ö - Tİ Entertainment

Transkript

ö - Tİ Entertainment
goodbye
안녕
hoşçakal
au revoir
‫שָׁ לֹום‬
arrivederci
さようなら
goodbye
‫שָׁ לֹום‬
‫خداحافظی‬
до свидания
‫خداحافظی‬
vale
‫وداعا‬
довиждане
zbogom
farvel
αντίο
अलविदा
despedida
auf wiedersehen
свидания zbogom
selamat tinggal
довиждане
farvel
αντίο
selamat tinggal
zbogom
totsiens
lamtumirë
अलविदा
selamat tinggal
довиждане
до свидания
auf wiedersehen adiós
‫ وداعا‬αντίο
ö
до побачення
slán
despedida
hoşçakal
안녕
auf wiedersehen adiós
au revoir
totsiens
arrivederci
lamtumirë
до побачення
slán
hoşçakal
ö
さようなら
vale
안녕
goodbye
‫وداعا‬
au revoir
adiós
lamtumirë totsiens
再见
‫שָׁ לֹום‬
arrivederci
再见
до
‫خداحافظی‬
अलविदा
farvel
再见
до побачення
ö
さようなら
bu sayıda:
despedida
slán hoşçakal 안녕 goodbye
Lan’ın Etimolojisine Dair Takrirdir
vale
‫وداعا‬
au revoir
auf wiedersehen adiós
‫שָׁ לֹום‬
до
Hocadan Talebeye (Ahmet Karataş)
свидания zbogom
lamtumirë totsiens 再见
arrivederci
‫خداحافظی‬
İyi Ol
selamat tinggal
अलविदा
до побачення
ö
さようなら vale
Münhuvat
довиждане
despedida
slán hoşçakal 안녕 goodbye ‫وداعا‬
αντίο
farvel
Meşihatu Umuru’t-talibine Sual Eyledik
auf wiedersehen adiós
‫שָׁ לֹום‬
до
Araflardayım
свидания zbogom
lamtumirë totsiens 再见
arrivederci
‫خداحافظی‬
au revoir
αντίο
selamat tinggal
довиждане
अलविदा
farvel
despedida
свидания zbogom
selamat tinggal
αντίο
до побачення
despedida
auf wiedersehen
slán
hoşçakal
adiós
さようなら
vale
goodbye
‫وداعا‬
안녕
au revoir
‫שָׁ לֹום‬
arrivederci
lamtumirë
totsiens
İçimizde
Kalmasın再见
अलविदा
farvel
ö
Aadem
slán hoşçakal
Salamat
Datang!
auf wiedersehen
adiós
αντίο
довиждане
Zaman
до побачення
ö
до
‫خداحافظی‬
さようなら
vale
goodbye
‫وداعا‬
안녕
au revoir
‫שָׁ לֹום‬
до
[email protected] adresine elektronik posta yollayabilirsin. Beğenirsek yayımlarız. Yayımlamazsak beğenmemişiz demektir.*
“Okudum, beğendim, ben de yazarım.” veya “Okudum, beğenmedim, daha iyisini yazarım.” diyorsan
Dönemde iki sefer çıkar. Çok yoğun olursak çıkmayabilir de. Tasarımı Mola Kulübü üyelerince yapılır. Sebildir. Eşe dosta okutmak, hediye etmek serbesttir.
Yayın kurulunda; Halime Çınar | Nebiye Raşit | Nimet Küçük | Şeyma Nur Temel | Şeyma Özdemir | Zeynep Doğan vardır.
İşbu fanzin Mola Kulübü’nün bir yayını olup kulüp adına sahibi ve editörü Birnur Bölen’dir. Genel yayın yönetmenliğini Zeynep Demirşen yapar.
Mola Fanzin Dergi – beşinci sayı & güz / ikibinonüç
“hani o bırakıp giderken seni..”
* İkinci sayıda alınan
karar gereğince sansürlenmiştir.
ᴥ Şimdi tam olarak bırakıp gitmek demeyelim de,
mezuniyetimizin yaklaşmasından ötürü -yerimizi daha
taze fikirlerin ve dergilerin dolduracağı temennisiylebeş sayıdır başarıyla sürdürdüğümüz yayın hayatımızı
burada noktalıyoruz. Kapağa 27 farklı dilde hoşçakal
yazdıktan sonra bir de neden bu açıklamayı yapma
gereği
duyduğumuzu
sormayın.
Muhtemelen
üzüntüden ne yazdığımızın farkında değilizdir.
ᴥ Önceki sayımızda ‘Prenses’ masalını ithafıyla
beraber yayımlamıştık. Ama gelin görün ki yazarımızın
adını yazmayı unutmak gibi büyük bir gaflete
düşmüşüz. Sevgili Selime Çınar’dan binlerce kez özür
diliyoruz..
ᴥ Eski alimler, hocalarının okuttuğu kitaplarda kitapta
yazmayıp da hocaların söylediği şeyleri kitaplarının
kenarlarına not ederlermiş. Başına da ‘minhu /
hocadan’ diye eklerlermiş. Sonraları bu notlar bir araya
getirilip minhuvâtlar oluşturulmuş. Biz de ondan
esinlenip değerli hocalarımızdan alıntıladğımız sözleri
minhuvat başlığıyla koyduk. Ne’miş bu demeyiniz.
ᴥ Meşihat’e sual ettiğimiz bölümdeki fetvalarda,
meseleleri muhteza-yı halimize uyarladık ama cevapları
aynen fetvalardan aldık. O kadar orijinallere sadık
kaldık ki fetvaları, asıl fetva metinlerinde olduğu gibi
aşağıdan yukarıya doğru yazdık -ki siz de öyle
okuyasınız. Ha bir de, izah mizahı bozar. O yüzden pek
çoğunda kinaye bulunduğunu size söylemicez.
ᴥ Bugüne bugün tam beş sayı çıkardık ama
eksenimizde milim kayma olmadı. Neysek oyuz. Gurur
duyuyoruz kendimizlen.
Mola K, İlimler ve Sanatlar
Merkezi’ne teşekkürlerini
sunar..
‘LAN’IN ETİMOLOJİSİNE DAİR TAKRİRDİR
Kalender meşrep, rind edalı Türk
erkeklerinin dilinde lan olup, işveli
hanımefendilerin lisanında len, Kürt
kardeşlerimizin kelamında ise lo’ya
dönüşen bu “şey” gibi pek yarayışlı
kelime nereden tevellüt edip de kâh
kavgalarımızın kâh samimi ehibbâ
meclislerinin
ortasına
gelip
yerleşmiştir?
İbn Hırto’nun Fârisilere bazı Türkçe
argo kelime ve küfürleri öğretmek
için kaleme aldığı Eşrefü’l-Kelimât
an Lisânı’l-Etrâk kitabından bize
nakledildiğine göre bu kelime
Orhun Yazıtları’nda geçmektedir ve
hikayesi şöyledir: Kışlağa gitmek
için hazırlanan bir Türk boyunun
beyinin rakip boyun da geleceğini
öğrendiği vakit “Sen gelme lan ayı!”
deyû feverân ettiği geçmektedir.
(Aslında bu cümlenin son iki
kelimesi yazıtlardan muhafazakâr
Türk entelijansiyası tarafından
jiletle kazınmıştır. Fakat
bu
vakıadan evvel yazıtları yazıya
geçiren, her şeyleri bilen Rus
müsteşriklerimiz sayesinde biz bu
malumata sahibiz. ) Hatta iki boy
arasında çıkan kanlı çatışmalarda
sadece bir bebeğin sağ çıktığı ve
onun da kurtların emzirip
yetiştirdiği Alp Er Tunga olduğu
menkûldür.
Öte yandan bazı etimologların bizi
behredâr ettiği kadarıyla lan
kelimesi Fransızcadan dilimize
gelmiştir.
