Seyahatnamelerde Kocaeli ve evresi

Transkript

Seyahatnamelerde Kocaeli ve evresi
1
ISBN 978-975-93754-3-0, İzmit 2008
Seyahatnamelerde Kocaeli ve Çevresi
İçindekiler
sayfa
* Sunuş
* Önsöz - Seyahatnamelerin Sosyal ve Kültür Tarihi Yazıcılığında Yeri ve Önemi
(İbrahim Şirin, Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi)
* Giriş
* En Erken Gezginler
- İÖ 6. yy., Skylax
- İS 18-19, Strabon
- 2. yy., Ptoleimos
- 333, Bordeaux’lu Bir Hacı
- Antonin Çizelgesi
- Peutinger Çizelgesi
* 845, İbn Khordadbeh (Hurdadbi)
* 10. yy., Tellü Mevzeni Ebû Hüseyin Muhammed bin Abdülvahhab
* 1097, Kont Etien de Blois
* 1147, Odo de Deuil
* 1206, G. de Villehardouin
* 1380, Bourge’lu Bir Gezgin
* 1389, Smolensk’li Ignacius
* 1403 & 1404, Ruy Gonzales de Clavijo
* 1433, Bertrandon de la Broquiere
* 1469, Antonio di Torriglia
* 1514, Haydar Çelebi
* 1522-1523 & 1533-1536 & 1548-1549 Matrakçı Nasuhi
* 1530-1531, Abu al-Barakat Muhammad Badr al-Din al Ghazzi-Mekki
* 1547, Pierre Belon
* 1547-1550, Pierre Gilles (Petrus Gyllius)
* 1547, Gabriel de Luetz
* 1548, Jacques Gassot
* 1555, Busbecquius
* 1555, Dernschwam
- Gebze Yolu Üzerinde Bulgarlar
- Gebze
- Gebze – Hereke – İzmit Yolu
- İzmit
* 1557, Sidi (Seydi) Ali Reis
* 1557, Wolfgang Müntzner
* 1558, Kutbiddin-Mekki
* 1567, Petrus Villinger
* 1568, Ludwig von Rauter
* 1582, John Newberie
* 1588, Reinhold Lubenau
* 1588, J.E. Dauzats
* 1589, Georg Christoph Fedrnberger
* 1597, John Sanderson
* 1608, Polonyalı Simeon
* 1609, William Biddulph
2
* 1631, Evliya Çelebi
- Tavşancıl
- İzmit
- Diliskelesi
- Gebze
- Hereke
- İzmit’e İkinci Ziyaret
- Sapanca
- Sakarya Irmağı
- Hersek’e Gezi
* 1632, Jean Baptiste Tavernier
* 1635 & 1648, Katip Çelebi
* 1650, Eremya Çelebi Kömürcüyan
* 1656 Jean Thevenot
* 1670, Thomas Smith
* 1675, Dr. John Covel
* 1675-1676, George Wheler & Jacob Spon
* 1677, Guillaume Grelot
- İzmit
- Çene Suyu
- Diliskelesi
* 1678, Corneille Le Bruyn (Cornelius Bruyn)
- İzmit
- Çene Suyu & Dil Burnu
* 1700, Joseph Pitton de Tournefort
* 1701 & 1703, Aubry de La Motraye
- Tökeli’nin Daveti
- İzmit’e Varış
- Yazıtlar
- Çiçek Tarlası
- Kale
- Veda
* 1705, Paul Lucas
- Tökeli’nin mezar yazıtı
- Tökeli’yi ziyaret
- Mermer Lahit ve Aya Pandaleimon
- İzmit Köyleri & Şifalı Sular
- Satürn Boyası
- Karamürsel
- Lucas’ın yörede not ettiği yazıtlar
* 1736 & 1743, Jean Otter
* 1740 , Richard Pococke
- Hendek – Sapanca
- İzmit
- Eski İzmit
- Çene Suyu
* 1745, Charles de Peyssonel
- Gevize (Gebze)
- Philokrene (Bayramoğlu) Burnu
- Tarjca (Darıca)
- Bozuk Hisar (Eskihisar)
- Dil
- Braca veya Vraca veya Vereke veya Feleke (Hereke)
- İzmit Körfezi
- Nikomedia (İzmit)
3
- Nİkomedia’nın eski Astakos ve Olbia olup olmadığı konusunda bir arasöz
- Körfezin güney kıyısını katetmek isteyenler için notlar
* 1765-1795, Bir Fransız Gezgin
* 1777-1782, Dominico Sestini
* 1787, Thomas Howel
* 1790, Jean Baptiste Lechevalier
* 1790-1795, Dallaway
* 1797, Olivier
* 1797, John Jackson
* 1797 & 1802, William George Brown
* 1799, William Wittman
* 1799, Pouqueville
* 1800, Albay William Martin Leake & General Koehler
* 1804, Joseph Freiherr von Hammer-Prustgall
- İznik – İzmit
- İzmit – Sapanca Kanalı
- Sapanca-İzmit Kanalı Projesi Göz Boyama mıydı?
- İzmit
- Ermeni Mezarlığındaki Yazıtlar
- İmre Tökeli’nin Mezartaşı
- İzmit – Gebze
* 1804-1805, Karl Graf von Rechberg
* 1806, Albay Winterton ve Yeğenleri
* 1807, F. Murhard
* 1807, Ali Bey el Abbasi
* 1807, Adrien Dupré
* 1808, Şeyh Ali Zubari
* 1808, J. M. Tancoigne
* 1809, Paul Ange de Gardane
* 1809, James Justinian Morier
* 1810, Osman Şakir Efendi
* 1810, John Galt
- İstanbul – İzmit Deniz Yolculuğu
- Kandıra ve Kerpe’ye Gezi
- Hacı Köy ve Bey Evi
- İzmit
* 1812, M. Bruce
* 1812, William Ouseley
* 1814, John MacDonald Kinneir
- İstanbul’dan Eskişehir ve Yerma üzerinden Ankara’ya
- Kartal – Gebze – İzmit
- İzmit
* 1815-16 Otto Friedrich von Richter
* 1818, Graf Istvan Szechenyi
- Günce
- Türk Hamamı
* 1819, Marcellus
- Darıca
- Gebze’ye Gezi
- İzmit
- Aya Pandaleimon
- İzmit Körfezi
- Çene Suyu
- Körfez’in Güney Yakası
* 1823, Dr. Robert Walsh
4
- Kiraz’ın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğu
- Kaya Mezarlar
- İzmit
- Sapanca
- Süt Deresi
* 1825, Joseph-Marie Jouannin
- Jouannin’in Nikomedia’da Bulduğu Yazıt Üzerine
* 1825, Prokesch von Osten
* 1826, Alexandre & Léon de Laborde
* 1827, Josiah Brewer
- Yalova & Dağ Hamamları
* 1828, Serristori
* 1829, Baron Félix de Beaujour
* 1829, George Thomas Keppel Albemarle
- Gebze
- Hersek
- Hersek’ten Kızderbent’e
- Kızderbent’ten Lefke’ye
* 1830, Adolphus Slade
* 1831, Joseph Wolff
* 1830-1833, Callier & Stamaty
* 1832, James Porter
- Diocletianus Sarayı ve Tapınak
- İzmit – Karamürsel
* 1830, Eli Smith & H. G. O. Divide
* 1833, James Baillie Fraser
* 1834 & 1837, Remy Aucher Eloy
* 1836, William J. Hamilton
* 1837, Thomas Allom
* 1837, Baptistin Poujoulat
* 1838, Charles Fellows
* 1838, William Francis Ainsworth
* 1838, Eugene Boré
- Şile
- Kerpe
- Kandıra ve çevresi
* 1843-1844, Philippe Le Bas
* 1843, Charles Texier
- Krallık Dönemi Bithynia
- Roma Vilayeti Bitihynia
- Bizans Dönemi Bithynia
- Müslümanların Hakimiyeti
- İzmit Körfezi Kıyıları
- Tavşandil (Tavşancıl)
- Gebze & Hannibal
* 1841-1848, Heinrich Kiepert ve oğlu Richard (1902)
* 1847, Xavier Hommaire de Hell
- İzmit Körfezi’nde Seyir
- İzmit
- Kent Surları
- Macar Kralı Tökeli’nin Mezarı
- Köseköy
- Sapanca
- Şile – Kandıra
* 1848, Charles Mac Farlane
5
- Vapurla İzmit’e Yolculuk
- İzmit
- İzmit’te ilk Sosyalist Bildiriler
- Akropol
- Çuha Fabrikası
- İngiliz Mezarları
- Bithynia Tekneleri
- Derbent – Sapanca – Akmeşe
- Tökeli’nin Mezarı
- Hereke Fabrikası
* 1850, Pierre von Tchihatchef
* 1853, James Henry Skene
* 1855, George Cavandish Taylor
* 1856, H. Poole
* 1856, Edmund Hornby
* 1861, Georges Perrot
- İzmit Adı
- Yollar
- Antik Kalıntılar ve Yazıtlar
- İzmit – İznik
- Mudanya
* 1862, Alphonse de Moustier
- Elçilik Teknesi ile İzmit’e Yolculuk
- İzmit’e Veda
- Sapanca - Sophon Köprüsü – Adabazar – Sakarya - Kemer Köprü
* 1862, Kubinyi & Henszlmann & Ipolyi
- Tökeli & İzmit’teki Macarlar
* 1870, S. Bengamin
* 1876, Frederick Burnaby
* 1877, Pierre Loti
* 1877 Benjamin Samuel Grene Wheeler
* 1882, Jules Verne
* 1885, Thomas Stevens
- Gezi Hazırlıkları
- İzmit Postası
- Yolcu Mahkumlar
- İzmit
- Eşkiyalar
- Pilav
- Asya’ya Doğru
- Kafkasyalı Göçmenler
- Sapanca
* 1888, Kalman Thaly & Ignac Kunos
- Trenle İzmit’e Yolculuk
- Tökeli’nin Mezarı
* 1890, Dr. Edmund Naumann
- Gebze – İzmit – Adapazar
* 1893, Vital Cuinet (İstatiksel Verilerle Kocaeli)
- Gebze ve Şile
- Hereke Fabrikası
- Gebze Kazası
- Darıca Nahiyesi
- Şile Kazası
- İzmit Mutasarrıflığı
6
- İzmit Merkez Kazası
- Bağçecik Nahiyesi
- Kara-Mursal Kazası
- Yalova Nahiyesi
- Ada-Bazar Kazası
- Sabanca Nahiyesi
- Ak-Yazı Nahiyesi
- Hendek Nahiyesi
- Kandere (Kandıra) Kazası
- Şeyhler Nahiyesi
- Keymas (Kaymas) Nahiyesi
- Karasu Nahiyesi
- Ağaçlı (İncirli) Nahiyesi
- Ak-Abad Nahiyesi
- Geyve Kazası
- Ak-Hisar (Pamukova) Nahiyesi
- Taraklı Nahiyesi
* 1890, Ahmed Midhat
- Yelkenkaya Burnu, Körfez’e Giriş
- Çavuş Üzümü
- Çiroz Yapımı
- Tavşancıl
* 1889, Baron von der Goltz
* 1893 & 1900, Walther von Diest
* 1894 Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben
* 1896, Ernst Kalinka
* 1900, Rudolf Fitzner
* 1903, Lajos Szadeczky-Kardoss
- Macarlar
- Karatepe Köyü
* 1907, Gertrude Bell
* 1910, Banfe
* 1911, Frederick George Aflalo
* 1877 & 1911 & 1915, Andreas David Mordtman
* 1911, Ignaş Kunoş
* 1912, Eugene Dallegio
* 1916, Franz Carl Endres
* 1915-1919, Nogales Méndez
* 1921, W. Endriss
* 1934 & 1957, Nahid Sırrı Örik
- İzmit’te İki Gece
- İzmit İskelesi
- Hünkar Kasrı & Atatürk Heykeli
- Orhan Cami
- İzmit Limanı
* 1941, Karl Dörner
* 1961, Ekrem Hakkı Ayverdi
- Kandıra Çandı Yapıları
- Adapazarı Çandı Yapıları
- İzmit Çandı Yapıları
- Gebze Çandı Yapıları
* 1995, John Ash
* 2000, John Freely
7
Önsöz
Seyahatnamelerin Sosyal ve Kültür Tarihi Yazılığında Yeri ve Önemi
İbrahim Şirin*
Aynı zamanda yüksek ve ciddi
bir bilim de olan Yolculuk, bizi
kendimize geri getirir.
Albert Camus
Bu gün bütün dünya seyahat ediyor. Her zaman, her yerde yolculuğa çıkılıyor. Bir
zamanlar eşsiz ve önemli bir olay olan seyahat, artık bir alışkanlığa dönüştü, hayatın bir
parçası haline geldi. İnsanlar yalnızca gezmek için seyahat etmiyor, yola çıkmak için çeşitli
nedenleri ve amaçları var. İş seyahatleri, aile ziyaretleri, kültür spor, dinlenme ve tatil amaçlı
seyahatler, inceleme gezileri…Türlü neden, çeşitli amaç. Yine de o büyük seyyahlara pek
rastlanmıyor artık. Bir zamanlar insanlar seyahat etmek için
seyahat ederlerdi. Seyahat
etmek başlı başına bir amaçtı, bu uğurda dağlar, çöller ve denizler aşılır, yabancı yöreler,
kentler, insanlar, gelenek göreneklerle tanışılırdı. Seyyahların piri fanisi İbni Batuta’nın
seyahati tam çeyrek asır sürmüştü. Yolculuk eğitim, bilgi ve görgünün bir parçasıydı. Houarı
Touatı, seyahati özellikle ortaçağda bir alim uğraşı olarak ele alıp yorumlar.1 Yıllar süren
tehlikeli seyahatler kendi dışında kalan dünyaya yapılan bir yolculuktan çıkıp
seyyahın
kendine, kendi dünyasına yaptığı bir yolculuğa dönüşür.
Uzaklara duyulan özlem ve bilinmeze duyulan merak, insanların giderek daha uzun
yolculuklara çıkmasına, ciltler dolusu seyahatname ve sayısız harita yapılmasına neden oldu.
İnsanları seyahatin bütün tehlike ve zorluklarını göze alıp yola çıkmaya teşvik eden güdüler
birbirinden çok farklıydı.Yüzyıllar içinde bu güdüler değişti. Bazen bu güdüleri merak, bazen
macera tetikledi. Bazen keşif, bazen kar hırsı, bazen de eğlence. Seyahat bazen de
burjuvanın kendini diğerlerinden ayrı göstermesinde bir araca dönüştü. Avrupa’ya giden
Osmanlı seyyahları 1850’lerde seyahat etmenin önemine dikkat çekerler.2 Avrupa
kentlerinde seyahat edemeyen insanlar seyahat dönemlerinde evlerinden çıkmayarak
seyahate çıkmış izlenimi yaratırlardı. Seyahat etmek ayrıcalıklı bir durumdur ve diğerlerine
karşı bir üstünlük duygusu yaratır. Seyahat ne amaçla yapılırsa yapılsın sonuçta seyyahlar
yeni fikirlerle dönüp
bambaşka ufuklar açıyor, insanların kendileri dışında dünyalara
İbrahim Şirin, Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
1 Houarı Touatı, Ortaçağda İslam ve Seyahat, Çeviren Ali Berktay, İstanbul, 2000.
2 Seyahatnâme-i Londra, İstanbul, 1259, s. 28
8
açılmalarını sağlıyordu. Dünyanın kendi yaşadıkları kıtadan ibaret olmadığını insana
gösteriyordu.3
Seyyah, gezerek edindiği tecrübeyi seyahatnamesinde okuyucusuyla paylaşır. Gezi
yazısı bu bağlamda edebiyatın kendisi kadar eskidir. Biri seyahatini anlatırken diğerleri de
onunla birlikte yolculuğa çıkmış kadar olur. Seyahatname edebiyatın bir parçasıdır. Aynı
zamanda kültür tarihçiliğin de önemli bir malzemesini oluşturur. İnsanın tarihi kadar eski olan
seyahatin ve seyahatnamelerin yeterince incelendiğini söylemek zordur. Seyahatnamelerin
analitik bir metotla ele alınıp incelenmesi insanın tarihinin yazılması açısından önemlidir.
Zihniyet tarihinin kurucusu Lucien Febvre, aşkın, ölümün, acımanın, zulmün, sevincin tarihine
sahip olmadığımızı; ölümün tarihinin yazılmasının gerektiğini vurgular.4 Seyahatnameler tam
da Febvre’nin işaret ettiği gibi tutkuların, duyguların tarihinin yazılması için önemli malzeme
içerir. Osmanlının ölüm ve yaşam karşısındaki tavrını Osmanlı arşiv kayıtlarında her hangi bir
defterden çıkarmak güç, belki de imkansızken seyahatnameler çok zengin bir içerikle önemli
bir veri niteliğindedirler. Seyahatnameler, tarihçiye tutkunun, acının, hissin tarihini
yazmasında vazgeçilmez bir kaynaktır.
Seyyahın kimliği, seyahati hangi dürtülerle ne zaman yaptığı çok önemlidir. Türkiye
ile ilgili ilk Batılı gözlemler, Türklere esir düşen daha sonra kurtulanların ya da Osmanlı
ülkesinde her hangi bir suçtan dolayı hüküm giyenlerin Schildberger, Krafft, Schmidt ve
Seideln gibi yazarların gözlemleridir. Bunlara daha sonra Osmanlı ülkesine elçi olarak gelen
Busbecq, Schweigwer, Dernschwamn ve Gerlech
gibi görevliler katılır. Avrupa insanı,
seyyahların gözlemleriyle Osmanlı hakkında bilgi edinir. Gözlemler, Avrupa’nın Osmanlı
dünyasına karşı duyduğu tarihi ön yargıları beslemiş ve güçlendirmiştir. Dünya ticaret ağına
Osmanlının eklemlenmesiyle tüccarlar mallarını satmak için Osmanlı ülkesine gelmeye,
gözlemlerini yazmaya başladılar. Chevalier D’arvieux, gibi tüccarları, J. J. Spon gibi arkeolog
J. Piton de Tournefort gibi botonikçi meraklı araştırmacılar, Thomas Smith ve H.F.G. Paulus
gibi misyonerler ve rahipler, Grand de Nerval, K. Humsun ve Edmondo De Amicis gibi
edebiyatçılar takip etmiş ve Doğuyla ilgili yüzlerce seyahatname yazılmıştır.
Oldukça farklı amaçlarla gelen seyyahın bıraktığı bu seyahatnameler nasıl tarihçinin
yararlanacağı bir metne dönüşür? Seyyahın kendi dışındaki dünyaya karşı duyduğu ön yargı,
gözlemlerini belirler ve etkiler. Rönesans’a kadar Avrupa kendi dışındaki dünyayı özellikle
Osmanlı’yı barbar, kan emici olarak algılar. Rönesans’ta bu algı yerini yenilmez Büyük Türk’e
bırakır. Doğu pek çok açıdan Avrupa’ya örnek olunacak bir mekandır. Aydınlanma, sanayi
3 Wilfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Çeviren, Jasmin Traub, Ankara, 1998, s. 8
4 Febvre’nin izinde Fransız Türkologlar Osmanlı’da ölümün tarihini yazma girişiminde bulundular.bknz Gilles
Veinstein, “Önsöz”, Osmanlılar ve Ölüm,Hazırlayan, Gilles Veinstein, Çeviren Ela Gültekin, İstanbul,
2007, s.11.
9
devrimi bu algıyı değiştirir. Doğu özellikle Osmanlı, despotizmin, tembelliğin, kaynağıdır. Bu
haliyle sömürülmeyi hak eder. Avrupa’nın kendi dışındaki dünyaya bakışı seyyahların
metinlerine de yansır. Avrupa dışında her yerin cennet olduğu ve Christoph Colomb’un yeni
bir kıtayı keşfetmesine neden olan düşünce, zamanla Avrupa’nın yer yüzü cenneti olduğu,
Avrupa dışında her yerin kötü olduğu bir imgeye dönüşür. Bu dönüşümü
seyyahların
metinlerinde görmek mümkündür. Seyahatnameler Batı’nın hegomonik bir özne olarak
kendini inşa etmesinde kullanılır. Oryantalist yaklaşımda seyyahların önemli bir etkisi vardır.
Bu anlamda seyahatnameler kullanırken kullanıcıların çok dikkatli olması gerekir. Seyahatte
anlatılanın ne kadar tarihi gerçeği yansıttığı ne kadar seyyahın hayali olduğunun ayrımını
yapmak gerekir. Seyyahın verdiği bilgileri başka kaynaklarla da doğrulamak gerekir.
Avrupalı gezginlerin eserlerini inceleyen çalışmalara değinecek olursak: Tülay
Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI Yüzyılda İstanbul’da Hayat (1582-1599) Ankara,
1983 çalışması bu alanda yapılan ilk çalışmalardan biridir. Nazan Aksoy’un Rönesans
Avrupası’nda Türkler, İstanbul 1990 çalışması,
Stephane Yerasimos’un Les Voyageurs
Dans L’empire Ottoman (XIV- XVI ), Ankara 1991 çalışması bu alanın el kitabı mahiyetinde
bir çalışma olarak önemini korumaktadır. Necla Arslan’ın, Gravür ve Seyahatnamelerde
İstanbul 18 Yüzyılın Sonu ve 19 Yüzyıl, İstanbul, 1992 çalışması Gülgün Üçel Aybet’in
Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları, İstanbul, 2003 çalışması
sosyal tarih çalışmalarında seyahatnamelerin kullanımına önemli bir örnektir. Aybet, özellikle
1530-1699 tarihleri arasında Osmanlı ülkesinde bulunmuş seyyahların eserlerini kullanmıştır.
Seyahatnameler sosyal ve kültür tarihçilerinin dikkatini çektiği kadar özellikle kent
tarihçilerinin kaynak olarak kullandığı metinlerdir. Mehmet Önder, Seyahatnamelerde
Konya, 1948, Sibel Ercüment, XIX Yüzyıllarda Batılı Seyyahlara Göre Doğu ve Orta
Karadeniz, Hacettepe Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi Ankara, 1991, Veysel
Usta, Gezginlerin Gözüyle İzmir XVIII.Yüzyıl, İzmir,1996, Pınar, Gezginlerin Gözüyle
İzmir XIX Yüzyıl I-II, İzmir, 1996, Pınar, Gezginlerin Gözüyle İzmir XVII. İzmir 1998, İlhan
Pınar, 19 Yüzyıl Anadolu Şehirleri: Manisa, Edirne, Kütahya, Ankara, İstanbul, Trabzon,
Antalya, Diyarbakır, Konya, İzmir, İzmir, 1998,
Seyahatnamelerde
Trabzon,
Trabzon,
Seyahatnamelerde Bursa, Bursa
1999,
Veysel Usta, Anabasis’ten Atatürk’e
Nurşen
Günaydın,
Raif
Kaplan,
2000, Osman Eravşar Seyahatnamelerde Kayseri,
Kayseri, 2000, M Şefik Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbakır, Diyarbakır, 2003, Leyla
Doğan Peker, İngiliz Seyyahların Seyahatnamelerinde (17 ve 20 Yüzyıllar arası) Bursa,
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa,
2003, Health W. Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa, Çeviren, Serdar Alper, İstanbul, 2004
çalışmaları seyahatnamelerin kent tarihi çalışmalarında önemini göstermektedir. Bu
çalışmaların sayısının artırılması gerekmektedir.
10
F. Yavuz Ulugün’ün elinizdeki Seyahatnamelerde Kocaeli ve Çevresi çalışması,
Kocaeli tarihi çalışan araştırmacılara önemli bir kaynak niteliğindedir. Ulugün çalışmasında
milattan önce 6. yüzyıldan günümüze Kocaeli ve çevresini gezen yaklaşık Avrupalı, Macar,
Arap ve Osmanlı 150 seyyahın seyahatnamesindeki Kocaeli ve çevresiyle ilgili kısımları
okuyucuya sunmaktadır. Kocaeli kent tarihi yazımında bu metinler önemli olmakla birlikte
seyyahın ön yargıları da dikkate alınmalıdır. Özellikle Kocaeli nüfusuna dair verdiği bilgiler
diğer kaynaklarla doğrulanmalıdır. Aksi takdirde önemli yanlışların yapılması kaçınılmazdır.
Giriş
Annem ve merhum babama,
İlimiz tarihi hakkında bilgi edinmek için yola çıktığımızda gördük ki aslında oldukça önemli bir
tarihsel geçmişin mirasçılarıyız. Bu kitapta da kentsel tarihimizdeki kimi boşlukları
doldurabileceğine inandığım, yöremizi ziyaret eden gezginlerden örnekler sunmaya çalıştım.
Kimisi uğrayıp geçmiş, kimisi ise oldukça uzun kalıp detaylı bilgiler vermiş. Ne yazık ki,
bugüne değin bölgemizle ilgili seyahatnameler nerdeyse hiç dilimize çevrilmemiş. Bu yapıtta
yer alanların nerdeyse tamamına yakını tarafımdan çevrildi. Ancak Graf Istvan Szechenyi’nin
1818 yılı seyahatnamesi, Sn. Ali Ayvaz’ın Almanca’dan akıcı çevirisi ile bu yapıtta yer aldı.
Çevirilerine gerek duymadığım bölümleri “…” noktalaması ile belirttim. Kimi gezginleri tesbit
etmeme karşın ne ilk, ne de ikinci elden gezi notlarına ulaşmam mümkün olmadı. Yine de
daha sonraki araştırmacılar için bir ip ucu olması için onlardan da söz ettim. Bazen gezi
notları içinde çizim ya da fotoğraflardan söz edilse de ne yazık ki elimdeki kimi baskılarda
yoktular. Ben de bu eksikliği o döneme ait başka fotoğraf ve çizimlerle gidermeye çalıştım.
Bu vesile ile, elindeki Yıldız Arşivi fotoğraflarını veren Sn. Prof. Atilla Çetin’e çok teşekkür
ederim.
Bu kitapta, gezginlerin notlarını yorumlama yönteminden özellikle kaçınarak, böylesi bir
yapıtın kentimiz için ilk olması nedeniyle, gezginlerin kaleminden çıkan sözleri “italik” olarak
doğrudan aktardım ancak çok gerekli durumlarda dipnotlar ekledim. Kendi eklediğim
dipnotlarının önüne gezginlerin dipnotları ile karışmaması için “Y.U.” ibaresini koydum.
Gezginleri kronolojik bir sıralama içinde sunmaya çaba gösterdim ancak kimi gezginlerin
yöremizi ziyaret yıllarını kesin olarak tesbit edemedim, bu durumda yaklaşık yıl ya da eserin
yayın tarihini esas aldım ancak yanına (?) işareti koydum. Açıktır ki birkaç yıl farklılık olabilir.
Fransızca orjinali dahi hiç yayınlanmamış ve konu el yazması ilk kez benim Türkçe’ye
çevirimle bir kitap olarak gezginler literatürüne eklenmiş olan Peyssonel’in “1745 Yılında
İzmit ve İznik’e Yapılmış Bir Gezi’nin Öyküsü” adlı yapıttan, Türkçe baskısına yalnızca İzmit
ve çevresi ile ilgili bölümleri dahil etmiştim ancak bu İngilizce çevirisine İznik’i de dahil ettim.
Ayrıca bu baskıda, Türkçe baskıda var olmayan John Jackson (1797), George Cavandish
Taylor (1855), Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben (1894) ve Frederick
George Aflalo (1911) adlı gezginlerin de notlarını ekledim.
Gezi Notları, yerli ya da yabancı gezginlerin gittikleri bölgenin güncel ve tarihsel dönemlerine
ait gözlemledikleri ve derledikleri bilgileri yazıya dökmelerinden oluşurlar. Strabon örneğinde
olduğu gibi antik döneme ait Anadolu gezi notları, bir anlamda merak ve tanıma isteğine, ya
da Skylax örneğinde olduğu gibi askeri bir göreve dayanırken Orta Çağ’da Haçlı Seferleri ve
Arap Gezginler açısından da diplomatik görevler gibi nedenlere dayanmaktadırlar.
11
Kimi zaman, farklı gezginler aynı ya da yakın zaman dilimi içinde gelmiş olsalar da görevleri
ya da bakış açıları farklılığı nedeniyle, aktardıkları bilgilerin öncelikleri farklı olabilmekte. Kimi
arkeoloji ya da tarihi ön planda tutarken, bir diğeri bitki örtüsü ya da sosyal yaşamla daha
yakın ilgilenebilmektedir.
15. yy. sonuna doğru Osmanlı topraklarında gezgin patlaması yaşanır. 16. yy. sonlarında ise
Osmanlı toprakları üzerinden Hindistan’a giden ticaret yolunun önem kazanması bir başka
nedendir. Ancak bu uzun geziler oldukça masraflıdır ve genellikle diplomatik görevliler,
hacılar ve soylular tarafından yapılabilmiştir.
17. yy. gezi notlarında ise Rönesans’ın etkisi vardır. Amaç, yeni coğrafi keşifler ve toplumsal
aydınlanmadır. Osmanlı’nın yükselişi bir yönden korku yaratırken öte yandan da tanıma
merakını da uyandırıyordu. 19. yy’da deniz ve demiryolları ile gezilerin daha kolaylaşması
sonucu elde edilen bilgiler, bilimsel kullanımlarının yanı sıra emperyalist, ticari ve misyoner
politikalara da hizmet ediyordu. Bu nedenle kimi gezginlerde taraflılık kolayca fark
edilebilmektedir. Bir kısmının amacı da özellikle Osman Hamdi Bey tarafından 1884 yılında
çıkartılan Asar-ı Atika Nizamnamesine kadar, eski eser toplayıp götürmektir.. Osmanlı
seyahatnameleri ise oldukça azdır. En bilinenleri Evliya Çelebi, Katip Çelebi ve Lâtifî'dir.
Kimi zaman da “gezgin yazarlar” kadar olmasa da “gezgin ressamlar” da görülmektedir Gezi
notlarına ek resim, gravür, taş baskı ve daha sonraları da fotoğraflar görülmektedir ki bunlar
Anadolu kentleri ve ören yerlerindeki kimisi günümüze ulaşamamış antik tapınak, hamam, su
kemerleri, tiyatro gibi mimari yapıların yanı sıra arkeolojik eserlerin ayrıntılarını gösteren
fragman, yazıt, sunak ve lahit gravürleri hakkında önemli bilgiler sunmuşlardır. Kent
betimlemelerinin yanı sıra, kale gibi savunma alanlarına da ayrıntılı olarak yer verilmesi ise
kimi zaman stratejik amaçlar taşıdıklarını da göstermektedir.
Kocaeli, Bizans İmparatorluğu doğu sınırlarını çeviren konumu nedeniyle, Osmanlı Beyliği’nin
kuruluş döneminde, pek az gezginin tercih ettiği bir güzergah olmuştur. Yine de ilk çağlardan
beri ama özellikle de XVII. yy. ve sonrasında bir çok gezgin İzmit’ten geçmiştir. Ancak,
olasılıkla kent artık görülebilir kalıntılara sahip olmadığından veya toprak altında kaldığından
ya da yalnızca bir mola noktası olarak kullanıldığından, kimi gezginler pek fazla bilgi
aktarmamışlar. Yine de bu yüzyıla ait gravürler ve anılar İzmit’in, ticareti gelişmiş olan,
bayındır bir kent olduğu görüntüsünü sunmaktalar.
Gezi notlarının, tarihsel kaynak olarak kabul edilebilirlikleri de gezginlerin yorumlarını kendi
kültürel birikimleri ve bakış açılarıyla yaptıkları savı nedeniyle bir tartışma konusudur. Ancak
öte yandan Osmanlı arşivleri ve seyahatnameler dışında, Osmanlı ve Anadolu toplumsal
yaşamı hakkında kaynaklar sınırlıdır. Kaldı ki Osmanlı resmi tarihçilerin kaleme aldıkları
kroniklerin, genellikle askeri seferler, siyasi ve diplomatik ilişkiler ile kısıtlı olduğu göz önüne
alınırsa gezi notlarının tarihsel ve toplumsal topoğrafya, coğrafya, sosyal yaşam ve kent
mimarisi hakkında ayrıntılar içerebildikleri görülür. Öte yandan İzmit gibi yüzyıllar boyunca
sürekli yoğun göç alan ve göç veren bir kent için, yitirilmiş kent belleğinin onarılmasında
önemli katkıları vardır.
Kimi gezginler, bazen Grekçe yazıtları olduğu gibi not edip bırakmışlar, bu yapıtta bunların
Latin harflerine transkripsiyonu ve kimisinin Türkçeye çevirileri Sn. Muhittin Bakan tarafından
yapıldı, yanı sıra redaksiyonuna katkı verdi. Hiç bir zaman esirgemediği bu özel katkılarına
içten teşekkürler. Bir başka özel teşekkür de Sn. İbrahim Şirin’e, öneri ve katkıları bu yapıta
son halini verdi. Ayrıca “önsöz”ün yazımını üstlendi. Şahsım ve yerel tarih dostları olarak
kendisine sonsuz teşekkür borçluyuz. Son bir teşekkür de kitabın Türkçe basımı gibi İngilizce
baskısını da üstlenen İzmit Rotary Kulübü Yönetim Kurulu ve saygıdeğer üyelerine.
