İndir

Transkript

İndir
İÇİNDEKİLER
04-07 Korku Köşesi - Şuh ve Davetkâr
Wuthering Heights (1992)
98.
Sayı ile
tekrar birlikteyiz.
Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için
http://golgedergi.blogspot.com
Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Editör: Ahmet YÜKSEL
[email protected]
Yayın Kurulu:
Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN,
Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK,
Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI.
Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ
Redaksiyon: Ceren ÇALICI
Kapak: Rıza TÜRKER
Pinup: Samim Salur
PAÇACIOĞLU
Gölge e-Dergi internetten
yayın yapan özgür ve
özgün içerikli tam bağımsız
bir dergidir.
http://twitter.com/GolgeDergi
http://issuu.com/GolgeDergi
http://golgedergi.deviantart.com/
http://golgedergi.com
08 Dehşetler Albümü - Su İyesi
09 Fantastik Şiir -Yeraltının Karanlık
Ecesi
10-11 Haberler-The Walking Dead Yeni
Sezonu Başladı.
12-13 Haberler- Sinema Dünyası'ndan Kısa
Kısa
14-15 Haberler- Çizgi Roman Karakterleri
Comic Con'da Buluştu.
16-20 Öykü - Ak Kartal
21-31 Çizgi Roman Ön Okuma - Seyfettin
Efendi ve Olağanüstü Maceraları
32-36 Film İnceleme - George Lucas ve
Yeni Başlayanlar İçin O’nun Yıldız
Savaşları-I
37-42 Öykü -Dandini Dandini Dastana
43-48 Çizgi Roman - Cinali 4 Raporları
49-50Yazar'ın Kaleminden- “Kayahan
Demir” ve “Emel KOSİ” Cephesinde;;
51-54 Öykü -Tolga'nın Kalbi (Bu benim
savaşım)
55-60 Röportaj -Hayalin Derinliklerine
Çizgi Yolculuk
61-66 Öykü -Teneke (1.bölüm)
67-76 Röportaj -Olay arzu istek, gerçekten
istemek
77-82 Sinema- Filmekimi 2015 İzlenimleri
83-85 Sinema- Gezici Festival’in 21’inci
Yolculuğu Başlıyor
86-87 Yazar'ın Kaleminden- Aşk Kılıç ve
Muska’nın Yazım Serüveni
88-91 Dizi İnceleme- Doctor Who’da
Türkler
88-66 Öykü -Gölge Oyunu
94 Pinup
Kasım ayı geldi, havalar soğudu.
O sıcak günlerdeki gölgelik yer arayışları
sona erdi. Belki de en ufak bir güneşi
hasretle arar olduk. Sadece hava durumu
mu bu şekilde? Memleketin durumu da böyle
değil mi? Bu satırlarını okuduğunuz dakikalarda
memleketi de gölgelerden güneşlere çıkarmak için
oy kullandık belki de. Herkesin ülkeyi gölgelerden
kurtarmak için farklı düşünceleri var elbette. O parti ya
da bu parti, o görüş ya da bu görüş. Umalım ki gelecekten
geçmişe dönüp baktığımızda 2015’in Kasım ayında ne
kadar güzel bir seçim yapmışız da ülkeyi güneşli günlere
taşımışız diyebilelim.
Peki gölgenin her türlüsünü hayatımızdan çıkarmalı mıyız?
Elbette hayır. 98 aydır hayatımızda olan bir Gölge daha
var ve onun hayatımızdan çıkmasını istemiyoruz. Bu ay yine
yazarlarımız ve çizerlerimizle birlikte çalıştık, çabaladık. Bir kez
daha hikâyelerimiz, çizgi romanlarımız, sinema ve televizyon
dünyasından haberlerimiz, film ve festival izlenimlerimiz,
söyleşilerimiz ve daha niceleri ile karşınızdayız ve daha uzunca
bir süre karşınızda olmaya kararlıyız.
Güneşli bir hayat, Gölge’li bir monitör dileğiyle.
Hasan Nadir DERİN
“Her Kasım sayısında olduğu gibi bu Kasım sayısı da
Emre Yerlikhan ve Metin Demirhan’ın aziz hatırasına”
Gölge e-Dergi
KORKU KÖŞESİ
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Korku Köşesi
Şuh ve Davetkâr
“Şehir içinde artık kimseye göz açtırmıyorlar
imanım!”
kapulanmışlar, orayı hane belleyerek netameli
tezgâhlarını işletmeye devam etmişlerdi.
“Sessiz sedasız âlemini yapsan bile kokusunu
almış gibi geliyorlar kapıya. Sonra yaka paça karakola.
O esnada saldırmayı fora edip birini hacamat mı
ettin? Al başına belayı, o vakit doğrudan zaptiye
geliyor. Sabaha kadar falaka, ardından cumburlop
zindana!”
Üç külhanbeyinden suskun olanı ancak
açtı ağzını: “Ulan burada karı gibi dırdırlanırsınız,
biriniz de çare düşünmez! Kadınsızlık aklınızı da mı
aldı be!” Diğerleri ona dönüp ağzından çıkacakları
beklemeye başladı. Kendilerine çete denilmese bile
aralarında en çok onun sözüne itibar ederlerdi zira
kafasında dolaşan kırk tilkinin patırtısından ancak
konuşurdu.
Galata surlarından birinin dibine kurulmuş,
ayak takımının daha ziyade uğradığı gedikli
meyhanelerden birinde, meyhanenin üst katında
cumbanın olduğu yerde üç bitirim külhanbeyi sini
başında konuşmaktaydı. Mükellef sayılamayacak
mezesi az bir çilingir sofrasının başında, arada
yumruk mezesini de katık ederek işret ediyorlardı.
“Dalgamıza taş atıp iş oluyorlar! Hovarda
adamın dünyadan alacağı bir yâr elinden meyi bir de
yar dudağından busesidir be!”
“Aslında şöyle caka sataraktan girsek herhangi
bir yere. Sayılı kabadayılardan zannedip ürküntü
verdik mi tamam? Süzülürüz kadıncıkların koynuna
yılan kılığında peri padişahının oğlu misali!”
Üçü de muhitlerinde pek sivrilememiş
ama tenhada karmanyolacılıkla boğuntuya
getirdikleri kimselerden aldıkları para ve değerli
eşyalarla geçinen, mahpus yüzü görmüş azılı
külhanbeyleriydi. Mahallelerinde de makbul
adamlar sayılmadıklarından, meyhaneyi koruma
karşılığında bir gedikli meyhanecinin yanına
4
“O kadar aklın eriyorsa sen söyle nasıl
yapalım?”
“Alem yapamayan bir biz değiliz ya? Bizden
kabadayılar, paşalar, beyler haricinde kimse rahat
rahat toplanamıyor. Alem yok, işret yok!”
“Padişahımız efendimizin vehminden hani…
Sanki karı memesinden kafamızı kaldırdığımız var da
bir de hürriyete mürriyete daldıracağız o kafayı!”
“Höst! Ne demek ulan hürriyet mürriyet, gâvur
musun nesin hafiyenin birine enselettireceksin bizi.
Bizim gibi külhanbeyi takımının hiç işi olmaz…”
“Tamam be anladık. Sen ne yapacağımızı
deyiver…”
“Ben birkaç gündür ortalıkta bu alemcilerle,
yollu kadınlarla ilgili haberlere, dedikodulara falan
kulak kesildim. Alem yapmak değil ama halvet
mümkün imiş!”
“Ulan alem yapamıyoruz, eve girdiğimiz an
haber uçar mahalleliye enseleniriz nasıl olacak o iş?”
5
“Sözümü kesme hergele, anlatıyoruz! Şimdi
o iş için evdir, hanedir şehrin içidir falan yokmuş
artık. Bu kırlık yerlerde, ormanlarda, korularda falan
görüyorlarmış bu işi.”
“Tövbe! Ulan ormanda cin şeytan olur çarpılır
insan be?”
“Amma pirelendin ha, korkuyorsan yapma
kardeşim! Kadınsızlık cümle İstanbul hovardasını
tarumar ettiğinden cin şeytan korkusu da yalan
oldu. Mezarlıklarda bile bu işi gören var artık. Ama
o da sakat…”
“Sakat tabi! Mezarlık dediğin çok mu evla
yerdir? Karakoncolosu var hortlağı var…”
“Yok ulan ondan değil, mezarlık bekçileri kol
geziyormuş sürekli. Yakaladıkları hovarda sayısınca
ikramiye alıyorlarmış. O yüzden mezarlık işi yaş. Ama
orman sağlam olur, koca orman, bekçisi olsa askeri
olsa nereye bakacak?”
“Eşkıya gibi ormana kadın mı kaldıracağız?”
“Yok be, zaten yollular, yosmalar orman
civarında gezinirlermiş. Kır gezisine çıkmış paşa
haremi gibisinden görünüp dolanırlarmış. Sonrasında
da…”
“Mezarlık tekin değilse ormanlık yüz kere tekin
değil! Cini şeytanı ağaç kovuklarında yaşar hep!”
“Bunun haminnesi mi ne, Tuna muhaciri
olduğundan inanır böyle şeylere. Sen tasalanma. Nasıl
bulunuyorsa bu yosmalar, biz de gidelim öyle hemhal
olalım!”
“Üç gün sıkın dişinizi, biraz da mangır dökülün.
Arabadır, avcı kılığıdır tedarik etmek lazımdır!”
Üç külhanbeyi, ancak üç-dört gün sonra avcı
kılığını düzüp, bir de iki çekerli bir araba ayarlayıp
Belgrad Ormanı yolunu tutmuştu. Bazı köylerin,
köşklerin ve kır evlerinin yanından geçip ormanın
sapa bir tarafına geldiler.
6
“Ulan burada hane yok bir şey yok. Yosma
bulalım derken kurtla kuşla mı hemhal olacağız?”
“İnsanı az yerde dolanırlar oğlum çaksana?
Biri ihbar etse, pirelense ne olacak?” Ben sordurdum o
kadar, bu taraflarda dolanıyorlarmış.”
Havanın kararmasına yakın üç külhanbeyi,
avcı kılıklarıyla Belgrad Ormanı’nın patikalarına
dalmışlardı. Sağa sola bakına bakına ilerlerlerken
patikanın hayli ilerisinde bir beyazlı silueti fark
ettiler. Biraz yaklaşınca siluetin afet-i devran
cinsinden bir kadına ait olduğunu görünce
kendilerinden geçtiler. Kadının üzerindeki tuhaf
elbiseden görünen bacakları, omuzlarına dökülen
saçları ve loş karanlığa rağmen fark edilen güzel
sureti ile külhanbeylerinin her birinin ağzının suyu
akar olmuştu.
Kadın, kendisine seslenen külhanbeylerine
şuh bir kahkaha ile mukabele edip ağaçların içine
dalınca külhanbeyleri kadının peşine takılma
hususunda bir çekince görmediler. Ağaçların adeta
bir çember oluşturduğu açıklığa geldiklerinde,
kadının kendilerinin ellerinden tutup çekerek
açıklığın ortasına getirmesine müsaade ettiler.
Loş karanlıktan ötürü elbisesinden sıyrılan kadının
vücudunu hayal meyal gören külhaniler, pazarlık
faslını es geçip kadının üzerine seğirtmişlerdi.
Lakin bu hülyalı, arzulu halleri ay ışığının
tepelerinde aksedip açıklığı gündüz misali
aydınlatmasına kadar sürmüştü. Ayın şavkı
altında kadının öptükleri ellerinin soluk gri
renkteki parmaklarının ucundan fırlamış uzun kirli
tırnaklarını, kapandıkları ayaklarının çarpık çurpuk,
mest oldukları yüzün eciş bücüş olduğunu görünce
kabustan uyanan çocuklar misali çığlıklarla açıklığın
kenarlarına gerilemişlerdi. Kaçmak için ormana
döndükleri esnada ise asıl kâbus ile karşılaşmışlardı.
O çarpık siluete benzeyen, çırılçıplak ve eciş bücüş
bir sürü kadın, feri gitmiş simsiyah gözlerle ve iştahla
onları seyretmekteydi…
Mehmet Berk YALTIRIK
7
Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
dehşetler albümü
Su İyesi
Su İyesi, Tatar Türkleri arasında (Tataristan)
suda yaşadığına inanılan “iye-sahip” adı verilen
doğaüstü varlıklardan (Su iyesi, Su anası, Su
babası) biridir. Su iyesinin, Su babasından daha
genç ve daha tecrübesiz olduğuna, huyunu
anlayabilmenin imkansız olduğuna inanılırmış.
Hiç beklenmedik bir anda suyu dalgalandırıp
bentleri yıkabilir, hayvanların, insanların
suda boğulup ölmesine neden olabilirmiş.
Suyun berraklığına ve soğukluğuna hayran
kalındığı sırada Su İyesi’nin zarar getireceğine
inanılır, onu yatıştırmak için bazı tedbirlere
Şiir: Yusuf GÜRKAN
İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ
Fantastik Şiir
Yeraltının
Karanlık Ecesi
Beni çağıran sesini arayarak geçti ömrüm
Birden bire gece oldu ömrümde, her günümde
Tüm yollar kapandı karakışla birlikte
Kaybeden yine benim kalbim oldu
Geçmişten gelen gölgeler tarafından kuşatıldı
Görmeye çalıştığım her renk ve ışık
Ellerim hiçbir şeye sarılıyor yokluğunda
Yalnızca benim ırmağım hiçbir yere dökülüyor
Kaybetmekten başka bir şey olmayan bir ömür
Gerçekte hiçbir şeye yaramaz
Bu dünya da hiçbir şeye sahip olmayan
Diğer yaşamda da huzur bulamaz
Biraz kayıp ve suçluluk duygusuyla
Kalbimde ki ağır nefes aldırmayan yarayla
Hasta, kırılgan ve hassas bir ruhla
Beni anlayamayan yorgun yüzlerden kaçarak
Sana geliyorum;
Daha hiç görmeden delice aşık olmak
Yapayalnız düşlerde kederle kaybolmak
Yeraltının mağaraların da sessizce var olmak
Sonsuz acıyla kendi çığlığımda boğulmak İçin,
başvururlarmış. Sibirya Tatarları, bütün ekmek
pişirip suya salarlarken Tataristan Tatarları
daha farklı yollara başvururmuş. Daha önce
tanımadıkları görmedikleri bir suya girmeden
veya bir çeşmeden su almadan önce kadınlar
saç örgüsünden bir tane saç teli, erkekler de
sakal bıyıklarından birer kıl alıp suya akıtırlar
ya da suya gömlek veya yazma kenarından
ip söküp atarlar ve “Sana yağlık, bana sağlık”
derlermiş. Yeni evlenen kızları gelin olup geldiği
köyün suyunda yaşayan Su Babası’na tanıtma
amacıyla (Su Babasına kurban, kalın da derler)
suya sokup çıkarırlarmış.
Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar
Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve
İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 22.
8
Seni yıllardır düşlerim de görüyorum
Yeraltının karanlık ecesi seni her an arıyorum
Yüzyıllardan gelen çağrına kulak veriyorum
Yüzünü mistik sembollerin ardında görüyorum
Sana ulaşmak tüm yaşam arzum
Bu iğrenç yaşantı da artık ben yokum
İhtişamlı kadim günlerden kalan
Yolunu kaybetmiş bir savaş lorduyum
9
Haberler
The Walking Dead
yeni sezonu başladı!
6. Sezonun ilk bölümüyle dünyada 350 bin’den fazla tweet ile
Twitter dünya trendleri listesinde en üst sırada olan The Walking
Dead’de yeni sezon heyecanı başladı.
Yazar Robert Kirkman'ın çizgi roman serisinin
ekrana uyarlanmış hali olan 'The Walking Dead'
(Yaşayan Ölüler) dizisinin 6. sezonu başladı.
2010 yılında yayın hayatına başlayan dizi, son
5 yıldır meraklıları sayesinde bugüne kadar pek çok
heyecanlı bölümü hafızalara kazıdı.
Kabaca, polis memuru Rick Grimes ve
etrafındaki meseleler olarak özetleyebileceğimiz
dizinin IMDB'deki puanı 10 üzerinden 8.6.
10
(Meraklısına not: IMDB tarihindeki en yüksek
puanlı iki dizi, 'Breaking Bad' ve 'Game of Thrones'. Her
iki dizinin de puanı 9.5)
New York'ta gerçekleşen gala ise The Walking
Dead hayranlarını mutlu etti.
Dizinin tam kadro katıldığı gecede kadın
oyuncular son derece keyifli ve şık görünüyordu.
11
Hasan Nadir DERİN
http://sinemamanyaklari.com/
Haberler
Sinema Dünyasından
Kısa Kısa
17 Aralık 2015’de gösterime girecek olan Star
Wars serisinin yeni filmi The Force Awakens’in posteri
ve fragmanı çıktı. Her film için bu haberi veremeyiz
elbette ama söz konusu Star Wars olunca insan
heyecanlanıyor. Poster ve fragmanda dikkat çeken
en önemli noktalardan birisi Luke Skywalker’ı henüz
görememiş olmamız. Bakalım J.J. Abrams bize ne
sürprizler hazırlıyor?
Bu yılın en sevdiğimiz komedi/aksiyon
filmlerinden Kingsman’in devam filmi 16 Haziran
2017 tarihinde karşımızda olacak. Bir değişiklik
olmazda yönetmen koltuğunda bir kez daha
Matthew Vaughn oturacak. Ancak ilk filmi izleyenler
filme çok şey katan Colin Firth’ün devam filminde
yer alamayacağını tahmin edeceklerdir.
Zor Ölüm (Die Hard) serisinin yeni filmi
henüz plan aşamasında. Ancak bu filmde Bruce
Willis’in unutulmaz karakteri John McClane’i 1979
yılında genç bir polis memuru olduğu günlerde
göreceğimiz söyleniyor. İlerleyen günlerde proje ne
şekilde gelişecek, göreceğiz.
Darren Aronofsky’nin yeni filminde Jennifer
Lawrence’ın rol alması bekleniyor. Henüz filmle ilgili
12
hiçbir bilgi yok ama Aronofsky’nin Noah ile yaşattığı
hayal kırıklığını unutturmasını bekliyoruz.
Günün birinde 1980’ler ve 2010’larda çekilen
filmlerin listesi çıkartılıp yan yana konulduğunda
ortak filmlerin sayısı epey fazla olacak. 80’lerde
ortalamanın biraz üzerinde hasılat yapan hemen
her filmin yeniden yapımının çekildiği bugünlerde
sıra Patrick Swayze’nin başrolünü oynadığı Road
House filmine geldi. Nick Cassavetes’in yöneteceği
filmde Patrick Swayze’nin oynadığı rolü Ronda
Rousey canlandıracak. Evet, bar fedaimiz bu kez bir
erkek değil, bir kadın.
Her ne kadar üçüncü film çok başarılı olmasa
Cehennem Melekleri (The Expendables) serisinin
dördüncü filmi için çalışmalar başladı. Henüz
yönetmen ve oyuncu kadrosu belli değil ama
filmin 2016’da çekilip 2017’de gösterime girmesi
bekleniyor.
3 Kasım 2017 tarihinde gösterime girecek
olan Thor: Ragnarok filminde Hulk’un da yer alacağı
doğrulandı.
Ant-Man’in devam filminin geleceğinden
kuşkusu olan yoktu. Yeni filmin adı Ant-Man and
the Wasp olarak açıklandı. Gösterim tarihi de 6
Temmuz 2018 olacak. Adından da anlaşılabileceği
gibi ilk filmden en azından Paul Rudd ve Evangeline
Lilly’nin rol alacakları kesin. Bu açıklama ile Marvel’in
film takviminde çeşitli değişiklikler de oldu. Son
durumda önümüzdeki yıllardaki Marvel filmlerinin
takvimi şu şekilde (film hakları farklı stüdyoların
ellerinde olan X-Men ya da Fantastic Four gibi
kahramanların filmleri bu listeye dahil değildir):
Captain America: Civil War: 6 Mayıs 2016
Doctor Strange: 4 Kasım 2016
Guardians of the Galaxy Vol. 2: 5 Mayıs 2017
Spider-Man (henüz tam ismi belli değil): 28
Temmuz 2017
Thor: Ragnarok: 3 Kasım 2017
Black Panther: 16 Şubat 2018
Avengers: Infinity War Part I: 4 Mayıs 2018
Ant-Man and the Wasp: 6 Temmuz 2018
Captain Marvel: 8 Mart 2019
Avengers: Infinity War Part II: 3 Mayıs 2019
Inhumans: 12 Temmuz 2019
Bu filmlerin yanında 2020 yılının 1 Mayıs,
10 Temmuz ve 6 Kasım günlerinde de henüz adı
açıklanmayan Marvel filmleri gösterime girmek
üzere planlanmış durumda.
Festivaller, Toplu Gösterimler:
6. Malatya Uluslararası Film Festivali: 6 – 12 Kasım
2015
6. Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası (Ankara): 9 – 15
Kasım 2015
Uluslararası Edirne Film Festivali: 20 – 26 Kasım
2015
21. Gezici Festival (Ankara – Bursa – Kastamonu):
27 Kasım – 10 Aralık 2015
52. Uluslararası Antalya Film Festivali: 29 Kasım – 6
Aralık 2015
Saygıyla Anıyoruz
Tomris İncer (16 Mart 1948 – 5 Ekim 2015)
Chantal Akerman (6 Haziran 1950 – 5 Ekim 2015)
Levent Kırca (28 Eylül 1948 – 12 Ekim 2015)
Memduh Ün (14 Mart 1920 – 16 Ekim 2015)
Maureen O’Hara (17 Ağustos 1920 – 24 Ekim 2015)
13
Haberler
Çizgi Roman Karakterleri
Comic Con’da Buluştu
COMIC-CON Nedir?
1970 yılından beri San Diego’da düzenlenen
dünyanın en büyük çizgi roman fuarı olan ComicCon’a ilk yılında sadece 300 kişi katılmıştı. 2010’da
ABD'nin New York şehrinde düzenlenen
Comic Con “Çizgi Roman Festivali” renkli görüntülere
sahne oldu ve fuar, ilk gününde ziyaretçi akınına
uğradı.09 Ekim 2015 Çizgi roman karakterleri Comic
Con'da buluştu
NewYork’un ünlü fuar merkezi Javits Center’da
düzenlenen festivalde, birbirinden ünlü 700’den
farklı çizgi roman, manga, oyuncak, bilim kurgu
film, televizyon dizisi ve roman kahramanlarının
kostümünü giymiş katılımcılar ilgi çekiyor. Bilim
kurgu, dizi ve video oyunu meraklılarının büyük ilgi
gösterdiği etkinliğe, New York’un yanı sıra ABD’nin
birçok eyaletinden de ziyaretçi geliyor.
14
ise bu sayı 130 bin kişi olmuştu. Comic-Con San
Diego ve New York'ta 4 günlük etkinlikler yapılıyor.
Fuar ayrıca çizgi romanların Oscar’ı kabul edilen Will
Eisner Ödülü’ne de ev sahipliği yapıyor.
New York’ta 2006’dan bu yana geleneksel
olarak düzenlenen ve Doğu Yakası'nın en büyük
eğlence fuarına katılanlar ilginç kostüm ve
makyajları ile büyük ilgi topluyor. Fuarda, hayranı
oldukları karakterler gibi giyinen ziyaretçiler, birçok
ünlü isimle de tanışma imkânı buluyor. Etkinlik
süresince New York caddelerinde özel kostümlerle
dolaşan gençler dikkat çekiyor. Katılımcılar, makyaj
ve kostüm hazırlığına günler öncesinden başlıyor.
Fuara katılanlar, giydikleri kostüm nedeniyle
festivalde çok eğlendiklerini belirtti.
Perşembe günü başlayan ve Pazar günü sona
erecek olan festivali 150 bin ziyaretçinin katıldığı
söyleniyor
15
Öykü: Hay
İllüstrasyon: MKS
Öykü
Ak Kartal
Belki de en beklemediği andı. Arkasından itilerek çadıra girdi. Beklediği belki de kurukafalar, yılanlar,
garip işaretler ya da bir ocakta kaynayan kazanın içinden üzerine atlayacak siğilli bir karakurbağasıydı.
Oysaki bomboş bir çadırın içinde toprak zemine bağdaş kurmuş, üzerinde düşlediği ayı postu yerine incecik
pamuk dokuması tiril tiril bir yelek giymiş, yüzünde köselikle birlikte yer yer uzun tüylerin sakala benzettiği,
görünüş olarak ne telaşlı, ne sakin, ne düşünceli ne de ayık bir ihtiyar vardı. “Akkartal” dedi tanıştırdı Reyl,
oysa ki Afak ihtiyarın adını biliyordu. Afak eline tükürüp yere, toprağa sürdü ve sonra yüreğinin üzerine
sürdüp ihtiyara uzattı toprağa sürdüğü elini.
“Ben Afak” dedi. “Safsata” dedi kâhin yüzüne bakıp. Şaşırdı Afak. “Safsata o yaptığın şey. Ben
üzerindeki giysideki toprağa bakarak sana geleceğini söyleyecek olsaydım, şu ayağına giydiğin keçi derisi
çarığın çamuru mutlaka o kadar çok şey anlatırdı ki, baş ağrısından ölürdüm. Sen sadece otur karşıma ve
böyle saçma şeyler yapma.” Reyl hiç bir şey söylemeden kaçarcasına çıktı çadırdan. Afak emindi ki şimdi
kimse içeri girmesin diye bu ıssızlığın ortasındaki çadırın girişinde dikiliyordu Reyl. Çadırın girişindeki deliği
keçe örtü ile o kadar sıkı kapatmıştı ki ne güneş ne de hava giriyordu. Akkartal sakin bir şekilde yere oturdu
ve başını Afak’a çevirmedi bir daha. Afak’ın çadırın içine meraklı gözlerle bakmaya devam etti ama ilgisini
çeken bir şey olmadı.