Huberânın
bize
bildirdiğine göre La Fontaine’de de
bulunan ve belirlilik takısı olan “La”
eki, “Lö” diye okunuyor olup
Türkçe’de istifra efektine mümasil
bir ses olduğundan tahfif edilerek
“La”ya, oradan da bu çok kısa oldu,
sonuna bir şey ekleyelim deyip
“Lan”a
tağyir
edilmiştir
ve
seyyahların özellikle Edmondo de
Amicis’in
marifetiyle
İstanbul
Türkçesi’ne yerleşmiştir. Yani ki
şehirli, elit bir kelimedir.
Bazılarına göre ise son zamanlarda
la
şeklinde
istihdamı
sıkça
karşımıza çıkan bu kelimenin
kullanımında
aslına
rücû
yaşanmaktadır.
Zira
ki
bazı
dilbilimcilerin ifade ettiğine göre bu
nadide kelime la notasından
tevellütlüdür. Tanzimat’la gelen
Batı’ya haset ve gıpta rüzgârlarıyla
Klasik Batı Musikisi meşkine
başlayan Fortik Paşa’nın marifetiyle
dilimize yerleşmiştir.
Sevdiği bir şeyi bırakmayan, begayet bağnaz olan Fortik Paşa,
Matmazel Kokolya’dan aldığı şan
dersleri sırasında la notasının ses
rengine pek bir tutulur. Hatta
üftadeliği o dereceye varır ki pek
muhterem zevcesine hem latife
olsun hem de bu notanın tedribini,
mümaresesini
yaparım
düşüncesiyle
âvâzının
son
hududunda la diye seslenivermiş.
Zevcesi hanımefendinin de pek
hoşuna giden bu latifeden sonra la
diye ünlemelerini mutadı haline
getiren Fortik Paşa’nın karşı
konaktaki komşusu Möyittin Paşa
bu ünlemelerden rahatsız olmuş ve
şikayet maksadıyla azm u kasd u
cezm ederek Fortik Paşa’nın
karşısına efelenmek için çıktığı bir
vakitte, musiki bilgisinin
sıfırın
Lan
altında olması dolayısıyla dil
sürçmesi ile notaya “lan” dediği
zaman cümle konak gülmekten yere
yıkılmış ve hatta krizin şiddetinden
ve sadme-i kalbden olsa gerek
hüddamdan iki kişi Zeynep Kamil
Hastanesi aciline taşınmış.
Yaaa çok gülenin sonu!
Neyse efendim bu bahs-i dîger,
geçelim mevzuya. İşte halk arasında
da o gün bu gündür vakarı,
ağırbaşlılığı, zühdü ve ilmi ile maruf
ve meşhur Möyittin Paşa’nın
düştüğü komik hal, cahilliğinin
nişanesi olarak darb-ı mesel olup
anlatılagelmiş. Halk muhayyilesi bu
efendim, isimler akılda kalmaz da
olaylar kalır. Unutulan isimlerden
sonra kavgalarda “laaaan!” diye efe
efe ünlemek adet olmuş.
Ya da iddialara göre 18. yüzyılda
İstanbul’a yerleşen Tayvanlı aktör
Houn Shin Len’in saray kadınlarının
gönlüne taht kurmasıyla başlar bu
kelimenin serüveni. Sabah ve akşam
muhabbetlerinin, beş çaylarının,
altın günlerinin, kısır partilerinin
asli konusu haline gelen Len’in
ismini çokça duyan lakin evsâfı ve
keyfiyyeti
hakkında
hiçbir
malumata sahip olmayan devletlü,
haşmetlü hünkarın Len demeyi pek
bir hafif bulup haşmetinin ve
azametinin nişanesi olarak a’yı e
yapmasından mütevellit “Kim bu
Lan?”
diyerek
celallenmesiyle
kullanılmaya başlanır.
Ve son olarak elde edilen verilere
göre bu nadide kelime internetin ve
modemlerin hayatımıza girmesi ile
istimal olunmaya başlanmıştır.
İnternetin mutad olduğu üzere naz
ü işve vü istiğna ile kendini ağırdan
sattığı bir demde galeyana gelip
TRNET
Müşteri
Hizmetleri’ni
arayan bir kullanıcıya tevcih olunan
“Efendim lan ışığınız yanıyor mu?”
sorusu mukabilinde kısaltmalar
neticesinde lan ışığı > lanşık > lanş >
lan gibi bir seyir izleyip hususen
gençler arasında en kısa şekli ile
kullanılmaya başlanmıştır.
Bu
kelime
hakkında
tarihi
vesikalarda ulaşılan malumatlar
mahdud olmasına rağmen yılmayıp
ve dahi hicab duymayıp bu kelime
hakkında bitirme tezi hazırlayarak
bunu ilim dünyasına armağan eden
pek sevgili ve kıymetdâr dostum
K.Ç’ye sonsuz şükranlarımı arz
ederim.
Edit 1; Aman derim fazlaca
kullanmayın bu kelimeyi. Cısss.
Biber sürerler yoksa dilinize.
Edit
2;
Ayrıca
meraklısına
söyleyelim efenim. Bu kelime
oğul>oğlan>lan şeklinde etimolojik
bir seyir izlemiştir. Mesele bu kadar
basittir. Metinde geçen şahıs ve
olaylar tamamen hayal ürünü olup
mütehayyile, müfekkire, vâhime,
musavvire ve sair feyezanı mukabil
mahallerin vüs’atine dâldir.
***
Hocadan Talebeye
Yard. Doç. Ahmet Karataş
Millet ders çalışırken sen kantinde arandın
Feysbuk’ta twitır’da el âleme yarandın
Aynalarla dost oldun, saatlerce tarandın
Geldi sınav zamanı sızı indi mideye
Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye :)
***
Hoca makale verdi, “oku” dedi bakmadın
Derste ne söylediyse dinlemedin, takmadın
İki satır not olsun o kafana sokmadın :)
Şimdi vakit daraldı yaşlar doldu dîdeye
Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye
***
Cigara tüttürürken nutuk atmak kolaydı
Senin için her boş ders “muhteşem bir olay”dı
Biraz da talebelik yapsaydın ya n’olaydı
Servi gibi endâmın döndü bodur iğdeye
Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye
***
Koca bir dönem geçti, yalan oldu o demler
“Nesîm-i nev-bahâr”lar, sâkiler, câm-ı Cem’ler
BİM poşeti dolusu fındık fıstık bademler
Gömülürken güzeldi kavurmalı pideye :)
Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye
***
Hadi neyse üzülme büt’ü de var bu işin
Çanı var, eğrisi var, sen biraz daha şişin
Muhallebi yemekle kırılmazdı ya dişin
Kim dedi sana yavrum kara taşı ye diye
Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye...
İyi Ol
Pınar Özge
Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştiremediniz, olmadı.
İthal ideolojilerde boğulmuş fikirler, ölü hareketlerde yitirildi
gençlikler...
En ileri gideniniz dahi bir arpa boyu yol aldı,
geçmişe saplandı fikriyat,
geleceği göremedi hülyalar dahi.
Boşu boşuna debelen birkaç adam dışında denizde niceleri
boğuldu, debelenenler de dahil …
Ödül denilen şey boğulmamak değildi elbet,
tüm kötülüğe karşı -dimdik ayakta olamasan da- iyiliğe el
vermekti, düştüğün ve düştüğü yerde…
İyi ol, iyiliğe katkı ol, el ol, yordam ol,
yorgan ol üşüyen masumiyete…
Ve ana ol doğmamış merhametlere…
‫منهوات‬
Soruyu doğru sormazsan
kesinlikle doğru cevap
alamazsın. Ama soruyu
doğru sorarsan en
azından doğru cevap
alma ihtimalin olur.
İlhan Kutluer
Mesleki formasyon bir
erdemdir, bunu ihmal
etmeyin.
Ömer Türker
Başarılı olanlar çalışmasını
değil, dinlenmesini bilenlerdir.
Bekir Kuzudişli
Sonsuzun
yanında insan
ömrü sıfıra
yakın bir değer
ifade eder.
İlhan Kutluer
Zihin karışmazsa dibi tutar.
Mehmet Toprak
Klasik metinlere
inmezseniz popüler
kültüre ansiklopedik bir
renk katmış olmaktan
başka bir şey yapmış
olmazsınız.
Nedim Tan
Kapı danası öküz olmaz.
