HF162 - Hayatım Futbol
Transkript
HF162 - Hayatım Futbol
3 0OCAK2 01 5-SAYI 1 62 DE L İMİ ? DâHİMİ ? Ki mi neg ör eobi rdâ hi , a maki ms eonua nl a mı y or . Ki mi neg ör ei s eobi rde l i , ki ms eonunl aa nl a ş a mı y or Yayın Koordinatörü Bielsa İlker Yılmaz Kimine göre dâhi, kimine göre ise deli. Marcelo Bielsa oyuncularıyla iletişimi veya antrenman metotlarıyla değil hayatının tümünde aykırı bir kişilik. Nüfuzlu bir ailenin her şeye rağmen futbol diye direten oğlundan da başka bir şey beklenemez. Hayatım Futbol’un 162. sayısında Kaan Kavuşan ve Emre Çelik’e sorduk; “Bielsa, deli mi? Dâhi mi?” Kaan, Her dâhinin biraz deli olduğunu söyleyerek Arjantinli’nin nasıl bir deha olduğunu anlatıyor. Emre ise delinin ötesine gidiyor, Bielsa hastalıklı bir kişilik diyor. Bir sonuç yazmıyoruz. Tezler burada karar sizde. Yazarlar Cihat Akbel Emre Çelik Emre Gürkaynak Fırat Topal Kaan Kavuşan Mert Sarıbaş Rıdvan Erdem Serkan Akkoyun Bu sayıda ayrıca; Galatasaray’ı İstanbul’da mağlup etmeyi başaran Diyarbakır Büyükşehir Beldiyesporlu Samet Yeniceli ile yaptığımız söyleşiyi, Feyenoord formasıyla tekrar ümit vadeden tecrübeli(!) Colin Kazım Richard’ı, aylardır büyük takımların antrenmanlarına çıkan Norveç’in dünya yıldızı adayı Martin Ødegaard’ı, Afrika Uluslar Kupası’nın sürprizi Ekvator Ginesi’ni, önemli maça çıkarken bilgisayar başında takım elbise giyen adamların hesabı @fmbaskan’ı bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #162 BU SAYIDA Bielsa Bielsa Delidir, Çünkü… Bielsa Dâhidir, Çünkü… Röportaj Samet Yeniceli Diyarbakır’ı ve İstanbul hatırasını anlattı Coca-Cola Kid Liman İşçiliğini Sevdi Calin Kazım Richards bu sefer şeytanın bacağını kırmışa benziyor Büyüteç Devleri peşinden koşturan Martin Ødegaard Real Madrid’de Afrika Uluslar Kupası Ebola krizi olmasa turnuvaya gidemeyecek olan Ekvator Ginesi çeyrek finalde Oyun Football Manager’in hayatın ta kendisi olduğunu bir kez daha @fmbaskan’la örnekleyelim Serkan Akkoyun Röportaj HF162 “HAYATIMIZIN EN ÖZEL AKŞAMI” Diyarbakır Büyükşehir Belediyspor, İstanbul’da Galatasaray’ı yenerken stoper Samet Yeniceli, Hayatım Futbol’a o özel günü, maç öncesini ve sonrasını anlattı Cizrespor ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyspor’un Türkiye Kupası’nda gruplara kalmasının ardından yine bu sayfalarda yazdığım yazıyı, Yılmaz Erdoğan’ın şu dizeleri ile bitirmiştim; “Hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği” Aradan geçen 2 aydan fazla sürenin sonunda ilk sevgilim, çocukluğumu geçirdiğim, babamdan ilk dayağımı yediğim, bir kızın ne kadar güzel olabileceğini ilk defa keşfettiğim şehir Diyarbakır’ın en üst ligdeki takımı İstanbul’a geldi. Hem de ne geliş… Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor, İstanbul’da Galatasaray ile karşılaştı. Maç sonunda sahadan 2-0 galip ayrıldılar. Yıllar sonra bu yazıyı birileri okursa, bilgisi olsun diye verdiğim bu detayları hızlıca geçelim ve asıl meseleye gelelim; Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor, Galatasaray’ı nasıl yendi? Kafama takılan bu soruya cevap aramak için ben de galibiyeti sahada yaşayanlardan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesporlu Samet Yeniceli’nin kapısını çaldım. Samet, Malatya’da yetişmiş, Yeni Malatyaspor, Ünyespor’da oynamış ve şimdi de Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor forması giyiyor (Aslında cümlelerdeki öğrenilmiş geçmiş zaman eki hiç inandırıcı değil. Samet’i Yeni Malatyaspor’un eski adı olan Malatya Belediyespor altyapısında oynadığı dönemden bu yana tanıyor, takip ediyorum). Samet’le yaptığımız sohbette aslında konuşmaya bile gerek kalmadan Galatasaray galibiyetinin şifrelerini çözmüştüm. Diyarbakır takımının oyuncularının gözlerinde, şehre yeni gelen bir Anadolu gencinin heyecanını görüyordunuz. ‘Seni yeneceğim İstanbul’ yerini ‘Seni yeneceğiz Galatasaray’ almıştı ve o her filmin sonunda köyüne boynu bükük dönen ya da İstanbul’un zorlu şartlarında tüm değerlerini yitirmiş Anadolu gencinin aksine, Diyarbakır takımının oyuncuları şehre halay çektirerek ayrılıyorlardı. ‘Ah İstanbul, İstanbul olalı…’ ise Galatasaray takım otobüsünde inceden, inceye çalıyordu. Diyarbakır takımı dersini iyi çalışmıştı. Rakibine saygı duydu. Kilit oyuncularını ‘kilitledi’ ve zaaflardan kısa süre içerisinde sonuç elde etti. Uzaktan bir şut ve gol! Artık kalan dakikalarda Diyarbakır şehrinin ortasında yer alan Dağkapı’nın surları gibi bir defansa ihtiyaç vardı. Samet, Kamil, Abdullah, Serkan… Formayı ter içinde bıraktılar. Yusuf’un ikinci golünden sonra sevincini yarıda kesip sakat Barış Ataş’ın formasını açması da bir başka şifreydi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesporlu oyuncular maçı izleyen herkese ‘Bizi unutamayacaksınız’ demenin en güzel yöntemini seçmişti. -Biraz kendini tanıtır mısın? Futbola nasıl başladın, nasıl bir futbol geçmişin var.. 1990 Malatya doğumluyum. Hemen hemen her futbolcuda olduğu gibi benim futbol yaşantım da mahalle aralarında başladı. Daha sonra Malatyaspor alt yapısında devam ederek A takıma kadar yükseldim ve orada profesyonel oldum. Profesyonel futbol hayatımda 3 defa şampiyonluk yaşadım. Genelde oynadığım her sene takımımın bir iddiası oluyordu. Şampiyonluklarımı Yeni Malatyaspor, Ünyespor ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’da yaşadım. -Takım olarak Diyarbakır şehrini temsil ediyorsunuz. Bu üzerinizde bir baskı oluşturuyor mu? Aslında bizim üzerimizde değil de farklı yerlerde bir baskı oluşturuyor… Özellikle deplasmanda oynadığımız her maç ağır hakaretlere ve tacizlere uğruyoruz. Sahada biz sadece işimizi yapmak için varız. Farklı konuların futbola taşınması, ülkemiz ve spor camiası adına üzücü bir durum. -Şehir ve takım arasında, siz futbolcular arasında nasıl bir ilişki var? Taraftarlar ile aranızdaki ilişki nasıl? Taraftarlarımız bizlere gerek tribünde gerek saha dışında destek veriyor. Şehrin herhangi bir yerinde karşılaştığımız zaman ilgi alakalarını gösteriyorlar. Diyarbakır şehri ve halkı futbolu gerçekten çok seviyor. -Galatasaray’ı İstanbul’da yenmek çok kolay bir iş değil. Hele sahada Sneijder, Selçuk, Melo gibi as oyuncular varken. Maç öncesi takımda nasıl bir hava vardı? Evet, takım olarak gerçekten müthiş bir iş başardığımızı düşünüyorum. Maç öncesi hepimizin düşüncesi ‘Biz saha da elimizden gelen mücadeleyi, özveriyi gösterelim, güzel oyunumuzu oynayalım, skor çok da önemli değil’ yönündeydi. Düşündüğümüz her şeyi saha içinde gerçekleştirdiğimiz için skor da bizim lehimize oldu. -Uçakta, otobüste İstanbul’a gelirken neler konuştunuz aranızda. Çok özel olmayan şeyler varsa bizlerle paylaşabilir misin? geldiğinde takımımızı bir üst lige taşımak. Söylediğim gibi tüm arkadaşlarla maç akşamının çok özel olacağını belki de hayatımızda unutamayacağımız maçlar arasında olacağını düşünüyorduk ve konuşuyorduk. Nitekim de hayatımızın en önemli ve unutamayacağımız maçlardan bir tanesi oldu… Tabi ki futbol yaşantımı olabildiğince başarılı ve şampiyonluk dolu yıllarla geçirmek. Buna göre takım seçimimi yapmayı tercih ediyorum ve üst liglerde oynamak için çalışmalarıma devam ediyorum. -Sahada Pandev, Sneijder, Melo, Selçuk gibi isimlere karşı oynamak nasıl bir duyguydu? Özellikle ilk yarı Pandev’le sık sık karşı karşıya geldin? Bir stoper için zor olmalı… Saydığınız isimler gerçekten ülkemizde futbol hayatını sürdüren önemli isimler. Onlara karşı oynamak heyecan vericiydi. Bir de sahada o futbolculara karşı istediklerini yapabilmek inanılmaz haz veren bir durumdu. Pandev kariyeri, futbolculuk geçmişi çok