3’üncü maddesinde kişinin güvenlik
hakkı “yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.” 5’inci
maddesinde işkence yasağı “hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce insanlık
(*)
23.05.2003 tarihinde Askerî Yargıtayda gerçekleştirilen “Adil Yargılanma
Hakkı” konulu sempozyumda sunulan bildiridir.
1
dışı ve onur kırıcı davranışlarda bulunamaz veya ceza veremez”. 8’inci
maddesinde yargı yoluna başvurma hakkı, 9’uncu maddesinde keyfî olarak
yakalanmama ve tutuklanmama hakkı, 10’uncu maddesinde bağımsız ve
tarafsız bir mahkeme önünde adil yargılanma hakkı “herkesin hak ve
hükümlülükleri belirlenirken ve kendisine herhangi bir suç yüklenirken tam bir
eşitlikle davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık
olarak görülmesini isteme hakkı” düzenlenmiştir.
Birleşmiş Milletler Bildirisi imzacı devletleri mevzuatlarını bildiri ve
ekleri doğrultusunda düzenlemeye ve değiştirmeye götürür. Böyle bir
yükümlülük kaynağını uluslar arası örf ve âdetlerden almaktadır.
İnsan Hakları ve Avrupa Sözleşmesi de adil yargılanma hakkı 6’ncı
maddesinde düzenlenmiştir. Evrensel bildirinin 10’uncu maddesine göre
kapsam daha geniştir. Bunun nedeni bildiriye göre sözleşmenin daha bağlayıcı
nitelikte olmasıdır.1 Daha sonra aynı ilke medenî ve siyasal haklar uluslar arası
sözleşmesinin 14’üncü maddesinde yer almıştır.
Adil yargılanma hakkının uluslar arası belgelere geçiş sebeplerinden
birincisi insan hakları ve özgürlüklerine dayanan barış içinde yaşayan bir dünya
kurmak isteyiş, 2’nci Liberal ve demokrat devletlerin İkinci Dünya Savaşını
kazanmaları ve bu devletlerin dünyada egemenliklerini sürdürmeleridir.
Gerçekten Birinci Dünya Savaşının Avrupa’ya getirdiği yıkım
Versailles anlaşmasının sadece galipleri tatmin edişi ve Sovyetler Birliğinde
Marksist bir partinin ihtilâl yoluyla iktidara gelmesi, İtalya ve Almanya’da aşırı
sağ partilerin demokratik yoldan iktidara gelerek siyasî ve ekonomik iktidara
son vermek ve yeni bir dünya düzeni kurmak için demokrasiye son vermeleri
yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmaları savunma haklarını kısıtlamaları
insanlar arasında kan köküne dayanan ayrım yapmaları, ceza ve ceza usul
hukuklarını kendilerine göre yok olmaz sayılan kutsal devletleri korumak siyasî
muhaliflerini ortadan kaldırmak için kullanmaları ve İkinci Dünya savaşının
patlak vermesi ve savaşta İngiliz-Amerikan ittifakının galip gelmesi, barışı
arayan Avrupa’ya da İngiliz Amerikan hukukunun girmesine neden olmuştur.
Elbette her egemen güç kendi hukukunu beraberinde getirecektir. Anglo Sakson
hukukuna ceza usul hukukunda itham sistemi denilir. Bu hukuka göre ceza
hukukuyla özel hukuk o kadar kesin hatlarla ayrılmamıştır. Hatta benim
anladığım idare hukuku da özel hukuk içerisinde yer alır.
Cumhuriyet savcısı yoktur. Ancak Public Procetur denilen bir memur
ve bunun yayında suçtan zarar gören mağdur vardır. Mağdurun rolü büyüktür.
Mağdur kendi tanığını bilirkişisini mahkemeye getirebilir. Public Pocetur’un
rolü savcı gibi değildir. Sanık kendisini savunacak delilleri koyar. Mahkemeye
tanıklarını ve bilirkişisini getirebilir. Savunmasını bir avukat aracılığı ile
1
Bu bağlayıcılık nedeniyle İngiltere sözleşmenin açık ve net bir şekilde
düzenlenmesini, 6’ncı maddenin üçüncü fıkrasına beş ayrı hak ilâve edilmesini
talep etmiştir. Söreder-Yenisey Peukert Ceza Mahkemesinde “Fair Trial” ilkesi
İst 1999 s.8
2
yaptırabilir. Nitekim Türk Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 213’üncü ve
215’inci maddelerinde ön görülen tanık ve bilirkişi getirmeye ilişkin hükümler
Anglo Sakson hukukundan gelmiştir.
Hâkim veya mahkemenin rolü hakemliktir. Resen araştırma yetkisi
sınırlıdır. Görülüyor ki bu hukuk herkesin kendi göbeğini kestiği hukuktur.
İnsanın önce kendisine güvendiği hukuktur. İtham sistemine dayanan hukukta
yüzlerce maddelik kodlar mevcut değildir. Tabiî suç, tabiî hukuk denilen hukuk
mahkeme kararlarıyla asırlar içinde hâkimler tarafından oluşturulmuştur.
Yargılama alenîdir. Sözlüdür, çekişmelidir. Yargılama somut olayın verilerine
göre yapılır.
Yer yer genel ilkeleri temel prensipleri içeren kanunlar yapılmıştır.
Ancak bu ülkeler hukuk ve hukukçularına göre kanun koyucunun her konuyu
düzenlemesi mümkün değildir. Ayrıca böyle bir düzenleme adil ve eşitlikçi
olmayabilir. İtham sistemine dayanan hukuk aslında kaynağını orta çağda
yargılama yetkisinin paylaşıldığı hukuktur. Gerçekten 1215 yılında İngiliz
kraliyeti ile senyörlerinin anlaşması uyarınca kişi özgürlüğünü kısıtlama yetkisi
senyörlerde kalmış kraliyet yargıçlarına güvenilmediği için jüri ihdas olmuştur.
Avrupa’dan özgürlük için kaçan ve çoğunluğu anavatanları İngiliz
hukukunun etkisinde kalan ve İngiltere kraliyetine karşı sömürge olmaktan
kurtulma mücadelesi veren Amerikan halkı merkezi iktidara karşı güvensiz
olacak ve özgürlüklerini teminat altına almakta savunmaya imkân veren tarafsız
bir mahkemece adil bir şekilde yargılanmasını isteyecektir.
İtham sisteminin kişi haklarını daha iyi koruduğu hususunda hukukçular
arasında ittifak mevcuttur. İtham sisteminin karşılığı tahkik sistemidir. Bu
sistem aşağı Roma döneminde esirler ve alt kat hırsızlarına uygulanmış olsa da
tarih sahnesine 13.yy. çıkmıştır. Papa III.İnnocent zamanında kilise
mahkemelerinde uygulanmıştır. Elbette Tanrı adına yargılama yapan din
adamları yanılmazlardı, adil olurlardı. Çünkü Tanrıya temsil ediyorlardı.
Kararları tartışılamazdı. Hâkim hem mahkeme, hem savcı hem de kamu
düzenini yeniden temsile görevliydi. Daha sonra 15.yy.dan itibaren bu sistemi
tanrı adına idare eden kraliyet uygulamaya başladı. Elbette uygulamacı olanlar
kral adına yargıçlardı. Düzeni sağlamakla hem savcılar hem de yargıçlar
görevliydi. Soruşturma ve yargılama gizli dosya üzerindendi. Keyfîlik
egemendi. Gerçeğe ulaşmak zorunda olan hâkim ve savcı delil araştırabilirdi.
Araştırılan delil sanık lehine ve aleyhine olurdu2. Kara Avrupa’sında güçlü
merkezi devletlerinde gelişen bu sistem 18.yy. sonlarında kişi güvenliğini
sağlamak amacıyla yazılı hukuka (kanunîlik) geçti. Ancak eskiden kral adına
hâkim tarafından dağıtılan adalet şimdi Cumhuriyet adına dağıtılmaya başlandı.
Savcı ve Hâkim Cumhuriyetin hâkim ve savcısı oldu. Hem sanığı hem mağduru
hem de kamu düzenini korumakla görevlendirildiler.
2
Bouzat p.et.pinalet j.Tratie’de droit penal et de criminologie Tome II. Deuxieme
edition Paris 1970 s.896
3
19.yy. gerçekleştirilen kanunlaştırılma hareketleriyle suç olabilecek her
konuyu ve prosedürleri düzenlediler. Aydınlık çağa kadar yazılı kurallara
Kraliyet ordunencileri tarafından konuluyordu. Aydınlık çağdan sonra
parlamentolar tarafından konulmaya başlandı. Elbette kural koyan parlamento
somut olaya göre kural koymuyordu. Genel ve eşit ve soyut idi konulan kural.
Mağdur mağduriyetini gidermek ister, bu sonra ve hâkimin işbirliği ile gerçeğe
ulaşılır. Ama sistem soyuttur. Somut olayda adaleti sağlamayabilirdi.
Aslında adil yargılanma hakkı itham sisteminin, tahkik sistemine veya
karma sisteme üstünlüğünün ifadesidir.
Adil yargılanma hakkının düzenlendiği 6’ncı maddesinin ilk fıkrası
şöyledir: “Medenî hak ve yükümlülükleri veya hakkında herhangi bir suçlama
karara bağlanırken herkesin, yasayla kurulmuş bağımsız ve yansız bir mahkeme
tarafından makul bir süre içinde adil ve açık bir yargılanmaya hakkı vardır.
Hüküm açık olarak verilir. Ancak demokratik bir toplumda genel ahlâk, kamu
düzeni ya da ulusal güvenlik gerekçeleriyle ya da ergin olmayanların çıkarları
veya tarafların özel yaşamları tersini gerektirdiğinde ya da açıklığın adaletin
yerine gelmesini zedeleyeceği özel koşullarda mahkemelerce kesinlikle gerekli
görüleceği ölçüde bir duruşmanın tümü veya bir bölümü basına veya halka
kapalı tutulabilir”. Adil yargılanma kelimesinden, adil yargılanmaya ilişkin
ilkelerin sadece mahkeme önünde duruşmada uygulanacağı akla gelebilirse de,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kişiye “suç isnat niteliği taşıyan kişiyi zanlı
statüsüne sokan ve suç işlediği tahmin edilen kişinin hukukî durumunu önemli
şekilde etkileyen her türlü bildirimin uygulamasından itibaren adil yargılama
ilkelerinin uygulanacağına karar vermiştir.3
Adil yargılanmaya ilişkin altıncı maddenin ilk fıkrası İngiliz hukukuna
özgü genel hüküm niteliğindedir. Çünkü bütün hukuk dallarına ilişkin
yargılamayı kapsamaktadır. 6’ncı maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında yer
alan haklar uyulması mutlaka gereken minimum normlardır.
A-) II ve III. FIKRALARDA DÜZENLENEN HAKLAR
1- SUÇSUZLUK KARİNESİ
Kendisine suç isnat olmuş kişi mahkûm oluncaya kadar masum sayılır.
Bu ilke ön soruşturma için de son soruşturma için de geçerlidir. İsnat
mahkûmiyetin kesinleşmesine kadar sürer. Sanığın kendi aleyhinde ifade
vermeye ya da suçlu olduğunu ikrara zorlanmama hakkı, isnatla ilgili susma
hakkı suçsuzluk karinesinden kaynaklanmaktadır.
Suçsuzluk karinesi yargıçların ve jürilerin bir davada ön yargıda
bulunmaktan sakınmasını gerektirir. Kamu görevlileri, özellikle savcı ve
polislerin, araştırma ve soruşturmaları boyunca veya yargılama sonuçlanmadan
sanık hakkında suçlu veya suçsuz şeklinde açıklama yapmamaları anlamına da
3
Öztürk davası GH.73.21 No 55 EUGRİ 1985 62 = NYW 1985 .1273
4
gelir. Polisin şüpheliler hakkında açıklama yapması suçsuzluk karinesinin ihlâli
anlamına gelmez.
Sanığın suçluluğunu ispat yükü iddia makamına aittir. Eğer makul bir
şüphe varsa, sanık suçlu bulunmamalıdır. Arama, el koyma ve tutuklama gibi
koruma tedbirlerinin suçsuzluk karinesine aykırı olduğu düşünülebilir. Bu
tedbirlerin alınması suçsuzluk karinesine aykırı değildir. Çünkü aleyhine bu
tedbir alınan kişi yargılama sonunda beraat edebilir. Esasen bu tedbirlerin
alınması işlenen suçun ağırlığına, sanığın kaçma ve delilleri ortadan kaldırma
ihtimalinin varlığına sanık hakkında haklı şüphe sebepleri ve suçu işlediğine
dair kuvvetli belirtiler olmasına bağlıdır.
Demek ki söz konusu koruma tedbirlerinin alınması ile işlendiği iddia
olunan suç sanığın yargı önüne çıkarılabilmesi ve sanığın suçluluk ihtimalî
arasında bir oran aranmaktadır.
Suçsuzluk karinesi konusunda Türk Hukukunda bir sorun olduğu
kanaatinde değilim. En azından hukukî düzeyde durum budur.
2- İSNADIN BİLDİRİLMESİ
Gözlem altına alınan veya tutuklanan kimse özgürlüğünden yoksun
bırakılma sebepleri hakkında hemen bilgilendirilecektir. Bunun sebebi hak
arama yollarını açmaktır. Meselâ tutuklamaya itiraz, hâkim önüne çıkma istemi
gibi.
Bilgilendirme gözlem altına almanın maddî ve hukukî temellerini
açıkça içermelidir. Genel gerekçelere dayanmamalıdır. Meselâ ulusal güvenlik
gerekçesi soyuttur ve çok geneldir. Keza cinayet sanığı olarak arandığının
söylenmesi de yetmez.
Olay hakkında maddî vakaların aktarılması ve buna uygulanacak
hukukî kalıbın bildirilmesi gerekir ki, şüpheli sanık itiraz ederek hakkını
arayabilsin. Aksi durum adil yargılanma hakkını ihlâl edecektir. Bildirim teknik
bir lisan ile olmamalı sanığın anlayacağı kendi düzeyinde bir lisanla olmalıdır.
Eğer Türkçe bilmiyorsa bir çevirmen aracılığı ile bildirilmelidir.
Bildirme işlem yapılır yapılmaz derhâl ayrıntılı olmalıdır. Ayrıntıdan
kast edilen isnat edilen maddî olayın detaylarıyla bildirilmesidir. Buna bağlı
olarak olay için öngörülen hukukî kalıbın da bildirilmesidir. Türkiye de isnadın
bildirilmesi konusunda da hukuken bir sorun olduğu kanaatinde değilim.
3- SORUŞTURMANIN HAZIRLANMASI İÇİN YETERLİ
ZAMAN VE KOLAYLIKLAR TANINMASI
Adil yargılanmanın temellerinden birisi de kendisine suç isnat olunan
kimsenin savunmasını hazırlaması için yeterli zaman ve kolaylıklara sahip olma
hakkıdır. Eğer şüpheli veya sanığın avukatı varsa aynı imkâna kendisi de sahip
olmalıdır.
Yeterli zaman ve kolaylıklara sahip olma hakkı silâhların eşitliği
ilkesinden kaynağını alır. Yargılamanın her aşamasında, hatta yargılama öncesi
herhangi bir üst başvuru yolu da dâhil hem sanığı hem de avukatına tanınır. Bu
5
hak öncelikle tutuklu sanık için önemli olan avukatı ile gizli iletişim kurmasına
izin verilmesini de gerektirir.
Savunma hazırlamak için yeterli zaman, yargılamanın safhasına ve her
davanın somut koşullarına bağlıdır.
Zamanın yeterliliği davanın karmaşıklığı sanığın ve avukatın delillere
ulaşması ve ulusal mevzuatta saptanmış zaman sınırı gibi etkenlere göre ölçülür.
Eğer sanık savunma hazırlamak için izin verilen zamanın (avukatı ile
görüşmek ve belgeleri incelemek dâhil) yetersiz olduğuna inanıyorsa savunma
hazırlamak için zamanın yetersiz olduğu gerekçesiyle yargılamanın
ertelenmesini talep edebilecektir.
Savunma hazırlamak için yeterli kolaylıkların sağlanması hakkı sanığa
ve avukatına davaya hazırlanmalarına yardımcı olacak ya da sanığın kendisini
temize çıkarabileceği ya da gerekirse cezanın hafifletilmesini sağlayabileceği
gerekli tüm bilgi ve belgelerle diğer delillere ulaşma imkânı verilmesini
gerektirir.
Savunma hazırlamak için yeterli kolaylıkların sağlanması hakkı sanığın
savunmasını hazırlama ve sunusu sırasında bağımsız bilirkişilerden görüş alma
hakkını da kapsar. Türk hukukunda müdafie savunmayı hazırlamak için her tür
kolaylığın sağlanmış olduğunu görüyoruz. Müdafii hazırlık evrakı ile dava
dosyasının tamamını inceleme ve istediği evrakın bir suretini harçsız olarak
alma hakkına sahiptir (CMUK 143/1).
Müdafiin hazırlık evrakını incelemesi veya hazırlık evrakından suret
alması hazırlık soruşturmasının gayesini tehlikeye düşürebilecek ise savcının
talebi üzerine sulh hâkimi kararıyla hazırlık soruşturması sırasında bu hak
kısıtlanabilir (CMUK 143/2).
Yakalanan kişinin veya sanığın sorgusunu içeren tutanak ile bilirkişi
raporları ve yakalanan kişi veya sanığın hazır bulunmaya yetkili olduğu diğer
adlî işlemlere ilişkin tutanaklar hakkında 2’nci fıkra hükmü uygulanamaz
(CMUK 143/3).
Müdafiin alabileceği bilgi ve belgeler sanık tarafından öncelikle
alınabilecektir.
Savunmaya hazırlık ve savunma kolaylığı açısından Ceza
Muhakemeleri Usul Kanunundan kaynaklanan bir sorun yoktur. Ancak başka
kanunlarda sorun devam etmektedir. Meselâ 3005 sayılı meşhut suçların
muhakeme usulü kanunu (suçüstü kanunu), delillerin polis ve Cumhuriyet
savcısı tarafından toplanarak 3 gün içinde mahkemeye dava açması (muh. mad.
4/ son) öngörmektedir. Anayasa gözaltı süresini 48 saat ile sınırladığına göre
süre 3 gün olmayacaktır. 2 gün olacaktır. Bu 2 günde sanık veya müdafii nasıl
savunma hazırlayacaktır.
Esasen meşhut suçların muhakemesi kanunu suçun işlenmesiyle
bozulan kamu düzenini süratle yeniden tesis amacını gütmektedir. Amaç bu
olunca kaynağında dengesizlik vardır. Yani iddia tarafı doğuştan güçlüdür.
Silâhlar doğuştan amaçta eşit değildir.
6
Savunma için gerekli zamanın tanınması bir tarafa her ne kadar son üç
yılda çıkarılan uyum yasalarıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanununda
sanık lehine birçok değişiklik yapıldıysa da hâlen sanığın polis veya savcı
tarafından sorgusu sırasında müdafii bulunmamaktadır. Bu durum savunma
hakkına zarar vermektedir.
4- MÜDAFAA HAKKI - KENDİ KENDİNİ MÜDAFAA
VEYA MÜDAFAA SEÇME HAKKI:
Hakkında suç isnadında bulunan kimse bizzat ya da avukatı aracılığı ile
kendisini savunma hakkına sahiptir.
Bu kimse kendi seçtiği bir avukatın yardımını alma, eğer ödeme gücü
yoksa adaletin yararı gereği ücretsiz olarak kendisine bir avukat atanma hakkına
sahiptir.
Sanık kendisini bizzat savunabilir. Bu nedenle duruşmalarda hazır
bulunabilir.
Avukat tutma hakkı mahkeme tarafından kendisine bildirilir. Avukat
tutma imkânı yoksa mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın
yardımından yararlanılabileceği kendisine hatırlatılmalıdır. AİHM‘e göre ulusal
mahkemeler avukat atarken kesinlikle sanığın isteklerini göz önünde
bulundurmalıdır. Bununla birlikte mahkemeler, adalet yararına yeterli gerekçeyi
bulurlarsa bu istekleri göz ardı edebilirler.4
Hukukî yardım alma hakkı hazırlık soruşturması ve duruşma öncesi
aşamaları da içinde olmak üzere ceza muhakemesinin bütün aşamalarında
uygulanır. Sanık duruşmalarda hazır bulunmak istememiş de olsa, avukat
tarafından temsil edilme hakkı uygulanır. Sanık avukatıyla gizli iletişim hakkına
sahiptir. Yetkililer bu tür iletişimin gizli kalmasını sağlamak zorundadırlar.
Yetkili şahıslar ister yüz yüze ister telefonla ya da yazılı olsun gözetim
altındaki kimselerin avukatıyla gizli görüşmesi ve iletişimi için yeterli zaman ve
kolaylıklar sağlamalıdır. Böylesi görüşmeler ya da telefon konuşmaları gözle
izlenebilir, ancak dinlenemez.
Tutulan ya da hapsedilen bir kişiyle avukatları arasındaki iletişim
teşebbüs hâlindeki ya da tasarlanan bir suçla bağlantılı olmadıkça, aleyhe kanıt
olarak kullanılamaz.
Avukatlar müvekkillerini hakları ve yükümlülükleri ile hukuk sistemi
konusunda bilgilendirmelidirler.
Atanan avukat isnat edilen suçu savunma bilgi ve deneyimine sahip
olmalıdır. Avukat savunmada yetersiz ise değiştirilmelidir.
Haklarında suç isnadı bulunan kişileri temsil eden avukatlar, görevlerini
yerine getirirken veya görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle taciz veya tehdit
edilmemelidirler. Bu konuda Devlet otoriteleri gerekli tedbirleri alırlar.
4
Croissant v.Almanya (62/1991/314/385/) 25.9.1992 s.12
7
Türk Ceza Muhakemeleri Hukukunda sanık istemez ise avukat
bulundurulmaz, mecburî müdafilik sistemi kabul edilmemiştir. Kabul edilse
daha mı iyi olurdu?
Hiç şüphesiz müdafii bir denge unsurudur. Mahkeme ve iddia
makamları karşısında. Her hâlde müdafisiz bir yargılamada mahkeme ve iddia
makamını daha da rahattır. Ancak sistemin mantığında hâkimin ve savcının
sanık lehine veya aleyhine gerçeği araştırma mecburiyeti vardır. O hâlde sistem
bunun üstüne oturunca ceza davalarında avukata ne gerek vardır
denebilmektedir.
Müdafaa hizmetinin bir anda avukata verilen paraya bağlı olduğu göz
önüne alınırsa mahkemenin seçtiği avukatın savunma için ne kadar zaman
harcayacağı ayrı bir sorundur. Barolardan alınan paraların avukatları tatmin
etmediği de sabittir.
Öte yandan isteğe bağlı olarak mahkeme tarafından Baro aracılığı ile
tayin olunan avukata baro tarafından ödenen ücret hükümlü tarafından geri
ödenmektedir. Baronun rücu hakkı vardır. Bu durum uygulamada avukat
istenmemesinin önemli bir nedenidir.
Bir diğer sorun seçilen avukatın savunduğu suça ilişkin bilgi ve
deneyiminin ne derece var olduğudur. Bana öyle geliyor ki bu hususa dikkat
olunmamaktadır.
Avukat ile mahkeme ve hâkim ilişkileri de önemlidir. Bazı mahkeme ve
hâkimler otoriterdirler. Müdafii bu otoriteye ters düşmemek için bazen bildiğini
söylemekten kaçınmaktadır. Toplumun sosyo-hiyerarşik yapısı oraya da
yansımaktadır.
Pozitif norm bazında Türkiye’de önemli bir suç oranı oluşturan memur
suçluların yargılanması 4483 sayılı Memurların Yargılanması Hakkında Kanuna
göre yapılmaktadır. Ön incelemeyi yapan muhakkik ön soruşturmayı yapan
savcının yetkisine sahiptir( mad.6). O hâlde sanığa avukat bulundurma hakkını
hatırlatmak zorundadır. Ancak uygulamada memurun ne susma hakkı ve ne de
avukat bulundurma hakkı hatırlatılmamaktadır.
Uyum yasalarının yaptığı -son üç yılda- iyileştirmelere rağmen Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin görev alanına giren suçlarda sanığın sorgusu
sırasında avukat bulunmamaktadır. Her hâlde yakın bir gelecekte bu sorun
çözülecektir.
Sanığa iddianamede gösterilen suçun temas ettiği kanun maddelerinde
belirtilen cezadan daha az bir ceza verilmesini gerektiren hâllerde davetiyeye
rağmen, duruşmaya gelmezse ek savunma verilmeyecektir. Keza suç vasfının
lehe değişmesi hâlinde de ek savunmaya gerek yoktur.
Bu hükümler savunma hakkını zedeler niteliktedir (CMUK
mad.258/son). Çünkü lehe olan durumlarda da hukuken göz önüne alınacak
başka hususlar bulunabilir.
Duruşma sırasında sanığın yeni bir suçunun ortaya çıkması hâlinde
savcının talebi ve sanığın muvafakatiyle her iki dava birleştirilebilir. Yeter ki
8
aynı mahkeme yetkili ve görevli olsun (mad.259). Gerekli hassasiyet
gösterilmezse burada da müdafaa hakkı zarar görebilir.
Keza duruşmaya gelmeyen sanığın evvelce sorgusunun yapılmış olması
hâlinde, gıyabında hükmün verilmesi de savunma hakkını zedeler niteliktedir
(CMUK mad.224/2). Çünkü son söz ne olursa olsun sanığın olmalıdır.
5- TANIK DİNLETME VE SORGULAMA HAKKI
Hakkında suç isnadı bulunan herkes kendi lehine tanık dinletme ve
aleyhindeki tanıkları sorgulama ve sorgulatma hakkına sahiptir.
Savunma hakkının temel unsuru sanığın tanık dinletme ve sorgulama
hakkıdır. Öte yandan silâhların eşitliği bunu gerektirir.
Nasıl ki iddia makamı tanıkları duruşmaya gelmeye zorlamakta, onları
sorguya çekmekte, aynı yetkiyi sanığa da tanımak gerekmektedir. Oysa bu
mümkün değildir. Bu hakkın özü şudur: Sanık lehine olan tanıkları dinletecek
aleyhe olan tanıklara itiraz edebilecektir. Her ikisine de soru soracaktır. Tanıklar
hem iddia ve hem de müdafaa tarafından sorgulanacak mahkeme tanık
ifadelerini ve bunlara yapılan itirazları dinleyecektir.
Sanığın savunma hazırlamak için yeterli zaman ve kolaylıklara sahip
olma hakkı iddia tanıklarını sorgulamaya hazırlama hakkını da kapsar. Savcı
duruşmada dinletmeyi plânladığı tanıkları savunmaya önceden ve yeterli bir
şekilde bildirmekle yükümlüdür.
Aleyhe olan tanıkları sanığın sorgulayabilmesi için tanık ifadelerinin
alenî ve sanığın hazır bulunduğu bir duruşmada alınması gerekir.
AİHM bir kararında “ bütün kanıtlar normal olarak tartışmalı yargılama
için sanığın huzurunda alenî bir duruşmada sunulması gerekir” demiştir.5
AİHM “iki anonim tanığın ifadesine karşın savunma tarafının yazılı
sorular yöneltmesine rağmen savunmanın tanığın kimliğini bilmediği için
güvenilirliğini sınamadığından dolayı sanık hakları ihlâl olunmuştur demiştir”.
Mahkemeye göre sanık tanıkların kimliklerini bilmiyordu. Alenî yargılanma
yapılarak tanıkların hâl ve tavırları sanık tarafından gözlenmemişti.6
CMUK 3/1, 215’inci maddelerinde sanığın doğrudan doğruya getireceği
tanıklar ve bilirkişiler düzenlenmiştir. Ancak bunun uygulaması Türkiye’de
yoktur. Bu iki hüküm itham sisteminden gelmiştir.
Türkiye’de tanık ve bilirkişiler mahkeme aracılığı ile getirilmektedirler.
Önemli bir tanığın getirilmesi bilirkişiye gidilmemesi bozma sebebidir.
5
Van Mechelen ve Diğerleri v. Hollanda (55/1996/674 861-864 23.04.1997 s.51
Windisch Davası 27.09.1990,186 Seri A II; bk.Kostovski v. Hollanda
28.11.1989,166 seri A.20
6
9
6- ÇEVİRMENDEN YARARLANMA HAKKI:
Hakkında suç isnadı bulunan herkes mahkemede kullanılan dili
anlamıyor ya da konuşamıyorsa çevirmenden yararlanabilir. Sanık çevirmene
ücret ödemek zorunda değildir. Çevirmen yazılı belgeleri de karşılıklı olarak
tercüme eder. Çevirmen mahkemenin dili ile sanığın dili arasında karşılıklı
olarak çeviri yapar. Eğer çeviri olmazsa sanık savunmasız kalır. Bu da
karşısında bulunan iddia makamı lehine sanık aleyhine dengesizlik doğurur.
Sonuç olarak bu durumda adil yargılanma hakkı zarar görür.
Çevirmen hakkı, kendini savunma hakkının ve savunma hazırlamak için
yeterli zaman ve kolaylıklardan yararlanma hakkının bütünleyici bir parçasıdır.
Çevirmen hakkı polis sorgusu hazırlık araştırması ve soruşturması dahil ceza
yargılamasının bütün aşamalarında uygulanır.
İnsan hakları komitesi çevirmenden ücretsiz yararlanma hakkından
yabancıların yararlanması yanında vatandaşların da yararlanabileceğini kabul
etmiştir. Ancak sanık mahkemenin dilini yeterli derecede anlıyor ve
konuşabiliyorsa mahkemenin ücretsiz çevirmen sağlama yükümlülüğü yoktur.
7- B- I. FIKRADA DÜZENLENEN HAKLAR:
Fıkrada yer alan haklar hukukun tüm yetkili dallarına ilişkindirler.
1. Yasayla kurulmuş yetkili bağımsız ve yansız bir mahkeme
tarafından yargılanma hakkı.
Adil yargılanma ilkesinin temel şartı olarak, bir davada karar verme
sorumluluğu bulunan yargı yerinin hukuken kurulmuş olması gerekir. Bunun
yanında mahkeme yetkili ve bağımsız ve tarafsız olmalıdır.
a) Mahkemenin yetkililiği:
Bir davaya bakan mahkeme hukuken kurulmuş olmalıdır. Hukuken
kurulmuş bir mahkeme anayasa ya da yasa koyucu tarafından çıkarılmış başka
bir yasal düzenlemeyle kurulmuş ya da örf ve adet hukuku tarafından
oluşturulmuş olabilir.
Bu ilkenin sonucu ceza davalarında belli bir olayın yargılanması için
özel mahkeme kurulamayacaktır.
Mahkeme davaya bakmaya yetkili olmalıdır. Bu yetkiyi kanun belirler.
Bu yetkililik kişi konu ve yer yönündendir.
b) Mahkemenin Bağımsızlığı:
Yargılama yapan mahkemenin bağımsızlığı belli bir davada karar
vermek durumunda olanların önüne gelen meseleyi olaylara dayalı ve hukuka
uygun olarak yargılamasıdır. Devletin herhangi birinin ya da başka bir yerin
herhangi bir müdahalesi baskısı ve etkisi olmaksızın karar vermekte özgür
10
olmaları anlamına gelir. Yargının bağımsız olması için Devlet iktidarı
bölüşülmüş olmalıdır. Buna güçler ayrılığı adı verilir. Atanmaları ve yer
değiştirmeleri, görevde kalmaları konusunda iktidar karşısında güvenceye
kavuşturulmuş olmalıdır.
Demokratik bir toplumda yargı yerlerinin bağımsızlığının kaynağı
güçler ayrılığıdır. Yargı organı ve yargıçlar önlerindeki davalarda karar vermek
için kimseden emir almamalıdırlar.
Yargı organı ve yargıç hem devletin hem de özel kişilerin
müdahalelerine karşı korunmuş olmalıdırlar. Bağımsızlık Devlet tarafından
güvence altına alınmalıdır. Hukuk tarafından düzenlenmiş olmalıdır.
Yargının bağımsızlığından söz etmek için af, cezaların indirilmesi veya
değiştirilmesi dışında hiç kimsenin müdahale etmemesi gerekir.
Yargı bağımsızlığı adaletin gerçekleştirilmesiyle görevli kişilerin iddia
makamından tamamen bağımsız olmasını da gerektirir.
AİHM, bir yargı yerinin bağımsız olup olmadığını belirlerken karar
verenlerin yürütme organının emirlerine tabi olup olmadıklarına bakmaktadır.
Avrupa komisyonu İsuarene Askerî Mahkemesinin adaleti yerine
getirirken üstlerine karşı sorumlu olmadıkları gerekçesiyle bağımsız olduğuna
karar vermiştir.7
Buna karşılık AİH Mahkemesi 9.6.1998 tarihinde İncal, 28.10.1998
tarihinde çıraklar davasında DGM hâkimlerinden birinin asker olması nedeniyle
bağımsız hâkim güvencesinin ihlâl edildiğine karar vermiştir.
Hâkimlerin atanması, görev yerlerinin değiştirilmesi, meslekte
ilerlemeleri, özlük hakları siyasî iktidardan bağımsız kuruluşlarca
gerçekleştirilmeli yargıçlara yeterli ücret verilmelidir.
Yargı bağımsızlığı kişilerin hukuk eğitimi almalarını ve yargıç olarak
seçilmelerini de gerektirmektedir.
Yargıçlar
görevlerini
suiistimal
nedeniyle
görevlerinden
uzaklaştırılabilirler. Disiplin ve ceza kovuşturmasına tabi tutulabilirler. Ancak
görevlerini yaparken ihmalleri nedeniyle başkalarına zarar verirlerse haklarında
hukukî tazminat davası açılmaz.
c) Mahkemenin Tarafsızlığı:
Olayı inceleyip karar vermek durumunda olan mahkeme ve yargıç
tarafsız olmalıdır. Tarafsızlık adalet sisteminin temelidir. Tarafsızlık davada ön
yargısız olmak demektir. Yargılamanın taraflardan birisi lehine
neticelenmesinde yargıcın menfaatinin bulunmaması demektir. Tarafsız hâkim
hukuku iyi bilmek zorundadır. Mahkemece tarafların aynı ve eşit gözle
görülmesi demektir.
7
Sutter J.İsviçre (8209/78) 1 Mart 1979, 16 DR 166, s.174
11
Kararlar sadece kanıtlara dayanarak verilmeli olaylara uygulanabilir
nitelikteki yasa hükümleri uygulanmalıdır. Hiçbir yerden müdahale, kısıtlama
ikna çabası baskı ya da tehdit gelmemelidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafsızlığa objektif ve sübjektif
yönlerden bakmaktadır. Sübjektif tarafsızlık hâkimin işlemlerini yaparken taraf
tutması ön yargılı olması adam kayırma ve kollamasıdır.
Objektif tarafsızlık ise, mahkemenin kurum olarak sanığa kişiye verdiği
güven ve tarafsız görünümdür. Eğer mahkeme sanıkta tarafsız bir intiba
uyandırmıyorsa tarafsızlığından kuşku duyulur. Tarafsızlığı güvencesi yargıcın
reddi yoludur.
Gelelim tarafsızlık ve bağımsızlık hususunda Türk Hukukuna: Hâkim
olmak için hukukçu olmak şarttır. Ciddî bir meslekî sınavdan geçmektedirler.
Hiç olmazsa bir kaç yıldan beri durum budur. Atanmaları tayin ve terfileri
Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından gerçekleştirilmektedir. Adalet Bakanı
kurul başkanıdır. Ancak mahkemelere icraatları dolayısıyla emir veremez.
Müsteşarın oyu ile beraber bakanın oyunun sayısı yedi üzerinden
düşünüldüğünde atamalarda görev yeri değişikliğinde siyasî nüfuzun olabileceği
akla gelebilir.
Tarafsızlık konusunda değinilmesi gereken bir husus da Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin durumudur. Bu mahkemeler anayasal nizam, millî
güvenlik, ülke bütünlüğüne karşı işlenen suçları yargılamak amacıyla
kurulmuşlardır. Mahkeme belli bir amaç için kurulunca hakem mahkeme
olmaktan çıkmakta, sanığın hatta birçok kimsenin gözünde tarafsız
olamayacakları ileri sürülmektedir. Keza mahkemenin belli amaç için kurulması
onların tarafsızlığını etkiliyor mu benim için soru işaretidir.
Bu mahkemelere bir zamanlar Türkiye’nin ihtiyacı vardı. O zaman bir
hizmet ifa etmişlerdir. Avrupa Birliğine aday Türkiye’nin ihtiyacı var mıdır?
Bana yoktur gibi gözüküyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre sanığa suç
isnadından itibaren adil yargılanma ilkeleri uygulanacaktır. Peki memurların ve
kamu görevlilerinin yargılanmasına dair 4483 sayılı Yasa uyarınca
yargılanmaya izin veren Vali, Kaymakam hukukçu mudur?. Ceza yargıcı
mıdır?. Soruşturmayı yapan ve geniş ölçüde Valinin vereceği kararı etkileyen
muhakkik hukukçu mudur?. Valiye karşı bağımsız mıdır?. Politikacıya karşı
bağımsız mıdır?. Çoğu zaman hayır.
İtiraz makamı olarak inceleme yapan bölge idarî mahkemesi yargıçları
hukukçu mudur?. Ceza hukukuna ne derece vakıftırlar? Çoğu zaman cevap
menfidir.
O hâlde memurun yargılanması hakkında kanun adil yargılanma
ilkeleriyle bağdaşan nitelikte değildir. Memurların memuriyet derecesine göre
yargılanmasının da bir mantığı yoktur. Bunun anlamı genel savcılara ve
mahkemelere güvensizliktir.
Keza anayasa mahkemesi ceza yargılaması yapmaktadır. Hukukçu
olamayan hâkim bunu yapamaz. Kendisinde hâkim nitelik ve donanımı yoktur.
12
O hâlde ceza işleri Yargıtayın bir dairesinde yargılanmalı veya Anayasa
Mahkemesinde ikinci bir daire kurulmalı ceza işle bu daire tarafından
yargılanmalıdır.
2. Makul Sürede Yargılanma Hakkı:
Ceza yargılaması makul süre içinde başlamalı ve bitirilmelidir. Bu
gereklilik yersiz gecikme olmadan yargılama hukuku ile sanığın savunma
hazırlamak için yeterli süre ve kolaylıklara sahip olma hakkının
dengelenmesiyle gerçekleştirilir.
Hakkında bir suç isnat bulunan bir kişinin tutuklu olması hâlinde
devletin davayı hızlandırma yükümlülüğü fazladır. Sanık tutuklu ise makul
yargılama süresinin daha az olduğu kabul edilmektedir. Makul süre aşılırsa suça
isnat edilen kişinin serbest bırakılması gerekir.
Ceza davalarında hızlı yargılama güvencesi, kişi özgürlüğü, suçsuzluk
karinesi ve kendini savunma hakkıyla ilişkilidir. Bu güvence, hakkında suç
isnadı bulunan bir kişinin kaderinin yersiz bir gecikme olmadan belirlenmesini
sağlamayı hedeflemektedir.
Makul sürede yargılanma hakkı aynı zamanda fazla zamanın
geçmesiyle tanıkların hafızasının zayıflaması ya da bozulması tanıkların
bulunamaması veya diğer kanıtların tahrip olması ya da kaybolması gibi
nedenlerle kişinin savunmasının zayıflamamasını amaçlamaktadır. Bu güvence
sanığa yapılan küçük düşürücü isnadın ve sanığın karşı karşıya kaldığı
belirsizliğin daha fazla uzatılmamasını amaçlamaktadır. Bu sürenin makul olup
olmadığı her davanın kendi koşulları içinde belirlenir. Bunun için ulusal
mevzuata sanığın tutuklu olup olmadığına bakılır. Davanın karmaşıklığı sanığın
ve yetkililerin tutumu dikkate alınacak unsurlar arasında yer alır.
Davanın karmaşıklığı bakımından yargılamanın makul süre içinde
bitirilip bitirilmediği incelenirken birçok etmen dikkate alınmaktadır.
İşlenen suçun niteliği ve ağırlığı, sanığa isnat edilen suç sayısı
yargılamayı gerektiren soruşturmanın niteliği, suça iştirakle suçlanan kişi ve
tanıkların sayısı bu etmenler arasında yer alır.
Avrupa Mahkemesi 703 sanık ve 607 suç fiilî bulunan bir davada ek
derece mahkemesindeki yargılamanın yaklaşık 8,5 yıl sürmüş olmasını makul
sürede yargılanma olarak kabul etmiştir.
Sanık ceza yargılamasında işbirliği yapmaya zorlanamaz ancak kaçma
girişimleri, kaçmalar, kasıtlı engellemeler makul sürenin hesabında göz önüne
alınır.
Kanun otoriteleri yargılamayı hızlandırmakla görevlidirler. Eğer
kendilerinin ihmalî nedeniyle yargılama ilerlemezse soruşturma yargılamanın
durmasına yol açarlarsa ya da belli işlemleri makul olmayan bir sürede
tamamlayacak olurlarsa geçen süre makul sayılmaz.
Türk Hukukunda çoğu zaman yargılamaların kısa sürede bittiği kabul
edilemez.
13
3. Doğrudan Doğruyalık İlkesi:
Adil yargılanma kapsamında değerlendirilen bir diğer ilke de doğrudan
doğruyalık ilkesidir. Gerçekten mahkeme veya yargıç delillere doğrudan
doğruya aracıya gerek olmadan 5 duyusuyla ulaşmalı ve değerlendirmeyi ona
göre yapmalıdır. Tanığı ve sanığı bizzat dinlemeli olay yerini bizzat
keşfetmelidir.
Mahkeme veya yargıç sanık ve tanığın ifadelerini alırken hâl ve
hareketlerini izler güvenilir mi, güvenilmez mi, yüz ifadesi, göz ifadesi,
davranış şeklî, izah tarzına dikkat eder tüm bunlar gerçeğe ulaşmada yarar
sağlarlar.
Bugünkü ceza muhakemelerine baktığım zaman doğrudan doğruyalık
ilkesine aykırı birçok işlem görmekteyiz. Meselâ istinabe yoluyla naip hâkimlik
yoluyla tanık sanık dinlemek keşif yapmak gibi.
Duruşmalara süre, ara verilmesi de keza tanık ifadelerinin ve olayın
unutulmasına neden olmakta dolayısıyla yargının isabetine gölge
düşürmektedir.
4. Alenî Muhakeme Hakkı.
Kural olarak duruşmalar alenîdir. Aleniyet yargısal sürecin adil ve
bağımsız olması için temel bir koruyuculuk olup ayrıca halkın adalete güven
duymasını sağlamaktadır.
Aleniyet yargının denetlenmesinin nedenidir. Duruşmaları izleyen halk
böylece adaleti denetler. Adaletin bağımsız tarafsız işleyip işlemediğini görür.
Mahkemeler halka duruşmaların zamanı ve yeri hakkında bilgi vermeli
ve ilgili kişilerin inceleyebilmeleri için makul sınırlar için yeterli kolaylıklar
sağlamalıdır.
Üst mahkemelerde yargılamanın alenî olup olmaması üst yargılamanın
niteliğine bağlıdır.
İHAS’a göre eğer üst yargı olayı maddî yönden de inceliyorsa yargı
alenî olabilir. Ancak ilk derece mahkemesinde yargı alenî yapılmışsa üst
mahkemede yargılama alenî olmayabilir. Zorunluluk yoktur.
Alenî yargılama sonunda hüküm de alenî verilir. Ancak demokratik bir
toplumda genel ahlâk, kamu düzeni, ulusal güvenlik, küçüklerin ve tarafların
özel yaşamlarının korunması gerekleri nedenleriyle mahkeme duruşmayı
kısmen veya tamamen kapalı yapabilir.
5. Duruşmalarda Hazır Bulunma Hakkı:
Hakkında suç isnadı bulunan herkes aleyhindeki iddiaları dinlemek ve
savunma yapmak için ilk ve üst derece mahkemeleri önündeki duruşmalarda
hazır bulunmak hakkına sahiptir.
Duruşmalarda hazır bulunma hakkı, kendini savunma hakkının
bütünleyici bir parçasıdır.
14
İlk derece mahkemesi önündeki duruşmalarda hazır bulunma hakkı,
etkililere (mahkemeye) sanığı veya avukatını duruşmanın yer ve zamanı
hakkında yeterli bir süre önceden bilgilendirme, sanığın hazır bulunmasını
isteme ve sanığı usulsüz bir biçimde duruşma dışında bırakmama görevini
yüklemektedir.
Duruşmanın sulh ve sükûn içinde yürümesine engel olan sanığın
duruşmada bulunma hakkı geçici olarak sınırlanabilir.
Sanık duruşmada bulunma hakkından vazgeçebilir bu vazgeçme açık
tercihen, yazılı olmalıdır.
Sanığın haberi olmadan, yargılama yapmak mümkün değildir.
Yargılamadan bir şekilde sanık haberdar olmalıdır ki, mahkemeye Avukat
gönderebilsin veya bizzat kendisi gelebilsin.
Durum bu olunca CMUK 269 ve devamı maddelerinde öngörülen
gıyapta yargılanma, adil yargılanma hükümleri ile bağdaşır nitelikte değildir.
6. İstinaf ve Temyiz Hakkı :
Bir suç işlemekten dolayı mahkûm olan herkes, mahkûmiyeti ve cezası
daha yüksek bir yargı yeri tarafından denetlenmesi hakkına sahiptir.
Bu hukuk iki şekilde karşımıza çıkar. İstinaf ve temyiz hakkı olmak
üzere.
İstinaf hakkı, olayın maddî ve hukukî yönden incelenmesi hakkıdır.
Yani sabit olup olmama ve hukukî yönden istinaf insan hakları sözleşmesinde
düzenlenmiştir. Ancak sözleşmeye 7 nolu protokol ile ilâve edilmiştir. Bu fiilî
iki derecede yargılanmasını ifade etmektedir.
Denetim daha yüksek bir yargı yerinde gerçekleştirilmelidir.
İstinaf ve temyiz yargılaması sırasında adil yargılamanın tüm gerekleri
yerine getirilmelidir.
İHA Mahkemesi, beş yıl hapis cezasına çarptırılan bir sanığa, son
temyiz başvurusu sırasında avukat atanmamasının haklarını ihlâl ettiğini
belirtmiştir. Mahkeme sanığın bir avukatın yardımı olmaksızın hukukî
konularda yeterli bir şekilde savunmasını ileri süremeyeceği ve böylece de
adaletin etkili bir biçimde kendisini savunamayacağından adaletin yararının
yetkilileri temyiz sırasında sanığa bir avukat atamakla yükümlü kıldığını
belirtmiştir.8
İstinaf mahkemelerinin yokluğu Türk hukuku için bir eksikliktir. Ancak
öyle görünüyor ki yakın gelecekte kurulacaktır.
8
Maxvell V. Birleşik Krallık (31/1993/426/505)28.10.1994 Boner v.Birleşik
Krallık (30/1993/425/504)
15
8- İŞKENCE VE KÖTÜ MUAMELE SONUCU ELDE
EDİLEN KANITLARIN DOSYADAN ÇIKARILMASI
VE KULLANILAMAMASI:
İşkence veya kötü muamele sonucu elde edilen kanıtlar kötü
muameleye maruz kalana karşı kullanılamaz. Ancak işkenceciye karşı
kullanılabilir. Bunun sebebi batı demokrasilerinin insan onuruna
dayanmalarıdır. Temel değerin insan oluşudur.
CMUK işkence ve kötü muamele sonucu elde edilen deliller sanığın
rızası olsa bile kullanılamaz demektedir (CMUK mad.135/a). 3842 sayılı
kanunun 13’üncü maddesi bu madde Alman yargılama usulünden alınmıştır.
1992 yılında getirilen bir diğer değişiklik de “soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz”
hükmüdür. Bu hüküm İtalyan hukukundan gelmiştir.
Anglo-Sakson hukuku işkence dışında hukuka aykırı delillere oran
açısından bakmaktadır. İhlâl ile elde edilen delilin koruduğu hukukî yarar ile
ihlâlin doğurduğu zarar arasındaki farkı göz önüne almaktadır. Meselâ hukuka
uygun olarak başlayan arama geceleyin de devam etmiş, geç saatlerde sanık
tarafından adam öldürmede kullanılan tabanca elde edilmiştir. Bu delil
kullanılmıştır. Çünkü ölenin zararı evi hukuka aykırı şekilde arananın
zararından güvenlik daha ağırdır. Buna karşılık tabanca işkence ile elde
edilseydi kullanılamayacaktı. Çünkü bu durumda zararlar arasında denge
mevcuttur.
İtalyan usul kanunun 191’inci maddesi “hukuka aykırı şekilde elde
edilen deliller” başlığını taşımakta içeriğinde ise “kanunun koyduğu yasağın
ihlâliyle elde edilen deliller kullanılamaz” denmektedir. Meselâ işkence etmek
yasaktır. İşkence suretiyle elde edilen delil kullanılamayacaktır.
Başkasının telefonunu dinlemek yasaktır. Dinlemek suretiyle elde
edilen delil kullanılamayacaktır.
Aslında kanaatimce CMUK 254/2’nci Mad.135/a maddesini de
kapsamına almaktadır. Kanaatimce bu iki maddenin içeriği bilinmeden
hukukumuza ithal olunmuştur.
B-) N E T İ C E
İnsan Hakları Sözleşmesinin kabulünden sonra hukukumuza giren
mahkemenin yargı yetkisini kabulden sonra karşımıza çıkan adil yargılanma
hakkı Anglo-Sakson hukuku kökenlidir. İtham (mağdur ve kamu görevlisi)
savunma-hâkim-hakem-üçlüğüne dayanır. İtham ve savunma hakem huzurunda
kendi göbeklerini kendileri keserler.
Bu sistemin insan haklarını daha iyi koruduğunda doktrin ve uygulama
müttefiktir.
16
Peki, Türkiye’deki uygulama gayri adil miydi? . Bizim sistem de elbette
bize ve Kara Avrupa’sına göre adil idi. Adalete hak ve görev yüklemede insan
vicdanının tatmini dersek Anglo-Saksonların vicdanı kendi şartlarında Kara
Avrupalılarının vicdanları da kendi şartlarında tatmin olmalılar ki kendi
ülkelerine kendilerini tatmin eden bir hukuk düzeni kurmuşlardır. Hiç kimse
kendilerine gayri adil bir hukuk düzeni empoze etmemiştir.
Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir dünya ve yeni bir hukuk
düzeni gerekince elbette hukuk düzeni egemen bir hukuk düzeni olacaktı.
Nitekim oldu da. Egemen hukuk düzeninin ekonomik anlamda da dünya
liderliğini almasıyla insan haklarından yana olan rejimlerin üstünlüğüne tarih
hak verdi. Türkiye ve Kara Avrupa ülkeleri insan hakları sözleşmesi ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi kararları doğrultusunda hukuklarını değiştirme
yolunu tuttular.
Meselâ İtalya 1999 tarihli anayasa değişikliği ile adil yargılanma
ilkesini kapsamına almıştır. Bu doğrultuda Türkiye son üç yılda bir kaç defa
anayasa değişikliğine gitmiştir. 1992 yılından bugüne Ceza Muhakemeleri Usul
Kanunun ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanununun bazı hükümleri
değiştirilmiş ve yeni hükümler eklenmiştir.
Anayasanın 13’üncü maddesinde öngörülen ölçülülük veya orantılılık
ifadeleri özgürlüklerin sınırına ilişkin olup Anglo-Sakson kökenlidir. Peki
özgürlükleri yazılı kurallarla sınırlayan Kara Avrupa’sı ülkeleri bu oranı göz
önünde tutmamışlar mıydı?. Anayasada meydana getirilen kişi güvenliği can ve
mal güvenliği özgürlükler mahkemeler teşkilatına ilişkin tüm değişiklikler adil
yargılanma hakkına ilişkindirler.
4771 sayılı Kanun İnsan Hakları Mahkemesi kararından sonra
yargılamanın iadesini öngörmüş yeni bir iadei muhakeme sebebi ihdas etmiştir.
Kanunun ihdas ettiği bu yola iadei muhakeme denmiştir. Söz konusu kanuna
göre tazminat şayet tatmin etmiyorsa ilk derece mahkemesi yargılama yapacak
yeni vereceği karar ile davalının mağduriyetini giderecektir.
Aslında bunun adı Türk hukukuna göre olsa olsa temyizden sonra insan
hakları kanun yolu veya temyiz üstü temyiz olurdu.
Ancak Anglo-Sakson hukuku içinde iadei muhakeme yolu olabilir.
Çünkü İHAM maddî olay yargılaması yapmakta ve Türk mahkemesinin kararını
bozarken bir takım maddî vakaların göz önüne alınmayışını bozma sebebi
saymaktadır. Yani Türk hukukunun uygulanan yazılı kuralları bu hukuk için
birer maddî olgudan ibarettir.
Bu süreç bundan sonra da devam edecektir. Nitekim yakın geçmişte
temyiz edilen davalar hakkında Cumhuriyet Başsavcılığının tebliğnamesinin bir
hafta içerisinde cevap vermek üzere sanığa veya sanık müdafiine tebliğ edilmesi
kabul edilmiştir.
Peki, burada savcı sanık menfaatini düşünmüyor mu? Pekâlâ,
düşünüyor o zaman bu çözüm savcıya güvensizlik değil mi? Evet.
Peki, savcıya tanınan olağan üstü itirazın karşılığını sanık-müdafiine de
tanıyacak mısınız?
17
Keza tashihi kararda savcı üstünlüğünü sanık müdafiine tanıyacağının
yeni haklarla dengeleyecek mi siniz?
Dengelemeniz gerekir.
Bundan sonra Türkiye İHAM kararlarını doğrudan uygulayacaktır. Dahi
yazılı kural ile çelişirse ne olacak bu uygulama? Elbette yazılı kural bir tarafa
atılacak mahkeme kararlarına uyulacaktır.
İngiliz sistemi hükümde başkasına güvenmeyen kendine güvenen bir
sistemdir. Bu sistem Türkiye’de yürür mü? Sanık kendi tanığını getirebilir mi?,
kendi bilirkişisini getirebilir mi? Olay yeri keşfi yaparak delil toplayabilir mi?
Devlet zoru olmadan veya hatır, gönül, para olmadan Türkiye’de kimse gelmez.
Belki Anglo-Saksonlarda da para ile geliniyor ancak mahkeme zoruyla
gelebilir. Mağdur ceza iddiasını nasıl kanıtlayacak sanık suç işlemediğini nasıl
kanıtlayacak? Bunların elinden birilerinin tutması gerekmez mi? Kanaatimce
gerekir.
Hâkimin resen araştırma yetkisini elinden alır ise gerçek nasıl
bulunacaktır.
Gelelim Türk sistemine. Çok mu iyi? Savcı ben davamı açayım hâkim
ne yaparsa yapsın demiyor mu? Beraat oranı Türkiye’de az mı? Delilleri hukuk
eğitimi olmayan çoğu ortaokul lise mezunu polis ve jandarma toplamıyor mu?
Savcılar sadece ölüm olduğunda müdahale etmiyorlar mı?
Sanık hatalarının bilincinde mi? Mahkeme otoritesi karşısında ne derece
konuşabiliyorlar. Otoriter bir sosyal yapıda müdafaa bile hâkime ters düşmek
istemiyor.
Mesele kural meselesi değil, insan meselesi insanın doğa ile ilişkilerini
izah meselesi. Tekno ekonomik açıdan geri kalmak veya gelişmek meselesidir.
Tekno-ekonomik yönden gelişmiş ülkeler kendi kurallarını yaratmakta
ve bunu geri kalanlara empoze etmektedirler.
Türkiye Tanzimat’tan son yıllara kadar Kara Avrupa’sını izledi. Şimdi.
Kara Avrupa’sı ile beraber Amerika’yı izlemektedir.
O hâlde sorun tekno-ekonomik yönden lider olmaktadır. Yoksa lider
olanları izlemeye mahkûm olursun.
Lider olmak için de insanımızın kafasının eşya ile entegre olması
gerekir.
18
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ MADDE 6/3-a
UYARINCA İSNADIN BİLDİRİLMESİ VE TÜRK HUKUKU(*)
Doç. Dr. Metin FEYZİOĞLU
Ankara Ü.Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Usul Hukuku
Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi
PLÂN
Sunuş
I. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 6/3-a
1. Genel Olarak
2. İsnadın mahiyet ve sebebi
a. İsnadın sebebi
b. İsnadın mahiyeti:
3. İsnadın etraflıca açıklanması
4. İsnadın sanığın anladığı dilde bildirilmesi
5. İsnadın en kısa zamanda bildirilmesi
II. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ve Askerî Mahkemeler Kuruluşu
ve Yargılama Usulü Kanunu’na Göre İsnadın Bildirilmesi
1. İsnadın iddianamenin tebliği suretiyle bildirilmesi
a. İddianamenin unsurları
b. İddianamenin tebliği
2. Yargılama sırasında vasıf değişikliğinin mahkemece
bildirilmesi
3. Cezanın arttırılmasını icap edecek hâllerin ilk kez
duruşmada ileri sürülmesi ve bunların bildirilmesi
4. Cumhuriyet savcısının sanığın yeni bir fiilden dolayı
yargılanmasını duruşmada istemesi
SONUÇ YERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
Sunuş
İsnat, ceza kanunu tarafından suç olarak öngörülmüş bir fiilin bir kimse
tarafından işlendiğinin iddia makamınca ileri sürülmesi, bu fiilin o kişiye
bağlanmasıdır.1 Kamu davasının açılması, ceza kanunu tarafından yasaklanmış
bir fiilin sanık tarafından işlendiğinin, Cumhuriyet savcısı tarafından ona isnat
(*)
23.05.2003 tarihinde Askerî Yargıtayda gerçekleştirilen “Adil Yargılanma
Hakkı” konulu sempozyumda sunulan bildiridir.
1
Kunter-Yenisey, Cilt I, s. 267.
19
olunması demektir. Böylece, mahkemenin huzuruna, yargılanması gereken bir
uyuşmazlık getirilmiş olur.
Son soruşturmada mahkeme, iddia ve savunma makamlarının
görüşlerini dinlemek ve değerlendirmek, böylece, çelişme yöntemini uygulamak
suretiyle uyuşmazlığı çözecektir. İddianın karşısında savunmaya yer
verilmediği sürece, maddî ve hukukî sorunun ceza muhakemesinin amacına
uygun bir şekilde çözüldüğü kabul edilemez. Çünkü kısaca belirtmek gerekirse,
ceza muhakemesinin amacı, adlî yolla maddî ve hukukî sorunu çözmektir.2 Adlî
yol ise, adil yargılama3 kurallarına uyulmasını gerektirir.
Hakkındaki isnadı bilmeyen bir sanığın kendini savunması mümkün
değildir. Bu nedenle, isnadın bildirilmesi ilkesi, ceza muhakemesinin temel
ilkelerindendir. Sanığa kendini savunma imkânı tanınmaz ise, iddianın
karşısında savunmaya yer verilmemiş demektir. Savunma olmazsa, çelişme
yöntemi uygulanamaz, adil yargılamadan söz edilemez.
İsnat, sanığın savunma yapabilmesini sağlamak amacıyla bildirildiğine
göre, bildirimde, sanığın hangi fiilî, nerede ve ne zaman işlemekle suçlandığının
ve bu fiilin hukukî vasıflandırmasının açıklanması gereklidir.4
Aşağıda isnadın bildirilmesi konusu, önce AİHS mad.6/3-a
çerçevesinde incelenecek, sonra bu konu, Türk Hukuku’nda son soruşturma
açısından ele alınacaktır. Türk Hukuku açısından yapılacak incelemelerimizde,
konuyla ilgili CMUK ve AYUK hükümleri açıklanmaya çalışılacaktır. İsnadın,
dava açılmasından önce de bildirilmesi mümkün ve gereklidir. Ancak aşağıda
görüleceği üzere AİHS mad.6/3-a kamu davasının açılmasıyla birlikte
kullanılabilen bir hakka yer verdiğinden, Türk Hukuku’na yönelik tespit ve
açıklamalarımız, son soruşturma safhasıyla sınırlı tutulacaktır. Ayrıca şahsî
davada isnadın bildirilmesine de, bu davanın istisnaî bir dava türü olması
nedeniyle, metin içerisinde yer verilmeyecektir.
2
“....bugünün muhakeme hukukunda şu üç hedefe birlikte varılmağa çalışılmak
gerektiği haklı olarak söylenebilir: hakikatın araştırılması, insanlık onuruna saygı
gösterilmesi, masumları cezalandırma riskinin azaltılması” (Kunter-Yenisey, Cilt
I, s. 25). "
3
“Adil yargılanma” 4709 sayılı Kanunla Anayasa mad. 36’ya girinceye değin,
AİHS’nin İngilizce metnindeki "fair trial" tamlamasını, “dürüst muhakeme”
şeklinde tercüme ediyorduk. Böylece hem "adalete yalnız adlî yolla ve hileye
başvurulmaksızın ulaşılması gerekliliği”ni hem de "yalnız yargılamayı yapan
yargılama makamının değil, iddia makamının da dürüst olması gerektiği"ni
vurgulamış oluyorduk. Bu konuda bk. Feyzioğlu, Vicdanî Kanaat, s.69 dan. 197.
Bir yargılamanın, adil olmasına rağmen, dürüst olmayabileceği, bu nedenle
“dürüst yargılanma” denilmesi gerektiği konusunda bk. Dönmezer, s.19. Bundan
böyle, içeriğini “dürüst muhakeme” olarak anlamak kaydıyla, Anayasa’daki
terminolojiye sadık kalarak, “adil yargılanma” diyeceğiz.
4
Özgen, s.119.
20
I. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 6/3-a
1. Genel Olarak
AİHS’in 6’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasının (a) bendine göre her sanık,
“Şahsına tevcih edilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda,
anladığı dille ve etraflıca haberdar edilmek” hakkına sahiptir. Sözleşmenin
İngilizce orijinal metni incelendiğinde5, (a) bendindeki hakkın, ceza davasının
açılmasıyla birlikte kullanılabilecek bir hak olarak düzenlendiği görülmektedir.6
İsnadın bildirilmesinin amacı, sanığın savunma hakkını kullanmasını
temin olup, 3’üncü fıkranın (a) bendi, adil yargılanma hakkını düzenleyen 6’ncı
maddenin bütünü içerisinde değerlendirilmelidir. Esasen, 6’ncı maddenin
3’üncü paragrafında sayılan “garantiler”, aynı maddenin 1’inci paragrafında yer
alan adil yargılanma hakkı içerisinde yer alırlar.7 Bu itibarla, sanığa isnadın
bildirilmediği bir yargılama, adil olarak kabul edilemez.8
Bu çerçevede, isnadın bildirilmesi, sanığın, savunmasını hazırlamak
için gereken zaman ve kolaylıklara sahip kılınmasını hükme bağlayan (b) bendi
ile de doğrudan ilişkilidir.9
Bildirimde uyulması zorunlu bir şekil yoktur;10 yazılı veya sözlü
yapılabilir. Bildirimin, iddianamenin tebliği suretiyle de yapılması mümkündür.
Çünkü iddianame, ceza davalarında belirleyici öneme sahip bir belgedir ve bu
belgenin tebliğiyle birlikte sanık, kendisine yöneltilen suçlamanın hukuksal ve
maddî sebepleri hakkında bilgilendirilmiş olur.11 Her ne kadar AİHS, bildirimin
şeklinin nasıl olacağı konusunda bir hüküm içermese de, maddî olayın, sözlü
bildirim hâlinde anlaşılması güç, karmaşık parçalardan oluşması hâlinde,
bildirimin yazılı yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Böyle bir kabul,
bildirimdeki amaca da uygun olacaktır. Ayrıca sanığın bildirimin yapıldığı
5
İngilizce metinde, 3’üncü fıkrada “charged with a criminal offence”, (a)
bendinde ise “accusation” ifadeleri kullanılmaktadır.
6
Schroeder, s. 12, 14, 27; Gölcüklü-Gözübüyük, s. 240, Sözleşmenin Almanca
resmî tercümesinin yarattığı tereddüt hakkında bk. Schroeder, s. 27.
AİHM, bir isnadın resmî bir isnadın varlığını, dolayısıyla, kişinin sanık olarak
nitelendirilip nitelendirilemeyeceğini, taraf devletin hukukuna göre değil,
Sözleşmeye göre değerlendirmektedir. Bu konuda bk. AİHM, Deweer/Belçika
kararı, 27.2.1980, para. 41-44.
7
AİHM, Kremzow/Avusturya kararı, 21.9.1993, para 44 ve hüküm fıkraları 4-8;
AİHM, Colozza/İtalya kararı, 12.2.1985, para 26; AİHM, Deweer/Belçika kararı,
27.2.1980, para 56; AİHM, Sadak ve diğerleri/Türkiye kararı, 17.7.2001, para.
49.
8
Gölcüklü-Gözübüyük, s. 239; Gomien-Harris-Zwaak, s.188.
9
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para. 52, 54; AİHM, Sadak
ve diğerleri/Türkiye kararı, 17.7.2001, para. 50.
10
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para. 53.
11
AİHM, Kamasinski/Avusturya kararı, 19.12.1989, para. 79; AİHM, Sadak ve
diğerleri/Türkiye kararı, 17.7. 2001, para. 48.
21
lisanı anladığı ama ana dilinin başka olduğu hâllerde, isnadın sanık tarafından
daha iyi ve doğru anlaşılması açısından bildirimin yazılı yapılması, somut
olayda gerekebilir.12
Bildirim hangi şekilde yapılırsa yapılsın, şu esaslara mutlaka
uyulmalıdır:

Bildirim, isnadın mahiyet ve sebebini içermelidir.

Bildirimde isnat, etraflıca açıklanmalıdır.

Bildirim, sanığın anladığı dilde yapılmalıdır.

Bildirim, en kısa bir zamanda yapılmalıdır.
2. İsnadın mahiyet ve sebebi
a. İsnadın sebebi
İsnadın sebebi, sanığın işlediği iddia edilen fiildir. Burada fiil ile kast
olunan, dış dünyada gerçekleştiği ileri sürülen ve insan davranışlarından oluşan
maddî olaydır. Bu maddî olay, sanığın hayatından bir kesitle ilgilidir. Maddî
olayın, çeşitli parçaların bir araya gelmesi sonucu, karmaşık bir bütün şeklinde
karşımıza çıkması da mümkündür.13
İsnadın sebebi, aşağıda, isnadın etraflıca bildirilmesi başlığı altında
ayrıntılı olarak inceleneceğinden, burada bu kadar açıklama ile yetineceğiz.
Ancak son olarak, AİHS mad. 6/3-a’nın, isnadın dayanağını teşkil eden
delillerin bildirilmesine dair bir hüküm içermediğini belirtmek istiyoruz.
b. İsnadın mahiyeti:
İsnadın mahiyeti, fiilin hukukî vasıflandırmasıdır. Bildirimde, isnat
edilen fiilin hangi ceza normunu ihlâl ettiği hususu yer almalıdır.14
Fiilin iç hukukta adlî suç (ceza hukuku anlamında bir suç) olarak
vasıflandırılmıyor olması, AİHM’e göre, 6’ncı maddenin cezaî uyuşmazlıklara
ilişkin hükümlerinin uygulanmasına engel değildir. Devletlerin hangi fiilî adlî,
hangi fiilî idarî suç olarak düzenlemeleri gerektiğini gösteren listeler olmasa
bile, AİHM, sözleşmenin 6’ncı maddesindeki güvencelerin hayata
12
AİHM, Kamasinski/Avusturya kararı, 19.12.1989, para. 79.
“Ceza davasının konusu, fertlerin hayatlarından alınan belli bir kesintinin ceza
hukuku ve ceza yargılaması hukuku bakımından değerlendirilmesidir. Ancak bu
değerlendirme yapılırken buna bir sınır çizilmesi de zorunludur. Bu sınırlama
maddî vakıalar karışımı ile yapılabilir ve bu sınırlamanın da dava açılırken
iddianamede yapılması gereklidir. Buna göre bence bir ceza davasının konusu
iddianamede belirtilen maddî vakıalar karışımı ile sınırlandırılan insan
davranışlarıdır. Bu sınırlar içinde hâkim araştırma ve tavsif etme yetkisine
sahiptir, bu sınırın dışına çıkıldığında, dava konusu da aşılmış olacaktır. Özet
olarak belirtmek gerekirse diyebilirim ki, ceza davasının konusu, iddianamede
yer alan maddî vakıalardan doğan insan davranışlarıdır” (Yurtcan, Kesin
Hüküm, s.67).
14
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para. 51.
13
22
geçirilebilmesini teminen, çeşitli ölçütler geliştirmiştir.15 Bu çerçevede
mahkeme, değerlendirmesini yaparken, yalnızca, fiilin iç hukuk tarafından adlî
suç olarak düzenlenip düzenlenmediğiyle yetinmemekte, fiilin niteliği ile
müeyyidenin nitelik (örneğin tazmin edici mi cezalandırıcı mı olduğu16) ve
ağırlığına da bakmaktadır.17
Yargılama sırasında fiilin hukukî vasıflandırmasının değişmesi
durumunda, sanık bu değişiklikten de haberdar edilmelidir. Ancak bu şekilde,
çelişme yöntemi uygulanabilir; sanık, yeni vasıflandırmaya karşı diyeceklerini
dile getirebilir.18
Fiilin mahkemece yapılan yeni vasıflandırmasının, ceza kanununda
başlangıçtaki vasıflandırmasıyla aynı başlık altında düzenlenmiş olması, vasıf
değişikliğinin esasa etkili olmadığı, önceki vasıflandırmaya göre yapılan
savunmaların, yeni vasıflandırma açısından da aynen geçerli olacağı, bu itibarla,
yeni vasıflandırmanın bildirilmesinin gerekmediği anlamına gelmez. Önemli
olan, yeni vasıflandırmadaki maddî ve manevi unsurların, eski vasıflandırmaya
göre farklılık göstermesidir.19
15
Gomien/Harris/Zwaak, s.180; ayrıca bk. Fawcett, s. 23-24; Kidd, s. 856 vd.
16
AİHM, Bendenoun/Fransa kararı, 24.2.1994, para. 47.
Gomien/Harris/Zwaak, s.180; AİHM, Engel ve diğerleri/Hollanda kararı, 8
Haziran 1976, para. 82; AİHM, T/Austria kararı, 24 Ekim 2000, para. 61.
Taraf devletin, bir fiilî AİHS'in 6’ncı maddesinde öngörülen hakları bertaraf
etmek amacıyla "idarî suç" olarak düzenlemesinin sözleşmenin ihlâli olduğuna
dair: AİHM, Öztürk/Almanya kararı, 21.2.1984, para. 49.
Soruşturmanın gizliliğini ihlâl eden davranışların idarî suç olarak düzenlenip,
cezalandırılmasının mümkün olduğu, ancak iç hukukta disiplin kuralı olarak
öngörülmüş bir kuralın, soruşturmayla ya da mahkemeyle ilgili kişi gruplarının
dışındaki çok geniş bir kesime, ayrım yapmaksızın herkese hitap etmesi
hâlinde,
kuralın
müeyyidesinin
disiplin
müeyyidesi
olarak
nitelendirilemeyeceğine dair: AİHM, Weber/İsviçre kararı, 22 Mayıs 1990, para.
33.
Sözleşmenin 6’ncı maddesindeki güvenceleri bertaraf etmek amacıyla yerel
mahkemenin böyle bir yetkiyle donatıldığı, akit devletin kötü niyetli olduğu ve
dolayısıyla sözü geçen maddenin, bu hâllerde de uygulanması gerektiği kabul
edilemez.
Mahkemenin, muhakeme sırasında meydana gelen uygunsuz ve kural dışı
davranışları cezalandırma yetkisinin, onun gereken düzen içerisinde yargılama
yapmak görev ve yetkisinin ayrılmaz bir parçası olduğuna, bu yetkinin, ceza
hukuku anlamında bir suçun cezalandırılmasına ilişkin olmayıp, bir disiplin
yetkisi olarak nitelendirilmesi gerektiğine, Taraf Devletin, Sözleşmenin 6’ncı
maddesindeki güvenceleri bertaraf etmek amacıyla yerel mahkemeye böyle bir
yetki verdiğinin kabul edilemeyeceğine dair: Ravnsborg judgment, 23 March
1994, series A, vol. 283-B, para. 34.
18
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para. 48
19
AİHM, Sadak ve diğerleri/Türkiye kararı, 17.7.2001, para. 53-54.
17
23
Müdahilin, mahkemeye verdiği dilekçelerde fiilî farklı şekilde
vasıflandırmış olması, bu vasıflandırmanın, savcı veya mahkeme tarafından
dikkate değer bulunduğu sanığa bildirilmediği sürece, sanığın, mahkemenin de
fiilî farklı şekilde vasıflandırabileceği konusunda bilgilendirildiği anlamına
gelmez. 20
Vasıf değişikliği sanığa bildirilmiş olsaydı, sanığın, o ana kadar yaptığı
savunmalardan farklı bir savunma yapıp yapmayacağı, AİHM’ce
değerlendirilemez. Çünkü savunmanın hangi esaslara dayandırılabileceğinin
tespiti, AİHM’in görevine giren bir husus değildir.21
3. İsnadın etraflıca açıklanması
İsnadın bildirildiğinden söz edilebilmesi için, hem fiilin hem de nasıl
vasıflandırıldığının bildirilmesi elbette gereklidir. Bu bağlamda, fiil
açıklandıktan sonra, fiilin hangi kanun maddesini ihlâl ettiği, hangi suça vücut
verdiği de, bildirimde yer almalıdır. Ancak isnadın etraflıca açıklanması, daha
ziyade fiil ile ilgilidir.
Bildirimde, fiilin soyut bir şekilde açıklanması yeterli değildir. Fiil,
uyuşmazlık konusu olay ayrıntılı bir şekilde açıklanmak suretiyle
bildirilmelidir. Böylece sanık, hangi fiilî, nerede, ne zaman işlemekle suçlandığı
bilebilecek ve savunmasını buna göre yapma imkânına sahip olabilecektir.22
Yukarıda da değinildiği üzere, isnadın bildirilmesi, AİHS tarafından
özel bir şekle bağlanmamıştır. Bildirim sözlü veya yazılı olabilir. İsnadın,
iddianamenin tebliği suretiyle de bildirilmesi mümkündür.
İsnadın dava açan belgede etraflıca açıklanması, adil yargılanma
hakkının özünde yer alan davasız yargılama olmaz ve dava açan belgeyle
bağlılık ilkeleri açısından önemlidir.
Şöyle ki, önüne dava yoluyla gelmeyen bir uyuşmazlığa bakması
hâlinde, mahkeme, hem iddia eden hem de yargılayan makam konumunda
olacağından, yargılamanın adil olduğu kabul edilemez. Davasız yargılama
olmaz ilkesinin ihlâli sonucunda iddia edenle yargılayan aynı makamda
birleşeceğinden, mahkemenin tarafsızlığı da zarar görür. Hatta sanığın
20
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para. 55. AİHM’in bu
paragraftaki gerekçesinin incelenmesinden, müdahilin farklı vasıflandırmasına,
savcının veya mahkemenin katıldığının ya da en azından değerlendirmeye
alacağının sanığa açıklanması hâlinde, bildirimde bulunulduğunun kabul
edilebileceği sonucu çıkarılabilir.
21
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para. 60; AİHM, Sadak ve
diğerleri/Türkiye kararı, para. 55.
22
“Savunmanın yapılmasını sağlayabilecek yeterlikteki bir ölçüde ayrıntı, amaca
uygun olarak kabul edilmelidir” (Donay, ss. 132-133).
24
suçsuzluk karinesinden yararlanma temel hakkı23 da ihlâl edilmiş ve sanık,
suçsuzluğunu ispatlamak zorunda bırakılmış olur.
Davasız yargılama olmaz ilkesinin bir anlam ifade edebilmesi için,
mahkemenin dava açan belgeyle bağlı olması gereklidir. Aksi takdirde, dava
açan belgede yer almayan fiiller de yargılama süreci içerisinde, yargılanan
uyuşmazlığa dâhil edilebilir.
Dava açan belgede isnadın etraflıca açıklanması, isnadın
somutlaştırılmasını sağlar. Böylece, mahkemenin, yargılamada bağlı kalacağı
maddî olay ortaya konulmuş olur. İsnat, dava açan belgede somutlaştırılmazsa,
uyuşmazlık konusu maddî olay, yargılama sırasında, yargılamayı yapan
mahkeme tarafından şekillendirilir. Maddî olayın mahkeme tarafından
yargılama sırasında somutlaştırılması durumunda, hem sanık hangi isnada karşı
kendini savunacağını bilemez hem de mahkemenin yaptığı yargılama, adil
yargılama olarak kabul edilemez.
4. İsnadın sanığın anladığı dilde bildirilmesi
İsnadın bildirilmesinin bir anlam ifade edebilmesi için, bildirim, sanığın
anladığı dilde yapılmalıdır. Sanığın, isnadın yapıldığı dili anlayıp anlamadığı
konusunda tereddüt edilmesini gerektiren sebepler varsa, Taraf Devlet, mad.
6/3-a’yı ihlâl etmemek kaydıyla üzerine düşeni yerine getirmeli, isnadın,
sanığın anladığı dilde yapılmasını temin etmelidir.24
Dava dosyasının tamamının sanığın anladığı dile tercüme edilmesi
gerekmez. Önemli olan, isnadın, sanığın anladığı bir dilde yapılmasıdır.25
Birden çok dil bilen bir sanık söz konusu olduğunda isnadın hangi dilde
bildirileceğine, sanık değil, bildirimi yapan makam karar verecektir.
İsnat, sanığın anladığı dilde bildirilmezse, gıyapta yargılamanın
yapılabildiği durumlarda, sanığın, yargılama sırasında hazır bulunma hakkı da
tehlikeye sokulabilir. Çünkü anlamadığı bir dilde bir belgeyi tebellüğ eden kişi,
o belgeyle kendisine bir suç isnat edildiğini anlamayacağı gibi, yargılama
sırasında üzerine düşen görevleri de bilemeyecektir. Mahkeme, isnadın
23
Suçsuzluk karinesinin anlamı ve kapsamı için bk. Feyzioğlu, Suçsuzluk
Karinesi, ss.139-141.
24
Brozicek/İtalya davasında, İtalyan hükümeti, Brozicek’in İtalyanca “anladığını”
ileri sürmüştür. Fakat AİHM, dava dosyasındaki bilgilerden yola çıkarak,
Brozicek’in İtalyan olmadığına, İtalya’da yaşamadığına ve İtalyan makamlarını,
isnadı bildiren belgeyi tebellüğ ettiğinde, kendisinin İtalyanca bilmediği ve
belgeyi anlamakla zorluk çektiği konusunda uyarıp, belgenin ana diline veya
Birleşmiş Milletlerin resmî dillerinden birine çevrilerek gönderilmesini talep
ettiğine, buna karşın İtalyan makamlarının, Brozicek’in İtalyanca anladığını
kanıtlayabilecek bilgiye sahip olmadıkları hâlde, işlemlere devam ettiklerine
dayanmıştır. Böylece mahkeme, isnadın, sanığın anladığı dilde bildirilmediği
sonucuna ulaşmıştır (AİHM, Brozicek/İtalya kararı, 19.12.1989, para. 41)
25
Tezcan/Erdem/Sancakdar, s.267.
25
bildirilmiş olmasına rağmen, sanığın üzerine düşenleri yapmadığı, örneğin bir
avukat tayin etmediği veya çağırıldığı gün, yer ve saatte hazır bulunmadığı
gerekçesiyle yargılamaya başlarsa, sanığın, 6/1’inci maddede açıkça ifade
edilmeyen, fakat hükmün özünde yer alan “yargılama sırasında hazır bulunma
hakkı” ihlâl edilmiş olur.26
5. İsnadın en kısa zamanda bildirilmesi
İsnadın en kısa zamanda bildirilmesi, hemen bildirilmesi demek
değildir. İsnadın bildirilmesindeki amaç, sanığın savunma yapmasını temin
etmek olduğuna göre, bildirim, sanığın savunmasını hazırlamasına imkân
verecek bir zamanda yapılmalıdır. Bu itibarla, isnadın bildirilmesi ile
yargılamaya başlanması arasında sanığa, savunmasını hazırlamaya yetecek
kadar süre verilmelidir.27
Yargılama sırasında, mahkemece vasıf değişikliğine gidilirse,
savunmaya yeteri kadar süre verilmelidir. Tanınan süre, sanığın bu değişikliği
dikkate alarak savunmasını yeniden şekillendirmesini ve böylece etkili bir
savunma yapmasını sağlamaya yetecek kadar olmalıdır. Öyleyse, mahkemenin
vasıf değişikliği yaptığını kararla birlikte28 veya son celsede, karar verilmeden
hemen önce29 öğrenen bir sanığın savunma hakkı, AİHS’e aykırı olarak ihlâl
edilmiş demektir.
26
AİHM, Brozicek/İtalya kararı, 19.12.1989, para. 43-46. Hazır bulunma
hakkının mad. 6/1 kapsamı içinde yer aldığına dair bk. AİHM, Colozza/İtalya
kararı, 12.2.1985, para. 27.
27
AİHS mad. 6/3-a’daki “kısa zaman” ile, çalışmamızın konusuna girmeyen
mad. 5/2’deki “kısa zaman” aynı değildir. AİHS mad. 5/2, tutuklanan kişiye,
tutuklama sebebinin ve hakkındaki isnatların kısa zamanda bildirileceğini
düzenlerken amacı, aynı maddenin 4’üncü fıkrasındaki itiraz hakkının
kullanılmasını temindir. Bu nedenle, mad. 5/2, bildirimin ayrıntılı olmasını
aramamaktadır. Önemli olan, tutuklanan kişinin bir an önce itiraz edebilmesi
için, tutuklama sebebi ve isnadın, tutuklamadan kısa süre sonra bildirilmesidir
(Gomien-Harris-Zwaak, s.188; Gölcüklü-Gözübüyük, ss.221-222). Oysa AİHS
mad. 6/3-a’nın amacı, sanığın, hakkında açılan ceza davasında isnadı
öğrenmesi ve böylece savunmasını hazırlayabilme imkânına sahip kılınmasıdır
(Tezcan-Erdem-Sancakdar, s.267). Dolayısıyla, bildirim ayrıntılı olmalıdır.
Bildirimin zamanında yapılıp yapılmadığı ise, ceza davasında sanığa savunma
hazırlamaya yetecek süre tanınıp tanınmadığına göre değerlendirilmelidir.
28
AİHM, Pélissier ve Sassi/Fransa kararı, 25.3.1999, para 62.
29
AİHM, Sadak ve diğerleri/Türkiye kararı, 17.7.2001, para. 57.
26
II. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ve Askerî Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununa Göre İsnadın
Bildirilmesi
1. İsnadın iddianamenin tebliği suretiyle bildirilmesi
a. İddianamenin unsurları
CMUK mad. 147’ye göre son soruşturmaya başlanması için kamu
davasının açılması gereklidir. Öyleyse, davasız yargılama yapılamaz.
CMUK mad. 163/2’ye göre, isnat olunan suçun neden ibaret
olduğunun, suçun kanunî unsurlarının ve uygulanması gereken kanun
maddelerinin, diğer bazı hususlarla birlikte iddianameye yazılması zorunludur.30
CMUK mad. 163’ün “Cumhuriyet savcısının sulh ceza mahkemesinin
görevine giren işler için düzenleyeceği iddianamede, sanığın açık kimliğini,
uygulanması gereken kanun maddesini ve esaslı delilleri göstermesi yeterlidir”
hükmünü içeren 4’üncü fıkrası, AYM’ce, Anayasanın 36’ncı maddesine aykırı
olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir.31
30
“CMUK’un 163’üncü maddesine aykırı olarak iddianamede tatbiki icabeden
kanun maddelerinin gösterilmemesi, bozmayı gerektirmiştir” (Y.8’inci CD.,
15.1.1987, 5770/342, Yaşar, Cilt I, s. 793).
“8.12.1994 tarihli ek iddianamede sanığa isnat olunan suçun açıkça neden
ibaret olduğu, kanunî unsurları ve uygulanması gereken kanun ile maddelerinin
gösterilmemesi suretiyle CMUK’un 163’üncü maddesine aykırı olarak
düzenlenen iddianame ile sanığın sorgusunun yapılması ve hüküm kurulması...”
(Y. 3’üncü CD. 14.3.1996, 1081/2185, Yaşar, Cilt I, s.783).
“İddianame içeriği itibariyle, hangi sanığın hangi müştekiye karşı müessir fiil
ikaında bulunduğu belirtilmemiş bulunduğu cihetle, iddianame bu yönde tasrih
ve tavzih ettirilmek suretiyle açılan dava istikametinde bir karar verilmesi
gerekirken, bu husus aydınlığa kavuşturulmadan ve hangi sanığın hangi
müştekiye müessir fiil ikaında bulunduğu da belirtilmeden hüküm tesisi,
bozmayı gerektirmiştir” (Y. 2. CD., 31.3.1987, 1660/1844, Yaşar, Cilt I, s.782).
31
“Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36’ncı maddesinde, herkesin
meşru vasıta ve yollardan yararlanarak yargı organları önünde davacı ya da
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu hükme
bağlanmıştır. Savunma hakkı, Anayasanın ‘Kişinin Hakları ve Ödevleri’ni
belirleyen ikinci bölümünde yer alan, temel haklardandır. Adalet kavramı ve
yargılama işlevi, birbirini tamamlayan, birbirinden ayrılamaz sav, savunma,
karar üçlüsünden oluşan yargıyla yaşama geçmektedir. Yargılama süresince,
savunma hakkının sanık için yararı ve gereği tartışma götürmez. Sanık suçlu
olduğu henüz bilinmeyen fakat suçlu olduğu sanılan, yoğun kuşku altında
bulunan kimsedir. Bu kuşkunun giderilebilmesi için savunma hakkının tam ve
eksiksiz olarak kullanılması gerekir. Masumiyet karinesinden hareketle
savunma, hak arama özgürlüğünün ve adil yargılamanın vazgeçilmez bir
koşuludur. Her sanık, kendisine yöneltilen bir suçlamaya karşı isnadın nedeni
ve hukukî niteliğini, hangi suçu işlediğini, suçu oluşturan hangi eylemden
27
CMUK mad. 257/1’e göre “Hükmün mevzuu, duruşmanın neticesine
göre iddianamede gösterilen fiilden ibarettir.” Demek ki mahkeme,
iddianamedeki fiil ile bağlıdır.32
CMUK mad. 257/2’ye göre “Fiilî takdirde mahkeme, iddia ve
müdafaalarla bağlı değildir.” Başka bir ifadeyle mahkeme, sanığa isnat olunan
fiilin hukukî vasıflandırmasının, iddianamedekinden farklı olduğu sonucuna
ulaşılabilir.
Mademki davasız yargılama yapılamaz ve mahkeme, huzuruna getirilen
fiil ile bağlıdır, iddianamede fiil, etraflıca açıklanmalıdır.33 Ayrıca
uyuşmazlıklar arasında bağlantı, müteselsil suç, kesin hüküm veya derdestlik
sorumlu tutulduğunu bilmek hakkına sahiptir. Bunları bilmeyen sanığın kendisini
yeterince savunamayacağı açıktır.
Kaldı ki, ‘İnsan Haklarına ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin
(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) 6’ncı maddesinin üçüncü bendinde de,
sanığın, kendine yönelik isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa zamanda
anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmesi gerektiği belirtilmiştir.
Temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye bağlanmasının yanı sıra
bunların etkin ve amacına uygun olarak kullanılmasını sağlayacak olanakların
getirilmesi hukuk devleti olmanın bir gereğidir. Anayasanın 13’üncü
maddesinde, ‘Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz.’ denilmektedir. İtiraz konusu kuralla, sulh ceza
mahkemesine gönderilen iddianamelerde, asliye ve ağır ceza mahkemelerine
gönderilen iddianamelerden farklı olarak sanığa yüklenen eylemin ve bunun
hukuksal niteliğinin belirtilmesi zorunluluğu aranmayarak bir sınır getirilmiş,
savunma hakkının gerektiği şekilde, etkin ve amacına uygun olarak kullanılması
zorlaştırılmıştır. Anayasanın 13’üncü maddesine göre temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılması ancak ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı
olup, Anayasanın 36’ncı maddesinde böyle bir sınırlandırma öngörülmemiştir.
Niteliği ne olursa olsun kişiye yöneltilen bir suçlamaya karşı savunma hakkının
sağlanması bakımından suçların hafif ya da ağır veya sulh, asliye ve ağır
cezalık olması gibi bir ölçüye göre farklılık oluşturulması kabul edilemez. Bu
nedenlerle kural Anayasanın 36’ncı maddesine aykırıdır. İptali gerekir” (AYM,
20.3.2002, E. 2000/48, K. 2002/36, www. anayasa.gov.tr).
32
“....iddianamede sahtecilik eyleminden söz edilmemiştir. Sadece, Vergi Usul
Kanununa muhalefet suçunun işleniş biçimi açıklanırken sanığın dört adet sahte
fatura düzenlediği belirtilmiştir. Bir olayın açıklanması sırasında, bir başka
hadiseden bahsedilmesi hadise hakkında da dava açıldığını göstermez. Dava
konusu yapılacak eylemin açıklıkla ve bağımsız olarak belirtilmesi gerekir.....”
(Y. Ceza Daireleri Başkanlar Kurulu, 22.2.1990, 1/1, Yaşar, cilt II, s. 1159).
33
İddianamelerdeki eksikliklerin yol açtığı hukukî sorunları önlemek amacıyla
CMUK Tasarısı, 178 ve 179. maddelerinde, iddianamenin iadesi ve reddini
düzenlemektedir.
28
gibi sorunların çözülebilmesi, için de fiilin ayrıntılı bir şekilde belirlenmesi
gereklidir.34
İddianamede fiilin hukukî vasıflandırmasının yer alması ise madde ve
görev itibariyle yetkili mahkemenin tespiti açısından önemli olduğu kadar,
sanığın savunması açısından da önemlidir. Çünkü sanık, en azından mahkemece
bir vasıf değişikliği yapılana kadar, kendisine isnat olunan fiilin ihlâl ettiği
iddianamede ileri sürülen hukuk kurallarını yorumlayacak, fiil ile bu hukuk
kurallarını karşılaştıracak, suçun unsurlarının oluşup oluşmadığını
değerlendirecek, buna göre savunmasını hazırlayacaktır.
b. İddianamenin tebliği
CMUK mad. 208 uyarınca, iddianame, davetiye ile birlikte sanığa,
mahkeme tarafından tebliğ olunur. İddianamede isnat yer aldığına göre,
iddianamenin tebliği ile birlikte, isnat, sanığa bildirilmiş olur.35
CMUK’un 208’inci maddesinin “Sulh Ceza Mahkemelerinde açılan
davalara ait iddianameler sanığa tebliğ olunmaz” hükmünü içeren 2’nci fıkrası,
AYM, Anayasa mad. 36’da ifadesini bulan savunma hakkını ihlâl ettiği
gerekçesiyle iptal etmiştir.36 AYM, hükmü iptal ederken yaptığı, “isnadın
34
“...Sanık hakkında, 13.1.1994 ve 30.3.1994 günlü iddianamelerle aynı
müştekiye ait değişik tarihli çekleri yetkisi kaldırıldığı hâlde tahsil edip mal
edinmek ve yine değişik vade tarihli bonoları ciro ederek tahsil edip mal
edinmek ve yine değişik vade tarihli bonoları ciro ederek tahsil etmek
eylemlerinde bulunduğu iddiasıyla kamu davaları açıldığı, incelemeye konu
olayda ise 15.11.1993 tarihli iddianame ile genel ifade kullanılarak yetkisiz
olarak bazı çek ve senetleri devir ettiğinin ileri sürüldüğü anlaşılmasına göre,
müşteki ve sanığın aynı kişiler olmasına rağmen konunun ayniyet taşımadığı
gözetilerek eylemlerinin sübutu hâlinde bir suç işleme kararının (icrası)
cümlesinden olup olmadığı, ayrı suç teşkil edip etmediği hususlarının tespiti için
davaların birleştirilerek delillerin birlikte değerlendirilmesi gerekirken konunun
aynı olduğundan bahisle ilk açılan kamu davasının CMUK’un 253/3’üncü
maddesi uyarınca reddine karar verilmesi, Yasaya aykırı ve müdahil vekilinin
temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden... hükmün bu sebeplerden
dolayı bozulmasına...” (Y. 11.CD., 4.4.1996, 1996/358, 1996/353, YKD, Cilt 22,
Sayı 8, Ağustos 1996, ss. 1341-1342.) Görüldüğü üzere, somut olayda,
15.11.1993 tarihli iddianamede fiil etraflıca açıklanmamış, somutlaştırılmamıştır.
Bu hukuka aykırılık, peş peşe pek çok soruna neden olmuştur.
35
CMUK mad. 351 uyarınca, şahsî dava dilekçesinin veya şahsî davacının
tutanağa geçirilmiş beyanının, sanığa tebliğ edilir. Sanığın, tayin edilen mehil
içinde iddiayı cevaplaması gereklidir. Kanaatimizce, sözü edilen mehilin
tayininde CMUK mad. 210 kıyasen uygulanmalı ve süre, bir haftadan az
olmamalıdır. Yurtcan ise, hâkimin, sanığın ve olayın özelliklerini göz önünde
tutarak, duruma uygun bir süre belirlemesi gerektiği görüşündedir (Yurtcan,
Şahsî Dava, s. 104). Sanığın ve olayın özelliklerine göre belirlenen bu süre bir
haftadan az değilse, hukuka uygun davranılmış olacağını düşünüyoruz.
36
14.7.1998, 1997/41 E., 1998/47 K., Resmî Gazete: 24.3.1999, 23649.
29
nedenini, olayı ve hukukî niteliğini bilmeyen sanığın kendisini yeterince
savunamayacağı açıktır. Bu husus savunma hakkının temelini oluşturur”
değerlendirmesini, AİHS mad. 6/3’e dayanmak suretiyle desteklemiştir.
CMUK mad. 210, davetiye ve ekindeki iddianamenin tebliği ile
duruşma günü arasında en aşağı bir hafta süre bulunması gerektiğini hükme
bağlamıştır. Bu süreye uyulmaması hâlinde sanık, aynı maddenin 2’nci fıkrası
uyarınca, duruşmaya ara verilmesini, iddianamenin okunmasından önce
isteyebilir. Bu süre, özellikle maddî olayın karmaşık parçalardan oluştuğu bir
ceza davasında, savunmanın hazırlanması açsından yeterli değilse, kanaatimizce
mahkeme, CMUK mad. 258/4 hükmünü kıyasen uygulamak suretiyle, CMUK
mad. 221/1’deki yetkisine dayanarak duruşmayı ertelemelidir.
CMUK mad. 221/3’e göre ise, “210’uncu maddede belirlenen süreye
uyulmamış ise duruşmaya ara verilmesini istemeye hakkı olduğu sanığa
bildirilir.”
Benzer düzenlemeler AYUK’nda da yer almaktadır:
AYUK mad. 118 uyarınca “İddianame sanığa davetiye ile birlikte
verilir.” “İddianamenin asker kişilere usulen tebliği sırasında kendilerinin
savunma amacıyla bir istemleri varsa vaktinde bildirmeleri gereği de
hatırlatılır.”
AYUK mad. 120’ye göre “İddianamenin tebliği ile duruşma günü
arasında en aşağı bir hafta geçmelidir.” “Sanık uygun görürse bu süre
azaltılabilir.” “Bu süreye uyulmamış ise iddianamenin okunmasından önce
sanık duruşmanın tehir veya talikini isteyebilir.” “Savaş hâlinde bu
fıkralar hükümleri uygulanmayabilir.”
AYUK mad. 130/3 ise “120’nci maddede yazılı süreye uyulmamış
ise askerî mahkeme kıdemli askerî hâkimi duruşmanın tehir veya talikini
istemeye hakkı olduğunu sanığa bildirir” hükmünü içermektedir.
CMUK ve AYUK’un ilgili hükümleri incelendiğinde, iddianamenin
tebliği ile duruşma günü arasında en aşağı bir hafta süre bulunması gerektiği
görülmektedir. Bu bir haftalık süre, koruyucu süredir.37 Koruduğu hak, sanığın
savunma hakkıdır. Tebliğden itibaren, kural olarak, bir hafta geçmeden
duruşmanın yapılmasını yasaklamak suretiyle, sanığın savunma hakkını
korumaktadır. Başka bir ifadeyle, iddianamenin tebliği ile duruşma günü
arasında en aşağı bir haftalık sürenin bulunması mecburiyeti, savunmanın
hazırlanması için öngörülmüştür. Kanun Koyucu, bir haftalık süreye
uyulduğunda, sanığın, isnada karşı savunma hazırlamaya yeterli zamanının
bulunduğunu kabul etmektedir.38
37
Kunter-Yenisey, Cilt I, s. 434.
“353 Sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun
120’nci, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 210’uncu maddesinde
düzenlenmiş olan süre, doktrinde ‘koruyucu süre’ diye adlandırılan
sürelerdendir. Kanun burada bir işlemin yapılabileceği sürenin aşağı haddini
belirtmiş olup, işlemin daha önce yapılması hukuka aykırıdır. Kanun Koyucu bu
38
30
Süre, tebliğ ile işlemeye başlayacağı için, tebliğ edilenin iddianame
olduğu tebliğ-tebellüğ tutanağı veya belgesinden anlaşılmalıdır.39
Gerek CMUK, gerek AYUK’na göre, bir haftalık koruyucu süreye
uyulmaması hâlinde sanığın, iddianamenin okunmasından önce duruşmaya ara
verilmesini isteme hakkı vardır. Demek ki, sanığın, iddianame okununcaya
kadar böyle bir talebinin olmaması nedeniyle duruşmaya ara verilmemesi,
maddeye aykırı olmayacaktır.40 Sanık, hakkının bildirilmesine rağmen ara
verme talebinde bulunmasa da, mahkemenin duruşmaya resen ara vermesine bir
hükmü düzenlerken, müdafaa hakkının özüne ilişkin bir hüküm sevk etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6’ncı maddesinde de ‘dürüst yargılama
hakkının’ temel gereklerinden biri olarak, (kendisine yöneltilen isnadı detaylı
olarak ve anlayabileceği bir şekilde öğrenme hakkının yanı sıra) konumuz
açısından önem taşıyan, ‘müdafaayı hazırlamak için yeterli zaman ve imkâna
sahip olmak hakkı’ da temel bir hak olarak düzenlenmiştir. Gerek 353 sayılı
Kanunun 120’nci, gerekse CMUK’un 210’uncu maddelerinde, sözleşmede
düzenlenen bu hak somut bir hâle getirilmiştir. Bu süreye riayet edilmemesi,
sanığın müdafaa hakkını esaslı suretle kısıtlayacağı için hem 353 sayılı
Kanunun 207, CMUK’un 308’inci maddelerindeki mutlak bozma sebebi oluşur,
hem de Avrupa Sözleşmesinin 6’ncı maddesi ihlâl edilmiş olur” (As.Y.DK.,
15.2.2001, E. 2001/26, K. 2001/20).
39
“...çözümlenmesi gereken sorun, iddianamenin sanığa tebliğ edilip edilmediği,
sanığın savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığına ilişkindir.....Birlik
Komutanlığınca düzenlenen ...tebellüğ belgesi incelendiğinde, bu belgede
iddianamenin sanığa tebliğ edilmiş olduğuna dair açık ve net bir ibareye
rastlanmamakta, sadece sanığa iddianamenin tebliğ edilmesi ve sanığın
duruşmada hazır edilmesine dair askerî mahkemece sanığın birliği
komutanlığına yazılan yazının tebliğ edilmiş olduğu sonucuna varılmaktadır.
Yazı ekinde iddianamenin bulunmasından, iddianamenin mutlaka sanığa tebliğ
edilmiş olduğu anlamı çıkarılmaz. Mahkemenin yazısı sanığa tebliğ edilmiş
olmakla beraber, iddianame tebliğ edilmemiş olabilir. İddianamenin sanığa
tebliğ edildiği konusu belli değildir. Ortada bu konuda en azından şüphe
bulunduğundan, bu hususun sanık lehine yorumlanması gerekir....Öte yandan,
duruşmada mahkemece iddianamenin sanığa 6.2.2002 tarihinde tebliğ edildiği
ve yasal sürenin geçtiği kabul edilip duruşmaya devam edilirken, tebellüğ
belgesindeki kuşkulu durum nedeniyle, huzurda bulunan sanıktan,
iddianamenin kendisine tebliğ edilip edilmediği, edilmiş ise hangi tarihte tebliğ
edildiğinin sorulması gerekirken sorulmamıştır. Dolayısıyla .....bir haftalık yasal
hazırlık süresi hatırlatılmadan, bu süreden vazgeçtiğine dair beyanı alınmadan
duruşmaya devamla sorgusunun ve akabinde savunmasının tespit edilerek,
aynı celse hüküm kurulmuş olması, 353 sayılı Kanunun 120 ve 130/son
maddelerine aykırı, bu durum aynı kanunun 207/A maddesinde belirtilen şekilde
sanığın savunma hakkını kısıtlayıcı nitelikte olduğundan direnme hükmünün
bozulması gerekmiş”tir (As.Y.DK., 7.11.2002, E. 2002/86, K. 2002/86).
40
Talebe bağlı bir butlan söz konusu olduğu için, süreye uymamanın nispî
butlan olduğuna dair bk. Kunter-Yenisey, Cilt I, s. 483.
31
engel olmadığı düşüncesindeyiz. 41 Eğer mahkeme, sanığın hakkını iyice
anlamadığı veya bu hakkı kullanmamasının sonuçlarını tam olarak kavramadığı
kanaatine ulaşırsa, duruşmanın ertelenmesine resen karar verebilmelidir.
Hiç kuşkusuz, sanığın duruşmaya ara verilmesini talep edebilmesi için,
böyle bir hakkının olduğunu bilmesi gereklidir. CMUK ve AYUK uyarınca, bir
haftalık asgarî süreye uyulmaması hâlinde, duruşmaya ara verilmesini talep
etme hakkının olduğu, sanığa, mahkeme başkanınca veya kıdemli askerî
hâkimce bildirilmelidir.
Sanığın söz konusu hakkı bildirilmemiş, fakat CMUK mad. 135’deki
hakları hatırlatılmışsa ve sanık da örneğin “susma hakkımı kullanmayacağım,
savunmamı yapacağım” beyanında bulunmuşsa, bu beyanı, erteleme talep etme
hakkını kullanmaktan zımnen feragat ettiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Çünkü
CMUK 135’de, duruşmanın ertelenmesini talep edebileceğine dair bir hüküm
bulunmamaktadır. Öyleyse, sanığa CMUK mad. 135’teki haklarının okunması,
söz konusu hakkının da bildirildiği anlamına gelmez; bilinmeyen bir haktan
feragat edilmesi de düşünülemez.42
41
Karşı görüş için bk. Kunter-Yenisey, Cilt I, s. 483.
Aynı doğrultuda: As.Y.DK., 22.11.2001, E. 2001/104, K. 2001/107; As. Y.DK.,
13.3.2003, E. 2003/25, K. 2003/23.
Buna karşın, Askerî Yargıtay, şu kararında farklı bir hükme ulaşmıştır: “Askerî
Mahkeme, sanığın sorgu ve savunmasının tespitinin temini için Kırıkhan 2’nci
Hudut Tabur Komutanlığına ‘Aşağıda açık kimlikleri yazılı sanıklar hakkında
iddianame ektedir. İddianamenin sanıklara tebliğ edilerek tebellüğ belgesinin
gönderilmesini, sanıkların en yakın asliye ceza mahkemesine sevkleri
sağlanarak, duruşmadan vareste tutulmayı istedikleri takdirde iddianame ve
hazırlık ifadesi uyarınca sorgu ve savunmalarının tespit ettirilerek düzenlenecek
ifade tutanaklarının mahkememize gönderilmesini’ hususlarını muhtevi,
7.12.1999 tarihli talimat ekinde iddianame ve ifade tutanağı göndermiştir.
İddianame 27.12.1999 tarihinde 10’uncu Hudut Bölük Komutanı tarafından
sanık P.Er Hamdi...’e tebliğ edilmiştir... sanık 27.12.1999 günü Kırıkhan Asliye
Ceza Mahkemesine sevk edilmiş(tir)... Somut olayda, istinabe mahkemesi
konumundaki Kırıkhan Asliye Ceza Mahkemesince, iddianamenin tebliği ile
duruşma günü arasında geçmesi gereken asgarî bir haftalık süreye riayet
edilmediği görülmekte ise de; sanığın duruşmadan vareste tutulmayı kabul
etmesi üzerine CMUK’un 135’inci maddesinde düzenlenmiş olan müdafi tayin
etme veya baro tarafından tayin edilecek bir müdafiin yardımından yararlanma
hakkı ile isnat olunan suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanunî hakkı
olduğunun kendisine bildirildiği, buna karşılık sanığın savunmasını bizzat
yapacağını söyleyip ayrıntılı bir şekilde savunmasını yaptığı, 27.12.1999
tarihinde yapılan bu işlemlerden sonra mahal mahkemesince sanığa da tebliğ
olduğu üzere ilk duruşmanın 3.2.2000 tarihinde yapıldığı ve 6.4.2000 tarihinde
de hüküm tesis olunduğu, bu süre zarfında sanığın, tekrar savunma yapma
veya Askerî Mahkemeye yazılı savunma gönderme olanağı olmasına rağmen
bu yola başvurmadığı ve aşamalarda savunmasının kısıtlandığına dair herhangi
bir beyan ve iddiasının da olmadığı anlaşılmaktadır. Bu duruma göre, sanığın
42
32
İddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında bir haftalık sürenin
bulunmadığı hâllerde, sanığın, ister erteleme talep etme hakkının bildirilmesi
üzerine isterse bu hakkı bildirilmeksizin, duruşmaya ara verilmesini
iddianamenin okunmasından önce talep etmesi hâlinde, duruşmaya ara
verilmesi zorunludur. Bu hâlde, sanığın açıkça erteleme talep etmemesine
rağmen, savunmasını hazırlamak için yeterli süreye sahip olmadığını dile
getirmesi de, erteleme talebi şeklinde anlaşılmalı ve duruşma, savunmayı
hazırlamak için yeterli süre verecek şekilde başka güne ertelenmelidir.
İddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında asgarî bir haftalık süre
bulunması zorunluluğu, savunma için gerekli hazırlıkların yapılabilmesini temin
için öngörüldüğü için, bu zorunluluğa aykırı davranılması CMUK mad. 308
bent 8 (AYUK mad. 207 bent H) kapsamında değerlendirilmelidir. Sözü geçen
maddeler tarafından hükmü mutlak olarak kanuna aykırı bir hüküm hâline
getireceği ifade edilen “savunma hakkının kısıtlanması”, “hüküm için önemli
noktalarda kısıtlanmış olma” ve “mahkeme kararı ile kısıtlanmış olma”
şartlarına bağlanmıştır.
Savunma hakkının kısıtlanmasının hüküm için önemli noktalarda
olmasının aranmasının, mutlak temyiz sebepleri arasında yer alan bu hukuka
aykırılığa, nispîlik verdiği söylenebilir. Ancak, ceza muhakemesinin çelişme
yöntemine uyularak yürümesi zorunluluğu ve bu yöntemin içerisinde
savunmanın aslî bir unsur olduğu gerçeği karşısında, savunma hakkının
kısıtlanmasının, kural olarak, hükmü etkilediği kabul edildiğinde, bu nispîliğin
büyük ölçüde sözde kalması gerektiği görülecektir.43 Fakat savunma hakkının
savunma hakkının ‘Hüküm için önemli olan noktalarda mahkeme kararı ile
kısıtlanmış olduğundan bahsedilemeyeceği cihetle, istinabe mahkemesince
yapılmış olan anılan usule aykırılığın bozma sebebi sayılmaması gerektiği
sonucuna varıldığından aksi yöndeki Başsavcılık itirazının reddi gerekmiştir”
(As. Y.DK., 17.5.2001, E. 2001/56, K. 2001/54). Sanığın duruşmadan vareste
tutulmayı talep etmiş olması hâlinde, iddianamenin tebliği ile mahkemesince
yapılacak duruşma arasında bir haftalık asgarî süre ihlâl edilmeyeceği
anlaşılmaktadır. Ancak sanık, vareste tutulmayı talep etme hakkı kendisine
bildirildiği için, bu hakkını kullanmış ve sorgusu, iddianamenin tebliğ edildiği
gün, istinabe olunan mahkemece yapılmıştır. Bu mahkeme, sorgunun başka
güne ertelenmesini isteyebileceğini sanığa bildirmemiştir. Sanığın vareste
tutulmayı talep etmiş olması, istinabe mahkemesince yapılacak sorgunun
gerçekleşeceği duruşmanın ertelenmesini edebileceğini bildiği ve bu hakkından
vazgeçtiği anlamına gelmez. Karara, bu nedenle ve metinde açıkladığımız
gerekçelerle, katılamıyoruz.
43
“...bu durum için mutlak temyiz sebebinin koşulsuzluğu, gerçekte, önemlilik
kavramına göre nispîleştirilmiş olmaktadır. Ancak kanımızca, savunma hakkı
her ne şekilde kısıtlanmış olursa olsun, adil yargılanma ilkesine değer veren bir
hukuk devletinin ceza muhakemesinde, bu kısıtlamanın hüküm bakımından
önemsiz olduğunun ileri sürülememesi gerekir. Savunma hakkının kısıtlanması
hüküm için her zaman önemlidir. Bu nedenle yasamızda ve kaynak yasada yer
alan bu ibarenin, savunma hakkının kısıtlanmasının mutlak temyiz nedeni
33
kısıtlanması, sorgu sonucu elde edilen ve bir delil aracı olan sanık beyanıyla
veya sunulan başka bir delil aracının veya bilirkişi görüşünün savunma
tarafından değerlendirilmesiyle ilgi ise ve söz konusu delil aracı, mahkeme
tarafından mahkûmiyet hükmüne esas alınmamışsa, savunma hakkının
kısıtlanması, hükmü etkilememiş demektir. Buna rağmen hükmün bozulması,
deyiş yerindeyse, “bozmak için bozmak” anlamına gelecektir.44
Savunma hakkının kısıtlanmasının mahkeme kararına dayanması
şartının ise, katı bir şekilde uygulanması hâlinde sakıncalı sonuçlar doğuracağı
kanaatindeyiz. Kısıtlama ister mahkeme kararına ister mahkeme başkanının bir
uygulamasına dayansın, sonuçta, savunma hakkı, kanunun öngördüğü şekilde
kullandırılmadığına göre, mahkeme kararı yok diye CMUK mad. 308 bent 8
(AYUK mad. 207 bent H)’in uygulanamayacağı sonucuna varılması, kanunun
amacına aykırı olacaktır.45 Aynı şekilde, mahkemece karar verilmesi gereken bir
talep veya konuda, hiç karar verilmeksizin hüküm kurulmasının da savunma
hakkının kısıtlanması içerisinde değerlendirilmesi mümkündür.46
olarak, hükmün başka hiç bir incelemeye gerek kalmaksızın mutlaka bozulacağı
sonucunu doğurmasını değiştirmemesi gerekir düşüncesindeyiz. Fakat yine de,
yasada 308’inci maddenin 8’inci bendinde yer alan bu düzenlemenin, sadece
‘savunma hakkının kısıtlanması’ şeklinde değiştirilmesi yerinde olacaktır ”
(Keskin, ss. 155-156).
44
Bu nedenle ve uygulamada da hükmün, metinde açıkladığımız şekilde
yorumlanması kaydıyla, Keskin’in yukarıda aktardığımız CMUK mad. 308 bent
8’le ilgili değişiklik önerisine katılmıyoruz. CMUK Tasarısı da, 320’nci
maddesinin 8’inci bendinde “hüküm için önemli olan hususlarda” savunma
hakkının kısıtlanmasının “hukuka kesin aykırılık” teşkil ettiğini düzenlemektedir.
45
Keskin bu konuda şu görüşleri ileri sürmüştür: “Hüküm için önemli olan
noktalarda savunma hakkının kısıtlanması şeklindeki muhakeme hukuku
aykırılığı, yalnızca mahkeme başkanının değil, mahkemenin bir aykırılığı olmak
zorundadır. Başkanın bir soruyu geri çevirmesi veya duruşmaya ara verilmesi
ya da bir tanığın çağırılması istemini reddetmesi durumunda 8’inci bentteki
mutlak temyiz sebebi kendini göstermez. Savunma, başkanın duruşmayı
idaresine ilişkin bir tutumunu doğru bulmadığı takdirde, 308’inci maddenin 8’inci
bendine dayalı bir temyiz sebebini hazırlayabilmek için duruşmada, 231’inci
maddenin 2’nci fıkrasına dayanarak mahkemeden bu konuda karar vermesini
istemelidir. Ancak bir savunmanın yardımından yararlanmayan, hukuk bilgisi de
bulunmayan bir sanığın varlığında, mahkemenin de kendisini bu hususta
bilgilendirmemiş olması durumunda, bu koşulun mutlak surette geçerliliği de
olmamalıdır” (Keskin, ss. 158-159). Görüldüğü üzere yazar da belli koşullarda
mahkeme kararı olmasa bile mad. 308 bent 8’in uygulanabileceğine kabul
etmektedir. Yazar, kanaatimizce bu görüşünü, hükmün amacını dikkate alarak
ileri sürdüğüne ve aynı amaç, müdafiin veya hukuk bilgisine sahip bir sanığın
bulunduğu bir davada da geçerliliğini korumaya devam edeceğine göre,
mahkeme başkanının uygulamalarının da 8’inci bendi ihlâl edebileceği
sonucuna varılmasında bir sakınca yoktur.
46
“...sanığın (sanık vekilinin) meslekî mazereti konusunda bir karar vermeden,
34
Yukarıda yaptığımız açıklamalar çerçevesinde, iddianamenin tebliği ile
duruşma günü arasında bir haftalık sürenin bulunmadığı bir durumda, sanığın
duruşmanın ertelenmesini talep etmesine rağmen, bu talebe uyulmayarak
duruşmaya devam edilmişse, o oturumda yapılan muhakeme işlemlerinin
hükme etkisine göre bir değerlendirme yapılmalıdır.
Şimdi, duruşmanın ertelenmesini talep edebileceğinin sanığa
bildirilmediği, sanığın da böyle bir talepte bulunmadığı ve mahkemece
duruşmaya devam edildiği hâllerde savunma hakkının kısıtlanıp kısıtlanmadığı
konusunu, farklı seçenekler çerçevesinde incelemek istiyoruz.
Böyle bir durumda, duruşma tek oturumda sona ermiş ve mahkûmiyet
kararı verilmişse, savunma hakkının kısıtlandığına ve bu kısıtlamanın CMUK
mad. 308 bent 8 kapsamına giren mutlak bir bozma sebebi teşkil edeceğine
kuşku yoktur.47
Duruşma birden çok oturumda tamamlanmışsa, aynı sonuca varmanın
mümkün olup olmadığı ayrıca ele alınmalıdır. Bir soru cümlesi yöneltmek
gerekirse: Sanığın daha sonraki oturumlarda yazılı ve sözlü savunma
yapabilmesi için imkânı olmuşsa, başlangıçtaki hukuka aykırılığın giderildiği
acaba söylenebilir mi?
Kanaatimizce, sorunun cevaplanabilmesi için, ilk oturumda hangi
muhakeme işlemlerinin yapıldığına ve bu işlemlerin hükme etkisine bakmak
gereklidir. Şöyle ki, sanığın savunmasını hazırlamak için kanunun öngördüğü
süreye uyulmaksızın gerçekleştirilen ilk oturumda sanık sorguya çekilmişse –ki
CMUK mad.236 (AYUK mad.146) uyarınca iddianame okunduktan sonra sanık
sorguya çekilecektir-bu sorgu sonunda elde edilen beyana mahkûmiyet hükmü
verilirken dayanılması hâlinde, savunma hakkı kısıtlanmış demektir. Sorgunun
yapıldığı oturumdan sonraki bir oturumda sanık tekrar sorguya çekilmiş olsa
esas hakkında hüküm kurarak son soruşturmayı sonuçlandırmıştır. Sanık
müdafiinin meslekî mazeretinin kabul edilip edilmemesi ve kabul edilecekse
duruşma gününün bildirilmemesi savunma hakkının kısıtlanması sonucunu
doğurur. CYUY’nın 308’inci maddesinin 8’inci bendine göre, savunma hakkının
kısıtlanması mutlak bozma nedeni oluşturduğundan, sair yönleri incelenmeyen
direnme kararının bozulmasına karar verilmelidir” (YCGK 26.12.1995, 1375/405, Yaşar, Cilt II, ss. 1573-1574). “Sanık yükletilen suçları işlemediğini
savunmuş, Ahmet, Fatma, Kezban ve Hafize isimli kişilerin savunma hakkına
etkisi bakımından tanık olarak dinlenmelerini talep etmiş olduğu hâlde,
gösterilen tanıkların dinlenip dinlenmemeleri hususunda bir karar verilmeden
duruşmaya son verilerek yazılı biçimde hüküm kurulması CMUK’un 308’inci
maddesinin 8’inci fıkrasına aykırı görüldüğünden hükmün bozulmasına karar
verilmiştir” (Y. 5. CD., 26.12.1986, 4847/837, Yaşar, Cilt II, s. 1586).
47
“Davetiyenin tebliğinden üç gün sonra yapılan duruşmada (sanığa
duruşmanın talikini istemeye hakkı bulunduğu) bildirilmeden, aynı günde
duruşmanın bitirilmesi suretiyle usulün 210 ve 221/son maddelerine muhalefet
edilmesi, bozmayı gerektirmiştir” (Y.4.CD., 7.5.1964, 1770/1885, Çağlayan, Cilt
II, s. 241).
35
bile, ilk sorguda elde edilen beyan yok sayılmadığı ve ona da hüküm verilirken
dayanıldığı sürece, savunma hakkı kısıtlanmıştır. Sanığın savunmasını
hazırlamaya yeterli zamanı olmaksızın geldiği duruşmada sunduğu beyanının,
savunmasını hazırlamaya yeterli zaman kendisine tanınsaydı farklı olabileceği
objektif ihtimalî her zaman vardır. Bu nedenle, sorgu sonucu elde edilen sanık
beyanı değerlendirilirken, sanığın sonradan yaptığı savunmaların da dikkate
alınmış olması, vardığımız sonucu değiştirmeyecektir.48 Kabul etmek gerekir ki,
sorgu sırasında savunmayı destekleyen bir beyan vermek veya en azından
savunmaya zarar vermeyecek bir beyan vermek ile savunmayı desteklemeyen,
hatta ona zarar veren bir beyan verip, sonradan yapılan savunmalarla, önceki
hata ya da eksiklikleri gidermeye çalışmak arasında önemli bir fark vardır.
Yaptığımız bu değerlendirmeyi, Anayasa mad. 38’in “Kanuna aykırı
elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez” ve CMUK mad. 254’ün
“Soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri
deliller hükme esas alınamaz” hükümleri de desteklemektedir. Çünkü sorgu,
sanık beyanı adı verilen delil aracının elde edilmesinin yöntemidir.
İddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında kanunun emrettiği süreye
uyulmadığı için duruşmanın ertelenmesini talep hakkının sanığa bildirilmesinin
gerekli olduğuna ve bu hakkı bildirilmeyen sanık, ertelenmesi gereken
duruşmada sorguya çekildiğine göre, sorguya çekme sonucunda elde edilen
sanık beyanı, hukuka aykırı şekilde elde edilmiştir.
Sonuç itibariyle, mahkûmiyet hükmü tesis edilirken böyle bir sanık
beyanına dayanılması hâlinde, CMUK mad. 208 (AYUK mad. 118), CMUK
mad. 210 (AYUK mad. 120), CMUK mad. 221/3 (AYUK mad. 130), Anayasa
mad. 38, CMUK mad. 254/2 ihlâl edilmiş ve bunlara bağlı olarak CMUK mad.
308 bent 8 (AYUK mad. 207 bent H) kapsamında değerlendirilmesi gereken
hukuka aykırı bir hüküm verilmiş olur.49
48
Konu, esasen, delil araçlarının birlikte değerlendirilmesiyle doğrudan ilgilidir.
Mahkemenin mahkûmiyet hükmünü tesis ederken sorgu yoluyla elde edilen
beyana da dayanması, o beyana önem atfettiği anlamına gelir. Aynı sonuca,
sanığın beyanı olmaksızın da diğer delil araçlarıyla ulaşılabileceğinin, sonradan
yapılan bir değerlendirmeyle söylenebilmesi artık mümkün değildir. Yapılması
gereken, duruşmanın tekrarıdır.
49
Askerî Yargıtayın, sorgu sonucu elde edilen sanık beyanının mahkûmiyet
hükmü verilirken kullanılıp kullanılmadığı ayrımına girmeksizin verdiği bir bozma
kararında, “....duruşmanın bir başka güne bırakılmasını isteme hakkı olduğunun
sanığa hatırlatılmaması, diğer bir temel hak olan ‘haklarını öğrenme hakkını
ihlâl etmektedir....mahkeme kendisine bu hakkını hiç bildirmemişse yukarıda
belirtildiği gibi ‘haklarını öğrenme hakkı’ ihlâl edilmiş olur ve müdafaa hakkının
özü kısıtlanmış olduğundan 353 sayılı Kanunun 207’nci maddesinde
düzenlenen mutlak temyiz ve bozma sebebi gerçekleşmiş olur. Bahse konu bu
süreden vazgeçme mümkünse de, haklarını bilmeyen kişinin bundan feragat
etmesi hüküm ifade etmez. Bu nedenle sanığın duruşmadan vareste tutulmasını
istemesinden sonra savunmasını kendisinin yapacağını söylemesi, ‘zımnî bir
36
Ertelenmesi gerekirken ertelenmeyen duruşmada, sorgudan sonra, diğer
delil araçlarının irad ve ikamesine geçilmişse (CMUK mad. 237, AYUK mad.
147), savunma hakkının bir kere daha kısıtlanıp kısıtlanmadığı da burada
incelenmelidir.
CMUK mad. 250 (AYUK mad. 159) uyarınca tanığın, bilirkişinin veya
suç ortağının dinlenmesinden veya bir belgenin okunmasından sonra, sanığa,
bunlara karşı diyecekleri sorulmalıdır. Savunmasını hazırlamak için kendisine
kanunun öngördüğü süre tanınmamış olan sanık, bu delil araçlarına ve
vazgeçme’ veya ‘feragat’ olarak nitelendirilemez” denilmektedir (As.Y.DK.,
11.1.2001, E. 2001/6, K. 2001/4). Aynı yönde: As.Y.DK., 22.11.2001, E.
2001/104, K. 2001/107.
Askerî Yargıtayın şu kararı da aynı yönde olmakla birlikte, kararda,
duruşmanın ertelenmesini talep etmek hakkı olduğunun kendisine
bildirilmemesini temyiz başvurusu sırasında sanığın özel olarak bir temyiz
sebebi yapıp yapmamasının önemli olmadığı da ifade edilmiştir: “Bahse konu
bu süreden vazgeçme mümkünse de, haklarını bilmeyen kişinin bundan feragat
etmesi hüküm ifade etmez. Bu nedenle sanığın sorgusundan sonraki 25.4.2000,
31.5.2000 ve 15.6.2000 tarihlerindeki duruşmalara katılmış olması sanığın yasal
süreden vazgeçtiği şeklinde yorumlanamaz. Bu durumda sanığın savunma
hakkının kısıtlandığının kabulü gerekmekte olup, sanığın bu hususu özel bir
temyiz nedeni yapıp yapmamasının da önemi bulunmamaktadır. Bu hususta
prensibi koyup, her dava dosyasının özelliklerine göre çeşitli hâl tarzları
üretmekten vazgeçmek gerekmektedir” (As. Y. DK., 15.2.2001, E. 2001/26, K.
2001/20). Gerçekten, CMUK mad. 320 (AYUK mad. 222) uyarınca temyiz
mahkemesi taleple bağlı olmadığına göre, duruşmanın ertelenmesini talep
hakkının bulunduğunun bildirilmemesinin sanık tarafından bir temyiz sebebi
yapılmasının ya da yapılmamasının önemi yoktur. Başka bir ifadeyle, bunu
temyiz sebebi olarak ileri sürmeyen bir sanığın, savunma hakkının ihlâl
edilmediğini kabul ettiği, duruşmanın ertelenmemesine rıza gösterdiği
söylenemez. Temyiz sebebi olarak göstermeyen sanık, olsa olsa, ya yapılanın
hukuka aykırı olduğunu hâlâ bilmiyordur ya da bu hukuka aykırılığın, hükmün
bozulmasına neden olabileceğini değerlendirememiştir.
Buna karşın, duruşmanın ertelenmesini talep hakkının bulunduğunun
bildirilmemesini bozma nedeni sayarken, bu durumun sanık tarafından özel bir
temyiz sebebi yapılmış olmasını vurgulayan şu kararı, yukarıda açıkladığımız
gerekçelerle, eleştiriye açık buluyoruz: “...sanığa iddianame okunarak
bildirildikten sonra duruşmaya ara verilmesini istemeye hakkı olduğu hususu
mahkemece kendisine bildirilmediği için sanığın ‘haklarını öğrenme hakkının
ihlâl edildiği ve böylece savunma hakkının özünün kısıtlandığı, bu durumun da
353 sayılı Kanunun 207/H maddesinde düzenlenen mutlak bozma sebebini
oluşturduğu belirlenmiştir. Sanığın savunma hakkının kısıtlandığı şeklindeki özel
temyizi dikkate alındığında, sanığın savunma hakkının kısıtlandığı sonucuna
varıldığından, Askerî Yargıtay Başsavcılığınca yapılan itiraz yerinde görülerek
Daire kararının kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir.” Aynı doğrultuda: As.
Y.DK., 13.3.2003, E. 2003/25, K. 2003/23.
37
bilirkişinin görüşüne karşı sunabileceği görüşlerini o anda oluşturamamış
olabilir.
Bu noktada, sanık sonradan savunma hakkını yeterince kullanmışsa
veya en azından bu imkân kendisine sağlanmışsa, sözü geçen delil araçlarına
hüküm verilirken dayanılmış, bilirkişi görüşünden yararlanılmış olsa bile,
CMUK mad. 308 bent 8 (AYUK mad. 207 bent H) kapsamına girecek şekilde,
savunma hakkının kısıtlanmadığı söylenebilir. Ancak böyle bir
değerlendirmenin, somut olayın şartlarına göre yapılması gereklidir.
Bu çerçevede sanık, daha sonra imkânı olduğu hâlde yazılı ve sözlü
savunma vermemişse veya vermesine rağmen, bu savunmalarında, o oturumda
sunulan ve kendi aleyhine olan delil araçlarını ve bilirkişi görüşünü çürütmeye
yönelik bir değerlendirmede bulunmamışsa, duruşma ertelenseydi bile farklı bir
savunma yapmayacağı sonucuna ulaşılabilir. Dikkat edilecek olursa, burada,
mahkemenin kendini sanığın yerine koyarak “bir haftalık süre verilseydi bile
farklı bir savunma yapılamayacağı” değerlendirmesine ulaşmasından söz
etmiyoruz; değerlendirmemizi, sanığın sonradan yaptığı veya yapmadığı
muhakeme işlemlerine göre yapıyoruz.
Sanık, daha sonra yaptığı savunmalarında, ertelenmesi gerekirken
ertelenmeyen duruşmanın ilk oturumunda sunulan delil araçlarına ve bilirkişi
görüşüne karşı, onları çürütmek amaçlı çeşitli görüşler ileri sürmüşse ve bunlar,
mahkeme tarafından hüküm verilirken dikkate alınmışsa, bu görüşlerin içeriğine
göre bir değerlendirme yapılmalıdır. Şöyle ki, sanığın ileri sürdüğü görüşler,
örneğin, tanık veya tanıkların yeniden dinlenmesini gerektiriyorsa veya sanık,
tanık veya tanıklara bazı soruların sorulması gerektiği düşüncesindeyse (CMUK
mad. 232 ve mad. 233, AYUK mad. 145), mahkemenin sanığın sonraki
savunmalarını dikkate aldığının kabul edilebilmesi için, yeniden dinlemenin
gerçekleştirilmiş olması gereklidir.
2. Yargılama sırasında vasıf değişikliğinin mahkemece bildirilmesi
CMUK mad. 258/1 uyarınca “Sanık, suçun niteliğinin değişmesinden
önce haber verilip de savunmasını yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça,
iddianamede kanunî unsurları gösterilen suçun temas ettiği kanun hükmünden
başkasıyla mahkûm edilemez.” Böylece, isnadın bir parçasını oluşturan hukukî
vasıflandırmadaki değişiklik, sanığa bildirilecektir. Aksi takdirde, isnat
bildirilmeksizin mahkûmiyet hükmü verilmiş olacaktır. Bu hüküm uyarınca,
yeni vasıflandırmaya göre cezanın daha ağırlaşması veya hafiflemesi önemli
değildir. Önemli olan, sübutu hâlinde fiilin, unsurları değişik bir başka suça
vücut verecek olmasıdır.
Hükme göre, vasıflandırmadaki değişikliğin bildirilmesinden sonra,
sanığın, yeni vasıflandırmaya göre savunmasını yapabilecek bir durumda olması
gereklidir. Başka bir anlatımla, değişikliğin bildirilmesi ile mahkûmiyet hükmü
verilmesi arasında, sanık, bu değişikliğe göre savunmasını hazırlayabilecek
imkâna sahip kılınmalıdır.
38
Savunmasını hazırlayabilmesi için sanığa süre verilmesi gerektiği, sözü
geçen hükümde açıkça yer almamaktadır. Ancak yeni vasıflandırma
çerçevesinde sanığın risk altına girdiği ceza ağırlaşıyorsa, CMUK mad.
258/3’ün açık hükmü uygulama alanı bulacaktır. Buna göre, “Sanık
iddianamede yazılı suçtan daha ağır bir madde hükmüne maruz bırakıldığını...
bildirerek, savunmasını hazırlayamadığı itirazında bulunacak olursa, mahkeme
duruşmanın başka güne bırakılmasına karar verir.” Demek ki, böyle bir
durumda, sanık eğer duruşmanın başka güne ertelenmesini talep ederse, bu
talebi, mahkemeyi bağlayacaktır.
Yeni vasıflandırmaya göre, fiilin sübutu hâlinde uygulanması gereken
ceza önceki vasıflandırmaya kıyasla hafifliyorsa, sanığın talebi hâlinde
duruşmanın erteleneceği, Kanunda açıkça yer almamıştır. Fakat CMUK mad.
258/1 ile “Bundan başka mahkeme, vaziyette hâsıl olan değişiklikler
neticesinde iddia ve müdafaayı lâyıkıyla hazırlamak için muhakemeye ara
vermeye lüzum görürse gerek talep üzerine ve gerek kendiliğinden
muhakemeye ara verebilir” hükmünü içeren CMUK mad. 258/4 birlikte ele
alındığında, vasıf değişikliği durumunda, sanığın, savunmasını gereği gibi
hazırlamak için süreye ihtiyacı olduğunu ifade etmesi karşısında, mahkeme,
duruşmaya ara vermelidir. Bir diğer deyişle, bu durumda da mahkeme, sanığın
erteleme talebiyle kendini bağlı saymalıdır. Böyle bir yorum, yukarıda
açıkladığımız Anayasa mad. 36’ya, AİHS mad. 6/3-a’ya ve AİHM’in
içtihatlarına da uygun olacaktır.
Sanık, vasıf değişikliğinin kendisine bildirilmesine rağmen duruşmanın
ertelenmesini talep etmezse, mahkeme, duruşmaya devam edebilir. Mahkeme,
CMUK mad. 258/4 uyarınca, talep olmasa, hatta sanık, duruşmaya devam
edilmesini açıkça istese dahi, erteleme kararı verebilir.
CMUK mad. 258/6 uyarınca “İddianamede gösterilen suçun temas
ettiği kanun maddelerinde belirtilen cezadan daha az bir ceza verilmesini
gerektiren hâllerde sanık, meşruhatlı davetiye tebliğine rağmen duruşmaya
gelmez veya davetiye tebliğ edilemez ise bu maddenin birinci fıkrası hükmü
uygulanmaz.” Buna göre, kendisine davetiye tebliğ edilen sanık, duruşmaya
gelmezse veya sanığa tebligat yapılamazsa, önceki vasıflandırmadaki cezadan
daha az bir cezaya mahkûm edilebilir. Ancak tebligatın yapılamaması
durumunda bu hükmün uygulanabilmesi için, bunun sanığın kusurundan
kaynaklanması gereklidir.50 Nitekim Tebligat Kanununun 35’inci maddesi
uyarınca “Kendisine veya adresine kanunun gösterdiği usullere göre tebliğ
yapılmış olan kimse, adresini değiştirirse, yenisini hemen tebliği yaptırmış olan
50
Kunter-Yenisey, Cilt 2, s. 978 den. 11’inci “...Tebligat Kanununun 10’uncu
maddesinin emredici hükmüne göre, bilinen en son adresinin bu olması
nedeniyle ek savunma için tebligatın belirlenen adrese yapılması gerekirken,
eski adresine yapılması suretiyle savunma hakkının kısıtlanması, Kanuna aykırı
ve sanık vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan...” (Y.
9.CD., 26.3.1997, 284/2062, Yaşar, Cilt 2, s. 1222).
39
kaza merciine bildirmeye mecburdur. Bu takdirde bundan sonraki tebliğler
bildirilen yeni adrese yapılır.” “ Adresini değiştiren kimse yenisini bildirmediği
ve yeni adres tebliğ memurunca da tespit edilemediği takdirde tebliğ olunacak
evrakın bir nüshası eski adrese ait binanın kapısına asılır ve asılma tarihi, tebliğ
tarihi sayılır.” “Bundan sonra eski adrese çıkarılan tebliğler muhataba yapılmış
sayılır.”
CMUK mad. 258’le ilgili son olarak, maddenin 5’inci fıkrasında,
bildirimin, varsa müdafie yapılacağının ve müdafiin de sanığa tanınan
haklardan onun gibi yararlanacağının hükme bağlandığı ifade edilmelidir. Buna
göre, suç vasfının değiştiği, sanığın müdafiine bildirilir ve bu değişiklik
çerçevesinde sahip olunan ek savunma hakkı, müdafi tarafından kullanılabilir.
CMUK’dakine benzer düzenlemeler, AYUK mad. 166’da da yer almıştır.
Ancak AYUK mad. 166/5’in birinci cümlesindeki düzenleme, CMUK mad.
158’den farklı olup, kanaatimizce, savunma hakkını51, dolayısıyla adil
yargılanma hakkını ihlâl etmektedir. Şöyle ki, sözü geçen hükme göre
“İddianamede gösterilen suçun temas ettiği kanun maddelerinde belirtilen
cezadan daha az bir ceza verilmesini gerektiren hâllerde; hazır bulunan sanıkla
ilgili duruşma, ek savunma için talik edilmez...”
Yukarıda, vasıf değişikliği hâlinde sanığın talebi üzerine, savunmasını
hazırlayabilmesini teminen duruşmanın ertelenmesi gerekeceği ve bunun adil
yargılanma hakkı içinde değerlendirilmesi gerektiği açıklanmıştı. AYUK mad.
166/5’in sözünü ettiğimiz hükmü, vasıf değişikliğinin sanığa bildirilmesine ve
sanığa ek savunma hakkı tanınmasına engel olmamakla birlikte52, ek
savunmanın hazırlanması için duruşmaya ara verilmesine engel teşkil
etmektedir. Bu itibarla, Anayasa mad. 36’ya ve AİHS mad. 6/3-a’ya aykırıdır.
3. Cezanın arttırılmasını icap edecek hâllerin ilk kez duruşmada
ileri sürülmesi ve bunların bildirilmesi
CMUK mad. 258/2 uyarınca “Ceza Kanununda tayin edilmiş olup
cezanın artırılmasını icap edecek mahiyette bulunan hâllerin ilk defa duruşma
sırasında serdedilmesi hâlinde”, CMUK mad. 258/1 hükmü uygulanmalıdır.
AYUK mad. 166’da da benzer bir düzenleme vardır. Bu itibarla, CMUK mad.
258/1 ile ilgili yukarıda yaptığımız açıklamalar, bu hüküm açısından da
geçerlidir.
51
Keskin, s. 164.
“... (yeni vasıflandırma) daha az cezayı öngörse bile 353 s.K’nın 166.
maddesinin 5’inci fıkrası uyarınca 7201 Sayılı Tebligat Yasası hükümlerine göre
değişen suç niteliği ile ilgili meşruhatlı davetiye çıkartılması gerekirken bu
hususa riayet edilmeden bahse konu edilen bu eyleminden dolayı... hüküm
kurularak 353 s.K’nın 207/3-H maddesine göre savunma hakkının kısıtlandığı...”
(As.Y.1’inci D., 15.1.2003, E. 2003/36, 2003/34). Aynı yönde: As. Y. 2’nci D,
24.4.2002, E. 2002/356, K. 2002/353.
52
40
4. Cumhuriyet savcısının
yargılanmasını duruşmada istemesi
sanığın
yeni
bir
fiilden
dolayı
CMUK mad. 259/1 uyarınca “Sanığın, iddianamede yazılı suçtan başka
bir suç işlemiş olduğu duruşma sırasında ortaya çıkarsa, Cumhuriyet savcısının
talebi ve sanığın muvafakatıyla her ikisi birlikte hükmolunmak üzere bu suç,
duruşması yapılmakta olan işle birleştirilebilir.” Benzer bir düzenleme, AYUK
mad. 167’de de vardır.
Görüldüğü üzere, hükmün amacı, yeni bir iddianame tanzim etmek ve
bu iddianame açılan yeni davayı, görülmekte olan davayla birleştirmek şeklinde
uzunca bir yoldan tasarruf etmek, yeni fiilin davasını, önceki ile kısa yoldan
birleştirmektir. CMUK mad. 259/1’e (AYUK mad. 167) göre yapılacak
birleştirmede, Cumhuriyet savcısı isnadını sözlü de olsa bildireceği ve
birleştirme için sanığın rızası aranacağı için, savunma hakkına ve adil
yargılanma hakkına bir aykırılık yoktur. Ancak bu durumda da, sanık, öncekiyle
birleştirilen bu yeni davada savunmasını hazırlamak için duruşmaya ara
verilmesini talep ederse, bu talebi kabul olunmalıdır. Elbette, mahkeme
birleştirme kararı verdikten sonra, mahkeme başkanı veya kıdemli askerî hâkim,
sanığın böyle bir talepte bulunabileceğini kendine bildirmelidir.
SONUÇ YERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
Yukarıda, “sanığın isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir zamanda,
anladığı dille ve etraflıca haberdar edilmek hakkı”nın, adil yargılanma hakkı
içerisinde yer aldığını ve bu hakkın kapsamını, etraflıca açıklamaya çalıştık.
CMUK ve AYUK ile kendimizi sınırlamış olsak da, kanunlarımızın ilgili
hükümlerinin, AİHS mad. 6/3-a ile uyumlu olup olmadığını tartıştık. Konu
hakkındaki çok sayıda Yargıtay ve Askerî Yargıtay kararına atıf verdik,
bunların bazılarını tahlil ettik, eleştirdik veya adil yargılanma hakkını yücelttiği
için, şükranla karşıladığımızı söyledik. Zaten metin içerisinde yaptığımız
değerlendirmeleri, bir de burada tekrarlamak arzusunda değiliz. Bunun yerine,
çalışmamızın son cümlelerini, oldukça yalın bir saptamaya ayırmak istiyoruz:
İddia-savunma-yargılama üçlüsünden her birini, ceza muhakemesinin “olmazsa
olmaz”ı olarak benimsemek, iddianın karşısındaki savunmayı, yargılama
makamının maddî ve hukukî sorunları doğru çözebilmesi için vazgeçilmez
görmek, bu çerçevede, “savunma hakkının kutsallığı” gibi kalıplarla
yetinmemek ve savunma makamı olmaz ise, maddî ve hukukî gerçeğe
ulaşılamayacağını kabullenmek,
adil yargılanma
hakkının hayata
geçirilebilmesinin ön şartıdır. Bu ön şartı yerine getirme görevi ise, kanun
koyucuya ya da kanun metinlerine değil, savcılara, avukatlara ve hiç kuşku yok
ki, öncelikle hâkimlere düşmektedir.
41
KAYNAKÇA *
ÇAĞLAYAN, Muhtar: Gerekçeli Notlu ve İçtihatlı Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu, Cilt 2, Ankara 1966.
DONAY, Süheyl: İnsan Hakları Açısından Sanığın Hakları ve Türk Hukuku,
İstanbul 1982.
DÖNMEZER, Sulhi : “Ceza Muhakemesi Kanunu 1999 Tasarısının Temel
İlkeleri”, CMUK Sempozyumu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Karşısında 70’inci Yıldönümünde Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu, Marmara Üniversitesi İnsan Hakları, Ceza
Hukuku ve Kriminoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi, İstanbul 1999, ss. 3-7.
ss. 18-28.
FAWCETT, J.E.S. : "Criminal Procedure and the European Convention on
Human Rights", Human Rights in Criminal Procedure, ed. J.A. Andrews, The
Hague 1982, ss. 17-30.
FEYZİOĞLU, Metin : “Suçsuzluk Karinesi: Kavram Hakkında Genel Bilgiler
ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”, AÜHFD, Cilt 48, Sayı 1-4, yıl 1999, ss.
135-163. (Suçsuzluk Karinesi)
FEYZİOĞLU, Metin: Ceza Muhakemesinde Vicdanî Kanaat, Ankara 2002.
(Vicdanî Kanaat)
GOMIEN, Donna, HARRIS, David, ZWAAK, Leo: Law and Practice of the
European Convention on Human Rights and the European Social Charter,
Germany 1996.
GÖLCÜKLÜ, Feyyaz, GÖZÜBÜYÜK,
Sözleşmesi ve Uygulaması, Ankara 1996.
Şeref:
Avrupa
İnsan Hakları
KESKİN, Serap: Ceza Muhakemesi Hukukunda Temyiz Nedeni Olarak Hukuka
Aykırılık, İstanbul 1997.
KIDD, C. J. F. : "Disciplinary Proceedings and the Right to a Fair Criminal
Trial Under the European Convention on Human Rights", International and
Comparative Law Quarterly, The British Intstitute of International and
Comparative Law, vol. 36, part 4, October 1987, ss. 856-872.
KUNTER, Nurullah, YENİSEY, Feridun: Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza
Muhakemesi Hukuku, Cilt 1, İstanbul 2002.
*
Bu makalede atıf yapılan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları,
Mahkemenin
internetteki
http://www.echr.coe.int/
adresindeki
web
sayfalarından alınmıştır.
42
KUNTER, Nurullah, YENİSEY, Feridun: Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza
Muhakemesi Hukuku, Cilt 2, İstanbul 2003.
ÖZGEN, Eralp: Ceza Hukuku ve Ceza Muhakeme Hukuku Bilgisi, Eskişehir
1988.
SCHROEDER, Friedrich - Christian : "Ceza Muhakemesinde 'Fair Trial' İlkesi",
çev. Feridun Yenisey, Dürüst Yargılanma Hakkı, İstanbul 1997.
TEZCAN, Durmuş, ERDEM, Mustafa Ruhan, SANCAKDAR, Oğuz:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında Türkiye’nin İnsan Hakları
Sorunu, Ankara 2002.
YAŞAR, Osman: Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Cilt 1, Ankara 1998
YAŞAR, Osman: Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Cilt 2, Ankara 1998
YURTCAN, Erdener: Ceza Yargılamasında Kesin Hüküm, İstanbul 1987.
(Kesin Hüküm)
YURTCAN, Erdener: Şahsî Dava ve Uygulaması, Ankara 1989. (Şahsî Dava)
KISALTMA CETVELİ
AİHM : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
AİHS : Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İnsan Haklarını
ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi
As.Y. : Askerî Yargıtay
AYM : Anayasa Mahkemesi
AYUK : Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu
bk.
: bakınız
CD.
: Ceza Dairesi
CGK. : Ceza Genel Kurulu
CMUK : Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
çev.
: çeviren
DK.
: Daireler Kurulu
dn.
: dipnot
E.
: Esas
K.
: Karar(ı)
mad. : madde
R.G. : Resmî Gazete
s.
: sayfa
ss.
: sayfalar
vd.
: ve devamı
Y.
: Yargıtay
YKD : Yargıtay Kararları Dergisi
43
44
SANIĞIN SAVUNMASINI HAZIRLAMAK İÇİN
GEREKLİ ZAMANA VE KOLAYLIKLARA
SAHİP OLMA HAKKI (İHAS mad. 6/3-b) (*)
Doç. Dr. Cumhur ŞAHİN
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
I. G İ R İ Ş
Savunmanın hazırlanması için yeterli zamana ve imkânlara sahip olma,
savunma hakkının varlığına bağlı bir husustur. Savunma hakkı ise sadece
duruşma safhası ile sınırlı değildir. İlgilinin, hakkında bir ceza muhakemesi
başladığını öğrendiği andan itibaren savunma hakkını başlatmak gerekir.
Aynı şekilde, savunmanın hazırlanması için yeterli imkânlara sahip
olma hakkı; müdafi ile görüşme ve onun hukukî yardımından yararlanma
hakkını da gerektirir1. Bu ise ilgilinin, muhakemenin başlangıcından itibaren bir
müdafie sahip olma hakkı anlamına gelmektedir. (CMUK mad. 136 vd.).
Sözleşmenin bu hükmü yalnız sanık bakımından değil, aynı zamanda
sanığın avukatı bakımından da sonuç doğurmakta; yani sanık-avukat
ilişkilerinde yeterli zaman ve kolaylıkların sağlanmasını da gerektirmektedir2.
Aslında Sözleşme metnine bakıldığında, bu hakların (özellikle 6/1, 6/3-a, b ve
d), “sanığa” tanınmış haklar olduğu görülmektedir. Ancak Strazburg Organları,
bu hakların, gerek sanık gerekse müdafi tarafından olmak üzere, savunma
makamının bütününce kullanılabilecek haklar olduğunu kabul etmektedirler3.
Daha doğru bir ifadeyle, burada, aslında sanığa ait olan fakat müdafi tarafından
da kullanılabilen haklar söz konusudur4.
Gerekli zamana ve gerekli kolaylıklara sahip olmak her zaman
birbirinden ayrı haklar değildirler. Çoğunlukla iç içe geçmiş durumdadırlar.
Ancak bazen, savunmayı hazırlamak için zaman yeterli olduğu hâlde, yeterli
imkândan söz edilemeyebilir.
(*)23.5.2003 tarihinde Askerî Yargıtayda gerçekleştirilen “Adil Yargılanma
Hakkı” konulu sempozyumda sunulan bildiridir.
1
Schroeder, Friedrich-Christian/Yenisey, Feridun/Peukert, Wolfgang: Ceza
Muhakemesi Hukukunda Fair Trial (Ceza Muhakemesinde ‘Fair Trial’ İlkesi,
İstanbul 1999, s. 64 vd.
2
X,Y/Avusturya (12.10.1978, 7909/77) (Gölcüklü, Feyyaz/Gözübüyük, A. Şeref:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 3’üncü Bası, Ankara 2002, s.
301)
3
Ofner/Avusturya (19.12.1960, 524/59) (Spaniol, Margret: Das Recht auf
Verteidigerbeistand
im
Grundgesetz
und
in
der
Europaeischen
Menschenrechtskonvention, Berlin 1990, s. 157)
4
Spaniol, s. 158
45
Savunmanın hazırlanabilmesi için sağlanacak gerekli zaman ve
kolaylıklar değerlendirmesi; muhakeme faaliyetinin bütünü göz önünde
tutularak yapılacaktır. Bu değerlendirmede ayrıca; yargılama faaliyetinin hangi
safhada bulunduğu, davanın niteliği ve konusunun karmaşıklığı, örneğin
tutukluluk hâli gibi ilgilinin içinde bulunduğu durum vb. gibi dava konusunun
ve durumun özellikleri gibi çok çeşitli hususlar göz önünde bulundurulacaktır.5.
Bu bent hükmünün uygulanmasında somut olayın taşıdığı özellikler,
başka alanlarda olduğundan çok daha fazla önem kazanmaktadır6. Örneğin, bir
cezaevinde ayaklanma sebebiyle başlatılan bir kovuşturmanın (disiplin
soruşturması) söz konusu olduğu bir davada (Campbell ve Fell/İngiltere)
İHAM; beş günlük süreyi, ilgililerin savunmalarını hazırlamaları için yeterli
bulmuştur. Sanığın, duruşmanın ertelenmesinin istememiş olması da bu sürenin
yeterliliği konusunda bir belirti olarak kabul edilmiştir. Buna karşılık, aynı
olayda, sanığa savunmasını hazırlamak için gerekli diğer kolaylıkların
sağlanmadığına karar vermiştir7
II. HÜKMÜN 6’NCI MADDENİN 1’İNCİ ve 3’ÜNCÜ
FIKRALARINDAKİ DİĞER HAKLARLA İLİŞKİSİ
İHAS 6/3’üncü fıkrasının sağladığı bütün haklar (güvenceler), 1’inci
fıkradaki genel nitelikte olan adil yargılama ilkesinin bazı özel uygulama
şekilleri, uzantısı veya doğal sonuçlarıdır. Bu nedenle İHAM, 3’üncü fıkranın
ihlâli iddialarını, tek başına bu fıkradaki hükümler açısından değil, 6’ncı
maddenin genel kuralı içeren ilk fıkrasıyla bağlantılı olarak ele alıp sonuca
ulaşmaktadır 8.
İHAM’ın bir kararına göre: başvurucu “... ayrıca, Sözleşme’nin 6/2.
fıkrasının ve 3’üncü fıkrasının (a), (b) ve (d) bendlerinin de ihlâl edildiğini ileri
sürmüştür; ancak Mahkemeye göre bu hükümlerde yer alan ilkeler, mevcut
amaç bakımından, Sözleşme’nin 6/1’inci fıkrasında zaten yer almaktadır. Bu
nedenle mahkeme bu ilkeleri sözleşmenin 6/1’inci fıkrası bağlamında dikkate
alacaktır” şeklinde bir görüş ortaya koymuştur. Kararın devamında İHAM, 6/3
(a), (b) ve (d) bendleri açısından sorunu irdeledikten sonra, sonuç olarak bu
bendlere değil de, 6/1 hükmüne aykırılığın olup olmadığını tespit etmiştir:
5
Gölcüklü/Gözübüyük, s. 301; Pamuk, İsmail: “İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi’nde Sırf Sanığa Tanınan Haklar ve Askerî Ceza Yargılaması”,
Askerî Yargıtay Dergisi, Sa:15, Yıl 2003, Ankara 2003, s. 142
6
Gölcüklü/Gözübüyük, s. 301
7
Campbell, Fell/İngiltere (28.6.1984, 7819/77) (Doğru, Osman: İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi İçtihatları, C.1, İstanbul 2002, s. 743); ayrıca
Gölcüklü/Gözübüyük, s. 301’de zikredilen şu kararlara da bakılabilir: Engel,
Autres/Hollanda (8.6.1976); Albert, Le Compte/Belçika (10.2.1983, 7299/75);
Kremzow/Avusturya (21.9.1993).
8
Gölcüklü, Feyyaz: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde “Adil Yargılama”,
AÜSBFD, Prof. Dr. İlhan Öztrak’a Armağan, 1994/1-2, C. 49, s. 201
46
“Başvurucu Sözleşme’nin 6/3’üncü fıkrasına göre hakkındaki suçlamalardan
ayrıntılı bir biçimde haberdar edilmediğini, savunmasını hazırlamak için yeterli
zaman bulamadığını ve lehine olan tanıkların gelmesini ve sorgulanmasını
sağlama hakkından yararlanmadığını iddia etmiştir. Bu iddialar temelsizdir. İl
Kurulu Başkanı tarafından başvurucuya yazılan ve kendisini Odada (Tabipler
Odası) ifade vermeye davet eden yazı, Oda tarafından aleyhine yapılan
şikâyetlerin sebebini ve niteliğini göstermektedir. Buna ek olarak,
başvurucunun savunmasını hazırlamak için 15 günden fazla zamanı
bulunmaktaydı... Böylesi bir zaman sınırı, özellikle olayın karmaşık olmadığı
dikkate alındığında, makul görünmektedir. Son olarak deliller arasında Dr.
...’in kendi lehine tanık dinletmeye ve sorgulanmasını sağlamaya yönelik çaba
gösterdiğine ve bunun da reddedildiğine dair bir şey bulunmamaktadır. Buna
göre mahkeme, bu konuda sözleşmenin 6/1’inci fıkrasının ihlâl edilmediğini
kabul etmektedir9.
Bu hak Sözleşmeye sonradan, somut hakların düzenlenmesine ilişkin
görüşmeler yapılırken eklenmiştir ve (c) bendi ile sıkı bir ilişki içindedir.
Sözleşmedeki düzenleme, muhakemenin yürüyüşünü kronolojik olarak izler
şekilde kaleme alınmıştır. Bu nedenle, mantık kurallarına uygun olarak, önce
müdafiden yararlanma hakkından (c bendi), daha sonra ise savunmayı
hazırlamak için yeterli zaman ve imkâna sahip olma hakkından (b bendi) söz
etmek uygun olur10. Önce hukukî temsil, bunu takiben hukukî yardım alınıp
alınmadığı araştırılmalıdır.
İHAM’a göre de; ilgilinin hukukî yardım almadığı durumlarda, sorun
(c) ve (b) bendleri açısından incelenmelidir. Nitekim Campbell ve Fell/İngiltere
kararında şu ifadeler yer almaktadır: “... Dahası, bir avukatın müvekkiliyle
aralarında bir görüşme olmadıkça, Sözleşmenin 6/3-c bendi anlamında
müvekkiline “yardım” etmesi çok güçtür. Bu son düşünce Mahkemeyi, (b)
bendinin öngördüğü “kolaylıkların” sağlanmadığı sonucuna götürmektedir.
Buna göre Sözleşmenin (b) ve (c) bentleri ihlâl edilmiştir”11.
İHAM bazen (b) bendi ile ilgili gereklerin yerine getirilmemesini
doğrudan (c) bendinin ihlâli saymaktadır: “... Avukat... ayrıca savunma
hazırlamak için gerekli zaman da bulamamıştır, çünkü... mahkeme duruşmanın
ertelenmesi talebini reddetmiş ve aynı gün yargılama sona ermiş... tir...
9
Albert, Le Compte/Belçika (10.2.1983, 7299/75) (Doğru, s. 534, 537).
Sözleşme’nin 6/3-c bendinin ihlâli iddiasının ele alındığı Artico/İtalya (13.5.1980,
6694/74) kararında ise İHAM şu görüşe yer vermiştir: “Mahkemeye göre
Sözleşme’nin 6/3’üncü fıkrası, 1’inci fıkradaki genel ilkenin özel hâllere
uygulanmasına ilişkin bir liste içermektedir. Tüketici sayıda olmayan bu liste,
ceza muhakemesinde adil yargılama kavramının belirli yönlerini yansıtmaktadır
(Bakınız 27.2.1980 tarihli Deweer kararı). Üçüncü fıkraya uygunluk denetimi
yapılırken, bu denetimin amacı unutulmamalı ve kökeninden soyutlanmamalıdır”
(Doğru, s. 362).
10
Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 58.
11
Campbell, Fell/İngiltere (28.6.1984, 7819/77) (Doğru, s. 743)
47
Gerçekten de avukat... dosyayı çalışmak, savunma hazırlamak ve gerektiği
takdirde müvekkiline danışmak için yeterli zaman ve kolaylıklara sahip
olmamıştır... Mahkeme, ... resmen atanmış avukatın görevini en iyi şekilde
yerine getirmesi için en azından bazı olumlu tedbirler alabilirdi... Savcılığın
talebi üzerine duruşmayı erteleyebilir... veya bizzat kendisi resen yeterli bir
zamana kadar yargılamanın durdurulmasına karar verebilirdi.”. Bu ifadelere
rağmen İHAM, (b) bendine hiç temas etmeksizin, (c) bendinin gereklerine
uygun davranılmadığı sonucuna varmakla yetinmiştir12.
III. GEREKLİ ZAMANA SAHİP OLMA HAKKI
Gerekli (yeterli) zamandan anlaşılması gereken; sanığın ve müdafiin
savunma için zorunlu hazırlıkları yapabilecekleri zamandır13.
Kararlarda, sürenin kısalığının savunmayı gerçekten olumsuz etkileyip
etkilemediğine bakılmaktadır. Yani süre kısalığı tek başına ihlâl sonucu
doğurmamaktadır. Önemli olan, savunmayı hazırlamak için somut durumda bu
sürenin yeterli olup olmadığının belirlenmesidir14.
Gerekli süre; muhakemenin şekline (türüne) ve somut olayın özelliğine
(olayın karmaşık olup olmamasına) göre belirlenmektedir15. Savunmanın
hazırlanmasında yeterli zamanın tayinini somut duruma göre belirlenmesi
isabetlidir. Çünkü olayın karmaşıklığına göre farklı sürelere ihtiyaç duyulabilir.
Bu nedenle peşinen bir süre öngörmek doğru değildir. Karmaşık bir davada,
duruşmadan 17 gün önce (ki bunun sadece 10 günü işgünü idi) zorunlu müdafi
atanmış olması ve bu kadar savunma süresi verilmiş olması (b) ye aykırı
görülmemiştir 16. Yine, karmaşık bir olayda, 10 günlük bir hazırlık süresi
verilmesi ( bunun 8 günü işgünüdür) ve bu arada bir de psikiyatri kliniğine
yatırılmış olması eleştirilmiş, ancak sonuçta ihlâl olmadığını hükmüne
varılmıştır17. Bir başka kararda ise, sanığın seçtiği müdafiin hastalığı nedeniyle
çekilmesi üzerine atanan zorunlu müdafiinin bir haftalık hazırlık süresine sahip
12
Goddi/İtalya (9.4.1984, 8966/80) (Doğru, s. 689-691)
Bischofberger, Peter: Die Verfahrensgarantien der Europaeischen Konvention
zum Schutze der Menschenrechte und Grundfreiheiten (Art. 5 und 6) in ihrer
Einwirkung auf das schweizerische Strafprozessrecht, Zürich 1972, s. 138 vd.