Kapının önünde bir davul vurulmaya başladı. Tek tek, ritimsiz bir şekilde vuruluyordu. Büyük bir
davul, kalın bir tokmak olmalıydı. Tek tek ritimsizlik eşit zaman aralıklarına dönüştü. İçi boşalmış bir çınar
ağacından gövde yapılmıştı davula. O kadar genişti ki davul bin yıllık olmalıydı çınar. İçi boş çınarın her
iki tarafına da davul olsun diye kalın sığır derileri gerdirilmişti. Deriler o kadar büyüktü ki gökyüzündeki
tanrıların sığırlarının olmalıydı bunlar. Ve deriler öyle gerdirilmişti ki sanırdın ki bir yanından baksan diğer
yönü görecen. Kalın tokmak hızlanan zaman aralıklarıyla vurmaya devam etti. Tokmak davulun derisini
yırtmasın, incitmesin diye davula denk geldiği yere meşin sarmışlardı. Giden gelen tokmak Acun’u
inletiyordu. Davulcu hırsla vuruluyordu, öfkeyle vuruluyordu, acıyla vuruluyordu… Öyle bir vuruluyordu
ki; vuran kişi kızlığından, erkekliğinden, çocukluğundan, insanlığından bi haberdi. Öyle bir vuruluyordu ki
vuran, dertlerle yoğrulmuş dünyanın en dertli, en dertsiz kişisiydi. Öyle bir vuruluyordu ki tokmağı; vuran
kişi hasta, vuran kişi ölmüş, vuran kişi yeniden doğmuştu. Öyle bir gümbürdüyordu ki davul sanki art arda
bin kere değil de bir kere vuruluyordu. Sanki tanrıların sığırı kafasını gökyüzüne uzatıp ‘neredesiniz ey
tanrılar’ diyordu ve az sonra bir tanrı Acun’a inip elini toprağa vuracak, yer yarılacak da bir daha hiç bir şey
kavuşamayacaktı.
Afak çadırın içinde gümbürtüsünü duyduğu davulla ha coşuyor, ha karamsarlığa kapılıyor, ha
korkuyor, ha mutlu oluyor, ha ağlıyordu. Belki de ölen kadınını, ölen çocuğunu ilk kez bu kadar derin
düşündü. Kendini, kendi benliğini düşünüyordu. Davul vurdukça benlik mi kalır. Afak çaresizliğini,
kimsesizliğini düşünüyordu. Yüreği ufalıyor, benliğinde kayboluyor, sonra yüreği büyüyor içine sığmaz
oluyor, gözünü açamıyordu.
Davula vuran öle bir vuruyordu ki ses sadece gökyüzüne, yeryüzüne değil; ses yerin dibine gidiyordu.
16
17
Ses taa magmaya kadar gidiyordu. Afak’ın yüreği deprem deprem çarpıyordu, davul davul çarpıyordu,
karanlık çadırda gece gece çarpıyordu.
Akkartal’ın elinde bir tutam toz, oturduğu yerden çadırın her bir köşesine doğru tutam tutam fırlattı
attı. İncecik toz savrulduğu yerde milyonlarca parçaya bölündü ve sonra tekrar havalandı. Akkartal işini
bitirdiğinde çadırın içi beyaz bir pudra ile kaplanmıştı. Hıçkırıklarla ağlayan Afak yavaşça tozun içinde
kayboldu. Dizleri ile bağdaş kurup oturmaya çalıştı, kıçı yere gelmedi, havada bir yerde bağdaş kurur
vaziyette öylece kaldı. Davulu dinledi, davul hiç durmadan çaldı. Afak beyaz tozun içinde etrafına bakmaya
çalıştı. Gözleri tozun içinde aralandı ve şimdi bembeyaz bir ovanın ortasındaydı. Davulun sesini bastıran
daha tempolu bir ses duydu. Etrafında bir at sürüsü dönüyordu. Simsiyah, katran karası atlar. Sanki içinde
bulunduğu ak ovanın bütün soylu atları etrafında dönüyordu. Davulun sesinden daha yakın, davulun
sesinden daha gürültülü, davulun sesinden daha çoktu atlar. Kapkaralardı. Hepsi kocaman, her biri koca
beyaz ovadan daha kocaman. Ovada kötü kara bir leke gibiydi atlar. Afak ayağa kalktı, atlar uzaklaştı, davulun
sesi çok uzak bir yere gitti. Afak o bembeyaz ovanın ortasında Akkartal’ı gördü. Yaşlı şaman “Neden yas
tutmadın?” dedi. Afak sadece baktı. Şaman “Neden intikam almadın” dedi. Afak şamanın ovada yankılanan
sesini dinledi, yutkundu, cevap veremedi. Neden yas tutmamış, neden intikam almamıştı? Afak önce bir
çevgenin çan sesini duydu. Sonra ağlakların ulur gibi ağlamalarını. Çevgen çaldı, çaldı çaldı… Çevgen de
davulun ritmi gibi bir ritim tutturdu ama çok geçmeden çevgenin çanları dörtnala gelip ortalıkta tozu
dumana katan at sürüsüne döndü. Az önceki gibi sahipsiz, başıboş bir sürü değil. Her bir atın üzerinde
kollar bileğinden dirseğine kadar ve bacaklarının dizden aşağısı kara kıllı derilerle kaplanmış, elleri demir
ve kemik karışımı kılıçlı, sırtlarında yayı, oku mızrağı olan maskeli adamlar vardı etrafında. Uzun, tek örgü
saçları arkalarında bellerine kadar uzanıyordu. Yüzlerindeki maskelerle gündüz vakti bile gecenin içindeki
hortlaklara benziyorlardı. Beyaz, lanetli bir beyaz maske, sanki hasta kadar, ölmüş kadar beyaz bir maske.
Sanki ölmüş te ölememiş kadar lanet bir maske. Gözleri oyulmuş ama ağızı olmayan bir maske. Atlar dörtnala
sürücüleri ile koşmaya devam etti, işte o ara bir atlı durdu tam karşısında. Kara atın da yüzünde katrandan
kara bir maske varmış meğer. Sürücüsü ne kadar ak ise o kadar kara. Afak karşısında duran süreğe baktı,
nefesini tuttu, koştu. Bin yıldır tundra böyle koşucu görmemiş gibi koştu. Bozkırın atbizonları tükenmiş
de bir daha koşamaz olmuşlar gibi koştu. Atladı eli kılıçlı süreğin üzerine. Öyle bir atladı ki; yabanın bütün
kedi hayvanları gelse de böyle atlayamaz. Kar altında acıkmış kurt bile böyle atlayamaz. Kendi kanından
kaçan ceylan bile böyle atlayamaz. Bir sıçrayışta atın boyunu geçti, süreğin savurduğu kılıçtan kaçtı ve
süreğin maskesini yüzünden alıp yere düştü. Maske ki ne maske. Taştan bile soğuk maske. Demirden bile
ağır maske. Afak bir maskeye baktı bir de süreğin yüzüne. Süreğin yüzüne bir daha da bakamadı. Maskeyi
çıkarttığı surat surat değildi ki. Katrandan kara bir boşluk vardı maskenin yerinde. Afak’ın yüreğini acıtan
boşluktan, yüreğini kanatan boşluktan bile boş. Geceden bile boş. En kara geceden boş. Şimdi Acun’un tüm
güneşi gelse de toplasa gündüzünü, bu süreğin yüzüne değseler yine de aydınlanamayacak kadar boş, kara
bir yüz. Bir kin düştü içine Afak’ın. Bir ağulandı yüreği. Kadınını düşündü. Nice sevdiği ilk zamanı düşündü.
Elini tuttuğu, içine düştüğü, bir oğul verdiği ilk zamanı. Ne çok sevmişti. Şimdi yoktu işte o sevgi. Bu suratsız
gelip kılıcını sürüp boydan boya almıştı sevgisini. Afak kin doldu süreğe. Sürek atını şaha kaldırdı. Acun’un
bütün atları gelse bu kadar soylu duramazdı. Sürek Afak’a doğru baktı. Bir yüzü olsaydı, gözleri olsaydı,
gözleri birer kor olsaydı, gözleri birer ok olsaydı… Afak kendine bakanı görebilseydi, şimdiye kadar ölür
müydü?
Koskoca Afak’ın ağlayası tuttu. Bir karınca kadar hissetti kendini. Çaresizliğini gördü süreğin yüzünde.
Şimdi onun da kara yağız bir atı olaydı, şimdi onun da sivri kemikleri diş diş çıkmış bir kılıcı olaydı, şimdi
onun da karşısındakini korkutacak bir suratı olaydı.
18
19
Çağdaş ÜLGEN
Atlar döndü geldikleri yöne gitti. Çevgenin sesi duyulmaz oldu. Şimdi dipden dipten temposuz çalan
bir davul da susmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş sadece hıçkırıklar duyulur oldu. Yerde yan yatmış Afak’ın,
dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerine koymuş Afak’ın hıçkırıkları. Beyaz bir maskeye sarılmış, her yanı
kan olmuş Afak’ın hıçkırıklarından başka bir şey yankılanmaz oldu etrafta. Akkartal kalktı, çok sert bir tekme
attı yerde uzanan Afak’a. Ama adamın içinin acısını bastırmadı bu tekme. Akkartal eline kısa bir bıçak aldı
çadırın dışına çıktı. Gözleri meşinle bağlı atbizonu ne davul sesinden ne de yaşananlardan ürkmemişti.
Yaşlı adam okşadı hayvanı, sevdi, öptü. Sonra yavaşça bıçağını boğazının altından geçen damara sapladı.
Yer gök kızıla çaldı. Hayvanın kanı baharda akan dereler gibi çağıl çağıl akıyordu. Yaşlı adam hayvanın
kafasını tuttu, sevmeye devam etti. Koca gövde çok geçmeden düştü ama atbizonu Akkartal’ın sevdiği
kafasını dik tutmaya çalıştı. Son nefesini verene kadar kafası düşmesin diye uğraştı. Akkartal sevgiyle koydu
atbizonunun koca kafasını yere. Rüzgârın yönüne baktı, birkaç tane uzun sırığı çadırın rüzgâr gelen yönünde
yere sapladı. Yerde yatan atbizonuna artık lazım olmayan kürkünü yüzdü, çadırın rüzgârlı yönünde diktiği
sırıklara gerdirdi. Reyl uzak bir yerden geri döndü. Hıçkırıklar arasında uyuyup kalmış arkadaşını çadırdan
çıkarttı. Uzak bir yerden elinde davul tokmağı ile Yaşlı bir cüce döndü. Cüce atbizonunun çiğ etini kopara
kopara, didikleye didikleye, ısıra ısıra yemeye başladı. Uzaktan bir çevgenin çan sesi duyuluyordu. Hiç
yaklaşmadan ilerledi.
İşte bu andan sonra Afak yasını ve intikamını düşünmeye başladı…
Kitap Tanıtım
Metal Fırtına 5 “Tengri”
Orkun Uçar’ın yeni kitabı Metal Fırtına 5
“Tengri” Kasım ayında okuyucusu ile buluşuyor.
TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda ilk kez rafa çıkacak
kitabı Orkun Uçar ve Umut Altın ortaklaşa yazdı. 1415 Kasım’da TÜYAP fuarında Altın Kitaplar standında
Orkun Uçar ve Umut Altın kitaplarını imzalayacak.
Aşağıda Altın Kitaplar yayınevi sayfasında
kitap için yapılan tanıtım ve Orkun Uçarın Gölge
e-Dergi için verdiği kısa bir okuma var.
Türk'ün Tanrısı Geri Dönüyor!
Orkun Uçar Metal Fırtına, Kayıp Naaş, Kızıl
Kurt ve Turan’dan oluşan serisinin son kitabı
Tengri’de Umut Altın ile birlikte okuru destansı bir
maceraya davet ediyor.
Gizemli Ela Gözlüler, günümüz Türkiye'sinde
Kutadgu Bilig ve Divanü Lûgati’t-Türk'te saklanan
kadim sırrın peşindeyken; nükleer savaş sonrası
ölümcül tehlikelerle dolu dünyada Gökhan Birdağ
ve Kızıl Şaman Koray, canavarlarla mücadele ederek
hedeflerine ulaşmak zorundadır.
Bu kutsal görevde Ela Gözlülerin, Gökhan ve
Kızıl Şaman'ın tek düşmanı insanlar değildir…
Metal Fırtına 5 – Tengri seriye yakışır görkemli
ve epik bir finalde, kahramanlarımız Gökhan ve Kızıl
Şaman Koray'ı okurla son kez buluşturuyor!
Türk tarihinin en eski eserleri, kayıp zamana
ait hangi sırrın koruyucusu?
Koray, “Sonsuz göğün altında dört rüzgâr gibi
özgür olalım,” diye mırıldanarak üzerindeki koruyucu
giysiyi çıkartmaya başladı. Bu sırada ilk radyasyon
ölçümünü yapmakla meşgul olan Gökhan, ne
yaptığını görünce şaşkınlıkla ona baktı. “Delirdin mi
sen?” diye bağırdı.
Koray gülümsedi, “Buna ihtiyacımız yok,” dedi.
“Tüm yolculuğu bunun içinde geçiremem.”
“Radyasyon…”
“Biz tek kullanımlık kahramanlarız. Başarır ya
da ölürüz.”
* * *
20
Aydemir Göksu artık boş olan kasayı
incelerken, "Hiçbir hırsız iki farklı ülkedeki iki farklı
eseri aynı anda çalma zahmetine girmez Profesör,"
dedi. "Para peşinde olanların gösteriş yapmaya
ihtiyacı yoktur. Peki, ne istiyorlar o zaman? Bin yıldır
korunan kitabı neden şimdi çaldılar?"
"İşte bu ilginç," diye düşündü Aybike. Anlaşılan
ekibin lideri kitap hakkında bazı yanlış bilgilere
sahipti.
Nezaketle bu duruma işaret etti. "Orasını
bilmiyorum ama kitabın bin yıldır korunmadığını
biliyorum."
Yaşlı adam başını kasanın içinden geri çekti
ve dönüp ona baktı. "Ne demek istiyorsun?"
"Kutadgu Bilig ve Divanu Lügati’t-Türk'e sadece
yüz yıldır sahibiz," diye açıkladı. "1914'te, bir tesadüf
sonucu bulundular."
Ela gözlü adam doğruldu. "Bana bu tesadüften
bahsedin."
21
Çizgi Roman Ön Okuma
"Ve her kimseye evladımdan saltanat müyesser
ola, karındaşları nizam-ı âlem için katl eylemek
münasiptir."
Vatan, esaretin kara kışından çıkmış
cumhuriyetin baharını yaşarken, memleketin
üzerine kırkikindi yağmuru gibi bastırmak ve
hatta inkılapların kalbine yıldırım düşürmek
isteyenler vardı. Milletin kutsal değerlerini sahte
vatanseverlikleriyle çıkarlarına alet etmeye çalışan
vatan hainleri, görünmez ellerin maşası olmuştu.
Kayıp bir ihtişamı ararken yozlaşmış bu bir takım
fanatikler, halkın bağrında irtica yarası açmak,
kardeşi kardeşe kırdırmak için çağın ötesinden bir
alet kullanacaklardı: Tesla Silahı.
22
Memleket hızla yeni bir geleceğe doğru
ilerlerken Seyfettin Efendi ve İfşayı Sırr Teşkilatı
yerinde sayıyordu. İç ve dış mihrakların ortaya
koyduğu akıl almaz tehditlerle uğraşan Seyfettin’in
aklını hâlâ teşkilattaki casus zorluyor, her vak’ada
sadık yoldaşlarıyla dostluğu pekişirken, içlerinden
birinin casus olduğunu bilmek vicdanını yoruyordu.
Bunlar yetmezmiş gibi, bir avuç vicdansız piyon,
Seyfettin ve esrardaşlarında kalıcı hasarlar bırakmak
üzereydi.
Eğer ki olacaklar sizi meraka ve heyecana
sevk ettiyse, Devrim Kunter’in hem yazım hem
çizim vazifelerini üstlendiği bu olağanüstü Seyfettin
Efendi macerasına tanık bulunmanızdan sonsuz
kıvanç duyarız.
23
24
25
26
27
28
29
30
31
Melahat YILMAZ
Film İnceleme
George Lucas ve
Yeni Başlayanlar için
O’nun Yıldız Savaşları - I
“Güç seninle olsun!”
Bir hayaliniz var, ama öyle bir hayal ki
yaşadığınız dünyayla ilgisi bile yok. Başka bir evrende,
yaratılmış bir çok türün arasında iyi ile kötünün
bitmeyen savaşını görüyorsunuz yolda yürürken
bile. Kahramanlarınız var. Aydınlık ve karanlık tarafa
ait. Karanlık tarafa hizmet için yarışanlar var. İyilik için
canını ortaya koyan, akıllarıyla ve kalpleriyle gören
savaşçılarınız var. Aydınlığı bırakıp “Aslında ben daha
iyi olabilirdim. Gücüm hepsinden fazlaydı!” diyerek
32
karanlık tarafa geçen, görüp görebileceğiniz en
güçlü ruha sahip olduğunuz bir evrene sahipsiniz.
Herşeyi yöneten sizsiniz. İnsanlar sizin evreninizde
ki efsanevi mücadeleyi seyre dalarken siz oturmuş
onların hayran yüzlerine bakarak “Bunların hepsi
benim eserim!” diyorsunuz. İşte sizi böyle bir hayalin
kapısına götürüyoruz. Tam olarak açmadan aralıktan
bakacağız böylesi bir hayale. George Lucas ve O’nun
evreninin hayaline...
George Lucas ( 14 Mayıs 1944)
“Ben, Viktorya dönemine ait bir kişiyim.
Viktorya’nın insan yapımı eserlerine aşığım. Sanatı
biriktirmeyi seviyorum. Yapılarına ve birçok eski şeye
hayranım.”
Amerikalı yazar, senarist, yapımcı... Aslında
profesyonel araba yarışçısı olma hayalleri kuran
George bu emeline geçirdiği bir trafik kaza
sonucu veda ederken kader ona “Seçilmiş olan”
muamelesi yapmaya hazırlanıyordu. O belki asfaltı
ağlatamayacaktı ama öyle bir savaşa imza atacaktı
ki hayranları onun yarattığı evrenin savaşları içinde
kendini kaybedercesine hayranlıktan ağlayacaktı.
Bazı kazalar vardır hayatınızı değiştirir.
Genç George içinde durum aynen böyleydi. O da
kariyeri için sinema dünyasının renkli hülyalarını
seçti ve Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde
sinema okumaya başladı. Daha yolun başında bir
öğrenciyken THX-1138: 4EB (Electronic Labyinth)
adlı kısa filmiyle firarın eşiğindeki bir insan deneğin
düğmeler, metalik sesler ve komutlarla yönetilen bir
labaratuvardan kaçış serüvenini gözler önüne serdi.
Amerikan Ulusal Öğrenci Filmleri Festivalinden
ödülle döndü bu macera. Sonucu ise Hollywood’un
aralanan kapısı Warner Brothers yapım şirketinde
staj yapmak oldu. Burada daha sonra “Baba” ile
sinema severleri kendine bağlayacak Francis Ford
Coppola ile tanıştı ve yeni başlayan dostluklarını
Coppola’nın yönettiği “Finian’s Rainbow”un
çekimlerine katılarak mühürledi. Birlikte kurdukları
şirketle taçlandırdıkları bu bağ çok uzun yıllar
sürecekti.Coppolla 1972’de Baba’lara gelirken Lucas
da kendi yapım şirketini kurdu; Lucasfilm. Ltd. 1975
yılında ise sırf kendi evrenine renk ve can olsun diye
ILM (Industrial Light & Macig) şirketini kuracaktı.
1973’de
senaryosunu
kendi
yazdığı
“American Graffiti” adlı filmi yönetti. Çok düşük bir
bütçeyle gerçekleştirilen yapım gişe de hatrı sayılır
bir başarı elde etti. Bunun yanında George Lucas’a
getirdiği Altın Küre ve Oscar adaylığı ile büyük bir
cesaret kaynağı oldu. Lucas sinema dünyasına “Ben
buradayım!” demişti. Bu nidanın arkasında ise daha
büyük bir çığlık duruyordu. Star Wars...
Fikrini yapım şirketleriyle ilk paylaştığında
“İki kukla ile bu filmi çekeceksin de kim seyredecek. İş
yapamazsın.” serzenişleriyle karşılandı George. Her
zaman ki gibi dünya bir adamın çılgın hayallerine
gülüyordu. Çok uğraştı, didindi, parasız kaldı,
yıprandı ama sonunda tüm dünyayı kasıp kavuracak
bu savaşı Twentieth Century Fox şirketine kabul
ettirdi. Sonrası malumunuz olan bu macera böylece
33
başlamış oldu.
Lucas daha sonra yapımcılık, senaristlik ve
yönetmenlik yaptığı Indiana Jones, Willow, Beverly
Hills Cop gibi yapımlardan da başarı ile dönecek ve
gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri olarak
kabul edilecekti.
I’den VI’ya Star Wars
“Çok uzun zaman önce, çok çok uzak bir
galakside...”
1975 yılında Lucas hayalindekini beyaz
perdeye dökmeye başladığında sadece onun filmi
sıkıntılarla karşı karşıya değildi. Aslında o dönem
sinema sektörü içinde kötü günleri içeriyordu.
50’lerin 60’ların romantik starları ve onların
sürüklediği kitleler kaybolmuş, romantizim akımı
yerini başkaldırmaya, özgür, bohem hayata ve savaş
karşıtlığının getirdiği asiliğe bırakmışken sektörde
tam bir çıkmazın içine girmişti. Dönemin teknolojileri
ve kafasıyla yapılabilecek herşey yapılmış, yağmur
altında şarkılar söylenmiş, denizlerin derinliğinde
mücadele edilmiş, iyi vatandaşlar saçlarını yana
yatırarak geçip gitmiş, çöllerde Araplarla hasbihal
edilmiş, aşkın, savaşın ve dönemine göre aksiyonun,
gerilimin dibine vurulmuştu. Artık yeni bir söz
söylemek gerekiyordu. Fakat kimse bu yeni söze
maddi destek vermek lüksünde ve de isteğinde
değildi. Velhasıl Star Wars ilk kulaklara çalındığında
biraz önce de söylediğimiz gibi gülündü ve geçildi.
Lucas hülyasında ısrarlı olmasaydı sinema sektörü
yerinde saymaya devam eder miydi bilinmez lakin
onun ısrarı hem yapımı hem de endüstriyi çok çok
uzak bir galaksiye taşıdı.
“Bir Jedi olacaksın, söz veriyorum!”
Star Wars yapım aşamasında ağırlıklı
olarak genç bir ekip tarafından oluşturuldu. Çoğu
öğrenciydi. Film ilk duyulduğunda kimse ciddiye
almadı. Genel geçer bir heves gözüyle bakıldı. Fakat
hiç de öyle olmadı. Kullanılan teknoloji ve teknikler
o dönem için tam bir milattı. Macera sıra dışı bir
evrenin kapısını açtı maceraperestlere. Kullanılmış
Evren...
Daha öncesinde yapılmış bilim-kurgu,
fantastik tarzı filmlerin aksine (şık, gösterişli, ışıltılı,
fütüristik...) Star Wars’da ki evren kirli, kullanılmış,
34
eski ve bozulmuştur. Yer yer yemyeşil ormanlara
daldığınız yapımda yıkık dökük yerleşim yerleri
olan bir çöl ile de karşılaşabilirsiniz. Paslı metalin
kesif kokusunu alacağınız bir gezegenden lav
nehirlerinin sıcaklığını hissedeceğiniz başka bir
gezegene geçiş yapabilirsiniz. Tanışacağınız bir çok
farklı tür ve sahiplerine her türlü konforu sağlayan
robotlar da cabası. Hatta kendinize kötü niyetli
bir robot ordusu bile kurabilirsiniz. Işık hızında
istediğiniz gezegene yolculuk edebilirsiniz. Star
Wars gerçekliğini hiç meftunu olmasanız bile sırf bu
sebeplerden ötürü seyretmek istemeniz mümkün
olabilir.
Star Wars filmleri zaman akışı konusunda da
klasik bilimkurgu anlayışının dışındaydır. Herhangi
bir zaman dilimine ait değildir hikaye. Çok uzun bir
zamanı kaplar ve en başında akan kelimeler bize
der ki; çok uzun zaman önce...
Star Wars serisi beyazperdeye yağmur misali
yağdığı ilk filminden serinin son filmine kadar hem
çok beğenildi hem de çok tartışıldı. Kendine ait bir
alem yarattı yalnızca yapımın içindeki karakterlerle
değil tüm dünyada ki hayranlarını da içine alarak.
Animeleri, ayrı düşünülerek genişletilen evreni ve
onun içinde geçen maceraları ve evinize misafir olan
figürleriyle. İşte bu tartışmaların odağında serinin
hangi filmden başlanarak izlenmesi gerektiği de
vardı. Sinema eleştirmenleri ve benim de şahsi
tercihim yapımın ilk damlası “Yeni Bir Umut”la
maceraya başlamanız yönünde olacak.
Yıldız Savaşları Bölüm IV: Yeni Bir Umut
(1977)
“Benim tecrübelerimde şans diye birşey yoktur.”
Orjinal seri olarak bilinen IV-V-VI silsilesinin
ilk adımıdır. Bu adım Luke Skywalker’ın hazin
hikayesine odaklanır. Kronolojik olarak dördüncü
hikaye fakat çekim tarihi bakımından ilk yapımdır.
Yönetmenliğini ve senaristliğini George Lucas
üstlenmiştir.
Hikaye amcası ve yengesiyle Tatooine’de
yaşayan genç Luke’a odaklanır. Luke yaşadığı
çölden ve çiftçilik hayatından kurtulmaya çalışır.
Eline geçen herşeyi tamir edebilmektedir ve en
büyük hayali hızlı bir pilot olmaktır. Babasını ve
onun neye benzediğini merak ederek büyümüştür
lakin amcası hiç ailesinden bahsetmemektedir.
Luke hayaller içinde, çöl ortasında yaşayadursun bir
gün amcasının hasata yardım etmek için iki robot
almak ister ve genç Skywalker’ın hayalleri bu istekle
gerçekleşmeye başlar. Fakat o hayal hiç de umduğu
gibi gitmeyecektir. Lakin hayalinin gerçeğe karıştığı
noktada imparatorluğun yakaladığı prenses
Leia’nın mesajı vardır. Mesajda Ölüm Yıldızı denilen
bir silahtan bahsedilmektedir. Luke içine düştüğü
evrenin ortasında babasını tanıyacak, hayatının
mücadelesini verecektir. Obi-Wan Kenobi ile
karşılaşmak ve son Jedi savaşçısı olmakta cabası...