Sayelerinde kentimiz tarihi ile ilgili yeni bilgiler gün ışığına çıktı.
12
Umarım hoşunuza gidecek bir eser olmuştur.
F. Yavuz ULUGÜN
İzmit, 01.02.2008
En Erken Gezginler
Anadolu’nun eski coğrafyası hakkında başlıca bilgileri Strabon, Ptolemaios, Plinius, Bizanslı
Stephanos’un yapıtları ve ilgi çekici yol cetvelleri ya da haritaları olan Peutingerius Tablosu,
Antoninus ve Kudüs Itenirerum’ları, Hierocles’in Synecdemus’u yanı sıra Ksenephon’un
günlüğü ya da Arrianus’un Anadolu’nun İskender tarafından fethinin anlatımı gibi kimi ünlü
askeri sefer notlarından edinmekteyiz, ki bu sefer notları gelecek çağlarda da Matrakçı
Nasuhi’nin yapıtında olduğu gibi önemli bilgiler sunmuşlardır. Roma’nın Anadolu’daki
savaşları Polybius, Livius ve Appianus’un yapıtlarında yer almışlar. Bir başka değerli anlatım
da Haçlı Seferlerini ve İmparator Aleksius Komnenus’un İstanbul-Konya seferini anlatan kızı
Anna Komnena’nın yapıtıdır.
İÖ 6. yy., Skylax
Bölgemize yönelik en eski gezi notlarını yazan kişidir. Karianda’lı bir kaptan ve coğrafyacı
olan Skylax’ın Pers İmparatoru Darius’un (Dareios Hystaspis) emri üzerine hazırladığı Indus
nehrinden Kızıldeniz’e sonra da Akdeniz’den Karadeniz’e tüm limanları ve olanaklarını içeren
“Periplus” adlı denizci el kitabı İÖ 360-330 yıllarına aittir, ancak kimi bilgiler aşağıda
açıklayacağımız üzere daha eskidir. Dolayısı ile Skylax’ın daha önce İÖ 6.-5. yüzyıllarda
yaşamış olması ve konu kitabın ona atfen daha sonra yayınlanmış olması ya da daha
sonraki bir kopyesi olması olasıdır.
Bithynia’nın (Kocaeli Yarımadası ve çevresi) bir süre için Mysler tarafından iskan edildiği ilk
kez, Indus yolculuğundan iki buçuk yıl sonra dönmüş olan Skylax5 tarafından kanıtlanmıştır.
Skylaks, Askania (İznik Gölü)’nün etrafında Frigyalılar ve Mysialıların yaşadığını söyler.
Astakos (Başiskele) şehrinden hiç söz etmeyen antik çağın meşhur çoğrafyacısı Karyandalı
Skylax, yalnız Olbia şehriyle Olbianus körfezini (İzmit Körfezi) belirtir.6 Bu kitapta bizi
ilgilendiren bölüm şu şekildedir:
“Maryandinlerin arkasında Trakya Bithynleri, Sangarios Nehri, Artanes adlı başka bir nehir,
Thynias adası (Kefken Adası) ki burada Herakleialılar (Kdz. Ereğli) otururlar ve Rebas Nehri
bulunur; hemen bundan sonra Boğaz, Pontos’un (Karadeniz) çıkışında daha önce
bahsedilen tapınak, bundan sonra Trakya Bosphoros’unun (İstanbul Boğazı) dışında
Kalkhedon (Kadıköy) kenti, bundan sonra Olbia Körfezi (İzmit Körfezi). Maryandinlerden
Olbia Körfezinin en iç köşesine kadar -işte burası Trak Bithyniası’dır- yapılan bir kıyı seyri üç
gün sürer.”
Burada doğudan batıya doğru bir kıyı seyri tarif edilir. Thynias adası, Kefken adası olup,
tapınak ise Anadolu yakasındaki ünlü Zeus Urios tapınağıdır. Olbia Körfezi, İzmit Körfezi’dir.
körfeze bu adın verilmesi bize “Gemi Yolculuğu” el kitabının yazarı Skylaks’ın “ yukarıdaki
tarifi oldukça daha eski bir kaynaktan aldığını göstermektedir. Çünkü İÖ 5. yy’dan itibaren
İzmit Körfezi genellikle körfezin en iç noktasında ve Nikomedia yakınındaki Astakos kentine
atfen “Astakos Körfezi” adını taşımaktadır. Olbia kenti adına tarihi zamanlarda artık
rastlanmamaktadır. Demek ki, gittikçe gelişen Astakos kenti tarafından gölgede bırakılmış ve
sonunda ortadan kalkmıştır. Olbia Körfezi adı çok eskidir ve İÖ 6. yy. veya 5. yy’ın ilk yarısını
ifade etmektedir.7
5 Herodotos, IV, 44
6 Skylaks, Periplus, 75, II
7 Emin Clemens Bosch, Bithynia Tetkikleri, çev. Sabahat Atlan, TTK Belleten, Ankara, 1946, s.37-38
13
Skylaks ve Ksenophon’un8 sonraları bir Bithynia kenti olan Kios’u (Gemlik); Bithynalı tarihçi
Arrianos’un da Nikaia’yı (İznik) Mysia bölgesinde göstermiş olmaları Bithynia’nın erken
tarihlerde daha kuzeyde ve Kocaeli Yarımadası dediğimiz alanla sınırlı kaldığına işaret
etmektedir.
İS 18-19, Strabon
Anadolu’nun eski çoğrafyasını kaleme alan Amaseia’lı (Amasya) Strabon’un olgunluk
döneminde, kimi araştırmacılara göre İÖ 7 yılında, kimilerine göre İS 18-19 yılları arasında
yazdığı 17 kitaplık Geographika külliyatı, ilk seyahatname örneklerinden biridir.
Hattuşa’nın İÖ 1200 dolaylarında tahrib edilmesinden sonraki süreç Bithynia’nın sınırlarının
belirmeye başladığı dönemlerdir. Bu dönemin başında Karadeniz kıyısıyla İstanbul boğazı ve
Marmara Denizi arasında bulunan ve daha sonra Bithynia adını alacak büyük ve verimli
bölgeye Bebrigler yerleştiğinden bu topraklara Bebrykia denmekteydi. Bu yüzyıllarda
Anadolu’ya geçen Frigler, buralarda Bryg adıyla anılmış ve bölgeyi birkaç yüzyıl ellerinde
tutmuşlardır. Topraklarını daha sonra Mariandynlere kaptıran Bebrykler Strabon’a göre
Trak’tılar.9
Göç hareketleri son bir güçlü zorlama ile İÖ 7. yy’da Trak’ları, özellikle Bithyn’leri Anadolu’ya
yönlendirdi. Skyte’lerin (İskitler) çok kuvvetli bir akınları da İÖ 7. yy’a denk düşmektedir.
Olasıdır ki, bu ileri hareket ve baskı Bithyn’leri göç hareketine zorlamış ve sebep olmuştur.10
Trakya’da Trak ve akraba kavimlerin yer değiştirme hareketleri, özellikle de Bithyn’lerin
doğuya göçleri geniş bir ülkeler demetine, Kuzeybatı ve Batı Anadolu’nun bir kısmına sürekli
olarak Trak damgasını vurmuştur. Thoukydides,11 Ksenophon12, Strabon13 ve Plinius14
yanı sıra bir çok başka yazar15 da zaman zaman Asya Trakları adını verdikleri bu halkın
Küçük Asya’ya Avrupa’dan geldikleri konusunda görüş birliği içindedirler.
Strabon, Maryandinler konusunda Theopompos’un görüşüne dayanarak Mariandynus’un
Paphlagonialı bir grup lideri olduğunu ve Bebrikleri yenerek aldığı bu yere, kendi adını
verdiğini söyler. Kimi kaynaklara göre de Trakyalı kavimler, Bithynia’da Mariandynleri,
penestes yani fakir insanlar durumuna düşürmüşlerdi.
Strabon’a göre,16 Bithynia’yı doğuda Paphlagonlar ve Mariandinler ve Epiktetlerin bir kısmı;
kuzeyde Pontos’un (Karadeniz) Sakarya’nın ağzından Byzantion (İstanbul suriçi) ve
Kalkhedon (Kadıköy) civarındaki boğaza kadar uzanan parçası; batıda Propontis (Marmara
Denizi); güneyde Mysia ve Hellespont Frigyası adını da taşıyan Frigya Epiktetos
sınırlamaktadır.
Strabon, “Bithynia” bölgesinin (Kocaeli Yarımadası ve çevresi) bu adı Traklar’ın akınından
sonra, İÖ 7. yy. öncesi bölgeye yerleşen Bithyler ve akrabaları Thynler’in adlarından aldığını
8 Ksenophon, Hellenika/Yunan Tarihi, çev. Bilge Umar, I, IV, , İzmir, 1984, s. 7
9 Strabon, Geographika – Antik Anadolu Coğrafyası (Kitap XII-XIII-XIV), çev. Adnan Pekman, 12, III.3, İstanbul,
2000
10 Afif Erzen, İlk Çağ Tarihinde Trakya, Istanbul,1994, s.85
11 Ksenophon, Anabasis, VI 2, 17
12 Ksenophon, Anabasis, VI 4.1
13 Strabon, XII, III, 3, age, s. 15
14 Plinius, Natural Historica, V, 145
15 Bosch, agm, s. 39, dn 34: Arrianos, Bithyn., parça no. 37 (FHG, 3, 593); Byzanslı Stephonos; Eusobios,
Chronicles, Hieron, ad ann. Abr: 1044/5, Helm
16 Bosch, agm, s.34, dn 23: Schmid-Stahlin 2, 409 ve devamı; Honigmann, RE, II, 4, 76-155; Strabon’un eserinin
yayımlanması hakkında bkz. B. Niese, Hermes mecmuası, 13 (1878), 33 vd.
14
kesin olarak ifade ediyor. Bithynia’nın Asya’dan çeşitli devletlerle ilişkide olduğu, ticaret
gemileriyle susam yağı ve şarap ihracatı yaptığını yine antik kaynaklardan öğrenmekteyiz.17
Bu bölgenin ilk çağ tarihine ait olan her şey o derece karanlıktadır ki eski tarihçiler, bize
aktarılan çok az olay hakkında bile fikir birliği yapmaktan uzaktırlar. Strabon’un18 dediğine
göre, bu kavimler o kadar değişim geçirmişler ve Bithynia o kadar farklı uluslar tarafından
istilaya uğramıştır ki çoğrafyacılar bu zor problemin çözümünden vaz geçmek zorunda
kalmışlardır.
Bu hususta şöyle diyor: “Bu yerlerin ve bu kavimlerin durumları tarif edildiği gibidir. Bunlar,
bugün görülenlere hiç benzemiyorlardı. Bu farkları her zaman bir olmayan yöneticilerin
isteklerine göre, kavimleri bazen ayırıp bazen birleştiren çeşitli devrimlerde aramak gerekir
çünkü Troia’nın ele geçirilmesinden sonra bu saha sırasıyla Frigyalılar, Misyalılar, Lidyalılar,
Aolyalılar, İonlar,İranlılar ve Makedonyalılar eline geçti ve en sonunda Romalıların yönetimi
altına girdi. Romalıların yönetimi altındaki bu kavimlerin çoğunluğu,dilleri ve adlarına kadar
herşeylerini kaybettiler.”19
Belki de Thynler tek başına bir ulus değil, Bithynlerin bir koludur. Böyle olduğuna kanıt,
Bithynlerle birlikte Anadolu’ya göç etmeleri ve Kocaeli yarımadasına birlikte yerleşmeleridir.
Thynler kuzeyde Karadeniz kıyısında, Bithynler ise onların güneyinde otururlardı.
Bundan sonraki yüzyılda Astakos’un kaderinin ne şekil aldığını bilmiyoruz. Ancak Büyük
İskender’in İÖ 323’de ölümünden sonra halefleri arasında iktidarı ele geçirme savaşları
Boğazlara kadar ulaştığı zamanlarda Astakos isminden tekrar bahsedildiği görülür.20
Bithynler bölgeye yerleşmesinden kısa bir süre sonra Lidya Kralı Krezüs’ün yönetimi altına
girdiler. Lidya İmparatorluğunun yıkılmasından sonra İran’ın yönetimi altına girdiler. Daha
sonra Yunan göçmenleri gelerek uzun süreden beri savaşlarla tahrip edilmiş memleketi
yeniden imar için Marmara denizi kıyılarına yerleşmişlerdi. Fakat bu ilerleme ve gelişme uzun
sürmedi: Byzantion (İstanbul – Suriçi) ve Khalkedon (Kadıköy) cumhuriyetleri Bithynia’ya çok
sayıda saldırıda bulundular. Bu sahanın çok sayıda şehrini işgal ederek halkının çoğunu
kılıçtan geçirdiler. Bithynialılar, Ksenophon’un ordusu “Onbinler”in İran dönüşü kendi
bölgelerinden geçmesinden de sıkıntı çektiler. Calpe (Kerpe) önlerinde meydana gelen kanlı
bir çarpışma sonucunda yenildiler ve Onbinler Ordusu Khrisopolis’e (Üsküdar) ulaştı.
İÖ 200 yıllarında Bithynia’nın Strabon’un gösterdiğinden daha büyük bir alana yayıldığı
açıktır. Anadolu’yu en iyi bildiğini kanıtlamış coğrafyacı Strabon acaba burada hata mı
işlemişti? Elbette hayır, Strabon burada yalnızca Roma’nın Anadolu’daki devletlerin
sınırlarını belirlediği İÖ 188 Apameia barışından21 sonraki olayların aldığı durumu anlatmıştır
ki, zamanla Bithynia’nın sınırlarının değiştiğini kabul etmek gerekir.
Strabon ve Yaşlı Plinius’un “Kendi adıyla anılan Astakenos Körfezi’nde bulunuyor”22
Polianos’un “Kent, Bithynia’da, körfezde sağlıksız ve bataklık bir noktada bulunuyor”23
notlarına göre bugünkü İzmit’in karşısında Başiskele yöresinde24 kurdukları kentin ismi
Astakos idi.25 Strabon’a göre de Astakos Megaralılar ve Atinalılar tarafından kurulmuştur.26
17 Strabon, age, 12.3.3
18 Bosch, agm, s. 36: Strabon, 12, 4, 4
19 Texier, Küçük Asya (çev. Ali Suat), c.1, s. 90
20 Clemens Bosch, İzmit Şehrinin Muhtasar Tarihi, çev. Osman Nuri Arıdağ, İstanbul 1937, s.15: Bkz J. Toepffer,
Astakos, Hermes mecmuası, sayı 31, 1896, s. 124-136
21 Bosch, agm, s. 35, dn 28: Helenizm Tarihinin Anahatları, II, 95
22 Strabon, X, 453, XII, 563; Plinius, N.H., V, 148
23 Palianos, II.30, 3
24 Y.U.: Olasılıkla bugünkü askeri bölge içinde. İzmit-Gölcük yolu üzerinde, İzmit’e 3 km uzaklıkta, asfaltın 200 m
güneyinde, körfeze hakim tepelerin eteğinde 1960’lı yıllarda yapılan genişletme çalışmalarında keramikler
bulunmuş ve İzmit Müzesi’ne getirilmiştir. Envanter no. 625’e kayıtlı bu keramik buluntular İÖ 5-4. yüzyıllara aittir.
Yine 1967 yılında İzmit-Gölcük yolu inşaatinde Başiskele mevkiinde Roma dönemi sütün başığı (İzmit Müzesi,
15
Yeni doğan bu Grek sömürgelerinin böylesi başarılı olmaları, yerli liderleri gölgede bırakmaya
başladığından, saldırıları sonucu kentler onların yönetimleri altına girmek zorunda
kalmışlardır. Strabon ise şöyle demektedir: Astekenos Körfezi’nde Megaralılar ve Atinalılar
ve daha sonra Perslerin baskısına ve Satrap Pharnabazes’in dışarıdan sürekli karışıklık
çıkarmasına rağmen Dedaldes (Doidalsos) tarafından kurulmuş olan Astakos şehri vardır.
Ancak antik dönemde bir kenti ele geçirip, sonrasında ihya eden kişilere kurucu denilmesi
çok olağandı. Yine de bu satırlardan Krallık öncesi Bithyn prenslerinden Dedalses’in bir ara
kenti ele geçirdiğini çıkarmak olasıdır. Kaldı ki kimi yazarların belirttiği üzre Bithynia hanedan
lideri Dedalses, iki Yunan şehrini kendi memleketlerine kattı.27 Daha sonra Astakos kenti,
Zipoetes’e savaş açan Lysimakos’un eline düştü. Gerçi Pausanias,28 “Astakos’un kurucusu ,
Trak soyundan olduğu adından da belli olan Zipoites idi” der ama az önce belirttiğimiz üzere
sönük bir kenti yeniden canlandıran kişilerin kent kurucusu olarak adlandırıldığı ilk çağ
yazarlarında görülen bir durumdur.29
Krallık döneminde Bithynia’nın sınırı artık iyice belirmiştir. Bunların hakimiyet alanı, doğuda
Sangarius (Sakarya) nehri ve batıda Rhyndacus (Orhaneli çayı) arasındaki yerleri içine
almaktaydı. Bithynlerin memleketine daha önce İstanbul boğazından Rhebas nehrine kadar
Thynler yerleşmişti. Bithynler ile Thynler aynı sınır üzerindeydiler.30
Pausanias31, Olympos’un surları içinde saklanmış olan sanat eserleri hakkında
I.Nikomedes’in fildişinden yapılma bir heykelinden söz ettiği sırada “Adını bu devletin en
büyük şehrine verdi; çünkü Nikomedia şehrine eskiden Astakos derlerdi” kaydını ekliyor.
Strabon’un görüşü de bu merkezde olsa da bu dönemden çok zaman sonra Astakos adı,
Astakenos körfezi kıyısında Nikomedia ile rekabet eden bir şehir olarak birçok yazar
tarafından belirtilmiştir. Bu anlaşmazlığı Lysimakos’un vefatından sonra Astakos, kentin
harabeleri üzerinde kurulmuştur, diye açıklamak mümkün olsa da32 aşağıda anlatılan
Nikomedia’nın kuruluş efsanesinde Nikomedia’nın konumunun kuzey yakada olduğu
kesinlikle belirlenmektedir.
2. yy., Ptolemaios (Ptolemeus)
Geographika Hypegesis adlı yapıtı ile tanınan coğrafyacı, gezgin Ptolemaios’a göre33
Nikomedia 57º 30’ doğu, 42º 30’ kuzey konumda ve en uzun bir gündüz süresi 15 saattir.34
Bir çok Bithynia kentini konumlandıran Ptolemeus’un Nikomedia’yı, haritalarında İzmit
Körfezi’nin güney kıyısına konumlandırmasına neyin yol açtığı bilinmese de, bunun bir
yansıması olarak da Libyssa’nın (Gebze) Nikea (İznik)’e yakın yerleştirilmesine neden olmuş
Env. no.692) ve diğer mimari parçalara rastlanmıştır. Ayrıca, Prof. Dr. Sencer Şahin 1967 yılında SEKA’da
bulunarak Ankara’ya Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu’na iletilen “Kuros başı”nın Astakos’dan gelmiş olabileceğini
düşünmektedir. Söz konusu eser İÖ 54o-530 yıllarına tarihlenmekte olup, bu tez doğrulanırsa Astakos için en eski
arkeolojik buluntu olacaktır. Bkz. S. Şahin, Neufunde von Antiken Inschriften in Nikomedia und in der Umgebung
der Stadt, s.68, Elbistan 1973 ve Cevdet Bayburtluoğlu, İzmit’ten Bulunmuş Olan Arkaik Kros Başı, Belleten, c.
XXXI, s. 331-335. SEKA alanı inşaatında bulunan eser, İzmit Subay Evi bahçesinde başka bir heykel başı ile
birlikte saklanırken diğer heykel başı kaybolur, bunun üzerine Kros başı 1967 yılında Bayburtluoğlu’na götürülür.
Askeri bölge içinde kazı ve fotoğraf yasağı nedeniyle ancak yüzey araştırması izni alabilen İzmit Müzesi
uzmanlarınca hazırlanan raporlarda, su kanalı izleri ile Bizans kiremit mezarları görüldüğü belirtilmektedir.
Astakos ile soruların cevapları ancak bölgede sistemli bir arkeolojik kazı ile olasıdır.
25 Bosch, age., s.9
26 Adem Işık, Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi, s.24: Strabon, XII, IV, 2AAAA, Ankara 2001
27 Strabon, age, XII, IV, 2
28 Pausanias, 5, XII, 7
29 Bilge Umar, Bithynia, İstanbul 2004, s.3
30 Texier, age, c.1, s. 90
31 Texier, age, c.1, s. 98, d.n. 211: Pausanias, V.Kitap, böl.12
32 Texier, age, c.1, s. 98
33 Ruge, Real Encyclopedia, 486: Ptolemaios 5-1
34 Ruge, age, 486: Ptolemaios 5-1, 8-10. satırlar
16
ve doğal sonuç olarak bazılarınca Astakos ve Olbia’nın kuzey kıyıda olduğunu varsayılmıştır.
Aslında tam tersidir, çünkü Nikomedia’nın kuruluş efsanesinde Nikomedia’nın konumu, kartal
ve yılanın yeni kentin kurululacağı konumu belirlemek üzere, Astakos’un bulunduğu güney
kıyıyı terk ettikleri, ve körfezi aşarak vardıkları karşı yamaç ile kesinlikle belirlenmektedir.
Böylece Libanius’un aktardığı bu halk efsanesi Strabon’un metni ile uyum sağlamakta ve bir
yanlış anlamanın yer açtığı eski coğrafya bilimindeki kargaşa ortadan kalkarak her şey yerine
oturmaktadır. Yani Nikomedia ile Libyssa kuzey sahilde ve Astakos ile Olbia, ya da en
azından Astakos karşı güney kıyıda olmaları gereken yerdedirler.
Roma İmparatoru Macrinus döneminde Nikomedia’nın karşısında Eribolon adlı bir limanın
olduğu kesindir.35 Olasılıkla Başiskele (Astakos ?) ve Yuvacık’a (Olbia ?) çok yakın olan
Sekban/Seymen’dir.36. Bu yerleşim Ptolemeus tarafından Eribaea diye adlandırılmıştı.37
333, Bordeaux’lu Bir Hacı
Kudüs’e gitmekte olan ancak ismi bilinmeyen Bordeaux’lu bir Hristiyan hacı adayı gezi notları
sunmamış olsa da yöremiz ve çevre yerleşimleri arasındaki uzaklıkları vermiştir:
Khalkedon’dan (Kadıköy) hareket
Narses (Narsetea/Maltepe)
Pandicia (Pendik)
Pontamus (Gebze ?)
Libyssa (Diliskelesi ?)
Brunga (Yarımca)
Nikomedia (İzmit)
Egribolum (Eribolon/Kavaklı ?)
Libum / Libo (Sapanca ?)
Liada (Uzunçayır ?)
Nikaea (İznik)
Schine
Midus
Chogea
Thatesus
Tutadus (Geyve yakınlarında
Tottaion)
Protoniaca
Artemis
Dable (Taraklı yakınında Dablis)
Cerate (Gerede)
Bithynia-Galatia sınırı
7 mil
7 mil
13 mil
9 mil
12 mil
13 mil
10 mil
11 mil
12 mil
9 mil
8 mil
7 mil
6 mil
10 mil
9 mil
11 mil
12 mil
6 mil
6 mil
10 mil
Yine aynı şekilde, aşağıda göreceğimiz iki çizelge daha yöremiz yerleşimleri arası uzaklıklar
hakkında bilgi vermektedirler:
Antoninus’un Çizelgesi:38
Kalkhedon/Kadıköy
Pantichium/Pendik
15 mil
35 Adem Işık, age., s.54: Cassius Dio Cocceianus, H.R., LXXIX, 39, 3 - Macrinus
36 Y.U.: Geniş bilgi için bkz. Miliopuios I. P., İzmit Körfezi’nde Sekban İskelesi Kazısı, Eribolos, Arkeolojik ve
Topografik Araştırmalar, 1923
37 Texier, age, c.1, s.130
38 Y.U.: İS 2. Yüzyıl sonu - 3. Yüzyıl başında hazırlanmış uzaklık cetveli
17
Libyssa/Gebze
24 mil
Nicomedia/İzmit
22 mil
Peutinger’in Çizelgesi (Tabula Peutingeriana):39
Roma dönemi askeri yolları gösteren bu haritada bögemiz uzaklıkları şu şekilde
gösterilmektedir:
Kalkhedon (Kadıköy)
Libyssa
(Gebze)
Nicomedia (İzmit)
37 mil
23 mil
Bir başka çizelge ise 1884 yilinda İtalyan rahip Gian Francesco Gamurruni (1835-1923),
Arezzo’da Santa Flora kütüphanesinde bulduğu el yazması “Itınerarium” ile ortaya çıkmıştır.
Kitabın geriye kalan orta sayfalarindan Eugeria adlı bir bayanın ilk olarak İstanbul’a geldiğini
ve buradan yürüyerek Bithynia, Galatia ve Kappadokia’yı geçerek Tarsus’a ulaştığını ve 381
sonbaharında Kudüs’e vardığını görüyoruz.
845, İbn Khordadbeh (Hurdadbi)
Nikomedia eyaletinin antik kalıntılarına da vurgu yapan ilk anlatımı 845’de Batı İran – Arap
Posta Servisi’nin emri ile İstanbul’a kadar akın güzergahları hazılayan bir Arap yazar İbn
Khordadbeh’den, eyaletin, “üç hisar” ile “şimdi o bir harabe” dediği Nikomedia kentinden
oluştuğunu açıklaması ile gelir. Khordadbeh’in anlatımı daha sonraki yazarlarında yinelediği
gibi kentin harabe halini abartılı şekilde açıklar. Bu olasılıkla, hasar görmüş olan limana yakın
eski mahalleri nedeniyile kentin dokuzuncu yüzyılda akrapolise doğru çekildiğini anlatıyordu.
Kentin aynı zamanda İstanbul ana yolu üzerinde bir istasyon olduğunu belirtir.40
10. yy., Tellü Mevzeni Ebû Hüseyin Muhammed bin Abdülvahhab
İslam coğrafyacılarından Ebu’l Kâsım Muhammed bin Havkal, Kitabü’l Mesâlik ve’l Memâlik
veya Sûretü’l Arz adlı eserinde, yaşı yüzü geçmiş olmasına rağmen aklı başında olduğunu
belirttiği Tellü Mevzeni Ebû Hüseyin Muhammed bin Abdülvahhab’dan dinlediği seyahat
notlarını şu şekilde aktarmaktadır: Alis nehri üzerindeki Sağire’yi bir binek hayvanla geçtik.
Gölün geçidinden altı fersah yürüdük ve arka yolundan diğer bir gün daha yürüyerek
Nikomedia denilen kente vardık. Buradan denizde iki gün gittik. Halkiz ve Nih denilen kente
vardık. Buradan sabahleyin kalkarak Haliç’te gemiye bindik ve İstanbul’a geldik.41
1097, Kont Etien de Blois
26 Nisan 1097 günü Pelakanon (Tavşancıl yakınları) toplanarak İzmit’e yönelen 600,000
kişilk Birinci Haçlı ordusunda yer alan Champagne Kontu Etienne de Blois, Nikomedia’nın
kutsal şehit Pantaleon’un Roma döneminde eziyet edildiği kent olduğunu söylemiş ve yerde
yatan harabeleri kentteki tahribatı da kısmen “urbem desolatam a Turchis” Türklere
39 Y.U.: İS 3. Yüzyıl ortası veya 4. Yüzyılda hazırlanmış uzaklık cetveli Konr. Celtes tarafından bulunmuş ancak
bundan sonra ondan alan Augsburg senatörü Konrad Peutinger’in adı ile anılmıştır.
40 Ibn Khordadbeh, Kitab al-Masalik w’al Mamalik, Bibliotheca Geographorum Arabicorum, S.6, 102, s. 113’den
naklen Foss (2000), age, s. 31
41 Yusuf Ziya Yörükan, Müslüman Coğrafyacıların Gözüyle Ortaçağ’da Türkler, İstanbul 2004, s. 46, 83
18
bağlamıştı. Türkler, olasılıkla işgal ettikleri yerlerde ağır hasarlara sebebiyet vermişlerdi
ancak bu bölgeyi daha yeni ele geçirmişlerdi ve hasarların temel nedeni, kesin olarak eski
depremler idi.42
1147, Odo de Deuil
İkinci Haçlı orduları ile gelen tarihçi Odo de Deuil, İzmit’i gördüğünde, uzun süre önceki bir
geçmişe ait muhteşem harabelerle kaplı idi. Odo, Nikomedia’yı şu sözlerle anlatılmaktadır:
“Quod nobis Nichomedia prima mostravit,que sentibus et dumis consita, ruinis subliminibus
Antiquam suam gloriam et praesentium dominorum probat inerciam, frustra iuvabat eam
quidam maris profluvius que de Bracchio consurgens post dietam terciam in ea terminatur.”
“Nikomedia bize ilk olarak şu görüntüyü verdi; dikenler ve böğürtlenlerle birlikte yükselmiş
yüce harabeleriyle günün hükümranlarına eski görkemi ve eşsizliğini görüntülemekteydi. Boş
bir gururla, güneşin Kol’da43 üç kez doğmasından sonra ulaşılabilen ve kendisine elverişli
ulaşım imkanı sağlayan bir haliç44 ile sonlanırdı.”
İkinci geçişinde ise özel olarak Nikomedia adını belirtmese de kalıntılarla tamamen örtüşen
bir anlatım sunmaktadır: “Deniz kıyısından başlayarak kentin kurulu olduğu yüksek bir tepede
iyi korunan bir kale”yi anlatmaktadır. Görüldüğü üzere kent bir liman olarak işlevini devam
ettirmişti dolayısıyla denizde gemileri ve olasılıkla buna bağlı ticareti korumak üzere kıyıda bir
kale olmalıydı. Daha önceki dönemlerde bir kaleden bahsedilmemiş olsa da bu konumu daha
dokuzuncu yüzyılda kazanmaya başlamış ve onikinci yüzyılda kent tamamiyle görkemli
surlara dönüşmüştü;.45
1206, G. de Villehardouin
Latinler, 1206 yılında Nikomedia’ya da bir sefer düzenleyerek kenti aldılar. Kaleyi harabe
olarak bulan Loos’lu Thierry, Aya Sofya kilisesini güçlendirerek savaşı buradan yönetmeyi
düşünerek bir kale haline getirdi. Villehardouin’in anlatımına göre kilise çok yüksek ve çok
güzeldi.46 Laskaris’in 1207’deki saldırısı karşısında başarısızlığa düşen Nikomedia’daki
şovalyeler İstanbul’daki Latin imparatordan yardım istediler, Latin imparator yardıma gelince
Laskaris İznik’e çekildi ve Latinler de garnizonlarını güçlendirdiler. Ancak Bizanslılar aynı ay
sürpriz bir saldırı ile Thierry’i ele geçirdiler. Thierry’nin geri kalan adamları güçlendirilmiş
Nikomedia Aya Sofya Kilisesine çekildiler. Ancak beş günlük erzakları olduğu için tekrar
imparatoru çağırdılar. Laskaris, İznik’e bakan dağlarda, imparator Henry ise Nikomedia
karşısındaki tarlalarda kamp kurdular. İmparator burada bulunduğu sürede uluslararası
durumdan iyi haberi olan Laskaris’in bir elçisini kabul etti. Zira Bulgarlar o esnada Latinler
için ciddi bir tehlikeydiler ve iki yıllık bir ateşkes için Latinlerin kenti boşaltması karşılığı
anlaşmaya varıldı. Latinler Aya Sofya Kalesini yıkarak çekildiler.47 Latin İmparator Henry
1211’de Mysia’da Rhyndacus nehrinde Laskaris’i yendi ve güneye ilerledi. Olasılıkla bu
esnada İstanbul’un savunması için vaz geçilmez olan Nikomedia’yı tekrar ele geçirdi. 48
42 Foss, age, s. 35, dn 48: Gesta Francorum, 11.7; Etien 886
43 Y.U.: Kol, burada Aziz George’un kolu = İstanbul Boğazı
44 Y.U.: İzmit Körfezi
45 Foss, age, s. 37, dn 58: Odo of Deuil, op. cit., pp. 84, 89 ff
46 Villehardouin, La Conquête de Constantinople, 455: Faral baskısı 1938, II, s. 271. Aktaran Raymond Janin,
Les Eglises et Les Monasteres des Grands Centres Byzantins, Paris 1975, s. 101
47 Villehardouin 481-489. Aktaran Foss (2002), age, s. 40
48 Foss (2002), age, s. 40, dn 64: Bu seferin anlatımında Nikomedia’nın adı açıkça geçmemektedir ancak
Akropolites, Latinler ve Bizanslılar tarafından kontrol edilen Anadolu topraklarını açıklarken Laskaris’in kuzey
topraklarında olması umulan kent adını dahil etmemiştir. Birkaç yıl sonra kent Latinlerin elindeyken 1211 seferi
kentin ele geçirilmesi için daha uygun görünmektedir.