14
X/Avusturya (11.2.1967, 2370/64); X/İngiltere (2.2.1970, 4042/69);
Haerdle/Almanya (3.3.1982, 9479/81); Ferrari-Bravo/İtalya (14.3.1984, 9627/81)
(Spaniol, s. 93)
15
X/Almanya (19.12.1974, 6501/74); X/Norveç (30.5.1975, 5923/72);
X,Y/Avusturya (12.10.1978, 7909/77) (Spaniol, s. 91)
16
X,Y/Avusturya (12.10.1978, 7909/77) (Frowein, Jochen Abr./Peukert,
Wolfgang: Europaeische Menschenrechtskonvention, EMRK-Kommentar, 2.
Auflage, Kehl ua. 1996, s. 297, kn 180).
17
X,Y/Avusturya (12.10.1978, 7909/77) (Spaniol, s. 92)
13
48
olması bu olayda yeterli görülmüştür18. Öcalan/Türkiye kararında ise; İHAM,
savunmanın 49 sayfalık bir dosyaya hazırlanmasını mümkün kılmak için 6’ncı
madde bakımından üç haftalık bir sürenin yeterli olacağına hükmettiği
Kremzow/Avusturya kararına atıf yaptıktan sonra,. Öcalan davasında, 17.000
sayfalık dava dosyasına hazırlanmak için avukatlara, duruşmalar başlamadan
önce yaklaşık iki haftalık ve duruşma sonrasında da iki haftalık bir süre
tanınmış olmasını, savunmaya yönelik diğer kısıtlamaları da dikkate alarak,
yetersiz bulmuştur.
Savunma makamının birlikte nazara alınması, özellikle savunmaya
hazırlık zamanının belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin, sanığın bizzat
yeterince zamana sahip olması dolayısıyla, müdafie çok kısa bir hazırlık
süresinin tanınmasında sözleşmeye aykırılık görülmemiştir19. Zorunlu müdafiin
duruşmanın başlangıcında sanıkla sadece 1 dakika konuşma imkânına sahip
olması somut olayda yeterli görülmüştür; çünkü sanığın bizzat kendisi 4 aylık
bir hazırlık süresine sahip olmuştu20. Savunmayı birlikte ele alıp, sanık
yeterince zamana sahip olduysa müdafie çok kısıtlı bir zaman verilmesini ihlâl
saymayan bu yaklaşım eleştirilmektedir. Buna göre, bireysel savunmadan farklı
nitelikte olan müdafi tarafından yapılacak savunmanın hazırlanabilmesi için de
ayrıca yeterli bir zaman verilmelidir21. Hele, önceden avukatı olan sanığa yeni
bir avukat atandığında duruşmadan bir dakika önce görüşmelerini yeterli
saymak hiçbir şekilde kabul edilemez 22.
Keza süre, farklı muhakeme aşamalarına göre de (ilk derece, kanun yolu
vs.) süre farklılık arz edebilmektedir23. Böylece, bu hüküm kanun yolu
muhakemesinde de uygulanmaktadır24.
Ayrıca, sanığın daha önce bir müdafie sahip olup olmadığı da sürenin
yeterliliğini tayinde nazara alınmalıdır25. Duruşmadan dört gün önce zorunlu
müdafi atanması hâlinde bu süre şu gerekçeyle yeterli görülmüştür: Sanık daha
önce çok sayıda kendi seçtiği müdafie sahip olmuştur ve sonradan atanan
18
17.7.1986 tarih ve 11255/84 sayılı karar için bk. Frowein/Peukert, s. 297, kn
180, dn. 790.
19
Ofner/Avusturya (19.12.1960, 524/59); X/İngiltere (2.2.1970, 4042/69);
X/İngiltere (9.10.1980, 8386/78); X/Almanya (10.3.1981, 8375/78) (Spaniol, s.
91)
20
X/Avusturya (11.2.1967, 2370/64); X/İngiltere (2.2.1970, 4042/69) (Spaniol, s.
92). İngiltere ile ilgili son kararda, yeni bir zorunlu müdafiinin duruşmadan on
dakika önce atanmış olması yeterli görülmüştür (Spaniol, s. 92, dn. 161).
21
Bk. Spaniol, s. 95
22
Bu görüşteki yazarlar için bk. Spaniol, s. 95.
23
X/Belçika (9.5.1977, 7628/76); Haerdle/Almanya (3.3.1982, 9479/81)
(Spaniol, s. 92; Frowein/Peukert, s. 297, kn 179).
24
X/Almanya (7.7.1959, 441/58); X/İsviçre (2.12.1985, 11007/84) (Spaniol, s.
92, dn. 157); Goddi/İtalya (9.4.1984, 8966/80) (Doğru, s. 685 vd.); Pakelli/
Almanya (25.4.1983, 8398/78), (Doğru, s. 590 vd.)
25
8261/78 nolu Komisyon kararı için bk. Spaniol, s. 91.
49
müdafi, yargılama sürecinde de dosyaya vakıf olabilir 26. Azledilen bir avukatın
kullandığı süreyi sonraki avukata fatura eden bu yaklaşım eleştirilmektedir.
Yeni avukatın öncelikle olayı kavramak için belirli bir süreye ihtiyacı vardır.
Önceki avukattan dosya hakkında bilgi alabileceğini söylemek isabetli değildir.
Yeni avukatın, yargılamanın devamı sürecinde hazırlanabileceği görüşü de
isabetsizdir. Çünkü sorunu “bir bütün olarak” kavramadan, bilmeden hiçbir
muhakeme aşamasında doğru bir savunma yapılamayacağı gibi, icabında somut
olayda süreye bağlı bir takım talepler de sırf bu nedenle artık ileri sürülemez
hâle gelebilir27.
Yine, avukatın (mutat) iş yükü de sürenin tayininde hesaba katılmalıdır.
Ancak karmaşık bir olayda savunmayı (zorunlu müdafi olarak) üstlenmiş olan
avukattan, diğer işlerini icabında ertelemesi istenebilecektir28. Zorunlu müdafiin
diğer işlerini ertelemesini isteyen İHAM’ın bu yaklaşımı, ihtiyarî müdafilik
karşısında bir eşitsizlik yaratacağı ve keyfiliğe, kötüye kullanmaya yol açacağı
için eleştirilmektedir29.
Ayrıca, süre yetersizliği sanığın tutumundan kaynaklanmışsa, yine
ihlâlden söz edilemez. Örneğin; kurallara uygun olarak adresini vermediği için
duruşma tarihinin zamanında bildirilememesi30; seyahatte olduğu ve fakat
bulunduğu yere bildirim yapılması amacıyla bir çaba harcamadığı için bir
karara süresinde itiraz edememesi31 ya da, sanık, savunmasını hazırlayabilmek
için tehir talebinde bulunan fakat bu talebi reddedilen müdafiini, zorunlu bir
neden olmaksızın değiştirmesi32 gibi. Keza, mahkemeyi duruşmayı ertelemeye
zorlamak amacıyla, avukatın duruşma günü çekilmesi gibi manipüle
davranışlara rağmen duruşma ertelenmeksizin ve atanan zorunlu müdafi
tarafından da süre yeterli görülerek erteleme talep edilmeksizin yapılan
yargılama sözleşme ihlâli sayılmamaktadır33.
Sürenin yetersizliği, ilk olarak Strazburg Organları önünde ileri sürülen
yalın bir iddiadan ibaret olmamalıdır. Süreyi yetersiz bulan savunma, millî
makamlar önünde bu yetersizliğin giderilmesi için bir çaba içine girmiş fakat
netice alamamış
olmalıdır. Aksi takdire İHAM bu iddiaları
değerlendirmemektedir. Örneğin Kızılöz/Türkiye kararında; “Başvuran
Mahkemeye sunduğu görüşte, sıkıyönetim mahkemesinin kendisine yöneltilen
suçlamanın niteliği ve mahiyeti hakkında kendisini derhâl bilgilendirmediğini
ve savunmasını hazırlaması için kendisine yeterli süre tanınmamasından dolayı
26
Haerdle/Almanya (3.3.1982, 9479/81) (Spaniol, s. 92).
Spaniol, s. 96.
28
X,Y/Avusturya (12.10.1978, 7909/77) (Spaniol, s. 92); aynı görüşte
Frowein/Peukert, s. 297, kn 180.
29
Bk. Spaniol, s. 95 ve aynı sayfa dn. 177.
30
X/Hollanda (23.11.1962, 1059/61) (Spaniol, s. 93).
31
X/Almanya (24.7.1970, 4260/69) (Spaniol, s. 97).
32
X/İngiltere (21.5.1975, 6404/73) (Spaniol, s. 93).
33
X/Avusturya (11.10.1979, 8251/78) (Spaniol, s. 93).
27
50
sözleşmenin 6/3 hükmünün ihlâl edildiğini öne sürmüştür. Hükümet başvuranın
bu başlık altındaki görüşlerine ilişkin herhangi bir görüş belirtmemiştir.
Başvuranın ne komisyona sunduğu başvuru formunda ne de yargılamanın
herhangi bir aşamasında yukarıdaki şikâyetleriyle ilgili ayrıntılı bilgi
sunmadığına dikkat çekilmelidir. Başvuran sadece bu mahkemelerin
bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile yargılama usullerinin olağanüstülüğüne ilişkin
şikâyetlerde bulunmakla yetinmiştir... başvuranın, tarafsız ve bağımsız bir
mahkeme tarafından yargılanmamasından dolayı adil yargılanma hakkının ihlâl
edildiği sonucuna varıldığını göz önünde bulunduran Mahkeme, bu şikâyetleri
incelemenin gereksiz olduğunu düşünmektedir” ifadelerine yer vermektedir34.
Yine, 1984 tarihli bir kararında İHAM, sanığın 12 gün önceden duruşmadan
haberdar olmasını ve erteleme talep etmemesini süre bakımından yeterli
görmüştür. Ancak aynı kararda İHAM, savunmasını hazırlamak için “gerekli
imkânlara sahip olmak” hükmünün ihlâl edildiği sonucuna varmıştır. Çünkü
müdafi bu arada müvekkili ile görüşme imkânına sahip olamamıştır35.
Savunmanın hazırlanması için gerekli zamana sahip olma hakkı;
iddianamenin bildirilmesi ile duruşma günü arasında çok kısa bir süre
olmamasını ifade eder. CMUK’daki (mad. 208, 210) bir haftalık süre, özellikle
karmaşık davalar bakımından oldukça kısadır. Ancak mad. 210’da “en aşağı bir
hafta” dendiğinden, sürenin yukarı sınırı belirtilmediğinden, olayın
karmaşıklığına göre daha fazla bir süre tayin edilmek suretiyle bu sakınca
giderilebilir. Ayrıca, CMUK mad. 143 çerçevesinde savunma, iddianamenin
bildirilmesinden çok önce dosya hakkında bilgi sahibi olmaya başlamaktadır.
Bu nedenle, sürenin belirlenmesinde sadece CMUK mad. 210’a bakmak
yanıltıcı olur. Askerî Yargıtay Daireler Kurulu, 2001 yılında vermiş olduğu bir
kararda: İddianamenin önceden sanığa tebliğ edilmemesi ve sanığın ilk kez
sorgu için hâkim huzuruna alındığında kendisine yönelik isnattan haberdar
olması nedeniyle, sanığa savunmasını hazırlayabilmesi için gerekli zaman ve
kolaylığın (imkânın) tanınmamasının ve duruşmanın bu nedenle başka bir güne
bırakılmasını istemeye hakkı olduğunun hâkim tarafından kendisine
bildirilmemesinin; Askerî Mahkemelerin Kuruluş ve Yargılama Usulü
Kanununun 120 ve CMUK mad. 221 yanında İHAS mad. 6/3’ün de ihlâlini
oluşturduğu sonucuna varmıştır. Sanığın aynı oturumda sorgu ve savunmasının
tespit edilmiş olmasının onun bu haktan vazgeçtiği biçiminde
yorumlanamayacağı, bilinmeyen bir haktan vazgeçmenin de söz konusu
olamayacağı kararda ayrıca vurgulanmıştır36.
34
Kızılöz/Türkiye (25.9.2001, 32962/96) (www.adalet.gov.tr).
Campbell, Fell/İngiltere (28.6.1984, 7819/77) (Doğru, s. 743).
36
“… 353 sayılı. Kanunun 120. ve CMUK’un 210’uncu maddelerinde
düzenlenen süre, savunma hakkının özüne ilişkin bir hüküm niteliğindedir. Bu
süreyi kullanma hakkı olduğunun sanığa hatırlatılması zorunluluğunu içeren 353
sayılı Kanunun 130 ve CMUK’un 221’inci maddelerine uyulmaması ise, İHAS’ın
6/3 maddesinde açıklanan “suç ithamını detaylı olarak ve anlayabileceği bir
35
51
Suç vasfının değişmesi hâlinde ek savunma imkânı tanınmaması, mad.
6/3 (b) ihlâlidir37. Gerçekten, savunmayı hazırlamak için gerekli zamana ve
kolaylıklara sahip olma hakkı, sadece iddianame çerçevesinde duruşma
sırasındaki savunma için geçerli değildir. Bu hak daha ziyade, duruşmada
ortaya çıkan yeni olaylar veya görüşler bakımından kabul edilmiştir. CMUK
mad. 258, vasıf değişikliği hâlinde, savunmanın talebi üzerine veya resen
duruşmanın geri bırakılmasını öngörmekle bu ihtiyaca cevap vermiştir. Sadak
ve Diğerleri/Türkiye kararında başvurucular 3’üncü fıkranın (a) ve (b)
bentlerinin ihlâl edildiğini öne sürmüşlerdir. İHAM, her iki bendin de 6/1 ‘deki
adil yargılanma hakkıyla bağlantılı olarak ihlâl edildiği sonucuna varmıştır.
Sanıklar TCK 125’den yargılanmakta iken, son oturumda haklarında TCK
168/2 suçlaması da yöneltilmiş ve bu oturumda aynı zamanda karar da
verilmiştir. Sanıklar yeni suçlamanın gereği gibi bildirilmediğini ve bu yeni
durum karşısında savunmalarını hazırlayabilmek için gerek duydukları ek süre
talebinin reddedildiğini belirterek, 6/3 (a) ve (b) bentlerinin ihlâli iddiasıyla
başvuruda bulunmuşlardır. Gerek Komisyon gerek Divan başvurucuların
iddialarını haklı bulmuşlardır. İHAM’a göre; suçlamanın sebep ve mahiyeti
hakkında ayrıntılı bir biçimde bilgilendirilme hakkı bakımından iddianame
önemli bir yere sahiptir. Böylece sanık(lar), yazılı bir belgeye dayanarak
durumlarını öğrenmiş olur(lar). Sadece itham edilen suçun ne olduğunun
bildirilmesi yeterli değildir; ayrıca, hüküm tesisinde etkili olan maddî olaylar
hakkında da bilgilendirme gerekir. Bu bağlamda (a) ve (b) bentleri arasında
(sıkı) bir ilişki söz konusudur. Gerçekten, suçlamanın yeterince bilinmesi,
savunmanın etkili bir biçimde hazırlanabilmesi için bir zorunluluktur. Oysa
iddianame sadece TCK 125’e göre hazırlanmış ve yargılamanın son gününe
kadar sadece TCK 125 tartışılmış, buna karşılık, silâhlı örgüt üyeliği ve bu
çerçevedeki ilişkiler, yargılama süresince kanıtlanmamış hususlar olarak
kalmıştır. Türk Hükümetinin, bu iki suçun aslında aynı olduğu, bu nedenle yeni
bir isnatta bulunulmadığı yönündeki savunmasını yerinde bulmayan İHAM,
kararda, bu suçları da tartışmış ve ayrı suçlar olduğunu, unsurlarının farklı
olduğunu, aynı bab içinde yer almış olmalarının birlikte nitelendirilmelerini
haklı çıkarmayacağını belirtmiştir. Silâhlı bir örgüte üye olma suçlamasına karşı
yeterli savunma süresi tanınsaydı, sanıklar daha etkili bir savunma
yapabileceklerdi. Bu yeni iddia karşısındaki savunma, TCK 125 suçlaması
karşısındaki savunmadan farklı araçlarla yapılacaktı. Çünkü TCK 125 söz
konusu olduğunda, savunma, devletin bütünlüğüne karşı gerçek bir tehlike
şekilde öğrenme hakkı” ile “savunmayı hazırlamak için yeterli zaman ve imkâna
sahip olma hakkı”nı ihlâl etmektedir”. Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
22.11.2001 tarih ve E. 2001/104, K. 2001/107 sayılı kararı (Tezcan,
Durmuş/Erdem, Mustafa Ruhan/Sancakdar, Oğuz: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi Işığında Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, Ankara 2002, s. 269).
37
Sipavicius/Litvanya (21.2.2002, 49093/99) (www.echr.coe.int)
52
oluşturmadığı hususunda iknaya çalışmaktadır. Oysa 168 suçlaması karşısında,
terör örgütünün hiyerarşik yapısı içinde yer almadığını ve bu tür oluşumlara
taraftar olmadığını ortaya koyarak savunma yapılacaktı. Bütün bu nedenlerle,
bu yeni durum karşısında sanıklara zorunlu ve etkili bir savunma süresinin
tanınıp tanınmadığını değerlendiren İHAM, olumsuz bir sonuca ulaşmaktadır.
Gerçekten de sanıkları yargılayan DGM, bu yeni nitelendirme karşısında
duruşmayı ertelemesi ve sanıklara yeni bir savunma süresi vermesi gerekirken
bunu yapmamış, üstelik bu yeni nitelendirme, kararın verilmesinin hemen
öncesinde, son günde ilgililerin bilgisine sunulmuştur. Ayrıca, son oturumda
sanık avukatları da hazır bulunmadığı için, bu yeni suçlama karşısında durumun
yeniden değerlendirilmesi için sanıklar avukatlarına danışamamışlardır. Bu
noktada avukatların o oturumda hazır bulunmama nedenlerinin de bir önemi
yoktur. Sonuç olarak; suçlamanın yeterli biçimde bildirilmemesi ve suçlama
karşısında savunma için yeterli süre tanınmaması nedeniyle ve adil yargılanma
hakkını düzenleyen 6/1 ile bağlantılı olarak 6/3 (a) ve (b) hükümleri ihlâl
edilmiştir 38.
İddia makamının ön soruşturmada sahip olduğu zaman öne sürülerek ve
bununla ilişki kurularak, savunmanın da duruşmaya hazırlanmak için soyut bir
biçimde aynı süreyi talebi kabul edilmemektedir. Gerekli zamana sahip olma
hakkı, kovuşturma makamının sahip olduğu veya kullandığı kadar bir zaman
talep etme hakkı vermez39. Her şeyden önce bu iki makamın muhakemedeki
rolü farklıdır ve bu da kaçınılmaz olarak, bu makamların farklı zamanlara sahip
olmasını gerektirir. Araştırma ve soruşturma işlemleri savunmaya göre daha
uzun zamana ihtiyaç gösterir.
Aynı şekilde, kanun yoluna başvururken, savunmaya, iddia makamına
nazaran daha az bir süre tanınması da mümkündür. İHAM’a göre, iç hukuklarda
savcılık makamı ile savunma arasında usul açısından tam bir eşitlik olmayabilir.
Sorun silâhların eşitliği açısından ve pragmatik bir yaklaşımla ele alınmakta;
somut olayda bu eşitsizliklerin yargılamayı hakkaniyete aykırı hâle getirecek
nitelikte olup olmadığına bakılmaktadır. Somut durumda savunma herhangi bir
haksızlığa uğratılmadığı sürece, süre konusunda böyle bir farklılık, tek başına
Sözleşme ihlâli olamaz40.
Yine, Kremzow/Avusturya kararında olduğu gibi; ilk derece
mahkemesinin kararına karşı kanun yoluna başvururken savunmaya kısa bir
süre tanınmakta, buna karşılık Yüksek Mahkeme savcısının mütalâasına ilişkin
her hangi bir zaman sınırlaması getirilmemekte oluşu, 6/1’e aykırı
bulunmamıştır. Çünkü Yüksek Mahkeme nezdindeki savcılık, muhakemenin
daha sonraki ve ayrı bir aşamasında davayı tanımak zorundadır. Oysa baştan
38
Sadak ve Diğerleri/Türkiye (17.7.2001, 29900-03/96) (www.echr.coe.int)
Çeşitli kararlar için bk. Frowein/Peukert, s. 298, kn 181, dn. 796; ayrıca bk.
Spaniol, s. 94.
40
İnceoğlu, Sibel: İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında Adil
Yargılanma Hakkı, İstanbul 2002, s. 227 vd.
39
53
itibaren davanın içinde olan savunma, muhakemenin bu aşamasında olaya ve
dosyaya yeterince vakıf durumdadır41.
Yargıtay Başsavcılığının tebliğname düzenleme süresi42 ile Sulh Ceza
Mahkemesi kararlarına karşı savcılığa savunmaya nazaran daha uzun (bir ay)
süre tanıyan CMUK mad. 310/3 hükmü bu görüş karşısında İHAM içtihatlarına
uygun bulunmaktadır.
İki haftalık temyiz lâyihası verme (temyizde gerekçe gösterme) süresi,
müstakar komisyon kararlarına göre yeterlidir (CMUK mad. 314’e göre: 1
hafta; Alman CMUK mad. 345’de daha önce iki hafta iken artık 1 ay). Çünkü
bu gibi hükümler muhakemenin çabuklaştırılmasını ve böylece de sanığın
korunmasını sağlayan hükümlerdir43.
Basit suçlarda seri (hızlandırılmış) muhakeme, savunma hakkı
kısıtlanmadığı sürece, 6/3 (b) hükmünün ihlâline yol açmaz. Olayın basit ve
delillerin yeterince kuvvetli olması nedeniyle duruşmanın hemen yapılmasının
uygun olması şarttır44. Ayrıca, bu tür muhakemelerde sanıklar, 6/3 (b)’ye
dayanarak, yetkili mahkemeden, seri muhakeme yapılmamasını talep edebilme
imkânına sahip olurlarsa (CMUK mad. 390), İHAS mad. 6’daki gereklerin bu
şekilde yeterince göz önünde tutulduğu söylenebilir45. Anayasa Mahkemesi,
1992 tarihli bir kararında, 3005 sayılı Kanunun; “Maznunun isteği üzerine
mahkeme, müdafaasını hazırlamak için en çok üç günlük mühlet verir”
şeklindeki 12’nci madde hükmünü, hukuk devleti ilkesine aykırı bularak iptal
etmiştir46.
IV. GEREKLİ KOLAYLIKLARA SAHİP OLMA HAKKI
A) Genel Olarak
Savunmasını hazırlamak için yeterli kolaylıklara sahip olmak; sanığın
avukatı ile sözlü veya yazılı istişare edebilmesini ve yargılanmasına ilişkin tüm
41
İnceoğlu, s. 228.
CMUK’da; duruşmasız temyiz yargılamalarında Yargıtay Başsavcılığının
mütalâa vermek zorunluluğundan açıkça söz edilmediği gibi, “tebliğname”
ifadesi ne ise, olağanüstü kanun yollarından karar düzeltme (322/5) ve yazılı
emir (343/2) hâlinde yer verilmekte idi. Ancak CMUK mad. 316’ya 4778 ve 4829
sayılı Kanunlarla eklenen 3’üncü fıkra hükmü karşısında, artık her türlü temyiz
yargılamasında tebliğname düzenleme zorunluluğu da açıkça getirilmiş
olmaktadır. Tebliğname süresi ile ilgili olarak ise, sadece olağanüstü itiraz
(322/4) ve karar düzeltme (322/5) hâlinde “otuz gün” ve “bir ay”lık sürelerden
söz edilmektedir.
43
X/Almanya (7.7.1959, 441/58) (Spaniol, s. 92 vd.).
44
Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 70.
45
Frowein/Peukert, s. 300, kn 186; aynı yönde ve değişik görüşler için bk.
Frowein/Peukert, s. 300, dn. 811’de zikredilen yazarlar.
46
Anayasa Mahkemesi Kararı (E. 1992/8, K. 1992/39, T. 16.6.1992, RG
6.10.1992/21367) (Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 268)
42
54
iddia ve delilleri herhangi bir kısıtlama olmaksızın ortaya koymak suretiyle
savunmayı kendisinin veya müdafiinin uygun gördüğü bir tarzda yapabilmeyi
gerektirir47.
Sanığa sağlanacak kolaylıklar çok çeşitlidir. Savunmanın hazırlanması
için gerekli olan “her şeyi” kapsayan bir haktır. Buna göre, savunma;
muhakemenin sonucuna etki edebilmek için önemi olan bütün belge ve delillere
erişebilme imkânına sahip olmalıdır48. Örneğin sanığın avukatıyla serbestçe
görüşebilmesi; bilgi sahibi olmak için dava dosyasının incelenmesi imkânı;
savunmada bulunabilmek için duruşma gereği49; gerekçeli mahkeme kararının
sanığa usulünce tebliği50, savunmasını hazırlamak için sanığa sağlanacak
kolaylıklardan sadece birkaçı olarak sayılmaktadır 51. İHAS mad. 6/3 (b) hükmü,
adil yargılanma ve savunma hakkının kullanılmasında boşlukları dolduran bir
yedek52, bir torba53 hüküm olarak da değerlendirilmektedir.
Sözleşmenin bu genel, kavramın içerisine nelerin girebileceğini tek tek
saymaktan kaçınan ifade biçiminin ve buna göre hareket eden İHAM’ın
yaklaşımının yerinde olduğu kabul edilmektedir. Böylece, tereddüt hâlinde,
savunmaya ilişkin her hususun bu kavram içinde değerlendirilmesi imkânı
bulunmaktadır54.
Sözleşmedeki hükmün ayrıntılarını belirleme görevi kanun koyucuya,
savunmanın hazırlanması için gerekli imkânları hazırlamak zorunda olan
mahkemelere ve ayrıca müdafiin kendisine aittir. Müdafi, savunmasını
hazırlaması amacıyla gerekli kolaylıkları Devletin sağlaması için çaba
harcamalı ve talebinin karşılanmaması hâlinde, somut durumda etkili bir
savunma hazırlama imkânının kısıtlanıp kısıtlanmadığı konusunun denetlenmesi
için gerekenleri yapmalıdır55.
Somut olayın özelliklerinin belirleyiciliği, burada da, yeterli zamana
sahip olma hakkındaki kadar, hatta ondan daha fazla bir öneme sahip
görülmektedir 56.
47
Pamuk, s. 144
Can/Avusturya (30.9.1985, 9300/81) kararına ilişkin Komisyon raporu
(Spaniol, s. 96).
49
Ludi/İsviçre (15.6.1992); Schuler-Zgragen/İsviçre (24.6.1993) (Gölcüklü/
Gözübüyük, s. 301)
50
Melin/Fransa (22.6.1993); Geouffre de la Pradelle/Fransa (16.12.1992)
(Gölcüklü/Gözübüyük, s. 301)
51
Donay, gerekli kolaylıklara sahip olma hakkının susma hakkını da içerdiği
görüşündedir (Donay, s. 142).
52
Donay, Süheyl: İnsan Hakları Açısından sanığın Hakları ve Türk Hukuku,
İstanbul 1982, s. 141
53
Pamuk, s. 144
54
Spaniol, s. 97 vd.
55
Spaniol, s. 98
56
Bk. Bischofberger, s. 138; Spaniol, s. 98 ve aynı sayfa dn. 193’de zikredilen
diğer yazarlar.
48
55
Gerekli kolaylıkların sağlanıp sağlanmadığı araştırılırken de, savunma
bir bütün olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle sanık ve müdafiin, savunmayı
hazırlamak için ayrı ayrı yeterli imkânlara sahip olması araştırılmamakta,
savunmanın bu iki ayağının sahip oldukları hazırlık imkânı “birlikte” nazara
alınmaktadır 57.
Bu hak aynı zamanda ve daha fazla olarak, müdafiin hazır bulunma
hakkını da gerektirir. Soruşturmanın en başından itibaren muhakemeyi
etkileyebilmek ve çeşitli koruma tedbirleri söz konusu olduğunda sanığa hukukî
yardımda bulunabilmek müdafiin hakkı ve görevidir 58. Özgür olan sanığın her
zaman sahip olabileceği bu imkândan, özgürlüğü bir şekilde kısıtlanmış olan
sanığın, sırf bu yüzden yoksun olmaması gerekir.
Savunmanın hazırlanması gerekli kolaylıklara sahip olma hakkının
kısıtlanması hâline bir örnek olarak, ücreti Devlet tarafından ödenen müdafiinin
geç görevlendirilmesi gösterilebilir. Komisyon, karmaşık bir davada Devlet
tarafından görevlendirilen müdafiinin, duruşmanın başlamasından 17 gün önce
atanmasını, mad. 6/3 (b)’ye uygun bulmuştur. Komisyonun bu kararı doktrinde
genel olarak eleştirilmiştir59.
Savunmaya sağlanacak kolaylıklar mutlak nitelikte değildirler. Dava
konusu somut olayın ihtiyaç gösterdiği hâllerde, savunmayı imkânsız kılmamak
ve makul sınırlar içinde kalmak kaydıyla, bunların, özellikle zaman içinde
sınırlanması bent hükmüne aykırı görülmemektedir60
Atanmış müdafiin sanığın konuştuğu dili bilmemesi, sanıkla müdafiin
aynı dili konuşmamaları, savunmanın hazırlanmasını güçleştiren bir husustur;
fakat Komisyona göre, bu durumda sanığa bir de tercüman atanmaması ihlâl
değildir; çünkü kendisini anlayabilecek bir avukat bulması sanığın kendi
sorunudur61.
57
Ofner/Avusturya (19.12.1960, 524/59) (Spaniol, s. 91).
Bk. Spaniol, s. 111.
59
Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 72
60
Bricmont/Belçika (7.7.1989); Kamasinski/Avusturya (19.12.1989); SchülerZgragen/İsviçre (24.6.1993); Edwards/İngiltere (25.11.1992) (Gölcüklü/
Gözübüyük, s. 301)
61
X/Avusturya (29.5.1975, 6185/73) (Spaniol, s. 97). Bu karara benzer gibi
gözükse de, 15.11.1997 tarihli Zana/Türkiye kararı farklıdır. Zana kararında,
başvurucu, Aydın Ağır Ceza Mahkemesinde istinabe üzerine yapılan
duruşmada Türkçe konuşmayı reddetmiş ve savunmasını, ana dili olan Kürtçe
yapmak istediğini bildirmiştir. Mahkeme, bu tutumunda ısrar ettiği takdirde
savunma hakkından vazgeçmiş sayılacağı hususunda kendisini uyarmış, buna
rağmen başvurucu Kürtçe konuşmaya devam ettiğinden, savunma hakkından
vazgeçtiği mahkemece tutanağa geçirilmiştir. İHAM’a göre, başvurucunun
savunmasını Kürtçe yapmak istemesi, savunma hakkından vazgeçtiğini
göstermez. Bu nedenle İHAM, savunma hakkına yapılan bu müdahaleyi İHAS
mad. 6/3 (c)’ye aykırı görmüştür (bk. Tezcan/Erdem/ Sancakdar, s. 273)
58
56
Hukuka aykırı sorgu yöntemlerini bazı yazarlar bu hüküm içinde
değerlendirirken, bazıları “adil yargılanma” hakkı içinde düşünülmesi gerektiği
fikrindedirler62.
Savunmayı hazırlamak için yeterli imkânlara sahip olma hakkı,
öncelikle müdafi ile görüşme ve dosya inceleme haklarını içerir.
B) Müdafi İle Görüşme Hakkı
Özgürlüğü kısıtlanmış olan sanık ile müdafi arasındaki görüşme, bir hak
olarak, İHAS’da açıkça düzenlenmemiş olmakla birlikte, İHAM, bu hakkın (b)
(savunmasını hazırlamak için imkâna sahip olma hakkı) ve (c)’den (müdafiden
yararlanma hakkı) kaynaklandığını belirtmektedir63. Nitekim Öcalan/Türkiye
kararında bu husus (c) bendi kapsamında ele alınmaktadır64.
Sözleşmenin 6/3 (b) bendi, bu konuda sınırlı bir koruma sağlamaktadır.
Savunmanın hazırlanması imkânı sağlandığı sürece, müdafi ile görüşme
hakkına bazı kısıtlamalar getirilmesi 6/3 (b) ihlâli sayılmamaktadır.
Sözleşmenin 6/3 (c) bendindeki hak saklı kalmak üzere, tutukluluk sırasında
müdafi ile kontağın kısa sürelerle engellenmesi mümkündür; yeter ki, bu süreye
bağlanan kısıtlamaya rağmen sanığa hazırlık için yeterli zaman kalmış olsun65.
Örneğin ayırıcı cam uygulamasına rağmen, haftada iki kez sanığın müdafii ile
gözetimsiz olarak görüştürülmesinde, bu kısıtlamaların sözleşmeye aykırı
olmadığı kabul edilmektedir66. Bu nedenle, özel durumlarda geçici olarak
tutuklunun tam izole edilmesini mümkün kılan Alman Kontak Engelleme
Kanunu (EGGVG § 34), 6/3 (b) bendi ile uyumlu görülmektedir; zira
savunmayı hazırlamak için zaman ve kolaylık daima mevcuttur ve savunmanın
hazırlaması için, diğer olanaklar yanında, gerekiyorsa duruşmanın ertelenmesi
icap etmektedir 67.
Ayrıca, “Avukatın ziyaret şartları üzerinde kısıtlamayı haklı kılacak
güvenlik kaygıları” ile de görüşme bazı sınırlandırmalara tâbi tutulabilir 68. Bir
62
Bk. Spaniol, s. 98 ve aynı sayfa, dn. 192’de zikredilen yazarlar.
Bonzi/İsviçre (12.7.1978, 7854/77); Schertenleib/İsviçre (12.7.1979, 8389/78);
Kröcher, Möller/İsviçre (9.7.1981, 8463/78); Can/Avusturya (30.9.1985,
9300/81) ve Komisyonun bu karara ilişkin 12.7.1984 tarihli raporu (Spaniol, s.
107).
64
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46221/99) (www.echr.coe.int)
65 Kröcher, Möller/İsviçre (9.7.1981, 8463/78); Schertenleib/İsviçre (12.7.1979,
8389/78); Bonzi/İsviçre (12.7.1978, 7854/77) (Frowein/Peukert, s. 299, kn 183).
66
Kröcher, Möller/İsviçre (9.7.1981, 8463/78) (Spaniol, s. 107).
67
Bk. Frowein/Peukert, s. 299, kn 183; Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 68, dn.
63 ve dn. 64
68
Örneğin Campbell, Fell/İngiltere Kararına konu olan olayda, Fell, “A
Kategorisinde” bir hükümlüdür. Bu kategori; kaçmaları hâlinde kamuya veya
polise ya da Devletin güvenliğine karşı yüksek derecede tehlikeli kişilere
ayrılmış bir güvenlik kategorisidir. Bu durumdaki kişilerle avukatın görüşmesi
bazı sınırlandırmalara tâbi tutulabilir. Campbell, Fell/İngiltere (28.6.1984,
63
57
kararda, 9 aylık tutukluluk süresinin yaklaşık bir aylık kısmında, İsviçre’nin
bazı Kantonlarındaki “mise au secret” uygulama nedeniyle, avukatıyla sadece
yazılı olarak iletişim kurması 6/3 (b)’ye uygun bulunmuştur69. “Mise au secret”
uygulamasının olduğu bir başka kararda da, sanığın, mesleği avukatlık olan
eşiyle (karısıyla) iletişim kurabilme imkânı, bu uygulamanın sözleşmeye
aykırılığını ortadan kaldıran bir tedbir olarak kabul edilmiştir 70. Keza, toplumsal
bakımdan özel bir tehlike arz ettiği şüphesi altında olan bir sanığın71;
duruşmadan önce avukatın ziyaretine imkân sağlanmış olması hâlinde, belli bir
süre (yaklaşık 1 yıl) avukatı ile görüştürülmemesi ve avukatıyla mektuplaşmayı
da ancak yetkililerin kontrolü altında yapabilmiş olması, ne (b)’ye ne de (c)’ye
aykırı görülmemiştir72. Avukatıyla telefonla görüşme imkânı verilmeyen kişinin
sadece yazılı olarak iletişim kurabilmesi de sözleşmeye aykırı bulunmamıştır73.
İHAM bu durumu 1985 tarihli Can/Avusturya kararında74, tutuklu
bulunan sanık için vurgulamıştır. Bu kararda; sanığın avukatıyla görüşmesinin
gizli75 olması gerektiği, ancak “delilleri karartma şüphesi” varsa, görüşmede bir
cezaevi görevlisinin hazır bulunabileceği vurgulanmıştır76. 14 ay 20 gün tutuklu
kalan ve yargılama sonucunda kundaklama suçuna iştirakten 14 ay hapis
7819/77) (Doğru, s. 747, 727).
69
Bonzi/İsviçre (12.7.1978, 7854/77) (Spaniol, s. 108).
70
Schertenleib/İsviçre 12.7.1979, 8389/78 (Spaniol, s. 108).
71
Can/Avusturya (30.9.1985, 9300/81) kararı ile ilgili Komisyon raporu (Spaniol,
s. 108).
72
Kröcher, Möller/İsviçre (9.7.1981, 8463/78) (Spaniol, s. 107).
73
X/Almanya (29.9.1975, 5964/72) (Spaniol, s. 108). Ancak karara konu olan
olayda iletişim imkânı kısıtlanan kişi sanık değil bir hükümlü idi. Kararda,
avukatla temasın kısıtlanmasının, 6/3 (c) bendi yanında, 1’inci fıkrada yer alan
dava (bir mahkemeye gidebilme) hakkının da ihlâl edildiği belirtilmiştir.
Campbell, Fell/İngiltere (28.6.1984, 7819/77) kararında da şu ifadelere yer
verilmektedir: “... adalet cezaevinin kapısında duramaz; duruma göre
mahpusları sözleşmenin 6’ncı maddesinin koruyucularından yoksun
bırakma zorunluluğu yoktur”. (Doğru, s. 735). Tutuklu sanıkla avukatın
temasının önlenmesinde de aynı sonuca varılmıştır. Bk. Golder/İngiltere
(21.2.1975) (Gölcüklü/Gözübüyük, s. 305).
74
Can/Avusturya (30.9.1985, 9300/81) (Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 270).
75
İHAM, S/İsviçre (28.11.1991) kararında da, sanığın müdafi ile üçüncü kişilerin
duyma mesafesi dışında serbestçe görüşebilme hakkının bulunduğunu
belirtmiştir. Gerçi Mahkeme, Sözleşmenin 6/3 (c) hükmünden bu sonucu
çıkarmıştır; ancak 6/3 (b) hükmü ile burada bir örtüşme söz konusudur. İHAM
bu kararında ayrıca, Tutuklu Kişilere Muamele Konusunda Asgarî Kurallar mad.
93’e de dayanmıştır. Bakınız Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 270
76
Aynı yönde S/İsviçre (28.11.1991) (Gölcüklü/Gözübüyük, s. 305 vd.);
Campell, Fell/İngiltere (28.6.1984, 7819/77) (Doğru, s. 747).
58
cezasına mahkûm olan Can’ın tutukluluğunun ilk dönemlerinde avukatıyla
ancak görevlilerin gözetimi altında görüşebilmesinin nedeni; tutukluluğun
kısmen veya tamamen delilleri karartma tehlikesine dayanması hâlinde,
iddianame tebliğ edilinceye kadar avukatla görüşmelerde bir adlî görevlinin
bulunmasını gerektiren ve aynı kuralı haberleşmeye de uygulayan Avusturya
CMUK mad. 45’tir. Başvurucu (c) bendinin ihlâline dayandığı hâlde,
Komisyon, Divana sunduğu raporda, hem (b)’yi hem de (c)’yi tartışmıştır.
İkincisinde ihlâl sonucuna varan mahkeme, (b) bendinin ihlâl edilmediğini şu
gerekçelerle açıklamıştır: Sanık, duruşmadan önceki yaklaşık bir yıllık sürede
avukatı ile serbestçe ve hiçbir sınırlandırma olmaksızın görüşebilmiştir. Ayrıca
sanık, tutukluluğun ilk dönemlerindeki bu kısıtlamaların, savunma imkânlarını
duruşmada olumsuz yönde etkilediğine dair bir açıklamada da bulunmamıştır.
Keza Lanz/Avusturya kararında İHAM; tutuklu sanıkla avukatının,
kimsenin duyamayacağı bir ortamda görüşmesinin, demokratik bir toplumda
adil yargılanmanın gereği olduğunu, sanık ile avukat özel görüşemezlerse pratik
ve etkin bir savunmanın sağlanamayacağını belirttikten sonra; görüşmenin
hâkim nezaretinde yapılmasını Sözleşme 6/3 (b) ve (c) ihlâli saymıştır. Çünkü
İHAM’a göre, bu olayda, sanığın özgürlüğü kısıtlanmakla, delillerin
karartılması bağlamında millî makamların risk olarak gördüğü şeyler ortadan
kalkmıştır. Bu nedenle müdahale aşırıdır. İHAM, aynı kararında, bu tür bir
kısıtlamanın sözleşmeye uygun olup olmadığını belirlerken, somut olayın
özelliklerinin önemli olduğunu tekrar vurgulamaktadır. Nitekim bu olayla
karşılaştırdığı ve farklı bir sonuca varmış olduğu Kempers/Avusturya kararında,
sanığın bir örgüt üyesi olmasının, avukatı ile görüşmesinde nezaretçi
bulundurulmasını haklı kıldığını belirtmektedir77. Öcalan/Türkiye kararında ise
(c) bendinin ihlâli olduğu belirtilmiştir 78.
Tutuklu veya hükümlünün avukatı ile, ancak tutukevi/cezaevi
görevlilerinin nezaretinde görüşebilecekleri yönündeki TMK 10/2 hükmü,
görevlilerin nezaretinde görüşmeyi hiçbir şarta bağlamadığı, daha doğrusu her
şartta nezaret altında görüşme zorunluluğu getirdiği için, adı geçen kararda
ortaya konan görüş ile bağdaşmamakta idi79. Nitekim Anayasa Mahkemesi,
Anayasanın 36’ncı maddesinde ifadesini bulan “hak arama özgürlüğü”ne aykırı
bulduğu bu hükmü 1992 yılında iptal etmiştir 80. İHAM’ın bir kararında da,
77
Lanz/Avusturya (31.1.2002, 24430/94) (www.echr.coe.int)
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46221/99) (www.echr.coe.int)
79
Nitekim Avusturya, dostane çözümle sonuçlanan Can kararında, Komisyona
taahhüt ettiği şekilde, 1987 yılında Avusturya CMUK’un konuya ilişkin
maddesini (45/3) değiştirmiş ve getirdiği yeni hükümle; tutuklu bulunan bir
kimsenin delilleri karartma tehlikesi nedeniyle avukatıyla görüşmesinin
dinlenmesini zorunlu olmaktan çıkararak, bu konuda soruşturma hâkimine
takdiri bir yetki vermiş ve ayrıca, denetimi istisnaî hâller ile sınırlandırmıştır
(bakınız Doğru, s. 894).
80
Anayasa Mahkemesi Kararı (T. 31.3.1992, E. 1992/18, K. 1992/20, RG
27.1.1993/21478 Mükerrer); ayrıca Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 270
78
59
tutuklu sanığın avukatıyla temasının önlenmesi, 6/3-c yanında, 1’inci fıkrada
yer alan dava hakkının (bir mahkemeye gidebilme hakkının) ihlâli sayılmıştır81.
Keza, 26.3.2002 tarih ve 4748 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılan
DGMKGYUK mad. 16/5; tutuklama nedenine göre lüzumu hâlinde kamu
davasının açılmasına kadar sanık ile müdafiin görüşmelerinde bizzat hâkim
veya tayin edilecek naip yahut istinabe olunan hâkimin hazır bulunabileceğini
öngörmekte idi. Doktrinde, bu maddede her ne kadar görüşmeye hâkimin
nezaret etmesi “tutuklama nedenine göre lüzumu hâlinde” gibi belirsiz bir şartın
gerçekleşmesine bağlı tutulmuş ise de, bu şartın, Can kararında ortaya konan
“delilleri karartma şüphesi” biçiminde anlaşılması gerektiği ifade edilmekte
idi82.
İHAS mad. 6/3 (b), yakalamanın veya tutuklamanın hemen ardından
avukat yardımı alabilme hakkını zorunlu olarak gerektirmemektedir. Çünkü
ilgili kişi daha sonra yargılamaya kadar savunmasını bir avukatla hazırlama
imkânına sahip olursa, bu şekilde hükmün gereği yerine getirilmiş olur. Müdafi
ile görüşmenin, tutuklamadan sonraki ilk sorguda da geçerli olup olmadığı
hususunda somut durumun özelliklerine göre bir sonuca varılmaktadır. Nitekim
İmbrioscia/İsveç kararında; sözleşmenin bu hükmünden, yakalanmadan hemen
sonra sanığın bir avukat yardımından yararlandırılmaya başlaması gerektiği
sonucu çıkarılamayacağı; ilgilinin daha sonra, duruşmaya kadar savunmasını
avukatıyla birlikte hazırlamak konusunda yeterli imkâna sahipse, hükmün
gereğinin yerine getirilmiş olduğu belirtilmektedir 83. Bu karara atıf yapılan
Öcalan/Türkiye kararında da şu ifadelere yer verilmiştir: “Ayrıca Mahkeme, 6/1
ve 3 (c) hükümlerinin ön soruşturma esnasında uygulanma tarzının
yargılamanın özelliklerine ve davanın şartlarına bağlı olacağına; 6’ncı
maddenin güttüğü adil yargılanma amacına ulaşılıp ulaşılmadığının
belirlenmesinde, davanın bütününde uygulanan usullere bakılması gereğine
dikkat çekmektedir”84. Keza, Murray/İngiltere kararında İHAM, polis tarafından
yapılan ilk sorguda avukat bulundurulmamasını sözleşmenin ihlâli olarak
görmüştür85. Bu karara konu olan davada, sanığa; gözaltı sırasındaki sorgulama
esnasında; konuşmak zorunda olmadığı, fakat susmasının aleyhine
yorumlanabileceği söylenmiş ve ilk 48 saat boyunca kendisinin bir avukatla
temasına izin verilmemiştir. Bu durum, mad. 6/1 (adil yargılama) ile bağlantılı
olarak mad. 6/3 (c)’nin ihlâli sayılmıştır. İHAM’a göre, sanığın polis
soruşturması safhasındaki davranışına yargılamada özellikle önem ve ağırlık
veren sistemlerde, 6’ncı madde, ilke olarak yargılama öncesi aşamada sanığa bir
81
Golder/İngiltere (21.2.1975) (Gölcüklü/Gözübüyük, s. 305)
Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 270
83
Imbrioscia/İsveç (24.11.1993) (Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 268)
84
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46221/99) (www.echr.coe.int)
85
Murray/İngiltere (8.2.1996) (Frowein/Peukert, s. 299, kn 182; Tezcan/
Erdem/Sancakdar, s. 268)
82
60
avukatın refakatini zorunlu kılmaktadır 86. Öcalan/ Türkiye kararında da,
“Sözleşmenin 6’ncı maddesi, polis soruşturmasının ilk aşamalarında bile
sanığın bir avukatın hukukî yardımından faydalanmasına imkân sağlanmasını
gerekli kılmaktadır” görüşüne yer verilmiştir87.
İHAM, yeterli sebepler mevcut bulunmadığı hâlde, tutuklu sanığın
hücresinde avukatı ile yaptığı görüşmelerin 7 ay süre ile izlenmesini, İHAS
mad. 6/3 (c)’ye aykırı bulmuştur88.
Tutuklunun avukatı ile yazışmasının kontrolü veya sınırlandırılması;
mad. 8/2’deki amaçlara hizmet etmesi ve savunmayı gereksiz yere
kısıtlamaması kaydıyla, komisyona göre mad. 6’ya aykırı değildir 89
Herhangi bir zorlayıcı neden olmadan sanığın kendisi, duruşmadan
hemen önce avukatını değiştirirse ve bu sebepten dolayı duruşmanın
ertelenmesini isterse, bu talebinin reddi mad. 6/3 (b)’nin ihlâli olmaz90.
İki veya daha fazla müdafiden birinin çekilmesi, diğerinin veya
diğerlerinin faaliyetine devam etmesi hâlinde, savunmayı engellemiş olmaz;
aksi takdirde yeni avukata dosyaya hazırlanması için imkân verilmelidir 91.
Özgürlüğü kısıtlanmış olan sanık ile müdafiinin birbirinden farklı ve
uzak yerlerde olmaları, ancak bir hâlde; bu mesafe savunmanın hazırlanmasını
“gerçekten” (fiilen) kısıtlaması hâlinde, sözleşmeye aykırılık oluşturur92. İHAS
mad. 6/3-b; avukatla daha rahat bizzat görüşme(ziyaret) için belirli bir infaz
kurumuna yerleştirilmeyi isteme hakkı verecek şekilde yorumlanamaz93. Yani
tutuklu bulunulan yerin avukatın bulunduğu yere uzak olması mad. 6/3 (b)’nin
ihlâli değildir; yeter ki, müdafi ile başka türlü (mektupla, telefonla) kontak
imkânı sağlanmış olsun ve örneğin keyfî bir şekilde daha uygun bir infaz
kurumuna gönderme engellenmesin94.
C) Dosya İnceleme Hakkı
Bu hak, savunmanın hazırlanması için gerekli kolaylıklara sahip olma
hakkı bakımından oldukça önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda adil
86
Murray/İngiltere (8.2.1996) (Gölcüklü/Gözübüyük, s. 305).
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46221/99) (www.echr.coe.int). Benzer şekilde,
Lamy (1985) ve Can (1985) kararlarında da, adil yargılanma hakkının hazırlık
soruşturmasından itibaren etkilerini doğurması gerektiği belirtilmiştir (Bk. Cihan,
Erol/Yenisey, Feridun: Ceza Muhakemesi Hukuku, 3. Tıpkı Bası, İstanbul 1998,
s. 171 vd.).
88
Scroeder/Yenisey/Peukert, s. 68.
89
Bk. Frowein/Peukert, s. 299, kn 184; Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 68;
Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 268
90
Çeşitli kararlar için bk. Frowein/Peukert, s. 297 vd., kn 180, dn. 792
91
Çeşitli kararlar için bk. Frowein/Peukert, s. 298, kn 180, dn. 793 ve 794
92
Haerdle/Almanya (3.3.1982, 9479/81) (Spaniol, s. 96).
93
X/Almanya (8.3.1979, 8097/77) (Spaniol, s. 97).
94
X/Almanya (8.3.1979, 8097/77) (Frowein/Peukert, s. 299 vd., kn 184).
87
61
yargılanma içinde görülen ve silâhların eşitliği ilkesinin bir yansıması95 olarak
da kabul edilen dosya inceleme hakkı, komisyon kararlarına göre, asıl olarak
(doğrudan doğruya) mad. 6/3-b’den kaynaklanan bir haktır96. Çünkü savunmayı
hazırlamak için gerekli kolaylıklara sahip olma hakkı, ancak, sanığın
araştırmaların sonucu hakkında bilgilendirilmesi durumunda garanti edilmiş
olabilir; bu ise büyük ölçüde, dosyayı inceleyebilmekle mümkündür.
Dosya inceleme hakkı savunmanın hazırlanması için gerekli bir haktır.
Bu nedenle, bu hakkın engellenmesi suretiyle savunma imkânları kısıtlanmakta
ise, mad. 6/3 (b) ihlâli ortaya çıkar. Sözleşmede ifadesini bulan “gerekli”
kolaylıklara sahip olma hakkı; muhakemeyi etkileyebilecek, sanık lehine en
uygun ve etkili bir savunmayı mümkün kılacak bütün önemli bilgilere
ulaşabilmeyi gerekli kılmaktadır. Başka bir deyişle, savunma makamı da, kural
olarak, araştırmalar ve bunların sonuçları hakkında, iddia ve yargılama makamı
kadar dosyadan bilgi sahibi olmalıdır97.
Kovuşturma (ve yargılama) makamı açısından bir açıklama
yükümlülüğü şeklinde ortaya çıkan savunmanın bu hakkı, yetkili makamlar
tarafından toplanmış veya toplanabilecek olan bütün belgeleri ve olayları
kapsamaktadır98.
Adil bir yargılamanın sağlanabilmesi için, tarafların, davayla ilgili belge
ve bilgilere ulaşması gerekmekte ise de, silâhların eşitliği açısından önemli
olan, taraflardan birinin diğerine karşı avantaj sağlamamasıdır. Örneğin
Feldbrugge/Hollanda kararında, savunmanın, resmî bilirkişinin raporuna
ulaşamaması silâhların eşitliğine aykırı görülmemiştir. Çünkü tarafsız bilirkişi
karşısında davanın diğer tarafı da aynı konumdadır; rapor aleyhine çıkmış
olsaydı o da bu rapora karşı görüşlerini ortaya koyma ve raporu çürütebilme
imkânına sahip olmayacaktı99.
Ancak dosya inceleme imkânının kısıtlanması tek başına ihlâle yol
açmaz. Adil yargılanma hakkı, dosyadaki bütün belge ve bilgilerin savunmaya
verilmesi yükümlülüğünü getirdiği şeklinde yorumlanmamalıdır. İhlâlden söz
edebilmek için, bu kısıtlılık dolayısıyla savunmanın hazırlanması imkânsız hâle
gelmiş olmalıdır 100. Bu nedenle, soruşturma sırasında toplanmış olan birçok
belgeden, iddiaya esas teşkil etmeyenlerin içeriği hakkında savunmanın asgarî
düzeyde bilgi sahibi olması yeterlidir. Buna rağmen bu belgelere ulaşmak
95
X/Norveç (16.7.1970, 3444/67) (Spaniol, s. 98).
Jespers/Belçika (14.12.1981, 8403/78) (Spaniol, s. 98).
97
Bk. Spaniol, s. 100 ve aynı yer dn. 207’de zikredilen yazarlar.
98
Edwards/İngiltere (25.11.1992) (İnceoğlu, s. 294 vd.)
99
Ancak, bu kararda silâhların eşitliği ilkesine aykırılık bulmamış olan İHAM,
tarafların davaya tam olarak katılmalarını sağlayacak bir usulün öngörülmemiş
olmasını, yani bilirkişi raporuna ulaşma imkânının bütün taraflara tanınmamış
olmasını 6/1’in ihlâli olarak görmüştür (bk. İnceoğlu, s. 228).
100
X/Belçika (10.12.1985, 10444/83); X/İngiltere (13.5.1986, 11058/84)
(Spaniol, s. 98).
96
62
isteyen savunma, bunları neden talep ettiğine ilişkin yeterli gerekçe
gösteremiyorsa, sözleşme ihlâlinden söz edilemez. Ulaşılamayan belgelerden
dolayı savunma yeterince hazırlanamamış veya bu kısıtlama nedeniyle
suçlamanın aksi ispat edilememişse, ancak bu durumda savunma hakkının ve
silâhlarda eşitlik ilkesinin ihlâli vardır101.
Ayrıca, ilk derece yargılamasında bazı bilgilere ulaşılamadığı için
ortaya çıkan haksızlık, üst derece yargılama aşamasında bilgilere ulaşılarak
giderilmişse ihlâl oluşmamaktadır. Değerlendirme, yargılamanın bütünü göz
önüne alınarak yapılmalıdır102. Savunma, bu haksızlığı düzeltebilecek konumda
iken, bu hususta atacağı adımları atmamış ise, yine ihlâlden söz edilemez103.
Savunmanın bilgisine sunulmayan deliller hükümde etkili olmuşlarsa,
burada bir kusur vardır. Ancak savunma, muhakemenin sonraki aşamalarında
bu eksikliği ve eşitsizliği giderme imkânına sahipse ve bunun için bir çaba içine
girmişse, muhakemenin bütünü açısından bu kusur giderilmiş demektir ve
sonuçta bir ihlâlin varlığından söz edilemez. Başka bir ifadeyle, telafisi iç
hukukta mümkün olan ihlâllerin mahallî yargılama makamları önünde değil de,
ilk olarak İHAM önünde dile getirilmiş olması hâlinde ihlâl kararı
verilmemektedir.
Bütün bu hususlar Edwards/İngiltere kararında açıkça dile
getirilmektedir. Polis, 10 yıl hapis cezasına mahkûm edilen sanıktan iki bilgiyi
saklamıştır. Bunlardan birisi; kendisine saldıranı görse tanıyacağını belirten
mağdurun, sanığı polis fotoğraf albümünden teşhis edemediğine ilişkin olanı,
ikincisi ise; suç mahallinde başka parmak izlerinin de bulunduğuna ilişkin
bilgidir. İHAM’a göre de, mahkûmiyet kararı asıl olarak polisin gösterdiği
delillere dayanmaktadır. Bu nedenle bu iki önemli bilginin savunmadan
saklanması bir kusurdur. Ancak İHAM, muhakemenin bütününü ele alarak, bu
kusurun ileriki aşamalarda giderilip giderilmediğine de bakmıştır. İstinaf
aşamasında savunma, bu hususta bir çaba içerisine girmemiştir. Örneğin, ilk
derece mahkemesinin kararını istinaf mahkemesinin bozması için ikna
amacıyla, polis memurlarının tanık olarak dinlenmesini isteme imkânı varken
savunma bu imkânı kullanmamıştır. Ayrıca, bu delilleri savunmadan gizleyen
polisler hakkında bu nedenle yapılmış olan soruşturma raporunun kendisine
verilmediğini İHAM önünde ileri süren savunma, ülkesindeki kanun yolu
aşamasında bu hususu dile getirmemiştir. Bu nedenlerle İHAM, ilk derece
yargılama makamları önündeki kusurların üst derece yargılama sırasında
giderilmesine imkân verilmiş olduğunu dikkate alarak, adil yargılanma hakkının
ihlâl edilmediğine karar vermiştir 104.
İHAM’ın 1977 tarihli bir kararına göre, dosyasını inceleme yetkisinin
bizzat sanığa verilmesi zorunlu değildir. “Savunmanın bütünlüğü” noktasından
101
Bendenoun/Fransa (24.2.1994) (İnceoğlu, s. 230 vd.).
Bk. İnceoğlu, s. 294
103
Schuler-Zgragen/İsviçre (24.6.1993) (İnceoğlu, s. 232)
104
Bk. İnceoğlu, s. 294 vd.
102
63
hareket edildiği için, sanık veya müdafiden birisinin dosya inceleme hakkına
sahip olması yeterlidir105. Sanığın bizzat görmesi (incelemesi) gerekli olmayıp,
müdafiin dava dosyasını inceleyebilmesi yeterlidir106 . Buna karşılık
Öcalan/Türkiye kararında farklı sonuca varılmıştır: “Savcılık makamının sanığa
delilleri doğrudan incelemesi için izin vermesi ve yeterli süre tanıması
durumunda sanığın belirleyeceği argümanların, sanığın talimatları olmaksızın
avukatlarının kendi başlarına belirleyecekleri argümanlardan savunmayla daha
ilgili olacaklarını farz etmek akla yakındır. Son olarak, dava dosyasının hacmi
ve görüşmelerin sayı ve süresine getirilen sınırlamalar, tüm delillerin önem
bakımından değerlendirilmesinin sanık avukatları tarafından yapılmasını
engellemiş olabilir. Dolayısıyla mahkeme, sanığın, iddianamenin dışında dava
dosyasındaki hiçbir belgeye uygun bir biçimde erişememesi, sözleşmenin 6/3 (b)
hükmüyle birlikte 6/1 fıkrasına da aykırı olarak sanığın savunmasını
hazırlarken karşılaştığı güçlüklerin yoğunlaşmasına katkıda bulunduğu
sonucuna varılmıştır”107.
Komisyona göre, müdafiye sahip olmayan bir sanığın, bazı notlar alma
iznine sahip olacak şekilde bir dosya inceleme hakkına sahip olması hükme
aykırılık oluşturmaz108. Dosya inceleme yetkisi StPO mad. 147 ve CMUK mad.
143’de kural olarak sadece müdafie tanınmıştır. Bu nedenle, bazı yazarlara
göre, müdafi atanmasının zorunlu olmadığı hâllerde dahi, dosyasını incelemek
isteyen sanığın bu amaçla kendisine bir müdafi seçmesi gerekir109. Sanığın
dosyaya zarar vermesi veya bazı belgeleri yok etmesi tehlikesinden hareket
eden bu gerekçe, fotokopi imkânlarının bu kadar geniş olduğu bir dönemde
inandırıcı değildir 110.
Dosya inceleme hakkının ne zaman başladığı hususu belirsizdir. Ancak
en geç; duruşmaya kadar savunmayı hazırlamaya yetecek kadar erken bir
zamanda olmalıdır111. Muhakemenin hangi aşamasından itibaren dosya
inceleme hakkının tanınacağı hususu, üye ülkelerin kanun koyucularına aittir.
Ülkelerin muhakeme sistemlerinin farklılığı dolayısıyla, dosya inceleme
hakkının başladığı anın tespitinden kaçınılmaktadır. Bu nedenle, örneğin
araştırmaların gizliliği dolayısıyla, araştırmalar bittikten, dava açıldıktan sonra
ilk olarak bu hakkın tanınması sözleşmeye aykırı sayılmamaktadır112; yeter ki
105
X/Avusturya (5.7.1977, 7138/75) (Spaniol, s. 99; Schroeder/Yenisey/
Peukert, s. 60)
106
Kamasinski/Avusturya (19.12.1989) (Frowein/Peukert, s. 300, kn 185).
107
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46221/99) (www.echr.coe.int)
108
Ofner/Avusturya (19.12.1960, 524/59) (Spaniol, s. 99)
109
Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 61 vd.
110
Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 62
111
Bk. Spaniol, s. 100 vd. ve aynı yer dn. 210, 211’de zikredilen yazarlar.
Bk. Cihan/Yenisey, s. 170. Yazarlar, 1992 yılında yapılan değişiklikle CMUK
mad. 143’de, sözleşme hükümlerinin ötesine geçen bir düzenleme yapıldığını,
bu yolla soruşturmanın gizliliğinin ortadan kaldırıldığını, bu durumda savcının
112
64
dosya incelenmesinden sonra savunmanın hazırlanması için yeterli zaman
kalmış olsun113.
Dosya inceleme hakkı sınırsız ve mutlak bir hak değildir. Savunmanın
hazırlanması için gerekli114 olan, örneğin muhbir (V-Mann) gibi bilgi kaynakları
ya da, (zorunlu) bilgilere ulaşma imkânı dahi kısıtlanabilir, savunma için önemli
bilgiler içermediği sürece iddia makamınca dosyaya konmuş bulunan bazı
notlar ve yazışmalar savunmaya bildirilmek zorunda değildir115.
Dosya inceleme hakkının kısıtlanmasının bir sınırı, savunmadan
gizlenen belgelerin savunmanın bilgisine sunulması hâlinde mahkemenin
vereceği kararın değişecek olmasıdır. Başka bir ifadeyle, savunma, dosyadaki o
bilgilere vakıf olsa bile mahkeme aynı kararı verecek idiyse (nedensellik bağı),
Sözleşme ihlâli yoktur116.
Dosya inceleme hakkının sınırlanmasına ilişkin bazı genel, açık
olmayan kısıtlamaların sözleşmeye aykırı olmadığı belirtilmektedir117. Örneğin;
idarî teknik zorluklar118, özellikle askerî bakımdan önemli hususlarda (millî)
güvenlik gerekleri veya gizlilik yükümlülüğü119 dolayısıyla dosya incelenme
soruşturma işlemlerinin başarıya ulaşamayacağını, dosya içeriği hakkında
müdafi aracılığıyla bilgi sahibi olan sanığın diğer ifade sahipleriyle çelişmeyecek
şekilde gerçeğe aykırı ifade verebileceğini, delilleri karartabileceğini
söylemektedirler. Yazarlara göre, kanun yeniden değiştirilmeli ve savcı
araştırmaları bitirdikten sonra, fakat kamu davası açma veya takipsizlik kararı
verilmeden önce müdafiinin dosya incelemesi mümkün olmalıdır
(Cihan/Yenisey, s. 169 vd.). Kısmen benzer görüşte Centel, Nur/Zafer, Hamide:
Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul 2003, s. 152.
113
X/Avusturya (7.3.1964, 1816/63); X/Avusturya (22.3.1972, 4622/70);
X/Almanya (28.3.1963, 1216/61) (Spaniol, s. 99).
114
X/Belçika (10.12.1985, 10444/83) (Spaniol, s. 99).
115
X/Avusturya (1.6.1972, 4428/70) (Spaniol, s. 99).
116
Jespers/Belçika (14.12.1981, 8403/78) (Spaniol, s. 99); Atlan/İngiltere
(19.6.2001-19.9.2001 Final) (İnceoğlu, s. 297, dn. 334).
117
Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 70
118
X/Almanya (14.12.1961, 599/59) (Spaniol, s. 99); Ofner/Avusturya
(19.12.1960, 524/59) (Frowein/Peukert, s. 300, kn 185). İdarî teknik zorluğa
örnek, çok geniş kapsamlı dosyalardaki önemli masraf ve iş yükü gösterilebilir.
Burada dahi, sonuçta, sanığın şahsına değilse bile, müdafiin şahsına dosya
inceleme imkânının tanınması gerekmektedir (bk. X/Almanya (14.12.1961,
599/59), Spaniol, s. 99, dn. 204). İHAM, bir başka kararında ise; idarî ve pratik
güçlüklerin modern bir toplumda yenilemez olduğunun düşünülemeyeceğini
ifade etmiştir (Artico/İtalya, (13.5.1980, 6694/74), Doğru, s. 362). Benzer bir
görüş için bk. Schroeder/Yenisey/Peukert, s. 62
119
Haase/Almanya davasında; sanık, Doğu Almanya için casusluk yaptığından
bahisle mahkûm olan bir eski subaydır. Sanığın avukatları dosyayı
inceleyebiliyorlardı, fakat Alman Hükümeti, güvenlik nedeniyle bazı belgeleri
incelemelerine izin vermemişti. Bu olayda Komisyon, sanık için 20 civarında
avukatın çalışıyor olmasının, savunma hakkının kısıtlandığı iddiasını geçersiz
65
hakkı sınırlanabilir120. İHAM bu konuda değerler tartımından hareket
etmektedir. Buna göre, savunmanın haklarının karşısında tartılmak zorunda
olunan millî güvenlik veya tanıkları bir misillemeden koruma ya da polisin suçu
araştırma metotlarını gizli tutmak gibi, çatışan menfaatler olabilir. Bazı
olaylarda, başka birinin temel haklarını veya önemli bir kamu menfaatini
korumak için bazı delillerin savunmadan gizlenmesi gerekebilir. Ancak bu tür
savunma haklarını sınırlayan önlemlere, sadece, “kesin olarak gerekli” ise
sözleşme çerçevesinde izin verilebilir121.
İHAM, savunmadan bazı delillerin saklanması hâlinde, bunun kesin
olarak gerekli olup olmadığı hususunda değerlendirme yapmanın da, kural
olarak, kendi yetkisinde değil, millî mahkemelerin yetkisinde olduğunu
belirtmektedir. Ancak, bazı delillerin savunmadan gizlenmesine ilişkin kararı
savcının vermesi yeterli değildir; bu konuda “hâkimin” kararı gereklidir.
Savunmanın hazırlanabilmesi için dosyanın incelenmesi gerekli kısımlarının
(belgelerinin) hangileri olduğunun tespiti millî hâkimin belirleyeceği bir
husustur. Bu husus objektif kriterlere bağlanmalı ve keyfilik önlenmelidir.
Kural olarak, suçun işlenişine, unsurlarına ilişkin bütün hususlar (saik, niyet,
kast, taksir, haksızlık bilinci gibi) savunmanın hazırlanması için gereklidir ve
savunmanın bunlarla ilgili kısımlara ulaşabilmesi gerekir122.
Diğer taraftan, bu kararın hâkim tarafından alınmış olması da, ihlâli
ortadan kaldırmaya yetmeyebilir. Bu nedenle İHAM, bu tür bir karar alınırken
izlenen usulü denetlemektedir. Gizlilik kararı alınırken; silâhların eşitliği,
çelişmeli yargılama ve savunma menfaatlerinin mümkün olduğu ölçüde
korunması gerekmektedir. Bu hususta şu hususlar önemli güvenceler olacaktır:
Savunmanın konudan haberdar edilmesi, hangi olaylar hakkındaki delillere
ilişkin gizlilik kararı alınmaması gerektiği hususunda ve savunmasının
çerçevesi konusunda hâkime görüş bildirme imkânının sağlanması, kanun yolu
aşamasında bu gizlilik kararının yeniden kontrolünün mümkün kılınması123.
Yukarıdaki kısıtlamalar söz konusu olmadığı sürece, savunmayı
hazırlamak için gerekli dokümanlara ulaşma imkânının en geç iddianamenin
mahkemeye verilmesinden sonra sağlanması gerekir124.
D) Duruşma Hakkı
Sanığın savunmasını hazırlamak için gerekli kolaylıklara sahip olma
hakkı, ayrıca, duruşma gereğini de ortaya çıkarmaktadır. Alenî duruşma hakkı,
kıldığını belirtmiştir (Haase/Almanya (12.7.1977, 7412/76), Frowein/Peukert, s.
300, kn. 185, dn. 808)
120
Haase/Almanya (12.7.1977, 7412/76) (Spaniol, s. 99).
121
Doorson/Hollanda (26.3.1996); Van Mechelen ve Diğerleri/Hollanda
(23.4.1997) (İnceoğlu, s. 296).
122
Jespers/Belçika (14.12.1981, 8403/78), (Frowein/Peukert, s. 300, kn 185).
123
Bu konuda bazı İHAM kararları için bk. İnceoğlu, s. 296, 298 vd.
124
Bk. Frowein/Peukert, s. 300, kn 185, dn. 806’da zikredilen karar.
66
sözlü duruşma hakkının tanınmasını gerektirmektedir. Ancak, duruşma
eksikliği, kategorik olarak, adil yargılanma hakkının ihlâli olarak
görülmemektedir. Aksine, istisnaî durumlar, duruşma yapılmamasını haklı
kılabilir. İtiraz üzerine duruşmalı yargılama yapılabilme imkânının tanındığı
hâllerde ise herhangi bir sorun olmamalıdır (bk. CMUK mad. 386 vd.).
Göç/Türkiye kararında İHAM, sekize karşı dokuz oyla, çelişmeli yargılamanın
gerektirdiği duruşma hakkı garanti edilmediği için sözleşmenin 6/1’inci
maddesi ihlâl edilmiştir. (Başvurucu ise 6/3 (b) hükmünün ihlâline dayanmıştır).
Hâkim önüne çıkarılmadan iki gün süreyle gözaltında tutulan başvurucunun 466
sayılı Kanun uyarınca (Karşıyaka) Ağır Ceza Mahkemesinde (ve temyiz
aşamasında Yargıtayda) görülen davada, başvurucuya, durumunu sözlü olarak
anlatma fırsatı verilmemiştir. Oysa tazminat miktarını belirlerken dikkate alınan
davacının (sanığın) sosyal, ekonomik konumu ve gözaltında çektiği acı gibi
kişisel durumlar duruşmayı gerekli kılmaktadır. Karşı yönde oy kullanan üyeler
ise; 466 sayılı Kanunun 3’üncü maddesinin raportör hâkime tarafları dinleme
yetkisi verdiğini, somut olayda; tamamen teknik bir konuda sözlü açıklamaları
gerektirecek bir kamusal çıkarın bulunmaması nedeniyle ihtiyaç duyulmadığı ve
davacının da bu yönde bir talebi olmadığı için kullanılmayan bu yetkinin;
aslında, tarafların hazır bulunması ve dinlemenin halka açık olması anlamında
alenî duruşmanın tüm niteliklerini taşıdığını, ancak mevcut davanın şartları
içinde duruşmaya gerek olmadığını ifade etmişlerdir125.
Sözlü duruşma hakkı, asıl olarak, olay incelemesi yapan mahkeme
önünde ileri sürülecek bir haktır. İlk derece mahkemesi önünde tanınmamış olan
bu hakkın temyiz aşamasında duruşma imkânı olduğundan bahisle sağlanması
düşünülemez. Göç/Türkiye kararında bu hususa işaret edilmiştir. İHAM’a göre,
yargılamanın hiçbir aşamasında başvurucuya, millî mahkemeler önünde
durumunu sözlü olarak açıklama fırsatı verilmemiştir. HUMK mad. 438
uyarınca Yargıtayda duruşma için başvurulabileceği savunması ikna edici
değildir. Zira burada önemli olan, davaya konu olayların tespitinden ve asıl
kararın verilmesinden sorumlu olan (466 sayılı Kanun gereği Ağır Ceza)
Mahkeme(si) önünde duruşma fırsatı verilip verilmediği hususudur. Ayrıca,
Yargıtayda duruşma talebinde bulunulmamış olması da, ilk derece mahkemesi
önündeki duruşma hakkından vazgeçildiği şeklinde değerlendirilemez. Çünkü
Yargıtay, (ödenmesi gereken tazminat miktarına ilişkin) ilk derece
mahkemesinin kararını değiştirmeye tam olarak yetkili değildir 126.
125
Göç/Türkiye (11.7.2002, 36590/97), (Polis Akademisi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi Kararları Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, Ekim 2002, Ankara, s. 19 vd., 30
vd.).
126
Göç/Türkiye (11.7.2002, 36590/97), (Polis Akademisi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi Kararları Dergisi, Cilt1, Sayı 3, Ekim 2002, Ankara, s. 19 vd., 31
vd.).
67
Alenî duruşmada sanığın avukatının hazır bulunup savunma yapması
hâlinde 6/3 (b) hükmünün gereği yerine getirilmiştir127. Sanık ve müdafiin hazır
bulunma hakkına sahip olmadıkları bir duruşmanın tarihinin bunlara
bildirilmemiş olması bu hakkın ihlâli değildir 128.
Bilirkişi mütalâasına karşı görüş açıklamak için (yeterli) süre
verilmemesi ya da mütalâalar arasında çelişki bulunması hâlinde başka
bilirkişiye müracaata izin verilmemesi mad. 6/1 ve 6/3 (b) ihlâli sayılmaktadır.
G.B./Fransa kararında, bilirkişinin duruşmada, daha önce yazılı olarak
sunduğundan farklı bir görüş açıklaması üzerine, avukatın başka bilirkişiye
müracaat talebinin reddedilmesi hâlinde, sunulan bu yeni delil karşısında
savunmaya gerekli kolaylığın sağlanmadığı ve savunma hakkının ihlâl edildiği
belirtilmiştir129.
Bilirkişi dinlenmesi de dâhil olmak üzere, her hangi bir delil talebinin
davayla ilgisi hakkında karar verme yetkisi esas olarak millî mahkemelere ait
olmakla birlikte, bu konudaki taleplerin “gerekçe gösterilmeksizin
reddedilmesi” sözleşmeye aykırı bulunmaktadır130.
Devlet tarafından görevlendirilen avukatın savunmada yetersiz olması,
Cuscani/İngiltere davasında, savunmayı hazırlamak için gerekli kolaylıklara
sahip olma hakkının ihlâli şeklinde iddia edilmişse de, İHAM, avukatın
duruşmalarda tercüman istememiş olmasını mad. 6/3 (e) ihlâli saydığı için, mad.
6/3 (b) ile ilgili iddiayı ele almaya gerek görmemiştir131.
E) Karar ve İşlemleri Öğrenme (Tebellüğ) Hakkı
Gerekçeli mahkeme kararının usulünce tebliği de, savunmasını
hazırlamak için sanığa sağlanması gereken kolaylıklar arasında sayılmaktadır132.
Melin/Fransa kararında, komisyon; gerekçeli karar hükümlüye tebliğ edilmediği
için ilgili tarafından gerekçe göstermeden yapılan temyiz başvurusunun “bu
nedenle” reddi hâlinde, sanığın gerçek ve etkili bir savunmadan yoksun
kılındığı ve sonuç olarak mad. 6/3 (b) ve (c) bentleriyle bağlantılı olarak mad.
127
Dallos/Macaristan (1.3.2001, 29082/95), (www.echr.coe.int). Söz konusu
kararda; dosyanın yeniden ele alınıp yeni bir yargılama sonunda farklı bir
kararın verilebildiği temyiz incelemesinde; Yüksek mahkeme önündeki alenî
duruşmada, Komisyon, ithamın niteliğinin ayrıntılı olarak bildirilmemesi
gerekçesiyle 6/3 (a) ihlâli, bu itham karşısında savunmaya yeterli zaman ve
imkân verilmemesi gerekçesiyle 6/3 (b) ihlâli sonucuna vardığı hâlde, İHAM,
avukatın duruşmada savunma yapabildiği noktasından hareketle adil
yargılanma hakkının sağlanmış olduğu sonucuna ulaşmıştır.
128
X/İngiltere (9.7.1968, 3075/67) (Spaniol, s. 97).
129
G.B./Fransa (2.10.2001, 44069/98), (www.echr.coe.int)
130
Vidal/Belçika (22.4.1992), (İnceoğlu, s. 304); ayrıca bk. Schroeder/
Yenisey/Peukert, s. 222
131
Cuscani/İngiltere (24.9.2002, 32771/96), (www.echr.coe.int)
132
Bu konuda bazı kararlar için bk. Gölcüklü/Gözübüyük, s. 301; Gölcüklü,
AÜSBFD 1994/1-2, Cilt 49, s. 223
68
6/1 hükmünün ihlâl edildiği görüşündedir. Çünkü sanık kararın gerekçesini
öğrenemediği için kanun yolu güvencesi işlevsiz hâle gelmektedir. Buna
karşılık divan, aynı olayda aksi yönde karar vermiştir. Divan bu kararını
verirken bu olayın özel şartlarını göz önünde tutmuştur. Başvurucu, istinaf
mahkemesi kararının kendisine tebliğ edilmemesinden dolayı, Yargıtaya
başvururken savunmasını tam olarak hazırlayamadığını iddia etmektedir.
İHAM’a göre, eski bir avukat olan başvurucu, ilgili hukuka göre, kendisine
tefhim edilen kararı yetkililerin gönderme yükümlülüğü olmadığını bilmektedir.
Başvurucu, mahkeme kaleminde bulunan orijinal yazılı karar metnini
isteyebilirdi; istemiş ve alamamış olduğu varsayılsa bile, bu talebini, aradan
geçen dört buçuk ay içinde tekrar edebilirdi; son olarak da, Yargıtayın
kaleminden, verilecek kararın tarihini öğrenerek, savunmasını hazırlayabilmek
için bunun ertelenmesini isteyebilirdi. Başvurucu, üzerine düşen çaba ödevini
yerine getirdiğini göstermeden, savunmasını hazırlamasını yetkililerin imkânsız
hâle getirdiğini iddia edemez 133. Ancak hukukumuz açısından komisyonun bu
görüşünün bir değeri yoktur. CMUK mad. 314 gereği, ilk temyiz başvurusunda
temyiz sebepleri gösterilmeyebilmekte ve gerekçeli kararın tebliğinden sonra
belli bir süre içerisinde temyiz lâyihası verilebilmektedir.
CMUK mad. 316’ya 4778 sayılı Kanunla, tebliğnamenin ilgili Yargıtay
ceza dairesince ilgililere tebliğ olunacağı hükmü eklenmişti. Bu eksik bir
hükümdü. Kısa bir süre sonra, 4729 sayılı Kanunla bu hüküm değiştirildi: Hem
tebliğde kapsam daraltıldı, hem de daha önemlisi; ilgililere, 7 gün içinde buna
cevap verme imkânı tanındı134. İHAM içtihatlarına göre yeterli bir süredir.
Çünkü ilgililer zaten dosyaya vakıftırlar. Aynı maddeye 4729 sayılı Kanunla
eklenen 4’üncü fıkra uyarınca da, bu tebligatın, dava dosyasından belirlenen son
adrese yapılacağı öngörüldü. Böylece, ilk hâlinde sadece mad. 6/3 (a) hükmünü
karşılayacak şekilde CMUK mad. 316’ya eklenen fıkra, değişiklikten sonra, (b)
hükmünü de karşılayacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Sözleşmenin mad.
6/3 (a) hükmünün ihlâli iddiasıyla başvuruda bulunulan Göç/Türkiye kararında
İHAM, oybirliğiyle, Yargıtay Başsavcısının tebliğnamesinin savunma tarafına
133
Melin/Fransa davası ile ilgili 9.4.1992 tarihli Komisyon raporu ve 22.6.1993
tarihli divan kararı için bk. Gölcüklü, AÜSBFD 1994/1-2, C. 49, s. 219; İnceoğlu,
s. 310
134
Doktrinde, tebliğnamenin sanığa tebliği hususunda hüküm bulunmamasının,
duruşma yapılmayan hâllerde, eşitlik ilkesini zedeleyeceği, bu nedenle; ya
Başsavcılığın sadece tarafların temyiz ettiği noktalar hakkında görüş bildirmesi
ya da yeni ve aleyhe noktalar ileri sürmüşse ve bunlar aleyhe etki edebilecekse,
sanığa cevap imkânı sağlanması gerektiği ifade edilmekteydi (Kunter,
Nurullah/Yenisey, Feridun: Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi
Hukuku, 11’inci Bası, İstanbul 2000, s. 1137 ve dn. 112). Donay ise,
tebliğnamenin, savunmanın temyiz lâyihasına karşılık teşkil ettiğini, bu nedenle,
Başsavcının davaya yeni bir unsur veya delil getirme gibi bir katkısı olmadığı
sürece, silâhların eşitliği ilkesinin zedelenmediği görüşündedir (Donay, s. 55
vd.).
69
iletilmemesi, sözleşmenin mad. 6/1 hükmünün (silâhların eşitliği bağlamında)
ihlâl edildiğini belirtmiştir. Anılan karara göre; yerel mahkemece kararlaştırılan
tazminat miktarının onanmasını isteyen Başsavcının görüşü, Yargıtay kararının
sonucunu etkilemeyi amaçlamaktaydı. Tebliğnamenin niteliği karşısında
başvurucunun buradaki görüşlere yazılı olarak cevap verme fırsatına sahip
olamaması, onun çelişmeli yargılanma hakkına yönelik bir ihlâldir. Bu hak,
kural olarak; savunmaya, mahkemenin kararını etkileme amacıyla bütün
delillerden ve görüşlerden haberdar olma ve bunlar üzerine görüş bildirme
fırsatının tanınmasını gerektirir. Başvuru sahibinin ilk derece mahkemesince
hükmedilen tazminata itirazı devam ettiğine göre, onun Yargıtay önünde sonuç
alma şansını olumsuz yönde etkileyecek her türlü mütalâadan tam olarak
haberdar olma hakkı bulunmaktadır. Burada, Türk Hükümetinin Kress davasına
dayanması doğru değildir. Çünkü bu iki olay farklıdır. Kress davasında;
hükümet komiseri davaya ilişkin düşüncelerini ilk kez sözlü olarak Danıştayda
yapılan alenî duruşmada sunmuştur ve böylece hem taraflar hem yargılama
makamı hem de kamuoyu ilk kez o zaman bu görüşün içerdiği önerileri
öğrenebilmişlerdir. Kaldı ki, o davada, bir avukat dilediği takdirde duruşmadan
önce hükümet komiserinden, görüşlerinin genel bir özetini kendisine iletmesini
isteyebilir ve bu görüşlere cevap verebilirdi. Ayrıca, böyle bir durum duruşma
esnasında gündeme geldiğinde ve yeterli sebep gösterildiğinde, taraflara cevap
hakkı tanımak amacıyla mahkeme duruşmayı erteleyebilirdi. Oysa Türk
Yargıtayı
temyiz
incelemesini
duruşmasız
(dosya
üzerinden)
değerlendirdiğinde, Kress davasındaki güvencelerin burada bulunmadığı
görülmektedir. Yine, başvurucunun Yargıtaydaki dosyaya ulaşabileceği ve
tebliğnamenin örneğini alabileceği gerekçesi de, çelişmeli yargılanma hakkı için
yeterli bir güvence oluşturmaz. Adil yargılanma hakkı, tebliğnamenin teslim
edildiği ve dilediği takdirde yazılı olarak cevap verebileceği hususunda
başvurucunun bilgilendirilmesini gerektirir. Oysa iç hukukta bu gereklilik
yerine getirilmemiştir. Yine bu konuda, başvurucunun avukatının, dava
dosyasını incelemenin mümkün olduğunu uygulamadan bilmesi gerektiği
şeklindeki Hükümetin savunması yeterli değildir. Çünkü, başvurucunun,
avukatından girişimde bulunmasını ve dava dosyasına yeni unsurların eklenip
eklenmediği konusunda belli aralıklarla kendisini bilgilendirmesini istemek, ona
orantısız bir yük empoze etmek anlamına gelir. Kaldı ki, Yargıtaydaki davanın
süreci konusunda hiçbir takvim verilmemiş olması, Başsavcılığın mütalâası
hakkında görüş bildirmek için gerçek bir fırsatı garanti etmemektedir. Bütün
bunlardan dolayı, Yargıtay Başsavcısının görüşünün başvurucuya iletilmemesi
mad. 6/1’in ihlâlidir135.
135
Göç/Türkiye (11.7.2002, 36590/97), (Polis Akademisi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi Kararları Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, Ekim 2002, Ankara, 19 vd., 33 vd.;
aynı yönde Lanz/Avusturya (31.1.2002, 24430/94), (www.echr.coe.int). Yine
aynı yönde olmak üzere Delcourt kararı için bk. Kunter/Yenisey, s. 1137, dn.
112.
70
V. HÜKMÜN DİSİPLİN HUKUKUNDA
UYGULANABİLİRLİĞİ
Disiplin hukukunda Sözleşmenin 6’ncı maddesinin uygulanıp
uygulanmayacağı konusunda İHAM, kesin bir yaklaşım ortaya koymak yerine;
disiplin hukukuna konu olan fiilin ve uygulanan yaptırımın niteliğine, ağırlığına
göre; 6/1’inci maddedeki “cezaî” nitelikte ya da “kişisel haklar ve
yükümlülükler kapsamında ele alınıp alınamayacağını belirlemektedir. Gerçeğe
aykırı rapor düzenlemek (Albert) ve usulsüz ifşada bulunmak, Tabipler Odasına
karşı saygısızlıkta bulunmak fiilleri (Le Compte) dolayısıyla Tabipler Odası
tarafından süreli (2 yıl) meslekten men cezası alan (ikinci başvurucunun cezası
ağırlaştırılarak, mesleği sürekli olarak icra edememesi sonucunu doğuran
Tabipler Odasından kaydının silinmesine dönüştürülmüştür) iki başvurucunun
durumlarının ele alındığı Albert ve Le Compte/Belçika kararında bu husus şu
şekilde ifade edilmiştir: “Disiplin yargılaması kural olarak, “kişisel haklar ve
yükümlülükler ile ilgili bir uyuşmazlığa” yol açmaz; ancak bazı koşullarda
durum tersine olabilir. Yine disiplin yargılaması “cezaî” olarak
nitelendirilebilecek bir yargılama da değildir; ancak belirli bazı olaylarda bu
kural da uymayabilir... sözleşmenin 6/2 ile 6/3-(a), (b) ve (d) maddelerinde yer
alan ilkeler, ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, sözleşmenin 6/1’inci
fıkrasındaki sınırlara tâbi olarak, tıpkı hakkında bir suç isnadı bulunan bir
kimsenin olayında olduğu gibi, disiplin yargılamasında da uygulanır136. Bu
kararda komisyon, başvurucuların sadece kişisel hak ihlâline uğradıkları, ayrıca
136
Albert, Le Compte/Belçika (10.2.1983, 7299/75), (Doğru, s. 531, 536). Bu
kararda İHAM, uyuşmazlığın kişisel haklar ve yükümlülüklerle ilgili olduğu, bu
nedenle 6/1 hükmünün uygulanabilir olduğu sonucuna varmıştır. İHAM; disiplin
yargılamasının tek amacının, hakkında soruşturma yapılan kişinin meslekî
kurallara uygun davranıp davranmadığını veya mesleğin onur ve itibarını
zedeleyip zedelemediğini araştırmak ve böyle ise, kendisine disiplin cezası
vermek olduğunu ileri süren Belçika Hükümetinin bu görüşüne katılmamaktadır.
İHAM’a göre burada söz konusu olan hak; tıpkı König davasında, Le Compte,
Van Leuven ve De Meyere davasında olduğu gibi, tıp mesleğini icraya devam
etme hakkıdır ve bu özel hak, kamu yararına yapılan bir meslek olarak tıp
mesleğinin özgün bir niteliğe sahip olmasına ve mensuplarına özel bazı ödevler
yüklemesine rağmen, şahsi ve dolayısıyla sözleşme mad. 6/1 anlamında kişisel
(sivil, medenî) bir hak oluşturmaktadır. İHAM’a göre; Avrupa Konseyine üye
Devletlerin birçoğunda, disiplin suçlarını yargılama görevi, meslek kuruluşlarının
yargısal yetkiye sahip bulunan organlarına bırakılmıştır. Bu tür yetkilerin
tanınmış olması, sözleşme mad. 6/1 hükmünün uygulanabilir olduğu hâllerde
bile, tek başına (kendiliğinden) sözleşmeyi ihlâl sonucunu doğurmaz. Ancak bu
gibi durumlarda sözleşme, şu iki sistemden en az birisinin uygulanmasını
gerektirir: Ya meslek kuruluşlarının yargısal yetkili organlarının kendileri
sözleşmenin 6/1 hükmünün gereklerine uyum sağlarlar; ya da bu şekilde uyum
sağlayamıyorlarsa, daha sonra tam yetkili ve 6/1 hükmünün güvencelerini
sağlayan bir yargısal organın denetimine tâbi olurlar (bk. Doğru, s. 532 vd.).
71
“suç isnadı” ile karşılaşmadıkları görüşünde olduğu hâlde; divan, mad. 6/1
hükmünün kişisel ve cezaî yönlerinin zorunlu olarak birbirlerini
sınırlamadıklarını ve bu olayda mad. 6/1 hükmünün hem kişisel hem de cezaî
alanda uygulanabileceğini belirtmiştir.
Campbell ve Fell/İngiltere kararında da, bir “suç isnadının” karara
bağlanması söz konusu ise ve verilen cezanın niteliğine göre, sözleşme
açısından “cezaî” olarak kabul edilmesi hâlinde sözleşmenin 6’ncı maddesinin
uygulanabileceği sonucuna varılmıştır. Söz konusu kararda, cezaevindeki bir
ayaklanma sebebiyle başlatılan kovuşturma ve yargılama137 Cezaevi Disiplin
Kurulunca yapılmış ve İHAM, üçe karşı dört oyla, bu maddenin Disiplin Kurulu
yargılamaları konusunda da uygulanabilir olduğu sonucuna varmıştır138 Aynı
kararda komisyon da, disiplin kurulu yargılamasının, “suç isnadı”nın karara
bağlanması olduğu gerekçesiyle, 6’ncı maddenin uygulanabilir olduğu
sonucuna varmıştır139. Konu açısından öneminden dolayı, Campbell ve
Fell/İngiltere kararıyla ilgili bazı kısımlara burada yer verilmektedir140:
137
Buradaki yargılama, İçişleri Bakanlığı tarafından çıkarılmış olan 1964 tarihli
bir tüzük (rules) uyarınca yapılmaktadır. Tüzükte öngörülen disiplin cezaları:
uyarma, bazı ayrıcalıklardan yoksunluk, toplu hâlde çalışmaktan çıkarılma,
kazançlara stopaj konulması, hücreye kapatılma ve ceza infaz indiriminin
kaybedilmesidir. Sanıklara sonuncu ceza verilmiştir. Eylemin hem disiplin suçu
hem de ceza hukuku anlamında suç oluşturması hâlinde, Cezaevleri Genel
Müdürlüğü, sorunun bir mahkemede yargılanması amacıyla polise havale
edilmesi gerekip gerekmediğine karar verir. Kovuşturma ve yargılamayı yapan
disiplin kurulu, her cezaevi için İçişleri Bakanlığı tarafından kurulan bir organdır.
Her bir Kurulun 8 ilâ 24 arasında üyesi bulunur ve bunlardan en az ikisi sulh
hâkimidir (justices of peace); diğerlerinin hukukçu olması gerekmez. Bu kurulun
görevleri; disiplin suçlarının soruşturulması yanında; binaların, cezaevi
idaresinin ve hükümlülerin tretman düzeyinin yerinde olduğuna kanaat getirmek,
hükümlülerin taleplerini veya şikâyetlerini dinlemek, cezaevi müdürünün
dikkatinin çekilmesi gereken sorunlar hakkında dikkatini çekmek ve İçişleri
Bakanlığına raporlar sunmaktır.
138
Campbell, Fell/İngiltere (28.6.1984, 7819/77), (Doğru, s. 753)
139
Bk. Doğru, s. 734
140
Bk. Doğru, s. 734 -737
72
“Komisyon, Campbell olayındaki disiplin kurulu yargılamasının, “suç
isnadı” nın karar bağlanması olduğu ve bu nedenle sözleşmenin 6’ncı
maddesinin uygulanabilir olduğu sonucuna varmıştır.
Mahkeme, bu davadaki taraflarca zikredilen Engel ve Diğerleri
davasında aynı meseleyle karşılaşmıştır. Mahkeme o davada 8 Haziran 1976
tarihli kararında.., sözleşmenin 6’ncı maddesinde anlaşıldığı şekilde “suç
isnadı” kavramının “özerkliği” ne dikkat çektikten sonra, 21 Şubat 1984 tarihli
Öztürk kararında... teyit ettiği şu prensipleri koymuştur:
(a) Sözleşme, Devletlerin kamu menfaatlerinin koruyucuları olarak görevlerini
yerine getirirken iç hukuklarında suç kategorileri arasında ayırım
yapmalarına ve aralarına bir çizgi çekmelerine karşı değildir; fakat bu
suretle yapılan sınıflandırma sözleşme bakımından belirleyici değildir.
(b) Sözleşmeci Devletler bir suçu cezaî olmak yerine “idarî” olarak
sınıflandırma yetkilerini, sözleşmenin 6 ve 7’nci maddelerinin temel
hükümlerinin işleyişini dışarıda bırakmak için kullanacak olurlarsa,
sözleşmenin bu hükümlerinin uygulanması Devletlerin egemen iradelerine
tâbi kılınmış olacaktır. Bu suretle genişleyen serbestlik, sözleşmenin
amacına uygun olmayan sonuçlara yol açabilir.
Mahkeme Engel ve Diğerleri kararında “cezaî” ile “idarî” arasındaki
çizgiyi çekerken, olayın ilgili olduğu askerlik alanıyla dikkatini sınırlı tutmakta
olduğu söylenmiştir...
Ne var ki, sözleşmenin 6’ncı maddesinin amaçlarından biri olan adil
muhakeme güvencesi, sözleşmedeki anlamıyla demokratik bir toplumun temel
ilkelerinden biridir... Golder kararının da gösterdiği gibi, adalet cezaevinin
kapısında duramaz; duruma göre mahpusları sözleşmenin 6’ncı maddesinin
koruyucularından yoksun bırakma zorunluluğu yoktur.
Buradan çıkan sonuca göre, Engel ve Diğerleri kararında getirilen
prensipler, ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, cezaevi kurumları için de
geçerlidir, yukarıda söylenen sebepler, burada da sözleşmenin 6’ncı
maddesinin amacına... uygun olarak “cezaî” olan ile “idarî” olan arasında bir
çizgi çekilmesi gereğini ortadan kaldırmaz. O hâlde Campbell aleyhindeki
yargılamanın sözleşme bakımından “cezaî” alana girmiş görülüp
görülemeyeceği belirlenmelidir...
Belirlenmesi gereken birinci mesele, tartışma konusu fiilleri tanımlayan
metnin iç hukuk sistemine göre ceza hukukuna veya disiplin (idare) hukukuna
veya her ikisine de girip girmediğidir...
İngiliz hukukunda, Campbell’e isnat edilen fiillerin disiplin hukukuna
girdiği açıktır... Bununla birlikte Mahkeme, McConkey ve Tarrant
davalarında..., disiplin kurulu yargılaması ile ceza yargılaması arasında bazı
paralellikler kurulduğunu da not etmektedir.
Her hâlükârda, ulusal hukukun getirdiği bazı göstergeler sadece göreli
bir ağırlığa sahiptir; fiilin esas niteliği önemi daha büyük olan bir faktördür...
73
...mahpusların... bazı fiiller(i) bir iç disiplin meselesi olmaktan başka
bir şey değilken, diğer bazılarına aynı gözle bakılamaz.... İkinci olarak, bazı
eylemlerin cezaevinde işlenmiş olmaları, onların hukuka aykırı olduğu
gerçeğini değiştirmez Tüzüğe göre suç oluşturan bazı eylemler, ceza hukukuna
göre de suç oluşturabilir...
Mahkemeye göre bu faktörler, kendi başlarına başvurucunun suçlandığı
fiillerin sözleşme bakımından “cezaî” olarak görülmelerine yol açmak için
yeterli olmasalar da, bu fiillere saf bir disiplin meselesiyle tamamıyla
örtüşmeyen bir renk vermektedir.
O hâlde, yukarıda Engel ve Diğerleri kararı... ile Öztürk kararında....
söylenen son kritere dönülerek, Campbell’in risk altına girdiği cezanın
ağırlığının derecesi ve niteliğine bakılmalıdır...
... Mahkemeye göre, Campbell’in risk altına girdiği infaz indirim kaybı
ve kendisi için hükmedilen indirim kaybı, tutulma süresi bakımından o denli
ağır sonuçlar doğurmuştur ki, bu yaptırımlar sözleşme açısından “cezaî”
olarak kabul edilmelidir. Bir hapisliği, olabileceğinden çok daha uzun bir süre
devam ettiren bir yaptırım, teknik olarak özgürlükten yoksun bırakma
oluşturmasa bile, özgürlükten yoksun bırakmaya çok yaklaşmış olmaktadır;
sözleşmenin amacı..., bu ağırlıkta bir tedbirin 6’ncı maddedeki güvencelerle
birlikte verilmesini gerektirir...
O hâlde, Campbell’in suçlandığı fiillerin... “özellikle ağır” karaktere
sahip olması ve alabileceği ve aslında aldığı cezanın niteliği ve ağırlığı dikkate
alındığında, mahkeme Campbell’in olayında disiplin kurulunun yargılamasına
sözleşmenin 6’ncı maddesinin uygulanabilir olduğu sonucuna varmaktadır...”
VI. TÜRKİYE HAKKINDA VERİLMİŞ İHAM
KARARLARI
Genel Olarak
Bu konuyla bağlantılı olarak Türkiye aleyhine beş başvuru tespit
edebildik. Bunlardan birisi dostane çözümle sonuçlandırılmış 141; birisinde
başvurucu, şikâyeti hakkında Strazburg’a ayrıntılı bilgi sunmadığı, sadece yalın
bir biçimde ihlâl iddiasında bulunduğu için bu şikâyetleri incelemenin gereksiz
olduğu belirtilmiş142; diğer üç kararda ise ihlâl bulunmuştur. Bunlardan
ikisinde143, açıkça 6/3 (b) bendinin ihlâli sonucuna varıldığı hâlde,
141
2.10.2001 tarihinde, Türkiye tarafından 250.000 FF tazminat ve avukatlık
ücreti verilerek dostane çözüme kavuşturulmuş olan “Akbay ve Diğerleri”
başvurusunda; sözleşmenin 6/1, 6/3 (a), (c), hükümleri yanında, savunmayı
hazırlamak için gerekli kolaylık gösterilmediği gerekçesiyle 6/3 (b) hükmünün
ihlâl edildiğini de ileri sürmüşlerdir (Tezcan/Erdem/Sancakdar, s. 268 vd.).
142
Kızılöz/Türkiye (25.9.2001, 32962/96) (www.adalet.gov.tr)
143
Sadak ve Diğerleri/Türkiye (17.7.2001, 29900-03/96) (www.echr.coe.int) ve
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46721/99), (www.echr.coe.int)
74
üçüncüsünde; bizim burada mad. 6/3 (b) kapsamında ele aldığımız “duruşma
gereği”nin ihlâlini İHAM mad. 6/1 kapsamında sonuçlandırmıştır 144.
Bütün bu kararlar 2001-2003 yılları arasında verilmiştir. Bundan
çıkarılabilecek sonuç, başvuranların daha çok son yıllarda mad. 6/3 (b) ihlâline
dayanmaya başladıklarıdır.
Söz konusu kararlar, çalışmanın ilgili kısımlarında ele alınmaktadırlar.
Ancak Öcalan kararında, çalışmamızın hemen hemen bütün konularına yer
verildiği için, bu kararın önemli gördüğümüz kısımları ayrıca bir arada
zikredilmektedir.
B) Öcalan Kararı
Öcalan/Türkiye kararında 145 İHAM; başvurucu gözaltındayken
avukatlarından yasal yardım alamadığı, üçüncü kişilerin duyamayacağı şekilde
avukatlarıyla görüşemediği, avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin sayı ve süresine
sınırlama getirildiği, kendisine ve avukatlarına yargılama sürecinin çok geç bir
aşamasına kadar dosyaya erişme imkânı sağlanmadığı için, mad. 6/3 (b) ve (c)
hükümleri yanı sıra mad. 6/1’de öngörülen adil yargılanma hakkının ihlâl
edildiği sonucuna varmaktadır.
1) İHAS mad. 5/4 Açısından İnceleme
Başvurucu, polis tarafından gözaltında tutulmasının yasallığını
sorgulama fırsatının bulunmadığını (İHAS mad. 5/4) ileri sürmüş; hükümet ise,
gözaltı süresine itiraz veya 466 sayılı Kanuna göre başvuru gibi hakları
bulunduğu hâlde, ilgililerin bu konuda bir girişimde bulunmadıkları
savunmasını getirmiştir. İHAM bu konuda; iç hukuk yolunun sadece teoride
değil uygulamada da etkili olması gerektiğini, aksi hâlde yeterli ve etkili
olmayan iç hukuk yollarının tüketilmesine gerek olmadığını, uluslar arası hukuk
kuralları uyarınca başvurucunun iç hukuk yollarını tüketme sorumluluğunu
ortadan kaldıran özel nedenlerin var olabileceğini ve davanın özel şartlarının,
başvurucunun söz konusu hukuk yoluna etkili bir şekilde başvurmasını
engelleyici olduğunu ifade etmiştir. Çünkü her şeyden önce, başvurucunun
tutulu bulunduğu şartlar ve özellikle de tek başına tutulması, ilgili iç hukuk
yolunu (gözaltı kararına ve süresinin uzatılması kararına itiraz) şahsen
kullanmasını engellemiştir. Başvurucu hukuk eğitimi almamıştır ve gözaltında
iken avukatı ile istişarede bulunma fırsatına sahip değildir. Bu nedenle
başvurucunun o şartlar altında avukat yardımı almaksızın gözaltının yasallığına
ve süresinin uzunluğuna itiraz etmesi makul bir beklenti değildir. İkinci olarak;
başvurucudan veya akrabalarından talimat alan avukatların, kendisi ile istişare
144
Göç/Türkiye (11.7.2002, 36590/97), (Polis Akademisi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi Kararları Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, Ekim 2002, Ankara, s. 19 vd.)
145
Öcalan/Türkiye (12.3.2003, 46721/99), (www.echr.coe.int)
75
etmeden ve vekâletname olmaksızın gözaltının yasallığına itiraz edebilecekleri
iddiası ile ilgili olarak, mahkeme, başvurucunun avukatının vekâletname almak
için yaptığı girişimin polis tarafından engellendiğini gözlemlemiştir
(vekâletnameye neden gerek varsa?). Başvurucunun ailesi tarafından tutulan
diğer avukatlar, gözaltında iken kendisiyle temas kurmanın imkânsız olduğunu
belirtmişlerdir. Oysa yakalanmasındaki alışılmışın dışındaki şartlar göz önüne
alındığında, başvurucu, yakalanmasının yasallığına itiraz edebilmek için
Nairobi’de yaşanan olaylar hakkında bilgi verebilecek en önemli kaynaktır.
Üçüncü olarak, başvurucunun gözaltında tutulduğu sürenin uzunluğu ile ilgili
olarak, mahkeme, başvurucuya yöneltilen suçlamaların ciddiyetini ve gözaltında
geçen sürenin iç hukukta izin verilen süreyi aşmadığını dikkate almıştır. Bu
şartlar altında, ilgili konu hakkında sulh hâkimine yapılacak bir başvurunun
başarı ile sonuçlanması ihtimalî yüksek değildir. 766 sayılı Kanun ile ilgili iç
hukuk yolu da, iki sebepten dolayı mad. 5/4’deki gerekleri
karşılayamamaktadır. İlk olarak, 466 sayılı Kanun gereği tazminat isteme hakkı,
mad. 5/4’deki haklar ile aynı değildir. Çünkü yakalamanın kanun dışı olduğuna
karar veren merci, bu durumda ayrıca, mad. 5/4’ün gerektirdiği şekilde ilgilinin
serbest bırakılması için emir verme yetkisine sahip değildir. İkinci olarak da,
466 sayılı Kanun uyarınca tazminat verilebilmesi için, özgürlükten yoksun
bırakmanın hukuka aykırı bir biçimde yapılması gerekmektedir. Oysa bu
davadaki gözaltına alma, Hükümetin de kabul ettiği gibi, Türk hukukuna
tamamen uygundur. (Ancak başvurucu aynı görüşte olmadığına, yani gözaltının
hukuka aykırı olduğunu İHAM önünde ileri sürdüğüne göre, üzerine düşeni
yapması şartı neden burada aranmamaktadır?).
İHAM’a göre; “Sözleşme metninin tamamında toplumun genel çıkarları ile
bireyin temel hakları arasında adil bir denge kurma çabası bulunmaktadır”.
2) İHAS mad. 5/3 Açısından İnceleme
Başvurucunun yakalandığı 15.2.1999 tarihi ile hâkim önüne çıkarıldığı
23.2.1999 tarihi arasındaki hâkim önüne çıkarılmaksızın gözaltında tutulan 7
günün müsebbibinin kötü hava şartları olduğu gerekçesi kabul edilir
bulunmamıştır. 7 günlük kanunî gözaltı süresi içinde hâkim önüne çıkarılmasını
sağlamak üzere İmralı Adasına ulaşmak üzere hâkimin çaba sarf ettiğini
gösteren hiçbir kanıt sunulmamıştır. Mahkeme, terör suçlarının yetkililer
açısından çeşitli özel sorunlar ortaya çıkardığına elbette çeşitli vesilelerle işaret
etmiş bulunmaktadır. Ancak bu, terör unsuru içerdiğini ileri sürdükleri her
durumda 5’inci maddenin soruşturma makamlarına, sanıkları sorgulamak üzere
açık çek verdiği ve bu soruşturma makamlarının; gerek millî mahkemelerin
gerekse son aşamada sözleşmenin denetim organlarının etkin denetiminden
bağışık oldukları anlamına gelmez. Nitekim Brogan ve Diğerleri/İngiltere
davasında da, yargısal denetim olmaksızın gözaltında geçen 4 gün 6 saatlik
sürenin, toplumu terörizm tehlikesinden koruma amacı taşısa bile, sözleşmenin
mad. 5/3 hükmünün izin verdiği mutlak süre kısıtlamalarının dışında kaldığına
hükmetmiş olduğu hatırlanmalıdır. Bu nedenle İHAM, bir yargıç önüne
76
çıkarılmaksızın başvurucunun 7 gün gözaltında tutulmasının gerekli olduğunu
kabul etmemekte ve sonuçta mad. 5/3’ün ihlâline hükmetmektedir.
3) Gözaltında Hukukî Yardım Sağlanmaması
Soruşturma sırasında mad. 6/1 ve 3 (c) hükümlerinin uygulanma tarzı,
yargılamanın özelliklerine ve davanın olgularına bağlıdır. Sözleşmenin 6’ncı
maddesi, polis soruşturmasının ilk aşamalarında bile sanığın bir avukatın
hukukî yardımından faydalanmasına imkân sağlanmasını gerekli kılmaktadır.
Geçerli sebepler mevcutsa bu konuda kısıtlamalar getirilebilir. Ancak
getirilecek bu kısıtlamaların, yargılamanın bütünü içinde, sanığın adil bir
yargılamadan yoksun bırakmamış olması gerekir ve bu hususu somut davanın
şartlarına göre değerlendirmek gerekir. 16-23 Şubat 1999 tarihleri arasında 7
gün boyunca kolluk, savcı ve hâkim tarafından sorgulanan sanık, bu süre
zarfında hiçbir yasal yardım almamıştır. Başvurucu bir avukata danışma
hakkından feragat etmiş de sayılamaz. Çünkü bir avukatı kendisini ziyaret
etmeye çalışmış, fakat avukatın yola çıkması güvenlik güçlerince
engellenmiştir. Ayrıca, başvurucunun ailesi tarafından tutulan 16 avukatın
ziyaret izni talepleri DGM tarafından reddedilmiştir. Bu şartlar altında
mahkeme, bu kadar uzun bir süre avukatla görüştürülmemesinin ve savunma
haklarının telafi edilemez bir durumda bulundurulmasının, 6’ncı madde
uyarınca başvurucunun sahip olduğu savunma haklarını ihlâl ettiği görüşünü
benimsemiştir.
4) Müdafi İle Görüşme Hakkı
a) (Üçüncü Kişilerin Duyamayacağı Şekilde) Avukatlarıyla
Görüşebilme
Sanığın avukatlarıyla ilk görüşmesi aynı odadaki güvenlik güçleri ve bir
yargıcın gözetiminde olmuştur. Diğer görüşmelerde ise sanık ile avukatları baş
başadır, ancak, bitişik odada cezaevi görevlileri bulunmaktadır ve iki oda
arasındaki kapı, konuşmalar görülebilecek ve duyulabilecek şekilde sürekli
açıktır. Hükümetin ikna edici açıklamalar getirmemesi karşısında İHAM, sanık
ve avukatlarının, herhangi bir aşamada yetkililerden gizli olarak istişarelerde
bulunamadıkları sonucuna varmıştır. İHAM, yerleşik içtihadına atıf yaparak,
sanığın avukatıyla, üçüncü kişiler duymaksızın iletişim kurabilmesinin,
demokratik bir toplumda ve sözleşmenin 6/3 (c) hükmünde belirtilen adil bir
yargılanmanın temel zorunluluklarının bir parçası olduğunu tekrarlamaktadır.
Eğer avukat bu tür bir gözetim olmaksızın müvekkiliyle görüşemiyor ve ondan
gizli talimatlar alamıyorsa, savunma hakkı etkinliğini büyük ölçüde
yitirmektedir. Mahkeme, ön soruşturma ve duruşma aşamasında uygulanan bu
kısıtlamanın kaçınılmaz sonucunun, başvurucuyu, avukatlarıyla açıkça
konuşmaktan ve savunmasını hazırlamak için önem arz eden soruları sormaktan
alıkoymak olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla savunma hakkı önemli ölçüde
77
kısıtlanmıştır. Geçerli sebepler varsa, yargılamanın bütünü içinde sanığı adil bir
yargılanmadan yoksun bırakmayacak şekilde bu hakka kısıtlama getirilebilir.
Hükümet, sanığın güvenliğini sağlamak için bu tedbirlere başvurduğunu iddia
etmektedir. Ancak bu avukatlar sanığın kendisi tarafından tutulmuş olup, kendi
müvekkillerinin yaşamını tehlikeye düşüreceklerinden şüphelenmeye gerek
bulunmamaktadır. Kaldı ki, avukatlar bir dizi aramadan geçtikten sonra sanığı
görebilmektedirler. Diğer önlemlerle birlikte, cezaevi görevlilerinin sadece
görsel olarak görüşmeleri izlemeleri, sanığın güvenliğini sağlamak için yeterli
olabilirdi. Sonuç olarak İHAM, mad. 6/3 (c) hükmünün güvence altına aldığı,
sanığın güvenlik güçleri duymaksızın avukatlarıyla görüşebilmesinin mümkün
olmamasının, savunma hakkını ihlâl ettiği sonucuna varmıştır.
b) Avukat Ziyaretlerinin Sayısı ve Süresi
İHAM, öncelikle, dad. 6/3 (c) hükmünde öngörülen hakkın nasıl
kullandırılacağının, bu konudaki araçların seçiminin Sözleşmeci Devletlere
bırakıldığını, kendi görevinin, sadece, seçilen yöntemin adil yargılanmanın
gerekleriyle bağdaşıp bağdaşmadığını tespit etmek olduğunu vurgulamaktadır.
Bu bağlamada, sözleşmenin, “kuramsal ya da yanıltıcı hakları değil, pratik ve
etkili hakları güvence altına almak” üzere tasarlandığı ve bir avukat tayin
etmenin, tek başına, avukatın sanığa yapacağı yardımın etkinliğini sağlamaya
yetmeyeceğini hatırlatmaktadır. Ayrıca mahkeme, mad. 6/1 ve 3 (c)
hükümlerinin ön soruşturma esnasında uygulanma tarzının yargılamanın
özelliklerine ve davanın şartlarına bağlı olacağına; 6’ncı maddenin güttüğü adil
yargılanma amacına ulaşılıp ulaşılmadığının belirlenmesinde, davanın
bütününde uygulanan usullere bakılması gereğine dikkat çekmektedir. Bunun
dışında mahkeme, sanıkla avukatları arasındaki görüşmelerin her biri ortalama
bir saat olmak üzere haftada iki görüşmeyle sınırlandığına dikkat çekmektedir.
Yine mahkeme, oldukça karmaşık olan suçlamaların çok hacimli bir dosya
ortaya çıkardığına dikkat çekmektedir. Bu suçlamalara yönelik savunma
hazırlamak için, sanığın, davanın karmaşık niteliğiyle eşdeğerde yetkin bir
hukukî yardım alması gerekmektedir. Mahkeme, davanın özel şartlarının, bu
büyüklükteki bir davaya hazırlanmak için sanığın avukatlarıyla görüşmesinin bu
süreyle sınırlandırılmasını mazur gösteremeyeceğini düşünmektedir. Mahkeme,
yetkililerin, avukatların sanıkla daha sık görüşmelerine niçin izin vermedikleri
ya da daha yeterli bir ulaşım aracı sağlamadıkları (ki bunlar sağlansaydı her bir
görüşmenin süresi artacaktı) hususuna açıklık getiremediklerine dikkat
çekmektedir. Çünkü bu tür önlemler, Colozza/İtalya kararında da belirtildiği
gibi, 6’ncı maddeyle güvence altına alınan hakların etkili bir biçimde
kullanılmasını sağlamak için Sözleşmeci Devletlerin sarf etmek zorunda
oldukları “çabanın” bir parçası olarak addedilmektedir. Avukatların her
görüşmeden sonra basın toplantısı düzenleyerek PKK’nın sözcüsü gibi
davrandıkları yönündeki hükümet iddiası hususunda mahkeme, duruşmayla
doğrudan ilgili olmayan gerekçelerle savunma hakkına yönelik bu
kısıtlamaların getirilemeyeceği, bu tür gerekçelerin söz konusu kısıtlamaları
78
haklı gösteremeyeceği düşüncesindedir. Kaldı ki, mahkeme önünde, böyle
davranan avukatlara karşı Türkiye’de şikâyette bulunulduğuna dair bir kanıt
bulunmamaktadır. Sonuç olarak mahkeme, başvurucunun avukatlarıyla yaptığı
görüşmelerin sayı ve süresine getirilen kısıtlamaların, onun savunmasını
zorlaştıran etmenlerden biri olduğunu ve 6’ncı maddedeki hükümlerle
bağdaşmadığını düşünmektedir.
5) Dosya İnceleme Hakkı
a) Sanığın Dosya İnceleme Hakkı
Bu konuda İHAM tarafından yapılan tespitler şunlardır: Savcılık
makamı tarafından toplanan delillerin duruşmalar başlamadan önce sanık
tarafından şahsen incelenmesine izin verilmemiştir. Sanığa, 2 Haziran 1999
tarihli duruşmaya gelininceye kadar sadece iddianame ulaştırılmıştır. Avukatlar
delillere ilişkin yorumda bulunduklarında, henüz, sanığın belgeleri doğrudan
incelemesi sonrasındaki görüşlerini elde edememişlerdi. Silâhların eşitliği ilkesi
uyarınca tarafların her birine, karşı tarafı elverişsiz konuma itmeyecek koşullar
altında davasını sunmaya yönelik makul bir fırsat sunulmalıdır. Dosyanın hacmi
göz önüne alındığında, sanığa, aynı gün hem dosya inceleme hem de
avukatlarıyla istişarede bulunma izni verilmesi, sanığa tanınan sürenin kısalığı
karşısında pek az şey ifade etmektedir. Sanık, örgütte sahip olduğu konum
itibariyle, savcılığın topladığı delillerin davayla ilgililiğini değerlendirebilecek
en uygun kişilerden biridir. Savcılık makamının sanığa delilleri doğrudan
incelemesi için izin vermesi ve yeterli süre tanıması durumunda sanığın
belirleyeceği argümanların, sanığın talimatları olmaksızın avukatlarının kendi
başlarına belirleyecekleri argümanlardan savunmayla daha ilgili olacaklarını
farz etmek akla yakındır. Son olarak, dava dosyasının hacmi ve görüşmelerin
sayı ve süresine getirilen sınırlamalar, tüm delillerin önem bakımından
değerlendirilmesinin sanık avukatları tarafından yapılmasını engellemiş olabilir.
Dolayısıyla mahkeme, sanığın, iddianamenin dışında dava dosyasındaki hiçbir
belgeye uygun bir biçimde erişememesi, sözleşmenin mad. 6/3 (b) hükmüyle
birlikte 6/1 fıkrasına da aykırı olarak sanığın savunmasını hazırlarken
karşılaştığı güçlüklerin yoğunlaşmasına katkıda bulunduğu sonucuna
varılmıştır.
b) Avukatların Dosya İnceleme Hakkı
İHAM’ın tespitlerine göre: İddianame sanığa ve avukatlarına 24 Nisan
1999’da tevdi edilmiştir (Mahkemeye de verildiği gün). Dava dosyası 7 Mayısta
avukatların erişimine sunulmuş, 15 Mayısa kadar fotokopi çekimini
bitirmişlerdir. Dolayısıyla avukatların dosyanın tamamına erişimi bu tarihten
(15 Mayıs) sonraki günlerde sağlanabilmiştir. İki hafta sonra, 31 Mayıs 1999
tarihinde DGM’de duruşmalar başlamış, savcı son mütalâasını 8 Haziranda
sunmuş, 15 gün süre verilen savunma avukatları, 23 Haziran 1999 tarihinde
esasa ilişkin olarak yapılan sekizinci duruşmada nihaî görüşlerini sunmaya
79
davet edilmişlerdir. Çelişmeli yargılama, bir ceza davasında, hem iddia hem de
savunma taraflarına, diğer tarafın mütalâası ve topladığı deliller hakkında bilgi
sahibi olma ve yorumda bulunma fırsatı tanınması anlamına gelmektedir. Bu
konuda seçilecek yöntem, karşı tarafa dosyadaki mütalaalardan haberdar olma
ve bunlar hakkında yorumda bulunma fırsatı sağlamalıdır. Mahkeme, daha
önceki kararlarında, savunmanın 49 sayfalık bir dosyaya hazırlanmasını
mümkün kılmak için 6’ncı madde bakımından üç haftalık bir sürenin yeterli
olacağına hükmetmiştir (Kremzow/Avusturya kararı). Bu davada ise mahkeme,
17.000 sayfalık dava dosyasına hazırlanmak için avukatlara, duruşmalar
başlamadan önce yaklaşık iki haftalık bir süre tanındığını gözlemlemektedir.
Sanıkla avukatları arasındaki görüşmelerin sayı ve süresine getirilen
kısıtlamalar, avukatların, dosyadaki belgeleri 2 Haziran 1999 tarihinden önce
sanığa vermelerini veya sanığın belgeleri inceleyerek analiz etmesini imkânsız
kıldığı için, adı geçenler, savunmanın hazırlanması bakımından kendilerini çok
zor bir durumda bulmuşlardır. Yargılama sürecindeki sonraki gelişmeler de
sanık ve avukatlarının bu zorlukların üstesinden gelmelerine izin vermemiştir:
Yargılama çok hızlı ilerlemiş; duruşmalar 8 Haziran 1999 tarihine kadar
kesintisiz devam etmiştir ve 23 Haziran 1999 tarihinde sanığın avukatları, dava
dosyasındaki tüm delillere ilişkin görüşlerini sunmaya davet edilmişlerdir.
Mahkeme, avukatların geç bir tarihe kadar dava dosyasına erişememelerinin;
(başlangıçta 7 gün boyunca sanıkla görüşememek, güvenlik güçlerinin duyacağı
bir ortamda görüşmek, sanıkla görüşmelerin sayı ve süresine kısıtlama
getirilmesi ve sanığın iddianame dışındaki dosya içeriğine ulaşamaması) gibi
daha önce bahsedilen güçlükler de birleşince, başvurucunun sözleşmenin 6’ncı
maddesi uyarınca bir sanık olarak sahip olduğu savunma haklarının
uygulanmasını zorlaştırdığına hükmetmiştir.
VII. YARGI KARARLARINDA İHAS mad. 6/3 (B)
A) Yargıtay
Sanığın savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara
sahip olma hakkını düzenleyen mad. 6/3 (b) hükmü ile ilgili her hangi bir
Yargıtay kararına ulaşılamamıştır. Yargıtay, asıl olarak iç hukukumuza ilişkin
hükümlere göre karar vermekte, doğrudan veya dolaylı olarak sözleşmenin bu
hükmüne bir yollamada bulunmamaktadır146
146
Örnek olması açısından Yargıtayın şu kararları zikredilebilir: “Davetiyenin
tebliğinden üç gün sonra yapılan duruşmada, sanığa duruşmanın talikini isteme
hakkı bulunduğu bildirilmeden, aynı günde duruşmanın bitirilmesi suretiyle
usulün 210 ve 221’inci maddelerine aykırı davranılması bozma sebebidir”.
4.CD. 7.5.1964, 1770/1885 (Malkoç, İsmail/Güler, Mahmut; Uygulamada Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu 1, Birinci Cilt, Ankara 1998, s. 658).
“Bozmadan sonra sanık vekiline duruşma gününü bildiren davetiye tebliğ
olunmadan yokluğunda yargılama yapılarak CYUY’nin 211’inci maddesine
80
Bununla birlikte Yargıtayın yakın tarihli bazı kararlarında, başta İHAS
olmak üzere, çeşitli uluslararası sözleşmelerin ve ilgili hükümlerinin ele alınıp
tartışıldığı gözlenmektedir.
Örneğin İHAS’ın mad. 6/3 (e) hükmüyle ilgili iki karara burada yer
verilmektedir.
Eskişehir Asliye Ceza Mahkemesinin 20.9.1995 tarihli kararının
savunma tarafından temyizi üzerine 6’ncı Ceza Dairesinin verdiği karar şu
şekildedir: “Hâlen yürürlükte olup, Türkiye tarafından onaylanmış bulunan ...
(İHAS)’ın 6/3-e maddesi hükmüne göre, duruşmada kullanılan dili anlamayan
veya konuşamayan sanıkların, tercüman yardımından parasız yararlanmaları
gerektiğinden, tercüman bilirkişi ücretinin sanıklara yükletilmesi yasaya
aykırıdır”147.
Yine Eskişehir Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 23.5.1995 tarihinde
verilen bir kararın temyizi üzerine 6’ncı Ceza Dairesi, hemen hemen bir önceki
karardaki ifadeleri aynen kullanarak, tercüman bilirkişi ücretinin sanıklara
yükletilmesinde İHAS’ın mad. 6/3 (e) hükmüne aykırılık bulmuş (düzelterek
onama), Yargıtay C. Başsavcılığının itirazı CGK tarafından reddedilmiştir.
İHAS hükümlerini değerlendirmeleri bakımından ilgi çekici bulduğumuz
Başsavcılık ve CGK görüşlerine burada ayrıntılı olarak yer verilmektedir.
Yargıtay C. Başsavcılığının itiraz gerekçesi şöyledir: “Her ülke kendi
ulusal mevzuatını uygulayacaktır. Yasalar, uluslararası sözleşmelere uygun
hâle getirilecektir... Anayasada, anlaşmalara aykırı yasa çıkarılamayacağına
dair hüküm olmadığından, ulusal yasalar her zaman uygulanacaktır.
Sözleşmelerin doğrudan uygulanması yerine, iç hukukun sözleşme amaç ve
ideallerine uyumlu hâle getirilmesi ve uygulanması, hem uygulanabilirlik ve
hem de diğer ülkelerin tatbikatının ortaya çıkardığı bir olgudur. Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununda yer alan bilirkişi ve yargılama giderlerine
ilişkin hükümler hâlen yürürlüktedir... Mahkemece tercüman tayin edilmiş ve
sanık savunmasını yapmıştır. Savunmanın yapılması ile İnsan Hakları
Sözleşmesinin esas amacı yerine getirilmiştir. Tercüman masrafının sanığa
yükletilmesiyle, insan hakları ihlâl edilmemiştir. Sözleşmenin tamamının
uygulanması (için) yasal değişiklik yapılması zorunludur”.
CGK ise, İHAS’ın ortaya çıkış süreci, Türkiye’nin onay verişi, uluslar
arası sözleşmelerin Anayasada yer alış biçimi üzerinde durduktan sonra, şu
gerekçelerle Başsavcılığın itirazını reddetmiştir: “... Duruşmada kullanılan dili
bilmeyen sanığın, bir çevirmenin yardımından ücretsiz yararlanacağına ilişkin,
... (İHAS)’ın 6/3-e maddesi, genel kuralı düzenleyen Ceza Yasası ve Ceza
Muhakemeleri Usulü Yasasının yanında istisna hükümdür. Adil yargılamayı
gerçekleştirmek, sanığın; duruşmada kullanılan dili bilmemesi nedeniyle
aykırı davranılması suretiyle savunma hakkının kısıtlanması, bozmayı
gerektirmiş...” 4.CD. 19.10.1998, 5763/6273 (Yurtcan, Erdener; CMUK Şerhi,
2’nci Cilt, 2’nci Bası, İstanbul 1995, s. 164 vd.).
147
6.CD., 20.11.1995, 11619/12124 (YKD, Şubat 1996, Cilt.22, Sa.2, s. 304).
81
kendini etkili şekilde savunmaktan yoksun kalmasını önlemek amacıyla kabul
edilmiştir. Kutsal haklardan olan savunma hakkını kolaylaştırmak ve
güçlendirmek amacı güdülmüş, sanığın duruşmada olup biteni anlaması ve
kendini savunması sağlanmıştır... Bu itibarla; yargılamada kullanılan dili
anlamayan... sanığa, yalnız son soruşturmada değil yargılamanın tüm
aşamalarında, kesin hükme kadar sağlanan çevirmen için ödenecek ücretin;
mahkûmiyet hâlinde dahi diğer yargılama giderlerine eklenerek sanıktan
istenmesi mümkün olmadığından...”148.
Yine yakın tarihlerde verilmiş bulunan bazı Yargıtay kararlarında; İHAM’ın
çeşitli kararlarına da atıf yapmak suretiyle149; genel olarak İHAS’a150 veya
sözleşmenin mad. 3151, 5/1 (b)152, 6/3 (c)153 hükümlerine ya da ek
protokollere154 yer verildiği görülmektedir.
Ceza ehliyeti bulunmayan sanığın sorgusu yapılmadan hakkında
muhafaza ve tedavi kararı verilip verilemeyeceğinin ele alındığı bir kararda da,
sözleşmenin mad. 6/3 (c) hükmü çerçevesinde savunma hakkı irdelenmektedir.
İlgili dairenin bozma kararına direnen yerel mahkeme; kendini makul şekilde
savunamayacak derecede malûl olan sanığın bir soruşturma ve sorgu engeli
bulunduğunu, bu durumdaki sanığın sorgusu yapılarak kendisinden herhangi bir
şekilde delil elde etmenin; CMUK mad. 135/a, Anayasa mad. 17 ve İHAS mad.
148
CGK, 12.3.1996, 6-2/33 (YKD, Nisan 1996, Cilt 22, Sa.4, s. 621-624; karar
için ayrıca bk. Cihan/Yenisey, karar no. 45, s. 367-368).
149
Engel ve diğerleri, Guzzardi, Ciulla kararlarına atıf yapan karar için bk. CGK,
27.7.2001, 2001/17.HD-298, 2002/2 (yayınlanmamıştır).
150
3713 sayılı TMK mad. 8 ile ilgili bir CGK kararında, temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılabileceğine dair hükümlerin İHAS’da da bulunduğu
belirtilmektedir (CGK, 20.2.1997, 9-58/69, Kaban, Mater/Aşaner, Halim/Güven,
Özcan/Yalvaç, Gürsel: Ceza Genel Kurulu Kararları (Eylül 1996-Temmuz 2001),
Ankara 2001, Karar no. 781, s. 1193 vd.).
151
CGK, 27.1.1999, 8-109/164 (Kaban ve diğerleri, Karar no. 194, s. 336 vd.);
CGK, 30.1.2002, 8-191/362 (yayınlanmamıştır). Burada zikredilen son kararda;
yüzyılımızın en önemli konularından birini insan haklarının oluşturduğu; insan
haklarını en üst düzeyde korumanın ve insan onuruna gereken değerin
verilmesinin büyük önem taşıdığı; işkence suçunun bir insanlık suçu olduğu;
anılan suçun bu niteliği itibariyle İHEB, İHAS, İşkenceye Karşı BM ve Avrupa
Sözleşmeleri, Dünya Tabipler Birliği Tokyo Bildirgesi gibi uluslararası metinlere
konu oluşturduğu; ayrıca iç hukukta Anayasa mad. 17, TCK mad. 243 ve 245,
CMUK Mad. 135/a ve 254 gibi hükümlerde düzenleme konusu edildiği
belirtilmektedir.
152
CGK, 27.7.2001, 2001/17.HD-298, 2002/2 (yayınlanmamıştır)
153
CGK, 19.4.2001, 10-209/212 (yayınlanmamıştır); CGK, 3.3.1997, 10-169/233
(Kaban ve diğerleri, Karar no. 473, s. 774 vd.).
154
Çoğunluk görüşüne katılmayan üye Kudret Yalçın Bal tarafından 4 No.lu Ek
Protokol ile ilgili olarak yapılan açıklamalar için bk. CGK, 31.10.2000,
2001/17.HD-295, 2002/14 (yayınlanmamıştır); CGK, 27.7.2001, 2001/17.HD298, 2002/2 (yayınlanmamıştır).
82
6 bağlamında dürüst işlem ilkesine aykırı olduğunu ifade etmektedir. CGK ise;
CMUK’daki bazı hükümlerin (mad. 136, 138 vd.), sanığın savunma hakkını
daha güvenli ve etkin kullanabilmesini sağlamak üzere getirildiklerini ve
sanığın kendisini bizzat savunabilme hakkını ortadan kaldırmadıklarını, nitekim
İHAS’ın dürüst yargılanma haklarının asgarî şartlarını gösteren 6’ncı
maddesinin (3-c) bendinin de; sanığın, müdafi tayin etme yetkisi ile belli
şartlarla ücretsiz müdafiden yararlanabilme hakkı dışında, “kendi kendisini
savunma hakkı”nı tanıdığını ifade etmektedir 155.
Zorunlu müdafi atanmasının gerekli olup olmadığının tartışıldığı bir başka
kararda da Yargıtay mad. 6/3 (c) hükmünü değerlendirmektedir: Konya
DGM’de yargılanan Lübnan uyruklu bir sanık, Türkçe bilmediği için
savunmasını yeterince yapamadığını ve ekonomik durumunun da yetersiz
olduğunu belirterek avukat atanmasını talep etmiş, Konya Barosuna iletilen bu
talep baro tarafından reddedilince, avukatı bulunmayan sanık yargılanarak
mahkûm edilmiştir. Kararı CGK tarafından onanan yerel mahkeme şu görüşü
ileri sürmektedir. CMUK mad. 138’in DGM’lerde uygulanmayacağı hususu,
3842 sayılı Yasanın 31. maddesi gereğidir. İHAS mad. 15, sözleşmede güvence
altına alınan temel hak ve özgürlükleri; kamu güvenliği ve düzeni, ülke
bütünlüğü, suçluluğun önlenmesi, toplum sağlığı ve başkalarının haklarının
korunması gibi nedenlerle kısıtlama, askıya alma ve sözleşmeye aykırı önlemler
alma yetkisini akit devletlere tanımaktadır. Bu nedenle 3842/31 ile getirilen
kısıtlamalar sözleşmeye, bu kısıtlamaya dayanarak baro tarafından avukat
görevlendirilmesi talebinin reddedilmesi üzerine sanığın sorgusu yapılarak
hüküm kurulması ise yasaya uygundur. Genel kurul, benzer gerekçelerle yerel
mahkeme direnme kararını onamıştır. Genel kurula göre, Türkiye İHAS’ı 1954
tarihinde onaylamıştır. İHAS’ın iç hukuk normu hâline gelmesinden çok sonra,
1992 yılında ise 3842 sayılı yasa yürürlüğe girmiştir. Her ikisi de iç hukuk
normudur ve 3842 sayılı Yasa daha yeni tarihlidir. Ayrıca, her ne kadar İHAS
mad. 6/3 (c) bir avukat yardımı öngörmekte ise de, mad. 15 bu kuralın
istisnasını göstermektedir. Karşı oy kullanan Kurul Başkanı Mater Kaban ise;
uluslararası bir normla iç hukuk normu çatıştığında, iç hukuk normunun
evrensel hukuk düzenine intibak etmesi gerektiğini, mad. 6/3 (c)’deki şartlar
gerçekleştiğinde sanığın avukat yardımından yararlanma hakkı bulunduğunu,
somut olayda da sözleşmenin bu hükmünün uygulanması gerektiğini ifade
etmiştir156.
B) Askerî Yargıtay
Askerî Yargıtay, iç hukuk yanında, açıkça veya dolaylı olarak
sözleşmenin anılan hükmünü kararlarına taşımakta ve tartışmaktadır. Örneğin
bir kararında157; “Sanık müdafiine, yasaya aykırı bir biçimde duruşma gününün
155
CGK, 19.4.2001, 10-209/212 (yayınlanmamıştır).
CGK, 3.3.1997, 10-169/233 (Kaban ve diğerleri, Karar no 473, s. 774)
157
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu Kararı, T. 27.4.2000, E. 2000/92, K. 2000/89.
156
83
bildirilmiş olması nedeniyle, savunma açısından gerekli imkân ve fırsatın
yaratıldığı da ileri sürülemez” demek suretiyle, mad. 6/3 (b)’yi zikretmeksizin
hükmün içeriğine aynen yer vermiştir.
Askerî Yargıtayın bir başka kararında ise, ayrıntılı bir incelemeye yer
verilmiş olup, önemli gördüğümüz ve çalışma içerisinde kısaca da yer
verdiğimiz bu kararı buraya daha ayrıntılı olarak almaktayız: Sanık, emre
itaatsizlikte ısrar suçu işlemekten, ASCK’nın 87/1’inci maddesi uyarınca 25
gün hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Temyiz üzerine 2’nci Daire, diğer
hususlar yanında, iddianamenin tebliği ile duruşma günü arasındaki bir haftalık
süreye uyulmaksızın ve sanığın da bu süreden vazgeçip geçmediği
sorulmaksızın duruşma yapıldığı için bozma kararı vermiştir. Başsavcılık ise,
diğer hususlar yanında, sanığın savunmasını yeterince yaptığını ve savunma
hakkının kısıtlandığına dair bir iddiası bulunmadığını belirterek daire kararına
itiraz etmiştir. Daireler kurulu; iddianamenin sanığa tebliğ edilmediği,
suçlamanın niteliği ve kapsamından sanığın ancak sorgu esnasında haberdar
olduğu, savunmasını hazırlayabilmesi için bir haftalık süre istemeye hakkı
olduğunun hâkim tarafından sanığa hatırlatılmadığı... gibi hususları dosyadan
tespit etmiştir.
Daireler Kuruluna göre uyuşmazlığın odak noktasını; bir kısmı burada
belirtilen usule aykırılıkların savunma hakkını kısıtlayıp kısıtlamadıkları teşkil
etmektedir. Bu nedenle öncelikle savunma hakkının niteliği incelenip, hangi
hâllerde savunma hakkının kısıtlandığı konusu irdelenmelidir.
“Savunma hakkı, Ceza Muhakemesi Süjesi olan sanığın en önemli
hakkıdır. Bu hakkın kutsallığı ve göz ardı edilemez nitelikte olduğu hem İnsan
Hakları Beyannameleri, hem de Anayasamız ile korunmuştur. İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde ve Siyasî
Haklar Sözleşmesinde bu hakla ilgili özel hükümlere yer verilerek, güvence
altına alınıp gerçekleştirilmesinden sözleşmeye taraf Devletler yükümlü
tutulmuştur...”.
“...savunma sanık için hak teşkil eden birçok olanakların bulunmasını
gerektirir; isnadı öğrenme hakkı, hâkim önünde sorguya çekilme hakkı,
savunma için zamana ve imkânlara sahip olma hakkı, tanıklara soru sormak ve
kendi tanıklarının dinlenmelerini istemek hakkı, tercüman yardımından
yararlanma hakkı, ilk nazarda sayılabilecek haklardır”.
“...sanığın isnadı öğrenme hakkı ile savunma için yeterli zamana ve
imkâna sahip olma hakları da savunma hakkının temel öğeleridir. Bu
bağlamda, sanığın bu haklarını öğrenme hakkına da sahip olduğunu kabul
zorunluluğu vardır; bu, “Adil Yargılanma Hakkı”nın bir gereğidir”.
Kararda ayrıca; adil yargılanma hakkı ile ilgili olarak Anayasamızda
4709 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten, bu hakkın yer aldığı uluslar arası
belgelerden ve İHAS’ın 6’ncı maddesinin içerdiği haklardan ayrıntılı bir
biçimde söz edildikten ve adil yargılanma hakkının doktrinde nasıl ele alındığı
konusunda değişik yazarlardan örnek verildikten sonra; soruna adil yargılanma
hakkı açısından yaklaşılmakta ve iddianamenin tebliği ile duruşma günü
84
arasındaki bir haftalık süreye uyulmaması hâlinde sanığın erteleme
isteyebilmesi için, öncelikle böyle bir hakkı olduğunu bilmesi gerektiği
belirtilmektedir. “Ancak kendisine bu hakkı hiç bildirilmemişse en başta
“Haklarını Öğrenme Hakkı” ihlâl edilmiş olduğundan, savunma hakkının özü
kısıtlanmış... olur”.
“Oysa 353 sayılı Kanunun 120’nci ve CMUK 210’uncu maddelerinde
düzenlenen süre, savunma hakkının özüne ilişkin bir hüküm niteliğindedir. Bu
süreyi kullanma hakkı olduğunun sanığa hatırlatılması zorunluluğunu içeren
353 sayılı Kanunun 130 ve CMUK’un 221’nci maddelerine uyulmaması ise,
İHAS’ın 6/3 maddesinde açıklanan “suç ithamını detaylı olarak ve
anlayabileceği bir şekilde öğrenme hakkı” ile “savunmayı hazırlamak için
yeterli zaman ve imkâna sahip olma hakkı”nı ihlâl etmektedir”.
“Sanığın aynı oturumda sorgu ve savunmasının tespit edilmiş olması,
onun yasal süreden vazgeçtiği şeklinde yorumlanamaz. Haklarını bilmeyen bir
kişinin bu hakkından zımnen vazgeçtiğini söylemek mümkün değildir”.
“Sonuç olarak, iddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında en az
bir haftalık sürenin geçmemesine rağmen, istinabe mahkemesinin, sanığa
duruşmanın tehiri veya talikini istemeye hakkı olduğunu hatırlatmamakla
sanığın savunma hakkının kısıtlandığı...”158.
VIII. İHAS mad. 6/3 (B) İLE İLGİLİ CMUK HÜKÜMLERİ
İHAS mad. 6/3 (b) hükmü, özellikle savunmayı hazırlamak için “gerekli
kolaylıklara sahip olma hakkı” kapsamında ele alınacak hususların hepsini
belirlemek mümkün olmadığından159, iç hukukumuzda bu hakkı karşılayacak
hükümleri tüketici olarak saymak mümkün değildir. Bununla birlikte İHAM
kararlarında öne çıkan bazı hakları karşılayacak hükümlerden söz edilebilir.
Bunlar arasında ilk anda akla gelenler: Lehine olan delillerin
toplanmasını isteme hakkı (CMUK mad. 135/5)160; müdafi seçimi (CMUK mad.
136 vd.); dosya inceleme hakkı (CMUK mad. 143); müdafi ile görüşme hakkı
(CMUK mad. 144); iddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında en aşağı bir
hafta bulunması (CMUK mad. 210/1); bu süreye uyulmaması hâlinde
duruşmanın ertelenmesinin istenebilmesi (CMUK mad. 210/2); bu süreye
uyulmamış ise duruşmanın ertelenmesini talep hakkının sanığa bildirilmesi
(CMUK mad. 221/3); duruşma ve sanığın hazır bulunması ile ilgili hükümler
(CMUK mad. 223 vd., 318, 390); yargılama dilini bilmeyen sanığa son iddia ve
savunmanın sonuçlarının anlatılması hakkı (CMUK mad. 252); suç vasfının
değişmesi hâlinde ek süre verilmesi (CMUK mad. 258); hükmün bildirilmesi
(CMUK mad. 261); temyiz ve ihtiyarî temyiz lâyihası ile ilgili süreler (CMUK
158
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu Kararı, 22.11.2001, E. 2001/104, K.
2001/107.
159
Pamuk, s. 144
160
Centel/Zafer, s. 128
85
mad. 310, 314); temyiz dilekçesi ve tebliğnamenin bildirilmesi ile ilgili süreleri
(CMUK mad. 316) düzenleyen hükümlerdir. Benzer hükümler, 353 sayılı
ASMKYUK’da da yer almaktadır.
86
ADİL YARGILANMA HAKKI İLE İLGİLİ OLARAK
ASKERÎ YARGI MEVZUATINDA
YAPILMASI GEREKEN DEĞİŞİKLİKLER (*)
Erdoğan GENEL
Hâkim Kd.Alb.
As.Yargıtay 4’üncü Daire Üyesi
I. G İ R İ Ş
Avrupa Konseyine üye devletler, 1950 yılında Roma’da yaptıkları
toplantıda, dünyada barış ve adaletin özünü oluşturan ilkelerin belirlenip
korunması, demokratik düzenin varlığı, insanın temek hak ve özgürlükleri
konusunda ortak anlayış, inanç ve ortaklaşa saygının etkin olarak tanınması ve
güvence altına alınması amacıyla İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini
onaylamıştır.
3.9.1953 tarihinde yürürlüğe giren bu sözleşmeyi Türkiye, 18.5.1954
tarihinde 6366 sayılı Yasayla onaylayarak sözleşmede yazılı ilke ve kuralları bir
iç hukuk kuralı durumuna getirmiştir. Bu ilkeler içersinde önemi çok büyük
olan “Adil Yargılanma Hakkı”, sözleşmenin 6’ncı maddesinde kapsamlı bir
şekilde yer almış olup, sözleşmeye taraf devletler “Adil Yargılanma”
güvencesini gerçek kılmak için gerekli önlemleri almak zorundadırlar.
Belirtilen sözleşmeye taraf olması nedeniyle, Türkiye’nin de, “Adil
Yargılanma Hakkının” sağlanması için gerekli tüm önlemleri almak, tüm yasal
mevzuatında gerekli düzenlemeleri yapmak zorunluluğunun bulunduğu da bir
gerçektir.
Bu amaçla da, adil bir yargılamanın yapılabilmesi için Adil Yargılanma
Hakkının gerektirdiği usul hükümlerine, gerek Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununda ve gerekse Askerî Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama Usulü
Kanununda yer verilmesi gerekmektedir.
Ben, bu konunun önemine işaret ederek, özellikle Askerî Yargı
mevzuatında, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1’inci maddesinde
belirlenen ilkeler ve gerekse Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda Adil
Yargılanma Hakkına ilişkin olarak kabul edilen esaslar doğrultusunda yapılması
gereken değişikliklere ilişkin görüşlerimi açıklamak istiyorum.
(*)23.05.2003 tarihinde Askerî Yargıtayda gerçekleştirilen “Adil Yargılanma
Hakkı” konulu sempozyumda sunulan bildiridir.
87
II. ADİL YARGILANMA HAKKI
İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10’uncu maddesinde, Birleşmiş
Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 14’üncü
maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6’ncı maddesinde yer
verilen “Adil Yargılanma Hakkı” (Right to a fair trial), 4709 sayılı Kanunla
yapılan değişiklik sonucu Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 36’ncı
maddesinde de yerini almıştır.
Adil Yargılanma Hakkı, bu şekilde temel ulusal ve uluslararası
belgelerde yer alarak, diğer hak ve özgürlüklerin temelini oluşturmuştur.
Özünü, insana saygı kavramından alan Adil Yargılanma Hakkı, esasen, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin imzalanmasıyla doğrudan iç hukuk düzenimize
girmiş olmasına karşın, Türkiye’nin, sözleşmenin 25’inci maddesinde
düzenlenen bireysel başvuru hakkını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
zorunlu yargı yetkisini tanıması ile de önemi, hukuk sistemimizde daha belirgin
olarak ortaya çıkmıştır.
Çağdaş hukukta, ceza muhakemesi hukukuna egemen olan strateji,
sosyal düzenin korunması ile bireyin temel hak ve özgürlüklerine saygı arasında
bir denge kurulması suretiyle gerçeği ortaya çıkarmak ve adil yaptırımlara
hükmedip uygulamaktır.
Ceza adalet sistemi, bu denge üzerinde kurulmalıdır. Ancak, gerçeğin
Adil Yargılanma Hakkına uyularak meydana çıkarılması temel koşuldur.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin birinci fıkrası, Adil Yargılanma
Hakkının temelini oluşturmaktadır. Bu hak, söz konusu fıkrada “Her şahıs gerek
medenî hak ve vecibeleriyle ilgili nizalar, gerek cezaî sahada kendisine karşı
serdedilen bir isnadın esası hakkında karar verecek olan kanunî, müstakil ve
tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete
uygun ve alenî surette dinlenmesini istemek hakkını haizdir.” şeklinde
açıklanmıştır.
Adil Yargılanma Hakkının önemli ilkeleri ise, maddenin 2 ve 3’üncü
fıkralarında sayılmıştır. Bu ilkelerden birisi, maddenin 2’nci fıkrasındaki “Bir
suç ile itham edilen her şahıs, suçluluğu kanunen sabit oluncaya kadar masum
sayılır.” şeklinde ifade edilen “suçsuzluk karinesi”dir.
3’üncü fıkrada ise, “sanık hakları” düzenlenmiş olup, şu şekilde
sıralanmıştır:
a) Şahsına yöneltilen isnadın mahiyet ve sebebinden en kısa bir
zamanda, anladığı bir dille ve etraflı suretle haberdar edilmek;
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip
olmak;
c) Kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafiin
veya eğer bir müdafi tayini için malî olanaklardan mahrum bulunuyor ve
adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın
ücretsiz yardımından istifade etmek;
88
d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, müdafaa
tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı şartlar altında davet edilmesini ve
dinlenmesinin sağlanmasını istemek;
e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde
bir tercümanın yardımından ücretsiz faydalanmak;
İkinci ve üçüncü fıkrada yer alan bu hükümler, birinci fıkrada ifade
edilen Adil Yargılanma Hakkının uzantısı ve bu kavramın özel uygulama
şekillerinden ibarettir.
Bu ilkeler, maddede sayılanlarla sınırlı olmayıp genişletilebilir
niteliktedir.
Adil Yargılanma Hakkı, Sözleşme sistemi içersinde önemli bir yere
sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde de en çok başvurulan hüküm
olma özelliğini taşımaktadır. Bu nedenle de, Adil Yargılanma güvencesini
gerçek kılmak için sözleşmeye taraf devletler gerekli önlemlerini almak
zorundadır.
Ülkemiz açısından da, iç hukukumuzun sözleşmeye uyumlu hâle
getirilmesi bir zorunluluktur.
III. ASKERÎ YARGI MEVZUATINDA YAPILMASI
GEREKEN DEĞİŞİKLİKLER
Bugün, Adil Yargılanma Hakkının gerçekleştirilmesine yönelik olarak
çağdaş muhakeme hukukunun tanıdığı tüm hakları bünyesinde barındırdığı ve
bu açıdan birçok ülkenin askerî yargısına örnek olduğu öğretide kabul edilen 1
Türk Askerî Yargısı ile ilgili mevzuatta, mevcut düzenlemelerin yanı sıra Adil
Yargılanma Hakkına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesindeki diğer hak ve
özgürlüklere de yer verilmek suretiyle Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda
gerçekleştirilen düzenlemelere paralel olarak, gerekli değişikliklerin de
yapılması gerekmektedir.
Askerî Yargı mevzuatında yapılması gereken
değişikliklere ilişkin görüşlerimi, savaş hâli ve olağanüstü hâl uygulamalarını
hariç tutarak barış dönemine ilişkin olarak açıklamaya çalışacağım.
Bu çerçevede ilk olarak sorgu ve savunmanın ifasına yönelik olarak 353
sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Usulü Kanununun 83, 85, 87, 90 ve
1
ERMAN Sahir, “Askerî Yargı”, Askerî Adalet Dergisi, Mayıs 1994, Yıl 22, Sayı
90, s. 6-15
ALACAKAPTAN Uğur, “1929’dan Bugüne Ceza Muhakemesi Yasası, Güncel
Sorunlar”, CMUK Sempozyumu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Avrupa
İnsan Hakları Muhakemesi Kararları Karşısında 70’inci Yıldönümünde Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu, Marmara Üniversitesi İnsan Hakları Ceza Hukuku
ve Kriminoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi, İstanbul 1999, s.15-16
CENTEL Nur, “Adil Yargılanma Hakkı ve Askerî Yargı”, Askerî Yargıtayın
89’uncu Kuruluş Yılı Sempozyumu
89
91’inci maddelerinde, AİHS’in 6’ncı maddesiyle uyum sağlanması amacıyla
yapılması gereken değişikliklere değineceğim.
83’üncü madde yönünden
Sanığın sorgulanmasında uygulanacak yöntem, 353 sayılı Kanunun
83’üncü maddesinde düzenlenmiştir. Maddede, isnadın belirtilmesi, sanığın
kendi lehine delil ileri sürebilmesi ve kimliği ve şahsî hâlleri hakkında bilgi
alınması gereği açıklanmakta, ancak, “susma hakkı”, “müdafiisiz sorguya
çekilmeme hakkı” ve bu hakların hatırlatılması ile ilgili herhangi bir hüküm yer
almamaktadır.
CMUK’un 135’inci maddesinde ise, sorgu yöntemi, söz konusu hakları
içerecek şekilde ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir.
Karşımıza çıkan sorun, CMUK’un 135’inci maddesinin Askerî Yargı
alanında uygulanıp uygulanamayacağıdır.
Askerî Yargıtay, CMUK’un yasak sorgu yöntemlerine ilişkin 135/a
maddesinin, bu konuda 353 sayılı Kanunda hüküm bulunmaması nedeni ile
Askerî Yargı alanında da uygulanabileceği içtihadındadır. Buna karşılık, 353
sayılı Kanunun 83’üncü maddesinde sanığın sorgusunun düzenlenmiş olması
karşısında CMUK’un 135’inci maddesinin Askerî Yargı alanında
uygulanamayacağına karar verilmiştir 2.
Askerî Yargıtay, bu kararında 135’inci maddede yer alan ve savunma
hakkını güvenceye kavuşturan hükümlerin daha demokratik olduğunu ve
Anayasanın eşitlik ilkesi gereği aynı ilkelerin Askerî Yargı alanında da
gerçekleştirilmesi gerektiğini, ancak bunun, hukuk tekniğine ilişkin nedenlerle
ancak yasa değişikliği yapıldığı taktirde mümkün olacağını vurgulamıştır.
Bu kararda da açıklandığı gibi, CMUK’un 135’inci maddesine paralel
olarak 353 sayılı Kanunun 83’üncü maddesinde, “susma hakkı”, “müdafiiden
yararlanma hakkı” ve bu hakların hatırlatılması gereği ile ilgili düzenlemeleri de
içerecek şekilde değişiklik yapılarak, ifade almada ve hâkim veya mahkeme
tarafından sorguya çekilmede uyulacak esaslar belirlenmelidir.
Keza, ifade verenin ve sanığın beyanının özgür iradesine dayanacağına,
bunu engelleyici nitelikte kötü davranma, işkence, zorla ilâç verme, yorma,
aldatma, bedensel cebir ve şiddette bulunma, bazı araçlar uygulama gibi iradeyi
bozan bedenî veya ruhî müdahalelerin yapılamayacağına, kanuna aykırı bir
menfaat vaat edilemeyeceğine ve belirtilen bu yasak yöntemlerle elde edilen
ifadelerin rıza olsa dahi delil olarak değerlendirilmeyeceğine dair düzenleme
yapılarak “yasak sorgu yöntemleri” konusunda da CMUK’un 135/a maddesine
paralellik sağlanmalıdır.
2
As.Yrg.Drl.Krl.nun, 20.1.1994 gün ve 1994/9-7 sayılı kararı
90
85’inci madde yönünden
Adil Yargılanma Hakkının en önemli ilkesi, kutsal bir hak olan
savunma hakkıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6’ncı maddesinin
3’üncü fıkrasının (c) bendine göre, sanık, savunmasını bizzat kendisi
yapabileceği gibi, bir avukat aracılığıyla da yapabilir. Ayrıca, malî gücü yeterli
olmayan sanık, adaletin selâmeti gerektiriyorsa Devlet tarafından ücreti
ödenmek şartıyla görevlendirilecek bir avukatın (müdafii) yardımını isteyebilir.
Müdafii tutma, müdafiin hakları ve sanık ile ilişkileri konusunda
CMUK’da 1992 yılında yapılan değişiklikle önemli yenilikler getirilmiştir. Bu
değişiklik ile, zabıta amir ve memurları ile Cumhuriyet savcısı tarafından ifade
almada ve hâkim tarafından sorguya çekilmede müdafi tayin hakkının
bulunduğunun, müdafii tayin edebilecek durumda değilse baro tarafından tayin
edilecek bir müdafi talep edebileceğinin ve onun hukukî yardımından
yaralanabileceğinin, isterse müdafiinin, savunmayı geciktirmemek kaydı ile
vekâletname aranmaksızın ifade veya sorguda hazır bulunabileceğinin
bildirilmesine dair düzenleme yapılmıştır.
Keza, CMUK’un 136’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasında yapılan
düzenleme ile, “Zabıtaca yapılan soruşturma da dâhil olmak üzere,
soruşturmanın her safhasında müdafiin, yakalanan kişi veya sanıkla görüşme,
ifade alma veya sorgu süresince yanında olma ve hukukî yardımda bulunma
hakkı engellenemez, kısıtlanamaz.” hükmü getirilmiştir.
353 sayılı Yasanın 85’inci maddesinde de, sanığın “Savunmanın her
safhasında” müdafiin yardımından yararlanabileceğine dair hüküm mevcut
olup, bu maddeye “Soruşturmanın her evresinde müdafiin, yakalanan kişi veya
sanıkla görüşme, ifade alma veya sorgu süresince yanında olma ve hukukî
yardımda bulunma hakkı engellenemez, kısıtlanamaz.” şeklinde bir fıkra
eklenmesinin uygun olacağını ve bu suretle Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun 135’inci maddesine paralellik sağlanacağını düşünmekteyim.
353 sayılı Kanunun 86’ncı maddesinin 2’nci fıkrasında, “Askerî
Mahkemenin bulunduğu yerde avukatlık veya dava vekilliği etmeye kanunen
yetkili kimse yoksa, hukuk fakültesini bitirmiş subaylar (Askerî hâkim ve askerî
savcı ile yardımcıları hariç) ve bunlar da yoksa diğer subaylar müdafi
tutulabilirler.” hükmü mevcuttur.
Ancak, baroların hâlen Türkiye’nin tüm illerinde teşkilatlarının
bulunması nedeniyle, uygulanma nedenleri ortadan kalkan, subayların müdafii
olarak atanması ile ilgili 353 sayılı Kanunun 86’ncı maddesinin yürürlükten
kaldırılması uygun olacaktır.
87’nci madde yönünden
3842 sayılı Kanun ile değiştirilen CMUK’un 138’inci maddesinin
birinci cümlesi hükmüne göre “Yakalanan kişi veya sanık, müdafii seçebilecek
durumda olmadığını beyan ederse talebi hâlinde baro tarafından kendisine bir
müdafii tayin edilir.” 353 sayılı Kanun ise, bu konuda, yeterli düzenlemeleri
91
içermemektedir. 353 sayılı Kanunun 87’nci maddesine göre, askerî
mahkemelerin resen savunucu atayabilmeleri, sanığın 15 yaşını bitirmemiş
olması, sağır veya dilsiz veya kendini savunamayacak derecede beden ve akılca
sakat olması ve müdafiinin de bulunmaması hâlinde mümkündür. Ancak, bu
durumda dahi ilgili düzenleme, belirtilen koşullarda müdafii tutulabileceğini
ifade ederek, mahkemeyi bir savunucu tayinine zorlamamaktadır.
Keza, maddî gücü, kendi seçeceği bir savunucuyu atamaya yeterli
olmayan sanıklara resen bir savunucu tayini ile ilgili bir düzenleme
bulunmaması, maddî gücü bir savunucu tayinine imkân vermeyen sanıklarla,
maddî gücü buna imkân tanıyan sanıklar arasında savunma hakkının sağlanması
açısından bir eşitsizlik yaratmaktadır.