Yıldız Savaşları Bölüm V: İmparator (1980)
“Bir kez izlersen karanlık yolu, sonsuza
kadar hükmeder kaderine. Tüketir seni, Obi-Wan’ın
öğrencisine yaptığı gibi...”
Yavin Savaş’ının bitmesi üzerinden üç yıl
geçmiştir. İmparatorluk ve kötülerin en babası
Darth Vader Luke ve asileri evrenin dört bir yanında
kovalamış, yakalayabildiklerini yok etmiştir. Ancak
Skywalker, Han Solo, prenses Leia ve kurtulan
bilen azınlık kendilerine Hoth isimli soğuk bir
gezegende üst kurarak saklanmayı başarır. Karanlık
Lord Vader onları, özellikle de oğlunu bulabilmek
için galaksinin her tarafına uzaktan kumandalı
35
Öykü: Atilla BiİLGEN
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Öykü
Dandini Dandini Dastana
Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde; pireler iş takipçisi, develer müteahhit, horozlar danışman
iken, ben uyanmasın diye halkımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, koptu bir gürültü. “Eyvah” dedim. “Şimdi
bunlar susmazlar, uyandırırlar insanları.” İki kalktım bir hopladım. Yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım.
Baktım; bir kara kedi. Girmiş ak sakallı dede ile Hızır Peygamberin arasına.
keşif araçları gönderir. Sonunda amacına ulaşan
lord asilerin yerini keşfeder ve onları ablukaya alır.
Asiler ciddi kayıplar verse de kaçmayı başarırlar.
Bu sırada devriye gezisi sırasında bir yaratığın
saldırısına uğrayan Luke Obi-wan Kenobi’nin
hayaliyle karşılaşır donmak üzereyken. Han Solo
onu bulduğunda gideceği yerin haritası kulaklarına
çalınmıştır. Dagobah’a gidecek ve efsanevi Jedi
ustası Yoda ile tanışacak, ondan öğrenmesi gereken
herşeyi öğrenecek ve kaderine bir kaç adım daha
yaklaşacaktır.
Yapımın yönetmenliğini bu kez Irvin Kershner
üstlenmiş, senaristi ise değişmemiştir. Çekimleri
sırasında çok büyük zorluklarla yüz yüze kalan ekip
bunlar yetmiyormuş gibi film gösterime girdiğinde
ciddi eleştirilere de maruz kaldı. Fakat gişe de elde
edilen başarılar filme pozitif yansıdı. Yapım zamanla
daha çok sevildi. Hatta serinin en iyi bölümü ve
sinema tarihinin en iyi filmleri arasına girmeyi
başardı.
Yıldız Savaşları Bölüm VI: Jedi’nin Dönüşü
(1983)
“Sende 900 yaşına geldiğinde bu kadar iyi
görünmeyeceksin!”
Serisinin son ama çekim sırasına göre üçüncü
filmdir. Bu kez yönetmen koltuğunda Richard
Marquand oturmaktadır.
Son adımda Han Solo bir nevi mafya
babası olan Jabba The Hutt tarafından borcu
36
“Neler oluyor böyle?” dedim.
“Girdi aramıza, bozdu dostluğumuzu.” dediler.
için rehin tutulmaktadır. Yeni Jedimiz Luke ve
arkadaşlarının ilk görevi Tatooine gezegenine
gitmek ve Han Solo’yu galaksinin mafya babasının
elinden kurtarmak olacaktır. Bu arada kötülük
klübü ve başkanı kötülerin babası Vader da boş
durmamaktadır. Galaksinin her yerinde asileri ve
Luke aramaya devam etmektedirler. Bir taraftan da
evrenin en büyük silahı olarak kabul ettikleri Ölüm
Yıldızını umutsuzca tamamlamaya çalışmaktadırlar.
Asilerde boş durmazlar ne olursa olsun Ölüm Yıldızı
yok edilmelidir. Luke kaderiyle yüzleşmesine bir
kurtarma kala aklında babası, kalbinde kız kardeşi
ve bedeninde aydınlık tarafın gücüyle yoluna
devam etmektedir.
Star Wars’un ilk üç serisi çekildiğinde
insanlar Luke Skywalker’ı ve arkadaşlarını çok
sevdiler. Galakside ki her karaktere ayrı bir merak
duydular fakat çok merak ettikleri ve içten içe sevgi
besledikleri bir karakter var ki seriye üç yeni hikaye
daha eklenmesine sebep olacaktı. Darth Vader...
Bunu duyan anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi. Zoru görünce kara kedi attı kendini dışarı.
Kaçtığını görünce kedinin, anam da döndü eve, babam da. Ama bir baktılar ki değişmemiş hala durum. Bu
patırtıda unuttum beşiği. Sallanmayınca beşik uyandı insanlar. Bunu gören babam patlattı enseme şaplağı.
Dayağın acısıyla söyledim bir ninni.
Nenni deyip uyuttum
Çok küçüksün büyüttüm.
Nennni halkım nennni
Nenni de nenni sana
Halkım uyusun da soru sormasın
Vatanına iyi bir vatandaş olsun
Her işe burnunu sokmasın.
Hu,hu,hu,hu,hu,hu
Yeniden uyuyunca insanlar; sordu babam aksakallı dedeye, sordu anam Hızır Peygambere “ Derdiniz
nedir?” diye.
“Kimin başı sıkışsa koşarım hemen yardımına. Bu yüzden çok sever beni insanlar. Ama aksakallıya
göre durum böyle değilmiş.” dedi kızgın bir ses tonuyla.
Ak sakallı dede Hızır Peygamberi sinirlendirmiş olmanın verdiği keyifle gevrek gevrek güldükten
sonra, “İnsanlara daha fazla yardım ettiğim için asıl beni çok severler. İşte bunu çekemiyor.” dedi.
“Bak hala konuşuyor.”
Efsane Devam Edecek...
“Marifet sıkışmadan önce yardım etmektir.”
“Nereden bilebilirsin ki?”
37
“O kadar farkımız olsun artık.”
“Sakalından utanmadan boş boş konuşuyorsun.”
“Hiç de değil. İşin sırrı gözlem. Sürekli etrafıma bakınırım. Kimin ihtiyacı varsa anında rüyasına girer
veririm tüyoları.”
Babam gariban mı gariban. Kıt maaşıyla geçim derdinde. Bu atışmalar karşısında bilemedi ne
diyeceğini, kaşıdı kel başını. Anamı aldı misafir telaşı. Dört döndüyse de evin içinde, bulamadı gönlünden
geçeni. Babam “Oturalım sofraya Sonra bakarız hal çaresine.” deyiverince anam yaptı kaş göz işareti. Babam
attı kahkahayı.
“Varsın olmasın kuzu eti. Çorba neyimize yetmez.” dedi.
Bir ağızdan “Bizim umduğumuz sizin bulduğunuzdur.” deyince, anam oldu çok mutlu. Koşarak gitti
mutfağa, türkü söyleyerek pişirdi tarhanayı. Evin tek sedirine buyur etti babam. Ak sakallı yayılırken sedire,
Hızır ilişti bir sandalye ucuna.
Ben beşiği tıngır mıngır sallamaya devam ederken, “Neden soktunuz şu kara kediyi aranıza?” diye
sordu babam.
Hızır Peygamber huzursuzca düzeltirken yeşil hırkasını, ak sakallı dede dikti gözünü üstüne.
“Ne zaman bir kul sıkışsa, hiç düşünmeden yardımına koşarım. Bu zamanda dert çok, Hızır tek. Yine
de etmem şikâyet. İnsanların mutlu olmasıdır tek gayem. Ama bu ak sakallı yok mu, bırakmaz beni rahat.
Bari bir işe yarasa… Bütün gün yan gelip yatar, geceleri de laf olsun diye rüyalara dalıp bilgiçlik taslar.” dedi.
Bu sözleri duyunca dayanamayıp girdi araya ak sakallı dede.
“Sizler sıcak yataklarınızda uyurken mışıl mışıl rüyadan rüyaya koşan kim? Ben. İnsanların türlü
dertlerine çözüm bulan kim? Yine ben. Bunca yorgunluğa rağmen sızlanmam, zira severim insanları. Mutlu
olsun isterim cümlesi.”
Karıştı kafası babamın. Söylerdi ikisi de doğruyu. Ne diyeceğini bilemeden baktı Hızır Peygambere,
baktı ak sakallıya. İkisi birden baktı babamın ağzına. Ederdi yürekleri güm güm, kimi haklı bulacak diye.
Çaresizce öksürdü babam, yetmedi. İki öksürüp bir yutkununca ancak çıkabildi kelimeler ağzından.
“Severim ikiniz de, çünkü insanların iyiliği için çabalarsınız.
uğraşırsınız birbirinizle?”
Beraber çalışmak varken neden
“Aslında ortada pek bir sorun yok.” dedi ak sakallı dede mahcup bir edayla.
“Madem yok neden bulaşırsın bana ikide bir?” diye sordu Hızır Peygamber.
“Çünkü küçümsersin yaptıklarımı.”
“Haklısın, küçümserim. Zira tembelsin. Ben koşuştururken bütün gün sen yattığın yerden çalışırsın.”
“Senin gibi koşmadığım doğru, ama yorulmadığımı iddia etmen yanlış. Uyku nedir bilmeden
dolaşırım o rüyadan bu rüyaya.”
Babam baktı durum kötü. İkisi de inat mı inat. Ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar, edemeyecekler
birbirlerini ikna. “Değiştirmek lazım konuyu.” diye düşünür, ama bilemez neden bahsedeceğini. Sıkıntıdan
38
1
39
akınca terleri alnından “Havalar da bayağı ısındı.” dedi durup dururken. İkisi birden “Mevsimidir.” dedilerse
de, anlamadılar konunun buraya nasıl geldiğini. Anam elinde tepsiyle girmeseydi içeri, zordu babamın
durumu. Görünce anamı karşısında sevindi bir çocuk gibi.
“İçelim çorbamızı gerisini sonra konuşuruz.” dedi.
Babam yumruğuyla kırdığı soğanı buyur ederken misafirlere, anam döktü çorbayı tabaklara.
Tarhananın kokusu gelince burnuma unuttum beşiği sallamayı. Bir koşu gidip kuruldum başköşeye.
“Büyükler varken masada, yoktur çocuklara yer. Hele sen beşiği sallamaya devam et sonra verir anan
sana çorba.” dedi babam.
“Çok açım.” dedim.
“Sabır” dedi anam
Bu sözün önü var, arkası yok; gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur, suyu var tası yok.
De gel sabreyle sabreyle… İyi ama aç sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar, ya dolaşır çarşı pazar; ben de aç
karın gittim beşiğe. Salla babam salla.
Görünce halimi Hızır Peygamber ile ak sakallı, “Çocuktur canı çeker, varsın o yesin önce. Kalan olursa
bir lokma yeter bize.” dediler.
Laflarını ikiletmeden oturdum masaya. Ben yedim onlar baktı. Onlar baktı ben kaşıkladım.
“Doyduysan kalk artık. Beşikten gelir sesler.” dedi babam. Kalktıysam da, gözüm kaldı soğanın
cücüğünde. Ben beşiği tıngır mıngır sallarken onlar daldı çorbaya. Bitirince yemeklerini “Şimdi ne
yapacaksınız” diye sordu babam.
“Bilmiyoruz.” dediler bir ağızdan.
“Aslında vardır bir çözüm. Varın gidin yardım edin iki kula. Kim daha hoşnut kalırsa odur en çok
sevilen.” dedi babam
Ak sakallı kaşıdı beyaz sakalını, Hızır düzeltti yeşil hırkasını. Sonrasında kalkıp ayağa “Doğru dersin.
Tartışacağımıza varalım bulalım şu kulları.” dediler.
“İşiniz bitince gelin yanıma. İçerken acı kahvelerimizi anlatın bana başınızdan geçenleri.”
Az gittiler uz gittiler dere tepe düz gittiler. Çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek,
altı ayla bir güz gittiler. Bir de dönüp ardlarına bakınca ne görsünler; gide gide bir arpa boyu yol gitmişler.
“Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek tükenecek gibi değil, en iyisi çıkalım sokağa kim çıkarsa karşımıza
sen gir rüyasına ben varayım yanına .” dedi Hızır Peygamber.
“Olur” dedi ak sakallı ve ayrıldılar iki yöne.
İki gün sonra çaldı kapı girdi içeri ak sakallı. Yüzü olmuş mosmor. Kaşlar çatık mı çatık. Anladı babam
kötü bir şey olduğunu, ama soramadı. Tam oturmuştu ki sedire, yine çaldı kapı. Bu sefer gelen Hızır’dı. Onun
da farkı yoktu dededen. Buyur ettiyse de babam, oturmadı sedire. Dolanıp durdu, odanın bir ucundan bir
ucuna. Baktı hallerine anam, baktı hallerine babam. “Hımm” diyerek kafa salladılar birbirlerine. Sonunda
oturdu Hızır sandalyesine yeşil hırkasını düzeltmeden.
“Aç mısınız?” diye sordu anam. Salladılar başlarını iki yana. “Bir acı kahve içelim.”dedi babam. “İstemez”
40
dediler. Çaresiz geçip oturdular karşılarına. Neden sonra ak sakallı dede ayırmadan gözlerini yerden,
“Haklıymışsın Hızır. İşe yaramazın biriymişim meğer.” dedi.
“Asıl sen haklısın.” dedi Hızır.
Babamı aldı bir merak, anamı sardı bir telaş. Dillerinin ucuna gelmiş kelimeler, ama açılmıyor
dudaklar. Sonunda sorabildi babam “Neler oldu ?” diye.Aksakallı dede, dikti gözlerini yere düşündü uzun
uzun. Kaldırdığında başını yeniden yanakları olmuştu al al. Bir yutkundu iki öksürdü sonrasında başladı
anlatmaya.
“Sokağa çıktığımda bir kadın gördüm. Sıkıntılı bir hali vardı. “Tamam” dedim kendi kendime “bugünün
şanslı insanı bu. Akşam olunca girerim rüyasına hallederim derdini.” Uykuya dalınca daldım düşüne. Beni
görünce güller açtı yüzünde. “Anlat bakalım derdini.” dedim
“Küçüklüğümden beri tek dileğim öğretmen olmak. Bunun için de elimden geleni yaptım. Okul
geçen sene bitti. O zamandan beri de sınavlara hazırlanıyorum. Bir aksilik olacak diye çok korkuyorum
dede.”
Kız haklıydı. Arkanda bir amcası olmadıktan sonra çalışmak neye yarar. Düşüncemi kendime saklayıp
sakinleştirmeye çalıştım.
“Üzülme kızım, yardım edeceğim sana. Öncelikle söyle bakalım herhangi bir olaya karıştın mı?”
“Asla.”
“Güzel. Yalnız bir sorunumuz var. Saçların.”
“Saçlarım mı ne olmuş onlara?”
“Ne bunlar böyle sarı sarı? Bak kızım muhafazakâr bir toplumda yaşıyoruz. Bu devirde devlet dairesine
girmek istiyorsan mazbut görüneceksin. Sözün kısası kapanman gerek.”
“Öğretmen toplumun aynasıdır dede. Yol gösterendir, ışıktır, aydınlıktır, bilgidir, akıldır. Bunları bile
bile kapanırsam, hem kendimi, hem de öğrencilerimi aldatmış olurum.”
“Hiç değilse saçlarını siyaha boyat be kızım.” dedim”
“İyi etmişsin.” dedi babam.
“Hay dilim kopsaydı da demeseydim.”
“Neden?” diye sordu anam.
“Kızcağız dediğimi yaptı ve boyattı. Sınav anında gözetmen bir fotoğrafına baktı bir yüzüne baktı.”
“Eeee” dedik bir ağızdan.
“Bu sen değilsin demiş. Bizimki saçlarımı boyattım dese de inandıramamış kimseyi. Polis nezaretinde
karakola götürülmüş. Sonra durum anlaşılsa da iş işten geçmiş tabi ki. Şimdi kızcağız beddua edip duruyor
bana. Hızır Peygamber haklı ben işe yaramazın biriyim.”
“Ya benim başıma gelenler?” dedi Hızır.
“Sahi sana ne oldu?” diye sordu babam.
41
Utku DEMİR
“Ak sakallı dedenin yanından henüz ayrılmıştım ki, esmer tenli, kara kuru bir adam dikkatimi çekti.
Birisiyle konuşuyormuşçasına dudakları kıpır kıpırdı. Ne yanından geçenlerle ilgileniyordu, ne de karşıdan
karşıya geçerken arabalara bakıyordu. Adeta dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Derdinin ne olduğunu
merak edip peşine düştüm. Varoşlarda bir eve girdiğini görünce, dilenci kılığına bürünüp kapılarını çaldım.
Kucağındaki bebekle bir kadın çıktı karşıma. Allah rızası için bir parça ekmek istedim. “Bekle bir dakika”
deyip içeri girdi. Biraz sonra bir tepsi içinde iki tabak yemek getirdi. Teşekkür edip yere çömeleceğim sırada,
“Allah’ın nimeti böyle kapı eşiğinde yenmez. Gel içeri.” dedi. Evin içinde doğru dürüst eşya yoktu. Baktığım
her nokta yoksulluk kokuyordu. Sokakta gördüğüm adam sandalyeye oturmuş sigara içiyordu. Beni fark
etmedi bile. Sonradan oğlu olduğunu öğrendiğim gençten bir çocukta sessizce karşısında oturuyordu.
Birkaç defa konuşmaya çalıştıysam da yanıt alamadım. Gitmek için ayağa kaktığımda, “Başınız sağ olsun.”
dedim. Şaşırdılar. Adam bana baktı ve “Ne diyorsun baba kim ölmüş ki? “diye sordu. “Bu kadar sessizlik anca
cenaze evinde olur.” dedim. “Bizim de ondan farkımız yok ki.” dedi. Sebebini sorunca da, boşaldı.”
“Neymiş derdi?” diye sordu babam.
“Balıkçıymış, ama yaz aylarında da kamyonetiyle karpuz satarmış. Lüks bir arabaya çarpmış günün
birinde ve hayatı darmadağın olmuş. Kamyoneti hurdaya çıktığı gibi karşı tarafa da yirmi bin lira borçlanmış.
Kime el açtıysa kapılar yüzüne kapanmış. Ne yapacağını şaşırmış bir durumdaydı. İkide bir, “Bir cinnetlik
canımız kaldı. Sonunda döktürecekler benzini, yakacağım hepimizi.” deyip diyordu. Baktım durum ciddi.
“Oğlum benzin dökeceğine kredi alsana. Hem borcunu kapatırsın hem de sermaye yaparsın. Sonra
da çalışır ödersin bankaya.” dedim.
“Bana kim kredi versin baba” dedi.
“Oğlum bankalar da o kadar çok para var ki artık ayakkabı kutularına koyuyorlar. Bu yüzden kim
istese hemen veriyorlar.”
“Dediğimi yapıp sabah erkenden bankaya gitti. Dönüşünü sokağın başında bekledim. Geldiğinde en
az on yaş çökmüştü. Kredi vermedikleri gibi, bir de neyine güvenip geldin diye alay etmişler. Bundan sonra
ne yapacağını sordum: Acı acı gülümseyip. “Bizi düşünme. Nasılsa bir cinnetlik canımız var.” dedi.
Sözünü bitirdiğinde çöktü odaya derin bir sessizlik. Herkesin düşmüştü yüzü önüne. Neden sonra
kaldırdığında başını babam, ne Hızır’ı gördü ne de ak sakallıyı.
O sırada düştü gökten üç elma. Anam almadı, babam bakmadı, ben kaptığım gibi yolladım üçünü
de mideme. O sırada beşik devrildi. İnsanlar uyandı. Uyanınca insanlar başladılar mı soru sormaya? Bunu
gören anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi. Zoru görünce attım kendimi dışarı. Ben kaçtım onlar
kovaladı, onlar kovaladı ben kaçtım. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, dönüp bir
de arkamıza bir baktık ki ne görelim…
42
Çizgi Roman İnceleme
Captain America
Kış Askeri Gerekli Şeyler
Cilt 1 İnceleme
"Elli yıldan uzun bir süre boyunca Sovyetler
gizli bir ajana sahipti. Kış Askeri olarak bilinen
bu durdurulmaz ve yakalanamayan katili Batı
Dünyası’nın anahtar politikacılarını öldürmek için
kullandılar. Ajanın kimliği ne miydi? Bucky Barnes. II.
Dünya Savaşı’nın son günlerinde öldü sanılan Cap’in
eski ortağı. Şimdi Kış Askeri geri döndü ve acımasız
General Lukin’in emrinde.
Lukin kozmik küpü ele geçirir ve bunu kötü
şeyler için kullanmak ister. Buna son vermek isteyen
Cap, kendini Kış Askeri ile karşı karşıya bulur. "
Bu kitabın tanıtım yazısıydı. Şimdi benim
gözümden. Bu arada bu ciltte Cap vs Kış Askeri diye
bir şey yok. Cap cildin son sayısında Kış Askeri'yle
karşılaşıyor. Böyle olsa bile hiç sıkılmadan okursunuz.
Hele de Cap fanıysanız. Olaylarda Cap’e çoğunlukla
Sharon Carter(Agent 13) eşlik ediyor.
Red Skull’un kozmik küpü istemesiyle
başlıyor kitap. Şimdi söyleyeceğim şey büyük
spoiler yani hassas iseniz hemen bırakın. Kış Askeri,
Red Skull’ı öldürüyor! Böylece Nick Fury iş başına
geçiyor. General Lukin Cap’e küp sayesinde büyük
zihinsel hasar veriyor. Cap doğru düşünemiyor.
Alakasız anlarda aklına geçmiş geliyor, bu da Cap’in
performansını olumsuz etkiliyor. Her taraftan
gelen farklı meseleler ile karmaşık bir hâl alınıyor.
Zemo’nun kalesi, Red Skull’un katili gibi meseleler
Cap’i tırmalıyor. Bulunması şu an pek kolay olmayan
cildi bulursanız alın koleksiyonunuza katın. Cilt
karakter açısından da zengin. Crossbones, Zemo,
Namor ve birçok kişi daha.
Puanlamaya geçmeden önce sayfalarda
balonlarla ilgili sorunlar var. Taşma, yazım hatası vb.
Şimdi puanlama:
Çizimler 10/8
Hikâye 10/7,5
Baskı vb.10/5
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
43
44
45
46
47
Kayahan DEMİR
Yazar’ın Kaleminden
“Kayahan Demir” ve
“Emel KOSİ” Cephesinde;
“Kayahan Demir” Cephesinde;
bakabilmek için
hatırlıyorum.
büyük
çaba
sarf
ettiğimi
“Emel Arıyor” ibaresini görür görmez telefonu
mutlaka açmam gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü
bir edebiyat dergisi için benimle röportaj yapmak
isteyen başarılı bir yazar arıyordu ve muhtemelen
röportajla ilgili bana söyleyecekleri olmalıydı.
Zor da olsa telefonu açabilmiştim. Kısa süre
sonra işiteceklerim karşısında içinde bulunduğum
kalabalık metrobüsü umursamayacaktım bile! Emel
bana ortak bir kitap çalışmasından söz ediyordu;
türü “Fantastik-Korku” olacak homojen iki yazarlı bir
çalışma...
O dönem Emel’i yeni tanıyor olmama rağmen
teklifini hemen kabul etmiştim. Zira böyle bir teklife
‘hayır’ demek budalalıktan öte gitmeyecek bir
durum olurdu.
Emel, ikinci kitabım olan “Korku Kampı”nı
okumuş, içinde yer alan hikâyelerden biri olan
“Küçük Yaratık”ı çok beğenmişti.
Aslında her şeyin başlangıcı, 2013 İstanbul
Tüyap Kitap Fuarı’na gitmekte olan sıkış tıkış
vaziyetteki metrobüste kendime yer bulmaya
çalıştığım esnada cereyan etmişti.
Bir yandan ayakta durmakta zorlanırken,
bir yandan cebimden çıkarttığım telefonuma
48
Ardından bana gönderdiği “Karanlık Kuşları”
isimli -hala harika olduğuna inandığım- hikâyesiyle
birlikte kitabımızın konusu ortaya çıkmıştı. Geriye ise
‘ince işçilik’ olarak isimlendirdiğim ayrıntı kısımları
kalıyordu.
İkimizin de o dönemlerde bireysel kitap
çalışmaları vardı. Üzülerek de olsa, bir süre ortak
çalışmamıza ara vermek durumunda kalmıştık.
Ancak sürekli görüşmelerimize devam ediyor;
ayrıntıları, yaptığımız istişareler neticesinde
kararlaştırıyorduk.
49
Öykü: Kevser TOPAL
İllüstrasyon: Samim Salur PAÇACIOĞLU
Ta ki bireysel kitap çalışmalarımız son bulana
dek...
Bunun için yaklaşık bir sene geçmesi gerekti.
Ancak artık her şey belliydi, sadece bize bir senenin
ürününü kâğıda dökmek kalıyordu. Bu kolay işlemi
de yaklaşık üç ay gibi bir sürede tamamladığımızı
hatırlıyorum. ‘Kolay’ diyorum, çünkü Emel’le
çalışmak oldukça keyifliydi. Anlaşamadığımız nokta
neredeyse yok gibiydi. Bu sebeple, belki en zor
geçmesi beklenen dönem benim için en kolalıydı.
Emel için de öyle olduğunu temenni ediyorum.
Emel’in fantastik dünyası, benim karanlık
dünyamla bir araya gelmiş, muazzam bir uyum halini
almıştı! Yeri geldiğinde, Emel’in kurguladığı fantastik
dünyanın içinde kaybolmuş, bizzat karakterlerin
arasında bulmuştum kendimi. Benzer şekilde Emel
de benim karanlık dünyama ışık tutmaya çalışmıştı
dönem dönem. Neticesinde ortak bir noktada
buluşmuştuk.