İlim gurbet ürünüdür,
kendi vatanında hizmet
yapamazsın.
İsmail Lütfü Çakan
En büyük hocaların
kitapları öğrencileri
tarafından
yazılmıştır. Hoca
kitap yazmaz,
yazarsa değeri
kalmaz.
İsmail Taşpınar
Tasavvuf dersi
nafiledir ama fuzuli
değildir.
Nedim Tan
Türk kahraman tipolojisi Alperen’dir.
Alp: Yiğit. Eren: Evliya.
İlhan Kutluer
Akıl geçtiği yollar
hakkında konuşur.
Hasan Elik
Fenn-i galibimiz neyse
olaylara öyle bakarız.
Nedim Tan
İ
Sınanmamış erdem
erdem midir?
Farkında olunmayan
ahlak ahlak mıdır?
Ömer Türker
Kuranın bütünü
parçalarından fazla bir
şeydir.
İlhan Kutluer
Takıntı senden enerji
çalan şeydir.
Nedim Tan
Kitabı okuduğunuzun işareti bazı cümlelerin
altını, bazı cümlelerin üstünü çizmenizdir.
Üstünü çizmediğiniz kitap sizi okumuş
demektir.
Hasan Elik
İnsan türünün
mensubu olmak
müthiş bir şey.
Ömer Türker
Bir sözü söylemenin
bin türlü yolu vardır.
Bir adama öküz
dersin alınır, tosun
dersin sevinir.
Bekir Kuzudişli
Haklılık payı sözüne
aldanma, her fikir kendi
içinde hakldıır.
Nedim Tan
Sorununuz Cennete
girmekse kocakarı
ahlakıyla
kurtulabilirsiniz. Ama
dünya ne olacak? Bu
çok cüce bir fikirdir
ahlak açısından, yüce
değil.
İlhan Kutluer
Hocalık demek
konuyu dağıtıp
dağıtıp en sonunda
toplayıp anlatacağın
yere getirmektir.
Süleyman Derin
Bedenin sağlığı da
erdemler arasındadır.
Ama bu gaye haline
geldiğinde ruh
olgunlaşmaz.
Ömer Türker
Lügat manasıyla alacak
olursak en büyük mücahit
karıncadır.
İlyas Çelebi
Merak bilginin önşartıdır.
Murat Sülün
Bizim en temel içgüdümüz
anlam arayışımızdır. Bir işe
yaramıyorum ben desen
de, eğer bu dünyanın
anlamsız olduğu
düşünseydin
kafana mermiyi sıkardın.
İlhan Kutluer
Tasavvufun eğitimdeki
asıl prensibi, üzüm
üzüme baka baka kararır
mantığıdır.
Nedim Tan
Diziyi delil gösterme bu
çağın alametlerindendir.
Adama bir şey diyorsun,
‘ama dizide böyle değil’
diyor. Şeri delil olmuş.
Kitap, sünnet, icmai
ümmet, kıyas, dizi!
İsmail Taşpınar
el-Cevab: Vâcib gelmez, müstehabdır.
Mesele: Zeyd-i müslim ihtiyârî bir ders alır, ba’dehu tahtâniden
aynı dersi ama üstâz-i gayrisinden alırsa devâm vâcib
gelir mi?
el-Cevab: Hâli üzere ibkâ olunur.
Mesele: Zeyd-i müslim Mütûn-ı Osmâniyye-i Klâsikiyye dersini
alır, ba’dehu imtihân-i nihâiyyede muvaffak olamayıp
der-akab ikmâle kalırsa âkıbeti ne olur?
el-Cevab: Dört yıl tamam oldukda kâdirdir.
Mesele: Ekseru’l-ulemânın diline pelesenk ettiği “Külliyye-i
ilâhiyata rabt eylesen himârı, ider imiş taharruc”
kelam-ı meşhuru fehvasınca bağçe-i ilâhiyyatta rast
gelinen himâra fetvâ sordukda, ol himârın iftâsı câiz
midir?
el-Cevab: Lâzımdır, avluları dahî ayrı olmak lâzımdır.
Mesele: Bu sûrette işbu cinseyn aynı kaldıraçta sâkin olmaktan
imtina' eyleseler, her birine müstakil kaldıraç lâzım
olur mu?
el-Cevab: Maraz-ı hâcette câizdir.
Mesele: Ol vechde tabela-i erkama îsâle kâdir olamayan Zeyd’in
rakam-ı tıbâkını Hind’e söylemesi câiz midir?
el-Cevab: Fi zemâninâ itmez.
Mesele: Zeyd-i müslim Hind-i müslimeyle müştereken kaldıraça
bindikde “beyin”lerinde sütre olmakla iktifa edilse,
halvet tahakkuk ider mi?
MEŞÎHATU UMÛRİ’T-TÂLİBÎN’E
SUAL EYLEDİK
el-Cevab: Ne'ûzübillâhi te'âlâ, mümkün müdür.
Mesele: Mu’zam-ı talebesinin cins-i latîften teşekkül ettiği
Külliyye’de kantinin cinslere göre nisfî nisbette
ayrılması vâkî olmuştur. Ol vech ile vâki' olan firkate
muârızan, Hind-i bî-günâh cins-i münâfînin tarafına
tevcih olup cülûs eylese câiz midir?
el-Cevab: Müslim olan öyle eylemez.
Mesele: Zeyd-i müslim imtihânda iltifât-ı nazar ile zemîlinin
imtihân kağıdını ayni surette tab’ eylese veyahud
zemîliyle mükabele-i nüsah eylese veyahud telefon-i
zekiyyeden ve sair edevâttan iltikât-ı ma’lûmât eylese
şer’an ne lazım gelir?
el-Cevab: İâde lâzım değildir, amma gayet münkerdir.
Mesele: Zeyd-i na’sana esnâ-i derste bi-gayri özrin nevm galebe
çalsa iâde-i ders lazım gelir mi?
el-Cevab: Tevbe ve istiğfar lâzım olur.
Mesele: Esâtizenin durûs-i felsefiyyatı ref’ kararına ‘Felsefe
isterük’ diyen talebeye ne lazım gelir?
el-Cevap: Olur, berhudâr olsun.
Mesele: Zeyd-i müslim, halfinden gelen Hind-i müslimeyi
kapunun debmesini men içün kapuyu tutsa, caiz olur
mu?
MEŞÎHATU UMÛRİ’T-TÂLİBÎN’E
SUAL EYLEDİK
Araflardayım
Melikşah Polat
Çok değil, ikibin’den tam olarak oniki
sene sonra, Samim’in düşü mü hayâle
evirilmiş yahut hem hayâl hem düşü
gerçeğin bir parçası mı haline gelmişti,
onun bu hâletine düşün büyüsünü
bozarak müdahale etmesinden hemen
hemen iki gün sonra, hayâl kırıklığı mı
hayâlin peşinden koşar, gerçekler mi
hayâlin peşinde koşmayı yeğler yahut
hem gerçekler hem hayâl, gerçek bir
hayâl kırıklığını mı dikte eder,
ikirciklendiği zaman bilincinden altı
buçuk saat kadar öncesi; dalgın, baygın,
lâkayt, havai, bakar kör, dikkatsiz, çala
yürüyordu ki parke taşlarını aşındıra
eskite, yaşlı kitapçı Âkif amcanın
sükûnet taşıyan bulutların çepeçevre
kuşatıp gölgelediği, mistik yüklü bir
havaya bürünmüş dükkânının kapı
eşiğinde soluğu almıştı. Ortalıkta
kendisiyle hasbihal edercesine esip
gürleyen sert bir rüzgârın etkisine
kapılmış. Dikkatini toparlamasına mahal
bırakmamıştı. Son zamanlarda zihninin
dağınıklığını gideremiyor olacaktı ki,
gözleri önünde, ayaklarının ucunu seyre
dalmış bir halde, etrafında hareket
eden nesne ve öznelerin uğultusunun
kulağını çınlatıyor olmasının farkında
bile değildi. Can sıkıntısının iniltisi
kulağını tıkarcasına yüreğinde depreşip
duruyor. Serseri mayın gibi feveran
eden kalabalığın arasında yitip gitmeyi
arzuluyordu. Özlemi olmayan bir
dünyanın kucağına doğmuş bahtsız o
çocuklar, zihnini kurcalayıp deşeliyordu.