Oysa ki, müdafiiden yararlanma hakkı Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 6’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasının (c) bendinde “Her sanık,
kendi kendini müdafaa etmek veya kendi seçeceği bir müdafiin veya eğer bir
müdafii tayini için malî olanaklardan mahrum bulunuyor ve adaletin selâmeti
gerektiriyorsa, mahkeme tarafından tayin edilecek bir avukatın ücretsiz
yardımından istifade etmek hakkına sahiptir.” şeklinde ifade edilmiştir.
Bu nedenlerle, CMUK’un 138’inci maddesinde düzenlenen zorunlu
müdafiilik sisteminin ağır suçlar yönünden Askerî Yargı sistemi içersinde de
uygulanması için 353 sayılı Kanunun 87’nci maddesinde gerekli değişiklik
yapılmalıdır.
Keza, maddenin birinci fıkrasında belirtilen yaş sınırının 15’ten 18’e
çıkarılarak CMUK’un 138’inci maddesindeki düzenleme ile paralel hâle
getirilmelidir.
90’ıncı madde yönünden
Hazırlık soruşturmasının gizli olduğu ileri sürülerek, sanık ve
müdafiinin soruşturma dosyasındaki belgeleri incelemelerine engel olmak,
savunma hakkını ortadan kaldırır. Dolayısıyla gizlilik istisna olup, ancak yargıç
kararı ile kısıtlanmalıdır. Bu nedenle de, 3842 sayılı Kanun ile CMUK'da
yapılan değişiklikle, kamu davası açılmasından önce müdafiiye hazırlık
soruşturması belgeleri ile dava dosyasının tamamını inceleme ve istediği
belgelerin bir örneğini harçsız alma hakkı tanınmıştır.
Yapılan düzenlemeye göre “Müdafii, hazırlık evrakı ile dava dosyasının
tamamını inceleme ve istediği evrakın bir suretini harçsız alma hakkına sahiptir.
Müdafiin hazırlık evrakını incelemesi veya hazırlık evrakından suret alması,
hazırlık soruşturmasının gayesini tehlikeye düşürebilecek ise, Cumhuriyet
savcısının talebi üzerine, sulh hâkimi kararıyla hazırlık soruşturması sırasında
bu hak kısıtlanabilir.”
Buna karşın, 353 sayılı Kanunun 90’ıncı maddesi hükmüne göre,
müdafiin dosyayı inceleme hakkı, ancak, iddianamenin askerî mahkemeye
verilmesinden sonra mümkün olup, daha önce, bu hak, soruşturmanın amacını
bozmayacağı anlaşılırsa izinle kullanılabilecektir.
92
Bu durumda, CMUK’un 143’üncü maddesi, Askerî Yargı alanında
uygulanamayacağından, sanık ve müdafiinin savunma hakkı kısıtlanmaktadır.
Bunun önlenmesi için, 353 sayılı Kanunun 90’ıncı maddesinde değişiklik
yapılarak, CMUK’un 143’üncü maddesine paralel bir düzenleme ile, hazırlık
soruşturmasının gayesini tehlikeye düşürmeyecek ise, müdafiin hazırlık
evrakını incelemesi veya hazırlık evrakından suret almasının, izne gerek
olmaksızın sağlanması yoluna gidilmelidir.
91’inci madde yönünden
3842 sayılı Kanunla CMUK’un 144’üncü maddesinde yapılan
değişiklik ile yakalanan veya tutuklu bulunan kişinin vekâletname aranmaksızın
müdafii ile her zaman ve konuşulanları başkalarının duymayacağı bir ortamda
görüşebileceğine ve bu kişilerin müdafiileri ile yazışmalarının denetime tâbi
tutulamayacağına dair düzenleme yapılmıştır.
353 sayılı Kanunun 91’inci maddesi hükmüne göre ise, iddianamenin
askerî mahkemeye verilinceye kadar sanığın bilmesi uygun görülmeyen
hususların kendisine duyurulması askerî savcı tarafından yasaklanabilmekte ve
tutuklama sebebine göre, gerektiğinde iddianamenin askerî mahkemeye
verilmesine kadar sanık ile müdafiin görüşmesinde askerî savcı veya yardımcısı
hazır bulunabilmektedir.
353 sayılı Kanundaki bu düzenlemede, tutuklu ile müdafiinin serbestçe
görüşmelerine bazı kısıtlamalar getirilmektedir.
Müdafiin sanıkla görüşme hakkı, savunma amacıyla verilen bir haktır.
Müdafiin sanıkla görüşmesi sırasında, ona, savunmasını hazırlaması
bakımından önemli olan belgeleri verebilmesi ve savunması konusunda yapılan
konuşmaları başkalarının duymasının engellenmesinin sağlanması savunma
hakkı bakımından önemlidir.
Bu nedenle 353 sayılı Kanunun 91’inci maddesinin de, CMUK’daki
uygulamaya paralel olarak düzenlenmesi suretiyle, “Yakalanan veya tutuklu
bulunan kişi, vekâletname aranmaksızın, müdafii ile her zaman, konuşulanları
başkalarının duymayacağı bir ortamda görüşebilir. Tutuklunun, müdafii ile
yazışmaları denetime tâbi tutulamaz.” şeklinde düzenlenmesinin uygun
olacağını düşünmekteyim.
Adil Yargılanma Hakkına İlişkin Olarak Askerî Yargı
Mevzuatında Yapılması Gereken Diğer Değişikliklere Gelince
353 sayılı Kanunun 66’ncı maddesi yönünden
“Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenmesine İlişkin Türkiye Ulusal
Programında” öngörülen hedefler doğrultusunda hazırlanarak 17.10.2001 tarih
ve 24556 sayılı mükerrer Resmî Gazetede yayınlanıp yürürlüğe giren “Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkındaki” 4709
sayılı Kanun ile Anayasanın 20 ve 21’inci maddelerinde yapılan değişiklikler
93
doğrultusunda 353 sayılı Kanunun 66’ncı maddesinde de düzenleme
yapılmalıdır.
4709 sayılı Kanunla değişik T.C. Anayasasının 20 ve 21’inci
maddelerinde, özel hayatın gizliliğine ve konuta dokunulamayacağı
açıklandıktan sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8’inci maddesine
uygun bir biçimde bu haklara müdahalenin istisnalarının sebepleri tek tek
sayılarak gösterilmiştir.
Anayasadaki düzenlemeye göre, millî güvenlik, kamu düzeni, suç
işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık, ahlâkın korunması veya başkalarının hak
ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak,
usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de kanunla yetkili kılınmış merciin
yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve
bunlara el konulamaz; kimsenin konutuna girilemez, arama yapılamaz ve
buradaki eşyaya el konulamaz.
353 sayılı Kanunun 66’ncı maddesine göre ise, ancak, millî güvenlik
veya kamu düzeni bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde askerî
savcılar, teşkilatında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya askerî kurum
amirleri ve bunların verecekleri emir üzerine diğer askerî makamlar da arama
yapabilmektedir.
Bu nedenle, öncelikle arama ve zapta karar verme yetkisinin
düzenlendiği 353 sayılı Kanunun 66’ncı maddesine, suç işlenmesinin
önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması kavramlarının arama sebebi olarak dâhil edilmesi
gerekmektedir.
Keza, Anayasanın 20 ve 21’inci maddelerinde, arama ve el koyma ve
konuta girilmesine ilişkin olarak yetkili merciler tarafından verilen kararların 24
saat içinde görevli hâkimin onayına sunulması konusunda zorunluluk
getirilerek, hâkim tarafından, el koyma ve konuta girilmesinden itibaren 48 saat
içinde karar verilmemesi hâlinde, el koyma ve konuta girme kararlarının
kalkacağı açıklanmıştır.
Anayasadaki söz konusu değişikliğe uygun olarak, hâkim kararı
olmadan yapılan her türlü arama ve el koyma işlemlerinin yetkili ve görevli
hâkimin onayına sunulması hususunda da 353 sayılı Kanunun 66’ncı
maddesinde düzenleme yapılmalıdır.
Ayrıca, maddedeki “Askerî savcılar, teşkilâtında askerî mahkeme
kurulan kıt’a komutanı veya askerî kurum amirleri ve bunların verecekleri emir
üzerine diğer askerî makamlar da arama ve zapt yapabilirler.” biçimindeki
düzenlemede, “emir” yerine “yazılı emir” ibaresi kullanılarak Anayasanın 4709
sayılı Kanunla değişik 20 ve 21’inci maddelerine uygunluk sağlanmalıdır.
353 sayılı Kanunun 72’nci maddesi yönünden
4709 sayılı Kanunla T.C.Anayasasının 19’uncu maddesinde yapılan
değişiklik gereğince yakalanan veya tutuklanan kişinin, tutulma yerine en yakın
94
mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırk sekiz saat ve toplu
olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hâkim önüne çıkarılması
gerekmektedir.
Anayasadaki bu değişiklik doğrultusunda, 353 sayılı Kanunun 72’nci
maddesinin 2’nci fıkrasındaki “7 gün içinde” ibaresi, “4 gün içinde” şeklinde
değiştirilerek, AİHS’in 5’inci maddesinin öngördüğü kurallara uygunluk
sağlanmalıdır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5’inci maddesinde “kişi özgürlüğü
ve güvenliğinin tanınması” ile ilgili olarak düzenleme yapılmış ve bunların
korunması için alınan önlemler ve güvenceler gösterilmiştir.
Bilindiği gibi, AİHM’in kararlarında, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin belirtilen 5’inci maddesindeki düzenleme ve güvenceler
doğrultusunda 4 günlük süre, azamî gözaltı süresi olarak kabul edilmekte, yargı
önüne çıkarılmadan 4 günü aşan tutma süresinin sözleşmenin 5/1’inci
maddesini ihlâl ettiği sonucuna varılmaktadır.
353 sayılı Kanunun 73’üncü maddesi yönünden
T.C. Anayasasının 3.10.2001 tarih ve 4709/4 mad. ile değişik 19’uncu
maddesinin 7’nci fıkrası,“ Kişinin yakalandığı veya tutuklandığı, yakınlarına
derhâl bildirilir.” hükmünü içermektedir.
CMUK’un 107’nci maddesinde ise, “tutuklamanın gayesini ihlâl
etmemek şartı ile tutuklanan sanığın yakınlarına ve esaslı bir alâkası olan diğer
kimselere, tutulmasının bildirmesine müsaade olunur. Tutuklanan isterse
bunlara resmen dahi haber verilir. Tutuklanan sanık hâkim önüne çıkarılınca,
durum, yakınlarına bu hâkim tarafından verilen bir kararla hemen bildirilir.”
şeklinde düzenleme mevcuttur.
353 sayılı Kanunun 73’üncü maddesinde ise, “Sanığın
tutuklanmasından, teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya
askerî kurum amiri haberdar edilir. Tutuklanan sanık, hâkim önüne çıkarılınca,
durum hemen yakınlarına bildirilir.” hükmü yer almakta olup, kişinin
yakalandığının veya tutuklandığının yakınlarına bildirileceğine dair bir
düzenleme bulunmamaktadır.
Bu durumda, kişinin yakalandığının veya tutuklandığının yakınlarına
derhâl bildirileceğine dair, Anayasal değişikliğe uygun olarak, 353 sayılı
Kanunun 73’üncü maddesinde gerekli değişikliğin yapılması uygun olacaktır.
353 sayılı Kanunun 75’inci maddesi yönünden
353 sayılı Kanunun 75’inci maddesine göre, askerî savcı, tutuklamadan
itibaren en geç otuzar günlük süreler içinde tutukluluk hâlinin devamına lüzum
olup olmadığını doğrudan doğruya inceleme yetkisine sahiptir.
CMUK’un 112’nci maddesinde ise bu yetki, Cumhuriyet savcısının
talebi üzerine sulh hâkimine verilmiştir.
353 sayılı Kanunun 75’inci maddesinde değişiklik yapılarak, madde
metninin CMUK’un 112’nci maddesine paralel hâle getirilmesi ve hazırlık
95
soruşturması sırasında tutuklu olan sanıkların tutukluluk hâlinin devam edip
etmeyeceği hususunda askerî mahkemece karar verilmesi yoluna gidilerek,
askerî savcılığın bu yöndeki yetkisi kaldırılmalı ve bu konuda hâkim güvencesi
sağlanmalıdır.
353 sayılı Kanunun 136’ncı maddesi yönünden
Hakkaniyetli bir yargılama için, kendisine suç isnat edilen kişi,
duruşmada hazır bulunmak ve yargılamaya etkili bir biçimde katılabilmek
hakkına sahip olmalıdır.
Hakkında suç isnadı bulunan herkesin aleyhindeki iddiaları dinlemek ve
savunma yapmak için ilk derece mahkemesi önünde hazır bulunma hakkı, bazı
uluslar arası belgelerde düzenlenmiştir.3
Adil Yargılanma Hakkının düzenlendiği Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 6’ncı maddesinde, duruşmada hazır bulunma hakkı açıkça yer
almamakla birlikte, 6’ncı maddenin 3’üncü fıkrasının c, d ve e bentlerine göre
bu hak, hakkaniyete uygun yargılamanın bir unsuru olarak görülmektedir. Söz
konusu bentlerde, bir suç isnadı ile yargılananların “kendi kendini savunma”,
“iddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek”, “duruşmada kullanılan dili
anlamadığı ya da konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından ücretsiz
yararlanmak” güvenceleri yer almaktadır. Sanığın duruşmada hazır
bulunmaması hâlinde bu hakları kullanması söz konusu olamayacaktır.
Bu itibarla, hakkaniyete uygun yargılama ilkesinin sağlanması
açısından ağır bir suç ile suçlanan sanıkların, davalarının görüldüğü askerî
mahkemeden uzakta bulunan bir mahalde herhangi bir suçtan ötürü tutuklu
bulunmaları veya cezalarının infaz edilmekte olması hâlinde de yargılandıkları
mahkemede hazır bulundurulmaları yönünde 353 sayılı Kanunun 136’ncı
maddesinde gerekli değişikliklerin yapılması uygun olacaktır.
353 sayılı Kanunun 163’üncü maddesi yönünden
Ceza muhakemesi hukukunda “delil serbestliği” ilkesi kabul
edildiğinden, maddî gerçeğe ulaşabilmek için her türlü delilden
yararlanılabilecektir. Ancak, delillin ceza muhakemesinde kullanılabilmesi için
olayı temsil etmesi yanı sıra, akla, maddî gerçeğe ve hukuka uygun olması
gerekmektedir.
“Her ne pahasına olursa olsun....” gerçeği bulma düşüncesi, demokratik
toplumlarda önemi büyük olan bazı sosyal değerlerin, insan haklarının ve temel
hak ve özgürlüklerin esastan zedelenmesi tehlikesini taşır.
3
BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi mad. 14/3-d, Yugoslavya Kurucu
Belgesi mad. 21/4-d, Ruanda Kurucu Belgesi mad. 20/4/d, Uluslararası Ceza
Muhakemesi Kurucu Belgesi mad. 67/1-d, Amerikan Sözleşmesi mad. 8/2-b’de
dolaylı olarak bu hak tanınmaktadır.
96
Bu nedenle, maddî gerçeğin araştırılmasına, “delil yasakları” adı verilen
bazı sınırlamalar getirilerek anılan kişisel ve toplumsal değerlerin korunması
amaçlanmıştır.
Bu amaçla da, 4709 sayılı Kanun ile T.C. Anayasasının 38’inci
maddesine “Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul
edilemez.” şeklindeki hüküm eklenmiştir.
3842 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle ise, CMUK’un 254/2’nci
maddesinde, soruşturma ve kovuşturma organlarının hukuka aykırı şekilde elde
ettikleri deliller için genel bir değerlendirme yasağı getirilmiştir.
Delillerin değerlendirilmesine ilişkin 353 sayılı Kanunun 163’üncü
maddesinde de bu yönde değişiklik yapılarak maddede yer alan “Askerî
mahkeme, irat ve ikame olunan delilleri, duruşmada edineceği kanıya göre
değerlendirir” şeklindeki hükme, Anayasanın 4709 sayılı Kanunla değişik
38’inci maddesi ve CMUK’un 3842 sayılı Kanunla değişik 254/2’nci
maddesine paralel olarak bir ekleme yapılmak suretiyle hukuka aykırı delillerle
ilgili değerlendirme yasağı getirilmelidir.
353 sayılı Kanunun 166’ncı maddesi yönünden
353 sayılı Kanunun 166’ncı maddesine 21.1.1981 tarihli ve 2376 sayılı
Kanunla eklenen ek fıkrada yer alan “İddianamede gösterilen suçun temas ettiği
kanun maddelerinde belirtilen cezadan daha az bir ceza verilmesi gereken
hâllerde hazır bulunan sanıkla ilgili duruşma, ek savunma için talik edilemez.”
hükmü, savunma hakkını kısıtlayıcı niteliktedir.
353 sayılı Kanunun 166’ncı maddesinin 4’üncü fıkrasında, iddianamede
yazılı suçtan daha ağır bir madde hükmünün uygulanmasını gerektiren veya
cezanın artırılmasını gerektirecek sebeplerin ilk defa duruşmada ileri sürülmesi
hâlinde sanığın, savunmasını yeterlikle hazırlayamadığından bahisle itirazda
bulunması hâlinde, askerî mahkemenin, sanığın istemi üzerine duruşmanın
başka bir güne tehir ve talikine karar verme zorunluluğu hükme bağlanmış ve
böylece savunma hakkı söz konusu hâllerde yasa himayesine alınmıştır.
Ancak, 2376 sayılı Kanunla eklenen fıkra ise, iddianamede kanunî
unsurları ile belirtilen suça ilişkin kanun hükmünden daha hafif cezayı
gerektiren kanun hükmünün uygulanması gereken hâllerde ek savunma
nedenine dayalı olarak duruşmanın tehir ve talik edilmesi zorunluluğunu
kaldırmaktadır.
Bu gibi durumlarda ek savunma hakkının sanık ve müdafiinden
esirgenmesi savunma hakkını ortadan kaldıracak mahiyettedir. Zira, maddede
cezanın artırılmasını gerektirebilecek olan ve ilk defa duruşmada ortaya çıkan
hâllerden söz edilmekte ise de, cezanın azaltılmasını gerektirebilecek hâller de
sonradan ortaya çıkabilir. Bu durumlarda da gerek iddia gerekse savunma
bakımından ek mütalâaya ve ek savunmaya ve bunların hazırlanması için de
zamana ihtiyaç duyulabileceğinden ek iddia ve savunma imkânı sağlanmalı ve
bunun için de duruşma, istem üzerine tehir ve talik edilmelidir.
97
Bu sebeplerle, söz konusu 166’ncı maddenin 2376 sayılı Kanunla
eklenen ek fıkrasında gerekli değişikliğin yapılması uygun olacaktır.
353 sayılı Kanunun 218’inci maddesi yönünden
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre genel ve geniş kapsamlı bir
kavram olan “hakkaniyet”in ilk ve önemli gereği, taraflar arasında “silâhların
eşitliği”; yani tarafların mahkeme önünde sahip olduğu hak ve mükellefiyetlerin
birbirleriyle dengeli olması ve bu dengenin bütün yargılama süresince
korunmasıdır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 11 Temmuz 2002 tarihli ve
36590/97 sayılı Türkiye aleyhindeki “Göç” başvurusu ile ilgili olarak verdiği
kararında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının temyiz başvurusuna ilişkin
görüşünün davacıya iletilmemesinin bu kişinin yazılı cevap hakkını elinden
aldığı gerekçesiyle sözleşmenin 6/1’inci maddesinin ihlâl edildiği sonucuna
varmıştır.
Bu karardaki kabule göre, Başsavcının, temyiz başvurusuyla ilgili
görüşünün başvurucuya iletilmesi, adil yargılamanın bir gereği olan “silâhların
eşitliği” ilkesine hizmet edecektir.
Nitekim, 2.1.2003 tarih ve 4778 sayılı Kanun ile CMUK’un 316’ncı
maddesine eklenen fıkra ile “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen
tebliğname, taraflara ilgili dairece tebliğ olunur.” hükmü getirilmiş ve yine aynı
maddede 19.3.2003 tarih ve 4829 sayılı Kanun ile değişiklik yapılarak,
“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamenin, hükmü
temyiz etmeleri veya aleyhlerine sonuç doğurabilecek görüş içermesi hâlinde
sanık veya müdafii ile müdahil, şahsi davacı veya vekillerine dairesince tebliğ
olunur. İlgili taraf, tebliğden itibaren yedi gün içinde yazılı olarak cevap
verebilir.” hükmü düzenlenmiştir.
Söz konusu yasal düzenleme ile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
içtihatları göz önüne alınarak, savunma hakkının kuvvetlendirilmesine yönelik
olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamenin sanık ya
da müdafiine bildirilmesinin sağlanması amaçlanmıştır.
Bu değişiklik, aynı zamanda adil yargılamanın diğer önemli bir unsuru
olan “makul” süre içinde yargılamayı olumsuz yönde etkileyebilecektir. Ancak,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin söz konusu kararında, silâhların eşitliği
ilkesi gözüne alınarak bu sonuca varıldığı anlaşıldığından, CMUK ile uygulama
birliğinin sağlanması açısından, 353 sayılı Kanunun 218’inci maddesinde de
CMUK’daki değişikliğe paralel bir düzenleme yapılması uygun olacaktır.
353 sayılı Kanunun 228’inci maddesi yönünden
CMUK’un 327’nci maddesinde, 23.1.2003 tarih ve 4793 sayılı Kanunla
yapılan değişiklikle, ceza hükmünün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Korumaya Dair Sözleşmesinin veya eki protokollerinin ihlâli suretiyle
verildiğinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararıyla tespit
98
edilmiş olması hâlinde, bu kararın kesinleştiği tarihten itibaren yargılamanın
yenilenmesinin bir yıl içinde istenebileceğine dair düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenleme ile bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin kesinleşmiş kararları ile, bu Kanunun yürürlüğe girdiği
tarihten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurular üzerine
verilecek kararlar hakkında bir yıl içinde başvurmak şartıyla yargılamanın
yenilenmesi olanağı yaratılmış ve bu hak otomatiğe bağlanmıştır.
Söz konusu yasal değişiklikten önce, daha sonra 4793 sayılı Kanunla
yürürlükten kaldırılan 3.8.2002 tarih ve 4771 sayılı Kanunla CMUK’un 327’nci
maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 327/a maddesinde ise, ihlâlin, niteliği
ve ağırlığı bakımından sözleşmenin 41’inci maddesine göre hükmedilmiş olan
tazminatla giderilemeyecek sonuçlar doğurduğunun anlaşılması hâlinde,
yargılamanın iadesi isteminde bulunulabileceğine dair düzenleme yapılmıştı.
4793 sayılı Kanunla yapılan son değişiklikle ise, yargılanmanın iadesi
için söz konusu koşul aranmaksızın bu istemin her karar için yapılabilme
olanağı yaratılmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 41’inci maddesi gereğince, bu
sözleşmeye taraf ülkeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bir başvuru
hakkında vereceği ihlâl kararı sonrası başvuru sahibine, uğradığı zararın tazmini
için hakkaniyete uygun bir tazminat ödemeyi taahhüt etmektedirler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin birinci maddesi gereğince, taraf
ülkelere verilen bir yükümlülük ise, ihlâle sebep olan iç hukuklarındaki
sözleşmeye aykırı hükmü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hükümlerine ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihat hukukuna uygun hâle getirmektir.
Yeniden yargılanma, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hükümleri
içinde bulunmamakta ise de, Sözleşme hükümlerine karşı yapılacak ihlâllerin
önlenmesi açısından yararlı olduğu düşünülmektedir. Ancak, yeniden
yargılanma imkânının tanınması yolu ile, tazminata ilâve olarak ayrıca hakların
iadesi müessesesinin işletilmesi, uygulamada bir takım sorunlar yaratabilecektir.
Bu yola başvurulması hâlinde, ihlâlin yarattığı zararı Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin kararı ile karşılanan başvurucu hakkında yerel mahkemece
önceki kararda ısrar edilmesi hâlinde, yine Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin hükümlerini ihlâl edip etmediği ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin kararlarına uyup uymadığı sorunu gündeme gelebilecektir.
Bu nedenle de, kanımca, 3.8.2002 tarih ve 4771 sayılı Kanunla şartlı
olarak tanınan yargılamanın yenilenmesi düzenlemesi ile yetinilmeli idi. Kaldı
ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına karşı otomatik olarak
yargılamanın yenilenmesi sistemi, hâlen başta Fransa ve Almanya olmak üzere
bir çok Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf ülke tarafından da tanınmış
değildir.
Bu itibarla, tazminata ilâve olarak hakların iadesi müessesinin
işletilmesinin uygulamada bir takım sorunlar yaratabileceğini ve bu tür kararlar
açısından, ihlâlin niteliği ve ağırlığı bakımından sözleşmenin 41’inci maddesine
göre hükmedilmiş olan tazminatla giderilemeyecek sonuçların ortaya çıkması
99
hâlinde ilgililerin müracaatı hâlinde yargılamanın iadesi için dosyanın karar
veren ilk mahkemeye gönderilmesi hakkının tanınmasının daha adil olacağını
düşünmekteyim.
Keza, 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununda da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği ihlâl kararları
yönünden yargılamanın iadesi usulünün gerçekleştirilmesi için CMUK’daki söz
konusu düzenlemeye paralel bir değişikliğe gidilmesinin uygun olacağını, ancak
yargılamanın iadesi yolunun her karar için değil, bir ihlâl hâlinde Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin ödenmesine karar verdiği tazminat ile giderilemeyecek
sonuçların ortaya çıkması durumunda bir hak olarak tanınmak suretiyle
düzenlenmesinin gerektiği görüşündeyim.
IV. S O N U Ç
Anayasamızın “Yargı” başlığını taşıyan üçüncü bölümünde yargının,
mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre düzenleneceği
açıklanıp kuralları gösterildikten sonra, bu esaslar çerçevesinde adlî, idarî ve
Anayasa yargısı yanında, 145 ve 146’ncı maddelerinde Askerî Yargı ve Askerî
Yargıtay, Anayasal birer kurum olarak Anayasada yerlerini almış
bulunmaktadır.
Türk Askerî Yargısı, Türk Silâhlı Kuvvetlerindeki geleneksel ve gıpta
ile gözlemlenen disiplinin sağlanmasında üzerine düşen görevini büyük bir
gayret ve özveri ile yerine getirmektedir.
Büyük ATATÜRK, Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış tehditlere karşı
güvencesinin milletin kendisi ile onun silâhlı kuvvetleri olduğunu vurgulamıştır.
Ülkemizin çağdaşlaşma sürecinde etkin ve güçlü bir yeri olan Türk
Silâhlı Kuvvetlerimize gerek iç ve dış tehditlere karşı mücadelede ve gerekse
ATATÜRK’ün temelini attığı Laik Türk devriminin gerçekleşmesi ve
korunmasında büyük görev düşmektedir. Başarı ile yerine getirilen bu görevin
ifasında Türk Askerî Yargısının önem ve payı da büyük olup, askerî
yargıçlarımız bu bilinç ile görevlerini sürdürmektedir.
Türk Yargı sisteminde de çağdaş ülkelerdeki sistemlere paralel ve Adil
Yargılanma Hakkının sağlanmasına yönelik olarak ve bu konudaki mevcut ve
yerinde olan uygulamaların sürdürülmesi için yukarıda açıkladığım mevzuat
değişikliklerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1’inci maddesinde
belirlenen ilkeler ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda, Adil Yargılanma
Hakkına ilişkin olarak kabul edilen esaslar doğrultusunda ve 1324 sayılı
Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanun ve 1325 sayılı Millî
Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilatı Hakkında Kanun Hükümleri de dikkate
alınarak, Genelkurmay Başkanlığı ile iş birliği içinde yapılmasında yarar
bulunmaktadır.
100
CEZA YARGILAMA HUKUKUNDA
HUKUKA AYKIRI DELİLLER (*)
Cemil KAYILIOĞLU
Hâkim Kd.Albay
As.Yrg.4’üncü Daire Üyesi
GİRİŞ:
Anayasanın 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin, insan haklarına
saygılı bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. Hukuk devleti kavramı, en
geniş anlamda vatandaşların hukukî güvenliğini sağlamayı amaçlamakta;
hukukla bağlı olmayan devlet (polis devleti) karşıtı olarak; hukuka bağlı olan,
vatandaşlarına hukukî güvence sağlayan, her türlü karar ve işlemi yargı
denetimine tâbi olan devleti ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesi de, hukuk
devletini “insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni
kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve
eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet” olarak tanımlamıştır1. Bu ilke,
vazgeçilmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir ilkedir.
Devlet, yasama, yürütme ve yargı organlarından oluştuğuna ve Devlet
yetkileri bu organlar tarafından kullanıldığına göre; yasama ve yürütme
organının yanında, yargı organları da hukuka bağlı olmak zorundadırlar. Bu
husus, Anayasanın 11’inci maddesinde yer almış; Anayasa hükümlerinin,
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve
kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu açıkça belirtilmiştir.
Vatandaşların hukukî güvenliğinin sağlanması; adil bir hukuk düzeninin
kurulması, adil yargılanma hakkının temini, temel hak ve özgürlüklerinin en
geniş anlamda tanınması, kullandırılması ve bunların hangi koşullarda
sınırlandırılabileceğinin önceden belirlenmesi ile mümkündür. Temel hak ve
özgürlüklerin devlet görevlileri tarafından yasalara aykırı olarak kısıtlanmasının
önlenmesi bakımından, bu tür eylemlerin suç olarak kabul edilmesi, bunlardan
doğan zararın tazmini ve yapılan işlemin geçersiz sayılması gibi hukuk kuralları
yasalarımızda yer almaktadır.
Toplumsal barışı bozan eylemleri suç olarak belirleyip faillerini
cezalandırmak yetkisine sahip olan Devletin; bu eylemlerin işlenip işlenmediği,
nasıl işlendiği, ya da kimler tarafından işlendiği hususlarının tespiti için izlediği
(*)
5.6.2004 tarihinde Bahçeşehir Üniversitesince Ankara Adliye Konferans
Salonunda düzenlenen “İnsan Hakları ve Devletin Yetkileri-Hukuk Devleti
İlkeleri” konulu seminerde tebliğ olarak sunulmuştur.
1
Ergun, ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin, Ankara 2003, Sh.113,
(25.5.1976; 1976/1E., 1976/28K.; AMKD, Sayı 14, Sh.189)
101
yol ve yöntemler, doğal olarak kişilerin hak ve özgürlüklerine kısıtlamalar
getirebilmektedir.
Suç dolayısıyla yapılan yargılamanın usul ve esaslarını düzenleyen ve
maddî gerçeğin bulunmasını amaçlayan ceza yargılama hukuku, maddî gerçeğin
her ne suretle olursa olsun mutlaka bulunması gibi bir yol izlememiş; toplumsal
yararın en üst düzeyde gerçekleşmesini temin amacıyla, bir yandan temel hak
ve özgürlüklerin ne şekilde kısıtlanabileceğine ilişkin ayrıntılı kurallar
getirirken, diğer yandan suç isnadına maruz kalan kişilerin adil (dürüst)
yargılanma haklarına sahip olduğunu vurgulamıştır.
18.11.1992 tarihinde 3842 sayılı Kanunla düzenlenen CMUK’un 135/a
ve 254/2’nci maddeleriyle; yasak yöntemlerle elde edilen ifadelerin, rıza olsa
dahi delil olarak değerlendirilemeyeceği, soruşturma ve kovuşturma
makamlarının hukuka aykırı olarak elde ettikleri delillerin hükme esas
alınamayacağı kuralı getirilmiştir. 3.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Kanunla
Anayasanın 36 ve 38’inci maddelerine yapılan eklemelerle; herkesin adil
yargılanma hakkına sahip olduğu, kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulguların
delil olarak kabul edilemeyeceği hükümleri Anayasada yer almıştır. Bu
konudaki son yasal düzenleme, 22.1.2004 tarih ve 5078 sayılı Kanunla 353
sayılı ASMKYUK’nın 163’üncü maddesine kanuna aykırı olarak elde edilmiş
bulguların delil olarak kabul edilemeyeceği hükmünün eklenmesi suretiyle
yapılmış; Anayasa hükmü, askerî yargılama usul ve esaslarını düzenleyen
yasada da yerini almıştır.
Kuşkusuz bu hükümlerle; kişilerin özel alanlarına haksız müdahalelerin
önlenmesi, maddî gerçeğin bulunması için bile olsa adil yargılanma ilkelerinden
ödün verilmemesi ve soruşturma makamlarının temel hak ve özgürlüklerin
korunması konusunda özen göstermelerinin sağlanması gibi çok yönlü hedeflere
ulaşılması amaçlanmıştır.
Bu kısa açıklamadan sonra “delil” kavramına ve “hukuka aykırı
delil”den neyin anlaşılması gerektiğine değinmek istiyorum.
- Delil: Maddî olayın çözümlenmesine katkı sağlayan, akla, bilime ve
hukuka uygun her şey delildir. Bu bir belge, iz, emare, eşya, görüntü veya
beyan olabilir. Amaç maddî gerçeğin bulunması olduğuna göre; gerçekçi
olmayan, akla, mantığa ve bilime aykırı şeyler ile sorunun çözümüne katkı
sağlamayan şeylerin delil olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
- Hukuka aykırı delil: Ceza yargılamasında “delil serbestisi” ve
“vicdanî delil sistemi” esas olmakla birlikte, delillerin belli kurallar
çerçevesinde elde edilmesi gerekmektedir. Bazı delillerin elde edilmesi ise
istisnaî olarak yasaklanmıştır. İşte genel olarak, elde edilmesi yasaklanmış bir
delilin elde edilmesi veya elde edilmesi belirli usul ve esaslara bağlanmış bir
delilin elde edilmesi sırasında bu usul ve esaslara uyulmamış olması hâlinde
hukuka aykırı delilden söz edilmektedir. Delil elde etme konusunda öngörülen
yasaklara “delil elde etme yasakları”, hukuka aykırı elde edilen delillerin hüküm
102
verilirken değerlendirilmemesine
denilmektedir.2
de
“delil
değerlendirme
yasakları”
DELİL ELDE EDİLMESİNE GETİRİLEN SINIRLAMALAR:
Delillerin elde edilmesine getirilen sınırlamalar öğretide çeşitli
şekillerde sınıflandırılmakla birlikte, bunların konuldukları amaç dikkate
alınmak suretiyle genel olarak; konusu itibarıyla yasaklanmış olan deliller,
temel hakların ve özellikle özel hayatın korunması amacı ile elde edilmesi belli
usul ve esaslara bağlanmış deliller, adil (dürüst) yargılamanın sağlanması
amacıyla elde edilmesi ilgiliye haklarının anlatılmış olması esasına bağlanmış
deliller olarak tasnif edilmesi mümkündür.
Devlet memurlarının sır olarak saklamak zorunda olduğu vakıalar
hakkında tanıklık yapmalarının yasaklanmış olması (CMUK 49), konusu
bakımından elde edilmesi yasaklanmış delillere; yakalama, arama, el koyma,
dinleme ve iletişimin denetlenmesi gibi araştırma ve koruma tedbirlerinin belli
şartlara bağlanmış olması, ifade almada kötü muamelede bulunulmaması ve
iradenin zorlanmaması, temel hakların ve özel hayatın korunması amacı ile
öngörülen sınırlamalara; sanığa haklarının ve isnadın anlatılmasından sonra
sorgusunun yapılması zorunluluğu, adil yargılamanın sağlanması amacı ile
getirilen sınırlamalara örnek olarak gösterilebilir.
Delil elde edilmesine ilişkin bir ilkenin aynı zamanda birkaç gruba dâhil
olması mümkün bulunduğundan, biz burada delil yasakları konusunu belirli bir
tasnife bağlı kalmadan ve delil elde edilmesine ilişkin olarak yasalarda yer alan
kurallar çerçevesinde inceleyeceğiz.
1. Sanığa isnat olunan suçun ve sahip olduğu haklarının anlatılması
(Aydınlatma) yükümlülüğü (CMUK 135) :
3842 sayılı yasa ile değişik CMUK’un 135’inci maddesi ile; zabıta amir
ve memurları ile Cumhuriyet savcısı tarafından ifade alınması ve hâkim
tarafından yapılan sorgulamada uyulması gereken usul ve esaslar belirlenmiştir.
Madde hükümlerine göre; sanığın kimliğinin tespit edilmesinden sonra;
- Kendisine isnat edilen suçun anlatılması,
- Müdafi tayin hakkı bulunduğu, müdafi tayin edebilecek durumda
değilse baro tarafından tayin edilecek bir müdafi talep edebileceği ve isnat
olunan suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanunî hakkı olduğunun
söylenmesi,
- Şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını talep
edebileceğinin hatırlatılması,
- Aleyhine var olan şüphe sebeplerini kaldırmak ve lehine olan
hususları ileri sürmek imkânı verilmesi,
gerekmektedir.
2
KAYMAZ, Seydi, Uygulamada ve Teoride, Ceza Muhakemesinde Hukuka
Aykırı Deliller, Seçkin, 1997, s.16
103
Görüldüğü gibi, sanığa soruşturmanın en başından itibaren; isnadı
öğrenme, müdafi tayin etme, müdafi talep etme, susma, delil toplanmasını talep
etme ve savunma yapma hakları tanınmaktadır.
Sanığın, kimliğiyle ilgili sorulara karşı susma hakkı yoktur, doğru cevap
vermek zorundadır.
CMUK'un 236’ncı maddesinde de, iddianamenin okunmasından sonra
135’inci madde uyarınca sanığın sorgusunun yapılacağı belirtilmiştir.
3842 sayılı Yasa uyarınca CMUK’un 135’inci maddesinin DGM’nin
görev alanına giren suçlar bakımından uygulama olanağı bulunmamaktadır.Bu
suçlarla ilgili olarak Yasanın 3842 sayılı yasadan önceki hâlinin uygulanması
gerekmektedir.
Sanığa hakları hatırlatılmadan elde edilen ifadenin hukuka aykırı olarak
elde edilmiş olduğunda kuşku yoktur.
Maddelerin yazılış şeklinden, sanık haklarının her aşamada yapılan
sorgudan önce hatırlatılması gerektiği anlaşılmaktadır.
Maddede açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte; Anayasanın 19/4’üncü
maddesinde yakalanan kişiye isnat olunan suç ile yakalama sebeplerinin derhâl
bildirilmesi öngörüldüğünden, yakalama anında kişiye isnat olunan suçu ile,
susma hakkı ve müdafiden yararlanma haklarının hatırlatılması gerekmektedir.3
Yakalanan kişi suçlama ile ilgili olarak konuşmama hakkına sahiptir, hakları
hatırlatılmadan iradesi haricinde konuşmak zorunda bırakılması hâlinde elde
edilen deliller hukuka aykırı olur. Ancak, yakalanan kişinin yakalama anında
görevli tarafından daha kendisine soru sorulmadan kendiliğinden yaptığı
açıklamalar bakımından ilgilinin kişiyi aydınlatma yükümlülüğü yoktur; elde
edilen deliller yasak kapsamına girmez. Fakat, görevlinin yalnız dinlemekle
yetinmeyip, olayın aydınlatılması amacıyla yakalanan kişiye sorular sorması
hâlinde, önce ilgiliye susma hakkı ile diğer haklarını hatırlatması lâzımdır, aksi
hâlde elde edilen deliller hukuka aykırı olur.4
Şüpheli veya sanığa haklarının bildirilmesi zorunlu olmakla beraber,
şüpheli ve sanığın bu haklarından vazgeçmesi de mümkündür. Fakat bu
vazgeçmenin geçerli olması için şüpheli veya sanığın hakları konusunda bilgi
sahibi olması ve vazgeçmenin iradî olması lâzımdır. Bu bakımdan, kendisine
hakları okunan kişi görevlinin sözünü keserek haklarını bildiğini beyan etse
bile, şüpheli veya sanığın haklarını bilip bilmediği veya ne ölçüde bildiği
bilinemeyeceğinden, görevli yine de hakları konusunda ilgiliye açıklamada
bulunmaya devam etmelidir. Hakları usulüne uygun anlatıldıktan sonra ise
şüphelinin haklarından serbest iradesi ile vazgeçmesi mümkündür.5
3
KAYMAZ, Seydi, age, s.34
YENİSEY, Feridun, “Tebliğ”,Yargıtay ve Askerî Yargıtay Kararları ile İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi Kararları Işığında Hukuka Aykırı Deliller Semineri ve
Sempozyumu, İstanbul Barosu Başkanlığı ve Marmara Üniversitesi Rektörlüğü,
İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 1996 s.105
5
YENİSEY, Arama, s.156
4
104
Teknik anlamda sorgu ya da ifade sayılmayan “yer göstermeler”,
uygulamada ifade ve açıklamaların, olay yerinde tekrar edilmesi şeklinde
yapıldığından; bu işlem yapılırken 135’inci maddedeki hakların hatırlatılması
ve kullandırılmasına olanak tanınması gerekmektedir.
Yargıtay, sorgudan önce sanığa isnat olunan suçun ve haklarının
anlatılmamış olmasını katı bir uygulamayla bozma sebebi olarak kabul
etmektedir. Örneğin, YCGK bir kararında; CMUK’un 135’inci maddesinin
buyurucu nitelikte olduğunu kabul etmiş, sanığa haklarının anlatılmamış
olmasının, sonuç üzerine etkili olup olmamasına bakılmaksızın bozma nedeni
olduğunu ifade etmiştir.6
Yargıtay 1.5.1995 tarihinde verdiği bir başka kararında; poliste ve
savcılıkta ifadesi alınırken ve sulh ceza mahkemesinde hâkim tarafından
sorguya çekilirken CMUK’un 135’inci maddesindeki hakları anlatılmış ve
duruşmaya da avukatı ile gelmiş bulunan sanığa, bu haklarının duruşmada
sorgusu yapılırken yeniden hatırlatılmasına gerek olup olmadığına ilişkin olarak
yaptığı incelemede; sorgu sırasında sanığa haklarının anlatılmamış olması
hâlinde duruşmanın açılmış sayılmayacağına karar vermiştir.
YCGK bir başka kararında ise, sanığa haklarının hatırlatılması hâlinde
sanığın suçunu ikrar etmesi ve dolayısıyla cezalandırılma olasılığı olduğundan
bahisle, sanığa haklarının hatırlatılmamış olması sebebiyle beraet hükmünün
dahi bozulmasına karar vermiştir. Söz konusu olayda sanığa CMUK’un 135’nci
maddesindeki hakları hatırlatılmamış olmakla birlikte sonuçta beraet kararı
verilmiş, hüküm müdahil vekili tarafından temyiz edilmiştir. Kurul,
Başsavcılığın onama istemini, “duruşmaya, sanığın kimliğinin saptanması,
iddianame okunduktan sonra 135’inci maddeye göre sorguya çekilmesi ile
başlanacaktır; bu hükme uyulmadığı, yani 135’inci madde gereğince sanık
sorguya çekilmediği takdirde duruşma açılmış sayılamaz; duruşmanın
açılmaması hâlinde de kanıt toplanamaz, mevcut kanıtlar değerlendirilemez ve
hüküm kurulamaz” gerekçesiyle reddetmiştir.7
Bu karar; ortada şekli bir kanuna aykırılık olduğu, sanığın beraet etmiş
olması sebebiyle Anayasa ve milletler arası sözleşmelerle korunan bir hakkın
ihlâlinin söz konusu olmadığı, kaldı ki, CMUK’un 309’uncu maddesi gereğince
sanık lehine olan hukukî kurallara muhalefet edilmesi hâlinde hükmün sanık
aleyhine bozulamayacağı ileri sürülerek eleştirilmiştir.8
Yargıtay Ceza Genel Kurulu; CMUK’un 135’inci maddesindeki hakları
hatırlatılmamış olmakla birlikte beraetine karar verilmiş sanıklar hakkındaki
hükümleri, “..Belki de sanık CMUK’un 135’inci maddesinin getirdiği
güvencelerden yoksun olduğu için, ikrarda bulunacakken bulunmamaktadır..”,
“.. Sanık suçunu ikrar etmemiş ise bunun CMUK’un 135’inci maddesinin
6
13.3.1995/6-31/57 sayılı karar
YCGK.nun 19.12.1994, E. 1994/6-322, K. 1994/343 sayılı kararı
8
ÖZTÜRK, Bahri, Yeni Yargıtay Kararları Işığında Delil Yasakları, AÜ. SBF.
İnsan Hakları Merkezi Yayınları No:14, Ankara, 1995, s.17
7
105
getirdiği güvencelerden yoksun kılınmasından kaynaklanması da olanaklıdır..”
görüşüyle bozmuştur.9
Bu kararlardan Yargıtayın, 135’inci maddedeki düzenlemenin yalnızca
sanık lehine konulan kurallar olmadığı, dolayısıyla sanık aleyhine sonuç
doğurabileceği görüşünde olduğu ve sanığa haklarının anlatılmasını duruşmanın
başlaması için ön şart olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, Yargıtayın; poliste, Cumhuriyet Savcılığında ve Sulh
Ceza Mahkemesindeki sorgularında hakları hatırlatılmış olan sanıklara; son
soruşturmada haklarının yeniden hatırlatılmamış olmasını yasaya aykırı
.10
görmeyen kararları da mevcuttur
YCGK bir çok kararlarında ise, sanığa müdafii tayin etme hakkı
bulunduğunun, müdafii tayin edebilecek durumda değilse istediği takdirde baro
tarafından kendisine müdafii atanabileceği hususunun hatırlatılmamış olmasını
bozma nedeni kabul etmiştir.11
Yargıtay, sanığın susma hakkına sahip olmasını ve bu hakkı kullanmış
olmasının aleyhine sonuç doğurmaması gerektiğini duraksamaksızın kabul
etmekte; sanığın suçunu ikrar etmemiş olmasını veya savunmasının inkara
yönelik olmasını takdiri indirim maddesinin uygulanmamasına gerekçe olarak
gösteren mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına karar vermektedir.12
- Askerî yargıda sorgu ve CMUK’un 135’inci maddesinin uygulama
yeri:
ASMKYUK’nın 83’üncü maddesi CMUK’un 135’inci maddesinin
karşılığı olup; hazırlık soruşturması sırasındaki sorguyu düzenlemektedir.
Yasanın 146’ncı maddesiyle duruşmadaki sorgunun da 83’üncü madde uyarınca
yapılacağı düzenlenmiştir. CMUK’un 135’inci maddesi, 3842 sayılı yasadan
önceki ve sonraki hâliyle, isnat edilen suç hakkında açıklamada
bulunmamasının sorguya çekilen veya ifade verenin yasal hakkı olduğunun
kendisine bildirilmesi kuralını içermesine karşın, 353 sayılı Kanunun 83’üncü
maddesinde bu kurala yer verilmemiştir. Bu nedenle, askerî yargıda, sanığa
cevap vermek isteyip istemediği sorulmamaktadır. Ancak böyle bir soru
sorulmasını engelleyen herhangi bir kural da bulunmamaktadır. Dolayısıyla,
böyle bir hatırlatma yapılması her zaman mümkündür ve sanığın susma hakkı
olduğunun ve susmasının aleyhine delil olamayacağının kabul edilmesi gerekir.
Çünkü Anayasanın 38’inci maddesinin beşinci fıkrasına göre, hiç kimse
9
YCGK.nun 24.10.1995/7-165,362; 19.12.1994/6-322,343 sayılı kararları
Y 1.CD.nin 25.1.1995/4824-95, 21.2.1995/157-438, 27.2.1995/241-484 sayılı
kararları
11
YCGK.nun 11.4.1994, 6-69/93 ve 6.6.1994, 6-148/167 sayılı kararları
12
Y 4.CD. 16.10.2001/11482-12366, 5.2.2001/278-1158, 24.3.1999/2294-3346
sayılı kararları; YKD. Şubat 2003, s.296, Ağustos 2001, s.1284, Ocak 2000,
s.116; Eylül 1999, s.1308
10
106
kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya
veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.13
3842 sayılı Yasa ile CMUK’da yapılan düzenlemelere paralel olarak,
CMUK’a göre özel bir kanun niteliğinde olan ASMKYUK’da 135’inci madde
benzeri bir düzenleme yapılmadığından, askerî mahkemelerde CMUK'un
135’inci maddesinde öngörülen kuralların uygulanması gerekip gerekmediği
hususu Askerî Yargıtay Daireler Kurulunca görüşülmüş; 353 sayılı Kanunun
CMUK karşısında özel bir kanun niteliğinde olduğu, 353 sayılı Kanunda özel
düzenleme bulunan konularda CMUK’un uygulanmasına imkân olmadığı, 353
sayılı Kanunda genel bir atıf maddesi olmadığından, askerî mahkemelerde
CMUK'un uygulanabilmesi için, ya açıkça atıf yapılması veya bir konuda 353
sayılı Kanunda boşluk bulunması gerektiği, CMUK'un 135/a maddesinde
düzenlenen “yasak sorgu yöntemleri” hakkında ise 353 sayılı Kanunda hiçbir
düzenleme bulunmadığından, bu konuyu düzenleyen CMUK'un 135/a
maddesinin askerî ceza yargılamasında uygulanabileceği, bununla birlikte,
CMUK'un 135’inci maddesinin karşılığının 353 sayılı Kanunun 83’üncü
maddesinde yer aldığı ve 353 sayılı Kanunda da 135’inci maddeye herhangi bir
atıf yapılmadığından, sanığın ifadesinin alınması ve sorgunun yapılması
sırasında 135’inci maddenin uygulanamayacağı açıklanmıştır.14
Kurul, 135’inci maddede yer alan ve savunma hakkını güvenceye
kavuşturan hükümlerin daha demokratik ve insan haklarının günümüzdeki
gelişmelerine daha uygun olduğunu ve Anayasamızın eşitlik ilkesi gereği aynı
ilkelerin askerî yargı alanında da gerçekleştirilmesi gerektiğini, fakat bunun
hukuk tekniğine ilişkin nedenlerle ancak yasa değişikliği yapıldığı takdirde
mümkün olacağını vurgulamıştır. Ne yazık ki, bu konudaki yasal düzenleme
henüz yapılmış değildir.
Bu karardan anlaşıldığı üzere; ASMKYUK’da özel olarak düzenlenmiş
konularda şayet açıkça bir atıfta bulunulmamış ise, CMUK’da yer alan
hükümlerin askerî yargılamada uygulanması imkânı bulunmamaktadır. Buna
karşılık, 353 sayılı Kanunda hiçbir düzenleme olmadığı takdirde, kıyas yoluyla
CMUK'un hükümleri uygulanabilmektedir.
Bununla birlikte, Askerî Yargıtay, adil yargılanma ilkeleri
doğrultusunda sanığa bütün haklarının sağlanması, hatırlatılması gerekenlerin
hatırlatılması konusunda çok hassas davranmakta, sanığın savunma imkânlarına
sahip olmasını titizlikle takip etmektedir.
Askerî Yargıtay istikrarlı olarak verdiği kararlarında; adil yargılanma
hakkının “Hâkim önünde usulüne uygun biçimde sorguya çekilme” hakkını da
kapsadığı, sorgunun kanunun öngördüğü biçimde yapılmamasının doğrudan
kamu düzenini ilgilendiren yargılama hukuku normlarının ihlâline sebebiyet
verdiği, sanığa isnat olunan suçun neden ibaret olduğunun ayrıntılı biçimde
13
ODMAN, Tevfik, Askerî Yargıtayın Hukuka Aykırı Deliller Konusunda Verdiği
Kararlar, Askerî Adalet Dergisi, Ocak 1996, Sayı 95, s 17
14
As.Yrg.Drl. Krl.nun 20.1.1994, 9/7 sayılı kararı
107
anlatılmasının sorgu işleminin yasal koşullarından biri olduğu görüşünü
vurgulamakta; sorgunun usulüne uygun olarak yapılmamış olmasını bozma
sebebi olarak kabul etmektedir.15 .
Askerî Yargıtay, iddianamenin tebliği ile duruşma günü arasında en az
bir haftalık sürenin geçmesi gerektiğine ilişkin 353 sayılı Kanunun 120’nci
maddesinde öngörülen usul kuralı ile bu kurala uyulmaması durumunda böyle
bir hakkı olduğunun bizzat duruşma hâkimi tarafından sanığa hatırlatılması
gerektiğine ilişkin aynı yasanın 130/3’üncü maddesinde yazılı emredici kurala
aykırı davranılmasını, AİHS’in 6'ncı maddesinin 3’üncü fıkrasında açıklanan
“suç ithamını detaylı olarak ve anlayabileceği bir şekilde öğrenme hakkı” ile
“savunmayı hazırlamak için yeterli zaman ve imkâna sahip olma hakkı”nı ihlâl
etmek suretiyle savunma hakkını kısıtlayıcı mahiyette gördüğünden, bu
şekildeki eksiklikleri içeren hükümleri bozmaktadır.16
Keza Askerî Yargıtay; sanıkların iddianameye karşı sorgu ve
savunmalarının, tanıkların olaya karşı bilgi ve görgülerinin tespiti amacıyla bu
kişilerin bulunduğu yer mahkemelerine yazılan talimat üzerine; sanığın ve
tanıkların tamamen hazırlıkta verdiği ifadelerine atıf yapılmak suretiyle “önceki
savunmalarımı (veya ifademi) aynen tekrar ederim, ilâve edilecek bir husus
yoktur.” şeklindeki beyanların tutanağa geçirilmiş olmasını, duruşmanın temel
prensipleri olan yüze karşılık ve sözlülük ilkelerine aykırı ve savunma hakkının
kısıtlanması niteliğinde kabul etmektedir.17
2. Sorgulama yasakları (CMUK'un 135/a ):
Anayasanın 17/3 ve 38/5’inci maddelerinde;
“Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz, kimse insan haysiyetiyle
bağdaşmayan bir ceza veya muameleye tâbi tutulamaz.”,
“Hiç kimse, kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir
beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.”
hükümleri yer almaktadır.
Çeşitli uluslar arası belgelerle de işkence yasaklanmıştır. İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinin 5’inci maddesi, AİHS’in 3’üncü maddesi, Kişisel ve
Siyasî Haklara İlişkin Uluslar arası Sözleşmenin 15’inci maddesinde bu konuda
hükümler yer almaktadır.
Sanığın veya şüphelinin sorgusunun maddî olayın aydınlatılması için
çok önemli olduğu açıktır. Sanığın ikrarı ve suç delillerini göstermesi
durumunda iş kolaylaşacak, buna karşılık susması veya inkâr etmesi
durumunda, delillere ulaşılması için daha çok araştırma yapılması gerekecektir.
Bu yönüyle sorgu önemli bir delil elde etme aracıdır.
15
As.Yrg.Drl.Krl.nun 25.3.2004/61/57 sayılı kararı
As.Yrg.Drl.Krl.nun 22.11.2001, 2001/104-107, 6.1.2000, 2000/26-7 sayılı
kararları
17
As.Yrg.Drl.Krl.nun 24.12.1998/193-178; 4.D., 19.11.2002/1181-1177;
3.D. 9.4.2004/408-402 sayılı kararları)
16
108
Sorgunun bir diğer işlevi ise, savunma aracı olmasıdır. Sorgunun
fonksiyonu savunma olarak kabul edilince, bu fonksiyonun yerine
getirilebilmesi için sanığın bazı haklara sahip olması gereklidir. Bu haklardan
biri de konuşmama hakkıdır. Buna göre sanık savunmasını yapmak için
konuşabileceği gibi, konuşmamayı de tercih edebilir ve konuşması için
kendisine maddî ve manevî baskı yapılamaz.18 Sorgunun serbest iradeye
dayanması, irade özgürlüğünün tam olarak temin edilmesi gerekmektedir.
Suçun itirafını sağlamak veya delil elde etmek amacıyla şüpheli veya
sanıktan beyan elde etmek için, sistematik bir şekilde yapılan, bedensel ve
ruhsal yönden acı ve ıstırap veren müdahaleler işkence olarak tanımlanmakta ve
yasak sorgu yöntemi olarak kabul edilmektedir.
Bedensel cebir ve işkence dışında kalan ve iradeyi baskı altına alan her
türlü hukuk dışı müdahale de yasaklanmıştır.
CMUK’un 135/a maddesinde; “İfade, verenin ve sanığın beyanı özgür
iradesine dayanmalıdır. Bunu engelleyici nitelikte kötü davranma, işkence, zorla
ilâç verme, yorma, aldatma, bedensel cebir ve şiddette bulunma, bazı araçlar
uygulama gibi iradeyi bozan bedenî veya ruhî müdahaleler yapılamaz. Kanuna
aykırı bir menfaat vaat edilemez. Yukarıdaki fıkralarda belirtilen yasak
yöntemlerle elde edilen ifadeler rıza olsa dahi delil olarak değerlendirilemez.”
denilmektedir.
Bu maddeyle ifade verenin beyanının özgür iradeye dayanması güvence
altına alınmış, iradeyi bozan her türlü müdahale ve bu suretle elde edilen
ifadelerin delil olarak değerlendirilmesi mutlak olarak yasaklanmıştır.
Maddede yasak sorgu yöntemleri sayıldıktan sonra “gibi” edatı
kullanılmak suretiyle, yasak sorgu yöntemlerinin sadece sayılanlardan ibaret
olmadığı vurgulanmak istenmiştir. Hatırlama ve anlama yeteneğinin ihlâl
edilmesi, hipnotizma ve tehdit gibi yöntemlerle iradenin baskı altına alınması da
mutlak olarak yasaklanmıştır.
Bu düzenleme, sadece işkenceyi önlemek amacıyla kabul edilmiş
değildir. Burada korunmak istenen, başta işkence olmak üzere maddede örnek
olarak sayılan bazı insanlık dışı davranışlardan sanığın haysiyetini korumak,
onun ceza muhakemesinde maddî gerçek aranırken bir obje haline getirilmesine
engel olmaktır.
Burada, hem ifade verenin insan olmasının doğal bir sonucu olan asgarî
onuru korunmakta, hem de maddî gerçeğin özgür bir savunma ve adil bir
yargılanmayla bulunabileceği gerçeği dikkate alınmaktadır.
Yargıtay istikrarlı uygulamalarla, başkaca inandırıcı ve kesin kanıt
yokken, sanıkların kolluktaki baskıya dayalı ikrarlarının delil olarak kabul
edilip mahkûmiyet kararı verilemeyeceğine karar vermektedir.19
18
KAYMAZ, seydi, age, s.87 (KUNTER,Nurullah, Muhakeme Hukuku Dalı
Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku,9.Bası, İstanbul, 1989, s.139)
19
YCGK 4.10.1993, 6-192, 217; 18.10.1993, 93/6, 96/255 sayılı kararları
109
Yargıtay 1’inci Ceza Dairesi, 16.2.2004 tarihinde verdiği yeni bir
kararında; kollukta susma hakkını kullanarak açıkça ifade vermeyeceğini beyan
eden sanığın, kendisiyle sohbet havasında yapılan ve gizlice video kasetine
kaydedilen mülâkat sırasında suçu ikrara yönelik beyanlarının hükme esas
alınmış olmasını; sanığın aldatılarak özgür iradesiyle savunma yapmasının
engellendiği, yasak sorgu yöntemiyle elde edilen video kasetin hükme esas
alınmaması gerektiği görüşüyle, haklı olarak bozma sebebi kabul etmiştir.20
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu; bir hırsızlık olayının araştırılması
sırasında cüzdanın kendisi tarafından çalınıp çalınmadığına ilişkin soruya
başlangıçta çalmadığını söyleyen sanığın, Teğmenin “senin aldığını biliyorum,
itiraf et, aramızda kalacak”şeklindeki ısrarlı beyanları karşısında cüzdanı
kendisinin çaldığını kabul etmesi ve fakat soruşturma sırasındaki ifadelerinde
suçlamayı reddederek teğmenin kendisine baskı yaptığını ileri sürmesini
değerlendirmiş; CMUK’un 135/a maddesine atıf yapmak suretiyle sanığın
beyanının özgür ifadesine dayanması gerektiğini belirterek, bu ifadeye dayanan
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir. 21
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu, daha önceki bir kararında ise, askerî
savcı tarafından ifadesi alındığı sırada sanığın, kefen giymek veya az bir ceza
ile kurtulmak gibi tercihler arasında bırakılmasını CMUK’un 135/a maddesi
kapsamına giren bir yasak sorgu yöntemi olarak kabul etmiştir.22
3. Tanık ve bilirkişi dinlenmesine ilişkin esaslar:
Maddî gerçeği bulmak için tanık beyanlarına duyulan ihtiyaç açıktır.
Suç işlemiş kişilerin kendi aleyhlerine beyanda bulunmaları pek nadir rastlanan
bir durum olduğundan, gerçeğe çoğu kez tanık beyanlarıyla ulaşılmaktadır. Bu
sebeple, tanık beyanlarının da özgür iradeye dayanması gerekmektedir. CMUK
135/a’da yasaklanmış sorgu yöntemlerinin tanıklar bakımından da geçerli
olduğunda kuşku yoktur. Bununla birlikte; tanıkların birbirinden veya sanıktan
etkilenmemeleri ve doğru beyanda bulunmalarını temin amacıyla birtakım
önlemler alınmış; bir kısım tanıklara çekinme ve yeminsiz dinlenme hakkı
tanınırken yalan yere tanıklık edenlerin ise cezalandırılmaları öngörülmüştür.
-Tanıklık yasağı: CMUK’un 49’uncu maddesinde devlet memurlarının
memuriyetten çekildikten sonra bile, saklamakla yükümlü oldukları olaylar
hakkında sırrın ait olduğu makam amirinin izni olmaksızın tanık sıfatıyla
dinlenemeyecekleri düzenlenmiştir. Benzer bir hüküm, bilirkişi dinlenmesine
esas olarak 69/2’nci maddede öngörülmüş olup, buna göre de, bilirkişi sıfatıyla
dinlenmeleri mensup oldukları dairece memuriyetin menfaat ve gereklerine
hâlel vereceği beyan edilen memurun bilirkişi olarak dinlenmesi yasaktır.
20
Y.1.CD.nin 16.2.2004, 2003/3819 E. 2004/299K. sayılı kararı; YKD,
Mayıs 2004, s.782
21
As.Yrg. Drl.Krl.nun 28.1.1999 gün ve 1999/35-17 sayılı kararı
22
As.Yrg.Drl.Krl.nun 24.12.1992 gün ve 1992/145-146 sayılı kararı
110
-Tanıklıktan çekinme hakkı: CMUK’un 47, 48 ve 53 üncü
maddeleriyle; sanığın yasada sayılan yakın akrabalarının, sıfatları ve meslekleri
gereğince vakıf oldukları sırlar bakımından müdafilerin, hekimlerin ve ebelerin
tanıklıktan çekinebilecekleri hükme bağlanmak suretiyle bu kişilerin tanık
olarak dinlenmelerine sınırlama getirilmiştir. Sanık yakınlarına dinlenmeden
evvel tanıklıktan çekinme hakları olduğunun bildirilmesi, bu hakkı
kullanmadıkları takdirde yemin etmekten çekinme haklarının olduğunun ayrıca
bildirilmesi gerekmektedir (CMUK 53). Tanıklıktan çekinme hakkı olanların
bilirkişilikten çekinme hakları da bulunmaktadır (CMUK 69/1).
Yargıtay ve Askerî Yargıtay; tanıklıktan çekinme hakkı olan bir tanığa,
tanıklıktan çekinme hakkı olduğunun hatırlatılmamasını, tanıklıktan çekinme
hakkını kullanan kişinin önceki beyanının değerlendirmeye alınmasını tanığın
beyanlarının hükmü etkilemiş olmasına bağlı olmak üzere bozma sebebi kabul
etmektedir.23
CMUK’un 50’nci maddesi uyarınca; bir tanığın, kendisine sorulan ve
vereceği cevap ile kendisini veya 47’nci maddenin 1, 2 ve 3’üncü fıkralarında
gösterilen taallukatından birini ceza takibine uğratabilecek sorulara cevap
vermekten çekinme hakkı bulunmaktadır.
- Tanık dinleme usulü: CMUK’un 54, 56, 61 ve 62’nci maddeleri
uyarınca, her tanığın ayrı ayrı ve sonradan dinlenecek tanıklar yanında
bulunmaksızın yeminli olarak dinlenmesi, tanıklığından evvel kimliğinin tespit
edilmesi, davanın anlatılması, daha sonra tanıklık edeceği olaylara ait
bildiklerini söylemeye davet olunması ve anlatımı sırasında sözünün
kesilmemesi gerekmektedir.
Kamu davasının açılmasına kadar, gecikmesinde sakınca bulunan hâller
ile kimlik tespitine ilişkin hâller dışında tanıkların birbirleriyle ve sanıkla
yüzleştirilmeleri yasaklanmıştır. Son soruşturmadan önce teşhis ve yüzleştirme
23
As.Yrg.4.D.9.7.2003/705-704, 14.10.2003/906-903, 3.D.27.1.2004/92-90,
2.D.25.2.2004/228-224; Drl.Krl. 15.1.2004/16-8 sayılı kararlar. YCGK 28.9.1999
-1/213,219 sayılı kararında; “Tanıklıktan çekinme hakkı olan kimselere, bu
hakları, dinlenmeye başlamadan önce hatırlatılmalı ve bu haklarını kullanıp
kullanmayacakları hususu da tutanağı yazılmalıdır. Tanıklıktan çekinme hakkı
bulunan bir kimsenin bu hakkı hatırlatılmadan dinlenilmesi hâlinde beyanlarının
kanıt olarak değerlendirilmesi de artık olanaksızdır. Kaldı ki CMUK’un 245’inci
maddesinde “Duruşmadan önce dinlenip de ilk defa olarak duruşma esnasında
tanıklık etmekten çekinmek hakkını kullanan tanığın yazılı ifadesi dahi
okunmaz.” hükmü getirilmiş olup, bu hakkın sonradan kullanılması hâlinde
çekinme hakkı bulunan bir kimseye bu hakkının hatırlatılması zorunlu olup
çekinmeyen tanığın tanıklığının yemin ile teyidinin gerekip gerekmediği
CMUK’un 53’üncü maddesi uyarınca bundan sonra hâkim tarafından takdir
edilecektir.” denilmek suretiyle, kollukta sorgusunda müdafii olarak bulunan
avukata tanıklıktan çekinme hakkı hatırlatılmadan kurulan hükmün bozulmasına
karar verilmiştir.
111
yapıldığı durumlarda, sanığın müdafii bulundurma hakkının temin edilmesi
gerekmektedir.
Duruşmada, şeriklerinden birinin veya bir tanığın sanığın yüzüne karşı
gerçeği söylemeyeceğinden endişe edilmesi hâlinde, sorgu ve dinleme sırasında
o sanığın mahkeme salonundan çıkarılabilmesi de mümkündür (CMUK/240,
ASMKYUK/150). Ancak bu hâlde daha sonra sanığa yokluğunda yapılan söz
ve işlerin esaslı noktalarının bildirilmesi gerekmektedir.
Askerî Yargıtay, tanıkların dinlenme usul ve esaslarına büyük önem
vermekte; tanıkların toplu olarak dinlenmelerini bozma sebebi kabul
etmektedir.24
4- Arama ile ilgili esaslar:
Arama, suçluların yakalanması , suç izlerinin ve delillerinin bulunması
için yapılan bir işlemdir.
Anayasanın 20, 21 ve 22’nci maddelerinde herkesin özel hayatına ve
aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu, özel hayatın ve
aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı, hâkim kararı veya kanunla yetkili
kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü özel kâğıtları ve
eşyasının aranamayacağı, bunlara el konulamayacağı, konutuna girilemeyeceği,
burada arama yapılamayacağı, eşyaya el konulamayacağı, haberleşmenin
engellenemeyeceği ve gizliliğine dokunulamayacağı belirtilmek suretiyle, özel
hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü ve mülkiyet
hakkı anayasal güvence altına alınmış, bu haklara kimin izniyle ve ne şekilde
sınırlama getirilebileceği ifade edilmiştir. Hükümlere göre yetkili merciin kararı
24 saat içinde hâkimin onayına sunulmalı, hâkim kararını 48 saat içinde
açıklamalıdır.
CMUK 94 ve devamındaki maddelerde aramaya ilişkin ayrıntılı kurallar
getirilmiş; bir suç işlemek veya buna iştirak etmek ya da yataklık etmek şüphesi
altında bulunan kimsenin yakalanması ve sübut delillerinin elde edilmesi
amacıyla evi ile ona ait sair mahallerde arama yapılabileceği, üzeri ve eşyasının
aranabileceği belirtilmiştir.
Şüpheli dışındaki kimselerin gerek üzerlerinde ve gerek evi ile sair
mahallerde arama yapılması, ancak sanığın yakalanması, suçun izlerinin takibi
veya bazı eşyaların zaptı amacıyla mümkün bulunmaktadır. Bu hâllerde
aranılan şeyin arama yapılan kişi veya yerlerde olduğu şüphesini haklı
gösterecek vakıalar bulunmalıdır (CMUK 95).
Aramanın yapılabilmesi için ön koşul, aranan kişi veya delillerin elde
edilebileceğine ilişkin şüphenin varlığıdır. Buradaki şüphenin nasıl bir şüphe
olması gerektiği konusunda değişik görüşler mevcuttur. Genellikle, yalın bir
duygu üzerine aramaya girişilemeyeceği, arama yapabilmek için delil elde
24
As.Yrg.Drl.Krl.20.6.2002/55-54, 134.12.2001/114-116, 25.11.1999/225-216
sayılı kararları
112
edileceğine dair “umut”un somut veri ve olgulara dayanması gerektiği
belirtilmektedir.25
Anayasa Mahkemesi de, CMUK’un 94’üncü maddesinin iptali istemi
üzerine verdiği kararında, arama yapılması için gerekli olan şüphenin bazı
olgulara dayanması ve bazı makul şüphe sebeplerinin bulunması gerektiği
görüşünü ileri sürmüştür.26
Şüpheli dışındaki kişiler üzerinde veya evlerinde arama yapılmasının,
şüpheli üzerinde veya evlerinde arama yapılmasına göre daha kuvvetli bir şüphe
gerektirdiği CMUK’un 95/2’nci maddesinden anlaşılmaktadır.
24.5.2003 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Adlî ve
Önleme Aramaları Yönetmeliğinde, makul şüphe, hayatın akışına göre somut
olaylar karşısında genellikle duyulan şüphe olarak tanımlanmış; aramanın
yapılacağı zaman, yer ve ilgili kişinin veya onunla birlikte olanların davranış,
tutum ve biçimleri, kolluk memurunun taşındığından şüphe ettiği eşyanın
niteliği gibi sebepler göz önünde tutularak belirleneceği, şüphenin somut
olgulara dayanmasının şart olduğu belirtilmektedir.
Arama için haklı bir sebebin veya şüphenin yokluğu hâlinde yapılan
arama işleminin hukuka aykırı olacağında kuşku bulunmamaktadır.
Arama kural olarak gündüz yapılmalıdır. Meşhut cürüm, gecikmesinde
sakınca bulunan hâller ile firar eden bir tutuklu veya hükümlünün yakalanması
hâli hariç olmak üzere gece arama yapılamaz.(CMUK 96)
Aramaya karar vermek yetkisi hâkimindir. Bu hâkimin, hazırlık
soruşturması sırasında sulh ceza hâkimi, son soruşturma sırasında ise ilgili
mahkeme olduğu kabul edilmektedir. Gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde,
Cumhuriyet savcısı ve onun adlî işlerdeki yardımcısı konumundaki zabıta amir
ve memurlarının arama emri verebilmeleri öngörülmüştür. Anayasa uyarınca bu
emir yazılı olmalıdır.Aramaya maruz kalanın rıza göstermesi hâlinde karar
alınmasına gerek bulunmamaktadır.
Adlî ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinde arama yapılabilmesi için
hangi hâllerde hâkim kararı aranmayacağı, aramanın yapılma şeklî ve yöntemi
ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.27
25
KAYMAZ, Seydi, age, s.139 (KUNTER, age,s.723)
Anayasa Mahkemesinin 31.3.1987, 27/8 sayılı kararı (KAYMAZ, Seydi, age,
s.139
27
Anılan yönetmeliğe göre aşağıda hâllerde hâkim kararı alınmadan arama
yapılması mümkün bulunmaktadır:
a) Hakkında gıyabı tutuklama veya yakalama müzekkeresi bulunan kişi
yakalandığında üstünde, yakalanması amacıyla konutunda, işyerinde, yerleşim
yerinde, bunların eklentilerinde ve aracında yapılacak aramada,
b) Kolluk tarafından yakalanan kişinin, yakalandığı anda, silâh gibi kendisine
veya kişilere zarar verebilecek diğer unsurlardan arındırılması amacıyla
yapılacak üst aramasında ve bu gibi hâllerde aracında, kaçarken içine girdiği
bina ve eklentilerde yapılacak aramalarda,
26
113
Arama sırasında, yapılmakta olan soruşturmayla ilgisi bulunmayan,
ancak bir suçun işlendiği şüphesini uyandırabilecek olan eşya bulunursa,
bunların da geçici olarak zapt edilmesi gerekmektedir (CMUK 100).
Aramaya tâbi olan kimsenin kâğıtlarını tetkik yetkisi hâkimindir. Diğer
memurlar, elde edilen kâğıtları ancak zilyedinin rızasıyla inceleyebilirler. Rıza
olmadığı takdirde, bu kişiler, elde edilen kâğıtları mümkünse zilyedinin
huzurunda bir zarfa koyarak ve mühürleyerek hâkime göndermek zorundadırlar
(CMUK 102).
5. El koymaya ve haberleşme hürriyetinin kısıtlanmasına ilişkin
esaslar:
Suçun kanıtlanması ve maddî gerçeğin ortaya çıkarılması için bazı eşya
ve evraklara el konulması ve bunların değerlendirilmesi gerekebilir. İşte bu
hâllerde kişinin mülkiyet hakkı, haberleşme hürriyeti ve özel hayatın gizliliği
haklarının ihlâli söz konusu olmaktadır. Bu sebeple, başta Anayasanın 20 ve
21’nci maddeleri olmak üzere yasalarda yer alan kısıtlamalara riayet edilmesi
gerekmektedir.
c) Hâkim kararı veya Cumhuriyet savcısının yazılı emri ile yakalanan kişinin,
yakalandığı anda, silâh gibi kendisine veya kişilere zarar verebilecek diğer
unsurlardan arındırılması amacıyla yapılacak üst aramasında ve bu gibi
hâllerde aracında, kaçarken içine girdiği bina ve eklentilerde yapılacak
aramalarda,
d) Gözaltına alınan kişinin, nezarethaneye konmadan önce yapılan üst
aramasında,
e) Bir suçun işlenmesine veya işlenen suçun devamına engel olmak üzere, bir
suçun şüphelisi veya sanığı olarak yakalandıktan sonra kolluk güçlerinin elinden
kaçmakta olan kimselerin yakalanması maksadıyla veya Meşhut Suçların
Muhakeme Usulü Kanunu kapsamında işlenen suçların failini veya delilleri elde
etmek üzere, kişilerin üstlerinde ve eşyasında, araçlarında, özel kâğıtlarında ve
kaçarken girdikleri bina ve eklentilerinde yapılacak aramalarda,
f) Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanunun 8’inci maddesi kapsamında,
kaçak eşya ile girilirken veya çıkılırken görülen veyahut kaçakçılık sayılan
herhangi bir işin yapıldığına ilişkin delil görüntüsü bulunan yerlerde, usulüne
göre ve hemen yapılan aramalarda,
g) Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanunun 11 inci maddesi kapsamında,
27.10.1999 tarihli ve 4458 sayılı Gümrük Kanunu gereğince tayin olunan kapı
ve yollardan başka yerlerden girmek, çıkmak ve geçmek üzereyken tesadüf
edilen kişilerin üst, eşya ve araçlarının aranması ile genel kolluk tarafından
memleket dâhilinde tesadüf edilecek kaçakçıların üst, eşya ve araçlarının
aranmasında,
h) 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 49’uncu maddesindeki
ve diğer kanunların öngördüğü hukuka uygunluk sebepleri ve suçüstü hâlinde
yapılan aramalarda, toplum için veya kişiler bakımından yaşamsal tehlikeyi
ortadan kaldırmak amacıyla veya kapalı yerlerden gelen yardım çağrıları
üzerine, konut, işyeri ve yerleşim yeri ile eklentilerine girmek için.
114
CMUK’un 86 ilâ 93’üncü maddelerinde, zapta ilişkin düzenlemelere
yer verilmiştir.
Buna göre, soruşturma için sübut vasıtası olarak faydalı görülen veya
müsadereye tâbi olan eşyanın muhafaza altına alınması, kişi teslimden kaçınırsa
buna zorlanması ve eşyanın zapt edilmesi mümkündür (CMUK 86).
Dikkat edilmesi gereken husus, el konulan şeyin suç ile ilgili olduğu ve
suçun kanıtlanması için faydalı olacağına ilişkin şüphenin var olması
gerektiğidir. Böyle bir şüphe olmadan yapılan el koyma işlemi hukuka aykırı
olacaktır. Bu şüphenin nasıl bir şüphe olacağı konusunda değişik görüşler
bulunmaktadır. Yenisey basit şüphenin yeterli olduğu görüşündedir.28
Zapta karar vermek yetkisi hâkimindir. Gecikmesinde sakınca bulunan
hâllerde Cumhuriyet savcıları ve bunların yardımcısı sıfatıyla emirlerini icraya
memur olan zabıta memurları da el koyma işlemi yapabilirler (CMUK 90/1).
Ancak, bu hâlde yetkili merciin kararı 24 saat içinde hâkimin onayına
sunulmalı, hâkim kararını 48 saat içinde açıklamalıdır.Aksi hâlde el koyma
kendiliğinden kalkar (Any.21’inci mad.). Rıza hâlinde hakîm kararının
alınmasına gerek yoktur.
Hâkim kararı olmaksızın yapılan el koyma işlemi, ilgili şahıslar hazır
bulunmadan yapılmış veya bu kişiler el koyma işlemine açıkça itiraz etmişse,
zaptı yapan memurun işlemi üç gün içinde hâkime onaylatmak zorunluluğu
vardır. Ayrıca ilgili kişinin hâkimden her zaman bir karar vermesini istemek
hakkı bulunmaktadır (CMUK 90/2,3).
Kamu davasının henüz açılmadığı hâllerde, zapta karar vermek yetkisi,
zabıt işleminin yapıldığı yerin sulh hâkimidir (CMUK 90/4). Kamu davasının
açılmasından sonra hâkim kararı olmaksızın zabıt işlemi yapıldığı takdirde,
davaya bakmakta olan hâkimin üç gün içinde bu işlemden haberdar edilmesi ve
zapt edilen eşyanın hazır bulundurulması gerekmektedir (CMUK 90/5). Askerî
hizmete mahsus yerlerde zabıt muamelesi hâkim veya Cumhuriyet savcısının
talep ve iştirakiyle askerî makamlar tarafından yapılır.
Resmî dairelerde saklı evrak ve sair vesika içeriğinin ifşasının
memleketin selâmetine zarar vereceğinin o dairenin en büyük amiri tarafından
beyan edilmesi hâlinde, bu belgelerin gösterilmesi veya tesliminin
istenmeyeceği hüküm altına alınmıştır (CMUK 88).
Basımevi ve eklentileri ile basım araçlarının suç aleti olduğu gerekçesi
ile zapt ve müsadere edilemeyeceği ve işletilmekten alıkonulamayacağına dair
Anayasanın 30’uncu maddesinde yer alan hükme kendi içinde getirilmiş olan
istisnalar, 5170 sayılı Kanunla Anayasada yapılan değişiklikle kaldırılmıştır.
Süreli ve süresiz yayınların dağıtımının önlenmesi ve toplatılmasına hangi
sebeplerle ve ne şekilde karar verilebileceğine ilişkin kısıtlamalar Anayasanın
28’inci maddesinde yer almaktadır.
28
Yenisey, Feridun, Uygulanan ve Olması Gereken Ceza Muhakemesi Hukuku,
Hazırlık Soruşturması ve Polis,2.Baskı, İst.1991, s.106’dan aktaran Kaymaz,
age, s.170
115
- Mektup ve telgraf gibi haberleşme araçlarına el konulması:
Sanığa veya sanık tarafından gönderilen mektup, sair mersule ve
telgrafların, soruşturma bakımından önemi olduğuna dair olguların varlığı
hâlinde, hâkim kararıyla veya gecikmesinde sakınca bulunan ve kabahatlere
ilişkin olmayan hâllerde Cumhuriyet savcısının emriyle zapt edilmesi
mümkündür. Zabıtaya bu yetki verilmemiştir (CMUK 92).
Zapt işlemi Cumhuriyet savcısı tarafından yapılmışsa, zapt edilen şey
açılmadan derhâl hâkime tevdi edilmelidir. Bunların açılması hakkındaki karar
hâkime aittir. Teslim işlemi yapılmamış olsa bile işlemin üç gün içinde hâkim
tarafından onaylanmaması hâlinde zapt işlemi hükümsüz hâle gelir (CMUK 91,
92).
Soruşturmanın amacına zarar verme olasılığı bulunmadığı takdirde bu
tedbirlerin alâkadarlara bildirilmesi gerekmektedir (CMUK 93).
Suça iştirak veya yataklık ettiklerine dair şüphe olmadığı takdirde,
CMUK’un 47 ve 48’inci maddeleri uyarınca tanıklıktan çekinme hakkı olan
kişilerle sanık arasında teati olunan mektupların zapt edilmesi yasaklanmıştır
(CMUK 88).
Yakalanan veya tutuklu bulunan kişinin, müdafii ile yazışmalarının
denetime tâbi tutulamayacağı hüküm altına alınmış olup; bu yazışmalara el
konulmasıyla elde edilen delil hukuka aykırı olacaktır (CMUK 144).
- Telefon dinleme esasları:
Günümüzde en yaygın haberleşme aracı olarak telefon kullanılmaktadır.
Dolayısıyla, suçluların yakalanması ve suç delillerine ulaşılması için telefon
görüşmelerinin izlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Anayasanın 22’nci
maddesinde herkesin iletişim hürriyetine sahip olduğu ve iletişimin gizliliğinin
esas olduğu belirtilmekle birlikte; millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin
önlenmesi, genel ahlâk ve sağlığın korunması veya başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması sebeplerine bağlı olarak usulüne uygun olarak
verilmiş hâkim kararıyla veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde kanunla
yetkili kılınmış merciin yazılı emriyle bu hakkın kısıtlanmasına imkân
tanınmıştır.
CMUK’da, telefon haberleşmesinin izlenmesine dair açık bir hüküm
bulunmamakla birlikte, Anayasanın anılan hükmü uyarınca bu tedbire
başvurulmasının mümkün olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü, Anayasada
“Kanunun öngördüğü hâllerde” gibi bir kısıtlama getirilmeden, belirli
sebeplerin varlığı hâlinde iletişim özgürlüğüne kısıtlama getirilebileceği
belirtilmektedir. Anayasada belirtilen “Kanunla yetkili kılınmış mercii”nin
hangi makam olduğu açık değildir. Ancak, gecikmesinde sakınca bulunan
hâllerde bu yetkinin CMUK’un 92’nci maddesi uyarınca Cumhuriyet
savcılarına ait olduğu kabul edilmektedir.
116
Bu hâlde, Cumhuriyet savcısının kararının 24 saat içinde hâkimin
onayına sunulması, hâkimin de kararını 48 saat içinde açıklaması Anayasanın
22’nci maddesi gereğidir. Aksi takdirde, karar kendiliğinden kalkar.
4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanununun 2’nci
maddesinde; bu kanunda öngörülen suçları işleme veya bunlara iştirak yahut
işlendikten sonra faillere yardım ve yataklık etme kuşkusu altında bulunan
kimselerin kullandıkları telefon, faks ve bilgisayar gibi kablolu, kablosuz veya
diğer elektromanyetik sistemlerle alınan veya iletilen; sinyal, yazı, resim,
görüntü, ses ve diğer bilgilerin dinlenebilmesi ve tespit edilenlerin zapt edilmesi
hüküm altına alınmıştır. Ancak bunun için kuvvetli belirtilerin varlığı, başka bir
tedbir ile istenilenin elde edilmesinin mümkün olmaması gerekmektedir. Kararı
hâkim verecektir. Gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısı
tarafından verilebilen kararın 24 saat içinde hâkim kararına bağlanması
gerekmektedir. Karar en fazla üç ay için verilebilir ve bu süre en çok iki defa ve
üçer aydan fazla olmamak üzere uzatılabilir. Şüphe ortadan kalktığında tedbir
de Cumhuriyet savcısı tarafından kaldırılır.
Yasanın 16’ncı maddesinde, bu kanunda öngörülen tedbirlerin, terörle
mücadele kapsamındaki suçlarla, teşekkül hâlinde işlenen bazı suçlar
bakımından da uygulanacağı belirtilmiştir.
Bu kanun kapsamında olmayan ağır suçlar bakımından, CMUK’un
92’nci maddesi uyarınca telefon dinlenmesine karar verilebilmesi için
ÇASÖMK’da belirtilen sebeplerin evleviyetle aranması, sürenin hassasiyetle
belirlenmesi gerektiği görüşündeyiz.
Askerî Yargıtay 5’inci Dairesinin, telefon dinlenmesi ve bant kaydına
ilişkin olarak 2001 yılında verdiği bir kararın ilgili bölümünü, örnek olarak
buraya aynen almak istiyorum. Daire; millî müdafaaya hıyanet suçundan
yargılanmakta iken tahliye edilmesi üzerine istihbarat elemanları tarafından
takibe alınan ve yabancı ülke istihbarat elemanlarıyla telefon görüşmeleri
saptanan sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün temyizen incelenmesi
sonunda verdiği kararında:
“..Devlet gücünün bireylerin özel yaşantılarını ihlâl etmesini önlemek
amacıyla, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı ve haberleşme hürriyeti
Anayasal teminat altına alınmış bulunmaktadır.
Taraf olduğumuz İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya
Dair Avrupa Sözleşmesinin 8’inci maddesi; herkesin özel ve aile yaşamına,
konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu,
bu hakların kullanılmasına ulusal güvenlik, ülkenin ekonomik refahı, suçun
veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması,
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, hukuka uygun olarak
yapılan ve demokratik bir toplumda gerekli bulunan müdahalelerin dışında,
kamu makamları tarafından hiçbir müdahale yapılamayacağı hükümlerini
içermektedir.
Yabancı Devletin ..... Başkonsolosluğunda görev yapan ve ..........gizli
haber alma servisinin elemanı olduğu saptanan .....’ye ait telefonların, istihbarat
117
elemanları tarafından, ulusal güvenliğin korunması amacıyla dinlenilmesi
sırasında, sanıkla konuşmalarına tesadüf edilmesi ve bu konuşmaların banda
kaydedilmesi, sanığın Anayasa ile teminat altına alınmış haklarından birine,
Devlet organı tarafından yapılmış ihlâl olarak kabul edilemez.
Sanığın ses örnekleri, kendi rızası ile ve mahkeme huzurunda
saptanmış, yapılan işitsel tanı ve spektografik inceleme sonunda, orijinal kasette
yabancı aksanla konuşan şahsa bilgi veren kişiye ait seslerin, sanıktan alınan ses
örnekleriyle %99 benzer olduğu ve kasetlerde yer alan kayıtlar üzerinde montaj
bulunmadığı tespit edilmiştir.
Bu nedenle; istihbarat elemanlarının yapmış olduğu operasyonda
kullandığı bu yöntemin hukuka aykırı olduğu söylenemez. Ancak; sanığın
istihbarat elemanlarınca yapılan sorgusu sırasında hukuka aykırı yöntemler
kullanıldığına ilişkin bulgular nedeniyle, burada saptanan ifadesinin hükme esas
alınmaması uygun görülmüştür.” demektedir.29
- Askerî yargıda arama ve zapt işlemleri:
Arama ve zapta ilişkin hükümler ASMKYUK’da özel olarak
düzenlenmiş; yasanın 22.1.2004 tarih ve 5078 sayılı Yasa ile değişik 66’ncı
maddesinde; aramaya ve zapta karar verme yetkisinin; millî güvenlik, kamu
düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması
veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya
birkaçına bağlı olarak askerî mahkemeye ait olduğu belirtilmiştir.
Aynı sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde
askerî savcılar, teşkilatında askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanı veya askerî
kurum amirleri ve bunların verecekleri yazılı emir üzerine diğer askerî
makamların da arama ve zapt işlemi yapabilmeleri kabul edilmiştir. Ancak bu
işlemler 24 saat içinde yetkili askerî mahkemenin onayına sunulmalıdır. Askerî
mahkeme, kararını arama ve zapt işleminden itibaren 48 saat içinde
açıklayacaktır. Aksi hâlde zapt kendiliğinden kalkar.
Askerî mahalde yapılan arama ve zapttan o yerdeki askerî birlik
komutanı veya kurum amiri haberdar edilmelidir.
Askerî mahkemenin onayına sunulmayan arama ve zapt işlemleri
hakkında, aleyhine arama ve zapt işlemi yapılan kimse, askerî mahkemeden her
zaman bu hususta bir karar verilmesini isteyebilir. Askerî mahkemece verilecek
kararlara en yakın askerî mahkemede itiraz edilebilmektedir.
5078 sayılı Yasa ile maddenin Anayasanın 20 ve 21’nci maddelerine
uygunluğu sağlanmış, arama ve zapta karar verilmesini gerektiren; millî
güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel
ahlâkın korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması şeklindeki
sebepler ile aramaya istisnaî olarak yetkili kılınan mercilerin arama ve el
koymaya ilişkin işlemlerine askerî mahkemede itiraz hakkı tanınmıştır.
29
As.Yrg.5.D.nin 14.2.2001/5-109 sayılı kararı
118
Yasanın 68’inci maddesiyle, kanunda aksi yazılı olmayan hâllerde
CMUK’un arama ve zapta ilişkin hükümlerinin askerî mahkemelerde de
uygulanacağı hüküm altına alınmış olup; dolayısıyla, yukarıdaki hükümlere
aykırı olmayan ve aramaya ilişkin olarak CMUK’da yer alan hükümler, askerî
yargılama bakımından da uygulanmaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu, bir kararında; bir kadınla nikâhsız
olarak birlikte yaşamak suçundan sanık astsubay hakkında yapılan soruşturma
da, sanığın evinde askerî savcı tarafından arama yapılmasının yasallığını
tartışmış; 353 sayılı Yasanın 66’ncı maddesi uyarınca arama kararının askerî
mahkeme tarafından verilmesi gerektiği, askerî savcının arama yapabilmesinin
ancak “millî güvenlik veya kanun düzeni bakımından gecikmesinde sakınca
bulunan hâllerde” mümkün olduğu, soruşturulan olayın millî güvenlik ve kanun
düzeni ile bir ilgisi bulunmadığı, kaldı ki aramanın gece yapılmasının da
CMUK’un 96’ncı maddesine aykırı dolayısıyla yapılan aramanın hukukî
olmadığı kabul edilmiştir.30
6- Yakalamaya ilişkin esaslar:
CMUK’un 127’inci maddesi uyarınca, meşhut cürüm hâlindeki veya
meşhut cürümden dolayı takip olunan şahsın firar edeceğinin umulması veya
hemen hüviyetini tespit etme imkânının bulunmadığı hâllerde, o şahsın herkes
tarafından yakalanmasına imkân tanınmıştır. Hâkim kararı olmadan yakalanan
kişinin de, haklarını öğrenme, susma, isnadı öğrenme ve müdafiye danışma
hakları olduğu kabul edilmektedir.31
Anayasanın 19/4’üncü maddesinde; yakalanan kişilere yakalama
sebepleri ile haklarındaki iddiaların herhâlde yazılı olarak, bunun mümkün
olmaması hâlinde sözlü olarak derhâl, toplu suçlarda en geç hâkim huzuruna
çıkıncaya kadar bildirilmesi öngörülmüştür. Keza, yakalanan kişinin,
mahkemeye çıkarılması için gerekli süre hariç en geç 24 saat ve toplu suçlarda
en çok dört gün içinde hâkim önüne çıkarılması gerekmektedir. Yakalananın
talebi hâlinde müdafi de sorguda hazır bulunabilmelidir. Bu kurallara riayet
edilmemesi, elde edilen bulguların hukuka aykırı olma sonucunu doğuracaktır.
CMUK’un 136’ncı maddesi uyarınca, yakalanan kişi, soruşturmanın her
hâl ve derecesinde müdafi yardımından yararlanabilir. Zabıtaca yapılan
soruşturma da dâhil olmak üzere, müdafiin, ifade alma ve sorgu süresince,
yakalananın yanında olma ve hukukî yardımda bulunma hakkı engellenemez.
Yakalanan kişi, vekâletname aranmaksızın, müdafii ile her zaman ve
konuşulanları başkalarının duymayacağı bir ortamda görüşebilir. Bu kişilerin,
müdafii ile yazışmaları denetime tâbi tutulamaz.(CMUK 144)
30
As.Yrg.Drl.Krl.nun 1.6.1995, 56-56 sayılı kararı
YENİSEY, Feridun, Tebliğ, Yasak Yöntemlerle ve Hukuka Aykırı Şekilde Elde
Edilen
Deliller,
24.10.1994
(SAVAŞ-MOLLAMAHMUTOĞLU,
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun Yorumu, s.1231,1232)
31
119
Yakalamaya ilişkin ayrıntılı kurallar, Yakalama, Gözaltına Alma ve
İfade Alma Yönetmeliğinde gösterilmiştir.32
Yargıtay 4’üncü Ceza Dairesi, 5.11.2003 tarihli bir kararında; herhangi
bir suçla ilgili suçüstü durumu ve ceza soruşturması bulunmayan, salt kimliği
belirsiz bir kişinin telefonla hırsızlık yapıyorlar soyut ihbarı ile kimlik. arşiv vb.
araştırma yapmadan kişileri talimatla gözaltına alan, ardından Cumhuriyet
savcısına hırsızlığa karıştığı iddia edilen kişilerin yakalandığı yolunda bilgi
verip, 20 saat gözaltında tuttuktan sonra suçla ilgileri bulunmadığı gerekçesiyle
kişileri serbest bırakan asayiş büro amirinin eyleminin TCK’nın 181/1’inci
maddesindeki suçu oluşturacağını kabul etmiştir.33
353 sayılı ASMKYUK’nın 79’uncu maddesinde; suçüstü hâlinde asker
kişinin kaçması umulur veya hemen kimliğinin tespiti mümkün olmazsa veya
gecikmesinde sakınca bulunan veya tutuklama müzekkeresi kesilmesini
gerektiren hâllerde, asker kişinin herkes tarafından yakalanabileceği; resmî
elbiseli subay, askerî memur, askerî öğrenci ve astsubayların kaçması veya
kimliklerinin tayininin mümkün olmaması veya gecikmesinde sakınca
bulunması ihtimalinin ancak ağır cezalı suçüstü hâllerinde varit sayılacağı
belirtilmiştir.
Yasanın 80’inci maddesinde de; yakalanan kişinin serbest bırakılmadığı
takdirde, hemen en yakın askerî inzibat karakoluna veya askerî makama teslim
olunacağı veya askerî inzibat gelinceye kadar olay yerinde tutulacağı hüküm
altına alınmıştır. Yakalanan kişiyi teslim alan makam, durumdan en yakın
askerî savcıyı ve Cumhuriyet savcısını haberdar etmeli, kişinin yakalandığı
derhâl yakınlarına bildirilmelidir.
Yakalanan kişi derhâl veya en geç 48 saat içinde askerî mahkeme önüne
çıkarılmalıdır. İkiden ziyade kişinin iştirakiyle işlenen suçlarda bu süre 4 gün
olarak belirlenmiştir. Bu süreler içinde askerî mahkeme önüne çıkarılması
imkânı olmayan sanıkların en yakın sulh hâkimi önüne çıkarılmaları
gerekmektedir.
Yakalanan kişinin hâkim önüne çıkarılmalarına ilişkin süreler,
Anayasanın 20 ve 21’inci maddelerine paralel olarak 22.1.2004 tarihinde
5078 sayılı Yasa ile yapılan düzenlemelerle 353 sayılı Yasanın 80’inci
maddesine eklenmiştir.
Buraya kadar, delil elde edilmesine ilişkin olarak yasalarımızda
öngörülmüş olan sınırlamaları özetledik. Şimdi de bu sınırlamalara uyulmadan
elde edilmiş delillerin değerlendirilmesi sorununa kısaca değinmek istiyorum.
32
1 Ekim 1998 tarih ve 23480 sayılı Resmî Gazete, Değişiklik: 18 Eylül 2002
tarih ve 24880 sayılı Resmî Gazete
33
Y.1.CD.nin 5.11.2003; 2002/28544 E., 2003/10778 K. sayılı kararı, YKD,
mayıs 2004, s.792
120
HUKUKA AYKIRI DELİLLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Hukuka aykırı delillerin değerlendirilmesi yasağı ne şekilde
uygulanacaktır? Eğer bir delil hukuka aykırı olarak elde edilmiş ise her ne
olursa olsun mutlak olarak değerlendirme kapsamı dışında mı tutulacaktır? Ya
da diğer bazı ölçütlerin dikkate alınması mı gerekmektedir? Bu konuda farklı
görüşler mevcuttur. Bunun sebebi de yasağın konmasından beklenen amaçların
farklılığıdır.
Anglo-Amerikan sisteminde amaç, delil elde eden organların disiplin
altına alınması olduğundan; hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin
değerlendirilmesinin yasaklanması sistemi kabul edilmiştir. Ancak, delilin
değerlendirilmemesi sonucu failin cezasız kalmasının kolluk kuvvetlerinin
eğitilmesine pek katkısının olmayacağı, hatta bunun failler tarafından polisin
hataya sevk edilmesini sağlamak suretiyle kötüye kullanılabileceği kabul
edilmektedir.
Kara Avrupa’sı hukuk sisteminde ise, bireysel hakları koruma
amaçlandığından; sanık haklarını koruma altına almayan veya sanık haklarının
önemli derecede ihlâli niteliğinde olmayan kurallara aykırı olarak elde edilmiş
delillerin kullanılmasına imkân tanınmaktadır. Bu konuda Alman Yüksek
Mahkemesi, zaman içinde değişiklik gösteren görüşler kabul etmiştir. Yaygın
olan hakların dengelenmesi görüşüne göre; her somut olayda ayrı değerlendirme
yapılmalıdır. Gerçeği bulmadaki kamusal menfaat ve etkili bir adlî teşkilata
duyulan ihtiyaç ile dava konusu suç ve isnadın ağırlığı göz önünde
bulundurulmalı; sanığın ihlâl ettiği menfaat ile muhakeme hukukunun etkilediği
menfaat dengelenmelidir.
Ceza yargılama hukukumuz bakımından konuya bakıldığında;
Anayasanın 38/8, CMUK’un 254/2 ve ASMKYUK’nın 163/2’nci
maddelerindeki hükümlerin yorumlanmasında farklı görüşler olduğu
görülmektedir.
Anayasanın 38/8 ve ASMKYUK’nın 163/2’nci maddelerinde yer alan,
“Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez”
hükmü ile, CMUK’un 254/2 maddesinde yer alan “soruşturma ve kovuşturma
organlarının hukuka aykırı şekilde elde ettikleri deliller hükme esas alınamaz”
hükmü arasında farklılık bulunmaktadır. CMUK’a 3842 sayılı Yasa ile ilk
olarak getirilen düzenlemede “Hukuka aykırı şekilde elde edilmiş” delilden söz
edilmekte ve bu delillerin “hükme esas alınamayacağı” belirtilmekte iken, 4709
sayılı Yasa ile Anayasanın 38’inci maddesine, daha sonra 5078 sayılı Yasa ile
ASMKYUK’nın 163’üncü maddesine eklenen fıkralarda “Kanuna aykırı olarak
elde edilmiş bulgular”dan söz edilmekte ve bulguların delil olarak kabul
edilemeyeceği belirtilmektedir. Keza, CMUK’un 254/2’nci maddesinde
“Soruşturma ve kovuşturma organlarına” hukuka aykırı olarak elde edilen
delillerden bahsedildiği hâlde, Anayasanın ve ASMKYUK’un ilgili
maddelerinde hukuka aykırı delili elde eden kişi bakımından bir sınırlama
olmadığı görülmektedir.
121
Burada, özellikle “kanun” ile “hukuk” arasında kavram farklılığı
olduğunu kabul eden kişiler bakımından, delil değerlendirme yasağının
kapsamının değişip değişmediği sorusu akla takılmakta ise de; ilgili yasa
gerekçelerinden, böyle bir amacın olmadığı, yasa koyucunun evrensel normlara
ulaşma, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü sağlama çabasında olduğu
anlaşılmakta, bütün bu hükümlerin aynı şekilde yorumlanması ve
değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır.
Temel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla getirilmiş bu
hükümlerin nasıl uygulanması gerektiği konusunda değişik görüşler
bulunmaktadır. Kimi yazarlar CMUK’un 254/2’nci maddesiyle getirilen
yasağın mutlak bir yasak olduğu ve hukuka aykırı olarak elde edilen delilin
hükme esas alınmasının kesin olarak yasaklandığı görüşündedirler.
Prof.Dr.Erdener YURTCAN’a göre; hukuka aykırı delil, delil toplama
ile ilgili normlara aykırı davranılmak suretiyle elde edilen ve hiçbir şekilde
yargılamada değerlendirilmesi mümkün olmayan delillerdir.34
Dr.Ersan ŞEN’de hukuka aykırı olarak elde edilen delilin, ihlâlin
derecesine ve hiçbir kayıt ve şarta bakılmaksızın yargılamada kullanılamayacağı
görüşündedir.35
Prof.Dr.Bahri ÖZTÜRK; CMUK’un 254/2’nci maddesiyle getirilen
düzenlemenin her bakımdan mutlak bir değerlendirme yasağı getirdiğini
belirtmekle birlikte, hukuka aykırılık kavramının üzerinde durmakta, bu kavram
üzerinden mutlak ve nispî delil yasaklarına ulaşmak suretiyle maddeyi kendi
içinde sınırlandırmaktadır. Hukuka aykırılığın “haklara aykırılık” demek
olduğu, bu hakların; hukuk devleti ilkesine uygun olarak hazırlanmış anayasa,
milletler arası sözleşmeler ve bunlara uygun olarak çıkarılmış olan kanunlarla
düzenlenmiş haklar olduğu, hukuk devletinde bütün işlemlerin hukuka uygun
olması gerekmekle birlikte, insanoğlunun yapısı gereği bazı hukuka
aykırılıkların yapılabileceği, burada hak ihlâlinin niteliği dikkate alınarak
mutlak olarak korunan haklar bakımından mutlak delil yasaklarının, nispî olarak
korunan haklar bakımından nispî delil yasaklarının söz konusu olduğu
görüşündedir36.
Prof.Dr.Nurullah KUNTER ve Prof.Dr.Feridun YENİSEY; hukuka
aykırılığın, sanığın temel haklarına aykırılık olarak anlaşılması gerektiği, dürüst
yargılanma hakkı kapsamında olan temel sanık hakları sağlanmadan elde edilen
delillerin hukuka aykırı delil olduğu, hukuka aykırı delilin mahkeme tarafından
kullanılıp kullanılamayacağının ise her somut olayda değerlendirilmesi gereken
ve mahkemenin takdir yetkisi kapsamında olan bir husus olduğu; hâkimin takdir
yetkisini kullanırken, “sanığın temel haklarının” yapılan işlemle ihlâl edilip
etmediğine bakması, anayasal hakkın ihlâl edilmiş olduğu saptandığında da;
34
YURTCAN,Erdener, CMUK Şerhi,Beta, İstanbul 2000, s.597-599
ŞEN,Ersan,Türk Ceza Yargılaması Hukukunda Hukuka Aykırı Deliller
Sorunu,Beta, İst.1998
36
ÖZTÜRK,Bahri,age,s.37-40
35
122
sanığın işlediği suçun topluma vermiş olduğu zarar ile, delil toplanırken Devlet
güçlerinin sanığa ait anayasal hakkı ihlâl etmiş olmalarından doğan toplumsal
zararı karşılaştırması, sanığın topluma verdiği zarar daha büyük ise ve
CMUK’un 135/a maddesinde olduğu gibi açıkça yasaklanmış bir delil söz
konusu değilse, hukuka aykırı nitelik taşıyan delili kullanabilmesi gerektiği
görüşündedirler.37
Kanımca; olaya şekilsel olarak değil, bütün hukuk kuralları dikkate
alınmak suretiyle ve amaçsal olarak bakılması gerekmektedir. Amaç; toplumsal
barış, huzur ve güvenin en üst düzeyde gerçekleştirilmesi, suç teşkil eden
eylemleri işleyenlerin yakalanması, adil olarak yargılanması, maddî gerçeğe
ulaşmaya çalışılırken insan olmanın asgarî onurunun korunması, toplumun
endişe ve korkuya kapılmaması için koruma tedbirlerine başvurulurken haklı
sebeplerin varlığının aranmasıdır. İnsan haklarına saygılı hukuk devletinin
bütün vatandaşlarına hukukî güvence sağlaması gerektiği göz ardı
edilmemelidir. Hukukî güvence sadece sanık ve şüpheliler için değil, herkes
için sağlanmalıdır. Esasen, delillerin elde edilmesine bir kısım kısıtlamalar
getirilirken, masum kişilerin temel hak ve özgürlüklerine lüzumsuz ve haksız
müdahalelerin önlenmesinin de amaçlandığı unutulmamalıdır.
Yasa koyucu, CMUK 135/a’da olduğu gibi, bazı delillerin elde edilme
şekline göre hiçbir şekilde hükümde değerlendirilemeyeceğini açık bir şekilde
ifade ederken, CMUK’un 254/2 ve ASMKYUK’nın 163/2’nci maddelerinde
bundan farklı olarak bir ilke ortaya koymaktadır. Bu ilke yasa maddelerinde yer
almamış olsa bile, insan haklarına saygılı hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve
sonucu olarak her zaman dikkate alınması gereken temel ilkelerdendir. Bu
ilkeyi gözetecek olan hâkimin; yasanın amacını, özünü ve ruhunu kavramadan,
salt sözünü dikkate almak suretiyle; özde yasaya uygun, ama basit şekilsel
hatalarla hukuka aykırı hâle gelmiş bir delili dikkate almaması, bunu yaparken
suçun ağırlığına, delilin sanığın lehine veya aleyhine olup olmamasına
bakılmaması, ciddî adlî hatalar yapılmasına sebep olacaktır. Bu çoğu kez
suçluların mahkûm edilemediği bir suç cenneti yaratacak, suç işlemekten
kaçınan vatandaşların hukukî güvenliği ortadan kalkacaktır.
O hâlde; bütün ilke ve kurallarıyla yasanın amacı iyi kavranmalı, ona
göre değerlendirme yapılmalıdır.
CMUK 135/a’da mutlak bir yasak söz konusudur. Yasa koyucu,
ifadenin özgür irade ürünü olmasına büyük önem vermiş; iradenin her türlü
baskılanması sonucu elde edilen delilin hükümde kullanılmasını kesinlikle
yasaklamıştır. Burada hâkimin takdir hakkı yoktur.
Diğer yasaya aykırılık hâllerinde ise, yasanın amaçları doğrultusunda
yorum yapmak gerekmektedir. İhlâl edilen hukuk kuralının koruduğu hak ve
menfaat ile elde edilen delilin sağladığı toplumsal menfaat her somut olayda
kıyaslanmalı, sonucuna göre karar verilmelidir. Bunu yapacak olan; önüne
37
KUNTER-YENİSEY, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi
Hukuku,12.Bası, Beta, İstanbul 2003, s.850
123
gelen her davanın çözümü için resen her türlü delili toplamak, değerlendirmek
ve sonuca varmakla görevli olan bağımsız mahkemedir.
Burada kısaca, hukuka aykırı olarak elde edilmiş ve hükme esas alınmış
bir delil dolayısıyla mahkûmiyet hükmünün mutlaka bozulması gerekip
gerekmediğine de değinmek istiyorum.
Bazı yazarlar, bu durumda mahkûmiyet hükmünün mutlaka bozulması
gerektiğini ileri sürmekte ise de; kanımca, yasanın öngördüğü ilkelerden
ayrılmayı gerektirecek bir sebep bulunmamaktadır. CMUK’un 308 ve
ASMKYUK’nın 207’nci maddelerinde belirtilen mutlak bozma sebeplerinin
varlığı hâlinde hüküm mutlaka bozulacaktır. Diğer yasaya aykırılık hâllerinde
ise, CMUK’un 320 ve ASMKYUK’un 222’nci maddeleri uyarınca yasaya
aykırılığın hükmün esasını etkileyip etkilemediğine bakılmalıdır.
Bu konuda, Prof.Dr.KAYIHAN İÇEL; “Hatalı işlemin değerlendirme
yasağının kapsamına sokulması ve değerlendirme dışı bırakılması yükümlülüğü
ile buna uymayan mahkeme hükmünün kanuna aykırılığı arasında tam bir
paralellik kurmak bizce mümkün değildir. Zira bilindiği üzere, 308’inci
maddedeki mutlak temyiz sebepleri dışında kalan nispî temyiz sebeplerinde
hukuka aykırı işlemle hüküm arasında nedensellik bağlantısının kurulabilmesi
gerekir, böylece bir nedenselliğin bulunamadığı, yani hukuka aykırı işlemin
hükmü etkilemediği durumlarda hükmün bozulması yoluna gidilemez. Hatta
mutlak temyiz sebeplerinden biri olan 308/8’inci madde de “hüküm için önemli
olan noktalarda mahkeme kararı ile savunma hakkının sınırlanmış olması”ndan
söz ettiğine göre, hükmü etkilemeyen hukuka aykırılık hükmün bozulmasına
yol açmayacaktır. Örneğin, önceki tüm aşamalarda hakları kendisine
hatırlatılarak ifadesi alınan sanığın tüm ifadeleri aynı olduğu hâlde sırf son
soruşturmada bir defa daha hakları anlatılmadı diye hükmün bozulması yoluna
gidilmemelidir. Zira sözü geçen işlemdeki hata hükmü etkileyici bir hukuka
aykırılık olmayıp, hükümle aralarında nedensellik bağlantısı yoktur.”
demektedir.38
- Özel şahıslar tarafından elde edilen hukuka aykırı delillerin
değerlendirilmesi sorunu:
3842 sayılı yasa ile CMUK’un 254’üncü maddesine eklenen ikinci
fıkrada açıkça, soruşturma ve kovuşturma organları tarafından elde edilen
hukuka aykırı delillerin hükme esas alınamayacağının belirtilmiş olması
sebebiyle, özel kişiler tarafından hukuka aykırı olarak elde edilmiş delillerin
hükme esas alınmasına bir sınırlama getirilmediği görüşü ileri sürülmekte iken,
daha sonra Anayasanın 38 ve ASMKYUK’nın 163’üncü maddelerine eklenen
hükümlerde, elde eden bakımından bir sınırlama getirilmeksizin, kanuna aykırı
olarak elde edilmiş bulguların delil olarak kabul edilemeyeceğinin belirtilmiş
olması karşısında; kanımca, artık yasa dışı elde edilen delilin kim tarafından
38
SAVAŞ-MOLLAMAHMUTOĞLU, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun
Yorumu, s.741
124
elde edildiğinin bir önemi kalmamıştır. Özel kişiler tarafından elde edilen
hukuka aykırı delillerin değerlendirilmesinde de, soruşturma organları
tarafından elde edilen hukuka aykırı delillerin değerlendirilmesine ilişkin
esaslar geçerli olmalıdır.
- Yasak deliller vasıtasıyla elde edilen delillerin değerlendirilmesi
sorunu:
Hukuka aykırı olan ve değerlendirme yasağı olan bir delil yardımıyla
elde edilen diğer delillerin değerlendirilip değerlendirilemeyeceği
tartışılmaktadır. Örneğin, susma hakkı tanınmadan sorgusu yapılan sanığın
ifadesinden ulaşılan deliller hükme esas alınabilecek midir?
Anglo-Amerikan Hukuk Sistemi, bu tür delilleri “zehirli ağacın
meyvesi” olarak nitelendirilmekte; “zehirli ağacın meyvesi de zehirlidir”
diyerek, bu delilleri yasak delil olarak kabul etmektedir.
Yasak delillerin uzak etkisinin nasıl sınırlandırılacağı konusu, Kara
Avrupası’nda henüz açıklık kazanmamıştır. Hukuka aykırı delillerin yakın
etkisinin ne olması gerektiği konusundaki ölçütler kesin olarak belirlenmiş
değildir. Olaydan olaya kriterler değişebilmekte ve her olayda yeni bir bakış
açısı ortaya atılabilmektedir. Hukuka aykırı delillere ilişkin olarak ileri sürülen
tüm teoriler, hukuka aykırı delillerin uzak etkisi için de geçerlidir. 39
Kanımca, yasak delillere ilişkin olarak yapılan değerlendirmeler, yasak
delillerden elde edilen deliller bakımından da geçerlidir. Eğer, hukuka aykırı
delilin hükümde değerlendirilebileceği sonucuna varılabiliyorsa, bu takdirde bu
delillerden elde edilen delillerin de değerlendirilmesi mümkün olmalıdır. Aksi
takdirde, hükme esas alınamayacak bir delilden elde edilen başka bir delilin de
hükümde kullanılmaması gerekir.
SONUÇ:
Hukuka aykırılık kavramı, temelini hukuk devleti ilkesinden almaktadır.
İnsan haklarına saygılı bir hukuk devletinde maddî gerçeğin her ne şekilde
olursa olsun bulunması düşüncesi kabul edilemeyeceğine göre, ceza
muhakemesi hukuku, suç ve suçluların takibinde kendisini önceden belirlenmiş
kurallarla sınırlandırmak zorundadır. Sanığın adil yargılanma hakkı mutlaka
sağlanmalıdır. Kişinin kendisini ve yakınlarını suçlayıcı beyanlarda bulunmaya
zorlanması ve irade özgürlüğünün baskılanması durumunda mutlak delil yasağı
söz konusudur.
Yakalama, arama, el koyma ve dinleme gibi temel hak ve özgürlüklerin
kısıtlanması sonucunu doğuran önlemlere başvurulması için haklı sebepler
bulunmalıdır. Karar makamları bu kararları verirken, insan haklarına saygı
ilkesini daima göz önünde bulundurmalı, kamu yararı ile birey özgürlükleri
39
CENTEL/ZAFER, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, Ekim 2003, s.557
125
arasındaki dengeyi sağlamalıdırlar. Ne kamu yararı insan haklarına, ne de insan
olmanın asgarî onuru kamu yararına feda edilmelidir. İnsanlar, haklı bir sebep
olmadığı sürece özgürlüklerine müdahale edilmeyeceği inancı ve rahatlığı
içinde yaşamalıdırlar.
Tedbirlerin uygulanması sırasında ise, hukukun belirlediği esaslara
titizlikle uyulmalıdır. Bunun için, kolluk personelinin eğitimine ve uzmanlığına
duyulan ihtiyaç açıktır.
KAYNAKÇA:
1-CENTEL-ZAFER, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul,... Ekim 2003
2-GENEL, Erdoğan, Ceza Muhakemesinde Hukuka Aykırı Deliller Sorunu,
Askerî Yargıtay Dergisi, Sayı:14; Türk Hukukunda Yargıtay ve Askerî
Yargıtay Kararları Işığında Hukuka Aykırı Delillerin Değerlendirilmesi,
Askerî Yargıtay Dergisi, Sayı:5
3-KAYMAZ, Seydi, Uygulamada ve Teoride Ceza Muhakemesinde Hukuka
Aykırı (Yasak) Deliller, Seçkin, 1997
4-KUNTER-YENİSEY, Muhakeme Hukuku Olarak Ceza Muhakemesi
Hukuku, On İkinci Bası, Beta, İstanbul 2003
5-ODMAN, M. Tevfik, Askerî Yargıtayın Hukuka Aykırı Deliller Konusunda
Verdiği Kararlar, Askerî Adalet Dergisi, Ocak 1996
6-ÖZBUDUN, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin, Ankara 2003
7-ÖZGEN, Eralp, Askerî Yargıtayın Delil ve Savunma Hakkı Konularına
Bakışı, Askerî Adalet Dergisi, Mayıs 1994
8-ÖZTÜRK, Bahri, Yeni Yargıtay Kararları Işığında Delil Yasakları, AÜ.SBF.
İnsan Hakları Merkezi Yayınları No:14, Ankara 1995
9-ÖZTÜRK, Bahri-ERDEM, Mustafa, Ruhan-ÖZBEK, Veli, Özer, Uygulamalı
Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin, Ankara 2000
10-SAVAŞ-MOLLAMAHMUTOĞLU, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun
Yorumu, Seçkin, Temmuz 1995
11-ŞEN, Ersan, Türk Ceza Yargılaması Hukukunda Hukuka Aykırı Deliller
Sorunu, Beta, İstanbul 1998
12-TEZİÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beta, Eylül 2003
13-YURTCAN, Erdener, CMUK Şerhi, Beta, İstanbul 2000
126
YENİ TÜRK CEZA KANUNUNUN
YORUMU MESELESİ (*)
Prof.Dr.Zeki HAFIZOĞULLARI
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Öğretim Üyesi
GİRİŞ
Yeni Türk Ceza Kanununun yürürlüğe girmesi ile birlikte, kanunu
oluşturan münferit hükümlerin yorumlanması, ceza hukuku müesseselerin
yeniden oluşturulması, yeni ceza hukuku düzeninin niteliklerinin, kapsamının
ve sınırlarının belirlenmesi ve son olarak yeni ceza hukuku düzeninin Türk
Hukuk Düzeninde yerinin ne olduğunun bilinmesi zorunluluğunu ortaya
çıkarmıştır.
Bu, kısaca, Yeni Türk Ceza Kanununun yorumu meselesidir.
Çok değerli hukukçularla bu konuyu tartışmak istiyorum.
1. Kanunun genel değerlendirilmesi
Yeni Türk Ceza Kanunu yürürlükteki ceza kanunundan tamamen
farklıdır.
YCK., cürüm ve kabahat ayırımını kaldırmış, genel hükümleri hiçbir
muteber kritere uymadan kendi kafasına göre biçimlendirmiş, alışılagelen
birçok kavramı ve tanımı değiştirmiş, özel hükümleri, yani suçları hiçbir
muteber esasa bağlı olmadan farklı bir tasnife tâbi tutmuş, birçok suçun
herkesçe bilinen tanımını değiştirmiş, böylece Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte
doğan ve oluşan seksen yıllık ceza hukuku doktrinini ve uygulamasını bilinçli
bir biçimde göz ardı etmiştir.
Ancak, YCK., iddialı olmakla birlikte, başından sonuna kadar ciddi
hatalarla doludur. Bunun açık kanıtı, ör., 1, 2, 3, 22, 23, 28, 31, 32, 34, 36, 40,
42, 53, 61, 92 (ve 91), 102, 127 (ve 125), 147, 267, 302, 309, vs. maddeleri
hükümleridir. Üstelik, kanun, genel yapısı itibarıyla, Anayasanın 2’nci
maddesinin aksine, liberal-demokratik bir devletin değil, totaliter bir devletin
1
ceza kanunu görünümündedir . Kanunun hâkimin takdirine fazlaca yer vermesi,
faal nedametin çoğu kez cezasızlık nedeni sayılması, cezayı azaltan ve
(*)Hatay Barosunun Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla 24-25 Aralık 2004 tarihinde
düzenlenen sempozyumda ve Askerî Yargıtay Konferans Salonunda 7.1.2005
tarihinde yapılan etkinlikte sunulan tebliğdir.
1
Hafızoğulları, Liberal-Demokratik Bir Toplum-Hukuk-Devlet Düzeninde İfade
Hürriyetinin Sınırı, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl 2004 / Kasım.
127
kaldıran nedenlerin bolluğu, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların başka
tedbirlere tahvili vs. hususları aldatıcıdır. Kanunun bu türden birçok hükmü,
onun totaliter bir devletin ceza kanunu olma niteliğini etkilememektedir.
İşin gerçeği, hiçbir esasa dayanmayan bu tür bir düzenleme, hukukta
istikrar ilkesini ciddi bir biçimde tehlikeye sokmaktadır.
Birçok ülkenin ceza kanundan birçok hüküm almış olmakla birlikte,
YCK., ne bir Kodifikasyon, ne de bir Resepsiyon olarak nitelendirilebilir.
Kodifikasyon değildir, çünkü ülkemizdeki hukuk uygulaması ve doktrini
ciddi bir biçimde göz ardı edilmiştir, hiçe sayılmıştır. Resepsiyon değildir,
çünkü kanunun bu çağı kavrayan bir felsefesi yoktur. Kanun, tabiri caizse öksüz
kızın çeyizi veya parça bohçasıdır.
Kısacası güzel bazı hükümlere seyrek de olsa rastlanmakla birlikte,
YCK., uygar uluslarda görülmeyen, yalın olmaktan uzak, alabildiğine çok dil
2
yanlışı içeren, aklilikten yoksun, fazlaca irrasyonel unsurlar taşıyan
sistemsiz, kendini basitlikten kurtaramamış bir ceza kanunudur.
Ancak, bugün, kanunun bazı hükümleri yürürlüktedir, yakın bir
zamanda tümü yürürlüğe girecektir.
Artık, bu kanun, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ceza kanunudur.
Herhâlde süresiz bir süre yürürlükte kalacaktır.
Böyle olunca, kanuna kötü demek şansımız kalmamıştır. Bugün
itibarıyla kanuna kötü demek, yanlışlarını ortaya koymak artık bir marifet
değildir, yürek soğutmak dışında başka bir işe de yaramaz. YCK., yakın bir
zamanda, karakollarda, Cumhuriyet savcılıklarında, avukatlık bürolarında,
mahkemelerde uygulanmaya başlayacaktır. YCK., ülkede, ülke dışında, her
yerde ve herkese uygulanacaktır. Cezalandırma hakkının hamili Devlet yanında
herkes bu kanunun muhatabıdır.
Öyleyse, bugün, marifet, kanunu anlamak, uygulama yol ve
yöntemlerini ortaya koymak, kısacası, bir benzetmeyle, " kötü suyu " içilecek
hâle getirmektir. Kiminin dediği bugün çıkmıştır: Kötü kanunlar iyi
uygulamacılar elinde iyi kanunlar olurlar. Şimdi bize düşen ödev budur.
Bu bağlamda olmak üzere, kanunu anlamak demek, ceza kanununda
veya ceza hükmünde ifadesini bulmuş olan iradeyi ortaya çıkarmak, onun
kapsamını ve sınırlarını belirlemek demektir.
Normda ifadesini bulan iradeyi ortaya çıkarmak, yani keşfetmek,
kapsamını ve sınırlarını belirlemek, hukukçunun işi olarak ona kimliğini
kazandıran yorum faaliyetinde, kısacası yorumda bulunmaktır. Gerçekten,
hukuk mesleği, ister kuramcılık isterse uygulamacılık biçiminde olsun,
hukuk kurallarını yorumlamak, hukuk kurumlarını oluşturmak, bulunulan
2
Ör.,
kanunun
92’nci
maddesi
91/3’üncü
maddesiyle
birlikte
değerlendirildiğinde, suçun faili ile mağdurunun aynı kişi olduğu görülmektedir.
Bu aydınlanmanın getirdiği aklilik esasına dayalı ceza hukuku düzenlerinin
kabul edemeyeceği bir çözümdür, çünkü bu hukuk düzenlerinde suçun faili ile
mağduru aynı kişi olamaz.
128
tarihi kesitte bunları topluca kabul edilebilir aklî bir sisteme kavuşturmak
ve böylece içinde yaşadığımız normatif düzenin bir künhüne varmak sanatıdır.
Bu durumda, madem kanunları yorumlamadan uygulamak mümkün
değildir, biz hukukçular, YCK'yı yorumlamak zorundayız. Zaten
mesleğimizin icabını yerine getirmekten başka bir seçeneğimiz de yoktur.
Öyleyse YCK'yı yorumlamada, açıkçası kanunu uygulanabilir
kılmada, izlenebilecek yollar ve yöntemler neler olmalıdır? Artık, bundan
böyle, tartışılacak mesele bu olmalıdır.
2. Kanunun yorumunda gerekçelerden, komisyonlarda ve TBMM
Genel Kurulunda yapılan tartışmalardan, vs. yararlanmak imkânı
pek fazla bulunmamaktadır.
YCK'nın bir genel gerekçesi yoktur.
Kanunun 1’inci maddesi hükmü ve gerekçesi genel gerekçe yerine
geçmez. Üstelik, söz konusu gerekçe, belli bir anlamdan da yoksundur. Bu
durumda, kanunun bir "varlık felsefesi" bulunmamaktadır. Kanunun
bütününden de felsefesini ortaya çıkarmak mümkün bulunmamaktadır.
Kısacası, kanunun, muteber ceza hukuku okullarını yansıtan bir kimliği
bulunmamaktadır. Kimliksizlik, kanunu yorumlamada, ciddi bir özür
oluşturmaktadır.
Ancak kanun Anayasaya uygun olmak zorunda olduğundan,
sistematik yorumun gereği olarak, YCK'nın yorumunda vazgeçilmesi
mümkün olmayan temel ilke, zorunlu yorum kuralı, Anayasanın l,2 ve
3’üncü maddeleri hükmü ve Anayasanın 2’nci maddesinin göndermede
bulunduğu, 1954 yılından bu yana ülkede yürürlükte bulunan, AİHS'in temel
insan haklarına ilişkin hükümleridir. Böyle olunca, YCK'nın var oluş felsefesi,
Anayasanın ve göndermede bulunduğu AİHS'ın belirtilen hükümlerinin "
açılımı " olmaktadır. Bu demektir ki, YCK, kimsenin sözüne ve maksadına
göre değil, son tahlilde, Anayasanın ve AİHS'ın sözüne ve özüne uygun bir
biçimde yorumlanmak zorundadır.
Kanunun münferit maddelerinin yorumunda, çoğu kez madde
gerekçelerinden yararlanmak imkânı bulunmamaktadır, çünkü birçok maddenin
gerekçesi, ya yanlıştır, ya da yetersizdir. Örnek verecek olursak: 1, 3, 22, 23,
87, 99, vs. maddelerin kendileri gerekçeleri muteber ceza hukuku doktrinleri
karşısında yanlıştır. 28’inci maddesi hükmü "cebrî" ifade etmede hataya
düşmüştür, gerekçesi eksiktir, yetersizdir, hükmü açıklamak konusunda
anlamdan yoksundur. 24’üncü madde gerekçesinde ".. emri yerine getiren
açısından bir hukuka uygunluk nedeni değil bir sorumsuzluk nedeni söz
konusudur " ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade yanlıştır. Ceza hukukunda
hukuka uygunluk nedenleri, mazeret nedenleri, isnat yeteneğini kaldıran ve
azaltan nedenler ve cezalandırabilme şartları adında kurumlar vardır ama, "
sorumsuzluk nedeni " biçiminde ceza sorumluluğunu etkileyen bir ceza
hukuku kurumu mevcut bulunmamaktadır. Gene, kanun, isnat yeteneğini
129
kaldıran ve azaltan nedenlere 31’inci ve devamındaki maddelerde yer vermiş,
37’nci maddede doktrinde ve uygulamada uzun bir süreden bu yana kullanılan
"isnat yeteneği " terimi Alman doktrininden alıntı yapılarak " kusur yeteneği "
terimiyle değiştirmiş ve kusur yeteneğini " fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını
algılama... VEYA... davranışlarını yönlendirme yeteneği " olarak tanımlamıştır.
Kusur yeteneği gerekçelerde de bu biçimde tanımlanmıştır. Terim
tartışmasını bir yana bırakalım, isnat yeteneğinin tanımı yanlıştır, çünkü
muteber doktrinde isnat yeteneği " anlama ve isteme yeteneği " olarak
tanımlanmaktadır. Bu tanımda, ötekinden farklı olarak, bir seçeneklilik
yoktur. Öte yandan, “fiilin HUKUKÎ anlam ve sonuçlarını bilmesi” tanımı da
yanlıştır. Muteber doktrinde, bu, failin fiilinin sosyal olmadığını, yani başkaları
bakımından zararlı veya tehlikeli olduğunu bilmesi olarak anlaşılmaktadır.
Gene, 92 ve 147’nci maddelerde yer alan " Zorunluluk hâli " hem cezayı
azaltan bir neden ve hem de hukuka uygunluk nedenidir ve buna hâkim
karar verecektir. Bir şeyin aynı anda iki şey olması mümkün değildir. Bir
neden, ya hukuka uygunluk nedenidir, ya da cezayı azaltan bir nedendir,
dolayısıyla aynı anda hem hukuka uygunluk nedeni hem de cezayı azaltan bir
neden olamaz. Ayrıca, bir nedenin, hâkimin takdirine bağlı olarak, yerinde
cezayı azaltan bir neden sayılması, yerinde hukuka uygunluk veya mazeret
nedeni olarak suçu ortadan kaldıran bir neden sayılması, herhâlde kanunîlik
ilkesinin açık ihlâli olur.
Örnekler, tahmin edilenden çok, çoğaltılabilir. Aynı hastalık
kanunun özel hükümlerinde de vardır. Tespitler doğruysa, bundan çıkan
sonuç, muteber başka bir kaynağa gidilmediği taktirde, kanunun bizzat birçok
maddesi hükmünün ve madde gerekçelerinin, kanunun yorumunda, "yorum
vasıtası " olarak hiçbir işe yaramadığıdır.
O hâlde, kanunun yorumunda, madem yorum vasıtası olarak hazırlık ve
komisyon çalışmalarından, genel kurul görüşmelerinden yararlanmak imkânı
yoktur, bunların dışında kalan muteber başka bir yol ve yöntem bulmak
zorunlu olmaktadır. Bu yol ve yöntem, herhâlde muteber ceza hukuku
bilimi ve bu bilim doğrultusunda oluşmuş bulunan uygulamadır.
3. Kanunun yorumunda muteber ceza hukuku biliminden ve
uygulamadan yararlanmak
Belirtilen olumsuzluklar karşısında, YCK'nın yorumunda, dil
yanlışlarının, bilgi eksiklikleri ve yanlışlarının giderilmesinin, aydınlanma çağı
sonrasında oluşan ceza hukuku kurumlarının mahiyetlerine uymayan
düzenlemelerin düzeltilmesinin, dolayısıyla "kanunun iradesinin" doğru olarak
algılanmasının, kapsamının ve sınırlarının belirlenmesinin tek bir yolu
kalmaktadır. Bu, Türk Hukuk Devriminden bu yana ülkemizde oluşmuş bulunan
hukuk bilimine, kanunla açıkça çatışmadığı ve karşılığı olduğu sürece ( ör.
mad. 23, 40, 36, 96, 278, 302, vs.) 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu temelinde
130
oluşmuş bulunan uygulamaya, yani Yargıtay içtihadına (Giurisprudenza)
gitmek zorunlu olmaktadır.
3
Ülkemizde hukuk bilimi ve uygulaması Cumhuriyetin eseridir.
Bunun somut kanıtı, Ankara Hukuk Mektebidir. Bu eğitim kurumu
“Cumhuriyetin müeyyidesi olmak için” kurulmuştur. Öyleyse, hâlâ bugün,
Cumhuriyetin müeyyidesi, Cumhuriyetle birlikte oluşan hukuk bilimi ve onun
oluşturduğu içtihat külliyatıdır. Böyle olunca, YCK’nın yorumunda
başvurulacak muteber yorum vasıtaları, 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu esas
olmak üzere biçimlenmiş olan Türk Ceza Hukuku Bilimi ve bunun
doğrultusunda oluşmuş bulunan Yargıtay içtihadıdır. Burada, aksini
düşünmek, ülkenin görkemli hukuk geçmişini, tarihin çöplüğüne atmak olur.
Aydınlanma çağının bize özgü, özgün Cumhuriyet hukuku, herhâlde tarihin
çöplüğüne atılacak kadar değersiz değildir.
Gerçekten, kanunun yorumu bağlamında, ör., suça iştiraki düzenleyen
hükümlere ve gerekçelerine bakıldığında, vardığımız bu sonucun çok doğru
olduğu görülür. Elbette, kanun koyucular tercih yapabilirler. Kanun koyucu bir
tercih yapmış, ör., suça iştiraki, YCK'da, eski kanundan farklı bir biçimde
düzenlemiştir. Bunda bir çelişki yoktur. Bir örnek olarak belirtmek gerekirse,
Rocco Kanununun suça iştiraki düzenlemesi de, Zanardelli Kanununun
düzenlemesinden farklıdır.
Ancak, burada, ortaya çıkan çelişki, " tercihte " değil, düzenlemededir.
Düzenleme yanlış, gerekçe tümden geçersizdir. Suça iştirakin sorunları dün
de bugün de hep aynı olmuştur, temelde değişen bir şey yoktur. Bunlar,
kısaca, iştirak iradesi, kusur, teşebbüs derecesinde kastedilen suçun
işlenmesi, nedensel katkı, vazgeçme ve iştirak iradesinden sapma olması
hâlinde ne yapılacağı meselesi olmaktadır. Gerçekten, suça iştirak
düzenlenirken, esas alınacak olan değer, failin iştirak iradesi ve suç kastı mıdır,
failin suça nedensel katkısı mı, yoksa her ikisi midir ? Yeni ceza kanunları, ör.,
Rocco Kanunu, iştirak iradesi ve failin kastını esas almakta, ama nedensel
katkıyı tümden göz ardı etmemektedir. Kanunun yaptığı tercih ve düzenleme
özünde doğrudur.
Oysa, YCK, 37. maddesinde, iştirake ilişkin sorunları çözmemiş,
tersine anlaşılması zor sorunlar yaratmıştır. Kanun “Suçun kanuni tanımında
yer alan FİİLİ birlikte gerçekleştirmekten” söz etmektedir. Bir kere, Kanun,
birçok suçta fiilin ne olduğunu söylememiş, bunun yerine fiilî, içini
yorumcunun dolduracağı bir “durum” veya bir “neticenin meydana gelmesi”
olarak ifade etmiştir. Örneğin 96. maddede öngörülen suçta "..eziyet
çekmesine yol açan davranış.. " bir durumu, 86. maddede öngörülen suçta
"..vücuduna acı verme veya sağlığını ya da algılama yeteneğinin bozulmasına
3
Hafızoğulları, Türk Ceza Hukukunun Seksen Yılı, "Cumhuriyetin Kuruluşundan
Bugüne Türk Hukukunun 80 Yıllık Gelişimi " Sempozyumunda (20-31 Ekim
2003 ) sunulan Tebliğ, Ankara 2003, A.Ü.Hukuk Fakültesinde "Ders notu"
olarak kamuya sunulmuştur.
131
neden olma..." bir neticeyi ifade etmektedir. Böyle olunca, 37’ maddede yer
alan “fiil” terimi yanlış olmaktadır. Bunun doğrusu, “suç” tur, çünkü fiile
4
değil, suça iştirak edilmektedir . İtalyan Ceza Kanunun çözümü (m. 110 ) bizi
5
doğrulamaktadır . Öte yandan, ör., yaralama suçunda, bir kişi tutar öteki kişi
döverse veya ırza geçme suçunda bir kişi tutar öteki kişi ırza geçerse , TUTMA
fiilî bu suçların kanuni tanımında yer alan bir fiil değildir. Bu durumda,
mağduru tutan ortağın, iştirak ettiği suçta sorumluluğu ne olacaktır? Kanundaki
mevcut düzenleme karşısında, bu kişi her hâlde " yardım etmekten " sorumlu
olacaktır. Gerçekten, inatla ceza adaletinden söz eden gerekçe karşısında,
acaba bu çözüm adil sayılacak mıdır, buna evet demek, herhâlde mümkün
değildir. Zaten gerekçenin kendisi bu durumu adil saymamaktadır, çünkü "
suçun işlenişi üzerinde ortak hâkimiyet kurmaktan " söz etmektedir. Acaba,
burada, suçun işlenişi üzerinde ortak hâkimiyet yoktur mu diyeceğiz ? Eğer
böyle diyeceksek, bu kişilerin tutma fiilî, " ...suçun kanunî tanımında
yer alan fiil ... " ile nasıl bağdaştırılabilecektir.
Neresinden bakılırsa bakılsın soru cevapsız kalmaktadır.
Öte yandan, " ortak hâkimiyet " sözü suça iştirakte nedensel katkıyı değil
de neyi ifade etmiş olabilir ? Böyle olunca, birden çok iradenin ve birden çok
nedenin katılması ile oluşan iştirak hâlinde işlenmiş olan bir suçta, nedensel
katkıyı " ortak hâkimiyet " sözüyle ifade etmek bir marifet olmamaktadır.
Gerçekten, buradaki tartışma, nedensel katkının, bir derecelendirilmeye tâbi
tutulmasını gerektirip gerekmediği sorunudur. Hâlâ, bugün, suça iştirakte "
sebep ", " vesile " tartışması ortadan kalkmış değildir.Eski kanun iştirakte
nedensel katkının derecelendirilebileceğini kabul etmiş, suça iştiraki buna göre
düzenlemiştir.Rocco Kanunu, suça iştiraki düzenlerken nedensel katkıyı göz
önüne alarak bir derecelendirme yapmamış, kusur esas olmak üzere suça
iştiraki düzenlemiş, ancak nedensel katkının " suçun hazırlanmasında veya
işlenmesinde çok az önem ifade ettiği hâllerde " cezanın hâkim tarafından
6
azaltılabileceğini hükme bağlamıştır . Oysa, YCK, aslında, faillik, azmettirme,
4
Bilindiği üzere,
765 sayılı Türk Ceza Kanunu , bunu, "bir cürüm veya
kabahatin icrasına iştirak etmek.."olarak tanımlamış ve "fiilî irtikap eden " ile"
doğrudan doğruya beraber işleyeni " suça nedensel katkıları bakımından eş
değerde görmüştür. YCK"da kabahatler yoktur. Ancak, suça iştiraki ifade eden
kalıbın, yani "bir cürmün icrasına iştirak etmek " doğru ifadesinin niçin
terkedilmiş olduğunu gerekçeden çıkarmak mümkün olamamaktadır. Bu, tek
kelimeyle, kanun koyucunun keyfi davrandığını göstermektedir.
5
Quando piu persone concorrono nel medesimo reato, ciascuna di essa
soggiace alla pena stabilita, salve le disposizioni delgi articoli seguenti ( Birçok
kişi aynı suça iştirak ettiğinde, bunlardan her biri, aşağıdaki maddelerde yer
alan hükümler saklı kalmak kaydı ile, o suç için öngörülmüş olan cezaya
çarptırılır).
6
Madde 114. Circostanze attenuanti- II giudice qualora ritenga che l'opera
prestata da talune dele persone che sono concorse nel reato a norma del
132
yardım etme biçiminde bir ayırım yaparak, ismini söylemeden, nedensel
katkıyı göz önüne almış olmasına rağmen, " ortak hâkimiyet " gibi ne anlama
geldiği belli olmayan bir kavrama sığınarak, suça iştirakte nedensel katkının
değeri konusunda temel bir hataya düşmüş, dolayısıyla iddiasının aksine hiç
de adil olmayan bir çözüme neden olmuştur.
Kanun, 40’ıncı maddesinde, "Bağlılık kuralı" kuralı adında bir kural
icat etmiştir. Maddenin 1’inci fıkrasının 1’inci cümlesini anlayana aşk olsun !..
Bununla, herhâlde, taksirli suçlarda iştirakin mümkün olmadığına işaret edilmek
7
istenmiştir . Ayrıca, kanunun bu hükmü, 3’üncü fıkra hükmüyle çelişmektedir.
Bu fıkra hükmü varken ötekine gerek olmadığını sanıyoruz. YCK, bizce, "
Bağlılık kuralı" kavramı ile, kötü bir biçimde, suça iştirakin bir kısım şartlarını
düzenlemek istemiş, ancak başarılı olamamıştır.
Suça iştirak konusunda ortaya çıkan bu sorunlar karşısında, şimdiye
kadar oluşmuş bulunan muteber doktrine ve uygulamaya gitmekten başka
bir çare bulunmamaktadır. Kanunun salt "sözüne " ve gerekçesine itibar
edildiğinde, büyük hatalara düşülebileceğinden kuşku duymamak elde
değildir. Bunun içindir ki, burada, eski doktrin ve uygulama esas alınarak "
amaçsal yoruma " gitmek zorunludur. Ancak, kanun, suça iştirakte, eski doktrin
ve uygulama ile tüm ilişkilerini koparmış bulunmaktadır. Bu, sıkıntılar
yaratacaktır, çünkü kim olursa olsun, kanunu yorumlayanın normda
ifadesini bulan iradeye aykırı bir biçiminde davranma erki yoktur. Böyle
olunca, burada, eski doktrinden ve uygulamadan, ancak kanun izin verdiği
kadar yararlanmak imkânı bulunmaktadır.
Geçmişte kökü olmayan yeni düzenlemelere gelince, bunlar
bakımından, kuşkusuz geçmiş doktrinlere ve uygulamalara gitmek imkânı
mevcut bulunmamaktadır. Bunların yorumunda, halkın özdeyişi ile, göç yolda
düzelecektir.
Ancak, ister geçmişte kökü bulunsun ister bulunmasın, belirtilen
çıkmazlar karşısında, kanunun yorumunda, doğru yolu gösterecek rehber,
8
üzerinde tartışmalar sürmekle birlikte herhâlde "suçun hukukî konusu " veya "
9
normun ratiosu " kriteri olacaktır.
articoli 110 e 113 abbia avuto minima importanza nella preparazione o
nell'esecuzione del reato, puo' diminuire la pena.
7
Taksirli suçlarda iştirakin mümkün olup olmadığı hususu doktrinde
tartışmalıdır. Bkz. ör., Antolisei, Manuale di diritto penale, PG., Milano 2000, s.
585 vd.; Manzini, İstituzioni di diritto penale italiano, Padova 1958, s. 151;
Mantovani, Diritto penale, PG., Padova 1979, s. 474 vd. İCK., 113. maddesinde
" coperazione nel delitto colposo " madde başlığı altında, birçok kimsenin
birlikte taksirli bir suç işlemesi hâlini düzenlemektedir.
8
Antolisei, Age., s. 173 vd., 178 vd.; Mantovani, Age, s. 190 vd.
9
Antolisei, Age., s. 180.
133
4. Kanunun yorumunda suçun hukukî konusu veya normun ratiosu
kriteri
Doğada ne suç, ne de ceza vardır. Suç ve ceza toplumda vardır.
Madem hukuksuz toplum toplumsuz hukuk yoktur, suç ve ceza kanunun
eseridir ( Any. mad. 38, YCK,mad.2). Suçun ve cezanın belirlenmesi,
kapsamının ve sınırlarının ortaya konulması ancak ona vücut veren kanunun
yorumu ile mümkün olur.
İster sözel isterse amaçsal olsun, kanunun yorumu, yoruma esas olacak
muteber bir başlangıç noktasının bulunmasını zorunlu kılmaktadır. Doktrinde,
10
söz konusu bu muteber başlangıç noktasının, suçun hukukî konusu veya
normun ratiosu kriterinin olduğu ileri sürülmüştür.
Suçun hukukî konusu, suç ile ihlâl edilen ve ceza ile korunan hukukî
değer veya menfaattir. Gerçekten, her suç hukukî bir değer veya menfaatin
11
ihlâlidir. Bu anlamda hukukî konusu olmayan suç yoktur . Böyle olunca, suç
ve ceza koyan münferit her bir normun yorumunda mutlaka suçun hukukî
konusunu tespitle işe başlamak gerekmektedir. Esasen, suçun hukukî konusu,
sadece suç ve ceza koyan normların yorumunda değil, aynı zamanda suçların
12
tasnifinde de işe yaramaktadır .
Tasnif, yorum kolaylığı sağlar.
YCK, birçok yeni suç yaratmış ( ör. mad. 83, 90, 96, 184, 278, vs. ),
bir kısım suçları başka bir kısım suçlarla birleştirmiş ( ör., mad. 125, vs. ),
birçok suçun alışılagelen tanımları değiştirilmiştir ( ör. mad. 94, 95, 98, 141,
vs.).
Bu durum, özellikle yeni konulan suçlarda, iç içe geçen ve tanımları
değiştirilen suçlarda, kanunun suç saydığı beşerî fiilin kapsamının ve
sınırlarının belirlenmesinde, yani kanunun yorumunda, önce suçun hukukî
konusunun bulunmasını ve yoruma buradan başlanmasını zorunlu kılmıştır.
Kuşkusuz kanunun hazırlık çalışmalarının ve madde gerekçelerinin
işe yaramadığı hâllerde, her suç bakımından, suç ile ihlâl edilen ve ceza ile
korunan hukukî değer veya menfaat, bizzat kanunun hükmünden ve
hükmün kanunun sistemi içindeki yerinden çıkarılacaktır. Örneğin,
önceden, din hürriyetine karşı suçlardan olan birçok suç, bu kez şerefe karşı
suçlar ve mala karşı suçlar arasında yer almış bulunmaktadır. Memura
hakaret suçu hakaret suçunu ağırlatan bir neden hâline getirilmiştir. Organ ve
10
Bk., Rocco, L'Oggetto del reato e ddella tutela giuridica penale ( Opere
giuridiche, Vol. I) Roma 1932; Toroslu, Cürümlerin Tasnifi Bakımından Suçun
Hukukî Konusu, Ankara 1970.
11
Aksi düşünce, Antolisei, Age., s. 179 vd.; Mantovani, Age., s. 192.
12
Mantovani, Age., s. 191
134
doku ticareti suçunda, öncede belirtildiği üzere, suçun faili ile mağduru
birleştirilmiştir.
Örnekler çoğaltılabilir.
Tüm bu suçlarda, keyfilikten kaçınmak istiyorsak, kanunun yorumu,
suç ile ihlâl edilen ve ceza ile korunan hukukî değer veya menfaatin
bulunması ile mümkün olabilir. Bu, bir yandan "şerhi" aşmamızı sağlarken,
öte yandan "sistemi" anlamamızı sağlayarak, kanun hükmünde ifadesini
bulan iradenin kapsamını ve sınırlarını belirlememize, dolayısıyla kanunu
doğru anlamamıza yardım eder.
Öte yandan, ceza kanununun genel hükümleri söz konusu
olduğunda, kanunun yorumunda göz önüne alınabilecek olan esas, herhâlde
13
normun ratiosu kriteridir .
Normun ratiosundan maksat, bir fiilî suç sayarken kanunun veya kanun
14
koyucunun gütmüş olduğu amaç
veya hükmün konuluş amacı
anlaşılmaktadır. Madem her norm bir irade tezahürüdür, iradenin,
dolayısıyla normun kendisi ile belirlendiği bir amacı bulunmaktadır.
15
Amaçsız bir norm düşünülemez . Böyle olunca, kim olursa olsun, yorum
yapanın görevi, en başta kanun koyucunun normda ifadesini bulan o normu
koymadaki amacını saptamaktır. Ancak normun amacı saptandığındadır ki,
kanunu yorumlarken, keyfi olmayan bir taban tespit edilmiş olacaktır.
Gerçekten, ör., suç ve cezanın kanuniliğini, suça teşebbüsün, iştirakin, vs.,
niçin konulduğunu bilmezsek, bunları düzenleyen hükümlerin amacını
keşfedemezsek, yapılacak yorum keyfi olur. Bu, hukukta istikrar ilkesini
zedeler.
Öyleyse, Ceza hukukunun genel hükümlerini yorumlarken,
normun amacına ulaşmada, açıkça aykırı olmadıkça, geçmişte oluşmuş
bulunan doktrin ve içtihattan yararlanmak, birçok hükümde ve gerekçesinde
yer alan yanlışlıklardan ve eksikliklerden kurtulmaya yardımcı olacak,
dolayısıyla tutarlı yeni bir doktrin ve uygulamanın oluşmasına katkıda
bulunacaktır.
Gerçekten, bu bakış açısından, YCK’nın, ör., 1, 3’üncü maddeleri
değerlendirildiğinde, bu madde hükmünün, kanunun uygulanması ile hiçbir
13
Diyebiliriz ki, doktrinde,
normun hukukî konusu teorisinin eleştirisi normun
ratiosu düşüncesini ortaya çıkarmıştır ( Antolisei, Age., s.180 ve dn. 37.; Mantovani,
Age., s.192 ). Biz, burada kuramsal tartışmalara girmeyi yersiz buluyoruz. Öyle
sanıyoruz ki, suçun hukukî konusu kriteri yanında, normun ratiosu kriteri, YCK'nın
özellikle genel hükümlerinin yorumunda, keyfiliğe gitmeden, olası sorunları
çözmede, yorumcunun başvurabileceği en muteber kriterdir .
14
Mantovani, Age., s.191
15
Rocco, Age., s.443; Hafızoğulları, Ceza Normu (Normatif Bir Yapı Olarak Ceza
Hukuku Düzeni) İkinci Bası, Us-A Yayıncılık, Ankara 1996, s.5.
135
ilişkisinin bulunmadığı, hükmün muhatabının kanun koyucu olduğu
kolayca anlaşılacaktır. Gene, bu yol izlendiğinde, kusurluluk, isnat yeteneği,
teşebbüs, iştirak, vs., tüm ceza hukuku kurumlarında göze çarpan yanlışların,
çarpıklıkların, uyumsuzlukların giderilmesi mümkün olacaktır. Ayrıca, ör., tecil,
cezalar, emniyet tedbirleri, vs. gibi yeni düzenlemeleri anlamamızda ve
sorunlarını çözmemizde bu yolu izlemek, bizi keyfilikten uzak doğru
algılamalara götürecektir.
Böyle olunca, kanunun yorumunda, suçun hukukî konusu ve
normun ratiosu kriterlerini esas almak, ülkemizde Cumhuriyet ile birlikte
oluşan hukuk biliminin gerekleri ile barışık, keyfilikten uzak, istikrarlı bir
yeni içtihat külliyatının oluşmasına, içinde bulunduğumuz toplumsal-tarihi
kesitte geçmişle olan bağların koparılmamasına katkıda bulunacaktır.
5. Yorumda sınır, düzeltici yorum yasağı
İster daraltıcı ister genişletici isterse ilerletici yorumda bulunulsun,
yorum, daima yorumlanmakta olan hükümle sınırlıdır. Kanun, kıyası
yasaklamıştır ( Any. mad.38, YCK, mad. 2). Böyle olunca, düşünce, dil ve
mantık hataları taşıyan hükümlerin yorumunda, yorumun sınırı, hükmün
kendisidir.
Ceza hukukunda düzeltici yorum mümkün değildir.
Bu, kanunu uygulanmaz kılan veya kanunun iradesi yerine yorumcu
kişinin iradesini koyan bir yorumun imkânsız olması demektir. YCK'da
rastlanan yanlışlar, çelişkiler ve eksiklikler elbette giderilmelidir. Ancak,
düzeltme, sadece kanun hükmünün uygulanmasını sağlamaya matuf olmalıdır.
İster akademisyen isterse uygulamacı olsun, yorumcunun kanunu düzeltmek
şeklinde bir yetkisi bulunmamaktadır. Yorumcu kişi, sadece eksiklikleri,
yanlışlıkları ve çelişkileri göstermekle yükümlüdür.
Böyle olunca, ör., 2’nci maddede yer alan "milliyet" "millî köken",
6’ncı maddede " suçun temel şeklî ", 22’nci maddede taksirin tanımı, gene
bu maddede yer alan " failin kişisel ...durumu" , 23, 87/4, 99/2 ve 3’üncü
maddeleri hükmünün birlikte nasıl uygulanacağı meselesi, 31 ve devamı
maddelerde isnat yeteneğiyle ilgili olarak yer alan " veya " bağlacı, 37.
maddede " kanunî tanımda yer alan fiilî birlikte işlemek " vs. yanlışları,
kanunun uygulanmasını sağlayacak bir biçimde yorumlanmalıdır.
Hukuk düzenimizde, düzeltici yorum, mümkün değildir.
Hâkim yanlışı ortaya koyar, düzeltemez.
Düzeltme erki kanun koyucunundur.
Burada sadece birkaç örnek verilmiştir. Kanun, yanlışlar ve eksiklikler
ile doludur. Hâkimin görevi bunları ortaya çıkarmak, kanun koyucunun
dikkatini çekmektir. Kanun koyucu uygulamaya kayıtsız kalamaz.
136
6. Anayasaya aykırılık
YCK'nın bazı hükümleri bizce Anayasaya aykırıdır.
Özellikle uygulamacılar, önlerine gelen meselelerde, anayasaya
aykırılık durumunu göz ardı etmemelidirler. Kanunu uygulanabilir kılmak
uygulamacının görevidir.
Bu bağlamda olmak üzere, biz, YCK'nın ör., 1, 20/2, 83., 127, 128,
166, 276, 278, 284, 285/4, 288, 302, 309, 311/2, vs. maddeleri hükmünün,
Anayasanın 2, 36, 38, vs. maddeleri hükmüne, çeşitli yönlerden aykırı olduğunu
düşünüyoruz.
Gerçekten, YCK'da, ne ceza kanununun amacı, ne de kalkışma
suçları (302/2, 309/2, 311/2, 312/2 ) doğru algılanmıştır.
Ceza kanununun amacı hükmü, "Jandarma devleti" ceza
hukukunu akla getirmektedir. Demokratik-liberal devlet ceza hukukları
sadece "kurulu düzeni" korumakla kalmaz, ayrıca o düzenin değişmesini ve
16
gelişmesini sağlamaya çalışır .
Kalkışma
suçlarında,
suçu
oluşturan
fiiller,
iki
kez
cezalandırılmaktadır. Bu suçların özelliği, kanunun suç saydığı başka fiillerin,
ör., adam öldürme, yol kesme, banka soyma, vs. fiillerinin bu suçların maddî
unsurunu oluşturmasıdır. Böyle olunca, düzenleme, cezanın oranlılığı ilkesini
ihlâl etmiş olmaktadır. Eğer söz konusu düzenlemelerden kalkışma
suçlarının maddî unsurunu oluşturan suçların dışında kalan diğer suçlar
anlaşılırsa, zaten bu durumda, böyle bir hükme, mantıksal olarak gerek
bulunmamaktadır. Tabiî, söz konusu hükmü bu biçimde anlarsak, elbette
hüküm anayasaya aykırı olmaz ama, gene yanlış olur, çünkü kanun, bir
yurttaşlık bilgisi kitabı değildir.
Öte yandan, daha önce istisna olarak getirilen bazı suçları ihbar
yükümlülüğü, YCK'da (mad. 278 ) istisna olmaktan çıkarılmış, kural hâline
getirilmiştir. Herkese böyle bir görev yüklemek Anayasaya (mad. 38 ) aykırıdır.
Bu hüküm, herkesi herkesin muhbiri kılar. Kaldı ki ahlâkî de değildir.
7. Sonuç
YCK, yalın bir kanun olmayı başaramamış, basit bir kanun olmuştur.
YCK, başından sonuna kadar, gerek maddelerde, gerekse madde
gerekçelerinde, fikir ve mantık hataları ile dolu bulunmaktadır.
YCK, bu hâli ile, Cumhuriyetin eseri olan Ceza hukuku bilimini ve
uygulamayı göz ardı etmiş bulunmaktadır. Kanun geçmişi silmek gayreti
içindedir.
Ancak, her şeye rağmen, kanun yürürlüktedir. Kanunu beğenmemek
lüksüne sahip değiliz. Kanunu yorumlamak, uygulanabilir hâle getirmek,
açıkçası doktrini ve uygulamayı oluşturmak zorundayız.
16
Antolisei, Age.,s. 5 vd. ; Hafızoğulları, Ceza normu, s. 5, dn.6.
137
Bunun için, izlenebilecek tek yol, reddi miras yerine, Cumhuriyet ile
birlikte oluşa gelen hukuk bilimine ve uygulamaya itibar etmektir. Kanuna
açıkça aykırı olmamak kaydıyla, eski uygulama, kanunda yer alan birçok
kurumun doğru algılanmasında, doğru anlam kazanmasında yardımcı
olacaktır. Öte yandan, Cumhuriyetin eseri olan Türk Ceza Hukuk Bilimi,
kanunda yer alan eksikliklerin, çarpıklıkların, yanlışlıkların giderilmesine,
dolayısıyla kanunun herkes tarafından doğru bir biçimde anlaşılmasına ve
uygulanmasına katkıda bulunacaktır.
Kanunu düzeltmek yorumcunun görevi değildir.
Uygulamacılar, özellikle avukatlar, YCK' un Anayasaya aykırı
gördükleri hükümlerini Anayasa Mahkemesine götürme yollarını
aramalıdırlar.
Kanunun iyi bir hâle gelmesinde herkesin çabasına ihtiyaç
bulunmaktadır.
138
ASKERÎ YARGITAY
İÇTİHATLARI
BİRLEŞTİRME
KURULU
KARARLARI
ASKERÎ YARGITAY
İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KURULU KARARI(*)
Esas No.
Karar No.
Karar Tarihi
: 2004/1
: 2004/1
: 5.3.2004
ÖZET
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 tarih
ve 1969/1-2 esas ve karar sayılı kararının sonuç kısmının 2’nci bendinin
“Hükmün yalnızca sanık lehine temyiz edilmiş olduğu hâllerde, 353 sayılı
Kanunun 207’nci maddesinde belirtilen mutlak bozma nedenleri ile suç
vasfının ve teselsül hâlinin belirlenmesindeki kanuna aykırılık hâlleri hariç
olmak üzere, a) Son karara etkisiz olan, b) Sadece cezayı ağırlaştırma
sonucunu doğuran, c) İnfaz muhakemesi ile giderilmesi mümkün olan
hukuka aykırılıkların bozma sebebi yapılmayarak, kanuna aykırılığa işaret
edilmesiyle yetinilmesine..” şeklinde değiştirilmesi ve içtihatlar arasındaki
aykırılıkların giderilmesine dair.