büyük olan bir oyuncu. Saha içinde bunu hiç unutmadan rakibime SAYGI duyarak elimden geldiği kadar rakibimi savunmaya çalıştım. Bunu iyi yaptığımı düşünüyorum nitekim ikinci yarıya çıkarken Pandev oyundan alınmıştı… -Bundan sonraki hedefiniz nedir? Diyarbakır Büyükşehir Belediye’yi nerelerde göreceğiz? Takım olarak hedef önceliğimiz kendi oynadığımız ligimiz. Tek düşüncemiz sezon sonu -Kişisel olarak kariyer hedefini nasıl belirledin? -Okuyucularımıza ve Türk futbol izleyicisine söylemek istediğin bir şeyler var mı? Öncelikle bu güzel röportaj için sizlere teşekkür ediyorum. Futbol izleyicileri ve taraftarlarına; onlar olmazsa sahadaki futbolun hiç bir anlamının olmayacağını söylemek istiyorum. Fair-play ruhundan ayrılmamalarını, futbol izlemekten zevk almalarını ve bunun sadece bir oyun olduğunun bilincinde olmalarını dilerim. Fırat Topal Profil HF162 COCA-COLA KID LiMAN iŞÇiLiĞiNi SEVDi Kariyeri, bonservisiyle transfer olduğu Türkiye’deki kulüplerden yabancı takımlara kiralanmakla geçen Colin-Kazım Richards, şimdilik en verimli dönemini geçiriyor 2 Nisan 2008’de, Fenerbahçe’nin Şükrü Saraçoğlu’nda Chelsea ile oynayacağı Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçı öncesinde Londra kafilesi İstanbul’a geldiğinde en çekindikleri isimler Colin-Kazım Richards ve Mateja Kezman’dı. İngiliz basını da onun meşhur “Coca-Cola Kid” efsanesini yine dillendirmeye başlamıştı. Yeri gelmişken belirtelim, kendisine takılan bu lakap, 19 yaşındayken Brighton & Hove Albion’ın onu transfer etmesi sırasında ödenen 250 bin poundu Brighton taraftarı Aaron Berry’nin karşılamasından ve parayı, Coca-Cola’nın açtığı bir yarışmadan kazanmasından geliyordu. Kezman’ın Chelsea’de daha önce futbol oynamasının bu çekincede bir etkisi vardı elbet, ama Fenerbahçe kadrosunda Alex, Deivid, Lugano, Edu gibi etkili oyuncular varken, maça yedek kulübesinde başlayacak olan Colin-Kazım’ın isminin öne çıkarılması, onun hala Ada Futbolu’nda piyasası olan bir futbolcu olduğunun göstergesiydi. Halbuki İngiltere’de oynadığı en üst düzey kulüp, o sırada Premier League’de mücadele eden Sheffield United’dı. Kader de ona yardım etmiş ve Kazım, İstanbul’daki maçta oyuna sonradan girip durumu 1-1’e getirmiş ve galibiyette rol oynamıştı. Kazım’ın Türkiye günleri hep olaylıydı. Fenerbahçe’de oynarken, 4 maç ceza aldığı bir dönemde, takım arkadaşları Kasımpaşa’ya mağlup olduğunda, aynı gece bir gece kulübünde görüntülenmiş, ertesi gün antrenmana giderken geçirdiği trafik kazasında ayak bileği kırılmıştı. Fenerbahçe onu kadro dışı bırakarak Toulouse’a kiraladı. Galatasaray’da Fatih Terim’in üçüncü döneminde, kendisinden bekleneni veremediği için önce Olimpiakos’a sonra da Blackburn Rovers’a kiralandı. Ardından onun bonservisini alan Bursaspor’da da işler iyi gitmedi ve 7 ay önce 4 yıllığına imza attığı kulüp tarafından kadro dışı bırakıldı. Bu sezon yine yollara düştü ve Graziano Pelle’nin gidişiyle çok önemli bir santraforu kaybeden Feyenoord’a kiralandı. Toulouse, Olimpiakos ve Blackburn maceraları onun için birkaç parlak performans dışında hayal kırıklığı olmuştu. Hatta Blackburn forması giyerken, eski takımı Brighton’la karşılaştıkları Championship mücadelesinde, eski taraftarlarına yaptığı homofobik hareketler sebebiyle dava edildi ve mahkeme tarafından 750 poundluk bir cezaya çarptırıldı. Gemi Rotterdam Limanı’nda Feyenoord’un Kazım’la ilgilenmesi, Fenerbahçe’de önceki dönemlerde forma giyen Pierre van Hooijdonk sayesinde oldu. Futbol Direktörü Martin van Geel’in asıl hedefi, 2011/12 sezonunda Rotterdam kulübünde forma giydiği dönemde harikalar yaratan John Guidetti’ydi ama Guidetti Celtic’e transfer oldu. Feyenoord, Kazım’ın yanına bir santrafor daha eklemek istiyordu zira herkes onun klasik bir santrafor olmadığının farkındaydı ve daha çok forvet arkasında kullanılması düşünülüyordu. Ancak ne Guidetti ne de onun alternatifi olarak düşünülen Wolfsburg’lu Bas Dost’un transferleri gerçekleşmeyince, hücum hattı çok üretken olmayan Mitchell te Vrede ve Kazım’a kaldı. Hollanda basını onun Türkiye’deki vukuatlarından haberdardı, bu yüzden uluslararası tecrübesine rağmen, geçmişinden ve şubat ayından beri resmi maç oynamamasından dolayı endişe duyuyorlardı. Nitekim 28 yaşındaki futbolcu, eylül ayının başına kadar maç kadrolarına bile alınmadı, çünkü kondisyon depolamakla meşguldü. Bu sırada Martin van Geel, Hollanda basınına “Kazım, yakında Guidetti gibi bir patlama yapacak” mesajını vermişti. Kazım’ın golle tanışması, ilk kez Feyenoord formasını giydiği Willem II mücadelesinin 63. dakikasında oldu. Takım 2-0 mağlupken oyuna girmiş ve durumu 2-1’e getiren golü atmıştı, De Kuip’te kaybettiler. Bunun üzerine izleyen hafta De Klassieker mağlubiyeti geldi ve yine içeride Ajax’a 1-0 mağlup oldular. Kazım bu maçta 90 dakika forma giymişti. Kendisine yönelik eleştiriler, oyun içinde oldukça aktif olmasına rağmen, gol yollarındaki becerisinin çok yüksek olmadığı yönündeydi. Kazım, Go Ahead deplasmanında Feyenoord formasıyla ikinci golüne kavuştu ve takımı 4-0 kazandı. Daha sonra da ilk 11’den bir daha çıkmadı. Takımı Avrupa Ligi gruplarından çıkmayı başardı ve şu anda ligde PSV ile Ajax’ın arkasında üçüncü sırada bulunuyor. Son şampiyonluğunu 1999’da kazanmış, son 40 yılda mutlu sona 4 kez ulaşan Feyenoord’un bu sezon da ipi göğüslemesi mümkün görünmüyor, ama en azından Kazım için, bir nevi yeniden doğuş diyebiliriz. Çıktığı 14 resmi maçta 7 gol atan futbolcu, takımının bu sezonki en golcü ismi. Her fırsatta da Rotterdam’da yaşamaktan oldukça mutlu olduğunu dile getiriyor. Tabii bunda, Rotterdam’ın, Hollanda’nın siyahi nüfus açısından en yüksek yüzdeye sahip şehir olmasının payı da büyük. Henüz 8 aylıkken kaybettiği ve “o artık benim koruyucu meleğim dediği” kardeşine her maçtan önce kendisiyle ailesini koruması için dua eden Kazım şimdilik huzuru bulmuş gibi görünüyor. Geçtiğimiz hafta sonu oynanan Ajax maçında golle buluşamadı, ama tarihte ikinci kez 0-0 biten Ajax-Feyenoord maçında gol atamamak büyük bir kusur sayılmamalı. Geçmişi kovalarken Tabii Kazım’ın Hollanda günleri güllük gülistanlık geçmiyor. Ekim ayında, kendisinin perdeyi açtığı ve 4 gol attıkları maç sonrası, rakip takımın defans oyuncusu Eric Botteghin’in, Feyenoord kalecisi Kenneth Vermeer’i yerde yatarken tekmelemesi üzerine, “Eğer amacı insanlara zarar vermekse, bunu maç sonrası dışarıda da yapabiliriz” mesajını yolladı. 22 Kasım’da takımınınn lig sonuncusu Dordrecht’i 2-0 mağlup ettiği maç sırasında, takım arkadaşı Tony Vilhena ile maç içerisinde bir pas alışverişi sonrası sözlü bir düelloya girdi. Vilhena maç sonrası “Kazım benim için bir kardeş gibidir, aramızda bir sorun yok” açıklaması yaptı, ancak Hollanda basını, o maçın Kazım’ın üst üste gol atamadığı yedinci maç olmasını da gündeme getirerek Feyenoord’daki golcü probleminin futbolculara da yansıdığını iddia etti. Feyenoord’un eski futbolcuları ve basın mensupları, onun Eredivisie’de, şampiyonluğu oynayacak bir takımın golcüsü seviyesinde olmadığından bahsedip duruyorlardı. 