“Özlemek dedim ya Süveyda! Bugün
insanlar özlemek nedir bilmiyor.
Arzuladıkları
zaman
anında
ulaşabiliyorlar
sevdiklerine.
Görebiliyorlar. Seslerini duyabiliyorlar.
Anlık yazışabiliyorlar. Biz ise yıllarca
mektuplaştık. Günlerce mektubunu
bekledim onun. Hâlâ saklarım o
mektupları. Kavuştum dersin ona
mektup yazarsın mektubunu okursun
sonunda ona dokundum dersin
zannedersin. Okurken sesini duymazsın,
hatırlarsın. Suretini gözünün önünde
canlandırırsın gerçek sanırsın. Sonra
silbaştan bir daha okursun. Aşk işte bu.
Sonra unutmak hiç istemezsin. Bir
yerlerde dursun istersin hep. Kalbinde
mi, aklında mı? Bi yerlerde işte. Yeni
neslin gençliğinde özlem gelişmemiş,
duygular ham. Sen olgunlaşmamış
karpuzu yiyebilir misin? Ham yeşil elma
yenir mi hiç? Duygularını, ilk primat
topluluklar gibi işaretlerle ifade ediyor.
Ters parantez, düz çizgi kullanıyor.
Kelimeleri bile kullanmaz oldu gençlik.
İçinde
bir
özlem
bir
hasret
belirmeyegörsün, çat telefon. Yahu bir
olgunlaşsın, dur hele, biraz sabret.
Yook. Özlemeye fırsat bırakmıyor ki.
Tatminsiz, doyumsuz abes bir gençlik
böyle yetişiyor işte. Teknoloji nimetmiş
gibi gözükse de, son tahlilde bunun acı
bir bedeli vardır. Dünya gerçekten oyun
gibi. Hep oyunun sonunda anlarsın,
elindeki oyuncağın oyunun bir parçası
olduğunu. İşte bu yüzden belki de,
bolca kitap okumak, bolca yalnızlık ve
âşık olmak lazım.”
Olamaz dede! Olmamalı, neden, nedeni
yok, büyük bir nedensizlik hali; var,
olmalı, bir nedeni olmalı, nedensiz
olamaz, olamaz hiçbir şey, sen, sen ol,
bir neden, nedensiz olamaz.
“Güzelim, Akif amcaya uğrar mısın gün
içinde. Kitap verecekti, onu alır mısın?”
(Mesaj alındı)
Maşuku tarafından terk edilen genç
kızların trafik kazalarında hayatlarını
yitirdiklerini, bir gecenin karanlığında
ansızın hıçkırıklarla boğulup gittiklerini,
sarp kayalıklardan keskin yamaçlardan
hırçın sulara düşüp parçalandıklarını,
buna benzer şeyler hayal edip düşler,
sonra bunların kendi muhayyilesinin
ürünü olduğunu aklına getirir ve
irkilirdi. Kimi zaman yatağına gömülür
yorganı başına kadar çeker, kimi zaman
ise yorganı başından kaydırır, orada o
an, sessizce sessizliklere sessizliğin o
dipsiz derinliklerine dalıp gözden
yiterdi. Sabahın o alacakaranlığı başını
döndürür, geceden nasıl olup da sağ
çıkardı bilemezdi. Nasıl olup da nefes
alıp verişlerine şahit oluşuna akıl sır
erdiremezdi. Sessizlik, yalnızlık, hiçlik,
kırgınlık, küskünlük, bulanıklık, delilik,
kendini bilmezlik birbirini besleyerek
öylece uzanıp uzayıp giderdi, geceler,
geceler ve günler boyu, hiçbir şeyi
değiştirmeksizin, şarkılar söylemeden,
şiirler mırıldanmadan, gitarından uzak,
öylece orada durmuş, kalmış, kendi
benliğinde, kendi kendiliğinde yitip
gitmiş olarak, öylece, öylece, öylece ve
öyle… anneciğinin öpücükleri, abisinin
gülücüğü, babacığının makasları öylece
orada durup kalakalırdı.
“Tamam. Uğrayabilirim. Yolumun üzeri
zaten.” (Mesaj iletildi)
İnsan, an gelir kasavet bulutlarının
üzerine çiselediğine tanıklık ederdi. An
gelir, kaçmak ister, geride kalanlara
nazar etmeden, yığın yığın, istif istif
insan
kalabalıklarının
habis
suratlarından, yüce, kusursuz bir
mehabete sığınmayı dilerdi. An gelir,
işbu usanmışlığın çehresini hafakanlığın
o pervasız müşkülatıyla tedarik ederdi.
Süveyda için bu pervasız müşkülat,
çoğu zaman kitapların kahrını çekmek
olurdu.
“Merhaba, Âkif amca, nasılsın?”
“Hoş geldin canım. İyiyim dersem
inanmış gibi yap; ama bana belli etme
olur mu?”
“Peki, şu an inanmış gibi yapıyor, lâkin
belli etmiyorum.”
“E, ne yapıyorsun Süveyda görüşmeyeli,
hayat denilen şu fantezinin içinde var
olduğun bu zaman diliminde? Ânı mı
geçmiş çılgın bir kalabalığın ortasında
yaşıyorsun, başkalarının anılarını mı
parçalı bulutlu gökyüzünün gölgeliğinde
yaşıyorsun
yoksa
arkanda
anı
yürüyorum. Bezgin, bıkkın, ılık, pis bir
bırakmadan mı yaşıyorsun?”
rüzgâr ıslık çalıyor. Kent kaldırımlarında
“Amca, aslında ben okula gidiyordum.
üçbeş ağacın salkım gibi sarkıttığı
Samim kendisi için sana uğramamı
yaprakları kendini rüzgâra teslim etmiş
istedi, kitap verecekmişsin sanırım.
öylece duruyor. Gözlerimi yalnızca
Ayrıca ben, ‘anılar gidince ruh da gider’
benim bildiğim bir noktaya dikmiş
diyenlerdenim,
‘A
Moment
to
yürüyorum. Dinli dogmalarla dinsiz
Remember’ filminde olduğu gibi…”
dogmaların göbeğinde sıkışıp kalmışım.
“…”
Şaşırıyorum
hâlime.
Sırtımda
çantam.
“Konuşsam ne çare!
Gelişigüzel düşünüyorum.
Konuşmasam vicdanım
Dağ başlarında avare
müsaade
etmiyor,”
Ağlamak ile ömür
dolaşmayı arzuluyorum.
dermiş ya eski zamanın
geçmiyordu; saatler,
Kent sokaklarında avare
müteessifleri. Bu söz
arşınlayarak
hakikatle
benim için de söylenmiş.
dakikalar, saniyeler, ân.
temas imkânını kaçırdığım
Aklım başımda değil mi
zehabına
kapılıyordum
ne? Hatıraların buğusu
Gülmek ise gerçekten çok
çoğu
zaman.
Ve
zihnimde tütüyor. Benim
sıkıcı, boğucu, sıradan.
yürüyorum. Ağlamak mı
bile bilmediğim sebepsiz
istiyorum için için, gülmek
bir
muammanın
mi
kahkahalara
etrafında dolanıyorum.
boğulurcasına? Ârâf’lardayım. Ağlamak
Eril egosantrik yoz fikirler beynimin içini
ile ömür geçmiyordu; saatler, dakikalar,
kuşatmış, ama fethedememişti beni.
saniyeler, ân. Gülmek ise gerçekten çok
Yeryüzünün efendibeyleri çıldırmış
sıkıcı, boğucu, sıradan. Etrafımda
olmalılar. Kadın türü, hiç bu denli
George
Orwell’in
o
trajikomik
masum, hiç bu denli korunaksız, hiç bu
romanlarını anımsatan bir yığın insan.
denli çilekeş, hiç bu denli evrensel bir
Ve gülüyorlar, durmadan, aralıksız. Hep
mazlumiyet çağını yaşamamıştı. Adım
gülüyorlar, her zaman gülüyorlar,
gibi biliyorum. Hiç bu kadar saldırganlık
elbette gülecekler, şüphesiz gülmeliler.
hedefi haline getirilmemişti. Evet,
Gülsünlerdi. Deliriyordum. Ben de
çıldırmış olmalılar. Bu işte cinnetten
güldüm. Delişmen kahkahalar arasında
fazla bir şey var. Yiğitlik ölmüştür artık,
ve bir karnaval havasında kendinden
ilân ediyorum. Yiğitlik mi?... Sorup
geçmeyin. Cevabını da verin. Mitolojide
kadına âşık olanlar varmış.