KONU : Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969
tarih ve 1969/1-2 esas ve karar sayılı kararının “SONUÇ” kısmının 2’nci
bendinde yer alan, “Hükme müessir olan hukukî bir kuralın uygulanmamış
olması yahut yanlış uygulanmış olması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık
teşkil eden hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile, 227’nci madde ile kabul
edilen esas dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile
her hâlde hükmün bozulması gerektiğine..” şeklindeki ibarenin yanlış yorum
ve değerlendirmelere sebebiyet vererek kararlar arasında aykırılığa yol açması
nedeniyle Askerî Yargıtay Kanununun 31/son maddesi uyarınca kaldırılması ve
içtihatlar arasındaki aykırılığın giderilmesi yönündeki Askerî Yargıtay 4’üncü
Daire Başkanının isteminin incelenmesi;
BAŞVURU NEDENİ VE İSTEM: Askerî Yargıtay 4’üncü Daire
Başkanı tarafından Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969
tarih ve 1969/1-2 esas ve karar sayılı kararının sonuç kısmının 2’nci bendinin
kaldırılması ve bu bendin yanlış yorum ve değerlendirilmesi sonucu içtihatlar
arasında oluşan aykırılıkların giderilmesi talep edildiğinden;
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu, Başkanlığın 18.2.2004
tarih ve GENSEK: 2037-203-04 sayılı Genel Kurul toplantı çağrısı uyarınca
(*)
17.05.2004 tarihli ve 25465 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmıştır.
141
5.3.2004 tarihinde saat: 09.30’da Askerî Yargıtay Başkanı Hâkim Tuğamiral
Dr.Ferhat FERHANOĞLU’nun Başkanlığında Genel Kurul Salonunda toplandı.
Yapılan yoklamada 31 üyenin hazır olduğu ve Askerî Yargıtay
Kanununun 7’nci maddesinde öngörülen çoğunluğun bulunduğu anlaşılmakla,
yapılan inceleme ve müzakere sonunda;
GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ :
BAŞVURU YETKİSİ VE ŞARTLARI :
1600 sayılı Askerî Yargıtay Kanununun 30’uncu maddesinin 1’inci
fıkrasında, “Askerî Yargıtayın bir Dairesi hukukî bir meselede kendinin
yerleşmiş bir içtihadından veya Daireler Kurulunun veya diğer bir Dairenin
yerleşmiş içtihadından ayrılmak isterse veya bir Daire ile Daireler Kurulunun
kararları arasında aykırılık bulunursa bu konudaki içtihatların birleştirilmesi
Genel Kurulun içtihatları birleştirme toplantısında karara bağlanır.” hükmü yer
almakta ve anılan Kanunun 31’inci maddesinin 1’inci fıkrasında “Askerî
Yargıtay Başkanı doğrudan doğruya veya Daire Başkanları veya Başsavcısının
gerekçeli bir yazı ile başvurması üzerine içtihatların birleştirilmesini Genel
Kuruldan ister.” denilmektedir.
Askerî Yargıtay Kanununun 31’inci maddesinin 3’üncü fıkrasında,
içtihatları birleştirme kararlarının değiştirilmesi ve kaldırılması hakkında da bu
hükümlerin uygulanacağı öngörülmüştür.
Bu durum itibariyle, Askerî Yargıtay 4’üncü Daire Başkanının
15.1.1969 tarih ve 1969/1-2 sayılı Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurul
Kararının kısmen kaldırılması ve sözü edilen kararın yanlış yorum ve
değerlendirilmesi sonucu içtihatlar arasında oluşan aykırılığın giderilmesine
dair istemde bulunmaya yetkili olduğu anlaşılmaktadır.
BAŞVURANIN İSTEMİ :
Askerî Yargıtay 4’üncü Daire Başkanı, 7.1.2004 tarihini taşıyan
yazısında, özetle,
“Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 tarih ve
1969/1-2 esas ve karar sayılı kararı hâlen hukukî varlığını sürdürmesine
rağmen; aradan geçen uzun zaman sürecinde, gerek mevzuatta meydana gelen
değişiklikler ve gerek bu kararın yorumlanmasındaki farklılıklar nedeniyle,
hükmün sadece sanık lehine temyiz edilmesi hâlinde görülen yasaya aykırılık
hâllerinin bozmayı gerektirip gerektirmeyeceği konusunda Daireler Kurulu ve
Dairelerin kararlarında farklı uygulamalar yapıldığı, kararların bir kısmında
TCK’nın 51 ve ASCK’nın 71, 73’üncü maddelerinin uygulanmaması, yanlış
uygulanması, cezanın cinsinde veya tayininde maddî hata yapılması veya eksik
ceza tayin edilmesi vs. şeklinde ortaya çıkan yasaya aykırılık hâlleri tenkit
edilmekle birlikte bozma sebebi sayılmazken, kararların bir kısmında TCK’nın
80, 61, 51, 457, ASCK’nın 71, 73, 50, 51/C maddelerinin uygulanmaması,
142
yanlış uygulanması, cezanın tayininde maddî hata yapılması veya eksik ceza
tayin edilmesi şeklinde ortaya çıkan yasaya aykırılık hâllerinin kazanılmış
hakka işaret edilerek bozma sebebi sayıldığı gözlemlenmektedir.
Temyiz davası olağan bir kanun yolu olup; yasada sayılan kişiler
tarafından açılabilmekte, bu kişiler tarafından açılmamış bir temyiz davasının
görülme imkânı bulunmamaktadır. Temyiz davasını açan kişi, mahkemece
kurulan hükmün yasaya aykırı olduğu inancını taşımakta, bu aykırılığın temyiz
davasıyla giderilmesini amaçlamaktadır.
Temyiz mercileri ise, hükmün, yargılama ve maddî ceza hukukuna
ilişkin olarak yasaya uygunluğunu denetlemekte; yasaya aykırı bir durum
olmadığını saptadığı takdirde temyiz davasını reddederken, şayet varsa
belirlediği yasaya aykırılık hâllerini ayrıca bir değerlendirmeye tâbi tutarak
sonucuna göre temyiz davasını sonuçlandırmaktadır.
ASMKYUK ve CMUK, her yasaya aykırılık hâlinin bozma sebebi
olduğunu kabul etmemiş; bunları kendi içinde ayırıma tâbi tutarak, açıkça
gösterdiği bazı yasaya aykırılık hâllerinin varlığı hâlinde hükmün mutlaka
bozulmasını öngörmüş, buna karşılık diğer yasaya aykırılık hâllerinin hükmün
esasını etkileyip etkilemediklerine bakılarak değerlendirilmesini esas almıştır.
Kanunlarımızda, yasaya aykırılık hâli: “Hukukî bir kuralın
uygulanmaması yahut yanlış uygulanması” şeklinde tanımlanmış ise de,
“hükmün esasını etkileme” hâline ilişkin bir açıklama yer almamıştır.
Uygulamada ve doktrinde bir yasaya aykırılığın hükmün esasını etkileyip
etkilemediğinin tespitinde, yapılan hatanın son kararı etkileyip etkilemediğine
bakılması gerektiği duraksamaksızın kabul edilmektedir. Şayet; belirlenen
yasaya aykırılık yapılmamış olsaydı, başka bir karara varılması mümkün
görülüyorsa, yapılan kanuna aykırı işlemin hükmün esasını etkilediği; buna
karşılık son kararın değişmeyeceği kabul ediliyorsa, yapılan hatanın hükmün
esasını etkilemediği sonucuna varılmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, belirlenen yasaya
aykırı durumun sanık aleyhine sonuç doğurup doğurmadığı ile temyiz davasını
açan kişinin sıfatı ve temyiz sebebidir. 353 sayılı Yasanın 200’üncü maddesi
uyarınca, yasada öngörülen kişiler tarafından sanık aleyhine temyiz davası
açılması hâlinde, sanık aleyhine bozma kararı verilebileceği gibi, gerektiği
takdirde sanık lehine de bozma kararı verilmesi mümkün iken; 227’nci
maddenin 3’üncü fıkrasıyla, hükmün yalnız sanık tarafından veya onun lehine
diğer kişiler tarafından temyiz edilmesi hâlinde, yeniden verilecek cezanın
önceki cezadan ağır olamayacağı hükmü getirilmiş olup; bu kural doktrinde
“aleyhe bozma yasağı” olarak adlandırılmaktadır.
Bu hükümlere göre; sanık lehine olarak son kararı etkileyebileceği
değerlendirilen her türlü yasaya aykırı durumun her hâlde bozma sebebi
sayılması, keza, sanık aleyhine temyiz davası açılmış olması hâlinde, sanık
aleyhine son kararı etkileyebileceği değerlendirilen ve ileri sürülmüş olan
yasaya aykırı hâllerin varlığı hâlinde hükmün bozulması gerektiği açıktır.
Ancak, içtihatlarımız arasındaki farklılıkların sebebi olan ve tartışılması gereken
143
husus; sanık lehine temyiz davası açılmış olan hâllerde, esasen yapılmamış
olması durumunda sanık aleyhine sonuç doğurabileceği belirlenen yasaya aykırı
durumun; bozma kararı verilmesi hâlinde dahi 227’nci maddenin 3’üncü fıkrası
ile daha fazla cezaya hükmedilmesinin yasaklanmış olması karşısında, hükmün
esasını etkileyebilecek nitelikte olup olmadığıdır.
ASMKYUK’nın 227/3 ve CMUK’un 326/son maddelerinde yer alan
hükümlerin, esasen bozmadan sonra davaya yeniden bakacak mahkemelerin
yetkilerini düzenlediği anlaşılmakta ise de; bu hükümlerin, kanunun amacı ve
sistematiği içinde, yasaya aykırılık hâllerinin “hükmün esasını etkileyip
etkilemediğinin” belirlenmesinde önemli bir ölçü teşkil ettiğinin kabul edilmesi
gerekmektedir. Aksi düşünceyle, bu hükümlerin yasalardaki yeri ve madde
başlığı dikkate alınmak suretiyle, sanık lehine temyiz davası açılmış olan
hâllerde dahi her türlü yasaya aykırılığın tespiti durumunda bozma kararı
verilmesi gerektiği sonucunun çıkarılması; hükmün esasına etkili olmayan
aykırılıkların da bozma sebebi sayılması gibi, yasanın arzu etmediği, yargılama
ve maddî ceza hukukunun ilkeleriyle bağdaşmayan ve yasanın diğer
hükümleriyle çelişen bir durum yaratacaktır. ASMKYUK, 207’nci maddesi ile
mutlak bozma nedenlerini göstermekle, 208’inci maddesiyle sanık lehine olan
hukukî kurallara aykırılığın sanığın aleyhine hükmün bozulması için diğer
kişilere hak vermediğini ifade etmekle ve son olarak 220’nci maddesiyle bazı
yasaya aykırılıkların Askerî Yargıtay tarafından düzeltilmesini istemekle, her
türlü yasaya aykırılık hâlinin bozma sebebi sayılmasını ve yeniden yargılama
yapılmasını istemediğini ortaya koymaktadır.
ASMKYUK’nın 207’nci maddesinde gösterilen yasaya mutlak aykırı
hâllerin varlığı hâlinde mutlaka bozma kararı verilmesi gerektiğinden; bu
sebeple veya mevcut olan diğer yasaya aykırılık hâllerinin hükmün esasına
etkili olduğu görülerek bozma kararı verildiği hâllerde, yeniden yapılacak
yargılamada dikkate alınması bakımından; yasa koyucunun, “cezada kazanılmış
hak” kuralına 227’nci maddede yer verdiği anlaşılmaktadır; ve bu kuralın
yasaya aykırılığın bozma sebebi sayılıp sayılmaması konusunda takdir hakkını
kullanan Askerî Yargıtay tarafından dikkate alınması gerektiği açıktır.
15.1.1969 tarihli İBK kararında da; ASMKYUK’nın 227/3’üncü
maddesinde yer alan hakkın sadece ilk hükümdeki ceza ve cezaî neticeleri
kapsadığı, bu hakkın vasfa, usule, maddî hatalara ve hatta bozma neticesi ilk
hükmün var sayılamayacağı hâllere teşmil edilemeyeceği ve kanuna aykırı olan
böyle bir hükmün onanması mânasını da içermediği belirtilmiş; buna karşılık
böyle bir hükmün mutlaka bozulması gerektiği gibi bir ifadeye yer
verilmemesinin yanı sıra, açıkça; “hükme müessir olan hukukî bir kuralın
uygulanmaması yahut yanlış uygulanmış olması hâlleri ile kanuna mutlak
aykırılık teşkil eden hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile, 227’nci madde ile
kabul edilen esas dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile
her hâlde hükmün bozulması gerektiğine...” karar verilmiştir. Bununla birlikte;
anılan kararda benzer olaylara ilişkin olarak birbirine aykırı olduğu kabul edilen
Daire kararlarının incelenmesinde; sekiz Daire kararında hizmet hâli ile tahrik,
144
teşebbüs ve teselsül hâllerinin kabul ve uygulanmasında görülen yanılmalar ile
sair maddî hataların aleyhe temyiz olmaması sebebiyle bozma nedeni
sayılmadığı; iki Daire kararında ise, tahrik uygulamasında 15 gün noksanı ile
hapse hükmedilmesi ile TCK’nın 230’uncu maddesi ile yapılan uygulamada
hapis ve para cezasına birlikte hükmedilmesi gerekirken, sadece hapis cezasına
hükmedilmiş olmasının yasaya aykırı görülerek kazanılmış hak saklı kalmak
üzere bozma kararları verildiği anlaşılmakla; sanki, anılan kararlardaki yasaya
aykırılık hâllerinin, İBK kararında da “hükme müessir olan bir kuralın
uygulanmaması yahut yanlış uygulanması” hâli olarak kabul edildiği gibi bir
sonuç çıkarmak da mümkün bulunmaktadır. Zaten, Askerî Yargıtay
uygulamaları arasındaki farklılığın ana sebebi budur ve “hükmün esasına etkili”
olan yasaya aykırılık hâlinin tanımlanması gerekmektedir.
Sanığın aleyhine sonuç doğurabilecek yasaya aykırılık hâlleri; suç
vasfında yanılgıya düşülmesi, cezanın yasada öngörülen miktarın altında eksik
veya daha hafif ceza olarak belirlenmesi, yasada belirlenmiş olan cezalardan bir
kısmına hükmedilmemiş olması, cezanın arttırılması gereken hâllerde artırım
yapılmamış olması, cezaî ehliyetsizlik veya cezayı hafifleten bir neden olmadığı
hâlde buna ilişkin hükümlerin uygulanmış olması, suç tamamlanmış olduğu
hâlde tamamlanmamış veya tam teşebbüs derecesinde kalmasına rağmen eksik
teşebbüs derecesinde kaldığının kabulüyle bunlara ilişkin hükümlerin tatbik
edilmesi, aslî fail hakkında iştirak hükümlerinin uygulanması, iştirakin
derecesinin tespitinde sanık lehine yanılgıya düşülmesi, teselsül ve tekerrür
hükümlerinin uygulanmaması, artırım ve indirim sırasında yapılan matematiksel
hatalar sebebiyle daha az cezaya hükmedilmesi, paraya çevrilmemesi veya
ertelenmemesi gereken cezanın paraya çevrilmesi veya ertelenmesi, suçun
mevsuf hâli oluştuğu hâlde daha basit hâlinden mahkûmiyet kararı verilmesi
şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Bunlardan, suçun niteliğinde yanılgıya düşülmüş olması hâlinde, cezada
kazanılmış hak korunmak suretiyle hükmün mutlaka bozulması gerektiğinde
uygulama farklılığı bulunmamakta, buna ilişkin yanılmanın hükmün esasını
etkilediği duraksamaksızın kabul edilmektedir. Dolayısıyla, bu hususun
konumuzla bir ilgisi yoktur.
Diğer yasaya aykırılık hâlleri ise, tamamen sonuç cezanın daha az
verilmesi sonucunu doğurmakta; hükmün bozulmasına karar verilmiş olması
hâlinde dahi, cezada kazanılmış hak kuralı uyarınca cezanın artırılması mümkün
bulunmamaktadır. Bozma kararının bir fayda sağlaması gerektiği ilkesi dikkate
alındığında; bu tür bozmaların, gerek infaz edilecek ceza bakımından olsun,
gerek sanığın hukukî konumunun tanımlanması bakımından olsun bir fayda
sağlamayacağı görülmektedir. Yurt çapında uygulama birliğinin sağlanması
bakımından bunun gerekli olduğu düşünülebilirse de, esasen yapılan yanlışlığın
Askerî Yargıtay ilâmında gösterilmek suretiyle bu amaca ulaşıldığı açıktır. Öte
yandan; sanık lehine açılmış bir temyiz davasının sanık aleyhine sonuç
doğuracak şekilde karara bağlanmasının, sanıkları, daha aleyhlerine bir kararla
karşılaşma korkusuyla, kendilerine bir hak olarak öngörülmüş olan bu yola
145
başvurmaktan alıkoyacağı da kabul edilmelidir. Hâlbuki, sanıkların bu hakkını
hiçbir korkuya kapılmadan kullanabilmeleri gerekmektedir.
Anayasamız, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılmasını amaçlamış ve bunun yargının görevi olduğunu açıkça
belirtmiştir. Mahkemelerin iyi çalışmasını isteme hakkı olarak da ifade edilen
“adil yargılanma hakkı”, davanın alenî ve makul bir sürede görülmesini isteme
hakkını da içermektedir.
Hukukî gerekliliğinin yanı sıra; mahkemelerin ve Askerî Yargıtayın iş
yükünün giderek artması karşısında, yargılamanın bir an önce bitirilmesi, fiilî
bir gereklilik olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Bu sebeplerle; temyiz davasının yalnız sanık tarafından veya onun
lehine yasada belirtilen diğer kişiler tarafından açılmış olması hâlinde; cezada
kazanılmış hak kuralı uyarınca, suç niteliğinin saptanmasındaki yanılgı hâli
hariç olmak üzere, daha az cezaya hükmedilmesi sonucunu doğuran yasaya
aykırılık hâllerinin, hükmün esasına etkili olmadığının kabul edilmesi, bu
sebeplerle hükmün bozulmaması ve yasaya aykırılığa işaret etmek suretiyle
onanması gerekmektedir. Yargıtayın istikrar kazanan uygulamaları da bu
doğrultuda olduğundan, bu yönde karar verilmesi hâlinde, yüksek mahkemeler
arasındaki uygulama birliğinin sağlanmasına katkı sağlanmış olacaktır.”
Şeklinde açıklamaya yer verip, sonuç olarak;
“1- Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 tarih ve
1969/1-2 esas ve karar sayılı kararının sonuç kısmının 2’nci bendinde yer alan,
“Hükme müessir olan hukukî bir kuralın uygulanmamış olması yahut
yanlış uygulanmış olması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden
hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile, 227’nci madde ile kabul edilen esas
dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile her hâlde
hükmün bozulması gerektiğine..” hükmünün, yanlış yorum ve
değerlendirmelere sebebiyet verdiği ve kararlar arasındaki aykırılığı
gideremediği anlaşıldığından, Askerî Yargıtay Kanununun 31/son maddesi
uyarınca kaldırılmasını;
2- İstem yazısında belirtilen ve ek olarak sunulan kararlar arasındaki
aykırılığın, “Hükmün yalnızca sanık lehine temyiz edilmiş olduğu hâllerde,
353 sayılı Kanunun 227/3’üncü maddesi uyarınca daha fazla cezaya
hükmedilmesi mümkün olmadığından, suç vasfının belirlenmesindeki
yasaya aykırılık hâli hariç olmak üzere, sanığa daha az ceza verilmesi
sonucunu doğuran diğer yasaya aykırılık hâllerinin bozma sebebi
yapılmayarak, yasaya aykırılığa işaret edilmesiyle yetinilmesine ve Daireler
Kurulu ile Daire kararları arasındaki aykırılıkların bu suretle
birleştirilmesine..” şeklinde karar verilmek suretiyle giderilmesini, talep
etmiştir.
146
İNCELEMEYE ESAS OLACAK KARARLAR :
A) KALDIRILMASI
TALEP
EDİLEN
İÇTİHATLARI
BİRLEŞTİRME KURUL KARARI:
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 tarih ve
1969/1-2 esas ve karar sayılı kararı ile;
“Askerî Yargıtay Başsavcılığının; hükmün, yalnız sanık tarafından veya
onun lehine askerî savcı veya nezdinde askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanı
veya kurum amiri tarafından temyiz edilmiş olması hâlinde, görülen kanuna
aykırılık sebeplerinin sanık lehine müktesep hak teşkil ettiği hususunda Askerî
Yargıtay Daireleri arasında içtihat birliği mevcut olmakla beraber, görülen
kanuna aykırılık hâllerinin bozmayı gerektirip gerektirmeyeceği hususunda
Daireler arasında farklı şekilde uygulama yapıldığı ve nitekim; 1’inci Dairenin;
10.4.1967 tarih ve 163/161 sayılı, 13.2.1967 tarih ve 64/60 sayılı, 27.2.1967
tarih ve 49/79 sayılı, 2’nci Dairenin 15.2.1967 tarih ve 78/71 sayılı, 27.2.1967
tarih ve 66/63 sayılı, 3’üncü Dairenin; 31.1.1967 tarih ve 48/47 sayılı,
14.3.1967 tarih ve 121/117 sayılı ve 4.4.1967 tarih ve 139/135 sayılı
kararlarında; hizmet hâli ile tahrik, teşebbüs ve teselsül hâllerinin kabul ve
uygulanmasında görülen yanılmalar ve sair maddî hatalar kanuna aykırı
bulunmakla beraber, aleyhe temyiz edilmediğinden bozma sebebi sayılmadığı
hâlde, 3’üncü Dairenin; 4.4.1967 tarih ve 133/134 sayılı 25.4.1967 tarih ve
180/178 sayılı kararlarında ise; tahrik maddesinin uygulanmasında 15 gün
noksanı ile hapse hükmedilmesi ve TCK’nın 230’uncu maddesi ile yapılan
uygulamada da hem hapse ve hem de para cezasına hükmedilmesi gerekirken
sadece hapse hükmedilmesi hususları kanuna aykırı görülerek kazanılmış hak
saklı kalmak üzere hükmün bozulmasına karar verilmek suretiyle 1 ve 2’nci
Daire kararları ile 3’üncü daire kararları arasında aykırılık yaratılmış
bulunduğundan bahisle, mevcut aykırılığın içtihatları birleştirme yolu ile
çözümlenmesi istenmiş ve bu istem 3’üncü Daire Başkanınca da benimsenerek
değişik uygulamaların 3’üncü Daire kararlarındaki görüş ve düşünce
istikametinde birleştirilmesi istenmiştir.
15.1.1969 tarihinde toplanan Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme
Kurulunda; Askerî Yargıtay Dairelerinin konu ile ilgili kararları ile kanunun
hükümleri okunup incelendikten ve raportör üyenin açıklamaları dinlendikten
sonra, konu ve uygulama itibariyle benzer olayları kapsayan Daire kararları
arasında aykırılık bulunduğuna oy birliği ile karar verilip işin esası görüşüldü;
Yapılan inceleme ve müzakere sonunda: G.D. : İçtihatları birleştirme
istemine konu teşkil eden mesele, özellikle doktrinde “aleyhe bozma yasağı”
(reformatio in peius) olarak nitelenen kaide ile ilgili bulunmaktadır. Bu kaide;
gerek 353 sayılı As.Yargılama Usulü Kanununun 227/3’üncü maddesinde ve
gerekse bu maddenin muadili olan C.Muh.Us.K.nun 326/3’üncü maddesinde;
(.....hüküm yalnız sanık tarafından veya sanık lehine olarak askerî savcı veya
nezdinde Askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanı veya kurum amiri ‘C.savcısı
veya 291’inci maddede gösterilen kimseler’ tarafından temyiz edilmişse yeniden
147
verilen hüküm evvelki hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır olamaz.....)
şeklinde, maddenin gerekçesinde de; (mahkûmun lehine olarak vaki temyiz
neticesinde evvelki hüküm ile tayin olunan cezadan daha ağır bir ceza tatbikî
kavaidi muadelet ve hakkı müktesep mülahazası ile kabili telif görülmemiştir.)
şeklinde, izah ve ifade edilmektedir.
Kamu düzeninin idame ve muhafazası ile ilgili bulunan ceza
tatbikatında suç, ceza ve sorumluluk kavramları arasında geniş ölçüde bir
dengesizlik ve adaletsizlik yaratan bu kaidenin, müktesep hak ve muadelet
kuralları ile izahı zor olmakla beraber, bunun sanığa tanınmış kanunî bir lütuf
olduğunda şüphe ve tereddüt bulunmamaktadır.
Buna rağmen; sözü geçen maddeye göre, sadece, ilk hükümdeki ceza ve
cezaî neticeleri kapsayan bu hakkın vasfa, usule, maddî hatalara ve hatta
bozma neticesi ilk hükmün var sayılamayacağı hâllere teşmili mümkün
görülmediği gibi bu hakkın mevcudiyeti, kanuna aykırı bulunan böyle bir
hükmün onanması manasını da tazammun etmemektedir. Nitekim; 353 sayılı
kanunun 207’nci maddesinde (.....temyiz, kural olarak hükmün kanuna aykırılığı
sebebine dayanır. Hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış uygulanması
kanuna aykırılıktır.) denildikten sonra kanuna mutlak aykırılık hâlleri 8 bent
hâlinde gösterilmiş ve bu hâllerin bozma sebebi sayılıp sayılmaması hususu
Yargıtayın takdirine de bırakılmamış olup 353 sayılı Kanunun sözü geçen
227’nci maddesi de esasen bozmadan sonrasını kapsamış bulunduğuna göre;
hükme müessir olan hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış
uygulanması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden hâllerde aleyhe
temyiz olmasa bile kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile her hâlde
hükmün bozulması zorunlu görülmüştür.
SONUÇ:
1- 353 sayılı As.Yrg.Us.K.nun 227/3’üncü maddesinin (....hüküm yalnız
sanık tarafından veya sanık lehine olarak askerî savcı veya nezdinde askerî
mahkeme kurulan kıt'a komutanı veya kurum amiri tarafından temyiz edilmişse
yeniden verilen hüküm evvelki hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır
olamaz) şeklindeki hükmünün, sadece ilk hükümdeki ceza ve cezaî neticeleri
kapsamakta olduğuna, bunun vasfa, usule, maddî hatalara ve bozma neticesi ilk
hükmün var sayılamayacağı hâllere teşmil edilemeyeceğine;
2- Hükme müessir olan hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış
uygulanmış olması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden hâllerde,
aleyhe temyiz olmasa bile 227’nci madde ile kabul edilen esas dairesinde ve
kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile her hâlde hükmün bozulması
gerektiğine ve Daire kararları arasında beliren aykırılığın bu suretle
birleştirilmesine, karar verilmiştir.
148
B) TALEP YAZISINA EKLENEN VE BİRBİRİNE AYKIRI
OLDUĞU İLERİ SÜRÜLEN DAİRELER KURULU VE DAİRELERE AİT
KARARLAR İLE SÖZCÜ ÜYENİN RAPORUNA EKLEDİĞİ AYNI
MAHİYETTEKİ KARARLAR:
1-A) Üste fiilen taarruz fiilî hizmet esnasında işlendiği hâlde ASCK’nın
91/2’nci maddesi yerine 91/1’inci maddesinin uygulanmasını aleyhe temyiz
yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen
kararlar:
2’nci Dairenin 15.2.1967 tarih ve 1967/66-63 sayılı, 2’nci Dairenin
15.2.1967 tarih ve 1967/78-71 sayılı, 3’üncü Dairenin 14.3.1967 tarih ve
1967/121-117 sayılı, 3’üncü Dairenin 4.4.1967 tarih ve 1967/139-135 sayılı,
1’nci Dairenin 10.4.1967 tarih ve 1967/163-161 sayılı, 3’üncü Dairenin
11.4.1967 tarih ve 1967/162-160 sayılı kararları.
1-B) Üste hakaret fiilî hizmet esnasında işlendiği hâlde ASCK’nın
85/1’inci maddesinin ikinci cümlesi yerine daha az cezayı öngören birinci
cümlesinin uygulanmasını ya da emre itaatsizlikte ısrar suçunun nitelikli hâli
söz konusu olduğu hâlde ASCK’nın 87/1’inci maddesinin ikinci cümlesi yerine
daha az cezayı öngören birinci cümlesinin uygulanmasını aleyhe temyiz
yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak
saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
1’inci Dairenin 26.9.2001 tarih ve 2001/810-791 sayılı, 3’üncü Dairenin
8.1.2002 tarih ve 2002/20-16 sayılı, 1’inci Dairenin 26.3.2003 tarih ve
2003/292-290 sayılı, 4’üncü Dairenin 1.4.2003 tarih ve 2003/341-337 sayılı,
3’üncü Dairenin 15.4.2003 tarih ve 2003/493-490 sayılı kararları.
2-A) Suç tamamlandığı hâlde tam teşebbüs derecesinde kaldığının ya da
tam teşebbüs derecesindeki fiilin eksik teşebbüs olarak kabulü suretiyle cezadan
sanık lehine olacak şekilde indirim yapılmasını aleyhe temyiz yokluğunda
bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
1’inci Dairenin 27.2.1967 tarih ve 1967/49-79 sayılı, 3’üncü Dairenin
14.3.1967 tarih ve 1967/108-109 sayılı kararları.
2-B) Suç tamamlandığı hâlde tam teşebbüs derecesinde kaldığının ya da
tam teşebbüs derecesindeki fiilin eksik teşebbüs olarak kabulü suretiyle cezadan
sanık lehine olacak şekilde indirim yapılmasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi
bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak
bozulmasına dair olan kararlar:
1’inci Dairenin 18.11.1998 tarih ve 1998/558-556 sayılı, 1’inci Daire
28.4.1999 tarih ve 1999/204/203 sayılı, Drl.Krl.’nun 10.6.1999 tarih ve
1999/138-128 sayılı, 1’inci Dairenin 28.6.2000 tarih ve 2000/460-459 sayılı,
1’nci Dairenin 22.11.2000 tarih ve 2000/752-748 sayılı, 1’inci Dairenin
11.12.2002 tarih ve 2002/1152-1144 sayılı kararları.
3-A) Eylemler müteselsilen işlendiği hâlde TCK’nın 80’inci maddesi
gereğince cezada artırım yapılmamasını aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
149
1’inci Dairenin 13.2.1967 tarih ve 1967/64-60 sayılı, 3’üncü Dairenin
28.3.1967 tarih ve 1967/120-125 sayılı, 4’üncü Dairenin 23.9.2003 tarih ve
2003/744-743 sayılı kararları.
3-B) Eylemler müteselsilen işlendiği hâlde TCK’nın 80’inci maddesi
gereğince cezada artırım yapılmamasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma
nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak
bozulmasına dair olan kararlar:
1’inci Dairenin 30.6.1999 tarih ve 1999/382-382 sayılı, 1’inci Dairenin
10.1.2001 tarih ve 2001/8-7 sayılı, Drl.Krl.’nun 4.12.2003 tarih ve 2003/104105 sayılı kararları.
4-A) Uygulanmaması gerektiği hâlde haksız tahrik hükümleri
uygulanarak cezadan indirim yapılmasını ya da hafif yerine ağır haksız tahrik
hükmünün uygulanmasını aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak
kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
2’nci Dairenin 7.2.1967 tarih ve 1967/56-56 sayılı, 3’üncü Dairenin
4.4.1967 tarih ve 1967/139-135 sayılı, 1’inci Dairenin 18.6.1997 tarih ve
1997/444-443 sayılı, 1’inci Dairenin 24.9.1997 tarih ve 1997/583-579 sayılı,
1’inci Dairenin 10.5.2000 tarih ve 2000/315-312 sayılı, 1’inci Dairenin
28.6.2000 tarih ve 2000/443-442 sayılı, 1’inci Dairenin 5.12.2001 tarih ve
2001/1182-1176 sayılı, 4’üncü Dairenin 14.3.2001 tarih ve 2001/215-204 sayılı,
4’üncü Dairenin 9.12.2003 tarih ve 2003/1136-1135 sayılı kararları.
4-B) Uygulanmaması gerektiği hâlde haksız tahrik hükümleri
uygulanarak cezadan indirim yapılmasını ya da hafif yerine ağır haksız tahrik
hükmünün uygulanmasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni
sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair
olan kararlar:
2’nci Dairenin 14.11.2000 tarih ve 2000/694-689 sayılı kararı.
5-A) Firar ya da izin tecavüzü eylemlerinde 6 hafta içinde kendiliğinden
dönme olgusu söz konusu olmadığı hâlde ASCK’nın 73’üncü maddesi
uygulanarak cezadan indirim yapılmasını aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
4’üncü Dairenin 19.3.2002 tarih ve 2002/292-286 sayılı, 1’inci Dairenin
22.4.2003 tarih ve 2003/392-390 sayılı, 4’üncü Dairenin 21.5.2003 tarih ve
2003/521-518 sayılı kararları.
5-B) Firar ya da izin tecavüzü eylemlerinde 6 hafta içinde kendiliğinden
dönme olgusu söz konusu olmadığı hâlde ASCK’nın 73’üncü maddesi
uygulanarak cezadan indirim yapılmasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi
bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak
bozulmasına dair olan kararlar:
1’inci Dairenin 11.3.1998 tarih ve 1998/104-103 sayılı, 1’inci Dairenin
21.2.2001 tarih ve 2001/148-145 sayılı kararları.
6) Üç sanık tarafından toplu bir şekilde işlenen askerî eşyayı çalmak
suçundan dolayı sanıkların cezasının ayrıca ASCK’nın 51/C ve 50’nci
maddeleri gereğince artırılmamasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma
150
nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak
bozulmasına dair olan kararlar:
3’üncü Dairenin 28.5.2002 tarih ve 2002/529-528 sayılı kararı.
7) Astıyla birlikte işlediği zimmet suçundan dolayı sanığın cezasının
ayrıca ASCK’nın 51/A ve 50’nci maddeleri gereğince artırılmamasını aleyhe
temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün
kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
Drl.Krl.’nun 28.1.1999 tarih ve 1999/36-18 sayılı kararı.
8) TCK’nın 456/4’üncü maddesi uyarınca yapılan uygulamada eylemin
jiletle işlenmesine karşın cezanın TCK 457’nci madde gereğince
artırılmamasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu
nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
1’inci Dairenin 25.12.1996 tarih ve 1996/836-836 sayılı kararı.
9) Savaş araç ve gereci durumunda olan askerî aracın özel menfaatte
kullanılması sabit olduğu hâlde cezanın ASCK’nın 130/2’nci maddesi uyarınca
artırılmamasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu
nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
4’üncü Dairenin 12.2.2002 tarih ve 2002/140-137 sayılı kararı.
10) Cezanın TCK’nın 251’inci maddesi yerine 281’inci maddesi
gereğince artırılmasını aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak
kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
1’inci Dairenin 11.10.2000 tarih ve 2000/591-591 sayılı kararı.
11) ASCK’nın 137’nci maddesi gereğince yapılan uygulamada temel
cezadan kusur nispetinde indirim yapılmasını aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
3’üncü Dairenin 13.10.1987 tarih ve 1987/547-523 sayılı kararı.
12-A) ASCK’nın 71’inci maddesi gereğince rütbenin geri alınması
cezasına hükmedilmemesini aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni
yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
Drl Krl.’nun 23.6.1988 tarih ve 1988/66-77 sayılı, 3’ncü Dairenin
30.4.1991 tarih ve 1991/295-284 sayılı, 1’inci Dairenin 12.3.1997 tarih ve
1997/182-181 sayılı, 1’inci Dairenin 30.4.1997 tarih ve 1997/297-295 sayılı,
1’inci Dairenin 4.2.1998 tarih ve 1998/50-49 sayılı, 3’üncü Dairenin 23.5.2000
tarih ve 2000/346-345 sayılı, 1’inci Dairenin 28.2.2001 tarih ve 2001/182-178
sayılı, 1’inci Dairenin 24.4.2001 tarih ve 2001/340-334 sayılı, 3’üncü Dairenin
12.3.2002 tarih ve 2002/209-206 sayılı, 4’üncü Dairenin 12.3.2002 tarih ve
2002/236-230 sayılı, 4’üncü Dairenin 30.4.2002 tarih ve 2002/459-453 sayılı,
1’inci Dairenin 26.6.2002 tarih ve 2002/650-648 sayılı, 3’üncü Dairenin
19.9.2002 tarih ve 2002/742-739 sayılı, 3’üncü Dairenin 1.10.2002 tarih ve
2002/853-850 sayılı, 3’üncü Dairenin 15.10.2002 tarih ve 2002/1001-990 sayılı,
4’üncü Dairenin 18.2.2003 tarih ve 2003/154-149 sayılı, 1’inci Dairenin
25.6.2003 tarih ve 2003/643-642 sayılı, 1’inci Dairenin 15.10.2003 tarih ve
2003/ 878-874 sayılı, 4’üncü Dairenin 4.11.2003 tarih ve 2003/1020-1018
sayılı, Drl.Krl.’nun 15.1.2004 tarih ve 2004/8-6 sayılı kararları.
151
12-B) ASCK’nın 71’inci maddesi gereğince rütbenin geri alınması
cezasına hükmedilmemesini aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni
sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair
olan kararlar:
3’üncü Dairenin 6.2.2001 tarih ve 2001/120-114 sayılı, 3’üncü Dairenin
26.6.2001 tarih ve 2001/514-509 sayılı, 3’üncü Dairenin 11.9.2001 tarih ve
2001/607-582 sayılı, Drl.Krl.’nun 15.11.2001 tarih ve 2001/109-105 sayılı,
3’üncü Dairenin 22.1.2002 tarih ve 2002/83-80 sayılı, Drl.Krl.’nun 18.12.2003
tarih ve 2003/114-114 sayılı kararları.
13) Birden fazla firar veya izin tecavüzü suçlarında her bir suç için
ASCK’nın 71’inci maddesi gereğince rütbenin geri alınması cezası verilmek
yerine sadece bir kez rütbenin geri alınması cezası verilmesini aleyhe temyiz
yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen
kararlar:
1’inci Dairenin 5.4.2000 tarih ve 2000/215-211 sayılı, 4’üncü Dairenin
21.10.2003 tarih ve 2003/959-956 sayılı kararları.
14) Üstünün parasını çalmak suçu sabit sayılarak mahkûmiyetine karar
verilen sanık astsubay hakkında ASCK’nın 35/A maddesi gereğince rütbenin
geri alınması cezasına hükmedilmemesini aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
5’inci Dairenin 27.6.1984 tarih ve 1984/348-330 sayılı kararı.
15) Astsubay hakkında tesis olunan 10 ay ağır hapis cezasına bağlı
olarak tard cezası yerine rütbenin geri alınması cezası verilmesini aleyhe temyiz
yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak
saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
Drl.Krl.’nun 30.4.1992 tarih ve 1992/55-56 sayılı kararı.
16) TCK’nın 303’üncü maddesine göre ceza tayin edilirken ceza süresi
kadar kamu hizmetlerinden mahrumiyet fer’î cezasına hükmedilmemesini
aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle
yetinen kararlar:
1’inci Dairenin 8.12.1999 tarih ve 1999/665-662 sayılı, 1’inci Dairenin
8.11.2000 tarih ve 2000/721-718 sayılı kararları.
17) Temel cezanın ya da artırım ve indirim sonucu elde edilen cezanın
ağır hapis yerine hapis olarak belirlenmesini aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
Drl Krl.’nun 11.5.1989 tarih ve 1989/125-131 sayılı, 1’inci Dairenin
14.4.1997 tarih ve 1997/283-281 sayılı, 1’inci Dairenin 17.4.2002 tarih ve
2002/365-361 sayılı, 4’üncü Dairenin 11.3.2003 tarih ve 2003/247-244 sayılı,
1’inci Dairenin 2.4.2003 tarih ve 2003/335-332 sayılı kararları.
18) 4551 sayılı Kanunla değişik ASCK’nın 131/1’inci maddesinin az
vahim hâl bendinde belirtilen hapis cezasının alt sınırı 6 ay hapis olduğu hâlde
temel cezanın 7 gün olarak belirlenmesini aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
1’inci Dairenin 17.4.2002 tarih ve 2002/370-366 sayılı kararı.
152
19) TCK’nın 230/1, 419 ve 455/2’nci maddeleri uyarınca hüküm
kurulurken şahsî hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte ağır para cezasına
hükmedilmemiş olmasını aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak
sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair olan
kararlar:
3’üncü Dairenin 25.4.1967 tarih ve 1967/180-178 sayılı, 1’inci Dairenin
10.6.1998 tarih ve 1998/276-275 sayılı, 5’inci Dairenin 5.5.1999 tarih ve
1999/288-280 sayılı, Drl.Krl.’nun 17.6.1999 tarih ve 1999/154-136 sayılı
kararları.
20) TCK’nın 455’inci maddesi uyarınca ceza teşdiden verilirken hapis
cezasının artırılmasına karşın para cezasının alt sınırdan verilmesini aleyhe
temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle
yetinen kararlar:
3’üncü Dairenin 15.8.1989 tarih ve 1989/340-327 sayılı, Drl.Krl.’nun
13.4.1995 tarih ve 1995/ 37-39 sayılı kararları.
21-A) Temel ceza olarak belirlenen cezadan TCK’nın 59’uncu maddesi
gereğince 1/6 oranında indirim yapıldığında hesap hatası ya da TCK’nın
30’uncu maddesine aykırı davranılarak sonuç cezanın olması gerekenden daha
az belirlenmesini aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna
aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
3’üncü Dairenin 4.4.1967 tarih 1967/133-134 sayılı, Drl.Krl.’nun
25.6.1998 tarih ve 1998/99-99 sayılı, 1’inci Dairenin 29.3.2000 tarih ve
2000/187-183 sayılı, 1’inci Dairenin 11.10.2000 tarih ve 2000/605-605 sayılı,
4’üncü Dairenin 1.11.2000 tarih ve 2000/739-736 sayılı, 4’üncü Dairenin
15.1.2002 tarih ve 2002/23-20 sayılı, Drl.Krl.’nun 7.3.2002 tarih ve 2002/20-21
sayılı, 4’üncü Dairenin 29.4.2003 tarih ve 2003/442-437 sayılı kararları.
21-B) Temel ceza olarak belirlenen cezadan TCK’nın 59’uncu maddesi
gereğince 1/6 oranında indirim yapıldığında hesap hatası ya da TCK’nın 30’ncu
maddesine aykırı davranılarak sonuç cezanın olması gerekenden daha az
belirlenmesini aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu
nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
1’inci Dairenin 24.7.1996 tarih ve 1996/510-506 sayılı, 1’inci Dairenin
11.6.1997 tarih ve 1997/419-418 sayılı, 1’inci Dairenin 31.10.2001 tarih ve
2001/1039-1019 sayılı, 3’üncü Dairenin 15.1.2002 tarih ve 2002/27-23 sayılı
kararları.
22) Hürriyeti bağlayıcı ceza yanında tayin olunan para cezasının suç
tarihi itibarıyla misli artırma sonucu 1.520.000 TL’den az olmaması gerekirken
1.000.000 TL olarak belirlenmesini aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni
yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
1’inci Dairenin 12.1.2000 tarih 2000/22-18 sayılı kararı.
23) 7 gün hapis cezası paraya çevrilirken beher gün karşılığı para
cezasının 7 ile değil 5 ile çarpılarak sonuç cezanın eksik tayinini aleyhe temyiz
yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen
kararlar:
153
1’inci Dairenin 23.1.2002 tarih ve 2002/84-82 sayılı, Drl.Krl.’nun
22.11.2001 tarih ve 2001/105-108 sayılı kararları.
24) 5 ay hapis cezası paraya çevrilirken işlem hatası yapılarak
711.828.000 TL yerine 311.828.000 TL para cezası tayinini aleyhe temyiz
yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen
kararlar:
4’üncü Dairenin 11.12.2002 tarih ve 2002/1271-1267 sayılı kararı.
25) 1 yıl 3 ay hapis cezası 647 S.Kanunun 4/1’inci maddesi uyarınca
beher gün karşılığı 2.000.000 TL’den para cezasına çevrilirken TCK’nın
30’uncu maddesine aykırı olarak 1 yıl 360 gün kabul edilip 910.000.000 TL
yerine 900.000.000 TL para cezası tayinini aleyhe temyiz yokluğunda dahi
bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak saklı tutularak
bozulmasına dair olan kararlar:
2’nci Dairenin 25.4.2001 tarih ve 2001/285-318 sayılı kararı.
26-A) Hürriyeti bağlayıcı cezanın 647 sayılı Kanunun 4’üncü
maddesine göre paraya çevrilmesi sırasında suç tarihini kapsayan takvim yılında
geçerli olan beher gün karşılığı para cezası yerine günlük daha az para cezasının
esas alınıp sonuç para cezasının olması gerekenden daha az belirlenmesini
aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle
yetinen kararlar:
4’üncü Dairenin 24.6.2003 tarih ve 2003/641-640 sayılı kararı.
26-B) Hürriyeti bağlayıcı cezanın 647 sayılı Kanunun 4’üncü
maddesine göre paraya çevrilmesi sırasında suç tarihini kapsayan takvim yılında
geçerli olan beher gün karşılığı para cezası yerine günlük daha az para cezasının
esas alınıp sonuç para cezasının olması gerekenden daha az belirlenmesini
aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün
kazanılmış hak saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
5’inci Dairenin 15.11.2000 tarih ve 2000/706-703 sayılı, 2’nci Dairenin
12.12.2000 tarih ve 2000/776-769 sayılı, 2’nci Dairenin 9.1.2001 tarih ve
2001/43-39 sayılı, 3’üncü Dairenin 9.1.2001 tarih ve 2001/56-47 sayılı, 2’nci
Dairenin 24.1.2001 tarih ve 2001/73-72 sayılı, 2’nci Dairenin 31.1.2001 tarih ve
2001/106-105 sayılı, 4’üncü Dairenin 28.2.2001 tarih ve 2001/187-180 sayılı,
1’inci Dairenin 19.6.2002 tarih ve 2002/614-611 sayılı kararları.
27) Sabıka kaydı araştırılmadan cezanın paraya çevrilip ertelenmesini
aleyhe temyiz yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle
yetinen kararlar:
3’üncü Dairenin 13.10.1987 tarih ve 1987/547-523 sayılı, Drl.Krl.’nun
30.11.2000 tarih ve 2000/172-172 sayılı kararları.
28) Tayin olunan ağır para cezasının TCK’nın 19’uncu maddesinde
belirtilen alt sınırı geçmemesine karşın 647 S. Kanunun 5’inci maddesine aykırı
olarak para cezasının taksite bağlanmasını aleyhe temyiz yokluğunda bozma
nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen kararlar:
3’üncü Dairenin 4.2.2003 tarih ve 2003/149-146 sayılı kararı.
154
29-A) Temel cezanın asgarî hadden verilmesinde, az vahim hâl
fıkrasının uygulanmasında ya da takdiri indirime gidilmesinde, hürriyeti
bağlayıcı cezanın paraya çevrilmesinde gerekçe gösterilmemesini aleyhe temyiz
yokluğunda bozma nedeni yapmayarak kanuna aykırılığa işaretle yetinen
kararlar:
3’üncü Dairenin 31.1.1967 tarih ve 1967/48-47 sayılı, Drl.Krl.’nun
7.7.1994 tarih ve 1994/ 80-80 sayılı, 1’inci Dairenin 12.11.1997 tarih ve
1997/712-708 sayılı, 1’inci Dairenin 2.12.1998 tarih ve 1998/583-582 sayılı,
1’inci Dairenin 29.5.2002 tarih ve 2002/546-543 sayılı, Drl.Krl.’nun 27.6.2002
tarih ve 2002/60-58 sayılı, 1’inci Dairenin 19.6.2002 tarih ve 2002/570-605
sayılı, 1’inci Dairenin 20.11.2002 tarih ve 2002/1061-1052 sayılı, 1’inci
Dairenin 20.11.2002 tarih ve 2002/1058-1049 sayılı, 3’üncü Dairenin 4.2.2003
tarih ve 2003/161-156 sayılı, 1’nci Dairenin 5.2.2003 tarih ve 2003/129-123
sayılı, 1’inci Dairenin 9.7.2003 tarih ve 2003/670-669 sayılı kararları.
29-B) Temel cezanın asgarî hadden verilmesinde, az vahim hâl
fıkrasının uygulanmasında ya da takdiri indirime gidilmesinde, hürriyeti
bağlayıcı cezanın paraya çevrilmesinde gerekçe gösterilmemesini aleyhe temyiz
yokluğunda dahi bozma nedeni sayarak sırf bu nedenle hükmün kazanılmış hak
saklı tutularak bozulmasına dair olan kararlar:
3’üncü Dairenin 27.3.2001 tarih ve 2001/223-229 sayılı kararı.
İNCELEME KONUSU İLE İLGİLİ MEVZUAT HÜKÜMLERİ :
Anayasanın 36’ncı maddesinde: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia
ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” ;
Anayasanın 141/4’üncü maddesinde: “Davaların en az giderle ve
mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.” ;
353 sayılı ASMKYUK’nın 207’nci maddesinde: “Temyiz, kural olarak
hükmün kanuna aykırılığı sebebine dayanır. Hukukî bir kuralın uygulanmaması
yahut yanlış uygulanması kanuna aykırılıktır. Aşağıdaki hâllerde kanuna
herhâlde aykırılık var sayılır:...” ;
CMUK’un 307’nci maddesinde: “Temyiz, ancak hükmün kanuna
muhalif olması sebebine müstenit olur. Hukukî bir kaidenin tatbik edilmemesi
yahut yanlış tatbik edilmesi kanuna muhalefettir.” ;
CMUK’un 308’inci maddesinde: “Aşağıda yazılı hâllerde kanuna
mutlak muhalefet edilmiş sayılır: ...” ;
353 sayılı ASMKYUK’nın 222’nci maddesinde: “Askerî Yargıtay
temyiz dilekçe, beyan ve lâyihasında ve tebliğnamede ileri sürülen hususları ve
bunlar dışında hükmün esasına dokunacak derecede kanuna aykırı hâllerin
bulunup bulunmadığını inceler.” ;
CMUK’un 320/1’inci maddesinde: “Yargıtay, temyiz dilekçesi ve
lâyihasında irad olunan hususlar ile temyiz talebi usule ait noksanlardan olmuş
ise temyiz dilekçesinde bu cihete dair beyan edilecek vakıalar hakkında tetkikler
155
yapabileceği gibi hükme tesiri olacak derecede kanuna muhalefet edilmiş
olduğunu görürse talepte mevcut olmasa dahi bu hususu tetkik eder.; ”
353 sayılı ASMKYUK’nın 227/3’üncü maddesinde: “Hüküm, yalnız
sanık tarafından veya onun lehine askerî savcı veya teşkilâtında askerî
mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya askerî kurum amiri tarafından temyiz
edilmiş ise, yeniden verilen hüküm, önceki hükümle tayin edilmiş olan cezadan
daha ağır olamaz.” ;
CMUK’un 326’ncı maddesinin son fıkrasında: “Hüküm, yalnız sanık
tarafından veya onun lehine Cumhuriyet savcısı veya 291’inci maddede
gösterilen kimseler tarafından temyiz edilmişse yeniden verilen hüküm, evvelki
hükümle tayin edilmiş olan cezadan daha ağır olamaz.” ;
Hükümleri yer almaktadır.
DEĞERLENDİRME :
Temyiz istemi hukukun ihlâl edildiğinin, sanık lehine veya aleyhine
dava açılmak suretiyle ileri sürülmesidir. 353 sayılı Kanunun 207’nci maddesi,
hukukun zedelenmesi kavramını kanuna aykırılık olarak açıklamakla birlikte
aynı madde içinde bunun “hukukî bir kuralın...” uygulanmaması ya da yanlış
uygulanması olduğunu belirterek, kavramın yalnız kanunlara aykırılık değil,
fakat “hukuka aykırılık” kapsamı içinde mütalâa edilmesi gerektiğini
göstermiştir.
Hukuka aykırılık, bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış
uygulanması demek olduğuna göre, hukuk kurallarına aykırılığı; 1) Usul
hukukuna ait kurallara aykırılık, 2) Maddî ceza hukukuna ilişkin kurallara
aykırılık, biçiminde bir ayırıma tâbi tutmak mümkündür (353 sayılı Kanun
mad.211, CMUK mad. 313/2).
Askerî Yargıtay, temyiz eden tarafın ileri sürdüğü gerekçelerle bağlı
olmadığından önüne gelen hükmü hem maddî ceza hukuku ve hem de usul
hukukuna uygunluk açısından inceleyebilir. Buna 353 sayılı Kanunun 211 ve
222’nci maddeleri ile CMUK’un 320’inci maddesi olanak vermektedir.
Usul hukukuna aykırılıkların birçoğu esasa tesir etmezler. Bu nedenle
bozma nedeni olmazlar. Ancak 353 sayılı Kanunun 207 ve CMUK’un 308’inci
maddesinde sayılan usule aykırı hâllerin mevcudiyeti durumunda hükmün
mutlaka bozulması gerektiği belirtilmiştir. Bunlara doktrinde mutlak bozma
nedenleri adı verilir. Mutlak temyiz nedenlerinin varolduğu durumlarda, artık
bu ihlâlin son kararı etkileyip etkilemediği araştırılmamakta, bu ihlâlin son
kararı etkilemiş olduğu bir yasal faraziye olarak önceden kabul edilmektedir.
Belirtilen hâllerin dışında diğer usule aykırılıklar esas ve son karara etki etmişse
bozma nedeni teşkil ederler. Bunlara doktrinde nispî bozma nedeni adı verilir.
Usul hukukuna ilişkin mutlak bozma nedenlerinin açıkça sayılmış
olmasına karşın, maddî ceza hukukuna ilişkin aykırılıklar yönünden kanunlarda
mutlak bozma nedeni olarak kabul edilmesi gereken hâller sayılmamış, maddî
ceza hukukuna ilişkin hukuka aykırılığın belirlenmesi ve buna göre aykırılığın
156
bozmayı gerektirip gerektirmediğinin takdiri Askerî Yargıtay’a bırakılmıştır.
Ancak bu inceleme ve takdirin ölçütünün “hükmün esasına dokunacak derecede
kanuna aykırılık hâlinin bulunup bulunmadığı” ile sınırlı olduğu, 353
S.Kanunun 222’nci maddesinde belirtilmiştir.
Buna göre, mahkemenin son kararında varolan aykırılık, mahkemenin
son kararını etkilemiş, karardaki hukukî ihlâl kararın temellerini oluşturan
hukuk normlarının aykırılığından doğmuşsa, bunun bir temyiz nedeni olarak
kabul edilmesi ve kararın bozulması gerekir. Aksine son kararda bir hukukî
ihlâl olmasına karşın, bu aykırılık son kararı etkilememiş, mahkemenin son
kararı bu ihlâl olmadığı takdirde de, değişmeyecek durumda olursa, bir temyiz
nedeninden ve bozmadan söz edilemez.
Öte yandan, temyiz yoluna sadece sanık lehine gidilmiş olsa dahi, sanık
aleyhine bozma mümkündür. Aksi görüş aleyhte temyiz olmasa da yeniden
muhakeme yapılıp hüküm verileceğinden bahseden CMUK’un 326/2’nci
maddesine aykırıdır. Ancak, bozmadan sonra yapılacak olan yargılama sonunda
eskisinden daha ağır bir ceza verilemez. Sadece sanık lehine kanun yoluna
başvurulması hâlinde sonucun aleyhte olamaması kuralı doktrinde “lehe kanun
yolu davası üzerine aleyhte değiştirmeme mecburiyeti” diye adlandırılmaktadır.
Lehe kanun yolu davası üzerine aleyhe değiştirmeme mecburiyeti sonuç ceza
bakımındandır.
Demek ki, nispî bozma nedeni olan usule aykırılıklarda olduğu gibi
maddî ceza hukukuna ilişkin hukuka aykırılıklarda da “hükmün esasına
dokunacak derecede kanuna aykırılık hâlinin bulunup bulunmadığı” araştırılıp
bozma kararı verilip verilmeyeceği bu ölçüte göre değerlendirilmelidir. Bu
değerlendirmede, temyiz yoluna sadece sanık lehine gidilip gidilmemesinin bir
önemi bulunmamakta, temyiz ister sanık lehine olsun ister bu yola sanık
aleyhine gelinsin son karara tesirsiz aykırılıklarda bozma yapılmaması
gerekmektedir.
İnceleme konusu Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun
15.1.1969 tarih ve 1969/1-2 sayılı kararı irdelendiğinde, İçtihatları Birleştirme
Kurulunun, somut olayı çözmek yerine konuyla ilgili kanun hükümlerini
tekrarlayarak kararını oluşturduğu görülmektedir.
Oysa İnceleme konusu Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurul
Kararının tesisine yol açan talep yazısında, “gerekmediği hâlde haksız tahrik
hükümlerinin uygulanması, hafif yerine ağır tahrik hükmünün uygulanması,
cezadan indirim yapılırken sanık lehine hesap hatası yapılması, suç
tamamlandığı hâlde tam teşebbüs ya da tam teşebbüs derecesindeki fiilin eksik
teşebbüs olarak kabulü, eylemler müteselsilen işlendiği hâlde TCK’nın 80’inci
maddesiyle artırım yapılmaması, 647 sayılı Kanunun 5’inci maddesine göre
taksitlerden birisinin ödenmemesi hâlinde geri kalan miktarın tamamının tahsil
edileceğinin kararda belirtilmemesi, az vahim hâlin gerekçesinin
gösterilmemesi, hizmet hâlinde işlenen üste fiilen taarruz suçunda ASCK’nın
91’inci maddesinin ikinci fıkrası yerine birinci fıkrasının uygulanması”
biçimindeki hukuka aykırılıklar söz konusu olduğunda aleyhe temyiz
157
yokluğunda bozma kararı verilip verilmeyeceğinin tespiti ve aykırı içtihatların
buna göre birleştirilmesi istendiği hâlde, sözü edilen içtihatları birleştirme
kararında bozma nedeni sayılan ya da sayılmayan hâller tek tek irdelenip
hangisinin hükme müessir olduğu belirtilmemiş, bunun yerine yukarda da
belirtildiği gibi konuyla ilgili kanun hükümlerinin ve o tarihte doktrinde egemen
olan görüşlerin ilke biçiminde kararın sonuç bölümünde belirtilmesiyle
yetinilmiştir.
Nitekim hukukî bir kuralın uygulanmaması yahut yanlış
uygulanmasının kanuna aykırılık olduğunun 353 sayılı Kanunun 207’nci
maddesi hükmü olduğu, yine aynı Kanunun 222’nci maddesinde temyizde
hükmün esasına dokunacak yani hükme müessir olacak derecedeki kanuna
aykırılık hâllerinin inceleneceği belirtilmiş, kanuna mutlak aykırılık teşkil eden
ve kanunun hükme müessir olduğunu peşinen kabul ettiği hâller ise 207’nci
maddede 8 bent hâlinde sıralanmıştır.
Öte yandan, inceleme konusu kararda da değinilen “ceza miktarı
yönünden kazanılmış hak” kavramı, lehe bozmadan sonraki aşamada ceza
miktarının sınırını belirleyen bir yargılama yasası ilkesi olup bugünkü inceleme
konumuzun dışında kalmakta ve esasen bu ilkenin uygulanmasıyla ilgili
içtihatlar arasında tam bir uyum bulunmaktadır.
Ancak, sözü edilen içtihatları birleştirme kurul kararında incelemeye
alınan daire kararlarındaki bozma ya da bozmama nedenlerinin irdelenmemesi
veya bozma nedeni olarak hükme müessir olma ölçütünün tanımlanmaması
nedeniyle, soyut nitelikteki “hükme müessir olma” ölçütü konusunda Daireler
Kurulu ve Daire kararlarında bir içtihat birliği oluşmamış, aksine bu kavrama
günümüze kadar değişik anlamlar verilerek bozma konusunda farklı içtihatlar
oluşmuştur.
İnceleme konusu içtihatları birleştirme kurul kararının kaldırılması
istenen sonuç kısmının ikinci bendinde yer alan “Hükme müessir olan hukukî
bir kuralın uygulanmamış olması yahut yanlış uygulanmış olması hâlleri ile
kanuna mutlak aykırılık teşkil eden hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile, 227’nci
madde ile kabul edilen esas dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve
şartı ile her hâlde hükmün bozulması gerektiğine” şeklindeki ibare, hükme
müessir olmayan hukuka aykırılıkların da bozma nedeni sayılması biçiminde
yaygınlaşan ve günümüze kadar giderek artan bir uygulamaya yol açmıştır.
Bu nedenle, belirtilen ibarenin uygulayıcılar tarafından farklı
yorumlanmasının içtihat aykırılıklarına neden olduğu ve bu nedenle bu ibarenin
değiştirilip ilke hâlinde yeniden belirlenmesinin ve ilke doğrultusunda mevcut
aykırılıklara çözüm bulunarak aynı zamanda ilkenin anlamlandırılmasının da
gerektiği ve bu suretle inceleme konusunun kapsamında kalan farklı içtihatların
da ilke doğrultusunda birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmış; belirtilen
ibarenin değiştirilmesinin gerekmediği görüşünde olan Kurul üyeleri
Hâk.Kd.Alb.Seyfettin YALÇIN, Hâk.Kd.Alb.İsmail Zeki ÇAĞATAY,
Hâk.Kd.Alb.Suat
SOYKAN,
Hâk.Kd.Alb.İbrahim
Halil
ALŞAN,
Hâk.Kd.Alb.Tamer KORKMAZ, Hâk.Kd.Alb.M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.Alb.
158
Erol KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb.Necdet CELKAN, Hâk.Kd.Alb.Mehmet
Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb.Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb.Metin META,
çoğunluk kararına katılmayarak karşı oy kullanmışlardır.
Hükme müessir olmayan ve dolayısıyla bozmayı gerektirmeyen hukuka
aykırılıklar konusu ile ilgili olarak öğretiye bakıldığında, KUNTER/YENİSEY
(Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, 11.Bası, 2000),
bozma nedeni sayılmayan temyiz nedenlerini ve son karara tesirsiz aykırılıklarla
ilgili görüşlerini; “Temyiz yolu, son kararın kural olarak bozulması suretiyle
aykırılığın giderilmesi için kabul edilmiş bir kanun yolu olduğundan, temyiz
davasının sebebi demek olan ‘temyiz sebebi’ ile ‘bozma sebebi’ arasında bir
fark olmamalı, başka bir söyleyişle, her hukuka aykırılık kaide olarak bozmayı
gerektirmelidir. Ancak, nispeten önemsiz bazı hâllerde, aykırılıklara ses
çıkarmamak da gerektiğinden veya ayrı bir tali dava açmak mümkün
olduğundan bazı aykırılıkların istisna olarak bozma sebebi sayılmaması da
kabul edilmiştir. Bu sebepler; 1) Son karara tesirsiz aykırılıklar: Haksız kararın
kaldırılması demek olan bozmanın işe yaraması, yani sonunda başka ve haklı
bir karar verilebilmesi lâzımdır. Eğer başka bir karar verilemeyecekse bozmanın
da anlamı yoktur. Onun için aykırılığın son karara tesirini araştırmak gerekir.
Son karar, daha önce son soruşturma safhasında yapılan muhakeme işlemlerinin
sentezi olduğundan, bu işlemlerdeki aykırılıklar çok defa son karara tesir edecek
ve onun yanlış ve dolayısıyla haksız olması sonucunu doğuracaktır. Ancak
bunun aksi de imkânsız değildir. Bu takdirde son karar doğru yani haklı
olduğundan, ona tesir etmediği kabul olunan aykırılıkların bozma sebebi
sayılmaları, muhakemenin uzamasından başka bir işe çok defa yaramayacaktır.
Son karara tesirsizlikten maksat, aykırılık yapılmasının tesir etmediğinin ve
aykırılığın kaldırılmasının da tesir etmeyeceğinin muhakkak görülmesidir. 2)
Cezanın artırılamayacağı hâllerde sadece cezayı artırmaya yol açacak
aykırılıklar: Sadece sanık lehine temyiz davası açılmışsa, bozma sonunda
verilecek ceza eskisinden ağır olamayacağından son karara tesirli olmasına
rağmen, sadece cezayı artırma sonucu doğuracak bozma kararı verilmemelidir.
3) Sadece sanık lehine konulmuş olan normlara, sanık aleyhine bozma sonucu
doğurabilecek aykırılıklar, 4) Ayrı bir tali dava açılması ile giderilecek
aykırılıklar” şeklinde açıklamakta ve sadece sanık lehine temyiz davası
açılmışsa, bozma sonunda verilecek ceza eskisinden ağır olamayacağından son
karara tesirli olmasına rağmen, sadece cezayı artırma sonucu doğuracak bozma
kararı vermenin anlamsız olacağını belirtmektedir.
Prof. Nur CENTEL/Hamide ZAFER (Ceza Muhakemesi Hukuku,
2.Bası, 2003), bozmayı gerektirmeyen hukuka aykırılıkları; “1) Mutlak temyiz
nedenleri dışında kalan ve son karara etkisi olmayan hukuka aykırılıklar
(CMUK mad. 320/1), 2) Hükmün sanığın lehine temyiz edilmesi hâlinde sadece
cezayı ağırlaştırmaya yönelik aykırılıklar, 3) Sanığa son sözün veya ek
savunmanın verilmesi gibi sanık lehine konulmuş kurallara, sanık aleyhine
bozma sonucunu doğurabilecek aykırılıklar (CMUK mad. 309), 4) Müsadere,
159
tutukluluğun mahsubu ve cezaların içtima ettirilmesi gibi, ayrı bir dava açılarak
giderilebilecek bir konudaki hukuka aykırılıklar” biçiminde açıklamaktadır.
Görüldüğü gibi, bir hükmün bozulmasını gerektirmesi bakımından
hukuka aykırılık yeterli olmayıp, aykırılığın hükmün esasına ve sonucuna tesir
etmiş veya etmesi mümkün bulunmuş olması gerektiğinden, vakıaların
belirlenen tavsiflerine göre kanun hükümlerinin uygulanması aşamasında
yapılan ve sadece cezanın artırılması sonucunu doğuracak olan ya da telâfisi
mümkün olmayan durumlara ilişkin olan hukuka aykırılıkların aleyhe temyiz
yokluğunda son karara tesirsiz aykırılıklar niteliğinde görülerek bozma nedeni
yapılmaması ve hatanın tenkitiyle yetinilmesi gerektiği, buna karşın suç
vasfının belirlenebilmesine esas olan maddî vakıanın tespiti ve hukukî tavsif
kapsamında kalan hukuka aykırılıkların ise hükmün esasına tesir ettiğinin
kabulüyle aleyhe temyiz yokluğunda dahi bozma nedeni sayılması gerektiği
sonucuna varılmış; istem yazısında belirtilen ve yukarda tasnifleri yapılan
hukuka aykırılıklar tek tek incelenerek bunların bozma nedeni sayılıp
sayılmayacağına aşağıda belirtilen biçimde karar verilmiştir.
1) Aleyhe temyiz yokluğunda, üste fiilen taarruz ya da üste hakaret fiilî,
hizmet esnasında işlendiği hâlde ASCK’nın 91 ve 85’inci maddelerinin hizmet
hâlini düzenleyen fıkrası yerine eylemin basit hâlinin cezasını düzenleyen
fıkrasının uygulanması şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir
olmadığı sonucuna varılarak bozma nedeni sayılmamasına, Başkan Hâk.Tuğa.
Dr. Ferhat FERHANOĞLU ile Kurul üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin YALÇIN,
Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd.Alb.Suat SOYKAN, Hâk.Kd.
Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb.Tamer KORKMAZ, Hâk.Kd.Alb. M.
Atilla ÖZMERT, Hv.Hâk.Kd.Alb. İbrahim DEMİR, Hâk.Kd.Alb. Erol
KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Hasan DENGİZ, Hâk.Kd.Alb. Necdet
CELKAN, Hâk.Kd.Alb. Mehmet Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb. Gürcan
GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı
oyu nedeni ile oy çokluğu (16/15) ile karar verilmiştir.
2) Aleyhe temyiz yokluğunda, suç tamamlandığı hâlde tam teşebbüs
derecesinde kaldığının ya da tam teşebbüs derecesindeki fiilin eksik teşebbüs
olarak kabulü suretiyle cezadan sanık lehine olacak şekilde indirim yapılması
şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna varılarak
bozma nedeni sayılmamasına, Kurul üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin YALÇIN,
Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN, Hâk.Kd.
Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.Alb.
Hasan DENGİZ, Hâk.Kd.Alb. Necdet CELKAN, Hâk.Kd.Alb. Mehmet Sadık
LİMAN, Hâk.Kd.Alb. Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı
oyu nedeni ile oy çokluğu (21/10) ile karar verilmiştir.
3) Aleyhe temyiz yokluğunda, müteselsilen işlenen eylemlerde
TCK’nın 80’inci maddesinin uygulanmaması şeklindeki kanuna aykırılıkların
hükme müessir olduğu sonucuna varılarak bozma nedeni sayılmasına, Kurul
üyeleri Hâk.Kd.Alb. Ali KURŞUN, Hâk.Kd.Alb. M.Münip EMRE, Hv.Hâk.Kd.
Alb. Necmettin ÖZKAN, Hâk.Kd.Alb. Mehmet KAPUSUZ, Hâk.Kd.Alb.
160
Recep SÖZEN, Hâk.Kd.Alb. Ahmet ALKIŞ, Hâk.Kd.Alb. Kemal BAL,
Hâk.Kd.Alb.Dr. Mehmet Ali UZUN, Hâk.Kd.Alb. Bilgin AK, Dz.Hâk.Kd.Alb.
Ramazan ŞAFAK ve Hâk.Alb. Cemil KAYILIOĞLU’nun karşı oyu nedeni ile
oy çokluğu (20/11) ile karar verilmiştir.
4) Aleyhe temyiz yokluğunda, uygulanmaması gerektiği hâlde haksız
tahrik hükümleri uygulanarak cezadan indirim yapılması ya da hafif yerine ağır
haksız tahrik hükmünün uygulanması şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme
müessir olmadığı sonucuna varılarak bozma nedeni sayılmamasına, Kurul
üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin YALÇIN, Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY,
Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN, Hâk.Kd.Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb.
M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.Alb. Erol KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Hasan
DENGİZ, Hâk.Kd.Alb. Necdet CELKAN, Hâk.Kd.Alb.Mehmet Sadık LİMAN,
Hâk.Kd.Alb. Gürcan GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb.
Metin META’nın karşı oyu nedeni ile oy çokluğu (19/12) ile karar verilmiştir.
5) Aleyhe temyiz yokluğunda, firar ya da izin tecavüzü eylemlerinde 6
hafta içinde kendiliğinden dönme olgusu söz konusu olmadığı hâlde ASCK’nın
73’üncü maddesi uygulanarak cezadan indirim yapılması şeklindeki kanuna
aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna varılarak bozma nedeni
sayılmamasına, Kurul üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin YALÇIN, Hâk.Kd.Alb.
İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN, Hâk.Kd.Alb. İbrahim
Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.Alb.Erol
KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Hasan DENGİZ, Hâk.Kd.Alb. Necdet
CELKAN, Hâk.Kd.Alb. Mehmet Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb. Gürcan
GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı
oyu nedeni ile oy çokluğu (19/12) ile karar verilmiştir.
Aleyhe temyiz yokluğunda;
6) Üç sanık tarafından toplu bir şekilde işlenen askerî eşyayı çalmak
suçundan dolayı sanıkların cezasının ayrıca ASCK’nın 51/C ve 50’nci
maddeleri gereğince artırılmaması;
7) Astıyla birlikte işlediği zimmet suçundan dolayı sanığın cezasının
ayrıca ASCK’nın 51/A ve 50’nci maddeleri gereğince artırılmaması;
şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna
varılarak bozma nedeni sayılmamasına, Kurul üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin
YALÇIN, Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd. Alb. Suat SOYKAN,
Hâk.Kd.Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.
Alb.Erol KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Necdet CELKAN, Hâk.Kd.Alb.
Mehmet Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb. Gürcan GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri
NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı oyu nedeni ile oy çokluğu
(20/11) ile karar verilmiştir.
8) Aleyhe temyiz yokluğunda, TCK’nın 456/4’üncü maddesi uyarınca
yapılan uygulamada eylemin jilet gibi kesici bir aletle işlenmesine karşın
cezanın TCK 457’inci madde gereğince artırılmaması şeklindeki kanuna
aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna varılarak bozma nedeni
sayılmamasına, Başkan Hâk.Tuğa. Dr.Ferhat FERHANOĞLU ile Kurul üyeleri
161
Hâk.Kd.Alb. Seyfettin YALÇIN, Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY,
Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN, Hâk.Kd.Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb.
Tamer KORKMAZ, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.Alb. Erol
KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Hasan DENGİZ, Hâk.Kd.Alb.Necdet
CELKAN, Hâk.Kd.Alb. Mehmet Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb.Gürcan
GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı
oyu nedeni ile oy çokluğu (17/14) ile karar verilmiştir.
Aleyhe temyiz yokluğunda,
9) Savaş araç ve gereci durumunda olan askerî aracın özel menfaatte
kullanılması sabit olduğu hâlde cezanın ASCK’nın 130/2’nci maddesi uyarınca
artırılmaması,
10) Cezanın TCK’nın 251’inci maddesi yerine 281’inci maddesi
gereğince artırılması,
11) ASCK’nın 137’nci maddesi gereğince yapılan uygulamada temel
cezadan kusur nispetinde indirim yapılması,
12) ASCK’nın 71’inci maddesi gereğince rütbenin geri alınması
cezasına hükmedilmemesi,
13) Birden fazla firar suçlarında her bir suç için ASCK’nın 71’inci
maddesi gereğince rütbenin geri alınması cezası verilmek yerine sadece bir kez
rütbenin geri alınması cezası verilmesi,
14) Üstünün parasını çalmak suçu sabit sayılarak mahkûmiyetine karar
verilen sanık astsubay hakkında ASCK’nın 35/A maddesi gereğince rütbenin
geri alınması cezasına hükmedilmemesi,
15) Astsubay olan sanık hakkında tesis olunan 10 ay ağır hapis cezasına
bağlı olarak tard cezası yerine rütbenin geri alınması cezası verilmesi,
16) TCK’nın 303’üncü maddesine göre ceza tayin edilirken ceza süresi
kadar kamu hizmetlerinden mahrumiyet fer’i cezasına hükmedilmemesi,
şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna
varılarak bozma nedeni sayılmamasına, Kurul üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin
YALÇIN, Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN,
Hâk.Kd.Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.
Alb. Erol KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Necdet CELKAN, Hâk.Kd.Alb.
Mehmet Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb. Gürcan GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri
NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı oyu nedeni ile oy çokluğu
(20/11) ile ve 4551 sayılı Kanunla değişik ASCK’ya göre 4551 sayılı Kanunun
yürürlük tarihinden itibaren astsubaylar hakkında tard ve rütbenin geri alınması
cezası verilemeyeceğinden bu konudaki içtihatların birleştirilmesine gerek
kalmadığına oybirliği ile karar verilmiştir.
17) Aleyhe temyiz yokluğunda, temel cezanın ya da artırım ve indirim
sonucu elde edilen cezanın ağır hapis yerine hapis olarak belirlenmesi
şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna varılarak
bozma nedeni sayılmamasına, Kurul üyeleri Hâk.Kd. Alb. Seyfettin YALÇIN,
Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd. Alb. Suat SOYKAN, Hâk.Kd.
Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.Alb.
162
Gürcan GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin
META’nın karşı oyu nedeni ile oy çokluğu (23/8) ile karar verilmiştir.
Aleyhe temyiz yokluğunda,
18) 4551 sayılı Kanunla değişik ASCK’nın 131/1’inci maddesinin az
vahim hâl bendinde belirtilen hapis cezasının alt sınırı 6 ay hapis olduğu hâlde
temel cezanın 7 gün olarak belirlenmesi,
19) TCK’nın 230/1, 419 ve 455/2’nci maddeleri uyarınca hüküm
kurulurken şahsî hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte ağır para cezasına
hükmedilmemiş olması,
20) TCK’nın 455’inci maddesi uyarınca ceza teşdiden verilirken hapis
cezasının artırılmasına karşın para cezasının alt sınırdan verilmesi,
21) Temel ceza olarak belirlenen cezadan TCK’nın 59’uncu maddesi
gereğince 1/6 oranında indirim yapıldığında hesap hatası ya da TCK’nın
30’uncu maddesine aykırı davranılarak sonuç cezanın olması gerekenden daha
az belirlenmesi (1 yıl 8 ay hapis yerine 20 ay hapis cezası, 1.266.666 TL yerine
1.266.000 TL ağır para cezası verilmesi vb.)
22) Hürriyeti bağlayıcı ceza yanında tayin olunan para cezasının suç
tarihi itibarıyla misli artırma sonucu 1.520.000 TL’den az olmaması gerekirken
1.000.000 TL olarak belirlenmesi,
23) 7 gün hapis cezası paraya çevrilirken beher gün karşılığı para
cezasının 7 ile değil 5 ile çarpılarak sonuç cezanın eksik tayini,
24) 5 ay hapis cezası paraya çevrilirken işlem hatası yapılarak
711.828.000.TL yerine 311.828.000 TL para cezası tayini,
25) 1 yıl 3 ay hapis cezası 647 s.Kanunun 4/1’inci maddesi uyarınca
beher gün karşılığı 2.000.000 TL’den para cezasına çevrilirken TCK’nın
30’uncu maddesine aykırı olarak 1 yıl 360 gün kabul edilip 910.000.000 TL
yerine 900.000.000 TL para cezası tayini,
26) Hürriyeti bağlayıcı cezanın 647 s.Kanunun 4’üncü maddesine göre
paraya çevrilmesi sırasında suç tarihini kapsayan takvim yılında geçerli olan
beher gün karşılığı para cezası yerine günlük daha az para cezasının esas alınıp
sonuç para cezasının olması gerekenden daha az belirlenmesi,
27) Sabıka kaydı araştırılmadan cezanın paraya çevrilip ertelenmesi,
28) Tayin olunan ağır para cezasının TCK’nın 19’uncu maddesinde
belirtilen alt sınırı geçmemesine karşın 647 s.Kanunun 5’inci maddesine aykırı
olarak para cezasının taksite bağlanması,
29) Temel cezanın asgarî hadden verilmesinde, az vahim hâl fıkrasının
uygulanmasında ya da takdiri indirime gidilmesinde, hürriyeti bağlayıcı cezanın
paraya çevrilmesinde gerekçe gösterilmemesi,
şeklindeki kanuna aykırılıkların hükme müessir olmadığı sonucuna
varılarak bozma nedeni sayılmamasına, Kurul üyeleri Hâk.Kd.Alb. Seyfettin
YALÇIN, Hâk.Kd.Alb. İsmail Zeki ÇAĞATAY, Hâk.Kd.Alb. Suat SOYKAN,
Hâk.Kd.Alb. İbrahim Halil ALŞAN, Hâk.Kd.Alb. M.Atilla ÖZMERT, Hâk.Kd.
Alb. Erol KÜÇÜKARSLAN, Hâk.Kd.Alb. Necdet CELKAN, Hâk.Kd.Alb.
Mehmet Sadık LİMAN, Hâk.Kd.Alb. Gürcan GÜRDAL, Hâk.Kd.Alb. Nuri
163
NECİPOĞLU ve Hâk.Yb. Metin META’nın karşı oyu nedeni ile oy çokluğu
(20/11) ile ve TCK’nın Ek-4 ve 4421 sayılı Kanunla değişik Ek-2’nci
maddelerine göre TCK’nın 455’inci maddesine göre verilmesi gereken para
cezasının alt ve üst sınırı bulunmayan sabit bir ceza hâline gelmesi nazara
alınarak para cezasının teşdiden verilip verilmeyeceği konusundaki içtihatların
birleştirilmesine gerek kalmadığına oybirliği ile karar verilmiştir.
SONUÇ:
1) Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 15.1.1969 tarih ve
1969/1-2 esas ve karar sayılı kararının sonuç kısmının 2’nci bendinde yer alan
“Hükme müessir olan hukukî bir kuralın uygulanmamış olması yahut
yanlış uygulanmış olması hâlleri ile kanuna mutlak aykırılık teşkil eden
hâllerde, aleyhe temyiz olmasa bile, 227’nci madde ile kabul edilen esas
dairesinde ve kazanılmış hak saklı tutulmak kayıt ve şartı ile her hâlde
hükmün bozulması gerektiğine…” şeklindeki ibarenin “Hükmün yalnızca
sanık lehine temyiz edilmiş olduğu hâllerde, 353 sayılı Kanunun 207’nci
maddesinde belirtilen mutlak bozma nedenleri ile suç vasfının ve teselsül
hâlinin belirlenmesindeki kanuna aykırılık hâlleri hariç olmak üzere, a)
Son karara etkisiz olan, b) Sadece cezayı ağırlaştırma sonucunu doğuran,
c) İnfaz muhakemesi ile giderilmesi mümkün olan hukuka aykırılıkların
bozma sebebi yapılmayarak, kanuna aykırılığa işaret edilmesiyle
yetinilmesine...” şeklinde değiştirilmesine,
2) Askerî Yargıtay 4’üncü Daire Başkanının talep yazısında belirtilen
ve 29 başlık altında toplanan içtihatlardaki hukuka aykırılıkların, hükmün
esasına dokunacak derecede kanuna aykırı olup olmadıklarının yukarda
belirtilen şekilde belirlenmesi suretiyle giderilerek farklı içtihatların bu şekilde
birleştirilmesine, oy çokluğuyla karar verildi. 5.3.2004
164
DAİRELER KURULU
VE
DAİRE KARARLARI
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 3
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/13
K.No. : 2004/30
T.
: 21.1.2004
ÖZET
Görevli olduğu askerlik şubesine gece vakti alkollü olarak
gelen sanık sivil memurun nöbetçi astsubay tarafından ikaz edilmesi
üzerine aralarında hizmet ilişkisi kurulduğundan, sanığın astsubaya
yönelik hakaret ve fiilî taarruz eylemleri amire hakaret ve amire
fiilen taarruz suçlarını oluşturur.
Sanık emekli Devlet memuru M.K.’nin 26 Ağustos 2001 tarihinde;
1. Piyade Onbaşı B.O.’ya karşı görevli memura mukavemet suçunu
işlediği kabul edilerek, TCK’nın 258/1, 59/2 ve 647 sayılı Kanunun 4’üncü
maddeleri uyarınca, 711.828.000 lira ağır para cezası ile mahkûmiyetine;
2. Piyade Astsubay Çavuş B.T.’ye karşı görevli memura şiddet ve
tehditle hakaret suçunu işlediği kabul edilerek TCK’nın 266/1, 269, 267, 59/2
ve 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddeleri uyarınca, 118.638.000 lira ağır para
cezası ile mahkûmiyetine;
Cezaların içtimaı ile sonuçta 1.067.742.000 lira ağır para cezası ile
mahkûmiyetine ve bu para cezasının sanıktan on eşit taksitte alınmasına karar
verilmiştir.
Dosya içeriğinden; olay tarihinde Devrek Askerlik Şubesi Başkanlığı
emrinde Devlet memuru olarak görevli olan sanığın gece saat 01.30 sıralarında
askerlik şubesine geldiği ve kapı nöbetçisi P.Onb.B.O.’ya Astsubay B.T.’yi
sorduğu, Onbaşı B.O.’nun sanığın alkollü olduğunu fark ederek içeriye almak
istemediği, sanığın buna rağmen nöbetçinin elindeki zinciri iterek şube binasına
girdiği ve doğruca er gazinosuna gittiği, bu sırada şube binasında çalışmakta olan
Astsubay B.T.’nin zincir sesini duyarak gazinoya indiği, sanığın alkollü
olduğunu görerek şubede bulunamayacağı konusunda ikaz ettiği, sanığın mağdur
astsubaya “Sen bana karışamazsın. Sana mı soracağım o.... çocuğu?” şeklinde
sözler sarf ettiği ve üzerine yürüdüğü, Astsubay B.T’nin gırtlağına sarıldığı,
araya girenler tarafından sanıkla mağdurun ayrıldıkları, olayı Şube Başkanına
iletmeye giden Astsubay B.T’ye “İn aşağıya, seni bekliyorum, a.. koyacağım,
şerefsiz.” şeklinde sözler sarf ettiği, olay yerine gelen polis ekiplerince sanığın
karakola götürüldüğü ve orta derecede alkollü olduğunun saptandığı, Astsubay
167
B.T.’nin yapılan muayenesinde boyun bölgesinde iki adet ekimoza
rastlandığının, ancak iş ve gücünden kalmadığının belirtildiği anlaşılmaktadır.
Eylemlerin yukarıda özetlenen biçimde geliştiği dosyada bulunan
delillerden anlaşılmış ve sübut yönünden herhangi bir duraksama bulunmadığı
görülmüştür.
Mahkemece sanıkla mağdur arasında astlık–üstlük ilişkisi araştırılmış,
Devrek Askerlik Şubesi Başkanlığınca mağdurun şube başkanının görevde
olmadığı zamanlarda başkan vekili olarak görev yaptığı ve başkandan sonra
şubenin en yetkili personeli olduğu, uygulanan TMK’ya göre sanığın birinci
sicil üstü olmasının gerektiği bildirilmiştir.
Dosyada bulunan ve Devrek Askerlik Şubesi Başkanlığınca da
uygulanan 28 Haziran 2001 tarihli TMK:60-778’in personel açıklaması
bölümünde, kısım amiri görevindeki astsubayların kısmındaki sivil memurların,
kısım teşkili olmayan askerlik şubelerinde ise bütün sivil memurların birinci
sicil amiri olduğu belirtilmektedir.
Uygulanan TMK’ya göre askerlik şubesinde kısım teşkili bulunmadığı
saptandığından mağdur astsubayın şubedeki bütün sivil memurların ve bu
bağlamda sanığın da amiri olduğu anlaşılmaktadır.
Gerek 353 sayılı Kanunun 10/c ve gerekse ASCK’nın 4551 sayılı
Kanunla değişik 3/1’inci maddelerinde, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk
Silâhlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personel askerî şahıs
olarak kabul edilmekle beraber; ASCK’nın 4551 sayılı Kanunla eklenen 3’üncü
maddesinin 2’nci fıkrasında Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı
Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan Devlet memurlarının asker kişi
sıfatlarının, 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanununun 115’inci maddesinde
belirtilen yükümlülükleri ile sınırlı olacağı hükmüne yer verilmiştir.
TSK İç Hizmet Kanununun 115’inci maddesinin birinci fıkrasında,
“Silâhlı Kuvvetlerde çalışan sivil memur, müstahdem, müteferrik müstahdem
ve gündelikçi sivil personel bu kanunun askerlere tahmil ettiği sorumluluk ve
hizmetlerin ifası bakımından ...” denildikten sonra, (b) bendinde, “Bütün sivil
personel emrinde çalıştıkları askerî amirlere karşı ast durumunda olup, bu
kanunun 14’üncü maddesinin asta tahmil ettiği vazifeleri aynen yapmaya
mecburdurlar. Hilâfına hareket edenler askerlerin tâbi olduğu cezaî
müeyyidelere tâbi olurlar.” denilmiştir. Bu konu TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin
717/b maddesinde de aynen tekrarlanmıştır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında Millî
Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görevli tüm sivil personelin,
Askerî Ceza Kanununda yazılı amiri tehdit, amire hakaret, amire mukavemet,
amire fiilen taarruz, emre itaatsizlikte ısrar gibi askerî cürümlerle 477 sayılı
Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu Yargılama Usulü ve Disiplin Suç ve Cezaları
Hakkında Kanunda yazılı amire saygısızlık, emre itaatsizlik, amire bilerek
doğruyu söylememek gibi disiplin suçlarını işleyebilecekleri kabul edilmiş
bulunmaktadır.
168
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görevli sivil
personel, Silâhlı Kuvvetlerin hizmet özelliği dikkate alınarak, diğer kamu
kurum ve kuruluşlarında çalışan personele göre farklı bir statüye tâbi tutulmakla
birlikte; bu statü askerlerin tâbi olduğu kurallarla da ayniyet arz etmemektedir.
Silâhlı Kuvvetlerde görevli sivil personel amirlerine karşı her zaman ast olarak
kabul edilmemiş, bu sıfatları özellikle amirleri ile olan hizmet münasebetleri ile
sınırlı tutulmuştur. Nitekim TSK İç Hizmet Kanununun 115’inci maddesinde,
Silâhlı Kuvvetlerde çalışan tüm sivil personelin sadece bu kanunun askerlere
tahmil ettiği sorumluluk ve hizmetlerin ifası bakımından askerlerin tâbi olduğu
cezaî müeyyidelere tâbi olacakları öngörülmüştür.
TSK İç Hizmet Kanununun 115/b maddesinin atıf yaptığı aynı Kanunun
14’üncü maddesinde; astın amir ve üstüne umumî adap ve askerî usullere uygun
tam bir hürmet göstermeye, amirlerine mutlak suretle itaate ve kanun ve
nizamlarda gösterilen hâllerde de üstlerine mutlak itaate mecbur oldukları, astın
muayyen olan vazifeleri, aldığı emri vaktinde yapacağı ve değiştiremeyeceği,
haddini aşamayacağı, icradan doğacak mes’uliyetin emri verene ait olacağı
belirtilmektedir. Yani ast; amirine hürmet edecek, mutlak surette itaat edecek,
muayyen vazifeleri ve aldığı emirleri vaktinde yapacak, değiştiremeyecektir.
Silâhlı Kuvvetlerde görevli tüm sivil personel, emrinde çalıştıkları askerî
amirlerine karşı aynı yükümlülüğe tâbi tutulmuşlardır.
Askerî Yargıtayın yerleşik kararlarında benimsendiği gibi, gerek Askerî
Ceza Kanununda ve gerekse 477 sayılı Kanunda astlık - üstlük ilişkisinden
doğan suçlar özel olarak düzenlenmiş ve askerî suç veya disiplin suçu hâline
getirilmiştir. Asker kişilerin astlarına veya üst ve amirlerine karşı işledikleri
askerî suçun veya disiplin suçunun benzeri olan suçlar Türk Ceza Kanununda
suç olarak yer almış olsa ve hatta daha ağır bir cezayı gerektirse bile, Askerî
Ceza Kanunu ile 477 Sayılı Kanunun özel kanun olmaları nedeniyle öncelikle
uygulanmaları zorunludur. Bu nedenle eylemlerin niteliğinin belirlenmesinde
amir-ast/maiyet ilişkisinin dikkate alınması gerekmektedir.
Olay tarihinde Devrek Askerlik Şubesi Başkanlığı kontrol nöbetçisi
olan mağdur Astsb.B.T.’nin hizmet hâlinde olduğu, sanığın gece saat 01.30
sıralarında şubeye alkollü olarak gelmesi nedeniyle mağdur tarafından alkollü
olarak gazinoda oturamayacağı konusunda uyarıldığı, böylece amir ve ast
pozisyonunda olan ikisi arasında hizmet ilişkisi doğduğu, sanığın mağdura
yönelik taarruz ve hakaretinin hizmet münasebetinden kaynaklandığı
gözetildiğinde, Astsb.B.T.’ye yönelik eylemlerin ASCK.’nın 85 ve 91’inci
maddelerinde tanımlanan amire hakaret ve amire fiilen taarruz suçlarını
oluşturduğu sonucuna varılmış ve hüküm belirtilen nedenle sanığın cezada
kazanılmış hakkı gözetilerek suç vasfından bozulmuştur.
Diğer taraftan; sanığın askerlik şubesine geldiği sırada, alkollü
olduğunu farkeden ve içeriye almak istemeyen kapı nöbetçisi P.Onb.B.O.’nun
elindeki zinciri iterek içeriye girmesi nedeniyle görevli memura mukavemet
suçunu işlediği kabul edilerek hüküm kurulmuşsa da; ortaya konulan eylemin
TCK’nın 258’inci maddesinde açıklanan biçimde cebir, şiddet veya tehdit
169
içermediği, mağdurun elindeki zincirin itilmesinin “müessir kuvvet sarfı”
derecesinde kaldığı görülmektedir.
TCK’nın 260’ıncı maddesi; “Kanun ve nizam hükümlerinden birinin
icrasına muhalefet için nüfuz ve müessir kuvvet sarfedenler... cezalandırılır.”
hükmünü içermektedir.
Öğretide cebir, şiddet veya tehdit kapsamına girmeyen müessir kuvvet
uygulamasının TCK’nın 260’ıncı maddesinde tanımlanan eylemi oluşturacağı
kabul edilmektedir. (ERMAN – ÖZEK’e atfen Vural SAVAŞ - S.
MOLLAMAHMUTOĞLU, Türk Ceza Kanunun Yorumu, Cilt: 2, Sayfa 2374).
Bu nedenle sanığın eylemleri arasındaki bağlılık da gözetilmek
suretiyle, Onbaşı B.O.’ya yönelik eyleminin TCK’nın 260’ıncı maddesinde
yazılı suçu oluşturduğu gözetilmeden yazılı şekilde hükme varılması yasaya
aykırı görülmüş ve bu hüküm de suç vasfı yönünden bozulmuştur.
170
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 30
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/14
K.No. : 2004/38
T.
: 26.2.2004
ÖZET
ASCK’nın 30’uncu maddesinin 1’inci fıkrasının B
bendindeki “gibi” kelimesi, TSK’dan çıkartılmayı gerektiren
fiillerin maddede sayılan suçlardan ibaret olduğunu, diğer deyişle
yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı suçların kanun metninde
belirtilenlerle sınırlı olduğunu ifade etmek için metne dâhil
edilmiştir. Dolayısıyla, “sarkıntılık suçu” ASCK’nın 30/B
maddesinde açıkça gösterilen suçlar arasında yer almadığından, bu
suçun faili hakkında “zorunlu TSK’dan çıkarma fer’î cezası”
uygulanamaz.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu, sarkıntılık
eyleminden dolayı mahkûmiyet kararı verilirken TSK’dan çıkarma fer’î
cezasının zorunlu olarak tatbik edilip edilemeyeceğine ilişkindir.
Daire; sarkıntılık eyleminin şeref ve haysiyet kırıcı suçlar arasında yer
almasından ötürü bu suçtan dolayı mahkûmiyet kararı verilirken astsubay olan
sanık hakkında ASCK’nın 30/B maddesi gereğince TSK’dan çıkarma fer’î
cezasının uygulanmasının kanuna uygun düştüğü sonucuna vararak,
mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar vermiş iken,
Başsavcılık, TSK’dan çıkarma fer’î cezasının ASCK’nın 30/B
maddesinde sayılan suçlardan dolayı mahkûmiyet kararı verilmesi hâlinde
uygulanabileceğini, madde metninde sarkıntılık fiilinin açıkça gösterilmemiş
olmasından ötürü bu suçtan dolayı TSK’dan çıkarma fer’î cezasının tatbikinin
Anayasamızın 38/3’üncü maddesine aykırı düştüğünü ileri sürerek, onamaya
ilişkin karara itirazda bulunmuştur.
Atılı sarkıntılık suçunun sübutu konusunda herhangi bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
Burada tartışılması gereken öncelikli husus; TSK’dan zorunlu olarak
çıkarmayı gerektiren hâllerin ASCK’nın 30/B maddesinde gösterilen suçlarla
sınırlı olup olmadığıdır.
171
Diğer bir deyişle, ASCK’nın 30/B maddesinde açıkça gösterilen suçlar
dışında yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı nitelik taşıyan diğer suçlardan
dolayı mahkûmiyet kararı verilmesi durumunda TSK’dan çıkarma fer’î
cezasının uygulanıp uygulanamayacağının çözümlenmesi gerekmektedir.
ASCK’nın 4551 sayılı Kanunla değiştirilen 30/B maddesi, subay,
astsubay, uzman jandarmalar ile özel kanunlarında bu cezanın uygulanacağı
belirtilen asker kişilerin Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, basit ve
nitelikli zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı
kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı
suçtan veya istimal ve istihlâk kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmî ihale ve alım
satımlara fesat karıştırma Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle
mahkûm olmaları hâlinde asıl ceza ile birlikte Türk Silâhlı Kuvvetlerinden
çıkarma cezasının verileceğini öngörmüştür.
ASCK’nın 30/B maddesinde yer alan bu düzenleme, 657 sayılı Devlet
Memurları Kanununun devlet memurluğuna alınma şartlarını belirleyen 48/A-5
maddesi ile içerdiği unsur ve koşullar itibariyle adeta özdeştir.
Madde metninde belirtilen suçların bir kısmı ancak memurlar tarafından
işlenebilen bir kısmı da memur olmayan kişiler tarafından işlenebilen suçlar
olarak değerlendirilse de, bu eylemlerin temelinde haksız çıkar sağlayacak bir
işleme girişme iradesi bulunmaktadır.
Kanun koyucu, bu düzenlemeyle gerek devlet memurlarının kendilerine
ya da başkalarına haksız menfaat sağlamalarının önüne geçmek, gerekse (kamu
idaresini şaibe ve olumsuz söylentilerden uzak tutmak maksadıyla) bir
memurun sahip olması gereken ahlâkî koşulları belirleyerek, yönetimde
dürüstlük ilkesini enerjik biçimde korumayı amaç edinmiştir.
ASCK’nın 30/B maddesinde tek tek sayılan zimmet, ihtilâs, irtikâp,
rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma ve dolanlı
iflas cürümleri, egemen toplumsal değerler ve yerleşik ahlâkî teamüller
açısından şeref ve haysiyet kırıcı nitelikte fiiller olduğu gibi, bu eylemleri
işleyen sanıklar açısından da yüz kızartıcı suçlar mahiyetindedir.
Prof.Dr.Eralp ÖZGEN, Prof.Dr.Nevzat TOROSLU ve Doç.Dr.
Selahattin KEYMAN; Ankara Hukuk Fakültesi Dekanlığına vermiş oldukları
5.1.1981 tarihli mütalâalarında; yüz kızartıcı suçların Devlet Memurları
Kanununun 48/A-5 maddesinde belirtilen suçlarla sınırlı sayılması gerektiğini,
ancak kanun metninde yer alan “gibi” sözcüğünün yüz kızartıcı suçların tahdidi
olmadığını ifade etmek için kullanıldığı kabul edilse dahi, nas’ı ızrar ve
sarkıntılık suçlarını yüz kızartıcı suç sayma olanağının bulunmadığını ileri
sürmüşlerdir.
Bu görüş; yüz kızartıcı suç kavramının cebrî veya hileli hareketlerle
haksız çıkar sağlamak şeklinde ele alınarak, bu kapsamda değerlendirilmesi
gerektiğini, bu unsurları ihtiva etmeyen eylemlerin işleniş biçimlerine bakılarak
yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı fiil kapsamına dâhil edilemeyeceği
esasına dayanmaktadır.
172
Devlet Memurları Kanununun 48/A-5 maddesinin uygulamasında, yüz
kızartıcı suçlarla şeref ve haysiyet kırıcı suçlar iki ayrı kategoriyi
oluşturmamaktadır.
Bu itibarla; Dairenin şeref ve haysiyet kırıcı suçların yüz kızartıcı
suçlardan ayrı ve bağımsız bir grubu ifade ettiğine ilişkin değerlendirmesinde
isabet görülmemiştir.
Gerek Anayasamızın 38’inci gerekse TCK’nın 1/1’inci maddelerinde
yer alan suçta ve cezada kanunîlik ilkesi; kimsenin işlendiği zaman yürürlükte
bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamayacağını,
kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş cezadan daha ağır bir
ceza verilemeyeceğini düzenlemektedir.
Kişilerin suç teşkil eden eylemlerin nelerden ibaret olduğunu ve
bunların karşılığı olarak hangi nitelikte aslî ve fer’î cezaların öngörüldüğünü
hiçbir tahmin, yorum veya mukayeseye gerek kalmadan önceden bilmeleri
hukuk devleti olmanın öncelikli koşullarındandır. Ceza hukukunda kıyas ve
yorum metotları ile suç veya ceza yaratılabilmesi mümkün değildir.
Suçta ve cezada kanunîlik ilkesinin 3 doğal sonucu bulunmaktadır,
bunlar sırasıyla;
1) Failin durumunu ağırlaştıran ceza kanunlarının geçmişe yürürlü
olamayacağı,
2) Maddî ceza hukukunun suç ve cezaları belirleyen hükümlerinin kıyas
yoluyla genişletilebilmesinin veya kural yaratmaya yol açacak biçimde
yorumlanmasının mümkün olamayacağı,
3) Ceza hukukunda hâkimin diğer hukuk dallarına nazaran farklı
şekilde hareket ederek, kanunî boşlukları doldurmak yerine yasayı anlamına
sadık kalacak biçimde yorumlaması gerektiğidir.
Bu itibarla; ceza hukukunda kanunda açıkça gösterilmeyen bir eylemin
suç olarak nitelendirilmesi nasıl mümkün değilse, eylemin karşılığı olarak
sarahaten belirtilmeyen aslî ve fer’î cezaların tatbikî de bir o kadar imkânsızdır.
Konuya bu açıklamalar ışığında bakıldığında;
ASCK’nın 30’uncu maddesinin 1’inci fıkrasının B bendi gereğince
TSK’dan çıkarma fer’î cezasının uygulanabilmesi için kişilerin zimmet, ihtilâs,
irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma,
dolanlı iflas suçlarından bir tanesi ile mahkûm edilmesinin zorunlu olduğu,
metinde yer alan gibi sözcüğünün başka türlü değerlendirmeye imkân verecek
biçimde genişletici bir yorumla ele alınmasına kanunî imkân bulunmadığı
sonucuna varılmıştır.
Bu anlamda gibi kelimesi TSK’dan çıkartılmayı gerektiren fiillerin
maddede sayılan suçlardan ibaret olduğunu, diğer deyişle yüz kızartıcı veya
şeref ve haysiyet kırıcı suçların kanun metninde belirtilenlerle sınırlı olduğunu
ifade etmek için kanun metnine dâhil edilmiştir.
173
Kaldı ki, mahiyet ve işleniş biçimi itibariyle vahim nitelikteki eylemleri
gerçekleştiren sanıklar hakkında TSK’dan çıkarma cezasının uygulanabilmesine
ASCK’nın 30/son maddesi yasal imkân sağlamaktadır.
Bu itibarla; Askerî Yargıtay Başsavcılığının yerinde görülen itirazının
kabulü ile onamaya ilişkin Daire kararının kaldırılmasına, mahkûmiyet
hükmünün sanık vekilinin temyizine atfen ve resen fer’î ceza uygulamasındaki
isabetsizlik nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
174
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 41
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/353
K.No. : 2004/345
T.
: 23.3.2004
ÖZET
Üstlerinin baskısı ile kışlada yasak olduğu hâlde içki içen
sanık erler, durumun yasal olmadığını bildiklerinden, ASCK’nın
41’inci maddesine göre emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlemişlerdir.
Aynı davada yargılanıp ceza alan ve temyize gelmeyen diğer sanık
Myn.Kd.Bşçvş.A.K.’nın Özel Eğitim Merkez Komutanlığı subay yemek salonu
kısım amiri olarak, sanık erlerin ise aynı komutanlıkta müzisyen olarak görevli
oldukları sırada, 23.5.2002 günü akşam saatlerinde sanık astsubayın yemek
yediği ve içki içtiği, yanında bir üsteğmen ve bir astsubay bulunduğu, sanık
astsubayın emri ile müzisyen olan sanık erlere votka kola getirildiği ve sanık
astsubayın erlere içmeleri için işaret ettiği, program bitince erleri masaya
çağırıp orada çalmalarını isteyerek yine içki içmelerini istediği ve “içeceksiniz,
bu bir emirdir, bu saatten sonra askerlik olmaz, bunu içmeyen anasının
a...görür” diyerek küfür ettiği, akabinde erlerin içkiden bir miktar içtikleri, bir
süre daha müzik icra edip karargâha doğru giderlerken, alakart restoran
önünden geçen ve sanık erlerin Bölük Komutanı olan Güv.Ütğm.A.K.’nın sanık
erleri durdurduğu, alkollü olduklarını fark ederek alkol muayenesine
gönderdiği, her üç sanığın asarı gizlenemeyecek kadar alkollü olduklarının
doktor raporlarıyla belirlendiği dosyada mevcut delillerden anlaşılmakta olup,
iddianamede sanık Astsb.A.K.’nın ASCK’nın 109/2’nci maddesinde yer alan
astına suç yapmak için emir vermek suçunu, sanık erlerin ise “birlik ve gemilere
alkollü içki getirilmesinin ve içilmesinin yasak olduğuna” ilişkin emre aykırı
hareket ederek emre itaatsizlikte ısrar etmek suçundan ayrı ayrı
cezalandırılmalarının talep edildiği, yapılan yargılama sonucu sanık
Astsb.A.K.’nın eyleminin ASCK’nın 115’nci maddesinde belirtilen memuriyet
nüfuzunu kötüye kullanmak suçunu oluşturduğu belirtilerek bu suçtan
mahkûmiyetine, diğer sanık erlerin sanık astsubayın emri üzerine içmek
zorunda kaldıkları için emre itaatsizlikte ısrar kastı ile hareket etmediklerinden
bahisle ayrı ayrı beraetlerine karar verilmiş, Komutanın temyizi üzerine
Dairemizin 15.4.2003 gün ve 2003/490-487 sayılı kararı ile, sanık
Astsb.A.K.’nın eyleminin ASCK’nın 109/2’nci maddesinde belirtilen suçu
oluşturduğu belirtilerek suç vasfından, diğer üç sanık hakkında emre
175
itaatsizlikte ısrar suçundan verilen beraet hükümlerinin ise, mevcut deliller
karşısında, eylemlerinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu belirtilerek
sübut yönünden ayrı ayrı bozulmalarına karar verilmiştir.
Askerî mahkemece, bozma ilâmına uyularak yargılamaya devam
olunmuş ve sanık erlerin ASCK’nın 87/1’inci maddesinin 1’inci cümlesinde yer
alan emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek ayrı ayrı
cezalandırılmalarına karar verilmiştir.
Diğer sanık Astsb.A.K. hakkında verilen mahkûmiyet hükmüyle ilgili
olarak temyiz vaki olmadığından, bu hüküm temyiz incelemesine konu
edilmemiştir.
Sanık erlerin, kendilerine daha önceden 18.1.2002 tarihinde imzaları
karşılığı tebliğ edilen, birlik içerisinde alkollü içki içilmeyeceğine ilişkin malûm
ve muayyen nitelik taşıyan hizmet emrine aykırı davranışta bulundukları, olay
sırasında diğer sanık astsubayın kendilerine ısrarlı bir şekilde içki içmelerini,
bunun bir emir olduğunu söyleyip, ayrıca küfür ederek, içmeleri konusunda
baskı yapması söz konusu ise de, sanıkların içki içtikleri takdirde sorumluluk
altına girebileceklerini ifade etmelerinin mümkün olduğu hâlde, bu yönde
istekte bulunmadıkları, böylece sanık erlerin birlik içerisinde içki içmenin suç
olduğunu bilmelerine rağmen getirilen alkollü içkilerden içerek, doktor
raporlarında belirtildiği şekilde alkollü olduklarının belirlenmiş olduğu
hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır.
Anayasamızın “Kanunsuz Emir” başlıklı 137’nci maddesinde “Kamu
hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden
aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun ve Anayasa hükümlerine aykırı görürse,
yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir, üstü emrinde ısrar eder
ve ancak emrini yazı ile yenilerse emir yerine getirilir, bu hâlde emri yerine
getiren sorumlu olmaz.
Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez, yerine
getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.
Askerî hizmetlerin görülmesi ve acele hâllerde kamu düzeni ve kamu
güvenliğinin korunması için kanunda gösterilen istisnalar saklıdır” şeklinde,
Askerî Ceza Kanununun “iştirak” başlıklı 41’inci maddesinde ise;
“1- Askerî cürümlerde ve kabahatlerde iştirak hâlinde, Türk Ceza
Kanununun 64’üncü den 67’nciye kadar olan maddeler hükmü tatbik olunur.
2- Hizmete müteallik hususlarda verilen emir bir suç teşkil ederse bu
suçun işlenmesinden emir veren mes’uldür.
3- Aşağıdaki hâllerde maduna da faili müşterek cezası verilir;
A. Kendisine verilen emrin hudutlarını aşmış ise,
B. Amirin emrinin adlî ve askerî bir suç maksadını ihtiva eden bir fiile
müteallik olduğu kendisince malûm ise”
Şeklinde hükümler yer almaktadır.
Bu hükümlerin ışığı altında, sanık erlerin kendilerine daha önceden
imzaları karşılığı tebliğ edilen, birlik içerisinde alkollü içki içilmeyeceğine dair
hizmete ilişkin emre aykırı davrandıkları, olayda zaruret hâlinin bulunmadığı,
176
diğer sanık astsubayın sanık erlere ısrarlı bir şekilde içki içmelerini söyleyip,
bunun bir emir olduğunu belirtip, ayrıca küfür ederek içmeleri konusunda baskı
yapması hususu gerçek ise de, sanıkların içki içme konusunda verilen emrin,
askerî bir suç maksadını ihtiva eden bir fiile ilişkin olduğunu bilmeleri ve içki
içtikleri taktirde sorumluluk altına girebileceklerini ifade etmelerinin mümkün
olduğu hâlde, askerî kuralların uygulandığı bir sosyal tesiste, sanık astsubayın
müzisyen olan sanık erlere âdetten olduğu gerekçesiyle gönderdiği ya da yanına
çağırdığında ikram ettiği içkiyi içmeleri hiçbir şekilde mazur görülmeyecektir.
Böylece, sanıkların emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğini kabul eden
askerî mahkemece, karar yerinde gösterilen yasal, haklı ve inandırıcı
gerekçelerle yazılı olduğu şekilde, alt sınırdan ve takdiri indirim hükümleri de
uygulanarak ceza tayininde usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden
herhangi bir isabetsizlik görülmemiştir.
177
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 42
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/51
K.No. : 2004/45
T.
: 12.3.2004
ÖZET
7.6.1999 tarihli görüldü belgesinde hükmün temyiz edilip
edilmediğine dair bir açıklamaya yer vermeyen adlî müşavir
açısından kanunî temyiz süresi, ASMKYUK’nın 53/1 ve 209/2’nci
maddeleri gereğince 8.6.1999 tarihinde başlayıp, 15.6.1999 günü
mesai saati bitiminde sona ermektedir. Mahkeme kıdemli hâkimince
hükme 9.6.1999 tarihinde kesinleştiğine dair şerh düşülmesi, sanığın
9.6.1999 tarihinde başlayan izin tecavüzü eyleminin mükerrer
sayılmasını gerektirmez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, atılı
izin tecavüzü eyleminin mükerrer nitelik taşıyıp taşımadığına ilişkindir.
Daire, evvelce işlediği izin tecavüzü suçundan dolayı mahkûmiyetine
karar verilen Top.Er T.Y. hakkındaki bu hükmün 7.6.1999 tarihinde komutanlık
tarafından görülüp temyiz edilmemek suretiyle 8.6.1999 tarihinden itibaren
kesinleştiğini, sanığın 9.6.1999-10.9.2003 tarihleri arasında işlediği izin
tecavüzü eyleminin bu nedenle mükerrer izin tecavüzü olarak vasıflandırılması
gerektiğini kabul ederek, izin tecavüzü suçundan dolayı verilen mahkûmiyet
kararının sanığın kazanılmış hakkı saklı tutularak bozulmasına karar vermiş
iken,
Başsavcılık, komutanlıkça gönderilen 7.6.1999 tarihli tebellüğ
belgesinde hükmün temyiz edildiği ya da edilmediği yönünde herhangi bir
açıklamanın yer almaması sebebiyle kararın ancak 1 haftalık temyiz süresinin
bitiminden itibaren kesinleştiğinin kabulü gerektiğini, bu durumda 15.6.1999
tarihinde kesinleşen hükümden evvel işlenen izin tecavüzü eyleminin ise
mükerrer nitelik taşımayacağını ileri sürerek, Daire kararına karşı itirazda
bulunmuştur.
1’inci Komd.Tug.Top.Tb.Kh.Hiz.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini
sürdüren Top.Er T.Y.’nin; 29.5.1999 tarihinde 10 gün süreyle kanunî izne
gönderildiği, aynı yıl içerisinde önceki izinlerinde kullanmış olmasından dolayı
yol hakkı bulunmayan sanığın; izin süresi sonunda birliğine dönmeyerek
9.6.1999 tarihinden itibaren izin tecavüzü durumuna düştüğü, uzunca bir
müddet birliğinden ayrı kalmasının ardından 10.9.2003 tarihinde yakalanarak
178
ele geçtiği sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında herhangi
bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Sanık T.Y.’nin; 19.1.1999-26.2.1999 tarihleri arasında izin tecavüzü
suçunu işlediği sabit görülerek, K.K.K.lığı Askerî Mahkemesinin 20.4.1999 gün
ve 1999/631-201 E.K. sayılı ilâmı ile ASCK’nın 66/1-b ve TCK’nın 59/2’nci
maddelerinin tatbikî suretiyle neticeten 10 ay hapis cezasıyla mahkûmiyetine
karar verilmiş, bu hüküm sanık ve askerî savcı tarafından temyiz edilmemiştir.
Mahkûmiyete ilişkin gerekçeli kararın 28.5.1999 tarihinde askerî
savcılık vasıtasıyla K.K.K.lığına gönderildiği, K.K.K.lığı Adlî Müşavirliğinin
imzasını taşıyan 7.6.1999 tarihli tebellüğ belgesi ile de mahkûmiyet hükmünün
görüldüğüne işaret olunarak, konuyla ilgili evrakın askerî mahkemeye
gönderildiği, askerî mahkeme kıdemli hâkimliğince hükmün “yasal süresi
içerisinde temyiz edilmediği” belirtilerek 9.6.1999 tarihinde kesinleştirildiği
dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
353 sayılı Kanunun 8’inci maddesinin son fıkrası;
“Teşkilatında askerî mahkemece kurulan kıt'a komutanı veya askerî
kurum amiri, subay ve astsubayların işledikleri suçlar dışında, diğer kişilerin
işledikleri suçlara ait suç evrakını, soruşturma yapılması istemiyle askerî
savcılığa göndermek üzere askerî hâkim sınıfından olan adlî müşavirlere yazılı
yetki verebilir. Yetki verilen konularda kıt'a komutanı veya kurum amirine
tanınan kanunî yetkiler adlî müşavirler tarafından kullanılır...” hükmünü
içermekte iken;
Aynı kanunun “Temyiz isteminin süresi ve şartları” başlığını taşıyan
209/2’nci maddesi ise, temyiz isteminin karar veya hükmün tefhiminden, tefhim
sanığın yokluğunda yapılmış ise tebliğinden itibaren 1 haftalık süre içerisinde
yapılması gerektiğini, teşkilatında askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanı veya
askerî kurum amirinin temyiz süresinin ise, hükmün gerekçesiyle birlikte
tebliğinden başlayarak 1 hafta olduğunu ayrıntılı olarak düzenlemiştir.
Üyelerden bir bölümü; ancak komutanın yazılı yetki vermesi kaydıyla
hâkim sınıfından olan adlî müşavirlerin bir kısım adlî yetkileri kullanabileceğini
belirterek, yetki belgesinin varlığının araştırılması gerektiğini beyan etmişlerdir.
Konuyla ilgili yapılan müzakere ve oylama neticesinde; resmî
nitelikteki tebellüğ belgesinin komutanın adlî yetkilerinin bir kısmının
kullanımı konusunda hâkim sınıfından olan adlî müşavire yetki verdiğinin
somut bir göstergesi olduğu, dolayısıyla da bu konuda giderilmesi gerekli
herhangi bir şüphe ve tereddüt bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Teşkilatında askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanının kendisine
verdiği yasal yetkiye dayanarak sanık T.Y. hakkındaki mahkûmiyet hükmünü
7.6.1999 tarihinde gördüğünü beyan eden Adlî Müşavir Yrd. Hâkim Yzb.A.
K.K. açısından kanunî temyiz süresi 353 sayılı Kanunun 53/1 ve 209/2’nci
maddeleri gereğince 8.6.1999 tarihinde başlayıp, 15.6.1999 günü mesai saati
bitiminde sona ermektedir. 7.6.1999 tarihini taşıyan görüldü belgesinde hükmün
temyiz edilip edilmediğine yönelik herhangi bir kayıt ya da açıklamanın yer
179
almamasından ötürü, bu hakkın yasanın imkân verdiği son ana kadar
kullanılabileceği açıktır.
ASCK’nın 42’nci maddesinin açık hükmü karşısında izin tecavüzü
suçunda tekerrür hükümlerinin uygulanabilmesi için; izin tecavüzü suçuyla
ilgili bir hükmün kesinleşerek kısmen veya tamamen infaz edilmesi, 5 yıllık
süre içerisinde ikinci bir izin tecavüzü eyleminin işlenmesi gerekmektedir.
Sanık T.Y.’nin 19.1.1999-26.2.1999 tarihleri arasında işlediği ilk izin
tecavüzü suçuyla ilgili mahkûmiyet hükmünün 15.6.1999 tarihinde kesinleşmiş
olmasından ötürü 9.6.1999-10.9.2003 tarihleri arasında işlenen ikinci izin
tecavüzü suçunun ASCK’nın 42’nci maddesi anlamında mükerrer izin tecavüzü
olarak değerlendirilemeyeceği sonucuna varılarak, isabetli görülen Başsavcılık
itirazının kabulü ile bozmaya ilişkin kararın kaldırılmasına, dosyanın temyiz
incelemesine devam edilmek üzere Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
180
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 45
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/827
K.No. : 2004/845
T.
: 5.10.2004
ÖZET
Bakaya isnadı ile ilgili olarak Yehova Şahidi inancına sahip
olduğunu ve sivil olması nedeniyle hakkında ASCK’nın 45’inci
maddesinin uygulanamayacağını ileri süren sanığın bu savunmasına
AİHS ve Anayasa hükümleri karşısında itibar olunamaz.
Askerî mahkeme; sanığın 1-24 Aralık 2003 tarihleri arasında bakaya
suçunu işlediğini kabul ederek, eylemine uyan ASCK'nın 63/1-A (yedi günden
sonra üç ay içinde gelenler cümlesi) ve TCK'nın 59/2’nci maddeleri gereğince
iki ay on beş gün hapis cezası ile mahkûmiyetine, karar vermiştir.
Sanık Yehova Şahidi inancına sahip olduğunu, inancı gereği askerlik
yapamayacağını, bu nedenle askerlik şubesinde sevk evraklarını
imzalamadığını, zorla asker edilmek istendiğini, bunun insan haklarına aykırı
olduğunu, yasalarda eyleminin karşılığı olan bir suç bulunmadığını, kılıfına
uydurularak bakaya kabul edildiğini, kasten veya kazaen geç kalmadığını,
bakaya suçu işlemediğini, asker kişi sıfatı taşımadığı için ancak,
ASMKYUK’nın 11’inci maddesi uyarınca askerî mahkemede yargılanıp
hakkında sadece ASCK’nın 63’üncü maddesinin uygulayabileceğini, aynı
Kanunun 45’inci maddesinin tatbik edilemeyeceğini, tüm bakaya eylemlerinin
TCK’nın 80’inci maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini,
hükmolunan hapis cezası hakkında 647 sayılı Kanunun lehine olan
hükümlerinin, ayrıca ASMKYUK’nın 246’ncı maddesinin uygulanması
gerektiğini belirterek ve duruşma talepli olarak süresinde temyiz etmiştir.
Sanığın mahkûmiyetine ilişkin hükmün ağır cezalı işlere ilişkin
olmaması nedeniyle, temyiz incelemesinin duruşmalı yapılması talebi yasal ve
yerinde görülmediğinden, inceleme dosya üzerinden yapılmıştır.
Dosyada mevcut belge ve beyanlardan; 19.9.1969 doğumlu olup,
30.09.1996 tarihinde Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun olan
sanığın, 6.1.1997 tarihinde son yoklaması yapılıp, 7.1.1997 tarihinde yedek
subay aday adayı olarak askerliğine karar alındığı, kendisine tebliğ edilen
askerlik durum belgesinde 97/01’inci grup Yedek Subay aday adayı olarak
muhtemel celp döneminin Mart 1998 olduğunun belirtildiği, Mart 1998
tarihinden Ağustos 2003 tarihine (dâhil) kadar olan celp dönemlerinde daha
181
önce askerlik şubesine başvurup sevkini yaptırmadığı için bakaya suçundan
hakkında müteaddit kez soruşturma ve yargılama yapıldığı, en son Aralık 2003
celp dönemine tâbi olduğu, 1076 sayılı Kanunun Ek-6’ncı maddesi uyarınca
TRT vasıtası ile ilânen yapılan Aralık 2003 celp dönemine ilişkin tebligatın
1/D-(2) maddesi kapsamına girmesi nedeniyle, en geç 21.11.2003 günü mesai
saati sonuna kadar askerlik şubesine başvurup sevk evrakını alması gerekirken
bu hususa riayet etmediği, 24.12.2003 tarihinde askerlik şubesine başvurarak
ifade verdiği, böylece 21.11.2003-24.12.2003 tarihleri arasında bakaya kaldığı,
maddî olay olarak sübut bulmaktadır.
Sanığın savunması ve temyizinde ileri sürdüğü hususlar karşısında, bu
konu ile ilgili yasal düzenlemelere baktığımızda;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9’uncu maddesinde;
"1. Her şahıs düşünme, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din
veya kanaat değiştirme hürriyetini ve alenen veya hususî tarzda ibadet ve ayin
veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini veya
kanaatini açıklamak hürriyetini kapsamı içine alır.
2. Din veya kanaatleri açıklama hürriyeti demokratik bir toplumda
ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya genel ahlâkın,
ya da başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zorunlu olan tedbirlerle
ve kanunla sınırlandırılabilir."
Şeklinde kurallara yer verilmiştir. İç hukukumuza dönüldüğünde ise;
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası;
Madde 10- "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz…"
Madde 12 "Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez,
vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.
Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere
karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder."
Madde 13 "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar Anayasanın sözüne ve ruhuna
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz"
Madde 24- "Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir…"
Madde 72- "Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin
Silâhlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya
getirilmiş olduğu kanunla düzenlenir."
Hükümleri yer almaktadır.
Askerlik hizmeti ile ilgili düzenlemeleri içeren;
1076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askerî Memurlar Kanununun
1’inci maddesinde "Yedek subay…seferde muhtelif kadro boşluklarını
doldurmak maksadıyla yapılmıştır. Bu sınıfa ayrılanlar hazar vaktinde
yetiştirilmek üzere talim ve manevralarda bulundurulur."
182
1111 sayılı Askerlik Kanununun 1’inci maddesinde "Türkiye
Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmaya
mecburdur."
2 nci Maddesinde "Askerlik çağı her erkeğin…yirmi yaşına girdiği sene
Ocak ayının birinci gününden başlayarak 41 yaşına girdiği sene Ocak ayının
birinci gününde bitmek üzere en çok yirmi bir sene sürer…"
1632 sayılı Askerî Ceza Kanununun 63/1-A madde ve bendinde "Kabul
edilecek bir özrü olmadan barışta bakayalarla, yoklama kaçağı veya saklılardan
yaşıtlarının veya birlikte işleme bağlı arkadaşlarının ilk kafilesi yollanmış
bulunanlar... ….. cezalandırılır."
45’inci maddesinde "Bir şahsın hareketini vicdanına veya dinine
göre lâzım saymış olması, yapmak veya yapmamakla vukua gelen bir
suçun cezayı mucip olmasına mani teşkil etmez."
Hükümleri yer almaktadır.
Yukarıda izah edildiği üzere;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9’uncu maddesinin 1’inci
bendinde her şahsa düşünme, vicdan ve din hürriyeti tanındıktan sonra,
maddenin 2’nci bendinde bu hakların demokratik toplumlarda kamu güvenliği,
kamu düzeni….başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zorunlu olan
tedbirlerle kanunla sınırlandırabileceği kabul edilmiştir. Her Devletin ülke
savunması için gerekli tedbirleri almasının, kamu düzeni, kamu
güvenliği…başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zorunlu bir tedbir
olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Aksi takdirde o Devletin varlığını
sürdürmesi olanaksız hâle gelir. Etnik, dinî, siyasî ve ekonomik nedenlere
dayalı ihtilaf ve mücadelelerin, silâhlı çatışmaların devam ettiği bir coğrafyanın
ortasında bulunan Türkiye Cumhuriyeti'nin de ülke savunması için gereken
tedbirleri alması en başta gelen görevi olmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti de
ülkenin savunması için Devletin ve toplumun ihtiyaç ve gerçeklerini dikkate
alarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her erkeğin zorunlu asker olacağı esasını
benimsemiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 1 Temmuz 1997 tarih (61/1996/
680/870) sayılı, “KALAÇ-TÜRKİYE DAVASI”nda “25…son olarak
Türkiye'de ister Müslüman ister başka inançlara sahip olsun, Silâhlı
Kuvvetlerde görev yapan herkese dininin gereklerini yerine getirme imkânı
sağlanmıştır. Bununla birlikte, 9’uncu maddenin sağladığı koruma bir hizmet
görevlisine ilişkin davada, üyelerinin faaliyetlerinin ordudaki hiyerarşik dengeyi
bozması muhtemel olan fundamentalist bir hareketin üyeliği yönünde
genişletilemez….27.Mahkeme din özgürlüğünün esas olarak bireysel bir vicdan
meselesi olduğunu yinelemekle beraber, bir kişinin sadece toplum önünde
kendisiyle aynı görüşü paylaşan kişilerle değil, tek başına ve özel olarak da
dinini açıklama hürriyetine sahip olduğunu belirtmiştir (bk.25 Mayıs 1993
tarihli Kokkinakis-Yunanistan davası Seri A,S.17,P,31) madde 9 ibadet ve ayin
veya öğretimini yapmak suretiyle bir kişinin dinini veya inancını açıklama
biçimlerini içermektedir. Buna karşın 9’uncu madde bir din veya inanç
183
tarafından yönlendirilmiş her hareketi korumamaktadır…." denilmek
suretiyle, 9’uncu madde de ferdî din ve vicdan özgürlüğü esasının
benimsendiği, bir din veya inanç tarafından yönlendirilen, Devletin, toplumun,
Silâhlı Kuvvetlerin temel kurallarına, ihtiyaçlarına ters düşen hareketlerin
korunmadığı görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ikinci kısmında ise temel haklar ve
ödevler birlikte düzenlenmiştir. Temel haklar ve ödevler birlikte düzenlenirken
bunların birbiriyle çelişmemesine, temel hak ve hürriyetlerin hangi ölçüye göre
sınırlanabileceğine özen gösterilmiştir. 24’üncü madde de herkese din ve vicdan
özgürlüğü tanınırken, 72’nci madde de vatan hizmetinin, her Türkün hakkı ve
ödevi olduğu, 10’uncu maddesinde herkesin kanun önünde eşit olduğu, hiçbir
kimseye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, 12/2’nci
maddesinde ise temel hak ve hürriyetlerin, kişinin topluma…diğer kişilere karşı
ödev ve sorumluluklarını da ihtiva edeceği belirtilmiştir. Bu maddeler birlikte
ele alındığında kendi içinde uyumlu olduğu, birbiriyle ve yukarıda izah edilen
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9’uncu maddesiyle çelişmediği
görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 72’nci maddesinde vatan
hizmetinin Silâhlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine
getirileceği veya getirilmiş sayılacağının kanunla düzenleneceği öngörülürken,
Silâhlı Kuvvetlerin ve ülkenin ihtiyaçları göz önüne alınarak, belirli iş veya
meslek sahiplerinin temel askerlik eğitimlerini tamamladıktan sonra, örneğin
öğretmenlerin Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı emrinde
görevlendirilmesi gibi kamu kesiminde çalıştırılabileceğine olanak sağlanmıştır.
Temel askerlik eğitimini tamamladıktan sonra kamu kesiminde çalıştırma dinî
inanca göre değil, belirli dallarda eğitim görme, belirli mesleğe sahip olma
şartına bağlanmıştır. Dinî inanca göre askerlik hizmetinin hiç yapılmaması ya
da farklı yerde ve statüde yapılması, keza askere sevk işleminin emsallerinden
farklı şekilde yapılması ise Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10’uncu
maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, hiçbir kişiye…zümreye imtiyaz
tanınamayacağı kuralına aykırı düşmektedir.
1111 sayılı Kanunun 2’nci maddesinde, askerlik çağının yükümlünün
yirmi yaşına girdiği senenin Ocak ayının birinci günü başlayacağının
öngörülmesi, ASCK'nın 63/1-A maddesinde bakaya suçunun askerî bir suç
olarak düzenlenmesi ve sanığın bu suçtan dolayı 353 sayılı Kanunun 11/A
maddesi uyarınca askerî mahkemede yargılanması karşısında, Askerî Ceza
Kanununun İkinci Bab'ında Cezalar, Umumî Hükümler başlığı altındaki altıncı
fasılda düzenlenen 45’inci maddesinin sanığı bağlayacağı hususunda kuşku
bulunmamaktadır.
184
Sanık, sevk tarihinde bilerek ve isteyerek askerlik şubesine başvurup
sevkini yaptırmamakla üzerine atılı bakaya suçunun manevî (kasıt) unsuru
oluşmaktadır. Neden sevkini yaptırmadığı hususu ise saiki, dolayısıyla mazereti
ilgilendirmektedir. 1111 sayılı Askerlik Kanununun 35’inci maddesinde sayılan
askerliğin ertesi seneye bırakılması nedenleri ile, aynı Kanunun 47’nci
maddesinde belirtilen hastalık, tutukluluk veya mevkufluk gibi nedenler, keza
ailesinden birinin ağır hastalığı, deprem, yangın, sel gibi yükümlünün
ihtiyarında olmayan nedenler Askerî Yargıtayın yerleşmiş içtihatlarında bakaya
suçunda mazeret olarak kabul edilmektedir. Sanık böyle bir mazereti olduğunu
ileri sürmeyip, aksine daha başlangıçta "Vicdanen askerlik hizmetini yerine
getiremeyeceğine" dair dilekçe verdiğini, hâlen bu görüş ve düşüncesinde bir
değişiklik olmadığını beyan etmektedir. Sanığın dinî inancı gereği askerlik
hizmetini yapamayacağına ilişkin savunması, Askerlik Kanununun 35 ve 47’nci
maddeleri ile Askerî Ceza Kanununun 45’inci maddesi uyarınca, kendisine
zorla askerlik yaptırılmasının Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 24’üncü
maddesinde düzenlenen din ve vicdan hürriyeti hakkına aykırı düştüğüne dair
savunması ise önceki paragraflarda izah edilen nedenlerle yasal, yerinde ve
haklı bulunmamıştır.
Bakaya suçu mütemadi bir suç niteliğinde olup, sanığın istenen tarihte
sevk işlemini yaptırmaması ile başlayıp, daha sonra askerlik şubesine
başvurarak ifade vermesi ve hakkında suç dosyası düzenlenmesi ile sona
erdiğinden, sanığın temadinin sona ermesinden sonra aynı şekilde işlediği her
bir fiilî ayrı bir suç teşkil ettiğinden hakkında TCK’nın 80’inci maddesinin
uygulanmasına ilişkin talebi yasal ve haklı bulunmamıştır.
Sanığın duruşmadan vareste tutulma talebi üzerine askerî mahkemece
duruşmadan vareste tutulma kararı alınarak yargılama yokluğunda yapılmıştır.
Sanık istinabe yolu ile alınan sorgu ve savunmasında ve savunma olarak ibraz
ettiği önceki bakaya suçuna ait temyiz dilekçesinde 647 sayılı Kanun
hükümlerinin uygulanmasına ilişkin bir talebi olmadığından, Askerî Yargıtayın
bu konudaki yerleşmiş kararları dikkate alınarak askerî mahkemenin bu konuda
bir karar vermemesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Zaten verilen cezanın
ASCK’nın 47/A maddesine göre tecili de mümkün değildir. 353 sayılı Kanunun
246/1’inci maddesi yoklama kaçağı, bakaya ve saklı suçlarından dolayı verilip
kesinleşmiş bulunan cezaların infazının ertelenmesini düzenlemekte olup, bu
aşamada (cezanın infazına ilişkin verilmiş bir karara itiraz olmadığından) tatbikî
mümkün görülmemiştir. Böylece sanığın 647 sayılı Kanunun ilgili
hükümlerinin ve 353 sayılı Kanunun 246’ncı maddesinin tatbikine ilişkin
talepleri de yasal ve isabetli bulunmamıştır.
Askerî mahkemece suçun başlangıç tarihinin, 22.11.2003 yerine
1.12.2003 olarak kabul edilmesi yanlış ise de, bu hata suç vasfına, uygulanacak
yasa maddesine, zaman aşımı, af gibi müesseselerin uygulanmasına etkili
olmadığından bozma nedeni yapılmamış bu hususa işaret edilmekle
yetinilmiştir.
185
Askerî mahkemenin yaptığı yargılama sonucunda, topladığı delillere ve
edindiği vicdanî kanaate göre, yasal yeterli ve inandırıcı gerekçeler göstermek
suretiyle, sanığın savunmasında ileri sürdüğü hususları yerinde görmeyerek
bakaya suçunun unsurlarının oluştuğunu kabulünde, atılı suçtan alt sınırdan
ceza tayin edip, takdiri indirim uygulayarak mahkûmiyet hükmü kurmasında
(suçun başlangıç tarihinin yanlış tespiti dışında) usul, sübut, vasıf, takdir ve
uygulama yönlerinden bir isabetsizlik görülmediğinden, sanığın yasal ve isabetli
bulunmayan tüm temyiz sebeplerinin reddiyle, hükmün onanması gerekmiştir.
186
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 48
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2004/134
K.No. : 2004/130
T.
: 28.1.2004
ÖZET
TCK’nın 159’uncu maddesinde düzenlenmiş olan suçu
işlediği düşünülerek sanık hakkında izin alınmak suretiyle
soruşturmaya başlanmış olmakla birlikte, yargılama sırasında
eylemin ASCK’nın 95/4’üncü maddesinde düzenlenen suçu
oluşturacağı değerlendirilerek sadece ek savunma alınarak hükme
varılması yeterli olmayıp bu suç için de izin alınmalıdır.
Nizam Karakol Komutanı olarak görevli olan sanığın çalışma masasının
üzerinde bulunan takvimin ara sayfalarından birine “En iyi Subay ölü Subaydır”
cümlesini yazdığı, bu yazının Top.Yzb.H.A. tarafından görülmesi üzerine sanık
hakkında soruşturma yapıldığı, yaptırılan kriminal inceleme neticesinde bu
yazının sanığın eli mahsulü olduğunun tespit edilmesi nedeniyle hakkında
“astlık üstlük münasebetlerini zedelemeye amir veya komutanlara karşı güven
hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir ve tezyif etmek” suçunu işlediği
yerel mahkemece kabul edilerek sanığın mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Sanığın, müsnet eylemi ile TCK’nın 159/1’inci maddesinde
düzenlenmiş olan suçu işlediği düşünülerek ve bu suçtan yargılama yapmanın
Millî Savunma Bakanının iznine tâbi olması nedeniyle, askerî savcı tarafından
“izin” alınmak suretiyle soruşturmaya başlanmış olmakla birlikte, yargılama
sırasında, eylemin ASCK’nın 95/4’üncü maddesinde düzenlenen suçu
oluşturacağı düşünülerek sadece sanığın “ek savunması” alınarak hükme
varılmıştır. Teoride de açıklandığı gibi, “İzin” müessesesinin “belli suçlar”
bakımından kamu menfaati mülâhazası ile kanun koyucu tarafından konmuş bir
engel olması, “eylem” nedeniyle başvurulan bir yargılama şartı olmaması
nedeniyle ve her zaman için geri alınabileceği de gözetilerek bu suç (ASCK
95/4) için dahi (diğer suç için izin verilmiş olmakla birlikte, bu suç için
verilmeyebileceği her zaman olası bulunduğundan) ASCK’nın 48/B maddesi
gereğince usulüne uygun şekilde tekrar izin alınması gerekirken izin alınmadan
yargılamaya devamla hüküm verilmesi yasal ve isabetli bulunmamış ve hükmün
bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
187
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 49
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2004/504
K.No. : 2004/496
T.
: 8.4.2004
ÖZET
Firar suçlarında dava zaman aşımı bütün askerî
yükümlülüklerin bittiği tarihte başlayacağından, sanığın Türk
vatandaşlığını kaybettiği tarih zamanaşımının başlangıcıdır.
Sanık hakkında, 12.7.1977-23.12.1977 tarihleri arasında firar suçunu
işlediği iddiası ile açılan kamu davasının, 4616 sayılı Kanun hükümleri
gereğince kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine karar verilmiş ve bu
karar kesinleşmiştir.
Sanık savunucusu tarafından; sanık hakkındaki davanın düşürülmesi
isteminin reddine ilişkin Duruşmasız İşlere Ait Karara karşı, müvekkilinin Türk
vatandaşlığını kaybettiği, bu nedenle yabancı muamelesine tâbi tutulması
gerektiğinden yeni statüsü nedeniyle firar suçunun sanığı olamayacağı,
hakkındaki davanın düşürülmesine karar verilmesi gerektiği ileri sürülerek
süresinde itiraz edilmiştir.
Yapılan incelemede;
2’nci Keşif Tabur Komutanlığında askerlik hizmetini yaparken
12.7.1977-23.12.1977 tarihleri arasında firar suçunu işlediği iddiasıyla sanık
hakkında açılan kamu davasının, 4616 sayılı 23 Nisan 1999 Tarihine Kadar
İşlenen Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların
Ertelenmesine Dair Kanun ile bu Kanunda değişiklik yapan 4758 sayılı Kanun
hükümleri gereğince dava zaman aşımı süresi sonuna kadar kesin hükme
bağlanmasının ertelenmesine karar verildiği ve bu kararın süresinde temyiz
edilmemesi sebebiyle kesinleştiği, sanığın Bakanlar Kurulunun 2.5.2003 gün ve
25096 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 14.4.2003 gün ve 2003/5481 sayılı
kararı ile Türk vatandaşlığını kaybettiği anlaşılmaktadır.
Türk Ceza Kanununun 3’ncü maddesinde, “Türkiye’de suç işleyen
herkesin” Türkiye’de yargılanarak Türk Kanunlarına göre cezalandırılacakları
hüküm altına alınmıştır.
Dava ve cezaların ortadan kaldırılmasının koşulları TCK’nın 96 ve
devamı maddelerinde gösterilmiş, ASCK’nın 49/A maddesinde ise firar
suçlarında dava zaman aşımının, bütün askerî yükümlülüklerin bitmesinden
itibaren başlayacağı açıklanmıştır.
188
Sanığın askerî yükümlülüklerinin Türk vatandaşlığını kaybettiği
14.4.2003 tarihinde sona erdiği, firar suçlarına verilecek cezaları gösteren
ASCK’nın 66/1’inci maddesinde, suç tarihi itibariyle bu suçlara altı aydan üç
seneye kadar hapis cezası öngörüldüğü, TCK’nın 102/4’üncü maddesine göre
beş yıla kadar hapis cezasını gerektiren suçlarda dava zamanaşımının beş yıl
olduğu göz önüne alındığında; yerel mahkemece davanın düşürülmesi isteminin
reddine karar verilmesinde herhangi bir yasaya aykırılık görülmediğinden, sanık
savunucusunun kabule değer nitelikte bulunmayan tüm itiraz sebeplerinin
reddine karar verilmiştir.
189
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/8
K.No. : 2004/6
T.
: 13.1.2004
ÖZET
4616 sayılı Kanun gereğince yoklama kaçaklığı suçundan
açılan davanın ertelenmesine karar verildiğine göre, 4616 sayılı
Kanun kapsamına girmese dahi geç iltihak suretiyle bakaya suçuna
dair yargılamanın da erteleme süresinin dolmasına kadar beklemesi
gerekir.
Sanığın, 19.3.2002-27.3.2002 tarihleri arasında geç iltihak suretiyle
bakaya suçunu işlediği iddiasıyla açılan davada; askerî mahkemece, yüklenen
suçun manevî unsur itibariyle oluşmadığı kabul edilerek verilen beraet
kararının; adlî müşavir tarafından, yüklenen suçun oluştuğu ileri sürülerek
temyiz edilmesi üzerine yapılan incelemede;
1973 doğumlu olan sanık adına Silvan Askerlik Şubesi Başkanlığınca
24.6.1992 tarihinde çıkarılan ve son yoklamasını yaptırmak üzere 8.9.1992
tarihinde askerlik şubesinde hazır olmasına ilişkin son yoklama çağrı
pusulasının, sanık başkaca adres bırakmadığından bilinen adresinde (köyünde)
dayısı M.G.’ye 20.7.1992 tarihinde tebliğ edildiği, istenilen tarihte son
yoklamasını yaptırmak için askerlik şubesinde bulunmayan sanığın,
emsallerinin Ağustos 1993 celp döneminde (26/31.8.1993) sevk edilmesine
rağmen, son yoklamasını yaptırmadığı ve yoklama kaçağı durumunda iken
15.9.1997 tarihinde başka bir suçtan yakalanarak cezaevine kapatıldığı,
16.3.2002 tarihinde şartla tahliyesini müteakip Kandıra Askerlik Şubesine
teslim edildiği, bu şubece askerliğine karar alınıp aynı gün 2 gün yol süresi
tanınarak eğitim birliğine sevkinin yapıldığı, buna göre 18.3.2002 günü son
saatine kadar birliğine katılması gerekirken, 27.3.2002 tarihinde kendiliğinden
katıldığı dosyadaki delillerden anlaşılmaktadır.
Ortada usulüne uygun bir tebligat bulunduğundan sanığın 1.9.199315.9.1997 tarihleri arasında yoklama kaçağı kalmak suçunu işlediği görülmekle
beraber bu suç, işleniş tarihi itibariyle 4616 sayılı Kanun kapsamına
girdiğinden, askerî savcılıkça “Kamu davası açılmasının ertelenmesine” karar
verilmiştir. Sanık yoklama kaçağı durumunda olduğuna göre, yakalandığı anda
eğitim birliğine sevk edileceği cihetle, 1111 sayılı Kanunun 43’üncü
190
maddesinde belirtilen 15 günlük hazırlık süresi tanınmayacaktır. Bu durumda
sanığın eğitim birliğine kadar verilen yol süresi sonunda birliğine katılmaması
geç iltihak suretiyle bakaya suçuna vücut verecektir. Yoklama kaçağı suçundan
aranmakta olan sanık 16.3.2002 tarihinde şartla tahliyesini müteakip askerlik
şubesine teslim edildiğine göre, askerliğine karar alınmasından sonra hemen
askere sevki mevzuat hükümlerine uygun olduğundan, askerî mahkemenin
kabul ettiği gibi, beş yıl gibi uzunca bir süre cezaevinde kalmış olması
nedeniyle cezaevinden tahliyesinden sonra eğitim birliğine katılmazdan önce bir
takım ihtiyaçlarının bulunması ve geç katılışının 9 gün gibi kısa bir süreye
tekabül etmesi, dolayısıyla suçun manevî unsur itibariyle oluşmadığına ilişkin
gerekçede isabet bulunmamaktadır.
Ancak, sanık hakkında geç iltihak suretiyle bakaya suçundan dolayı
ASCK’nın 63/1-B maddesinin uygulanması ASCK’nın 63/1-A maddesinin
uygulanmasına bağlı olduğundan, yoklama kaçağı suçu ile ilgili olarak askerî
savcılıkça suçun işleniş tarihi itibariyle 4616 sayılı Kanun uyarınca “Kamu
davasının açılmasının ertelenmesine” karar verildiğinden, erteleme süresinin
dolmasının beklenmesi, bu süre sonunda sanığın yeniden suç işleyip
işlemediğine göre neticenin değerlendirilmesi gerektiğinden, beraet hükmünün
bozulması yoluna gidilmiştir.
191
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/15
K.No. : 2004/13
T.
: 22.1.2004
ÖZET
Dilekçeyle başvurusu üzerine hakkında sevk tehir işlemi
yapılan Yd.Sb.Adayına bu işlemin ve tehir süresinin bitim tarihinin
bildirilmemiş olması karşısında, tehir süresinden haberdar olmayan
sanığın sevk tehir süreleri sona erenlerin sevk edileceklerini
açıklayan TRT duyurusunun muhatabı olamayacağı ve tebligat
unsurunun
gerçekleşmemesi
nedeniyle
bakaya
suçunun
oluşmayacağı.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, hakkında
sevk tehir işlemi yapılan sanığa bu işlemin ve tehir süresinin bildirilmemiş
olması nedeniyle, Mart 2002 celp dönemine dair TRT duyurusunun sanık
bakımından geçerli kabul edilip edilemeyeceği noktasındadır.
Daire, TRT duyurusunda sevk tehir süreleri sona eren yükümlülerden
bahsedilmesi nedeniyle, tehir süresinden haberdar olmayan sanığın TRT
duyurusunun muhatabı olamayacağı sonucuna ulaşmış iken; askerî mahkeme,
Asker Alma Yönergesindeki özel düzenlemeye göre, öğretmen olan sanık
hakkında belirli bir döneme bırakma şeklinde icra edilen sevk tehirinin sanığa
tebliğinin zorunlu olmadığı ve sevk tehirine esas olan stajyerlik statüsünün
kalktığını bilen sanık hakkında TRT duyurusunun geçerli olduğu
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
KTÜ Eğitim Fakültesinden 30.6.2000 tarihinde mezun olan sanığın
20.9.2000 tarihinde askerliğine karar alınıp, 2000/09 grup numarasına tâbi
olduğunu ve muhtemelen Kasım 2001 celp döneminde sevkinin yapılacağını
bildiren askerlik durum belgesinin kendisine teslim edildiği, Millî Eğitim
Bakanlığının 22.12.2000 tarihli onayı üzerine 26.1.2001 tarihinde Ardanuç
İlköğretim Okulunda stajyer öğretmen olarak göreve başladığı, stajyer öğretmen
olduğuna ilişkin 27.9.2001 tarihli Ek-A belgesini 28.9.2001 tarihinde Artvin
Askerlik Şubesine ibraz edip “stajyer öğretmen olduğum için Kasım celp
döneminde sevke tâbiyim, stajyerliğim dolmadığı için Mart dönemindeki celbe
tâbi olmak istiyorum.” beyanında bulunarak sevkinin tehirini talep ettiği, bu
başvurusuna istinaden sevki Mart 2002 celbine bırakılan sanığa bu konuda
192
herhangi bir tebligat yapılmadığı, 26.12.2001 tarihi itibariyle stajyerliğinin
kaldırıldığının 2.1.2002 günü sözlü olarak kendisine bildirildiği, 21.3.2002
tarihine kadar askerlik şubesine başvurmayan sanığın 29.5.2002 tarihinde
Artvin Askerlik Şubesine müracaat ettiği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Sanık savunmasında; Mart 2002 celbinde sevke tâbi olduğunu
bilmediğini ve kendisine celp kâğıdı gönderilmediğini beyan etmiştir.,
1076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askerî Memurlar Kanununun Ek
6’ncı maddesi: “Bu kanuna tâbi yükümlülerin celp ve sevkleri ile buna ilişkin
işlemlerine ait diğer hususlar, Türkiye Radyoları ve Televizyonu aracılığıyla
ilân edilmek suretiyle duyurulur. Bu duyuru yükümlülere tebliğ
mahiyetindedir.” biçimindedir. Bu madde uyarınca yerleşik hâle gelmiş
uygulamada; yükümlülerin duyuruları takip edebilmeleri ve tebligatın
olabildiğince ferdileştirilmesi bakımından, askerlik kararı alındığında
yükümlülere grup numaraları bildirilmekte, duyurularda bu numaralara, ayrıca
bakaya kalmış ve sevkleri tehir edilmiş olanlar bakımından özel düzenlemelere
yer verilmektedir.
Mart 2002 celp dönemine ilişkin TRT duyurusunun ç/(1) bendi: “Yasal
mazeretleri nedeniyle sevk edilemeyenlerden; sevk tehir süreleri 28 Şubat 2002
(dâhil) tarihine kadar sona erenler ile 28 Şubat 2002 (dâhil) tarihine kadar sevk
tehirleri iptal edilen ve sevk tehiri iptal yazıları bu tarihe kadar askerlik şubesine
ulaşanlar” şeklindedir.
1111 sayılı Kanunun “Ertesi seneye bırakma” başlığını taşıyan 35’inci
maddesinin (E) fıkrasının ilk cümlesi: “Aşağıda belirtilen yükümlülerin askere
celp ve sevkleri, Millî Savunma Bakanlığınca 33 yaşını doldurdukları yılın
sonuna kadar tehir edilebilir” hükmünü, 2 nolu bendi de: “Devlet veya kendi
hesaplarına yurt içinde veya yurt dışında staj, yüksek lisans, ihtisas veya
doktora yapanlar” düzenlemesini içermektedir.
MSY: 70-1C Asker Alma Yönergesinin 8’inci bölümünün 3’üncü kısmı
“Sevk Tehir İşlemleri” başlığını taşımakta olup, bu kısmın 1’inci maddesi, 1111
sayılı Kanunun 35/E maddesinden yararlanacak olan yükümlülerin durumunu,
10’uncu maddesi ise öğretmenlerin erteleme işlemlerini düzenlemektedir.
3’üncü kısmın 10’uncu maddesi: “Millî Eğitim Bakanlığı kadrolarında fiilen
görevli öğretmenlerden Kasım celbinde sevke tâbi olanlar istekli olmaları
hâlinde, dilekçe ve İl/İlçe Millî Eğitim Müdürlüğünden alacakları öğretmen
belgeleriyle müteakip yılın Mart celbine ertelenir. Öğretmen belgelerinin yeni
tarihli olmasına dikkat edilir. Öğretmen olarak Mart celbine bırakılmak
istemeyen öğretmenlerin dilekçeleri alınarak Kasım celbinde sevkleri
yapılabilir. Bu şekilde erteleme bir defa yapılır...” biçimindedir.
Somut olaya dönüldüğünde; 26.1.2001-26.12.2001 tarihleri arasında
stajyer öğretmen olarak görev yapan sanığın, 1111 sayılı Kanunun 35/E
maddesi gereğince sevk tehir hakkını haiz olduğu; ayrıca MSY: 70-1C Asker
Alma Yönergesindeki özel düzenlemeye göre stajyerlik statüsü dikkate
alınmadan, öğretmen olması nedeniyle sevkinin Kasım celbinden Mart celbine
bırakılmasını isteme hakkının bulunduğu anlaşılmaktadır. Sanığın 28.9.2001
193
tarihli bireysel başvurusunu yönergedeki bu özel düzenleme çerçevesinde
değerlendiren askerlik şubesinin sanığın sevkini Mart celbine bırakmakla
yetindiği, 1111 sayılı Kanunun 35/E maddesinin öngördüğü şekilde ilgili kurum
amirinin resmî başvurusu bulunmadığından, sevk tehiri yapıldığı hususunda
kurum amirine bilgi verme ve tehir süresinin ilgiliye bildirilmesini isteme
cihetine gitmediği görülmektedir.
Esasen, öğretmenler için öngörülen bu özel tehir düzenlemesinden
yararlanan, stajyerliğinin kalktığından haberdar olan ve başvurusunda sadece
sevkinin Mart celbine bırakılmasını isteyen sanığın, sevk tehiri talebine dayanak
olan stajyerlik statüsünün sona erdiğinde askere gitmesi gerektiğini bildiği bir
an için düşünülebilir ise de; yaptığı başvurunun kabul edilip edilmediğine ve
sevkinin hangi tarihe kadar ertelendiğine ilişkin yazılı veya sözlü bir
bilgilendirmeye muhatap olduğuna dair herhangi bir emare dava dosyasında
bulunmadığından, sanığın sorgusunda öne sürdüğü “Mart 2002 celbinde sevke
tâbi olduğumu bilmiyordum.” savunmasının aksinin ispatlanamadığının, TRT
duyurusunda geçen “sevk tehir süreleri 28 Şubat 2002 (dâhil) tarihine kadar
sona erenler” cümlesine nazaran, sanığın bu tebligatın kendisini
ilgilendirmediğini düşündüğünün veya en azından bu konuda tereddüt
yaşadığının, dolayısıyla söz konusu dönem itibariyle sanık hakkında geçerli bir
tebligat mevcut olmadığının kabulünde hukukî zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla; tebligat unsurunun gerçekleşmemesi nedeniyle oluşmayan
bakaya suçundan sanık hakkında beraet hükmü kurulması gerekirken, hatalı bir
hukukî değerlendirmeyle mahkûmiyet kararı verilmesi yasaya aykırı bulunmuş
ve direnilmek suretiyle kurulan hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
194
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/20
K.No. : 2004/30
T.
: 19.2.2004
ÖZET
1. Millî Savunma Bakanlığının aksini belirlemesine Asker
Alma Yönergesinde imkân verildiğine göre, emsal sevk tarihlerinin
belirlenmesinde doğrudan Yönergedeki genel celp tarihlerine itibar
edilmesi isabetli değildir. Bu husus ilgili yerlerden sorulmadan ve
sanığın emsal sevk tarihlerine dair somut bilgi ve belge usulüne
uygun bir şekilde dava dosyasına konulmadan hüküm kurulması
yasaya aykırıdır.
2. Sanığın beyanı dışında, yakalanma vakıasına dair tek delil
teslim tutanağı olup, ele geçirilme tarihinin ertesi günü düzenlenen
bu tutanak sanığın ele geçirilişine ilişkin ayrıntıları ve ele geçiren
kişilerin isimlerini içermemektedir. Yakalanma unsurunun
kuşkudan arınmış bir şekilde ortaya konulması için bu konuda
yeterli araştırma yapılmadan sanığın yakalandığının kabul edilmesi
yasaya aykırı bulunmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, yargılamada
noksan soruşturma bulunup bulunmadığı noktasındadır.
Daire; sanığın emsallerinin sevk tarihleri ile sanığın ele geçirilişine
ilişkin belge ve bilgilerin istenilerek öz vakıanın ortaya konulması gerektiği
sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, dosyada mevcut celp dönemlerine dair
çizelgeye itibar edilmesi gerektiği, MSY: 70-1C Asker Alma Yönergesinin sevk
tarihlerini açıkça belirttiği, sanığın yakalandığına dair tespit içeren teslim
tutanağı ile sanığın beyanları uyumlu olduğundan yakalandığı hususunda
herhangi bir tereddüt olmadığı ve bu nedenlerle yargılamada noksan soruşturma
bulunmadığı düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Sanığın 29.9.1999 günü son yoklamasını yaptırmak üzere askerlik
şubesine başvurması gerektiğini bildiren 8.6.1999 tarihli son yoklama çağrı
pusulasının, sanığın nüfusa kayıtlı olduğu köy adresinde amcasına 7.7.1999
tarihinde tebliğ edildiği, çağrıldığı tarihte şubeye uğramayan sanığın 24.6.2002
tarihinde polis tarafından ele geçirilip 25.6.2002 günü yoklaması yapılarak
eğitim birliğine sevkinin sağlandığı dosya kapsamından anlaşılmıştır.
195
A. Emsallerinin Sevk Tarihlerine İlişkin Sorun:
Şırnak Askerlik Şubesi Başkanlığı tarafından düzenlenen suç ve
davet cetvelinde, sanığın emsallerinin ilk kafilesinin sevk tarihinin 21.2.2000
olarak gösterildiği, hazırlık soruşturması aşamasında tasdiksiz fotokopi hâlinde
dosyaya konulmuş olan “Askerlik Şubesinin 2000 Yılına Ait Celp Dönemlerini
Gösterir Çizelge”de Şırnak Askerlik Şubesinin celp döneminin “Şubat 2000”
şeklinde belirtildiği, ancak bu çizelgede Şubat ayının hangi günlerinde sevk
yapılacağına dair açıklık bulunmadığı, dayanağı dava dosyasında yer almayan
27.2.2000 tarihini Şırnak Askerlik Şubesinin son sevk tarihi olarak kabul eden
askerî savcının, bu tarihi esas alarak suç tarihini belirleyip iddianame
düzenlediği ve askerî mahkemenin de bu konuda herhangi bir araştırma
yapmadan iddianameye itibar ederek mahkûmiyet hükmü kurduğu görülmüştür.
MSY: 70-1C Asker Alma Yönergesinin 2’nci bölümünün 4’üncü
kısmının ilk maddesi : “Her yıl erbaş ve er statüsünde silâh altına alınacak
yükümlülerin celp ve sevk günleri Millî Savunma Bakanlığınca aksi
bildirilmediği sürece aşağıdaki şekildedir.
a. 21 Şubat - 27 Şubat
b. 21 Mayıs - 27 Mayıs
c. 21 Ağustos - 27 Ağustos
ç. 21 Kasım - 27 Kasım ” düzenlemesini içermektedir. Bu maddede
belirtildiği üzere, Şubat celp döneminde sevkler 21-27’nci günler arasında
yapılacaktır. Ancak, yine madde metninden anlaşılacağı gibi, bu tarihlerin
geçerli olabilmesi için, “Millî Savunma Bakanlığınca aksinin bildirilmemiş
olması” gereklidir.
Dava dosyasında Şubat 2000 celbi için Millî Savunma Bakanlığının
aksi yönde bir emir çıkarıp çıkarmadığına dair bir açıklık bulunmamaktadır. Bu
ihtimal bertaraf edilmeden, doğrudan Asker Alma Yönergesindeki genel celp
tarihlerine itibar edilmesinin isabetli olmadığı, dolayısıyla bu hususun ilgili
yerlerden sorulmadan ve sanığın emsal sevk tarihlerine dair somut bilgi ve
belge usulüne uygun bir şekilde dava dosyasına konulmadan hüküm
kurulmasının yasaya aykırı olduğu kanaatine ulaşılmıştır.
B. Sanığın Yakalanıp Yakalanmadığına İlişkin Sorun:
Birlik Komutanlığınca suç dosyasına, askerlik şubesi başkanlığı
tarafından onaylanmış fotokopi hâlindeki 25.6.2002 tarihli teslim tutanağının
konduğu, bu tutanakta, sanığın 24.6.2002 günü şüphe üzerine polis tarafından
yakalanıp, yoklama kaçağı suçundan arandığının tespit edilmesi sonrası
25.6.2002 günü jandarmaya teslim edildiğinin yazılı olduğu, bunu yeterli
görmeyen askerî savcının sanığın yakalanmasına dair tüm evrakları Şırnak
Askerlik Şubesi Başkanlığından istediği, askerlik şubesinde bu konuda başka
evrak bulunmadığının bildirilip, dosyadaki teslim tutanağının bir suretinin
askerî savcılığa gönderildiği, suç ve davet cetvelinde sanığın yakalanarak ele
geçtiğinin belirtildiği, sanığın bölük komutanı tarafından alınan hazırlık ifadesi
ile askerî mahkemece tespit olunan sorgusunda, 24.6.2002 günü kimlik kontrolü
196
sırasında yakalandığını ifade ettiği, sanığın yakalandığı belirtilen yer olan
Manavgat’ın emniyet birimlerinden ve Manavgat Askerlik Şubesi
Başkanlığından yakalama tutanağını istemeyen askerî mahkemenin, teslim
tutanağı ile sanığın sorgusuna dayanarak sanığın yakalandığını kabul ettiği
görülmüştür.