70’lerde Avrupa’yı kasıp kavuran Feyenoord’da 8 yıl boyunca forma giymiş ve Anderlecht teknik direktörü olarak Belçika şampiyonlukları yaşamış Jan Boskamp, onun klasik bir golcü olmadığından ve mutlaka sağ veya sol açık pozisyonununa kaydırılmasından söz ediyordu. Kazım bu eleştirilere, “Herkes Pelle ve Guidetti’den bahsedip duruyor, bu isimler kulüp için harika işler yaptılar, ama unutmayın onların da döneminde takım hiçbir kupa kazanamadı” diyerek cevap verdi. Gullit de aynı gerekçe ile onu eleştirenler arasındaydı ve Kazım’dan, “O benim çocukluk kahramanımdı, ondan beni anlamasını beklerdim” cevabını aldı. Öte yandan, Feyenoord seyircisi Kazım’ın maç içindeki performansından ve formasına olan sevgisinden memnundu. Hatta bir ara, televizyon programlarında, Kazım’ın, maç sonu seyircileri selamlarken maç içindekinden daha fazla kondisyon harcadığı şakaları yapılmaya başladı. Kazım, kasım ayında NAC Breda’ya karşı,kırmızıbeyazlı forma ile yedinci golünü atmasının ardından “Uzun süre sonra ilk kez kendimi evimde hissediyorum ve futbola konsantre oluyorum” ifadesini kullandı. Bu sırada kalecilerle olan maceraları da basına konu olmaya devam etti. Ligin ilk yarısındaki Ajax maçında Jasper Cillesen’le, AZ maçında Esteban Alvarado ile ve son olarak da Emmen ile oynanan hazırlık maçında Marko Meerits ile sözlü düellolara girdi. Cillesen, ona maç içinde “Yeteri kadar hızlı değilsin” demişti, Kazım maç sonunda Ajax soyunma odasında Cillesen’in peşine düştüğünde, kendi ifadesine göre Hollandalı kaleci ‘süt dökmüş kediye’ dönmüştü. Fred Rutten ve Kazım Emre Çelik DELi Bielsa delidir çünkü anlaşabildiği kimse yok! Bielsa Özel HF162 “Futbolcularım robot olsaydı, Futbol tarihinin en iyi hocası olurdum.” Son 17 senede kazandığı tek kupa 2004 Olimpiyat Oyunları olan bir hocanın ağzından dökülen sözler… Takımlarına oynattığı futbol tarzı takdirle karşılansa da istisnasız bir şekilde çalıştırdığı hiçbir takımda devamlılığı sağlayamamış bir hoca. Bunun en büyük sebebi ise futboldan ziyade saha dışı meseleler olan bir problem adam. Evet, Bu sözler Marcelo Bielsa’ya ait. Scolari’nin 2002’deki Dünya Kupası zaferinde taktiklerinden dolayı asıl krediyi verdiği ama kadro kalitesi olarak Brezilya ile başa baş seviyedeki ekibiyle ve daha da önemlisi kendi taktikleriyle bu başarının kıyısına bile yaklaşamamış olan Bielsa. Şili’de alkışları toplayan ama Sampaoli’nin gelişinin ardından takımın bir seviye daha atlaması ile acaba mı dedirten Bielsa. Athletic’te çalıştığı dönem basın mensuplarına gerizekalılar diyen, oyuncuların büyük bölümüyle problem yaşayan, kendisini kovdurmak için elinden geleni yapan ve yönetimle adeta dalga geçen Bielsa. Takımın geleceğini düşünerek önümüzdeki dönemin en potansiyelli stoperlerinden biri olarak görülen Doria’yı takıma kazandıran Marsilya yönetimini adeta bir ergeni andırırcasına “Neden benden habersiz transfer yaptınız?” diyerek 5 aydır istifayla tehdit eden ve o potansiyeli kullanmaya kesinlikle yanaşmayan Bielsa… Bielsa’nın sabıkaları bu satırları doldurmaya yeter de artar. Fakat Arjantinli hocanın belli başlı olaylarından ve bu olayların perde arkasından yola çıkarak biraz olsun profili, neden “dâhi!” olmasına rağmen kupa kazanamadığı; daha da önemlisi neden hiçbir üst düzey kulübün, zaman zaman gündeme gelmesine rağmen, Bielsa riskini almaktan arkasına bakmadan kaçtığını biraz olsun ortaya koymak mümkün. En başarılı olduğu kulüp: Athletic Bielsa, Athletic Club’da da problem çıkarmadan sadece 1 sezon geçirebildi ve Newell’s Old Boys ile Vélez Sársfield kariyerini bir kenara koyarsak en başarılı olduğu sezon da Athletic’teki ilk senesiydi. İlk sezonunda ligde 10’uncu olmasına rağmen takımı Avrupa Ligi’nde ve Copa del Rey’de finale çıkarması elbette Bielsa’ya taraftarlar önünde tanrı statüsüne yaklaştırmaya yetti ve takımın başına geçerken 1 sezonluk sözleşme Keşke bunları oynatabilsem. imzalamasına rağmen yönetimi Bielsa ile sözleşme uzatmaya itti. Lâkin yönetim Bielsa’nın sözleşmesini uzatır uzatmaz 1 hafta geçmeden fazlasıyla pişman olacaktı. Hikâye, Marcelo Bielsa’nın kontratını uzattığı 3 Temmuz’dan sadece 2 gün sonra kulübün antrenman tesisleri Lezema’da yaşanan olayla başladı. 5 Temmuz’da Athletic Club, sezon açılışı için Lezema’da toplandığı gün, tesislerdeki inşaat ve yenileme çalışması devam ediyordu. Javi Martinez ve Fernando Llorente hakkında 4-5 gün önce çıkan takımdan ayrılacak haberleri Bielsa’yı ne derece etkiledi bilinmez ama Bielsa, o gün kontrolü kaybedip önce işçilere hakarette bulundu. Ardından hızını alamayan El Loco, bir işçiyi boğazından tutarak çalışma alanının dışına fırlattı. Halbuki inşaat, antrenman tesislerini etkilemiyordu bile. Yaşanan bu kavganın üzerine yaptığı açıklama ise savaşın başladığını ilan eder nitelikteydi. Bielsa olaylı antrenmanın ardından yaptığı basın toplantısında, çalışmayı yürüten Balzola firmasını hırsızlık, sahtekârlık ve tembellikle suçladı. El Loco, “İşçilerden birine kötü davrandığımı kabul ediyorum ama bu şartlar altında sezona hazırlanamam. Bu insanlara saygı duymamı da kimse beklemesin çünkü işlerini yapmıyorlar” sözleriyle başladığı açıklamasında çalışmaların çoktan bitmesi gerektiğini vurguladı. Bielsa’ya ilk yanıt kulüpten değil Balzola’dan geldi: ‘Sen teknik direktörsün. İnşaattan ne anlarsın? Git kendi işini yap.’ Athletic Başkanı Jose Urrutia’nın 2011’deki seçimlerde en büyük destekçilerinden biri olan firma, 2002’de sosyal sorumluluk projesi amaçlı kurulan Athletic Fundacion’un da 2003’ten bu yana en önemli destekçilerinden biri. Kısacası Bielsa bu sefer baltayı kayaya vurmuştu. Zaten firmanın bu açıklamanın üstüne kulüp, resmi sitesinden “Marcelo Bielsa’nın açıklamalarına katılmıyoruz ve kendisinden özür bekliyoruz. Tesislerdeki inşaat planlanan şekilde devam etmektedir” şeklinde bir bildiri yayınlandı. Fakat Marcelo Bielsa geri adım atmadı ve istifasını verdi. İki gün içerisindeki bu gelişmelerin ardından Athletic camiası da tam anlamıyla ikiye bölündü. Kentin yarısı, El Loco’yu haklı bulurken; diğer yarısı, Bielsa’nın Bask kimliğinin bile üzerine çıkmaya başladığını ve kulübü eleştirmeye kimsenin hakkı olmadığı yönündeydi. Fakat genel beklenti Bielsa’nın istifasının kabul edileceği yönündeydi. Ne de olsa bu kulübü en son şampiyonluğa ulaştıran isim Javier Clemente bile tam 6 sene önce kulübü eleştirdiği için kovulmuştu. Bielsa kimdi? Ama Athletic yönetimi bu hamleyi gerçekleştirecek cesareti kendisinde bulamadı ve düzenlenen acil bir toplantıda El Loco’yu bir şekilde ikna etmeyi başardı. Fakat kulüp ve Bielsa arasındaki ilişkiler o günden itibaren hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Bielsa, antrenmanlara bile 3 günlük keyfi rötarla çıkarken; o günden sonra deyim yerindeyse “Madem istifamı kabul etmediniz, olacakları siz istediniz” düşüncesiyle görevini sürdürdü. Athletic’in o sezonu nasıl geçirdiğini herkes biliyor; sezonun büyük bölümünü küme düşme hattında geçiren takım adeta paçayı zor kurtardı. Bir bakıma Bielsa, kendi egosunu tatmin etmek ve gücünü göstermek adına takımı adeta kendi keyfi için kullandı. Benden gerisi yalan Athletic’te ve istisnasız çalıştırdığı her takımda yaşadığı problemlerden birisi de oyuncuların transferleri hakkındaydı. Tıpkı Marsilya’da yönetimle yaşadığı problemlerin temelinde yer alan Mathieu Valbuena, Doria ve Souleymane Diawara konusunda olduğu gibi. İkinci sezonuna başlarken sözleşme yenilemeyen Fernando Llorente, transfer olmak istediğini açıklayan Javi Martinez ile Fernando Amorebieta; Bielsa için bir problemdi. Bu problemin kaynağı da El Loco için elinde oyuncularını tutmaktan aciz olan, transferde kendisine danışmayan yönetimler… Athletic’te yaşadığı problemleri tekrar hatırlamak gerekirse Llorente’yi Juventus istiyordu fakat Athletic serbest kalma maddesi verilmeden Llorente’yi elden çıkarmayacağını açıkladı. “Javi Martinez ve Fernando Llorente giderse bu hedef küçülttüğümüzü gösteriyor” diyen Bielsa bu savaşta baskıyı yönetime yönlendirdi. Yoksa görevi kabul ederken Athletic’in Bask kökenliler dışında transfer yapmadığını