Dostoyevski’nin
yarattığı
karakterlerden
“Prens
Mişkin”
Petersburg’dan Basel’e gittiğinde daha
önce hiç şâhit olmadığı bir yaratık
görür: Anıran bir Eşek. Eşeğin anırması
onu ta derinden etkiler. Müthiş hoşuna
gider. Kafasının içindeki hücreler
böylece eşeğin anırmasıyla birlikte
apaydınlık oluverir. Yüreği cûş-u hurûşa
gark olur. Eşek mi? Sorup geçmeyin.
Cevabını da verin. Mitolojide eşeğe âşık
olanlar da varmış.
Konuşmak hiç bu kadar anlam kaybına
uğramamıştı daha önce. Nedenini
bilmediğim öylesi bir buhran sardı
çevreledi dört bir tarafımı. Artık beni
kimsenin anlamayacağını biliyordum.
Gülmeye mahkûm olduğumu da.
Dişlerimin arasına, tam ortasına bir
sırıtış konduruyorum. Kalabalığa öylece
bakmayı deniyorum. Evet, bana “deli”
diyorlar, sanki bunu duyuyorum.
Ardından yüreğim Sabahattin Ali’ye
kulak kesiliyor. “Aldırma Gönül!” diyor.
“Görecek günler var daha!” diyor. Buna
inanmak zorunda mıyım? Gerçekten
bilmiyorum.
“Merhaba Süveyda. Seninle görüşmem
lazım. Yarım saat sonra fakültenizin
kantininde olurum. Görüşmek üzre.”
(Mesaj Alındı)
Otobüs Kapıağa durağını henüz
arşınlamıştı. Edip Akbayram’ın o çılgın
sesi, uzak geçmişle yakın geçmiş
arasında mekik dokumuştu onun
fantastik
olmayan
hikâyesinde.
Geleceğe olan umudu bir bulantı gibi
yeniden
belirmişti
zihninin
bir
köşesinde.
“Olur tabi ki. Küçük bir işim var. Yarım
saat kadar sonra kantinde görüşürüz.”
(Mesaj iletildi)
(Yarım saat sonrası)
“Bana bak, Süveyda!” dedi Ayna.
Aynaya yansıyan akis değişti, her
bakışta yeni bir dönemin imgesini belli
eden berrak bir nehir misali kendi
kendinde yankılanmaya başladı, her
bakışta daha yeni bir görüntüye
dönüyordu ve her seferinde hiçbir sırrı
olmayan ince ince tabakalar eriyip yok
oluyordu.
Ayna: Her şeyden önce, Süveyda iyi bir
kızdı, hoş bir kızdı, düşünceliydi,
fikirseverdi. Bir sözü vardı. Her şeyden
sonra, entelektüel düzeyinin Türkiye
şartlarındaki bir aydının entelektüel
birikimine karşı kıyas götürmez bir
üstünlüğünün olduğunun söylentisi onu
tanıyan çok az bir güruh arasında dillere
destandır. Hâliyle bu vasfı, onu kibirli
biriymiş gibi gösteriyordu. İngilizce,
Arapça ve Farsça’yı konuşabiliyordu.
Homeros’un destanlarıyla birlikte Klasik
Yunanca’ya
duyduğu
hayranlığını
gizleyemiyordu. Rusça üzerinde son
zamanlarda yoğun bir uğraşısı var. En
büyük arzusu: Dostoyevski, Turgenyev,
Puşkin, Gogol, Gonçarov, Gorki ve
Tolstoy’un yapıtlarını orijinal aslından
okumak. Sıkı bir günlük yazarıdır.
Hemen hemen her gün attığı her adımı
kırmızı
deri
kaplı
günlüğüne
jurnallemektedir. Edebiyatı seviyor,
biricik abisi Samim’i ise daha çok
seviyordu. “Abi, sen benim tek
kelimelik edebiyatımsın!” sözü ailesi
arasında meşhurdur. Son günlerde
Sartre’a merak saldığı duyumları
arkadaşları arasında kulis ediliyor.
Sartre’ın “özgürlük yolları üçlemesi”ni
üç günde bitirip notlar aldığını en yakın
arkadaşı Hümeyra’ya bahsetmiştir.
Kendini yalnızca Müslüman olarak tarif
etmekle birlikte, egzistansiyalizmin
felsefesini merakla irdeliyor. Sevgi,
saygı, aşk gibi pratiksel kavramların sirk
oyuncularının
elinde
anlamını
yitirmesine çok üzülüyor. Bu hilkat
garibeleri ile hukuk önünde eşit olmayı
zûl addediyor. Akıl ve mantığa aşırı
saygı duyuyor olmakla beraber,
beyninin duygusal lobu yüzde ellibir
daha ağır basmaktadır. Zira “kadın
kadındır en nihayetinde” sözünü bir
Perşembe gecesi mehtabın altında,
arkadaşı
Hümeyra’ya
bizzat
serdetmiştir. Feminist çevreden sevip
hoşgördüğü
birçok
arkadaşı
varbulunmaktadır. Feministlerin birçok
algısını da oldukça haklı bulur. Bazı
toplumlarda vücut bulan maskülist
gösterileri
ise
gayet
olumlu
karşılamaktadır.
Velhasıl,
üniversiteli
akranlarının
aksine, geçmiş vadeden, gelecekte
yaşamayı seven, hiç sıradan olmayan,
ilginç, acayip, ender, nadirat ehlinden
olan bu kızı daha fazla anlatmamak
kelimelerin kifayetsizliğiyle açıklanabilir
mi hiç?
Süveyda, kendini seyretmeyi bırakıp
gümüş işlemeli el aynasını çantasına
koymuştu ki, Araf, kantinin kapısında
görünüverdi.
“Merhaba, nasılsın Süveyda?”
“Merhabaa, çok iyiyim, sen?”
“Ben ‘nasılsın?’ sorusuna cevap vermek
için gelmedim ki hangi ne idüğü belirsiz
gezegenin cehennemi olan şu lanet
olası dünyaya.”
“Aa, ne oldu, neden kızgınsın?”
“İnsanı yaratmak neden iyi bir fikir
olsundu ki? Hep sorarım kendime.
Melekler sırf bu sorunun cevabı için mi
itiraz etmişlerdi acaba? İyi bir fikir
olmadığı için mi? Hatta iyi bir fikir
yürüterek diyebiliriz ki, ‘felsefe hangi
soruyla başlamıştır’a melekler cevap
veriyordu: Neden insan?”
“E tec'alû fihâ men yüfsidü fihâ ve
yesfikü-d dimâ? Neden olmasın, gayet
mümkün tabi.”
“Bazen
oluyor,
Tanrıyı
hiç
anlayamıyorum. Önce melekleri daha
sonra Tanrıyı iyi anlamak lazım. Ortada
–iyi yahut kötü- bir fikir var ve o fikir de
insanın ta kendisi. Aslında insanı
tanımadan Tanrıyı anlamak ve tanımak
mümkün değil. Düşünüyorum da, bu
kutsal metinler hakikaten hakikatin ta
kendisini barındırıyor muhtevasında.
Her ne kadar nesnel gerçekliği olmasa
da.”
“Nesnel gerçekliğin olmayışı, bazı
mitolojik unsurlar içeren ‘darbı
meseller’ için geçerlidir, denilebilir.
Ancak bazı hikâye edilen anlatıların
tarihte nesnel gerçekliği kesinlikle var.