Okura ise bizim bu gizemli dünyalarımıza şahit
olmak kalıyordu. Mümkün olabildiğince Emel’le bir
okur gözüyle kitabı okumuş ve inşa etmiştik. Çünkü
okuru yazdıklarımıza inandırabilmemiz için önce
bizim inanmamız gerekiyordu.
Bunu başarmıştık! Kitabı bitirdikten sonra
ikimiz de uzun bir müddet kurgunun etkisinden
çıkamamış ve elimize kalem dahi alamamıştık.
Hala kendimizi Eliz ve Sırhan’ın yaşantıları içinde
buluyor, Karanlık Kuşları’nın nefes aldığı kasvetli
tünelde havamızı soluyorduk. Şüphesiz ki bu durum
inancımızın en büy ük göstergesiydi.
“Emel Kosi” Cephesinde;
Bir gün aniden -sürekli böyle olur- aklıma bir
kitap ismi geldi. İsim üzerinde düşünür düşünmez
kurgu kendiliğinden belirmişti. On iki kuşum
olacaktı, her biri bir ayı temsil eden on iki özel kuş:
Karanlık Kuşları
Tabii bunlar sıradan görünümlü kuşlar
olmayacaktı. Daha çok yarasavari, belki biraz
da timsah sertliğinde. Kurgu yavaş yavaş yerine
oturduğunda artık elimde on iki karanlık kuşu vardı.
Yeraltında, tünel ve kanalizasyonlarda yaşayan, gün
ışığına çıkmayan on iki karanlık kuşu.
50
Elbette bu bir kısa hikâye olacaktı ve asla
korku hikâyesi olmayacaktı. Ama öyle olmadı. 2013
yılının Ekim ayında bir edebiyat dergisinin yayın
kurulundayken Kayahan ile bir röportaj yapmaya
karar verdim. Kayahan röportajı kabul ettiğinde,
ilerideki ortaklığımızı tayin eden ilk adım da atılmış
oldu. Ve yine o dönem Kayahan henüz bitirmiş
olduğu kitabının ilk okumasını yapmam için bana
gönderdi. Kitabındaki Küçük Yaratık isimli hikâyesini
okuduğumda aklıma ilk gelen şey Karanlık Kuşlarım
olmuştu. Kayahan’a bu uyumdan bahsettiğimde,
“Neden ortak bir kitap yazmıyoruz ki!” dedim.
Kayahan seve seve bu teklifi kabul etti. Hemen
kolları sıvadık; karakter analizleri yapıldı, hikâye
örgüsü üzerine alternatifler düşünüldü, arka plan
kurgulandı, vurucu bölümler için alternatif fikirler
türetildi vb.
Ancak heyecanla başladığımız bu serüvene
bir süreliğine ara vermek durumundaydık. O dönem
benim Siyah Palto isimli romanım, Kayahan’ın
Ölüm Şifresi kitabı derken pek çok sebebimiz vardı.
Böylece, bir süreliğine heyecanımıza ket vurmak
zorunda kaldık.
Kitabı yazmaya başlamamız tam bir senemizi
aldı. İlk cümle yazıldığında tarih 2014 Ekim ayını
gösteriyordu. Ve yaklaşık dört ay içinde de finali
yapıp hikâyeyi sonlandırdık.
Elbette her şey yukarda yazdığım gibi
çabucak olup bitmedi. Dört ay boyunca yazma
sürecinde pek çok şey yaşadık. Bu benim korkuda
ilk deneyimim olacaktı, heyecanlıydım, gergin
yüklü satırlar yükselmeye başladıkça ben de yeni bir
boyuta geçiyordum.
Ancak, hikâye ilerledikçe ben artık eski ben
olmaktan çıkmıştım. Kalemimim artık hiç acıması
yoktu, herkesin üzerine birer çizik atmış, o sayfa
benim bu sayfa senin ilerliyordum. Finale doğru
artık iş çığırından çıkmıştı. Gözü kara bir katil misali,
kimseye acımıyor, masum insanları tek kalemde
harcıyordum.
Ve sonunda altın vuruş dediğimiz final
bölümünü de yazıp son noktayı koyduğumda derin
bir nefes aldığımı hatırlıyorum.
Öykü
Tolga’nın Kalbi
(Bu Benim Savaşım)
Bugün anlam veremediğim bir gündü…
Korkusuzdu… Dehşet vericiydi…
Sanki gün bilincini kaybetmiş ve ne yaptığını bilmiyor gibi davranıyordu.
Gece ve gündüz birbirine karışmış, güneş ve Ay da birbirini tanımaz olmuştu…
Yer ve gök boğuk sesler çıkartıyor, iniltiler önce derinden sonra büyük bir gürültüyle şirin mi şirin
kasabayı yerle bir ediyordu.
Korkunç bir gündü…
Bütün bu olanların sebebini ise bir tek kişi biliyordu. Bacağının biri sakat olan veher defasında sürekli
isyan eden nefret dolu deniz mavisi bakışlara sahip olan
Tolgadan başkası değildi.
Umudunu isyana satan Tolga daha önce kasaba halkının neşe kaynağıydı.12 Yaşında olmasına
rağmen Tolga her zaman kasaba halkı için diğer çocuklardan Başka seviliyordu. Canlı, enerjik ve de çok
hayalperest biriydi. Ama herhangi
Biri de değildi.
Cennet gibi köşemize enfes bir sıcaklık kaplayan doğanın bile kendine dile getiremediği bir güzelliği
olan kasabada yaşıyordu. Işık orkestrası renk - renk notaları harmanlayarak etrafa bu büyülü müziği
çalıyordu sanki.
Kasaba hemen hemen deniz kıyısına sıfır seviyedeydi. Deniz ise turkuaz renginin varlığından mutlu
bir şekilde dalgalarına sarılıyordu.
Gün ışığının fark edildiği vakitlerde ise kasaba halkının geçim kaynağı olan gemi Tershanesinde
işbaşı demekti. Kuşların seslerini makine seslerinin bastırması kasabanın geçim kaynağını simgelerdi. Tabi
ki çocukları unutmamak gerek..Çocukların ise okul çıkışlarında en başta oyun sahası ve de gemi yapımını
öğrenip kendilerine meslek edinebilecekleri bilgi ve uygulama deposuydu. Burası, onlar için anlatılamayacak
kadar müthiş bir duygu yaşatan tek yer olma özelliğine sahipti.Ama Tolga için bu güzellikler artık eskisi gibi
hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Ve bir gün; (üç ay önce )
Tolga: Hey! Gelmiyor musunuz? Güneşin bizi çağırdığını duyuyorum.
51
Burak: Kararlısın demek.
Tolga: Evet. Bu sefer onu kaçırmayacağım. Ve siz ikiniz de bana eşlik edeceksiniz.
Burak: Tamam. Umarım gittiğimize değecektir Tolga. Yoksa bunun acısını senden çıkarırım biliyorsun.
Tolga: Pişman olmayacaksınız. Size söz veriyorum. Hatta bana teşekkür edeceksiniz. Ceren Geliyorsun
değil mi?
Ceren: Geliyorum. Fakat bisikletim kuzenlerde. Oraya gidip bisikletimi alıp gelmem için bana zaman
verin.
Tolga : Tamam. Acele davran ama. Güneşin batışını kaçırmak istemiyorum. Ona Yetişmeliyiz!
Ceren: Tamam. Bekleyin geliyorum.
Tolga, arkadaşlarından daha çok heyecanlıydı. Güneşin batışını kasabanın en güzel yerinde onu ilk
defa izleyecekti. Bir an önce oraya gitmek için sabırsızlanıyordu.
Tolga: Ceren geldi. Artık hareket edebiliriz. Hazır mısınız? Gidelim.
Kasabanın arkasındaki dağa doğru yola çıktılar. İlk defa güneşin batışını izleyeceklerdi. Bu yüzden çok
heyecanlıydılar. Özellikle Tolga heyecanını bisikletinin pedalını daha hızlı çevirerek belli ediyordu. Pedalını
döndürdükçe esmeye başlayan hafif rüzgar onu serinleterek heyecanını bastırmasına yardımcı oluyordu.
Burak ve ceren ise Tolganın hızına yetişemiyorlardı. Yolda onu gören kasaba sakinleri ise bisikletini bu kadar
hızlı kullanmamasını arkasından bağırarak sesleniyorlardı. Onun için endişelenmişlerdi. Fakat Tolganın
umurunda bile değildi. Bir an önce oraya ulaşmak istiyordu. Kasabanın iç huzurunu rahatlatan kokusunu
içlerine çekerek yollarına devam ettiler.
Kasabadan uzaklaştıkça çevresi de farklı görsel değişikler göstermeye başladı.
Eski yapı evleri sarıp sarmalamasıyla güzelliğine güzellik katan kasaba bebek yüzlü dağı arkasına
alarak denize her gün göz kırpardı.
Aslında kasabanın bu kadar güzelliklere sahip olmasının en temel özelliği, her sabah güneşin her
aileye farklı mesaj verir gibi doğmasıyla mutluluklarına bir yeni umut daha katmasıydı. Çünkü kimliklerini
ve mevkilerini unuttukları mekan burada saklıydı. Kasabanın kalbi…
Dileklerinin ve hayallerinin gerçekleşmesi için dua ettikleri kalpti. Kalbi koruma altına almak için
ise bir mekan inşa edilmişti. Adeta yaşamın gizemini çözen sihirli dünyaydı. Yani; eskiden beri insanların
inanışlarına göre bu kasabada panoptes adında bir kadın yaşamış. Bu kadına biri tarafından kasabanın tüm
dileklerinin ve arzularının gerçekleştirilmesi için üstün güçler yüklenmiş. Bu sebeple panoptes ona verilen
üstün güçler sayesinde kasabaya bu tılsımlı kalbi hediye etmiş. Kasaba halkına ise şu sözleri söylemiş;
Sizlere hediye ettiğim tılsımlı kalbin yaşayabilmesi için ondan bir şeyler isteyin. Siz istedikçe kalp kendini
yenileyecektir ve her ne diliyorsanız gerçek olacaktır. Yalnız kötü dilekler burada barınmaz. O yüzden
dileklerinizi isterken dikkatli olmayı unutmayın.
Ancak tılsıma hiçbir şekilde zarar görmemelidir. Eğer kalbe bir şey olursa hemkasaba yok olur hem
de kalbe zarar veren kişiyi ömür boyu cezalandırırım demiş. Ve hemen oradan ayrıldıktan sonra panoptes’i
bir daha gören olmamış. O günden beri kasaba halkı dileklerinin ve hayallerinin gerçekleşmesi için Tılsımlı
Kalbin olduğu mekana gelip dua ederlermiş . Bu hikaye de bugüne kadar böyle sürmüş.
52
53
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Böyle eşi bulunmaz tılsımlı mekandan Tolga arkadaşlarıyla ilerlerken bisikletinin pedalını çevirirken
zincirleri arada bir takılıyordu. Ama bu durumu fazla önemsemedi. Hızla yoluna devam etti.
Röportaj
Biraz daha ilerledikten sonra patika yollar, sınırsız tarlalar…
Kasabadan da bayağı uzaklaşmışlardı. O anki özgür ruhun tadını çıkarıyorlardı.
Dağın en tepe noktasına ulaşmışlardı. İşte o tam karşılarındaydı. Turuncu renkte.
Bisikletlerini yere bırakıp çimenlerin üzerinde güneşe en yakın hissettikleri yerde ona hoşça kal
demek için uzunca doyumsuz bakış attılar. Güneş ise yavaş yavaş batarken tam karşılarında güçlü bir
sihir ışını yayıyordu. Güneşin gitme vaktigeldiğinin işaretiydi. İnsanlar sadece hayallerinde kendini daha
özgür hisseder ya. işte güneşin batışı da tolga için o anki duyguyu hissettirmişti. Ama bir an içine korku
yayıldı. Nedenini bilmiyordu. Şu an istediği yerdeydi. Mutluydu. Huzurluydu. Ve onu ilk defa bu kadar
onu yakından izliyordu. Hedefi güneşi kasabanın en güzel yerinde görmekti. Ve ona ulaşmıştı. Aklından
kötü hisleri uzaklaştırmaya çalışıyordu. Her şey güzel giderken neden böyle oldu? Neden ?Havada iyice
kararmaya başlamıştı.
Burak: bence artık gidelim. Zaten kasabadan çok uzaktayız.
Ceren: bence de gidelim. baksanıza biradan güneş kaybolduktan sonra sadece gökyüzündeki yıldızlar
bize ışık tutacak. Burada biraz daha beklersek hava ürkütücü hal olacak. Korkmaya şimdiden başladım bile.
Vakit daha geç olmadan geri dönüşe yol aldılar. Kimseden artık canlı , sevecen mutlu ses tonları
çıkmıyordu. Hedefleri bir an önce gündüz cennet gece karabasan bu tablodan uzaklaşmaktı. O arada yine
her nedense Tolgaya garip bir duygu sarmıştı. Sanki bedeni hareket ettiremiyordu. Kulaklarında hep çığlık
sesleri yankılanıyordu. Bu olumsuzlukları düşünmemeye çalıştıkça daha da üzerine geliyordu. Bisikletinin
pedalını çevirirken yine zorlanıyordu.
Belli bir yerden sonra yollar engebeli dar ve uzundu. Yolun sağ tarafında ise ağaçların yoğun
olduğu dibi bilinmeyen uçurum yer alıyordu. Karanlığın bastırmasından dolayı neyin nerede olduğu pekte
görülmüyordu. Çok korktukları için bisikletlerinin pedalını daha hızlı çevirdiler. Ve gittikçe Burak ve Ceren
Tolgadan biraz daha uzaklaşıyordu. Tolga ise onlara yetişmeye gayret ediyordu.
Derken birden bisikletinin zinciri koptu. Artık pedalını boş çeviriyordu. Bisikletini hızlı kullandığından
uçuruma düşeceğinden çok korktu. Telaşlandı. Ne yapacağını bilemedi. Bisikletini bir türlü kontrol
edememeye başladı. Korkudan kalbi yerinden fırlayacaktı. Burak ve Cerene Avazı çıktığı kadar arkalarından
bağırdı.Bana yardım edin! Bisikletimin zinciri koptu. Hey!!!
Bana yardımedin! Cevap yoktu. Tekrardan bağırdı. Bir daha bağırdı. Hey!!
Kimse yokmu? Beni duymuyor musunuz? Nerdesiniz?
Siyah rengin içerisinde onları görmesi imkânsızdı. Zaten kendi çığlığını kendi duyabiliyordu. Çünkü
onlar çoktan uzaklaşıp gitmişti bile. Yine sesini onlara duyurabileceğinin umudunu taşıyordu. Çığlık atmaya
devam etti.
Dağlar, tepeler, çiçekler, ağaçlar, yıldızlar… Hepsi birden Tolganın çığlığını duyurabilmek adına her
yer Tolganın sesi ile yankılanıyordu. Birden Çığlık kesildi. Etraf kendini derin sessizliğe bıraktı. Zifiri karanlığın
içerisinde nefes bile duyulmuyordu.
Artık Tolganın sesi yoktu.
54
Hayalin Derinliklerine
Çizgi Yolculuk
Tuti Kitap Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal kitabını
çizgi romana uyarladı. Kitabın çizeri Mustafa Ahmet Kara.
Böyle bir kitabın yayınlanacağını duyunca çok sevindim.
Aynı zamanda çizeri kim, daha önce hangi çalışmalara
imza atmış diye de meraklandım. Hem kendi merakımı
gidermek hem de Gölge’ye bu ayki görevim olan
röportajı yapmak için Mustafa beye “merhaba” dedim
ve röportaj başladı;
Ahmet Yüksel: Mustafa Ahmet
Kara kimdir bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Mustafa Ahmet Kara : İstanbul doğumluyum
lakin 19 sene Milas - Bodrum arasında geçti.
Ardından üniversite ve İstanbul. Yıldız Teknik iletişim
tasarımı mezunuyum. Birkaç yıl dijital ajans ve film
yapım şirketlerinde sanat yönetmenliği yaptım. Bu
sektörde çalışanlara 20'li yaşların ortasında gelen
bir durum oluyor. Ne yaptığını ve ne amaca hizmet
ettiğini sorguluyorsun. Ben fazla bunalmıştım ve
tüm hayata bir mola verip askere gittim. Orada insan
biraz kafasını topluyor, daha rahat düşünebiliyorsun.
Ahmet Yüksel: Filibeli Ahmet Hilmi’nin
Amak-ı Hayal’ini çizgi roman yaptınız. Amak-ı Hayal
ile nasıl tanıştın, bu fikir ortaya nasıl çıktı?
Mustafa Ahmet Kara: Askerdeydim ve çarşı
izninden dönerken telefonum çaldı. Tuti Kitap’tan
arıyorlardı ve bir çizgi roman projesi için görüşmek
istediklerini söylediler. Asker dönüşü buluştuk ve
güzel bir sohbet sonrası projelendirdikleri ama tek
eksik ayağı çizer olan kitabı tanıttılar. Amak-ı Hayal
ile böyle tanıştım. Böyle bir eserden haberim bile
yoktu. Evet, bu benim ayıbım ama tam da olması
gerektiği zamanda okudum. Benim için güzel şeyler
ifade etti. Zaten bu noktaya da hep güzelliklerle
gelmiştim. Yayınevi; daha önce de yayınladıkları
ve tecrübeli oldukları bir konuda eser seçmişti, bu
projenin editörü olarak da Muhammed Bedirhan
ile anlaşmışlardı. Gerek kendisi, gerek Tuti Kitap
doğu klasiklerinin yeterince kişiye ulaşmamasının
sorumluluğunu üzerinde hisseden kişi ve kurumlar.
55
ettiğini göreceksiniz. Büyüklerin sahip oldukları
dertleri ve edindikleri gerçek deneyimleri hayaller
ile anlatmak.
Ahmet Yüksel: Amak-ı Hayal ile başlayan ve
planlanan bir üçleme var, serinin diğer kitapları ne
olacak ve ne zaman yayınlanacak?
Bahsettiğim işlenebilir potansiyel bu demekti
aslında. Hayal dünyası dilediklerinizi yapabilmek
için büyük bir nimet. Bayram zamanları çocuklar
kadar büyükler de şeker yer. Ben şeker gibi bir kitap
resmetmek istedim. Büyük-küçük herkes yesin ve
damakta hoş bir tat bıraksın.
Mustafa Ahmet Kara : Şu an bunları konuşmak
için henüz erken. Kitabın tamamını bazı sebeplerden
dolayı resmedemedik ve geniş geniş anlatmak çok
önemliydi. Bu yüzden ilk kitabı 4 hikâyede bitirdik.
Kitap çıktıktan sonra biraz gözlemleyeceğiz. Talepler
doğrultusunda ikinci kitap kesinlik kazanacak.
Bunun da çok kısa vadede olacağını sanmıyorum.
Ama şunu diyebilirim; olur da çıkarsa, ikinci kitap
ilkine kıyasla daha kalın ve daha heyecanlı olacaktır.
Ahmet Yüksel: Ne kadar sürdü bu çizgi
romanın hazırlık ve çizim süresi? Nasıl bir yol
izlediniz?
Temel anlamda ortada böyle hoş bir kaygıdan
beslenen bir proje var.
Ahmet Yüksel: Muhammed Bedirhan
ile nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz? Etkileri
yönlendirmeleri oldu mu?
Mustafa Ahmet Kara : Bedirhan, yayınevi
ve ben aynı dalga boyunda buluştuk. Malum artık
herkes dünya çapında yapılmış işlere aşina. Çıta
epey yüksek. En büyük avantajımız hikâyenin
bu işlenebilir potansiyele sahip olmasıydı ve
elimizden geldikçe o çıtayı yakalamaya çalışmamız
gerekiyordu. Bu konuda bana güvendiler. Bedirhan
56
usta Osmanlıca'dan metinleri çevirdi ve sadeleştirdi.
Ardından senaryolaştırdık. Hikâyelerin geçtiği
dönemlere ait görsel veri tabanı oluşturmak
gerekiyordu, onun yardımı ve yönlendirmeleri
doğrultusunda konseptleri hazırladık.
Ahmet Yüksel: Amak-ı Hayal Osmanlı
edebiyatından
fantastik
bir
hikâye.
Ben
çizgilerinizden bir yetişkin olarak çok zevk aldım.
Çizerken “çocuklar için olsun” “yetişkinlere hitap
etsin” diye bir ayrım gözettiniz mi?
Mustafa Ahmet Kara: Yayınevinin seçkilerine
baktığınızda kitapların çoğunun her dimağa hitap
Mustafa Ahmet Kara : O iş biraz karışık :) Sıkı
bir disiplin gerekiyor ve ben buna biraz geç ulaştım.
Bu yüzden 6 ayda bitebilecekken biraz daha uzun
sürdü. 10 ay kadar :) Orijinal metnin kendine has bir
derdi var. Bu dert etrafında dünyayı gerektiği kadar
anlatıyor ve odağı ana konudan çok uzaklaştırmıyor
ancak bu boşlukların görsel olarak karşılık bulması
gerekiyordu. Kitabı ve çizgi romanı ayrı ayrı
okuyanlar bu bahsettiğimi daha iyi anlayacaklardır.
Hazırlanma sürecinde ise karakterler ile başladım.
Ardından sayfalar... Mekânları ve yan kahramanları,
sayfalara dâhil oldukça tasarladım. Kervan biraz
yolda düzüldü o konuda. Günün sonunda aynı
hikâyeyi anlatıyoruz. Sadece biraz daha canlı ve
renkli bir halde.
Ahmet Yüksel: Yayıneviniz ilk çizgi romanını
yayınlıyor. Bir çizer olarak Türkiye’de çizgi roman
yayıncılığını nasıl görüyorsunuz, farklı yayınevlerinin
edebiyat uyarlamaları yapmaları çizgi roman
üretmeleri çizgi roman yayıncılığını bir sektöre
dönüştürebilir mi?
Mustafa Ahmet Kara : Amak-ı Hayal doğu
klasiklerinden çizgi romana uyarlanan ilk eserlerden
biri olacak. Takip edemedim ancak bu kitabın daha
önceden başlanıp nihayete ulaşamayan çizgileme
maceraları olduğunu biliyorum. Bu sefer etraflıca
düşünülüp, planlanarak yapıldı her şey. Evet, biz
de tek seferde bitiremedik kitabı, ancak niyetimiz
tamamlamak üzerine.
57
Ahmet Yüksel: Eylül ayında Resimli Edebiyat
Takvimi’nde Levent Cantek’in yazıp sizin çizdiğiniz
bir çizgi roman tefrika yayınlandı; Muzaffer Abi.
Bu sizin yayınlanan ilk çizgi romanınız mı, nasıl bir
çalışma oldu bu?
Mustafa Ahmet Kara : Evet, yayınlanmış ilk
çizgi romanımdı. 10 sayfalık kısa bir öykü. Levent
Cantek twitter'a yeni bir çizer aradığını yazmıştı.
Ben de birkaç örnek sayfa paylaştım. Dönüşü bana
oldu. Sağ olsun çok esnek bıraktı. Rahat ve keyifli bir
çalışmaydı. Dönem hikâyelerinden bir an uzaklaşıp
modern giyimli adamlar çizmek iyi gelmişti :)
Yayınevi de bu konuda oldukça heyecanlı,
Tuti Kitap yeniliği ve ilk olmayı seven taze bir
oluşum ve güzel insanları barındırıyor. Umarım her
şey planlandığı gibi olur.
Üniversitenin ilk senelerinde arkadaşlarımla
böyle hayallerimiz vardı. Çizgi romancı olup sektörü
beslemek ve hareketlendirmek. Birkaç projemiz dahi
hazırdı. Yalnız çok çabalamadık, oturduk çıtaların
nasıl yükseldiğini gözlemledik ve kendi kendimize
çizdik hep. Piyasada çalışmaya başlayınca da hepten
unuttuk. Gündüz çalışıp, geceleri süper kahraman
hikâyeleri çizecek kadar da kahraman değildik.
Çünkü gece gündüz çalışıyorduk :) Özveri olmayınca
ortaya güzel bir ürün koymak zorlaşıyor, amenna,
ancak fazladan özveri bile lüks haline gelmişti. O
58
idealistlik yavaşça gitti. Derken aniden şartlar oluştu
ve unuttuğum bu hayalimin içine düştüm. Bana
nasip oldu ve çizdim. Şartlar çok mühim, çizerlerin
teşvik edilmesi ve desteklenmesi gerekiyor. Hani
sektöre katkısı olur mu, hiç emin değilim. Çünkü
sektör oluşturmak için ihtiyaç oluşturmanız
gerekiyor. Bu ihtiyaç ithal yolla karşılanıyor zaten.
Okuyucuların kahramanları özümseyip onlarla
yaşamayı istemesi gerek. Bizim hikâyemiz böyle bir
değere ulaşır mı bilmiyorum. Bu kaygı da aslında
geri planda. Önemli olan üretmekti. Nihayetinde
ortaya iyi bir ürün koysanız bile işiniz zor çünkü
sektörden önce kültürün oluşması gerekiyor. Görsel
kültürümüzün popüler kısmı maalesef ithal. Talep
meselesi.
Ahmet Yüksel: Geleceğe dair çizgi roman
üzerine planlarınız var mı?
Mustafa Ahmet Kara: Açıkçası var.
Gerçekleşirse onun üzerine ayrıca konuşuruz :)
Ahmet Yüksel: Çizgi roman okurken tercih
ettiğiniz yerli-yabancı çizerler, yazarlar kimler. Genç
nesil olarak “şunlar takip edilmeli” diye önereceğiniz
çizerler var mı?
Mustafa Ahmet Kara: Örnek bakmak önemli.
Çizerlerin anlatım ve çizim tekniklerini incelemek
cidden gerekli. Yani çok isim var, Blacksad bence
tam bir başyapıt. Gabriel Ba'nın çizdiği Şemsiye
Akademisi serisi de güzeldir. 'Ben süper güçler
görmek istemiyorum' diyenler de aynı çizerin
Güngezgini kitabını edinebilirler. Mike Mignola
zaten hep güzel. Robbi Rodriguez de çok iyidir.
Pascal Campion çok güzel yaşayan 'an'lar çizer.