bilmiyor muydu? Zaten niyetinin çok başka olduğunu da ilerleyen günlerde gösterdi. “İstediğim seviyede değil” diyerek o sezon Llorente’yi neredeyse Ekim ayına kadar takımla çalışmalara dâhil etmedi. İlk 4 hafta ne Amorebieta’yı ne de Llorente’yi kesinlikle oynatmadı. Llorente çark edip takımda kalmak istediğini açıkladı ama Bielsa inadından vazgeçmedi. Sparta Prag maçından önceki basın toplantısında ise Llorente hakkında “Emekli olmasını söyledim. Artık onun katkısına ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum. Aynı şeyleri geçen sezonun sonunda Javi Martinez ve Amorebieta’ya da söyledim. Belki iyi gitmiyoruz ama onlar olmadan birliğimiz de bozulmuş değil” sözlerini sarf etti. Halbuki değil takımın içinde, kentte ve camiada bile birlik çoktan bozulmuştu. Daha doğrusu bu birliği kendisi bozmuştu. Zaten bir gün uyuyan yardımcı antrenöre Arjantin aksanıyla yaklaşıp şaka amaçlı Bielsa taklidi yapan Iñigo Pérez yüzünden tüm istirahatleri iptal edip takıma ceza antrenmanı yaptıran birinden nasıl bir takım yaratması beklenebilir ki? Akıllara oyuncularının saçı sakalıyla uğraşan Dunga mı geldi yoksa? Yeni genç yetenekler parlattığını iddia edenler olabilir. Stoperde ağırlıkla oynattığı Borja Ekiza, Xabi Castillo ve Jonas Ramalho’nun şu an sırasıyla Eibar, Alaves ve Girona’da oynaması; tüm sezon 17 maçta, o da ikinci senesindeyken doğru dörtlüyü bulamadığı için zorunluluktan oynattığı Aymeric Laporte mi? Bielsa aslında benzer bir problemi de bu sezon Doria ile yaşıyor. Doria üzerinden yönetimle demek daha doğru olur. Kendisine danışılmadan transfer edilen genç stoperi, yönetime tavır koymak amacıyla kesinlikle kullanmıyor. Son oynanan Nice maçında Nicholas N’Kolou’nun Afrika Uluslar Kupası’nda, Rod Fanni’nin ise kart cezalısı durumunda olması bile Bielsa’yı inadından vazgeçirmeye yetmedi. Aslında Bielsa’nın inadını sürdürmesi şaşırtıcı değil. Fakat geride kalan 5 senede (Şili’de bile Olimpiyat Milli Takımı’nın hocası belirlenirken federasyonla anlaşmazlığa düşmüş ve ufak çaplı da olsa bir kavgaya girişmişti) gittiği her yerde inadı yüzünden yönetimlerle ve camialarla problem yaşamışken yönetimlerin hâlâ Bielsa’ya sabretmesi gerçekten şaşırtıcı. Doria belki de bu sezon, tıpkı Fernando Llorente’nin Athletic’teki son sezonundaki gibi Bielsa’nın inadı yüzünden oynayamayacak. Fakat ileride gecikmeli de olsa potansiyeline ulaşıp beklentileri karşılayacaktır. Peki ya Bielsa…? Kovdurma bağımlısı Her teknik adam sıradan bir kulüp çalıştırmaktansa Arjantin Milli Takımı’nın başına geçmek ister. Tıpkı Marcelo Bielsa gibi. Fakat kendisine hem Espanyol’dan hem de Arjantin’den teklif gelince, tekliflerin ikisini birden kabul etmez. Temmuz 1998 sonunda Arjantin ile görüşürken Espanyol’un teklifini kabul eden Bielsa, takımın sezon öncesi hazırlık kampını yürütürken bir taraftan Arjantin ile olan görüşmeye devam etti. Passarella’dan boşalan koltuğa AFA’nın gerçekten kendisini geçirmek isteyip istemediğinden emin olmamış olabilir. Fakat bunun için de 3 ay görevini sürdürmesi ve kendisini kovdurması gerekmiyordu elbette. 17 Ağustos’ta Arjantin, Bielsa’yı takımın başına geçirdiğini resmen açıkladı ve o gün savaş başladı. El Pais’ten Robert Alvarez’e göre Bielsa’nın sözleşmesinde milli takımdan teklif alırsa yerine birisi bulunana kadar takımın başında kalma zorunluğu vardı. Bielsa bu maddeyi aktif hale getirmek için kulüple masaya oturdu ve bir aylık görüşmelerin ardından 18 Eylül’de kulüple mutabakata vardı. Anlaşmaya göre Espanyol kulübeye birini bulsa da bulmasa da 24 Aralık’ta Bielsa’yı serbest bırakacaktı. Fakat Bielsa o kadar beklemedi bile. Arjantin’in resmen teklif yaptığı 17 Ağustos’tan sonraki ilk La Liga maçını bir kenara koyarsak adeta kendini kovdurmak için elinden geleni yaptı; 5 maçta 1 galibiyet bile alamadı. Kısacası yine kendini kovdurmayı başardı. Tıpkı Athletic’te olduğu gibi. Ya da Marsilya’da yapmaya çalıştığı şey gibi. Bielsa’nın Avrupa’da çalıştırdığı üçüncü kulüp olan Marsilya’da da aynı senaryoyu yaşaması ya talihsiz bir tesadüf, ya Avrupalıların anlayışsızlığı ya da Marcelo “El Loco” Bielsa. Yönetimle sudan sebeple kavgasını etti, yönetimi birden fazla kez istifayla tehdit etti, kendisine bir ceza verilip verilmeyeceği -daha doğrusu dolaylı yoldan kovulmayı bekleyip beklemediği- sorulduğunda “ben kulübüme bağlıyım” cevabını verdi, buna rağmen sözleşme yenileyip yenilemeyeceği yönündeki soruları ise yine başarılı bir biçimde yanıtsız bırakmayı başardı. Gerçi şunu da unutmamak lazım; Marsilya’yı da işin içine katarsak Avrupa’da çalıştırdığı takımlarda kovulma oranı %33,3. Yine de kazandığı kupa sayısından fazla. Milli takım hocası? Bielsa’yı başarısız kılan faktörlerden birisi de tartışmaya açık bir şekilde onun dâhi olarak görülmesini sağlayan antrenman metotları. Oyuncularını her gittiği takımda robotlaştırmaya çalışması, bir başka ifadeyle ağır antrenman metotları Bielsa’nın tüm takımlarında sezon sonu bocalamasına yol açan faktörlerin başında geliyor. Espanyol’u tüm sezon çalıştırmadığını bir kenara koyarsak 1998’den bu yana çalıştırdığı tek kulüp takımı olan Athletic’te başarılı olarak kabul edildiği sezonda Avrupa Ligi’ni alamamasının en büyük sebebi de buydu. Üç kulvarda yoluna devam etmesine rağmen üç kulvarda yarışabilecek bir takım yaratamamıştı. Birçok oyuncu, Bielsa’nın ayrılmasının ardından Avrupa Ligi Finali’nde adım atacak halimiz kalmadı diyerek Bielsa’nın sezon sonunu düşünmediğini vurgularken Euro 2012’de Fernando Llorente’yi kadroya almasına rağmen neredeyse hiç kullanmayan Vicente del Bosque de Llorente için “Takımın toplandığı ilk gün yürüyemeyecek haldeydi. Muhtemelen kariyeri boyunca bir daha hiçbir sezon bu denli ağır bir antrenman sezonu geçirmeyeceğinin kendisi de farkında” demişti. Hem de Bielsa ile Llorente’nin arası henüz açılmadan önce. Örnekler çoğaltılabilir. Marsilya’da da sezonun ikinci yarısı sergilenecek performans şimdilik tek kulvarda devam eden Marsilya için Bielsa’nın bu konudaki defosunun devam edip etmeyeceğini gösterecek ama şurası bir gerçek ki Marsilya’nın sezona başladığı gibi devam etme ihtimali, düşüşe geçme ihtimalinden çok daha az. Yoksa Şili’deki kısmi başarısının en büyük sebebi 3 günde bir maç olmaması mıydı? Bielsa taktiksel olarak özel bir hoca olmasına rağmen bu açıdan bir kulüp teknik direktöründen ziyade bir milli takım hocası çiziyor. İstemese de bu profile dönüşmüş durumda. Şili ile yaptıkları, en azından Athletic ve Marsilya’da yaşadıklarıyla kıyaslanınca kısmen Bielsa’nın profili daha da belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Hakeza son 15 senede “dâhi” olarak görülmesine rağmen sadece iki kulübün Bielsa riskini alması ve Bielsa’nın bu kulüplerde oynattığı futbola rağmen gündeme istisnasız bir biçimde “oyuncu kalitesini” yerdiği için yönetimlerle yaşadığı problemlerle gelmesi de. Muhtemelen kurulu bir takıma gelmektense kadrosunu kendisinin belirlediği bir takım Bielsa’yı oyuncuları tarafından daha çekilebilir, dolayısıyla da daha başarılı kılıyor. Zaten Marsilya’da da yarattığı kaosla problemli bir karakteri olduğunu bir kez daha ortaya koyduktan sonra, üst düzey bir kulübün Bielsa kumarını oynama ihtimali, en azından Arjantin Milli Takımı’nın önümüzdeki 5 sene içerisinde bu kumarı oynama ihtimaliyle kıyaslandığında fazlasıyla düşük. Başarı kıstasında önemli bir etken olsa da kazanılan kupalar elbette tek başına bir hocanın başarılı olup olmadığını belirlemiyor. Ortaya konulan oyun, kulüp ve taraftarlarla ilişkiler, oyuncu grubunda bir harmoni yaratabilmek, taktiksel