Hepten hikâye değil yani. Ancak
bunların da gerçekliği var, ama hakikati
yok.”
“Tarihin sanılan bu tozlu rafları insanın
yalnızca çöplüğü. İnsanın hiç de şanlı bir
tarihi yok. Dünya tarihi, yani insan
tarihi, kan, savaş, sömürü, gürültü ve
patırtı. Güçlünün güçsüz karşısındaki
ahmaklığı. Darwin’e küfredenler ne
derece haklı? İşte bu yüzden tarihiyle
övünen insanlara gülüp geçiyorum.
Ayrıca ‘boş ver’ deyip geçmek lazım
aynanın karşısına geçip. Bu sözü çok
seviyorum: Boş ver.”
“Allah’tan ki, yine de müstesna insanlar
var. Bizim bilmediğimiz nokta da bu
olsa gerek. Neyse. Ben de okula
gelmezden
önce
Âkif
amcaya
uğramıştım. Babanla hiç ilgilenmiyorsun
galiba. Bugün daha dertli gördüm onu.”
“Onun dertsiz olduğu bir zaman var mı
ki, ben hatırlamıyorum. Bu kitabı
versem sana mesela, okumadıysan okur
musun? Dorian Gray’in Portresi, Oscar
Wilde. Ayrıca şu minicik dergiyi de
okursan çok sevinirim. Bu mektubu da
Sevgili Samim’e verecekmişsin, Kuzenin
Melih’in isteği.”
“Mektup mu, ne mektubu, bu çağda?
Sms gönderseymiş, e mail falan, face?..
Abim evdedir. Bize gidebilir. Ne gerek
vardı mektuba?”
“Neden bu kadar çok soru soruyorsun
sen
ya!
Nevrimin
döndüğünü
hissediyorum.”
“Tamam, kızma hemen. Oscar Wilde’in
daha önce Mutlu Prens’ini okumuştum;
ama bu romanı okumadım. Kitap ve
dergi için çok teşekkür ediyorum Araf.”
“Kitabı okuduktan sonra, bana geri iade
edersen sevinirim. Kütüphanemden
kitap çıkarma hususunda biraz titizim
de. Takıntı gibi bi şey.”
“Tabi ki veririm. Dergi bende kalır ona
göre.”
“Elbette.
Bugünlerde
‘tarihten
günümüze çeşitli toplumlarda kadının
konumu’ üzerine birtakım okumalar
yapıyorum, biliyorsun. Biraz daha
yoğun okumalar yapmam gerekiyor.
Tarihte Antik Yunan’dan, Helen’den,
Eski Mısır’dan, Hint’ten, OrtaÇağ
Avrupa’sından günümüze gelene kadar,
kadın tam bir problem olarak
algılanmış, feministlerin deyimine göre,
ataerkil beyinlerin erkeklik taslayanları
tarafından. Ki bugün de, bu problemin
ediyorum. Hatta beraber çalışalım.
yansımaları hâlâ var. İslam öncesi ve
Uzakdoğu ve Afrika toplumlarında
sonrası Arap yarımadası için de birtakım
kadının konumunu irdelesen mesela,
kısmi okumalar yaptım. OrtaÇağ ve
çok sevindirirsin beni. Samim’in
Günümüz Anadolu insanını da dâhil
telefonda kulağına çıtlattım; ama kafası
edebiliriz buna. Feministlerden, İslam,
dağınık gibiydi.”
kadın
konusunda
Yahudilikten
“Yani, elbette, elimden geldiği kadar
etkilenmiştir diyenler var. Yani, benim
yardımcı olurum. Bunu bir söz olarak
bütün tarafları okumam gerekiyor,
anlayabilirsin. Hem bu konuları biz
karşılaştırma
kendi aramızda konuşalım
yapabilmek için. Daha
lütfen, nasıl olsa kimse
sonra bir yargıya kendi
değişmeyecek.
Samim bu
İslam
içimde varırım zaten.
aralar dışakapanık. Yukarda
muhaliflerinin
Kitaplaştırırsam
küçük kutucuk bir odası var,
problemi,
çalışmamın ismini şöyle
biliyorsun, ordan çıktığı yok.
Müslüman
koymayı düşünüyorum:
Okula bile gittiği yok. İbn-i
kültürüyle
‘Tarihten
Günümüze
Haldun’un
Mukaddimesi
İslam’ı –kasıtlı
Erkeğin Konumu.’”
üzerinde çalışıyor, ‘Asabiyet
veya kasıtsız“Oooy, are you crazy!
ve Tavırlar Teorisi’ deyip
birbirinden ayırt
Güzel bir ironi olur tabi,
duruyordu. Evde yüzüme bile
anlayana. Ancak şunu
bakmıyor. Sinir oluyorum.”
edememeleridir.
düzeltmem gerekiyor:
“Çok
teşekkür
ediyorum
Yahudilikteki
kadın
Süveyda.
Sen
mektubu
anlayışı,
etkisini
Samim’e verirsin, ben de
‘Müslüman kültürü’nde göstermiş
kalkayım artık. Bu arada, sen de
olabilir, ancak ‘İslam’da değil. Bu ikisi
buralarda
fuzuli
oyalanmayı
farklı şeyler. Zaten İslam muhaliflerinin
düşünmüyorsun sanırım. Kütüphaneye
problemi, Müslüman kültürüyle İslam’ı
gitmelisin ve kitap okumalısın. Bence.”
–kasıtlı veya kasıtsız- birbirinden ayırt
“Bunu bir emir olarak mı telakki
edememeleridir. Ancak bu oldukça
etmeliyim? A, çocuk muyum ben!”
çetrefilli bir konu; başka zaman daha
“Hayır ya, ne emiri, ne çocuğu! Bu
uzun tartışabiliriz.”
kadar başıboş insan yavrusunun içinde
“Tabi ki, senin fikirlerini daha geniş bir
ne işin var senin? Sen bence, ideal insan
zamanda almak istiyorum. Ayrıca bu
tiplerinin daha yakın olduğu mekânları
çalışmamda bana yardımcı olmanı rica
mesken tutmalısın. Kütüphane bu ideal
insanların en ideal mekânı olsa gerek.
Aslında sana iltifat etmek istemiştim.
Kusura bakma.”
“Tamam, o halde, iltifatını kabul
ediyorum. Hoşça kalasın. Kendine iyi
davranasın. Mutlu olasın.”
“Mutluluk mu? Güldürme beni lütfen.
Mutluluk sıradan insanların uydurduğu
tatmin biçiminin en kaypakçası.”
“Zaten
doğru-dürüst
bir
cevap
verseydin, kantinde oturup kitap
okumayı tercih edebilirdim.”
“Bereket versin ki, insanlar tercihleriyle
yaşar hanımefendi. Take care!”
Böylece, fakültenin temiz hava sahası
olan kütüphane tıbbiyesinde her zamanki
mekânıma kuruldum. Kendi portresini
kıskanan adam Dorian Gray’in altları kalın
hatlarla çizilmiş satırlarını okumak için
sayfalarını karıştırıyordum. “Yalnız, ‘en
büyük aşkım’ dememelisin. ‘İlk aşkım’
demelisin.” “Biz kadınlar kulaklarımızla
severiz, siz erkeklerin gözlerinizle
sevdiğiniz gibi. Şayet sevme diye bir şey
varsa siz erkeklerde.” “İnsanların ‘ahlaka
aykırı’ dedikleri kitaplar onlara ayıplarını
gösteren kitaplardır…” Kendi portresini
kıskanan adam, bıçağı portresine
saplamıştı sonunda. Bir çığlık işitilmişti.
Ölüm çığlıydı sanki. Öyle korkunçtu ki,
uşaklar korkuyla uyanmış, odalarından
dışarı fırlamışlardı. Smokinli bir adam
yerde yatıyordu… A, bir dakika. Kitabın
277. sayfasında -önce solmuş olmalıkurumuş bir gül yaprağı vardı. Bir de
küçük bir kâğıt. O koymuş olmalı; Araf.