Bu konuda en iyi şey kendilerini en çok kıpırdatan
ve çizme isteği uyandıran tarzlara bakınmak. Bir
şeyleri karıştırmak, aramak ve sürekli çizmek insanı
gerçekten ileriye taşıyor.
Ahmet Yüksel: Bize zaman ayırdığınız için
teşekkür ederim.
Mustafa Ahmet Kara: Rica ederim :)
59
Öykü: Erol ÇELİK
İllüstrasyon: Eren ERSOY
Öykü
Teneke
(1 bölüm)
1
“Sen gerçekten aptalsın oğlum. Bu işi böyle
çözemezsin, polise gidelim diyorum sana.”
“Ne polisi lan? Onlarda bu işin içinde. Yoksa
o piç kuruları bu kadar kolay adam dövebilirler mi?
Mafya pezevenkleri.”
“Lan geri zekalı Teneke, hem bunlar mafya
diyorsun, hem kafa tutmaya gidiyorsun.”
“Korkma lan, silah senin üzerine değil, en
fazla silahın parasına üzül. Başını da belaya sokacak
değilim. Aptal mıyım ben? Beni köşe başında bırak
ve nereye siktir oluyorsan ol.”
“Kafa tutmayacağım, analarını ….ceğim o
..ospu çocuklarının.”
“Bak, madem kafana koydun biraz benim
dediğimi yap.”
“Hiçbir şey yapamazsın, daha içeriye girer
girmez seni yerler oğlum, hiçbir bok yapamazsın.”
“Görürsün.”
“Hiçbir şey görecek değilim. Birazdan sinirin
geçer, geri döneriz.”
“Ne geri dönmesi ya, beni anlamıyorsun
galiba.”
“Sen beni anlamıyorsun. Öfkenin kurbanı
olmak üzeresin lan.”
“Ya, akıl verme, beni oraya götür yeter, başka
bir şey istemiyorum.”
“Hayır. Gideceksek doğruca polisin yanına
gidiyoruz.”
“Metin! Sıçarım ağzına. İner bir taksiye
binerim. İki dakikalık yolumuz kaldı ya, azıcık sabret.”
“Lan Teneke ne sabretmesi, aklını iyice
götüne soktun ha.”
“Aklım yerinde merak etme, o piçlerin
analarını s…mezsem, o zaman aklımı kaybederim.”
60
“Yok yok, sen gerçekten aptalsın oğlum,
kendini öldürteceksin. Bunda kararlısın. Hep
aklına koyduğunu yaparsın ya! Ama bu sefer yanlış
yapıyorsun lan geri zekalı. Amerikan filmi değil bu.
Hay anasını ya, benimde başımı belaya sokacaksın.”
“Söyle.”
“Şimdi arabadan inme, biraz dolaşalım ve
sakinleşmeni bekleyelim, daha sonra hala aynı
fikirdeysen, hala o soktuğumun yerine elindeki
silahla dalacaksan, tamam. Ama eminim fikrin
değişecek. Azıcık sopa yedim diye beş tane mafyanın
arasına girecek kadar aptal değilim diyeceksin.”
“Fikrimin değişeceği falan yok.”
“Tabi, sen kafaya koydun mu yaparsın. Kafana
sokayım senin”
“Yaparım tabi, …ospu çocuklarının nasıl
güldüklerini bir görsen.”
“Bak Teneke, Nuh diyorsun peygamber
demiyorsun. Oğlum bir plan yap, biraz düşün, öyle
elini kolunu sallaya sallaya oraya dalamazsın.”
“Dalarım.”
“Hay anasını hala dalarım diyor. Çok
kalabalıklar.”
“Silahta on dört kurşun var, onlarsa beş kişiler.
61
O patronları olacak şerefini s..tiğiminin ibnesine
iki kurşun ayırdım. Birini kafasına birini de götüne
çakıcam.”
“Hay anasını.”
“Sola dön, az ilerde dur.”
“Bak oğlum bir anlık öfkenin kurbanı olma,
hayatını karartmak üzeresin. Allah’ını seversen bir
kere daha düşün.”
“Ağlama lan, durdur arabayı.”
“Oğlum Teneke, saçmalama lan.”
“Durdur lan arabayı.”
“Seni burada bekleyeceğim.”
“Gerek yok ben taksiyle dönerim.”
“Olmaz öyle şey, bu köşede bekleyeceğim.”
“Metin, ben adamları vurduktan sonra, senin
arabana binersem, fotoğraf vermiş olmaz mıyız lan?
Öfkeliyim ama her şeyi düşündüm.”
“Bok düşündün, birazdan hayatının hatasını
yapacaksın ama her şeyi düşündüğünü söylüyorsun.
Senin beynini s..yim.”
“Burada bekleyip sana laf anlatırken dikkat
çekiyoruz. Ben gidiyorum.”
“Teneke dur.”
“Bana bak Metin, doğruca eve git, evdekilere
işten geldiğini söyle. Sakın bir şey çaktırma. Ben
yarım saat sonra gelirim, gelince de seni ararım.”
“Hay anasını ya, dikkatli ol.”
“Sende Allah’a emanet ol.”
2
Teneke, arabadan indi.
Gecenin ortalarıydı, yürüdüğü sokakta
kimseler görünmüyordu. Az sonra bağlanacağı
sokağın tam ortasında, onu bir imtihan bekliyordu.
Onurunu,
gururunu,
haysiyetini,
şerefini,
delikanlılığını ve erkekliğini kurtarmak için vereceği
sınav, sıkılmadan sayabileceği adımlar kadar yakındı.
62
Kendini rahat ve güçlü hissediyordu, nede
olsa bu sınavı vereceğine emindi. Veremese bile,
buna yeltenerek her şeyi kurtarmış olacaktı. Başına
böyle bir şeyin geleceğini asla hayal edemezdi
oysa böyle durumlar karşısında nasıl davranması
gerektiğini daima düşünmüştü. Biri senin canını
yakarsa, sende onun canını yak.
Atasözlerinin Allah belasını versin. Canı
yanmıştı ve karşılığını verecekti.
Belinde el yapımı bir on dörtlü vardı ve
iki saat önce kendisini onursuzca döven o beş
kişinin sonunu getirecekti. Kırılıp yerde parçalanan
gururunun her bir zerresinin acısını çıkaracaktı.
Yere yıkıldığında üzerine tüküren o
şerefsizlerin hayatlarını karartmazsa, üzerine
yapışan tükürükten nasıl kurtulacaktı?
Bir daha nasıl nefes alabilecekti?
Yediği her tokatta yok olan haysiyetini
bir daha nasıl geri kazanabilecekti? Yediği o ağır
küfürlerle ezilen kişiliğini nasıl onarabilecekti?
Ya o kahkahalar. O aşağılayıcı, o yakıcı, pis,
kokuşmuş, kibirli kahkahalar, karabasan olup her
gece çökmez miydi dünyasına?
Yaşamak için tek bir şansı vardı. Bu şans
ancak beş kişinin yaşamıyla alakalıydı. O beş kişinin
yaşamını almaya gidiyordu.
İki saat önce arabasını yıkamak için girdiği
yere, şimdi benliğini yıkamak için giriyordu.
İşte kapıdaydı, elini belindeki silaha koydu ve
sokağın her iki köşesine dikkatlice baktı. Koşacağı
mesafeyi, eğer bir aksilik olursa ikinci bir kaçış yönü
için, başka bir ara sokağı gözüne kestirdi.
Hava gereğinden fazla güzel ve ferahtı.
Oto yıkama, eski ama büyük bir iş merkezinin
bodrumundaydı ve oraya bir rampadan iniliyordu.
Aslında sağ tarafta demir bir merdiven görülüyordu
ama anlaşılan pek güvensiz durduğu için, tercih
edilmiyordu.
Teneke, oto yıkamaya inen rampanın üst
köşesinde durmuş aşağıya bakıyor, ışıkları yanan
63
dükkânın içinden gelen müzik sesini duyuyordu.
Binanın geri kalanı karanlıktaydı. Koşacağı
mesafedeki binaların da hepsi karanlıktaydı.
Binalar caddeye yakın oldukları için, bütün hepsi
iş merkezlerine dönüştürülmüştü. Kimi avukatlık
bürosu, kimi sigorta acentesi olmuştu. Akşam
olunca çalışanların hepsi evlerine gitmişti.
Kaçış planını hızla tekrar gözden geçirdi.
İçeriye girecek, girişten başlayarak önüne gelen
herkesi öldürecek, son olarak patronun bulunduğu
camlı büroya dalıp, onun yüzüne tükürdükten
sonra, kafasını dağıtacaktı. Elini çabuk tutup dışarı
çıkacak, yüzünü dikkatle saklayarak caddeye koşup
bir taksiye binecek ve kaçacaktı.
Derin bir nefes alıp rampadan aşağıya doğru
koşmaya başladı.
Kulağındaki çınlama hafifleyince bağrışmalar
duymaya başladı. Acele etmeliydi, yoksa dört kişinin
korkusuyla savaşamayacaktı. Sabunlu suları tahliye
eden atık kanalı, bir anda ilk öldürdüğü kişinin
kanıyla kıpkırmızı olunca, midesi bulanmaya başladı.
‘Ne oldu, erkekliğin buraya kadar mıydı?’ diye
düşününce, kendini yine öfkelendirmeyi başlamıştı.
Aslında öfkesi dinmemişti, sadece dikkati dağılmıştı.
İkinci kurbanını gördü. Sol taraftaki
arabalardan birinin içinden çıkıyordu. Anlaşılan
arabanın içini temizlerken silah sesini duymuş
ve kendi cellâdıyla tanışmak için, merakla dışarı
çıkmaya başlamıştı.
“Ha, kim kimin anasını s..yormuş ha, …
ospunun oğlu.”
Teneke tekrar tetiğe bastığında, yüreğindeki
panik bir kez daha alev aldı. Eğer her şeye baştan
3
başlayabilse, kesinlikle başaramazdı. Gerçek,
“Ne oldu …ospu çocuğu çok mu şaşırdın?” tahminlerle anlaşılmıyordu demek. Bir insanı
Teneke, elindeki silahı karşısındaki gencin tam öldürmek, onun ömrünü almak, ne kadar öfkeli
kafasına tutuyordu. İnanılmaz rahat ve mutlu olsan da, kolay değilmiş.
hissediyor, neredeyse yaptığı şeyin adrenalininde
Hem de hiç değilmiş.
boğulmak üzere olduğunu bilmiyordu. Çok keyifliydi
İkinci kurban, silahı son anda fark edince,
ve çok heyecanlıydı. Bu, hareketlerinin kontrolünü
güçleştirebilirdi, acele ederse hiçbir sorun kendini ondan sakınmak için başını eğmek istedi
çıkmayacağını hesaplamıştı. Oysa acele etmiyor, ama geç kaldı, mermi adamın tam tepesinden girdi
ve garip bir şekilde devrilmesine yol açtı. Ölmeden
olayın keyfini çıkarma gafletinde bulunuyordu.
önce acı bir şekilde çırpındı, tepesinden fışkıran
“Ahmet!” Genç, arkadaşına yardım etmesi için kan, temizlediği arabanın açık kapısından içeriye,
bağırdı.
koltukların üzerine sıçradı.
“Ahmet değil seni baban bile kurtaramaz, …
Teneke, giriş rampasının önünde iki kişiyi
ospu çocuğu.” Teneke, tetiği çekti ve karşısındakini temizlemişti. Kimsenin kaçmasına izin vermemişti
tam ağzından vurdu.
ama umduğundan çok zaman kaybettiğini
Oto yıkamanın içerisinde korkunç bir ses
oluştu. Teneke beyninin uyuştuğunu, hiç bir şeyi
düzgün düşünemediğini hissetmeye başladı. Canı
yanıyor, aklı karışıyordu. Yere yıkılan herife baktığında
gerçeğin tahmininden çok farklı olduğunu anladı.
Bir insanı öldürmüştü. Bunun anlamını şimdilik tam
çözemedi ama ağırlığını hissetmeye başlamıştı. Ne
olursa olsun artık duramazdı.
Bir insan öldürmekle beş insan öldürmek
arasında fark olmamalıydı.
64
düşünüyordu. Bu sefer sağ taraftaki arabaların
arasından, kırklı yaşlarda bir adam, avazı çıktığı
kadar bağırarak üzerine doğru koşmaya başlamıştı.
Ne söylediği anlaşılmıyordu. Adam, sanki katilini
büyülü sözlerle veya sesinin şiddetiyle etkilemeye
ve etkisiz hale getirmeye çalışıyormuş gibiydi.
Teneke, adamın davranışlarını komik buldu.
Ne tuhaf diye düşündü, bu sahneyi hayal
etse, adamın kaçacağını tahmin ederdi. Oysa adam
ölümün üstüne koşuyordu.
“Ne bağırıyorsun ulan?”
Boom!
Adam koştuğu için gözüne saplanan
kurşunun şiddetiyle, kafası arkaya, ayakları öne
doğru uçtu ve bir arabanın üzerine devrildi.
Tam isabet ettiriyordu, oysa daha önce
hatırlayamadığı zamanlarda bile, en fazla üç
beş sefer ateş etmişti. İyi de, şu an attığını nasıl
vuruyordu? Hem de hepsini kafalarından.
Etrafına tekrar göz attı. Üç tane ceset ve dört
tane arabanın haricinde hiçbir şey yoktu. Patronun
bürosuna göz attığında, içeride bir hareketlenme
gördü, aklı sıçradı. Koşmaya başlarken, içerdekinin
telefona sarılmadığını umdu. Büro, yarıya kadar
camdan oluşan kare bir odaydı, yıkamanın içi çok
fazla aydınlık olduğu halde, büronun içinde ışık
yanmadığı için, orada neler olduğu görülmüyordu.
Koşarken hiç düşünmeden, camlardan birine
ateş etti ve büyük bir şangırtıyla içeriyi görebileceği
bir alan yarattı kendine. Kapısına varınca, içerde
bir kişi olduğunu gördü. Korku, midesinin safrasını
azdırdı. Eğer içerde bir kişi varsa ve daha üç kişiyi
öldürdüyse, geriye kayıp olan bir kişi kalıyordu.
Yıkamanın içini hızla taradı. Arabaların içini,
tuvaletin bulunduğu köşeyi, her yere baktı ama bir
canlı belirtisine rastlamadı.
Tekmeyle içeri dalarken çok dikkatli olması
gerektiğini biliyordu çünkü büyük bir ihtimalle
diğer şerefsiz de içerdeydi.
“Abi, Allah’ını seversen ben bir şey yapmadım.”
Teneke, yalvaran kişinin, patronun masasının
arkasına saklandığını, dayak yediği sırada en ağır
küfürleri bu şerefsizden işittiğini hatırladı. Daha on
sekizindeydi ve köyünden yeni geldiği, şivesinden
belli oluyordu.
“..rospu çocuğu, demin aslan kesilmiştin ya.
Hadi küfür etsene anasını s..tiğim.”
“Abi köpeğin olayım bana kıyma. Diğerlerinin
gazına geldim. Allah’ını seversen kıyma bana.”
“Diğerleri gelsin de şimdi götünü kurtarsın.”
Diğerleri deyince gözlerinde ışık patladı.
Konuşarak zaman kaybediyordu. Eğer acele
edip kaçabilirse ki hala kaçma şansı vardı, bunu
değerlendirmeliydi.
Yoksa hapislerde çürümektense, kurşunlardan
birini kendi kafasına sıkacak psikolojiye gelmişti.
Tam tetiği çekip masanın arkasında küçülmüş
piç kurusunu vuracaktı ki, patronun ortalıkta
olmadığını ve bunun çok büyük bir problem
olduğunu anımsadı. Eğer o herifi bulamazsa, kendini
ele verir ve bütün yaptıkları boşa giderdi.
“Patronun nerede lan?”
“Abi ayaklarını öpeyim kıyma bana.”
“Ulan …ospu çocuğu, sana bir soru sordum.”
“Abi abi ne olur beni affet, abi taşaklarını
yiyeyim beni öldürme.”
“Bana patronun nerde olduğunu söylersen
sana bir şey yapmam. Onunla benim işim, onun
götünü s..cem.”
“Eve gitti abi, senden yarım saat sonra
eve gitti abi. Ne olur abi, beni affet abi, ben sana
vurmadım bile.”
“Tamam lan öldürmeyeceğim seni ama o
şerefsizin nerede oturduğunu söyle, yoksa ananı…”
“Bilmiyorum abi, yemin ederim bilmiyorum.
Allah belamı versin bilmiyorum.”
“Nasıl bilmezsin lan? Bana yalan söylüyorsun
ha.”
Teneke silahı ileriye doğru uzattığında
karşısındakinin gözlerinin acıyla büyüdüğünü
ve o gözlerden akan yaşın ne kadar iç parçalayıcı
olduğunu gördü. Belki gerçekten bu pisliği
öldürmemeliydi. Biraz tehditle onu susturabilir,
onun hayatını bağışlayabilirdi, böylelikle son verdiği
üç hayatın bedelini öderdi.
“Abi yemin ederim işe yeni girdim, o yüzden
bilmiyorum nerde oturduğunu.”
Teneke tetiği çekti, onu da kafasından vurmayı
başardı. Yakındı ama elleri titremeye başladığı için
bunu başaramayacağından korkuyordu. Daha on
65
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
sekizindeki gencin acıyla haykırışı, kim bilir kaç yıl
kafasının içinde dönecekti? Eğer onu affetseydi,
kendini kurtaramazdı. Hayır kurtaramazdı. Acımaya
başlarsa her şeyi berbat ederdi.
Aslında kurtulmuş değildi, başı çok
kötü beladaydı. Patron ortada yoktu ve nerde
oturduğunu bilmiyordu. Daha kötüsü, az sonra
silah seslerini duyan birkaç meraklının polisi
araması muhtemeldi. Polisin buraya gelmesi, onun
kaçmasıyla çakışabilirdi. Yani zamanı kalmamış
olabilirdi.
Patronun kanla sıvanmış çalışma masasının
üzerini hızla taradı. Bir sürü kâğıt vardı, irili ufaklı
kâğıtları araştıracak zamanı yoktu. Etrafı taradı,
içinde ne olduğunu bilmediği bir poşeti ters çevirip
boşalttı. Masanın üzerindeki kâğıtları ve üzeri yazılı
olan her şeyi poşete doldurdu. Masanın çekmeceleri
geldi aklına ama kanla yıkanmış çekmeceleri açması
kolay olmadı. İlkinde pek bir şey bulamadı, ikinci
çekmecedeki fatura zarflarını görünce içi rahatladı.
Bunlardan biri muhakkak adamın evinin adresini
taşıyor olmalıydı.
Poşeti kaptığı gibi rampaya vardı. Beline
sıkıştırdığı bereyi çıkarttı ve terleyen belini
umursamadan, bereyi kafasına geçirdi. Artık
kaçış başlayabilirdi. Kalbi çarpmıyor, delirmiş gibi
titriyordu. Nefes nefeseydi, adrenalin onu dinamit
gibi zinde yapmıştı. O kadar hızlı koşabilirdi ki, bir
hız rekoru kırabilirdi.
Arkasına şöyle bir baktığında içerde en
fazla birkaç dakikadır durduğunu hesapladı, yani
zaman konusunda planı işlemişti. Heyecandan
elleri titriyordu. Galiba bu titreme yeni başlamıştı,
yoksa bu halde kimseyi kafasından vuramazdı.
Bereyi gözlerinin üzerine kadar çekerek rampayı
tırmanmaya başladı. Evet, gerçekten güçlü ve atikti.
Aklı hızlı çalışıyordu. Korkuyor, pişmanlık duyuyordu
ama özgürlüğe kavuşma isteği bunları örtüyordu.
Soka çıktığında Allaha dua etmeye başladı.
Buna ihtiyacı vardı. Binalara, yukarıya doğru
bakmadı. Koşmadan, hızlı adımlarla caddeye doğru
ilerledi. İçgüdüsü, ikinci plandaki sokağı kullanması
gerektiğini söylediği için, o sokağa doğru döndü.
Onu kimse görmemişti. Görseler bile, en azında
karanlık sokak kendisini biraz daha gizleyecekti.
Ara sokağa dalınca koşmaya başladı. Elindeki
poşeti koluna sardığında, dışarıdan bir hırsız gibi
göründüğünün farkındaydı.
Ara sokağın sonundan tekrar caddeye doğru
döndü. Birilerinin onu takip edip etmediğini anlamak
için arkasına baktı. Her şey yolunda görünüyordu
ama hala dikkatli olması gerekiyordu. Caddeye
ulaştığında kalbinin deli gibi atmaya devam ettiğini
fark etti. Elleri ayakları uyuşmaya başlamıştı.
Otuz saniye sonra boş bir taksi buldu ve
binerek uzaklaştı. On dakika sonra taksiden inip bir
başkasına bindi.
Planı, bir şey dışında tam anlamıyla işlemişti.
Sıra, diğer pürüzü yok etmeye gelmişti. Bunu
yapacak enerjiye ihtiyaç duyduğu için, kafasına
hücum eden düşüncelerden kurtulmaya çalışacaktı.
Ama başaramıyordu.
Birinci bölümün sonu…
Röportaj
Olay arzu istek,
gerçekten istemek
Türkiye’de yıllar sonra yine yeni yeniden dönülüyor çizgi
roman yapmaya. Eskisi gibi on binler yüzbinler satan
yayıncılar beklemiyor çizerleri. Çizerler bir yerlerden
kafalarını uzatıp filizlenmeye, bir yerlere tutunup kök
salmaya uğraşıyorlar. Bunlardan biri de Hüseyin ÖZKAN.
Genç bir çizer, yetenekli, eğitimli. Şimdilerde uzaklara,
başka kıtalara çiziyor. Belki bir gün çizdikleri ülkemizde
de yeteneği ile yer bulur. Gölge e-Dergi olarak Hüseyin
ÖZKAN ile çizgi romancılığını konuştuk.
Türkiye’de yıllar sonra yine yeni yeniden
dönülüyor çizgi roman yapmaya. Eskisi gibi on
binler yüzbinler satan yayıncılar beklemiyor çizerleri.
Çizerler bir yerlerden kafalarını uzatıp filizlenmeye,
bir yerlere tutunup kök salmaya uğraşıyorlar.
Bunlardan biri de Hüseyin Özkan. Genç bir çizer,
yetenekli, eğitimli. Şimdilerde uzaklara, başka
kıtalara çiziyor. Belki bir gün çizdikleri ülkemizde de
yeteneği ile yer bulur. Gölge e-Dergi olarak Hüseyin
Özkan ile çizgi romancılığını konuştuk.
GÖLGE: Hüseyin, ben seni Gölge e-Dergi’yi
yayınlamaya başlamadan önce tanımıştım. Epeyce
takip ettim sosyal medyadan Yine de burada seni
tanımayanlara kısaca anlatmak gerekirse Hüseyin
Özkan kim?
66
Hüseyin Özkan: Çizer olmaya çalışan, çizim
yapmayı öykü anlatmayı seven, bunun için de çizgi
roman yapmayı kafaya koymuş birisiyim diyebilirim.
GÖLGE: Ne zaman çizmeye başladın, ne
zaman çizer olmaya karar verdin.
Hüseyin Özkan: Her klişe cevap gibi
çocukluğumdan bana kalan tek miras. Keşke daha
çok şeyleri barındırabilseydim çocukluk yaşlarımdan
fakat, hayat o kadar iyimser değil. Benim görüşüm,
bu işle uğraşan hiçbir kişi o yaşta çizer olacağım
ben kafasıyla çizim yapmaya başlamıyor sonuçta,
hepiniz hatırlayın çocukken büyüyünce ne
olacağım sorusuna verdiğiniz yanıtları (: Gerçeklikle
67
yüzleştikçe hayal kurmanın gücünün kıymeti arttı,
böyle olunca tabili ki bir noktadan sonra kopamıyor
insan. Şimdi de kendime çizerim diyemem, sadece
bu yolda ilerlemeye çalışan bir kişiyim, çünkü
yaptığımız işin “sen artık bir çizer oldun” gibi
damgası yok, sonuna kadar kendimi geliştirmeye
çalışıyorum her zaman.
GÖLGE: Biz senin işlerini yurtiçinde
göremiyoruz ama okyanusun diğer tarafında güzel
işler yaptın. Albüm kapağı, çizgi roman kapağı, çizgi
roman, storyboard gibi pek çok yolda ilerledin. Nasıl
başladın yurt dışı için çizmeye?
Hüseyin Özkan: Lise zamanlarında abim
sağ olsun, bu çocuğun gidişi vahim diyerek
işlerimi internette paylaşmamın motivasyonumu
arttıracağını düşünerek beni Deviantart’la tanıştırdı.
İç Anadolu da küçük bir şehir olan Aksaray’ da
büyüdüm. Ve bu işle ilgili kendimi geliştirebileceğim
pek bi kaynak yoktu açıkçası. Nihayetinde
Deviantart’taki çizerleri görünce, dünya genelinden
her çeşit her tarz işleri inceleme şansım oldu, bu
da kendimi geliştirmek adına en büyük adımdı.
Nihayetinde, görerek inceleyerek eleyerek kendi
algımı oluşturmaya başladım. Yaptığım işleri iyi
kötü sürekli paylaşmaya devam ettim, sonra bir
albüm kapağı işi aldım Amerika’dan. Sonra her şey
zincirleme bir şekilde ilerledi, o küçük işten başka
bir müzisyen adını albüm kapağında gördüm bizim
içinde çizer misin derken, üç beş ufak tefek işler
almaya başladım. Hatta toyluk diyelim ona ama
birçok iş fırsatını da elimden kaçırdım. Ama insan
kaybede kaybede öğreniyor disiplini. Büyük nasihati
sökmez insana başına gelince anlar ya o hesap (:
GÖLGE: 2014’de Boom Studios’dan çıkan
CLIVE BARKER’S HELLRAISER: BESTIARY #4 çizgi
romanında gördük adını. Kalabalık bir kadro ile
yayınlanmış albüm, onun öncesinde FABLES FOR
JAPAN da senin yazıp çizdiğin bir hikâye vardı ve
bu sene Image Comics’den FIVE GHOSTS’ta da
68
çizer olarak bulundun. Elbette bu çizgi romanlara
Türkiye’de ulaşmak zor. Nasıl çalışmalardı bunlar,
içerikleri neydi, nasıl çalıştınız?