19
1380, Bourge’lu Bir Gezgin
Yaklaşık 1380 yılında Diliskelesi (Glossa) üzerinden Baccusa (?) ve Leyngouon’a (Gemlik ?)
geçen Bourge’lu bir gezginin güzergahı 19. yy’da kaleme alınır ancak yöre hakkında hiçbir
bilgi yoktur.49
1389, Smolensk’li Ignacius
1389 yılında Küdüs’ü ziyaret amacıyla Moskova’dan yola çıkan Smolensk’li Ignacius ise
Sinop, Amasra, Ereğli, Sakarya ve Şile’den geçerek İstanbul’a gelmiştir. Smolensk’li
İgnacius, Haziran’ın 25’inde Diospolis’e (Akçakoca), 26’sında Sakarya’nın ağzına, 27’sinde
Daphnousias (Kefken Adası), Karphia (Kerpe Limanı) ile Astravia’ya (Ağva), 28’inde ise Fili
(Şile) ve Riva (Riva, Kumdere) üzerinden geçerek İstanbul’a ulaşır.
1403 & 1404, Ruy Gonzales de Clavijo
1404 yılında İspanya Kralı’nın elçisi olarak Timur’un başkenti Semerkant’a varan Clavijo’nun
kaleme aldığı seyahat (1403-1406) notlarında gördüğümüz üzere 14.11.1403 Çarşamba
günü İstanbul’dan ilk çıkışında 15 Kasım’da bir kayalık üzerindeki küçük bir kale olduğunu
söylediği ve nerdeyse denizle kaplanmış dediği Sequello (Şile) sahillerinden seyrederek
Cenevizlilere ait küçük bir ada olduğunu belirttiği Finagia (Kefken Adası) ve Karpi’ye (Kerpe
limanı) uğrar. İşte bölgemizdeki bu yolculuğun özet çevirisi:
O esnada Pera (Beyoğlu) valisince Tana (Azov) Denizi’nden gelmekte olan ve kaptanları
savaşmayı bilmedikleri için güvende olmayan ticari yüklü Venedik gemilerine göz kulak
olmaları için gönderilmiş silahlı iki tekne bu sulara gönderilmişti ve bunlardan biri de Kefken
Adası açıklarında demirli idi.
16 Kasım 1403 Cuma günü Clavio’nun teknesi tekrar yola koyulmaya niyetlidir ancak
havanın oldukça kötü olması nedeniyle demirde beklemek zorunda kalırlar. Finogia, üzerinde
kimsenin yaşamadığı küçük bir ada olup Türk sahillerinden iki mil açıktadır ve limanı çok
güvenli olmadığı için diğer Ceneviz teknesinin Venedik gemilerini beklediği altı mil uzaklıktaki
Carpi (Kerpe) limanına geçmeye niyetlenirler ancak tekne reisi yola çıkmak yerine
beklemenin daha doğru olduğunu söyleyince biraz daha içeriye sokulurlar. Gece yarısı
rüzgar daha da sertleşir ve deniz kabarınca küreklerin yardımı ile Ceneviz gemisine rüzgar
altı yapacak şekilde aborda olmayı denerler ancak fırtınaya dönüşen rüzgar deneniyle
beceremezler. Eski konumlarına dönmeye çalışırlar ancak bunu da başaramazlar. Ne
Ceneviz gemisine ne de limana ulaşamayınca her iki demiri de funda ederler. Hava daha da
artarak sular güverteye dolmaya başlar ama gece karanlığında yapacak bir şey yoktur ve
herhes kendini Tanrı’ya emanet eder. Kerpe yakınlarındaki Ceneviz gemisinin de başı
derttedir, her iki demirini de atmasına rağmen tutunamaz ve karaya sürüklenir ancak
personeli bir bot ile kendilerini adaya atmayı başarırlar. Sabah aydınlığında Clavio ve diğer
elçiler karaya çıkarlar, Timur’a sunulacak hediyeler ıslanmalarına ve dağılmalarına rağmen
kurtarılmıştır ancak şimdi karadaki bu şeylere Türklerin kendi sultanlarına sunmak üzere el
koyma olasılığından korkmaktadırlar.
49 Yerasimos Stephane, s. 98 : Lelewel Joachim, Géographie au Moyen Âge (Ortaçağda
coğrafya) “İtinéraire XXII.. de Brugis per terram usque Vischa in Turchia per
Constantinopolim. Deinde usque Jhrl-m per aquam”, Epilogue (C.5), s. 281-308, Brüksel
1857; Gilles de Bouvier, Le livre de la description du pays, Paris 1908
20
Bu arada bazı Türkler gelerek kim olduklarını sorarlar, yanıt Peralı Cenevizliler oldukları ve
dün gece kayalıklara sürüklenen gemiden çıktıklarını ve eşyalarını Capri’deki (Kerpe) diğer
gemiye götürmeleri için atlarını tahsis ederlerse para ödeyecekleri şeklindedir. Türkler komşu
köyden at bulabileceklerini söylerler ve gerçekten de Pazar günü atlarla geri gelirlerek onları
Capri’ye götürürler. Buradaki teknenin kaptanı Amrossio onları ve eşyaları gemisine kabul
eder. Bu arada birlikte bulunan ve Türkler tarafından tanınarak öldürülmesinden korkulan
Timur’un elçisi de bir hıristiyan gibi giydirilir.50 Seyire elverişli bir hava için Salı gününe kadar
beklerler. O gün yörenin şefi bir Türk gelerek bölgeden giysi ve diğer şeyler aldıklarını ve
gümrük vergisini ödemeleri gerektiğini beliritir; Türkler onların ne Cenevizli ne de Peralı
olmadıklarını anlamışlardır. Aynı gün öğleden sonra hava daha da sakinleyince Pera’ya
dönmek üzere denize açılırlar. Kış geldiği içinde Mart ayına kadar beklemeye karar verirler.
21.03.1404 Cuma günü ikinci kez yeni ama bu kez silahlandırılmış bir tekneyle yola koyulan
grup aynı gün akşamı Sequel’e (Şile) varır, gece yarısına kadar orada kaldıktan sonra daha
önceki teknenin battığı Finogia’da (Kefken Adası) durmadan 23/03 Pontaraquia (Kdz. Ereğli)
üzerinden yoluna devam eder.51
1433, Bertrandon de la Broquiere
Bertrandon de la Broquiere,52 Bourbogne dükü Philippe Le Bon adına 1432 yılında gizli bir
görev için deniz yoluyla gittiği Kudüs’ten kara yolu ile dönüş yolculuğunda 1433 yılının ilk
günlerinde bir İspanyol ve Cenevizli üç tüccarla birlikte İzmit’e (İzmid) varışından bir gün
önce kentin yaklaşık dört fersah aşağısındaki (güneyindeki) ormanın kıyısındaki bir köyde
(Karamürsel olmalı) geceleyen gezgin İzmit’i güzel bir kent olarak tanımlar. Lenguo (dil) adı
verilen bir körfezin sonunda bulunduğunu ve körfezin bir ok atımı genişlikte olduğunu belirtir.
Karşı yakadaki İzmit’ten İstanbul’a olan yolun nisbeten daha seyahat edilebilir olduğunu
belirten Bertrandon, bu bölgedeki bir kasabada (Darıca ? Kartal?) Rumların Türklerden
sayıca çok olduğunu ancak öte yandan Rumların, Latin hristiyanlardan Türklerin ettiğinden
daha çok nefret ettiklerini belirtmektedir. El yazması gezi notları 1804 yılında yayınlanmıştır.
1469, Antonio di Torriglia
Galata'daki (Pera) Ceneviz (Genova) noterlerince, 1408-1490 yılları arasında düzenlenen ve
günümüzde Genova Devlet Arşivi'nde korunan 124 belge, A. Roc-catagliata, Notai genovesi
in Oltremare. Pera, Genova 1982 adı altında yayımlanmıştı1. Belgeler, yaklaşık seksen yıl
gibi sınırlı bir dönemi kapsasa da, fetihten hemen önceki ve sonraki Ceneviz Galatası'na
ilişkin ipuçları sunar: Türklerin İstanbul'a yaklaşması belli bir tedirginlik yaratmıştır; 1453'te
kent Türkler tarafından fethedilir ancak Galata'da ticaret yaşamı devam etmektedir; Galata'ya
bir kadı tâyin edilir; 1475'te Kefe de alınır, bu kentteki Latinler İstanbul'a getirilir ve çoğu daha
sonra buradan Sakız'a ve Genova'ya gider.
Belgeler arasında Genova Ticaret Dairesi'nde görev yapan ve 1466 ve 1469 yıllarında
Karadeniz'e yaptığı yolculuklar nedeniyle Pera'ya (İstanbul Beyoğlu) gelerek mersin balığı,
orkinos, havyar ve kumaş ticaretiyle meşgul olan Antonio di Torriglia'nın53 Costantino
50 Yolculuğun 1402 Ankara savaşı hemen sonrası olduğu düşünülür ise gerçekten Timur’un elçisi için bir hayati
tehlike söz konusudur.
51 Ruy Gonzales de Clavijo, çev. Ömer Rıza Doğrul, Embassy to Temerlane 1403-1406 – Anadolu, Orta Asya ve
Timur, 79, Istanbul 1993, s. 74, 78
52 Bertrandon de la Broquiere, Le Voyage d’Outremer de Bertrandon de la Broquiere (1432-1433), s. 138-139,
Paris 1892. Bu eserin İlhan Arda tarafından yapılmış Türkçe çevirisi 2000 yılında “Bertrandon De La Broquiere’in
Denizaşırı Seyahati” adıyla 2000 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır.
53 A. di Torriglia, bir grup belgede adı sıkça geçen Niccolò di Torriglia'nın kuzenidir, günümüze ulaşan, ailesine,
dostlarına ve ortaklarına yazdığı çok sayıda mektubu vardır, Roccatagliata, op. cit., s. 9.
21
Lomellino'ya yazdığı bir mektup ve eki de vardır (27 Kasım 1469-18 Aralık 1469). Mektubun
bir bölümü şöyledir:54
"18 Ekim'de Kefe (Kırım) Limanı'ndan ayrıldık; ertesi gece Laie Burnu'na yanaştık. Burada
başka gemi dümencileriyle konuştuk; bize güney ve lebogius (lebegi; güneybatı) arasında yol
almamızı söylediler ama bizim dümenci güneye doğru çeyrek güneybatı yönünde gitmek
istedi ve böylece onlardan ayrıldık ve beş gün sonra kendimizi Penderache (Herakleia; Kdz.
Ereğli) taraflarında bulduk. Kaptanımızın deneyimsizliği ve bilgisizliği yüzünden Türkiye'nin
bu taraflarında demir atacağımız bir yer bulamadık. Bu arada batı ve kuzeybatı rüzgârlarının
esmesiyle Sinop yakınlarındaki Armenus (Harmeno) Limanı'na kadar gitmek zorunda kaldık.
Ne kadar fırtına, yağmur, kasırga atlattığımızı anlatmak çok zaman alır. Birkaç gün sonra
limana silahlı üç fusta'yla (fusta; fosta; bir tür gemi) birlikte Harmenolu Musa yanaştı,
Sivastopol ve Gotların tarafına gitmek istiyormuş. Harmeno Limanı'ndan ayrılarak Castellae
(Hisarlar; Amasra'nın doğusu) Limanı'na doğru yola çıktık, ayın yirmisinde Pera'ya ulaştık.
Constantinopolis'te (İstanbul) ve Pera'da veba salgını var ve her gün beş-altı kişi ölüyor. 18
Aralık: Yukarıdaki mektubu yazdıktan sonra Carpi (Kirpe - Kerpe) Limanı'na55 F. de
Savignono'ya ait gemi yanaştı. I. de Grimaldis, oğlu ve M. de Nigro buradan Bursa'ya,
oradan da Sakız'a gittiler. Bu arada, bu limanda, gemiyle birlikte bulunan iki ığripardan,
Allecsi adını taşıyan ve G. Sufiano'ya ait olan bir ığripar, Aziz Andrea arefesinde (29 Kasım)
battı; gemidekiler, üstlerindekiyle kurtuldular, malları ise yitirildi. Şu anda vebadan ölen bir
kimseden söz edilmiyor. Size çok fazla bilgi veremiyorsam şaşırmayın, çünkü veba
korkusundan gemide yiyor ve içiyorum, kimseyle temas etmiyorum. Fustaların kaptanı,
Türklerin dominus'u (Sultan) tarafından görevinden alındı, Aziz Andreas arefesinde Gelibolu
taraflarından İstanbul'a gelmişti. Bu olaydan sonra büyük bir geçit resmi yapıldı. Yaygın bir
şekilde, çok kısa bir zamanda çok büyük bir donanma oluşturulacağı söyleniyor".
1514, Haydar Çelebi
Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır seferine katılan Haydar Çelebi, 21 Mart 1514’de
Edirne’den hareketle 20/04 Üsküdar, 23/04 Maltepe, 24/04 Pendik, Papas Çayırı (Çayırova),
Kekboze (Gebze), 26/04 Değirmendere, 27/04 Hereke, 28/04 İznikmid (İzmit), 19/04 Kazıklı
(Kavaklı), 01/05 İznik’e varır. 10.04.1516’da bir kez daha Edirne’den hareketle 07/06
Maltepe, 08/06 Papas Çayırı, 09/06 Gebze, 10/06 Hereke, 11/06 Çınarlıdere, 12/06 Hocalı
(Kiles) deresi üstündeki Deristan (Sitare) Köprüsü, 13/06 Kazıklı köyünden sonra Derbend
ağzı üzerinden İznik’e yönelir.56 Haydar Çelebi’nin Ruznamesi günü gününe tutulmuş olması
nedeniyle önemlidir.
1522-1523 & 1533-1536 & 1548-1549 Matrakçı Nasuhi
Sultan Süleyman’ın Rodos Seferi’ne (1522-1523) ve Irak Seferi’ne eşlik eden Matrakçı’nın
notlarını da bir seyahatname olarak kabul etmek gerek. 07.06.1522’de Üsküdar’dan
hareketle 09/06 Maltepe, 20/06 Tekfur çayırı (Çayırova), 21/06 Hereke, 22/06 Çınarlı, 23/06
İznikmid (İzmit) ve Sitare köprüsü, 24/06 Kazıklı (Kavaklı) üzerinden İznik’e doğru yol alırlar.
Dönüşte İzmit Körfezi’ni denizden geçerek 25/01/1523 tarihinde Diliskelesi üzerinden
İstanbul’a ilerlerler.
Matrakçı’nın Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn adlı yapıtında Kocaeli’deki Konaklama
Noktaları
54 Erendiz Özbayoğlu, XIII. Türk Tarih Kongresi Ankara 4-8 Ekim 1999, XV. Yüzyıl Geneviz-Galata Noter
Belgelerinde Osmanlı İzleri, c. III, kısım III, Ankara 2002, s. 4-5
55 Bu yer için bkz. Pistarino, op. cit., s. 438, n. 74. Ceneviz-Galata Noter Belgeleri 5
56 Stephane Yerasimos, Les Voyageurs Dans L’Empire Otoman, Ankara 1991, s. 130: Haydar Çelebi Ruznâmesi
(1514-1518), Feridun Bey, Mecmu’a-i Münşeat el-Selatin, c.1, s.221, İstanbul 1857
22
Kanuni devrinde yaşamış değerli bir hattat, ressam, matematikçi, tarihçi hatta silahşör olan
ve kendince kimi oyunlar icat etmesi nedeniyle Matrakçı ya da Matraki lakabı ile ünlü
Nasühü’s Silahi’nin “Beyan- Menazil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han” adlı eser
Kanuni’nin 1534-1536 yılları arasındaki Safevilere karşı ilk İran seferini konu edinmiştir.
Bununla birlikte Nasuh, sefer esnasında konaklanan yerlerin yani menzillerin resimlerini
yapmak ve adlarını kaydetmek sureti ile gerçekten bir Menzil-name oluşturmuştur.57
Bu eserde bulunan menzil resimlerin sembolik olmaktan çok, genellikle ait oldukları yerleşim
birimleri ve konak yerlerini oldukça doğru, asıllarına uygun bir şekilde gösterdiklerini
belirtmemiz gerekir. Kitabın orijinal adı Mecmu-ı Menazil olup daha sonra verildiği anlaşılan
adındaki Irak kelimesini Irak-ı Acem yani İran olarak algılamak gerekir. Nasuh adını verdiği
kentler hakkında pek bilgi vermez ama ordunun geçişi ile ilgili verdiği günü gününe bilgiler
onun sefere katıldığını göstermektedir. Nasuh’un resmettiği menzillerden Birinci Merhale’de
bizi ilgilendirenlerin isimlerini şu şekilde sıralamak olası : İstanbul, Üsküdar, 15/06/1534
Kışşahan Köprüsü (Kemer Köprü) ve Tekfur Çayırı, 16/06 Gegibize (Gebze), 17/06 Kal’a-i
Hereke, 18/06 Çinarlu ve Sazludere, 19/06 izniğumid (İzmit) ve Cisr-i Sitare (Sitare Köprüsü),
20/06 Derbend-i Kazıklı (Kavaklı) ve 22/06 Kal’a-i İznik. Dönüş yolundaki uğrakları ise
03/01/1536 Sitare (Kiles) Köprüsü ve Merenlü (Karamürsel?), 04/01 İznikmid, 06/01
Geğbüze (Gebze) üzerinden 08/01’de İstanbul’a varış şeklindedir.
İzmit’i 31 x 22 cm ölçülerinde tam sayfa olarak minyatürleyen Nasuhi’nin çiziminde kent, yer
yer yıkılmış surlarla çevrilidir. Deniz gösterilmemiştir. Bundan kentin henüz 16. yy’da kentin
dışına yayılmadığını anlamak olasıdır. İç kale de gösterilmemiştir. Sur içinde sol altta görülen
dik çatılı, tek minareli, yanında ikişer kubbeli mekanlara sahip cami, Pertev Paşa (bugün Yeni
Cuma) Külliyesi öncesi bir yapı topluluğu olabilir. Ortadaki tek minareli ve kubbeli cami, sağ
alt tarfta görülen hamam da Yukarı Pazar (Süleyman Paşa) hamamı olabilir.
Nasuhi’nin son yıllarda ortaya çıkmış 1548-49 ikinci İran seferi hakkındaki eseri, sözü geçen
konak ve menzillerin tam olarak belirlenmesinde büyük yardımcı olmuştur.58 Bu sefere de
katıldığı anlaşılan Nasuhi 14 yıl önce yaptığı üzere yeniden resimlememiş ancak hem menzil
isimlerini daha doğru tesbit etmiş, hem de adını verdiği konaklar, ordunun durumu,satın
alınan arpa, buğday, un gibi ihtiyaç maddelerinin fiatları hakkında bilgiler vermiş, daha önce
yazmak imkanını bulamadığı menziller arasındaki mesafeleri mil olarak belirlemiştir.
Aşağıda Feridun’un ünlü eseri ile Nasuh’un birinci İran seferindeki eserinde resimleri bulunan
yerleşim isimlerinin bizi ilgilendirenleri ile ikinci seferinde yer alanları ve bu yerler hakkında,
karşılaştırmalı olarak tamamlayıcı bilgiler vereceğiz.
57 Hüseyin G. Yurdaydın, Nasühü’s-Silahi (Matrakçı), Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn, Ankara 1976
58 Y.U.: Bu sefer esnasında, Kanuni’nin İzmit’ten Şah İsmail’e yazdığı ve daha önce tutsak edilmiş İsmail taraftarı
Kılıç adlı biri ile gönderdiği mektup oldukça önemli olup şu şekilde özetlenebilir: Bil ki ilahi hükümlerden yüz
çevirenlerin, dini ve yasaları yıkmaya çalışanların, bu hareketlerine bütün Müslümanların ve bu arada adaletli
hükümdarların, gücü oranında engel olmaları gerekir. Bunu söylemekten amacım şudur: Tekke köşesinden
hükümdarlığa yükselen sen, bu yolda yürüdün. Müslüman ülkelere saldırdın. Acıma ve utanmayı bir yana bırakıp
zulüm kapılarını açtın. Günahsız Müslümanları incittin. Bozgunculuğu ve bölücülüğü kendin için temel kabul ettin.
Hükümdarların yapması gereken doğru işleri ve hükümleri, keyfince değiştirip yasaları yıktın. Daha bir çok yanlış
işler yaptın. Bunlar senin yaptığın kötülüklerden yalnızca birkaçıdır. Bu nedenle din adamları kesin kayıtlara
dayanarak senin dinden çıktığına, senin ve sana bağlı olanların öldürülmesinin, mallarının yağmalanmasının,
kadın ve çocuklarının tutsak edilmesinin din bakımından uygun olduğuna oy birliği ile karar verdi. Bu durum
karşısında ben, Tanrı’nın emrini yerine getirmek, baskı altında kalanlara yardım etmek için zırhımı giydim, kılıcımı
kuşandım, atıma bindim ve yola çıktım. Amacım Tanrı’nın yardımıyla senin padişahlığını yok etmek ve böylece
yaptığın kötülükleri engellemektir. Ancak savaştan önce sana tekrar Müslüman olmanı öneriyorum. Eğer
yaptıklarına pişman olup içtenlikle tövbe eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, seni dost olarak kabul ederim. Ama
yanlış yapmaya devam edersen, kötülüklerinle berbat ettiğin yerleri kurtarmak ve senin elinden almak için
Tanrı’nın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır. (Bu mektubun yanıtı gelmeden, Yavuz ikinci bir
mektup daha gönderecektir. Yavuz Ercan, Türkler Ansiklopedisi, c.9, Yavuz Sultan Selim Dönemi, s.428 )
23
15 Haziran 1534
Feridun, Münşeat, I, 584
: Tekur Çayırı
Matrakçı (1533-36), 10a
: Kışşahan Köprüsü
Tam sayfa resim. Dere üzerinde bir köprü.
Matrakçı (1548-49) 15a
: Kışşahan Köprüsü
1 Nisan 1548, mil 16.” Mezkur konak uzak konaktır. Arapanın kilesi onara alındı”
Leunclavius (1548),419,3
: Kisehon Tzupri, 16 mil.
Ali, Nusretname (1578),115b : Çay Köprü
Feridun’da geçen Tekur Çayırı, I. Selim’in 1514 İran seferi rüznamesinde Tekfur Çayırı, Katip
Çelebi’de ise Sultan Çayırı ve Tekür çayırı şeklinde geçmektedir. Burası Fatih’in son
seferinde konakladığı ve öldüğü Tuzla Yarımadası düzlüğünde bulunduğundan IV.Murad’ın
1637 Bağdad seferi rüznamesinde görüldüğü üzere aynı zamanda Tuzla denilen yer
olmalıdır. Bu yerin doğusunda Kemiklidere denilen küçük bir dere vardır, üzerinde iki büyük
ve iki küçük sivri kemerli bir köprü vardır. Bu köprünün doğu tarafı uzun zamandır haraptır ve
zaruri hallerde kullanılmak üzere kalaslar yerleştirilmiştir. 1927 yılında Taeschner’e adının
Kemer Köprü olduğu söylenilen bu köprü, onun da belirttiği üzere Matrakçı’nın kaydettiği
Kışşahan Köprüsü olsa gerekir.
16 Haziran 1534
Feridun, Münşeat, I, 584
: Geğbüze (Gebze)
Matrakçı (1533-36), 12b
: Gegibize (Gebze)
Kasabanın resmi sayfanın yarısını kaplamaktadır.
Matrakçı (1548-49), 15a
: Gegivize’yi geçüb Dil Deresi
2 Nisan 1548,mil 15.”Mezkur konak orta konaktır. Arapanın kilesi beşere alındı”
Leunclavius (1548),419,4
: Jeibise (Gebze) kasabasından sonra Dil Deresi 15 mil.
Katip Çelebi’nin belirttiğine göre ordugah ya Gebze’de ya da Sultan Çayırı’nda kurulurdu.
17 Haziran 1534
Feridun,Münşeat,I,584
: Hereke
Matrakçı (1533-36),13a,orta : Kal’a-i Hereke
Matrakçı (1548-49),15a
: Hereke’yi geçüb Çınarlüdere
3 Nisan 1548,mil 21.”Mezkur konak uzak ve taşluk yer olub arapanın kilesi altışara alındı”
Leunclavius (1548),419,5
: Hergie
Burası Matrakçı’nın ikinci eserinde olduğu gibi Leunclavius ve Katip Çelebi’de de ordugah
yeri olarak değil bir geçit olarak geçmektedir. Leunclavius’un, Kanuni’nin İkinci İran seferi
menzillerini Matrakçı’nın ikinci eserinden almış olması gerekir.
18 Haziran 1534
Feridun, Münşeat, I, 584
: Şazludere (Sazlıdere)
Matrakçı (1533-36), 13a, altta : Çınarlü
Bir tepe üzerinde dört ağaç.
Matrakçı (1548-49),15a
: Çinarlüdere
Leunclavius (1548),419,5
: Ginarli-dere, 12 mil.
Burası Kiepert haritasında Tshinarli (Çınarlı) Dere şeklinde geçmekte, I.Selim’in İran seferi
Rüznamesi’nde Çınarlı adı ile köy olarak gösterilmektedir. Katip Çelebi burası için Gebze ve
İzmit arasında Çınar Çayırı demektedir.
19 Haziran 1534
Feridun, Münşeat, I, 584
: Sitare Köprüsü
Matrakçı (1533-36),13b,üstte: İznigümid
altta : Cisr-i Sitare
24
Matrakçı (1548-49), 15a
: İznigmid’i geçüb Sitare Köprüsü
4 Nisan 1548, mil 12.”Mezkur konak yakın olub,köprüler çökmesinden hayli müzayaka
çekildi. Arapanın kilesi beşere alındı”
Leunclavius (1548),419,6
: İznimid’i geçince Sitara Tzupri (Köprü), 12 mil.
İzmit’in kendisi, bir menzil adı olarak XVII. yy. rüznamelerinde geçmektedir. Bu şehrin adının,
kaynaklarımızda İznigümid, İzniğmid, Nigömid şekillerinde geçmesi, eski adı Nikomedia’dan
gelmektedir. Sitare Köprüsü ise, tıpkı Kiepert’in işaret etmesi Chodjaly (Kocali) Dere gibi,
İzmit Körfezi’ne dökülen su akıntılarının üzerinde olan bir köprü idi. Bugün mevcut olmayan
bu köprünün adına sadece I.Selim ile Kanuni’nin seferleri rüznamelerinde rastlanmakta, daha
sonraki rüznamelerde hiç geçmemektedir.
20 Haziran 1534
Feridun, Münşeat, I, 584
: Kazıkludere
Matrakçı (1533-36), 14a, üstte: Derbend-i Kazıklu
Matrakçı (1548-49),15b
: Derbend ağzında Karye Kazıklu
5 Nisan 1548, mil 26. ”Mezkur konak kısa olub,yolda bir ağaç köprüden geçiliyor.Arapanın
kilesi dördere alındı”
Leunclavius (1548),419,7
: Chaziclu,8 mil.
Kazıklı (günümüzde Kavaklı), İzmit’in karşısında İzmit Körfezi’nin güney kıyısında bir
iskeledir. Katip Çelebi’ye göre, Kazıklıbel İzmit’ten 4,5 saat uzaklıktadır.
1530-1531, Abu al-Barakat Muhammad Badr al-Din al Ghazzi-Mekki
16. yüzyılda yurdumuzu dolaşan Arap seyyahlarından ve Şam şafi müftüsünün oğlu olan Abu
al-Barakat Muhammad Badr al-Din al Ghazzi-Mekki seyahatnamesi (1530-1531),59
babasının 1530’daki ölümünden sonra olasılıkla babasının yerine geçmek için onay almak
üzere İstanbul’a doğru yola çıkışını içerir. 23/06 İznik, 25/06 İznikmid (İzmit), 26/06 Kekibaza
(Gebze) üzerinden İstanbul’a varır. 06/09’da kısa bir deniz yolcuğu için İstanbul’dan yola
çıkar, 08/09 İzmit, 03/11 Manzil Dil (Diliskelesi), Hersekoğlu Ahmet Paşa Kervansarayı
(Hersek-Altınova) ve Kekibiza (Gebze)’yi ziyaret eder. 09/06/1531’de dönüş için İstanbul’dan
hareket eder, 10/06 Kartal, Kikibiza (Gebze), Dil (Diliskelesi), Darband (Kızderbent)
üzerinden İznik’e yönelir.
1547, Pierre Belon
Fransız doktor, hayvan bilimci ve botanikçi Pierre Belon 1517’de Le Mans’da doğdu. Paris’te
tıp eğitimi aldı, sonrasında Wittenberg Üniversitesi’nde Valerius Cordus’dan (1515-1544)
botanik eğitimi aldı. I.François’nın son hükümranlık yıllarında 1546-1549 arası Yunanistan,
Anadolu, Mısır, Arabistan ve Filistin’e bilimsel bir gezi yaptı. Bu dönemde Fransa ve Osmanlı
arasında bir bağlaşıklık anlaşması imzalanmıştı. Gezisi daha sonra diplomatik bir göreve
dönüştü. Resimlerle süslü tam gezi notları “Voyage au Levant”ı601553’de yayınlandı. Eseri
bir doğa bilmcinin fauna ve flora üstüne doğal ilgisini yansıtsa da gezdiği bölgelerin özgün
geleneklerini de içermiştir. Rönasansın ünlü gezginlerinden biri olarak kabul edilir.
Belon, 1547 yılında Makedonya ve Yunanistan üzerinden gelerek Bithynia’yı gezdi.61
Nikomedia harabeleri ve bugün Prens Adaları olarak adlandırılan Marmara’nın doğusundaki
59 Ekrem Kâmil, Edebiyat Fakültesi Türk Semineri Dergisi, sayı 1-2, 1937 İstanbul
60 Y.U.: “Levant” Fransızcada “gündoğumu” anlamına gelip çoğunlukla Doğu Akdeniz ülkelerini tanımlamaktadır.
61 C. F. Brisseau – Mirbel, Physiologie Végétale et de Botanique, Paris, 1815, s. 256
25
adalara yaptığı gezi bu denizdeki eski balıkları ve uygulanan çeşitli balık avı tekniklerini
tanımasına olanak sağlar.62 Buradan Çanakkale üzerinden Mısır’a doğru yola çıkar.
Belon’un anlatımına göre bugünkü adı ile İzmit, aynı adı taşıyan körfezin ucunda kurulmuş ve
üç yüz kadar hanesiyle Kocaeli bölgesinin merkezidir. “Nicomédie (İzmit) bir bıçağın sırtına
yerleşmiş gibidir. Sur kuleleri çok büyüktür. Surlar, limanın alt kısmından başlayıp tepenin
ucuna varıyorlardı. Kent tamamiyle harap olmasına karşın burçlar ve körfezin ucundaki en
yüksek noktaya kurulmuş kule tamamen ayaktaydı. Kulenin içinden geçen surlar dolana
dolana uzanıyordu. Kalenin surlarındaki kulelerin biriyle diğeri arasındaki uzaklık onsekiz
kademden çok değildi. Bu kuleler oldukça çok güçlendirilmişlerdi, pişmiş tuğlalarla örülmüş
ve çok sağlam harç kullanılmıştı. Kale konumu itibarıyle, dağın tepesine çok güzel bir yere
oturtulmuştu. Çeşmelerin suyunun bol olmasının sağladığı olanaklar sayesinde burası
Rumların ve Türklerin oturdukları bir yer haline gelmişti.”
1547-1550, Pierre Gilles (Petrus Gyllius)
Alby’li Doğa Bilimci Pierre Gilles’in kaleme aldığı ve 1547-1550 yıllarını kapsayan özellikle
doğa tarihi üzerine gezi notlarında özellikle İstanbul topografyası (Kalos Agros-Hünkar Çayırı
dahil); Marmara, Çanakkale bölgeleri ve antik yollar ele alınmaktadır. 1548 yılında Osmanlı
ordularının İran’a seferinden yararlanarak Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Mösyö d’Aramont
ile birlikte Anadolu ve İran’ın bazı bölgelerini de gezme olanağına kavuşarak 1549 yılı
sonuna doğru İstanbul’a dönmüştür. Ancak Gilles, İran seferini kaleme almamıştır. Buna
karşın bu seferin öyküsü elçilik sekreteri Jean Chesneau tarafından yazılmıştır. Gilles’in
eseri, İzmit milletvekili Fuat Carım tarafından “Kanuni Devri’nde İstanbul” adı ile Türkçeye
çevrilmiştir. Ne yazık ki bu çeviriyi bulamadık.