ve yönetimsel hatalarını kabullenerek kusursuzluk ütopyasına bir adım daha yaklaşmak gibi nice kıstas mevcut. Belki dikkatinizi çekmiştir; bu kıstasların bir çoğu birbiriyle bağımlı ve insan ilişkileri üzerine kurulu. Futbolun insanların oynadığı bir oyun olduğu düşünülünce taktik konular bile! Zaten bu taşlar bir araya geldiğinde kupalar da kendiliğinden geliyor. Bielsa için var olmayan bu taşlar… Peki ya Bielsa, 19’uncusu önümüzdeki sene Çin’in Hefei şehrinde düzenlenecek RoboCup’ta (Robot Futbol Dünya Kupası) yıllardır hayalini kurduğu robotları yönetmeyi tercih etse… Bu sefer de kol bozuk çıkar mı dersiniz? Bielsa Özel HF162 Kaan Kavuşan DÂHi Bielsa dâhidir çünkü futbol bir ders olsa başöğretmeni o olurdu! Bielsa çok önemli River Plate maçı öncesinde Velez Sarsfield’lı futbolcu Martin Posse’yi yanına çağırır ve şöyle der; “Martin, yarınki maçta Juan Pablo Sorin’i kovalaman gerecek. Gerekirse yatağına kadar eşlik edeceksin.” Martin Posse duyduğu şey karşısında şaşırmıştır. Çünkü hücumları ve yeteneğiyle bilinen bir kanat oyuncusu olarak aklı hep gol ve asistlerdedir. Şaşkınlıkla cevap verir: “Marcelo, saygısızlık olmasın ama dediğini yaparsam hücumdaki verimim düşer.” Bielsa sakin bir ses tonuyla tartışmaya son noktayı koyar: “Mükemmel. Bunda olumsuz bir yan yok, Martin. Git, Sorin’le konuş. Maç boyunca hücuma çıkmamayı kabul ederse, o zaman sorun çözülmüş demektir!” Bielsa’nın sorgulanmaz militaristik otoritesi yüzünden, Posse’ye suratını asmaktan başka çare kalmaz ama o maçta oynadığı oyun, gazetelerce kahraman gösterilmesine sebep olur. Sezon sonundaysa Velez, Clausura’yı kazanır. Kolay adam değildir Bielsa. Boşuna “El Loco” (Deli) lakabı koyulmamıştır ona. Fakat zor bir adam oluşu dehasının üstünü örtemeyecek kadar önemsizdir. Genellikle dâhilik ve delilik arasında ince bir çizgi olduğu söylenir ama ikisi iç içe geçmiş kavramlardır. Dünyayı -konumuz özelinde futbolu- değiştirmek için biraz deli olmak zorunludur. Athletic Club’tan eski oyuncusu Fernando Llorente, “İlk başlarda ısrarcılığı ve ‘hayır’ı cevap olarak kabul etmeyişi sinirlerinizi alt üst edebilir ama sonunda bir dâhi olduğunu anlarsınız” diyor onun için. Başarısızlık bu mu yani? Yönetimlerle tartışır, komando antrenmanlarıyla oyuncularının canını çıkarır, geçinmesi zordur; ama hepsinin ötesinde, dedikleri uygulandığında adeta bir sihirli değnek vardır elinde Bielsa’nın. Bugün o değnek şu ana kadar çalıştırdığı en yüksek profilli kulüp takımı olan Marsilya’nın üstünde. Kadro yapısını incelediğinizde Marsilya’nın en fazla orta sıralara oynayabilecek bireysel futbolcu kalitesinin farkına varırsınız. Ama bugün o Marsilya, PSG gibi para babası bir takım ve Lyon gibi bir ekol takımıyla şampiyonluk mücadelesini kafa kafaya sürdürüyor. Herkes %200’ünü veriyor takıma. Herkesin adam olmaz dediği büyük yetenek Thauvin, Bielsa öncesinde sadece ‘gelecek vaat eden’ oyuncu olan Imbula ve daha ileri sıçramayacağı düşünülen Gignac, bugün Avrupa devlerinin transfer listesinde. Athletic Club’a oynattığı Avrupa Ligi finalini, kulüp bir daha ne zaman görebilir emin değilim. Şili Milli Takımı herkesin hayran olduğu bir futbol ekolü hâline geldiyse, bir numaralı sorumlusu o. Arjantin Milli Takımı, o gittikten sonra kupaları sıralayamadığı gibi, bir daha o kalitede futbol da oynayamadıysa da… Chelsea, PSG, Bayern, Real Madrid gibi zenginliğiyle diğer tüm takımlardan oyuncu toplayan takımların hocası olmadı hiçbir zaman Bielsa. Çünkü Bielsa kendine inanan ve hükümdarlığını kabul eden oyuncularla yol almak zorundadır. Eldeki verilere bakıp büyük kupa kazanma şansı olmadı diye onu başarısız mı sayılmalı, yoksa futbola kattıkları için başarılı mı sayılmalıyız, ona siz karar verin. “Kazanmak için iyi oynarız” Başarı hakkında şöyle diyor Arjantinli hoca; “Bana gazeteciler genelde kazanmak ve iyi oynamak arasında hangisini tercih ettiğimi sorarlar. Ben bu ayrıma karşıyım. Biz kazanmak için iyi oynarız. Bunlar iki ayrı seçenek değil. Başarıya ulaşan yolda, güzel oynamaktan daha hızlısı ve hoşu yok.” İyi oynamak için başarısız olma riski de alınmak zorundadır çoğu zaman. Acı yoksa kazanmak da yoktur. Bielsa, “Başarı; biçimi bozan, gevşeten, aldatıcı, bizi daha kötü yapan ve kendimize aşık olmamızı sağlayan bir şey olabiliyor. Başarısızlıksa tam tersi. Başarısızlık antrenman demek, daha iyi olmaya çalışmak demek. Mahkumiyetiyle bizi daha güçlü yapan bir şey” diyor başarı hırsını anlatırken. Bunu bir “kaybeden edebiyatı” olarak okuduysanız, ben ne anladığımı söyleyeyim; “Her gün, her saniye başarıyı odağına almak eninde sonunda, toplamda başarılı olmamayı getiriyor.” Bir hayli göreceli olabilecek, “Başarılı mı, değil mi?” tartışmalarını bir kenara bırakalım ve onu bir dâhi yapan özelliklerine odaklanalım biz… Mükemmellik ve kusursuzluk arasındaki farkı bilen adam Bielsa bir idealisttir her şeyden önce. Hayatına da ideallerinin peşinde bir adam olarak başlamıştır zaten. Önce babasının tuttuğu takım Rosario Central yerine Newell’s Old Boys’u tutmaya başlamış küçük yaşlarda; sonra babası, erkek ve kız kardeşleri Arjantin’in önemli politikacılarından olmasına rağmen o tüm ısrarları, ‘Gel oğlum, yapma etme... Önünde iyi bir kariyer var’ nasihatlerini es geçip futbolcu olmaya karar vermiş bir adamdır. Sakatlık sebebiyle henüz 25 yaşında oyunu bıraksa da bu sefer gözünü teknik direktörlüğe dikmiş bir futbolcu eksidir. Ünlü bir eski futbolcu değilseniz, maça 1-0 geriden başlarsınız. Çok çalışması gerekmiştir onun da. Bu, tabii Mourinho ve Sacchi gibi hocalar için de geçerli. Bielsa için de tek çare kafa patlamaya devam etmekmiş. Onun için bir takıntı haline gelen futbol videolarını toplayama bu dönemden başlamış mesela. Kendi mükemmelliğinin peşine düşmüş ve mükemmellik ile kusursuzluk arasındaki farkı anlamış. Kusursuzluğun peşinde olmak, insanı eninde sonunda vasatlığa yöneltir. Çünkü kusursuz bir düzen kurmaya çalışırsanız, risk almıyorsunuz demektir. Kusur hataları en aza indirgemekten geçer. Bu da sizi bütünde bir mükemmelliğe ulaştırmaz. Başöğretmen Bielsa! Bielsa’nın dev bir maç arşivine sahip olduğunu söylemiştik. Bu rakam 10 binlerde. Her maç üzerine düşünülmüş, her maç üzerine gözlemlenmiş bir ayrıntı var. Analiz programlarından da yardım alıyor fikrini oluştururken Arjantin hoca. Bu izleme tecrübesi sayesinde futbolun içindeki her şeye karşı bir fikri var. Hiçbiri de muğlak değil. Martin Posse, “Futbol hakkında fikirleri çok net. Herkese bunu çok anlatıyor ve her oyuncusunu neyi, neden istediği konusunda ikna ediyor” diyor. Bu ego, oldukça didaktik bir öğretmene dönüşmesini sağlıyor Bielsa’nın. Bilbao’daki antrenmanlarından birkaçında oyuncularına topun neresine vurmaları gerektiğini anlatmış, bununla da yetinmemiş vurmaları gereken yerleri kramponlarında boyamış Arjantinli hoca. Futbol dışındaki taktik çalışmalarda da video görüntüleri büyük bir yer oynuyor. Bu fazla kafa çalıştırma hali mutlaka ayrıntılı bir anlatma sefahati ve münazaralar gerektiriyor. 