Hüseyin Özkan: Bu çalışmalar ilk profesyonel
anlamda vitrine çıkmak anlamında işlerdi, Hellraiser
işi Deviantart’dan geldi, Sektördeki editörler sürekli
araştırıyorlar yeni çizerleri, şu “Deviantart eskisi
gibi değil “ mevzusu yalan yani. Bu işle uğraşan
arkadaşlar işlerini orada da paylaşmaları gerek
diye düşünüyorum. Açıkçası Hellraiser projesinde
gerçekten çok savsakladım, çizgi roman anlamında
ilk büyük işimdi ve proje süresinde çok panik,
korku, heyecan üçlüsü arasında ilerledi bitirme
süreci. Hatta bir ara göndermemeyi bile düşündüm.
Ama editörle konuştuğumda, gerçekten yapıcı bir
şekilde beni motive etti, sırf bu kararsızlık yüzünden
deadline’ı iki hafta geciktirmeme rağmen sağ
olsunlar, küçük de olsa sektöre ilk adımımı attırdılar.
Geri dönüş olarak da hiç beklemediğim bir şekilde
takdir gördüm, bir şekilde de şanslıydım çünkü
öykü sağlamdı. Çizim olarak da biraz diğer Hellraiser
işlerinden farklı oldu. Sonuç olarak teslim etmeye
korktuğum iş, yayınlandıktan iki hafta sonra Five
Ghosts’da misafir çizer olmamı sağladı. O iş biraz
daha sakin bir süreçti çünkü ayda dört sayfa çizmem
gerekiyordu. Üç sayı süren mini öykü çizdim oraya
da ve çok keyifli bir süreç oldu piyasadaki bir çok
çizerle yazarla tanıştım internet üzerinden ve
motive edici eleştiriler aldım. Bu işlere Türkiye’ de
ulaşmak zor çünkü daha bağımsız işler ve burada ki
yayıncılarda sanırım çok sıcak bakmıyorlar bu tarz
işlere. Ticari bir durum sanırım.
GÖLGE: Yurt dışına çizerken yazarla, editörle,
yayıncıyla nasıl bir çalışma süreci işliyor.
Hüseyin Özkan: Her şey kitabına uygun,
herkes görevini yapıyor. İlk kontağı sizinle editör
kuruyor ve iş ile ilgili bilgiler veriyor sürecin
nasıl işleyeceğiyle ilgili, bazen önce sizden test
sayfaları isteyebiliyorlar. Hellraiser işi ilk geldiğinde
bana senaryodan 1. ve 6. sayfanın kurşun kalem
69
versiyonunu çiz, Clive Barker onaylarsa seninle
çalışmak istiyoruz demişlerdi. Yani birçok farklı
şekilde işleyebiliyor bu süreç, ama sonuç olarak
sen sadece yapman gerekene odaklanıyorsun. Five
Ghosts’da editörle hiç konuşmadım mesela, Yazarla
konuşuyordum direkt olarak, o söylüyordu editörün
dediklerini.
GÖLGE: Sen yurt dışına bu kadar çizgi roman
hazırlarken Türkiye’de çizgi romanın bugününü ve
geleceğini nasıl görüyorsun?
Hüseyin Özkan: Ben çok sağlamcı
görüyorum Türkiye’de ki yayın evlerini. Çizerler
olarak çok büyük bir potansiyelimiz var hem de
çok!! Şimdi önce yayın evlerinden başlayayım, Bir
kere zaten verdikleri ücret düşük. Telif melif derken
onca sayfanın karşılığı sizi iki-üç ay zor doyurur, tabi
ki geçerli sebepleri de vardır bu ücretin ama yani
dışardan al al al nereye kadar? Her şeyi dışardan
alıyoruz zaten, riske girmek bu kadar mı zor? Yani
Marvel, DC gibi büyük yayın evlerinin telifini almak
daha kolay, ama bu durumda yerli çizer motivasyon
kaybediyor çünkü şöyle bir algı oluşuyor, Sadece bu
tarz işler tutar ben bir şey yapamam. Yaparsın, hiç
korkma, kimseyi dinleme bile. Dışarda neler yapılıyor.
Ne hikâyeler çiziliyor. Kendini yontma o noktada.
Bana burada yazdığım hikayeyi anlattığımda kıçıyla
gülen oldu, “sen yapamazsın bunu” “bu tutmaz” “kim
okuyacak bunu” evet sen okuma zaten, elin Fransız’ı
okuyor ama okuyacakta. Şimdi o yazdığım öykü için
Fransa’da bir yayın eviyle anlaştım. Bu tabi iki sene
önce oldu o ara elimi kırmıştım. Sonra araya bu işler
girince erteledik. Ama zaten benim asıl yapmak
istediğim, kendi öykülerimi resimlemek. Sonuç
olarak kimse cesaretini kaybetmesin, girilecek tek
kapı yok. Yani hiç bir yer kıstas değil, Amerika’da
yazar bir arkadaş var bağımsız işler yapıyor oda,
geçen aylarda 5-6 kez ret yemiş, ama adam yazmaya
devam ediyor, çünkü kabul edilecek illaki olacak
birisi diyordu ki oldu da geçen hafta sonunda
kabul edildi ve Jason Copland’la çalışacak. Bizim
ülkede hep eleştiri var ama amacı çok başka, yanlış.
70
Bu şekilde kimseyi motive edemezsin. Tembeliz,
disiplinsizi, iş bitiremeyiz.. Sen böyle söylersen
bitiremeyiz tabi. Ona kalırsa ben disiplinsizin bayrak
tutanıyım. Ama oluyor Bir şeyler yapıyoruz işte.
Olay arzu istek, gerçekten istemek. Bu noktada,
son zamanlarda takdir ettiğim kişi, Selçuk Ören,
Çizgi Roman Yolculuğu’nda ki röportajını izleyin ne
demek istediğimi anlayacaksınız. Bir işi bitirmek çok
zor gerçekten, başlamak en heyecanlı kısmıdır ama
bitirmek heyecanlı falan değildir, profesyonellik
ister, Selçuk’ta bunu “Şehzade Yangını” ile başarmış
ve üretmeye devam eden bir arkadaş. Böyle
örnekler arttıkça belki de yayın evleri de ikna olacak
ve yerli üretime daha fazla destek vereceklerdir diye
umuyorum.
GÖLGE: Peki yurt dışına sadece işlerinle mi
gideceksin yoksa yurtdışında yaşamak gibi de bir
hazırlığın var mı?
Hüseyin Özkan: Bununla ilgili ne söylesem
yalan olur gerçekten neler olacağını kestirmek zor.
Bu noktada akışına bırakmak en sağlıklısı, işlerim
önce bir gitsin de gerisi çok da mühim değil.
GÖLGE: Unofficalman blogunda Cem Vural
ve Rıza Türker ile birlikte çizgi roman yapıyorsunuz.
Bu blog nasıl oluştu, bu çizgi romanları nasıl
değerlendireceksiniz?
Hüseyin Özkan: Bu fikir 3-4 sene öncesinde
başladı aslında, fanzin mantığında ama yıllık cilt
olarak düşündüğümüz bir şeydi, sonra oturup plan
program çıkardım, biz bu işin altından kalkabilirsek,
şöyle bir durumumuz var, her sene 100 sayfa
civarı manifestoya uygun kısa öyküler üretip yıllık
olarak bastırmak. Cem ve Rıza söz verip çizen
arkadaşlarımdan. Daha çizecek olan arkadaşlarımız
da var, yurt dışından çizerlerde var. Ve biz bunu
yurt dışında bastırıcaz, hatta anlaştığımız küçük
bir yayın evi bile var. Bakalım umarım gerçeğe
dönüştürebiliriz.
71
GÖLGE: Yakın zamanda bir Tom Waits
projesinin içinde yer aldığını biliyoruz. Nasıl bir
proje bu? Nasıl katıldın?
GÖLGE: Şu sıralar okuduğun, “şunu tavsiye
ederim” dediğin çizgi romanlar, yazarlar çizerler
kimler?
Hüseyin Özkan: Bu iş çok komik ama Hashtag
sayesinde oldu, şöyle ki arkadaşlar dalga geçer hep
Tom Waits’e olan hayranlığımla, o zaman biraz daha
fazla dalga geçsinler diye boş vaktimde kendimce bir
kısa öykü çizeyim dedim, boş bir vaktim de başladım
bu işe. Tüm öykü bitince koyacaktım internete, hatta
Unofficialman için yapıyordum. Sonra dayanamayıp
bir sayfasını Teaser niteliğinde paylaşayım dedim,
hatta o işin altında baya geyik dönüyordu o sırada
bir mail geldi, önce arkadaşlar dalga geçiyor diye
düşündüm. Sonra araştırdım ki plak şirketinin böyle
bir antoloji projesi varmış. Yer almak ister misin diye
sordular. Bende üç saat aynı maili defalarca okudum.
İnanamamıştım. Nihayetinde çok ses getirecek
bir proje olacağını sanmıyorum, ama benim için
ölmeden önce yapılacaklar listesinde olan bir şeydi
ve gerçek oldu.
Hüseyin Özkan: Rumble (John Arcudi, James
Harren)
GÖLGE: Peki sırada bekleyen, hazırlanan
başka projeler var mı?
Hüseyin Özkan: Şu an üzerinde çalıştığım 4
tane proje var. Bunlarda kısa soluklu işler. Bunların
dışında iki tane büyük proje var ama daha netlik
kazanmadı. Eğer ki gerçekleşme imkânı olursa
zaten ben yollarda bağırarak koşmayı planlıyorum,
sesli anons yapacağım ((:
Hit (Bryce Carlson, Vanesa R. Del Rey)
Batman: Year One (Frank Miller, David
Mazzucchelli)
Battling Boy (Paul Pope)
B.P.R.D 1948 (Mike Mignola, John Arcudi, Max
Fiumara)
Heavy Liquid (Paul Pope)
Hellblazer- City of Demons (Si-Spencer, Sean
Gordon Murphy)
GÖLGE: Ülkemizdeki genç çizerlerden,
yeni nesil çizerlerden “Şunu da takip etmek gerek”
dediğin, önerdiğin kimler var?
Hüseyin Özkan: Şerif Karasu, Mustafa Karasu,
Cem Vural, Erdal Durmuş, Cem İroz, Bartu Bölükbaşı,
Cemal Gökhan Söyleyen, Ahmet Torun aklıma gelen
ilk isimler.
GÖLGE: Seni takip etmek isteyenler hangi
siteden takip etsin?
Hüseyin
deviantart.com/
Özkan:
http://huseyinozkan.
https://instagram.com/huseyin.ozkan/
GÖLGE: Çizimlerinde, çalışmalarında hep
underground bir tarz görüyoruz, korku, polisiye
ve bilimkurgu konularında çalışıyorsun. Bu senin
tercihin mi gelen işler mi bu yönde.
Hüseyin Özkan: Sevdiğim şeyleri yapmaya
çalışıyorum, yeraltı kültürünü her zaman sevdim
ve bu şekilde de iş yapılabildiğini görmüş oldum
edindiğim küçük tecrübelerden. İnternette
paylaştığım işlerde bu yönde olduğu için, bu tarzda
işler geliyor zaten.
72
https://www.behance.net/huseyinozkan
https://twitter.com/huseyinozkan
http://unofficialman.tumblr.com/
GÖLGE: Bize zaman ayırdığın için teşekkür
ederiz.
Hüseyin Özkan: Ben teşekkür
konuşma fırsatı ve vaktiniz için.
ederim
73
74
75
Hasan Nadir DERİN
Sinema
Filmekimi 2015
İzlenimleri
Bu yıl Adana Altın Koza’nın sadece ulusal
uzun film yarışması gösterimlerinin yapılması ve
Antalya Altın Portakal’ın (adından Altın Portakal
çıkarıldı ama biz böyle anmaya devam ediyoruz)
Kasım’a ertelenmesi sonrasında sezonun ilk önemli
festivali Filmekimi oldu. Her yıl olduğu gibi Gölge
e-Dergi olarak Ankara ayağını takipteydik.
2 Ekim Cuma:
11:00 – Yaz boyunca festivallere hasret kalan
76
bünyemize ilaç gibi gelen ilk film Pablo Larraín’in
The Club (El Club) filmiydi. Filmin başında adeta bir
tatil beldesinde yaşlılıklarını mutlu mesut geçiren
huzurlu insanlar olarak resmedilen rahiplerin
geçmişteki günahları tek tek ortaya çıktıkça Larrain
de kilisenin günahlarına sağlı sollu hamlelerle
girişmiş ve sonuçta sağlam bir film ortaya çıkmış.
Çeşitli nedenlerle kiliseden atılan rahiplerin
arasına yeni katılan birinin geçmişinden gelen bir
adamla yaşananlar ve yaşanan kriz sonrası onları
denetlemeye gelen genç bir rahip üzerinden giden
hikâye gayet başarılı. Larrain’in değişmez oyuncusu
Alfredo Castro başta olmak üzere tüm oyuncular
da öyle. Yaptıklarının doğru olduğuna inanan
kişiliklerini oldukça iyi yansıtmışlar. Larrain’in önceki
filmi No’da ısınamadığım bir uygulaması, görüntüyü
çeşitli şekillerde deforme etmesi idi. Burada da belli
ölçüde kullanmış ama beni rahatsız etti açıkçası.
No filminde o deformasyon belli bir mantığa
oturuyordu belki ama burada öyle bir açıklama da
bulmak çok kolay değil.
16:00 – Ben, Earl & Ölen Kız (Me and Earl and
the Dying Girl) filmini gösterime girecek diye bir
77
kenara bıraktıktan sonra (ki yanlış karar olabilir, bu
satırlar yazılırken filmin gösterim tarihi ertelenmişti)
sırada Marguerite vardı. Bazı filmler için yönetmenin
bir arkadaşı, “üzgünüm ama bu film çok kötü
dostum, vizyona falan sokma” dememiş mi deriz
ya, işte Marguerite benzer bir durumu anlatıyor.
Bu kez karşımızda çok iyi bir operacı olduğuna
inanan bir kadın ve çeşitli nedenlerle ona çok
kötüsün demeyen/diyemeyen çevresi var. Gerçek
bir karaktere dayanan hikâye ilginç ama senaryo
biraz daha derli toplu olabilir, 127 dakikalık film çok
daha kısa sürede toparlanabilirdi. Filmin başında
ana karakter gibi lanse edilen bazı karakterleri
sonradan neredeyse unutuyoruz mesela. Tüm
film Marguerite, kocası ve yardımcıları arasındaki
ilişkiye odaklansa daha iyi olabilirmiş. Özellikle
Marguerite’in fotoğraflarını çeken, ona sürekli
yardım eden ama film ilerledikçe asıl niyeti ortaya
çıkan Madelbos karakteri daha fazla zaman
ayırılabilecek kadar ilgi çekici. Yine de izlenebilir bir
film. Seneye aynı karakterden uyarlanan başka bir
filmde Meryl Streep oynayacakmış ki Oscar adaylığı
cepte (iyi oynarsa demiyorum, iyi oynar zaten).
19:00 – Bu seans için Terrence Malick’in
Knight of Cups’ı yerine çok adı duyulmayan Ixcanul’u
seçtiğim için pişman olmadım. Malick’in filmini ne
de olsa izleriz bir şekilde. Ixcanul için gerçek bir
öyküden alınmıştır denmiş ama buna gerek yokmuş.
Film ülkemizde de çokça yaşanan bir istenmeyen
hamilelik olayını anlatıyor. Ama bunu gayet iyi
bir sinematografi, sakin ama etkili bir tempo ve
iyi oyunculuklarla anlatmış. IMDB’de oyuncuların
hepsinin ilk filmi olarak gözüküyor. Eğer amatör
oyuncularsa gerçekten çok başarılı performanslar
çıkarmışlar. Broşürde yazıldığı gibi yılda en fazla 6
film çekilen Guatemala’dan bu kadar sağlam bir film
78
çıkıyorsa bizim ülkemizin sinema sektörü üzerinde
biraz düşünmeye ihtiyacımız var. Broşür demişken
başka bir konudan söz etmenin tam da yeri. Broşüre
filmlerin özetini yazanların bu işi, filmi izlemeden
yaptığını düşünüyorum. Özellikle bu film için olaylar
pek orada yazdığı gibi gelişmiyor çünkü.
21:30 – Günün final filmi olan The Witch
için Sundance’in en ürkütücü filmi tanımlaması
yapılıyordu. Doğrusu çok ürkütücü ya da korkunç
olduğunu söylemek kolay değil ama bir korku
filmi için olmazsa olmazı yaparak iyi bir atmosfer
yaratmayı başarıyor ve hikâyesini karakterler
üzerinden kuruyor. 1600’lü yıllarda köktendinci
Hıristiyan bir ailenin küçük oğullarının ormanın
içlerinde kaybolması ile başlayan film, insanların
sürekli olarak günah içinde yaşadığını vurgulayan
paranoyak bir din anlayışının ne noktaya
varabileceğini çok güzel anlatmış. Ailenin üyelerinin
her birinin diğerinden şüphe etmesi, bastırılmış
cinselliğin her an bir patlama yapma ihtimalinin
ufak imalarla verilmesi gayet başarılı. Filmin giderek
daha tedirgin edici olmasının nedeni korkunun dış
kaynaklı olmasının gerekmemesi, şüpheci ailenin
yeteri kadar korkunç olması. Hatta gerçekten de film
boyunca dış kaynaklı bir tehdit ve doğaüstü hiç bir
şey olmasa filmden daha çok keyif alacaktım. Tam
da bu nedenden olayı her ne kadar final etkileyici ve
iyi çekilmiş bir sahne olsa da filmde yer almasa, film
10-15 dakika daha önce bitse daha iyi olurdu diye
düşünmeden edemedim.
3 Ekim Cumartesi:
11:00 – Festivalin Ankara ayağının ikinci
gününün ilk filmi En Güzel Günlerim (Trois
Souvenirs de ma Jeunesse) idi. Yetişkin Paul Dédalus
karakterinin çocukluğuna, ilk gençliğine ve ilk
aşkına flashback’ler ile dönen film, çok hoşlandığım
bir yapım olmadı. En uzun bölüm olan ilk aşk kısmı
biraz daha iyiydi ama açıkçası benzer büyüme ve ilk
aşk öykülerini çok izledik. Onların arasında öne çıkan
bir film değildi. Yine de Arnaud Desplechin’in 1996
tarihli My Sex Life... or How I Got into an Argument
filmini sevenlerin izlemesi gereken bir film olduğunu
söylemek mümkün. En Güzel Günlerim, o filmin
öncesini anlatıyormuş. Zaten Mathieu Amalric, her
iki filmde de Paul karakterini canlandırıyor.
13:30 – Nanni Moretti için sıklıkla
karşılaştırıldığı Woody Allen için sürekli kurduğum
cümleyi kurabilirim. Moretti eski bir dost gibi.
Onunla bir araya geldiğinizde ne ile karşılaşacağınızı
biliyorsunuz. Bazen tam formunda oluyor, süper bir
iş çıkartıyor, bazen daha vasat kalıyor ama belli bir
seviyenin de altına düşmüyor, şaşırtmıyor. Annem
(Mia Madre) tam da Moretti’den beklediğimiz
bir film. Kaybedilen bir aile üyesi, muhtemelen
yönetmenin kendi yaşamından esintiler. Bu kez
karşımızda iki kardeş ve adım adım ölüme yaklaşan
anneleri var. Kardeşlerden birini Nanni Moretti,
diğerini ise Margherita Buy canlandırıyor. Moretti
kendisine torpil geçmeyip rolünü oldukça kısıtlı
tutmuş. Bir yönetmeni canlandıran Buy’un karakteri
ise Moretti’nin otobiyografik hamlelerinin daha fazla
gözüktüğü bir hikâye içinde. Moretti, yönetmen
karakterini çok rahatlıkla kendisi oynayabilecekken
bu rolü Margherita Buy’a teslim etmesi doğru bir
seçim olmuş. Aslında bu kez iki film izler gibiyiz.
Anne ile ilgili bölümler hüzünlüyken, yönetmenin
film setindeki hikâyesi komedi tadında. Özellikle
John Turturro’nun İtalyan kökenli Hollywood yıldızı
tiplemesi tam anlamıyla bir komedi unsuru.
16:00 – Günün üçüncü filmi olan The
Lobster, festivalin en merak edilen filmlerinden
biriydi. Biletleri hızla tükenen ve ek seans konan
film beklentileri boşa çıkarmadı. Yunan yönetmen
Yorgos Lanthimos, bu ilk İngilizce filminde kendisini
sevmemizi sağlayan unsurları korumuş, bir kez daha
kendi kuralları olan bir dünya yaratmış ve o kuralları
tıkır tıkır işletmiş. Biraz daha rahat içine girilen bir
film olduğunu söyleyebiliriz. Çok sevdiğimiz Köpek
Dişi (Dogtooth) hala benim favorim ama bu filmden
de çok keyif aldım. Film, bekâr olarak kalmanın yasak
olduğu bir dünya getiriyor karşımıza. Eşini kaybetmiş
ya da belli bir yaşa geldiği halde evlenmemiş
bireyler bir otele yerleştiriliyor ve belli bir süre
boyunca ortak noktaları olan bir eş bulamazlarsa
bir hayvana dönüştürülüyorlar (spoiler sayılmaz,
filmin ilk dakikalarında bu bilgi veriliyor)! Otelde
kalma süresini uzatmak içinse otelin dışındaki
ormanda yaşayan isyancı insanlar avlanıyor. Filmi
otel ve orman olarak iki bölüme ayırmak mümkün.
Otel bölümünü daha çok sevdiğimi söyleyebilirim
79
ama her iki tarafın da uyduğu kesin kurallar ve katı
cezalar olması güzel bir nokta. İsyancıları özgürlükçü
insanlar olarak düşünürken onların da en az diğerleri
kadar faşizan kurallara uyduklarını görmek elbette
önemli bir mesaj. Filmin hemen her sahnesinden
aile kurumuna da bir gönderme/eleştiri yakalamak
mümkün. Bu da yönetmenin sevdiği bir tema zaten.
Filmin sinema belleğimizde nereye oturacağını
görmek için üzerinden biraz zaman geçmesi gerekli
ama şimdiden Colin Farrell’ın hayatı boyunca
oynadığı en iyi film olduğunu söylersek yanlış olmaz.
19:00 – Bu seansta Paolo Sorrentino’nun
Gençlik (Youth) filmini, İnatçılar (Rams) için feda
ettim. İnatçılar, 4o yıldır konuşmayan iki kardeşin
koyunlarını kurtarmak için kırgınlıklarını bir kenara
bırakmalarını anlatıyor. Geçmişlerindeki sırları hiçbir
zaman tam olarak öğrenemediğimiz kardeşler,
koyunları ölümcül bir hastalığa yakalanınca işbirliği
yapıyorlar. Kabaca verdiğim bu özet filmdeki ince
anları anlatamıyor tabii. O ince anlar için izlenmesi
gereken bir film. Özellikle Kuzey Avrupa mizahını
sevenlerin kaçırmaması gerekir. Yine de biraz fazla
“festival filmi” koktuğunu, bazı sahnelerin fazla
hesaplı çekildiğini hissettiğimi itiraf etmeliyim.
21:30 – Frances Ha’ya bayılan biri olarak
Bayan Amerika (Mistress America) filmini merakla
bekliyordum. Onun kadar iyi değil belki ama hayal
kırıklığı da olmadı. Baumbach-Gerwig ikilisi, benzer
karakterleri anlattıkları filmde bu kez işin komedi
tarafına daha fazla yüklenmişler. Gerwig 30’lu
yaşların başındaki Brooke karakterinde bir kez daha
şen şakrak, susmak bilmeyen bir portre çiziyor ama
hayatın yavaş yavaş elinden kaymakta olduğunun,
önünde gençliğindeki kadar çok fırsatın olmadığının
farkında. Üvey kızkardeşi olmaya hazırlanan Tracy
ise henüz gençliğinin başında bir karakter ve ona
Brooke için ona akıl hocalığı yapmak ayrı bir keyif
veriyor. Tracy ve Brooke birbirleri ile tanışıp yan
karakterler de olaya dâhil olduktan sonra olaylar
iyice hızlanıyor. Özellikle eski arkadaşın evindeki
kısım tüm oyuncuların da katkısı ile müthiş bir
tempoyla akıp gidiyor. Tek bir mekânda geçen bu
kısımlar adeta hareketli bir tiyatro oyunu izlediğiniz
hissini veriyor. Greta Gerwig’in o susmak bilmeyen
hiperaktif hallerini seviyoruz zaten. Burada Lola
Kirke ile iyi bir uyum yakalamışlar. Çok önemli bir
film değil belki ama çok keyifli bir film.
4 Ekim Pazar:
13:30 – Festival açlığımızı Filmekimi ile
gidermeye çalıştık ama Ankara ayağı sadece üç
gün sürdüğü için son güne ulaşmıştık bile. Ama
son güne sağlam filmler kalmıştı. Festivalin en çok
merak edilen filmlerinden bir diğeri de Carol idi.
1950’li yıllarda Amerika’da iki kadının yaşadığı aşkı
konu alan filmde Todd Haynes, anlatmayı sevdiği
bir dönemde geçen hikâyeyi usta işi bir sinema
80
ile anlatmış ama kumaşta bir şeyler eksik sanki.
Dönemi anlatırken yarattığı atmosfer her zamanki
gibi başarılı. Filmi izlerken o dönemin atmosferini
yaratmak için görüntüler üzerinde sonradan
oynamış diye düşünmüştüm ama film Super 16
çekilmiş zaten. Yönetmenlik açısından son derece
usta bir iş. İki oyuncusu da iyi elbette ama en iyi kadın
oyuncu ödülünü Rooney Mara’ya veren Cannes
jürisine katılıyorum. Cate Blanchett’e hayran biri
olarak burada Mara daha iyi demeliyim. Blanchett
fazla göstere göstere oynuyor. Dış sahneler için çok
uygun bir tarz ama onun gibi usta bir oyuncudan
bire bir sahnelerde tonunu düşürmesini beklerdim.