1547, Gabriel de Luetz
Fransa Kralı II.Henri tarafından 1546 yılında Kanuni’ye bir bağlaşıklık anlaşmasını gündeme
getirme göreviyle elçi olarak atanan Valabregues ve Aramon Kontu Gabriel de Luetz (1500 ?
– 1554 ?), 6 Nisan 1547’de İstanbul’a vardı. 1547-1553 yıllarında gerçekleşen gezi
notlarında, bölgemizle ilgili olarak Gemlik, İzmit ve Sapanca yer almaktadır. 6 Mayıs 1547’de
maiyetiyle birlikte, Kanuni’nin doğu seferi için karargah kurduğu Diyarbakır’a gitmek için yola
çıktıklarında 06/05 Maltepe, 07/05 Diachidesse (Darıca) ve Lebisa’dan (Gebze) geçerek 9
Mayıs’ta İzmit’e vardılar. İzmit’ten Sabangil (Sapanca)’ya geldikten sonra Sakarya nehrini
geçerek Geyve’de kaldılar. Buradan Tavachy (Taraklı) üzerinden Bolu’ya vardılar. Buradan
Huvada (Hendek), Giagaiel (Gerede) üzerinden Caragiola (Karagöl)’e ulaştılar. Dönüş
yolunda 1550 yılı Ocak ayı ortalarında İznik, La Lingua (Dil), Gebizé (Gebze) ve Cartalinum
(Kartal) üzerinden İstanbul’a vardılar. Seyahatname elçinin sekreterlerinden Jean Chesnau
tarafından kaleme alınmıştır63 ve kitap ilk kez bu şekilde 1558’de Paris’te basılmıştır.
1548, Jacques Gassot
İstanbul’daki Fransız elçisi Aramon şovalyesi Luetz’e bir mesaj getirmekle görevlendirilen,
II.Henri’nin sekreteri Jacques Gassot, 17.12.1547’de Venedik’ten yola çıkar, ancak İstanbul’a
vardığında Sultan’ın 29 Mart’ta İstanbul’dan ayrılmış olması nedeniyle, yukarıda
bahsettiğimiz üzere Elçi Aramon Şövalyesi ile birlikte 02 Mayıs1548’de İstanbul’dan yola
koyulurlar. 07 Mayıs’ta Diachidissa’ya (Darıca) varırlar. Sonra sırasıyla Nicomédie (İzmit),
62 Belon,Les Observations des Plusieurs Singularités, c.1, böl. 70-75’den aktaran Louis Viven de Saint-Martin,
Description Historiques et Géographique de l’Asie Mineure, c. 2, s.7
63 Jean Chesneau, Voyage de Gabriel de Luetz, seigneur d’Aramon, a Constantinople, Egypte et en Palestine
(El yazmasındaki başlık ise: Voyage de Paris en Constantinople, celuy de Perse, avec le camp du Grand Turc,
de Judée, Surie, Egypte, et de la Grece avec la descriptions des choses plus notables et remarquables desdits
lieux: fait par noble homme Jean Chesneau, et par luy mis et rédigé par escrit.), Paris 1759
26
Sabangich (Sapanca), Gene (Geyve) üzerinden Halep’e hareket eder. Kralın sekreterine
yazdığı mektuplar daha sonra yayınlanarak 1547-1549 yılları arasındaki seyahatnamesini
oluşturur. Yöre hakkında anlattıklarının çevirisi şu şekilde:64
Kadıköy’ü geçtikten sonra Türkler tarafından zengin tepe anlamında Maltepe adı verilen
Nikomedia Körfezi girişindeki kıyıda konakladık. Ertesi gün kıyıyı izlemeye devam ederek
Diachidissa’ya vardık. Dört mil uzağında Hannibal’ın kaldığı ve denildiği üzerede gömüldüğü
yer olan Lybissa (Gebze) bulunuyor ancak harap olmuş, antik bir mezar çukuru, büyük taşlar
ile Grekçe yazılmış hasarlı sütunlardan başka bir şey kalmamış. Buradan çok eski ve
Bithynia’nın başkenti olan Nikomedia’ya vardık. Tamamen harap vaziyette, büyük bir surla
çevrili, çok yüksek bir tepe üzerine oturmuş, Nikomedia Körfezi’nin sonlandığı sahile kadar
yayılmış bir kent. Burada iki gün kaldıktan sonra aynı adı taşıyan gölün yanındaki
Sabangich’e (Sapanca) ulaştık. Ertesi gün İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet’in yaptırdığı
Bithynia ve Galatia’yı birbirinden ayıran Sangari’yi (Sakarya Irmağı) aşan güzel bir taş
köprüden geçtik. Bu ırmak Sultanönü denilen yerden doğuyor ve Karadeniz’e dökülüyor.
Gene (Geyve) denilen yerde konakladık ve buradan harabe haldeki küçük bir kent olan
Taraklı’ya geldik. Daha sonra dendiğine göre eski bir kaleye ait surların hala görülebildiği
Göynük, Dibekli ve eskiden Abonomenia denilen Bolu’ya ulaştık.
1555, Busbecquius
Busbecquius (Ogier Ghiselin de Busbecq, 1521-1591), ise, 1554-1562 yıllarında Kanuni
Sultan Süleyman zamanında Alman İmparatoru Ferdinand’ın büyükelçisi olarak İstanbul’da
bulunmuştur. 22 Haziran 1554’de Viyana’dan ayrılan grup 25 Ağustos’ta İstanbul’a varışı
sonrasında Amasya’da bulunan Kanuni’nin İstanbul valisine gönderdiği emirname üzerine
Amasya’ya yolculuk edebilmiştir. 9 Mart 1555’de Üsküdar’a geçerek başladığı Anadolu
yolculuğunu 10/03 Kartal, 11/03 Gebze, 12/03 İzmit, 13/03 Kasochli (Kazıklı), 14/03 İznik,
Yenişehir, Pazarcık, Bozüyük, Ankara, Kızılırmak, Çorum üzerinden geçerek 7 Nisan’da
Amasya’ya vararak başlatmış oldu. Bu yolculuk hakkındaki notları hızlı bir şekilde kaleme
alınmış kısa notlardır, yine de topografik ayrıntılar içerir. 2 Haziran 1955’de Amasya’dan,
1562 sonbaharında ise Türkiye’den ayrıldı. Bu süreç 1555 – 1560 ve 1562 yılındaki
mektuplarında incelenir. Diplomatik görevi boyunca bir sefir olarak Türklerin Macaristan’a
saldırmalarına engel olmaya çalıştı. Seyahatnamesi Busbecquius’un İtalya’daki öğrencilik
arkadaşı Nicholas Michault’a yazdığı dört mektuptan oluşur. Bu mektuplar aslında
yayınlanmak için yazılmamış olsalar da 16. 17. ve 18. yüzyıllarda çeşitli dillerde
basılmışlardır. Hollanda asıllı olup ilk leylak ve lale soğanını Istanbul’dan Avrupa’ya
götürerek tanıtan kişidir.65 Elçi Busbecquius’un yolculuğu Hüseyin Cahid Yalçın tarafından
Türkçeye çevrilmiştir.66 Busbecquius ortaçağlarda bir çoklarının yaptığı gibi ses veren özet
bir tanıtım yapmıştır. Bir çok tarihçinin notlarında ondan alıntılar mevcuttur. Busbecquius
İzmit’i 1555’de gördü. Ona göre çok iyi tanınan eski bir kent idi; ancak değerli gözleminde
eski haşmeti ile terkedilmiş bir sütun ve arşitrav kalıntısı hariç olmak üzere harabeler ve
döküntüler dışında bir şey görememişlerdi, zirvedeki kale ise görece daha iyi korunmuş
durumda idi.67
İşte yöremiz hakkında söyledikleri: Bir çok kişi İstanbul’a kadar yolculuk etmiştir ancak
bildiğime göre zamanımızda hiç biri Amasya yolunu tutmamıştır. Kartal’dan Gebze’ye
64 Jacques Gassot, Le discours du voyage de Venise à Constantinople contenant la Querele du Grand Seigneur
contre Sophie, Paris 1550, s. 16-17 (Ayrıca bkz. Lettre écrite d’Alep en Syrie par Jacques Gassot seigneur de
Défense a Jacques Thiboust Seigneur de Quantilly Notaire et Sécraitaire du Roy et son êlu en Berry; contenant
son voyage de Venise a Constantinople, de la a Tauris en Perse et son retour audit Alep, 1674 & 1684 Bourges)
65 Busbecquius Ogier Ghislain, Itinera Constantinopolitanum et Amasium ab Augerio Gislenio Busbequio ad
Solimannum Turcarum Imperatorem, 1582 Anvers. Gaudona tarafından yapılmış olan Fransızca çevirisi
“Ambassade et Voyages en Turquie et Amassie” adı ile 1646’da Paris’te yayınlanmıştır.
66 Hüseyin Cahid Yalçın, Türk Mektupları, Ankara 1953. Ne yazık ki bu çeviriye ulaşamadım.
67 Foss Clive, age: Busbecq 1.134f. ; De Foy, Lettres du Baron de Busbec, Paris 1748, c.1, s.135-138
27
(Gébisé) geldik. Bu kent dünyanın en güzel görüntüsüne sahip. Bir yanda denize hakim, öbür
yanda ise olağanüstü yükseklik ve büyüklüğe sahip servi ağaçları ile süslü sokaklara sahip
İzmit’e (Nycomedie) açılan görüntü. Burası bir Bithynia kasabasıdır. Hannibal’in gömüldüğü
yer olmasıyla tanınmış antik Lybissa olduğu sanılıyor.68 İstanbul’dan ayrıldıktan sonra
dördüncü konağımız Nikomedia (İzmit) oldu. Burası eski çağlarda ünlü bir kenttir. Burada
bazı surlardan, sütun tabanlarından ve sütun parçalarından başka dikkate değer bir şey
göremedik. Eski görkemi ve ününden geriye kalanlar yalnızca bunlardı. Bir tepe üzerinde
bulunan iç kale tümüyle korunmuş durumda. Bize bahsedildiğine göre, varışımızdan kısa bir
süre önce zannettiğime göre Bithynia krallarının sarayının bir kısmını kazarken beyaz
mermerden bir duvarın uzunca bir devamı ortaya çıkarılmıştı. Nikomedia’dan sonra Kazıklı
(Kazocli) adlı küçük bir köye gittik. Buraya ulaşabilmek için bir dağı tırmanmak zorunda
kaldık, köy de bu tepenin ardındaydı. Oradan da hareketle çakalların çığlıkları altında saat bir
buçukta Nikaea’ya (İznik) vardık.
Busbecqius’un bir ilginç gözlemi de yöremizdeki hayvan yetiştiriciliği üzerinedir:69 Pontus
(Karadeniz) yöresinden Kappadokia’ya giderken Bithynia’da gördüm ki tüm insanlar ve hatta
çiftçiler taylarına insancıl bir şekilde yaklaşıyorlar, onları sanki çocukları imişcesine oksuyor
ve eve girip çıkmalarına izin veriyorlar. Nerdeyse memnuniyetle aynı masayı da
paylaşacaklar. Her birinin boynunda nazara karşı bir muskası da bulunan bir çeşit gerdanlık
var. Nazardan çok korkuluyor. Sürücüler de atlarını aynı yumuşaklıkta, hayvanlarını
okşayarak hatta onlarla dostça konuşarak ve çok zorda kalmadıkça kesinlikle öldüresiye
dövmeden sürüyorlar. Aynı şekilde atlar da insanlara dostlar, çifteleyen, ısıran ya da kötü
huylu bir ata rastlamak oldukça zor. Çevrede gördüklerimiz oldukça iyi beslenmişlerdi. Bizim
uyguladığımız yöntemlerle bunlar arasında ne kadar fark var. Bizim sürücülerimiz hayvanlara
bağırmaz ve böğürlerine vurmazlarsa olmaz zannediyorlar. Onları korkutmak ve insana saygı
göstermelerini sağlamak amacıyla boş yere yüz kırbaç vurulması gereğine inanıyorlar.
Bunun sonucu olarak da ahırlara girdiklerinde hayvanlar kesinlikle onlar için iyi düşünmüyor,
korkudan tir tir titriyorlar. Türkler ayrıca atlara daha rahat binebilmek için diz çökmelerini
öğretiyorlar. Onlara yerdeki bir değneği ya da kilimi dişleri ile alarak sahibine getirmeyi
gösteriyorlar. Bu eğitimi başarabilenlerin burnuna uysallıklarının karşılığı bir ödül olarak
gümüş bir halka takıyorlar. Binicisi yer düştüğü zaman yerinden kımıldamayan bir çok eğitimli
at ile kendi başına bu eğitimi yapan atı yahut da oldukça uzak bir noktadan kendilerine
emirler veren eğitimcinin söylediklerine itaat eden atı aynı yerde gördüm. Bazı beygirler vardı
ki sahibi üst katta benimle birlikte yemek yerken kulaklarını dikip tetikte kalıyorlar, sesini
işitince de kişniyorlardı. Türk atlarının üstün özelliklerinden biri de sürekli boyunlarını gererek
koşmalarıdır. Bu nedenle onları kısa bir mesafede durdurmak olanaklı değildir. Sanırım bu
onlara takılan gemin bir kusuru. Türkiye’nin her yerinde aynı cins gem kullanılmakta. Bizde
olduğu gibi ağza uyacak şekilde değişken değil. Türk atlarına vurulan nalın ortası bizdeki gibi
açık değil, sağlam ve deliksiz. Bu nal hayvanların ayaklarını daha iyi koruyor. Burada atlar
daha uzun yaşıyor. Yirmi yaşında atlar gördüm ki bizim sekiz yaşındaki atlarımız kadar canlı
ve kuvvetliydiler. Gördükleri hizmetler nedeniyle bütün hayatları boyunca Sultan’ın ahırında
yaşamaya hak kazanmış bazı atların kırk sene hatta daha fazla ömür sürdükleri biliniyor. Pek
sıcak yaz gecelerinde Türkler, atları kapalı yerlerde tutmazlar, gecenin serinliğine çıkarırlar,
üzerlerini kaba bir örtü ile örttükten sonra altlarına biraz kuru gübre sererler. Hayvana yatak
olarak bütün sene toplayıp güneşte kuruttukları ve alt üst ederek toz haline dönüştürdükleri
atın gübresini kullanıyorlar. Başka bir şey katmadıkları kesin. Saman kullanmıyorlar. Hatta
bunu hayvanlara yem olarak da vermiyorlar. Yedirdikleri biraz kuru otla biraz da arpadan
oluşmakta. Bu onların semirmesinden çok beslenmelerine yarayan bir besin. Türkler,
atlarının narin olmasını yeğlerler. Böylece hayvanların uzun yolculuklara ve her çeşit işe
dayanıklı olacağı inancı içindedirler. Üstlerine örttükleri sözkonusu örtüyü yaz kış kullanırlar
68 İÖ 202’de Zamma çatışmasında Romalılara yenilen Hannibal, önce Suriye’ye oradan da Bithynia Kralı
Prusias’ın sarayına kaçtı. İÖ 182 tarihinde orada zehir içerek intihar etti.
69 Dubos, Réflections Critiques sur la Poésie et sur la Peinture, böl. 2, “Busbec., Legat. Turc, Epistolaterria”,
Paris 1755, s. 574-575
28
ancak mevsime göre değiştirirler. Dediklerine göre bu örtü, tüylerinin parlaklığını sağlarken
soğuk almalarını da engelliyormuş. Atlar, soğuk havadan çabuk etkilenir ve bu onlara
oldukça zarar verir.
Yukarda da söylediğim gibi akşamüstü kazıklarına bağladığım benimkiler de bana her gece
hoş bir seyirlik sunuyorlar. Onları avluya getirip alarını söylediğim örneğin Arap veya
kahraman dediğimde kişneyerek karşılık veriyorlar ve dikkatlice bana bakıyorlar. Kendi
ellerimle ağızlarına verdiğim birkaç dilim kavunla dostluk kurmuş oldum. (Gezgin daha sonra
deve bakımı hakkındaki gözlemlerini aktararak sözlerine devam eder)…
1555, Dernschwam
Ünlü gezginlerden ve hümanist bilim adamı Busbecquius’un refakatçilerinden olan Hans
Dernschwam (1494-1568), 09 Mart 1555’de İstanbul’dan yola çıkarak 10/03 Chartophilon
(Kartal), 11/03 Gévisé (Gebze) Polak (Çoban) Mustafa Paşa Kervansaray ve camii, 12/03
Hereke Kalesi, Karamusa (Karamürsel), İnce İskele, İzmit ve Hüsrev Paşa Cami, 13/03
Kazıklı ve Kervansaray üzerinden İznik’e gider. Dönüşünde ise yine İznik üzerinden 20/06
Kazıklı, 21/06 İzmit, 22/06 Gebze , 23/06 Kartal ve Üsküdar üzerinden İstanbul’a gider.
Derschwam Amasya’ya kadar grupla kalmış, daha sonra Türkiye’den ayrılarak 11 Ağustos
1555’de Viyana’ya varmıştır. 1554 yılında Pera (Beyoğlu) hakkında yapmış olduğu çalışma
nedeniyle “Juhannes Zonaras” ödülünü almıştır. Seyahatnameden ilk söz eden 1863 Prusya
Bilimler Akademisi “Ön Asya’nın Topografyası” adlı konferansta Heinrich Kiepert’tir ve
seyahatnamedeki haritayı yayınlamıştır. Kütüphanesindeki 2000’i aşkın el yazması Viyana
Kütüphanesi’ndedir.70
Gebze Yolu Üzerinde Bulgarlar
11 Mart’ta Kartal’dan itibaren yarım günlük bir uzaklıkta bulunan ve vaktiyle adı Viso, şimdi
ise Geuise (Gebze) olan bir köy var. Bu uzaklık 3 mil71 veya biraz fazladır. Biz ilk önce bu
Rum köyünden geçtik. Bu köyde çok balıkçı olduğu anlaşılıyor. Burada Fransız elçisine
rastladık. Atla gidiyordu, yanında başka bir atlı daha vardı. Yola devam ederken mermer
yalaklı taştan bir çeşme gördük. Bunun ilerisinde bir hendek üstünde küçük bir köprü var.
Daha ileride de küçük bir dere üzerinde tahta bir köprü var. Mermer yalaklı bir çeşme daha
gördük. Yolun sonunda üç tarafından mermer yalaklara su dökülen taş bir çeşme daha var.
Hemen yanıbaşında kemerli bir taş köprü daha gördük. Biraz ileride ise bir tahta köprü ve
yanında bir bostan kuyusu. Yarım gün kıyı boyunca yolumuza devam ettik. Üzerinde tepeler
bulunan bir çok ada, köy ve bağlar gördük. Daha sonra, artık deniz kıyısını takip
edemeyince, dağların eteğinden gittik. Sol tarafımızda çıplak, taşlı bir dağ uzanıyor. Bugünkü
yolculuğumuzda düne oranla daha çok yapı ve daha çok ekili arazi gördük. Gebze güzel bir
yer. Buradan sağ tarafta deniz çok güzel görünmekte. Her taraf fundalar ve kocayemiş
ağaçlarıyla kaplı. Kocayemiş, çileğe benzeyen ancak biraz daha büyük kırmızı meyveleri
olan bir ağaç. Bu civarda pek çok Bulgar köylülere rastladık. Atlara binmiş olan Bulgarların
çoğunun eşyası ve öteberisi de var, silahları yok. Kalacakları yere gidiyorlar. Bunlar ağırlık
birlikleri. Romalılarda olduğu gibi ordugahtaki atlara bakarlar, su, odun, vb. taşırlar.
Karşılığında belirli bir ücret alırlar. Gördüğümüz yerlerde mera yok. Yalnız koyunlar için
otlaklar mevcut.
Gebze
Gebze’de güzel bir cami ve kervansaray var. Edirne yakınlarında Meriç üzerinde bir köprü
yaptıran Polak Mustafa adında bir paşa tarafından yaptırılmış. Bu kervansarayda kalan
70 Dernschwam Hans(1494-1568) İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü 1494-1568, çev. Önen, Yaşar,
Ankara 1992, s.208-214
71 Y.U.: Macar mili
29
herkese, Allah rızası için çorba verilmekte; fakat atlara yem yok. Gebze’de ikinci bir cami
daha gördük. Biz başka bir kervansarayda kaldık. Burada konaklama ücreti ödenmiyor.
Yolcular bedava kalsın diye hayrat olarak yapılmış. Yalnız saman ve arpa alındığında para
ödeniyor. Yukarıda bahsettiğimiz Gebze şehri eski Lybissa imiş. Solinus da Bithynia adlı
yapıtında böyle yazıyor. Hannibal’in mezarı burada imiş. Güzel bir yer olmakla beraber
burada bir kent bulunduğuna dair hiçbir işaret yok. Taş yapılar görülmüyor. Varsa da alınıp
cami yapımında kullanılmış.
Gebze – Hereke – İzmit Yolu
12 Mart’ta Gebze’den Nikomedia’ya doğru yola çıktık. Tam bir günlük yol. 6 mil belki de daha
fazla. Buranın adı şimdi Türkçe’de İsminik’dir (İzmit). Yol üzerinde önce küçük bir dere
üstündeki tahta köprüden geçtik. Bundan sonra oldukça yüksek, çıplak ve kayalık bir dağ
geliyor. Burada sol tarafta alçak tepeler üzerinde sıradan köylü kulübeleri var. Sazlardan
yapılmış olabilirler. Sağ taraftaki tepeciklerin üstünden deniz görülebiliyor. Dar bir yol
tepeden denize doğru iniyor. Dağın eteğinden aşağıya doğru indiğimizde, yolun sol
kenarında büyük, harap bir Rum şatosu ile karşılaştık. Şato bir kaya üzerine oturtulmuş.
Aşağıya yola kadar iniyor. Hala birkaç kulesi görülmekte. Buranın adı Hareke (Hereke) imiş.
Şato’nun yanında bir yerde sevimli bir derecik dağdan aşağıya doğru şırıl şırıl akıyor. Burası
çok güzel bir yer. Karşı tarafında denizde uzunca bir dağın eteğinde bir ada görülüyor.
Karamusa (Karamürsel) diyorlar. Şato’nun etrafında küçük, çıplak bir tepe üzerinde üzüm
bağları ve bu bağların yanıbaşında iki tane küçük ev var. Daha ilerde deniz kenarında birbiri
ardınca sıralanmış kireç ocakları görülüyor. Buradan İstanbul’a gemiler yükleniyor. Aynı
zamanda kışlı odun da burada depo edilip gemilerle istanbul’a gönderiliyor. Odun tartan bir
kantar var. Buradan itibaren denizin öbür tarafında, sağda karlı yüksek bir dağ uzanıyor.
Denizin bir kolu dağın eteğine sokulmuş gibi. Aynı tarafta daha doğuya doğru gidilirse
Brussa’ya (Bursa) varılır. Biraz daha ilerleyince dağ ile deniz kıyısı arasında dört koşu atın
yan yana yürüyebileceği genişlikte bir yol uzanıyor. Fakat bu yol taşlı. Sol tarafta yer yer
kayalıkla bir dağda küçük boyda kocayemiş fidanları görülüyor. Sol tarafta mermer yalaklı
taştan yapılmış bir çeşme gördük. Yanıbaşında üç tane kulübecik var. Buraya “İnce İskele”
(İnehacı, Eynarca ?) deniyor. Buradan sonra küçük bir dere geçtik. Tepede yüksekte, yoldan
uzak bir köy var. Tekrar dağdan akıp gelen dere üzerindeki bir tahta köprüden geçtik. Yolda
eski, etrafını çalılıklar bürümüş bir mezarlık gördük. Burada da dağdan denize doğru bir yol
iniyor. Herhalde yukarıda, göremediğimiz bir çok köy vardır. Biraz ilerleyince mermer yalaklı,
taştan yapılmış bir çeşme daha karşılaştık. Sonra bir köprü daha geçiyoruz, bir köprü daha.
Gebze’den İzmit’e kadar bir günlük seyahatimiz dağlık bir arazide geçti. Transilvanya’yı
andıran bir arazi, küçük tepeleri ine çıka devam etti yolculuğumuz. Hepsi de çıplaqk dağ ve
tepe. Ara sıra tarlalar da var. İşte böyle kısmen deniz kenarından, çoğu defa da dağ ve
tepeler üzerinden yol aldık. Geçtiğimiz yollar Arnavut kaldırımı döşeli idi. İki araba
genişliğinden fazla olan bu yollar, Padişah iki yıl önce İran’a sefer yaparken açılmış. Düzgün
yeni yollar.
İzmit
13 Mart öğleye kadar İzminik’te kaldık. Kısmen harap olmuş vaziyette bulunan şehri dolaştık.
Ama binde birini bile göremedik. Burası çok güzel eski bir Bizans kenti. Deniz kenarına yakın
uzunca bir yamaç üzerinde kurulmuş. Yamacın sonundaki saray, tepeden aşağıya sahile
kadar iniyor. Bu şehir de İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş ve etrafında bir sur varmış.
Harap olmuş, yıkılmış duvar kalıntılarından eskiden burada bir sur olduğu anlaşılıyor. İlk
bakışta doğal bir kaya izlenimi veren bu kalıntıların, iyice inceleyince taş ve tuğladan örülmüş
duvarlar olduğu anlaşılıyor. Büyük taşları ve sütunları alıp çok önceleri alıp İstanbul’a
görülmüşler. Şimdi duvarların temelleri kazıldığında güzel, büyük ve sanatkarane yontulmuş
taşlar çıkıyor. Vaktiyle asıl kent merkezinin bulunduğu yerde ev yok. Ancak eski binaların
kalıntıları ve boşlukları var. Bir zamanlar mesire yeri olan bahçelerin yerine şimdi buğday
ekilmiş. Sarayın bulunduğu yerdeki çevre surları ve kuleler duruyor. Saray, Budin’den daha
30
yüksekçe bir tepe üzerinde.72 Etrafında çepeçevre alçak basit Türk evleri var. Orta yerde bir
cami görülüyor. Burada vaktiyle bir kilise varmış. Yer sarsıntılarında yıkılmış, onun yerine
Türkler bir cami yapmışlar. 73 Kentin genel manzarası, birbiri üzerine yapılmış çok sayıda
kırlangıç yuvalarını andırıyor. Bu saraydan denize doğru, birçok büyük köşk mevcutmuş. Sur,
aşağıdan başlayarak dağa doğru devam ediyor; yontulmuş iri taşlarla yapılmış. Yukarıda üst
kısımda çok büyük mermerlerden yapılmış bir yarım daire görülüyor. Bu mermerler üzerinde
çok güzel işlenmiş bazı figürler var. Yarımdaireyi oluşturan bu mermerler, 3 veye 4 kulaç
uzunluğunda ve bir kulaç genişliğinde. Bunlar, üzerlerinden denizin çok güzel görünebileceği
bir başlık oluşturuyorlar. Burada buna benzer büyük mermer sütunlardan çok varmış. Şimdi
şuradan buradan kazıp çıkarıyorlar. Çok büyük oldukları için burada alıp satamıyor, gemilere
yükleyip İstanbul’a da yollayamıyorlar. Mimarın tarifi üzerine büyük mermerleri bıçkıhanede
kesip padişahın yaptıracağı cami ve binalarda kullanılacak hale getiriyorlar.
Deniz kenarından şoseler bu saraya doğru uzanıyor. Ayrıca büyük, geniş bir meydan (Yukarı
Pazar / Forum?) var. Her tarafı kare şeklinde taşlarla kaldırım döşenmiş. Bu kaldırım taşlarını
da söküp götürüyorlar. Bunlar dışında etrafta bahçeler ve tarlalar görülüyor. Neresi kazılsa
yerin altından yontulmuş, işlenmiş taşlar çıkıyor. Bunların arasında tabanda bulunan yuvarlak
büyük bir sütun gördüm. Aynı yerde dağın eteğinde küçük bir kapı var. Bu kapı surların
yıkılmasından sonra ortaya çıkmış. Kapıdan içeriye girdim. İçeride yanlarda küçük hücreler
ve sağlam kemerli bölmeler var. Sayıları fazla olduğu için hepsini göremedim. Burası
herhalde vaktiyle gizli hapishane olmalı; zira yukarda saray var.
Sarayın bulunduğu tepede şimdi İstanbul’da yapılanlar tarzında, alttan ısıtılan iki hamam (biri
Süleyman Paşa hamamı, diğeri bugün üzerine bina oturtulan 50. Yıl Okulu yanındaki Yeni
Hamam olmalı) gördük. Güzel mermer taşların hepsi kazılıp çıkartılmış. Bu hamamların
birinin erkeklere diğerinin kadınlara mahsus olduğu anlaşılıyor. Zira her iki hamam da
birbirine çok yakın. Bu hamamların suyunun nereden geldiği insanı düşündürüyor. Çünkü
suyun şehirden ve saraydan geçip gelmesi lazım. Aynı yerde uzunca ve dört köşe bir taş
bulduk. Altında ve üstünde oyulmuş gesimisler mevcut. Üzerinde Latince bir yazı var. Önce
okuyamadık. Taşın üstündeki tuğla ve kireç kalıntılarını kazıdıktan sonra kısmen okuyabildik.
PERPETVO IMP O
C. AVR. V. DIOCLETIAN
P. AVG. CVIVS. PRO
VIDENTIAE ……TIAM
LAVACRVM … TER
MARVM ANTONI FVNDI
TVS ..... EVERSVM
PECVNIA AMPLIFI
CATVM POPVLO SVO
EXHIBERI. IVSSIT
Buna benzer diğer bir taş yeni sökülmüş. Biz orada iken kesip parçalayıp İstanbul’daki
mabedlerine götürecekler.
Bizim İzmit’te bulunduğumuz tarihe kadar su yolundan gelen su, sarayın içinden ve dağın
üstünden aşağıya doğru akıyor ve bir taş yontma ve kesme atölyesine kadar ulaşıyor.
Burada iki büyük bıçkı ile saray, şato ve benzeri yerlerden çıkan mermerler kesiliyor.
Bıçkıların bilenmiş dişleri yok. 3-4 adım uzunluğunda, bir karış genişliğinde ve yarım parmak
kalınlığında. Kesilecek mermerler alta konuluyor, üzerine bıçkılar oturtuluyor ve mermer sağa
sola kaymasın diye iki tarafına boylu boyunca birşeyler sıkıştırılarak emniyet altına alınıyor.
Mermer hızarcısı bıçkı iyi işlesin diye hızarın çalıştığı yere azar azar mermer tozu döküyor.
72 Y.U.. Günümüz Hünkar Kasrı’nın bulunduğu alan olmalı
73 Y.U.: Günümüz Bağçeşme Cami olmalı.
31
Yukarıdan da bu tozun üzerine damla damla su akıyor. Ve böylece sert mermer veya taşlar
kolaylıkla kesiliyor. Hızarcı sanki keman çalıyormuş gibi mermer kesiyor. Su, buraya birbuçuk
gün uzaklıkta bulunan bir dağdan getiriliyormuş. Vaktiyle bu güzel sarayın ve hisarın
bulunduğu dağın her tarafında şimdi köpek ve kırlangıç yuvaları var. Çok büyük taşlardan
yapılmış olan bu sarayı çok kudretli kralların yaptırmış olması lazım. Zira bu büyüklükte, bu
kadar güzel mermer blokları buraya getirtirmek kolay olmamıştır. Bunlar şimdi bir yere
gönderilemiyor. Yüzlerce kişinin kaldıramadığı bu mermerleri biz orada iken kesiyorlardı. 13
Mart öğleden sonra İzmit’ten ayrılarak dağın eteğindeki küçük bir köye geldik. Bir dere
kenarında, kervansarayda kaldık. Bu küçük köyün adı Kazıklı (Kavaklı) idi. Derenin adı da
Kazıklı Deresi. İzmit’ten çıktığımızda sol tarafta küçük bir köy görmüş ve iki tahta köprüden
geçmiştik. Daha sonra da eski, üzeri taş kaldırımlı ve iki kemerli bir köprüden geçtik. Yalnız
bu kemerler ortalarından çökmüş, açılan kısma tahta kaplamışlar. Bu köprünün altındaki su
oldukça çok ve denize dökülüyor. Adı Kiles imiş. Burada Macar bir kadın gördük. Belki de
kadın bize katılıp yola devam edecekti. Fakat Türkler onu köprüden geri çevirdiler. Köprüdeki
bir kulübede iki veya üç bekçi bulunuyor.