353 sayılı Kanunun 96/3’üncü maddesi, sanığın suçunu itiraf etmesi
hâlinde dahi, öz vakıanın soruşturulmasını emretmektedir. Sanığın beyanı
dışında, yakalanma vakıasına dair yegâne delil teslim tutanağı olup, bu tutanak
ele geçirilme tarihinin ertesi günü düzenlendiğinden, sanığın ele geçirilişine
ilişkin ayrıntılar ve ele geçiren kişilerin isimlerini içermemektedir. Söz konusu
tutanak, esasen sanığın jandarmaya teslimi amacıyla düzenlenmiş olduğundan,
yakalanmaya ilişkin tespitin güvenilir ve tek başına yeterli olduğu kabul
edilemez. Bu nedenle, özellikle temel cezanın tayininde büyük önemi olan
yakalanma unsurunun kuşkudan arınmış bir şekilde ortaya konulması
gerekirken, bu konuda yeterli araştırma yapılmadan sanığın yakalandığının
kabul edilmesi yasaya aykırı bulunmuştur.
Sonuç olarak; değinilen eksiklikler giderildikten sonra belirlenecek
duruma göre maddî ve hukukî değerlendirme yapılması gerektiği, dolayısıyla
Daire kararının yerinde olduğu kanısına varıldığından, Başsavcılığın isabetli
görülmeyen itirazının reddine karar vermek gerekmiştir.
197
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/432
K.No. : 2004/428
T.
: 20.4.2004
ÖZET
Fakülteden mezun olduktan sonra askerlik kararı
aldırmayan ve tebligatsız yoklama kaçağı olarak aranan sanığa,
polis tarafından teslim edildiği askerlik şubesinde yoklama
işlemlerinin başlatılması ile tebligat yapılmış sayılır. İşlemlerini
tamamlatmayarak şubeden ayrılan sanığın emsali grubun sevkinden
itibaren yoklama kaçaklığı suçu oluşur.
Sanığın, 26.6.1997 tarihinde Polis Akademisinden mezun olduğu,
mezuniyet tarihine göre değişen emsali Mart 1998 yedek subay celp ve sevk
döneminde askere sevk edildiği hâlde, emsalinin sevk tarihine kadar son
yoklamasını yaptırmadığı, uzunca bir süre yoklama kaçağı kaldıktan sonra
4.9.2002 tarihinde son yoklamasını yaptırdığı, böylece emsalinin son sevk tarihi
olan 21.3.1998 ile son yoklamasını yaptırdığı tarih olan 4.9.2002 tarihleri
arasında yoklama kaçağı suçunu işlediği iddiasıyla eylemine uyan ASCK’nın
63/1-A maddesinin “üç aydan sonra gelenler” cümlesi uyarınca cezalandırılması
için kamu davası açılmıştır.
Askerî mahkemece yapılan yargılama sonunda; sanığın 26.6.1997
tarihinde Polis Akademisinden mezun olduğu, mezuniyet tarihine göre değişen
emsallerinin Mart 1998 yedek subay celp ve sevk döneminde askere sevk
edildikleri, ancak sanığın emsallerinin son sevk tarihine kadar yoklamasını
yaptırmadığı, bir süre sonra 4.9.2002 tarihinde kendiliğinden askerlik şubesine
başvurduğu kabul edilip, 21.3.1998-4.9.2002 tarihleri arasında bakaya suçunu
işlediği sabit görülerek, eylemine uyan ASCK’nın 63/1-A (üç aydan sonra
gelenler cümlesi) ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca verilen 3 ay 10 gün
hapis cezasının 647 sayılı Kanunun 4’üncü maddesi uyarınca beher günü
7.270.000 TL üzerinden 727.000.000 TL ağır para cezasına çevrilmesine, para
cezasının 647 sayılı Kanunun 5’inci maddesi uyarınca altı eşit taksitte sanıktan
tahsiline, taksitlerden birinin süresinde ödenmemesi hâlinde kalan miktarın
tamamının sanıktan bir defada tahsiline karar verilmiştir.
Bu karar; sanık tarafından, askerliğine karar alınmadığı, grup numarası
belli olmadığı için bakaya suçunu işlemesinin mümkün olmadığını, ayrıca son
198
yoklamasını yaptırmak için kendisine tebligat yapılmadığından bu suçun da
oluşmayacağını ileri sürerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede;
Sanık hakkında, yoklama kaçağı kalmak suçunu işlediğinden bahisle
kamu davası açıldığı hâlde, 353 sayılı Kanunun 166’ncı maddesi uyarınca ek
savunması tespit edilmeden bakaya suçundan hüküm tesisi; gerekçeli hükmün
kimi yerinde yoklama kaçağı, kimi yerinde ise bakaya suçundan bahsedilmek
suretiyle suç tavsifi yönünden teşevvüş yaratılması kanuna aykırı olduğundan
hükmün öncelikle usul yönünden bozulmasına oybirliğiyle karar verilmiştir.
Son yoklama süresi içinde yoklamaya gelmeyen veya varsa mazeretini
bildirmeyen yükümlülere “yoklama kaçağı”; celp için çağrılıp da gelmeyen
veya sevk evrakını aldığı hâlde yol süresi içinde kıt’asına katılmayan
yükümlülere de “bakaya” denilmektedir. Yoklama kaçağı kalmak suçunun
oluşabilmesi için, usulüne uygun yapılmış tebligat olması ve yükümlünün
emsalinin ilk kafilesinin sevk edildiği tarihe kadar askerlik şubesine başvurarak
son yoklamasını yaptırmamış olması gereklidir. Bakaya suçunun oluşumu için
ise, yükümlünün son yoklamasını yaptırıp askerliğine karar aldırmış olması,
askere sevk için usulüne uygun tebligat yapıldığı hâlde askerlik şubesine
gelmemesi ve emsalinin de askere sevk edilmiş olması gereklidir. Dava konusu
olayda sanık, son yoklamasını yaptırıp askerliğine karar aldırmadığına,
dolayısıyla askere sevk için çağrılmadığına göre, mahkemenin kabulünün
aksine bakaya suçunu işlemesi söz konusu değildir.
Asker Alma Yönergesinin “Dört Yıl ve Daha Fazla Süreli Yüksek
Öğrenimli Yükümlülerin Askerlik İşlemleri” başlıklı Sekizinci Bölüm Birinci
Kısmında, “Yedek Subay Aday Adaylarının Son Yoklama İşlemleri” başlıklı
bölümünde,
“(1) Dört yıl ve daha fazla süreli lisans düzeyinde eğitim veren yüksek
öğrenim kurumlarından mezun olanların kimlikleri; mezun oldukları öğrenim
kurumları tarafından iki ay içerisinde kayıtlı bulundukları yerli askerlik
şubelerine bildirilir.(1111 s.Kanun 36’ncı madde)
(2) Dört yıl ve daha fazla süreli yüksek öğrenim kurumlarından mezun
olan yükümlüler, gerekli belgeleriyle birlikte, kayıtlı oldukları veya ikâmet
adreslerine en yakın askerlik şubesine müracaat ederek; birlikte işleme tâbi
oldukları doğumluların son yoklama dönemi içerisinde (1 TEMMUZ-31 EKİM)
askerlik kararı aldırmak zorundadırlar.
Bunlardan;
(a) Son yoklama döneminden önce en az dört yıl süreli yüksek öğrenim
kurumlarından mezun oldukları askerlik şubesine bildirilenlere, işleme tâbi
oldukları doğumlularla birlikte son yoklama çağrı tebligatı çıkarılır. Ancak,
bunlardan müracaat edenlerin askerlik kararı, son yoklama dönemi
beklenmeden alınır. Bunlardan, 31 EKİM tarihine kadar askerlik kararını
aldırmayanlar, 1 KASIM tarihinden itibaren yoklama kaçağı takibine alınırlar.
(b) Mezuniyetleri bildirilenlerden askerlik şubesine müracaat
etmeyenler ile mezuniyetleri bildirilmeyen ve ertesi yıla terk edilmiş olanlar;
199
askerlik şubeleri tarafından o yıl işleme tâbi oldukları doğumlularla birlikte
adres/adreslerine Son Yoklama Çağrı Tebligatı çıkarılarak son yoklamaya
çağrılırlar.
(c) Birlikte işleme tâbi oldukları doğumluların son yoklama
döneminden önce askerlik kararını aldırmak için müracaat edenlerin askerlik
kararları, son yoklama dönemi beklenmeden alınır.” denilmektedir.
Bu açıklamalardan sonra, dava konusu olaya döndüğümüzde; sanık dört
yıl süreli yüksek öğrenim kurumu olan Polis Akademisinden 26.6.1997
tarihinde mezun olmuştur. Bu durumda, son yoklama dönemi olan 1
TEMMUZ-31 EKİM 1997 tarihleri arasında son yoklamasını yaptırarak
askerliğine karar aldırması gerekirken, yerli veya en yakın askerlik şubesine bu
konuda bir müracaatı olmadığından, askerlik şubesince 1 KASIM 1997
tarihinden itibaren yoklama kaçağı takibine alınarak o yıl işleme tâbi oldukları
doğumlularla birlikte adresine “Son Yoklama Çağrı Tebligatı” çıkarılması ve
son yoklamaya çağrılması gerekmektedir. Sanık yerli askerlik şubesi olan Buca
Askerlik Şubesince yoklama kaçağından takibe alınmakla beraber hakkında
“Son Yoklama Çağrı Tebligatı” çıkarılmamıştır. Sanığın uzunca bir süre
aranması sonucu, görev yaptığı yer tespit edilerek Polis Okulu Müdürlüğünce
16.4.2001 tarihinde İstanbul Beyoğlu Askerlik Şubesi Başkanlığına müracaatı
sağlanmış, sanığın bu şubeye müracaat ettiğine dair belge Buca Askerlik
Şubesine gönderilmiştir. Beyoğlu Askerlik Şubesince sanığın durumu Buca
Askerlik Şubesinden faks ile sorulmuş, Buca Askerlik Şubesince yapılması
gereken işlem bildirilmekle beraber, sanık işlemleri tamamlamak üzere tekrar
müracaat etmediğinden, Beyoğlu Askerlik Şubesince evrakı Buca Askerlik
Şubesine iade edilmiştir. Sanık hakkında yoklama kaçağı suçunun oluşumu için
önemli olan “Son Yoklama Çağrı Tebligatı” çıkarılmamış ise de; sanığın
çalıştığı kurum tarafından 16.4.2001 tarihinde Beyoğlu Askerlik Şubesi
Başkanlığına müracaatı sağlanarak, sanık hakkında son yoklamasının yapılması
ve askerliğine karar alınması için yerli askerlik şubesi ile irtibata geçilmekle ve
sanık gerekli olan evrakı Beyoğlu Askerlik Şubesine vererek işlemlere
başlamakla, bu tarihte askerlik durumuna muttali olmuş, yani askerliğine karar
aldırması gerektiğini öğrenmiştir. Bu itibarla, ayrıca şeklî bir tebligatın
aranması kanun koyucunun maksadına uygun değildir. Dolayısıyla sanık,
hakkında herhangi bir tebligat olmadığı için bu tarihe kadar (16.4.2001),
yoklama kaçağı suçundan sorumlu tutulamaz ise de, bu tarihten itibaren
kendisine yapılmış geçerli bir tebligatın bulunduğu kuşkusuz olduğundan, sanık
16.4 2001 tarihinde askerliğine karar aldırsa idi hangi celp döneminde askere
sevk edilecek idiyse bu tarihten itibaren yoklama kaçağı suçunu işlemeye
başlamıştır. (Askerî Yargıtay Genel Kurulunun 25.9.1964 gün ve 1964/70-93
sayılı, Daireler Kurulunun 5.11.1992 gün ve 1992/128-122 sayılı, 22.1.1998
gün ve 1998/13-13 sayılı, 1’inci Dairenin 3.12.2003 gün ve 2003/991-988 sayılı
kararları da bu doğrultudadır.)
200
Zamanında son yoklamasını yaptırarak askerliğine karar aldırmayan
sanığın, bu defa 22.8.2002 tarihinde İstanbul Zeytinburnu Askerlik Şubesine
başvurarak, yerli askerlik şubesi ile irtibata geçilmesi sonucu 4.9.2002 tarihinde
2002/09’uncu grup yedek subay aday adayı ve 1111 sayılı Askerlik Kanunun
86’ncı maddesine tâbi cezalı olarak askerliğine karar alınmakla, Zeytinburnu
Askerlik Şubesine başvurduğu 22.8.2002 tarihine kadar yoklama kaçağı suçunu
işlemiştir. Açıklanan bu nedenlerle, sanık hakkında yoklama kaçağı suçundan
hüküm kurulması gerekirken, unsurları itibariyle oluşmayan bakaya suçundan
hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir.
201
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/94
K.No. : 2004/90
T.
: 10.6.2004
ÖZET
Sevk döneminde askerlik şubesine zamanında başvurmayıp
bir süre sonra gelerek sevk tarihlerini kapsayan istirahat raporu
sunan sanığın ileri sürdüğü bu rahatsızlığına ilişkin sahih bir rapor
dava dosyasında mevcut iken, geçerli bir mazeret teşkil eden bu
rapor nazara alınmaksızın mahkûmiyet hükmü kurulması yasaya
aykırıdır. Sanığın önceki celp dönemlerinde de rahatsızlığına ilişkin
raporlar sunmuş olması, yargılama konusu eylem bakımından
ikame olunan somut ve gerçek delillerin itibar görmemesini
gerektirmez.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
sunduğu sağlık raporunun geçerli bir mazeret olarak kabul edilip edilmeyeceği
noktasındadır.
Daire; aksi kanıtlanmadığından geçerli bir belge niteliğini koruyan
sağlık raporuna istinaden beraet hükmü kurulması gerektiği sonucuna ulaşmış
iken; askerî mahkeme, periyodik olarak iki ayda bir sağlık raporu alan sanığın
sunduğu raporun hatıra binaen alındığını kabul ederek suçun sübuta erdiğine
kanaat getirmiştir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesinden 26.1.2000 tarihinde mezun olup
28.1.2000 tarihinde askerlik kararı aldıran sanığın sevkinin, 2000/01 grup
numarasıyla Ocak 2001 celbine plânlandığı, bu celp döneminde Erzurum
Söylemez Sağlık Ocağı tarafından, Eylül ve Kasım 2001 ile Ocak, Mart,
Haziran, Ağustos ve Ekim 2002 dönemlerinde Köprüköy Merkez Sağlık Ocağı
tarafından verilmiş sağlık raporlarını askerlik şubesine sunduğu, bu raporlara
istinaden sanığın geçerli mazeretlerinin bulunduğunu kabul eden 15’inci
Kor.K.lığı Askerî Savcılığının kovuşturmaya yer olmadığı kararları verdiği,
Aralık 2002 ve Şubat 2003 celp dönemlerine katılmaması nedeniyle açılan
kamu davalarının devam ettiği, en son Nisan 2003 Yd.Sb.Ad.Adayı celp
döneminde 31.3.2003 tarihine kadar sevkini sağlaması gerekirken, TRT kurumu
tarafından yapılan tebliğ mahiyetindeki duyurulara rağmen çağrıya icabet
etmediği, gecikerek 8.4.2003 günü Pasinler Askerlik Şubesine başvurduğu,
202
rahatsız olduğuna dair sağlık raporunu sunduğu, Köprüköy Merkez Sağlık
Ocağı tarafından verilmiş 25.3.2003 tarih ve 2459 sayılı, “Akut Lomber Strain”
tanısı ve “on gün yatak istirahatı uygundur” kararını içeren imzalı ve mühürlü
sağlık raporunun kaydının ilgili sağlık ocağında bulunduğu, ancak sanığın rapor
süresince Köprüköy Sağlık Grup Başkanlığındaki görevine devam ettiği dosya
kapsamından anlaşılmıştır.
Anayasamızın 138/1’inci maddesi: “Hâkimler, görevlerinde
bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî
kanaatlerine gere hüküm verirler” hükmünü içermektedir.
353 sayılı Kanunun 163’üncü maddesi: “Askerî mahkeme irat ve ikame
olunan delilleri, duruşmada edineceği kanıya göre değerlendirir.” biçimindedir.
Bilindiği gibi, ceza yargılama hukukumuz “vicdanî delil sistemi”
üzerine kurulmuş ve “resen soruşturma” ilkesi benimsenmiştir. Bu kavramlar;
hâkimin, herhangi bir talep olmadan, maddî vakıanın ortaya çıkarılmasına
yönelik her türlü soruşturma işlemini yapmakla yükümlü olduğunu; ancak,
yargılama sonunda nihaî kararını verirken, sadece duruşmada ikame olunan
delillere dayanabileceğini öngörmektedir. Vicdanî kanaat, hâkimin duygu ve
düşünceleri değil; somut, objektif, akılcı, amaca elverişli ve gerçek deliller
üzerine inşa edilebilir. Hâkimin hayat tecrübesi, hukuk bilgisi, genel kültürü ve
sair özellikleri elbette hükmün kurulmasında etken olacak niteliklerdir. Ancak,
hukukî meselenin öncesinde hâlledilmesi gereken maddî meselenin çözümünde,
akıl ve mantık kuralları ön plânda olduğundan, varsayımlara, genellemelere ve
karinelere yer yoktur. Yargılama konusu olan her eylem diğerinden farklı olup,
yargılama makamının görevi, eylemin gerçekleşip gerçekleşmediğini
araştırmak, gerçekleşmiş ise özelliklerini belirlemektir. Bu faaliyet de ancak,
gerçek ve akılcı delillerin mantık kuralları çerçevesinde irdelenmesiyle
yapılabilir. Ceza yargılamasında hukuk usulünden farklı olarak delil serbestisi
bulunduğundan, maddî gerçeğin ortaya konulmasında, hukuka aykırı olmamak
şartıyla her türlü delile başvurulabilir. Elbette, yargılama makamını teşkil eden
hâkim veya hâkimlerin, delillerin ikamesi, tartışılması ve tahlili ile hüküm
kurulması aşamalarında, insan unsurunun işe dâhil olması nedeniyle bireysel
katkılarının olması kaçınılmazdır. Bu katkılar ve yorumlar, aslında hukukun
insana özgü bir bilim olması nedeniyle arzulanan bir durumdur. Ancak, delil
değerlendirmesinde yardımcı bir unsur olarak dikkate alınabilecek ve ceza
yargılama hukukunda “tecrübe kaidesi” olarak nitelenen bu kişisel bakış
açısının, hiçbir zaman ve hiçbir nedenle objektif ve gerçek delillerin önüne
geçemeyeceği aşikârdır. Hâkimin bu kişisel yetisinin, sadece, somut delillerin
birbirine bağlanması bakımından hukukî bir değeri bulunmaktadır. Kaldı ki; bu
işlem de, makul ve inandırıcı sebepler gösterilmek suretiyle gerekçeli hükümde
sergilenebilmelidir.
Somut olayımızda; sevk döneminde askerlik şubesine zamanında
başvurmamış olan sanığın, bir hafta sonra müracaat ederek bir sağlık raporu
sunması söz konusudur. Bu raporun şekil şartlarını taşıdığı ve raporun
düzenlendiği kurumda kaydının bulunduğu açıktır. Sanık, rahatsızlığı nedeniyle
203
bu raporu aldığını öne sürmüştür. Dava dosyasında bulunan ve usulüne uygun
olarak ikame olunmuş bu delillerin aksi yönünde, yani sanığın sevk tarihinde
rahatsız olmadığını ve raporun gerçeği yansıtmadığını ortaya koyan herhangi bir
delil mevcut değildir. Sanığın önceki celp dönemlerinde rahatsızlığına ilişkin
raporlar sunmuş olması, yargılama konusu eylem bakımından ikame olunan
somut ve gerçek delillerin itibar görmemesini gerektirmez. Kaldı ki, bu raporlar
hukuken geçerli görülüp, sanık hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararları
verilmiştir. Hâkimin, hayatın olağan akışını nazara alarak, iki ayda bir ve belirli
tarihlerde rahatsızlanmanın tesadüf olamayacağını düşünmesi çok doğal ve
isabetlidir. Ancak, bu sadece bir şüpheden ibaret olup, söz konusu raporun
sıhhatinin araştırılması yönünde hâkimi harekete geçirebilir. Yoksa, aksine dair
herhangi bir kanıt elde edilememiş iken, somut ve gerçek bir delilin yok
sayılmasına sebep olamaz. Sırf şüphelere binaen ve somut deliller göz ardı
edilerek hüküm kurulduğunda ise, vicdanî kanaat değil, kişisel kanaat ile karar
verildiği anlaşılır ki, bu da ceza yargılamasının genel prensiplerine ve hatta
Anayasaya aykırıdır.
Bu itibarla; sanığın ileri sürdüğü rahatsızlığına ilişkin sahih bir rapor
dava dosyasında iken, geçerli bir mazeret teşkil eden bu rapor nazara
alınmaksızın mahkûmiyet hükmü kurulması yasaya aykırı bulunmuş ve askerî
mahkemenin direnmek suretiyle kurduğu mahkûmiyet hükmünün sübut
yönünden bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
NOT : As.Yrg. Daireler Kurulunun 1.7.2004 tarih ve 2004/112-107 esas
ve karar sayılı içtihadı da aynı mahiyettedir.
204
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/120
K.No. : 2004/112
T.
: 8.7.2004
ÖZET
Sanık hakkında askerlik kararı alınmadığını düşündürecek
herhangi
bir
emarenin
mevcut
olmadığı
göz
önünde
bulundurulduğunda, askerlik kararının dava dosyasına konulmamış
olması noksan soruşturma teşkil etmez. Kaldı ki, askerlik kararının
alınması kurucu bir işlem olmayıp, yükümlülerin askerlik hizmetini
ifa edebilme şartlarına sahip olduğunun teyit edilmesi
mahiyetindedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın askerlik
kararının getirtilmemiş olmasının noksan soruşturma teşkil edip etmediği
noktasındadır.
Daire, askerlik durum belgesindeki bilgilerle sanığın askerlik kararı
aldırdığının ortaya çıktığı ve bu nedenle askerlik kararının getirtilmemiş
olmasının eksiklik olarak değerlendirilemeyeceği sonucuna ulaşmış iken;
Başsavcılık, sanığın askerlik kararı alınmadan askere sevk edilmiş olması
ihtimalinin bertaraf edilmesi bakımından, söz konusu belgenin getirtilmesinde
zorunluluk bulunduğu düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinden 27.9.1999
tarihinde mezun olan sanığın 3.11.2000 tarihinde son yoklamasını yaptırdığı,
grup numarasını içeren askerlik durum belgesinin aynı tarihte sanığa teslim
edildiği, Kasım 2001 ve Mart 2002 Yd.Sb.Ad.Adayı celplerine katılmayan
sanık hakkında yargılama sürecinin başlatıldığı, 21.7.2002 günü sevkini
sağlamak üzere askerlik şubesine başvurması gerektiği hususunun sevk için
çağrı pusulasıyla 12.4.2002 tarihinde bizzat sanığa tebliğ edildiği, ayrıca TRT
kurumu tarafından yapılan tebliğ mahiyetindeki duyurular ile 31.7.2002 tarihine
kadar askerlik şubesine müracaatının istenildiği, ancak sanığın gecikerek
24.3.2003 günü Ümraniye Askerlik Şubesine gelip 31.3.2003 tarihinde sevkini
sağladığı ve hâlen yedek subay öğretmen olarak görev yaptığı dosya
kapsamından anlaşılmıştır.
205
Dosyada bulunan son yoklama belgesinin askerlik karar maddesi
hanesinde: “1111-86. madde, tebligatsız” ibaresinin yer aldığı, sağlık
muayenesinin 3.11.2000 tarihinde Gümüşsuyu Askerî Hastanesi tarafından
yapıldığı ve “sağlam” kaşesi basıldığı; keza, askerlik durum belgesinde son
yoklama tarihi ile askerlik karar maddesinin yazılı olduğu görülmektedir.
1111 sayılı Kanunun 36/son maddesi: “Ertesi seneye terk edilenlerden
mezun olanlar ile çeşitli nedenlerle okulları ile ilişiği kesilenlerin bu durumları
fakülte ve yüksek okullar tarafından iki ay içinde kayıtlı bulundukları askerlik
şubelerine bildirilir” hükmünü amir olup; MSY:70-1C Asker Alma
Yönergesinin 8. bölümünün 1. kısmının 2/2’nci fıkrasının alt bentlerinde, dört
yıllık yüksek öğrenim kurumlarından mezuniyetleri bildirilen veya
bildirilmeyen yükümlülere son yoklama çağrı tebligatı çıkarılacağı; ayrıca
Yönergenin 8. bölümünün 2. kısmının 1/3’üncü bendinde, bu yükümlülerin
birlikte işleme tabî tutulacakları emsallerinin ilk kafilesinin sevkinin ilk
gününden itibaren başvurmaları hâlinde, tebligatın yapılıp yapılmamış olmasına
göre, Askerlik Kanununun 86’ncı maddesi uyarınca cezalı/cezasız olarak
askerlik kararlarının alınacağı öngörülmüştür.
Bilindiği üzere, Askerlik Kanununun 3’üncü maddesine göre askerlik
çağı; yoklama devri, muvazzaflık ve yedeklik dönemlerinden oluşmaktadır. Son
yoklama aşamasını düzenleyen 19’uncu madde: “Her sene Temmuzun birinci
gününden başlamak üzere askerlik meclislerince o sene ilk yoklama cetveline
yazılmış olanlarla geçen sene askerlik meclislerince yapılan son yoklama
üzerine ertesi seneye bırakılmış bulunanların son yoklamalarına başlanılır.”
biçimindedir. 21’nci maddede, askerlik meclislerinin kimlerden oluşacağı
belirlenmiş ve heyette (gerektiğinde birisi sivil) iki tabibin de bulunması hükme
bağlanmıştır.
Kanun dairesinde oluşacak askerlik meclislerinde, yükümlülerin kimlik
tespitlerinin ve sağlık muayenelerinin yapılacağı Kanunun 27’nci maddesinde
düzenlenmiş, son yoklamaya gelmemelerinin sebebini bildirmeyenlerin
yoklama kaçağı olarak takibe alınacakları ve elde edilmeleri hâlinde, Kanunun
“ceza faslındaki” hükümleri uyarınca işlem yapılacağı hususu 30’uncu maddede
açıklanmıştır.
1111 sayılı Kanunun “cezalı askerlik” faslında yer alan 86’ncı
maddesinin ilk fıkrası: “Son yoklamada bulundukları yerdeki askerlik meclisine
veyahut elçilik ve konsolosluklara gelmeyen ve 26’ncı maddede yazılı
mazeretlerini bildirmeyen ve birlikte askerlik muamelesine tabî oldukları
doğumluların celp ve sevkine kadar da ele geçmeyen mükellefler, elde
edildiklerinde bulundukları yerde veyahut yol masrafı kendileri tarafından
verilmek üzere en yakın yerde bulunan iki askerî hekime (birisi sivil olabilir)
muayene ettirilir. Muayene neticesinde askerliğe elverişli oldukları anlaşılanlar
askerlik meclislerince ve toplu değilse idare heyetlerince numarasız asker
edilirler ve askerlik meclisleri çalışmadığı zamanlarda sınıfları ve mürettepleri,
mıntıkasında bulundukları kolordularca tespit edilerek muvazzaf hizmetleri
yapılmak üzere derhâl işbu mürettebata sevk olunurlar...” şeklindedir.
206
Asker Alma Sürekli Yönergesinin 8. bölümünün 1. kısmının 2/d-11’inci
bendi: “Askerî hastanece, askerlik meclisince veya çifte tabipçe yapılan sağlık
muayenesi neticesinde haklarında “YEDEK SUBAY ADAYI OLUR” kararı
verilenlerin ön raporları veya son yoklama belgeleri askerlik şubesine
ulaştığında, grup numaraları belirlenir, yükümlüye askerlik durum belgesi
verilerek askerlik meclisi toplu değilse il veya ilçe idare kurullarına askerlik
kararı teklifi yapılır. Yedek subay aday adaylarına askerlik durum belgesi
vermek için il/ilçe idare kurullarından askerlik kararının gelmesi beklenmez.”
düzenlemesini içermekte olup; 2/d fıkrasının 16/c bendi de: “86’ncı maddeye
tâbi olup, askerliğe elverişli oldukları anlaşılanlar ile haklarında askerî
hastanelerce sevk geciktirme kararı verilenlerin askerliklerine, askerlik meclisi
toplu ise bu meclisçe, değilse il/ilçe idare kurullarınca karar alınır”
biçimindedir.
1111 sayılı Kanunun 27’nci maddesinde genel hatlarıyla belirlenmiş
olan askerlik meclislerinin çalışma usulleri, Asker Alma Yönergesinin 2’nci
bölümünün 4/d fıkrasında ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Yükümlülerin kimlik
bilgileri, nitelikleri ve sağlık durumlarının tespiti ile karar aşamasına dair dört
ayrı istasyon hâlinde meclisin çalışması öngörülmüş; 8’inci fıkrada ise, askerlik
meclisinin kurulu olmadığı zamanlarda son yoklamanın icra tarzına dair
düzenleme yapılmıştır. Bu fıkraya göre; son yoklama garnizonda yapılacak,
yedek subay aday adaylarının, mutlak surette, biri askerî tabip olmak üzere çift
tabip tarafından muayenesi sağlanacaktır.
Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere; asıl olan askerlik meclislerinde
son yoklamanın yapılmasıdır. Ancak, belirli hâllerde, askerlik meclislerinin
toplanamadığı durumlarda, son yoklamanın bir unsuru olan sağlık muayenesi
çifte tabip tarafından yapılmakta, yükümlünün kimlik, nitelik ve sağlık
bilgilerini içeren son yoklama belgesi, bilâhare askerlik şubesi tarafından il/ilçe
idare kuruluna gönderilip, askerlik kararı aldırılmaktadır.
5442 sayılı İl İdaresi Kanunun 57 ve müteakip maddelerinde
düzenlenmiş olan il ve ilçe idare kurullarının, yükümlüyü görmeden ve evrak
üzerindeki bilgilere doğrudan itibar ederek karar aldıkları göz önünde
bulundurulduğunda, söz konusu kararın, askere alınma sürecindeki son yoklama
işleminin bir bakıma onaylanması, yani işlemin şekil şartının yerine getirilmesi
niteliğinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, yükümlünün askerlik
hizmetini yerine getirmek için tüm şartları haiz olduğunun teyit edilmesi
mahiyetini taşıyan askerlik kararının, kurucu bir işlem olmadığı kabul
edilmelidir.
Bu noktada somut olay ele alındığında;
Fakülteden mezun olduktan sonra (suç cetveline göre) hakkında son
yoklama çağrı pusulası çıkarılmamış olan sanığın, birlikte işleme tabî olduğu
yükümlülerin sevkini müteakip kendiliğinden yabancı askerlik şubesine
başvurduğu, aynı gün son yoklama belgesi düzenlenerek askerî hastaneye sevk
edildiği, “sağlam” bulunarak son yoklama işleminin tamamlandığı ve sanığa
grup numarasını gösteren askerlik durum belgesinin verildiği görülmektedir.
207
Her ne kadar son yoklama belgesi ile askerlik durum belgesinde “askerlik karar
maddesi: 1111-86. madde tebligatsız” ibaresi yer almakta ise de, bu bilginin
askerlik kararının alındığına işaret etmediği, sadece askerlik kararının hangi
maddeden alınması gerektiğini öngördüğü ortadadır. Ancak, son yoklama
tarihinden sonra iki ayrı celp döneminde bakaya kaldığı için sanık hakkında adlî
soruşturma başlatılmış ve sanık yedek subay öğretmen olarak askere alınmıştır.
il/ilçe idare kurulunca askerlik kararının alınmadığı yönünde şüphe yaratacak
herhangi bir emare veya itiraz dava dosyasında bulunmamaktadır. Kaldı ki,
yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, askerlik kararının alınması kurucu bir
işlem olmayıp, yükümlülerin askerlik hizmetini ifa edebilme şartlarına sahip
olduğunun teyit edilmesi mahiyetindedir.
Bu itibarla, gerek söz konusu belgenin bu niteliği ve gerekse somut
olayda herhangi bir tereddüdün bulunmaması dikkate alındığında, dava
dosyasına askerlik kararının konulmamış olmasının noksan soruşturma olarak
değerlendirilemeyeceği kanısına varılmış, Daire kararı yerinde bulunduğundan,
Başsavcılığın isabetli görülmeyen itirazının reddine karar vermek gerekmiştir.
NOT : As.Yrg. Daireler Kurulunun 8.7.2004 tarih ve 2004/119-111
esas ve karar sayılı içtihadı da aynı mahiyettedir.
208
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/98
K.No. : 2004/121
T.
: 30.9.2004
ÖZET
Bakaya suçu yönünden yükümlülerin çağrılıp da gelmediği
celp grubuna ait son sevk tarihinin suç başlangıç tarihi olarak
kabulü gerekir. Bu nedenle, sanıkla birlikte aynı gün askerlik
şubesine çağrılan diğer yükümlülerin sevk edilmeleri nedeniyle,
“yaşıtlarının ilk kafilesinin sevk tarihi” olarak, sanığın askerlik
şubesine çağrıldığı tarihin esas alınması gerektiğine dair görüşe
itibar edilemez.
Öte yandan, Mayıs 2002 celbinin ilk grup 21-27 Mayıs 2002
ve ikinci grup 8-10 Temmuz 2002 tarihleri arasında olmak üzere iki
ayrı grup olarak gerçekleştirilmesi nedeniyle, bakaya kalan tüm
yükümlüler yönünden “arkadaşlarının ilk kafilesi” olarak ikinci
grubun son sevk tarihinin esas alınması gerektiği düşünülebilir ise
de; yıl içerisinde sevk dönemlerinin sayısını ve sevk tarihlerini
belirleme yetkisi MSB’lığına ait olduğuna göre her grubun kendi
içerisinde değerlendirilip, her grubun son sevk tarihinin kendi
mensupları açısından “ilk kafilenin yollanma tarihi” olarak dikkate
alınmasında herhangi bir yasaya aykırılık bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, bakaya suçunun
başlangıç tarihinin tespitinde, sanığın askerlik şubesine çağrıldığı tarihin mi,
yoksa askerlik şubesinin son sevk tarihinin mi esas alınacağı noktasındadır.
Daire, emsalleri 21-27 Mayıs 2002 tarihleri arasında sevk edilen sanığın
bakayalık süresinin yaşıtlarının son sevk tarihi olan 27’sinden sonra başladığı
sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık; sanıkla birlikte aynı gün askerlik şubesine
çağrılan diğer yükümlülerin sevk edilmeleri nedeniyle, “yaşıtlarının ilk
kafilesinin sevk tarihi” olarak, sanığın askerlik şubesine çağrıldığı tarih olan
25.5.2002 tarihinin esas alınması gerektiği görüşündedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Son yoklaması 4.7.2001 tarihinde yapılmış olan sanığın eğitim birliğine
sevkini sağlamak üzere 17.5.2002 günü askerlik şubesine müracaatını isteyen
4.5.2002 tanzim tarihli askere sevk için çağrı pusulasının, sanığın nüfusa kayıtlı
olduğu köyde dedesine tebliğ edildiği, 1111 sayılı Kanunun 43’üncü maddesi
209
uyarınca tebliğ tarihinden itibaren tanınması zorunlu olan on beş günlük hazırlık
süresi sonunda sanığın en erken 25.5.2002 tarihinde sevk edilebileceği, Patnos
Askerlik Şubesinin Mayıs 2002 celp döneminde yükümlülerin ilk grubunu 2127 Mayıs 2002 tarihleri arasında sevk ettiği, sanığın ise 28.11.2002 tarihinde
askerlik şubesine başvurup aynı gün üç gün yol müddetiyle Manisa’daki eğitim
birliğine sevkini sağladığı ve gecikerek 9.12.2002 günü katılış yaptığı dosya
kapsamından anlaşılmaktadır.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 12’nci maddesinde, Bakaya: “...son
yoklamada bulunarak numara ile veya numarasız asker edildikleri hâlde
istenildikleri sırada gelmeyenlere veya gelip de askerlik yapacakları kıt’alara
gitmeksizin toplandıkları yerlerden veya yollardan savuşanlara (bakaya)...
denir.” şeklinde tarif edilmektedir.
ASCK’nın 63’üncü maddesi : “Kabul edilecek bir özrü olmadan barışta
bakayalarla yoklama kaçağı veya saklılardan yaşıtlarının veya birlikte işleme
bağlı arkadaşlarının ilk kafilesi yollanmış bulunanlar...” biçimindedir.
Askerî Ceza Kanununda “bakaya”nın tanımı yer almadığından, idarî
kanun niteliğinde olmasına karşın, bakaya suçunun kendine özgü yapısına
nazaran 1111 sayılı Askerlik Kanunundaki tanımından yararlanmak gereklidir.
Ancak, bu tanım bakaya suçunun unsurlarını belirlememekte, sadece bakayalık
kavramına açıklık getirmektedir. Bakaya suçunun unsurları, ceza hukukunun
genel prensipleri uyarınca, ceza kanununda aranmalıdır. Bu nedenle; her ne
kadar 1111 sayılı Askerlik Kanununun 12’nci maddesinde “istenildikleri sırada
gelmeyenlere” şeklinde bir belirleme bulunmakta ise de, bu ibarenin, bakaya
suçunun Askerî Ceza Kanununda düzenlenmiş kurucu unsurlarının önüne
geçmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, ASCK’nın 63’üncü maddesinde
öngörülen “yaşıtlarının veya birlikte işleme bağlı arkadaşlarının ilk kafilesi
yollanmış bulunanlar” unsuru, asıl dikkate alınması ve yorumlanması gereken
kurucu öğedir.
“Arkadaşlarının ilk kafilesi” ibaresinin anlamını ortaya koymak
bakımından, Askerlik Kanunu ve MSY: 70-1C Asker Alma Yönergesi
hükümleri ve düzenlemeleri irdelenmelidir.
1111 sayılı Kanunun 89’uncu maddesi : “Numaralı veya numarasız
asker edilmiş mükellefler, yapılan davet üzerine birlikte sevk edilecekleri
arkadaşlarının sevki gününe kadar gelmez ve...” şeklindedir.
Asker Alma Yönergesinin ikinci bölüm dördüncü kısmının genel
esaslar bölümünde, MSB’lığınca aksi bildirilmediği sürece, yükümlülerin celp
ve sevk işlemlerinin yapılacağı tarihler açıkça belirtilmiştir. Dört döneme
yayılmış sevklerin tarihleri, belirli ayların 21 ve 27’nci günleri arasıdır. Sevk
tarihlerinin birer haftalık zaman aralığına konulmasının başlıca sebebi, sevk
edileceklerin askerlik şubesinde yığılmalarının önlenmesidir. Bu idarî bir tedbir
olup, gelişen şartlara göre sevk dönemi ve tarihlerinin MSB’lığınca
değiştirilmesi mümkündür. Hatta, sevk işleminin yükümlü açısından da
kolaylaşmasını amaçlayan idare, yönergeye bir hüküm koymuş ve “isteyenlere
sevk evraklarının on gün önceden verilebileceğini ve yükümlülerin isteklerine
210
göre, genel sevk günleri içerisinde kalmak şartıyla, sevk günlerini kendilerinin
belirleyebileceklerini” öngörmüştür. Yönergenin “Celp ve Sevkin İcra Safhası”
bölümünün “f” bendinde yer alan bu düzenleme, “arkadaşlarının ilk kafilesi”
ibaresine açıklık getirmektedir. Yükümlünün talebi üzerine, son sevk günü olan
ayın 27’sinde dahi sevke izin verildiğine göre, bu tarihin esas alınması gerektiği
ortaya çıkmaktadır. Nitekim, uygulamada da celp ve sevk işleminden sonra
bakaya kalanların tespiti yapılırken, çağrıldıkları tarih değil, genel sevkin son
tarihi nazara alınmaktadır.
Bilindiği gibi, yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında, saklı ve yoklama
kaçağı suçları bakımından genel sevkin son tarihi suç başlangıç tarihi olarak
benimsenmektedir. Bakaya kalan yükümlü de askerlik şubesine genel sevk
dönemi içerisinde hiç uğramadığından, bakaya suçu yönünden de son sevk
tarihinin suç başlangıç tarihi olarak kabulü yerinde olacaktır.
Her ne kadar Askerî Yargıtay Drl.Krl.nun 23.5.2002/39-42, 17.5.2001/
51-51 ve 29.4.1977/43-36 tarih ve sayılı kararlarında, yükümlünün bizzat
şubeye çağrıldığı tarihin esas alındığı görülmekte ise de, bu kararlarda geç
iltihak suretiyle bakaya suçunun irdelendiği göz ardı edilmemelidir. Askerlik
şubesine genel sevk dönemi içerisinde gelen yükümlünün sevk pusulasına sevk
tarihi yazılmış olduğundan, bu tarihte gelip de sevkini sağlayan arkadaşları
dolayısıyla, bu kişi için “arkadaşlarının ilk kafilesinin yollanmış olması” unsuru
gerçekleşmiş olmaktadır. Ancak, genel sevk dönemini geçiren yükümlü için
böyle bir somutlaşma söz konusu olmadığından, son sevk tarihinin esas
alınması isabetlidir.
Diğer taraftan, MSB’lığının Mayıs 2002 celp ve sevk döneminde, iki
grup hâlinde sevk işlemini gerçekleştirdiği, ilk grubun 21-27 Mayıs 2002, ikinci
grubun 8-10 Temmuz 2002 tarihleri arasında sevk edildiği görülmektedir.
MSB’lığının bir takım idarî gerekçelerle gerçekleştirdiği bu uygulamanın
yükümlüler arasında eşitsizlik yaratabileceği ve “arkadaşlarının ilk kafilesi”
olarak ikinci grubun son sevk tarihinin esas alınması gerektiği düşünülebilir ise
de; bunun, birlikte hareket eden ekip anlamındaki “kafile” deyimi ile
bağdaşmayacağı aşikârdır. Sene içerisinde sevk dönemlerinin sayısını ve sevk
tarihlerini belirleme yetkisi MSB’lığına ait olduğuna göre, Mayıs 2002 celbinin
iki ayrı sevk dönemi olarak kabulünde ve dolayısıyla her grubun kendi
içerisinde değerlendirilip, her grubun son sevk tarihinin kendi mensupları
açısından “ilk kafilenin yollanma tarihi” olarak dikkate alınmasında her hangi
bir sakınca veya yasaya aykırılık bulunmamaktadır.
Bu itibarla; bakaya suçunun başlangıç tarihinde yanılgıya düşmemiş
olan askerî mahkemenin kararını onayan Daire kararı yerinde bulunmuş ve
Başsavcılığın isabetli görülmeyen itirazının reddine karar vermek gerekmiştir.
211
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/114
K.No. : 2004/130
T.
: 14.10.2004
ÖZET
1111 sayılı Kanunun 25 ve 45’inci maddelerinde, tebligat
bakımından farklı bir düzenleme yapılmamış, son yoklama için
çağrılan yükümlüler bakımından bir sıra öngörülmemiştir.
Muhatabın adresinde bulunmadığı ve adresini askerlik şubesine
bildirmeden ayrıldığı durumlarda, ana, baba, kardeş ve sair akraba
arasında öncelik sırası gözetilmeksizin herhangi birisine yapılacak
tebligat geçerlidir. Bu nedenle, somut olayda, adres bildirmeden
ayrılan sanığın askerlik şubesi tarafından bilinen tek adresi olan
nüfusa kayıtlı olduğu köyde dayısına yapılan tebligat geçerli ve
yasaya uygundur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, askerlik
şubesine adresini bırakmadan köyünden ayrılmış olan sanık adına çıkarılmış son
yoklama çağrı pusulasının, sanığın babası köyde bulunmasına rağmen doğrudan
dayısına tebliğ edilmiş olmasının, geçerli bir tebligat niteliğinde olup olmadığı
noktasındadır.
Daire, 1111 sayılı Askerlik Kanununun 25 ve 45’inci maddeleri
arasında farklılık bulunduğu, son yoklaması yapılmış yükümlülerin celp
işlemleri bakımından aile fertleri arasında öncelik sırası gözetilmediği, ancak
Kanunun 45’inci maddesinde yer alan “kim varsa” ibaresi 25’inci maddede
bulunmadığından, son yoklama için çağrılan yükümlüler bakımından bir sıra
öngörüldüğünün kabulü gerektiği, önce anne ve baba, bunlar yok ise kardeşler
ve bunların da bulunmaması hâlinde diğer akrabaların pusulayı almaya yetkili
oldukları, bu nedenle babası köyde bulunan sanığın dayısına yapılan tebligatın
geçerli sayılamayacağı sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık; 1111 sayılı
Kanunda iki ayrı tebligat usulü öngörülmediği ve yerleşik Askerî Yargıtay
kararlarına nazaran, sanığın dayısına yapılan tebligatın geçerli olduğu
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede,
Adresini bırakmadan köyünden ayrılmış olan sanığın 30.7.2001
tarihinde son yoklamasını yaptırmak üzere askerlik şubesine başvurması
gerektiğine dair 8.6.2001 tanzim tarihli son yoklama çağrı pusulasının, sanığın
212
nüfusa kayıtlı olduğu köy adresinde 16.6.2001 tarihinde dayısına tebliğ edildiği,
emsalleri 11.12.2002 tarihine kadar sevk edilen sanığın bu tarihten sonra
7.1.2003 günü askerlik şubesine gidip son yoklamasını yaptırdığı, aynı tarihte
bir gün yol süresi verilerek eğitim birliğine sevk edildiği ve sanığın gecikerek
16.1.2003 günü katılış yaptığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Sanığın beyanını destekleyen jandarma araştırmasına göre, son yoklama
çağrı pusulasının dayısına tebliğ edildiği tarihte, sanığın babası ve ailesi aynı
köyde ikamet etmektedir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 25’inci maddesi; “Davet pusulası alan
ihtiyar meclisi veya heyetleri, pusulalarda yazılı olanlar köy ve mahallelerinde
iseler kendilerini, değil iseler ana, baba, kardeş veya hısımlarını davetten
haberdar eder...” şeklindedir.
1111 sayılı Kanunun 45’inci maddesi; “Mülkiye memuru, polis,
jandarma vasıtasıyla çağrılanların hangi gün şube merkezinde bulunacaklarını
kendilerine, eğer köy ve mahallelerinde değilseler, ana, baba, kardeş ve sair
akrabalarından kim varsa onlara bildirmek üzere bu cetvellerin birini köy ve
mahalle ihtiyar meclisi heyetlerine gönderir...” hükmünü içermektedir.
Görüldüğü üzere, 1111 sayılı Kanunun 45’inci maddesindeki “kim
varsa” ibaresi, 25’inci maddede yer almamaktadır. Ancak, maddeler arasında
yaratılmış bu farklılığın, son yoklamaya çağrılan yükümlüler için ayrı, askere
sevk için celp edilen yükümlüler için ayrı tebligat usulünü öngörmeyi
hedeflemediği ve “kim varsa” ibaresinin, bir açıklama ve vurgulama niyetiyle
kaleme alındığı aşikârdır. Her iki maddenin kaleme alınış tarzında, önce
muhatabın aranması gerektiğine işaret edilmesi, sonrasında ana, baba, kardeş ve
sair akrabaya tebligat yapılmasının öngörülmesi dikkat çekicidir. Aile fertleri
bakımından, muhatap için yapıldığı gibi ihtimale dayalı bir cümle
kurulmamıştır. Nitekim, kanunun gerekçesinde, böyle bir farklılık yaratılmanın
amaçlandığına ilişkin herhangi bir açıklık bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay İçt.Brl.Krl.nun 12.11.1954 tarih ve 1954/2744-141
sayılı kararındaki, “Askerlik Kanununun 45’inci maddesi hükmüne göre
köylerinde bulunmayıp da çağrılanların ana, baba, kardeş ve sair akrabalarından
kim varsa kendilerine yapılacak tebligat kanunî manada muamelenin
tamamlanması için kâfi olup, bu şahıslara yapılan tebligattan sonra hizmete
çağrılanların keyfiyetten haberdar olmaması keyfiyetinin suçun tekevvününde
bir mazeret olarak ileri sürülemeyeceği mütalâa ve kabul olunmakla...”
şeklindeki saptama, yasanın asıl amacına işaret etmektedir.
Askerî Yargıtay Drl.Krl.nun 9.1.2003 tarih ve 2003/3-3 sayılı
kararında; 1111 sayılı Askerlik Kanununun 45’inci maddesine göre, tebligatın
öncelikle bilinen adresinde mükellefin kendisine, adres bırakmadan ayrılmış ise,
aralarında sıra gözetmeksizin, ana, baba, kardeş ve sair akrabalarından birine
yapılacağı kabul olunmuştur.
Diğer taraftan, konuya genel tebligat esasları bakımından
yaklaşıldığında, kanun koyucunun, muhatap haricindeki aile efradına yapılacak
tebligatta herhangi bir öncelik sırası gözetmediği de görülmektedir.
213
Şöyle ki; 6.12.1923 tarihinde yayımlanıp bilâhare ilga edilmiş 376
sayılı Posta Kanunu ile bu kanunu takip eden ve hâlen yürürlükte bulunan
2.3.1950 tarih ve 5584 sayılı Posta Kanununun ilgili hükümleri; ayrıca,
14.4.1929 ve 1412 sayılı CMUK ile 22.5.1930 tarih ve 1631 sayılı Askerî
Muhakeme Usulü Kanununun tebligat bakımından atıf yaptığı 18.6.1927 tarih
ve 1086 sayılı HUMK’nın (ki, bu Kanunun ilgili hükümleri, 16.1.1939 tarih ve
3560 sayılı Adlî Evrakın Posta, Telgraf ve Telefon İdaresi Vasıtasıyla Tebliğine
Dair Kanun ve onu yürürlükten kaldıran 11.2.1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat
Kanunu ile ilga edilmiştir.) ve 4.1.1961 tarih ve 213 sayılı Vergi Usul
Kanununun tebligata ilişkin hükümleri ile hâlen yürürlükte bulunan 7201 sayılı
Tebligat Kanunun genel düzenlemesi, 1111 sayılı Askerlik Kanunu ile uyumlu
bir tebligat anlayışını yansıtmaktadır. Yukarıda sayılan hiçbir kanunda, genel
ilke dışına çıkılmamış ve aile efradı arasında tebliğ yönünden öncelik
öngörülmemiştir. Her ne kadar, bu düzenlemelerin askerlik hizmetiyle ilgili
olmadığı söylenebilir ise de, yerleşik tebligat prensiplerinin dışına çıkmayı
gerektiren özel bir durumun söz konusu olmadığı ve 1111 sayılı Kanunun
gerekçesinde de buna işaret eden bir açıklama bulunmadığı göz ardı
edilmemelidir.
Bu itibarla; 1111 sayılı Kanunun 25 ve 45’inci maddelerinde, tebligat
bakımından farklı bir düzenleme yapılmadığı, muhatabın adresinde
bulunmadığı ve adresini askerlik şubesine bildirmeden ayrıldığı durumlarda,
ana, baba, kardeş ve sair akraba arasında öncelik sırası gözetilmeksizin herhangi
birisine yapılacak tebligatın geçerli olduğu sonucuna varılmış; somut olayda,
adres bildirmeden ayrılan sanığın askerlik şubesi tarafından bilinen tek adresi
olan nüfusa kayıtlı olduğu köyde dayısına yapılan tebligatın yasaya uygun
olduğu hususunda herhangi bir tereddüt bulunmadığı anlaşılmış ve Askerî
Yargıtay Başsavcılığının isabetli görülen itirazının kabulü ile Daire kararının
kaldırılıp, yasaya aykırı bulunan beraet hükümlerinin bozulmalarına karar
vermek gerekmiştir.
214
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/164
K.No. : 2004/167
T.
: 9.12.2004
ÖZET
1111 sayılı Askerlik Kanununa göre çağrıldığı tarihte
yoklamasını
yaptırmayan
yükümlüler,
birlikte
askerlik
muamelesine tâbi oldukları doğumluların celp ve sevkine
başlanmasından sonra yoklama kaçağı statüsüne girmektedir.
Somut olayda, Mayıs 2002 celp döneminde ve iki grup hâlinde (2127 Mayıs ve 8-10 Temmuz olarak iki grup) sevk işlemlerini
gerçekleştiren askerlik şubesi yükümlüsü olan tebligatlı yoklama
kaçağı sanık yönünden, celp döneminin ilk grubunda emsallerinin
celp ve sevk işlemlerine başlandığına göre, ilk grup, ilk kafile
olarak kabul edilmeli ve ilk grubun son sevk tarihini takip eden 28
Mayıs 2002 günü suçun başlangıç tarihi olarak belirlenmelidir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
Mayıs 2002 celp döneminin hangi grubunda sevke tabî olduğunun tespit
edilmesine yönelik araştırma yapılmamış olmasının, yoklama kaçağı suçunun
başlangıç tarihinin belirlenmesine bir etkisinin bulunup bulunmadığı
noktasındadır.
Daire; sanığın hukukî durumunda herhangi bir değişiklik yaratmayacak
olsa dahi, maddî vakıanın hatalı tespitinin hükmün bozulmasını gerektirdiği ve
bu nedenle, sanığın Mayıs 2002 celbinin hangi grubunda sevke tabî olduğunun
belirlenmesinden sonra suç başlangıç tarihinin tespitinde zorunluluk bulunduğu
sonucuna ulaşmış iken; askerî mahkeme; yoklamasını yaptırmayan yükümlünün
hangi grupta sevke tabî olduğunun belirlenemeyeceği, yerleşik uygulamaya
göre sanığın emsallerinin son sevk tarihini takip eden günün suç başlangıç tarihi
olarak kabulü gerektiği ve bu nedenle yargılamada noksan soruşturma
bulunmadığı düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Ahlat İlçesi nüfusuna kayıtlı 1982 doğumlu sanığın 23.7.2001 günü
askerlik şubesine gelerek yoklamasını yaptırması gerektiğine dair 8.6.2001
tanzim tarihli son yoklama çağrı pusulasının, sanığın ailesinin oturduğu Gebze
İlçesindeki adresinde 15.6.2001 günü babasına tebliğ edildiği, çağrıldığı tarihte
askerlik şubesine gitmeyen sanığın gecikerek 19.12.2002 günü askerlik
215
şubesine başvurduğu ve aynı gün yoklamasının yapılıp eğitim birliğine sevk
edildiği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Yoklama kaçağı suçunun başlangıç tarihinin belirlenmesinde esas
alınacak unsur, ASCK’nın 63/1-A maddesinde belirtildiği üzere; “yaşıtlarının
veya birlikte işleme bağlı arkadaşlarının ilk kafilesinin yollanmış olmasıdır.”
Dava dosyasında bulunan “Celp Dönemlerini Gösterir Çizelge”de,
sanığın yükümlüsü olduğu Ahlat Askerlik Şubesinin Mayıs 2002 celp
döneminde ve iki grup hâlinde sevk işlemlerini gerçekleştireceği yazılıdır. Bu
celp döneminin, 21-27 Mayıs ve 8-10 Temmuz olarak iki gruba ayrılmış olması,
sanığın hangi grupta sevk edileceğinin araştırılmasını gerektirecek bir durum
değildir. Zira; 2002 yılından bu yana yürütülen bu uygulamada, son yoklaması
yapılmış yükümlülerin “rastlantısal” olarak bilgisayar tarafından iki gruba
ayrıldıkları bilinen bir keyfiyettir. Dolayısıyla, işlemin niteliğine nazaran,
yoklama kaçağı kalmış olan sanığın, yoklamasını zamanında yaptırmış olması
hâlinde hangi gruba dâhil olacağını belirlemeye imkân bulunmamaktadır.
Bu nedenle; yargılamada herhangi bir noksan soruşturma bulunmadığı
kanısına varılmıştır.
Yargılamada herhangi bir eksiklik bulunmadığı belirlendikten sonra,
yoklama kaçağı suçunun başlangıç tarihi olarak hangi tarihin esas alınacağı
tartışılmıştır.
1111 sayılı Askerlik Kanununun “Cezalı Askerlik” başlığını taşıyan
bölümünde yer alan 86’ncı maddesinde; “...birlikte askerlik muamelesine tabî
oldukları doğumluların celp ve sevkine kadar da ele geçmeyen...” ibaresi yer
almaktadır. Bu belirleme, ASCK’nın 63/1-A maddesinde yer alan “ilk kafile”
tanımına ışık tutacak niteliktedir. Çağrıldığı tarihte yoklamasını yaptırmayan
yükümlülerin, birlikte askerlik muamelesine tabî oldukları doğumluların celp ve
sevkine başlanmasından sonra yoklama kaçağı statüsüne girdiklerini kabul eden
kanun koyucunun bu iradesi dikkate alınmalıdır. Celp döneminin ilk grubunda
yükümlünün emsallerinin celp ve sevk işlemlerine başlandığına göre, ilk grup,
ilk kafile olarak kabul edilmeli ve ilk grubun son sevk tarihini takip eden gün
suçun başlangıç tarihi olarak belirlenmelidir. Aksi yönde düşünülüp, her iki
grubun tek bir kafile teşkil ettiği ve ikinci grubun son sevk tarihini takip eden
günün suçun başlangıç tarihi olduğu kabul edildiğinde, yoklamasını geç
yaptıran kötü niyetli yükümlülerin korunmuş olacağı gözden uzak
tutulmamalıdır.
Bu itibarla; çağrıya uymayıp zamanında son yoklamasını yaptırmayan
sanığın emsallerinin ilk kafilesinin son sevk tarihinin, celbin ilk grubunun son
sevk tarihi olan 27.5.2002 olduğu ve dolayısıyla sanığın sabit görülen yoklama
kaçağı suçunun başlangıç tarihinin 28.5.2002 olduğu kabul edilmiştir.
Bu nedenle; askerî mahkemece suçun başlangıç tarihinin 11.7.2002
olarak belirlenmesi, maddî vakıanın hatalı tespiti sonucunu doğurduğundan,
hükmün bu yasaya aykırılık sebebiyle bozulmasına karar verilmiştir.
216
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/165
K.No. : 2004/168
T.
: 9.12.2004
ÖZET
Sanığın sağlık mazeretini belgelemek için ibraz ettiği sağlık
raporunun protokol defterine kayıtlı olmaması ve sanığın istirahat
önerilen tarihlerde çalışmış olması, hâkimin raporun sıhhati
konusunda kuşku duymasını gerektirecek makul sebepler olmakla
birlikte, her türlü araştırmaya rağmen bu şüphe yenilemiyorsa, ceza
hukukunun
genel
prensibi
uyarınca
şüpheden
sanık
yararlandırılmalıdır. Bu itibarla; sanığın sevk tarihinde rahatsız
olduğuna ilişkin savunmasının aksi ispatlanamadığından, şüphe
sanığın lehine yorumlanarak, geçerli bir mazeretinin bulunduğunun
kabulüyle oluşmayan bakaya suçundan sanık hakkında beraet
kararı verilmesi gerekir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
geçerli bir mazereti bulunup bulunmadığı, dolayısıyla bakaya suçunun sabit
olup olmadığı noktasındadır.
Daire; sanığın sunduğu raporun gerçeği yansıtıp yansıtmadığı
konusunda oluşan şüphenin sanık lehine yorumlanarak beraet hükmü kurulması
gerektiği sonucuna ulaşmış iken; askerî mahkeme, sağlık raporunun hatıra
binaen düzenlendiği hususunda herhangi bir kuşku bulunmadığı ve bakaya
suçunun sübuta erdiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede,
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden 30.7.1996 tarihinde
mezun olan sanığın 24.9.1996 tarihinde son yoklamasının yapılıp, sevkinin,
96/9 grup numarasıyla Eylül 1997 Yedek Subay Aday Adayı celbine
plânlandığı, 13.8.1997 tarihinde 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesinde
uzmanlık eğitimine başlaması nedeniyle, 18.9.1997 tarihli sevk tehir emriyle
13.8.2001 ve 31.7.2001 tarihli sevk tehir emriyle de 13.8.2002 tarihine kadar
sevkinin ertelendiği, 25.3.2002 tarihinde girdiği uzmanlık sınavında başarılı
olması nedeniyle 13.8.2002 tarihinde fakülte ile ilişiğinin kesildiği, TRT
Kurumu tarafından yapılan tebliğ mahiyetindeki duyurularla Ekim 2002
celbinde sevk edileceği kendisine tebliğ edilmiş olan sanığın, celbin son sevk
tarihi olan 30.9.2002 tarihine kadar askerlik şubesine başvurmadığı, gecikmeli
217
olarak 11.12.2002 günü Keçiören Askerlik Şubesine müracaat edip, sevk
tarihlerinde rahatsız olduğuna dair 30.9.2002 ve 29.11.2002 tarihli iki ayrı
sağlık raporu sunduğu, yapılan araştırmada Aralık celbine ilişkin raporun
düzenlendiği Ankara Numune Hastanesinde sanığın muayene kaydına
rastlandığı, ancak Dr.A.C. tarafından düzenlenmiş “ürolitiasis” tanısını ve beş
gün istirahat önerisini içeren 556 protokol numaralı ve 30.9.2002 tarihli raporun
Özel Keçiören Hastanesi protokol defterinde kaydının bulunmadığının tespit
edildiği, adı geçen tabibin raporun düzenlendiği tarihte söz konusu özel
hastanede görev yaptığının, rapordaki imzanın bu tabibe ait olduğunun ve sağlık
raporunda yazılı istirahat süresince sanığın bir başka özel sağlık kuruluşunda
(Keçiören Polikliniği) mesaisine devam ettiğinin belirlendiği ve sanığın daha
sonra 31.5.2003 tarihinde askerlik hizmetine başladığı dosya kapsamından
anlaşılmıştır.
Anayasamızın 138/1 maddesi : “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar;
Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm
verirler” hükmünü içermektedir.
353 sayılı Kanunun 163’üncü maddesi: “Askerî mahkeme irat ve ikame
olunan delilleri, duruşmada edineceği kanıya göre değerlendirir” biçimindedir.
Bilindiği gibi, ceza yargılama hukukumuz “vicdanî delil sistemi”
üzerine kurulmuş ve “resen soruşturma ilkesi” benimsenmiştir. Bu kavramlar;
hâkimin, herhangi bir talep olmadan, maddî vakıanın ortaya çıkarılmasına
yönelik her türlü soruşturma işlemini yapmakla yükümlü olduğunu; ancak,
yargılama sonucunda nihaî kararını verirken, sadece duruşmada ikame olunan
delillere dayanabileceğini öngörmektedir. Vicdanî kanaat, hâkimin duygu ve
düşünceleri değil; somut, objektif, akla ve amaca elverişli gerçek deliller
üzerine inşa edilebilir. Hukukî meselenin öncesinde hâlledilmesi gereken maddî
meselenin çözümünde, akıl ve mantık kuralları ön plânda olduğundan,
varsayımlara, genellemelere ve karinelere yer yoktur.
Somut olayımızda; her ne kadar askerî mahkeme; sanığın ibraz ettiği
sağlık raporunun özel hastanenin protokol defterinde kaydının bulunmamasını
ve sanığın istirahat önerilen tarihlerde çalışmış olmasını dikkate alarak, söz
konusu raporun gerçeği yansıtmadığı ve hatıra binaen düzenlendiği sonucuna
ulaşmış ise de; sıralanan hususların, raporun gerçeğe aykırı olarak
düzenlendiğinin kabulüne yeterli ve elverişli olmadığı; özel hastanenin
“...mevcut raporun ve imzanın kadrolu Üroloji Uzmanı Dr A.C.’ye ait olduğu,
protokol numarası verildikten sonra sehven kayıt edilmediği...” şeklindeki
cevabı ve sanığın ısrarlı savunmaları karşısında, raporun sahte olarak
düzenlendiğinin kabulünün varsayımdan ibaret olduğu ve istirahat önerisine
uymayıp çalışmış olan sanığın bu hareketinin rahatsızlığın varit olmadığının
sabit görülmesini gerektirmediği açıktır. Sanığın sağlık mazeretini belgelemek
için ibraz ettiği sağlık raporunun protokol defterine kayıtlı olmaması ve sanığın
istirahat önerilen tarihlerde çalışmış olması, hâkimin raporun sıhhati konusunda
kuşku duymasını gerektirecek makul sebeplerdir. Bu tespitlere nazaran
soruşturmanın genişletilmesi ve raporun gerçeği yansıtıp yansıtmadığı
218
hususunda daha ayrıntılı bir araştırmaya girişilmesi doğal ve olması gereken bir
tutumdur. Ancak, her türlü araştırmaya rağmen bu şüphe yenilemiyorsa, ceza
hukukunun genel prensibi uyarınca şüpheden sanık yararlandırılmalıdır.
Nitekim, yapılan araştırma sonucunda, sanık tarafından ibraz edilen sağlık
raporunun gerçeği yansıtmadığını düşündürecek başka bir emareye
rastlanılmamıştır.
Sırf şüphelere binaen ve somut deliller göz ardı edilerek hüküm
kurulduğu takdirde, Anayasanın öngördüğü “vicdanî kanaat” değil, hâkimin
sübjektif yargısının ürünü olan “kişisel kanaat” ile sonuca varılmış olur. Bu
yargı biçimi ise, ceza yargılama hukukunun genel prensiplerine ve Anayasaya
aykırıdır.
Bu itibarla; sanığın sevk tarihinde rahatsız olduğuna ilişkin
savunmasının aksi ispatlanamadığından, şüphe sanığın lehine yorumlanarak,
geçerli bir mazeretinin bulunduğunun kabulüyle oluşmayan bakaya suçundan
sanık hakkında beraet kararı verilmesi gerekirken, varsayımdan hareketle
mahkûmiyet hükmü kurulması yasaya aykırı bulunmuş ve direnilmek suretiyle
kurulmuş hükmün sübut noktasından bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
219
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/111
K.No. : 2004/169
T.
: 16.12.2004
ÖZET
24.7.1998 tarihinde son yoklama yapılacağına dair çağrı
pusulasının sanığın kanunî yakınına çağrıldığı günden sonra
7.9.1998 tarihinde tebliğ edilmesi tebligatı geçersiz kılmaz. Son
yoklamasını yaptırması gerektiğine ilişkin tebligattan haberdar
edilen sanık bu yönüyle emsallerinin sevkine kadar askerlik
şubesine müracaat etmek zorundadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, atılı
yoklama kaçağı ve geç iltihak suretiyle bakaya suçlarının sübuta erip ermediği
noktasındadır.
Daire, sanık F.G.’ye usulüne uygun bir tebligat yapılmamasından ötürü
yoklama kaçağı suçunun maddî unsurunun gerçekleşmediğini, geç iltihak
suretiyle bakaya suçunun varlığından söz edebilmek için ise yoklama kaçağı
suçunun oluşması gerektiğini kabul ederek, atılı her iki suçla ilgili mahkûmiyet
hükümlerinin sübut (esas) yönünden bozulmalarına karar vermiş iken;
Başsavcılık, isnat konusu suçların maddî ve manevî unsurları itibariyle
oluştuğunu ileri sürerek, aksi doğrultudaki Daire kararlarına karşı itirazda
bulunmuştur.
Sanık F.G.’nin 24.7.1998 tarihinde son yoklamasını yaptırması için
adına çıkarılan 9.6.1998 tarihli son yoklama çağrı pusulasının 7.9.1998 günü
amcasının oğlu Y.G.’ye imza karşılığı tebliğ edildiği, birlikte işleme tâbi olduğu
emsal şube yükümlüleri 21.8.1999-27.8.1999 tarihleri arasında askere sevk
edilen sanığın bu süre içerisinde sevkini sağlatmadığı, 11.12.2002 tarihinde
Yenişehir Askerlik Şubesine müracaat ederek sevkini sağlatan ve kendisine
tanınan 2 günlük yol süresi sonunda en geç 15.12.2002 gününe kadar
gönderildiği birliğe katılması gereken sanığın bu süreyi geçirerek 16.12.2002
tarihinde kıt’asına katıldığı sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık
arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Askerlik çağına girmiş olan mükelleflerin Askerlik Kanununun 26’ncı
maddesinde belirtilen, öğrencilik, tutukluluk veya hapiste olma gibi durumlar
hariç olmak üzere, kanunda belirtilen dönem içinde askerlik şubesine
başvurarak son yoklamalarını yaptırmaları zorunludur. Askerlik şubelerince
220
çıkarılıp mahallî ve mülkî amirler vasıtasıyla yükümlülere gönderilen son
yoklama çağrı pusulalarının ise askerlik meclislerinin toplu olduğu günlerde
yığılmaları önlemeye yönelik, bilgilendirici ve düzenleyici nitelikte idarî bir
işlem olduğunun kabulü gerekmektedir.
Yerleşik Askerî Yargıtay içtihatlarında, yükümlülerin son yoklamalarını
emsallerinin askere sevk tarihlerinin son gününe kadar yaptırabilecekleri kabul
edilmiştir. Bu noktadan hareketle, yoklama kaçağı suçunun oluşabilmesi için,
emsalleri askere sevk edilen yükümlülerin sevk işlemlerini sağlatmamaları
gerekmektedir.
İnceleme konusu olayımızda, 9.6.1998 tarihini taşıyan son yoklama
çağrı pusulası sanığın tebligata elverişli kanunî yakını durumundaki amcasının
oğluna 7.9.1998 tarihinde imza karşılığı tebliğ edilmiş olmasına ve emsal şube
yükümlüleri bu tarihten 11 ay sonra askere sevk edilmelerine karşın sanık bu
süre içerisinde askerlik şubesine müracaat etmemiştir.
Emsalleri 21-27 Ağustos 1999 tarihleri arasında silâh altına alınan
sanık, 40 aya yakın bir süreyi hareketsiz olarak geçirmesinin ardından
11.12.2002 tarihinde askerlik şubesine başvurmuştur. Sanığın amcasının oğluna
tebliğ edilen 9.6.1998 tarihli son yoklama çağrı pusulasının daha ilk
maddesinde; “...yükümlünün 24 Temmuz 1998 tarihinde son yoklamasını
yaptırmak üzere yerli askerlik şubesine veya ikamet yerine en yakın askerlik
şubesine bu şubenin yoklama günlerinde müracaat ederek son yoklamasını
yaptırması...” gerektiği’ açık ve anlaşılır cümlelerle ifade edilmiştir.
Son yoklamasını yaptırması gerektiğine ilişkin tebligattan haberdar
edilen sanık bu yönüyle emsallerinin sevkine kadar askerlik şubesine müracaat
etmek zorunda olduğunu da bilmektedir. Bu husus, Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun emsal nitelikteki 25.9.1964 gün ve 1964/64-70 E-K; 5.11.1992 gün
ve 1992/128-122 E-K ve 22.01.1998 gün ve 1998/13-13 E.K. sayılı kararlarında
da açıkça kabul ve ifade edilmiştir.
Bilgilendirici nitelikteki bu tebligat uyarınca, en yakın askerlik şubesine
müracaat ederek son yoklamasını sağlatabilme imkânına sahip olan sanık;
yapılan bu çağrıyı dikkate almadan 11.12.2002 tarihine kadar geçen süreçte
yerli ya da yabancı askerlik şubesine müracaatta bulunmamıştır.
Bu itibarla;
Sanıktaki suç işleme kastı ile eylemin temadi ettiği sürecin uzunluğunu
dikkate almaksızın yoklama kaçağı suçunun oluşabilmesini şeklî bir tebligat
koşuluna bağlayarak, bu unsurun gerçekleşmemesi hâlinde ASCK’nın 63/1-A
ve 63/1-B maddelerinde düzenlenen suçların varlığından bahsedilemeyeceği
sonucuna varan Dairenin konuyla ilgili değerlendirmelerinde isabet
görülmeyerek, yerinde bulunan Başsavcılık itirazının kabulü ile bozmaya ilişkin
Daire kararının kaldırılmasına, dava dosyasının incelemeye devam edilmek
üzere Daireye iadesine karar verilmiştir.
221
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/113
K.No. : 2004/170
T.
: 16.12.2004
ÖZET
Hakkında celp çağrı pusulası çıkartılmayan ve kendiliğinden
24.12.2002 günü askerlik şubesine gelen sanığa 24.12.2002
tarihinden itibaren 1111 sayılı Askerlik Kanununun 43’üncü
maddesi gereğince 15 günlük hazırlık süresi tanınması ve 8.1.2003
tarihinde saat 24.00’de sona eren sürenin ardından 9.1.2003
tarihinin sevk günü ve 10.1.2003 tarihinin 1 gün yol süresine
sayılarak suç başlangıç tarihinin 11.1.2003 olarak belirlenmesi
gerekir. Tebligatsız yükümlüler için 15 gün hazırlık süresinin
ardından sevk günü tanınmayarak doğrudan yol süresi hesabı
yapılması isabetli değildir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, atılı
geç iltihak suretiyle bakaya suçunun temadisinin hangi tarihte işlemeye
başladığının tespiti ile buna bağlı olarak uygulanacak kanun hükmünün
belirlenmesinden ibarettir.
Daire, atılı eylemin 11.1.2003-17.1.2003 tarihleri arasında işlendiğini,
bunun sonucu olarak da TCK’nın 119’uncu maddesinin öngördüğü ön ödeme
müessesesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, mahkûmiyet
hükmünü bu kabul doğrultusunda uygulamadaki isabetsizlik sebebiyle bozmuş
iken,
Başsavcılık, 10.1.2003 tarihinden itibaren bakaya durumuna düşen
sanığın 17.1.2003 tarihinde birliğine katılmasından dolayı 10.1.2003-17.1.2003
tarihleri arasında geç iltihak suretiyle bakaya suçunu işlediğini, tesis edilen
mahkûmiyet hükmünde bu yönüyle herhangi bir isabetsizlik bulunmadığını ileri
sürerek, bozmaya ilişkin Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
20.9.1977 doğumlu olmasına karşın adına celp çağrı pusulası
çıkartılmayan sanık İs.Er N.O.’nun; 24.12.2002 tarihinde başka suçları
nedeniyle bulunduğu cezaevinden tahliye edilerek Fethiye Askerlik Şube
Başkanlığına teslim edildiği, şubece yapılan sevk işlemleri sonunda 1 gün yol
süresi tanınarak İzmir’deki birliğine sevk edildiği ve 17.1.2003 tarihinde
kıt’asına katıldığı sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında
herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
222
1111 sayılı Askerlik Kanununun 43’üncü maddesi uyarınca
yükümlülere tanınması gereken 15 günlük hazırlık süresinin sona ermesinin
ardından yükümlülerin sevk işlemlerini yaptırabilmeleri için yerli ya da yabancı
askerlik şubelerine uğramaları gerektiği, burada geçecek 1 günlük süre ile
tanınan yol süresi de hesaba katılmak suretiyle bakaya suçunun işlenmeye
başladığı tarihin bu esaslar dâhilinde belirleneceği Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 26.9.1969 gün 1969/65-67 E.K.; 17.10.1969 gün ve 1969/78-77 E-K
ve 17.10.1969 gün ve 1969/79-78 E.K. sayılı kararlarıyla da açık bir biçimde
kabul ve ifade edilmiştir.
Kanun koyucu; bu anlamda sevk için tebligat yapılan yükümlüler ile
herhangi bir çağrıya muhatap olmadan kendiliğinden askerlik şubesine
müracaat edip, birliğine sevkini sağlatanlar arasında herhangi bir ayrım
yapılmasına imkân vermemiştir.
Aksinin kabulünün; emsal durumdaki yükümlülerin iradeleri dışında
gelişen tebligat işlemlerinin sonucuna bağlı olarak, birbirinden farklı tarihlerde
kıt’alarına katılmalarının zorunlu tutulması şeklinde eşitsizliklere yol açacağı
ortadadır.
Bu açıklamalar doğrultusunda;
Emsal şube yükümlüleri askere sevk edilmesine rağmen adresine
herhangi bir celp çağrı pusulası çıkartılmayan sanığa 24.12.2002 tarihinden
itibaren 1111 sayılı Askerlik Kanununun 43’üncü maddesi gereğince 15 günlük
hazırlık süresi tanınması icap ettiği, hazırlık süresi 8.1.2003 saat 24.00’de sona
eren sanığın şubedeki sevk işlemlerinin yapılabilmesi için geçecek 1 günlük
süre ve bunun ardından kendisine verilen 1 günlük yol süresi sonunda en geç
11.7.2003 gününe kadar sevk edildiği birliğine katılması gerektiği, sanığın ise
17.1.2003 tarihinde kıt’asına katılmak suretiyle 11.7.2003-17.1.2003 tarihleri
arasındaki süreçte geç iltihak suretiyle bakaya suçunu işlediği dosya
kapsamından anlaşılmaktadır.
Belirtilen sebeplerden dolayı;
Sanığın işleniş tarihleri itibarıyla ASCK’nın 63/1-A maddesinin “7 gün
içerisinde kendiliğinden gelenler cümlesi” kapsamında değerlendirilmesi
gereken eyleminin ASCK’da yer alan cezasının üst sınırının 3 ay hapis cezası
olduğunu belirterek, sanık hakkında TCK’nın 119’uncu maddesinde yer alan ön
ödeme hükmünün uygulanabileceği sonucuna varan Dairenin bu doğrultuda
tesis ettiği bozma kararında herhangi bir isabetsizlik görülmediğinden, aksi
doğrultudaki Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
223
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/3
K.No. : 2004/1
T.
: 8.1.2004
ÖZET
Evlenebilmek için rıza ile kaçan nişanlısının reşit olmasını
bekleyen ve bu esnada izni sona eren sanığın kız kaçırma eyleminin
suç teşkil etmesi ve beklenmedik bir durumun söz konusu olmaması
nedeniyle izin tecavüzü eylemi yönünden geçerli bir mazereti
bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın geçerli
bir mazeretinin bulunup bulunmadığı noktasındadır.
Daire; evlenebilmek için nişanlısının reşit olmasını bekleyen sanığın bu
mazeretinin TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 57/b maddesinde belirtilen
mazeretlerin kapsamında bulunduğu sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık,
sanığın kız kaçırma eyleminin suç teşkil etmesi ve beklenmedik bir durumun
söz konusu olmaması nedeniyle sanığın geçerli bir özrünün bulunmadığı
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Kara Kuvvetleri 1’inci Sınıf Askerî Cezaevi Müdürlüğü emrinde
askerlik hizmetini ifa eden sanığın, 12.7.2002 tarihinde, aynı yıl içerisinde
kullandığı ilk izninde yol süresinden yararlandığından, bu kez yol müddeti
tanınmaksızın Ceyhan/Adana’ya dokuz günlük izine gönderildiği, 21.7.2002
tarihinde birliğine dönmesinin gerektiği, izninin bitmesine birkaç gün kala
ağabeyinin takım komutanını telefonla arayarak sanığın nişanlısını kaçırdığını
ve kızın yaşının nikâh için yeterli olmadığını belirtip izninin uzatılmasını
istediği, ancak daha önce de bu şekilde izin isteyip izini uzatıldığından sanığın
talebinin kabul edilmediği, kaçırdığı 28.7.1984 doğumlu D.K. ile 29.7.2002
günü resmî nikâhla evlendiği, 19.7.2002 tarihinde yapılan ihbar üzerine kız
kaçırdığı için aranmakta olan sanığın 30.7.2002 günü köye gelen jandarmaya
babası tarafından teslim edildiği ve aynı gün adlî işlemleri müteakip
Cumhuriyet savcılığınca salıverilmesi sonrasında 1.8.2002 günü birliğine
giderek katılış yaptığı dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Sanık sorgusunda; nişanlısının kendisini telefonla arayıp babasının onu
bir başkasıyla evlendirmek istediğini söyleyince izine gittiğini, ailesiyle
görüşmesine rağmen sorunu çözemediğini, 18.7.2002 tarihinde nişanlısını
224
kaçırıp onun on sekiz yaşını dolduracağı tarihi beklediğini ve nikâh yaptıktan
sonra birliğine döndüğünü beyan etmiştir.
ASCK’nın 66/1-b maddesinde düzenlenmiş olan izin tecavüzü suçunun
oluşabilmesi için failin “özürsüz” olması şartının arandığı, ancak “özür”
kavramı yasada tarif olunmadığından, kapsamının, TSK İç Hizmet
Yönetmeliğinin 57’nci maddesinde sayılan hâller nazara alınarak
değerlendirildiği, bu maddede belirtilen hâllerle sınırlı olmamakla beraber, özür
unsuru değerlendirilirken, somut mazeretin, “beklenen bir durum” olup
olmadığı, “aniden” gelişip gelişmediği ve “askerlik hizmetine tercih
edilebilecek nitelikte” önem taşıyıp taşımadığı hususlarının göz önünde
bulundurulduğu, ayrıca, failin, yasaya aykırı eylemini bir an evvel sona
erdirmeye veya mazereti ortadan kaldırmaya yönelik gayret ve hareketlerinin,
kısaca suç ve dehalet kasıtlarının dikkate alınması gerektiği açıktır.
Somut olayımızda; 2002 yılının Haziran ayında altı gün izin kullanıp,
Hollanda’dan gelen nişanlısıyla evlenmek için iznini beş gün uzatmış olan
sanığın birliğine döndükten on iki gün sonra yine izine ayrıldığı ve izninin
bitimine üç günlük süre kaldığında nişanlısını rızasıyla kaçırıp, izninin
uzatılmamasına rağmen, nişanlısının on sekiz yaşını dolduracağı 28.7.2002
tarihini beklediği nazara alındığında; nişanlısının reşit olmadığını ve ailesinin
evlenmeleri konusunda sorun çıkardığını bilerek izine ayrılan sanığın, izin
süresi içerisinde beklenmedik bir durumla karşılaşmadığı ve on sekiz yaşını
doldurmamış olan nişanlısını kaçırıp suç teşkil eden bu eylemini izin süresi
sonunda da sürdürmek suretiyle, hukuka aykırı bu durumu askerlik hizmetine
tercih ettiği anlaşılmaktadır.
Bu itibarla; yasa koyucunun öngördüğü anlamda geçerli bir mazereti
bulunmayan sanığın bilerek ve isteyerek zamanında kıt’asına dönmemek
suretiyle izin tecavüzü suçunu işlediği kanısına varılmış; sanık hakkında
kurulmuş mahkûmiyet hükmünü bozan Daire kararı yerinde bulunmadığından,
Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılıp
temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava dosyasının Daireye
gönderilmesine karar vermek gerekmiştir.
225
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/7
K.No. : 2004/3
T.
: 8.1.2004
ÖZET
2002 yılı sonunda yol hakkı verilerek izine gönderilip, 2003
yılına sarkan izini uzatılan sanığa 2003 yılı için ayrıca yol müddeti
tanınması hakkaniyete uygun değildir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, 2002 yılı
sonunda yol hakkı verilerek izine gönderilip 2003 yılına sarkan izini uzatılan
sanığa 2003 yılı için ayrıca yol müddeti tanınıp tanınmayacağı noktasındadır.
Daire; uzatılan iznin yeni bir izin olduğu ve yeni yılda kullanılan bu ilk
izin için de gidiş-dönüş yol müddeti tanınması gerektiği sonucuna ulaşmış iken;
Başsavcılık, uzatılan iznin müstakil bir izin olmaması nedeniyle yeni bir yol
hakkı tanınmaması gerektiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Lüleburgaz 65’inci Mknz.P.Tug.1’inci Mknz.P.Tb.K.lığı emrinde
askerlik hizmetini ifa eden sanığın, 27.12.2002 tarihinde altı gün yol müddeti
verilerek memleketi Van’ın Muradiye İlçesine on günlük izine gönderildiği,
isteği üzerine izninin üç gün uzatıldığı ve 22.1.2003 günü saat 16.45’de
kıt’asına döndüğü dosya kapsamından anlaşılmıştır.
1111 sayılı Kanunun 77’nci maddesinin son fıkrası; “Acemi eğitimini
tamamlayanlara kanunî izinlerinden sayılmak üzere, yol dâhil on güne kadar
izin verilebilir.” hükmünü içermekte olup, erbaş ve erlere izinlerinde yol
süresinin ne şekilde tanınacağına dair bir açıklık yasada bulunmamaktadır. TSK
Personel Kanununun 125-134’üncü maddeleri gereğince çıkarılan TSK İzin
Yönetmeliğinin 5/4’üncü maddesindeki: “Yıllık izinlerini (30) gün olarak bir
defada veya (20) ve (10) gün olarak iki defada kullanan personelin gidiş ve
dönüşlerinde yolda geçen müddetlerin bir defasına yol izni dâhil edilir.”
düzenlemesini dikkate alan Askerî Yargıtay, subay ve astsubayların izinlerinde
olduğu gibi, kanunî izin haklarını değişik yıllarda kullanan erbaş ve erlerin de
her sene bir defaya mahsus olmak üzere izin süresi haricinde yol müddetinden
yararlanmalarını kabul etmiştir. Nitekim, hâlen TSK’da uygulama bu yönde
olup, mesafelere göre 1-3 günlük yol süreleri erbaş ve erlere tanınmaktadır.
Kanunî izine ilâveten ayrıca yol süresi tanınması, “asker kişinin izin
süresinin bir kısmını yolda geçen zaman zarfında tüketmemesi” düşünce ve
226
amacından kaynaklanmaktadır. Ancak, bu hakkın kötüye kullanılmasına engel
olunması ve personel arasında eşitsizlik yaratılmaması bakımından, her sene
sadece bir izinde yol süresinden istifade edilmesi öngörülmüştür. Bu nedenle,
izine ayrılan asker kişilere tanınan bu hakkın amacına elverişli ve hakkaniyetli
bir şekilde kullanımının sağlanması gereklidir.
Somut olayımızda; sanık, gidiş-dönüş toplam altı gün yol müddeti
alarak 2002 yılının son günlerinde on günlük izine ayrılmış ve 2003 yılında
birliğine telefon ederek iznini üç gün uzattırmıştır. Sanık, yeniden izine çıkmış
olmayıp, izinli olarak geldiği memleketinde bulunduğu sırada iznini
uzattığından, bu uzatılan izin müddeti itibariyle fazladan yolda geçireceği
herhangi bir sürenin söz konusu olmadığı açıktır. Kullanılmayacak veya
kullanılması gerekmeyen yol süresinin, sırf izin yeni sene içerisinde uzatıldığı
için sanığa tanınması, yol süresi uygulamasının genel mantığına aykırı olduğu
gibi, personel arasında eşitsizlik yaratacak niteliktedir.
Bu nedenle; sanığa yeni bir izin verilmeyip, altı gün yol süresi hariç,
toplam on üç gün izin kullandırıldığının ve en geç 15.1.2003 günü sonunda
birliğine katılması gerektiğinin kabulünde hukukî zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla; gün unsurunun oluşmadığı gerekçesiyle sanık hakkında izin
tecavüzü suçundan kurulan beraet hükmü yasaya aykırı bulunmuş,
Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulüyle Daire kararının kaldırılıp
hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
227
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/9
K.No. : 2004/4
T.
: 8.1.2004
ÖZET
İstirahat müddetini kıt’ası dışında geçirmesine müsaade
edilen askerî personele, istirahat müddetinin sonunda mutlaka
dönüş için yol müddeti tanınması gerekir. İstirahat izin süresinin
hesabında birlik komutanının yaptığı idarî hatanın sonuçlarına
sanığın katlanması hakkaniyete uygun olmaz.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sıhhî izin süresi
istirahat süresinden fazla olan sanığa dönüş için yol müddeti tanınıp
tanınmayacağı noktasındadır.
Daire; sıhhî izin süresi sonunda dönüş yol müddeti tanınması gerektiği
sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, sanığın on gün kalan istirahat süresini
bölük komutanının on iki güne çıkarma yetkisinin bulunmadığı, fazladan
verilen iki günlük izinin yol süresinin karşılığı olduğu ve bu nedenle dönüş için
ayrıca yol süresi tanınamayacağı düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Ankara Mevki Asker Hastanesinden “nevrotik kişilikte uyum
bozukluğu” teşhisiyle 15.12.2000 tarihinde on beş gün istirahat raporu alan
sanığa, üzerinde gidiş-dönüş tarihleri ile yol süresi bakımından açıklık
bulunmayan ve sadece “on iki gün sıhhî izin” ibaresi yazılı olan izin belgesi
birlik komutanlığınca verilerek memleketine gitmesine müsaade edildiği,
sanığın 20.12.2000 günü saat 10.00’da yol süresi verilmeden on iki günlük sıhhî
izine gönderildiğinin ve 1.1.2001 günü dönmesi gerektiğinin birlik
komutanlığınca askerî savcılığa bildirildiği, 1.1.2001 günü dönmesi hususunda
bilgi sahibi olduğunun bizzat sanık tarafından yargılama sırasında ifade edildiği
ve 8.1.2001 tarihinde saat: 20.45’de Bandırma’da polis tarafından yakalandığı
dosya kapsamından anlaşılmıştır.
TSK Personelinin Sağlık Muayeneleri Yönergesinin 3’üncü bölümünün
3/a maddesi: “İstirahat veya hava değişimi, raporun düzenlendiği tarihten
başlar.” hükmünü içermekte olup, Yönergenin 3’üncü bölümünün 2/d maddesi:
“Yukarıda belirtilen yollarla, 20 güne kadar alınan istirahatlar, personel (erbaş
ve erler dâhil) gideceği adresi birliğine bildirmek ve komutanlığından izin
almak koşulu ile garnizon dışında bir yerde geçirilebilir.” şeklindedir.
228
İstirahat müddetini kıt’ası dışında geçirmesine müsaade edilen askerî
personele, istirahat müddetinin sonunda dönüş için yol müddeti tanınması
gerektiği Askerî Yargıtayın yerleşik uygulamalarında kabul görmüştür.
Bu düzenlemelere ve uygulamaya nazaran; 15.12.2000 tarihinde on beş
gün istirahat raporu alan sanığın istirahat süresinin 29.12.2000 günü bitiminde
sona erdiği ve iki gün dönüş yol müddeti tanındığında en geç 31.12.2000
tarihinde birliğine katılması gerektiği düşünülebilir ise de;
Somut olayın kendine özgü fiilî durumları dikkate alınarak hukukî
değerlendirme yapılmasında zaruret vardır. Şöyle ki; Ankara’daki hastaneden
istirahat raporunu alıp Pazarcık’taki birliğine dönen sanık bir süre birliğinde
bekletilmiş, rapor tarihinden beş gün sonra, üzerinde dönüş tarihi ve yol
müddeti hususunda açıklık bulunmayan bir izin belgesiyle ve yol süresi
verilmeksizin on iki günlük sıhhî izine gönderilmiştir. Birlik komutanının
kanunî izin haricinde ve istirahat süresini resen uzatarak sanığı izine gönderme
yetkisini haiz olmadığı açık olmakla birlikte, bunu bilemeyecek durumda olan
ve sıhhî izin öncesinde sadece dağıtım izini kullanmış bulunan sanığın,
kendisine tanınan on iki günlük iznin iki gününün fazladan verildiğini ve bunun
dönüş yol süresi olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmesini beklemek
makul ve olağan değildir. Birlik komutanının yaptığı idarî hatanın sonuçlarına
sanığın katlanması hakkaniyete aykırı olduğu gibi, sanığın henüz kanunî izin
hakkı bulunduğundan bu hatanın telâfi edilme imkânı da mevcuttur.
Bu itibarla; on iki günlük sıhhî izine ayrılan sanığa dönüş için iki gün
yol müddeti tanınması gerektiğinin kabulünde hukukî zorunluluk
bulunmaktadır. Bu kabul doğrultusunda sanığın eylemi değerlendirildiğinde;
sanığın 20.12.2000 tarihinde saat 10.00’da birliğinden ayrıldığı birlik
komutanlığınca bildirildiğinden, on iki günlük sıhhî izin ve iki günlük yol
müddeti sonunda 3.1.2001 günü saat 10.00’da birliğine katılmasının gerektiği,
ancak izin tecavüzündeyken 8.1.2001 günü saat 20.45’de polis tarafından
yakalandığı ve böylece 3.1.2001-8.1.2001 tarihleri arasında mehil için izin
tecavüzü suçunu işlediği anlaşılmış; bu yöndeki Daire kararı yerinde
bulunduğundan, Başsavcılığın isabetli görülmeyen itirazının reddine karar
vermek gerekmiştir.
229
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/17
K.No. : 2004/14
T.
: 13.1.2004
ÖZET
Yedek subay öğretmenlerin göreve gelip gelmemeleri
bakımından subay-astsubaylarla aynı kurallara tâbi olmaları
gerektiğinden, görev yaptığı sırada aldığı 2 gün istirahat sonunda
görevine dönmeyen sanık Yd.Sb. öğretmenin eylemi istirahat izin
tecavüzü suçunu değil firar suçunu oluşturur.
Askerî mahkemece; sanığın, 23.11.2001-29.11.2001 tarihleri arasında
izin tecavüzü suçunu işlediği sabit görülerek eylemine uyan ASCK’nın 66/1-b,
73 ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri uyarınca 5 ay hapis cezasıyla
mahkûmiyetine karar verilmiştir.
Sanık hakkında ilköğretim müfettişlerince tutulan tutanaklarda
21.11.2001–29.11.2001 tarihleri arasında görevine gelmediği, sanığa ait özlük
dosyasında yapılan incelemede sanığın 21-29.11.2001 tarihleri arasında izin,
sevk, raporlu olduğuna dair bir belgeye rastlanmadığı belirtilmiş, Muş Millî
Eğitim Müdürlüğünün dosyadaki yazısında da sanığa ait özlük dosyasının
incelenmesinde raporlu olduğuna dair bir belgeye rastlanmamış olduğu
bildirilmiştir. Hâlbuki, sanığın 21.11.2001 tarihinde Muş Millî Eğitim
Müdürlüğünce Sağlık Eğitim Merkezi Baştabipliğine sevk edilerek buradan iki
gün istirahat almış olması ve bu raporun askerî mahkemenin istemesi üzerine
Muş Millî Eğitim Müdürlüğünce askerî mahkemeye gönderilmesi yine
belgelerde şüphe uyandırması yanında;
Askerlik yükümlülüğünü Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
emrinde öğretmen olarak yerine getirecek olanların statülerinin ve buna bağlı
olarak sağlık ve izin işlemleri yönünden tâbi oldukları hükümlerin incelenip
belirlenmesi gerekmektedir.
Bu tür yükümlülük 28.4.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3358 sayılı
Kanunla düzenlenmiştir. Bu Kanunun 8’inci maddesiyle 1111 sayılı Kanuna
eklenen “Ek Madde 4”de; yükümlülerin seçimi ve ilgili bakanlık emrine
verilmelerine ilişkin usul ve esaslar genel olarak belirtilir, askerlik
yükümlülüğüne başlamadan önce öğretmenlik yapanların maaşlarını almaya
devam edecekleri, daha önce memuriyet görevinde bulunmayanların fiilen
öğretmenliğe başladıkları tarihten itibaren 657 sayılı Kanun hükümlerine göre
230
intibaklarının yapılacağı ve maaşlarının Millî Eğitim Gençlik ve Spor
Bakanlığınca ödeneceği açıklandıktan sonra bu yükümlülerin öğretmen olarak
görev yaptıkları sürece resmî elbise giymeyecekleri ve iaşe edilmeyecekleri,
hizmet sürelerinin emsali erbaş ve erlerin hizmet süresi kadar olduğu ve bu
sürenin askerlik şubesinden sevk tarihinden başlayacağı vurgulanmıştır.
Maddede, yükümlülerin işledikleri firar, hava değişimi, izin tecavüzü,
kısa süreli firar ve kısa süreli izin tecavüzü, yoklama kaçağı, bakaya ve geç
iltihak suretiyle bakaya kalmak suçlarından dolayı askerî yargıya tâbi oldukları
ve haklarında Askerî Ceza Kanunu, 477 sayılı Kanun ile 353 sayılı Kanun
hükümlerinin uygulanacağı da açıkça belirtilmiştir.
Askerlik yükümlülüğünü Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı
emrinde öğretmen olarak yerine getirenlerin celp, sevk, özlük hakkı, sağlık,
terhis, adli, disiplin ve diğer işlemleri ile ilgili esaslar, 3358 sayılı Kanunun
11’inci maddesi gereğince çıkarılan bir yönetmelikle düzenlenmiştir.
19 Aralık 1987 tarih ve 19669 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak
yürürlüğe konulan bu yönetmelik hükümlerine göre, öğretmen yükümlülerin her
türlü sağlık işlemleri emsali olan diğer öğretmenlerde olduğu gibidir
(Madde:15).
Yükümlülere verilecek izinlerde aynı bakanlıkta görevli diğer
öğretmenlere tanınan statü uygulanacak, ancak aylıksız izin verilmeyecektir
(Madde:27).
Bu kişilerin işledikleri cürüm ve kabahatler ile disiplini bozan diğer
fiillerin kovuşturulmasında genel hükümler ile görevlendirildikleri başkanlığın
tâbi olduğu usul ve esaslara göre durumlarına uygun işlem yapılacaktır
(Madde:21).
Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı mensubu olan öğretmenler
Devlet memuru olup, sağlık işlemleri bakımından 657 sayılı Kanun
hükümlerine tâbidirler.
Devlet memurlarına verilecek hastalık izinlerine ilişkin usul ve esaslar
ise 657 sayılı Kanunun 107’nci maddesi gereğince çıkarılıp 6 Şubat 1981 tarih
ve 17243 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulan "Memurların
Hastalık Raporlarını Verecek Hekim ve Resmî Sağlık Kurulları Hakkında
Yönetmelik"de düzenlenmiştir.
Bu yönetmeliğin 9’uncu maddesinde aynen: "Memurlara, merkezde
kurum amirinin, illerde kurum amirinin teklifi üzerine mülkî amirin, yurt
dışında misyon şefinin onayı ile hastalık raporlarında gösterilen istirahat süreleri
kadar hastalık izni verilir. Türk Silâhlı Kuvvetlerinde çalışan sivil memurlara bu
izinler, izin vermeye yetkili amirin, yurt dışında kıdemli askerî ataşenin onayı
ile verilir.
Yönetmelik ile Devlet Memurları Tedavi Yardımı ve Cenaze Giderleri
Yönetmeliğinde tespit edilen usul ve esaslara uyulmaksızın alınan hastalık
raporlarına dayanılarak hastalık izni verilemez.
231
İkinci fıkrada belirtilen sebeplerle hastalık izni verilmediği hâlde
görevlerine başlamayan memurlar izinsiz ve özürsüz olarak görevlerini terk
etmiş sayılarak haklarında 657 sayılı Kanun ve değişiklikleriyle, özel
kanunların bu konularla ilgili hükümleri uygulanır." denilmektedir.
Maddenin düzenleme şeklinden de anlaşılacağı üzere, bu yönetmelik
hükümlerine uygun olarak hastalık raporu alanlara, raporlarında gösterilen
istirahat süresi kadar hastalık izni verilecektir. Maddede hastalık izinlerinin
verilmesinde ilgilinin talebi aranacağına dair bir hüküm yer almadığı gibi,
hastalık izni verilip verilmemesi konusunda kurum amirlerinin takdir hakkı da
bulunmamaktadır.
Bütün bu hükümler birlikte ele alınıp değerlendirildiğinde; 1111 sayılı
Kanun Ek-4’üncü maddesine göre askerlik yükümlülüğünü öğretmen olarak
yerine getirenlerin, gerek işleyebilecekleri cürüm ve kabahatler ile disiplin
suçları, gerek özlük hakları, sağlık ve izin işlemleri yönünden emsali erbaş ve
erlerden farklı bir statüye tâbi tutuldukları anlaşılmaktadır. Bu yükümlülerin
görev yaptıkları bakanlığın bütçesinden maaş almaları, erbaş ve erlerde olduğu
gibi Devlet tarafından iaşe edilmemeleri, günlük mesai sonrasını evlerinde
geçirmeleri, hafta sonu tatili ve diğer resmi tatillerden diğer Devlet memurları
gibi yararlanmaları göz önünde tutulduğunda, göreve gelip gelmemeleri
bakımından subay ve astsubaylar gibi mütalâa edilmeleri gerektiği sonucuna
varılmaktadır.
Yetkili tabiplerce kendilerine istirahat verilen subay ve astsubayların
istirahatlı oldukları sürece göreve gelmemeleri normal bir davranış olup,
mevcut düzenlemelere göre suç teşkil etmemektedir.
Sanığın 2 günlük istirahatını geçirdikten sonra görevi icabı bulunmak
zorunda olduğu mahal görevli olduğu okuldur. Sanık, istirahatı bitiminde
23.11.2001 tarihinde okula gelmemek, 29.11.2001 tarihinde de kendiliğinden
okula dönmekle 23.11.2001–29.11.2001 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu
değil, firar suçunu işlemiştir.
ASCK’nın 66/1-a maddesinde, kıt’asından veya görevi icabı bulunmak
zorunda olduğu yerden izinsiz olarak altı günden fazla uzaklaşanlardan
bahsedilmektedir. Sanığın 23.11.2001–29.11.2001 tarihleri arasında okuldan
uzaklaşması; 6 günden fazlaya tekabül etmeyip 6 gün içinde kaldığından,
ASCK’nın 66/1-a maddesinde yazılı suça değil, 477 sayılı Kanunun 50/A
maddesinde yazılı kısa süreli kaçma suçuna vücut verecektir. Bu suçta ise
yargılama yapmaya Disiplin Mahkemeleri görevli olduğundan, görevsizlik
kararı yerine yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine gidilmesi kanuna aykırı
bulunmuş ve bozulması gerekmiştir.
232
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/49
K.No. : 2004/39
T.
: 26.2.2004
ÖZET
Geçirilen izin süresi ile uyumlu olmak koşulu ile sanıkların
TCK’nın 47’nci maddesi kapsamında değerlendirilen psikolojik
rahatsızlıkları izin tecavüzü suçu açısından mazeret olarak kabul
edilebilir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; TCK’nın 47’nci
maddesi kapsamında değerlendirilen ruhsal rahatsızlığın izin tecavüzü suçu
açısından özür teşkil edip etmeyeceğine ilişkindir.
Daire; sanığın adlî rapora konu olan psikolojik rahatsızlığının sıhhî özür
kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini kabul ederek, askerî mahkemece
verilen beraet hükmünün onanmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, mahiyeti itibarı ile cezada indirim yapılmasını öngören
TCK’nın 47’nci maddesinin özür niteliğinde değerlendirilip, izin tecavüzü
suçundan dolayı beraet kararı verilmesinin kanuna aykırı düştüğünü ileri
sürerek, onamaya ilişkin Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
Dosyada yer alan bilgi, beyan ve belgelere göre;
Çorlu-105’inci Top.A.2’nci Top.Tb.Kh.Hiz.Bl.K.lığı emrinde görev
yapan Top.Astsb.Kd. Çvş. M.Ç.’nin; 31.12.2002 tarihinde 3 gün yol müddeti
tanınarak toplam 18 gün süreyle Isparta/Keçiborlu’ya gitmek üzere kanunî izne
gönderildiği, izninin devam ettiği 17.1.2003 tarihinde rahatsızlığı bulunduğunu
beyan ederek Keçiborlu Devlet Hastanesine sevkini sağlatan sanığın burada
yapılan muayenesi sonucunda ürolojik rahatsızlığı bulunduğu gerekçesiyle 10
gün süreyle istirahatine karar verildiği, Isparta-Tekirdağ arası 1 günlük yol
süresi sonunda en geç 27.1.2003 günü saat 24.00’e kadar birliğine katılması
gereken M.Ç.’nin izin süresini geçirmesinin ardından 21.2.2003 tarihinde
birliğine döndüğü sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında
herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Sanık; izin süresini 24 gün süreyle geçirmesinin ardından kendiliğinden
birliğine katılmış olup, hazırlık ve aynı doğrultudaki son soruşturma
beyanlarında; içerisinde bulunduğu maddî ve ailevî sıkıntıların yarattığı ruh hâli
ile izin süresini geçirdiğini ileri sürmüştür.
233
Sanığın psikiyatrik bilirkişi tarafından yapılan ön muayenesi sonucunda
gözlem altına alınmasına karar verilmiş; 5.6.2003-10.6.2003 tarihleri arasında
600 Yataklı Çorlu Askerî Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde yatırılarak müşahedesi
sağlatılan ve sağlık kurulunun 9.6.2003 tarih ve 1183 sayılı raporu ile
“Geçirilmiş Anksiyete Bozukluğu” tanısı konulan M.Ç.’nin TCK’nın 47’nci
maddesinden yararlanacağına, suç tarihlerinde ve hâlen askerliğe elverişli
olduğuna karar verilmiştir.
Uyuşmazlığın esasını sanığın rahatsızlığının özür sayılıp sayılmayacağı
oluşturduğundan, izin tecavüzü suçunda özür kavramından ne anlaşılması
gerektiğinin açıklığa kavuşturularak belirtilen rahatsızlığın mazeret sayılıp
sayılamayacağının irdelenmesi gerekmektedir.
Yatarak tedavi ya da istirahatı gerektiren tıbbî rahatsızlıkların ruh veya
beden hastalığından kaynaklanıp kaynaklanmadığına bakılmaksızın mazeret
teşkil edebileceği yerleşik Askerî Yargıtay İçtihatlarıyla benimsenmiştir.
Özür olarak ileri sürülen hususların; askerlik hizmetine göre öncelik
taşıyan, birliğe zamanında dönülmesini engelleyen veya engellemese bile bunu
önemli ölçüde güçleştiren nedenlere dayanması gerektiği uygulamada kabul
edilmiştir.
ASCK’nın 66/1-b maddesinde, izin süresinin “özürsüz” geçirilmesinden
bahsedilmekle birlikte, özrün tanımı yapılmamış, bu husus ileri sürülen
mazeretin niteliği, aciliyeti, beyan edilen hâllerin geçirilen izin süresi ile
uyumlu olup olmadığı gibi kriterler esas alınarak Askerî Yargıtayın denetimine
imkân verecek olgu ve gerekçeler gösterilmek suretiyle mahkemelerin takdirine
bırakılmıştır.
Müşahede işlemleri sonunda düzenlenen adlî raporda; sanığın suç
tarihlerinde duygularında sıkıntı tarzında bozulma olduğu, sürekli ailevî
problemler üzerine yoğunlaştığı, bu şikâyetlerin ise askerlik hizmetinde
aksamalara ve uyum problemlerine sebep olduğu, o dönemde çevre iletişimi
kısmen kesilen sanığın reaksiyonlarını kontrol etmekte güçlük çektiği, bu
durumun geçici olarak muhakemesini etkilemesinden dolayı da belirtilen
rahatsızlıkların “Geçirilmiş anksiyete bozukluğu” tanısı ile uyumlu olduğu
açıklandıktan sonra; sanığın bu rahatsızlıktan ötürü suç tarihlerinde olaylar
hakkında neden sonuç ilişkisini kurma yeteneğinin kısmen bozulduğu, realiteyi
test edemediği, mantıklı yaklaşımlarla kendisini savunamadığı, bu
rahatsızlıkların sanığın şuur ve hareket serbestisini önemli derecede ortadan
kaldırdığı belirtilerek, Astsb.M.Ç.’nin TCK’nın 47’nci maddesinden
faydalanacağına karar vermiştir.
Vak'a kanaat raporunda, izin tecavüzü eyleminin maddî ve ailevî
sıkıntıların tesiri altında kalarak işlediği belirtilen sanığın birlik içerisinde
görevini gayretle yapmaya çalışan, çalışkan ve özverili bir personel olduğu
ifade edilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.11.1999 gün ve 1999/213-210;
9.10.2003 gün ve 2003/87-78 ve 12.2.2004 gün ve 2004/42-29 E.K. sayılı emsal
nitelikteki kararlarında; geçirilen izin süresi ile uyumlu olmak koşulu ile
234
sanıkların TCK’nın 47’nci maddesi kapsamında değerlendirilen psikolojik
rahatsızlıklarının izin tecavüzü suçu açısından mazeret olarak kabul
edilebileceği vurgulanmıştır.
Psikolojik problemleri yüzünden gönderildiği izinden süresinde
dönemediğini beyan eden sanığın bu doğrultudaki savunmalarının haklı ve
kabul edilebilir nitelik taşıdığı adlî rapor marifetiyle tıbben kanıtlanmış
durumdadır.
Konuya bu veriler çerçevesinde bakıldığında; suç tarihlerinde yaşadığı
ruhsal rahatsızlıktan ötürü muhakeme ve iletişim fonksiyonları sınırlı hâle
gelen, psikolojik reaksiyonlarını kontrol etmekte güçlük çektiği saptanan,
işlediği eylemle ilgili olarak neden-sonuç ilişkisi kurma yeteneğini kısmen de
olsa kaybeden sanık açısından bu rahatsızlıkların mazeret olarak kabulü
gerektiğinden, mahkûmiyet kararını sübut yönünden bozan Daire kararının haklı
ve yerinde olduğu sonucuna varılarak, isabetli bulunmayan Başsavcılık
itirazının reddine karar verilmiştir.
NOT : As.Yrg. Daireler Kurulunun 12.2.2004 tarih ve 2004/42-29; 19.11.2004
2004/173-153; 23.12.2004 tarih ve 2004/181-176 esas ve karar sayılı içtihatları
da aynı mahiyettedir.
235
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/32
K.No. : 2004/40
T.
: 4.3.2004
ÖZET
İzin kâğıdında ayrılış tarihi yanında ayrılış saati olarak saat
14.00 ibaresi yazılı ise de, sanığın fiilen izine ayrıldığı saatin
belirlenmesine elverişli herhangi bir somut delil dava dosyasında
bulunmadığından, bu soyut ibareye itibar olunarak sanığın saat
14.00’de nizamiyeden çıkış yaptığının kabulü makul ve mantıklı
değildir. Yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında belirtildiği üzere,
saat konusunda şüphe bulunduğunda ayrılış saatinin 24.00 olarak
belirlenmesi gerekir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
izinsiz olarak kıt’a dışında geçirdiği sürenin altı tam gün olup olmadığı
noktasındadır.
Daire; sanığın nizamiyeden çıkış saatinin belirlenememesi nedeniyle
şüpheden sanığın yararlandırılıp, saat 16.30’dan sonra çıkış yaptığının ve
dolayısıyla gecikme süresinin altı tam günü aşmadığının kabulü gerektiği
sonucuna ulaşmış iken; askerî mahkeme, birlik komutanlığından gelen cevabî
yazıda, izin kâğıdındaki saate riayet olunarak çıkışların sağlandığının
bildirilmesi karşısında şüpheli bir durumun söz konusu olmadığı ve sanığın saat
14.00’de nizamiyeden ayrıldığında tereddüt bulunmadığı düşüncesindedir.
Uyuşmazlık konusunun incelenmesine geçilmeden önce, Askerî
Yargıtayın görev konusundaki kararlarına askerî mahkemenin direnme hakkının
bulunmadığına ilişkin askerî savcının temyiz itirazı incelenmiştir.
Askerî Yargıtayın yerleşik uygulamasında kabul gördüğü üzere; 353
sayılı Kanunun 220’nci maddesindeki: “Görev ve yetki hususundaki kararlarına
karşı, askerî mahkemelerin direnme hakları yoktur” şeklindeki amir hükümden,
bizzat görev konusunu bozma sebebi yapan kararlara karşı direnilemeyeceği
sonucunun çıkarılması gerekmekte olup, suç vasfındaki hata nedeniyle görev
noktasından bozma kararlarına karşı askerî mahkemelerin direnme hakları
bulunmaktadır. Bu itibarla, sanığın eyleminin ASCK’nın 66/1-b maddesindeki
izin tecavüzü suçunu değil, 477 sayılı Kanunun 50/B maddesindeki izin süresini
geçirme suçunu oluşturduğu gerekçesiyle hükmü suç vasfına bağlı görev
yönünden bozan Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin kararına askerî mahkemece
236
direnilmesinde herhangi bir yasaya aykırılık görülmemiş ve uyuşmazlık
konusunun incelenmesine geçilmiştir.
KHO.ASEM.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden sanığın,
31.10.2000 tarihinde iki gün yol müddeti verilerek Adana’ya on iki günlük
(toplam 14 gün) izine gönderildiği, izin belgesinde ayrılış tarihinin yanında
“saat 14.00” ibaresinin yazılı olduğu, 20.11.2000 günü saat 16.30’da
nizamiyeden giriş yaparak kıt’asına döndüğüne dair Niz.Em.Nöb.Astsb.
tarafından izin kâğıdı arkasına kayıt düşüldüğü, birlik komutanlığınca askerî
mahkemeye gönderilen yazıda, “İzin belgesinde bulunan ayrılış ve katılış
tarihinin sağında bulunan saat, personelin birlikten izinli olarak ayrılacağı ve
birliğe katılacağı saati göstermektedir. Uygulamada izin belgesinde yazılan saat
ve tarihe riayet edilmektedir.” cümlesine yer verildiği, tespit tutanağı ve suç
vak'a raporunda “14.11.2000 tarihinde memleket izninden dönmesi
gerekirken...” saptamasında bulunulmakla birlikte, sanığın dönmesi gereken
saate ilişkin herhangi bir açıklamanın yazılmadığı, keza, gerek bozma öncesi ve
gerekse bozmadan sonraki yargılamada sanığın nizamiyeden çıkış saatine dair
beyanının tespit olunmadığı görülmüştür.
İzin kâğıdında ayrılış tarihinin yanındaki “saat 14.00” ibaresinin kim
tarafından, hangi tarih ve saatte yazıldığı konusu açıklığa kavuşmamış olmakla
birlikte, birlik komutanlığının cevabî yazısına nazaran, bu saatin nizamiyeden
çıkış sırasında yazılmadığı ortadadır. Bu saatin, personelin izinli olarak
ayrılacağı saati gösterdiği ve uygulamada bu saate riayet olunduğu bildirilmiş
ise de, bu bilgiye istinaden sanığın bilfiil saat 14.00’de nizamiyeden çıkış
yaptığının kabul edilemeyeceği aşikârdır. Ayrıca, çıkış saatine dair sanığın
beyanı alınmamış ise de, sanığın soyut beyanı maddî vakıanın kabulünde tek
başına esaslı delil olarak dikkate alınamayacağından, böyle bir araştırmaya
girişilmesinin amaca elverişli olmayacağı da açıktır.
Ceza yargılamasının esaslı özelliklerden biri, maddî vakıanın, somut,
her türlü şüpheyi bertaraf edebilecek nitelikte objektif ve inandırıcı delillerle
ortaya konulması, “olması gerekenin” değil, “olanın” yani vuku bulanın tespit
edilmesidir. Maddî gerçeğin belirlenmesinde yorum, kanaat veya karinelerden
yararlanılması mümkün olmadığı gibi, genellemelerden hareketle de sonuca
ulaşılması kabil değildir.
Bu itibarla; her ne kadar izin kâğıdında ayrılış saati olarak saat 14.00
ibaresi yazılı ise de, sanığın fiilen izine ayrıldığı saatin belirlenmesine elverişli
herhangi bir somut delil dava dosyasında bulunmadığından, bu soyut ibareye
itibar olunarak sanığın saat 14.00’de nizamiyeden çıkış yaptığının kabulü makul
ve mantıklı görülmemiş, yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında belirtildiği üzere,
saat konusunda şüphe bulunduğundan ayrılış saatinin 24.00 olarak belirlenmesi
gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Bu kabule göre de, sanığın izinden dönmesi
gereken tarih ve saat 14.11.2000 günü saat 24.00 olacağından, 20.11.2000 günü
saat 16.30’da kıt’asına dönen sanığın izinsiz olarak kıt’a dışında geçirdiği
sürenin altı tam günü doldurmadığı anlaşılmış; sanığın eyleminin vücut verdiği
477 sayılı Kanunun 50/B maddesinde düzenlenmiş “izin süresini geçirme”
237
disiplin suçundan dolayı yargılama yapma görevi disiplin mahkemesine ait
olduğundan, askerî mahkemenin görevsizlik kararı vermesi gerekirken izin
tecavüzü suçundan mahkûmiyet hükmü kurması yasaya aykırı bulunmuştur.
Sonuç itibariyle; Daire kararı isabetli görülmüş ve direnilmek suretiyle
kurulan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
238
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/246
K.No. : 2004/238
T.
: 17.3.2004
ÖZET
Askerlik süresinin 15 aya indirilmesinden önce işlenmiş olan
suç bakımından, bu statü değişikliğinin hukukî sonuç doğurması
mümkün olmayıp işlenemez suç kabulü isabetli değildir.
Askerî mahkemece sanığın 17.10.1997 tarihinde ayrıldığı izinden
23.10.1997 tarihinde dönmesi gerekirken 22.3.2002 tarihinde yakalanarak ele
geçmesi nedeniyle mükerrer izin aşımı suçundan dolayı dava açılmış ise de,
hakkında işlenemez suç nedeniyle beraet kararı verilmiştir.
Anılan karar askerî savcı tarafından; statü yasalarının usul yasaları gibi
geçmişe etkili olamayacağı olayda TCK’nın 2/2’nci maddesinin uygulama
olanağı bulunmadığı, dolayısıyla beraet kararı verilmesinin kanuna aykırı
olduğundan bahisle temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; sanığın 17.10.1997 tarihinde 6 gün süre ile
ayrıldığı izinden 23.10.1997 tarihinde dönmesi gerekirken mazeretsiz olarak
dönmediği 22.3.2002 tarihinde yakalanarak ele geçtiği anlaşılmaktadır.
2.7.2003 gün ve 25156 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe
giren 2003/5795 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile 15.7.2003 tarihinden geçerli
olarak askerlik süresi 15 aya indirilmiştir.
Sanığa isnat edilen mükerrer izin aşımı suçunun temadisi, söz konusu
Bakanlar Kurulu kararından çok önce 22.3.2002 tarihinde kesilerek suç
tamamlanmıştır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 24.2.1994 gün ve 1994/18 Esas,
1994/18 Karar sayılı kararında da belirtildiği gibi; statü yasaları, tıpkı usul
yasaları gibi yürürlükte oldukları sürece hüküm ifade edip, geçmişe etkili olarak
uygulanamamaktadır. 15 aylık hizmet süresi dolanların terhis edilmeleri
gerektiğine ilişkin düzenleme statüye ilişkin olup bu düzenlemenin yürürlüğe
girmesinden çok önce işlenmiş bir suçu “işlenemez suç” hâline getirmesine
hukukî imkân bulunmamaktadır.
Belirtilen nedenlerle; sanığın üzerine atılı suçun işlenemez suç
niteliğinde olduğundan bahisle beraet hükmü tesis eden mahkemenin kararı
kanuna aykırı olduğundan bozmayı gerektirmiştir.
239
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/5
K.No. : 2004/59
T.
: 1.4.2004
ÖZET
İzin öncesinde de maddî sıkıntısı bulunan sanığın izinde
beklenmedik ve askerlik hizmetine tercih edilebilecek bir durumla
karşılaşmadığı, yol parası bulmak için zamanında gerekli gayreti
göstermeyip herhangi bir askerî merci veya resmî makama
başvurmadığı ve bilerek ve isteyerek kıt’asına zamanında
dönmemek suretiyle izin tecavüzü suçunu işlediği ortadadır. TSK İç
Hizmet Kanununun 3’üncü maddesinin geniş yorumlanarak, er ve
erbaşların Devlet tarafından karşılanacak ihtiyaçları arasına izine
gidiş ve geliş yol paralarının da dâhil edilmesi mümkün
olmadığından, aksi gerekçeyle parasızlık nedeniyle izinden
zamanında dönememe olgusunun yasal mazeret olarak kabulü
isabetli değildir.
Daire ve askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, izin
tecavüzü suçunun sübuta erip ermediği noktasındadır.
İstanbul 23’üncü Mot.P.A.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden
sanığın, 28.9.2002 tarihinde iki gün yol müddeti verilerek on günlük izine
gönderildiği, saat 08.30’da nizamiyeden çıkış yaptığı, 10.10.2002 tarihinde saat
08.30’da birliğine dönmesi gerekirken dönmeyip, 19.10.2002 günü Ankara
Şehirlerarası Otobüs Terminalinde askerî inzibata teslim olduğu, 26.10.2002
tarihinde birliğine getirildiği, ana ve babasını küçük yaşta kaybettiği, kardeşleri
ile miras sorunlarının bulunduğu, oturulacak nitelikte bir evinin mevcut olmayıp
inşaatlarda çalışarak geçimini sağladığı, hakkında dava açıldıktan sonra ve
hüküm tebliği aşamasında iki ayrı firarının bulunduğu, izin süresi içerisinde ve
izin tecavüzünde iken yol parası istemiyle herhangi bir resmî makama müracaat
etmediği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
İradesi dışındaki bir sebeple kıt’asından ayrılan yükümlülere Devlet
tarafından yol parası verilmesi mümkün olup, kanunî iznini kullanan
yükümlülere yol parası tahakkuk ettirilmesine mer’i mevzuat cevaz
vermediğinden, TSK İç Hizmet Kanununun 3’üncü maddesinin geniş
yorumlanarak, er ve erbaşların Devlet tarafından karşılanacak ihtiyaçları
arasına, izine gidiş ve geliş yol paralarının da dâhil edilmesi mümkün değildir.
240
Askerî Yargıtayın istikrar kazanmış içtihatları da bu yönde olup, bu hususta
herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
Direnilmek suretiyle kurulan mahkûmiyet gerekçesinde; “Somut
olayımızda olduğu gibi masrafları karşılanmadığı takdirde, dönüş için zorunlu
olan parayı temin etmek için gerekli çabayı gösteren ve dönmek için gayrette
bulunan kimselerin durumu suç süresinin kısalığı ile birlikte değerlendirilip,
yasal mazeret olarak kabul edilebilir.” saptamasına yer verilmiş, sanığın kültür
seviyesine nazaran bir resmî kuruma başvurmamış olması makul ve olağan
karşılanmış ve sanığın suç kastıyla hareket etmediği sonucuna ulaşılmıştır.
Ancak, sanık gerek on günlük izin süresi içerisinde ve gerekse izin tecavüzü
süresince herhangi bir askerî merci veya resmî makama başvurmadığı gibi, para
teminine yönelik amaca elverişli bir çaba içerisine de girmemiştir. İzin süresi
boyunca hayatını idame ettirecek şekilde ihtiyaçlarını giderebilen genç bir Türk
askerinin, memleketi olan Konya’dan İstanbul’a gitmesine yeterli olacak yol
parasını bulamamasını veya dört aylık asker olmasına rağmen herhangi bir
resmî makama müracaat etmeyi düşünememesini makul görmek mümkün
değildir. Nitekim, belirli bir süre sonra otobüse binmeye çalışmış, Ankara’ya
gelebilmiş ve sonunda akıl ederek askerî inzibata başvurmuştur. Bu çabayı
zamanında göstermesi hâlinde, gecikmeksizin veya kısa bir süre iznini aşarak
birliğine katılabileceği aşikârdır.
Bu itibarla; izin öncesinde de maddî sıkıntısı bulunan sanığın
beklenmedik ve askerlik hizmetine tercih edilebilecek bir durumla
karşılaşmadığı, yol parası bulmak için zamanında gerekli gayreti göstermeyip
herhangi bir askerî merci veya resmî makama başvurmadığı ve bilerek ve
isteyerek kıt’asına zamanında dönmemek suretiyle izin tecavüzü suçunu işlediği
ortadayken, suçun oluştuğuna ilişkin Dairenin isabetli bozma gerekçelerine
katılmayarak, hatalı bir hukukî değerlendirmeyle sanığın suç kastıyla hareket
etmediği sonucuna ulaşıp sanık hakkında beraet hükmü kuran askerî
mahkemenin direnme gerekçesi yasaya aykırı bulunmuş ve hükmün
bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
241
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/66
K.No. : 2004/61
T.
: 1.4.2004
ÖZET
Somut olayda suçun başlangıç tarihinin 5.9.2002 yerine
6.9.2002 olarak kabul edilmesinin, temadi süresine göre, suç
vasfına, uygulanacak temel ve sonuç cezalara herhangi bir etkisi
bulunmamakta, keza sanık terhisli olduğundan askerlik hesabı
yönünden de önem arz etmemektedir. Bu nedenle hükmün esasına
dokunacak derecede bir yasaya aykırılıktan söz edilemez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, suçun başlangıç
tarihinin hatalı belirlenmiş olmasının hükmün bozulmasını gerektirip
gerektirmediği noktasındadır.
Daire; sanığın hukukî durumunu olumlu ya da olumsuz şekilde
etkilemese dahi, öz vakıanın tespitine ilişkin bu hatanın hükmün bozulmasını
gerektirdiği sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, hükmün özüne hiçbir etkisi
bulunmayan ve terhisli olması nedeniyle sanığın askerlik hesabı bakımından da
önem arz etmeyen bu hatanın hükmün bozulmasını gerektirmediği
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede; Gelibolu Ord.Bl.K.lığı emrinde
askerlik hizmetini ifa eden sanığın, 20.8.2002 tarihinde, memleketi
Karapürçek’e, aynı yıl içerisinde kullandığı önceki izninde yol süresi hakkından
yararlandığından bu kez yol müddeti verilmeksizin on günlük izne gönderildiği,
saat 08.00’da Nizam Karakolundan çıkış yaptığı, annesinin hastanede yattığına
dair yazıyı birliğine faksladığı, altı günlük son izin hakkı da kendisine tanınan
sanığın 5.9.2002 günü saat 08.00’e kadar birliğine dönmesinin gerektiği, ancak
gecikerek 29.9.2002 günü saat 17.30’da birliğine katılış yaptığı, görevli
astsubay tarafından izin belgesi arkasına yazılmış çıkış saatini nazara almayan
askerî mahkemenin, sanığın birliğine dönmesi gereken tarihi 5.9.2002 günü saat
08.00 yerine 6.9.2002 olarak belirlediği ve bu suretle suçun başlangıç tarihinde
yanılgıya düştüğü dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Ceza yargılamasında asıl olanın, doğru bir şekilde maddî vakıanın
ortaya konulması olduğunda tereddüt bulunmamakta ise de, maddî vakıanın
tespitinde yapılan hataların hükme müessir olup olmadığı irdelendikten sonra
hükmün bozulmasını gerektirip gerektirmediğine karar verilmelidir.
242
Mütemadi suç, hareketten doğan neticenin belirli bir süre devam ettiği
suç çeşidi olup, suç temadinin başladığı ve sona erdiği süreç içerisinde
işlenmektedir. İzin tecavüzü suçunda, hareket, kıt’aya dönülmesi gereken gün
ve saatte dönmemek suretiyle başlamakla birlikte, netice, ancak altı günün
dolması hâlinde doğmakta ve bu netice temadi sona erene kadar sürmektedir.
Dava zaman aşımı süresinin hesabında temadinin bittiği tarihin esas
alınacağı, TCK’nın 103’üncü maddesinde hükme bağlanmıştır. Çeşitli tarihlerde
çıkarılan af kanunlarında, öncelikle suç tarihinin nazara alındığı bilinen bir
gerçek olup, yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında, izin tecavüzü, firar, bakaya
gibi suçlarda temadinin kesildiği tarihin suç tarihi olarak değerlendirilmesi
gerektiği kabul olunmuştur. Dolayısıyla, suç tarihi olarak hukukî değer ifade
eden temadinin bitim tarihinde yapılan hataların önemli hukukî sonuçlar
doğuracağı açıktır. Ancak, temadinin başlangıç tarihindeki hataların aynı
şekilde önemli hukukî sonuçlar doğurabileceğini bir genellemeyle ifade etmek
mümkün değildir. Temadi süresinin suç vasfına ve uygulanacak cezaya etkili
olduğu, keza hâlen silâh altında bulunan asker kişilerin askerlik hesabında önem
arz ettiği durumlar dışında, temadinin başlangıç tarihindeki yanılgıların
herhangi bir hukukî menfaati ihlâl etmedikleri aşikârdır.
353 sayılı Kanunun 222’nci maddesi, Askerî Yargıtayın “hükmün
esasına dokunacak derecede” kanuna aykırı hâllerin bulunup bulunmadığını
inceleyeceğini öngörmüştür. Bu nedenle, bozma müessesesinin uygulanıp
uygulanmayacağının değerlendirilmesinde, yasaya aykırılığın “hükmün esasını
etkileyip etkilemediği” hususu esaslı kriter teşkil etmektedir.
Somut olayımızda; suçun başlangıç tarihinin 5.9.2002 yerine 6.9.2002
olarak kabul edilmesinin, temadi süresine nazaran, suç vasfına, uygulanacak
temel ve sonuç cezalara herhangi bir etkisinin bulunmadığı, keza sanık terhisli
olduğundan askerlik hesabına da müessir olmadığı, dolayısıyla hükmün esasına
dokunacak derecede bir yasaya aykırılıktan bahsedilemeyeceği ortadadır.
Bozma bir işe yaramalı, yani, gerek sanığın ve gerekse kamunun
bozmadan kaynaklanan hukukî bir menfaati söz konusu olmalıdır. Anayasanın
141’inci maddesi, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılmasını öngörmektedir. Hukuken hiçbir değer ifade etmeyen temadi
başlangıcındaki bir günlük hata nedeniyle hükmün bozulması, kamuya herhangi
bir fayda getirmeyecek ve sanığın tekrar yargılama süreciyle meşgul edilmesi
sonucunu doğuracak, bir bakıma adil yargılanma hakkının ihlâline dahi sebep
olabilecektir.
Bu itibarla, temadinin başlangıcındaki bir günlük hatanın hükme
müessir olmadığı ve hükmün bozulmasını gerektirmediği kanısına varılmış,
Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulü ile Dairenin yerinde bulunmayan
kararının kaldırılıp, temyiz incelemesine devam olunmak üzere dosyanın
Dairesine gönderilmesine karar vermek gerekmiştir.
243
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/76
K.No. : 2004/69
T.
: 22.4.2004
ÖZET
Sanığın izine ayrılışında Kabul Toplanma Merkezine (KTM)
katıldığını düşündürecek veya bu hususta tereddüt duyulmasına yol
açacak herhangi bir emare dava dosyasında mevcut olmadığına göre
sanığın izine giderken KTM’ye uğrayıp uğramadığının araştırılıp,
izin süresinin ve dolayısıyla suç başlangıç tarihinin bu araştırma
sonucuna göre belirlenmesi gerektiğine dair Başsavcılık itirazı
kabule değer görülmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın izin
süresinin başlangıç tarihine ilişkin noksan soruşturma bulunup bulunmadığı
noktasındadır.
Daire, yargılamada herhangi bir noksanlık bulunmadığı sonucuna
ulaşmış iken; Başsavcılık, sanığın izine giderken Elazığ Kabul ve Toplanma
Merkezine uğrayıp uğramadığının araştırılıp, izin süresinin ve dolayısıyla suç
başlangıç tarihinin bu araştırma sonucuna göre belirlenmesi gerektiği
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Tunceli/Hozat Top.Tb.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden
sanığın, 20.5.2003 tarihinde iki gün yol müddeti verilerek, memleketi Şanlı
Urfa’ya yirmi beş günlük izine gönderildiği, izin dönüşünde 3.7.2003 tarihinde
Elazığ Kabul ve Toplanma Merkezine katıldığı, sanığın yanında götürdüğü izin
belgesinin yırtıldığını beyan etmesi nedeniyle bu belgenin asıl suretinin dosyaya
konamadığı, izin belgesinin diğer suretinde birliğinden ayrıldığı saate ve Elazığ
KTM’ye katıldığına ilişkin herhangi bir kayıt bulunmadığı, ancak sanığın izin
dönüşünde 3.7.2003 tarihinde Elazığ KTM’ye katılıp 6.7.2003 günü buradan
ayrıldığına ilişkin bir belgenin suç dosyasının düzenlenmesi sırasında birlik
komutanınca dosyaya konduğu, sanığın sorgusunda, izine ayrılışında Elazığ
KTM’ye uğradığına ilişkin bir beyanda bulunmayıp, izin dönüşünde bu
merkeze katıldığını açıkça ifade ettiği ve sanığın izine giderken Elazığ KTM’ye
katılıp katılmadığı hususunda herhangi bir araştırma yapılmadığı dosya
kapsamından anlaşılmıştır.
244
Ceza yargılamasında maddî gerçeğin ortaya konulması, uyulması
zorunlu bir ilke olmakla birlikte; mantık kurallarının, hayatın olağan akışının ve
yargılama konusu eylemin kendine özgü niteliklerinin göz önünde
bulundurulması gerektiği de bilinen bir gerçektir. Resen soruşturma ilkesi,
yargılama makamının, öz vakıanın açıklığa kavuşturulması için gereken her
türlü araştırmayı yapmasını öngörmektedir. Ancak, bu yükümlülük, makul ve
amaca elverişli yargılama faaliyetleri için geçerli olup, varsayıma dayalı ve
hiçbir mantıkî temeli bulunmayan gereksiz soruşturmaları kapsamamaktadır.
Ceza hâkiminin her türlü şüpheyi bertaraf ettikten sonra hükmünü kurması
gerektiği aşikâr olmakla birlikte, yenilmesi gereken şüphe, her olayda farklı
şekillerde kendini gösterir. Yargılama makamı, ancak mantık kurallarının
gerektirdiği şüpheyi gidermekle yükümlü olup, taraflarca talep olunsa dâhi,
aklın gereği olmayan hiçbir soruşturmaya girişmek durumunda değildir.
Somut olayımızda; sanığın izine ayrılışında Elazığ KTM’ye katıldığını
düşündürecek veya bu hususta tereddüt duyulmasına yol açacak herhangi bir
emare dava dosyasında mevcut olmadığı gibi, sanığın bu yönde temyiz itirazı da
bulunmamaktadır. Hazırlık ifadesinde, istinabe mahkemesinde ve askerî
mahkemede alınan yeterince ayrıntılı sorgu ve savunmalarında, izine giderken
Elazığ KTM’ye katıldığına dair bir beyanda bulunmamış, ancak izin dönüşünde
bu merkeze uğradığını açıklıkla dile getirmiştir. İzin dönüşünde Elazığ KTM
tarafından düzenlenmiş olan belgenin dosyaya girdiği, ancak izine ayrılışına
dair böyle bir belgenin mevcut olmadığı da dikkâte alındığında, sanığın izine
ayrılırken Elazığ KTM’ye uğramadığı tereddütsüz bir şekilde ortaya
çıkmaktadır. Tüm bu belge ve bilgilere rağmen, sanığın izine giderken KTM’ye
katılmadığına dair ilgili makamın açık bir beyanının dosyaya girmesini aramak
makul olmadığı gibi, ceza yargılamasının gereksiz yere uzamasına da sebep
olacaktır.
Bu itibarla, yargılamada noksan soruşturma görmeyip mahkûmiyet
hükmünü onayan Daire kararı yerinde bulunmuş ve Başsavcılığın isabetli
görülmeyen itirazının reddine karar vermek gerekmiştir.
245
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/73
K.No. : 2004/71
T.
: 29.4.2004
ÖZET
21.6.2003 tarihinden geçerli olarak kanunî izne gönderilmesi
yetkili amiri tarafından uygun bulunup imzalanan izin belgesi
nöbetten sonra verilmek üzere bölük başçavuşuna bırakılan sanık
astsubayın 20.6.2003 tarihinde saat 13.00’de nöbet istirahatinin
ardından izin kâğıdını almadan ayrılması ve izin süresi sonunda
dönmemesi eylemi firar olmayıp izin tecavüzü niteliğindedir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; atılı eylemin
hukukî vasfının belirlenmesine ilişkindir.
Daire, birliğinden izin kâğıdını almadan ayrılan sanığın eyleminin firar
suçunu oluşturduğunu kabul ederek, bu doğrultudaki mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar vermiş iken,
Başsavcılık ise, atılı eylemin izin tecavüzü suçunu oluşturduğunu ileri
sürerek, Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
Bergama P.Tb.Kh.Bl.K.lığı emrinde görev yapan P.Astsb.Bçvş.Ş.K.’nin
yıllık iznini kullanmak için yaptığı müracaatın kabul edilmesinin ardından
21.6.2003 Cumartesi gününden başlamak üzere 22 gün süreyle kanunî izne
gönderilmesine ilişkin izin belgesinin 19.6.2003 Perşembe günü
P.Asb.Kd.Bçvş.T.Y.’ye verildiği, 19.6.2003 Perşembe günü nizamiyecephanelik nöbetçi subaylığı görevini sürdüren sanığın nöbet hizmeti esnasında
Astsb.T.Y.’yi arayarak izninin hangi tarihten başlatıldığını sorduğu, astsubayın
iznin 21.6.2003 Cumartesi gününden itibaren başlatıldığını söylemesi üzerine
sanığın diğer rütbeli personelin izninin Pazartesi gününden başlatılmasına
rağmen kendisinin izninin Cumartesi gününden başlatılmasının haksızlık
olduğunu izin kâğıdını da almayacağını söyleyerek, nöbetini devrettikten sonra
20.6.2003 Cuma günü birliğini terk ettiği, bir müddet birliğinden ayrı kalan
sanığın disiplinsizlik nedeniyle 30.9.2003 tarihinden itibaren Türk Silâhlı
Kuvvetlerinden çıkarılmasına karar verildiği, hakkındaki ayırma işlemini
öğrenen Asb.Ş.K.’nin 19.11.2003 günü teslim olduğu sabit olup, esasen bu
konuda uyuşmazlık bulunmamaktadır.
19.6.2003 Perşembe günü birlik nizamiye-cephanelik nöbetçi subaylığı
görevini yerine getiren Astsb.Ş.K; 20.6.2003 Cuma günü saat 13.00’den
246
itibaren nöbetini müteakip nöbetçi subayına devrederek 1 günlük nöbet
istirahatını kullanmaya başlamıştır.
Bçvş. Ş.K.’nın kıt’asını terk ettiği gün nöbet istirahatlısı olmasından
dolayı birliğinde hizmet mükellefiyetinin bulunmadığı, istirahatının sona erdiği
21.6.2003 Cumartesi günü sabahından itibaren de 22 günlük kanunî izninin
işlemeye başladığı, esasen izin kâğıdının yetkili amiri tarafından imzalanarak
sanığa tevdi edilmek üzere bölük astsubayına verildiği, bu tarihler arasında
herhangi kesintinin bulunmamasından ötürü de firar suçunun kanunî unsuru
niteliğindeki “görevi icabı bulunması gerekli mahalden izinsiz olarak ayrılma”
koşulunun gerçekleşmediği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
İzne ayrılma yönündeki istem ve iradesini yetkili amirlere
intikal ettirerek düzenlenen izin kâğıdıyla 21.6.2003 tarihinden geçerli olmak
üzere kanunî izne gönderilmesine onay verilen sanığın izninin 23.6.2003
gününden itibaren başlatılmamasına sinirlenerek ortaya koyduğu tepkinin izinli
personel statüsünü herhangi bir biçimde etkileyemeyeceği açıktır.
Usulüne uygun biçimde düzenlenen izin belgesinin hak sahibi
tarafından alınması bu kişinin üçüncü kişi veya kurumlara karşı izinli personel
olduğunu belgelemesi açısından önem taşımakta ise de, bu gerekliliğe riayet
edilmemesi kurum ile sanık arasındaki irtibatın ortadan kalkmasına neden
olamayacağından, sanığın birliğini izinsiz biçimde terk ettiğinden de
bahsedilemeyecektir.
Sanığın gönderildiği izinden süresinde dönmediğini belirten olay tespit
tutanağındaki tarih 14.7.2003 olup, bu tarih izin kâğıdında gösterilen dönüş
süresinin 1 gün sonrasına denk gelmektedir. Astsb. Ş.K.’nın izin kâğıdında
belirtilen tarihte birliğine dönmüş olması durumunda herhangi bir isnada maruz
kalmayacağı yetkili amirlerce düzenlenen tutanak kapsamından anlaşılmaktadır.
Dairenin atılı izin tecavüzü eylemini firar olarak nitelendirmesi bu
yönüyle kanuna aykırı görülmüştür.
1.9.2001-19.7.2002 tarihleri arasında işlemiş olduğu başka bir izin
tecavüzü suçundan dolayı mahkûmiyeti bulunan Astsb.Ş.K.’nın; 16.12.2002
tarihinde kesinleşen bu kararın ardından 23.3.2003 tarihinden itibaren şartla
tahliye edilmesinden ötürü ASCK’nın 42’nci maddesinin öngördüğü süre
içerisinde işlediği yargılama konusu izin tecavüzü eyleminin mükerrer izin
tecavüzü olarak vasıflandırılması gerektiği sonucuna varılarak, Başsavcılığın
yerinde görülen itirazının kabulü ile onamaya ilişkin Daire kararının
kaldırılmasına, hükmün sanığın cezada kazanılmış hakkı saklı tutularak vasıf
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
247
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/89
K.No. : 2004/95
T.
: 17.6.2004
ÖZET
Temadi bitmeden suç tamamlanamayacağına göre daha
önceden kastın sona erdiği kabul edilemez. İznini geçirdiği sürenin
beşinci gününe tekabül eden 25.6.2003 tarihinde görev yaptığı
birliğin bölük astsubayı ile izin tecavüzü eylemini sona erdirmek
konusunda telefonda görüşmekle birlikte hemen dönmek için icraî
nitelikte hareketlere başvurmayıp bilâhare 27.6.2003 günü
kendiliğinden birliğine katılan sanığa ait eylem 25.6.2003 tarihinde
değil, 27.6.2003 tarihinde son bulmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu;
1) İzin süresini geçiren sanığın eyleminin hangi tarihte ve ne şekilde son
bulduğuna,
2) Sübut bulan eylemin ASCK’nın 66/1-b maddesinde belirtilen izin
tecavüzü eylemini mi, yoksa 477 sayılı DMK’nın 50/B maddesinde yaptırıma
bağlanan kısa süreli izin süresini geçirme suçunu mu oluşturduğuna, ilişkindir.
Daire; iznini geçirdiği sürenin beşinci gününe tekabül eden 25.6.2003
tarihinde görev yaptığı birliğin bölük astsubayı ile telefonda görüşen ve onun
önerileri doğrultusunda jandarma görevlilerine teslim olmayıp 27.6.2003 günü
kendiliğinden birliğine katılan sanığa ait eylemin 21.6.2003-25.6.2003 tarihleri
arasında temadi eden kısa süreli izin süresini geçirme suçunu oluşturduğunu
kabul ederek, askerî mahkemece verilen görevsizlik kararını onamış iken,
Başsavcılık, isnat konusu eylemin temadisinin 27.6.2003 tarihinde
birliğe dehaletle son bulduğunu, buna bağlı olarak da sanığın 20.6.200327.6.2003 tarihleri arasında izin tecavüzü suçunu işlediğini ileri sürerek, Daire
ilâmına karşı itirazda bulunmuştur.
Orduevi Müdürlüğü
emrinde askerlik hizmetini sürdüren
Mu.Çvş.Y.Ö.’nün; 7.5.2003 günü saat 09.45’den itibaren yol müddeti dâhil
olmak üzere toplam 24 gün süreyle kanunî izne gönderildiği, izin bitiminde en
geç 20.06.2003 günü saat 09.45’e kadar birliğine dönmesi gereken sanığın;
kabul edilebilir bir mazereti olmamasına karşın, izin süresinin geçirerek
27.6.2003 günü saat 15.25’de kıt’asına döndüğü, sabit olup, esasen bu konuda
Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Sanık, huzurda tespit edilen sorgu ve savunmasında; 25.6.2003
tarihinde bölük astsubayı P.Astsb.Kd.Bçvş.E.K.’ye telefon ederek “jandarma
248
karakoluna teslim olayım mı?” şeklinde bir soru yönelttiğini, Bölük
Astsubayının ise kendisine “teslim olma, mümkünse birliğine gel” biçiminde
karşılık verdiğini, bunun üzerine 26.6.2003 günü saat 22.00’de Adana’dan
hareket eden otobüse binerek 27.6.2003 tarihinde birliğine katıldığını beyan
etmiş olup, bu husus dosyada yer alan yazılı belgeler ve huzurda tanık olarak
dinlenen P.Bçvş.E.K.’nın yeminli anlatımlarıyla da doğrulanmıştır.
İzin tecavüzü suçu mütemadi bir suç tipi olup, failin birliğine dönmeye
mecbur olduğu günden başlayıp yakalanmakla, kendiliğinden birliğine
dönmekle veya suçun temadisini sona erdirmek maksadıyla asıl birliği dışındaki
askerlik şubesine, merkez komutanlığına, kabul ve toplanma merkezlerine,
askerî hastanelere, emniyet birimlerine veya jandarma birliklerine katılmakla
yahut benzeri resmî makamlara başvurmakla sona erer.
Mütemadi suçlarda temadinin bittiği an suçun tamamlandığı tarih
olduğundan, ASCK’nın 66/1-b maddesinde yazılı olan “altı gün içerisinde
özürsüz olarak gelmemenin saptanabilmesi için temadiyi sona erdiren
kendiliğinden kıt’asına katılma, yakalanma veya resmî kuruma başvurma
tarihlerinin kesin olarak belirlenmesi gerekir. Temadi bitmeden suç
tamamlanamayacağına göre daha önceden kastın sona erdiği kabul edilemez
(Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 16.6.1994/61-63; 18.5.1995/50-50;
14.6.2001/61-62; 29.05.2003/56-53 sayılı kararları da bu doğrultudadır).
Yargılama konusu eylemde; dosyada yer alan bilgilere göre; lise
mezunu olup, çavuş rütbesini taşıyan sanığın izninin bitimine 2 gün kala izin
vermeye hiçbir yetkisi bulunmayan bölük astsubayına telefon açarak “jandarma
karakoluna teslim olayım mı?” şeklinde herhangi bir kararlılık ifade etmeyen
soru yöneltmesinin kendi başına dehalet iradesini ortaya koyamayacağı açıktır.
Mu.Çvş.Y.Ö. bu konuşmayı yapmasının ardından 24 saatten fazla bir
süreyi hareketsiz olarak geçirmiş olup, esasen birliğine dönmek üzere otobüse
bindiği 26.6.2003 günü saat 22.00 itibariyle bile izin müddetini 6 tam gün
geçirmiştir.
Sanık bölük astsubayı ile görüştükten sonra dehalet iradesi taşıdığını
ortaya koyacak türde herhangi bir davranış sergilememiştir. Oysaki, birliğe
dönüş isteğinin kabulü için, soyut bir düşünce kafi olmayıp, bu iradeyle uyum
ve paralellik gösteren icraî nitelikte hareketlere de ihtiyaç vardır.
Mu.Çvş.Y.Ö.; 24 gün gibi uzun sayılabilecek süreyle izne
gönderilmesine karşın birliğine telefon açıp, kararlılıktan uzak, yorum ve izaha
muhtaç, beyanlarda bulunmasının dehalet kastını ortaya koyamayacağı
sonucuna varılarak, aksi yönde değerlendirmeyle verilen görevsizlik kararında
isabet görülmemiştir.
Bu itibarla;
Başsavcılığın yerinde görülen itirazının kabulü ile onamaya ilişkin
Daire ilâmının kaldırılmasına, görevsizlik kararının Komutan adına adlî
müşavirin temyiz itirazına atfen ve resen vasfa bağlı görev yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
249
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/130
K.No. : 2004/104
T.
: 24.6.2004
ÖZET
21.12.2001 tarihli raporla verilen 1,5 ay hava değişimi
süresinin ilk ayı 20.1.2002 günü sonunda ve geri kalan 15 günlük
süre ise 4.2.2002 günü bitiminde sona erer.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, 1,5 aylık hava
değişimi süresinin nasıl hesaplanması gerektiği noktasındadır.
Daire; usul yasalarındaki düzenleme ile maddî ceza hukukuna ait
hükümlerin istirahat ve hava değişimi sürelerinin hesabında uygulanamayacağı
ve hava değişimi süresinin raporun düzenlendiği tarihte başlaması nedeniyle bir
aylık sürenin sonraki ayın aynı sayıya denk gelen gününün başlangıcında sona
erdiği sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, bir aylık sürenin, sonraki ayın aynı
sayıya denk gelen gününün sonunda biteceği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Dikimevi Müdürlüğü emrinde askerlik hizmetini ifa eden sanığa,
GATA Haydarpaşa Hastanesinin 21.12.2001 tarih ve 8418 sayılı raporuyla,
“durumsal anksiyete” teşhisi konularak “1,5 ay hava değişimi” verildiği, hava
değişimi süresi ve bir günlük yol müddeti sonunda birliğine katılmayan sanığın
15.8.2002 tarihinde Ankara’da polis tarafından yakalanıp 19.8.2002 günü
birliğine teslim edildiği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 5’inci maddesinde, erbaş ve erler için
muvazzaflık hizmet süresinin on sekiz ay olduğu belirtilmiştir. Kanunun 78’inci
maddesinde de, hava değişimi süresinin muvazzaf hizmetten sayılacak kısmının
üç ay ve bir buçuk ay olarak gösterildiği, yani sürelerin “ay” olarak
değerlendirildiği görülmektedir. Ayrıca, gerek MSB.lığının uygulamasında ve
gerekse Askerî Yargıtay kararlarında, askerlik hizmet süresinin “ay” hesabı
üzerinden yapılacağı kabul edilmiştir.
TSK Personelinin Sağlık Muayene Yönergesinin (160-1) 3’üncü
bölümünün 3’üncü maddesinde, “istirahat veya hava değişiminin, raporun
düzenlendiği tarihten başlayacağı” öngörülmüştür.
353 sayılı Kanunun 53’üncü maddesinin 1 ve 3’üncü fıkraları ise;
“Günle tayin edilen mehillerde, mehilin, işlemesini gerektiren tebliğin yerine
getirildiği veya olayın olduğu gün hesaba katılmaz...
250
...Mehil hafta veya ay olarak tayin edilmiş ise, işlemeye başladığı gün
son haftada isim ve son ayda sayı itibariyle karşıtı olan günün tatil saatinde ve
şayet ay sonunda başlayıp da son bulduğu ayda sayı itibariyle karşıt gün yoksa
ayın son gününde biter...” şeklindedir.
Hava değişimi sürelerine ilişkin özel düzenleme olan TSK Personelinin
Sağlık Muayene Yönergesindeki, hava değişimi süresinin raporun düzenlendiği
tarihte başlayacağına dair hükmün, usul yasasındaki düzenlemeye nazaran
öncelik kazandığı ve askerlik hizmetinde “ay” hesabının hava değişimi
müddetinin belirlenmesinde esas alınması gerektiği açıktır. 353 sayılı Kanunun
53’üncü maddesi; mehilin başladığı ilk günü hesaba katmadığından, sonraki
ayda sayı itibariyle karşıtı olan günün tatil saatinde sürenin son bulacağını
benimsemesi makul ve kendi içerisinde tutarlıdır. Ancak, söz konusu Yönerge,
raporun düzenlendiği tarihte hava değişimi süresinin başlayacağını
öngördüğünden, bir ayın 32 gün olarak belirlenmesine yol açacak şekilde, 353
sayılı Kanunun 53’üncü maddesindeki düzenlemeyi aynen uygulamak suretiyle,
sonraki ayın sayı itibariyle karşıtı olan günün bitimine kadar hava değişimi
süresini uzatmak, mevcut yasal düzenlemeye ve yerleşik uygulamaya aykırıdır.
Bu itibarla, somut olayda, 21.12.2001 tarihinde başlayan 1,5 aylık hava
değişimi süresinin ilk ayının, 20.1.2002 günü bitiminde, geri kalan on beş
günlük sürenin ise 4.2.2002 günü sonunda sona erdiğinin kabulü gereklidir. Bir
günlük yol müddeti tanındığında sanığın en geç 5.2.2002 günü sonunda
birliğine katılması gerektiği ve müsnet suçun 6.2.2002 günü 00.00 saatinden
itibaren başladığı aşikârdır. Nitekim, askerî mahkeme isabetli olarak suç
başlangıç tarihini 6.2.2002 olarak belirlemiştir.
Sonuç olarak, askerî mahkemenin hükmünü yasaya uygun bulan Daire
kararında isabetsizlik görülmemiş ve Başsavcılığın yerinde bulunmayan
itirazının reddine karar vermek gerekmiştir.
251
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/1199
K.No. : 2004/1196
T.
: 19.10.2004
ÖZET
4616 sayılı Kanun daha önce infaz edilen hükümlerin hukukî
sonuçlarını ortadan kaldırmadığından, 23 Nisan 1999 tarihinden
önce işlenip cezası infaz olunan firar suçuna ilişkin mahkûmiyetin
tekerrüre esas alınması isabetlidir.
Askerî mahkemece; sanığın, 6.3.2003-8.5.2003 tarihleri arasında
mükerrer firar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/2-c ve TCK’nın
59/2’nci maddeleri gereğince 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına,
karar verilmiş, hüküm sanık tarafından, verilen cezayı hak etmediği, suçun
mükerrer firar vasfında olmadığı ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede: sanığın, 6.3.2003 tarihinde izin almaksızın
birliğinden ayrıldığı, 8.5.2003 tarihinde yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanığın, 14.3.1991-9.4.1991 ve 12.9.1991-11.2.1998 tarihleri arasında
işlediği iki ayrı firar suçundan 7’nci Kor.K.lığı Askerî Mahkemesinin 12.8.1998
tarih ve 1998/859-751 sayılı hükmü ile 1 yıl 8 ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, 17.2.1998-20.5.1998 tarihleri arasında tutuklulukta
geçirdiği sürenin cezasından indirilmesine karar verildiği, bu hükmün 13.9.2000
tarihinde kesinleştiği görüldüğünden, firar suçlarından tutuklu olarak yargılanıp
hakkındaki mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesi ile cezası kısmen infaz edilmiş
olan sanığın dava konusu eylemi mükerrer firar suçunu oluşturmaktadır.
Askerî mahkemece, adlî gözlem altına aldırılan sanık hakkında
düzenlenen raporlara göre; “antisosyal kişilik” tanısı konulan sanığın, suç
tarihlerinde ve hâlen askerliğe elverişli olduğu, TCK’nın 46, 47 ve 48’inci
maddelerinden yararlanamayacağı belirlenmiştir.
Sanığın, mazeret kabul etmez nitelikte bulunan ve tüm unsurları ile
oluşan atılı suçtan, yasal ve inandırıcı gerekçelerle, alt sınırdan ceza tayin
edilip, takdiri indirim de yapılarak yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasında bir
isabetsizlik bulunmadığından, mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar
verilmiştir.
Tebliğnamede; sanığın önceki suçlarının 4616 sayılı Kanunun 1/2’nci
maddesi kapsamına girdiği, tekerrür hükümlerinin uygulanması hâlinde, aynı
suç nedeniyle yargılaması uzayan ve haklarında aynı Kanunun 1/4’üncü
252
maddesi gereğince kamu davasının ertelenmesi kararı verilenlere göre mağdur
olacağı, bu uygulamanın hakkaniyete uygun düşmeyeceği, bu nedenle eylemin
firar suçunu oluşturduğu, hükmün suç vasfındaki hata nedeniyle bozulması
gerektiği yönünde görüş belirtilmiş ise de;
Askerî Ceza Kanunu “tekerrür” müessesesini özel olarak düzenlemiş
olup, diğer genel hükümlerde olduğu gibi bu müessese yönünden Türk Ceza
Kanununa bir atıf yapılmamıştır.
ASCK’nın 42’nci maddesinde düzenlenen tekerrür hükümlerinin
uygulanabilmesi için; birinci ve ikinci suçun askerî cürüm olması, her iki askerî
cürümün aynı olması, uygulama maddesinde tekerrürden söz edilmiş ve ne
surette ceza verileceğinin gösterilmiş olması, birinci suçtan verilen cezanın
tamamen veya kısmen çekilmiş veya bu cezanın özel af yoluyla düşmüş olması,
son olarak, ikinci suçun önceki mahkûmiyetin çekilmesi veya düşmesinden
itibaren belli bir süre içinde işlenmiş olması gerekir.
Somut olayda, sanık hakkında ASCK’nın 66/2-c maddesinin
uygulanması, yani firar eyleminin mükerrer nitelikte olduğunun kabulü için
yukarıda açıklanan bütün koşullar oluşmuştur. Önceki firar suçları nedeniyle bir
süre tutuklu kalan sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmü, hükmün kesinleşmesi
ile kısmen infaz edilmiş durumdadır. Daha sonra yürürlüğe giren 4616 sayılı
Kanun ve bu kanunda değişiklik yapan 4758 sayılı Kanunun, daha önce infaz
edilmiş hükümlerin hukukî sonuçlarını ortadan kaldırmaları söz konusu
değildir. Anılan Kanunlar genel af kanunu niteliğinde de değildir. Sanık
hakkındaki önceki hükmün kısmen infaz edilmiş sayılmasının da anılan
kanunlar ile bir ilgisi bulunmamaktadır.
Tebliğnamede belirtilen Anayasa Mahkemesinin 15.10.2003 tarih ve
2003/84-89 sayılı kararı ise; aynı tarihte suç işleyen iki kişiden biri hakkındaki
yargılamanın soruşturmayı yapan organlar tarafından kısa sürede
sonuçlandırılarak kesin hükümle bitirilmesi ve hükümlü statüsüne geçmesi
hâlinde indirimin bir kez yapılması, ikinci kişinin kaçması ya da kimi
nedenlerle yargılamayı güçleştirecek gayretler içinde olması veya
yargılayanların çeşitli nedenlerle yargılamayı sonuçlandıramaması durumunda
ise her dava için ayrı erteleme imkânı getirilmesi, yasanın uygulanmasında adil
olmayan farklı sonuçlar oluşturabileceği gerekçesiyle, Anayasanın 2’nci
maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile 10’uncu maddesindeki eşitlik ilkesine
aykırı bulunarak, 4616 sayılı Kanunun 4758 sayılı Kanununla değişik 1/4’üncü
maddesinin birinci paragrafının, ‘’…haklarında … son soruşturma aşamasına
geçilmiş olmakla beraber henüz hüküm verilmemiş …’’ler yönünden iptaline
ilişkindir. Anılan kararda, haklarında verilen hüküm kesinleşen ve hükümlü
statüsüne geçenler yönünden değil, yargılamaları çeşitli nedenlerle uzayanlar
yönünden her dava için ayrı erteleme imkânı getirilmesinin hukuk devleti ve
eşitlik ilkelerine aykırı olduğu vurgulanmış olup, sanığın durumunun, söz
konusu kararla ilgisi bulunmamaktadır. Bu nedenle tebliğnamedeki görüşe
katılmak mümkün olmamıştır.