Carol’ın adını Oscar’larda birden fazla kategoride
göreceğimizden eminim yine de.
16:00 – Geldik festivalin bir başka merakla
beklenen filmine. İkinci Dünya Savaşı’nda toplama
kampları ile ilgili anlatılmadık bir şey kaldı mı derken
bazı filmler bildiğimiz olayları ne şekilde anlattıkları
ile öne çıkıyorlar. Saul’un Oğlu (Son of Saul) da böyle
bir film. Toplama kampında çeşitli işler yaptırılan
Yahudilerden Saul’un, küçük bir çocuğu dini
kurallara uygun olarak toprağa verme çabalarını
anlatan film ilk önce biçim açısından dikkat
çekiyor. Yönetmen László Nemes, teknik olarak
çok sağlam iş çıkarmış. Sürekli olarak ana karakteri
izleyen kamera ile kadrajı da daraltarak seyirciye
nefes alabileceği hiç bir alan bırakmıyor. Boğucu
ve yorucu bir film ama amaçlanan da bu olduğu
için işin o kısmında sorun yok. Ama altı ne kadar
dolu tartışılır. Seyirciyi alıp cehennemin göbeğine
bırakıyor ama büyük beklenti ve biçimin içeriğin
önüne geçmesinden mağdur. Toplama kamplarında
yaşananları biliyor olmamızı da avantaj olarak
kullanıyor. Pek bilemediğimiz bir dönemle ilgili bir
film izliyor olsak bu etkiyi veremezdi. Çevreden
gelen sesler (bu arada ses tasarımı da çok başarılı),
ucundan kıyısından gördüğümüz görüntüler tam
da bu nedenle etkileyici. Olanları hiçbir zaman net
olarak görmüyor ama dehşetini hissedebiliyoruz.
Ayrıca bütün filmi burnunun dibinde bir kamerayla
geçirmek kolay olmamalı. Saul’u canlandıran Géza
Röhrig’i sırf bu yüzden bile tebrik etmeli.
19:00 – FilmEkimi’nin Ankara ayağı bitmek
üzereyken akşam seansında bir masal izlemeye
niyetlendik. Matteo Garrone’nin Bir Varmış Bir Yokmuş
(Tale of Tales) filmi keyifle izleniyor izlenmesine de
yarına kalır mı, şüpheliyim. Farklı masalları bir arada
anlatan yönetmen, İtalyan sinemasının bir film içinde
kısa hikâyeler anlatma geleneğinden beslenirken
görkemli bir sinema yapmış. İtalyan sineması dedik
ama Salma Hayek’den Vincent Cassel’e, John C.
Reilly’den Shirley Henderson’a uzanan uluslararası
bir oyuncu kadrosu var filmin. Seçilen üç masalda da
günümüzde bağlantı kurulabilecek temalar işlemiş.
Özellikle yaşlı kız kardeşlerin kralın ilgisini çekmek
için güzelleşmelerini anlatan masalda güzellik
ve gençlik tutkusu, babasının bir yarışma sonucu
evlendirmek istediği prenses masalında ise özgür,
güçlü ve kendilerine yeten kadınlar gibi temalar
işlenmiş. Final sahnesini saymazsak, üç masalın
kesişen hiçbir noktası yokken iç içe anlatma çabası
anlamlı olmamış. Masalın biri bitip diğeri başlasa da
olabilirdi. Hatta daha iyi olurdu.
81
21:30 – FilmEkimi’ni Alfredo Castro’nun
oynadığı bir filmle açmıştık, yine onun oynadığı
bir filmle kapadık. Festivalin son filmi Uzaktan
(Desde Allá) için çok iyi yorumlar görmemiştim ama
benim sevdiğim tarzda bir karakter draması imiş. İlk
uzun metrajını çeken Lorenzo Vigas’ın filmi sadece
başoyuncusu ile değil yarattığı atmosferle de Pablo
Larraín filmlerini anımsatıyor. Genç erkeklerin
bedenlerine bakarak kendini tatmin eden bir adamın
o genç erkeklerden biri ile yavaş yavaş şekillenen
ilişkisini anlatan film, Altın Aslan alacak kadar iyi
değil ya da rakipleri daha iyiydi denirse ona katılmak
mümkün ama kötü bir film değil. Olaylara gözlemci
olarak yaklaşmayı tercih eden Armando karakteri,
Alfredo Castro’nun oyunculuğundan da destek
alarak başarılı çizilmiş. Armando ve genç elemanın
aralarındaki ilişkinin dinamiklerini ve geldiği noktayı
da beğendim. Karakterin gözlemcilikten çıkıp
olayların içinde aktif olarak yer almaktan duyduğu
rahatsızlık ve sonrasında bundan kurtulmak için
yaptıkları tutarlı. İzlenmesi gereken bir film.
Üç günlük bir festival daha bu filmlerle geldi
geçti. Bu sezona yavaş başladık ama devamının
nasıl geleceğini göreceğiz. Seçimlerden sonra
festival ortamının da hareketlenmesini bekliyoruz.
Yeni festivallerde buluşmak umuduyla.
Gölge e-Dergi’nin de basın sponsorları arasında bulunduğu
Gezici Festival 21‘ inci Yolculuğuna Başlıyor.
82
83
Sinema
Gezici Festival’in 21’inci
Yolculuğu Başlıyor
27 Kasım - 3 Aralık Ankara, 4 - 7 Aralık Bursa,
9 - 10 Aralık Kastamonu
Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici
Festival, 21’inci yolculuğuna başlıyor. 27 Kasım 10 Aralık 2015 tarihleri arasında sinemaseverlerle
buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan
yola çıkacak. 27 Kasım - 3 Aralık’ta başkentteki
gösterimlerinin ardından, 4-7 Aralık tarihleri
arasında Bursa’ya konuk olacak. Gezici Festival
yolculuğunu, 9 - 10 Aralık’ta Kastamonu’da
tamamlayacak.
Bu yıl 21’inci kez yollara düşen Gezici Festival,
dünya ve Türkiye sinemasının seçkin örneklerini
ülkenin değişik kentlerindeki sinemaseverlerle
buluşturmaya devam ediyor. Festivalin 21’inci
yıl teması olan Güvencesiz Hayatlar seçkisinde
yer alan filmler, daha iyi bir yaşam umudunun
ortadan kalktığı bir dünyada insanlık durumuna
odaklanıyor. Sürekli ekonomik kriz tehdidi altında, iş
güvencesi ortadan kalkmış durumda olan günümüz
toplumlarında; vasıfsız işçilerden akademisyenlere,
göçmenlerden üst düzey yöneticilere, toplumun
hemen hemen her kesimi güvencesiz hayatlardan ve
istikrarsızlıktan payına düşeni alıyor. Gezici Festival
de bu yıl, güvencesiz hayat koşullarına odaklanan
filmlere özel bir bölüm ayırıyor. Sosyal statülerini
yitiren karakterlerin mevcut duruma uyum sağlama
84
Kelly’s Blues) (Jack Webb, 1955) filmlerine; Cab
Calloway Söylüyor (Cab Calloway’s Hi-De-Ho) (Fred
Waller, 1934), Black and Tan Fantasy (Dudley
Murphy, 1929), Ben Webster Avrupa’da (Big Ben:
Ben Webster in Europe) (Johan van der Keuken, 1966),
Begone Dull Care (Norman McLaren, 1949), Yağmur
Yağdığında (When it Rains) (Charles Burnett, 1995)
ve Canlı Blues (Jammin’ the Blues) (Gjon Mili, 1944)
adlı kısa filmler eşlik ediyor. Seçkinin sunumunu ise
Rosenbaum ve Khoshbakht birlikte yapacak.
Gezici Festival ve Goethe Institut Ankara
işbirliğiyle bir de özel gösterim yapılacak. Alman
yönetmen Ewald André Dupont imzalı 1925 yapımı
sessiz film Varyete (Varieté) canlı müzik eşliğinde
gösterilecek. Filme İngiliz müzisyen Stephen Horne
ve Alman müzisyen Frank Bockius performanslarıyla
eşlik edecek.
Her yıl özel konuklarıyla dikkat çeken
ve 20’nci yılında güncel sanat alanının önemli
isimlerinden CANAN’ı ağırlayan Gezici Festival’in
bu yılki konuğu ise Işıl Eğrikavuk. Türkiye’de
güncel sanat ve sinema arasında bir köprü kurmayı
hedefleyen festival, 21’inci yılında Işıl Eğrikavuk’un
video sanatı örneklerini sinema izleyicisiyle
buluşturuyor. Sanatçı, aynı zamanda SALT Ulus
işbirliğiyle düzenlenen sergisiyle de festivale konuk
oluyor.
Festivalde bu yıl da sinema üzerine söyleşiler
ve çeşitli atölye çalışmaları yer alıyor. İlk yılından beri
Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale
birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç
Ak, 21’inci yılda da hazırladığı afişle Gezici Festival’e
desteğini sürdürüyor.
çabalarını konu alan filmler, sürekli risk altında ve
belirsizlikle karşı karşıya olan prekaryanın sinemasal
portresini ortaya koyuyor. Seçki, kötümser bir dünya
tablosu çizmek yerine, var olan siyasal parti ve
sendika modellerinin ötesinde yeni siyasi mücadele
ve dayanışma biçimlerinin de ipuçlarını gösteriyor.
İnsanın Değeri (La Loi du Marche) (Stéphane Brizé,
2015), Nefesim Kesilene Kadar (Emine Emel Balcı,
2015) ve Türkiye prömiyerlerini Gezici Festival’de
yapacak olan Amerikan Rüyasına Ağıt (Requiem
for the American Dream) (Peter D. Hutchison, Kelly
Nyks, Jared P. Scott, 2015) ile Kralın Yeni Giysileri
(Emperor’s New Clothes) (Michael Winterbottom,
2015) tema çerçevesinde gösterilecek filmler
arasında yer alıyor.
Gezici Festival’in klasikleşen Dünya Sineması,
Türkiye 2015, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri
bölümleri bu yıl da izleyicisiyle buluşuyor. ABD
Büyükelçiliği’nin katkılarıyla hazırlanan ve ücretsiz
olarak seyirciyle buluşacak olan Caz ve Sinema
bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden.
Ünlü film eleştirmeni, Chicago Reader’ın eski baş
sinema yazarı Jonathan Rosenbaum ve Ekhsan
Khoshbakht’ın küratörlüğünde gösterilecek filmler
hem sinema hem de müzikseverlerin beğenisine
sunuluyor. Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues) (John
Cassavates, 1961) ve Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete
85
Eray AYDIN
Yazar’ın Kaleminden
Aşk Kılıç ve Muska’nın
Yazım Serüveni
Şehzade Mustafa’nın bu kadar popüler olması ve efsaneleşmesinin bence en önemli nedeni
kendisinden sonra ülkenin genel olarak kötüye gitmesi, bir iki istisna dışında güçlü Sultanların çıkmaması sayılabilir. İşte roman tam da bu ön kabulden
hareketle oluşturuldu. Kurguladığım dünyada, Şehzade Mustafa tahta çıkıyor, günümüzde yani 21. YY.
da Osmanlı devleti hala yaşıyor. İngiltere benzeri bir
monarji ile yönetilen ülke, günümüzde şehzadeler
arasında geçen bir tahta kavgasıyla boğuşuyor.
Romanda çift zamanlı anlatım kullanmayı
tercih ettim. İki bölüme ayrılan roman bir taraftan
16.YY ‘da Şehzade Mustafa’nın saltanatını yaşamını
Alternatif Tarih anlayışı: “Eğer böyle olsaydı
ne olurdu?” Sorusundan yola çıkarak hayali bir dünya kurgulamak demektir, ancak bir roman yazarı
sadece böyle bir soru sorup onu kabataslak cevaplamakla yetinemez. Eğer böyle bir tarih akışı kurgulanmışsa roman yazarı bu yeni tarihin içerisinde de
kendine anlatacak bir öykü bulmalıdır.
le eleştirilse ve bu eleştirilerin bazıları haklı da olsa,
dizilerin etkisi büyük olmuştur. İnsanımız başarıya
büyük ve güçlü olmaya kelimenin tam anlamıyla aç!
İmparatorluk mirasçısı olan toplumlarda bu durum
alışılagelmiş olsa da, ülkemiz insanında bu durum
oldukça bariz ve öne çıkmakta ve bu açlığı gidermenin en etkin yolu da tarihin sayfalarından geçmekte.
Bu tarz eserlerin yani “Alternatif tarih kurgularının” şu an için fazla örneği olmasa da, yakın bir
zamanda sadece edebiyat dünyasının değil, sinema
ve televizyon sektörünün de çektiği konu sıkıntısını
çözebileceğini düşünmekteyim.
Aşk Kılıç ve Muska adlı romanım: Eğer Hürrem Sultan İstanbul’a gelmeden ölseydi ve tahta
Şehzade Mustafa çıksaydı, bugün nasıl bir dünyada
yaşıyor olurduk? sorusundan yola çıkılarak yazılmıştır. Tabi ki böyle bir soru bilimin konusu olamaz,
ancak sanatın özellikle de kurgusal yönü ağır basan
türlerin pekâlâ alnına girebilir.
Tarih bilimi, bu güne dek hiç görülmemiş şekilde popüler oldu. Bu ilginin oluşmasında; şiddet-
86
ve zaferlerini anlatırken dönüşümlü olarak 21. YY
da geçen bir taht mücadelesini ve bu mücadeleyle
bağlantılı bir seri cinayet davasını anlatmakta. Ana
karakter Ahmet Rıfat: Psikolojik sorunları olan bir
dedektiftir ve yardımcısı genç ve tecrübesiz Osman
ile birlikte seri cinayet olayın çözmeye çalışırlar, ancak bir anda kendilerini taht kavgasının tam ortasında bulurlar.
Kurgusunu şekillendirmenin bir yılı bulduğu,
yazmanın ise dört ayımı aldığı romanı, zevkle ve hiç
sıkılmadan okunacağına şüphem yok.
Saygılarımla…
87
Emre Can DOĞAN
Dizi İnceleme
Doctor Who’da Türkler
Doctor Who: Britanya bilim kurgu dizisi. 1963
yılından 1989’a kadar klasik seri olarak adlandırılan
27 sezon boyunca yayınlanmış, daha sonra 2005
yılında ‘’Modern Seri’’ olarak yeniden yayın hayatına
başlamıştır. Günümüzde hala yayındadır.
Yayınlandığı tarihten itibaren sadece
Britanya sınırları içinde kalmadan zamanda yolculuk
konusuyla geçmişte ve gelecekte pek çok Dünya
milletine dizide yer vermiştir.
Aşağıda Doctor Who’da dizi boyunca Türklere
yer verilen bölümler ve dizide görülmüş, bahsi
geçmiş Türk karakterler yer almaktadır.
88
etmiştir. Ayrıca 7.Doktor ve Ace bu bölümde paralı
bir Kürt askeri grubu ile iş birliği yaparak Vincent
Wheaton adlı biri ile de mücadele etmiştir.
-7.Doktor döneminde Ante Bellum sesli
hikâyesinde Doktor ve Ace 1914 İstanbul’unu
ziyaret ederler.
-1.Doktor dönemi sesli hikâyesi olan
Byzantium hikâyesinde MS 64’de Barbara, Vicki, Ian
ile beraber Doğu Roma İstanbul’una gitmiştir.
-1.Doktor dönemi kitaplarından Time and
Relative hikâyesinde Susan’ın Coğrafya öğretmeni
haritada İstanbul’u gösterip ‘’Neresi?’’ olduğunu
sorunca Susan ‘’Konstantinopolis’’ der. Coğrafya
öğretmeni Susan’ı azarlayarak ‘’O İstanbul,
Konstantinopolis değil’’ diye düzeltir.
-1.Doktor döneminde The Myth Makers
hikâyesi antik şehir Troya’da yani Türkiye
Çanakkale’de geçmektedir.
-7.Doktor dönemi sesli hikâyesi Shadowmind
hikâyesinde 7.Doktor Ace’e Byzantium’un Yeni
Bizans’ı doğurduğunu, aslında deniz geçtiği
için orada iki şehir olduğunu söylemiştir. Ayrıca
bölümde Ace İstanbul’un tarihi hakkında ‘’Son Bizans
İmparatoru’nun Konstantin olduğunu, 15.yüzyılda
şehrin Türkler tarafından alındığını’’ söylemiştir.
-7.Doktor döneminin kitaplarından Eternity
Weeps de 2003 yılında Bernice Summerfield ve
Jason Kane adlı iki arkeolog Türkiye de Nuh’un
Gemisini bulduklarını söylemiştir.
-Yine bir 7.Doktor dönemi hikâyesi olan
The Curse of Fenric bölümünde Doktor 3.yüzyılda
İstanbul’da o zaman ki adıyla Konstantinopolis’de
Fenric ile satranç oynamıştır.
-10.Doktor
döneminde
Poison
Sky
bölümünde 10.Doktor Donna ile beraber haber
izliyorken Sontaranların zehirlediği şehirlerin
arasında İstanbul’da gözükmüştür.
-7.Doktor dönemi sesli hikâyesi olan Cat’s
Cradle: Warhead hikâyesinde Ace 2007 Türkiye’sine
gitmiş ve Miss David adında bir kadına yardım
-4.Doktor hikâyesi The Deadly Assassin de
Doktor İstanbul’dan aldığı bir nargileyi Galiffrey
Başkanlık Korumasına vermiştir.
-5.Doktor’un sesli hikâyesi olan Son of the
Dragon bölümünde Osmanlı padişahı II. Mehmet
gözükmüştür. Bölümde onun Kazıklı Voyvoda ile
olan mücadelesine de değinilmiştir.
-Bir sesli hikâye olan What I Did on My
Christmas Holidays by Sally Sparrow hikâyesinde
9.Doktor’un 2005’te İstanbul da Sontaranlar ile
savaştığı ve Sally’nin bir Sontaran’a vurarak Doktor’a
yardım ettiği belirtilmiştir.
89
-3.Doktor hikâyesi Sea Devils’de belirtildiğine
göre 1.Dünya Savaşı sırasında 1915’te Gelibolu’da
yapılan Çanakkale Savaşında Doktor yaralanmıştır.
-5.Doktor sesli hikâyesi Castle of Fear
bölümünde ise Londra, Stockbridge adlı kaledeki
şövalyelerden birinin adı Yavuzdur ve Türktür.
-7.Doktor sesli hikâyesi Ante Bellum’da Albay
Çelebi adında bir Türk hapishanede iken Doktor
onu kurtarmıştır.
-11.Doktor dönemi mini hikâyesinde Vastra
Investigates: A Christmas Prequel bölümünde
isimsiz bir adam Strax için: ‘’O Türk mü?’’ demiştir.
-The Evil One sesli hikâyesinde Master
‘’Gezegenler arası Polis Müfettişi Efendi’’ ünvanını
kullanmıştır. Ünvanda ki ‘’Efendi’’ kelimesini İngilizce
olarak değil Türkçe olarak kullanmıştır.
-8.Doktor sesli hikâyesi Trading Futures’de
Karadeniz, Rusya, Türkiye, Gürcistan ve Ukrayna
ülkelerinin olduğu bölgede Kürdistan adında bir
ülkeden bahsedilmiştir.
-1.Doktor hikâyesi The Crusade’de adı
bilinmeyen bir Türk haydut 1190 yılında Ian’ı esir
almıştır. Ayrıca bu Türk Haydut’un İbrahim adlı abisi
de bölümde gözükmüştür.
-2.Doktor hikâyesi The Evil of the Daleks
hikâyesinde Thedore Maxtible adında birinin
Kemel(Kemal) adlı bir Türk işçisi gösterilmiştir.
¬¬¬-The Bellova Devil adlı sesli hikâyede
Colevile adında bir Türk asker gösterilmiştir.
-Return of the Living Dad adlı 7.Doktor sesli
hikâyesinde Amiral Isaac Summerfield Türk kahvesi
yapıp içmiştir.
¬-¬2.Doktor
kitabı
Tomb
of
the
Cybermen(aynı adda bölümde vardır) Toberman
adında Türk veya Ortadoğulu olduğunu düşünülen
bir adam gözükmüştür.
-7.Doktor sesli hikâyesi Ante Bellum’da
Ilyas Ada adlı Türkiye yakınlarında bir adadan
bahsedilmiştir.
90
-5.Doktor kısa hikâyesi Methuselah hikâyesi
İstanbul’da 10.yüzyılda geçmektedir.
-The Council of Nicea adlı 5.Doktor sesli
hikâyesinde ilk defa Türkiye’de, İstanbul dışında
bir bölgesinden bahsedilmiş ve ilk defa Türkiye ile
alakalı bir şehir hikâyenin konusu ve adı olmuştur.
(Nicea İznik yani bugünkü adıyla Kocaeli demektir)
Hikâye İznik’te MS 325 yılında geçmektedir.
-2011’in Mayıs ayında yayınlanan, bir
11.Doktor sesli hikâyesi olan The Hound of
Artemis’de Doktor ve Amy 1929 yılı İzmir’ine giderler.
-7.Doktor sesli hikâyesi Cat’s Cradle: Warhead
hikâyesinde 2007 yılında Birleşmiş Milletlerin
birliklerinin Türkiye’de konuşlandığı belirtilmiştir.
-10.Doktor hikâyesi Water of Mars’da Türkiye,
Güney Kore, ABD, Birleşik Krallık, Rusya, Almanya,
Litvanya ve Avustralya ile birlikte 2059 yılında Mars’a
ortak bir koloni kurmuştur.
-Bir 7.Doktor sesli hikâyesi olan The Nuclear
Option’da 2020 yılında Türkiye’de bulunan Türkiye
3 Noktası adlı nükleer bölgenin eridiği söylenmiştir.
-7.Doktor sesli hikayesi Cat’s Cradle:
Warhead’de Doktor ve Ace Londra Heathrow
Havalimanında Türkiye’ye uçmuşlardır. Ayrıca bu
bölümde paralı Kürt askerlerinin lideri olan Massaud
adından bir adam da görünmüştür.
-10.Doktor sesli hikâyesi The Story of
Martha’da Martha Dünya’yı kurtarmak için dolaşıp
insanlara aynı anda tek bir kelimeyi düşünmeleri
gerektiğini söylerken Türkiye’de bulunmuş ve
orada Tuğgeneral Lethbridge-Stewart’ın oğlu olan
Tuğgeneral Erik Calvin ile tanıştığını söylemiştir.
-Revenge of the Cybermen adlı 4.Doktor
hikâyesinde Sarah Jane Doktor için ‘’Karışık Türk
kafası’’ demiştir.
-Modern seri 8.sezonunda ‘’The Caretaker’’
bölümünde Clara’nın okulu Coal Hill’in koridorunda
Türk bayrağı görülmüştür.
- 6.sezon tanıtımlarında BBC, içinde 11.Doktor
Matt Smith’in bulunduğu, CNBC-e’ye ve Türkiye
izleyicilerine özel olarak bir video yayınlamıştır.
Dipçe: Modern Seri’de 08x03 bölümü
Robot of Sherwood’da Robin Hood’un söylediği
‘’Bir panayırda bir Türk’ün benzer bir şey yaptığını
görmüştüm’’ repliği, bölümün geçtiği 12.yüzyılda
İngiltere’de yaşayan Keltlere gönderme olabilir. O
dönemde Keltlerde kendilerine Türk diyordu. Bu
tarihsel belirsizlik yüzünden bu bilgi listeye dâhil
edilmemiştir.
Kaynaklar:
http://tardis.wik ia.com/wik i/Tur key_
(country)
http://tardis.wikia.com/wiki/Constantinople
http://tardis.wikia.com/wiki/Mehmed_II
http://tardis.wikia.com/wiki/Gallipoli
http://tardis.wikia.com/wiki/Eternity_
Weeps_(novel)
http://tardis.wikia.com/wiki/Ante_Bellum_
(short_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Deadly_
Assassin_(TV_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/Castle_of_Fear_
(audio_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Curse_of_
Fenric_(TV_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Myth_
Makers_(TV_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Evil_One_
(audio_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/Time_and_
Relative_(novel)
http://tardis.wikia.com/wiki/Revenge_of_
the_Cybermen_(TV_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Story_of_
Martha
h t t p : / / t a r d i s . w i k i a . c o m / w i k i / C a t ’s _
Cradle%3A_Warhead
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Nuclear_
Option_(short_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Waters_of_
Mars_(TV_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Hounds_
of_Artemis_(audio_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Council_
of_Nicaea_(audio_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/Methuselah_
(short_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/Doctor_Who_
and_the_Tomb_of_the_Cybermen_(novelisation)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Bellova_
Devil_(audio_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/Return_of_the_
Living_Dad_(novel)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Evil_of_
the_Daleks_(TV_story)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Crusade_
(TV_story)
http://tardis.wik ia.com/wik i/Trading_
Futures_(novel)
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Caretaker_
(TV_story)
http://www.cnbce.tv/dizi/686-doctor-who/
ekstralar/7915-doktorunuzdan-mesajiniz-var
http://tardis.wikia.com/wiki/The_Sea_
Devils_(TV_story)
91
Öykü: Funda Özlem ŞERAN
İllüstrasyon: Hüseyin ESEN
Öykü
Gölge Oyunu
-IMukaddime*
İnsan olmamanın belli avantajları vardır. Ekstra hız, güç, altıncı hatta yedinci hisler, zaman ve
mekanın ötesine geçmek, et ve kanın sınırlarından bağımsız olmak, zihin ve algıyla oynayabilmek, istediğin
an istediğin yerde istediğin şeyi yapabilmek, sınırsız özgürlük… Tabii gerekli izinlere ve şifrelere sahipseniz.
Ya da bu izinlere boş verip şifreleri kırabiliyorsanız. Benim gibi…
Öte yandan insan olmamanın belirli dezavantajları da yok değil. Mesela bir insan, şu an karşımda
duran çam yarması kılıklı cini dualar, muskalar ve bir cin olarak bilmeyi istemeyeceğim daha başka silahlarla
buradan defedebilirdi. Her ne kadar istesem de, ben edemezdim.