İzmit kentinin sona erdiği yerden hemen sonra Sinus Maris veya bizim günlerdir kenarından
geldiğimiz denizin kolu (İzmit Körfezi) sona eriyor. Biz hemen ordan, sanki bir gölün
seddinden geçiyor gibi karşıya geçtik ve karlı dağa doğru ilerledik. Bir süre sonra yukarıda
sözünü ettiğim kervansaray ve Kazıklı köyüne geldik. Yolda istanbul’a götürülen odunlar ve
koyunlar gördük. Orada sahilde odun tartılan bir kantar vardı. Daha sonra ilk defa Macarlara
rastladık. Bunlar sığır güdüyorlardı. Adamlar başka zaman böyle iş yapmazlar. Çünkü onların
davar sürüleri falan yok. Biraz daha gidince yan tarafta bir köy göründü. Yolu kenarında,
bizdeki bir ahıra bile benzemeyen bir ev vardı. Bir sipahinin eviymiş. İzmit’ten Kazıklı’ya
kadar uzanan yol, Arnavut kaldırımı döşeli, güzel ve geniş. İzmit’ten geceyi geçirdiğimiz
Kazıklı’ya gelene kadar 25 adet taş ve tahta köprüden geçtik. Kazıklı kervansarayı yeni
yapılmış. Binanın alt kısmında eski İzmit’ten getirilmiş büyük taşlar kullanılmış.
Kervansarayın içine kalın meşe direkler dikilmiş. Direkli kısımlar 93 adım uzunluğunda, 21
adım genişliğinde. Kervansarayda 10 ocak var.
Kısacası, Üsküdar’dan İzmit’e kadar bir süre deniz kenarından, bir süre de dağlar üzerinden
geldik ve yolculuğumuz böylece İzmit’in yarım mil altında , denizin son bulduğu yere kadar
devam etti. Körfez’in sondaki genişliği Tuna Irmağı’nın Presburg’daki genişliğinin 4-5 mislidir.
Denizde bir çok ada ya da tepecikler gördük. Denizin öbür yakasında ise Bursa var. 14 mart
günü Kazıklı’dan İznik’e doğru yola çıktık.
Dernschwam, İznik surlarının çok zarar gördüğünü, hendeklerin dolduğunu, kale temellerinde
heykel kaidelerinin bulunduğunu, bazı yıkıntılardaki önemli taşların İstanbul'a nakledilmekte
olduğunu anlatır.
1557, Sidi (Seydi) Ali Reis
Kaptan-ı Derya Sidi Ali Reis’in 1557 yılında kaleme aldığı, Mirat-ül Memalik yani “Ülkelerin
Aynası” adını taşıyan yapıtı, 1553-1556 yılları arasında Hindistan, Afganistan, Orta Asya ve
İran’a doğru Portekizlilere karşı çıktığı seferini ele alır. Malabar sahilinde gemisi karaya
oturan ve kara yolundan dönen Kaptan-ı Derya, 14. bölümde yöremiz hakkında bir bilgi
vermeksizin, kısaca Nisan 1557’de Taraklı, Yenice, Geyve’nin ardından Sakarya üzerindeki
bir köprüden geçerek Ağaç Denizi’ni aştıktan sonra Sapanca ve İzmit üzerinden İstanbul’a
ulaştığını yazmaktadır. A. Wambery tarafından İngilizceye de çevrilerek 1889 yılında
Londra’da yayınlanmıştır.74
1557, Wolfgang Müntzner
74 Yerasimos, age, s. 275: Mira tül Memalik, İstanbul 1313 (1895)
32
Babenberg’li maceraperest Wolfgang Müntzner, İstanbul’da birlikte hapis yattığı Moritz von
Altmanshausen ve Melchior Seydlitz’le beraber İznik üzerinden 1 Ağustos 1557’de İzmit’e
gelir. Burada bir kervansaray ve cami’yi ziyaret ederler. Aynı seyahatnameyi diğer ikisi de
kaleme almışlardır. Ancak bu ikisinin yapıtları birbirinin aynıdır.75
1558, Kutbiddin-Mekki
Onaltıncı Asırda Yurdumuzu Dolaşan Arap Seyyahlardan Kutbiddin-Mekki Seyahatnamesi
(1557-1558). Mekke şerifi tarafından bu kentteki yeniçeri ağasının uygulamalarını şikayet
etmek üzere İstanbul’a gönderilen Kutbiddin Mekki (1511-1582), 1558 yılı Nisan ayında
Hersekzade imareti (Altınova-Hersek) ve Gebze Mustafa Paşa imaretini ziyaret eder.76
1567, Petrus Villinger
1565-1568 yıllarını içeren seyahatnamesinde görüleceği üzere Petrus Villinger, arkadaşları
Bockenberch, Helfferich ve Vlaming ile birlikte 07.03.1567’de İzmit’e gelerek Piyale Paşa
camini (?) ziyaret ederler.77
1568, Ludwig von Rauter
Ludwig von Rauter, 10.06.1568’de Gebze Mustafa Paşa kervansaray ve camini, Glossy
(Diliskelesi) ve 11/06’da İzmit’i ziyaret eder.78
1582, John Newberie
Hindistan yolculuğu esnasında Gemlik’ten İstanbul’a geçen Londralı tüccar gezgin John
Newberie 08.03.1582’de Dil İskelesi’ne uğrar.79
1588, Reinhold Lubenau
1588 yılında İzmit’e gelen Reinhold Lubenau1628 yılında yayınladığı el yazması seyahat
notlarında İzmit’ten ve Pantaleimon manastırından bahsetmektedir. Lubenau manastır
hakkında şu bilgiyi vermektedir. “Aziz Pantaleimon manastırının bulunduğu yerden az
uzakta, kiliseye benzeyen bu eski bina, muhtemelen manastırın bölümlerinden biri olmalıdır.
Kilisede altarın altında Pantaleimon’un mezarı bulunmaktadır. Mezar çok güzel bir beyaz
mermere oyulmuştur.” Lubenau mermer lahte mezar adını vermiştir. Yöremizdeki konaklama
yer ve tarihleri ise şu şekildedir: 12 Temmuz 1588’de Eskihisar, Gebze ve Carmesal
(Karamürsel), 15-21/07 İznik, 21/07 Nasockli (Nüzhetiye), 23/07 Casilik (Kazıklı-Kavaklı),
24/07 İzmit Kale ve Piyale Paşa cami, (?) 27/07 İzmit’ten gemiye biniş, 28/07 ve Karamürsel
ve Kadıköy gezileri. Lubenau İznik’te göl tarafındaki surlar dışındakileri oldukça sağlam
gördüğünü ve 124 burç saydığını ve surların üzerinden kenti çepeçevre gezmenin olanaklı
olduğunu belirtmiştir.
1588, J. E. Dauzats
75 Yerasimos, age, s. 244: Wolfgang Müntzner, Reyssbeschreibung dessGestrengen und Vestern herrn
Wolfgang Müntzers von Bababgerg, Ritters etc. Von Venedig auss nach Jerusalem, Damascus und
Constantinopel, 1624 Nurnberg
76 Ekrem Kâmil, Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri dergisi, no. 1-2, 1937
77 Yerasimos, age, s. 275: Petrus Villinger, 1603 Constanz am Bodensee, İzmit için bkz s. 143
78 Viktor Christiansen – ed. Franz Babinger, Ludwig von Rauter und sein verschollenes reisebuch (1567-1571),
Viyana 1956
79 Yerasimos, age, s. 330: John Newberie, Two Voyages of Master John Newberie, 1625 Londra
33
Dauzats’ın “1588'de Anadolunun bir köşesi adlı seyahatnamesinin İzmit-Geyve-TorbalıMudurnu-Nallıhan-Beypazarı-Sivrihisar-Gemlik” adlı bölümünde her ne kadar İzmit adı geçse
de deniz yoluyla gelip sahile iner inmez kenti terk ettiklerinden İzmit kenti hakkında pek bilgi
sunmamaktadır:80
Şark harbi sonunda tifüsün kaybolması, ordunun eczacı-doktorlarına bilimsel bir gezi fırsatı
verdi. Afyon mahsül zamanı yaklaşıyordu. Yerinde bir incleme gerekiyordu. Eczacı M.
Bourlier’nin başkanlığında bir heyet gönderildi. Bana da kendilerine eşlik etme olanağı verildi.
Heyetimizde bizden başka, bir Türk hastanesinde eczacı olan Mösyö Galligas ile dört
hastane memuru ve iki kavas vardı.
18 Haziran 1588 sabahı Galata limanından ayrıldık. Birkaç saat sonra İzmit’e geldik. Fakat
körfezin dibinde bir dağa yaslanmış olan bu eski kenti ziyaret edemedik. Karaya ayak basar
basmaz içeriye doğru yola çıktık. Yol iki küçük ırmak arasından geçiyordu, büyük ağaçlarla
gölgelenmişti. Çadırımızı ilk defa güzel bir çayırda kurarak, ertesi gün çevreyi dolaşarak
zaman geçirdik. Bir taraftan da müdürden istediğimiz iki klavuzu bekledik.
Bu klavuzların iki görevi vardır. Öncelikle bir kentten diğerine yolcuya eşlik ederler. Her
kentte klavuz değiştirilir. Ayrıca jandarma görevi görürler ve yollarda güvenliği sağlarlar. Bu
kavaslara zaptiye denir. Bakıra çalan yanık tenleri ve ilginç giysileri onlara gerçekten
kendilerine özgü bir görünüm veriyor. Dişlerine kadar silahlı ve en çekingen gezgine bile
güven veriyorlardı. Fakat yine de tedbirli olunmalı çünkü eşkıya, genellikle zaptiyelerle birlikte
olup soyardı.
Yakıcı bir güneş altında yürüyorduk. Fakat çok geçmeden muhteşem bitki türü karşısında
bütün yorgunluklarımızı unuttuk. Her tarafta miyan kökleri, kestaneler, ıhlamurlar Avrupa’nın
yetiştiremiyeceği yükseklikte idi. Yer yer, zamanla kofalmış gövdelerinde birkaç adam
barındırabilecek, birkaç yüzyıllık muazzam kavaklar görülüyordu. Böylece akşama doğru
Sapanca’ya vardık, geceyi orada geçirmek üzere hazırlandık.
Halk bizi iyi karşılıyordu. Birkaç saat gittikten sonra, parası ile her istediğimiz zaman
hayvanlarımıza saman ve arpa buluyorduk. Ancak etrafımızda davranışları şüpheli adamlar
dolaşmaya başladı. Biz de tedbiri elden bırakmadık. Birkaç derviş mezarı bulunan bir yerde
konakladık ve hepimiz sıra ile nöbet tuttuk. Uykumuz, çevredeki dağlarda yankılanan çakal
sesleri ile bölünüyordu.
Gün ışımasıyla birlikte Sapanca’dan ayrıldık ve bir dağı tırmanmaya başladık. Gözlerimizin
önündeki manzaranın güzelliğine az rastlanırdı. Kendimizi bakir bir ormanda sanıyorduk. Yol,
şelaleler, kayalıklar ve içine girilmez ağaçlıklar arasında yılankavi kıvrılıyordu. Bir dönemeçte
bir atlıya rastladık, yüklerimize kötü kötü baktı. Mösyö Bourlier hemen tabancasını çekti ve
“Haydi! Haydi yoluna!...” diye bağırarak adamın yüzüne doğrulttu. Adam bir süre terddüt etti
sonra birdenbire çakıllı ve dar bir yola atılarak gözden kayboldu. Birkaç saat ilerlediten sonra
deniz uğultusunu andıran sesler işittik. Zaptiyelerimiz Sakarya’ya yaklaştığımızı söylediler.
Gerçekten uğultu gittikçe daha iyi duyuluyordu ve bulunduğumuz yerden hemen kırk kadem
aşağıda, çok hızlı ve gürültülü akan bir ırmak gördük. Köpüklü suları, kayalıklar ve köklerinin
yarısı açığa çıkmış kütükler arsında yardan yara atlıyordu. Nihayet, kökleri ırmağın üzerinde
asılı gibi duran yüksek kavakların altında mola verdik.
Birkaç dakika henüz geçmişti ki dört nala koşan nal sesleri ile sert ve garip şekilde bağıran
bir insan sesi işitildi. Ormanın içinden tunç renkli bir adam göründü, kıyafeti orijinal ve tam
anlamıyla doğulu idi. Siyah bir ata binmişti. Atın peşinde sırtlarına paketler yüklenmiş bir sıra
küçük eşekler vardı. Birbirlerine kuyruklarından bağlanmışlardı. Önümüzden şimşek gibi
geçtiler. Atlı bütün gücüyle “Varda!...” (çekilin!) diye bağırarak, koşturmaktan daha çok
80 Dauzats J.E. çev. Reşad Ekrem Koçu, İstanbul 1940
34
peşinden süreklemekte olduğu eşekleriyle gözden kayboldu. Klavuzlarımız bunun Bağdat’tan
İstanbul’a giden posta olduğunu söylediler. Gezgin, buradan sonra Çoban Kalesi ve Geyve
üzerinden yoluna devam eder.
1589, Georg Christoph Fedrnberger
1584-1592 yıllarını kapsayan gezisinde Georg Christoph Fedrnberger81 07 Temmuz
1588’de Bursa ziyareti için İstanbul’dan yola çıkar ve dönüşte İzmit ve Gebze’yi ziyaret eder.
Eylül ayında doğu turu için bir kez daha Gelibolu’ya doğru hareket eder. Gezinin dönüş
yolunda 1592 Ağustos ortalarında Beşköprü, Sapanca, İzmit, Derabe (Hereke), Geubise
(Gebze) imaretini ziyaret eder.
1597, John Sanderson
Gezgin John Sanderson, 1597 Eylül ayı sonunda İzmit’i ziyaret etmiştir.82
1608, Polonyalı Simeon
15 Şubat 1608’de Kudüs’e gitmek üzere yola çıkan ve bir Polanyalı Ermeni olan gezgin
Simeon ve 10 Eylül 1608 yılında vardığı İstanbul’da karşılaştığı Bithynia bölgesinde
incelemeler yapacak Harputlu Mıgırdiç adlı bir vardapet (vaaz veren papaz), birlikte yola
çıkarak İstanbul’dan gemi ile hareketle Mudanya iskelesine varırlar. Burada beş gün kalarak
İncilci Yahya (İoannes) ve Prokhoron’un çalıştıkları ve daha sonra camiye çevrilmiş hamamı
ziyaret ederler.
Buradan hareketle bir buçuk günde Bursa denilen antik Bithynia’nın Prusa kentine varırlar.
Kenti ve o dönemde Keşiş Dağı (Bithynia Olympos’u - Uludağ) olarak adlandırılan Olkos
Dağı’nı ve daha sonra Mihaliç Kasabasını (Karacabey) ziyaret ettikten sonra Bandırma
üzerinden Edincik’e varırlar. Buradan güneye İzmir’e kadar gittikten sonra kuzeye yönelerek
Gelibolu ve Tekirdağ’dan sonra Karamürsel iskelesine gelirler. Burada az sayıda Ermeni ve
bir papazla karşılaşırlar. Dört gün kaldıkları Karamürsel’den Nikya’ya (İznik) geçerler.
Simeon, bir zamanlar oldukça büyük olan kentin büyük kısmının yıkık olduğunu söyler.
Ancak kent dışında şaşırtıcı yapılar, temel kalıntıları ve bir dikili taş olduğunu ekler. Öğretileri
daha sonra sapkınlıkla suçlanan Arianos’un (Arius) bu taşın altında can verdiğini ve 318
patriğin toplandığı kilisenin (İznik Konsili) göl kenarında olduğundan bahseder. Belirttiği üzere
az ötede de kubbeli büyük bir kilise vardır ve Ariusçuların bir dönem bu kiliseye hakim
olmuşlardır. Simeon’un orada bulunduğu dönemde bu kilise Rumların elinde idi. Kentin
çevresinde büyük surlar ve çeşitli burçlar vardı. Bunların içleri, kiliselerde olduğu gibi aziz
betimlemeleri ile süslenmişti. Ancak yıkıntı durumundaydılar. Kentin kapısında muazzam iki
söke taşı vardı ve birinin üzerinde Nestor’un diğerinde ise Arius’un resimleri bulunmaktaydı.
İznik’ten hareket eden Simeon ve yol arkadaşı, otuz hane Ermeni bulunan Adapazarı adlı bir
köye, oradan bir yanında orman diğer tarafında kayalık bir dağ bulunan bir düzlüğe ulaşırlar.
Dağın üzerinde, Erzincan’ın Kabos manastırından gelmiş bir piskopos ile iki keşiş olduğu
küçük bir kargir manastır (Bahçecik) ile karşılaşırlar. 83 Oradan büyük ve bender (bayındır)
bir şehir olan İzmit’e gelirler. Kentte iki papaz ve 180 hane Ermeni vardır. İzmit’te bir ay kalır
ve daha sonra İstanbul’a geçerler. Simeon, daha sonra 1616 yılında Suriye gezisinden
dönüşünde 1618 yılında iskele kenti olarak nitelediği İzmit’e bir kez daha uğrar ancak bir gün
kalarak deniz yoluyla İstanbul’a geçer ve kent hakkında başka bir bilgi vermez.84
81 Yerasimos, age, s. 363.: Georg Christoph Fedrnberger, Peregrinatio Synai et Terrae Sactae, Avusturya Ulusal
Müzesi’nde el yazması
82 Yerasimos, age, s. 373: The Travels of John Sanderson in the Levant 1584-1602, Londra 1931
83 Y.U.: Gezgin, Sapanca’daki manastırından söz ediyor olmalı.
84 Polanyalı Simeon’un Seyahatnamesi, çev. Andreasyan Hrand D., İstanbul 1964, s. 16-22
35
1615’e kadar kah çalışan kah gezilerini gerçekleştiren seyyah, eserini 1619 yılında Ermenice
yayınlar. Bir başka baskı 1936’da Viyana’da gerçekleştirilir. Birinci bölüm Lvov’dan İstanbul’a
kadar olan güzergahı, ikinci bölüm İstanbul’u, üçüncü bölüm Ege ve Marmara kıyısındaki
kentleri, dördüncü bölüm İstanbul-Venedik güzergahını, beşinci bölüm Venedik’i, altıncı
bölüm Papalık hükümetini, yedinci bölüm Roma’yı, sekizinci bölüm Muş’a kadar Anadolu
kent ve kasabalarını, dokuzuncu bölüm doğudaki diğer kentler, onuncu bölüm Kahire’yi,
onbirinci bölüm Kahire-Kudüs etabını, onikinci bölüm Küdüs, onüçüncü bölüm Suriye,
ondördüncü bölüm ise Suriye’den İstanbul’a kent ve kasabaları anlatır.
1609, William Biddulph
Biddulph William, Afrika ve Asya’da bir çok yer gezdikten sonra 1609 yılında Anadolu’ya
gelerek Bithynia ve Trakya’dan sonra Karadeniz’e geçmiştir.85
1631, Evliya Çelebi
1611-1684 yılları arası yaşamış yorulmak bilmez Türk gezginlerinden Evliya Çelebi 1631
yılında İstanbul’dan yola çıkarak Bursa, İzmit, Sakarya üzerinden Karadeniz’e geçer. Evliya
Çelebi, İzmit Seyahati sırasında Sakarya ve Sapanca Gölü’ne de uğramış, Trabzon
gezisinde ise Kefken ve diğer Karadeniz kasabalarına uğramıştır. 1645’de Erzurum’a
giderken izlediği yol ise İzmit, Sapanca, Hendek, Düzce, Uskubi (Konuralp), Bolu şeklinde bir
hat oluşturmakta idi. Gezgin’in ilettiği üzere o yıllarda Gebze’deki mahkemeler Üsküdar
kadısı’nın bir naibi tarafından yürütülüyordu.86 Öyküsel anlatımına rağmen dönemin
sosyoekonomik yapısı hakkında önemli bilgiler vermektedir. İzmit’i ve çevresini şu sözlerle
anlatmaktadır:
Tavşancıl
Her yıl Temmuz’da kiraz mevsiminde İstanbul’dan ve diğer kentlerden binlerce insan birikip
çadırlar kurarak bir saz ve düğün, bir iyş-ü nüş olur ki kırk gün kırk gece sürer. Öyle tüfenk,
fişenk şenlikleri olur ki dil ile anlatılamaz. Derdi olup fasid ahlat hastalığına tutulanlar burada
üç gün üç gece içme suyundan içerler. Allah’ın emri ile kimi kusup sarı sarı, yeşil safra,
sevda, ahlat çıkarırlar ki insanın kötü kokusundan ölesi gelir. Bazıları aşağısından safra,
sevda, balgam, ahlat, kara balgam, gazbur, okrak, seyrence adlı çeşitli hastalıkları çıkararak
güya yeniden hayat bulur. Bazısından, benzetmek gibi olmasın tesbih tanesi gibi dürülmüş
çıkınca şeyler çıkıp, kırk ellişer boğum bağırsak gibi çıkıları çalılara sererler. Gelip geçenler
seyrederler. Tuhaf hikmettir ki kimileri çıkıları yardıkları zaman içinden binlerce siyah başlı
kurtlar, kelebek gibi haşerat çıkar. Bu su yalçın kayadan kaynayıp çıkar. Saydam, güzel bir
su olsa da tuzlucadır. İçen kimse öncelikle üç gün kesinlikle tuzlu ve canlı yemeyip perhiz
yapmalı, dördüncü gün ise sabah akşam birer fincan su içmeli ancak kendini de sıcak
tutmalıdır. Üç gün bu şekilde vücudunu haberdar edip moğla içmiş olduktan sonra üç gün
daha günde üçer kez sudan içip tuzsuz piliç maslukası suyu içilmelidir. Tam onbeş kez amel
ettikten sonra yukarıdan, aşağıdan faydalar görülür. Limon suyu, ekşi çorba içilerek amel
kesilir. Nice faydası vardır. Sonra buradan gemiye binerek karşıdaki Yalova ılıcalarına
giderek oradaki hamamlara girilmelidir. Vücuttaki tüm deri düzelerek güzelleşir. İşte böyle
hacetli bir içme suyudur.87
85 Yerasimos, age, s. 440: William Biddulph & Theophilius Lavender & Peter Biddulph & Bezaliell Biddulph, The
Ten Years Travels of Four Englishmen and a Preacher into Africa, asia, Troy, Bithynia, Thracia and to Black Sea,
Londra 1612
86 İ.Hakkı Uzunçarşılı, s.134: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, c.I, s.462
87 Mehmet Zıllıoğlu Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, çev. Zuhuri Danışman (1969), s. 64;
sadeleştiren. Çevik (1993), s. 436
36
Buradan gemiye binip kürek çekerek yarım saatte İne Hacı köyüne vardık. Köyün deniz
kıyısında bir mescidi bulunan altmış evli bir Müslüman köyüdür. Bir değirmeni vardır.
Buradan yine sekiz saat kadar kürek çekip Zeytinburnu köyüne vardık.
İzmit
Yunanlıların Aleksandr dedikleri ve asıl adı Yunanlı İskender olan kral, Peygamberimizin
nübüvvetinden 882 sene önce bu İzmit kentinde doğmuştur...88 Bu kentte doğan İskender,
şanı büyük bir padişah olup İzmit’i mamur ederek sağlam bir kale yaptırmıştır ki İstanbul’a
benzermiş. Hala eserleri, kale duvarları görülür…İskender, doğu taraftaki Sapanca gölünü
yararak İzmit Körfezi’ne akıtmıştır. Kocaeli (Yarımadası) ile İzmit kenti Sakarya Irmağı,
Karadeniz ve İzmit Körfezi arasında bir ada gibi kalmış. Sonra İstanbul tekfuru Konstantin,
Sapanca halicini kapatıp İzmit’i ada olmaktan kurtarmış. Ama yine Osmanlı Devleti ister ve
Sapanca Gölü’nü İzmit Körfezi’ne akıtırsa bir kantar odun beş akçeye, bir tahta iki akçeye
düşer. Ve bütün İzmit gemileri ta Düzce’ye kadar pazara yanaşıp orası bender iskele olur.
Bu İzmit Kalesi İstanbul Rumlarının elinde iken 831 (M. 1339) yılında Orhan Gazi zamanında
fethedilmiştir. Fethinde zorluk çekildiği için fetih sonrası kale yer yer yıkılmıştır.89 Bundan
amaç kafirlerin gücünü kırmak ve bir daha bu kaleyi alma umutlarından vaz geçirmektir.
Halen yıkıntı artığı olarak deniz kıyısında dört köşe, bir kapılı büyük bir kulesi var. İçinde
dizdarı ve neferleri var ise de içi gemi alayı ve kerestelerle doludur. Orhan bu kaleyi
fethetmek için önce Koca Bey’i kumandan atayarak „İznimdir var git” buyurmuş. İşte İzmit de
“İznim git“ sözünün değişmesinden meydana gelmiştir, derler. Bazıları da „İzmagit“ veya
„İzimgit“ derler.90
Fatih Sultan Mehmet Han Anadolu eyaletlerini yazdığında İzmit’i de Anadolu’dan bir sancak
olarak yazmıştır. Zamanımızda burası üç tuğlu vezirlere arpalık olarak tahsis edilirdi. Padişah
tarafından 26,526 hass-ı hümayunu, 34 zeameti, 187 timarı, çeribaşısı ve alay beyi vardır.
350 akçelik itibarlı kazadır. Kadılığı senelik 5.000 olur. Paşalığı senede 20.000 kuruşa varır,
mamur ve bakımlı büyük bir şehirdir. İskelesi büyük bir limandır. Sayısız tüccarı vardır. Bir
yeniçeri serdarı,bir sipahi kethüdası,bir müftüsü,bir nakibü’l eşrafı vardır. Ayan ve eşrafı
çoktur. Çoğu kereste tüccarıdır ki, çeşit çeşit ipekli elbiseler giyerler. Muhteşem yeniçeri
oturakları, korucuları vardır. Bu kentin 3.500 mükellef, süslü, kat kat, bağlı, bahçeli, mamul ve
kırmızı kiremit örtülü evleri vardır. Mükellef sarayların en muntazamı Bağdat Fatihi IV.Murat
Han’ın sarayıdır ki, bağ ve bahçeli büyük bir saraydır. Özelliklerini saymakta dil aciz kalır.
Hala padişahlara mahsustur. Bahçe üstadı ve iki yüz bostancı neferi vardır. Paşa sarayı,
Altıntopoğlu evi, Serdar Solak evi ile şehir 23 mahalledir. Üç mahallesi hristiyan, bir mahallesi
yahudidir. Yirmiüç cami vardır. En eskisi çarşı içindeki Mahkeme cami olup, bir minareli,
örtülü, aydınlık bir camidir. Bu camiyi Süleyman Han’ın vezirlerinden Pertev Paşa, burada
yedi sene süren hakimliği sırasında yaptırmıştır. Şık, süslü, güzel bir camidir. Koca Mimar
Sinan yapısıdır. Bundan başka Mehmed Bey Camii (günümüzde Fevziye adı ile anılan),
Alaeddin Bey, Abdüsselam Bey camileri de Mimar Sinan yapısıdır. Mescidleri de vardır.
Darü’l hadis’i ve Darü’l kurrası yoktur. Hamamlarından Pertev Paşa hamamı ki, suyu, havası,
binası ve dellakları güzeldir. Rüstem Paşa hamamı da, Pertev Paşa hamamı da Mimar Sinan
elinden çıkmıştır. Hanların en mükemmeli Pertev Paşa misafirhanesidir. Gelip geçenler Için
yapılmış 70 ocak bir handır ki, binası kagir, tuluz kubbe ve kurşunludur.
Hanlardan başka iskele başında sayıları iki yüzü bulan kereste ve diğer eşya depoları vardır.
Çarşısı 1.100 adet sanat ehlinin dükkanlarını içine alır. Kırk kadar da nakışlı kahvehaneleri
vardır ki, civanları ile meşhur kahvehanelerdir. Bu şehrin kagir bedesteni yoktur. Fakat tüccar
88 Y.U.: Gezgin bu bölümde yoğun olarak yanlış bilgiler vermekte olup Nikomedia (İzmit) kentini kuran Bithynia
kralı Nikomedes’ten söz etmektedir.
89 Y.U.: Marshal Boucicault’nun anlatımı bunu doğrulamamaktadır, surlar XVII. yy’da tahrib edilmiş olmalı. (Bkz.
Foss, Nikomedia)
90 Danışman age, s. 68; Çevik age, s. 437
37
hanlarında bütün kıymetli malları bulmak mümkündür. Hünkar sarayı yakınında devlet
tersanesi vardır. Şehrin bütün evleri yüksek tepeler üzerine yapılmış olup, kıble tarafından
denize bakar. Sokakları baştan başa beyaz taş ile kaldırım döşelidir. Evler arkalarını dağlara
yaslamıştır. Dağların üzeri bağlardır. Hava ve suyun güzelliğinden, halkı sağlam ve
kuvvetlidir. Yüzlerinin rengi beyazdır.
Evvela doğu tarafındaki dağlara “Ağaç Denizi“ derler. İçinde insan kaybolur. Göklere
yükselmiş öyle ağaçlar vardır ki,gölgelerinden on bin koyun gölgelenir. Güneş tesir etmez
sınırsız dağlardır. Tahtaları biçecek su ile dönen bıçkı değirmenleri vardır. BU dağlarda elli
arşın yüksekliğinde direk keserler. Rumeli ve Balvan direkleri ünlüdür. İzmit gölcüğünün
bittiği yerde, deniz kıyısında çok meşhur tuzlası vardır. Tuzu son derece lezzetli olmasının
yanı sıra ayrıca tuz emini bulunur. Kentteki cami çeşmelerinden akan suları yaşam suyu
gibidir. Beyaz kirazı ve kızıl elması meşhurdur. Horlika Rakısına ve şarabına diyecek yoktur.
Bu şehirde akrabamız Kuloğlu Mehmed Çelebi’nin evinde on gün zevk ve sefa edip, sayısız
dost ve ahbabla tanıştım.91
Diliskelesi
Evliya Çelebi 17. yy’da İstanbul'dan hareketle Darıca yoluyla Dil İskelesi'ne geldiğinde
aşağıda aktardığı üzere Bağdat-Erzurum yolu üzerindeki bu yerde iki han yapısı bulunmakta
idi.
Bu kaleye demir attık. Hava iyi olmadığından gemiler kürek çekerek yirmi mil mesafede
Diliskelesi’ne geldi. Burada Konya, Halep, Şam ve Mısır’a giden hacılar, tüccar, ziyaretçiler at
kayıklarına binerek bir mil kadar karşı tarafta bulunan Hersek diline geçerler. Çünkü bir
boğazdır. Doğu tarafı seksen mil sürer bir körfezdir ki, sonunda İzmit kenti vardır. Bu Gebze
Dili iskelesinde iki eski han, iki ekmekçi dükkanı, bir bozahane, iki bakkal dükkanı ve bir
çeşme vardır ki üzerinde ki tarihten Sultan Murat’ın Bostancıbaşı’sı Mustafa Ağa’nın
H.1048’de (M. 1638) yaptırdığı anlaşılıyor.
Gebze
Burası eski zamanlarda büyük bir kent imiş. İkiyüzkırkdört tarihinde Bağdat’tan Harun Reşid
Cafer Seyid Battal Gazi ile gelip İstanbul’u kuşatarak barışla İstanbul içine Silivri kapısı
yakınında Kızıl Manastırı dedikleri yerde ki ona hala Koca Mustafa cami derler. Eski
mabeddir. Bir kale bina ederek içine üç bin asker yerleştirdiler. Her sene kafirlerden bir Mısır
hazinesi almak üzere barış yapıp Harun Reşid yine Bağdat’a döndü. Seyid Battal Gazi
Üsküdar’da muhafazacı kalarak o sene Gebzeliler, Battal askerinden birkaçını şehit ettikleri
için Gebze’yi yağme edip evlerini harab, kafirlerini esaret şişinde kebap ederler. Oradan
Malatya kentine çekip gider. Hala o harabelerden Gebze’de nice eserler açıkta görülür. Fakat
sonra Kral Konstantin yine burada büyük bir kale yapıp kenti onarır. Sonra Çelebi Sultan
Mehmet bu kaleyi ele geçirip, küffara yatak olmasın diye harab ettirir. Sonraki kalenin eserleri
yer yer görülür. Gebze kelimesi “gel bize” kelimesinden galattır. Fatih Sultan Mehmet Han,
İstanbul fethinden sonra burayı mamur etmiş. Kocaeli sancağı toprağında yüzeli akçeli
kazadır. Sultan Süleyman dönemi köprü sahibi ünlü Koca Mustafa Paşa burada çok büyük
bir cami yaptırdığından ona vakıf olarak verilmiştir. Mütellisi hakimdir. Bir yüksek dağın
tepesinde olup denizden bir saat uzak, susuz dağ başı bir yerdir. Hepsi bin kadar mamur
bahçeli eski tarz evleri, üç cami şerifi vardır. Ama hepsinden daha güzel Selatin (Sultanlar)
cami gibi kurşun örtülü, mavi kubbeli büyük bir cami vardır ki, İstanbul’da vezir camilerinde
böylesi yoktur. Bu cami Edirne yakınında “Geçme namert köprüsünden koparsın su seni”
mısraı söylenen köprünün sahibi Mustafa Paşa’nın hayırlarındandır. Merhum Mustafa Paşa
Mısır valisi iken bu caminin mermer taşlarını Mısır’da usta mermercilere levha levha
yaptırmıştır ki, cihan heykeltraşları o şamdanın bir şlşesini yapmaya bile müktedir değildirler.