Bir an heyecanlandım. Niyeydi bu
heyecan? Olacak iş değildi. Hem olacak
olmayan
neydi?
Elimde
anlam
veremediğim bir titreme. Ruh kafesimde
belli belirsiz bir çarpıntı. Küçük bir kâğıt
için mi? Minnacık kâğıda on iki kelimeyi
nasıl sıkıştırıp sığdırmıştı? Şaşırmıştım:
“Mutlu olmak için tüketilen çaba, iyi bir
insan olmanın karşısında hep engel.”
Bu kelimelerin benim için etrafa tane
tane saçılan hayâl kırıklığının parçacıkları
mı demek olduğunu tam olarak
bilmiyorum. Çünkü Wilde’in bu kitabını
daha önce iki defa okumuştum; ama
‘okudum’ diyemedim ona.
(6,5 saat sonrası)
Süveyda,
kalemi
elinden
bıraktı.
Günlüğüne kilidi vurup masasının gizli
bölmesine koydu. Terasa çıktı. Derin
derin nefes aldı. Rahatladı. Tekrar
oturdu.
Bitkiselçayını
yudumladı.
Samim’in selamını aldı. Dikkatini topladı,
odaklandı, yoğunlaştı. Ve Araf’ın verdiği
mini minnacık, sevimli mi sevimli derginin
bir diğer hikâyesini merakla okumaya
koyuldu.
***
ZAMAN
Selim Sayca
Zaman, bence yatmamış idrâke,
Yüke talip olmalı insan bir kere.
Kalıplaşmış sözler değer adına.
Değeri kalmamış, lâfazandır mana.
Terakki dayanır gayret ve zamana.
Bakarsın, durmadan akar lahza-i fena.
Sözler bile değişmiş, nâsezâ, nâbecâ,
Şikeste gönlüme deva ver yâ Hüdâ.
İki gün mendemiç ise bir günde,
Ne yaptığının hesabı sorulacak o günde.
Müslümanlık sözde var, olsun da özde!
Yaşarsa insan, yaşasın o Yüce İz’de.
Bâkiye müteveccih kimsede sa’yeler dumûra uğramaz.
Hayırda sabit kimsede, inan şerler umûra uğramaz.
22.02.2013
Aadem
Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım ! Çar çabuk biter, göz açıp kapayıncaya kadar
geçer derlerdi de inanmadım ama kara göründü… Dedim dem bu demdir adem! Düş
yola düşün azıcık. Ne yapayım ben de türlü türlü heyecanlar içerisinde hangi
bölümü seçeyim, hangi alana bakayım diyerekten dersten derste, sınavdan sınava
savrulan şaşkın bir yaprak misali etrafta dolanıyorum şimdi de. Allah sonumu hayır
etsin…
Vasat bir öğrenci hayatı geçirdiğim şu okulun, her gün biraz daha değişen çehresine
gider ayak ayak uydurmaya çalışırken, okulumuz hakkındaki çeşitli hususlar
gözümden kaçmıyor değil. Kimileri yüzümü güldürüyor, kimileri kaşımı çattırıyor,
kimilerine ise verecek tepki bulamıyorum. Mesela, -artık okuldaki beşinci yılımda
söyleyebilirim sanırım bunu- bizim okulun matematikle arası hiç iyi değil bence. En
başarısız olduğu konu da oran orantı. Diyelim ki yuvarlak olarak, okulda üç bin kadar
öğrenci üç yüz kadar öğretim görevlisi var olduğunu söylesek; yeni binadaki dört
asansörden kaçı öğrencilerin olmalı diye sorduğumuzda fakültemiz buna iki cevabını
verirken kantin ile ilgili başka bir soruya geçtiğimizde de durumun çok farklı
olmadığını görüyoruz; öğrencilerin yüzde sekseni kız iken kantinde kızlara ayrılan
kısmın kantinin yüzde ellisi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bizim fakülte sözel,
matematik çok puan getirmiyor diye mi böyle olduk bilmiyorum ama okulumuz sağ
olsun salim olsun diyoruz ne yapalım…
Tabiî ki olumlu gözlemlerim de oluyor. Mesela fakültemize gelen yeni nesil
öğrencileri görünce düşüncelerimde ‘takdir’ ve ‘şayan’ kelimelerinin birbirlerine
koşar adım yaklaştıklarını hissedebiliyorum . Tabiî ki istisnaları da bulunmakla
beraber, çoğunun zekiliklerini bu okula gelmelerinden, çalışkanlıklarını kütüphanede
çalışmalarından, çevikliklerini de kantin, fotokopi, asansör vb. ortak alanlardaki
atikliklerinden anlayabiliyorum. Efendim bir de sosyaller, dergiler çıkarıyorlar. Bizim
zamanımızda yoktu böyle şeyler, biz sonradan sonraya gördük, tecrübe ettik bunları.
Öyle eften püften de değil hani. Görüşlerini oralarda dile getiriyorlar, sosyal
cesaretlerini de sergiliyorlar. Fakültemizde değişmesi gerektiğini düşündükleri şeyleri
öğrencilerine duyurmak için çaba sarf ediyorlar. Mühim cidden. Çünkü en azından
kendilerinin görüşlerine katılmasalar bile- diğerlerini ‘sorun’ olarak görülen şeyi
gündemlerine almaya, düşünmeye davet ediyorlar.
Ancak ‘davet’ içeren konulardan bir tanesi de, benim artık ağzıma almaktan
sıkıldığım ve üzüldüğüm ama konusu sık sık açılıp çokça tartışılmaktan dolayı
gündemden hiç düşmeyen problem; kız erkek tasnifleri. Yazıda sorunu çözmeye
yönelik ‘uygun’ görülen düzenlemeler belirtilmiş, deliller zikredilmiş, kazaen ve
diyaneten yoğun bir icbar havası estirilmiş de ne kadar doğru olmuş.?
İlk hata ‘sorun’ tespitinde olmuş bence. ‘İhtilat fitnesi’ mi sorun gerçekten düşünmek
gerek. Zahiri bir şey bu. Kalplerde kafalarda çözülmesi gereken bir durum. Dünyada
yaşayıp da masivaya meyletmemek gibi. Ya da bir yerlere kapanıp uzaklaşarak
günahtan kaçınan bir derviş olmaktansa, halkın içinde halkla beraberken derviş
olmanın efdal olması gibi. Tabiî ki bu demek değil ki herkes bir arada olsun hiçbir
ortamda ayrıma gidilmesin. Tam tersi bu ayrım çocuğun rüşdüne kadar giderek
azalan bir şekilde var olmalı artık rüşdüne ulaşınca da edebiyle iradesiyle dolaşmasını
bilmeli derim ben. Ama insan artık rüşdüne ulaştığında bile bu durum bir ‘sorun’
olarak görülüyorsa sorun ‘ihtilat fitnesinde’ değil talim terbiyededir.
Diğer hata ise; kesin ayrımlara gidilme isteğinde olmuş bence. Çünkü devamlı bir
şeylere set çekmek çözüm olamaz. Mu’tedilliğin öğrenilmesi gerek ki diğerine bakış
artık ‘karşı cins’e bakış olmaktan çıkıp ‘insan’a bakış haline gelsin, her şey saygı
çerçevesinde, istenilenden çok daha uygun ahvale ulaşsın ve artık ‘gerçek’ sorunlar
düşünülsün, konuşulsun. Allah aşkına bizim tartışma konumuz kimin nereye
oturacağı olmasın artık. Belki de bunları tartıştığımız için bu hale geldik ya zaten…
Neyse… İçimde beni bunları söylemeye sevk eden azıcık bir umut olsa da, biliyorum
sözlerim bir şeyi değiştirmeyecek, değiştirmeye yetmeyecek. Ama söylemeliyim ki;
lise ve üniversitede edindiğim azıcık tecrübe bana şunu gösterdi: Siz bir şeyleri
değiştirmedikçe sizden sonra gelen nesiller hep aynı sorunlarla uğraşıp duyuyor.
Sizden öncekilerin çözmediği o sorunlar çaldıkları vakitler kadar büyük birer taş
olarak sizin ve sizden sonraki nesillerin önünde insanlara eza vermeye devam ediyor.