5-6 saat süren video seanslarında oyunculara neler yapmaları gerektiğini tek tek anlatıyor. Oyuncularının canını çıkardığı antrenmanlar sırasında oyunu sık sık kesiyor ve herkese neler yapması gerektiğini anlatıyor. Bir hayli dediğim dedik bir hoca Bielsa, her iyi öğretmenin olduğu gibi. Öğretmenizden çok bildiğinize inanıyorsanız, gelişim gösteremezsiniz. Bielsa’nın oyuncularıysa A’dan Z’ye hep bir gelişim içindeler. Geriye giden bir tane futbolcu gösteremezsiniz. Felsefe sahibi bir adam Çünkü Bielsa bir progresiftir. Futbolun nasıl göze hoş gelen bir şekilde oynanması gerektiğine dair bir fikri vardır her zaman. Taktiklerinde önlemden ziyade, nasıl daha iyi oynayabileceğinin, oyununu nasıl geliştirebileceğinin yollarını arar. “Benim için futbol hareketliliktir” diyor. “Hep koşmak zorundasınız. Bir futbolcu, futbolda hiçbir koşulda olduğu yerde dikilemez. Ben takıntılı bir hücumcuyum. İzlediğim o tüm videoları da atak yapmak için izliyorum, defans yapmak için değil. Defans yöntemim ne biliyor musunuz? Herkes (bütün takım) koşar. Koşmak arzuyla alakalı bir mesele olduğuna göre, defans yapmak yaratıcı olmaktan daha kolaydır çünkü yaratmak yetenek gerektirir.” Bu felsefi beyin jimnastiği Bielsa’yı büyük bir taktik deha haline getiren şey de aynı zamanda. Takımlarını hareketlilik ve dinamizm ekseninde kuran hocanın en büyük alametifarikası taktiksel geçişliliği. 4-3-3, 3-3-3-1, 1-3-3-3, 3-5-2 ve 4-23-1… Bunların hepsini bir sezonda -daha da ileri gidiyorum bir maçta- saha içinde görebilirsiniz, adeta kaotiktir dışarıdan bakanlara göre. Top kendinde değilken bol pres ve alan parselleyiş, top kendiyken en doğudan bir şekilde kaleye inmek bu geçişliğinin anahtarlarından. Onun için önemli olan bir taş yerinden kaydığında, tüm takımın mekanik hareketi sayesinde oyun stilinin bozulmaması. Taktiklerle kafayı bozmuş bir başka hoca Pep Guardiola’nın, onu “Gezegen üzerindeki en büyük hoca” ilan edişi boşuna değil. Detaylar konusunda obsesif Bielsa aynı zamanda agresif bir stile sahip. Bir futbol sever için en önemli şey futbolcuların arzusudur herhalde. Her şey telafi edilebilir ama isteksizlik asla. Guardiola onun anlayışı için şöyle diyor; “Bielsa takımları çok agresif. Nefes almanıza bile izin vermiyorlar. Yedi kişiyle ceza sahası içindeler, bir bakıyorsunuz topu kaptırıyorlar ama 11 kişiyle defanstalar!” Bu ağır militaristik antrenmanları gerektiriyor tabii. Herkes antrenmanların çok ağır olduğu kabul ediyor. Şu an Marsilya’da oyuncusu olan Gignac şöyle diyor; “Evet, antrenmanlar çok sıkı ama aydınlatıcı. Hem taktik hem de teknik açıdan. Bielsa her şeyi en ufak detayına kadar biliyor. Antrenman programlarına bir göz attım. Yüzlercesi var. Her biri analiz ettiği maçlar üstüne kurulmuş. Bize saf ve gerçek futbolu o öğretti.” Ekmeğim çık taştan! Bielsa ekmeğini taştan çıkarır yani. Benzer bir şekilde ekmeğini taştan çıkarıp Atletico Madrid ile mucizeler yaratmaya devam eden Diego Simeone milli takımdan hocası için şöyle diyor biyografisinde; “Her oyuncudan alabileceği en iyi performansı almayı çok iyi bilir. Bir kere onun takımına girdiğinizde, bambaşka bir oyuncu olarak çıkarırsınız.” Bielsa bu başarıyı dürüstlüğüyle sağladığını düşünüyor ve şöyle diyor; “Bir teknik direktörün yapabileceği en büyük iki hata nedir biliyor musunuz? Uçabilecek bir oyuncuları yürümeye zorlamak ve uçamayacak oyuncuları uçabileceğine inandırmak.” Baya delice bence de ama işe yarıyor. Eski öğrencisi Iker Muniain’e de sormuşlar; “Bielsa söylendiği kadar deli mi gerçekten?” diye. Şöyle cevap vermiş genç yetenek; “Hayır, tabii ki değil. Daha da deli!” Ünlü yazar Philip K. Dick “Bazen içinde bulunduğumuz gerçekliğe vereceğimiz en iyi tepki delirmektir” der. Bielsa’nın da içinde yer aldığı, sadece kupaların başarı sayıldığı futbol dünyası içindeyseniz; sadece güzel oyunla başarıya ulaşmak isteyen bir anlayışın ısrarla inşası, pek tabii ki delilik olarak nitelenebilir. Başarının etki alanına bakmadan, sadece kupaya ve rakamlara indirgenmesi, bir anlamda Dünya Kupası sahibi Kleberson’un Cruyff’tan daha iyi futbolcu olduğunu söylemeye benziyor. Bu düz, gerçekçi olduğunu iddia eden mantığın izinden gitmektense, Bielsa’nın dâhi deliliğinin izinden giderim daha iyi! Rıdvan Erdem Fransa HF162 KADRO AYNI, OYUN FARKLI Marcelo Bielsa’nın Marsilya’ya gelişi kulübün taraftarları başta olmak üzere futbolun romantik tarafı ile ilgilenen herkeste büyük bir heyecan yarattı. Geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan filmleri misali durağan bir oyun oynayan Olympique Marseille, usta yönetmenin eriştiği kalitenin çeyreğine dahi yaklaşamamıştı. Elie Baup ve José Anigo’nun aksine, Marcelo Bielsa kanı hızlı akan Marseille taraftarına izlemekten zevk alacakları bir futbol vaat ediyordu. Sezon başı hazırlık kamplarında ezber bozan oyuncu seçimleriyle ön plana çıktı Bielsa. Sol bek olan Morel’i sıklıkla stoper’de kullanırken, “çapa” olarak nitelendirilen Alaxys Romao’yu N’Koulou’nun yedeği gibi görevlendirdi. Her maç öncesi ve sonrası yaptığı açıklamalarda aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyordu ‘El Loco’, “Kimin nerede oynadığı önemli değil, önemli olan herkesin aynı mentaliteye uyup görevini optimum düzeyde yerine getirmesi”. Şili Milli Takımı’nı çalıştırırken kullandığı oyun formatının bir türevini yerleştirmeye çalıştı Bielsa sezon başından beri. Oyuncularının teknik ve mental yeteneklerini göz önünde bulundurarak, onları bu özelliklerine göre saha içinde görevlendirdi. Kuş bakışı Bielsa’nın sitemi Bielsa Avrupa’da ve Dünya’da bir çok antrenör için ilham kaynağı olmuştur. Bu sezon başından beri Marseille’de kullandığı sistemin en çok göze batan kısmı hücum varyasyonlarındaki zenginlik olsa da, taktiği asıl işleten unsur defansif başarısı. 3 varyant üzerine kurulu olan sistem’de dizilişler maç içinde şu şekilde değişebiliryor: 4-1-4-1; 3-4-21; 4-1-2-3. Savunma yapma biçimini topa sahip olma veya amiyane tabirle “topa basarak” yaptırmıyor Bielsa. Markajı teke tek yapmaktansa, saha içindeki pencere ve rakiplerin dizilişlerine göre uygulatıyor. Bu durumda, genelde kullandığı tek santrfor iki rakip stoperin arasında gezinmekle yetiniyor. Bu oyunculara direkt olarak baskı yapmaktansa, aralarındaki olası bir pas bağlantısını kesmeyi tercih ediyor. Kanat oyuncuları ve merkezde kalan iki orta saha oyuncusu rakibin iki beki ve orta sahadaki iki oyuncusundan sorumlu oluyorlar. Yani burada bire birdeki üstünlük ön plana çıkmış oluyor ve rakip takım ikinci bölgede 4’lü bir set’i aşmak zorunda bırakılıyor. 4’e 4 yapılan bu markaj oyununda Bielsa’nın temel amacı kısa pasları engelleyerek rakibini teknik kapasite açısından zorlamak. Uzun toplarla çıkamayan takımlar karşısında böylece ciddi bir avantaj elde etmiş oluyor Marsilya. Rakibi uzun topla çıktığında ise, Bielsa kendi yarı alanında yer alan oyuncularına (özellikle geri 4’lü ve onların önünde yer alan 6 numaraya) sert bir pres uygulattırmayı tercih ediyor. Bu görevi üstlenecek oyuncuların ikili mücadele kazanma oranları hayati önem taşıyor. Eğer direkt oyunda, yani uzun paslarla çıkan bir rakibe karşı ikili mücadelelerde ayakta kalamazsanız, sürekli top kayıpları yaparak sistemi işletemez hale geliyorsunuz. Genel olarak düşünce oldukça basit: Rakibi uzun oynamaya zorlamak ve savunmadaki oyuncuların yardımı ile tüm ikili mücadeleleri kazanıp hızlı bir şekilde yeniden hücuma çıkmak. Marcelo Bielsa yarattığı bu sistemde ileride iki hücum oyuncusu ile rakip stoperlere pres yapmayarak, kendi yarı sahasında 1 oyuncu fazla kullanma hakkına sahip oluyor ve böylece sistemindeki ikili mücadele kazanma oranını arttırma şansı doğuruyor. Yönetim mi haklı Bielsa mı? Bazı teknik adamların niçin Türkiye’ye gelmemeleri gerektiği hal ve tavırlarında saklıdır. “Deli mi? Dahi mi?” diye kendimize sorarken Bielsa hakkında, ülkemizde referanduma gitmek zorunda kalabiliriz. Alışılmışın dışındaki demeçleriyle El Loco çalıştırdığı kulüplerin yönetimleriyle çoğu zaman ters düşmüş fakat idealist huyundan asla ödün vermemişti. Marsilya’da da bu durum değişmedi. Sezon başında başkan Vincent Labrune’ün transferler konusunda Bielsa’dan bağımsız hareket etmesi Arjantinliyi çileden çıkarmaya yetti de arttı bile. Henüz görevini yeni devralmışken Valbuena’nın Dinamo Moskova’ya satılması ve istediği oyuncuların alınmaması Bielsa’yı basın toplantısı yaparak yönetimi kurşuna dizmeye sevk etti. Olaylı geçen toplantıda El Loco, “Gönderilen oyuncular hakkında bir bilgim yoktu, açıkçası kimse bana bir şey sormadı. Transfer edilen diğer isimlere gelecek olursak, hiç biri benim yönetime sunduğum listede yer almıyordu. Yani olayı şu şekilde özetleyebiliriz: Benim iznim olmadan oyuncular gönderildi, bana sorulmadan oyuncular alındı. Mevzu bundan ibaret” dedi. Doria Bütün bunlar yaşanırken başkent takımı Paris Saint Germain’e olan “yakınlığı” ile bilinen L’Equipe gazetesi, yangına biraz daha körükle giderek Bielsa’nın gönderileceği yönünde haberler yayımlamaya başladı. Olayı geçiştiren Marsilya Başkanı Vincent Labrune, itiraf etmeliyim ki bu krizi güzel idare etti. Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı: Bielsa’nın inadı. Doria hikâyesi Son 3-4 yıldır ismi transfer piyasasında “gelecek vaat eden” oyuncular listesinde geçen Brezilyalı stoper Doria’yı Marsilya yönetimi tabir-i caizse bir kamyon para dökerek aldı. Uğruna 8 milyon euro harcanan Doria, yönetim ve Bielsa arasında yaşanan inatlaşmanın kurbanı oldu. 20 yaşındaki yıldız adayı savunma oyuncusu tek bir dakika bile süre alamazken, sosyal medyada alay konusu oldu. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Fransız bir spor yazarı Marcelo Bielsa’nın Marsilya’daki merkezi defans oyuncusu hiyerarşisini çizdi; sekiz muhasebe departmanından Micheline hanım ve tüm bunlar sakatlanır veya cezalı olursa nihayet Doria! Netice itibariyle bu takımın Doria’ya, onun da gelişmek için Marsilya’ya ihtiyacı var. Tek bir yanlış (ki bana sorarsanız doğru bildiğinden şaşmamak sağlam bir omurga göstergesidir) tüm doğrularını elbette götürmez. Fakat şu bir gerçek ki, Marsilya çok kıymetli bir oyuncusunu yöneticilerinin ve başkanının acizliği yüzünden kullanamadan kaybetmek üzere. Bu resme göre Bielsa’nın kafasında birinci stoper N’Koulou, ikinci stoper Morel, üç numara Fanni, dört genç isim Baptiste Aloé, beş bir diğer genç Sparagna, altı takımın aşçısı José Hernandez, yedi numara temizlik görevlisi Jocelyn Sainte-Rose, Sezon sonu şampiyonluk zor görünse de, Bielsa takımın başında olduğu ve istedikleri yapıldığı sürece Marsilya’nın son yıllarda başına gelen en güzel şey olarak kalacaktır. Geçen yıl yokları oynayan bu takımı küllerinden inşa etmek, düpe düz sanattır. Emre Gürkaynak Büyüteç HF162 SONRAKi BÜYÜK OLAY Türkçede tam anlamıyla karşılık bulamayan ‘The Next Big Thing’ deyişinin, futbol sahasındaki tanımı, 16 yaşında bir çocuk son zamanlarda. Martin Ødegaard Dünyada geçirdiği gün sayısı, yıla vurulduğunda 15’e tekabül eden biri, genelde okula gidiyor olur. Bu kişi okulunda çok başarılı olabilir hatta bu başarısının yanına sportif kanadı eklemiş olma ihtimali de vardır. Yahut derslerinde zorlanır ama konu spor olduğunda gayet iyidir. 15 yaşında biri okul takımında oynayabilir, takımın en iyisi olabilir, yaptıklarıyla yaşadığı şehre adını ezberletebilir. Bazılarının menzili ise daha da geniştir. Adını ezberlettiği şehir değil, ülkedir. 15 yaşında biri herhangi bir spor dalında ülkesini temsil ediyor olabilir, dünya rekoru kırabilir, Olimpiyatlar’da madalya kazanabilir -ki bu durumun birçok örneği vardır. Dışarıdan alanında her şeyi yapabilecek güce sahip gözüken bu 15 yaşında birileri, içeride de dışa yansıyandan pek farklı hissetmez tahminen. Ancak her şeyin ötesinde kalan bazı noktalar da vardır. 15 yaşında biri çoğu ülkede ehliyet alamaz. Alkol alması kuralların dışına çıkması demektir. Ayrıca bu yaşta birinin bütün dünyanın gözü önünde Arsenal senin Bayern Münih benim dolaşıp; Real Madrid’e milyon dolarlık anlaşmayla katılması da ne mümkün ne de görülür şeydir. Norveçli Martin Ødegaard da 15 yaşında biriydi. Çok değil bir sene önce. Ancak o ‘çok değil’ diye tanımladığımız aralıkta, muhtemelen okul takımında oynamadı ama adını yaptıklarıyla önce yaşadığı şehre sonra ülkeye ezberletti. Sonra da dünyaya. Rekor kırıp, Olimpiyat altını kazanma şansı yoktu belki ama futbolda ülkesini temsil de etti iyi şekilde. 16 yaşına geldiğinde, Norveç 1. Ligi’nde forma giyen ve gol atan en genç oyuncuydu. Norveç Milli Takımı’nda oynayan en genç isim olmayı da başarmıştı. Avrupa Şampiyonası Elemeleri tarihine adını yazdırırken de titri çok farklı olmayacaktı. Ancak Ødegaard bunlarla yetinmedi bir de üstüne ehliyet aldı! Ajax, Arsenal, Bayern Münih ve taraftarı olduğu Liverpool’un (bu kulüplerin Ødegaard’la ilgilenenlerin ufak bir kısmı olduğu söyleniyor) tekliflerini reddeden Ødegaard, Real Madrid’le 6 yıllık anlaşma imzaladı. İspanya medyasına göre Norveç ekibi Stromgodset, bu transferden 3 milyon euro kazandı. Onun ehliyeti buydu. Futbol dünyasının ‘next big thing’i Ødegaard’ın Real’deki ilk senesinde Zidane’ın çalıştırdığı Castilla’da oynayıp ardından A takıma çıkması bekleniyor. Kendisine biçilen rol de Real Madrid’in geleceği. Hal böyle olunca Ødegaard’ın ne kadar iyi olduğundan çok baskıyı kaldırıp kaldıramayacağı konuşuluyor. Hakkında bildiklerimiz sınırlı. Kendisi de bir dönem futbol oynayan babasının anlattıklarından küçüklüğünden beri, birkaç sene evvel oluyor, fazladan antrenman yaptığını öğreniyor ve buradan çalışkan olduğunu çıkarıyoruz. Zaman zaman ‘yeni Messi’ olarak anılan sol ayaklı Ødegaard hakkında internette gezinen videolar da bonservis bedeline destek çıkar cinsten. Şimdilik her şey baskıya karşı koyabileceğini gösteriyor yani. Norveçli futbol yazarı Thore Haugstad’ın ‘filler arasındaki balet’ olarak anlattığı 16 yaşındaki Ødegaard’ın, Cristiano Ronaldo ve Ramos’la çektirdiği bir fotoğraf var. İleride o fotoğrafa baktığında pişmanlık görmemek için şimdi, yine aynı fotoğraftaki iş disiplini ve sportif doyumsuzluğu fark etmeli. Bunu başardığı takdirde zaten heybesinde olan çalışkanlığı ve yeteneğiyle filler arasında dans çok daha kolay olacaktır. Cihat Akbel Afrika Uluslar Kupası HF162 EKVATOR GiNESi SÜRPRiZ YUMURTA Organizasyona aylar kala ev sahipliğini üstlenen Ekvator Ginesi muhteşem bir sürprize imza atarak çeyrek finale kalmayı başardı. Rakipleri Tunus... İyi başlamak, rakip Kongo Müthiş bir seyirci atmosferiyle start alan turnuvada ilk maç profesör lakaplı kurt hoca Claude Le Roy’un Kongo’suna karşı oynandı. Beklenildiği gibi Nsue önderliğinde hücumlarını geliştiren ev sahibi, Balboa ve süper çocuk Iban Edu’yla kontrolü eline aldı. İlk dakikalardaki baskı da sonuç getirdi. Açılış golü Ekvator Ginesi’nin kaptanı ve starı Nsue’den geldi. Claude Le Roy’un devre arasındaki fırçası işe yaramış ki ikinci yarıda bambaşka bir Kongo’yla karşılaştık. Son yarım saate girilirdiğinde ise manzara belliydi: Kongo hücum edecek, Ekvator Ginesi de kontra ataklarla karşılık verecekti. Nitekim öyle oldu. Kontradan geliştirilen atakta Emilio Nsue’nin nizami golü ofsayt gerekçesiyle iptal edildi. Kendine güveni yerine gelen ev sahibi, tecrübesizlikten kaynaklı şuursuz hücumlara kalkışınca maçın bitimine 3 dakika kala kalesinde golü gördü. Böylece Ekvator Ginesi maçtan önce iyi, fakat maç oynandıktan sonra kötü sayılabilecek bir beraberlikle sahadan ayrılmış oldu. Rakip son finalist: Burkina Faso Gruptaki ikinci maçta rakip 2013’ün finalisti güçlü Burkina Faso’ydu. İlk karşılaşmalarında Gabon’a kaybetmişlerdi ve buradan mutlaka 3 puanla ayrılmak durumundaydılar. İlk düdükle birlikte Burkina Faso’nun dominasyonuna şahit olduk. Alain Traore’nin direkten dönen iki topu ve bir iki cılız Ekvator Ginesi hücumuyla soyunma odasına girildi. İkinci yarıya ev sahibi ekip daha dirençli başladı. Fakat maçın sonlarına doğru kontrolü yine Burkina Faso aldı. Alain Traore ve Pitroipa’nın denemeleri de sonuçsuz kalınca maç 0-0’lık skorla sonuçlandı. Böylece Ekvator Ginesi şansını son maça taşıyordu. En zor maç: Gabon Ekvator Ginesi için kazanmak dışında hiçbir sonuç yeterli değildi. Rakip Aubameyang gibi bir süperstarı kadrosunda bulunduran güçlü Gabon’du. İlk yarının tamamında kontrol rakip takımda kaldı. Bu süre zarfında oldukça iyi kapanan ev sahibi ekip soyunma odasına beraberlikle döndü. Turnuvanın başından beri tecrübesiyle takıma çok şey katan Javier Balboa oscarlık performansıyla küçük bir müdaheleden penaltı çıkarınca her şey kırmızı-beyazlıların lehine döndü. 