91 Atilla.Çetin, Kocaeli Tarihinden Sayfalar, İzmit 2000, s. 101
38
Daha nice bin çeşit Mısır hediyeleri yaptırıp Gebze’nin Darıca iskelesine göndermiştir.
Caminin iç kısımdaki duvarları üç adam boyu renkli mermerler kaplıdır ki, İstanbul’da bu çeşit
bir şekil hiçbir camide görülmemiştir. Mimberi, mihrabı, müezzinler mahfili sihirli sanatlardır ki
tarifi mümkün değildir.
Bu cami Süleymaniye şerifini yapan Koca Mimar Sinan’ın baş halifesi “Hüsam Kalfa” büyük
bir beceri ve ustalıkla yapıp şirin ve ince işçilik fenlerinde büyük sanatını göstermiştir.
Caminin dört taraındaki pencerlerin üzerinde büyük kuşlar gibi ince nakışlı büyük camdan
ışıklar vardır ki, üzerinde ateş saçan güneşin ışığı vurunca camiyi nura boğar. Onun için
kubbesinin ortasında “Allahu nur üs semavatu vel ard” ayeti celilesi yazılmıştır. Kubbesinin iç
tarafı tabaka tabaka kandillerle ve nice asılı şeylerle süslüdür. İçinde Mısır işi öyle halılar
vardır ki, güya İsfehan işidir. Nasihat eden vazi için bir kürsü vardır ki, Hint sedef ustalarının
becerikli ellerinden çıkmıştır. Zamanın doğramacıları ona benzer bir kürsü yapmaya müktedir
değildir. Caminin üst tarafındaki penderelerin dışında irem bahçesine benzer bir gülistan
vardır ki, oradaki sümbül ve reyhan, gül ve erguvanın kokusu cami içindekilerin ruhunu
okşar. Kıbleye açılr sanatla bir kapısı vardır ki, güya büyük bir kapıdır. Üst eşiğinde
Karahisari Hüseyin Çelebi Efendi yazısıyla altınlı “hayren Hasanen, sene 930” cümlesi tarih
olarak yazılmıştır. Caminin içinde yetmiş adet güzel yazı ile yazılmış Allah kelamları vardır ki,
her biri bir Mısır hazinesi değerinde. Ama hepsinden güzeli mihrabın sol tarafındaki “yakut-u
Mustaf’sami” yazısıyla olan Allah kelamıdır ki, hiçbir diyarda misli yoktur. Meğer Sultan
Ahmet caminde ola. Kıble kapısının iki yanında dış sofralarında altı adet çeşitli sütün üzerine
kondurulmuş yedi adet kubbelerle süslüdür. Caminin avlusu selatin camiler gibi geniştir. Bir
şerefeli minaresi vardır. Gayet nisbetli, yüksek bir minaredir. Bu caminin etrafında gelip
gidene misafirhane olmak için bir han vardır ki, üç bin adam ve iki bin at alır. Başka devliği de
vardır. Bütün misafirler ve gelip geçenler için bir yemekhanesi vardır ki ay ve sene, ihtiyar ve
gence, erkek ve kadına nimeti bol olduktan başka bugüne kadar her gece akşamdan sonra
misafirhanede kalanlara bakır tepsilerle her ocak başına birer sini, adam başına birer ekmek
parçası, her ocağa bir nurlu yağ mumu, her at ve katır başına birer çorba yem verilir. Vakıf
tarafından mihmandarlar gelip, herkese hizmet ederler. Öylesine büyük bir hayırdır. Havası
ve suyu güzel, aydınlık bir hamamı vardır. Anlatılan imaretlerin hepsi gök kurşunla örtülüdür.
Bunlardan başka bir han, yüzseksen dükkan vardır. O kadar şirin binalar hep Koca Mimar
Sinan’ın elinden çıkmadır. Kasabanın suyu, kuyu suyudur. Dağ başında olduğunda havası
güzelse de suyu ağırcadır.
Hereke
Buradan yine doğu tarafına beş saat daha giderek Eleke (Hereke) kalesine geldik. Bunu
Çelebi Sultan Mehmet, Rumların elinden alırken bir çok gaziler şehit düştüğünden “heleke”
yani helak yeri demişlerdir. Deniz kıyısında, iki dere arasında, bir yalçın kaya üzerinde
karakol binası gibi şeddetvari bir bina, güzel küçük bir kaledir. Daima boştur. Kale dibinde
düz bir değirmen vardır. Kocaeli toprağında nahiyedir.
İzmit’e ikinci ziyaret
Buradan yine doğu tarafına deniz kıyısından sekiz saatte İzmit kalesine geldik. Buranın
ahvali 1056 yılında yaptığımız seyahatte bu cildin baş tarafından mufassal yazdık. Burada bir
gün bekleyerek ertesi gün nefir çaldırıp altı saatte doğu tarafa, ağaçlar ve ormanlar arasında
gittikten sonra Sapanca kasabası durağına geldik.
Sapanca
Vaktiyle İzmitli bir koca ihtiyar buradaki dağlık dikenlikleri kırıp, sapan yürüttüğünden “Sapan
Koca” adı ile bir köy olmuştur. Son zamanlarda mamur olup, Koca Süleyman Han zamanında
bir kasaba durumuna gelir. İçinde Sarı Rüstem Paşa büyük bir han yaptırmıştır ki yüzyetmiş
ocaktır. Latif bir cami, bir hamamı, güzel çarşısı vardır. İmaretleri gök kurşun ile kaplıdır. Bin
39
kadar, kiremit örtülü evi vardır. İmaretleri hep Koca Sinan yapısıdır. Bir Pertev Paşa hanı var,
o da Mimar Sinan işidir. Bu hayır yapıtlarının çoğu Rüstem Paşa’nın olmakla birlikte onun
vakfının hamisi hakimdir. Başka yeniçeri serdarı da vardır. Metin edilecek şeylerden beyaz
kirazı meşhurdur. Hamamın dibinde bir ekmekçi dükkanı vardır. Bir dervişin hayır duası
bereketi ile bir çeşit beyaz ve has ekmek, somun pişirir ki Sapanca somunu adı ile her tarafta
şöhret bulmuştur. Hatta kırk gün bile dursa kuruyup, küflenip lezzetinin değişmesi
olanaksızdır. O kadar meşhurdur ki birini ılgar ile taze taze Acem şahına götürmüşler, o da
beğenmiş. Bu derece lezzetli ve has ekmek olmasını bazıları suyundandır derler. Yakında bir
köy vardır.92
Sapanca Gölü’nün etrafı yirmidört mildir. Dört tarafında kasaba gibi yetmişaltı parça köyü
vardır. Bütün ahalisi bu halicin suyundan içtiklerinden yüzlerinin rengi kırmızıdır. Ürünleri
çoksa da bağları yoktur. Bahçeleri son derece aşırıdır. Bu gölün kenarında bin türlü kavun
karpuz olur ki ancak ikisini bir eşek çekebilir. Bu göcük içinde yetmiş seksen parça kayık ve
çırnıklar vardır ki köyden adam, kereste ve diğer eşyayı götürmekte kullanılırlar. Bu gölde
bulunan yetmiş seksen çeşit balıktan avlanıp kar ederler. Alabalık, sazan, turna, luna balığı
gibi tatlı su balıkları çok lezzetli olurlar. Ferahlık ve kuvvet vericidirler. Gölcüğün derinliği bir
çok yerlerinde yirmi kulaçtır. Suyu gayet saf ve berraktır. Kıyısındaki köylerin insanları elbise
yıkadıkları vakit asla sabun sürmezler. Ne yıkasalar, temiz ve beyaz tülbent gibi olur. Adı
geçen ekmek somununu dahi bu suyla yoğurduklarında pamuk gibi ekmeği olur.
Sakarya Irmağı
Bu gölün doğusunda ve iki saat uzaklıktan Sakarya Irmağı geçer. Kocaeli’nde “Erve”
kasabası kenarında Karadeniz’e dökülür. Sakarya Irmağı azıcık bir çaba ile bu göle
akıtılabilir. Bu gölcük İzmit Körfezi’ne üç saat kadar yakın olduğundan ayağı İzmit tuzlası
önünde denize karışır. Hatta bir zaman bu gölcüğü İzmit Körfezi’ne katmak için yüzbinlerce
kazma va çapalı ırgat ve ameleleri toplattırılmış ise de İzmit halkının “Buna çok hazine ve
Hazreti Nuh ömrü gerekir” diye gevşeklik göstermesi, işin yapılmasına engel olmuştur. Ama
Sakarya Irmağı bu göle, bu göl de İzmit Körfezi’ne karıştırılsa bir daha Karadeniz’den
Sakarya vasıtasıyla düşman giremezdi. Bir de İzmit kenti için vilayet olup “Bolu” ırmağına
varıncaya kadar beş konaklık bir mamur olurdu. Bolu ırmağı iskeleye yaklaşıp İstanbul
gemileri ta Bolu’ya ulaşır ve İstanbul’da bir tahta üç akçeye, bir kanta odun beş akçeye olup,
büyük hayır olurdu. “Allahümme yessirhü bilhayr.”
Hersek’e Gezi
Üsküdar’dan doğuya doğru hareketle denizden Kartal ve Pendik köylerinden geçildi ve
Gebze menziline vardık. Bu kasaba bundan önce yazılmıştı. Buradan yine aşağıya inerek
“içme suyu iskelesi”ne vardık. Burası büyük iskeledir. Evvelce buradan karşı dile geçtik.
Burası 1050 tarihinde ilk seyahatimizde müshil suyuyla, falanıyla yazılmıştır. Ama bu sefer,
iskelede iki gün durup ikiyüz parça at kayıklarıyla uygun günde karşıya geçerek Dil hanı’na
geldik. Burası da evvelce yazılmıştı. Buradan yine Kıble tarafına tam sekiz bin adım giderek
Hersek kasabasına geldik.
861 (M. 1456) yılında Fatih Sultan Mehmet Han Bosna diyarında, Hersek Kralı’nın hükümet
merkezi olan Bolagay Kalesi’ni fethetmekte zorluk çekerken içerden kralın oğlu kement ile
dışarı inip Fatih’in huzurunda Müslümanlıkla şeref bulmuş ve kalenin ele geçirilmesini
olanaklı kılacak sebep ve hileleri göstermiştir. Allah’ın emriyle kale fethedilip ganimet malıyla
birlikte Müslüman olan Hersek kralının oğlu Ahmet Bey’e sancak olarak ihsan edilmiştir.
Ahmet Bey, babasından kalan yetmiş parça kaleleri de fethederek İslam ülkesine ekleyince,
hizmeti padişahın makbulu olup, kendisine Bosna eyaleti ihsan edilerek şanlı vezir oldu. Bu
92 Danışman age, s. 170; Çevik age, s. 517
40
Hersek kasabasının yeri verimli bir baş arazi olup hacıların geçtiği yer olduğundan Ahmet
Paşa gaza malından, buraya yediyüz ev reaya yerleştirecek bir kasaba yaptırır. Halkına her
türlü vergiden af olduklarına dair hattı-şerif alır. Halk da gelip gidene ibadet yeri olmak üzere
bir minareli, geniş avlulu, dört çerçeveli, kubbeli, sütunlar ile süslenmiş iki yüksek kubbe ile
bezenmiş mihrab ve mimberi eski usul bir süslü cami yaparlar. Bir mescidi, bir medrese, bir
okul ile bir tekke, iki han, bir hamam ve bir yemek verilen imareti vardır. Hala bütün gelip
giden misafirler ve komşular misafirhanesinde kalırlar. Klavuzları kervansarayın her ocağında
birer testi çorba ve adam başına birer ekmek parçası ve birer mum getirirler. Ve her at ve
deve başına birer torba arpa getirip hizmet ederler.
Vakıfları büyüktür. Hepsi 75 adet dükkandır. Sonradan yapılma 5 adet hanı vardır. Evleri
tamamen kiremitlidir. Ama Hersekzade Ahmet Paşa’nın bu kasabalar içinde bütün cami ve
imaretleri kurşunlu büyük binalardır. Bunun için Hersek kasabası derler. Suyu ve havası
ağırdır. Serçeyi sıtma tutar. Halkı hep sarı renkli Türklerdir. İş ve kazanca elverişli kumsal
düz yerdedir.93
Rivayet olunur ki Orhan Gazi döneminde dünyayı dolaşan bir gezgin derviş, buradaki
gemicilere gelip “Oğullar, beni karşı tarafa geçirin” der. Onlar da geçirmeyip giderler. Hemen
o dünya dervişi eteğine toprak doldurup, “Biz karşıya Allah emriyle böyle geçeriz” diye
eteğindeki toprağı denize döktükçe, deniz kara olur. Böylece geminin ardı sıra yürür.
Gemiciler bu durumu görünce “Aman sultanım, boğazı doldurup ekmeğimize engel olma.
İstanbul’dan İzmit’e gemiler geçmez olur. Lütfet! Burası gemilermize gerek” diye rica ederler.
O da onikibin adım kadar denizde gidip doldurduktan sonra gemiye biner. Halen onun için
“dil” derler. Bir sivri kumsal burundur. Derviş hazretleri de karşı kıyıya geçince kerametlerini
açığa vurduğu için temiz ruhunu derhal Cenab-ı Hak’ka teslim eder. Gebze’de, Diliskelesi
yakınında “Dil Baba Dede” adıyla gömülüdür.94
Çelebi, İstanbul Boğazı ve Karadeniz kıyısından yaptığı seyahatte, Kavaklardan sonra Erve
İskelesi adıyla (Şile) Kocaeli Sancağı'na bağlı bir iskele başındaki bir han ile gene Kocaeli'nin
iskelesi olan Kefken'de bir han yapısı ile Kandıra kasabasında bir han’dan söz eder.
1632 , ?Jean Baptiste Tavernier
Fransız gezgin Jean-Baptiste Tavernier, döneminin en ilginç ve tanınmış gezginlerinden
biridir. Paris’e göç etmiş Hollandalı Protestan bir harita tüccarının oğlu olup kırk yıllık bir
zaman dilimi içinde Türkiye, İran ve Hindistan’a, tüm kullanılabilir yolları katederek altı gezi
gerçekleştirmiştir. Özellikle bir tüccar gözü ile her ülkenin yaşam koşulları, din, yönetim,
gelenekler, ticaret, insan manzaraları, tedavüldeki paraları hakkında detaylar vermiştir.
Tavernier95 yöremiz için şunları not düşmüş:
Üsküdar’dan yola konulduğunda, seyahatin birinci günü oldukça zevklidir. Mevsim bahar ise
çiçeklerle bezeli güzel kırlardan geçilir. Başlangıçta belli bir süre yolun iki yakasında güzel
mezarlar ve mezar taşları görülür, taşlara bakarak bir erkeğe mi yoksa bir bayana mı ait
olduğu anlaşılabilir. Erkeklere ait mezar taşlarının tepesinde bir sarık, ötekilerinde ise bu ülke
kadınlarının taktıkları başlıkları anımsatan bir biçim var. O gece Bithynia’da bir köy olan
Kartal’da, ertesi gün Hannibal’in mezarı nedeniyle ünlenen antik Libyssa’nın bulunduğu
Gebze’de96 konaklanır. Burada iki kervansaray ve çok güzel iki çeşme bulunmakta.
93 Danışman, age, s. 69; Çevik, age, s. 401
94 Danışman, age, s. 69; Çevik, age, s. 439
95 Les Six Voyages en Turquie, Paris, 1682, s. 5. Konu eser 2006 yılında Stefanos Yerasimos editörlüğünde
Teoman Tunçdoğan tarafından Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştır. Bu çeviride bölgemiz ve çevresi için bkz s. 4750
96 Y.U.: Tavernier’den sekiz yıl sonra (1640) Gebze’den geçen ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi de buradaki büyük
bir kervansaray’dan söz etmekte.
41
Üçüncü gün, bir çok kişinin eski Nikaia olduğunu varsaydığı İznik’e varılır (Gezgin, o
dönemdeki adı İznikmid olan İzmit’i, adının söylenişi nedeniyle İznik ile karıştırmış olup
geldiği kent bugünkü İzmit’tir). Kent kısmen bir tepenin eteğinde, kısmen denize kadar
uzanan ovada kurulmuş. Deniz, kentin bulunduğu noktada bir girinti yaparak körfezi
oluşturur. Limanda kesme iri taştan iki büyük dalga kıran ve duvarlarla kapatılmış, askeri
tersane olarak kullanılan sahada üç büyük kapalı ambar var. Buradaki büyük dehlizlerde, ev
ve kadırga yapımında kullanılan çok sayıda yontulmuş keresteler görülüyor. Kent çevresinde
av hayvanı bol olduğundan ve bahçelerinde ender meyveler ile çok güzel şaraplar
üretildiğinden Sultan IV.Murad çevrenin en güzel noktasına, hem deniz hem kır manzaralı bir
saray yaptırmış.97 Kent esnafının büyük bölümünü oluşturan Yahudiler, özellikle buğday ve
kereste ticareti ile uğraşıyorlar.98 Rüzgar uygun olduğunda, İstanbul’dan İzmit’e 7-8 saatte
gidilebilir ve yol tehlikeli değildir.
Dördüncü gün Schabanci (Şabanci=Sapanca) gölü kıyısında küçük bir kasaba olan ve iki
kervansarayı bulunan Şabanci’de99 durulur. Gölün başlangıcından kasabaya kadar olan
yolda, kimi dağda kimi göl kıyısında (kimi yerde at, karnına kadar suya gömülür) olmak üzere
yaklaşık iki mil yürünür. Gölün etrafı kesinlikle on milden daha fazla değildir ve gölde bol
miktarda büyük boyda balıklar avlanmaktadır. Buradan üç metelik karşılığında iki buçuk ayak
büyüklüğünde bir turna balığı satın aldım. Bir çok Türk padişahı gölden körfeze kadar bir
kanal açmaya yeltenmiş. Böylece gölün çevresindeki dağlardan elde edilen keresteler
İstanbul’a daha kolay taşınabilecekmiş. Bir mucize sonucu eceli ile ölen ve yerine oğlu geçen
sadrazam100 birkaç yıl daha yaşayabilse idi, anısını Osmanlı İmparatorluğu’nda sonsuza
dek canlı tutacak olan görkemli onarım çalışmaları yanına kuşkusuz bu güzel eseri de
ekleyecekti.
Olayları kısaca sunabilmek için, anlatacağım bütün yerlerin, olumsuz hava, eşkiyalarla
karşılaşmamak için yolu uzatmak gibi her hangi bir engel olmadığı takdirde, deve kervanı ile
birer günlük uzaklıkta oldukları konusunda okuyucuları uyarırım.
Sapanca’dan sonra akşam Zakarat (Sakarya), adı verilen oldukça büyük bir ırmağın
kıyısında konakladık. Irmak, kuzeye doğru akıyor ve Karadeniz’e dökülüyor. Bir tahta köprü
aracılığı ile ırmağı geçtik ve çok sayıda balık tuttuk. Bu yörede ne köy ne de kervansaray
bulunmuyor ancak ırmağa bir mil uzaklıkta, halkının çoğu Ermeni olan Ada (Adapazarı) adlı
büyük bir kent var. Oraya birini göndererek oldukça yolculuk için gerekli yiyecek, güzel
şaraplar ve gerekli soğuklukları aldırdık. Kankoli’ye (Hendek?) gitmek üzere nerdeyse tüm
gün boyunca bataklıklar, tahta köprüler ve şoselerden geçtik.101 Buradan sonra, iki
kervansarayı bulunan küçük bir köy olan Tuskebasar’a (Düzce Pazar)102 ulaştık.
Gezgin, bu noktadan sonra Çerkeslerin burunbalığı olarak adlandırdıkları, alabalık gibi
benekli ama daha lezzetli bir balığın tutulduğu küçük bir ırmağın kıyısında olan ve bir
kervansarayı bulunan Cargues’ler103 (Çerkesler? Kırgızlar?) adlı köyde konakladıktan sonra
eski dönemlerde Poia ya da Polis adı verildiğini belirttiği Bolu üzerinden yoluna devam eder.
1635 ?& 1648, Katip Çelebi
97 Y.U.: Bugünkü Hünkar Kasrı’nın yerinde bulunan ve ahşap olan bu saraydan Evliya Çelebi de söz etmektedir.
Ayrıca Peyssonel de (1745) gönderme yapmaktadır.
98 Y.U.. O dönemde kentte yalnızca bir Yahudi mahallesi olduğu kesin olarak bilinmesine karşın, gezgin böylesi
bir yorumu kentin yalnızca çarşı kısmını gezmiş olması nedeniyle yapmış olmalı.
99 Kasabada bin hane ve vezirler tarafından yaptırılmış iki han bulunmaktaydı.
100 Y.U.. Gezgin, Köprülü Mehmet Paşa’dan söz ediyor. Helenistik ve Roma dönemlerinde de gündeme gelen bu
projeyi daha önceki çeşitli yayınlarımızda ayrıntılı olarak aktarmıştım.
101 Bataklıklar ve tahta köprüden Evliya Çelebi (1645) ve Ainsworth (1838) da söz etmektedir.
102 Ainsworth (1838) buradan geçtiğinde en çok 20 hanelik bir köydü.
103 Melen Çayı üzerindeki Çayırcık köyü olabilir.
42
17. yy’da Osmanlı ordusunda görev yapan Katip Çelebi katıldığı seferler sırasında arasında
gezdiği yerler hakkında bilgi vermiştir. 1648 yılında el yazması olarak yazılan bu eser ilk kez
1732 yılında İstanbul’da Cihannüma adı ile basılmıştır. 1744 yılında Armain tarafından
yapılan Fransızca çevirisi, 1812 yılında ise Hammer tarafından yapılan Almanca çevirisi
Viyana’da yayınlanmıştır. Avrupalılar tarafından “Hacı Kalfa ya da Hacı Halife” olarak tanınan
Katip Çelebi İzmit’i şu şekilde anlatır:
Marmara Denizi’nin 100 mil kadar doğu ucu körfezinde sursuz büyük bir şehirdir. Kocaeli
Sancağı’nın merkezidir. Sancak Bey’ibu kentte oturur. Büyük bir iskelesi, camileri, hanları, bir
koruluğu, bir Sultan Köşkü ve bu köşkü çevreleyen bahçeleri vardır.(….) Kentte Rüstem
Paşa bir han ve bir aşevi104 yaptırmıştır. Aşevine uğrayanlar kimlik sorulmadan sofraya
alınırlar. Ayrıca Rüstem Paşa bu kentte bir de görkemli cami yaptırmıştır. İlçenin çevresi
ekinlerle donalı ve yemyeşildir. Yöre,ağaç denizi adını hak etmiştir. Ormanın sınırları, kentin
yerleşim alanı sınırları ile kesişir.
Gebze-Tekfur Çayırı, Katip Çelebi’de Sultan Çayırı ve Tekür Çayırı şeklinde geçmektedir.
Katip Çelebi’nin belirttiğine göre ordugah ya Gebze’de ya da Sultan Çayırı’nda kurulurdu.
Hereke ise, Katip Çelebi’de de ordugah yeri olarak değil bir geçit olarak geçmektedir. Katip
Çelebi Çınarlıdere (Derince) için de Gebze ve İzmit arasında Çınar Çayırı demektedir. Kazıklı
(günümüzde Kavaklı), İzmit’in karşısında İzmit Körfezi’nin güney kıyısında bir iskele olup
Katip Çelebi’ye göre, “Kazıklıbel” İzmit’ten 4,5 saat uzaklıktadır.
1650 ?, Eremya Çelebi Kömürcüyan
Eremya Çelebi Kömürcüyan (1637-1695) bir Osmanlı şair, seyyah, diplomat ve tarihçisidir.
Kendisini yetiştiren amcası Hacı Ambağum'un ölümünden sonra bir Ermeni tüccar olan Abro
Çelebi'nin yanında çıraklık yaptı. Abro Çelebi zamanın sadrazamı Köprülü Fazıl Ahmet
Paşa’ya çok yakındı. Bu sayede devlet işlerini öğrendi ve çok nüfuzlu kişilerle tanıştı.
Kömürcüyan'ın babası ve her iki kardeşi de papazdı. O zamanlar Osmanlı Ermeni toplumu
bilgisiz ve tutucu papazlar tarafından aldatılmaktaydı. Kömürcüyan zekası, hristiyanlık
hakkındaki derin bilgisi ve açık görüşlülüğü sayesinde Ermeni toplumuna çok büyük
katkılarda bulundu. İşte yöremiz hakkında notları;
İzmit’ten Doğu ve Orta Anadolu’yu İstanbul’a bağlayan yollar geçer. Doğudan ve güneyden
gelen çeşitli ticari mallar İzmit üzerinden İstanbul limanına geçirilmek üzere Üsküdar’a
sevkedilirdi. İzmit ve çevresindeki verimli topraklarda tarım ve hayvancılık yapılır, saray ve
İstanbul’un iaşesi için buradan gemilerle İstanbul’da odun iskelesine tavuk, sığır ve odun
taşınır.105
Eremya Çelebi’ye göre İstanbul’dan kara yolu ile yapılan yolculuk üç gün sürer, yüz mil kadar
olan deniz yolculuğu ise 5-6 saatte alınırdı.106
1656, Jean Thevenot
Troia, Gelibolu, İznik üzerinden İzmit’e varan gezgin kenti şu şekilde anlatmakta:107
Nikomedia, dünyadaki her hangi bir kentten daha hoş bir konuma sahip. Bir körfezin dibinde
yer alıyor ve bir tepenin yamacına doğru yükseliyor. Kent bir çok çeşmeyle süslü, çevresi
mısır, meyve ağaçları ve bağlarla kaplı. Bahçe meyveleri son derece kaliteli ve kavunları
104 Y.U.: Rüstem Paşa, Sapanca’da bir külliye yaptırmıştır, gezgin olasılıkla Pertev Paşa külliyesini kastediyor.
105 Eremya Çelebi, XVII. Asırda İstanbul, çev. Hrand D. Andreasyan, İstanbul 1988, s. 17
106 Müzeyyen Ünal, İskele Alabanda, Kocaeli Gazetesi-Pişmaniye, 13 Mart 2005, s. 2
107 Thevenot, The Travels of Mr. John Thevenot in the Levant, Curious Collection of Voyages, cilt 11, Londra
1760, s.177-178
43
dünyanın en iyisi kabul edilen İran’ın Kaşan kavunlarına eşdeğer. Buradaki antik kalıntılar,
gezginlerin meraklarını tatmin edecek kadar çok. Kent, su perisi Olbia tarafından kurulmuş
ama adını onu genişleten Bithynia Kralı Nicomedes’den alıyor. Hannibal’in ve Büyük
Konstantin’in öldüğü yer olmakla tanınıyor. Türkler’in İzmit (İsmit) dedikleri kent Türk, Rum,
Ermeni ve Yahudilerden oluşan yaklaşık 30,000 kişilik kalabalık bir nüfusa sahip. Bir çoğu
geçimini ipek, keten kumaşı, pamuk, yün, meyve, çömlek ve cam eşya ile daha bir çok şey
ticareti ile uğraşıyor, bu da kentte önemli bir canlılık sağlıyor. Bir çok Rum kilisesi ve güzel
camiler ile pazarlara yakın çok sayıda han var. Gemi inşaları pek farklı olmasa da bir çok
İstanbul teknesi burada yapılıyor. İzmit Körfezi’nin sağ tarafında Türk ve Rumların bir çok
hastalığa iyi geldiğini söyledikleri doğal bir kaynak var (Çene Suyu) ve buraya yığınlar
halinde geliyorlar.
1670, Thomas Smith
İngiliz bilim adamı Smith (1638-1710) doğu dillerine çok hakimdi. 1668 yılı Haziran ayında
büyükelçi Daniel Harwey döneminde İngiltere’nin İstanbul büyükelçiliğine papaz olarak
atandı. Yaklaşık bir yıl Osmanlı başkentinde kaldıktan sonra Bithynia’da Bursa’ya ilginç bir
gezi yaptıktan sonra İzmir’e geçti108 1671’de geri döndü.
1675, Dr. John Covel
Dr. John Covel, 1670-1677 yılları arasında İstanbul’daki Sir Daniel Harvey yönetimindeki
İngiliz Elçiliğindeki papazlık görevi süresi boyunca gerçekleştirdiği seyahatleri sırasında
bölgemize de uğrar.109 1670 yılında İzmir limanından Osmanlı ülkesine giriş yapar ve kuzey
Ege bölgesindeki antik kentleri dolaşmaya başlar. Daha sonra 1675 yılında İzmit ve İznik
gezilerinden kısa bir süre sonra İstanbul’dan Edirne’ye bir yolculuk yapar. Gezi notları,
günlük ve mektuplardan oluşmaktadır.
1675-1676, George Wheler & Jacob Spon
Daha sonra İstanbul’da John Covel’in yakın dostluğunu kazanacak olan Wheler’in (16501724) Lyon’lu Dr. Spon eşliğinde Yunanistan’a yaptığı gezi notları altı ciltten oluşur. Dört
levha halinde sikkeler ve sayısız heykeli de içeren yapıtının, birinci cildi Venedik’ten
İstanbul’a olan bölümü, ikinci cilt ise İstanbul ve çevresindeki yerlerin anlatımını içerir. 1676
Kasım ayında geri dönen Wheler’ın kendi notlarının ilk baskısı 1682 yılında yayınlanır. 1683
yılında derlediği bilgiler ve gezilerinde topladığı antik eserleri hediye etmesi sonucu şovalye
ilan edilir. Yol arkadaşı Spon’un anlatımı ise 1689 yılında Fransa’da yayınlanır. Wheler
özellikle botanik ve topografi ile ilgilidir ancak yapıtında Pausanias’ın Geographika eserinden
hareketle sikkeler ve heykeller üzerine de oldukça yoğun bilgiler sunar.110
1677, Guillaume Grelot
Olasılıkla 1677 yılında gerçekleştirilen ve İstanbul, Gelibolu, Kızık, İznik, Mudanya, İzmit,
Kadıköy, Rodosto (Tekirdağ), Kdz. Ereğli, Halep ve Diyarbakır’ı kapsayan bir seyahatname
Fransa kralına ithaf edilmiş.111 İşte Grelot’un anlatımı:112
108 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s.33, dn 1: Thomas Smith, Sept Eglises d’Asie, Oxon 1674 & Londra
1676; Philosphical Tarnsactions, Londra 1684, sayı 155, c. XIV, s. 431-454
109 John Dr. Covel, Early Voyages and Travels in the Levant, Londra 1843
110 Voyage d’Italie, de Dalmatie, de Grece et du Levant fait des années 1675-1676 par Jacob Spon et George
Wheler, Amsterdam 1679; La Haye 1723
111 Relation nouvelle d'un Voyage de Constantinople enrichie de plans levés par l’auteur sur les lieux, et des
figures de tout ce qu’il y a de plus remarquable dans cette ville. Présentée au Roi, Paris I680) – Bir kopyesi XIV.
Louis’e sunulmuştur; Grelot, Guillaume-Joeseph, A Late Voyage to Constantinople: Containing an Exact
Description of the Propontis and Hellespont, with the Dardenelles…as also of the City of Constantinople, London:
44
İzmit
İstanbul’dan başka diğer bütün şehirlere üstünlüğünü sağlayan uygun konumu ile İzmit, aynı
adı taşıyan bir körfezin sonundadır. Kent, meyve ağaçları, bağlar ve tahıl tarlaları ile süslü bir
tepenin tüm yamacına yayılmış durumdadır. Leziz meyvaları ile çok sayıda bahçe
bulunmakta. Kavunları ise en üstün kaliteli olduğu kabul edilen ünlü İran Kaşan
kavunlarından hiç de geri kalır değildir. Yazıtlara ilgi duyan bir gezgin bu ilgisini İzmit’te,
Latince ve Grekçe kimi yazıtlar bulabilinecek bazı sokak ya da mezarlıklarda kısmen tatmin
edebilir. Bu kent Bithynia kralının, daha önce su perisi Olbia’dan adını alan Olbia kenti
yerinde113 kendi adını verdiği kenti yükselttiği andan beri çok iyi tanınır. Burası aynı
zamanda Hannibal’in çeşitli yenilgileri sonrası Bithynia kralları Antiochus114 ve Prusias’a
sığındığı yerdir. Ancak Plutarkhos’a göre bu kralların kendisini, artık desteklerini yitirdiği
Kartacalılara ya da onu yenmiş olan ve Titus Quintus aracılığı ile Prusias’tan kendisini
isteyen Romalılara teslim edileceğinden korkarak yüzük taşında sakladığı zehiri içerek
ölmüştür. Titus Livus’a göre de çarmıha gerilmiştir.