253
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/123
K.No. : 2004/148
T.
: 11.11.2004
ÖZET
Türk toplumunda “ana-oğul” ilişkisinin ayrı bir öneminin
bulunduğu ve annenin hastalığı durumunda, her bir aile ferdine
ayrı bir görevin düştüğü bilinen bir gerçek ve toplumsal bir olgu ise
de; somut olayda, annesiyle ilgilenmesini gerektiren acil ve
kaçınılmaz bir durumu söz konusu olmayan ve hastane bahçesinde
oturmakla yetinen sanığın birliğine bir an evvel dönmeye yönelik
herhangi bir girişimde bulunmadığı, dolayısıyla iyi niyetli olmayıp,
aksine toplumsal değerleri kullanmak suretiyle kıt’asından uzak
kalmaya çalıştığı ortadadır. Bu nedenle yüklenen izin tecavüzü suçu
tüm unsurları itibari ile oluşmuştur.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, izin
tecavüzü suçunun oluşup oluşmadığı noktasındadır.
Daire; annesiyle ilgilenebilecek başka aile fertleri bulunan sanığın
hastanede yatan annesinin yanında bulunmamasını, beklenilmeyen bir hastalığın
söz konusu olmamasını ve sanığın kıt’asına katılmasından önce annesinin
taburcu edilmesini dikkate alıp, sanığın suç kastıyla hareket ettiği, askerlik
hizmetine tercih edilebilecek bir mazeretinin bulunmadığı ve dolayısıyla izin
tecavüzü suçunun sübuta erdiği sonucuna ulaşmış iken; askerî mahkeme; annesi
ciddî şekilde rahatsız olan sanığın, Türk toplumunun aile yapısına nazaran,
annesinin hastalığını takip etmesinin doğal olduğu ve bu nedenle sanığın suç
işleme kastı bulunmadığı düşüncesindedir.
Kurulumuzca uyuşmazlık konusunun incelenmesine geçilmeden önce,
firar suçundan kesinleşmiş mahkûmiyet hükmüne ait gerekçelerin, direnilmek
suretiyle kurulan beraet hükmü içerisinde yer almasının hükmün bozulmasını
gerektirip gerektirmediği meselesi ele alınmıştır.
Sanık hakkında izin tecavüzü ve firar suçlarından açılan iki ayrı davanın
askerî mahkemece birleştirilip, yargılamalarının birlikte yürütüldüğü, izin
tecavüzü suçundan kurulan beraet hükmü askerî savcı tarafından temyiz
edilirken, firar suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün taraflarca temyiz
olunmayarak kesinleştiği, beraet hükmünün Askerî Yargıtayca bozulması
üzerine, bozmaya uyulmayıp tekrar beraet hükmü tesis edildiği, ancak beraet
254
hükmünün gerekçesi yazılırken, kesinleşmiş olan mahkûmiyet hükmü
gerekçesine de yer verildiği görülmüştür.
353 sayılı Kanunun 173’üncü maddesinde, hükmün gerekçesinde
gösterilmesi gereken hususlar açıkça belirtilmiştir. Yargılama konusuyla ilgisi
bulunmayan maddî ve hukukî gerekçelere, asıl davaya ilişkin gerekçelerin
içerisinde yer verilmesinin yasaya aykırılık teşkil ettiği aşikârdır. Ancak, bu
usul hatasının hükmün bozulmasını gerektirmesi için, kanuna mutlak muhalefet
sebebi teşkil etmesi veya hükmün özüne müessir olması gereklidir.
İnceleme konusu dosyada, izin tecavüzü suçundan kurulan hükümde
gerek beraet ve gerekse direnme gerekçeleri gösterilmiş olduğundan, 353 sayılı
Kanunun 207/G maddesindeki “gerekçesizlik” hâlinin gerçekleşmediği açıktır.
Ayrıca, gerekçeli hükümde fazladan yer alan mahkûmiyet hükmüne ilişkin
gerekçelerin, beraet hükmünün özüne, bütünlüğüne ve anlaşılabilme özelliğine
herhangi bir etkisi de bulunmadığından, oluşan yasaya aykırılığın hükmün
esasına müessir olmadığı da ortadadır. Bu nedenlerle, beraet hükmünün, bu usul
hatası nedeniyle bozulması cihetine gidilmemiş, ancak tenkit konusu yapılması
uygun görülmüştür.
Dosyanın esas yönünden incelenmesinde;
Polatlı’da askerlik hizmetini ifa eden sanığın, annesinin rahatsızlığı
nedeniyle, son kalan beş günlük izin hakkını kullanmak üzere, 31.1.2002
tarihinde memleketi Bingöl’ün Genç İlçesine izine gittiği, 2002 yılı içerisinde
yol süresinden yararlanmadığından, gidiş-dönüş toplam dört gün yol hakkı
tanındığında, 9.2.2002 günü sonunda birliğine katılmasının gerektiği, ancak
gecikerek 25.2.2002 günü katılış yaptığı; aile nüfus kaydına göre, ana ve babası
sağ olup on sekiz yaşından büyük iki kız ve bir erkek kardeşi ile küçük bir kız
kardeşinin bulunduğu, kırk altı yaşındaki annesinin 5.2.2002 tarihinde (enişte)
F.A. tarafından Fırat Üniversitesi Tıp Merkezine yatırıldığı, 20.2.2002 tarihinde
“diabetes mellitus tip 2” tanısıyla taburcu edildiği, sanığın beyanına göre,
ağabeyi ve bir ablasının Genç’te oturduğu, annesinin yanında refakatçi olarak
babası ile kardeşlerinin kaldığı, kendisinin ise genellikle hastane bahçesinde
oturduğu dosya kapsamından anlaşılmıştır.
ASCK’nın 66/1-b maddesinde düzenlenmiş olan izin tecavüzü suçunun
oluşabilmesi için, failin “özürsüz” olması şartının arandığı, ancak “özür”
kavramı yasada tarif olunmadığından, kapsamının, TSK İç Hizmet
Yönetmeliğinin 57’nci maddesinde sayılan hâller nazara alınarak
değerlendirildiği, bu maddede belirtilen hâllerle sınırlı olmamakla beraber, özür
unsuru takdir edilirken, somut mazeretin, “beklenen bir durum” olup olmadığı,
“anîden” gelişip gelişmediği ve “askerlik hizmetine tercih edilebilecek
nitelikte” önem taşıyıp taşımadığı hususlarının göz önünde bulundurulduğu,
ayrıca failin yasaya aykırı eylemini bir an evvel sona erdirmeye veya mazereti
ortadan kaldırmaya yönelik gayret ve hareketlerinin, kısaca suç ve dehalet
kasıtlarının dikkate alınması gerektiği açıktır.
255
İnceleme konusu olayda; annesinin rahatsızlığını bilerek izine giden
sanığın, annesiyle fiilen ilgilenmediği, daha doğrusu ilgilenecek aile efradı
bulunduğundan sanığa bu konuda görev düşmediği; “hemşirelik öyküsü”
başlıklı belgeden ve “epikriz raporlarından” anlaşıldığı üzere, her ne kadar
“acil” olarak hastaneye başvurmuş ise de, bilincinin açık olup kendini idare
edebilecek durumda olduğu, keza “doktor gözlem formları ve “hasta takip
formlarına” nazaran, “diyabet” tanısının derhâl konulup tedaviye geçildiği,
birlik komutanı tarafından hazırlanmış vak'a kanaat raporunda: “ağabeyi ile
yapılan telefon görüşmesinde ameliyat olup hava değişimine geldiğini
söylemiştir.” ibaresinin yer aldığı ve sanığın annesinin taburcu olmasından beş
gün sonra birliğine katılmış olmasına karşın, sorgusunda “ben birliğime
katıldıktan sonra annemin taburcu olduğunu öğrendim” şeklinde beyanda
bulunduğu dikkate alındığında; sanığın ifadelerinde samimi olmadığı, annesinin
rahatsızlığını bahane ederek iznini tecavüz ettiği ve suç kastıyla hareket ettiği
hususunda herhangi bir kuşku bulunmadığı ve öne sürdüğü mazeretinin
beklenmedik ve askerlik hizmetine tercih edilebilecek nitelikte olmadığı
kanısına varılmıştır.
Türk toplumunda “ana-oğul” ilişkisinin ayrı bir öneminin bulunduğu
ve bu gibi hastalık durumlarında, her bir aile ferdine ayrı bir görevin düştüğü
bilinen bir gerçek ve toplumsal bir olgu ise de; somut olayımızda, annesiyle
ilgilenmesini gerektiren acil ve kaçınılmaz bir durumu söz konusu olmayan ve
hastane bahçesinde oturmakla yetinen sanığın, birliğine haber vermeyi
düşünmediği ve bir an evvel dönmeye yönelik herhangi bir girişimde
bulunmadığı, dolayısıyla iyi niyetli olmayıp, aksine yukarıda değinilen
toplumsal değerleri kullanmak suretiyle kıt’asından uzak kalmaya çalıştığı
ortadadır.
Bu itibarla; izin tecavüzü suçunun tüm unsurları itibari ile oluştuğu
hususunda herhangi bir tereddüt bulunmamasına rağmen, askerî mahkemece
beraet hükmü kurulması yasaya aykırı bulunmuş ve hükmün esastan
bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
256
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/135
K.No. : 2004/150
T.
: 11.11.2004
ÖZET
Askerî mahkemenin sanığa kırk beş günlük deprem izin
hakkı ve yol süresi tanımaksızın izin tecavüzü suçunun başlangıç
tarihini ve dolayısıyla öz vakıayı hatalı tespit etmesi, basit bir
maddî hata olmayıp gerekçe içerisinde yapılan hatalı bir
değerlendirmenin ürünüdür. Sanık terhisli olsa dahi, bu idarî statü
değişikliğinin temyiz yolunda hukukî bir etken olarak
değerlendirmeye alınması kabul edilemez. Asıl olan maddî vakıanın
doğru bir şekilde ortaya konulması olduğundan, sonradan
giderilemeyecek bu yasaya aykırılığın, kanun yolu aşamasında
dikkate alınması ve hükmün bu nedenle bozulması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, yargılamada öz
vakıanın tespitine ilişkin noksan soruşturma bulunup bulunmadığı ve var ise bu
eksikliğin hükmün bozulmasını gerektirip gerektirmediği noktasındadır.
Daire; sanığın valilik makamına verdiği dilekçe sonucuna dair dosyada
belge bulunmadığı, kırk beş günlük deprem izni verilmesi hâlinde suç başlangıç
tarihinin değişebileceği, ancak izin tecavüzü süresinin uzunluğu, sanığın terhisli
oluşu ve söz konusu hatanın suçun sübutuna, vasfına ve uygulamaya herhangi
bir etkisinin bulunmamasına nazaran, suç başlangıç tarihine ilişkin bu noksanlık
ve hatanın hükmün bozulmasını gerektirmediği sonucuna varmış iken;
Başsavcılık; deprem iznine dair emrin dosyaya konulmamasının eksiklik
olduğu, kırk beş günlük iznin sanığa tanınması hâlinde suç başlangıç tarihinin
değişeceği ve öz vakıanın hatalı tespitine yol açan bu noksanlığın mutlak surette
hükmün bozulmasını gerektirdiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Askerlik hizmetini ifa eden sanığın, 19.8.1999 tarihinde, memleketi
İzmit’e yedi günlük izine gönderildiği, izin süresi bitiminde kıt’asına
katılmadığı, uzun süre izin tecavüzünde bulunduktan sonra 16.3.2002 günü
birliğine teslim olduğu, birliğine dönüşünde “oturduğu evin depremde enkaz
hâline geldiğini” belgeleyen, mahalle muhtarlığı ve emniyet karakol amirliğince
onaylanmış, deprem izninden yararlanma talebini içeren valilik makamına
hitaben yazılmış tarihsiz dilekçeyi bölük astsubayına sunduğu, savunmalarında,
257
bu başvurusuyla ilgili olarak, “deprem izni için birliğine belge göndermediğini,
valilikten kırk beş gün izin aldığını ve oradan herhangi bir belge
vermediklerini” ifade ettiği, sanığın şahsî dosyasında deprem iznine dair bir
belgeye rastlanılmadığı ve Kocaeli valiliğinden bilgi istenilmediği gibi, deprem
iznine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı veya Genelkurmay Başkanlığı emir
suretlerinin dava dosyasına konulmadığı anlaşılmıştır.
Askerî mahkeme gerekçeli hükmünde, “sanığın deprem izninden
yararlanma hakkının bulunduğunun kabul edilmesi hâlinde dahi, askerlik
şubesine veya birliğine herhangi bir müracaatı bulunmadığından, bu iznin
sanığa tanınamayacağı” değerlendirmesine yer vermiş ise de, yerleşik Askerî
Yargıtay kararlarına nazaran, bu kabulün yerinde olmadığı ve deprem felâketi
nedeniyle yakınları zarar gören erbaş ve erlere, müracaat şartı aranmaksızın kırk
beş gün izin ve ayrıca yol süresi verilmesi gerektiği izahtan varestedir.
Diğer taraftan, ceza yargılamasında esas prensip, duruşmada ikame
olunan delillere dayanılarak hüküm kurulması olduğundan, yargılama konusunu
doğrudan ilgilendiren idarî tasarrufları gösterir karar, tamim, genelge ve emir
gibi yazılı belgelerin dava dosyasına konulması ve duruşmada okunmak
suretiyle tarafların ve kamunun bilgilendirilmesi gereklidir. Ancak, deprem izni
konusundaki Genelkurmay Başkanlığı emri, Resmî Gazetede yayımlanan
Bakanlar Kurulu kararına istinaden çıkarıldığından, keza, bu emrin içeriği ve
uygulaması kamu nezdinde bilinen bir keyfiyet hâlini aldığından, yukarıda
değinildiği gibi, deprem izin hakkını haiz olduğu hususunda herhangi bir
tereddüt bulunmayan sanığın yargılanmasında, ilgili karar veya emir suretinin
dosyaya konulmamış olmasının esasa etkili bir eksiklik olmadığı da açıktır.
Öte yandan; sanığın başvurusuna ve neticesine dair Kocaeli valiliğinden
bilgi istenilmemiş ise de; sanığın sunduğu belgenin sıhhati konusunda kuşku
bulunmaması ve kendisine izin verildiğini, ancak belge verilmediğini belirtmesi
karşısında, uzun süre sonra yapılacak araştırmanın sonuç almaya elverişli
olamayacağı da düşünüldüğünden, askerî mahkemece bu hususun
araştırılmamış olması da eksiklik olarak görülmemiştir.
Sonuç itibariyle; yargılamada herhangi bir noksan soruşturma
bulunmadığı, ancak, askerî mahkemenin, sanığa, kırk beş günlük deprem izin
hakkı ve yol süresi tanımaksızın, izin tecavüzü suçunun başlangıç tarihini ve
dolayısıyla öz vakıayı hatalı tespit ettiği kanısına varılmıştır. Bu hata, gerekçeli
hüküm veya kısa karar içerisinde yer alan basit bir maddî hata olmayıp, gerekçe
içerisinde yapılan hatalı bir değerlendirmenin ürünü olduğundan, askerî
mahkemenin sanığın eyleminin kabulünde yanılgıya düşmesi şeklinde tezahür
etmektedir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 10.2.2000/39-41, 3.7.2003/64-64,
25.9.2003/70-66, 13.11.2003/89-96 ve 4.12.2003/105-106 tarih ve sayılı
kararlarında; “mütemadi suç niteliğindeki suçlarda, başlangıç ve bitiş
tarihlerinin bizzat öz vakıayı teşkil ettiği, öz vakıanın hatalı tespiti nedeniyle
oluşan yasaya aykırılığın hükmün esasına da müessir olduğu, sonuç cezada
değişiklik olup olmayacağı ve sanığın terhis edilmiş olması nedeniyle askerlik
258
hesabına etkisinin bulunup bulunmayacağı hususlarının bu değerlendirmede
dikkate alınamayacağı ve bozma neticesinde sanığın hukukî durumunda olumlu
ya da olumsuz herhangi bir değişiklik yaratmayacak dahi olsa hükmün
bozulmasında zorunluluk bulunduğu” saptamalarına yer verilmiştir.
İnceleme konusu olayda da, suçun başlangıç tarihi hatalı tespit edilmiş
ve dolayısıyla öz vakıanın belirlenmesinde yasaya aykırılık hasıl olmuştur.
Sanık terhisli olsa dahi, bu idarî statü değişikliğinin temyiz yolunda hukukî bir
etken olarak değerlendirmeye alınması kabul edilemez. Asıl olan maddî
vakıanın doğru bir şekilde ortaya konulması olduğundan, sonradan
giderilemeyecek bu yasaya aykırılığın, kanun yolu aşamasında dikkate alınması
ve hükmün bu nedenle bozulması gereklidir.
Bu nedenlerle; Başsavcılığın itirazı sonuç itibariyle isabetli bulunmuş,
Daire kararının kaldırılıp, mahkûmiyet hükmünün, öz vakıanın hatalı tespiti
nedeniyle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
259
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/171
K.No. : 2004/152
T.
: 19.11.2004
ÖZET
Firarda iken babasının telkin ve ısrarlarına karşı
koyamayarak onun refakatinde birliğine katılıp bir saat sonra
tekrar kaçan sanığın kıt’asına katılma ve askerlik hizmetine devam
etme yönünde serbest bir iradesi bulunmadığından, eylemleri iki
ayrı firar suçunu değil tek bir firar suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu;
işlendiği iddia olunan firar eylemlerinin tek bir firar suçunu mu ? yoksa iki ayrı
firar suçunu mu ? oluşturduğu noktasındadır.
Daire; sanığın sübutunda tereddüt bulunmayan firar eylemlerinin tek bir
kasıt altında işlendiğini, babasının nezaretinde birliğine getirilen sanığın dehalet
kastıyla hareket etmediğini, bunun sonucu olarak da atılı eylemlerin tek bir firar
suçunu oluşturduğu sonucuna vararak, müteaddit (2 ayrı) kez firar suçlarıyla
ilgili mahkûmiyet hükümlerinin bozulmalarına karar vermiş iken,
Başsavcılık, sanığın eylemlerinin 2 ayrı firar suçunu oluşturduğunu ileri
sürerek, aksi doğrultudaki Daire kararlarına karşı itirazda bulunmuştur.
Konya-Astsubay Orduevi Müdürlüğü emrinde asker olan ve rahatsızlığı
nedeniyle Ankara Etimesgut Hava Hastanesi Baştabipliği Plastik Cerrahî
Bölümüne sevk edilen sanık P.Er M.M.A.’nın, yapılan tetkik ve muayenelerinin
ardından 18.9.2003 günü birliğine sevk edildiği, bir günlük yol süresi sonunda
19.9.2003 günü saat 24.00’e kadar birliğine katılması gereken sanığın; firar
ederek Karabük’e gittiği, 1.10.2003 günü saat 16.00 sıralarında babası ile
birlikte gelerek kıt’asına teslim olduğu, babasının astsubay orduevinden
ayrılmasından 1 saat sonra birliğini izinsiz olarak terk ettiği, bir süre firarda
kalan sanığın; 9.11.2003 günü Karabük’te emniyet kuvvetleri tarafından
yakalanarak ele geçtiği, 12.11.2003 günü mevcutlu olarak birliğine teslim
edildiği sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Sanık, gerek 14.11.2003 günkü tutuklama ve gerekse 22.12.2003 tarihli
duruşmada tespit edilen sorgularında; hastaneden ayrıldıktan sonra birliğine
katılmadığını öğrenen babasının kendisini birliğine teslim etmeye karar
verdiğini, bu amaçla 1.10.2003 tarihinde babası ile birlikte Karabük’ten
260
Konya’ya gelerek kıt’asına katıldığını, babasının birlikten ayrıldığını öğrenir
öğrenmez firar ederek Karabük’e gittiğini, bir müddet İzmit’te kalmasının
ardından Karabük’e dönerek arkadaşının yanına yerleştiğini beyan etmiştir.
Olayın dosyaya yansıyan seyir ve işleniş biçiminden de anlaşılacağı
üzere; Etimesgut Hava Hastanesinde yapılan muayenesi sonucunda birliğine
sevk edilen ve ailevî sorunlarının bulunduğunu ileri sürerek kıt’asına
katılmayan sanıkta 1.10.2003 tarihi itibariyle birliğine katılma yönünde
kendiliğinden oluşmuş bir irade bulunmamaktadır. Sanık babası M.A.’nın telkin
ve ısrarlarına karşı koyamayarak onun refakatinde Konya’daki birliğe
katılmıştır. Kıt’asına katılma ve askerlik hizmetine devam etme yönünde serbest
bir irade taşımayan sanık; hizmet gereği bulunması gereken mahallî terk etmek
için babasının birlikten ayrılmasını beklemiş, babasının gittiğini öğrenir
öğrenmezde üst ve amirlerine haber vermeden birliğini terk etmiştir.
Birliğinden yeniden firar ettiğini babasının öğrenmesini istemeyen sanık
firarının ardından ailesinin ikametgâhına da dönmeyerek arkadaşlarının evinde
kalmaya başlamıştır. Bu yönüyle ailenin büyüğü durumundaki baba M.A.’nın
nüfuz ve otoritesinden kaynaklanan telkin ve tavsiyelerine karşı gelmek
istemeyen sanıkta birliğine katılmaya ilişkin açık bir irade bulunmadığı,
dolayısıyla da babasının çaba ve zorlamaları sonucunda kıt’asına dönen sanığın
dehalet kastıyla hareket etmediği sonucuna varılmıştır.
Bu sebeplerden dolayı; birliğine dönme ve askerlik hizmetine başlama
konusunda niyet ve irade taşımayan sanığın 20.9.2003-9.11.2003 tarihleri
arasındaki eylemlerinin yakalanmakla son bulan tek bir firar suçunu
oluşturduğu sonucuna varan Dairenin konuyla ilgili kabul ve
değerlendirmesinde herhangi bir isabetsizlik görülmediğinden, eylemlerin iki
ayrı firar olarak kabul edilmesi gerektiğine ilişkin Başsavcılık itirazının reddine
karar verilmiştir.
261
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/186
K.No. : 2004/180
T.
: 30.12.2004
ÖZET
3 ay veya daha fazla süreyle hava değişimi alanların kıt’aları ile
ilişiğinin kesilmesi gerekmekle birlikte, hava değişimi sırasında askerlik
şubeleri tarafından usulen celp edilmesine karşın şubeye gelmeyen ve
birliğine de zamanında katılmayan yükümlülerin eylemi izin tecavüzü
mahiyetindedir. Bakaya suçunun muvazzaf askerlik hizmetinin devamı
süresince işlenebilmesi mümkün olmadığına göre, eylemin bakaya olarak
vasıflandırılması isabetli değildir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, suç
vasfının belirlenmesine bağlı olarak yargılamayı sürdürecek askerî mahkemenin
kuruluşuyla ilgilidir.
Daire; sanığa isnat olunan eylemin gerekli yasal koşulları taşıması
hâlinde yakalanmakla son bulan izin tecavüzü suçunu oluşturabileceğini
belirterek, tek hâkimden kurulu askerî mahkemece verilen görevsizlik
hükmünün bozulmasına karar vermiş iken,
Başsavcılık, atılı eylemin yakalanmakla son bulan bakaya suçunu
oluşturduğunu, tek hâkimden teşekkül eden askerî mahkemece verilen
görevsizlik kararının bu yönüyle isabetli olduğunu ileri sürerek, aksi
doğrultudaki Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
39’uncu Mknz.P.Tug.K’lığı emrinde askerlik hizmetini sürdüren sanık
Lv.Er G.S.’nin; İskenderun 200 Yataklı Deniz Hastanesi Sağlık Kurulunun
25.7.2002 gün ve 2001 sayılı raporu doğrultusunda kilo fazlalığı teşhisi
konularak, rapor tarihinden itibaren geçerli olmak üzere SMK ile 6 ay süreyle
hava değişimine gönderildiği, rapora konu istirahatını geçirmesi için evine
gönderilen sanığa 25.1.2003 günü kontrol muayenesini yaptırmak üzere askerlik
şubesine müracaat etmesi gerektiğine ilişkin yazılı tebligatın 25.9.2002
tarihinde Karşıyaka Askerlik Şubesinde yapıldığı, bu çağrıya rağmen askerlik
şubesine veya birliğine katılmayan sanığın 8.6.2003 tarihinde İzmir’de inzibat
görevlileri tarafından yakalandığı sabit olup, esasen bu konuda Daire ile
Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
262
Ortaya çıkan uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözümlenebilmesi için,
izin (hava değişimi) tecavüzü ve bakaya suçlarına ilişkin yürürlükteki mevzuat
hükümlerinin irdelenmesi gerekmektedir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun; 2’nci maddesi,”askerlik çağının her
erkeğin nüfus kütüğünde yazılı yaşına göre ve yirmi yaşına girdiği senenin
Ocak ayının birinci gününden başlayıp, 41 yaşına girdiği senenin Ocak ayının
birinci gününde bitmek üzere en çok yirmi bir sene süreceğini”, 32’nci maddesi,
”askerlik çağının yoklama dönemi, muvazzaflık ve yedeklik olmak üzere üç
devreye ayrıldığını”, 4’üncü maddesi, ”yoklama döneminin, askerlik çağının
başlangıcından kıt’aya duhule kadar olduğunu”, 5’inci maddesi, ”muvazzaflık
hizmetinin askerlik şubesinden sevk tarihinden itibaren başlayacağını”, 7’nci
maddesi ise,”muvazzaflık devrinin bitiminden askerlik çağının bitimine kadar
olan kısmın yedeklik devri olduğunu”belirlemiştir.
Bakaya ve izin tecavüzü ise, anılan Kanunun 12’nci maddesinde “son
yoklamada bulunarak numara ile veya numarasız asker edildikleri hâlde
istenildikleri sırada gelmeyenlere veya gelip de askerlik yapacakları kıt’alara
gitmeksizin savuşanlara bakaya; askerde iken işleri için veya hastalanarak izin
veya tebdilihava aldıkları hâlde izin veya tebdilihava gününü geçirenlere de
izinsiz ... denir” şeklinde tanımlanmış olup, aynı Kanunun 89 ve 97’nci
maddelerinde de bu eylemleri işleyenlerin askerî mahkemeye verilecekleri
belirtilmiştir. Nitekim bakaya suçu ASCK’nın 63 ve 64’üncü, izin tecavüzü
suçu ise ASCK’nın 66 ve müteakip maddeleri ile 477 Sayılı Kanunun 50/B
maddesinde unsurları gösterilmek suretiyle cezaî müeyyideye bağlanmıştır.
Mevzuatımızda; erbaş ve erlerin muvazzaflık dönemi bitmeden asker
kişi sıfatlarının kesintiye uğradığı bir kısım hâllere yer verilmiştir.
Bunlardan bir tanesi konumuzla doğrudan ilgili olup; 1111 sayılı
Askerlik Kanununun 78’inci maddesinde belirtildiği şekliyle; 3 ay veya daha
fazla süreyle hava değişimi alanların kıt’aları ile ilişiğinin kesilmesi hâlidir.
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun bağlayıcı nitelikteki
1.8.1944 gün ve 1576-2282 ile 9.4.1946 gün ve 1946/703-1389 E.K. sayılı
kararlarında; 3 ay veya daha fazla süreyle hava değişimi alarak birliklerinden
ayrılan asker yükümlülerin askerlik şubeleri tarafından usulen celp edilerek yeni
birliklerine sevk olunmaları gerektiği; askerlik şubesi tarafından bu işlemlerin
yapılmaması ve hava değişimi süresi sona eren yükümlünün de birliğine
katılmaması durumunda izin tecavüzü suçunun oluşmayacağı belirtilmiştir.
Öte yandan, 3 aydan fazla süreyle hava değişimi alıp da askerlik
şubeleri tarafından celp ve sevk işlemi yapılan yükümlülerin birliklerine geç
katılmaları durumunda izin tecavüzü suçunu işlemiş olacakları Askerî Yargıtay
İçtihatları Birleştirme Kurulunun 5.3.1966 gün ve 1-1 E.K. sayılı kararında
kabul ve ifade edilmiştir.
1111 sayılı Askerlik Kanununun 12’nci maddesi; son yoklamada hazır
bulunup, numaralı veya numarasız olarak askere sevk edildikleri hâlde,
istenildikleri tarihte gelmeyenlerin veya gelip de askerlik yapacakları kıt’alara
gitmeyerek toplandıkları yerlerden veya yollardan savuşanların eylemlerinin
263
bakaya suçunu oluşturduğunu hükme bağlamıştır. Bakaya suçuyla ilgili olarak
kanunî tarifin öngördüğü iki işleniş biçimi mevcuttur.
Bunlardan ilki, yaptırılan son yoklama işlemine rağmen, emsallerinin
sevkine kadar şubeye müracaat edilmeyerek sevk işleminin mazeretsiz olarak
sağlatılmamasıdır. Bakaya suçunun ikinci işleniş biçimini ise, şubelerine
zamanında başvurarak kıt’alarına sevk edilen, ancak kabul edilebilir özürleri
olmaksızın tertip oldukları birliklerine katılmayan yükümlülerin eylemleri
oluşturmaktadır. Askerlik Kanununun 12’nci maddesinin açık hükmü
karşısında, bakaya suçunun muvazzaf askerlik hizmetinin devamı süresince
işlenebilmesi mümkün değildir.(Askerî Yargıtay Genel Kurulunun 26.11.1965
gün ve 132-133 E.K. ve Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 13.12.2001 gün ve
120-119 E.K. sayılı emsal nitelikteki kararları da bu doğrultudadır.)
Diğer taraftan, üç aydan az hava değişimi süresini tecavüz edenlerle, üç
ay veya daha fazla hava değişimi müddetini geçirenler arasında ayırıma
gidilmesi, birinci durumda olan yükümlülerin eylemlerinin izin (hava değişimi)
tecavüzü, ikinci durumda bulunan yükümlülerin fiillerinin ise bakaya suçunu
oluşturduğu yönünde zorunlu bir kabule imkân sağlayacaktır.Bu durumun ise,
maddî ve manevî unsurları yönünden özdeş nitelikteki eylemlerin, kanun
metninde yer alan tanım dışına çıkılarak, farklı şekilde vasıflandırılmalarına
sebebiyet vereceği açıktır.
İnceleme konusu olayımızda, istirahatının devam ettiği 25.9.2002 günü
Karşıyaka Askerlik Şubesine başvuran sanık G.S.’ye kontrol muayenesini
sağlatmak üzere 25.1.2003 tarihinde evrakıyla birlikte askerlik şubesine gelmesi
gerektiği açık ve tereddütsüz bir biçimde tebliğ edilmiş olmasına karşın, sanık
ne askerlik şubesine başvurmuş ne de birliğine katılmıştır.
Askerlik hizmetine başladıktan yaklaşık iki ay sonra hava değişimine
gönderilen sanığın kendisine usulüne uygun biçimde bildirilen koşullara
uymayarak, askerlik hizmetine devam etmeme yönündeki niyet ve iradesini açık
bir biçimde ortaya koyduğu değerlendirilerek,hava değişimi mahiyetinde de
olsa esasen kıt’asından izinli olarak ayrılan sanığın askerî hastane sağlık kurulu
raporunda belirtilen süreyi mazeretsiz olarak geçirmek şeklindeki eyleminin
(yasal koşulları bulunduğu taktirde) izin (hava değişimi) tecavüzü suçunu
oluşturabileceği sonuç ve kanaatine varılmıştır.
Bu sebeplerden dolayı;
Tek hâkimden kurulu askerî mahkemenin; atılı eylemin yakalanmakla
son bulan bakaya suçunu oluşturduğu gerekçesiyle vermiş olduğu görevsizlik
hükmünü bozan Daire kararının haklı ve yerinde olduğu sonucuna varılarak,
hükmün onanması yönündeki isabetli bulunmayan Başsavcılık itirazının reddine
karar verilmiştir.
264
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 67
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/77
K.No. : 2004/78
T.
: 13.5.004
ÖZET
4551 sayılı Kanun ile değişik ASCK’nın 67/1-B maddesinin
özel düzenleniş biçimi karşısında yurt dışındaki gemiden firar
etmek suçunun unsur ve müeyyidesinin madde metninde
belirtilenlerle sınırlı olduğunun kabulü ve bunun sonucu olarak
ASCK’nın 67/1-B maddesince tertip olunacak temel cezanın
ASCK’nın 67/son maddesi gereğince artırıma tâbi tutulmaması
gerekmektedir. Kanunda unsur olduğu açıkça ifade edilen bir
hususun aynı kanunun bir başka hükmü gereğince ağırlaştırıcı
sebep olarak kabulü TCK’nın 78’inci maddesine aykırıdır.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; atılı yurt dışına
firar etmek suçları hakkında ASCK’nın 8/3 ve 67/son maddelerinin öngördüğü
seferberlik hükümlerinin tatbik edilip edilmeyeceğine ilişkindir.
Daire, sanıkların yurt dışında bulunan harp gemisinden firar
etmelerinden dolayı atılı firar suçlarının ASCK’nın 8/3’üncü maddesinin aradığı
anlamda seferberlikte işlendiklerinin kabulü gerektiğini, bunun sonucu olarak
da ASCK’nın 67/1-b maddesince tertip olunan temel cezaların ASCK’nın
67/son maddesi gereğince artırıma tâbi tutulmamasının kanuna aykırı düştüğünü
belirterek, hükümlerin sanıklar aleyhine bozulmasına karar vermiş iken,
Başsavcılık ise, eylemler hakkında seferberlik hükümlerinin tatbikine
yasal imkân bulunmadığını ileri sürerek, Daire kararına karşı itirazda
bulunmuştur.
TCG.Alçıtepe Komutanlığı emrinde askerlik hizmetini sürdüren Dz.Er
B.K. ile Dz.Er A.A.’nın görev yaptıkları geminin tatbikat maksadıyla
Fransa’nın Toulon limanına yanaşması üzerine 30.5.1997 tarihinde diğer
askerlerle birlikte günü birlik izne gönderildikleri, izne giden askerlerin
dönmesine rağmen Dz.Er B.K., Dz.Er. A.A. ile Dz.Er M.D.’nin görevli
oldukları gemiye dönmedikleri, sanıklardan B.K.’nin çalışıp para kazanmak
maksadıyla Almanya’ya giderek 6 yıl süreyle firarda kalmasının ardından
Hannover Başkonsolosluğuna başvurarak temin ettiği seyahat belgesi ile
İstanbul Atatürk Hava Limanından Türkiye’ye giriş yapmak isterken 11.3.2003
tarihinde yakalanarak ele geçtiği, diğer sanık Dz.Er A.A.’nın ise, firar etmesini
265
müteakiben gittiği Almanya’da 6 yıl boyunca ikamet ettiği, Berlin
Başkonsolosluğu vasıtasıyla elde ettiği seyahat belgesi ile yurda giriş yapmak
isterken 21.3.2003 tarihinde İstanbul Atatürk Hava Limanında güvenlik
kuvvetlerince yakalandığı,
Hakkında sözleşerek firar suçunu işlediğinden bahisle komutanlıkça
soruşturma emri verilen ve bu iddiadan dolayı 2.7.1997 tarihinde gıyaben
tutuklanan Dz.Er M.D.’nin ise aranmasına rağmen hâlen ele geçirilemediği
sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
ASCK’nın 67’nci maddesinin 4551 sayılı Kanun ile değiştirilmeden
önceki hâli;
“...Aşağıda yazılı askerî şahıslar, yabancı memlekete kaçmış sayılarak
üç yıldan beş yıla kadar hapsonulurlar.
A) İzinsiz vatan hudutlarından dışarı çıkan askerî şahıslar gaybubetleri
gününden üç gün sonra;
B) Esaret hâli bittikten sonra kasten veya ihmal ile bir kıt’aya veya bir
askerî makama hemen müracaat etmeyenler;
C) Vatan hudutları dışarısında bir gemiden, bir tayyareden ayrı düşüp
de bir Türk harp gemisine veya en yakın Türkiye Konsolosluğuna veya müttefik
bir hükümet makamlarına kasten veya ihmal ile müracaat etmeyenler;
2. Seferberlikte (A) fıkrasındaki mehil bir güne iner.
3. Aşağıda yazılı hâllerde yabancı memlekete firar cezası beş seneden
az olmamak üzere on seneye kadar arttırılır:
A) Suçlu, silâh, mühimmat ve bunların teçhizat veya nakil
vasıtalarından ve hayvanlardan birini veya ordu hizmetlerine tahsis edilen
herhangi bir şeyi beraberinde götürmüş ise;
B) Suçlu hizmet yaparken kaçmış ise;
C) Mükerrir ise;
D) Suçlu seferberlikte kaçmış ise;
4. Üçüncü fıkrada yazılı suçlu subay ve askerî memur ise cezanın azamî
haddi verilir...” şeklinde düzenlemeler içermekte iken,
22.3.2000 gün ve 4551 sayılı Kanunun 14’üncü maddesiyle
yapılan değişiklik sonrasında;
“...Aşağıda yazılı fiilleri işleyen asker kişiler, yabancı ülkeye kaçmış
sayılarak üç seneden beş seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar.
A) Herhangi bir nedenle izinli olsa dahi, yabancı ülkeye gitme
müsaadesi bulunmaksızın ülke sınırları dışında üç günü geçirenler,
B) Ülke sınırları dışındaki bir askerî birlik veya görev yerinden, deniz
veya hava aracından kaçıp da bu durumda üç günü geçirenler,
C) Ülke sınırları dışındaki bir askerî birlikten, deniz veya hava
aracından herhangi bir nedenle ayrı düşüp de askerî veya sivil bir Türk resmî
makamına veya müttefik devlet makamlarına özürsüz olarak müracaat
etmeksizin üç günü geçirenler,
266
D) Harp esiri iken serbest bırakılıp da askerî veya sivil bir Türk resmî
makamına veya müttefik devlet makamlarına teslim olmak üzere harekete
geçme imkânı doğduğu hâlde, özürsüz olarak hareketsiz kalan ve bu durumda
üç günü geçirenler.
Aşağıda yazılı hâllerde beş seneden on seneye kadar hapis cezası verilir.
A) Fail beraberinde silâh, mühimmat, savaş araç veya gerecini
götürmüş ise,
B) Fail hizmet yaparken kaçmış ise,
C) Fail mükerrir ise.
Seferberlik ve savaş hâlinde, bu maddede yazılı mehil bir güne iner. Bu
maddedeki suçu seferberlikte işleyenlere yedi seneden, savaş hâlinde işleyenlere
ise on seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası verilir...” hâline
dönüştürülmüştür.
Getirilen değişikliklerle maddenin 1’inci fıkrasında yer alan suçun
unsurları yeniden düzenlenirken önceki metinde yer alan A, C ve D bentlerine
yeni unsur ve koşullar ilâve edilerek bunların muhafazası sağlanmış, 1’inci
fıkraya ise yeni bir B bendi eklenmiştir.
Yasal düzenlemenin ikinci fıkrasında cezayı ağırlaştırıcı sebepler
açıklanırken, son fıkrasında da seferberlik ve savaş hâllerinde maddenin nasıl
uygulanacağı ile cezanın ne oranda arttırılacağı gösterilmiştir.
ASCK’nın 67’nci maddesinin 4551 sayılı Kanunla değiştirilmeden
önceki hükmünde;
Gemi veya hava ulaşım aracından ayrılmak suretiyle yurt dışına firar
edilmesi ayrı bir suç olarak belirtilmediğinden, bu durumda olan sanıklar
hakkında ağırlatıcı neden niteliğindeki ASCK’nın 67/3-D maddesi gereğince
hüküm tesis edilmekte idi.
Yurt dışında bulunan bir askerî birlikten, deniz veya hava ulaşım
aracından firar edilmesinin birliğin muharebe ve moral gücünü olumsuz bir
biçimde etkileyebileceğini öngören kanun koyucu; bu yönde ortaya çıkabilecek
eğilimleri herhangi bir yorum veya mukayeseye imkân vermeden açık bir
şekilde cezaî müeyyideye bağlayarak; ülke sınırları dışındaki deniz veya hava
aracından firar edilmesini yurt dışına firar suçunun özel bir işleniş biçimi hâline
dönüştürmüştür.
ASCK’nın seferberlik ve tarifi başlığını taşıyan 8’inci maddesinin
3’üncü fıkrası;
“Hazarda Türkiye Cumhuriyeti Hudut ve Karasuları dışında yalnız dahi
seyrü hareket eden her harp tayyare ve harp gemisi üssül hareketlerinden birine
varıncaya kadar bu kanunun tatbikatında seferber sayılır” hükmünü
içermektedir. Uygulamada itibarı seferberlik olarak da tarif edilen bu hükmün
ASCK’nın 4551 sayılı Kanunla değişik 67/1-B maddesiyle birlikte uygulanması
özdeş nitelikteki objektif unsurların birden fazla cezaî müeyyideye tâbi
tutulmasına sebebiyet verecektir.
267
Ülke sınırları dışındaki deniz veya hava aracından firar etmek için gemi
veya hava aracından ayrılmaktan başka bir yol ve yöntem bulunmadığından, bu
yöndeki hareketlerin ASCK’nın 8/3’üncü maddesiyle olan zorunlu irtibatı da
dikkate alınarak yurt dışına firar suçunun özel bir işleniş biçimi niteliğindeki
ASCK’nın 67/1-B maddesi uyarınca cezalandırılmaları gerekecektir.
Daire görüşünün kabulü hâlinde, ASCK’nın 67/1-B maddesinin kendi
başına uygulanabilmesine hukuken imkân kalmayacağı, bunun sonucu olarak da
ağırlaştırıcı norm niteliğindeki seferberlik hükümlerinin asıl normun tatbik
kabiliyetini tümüyle ortadan kaldıracağı açıktır.
Aksi doğrultuda yapılacak değerlendirmeler; unsur veya ağırlaştırıcı
sebep olarak öngörülen durumların ayrıca cezalandırmaya konu
edilemeyeceğini öngören TCK’nın 78’inci maddesine de uygun düşmeyecektir.
ASCK’nın 67/1-B maddesinin özel düzenleniş biçimi karşısında yurt
dışındaki gemiden firar etmek suçunun unsur ve müeyyidesinin madde
metninde belirtilenlerle sınırlı olduğunun kabulü gerekmektedir. Kanunda unsur
olduğu açıkça ifade edilen bir hususun aynı kanunun bir başka hükmü gereğince
ağırlaştırıcı sebep olarak kabulü TCK’nın 78’inci maddesine de aykırıdır.
Bu itibarla;
Daire ilâmının mahkûmiyet hükümlerinin lehe düzenlemeler içeren
22.1.2004 gün ve 5080 sayılı Kanunun uygulanmasına olanak sağlanabilmesi
bakımından bozulmalarına ilişkin kısmında herhangi bir isabetsizlik
görülmemekle birlikte; aynı ilâmın eylemler hakkında seferberlik hükümlerinin
tatbik edilmesi gerektiğini öngören hükümlerin bu nedenle de bozulmalarına
ilişkin bölümünde isabet bulunmadığından Başsavcılık itirazının kabulü ile
Daire kararının konuya ilişkin bu bölümünün kaldırılmasına karar verilmiştir.
268
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 67
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/85
K.No. : 2004/81
T.
: 27.5.2004
ÖZET
Ülke sınırları dışında, KKTC’de konuşlu birliğinden, KKTC
toprakları dışına çıkamayacak şekilde ada içi izinli olan sanığın
Kıbrıs Rum Kesimi’ne geçmek suretiyle işlediği suçun maddî
unsuru, ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk fıkrasının (B) bendine
uyar.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
eyleminin, yabancı memlekete firar suçunu düzenleyen ASCK’nın 67’nci
maddesinin hangi bendi kapsamında olduğu noktasındadır.
Daire; ada içi günlük izinli olduğu sırada yabancı ülkeye gitme
müsaadesi bulunmaksızın ülke sınırları dışında üç gün geçiren sanığın
eyleminin ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk fıkrasının (A) bendine uyduğu
sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, ülke sınırları dışında, KKTC’de konuşlu
birliğinden, KKTC toprakları dışına çıkamayacak şekilde ada içi izinli olan
sanığın Kıbrıs Rum Kesimi’ne geçmek suretiyle işlediği suçun maddî
unsurunun, ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk fıkrasının (B) bendinde
düzenlenmiş olduğu düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Kıbrıs İs.Svş.Tb.K.lığı emrinde görev yapan sanığın, 19.7.2003
tarihinde ada içi günlük izin alıp, KKTC vatandaşı olan eşinin isteği üzerine,
Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nden gelen arkadaşlarının arabasıyla, saat 11.30
sıralarında Lefkoşa’daki Metehan sınır kapısından Güney Rum Kesimi’ne
geçtiği, aynı gün saat 23.30 sıralarında sınır kapısına geldiklerinde, Türk
tarafından sınırın kapatıldığını söyleyen Rum sınır görevlilerinin geçişe izin
vermediği, ertesi gün tekrar sınır kapısına başvurduklarında kimlik kontrolünün
yapıldığı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunun belirlenmesi üzerine
yakalanıp 21.7.2003 tarihinde mahkemeye çıkarıldığı ve para cezasını
ödedikten sonra 23.7.2003 günü (saat 9.38) Yunanistan üzerinden Türkiye’ye
teslim edildiği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
269
ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk fıkrasının (A) bendi: “İzinsiz vatan
hudutlarından dışarı çıkan askerî şahıslar gaybubetleri gününden üç gün sonra”
şeklinde iken; yabancı ülkelere askerî birliklerin gönderilmiş olmasını ve
uygulamada yaşanan tereddütleri dikkate alan kanun koyucu, Askerî Yargıtayın
yerleşik içtihatlarını da gözeterek, 22.3.2000 tarih ve 4551 sayılı Kanun ile,
maddeyi bütünüyle yeniden düzenlemiş ve konumuzla ilgili olan bentler:
“A) Herhangi bir nedenle izinli olsa dahi, yabancı ülkeye gitme
müsaadesi bulunmaksızın ülke sınırları dışında üç gün geçirenler,
B) Ülke sınırları dışındaki bir askerî birlik veya görev yerinden, deniz
veya hava aracından kaçıp da bu durumda üç günü geçirenler” hâlini almıştır.
Yasa metninden açıkça anlaşılacağı üzere; (A) bendi, ülke sınırları
dışına çıkma izni bulunmayan asker kişilerin ülke sınırları dışına çıkmasını; (B)
bendi ise, ülke sınırları dışında bulunan asker kişilerin bulunmaları gereken
yerden izinsiz uzaklaşmalarını maddî unsur olarak benimsemiştir. (A) bendinde
korunmak istenen hukukî menfaat, askerî kişinin kıt’asıyla olan maddî bağından
ziyade, yurt dışına çıkışlarda ilgili komutanlığın izin ve takdir hakkı iken; (B)
bendinde öncelikle korunmak istenen hukukî menfaat, yurt dışındaki askerî
birliğin disiplin ve bütünlüğüdür. Nitekim, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
13.5.2004 tarih ve 2004/77-78 sayılı kararında; “Yurt dışında bulunan bir askerî
birlikten, deniz veya hava ulaşım aracından firar edilmesinin birliğin muharebe
ve moral gücünü olumsuz bir biçimde etkileyebileceğini öngören kanun
koyucu; bu yönde ortaya çıkabilecek eğilimleri herhangi bir yorum veya
mukayeseye imkân vermeden açık bir şekilde cezaî müeyyideye bağlayarak,
ülke sınırları dışındaki deniz veya hava aracından firar edilmesini yurt dışına
firar suçunun özel bir işleniş biçimi hâline dönüştürmüştür.” değerlendirmesine
yer verilmiştir.
(B) bendinin, (A) bendine göre özel bir düzenleme olduğu, yurt dışına
izinsiz çıkmayı değil, yurt dışında bulunan bir askerî birlikten izinsiz olarak
uzaklaşmayı yasakladığı; bu nedenle, yurt dışındaki birliğinden doğrudan
kaçmak suretiyle uzaklaşan asker kişi ile günlük izinli iken zamanında geri
dönmeyen asker kişi arasında (hizmette iken kaçma hâli hariç) maddî unsurun
oluşumu açısından herhangi bir farklılık mevcut olmadığı dikkate alınmalıdır.
Somut olayımızda; sanık ayrı bir devlet statüsündeki KKTC Devleti
topraklarında konuşlanmış bir askerî birliğin mensubu olarak T.C. hudutları
dışında bulunduğundan ve T.C. veya başka bir ülke topraklarına girmeye imkân
tanımayan, sadece askerî birliğin bulunduğu yerde günlük izinli sayılmayı temin
eden izin belgesiyle kıt’ası dışında iken yabancı bir ülke toprağına girip
zamanında birliğine dönmediğinden, gerek madde bentlerinin düzenleniş biçimi
ve gerekse korudukları hukukî menfaatlere nazaran, sanığın bu eyleminin (B)
bendindeki maddî unsura uyduğu açıktır.
Sanık, 19.7.2003 günü izinli iken, yasak olduğunu bilmesine rağmen
Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne geçmiş ve üç günü izinsiz olarak kıt’ası dışında
geçirdikten sonra Türkiye’ye ve bilâhare birliğine teslim edilmiştir. Her ne
kadar, henüz üç günü doldurmadan önce Rum makamlarınca yakalanmış ve
270
iradesi dışında kıt’asından uzak kalmak zorunda bırakılmış ise de; yerleşik
Askerî Yargıtay kararlarında belirtildiği gibi, kendi kusuruyla bu yakalanmaya
imkân tanıyan sanığın eyleminin yabancı makamlarca yakalanmakla son
bulmadığı ve dolayısıyla suçun maddî unsurunun gerçekleştiği aşikârdır. Ancak,
suçun manevî unsurunun oluşup oluşmadığı hususu ayrıntılı bir irdelemeyi
gerektirmektedir.
Yabancı memlekete firar suçu, genel kasıtla işlenebilen şeklî bir suç
olup, failin suç işlemekteki saikleri, suçun oluşup oluşmadığına ilişkin
değerlendirmede dikkate alınmamaktadır. Genel kasıt ise, yasanın öngördüğü
neticenin fail tarafından bilinip istenmesidir.
ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk fıkrasının (B) bendinde düzenlenen
suçun, gerek madde metni ve gerekse koruduğu hukukî menfaate nazaran,
ASCK’nın 66’ncı maddesinde düzenlenmiş olan firar cürümüyle benzeştiği
görülmektedir. Önceki açıklamalarda belirtildiği gibi, ASCK’nın 67’nci
maddesinin ilk fıkrasının (A) bendinde düzenlenmiş suç, yurt içinde izinli olan
asker kişinin, yurt dışı izni olmaksızın ülke dışına çıkmasını maddî unsur olarak
benimsediğinden, bu suçun, öncelikle, ilgili komutanlığın yurt dışı izin ve takdir
hakkını hukukî konu olarak benimsediği; (B) bendindeki suçun ise, daha ziyade,
ASCK’nın 66’ncı maddesinde olduğu gibi, asker kişinin askerî birlik ile olan
bağını, yani askerî birliğin bütünlüğünü korumaya çalıştığı açıktır. Bu nedenle,
suçun oluşup oluşmadığının değerlendirilmesinde korunan hukukî menfaat göz
önünde bulundurulmalıdır.
Somut olayımızda; sanık, KKTC vatandaşı olan eşinin ısrarı üzerine, iki
kesim arasında geçişin serbest ve olağan olduğu, siyasî olarak yumuşama
sürecine girildiği bir ortamda, sırf karşı tarafı görmek ve merakını gidermek
amacıyla Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne geçmiş, gün bitimine yakın bir saatte
dönmeye çalışmış, ancak önceden düşünemediği olağanüstü bir engelle
karşılaşıp sınırdan geçememiş, ertesi günü tekrar denemiş, ancak, girişte
kendisine sorun yaratmayan Rum görevlilerin bu kez aksi yönde davranmaları
nedeniyle T.C. vatandaşı olduğu için yakalanıp, bir müddet nezaret altında
tutulduktan sonra Türkiye’ye teslim edilmiştir. ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk
fıkrasının (A) bendindeki durumda, izinsiz olarak yurt dışına çıkan asker kişi,
izin almamak suretiyle kastını ortaya koyduğundan, yurda dönüş çabalarının bir
önemi bulunmadığı bilinen bir kabul ise de; (B) bendindeki durumda, zaten
asker kişi yurt dışında olduğundan, dönüş çabalarına hukukî değer verilmesi
gerektiği de ortadadır. Birliğine dönüş yönündeki sanığın iradesinin, lehine bir
durum olarak suç kastının değerlendirmesinde nazara alınması hakkaniyete
uygun olacaktır. Sanığın, mensubu olduğu askerî birlikten izinsiz uzaklaşmak,
kaçmak ve günlük iznini tecavüz edip üç günü kıt’ası dışında geçirmek gibi bir
niyeti bulunmamaktadır. Olay ve sanığın eylemi bir bütünlük içerisinde ele
alındığında, sanığın yabancı memlekete firar suç kastıyla hareket etmediği
ortaya çıkmaktadır.
271
Bu nedenlerle; suçun sabit olduğunu ve eylemin ASCK’nın 67’nci
maddesinin ilk fıkrasının (A) bendine uyduğunu kabul eden askerî mahkemenin
kurduğu mahkûmiyet hükmünü onayan Daire kararı yerinde bulunmamış,
sanığın eyleminin ASCK’nın 67’nci maddesinin ilk fıkrasının (B) bendindeki
maddî unsura uyduğu yönündeki Başsavcılığın itirazı isabetli görülmüş, ancak
suçun manevî unsuru itibariyle oluşmadığı kanaatine varıldığından, itiraza atfen
Daire kararının kaldırılıp hükmün sübut yönünden bozulmasına karar vermek
gerekmiştir.
272
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 68
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/13
K.No. : 2004/5
T.
: 8.1.2004
ÖZET
Sanığın izin tecavüzünde kaldığı süre nazara alınarak alt sınırdan
uzaklaşılmak suretiyle ceza tayin edilmesi isabetli görülebilir ise de;
ASCK’nın 68’inci maddesinde belirtilen yasal teşdit sebepleri söz konusu
olduğunda, ASCK’nın 50’nci maddesi gereğince üst haddin aşılamayıp
sanığa en fazla 6 ay hapis cezası verilmesi zorunluluğu bulunduğundan,
sanığın somut olayda müsnet suçu daha vahim bir şekilde işleyebileceğinin
göz ardı edilerek, sanığa sırf altı gün dolmak üzereyken yakalandığı için
azamî hadden ceza tayini hukuka ve hakkaniyete aykırılık teşkil
etmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, temel cezanın
azamî hadden tayininin yasaya uygun olup olmadığı noktasındadır.
Daire; izin tecavüzü süresinin uzunluğu dikkate alınarak temel cezanın
üst hadden belirlenmesinde yasaya aykırılık bulunmadığı sonucuna ulaşmış
iken; Başsavcılık, izin tecavüzü süresinin nazara alınmasının isabetli olduğu,
ancak azamî hadden ceza tayininin hakkaniyete aykırı düştüğü görüşündedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
İstanbul 2’nci Mknz.P.Tb.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden
sanığın 17.6.2003 tarihinde dört gün yol müddeti verilerek memleketi Adana’ya
on günlük izine gönderildiği, izin kâğıdında 1.7.2003 günü saat 08.00’de
dönmesi gerektiğine dair kayıt bulunduğu, geçerli bir mazereti bulunmaksızın
zamanında kıt’asına dönmediği, 7.7.2003 günü hırsızlık suçu zanlısı olarak
Adana’da polis tarafından saat 04.00’da yakalandığı, bu suretle sanığın
1.7.2003-7.7.2003 tarihleri arasında mehil içi izin tecavüzü suçunu işlediği
dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Askerî Mahkeme, “...sanığın mehil içi izin tecavüzünde kaldığı süre ile
orantılı olarak cezası takdiren ve teşdiden tayin edilmiştir...” şeklinde bir
gerekçeyle, temel cezayı üst hadden belirlemiştir.
ASCK’nın 68’inci maddesinin ilk fıkrası ; “66 ve 67’nci maddelerde
yazılı olan süreler içinde yakalananlara iki aydan altı aya kadar hapis cezası
verilir” şeklindedir.
273
İzin tecavüzünde altı günü doldurduktan sonra yakalanmak suretiyle ele
geçen asker kişilere, ASCK’nın 66/1-b maddesi en az bir sene hapis cezası
öngördüğünden, altı günü doldurmak üzereyken yakalanan sanık hakkında, izin
tecavüzü süresinin uzunluğu dikkate alınarak üst hadden ceza tertip edilmesi ilk
bakışta yasaya uygun görülebilir ise de; hâkiminin ceza tayininde nazara alması
gereken yasal düzenlemelerin etraflıca gözden geçirilmesinden sonra hukukî
değerlendirme yapılmasında fayda bulunmaktadır.
TCK’nın 29’uncu maddesinin son fıkrası: “Hâkim, iki sınır arasında
temel cezayı, suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesinde kullanılan araç, suç
konusunun önem ve değeri, suçun işlendiği zaman ve yer, fiillin diğer
özellikleri, zararın veya tehlikenin ağırlığı, kastın veya taksirin yoğunluğu, suç
sebepleri ve saikleri, failin amacı, geçmişi, şahsî ve sosyal durumu, fiilden
sonraki davranışı gibi hususları göz önünde bulundurmak suretiyle takdirini
kullanarak belirler. Cezanın asgarî hadden tayini hâlinde dahi takdirin sebepleri
kararda mutlaka gösterilir.” hükmünü içermekte olup; aynı maddenin altıncı
fıkrası: “Ceza arttırılır veya eksiltilirken kanunun sureti mahsusa da tayin ettiği
ahval müstesna olmak üzere her nevi ceza için muayyen olan hudut tecavüz
edilemez.” biçimindedir.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 23.10.1940 tarih ve 37-90
sayılı kararı; TCK’nın 29’uncu maddesinin 6’ncı fıkrasına açıklık getirmekte ve
“cezanın arttırılırken geçilemeyeceği belirtilen sınırdan maksadın, suçun temas
ettiği maddede yazılı cezanın en yüksek sınırı olmayıp, suçlar için Türk Ceza
Kanununun birinci kitabının ikinci babında yazılı cezaların en yüksek sınırı
olduğuna” işaret etmektedir.
Genel artırım maddesi olan ASCK’nın 50’nci maddesi : “Bu kanunda
bir suç için şahsî hürriyeti tahdit eden bir cezanın arttırılacağı yazılı olan
yerlerde mezkur ceza mevzuu bahis cürüm için muayyen olan cezanın iki
misline kadar çoğaltılabilir. Şu kadar ki, ceza o cürüm için kanunda yazılı azamî
haddi geçemez.” hükmünü içermektedir.
Askerî Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 24.5.1968 tarih ve
1968/2-1 sayılı kararının sonuç kısmı: “a) ASCK’nın 50’nci maddesinde aynı
kanunun, cezanın arttırılacağını gösterdiği yerlerde TCK’nın 29’uncu
maddesinde de gösterilen genel kaideleri kapsadığı cihetle, bu maddede yer alan
muayyen ceza deyiminin hâkim tarafından tayin ve takdir edilen temel cezayı
kapsadığına,
b) Anılan 50’nci maddeye göre yapılacak arttırmanın, kanunun o cürüm
için tayin ettiği ceza miktarının azamî haddinden fazla olamayacağına,
c) Hâkim tarafından tayin ve takdir edilen temel cezanın, bu maddeye
göre ancak iki misline kadar çoğaltılabileceğine...” biçiminde olup, anlaşılacağı
üzere, Askerî Ceza Kanununda cezanın arttırılacağı hâllerde uygulanma imkânı
kazanan 50’nci maddede geçen, “o cürüm için kanunda yazılı azamî had”
ibaresinin, YİBK’nın yukarıda değinilen kararının aksine, genel ceza sınırını
değil, suçun düzenlendiği özel maddede öngörülen cezanın sınırını kastettiği
kabul edilmektedir.
274
Bu karar doğrultusunda ASCK’nın 68’inci maddesi incelendiğinde,
4551 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik sonrasında, maddeye,
“Aşağıda yazılı hâllerde, gün unsuru aranmaz ve ceza arttırılır.
A- Fail beraberinde silâh, mühimmat, savaş araç ve gerecini götürmüş
ise,
B- Fail hizmet yaparken kaçmış ise” fıkrasının eklendiği, cezanın
arttırılmasını gerektiren iki hâlin yasal teşdit sebebi olarak düzenlendiği ve
ASCK’nın 50’nci maddesine göre yapılacak artırım neticesinde belirlenecek
cezanın, söz konusu Askerî Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararı
uyarınca, ASCK’nın 68’inci maddesinin üst sınırı olan altı ay hapis cezasını
geçemeyeceği görülmektedir.
Kanun koyucu, vahim hâl olarak gördüğü bu iki durum bakımından gün
unsurunu aramadığı gibi cezanın arttırılarak hükmolunmasını istemiştir.
Eylemini bu şekilde gerçekleştiren ve altı gün dolmak üzere yakalanan veya
cezanın teşdiden tayinini gerektirebilecek pek çok olumsuzluğu bulunan bir
faile en fazla altı ay hapis cezası verilebileceği açıktır.
Somut olayımızda, sanık ASCK’nın 68’inci maddesinin yasal artırım
sebebi olarak öngördüğü şekilde suçu işlememiş, ancak sırf altı gün dolmak
üzereyken yakalandığı için azamî hadden cezaya mahkûm edilmiştir. Sanığın
izin tecavüzünde kaldığı sürenin nazara alınarak alt sınırdan uzaklaşılmak
suretiyle ceza tayin edilmesi isabetli görülebilir ise de; yasal teşdit sebebi de söz
konusu olduğunda, ASCK’nın 50’nci maddesi gereğince üst haddin aşılamayıp
sanığa yine aynı ceza verilmesi zorunluluğu bulunduğundan, sanığın müsnet
suçu daha vahim bir şekilde işleyebileceğinin veya müsnet suçun daha vahim
bir şekilde işlenebileceğinin göz ardı edilerek, sanığa üst hadden ceza tayini
hukuka ve hakkaniyete aykırılık teşkil etmektedir.
Bu itibarla, Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulüyle, yasaya
aykırı bulunan mahkûmiyet hükmünü onayan Daire kararının kaldırılıp,
hükmün uygulama yönünden bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
275
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 68
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/6
K.No. : 2004/7
T.
: 15.1.2004
ÖZET
Yakalanmakla son bulan kısa süreli izin tecavüzü suçunu
işlediğinden bahisle hakkında kamu davası açılmış olan sanığın
otogara gitmek üzereyken ele geçtiğini ileri sürmesi nazara alınarak
hangi güzergâh çevresinde ve ne şekilde ele geçtiğinin açıklığa
kavuşturulması, birliğine dönme kastı ile hareket edip etmediğinin
belirlenmesi gerekir.
Daire ile yerel mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık konusu;
eylem bütünü içerisinde noksan soruşturma teşkil edebilecek herhangi bir
eksiklik bulunmadığına ilişkindir.
Daire, İs.Er Ü.K.’nin ele geçtiği esnada birliğine katılma iradesiyle
hareket edip etmediğinin belirlenmesi bakımından yakalama tutanağında
imzaları bulunan Hv.P.Bçvş.M.B., Hv.As.İz.Erler Y.T. ve S.G.’nin tanık olarak
dinlenilerek, sanığın ne şekilde ele geçtiğinin açıklığa kavuşturulması, sanığın
yakalandığı ileri sürülen postanenin otogar yolu üzerinde olup olmadığının da
araştırılarak, neticesine göre karar verilmesi gerektiğini kabul ederek,
görevsizliğe ilişkin askerî mahkeme kararını bozmuş,
Yerel mahkeme ise, sanığın görevlilerce ele geçtiği esnada birliğine
dönmek üzere olduğunu, bu nedenle de dehalet kastının belirlenmesi açısından
noksan soruşturma teşkil edebilecek herhangi bir eksiklik bulunmadığını ileri
sürerek, sanığın eyleminin kendiliğinden dönmekle son bulan izin süresini
geçirme suçunu oluşturduğundan bahisle askerî mahkemenin görevsizliğine, suç
dosyasının görevli ve yetkili disiplin mahkemesine gönderilmesine karar
vermiştir.
Suç tarihlerinde İstanbul/Maltepe İs.Svş.Bl.K.lığı emrinde askerlik
hizmetini sürdüren sanığın; ikametgâhının bulunduğu Eskişehir’e gitmek üzere
15.8.2001 tarihinde 5 gün süreyle kanunî izne gönderilerek, ek izin talebinde
bulunması sebebiyle izin müddetinin 5 gün daha uzatıldığı, aynı yıl içerisinde
kullandığı önceki izinlerde yol süresi hakkından istifade etmeyen sanığın 2
günlük gidiş-dönüş yol süresi sonunda en geç 27.8.2001 tarihinde birliğine
katılması gerektiği, sanığın ise bu süreyi mazeretsiz olarak geçirmesinin
ardından 31.8.2001 günü Eskişehir Garnizon Merkez Komutanlığı
276
görevlilerince şehir merkezinde ele geçirilerek gözetim altına alındığı, dosya
kapsamından anlaşılmaktadır.
Sanık; 31.8.2001 tarihinde Eskişehir Merkez Komutanlığında tespit
olunan ilk ifadesinde, ailevî sorunlarını çözmesinin ardından birliğine katılmak
istediğini, ancak asker firarisi olduğu için Merkez Komutanlığı ekiplerince
birliğine gitmeden yakalandığını ileri sürmüş iken,
5.8.2001 günü birliğine teslimini müteakiben vermiş olduğu ifadesinde,
işlerini hâlletmesinin ardından kıt’asına dönmek üzere otogara giderken ihbar
üzerine yakalandığını beyan etmiştir.
Sanık Ü.K.; askerî mahkeme huzurunda vermiş olduğu 17.9.2001 tarihli
sorgusunda, ailevî meselelerini hâlletmesinin ardından valizini hazırlayıp
annesiyle vedalaştığını, arkadaşı M.B. ile birlikte kıt’asına dönmek üzere
otogara doğru yürürken postaneye uğrayarak telefon açtığını, bu esnada
inzibatların yapılan bir ihbar nedeniyle kendisini yakaladıklarını ifade etmiştir.
Savunma tanığı M.B. istinabe suretiyle tespit olunan yeminli ifadesinde,
sanık Ü.K.’nin 31.8.2001 tarihinde kendisiyle birlikte otogara geldiğini, telefon
etmek üzere postaneye gitmesinin ardından tekrar yanına döndüğünde
inzibatlarla karşılaştığını, inzibatların kendisini yakalamaya çalışmaları üzerine
bundan çekinerek kaçtığını, garajda bulunmalarının tek sebebinin sanığın
birliğine dönmek istemesi olduğunu beyan etmiştir.
M.B., otogara gitmek üzereyken ele geçtiğini ileri süren sanığın bu
doğrultudaki anlatımlarının bir adım ötesine geçerek Ü.K.’nin otogarda iken
yakalandığını beyan etmiştir.
Yargılamaya esas maddî gerçeğin, iddia ve savunmaya yönelik
beyanlara bağlı kalınmadan, eldeki tüm hukukî imkânlar kullanılarak, çok yönlü
bir biçimde araştırılması, Ceza Yargılama Hukukunun temel görevidir.
Bu anlamda, sanığın hangi güzergâh çevresinde ve ne şekilde ele
geçtiğinin açıklığa kavuşturulması, birliğine dönme kastı ile hareket edip
etmediğinin belirlenmesi açısından zorunlu hâle gelmiştir.
Bu itibarla;
1) Dosyadaki yakalama tutanağında imzaları bulunan Hv.P.Astsb.Bçvş.
M.B. ile Hv.As.İz.Erler S.G. ve Y.T.’nin tanık olarak ifadelerine başvurularak,
sanığın ne şekilde ele geçtiğinin açıklığa kavuşturulması,
2) Sanığın yakalandığı iddia edilen Sakarya Caddesindeki postanenin
otogar yolu üzerinde bulunup bulunmadığının araştırılması,
3) Bu hususların açıklığa kavuşturulmasının ardından, sanığın ele
geçtiği esnada dehalet kastı ile hareket edip etmediğinin Askerî Yargıtayın
yerleşik içtihatlarında dikkate alınarak dosya muhteviyatına uygun gerekçelerle
tartışılıp değerlendirilmesi, gerekmektedir.
Tüm bu nedenlerle askerî mahkemenin direnmek suretiyle verdiği
görevsizlik kararının noksan soruşturma yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
277
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 73
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/69
K.No. : 2004/64
T.
: 15.4.2004
ÖZET
56 gün boyunca birliğine dönmeyen sanığın firar eyleminin
12 ilâ 15’inci günleri arasında Askerlik Şube Başkanıyla görüşerek
teslim olma isteğini bildirdiğine dair beyanının resmî bir kayda
bağlanmamış olmasından ötürü bu görüşmenin ne zaman
yapıldığını belirlemenin mümkün olmadığı, beyanların doğru
olması hâlinde dahi aradan geçen 40 günlük süreye rağmen birliğine
dönmemekte ısrar etmesi karşısında bu görüşmenin firar suçunun
temadisini kesmeyeceği,
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu;
sanığın dehalet kastıyla hareket edip etmediğinin belirlenebilmesi bakımından
noksan soruşturma sayılabilecek herhangi bir eksiklik bulunup
bulunmadığından ibarettir.
Daire, 56 gün boyunca birliğine dönmeyen sanığın firarının 12 ile
15’inci günleri arasında Askerlik Şube Başkanıyla görüşerek teslim olma
isteğini bildirdiğine yönelik beyanının resmî bir kayda bağlanmamış
olmasından ötürü bu görüşmenin ne zaman yapıldığını belirlemenin mümkün
olmadığını, beyanların doğru olması hâlinde dahi aradan geçen 40 günlük
süreye rağmen birliğine dönmemekte ısrar eden sanık açısından bu görüşmenin
firar suçunun temadisini kesmeyeceğini belirterek, mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar vermiş iken;
Başsavcılık, sanığın şubeye müracaat ettiği yönündeki iddiasının
dehalet kastıyla hareket edilip edilmediğinin açıklığa kavuşturulması açısından
önem taşıdığını ileri sürerek, aksi yönde değerlendirmeyle verilen Daire
kararına karşı itirazda bulunmuştur.
Tekirdağ Mknz.P.Tb.Kh.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini sürdüren
P.Er H.M.Ö.’nün; 29.3.2003 tarihinde gönderildiği günü birlik çarşı izninden
süresinde dönmeyerek firar ettiği, bir müddet birliğinden ayrı kalmasını
müteakiben 24.5.2003 günü kendiliğinden dönerek birliğine katıldığı sabit olup,
esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık da
bulunmamaktadır.
Sanık, hazırlık, istinabe ve mahkeme huzurunda tespit edilen
sorgusunda; “nişanlısının zor durumda olduğunu belirterek gelmesini istemesi
278
üzerine çarşı izninden geri dönmeyerek firar ettiğini, nişanlısının problemlerini
çözmesinin ardından birliğine dönecek parayı bulamadığını, gecikmesinin
sebebinin tümüyle bundan kaynaklandığını” beyan etmesine karşın,
Hükmün verildiği oturumda; “firarının 12 ile 15’inci günlerinde Uşak
Askerlik Şube Başkanıyla görüşerek teslim olmak istediğini söylediğini, ancak
şube başkanı olan yüzbaşının teslim olduğu taktirde yakalanmış gibi işlem
yapılacağını belirterek, birliğine teslim olmasını söylediğini, kendisinin de para
tedarik etmeye çalışması nedeniyle geciktiğini, bu konuyu ispatlayabileceğini”
beyan etmiştir.
Sanık beyanlarının doğru olması hâlinde bu davranışların dehalet kastı
içerisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin, bunun sonucu olarak da
konuyla ilgili eksikliklerin esasa etkili sayılarak hükmün bozulmasını gerektirip
gerektirmeyeceğinin mevcut deliller çerçevesinde irdelenmesi gerekmektedir.
ASCK’nın 73’üncü maddesi “Kaçak kaçtığından altı hafta, seferberlikte
bir hafta içinde kendiliğinden gelirse cezalar yarısına kadar indirilir” hükmünü
içermektedir. Bu maddenin uygulanabilmesi için, sanığın firar durumuna kendi
iradesi ile son vermesi, diğer bir anlatımla kendiliğinden kıt’asına dönmesi veya
resmî bir kuruluşa bu niyetle müracaat etmesi gerekmektedir.
Bir an için sanığın beyan ettiği hususlarının doğru olduğu düşünülse
dahi, 29.3.2003 tarihinden başlayarak firar durumuna düşen P.Er H.M.Ö.’nün;
firarının 12 ile 15’inci günü askerlik şubesine giderek teslim olmak istediğini
beyan etmesi, isteğine olumlu yanıt verilmemesi üzerine de başka hiçbir askerî
merci veya makama müracaat etmeden bu kez 40 günü aşkın süreyle firar
statüsünü devam ettirmesi dehalet iradesinin varlığını kabule imkân
vermemektedir.
Sanık bu görüşmenin ardından birliğine sevkini sağlatmak üzere
herhangi bir kuruma müracaat ettiğini ileri sürmemiştir. Birliğine dönmek için
gereken parayı tedarik edememesinden ötürü geciktiğini beyan eden sanık
gerçekte arkadaşlarının verdiği bankamatik kartlarından para çekerek firar
eylemini bu şekilde işlemeye başlamış, 56 gün süreyle hayatını sürdürecek
maddî imkâna sahip olmasına rağmen birliğine dönüş için gerekli parayı tedarik
edemediğini ileri sürmüştür.
Sanığın başka bir müracaat ile desteklenmeyen ve şube başkanıyla 10
ile 15 dakika görüşmekten öte geçmeyen iddiasının 56 gün boyunca devam
eden firar suçu açısından dehalet kapsamında değerlendirilmesi hem firar
suçunun kanunî unsurlarına, hem de yerleşik yargısal uygulamaya uygun
düşmemektedir.
Gerek eylemin işleniş biçiminde yer alan unsur ve ayrıntılar ile sanığın
eylemini izah biçimi gerekse varolduğu saptanan suç işleme kastının içeriği
dikkate alındığında; P.Er H.M.Ö.’nün 29.3.2003-24.5.2003 tarihleri arasında
işlediği firar eyleminin dehalet teşkil edecek biçimde herhangi bir kesintiye
uğramadığı sonucuna varıldığından, belirtilen konuda noksan soruşturma
bulunduğuna ilişkin Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
279
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 73
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/106
K.No. : 2004/99
T.
: 17.6.2004
ÖZET
Devriye görevi yapan polis memurları tarafından saat 04.00
sıralarında durumundan şüphelenilerek göz altına alınan ve polis
karakoluna götürülerek genel bilgi taramasına tâbi tutulan firarî
erin yapılan araştırmalar sonucunda bir hırsızlık eyleminin faili
olarak arandığının belirlenmesinin ardından polis görevlilerine
firarî er olduğunu söylemesi dehalet kastıyla hareket ettiğini
göstermez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu; firar
durumunda iken şüphe üzerine yakalanan ve asker kişi olduğunu söylemesi
üzerine ifadesinin alınması için merkez komutanlığına sevk edilen sanık
hakkında ASCK’nın 73’üncü maddesinin uygulanıp uygulanmayacağına
ilişkindir.
Daire; başka bir suçtan dolayı ele geçse de hakkında işlem yapan polis
memurlarına firarî er olduğunu açık bir biçimde söyleyen sanığın dehalet
kastıyla hareket ettiğini kabul ederek, bu doğrultuda verilen mahkûmiyet
hükmünü onamış iken;
Başsavcılık ise, evvelce işlediği hırsızlık suçundan dolayı arandığı bir
esnada yakalanan sanığın mevcut deliller çerçevesinde dehalet kastının
bulunduğundan bahsedilemeyeceğini ileri sürerek, aksi yönde değerlendirmeyle
verilen onamaya ilişkin Daire ilâmına karşı itirazda bulunmuştur.
Ortopedik rahatsızlığı bulunduğunu ileri sürerek Bursa Askerî
Hastanesi Ortopedi Bölümüne sevk edilen J.Er N.Ö.’nün; muayene sırasını
beklediği 13.1.2004 günü firar kastıyla hareket ederek, askerî hastaneyi terk
ettiği, memleketi olan Ankara’ya giden sanığın 25.1.2004 tarihinde 04.00
sularında devriye görevini ifa eden polis memurları tarafından durumundan
şüphelenilerek göz altına alındığı, Çankaya Merkez Polis Karakoluna
götürülerek genel bilgi taramasına tabî tutulan firarî erin yapılan araştırmalar
sonucunda 26.6.1998 tarihinde işlenen bina içinde hırsızlık eyleminin faili
olarak arandığının belirlendiği, yapılan bu tespitin ardından polis görevlilerine
firarî er olduğunu söyleyen sanığın ifadesinin alınması için Ankara Bölge
İnzibat Karakoluna sevk edildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
280
Mütemadi suçlardan olan firar suçunda temadi, kıt’asından veya görevi
icabı bulunmak zorunda olduğu yerden izinsiz olarak uzaklaşmakla başlayıp,
kendiliğinden kıt’asına katılmak, ya da askerî birlik ve kuruma veya resmî
makamlara başvurmak/teslim olmak, yahut yetkili makamlarca yakalanmakla
sona erer. Başka bir deyimle temadi, iradî olarak (kendiliğinden katılma veya
teslim olma) veya gayri iradî olarak (yakalanma) sona erer.
ASCK’nın 73’üncü maddesinde, “kaçak kaçtığından altı hafta,
seferberlikte bir hafta içinde kendiliğinden gelirse...” denilmektedir.
Bu maddenin uygulanabilmesi için, failin kendi serbest iradesiyle firar
durumuna son vermesi, kendiliğinden kıt’asına dönmesi veya resmî kuruluşa
müracaat etmesi gerekmektedir. Uygulamada kıt’asına veya resmî bir makama
henüz teslim olmamakla birlikte, failin kıt’asına dönmek ya de teslim olmak
istediği dış dünyaya yansıyan davranışlarından anlaşılabiliyorsa, yakalanmış
olsa bile 73’üncü maddeden yararlanabileceği kabul edilmektedir. (Birliğine
dönmek üzere hareket eden failin yolda yakalanması gibi. Askerî Yargıtay
1’inci Dairesinin 2.2.1970 gün ve 1970/54-53, 2’nci Dairenin 22.4.1987 gün ve
1987/245-247, 3’üncü Dairenin 31.5.1965 gün ve 1965/471-455 sayılı kararları)
Kendiliğinden teslimden söz edebilmek için, failin teslim olmayı istemesi ve bu
yöndeki iradesini gösteren davranışlar sergilemesi icap eder.
Somut olayımızda geçmişte işlediği hırsızlık suçundan dolayı arandığı
esnada şüphe üzerine yakalanan ve yapılan araştırma sonucunda eylemin faili
olduğu belirlenen sanık tam bu aşamada görevlilere asker şahıs olduğunu beyan
etmiştir.
J.Er N.Ö. birliğine teslim olmak üzereyken yakalanmamış veya kendi
serbest iradesiyle teslim olmamıştır. Şüphe üzerine tesadüfen yakalanan sanığın
birliğine dönme iradesi ile hareket ettiğini ortaya koyacak herhangi bir delil
dosya içeriğinde yer almamaktadır.
J.Er N.Ö.’nün polis karakolunda yapılan üst araması sonucunda (asker
kişi olduğunu hiçbir yorum veya açıklamaya imkân bırakmayacak şekilde
kanıtlayan) askerî kimlik ve askerlik karnesi ele geçmiştir. Bu anlamda sanığın
asker kişi olduğunu beyan etmesinin usulüne uygun biçimde gerçekleştirilen
kimlik tespiti işlemine herhangi bir katkısı da bulunmamaktadır.
Tüm bu nedenlerle; sanığın teslim olma iradesi taşımasından ziyade,
asker kişilerin tabî olduğu cezaî kovuşturma usulünden faydalanmak amacıyla
firarî er olduğunu açıkladığına ilişkin kabulün olayın genel seyir biçimine ve
dosyada yer alan delillere uygun düştüğü sonucuna varılarak, eylemin teslim
olmakla son bulduğuna ilişkin yerel mahkeme hükmünde ve mahkûmiyet
kararını onayan Daire ilâmında isabet görülmemiştir.
Bu itibarla; yerinde görülen Başsavcılık itirazının oyçokluğuyla kabulü
ile onamaya ilişkin Daire kararının kaldırılmasına, mahkûmiyet hükmünün
askerî savcının temyizine atfen ve resen sanık aleyhine bozulmasına karar
verilmiştir.
281
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/62
K.No. : 2004/54
T.
: 18.3.2004
ÖZET
Kendisini askerliğe yaramayacak hâle getirmek suçu “özel
kasıt” ile işlenebilen bir suç olup, müsnet suçun sübuta erdiğinin
kabul edilebilmesi için bu kastın açıklıkla ortaya konabilmesi
gereklidir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, suçun
sübuta erip ermediği noktasındadır.
Daire; sanığın askerlikten kurtulmak kastıyla dişlerini çektirdiğinin
ispatlanamadığı ve bu nedenle suçun oluşmadığı sonucuna ulaşmış iken; askerî
mahkeme, sanığın özel kasıtla hareket ettiği hususunda tereddüt bulunmadığı
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
1969 doğumlu olup 30.10.2000 tarihinde eğitim birliğine sevkini
sağlamış olan sanığın, Samsun Çvş.Tlmg.ve Er Eğt.Tb. K.lığı emrinde askerlik
hizmetini ifa etmekte iken, 2.1.2001 tarihinde Samsun 100 Yataklı Asker
Hastanesi Diş Polikliniğine başvurduğu, yapılan muayenesinde sadece sol alt
damağında beş adet dişinin mevcut olduğunun görülüp protez yapılması için
ölçü alındığı, tekrar bu hastaneye başvurmadan önce izine ayrılan sanığın
19.1.2001 tarihinde Adana 100 Yataklı Askerî Hastanesine sevk alıp diş
polikliniğinde muayene olduğu, bir dişinde apse belirlenip ilâç tedavisi
önerilerek yedi gün istirahat verildiği, 24.1.2001 günü aynı hastanede tekrar
aynı tabibe muayene olan sanığın kıt’ası hastanesine başvurmasının istendiği,
izin dönüşünde 29.1.2001 tarihinde Samsun Asker Hastanesine müracaat
ettiğinde ise, ağzında hiç diş mevcut olmadığının tespit edilip hakkında suç
duyurusunda bulunulduğu, sonuçta Samsun Asker Hastanesinin 15.2.2001 tarih
ve 281 sayılı raporuyla “total diş noksanlığı” teşhisiyle askerliğe elverişli
olmadığına karar verildiği ve bu rapora istinaden terhis edildiği dosya
kapsamından anlaşılmıştır.
Sanığa isnat edilen kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmek suçu
“özel kasıt” ile işlenebilen bir suç olup, müsnet suçun sübuta erdiğinin kabul
edilebilmesi için bu kastın açıklıkla ortaya konabilmesi gereklidir.
282
Sanık hazırlık ifadesinde, “önceden süregelen diş eti rahatsızlığı
nedeniyle dişlerinin döküldüğünü, askerlik hizmetine başladığında sadece beş
dişinin mevcut olduğunu ve bu dişinin de izindeyken askerî hastanede
çekildiğini” belirtmiş; sorgusunda ise, “izindeyken dişlerinin diş eti rahatsızlığı
nedeniyle döküldüğünü” beyan etmiştir. Sanığın askerlik hizmetine
başladığında kaç dişinin bulunduğu ve hangi rahatsızlık nedeniyle hangi
tarihlerde kaç âdet dişinin döküldüğü veya çekildiği hususlarında dosyada
herhangi bir bilgi veya belge bulunmamaktadır. Ağzında hiç diş bulunmadığının
tespitinden sonra bu eksilmenin sebebine dair herhangi bir araştırma
yapılmadığı da anlaşılmaktadır. Sanığın askere alınırken yapılan ilk muayenesi
ile askerlik hizmeti süresince yapılan tüm muayene ve tedavilerine ilişkin
belgelerin getirtilmesi hâlinde, önceki sağlık durumunun kısmen aydınlatılması
imkânı bulunmakta ise de, tüm dişlerinin eksik olduğunun belirlenmesinden
sonra bu eksilmenin sebebine dair herhangi bir araştırma yapılmadığından ve bu
aşamada yapılacak araştırmanın sıhhatli bir sonuç vermesi mümkün
görülmediğinden, eksiklik olarak değerlendirilen hususların giderilmesinin
amaca elverişli olmayacağı ortadadır. Her ne kadar, bilirkişi olarak dinlenilen
diş tabibi, protez plânlanmasına elverişli olan dişlerin bu kadar kısa sürede
eksilmelerinin mümkün olmadığını ve sanığın dişlerini çektirdiği kanaatinde
olduğunu bildirmiş ve askerî mahkeme bu görüşe itibar ederek sanığın kendini
askerliğe yaramayacak hâle getirmek özel kastıyla hareket ettiği sonucuna
ulaşmış ise de; somut delillerle desteklenmeyen ve bir takım varsayımlardan
hareketle varılan bu kabulün makul ve isabetli olmadığı aşikârdır. Sanığın aksi
ispatlanamayan savunmasına itibar olunması gerekmekle birlikte, savunması
çelişkili görülerek dişlerini çektirdiği kabul olunsa dahi, bunu tavsiye üzerine
veya resen tedavi amacıyla yaptırmadığına ilişkin somut bir bulgu elde
edilemediğinden, her türlü şüpheden arınmış bir şekilde özel kastın ortaya
konulduğunun kabulü hukuken mümkün değildir.
Bu itibarla; Dairenin isabetle vurguladığı bozma gerekçelerine karşın,
suçun sübuta erdiği kabulüyle kurulan mahkûmiyet kararı yasaya aykırı
bulunmuş ve hükmün sübut yönünden bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
283
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/378
K.No. : 2004/404
T.
: 30.3.2004
ÖZET
Önceden yaptıkları anlaşma sonrasında aynı birlikte görev
yaptığı dört arkadaşının kollarını değişik tarihlerde sert bir cisimle
vurmak suretiyle kıran ve onların hava değişimine gitmelerini
sağlayan sanığın eylemi, müteaddit olarak başkalarını askerliğe
elverişsiz hâle getirmeye tam teşebbüs suçunu oluşturur.
Askerî mahkemece, sanığın 23.8.2001 tarihinde kendisini, Ağustos
2001 ayı içerisinde Er M.S.’yi, 3.9.2001 tarihinde Er M.K.’yı, Eylül 2001 ayı
içerisinde Er A.D.’yi, Eylül 2001 ayı içerisinde Er Ö.K.’yı kollarını kırarak
askerliğe yaramayacak hâle getirmeye tam teşebbüs suçlarını işlediği sabit
görülerek, ASCK’nın 79/1, TCK’nın 62 ve 59/2’nci maddelerinin beş kez
uygulanması ve tayin olunan hürriyeti bağlayıcı cezaların TCK’nın 71’inci
maddesi uyarınca toplanması sonucu neticeten 33 ay 10 gün ağır hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Bu hükümler sanık tarafından sebep gösterilmeksizin temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; 1’inci Tb. 2’nci Bl.K.lığı emrinde görevli sanık
terhisli Er L.K.’nın aynı birlikten arkadaşı Er M.S.’nin ailesinin yurt dışından
izne gelmesi ve M.S.’nin izne ihtiyacı olması üzerine sanığın M.S. ile anlaşarak
rapor almasını temin amacıyla onun sol koluna sert bir cisimle vurarak sol ulna
kemiğini kırdığı ve M.S.’nin 15.8.2001 tarihinde bir ay hava değişimine
gönderildiği, sanığın kendi sol kolunu da 10.8.2001-19.8.2001 tarihleri arasında
kanunî izinde iken 14.8.2001 tarihinde kırdırdığı, 28.3.2001 tarihinde askerî
hastaneye revirden sevk belgesi alması için birliğine gönderildiği, bilâhare
birliğine döndüğünde, 3-4-5 Eylül 2001 tarihlerinde sırasıyla aynı birlikte görev
yaptıkları Er A.D., Er Ö.K. ve Er M.K.’nın sol kollarını, onlarla anlaşarak hava
değişimi almalarını sağlamak amacıyla kırdığı, adı geçenlerin 19.9.2001
tarihinde bir buçuk ay hava değişimine gönderildikleri, böylece sanık L.K.’nın
kendi kolunu kırdırmak suretiyle kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmeye
tam teşebbüs etmek, askerlik görevi yapması gereken dört ayrı şahsı da
askerliğe yaramayacak hâle getirmeye tam teşebbüs etmek suçlarını işlediği
dosyada mevcut tanık beyanları, askerî hastane raporları kesinleşmiş
mahkûmiyet hükümleri, bilirkişi mütalâası gibi delillerle sübuta ermektedir.
284
Askerî mahkemece sanığın yazılı olduğu şekilde ASCK’nın 80’inci
maddesi göz önüne alınarak ASCK’nın 79/1’inci maddesinin beş kez tatbikî
suretiyle mahkûmiyetine karar verilmesinde bir isabetsizlik yok ise de; sanığa
verilen hapis cezalarının TCK’nın 71’inci maddesi uyarınca toplanması sonucu
neticeten 33 ay 10 gün hapis cezasına hükmedilmesi gerekirken hüküm
fıkrasına 33 ay 10 gün ağır hapis cezası şeklinde yazıldığı görülmekle, bu husus
yeniden yargılama yapmayı gerektirmeyen maddî bir hata mahiyetinde
olduğundan 353 sayılı Kanunun 220/D maddesi uyarınca hükmün düzeltilerek
onanmasına karar vermek gerekmiştir.
285
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 81
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/200
K.No. : 2004/192
T.
: 10.3.2004
ÖZET
İzin tecavüzü sırasında sahte evrak tanzimi askerlikten
kısmen ya da tamamen kurtulmak amacına yönelik olmayıp
başlamış olan izin tecavüzü suçunu gizlemeye yöneliktir. Bu nedenle
izin tecavüzü dışında resmî evrakta sahtecilik suçu da oluşur.
Eylemlerin bir bütün hâlinde askerlikten kurtulmak için hile
yapmak suçunu oluşturduğuna ilişkin kabul isabetli değildir.
Sanığın, Kıbrıs’taki birliğinden 4.11.2002 tarihinde saat 08.00’de yol
dâhil 4 gün müddetle kanunî izin verilerek İstanbul adresine gönderildiği, bu
izni sonunda en geç 8.11.2002 günü saat 08.00’e kadar birliğine katılması
gerekirken katılmadığı ve iznini tecavüz etmeye başladığı; izin tecavüzü hâlinde
iken suçunu gizlemek için Büyükçekmece Askerlik Şubesi tarafından
Gümüşsuyu Asker Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine sevk edilip düzenlenmiş
gibi, isim kaşeleri, imzalar ve mühür taklitlerini havi sahte KKK Hasta Kabul
ve Taburcu Teskeresi suretleri hazırlayıp, bu belgelerin arka yüzüne
Gümüşsuyu Asker Hastanesi Psikiyatri Polikliniğinde protokol kaydının
yapıldığına ve Psikiyatri Uzmanı Tbp.Yzb.A.A. tarafından muayene edilerek
tarafına 8.11.2002 tarihinden itibaren 20 (yirmi) gün ve daha sonra da
26.11.2002 tarihinden itibaren 15 (on beş) gün olmak üzere yatak istirahatleri
verilmiş olduğuna ilişkin tamamen sahte iki ayrı rapor düzenlediği, bu sahte
istirahat raporlarının sonunda (son sahte raporun bitim tarihine göre) 3 günlük
dönüş yol süresi de hesaplandığında en geç 13.12.2002 günü 24.00 saatine
kadar dönmesi gerektiği hâlde dahi izin tecavüzü kastını sürdürerek eylemini
işlemeye devam ettiği, bir süre daha izin tecavüzünü sürdükten sonra, Türkiye
Mersin-Taşucu Deniz Hudut Kapısından çıkış yaparak 25.12.2002 tarihinde
KKTC’ye Girne Limanından giriş yaparken izin tecavüzü durumunda
olduğunun tespit edilmesi nedeniyle Liman İnzibat Subaylığı tarafından
yakalanarak Girne Merkez Komutanlığına getirildiği, KTBK Girne Merkez
Komutanlığında fiilen nezarethaneye kapatılmayıp serbest olarak
barındırıldıktan sonra, 27.12.2002 günü birliği komutanlığına teslim edildiği; bu
suretle sanığın 8.11.2002-25.12.2002 tarihleri arasında izin tecavüzünde
286
bulunarak birliğinden ve dolayısıyla askerlik hizmetinden uzak kaldığı
anlaşılmaktadır.
Sanık 8.11.2002 günü 08.00’de birliğine katılması gerekir iken
katılmamış, iznini tecavüz etmeye başlamış, bu durumda iken suçunu gizlemek
amacıyla tamamen sahte iki ayrı rapor düzenlemiş 25.12.2002 tarihine kadar
birliğinden ayrı kalmıştır.
Sanık izin tecavüzü suçunu işlemeye başladığına göre, bu durumda iken
sahte rapor temin etmesi, başlayan izin tecavüzü suçunu etkilememekte bu
durum 25.12.2002 tarihine kadar devam etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla ister
sahte belge düzenlensin, ister düzenlenmesin sanığın 8.11.2002 tarihinde
başlayan izin tecavüzü suçu 25.12.2002 tarihine kadar temadi etmekte ve bu
tarihte tamamlanmaktadır.
Sanığın izin tecavüzü sırasında iki adet sahte evrak tanzimi askerlikten
kısmen ya da tamamen kurtulmak amacına yönelik olmayıp başlamış olan izin
tecavüzü suçunu gizlemeye yöneliktir.
Nitekim As.Yrg.Drl.Krl.nun 21.4.1988 gün ve 1988/72-48 sayılı
kararında; “görev belgesi ve kıt’a komutanının müsaadesi ile kıt’adan ayrılan
bir kişinin, görev süresini tecavüz etmesi hâlinde görev belgesinde yapacağı bir
tahrifatla bu süreyi uzatıp zamanında birliğine katılmaması, izne ayrılan kişinin
iznini tecavüz ettiğinde, bunu mazur göstermek için sahte tabip raporu ve sair
belge temin etmesi hâllerinde, kişinin bu fiillerinin askerlikten kurtulmak için
hile yapmak şeklinde kabul edilmesi gibi yasa ve mantığa ters bir durum ortaya
çıkacaktır.
Müsaadesiz olarak her kıt’adan ayrılış hâlinde aynı zamanda askerlik
hizmetinden uzak kalınmaktadır. Bu hususta yapılan her hileli hareketin
ASCK’nın 81’inci maddesindeki suçu oluşturduğu kabul edilemez”
denilmektedir.
Olayımızda, sanığın 8.11.2002-25.12.2002 tarihlerini içeren izin
tecavüzü suçu yanında bu suçtan ayrı olarak “resmi evrakta sahtecilik” suçu da
bulunduğundan, anılan suçlar nedeniyle ayrı ayrı hüküm tesisi gerekirken,
mahkemenin sanığın eylemlerinin askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçunu oluşturduğundan bahisle tesis ettiği mahkûmiyet hükmünün suç
vasfında hata nedeniyle bozulmasına karar verilmiştir.
287
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2004/442
K.No. : 2004/432
T.
: 24.3.2004
ÖZET
Sanığın üstüne karşı sarf ettiği “düşmez kalkmaz bir Allah,
ben de senin açığını yakalayacağım” şeklindeki sözlerin, mağdurda
ciddî bir korku ve kaygı yaratacak düzeyde olmamasından ötürü
üstü tehdit suçu oluşmaz, eylem üste saygısızlık mahiyetindedir.
Sanığın, mağdur J.Atğm.A.E.’nın kalorifer “kazanının yakılması
hususunda verdiği emri yerine getirmemek şeklinde tezahür eden eylemini
gerçekleştirdikten sonra, gazinoyu terk ederken “Düşmez kalkmaz bir Allah,
ben de senin açığını yakalayacağım” şeklinde sözler sarf ettiği, gerek
mağdurun, gerekse tanıklar J.Astsb.A.K., J.Er N.G.’nin birbirini doğrulayan ve
tamamlayan ifadelerinden anlaşılmakla birlikte, askerî mahkemece, sanığın bu
sözlerinin “Tehdit” mahiyetinde bulunduğunun kabul ve takdiri ile, sanık
hakkında “Üst’ü Tehdit” suçundan mahkûmiyet hükmü tesisinde isabet
görülmemiştir.
Zira; sanık tarafından mağdura hitaben sarf edildiği sabit olan bu
sözlerin, mağdurda ciddî bir korku ve kaygı yaratacak düzeyde ve TCK’nın
191’inci maddesinde belirtilen “Tehdit” niteliğinde olmadığı sonucuna
varılmıştır.
Ancak, sanığın üstü konumundaki mağdur Atğm.A.E.’ya karşı söylediği
bu sözlerin gerek söyleniş tarzı ve zamanı ve gerekse içerik itibarıyla askerî
kural ve terbiyeye uygun olmadığı gibi İç Hizmet Kanununda belirtilen disiplin
kavramını da kuvvetli bir şekilde zedeleyici nitelikte, saygısızlık ve
hürmetsizlik mahiyetinde bulunduğu anlaşıldığından, sanığın mağdura karşı söz
konusu sözleri sarf etmekten ibaret eyleminin (ASCK’nın 82/1’inci maddesinde
22.3.2000 tarihinde 4551 sayılı Kanunda yapılan değişiklik karşısında) 477
sayılı DMK’nın 47’nci maddesinde belirtilen “Üst’e Saygısızlık” disiplin
suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından, askerî mahkemece, sanığın disiplin
suçu teşkil eden bu eylemi ile ilgili olarak “görevsizlik” kararı verilip, bu suça
ilişkin evrakın, dosyadan tefrik edilerek, görevli ve yetkili, nezdinde disiplin
mahkemesi kurulu olan komutanlığa gönderilmesi gerekirken sanık hakkında
müsnet suçtan mahkûmiyet hükmü tesisi yasaya aykırı görüldüğünden,
mahkûmiyet hükmünün suç vasfına bağlı olarak görev noktasından bozulmasına
karar verilmiştir.
288
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/145
K.No. : 2004/133
T.
: 14.10.2004
ÖZET
Sanığın, cep telefonu ile “sana o yıldızları yedireceğim”
sözlerini sarf ederek amirini tehdit ettikten sonra, karakol
bahçesine çıkarak havaya ateş etmesi şeklinde gerçekleşen olayda,
açıklanan eylemleri amiri tehdit ve askerî eşyayı hususî
menfaatinde kullanmak şeklinde iki ayrı suça vücut verir.
Eylemlerin bir bütün hâlinde amiri tehdit suçunu oluşturduğuna
dair görüşe itibar edilemez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
eylemlerinin bir bütün hâlinde amiri tehdit suçunu oluşturup oluşturmadığı
noktasındadır.
Daire; sanığın amirine hitaben sarf ettiği “o yıldızları ona yedireceğim”
sözünden sonra şahsına zimmetli tabancayla havaya ateş etmesi eyleminin
askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçuna vücut verdiği sonucuna
ulaşmış iken; Başsavcılık, atış öncesinde ve sonrasında aynı tehdit sözünü sarf
eden sanığın kastının dikkate alınarak, eylemlerin bir bütün hâlinde amiri tehdit
suçunu oluşturduğunun kabulü gerektiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
İlçe Jandarma Komutanlığına bağlı Yenice Jandarma Karakolunun
komutanı olarak görev yapan sanığın, 27.10.2003 günü ilçeye gidip dönen
J.Astsb.Çvş.E.D.’den, İlçe Jandarma Komutanı J.Yzb. M.N.’nin kendisi ve
karakol hakkında sorular sorduğunu öğrenince buna sinirlenip, bir iş için
gittikleri okulun bahçesinde bulundukları sırada cep telefonuyla İlçe Jandarma
Komutanını aradığı, Yüzbaşıya hitaben “komutanım ben hovarda bir insan
değilim, sen benim hakkımda tahkikat yapamazsın, neden benimle
uğraşıyorsun, o yıldızları sana yedireceğim” dediği, telefon kapandıktan sonra
karakola döndüğü, İl Jandarma Komutanını arayıp karakolda görev yapmak
istemediğini söylediği, akabinde karakol bahçesine çıkıp görevi gereği şahsına
zimmetlenmiş tabancayla ve şahsına ait mermileri sarf etmek suretiyle havaya
yedi el ateş ettiği, sanığın evine gitmesinden sonra karakola gelen Yüzbaşının
sanığı çağırttığı, sanığın Yüzbaşı ile görüşmek istemeyip karakol
bahçesindeyken yüksek sesle “benim hakkımda kimse araştırma yapamaz, Alay
289
Komutanından başkası ile görüşmem” gibi sözler sarf ettiği, ayrıca “ben o
yıldızları ona yedirtmesini bilirim” dediği ve bilâhare Alay Komutan
Yardımcısının karakola geldiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Sanığın, amirine hitaben söylediği “sana o yıldızları yedireceğim”
şeklindeki sözün, sanık ve mağdurun sosyal statüleri ile olayın gelişimine
nazaran, mağdurun iç dünyasında huzursuzluk yaratabilecek ve haksız bir zarara
uğrama endişesi doğurabilecek nitelikte olduğu, yasanın koruduğu hukukî
menfaati ihlâl edebilecek ciddiyette ve ASCK’nın 82/2’nci maddesi anlamında
bir tehdit eyleminin gerçekleştiği, dolayısıyla amiri tehdit suçunun sübuta erdiği
hususunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
Amirinin, kendisi ve karakol hakkında bilgi edinmeye çalışmasına
kızan sanığın, cep telefonu ile amirini tehdit ettikten sonra, bu şekilde görev
yapamayacağını Alay Komutanına telefonla bildirip karakol bahçesine çıkarak
havaya ateş ettiği, akabinde silâhını ve kimliğini yere atarak evine gittiği,
sanığın havaya ateş ettiği sırada mağdur karakolda olmayıp ilçede veya yolda
bulunduğundan sanığın havaya ateş etme eyleminden haberdar olmadığı,
havaya atış sırasında tehdit içeren herhangi bir kelime kullanmayan sanığın bu
hareketinin mağdurun bilgisine ulaşması için özel bir çaba da sarf etmediği,
sanığın sorgusunda öne sürdüğü “hatta kendimi vuracaktım, ancak birkaç el ateş
ettikten sonra arkamda bulunan birisi bana müdahale etti” şeklindeki
savunmasının aksinin ispatlanamadığı, tanık J.Astsb.Çvş.E.D.’nin ifadesinde,
“hâla sinirliydi, her şeye bağırıyordu, kendisini kaybetmişti” şeklinde beyanda
bulunduğu ve sanığın havaya ateş etmesi nedeniyle mağdurun tehdit edildiğini
düşündüğüne veya böyle bir endişeye kapıldığına dair herhangi bir beyanının
söz konusu olmadığı dikkate alındığında, sanığın amiri tehdit kastıyla değil,
kızgınlığını gidermek maksadıyla havaya ateş ettiği ve bu nedenle askerî eşyayı
hususî menfaatinde kullanmak suçunu işlediği ortaya çıkmaktadır.
Bu itibarla, sanığın oluş şekli yukarıda açıklanan eylemlerinin amiri
tehdit ve askerî eşyayı hususî menfaatinde kullanmak şeklinde iki ayrı suça
vücut verdiği sonucuna ulaşmış olan Daire kararı yerinde bulunmuş ve Askerî
Yargıtay Başsavcılığının isabetli görülmeyen itirazının reddine karar verilmiştir.
290
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/629
K.No. : 2004/627
T.
: 9.6.2004
ÖZET
Üstün ismi kullanılarak kendisine yapılan aşırılığa kaçmış
şaka sırasında sanığın üstünün ismini zikrederek sarf ettiği küfürlü
sözler, hakaret kastı bulunmadığından üste hakaret suçunu
oluşturmaz.
Askerî mahkemece, sanığın 30.6.2002 tarihinde üste hakaret suçunu
işlediği sabit görülerek eylemine uyan ASCK’nın 85/1 (ilk cümle) ve TCK’nın
59/2’nci maddeleri uyarınca sonuç olarak iki ay beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, suç kastı taşımadığını, sarf ettiği sözlerin arkadaşlarına karşı bir
tepki olduğunu, Y.B. Astsubayın şahsı ile ilgili olmadığını belirterek hükmü
temyiz etmiştir.
Tebliğnamede, manevî unsur yokluğu nedeniyle atılı suçtan tesis edilen
mahkûmiyet hükmünün bozulması gerektiği yolunda görüş bildirilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; sanığın Kh. Hizmet Bl.K.lığında askerlik
hizmetini yaptığı, suç tarihinden önce birkaç kez koğuştan geç çıkması
nedeniyle mağdur tarafından azarlanıp, çarşıya çıkmama cezası verildiği, rütbeli
personelden çekindiği, bu özelliğini bilen arkadaşları tarafından sık sık
kendisine “Y.B. Astsubayımız geliyor” şeklinde şaka yapıldığı, bu şakalara
gösterdiği tepki nedeniyle kendisiyle dalga geçildiği, 30.6.2002 tarihinde
arkadaşları ile birlikte Ulaştırma Takım K.lığı dershanesinde otururken yine
arkadaşlarından Ulş.Er B.Ç.’nin dershaneye girip “Y.B. Astsubayım geliyor”
demesi üzerine, bunun kendisine yapılan şaka olarak algıladığı “Y.B. Astsubayı
sinkaf edeyim” dediği; ancak gerçekten denetleme maksadıyla dershaneye gelen
mağdurun bu sözü kapı arkasından duyduğu, içeriye girip, kimin küfür ettiğini
sorduğu, sanığında kendisinin küfür ettiğini söylediği anlaşılmaktadır.
Hakaret suçunun maddî unsuru, her ne şekilde olursa olsun bir kimsenin
şerefine, namusuna, şöhretine, haysiyetine ve vakarına gerçekleştirilen kasıtlı ve
haksız tecavüzleri içermektedir.
Bu suçun manevî unsuru ise kasıttır. Eylemin kasıtlı olarak işlenip
işlenmediği suçun unsurlarının oluşumu bakımından büyük önem taşımaktadır.
Dolayısıyla kastın var olup olmadığının belirlenmesi için olayın tümünün
değerlendirilmesi gerekmektedir.
291
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 2.5.1969 gün ve E.41, K.40 sayılı
kararında da belirtildiği gibi, söylenen sözlerin hakaret olup olmadığı belirlenir
iken, bu sözlerin hangi koşullar altında söylendiğinin, failin ve mağdurun içinde
bulundukları durum, hakarete ilişkin sözlerin hangi nedenle söylendiği
hususlarının dikkate alınması gerekmektedir.
Olayımızda, sanığın koğuştan saatinde çıkmaması nedeniyle Y.B.
Astsubaydan azar işittiği; onun tarafından yakalandığı, ondan oldukça çekindiği
bu durumu bilen arkadaşları tarafından zaman zaman kendisine şaka
mahiyetinde “Y.B. Astsubay geliyor” denilerek onun korkmasına,
telaşlanmasına yol açıldığı, bu sözlerin onunla alay edilme konusu hâline
getirildiği, durum bu vaziyette iken yine olay günü, sanığın beş-altı arkadaşı ile
oturduğu sırada, sanığın arkadaşlarından birinin yine “Y.B. Astsubayın
geldiğini” söylemesi üzerine sanığın da kendisine şaka yapıldığını düşünerek
“Y.B. Astsubayı sinkaf edeyim” şeklinde söz söylediği, bu sözlerin kendisine
şaka yapan arkadaşına doğru söylendiği, ancak o sırada tesadüfen içeri giren
mağdur tarafından duyulduğu ve tutanak tutulduğu göz önüne alındığında;
sanığın arkadaşları tarafından kendisine yapılan şakalar nedeniyle, bu tür bir
sözü sarf ettiği, Y.B. Astsubayı kast ederek ona hakaret etmediği, üste hakaret
suçunun manevî unsuru olan “kasıt unsuru”nun gerçekleşmediği, söylenilen
sözlerin tehevvüren söylenen söz de olmadığı, zira tehevvüren söylenen
sözlerde dahi suç kastının olabileceği kanaatiyle, sanık hakkında suç
unsurlarının oluşmaması nedeniyle beraet kararı verilmesi gerekir iken
mahkûmiyet hükmü tesis edilmesinin kanuna aykırı olduğu, dolayısıyla hükmün
bozulması gerektiği sonucuna varılmıştır.
292
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/25
K.No. : 2004/23
T.
: 5.2.2004
ÖZET
Emrin asıl amacını ve hedeflediği menfaati ast bilebiliyor ise,
emrin şeklen eksiklik içermesi veya meramı tam olarak ifade
edememiş olması, astın emrin gereğini ifa etmemesine gerekçe veya
mazeret teşkil etmez. Kışlada cep telefonu kullanılmasını
yasaklayan emrin, kullanmak için bulundurmanın fiilî bir
zorunluluk olduğu nazara alındığında, bulundurmayı da
yasakladığının kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, yargılamada
noksan soruşturma bulunup bulunmadığı ve suçun sübuta erip ermediği
noktasındadır.
Daire; emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için somut emrin
açık ve yoruma ihtiyaç duyulmaksızın anlaşılabilir nitelikte olması gerektiği,
cep telefonu bulundurmayı açıkça yasaklayan bir emrin dosyada bulunmadığı
ve bu nedenle sanığa tebliğ edilmiş böyle bir emrin bulunup bulunmadığının
araştırılmamış olmasının eksiklik teşkil ettiği sonucuna ulaşmış iken;
Başsavcılık, dosyada bulunan ve sanığa tebliğ edilmiş olan cep telefonu
kullanılmasını yasaklayan emrin bulundurmayı da yasakladığı ve bu nedenle
suçun sabit olduğu düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Malkara Loj.Ds.Kh.Tk.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden
sanığa, 44’üncü maddesi “cep telefonu ve elektronik sinyal yayan cihazları
kullanmak yasaktır.” biçiminde olan “Karargâh Takımı Genel Talimatının”
23.10.2002 tarihinde tebliğ edildiği ve sanığın sorumlusu olduğu çay ocağında
3.3.2003 günü yapılan aramada bir adet cep telefonunun ele geçirildiği dosya
kapsamından anlaşılmıştır.
TSK İç Hizmet Kanununun 8’inci maddesi : “Emir: hizmete ait bir talep
veya yasağın sözle, yazı ile ve sair surette ifadesidir.” şeklindedir. Emir kavramı
bu şekilde tanımlandıktan sonra, askerlik hizmetinin özelliğine nazaran, her bir
duruma ilişkin somut düzenleme yapılmamış, emre riayet olunmama hâli askerî
cürüm olarak ihdas edilmiştir.
293
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenmiş olan emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için, hizmete ilişkin emrin muhatabınca anlaşılabilmesi
bakımından somut ve ayırt edilebilir nitelikte olması gerektiği açıktır. Ancak,
suçun oluşumu için aranan bu unsurun olayına özgü olarak yargılama
makamınca takdir edilmesi ve failin suç kastının da bu değerlendirmede dikkate
alınması gereklidir. Emrin içeriğinden ve kendisinden istenilen husustan
haberdar olan astın, emrin kelime kelime verilmediğini ve açıklama
yapılmadığını öne sürmesi hâlinde, sadece emrin görünen şekline bakılıp da
suçun oluşup oluşmadığı hususunda değerlendirme yapılması hakkaniyete
uygun olmayacaktır.
Hizmete ilişkin emrin astın bilgisine nasıl, hangi suretle ve hangi
şekilde sunulduğundan ziyade, bu emre ve emrin içeriğine astın vâkıf olup
olmadığı önem taşımaktadır. Emrin asıl amacını ve hedeflediği menfaati ast
bilebiliyor ise, emrin şeklen eksiklik içermesi veya meramı tam olarak ifade
edememiş olması, astın emrin gereğini ifa etmemesine gerekçe veya mazeret
teşkil etmez
Somut olayımızda; sanığa önceden tebliğ edilmiş emirde, cep telefonu
“kullanmanın” yasaklandığı görülmekte ise de, kullanmak için
“bulundurmanın” fiilî bir zorunluluk olduğu göz ardı edilmemelidir. Emirden
haberdar olduğu hususunda kuşku bulunmayan sanığın, hazırlık ifadesinde
beyan etmemesine rağmen, istinabe mahkemesindeki sorgusunda
“bulundurmanın yasak olduğunu bilmediğini” öne sürmesinin tamamen cezadan
kurtulmaya yönelik olduğu aşikârdır.
Yukarıda izah edildiği üzere; şayet muhatap emrin asıl amacını biliyor
ise, emrin şeklen zafiyet içermesi suçun oluşumuna engel değildir. Kaldı ki, cep
telefonu kullanmanın yasaklanıp da bulundurmanın yasaklanmaması hayatın
olağan akışına aykırı olduğundan, söz konusu emrin yeterli açıklıkta olmadığı
da söylenemez. Emir okunduğunda, amirin yasakladığı eylem ve emrin amacı
tereddüt duyulmaksızın anlaşılabildiğinden, emrin “muayyen” olduğu, suçun
sübuta erdiği ve dolayısıyla esasa ilişkin noksan soruşturmanın bulunmadığı
kanısına varılmıştır.
Bu itibarla; Başsavcılığın itirazı yerinde görülmüş ve isabetli olmayan
Daire kararının kaldırılıp, temyiz incelemesine devam olunmak üzere, dava
dosyasının Dairesine gönderilmesine karar vermek gerekmiştir.
294
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/171
K.No. : 2004/162
T.
: 17.2.2004
ÖZET
Sakız çiğneyerek askerî servis aracına binen ve sakızı
patlatması üzerine araçta önünde oturan yüzbaşı tarafından
ağzından sakızı çıkarması konusunda ısrarla uyarılan sanığın sakızı
çıkarmamak biçimindeki eylemi emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturur.
Askerî mahkemece; sanığın, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
kabul edilerek, ASCK’nın 87/1 (ikinci cümle) ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri
gereğince 25 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından, yüzbaşıya, ağzının kokusunu gidermek için
sakız çiğnediğini belirttiği, yüzbaşının şeref ve haysiyet kırıcı şekilde kendisini
tekrar uyarması nedeniyle tahrikine kapılarak sakızı çıkarmayacağını söylediği,
daha sonra sakızı çıkardığı, yüzbaşının verdiği emrin hizmete ilişkin olmadığı,
eyleminin disiplin suçu oluşturduğu, birçok tanığın da sakız çiğnediğini
görmediği ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede: 23.7.2003 günü sabahı ağzında sakız olduğu hâlde
lojmanlardan kalkan askerî servis aracına binen sanığın, o gün Hv.Eğt.K.lığında
yapılacak bir toplantıya katılmak üzere servis aracından yararlanan ve aracın sol
ikinci sırasında oturan Hv.P.Yzb.A.O.’nun oturduğu koltuğun arkasındaki
koltuğa oturduğu, bir süre sonra ağzındaki sakızı patlattığı, bunun üzerine
arkasına dönen yüzbaşının, sanığa ağzındaki sakızı çıkarmasını söylediği,
sanığın, sakızı ağzındaki kokuyu gidermek için çiğnediğini beyan ederek sakızı
ağzından çıkartmadığı, yüzbaşının sanığı yeniden ikaz ederek sakızı ağzından
çıkarmasını istediği, sanığın yine çıkarmayacağını söylediği, sanığın kaçamaklı
ikrarı ve tanıkların birbirini tamamlayıp doğrulayan ifadelerinden
anlaşılmaktadır.
İç Hizmet Kanununun 24’üncü maddesi, “Disipline aykırı gördüğü her
hâle müdahaleye ve emir vermeye her üst görevlidir.” hükmünü amirdir.
Personeli mesaiye götüren askerî servis aracında sakız çiğneyip patlatan
sanığın eyleminin askerî disipline uygun bir davranış olmadığı açıktır. Bu
nedenle, Yzb.A.O.’nun, disipline aykırı bulunan belirtilen olay nedeniyle sanığa
yaptığı müdahale, yasadan kaynaklanan bir görev niteliğindedir. Disipline
aykırı eylemini gördüğü sanığa müdahale eden yüzbaşı ile sanık arasında askerî
295
hizmet ilişkisi doğmuş olup, yüzbaşının, disipline aykırılığın giderilmesi için
sanığa verdiği emir de ASCK’nın 12’nci maddesi anlamında malûm ve
muayyen bir emir niteliğini kazanmıştır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçu; askerî hizmete ilişkin emrin gereğinin hiç
yapılmaması, emrin yerine getirilmesinin sözlü veya fiilî olarak açıkça
reddedilmesi veya emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi ve suç işleme
kastıyla hareket edilmesi ile oluşur.
Sanığın, askerî hizmete ilişkin ve tekrarlanan emre karşılık olarak,
ağzındaki sakızı çıkarmayacağını açıkça belirtmesi nedeniyle, eyleminin, atılı
suçun nitelikli hâlini düzenleyen ASCK’nın 87/1’inci maddesinin ikinci
cümlesindeki suçu oluşturduğunun kabul edilmesinde de bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
Sanık, sakızı ağız kokusunu gidermek için çiğnediğini ileri sürmüş ise
de; bu durum, suç saikine ilişkin olup, genel kasıtla işlenebilen atılı suçun
oluşumunu etkilememektedir. Olayda yüzbaşıdan kaynaklanan ve keyfilik
oluşturup, haksız tahrik nedeniyle sanığın cezasından indirim yapılmasını
gerektirecek nitelikte bir söz ve davranış da bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, askerî mahkemece yapılan yargılama sonunda
toplanan delillere ve dosya içeriğine uygun olarak oluşan vicdanî kanaate göre,
yasal ve inandırıcı gerekçelerle, sanığın, tüm unsurları ile oluşan atılı suçtan
yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasında; usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama
yönlerinden yasaya aykırılık bulunmadığından, mahkûmiyet hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
296
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/40
K.No. : 2004/41
T.
: 4.3.2004
ÖZET
1. Emre itaatsizlikte ısrar suçu genel kasıtla işlenebilen, yani
bilerek ve isteyerek emrin gereğinin yapılmamasıyla oluşabilen bir
suç olduğundan, yasaklanmış olmasına karşın temizleme saikiyle de
olsa silâhın kılıfından çıkarılıp kurcalanmasıyla müsnet suç
işlenmiş olmaktadır.
2. İddianamede belirtilmesine karşın, hazine zararının
tahsiline ilişkin talep hakkında olumlu ya da olumsuz bir karar
verilmemesi bozmayı gerektirir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, emre
itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erip ermediği noktasındadır.
Daire, emre itaatsizlikte ısrar suçunun maddî unsurunun gerçekleştiği,
ancak suç kastının açıklıkla ortaya konamadığı sonucuna ulaşmış iken; askerî
mahkeme, emre itaatsizlikte ısrar suçunun genel kasıtla işlenebildiği ve emre
aykırı davranıp silâhını kurcalayan sanığın emre itaatsizlikte ısrar kastıyla
hareket ettiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
İlçe J.K.lığı emrinde görev yapan sanığa “...tabancaların atış ve bakım
dışında rütbeli personel tarafından kurcalanmaması personele tebliğ edilecek ve
hazırlanacak tebellüğ belgeleri şahsî dosyasında muhafaza edilecektir...”
cümlesini içeren, J.Gn.K.lığının kaza ve olayların önlenmesine ilişkin 16.9.2000
tarihli emrinin 14.5.2001 tarihinde tebliğ edildiği, bilâhare 20.7.2001 tarihinde,
167273 seri nolu star tabanca ve on adet mermisinin İlçe J.K.lığınca sanığa
verildiği, 11.3.2002 günü eğitim alanında erbaş ve erlerin toplanmasını
bekleyen sanığın tozunu almak maksadıyla tabancasını eline aldığı, silâhı
temizleyip kılıfına sokmak isterken silâhın ateş almasıyla bacağından
yaralandığı ve beş gün iş-güç kaybına uğradığı dosya kapsamından
anlaşılmıştır.
Kaza ve olayların önlenmesine ilişkin emrin, doğrudan askerî birliğin
ve personelin emniyetini hedeflediği, emirde yer alan silâh bakımıyla ilgili
cümlenin, gerek silâh hamilinin ve gerekse diğer personelin can güvenliğini
korumaya yönelik olduğu açıktır. Bu nedenle; silâhın her ne suretle ve hangi
297
saikle olursa olsun, atış ve bakım dışında ele alınıp kurcalanması, oynanması
veya temizlenmesi, söz konusu emre aykırı davranıldığını göstermektedir.
Silâhın tozlanmış olması, emrin aksinin yapılmasını gerektirecek nitelikte acil
bir durum olmadığı gibi, sanığın silâhını temizlemek için amirinden izin isteme
imkânı da bulunmaktadır. Ancak, sanık, yersiz, zamansız ve hiç de makul bir
sebep bulunmamakta iken, silâhını kılıfından çıkarıp temizlemiştir. Emre
itaatsizlikte ısrar suçu genel kasıtla işlenebilen, yani bilerek ve isteyerek emrin
gereğinin yapılmamasıyla oluşabilen bir suç olduğundan, temizleme saikiyle de
olsa, silâhın kılıfından çıkarılıp kurcalanmasıyla müsnet suç işlenmiş
olmaktadır. Silâhın arızalı olup olmadığının veya sanığın kendisini
yaralamasıyla silâhı kurcalaması arasında illiyet bağı mevcut olup olmadığının
bir önemi bulunmamaktadır.
Bu itibarla, sanığın suç kastıyla hareket edip emre itaatsizlikte ısrar
suçunu işlediği ortadayken, sanığın emre itaatsizlikte ısrar kastının
ispatlanamadığı sonucuna ulaşmış olan Dairenin bozma kararı yerinde
bulunmamış ve askerî mahkemenin direnme gerekçesinde isabet görülmüştür.
Nitekim, benzer eylemlerle ilgili olarak verilen Daireler Kurulunun
6.7.1995/71-71, 23.11.1995/111-111 ve 7.11.2002/87-87 tarih ve sayılı kararları
da bu yöndedir.
Bazı üyeler; söz konusu emrin emniyet tedbiri öngören genel bir
düzenleme olduğu ve emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşmasına elverişli bir
hizmet emri niteliğinde görülmemesi gerektiği, sanığın eylemini taksirle işlediği
açık olduğundan olayda bir başkasının yaralanmamış olması nedeniyle ancak
disiplin tecavüzünden bahsedilebileceği, sanığın suçu işlemeye yönelik emre
itaatsizlik kastının bulunmadığı ve Daire kararının sonuçta isabetli olduğu
düşüncesiyle çoğunluk kararına katılmamışlardır.
Ancak, suçun sübutu ve vasfı konusunda yerel mahkemenin vardığı
sonuç çoğunluk tarafından isabetli bulunmakla birlikte, uygulamaya ilişkin
olarak yapılan değerlendirme neticesinde, sanığın silâhını temizleyip kılıfına
koyarken patlamasına neden olduğu mermi bedelinin sanıktan tahsili, 353 sayılı
Kanunun 16’ncı maddesi uyarınca askerî savcı tarafından iddianamede istem
konusu yapılmasına karşın, bu talep hakkında olumlu ya da olumsuz bir karar
verilmediği görülmüştür.
353 sayılı Kanunun 16’ncı maddesi : “Suçlardan doğan istirdat ve
tazminat davalarına kamu davaları ile birlikte askerî mahkemelerde bakılır.
Askerî savcılar Hazineye ilişkin zararların tespit ve iddianameye
yazarak askerî mahkemelerde kovuşturmak ve dava etmekle yükümlüdürler.
Ancak, askerî mahkemelerde kamu davasının kovuşturulmasına imkân
kalmayarak davanın adliye mahkemelerinde görülmesi gerektiği hâllerde devlet
hakları özel kanuna göre kovuşturulur.” hükmünü içermektedir.
CMUK’un 358’inci maddesi: “ Sanık mahkûm olursa mahkeme şahsî
hak talebi hakkında da hüküm verir.
Şu kadar ki zararın vücuduna veya miktarına ait tetkiklerin, duruşmanın
uzamasını veya hükmün ara verilmesini mucip olacağı anlaşılırsa mahkeme bu
298
cihet hakkında davacının hukuk mahkemesine müracaat edebileceğine karar
vererek hükmünü yalnız ceza tayinine hasredebilir.” şeklindedir.
Her ne kadar iddianamede sanığın eylemi kendini askerliğe elverişsiz
hâle getirmeye tam teşebbüs olarak vasıflandırılmış ise de, ceza davasına konu
yapılan eyleme bağlı olarak bir hukuk davası da askerî mahkeme önüne
getirilmiş olduğundan, suç vasfında değişiklik yapılması veya eylem ile hazine
zararı arasında illiyet bağı bulunmadığı kanaatine varılması, hukuk davasının,
hüküm niteliğini taşıyan veya taşımayan bir karara bağlanmamasını
gerektirmez. 353 sayılı Kanunun 16 ve CMUK’un 358’inci maddelerinin amir
hükümlerine nazaran, mermi bedelinin sanıktan tahsili istemine dair davayı
esastan hükme bağlayacak veya başka merci tarafından takibine imkân
tanıyacak bir karar verilmesinde zaruret bulunmaktadır.
Bu nedenlerle; hazine zararı hakkında herhangi bir karar verilmemiş
olması yasaya aykırılık olarak değerlendirilmiş ve hükmün bozulmasına karar
vermek gerekmiştir.
299
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/48
K.No. : 2004/50
T.
: 18.3.2004
ÖZET
Üstünün “ayağa kalk” şeklindeki emrini hiç yapmamak
suretiyle, üstüne saygısızlık yapmakla kalmayıp, somut hâle
getirilmiş olan bir hizmet emrini de ifa etmeyen sanığın, üstüne
saygısızlık yapma kastının ötesinde, hizmet emrine aykırı davranma
kastıyla da hareket ettiği dikkate alınarak, emre itaatsizlikte ısrar
suçunun sübuta erdiği kabul olunmalıdır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığa verilen
“ayağa kalk” emrinin hizmete ilişkin olup olmadığı ve eylemin hangi suça vücut
verdiği noktasındadır.
Daire, iddia konusu eylemin sabit olduğu kabul olunsa dahi, “ayağa
kalk” sözünün amacının asta vazife vermek olmayıp onu saygılı davranmaya
davet etmek olduğundan, hizmete ilişkin bir emrin bulunmadığı ve eylemin üste
saygısızlık disiplin suçunu oluşturabileceği sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık,
astının saygılı davranmasını sağlamaya yönelik bu ikazın hizmet emri
niteliğinde olduğu ve emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erdiği
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
J.Özel Hrk.Tb.K.lığı emrinde görev yapan sanığın, 12.1.2003 tarihinde
nöbetçi astsubayı olarak birliğinin öğle yemeğini almak için İl J.K.lığı
mutfağında galoş sandığı üzerine oturarak beklediği, İl J.Bakım K.lığı Nöbetçi
Astsubayı J.Ord.Tek.Kd.Üçvş.H.M.’nin de yemek almak üzere mutfağa geldiği,
sanığın kendisini görmediğini anlayan Astsb.H.M.’nin sanığın yakınına gittiği,
biraz bekleyip ayağa kalkmayan sanığa “ayağa kalk” dediği, sanığın “düzgün
söylesene” karşılığını vermesi üzerine tekrar ayağa kalkmasını söylediği,
sanığın ayağa kalkmadığını görünce telsizle nöbetçi subayına ulaşıp mutfağa
gelmesini istediği ve bu sırada sanığın ayağa kalktığı dosya kapsamından
anlaşılmıştır.
Dosyadaki delilleri değerlendirip kabulünü ortaya koyan askerî
mahkemenin, sonuç itibariyle kabulünün isabetli ve bu kabule ilişkin
gerekçesinin yeterli olduğu görülmüştür.
300
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenmiş olan “emre itaatsizlikte
ısrar” askerî cürmü, hizmete ilişkin emrin hiç yapılmamasını maddî unsur
olarak öngörmüştür. Hizmetin tarifi ise, ASCK’nın 12’nci maddesinde yer
almakta olup; “gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir amir tarafından
emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması hâlidir.” şeklindedir.
TSK İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesinde, “askerî vazife”: “Hizmetin icap
ettirdiği şeyi yapmak ve menettiği şeyi yapmamaktır.” biçiminde
tanımlanmıştır. Dolayısıyla, “hizmetin icap ettirdiği veya menettiği şeyin” ne
olduğu hususu, gerek genel kapsamı itibariyle ve gerekse olayına özgü olarak
irdelenmesi gereken bir konudur. Hizmetin sınırlarının genel bir tanımla
çizilmesi ve kapsamının genel bir anlatımla belirlenmesi, askerlik hizmetinin
özelliğine nazaran pek mümkün görülmemektedir. Ancak, askerlik maksat ve
menfaatlerini ilgilendiren konuların “askerî hizmet” içerisinde değerlendirilmesi
gerektiği uygulamada kabul olunmaktadır.
Somut olayda; sanık, üstü olan bir astsubay tarafından ayağa kalkması
için ikaz edilmiştir. Askerlik hizmetinin temeli olan disiplinin en önemli
unsurunun “astın ve üstün hukukuna riayet olduğu” bilinen bir gerçektir. TSK
İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliği, astın ve amirin vazifelerini açıkça
belirlemiş, özellikle askerî disiplinin temini bakımından, astın üstüne ve amirine
azamî derecede saygı göstermesi gerektiğini öngörmüş, hatta disiplini bozucu
tavırları bulunan astın ikaz edilip disiplinin tekrar tesis edilmesi görevini üste
yüklemiştir. Astın vazifeleri arasında : “amir ve üstüne umumî adap ve askerî
usullere uygun tam bir hürmet göstermek” açıkça sayılmıştır. Kendisine göre bir
üst kademede, rütbede veya konumda olan kişilerin bulunduğu ortamlarda, bu
kişilerin izni olmaksızın oturmanın veya onlar ayakta iken oturmaya devam
etmenin toplumun genel saygı anlayışıyla uyuşmadığı izahtan varestedir. Kaldı
ki, askerlik ortamında bu durumun disipline de zarar verdiği açıktır.
Dolayısıyla, astsubayın sanığı saygılı olmaya ve disiplinli davranmaya davet
etmek bakımından yaptığı ikazın, yerinde ve doğrudan askerî hizmetle ilişkili
olduğunda tereddüt bulunmamaktadır.
477 sayılı Kanunun 47’nci maddesinde “Hizmette veya hizmete ilişkin
hâllerde amire ve üste zorunlu olduğu saygıyı göstermeyen veya uyarmayı saygı
duruşu ile kabul edip dinlemeyenler...” şeklinde düzenlenen disiplin suçunun
koruduğu hukukî menfaatin, yukarıda yapılan açıklamalara nazaran somut
olayda, emre itaatsizlikte ısrar suçunun hukukî konusu ile kısmen çakıştığı bir
vakıa ise de; bu nokta da dikkat edilmesi gereken konu, sanığın eyleminin ve
neticesinin saygısızlıktan öteye gidip gitmediğidir. Astın, üstü tarafından ikaz
edilmesi sonrası saygısız tutumunu devam ettirmekle birlikte emrin gereğini
yerine getirmesi hâli ile, ikaza icabet etmeyip emrin gereğini ifa etmemesi
durumu, aynı hukukî olgu olarak kabul edilemeyeceğinden, aynı hukukî
yaptırıma bağlanması da mümkün değildir. Üste ve amire karşı saygısızlık suçu,
emrin ifa edilip edilmediğine bağlı olmaksızın, müstakilen işlenebilen ve genel
anlamda “üstün hukukunu” koruyan bir disiplin suçudur. Bunun yanında, emre
itaatsizlikte ısrar suçu, üstün hukukunu korumakla birlikte özel olarak “emir”
301
müessesesini hukukî konu olarak benimsemiş olup, hukukî konunun önemine
binaen yasa koyucu, astın bu tür eylemlerini askerî cürüm olarak düzenlemeyi
tercih etmiştir.
Bu nedenlerle, üstünün “ayağa kalk” şeklindeki emrini hiç yapmamak
suretiyle, üstüne saygısızlık yapmakla kalmayıp, somut hâle getirilmiş olan bir
hizmet emrini de ifa etmeyen sanığın, üstüne saygısızlık yapma kastının
ötesinde, hizmet emrine aykırı davranma kastıyla da hareket ettiği dikkate
alınarak, emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erdiği kabul olunmalıdır.
Bu itibarla, Dairenin aksi yöndeki değerlendirmesi yerinde bulunmamış
ve Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılıp
temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava dosyasının Dairesine
gönderilmesine karar vermek gerekmiştir.
302
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/78
K.No. : 2004/79
T.
: 13.5.2004
ÖZET
Bölük Komutanınca şehir merkezinde cep telefonu ile
konuştuğu görülerek kendisinden cep telefonunu vermesi
istendiğinde, sanığın Bl.K. nın yanına gelmekten kaçınması ve
yanına gelmesi bildirildiğinde korkuya kapılarak kaçması şeklinde
gerçekleşen olayda, Bl.K.nın çarşı izninde bulunan sanığa yönelttiği
talepler askerî hizmete yönelik mahiyet taşımadığından bu
işlemlerin yerine getirilmemesi emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmaz.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; atılı emre
itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire, Bl.K. vekilince yerine getirilmesi istenen hususların doğrudan
askerî hizmete yönelik mahiyet taşıdığını kabul ederek; beraet hükmünün sübut
yönünden bozulmasına karar verilmiş iken,
Başsavcılık ise, sanığın acil müdahaleyi gerektirecek herhangi bir
disiplinsizlikte bulunmaması nedeniyle verilen emrin yersiz ve icapsız olduğunu
ileri sürerek, aksi yöndeki Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
12’nci Hd.Bl.K.lığında askerlik hizmetini sürdürdüğü 25.8.2002
tarihinde 09.00-18.00 saatleri arasında çarşı iznine gönderilen P.Er Ş.E.’nin
şehir merkezinde cep telefonu ile konuştuğunu gören Bl.K. vekili
P.Tğm.İ.D.’nin sanıktan cep telefonunu kendisine vermesini istediği, sanığın
arkadaşının olduğunu belirterek gerek cep telefonunu vermekten, gerekse
P.Tğm.İ.D.’nin yanına gelmekten kaçındığı, bunun üzerine birliğe hareket eden
minibüs durağına gelmesi istenen Ş.E.’nin panik ve korkuya kapılarak kaçmaya
başladığı, sanığın Tğm.İ.D.’nin talimatıyla çarşı izninde bulunan P.Onb.N.K.C.
tarafından yakalanarak birliğe getirildiği sabit olup, esasen eylemin işleniş
biçimi karşısında herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Sanık Ş.E. aşamalarda uyum ve bütünlük gösteren sorgu ve
savunmalarında; olay tarihinden iki gün önce satın alarak bir bakkal dükkânında
sakladığı cep telefonu ile görüşme yaptığı esnada P.Tğm.İ.D. tarafından
görüldüğü, bunun üzerine panik ve korkuya kapılarak kaçmaya başladığını, firar
303
suçundan dolayı kesinleşmiş cezasının aklına gelmesi üzerine de çağrıldığı
minibüs durağına gitmediğini beyan etmiştir.
Birlik hudutlarında cep telefonu ile bunlara ait sim kartının kullanımını
ve bulundurulmasını yasaklayan hizmete ilişkin emrin aralarında sanığın da
bulunduğu bölük personeline tebliğ edildiği anlaşılmakla birlikte emrin
içeriğinde kışla hudutları dışında cep telefonunun kullanımı veya
bulundurulmasını yasaklayan herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiştir.
Çarşı izninde iken cep telefonu ile konuştuğu belirlenen sanığın bu
telefonu birliğe sokma niyetinde olduğunu haklı gösterecek herhangi bir delil
veya emare dosya içeriğinde yer almamaktadır. Birliğine sokma niyetini
taşımadığı sürece sanığın kışla hudutları dışında cep telefonuyla konuşmasının
askerî ya da stratejik anlamda herhangi bir menfaati zedeleyemeyeceği
ortadadır.
Güvenlik ve istihbarata karşı koyma tedbirleri çerçevesinde hareket
edilerek suçunu birlik içerisinde cep telefonu bulundurulması veya kullanımını
yasaklayan emirlere aykırı hareket emre riayetsizlikte ısrar suçunu oluştursa da
esasen cep telefonunun taşınması veya kullanılması kendi başına suç teşkil eden
bir eşya mahiyetinde değildir.
Bu anlamda; kışla hudutları dışında cep telefonu ile konuşmak şeklinde
gelişen ve niteliği itibarıyla herhangi bir suçu oluşturmayan eyleme yönelik
müdahalenin TSK İç Hizmet Kanunu 24’üncü maddesine uygun düşmediği
açıktır.
Diğer yandan, izin belgesinde yer alan talimatlar gereğince saat
18.30’da birliğe katılması gereken sanığın izinde kalmasını engelleyen herhangi
bir zarurî neden yokken vaktinden 40 dakika önce birliğine dönmeye
zorlanmasında da askerî hizmete yönelik bir menfaat bulunmamaktadır.
Bu itibarla; Bl.K. Vekili P.Tğm.İ.D.’nin çarşı izninde bulunan sanığa
yönelttiği taleplerinin askerî hizmete yönelik mahiyet taşımadığı buna bağlı
olarak da bu işlemlerin yerine getirilmesinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmayacağı sonucuna varıldığından, Başsavcılığın isabetli görülen
itirazının kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına, askerî savcının kabule değer
bulunmayan temyiz itirazının reddiyle beraete ilişkin hükmün onanmasına karar
verilmiştir.
304
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/675
K.No. : 2004/672
T.
: 16.6.2004
ÖZET
Nizamiyede çarşı izin dönüşü üzerinde cep telefonu
yakalanan sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçu sübuta ermiştir.
Yüklenen suçun neticesi harekete bitişik suç olması nedeniyle
teşebbüs hükümleri uygulanmaz.
Askerî mahkemece, sanığın, 4.10.2003 tarihinde emre itaatsizlikte ısrar
suçunu işlediği sabit kabul edilerek, ASCK’nın 87/1’inci maddesinin “İkinci
cümlesi” ve TCK’nın 59/2’nci maddesi uyarınca yirmi beş gün hapis cezası ile
cezalandırılmasına, karar verilmiştir.
Sanık, “kışla içerisine cep telefonu sokulmaması yönündeki emrin
uygulanabilir bir emir olmadığından hizmete ilişkin bir emir olarak
değerlendirilemeyeceğini, suçun manevî unsurunun gerçekleşmediğini, ayrıca
TCK’nın teşebbüse mütedair hükümlerinin uygulanması gerektiğini” ileri
sürerek, hükmü süresinde temyiz etmiştir.
Tebliğnamede ise, mahkûmiyet hükmünün onanması talep
edilmiştir.
Yapılan incelemede;
Orduevi Müdürlüğü Muhafız Hizmet Kıt’a Komutanlığınca kışlada cep
telefonu kullanılmayacağı ve birliğe cep telefonu sokulmayacağının
emredildiği, bu emrin sanığa imzası karşılığında 7.10.2002 tarihinde tebliğ
edildiği, sanığın söz konusu emir hilâfına hareketle 4.10.2003 tarihinde çarşı
iznine çıktığında kendisine 1 adet Nokia 3210 marka cep telefonu edindiği,
çarşı izni dönüşünde Orduevi nizamiyesinde ilgili nizamiye personeli tarafından
sanığa üzerinde kışlaya girişi yasaklanan herhangi bir şey olup olmadığının
sorulduğu, sanığın üzerinde yasaklanan herhangi bir malzeme bulunmadığını
beyan ettiği, hatta spesifik olarak cep telefonu da olmadığını söylediği, buna
rağmen nizamiye nöbetçi subayı P.Atğm.C.E.’nin kontrolünde nizamiye nöbetçi
uzman çavuşu P.Uzm.Çvş.A.E.S. tarafından sanığın üst aramasının yapıldığı,
arama detektörünün sanığın karın ve kasık bölgesinde sinyal vermesi üzerine
elle yapılan aramada sanığın iç çamaşırının (külotunun) içerisine Nokia 3210
marka cep telefonunu saklamış olduğunun tespit edildiği, bu cep telefonunun
kartlı ve çalışır durumda bir telefon olduğu, müteakiben olay hakkında tutanak
305
düzenlendiği, böylelikle sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği maddî
vakıa olarak anlaşılmakta olup, mahkemenin kabulü de bu yöndedir.
Sanık temyiz dilekçesinde teşebbüse ilişkin hükümlerin uygulanmasını
talep etmiş ise de; müsnet suçun neticesi harekete bitişik suç olduğu, teşebbüs
hükümlerinin uygulanmasına imkân bulunmadığı, cep telefonunun nizamiyeye
sokulmasıyla suçun oluştuğu anlaşılmakla, bu savunmasına itibar
edilmemesinin uygun olduğu görülmüştür.
Sanığın işlemiş olduğu suçtan haklı ve inandırıcı gerekçelerle yasanın
öngördüğü cezanın alt sınırının esas alınarak cezalandırılması, gerekli takdiri
indirimin yapılması suretiyle kurulan hükümde usul, sübut, vasıf, takdir ve
uygulama yönlerinden yasaya aykırı bir durum mevcut değildir.
306
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/109
K.No. : 2004/101
T.
: 24.6.2004
ÖZET
“Nizamiyeye kayıt yaptırmaksızın askerî araçla dışarıdan
alkollü içki alıp gelmesi” hususunda nöbetçi astsubay tarafından
sanık ere verilen emrin, askerî hizmetle hiçbir ilgisinin bulunmadığı
ve askerî suç maksadıyla verilmiş olduğu açıktır. Takriben bir
senelik asker olan sanığın, kendisinden istenilen hususun emirlere
aykırı olduğunu bilmesine rağmen durumu derhâl nöbetçi amirine
bildirmek yerine, bile bile suç teşkil eden isteğe icabet etmesi makul
ve hukuken kabul edilebilir bir davranış olmadığından, sanığa isnat
olunan emre itaatsizlikte ısrar suçu oluşmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, nöbetçi
astsubayının ısrarı üzerine hizmete müteallik emirlere aykırı davranan sanığın
emre itaatsizlikte ısrar suçunu işleyip işlemediği noktasındadır.
Daire, sanığın konumunu, içinde bulunduğu durumu ve suçun işleniş
şeklini dikkate alıp, sanığın emre itaatsizlikte ısrar özel kastıyla hareket
etmediği sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, ASCK’nın 41 ve 46’ncı
maddelerine nazaran, emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erdiği
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede,
Kh.Grp.Kh.Bl.K.lığında askerlik hizmetini ifa eden sanığa, kışla
içerisine alkollü içki sokmanın yasak olduğunun içtimada sözlü olarak
bildirildiği, göreve çıkarken nöbetçi amirinden izin alması, görev kâğıtsız ve
aracın başında subay-astsubay olmadan dışarı çıkmaması hususlarının yazılı
olarak kendisine tebliğ edildiği, 15.6.2002 tarihinde 2 No.lu nizamiye nöbetçi
astsubayının saat 02.00 civarı sanığı çağırtıp, aracıyla birlikte dışarıdan bira alıp
gelmesini ve nizamiyeye kayıt yaptırmamasını söylediği, diğer nöbetçi
astsubayının da sanığa bira parası verdiği, sanığın “nöbetçi amirinin emri
olmadan, görev kâğıdını imzalatmadan nizamiyeden çıkış yapamayacağını,
ayrıca kışlaya alkollü içki sokmanın yasak olduğunu” belirtmesine rağmen,
nöbetçi astsubayının “emrediyorum, biraları alıp getireceksin, emre karşı mı
geliyorsun” dediği, ardından diğer nöbetçi astsubayının da aynı emri
tekrarladığı, bunun üzerine yanındaki er ile birlikte askerî araca binen sanığın
307
nizamiyeye kayıt yaptırmadan ve nöbetçi amirinden izin almadan kışla dışına
çıkıp istenilen biraları aldıktan sonra kışlaya döndüğü dosya kapsamından
anlaşılmıştır.
Sanığın, kendisine önceden tebliğ edilmiş emirlere aykırı davranarak
iddia konusu eylemi ika ettiği hususunda herhangi bir tereddüt
bulunmamaktadır. Ancak, sanık, nöbetçi astsubaylarının ısrarları üzerine
emirlere aykırı davrandığından, askerlik hizmetinin özellikleri dikkate alınarak,
sanığın hukukî durumu değerlendirilmelidir.
Anayasamızın “Kanunsuz Emir” başlıklı 137’nci maddesi: “Kamu
hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden
aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı
görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü
emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu hâlde,
emri yerine getiren sorumlu olmaz.
Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine
getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.
Askerî hizmetlerin görülmesi ve acele hâllerde kamu düzeni ve kamu
güvenliğinin korunması için kanunda gösterilen istisnalar saklıdır.” hükmünü
içermektedir.
ASCK’nın “iştirak” başlığını taşıyan 41’inci maddesi: “1. Askerî
cürümlerde ve kabahatlerde iştirak hâlinde, TCK’nın 64’üncüden 67’nciye
kadar olan maddeler hükmü tatbik olunur.
2. Hizmete müteallik hususlarda verilen emir bir suç teşkil ederse bu
suçun işlenmesinden emir veren mesuldür.
3. Aşağıdaki hâllerde maduna da faili müşterek cezası verilir.
A. Kendisine verilen emrin hududunu aşmış ise,
B. Amirin emrinin adlî ve askerî bir suç maksadını ihtiva eden bir fiile
müteallik olduğu kendisince malûm ise” şeklindedir.
TSK İç Hizmet Kanununun 8’inci maddesi: “Emir: Hizmete ait bir talep
veya yasağın sözle, yazı ile ve sair suretle ifadesidir.”;
16’ncı maddesi: “Amir; maiyetine hizmetle münasebeti olmayan emir
veremez...”
6’ncı maddesi de: “Hizmet: Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut
yapılmaması yazılmış olan hususlarla amir tarafından yazı veya sözle emredilen
veya yasak edilen işlerdir.” hükümlerini havidir.
TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 33’üncü maddesi: “Emirlerin hizmete
müteallik olması (Silâhlı Kuvvetler İç Hizmet Kanunu madde 8 ve 16) ve kanun
ve nizamları ihlâl etmemesi şarttır. Ancak; Askerî Ceza Kanunun 41’inci
maddesinin b fıkrası şümulüne giren hâller haricinde ast, aldığı emri kanun ve
nizama uygun bulmasa bile emri yapar ve ondan sonra şikâyet eder.
308
Amirin verdiği emir Askerî Ceza Kanunun 41’inci maddesinin b fıkrası
şümulüne giren hâllere müteallik ise emir ifa olunmaz ve fakat gecikmeksizin
en kısa yoldan bir derece yukarı amire malûmat verilir. Bu takdirde emrin
yapılmasından doğacak bütün mesuliyet asta aittir.” biçimindedir.
Bu hükümlerden anlaşılacağı üzere; amirin vereceği emir hizmete
ilişkin olmalıdır. Askerlik maksat ve menfaatlerini ilgilendiren emirler hizmete
ilişkin sayılmaktadır. Emir hizmete müteallik değil ise, ast bu emri yerine
getirmeyecektir. Şayet, hizmete müteallik emir suç teşkil ediyorsa, emir veren
mutlak surette sorumludur. Ayrıca; emrin hududunu aşmış veya emrin
konusunun suç teşkil ettiğini bilerek emrin gereğini yapmış ise, emri yerine
getiren de, amir ile birlikte sorumlu tutulacaktır.
Somut olayımızda; sanığa verilen “nizamiyeye kayıt yaptırmaksızın
askerî araçla dışarıdan alkollü içki alma” emrinin, askerî hizmetle hiçbir
ilgisinin bulunmadığı ve askerî suç maksadıyla verilmiş olduğu açıktır. Nitekim,
sanık herhangi bir araştırma veya muhakeme gereği duymadan, kendisinden
istenilenin yasak edilmiş konular olduğunu derhâl emri verene bildirmiştir.
Askerlik maksat ve menfaatlerini ilgilendirmeyen ve hatta komutanlıkça
yasaklanmış hususların ifasını isteyen söz konusu emrin, aslında “emir”
niteliğini dahi taşımadığı, sadece bir istekten ibaret olduğu aşikârdır. Böyle bir
talebin gereğinin yapılmasını öngören herhangi bir yasa ve yönetmelik hükmü
bulunmadığı gibi; aksine yapılması hâlinde eylemi ika eden kişinin de suç
işlemiş fail olarak sorumlu tutulacağına dair yasal düzenleme bulunmaktadır.
Sanık hazırlık ifadesinde: “emre karşı gelmemek için yapmak zorunda
kaldım” cümlesini kullanmış, sorgusunda, “mecburen almak zorunda kaldım”
beyanında bulunmuş, nöbetçi astsubayından çekindiğini ve isteğini yerine
getirmemesi hâlinde olumsuz bir durumla karşılaşma ihtimalini dile getirmeye
çalışmıştır. Ancak, ASCK’nın 46/1 maddesi: “1. Vazife ve hizmette şahsî
tehlike korkusu cezayı hafifletmez...” şeklindedir. Bu nedenle, sanığı, nöbetçi
astsubayın isteğini yapmaya iten sübjektif sebeplerin, hukuken bir öneminin
bulunmadığı ortadadır.
Takriben bir senelik asker olan sanığın, kendisinden istenilen hususun
emirlere aykırı olduğunu bilmesine rağmen, durumu derhâl nöbetçi amirine
bildirmek yerine, basit bir itirazla yetinip, bile bile suç teşkil eden isteğe icabet
etmesi makul ve hukuken kabul edilebilir bir davranış olarak
değerlendirilmemiş; sanığa isnat edilen suç, yerleşik Askerî Yargıtay
kararlarında belirtildiği gibi, genel kasıtla işlenebilen bir suç olduğundan,
nöbetçi amirinden izin alınması, görev kâğıdıyla ve araç komutanıyla çıkış
yapılması ve kışlaya alkollü içki sokulmamasına dair emirlere bilerek ve
isteyerek aykırı davranan sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
kanısına varılmıştır.
Bu itibarla, Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulü ile yerinde
bulunmayan Daire kararının kaldırılıp, beraet hükmünün bozulmasına karar
vermek gerekmiştir.
309
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/118
K.No. : 2004/110
T.
: 8.7.2004
ÖZET
İnşaatı devam eden hizmet binasının çatısının yoğun kar
yağışı nedeniyle hasar görüp çökme tehlikesi arz etmesi nedeniyle,
binanın çatısına çıkılmasını yasaklayan emir hizmete ilişkin olup
yasağa uyulmaması emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, “Binanın
çatısına çıkılmaması” konusundaki emrin hizmete ilişkin olup olmadığı
noktasındadır.
Daire, personelin can güvenliğini sağlamaya yönelik emrin hizmete
ilişkin olduğu sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık, söz konusu emrin tavsiye
niteliğinde görülmesi gerektiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
J.Snr.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden sanığın, bölük
komutanının, “Hâlen inşaat hâlindeki yeni hizmet binasının çatısına tehlike arz
ettiğinden dolayı çıkılmasının yasak olduğu, emir esaslarına göre hareket
edilmesini, herhangi bir aksaklığa meydan verilmemesini...” şeklindeki emrini
10.2.2003 tarihinde tebellüğ etmiş olmasına rağmen, 6.4.2003 günü saat 09.20
civarı yeni hizmet binasının çatı katına çıktığı dosya kapsamından anlaşılmıştır.
ASCK’nın 87/1’inci maddesi : “Hizmete ilişkin emri hiç yapmayan
asker kişiler...” hükmünü içermekte olup; ASCK’nın 12’nci maddesi “Hizmeti”:
“Bu kanunun tatbikatında (hizmet) tabirinden maksat gerek malûm ve muayyen
olan ve gerek bir amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun
tarafından yapılması hâlidir.” biçiminde tarif etmektedir. Bu tanımlamaya
paralel olacak şekilde, TSK İç Hizmet Kanunun 6’ncı maddesinde : “Hizmet:
Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla
amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir.” hükmü
yer almaktadır.
ASCK’nın 12’nci maddesinde değinilen “vazife” ise, TSK İç Hizmet
Kanununun 7’nci maddesinde: “Hizmetin icap ettirdiği şeyi yapmak ve
menettiği şeyi yapmamaktır.” şeklinde tanımlanmıştır.
Hizmetin neyi gerektirdiği konusunda kanunlar iki noktaya işaret
etmektedir. Bunların ilki; malûm ve muayyen olan hususlar, yani kanunlarla
310
nizamlarda belirlenmiş konular; ikincisi ise, bu tür üst normlarca
düzenlenmemiş, ancak amir tarafından resen öngörülüp emir konusu yapılan
hususlardır.
Askerlik hizmetinin kendine has yapısını nazara alan kanun koyucu,
hizmetin gereklerini kanunla düzenlemekle yetinmemiş, duruma göre amirin
resen emredeceği hususların da “hizmet” teşkil edeceğini öngörmüştür. Askerlik
maksat ve menfaatlerini ilgilendiren emirlerin hizmete ilişkin oldukları
uygulamada yerleşik olarak kabul edilmiştir. Ancak, askerlik maksat ve
menfaatlerinin neleri kapsadığı ve neleri ifade ettiği meselesi, bizzat yargılama
makamınca, olayına özgü olarak irdeleme yapılarak çözümlenmesi gereken bir
sorundur.
Somut olayımızda; inşaatı devam eden yeni hizmet binasının çatısının,
yoğun kar yağışı nedeniyle hasar görüp çökme tehlikesi arz etmesi nedeniyle,
personelin can güvenliğini düşünen bölük komutanının, binanın çatısına
çıkılmasını yasaklaması söz konusudur. TSK İç Hizmet Kanununun “Umumî
Vazifeler” Bölümünde yer alan 40’ıncı maddesi: “Askerin bakımı, sağlığı,
yedirilmesi, giydirilmesi, barındırılması ve moralinin yüksek tutulması dikkat
ve itina ile sağlanacak en mühim vazifelerdir.” hükmünü amirdir. Yasanın bu
hükmü uyarınca, müstakil bir askerî birliğin komutanı olan bölük komutanının,
personelin sağlığını ve can güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğu açıktır. Bu
vazifeyi ifa edebilmesi için, mevcut şartlar dâhilînde en makul ve amaca
elverişli çözümün, binanın çatısına çıkılmasının yasaklanması olduğunda
tereddüt bulunmamaktadır. Alınan bu tedbirin, tutarsız, dengesiz, yersiz ve
hukuka aykırı olmadığı da aşikârdır. Kaldı ki, yasaklamaya ilişkin emir, askerî
birliğin güncel faaliyetlerinin yürütülmesine ilişkin idarî bir düzenleme
metninden ibaret olmayıp, somut bir tehlikeye karşı düşünülüp müstakil olarak
kaleme alınarak personele tebliğ edilmiş dar kapsamlı bir emirdir.
Personelin sağlığını ve can güvenliğini korumanın, doğrudan askerî
birliğin disiplini, güvenliği ve üstlendiği vazife ile ilintili olduğu dikkate
alındığında, söz konusu emrin, askerlik maksat ve menfaatlerine hizmet ettiği,
dolayısıyla emrin hizmete ilişkin olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sonuç itibariyle; “Binanın çatısına çıkılmamasına” dair emri hizmete
ilişkin kabul eden askerî mahkemenin kurduğu mahkûmiyet hükmünü onayan
Daire kararı yerinde bulunmuş ve Başsavcılığın isabetli görülmeyen itirazının
reddine karar vermek gerekmiştir.
311
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/136
K.No. : 2004/126
T.
: 7.10.2004
ÖZET
Kışlada içki içilmeyeceğine ilişkin emrin tebellüğ tarihî
belgede yer almamakla birlikte, eylemin seyir ve işleniş biçiminden
sanığın
kışlaya
içki
sokulmasının
yasaklandığını
bildiği
anlaşıldığına göre emre itaatsizlikte ısrar suçu oluşur.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu, sanık Ter.J.Er
E.U. ile ilgili mahkûmiyet kararında noksan soruşturma teşkil edebilecek bir
eksiklik olup olmadığı noktasındadır.
Sanık E.U. hakkındaki eylemle ilgili olarak Daire ile Başsavcılık
arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, sanığın içki içmenin yasak
olduğuna ilişkin emirden suç tarihinden evvel haberdar olup olmadığına
ilişkindir.
Daire, sanık E.U.’nun suç tarihinde içki içmenin yasak olduğuna ilişkin
emri bilip bilmediğinin dosyada isim ve rütbeleri yer alan bir kısım tanıkların
ifadelerine başvurularak araştırılması gerektiğinden bahisle bu sanıkla ilgili
mahkûmiyet hükmünü noksan soruşturma sebebiyle bozmuş iken,
Başsavcılık, sanık E.U.’nun suç tarihi itibariyle bu emirden haberdar
olduğunun dosya içeriğinde yer alan beyan ve bilgiler kapsamında sübuta
erdiğini, dolayısıyla da bu konunun araştırılmasına gerek bulunmadığını ileri
sürerek, aksi doğrultudaki Daire kararına itiraz etmiştir.
“Kesinlikle içki içilmeyeceğine ilişkin” askerî hizmete yönelik Emniyet
ve Kaza Önleme Talimatının sanık E.U.’ya imza karşılığı tebliğ edildiği
konusunda tereddüt bulunmamakla birlikte, emrin tebellüğ tarihinin belgede yer
almamasından ötürü sanığın içki içilmeyeceğine ilişkin emri suç tarihi itibariyle
bilip bilmediğinin dosya kapsamı itibarıyla değerlendirilmesi gerekmektedir.