55. dakikadan sonra afallayan Gabon korkunç ofansif denemelerle rakibinin ekmeğine yağ sürdü. Ekvator Ginesi’nin dirençli takım savunmasını bir türlü geçememeleri hücumlarının şeklini de darmaduman etti. Bu bocalamaların en üst seviyeye çıktığı anda sahneye süper çocuk Iban Edu çıktı. Gabon’un tabutuna son çiviyi çakan Valencialı oyuncu takımına da çeyrek final biletini getiriyordu. Federasyon ve Esteban Becker faktörü Turnuvayı 2 ay kala üstlenen Ekvator Ginesi vaziyeti epey iyi götürüyor. Bazı ulaşım ve konaklama sıkıntıları dışında büyük çaplı bir problem yaşanmadı. Bunun dışında Bata’da oynanan Ekvator Ginesi maçlarına müthiş bir katılım var. 35 bin kapasiteli stat üç maçta da 40 bine yakın taraftara oynadı. Bunda kuşkusuz en büyük pay tartışmalı devlet başkanı Teodoro Obiang’ın satın alıp insanlara ücretsiz dağıttığı biletler. Fakat genel olarak da ülkede maçlara ilgi çok yoğun. Herkes beklemediği bir takımla karşı karşıya. Bir parantez de Arjantinli teknik direktör Esteban Becker’e açmamız lazım. Zira sahadaki takım Emilio Nsue Esteban Becker onun eseri. Sportif direktörlük yaptığı iki sene içinde oyuncuları çok iyi gözlemlediğini görüyoruz. Topsuz oyundaki diziliş ve sahaya kulübeden etkisi takdire şayan. Enerjisi, imajı ve oyuncularla ilişkisi de onu önemli kılan diğer özellikleri. Oyun stili ve kilit oyuncular Ekvator Ginesi’nin çok fazla maç yapmamış olması, oyuncu grubunun belirsiz olması ve takımın başına turnuvadan 3 hafta önce yeni bir antrenörün getirilmesi kupa başlamadan önce ev sahibi için dev bir soru işaretini de beraberinde getirmişti. Turnuva başladığında ise bambaşka bir manzarayla karşılaştık. Çok iyi alan kapatan, topu ayağına aldığı zaman da en doğru şekilde değerlendiren ‘iyi’ ayaklı oyunculardan kurulu bir takım izledik. Futbol kültürlerini ve kadrosundaki futbolcuların çoğunluğunu aldıkları eskiden sömürgesi oldukları İspanya’dan da esintiler taşıyorlar. Yani sahada klasik bir Afrika takımından epey uzak bir manzara var. En önemli avantajları Javier Balboa, Kike Boula, Iban Edu ve Nsue gibi çok özellikli bir hücum hattına sahip olmaları. Gözleri kapalı şekilde paslaşmaları, müthiş yardımlaşmaları ofans hattını çok özel kılıyor. Valencia B takımında top koşturan 19 yaşındaki Iban Edu izleyenleri kendine hayran bırakıyor. Orta sahanın göbeğindeki Zarandona ve Viera da takımın olmazsa olmazları. Savunma hattında ise Sipo, Randy ve Rui gibi bu turnuvada tanışma fırsatı bulduğumuz önemli oyuncular bulunuyor. Kaleci Felipe Ovono’yu ise yakında Avrupa’da görebiliriz. Performansıyla zaferde pay sahibi olan 21 yaşındaki eldiven takım arkadaşlarına da güven veriyor. Javier Balboa Iban Edu Nereye kadar? Ekvator Ginesi tarihinde ikinci kez katıldığı turnuvada ikinci kez çeyrek finale kaldı. Ama bu seferki takım 2012’deki kadrodan oyun olarak daha farklı. Tribünlerdeki atmosfer de o günden sonra epey değişmiş gözüküyor. Sahadaki futbol her şeye açık. Şampiyon olabilirler mi, zor gözüküyor. Fakat kesinlikle sürpriz yapacak potansiyeli taşıyorlar. Rakip B grubunu lider tamamlayan Tunus. İşleri oldukça güç. Yarı finale kalmaları bile ulusal bir zafer anlamına geliyor. 2012’de Ekvator Ginesi Kadın Futbol Takımı’na ev sahibiyken şampiyonluk yaşatan Esteban Becker’i çok önemli bir maç bekliyor. Becerebilecekler mi, izleyip göreceğiz. Mert Sarıbaş Oyun HF162 HAYATIN TA KENDiSi! Maxim Tsigalko, Freddy Adu, Anatoli Todorov, Temur Altunhan, Muslu Nalbantoğlu ve daha nicesi... Bu yazdıklarımın sizin için bir isimden çok daha fazla anlamı varsa siz de gençliğinizin bir kısmını Football Manager’e kaptırmışsınız demektir. 1992 yılında Championship Manager adıyla çıkan ve bir çoğumuzun hayatına da bu adıyla dahil olan oyun 2005 yılından itibaren Football Manager adıyla çıkmaya başladı. Yine de Championship Manager 01/02 ve 03/04 serilerinin yeri diğer serilerden daha farklı desek yanılmış olmayız sanırım, ikisini de halen oynayanlar var. Geçenlerde Andy Murray’in instagram’a attığı fotoğraf ile Football Manager oynadığını öğrendik. Mansfield Town’u alt liglerden çıkartıp, şampiyonluklar yaşatma hayalleri var gibi duruyordu. Pek çoğumuz da oyunda tuttuğu takımı alarak bu hayallerin peşinden gitmiştir. Bundan iki yıl kadar önce Vugar Husynzade için “Football Manager sayesinde teknik direktör oldu” gibilerinden haberler çıkmıştı. Olayın özü yansıtılan romantliklikten biraz uzak; Husynzade, FC Bakü kulübünde asistanlık görevini sürdürürken iki yıldır teknik direktörsüz çalışan A2 takımının başına getiriliyor, bu terfide Football Manager’in bir payı olmuyor. Fakat oyunun büyük bağımlısı olan Husynzade’nin FC Bakü A2 takımını yönetirken Football Manager tecrübelerinden faydalandığı konusunda şüphe yok. Yine iki ay kadar önce Football Manager oyununun İskoçya’daki bazı okullarda beden eğitimi dersi müfredatına dahil edileceğini okumuştuk. Kısaca bir oyundan çok daha fazlasını ifade eden bu oyun için twitter’da açılan [email protected]ı ise hissettiklerimize tercüme oluyor; * “FM’de biz 2025’e kadar gittik arkadaşlar, pek bir şey değişmiyor.” * “Sevilme duygusunu, sadece altyapıdan çıkardığı oyuncunun “sevdiği kişiler” kısmında adını görünce tadan yalnız kahramanlara iyi geceler.” * “Belki whatsapptan eski sevgilinin last seenine bakmıyoruz ama elimizden kaçan genç topçunun yeni takımında neyaptığını herkesten iyi biliriz” * “Rakip takım hocası bizim takım için “Potansiyelini yansıtmıyor” dediğinde sakin kalamadık “ * “Şeytana uyup save ile oyun kazansa, çoluğuna çocuğuna haram lokma yedirmiş gibi vicdan azabı çeken adamların iyi niyeti tartışılmaz.” * “Dinle bak, bir şampiyon oluyoruz, iki Türkiye kupasını alıyoruz, üç finansı da düzeltiyoruz, olay bitmiştir.” * “Biri sakat, biri uyumsuz, biri formsuz, biri mutsuz derken onlarca futbolcunun kahrını çeken cefakar hocaların Öğretmenler Günü kutlu olsun.” * “Lisedeyken yüz vermediğimiz kız sonradan güzelleşmedi ama gençken bedavaya almadığımız oyuncu sonradan dünya yıldızı olup yüreğimizi yaktı.” * “Gurbetçi akrabalarından gelirken yanında çikolata değil bir fatih sonkaya, bir muslu nalbantoğlu getirmesini bekleyen hasret dolu yürekler.” * “38 şut çektiği maçta, rakibin tek şutuyla mağlup olmuş adamlara hayalkırıklığı anlatmıyorsunuz inşallah?” * “Birlikte şampiyonluklar yaşadığın oyuncuları yıllar sonra antrenör olarak teknik ekipte biraraya toplamak > Ocean’s 11+12+13” *”FM oynarken yanımıza gelen “kuzen” bizi hiç anlamadı..” * “İşler kötü gitmeye basladığında, kendi kendine yaptığı hayali röportajlarda yönetime bütçe konusunda laf sokan kardeşlerimiz, hoş geldiniz.” * “Biz vefayı, istifa ettiğimizde dakika düşünmeden bizle birlikte görevi bırakan kalender mesai arkadaşlarımızdan öğrendik.”