Kent, inançlarını korumak isteyen ilk hristiyanların kanlarının bolca akıtıldığı dolayısı ile çok
sayıdaki aziz martyrleri ile daha da tanındı. Aziz Adrian, Aziz Pantaleon ile 763 yılında
Pepin’in yeğenlerinden birinin Roma’dan getirdiği cesedini bugün Fransa’da saklamakta
olduğumuz Aziz Gorgonius yanı sıra Azize Barbara bu ünlü kenttendirler. Büyük
Konstantinus da 340 yılında, altmış yaşında iken bu kentin yakınlarında Akiron (Yukarı
Hereke) adlı kasabada yüksek ateşten ölmüştü. Bazı yazarlar, İznik Kurultayı’nda mahkum
edilmiş aykırı Ariusçu inanca bağlı olan bu imparatorun Jordan (Ürdün) ırmağında ikinci kez
vaftiz olmak amacıyla İstanbul’dan yola çıktığına ve Nikomedia’da hastalanarak Nikomedia
Piskoposu Ariusçu Eusebius tarafından Ariusçularca uygulandığı gibi ikinci kez vaftiz
edildiğini yazarlar.
Bir buçuk fersahtan daha geniş olmayan İzmit Körfezi iki kıyısındaki çeşitli kıvrımların
yarattığı güzel manzarası ile oldukça uzundur. Türklerin İzmit adını verdikleri bu kent,
oldukça büyük ve kalabalık olup nice Rum kilisesi, güzel camiler, bir çok han ya da
kervansaray, çok sayıda pazar ile hal veya çarşılara sahip. Rum, Ermeni, Yahudi ve
Türklerden oluşan 30,000 nüfusun nerdeyse tamamı kente büyük bir canlılık getiren ipek,
pamuk, yün, kumaş, meyve, çanak, çömlek ve cam, vb. ticareti ile geçinirdi”. Büyük gemiler,
kayıklar ve İstanbul tüccarlarının diğer tekneleri İzmit’te inşa ediliyor ancak sivil ya da askeri
açık deniz teknelerini yapımında çok iyi değiller. Burada çok yüksek bordalı, oldukça büyük
tekneler ve aynı zamanda kolay alınabilen olağanüstü yelkenliler inşa ediliyor. Ben orada
iken üç yılda tamamlanan iki tanesi ilk yolculuklarını yapmak üzere İstanbul’a yükleme
yapmaya gönderildi. Bu ikisi kent halkının büyük ilgisini çekmişti, limandaki diğer teknelerin
her biri onların yanında bir kayık gibi kalmıştı. Onları iskeleye ya da buranın camisine yakın
Kurşiu (Karşı ? Çarşı ?) Limanına çekmişler ve Mekke’ye doğru çevirmişlerdi. Yeni
teknelerde gelenek olduğu üzere mahalle imamı gelerek açılış duasını yapmıştı. Sonrasında
imam ve halkın iyi yolculuklar dileyen binlerce hayır duası ardından yüklenmişlerdi. Her ikisi
de demir alarak Mısır’a doğru yola çıkmışlar ancak Çanakkale Boğazı’nı geçtikten hemen
sonra bir Maltalı bir korsan tarafından yollarını keserek mürettebatı ile birlikte Malta’ya
götürmüştü.
Çene Suyu
Printed by J. Playford, and are to be sold by H. Bonwicke, 1683. (Grelot’nun bölgemizde gezdiği kentler: Kızık,
İznik, Mudanya, Gemlik, İzmit, Kadıköy)
112 Y.U.: Ben ulaşamadım ama Grelot’nun seyahatnamesi, Maide Selen tarafından “Josephus Grelot, İstanbul
Seyahatnamesi” adı ile Türkçe’ye çevrilmiş (İstanbul, 1998).
113 Y.U.: Olbia antik kentinin bugünkü İzmit olduğu savı kanıtlanmış bir bilgi değildir.
114 Y.U.: Gezgin, Antiokhos’u Bithynia kralı sanma yanılgısı içindedir.
45
Nikomedia’nın batısında, körfezin sonunda, sağ kıyıda mineral bir kaynak var.115 Alüminli
olduğunu sanıyorum. Rumlar ve Türkler bu kaynak hakkında mucizeler anlatıyorlar. Gruplar
halinde her yerden buraya geliyorlar. Anlattıklarına göre bu suların nerdeyse iyileştiremediği
hastalık yok. Küçük bir dağa bağlı bir kayanın dibinde doğup Körfez’e doğru akıyor. Diğer
birkaç küçük dere ile birlikte saz ve diğer otlarla kaplı bir ovayı suluyorlar. Görünüşe göre kış
aylarında bir bataklığa dönüşüyor. Ben geçtiğimde kuru idi (Ağustos ayında da kuru idi).
Sazlar arasında yürürken belki de benim hareketlendirdiğim iki yaban arısı gözlerime atılarak
ikisi de iğnelerini batırdılar, hissettiğim acı o denli kötüydü ki onbeş dakika boyunca gözlerimi
açamadım. Eğer tıb doktoru Mösyö Vaillant bana eşlik ediyor olmasaydı İran’a gitmeye
hazırlanmak yerine el yordamıyla İstanbul’a gitmek zorunda kalma riskiyle yüzleşecektim.
Ancak otların yararlarını sikkelerin değerinden çok daha iyi bilen bu bilge adam orada
bulduğu bir bitkinin birkaç yaprağını hemen bana uyguladı. Bu bitkinin suyu ve özü ile
gözlerimi buğulayarak ağrımı azalttı ve beni hemen bu ayazmaya ya da kutsal suyu ziyaret
edebilecek duruma getirdi.
Diliskelesi
Biraz daha batıda, Körfez’in sol kıyısında güneyde, 10-12 metre genişliğinde ve çeyrek
fersah uzunluğunda bir kara parçası büyük bir rıhtım gibi ileri uzanmakta.116 Kara
tarafındaki ucunda Türklerin hakkında hoş bir hikaye anlattıkları bir cami bulunmakta. Büyük
bayram günlerinden birinde karşı kıyıda oturan bir derviş ya da keşiş, her zaman olduğu gibi
ibadet etmek üzere bu camiye gitmeye kalkışmış ancak gece çıkan bir fırtına teknesini alıp
götürdüğünden ve Körfez’i geçecek başka da bir vasıta olmadığından ne yapması gerektiği
konusunda Tanrı’ya yakarır. Çağrısı karşılıksız kalmaz ve melek Cebrail ortaya çıkar, kıyıya
inerek mantosunun cebine olabildiğince toprak doldurmasını ve geçeceği yöne ekerek
oluşacak yolda korkusuzca ilerlemesini söyler. Zavallı keşiş kendisine söylendiği gibi ancak
ya yeterince kum almadığından ya da bolca ektiğinden karşı kıyıya ulaşamadan yarı yolda
kalır. Arkası su, elinde de ekecek kum kalmadığından bu zor durumdan kurtulmak için göz
yaşları içinde ibadete başlar. Bu iyi müslümanın içten yakarışını ve camiye gitmek için atıldığı
tehlikeyi gören Muhammet, bu zavallı dervişin ibadetine zamanında yetişebilmesi için derhal
Tanrı’dan kara parçasını ona kadar uzatma iznini alır. O zamandan bu yana, o kara parçası
bu hatırayı sürdürmekte.
1678, Corneille Le Bruyn (Cornelius Bruyn)
Anadolu, Kos, Rodos ve Kıbrıs kentleri üzerine Flaman gezgin Corneille Le Bruyn’ün (16521726/7) gözlemleri, kendi eli ile yaptığı ikiyüz resmin (gravür baskı) yanı sıra giriş bölümünde
seyahatlerinde kendisi ile birlikte olanların mektupları yer almaktadır.117 Hollandalı bir
gezgin ve ressam olan Le Bruyn 1678-1685 yıllarını doğuya seyahat ederek geçirir. İzmir,
İstanbul, Boğaziçi, Rodos, Tyre, İskenderiye, Bethlehem, Kudüs, Halep, Palmyra, vb gibi
kentlerin büyük panoramik çizimlerini yapan ilk sanatçıdır.
Le Bruyn’un Seyahatleri’nin birinci cildinde oldukça detaylı görüleceği gibi Türkler, Dil Burnu
camideki ibadetten dönen bir dervişin, Cebrail’in emri ile kaftanının cebinde sakladığı ve
önüne doğru denize döktüğü toprağın mucizevi şekilde oluşturduğu yol üzerinden boğazı
geçerken suyun ortasına geldiğinde Tanrı’nın karşı yöndeki toprak parçasını önüne kadar
uzatması ile oluştuğuna inanırlar.118
115 Y.U.: Gezgin Çene Suyu’ndan bahsediyor.
116 Y.U.: Gezgin, Hersek Burnu’ndan bahsediyor.
117 Corneille Le Bruyn (Cornelius Brun), Voyage au Levant, les pricipaux endroits de l’Asie Mineure, Paris 1700
& Kronovelt, Delft 1714 (Fransızca 2. baskı)
118 Y.U.: Texier, bu efsaneyi “bunu gören balıkçılar, körfezin kapanacağından korkarak dervişe hemen kayıklarını
sunmuşlar. Bu hikâyenin orayla bir ilgisi vardır; çünkü civarda “Dil Baba” adında bir dervişin türbesi mevcuttur.
Dil’de ufak bir han ile Sultan III. Murat’ın bahçıvan başısı Mustafa Bostancı’nın 1638 yılında yaptırmış olduğu bir
çeşme vardır” şeklinde devam ettirtmektedir. (Texier, agç, s. 131)
46
İzmit
İstanbul’un hemen ardından gelen İzmit’in konumundan daha avantajlısını diğer kentler
arasında bulmak zordur. Adını verdiği bir körfezin sonunda olup çok sayıda çeşme, meyve
ağaçları, bağ ve tarlanın bulunduğu küçük bir tepenin tüm yamacını kaplamaktadır. Meyveleri
çok lezzetli olan bir sürü büyük bahçe vardır, kavunları da Doğu’ya seyahat edenlerin
aktardıklarına göre İran’ın “kaşan” kavunlarından hiç aşağı değildir. Güzel yazıtlar görmek
isteyen meraklı yolcular Nikomedia’da bu zevklerini tatmin edebilirler çünkü Grekçe ya da
Latince bunlardan parçaların hatta kimi zaman bir bütün olarak bulunmadığı tek bir sokak ya
da mezarlık yoktur.
Ayrıca bu yerleşimin temellerini atan nymphe (Zeus’un kızı olan su perileri) adına göründüğü
üzere bir zamanlar Olbia adını taşıyan kenti büyüterek kendi adını veren Kral Nikomedes’ten
bu yana önemli bir yeri vardır. Hannibal, bir çok pusudan kurtulduktan sonra Bithynia Kralı
Prusias’ın yanına buraya sığınmıştı. Ama bu kral tarafından onu isteyen Titus Quintus’a
teslim edileceğinden korkarak, Titus Livius’un dediğine göre kendisinin hazırladığı ve her
zaman üzerinde taşıdığı bir zehiri içerek intihar etmişti. Plutarkhos ve daha bir çok yazar
bunu doğrular. Grelot ise Titus Livius’a atfen çarmığa gerildiğini belirtir. Bu eski tarihçinin
yapıtında Hannibal’in ölümünden bahsedilen bölümde böyle bir ifade yoktur ancak 17. kitapta
Florus’den söz eden bölümde bir başka Hannibal’den bahsedilmiştir.
Bu kent inançlarını savunmak üzere can veren çok sayıdaki hristiyan nedeniyle daha da
bilinir. Bu kentin Akhyron (yukarı Hereke) adlı bir banliyösünde İmparator Konstantin ağır
ateş nedeniyle 340 yılında, 66 yaşında iken öldü. Bazı tarihçiler, imparatorun İznik
Konsili’nde mahkum ettirdiğ Ariusçuluk’a yönelerek Ürdün’de (Ariusçu mezhebin izin verdiği
gibi) ikinci kez vaftiz olmak üzere İstanbul’dan yola çıktıktan sonra Nikomedia’da
hastalandığını ve (Ariusçu) Piskopos Eusebius tarafından (ölümünden önce) ikinci kez vaftiz
edildiğini yazarlar.
İzmit Körfezi’nin genişliği bir buçuk fersahtan fazla olmasa da oldukça uzun olup her iki
kıyıda bir çok küçük tepelerle çevrilmiştir. Bu tepelerin kıvrım ve dönüşleri, aralarından geçen
körfezin sularını birbirine karıştırırken arzu edilebilecek en güzel görüntüleri oluştururlar.
Türklerin İzmit adını verdikleri Nikomedia ise oldukça büyük ve 30,000 kişiye ulaşan yoğun
nüfusunun nerdeyse hepsinin ipek, pamuk, yün, kumaş, meyve, çömlek, cam ve daha bir çok
şey ticaretiyle uğraştığı bir tüccar kentidir. Bir çok Rum kilisesi, güzel camiler, birkaç han ya
da kervansaray ve güzel pazarlar yani çarşılar bulunmaktadır. Gemiler, kayıklar ve İstanbul
tüccarlarının teknelerinin bir çoğu İzmit’te inşa ediliyor, ancak denizcilik, savaş ve inşa sanatı
hakkında pek bilgili değiller yani iyi tekneler ancak kötü yelkenler yapmalarının yanı sıra bitiş
süreleri sonsuz denecek derecede.
Çene Suyu & Dil Burnu
İzmit’in batısında, körfezin sağında bir mineral su kaynağı vardır ki gerek Rumların gerekse
Türklerin yığınlar halinde geldikleri bu suyun her türlü hastalığı tedavi ettiği rivayet olunur.119
Biraz daha batıda aynı körfezin sol yakasında, güneye doğru uzanan 5-6 kulaç genişliğinde
ve çeyrek fersah uzunluğundaki ve kara tarafındaki ucunda bir caminin bulunan kara dili
hakkında Türkler çok eğlenceli bir hikaye anlatırlar: Önemli bir bayram günü, körfezin
kuzeydeki karşı kıyısında oturan bir derviş adet olduğu üzere ibadetini yapmak üzere camiye
gitmek istiyordu ancak gece çıkan bir fırtına kayığını sürüklemişti ve karşı kıyıya geçmek için
bir başka olanak göremeyince kendisini bu zor durumdan kurtarması için Tanrı’ya yalvarır.
Duaları sonuç verir ve Melek Cebrail derhal kendisine görünerek, deniz kıyısından elbisesinin
119 Y.U.. Derince Çene Suyu
47
eteklerine olabildiğince kum doldurmasını ve daha sonra denizin üzerinde kendisine bir yol
yapacak şekilde serperek korkmadan üzerinde yürümesini söyler. Münzevi keşiş kendisine
söyleneni yapar ancak ya yeterli kum almadığından ya da fazla serptiğinden denizin
ortasında kalıverir. Tekrar dua etmeye ve bu şaşkın durumdan kurtulmak için yalvarmaya
başlar. Bu iyi müslümanın dindarlığından ve ibadetini yapmak için atıldığı tehlikeden
etkilenen Hz. Muhammet derhal, dervişin namazına zamanında yetişmesi için Allah’tan bir
kara parçasının (Hersek-Dilburnu) ona kadar uzanması iznini alır. O zamandan beri bu
mucizeyi hatırlatmak için kara dili burada durmaktadır.120 Gezgin bu noktadan sonra
Kadıköy’e doğru ilerleyerek yoluna devam eder.
1700, Joseph Pitton de Tournefort
Fransız botanikçi Tournefort (1656-1708), papaz olmak üzere Cizvitlerin yanında eğitim
alırken babasının ölümü sonrası kendi geçimini sağlamak zorunda kalınca doktorluk eğitimi
almıştır. 9 Mart 1700 tarihinde başladığı ve 1702 yılına kadar süren gezisi esnasında
kendisine Alman botanikçi Andreas Gundesheimer ve ressam Claude Aubriet eşlik
etmişlerdir. Yunan Adaları üzerinden Anadolu’ya gelmiş, buradan Karadeniz’e geçmiştir.
Gezisini daha da uzatmak istemesine karşın yolda eşkiyalara rastladığı için geri dönmek
zorunda kalmıştır. İstanbul’dan tekne ile başladığı yolculuğunda 28 Nisan’da filo halinde
Riva’nın (Rhebas) ağzından dışarı çıkarak, kıyı boyunca ilerleyip 35 mil uzaklıktaki bir köy
olan Kilia’ya121 ulaşırlar. İşte daha sonra yazdıkları:
Türkler namaz kılmak üzere sahile çıktılar ama daha sonra lodostan yararlanarak, Kilia’ya
(Şile) 24 mil uzaklıktaki Ava ya da Ayala (Ağva) ırmağına ulaştık.122 Bütün buralar daha
doğrusu Trabzon’a kadar bütün Karadeniz kıyısı yemyeşil olması nedeniyle hayranlık verici;
ulu ağaçlı ormanların büyük bölümü, karanın içlerinde o kadar gerilere uzanıyor ki, gözden
kaybolup gidiyorlar. Türklerin Ava ırmağının bu eski adını korumaları şaşırtıcı, zira köyün
ırmağına Sagari ya da Sakari adını veriyorlar ve bu ad büyük olasılıkla eski yazarlarda adı
çok geçen ve Bithynia’nın sınırını çizen Sangorios’tan (Sakarya) geliyor.123
29 Nisan, denizin çok süt liman olmasına karşın, kürek gücüyle 40 milden fazla yapamadık
ve öğlene doğru Dichilites’te kamp kurduk.124 Tayfalarımız soluk soluğa kaldığından 60 mil
ötedeki küçük Anaplia’ya (Anaplı) hareket ettik.
Yazar ve dostları 1 Mayıs’ta Penderakhi’ye (Kdz. Ereğli) ulaşarak yollarına devam ederler.
Daha sonra yolculuğunun Ankara’ya doğru yöneldiği bir bölümde Ankara – İzmit (Nikomedia)
arasını, kervanların dokuz günde aldıklarını belirtir.125
1701 & 1703, Aubry de La Motraye
Aubry de La Motraye’ın 26 yıllık bir süreç içinde Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerine yaptığı
gezinin notları özellikle İtalya, Yunanistan, Kırım Tatarları ve Nogayları, Çerkezya, İsveç ve
Laponya üzerine çok değişik coğrafi, tarihsel ve politik araştırmalar, gelenekler yanı sıra
uluslar ve ülkeler üzerine düşünceleri içerir.
120 De Bruyn, Voyage au Levant (1678), s. 61 - 62
121 Tournefort Seyahatnamesi, ed. Stefenos Yerasimos, İstanbul 2005, s.110, dn 9: Burada sözü edilen, Boğazın
batısında bulunan Kilya (Kilyos) değil, Evliya Çelebi’ye göre 600 evi ve bir camisi bulunan Şile’dir. Hommaire de
Hell, 1846’da burada 750 ev bulunduğunu , sakinlerinin yarısının Türk, yarısının Rum olduğunu söylüyor.
122 Stefanos Yerasimos (editör) notu.: Ağva kasabası ve ırmağı Gökdere
123 Yerasimos: Tournefort küçük Gökdere ırmağını, buradan 40 mil kadar doğuda olan Antikçağ’daki Sangorios,
yani günümüzdeki Sakarya ırmağı sanmış.
124 Yerasimos: Burası büyük olasılıkla Sakarya’nın denize döküldüğü yerin batısındaki uzun kumsal olmalı, ne
var ki, Dichilites adına başka hiçbir yerde rastlamadık.
125 Tournefort, age, s.230
48
1696’da ülkesinden ayrılarak İstanbul’daki Protestanların papazı olan Motraye, 1700
dolaylarında sürgün Macar Kralı Tökeli ile İstanbul’da tanışmış ve Tökeli’nin İzmit’e sürgün
gönderilmesinin ardından 1701 yılı sonunda İzmit’te şahsen Bey’i (Macar Evi olarak anılan
evinde) ziyaret etmişti. 1727 yılında yayınlanan gezi notlarında anılarını şöyle aktarıyor:
Tökeli’nin Daveti
Prens’in İzmit’e gidişinden kısa bir süre sonra, özel sekreteri Commaroni tarafından kaleme
alınmış bir mektup aldım; durumu anlatıyor, doğrusu pek de sürgün gibi olmadıkları,
kendilerine İstanbul’daki kadar iyi davradıldığını dile getirdikten sonra Alteslerinin beni İzmit’e
davet ettiklerini belirtiyordu. Mektupta ayrıca, Prens’in bana yüz yüze söylemek istediği
şeyler olduğu da yazılıydı. Mektubu getiren ulağa sözlü olarak elimden geldiğince kısa bir
sürede bu davete icabet edeceğimi söyledim. Ayrıca, Prens’e verilmek üzere Latince bir
mektup yazıp, durumdan duyduğum üzüntüyü belirttikten sonra, en kısa sürede yüz yüze
görüşmek için yanlarına geleceğimi yineledim. Prens bu mektubumu kendi eliyle, yine aynı
dilden yazdığı ve Prens Tökeli diye imzaladığı bir mektupla yanıtladı. Mektubunda beni
görmekten çok mutlu olacağını söylüyor, mektubumda dile getirdiğim üzüntüleri için kendisi
ve sekreteri adına teşekkür ediyordu. Beni görmenin hem kendisi hem de eşi hanımefendi
için bir zevk olacağının tekrar altını çizmişti. Ben de dayanamadım, Aralık başlarında yola
çıktım. İzmit’e giden bir şalupaya126 bindim.
İzmit’e Varış
Öğleden sonra üç sularında yelken açmıştık, ertesi gün saat dört gibi körfezin
derinliklerindeki, körfeze adını veren kente ulaştık. Prens’e (kentte) ayrılan ev İstanbul’daki
evi kadar güzel ve konforluydu. İzmit, İstanbul’a göre daha ucuz olduğundan Prens burada
kendisine verilen tayından tasarruf bile yapabilirdi. Kaldı ki adamlarından bazıları İstanbul’da
yaptıkları gibi burada da açıkça şarap satmayı sürdürüyorlardı. Altesleri ve adamları
tarafından çok iyi karşılandım, el üstünde tutuldum ve çok iyi ağırlandım. Masamızda yok
yoktu; şarabın, balığın, av hayvanlarının en iyisini sundular. Ne diye bilirim? Bolluk
içindeydiler. Ama sürgün edilmek Prens’e yine de zor geliyordu ve son gördüğümde tek
beyazı bulunmayan sakalı şimdi griye dönmüştü. Prenses ise kahramanlara özgü cesaretini
asla bırakmamıştı, kocasına her yönden destek veriyor, ona sabır aşılıyordu. Ama ne var ki
yapılan tedavilere karşın Prens’in gut hastalığı daha da azmıştı. Gündüz sanki hapishanesi
haline gelen koltuğundan kımıldayamıyor, akşam olduğunda bir tekerlekli sandelyeye
alınarak kentte hava alması sağlanıyor ya da bazı günler aynı sandelyeyle ava
götürülüyordu. Av çok boldu, özellikle çulluk ve sülün avlyorlardı ve bu avlarda Prens’in
sandalyesini silah sesine alışkın iki at çekiyordu. Yani sonuç olarak Francesco denilen
adamın Prens’e hastalığı için verdiği umutlar boşa çıkmıştı. Bu şarlatan uzun zamandır
Prens’i kandırmaktaydı, acılarını bile dindiremeyince çareyi simya formüllerine baş vurmakta
bulmuştu. Prens’in evinde zenginlik çeşmeleri akıtacağına sözler veriyordu. Prens, maalesef
bu herifin tabibliğine de, bu sözlerine de güveniyordu… Prens’in sekreteri Commaroni,
francesco şarlatının tasarılarıyla alay etmemi rica etti. Ricasını kırmadım, Prens de
sözlerimden hoşlanmış göründü ama adamı da sokağa atmadı.
Prens’in benimle yüz yüze konuşmak istediği konu, Lord Paget’in kendisi hakkında neler
düşündüğü idi. Ancak Prens, Lord Paget’in Mr. Williams aracılığıyla iletmiş olduğu Fransa ile
ilişkilerini kestiği takdirde Karlofça görüşmeleri sırasında Presn’i koruyacağı sözlerine kulak
asmamıştı. Beklediği hizmeti hiçbir biçimde gerçekleştirme niyetinde olmadığımı anlayınca
benden Mr. Williams’a selamlarını götürmemi, Lord nezdinde çıkarlarının savunulmasının hiç
değilse onun tarafından dikkate alınmasını rica etti. Ayrıca armağan düşkünü Madam
Pearse’in Lord üzerinde ne kadar etkili olduğunu bildiğinden, hanımefendiye armağanlar
götürmemi istedi. Altesleriyle yaptığım görüşmenin tek tanığı eşi Prenses hanımefendiydi ve
126 Şalupa, Türklere özgü güverteli, küçük tekne.
49
o da söze karışarak ilk eşi Prens Rakoçi’den kalma değerli mücevherli olduğunu, onları
armağan etmek istediklerini söyledi. Son iki taleplerini reddemeyecek durumda kalmıştım;
elimden geleni yapacağıma söz verdim. Prens ve Prenses’in neşeleri yerine geldi. Prenses
oğlunun hapisten kurtulup sağ salim Polanya’ya ulaştığını bildiren ve kendisine de yeni
ulaşmış haberi ondan sonra bizimle paylaştı.
Ben İzmit’teyken, sadrazamın kahyası Prens’i yolda karşılayıp, Edirne yolculuğunu kesmesi
için uyaran Firari Hasan Paşa, maiyetinde beşyüzden fazla adamla İzmit’e geldi. Asya şereflü
paşası olarak atanmıştı. Bize komşu köyde bir gün için konakladı… Prens’in sürgünlüğüne
üzüldüğünü ama bunun kendi hatası olduğunu ekledi, “onu uyardığımda ısrar etmeyip
İstanbul’a dönmüş olsaydı, başına bunlar gelmezdi” dedi. Prens’e selamını götürmemi istedi.
Paşa’nın selamını Prens’e elbette ilettim, o da ertesi gün, Paşa kampını daha bozmadan iyi
dileklerini iletmesi için sekreterini Paşa’ya gönderdi, ben de onunla birlikte gittim. Paşa bizi
olması gerektiği gibi karşıladı. Bize kahve, tatlı, koku ikram ettiler, Prens’in iyi dileklerini
Paşa’ya aktardıktan sonra kente döndük.
Yazıtlar
Bithynia’nın merkezi İzmit ahalisinin çoğunluğu Türk ve Rumlardan oluşuyor, onları Ermeniler
izliyor, Yahudiler ise hayli azınlıkta. Türklerin yirmi camisi, Rumların yedi, Eremenilerin dört
kilisesi, Yahudilerin de iki sinagogu var. Ya da en azından ben oardayken durum böyleydi.
Camilerin çoğu çok güzel, kentin eski görkemini yansıtan çok süslü sütunları, çinileri var ve
taş işçilikleri harika ancak o eski görkeminin üzerinden birkaç kez yangın geçmiş. Kilise ve
sinagoglar çok özgürler. Şurada, burada Korint sütun ve sütun başlıkları göze çarpıyor,
bazıları da tamamı ahşap Türk evlerinin avlu duvarlarını ya da temel duvarlarını örmek üzere
kullanılmış. Türk evleri genelde tüm kentlerde ahşaptır, yalnızca 2,50-3,00 m yüksekliğindeki
temel taştan örülür ve ev onun üzerine oturtulur. İzmit’teki taş yollar arasında da arada bir
mermer parçalar görmek mümkündü. Ben, tam bir bütünlük içeren her hangi bir yazıta
rastlamadım. Grelot, gezi notlarında derlenip halka sunulması gereken çok kayıt var, diyor
ama biraz abartmış olmalı. Doğrusu ben, bir Ermeni evinin duvarını oluşturan taşlar
arasındaki bir mermere kazılı Grekçe “ΠΡΟΤΗ ΠΟΝΤΟΝ ΚΑΙ ΒΕΙΤΙΝΙΑΣ ΜΕΤΑ” yazısı
dışında bütünlük gösteren başka bir yazıt göremedim. Türklerin, çok tanrılı ya da Hıristiyan
geçmişten kalma anıtlara pek saygı göstermemeleri, hatta bunları aşağılamaları bilinen bir
şey. İhtiyaç duyduklarında ki yangınlar sayesinde bu ihtiyaç asla bitmiyor, üzerinde bir şey
yazılı imiş, değilmiş hiç aldırmadan ellerine geçen her türlü eski eseri kırıp, döküp
kullanıyorlar. Yani eski yazıtlara ulaşabilmek için, Türklerin eski eserleri kullanarak inşa
ettikleri ya da onardıkları her şeyi tekrar kırmak ve ayıklamak lazım. Kaldı ki bunu yapan
yalnızca Türkler değil. Rum, Ermeni ve Yahudi ev ve duvarları da aynı şekilde. Kilise ve
havraların iç avlu kaldırımlarında, tıpkı Sultan Murat’ın Bağdat’ı zaptı dönüşü yaptırılan
sarayın127 kaldırımında yarım yamalak okunan “A . N . T . KP . …Σ… BEITINH . “ yazısı
gibi harfler bulunan mermer parçaları var. Antik dönemden kalan eserleri tahrip bağlamında
öylesi çaba harcanmıştı ki, denize atılan, evlere, sokaklara, avlular ve duvarlara gelişi güzel
bir biçimde yerleştirilmiş parçaları bir araya getirmek ancak eski günlerin yeniden doğmasıyla
mümkün olabilirdi.
Macar dostlarımızın, Cizvitler tarafından tamamen Katolikleştirildiğini söyledikleri bir Rum
papaz vardı. Onun için, “İzmit ve civarında antikite ile ilgili ne varsa, bilir” demişlerdi.
Yukarıda sözünü ettiğim yazıt kalıntılarını da bana zaten o göstermişti. Bu adam beni bir gün
İzmit’in biraz dışına götürdü. Yan yana gelişmiş iki büyük ağaç gösterdi. Ağaçların gövdeleri,
toprağa yerleştirilmiş, uzun ve düz iki taşı perdeliyordu. Uzaktan bakıldığında taşlar, Türk
mezarlarının baş ve ayak uçlarında görülen taşlara benziyordu. Papaz bana bu taşların Azize
Barbara’ya ait olduğunu söyledi. Hıristiyanlara karşı en şiddetli kıyımların yaşandığı günlerde
kafası uçurulmuştu. Sonra, herhalde Cizvitler anlatmış olmalılar, bu olayın Diocletianus
127 Y.U.: Bugün ki Hünkar Kasrı’ndan önce aynı yerde mevcut olan ahşap saray.
50
zamanında geçtiğini, imparatorun casuslarının Hıristiyanların toplanacakları yeri öğrenmeleri
üzerine dua etmek için toplanmış yirmi binden fazla insanın yakıldıklarını ekledi. Gerçekten
de bu imparator, Hıristiyanlara karşı eşi görülmemiş bir zulüm uygulamış, hatta bu vesileyle
para bile bastırmıştı. Bu paraların üzerinde “DELETO CHRISTIANORUM NOMINE,
SUPPRESSA CHRISTIANORUM SUPERSTITIONE” ibaresi, yani “Hıristiyan Batılının adını
bile ortadan kaldırmak için” ifadesi yer alıyordu.
İzmit ve çevresiyle ilgili merakımı giderdikten sonra, Prens’e daha fazla yük olma kaygısıyla,
eski Apamea olduğu söylenen Montania’ya (Mudanya) yelken açan, gelirken bindiğim
tekneye benzer bir gemiye bindim. Motraye, Mudanya’da bazı dağınık kitabesiz taşlardan
başka eski eserlere ait bir şey görmediğini söyler. Buradan hareketle Bursa’ya geçer. 128
Çiçek Tarlası
Aralık sonuna doğru Prens Tökeli, “Çiçek Tarlası” denen bir yerde kır evine aktarıldı. Eşi
Prenses hanımefendi 1703 yılı Şubat ayının 17. günü aramızdan ayrıldı. Bu kahraman
kadının değeri yeterince bilinmemektedir. Katolik, mezhebinden ayrılmayan Prenses, hac
ziyareti için Kudüs’e gitmeyi planlıyormuş. Hem bu yolculuk, hem de ruhuna dua edilmesi için
4000 duka altını ve ilk eşi Prens Rakoçi’den hayli çok ziynet eşyasından, ikinci eşinin
ihtiyacını karşıladıktan sonra artan bir kısmını bu iş için saklamış. Para ve mücevherleri,
anahtarını kendisinin muhafaza ettiği küçük bir kutuya koyarak, kutuyu Galata Cizvitlerinin
ruhani liderine teslim etmiş ve dileklerini bildirmiş. Cizvitler, Prenses’in ölümünün ardından
“hacca gidemeden ölürsem, bu para ruhuma okunacak dua ve ayinler için sizde kalsın”
dedğini iddia ediyorlar.