Onu yakasından tutup dışarı atarak kovmayı deneyebilirdim belki ama dediğim gibi, cin izbandutun
ağa babasıydı ve her ne kadar yeteneklerimin farkındaysam da, o herifi döverek alt etmem hiçbir koşul
ya da boyutta mümkün değildi. Evet yetenekliydim ama hiçbir zaman meselelerini kas gücüyle ya da
kaba kuvvetle çözen biri olmamıştım. Kendime bu boyut için seçtiğim beden de bunu destekliyordu;
diğer insanların yanında komplekse girmemi engelleyecek kadar uzun bir boy, fakat onlara tehditkâr
görünmeyecek kadar zayıf, ince bir vücut. Ne sevimli, ne çirkin, orta halli bir surat ve ne düşündüğümü
asla ele vermeyen bomboş, gri gözler. Pek derli toplu biri olduğum söylenemezdi. Seyrek çıkan kıllarım
sayesinde traş olmaya ihtiyaç duymuyordum ama karman çorman saçlarım için bir stiliste görünmeyi ara
sıra düşünmüyor değildim. Tabii iş güç arasında pek fırsat olmuyordu.
Ah, evet, iş güç.
Buradakilerin kullandığı terimle, ben bir hacker’ım. İnsan hacker’ların aksine, benim işim bilgisayarlar
ya da internet ağlarıyla değil. Gerçi onların yardımını aldığım da oluyor ama esas ilgi alanım boyutlar ve
onları birbirine bağlayan kapılar. Yani insanların yaşadığı boyutla, biz cinlerin boyutu arasındaki bağlantı.
Şimdi burada kuantum fiziği ya da solucan delikleriyle ilgili kafa ütülemeyeceğim elbette ama şunu
bilmeniz yeterli; cinler özel güçleri ya da şifreleri olmadan bu boyuta geçemez ve şekil değiştiremezler,
denediklerinde parçalanıp yanarlar. Ben de sevgili hemcinslerim bu kötü kaderle yüzleşmesin diye basit ama
önemli bir hizmet sunuyorum. Cinlerin bu boyuta geçebilmeleri ve istedikleri gibi şekil değiştirebilmeleri
için gerekli şifreleri kırıyor, bir nevi anahtar görevi görüyorum. Ben buna serbest dolaşım hakkı diyorum
ama dilerseniz siz bana ateş halkının Neo’su diyebilirsiniz. Ya da tercihe göre, bezirganbaşı. Benim için fark
etmez, aldığım ücrete bakarım. Müşterinin kim ya da ne olduğu da umurumda olmaz. Yani çoğu zaman…
Davetsiz misafirleri kapının dışında tutan büyü olmasa evime teklifsizce girmesi kaçınılmaz olan dev
bozuntusu, içeri davet edilene dek inatla eşiğin önünde beklemiş, sonunda onunla karşılaşmadan dışarı
çıkamayacağımı anlayınca yaptığım yarım ağız davet sayesinde paldır küldür otel odama dalmıştı. Sonra
da teklifsizce karşıma geçip oturmuş ve bana üstten bakan bir tavırla anlatmaya başlamıştı.
92
93
İnsanları geçtim, kendi türüm için bile iri kıyım bir adamdı. Tuhaf bir duruşu vardı; bu boyut için
büründüğü bedene uyum sağlayamamış gibi arada sırada rahatsızca kıpırdanıyordu. Özenle traş edilmiş kel
kafası, ‘eğer beni attırırsan fena olur!’ der gibi parlıyordu. Aynı parlaklık irisi olmayan, hareli kızıl gözlerinde
de mevcuttu. Konuşurken kâh beni, kâh odanın içini uzun uzun süzüyor ve beni sinir ediyordu. Ne istediğini
henüz bilmiyordum ama konuşmasını dinlerken sabır ve sükûnetle bekledim.
Ağır ve garip bir aksanı vardı. Bedevi çöl cinlerinin şivesiyle konuşuyordu ama şehirde insanların
arasında kala kala cin dilini unutmuş gibiydi. Bu, insanların arasına yerleşerek hayatını şehirlerde sürdüren
Ammarlar için sık görülen bir problemdi. Kendimden biliyordum. Fakat karşımdaki herifle empati kuracak
havada değildim hiç; havalı takım elbisesi ve haşmetli cüssesine rağmen nedense konuya girmeyi bir türlü
beceremiyordu.
“Seni bulmak hiç kolay olmadı. Gerçekten adın gibiymişsin.”
Komik bir şaka yapmış gibi sırıtırken, dudaklarının kenarından taşan sivri dişlerini çekinmeden
sergiledi. Yırtıcı hayvan taktiği; istediğimi ver, yoksa ısırırım ya da istediğimi almak için ısırabilirim. Çok da
tın.
“Oldukça ilginç bir ismin var. Özellikle de ne olduğun düşünülürse…”
Tek kaşını kaldırarak sırıtmaya devam etti. Bir sırtlanı andırıyordu ve gerçekten komik olduğunu
sanıyordu. Fena yanılıyordu.
“Ne olduğumu biliyorum. Ne olduğumu sen de biliyorsun. İstersen bilmediğimiz bir yerden
başlayalım; benden ne istiyorsun ve karşılığında bana ne verebilirsin?”
Öyle sıkıcıydı ki, dayanamayıp araya girme ihtiyacı hissetmiştim. İri kıyım herifler oldum olası sinirimi
bozardı. O da bunu biliyormuş gibi öne doğru eğildi ve şişkin kaslarını sohbetimize dahil etmek ister gibi
kollarını önünde birleştirdi.
“Sadede gelelim diyorsun ha? Güzel, oyalanmaktan ben de hoşlanmam. Seni sevdim… Gölge.”
“Öncelikle, işverenim adına burada olduğumu belirteyim. Beni bir çeşit aracı gibi düşün. Patronumun
isteklerini iletmek için geldim.”
‘Neden sadece benim sinirim bozulsun ki?’ diye düşündüm ve araya girdim, “Postacısın yani?”
İstediğimi aldım; potansiyel müşterimin yüzünden saklayamadığı bir kızgınlık ifadesi geçti ama
uzun sürmedi. Gözlerindeki kızıl hareler, içeride birileri ocağın altını kısmış gibi yavaşça söndü.
“Temsilci diyelim. Her iki tarafın çıkarlarını gözeten ve işin en iyi şekilde halledilmesini sağlayan bir
yardımcı... İşverenim kadar sana da yardım etmek için görevlendirildim, Gölge.”
Vay be, herif hakikaten profesyoneldi ya da benden gerçekten önemli bir şey isteyecekti. Ya da
benden önemli bir gerçeği gizliyordu. Siktir.
“Lafı dolandırmayayım; hizmetinin karşılığında uzun zamandır peşinde olduğun bir şeyi teklif
ediyorum sana, tabii patronum yaptığın işten memnun kaldığı takdirde… Neden bahsettiğimi anlamışsındır
herhalde… Yüzüncü Ad… Senin olabilir.”
Ne bir cin olarak yaradılıştan sahip olduğum hisler, ne de sonradan edindiğim yetenekler beni
duyduklarıma karşı uyarmıştı. O iki kelime kıkırdak ve deriden yapılma kulaklarımın içinde yankılandı ve
ardından dumansız ateşten yapılma kalbimin derinliklerine işledi.
Yüzüncü Ad…
Elbette Lübnanlı Maruni’nin yazdığı kitaptan bahsetmiyordu. Fakat kitap onun bahsettiği şey ile
ilgiliydi. Allah’ın, Kuran’da anılan doksan dokuz adının, fani insanlara bildirilmemiş olan yüzüncüsü. Tanrı’nın
gizli ve yüce adı. Her kapıyı açabilecek olan nihai ve esas şifre. Cinlerin ana anahtarı. Benim nirvanam.
İsmimi söyleyerek üzerimde baskı kurabileceğini sanıyorsa çok yanılıyordu. Bir cini adını kullanarak
bağlayabilir ve büyüyle ona istediğinizi yaptırabilirdiniz. Fakat bunun gerçek ismim olmaması bir yana,
böyle şeylere karşı önlem almayacağımı düşünecek kadar aptal olamazdı herhalde. Eğer öyleyse işime
yaramazdı zaten.
Salaktım ben. Tuzağı görememiştim. Beni ya da yaptığım işi bu denli detaylı bilmesi mesele değildi
ama herif ne istediğimi biliyordu, üstelik onu ne zamandır istediğimi bile biliyordu. Peki ben onun hakkında
ne biliyordum? Güçleri onu okumamı engelliyordu ve aldığım onca önleme rağmen onun beni okumasına
gerek bile yoktu. Buraya ödevini yapıp gelmişti. İşin ne olduğunu söylemeden önce bana ne vaat ettiğini
açıklamıştı. Güya elini açık oynuyordu ama aslında yaptığı basit bir kart hilesinden başka bir şey değildi. Bul
karayı al parayı. Bense papazı bulmak üzereydim ve elinde gümüş tepsiyle kapıma kadar gelen bu papazın
kim olduğunu hâlâ bilmiyordum.
“Konuştuklarımızın aramızda kalacağını umuyorum. Bu tip konularda gizlilik önemlidir, bilirsin. Bir iş
adamından diğerine…”
“Şu sözünü ettiğin patronun bir adı var mı, yoksa ilk buluşmada onu bile söyleyemeyecek kadar
utangaç mısın?”
Son lafı ederken tek gözünü kırptı ve bu basit hareketle midemi bulandırmayı başardı. Genelde
müşterilerime karşı nazik ve sabırlı davranırdım ama bu hıyarda sabrımı zorlayan bir şeyler vardı.
Güldü. Sinirden değil, tehdit etmek için de değil. Herif sahiden güldü. Bak sen şu mizah duygusu
kabaran orangutana.
Kızıl hareler halinde parlayan gözleri hiçbir sevinç belirtisi olmadan bana dikildi ama o gülümsüyordu.
Kendinden emin, küstah ve karşısındakini aşağı gören sırtlan tebessümü.
“Kiminle iş yapacağımı bilmek isterim ve sen bana daha adını bile söylemedin?”
Sesim istemediğim kadar tedirgin çıkmıştı. Et ve kemikten yapılma bir bedeni kontrol etmek bazen
zor oluyordu, özellikle sinirlerim bozukken. Fakat tedirginliğim hıyarın hoşuna gitmişti.
“Sakin ol, gölge kardeş…” Ağzı kulaklarına varınca sivri dişleri iki sıra halinde ortaya çıktı. “Merak
etme, birbirimizi tanıyacağız. Hem de çok iyi tanıyacağız. Şimdilik sadece bilmen gerekenleri öğren yeter.”
Buraya kadardı. Ömrüm boyunca onlardan biriyle karşılaşmamak için millerce uzağa kaçıp
94
yerleşmiştim ama sırf şu pislikten kurtulmak için bir cin avcısını buraya, yuva edindiğim bu otel odasına
çağırmaya razıydım. Onların bile bazı hemcinslerim kadar gaddar ya da sinir bozucu olabileceğini
sanmıyordum.
“Bu kadar aceleci olma aslanım, gece uzun. Önce teklifimizi duymak istemez misin?”
Oha. Beni kendi alaycılığımla vurması bir yana, sahiden ahlaksız bir teklif yapmak üzere olabilir miydi?
Beni yanlış anlamayın; ne homofobiktim, ne de cinfobik. Hangi türün hangi cinsiyetle nasıl ilişkiye girdiği
umurumda değildi, hatta işin içine insanlar karıştığında eğlenceli bile olabiliyordu. Fakat her ne kadar
müşteri memnuniyeti temel felsefem olsa da, koşullar ne olursa olsun bu tür bir hizmet sunmuyordum.
Güzeller güzeli bir sevgilim vardı zaten ve inanın bana, tek bir kadınla uğraşmak yetip de artıyordu bana.
95
Cin bile olsa bir erkeğin sınırları olmalıydı.
“İstediğimiz şey çok basit aslında, senin için çocuk oyuncağı olmalı. Elbette şöhretinin hakkını
verebilirsen…”
Sinirim bozuldu, gülmeye başladım. “Dalga mı geçiyorsun sen benimle?”
Yine bir takım laf sokmalar. Şu iri yarı mafya bozuntusu kötü adamların, pardon cinlerin, her iki
lafından birinin tehdit ya da küçümseme olması nasıl bir klişeydi?
Görüyordum zaten, asıl sorun da buydu.
“Doğrusu ismin senden önde gidiyor. Başka bir deyişle, ‘gölgen’ kendinden uzun hehehe!”
Gerçekten espri yaptığını sanıyordu, hem de iyi bir espri olduğu konusunda ısrarcıydı. Kahkahası
odanın içinde yankılanırken susup bekledim. Bana vaat ettiği şey karşılığında, tabii o da doğruysa,
isteyeceği şey asla basit olamazdı. Üstelik bana hâlâ işe yarar herhangi bir bilgi vermemişti. İçimden bir
ses bu herifi hafife aldığımı söylüyordu ve içimdeki sesin haklı çıkmasından nefret ederdim. Sonrasında
haftalarca böbürlenmesini dinlerdim puştun.
“İş diyorduk! Patronun benden ne yapmamı istiyor?”
“Aksine, gayet ciddi olduğumu göreceksin.”
“Peki bir isim olmadan onu buraya nasıl getirebileceğimi zannediyorsun, zeki çocuk? Ben şifre
kırıcıyım, hüddamcı değil!”
“Biliyorum, o yüzden buradayım. Alanında en iyi, hatta belki de tek olduğun için.”
Tehdidi bir kenara bırakıp yıkama yağlamaya geçmesi hayra alamet değildi. Burada ne haltlar
dönüyordu?!
“Ne istediğini tek seferde, açık ve net olarak söyle ya da buradan hemen çek git. Güldük eğlendik,
tamam ama saçmalıklarla uğraşacak zamanım yok benim.”
Sesim umduğum kadar sert çıkmıştı, ön sevişme de bir yere kadardı. Her şeye rağmen ciddi bir iş
adamı olduğumu anlamasını istiyordum, özellikle de çok gizli tanrısal isimler söz konusuysa.
“Benim de öyle. Bu işi ciddiye alsan iyi olur, yoksa az önce sözünü ettiğim eğlenceli kısım her an
başlayabilir. Hem belki kız arkadaşını da oyuna dahil ederiz, ha ne dersin?”
“Mühim bir şey değil,” dedi gülümsemesi tamamen solduğunda. “Ufak bir nakliye işi sadece. Her
zamanki şeyler.”
Tehditler geri gelmişti, hem de katmerli olarak. Alaz’ı bu işe karıştırmasındansa deminki yalakalığı
bin defa tercih ederdim. Bu iş gitgide sarpa sarıyordu ve neye bulaştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Tekrar alevlenen kızıl gözlerindeki parıltı işin ne basit, ne de ufak olduğunu anlamama yetmişti.
“Bu yüzden mi o ufak nakliye işi karşılığında bana sarayın altın anahtarını sunuyorsun? Söyleseydin
bizim lobideki çocuğu çağırırdım, isimsiz patronuna valizlerini taşımasında yardım ederdi. Üstelik birkaç
dolarlık bahşiş yeterli olurdu, anahtarı da patronunun cebinde kalırdı.”
Son lafı ederken gülümseyerek ona göz kırptım. Sinirlenmesini ve ani bir tepki vererek ağzından bir
şeyler kaçırmasını bekliyordum. Öyle olmadı.
Orangutan görünümlü köpek balığı dişlerinin arasından derin bir nefes çekerek sırıttı, “Ama bu kadar
sabırsız olursan olmaz ki! En güzel kısma henüz gelmedik, tatlıyı sona sakladım. ”
Durup gerginliğin beni ele geçirmesini bekledi. Amacına istemediğim bir hızla ulaşıyordu.
“Buraya kadar olan sıkıcı kısımdı. Teklifin bir de öteki yüzü var. Esas eğlence, sen bu işi kabul etmezsen
başlayacak. Eh, bu da benim küçük anahtarım diyelim.”
Çok lazımmış gibi lafını tamamlarken parmaklarını şaklatarak esnetti. Oysa beni korkutmasına gerek
yoktu; salak olabilirdim ama tehdit edildiğimi hemen anlardım. Sadece o tehdidi getirip burnuma sokmanız
gerekiyordu. Yoksa ne zevki vardı ki?
Önüme konan havucu da, sopayı da görmüş ve kararımı çoktan vermiştim. Yine de kalan gurur
kırıntılarımla bir şeyler yapmam icap ediyordu.
“Anahtarın cebinde kalsın. İş ne? Kimi nakletmek istiyorsunuz?”
“Kim değil, ne?”
Duraksadım, “Şey, bu biraz ırkçı oldu sanki. Yüzeysel detaylara yalnızca insanlar takılıyor sanırdım...”
“Sana bir isim veremem,” diyerek lafımı böldü. “Ama nakledeceğin şeyin ne olduğunu söyleyebilirim.”
Kendi adını söylemiyordu, patronunun adını söylemiyordu ve şimdi de öteki boyuttan bu tarafa
96
geçirmemi istediği cinin adını söylemiyordu. Şaka mıydı bu?
“Ne istiyorsun?”
Uyuz herif yüzündeki tek bir kası bile oynatmadan bana bakmaya devam etti, bu sırada eli ceketinin iç
cebine gitmişti. Bir an silahını çıkarıp beni vuracağını düşündüm. Aptalca bir düşünceydi; normal kurşunlar
en fazla şu an giydiğim bedeni yaralar, belki öldürürdü. Beni öldürebilmek için cin avcılarının kullandığı
özel silahlara ihtiyacı vardı ve kendisi de cin olduğuna göre bunları kullanamazdı. Ama içimden bir ses, bu
herif eğer canımı yakmak isterse bunun bir yolunu mutlaka bulacağını söylüyordu. Hay sıçayım o sese!
Tabanca yerine cebinden küçük bir kağıt parçası çıkardı ve bana uzattı, “İçinden oku. Seslendirme.”
Katlanmış kağıdı alıp açarken gerginliğim giderek artıyordu. İçimdeki gıcıklık yapma isteğini
bastırarak adamın lafını dinledim ve kağıtta yazanı sessizce okudum. Tek bir kelimeydi, “Zinparhükan”. Cin
dilinde “cinlerin korktuğu şey” anlamına geliyordu ama bunun dışında bir anlamı yoktu, en azından benim
için.
Gözlerimi kağıttan kaldırıp adama baktım, “Eee?”
“Getireceğin şey bu,” dedi kağıdı göstererek; bana verdiği öğüdü kendi de tutmuş, o kelimeyi
seslendirmekten kaçınmıştı. “İsmi yok ama ne olduğu belli, bu kadarı yeterli olur diye düşünüyorum.”
Ben o kadar emin değildim, “Peki neymiş bu ‘korktuğumuz şey’?”
Omuzlarını silkti, o kaslı iri vücutta bu çocukça hareket komik kaçmıştı ama nedense gülecek halim
kalmamıştı. Ne olduğunu bilmiyor muydu, yoksa bana söylemekten mi kaçınıyordu, anlamamıştım.
“Bu işi yapabileceğimi sanmıyorum,” dedim kağıdı katlayıp ona geri uzatarak. “Çok fazla belirsizlik
var. Belki de becerebilecek başka birine başvurmalısınız.”
Elim havada asılı kaldı. Kağıdı almadığı gibi, gözünü bile kırpmamıştı izbandut.
“Ama ben buradayım ve bunu senden istiyorum. Daha doğrusu, patronum istiyor.”
97
“Şu senin patron, hani isimsiz olan… Cinlerin bile korktuğu bir şeyi neden bu dünyaya getirmek
istiyor? Daha da önemlisi, kendim de o şeyden korkacaksam neden onu buraya getirmenize yardım
edeyim?”
“Bak işte bu güzel bir soru…” Kızıl gözlerini gülerek bana dikti. “Çünkü sevgili gölge kardeşim, eğer
kendisini tanısaydın, asıl korkman gerekenin benim patronum olduğunu bilirdin.”
Hımmm, güzel tehdit. Alırım bi’ dal.
“Ama tanımıyorum, değil mi? Aslına bakarsan adını sanını bile bilmiyorum. Dolayısıyla bu dediklerini
ciddiye almam biraz zorlaşıyor.”
Pis pis sırıttı. Onun karşısında otururken insan olmadığıma hiç bu kadar memnun olmamıştım ama
şu an kendim olmak istediğimden de pek emin değildim. İç sesim kafamda çığlıklar atıyordu. Ama nedense
beklediğim darbe gelmedi.
“Sen de haklısın… Fakat bunu sana söylemeye yetkili olmadığımı tahmin edersin ya da en azından
sana söyleyeceğim ismin onun gerçek adı olmayacağını…”
Tabii canım, aramızda iki isim bağlama büyüsünün lafı mı olur? Hüddamcıya mı benziyordum oradan
bakınca?!
“Madem çok ısrar ediyorsun, ondan bahsederken ‘Mr. Sad’ diye hitap edebilirsin. Eğer şanslıysan
anlaşmamız bitene kadar onu görmek zorunda kalmazsın zaten. Sadece benimle muhatap olacaksın.”
“Hı-hı. Tabii…”
“Anlaştığımıza sevindim! Patronum da çok sevinecek. Laf aramızda, Mr. Sad üzülmekten hiç
hoşlanmaz!”
İşini bitirmiş bir havayla ayağa kalktı, “En kısa zamanda hazırlıklarını tamamla, güzel haberlerini
bekliyoruz.”
Daha sabah olmadan terk edilmiş bir kadının şaşkınlığıyla sordum, “Ne yani, bu kadar mı?”
“Ha, pardon,” diyerek elini uzattı. Bir an boş boş baksam da, bakışlarındaki bir şey beni ayağa kalkıp
elini sıkmaya itti. Tokalaşırken avucumun içi gıdıklandı, sonra kaşındı ve ardından yanmaya başladı. Doğam
gereği ateşten etkilenmezdim, yoksa Alaz gibi bir sevgiliyle de baş edemezdim zaten. Fakat herifçioğlu
beni ateşle yakmıyordu. Yaptığı büyünün dumanı ellerimizin arasındaki boşlukta tütmeye başlamıştı.
“Anlaşmayı imzalanmış sayıyorum. Bu mühür iş bitene kadar sende kalacak; sadece bir önlem olarak,
bilirsin…”
Bilmiyordum. Daha önce hiç bu tarz bir belaya bulaşmamıştım ve elim fena acıyordu. Avucumu açıp
baktığımda küllenmeye başlamış kapkara bir “M” harfinin etime işlendiğini gördüm. Yalnızca bu bedene
değil üstelik, alevden olana da.
“Şimdilik hoşça kal, kardeşim. Yakında görüşmek üzere…”
Kaçan keyfim birden yerine gelmişti, karşımdaki Tarantino özentisi rezervuar köpeğine güldüm.
“Çok aradın mı bunu? Yoksa sen de Mr. Grumpy falan mı oluyorsun bu senaryoda?”
Sırıtarak üstüne başına çeki düzen verdi; esas düzelttiği takım elbisesi miydi, yoksa kullandığı insan
bedeni miydi anlayamamıştım. Kafam da midem gibi bulanıyordu. Bir elimde mühür, bir elimde kağıt
parçasıyla kalakalmıştım.
“Hayır…” Gülmedi, mizah duygusunu aniden yitirmiş gibi kaskatı bakıyordu kızıl gözleriyle. “Ama
eğer teklifimi kabul etmez ve dalga geçmeye devam edersen Mr. Very Very Angry olacağım. Yok, eğer kabul
eder ve adam gibi işini yaparsan o zaman da sen Mr. Happy olacaksın. Nasıl, iyi anlaşma değil mi?”
“Bu arada…” Dışarı çıkarken durup tekrar bana baktı, “Biraz yemek falan ye, hasta görünüyorsun.
Kendine dikkat et, sen bize lazımsın… Gölge.”
Tartışma götürmez bir soruydu ama benim de bir sorum olacaktı.
“Bir şey daha var… Eğer doğru söylüyorsan ve Yüzüncü Ad sizdeyse, neden kendi işinizi kendiniz
halletmiyorsunuz? Bana gerek yok ki.”
“Yanılıyorsun, ‘zeki çocuk’. Kapı bizim, anahtar da öyle ama kilidi bulamazsak içeri giremeyiz ya da
içeridekini dışarı çıkaramayız, öyle değil mi? Bu nedenle bir çilingire ihtiyacımız var, o da sen oluyorsun.”
Boynunu kırtlatarak sevimli sevimli gülümsedi müstakbel müşterim ve olası işkencecim. “Eee ne
diyorsun?”
Bana söyleyecek bir şey bırakmış gibi fikrimi sorması çok nazik bir davranıştı. Kibarlıktan dökülecektim,
bir de salaklıktan.
Köpekbalığı sırıtışıyla göz kırptı ve defolup gitmeden önce kapı aralığında birkaç saniye bekledi.
Koridordan sızan ışık arkasından vuruyordu ama adamın ardında yere vuran bir gölge yoktu. Türümüzün
nadide bir özelliği ve kendime seçtiğim ismin kaynağı. Herif haklıydı; ismim ilginç, hatta ironikti. Çünkü
cinlerin gölgesi olmazdı.
İlk Bölümün Sonu
*Mukaddime: Geleneksel gölge oyununun ilk kısmı, giriş.
Yazarın notu: “Ecel serisinin içinde yer alan Gölge’nin ortaya çıkmasına fırsat verdiği için Gölge
e-Dergi’ye teşekkürlerimle…”
Yüzüncü Ad’ı istiyordum. Onu her şeyden çok istiyordum. Ama bu herifin ya da bahsettiği şu Mr.
Sad’in Yüzüncü Ad’a sahip olması bana çok inandırıcı gelmiyordu. Öte yandan, dediğini yapmazsam beni ve
sevgilimi gerçekten mutsuz edecek olmaları epey inandırıcıydı. Benden istediği şey saçma sapan olabilirdi
ama kabul etmekten başka şansım yoktu. En azından şimdilik.
“Tamam. Yapacağım. Yani, deneyeceğim.”
“Deneme, yap. Sonunda sen de memnun kalacaksın, söz veriyorum.”
Dedi ilişkiye zorladığı kıza teselli vermeye çalışan sığır adam. Ben de o kız oluyordum haliyle.
98
99
100

Benzer belgeler