Sanık, olaydan 2 gün sonra birlik komutanlığınca tespit edilen
ifadesinde, İlçe J.Komutan Vekili J.Bçvş.B.B.’nin “yasak olduğunu bildiğiniz
hâlde neden içki içtiniz” biçimindeki sorusuna “kışla içerisinde alkol
kullanmanın yasak olduğu sıralı amirlerim tarafından tebliğ edildi ve alkol
kullanmanın yasak olduğunu biliyordum, suçumu kabul ediyorum.” şeklinde
yanıt vermesinin ardından, hakkında isnatla ilgili olarak ayrıntılı açıklamalarda
bulunmuştur.
312
Sanık E.U.; istinabe suretiyle tespit olunan 21.5.2001 tarihli
sorgusunda, hazırlıktaki bu ifadesini aynen tekrar ettiğini beyan etmiştir.
Yargılama konusu olayın seyir biçimine bakıldığında Cezaevi Jandarma
Karakol K.lığında görev yapan sanık J.Er E.U.’nun çarşıdan temin ettiği biraları
jandarma karakoluna getirmesinin ardından bu biraları (ele geçmesini önlemek
maksadıyla) su kanalının içinde sakladığı, bir müddet muhafaza ettiği alkollü
içkileri 22.11.2000 günü saat 19.30 civarında içtiği anlaşılmaktadır. Gerek sanık
E.U.’nun biraları havanın karardığı ve günlük mesai saatinin çoktan bittiği
saatlerde gizlediği yerden çıkarması ve gerekse bu içkileri nispeten tenha bir
yerde tüketmesi, icra edilen eylemin üst ve amirler tarafından öğrenilmesini
arzulamadığını göstermektedir. Sanık E.U.’yu bu yolda tedbir almaya yönelten
temel nedenin ise komutanlarınca önceden verilen emre aykırı hareket etme
endişesi olduğu sonucuna varılmıştır.
Sanığın kışlaya içki sokulmasının yasaklandığını bildiğine ilişkin
hazırlık ve son soruşturma beyanlarının doğruluğu yargılama konusu eylemin
seyir ve işleniş biçimiyle bir anlamda ispatlanmış durumdadır.
Açıklanan nedenlerle; Başsavcılığın isabetli görülen itirazının kabulü
ile, Sanık E.U. hakkındaki mahkûmiyet hükmünü noksan soruşturma sebebiyle
bozan Daire kararının konuyla ilgili bölümünün kaldırılmasına, temyiz
incelenmesine devam edilmek üzere dosyanın Daireye iadesine karar
verilmiştir.
313
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/1035
K.No. : 2004/1033
T.
: 20.10.2004
ÖZET
ASCK'nın
87/1’inci
maddesinin
ikinci
cümlesinde
düzenlenen, “emrin yerine getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça
reddetmek suretiyle” ya da “emir tekrar edildiği hâlde emri yerine
getirmemek suretiyle” işlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunun söz
konusu olabilmesi için, emrin verilmesi üzerine, emrin muhatabının
amire karşı söz veya fiilî ile emri yerine getirmeyeceğini açıkça
söylemesi, ya da emir tekrar edildiği hâlde, emrin gereğinin yerine
getirilmemesi gerekmektedir.
Askerî mahkemece, sanığın 18.2.2004 tarihinde emre itaatsizlikte ısrar
suçunu işlediği kabul edilerek, eylemine uyan ASCK’nın 87/1 (emrin yerine
getirilmesini söz veya fiil ile açıkça reddedenler cümlesi), TCK’nın 59/2’nci
maddeleri uyarınca sonuç olarak iki ay on beş gün hapis cezasıyla
cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, suç tarihinde kendisine önce nöbet yazıldığı, daha sonra
denetleme nedeniyle 11.15-13.15 nöbetinin Er C.A.’ya verildiğini, kendisi
denetlemeye alındığı için 17.15-19.15 nöbetine de bu durum nedeniyle
gitmediğini ileri sürerek hükmü temyiz etmiştir.
Tebliğnamede, hükmün suç vasfında yanılgı nedeniyle bozulması
yolunda görüş bildirilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; sanığın 18.2.2004 günü 11.15-13.15, 17.1519.15 saatleri arasında arşiv nöbetçisi olduğu; aynı gün yapılan denetleme
nedeniyle, komutanlık nöbet değişim emri nedeniyle 11.15-13.15 nöbetinin P.Er
C.A. tarafından tutulduğu, denetlemenin aynı gün saat 16.00’da sona erdiği,
sanığın 17.15-19.15 saatleri arasındaki nöbetini tutması gerektiği hâlde nöbete
gelmemesi nedeniyle, aynı gün birlikte görevli Er İşlem Kısım Astsubayı
P.Bçvş.B.E. tarafından P.Er C.A.’nın sanığı iki kez nöbete çağırdığı, sanığın
ilkinde denetlemeye çıkanların nöbet tutmayacaklarını söyleyerek, ikincisinde
ise, nöbete gelmeyeceğini belirterek nöbete gelmediği, böylece emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek hakkında mahkûmiyet hükmü
tesis edildiği anlaşılmaktadır.
Olay günü saat 16.00’da denetleme sona ermesine rağmen, sanığın iki
kez de çağrıldığı hâlde 17.15-19.15 saatleri arasındaki nöbetini tutmamak
314
suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği, dosya kapsamından anlaşılmış
bulunmaktadır.
Suçun sübutu konusunda bir duraksama bulunmamakla birlikte
eylemin, suçun ağırlaştırılmış hâlini oluşturduğunun kabulünde isabet
bulunmamaktadır. Zira; ASCK’nın 87/1’inci maddesinin ikinci cümlesinde
düzenlenen, “Emrin yerine getirilmesini söz veya fiilî ile açıkça reddetmek
suretiyle “ya da” emir tekrar edildiği hâlde emri yerine getirmemek suretiyle”
işlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunun söz konusu olabilmesi için, emrin
verilmesi üzerine, emrin muhatabının amire karşı söz veya fiilî ile emri yerine
getirmeyeceğini açıkça söylemesi, ya da emir tekrar edildiği hâlde, emrin
gereğinin yerine getirilmemesi gerekmektedir. ASCK’nın 87/1 inci madde 2’nci
cümlesinde emre itaatsizlikte ısrar suçunun vasıflı hâli söz konusudur.
Dolayısıyla bu suçun basit hâline göre koşulları ve neticesi farklılık arz
etmektedir.
Sanığa nöbet görevine ilişkin olarak bölük komutanı tarafından emir
verilmekte, uygulayıcıları tarafından da emrin icra edilip edilmediği takip
edilmektedir. Dolayısıyla ancak bölük komutanı veya uygulayıcıları tarafından
emrin yapılmasının tekrarı yolunda bir emir verilmesine rağmen bunun yerine
getirilmemesi hâlinde anılan suçun mevsuf hâli söz konusu olabilecektir.
Dava konusu olayda, nöbet görevinin yerine getirilmesi konusunda bir
sorumluluk ve yetkisi olmayan Er İşlem Kısım Astsubayı tarafından, sanığın bir
er vasıtasıyla nöbete davet edilmesi üzerine, ilkinde “denetlemeye çıkanlar
nöbet tutmayacaklar”, ikincisinde “nöbete gelmiyorum” şeklindeki sözleri,
kendisini nöbete çağıran ere karşı sarf etmiş olmasında ASCK’nın 87/1’inci
madde 2’nci cümlesi unsurları bulunmadığından, ASCK’nın 87/1’inci madde
1’inci cümlesi uygulanmak suretiyle hüküm kurulması gerekir iken, 2’nci
cümlesi uygulanmak suretiyle hüküm kurulması nedeniyle, hükmün
bozulmasına karar verilmiştir.
315
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/142
K.No. : 2004/138
T.
: 21.10.2004
ÖZET
Kışlada alkollü içki içilmesini yasaklayan hizmet emri,
kışlaya alkollü içki sokulmasını da kapsar. Kendilerine önceden
tebliğ edilmiş talimata aykırı hareket ederek birlik içerisine alkollü
içki sokan sanıklar açısından emre itaatsizlikte ısrar suçları
oluşmuştur.
Daire ile askerî mahkeme arasındaki uyuşmazlığın konusu; atılı emre
itaatsizlikte ısrar suçlarının sübuta erip ermediği noktasındadır.
Daire; alkollü içki içilmesini yasaklayan ve suç tarihinden önce
sanıklara tebliğ edilen hizmete ilişkin emrin doğal olarak birliğe içki
sokulmasını da menettiğini, talimata aykırı hareket ederek birlik içerisine
alkollü içki sokan sanıklar açısından emre itaatsizlikte ısrar suçlarının
oluştuğunu kabul ederek, aksi yönde değerlendirmeyle tesis edilen beraet
hükümlerinin sübut yönünden bozulmalarına karar vermiş iken;
Askerî mahkeme; birlik içerisine alkollü içki sokulmasının
yasaklandığına ilişkin herhangi bir emir veya talimat bulunmadığını, içki
içilmesini yasaklayan emrin sanıklar aleyhine hüküm doğuracak şekilde
genişletici bir yoruma tâbi tutulmasının kişi özgürlüğünün daha fazla
kısıtlanmasına sebebiyet vereceğini belirterek, direnmek suretiyle her iki sanık
hakkında beraet kararı vermiştir.
Osmaniye Kh.Srv.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini sürdüren sanık
İs.Er A.B.’nin 21.4.2001 tarihinde aynı birlikte görevli diğer sanık İs.Er G.B.’ye
para vererek dışarıdan alkollü içki almasını istediği, kışlayı çevreleyen tel
örgüleri aşarak gizlice dışarı çıkan ve bir müddet sonra birliğe dönen G.B.’nin
dışarıdan tedarik ettiği alkollü içkiyi diğer sanık A.B.’ye götürdüğü esnada Bl.
Nöb.Astsb. tarafından yakalandığı, bölükte görevli erbaş ve erlerin alkollü içki
kullanmalarını yasaklayan “Sağlık Koruma Emniyet Talimatının” her iki sanığa
daha önceden tebliğ edildiği sabit olup, esasen bu konuda Daire ile askerî
mahkeme arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için; her şeyden önce “verilen emrin” askerî hizmete
ilişkin olması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle “hizmet ve hizmete ilişkin”
316
kavramlarının tartışılmasında yarar vardır. Hizmet; TSK İç Hizmet Kanununun
6’ncı maddesinde “kanunlarla nizamlarda yapılması veya yapılmaması yazılmış
olan hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir” şeklinde tanımlanmış iken, ASCK’nın 12’nci maddesi hizmeti;
“Malûm ve muayyen olan hususlar ile amir tarafından emredilen askerî
vazife”nin madun tarafından yapılması..” olarak tarif etmiştir.
İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesine göre ise vazife; “hizmetin icap
ettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır.Bu açıklamalar
ışığında, ASCK’nın 12’nci maddesindeki “malûm ve muayyen olan askerî
vazife”yi; kanunlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş olan
hususlar olarak; “bir amir tarafından emredilen vazife”yi ise; kanunlarda ve
nizamlarda açıkça gösterilmeyip yetkililerin takdirlerine bırakılan hususlar
şeklinde anlamak gerekmektedir. Bu tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir
vermeye yetkili amirlerin hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde
yürütülmesini temin etmek maksadıyla ve kanuna aykırı olmamak koşuluyla
somut kural ve prensipler koyabilme yetkisine sahip olduklarıdır.
ASCK’nın 12, 87 ile İç Hizmet Kanununun 6 ve 7’nci maddelerinin
içeriğinden çıkan diğer sonuç ise, malûm ve muayyen hâle getirilerek ilgilisine
duyurulan hizmete ilişkin kurallara bilerek ve isteyerek riayet edilmemesinin
emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut verebileceğidir.
Diğer yandan, TSK İç Hizmet Kanununun 17’nci maddesine göre; amir
maiyetinin ahlâkî, ruhî ve bedenî hâllerini daima nezaret ve himaye altında
bulundurmakla görevlidir. Bu görevin bir gereği olarak birlik komutanlığının
bölüğünü alkolün sağlık üzerindeki olumsuz etkilerinden uzak tutmak, askerlik
hizmetinin kesintisizlik ilkesine uygun olarak daima göreve hazır vaziyette
bulundurabilmek amacıyla yasalarda belirtilmeyen konularda düzenleme
yapılabileceği, askerî hizmetin düzgün ve verimli bir biçimde yürütülmesini
hedefleyen bu düzenlemelere aykırı davranışların emre itaatsizlikte ısrar suçuna
vücut verebileceği yerleşik Askerî Yargıtay içtihatlarıyla kabul edilmiştir.
Konuya bu açıklamalar doğrultusunda bakıldığında; sanıklara suç
tarihinden önce tebliğ edilen “Sağlık Koruma Emniyeti Talimatı”nın 42’nci
maddesinde; “Hiçbir bölük erbaş ve erinin alkollü içki kullanmayacakları”
açıkça belirtilmiştir.
Talimata bu maddenin eklenmesindeki temel maksadın; silâh altındaki
erbaş ve erleri alkollün fizyolojik ve psikolojik anlamdaki olumsuz etkilerinden
korumak olduğu, dolayısıyla da mahiyeti itibariyle bu sonucun doğmasına
neden olabilecek potansiyel hâl ve durumların ortaya çıkmasının da birlik
komutanlığı tarafından önlenmek istendiğinin kabulü gerekmektedir.
Kaldı ki, birlikteki erbaş ve erlerin alkollü içki içmesine engel olmak
amacıyla yapılan düzenlemenin aynı nitelikteki maddelerin kışlaya serbest
biçimde sokulmasına ve bunların bölük içerisinde bulundurulmasına da
müsaade etmeyeceği hukuk mantığının bir gereğidir.
317
Bu husus Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun konuyla ilgili 4.12.1997
gün ve 1997/157-156 ve 7.1.1999 gün ve 1999/20-5 sayılı kararlarında da
açıkça kabul edilmiştir.
Bu yönüyle;
Birlik içerisindeki er ve erbaşların alkollü içki içmesine engel olmak
maksadıyla bölük komutanı tarafından yapılan düzenlemenin kışlaya alkollü
içki sokulmasını da kapsadığından hareket ederek, her iki sanık açısından atılı
emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erdiği sonucuna varan Dairenin konuyla
ilgili kabul ve değerlendirmesinde herhangi bir isabetsizlik görülmediğinden,
direnilmek suretiyle verilen beraet hükümlerinin sübut (esas) yönünden
bozulmalarına karar verilmiştir.
318
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/163
K.No. : 2004/140
T.
: 21.10.2004
ÖZET
“İlâç tasarrufunun yaygınlaştırılarak daha etkin olarak
yürütülebilmesi maksadıyla, viziteye çıkan erbaş ve erlere tedavinin
gerektirdiği ilâçların günlük ihtiyaca uygun olarak adet olarak
verileceğine, birlik reviri dışındaki hastanelerden alınan ilâçların
günlük kullanılması gereken miktarı dışındakilerin tedavisi
sürenler tarafından revire teslim edileceğine” dair emir, bu emre
muhatap erbaş ve erler açısından da hizmete yönelik bir emirdir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu,
atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erip ermediği noktasındadır.
Daire; Eğitim ve Doktrin Komutanlığının ilâç tasarrufunun sağlanarak
buna ilişkin suiistimallerden kaçınılması maksadıyla yayınladığı emrin birlik
komutanları ve revir sorumlularına görevler yüklediği, sanığa tebliğ edilen
“Emniyet ve Kaza Önleme Talimatının” 19’uncu maddesinde yer alan hususun
ise birlik komutanının er ve erbaşları kendi sorumluluklarına ortak tutma
amacıyla yaygınlaştırıldığı, ruh sağlığının bozuk olması nedeniyle revir
sorumlusunun gözetimine muhtaç durumdaki sanık açısından bu talimatın
hizmete ilişkin bir emir olmadığı sonucuna vararak, mahkûmiyet hükmünün
sübut yönünden bozulmasına karar vermiş iken,
Askerî mahkeme, sanığa tebliğ edilen emrin askerî bir menfaat ve
değeri himaye etmeyi hedeflemesinden dolayı buna aykırı harekette bulunan
sanık yönünden atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğunu ileri sürerek,
eski hükümde direnmek suretiyle mahkûmiyet yönünde hüküm tesis etmiştir.
Sanık M.G.’nin 9.6.2003 tarihinde sevk edildiği İzmir Mevki Hastanesi
Psikiyatri Servisindeki muayenesi sonunda verilen reçeteli ilâçlarıyla birliğine
döndüğünde, yürürlükteki emir ve uygulamaya göre ilâçlarını birlik revirine
teslim edip günlük dozu yanına alması gerekirken buna uymadığı, vizite
çavuşunun, reçetesini kontrolünde; ilâç yazıldığını görüp ilâçlarını alıp
almadığını sorduğunda, sanığın, almadığını söylemesi üzerine kendisine
ilâçlarını revirden almasını söylediği, sanığın revire uğramaksızın üzerinde
tuttuğu ilâçlardan “Melleril” isimli ilâcın tümünü verildikten 2 gün sonra
11.6.2003 tarihinde içtiği, saat 08.00 sularında karşılaştığı Onb.A.G.’ye durumu
319
anlattığı, rahatsızlanan sanığın hastaneye kaldırılarak midesinin yıkandığı sabit
olup, esasen bu konuda Daire ile askerî mahkeme arasında herhangi bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Ortaya çıkan meselenin çözümlenebilmesi açısından; öncelikli olarak
Emniyet ve Kaza Önleme Talimatının 19’uncu maddesinin hizmete ilişkin bir
emir olup olmadığının, hizmete ilişkin emir olduğunun kabulü durumunda ise,
sanığa itaat yükümlülüğü getirip getirmediğinin yürürlükteki askerî mevzuat
hükümleri dâhilinde incelenmesi gerekmektedir.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için; her şeyden önce “verilen emrin” askerî hizmete
ilişkin olması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle “hizmet ve hizmete ilişkin”
kavramlarının tartışılmasında yarar vardır. Hizmet; TSK İç Hizmet Kanununun
6’ncı maddesinde “kanunlarla, nizamlarda yapılması veya yapılmaması
yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya
yasak edilen işlerdir” şeklinde tanımlanmış iken, ASCK’nın 12’nci maddesi
hizmeti; “Malûm ve muayyen olan hususlar ile amir tarafından emredilen askerî
vazife”nin madun tarafından yapılması...” olarak tarif etmiştir.
İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesine göre ise vazife; “hizmetin icap
ettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır.Bu açıklamalar
ışığında, ASCK’nın 12’nci maddesindeki “malûm ve muayyen olan askerî
vazife”yi; kanunlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş olan
hususlar olarak; “bir amir tarafından emredilen vazife”yi ise; kanunlarda ve
nizamlarda açıkça gösterilmeyip yetkililerin takdirlerine bırakılan hususlar
şeklinde anlamak gerekmektedir. Bu tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir
vermeye yetkili amirlerin hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde
yürütülmesini temin etmek maksadıyla ve kanuna aykırı düşmemek koşuluyla
somut kural ve prensipler koyabilme yetkisine sahip olduklarıdır.
ASCK’nın 12, 87 ile İç Hizmet Kanununun 6 ve 7’nci maddelerinin
içeriğinden çıkan diğer sonuç ise, malûm ve muayyen hâle getirilerek ilgilisine
duyurulan hizmete ilişkin kurallara bilerek ve isteyerek uyulmamasının emre
itaatsizlikte ısrar suçuna vücut vereceğidir.
TSK İç Hizmet Kanununun 57’nci maddesi “Silâhlı Kuvvetler sağlık
işlerinde askerlerin fizik ve moral durumlarını takip ve koruyucu tababetin
tatbikî esastır. Bu hizmetin yürütülmesinden kıt'a kumandanları ve kurum
amirleri ile bunların tabipleri sorumludur” hükmünü içermekte iken, aynı
Kanunun 60/2’nci maddesi; askerî tabibin hastaneye sevkine lüzum duyduğu
erbaş ve erlerin hastaneden döndüklerinde kıt'a veya askerî kurum tabibine
gösterilmeleri gerektiğini öngörmüştür.
Diğer yandan, TSK İç Hizmet Kanununun 17’inci maddesine göre; amir
maiyetinin ahlâkî, ruhî ve bedenî hâllerini daima nezaret ve himaye altında
bulundurmakla görevlidir.
Yine İç Hizmet Kanununun 40 ve İç Hizmet Yönetmeliğinin 89’uncu
maddelerinde, askerlerin sağlığının korunarak sağlıklı koşullarda görev
yapmalarının sağlanabilmesi için konunun yakından takip edilmesinin ve bu
320
konuda gerekli tedbirlerin alınmasının kurum amirinin görevi olduğu
belirtilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra yargılama konusu olayımıza dönüldüğünde;
KKK’lığı Eğitim ve Doktrin Komutanlığının “İlâç Tasarruflarının
Arttırılması ve İlâçla İlgili Suiistimallerin Önlenebilmesi” konulu 16.2.2002
tarihli emrinin 19’uncu maddesinde “İlaç tasarrufunun yaygınlaştırılarak daha
etkin olarak yürütülebilmesi maksadıyla, viziteye çıkan erbaş ve erlere ilâçlar
tedavinin gerektirdiği ihtiyaca uygun olarak adet olarak verilecektir” hükmüne
yer verilmiştir.
Bu emrin ast birliklere yayımlanarak duyurulmasının ardından, sanığın
görev yaptığı bölüğün komutanı Emniyet ve Kaza Önleme Talimatının 34’üncü
maddesine konuyla ilgili bir hüküm ekleyerek tabur reviri dışındaki
hastanelerden alınan ilâçların günlük kullanılması gereken miktarı
dışındakilerin revire teslim edilmesini emretmiştir.
Bu doğrultudaki emrin hem ilâç tasarrufunun sağlanarak bu konudaki
olası suiistimallerin önlenmesi hem de birlik komutanının İç Hizmet Kanun ve
Yönetmeliğinden kaynaklanan görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmesi
açısından önem taşıdığı ortadadır. Astının ruhî ve bedenî sağlığını korumakla
kanunen mükellef olan birlik komutanının bu konuda öngördüğü tedbirleri alma
ve yürürlüğe koyma adına birtakım düzenleyici tasarruflarda bulunabileceği, bu
maksatla yayımlanan Emniyet ve Kaza Önleme Özel Talimatının 34’üncü
maddesinin askerî vazifeye yönelik bir menfaati gözetmesinden dolayı da askerî
hizmete ilişkin olduğu açıktır.
9.6.2003 tarihinde İzmir Mevkii Asker Hastanesi Psikiyatri Bölümünde
yapılan muayenesi sonucunda kendisine “Borderline Kişilikte Anksiyete
Bozukluğu” tanısı konulan ve Reneron ve Melleril isimli 2 ayrı ilâcı doktor
kontrolünde kullanılmasına karar verilen sanık M.G.; bu ilâçları eczaneden
temin ederek aynı gün birliğine dönmüş, kendisine ilâç alıp almadığını soran
vizite sorumlusuna ilâç almadığını söyleyerek 11.6.2003 günü sabah 08.00
sularında yanında bulunan Melleril isimli haptan 30 adet içmiştir.
Nasıl ki er ve erbaşların sağlık koşullarına uygun biçimde askerlik
hizmetlerini sürdürebilmesi birlik komutanının vazifesinin ayrılmaz bir parçası
ise, aynı kişilerin bu maksatla alınan tedbirlere uyma yükümlülüğü de gerek
askerî hizmetin işleyişi gerekse askerî hiyerarşinin sürdürülebilmesi açısından
zorunludur.
Esasen, birlik komutanlığınca verilen emrin askerlerin sağlığı ile ilgili
olarak hangi risk ve sakıncaları bertaraf etmeyi hedeflediği ve bu emre aykırı
hareket edilmesi hâlinde ne türden istenmeyen olayların meydana gelebileceği
yargılama konusu olayın seyir biçimiyle ispatlanmış durumdadır.
Bu yönüyle; bölük komutanlığınca yayınlanan emrin sanık açısından da
hizmete yönelik bir emir olduğu sonucuna varılmıştır.
321
Gerek sanığa bu emrin tebliğ edildiğinin dosyada yer alan konuyla ilgili
tebliğ ve tebellüğ belgelerinden anlaşılması gerekse de sanığın bu uygulamayı
bildiğine ilişkin açıklamaları karşısında emrin sanığa tebliğ edildiğinin şüpheli
kaldığına ilişkin tebliğname görüşüne iştirak edilmemiştir.
Bu itibarla; hizmete ilişkin bir talebi suç işleme kastı ile hareket ederek
yerine getirmekten kaçınan sanık açısından atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun
tüm unsurları itibarı ile oluştuğu sonucuna varılarak, usul, sübut, vasıf, takdir ve
uygulama yönleri itibariyle de kanuna uygun olan direnme niteliğindeki
mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
322
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/1243
K.No. : 2004/1240
T.
: 26.10.2004
ÖZET
Kışla dışında ve izinli olunan bir sırada cep telefonu
bulundurma ve kullanmanın yasaklanmasına ilişkin emir hizmete
ilişkin değildir.
Askerî mahkemece; sanığın, emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
kabul edilerek, ASCK’nın 87/1 ve TCK’nın 59’uncu maddeleri gereğince 25
gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, hüküm, sanık
tarafından, sübut ve uygulamaya yönelik nedenlerle temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede: birlik komutanlığınca, cep telefonu kullanılması
yasaklanmış olmasına rağmen, 28.6.2003 tarihinde çarşı iznine çıkan sanığın
elinde cep telefonu bulunduğunun inzibatlar tarafından belirlendiği
anlaşılmaktadır.
Kışla içinde cep telefonu bulundurulması ve kullanılmasının
yasaklanmasına ilişkin emrin, birlik disiplin ve güvenliğini ilgilendirmesi
nedeniyle askerî hizmete ilişkin olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, kışla dışında ve izinli olunan bir sırada cep telefonu
bulundurma veya kullanmanın birlik disiplin veya güvenliği ile ilgili
olduğunun kabulüne olanak bulunmamaktadır. Bu konuya ilişkin emirlerin
amacı da, basit bir haberleşme aracı olmanın dışında başka amaçlarla da
kullanılması mümkün olan cep telefonları vasıtasıyla birlik güvenliğine
yönelik olarak doğabilecek tehlikeleri önlemek olduğu açıklamadan uzaktır.
İzinli olunan sırada ve kışla dışında cep telefonu bulundurma veya
kullanmanın, cep telefonu bulundurma veya kullanmayı yasaklayan emirler
kapsamında olduğunu kabul etmek, bu konudaki emirlerin amacına uygun
olmadığı gibi, böyle bir yasaklama, anayasal bir hak olan haberleşme
özgürlüğüne de aykırı olacaktır. Bu nedenle çarşı izni sırasında elinde cep
telefonu bulundurduğu belirlenen sanığın, atılı suçtan beraeti yerine
mahkûmiyetine karar verilmesi yasaya aykırı olduğundan, mahkûmiyet
hükmünün esas, (sübut) yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
323
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/162
K.No. : 2004/146
T.
: 4.11.2004
ÖZET
1. “Eğitim ders notlarındaki hataları düzeltmesinden sonra
evine gitmesi gerektiğine” dair batarya komutanınca verilen emir
askerî hizmete yönelik bir menfaati içerdiğinden, sanık uzman
çavuşun hizmete ilişkin bu isteme itaatsizlik kastıyla hareket ederek
uymaması emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur.
2. Batarya komutanının eleştiri ve muaheze sınırlarını aşan
sözleri nedeniyle sanık hakkında haksız tahrik hükümlerinin
uygulanması gerekir.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu;
atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erip etmediği noktasındadır.
Daire, sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin batarya komutanı tarafından verilen
ihtisas eğitimi ders notlarını hazırlamasına ilişkin emri kabiliyeti oranında
yerine getirmesine rağmen, bu kişinin keyfî davranışlarına maruz kaldığını,
sanık ile batarya komutanı Top.Ütğm.A.T. arasında hizmet ilişkisinin sona
ermesi nedeniyle hizmete ilişkin bir emrin varlığından söz edilemeyeceğini,
esasen sanığın kendisine verilen son emri 2 gün içinde yerine getirmiş
olmasından dolayı emre itaatsizlikte ısrar kastının da bulunmadığı kabul ederek,
mahkûmiyet hükmünün sübut yönünden bozulmasına karar vermiş iken,
Askerî mahkeme; atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunun tüm unsurları
itibariyle sübuta erdiğini, birlik komutanının davranışları sanık lehine haksız
tahrik hükümlerinin uygulanmasını gerektirse de, emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşumuna herhangi bir etkisinin bulunmadığını ileri sürerek, eski
hükümde direnmek suretiyle mahkûmiyet kararı vermiştir.
Batarya komutanı olan Top.Ütğm.A.T.’nin EDOK Komutanı tarafından
29.11.2002 Cuma günü yapılacak denetleme nedeniyle 25.11.2002 günü
bataryada görev yapan eğitici manga komutanlarını toplayarak, ihtisas eğitimi
ders notlarının değişen yeni formata göre el yazılarıyla yazılması hususunda
emir verdiği, 26.11.2002 Salı günü kendisine sunulan ders notlarını inceleyen
Top.Ütğm.A.T.’nin tespit ettiği eksikliklerin giderilmesi yönünde manga
komutanlarına emirler verdiği,
324
27.11.2002 Çarşamba günü ders notlarını tekrar kontrol eden batarya
komutanının sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin hazırladığı ders notlarının diğer
manga komutanlarının hazırladığı ders notlarına göre eksik ve hatalı olduğunu
belirterek, sanıktan bunları düzeltmesini istediği,
28.11.2002 Perşembe günü denetlemeye hazırlık maksadıyla manga
hâlinde yapılan eğitim esnasında sanığın anlatılan konuları dinlememesi
nedeniyle Top.Ütğm.A.T. tarafından “...salak salak sağına soluna bakıyorsun...”
şeklinde ikaz edildiği,
Batarya komutanı Top.Ütğm.A.T.’nin 27.11.2002 günü yapılan
eğitimde ilgisiz kaldığı için sanıktan 2.12.2002 saat 11.30’a kadar savunmasını
yapmasını istediği,
Keza, Top.Ütğm.A.T.’nin 28.11.2002 Perşembe günü sanık Top.Uzm.
Çvş.S.C.’nin eğitim seviyesinin yetersiz olduğunu, eğitimde bilgisizlik,
duyarsızlık ve vurdumduymazlık sergilediğini belirterek, 2.12.2002 tarihine
kadar savunmasını vermesini istediği,
29.11.2002 günü Top.Ütğm.A.T.’nin manga komutanı olan uzman
çavuşları toplayarak denetlemede görülen eksiklikleri anlattığı sırada sanık
Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin söz isteyerek eğitici ders notlarını arkadaşı Top.Uzm.
Çvş.E.D.’nin notlarından faydalanarak yazdığını, bu kişinin ders notlarının
onaylanmasına rağmen, kendisinin ders notlarının onaylanmadığını söylediği,
bunun üzerine Ütğm.A.T.’nin sanığı kastederek “...bu arkadaşınız sizi satıyor...”
dediği, sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin “...Beni arkadaşlarımın yanında rencide
ediyorsunuz...” demesinin ardından batarya komutanının “Rencide oluyorsan
dışarıya çık” diyerek sanığı odadan çıkardığı,
30.11.2002 Cumartesi günü bataryada görevli uzman çavuşlara
yazdıkları ihtisas eğitimi ders notlarını kontrol ve onaylanmak üzere bataryaya
getirmeleri hususunda Top.Ütğm.A.T. tarafından emir verildiği, hazırladıkları
ders notları Top.Ütğm.A.T. tarafından kontrol edilerek onaylanan uzman
çavuşların evlerine gitmelerine izin verildiği, sanığın ise aynı akşam saat 17.00
civarında Top.Ütğm.A.T.’nin odasına girerek eğitim notlarının hazır olduğunu
söylediği, batarya komutanı tarafından kontrol edilen ve bir bölümü onaylanan
41 sayfalık ders notunun yaklaşık 15 sayfasının yanlış ve yetersiz görülerek
üzerlerinin çizildiği; üzerleri çizilen ders notlarını düzeltip tekrar getirmesi
konusunda Top.Ütğm.A.T. tarafından sanığa emir verildiği,
Sanığın evine ne zaman gidebileceğini sorması üzerine Top.Ütğm.
A.T.’nin eksikliklerini gidermesinin ardından evine gidebileceğini söylediği,
“Emredersiniz” diyerek oradan ayrılan sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin bir süre
sonra kapıyı vurmadan odaya girerek, ders notlarının bulunduğu klâsörü batarya
komutanının masasına bıraktığı ve “..notları yazmıyorum, bataryada da
kalmıyorum.evime gidiyorum...” diyerek selâm vermeden odadan çıktığı,
ifadesinin alınması için yazıhaneye götürülen sanığa 2.12.2002 Pazartesi
gününe kadar ders notlarını hazırlaması için yazılı emir tebliğ edildiği,
sanığında belirtilen günde hazırladığı ders notlarını batarya komutanlığına
325
teslim ettiği, sabit olup, esasen bu konuda Daire ile askerî mahkeme arasında
herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için; her şeyden önce “verilen emrin” askerî hizmete
ilişkin olması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle “hizmet ve hizmete ilişkin”
kavramlarının tartışılmasında yarar vardır. Hizmet; TSK İç Hizmet Kanununun
6’ncı maddesinde “Kanunlarla, nizamlarda yapılması veya yapılmaması
yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle emredilen veya
yasak edilen işlerdir” şeklinde tanımlanmış iken, ASCK’nın 12’nci maddesi
hizmeti; “Malûm ve muayyen olan hususlar ile amir tarafından emredilen askerî
vazife”nin madun tarafından yapılması...” olarak tarif etmiştir.
TSK İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesine göre ise vazife; “hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır.Bu açıklamalar
ışığında, ASCK’nın 12’nci maddesindeki “malûm ve muayyen olan askerî
vazife”yi; kanunlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş olan
hususlar olarak; “bir amir tarafından emredilen vazife”yi ise; kanunlarda ve
nizamlarda açıkça gösterilmeyip yetkililerin takdirlerine bırakılan hususlar
şeklinde anlamak gerekmektedir. Bu tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir
vermeye yetkili amirlerin hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde
yürütülmesini temin etmek maksadıyla ve kanuna aykırı olmamak koşuluyla
somut kural ve prensipler koyabilme yetkisine sahip olduklarıdır.
ASCK’nın 12, 87 ile İç Hizmet Kanununun 6 ve 7’nci maddelerinin
içeriğinden çıkan diğer sonuç ise, malûm ve muayyen hâle getirilerek ilgilisine
duyurulan hizmete ilişkin kurallara bilerek ve isteyerek uyulmamasının emre
itaatsizlikte ısrar suçuna vücut vereceğidir.
Yargılama konusu olayımızda; komutanı olduğu bataryanın eğitim
düzeyinin yükseltilmesinden birinci derecede sorumlu olan Top.Ütğm.A.T.;
gerek denetlemeye hazırlık ve gerekse birlik içinde manga komutanları aracılığı
ile yürütülen eğitim faaliyetlerinde verimliliğin arttırılabilmesi amacıyla
aralarında sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin de bulunduğu bataryada görevli tüm
uzman çavuşlara ihtisas eğitimi ders notlarını değişen yeni formata göre el
yazısı ile yazmaları hususunda 25.11.2002 tarihinde emir vermiştir.
26.11.2002, 27.11.2002 ve 30.11.2002 tarihlerinde yaptığı kontrollerde
sadece sanık S.C.’nin değil bataryada görevli diğer uzman çavuşların hazırladığı
ders notlarında da eksiklik ve hatalar bulunduğunu belirleyen Top.Ütğm.
A.T.’nin bunların giderilmesini istediği, sanık dışındaki uzman çavuşların ders
notlarındaki düzeltmeleri yapmalarına karşın, sanığın bu konuya gerekli özen ve
hassasiyeti göstermediği, ders notlarının bir kısmını eşine yazdırdığı dosya
kapsamından anlaşılmaktadır.
Sanığın hazırladığı ders notları üzerinde mukayeseli inceleme yapan
Bilirkişi Top.Bnb.M.P.’nin verdiği rapordan da anlaşılacağı üzere; sanık
tarafından batarya komutanına ibraz edilen ders notları gerek içerik ve yazım
şeklî gerekse içerdiği teknik bilgiler açısından yeterli değildir.
326
Sanığın yararlandığını ileri sürdüğü Top.Uzm.Çvş.E.D.’ye ait ders
notlarının sanığın hazırladığı ders notlarına oranla daha iyi seviyede olduğu, her
iki ders notları üzerinde karşılaştırmalı inceleme yapan bilirkişi tarafından
beyan edilmiştir.
Bu nedenle; batarya komutanı Top.Ütğm.A.T.’nin Top.Uzm.Çvş.
E.D.’nin ders notlarını onaylamasına karşın, sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin ders
notlarında eksik ve hatalar bulunduğunu belirtmesinde takdir hakkının
kullanımına ilişkin herhangi bir keyfîlik görülmemiştir.
Sanık Top.Uzm.Çvş S.C.’nin hazırladığı ders notlarında batarya
komutanı tarafından belirlenen hata ve eksiklikleri gidermesi için gerekli olan
sürenin 1,5-2 saati geçmeyeceği, keza bu yöndeki çabanın özel bir kabiliyet
veya kapasite gerektirmediği verilen emrin içeriğinden de anlaşılmaktadır.
Bu itibarla; sanık Top.Uzm.Çvş.S.C.’nin amiri durumundaki Top.Ütğm.
A.T.’nin “ders notlarındaki hataları düzeltmesinden sonra evine gitmesi
gerektiğine” ilişkin emrinin askerî hizmete yönelik bir menfaati içerdiği,
hizmete ilişkin bu isteme itaatsizlik kastıyla hareket edilerek uyulmamasının da
unsur ve müeyyidesi ASCK’nın 87/1’inci maddesinin 2’nci cümlesinde yer alan
emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu sonucuna varan askerî mahkemenin
konuyla ilgili kabul ve değerlendirmesinde herhangi bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
Sanık kendisine verilen emri yerine getirmeyeceğini açıkça ifade
etmesinin ardından, hakkında soruşturma başlatıldığını öğrenerek batarya
komutanından özür dilemiştir. Batarya komutanı Top.Ütğm.A.T.’nin bozulan
askerî otoritesini düzeltmek amacıyla sonradan verdiği yazılı emrin sanık
tarafından (ceza almaktan korkarak) yerine getirilmesinin ise, unsurları
itibariyle oluşan emre itaatsizlikte ısrar suçuna herhangi bir tesiri
bulunmamaktadır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erdiğinin kabul edilmesinin
ardından, eylem bütünü içerisinde haksız tahrik teşkil edecek bir husus bulunup
bulunmadığının incelenmesine geçilmiştir.
Dosyada yer alan sanık ifadeleri ve aynı doğrultudaki tanık beyanlarının
irdelenip değerlendirilmesi sonucunda; 28.11.2002 günü yapılan eğitim
esnasında sanığa “...salak salak sağa sola bakıyorsun...” dediği belirlenen
keza 29.11.2002 tarihinde bataryada görevli diğer uzman çavuşların yanında
sanığı kastedip “...bu arkadaşınız sizi satıyor...” şeklinde sözler sarf eden, bu
sözlerin arkadaşlarının yanında kendisini rencide ettiğini söyleyen sanığa
“...rencide oluyorsan dışarı çık...” biçiminde cevap vererek, akabinde bu
kişiyi odadan çıkaran Top.Ütğm.A.T.’nin; yukarıda belirtilen söz ve
davranışlarının ASCK’nın 119’uncu maddesinde yer alan tenkit ve muaheze
sınırlarını aştığı, kişilik ve haysiyetine yönelik bu ifadelerin sanıkta gazap ve
elem hâli oluşturarak (ASCK’nın 92’nci maddesi) üç günlük süre içerisinde atılı
suçu işlemesine neden olduğu sonucuna varılarak, direnilmek suretiyle tesis
olunan mahkûmiyet hükmünün bu nedenden dolayı bozulması gerekmiştir.
327
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/1320
K.No. : 2004/1317
T.
: 9.11.2004
ÖZET
Askerî Cezaevinde cep telefonu bulundurulması ve
kullanılması eyleminin yasa koyucu tarafından suç olarak
düzenlenmiş olması nedeniyle, bu konuda verilen emre aykırı
hareket edilmiş olmasının ASCK’nın 87/1’inci maddesinde
tanımlanan emre itaatsizlikte ısrar suçunu değil, TCK’ya 5.2.2003
tarih ve 4806 sayılı Kanun ile eklenen 307/a maddesinde tanımlanan
cezaevinde cep telefonu bulundurmak ve kullanmak suçunu
oluşturduğu.
Askerî mahkemece; sanıkların, emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işledikleri kabul edilerek, ASCK’nın 87/1 ve TCK’nın 59/2’nci maddeleri
gereğince yirmibeşer gün hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar
verilmiştir.
Hükümler, adlî müşavir tarafından, sanıkların eyleminin TCK’nın
307/a maddesinde düzenlenen suçu oluşturduğu ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Yapılan
incelemede:
Askerî
Cezaevinde
cep
telefonu
bulundurulması ve kullanılmasının yasaklandığına ilişkin emir daha önce
kendilerine tebliğ edilmiş olmasına rağmen, Askerî Cezaevinde başka suçtan
tutuklu bulunan sanıklardan P.Er M.E.’nin 28.7.1004 tarihinde, cep telefonu
ile görüşme yaparken yakalandığı, yapılan soruşturma sırasında, cep
telefonunun diğer sanık P.Er H.Ç.’ye ait olduğunu söylediği, onun da bu
durumu doğruladığı, böylece sanıkların emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işledikleri kabul edilerek yazılı olduğu şekilde cezalandırılmalarına karar
verilmiş ise de;
Askerî Cezaevine girişte ve daha sonra sözlü olarak yapılan
ikazlarla, cezaevinde cep telefonu bulundurulmasının ve kullanılmasının
yasak olduğunun tüm tutuklu ve hükümlülere tebliğ edilmekte olduğu
dosyada yer alan ve cezaevi görevlileri tarafından düzenlenen tutanaktan
anlaşılmakta olup, dava dosyasında bu hususun sanıklara ayrıca tebliğ
edildiğine dair bir belge yer almamaktadır. Ancak, sanıklar ifadelerinde bu
yasaktan haberdar olduklarını beyan etmektedirler.
328
Türk Ceza Kanununa 4806 sayılı Kanun ile eklenen 307/a
maddesinde ise; “Ceza infaz kurumları ve tutukevlerine ... cep telefonu ...
sokanlar ...bunları ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde bulunduranlar
veya kullananlar .... cezalandırılırlar ...” hükmü yer almaktadır.
Anılan maddede açıkça ceza infaz kurumları ve tutukevlerine cep
telefonu sokulması, bulundurulması veya kullanılması eylemleri suç olarak
tanımlanmıştır.
Yasalarda unsurları gösterilerek suç olarak tanımlanmış ve cezaî
yaptırıma bağlanmış eylemlerin yasaklanmasına ilişkin emirlerin uyarı
niteliğinde bulunduğu, bu uyarıların hizmet emri olmayıp, tavsiye niteliğini
taşıdığı açıklamadan uzaktır. Birlik komutanı veya kurum amiri tarafından
yasalarda ayrıca suç olarak düzenlenmiş konularda verilen emirlerin yerine
getirilmemesi emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut vermeyip, eylem esasen
hangi suçu oluşturuyorsa o suça ilişkin yasa maddesinin uygulanması
gerekmektedir.
Askerî Cezaevinde cep telefonu bulundurulması ve kullanılması
şeklinde gerçekleşen somut olayda, eylemin yasa koyucu tarafından suç
olarak düzenlenmiş olması nedeniyle, bu konuda verilen emre aykırı hareket
edilmiş olmasının ASCK’nın 87/1’inci maddesinde tanımlanan emre
itaatsizlikte ısrar suçunu değil, TCK’ya 5.2.2003 tarih ve 4806 sayılı Kanun
ile eklenen 307/a maddesinde tanımlanan cezaevinde cep telefonu
bulundurmak ve kullanmak suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından,
mahkûmiyet hükümlerinin vasıf yönünden ayrı ayrı bozulmasına karar
verilmiştir.
329
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 88
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/90
K.No. : 2004/96
T.
: 17.6.2004
ÖZET
Eğitimin sona ermesinin ardından öğle yemeği için
yemekhaneye gitmek üzere amir tarafından görevlendirilen kıt’a
çavuşunun emir ve komutasında uygun adım yürüyüşünde ilerleyen
40-45 kişilik topluluğun, ASCK’nın 14’üncü maddesinin aradığı
anlamda hizmet maksadıyla bir araya geldiğinin kabulü
gerekmektedir. Belirtilen topluluk önünde cereyan eden itaatsizlik
fiilî, ASCK’nın 14 ve 88’inci maddeleri gereğince toplu asker
karşısında emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık konusu; atılı
emre itaatsizlikte ısrar suçunun toplu erat karşısında işlenip işlenmediği
noktasındadır.
Daire; bölükte görevli erbaş ve erlerin yemekhaneye topluca
götürülmesinin evvelce yayınlanan emrin bir gereği olduğunu, istirahat süresi
içerisinde de olsa yürüyüş kolunda yemekhaneye doğru ilerleyen askerlerin
durumunun hizmet hâli kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini; sayıları 40 ile
45 arasında değişen bu topluluk önünde cereyan eden itaatsizliğin ise
ASCK’nın 14 ve 88’inci maddeleri gereğince toplu erat karşısında emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu sonucuna varmış iken,
Başsavcılık, istirahat saatleri içerisinde yemekhaneye doğru ilerlemekte
olan er ve erbaşların askerî bir hizmetin icrası için bir araya getirilmediklerini,
bu konuda yayımlanan direktifin amacının ise yemeğin belirlenen süre zarfında
ve düzenli biçimde yenilmesini sağlamak olduğunu, yemekhaneye doğru
yürümekte olan askerlerin bu yönüyle ASCK’nın 14’üncü maddesi kapsamında
değerlendirilemeyeceğini ileri sürerek, bozma ilâmına karşı itirazda
bulunmuştur.
Edirne 9’uncu Mknz.P.Bl. K.lığı emrinde görev yapan sanık P.Er
E.S.’nin; 14.10.2003 günü saat 12.20 sularında P.Çvş.O.K.’nin emir ve komuta
ettiği 40-45 kişilik grupla birlikte yemekhaneye doğru ilerlerken ellerini cebine
sokup uygun adımda yürümediği, durumu gören Çvş.O.K.’nin sanığa “ellerini
cebinden çıkartıp, toplulukla birlikte uygun adımda yürümesi” hususunda 3-4
kez sözlü emir verdiği, bu emirlere itaat etmeyen P.Er E.S.’nin üstü durumunda
330
bulunan mağdura “elim sana giriyor mu” şeklinde karşılık verdiği, sabit olup,
esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
Sanığın mağdur P.Çvş.O.K.’ye karşı yukarıda belirtilen sözleri sarf
etmek suretiyle üste hakaret suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 85/1 ve
TCK’nın 59/2’nci maddeleri gereğince neticeten 2 ay 15 gün hapis cezasıyla
mahkûmiyetine karar verilmiş, temyiz edilen hüküm Dairece onanmak suretiyle
kesinleşmiştir.
Dosyada yer alan bilgilere göre; olayın meydana geldiği 14.10.2003
tarihinde bölük nöbetçi çavuşu olan P.Uzm.Çvş.A.A.; öğleden önceki eğitim
süresinin sona ermesinin ardından bölük içerisinde en kıdemli çavuş
durumundaki P.Çvş.O.K.’ye emir ve komutayı teslim ederek, bölüğün toplu
biçimde yemekhaneye götürülmesi hususunda emir vermiştir.
3’üncü Mknz.P.Tb.K.lığının onaylı bir sureti dosyada bulunan ve suç
tarihinden önce bölük personeline tebliğ edilen emri “Bölük personelinin
yemeğe toplu olarak gidip, yine toplu olarak çıkacağını” öngörmektedir.
Sanığın görev yaptığı birliğin komutanı P.Yzb.C.S. huzurda tespit edilen
yeminli ifadesinde; birlik içerisindeki olağan ve yerleşik uygulama
doğrultusunda bölükte görevli erbaş ve erlerin yemeğe toplu olarak gidip,
yemekten toplu olarak döndüklerini, tabur komutanlığının bu konuda emir
yayınlaması üzerine kendisinin de yemekhaneye bir çavuşun emir ve
komutasında gidilmesi hususunda emir verdiğini beyan etmiştir.
Tabur ve Bölük K.lığının “yemekhaneye toplu olarak gidilmesi ve toplu
olarak çıkılması” hususundaki emirlerinin askerlerin beslenme ihtiyaçlarının
düzenli bir biçimde karşılanmasının temini ile her askerîn bir diğerinin hakkını
çiğnemesine engel olmak şeklindeki doğrudan askerî hizmete ilişkin
menfaatlerin korunmasını hedeflediği açıktır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için; her şeyden önce
“verilen emrin” hizmete ilişkin olması zorunlu bulunmaktadır. Bu nedenle
“hizmet ve hizmete ilişkin” kavramlarının tartışılmasında yarar vardır. Hizmet;
TSK İç Hizmet Kanunun 6’ncı maddesinde “Kanunlarla nizamlarda yapılması
veya yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı ile veya sözle
emredilen veya yasak edilen işlerdir” şeklinde tanımlanmış iken, ASCK’nın
12’nci maddesi hizmeti; “Malûm ve muayyen olan hususlar ile amir tarafından
emredilen askerî vazifenin madun tarafından yapılması..” olarak tarif etmiştir.
İç Hizmet Kanunun 7’nci maddesine göre ise vazife; “Hizmetin icap
ettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır. Bu açıklamalar
ışığında, ASCK’nın 12’nci maddesindeki “Malûm ve muayyen olan askerî
vazifeyi; kanunlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş olan
hususlar olarak; “Bir amir tarafından emredilen vazife”yi ise; kanunlarda ve
nizamlarda açıkça gösterilmeyip yetkililerin takdirlerine bırakılan hususlar
şeklinde anlamak gerekmektedir. Bu tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir
vermeye yetkili amirlerin hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde
331
yürütülmesini temin etmek maksadıyla ve kanuna aykırı düşmemek koşuluyla
somut kural ve prensipler ihdas edebilme yetkisine sahip olduklarıdır.
ASCK’nın 12, 87 ile İç Hizmet kanunun 6 ve 7’nci maddelerinin
içeriğinden çıkan diğer sonuç ise, malûm ve muayyen hâle getirilerek ilgilisine
duyurulan hizmete ilişkin kurallara bilerek ve isteyerek riayet edilmemesinin
emre itaatsizlikte ısrar suçuna vücut verebileceğidir.
ASCK’nın 88’inci maddesi itaatsizliğin toplu erat karşısında
işlenmesini askerî hizmet ve disiplinin korunması açısından daha vahim bir hâl
olarak değerlendirerek, bu yöndeki ihlâlleri emre itaatsizlikte ısrar suçunun
nitelikli bir hâli olarak müeyyideye bağlamıştır.
Belirtilen madde; bir topluluğun eğitim, spor veya yemeğe gitme
maksadıyla toplanması gibi herhangi bir alt ayrıma yer vermemiş, itaatsizliğin
amir ve fail dışında hizmet maksadıyla bir araya gelen 7’den fazla asker şahsın
önünde gerçekleştirilmesini yeterli saymıştır.
Bölük Komutanının İç Hizmet Kanununun 6 ve ASCK’nın 12’nci
maddeleri gereğince vermiş olduğu emirler doğrultusunda teşkil ettirilen ve
P.Çvş.O.K.’nin sevk ve idaresi altında düzenli, disiplinli ve uygun adım
yürüyüşünde yemekhaneye doğru ilerlemekte olan topluluk aynı zamanda
yanaşık düzen eğitiminin ayrılmaz bir parçası durumundaki sıra hâlinde yürüyüş
faaliyetini de icra etmektedir.
Her faaliyetin belirli bir düzen ve disiplin içerisinde gerçekleştirilmesini
öngören askerlik yaşamında, askerlerin önceden belirlenmiş saatlerde
doyurulması da zorunludur. Bu anlamda yemeğe belirli bir düzen ve sıra
içerisinde gitme yükümlülüğü askerlik hizmetinin doğal bir gereğidir. Ancak
yemeğin toplu olarak yenilip, yemekhanenin terk edilmesinden sonradır ki,
askerî hizmetin bitip, istirahatın başladığının kabulü gerekir.
Bu itibarla;
Askerî usul ve nizamın öngördüğü program ve intizam içerisinde,
belirli bir amirin emir ve komutasında uygun adım yürüyüşünde ilerleyen 40-45
kişilik topluluğun ASCK’nın 14’üncü maddesinin aradığı anlamda hizmet
maksadıyla bir araya geldiğinin kabulü gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerden dolayı;
Atılı emre itaatsizlikte ısrar eyleminin toplu asker karşısında işlendiği
sonucuna varan Dairenin bu değerlendirmesinde kanuna aykırı bir yön ve
isabetsizlik bulunmadığından, Başsavcılığın aksi doğrultudaki itirazının reddine
karar verilmiştir.
332
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 89
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/4
K.No. : 2004/2
T.
: 13.1.2004
ÖZET
Emniyet ve Kaza Önleme Talimatına rağmen buldukları
roket mühimmatı ile oynayıp patlamasına ve bir onbaşının
yaralanmasına yol açan sanıkların eylemi, talimatın uyarı
niteliğinde olması nazara alındığında, ASCK’nın 89’uncu
maddesindeki suçu değil, TCK’nın 459’uncu maddesinde yazılı
tedbirsizlik ve dikkatsizlikle yaralamaya sebebiyet vermek suçunu
oluşturur.
Sanıkların, Beşiri İlçe Jandarma Komutanlığına bağlı Oğuz Jandarma
Karakolunda askerlik hizmetini yaptıkları sırada 15.9.2001 günü saat 10.30’da
karakol komutanı tarafından karakolun dış çevre aydınlatmalarının yanıp
yanmadığının kontrolü maksadıyla görevlendirildikleri, görevlerini yaptıktan
sonra karakola dönerlerken E.E.’nin dere yatağında kapsül şeklinde tanımlanan
bir cisim bulduğu, bu cismi 4 No.lu tankın bulunduğu nöbet yerine getirerek
oynamaya başladıkları, burada nöbetçi olan Onb.M.Ç.’nin sanıklara cisimle
oynamamalarını, komutanlarına haber vermelerini söylediği hâlde, sanık
E.E.’nin cismin arkasındaki kanatçıkları yan keskiyle kestiği, diğer sanık
M.M.S.’nin de cismin ön kısmını çıkarmaya çalıştığı, çıkaramayınca cismi
duvara vurduğu ve cismin patladığı, sanıklar ile nöbetçi Onb.M.Ç.’nin
yaralandıkları, bu cismin 66 mm’lik M 72 A2 lâv silâhına ait roket mühimmatı
olduğu sanıklar ile mağdur ve tanık ifadeleri, dosyadaki yazılı delillerden
anlaşılmaktadır.
Askerî mahkemece, sanıkların kendilerine tebliğ edilmiş olan, ayrıca
olaydan 5 gün önce verilen “emniyet kazalarını önleme dersinde” anlatılan
“Emniyet ve Kaza Önleme Özel Talimatı” nın 32’nci maddesinde belirtilen,
“Arazide bulduğum şüpheli malzeme, patlayıcı madde ve buna benzer
cisimlerle oynamayacağım, bulduğum ya da gördüğümde haber vereceğim.”
şeklindeki emre aykırı hareket etmek birbirlerinin hayatî tehlike risklerine yol
açmak suretiyle büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işledikleri sabit görülerek mahkûmiyetlerine karar verilmiş ise de;
Sanıklara da tebliğ edilmiş olan “Tek Er İçin Emniyet ve Kaza Önleme
Özel Talimatı” incelendiğinde, genellikle askerî hizmetle ilişkisi bulunmayan
333
bazı hususlara dikkat edilmesi için uyarı niteliğinde olduğu, talimatın 32’nci
maddesinde yer alan yukarıda belirtilen ibarenin de personelin can güvenliğini
sağlamaya yönelik bir uyarı niteliğinde bulunduğu, yüklenen suçun unsurları
itibariyle oluşmadığı sonucuna varılmaktadır. Nitekim, sanıkların kendi
hayatlarının da tehlikesi söz konusu olduğundan, emre itaatsizlikte ısrar kastıyla
hareket ettikleri düşünülemez.
Nöbetçi Onb.M.Ç.’nin de yaralanmış olması nazara alındığında,
sanıkların dikkatsiz ve tedbirsiz davranarak mahiyetini bilmedikleri cisimle
oynamaları sonucu patlamasına sebebiyet vermek şeklindeki eylemlerinin,
TCK’nın 459’uncu maddesinde yazılı “Tedbirsizlik ve dikkatsizlikle
Yaralamaya sebebiyet vermek” suçunu oluşturabileceği, bu suçun ise askerî bir
suç olmaması, askerî bir suça bağlı olmaması ve sanıkların da terhis edilmiş
olmaları itibariyle askerî mahkemede yargılanmalarını gerektiren ilginin
kesilmiş olduğu cihetle, dosyanın görevsizlik kararıyla adliye mahkemesine
intikal ettirilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi kanuna aykırı
olduğundan mahkûmiyet hükmünün bozulması yoluna gidilmiştir.
334
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/37
K.No. : 2004/28
T.
: 12.2.2004
ÖZET
İç Hizmet Kanun ve Yönetmeliğinde yer alan nöbet görevleri
dışında, askerî hizmetin düzenli, etkin ve verimli biçimde
yürütülebilmesini temin etmek maksadıyla, görevin gerektirdiği
stratejik önem ve özellikler de dikkate alınarak başkaca nöbet
hizmetlerinin oluşturulmasına kanunî bir engel bulunmamaktadır.
İç Hizmet Yönetmeliğinde koğuş nöbetçisi şeklinde bir nöbet
hizmetinin düzenlenmemiş olmasından ötürü mağdur erin koğuş
nöbetçi onbaşısı olarak amir sıfatıyla değerlendirilmesi gerektiğine
ilişkin tebliğname görüşüne bu nedenlerle iştirak edilmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu atılı
eylemin hukukî vasfının belirlenmesinden ibarettir.
Daire, sanığın koğuş nöbetçisi J.Er F.K.’ye karşı işlediği eylemin
adiyen müessir fiil niteliğinde olduğunu, askerî bir suç olmadığı gibi askerî bir
suçla da irtibatı bulunmayan eylemin sanığın terhis olması hâlinde adliye
mahkemelerince kovuşturabileceğini belirterek, bu hususun araştırılmasının
temini için mahkûmiyet hükmünün göreve dayalı noksan soruşturma sebebiyle
bozulmasına karar vermiş;
Başsavcılık ise, İç Hizmet Kanununun 9 ve 13/2 ile İç Hizmet
Yönetmeliğin 397’nci maddesi gereğince emretme yetkisini haiz üst olarak
değerlendirilmesi icap eden koğuş nöbetçisi J.Er F.K.’ye karşı gerçekleştirilen
müessir fiil eyleminin amire fiilen taarruz niteliğinde olduğunu ileri sürerek,
mahkûmiyet kararının vasıf yönünden bozulması istemiyle Daire kararına karşı
itirazda bulunmuştur.
İlçe Jandarma Komutanlığında görev yapan sanık J.Er S.Y.’nin
16.6.2002 günü saat 21.30 sularında alkollü bir biçimde geldiği erbaş ve erlere
ait koğuşta “Nasıl benim yatağımı yapmazsınız. 5 dakika içerisinde koğuşu
boşaltın...” şeklinde sözler sarf ederek kendisine müdahale etmek isteyen koğuş
nöbetçisi Er F.K.’nin yüzüne tokatla vurduğu sabit olup, esasen bu konuda
Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
335
Sanığa isnat olunan suçun hukukî vasfının isabetli bir biçimde
belirlenebilmesi için öncelikli olarak mağdurun olay anındaki konum ve
statüsünün açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Dosyada yer alan olay tespit tutanağı, vak’a kanaat raporu ve tanık
ifadelerinden mağdur J.Er F.K.’nin olay anında koğuş nöbetçisi onbaşılığı
görevini mi yoksa koğuş nöbetçiliği görevini mi yürüttüğü anlaşılamamaktadır.
Dosyada bulunan onaysız hizmet cetveli fotokopisinde mağdur J.Er
F.K.’nin koğuş nöbetçisi olarak görevlendirildiği yazılı ise de gerek bu
görevlendirmenin hukukî dayanağının gerekse muhteviyatının hüküm vermeye
elverişli kanıtlar hâline getirilerek dosyaya dâhil edilmesi gerekmektedir.
İç Hizmet Kanununun 76’ncı maddesi “Nöbet” görevini; “Askerlikteki
müşterek hizmetlerin yapılmasını ve devamını sağlamak amacıyla bu
hizmetlerin belirli bir sıra ve süre ile subay, astsubay, uzman çavuş, askerî
memur, askerî öğrenci, erbaş ve erler ile Silâhlı Kuvvetler Teşkilatı içinde
görevli olan sivil şahıslar tarafından yapılması” şeklinde tarif etmiştir.
İç Hizmet Kanun ve Yönetmeliğinde yer alan nöbet görevleri dışında,
askerî hizmetin düzenli, etkin ve verimli biçimde yürütülebilmesini temin etmek
maksadıyla, görevin gerektirdiği stratejik önem ve özellikler de dikkate alınarak
başkaca nöbet hizmetlerinin oluşturulmasına kanunî bir engel bulunmamaktadır.
Nitekim J.Gn:368-1 sayılı Jandarma Genel Komutanlığı Devamlı
Emirler Muhtırasının İlçe Jandarma Komutanlıklarında ve Karakollarında
tutulmasını öngördüğü nöbet hizmetleri arasında koğuş nöbetçiliği görevi de yer
almaktadır.
İç Hizmet Yönetmeliğinde koğuş nöbetçisi şeklinde bir nöbet
hizmetinin düzenlenmemiş olmasından ötürü mağdurun koğuş nöbetçi onbaşısı
olarak değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin tebliğname görüşüne bu nedenlerle
iştirak edilmemiştir.
Yargılamaya esas maddî gerçeğin, iddia ve savunmaya yönelik
beyanlara bağlı kalınmadan, eldeki tüm hukukî imkânlar kullanılarak, çok yönlü
bir biçimde araştırılması Ceza Yargılama Hukukunun temel görevidir.
Bu nedenlerle;
1) Mağdur J.Er F.K.’nin koğuş nöbetçisi olarak mı yoksa koğuş nöbetçi
onbaşısı olarak mı görevlendirildiğinin açıklığa kavuşturularak, konuyla ilgili
görevlendirme emri ve talimatların dosyaya dâhil edilmesi,
2) Mağdurun yürüttüğü nöbet hizmetinin silâh ve teçhizatla tutulup
tutulmadığının araştırılarak, nöbetçinin hâl ve hareket tarzını düzenleyen emir
ve talimatların getirtilmesinin ardından elde edilecek sonuca göre mağdurun
amir statüsünde olup olmadığının İç Hizmet ve Askerî Ceza Kanunun konuyla
ilgili hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu itibarla; konuyla ilgili Başsavcılık itirazı yerinde görülmemekle
birlikte Daire ilâmının itiraza atfen kaldırılarak, hükmün noksan soruşturma
nedeniyle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
336
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/704
K.No. : 2004/701
T.
: 23.6.2004
ÖZET
Üste saldırı sırasında sanığın elinde bulunan demir çubuğun
vücutta yaralanmaya veya tahribata yol açabilecek nitelikte olması
nedeniyle, eylemin tehlikeli aletle gerçekleştirildiğinin kabulü
gerekir.
Dosya içeriğinden; her ikisi de birliğin kazan dairesinde görevli olan
sanıkla mağdurun, 11 Mart 2003 tarihinde kazan dairesi koridorunda tartışmaya
başladıkları, tartışmanın zamanla kavgaya dönüştüğü ve sanığın mağdur
onbaşının dudağına yumruk atıp kanattığı, bunun üzerine Onb.M.A.’nın da
sanığa vurduğu, olayı gören Er A.L.’nin kavgayı ayırdığı ve sanığı kazan
dairesine sokup mağduru bina dışına gönderdiği, bir süre sonra kazan dairesinde
bulunan ve kazan borularını temizlemede kullanılan 2 cm çapında 1.60 cm
uzunluğundaki demir çubuğu (harbi) alan sanığın, mağdur onbaşıyı bina dışında
kovalamaya başladığı, Onb.M.A.’nın karargâh binası önünde yere düşmesi
üzerine yetişerek elinde bulunan demir çubukla birkaç kez vurduğu, mağdurun
düştüğü yerden kalkarak kaçmaya ve sanığın da yeniden kovalamaya başladığı,
onbaşının tekrar düşmesi nedeniyle boynuna ve koluna elinde bulunan demir
çubukla vurduğu, mağdurun yapılan muayenesinde “sol dirsek yumuşak doku
travması ve servikal yumuşak doku travması” tanısıyla sol kolunun atele
alındığı ve önce yedi gün, daha sonra beş gün istirahatının uygun görüldüğü,
düzenlenen adlî tıp raporuna göre mağdurun yaralanma nedeniyle hayatî tehlike
geçirmemiş olduğu ve yedi gün iş ve gücünden kaldığı anlaşılmaktadır.
Askerî Yargıtayın yerleşik kararlarında, üste fiilen taarruz sırasında
kullanılan ve üstün veya amirin vücudunda yaralanmaya veya tahribata yol
açabilecek araçlar tehlikeli alet sayılmaktadır. Bu bağlamda çakı bıçağı
(Drl.Krl.nun 6.12.1963 tarihli ve 2098-110 sayılı kararı), ustura (3’üncü D.nin
23.5.1967 tarihli ve 228-231 sayılı kararı), çekiç (Drl.Krl.nun 6.11.1984 tarihli
ve 222-213 sayılı kararı), falçata (1’inci D.nin 9.3.1988 tarihli ve 229-212 sayılı
kararı), jilet (1’inci D.nin 17.5.2000 tarihli ve 339-336 sayılı, 16.3.1988 tarihli
ve 137-221 sayılı, 4’üncü D.nin 11.10.1994 tarihli ve 467-468 sayılı kararları),
maket bıçağı (Drl.Krl.nun 15.6.1995 tarihli ve 62-62 sayılı), su borusu (Drl.
Krl.nun 17.12.1998 tarihli ve 180-173 sayılı kararı) ve yemek çatalı (1’inci
337
D.nin 30.4.2003 tarihli ve 427-422 sayılı kararı) tehlikeli alet olarak kabul
edilmiştir.
Saldırı sırasında sanığın elinde bulunan demir çubuğun vücutta
yaralanmaya veya tahribata yol açabilecek nitelikte olması nedeniyle, eylemin
tehlikeli aletle gerçekleştirildiğinin kabulü isabetli görülmüştür.
Mağdurla sanığın aynı birimde görevli bulunmaları ve sanığın askerî
savcı tarafından tespit edilen sorgusu sırasında mağdurun onbaşı olduğunu
bildiğini ifade etmiş olması birlikte gözetildiğinde, mağdurun onbaşı olduğunu
bilmediğine ilişkin temyiz sebebi kabule değer görülmemiş, atılı suç nedeniyle
hükmedilen hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi 647 sayılı
Kanunun 4/Son maddesi uyarınca olanaklı görülmediğinden temyiz sebepleri
reddedilmiştir.
338
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/36
K.No. : 2004/119
T.
: 30.9.2004
ÖZET
1. Koğuş nöbetçiliği amirlik sıfatını gerektiren bir nöbet hizmeti
niteliğinde olmamakla birlikte, askerlik hizmetine özgü olarak ihdas
edilmiş “amirlik” kavramı ile kamu otoritesinin kullanılmasını gerektiren
“kamu görevlisi” kavramı birbirlerinden farklı olduğundan, hukuken
korunmaya muhtaç koğuş nöbetçisine “memur” sıfatının tanınması
gerekir. Bu nedenle, koğuş nöbetçisine yönelik fiilî taarruz eylemi, amire
fiilen taarruz değil memura müessir fiil vasfındadır.
2. Asker kişinin terhis olsa dahi, ASCK’nın Ek-6’ncı
maddesinde
sayılan
suçlar
nedeniyle
askerî
mahkemede
yargılanması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, koğuş
nöbetçisini jiletle yaralamak şeklinde gerçekleşen sanığın eyleminin hangi suça
vücut verebileceği ve yargılama görevinin hangi yargı yerine ait olduğu
noktasındadır.
Daire; rütbesi bulunmayan er tarafından silâhsız olarak tutulan ve İç
Hizmet Yönetmeliğinde düzenlenmemiş olan koğuş nöbet hizmetinin mağdura
amir sıfatını kazandırmadığı, eylemin tehlikeli aletle görevli memura müessir
fiil veya tehlikeli aletle müessir fiil suçunu oluşturabileceği, ancak sanığın
terhisli olduğuna dair şüphe bulunduğundan, görevli yargı yerinin tespiti
bakımından terhis durumunun araştırılması gerektiği sonucuna ulaşmış iken;
Başsavcılık; uygulamada koğuş nöbetçi onbaşılığı hizmeti koğuş nöbetçisi
tarafından ifa edildiğinden, ASCK’nın 13/2’nci maddesine göre koğuş
nöbetçisinin amir sayılması gerektiği, bu nedenle suçun amire fiilen taarruz
suçunu
oluşturduğu,
koğuş
nöbetçisinin TCK’ya
göre
memur
addedilemeyeceği, memur olarak kabul edilse dahi ASCK’nın Ek 6’ncı maddesi
uyarınca yargılama görevinin yine askerî yargıya ait olduğu ve eylemin hangi
suça vücut verdiği sorununun öncelikle çözülmesi gerektiği düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
Mhfz.Hiz.Bl.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa eden sanık P.Er
F.Y.’nin, 7.3.2002 günü 04.00-06.00 saatleri arasına koğuş nöbetçisi olan P.Er
K.Y. tarafından, koğuşta yatan diğer erlerle birlikte saat 05.00’de uyandırıldığı,
339
sanığın kalkmakta gecikmesi üzerine koğuş nöbetçisinin sanığı ikaz ettiği,
tartışmaya başladıkları ve karşılıklı küfürleştikleri, etraftan gelenlerce
ayrıldıkları, duruma sinirlenen sanığın bir süre sonra koğuş nöbetçisine arkadan
yaklaşıp ensesine üç jilet darbesi attığı ve bu yaralanma nedeniyle mağdura üç
gün yatak istirahatı verildiği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
A- Suç vasfının tayinine yönelik olarak yargılamada noksan soruşturma
bulunup bulunmadığı ve koğuş nöbetçisinin amir sayılıp sayılamayacağı
sorunu:
Mağdurun koğuş nöbetçisi olduğuna dair nöbet çizelgesi dosyada
bulunmakta ise de, koğuş nöbet talimatı, nöbetçi onbaşı talimatı, günlük faaliyet
çizelgesi ve koğuş nöbetinin silâhlı tutulup tutulmadığına dair bir açıklık dava
dosyasında mevcut değildir. Keza, mağdura koğuşta yatanları erken kaldırma
emrinin nöbetçi astsubay tarafından verilip verilmediği hususu da açıklığa
kavuşturulmamıştır.
Dosyadaki tüm bu eksikliklere rağmen, mevcut delil ve belgelerle
koğuş nöbetçisinin “amir” sayılmaması gerektiği sonucuna ulaşılabilir.
Şöyle ki; TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 396 ve 397’nci maddelerinde
“nöbetçi onbaşı” ile “koğuş nöbetçi onbaşılarının” statüleri ve vazifeleri
ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş, ancak, “koğuş nöbeti” adı altında ayrı bir
nöbet hizmetine yer verilmemiştir. Bunun yansıması olarak, KKK’lığı Bölük
İdare Muhtırasında “Bölük Seviyesinde Tutulacak Nöbetler” sayılmış, yine
“koğuş nöbet hizmetine” değinilmemiştir.
Bölük nöbetçi onbaşılığı ve koğuş nöbetçi onbaşılığı, onbaşı rütbesini
haiz askerler veya liyakatli erler tarafından tutulur. Bölük İdare Muhtırasında
ayrıca “erlerin tutacağı nöbetlere” değinilmiştir. Bunlar, bölüğe ait bina ve
tesislerin, ayrıca kışlanın emniyetine yönelik nöbetlerdir. Birlik komutanının,
duruma ve ihtiyaca göre çeşitli nöbet hizmetleri ihdas edebileceği aşikârdır.
Ancak, genel idarî düzenleme niteliğindeki İç Hizmet Yönetmeliği ve Bölük
İdare Muhtırası, rütbelilerin tutacağı nöbet hizmetlerini ve vazifelerini
düzenlemek ihtiyacını duymuştur. Bu nöbet hizmetlerinin emretme yetkisini
gerektirdiği ve yüklenilen vazifelerin ancak amir statüsü tanınmak suretiyle
sıhhatli bir şekilde ifa edilebileceği açıktır. Dolayısıyla, İç Hizmet
Yönetmeliğinin düzenlemediği nöbet hizmetinin, nöbeti tutan kişiye, ASCK’nın
13/2’nci maddesinde belirtilen amir statüsünü kazandırmadığı sonucuna varılır.
Bunun istisnası ASCK’nın 106’ncı maddesinde düzenlenmiş ve “askerî karakol,
nöbetçi ve devriye” tarifine uyanlara amir statüsü tanınacağı açıkça
belirtilmiştir.
Somut olayımızda; her ne kadar dosyada bir açıklık yok ise de,
uygulamada, koğuş nöbetçisinin silâhsız olarak hizmet ifa ettiği bilinen bir
keyfiyet olduğundan, ASCK’nın 15’inci maddesine nazaran, amir statüsünden
bahsedilemeyeceği ortadadır.
İç Hizmet Yönetmeliği ve Bölük İdare Muhtırasından, nöbetçi onbaşılık
hizmetinin gündüz, koğuş nöbetçi onbaşılığının ise gece ifa edileceği, birinin
340
diğerine nöbeti devredeceği, yani her ikisinin de aynı anda nöbet başında
olmayacakları anlaşılmaktadır.
Dosyada bulunan nöbet çizelgesinde ise, gece ve gündüz nöbetçi
onbaşılık hizmetinin yürütüldüğü, aynı şekilde koğuş nöbetçiliğinin de aralıksız
devam ettiği ve koğuş nöbetçi onbaşılığına ayrıca yer verilmediği
görülmektedir.
Anlaşılacağı üzere, koğuş nöbetçi onbaşısı olarak ayrı bir nöbet hizmeti
ihdas edilmemiş, nöbetçi onbaşının gece de görevine devam etmesi
öngörülmüştür. Amirlik sıfatını gerektiren vazifelerin nöbetçi onbaşı tarafından
yapılacağı, diğer bazı hizmetlerin koğuş nöbetçisi tarafından yerine getirileceği,
bu nedenle koğuş nöbetçisine amir statüsü tanınamayacağı kabul edilmelidir.
Bu nedenlerle; ASCK’nın 13/2’nci maddesine göre amir sayılmasına
imkân bulunmayan koğuş nöbetçisi mağdurun koğuşu erken kaldırmak için
bölük nöbetçi astsubayından emir alıp almadığının ve özel nöbet talimatında
kendisine hangi görevlerin verilmiş olduğunun araştırılmasına gerek
bulunmamaktadır.
Sonuçta; koğuş nöbetçisinin (mağdurun) amir sayılamayacağı ve bu
konuya yönelik noksan soruşturma bulunmadığı kanısına varılmıştır.
B-Koğuş nöbetçisinin memur sayılıp sayılmayacağı ve suç vasfı
meselesi :
TCK’nın 279’uncu maddesinde, ceza kanununun uygulanmasında
“memur” sayılması gerekenler genel ifadelerle belirtilmiştir. Yasa metninde
belirleyici ve uygulamaya ışık tutacak tanımlama yer almamakta ise de, doktrin
ve uygulamada, “kamu görevi” ve “kamu hizmeti” ayrımı yapılmak suretiyle,
memurun ifa ettiği fonksiyona göre memur sayılıp sayılmayacağı kabul
edilmektedir. İdare Hukuku açısından kişi memur addedilse dahi, “kamu
gücünü ve yetkisini” kullanmıyor veya “kamu otoritesini” kullanma fonksiyonu,
“kamu hizmeti” görme işlevinin gerisinde kalıyor ise, bu kişinin ceza kanunu
uygulamasında memur sayılması mümkün değildir. Ancak, askerlik hizmeti
açısından bu ayrımın yapılmasında bazı zorluklar çıkabilir. İç Hizmet Kanunu
ve Yönetmeliğinde düzenlenen görev ve hizmetlerin ülkenin ve milletin
güvenliğine yönelik oldukları açıktır. Askerlik hizmetine özgü olmayan kimi
hizmetlerin, kamu görevi niteliği taşımadığı söylenebilir. Oysa, askerlik
hizmetinin temel kurumlarından olan nöbet hizmetinin, basit bir kamu hizmeti
olmadığı aşikârdır. Niteliği ve içeriği ne olursa olsun her nöbet hizmetinin
bünyesinde, kamu gücünün varlığı kolaylıkla hissedilebilir. Otorite
kullanılmadan ifa edilecek nöbet hizmetinin amacına ulaşmayacağı, özellikle
disiplinin ön plânda tutulduğu askerlik hizmetinde, nöbet hizmetinin kamu gücü
kullanılmadan yerine getirilemeyeceği açıktır.
Bu nedenlerle; somut olayımızda, her ne kadar koğuş nöbet hizmetinin,
amirlik sıfatını gerektiren bir nöbet hizmeti niteliğinde olmadığı bir önceki
bölümde kabul edilmiş ise de, askerlik hizmetine özgü olarak ihdas edilmiş
341
“amirlik” kavramı ile kamu otoritesinin kullanılmasını gerektiren “kamu
görevlisi” kavramı birbirlerinden farklı olduğundan, hukuken korunmaya
muhtaç koğuş nöbetçisine “memur” sıfatının tanınması gerektiği sonucuna
varılmıştır.
Sonuç itibariyle, koğuş nöbetçisinin “memur” sayılması gerektiği ve
sanığın eyleminin tehlikeli aletle görevli memura müessir fiil suçunu
oluşturabileceği kanaatine ulaşılmıştır.
C- Suç niteliğine göre görevli yargı yerinin belirlenmesi :
Yukarıdaki bölümde sanığın eyleminin tehlikeli aletle görevli memura
müessir fiil suçunu oluşturabileceği kabul edilmiştir. TCK’nın 271’inci
maddesinde düzenlenmiş olan bu suça, ASCK’nın Ek 6 ve 353 sayılı Kanunun
11/B maddelerinde yer verilmiştir. Bu düzenlemenin sebebi ve sonuçları şöyle
açıklanabilir.
353 sayılı Kanunun 11’inci maddesinin B bendi: “Askerî mahallerde
veya 1110 sayılı Kanunda yazılı birinci askerî yasak bölgeler içinde veya nöbet
yerlerinde veyahut karakollarda askerlik ödevlerini yaptıkları sırada veya
yaptıkları bu ödevlerden dolayı asker kişilere ve bu yerlerde görevlendirilen
devriyelere ve inzibatlara fiilen taarruz edenler veya sövenler veya hakaret
edenler veyahut askerlik görevlerine ilişkin işleri yapmaya veya yapmamaya
zorlamak için hakkında şiddet ve tehdide başvuranlar” şeklinde iken; Anayasa
Mahkemesinin 10.3.1965 tarih ve 1965/50-14 sayılı kararıyla, 1961
Anayasasının 138’inci maddesi nazara alınarak iptal edilmiştir. İptal
gerekçesinde: “Asker olmayan kişinin askerî mahkemede yargılanması için
kendisine isnat olunan suçun özel kanunda belirtilmiş askerî suçlardan
bulunması gerektiğine” işaret olunmuştur.
Anayasanın 138/2’nci maddesindeki: “Askerî mahkemeler, asker
olmayan kişileri, ancak özel kanunda belirtilen askerî suçlardan dolayı
yargılarlar” hükmünü ve Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesini dikkate
alan yasa koyucu, asker olmayan kişilerin belirli ve askerî suç niteliğini haiz
suçlar bakımından askerî mahkemede yargılanmalarını sağlamak amacıyla iki
ayrı yasada değişikliğe gitmiştir.
25.5.1972 tarih ve 1590 sayılı Kanun ile Askerî Ceza Kanununa Ek
6’ncı madde eklenmiş, 8.6.1972 tarih ve 1596 sayılı Kanun ile 353 sayılı
Kanunun 11/B bendi yeniden düzenlenmiş ve suçların tekabül ettiği yasa
maddeleri teker teker belirtilmek suretiyle, genel suçların özel ceza kanununda
belirtilmesi ve askerî suç vasfını kazanmaları sağlanmıştır.
Bu düzenlemeler ile, Anayasanın öngördüğü gibi, asker olmayan
kişilerin “özel kanunda belirli askerî suçlarından” dolayı askerî mahkemede
yargılanabilmeleri temin edilmiştir. Her iki yasa maddesinin gerekçelerinde
açıkça, bu düzenlemede “asker olmayan kişilerin” hedef alındığı belirtilmiştir.
Yasal düzenlemenin tarihsel geçmişini ve yasa gerekçelerini dikkate
alan Askerî Yargıtay kimi kararlarında, ASCK’nın Ek 6’ncı maddesinde sayılan
342
suçların sadece “suç tarihinde” “asker olmayan kişiler” tarafından işlenebileceği
sonucuna varmıştır.
353 sayılı Kanunun 9’uncu maddesi; asker kişinin, asker kişiye karşı
işlediği tüm suçlar nedeniyle askerî mahkemede yargılanacağını öngörmüş iken;
353 sayılı Kanunun 17’nci maddesi, askerî mahkemede yargılanmayı gerektiren
ilginin kesilmesi hâlinde, ancak askerî suçlara ve bunların bağlısı diğer suçlara
askerî mahkemelerin bakabilmelerine cevaz vermiştir.
ASCK’nın Ek 6’ncı maddesinde sayılı suçların sadece suç tarihinde
asker olmayan kişiler tarafından işlenebileceği kabul edildiğinde; TCK’nın
271’inci maddesinde düzenlenmiş suçu işleyen sivil kişi askerî mahkemede
yargılanırken, ASCK’nın Ek 6’ncı maddesi atfı söz konusu olmadığından askerî
suç vasfını yitiren (askerî mahalde işlenmiş) TCK’nın 271’inci maddesinde
düzenlenmiş suç nedeniyle önceden askerî mahkemede yargılanan asker kişinin,
terhisi sonrası adliye mahkemesinde yargılanması sonucu doğmaktadır. Suç
tarihinde asker kişi olması nedeniyle, “görev” kurumunun genel mantığı
içerisinde doğal olarak askerî yargıya tâbi olan bir sanığın, terhis nedeniyle
askerî yargıdan alınarak adlî yargıya verilmesi ile, suç tarihi ve sonrasında
askerlik hizmetiyle hiçbir ilgisi olmayan sivil kişinin mutlak surette askerî
mahkemede yargılanması arasındaki çelişki dikkat çekicidir.
Bu çelişkili uygulamaya sebep olan yasal düzenlemelerin değiştirilmesi
elbette yasa koyucunun takdirindedir. Ancak, yargılama makamlarının ve
özellikle yüksek yargının hukuka yön vermesi ödevi de gözden uzak
tutulmamalıdır.
“Yasama işleminin bitimi ile kanun, yapımcısından kopar ve objektif
bir varlık kazanır. Yaratıcı yapıtının arkasında kalır. Yapıt, kanunun metni,
kanunun “söze dönüşmüş iradesi” kanunun gerçek ve mümkün fikir içeriğidir.
Esas olan, işte bu kanunun özünde bulunan (Dem Gesetze İmmanente) irade ve
fikir içeriği (muhtevası)dır. Çünkü ancak bu içeriktir ki, anayasal biçimler
içinde ortaya çıkmış ve yasalaşmıştır. Hâlbuki kanun yapımcılarının düşünce ve
beklentileri bağlayıcı güce erişmemiştir. Tersine, herkes gibi yasama işlemine
katılmış olanlar da kanuna boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Kanunun
içerdiği anlam, kanun koyucunun kanunu yaptığı sıradaki düşüncesinden daha
zengin olabilir. Kanun ve içeriği, geçip gitmiş bir olay gibi durgun, donup
kalmış değildir. Tersine canlı ve hareketlidir ve bundan ötürü yeni şartlara
uyabilmektedir. Kanunun anlamı, durmadan değişen hukuk düzeni ile birlikte
değiştiği gibi yeni ekonomik, teknik, sosyal, siyasal şartların etkisiyle
değişmektedir. Hayatın akışı, hukuku da birlikte sürükleyip götürmektedir.
İsviçre ve Alman doktrininde egemen olan düşünceye göre kanun
koyucunun iradesi uygulamacıyı doğrudan bağlamaz. Kanun koyucu kendi
zamanında bile kanundaki yargının uygulanabileceği olayları tümüyle
görmemiş olabilir. Ayrıca kanun koyucunun iradesine bağlı kalmak yeni
buluşların yol açtığı ve bu yüzden önceden görülmelerine olanak bulunmayan
olaylar bakımından zorluklar ortaya çıkarırdı. Gerekçeler geçicidir. Kalıcı olan
kanunlardır. Yani kanunların parlamento malzemesi, olsa olsa katkıda bulunan
343
partilerin ve uzmanların görüşlerini yansıtır. Uygulama yeterince göstermiştir ki
kanun, yapımcısının (müellifinin) istemiş olduğundan başka bir anlamda ve
yönde uygulanmak zorundadır. Kanun koyucunun asla hesaba katmadığı yeni
bilgiler, yeni suç birimleri ortaya çıkabilir. Tarihsel yorum, yasayı yürürlüğe
girdiği anda dondurur, mumyalaştırır ve bu yorum kanunu yıllar boyunca
elâstiki ve etkili tutabilmek yeteneğinden yoksundur. SCHWANDER’in
yazdığına göre kanun koyucunun iradesine bağlılık demek olan sübjektif
teorinin bugün hemen hiç temsilcisi kalmamıştır.” (MEZGER, BLEI,
MAUROCH, SCHWANDER VE ENGISH’ atfen TURHAN TUFAN YÜCE,
adı geçen eser, s.94-104).(Alıntının kaynağı TCK YORUMU, V.SAVAŞ,
S.MOLLAMAHMUTOĞLU, Ankara 1999, Cilt 1, Sayfa. 95, 96)
Yukarıdaki hukukî görüş, kısaca, “gerekçenin yasa metnine dâhil
olmadığı ve uygulayıcısının gerekçeyle bağlı olmaksızın ihtiyaçlara göre yasayı
yorumlayabileceği” tezini savunmaktadır.
ASCK’nın Ek 6’ncı maddesinin gerekçesinde, maddenin asker olmayan
kişiler için getirildiği belirtilmiş ise de, yasa koyucunun ileride doğabilecek
çelişkileri ve hakkaniyete aykırı uygulamaları öngörmediği ve bu
olumsuzlukları istemiş olamayacağı açıktır. Asker kişilerin, ASCK’nın Ek 6’ncı
maddesinin mer'i mevzuatta yer almadığı yasal zeminde dahi, burada sayılmış
suçları işleyebilecekleri ortadadır. 353 sayılı Kanunun 11/B maddesi gibi,
ASCK’nın Ek 6’ncı maddesi de bir görev maddesidir. Bu nedenle, ASCK’nın
Ek 6’ncı maddesinin asker kişiler tarafından işlenebileceğini kabul etmek
“kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin ihlâli anlamına gelmeyecektir.
Asker kişi terhis edildiğinde, yargılama konusunun askerî suç olması
nedeniyle askerî mahkeme yargılamayı kesip görevsizlik kararı
veremeyeceğinden, tek yargı yeri yargılamayı sonuçlandıracak ve yargılamanın
makul sürede bitirilmesi ihtimali yükselecektir. Bu da adil yargılanma hakkına
hizmet edecektir.
Nitekim, Uyuşmazlık Mahkemesinin 8.5.1992/16-16, 12.11.1993/48-48
ve 14.6.1996/20-20 tarih ve sayılı kararları da, asker kişinin terhis olsa dahi,
ASCK’nın Ek 6’ncı maddesinde sayılan suçlar nedeniyle askerî mahkemede
yargılanması gerektiğine işaret etmektedir.
Bu itibarla; ASCK’nın Ek 6’ncı maddesinde sayılan suçlardan olan
TCK’nın 271’inci maddesinde düzenlenmiş görevli memura müessir fiil
suçunun, suç tarihinde asker kişi olan sanık tarafından da işlenebileceği
kanaatine varılmış, her ne kadar terhisli olup olmadığı açıklığa
kavuşturulmamış ise de, söz konusu suç açıklanan hâliyle askerî suç niteliğinde
olduğundan bu eksikliğin esasa etkili olmadığı sonucuna ulaşılmış ve askerî
mahkemenin görevli olması nedeniyle Başsavcılığın sonuç itibariyle isabetli
bulunan itirazının kabulüne, yerinde görülmeyen Daire kararının kaldırılmasına
ve temyiz incelemesine devam olunmak üzere dava dosyasının Dairesine
gönderilmesine karar vermek gerekmiştir.
344
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 106
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/151
K.No. : 2004/139
T.
: 21.10.2004
ÖZET
Nöbet hizmetini devralmak üzere yürüyüş kolu hâlinde nöbet
mahallerine doğru intikal etmekte olan silâhlı askerler, henüz nöbet
mahalline gelip
nöbet
hizmetini
bir önceki nöbetçiden
devralmadıkları için, ASCK’nın 106’ncı maddesinin sınırlı biçimde
belirlediği “amir” statüsünden yararlanamaz. Bu nedenle, sanık
kıt’a çavuşunun nöbetlerini teslim almaya giden yürüyüş kolundaki
astlarına karşı gerçekleştirdiği eylemler, amire hakaret ve amire
fiilen taarruz değil, asta hakaret ve asta müessir fiil suçlarını
oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, sanık
Ter.Mu.Çvş.S.P.’nin yürüyüş kolu içerisinde nöbet yerlerine intikal eden silâhlı
askerlere karşı işlediği hakaret ve müessir fiil eylemlerinin vasfına ilişkindir.
Daire, mağdur durumundaki erlerin eylemlerin gerçekleştirildiği anda
henüz nöbet hizmetine başlamamış olmalarından ötürü ASCK’nın 106’ncı
maddesinde belirtilen amir konumundan istifade edemeyecekleri, bu
nedenlerden dolayı Mu.Çvş.S.P.’nin sabit sayılan eylemlerinin asta hakaret ve
asta müessir fiil suçlarını oluşturduğu sonucuna vararak, amire hakaret suçuna
ilişkin mahkûmiyet hükmünün vasfa bağlı görev, amire fiilen taarruz eylemiyle
ilgili hükmün ise suç vasfının tespitindeki isabetsizlikten ötürü bozulmalarına
karar vermiş iken,
Başsavcılık, doldur-boşalt işlemini yapmalarının ardından silâhlı olarak
nöbet bölgelerine ilerlemekte olan nöbet kıt’asındaki askerlerin her birinin
ASCK’nın 106’ncı maddesi gereğince amir statüsü içerisinde değerlendirilmesi
gerektiğini, bu hükmün tatbikî neticesinde sanığın nöbetçi erlere karşı işlediği
hakaret ve müessir fiil eylemlerinin amire hakaret ve amire fiilen taarruz olarak
kabulü gerektiğini ileri sürerek, aksi doğrultudaki bozma kararlarına karşı
itirazda bulunmuştur.
Sanığın 02.01.2002 günü saat 01:00 sularında alkollü olarak kışla içinde
dolaşırken doldur-boşalt istasyonundan gelip nöbet yerine giden 100 Yataklı
Askerî
Hastane Baştabipliğinin silâh ve tam teçhizatlı çevre emniyet
nöbetçilerine şahıs gözetmeksizin “bu saatte nöbete mi gidilir a...na
345
koyduğumun çocukları” diyerek hakaret ettiği, nöbetçi yürüyüş kolu içerisinde
olan Shh.Er S.K.’yi iteklemek sureti ile şahsa karşı müessir fiilde bulunduğu
sabit olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında herhangi bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
1602 sayılı Askerî Ceza Kanununun “Askerî Karakol Ve Nöbetçi ve
Devriyeye Taarruz Edenlerin Cezaları” başlığını taşıyan 109’uncu maddesi
“Askerî karakola, nöbetçiye ve devriyeye hakaret eden veya bunları dinlemeyen
veya bunlara mukavemette bulunan yahut fiilen taarruz eden bu suçları amire
karşı yapmış sayılır ve öylece cezalandırılır” hükmünü içermekte iken,
Aynı kanunun 15/1’inci maddesi, “Bu kanunun tatbikatında nöbetçi,
hazarda ve seferde emniyet, muhafaza, disiplin, tarassut (gözetleme)
maksatlarıyla silâhlı olarak bir yere konulan ve muayyen bir talimatı bulunan
tek veya çift askerdir.” şeklinde açık bir tanımlamaya yer vermiştir.
Askerî Ceza Kanununda yer alan unsur ve ağırlatıcı sebeplerin yorum
ve değerlendirilmesi esnasında, öncelikli olarak aynı kanunun “genel esaslar”
bölümünde yer alan kanunî tarif ve tanımlamalardan faydalanılması
gerekmektedir.
İdarî hatta inzibatî kanunlarda benzer müesseselere yer verilse dahi,
ceza hükmü içeren ya da ceza hükmünün ağırlaştırılmış hâlini öngören kanun
metinlerinin Ceza Kanununun açık bir biçimde düzenlediği tarif ve
tanımlamalara azamî oranda titizlik gösterilerek yorumlanması Anayasamızın
38/1’inci maddesinde yer alan Suçta ve Cezada Kanunîlik İlkesi açısından da
zorunludur.
Yargılama konusu olayımızda; nöbet hizmetini devralmak üzere
yürüyüş kolu hâlinde nöbet mahallerine doğru intikal etmekte olan silâhlı
askerler, henüz nöbet mahalline gelip nöbet hizmetini bir önceki nöbetçiden
devralmadıkları için, nöbet talimatları dâhilinde hareket etme hak ve
salâhiyetine sahip değildirler.
ASCK’nın 15 ve TSK İç Hizmet Kanununun 78’inci maddeleri;
nöbetçi, karakol ve karakol nöbetçisi ile devriyenin hazarda ve seferde emniyet,
muhafaza, disiplin, tarassut (gözetleme) maksatlarıyla önceden belirlenen bir
talimat ve mıntıka dâhilinde görev icra edeceğini öngörmüştür.
Nöbetçi ve devriyelerin üstlendiği işlevleri yerine getirebilmeleri için
öncelikli olarak usulüne uygun biçimde nöbet hizmetini devralmaları
gerekmekte, bu husus belirli bir talimat ve sorumluluk sahası içerisinde görev
yapma statüsünün başlayabilmesi açısından da zorunlu bulunmaktadır.
Esasen, nöbetçiye karşı girişilen hakaret, müessir fiil, mukavemet ve
itaatsizlik eylemlerinin amire karşı işlenmiş sayılmasındaki temel maksatlardan
ilki; silâhlı nöbetçiye üstlendiği kritik hizmeti verimli, etkin ve kesintisiz
biçimde sürdürebilmesi amacıyla bu statüsüyle orantılı bir ayrıcalık tanımak
iken; bir diğeri de, bu tarz mütecaviz eylemlere karşı daha ağır bir müeyyide
öngörmek suretiyle nöbet hizmetini ve mahallini koruma altına almaktır.
Nöbet hizmetine henüz başlamamış olan silâhlı askerlerin ASCK’nın
15/1’inci maddesinin aradığı anlamda emniyet, muhafaza, disiplin, tarassut
346
(gözetleme) görevleri bulunmadığı gibi esasen bu kişiler henüz belirli bir nöbet
talimatının uygulama sürecine de girmemişlerdir. Aksinin kabulünün,
mevzuatın tek nöbetçinin bulundurulmasını öngördüğü nöbet mahallî için biri
henüz nöbet hizmetini bitirmeyen diğeri nöbet hizmetini devralmamış 2 ayrı
askerin birbirinden farklı biçimde görev icra edebilmeleri gibi ASCK’nın
sistematiğinde hiçbir biçimde yeri olmayan mahzurlu sonuçlar doğurabileceği
ortadadır.
İdarî nitelikte bir düzenleme olan TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 624,
626, 634 ve 635’inci maddeleri, nöbetçi kıt’asının ne şekilde teşekkül edeceğine
ilişkin aşama ve ayrıntıları içermekte olup, burada belirtilen nöbetçi kıt’ası,
ASCK’nın 15/1’inci maddesinin öngördüğü anlamda belirli bir maksat ve
talimat dâhilinde görev yerine konulan asker kişiyi ifade etmemekte, nöbet
öncesi yapılacak hazırlıkları düzenlemektedir. Bu değerlendirmenin ortaya
çıkardığı mantıkî sonuç ise, nöbet kıt’asında yer alsa bile, mahalline götürülerek
nöbet hizmetini devralması sağlanmadığı sürece bu durumdaki asker kişilerin
ASCK’nın 106’ncı maddesinin sınırlı biçimde belirlediği “nöbetçi”
himayesinden yararlanamayacağıdır.
Bu itibarla; sanık Mu.Çvş.S.P.’nin nöbeti teslim almaya giden, yürüyüş
kolundaki astlarına karşı gerçekleştirdiği eylemlerin asta hakaret ve asta müessir
fiil suçlarını oluşturduğu sonucuna vararak, amire hakaret suçuyla ilgili
mahkûmiyet hükmünü vasfa bağlı görev, amire fiilen taarruz eylemine ilişkin
mahkûmiyet kararını da suç vasfının tespitindeki isabetsizlikten dolayı bozan
Dairenin konuyla ilgili kabul ve değerlendirmesinde herhangi bir isabetsizlik
bulunmadığından, aksi doğrultudaki Başsavcılık itirazının reddine karar
verilmiştir.
347
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 117
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/33
K.No. : 2004/26
T.
: 12.2.2004
ÖZET
İddia konusu asta müessir fiil eyleminin gerçekleştirilip
gerçekleştirilmediğinin, bu yönde bir fiil işlenmiş ise bunun
ASCK’nın 119’uncu maddesi kapsamında bir hukuka uygunluk
sebebi olup olmayacağının, hüküm vermeye yetecek deliller
marifetiyle
araştırılarak
ortaya
konulmasında
zorunluluk
bulunmakta ve bu nedenle noksan soruşturmanın giderilmesi
gerekmektedir.
Daire ile yerel mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu,
eylem bütünü içerisinde noksan soruşturma teşkil edecek herhangi bir eksiklik
bulunup bulunmadığından ibarettir.
Daire, isnat konusu asta müessir fiil suçunun sübuta erip ermediğinin
açıklığa kavuşturulabilmesi bakımından Tnk.Onb.E.M.’nin yemini tahtında
dinlenilmesinde zaruret bulunduğunu, hazırlık ve son soruşturma safhalarında
eylemin sübutunu etkileyecek nitelikte farklı beyanlarda bulunan tanıkların
anlatımları arasındaki çelişkilerin giderilmesi için yeniden ifadelerine
başvurulmasını, keza mağdur hakkında herhangi bir darp raporu verilip
verilmediğinin revir kayıtlarından araştırılarak neticesine göre hükme varılması
gerektiğini kabul ederek, beraet hükmünün noksan soruşturma yönünden
bozulmasına karar vermiş iken,
Yerel mahkeme ise bozma ilâmında belirtilen hususların eylemin sübuta
ermediği yönünde oluşan vicdanî kanaati etkileyecek ya da değiştirebilecek
nitelik taşımadığını ileri sürerek, direnmek suretiyle sanığın beraetine
hükmetmiştir.
Sanık Tnk.Kd.Yzb.N.K.tarafından aşamalarda istikrarlı bir biçimde
reddedilen isnat; askerî savcı tarafından dinlenilen Tnk.Astsb.Çvş.K.I.,
Tnk.Uzm.Çvş.C.U., Tnk.Onb.H.K. ve Tnk.Onb.M.G.’nin doğrudan görgüye
yönelik beyanları ile mağdur sanık E.T.’nin sorgusuna dayalı olduğundan, bu
ifadelerin gerek kendi içerisinde, gerekse birbirlerinin anlatımlarıyla uyum ve
bütünlük taşıyıp taşımadığının irdelenerek, beyanların gerçeği yansıtıp
yansıtmadığının belirlenmesi gerekmektedir.
348
Hazırlık ifadelerinde isnat konusu asta müessir fiil eylemini
gördüklerini ileri sürüp de son soruşturma safhasında bu anlatımlarının doğru
olmadığını beyan eden tanıklar Tnk.Astsb.Çvş.K.I., Tnk.Uzm.Çvş.C.U., Tnk.
Onb.H.K. sanığın katılımıyla icra edilen duruşmalarda dinlenmişlerdir.
Hazırlık ve soruşturma ifadelerinde sanığın E.T.’ye karşı asta müessir
fiil suçunu işlediğine yönelik açıklamalarda bulunan tanık Tnk.Onb.M.G. ise,
sanığın iştirak etmediği bir celsede mahkeme huzurunda dinlenmiştir.
Sanıkların haklarında icra edilen duruşmalara katılarak, tanıklara soru
sorabilmeleri, beyanlara karşı cevap verebilme imkânına sahip olmaları
vicahîlik ilkesinin bir gereği olduğu gibi, savunma hakkının sağlam ve sıhhatli
bir biçimde kullanımı içinde zorunludur.
Ancak; usule yönelik bu kurallar uygulanırken kişilerin özel veya
göreve ilişkin nedenlerden dolayı tanıklık ettikleri hususlar hakkında gerçeği
gizleyerek ya da değiştirerek ifade verebilecekleri ihtimalide dikkate
alınmalıdır.
Bunun doğal bir sonucu olarak da, hazırlık ve son soruşturma beyanları
arasındaki ortaya çıkan çelişkinin her türlü yasal imkânlar kullanılarak usulüne
uygun bir biçimde giderilmesi, bu tenakuzun ortadan kaldırılamadığı
durumlarda ise hangi beyanların diğerlerine ne sebepten dolayı üstün
tutulduğunun oluş ve iddiaya uygun düşen, yasal denetime de imkân sağlayacak
gerekçeler marifetiyle izahında zorunluluk bulunmaktadır.
Konuya bu çerçeveden bakıldığında;
Mağdur sanık E.T. sorgusunda “...Olay günü Aşkale inzibatları
tarafından birliğime teslim edilmiştim. Fakat şuurum tam yerinde değildi. Bölük
komutanının odasının önüne geldiğimde bölük komutanım beni odaya çağırdı.
Fakat ben girmedim. Sonra bir kez daha çağırdı. Ben yine girmedim. Daha
sonra kendisi koridora çıkarak yanıma geldi. Bana esas duruşa geçmemi
söyledi. Fakat tam olarak kendimde olmadığım için söylediklerini yapmadım.
Daha sonra kendisi odasına girince bir ara bir boşluk bulup koridorda koşup
koridorun sonunda bulunan pencere camına kafa attım ve camı kırdım. Kırılan
parçalardan birini elime alıp boğazıma dayadım. Bu arada bölük komutanı ile
ismini bilmediğim bir astsubay beni pinpon masası ile sıkıştırdılar. Daha sonra
bölük komutanı uzun bir sopa istedi. Akabinde gelen sopa ile önce birkaç kez
elime. birkaç kez de kafama vurdu. Bu arada elimdeki cam da kırılmıştı. Bu
sopa darbeleri sonrasında bir ara sendeledim ve ismini bilmediğim astsubay
kolumdan tuttu. Daha sonra iki asker gelip kolumdan tutarak beni sürüklemeye
başladılar. Sürüklenirken arkamdan bölük komutanı bana iki üç tane tekme attı.
Fakat tokat attığını görmedim...” şeklinde beyanlarda bulunmuştur.
Tnk.Astsb.Çvş.K.I., askerî savcı tarafından tespit olunan 20.11.2001
tarihli yeminli ifadesinde, askerlerin tutarak götürdükleri Tnk.Er E.T.’nin
vücudunun sol tarafına sanık Tnk.Yzb.N.K.’nin bir adet tekme atmasını
gördüğünü beyan etmiş iken, 14.2.2002 tarihli duruşmada, sanığın E.T.’ye
vurduğunu görmediğini ileri sürmüştür.
349
Tnk.Uzm.Çvş.C.U., askerî savcı tarafından tespit olunan yeminli
ifadesinde, sanığın askerlerin sürükleyerek dışarı çıkarmaya çalıştıkları E.T.’nin
sırtına tekme ile vurduğunu belirtmiş iken, 14.2.2002 tarihli duruşmada, ilk kez
böyle bir olayla karşılaşmasından dolayı askerî savcıya yanlış beyanda
bulunduğunu, Yzb.N.K.’nin E.T.’ye vurduğunu görmediğini ifade etmiştir.
Diğer görgü tanığı Tnk.Onb.H.K., askerî savcı tarafından alınan yeminli
ifadelerinde, sanık N.K.’nin askerlerin götürdüğü E.T.’ye 2-3 kez tokatla
vurduğunu beyan etmiş iken, 14.2.2002 tarihli duruşmada, bu ifadesinin doğru
olmadığını, askerî savcının sanık konumuna geçebileceğine ilişkin ikazı üzerine
korkuya kapılarak bu yönde ifade verdiğini ileri sürmüştür.
Tnk.Onb.M.G. ise, gerek askerî savcı tarafından tespit olunan gerekse
askerî mahkeme huzurunda vermiş olduğu yeminli ifadesinde; Tnk.Yzb.
N.K.’nin “neden devlet malına zarar veriyorsun” diyerek Tnk.Er E.T.’ye tokatla
vurduğunu beyan etmiştir.
Olay mahallinde bulunmasından ötürü yargılama konusu eylem
hakkında bilgi ve görgü sahibi olma ihtimalî bulunan sanığın habercisi
Tnk.Onb.E.M.’nin adresinde bulunamamasından ötürü hazırlık ifadesinin
okunulması ile yetinilmesine karar verilmiştir.
Tanığın sanık Tnk.Yzb.N.K. tarafından tespit olunan hazırlık ifadesi,
Tnk.Er E.T.’nin işlediği iddia olunan emre itaatsizlikte ısrar ve askerî eşyayı
kasten tahrip suçlarıyla ilgili olup, ifade muhteviyatında yargılama konusu asta
müessir fiil eylemi ile ilgili olarak herhangi bir beyan ya da açıklama yer
almamaktadır. Bu itibarla, E.M.’nin mahkemece okunan hazırlık ifadesinin asta
müessir fiil suçu yönünden delil değeri bulunmamaktadır.
Oysaki; sanığın yanı başında olduğu ileri sürülen bu tanığın (hazırlık
ifadesinde beyan ettiği hususların dışında da) yargılama konusu eylemin sübuta
erip ermediğinin tespitine imkân sağlayabilecek bilgi ve görgüye sahip
olabileceği açıktır.
Diğer yandan; hazırlıkta dinlenen kamu tanıklarının sanıktan
etkilenerek sonradan ifade değiştirdiklerini ileri süren askerî savcının konuyla
ilgili iddialarının sanık ve tanıkların görev yaptıkları Zrh.Tug.K.lığının
Kor.K.lığına gönderdiği müzekkere içeriğinde yer alan açıklamalar ışığında
soruşturulması gerekmektedir.
İddia konusu asta müessir fiil eyleminin gerçekleştirilip
gerçekleştirilmediğinin, bu yönde bir fiil işlenmiş ise bunun ASCK’nın
119’uncu maddesi kapsamında bir hukuka uygunluk sebebi olup olmayacağının,
hüküm vermeye yetecek deliller marifetiyle araştırılarak ortaya konulmasında
zorunluluk bulunmaktadır.
Bilindiği üzere, Ceza yargılama hukukunda toplanan delillerin dosya
üzerinden tecelli eden vicdanî kanaate göre irdelenerek hükme varılması
gerekmektedir. Bu yönüyle sağlam ve her türlü şüpheden arınmış yargısal
kanaate varılabilmesi için ise, itibar edilecek delillerin, tarafsız, sıhhatli ve hür
irade mahsulü beyanlara dayanması şarttır.
350
Açıklanan nedenlerle;
1) Tnk.Onb.E.M.’nin şube ve kıt'a şahsî dosyasında bulunan tüm
adreslerinden araştırılarak iddia konusu asta müessir fiil eylemiyle ilgili olarak
yemini tahtında dinlenilmesi,
2) Bu ifadenin muhteviyatına göre, aşamalarda sübuta yönelik farklı
açıklamalarda bulunan tanıklar K.I., C.U. ve H.K.’nin yeniden dinlenilerek
ifadeler arasındaki çelişkinin usulüne uygun biçimde giderilmesi,
3) Mağdur Tnk.Er E.T.’nin olaydan sonra birlik revirine götürülüp
götürülmediğinin, götürülmüş ise ne şekilde işlem yapıldığının revir
kayıtlarından faydalanılarak araştırılması, bu meyanda sanığa ilk müdahaleyi
yaptığı ileri sürülen Tbp.Ütğm.U.B.’nin de tanık sıfatıyla dinlenilmesinin
ardından elde edilecek sonuca göre karar verilmesi gerektiğinden, direnilmek
suretiyle tesis olunan beraet hükmünün askerî savcının yerinde görülen temyiz
itirazına atfen ve resen noksan soruşturma yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
351
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 118
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/24
K.No. : 2004/22
T.
: 5.2.2004
ÖZET
Tahribat olduğu konusunda herhangi bir tereddüt
bulunmayan ve uzuv tatili olarak nitelenen tek gözün kaybının,
ASCK’nın 118/2’nci maddesinde düzenlenen “daha ziyade vahim
hâl” kapsamında olduğunun kabulü gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, ASCK’nın
118/2’nci maddesi yerine ASCK’nın 118/1’inci maddesi uyarınca yapılan
uygulamanın isabetli olup olmadığı noktasındadır.
Daire; mağdurun tek gözünün kaybı nedeniyle “uzuv tatili” söz konusu
olduğundan ASCK’nın 118/2’nci maddesinin uygulanması gerektiği sonucuna
ulaşmış iken; Başsavcılık; mağdurun görme duyusunu tamamen yitirmemiş
olması nedeniyle ASCK’nın 118/1’inci maddesine göre yapılan uygulamanın
hakkaniyete uygun olduğu düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
3’üncü Hd.Bl.K.lığı emrinde geçici görevli olarak bulunan sanığın,
20.4.1999 günü kendisine soğuk su vermediği için kızdığı kantinci P.Er
H.B.’nin bölük astsubayına gidip, sanığın kendisine küfür edip vurduğunu
söylemesi üzerine, bölük astsubayının sanığa “neden küfür edip vurduğunu”
sorduğu, “askerin yalan söylediğini, vurmadığını, ancak şimdi vuracağını”
söyleyen sanığın tabip odasında mağdura bağırarak kızdığı, odaya gelen bölük
astsubayının emriyle mağdur dışarı çıkarken, sanığın elindeki palaskayı
mağdurun arkasından savurduğu, palaska kafasına ve sağ gözüne isabet eden
mağdurun yere düştüğü, bilâhare GATA Hastanesinde yapılan muayenesinde
“sağ retina dekolmanı ameliyatlısı” olarak askerliğe elverişsiz bulunduğu ve
Adlî Tıp Kurumunca düzenlenen raporda, sanığın eylemi neticesinde “uzuv
tatili” niteliğinde görme kaybı oluştuğuna karar verildiği dosya kapsamından
anlaşılmıştır.
ASCK’nın 118’inci maddesinin ilk iki bendi: “1. 117’inci maddede
yazılı fiiller mağdurun vücudunda tahribatı mucip olmuş ise amir veya mafevk
beş seneye kadar hapsolunur.
2. Daha ziyade vahim hâllerde amir ve mafevk altı aydan beş seneye
kadar hapsolunur.” şeklindedir.
352
Maddede geçen “tahribat” teriminin neyi ifa ettiği konusunda yasada
açıklık bulunmamakla beraber, Askerî Yargıtayın yerleşik uygulamasında,
TCK’nın 456’ncı maddesinin 2 ve 3’üncü fıkralarındaki “devamlı zaaf ”, “uzuv
tatili”, “çehrede sabit eser” ve “kalıcı hastalıklar” gibi hâllerin “tahribat” olarak
nitelenmesi kabul edilmiştir.
TCK’nın 456’ncı maddesinin 2’nci fıkrası: “Fiil, havastan veya azadan
birinin devamlı zaafını.....mucip olmuş ise.....ceza iki seneden beş seneye kadar
hapistir.” hükmünü;
Aynı maddenin 3’üncü fıkrası: “Fiil,.....havastan veya el yahut
ayaklardan birinin.....ziyaını mucip olmuş veya azadan birinin tatilini.....intaç
eylemiş ise ceza beş seneden on seneye kadar ağır hapistir.” hükmünü
içermektedir.
Doktrinde; kanunun, “gözü” bir aza (=organ) olarak değil, bir havas
(=duyu) olarak kabul ettiği, dolayısıyla, tek gözün kaybı hâlinde duyu tamamen
fonksiyon göremez hâle gelmediğinden, bu durumun “havastan birinin devamlı
zaafı” şeklinde nitelenmesi gerektiği görüşü egemen ise de; Yargıtay, gözlerden
birinin fonksiyonunu tamamen kaybetmesini “uzuv tatili ” niteliğinde
görmektedir. Yargıtayın 2.11.1999 tarih ve 4/183-250 sayılı kararında “Bir
gözün görme yeteneğinin zıyaı uğraması, o gözün fizyolojik fonksiyonunu
yapamaz hâle gelmesidir. İki gözün birlikte görme görevini yerine getirmesi,
gözlerin teker teker uzuv sayılmasına engel değildir. Gözlerden her biri
anatomik yönden uzuv olup başlı başına görme fonksiyonu bulunmaktadır. Bu
itibarla; gözlerden birinin fonksiyonunu tamamen kaybetmesi uzuv tatili,
fizyolojik görevlerinin devamlı zaafa uğraması ise uzuv zaafı niteliğindedir.”
saptaması yapılmıştır.
Gerek görme organının önemi ve gerekse TCK’nın 456’ncı
maddesindeki sistematik düzenleme dikkate alındığında, Yargıtayın bu
kabulünün isabetli olduğu sonucuna ulaşılmalıdır. Nitekim, Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 14.11.1969 tarih ve 1969/97-92 sayılı kararında da, tek
gözün kaybı uzuv tatili olarak kabul edilmiştir.
Her ne kadar ASCK’nın 118/2’nci maddesinde yazılı “daha ziyade
vahim hâlin” belirlenmesinde, kanun, objektif bir kıstas öngörmemiş ise de,
TCK’nın 456’ncı maddesindeki düzenlemeye başvurulup, buradaki
kavramlardan istifade edilmesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı gibi,
aksine, uygulamada tereddütler yaşanmaması ve uygulama birliği sağlanması
bakımından böyle objektif bir ölçüte başvurmanın büyük faydaları mevcuttur.
ASCK’nın 118’inci maddesinin 1 ve 2’nci bentlerinde öngörülen cezaların,
TCK’nın 456’ncı maddesinin 2 ve 3’üncü fıkralarında öngörülen cezalara göre
hafif olduğu da dikkate alındığında, TCK’nın 456’ncı maddesinin 3’üncü
fıkrasına giren bir yaralanmaya sebep olmuş fail hakkında ASCK’nın 118/2’nci
maddesi uyarınca uygulama yapılması, ceza adaletini de temin edecektir. Bu
nedenle; tahribat olduğu konusunda herhangi bir tereddüt bulunmayan ve uzuv
tatili olarak nitelenen tek gözün kaybının, ASCK’nın 118/2’nci maddesinde
353
düzenlenen “daha ziyade vahim hâl” kapsamında olduğunun kabulü
hakkaniyete uygun olacaktır.
Esasen, yukarıda değinilen Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
14.11.1969 tarih ve 1969/97-92 sayılı kararı ile 4’üncü Dairenin 2.3.1971 tarih
ve 1971/96-94 ve 3’üncü Dairenin 18.11.1997 tarih ve 1997/634-632 sayılı
kararları da bu yöndedir.
Bu itibarla, “uzuv zaafı ” sayılacak arızalar için ASCK’nın 118’inci
maddesinin ilk bendi, “uzuv tatili” sayılacak arızalar için ise ASCK’nın
118’inci maddesinin ikinci bendi uyarınca uygulama yapılmasını öngörüp, sanık
hakkında temel cezanın ASCK’nın 118’inci maddesinin ikinci bendine göre
belirlenmemesi nedeniyle hükmün bozulmasına karar veren Daire kararı isabetli
bulunmuş ve Başsavcılığın isabetli görülmeyen itirazının reddine karar vermek
gerekmiştir.
354
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 119
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/18
K.No. : 2004/20
T.
: 5.2.2004
ÖZET
Üstüne karşı saygısızca davranmakla yetinmeyip fiilen
taarruzda da bulunan onbaşının eylemini defetmeye ve bozulan
askerî disiplini yeniden tesis etmeye yönelik olarak sanık asteğmen
tarafından gerçekleştirilen ölçülü müessir fiil eylemi, ASCK’nın
119/1’inci maddesi kapsamında kalmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığın
eyleminin ASCK’nın 119/1’inci maddesi kapsamında kalıp kalmadığı
noktasındadır.
Daire; üstüne karşı saygısızca davranmakla yetinmeyip fiilen taarruzda
da bulunan onbaşının eylemini defetmeye ve bozulan askerî disiplini yeniden
tesis etmeye yönelik sanığın eyleminin ASCK’nın 119/1’inci maddesi
kapsamında kaldığı ve suç teşkil etmediği sonucuna ulaşmış iken; Başsavcılık,
sanığın eyleminin taarruzu defetme sınırını aştığı ve bu nedenle asta müessir fiil
suçunun sabit olduğu düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede;
J.İs.İnş.Grp.K.lığı emrinde askerlik hizmetini ifa ederken,
Bilecik/Gölpazarı Eğt.Tb.İnşaat Şantiyesi’nde geçici olarak görevlendirilen
sanığın, 15.8.2001 günü akşam saatlerinde görev dönüşünde haberci
J.Onb.M.B.’den yemeği hazırlamasını istediği, yemekhanede oturan sanığın
yanına gelen onbaşının, kendisine ters davranmasının sebebini sanıktan
sorduğu, sanığın “siktir git” demesi üzerine yüksek sesle tartışmaya
başladıkları, yemekhaneye gelen J.Üçvş.Y.T.’nin onbaşıyı ikaz ederek dışarı
çıkmasını istediği, birlikte koridora çıktıklarında sanığın arkasından birisinin
gelip tekme atmak suretiyle sanığı yere düşürdüğü, sanığın üzerine çıkan
onbaşının sanığa vurmaya başladığı, sanığın ise onbaşıya sarılıp onunla
boğuştuğu ve onbaşının boynunu ve göğsünü tırmaladığı, onbaşının sanığın
ellerini tutarak vurmasını engellediği, J.Üçvş.Y.T.’nin sanık ile onbaşıyı
ayırmayı başaramadığı ve J.Atğm. İ.T.’nin onbaşıyı kolundan çekip sanıktan
uzaklaştırdığı dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Askerî mahkeme, sanıkların savunmaları ile tanıkların ifadelerini
özetleyip, delil değerlendirmesi yapmaksızın, eylemin kabulüne ilişkin
355
gösterdiği gerekçede: “...sanıkların birbirlerine girdikleri, boğuşma esnasında
birbirlerine vurdukları,....sanık Atğm.Alpay’ın astı durumundaki sanık M.B.’ye
karşı vurmak sureti ile...” tespitlerine yer vermiş ise de;
Tanık Astsb.Y.T.’nin; “...birdenbire kenetlendiklerini gördüm,
....birbirlerine sarıldılar,...boğuşmaya başladılar...itişip kakıştılar...” şeklindeki
beyanları;
Tanık Atğm.İ.T.’nin,“...Atğm.yerdeydi, üzerinde onbaşı vardı ve
Atğm.’e vuruyordu...” biçimindeki anlatımı;
(Diğer sanık) Onb.M.B.’nin; “...Atğm.bana saldırdı,...bana hamle
yaptı,...üzerime geldi, boynumu tırmaladı, vurmasın diye ellerini tuttum,
sarıldık, ...itiştik...” şeklindeki ifadeleri;
Sanığın; “...karşılık vermedim, onbaşı vurmaya başladı, mağdura
vurmadım...” biçimindeki savunması;
Onb.M.B.’nin göğsünde ve boynunda tırnak izi, boynunda kızarıklık ve
dirseğinde cilt erozyonu bulunduğuna; sanığın kulak kepçesinde çizik,
dudağında şişlik ve göğsünde çizik tespit edildiğine ilişkin sağlık raporları;
Birlikte dikkate alındığında; sanığın onbaşıya vurduğuna dair herhangi
bir delilin dosyada bulunmadığı, sanığın eyleminin “onbaşıya sarılıp onunla
boğuşmak ve bu sırada onbaşının göğsünü ve boynunu tırmalamaktan” ibaret
olduğu ve askerî mahkemenin kabulünde bu bakımdan isabet bulunmadığı tespit
edilmiştir.
Asta müessir fiil suçunu düzenleyen ASCK’nın 117/1’inci maddesi:
“Madununu kasten itip kakan, döven veya sair suretlerle cismen eza verecek
veya sıhhatini bozacak hâllerde bulunan veyahut tazip maksadıyla madununun
hizmetini lüzumsuz yere güçleştiren veya onun diğer askerler tarafından tazip
edilmesine veya suimuamelede bulunulmasına müsamaha eden amir veya
mafevk...” şeklinde olup, asta karşı yapılan en ufak bir itme eyleminin dahi asta
müessir fiil suçuna vücut verebileceği açıktır.
ASCK’nın 119/1’inci maddesi: “Bir madunun fiilî taarruzlarını
defetmek yahut mübrem ve müstacel bir zaruret ve tehlike hâlinde verdiği
emirlere itaat ettirmek için bir mafevk tarafından yapılan müessir fiiller, makam
ve memuriyet nüfuzunu suiistimal telakki edilemez ve suç sayılmaz” hükmünü
içermektedir.
ASCK’nın 44’üncü maddesi TCK’nın 1’inci kitabının 4’üncü babına
atıf yapmış ve “Cezaya ehliyet veren, kaldıran ve hafifleten sebepler”
bakımından, ASCK’da aksi yazılı olmadığı hâllerde TCK’daki genel
hükümlerin uygulanacağını öngörmüş iken, kanun koyucu bununla yetinmemiş
ve ayrıca ASCK’nın 119/1’inci maddesindeki hükmü getirmiştir. Söz konusu
4’üncü bap içerisinde yer alan TCK’nın 49’uncu maddesinin 2’nci bendi, meşru
müdafaa kurumunu düzenlemekte olup, “Gerek kendisinin gerek başkasının
nefsine veya ırzına vuku bulan haksız bir taarruzu filhâl defi zaruretinin bais
olduğu mecburiyetle” şeklindedir.
Gerek her iki kanunun madde metinleri ve gerekse ASCK’nın 119’uncu
maddesinin koruduğu hukukî menfaat nazara alındığında; Askerî Ceza
356
Hukukuna özgü olarak ihdas edilmiş özel bir “hukuka uygunluk sebebi”
düzenlemesi olan ASCK’nın 119’uncu maddesinin, TCK’nın 49/2’nci
maddesinin aradığı şartların bir kısmını öngörmediği ve ASCK’nın 44’üncü
maddesindeki “bu kanunda hilâfı yazılı olmadıkça askerî cezalar hakkında da
mer’idir.” hükmü uyarınca, TCK’nın 49/2’nci maddesine göre uygulama
önceliğinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu hukukî açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde;
Kendisine saygısızlık yapan onbaşı ile konuşmak için karanlık koridora
çıkan, ancak ansızın arkasından gelen birisinin vurduğu tekmeyle yere düşünce,
üzerine çıkan onbaşının vurduğu darbelere maruz kalan sanığın statüsü, olay
anında düştüğü durum, yapılan taarruzun niteliği ile sanığın onbaşıya sarılıp onu
tırmalamaktan ibaret kalan eylemi birlikte değerlendirilmelidir. Bu şartlarda,
sanığın eyleminin beklenmedik, olağan dışı, fırsatçı, kötü niyetli ve savunma
sınırını aşmış bir müessir fiil olduğunu kabul etmek mümkün değildir.
Tamamen fiilî taarruzu ortadan kaldırmaya, darbelerden kurtulmaya, kendini
savunmaya ve sonuçta ASCK’nın 119/1’inci maddesinde öngörüldüğü gibi
“fiilî taarruzu defetmeye” yönelik ölçülü bir eylem olduğu aşikârdır.
Bu itibarla; sanığın eyleminin ASCK’nın 119/1’inci maddesi
kapsamında kaldığını kabul eden Daire kararı yerinde bulunmuş, Başsavcılığın
isabetli görülmeyen itirazının reddine karar vermek gerekmiştir.
357
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E. No. : 2004/138
K.No. : 2004/134
T.
: 11.2.2004
ÖZET
Sanık astsubayın kendisine 1468 sayılı Kanun gereğince
verilen zatî tabancasını kaybetmesi, askerî eşyayı özürsüz
kaybetmek suçunu oluşturmaz.
Sanık J.Kd.Üçvş.M.Ç.’nin, J.Komd.Er Eğt.A.K.lığında görevli iken,
atandığı; J.Bölge K.lığına katılmak üzere 16.7.2001 tarihinde evini taşıdığı
sırada 112 15 22 seri No.lu 7.65 mm çapındaki Astra marka zatî tabancasını
kaybettiği olayda, askerî eşyayı makbul bir sebep olmaksızın kaybetmek
suçundan ASCK’nın 130’uncu maddesine göre cezalandırılması iddiasıyla dava
açılmış, yerel mahkemece, zatî tabancanın askerî eşya niteliğinde olmadığı;
suçun unsurları yönünden oluşmadığı gerekçesiyle sanığın beraetine karar
verilmiştir.
Komutan, 1468 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetlerinde Astsubay
Naspedilenlere Giyecek ve Teçhizat Verilmesi Hakkında Kanun gereğince
teçhizat olarak sanığa verilen silâhın, aynı yasanın Ek-1’inci maddesindeki;
kendilerine bu şekilde tabanca verilen astsubayların TSK’dan ilişikleri
kesilmedikçe tabanca ve mermilerini her ne suretle olursa olsun başkalarına
veremeyecekleri veya devredemeyecekleri hükmüne göre sanığın, astsubay
statüsünü muhafaza etmek şartıyla teslim aldığı dava konusu tabancanın, birlik
demirbaşına kayıtlı askerî eşya anlamına geldiğini belirterek, bu konudaki
As.Yrg.2’nci D.nin 19.1.2000 gün ve 2000/21-19, 4’üncü D.nin 31.5.2000 gün
ve 2000/354-386 sayılı kararlarını karşılaştırıp yargı kararlarında görüş birliği
olmadığını açıklayıp eklediği YCGK’nın 7.5.2002 gün ve 4/116-245 sayılı
kararının 1468 sayılı Yasa gereğince verilen zatî demirbaş silâhları kapsamadığı
görüşüyle sanık hakkındaki beraet kararını aleyhe temyiz etmiştir.
Tebliğnamede onama istenmiştir.
Başka göreve atanması nedeniyle 5.7.2001 tarihinde Yenifoça’daki
evinden taşınırken saat 16.30 sularında özel aracında muhafaza ettiği 112 15 22
seri No.lu Astra marka zatî tabancasını kaybettiğini fark edip tüm aramalara
rağmen bulamadığını beyanla sanık J.Astsb.Üçvş.M.Ç.’nin J.Komd.Er
Eğt.A.K.lığına başvurduğu maddî bir olgudur.
358
16.11.1998 tarihli “Zatî Tabanca Tahsis Çizelgesiyle” sanığa verilen
dava konusu 112 15 22 seri No.lu 7.65 mm çaplı Astra marka tabancanın, birlik
demirbaş zimmetinde kaydının bulunmadığı; J.Gn.K.lığı envanterinde kayıtlı
olduğu bildirilmiştir.
1468 sayılı Yasayla astsubaylara verilen tabancanın niteliği, müsadere
konusuyla ilgili olarak; As.Yrg.2’nci D.nin 19.1.2000 gün ve 2000/21-19 sayılı
kararında; “Subaylara 10.7.1944 gün ve 4608 sayılı yasayla teçhizat verilmesine
ilişkin yasaya 7.12.1962 gün ve 128 sayılı yasayla getirilen ekle teçhizat olarak
şahsî tabanca verilmesi kabul edilmişken, 1468 sayılı yasayla da astsubaylara bu
hak verilerek askerlik hizmetinin gereği olarak hizmet içinde ve dışında yakın
koruma silâhı olarak kullanılması sağlanmış ve (6136 sayılı Yasanın 7/4-A ve
yasayla ilgili yönetmeliğin 11’inci maddesindeki istisnalar dışında) emekli
subay ve astsubayların bu tabancaları taşıma hakları hükme bağlanmıştır... 1468
sayılı yasayla tabancanın ücretsiz, istihkak ve şahsî tabanca olarak verildiği,
mülkiyetinin verilen kişiye ait olduğu, sadece görev süresince başkasına
verilemeyeceği, veriliş amacı gözetildiğinde (yakın koruma ve silâh kullanma
yetkisi içinde kullanma) devredilmemesinin de doğal olduğu, bu hususun
mülkiyet hakkını sadece belli süreyle sınırladığı, bu silâha sahip asker kişinin
askerlikten ayrıldığında teslim şartına bağlı olarak devir sözleşmesi
yapabileceği, böylece üzerinde tasarruf yetkisinin bulunduğu, tabanca üzerinde
Devlet mülkiyetinin devam ettiğine ilişkin ilgili yasada bir düzenleme olmayıp,
sadece görev süresince elden çıkmasını önlemenin, ait olma konusunu
etkilemediği, bu açıklamaya göre de; diğer koşullarının oluşması hâlinde
tebliğnamedeki görüşe karşın, tabancanın zoralımına karar verilebileceği
sonucuna varıldığı” şeklinde açıklanmış, aynı konudaki 5.6.2003 gün ve
2003/58-57 sayılı Askerî Yargıtay Daireler Kurulu kararıyla da tedbirsizlik ve
dikkatsizlik sonucu ölüme neden olmak suçundan sanık astsubayın olay
sırasındaki silâhının, “zatî” (şahsî) tabanca olması nedeniyle kendisine iadesi
gerektiği kabul edilmiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 7.5.2002 gün ve 4/116-245 sayılı
kararıyla da daha önce Emniyet Teşkilatının kuvvesinde kayıtlı Devlet malı
sayılan “zatî demirbaş tabancaların” buna ilişkin yönetmeliğin değişikliğinden
sonra Devlet malı sayılmalarına son verildiği, ancak görevde kullanma
koşullarının korunduğu düşüncesinden hareketle saldırgan sarhoşluk suçundan
sanık polis memurunun olayda kullandığı zatî demirbaş tabancanın zoralımına
karar verilmesi isabetli görülmüştür.
Adlî ve Askerî Yargının açıklanan birbiriyle uyumlu kararlarına göre
zati silâhla işlenen taksirli suçlarda tabancanın sanığa iadesine; kastî suçlarda
ise müsaderesine karar verilmesi, bunun, bizatihi Devlete ait olmadığını
göstermektedir.
Kaldı ki, somut olayda askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçundan söz
edilebilmesi için dava konusu zatî tabancanın “askerî eşya” olduğunun kesin bir
biçimde ortaya konulması gerektiği de açıktır; birlik demirbaşına kayıtlı
olmayan, sanık astsubayın askerî hizmet ve mahal dışında da taşıyabildiği zatî
359
tabancasını askerî eşya sayılması hâlinde, birlik dışında, görevli olmaksızın her
ne suretle olursa olsun taşıdığında, askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak
suçunu işlediği sonucuna ulaşılır ki, bu da silâhın veriliş amacına uygun olmaz.
Belirtilen nedenlerle sanığın kaybettiği zatî tabancanın askerî eşya
niteliğinde bulunmaması karşısında anılan suç, yasal unsurları bakımından
oluşmadığından komutanın temyiz nedenlerinin reddiyle usul ve esas
bakımından yasaya uygun beraet hükmünün onanması gerekmiştir.
360
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/149
K.No. : 2004/165
T.
: 9.12.2004
ÖZET
Silâhlı devriye nöbetçisi iken nöbet silâhıyla havaya bir el
ateş eden sanığın rahatlamak maksadıyla yaptığı bu atış sırasında
silâh hizmet gayesi dışında kullanıldığından, özel kasıt ile ika edilen
bu eylem, ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenmiş “askerî
eşyayı özel menfaatinde kullanmak” suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, silâhlı devriye
nöbetçisi olan sanığın havaya bir el ateş etmek şeklindeki eyleminin hangi suça
vücut verdiği noktasındadır.
Daire; rahatlamak amacıyla keyfî olarak havaya ateş eden sanığın suç
kastına nazaran, eylemin, “askerî hizmete mahsus eşyayı özel menfaatinde
kullanmak” suçuna vücut verdiğinin kabulü gerektiği sonucuna ulaşmış iken;
Başsavcılık; sanığın saikinin suç vasfının belirlenmesinde etken olmadığı ve
silâh konusunda uyulacak tedbirlere ilişkin talimata aykırı davranan sanığın,
ASCK’nın 130’uncu maddesindeki suça göre daha özel bir suç olan “mazarratı
mucip olacak şekilde nöbet talimatına aykırı hareket etmek” suçunu işlediği
düşüncesindedir.
Bu çerçevede yapılan incelemede; Ana Mayın Grup Komutanlığı
emrinde askerlik hizmetini ifa eden sanığın, 28.9.2003 tarihinde 20.00-24.00
saatleri arasında “fünyelik silâhlı devriye nöbetçisi” iken, hizmet gereği yanında
bulunan silâhıyla havaya bir el ateş ettiği dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Askerî Ceza Kanununun “Mallara Karşı Yapılan Diğer Cürümler”
başlıklı sekizinci faslında yer alan ASCK’nın 130’uncu maddesi: “Askerî eşyayı
kasten terk veya kısmen yahut tamamen tahrip eden, özürsüz kaybeden veya
harap olmasına sebebiyet veren veya özel menfaati için kullanan asker kişiler...”
şeklindedir.
Askerî Ceza Kanununun “Hizmet ve Vazifenin İhlâli” başlıklı
dokuzuncu faslında yer alan ASCK’nın 136’ncı maddesi: “1. Her kim askerî
karakolun veya müfrezenin veyahut hususî bir vazife ile mükellef olan bir kısım
askerin kumandanı veya subaylarından veyahut nöbetçi iken kasten veya
tekâsülünden:
A: Kendisini verilen vazifeyi yapamayacak hâle korsa;
361
B: Nöbet mahallini terk ederse yahut verilen sair talimata mugayir
hareket ederse;
C: Her iki hâlde de bir mazarratı mucip olursa...” hükmünü
içermektedir.
ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenmiş “askerî eşyayı özel
menfaatinde kullanmak” suçu ile ASCK’nın 136’ncı maddesinde düzenlenmiş
“mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek” suçlarının, maddî ve
manevî unsurları ile Askerî Ceza Kanunu içerisinde yer aldıkları fasıllara
nazaran farklı hukukî menfaatleri korudukları açıktır. “Askerî eşyayı özel
menfaatinde kullanmak” suçu; askerî eşyanın, statüsü ne olursa olsun tüm askerî
şahıslar tarafından askerî hizmet dışında kullanımını engellemeye yönelik
olarak ihdas edilmiş iken; “mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket
etmek” suçu; nöbet hizmetini ifa eden asker kişilerin nöbetle ilgili talimatlara
aykırı davranmalarını ve nöbet hizmetinin aksamasını veya talimata aykırılık
nedeniyle zarar oluşmasını önlemeyi amaçlayan bir askerî cürüm olarak
düzenlenmiştir. İlk suçun koruduğu hukukî değer “askerî eşya”, diğerinin ise,
öncelikle, “askerî vazife ve hizmettir.” Bu nedenlerle söz konusu suçlardan
birisinin diğerine göre özel bir suç niteliğini haiz olmadığı ortadadır.
Yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında da belirtildiği üzere, “askerî
eşyayı özel menfaatinde kullanmak” suçunun oluşabilmesi için, failin “askerî
eşyayı özel menfaatinde kullanmak” özel kastıyla hareket etmesi gereklidir.
“Mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek” suçu ise, tekâsülle
veya genel kasıtla işlenebilir.
Somut olayımızda; nöbet hizmeti sırasında, “Silâhlı Nöbet Kıt’ası
Erlerinin Silâh Konusunda Uyacakları Emniyet Tedbirleri” başlıklı talimata
aykırı hareket ederek havaya bir el ateş eden sanığın, bir an için “mazarratı
mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek” suçunu işlediği düşünülebilir ise
de, suçun manevî unsuru yeterince irdelenmeksizin ulaşılacak bu sonucun
isabetli olmayacağı aşikârdır. Zira, aksi ispatlanamayan savunmasına göre,
sanık, üç haftadır çarşıya çıkamamış olmasının, çok sık nöbet tutmasının ve
devrecilik nedeniyle arkadaşıyla yaptığı tartışmanın etkisiyle sıkıntılı ve sinirli
ruh hâli içerisindeyken havaya ateş etmiştir. Sanığın rahatlamak maksadıyla
yaptığı bu atış sırasında, hizmet gereği yanında bulunan silâhı hizmet gayesi
dışında kullandığı, dolayısıyla “askerî eşyayı özel menfaati için kullanmak”
kastıyla hareket ettiği açıktır. Bu nedenle, özel kasıt ile ika edilen bu eylemin,
ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenmiş “askerî eşyayı özel menfaatinde
kullanmak” suçunu oluşturduğu hususunda herhangi bir tereddüt
bulunmamaktadır.
Sonuç olarak; askerî mahkemenin “mazarratı mucip olacak şekilde
nöbet talimatına aykırı hareket etmek” suçundan kurulmuş mahkûmiyet
hükmünü, sanığın eyleminin “askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak
suçuna” vücut verdiği gerekçesiyle suç vasfı noktasından bozan Daire kararı
yerinde bulunmuş ve Başsavcılığın isabetli görülmeyen itirazının reddine karar
vermek gerekmiştir.
362
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/10
K.No. : 2004/36
T.
: 26.2.2004
ÖZET
Kreş yönetiminde muhasip üye olarak görev yaptığı dönem
içerisinde kreşteki çocukların ailelerinden toplanarak yatırılması
için kendisine verilen kreş personeline ait SSK primlerini mal
edinen sanık subayın eylemi, teslim edilen paranın askerî bir
hizmetin yürütülmesinden elde edilen bir para olmaması ve bu
paranın askerî görev sebebiyle tevdi edilmiş sayılamamasından
dolayı zimmet değil emniyeti suiistimal suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu yargılama konusu
eylemin hukukî vasfına ilişkindir.
Daire, Kreş yönetiminde muhasip üye olarak görev yaptığı dönem
içerisinde yatırılmak üzere kendisine teslim edilen kreş personeline ait SSK
primlerini mal edinen, kendisine sorulduğunda da sigorta prim tahakkuk
belgelerini ilgili kişilere göstererek primleri düzenli bir şekilde yatırdığını beyan
eden sanığın ihtilâsen zimmet suçunu işlediğini kabul ederek, bu eylem
hakkında verilen görevsizlik kararının bozulmasına karar vermiş iken;
Başsavcılık, sanığın üstlendiği kreş muhasipliği görevinin askerî hizmet
niteliği taşımadığını, bunun sonucu olarak da kreşteki çocukların ailelerinden
toplanarak yatırılması için kendisine verilen SSK primlerini tahsis gayesine
aykırı biçimde harcayan sanığın eyleminin emniyeti suiistimal suçunu
oluşturduğunu ileri sürerek, Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
1993 yılından itibaren Harp Akademileri Komutanlığı emrinde görev
yapmakta olan sanığın 24.09.1995 günü yapılan Genel Kurul toplantısında Harp
Akademileri Kreşi Yönetim Kuruluna muhasip üye olarak seçildiği, 1997 ve
1998 yıllarında yapılan Genel Kurul toplantılarında da aynı şekilde yönetim
kuruluna girdiği, 1997 tarihli Harp Akademileri Çocuk Bakımevi Özel
Yönergesi’ne göre yönetim kurulunun kimlerden oluşacağının ve yönetim
kurulunun görev ve yetkilerinin neler olduğunun belirlendiği, bu yönerge
gereğince yönetim kurulundan bir üyenin veya yönetim kurulu tarafından
görevlendirilecek bir personelin muhasebeci olarak görev yapacağı ve
muhasebecinin, kreşte görevli personelin sigorta primlerini yatırma
sorumluluğunun bulunduğu, nitekim sanığın muhasip üye olarak görev yaptığı
363
dönemde çalışan personelin SSK.primlerinin yatırılmak üzere kendisine teslim
edildiği, Eylül 1998 tarihine kadar olan süreçte sanığın her ay SSK.primlerini
düzenli olarak Sosyal Sigortalar Kurumuna yatırdığı, ancak Eylül 1998 ve
Kasım 1998-Eylül 1999 dönemlerinde aylık olarak yatırması gereken primleri
yatırmadığı, bu dönemde SSK primlerinin tahakkuk ettirilmesi işlemini
yaptırdığı, kendisine primlerin yatırılıp yatırılmadığı sorulduğunda, tahakkuk
fişlerini göstererek primlerin yatırıldığını söylediği, 24.10.1999 tarihinde
yapılan genel kurul toplantısında seçilen yönetim kurulunda muhasip üye olarak
Dz.İk.Yzb. H.M.K.’nın görev aldığı ve yeni muhasip üyenin sanıktan kreşin
işletme defterini istediği, sanığın ise eski yönetimin ibra edilmekle
aklandığından bahisle eski defterleri teslim etmediği, bilâhare 18.01.2000
tarihinde noter tarafından onaylanmış Ekim 1999 başlangıç tarihli işletme
defterini Yzb. H.M.K.’ya teslim ettiği; muhasip üye Yzb. H.M.K’nın yeni
yönetim kuruluna SSK primlerinin yeni yönetim kurulu tarafından yatırılmasını
teklif ettiği, ancak sanığın, daha önce de bu işleri yaptığını, Akademi’de sürekli
görev yaptığı ve görevi icabı Sosyal Sigortalar Kurumu ile ilişkisinin
bulunduğunu, kendisinin bu primlerin yatırılmasını daha kolay yapabileceğini
söyleyerek ve yanındaki bir dosya ile içindeki tahakkuk fişlerini göstererek
prim yatırma işleminin kendisi tarafından düzenli olarak yapıldığı izlenimini
uyandırdığı, bunun üzerine yönetim kurulu başkanı ve başyardımcısının sanığın
teklifini kabul ettikleri, sanığın bu şekilde Ekim 1999-Şubat 2001 dönemlerinde
de yönetim kurulundan herhangi bir kayıt tutulmaksızın SSK.primlerini teslim
aldığı, her sorulduğunda da tahakkuk fişlerini göstermek suretiyle bu işlemin
zamanında tam olarak yapıldığı izlenimini yönetim kurulunda yarattığı, bilâhare
sanığın gösterdiği şüpheli davranışlar üzerine yapılan araştırmada belirtilen her
iki dönemde (birincisi yönetim kurulunda muhasip üye olarak görevli
bulunduğu Eylül 1998 ve Kasım 1998-Eylül 1999 dönemi ikincisi ise yönetim
kurulunda görev yapmadığı Ekim 1999 Şubat 2001 dönemi) Harp Akademisi
Kreşinde çalışan personelin SSK.primlerini hiç yatırmadığının tespit edildiği
tüm dosya kapsamından anlaşılmış olup, esasen bu konuda herhangi bir
uyuşmazlık bulunmamaktadır.
1998 tarihinde yürürlüğü giren Türk Silâhlı Kuvvetleri Kreş ve Gündüz
Bakımevleri Yönetmeliğinin geçici 1’inci maddesi; yönetmeliğin yürürlüğe
girdiği 7.5.1998 tarihinden itibaren 6 aylık süre içerisinde Kreş ve Gündüz
Bakımevlerinin mevcut yapılarının yönetmelik hükümlerine uydurulması
gerektiğini belirtmesine karşın, bunun yerine getirilmemesi durumunda
yönetimce yapılacak işlemlerin geçersiz sayılacağına ilişkin herhangi bir hükme
yer vermemiştir.
Bu gerekliliğe riayet edilmemesi yönetim kurulu üyelerinin cezaî veya
hukukî sorumluluklarının doğmasına sebebiyet verse de, esasen yapılan
işlemlerin geçerliliğine herhangi bir etki yapmamaktadır. Aksi yönde bir
kabulün hukuka uygun bir şekilde teşekkül eden yönetim kurulunun tüm karar
ve işlemlerinin geçersiz sayılması gibi idarenin istikrar ve devamlılık ilkelerine
ters düşen uygulamalara neden olabileceği sonucuna varılmıştır.
364
211 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunun 2’nci maddesi
Askerliği “Türk Vatanını, İstiklal ve Cumhuriyetini korumak için harb sanatını
öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti” olarak tanımlanmış iken, Aynı kanunun
36’ncı maddesi “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin harb sanatını öğrenmek ve
öğretmek için lâzım gelen tesis ve teşkillerin kurulacağını, gerekli tedbirlerin
alınacağını” öngörmüştür.
TSK İç Hizmet Kanununun “Sosyal Hizmetler” başlığını taşıyan
98/2’nci maddesinde, Türk Silâhlı Kuvvetleri Personeli için lüzum ve ihtiyaç
görülen yerlerde çocuk bakımevleri ve sosyal tesisler kurulabileceği, bunların
kuruluş ve işletme esas ve usullerinin yönetmelikle düzenleneceği belirtilmiştir.
Kreş ve bakımevlerinin kuruluş maksadı ise,
1) Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görev yapan personelin çocuklarına
sağlıklı bir ortam içerisinde okul öncesi eğitimi vermek,
2) Bu çocukların ruhsal gelişimlerini arttıracak eğitim programlarını
belirleyerek bunları uygulamakla sınırlıdır.
Uyuşmazlığa bu veriler doğrultusunda bakıldığında ise, kreş ve
bakımevlerinin kuruluş gerekçesinin askerlik mesleğinin aslî unsuru olan harb
sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti ile herhangi bir irtibatın olmadığı
görülmektedir.
Konunun, TSK İç Hizmet Kanununun “Sosyal Hizmetler” başlığı
altında düzenlenmesi ile bu yönde ortaya çıkabilecek ihtiyaçların giderilmesine
hukukî imkân sağlanmak istenmiştir.
Diğer yandan kanunun kurulmasına olanak sağladığı kreş ve
bakımevleri mahiyeti itibariyle kamusal görevin icra edildiği kurumlar olmayıp,
kamusal hizmetinin yürütüldüğü yardımcı hizmet üniteleridir.
Gerek önceki tarihli Harp Akademiler Özel Çocuk Bakımevi Yönergesi
ve gerekse hâlen yürürlükte olan Türk Silâhlı Kuvvetleri Kreş ve Gündüz
Bakımevi Yönergesi hükümleri;
Kreş ve Gündüz Bakımevinin amiri durumundaki müdürün sözleşmeli
personel olarak atanmasına imkân sağlamakta olup, esasen suç tarihlerinde Kreş
müdürlüğü görevini Türk Silâhlı Kuvvetlerinin kadro ve kuruluşlarında
herhangi bir görevi bulunmayan dışarıdan sözleşmeyle temin edilen bayan bir
personel yürütmüştür.
Kreş ve Bakımevinde çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanı, grup
sorumlusu, psikoloji, diyetisyen, hemşire veya sağlık memuru sosyal hizmetler
uzmanı ile yeterli sayıda memur çocuk bakıcısı ve hizmetlinin görev yapacağı
yönetmelikte belirtilmiştir. Yönetmelikte hizmet birimlerini oluşturan bu
kişilerin rütbeli veya askerî personel arasından seçilerek görevlendirilmelerini
zorunlu kılan herhangi bir hükme yer verilmemiştir.
Kreş ve Bakımevinin müdürü durumundaki kişinin kurumun temizlik,
sağlık, beslenme ve eğitim hizmetlerinin kaliteli bir şekilde yürütülmesinden
birinci derecede sorumlu olduğu, bu sorumluluğun bir gereği olarak icraî
nitelikte pek çok yetkilerinin bulunduğu görülmektedir.
365
Hâlen yürürlükte bulunan yönetmelik “velilerden tahsil edilen paraların
usulüne uygun ve verimli bir şekilde sarfını gerçekleştirme işlevi” bulunan
Gelir Yönetim Kurulunun Kreş Ve Bakımevi Müdürü, Çocuk Gelişimi Ve
Eğitimi Uzmanı, Satın Alma Ve Muhasebe Uzmanı ile veliler tarafından 1yıl
süreyle seçilen 2 veliden oluşturulacağını öngörmüştür.
Bu kurulun;
a) Çocuklara sağlanan hizmetlere karşılık velilerden alınacak ücretleri
belirlemek,
b) Gelirlerin usulüne uygun ve verimli bir şekilde sarfını sağlamak,
c) Genel plân ve faaliyet raporunu hazırlamak, şeklinde kurumun iç
işleyişine doğrudan tesir edecek kararları alma ve uygulama yetkileri
bulunmaktadır.
Belirtilen personelin seçimi, kreşte ne tür hizmetlerde kullanılacakları,
üstlerine düşen yükümlülerin sınırları, hizmetleri karşılığında alacakları ücretin
tutarının kreş yönetiminin bu kişilerle yapacağı görüşme ile belirleneceği
açıktır.
Bu anlamda kreş ve bakımevi yönetimi bir kısmı kreş çalışanları, bir
bölümü de velilerin katılımı ile teşekkül eden heyet marifeti ile icra
edilmektedir.
Gerek yürütülen hizmetin mahiyeti ve genel kuruluş maksadı gerekse iç
işleyişine yönelik kurallar bütünü dikkate alındığında, kreş ve bakımevlerinin
ulusal yurt savunmasına yönelik işleve sahip askerî kurum niteliği taşımadıkları
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Kreş çalışanlarının ücretlerinin herhangi bir devlet katkısı olmaksızın
Kreşte çocukları bulunan velilerin ödediği aidatlarla karşılandığı, bunun doğal
bir sonucu olarak da sanığın yatırmadığı sosyal sigortalar primlerinin
kaynağının (kamusal bir yönü bulunmayan) veli aidatlarından ibaret olduğu
dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
İşveren temsilcisi sıfatını taşıyan sanığın kreşte istihdam edilen
personele ait SSK primlerini gecikmeksizin yatırmaktan ibaret yükümlülüğün
hukukî dayanağı esas itibariyle 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 80’inci
maddesinden kaynaklanmaktadır.
Sanığın sorumluluğunda bulunan para değişik kaynaklardan temin
edilerek kreşte sözleşmeyle istihdam edilen çocuk bakıcısı ve hizmetlilere ait
aylık SSK primleridir.
Zimmet ve ihtilâsen zimmet suçunun ön koşulu askerî hizmet nedeniyle
tevdi edilen eşya ya da paranın mal edinilmesidir. Gerek sanığa teslim edilen
paranın askerî bir hizmetin yürütülmesinden elde edilen bir para olmaması
gerekse de bu paranın askerî görev sebebiyle tevdi edilmiş sayılamamasından
dolayı sanığın kendisine verilen paraları tahsis gayesine aykırı biçimde sarf
etmesi durumunda ihtilâsen zimmet suçunun teşekkül edemeyeceği sonucuna
varılmıştır.
366
Gösterilen gerekçelerde kanunî isabet bulunmamakla birlikte,
mahkemenin hâlen Türk Silâhlı Kuvvetleri ile ilişiği kesilen sanığa ait bu
eylemleri emniyeti suiistimal suçu kapsamında değerlendirilerek; askerî bir suç
nitelinde olmayan, askerî bir suçla da irtibatı bulunmayan fiiller hakkında
görevsizlik kararı vermesinde kanuna aykırı bir husus görülmediğinden,
Başsavcılığın konuyla ilgili itirazının kabulü ile bozmaya ilişkin Daire kararının
kaldırılmasına, askerî savcı ve sanık vekilinin temyiz itirazının reddi ile
görevsizlik hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
367
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/689
K.No. : 2004/686
T.
: 18.5.2004
ÖZET
Askerlik şubesinin iki ayrı celp döneminde hizmet gereği
kendisine teslim edilen iaşe bedel parasını şahsî ihtiyaçları için sarf
eden ve olayın ortaya çıkmasını önlemek amacıyla sahte iaşe
bordroları düzenleyen tahakkuk memuru sanığın eylemi müteaddit
ihtilâsen zimmet suçunu oluşturur.
Askerî mahkemece, sanığın Kasım 2001 ve Ağustos 2001 tarihlerinde
atılı suçu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 131/1’inci maddesinin az vahim
hâli, TCK’nın 59/2, 647 s.K.’nın 4 ve 5’inci maddeleri uyarınca 1.090.355.000
TL ağır para cezası ile cezalandırılmasına, cezanın aylık 24 eşit taksitle
tahsiline karar verilmiş, hüküm, sanık tarafından, kendisinin mutemet olmadığı,
işlerin yoğunluğu nedeniyle mutemetlik görevi verildiği, olayda zimmet ve
ihtilâs suçlarının unsurlarının bulunmadığı, ortada bir suç varsa eylemin görevi
kötüye kullanma olarak kabul edilmesi gerektiği ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Yapılan incelemede; Askerlik Şubesi Başkanlığında seferberlik işlem
ve tahakkuk memuru olarak görevli olan sanığın, asker alımı ve genel sevk
işlemlerinin yoğun olduğu dönemlerde, mutemet olan Svl.Me. H.B.U.’nun sevk
işlemiyle görevlendirilmesi nedeniyle, askerlik şubesi başkanının emirleri
doğrultusunda mutemetlik görevini de yerine getirdiği, bu kapsamda askere
sevk edilecek yükümlülerin yol ve iaşe bedellerine ilişkin olarak, ilgili bütçe
kaleminden avans alınma ve sevk bitiminde yol ve iaşe bedelleri ödenen
yükümlülerin bordrolarının tanzimi ile avansın kapatılması görevlerini
yürüttüğü, 27.11.2002 tarihinde yapılan denetleme sonucunda Osmancık Şubesi
yükümlüsü olup da yabancı şubelerden sevk edilmiş ya da hiç sevk edilmemiş
bir kısım yükümlülerden Kasım 2001 celp döneminde (8), Ağustos 2002 celp
döneminde ise (11) yükümlü adına yol ve iaşe bedelleri tahakkuk ettirilip,
bordrolarda bu yükümlülerin ilgili hanelerine parmak izi basılmak ve imza
edilmek suretiyle yol ve iaşe bedelleri ödenmiş şekilde, Kasım 2001 dönemi
için 70.700.000 TL Ağustos 2002 dönemi için 105.200.000 TL olmak üzere
toplam 175.900.000 TL paranın sanık tarafından mal edinildiği, sanığın eylemi
kabullendiği ve önceki dönemlerdeki açığını kapatmak amacıyla böyle
368
davrandığını belirttiği, soruşturmanın başlamasından sonra mal edinilen paranın
faizi ile birlikte Mal Müdürlüğüne iade edildiği dosya kapsamından
anlaşılmıştır.
Tebliğnamede, sevk edilecek yükümlülere ait yol ve iaşe bedellerinin
sanığa tevdi edilmesi, teslim edilmesi, paraların onun muhafaza ve
sorumluluğuna bırakılması unsurlarının bulunmadığı, ancak sanığın haksız mal
edinmek kastıyla sevke tâbi yükümlülerin bordrolarında bir kısım yükümlülerin
isimleri karşısındaki bölümlere imza atmak ve parmak basmak suretiyle
gerçekleştirdiği eyleminin, TCK’nın 339’uncu maddesi kapsamında resmî
evrakta sahtekârlık yapmak suçunu oluşturduğu görüşüne yer verilmiştir.
Askerlik şubesinde tahakkuk memurluğu görevini yürüten sanığa,
Kasım 2001 ve Ağustos 2002 tarihlerindeki sevk dönemlerinde mutemet olan
Svl.Me.H.B.U.’nun sevk işleriyle görevlendirilmesi nedeniyle, şube başkanının
personel görevlendirme çizelgesinde belirtildiği şekilde mutemetlik görevinin
de verildiği, ayrıca, dosyadaki belgeden anlaşıldığı üzere, askerlik şubesi
başkanınca verilen şifahî emir doğrultusunda sevk işlemleri sırasında fiilen
mutemetlik görevini yürüttüğü, bu kapsamda sevk edilen yükümlülerin yol ve
iaşe bedellerinin sevk sırasında kendisine tevdi edilen avans paradan, ilgililerin
bordrolardaki bölümlerine imzaları ve parmak izleri alınmak suretiyle bizzat
sanık tarafından ödendiği, bu arada yabancı şubelerden sevk edilen bir kısım
yükümlülerin sevk bordrolardaki bölümlerin de sanık tarafından imzalanmak ve
parmak izi basılmak suretiyle doldurulup, yargılamaya konu olan miktardaki
paranın doğrudan sanık tarafından mal edinildiği, bilâhare tahakkuk memuru
olmasının sağladığı imkân çerçevesinde ilgili belgelerin düzenlenip, alınmış
olan avansın kapatıldığı anlaşılmaktadır.
TCK’nın 339’uncu maddesinde düzenlenen evrakta sahtekârlık suçu,
“bir memurun memuriyetini icrada tamamen veya kısmen sahte bir varaka veya
hakikî bir varakayı tağyir ve tahrif ederek bundan dolayı umumî ve hususî bir
mazarrat doğması” hâlini kapsamaktadır.