Ama belki biz böyle bir ezayı kaldırırız, kaldırabiliriz de hz. Peygamberin müjdelediği
gibi Allah’ın da hoşuna gider de bizi cennetine koyar inşallah. Amin …
Salamat Datang!
Burası Malezya…
Muson yağmurlarıyla sulanan yemyeşil ormanların ortasındaki mavi çatılı
binalardan birinin küçük penceresinden bakarken minik, şirin bir kuş
takılıyor gözlerime… Diyorum, işte bu kuş kalemi elime almaya değer bir
başlangıç sanırım.. Simsiyah tüylerine ne kadar da yakışmış parlak sarı
gagası. Sonra camın hemen yanı başındaki duvarda minicik, donuk yeşil bir
kertenkele görüyorum ve pencereye doğru koşuyorum. Ama sanmayın ki
misafirperverliğimden. Pencereyi olanca hızımla kapattıktan sonra,
rahatlamış olduğum halde bir sinsi tebessüm yayılıyor dudaklarıma ve
konuşuyorum onunla. SübhanAllah! How cute you are from away!
Burası International Islamic University Malaysia…
Burada anlıyorum ki dünya içinde dünyalar var. Bu ülke ayrı bir dünya. Bu
ülke içindeki İslam üniversitesi daha ayrı bir dünya. Kocaman mavi kubbeli
The Sultan Haji Ahmad Shah Mosque, rengârenk saflardan oluşan bir
cemaate sahip. Pek çok farklı ülkeden Müslüman omuz omuza saf duruyor
Allah yolunda. Cemaatin bereketi ve kuvvetini hissedebiliyorsun. Tevhid
dini İslam’ın, tabilerini de bir-leştirdiğini görüyorsun. “ If you want to
understand a religion, ask this question; ‘What’s your conception of God?’
don’t ask this; ‘What don’t you eat the porg?’ ( Üstad Nakip Al-Attas-26
Ekim 2013).
Biz “Bir” olan Allah’a inanıyoruz ve onun yolunda farklı ülkelerden, farklı
dillerden, farklı renklerden insanlar, Müslümanlar olarak bir oluyoruz.
Unity (birlik) ve Solidarity (dayanışma) dinin ruhundan, doğasından
geliyor. Tevhid dini. Ancak bu birlik, tek düzeliği değil amacın birliğini
yansıtıyor. Dayanışma, birlikteki kuvvetten doğuyor.
Malezya, Endonezya, Vietnam, Çin, Filistin, Suriye, Yemen, Irak, Cezayir,
Bangladeş, Somali, Sudan, Ürdün, Suudi Arabistan, Singapur, Japonya,
Kırgızistan, Bosna, Arnavutluk, Kore, Özbekistan, Nijerya, Sri Lanka, Hindistan,
Tayvan, Tayland, Brunei, Moritanya, Myanmar, Kazakistan, Rusya, Afganistan,
Pakistan, Türkiye… Tabi ki bu ülkelere daha ekleyebiliriz. Bunlar sadece iki ay
içinde burada edindiğim arkadaşlarımın ülkeleri. Farklı zevkler, farklı tatlar,
farklı gelenek ve kültürler, farklı sesler, farklı alışkanlıklar, farklı düşünce ve
duygular… İşte bu farklılıklar bir o kadar da birler… Bu farklılıklarından bir şey
kaybetmeksizin bir aradalar. Allah için sevmek bu olsa gerek.
Burası Malezya…
Bir kurban bayramı namazı. Türkiye’de malesef daha başaramadığımız güzel bir
adet var burada. Anneler ve çocukları, kız öğrencilerin büyük bir kısmı da
camide. Etrafta küçük hanımlar dolaşıyor gözlerimi alamıyorum, uzun
elbiseleri, kocaman başörtüleriyle minicik çocuklar ellerini açmış amin diyorlar.
Burası Malezya…
Her yaratılmışın olumlu ve olumsuz tarafları var tabi. Bütün eksikliklerden uzak
olan Bir Allah var. Pembe bir dünya çizdik ama görmek istersen burada elbette
zorluklar, tuhaflıklar da var. Ama ‘yellow hat’ takmanın bir gurbet öğrencisi
için daha faydalı olduğunu düşündüm. Yellow hat represents the logical,
positive aspects of thinking according to thinking system which created by
Edward De Bono. Buradan sarı renk sevenlere selam olsun, sevmeyenlere de
olsun, ama bilhassa sarı saatlilere :)
Burası Malezya…
Bu ülkede Kuala Lumpur şehir merkezinde geceleyin pırıl pırıl parlayan iki
kocaman gökdelene değil de, gülümseyişi selamıyla eşlik eden Müslüman
kardeşime hayran oldum ben.
Burası Malezya…
Kapitalizmin azgın askerleri rengârenk dünyalarıyla insanları cezbeden binlerce
markanın yer aldığı dev alışveriş merkezlerinin sahte misafirperverliği değil de,
komşusu açken tok yatma peşinde koşmayan bir grup arkadaşın gecenin bir
yarısı, evsiz ve aç dışarıda yatan insanları besleme mücadelesi etkiledi beni.
Homeless people; rengârenk ışıklarıyla göklere uzanıp şehri aydınlatmaya
çalışan yüzlerce ruhsuz binanın arasında sokaklarda uyumaya çalışan insanlar.
Ve fark edersin, aslında şehri aydınlatan, o binaların ışıkları değil, gecenin bir
yarısı ellerine gelen yiyeceklerle unutulmadıklarını gören insanların
gülümsemesidir. Petronas kulelerinin ortasındaki camdan köprüye çıkıp şehrin
manzarasını seyrederek o şehri gördüğünü sanırsan yanılırsın. Yükseklere
çıktıkça bulutlar gelir önüne göremezsin, göklere çıkmanın da vakti gelecek
elbet Müslüman kardeşim, ancak yeryüzündeki görevin daha bitmedi.
Unutmamak gerek!
Burası Malezya…
Anlatacak çok şey var buradan oralara.. Selamat tinggal..
İçimizde Kalmasın
 Hiçbir zaman vaktimiz olmayacağını
bilseydik de bulduğumuz her vakti
değerlendirseydik.
 Marmara Üniversitesi’ nin
Bağlarbaşı Kampüsü’nden ibaret
olmadığını evvelden fark etseydik
de Göztepe Kampüsü’nü sık sık
ziyaret edip Merkez Kütüphane’de
ders çalışsaydık. Bol bol sosyolojik
gözlemlerde bulunsaydık.
 İstanbul’u daha çok gezseydik.
Üsküdar’ın ara sokaklarını
keşfetseydik.
 Sahaflar ve kütüphaneler uğrak
yerlerimiz değil, mekanlarımız
olsaydı.
 Hocalarımızın tavsiye ettiği kitapları
derli toplu bir yerlere yazsaydık.
 Hocalarımızın nefaislerini
kaydetmek için nefais kaydına
mahsus defterler tutsaydık.
 Dönemdaşlarımızı tanısaydık da en
azından son sınıfta ‘hayırlı’ haberler
ulaştığında sevinebilseydik.
 Mezun olduğumuzda en az iki dili
halletmiş olsaydık.
 Öğrenci evlerinde dönemdaşlarla
bol bol buluşabilseydik.
 Kopya çekenlere göz
yummasaydık da ilahiyatla kopya
yan yana gelmeseydi.
 Cüzilere takılıp küllileri gözden
kaçırmasaydık.
 Çana rağmen not paylaşımı
hususundaki dayanışmamızı alt
nesillere aktarabilseydik.
 Çana karşı direnişimizdeki
başarımızı kahveyi 1.50 liraya satıp
dışarıdan getirilen 3’ü 1
arada’larımız için sıcak su vermeyen
kantincilere karşı da
gösterebilseydik.
 İstanbul’un nimetlerinden
faydalanıp fakülte dışındaki eğitim
merkezlerinden daha fazla istifade
etseydik.
HAYAT
SADE
OLMALI
AMA
YALIN
OLMAMALI.
-SezaiKarakoç

Benzer belgeler