İhtilasen zimmet suçu ise; eldeki mevcut paranın veya kıymetli evrakın
zimmete geçirilmesinden sonra bunu gizlemek için hile ve hudaya başvurulup,
olayın ortaya çıkmasını önleyecek şekilde kayıtlarda gerçeğe aykırı hususlara
yer verilmesi ile oluşur. evrakta sahtekârlık, suçunda önce gerçeğe aykırı veya
farklı evrak düzenlemek ve buna dayanılarak haksız veya hak edinilenden fazla
para, mal veya menfaatin elde edinilmesi gerekmektedir.
Somut olayda, sanığın yoğun sevk işlemleri sırasında ek olarak verilen
mutemetlik görevini de yürütürken kendisine tevdi edilen paranın bir kısmını
mal edindiği, bilâhare bu miktara denk gelecek şekilde sevk bordrolarına sahte
imza atmak ve parmak basmak suretiyle eylemini gerçekleştirdiği dikkate
alındığında, suçun, Askerî mahkemece de kabul edildiği üzere ihtilâsen zimmet
olarak vasıflandırılmasında herhangi bir isabetsizliğin bulunmadığı kabul
edilmiştir.
369
Benzer olay bakımından, Dairemizin 11.3.2003 tarihli ve 2003/10311029 sayılı kararında da suç vasfına ilişkin kabul bu yöndedir. Bu çerçevede,
sanığın, eyleminin memuriyet görevini kötüye kullanmak olarak kabul edilmesi
gerektiğine ilişkin temyiz nedeni de kabule değer bulunmamıştır.
Ancak, sanığın Kasım 2001 ve Ağustos 2002 celp ve sevk
dönemlerinde gerçekleştirdiği eylemlerinin, her iki eylem arasında sekiz ay gibi
uzun bir sürenin geçmiş olması, söz konusu dönemlerde yabancı şubelerden
sevk edilecek yükümlülerin olup olmayacağının ve sayısının önceden
bilinmesinin mümkün olmaması, her iki sevk döneminde avans olarak çekilen
paranın malî prosedür çerçevesinde tahakkuk evrakına bağlanıp bir ay
içerisinde kapatılmış olduğu dikkate alındığında, sanığın ihtilâsen zimmet
olarak vasıflandırılan eylemlerinin, iki ayrı suç oluşturacak şekilde birbirinden
ayrı olarak tamamlandığının kabul edilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Bu nedenle; askerî mahkemenin, sanığın eylemlerinin aynı suç işleme
kararı kapsamında tek bir ihtilâsen zimmet suçunu oluşturduğu yönündeki
kabulünün kanuna aykırı olduğu, sanığın eylemlerinin iki ayrı ihtilâsen zimmet
suçu olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna varılmış, aleyhe temyize
gelinmemiş olunması nedeniyle, sonuç ceza bakımından sanığın kazanılmış
hakları saklı kalmak üzere hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
370
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/790
K.No. : 2004/802
T.
: 21.9.2004
ÖZET
1. Erlere istihkak olarak verilen don, yün fanila, komando
beresi vb. şeyler şahsî eşya olmayıp askerî eşya niteliği devam
ettiğinden, er arkadaşlarının bu tür eşyalarını çalan sanığın eylemi
askerî eşyayı çalmak niteliğindedir.
2. Belirtilen askerî eşyanın birlik dışına çıkarılmadan
kullanılabileceği nazara alındığında, suç tamamlanmıştır.
Askerî mahkemece, sanık (Ter.) P.Onb.E.Ş.’nin; mağdur P.Çvş.İ.Y.’ye
istihkak olarak verilmiş olan don, yün fanila ve komando beresini 8.4.2001
günü, mağdur P.Er H.D.’ye istihkak olarak verilmiş olan don, yün fanila ve
komando beresini 21.4.2001 günü ve mağdur P.Er A.T.’nin zimmet ve
sorumluluğunda bulunan TV/PSS-12 mayın tespit parçasını, kullanma kartını ve
bakım el kitabını 8.5.2001 günü çalmak suretiyle “müteselsilen askerî eşyayı
çalmak” suçunu işlediği kabul edilerek ASCK’nın 131/1’inci maddesinin az
vahim hâl cümlesi, 131/2 ve 50, TCK’nın 62, 80 ve 59/2’nci maddeleri uyarınca
BİR AY YİRMİ SEKİZ GÜN HAPSİNE,
ASCK’nın 35’inci maddesi uyarınca onbaşı rütbesinin geri alınmasına,
Karar verilmiştir.
Tebliğnamede, “P.Çvş.İ.Y. ve P.Er H.D.’ye istihkak olarak verilen don,
yün fanila ve komando berelerinin askerî eşya olup olmadıkları, kullanım
sonunda birliğe iade edilmesi gereken malzemeler olup olmadığı sorulmadan
eksik soruşturma ile hüküm kurulduğu; ayrıca, vak’a kanaat raporunda
“Kleptoman” olabileceğine değinilen ve TV/PSS-12 mayın test parçasının bir
işine yaramayacağını beyan eden sanığın, çalma hastalığı denilen psikolojik bir
rahatsızlık olan kleptomani hastası olup olmadığının, suç tarihleri itibariyle
TCK’nın 46 ve 47’nci maddelerinden yararlanıp yararlanmayacağının bilirkişi
aracılığıyla tespit edilmesi gerekirken noksan soruşturma ile hüküm kurulduğu”
belirtilerek bozma isteminde bulunulmuştur.
Mağdur P.Çvş.İ.Y.’nin dolabından, adı geçen erbaşa istihkak olarak
verilmiş olup askerî eşya niteliğinde bulunan levazım sınıfı malzemelerden don,
yün fanila ve komando beresini 8.4.2001 günü çalmak suretiyle,
ASCK’nın 131’inci maddesi kapsamına giren “askerî eşyayı çalmak”
suçunu işlediği,
371
Mağdur P.Er H.D.’nin dolabından, adı geçen ere istihkak olarak
verilmiş olup askerî eşya niteliğinde bulunan levazım sınıfı malzemelerden don,
yün fanila ve komando beresini 21. 4.2001 günü çalmak suretiyle,
ASCK’nın 131’inci maddesi kapsamına giren “askerî eşyayı
çalmak” suçunu işlediği,
Mağdur P.Er A.T.’nin zimmet ve sorumluluğunda bulunan TV/PSS-12
mayın tespit cihazına ait test parçasını, kullanma kartını ve bakım el kitabını
8.5.2001 günü mayın eğitim parkından çalarak kışla içindeki dolabında
saklamak suretiyle,
ASCK’nın 131’inci maddesi kapsamına giren “askerî eşyayı çalmak”
suçunu işlediği, söz konusu cihaz henüz kışla dışına çıkaramadan, diğer bir
ifadeyle tamamen kendi hüküm ve tasarrufu altına alamadan koğuştaki
dolabında ele geçirildiğinden, bu suçla ilgili eyleminin TCK’nın 62’nci maddesi
hükmüne göre tam teşebbüs derecesinde kaldığı,
Anlaşılmış bulunmaktadır.
P.Çvş.İ.Y. ve P.Er H.D.’nin dolaplarından çalınan don, yün fanila ve
komando beresi kendilerine istihkak olarak verilen levazım sınıfı birer malzeme
(askerî eşya) olup, bu tür malzemelerin erbaş ve erlerin kullanımına verilmesi
askerî eşya olma niteliklerini ortadan kaldırmayacak, diğer bir ifadeyle bu
malzemeleri istihkak olarak üzerine giyinen askerlerin şahsî eşyaları hâline
getirmeyecektir. Kullanıldıkları sürece ve miatları (kullanma süreleri) dolup
usulünce kayıt silmeye tâbi tutuluncaya kadar askerî eşya olma nitelikleri
devam edecektir.
27.02.1986 tarihli L-103 Ordu Malı Kayıt Silme Yönetmeliğinin
21’inci maddesi;
“Kullanma süreli veya kullanma süresiz ordu mallarından
kullanılmadan ileri gelmiş eskime ve yıpranma dolayısıyla kayıtları silinmesi
gerekenlerin eskileri Mal Saymanlıklarınca geri alınır...Giyecekten olan
gömlek, el ve yüz havlusu, mendil, çorap, tire fanila, yün fanila, er pijaması
(Hasta pijaması hariç), pamuklu eldiven, er fotini (terhisinde), er terliği
(terhisinde), işçi elbisesi ve işçi ayakkabısı eskileri geri alınmaz.
Herhangi bir imal veya onarımdan geriye kalan ve işe yarayan
gereç ve parçalar da geri alınır. Bunlardan diğer hizmetlerde kullanılması
mümkün olanlar Mal Saymanlıklarınca gelir kaydedilerek lüzumlu yerlerde
faydalanmak üzere bakım ve onarım kademelerine veya emredilen yerlere
gönderilir. Eskilerden hiçbir işe yaramayacak durumdakiler L-101 ORDU
MALI YÖNETMELİĞİ’nin 39 ve 40’ıncı maddelerine göre işleme (HEK’e
ayırma işlemine) tâbi tutulurlar”
hükmünü içermektedir.
Görüldüğü gibi, ister kullanma süreli (miatlı) ve isterse kullanma
süresiz (miatsız) olsun, kullanılmadan dolayı eskiyen ve yıpranan Ordu
malından kayıtları silinmeleri gerekenlerin eskilerinin Mal Saymanlıklarınca
geri alınması, bunlardan diğer hizmetlerde kullanılması mümkün olanların gelir
kaydedilerek lüzumlu yerlerde faydalanılmak üzere bakım ve onarım
372
kademelerine veya emredilen yerlere gönderilmeleri, hiçbir işe yaramayacak
durumdakilerin ise L-101 Ordu Malı Yönetmeliği hükümlerine göre HEK’e
(Hurda-Enkaz-Köhne) ayırma işlemine tâbi tutulup kayıttan düşülerek HEK
depolarına gönderilmesi, burada kadroların izin verdiği ölçüde yapılacak
kurtarma ve ayıklama işleminden sonra varsa istekte bulunan makamlara
gönderilmesi, artanların ham madde olarak 2490 sayılı Kanun hükümlerine göre
(10.6.1934 tarihli ve 2490 sayılı Artırma, Eksiltme ve İhale Kanunu, 1.1.1984
tarihinde yürürlüğe giren 8.9.1983 tarihli ve 2886 sayılı Devlet İhale
Kanununun 94/a maddesiyle yürürlükten kaldırıldığından 2886 sayılı Kanun
hükümlerine göre) satılması, satışı mahzurlu görülen, satılamayan, askerî
fabrikalar ve diğer Devlet fabrikalarınca ve tamirhanelerince kabul edilmeyen
ve tamiri de mümkün görülmeyen Ordu mallarının usulünce imha edilmesi
gerekmektedir.
Tüm bu açıklamalardan sonra temyiz incelemesine konu olaya
dönecek olursak;
Sanık onbaşının, 8.4.2001 günü P.Çvş.İ.Y.’nin ve 21.4.2001 günü de
P.Er H.D.’nin dolabından çaldığı don, yün fanila ve komando bereleri, her iki
erbaş ve ere istihkak olarak verilmiş levazım sınıfı birer Ordu malıdır. Bu
nitelikleri itibariyle ASCK’nın 131’inci maddesinde sözü edilen birer askerî
eşya oldukları konusunda kuşku bulunmamaktadır. Bu nedenledir ki askerî eşya
olup olmadıklarının sorulmasına gerek yoktur. L-103 Ordu Malı Kayıt Silme
Yönetmeliğinin 21’inci maddesine göre, bu üç kalem kullanma süreli (miatlı)
levazım sınıfı giyim eşyasından yün fanila hariç, bu maddede sayılan
giyecekler arasında yer almayan don ve komando beresinden ibaret diğer iki
kalem eşyanın ise, eskime ve yıpranma dolayısıyla kayıtlarının silinmesi ve
müteakip işlemlerin yapılması için Mal Saymanlıklarınca geri alınması
gerektiğinden, söz konusu malzemelerin kullanım sonunda birliğe iade edilmesi
gereken malzemelerden olup olmadığının sorulmasına da gerek
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, tebliğnamedeki, yukarıda değinilen konularda
noksan soruşturma ile hüküm kurulduğuna ilişkin görüşe katılmak mümkün
olmamıştır.
Mağdur P.Çvş.İ.Y. ve P.Er H.D.’ye istihkak olarak verilen levazım
sınıfı giyim eşyasından kullanım süresi dolduğunda iade edilmesi
gerekmemekle beraber, henüz kullanımda olan yün fanila ile, yine kullanımda
olan ve kullanma süreleri dolduğunda ise eskime ve yıpranma dolayısıyla
kayıtları silinmek üzere iade edilmeleri gereken don ve komando beresinden
ibaret levazım sınıfı malzemelerin her biri askerî eşya niteliğinde
bulunduğundan, adı geçen erbaş ve erlerin dolabından don, yün fanila ve
komando berelerini çalan sanık onbaşının bu şekilde sübut bulan eylemleri
ASCK’nın 131’inci maddesinde yazılı “askerî eşyayı çalmak” suçunu
oluşturduğundan, askerî mahkemece de suç vasfının bu şekilde tayin
edilmesinde isabetsizlik görülmemiştir.
373
Söz konusu askerî giyim eşyası çalındığı andan itibaren birlik dışına
çıkarmaya gerek olmaksızın sanık onbaşı tarafından üzerine giyilebileceği, bu
tür eşyaya olan ihtiyacını tam olarak giderecek şekilde kışla içerisinde
kullanılabileceği göz önüne alındığında, artık çalma (hırsızlık) eyleminin tam
teşebbüs derecesinde kaldığından söz edilemeyeceği için, askerî mahkemenin
bu iki suçla ilgili eylemin tam teşebbüs derecesinde kaldığına ilişkin kabul ve
uygulaması ise yerinde görülmemiştir.
Sanık onbaşının 8.4.2001, 21.4.2001 ve 8.5.2001 tarihinde işlemiş
olduğu üç ayrı askerî eşyayı çalmak suçundan dolayı teselsül hükümlerinin
uygulanıp uygulanmayacağı konusuna gelince;
Türk Ceza Kanununun 80’inci maddesinde “Bir suç işlemek
kararının icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa ihlâl
edilmesi, muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan
dolayı terettüp edecek ceza altıda birden yarıya kadar artırılır” denilmektedir.
Sanık P.Onb.E.Ş. ASCK’nın 131’inci maddesinin ihlâli mahiyetinde
ilk olarak 8.4.2001 tarihinde P.Çvş.İ.Y.’nin ve bundan on üç gün sonra da
21.4.2001 tarihinde P.Er H.D.’nin dolabından don, yün fanila ve komando
berelerini çalmıştır. Her defasında aynı tür askerî eşyalar çalınmış olsa da, bu
eşyaların zilyedi ve mağduru durumunda bulunan istihkak sahipleri farklıdır.
Dolayısıyla ortada, TCK’nın 80’inci maddesinde belirtilen manada alınan bir
karara, önceden yapılan bir plâna dayanılarak işlenmiş tek bir suç değil, iki ayrı
suç bulunmaktadır. Eğer sanık, mağdur P.Çvş.İ.Y.’nin şahsî istihkakı olan
levazım malzemelerini koğuştaki dolabından farklı tarihlerde de olsa birkaç
defada çalmış olsaydı, her bir eyleminin esasen ayrı birer askerî eşyayı çalmak
suçunu oluşturmasına rağmen TCK’nın 80’inci maddesi hükmüne göre bir
bütün hâlinde müteselsilen işlenmiş tek bir askerî eşyayı çalmak suçunu
oluşturacağından söz edilebilirdi.
Dosyadaki el senedi ile 1.5.2001 tarihinde P.Er A.T.’ye
zimmetlenmiş olan ve adı geçen erin zimmet ve sorumluluğunda bulunan
TV/PSS-12 mayın tespit cihazının muhteviyatından olan test parçası ile
kullanma kartı ve bakım el kitabının 17.5.2001 tarihinde mayın eğitim
parkurundan sanık onbaşı tarafından çalınmasının, bu şekilde işlenmiş olan
askerî eşyayı çalmak suçunun, sanık tarafından daha önce 8.4.2001 ve
21.4.2001 tarihlerinde işlenmiş olan P.Çvş.İ.Y. ile P.Er H.D.’nin don, yün fanila
ve komando berelerinin çalınması suçlarıyla bir suç olmadığı, konuları, işleniş
biçimi, işlendiği yer ve zilyedi ve mağduru durumunda bulunan kişileri farklı
olan bu suçla, diğer iki suç arasında da TCK’nın 80’inci maddesinde belirtilen
anlamda teselsül hâlinin bulunmadığı açıktır.
Bu itibarla, sanık onbaşının 8.4.2001, 21.4.2001 ve 8.5.2001
tarihlerinde işlemiş olduğu üç ayrı askerî eşyayı çalmak suçundan gerçek içtima
kurullarına göre ASCK’nın 131’inci maddesinin üç kez tatbikî ile ayrı ayrı
hüküm kurulması gerekirken, müteselsil suçun varlığının kabulüyle tek bir ceza
tayin edilmesi kanuna aykırı bulunmuştur.
374
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/159
K.No. : 2004/145
T.
: 4.11.2004
ÖZET
Birlik envanterinde kayıtlı olmasa da askerî eşya niteliği
taşıdığında kuşku bulunmayan 4 adet ZPT kule kapağını fiilen
kontrolü ve denetimi altındaki ana malzeme ve kitle sahasından
askerî araçla çıkararak hurdacıya satarken yakalanan sanık
astsubayın eylemi askerî eşyayı satmaya tam teşebbüs değil zimmet
suçunu oluşturur.
Daire ile askerî mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu;
atılı suçun vasfına ilişkindir.
Daire; sanığın sübutunda tereddüt bulunmayan eyleminin askerî eşyayı
çalmak suçunu oluşturduğu sonucuna varmış iken;
Askerî mahkeme, isnat konusu fiilin askerî eşyayı satmaya tam
teşebbüs suçunu oluşturduğunu ileri sürerek, eski hükümde direnmek suretiyle
mahkûmiyet yönünde hükme varmıştır.
Ord. 301-5 Mal Saymanlığı Ana Malzeme ve Kitle Saha Sorumlusu
olan sanık Ord.Tek.Astsb.Bçvş.M.Ö.’nün; 18 Şubat 2003 günü boş asetilenoksijen tüpleri ile, boş asit bidonlarını ve daha önce sevk edilmemiş kendi
sorumluluğundaki raporlu silâh ve muhteviyatlarını Kor.Ord. IV.Kademe
K.lığına götürmek üzere görevlendirildiği ve bu amaçla emrine tahsis edilen
(353144) plâkalı Ford Kargo aracına, erbaş-erlerin yardımıyla saymanlık
depolarındaki boş asetilen-oksijen tüplerini yükletmesini müteakip, aracı
sorumluluğundaki “Kitle Sahası” şeklinde ifade edilen ana malzeme ve
muhteviyatlarının muhafaza edildiği bölgeye götürdüğü, kitle sahasında
bulunan 8 adet kullanılmış-faal (ikinci durumda) M-113 ZPT kule
kapaklarından 4’ünü araca yükleten sanığın aracı boş asit bidonlarının
bulunduğu depo önüne çektirdiği, boş asit bidonlarından bir kısmının Ford
Kargo araca, diğer bir kısmının ise ikmal için Kor.Ord.IV. Kad.K.lığına gitmek
üzere Ordonat Taburuna gelen Ord.Tkns.Astsb.Kd.Çvş. M.Ş.’nin emirkomutasındaki 352862 plâkalı Mercedes-Ünimog araca yükletilmesinin
ardından saat 10.00 sıralarında iki araç hâlinde Erzurum’a doğru yola çıkıldığı,
saat 13.43’de Erzurum Ord.IV.Kademe Komutanlığına ulaşan sanık M.Ö.’nün
Ford Kargo ve Mercedes-Ünimog araçlarındaki boş oksijen-asetilen tüplerini,
375
boş asit bidonlarını ve diğer malzemeleri ilgili depolara indirttikten sonra
Mercedes-Ünimog aracında bulunan Ord.Er M.A. ile P.Er İ.Y.’ye Ford Kargo
aracındaki (4) adet M-113 ZPT. kule kapağını 352862 plâkalı MercedesÜnimog aracının kasasına yükleterek, bu erlerle birlikte saat 14.50 sıralarında
sivil şahıs H.T.’ye ait hurda deposuna gittikleri, yanındaki erlere kule
kapaklarını yere indirtip bir tanesini tarttıran sanığın bunları inceleyen H.T. ile
kule kapaklarının kilogramı 1.100.000 TL. üzerinden satılması konusunda
anlaştıkları, bu sırada devriye görevini ifa etmekte olan Garnizon Merkez
Komutanı P.Alb.M.S. ile As.İz.Birlik Komutanı İsth.Bnb.H.P.’nin hurdacının
önünden geçerken durumu görüp içeriye girdikleri, sanık M.Ö.’nün H.T.’ye (4)
adet kule kapağını satmak üzere olduğunu tespit ederek sanığı gözaltına
aldıkları, sabit olup, esasen bu konuda Daire ile askerî mahkeme arasında
herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Sübutunda tereddüt bulunmayan eylemin hangi suçu oluşturduğunun
sağlıklı biçimde tespiti için birlik dışına çıkarılan askerî malzemenin sanık ile
olan ilişkisinin incelenmesi gerekmektedir.
Sanık Ord.Tek.Astsb.Bçvş.M.Ö.’nün askerî araç vasıtasıyla birlik
hudutları dışına çıkardığı 4 adet M-113 ZPT kule kapakları birliğin
envanterlerinde kayıtlı olmasa da “Kitle Sahası” olarak tâbir edilen ve esas
itibariyle ordu mallarının açıkta depolanması amacıyla saymanlık bünyesinde
oluşturulan bölgede muhafaza edilmektedir.
Ana Malzeme ve Kitle Saha Sorumlusu olan sanığın amiri durumundaki
Tanık Ordonat Mal Saymanı Ord.Tğm.H.Ş.; askerî savcılık ve askerî mahkeme
huzurunda vermiş olduğu yeminli ifadelerinde, 2002 yılı Ekim yada Kasım ayı
içerisinde sanığın sorumluluğunda bulunan kitle sahasının kontrolünü yaparken
kule kapaklarını gördüğünü, kapakların uzun zamandan itibaren kitle sahasında
bulunduğunu öğrenince de bu malzemeleri Şubat 2003 tarihinden sonra irada
aldırıp malzeme fazlası olarak üst kademeye veya ilgili fabrikaya göndermeyi
plânladığını sanığa söylediğini, kule kapaklarını bu tarihe kadar kitle sahasında
düzgün biçimde muhafaza etmesi hususunda da sanık Ord.Tek.Astsb.Bçvş.
M.Ö.’ye ayrıca emir verdiğini beyan etmiştir.
Birlik Ana Malzeme ve Kitle Saha Sorumlusu olan sanık Ord.Tek.
Astsb.Bçvş.M.Ö. ile tanık Ordonat Mal Saymanı Ord.Tğm.H.Ş.’nin sıralı amiri
durumundaki Ordonat Tabur Komutanı Ord.Bnb.M.G.; huzurda tespit edilen
yeminli ifadesinde, kitle sahasında muhafaza edilen askerî malzemenin sanığın
kontrol ve sorumluluğunda olduğunu belirtmiştir.
Ordonat Mal Saymanlığı Yedek Parça Sorumluluğu görevini yürüten
Ord.Astsb.Bçvş. A.N.Ü.; aşamalarda vermiş olduğu yeminli ifadelerinde, kule
kapaklarının sanığın sorumlusu olduğu Kitle Sahasında muhafaza edildiğini ve
bunların bizzat sanığın denetiminde bulunduğunu ileri sürmüştür.
Ordonat Tabur Komutanlığının 10.3.2003 tarihli cevabî yazısında da;
M-113 ZPT Kule kapaklarının irade alınarak üst kademeye sevkinin Birlik Mal
Saymanı tarafından plânlandığı, söz konusu malzemelerin işlemler
376
sonuçlandırılıncaya kadar da kitle sahasında muhafaza edilmesi konusunda mal
saymanınca sanığa emir verildiği belirtilmiştir.
Sanık Ord.Tek.Astsb.Bçvş.M.Ö. “...Kule kapakları benim ya da bir
başkasının zimmetinde değildi...” demek suretiyle de kule kapaklarının birlik
mal saymanlığı envanterinde kendisi yada bir başkası adına kayıtlı olmadığını
ifade etmek istemiştir.
ASCK’nın 131’inci maddesinin ilk fıkrası : “Askerî bir hizmet yaparken
veya vazifeyi suiistimal ederek bir hizmet veya vazifeden ötürü tevdi veya
emanet edilmiş olan para veya kıymeti ne olursa olsun bir eşyayı yahut
kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile her türlü askerî erzak, eşya
ve hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler....” hükmünü içermektedir. Bu
maddede düzenlenmiş olan zimmet suçunun oluşabilmesi için;
Bir hizmet veya vazifeden ötürü “tevdi veya emanet edilmiş” para veya
eşyanın veya “tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile” her türlü askerî eşyanın
zimmete geçirilmesi gereklidir.
Yasa koyucu, askerî eşya için “tevdi veya emanet edilme” koşulunu
aramamış iken, askerî eşya vasfını haiz olmayan sair eşya için TCK’nın 202’nci
maddesi ile uyumlu olacak şekilde, “görev sebebiyle tevdi veya emanet edilme”
şartını öngörmüştür. Ancak, her iki hâlde de, “askerî bir hizmetin yapılması
sırasında” veya “vazifenin suiistimali suretiyle” eylemin icra edilmesi ön koşul
olarak belirlenmiştir.
ASCK’nın 12’nci maddesi: Hizmeti “Bu kanunun tatbikatında hizmet
tabirinden maksat, gerek malûm ve muayyen olan ve gerek bir amir tarafından
emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması hâlidir.” şeklinde
tanımlamıştır.
TSK İç Hizmet Kanununun 7’nci maddesine göre “Askerî Vazife” :
“Hizmetin icap ettirdiği şeyi yapmak ve men ettiği şeyi yapmamaktır.”
Bu Kanunun 6’ncı maddesi, “Hizmet”i: “Kanunlarda nizamlarda
yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı
veya sözle emredilen veya yasak edilen şeylerdir.” biçiminde tarif etmiştir.
Bu hükümlerden anlaşılacağı üzere, “askerî hizmet” öncelikle kanun ve
nizamlarda öngörülmüş olmalıdır. Askerlik hizmetinin özelliğine nazaran,
askerlik maksat ve menfaatlerinin zorunlu kıldığı hâllerde de, “kanunlara uygun
olmak koşulu ile askerî vazife”nin kendiliğinden oluştuğunun kabulü
gerekmektedir.
Zimmete geçirme fiilî, bir değerin failin mal varlığına girmesi veya
tahsis gayesinin dışına çıkmasıyla tamam olur. Meydana gelen zararın telâfi ve
tazmin olunması, suçun tamam olmasına engel teşkil etmez. Yerleşik Askerî
Yargıtay İçtihatları, “memurun kendisine tevdi olunan veya vazife dolayısıyla
muhafaza, murakabe veya mesuliyeti altında bulunan paraları veya menkul
malları kendisi yada başkası lehine mal edinmesinin zimmet suçunu
oluşturduğunu” hükme bağlamıştır. Faillerin mallar üzerinde göreve dayalı
hukukî zilyetliği zimmet suçunun öncelikli koşuludur.
377
“... Zimmete geçirilen şeylerin Devlete ait olması şart değildir. Fertlere
de ait olabilir. Esasen bu suçla korunmak istenen sadece mülkiyet değil, aynı
zamanda Devlet memurlarının dürüstlüğüne ilişkin kamu menfaatidir. Zimmete
geçirmekten maksat; nesne üzerinde o şeyin zilyetliğini meşru gösteren nedenle
bağdaşmayan bir kısım işlemlerde bulunmaktır. Bir başka deyişle, zilyetliğin
fiilen mülkiyete dönüştürülmesidir. Nesne üzerinde ancak Malik’in
yapabileceği tasarruflardan birinin yapılması durumunda zimmet suçunun
maddî unsuru gerçekleşecektir...” (Prof.Dr. Faruk EREM-Prof.Dr. Nevzat
TOROSLU Ceza Hukuku Özel Hükümler Sayfa.152-156)
Zimmet suçlarını cezalandırmakla korunan hukukî menfaat, mal
varlığına zarar verilmemesini korumak olmayıp, kamu idaresine karşı dürüst
davranılmasını temin etmek olduğundan, malî bir zararın doğmuş olmaması
veya telâfi edilmiş olması suçun tamamlanmış olması açısından ehemmiyet
taşımaz. (Sahir Erman, Çetin ÖZEK, Kamu İdaresine karşı işlenen suçlar 1992
Sayfa 18, 28).
Yargılama konusu olayımızda da;
Sanığın yürüttüğü askerî vazifenin bir gereği olarak kendisine tevdi
edilen (aralarında M-113 ZPT kule kapaklarının da bulunduğu) kitle
sahasındaki askerî malzemeler üzerinde görevinden kaynaklanan hukukî bir
zilyetliğe sahip olduğu görülmektedir.
Temellük (Mal edinme) eyleminin görev nedeniyle teslim edilen
malzemeler üzerinde işlenmesi hâlinde askerî eşyayı çalmak ve satmak
suçlarına göre daha özel bir düzenleme niteliği taşıyan “zimmet” suçunun
oluşacağı Yerleşik Askerî Yargıtay uygulamalarıyla da istikrar kazanmıştır.
(Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 15.2.1990 gün ve 1990/ 24-25 E.K.;
17.9.1998 gün ve 1998/120-116 E-K ve 28.1.1999 gün ve 1999/36-18 E.K.
sayılı kararları).
Yargılama konusu olayımızda; birlik envanterinde kayıtlı olmasa da
askerî eşya niteliği taşıdığında tereddüt bulunmayan malzemeleri fiilen kontrolü
ve denetimi altında tutan Ana Malzeme ve Kitle Sahası Sorumlusu
Ord.Tek.Astsb.Bçvş.M.Ö.’nün; muhafaza ve murakabe sorumluluğundaki bu
malzemeleri satarak para temin etmek maksadıyla birlik hudutları dışına
çıkarmak şeklindeki eyleminin zimmet suçunu oluşturduğunun kabulü
gerektiğinden, direnilmek suretiyle tesis olunan mahkûmiyet hükmünün suç
vasfının tayinindeki isabetsizlikten dolayı bozulmasına karar verilmiştir.
Sanığın depodaki tavlı tel ve şeytan kilidi açığını kapatmak maksadıyla
zimmetindeki askerî malzemeleri satmaya kalkışmasının zimmet suçunun
(şahsına fayda temin etmekten ibaret) manevî unsuruna herhangi bir tesirinin
bulunmadığı sonucuna varılarak, aksi doğrultudaki savunma ve temyiz
sebeplerine itibar edilmemiştir.
378
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/26
K.No. : 2004/10
T.
: 15.1.2004
ÖZET
ASCK’nın 132’nci maddesindeki suçun oluşumu için açık
veya örtülü bir rıza olmaksızın başkasına ait bir nesnenin
faydalanmak kastıyla bulunduğu yerden alınması gerekmektedir.
Kendisine ait bankamatik kartının bulunduğu yerden alınıp
kullanılmasına geçmişteki ilişkileri sebebiyle mağdurun açık ya da
zımnî rıza gösterip gösteremeyeceğinin belirlenmesi, sanığın eylem
bütünü içerisinde suç işleme kastıyla hareket edip etmediğinin
tespiti açısından önem arz etmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu, eylem
bütünü içerisinde noksan soruşturma teşkil edecek herhangi bir eksiklik bulunup
bulunmadığından ibarettir.
Daire; sanığın hangi banka hesabından, ne miktarda parayı kaç defada
çektiğinin konuyla ilgili belgeler getirtilerek aydınlatılmamasının, mağdur ile
sanık arasında birbirlerinin maaşlarını çekme konusunda bir yardımlaşma veya
birbirlerine kartlarını verme şeklinde bir uygulamalarının bulunup
bulunmadığının, mağdurun sahip olduğu bankamatik kartının şifresini sanığa
söyleyip söylemediğinin, söylememiş ise sanığın bunu ne şekilde öğrenmiş
olabileceğinin araştırılmamasının keza soruşturmayı başlatan bölük
komutanının olayı sanığın arkadaşlarından öğrendiği şeklindeki vak’a kanaat
raporuna yansıyan değerlendirmesine rağmen bu konuda kim ya da kimlerin
bilgisi olduğunun soruşturulmamasının maddî vakıanın tespiti ve sanığın suç
işleme kastının ortaya çıkarılması açısından noksan soruşturma teşkil ettiğini
kabul ederek, mahkûmiyet kararını bozmuş,
Başsavcılık ise, bu yöndeki eksikliklerin davanın esasını ve seyrini
değiştirecek nitelikte olmadığını, eylemini hazırlık soruşturmasında açıkça,
soruşturma safhasında ise kaçamaklı şekilde ikrar eden sanığın bu ifadelerinin
mağdurun samimî ve tutarlı anlatımları ile de bütünlük arz ettiği ileri sürülerek,
bozmaya ilişkin kararın kaldırılmasına, mahkûmiyet hükmünün onanmasına
karar verilmesi istemiyle Daire kararına itiraz edilmiştir.
379
Sanığın, 15.1.2001 tarihinde misafirhanede aynı odada kaldığı arkadaşı
İs.Atğm.Ö.A.’nın cüzdanından bankamatik kartını rızası olmaksızın gizlice
alarak banka hesabından 400.000.000 TL parasını çektiği, maaşını çekmek için
bankaya giden mağdurun bankamatik kartının cüzdanında olmadığını fark ettiği,
daha sonra banka cüzdanını alarak tekrar bankaya gittiğinde maaşının
çekildiğini öğrendiği, yaptığı araştırma sonunda maaşının çekilmesinden hemen
sonra bir astsubayın ATM’de işlem yaptığını tespit ederek anılan astsubayı
bulduğu, astsubayın maaşını bir uzman çavuş vasıtasıyla çektirdiğini söylemesi
üzerine uzman çavuşla görüştüğü, uzman çavuşun tarif ettiği eşkale göre
parasının sanık tarafından çekildiği sonucuna vararak konuyu kendisine açtığı,
sanığın, bankamatik kartını kendisinin aldığını ve parayı çektiğini açıklayarak
400.000.000 TL parayı verdiği, böylece arkadaşının parasını çalmak suçunu
işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasına karar verilmiş
ise de;
Sanık; 17.4.2001 tarihinde birlik komutanı tarafından tespit olunan
ifadesinde 15.1.2001 tarihinde parayı çektiğini, bundan vicdanen rahatsızlık
duyarak parayı aynı gün içerisinde mağdura teslim ettiğini, yaptığının hata
olduğunu beyan etmiş iken;
İstinabe suretiyle tespit olunan sorgusunda, mağdur Atğm.Ö.A. ile para
çekme hususunda aralarında karşılıklı teklif bulunmadığını, gerek mağdurun
gerekse kendisinin birbirlerine ait bankamatik kartlarını evvelce kullandıklarını,
bu nedenle de olay günü mağdurun bankamatik kartını kullanarak para
çektiğini, sonrasında da çekmiş olduğu bu parayı kendisine geri verdiğini ileri
sürmüştür.
Mağdur İs.Atğm.Ö.A.; birlik komutanı tarafından saptanan 19.4.2001
tarihli hazırlık ifadesinde, sanıkla görüştüğünde kartı izinsiz alıp para çektiği
için kendisinden özür dilediğini, hemen ardından da parayı iade ettiğini
açıklamış tanık sıfatıyla vermiş olduğu soruşturma ifadesinde ise; sanığın
eylemini önce inkâr etmesine karşın sonradan paraya ihtiyacı sebebiyle aldığını
söylediğini beyan etmiştir.
Dosyada yer alan bilgilere göre, 15.1.2001 günü gerçekleştirdiğini ileri
sürülen eylemin soruşturulmasına 17.4.2001 tarihinde başlanmıştır.
Askerî mahkeme; işlendiği iddia edilen tarihten 92 gün sonra hazırlık
soruşturmasına konu edilen eylemle ilgili olarak mağdur ve sanık ifadesi
dışında herhangi bir delili dosyaya dâhil etmeksizin, ilerleyen safhalarda
farklılık gösteren bu beyanlara esaslı delil sıfatıyla itibar ederek, mahkûmiyet
yönünde hüküm kurmuştur.
Yargılamaya esas maddî gerçeğin, iddia ve savunmaya yönelik
beyanlara bağlı kalınmadan, eldeki tüm hukukî imkânlar kullanılarak, çok yönlü
bir biçimde araştırılması Ceza Yargılama Hukukunun temel görevidir.
Atılı eylemin hangi tarih ya da tarihlerde gerçekleştirildiği, sanığın
hangi miktarda parayı kaç seferde nerelerden çektiği, bu parayı ne kadar süreyle
muhafaza ederek, mağdura hangi tarihte kim ya da kimlerin yanında iade ettiği
380
şeklindeki maddî vakıanın özünü teşkil eden ayrıntılar hiçbir biçimde
araştırılmamıştır.
Bilindiği üzere; arkadaşının eşyasını çalmak suçunun oluşumu için
başkalarının açık veya örtülü bir rızası olmaksızın başkasına ait bir nesnenin
faydalanmak kastıyla bulunduğu yerden alınması gerekmektedir.
Kendisine ait bankamatik kartının bulunduğu yerden alınıp
kullanılmasına geçmişteki ilişkileri sebebiyle mağdurun açık yada zımnî rıza
gösterip gösteremeyeceğinin belirlenmesi, sanığın eylem bütünü içerisinde suç
işleme kastıyla hareket edip etmediğinin tespiti açısından da esaslı derecede
önem taşımaktadır.
Sanığın bu yöndeki iddialarının her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan
kaldıracak biçimde araştırılması için;
Sanığın soruşturmada ileri sürdüğü hususlar hakkında mağdurun
etraflıca bir biçimde ifadesine başvurularak, sanıkla aralarında birbirlerinin
maaşlarını çekme ya da ihtiyaç hâlinde bankamatik kartlarını kullanma
konularında açık ya da örtülü bir anlaşmalarının bulunup bulunmadığının,
önceki tarihlerde maaş ya da para çekmek için birbirlerine ait bankamatik
kartlarını karşılıklı ya da tek taraflı olarak kullanıp kullanmadıklarının,
bankamatik kartının şifresini sanığa evvelce söyleyip söylemediğinin,
söylememiş ise, kartın şifresinin sanık tarafından ne şekilde öğrenilmiş
olabileceğinin, olayı tespit etmesinin ardından yetkili amirlerine bildirip
bildirmediğinin, şikâyet konusu yapmaya değer görmemiş ise nedeninin
sorulması gerekmektedir.
Sanığın bankamatik kartının şifresini ne şekilde öğrendiğinin
(mağdurun kendisine söylemesi veya teknolojik imkânları kullanarak)
belirlenmesi,
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 11.4.2000 gün ve 2000-6/62-72 ve
10.4.2001 gün ve 2001-6/30-57 sayılı emsal nitelikteki kararlarda da açıklandığı
üzere; atılı eylemin hırsızlık ya da TCK’nın 525/b maddesinde yer alan
“bilgileri otomatik işleme bağlanmış bir sistemi kullanarak hukuka aykırı yarar
sağlamak” suçlarından hangisini oluşturabileceğinin tespiti açısından da önem
taşımaktadır.
Diğer yandan, düzenlediği vak’a kanat raporunda, yargılama konusu
eylemi sanığın başka arkadaşlarından öğrendiğini belirten bölük komutanı Yzb.
M.A.A.’nın ifadesine başvurulup, bu konuda bilgi sahibi olanların kimliklerinin
belirlenerek, kendisine olayı ne şekilde açıkladıklarının araştırılması, bilgi ve
görgüsü olduğu belirlenen kişi ya da kişilerin de bu kapsamda tanık sıfatıyla
dinlenilmeleri gerekmektedir.
Bu itibarla; askerî mahkemece verilen mahkûmiyet hükmünü yukarıda
belirtilen nedenlere dayalı olarak noksan soruşturma sebebiyle bozan Daire
kararında herhangi bir isabetsizlik görülmeğinden, Başsavcılığın yerinde
görülmeyen itirazının reddine karar verilmiştir.
381
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/233
K.No. : 2004/230
T.
: 2.3.2004
ÖZET
Banyoda unutulan kese kayıp eşya vasfı kazanmadığından,
bu eşyanın çalınması eylemi kaybedilmiş eşyayı usulsüz mal
edinmek değil arkadaşının eşyasını çalmak suçunu oluşturur.
13.7.2003 günü sabahleyin saat 06.30 sıralarında mağdur P.Er İ.A.’nın,
para kesesini banyoda unutarak dışarı çıktığı, bu sırada banyoya giren sanık
P.Er M.A.'nın banyoda çeşmenin üzerine bırakılmış olan bu para kesesini
bulunduğu yerden alarak uzaklaştığı, hemen sonra para kesesini banyoda
unuttuğunun farkına varan mağdur P.Er İ.A.'nın banyoya gidip baktığında para
kesesinin bıraktığı yerde olmadığını gördüğü, bir süre arayıp bulamayınca da
durumu P.Onb.S.A. aracıyla amir ve üstlerine bildirdiği.
Bunun üzerine, erbaş ve erlerin içtima edildiği mağdur P.Er İ.A.’ya ait
para kesesinin banyoda kaybolduğu söylenerek üzerlerinin ve dolaplarının
arandığı, sanık P.Er M.A.'nın banyodan aldığı bu para kesesini botunun içine
sakladığı için yapılan üst aramasında bulunamadığı,
İçtimadan sonra sanık erin, para kesesinin içerisindeki, kendi beyanına
göre seksen milyon lira, mağdur erin beyanına göre yüz altmış milyon lira
parayı alıp tekrar botunun içine sakladıktan sonra keseyi birliğin çevresindeki
duvarın üzerinden dışarıya çalılıkların arasına attığı,
Ancak, aynı Birlikte görevli P.Onb.S.A.'nın; bu parayı sanık P.Er
M.A.'nın aldığından şüphelendiği için konunun üzerinde durduğu ve sanık ere
bu işi yapıp yapmadığını, yapmış ise parayı çıkarıp vermesi hâlinde olayı
kapatacaklarını söyleyerek ikna etmesi üzerine, sanık erin, botunun içerisine
saklamış olduğu seksen milyon lira parayı çıkarıp P.Onb.S.A.’ya verdiği ve
gelişen bu durumun amir ve üstlerine iletilmesi üzerine bir tutanak
düzenlenerek paranın mağdur P.Er İ.A.'ya teslim edildiği,
Maddî bir olay olarak sabit görülmüştür.
Askerî mahkemece, sanık erin bu şekilde sübut bulan eyleminin
"kaybolmuş eşyayı usulsüz mal edinmek" suçunu oluşturduğu kabul edilerek
TCK'nın 511/2’nci maddesinin tatbikî ile hüküm kurulmuş ise de;
382
TCK’nın 511’inci maddesinde düzenlenen “kaybolmuş eşyayı mal
edinme” suçunun oluşabilmesi için;
1) Eşyanın mal sahibinin tasarruf alanının dışına çıkması,
2) Mal sahibinin eşyanın nerede olduğunu bilmeyecek, onu kaybettiğine
inanacak derecede mal üzerindeki egemenliğinin kaybetmesi,
3) Sanığın ise, malın kaybedilmiş olduğu inancı ile hareket etmesi,
ASCK’nın 132’nci maddesinde düzenlenen “arkadaşının bir şeyini
çalmak” suçunun oluşabilmesi için ise; sanığın, arkadaşına ait olduğunu bildiği
bir şeyi bulunduğu yerden faydalanmak için gizlice alması"
Gerekmektedir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.1.1968/12-8, 1’inci Dairenin
27.6.2001/523-518, 2’nci Dairenin 23.9.1987/515-505, 3’üncü Dairenin
6.11.2001/951-938 ve 5’inci Dairenin 9.5.2001/258-270 tarih ve sayılı
kararlarının kabul tarzı da bu yöndedir.
Bu açıklamalardan sonra dava konusu olaya dönecek olursak;
Mağdur P.Er İ.A., olayın meydana geldiği 13.7.2003 günü sabahleyin
06.00-06.30 saatleri arasında banyoya girip cebindeki para kesesini çeşmenin
üzerine bırakmak suretiyle yıkandıktan sonra, dışarıda elbisesini giyinirken para
kesesini çeşmenin üzerinden almadığını, diğer bir deyişle para kesesini
çeşmenin üzerinde unuttuğunu fark etmesi üzerine tekrar banyoya girip
baktığında para kesesinin yerinde olmadığını görmüştür.
Mağdur erin, para kesesini banyodaki bir çeşmenin üzerinde unutarak
giyinmek üzere dışarıya çıktığı sırada banyo yapmak üzere içeri giren sanık
P.Er M.A., çeşmenin üzerinde gördüğü bu para kesesini almış ve banyo yapıp
çıktıktan sonra da kimseye haber vermeden yanında götürmüş, parayı çıkarıp
botunun içine sakladıktan sonra keseyi birliğin dışına atmış ve daha sonra
içtima yerinde diğer erbaş ve erlerle birlikte üzeri aranırken de paranın
kendisinde olduğunu gizlemiş, ancak bir gün sonra kendisini konuşturan
P.Onb.S.A.’ya itirafta bulunmuş ve botunun içine gizlediği parayı çıkarıp teslim
etmiştir.
Görüldüğü gibi, mağdur P.Er İ.A.’nın, olay günü sabahleyin banyo
yaparken çeşmenin üzerine bıraktığı para kesesini kaybetmesi gibi bir durum
değil, elbisesini giyinmek üzere dışarı çıkarken çeşmenin üzerinde unutması
söz konusudur. Bu para kesesi henüz tasarruf alanının dışına çıkmamıştır. Para
kesesinin nerede olduğunu bilemeyecek, onu kaybettiğine inanacak hâle
gelmemiştir. Nitekim, üzerine giyinirken para kesesini çeşmenin üzerinde
unuttuğunun farkına varır varmaz tekrar banyoya girdiğinde; kesenin bıraktığı
yerden alındığını, yerinde olmadığını tespit etmiştir.
Olaya sanık P.Er M.A. açısından bakıldığında da, birliğin erbaş ve
erlerinin banyo saati olan 06.30 sıralarında yıkanmak için banyoya girdiğinde,
çeşmenin üzerinde gördüğü para kesesinin kaybolmuş bir eşya olmadığını, bu
sırada banyo yapmak için içeriye girip çıkmakta ve soyunup giyinmekte olan
arkadaşlarından biri tarafından tekrar alınmak üzere bırakıldığını, ya da
unutulmak suretiyle orada kaldığını, bu hâliyle gerek kendisinin ve gerekse
383
diğer arkadaşlarının (umumun) emniyeti altında bulunan bir eşya olduğunu
bilmemesinin de mümkün olmadığı açıktır.
Bu itibarla, sanık erin, erbaş ve er banyosunda ve sabahleyin banyo
saatinde çeşmenin üzerine bırakılmış olan para kesesini gizlice ve faydalanmak
maksadıyla almasında TCK’nın 511’İnci maddesinde yazılı “kaybolmuş eşyayı
mal edinmek” suçunun unsurları bulunmamasına, bu şekilde sübuta eren
eyleminin ASCK’nın 132’ncı maddesinde yazılı “arkadaşının bir şeyini
çalmak” şeklinde ifade edilen “hırsızlık” suçunu oluşturmasına rağmen,
kaybolmuş eşyayı usulsüz mal edinmek suçundan hüküm kurulması vasıf
yönünden kanun aykırı bulunduğundan, sanığın 353 sayılı Kanunun 227/3’üncü
maddesinden doğan hakları saklı kalmak kaydıyla, bu suçtan kurulan hükmün
bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
384
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/75
K.No. : 2004/66
T.
: 15.4.2004
ÖZET
Farklı mağdurların ayakkabı, terlik ve cep telefonunun
çalınması eylemlerinde, suçların işleniş tarihlerine yönelik
ayrıntıların belirlenememiş olmasını sanık lehine yorumlayarak,
fiiller arasında sübjektif bir irtibat bulunduğu kanaatine varan
askerî mahkemenin; atılı eylemleri müteselsil suç kapsamında
değerlendirmesi isabetlidir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; atılı üst ve
arkadaşının eşyasını çalmak suçlarının müstakilen mi? yoksa aynı suçu işleme
kararı icrası cümlesinden olmak üzere müteselsilen mi? gerçekleştirildiği
noktasındadır.
Daire; aynı koğuşta kaldığı üst ve arkadaşlarının gündelik kullanımına
ait eşyaları 1 haftalık süre içerisinde çalarak aynı yerde muhafaza eden sanığın
eyleminin müteselsilen üst ve arkadaşının eşyasını çalmak suçunu
oluşturduğunu kabul ederek, mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar vermiş
iken;
Başsavcılık ise, önceden verilmiş bir plân doğrultusunda hareket
etmeyen, aksine önüne çıkan fırsatlardan istifade ederek, uygun ortam buldukça
hırsızlık eylemlerini gerçekleştiren sanığın 3 ayrı üst ve arkadaşının eşyasını
çalmak suçundan dolayı mahkûm edilmesi gerektiğini ileri sürerek, farklı yönde
değerlendirmeyle verilen Daire kararına karşı itirazda bulunmuştur.
Askerî Gazino müdürlüğü emrinde görev yapan P.Er S.Y.’nin;
15.11.2001 tarihinde aynı birlikte görev yaptığı arkadaşı P.Er E.M.’ye ait cep
telefonunu bulunduğu yerden gizlice aldığı, sanığın durumundan şüphelenilmesi
üzerine sorumlusu olduğu elektrik dağıtım pano odasında arama yapıldığı,
sürdürülen araştırma sonucu tahta döşemelerin belli bir kısmının sökülerek gizli
bir bölüm oluşturulduğunun tespit edildiği, bölümün etraflıca tetkik edilmesiyle
E.M.’ye ait cep telefonunun, P.Er S.Y. ve P.Onb.E.A.’ya ait olup da evvelce
kaybolan 1 çift kösele ayakkabı ile 1 çift terliğin çanta içerisinde ele geçtiği,
yapılan soruşturmada sanığın hak sahiplerinin rızaları olmaksızın bu eşyaları
çaldığını tanıklar huzurunda itiraf ettiği mevcut deliller çerçevesinde sübuta
385
ermiş olup, esasen eylemlerin sübutu konusunda Daire ile Başsavcılık arasında
herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık konusu hukukî mesele
hakkında sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için; hırsızlık eylemlerinin işleniş
biçimine özgü ayrıntıların objektif ve kronolojik kriterler dâhilînde irdelenmesi,
ortaya çıkacak sonuca göre de bu eylemler arasında düşünsel ve psikolojik bir
irtibat bulunup bulunmadığının belirlenmesi gerekmektedir.
Ceza Hukukunda yasadaki tarife uygun her netice, ilke olarak ayrı bir
suç oluşturur ve fail kaç netice meydana getirmişse o kadar suç işlemiş
sayılarak her biri nedeniyle ayrı ve bağımsız bir yaptırıma maruz kalır. Ancak
bazı hâllerde değişik neticelerden dolayı faile tek bir ceza uygulanması ile
yetinilir. Birden fazla neticenin meydana gelmesine karşın faile tek ceza
verilmesini gerektiren hâllerden biri de müteselsil suçtur.
TCK'nın 80’inci maddesinde müteselsil suç; “Bir suç işlemek kararının
icrası cümlesinden olarak kanunun aynı hükmünün birkaç defa ihlâl edilmesi
muhtelif zamanlarda vaki olsa bile bir suç sayılır. Fakat bundan dolayı terettüp
edecek ceza altıda birden yarıya kadar artırılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Bu yasal tanımlamadan anlaşılacağı üzere müteselsil suçun varlığı için;
Birden fazla suçun bulunması, bu suçların kanunun aynı hükmünü ihlâl
etmeleri, birden fazla suçun aynı suç işleme kararına bağlı olarak işlenmesi
zorunludur.
Somut olayda yasanın aynı hükmünün birden fazla ihlâl edildiği
konusunda bir uyuşmazlık bulunmadığından, öğretide müteselsil suçun
sübjektif koşulu olarak adlandırılan “Aynı suç işleme kararı” üzerinde durmak
gerekmektedir.
Ceza Kanununun 80’inci maddesi 6.6.1941 tarih ve 4055 sayılı Yasa ile
değiştirilmiş ve maddedeki “Aynı kastî cürmü” sözcükleri çıkartılarak yerine
“Aynı suç işleme kararı” sözcükleri konulmuştur.
“Suç işleme kararından, Kanunun aynı hükmünü müteaddit defalar ihlâl
etmek hususunda önceden kurulan bir plân, genel bir niyet anlaşılır. Fail
önceden böyle bir plân veya niyeti tespit etmiş, bunu bir defada gerçekleştirecek
yerde, kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi daha uygun görmüş ve
bu plâna göre hareket ettiği içindir ki, müteaddit kısımlar, tek bir müteselsil suç
meydana getirmiştir. Çeşitli suçlar arasında az veya çok bir zaman aralığının var
olması, bu suçların aynı suç işleme kararının etkisi altında işlendiğini, her
zaman belirtmez.” (Dönmezer/Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, I.Cilt, 8
Basım S.459)
Yargıtay Kararlarında ise, suçun işleniş biçimi, fiillerin işlendikleri
yerler, işlenme zamanı, fiiller arasında geçen zaman süresi, suçun mağdurları,
ihlâl edilen değer ve yarar ve korunan değer ve hak, olayın gelişim ve oluşumu
ile tüm özellikleri değerlendirilerek, aynı suç işleme kararının varlığı veya
yokluğunun belirlenmesi gerektiğine işaret olunmuştur.
386
Yargıtay CGK.’nın 20.4.1999 gün ve 5/61-74 tarih ve sayılı kararında
“Aynı suç işleme kararından yasanın aynı hükmünü birçok kez ihlâl etme
hususunda önceden kurulan bir plân, genel bir niyet anlaşılmalıdır. Fail suçu
işlemeden önce bir plân yapmalı veya suça niyet etmeli fakat fiilî bir defada
yapmak yerine, kısımlara bölmeyi ve o suretle gerçekleştirmeyi daha uygun
görmelidir. Öngörülen ve gerçekleştirmeye yönelik olan suç alanı çerçevesinde
hareket etmelidir. Failin hareketi önceki hareketinin devamı olmalı ve tüm
hareketleri arasında sübjektif bir bağlantı bulunmalıdır”, denilmek suretiyle
sübjektif unsurun kriterleri belirtilmiştir.
Hırsızlığı kendisine meslek edinmiş bir kimsenin birçok hırsızlık
suçunu işleyerek hayatını meşru olmayan yollardan kazanmak istemesi gibi
genel bir saik birliğine gitmemek kaydıyla, müteselsil suçları oluşturan
hareketlerin aynı gayeye yönelik olması hâlinde suç işleme kararında birlikten
bahsedilebileceği, arada makul sayılabilecek bir zaman fasılasının bulunmasının
veya eylemlerden birine başka bir şahsın katılmasının müteselsil suç vasfına
engel olamayacağı doktrin ve uygulama tarafından benimsenmiştir.
Yine öğretide ve yargısal kararlarda suçların işlenme tarihleri arasında
az veya çok bir zaman aralığının bulunması ve suç mağdurlarının birden fazla
olması hâllerinde teselsülü reddetmenin adalet ve hakkaniyete uygun
düşmeyeceği kabul edilmiştir.
Konuya bu açıklamalar kapsamında bakıldığında;
Sanık; son soruşturma safhasında kabul etmediği hazırlık ifadesinde,
15.11.2001 tarihinde çaldığı cep telefonu dışındaki eşyaları ne zaman ve ne
suretle çaldığı konusunda herhangi bir açıklama yapmamıştır.
Mağdur P.Er S.Y. hazırlık beyanlarıyla uyum gösteren son soruşturma
ifadesinde, sanığın çantasında ele geçen kösele ayakkabıyı bu tarihten yaklaşık
bir hafta önce kaybettiğini beyan etmiş olup gerek eylemin işleniş biçimine
gerekse işlenme tarihine ışık tutacak net bir beyanda bulunmamıştır.
Diğer mağdur P.Onb.E.A. ise yeminli ifadesinde; terliği kullanması için
verdiği arkadaşı H.Ö.’nün yanına gelerek terliğin kaybolduğunu kendisine
söylediğini belirtmekle yetinerek, bu terliğin hangi tarihte, nereden ve ne
şekilde çalındığına ilişkin herhangi bir açıklama yapmamıştır.
Bu mağdurların hak sahibi oldukları eşyaların çalındığı yönünde resmî
bir şikâyet ya da başvuruda bulunmamalarından ötürü, ayakkabı ve terliklerin
hangi tarihte çalındıkları belirlenememiştir. Bu eşyaların çalınma tarihleri
konusunda ortaya çıkan bu belirsizliğin şüpheden sanık yararlanır ilkesi
gereğince sanık yararına hukukî sonuç doğuracak biçimde yorumlanması ve
bunun sonucu olarak da aramada ele geçen ayakkabı ve terliğin (E.M.’ye ait cep
telefonunun çalındığı) 15.11.2001 tarihinde bulundukları yerden alındıklarının
kabulü gerekmektedir.
Diğer yandan, sanığın gündelik ihtiyaçlarını karşılamaya imkân verecek
nitelikteki malzemeleri çalmayı müteakiben aynı yerde muhafaza etmesi ve bu
eşyaları müşterek itimadın egemen olduğu koğuşlar bölgesinden birbirine
387
benzer biçimde çalması eylemler arasındaki düşünsel irtibatın varlığını ortaya
koymaktadır.
Bu itibarla; suçların işleniş tarihlerine yönelik ayrıntıların
belirlenememiş olmasını sanık lehine yorumlayarak, eylemlerin dış âleme
yansıyan müşterek özelliklerini dosya muhteviyatına uygun biçiminde
değerlendiren ve bunun sonucu olarak da fiiller arasında sübjektif bir irtibat
bulunduğu kanaatine varan askerî mahkemenin; atılı eylemleri müteselsil suç
kapsamında değerlendirerek mahkûmiyet kararı vermesinde herhangi bir
isabetsizlik görülmediğinden, Başsavcılığın Daire kararına yönelik itirazının
reddine karar verilmiştir.
388
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/139
K.No. : 2004/178
T.
: 30.12.2004
ÖZET
Mal sahibinin rızasının bulunduğuna yönelik samimî bir
inanç ve kanaate dayanılarak başkasına ait bir malın alınması
durumunda hırsızlık suçu teşekkül etmez.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu,
arkadaşının eşyasını çalmak suçunun sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire; arkadaşı E.C.’ye ait cep telefonunu aralarındaki samimiyet
ilişkisine dayalı olarak kullanmasından dolayı sanığın mağdurun rızası
dâhilinde hareket ettiğinin kabulü gerektiğini belirterek, beraete ilişkin hükmün
onanmasına karar vermiş iken,
Başsavcılık, mağdurun sanığın eylemine rıza göstermediğini, her iki
öğrenci arasındaki arkadaşlık ilişkisinin cep telefonunun izinsiz olarak
kullanmasına imkân verecek kadar ileri derecede de bulunmadığını, bu
nedenlerle beraet hükmünün sübut yönünden bozulması gerektiğini ileri
sürmüştür.
Olay tarihinde Hava Harp Okulu 3’üncü sınıf öğrencisi iken yargılama
sırasında Yüksek Disiplin Kurulunun 29.1.2002 tarihli kararı ile geçici olarak
okuldan uzaklaştırılmasına karar verilen ve bu karar doğrultusunda 20.5.2002
tarihinde okuldan ilişiği kesilen O.G.’nin; ayrı koğuşta kalan arkadaşı öğrenci
E.C.’ye ait cep telefonunu 21.10.2001 tarihinde bulunduğu çekmeceden aldığı
ve bu cep telefonunu kullanmak suretiyle sırasıyla saat 21.57, 22.06 ve 23.13 de
görüşme yaptığı, 1.11.2001 günü saat 19.54 de ise yine bu telefonu kullanarak
başka bir cep telefonuna mesaj çektiği sabit olup, esasen bu konuda Daire ile
Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Aralarında mağdur ile sanığın da bulunduğu bir kısım öğrencilerin
arkadaşı durumundaki S.U.; huzurda tespit edilen yeminli ifadesinde, sanık ile
mağdur E.C.’nin birbirlerine ait eşya ve giysileri müştereken kullandıklarını
gördüğünü, bu kişilerin kardeş gibi birbirlerine yakın olduklarını, sanığın
arkadaşına ait cep telefonunu kendi telefonunun konuşmaya kapalı olduğu bir
dönemde kullanmış olabileceğini beyan etmiştir.
389
Sanığın mağdura dışarıdan arandığını beyan ederek telefon
konuşmasının mahiyeti hakkında yalan söylediğini ileri süren T.E.K.’nın bu
doğrultudaki açıklamaları mağdur E.C. tarafından teyit edilmiş değildir.
Sanık O.G.’nin kendisinden izin almadan cep telefonu ile konuştuğunu
belirten mağdur E.C., koğuşta cep telefonu ile konuştuğunu görmesine karşın
sanığa 5 dakika süreyle herhangi bir müdahalede bulunmayarak sadece telefon
görüşmesini bitirmesini işaret etmiştir.
Sanığın yaptığı cep telefonu görüşmeleri 24.11.2001 tarihini taşıyan
ayrıntılı fatura ile mağdur E.C.’ye tebliğ edilmesine karşın mağdur 2001 Kasım
sonundan 4.3.2002 tarihine kadar geçen süreç içerisinde kendisine ait cep
telefonunun izinsiz bir biçimde kullanıldığı yönünde herhangi bir şikâyet ya da
müracaatta bulunmamış, sanık hakkında (başka eylemler nedeniyle)
soruşturmaya başlanılması üzerine atılı eylemin rızası dışında cereyan ettiğini
ileri sürmüştür.
Sanık O.G.’nin öncelikle E.C.’nin nerede olduğunu sorduğu, koğuşta
olmadığını öğrenmesi üzerine çekmecesinde duran cep telefonunu eline alarak,
tanık E.K.’nın yanında alenî bir biçimde üç kez görüşme yaptığı ortadadır.
Mağdurun koğuşa girmesine rağmen 5 dakika kadar cep telefonuyla konuşmayı
sürdüren sanığın ortaya koyduğu hâl ve hareket tarzından eylemini gizleme
yönünde bir niyet ve çaba içerisinde olmadığı anlaşılmaktadır.
Mal sahibinin rızasının bulunduğuna yönelik samimî bir inanç ve
kanaate dayanılarak başkasına ait bir malın alınması durumunda hırsızlık
suçunun teşekkül etmeyeceği doktrinde kabul edilmiştir. (Ord.Prof.Dr.S.
DÖNMEZER-Kişilere ve Mala Karşı Cürümler 12’nci Baskı Sayfa 303.)
Tüm bu nedenlerle;
Yatılı askerî okulda üç yıldır birlikte eğitim görmelerinden dolayı
yaşantılarının önemli bir bölümünü birlikte geçiren sanık ile mağdurun; bir
arada eğitim görmenin neden olduğu karşılıklı itimat ve dayanışma duygusu
çerçevesinde hareket edip, birbirlerine ait bazı eşyaları önceden izin almadan
karşılıklı olarak kullandıkları değerlendirilerek; mağdurun örtülü rızasına sahip
olduğu kanaatiyle ona ait cep telefonunu kullanan sanıkta arkadaşının eşyasını
çalmak suçunu işleme konusunda şuur ve irade bulunmadığı sonucuna varılmış
ve askerî mahkemece tesis edilen Beraet kararını onayan Daire kararına yönelik
isabetli bulunmayan Başsavcılık itirazının ile reddine karar verilmiştir.
390
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 134
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/168
K.No. : 2004/147
T.
: 4.11.2004
ÖZET
Yerleşik yargısal uygulamaya göre; ASCK’nın 134’üncü
maddesinde yer alan suçun oluşabilmesi için; askerî hizmete ilişkin
bir konuda üst ve amirlerini kandırma şuur ve iradesiyle hareket
edilerek, bu kişilere hakikate aykırı bilgiler içeren rapor, belge,
takrir veya lâyiha sunulması ya da gerçeğe aykırı olduğu
bilinmesine karşın bu nitelikteki evrakın üst ve amirlere takdimine
neden olunması gerekmektedir.
Somut olayda üst makamca verilen emirdeki konular
hakkında gerekli girişim ve faaliyetlerde bulunmayan sanık,
tamamıyla üst ve amirlerini yanıltmaya yönelik iradeyle hareket
ederek, görevine giren ve doğru olmadığı kendisi tarafından da
bilinen bir konu hakkında üst ve amirlerine gerçeğe aykırı bilgiler
içeren evrak gönderdiğinden, sanığın eylemi ASCK’nın 134’üncü
maddesindeki suçu oluşturur. Eylemin emre itaatsizlikte ısrar suçu
olarak nitelendirilmesinde isabet bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlığın konusu; atılı suçun
vasfına ilişkindir.
Daire; sanığın sübutunda tereddüt bulunmayan eyleminin ASCK’nın
134’üncü maddesinde düzenlenmiş olan “tevdi edilen bir vazifeye müteallik
olarak kasten hakikate muhalif rapor düzenlemek” suçunu oluşturduğu
sonucuna vararak, mahkûmiyet hükmünün vasıf yönünden bozulmasına karar
vermiş iken;
Başsavcılık, yargılama konusu eylemin emre itaatsizlikte ısrar suçu
olarak nitelendirilip mahkûmiyet kararı verilmesinde herhangi bir isabetsizlik
bulunmadığını belirterek, bozmaya ilişkin Daire kararına karşı itirazda
bulunmuştur.
MSB Asal Daire Başkanlığının denetleme sonuç emrinin gönderilmesi
üzerine, askerlik daire başkanlığınca aralarında askerlik şubesinin de bulunduğu
34 askerlik şube başkanlığına 19.10.2000 tarihli bir emir gönderilerek; şubeye
ait lojmanda oturanların elektrik, su ve doğalgaz sayaçlarının bireysel abonelik
391
hâline dönüştürülüp, işlemler neticesinin 1.12.2002 tarihine kadar gönderilecek
kontrol formunda belirtilmesi istenmiştir.
Anılan emrin yayınlandığı sırada askerlik şube başkan vekili olarak
görevli olan sanık Per.Astsb.Kd.Çvş.Y.Ç. tarafından sonradan düzenlenen
kontrol formunun 15 nolu sütununda yer alan “lojmanların elektrik, su ve
doğalgaz sayaçları müstakil aboneler adına ayrı ayrı yapılmış mı?” şeklindeki
soruya “evet” şeklinde karşılık verilerek düzenlenen kontrol formunun yine
sanığın isim ve imzasını taşıyan 28.11.2000 tarihli üst yazı ile askerlik daire
başkanlığına gönderildiği, askerlik daire başkanlığının 11.4.2002 tarihli
denetlemesi esnasında emrin gereğinin yapılmadığının belirlenerek, sanık
hakkında soruşturmaya başlanıldığı sabit olup, esasen bu konuda Daire ile
Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Sanık, aşamalarda verdiği ifadelerinde; geçmiş yıllarda lojmanlarda
oturanlara ait birikmiş su ve elektrik borçları bulunduğunu, ilerleyen zaman
içerisinde bu işleri hâlledeceği düşüncesinden hareket ederek yazıya olumlu
cevap verdiğini, işlerinin yoğun olması ve meslekteki acemiliği nedeniyle
bireysel abonelik işlemlerini gerçekleştiremediğini beyan etmiştir.
Askerlik daire başkanlığının mahiyeti yukarda açıklanan konuyla ilgili
emrinin askerî hizmete ilişkin bir emir olduğunda tereddüt bulunmamakla
birlikte; o tarihlerde askerlik şube başkanlığına vekâlet eden sanığın eylem
bütünü içerisindeki kastının hangi suçu işlemeye yönelik olduğunun irdelenmesi
gerekmektedir.
Sanık; askerlik daire başkanlığının 19.10.2000 tarihli emrinin şubeye
gelmesinden yaklaşık 35 gün sonra hakikate aykırı bilgiler içeren kontrol
formunu düzenleyerek, bu belgeyi kendi imzasını taşıyan resmî bir üst yazıyla
bağlı olduğu askerlik daire başkanlığına göndermiştir.
Dosyada yer alan bilgilerden de anlaşılacağı üzere; önceki yıllarda
askerlik şubesine ait lojmanlarda oturup ta tayin nedeniyle şubeden ayrılan bir
kısım personelin suç tarihi itibarıyla ödenmemiş su ve elektrik borçları
bulunmaktadır. Bu kişilere ait birikmiş elektrik ve su borçlarının ödenmemesi
hâlinde su ve elektrik abonelerinin ayrılamayacağını, alınan emrin miadının
(süresinin) dolmasına kadarda bu işlemlerin tamamlanamayacağını
değerlendiren sanık; bu eksikliklerin daha sonra giderilebileceği düşüncesinden
hareket ederek, üst ve amirlerine emir gereğini yerine getirmediği hâlde,
getirdiğine ilişkin evrak göndermiştir.
Sanığın asıl kast ve maksadının; askerlik daire başkanlığınca verilen
emre uymamak olduğunu gösterecek herhangi bir bilgi veya belge dosya
içeriğinde yer almamaktadır.
Konuya sanığı yargılama konusu eylemi işlemeye yönelten saik ve elde
etmeyi hedeflediği amaç (fayda) açısından bakıldığında da; sanığın emre
itaatsizlikte ısrar suçu ile ilgili bir istem ya da irade sahibi olmadığı
görülmektedir.
392
ASCK’nın 134’üncü maddesi “Hizmete veya tevdi edilen bir vazifeye
müteallik olarak kasten hakikate muhalif rapor veya takrir veya lâyiha ve sair
resmî evrak tanzim eden ve veren veyahut bunların hakikate muhalif olduğunu
bilerek mafevklere takdimine delâlet edenlerin 6 ay ile 3 sene arasında değişen
oranlarda hapis cezasıyla cezalandırılmalarını” öngörmüştür.
“...Rapor, takrir, lâyiha vesair resmî evrakın hizmete veya verilen
vazifeye ait olması gerekir. Şahsa ait bir işe ilişkin raporlar eğer üstün hizmetine
ait bir vazifesine ve astında hizmet dolayısıyla bildirmeye mecbur olduğu
hususlara ilişkin değilse, bunlar hizmete ait değildir. söz konusu belgelerin
tanziminde ve üste verilmesinde üstü kandırmak, aldatmak kastı gereklidir.
Üstün aldanmış olması zorunlu unsur değildir. Belge maddeten doğru
olmamalıdır...” (Rıfat TAŞKIN-Askerî Ceza Kanunu Şerhi Sayfa .230-231)
Yerleşik Yargısal uygulamaya göre; ASCK’nın 134’üncü maddesinde
yer alan suçun oluşabilmesi için; askerî hizmete ilişkin bir konuda üst ve
amirlerini kandırma şuur ve iradesiyle hareket edilerek, bu kişilere hakikate
aykırı bilgiler içeren rapor, belge, takrir veya lâyiha sunulması ya da gerçeğe
aykırı olduğu bilinmesine karşın bu nitelikteki evrakın üst ve amirlere
takdimine neden olunması gerekmektedir.
Yargılama konusu olayımızda;
Askerlik şube başkanlığına vekâlet eden sanığın hakikate aykırı bilgiler
içeren “Kontrol Formunu” düzenlediği andaki suç işleme kastının; askerlik
daire başkanlığı tarafından cevabı miatlı olarak istenen evraka gerçeğe aykırı
biçimde cevap vermekten ibaret olduğu açıktır.
Askerlik daire başkanlığınca verilen emirdeki konular hakkında gerekli
girişim ve faaliyetlerde bulunmayan sanık, tamamıyla üst ve amirlerini
yanıltmaya yönelik iradeyle hareket ederek, görevine giren ve doğru olmadığı
kendisi tarafından da bilinen bir konu hakkında üst ve amirlerine gerçeğe aykırı
bilgiler içeren evrak göndermiştir.
Sanığın oluş şeklî yukarıda açıklanan eyleminin ASCK’nın 134’üncü
maddesindeki suçu oluşturduğu sonucuna vararak; emre itaatsizlikte ısrar
suçundan verilen mahkûmiyet hükmünü vasıf yönünden bozan Dairenin
konuyla ilgili değerlendirmesinde herhangi bir isabetsizlik görülmediğinden,
mahkûmiyet hükmünün yerinde olduğuna yönelik Başsavcılık itirazının reddine
karar verilmiştir.
393
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 135
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/383
K.No. : 2004/378
T.
: 23.3.2004
ÖZET
TCK’nın 215’inci maddesine göre rüşvet verenin faal
nedameti sadece rüşvet suçundan sorumsuzluğunu gerektirmeyip,
ayrıca vermiş olduğu para vs.nin de geri alınarak kendisine
verilmesi gerekir.
Askerî mahkemece, sanığın rüşvet almak suçunu işlediği kabul edilerek,
eylemine uyan ASCK’nın 135’inci maddesi aracılığıyla TCK’nın 212/2-son ve
59/2’nci maddeleri gereğince 4 yıl 2 ay ağır hapis ve 5.399.358.000 TL ağır
para cezası ile cezalandırılmasına, TCK’nın 219/son maddesi gereğince
müebbeten memuriyetten mahrumiyetine, tayin edilen ceza göz önüne alınarak
TCK’nın 33’üncü maddesinin uygulanmasına yer olmadığına, ASCK’nın 30/B
maddesi gereğince TSK’dan çıkarılmasına, yasal imkânsızlık nedeniyle cezanın
para cezasına çevrilmesine ve ertelenmesine yer olmadığına, emanette bulunan
2000 DM’nin TCK’nın 217’nci maddesi gereğince müsaderesine karar
verilmiştir.
Hüküm;
Sanık müdafii tarafından; müvekkilinin B.E. isimli kasaba borç verdiği,
alacağını birlik içerisinde aldığı, B.E. isimli kasabın Silâhlı Kuvvetlere hileli,
ölü hayvan eti sattığı ve bu hususun tespit edildiği, bu sebeple ihalelerinin
birkaç kez iptal edildiği, böyle bir şahsın iftira atmasından daha doğal bir şey
olamayacağı, aleyhe yazılı veya sözlü delil bulunmadığı, müvekkilinin B.E.’ye
hiçbir şey vaat etmediği, ihale zarfının alınmasında ve verilmesinde hiçbir
usulsüzlük tespit edilemediği, müvekkilinin 4-5 kişilik beslenme heyetinde
muhasip üye olduğu, tek başına ihale kazandıramayacağı ve
kaybettiremeyeceği, yani tervici merama muktedir olmadığı, atfı cürümle
mahkûmiyet kararı verildiği, bu nedenlerle hükmün bozulması gerektiği ileri
sürülerek;
Komutan tarafından; askerî mahkemece 2000 DM’nin müsadere
edilmek yerine sahibi B.E.’ye iade edilmesi gerektiği ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Yapılan incelemede;
394
İlçe Jandarma Komando Bölük Komutanlığında Bölük Astsubayı olarak
görev yapan sanığın Eylül 2000 tarihinden itibaren birlik bedelen beslenme
heyetinde muhasip üye olarak görevlendirildiği, birliğin ihtiyacı olan bir kısım
malzemelerin
İl
Jandarma
Komutanlığından
karşılandığı,
ancak
depolanmayarak derhâl tüketilmesi gereken et, yaş sebze, meyve gibi bir kısım
malzemelerin de mahallinde her ay açılan ihaleler yolu ile temin edildiği, bu
maksatla kurulan birlik bedelen beslenme heyetinde muhasip üye olarak görev
yapan sanığın ilçede kasap olarak faaliyet gösteren ve İlçe Jandarma Komando
Bölük Komutanlığına daha önce de kapalı zarf usulü ile verdiği tekliflerden
dolayı kazandığı ihaleler nedeniyle et temin etmiş olan Aslanlar Kasabı sahibi
B.E. isimli sivil şahıstan Ramazan Bayramı sonrası (21-22 Aralık 2001) paraya
ihtiyacı olduğunu belirterek, bundan sonraki et ihalelerinin kendisine verilmesi
karşılığında 3000 DM. rüşvet vermesini istediği, B.E.’nin bu paranın çok
olduğunu, 2000 DM. verebileceğini söylemesi üzerine bu teklifi kabul ettiği,
yani 2000 DM. rüşvet almak hususunda anlaştıkları, bilâhare B.E.’nin sanığın
yanından ayrıldığı, önce rüşveti vermeyi kabul eden B.E.’nin daha sonra bu
parayı vermekten vazgeçip sanığı yakalatmak istediği, bu nedenle durumu İç
Güvenlik Tugay Komutanlığı istihbarat elemanlarına ihbar ettiği ve sanığa
istediği parayı 28.11.2001 tarihinde verebileceğini bildirerek, parayı vermeye
gitmeden önce İç Güvenlik Tugay Komutanlığınca görevlendirilen Kur.Yb.
O.G. ile önce başka bir yerde buluşarak paraların seri numaralarını aldıkları ve
bu hususu tutanakla tespit ettikleri, 28.11.2001 tarihinde saat 12.00 sıralarında
B.E.’nin parayı vermek üzere J.Komd.Bl.K.lığına gittiği ve sanığın odasına
girerek bir süre konuştuktan sonra önceden kararlaştırdıkları üzere 2000 DM.
parayı sanığa verdiği, sanığın da bu paraları alarak odasındaki masasının
çekmecesine koyduğu, daha sonra B.E.’nin sanığın yanından ayrıldıktan sonra
ilk fırsatta cep telefonu ile parayı sanığa verdiği hususunu Kur.Yb.O.G.’ye
bildirdiği, hemen akabinde önceden tertibat alan Kur.Yb.O.G. ve yanındakilerin
sanığın odasına girerek, Kur.Yb.O.G.’nin sanığa hakkında rüşvet aldığı
hususunda şikâyet olduğu, arama yapacağını söylediği ve sanığın üzerinde
yaptığı aramada 2000 DM. paranın sanığın sol üst cebinde ele geçtiği, yapılan
karşılaştırmada bu paraların daha önce numaralarının tespit ettikleri paralarla
aynı numara olduklarının tespit edildiği, bu hususta tutanak düzenlendiği,
böylece sanığın rüşvet almak suçunu işlediği tüm dosya kapsamından
anlaşılmaktadır.
Sanık müdafii temyizinde müvekkilinin B.E.’den daha önce ona verdiği
borç parayı aldığını, atılı suçun işlendiğinin ispatlanamadığını, müvekkilinin tek
başına ihale kazandıramayacağını ve kaybettiremeyeceğini, mahkemenin atfı
cürümle mahkûmiyet kararı verdiğini ileri sürmüş ise de; sanık bedelen belenme
heyetinde muhasip olarak görevli olup, teklif mektuplarını hazırlayan, ilçedeki
esnafa dağıtan ve onlardan teklif mektuplarını toplayan ve ihale zarfları
açıldığında heyette ihalenin kimde kalacağı hususunda diğer üyelerle birlikte oy
kullanan bir personeldir. Sanık B.E.’den bu parayı bedelen beslenme
heyetindeki diğer üyelere de vereceğini belirterek istememiştir. Paraya ihtiyacı
395
olduğunu, bundan sonraki et ihalelerinin B.E.’ye verileceğini belirterek ondan
rüşvet istediği, ilk önce 3000 DM. para istediği, B.E.’nin 2000 DM. para
verebileceğini belirttiği ve bu miktar üzerinden anlaştıkları, adı geçenin
önceden durumu ilgililere bildirdiği ve parayı verdikten sonra da suçüstü
yapılarak paranın sanıkta ele geçirildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle, sanık
müdafiinin bu hususlara yönelik temyiz nedenleri yerinde görülmemiştir.
Ayrıca, sanık müdafii söz konusu paranın daha önce B.E.’ye verilen borç para
olduğunu ileri sürmüş ise de; askerî mahkemece, verilen paranın borç olarak
verilen para olamayacağına yönelik gösterdiği gerekçenin de yerinde olduğu
anlaşıldığından, bu hususa yönelik temyiz nedeni de yerinde görülmemiştir.
Bu itibarla sanığın rüşvet almak suçunu işlediği kabul edilerek, yazılı
olduğu şekilde cezalandırılmasında bir isabetsizlik görülmemiş ise de;
Rüşvet verenle ilgili olarak TCK’nın 215/2’nci maddesinde “Bunun
gibi, haksız isteğinin yerine getirilmesinden önce durumu merciine duyuran fail
de sorumlu olmaz ve vermiş olduğu para, sair şeyler geri alınarak kendisine geri
verilir” hükmü yer almaktadır.
Kendisinden rüşvet istenen B.E.’de haksız isteğin yerine
getirilmesinden evvel durumu merciine duyurmuş ve sanığı almış olduğu
rüşvetten dolayı suçüstü yaptırarak yakalanmasını sağlamıştır. Bu itibarla rüşvet
verenin faal nedameti sadece rüşvet suçundan sorumsuzluğunu gerektirmeyip,
ayrıca vermiş olduğu para vs.nin de geri alınarak kendisine verilmesini
gerektirmektedir. Bu nedenle B.E.’nin dava sonucunda rüşvet olarak verdiği
emanette kayıtlı 2000 DM’nin TCK’nın 215/2’nci maddesi gereğince B.E.’ye
iadesine karar verilmesi yerine TCK’nın 217’nci maddesi gereğince
müsaderesine karar verilmesinde yasal isabet bulunmadığından hükmün
bozulmasına karar verilmiştir.
396
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 136
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/253
K.No. : 2004/251
T.
: 2.3.2004
ÖZET
İç Hizmet Yönetmeliğinin 635’inci maddesi gereğince doldurboşalt işlemi yapılmadan nöbet hizmeti sona ermeyeceğinden, nöbet
yerinden götürüldüğü doldur-boşalt istasyonunda tüfeğini havaya
doğru ateşleyen sanığın eylemi mazarratı mucip nöbet talimatına
aykırı hareket suçunu oluşturur.
Askerî mahkemece; sanığın, mukavemet suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK’nın 90/1 (az vahim hâl cümlesi) ve TCK’nın 59/2’nci
maddeleri gereğince 2 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar
verilmiş, hüküm, sanık tarafından, neden gösterilmeksizin temyiz edilmiştir.
Sanık hakkında askerî eşyayı kasten tahrip etmek suçundan verilen
ve taraflarca temyiz edilmeyip kesinleştirilen beraet hükmü inceleme dışında
tutulmuştur.
Yapılan incelemede: 8.4.2003 tarihinde 06.00-08.00 saatleri arasında
garaj nöbetçisi olan sanığın, nöbet bitiminde diğer nöbetçilerle birlikte
nöbetçi onbaşı tarafından doldur-boşalt istasyonuna götürüldüğü sırada,
nöbetçi onbaşının elinde bulunan dolu şarjörlerden birini onun istemi dışında
alıp tüfeğine taktığı, kendisine müdahale etmek isteyen nöbetçi onbaşı ve
diğer nöbetçilere, üzerine gelmemelerini, sorunları olduğunu, onları
sevdiğini, vurmak istemediğini söyleyip, tüfeği çenesinin altına dayayarak
bölük garajına doğru uzaklaştığı, tüfekle havaya ateş ettiği, daha sonra olaya
müdahale eden bölük yetkililerinin de ikazlarına uymadığı, tüfeği çenesinin
altına dayayıp kendisini vuracağını söylediği, tüfekle havaya ateş etmeye
devam ettiği, toplam 8 adet mermi ateşlediği, daha sonra tüfeğini bırakmaya
ikna edildiği aşamalarda toplanan delillerden anlaşılmaktadır.
Olaydan sonra Mareşal Çakmak Askerî Hastanesine kaldırılan ve
yatırılarak tedavi altına alınan sanık hakkında, anılan hastanenin 5.5.2003
tarih ve 975 sayılı sağlık kurulu raporuyla, “depresif bozukluk” tanısı
konularak, SMK ile bir ay hava değişimi verilmiştir. Ancak, anılan rapor
dava dosyasında olmadığı gibi, SMK gereğinin yerine getirilip getirilmediği,
hava değişimi süresi sonunda nasıl bir rapor düzenlendiği de belli değildir.
397
Sanık hakkında düzenlenen vak’a kanaat raporunda ise, esrar
kullandığını beyan ettiği açıklanmıştır.
Sanık ise, tüm aşamalarda, olay anını hatırlayamadığını ifade
etmekte olup, sorgusunda ayrıca daha önceden de psikiyatrik tedavi
gördüğünü söylemiştir. Ancak, sanığın daha önce tedavi görüp görmediği
araştırılmamıştır.
Askerî mahkemece, sanığın adlî gözlem altına alınmasına gerek olup
olmadığının belirlenmesi amacıyla bilirkişiye muayene ettirildiği görülmekte
ise de; muayene, eksik bilgi ve belgelere dayalı olarak yaptırıldığı gibi,
psikiyatrik rahatsızlığı nedeniyle uzunca süre yatarak tedavi edilen,
uyuşturucu madde kullandığını ve olay anını hatırlamadığını beyan eden
sanığın, bilirkişi tarafından, duruşmada kısa süre içinde yapılan rutin bir
muayene sonunda düzenlediği, genel nitelikteki, herhangi bir irdelemeyi
içermeyen ve sanığın gözlem altına alınmasına gerek olmadığına ilişkin
raporu ile yetinilmesi yerinde bulunmamıştır.
Ayrıca; TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 635’inci maddesi gereğince
doldur-boşalt işlemi yapılmadan nöbet hizmetinin sona erdiğini söylemek
mümkün değildir. Sanık, eylemini nöbetçi onbaşı tarafından doldur-boşalt
istasyonuna götürüldüğü sırada gerçekleştirmiştir. Askerî mahkemece
sanığın yukarıda açıklanan eylemi, mukavemet suçu olarak nitelendirilmiş
ise de; başlangıçtan itibaren sanığın kast ve amacının, amir, üst veya diğer
askerlere karşı zor kullanmaya veya onları tehdide yönelik olmadığı, kişisel
sorunları da olan sanığın kendisi ile ilgilenilmediği düşüncesiyle yetkililerin
dikkatini çekmek amacıyla eylemini gerçekleştirdiği, sanığın intihar amacı
taşımayan eylemini, henüz sona ermeyen nöbet hizmeti sırasında
gerçekleştirmesi karşısında, eylemin, mukavemet suçunu değil, ASCK’nın
136’ncı maddesinde düzenlenen mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı
hareket etmek suçunu oluşturacağı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle; sanık hakkında verilen hava değişimi raporu
ile bu rapor süresi sonunda düzenlenmiş rapor ve daha önceden gördüğü
muayene ve tedavilere ilişkin rapor ve belgeler getirtilip, sanık adlî gözlem
altına aldırılarak, suç tarihlerinde ve hâlen cezaî ehliyetinin ve askerliğe
elverişli olup olmadığının belirlenmesinden sonra eylemin, ASCK’nın
136’ncı maddesindeki suçu oluşturacağı hususu da dikkate alınarak hüküm
kurulması gerektiği sonucuna varıldığından, mahkûmiyet hükmünün noksan
soruşturma ve suç vasfı yönlerinden bozulmasına karar verilmiştir.
398
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 136
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/58
K.No. : 2004/49
T.
: 12.3.2004
ÖZET
Nöbetçi astsubayı olan sanığın daha önce kışlaya sokarak
termos içerisinde sakladığı alkollü içkiyi içmesi ve hemen ardından
nöbet hizmeti nedeniyle kendisine verilen tabancayı kurcalarken
namludan çıkan merminin isabet etmesiyle sol el ve ayak
bölgesinden yaralanması olayında, sanık kusurlu hareketleri ile bir
yandan kendi nöbet görevinin işlevsiz hâle gelmesine neden olmuş,
diğer yandan ise sebebiyet verdiği heyecan ve kargaşa ortamı ile
birlik içi hizmet ve otoritenin aksamasına yol açmıştır. Sanığın
kasten ve tekâsülen gerçekleştirdiği eylemleriyle mazarrat sayılacak
hâllerin oluşmasına neden olduğundan, sübut bulan eylemi
ASCK’nın 136/1-A,C maddesinde müeyyideye bağlanan suçu
oluşturur.
Daire ile yerel mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu,
atılı suçun hukukî vasfının belirlenmesine bağlı olarak bu eylemle ilgili
yargılama görevinin hangi yargı merciine ait olduğunun tespitinden ibarettir.
Daire, sanığın sübut bulan eyleminin ASCK’nın 136/1-A,C maddesinde
müeyyideye bağlanan suçu oluşturduğunu, bu suçla ilgili yargılama görevinin
ise askerî mahkemeye ait olduğunu kabul ederek, askerî mahkemenin
görevsizliğine ilişkin hükmü vasfa bağlı görev yönünden bozmuş,
Yerel mahkeme ise, silâhın arızalı olması nedeniyle sanığın
hareketleriyle meydana gelen yaralanma hadisesi arasında doğrudan nedensellik
bağının kurulamayacağını, sanığın sadece silâhını gereksiz yere kurcalamaktan
sorumlu tutulabileceğini, sanığın alkollü içkiyi askerlerin yanında içmemesi, hâl
ve hareketlerinden de alkollü olduğunun anlaşılmamasından ötürü birlik
disiplinini ihlâl eden manevî bir zararın da oluşmadığını ileri sürerek, nöbet
talimatına aykırı hareket etmek olarak vasıflandırdığı eylem hakkında yargılama
görevinin disiplin mahkemesine ait olduğunu kabul ederek görevsizlik kararı
vermiştir.
25.4.2002 günü Deniz Hastanesi Önlumbarağzı Nöbetçi Astsubayı olan
sanık Dz.Shh.Tek.Astsb.Bçvş.H.K.F.’nin; nöbet hizmetini sürdürdüğü saat
21.15 sularında daha evvel kışlaya sokarak termos içerisinde sakladığı votkadan
399
2 bardak içtiği, hemen ardından nöbet hizmeti nedeniyle kendisine verilen
40917 seri numaralı tabancayı kurcalamaya başladığı, tabancanın kurma kolunu
çekip bırakarak mekanizmaya mermi süren sanığın bu mermiyi tabancadan
çıkarmak üzere uğraştığı bir esnada emniyet tertibatına elinin temas etmesi
sonucu tabancanın 1 el ateş aldığı, namludan çıkan merminin isabet etmesiyle
sanığın sol el ve ayak bölgesinden yaralandığı sabit olup, esasen bu konuda
Daire ile yerel mahkeme arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Askerî Ceza Kanununun 136/1’inci maddesi “...Her kim nöbetçi iken
kasten veya tekâsülen
a) Kendisini verilen vazifeyi yapamayacak hâle koyarsa,
b) Nöbet mahallini terk ederse yahut verilen sair talimata mugayir
hareket ederse,
c) Her iki hâlde de, bir mazarratı mucip olursa 2 seneye kadar hapis
cezasıyla cezalandırılır...” hükmünü içermektedir.
Kanun metninde yer alan seçimlik hareketli eylemlerden birinin kasten
veya tekâsülen gerçekleştirilmesiyle mazarrat olarak değerlendirilebilecek bir
sonucun (uygun neden sonuç ilişkisi içerisinde) doğması atılı suçun teşekkülü
için yeterlidir.
Üşenme ve kayıtsızlık anlamına gelen tekâsül, Askerî Yargıtay
içtihatlarında “Gösterilmesi gerekli nezaret, sorumluluk ve ihtimam (özen)
görevlerinde lâkayt davranılması” şeklinde ifade edilmiştir.
Tekâsülün kapsamı içerisinde ise; tedbirsizlik, dikkatsizlik emir ve
talimatlara riayetsizlik gibi objektif hâl ve durumlar yer almaktadır.
Askerî bir hizmette tekâsül gösterilip gösterilmediğinin belirlenebilmesi
için gerekli olan bazı kriterler ise; vazifenin mevzuatın belirlediği sınırlar
dâhilinde icra edilip edilmediği, failin hizmetteki tecrübesi, görevin usulüne
uygun biçimde yürütülmesine engel olabilecek hâl ve oluşumların ortaya çıkıp
çıkmadığı, ortaya çıkmış ise, bunların failin egemenlik sahasında olup
olmadığıdır. Hizmeti yürütmekle yükümlü olan kişinin beceri ve yeterliliğinin
de tekâsülün varlığını etkileyecek sübjektif bir sebep olarak kabulü
gerekmektedir.
Yargılama konusu olayımızda; haricî ve zorlayıcı nitelikte hiçbir etken
olmaksızın kışlaya soktuğu alkollü içkiden 2 kadeh içen ve yapılan alkol
muayenesine göre kanında 94 promil alkol bulunduğu belirlenen sanığın;
üstlendiği hizmetin bir gereği olarak muhakeme, algılama ve kontrol
fonksiyonlarını etkileyecek herhangi bir maddeyi kullanmaması gerektiği
açıktır.
Sanığın üstlenmiş olduğu “ön lumbarağzı nöbetçi astsubaylığı” görevi
24 saat esasına göre tutulan ve nöbetçi personelin ertesi gün istirahat etmesini
gerektiren bir hizmet niteliğindedir. Dosyada yer alan görev talimatlarından
anlaşılacağı üzere, bu görev, devriye gezmek, nöbete gidecek askerlerin silâh ve
teçhizatlarının kontrolünü yapmak, doldur boşalt işlemlerine nezaret etmek,
birlik elektrik ve su sistemlerinin faal durumda olup olmadığını denetlemek gibi
kritik fonksiyonları ihtiva etmektedir.
400
Nöbet hizmetinin kesintisiz ve sürekli nitelikteki işlemleri gerektirmesi
nedeniyle, bu hizmet esnasında nöbetçi personelin uyuması dahi yasaktır.
Eylem tarihine kadar 17 yıllık astsubay olan sanık gerek meslekî tecrübesi
gerekse üstlendiği nöbet hizmetinin sorumluluğu ile bağdaşmayacak hareketleri
birbiri ardına gerçekleştirmeye başlayarak, alkol almasının ardından talimatlara
göre kılıfında bulunması gereken nöbet silâhını kurcalamaya başlamış ve hiç
gereği yokken tabancanın mekanizmasını hareket ettirerek namluya mermi
sürmüştür. Özensiz hareketlerini daha da ileri götüren sanık bu kez tabancanın
emniyet tertibatını açarak tabancanın ateş almasına engel olabilecek en temel
önlemi de işlevsiz bırakmıştır.
Sanığın emniyet tertibatına temas ettiği anda silâhın patladığı
yönündeki savunması silâh teknisyeni bilirkişi tarafından yapılan inceleme ve
tespitle doğrulansa dahi; bu hususun ne birbiri ardına gerçekleştirilen tedbirsiz
nitelikteki hareketler bütününe ne de bu eylemlerle başlayıp yaralanmayla son
bulan neden sonuç ilişkisine herhangi bir tesiri bulunmadığı açıktır.
Sanığın bir bölümü kasten bir kısmı ise, tekâsülen gerçekleştirilen
ancak üstlendiği nöbet görevi ile hiçbir biçimde bağdaşmayan hareketlerinin
herhangi bir zarar doğurup doğurmadığının da ayrıca incelenmesi
gerekmektedir.
Askerî Yargıtayın yerleşik içtihatlarına göre, ASCK’nın 136/1-C
maddesindeki “Mazarrat” tabiri yalnız maddî zarar ve ziyanı değil, hizmetle
ilgili olup, maddî ölçülere sığmayan, manevî zararları da içermektedir. Özellikle
manevî zararlarda, askerî hizmet ve nöbet hizmetlerinin aksaması yanında
otorite zafiyeti ve boşluğu gibi olgular anlaşılmaktadır. Bu anlamın nedeni, 477
sayılı Kanunun 56’ncı maddesinde yer alan, suçun oluşumu için gösterilen
“Hizmet aksamamışsa” tabiridir. (As.Yrg.Drl.Krl.nun 18.1.1996 gün ve
1996/12-5 E.K.; 16.10.2003 gün ve 2003/75-82 E.K.sayılı kararları)
Yargılama konusu olayımızda 24 saat esasına dayalı olarak ön
lumbarağzı nöbet hizmetini sürdüren sanığın gösterdiği tedbirsizlik ve
dikkatsizlik sonucu kendisini yaralamasının ardından ilk cerrahî müdahale
Gölcük Asker Hastanesi Acil Servisinde yapılmış, askerî hastane baştabipliğinin
talimatıyla sanığın yerine bir başka astsubay ön lumbarağzı nöbetçi astsubayı
olarak görevlendirilmiştir. Yaralanma hadisesinin duyulmasının ardından askerî
hastanede muhtelif fonksiyonları ifa eden pek çok personel hiçbir gereği
yokken, yardım ve müdahale amacıylada olsa sanığın bulunduğu yere intikal
etmek zorunda kalmışlardır. Askerî mahkemenin kabulünün aksine sanığın olay
anında alkol aldığı askerî hastane nöbetçi personelinin tamamı tarafından
öğrenilmiş olup, askerî disiplin bu anlamda da ihlâle uğramıştır. Sanık kusurlu
hareketleri ile bir yandan kendi nöbet görevinin işlevsiz hâle gelmesine neden
olmuş, diğer yandan ise sebebiyet verdiği heyecan ve kargaşa ortamı ile birlik
içi hizmet ve otoritenin aksamasına yol açmıştır.
Tüm bunların yanında; sanığın eylemi neticesinde 704.000 TL
tutarındaki tabanca mermisi gereksiz yere sarf edilerek, cüz’ü de olsa bir hazine
zararı meydana gelmiştir.
401
Ortaya çıkan bu sonuçları ASCK’nın hizmet ve vazifeyle ilgili kriterleri
doğrultusunda irdeleyerek, sanığın bir kısmı kasten bir kısmı ise tekâsülen
gerçekleştirdiği eylemleriyle mazarrat sayılacak hâllerin oluşmasına neden
olduğunu kabul eden Dairenin; atılı eylemi ASCK’nın 136/1-A, C maddesi
kapsamında değerlendirerek, nöbet talimatına aykırı hareket suçundan verilen
görevsizlik kararını vasfa bağlı görev yönünden bozmasında kanuna aykırı bir
yön ve isabetsizlik görülmediğinden, direnilmek suretiyle tesis olunan
görevsizlik kararının bozulmasına karar verilmiştir.
402
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 136
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/416
K.No. : 2004/454
T.
: 20.4.2004
ÖZET
İntihar saikiyle de olsa,
nöbet sırasında silâhın
ateşlenmesiyle ASCK’nın 136’ncı maddesinde belirtilen suç oluşur.
Askerî mahkemece; sanık hakkında 17.8.2001 tarihinde mazarratı
mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu işlediği iddiasıyla açılan
kamu davasının yapılan yargılaması sonucunda, müsnet suçun kasıt unsuru
yönünden oluşmadığı belirtilerek sanığın beraetine karar verilmiştir.
Askerî savcı, hükmü süresinde ve sanık aleyhine temyiz ederek, sanığın
olay öncesinde karşılaştığı davranışlar nedeniyle kızgınlıkla kendisini öldürmek
istediği yönündeki beyanları göz önünde bulundurularak intihara kalkıştığı
kabul edilmiş ise de, nöbet özel ve genel talimatları ile yasaklanmasına rağmen
tüfeğine mermi sürerek emniyetini açıp ateşlemesi olayı sonucunda nöbet
hizmetinin ve disiplinin aksaması nedeniyle manevî, merminin patlatılması ile
de maddî zarar doğduğundan, müsnet suçun tüm öğeleri ile oluştuğunu
belirterek beraet hükmünün bozulmasını talep etmiştir.
Tebliğnamede, beraet hükmünün esas (sübut) nedeniyle bozulması talep
olunmuştur.
Yapılan incelemede;
Ölçme Birlik Komutanlığı emrinde askerlik görevini yapmakta olan
sanığın, 17.8.2001 günü nöbeti olmadığı hâlde bölük nöbetçi onbaşısı olan
Top.Onb.M.G. tarafından, kendisine nöbet paraflandığını belirterek Yeşil Birlik
Depo Nöbetine 17.00-19.00 saatleri arasında gönderildiği, yat yoklaması
sırasında başka askerlerle birlikte tuvalet temizliğinde görevlendirildiği, sigara
içmek istediğinde onbaşının gelip sanığın sigarasını elinden aldığı, gün
içerisinde yaşadığı olayların verdiği sıkıntı, üzüntü ve ailevî problemlerinin
üzerinde yarattığı etkinin altında kalan sanığın, bu defa 21.00-23.00 saatleri
arasında Yeşil Birlik Deposu Nöbetine giderken, dolu şarjörü tüfeğine taktığı,
bahse konu yere ait özel nöbet talimatına göre, nöbetlerin namluya mermi
sürülmeden, yarım dolduruşta tutulması gerektiği, sanığın Top.Er M.A. ile
birlikte nöbetine başladıktan sonra arkadaşının yanından ayrılarak nöbet yerinin
yan tarafındaki koruluğa doğru gittiği, burada silâhının namlusuna mermi sürüp,
karın boşluğuna dayayıp bir el ateş ettiği, en yakın Devlet hastanelerine ve
403
oradan İzmir Mevki Asker Hastanesine götürülerek ameliyata alındığı ve sağlık
kurulunca SMK ile bir buçuk ay hava değişimi verildiği, sanığa ilk müdahaleyi
yapan Tbp.Y.Ö. tarafından düzenlenen epikrizde, yaralanmanın meydana
geldiği bölgenin hayatî tehlike içerdiği, kurşun giriş deliği tatuajı ve görünümü
itibariyle bitişik atış izlenimini yarattığının; İzmir Kriminal Polis Laboratuarları
Müdürlüğünün inceleme raporlarında ise, silâhın sağlam olup, atışa engel
olacak bir arızasının bulunmadığı, olay yerinde bulunan bir adet boş mermi
kovanının bu silâhtan atılmış olduğu ve atışın bitişik atış mesafesinden yapılmış
olduğunun belirtildiği anlaşılmaktadır.
Olayla ilgili olarak dinlenen tanıkların, sanığın askerlik hizmetiyle ilgili
herhangi bir şikâyetini duymadıklarını, sessiz olduğunu beyan ettikleri, birliğe
geleli iki hafta olan sanığın ailevî ve maddî sorunları olduğunu, babasının
korucu olup, 9 kardeş olduklarını söylediğini ifade eden tanık Uzm.Çvş.M.G.
beyanlarında, sanığın daha önce Kaleşnikof tüfek kullandığı için atışlarda
başarılı olduğunu belirttiği görülmektedir.
Sanığın sorgu ve savunmalarında, olay öncesi birliğe yeni gelmiş
olduğunu, son tertip asker olduğu için bölük işlerinde fazladan çalıştırıldığını,
olay günü fazladan nöbete götürülüp, tuvalet temizliğinde görevlendirildiğinden
dolayı üzüntü ve sıkıntı duyduğunu, içine kapanık bir yapıda olduğunu, bir
takım ailevî problemlerinin olup, nöbet öncesi yaşadığı olayların verdiği sıkıntı
ve kızgınlıkla kendisini öldürmeyi düşündüğü ve bu maksatla ateş ettiğini beyan
etmiş olması karşısında, mahkemece dinlenen psikiyatri uzmanı bilirkişinin
gerek görmesi üzerine yaptırılan müşahede işlemi sonucu İzmir Mevki Asker
Hastanesinin 28.11.2001 gün ve 5745 sayılı raporu ile “Geçirilmiş depresif
bozukluk” tanısı ile, suç tarihlerinde ve hâlen askerliğe elverişli olduğu, suç
tarihlerinde TCK’nın 47’nci maddesinin yararlanacağının belirlendiği
anlaşılmaktadır.
Askerî mahkeme, müsnet suçun oluşması için suç kastı ile hareket
edilmesi gerektiğini, sanıkta aynı anda hem intihar kastının, hem de ASCK’nın
136’ncı maddesini ihlâl kastının bulunmasının mümkün olmadığını, gerek tanık
beyanları ve gerekse tüm dosya içeriği nazara alınarak, sanığın müsnet suçu
işlediğine dair kastını ortaya koyacak yeterli delil elde edilemediğini, manevî
unsur yönünden suçun oluşmadığını belirterek sanığın beraetine karar vermiş
ise de;
Sanığın intihar etmek istemesinin kendi iç dünyasında ve
düşüncelerinde yer alan bir niyet ve saik olduğu, bu düşüncenin suçun manevî
unsur olan kast ile eşdeğer bulunmadığı, sanığın kendisine 2.7.2001 tarihinde
tebliğ edilen genel talimatlar ve nöbet yeri özel talimatı gereğince, Yeşil Birlik
nöbetçilerinin kıdemli olanının mermilerini kütüklüğünde taşıyıp, herhangi bir
tehlike anında emir beklemeksizin silâhına takacağı belirlenmiş olup, sanığın
olay günü bahse konu emir ve talimatlara aykırı olarak, nöbeti sırasında
tüfeğine önce dolu şarjörü takıp, dolduruş yaparak, emniyeti açıp, akabinde tetik
düşürmek suretiyle, bilerek ve isteyerek tüfeğini ateşlemesi eylemini
gerçekleştirmesi sonucunda nöbet hizmetinin aksaması ile manevî, kendisinin
404
yaralanıp hizmet göremez hâle gelmesi ile de maddî zararın husule geldiği ve
dolayısıyla sanığın “zarar doğuracak biçimde nöbet talimatına aykırı hareket
etmek” suçunu işlediği neticesine ulaşılmıştır. Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 30.3.1995 tarih ve 1995/38-37 sayılı, 21.11.1996 tarih ve 1996/162162 sayılı kararları ile Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin 9.5.2001 tarih ve
2001/378-370 sayılı kararları da bu yönde olup, intihar düşüncesi ile hareket
edilmesi hâlinde dahi kişinin intihar sonucunu elde edinceye kadar yaptığı
eylemlerden sorumlu olduğu hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Zira
sanık kendisine ateş edinceye kadar, silâhına dolduruş yapıp, emniyeti açıp,
silâhı kendisine yöneltip, tetiği çekmek suretiyle emir ve talimatlarda yer alan
hususlara aykırı davranmasından dolayı, bu aşamaya kadar olan eylemlerinden
sorumlu olduğundan, müsnet suçun unsurları itibariyle oluşması nedeniyle,
sanık hakkındaki beraet hükmünün esas yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
405
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 136
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/473
K.No. : 2004/467
T.
: 27.4.2004
ÖZET
Kule nöbetçi astsubayı olan sanığın kız arkadaşını uçuş
kulesine getirip sabaha kadar sohbet etmek suretiyle uçuş
emniyetini tehlikeye sokması karşısında “mazarrat” unsuru
oluşmuştur.
Dosya kapsamına göre; olay tarihlerinde ve hâlen Ana Jet Üs Meydan
Harekat Komutanlığı emrinde görev yapmakta olan sanık Hv.
Trf.Kd.Çvş.K.Ç.’nin,
4.12.2002 günü Üs Uçuş Kulesi Nöbetçi Astsubayı iken saat 16.00
sıralarında kendisini ziyaret etmek için Dış Nizamiyeye gelen N.M. isimli kız
arkadaşını almak üzere nöbet mahallî olan uçuş kulesinden ayrıldığı, Filo
Komutanlığından getirttiği ve Hv.Ulş.Er M.D.’nin kullandığı 630029 askerî
plâka numaralı Renault Clio marka araca binerek dış nizamiyeye gittiği, burada
kendisini beklemekte olan kız arkadaşını yanına alıp aynı araçla uçuş kulesine
döndüğü ve ertesi günü 5.12.2002 tarihinde saat 09.00’da nöbetini devir ve
teslim edinceye kadar kız arkadaşını bütün gece uçuş kulesinde misafir ettiği,
6.12.2002 günü saat 09.00’da yeniden uçuş kulesi nöbetçi astsubaylığı
görevine başladığı, aynı gün hava karardıktan sonra kendisini tekrar ziyarete
gelen kız arkadaşını almak üzere nöbet mahallini terk edip Hv.Ulş.Er Y.U.’nun
kullanmakta olduğu uçuş kulesine ait 630007 askerî plâka numaralı Peugeot
marka minibüse binerek dış nizamiyeye gittiği, buradan kız arkadaşını aynı
araca bindirip nöbet mahallî olan uçuş kulesine getirdiği ve ertesi gün
sabahleyin nöbetini devir ve teslim edinceye kadar kız arkadaşını bütün gece ve
bir kez daha misafir ettiği,
Maddî birer olay olarak sabit görülmüştür.
Müteselsilen mazarratı mucip olacak şekilde nöbet talimatına aykırı
hareket etmek suçu yönünden yapılan incelemede;
Askerî mahkemece, sanığın görev yerini terk ettiği kısa süreler
içerisinde herhangi bir askerî uçuşun olmaması ve sivil uçuş olarak da görev
yaptığı esnada Türk Hava Yollarına ait bir uçağın inmiş olması birlikte
değerlendirildiğinde, nöbet talimatına aykırı hareket etmek şeklindeki eylemi
nedeniyle herhangi bir mazarratın doğmadığı, bu hâli ile eyleminin ASCK’nın
406
136/1-B,C maddesinde yazılı suçu değil, 477 sayılı Kanunun 56’ncı maddesinde
yazılı nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu oluşturacağı belirtilerek
görevsizlik kararı verilmiş ise de;
Askerî Yargıtayın yerleşik kararlarında belirtildiği gibi ASCK’nın
136/1-B,C maddesinde yer alan “mazarrat” tabiri yalnızca maddî zarar ve
ziyanı değil, hizmetle ilgili olup, maddî ölçülere sığmayan manevî zararları da
içermektedir. Manevî zararın varlığının tespiti için nöbet talimatına aykırılık
teşkil eden eylem nedeniyle hizmetin önemli derecede aksayıp aksamadığına ve
bu yüzden bir otorite zafiyeti ve boşluğu doğmuş olup olmadığına bakmak
gerekmektedir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 16.10.2003/75-82 tarih ve sayılı
kararında da belirtildiği gibi;
ASCK’nın 136’ncı maddesinin 1’inci fıkrasının (B) bendi “Nöbet
mahallini terk ederse yahut verilen sair talimata mugayir hareket ederse,” (C)
bendi “Her iki hâlde de mazarratı mucip olursa” hükmünü içermektedir.
477 sayılı Kanunun 56’ncı maddesinde “Türk Silâhlı Kuvvetleri İç
Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğinde belirtilen nöbet görevlerini yaparken nöbet
yerini terk edenler ve başka surette nöbet talimatına aykırı hareket edenler, bu
eylemlerinden dolayı hizmet aksamamış veya maddî zarar doğmamışsa…”
denilmektedir.
ASCK’nın 136’ncı maddesiyle yaptırıma bağlanan askerî cürümde
“mazarrat” unsuru, 477 sayılı Kanunun 56’ncı maddesiyle yaptırıma bağlanan
disiplin suçunda ise “hizmetin aksaması veya maddî zarar” unsuru, bu
suçların kurucu unsurları arasında yer almaktadır. Kanun koyucu mazarrat
unsurunu tanımlamamış ise de, bu unsurun açılımı mahiyetindeki hizmetin
aksamaması veya maddî zararın doğmaması unsuru, ASCK’nın 136’ncı
maddesinde yazılı ve askerî cürüm niteliğinde bulunan suçun oluşup oluşmadığı
konusunda yapılacak olan değerlendirmede esaslı bir ölçüt olarak göz önüne
alınmalıdır.
ASCK’nın 136’ncı maddesi yürürlükte iken, nöbet yerinin terk edilmesi
veya başka bir biçimde nöbet talimatına aykırı hareket edilmesi eylemlerini
tekrar ele alıp, “hizmetin aksamaması veya maddî zararın doğmaması” şartı
ile bu eylemleri 477 sayılı Kanunun 56’ncı maddesinde düzenleyen kanun
koyucunun neyi amaçladığı iyi tahlil edilmelidir. Esasen, nöbet mahallinin terk
edilmesi veya başka bir biçimde nöbet talimatına aykırı hareket edilmesi
hâlinde, hizmet mutlak surette aksatılmış olacaktır. Bundan dolayı “hizmetin
aksaması” kavramının, en basit hâlde dahi nöbet talimatına aykırı hareket
edilmesiyle hizmetin aksadığının ve buna bağlı olarak da mazarratın
doğduğunun kabul edilmesi şeklinde değil, ciddî ve vahim bir manevî zararın
doğmuş olması şeklinde anlaşılması ve yorumlanması gerekmektedir.
ASCK’nın 136 ve 477 sayılı Kanunun 56’ncı maddeleri hükümleri
birlikte ele alınarak bir tahlil ve değerlendirme yapıldığında, ASCK’nın 136’ncı
maddesinin, bir yandan, askerî karakolun veya müfrezenin veya hususî bir
vazife ile mükellef olan bir kısım askerin komutanı veya subayı iken kendisini
407
verilen vazifeyi yapamayacak hâle koyanların veyahut nöbetçi iken nöbet
mahallini terk edenlerin yahut verilen sair talimata aykırı hareket edenlerin, bu
eylemleri sonucunda maddî bir zararın meydana gelmesi hâlini yaptırıma
bağlayan bir “netice suçu” iken, diğer yandan da bu eylemlerin sonucunda
herhangi bir maddî zarar meydana gelmemiş olsa dahi, önüne geçilmek istenilen
böyle bir zararın meydana gelmesi tehlikesini doğuracak derecede hizmetin
aksaması hâlini, diğer bir deyişle bu dereceye varan bir otorite zafiyeti ve
boşluğunun doğmasına sebep olunmasını yaptırıma bağlayan bir “tehlike suçu”
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu açıklamalardan sonra temyiz incelemesine konu olaya dönecek
olursak,
Dosyadaki Uçuş Kulesi Nöbetçi Astsubayı Görev ve Sorumlulukları
başlıklı talimatın incelenmesinden, sanığın olay tarihlerinde yerine getirmekte
olduğu Ana Jet Üs Meydan Harekât Komutanlığı Üs Uçuş Kulesi Nöbetçi
Astsubaylığı görevinin uçuş emniyeti, diğer bir deyişle Hava Meydanına iniş ve
kalkış yapan tüm uçakların ve uçuş personelinin güvenliği bakımından 24 saat
süreyle, kesintisiz ve büyük bir titizlikle yerine getirilmesi gereken çok önemli
ve kritik bir görev olduğu, Ana Jet Üs Komutanlığının 29.5.2003 tarihli yazısı
ve bu yazıya eklenen belgelere göre Uçuş Kulesinin girişi tahditli ve kontrollü
bölge olması nedeniyle yetkili olmayan, hakkında güvenlik sistemi bilgi formu
düzenlenmemiş ve Birlik Komutanlığınca izin verilmemiş bulunan kişilerin
buraya giremeyeceği,
Tanık Hv.Trf.Üçvş.B.A.’nın yeminli duruşma ifadesine göre Uçuş
Kulesinin yetkisiz kişilerin içeriye giremeyeceği kontrollü bir bölge olduğu,
Keza, Ana Jet Üs Komutanlığının 11.4.2003 tarihli yazısının
incelenmesinden de, olayın meydana geldiği 04.12.2002 ve 06.12.2002
tarihlerinde Jet Filo Komutanlığına ait iki adet F-16 savaş uçağının 15 dakikalık
hazırlık durumunda bekletildiği,
Anlaşılmış bulunmaktadır.
Sanık Hv.Trf.Kd.Çvş.K.Ç.’nin, yukarıda özellikleri belirtilen ve kritik
bir yer olan Üs Uçuş Kulesinde Nöbetçi Astsubayı olarak görev yaparken,
kendisini ziyarete gelen bir kız arkadaşını, önce 4.12.2002 tarihinde ve daha
sonra 6.12.2002 tarihinde Uçuş Kulesine getirip bütün gece sabaha kadar
misafir ederek, her defasında bu kadar süreyle Kulede kendisiyle birlikte
kalmasına izin vererek uçuş güvenliğini ve gizliliğini önemli derecede ihlâl
etmiş olması, uçuş emniyetini tehlike altına sokarak bu konuda büyük ölçüde
otorite zafiyeti ve boşluğu doğumuna sebep olması karşısında, nöbet talimatına
aykırılık teşkil eden bu hareketlerinin sonucunda manevî zararın meydana
gelmediğini söylemek mümkün olmadığından, sanığa yüklenen müteselsilen
mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçu tüm unsurları
itibariyle oluşmasına, sanığın bu suçtan mahkûmiyetine karar verilmesi
gerekmesine rağmen, aksi yöndeki görüş ve kabulle yazılı olduğu şekilde
görevsizlik kararı verilmesi kanuna aykırı bulunmuş ve bozmayı gerektirmiştir.
408
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 137
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/475
K.No. : 2004/469
T.
: 27.4.2004
ÖZET
Eğitim alanına giderken dalgınlıkla tüfeğini düşürerek
hasara neden olan sanığın eyleminin ASCK’nın 137’inci maddesi
kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinden, hasar bedelinin 250
Milyon TL’nin altında kalıp kalmadığına bakılmaksızın askerî
mahkemede yargılama yapılmalıdır.
Hava Er Eğitim Tugay Komutanlığı emrinde askerlik görevini
yapmakta olan sanığın, 27.3.2003 günü yapılacak tören geçişi eğitimi için
eğitim alanına gitmekte olduğu sırada, kendisine teslim edilen 343360 seri
numaralı G-3 piyade tüfeğini dalgınlıkla elinden düşürerek tüfeğinin dipçiğinin
kırılmasına ve 21.570.000 TL hazine zararı doğmasına yol açtığı ve böylece
hizmette tekâsülle harp malzemesini hasara uğratmak suçunu işlediğinden
bahisle, ASCK’nın 137’nci maddesi uyarınca cezalandırılması, hazine zararının
353 sayılı Kanunun 16’ncı maddesi uyarınca sanıktan tazmin ve tahsiline karar
verilmesi talebiyle hakkında kamu davası açılmıştır.
Yapılan yargılama sırasında, sanığa atılı suçun vasıf ve mahiyeti
itibariyle, 477 sayılı Kanunun 52’nci maddesinde 4895 sayılı Kanunun 12’nci
maddesi ile yapılan değişiklik sonucu değeri 250.000.000 TL’yi geçmeyen
eşyanın harap olmasına sebebiyet verenlerin disiplin mahkemelerinde
yargılanacağı hükme bağlandığından, askerî mahkemenin görevsizliğine ve
dosyanın Hava Er Eğitim Tugay Komutanlığı Disiplin Mahkemesine
gönderilmesine karar verilmiştir.
Adlî müşavir hükmü süresinde temyiz ederek, ASCK’nın 137’nci
maddesinde düzenlenen suç ile 477 sayılı Kanunda düzenlenen suçun
unsurlarının farklı olduğunu, bu davada disiplin mahkemesinin değil, askerî
mahkemenin görevli olduğunu belirterek hükmün bozulmasını talep etmiştir.
Tebliğnamede, görevsizlik kararının suç vasfına bağlı görev yönünden
bozulması talep olunmuştur.
Yapılan incelemede;
Sanığın 27.3.2003 günü yapılacak tören geçişi eğitimi nedeniyle,
bölükle birlikte tören alanına gidilirken, kendisine hizmet için verilen G-3
piyade tüfeğini dalgınlıkla elinden düşürerek dipçiğinin kırılmasına ve hazine
409
zararı doğmasına sebebiyet verdiği hususu maddî vakıa olarak sabit
bulunmaktadır.
477 sayılı Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu, Yargılama Usulü ve
Disiplin Suç ve Cezaları Hakkında Kanunun 52’nci maddesi 12.6.2003 gün ve
4895 sayılı Kanunun 4’üncü maddesi ile değiştirilmiş olup, hizmete mahsus
eşyanın harap olmasına sebebiyet verenler veya kaybedenler başlığı altında yer
alan bu maddede, hizmete mahsus ve değeri 250 milyon TL’yi geçmeyen
eşyanın özürsüz kaybedilmesi ya da harap olması hâlinde disiplin cezası
verilmesini öngörmektedir. Bu maddenin ASCK’nın 130’uncu maddesinin
yükünü hafifletmek amacı ile düzenlendiği ve unsurları itibariyle benzerlik
gösterdiği, keza 4895 sayılı Kanun ile değiştirilen 477 sayılı Kanunun 13’üncü
maddesinde de, aynı kanunun 52’nci maddesinde yazılı disiplin suçlarından
doğan ve iki yüz elli milyon lirayı geçmeyen istirdat ve tazminat davalarına da
disiplin mahkemelerince bakılacağının belirtildiği anlaşılmakta olup, 477 sayılı
Kanunun 52’nci maddesinde düzenlenen suçun unsurları ile ASCK’nın 137’nci
maddesinde düzenlenen vazife veya hizmette tekâsül dolayısıyla harp
malzemesinin mühimce hasara uğramasına sebebiyet vermek suçunun
unsurlarının farklı olduğu, hasara uğrayan eşyanın gemi, uçak veya silâh ve
harp malzemesi olması ile hizmet veya vazifede tekâsülde bulunulmasının
önemli ve ayırt edici nitelikte unsurlar olduğu anlaşılmaktadır.
Bu açıklanan hususlar ışığında dava konusu olay göz önüne
alındığında, sanığın eyleminin askerî eşyayı özürsüz kaybetme ve harap
olmasına sebebiyet vermek niteliğinde olmayıp, harp malzemesinin hizmette
tekâsülle hasara uğraması niteliğinde olduğu, bu durumda hazine zararının iki
yüz elli milyon TL’nin altında olup olmamasının hiçbir önemi
bulunmadığından, bu davaya bakmakla görevli olan merciin disiplin mahkemesi
değil, askerî mahkeme olduğundan, askerî mahkemece verilen görevsizlik
kararı kanuna aykırı bulunarak bozulmasına karar verilmiştir.
410
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 137
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/782
K.No. : 2004/800
T.
: 21.9.2004
ÖZET
Askerî aracı özel menfaatinde kullanırken aracın devrilip
mühimce hasar görmesine neden olan sanığın hem askerî aracı özel
menfaatinde kullanmak hem de hizmette tekâsülle harp
malzemesinin hasarına neden olmak suçları oluşur. Aracın özel
menfaat için kullanılırken hasar görmesi, ASCK’nın 137’nci
maddesinde belirtilen “vazife ve hizmet hâlinde” unsurunun
yokluğu anlamına gelmez.
Askerî Savcılığın 5.2.2004 gün ve 2004/186-55 Esas-Karar sayılı
iddianamesi ile; Karargâh Grup Komutanlığı emrinde askerliğini yapan sanığa
24 AH 491 plâkalı Ford Transit aracının 28.6.2003 tarihinde senetle teslim
edildiği, 15.12.2003 tarihinde saat 20.30 civarında merkez kantini kapandıktan
sonra P.Çvş.A.A., P.Er S.D., P.Er M.C. ve P.Er F.C.’nin sanığın kullandığı Ford
Transit aracına bindikleri, sanığın kantinden ayrıldıktan sonra Ordu karargâhına
gitmeyip, araçta bulunanlar ile birlikte Sivas yoluna gittiği, oradan Kelkit
istikametine döndüğü, yaklaşık 18 km gittikten sonra Ahmediye Köyü civarında
yolunda kaygan olması nedeniyle aracın virajı dönerken karşı şeride geçerek
aşağıya doğru takla attığı, 10 m aşağıda tekerler üzerinde durduğu, araçta
bulunan P.Er M.C.’nin burnunun, P.Er F.C.’nin kolunun kırıldığı, yararlılardan
M.C. hakkında düzenlenen raporda 7 gün, F.C. hakkında düzenlenen raporda 15
gün iş ve güçlerinden kaldıklarının, hayatî tehlike geçirmediklerinin,
çehrelerinde sabit eser olmadığının belirtildiği, araçta 5.000.494.482 TL zararın
meydana geldiği, sanığın harp malzemesinin mühimce hasarına neden olmak
suçunu işlemesi nedeniyle ASCK’nın 137’nci maddesi uyarınca
cezalandırılmasına, meydana gelen hazine zararının 353 sayılı Kanunun 16’ncı
maddesi uyarınca sanıktan tazminen tahsiline karar verilmesi istemiyle sanık
hakkında kamu davası açılmış;
Askerî mahkemece; her ne kadar sanığın harp malzemesinin mühimce
hasarına sebep olmak suçunu işlediği iddiasıyla hakkında kamu davası açılmış
ise de müsnet suçun oluşabilmesi için suç teşkil eden eylemin bizzat hizmet
esnasında gerçekleşmesi gerektiğinden herhangi bir görev olmaksızın askerî
aracı hususî menfaatinde kullanmak kastıyla garnizon bölgesini terk eden sanık
411
hakkında müsnet suçun maddî unsurları itibarı ile oluşmadığı görüldüğünden
müsnet suçtan sanığın beraetine; meydana gelen kaza nedeniyle 24 AH 491
plâka numaralı Ford Transit askerî araçta meydana gelen 5.000.494.482 TL
hazine zararının takip ve tazmin haklarının saklı tutulmasına, dosyadan tüm
ilgili belge suretlerinin gereğinin takdiri ve infazı için Muhakemat Müdürlüğüne
gönderilmesine karar verilmiştir.
Bu hüküm, adlî müşavir tarafından kanunî süresi içerisinde özetle,
hizmette tekâsül sonucu harp malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet
vermek suçunun oluşması için bizzat hizmet esnasında işlenmesi şart olmayıp,
araç ile araç şoförü arasında hizmet bağının kurulmuş olmasının gerekli ve
yeterli olduğu, olay esnasında hizmetin gerektirdiği sınırlar dışına çıkılmış
olunması nedeniyle hizmet hâlinin ortadan kalkması ve hizmet unsurunun
gerçekleşmemesi gibi bir gerekçe ile müsnet suçun oluşmadığını ileri sürmenin
kanuna ve hukuka aykırı olduğunun değerlendirildiği belirtilerek sanık aleyhine
temyiz edilmiş; Başsavcılık tebliğnamesinde, esas (sübut) yönünden kanuna
aykırı bulunan beraet hükmünün bozulması istenmiştir.
Yapılan incelemede;
Hâlen terhisli olan sanığın, Kh.Gr.Kh.Bl.Ulş.Tk.K.lığı emrinde 1983/1
tertip Ulş.Er olarak fiilî askerlik hizmetini yapmakta iken, Kantin Başkanlığı
emrinde görevlendirildiği, şoför olması nedeniyle 24 AH 491 plâka sayılı Ford
Transit askerî aracın 28.6.2003 tarihinde senetle kendisine teslim edildiği, olay
tarihi olan 15.12.2003 günü saat 20.30 sıralarında Demirkent Lojmanları
Merkez Kantini kantin görevlilerince kapatıldıktan sonra bu kantinde görev
yapmakta olan P.Çvş.A.A., P.Er M.C., P.Er S.D. ve P.Er F.C.’nin Ordu
karargâhına gitmek üzere sanığın kullanıcısı olduğu Ford Transit minibüs
aracına bindikleri, kantinden ayrıldıktan kısa bir süre sonra sanığın araçta
bulunan arkadaşlarına nöbetlerinin olup olmadığını sorduğu, nöbet saatlerini
bilmedikleri cevabını alınca da onlara dışarıda bir yerde çay içmeyi teklif ettiği,
teklifinin kabul edilmesi üzerine de Ordu karargahı istikametinden saparak önce
Erzincan şehir merkezine hareket ettiği, bilâhare Sivas yoluna girip bir süre
gittikten sonra Kelkit istikametine döndüğü, bu istikamette yaklaşık 18 km
kadar yol aldıktan sonra Ahmediye Köyü civarında bir virajı dönerken buzlu
yolda kayan aracın önce karşı şeride geçtiği ve sonra da takla atarak 10 m kadar
aşağıda tekerlekleri üzerinde durduğu, araçta bulunan askerlerden P.Er
M.C.’nin burnunun, P.Er F.C.’nin ise kolunun kırıldığı, askerî araçta
5.676.030.105 TL’lik hazine zararı meydana geldiği tüm dosya kapsamından
maddî vakıa olarak anlaşılmaktadır.
Kantin Başkanlığına tahsisli 24 AH 491plaka sayılı Ford Transit askerî
minibüs aracını, şoför olarak görevlendirilmesi nedeniyle zimmetle teslim alan
ve TSK İç Hizmet Kanununun 42’ncı maddesi gereğince, vazife ve hizmet icabı
kullanmak ve muhafaza etmek üzere teslim almış olduğu ordu malının bakım,
korunma ve muhafazasından sorumlu olup, ASCK’nın 12’ncı maddesine göre
de; malûm ve muayyen hâle getirilmiş olan söz konusu hizmeti, askerlik
hizmetinin devam ettiği ve görevde bulunduğu süre zarfında ve nihayet bu
412
görevin aynı şekilde kendisinden geri alınacağı tarihe kadar yerine getirme
yükümlülüğünde bulunan sanığın, bu zaman süresi zarfında sürekli olarak
hizmet hâlinde bulunduğunu kabul etmek zorunlu bulunmaktadır.
Bu itibarla, olay günü akşamı kantinin kapanmasını müteakip aracına
binen kantin görevlisi arkadaşlarıyla birlikte Ordu karargâhına gitmekte iken,
bu yol güzergâhından ayrılıp önce şehir merkezine hareket ettiği, bilâhare Sivas
yoluna girip bir süre gittikten sonra da Kelkit istikametine döndüğü ve 18 km
kadar ilerlediği anlaşılan sanığın, askerî amaç ve menfaatine tahsis edilmiş olan
askerî aracı hususî menfaati ile kullanmaya başlamasıyla (Kantin-Ordu
Karargâhı yol güzergahından ayrılmasıyla) ASCK’nın 130’uncu maddesinde
cezaî müeyyide altına alınmış suçu (Askerî Aracı Özel Menfaatinde Kullanmak)
işlediği ve bu suçun askerî aracı hususî menfaatine tahsis ederek kullanmaya
başlamasıyla işlenmesi tamam olduğu gibi, suçu işlemeye devam ettiği sırada
yukarıda açıklandığı gibi esasen sürekli hizmet hâli içinde bulunması nedeniyle
bilâhare tekâsülü sonucu bahse konu aracı devirip mühimce hasara uğratmış
olması karşısında bu suçtan (Askerî Aracı Özel Menfaatinde Kullanmak
suçundan) ayrı ve müstakil olarak ASCK’nın 137’nci maddesinde düzenlenen
suçu da (Hizmette Tekâsülle Harp Malzemesinin Mühimce Hasarına Sebebiyet
Vermek Suçunu da) işlemiş olduğu hususu da açık bir şekilde ortaya
çıkmaktadır.
Bu nedenlerle, yerel askerî mahkemenin, müsnet suçun oluşabilmesi
için suç teşkil eden eylemin bizzat hizmet esnasında gerçekleşmesi
gerektiğinden herhangi bir görevi olmaksızın askerî aracı hususî menfaatinde
kullanmak kastıyla garnizon bölgesini terk eden sanık hakkında müsnet suçun
maddî unsurları itibariyle oluşmadığı şeklindeki kabul ve uygulamasında isabet
görülmemiş olduğundan, ASCK’nın 137’inci maddesi ile ilgili kanuna aykırı
tesis edilen beraet hükmünün bozulmasına karar verilmek gerekmiştir.
413
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad. 1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/1041
K.No. : 2004/1061
T.
: 21.9.2004
ÖZET
ASCK’nın Ek-1’inci maddesinin ikinci fıkrası kapsamında
ticaret yapmak suçunun “tekerrürü hâlinde” cümlesi uyarınca
mahkûmiyet
kararı
verilebilmesi
için,
ASCK’nın
42’nci
maddesindeki koşulların gerçekleşmiş olması gerekir. Sanık
hakkındaki önceki mahkûmiyet hükmü ertelendiğine göre, tekerrür
cümlesinin uygulanması için cezanın kısmen ya da tamamen infaz
edilmiş olması koşulu gerçekleşmemiştir.
Askerî mahkemece; sanığın, ticaret yapmak suçunu işlediği sabit
görülerek, ASCK’nın Ek-1/2-A (tekerrürü hâlinde cümlesi), TCK’nın 59/2, 647
sayılı Kanunun 4 ve 6’ncı maddeleri uyarınca sonuç olarak 1.155.700.000 TL
ağır para cezası ile cezalandırılmasına, bu cezasının ertelenmesine, ASCK’nın
Ek-1’inci madde ikinci fıkrası uyarınca Türk Silâhlı Kuvvetlerinden
çıkarılmasına karar verilmiş; bu hüküm, sanık tarafından; hissedarı olduğu
limitet şirketin kurulduğu günden bu yana ticarî faaliyet göstermediği, şirket
ortağı olarak hiçbir yerde isminin geçmediği, 2004 yılı Ocak ayı itibarıyla şirket
ile ilgisi kalmadığı, Türk Silâhlı Kuvvetlerinde çalışmaya devam etmek istediği
ve atılı suçun oluşmadığı ileri sürülerek temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede: Şanlı Urfa’daki birliğinde subay olarak görev
yapmakta olan sanığın; 29.8.2002 tarihinde, Gaziantep’te faaliyet gösteren 50
milyar lira sermayeli Çiftşah Tekstil Sanayi ve Ticaret Limitet Şirketi
hissedarlarından O.Ç.’ye ait hissenin 3.750.000.000 TL’lik kısmını noter
tarafından yapılan sözleşmeyle devralarak şirket hissedarı olduğu ve anılan
şirkette pazar araştırma müdürü olarak görev yapmaya başladığı, bu eylemi
nedeniyle hakkında açılan ceza davası sonunda Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 10.7.2003 tarih ve 2003/230-343 sayılı
kararıyla ticaret yapmak suçundan ASCK’nın Ek-1-A (birinci fıkra), TCK’nın
59/2, 647 sayılı Kanunun 4 ve 6’ncı maddeleri uyarınca sonuç olarak
363.450.000 TL ağır para cezası ile cezalandırılmasına ve cezasının
ertelenmesine karar verildiği, bu hükmün 30.9.2004 tarihinde kesinleştiği;
sanığın bu tarihten sonra da anılan şirketteki görevini ve hissedarlığını
sürdürdüğü, sorgusunda da bu hususu bizzat teyit ederek, bütün birikimini bu
414
işe yatırdığı için ticarî faaliyete zorunlu olarak devam ettiğini ve uzun bir süre
daha devam edeceği kanaatinde olduğunu bildirdiği anlaşılmaktadır.
Sanık savunmasında ve temyiz dilekçesinde şirketle ilişiğini kestiğini
ve şirketin hiçbir ticarî faaliyette bulunmadığını ileri sürmüş ise de; suç tarihleri
itibarıyla,
sanığın ticaret
şirketinin hissedarı
olduğunda
kuşku
bulunmamaktadır. As.Yrg.Drl.Krl.nun 17.2.2000 tarih, 2000/54-45 ve
28.9.2000 tarih, 2000/143-138 sayılı kararlarında belirtildiği üzere, Türk Ticaret
Kanunu hükümlerine göre sermaye şirketi olarak kabul edilen limitet şirketin
hissedarı olunmakla ticaret yapmak suçunun oluşması ve şirketle ilişiğin
kesildiği tarihe kadar suçun temadi etmesi sebebiyle, şirketin fiilen ticarî
faaliyette bulunup bulunmamasının suçun oluşumu bakımından bir önemi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, sanığın ticaret yapmak suçunu işlediği açıktır.
Ancak; ASCK’nın Ek-1’inci maddesinin ikinci fıkrası kapsamında
ticaret yapmak suçunun “tekerrürü hâlinde” cümlesi uyarınca mahkûmiyet
kararı verilebilmesi için, ASCK’nın “Tekerrür” başlığı altında düzenlenmiş olan
42’nci maddesindeki şartların gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Bu madde
hükümlerine ve yerleşik içtihatlara göre; bir cürüm işleyenin mükerrir sayılması
için, suçlunun kanunun tekerrüre esas olarak gösterdiği hükümden mahkûm
edilmesi, hükmedilen cezanın tamamen veya kısmen infaz edilmesi veya
cezanın özel af yoluyla düşmüş olması, cezanın infazından veya affından
itibaren beş yıl içinde aynı cürümün tekrar işlenmesi gereği bulunmaktadır.
Sanık hakkında Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 10.7.2003 tarih ve 2003/230-343 sayılı kararıyla ticaret yapmak
suçundan mahkûmiyet kararı verilmiş ise de; sonuç olarak verilmiş olan ağır
para cezasının ertelenmiş olması sebebiyle cezanın infazı yapılmamış;
dolayısıyla tekerrür hükümlerinin uygulanması için ön görülen şartlardan biri
gerçekleşmemiştir.
Bu sebeple; sanığın işlediği sabit olan ticaret yapmak suçundan,
ASCK’nın Ek-1’inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca mahkûmiyet kararı
verilmesi gerekirken, ikinci fıkrası uyarınca mahkûmiyet kararı verilmesi
yasaya aykırı olduğundan, mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar
verilmiştir.
415
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad. 6
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/277
K.No. : 2004/273
T.
: 9.3.2004
ÖZET
Sivil memur sanığın askerî mahalde işlediği iddia olunan
görevli memura hakaret suçları ASCK’nın Ek-6’ncı maddesi
kapsamında kaldığından, yargılama görevi askerî mahkemeye aittir.
Askerî mahkemece; sanığın 7.10.2002 ve 8.10.2002 tarihlerinde işlediği
iddia olunan görevli memura hakaret suçundan açılan kamu davalarında
ASCK’nın 3, İç.Hiz.K’nın 115/B ve 353 sayılı Kanunun 176’ncı maddeleri
uyarınca askerî mahkemenin görevsizliğine, hükmün kesinleşmesini müteakip
dosyanın İzmir Asliye Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.
Bu hükümler, komutan tarafından kanunî süresi içerisinde özetle, asker
kişi olan sanığın işlediği ileri sürülen görevli memura hakaret suçunun asker
kişi aleyhine işlenmiş olması nedeniyle sanığın askerî mahkemede yargılanması
gerektiği öne sürülerek temyiz edilmiş; Başsavcılık tebliğnamesinde, isabetli
olmayan hükümlerin bozulmasına karar verilmesi istenmiştir.
Yapılan incelemede;
Bakım Onarım ve İstihkâm Komutanlığı emrinde elektrik mühendisi
olarak görevli bulunan sanık De.Me.Ö.K.’nın;
7.10.2002 günü mesai başlangıcında, çalışma odasının anahtarını izinsiz
olarak alması ve anahtarı aldığına dair anahtar teslim defterini imzalamaması
nedeniyle kendisini uyaran ve olay tarihinde nöbetçi subayı olarak nöbeti
bulunan mağdur Ord.Atğm.M.E.E.’ye hitaben “sivilde bir bok değilken burada
ahkâm kesiyorsunuz” şeklinde sözler söylediği,
Sanık ve mağdur Atğm.M.E.E.’nin 8.10.2002 günü mesai bitiminde
diğer personel ile birlikte personel servisine bindikleri, sanığın araç komutanı
olan Atğm.M.E.E.’nin bilgisi haricinde ve ondan izin almaksızın servisi
güzergâhı dışına yönlendirmesi nedeniyle mağdur Atğm. tarafından uyarıldığı,
sanığın bu uyarıya karşı “kapa çeneni fazla konuşma” şeklindeki sözleriyle
karşılık verdiği;
Böylece sanığın iki ayrı tarihte ve iki kez görevli memura hakaret
suçunu işlediği iddiası ve eylemine uyan TCK’nın 266/2’nci maddesinin iki kez
uygulanmak suretiyle cezalandırılması istemiyle kamu davası açılmıştır.
416
Sanığın eylemlerinin sübutu hâlinde TCK’nın 266/2’nci maddesinde
düzenlenip müeyyidelendirilen görevli memura hakaret suçunu oluşturacağı
kuşkusuzdur. Yerel askerî mahkemece sanığın ASCK’nın 3’üncü maddesi
gereğince sadece İç Hizmet Kanununun 115/B bendi hükümleri uyarınca
amirlerine karşı işlenen suçlardan dolayı ASCK’ya tâbi olup, Atğm.M.E.E.’nin
eylemi ile bağlılık nedeniyle askerî mahkemede yargılanmakta olması ve
üzerine atılı suçun askerî bir suç veya askerî suça bağlı suç olmayışı nedeniyle
(sövme suçundan yargılanmakta olan Ord.Atğm.M.E.E.’nin 20.3.2003 tarihinde
terhis olmasından dolayı adı geçen Atğm.hakkında verilen görevsizlik kararı ile
birlikte) sanık hakkında görevsizlik kararı verilmiş ise de;
Sanığa yüklenen ve TCK’nın 266’ncı maddesinde yazılı olan görevli
memura hakaret suçunun ASCK’nın Ek-6’ncı maddesinde sayılan suçlar
arasında yer alması sebebiyle askerî suç olarak kabul edilmesi gerektiği, Millî
Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşlarında çalışan
sivil personelin TSK İç Hizmet Kanununun 115’inci maddesinde yazılı
yükümlülükleri ile sınırlı olarak işleyebilecekleri “sırf askerî suçlar” dışında,
diğer sırf askerî suçları işleyemeyecekleri, ancak gerek ASCK’da yazılı olan ve
gerekse ASCK’nın atıf suretiyle “askerî suç” hâline dönüştürdüğü suçları
işleyebilecek olduklarından (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 27.12.2001
gün ve 2001/118-120 Esas-Karar sayılı ilâmı da bu yöndedir), atılı her iki
görevli memura hakaret suçundan yargılama görevinin askerî mahkemeye ait
bulunduğu ve bu nedenle tesis edilen görevsizlik kararlarının kanuna aykırı
olduğu sonucuna varıldığından ayrı ayrı bozulmalarına karar verilmek
gerekmiştir.
417
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad. 6
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E. No. : 2004/1036
K.No. : 2004/1060
T.
: 21.9.2004
ÖZET
Sivil şahıs tarafından askerî mahalde asker kişi aleyhine sıfat
ve memuriyetinden dolayı işlenen TCK’nın 273’üncü maddesi
delâletiyle 482’nci maddesindeki suçla ilgili yargılamada askerî
mahkeme görevli olup, askerî suçların takibi şikâyete bağlı
bulunmadığından mağdur asker kişinin şikâyette bulunması
gerekmez .
Askerî savcılıkça, sanığın, görevli memura sıfat ve hizmetlerinden
dolayı sövme suçunu işlediği iddia edilerek, ASCK’nın Ek-madde 6/1, TCK’nın
482/1 ve 273’üncü maddeleri gereğince cezalandırılması talebiyle kamu davası
açılmış, askerî mahkemece, atılı suçun şikâyete bağlı olduğu, mağdurun
süresinde ve usulüne uygun bir şikâyeti bulunmadığı gerekçesiyle 353 sayılı
Kanunun 162’nci maddesi gereğince kamu davasının düşmesine karar
verilmiştir.
Askerî savcı, yargılama görevinin askerî mahkemelere ait olduğunu,
atılı suçun askerî suç niteliğinde bulunduğunu, şikâyete bağlı olmadığını, esasen
mağdur tarafından yapılan işlemin şikâyet olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri
sürerek kararı temyiz etmiştir.
Sanık hakkında görevli memura hakaret suçundan verilen ve taraflarca
temyiz edilmeyen mahkûmiyet hükmü inceleme dışında tutulmuştur.
Yapılan incelemede: sanığın 4.7.2003 tarihinde rahatsızlığı nedeniyle
başvurduğu GATA Acil Servisinde yapılan muayenesinden sonra konsültasyon
için gönderildiği göz hastalıkları kliniğinde nöbetçi doktor olarak görevli
Tbp.Kd.Ütğm. S.A. tarafından da muayene edildiği, muayeneden sonra sanığın
kendisini muayene eden doktoru kastederek, “….bunların hepsi şerefsiz, aptal,
salak, o çocuğu…” şeklinde sözler sarf ettiği, daha sonra tekrar gittiği acil
serviste, diğer doktorların huzurunda, Tbp.Kd.Ütğm. S.A. hakkında, “… geri
zekâlı, ne biçim doktor…” şeklinde sözlerini sürdürdüğü, böylece atılı suçu
işlediği iddia edilerek, eylemine uyan ASCK’nın Ek-madde 6/1 ve TCK’nın
482/1 ve 273’üncü maddeleri gereğince cezalandırılması talebiyle açılan kamu
davası nedeniyle yapılan yargılama sonunda, askerî mahkemece; atılı suçun
418
şikâyete tâbi olduğu, mağdurun süresinde ve usulüne uygun şikâyetinin
bulunmadığı gerekçesiyle kamu davasının düşmesine karar verilmiş ise de;
Asker olmayan kişilerin hangi suçları nedeniyle askerî mahkemelerde
yargılanacakları 353 sayılı Kanunun 11’inci maddesinde sayılarak
gösterilmiştir. Anılan maddenin B fıkrasında, “ ….askerî kurumlarda….
askerlere fiilen taarruzda bulunan, söven veya hakaret eden veya askerlik
görevine ilişkin işleri yapmaya veya yapmamaya zorlamak için şiddet ve
tehdide başvuranların Türk Ceza Kanununun bu fiillere ilişkin 188, 190, 191,
254, 255, 256, 257, 258, 260, 266, 267, 268, 269, 271, 272 ve 273’üncü
maddelerinde gösterilen suçlar,” şeklindedir.
ASCK’nın Ek-6’ncı maddesi de, 353 sayılı Kanunun 11/B maddesinde
belirtilen suçları aynen sıralayarak, anılan suçları işleyenlerin aynı kanun
maddeleri gereğince cezalandırılacaklarını belirtmiş, böylece bu suçlara atıf
suretiyle askerî suç niteliğini kazandırmıştır.
ASCK’nın Ek-6’ncı maddesinde sayılan maddeler arasında yer alan
TCK’nın 273’üncü maddesi, kanunun, özel olarak düzenlediği suçlar dışında,
bir memur aleyhine sıfat ve hizmetinden dolayı bir suç işlenmesi hâlinde
cezanın artırılarak verileceğini içermektedir.
TCK’nın 482’nci maddesi, 353 sayılı Kanunun 11/B ve ASCK’nın Ek6’ncı maddelerinde açıkça yazılı değilse de; madde metinlerinde, sayılan
yerlerde, askerlere sövenlerden söz edildiğinden, memurlar aleyhine işlenen ve
Türk Ceza Kanununda özel olarak düzenlenen (Ör. TCK’nın 254, 258, 260,
266, 268, 269, 271’inci maddeleri) suçlar dışında kalan suçların memur
aleyhine işlenmesi hâlinde ‘’sıfat ve hizmet’’ suçun nedeni olması hâlinde
TCK’nın 273’üncü maddesinin uygulanacağı ortadadır. Aksi takdirde 353 sayılı
Kanunun 11/B ve ASCK’nın Ek-6’ncı maddelerinde, TCK’nın 273’üncü
maddesinin sayılmış olmasının herhangi bir anlamı kalmayacaktır.
Açıklanan nedenlerle; sanığın, atılı suç nedeniyle askerî mahkemede
yargılanması gerekmekte olup, ASCK’nın 48/A maddesi gereğince askerî
suçların takibi şikâyete bağlı bulunmamaktadır. Kaldı ki, olay günü, GATA
Nöbetçi Amirliğine hitaben düzenlenen ve mağdurun imzasının bulunduğu
tutanaktan, olaylar anlatıldıktan sonra gereğinin yapılması istendiğinden, olay
nedeniyle mağdurun şikâyetçi olmadığının kabul edilmesi de yerinde
görülmemiştir.
Askerî mahkemece, yargılamaya devam edilerek davanın esası
hakkında bir karar verilmesi gerekirken, mağdur tarafından süresinde ve
usulüne uygun bir şikâyet yapılmadığı gerekçesiyle kamu davasının düşmesine
karar verilmesinin yasaya aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
419
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad. 6
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/868
K.No. : 2004/881
T.
: 22.9.2004
ÖZET
TCK’nın
254’üncü
maddesinde
düzenlenen
suçun
oluşabilmesi için, memuru görevine ait bir işi yapmaya yahut
yapmamaya zorlamak için şiddet veya tehdit kullanılmalıdır.
Dosya içeriğinden; sanık sivil kişi M.Z.U.’nun 23.7.1999 günü müdürü
olduğu UES Limitet Şirketine ait 35 CRP 14 plâkalı kamyon ile
J.Komd.Eğt.A.K.lığına 15.250 adet ayran gönderdiği, Alay levazım mal
sorumlusu J.Lv.Astsb.Kd. Üçvş.E.C.’nin sivil kişi şoför M.B.’ye ayranlar
hakkında şikâyet olduğunu, ayranları kamyondan indirmeyip, muayene saatine
kadar beklemesini söylediği, bunun üzerine şoför M.B.’nin durumu telefonla
sanığa bildirdiği, aynı gün kısa bir süre sonra sanık M.Z.U.’nun alaya geldiği,
bu sırada alay muayene komisyonu üyelerinin de başkan vekili Ütğm.İ.Ç. hazır
olduğu hâlde ayranları incelemeye başladıkları, kamyondan aldıkları numune
ayranların bozuk olduğunu görünce J.Er.H.K. ile J.Er Ö.K.’yi kamyonun
değişik yerlerinden 4 kasa daha ayran alıp getirmeleri için gönderdikleri,
sanığın görevli J.Erleri H.K. ve Ö.K.’ye kamyonun üzerinde ayran indirdikleri
sırada “neden malın hepsini indirmiyorsunuz, niçin benim gösterdiğim yerden
almıyorsunuz, bunda kasıt var, ikili oynuyorsunuz, Affan benim arkadaşım olur,
aynı sınıfta okuduk, malı indirmezseniz Affan’a söyleyeceğim ve gidip
getireceğim, eğer ayranlar ret olunursa alayda taş üstünde taş bırakmam” dediği,
J.Er Ö.K.’nin sanığın sarf ettiği bu sözleri Ütğm.İ.Ç.’ye ilettiği, Ütğm.İ.Ç.’nin
sanığa kendisine iletilen bu sözleri söyleyip söylemediğini sorduğu, sanığın ona
da “benim ayranlarımı reddedemezsiniz, alay komutanı benim arkadaşım olur,
kendisi ile aynı masada oturduk” şeklinde cevap verdiği, Ütğm.İ.Ç.’nin bu
durumu Alay Komutanı J.Alb.İ.A.O.’ya bildirdiği, alay komutanının sanığı
yanına çağırtarak “seninle nereden sınıf arkadaşı oluyoruz” diye sorduğu,
sanığın da “yaklaşık aynı yaştayız, okumuş olsa idim, bende 69 devresindeki
askerler gibi olabilirdim” diye cevap verdiği, alay komutanının sanığa alayda
taş üstünde taş bırakmayacağını söyleyip söylemediğini sorduğunda da sanığın
bu lafı sarf ettiğini kabul ettiği anlaşılmaktadır.
TCK’nın 254’ncü maddesinde düzenlenen suçun oluşabilmesi için,
memuru görevine ait bir işi yapmaya yahut yapmamaya zorlamak için şiddet
420
veya tehdit kullanılmalıdır. Eğer memur görevi içerisinde olmayan bir iş için
şiddet veya tehdide maruz kalmışsa bu madde kapsamında uygulama
yapılamayacaktır.
Askerî mahkeme J.Er H.K. ile J.Er Ö.K.’ye karşı tüm ayranları
kamyondan indirmeye ve değişik yerlerden numune almamaya zorlamak için
tehdit içeren sözlerin söylendiğini, daha sonra bu sözlerin muayene komisyon
başkan vekili ile alay komutanının yanında da tekrarlandığını kabul etmiştir.
J.Er H.K. ve J.Er Ö.K.’nın muayene komisyonu tarafından sanığa ait
araçtan dört kasa ayran getirmekle görevlendirildikleri açık olmakla birlikte,
J.Er Ö.K. ve J.Er H.K.’nin beraber araçta oldukları sırada sanık, sadece “ikili
oynuyorsunuz, neden aracın değişik yerlerinden ayran alıyorsunuz” demiş,
onlara karşı tüm ayranları kamyondan indirmeye ve değişik yerlerden numune
almamaya zorlamak için tehdit oluşturan bir söz sarf etmemiş; H.K.’nin iki kasa
ayran alıp araçtan ayrılmasını takiben J.Er Ö.K.’ye “ayranlar ret olunduğu
takdirde alayda taş üstünde taş bırakmayacağını” söylemiştir. Ayrıca J.Er Ö.K.
sadece ayranları araçtan alıp taşımakla görevli olup, ayranların kabulü yada
reddi, görevi içerisinde değildir. Dolayısıyla görev içinde yer alan bir iş için
gerçekleşen tehdit söz konusu değildir.
Yine sanık, Alay Komutanı ve Muayene Komisyonu Başkan Vekilinin
huzurunda tehdit içeren sözleri söylememiş; sadece görevli askerlerin araçtan
ayran alması sırasında bahis konusu olan sözleri söylediğini kabul etmiştir.
Fevren söylendiği ve mevcut durum itibariyle ciddiye alınacak nitelikte
olmadığı anlaşılan; Ayranlar reddedilirse alayda taş üstünde taş
bırakılmayacağına ilişkin sözün muhatabı muayene komisyonu olarak kabul
edilse dahi, suç unsuru olan tehdidin memurun şahsına yönelik olması gerektiği,
eşyaya veya başkasına yönelik tehdidin ise (somut olayda alay şeklinde bir
yönlenme vardır) memuru zorlayacak nitelikte olması hâlinde memura yönelik
sayılabileceği dikkate alındığında; suçun bu yönüyle de oluşmadığı, sübut
yönünden mahkûmiyet hükmünün kanuna aykırı kurulduğu sonuç ve kanaatine
varılmış ve mahkûmiyet hükmü bu nedenle esastan bozulmuştur.
421
ASMKYUK
Mad. 2
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E. No. : 2004/99
K.No. : 2004/87
T.
: 3.6.2004
ÖZET
Yd.Sb.Ad.Adayı sanık hakkında bakaya suçundan dolayı
tesis olunan direnme hükmünün verildiği tarihten sonra subaylığa
naspedildiği anlaşıldığına göre, sanık hakkındaki yargılamanın
heyet
hâlinde oluşturulacak
askerî
mahkeme
tarafından
sürdürülerek sonuçlandırılması yasal bir zorunluluktur. Bu
nedenle, tek hâkimin katılımıyla tesis edilen direnme hükmünün
askerî mahkemenin kanuna uygun biçimde oluşmamasından dolayı
usul yönünden bozulması gerekir.
Daire ile yerel mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın konusu;
atılı bakaya suçunun sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire; sanık N.T.’nin tâbi olduğu celp dönemine rapora konu sıhhî
mazereti nedeniyle katılamadığını kabul ederek, aksi yönde değerlendirmeyle
verilen mahkûmiyet kararını sübut yönünden bozmuş iken,
Yerel mahkeme ise, sanığın sevk dönemleri öncesine denk gelecek
şekilde ard arda rapor alıp askerlik mükellefiyetini yerine getirmekten
kaçındığını ileri sürerek, direnmek suretiyle sanığın mahkûmiyetine karar
vermiştir.
Direnme kararının sanığın temyiz incelemesi esnasında sahip olduğu
statü ile uygunluk arz edip arz etmediğinin, ASMKYUK açısından irdelenmesi
gerekmektedir.
353 sayılı Kanunun 2 ve Ek-1’inci maddelerinin amir hükümlerine göre
subay ve astsubaylarla ilgili yargılamaların heyet hâlinde oluşturulacak askerî
mahkemelerce yapılması gerekmektedir. Mahkemenin kuruluşunu düzenlemesi
nedeniyle doğrudan kamu düzenini ilgilendiren bu hükmün kesinleşmemiş
nitelikteki yargısal uyuşmazlıklar hakkında da uygulanacağı açıktır.
Sanık N.T.’nin direnme kararının tebliğ edildiği 19.2.2004 tarihinde
Polatlı Topçu ve Füze Okulu Destek Kıt’aları Revir Baştabipliği emrinde Ecz.
Asteğmen olarak askerlik hizmetini sürdürdüğü resmî nitelikteki belgelerle
ortaya konmuştur.
422
Bu itibarla, direnme hükmünün verildiği tarihten sonra subaylığa
naspedilen sanık hakkındaki yargılamanın heyet hâlinde oluşturulacak askerî
mahkeme tarafından sürdürülerek sonuçlandırılması yasal bir zorunluluktur.
Belirtilen nedenlerden dolayı, tek hâkimin katılımıyla tesis edilen
hükmün askerî mahkemenin kanuna uygun biçimde oluşturulmamış olmasından
ötürü 353 sayılı Kanunun 207/3-A maddesi gereğince usul yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
423
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E. No. : 2004/250
K.No. : 2004/487
T.
: 5.5.2004
ÖZET
Bankadan kredi almak için sahte olarak düzenlenen maaş
bordroları özel evrak niteliğinde olup, TCK’nın 345’inci
maddesindeki suç belgenin kullanılması ile oluştuğundan, sahte
belgenin askerî mahal dışında kullanılması suretiyle işlenen bu fiil
dolayısıyla asker kişi sanığı yargılama görevi adliye mahkemelerine
aittir.
Askerî mahkemenin 25.12.2003 gün ve 2003/1085-1094 esas ve karar
sayılı hükmü ile;
Loj.Destek Kıt’a Komutanlığı iş ocaklarında 2.8.2002 tarihinde
görevlendirilen Bçvş.S.Ö.’nün 1,5 ay kadar sonra 1.900.000.000 TL’sı açığının
bulunduğunun Loj.Des.Komutanı tarafından tespit edilip, açığın oluşmasına
Bçvş.S.Ö’nün sebep olduğu gerekçesi ile bu miktarı ödemesinin komutanlık
tarafından istenmesi üzerine, sanık Bçvş.S.Ö.’nün bu açığı kapatabilmek için
kredi çekmeye, diğer sanık M.E.’nin de kefil olmasına karar verdikleri, sanık
Bçvş.S.Ö.nün maaşında icra ve mesken kesintisi, Bçvş.M.E.’in maaşından da
Oyak ikraz kesintisi olması ve net ele geçen tutarların düşük olması nedeniyle,
sanıkların maaş pusulalarının gerçek şekli ile bankaya ibraz etmeleri hâlinde
S.Ö.’ye kredi verilmeyeceğini düşünerek, bankadan kredi alabilmek amacı ile
her iki sanığın 15.10.2002 tarihli maaş pusulalarının yenisi hazırlanarak, bu
pusulalarda kesinti kalemlerinin bazılarını yok gösterip, bazılarını da düşürmek
suretiyle ele geçen tutarların yü

Benzer belgeler