Ancak, eşinin ölüm döşeğinde bu olayı öğrenen Prens, Prenses’in ölmeden önce kutuya
başka emanetler koymak istediğini belirterek kutuyu geri almayı başarır ve bir daha geri
vermez. 129
Mart ayı130 sonuna doğru yapılacak ayına katılmam için Prens Tökeli bir adamını
göndererek beni davet etti. Kara yolundan Prens’in sürgün yaşadığı yere gidecektik,
gönderdiği adam da bana eşlik etme emri almıştı. Böylece Boğaz’ı geçip , Üsküdar’da atlara
bindik ve gece gündüz yol alıp ertesi gün öğleden sonra İzmit’e ulaştık. Ülkenin düş gücünü
aşan güzelliği ve verimliliği dışında, yolda dikkat çekici her hangi başka bir şey göremedik.
Prens’in eskiden sürgün yaşadığı evin131 önünde atlarımızdan indik. Babıâli, Prens’e ve
birkaç adamına, Balat’ta olduğu gibi burada da şarap satma izni vermişti. Yol arkadaşım
bana güzel bir yemek hazırladı. İşleri nedeniyle onun burada kalması gerektiğinden Çiçek
Meydanı’na gidebilmem için yanıma başka bir Macar kattı, ben de biraz dinlendikten sonra
yola koyuldum. Burayı taşıdığı adına, yani Çiçekli Çayır adına pek uygun buldum. Gerçekten
de civarındaki çayırlar çeşit çeşit, rengarenk çiçeklerle örtülüydü. Ancak Prens’in kaldığı ev,
hiçbir özelliği olmayan sıradan bir kır evi görünümündeydi. Yapının tamamı ahşap, keresteler
uzunlamasına birbiri üzerine sıralanmıştı. Tavan ve zemini oluşturan keresteler,
testerelerden çıktığı gibi hiç rendelenmeden, boyanıp cilalanmadan oldukları gibi
döşenmişlerdi. Prens, salonun bir köşesini kapatıp, kendisine küçük bir yatak odası yapmıştı.
Ev, Alteslerinin hizmetçilerine ait kulübelerle çevrili bir çiftlik evi idi. Prens, eve gelişimden
çeyrek saat sonra beni kabul etti. Adeti olduğu gibi, ayaklarının altında bir halı, kollu bir
sandalyeye oturmuş haldeydi. Sinyor Françesko denen zatın tedaviye başlanmasından
önceki haline göre çok daha hasta görünüyordu. İzmit’teki son görüşmemizden bu yana
sakalındaki beyazlar eni konu artmıştı. Gözden düşmesinin üzerine eşi Prenses
hanımefendiyi de kaybetmiş olmayı, galiba artık kaldıramıyordu. Beni çok sıcak karşılayarak,
128 Aubry de La Motraye, La Motraye Seyahatnamesi, çev. Nedim Demirtaş, İstanbul 2007, s. 228-240
129 Aubry de La Motraye, age, s. 256-258
130 Y.U.: 1703 yılı
131 Y.U.: Kent içinde kendisine tahsis edilen “Macar Evi”. (Bey, Çiçekli Çayır’a taşındıktan sonra maiyetininden
birkaç kişi tarafından göz kulak olunan ve her zaman Macarlara açık ev)
51
“Sürgünleri ziyaret etmekle, hem cezalarını, hem de diğer acılarını azaltıyor, çok büyük bir
hayır işliyorsunuz” dedi, teşekkür etti. Bana Lord Paget’in yerine gelen Şovalye Sutton’la
kendisi hakkında görüşüp görüşemediğmi sordu. Elçinin, Babıali tarafından sürgünlüğüne
son verilmesi ya da İngiliz sarayında kendisi için bir olanak sağlanması için aracılık yayıp
yapamayacağını sordu… Bahtsız Prens, Fransa sarayına karşı çok kırgındı, kurban edildiğini
düşünüyordu. Fransa sarayının son savaşta Macaristan’ı karıştırmasına karşılık kendisine
her yıl dört yüz bin ekü vaat ettiğini, ancak yerine getirilmediğinden şikayet ediyordu…
Prens, bana ortalıkta ne tür haberler olduğunu sordu, ben de bildiklerimi anlattım. Bu arada
yemek hazırlanmıştı. Prens’in önüne bir masa getirdiler, masayı çok güzel yiyeceklerle
donattılar. Prens’in mabeyincisi sekreteri, haznedarı ve onun eşi de yemekte eşlik ettiler.
Yemek sonrasında masa yine kaldırıldı. Sekreter kulağıma eğilip, çekilmek için Prens’ten izin
istememi söyledi. Prens ağrıları nedeniyle erken yatmaktaymış. Ben de fazla gecikmeden
Prens’ten izin istedim. Sonra yemekteki insanlarla haznedar Seluzi’nin odasında bir araya
gelerek, Macar şarabı içip gece yarısına kadar konuştuk.
Kale
Ertesi sabah çevreyi tanımak için atla biraz dolaştım ama üzerinde her hangi bir yazıt
olmadığı için, eskiden ne işe yaradıkları ve kimin tarafından yapıldıkları hakkında bir şey
söyleyemeyeceğim yıkık iki kule dışında eski bir esere rastlayamadım.132 Kuleler bir tepenin
üzerine inşa edilmişti, tepenin eteklerinde küçük bir dere güçlü bir şekilde sularını İzmit
Körfezi’ne taşımaktaydı. Çiçek Tarlası nasıl bir çiçek yatağıysa, bu dere de alabalık
yatağıydı, dere balık kaynıyordu. Zaten her tarafta her şey çok boldu ve ev hayvanından
geçilmiyordu. Prens’in yanında kaldığım dört gün boyunca yediğimiz her yemekte masada
mutlaka balık ve av eti yediğimizi söyleyeyim de bu bolluğun nasıl bir şey olduğunu siz
tahmin edin. Prens yemeklerden sonra arabayla biraz dolaşıyor, bazen de hiç kaçmayan
sülünlerden bir kaçını avlıyordu. Ayrıca evin avlusundaki kümeste tavuklar kadar sülün de
besliyordu.
Veda
(Yaklaşık dört ay kaldıktan sonra) 2 Nisan’da Prens’ten yola çıkmak için izin istedim,
dönüşümde tekrar kendisine uğramamı istedi. Aynı gün öğleden önce İzmit’e doğru yola
çıktım, sekreter de benimle birlikte geldi. Prens’in sekreteri Camorami beni, Babıali’nin
Prens’in kentteki işleri için tahsis ettiği, kendisinin Macar Evi dediği eve yemeğe davet etti.
Yemekten sonra çıkıp biraz kenti dolaştık. İkindi namazından önce de Menzilhane’ye gitmek
üzere sekreterden ayrıldım. Ertesi sabah çıktığım Ankara yolu boyunca ülkenin verimliliğini
simgeleyen yeşillik ve bolluk dışında kayda değer bir şey göremedim. 133
Prens’in ölümünün ardından sekreteri Commaromi bana Latince kaleme alınmış son
dileklerini gönderdi. Prens, hakkında çıkarılmış olan ve yanlış anlamalara yol açabilecek
dedikoduları ortadan kaldırmak için İngiliz ya da Hollandalı tanıdığım ne kadar Protestan
varsa onlarla iletişim kurmamı istiyordu. Mektubunun çevirisi şöyle: 134
“Ben, Macaristan ve Erdel Prensi Tökeli, Türkiye’de şahsıma gereken saygının
gösterilmemesi, Fransa sarayının da şahsıma yeterince değer vermemesi karşısında,
Cizvitler bana Katolik inancına geçmem halinde, Fransa ya da İtalya gibi bir ülkede hak
ettiğim saygı çerçevesinde yaşayabileceğimi ve Fransa Kralı XIV.Louis’nin gözünde itibarımı
kazanabileceğimi teklif ettiler. Razı olmuş görünerek, kendilerinden acil bir para yardımı ve
132 Y.U.: Konu kuleler Kullar’da Çuha fabrikası karşısında, bugün Paşa Kalesi denilen tepe üzerinde çalılar
arasındadır. Arkadaki komşu parselde bir site inşaatı devam etmektedir. Osmanlıların kayıtlı ilk savaş ve zaferinin
geçtiği “Bapheon – Koyunhisarı” kalesi olması kuvvetle olası, bir Bizans karakol kulesidir.
133 Aubry de La Motraye, age, s. 277-281
134 Aubry de La Motraye, age, s. 412-413
52
söyledikleri ülkelerden birine maiyetimdeki insanlarla birlikte gitmemi sağlayacak bir savaş
gemisi istedim. Ancak, bu rahiplerin sözlerinde durmak niyetinde olmadıklarını; söyledikleri iki
ülkenin hiç birinden benim için davetiye almamış olduklarını; tek isteklerinin beni kendi
inançlarına geçirmek olduğunu; bana verdikleri sözler tutulmadan adımı boşuna Katolik’e
çıkardıklarını; tek amaçlarının benimle alay etmek olduğunu anlayınca, sadece Tanrı önünde
gerçeği açıklamak için değil, darda kalarak vermiş olduğum tüm sözlerden caydığımı
kamuoyuna duyurmak, öldüğümde Protestan inancına göre defnedilmek istediğimi bildirmek
için bilincim yerinde olarak, kendi el yazım ve imzamla bu yazdıklarımı kaleme aldım,
maiyetimdeki önemli insanların da buna tanık olmalarını istedim. Tanrı yardımcım olsun!
İmzalar:
İmre Tökeli, Prens (LS)
Joan Comaromy, Sekreter
Joannes Bai, Mabeyinci
Pierre Babai, Özel danışman
Samuel Seleuzy, Kahya
İzmit yakınlarındaki, Çiçek Alanı mevkiindeki ikametgahımda, 1705 yılı Eylül ayının 10. günü
düzenlenmiştir.
Prens, Protestan geleneklerine göre defnedildi. Kısa bir süre sonra sekreteri, mabeyincisiyle
birlikte Macaristan’a döndü. Çiçek Alanı’nda kalan diğer ikisi Prens ve Prenses’ten kalan ufak
tefek bazı şeyleri, Alteslerinin en yakın mirasçısı Prens Rakoçi’ye verilmek üzere Fransa
elçiliğine teslim ettiler, İstanbul’dan ayrılmadan önce benim yanımda iki, üç gün kaldılar.
1705, Paul Lucas
1. gezi: 1702 Mısır
2. gezi: 1705-1706 Yunanistan, Anadolu, Makedonya, Afrika
3. gezi: 1714-1715 Turkiye, Suriye, Filistin, Mısır
Lucas, bir tüccar, doktor, doğa bilimci ve eski yazıt ve kalıntıları keşfetmeye meraklı bir
antikacı olup Fransa Kralı XIV. Louis tarafından nadir sanat eserlerini toplamak üzere Türkiye
ve Asya’ya gönderilmişti. Gezi notlarını aktarırken düşselliğin sınırlarında dolaşması diğer
gezginler tarafından eleştirilir. Ancak yapıtı renkli ve doğuya olan ilgiyi arttırıcıdır. Halkın
anlayacağı dilde yazılmış ilk seyahatnamedir. 1712’de yayınlanan ve ikinci seyahatini
(Yunanistan, Anadolu, Makedonya’ya, vb Yolculuk) ve Bey’i içeren kitabında editörün
önsözünde, Tökeli ve karısının aşağıda göreceğiniz mezar yazıtları eklenmiştir.
Tökeli’nin mezar yazıtı:
53
Muhittin Bakan’ın çevirisi:
Burada dinleniyor
Kahramanca uğraş veren, Kesmarklı
Pek onurlu Bey Emericus Thökeli,
Macaristan’ın ve Balkanlar’ın
54
Egemeni iken
Vatanın özgürlüğünü savunmak için
Cesaretle yaptığı işler ile
Bütün Avrupa’da tanınan bir yiğit.
Kaderin bir sürü cilvesinden sonra
Uzun süre yabanda kaldı.
Macaristan’ın özgürlük umudunun
Yeniden yeşermesiyle
Sürgünlüğü ve hayatı
Aynı zamanda sona erdi.
Asya’da Bithynia’nın Nikomedia Körfezi’nde kendi Çiçek Tarlası’nda öldü.
Esenlik yılı 1705
Yaş 47, gün 13 Eylül
Karısı İlona Zrinyi’nin mezar yazıtı:
55
56
Muhittin Bakan’ın bu metni çevirisi şöyle:
Burada dinleniyor
Kahramanca işlerinden dolayı
Şanlı ömrünü erdemle yaşayan bir kadın,
Pek ulvî bir bayan Helena Zerinia
Zerinia ve Frangipania soyunun en son onuru,
Kral Thökeli’nin karısı,
Rakotzi’den dul kalan,
İkisi de değerli evlilik!
Büyüklüğü Hırvatlar, Balkanlar, Macarlar ve Sicilyalılarda
Yazıya geçmiş;
Bütün yaptıklarıyla dünyada parlayan,
Kaderin her türlü cilvesini yemiş,
Gözde ve büyük asi,
Askeri övgülerin imanlı hristiyanı.
Efendisine güçlü bir ruh verdi,
Kendi çiçek tarlasında öldü,
Bithynia’daki Nikomedia Körfezinde.
Yıl 1703, Yaş 60, 8 Şubat
Lucas’ın 14. Louis’nin emri üzerine 1714-1719 yılları arasında gerçekleştirdiği üçüncü
seyahati Asya, Suriye, Filistin, Yukarı ve Aşağı Mısır’ı kapsamaktadır. Nil Deltası, Ege denizi
ve Anadolu haritaları yanı sıra yazarın keşfettiği bir çok ilgi çekici nokta sunulmaktadır.135
Yöremiz hakkında anlatıklarının çevirisi ise şöyledir:
Ayın beşinde Fransa elçisi Charles de Ferriol bana biri Türkçe, biri Fransızca iki pasaport’un
yanı sıra biri Vezir-i Azam’ın Hasan Paşa’ya emirlerini içeren, diğeri ise İzmit’in oldukça
yakınında bir kır evinde oturmakta olan Kral Tökeli’ye yazdığı iki mektup verdi. Böylece ayın
altısında yöresel bir tekneye bindim. Saat 10 gibi yelken açtık. Rüzgar kuzeyden hafifçe
esiyordu. Böylece üç mil kadar gittik, Prens Adaları’nı sağ tarafta bıraktık. Süt liman bir
gecenin ardından hava karararak, korkutucu şimşek ve yıldırımların eşliğinde kuvvetli bir
yağmur başladı. Eğer fırtına biraz daha devam etseydi belki de teknemiz şimdi bir enkaz
olacaktı. Teknenin kapalı mahalleri kalafatlanmamış olduğundan ne kadar ıslandığımızı
tahmin edebilirsiniz. Ayın yedisi güneş batışında hava bir kez daha kapayıncaya değin hafif
bir rüzgarla yola devam ettik. Bütün gece yıldırımlar çaktı, gök gürültüsü ise şimdiye kadar
hiç görmediğim şekilde insanı titretecek ölçüde korkunçtu… Yavaş yavaş ilerleyerek bugün
Türklerin İzmit adını verdikleri Kral Nikomedes tarafından kurulmuş Bithynia’nın başkenti
Nikomedia’ya vardık.
Ayın sekizi sabah saat 5’te karaya çıkarak Kral Tökeli’nin subaylarının kaldığı ve özellikle Sn.
Elçi’den kendisine bir mektup gönderildiğini söylediğimde çok iyi karşılandığım bir eve
yerleştim. Biraz dinlenmem gerekirdi ancak vakit kaybetmemek için Hasan Paşa’ya kendisine
135 Troisiéme Voyage du Sieur Paul Lucas, fait en MDCCXIV, &c. par ordre de Louis XIV dans la Turquie, l'Asie,
Sourie, Palestine, Haute & Basse Egypte, &c,. Robert Machuel, Rouen, 1719 (2. baskı)
57
Elçi’nin mektubunu iletmek için kendisini ziyaret etmek istediğimi ilettim. Gelen yanıtta akşam
birlikte yiyebileceğimiz bildiriliyordu. Vakit kaybetmeksizin konağına doğru yola çıkarak
ekselanslarının benim için kendisine yazdığı mektubu verdim. Çok belirgin bir samimiyetle
mektubu alarak bir benzerini Anadolu’daki diğer Paşa’lara yazmak üzere söz verdi. Ancak
böylesi tehlikeli bölgeleri gezme isteğimi şaşkınlıkla karşılıyordu. Kendisine, onur verici
koruması sonrası korkacak bir şey olmadığını belirttiğimde, ama benim korumam bölgede
dolaşan çok sayıdaki hayduta karşı yararlı olacak mı? diye ekledi. Siz bana onları öldürme
izni verirseniz ben korkmam diye yanıtlayınca bir kahkaha attı. Gerekli olabilecek bütün
önerilerini ilettikten sonra genel durumdan söz ettik, özellikle Avrupa’dan haberler almaktan
hoşnut olmuştu.
Tökeli’yi ziyaret
Eve geri döndüğümde beni Kral Tökeli’nin evine götürecek atlar hazır durumdaydı. Tökeli,
İzmid’teki (İzmit) evde kalmıyordu, İzmid’ten yaklaşık iki fersah uzaklıkta “Çiçek Tarlası” adlı
bir bölgede ikamet ediyordu. Yolun yarısında Türklerin Kilet (Kiles) adını verdikleri dere
üzerinde güzel bir köprü bulunuyor. Çiçek Tarlası’na vardığımda beni oldukça onurlandırıcı
bir şekilde karşıladı, güzel ağaçların ekili olduğu ve bana en lezzetli oldukları kanısını veren
bir meyve bahçesindeydi. Onu dört tarafı açık, iki katlı bir arabada yarı uzanmış şekilde
buldum. İki mindere yaslanmıştı, hastalığı başka bir şekilde duruşuna olanak vermiyordu. Bir
Macar şapkası ve tüm vücudunu örten siyah bir ceketi vardı. Beni dinleyebilmesi için
arabanın yanına koca bir koltuk getirildi, büyük bir nezaketle beni oturttu ve ekselanslarının
mektubunu alarak çok mutlu olduğunu belirtti. Bir çok şey konuştuğumuz bir saatlik bir
sohbetten sonra tekrar görüşmek arzusunu belirterek beni uğurladı.
Meyve bahçesinden evlerinin birine götürülerek nefis bir akşam yemeği ikramı eşliğinde
bolca içtik. Macarlar biraz Almanca biliyorlar bu nedenle pek tasalanmaya gerek kalmadı.
Ayın dokuzunda beni Çiçek Tarlası’na komşu bir dağa götürdüler. Burada hala oldukça
ayakta kalmış, belli ki güzel bir yapının kalıntısı olan iki kule gördüm. Daha sonra Kralı tekrar
görmek üzere geri döndüm. Yine arabasında, Fransızca’da dinlenme yeri anlamına gelen
“Chfyly”sinin (Çiftlik ?) içinden akan bir dere kenarındaydı ve hafif su şırıltısı uyku getiriyordu.
Bu kez de bir saat boyunca Fransa’nın şu anki durumu ve benim gözümle hareketimden
bugüne gezdiğim ülkelerden, çizimlerimden yani bir gezgine zekice sorulduğunda merak
edilebilecek hiçbir şeyin kalmayacağı şekilde her konudan söz ettik. Kendisini dinlenmeye
bıraktıktan sonra Bayan Catherine’i (baş kahyanın karısı) selamlamaya gittim. Çok sevimli ve
iyiliksever yüzlü bir Macar hanımı. Bundan başka daha bir çok büyüleyici ve güzel nitelikleri
var ki bu da onu sıradan kadınların üstünde bir noktaya koyuyor. Kusursuz dans ediyor,
ayrıca saygı duyulacak şekilde gece boyu içmeyi ve hiçbir sarhoşluk ya da bozulma
göstermeden en gözü pek erkeklere baş eğdirmeyi biliyor. Onunla yemek onuruna eriştim ve
fark ettim ki içerken ölçülü olma gereksinimi duymuyor. Bir süre sonra dans zamanı geldi. Bu
güzel Macar hanımı, ritme ve sese tam uyumlu ancak soyluluğundan ve zerafetinden hiçbir
şey kaybetmeden bir çok hareketi ustalıkla sergiledi. Bu konudaki övgülerin abartılı
olmadığını gözlerimle görmüş oldum. Kibar ve yumuşak sohbeti beni daha da etkiledi.
Kendisi hakkında söylenen tüm övgüler hakkıyla söylenmişler. Çiçek Tarlası’nda daha fazla
kalamayacağımdan bu soğukkanlı Macar hanımefendi’den izin isteyerek atıma atladım ve
İzmit’e döndüm.
Mermer Lahit ve Aya Pandaleimon
Ayın 10’u. Öğrendim ki onu bir süre önce toprağın altından, üzerinde bir yazıt bulanan
mermer bir lahit çıkarmışlar. Şimdi çarşının ucundaki korulukta olduğunu öğrenince oraya
gittim ve özel bir avluda buldum. Denildiğine göre bir buçuk aydır buradaydı. Kente üç çeyrek
fersah uzaklıktaki bir tarlada bulunmuş ve buraya getirilmişti. İzmit’in etrafında nerdeyse hiç
çaba gerekmeksizin çıkartılacak şekilde bunlardan çok sayıda var. Bilim adamlarının çok
dikkatini çekecek bu yazıtlar burada ne yazık ki pek ilgi görmüyorlar ve bir köşede unutulup
58
gidiyorlar. Bu mezar dokuz ayak uzunluğunda ve granite benzer bir mermerden yapılmış.
Aşağıda görüleceği üzere yazıtı kopyeledim ki bana oldukça tam gibi geldi.
Bir papaz beni buradan kente bir buçuk fersah uzaklıktaki Aya Pandeleimon kilisesine
götürdü. Nerdeyse yüz adım yürümüştük ki oldukça yüksek ve olağanüstü kalın iki ağacı fark
ettim. Sanırım üç adam bile birini kucaklayamaz. Rumlar bunları halk dilinde “Kukuvya”
olarak adlandırıyorlar. Bu ağaçların oldukça siyah, küçük bir meyveleri var. Olağanüstü olan
her birinin gövdesinde açılmış deliğin içinde, ağaç tarafından tümüyle sarmalanmış büyük
kare bir taşın olması. Bu taşlar on ayak yükseklik ve üç ayak genişliğe sahipler ve yöredeki
söylentiye göre Azize Barbara’nın gömüldüğü yeri gösteriyorlar. Bana anlatıldığına göre bu
bakire Nikomedia’lı Dioscuros’un kızıydı. İmparator Maximianus zamanında inancı için
acılara metanetle karşı koymasına rağmen sonunda biri baş ucunda diğeri ayak ucunda
olmak üzere bu iki taşın altına konmuştu. Yöre hrıstiyanları, bu iki ağacın mucize sonucunda
oluştuğunu söylüyorlar. Papaz, yürürken bana bu mucizeleri anlatıyor. Yürüdükçe taş döşeli
yol daha da güzelleşiyordu. Bana bu yol üzerinde bir zamanlar var olan görkemli bir kilisede
(Galerius tarafından) yirmi bin martyr’in katledildiği söylendi…
Buradan yüz adım sonra bahsettiğim lahitin çıkarıldığı tarlaya geldik, burada hala tek parça
duran büyük kapağını ve içinden çıkan normal bir insanınkinin iki katı büyüklükteki kemikleri
gördük. Burada bir zamanlar hatırı sayılır yapılar varmış. Her tarafta büyük mermer parçaları,
ağaç ve oyuk işlenmiş sayısız malzemenin yanı sıra çok sayıda sütun parçası ile başlığı
görülüyor. Aynı yerde bir başka köşede öküz başı ve çelenk betimleyen alçak kabartmalar ile
daha başka yontu örnekleri gördük. Sonunda bu kalıntılardan pek uzakta olmayan Aya
Pandeleimon kilisesine vardık. Yukarısında konu etmeye değmeyen birkaç süslemenin var
olduğu kapıda dört ayak uzunluğunda, iki ayak genişliğinde bir mermer gördüm; aşağıda
göreceğiniz Latince yazıtından bir köleye ait olduğu anlaşılıyordu.
Bir Rum kilisesine oranla oldukça güzel bir kilise. Pandeleimon’un mezarı altına kazılmış
küçük bir mahzenin içinde. Cesedi yok, bana çalındığı anlatıldı. Kiliseden ayrılırken aşağıda
görebileceğiniz üzere duvarın üzerinde alçak kabartmalı ve yazıtlı, boyu iki eni bir ayak bir
mermer parçası gördüm. Bazıları yazıtlı daha bir çok parça vardı ancak tam olmadıkları için
bıraktım. İzmit’e özelikle başka bir yoldan döndük. Kenarlarda bir çok sütun parçası gördük,
bir bağda kuyunun üzerinde ortası kuyu ağzı yapılmak için delinmiş oldukça büyük bir
mermer parçası buldum. Zorlukla okuyabildiğim yazıtını aşağıda görmek olası. Orada daha
başka mermer parçaları da gördüm ama yazıtların harfleri silinmişti ve okumaya çalışmak
zaman kaybı olacaktı.
Ayın 11’i. Paşa’yı ziyarete gittim, deniz kenarındaki küçük bir çifliğe gitmek üzereydi. Benimle
konuşmak için durdu ve bir kez daha tavsiye mektupları yazacağı ve bana gerekli olan her
şeyi sağlayacağı sözünü verdi. İyilikleri için teşekkür ettim. İlk görüşmemizde kendisine yakın
gözlükleri hediye etmiştim, o da memnuniyetle kabul etmişti. Dönerken denk geldiğim
kahyası bana çok kibarlık gösterdi. Buradan sonra kentin bir çok yerini gezmeye devam ettim
ve çok sayıda yazıt daha buldum ancak hepsi bozulmuş. Dolayısıyla hiçbir çıktı alamadım.
Her yerde hatırı sayılır kalıntılar, özellikle 25 ayak genişliğinde, yüksek tuğla kuleler gördüm.
Zamanın ya da savaşların yok ettiği bunca güzel anıtı, güzel sarayları görememenin
üzüntüsüne kapılmamak elde değil. Geçmişte İzmit’in ne denli büyük bir kent olduğunu
görmek için bir tur yapmak üzere dört saat daha kaldık. Yöredeki inanca göre bütün bu
görkemli yapıları bir deprem alt üst etmişti. Çevredeki bütün kırsal bölgede, toprağın altında,
bu yapılara nerdeyse bütün halde rastlandığına göre oldukça mamur bir kent imiş. Nikomedia
deniz kıyısında kurulmuş ancak bu kıyı, üzerinde kentin güzel bir amfitiyatro şeklinde
yerleştiği bir mil yüksekliğe sahip bir tepecik oluşturmuş.
Ayın 12’si. Tekrar Paşa’yı görmeye gittim. Daha önce böyle bir şey duymamış olmasına
rağmen beni dünyanın en büyük doktoru kabul ediyordu. Midesinde acılar hissettiğini
söyleyerek bana bunları dindirecek bir şeyler verme inceliğinde bulunup bulunamayacağımı
59
sordu. Doktorluğun temel kurallarını arazide öğrenmiştim ve ilk çağlardan kalma yapıları
görme arzumun yanı sıra bu merakımı da giderebileceğimi umuyordum. Kendisine sıradan
doktorları verdiği uyuşturucu karışımlarının sağlığı geri kazandırmak yerine vucüdu
bozduğunu söyledim. Bundan daha basit ama hastalığa uygun şekilde iyi oranlanmış ilaçlar
insanın yapısını bozmadan tedavi edebilirler. Onları denizde, karada aramak lazım. Sizin
hastalığınıza çok iyi gelecek bir ot biliyorum dedim, ama buradaki iklim onu gördüğüm
ülkeninkine benzese de burada hiç bulunamayabilir. Nasıl dedi Paşa, siz burada gök kubbe
altındaki en güzel ülkedesiniz. Tek ihtiyacınız olan ne tarafa gitmek istediğinizi belirtmeniz,
yarın size atlar ve gittiğiniz her yerde size eşlik edecek ilki adamımı göndereceğim.
Bahsettiğiniz otu bulmak için her şeyi yapın, komşu arazilerin birinde mutlaka vardır.
Karşılaşacağımız çeşmelere de dikkat etmemi, sularını tatmamı ve hangisinin onun için daha
sağlıklı olduğunu belirlememi ekledi. Kabul ederek kendisine söz verdim.
İzmit Köyleri & Şifalı Sular
13 sabahı Paşa’nın şokadora’sı (bütün hizmetli ve kölelerden sorumlu kişi) ve atları getiren
bir başkası kapımda belirdiler, Paşa tarafından gönderildiklerini ve gitmek istediğim her yerde
eşlik edeceklerini söylediler. Altı kişi atlara binerek ekili güzel dağlardan geçtikten sonra
güneş bizi küçük bir köyde mola vermeye zorladı. Erkekler tarlaya çalışmaya gittiklerinden
kadınlardan başka kimse yoktu. Kırsal bölgede onları böyle evlerinde yalnız bulmak normal
bir şeydir. Ama dinlenmek için halılarımızı yaydığımızda daha rahat etmemiz için minder ve
ilave halılar getirmeleri ise pek öngörülen şey değildir. Hatta bize yemekte oldukları tereyağlı
yumurta, peynir, her tür süt ürünleriden ikram ettiler. Kahvaltı bitince atlara atladık ve bir saat
ilerledikten sonra Chernarsou (Kaynar-su ?) kaynağına vardık, bu vilayetteki en güzeli olmalı.
Suları, atfedilen bir çok özelliği nedeniyle oldukça ünlü. Buranın sakinleri, bir çok hastalığa
ama özellikle böbrek kumuna iyi geldiğini söylüyorlar. İyileştiğini söyleyen birkaç kişi ile ben
de tanıştım. İçtikten bir süre sonra kusmak gerektiğine göre buna yakın bir etkisi olmalı.
Bütün tıkanmalara iyi geldiği düşünülebilir. Bu çeşme çok güzel bir yerde, serinliği bize
burada yaklaşık iki saat geçirtti. Sonra birkaç koruluk geçtik ve çok sayıda köy bir anda
gördüğümüzde, bir öncekinde olduğu gibi bize yemek ikram ettikleri bir köyde durduk. Doğu
ortodoksları ve müslümanlara ait övgüye değer bir özellik. Tüm yolcuları soluklatmaya
yönelik bu adetlerini özenle koruyorlar. Bu ülkede yolculuk edenler ve özellikle de burada
daha kollanan fakirler için şüphesiz ki iyi bir adet. Bu Türkler, çok saf bir yakınlık
gösteriyorlar ve bekledikleri yalnızca teşekkür edilmek. Caragajument’a (Karacaçimen?
Karagacıman?) kadar yolumuza devam ettik. Bir köy ama şüphesiz ki bir zamanlar güzel bir
kentti. Çünkü burada, çoğu ters dönmüş olağanüstü büyüklükte çok sayıda mezarlar
görülüyor. Yazıtlar da buldum ama zamanın acımasızlığı harfleri silmiş ve dört harften ötesini
kopyeleyemedim. Burada karşılaşılan çok sayıda taş ve mermer parçası burada hatırı sayılır
bir kent olduğunu bana yeterince kanıtlıyor. Yöredeki insanlar bana ne atalarından
bahsedebildiler ne de başka bir bilgi verebildiler, belki de kökenleri buralı değildir. Bunca
savaş ve değişik egemenlikler sonrası, özellikle Türklerin istikrarsızlıkları düşünülürse burada
kimsenin köklerinin nereden geldiğini söyleyememesi şaşırtıcı değildir.
Atlarımızı bağlamak üzere çeyrek fersah uzaklıkta, bize denildiğine göre en görkemli
köprülerden birinin bulunduğu yerden biraz ötedeki bir eve yöneldik. Tüfeğimi, Kral Tökeli’nin
benimle birlikte gelmiş olan bir adamını ve yolu göstermesi için küçük bir çocuğu yanıma
aldım. Ancak köprü bana söylenenden daha uzakta idi ve olağanüstü de bir şey göremedim.
Üç kemerli ve en büyüğünün üstünde oldukça geniş bir mermer üzerine yaslanmış koca bir
öküz başı kabartması var. Üzerinde bulunduğu dereye Sanara-su (Sarı su?) deniyor ve
oldıkça yüksek iki dağın arasından çıkarak Karadeniz’e dökülüyor. Bu küçük kaçamaktan
gece yarım saatten fazla yürümenin getirdiği yorgunlukla konağa geri dönerken tek
gördüğüm her adımdaki kurtlar ve çakallardı. Çakal, tilkiye oldukça benzer bir hayvan,
bölgede çok sayıda var. Paşa’nın adamları beni endişeyle bekliyorlardı. Başımıza bir şey
geldiğinden ya da yoldaki zorluklardan veya çevreyi iyi bilmememizden hırsızların eline
60
düşmüş olmamızdan korkmuşlardı. Tüm bu endişeler bizi görünce dinmiş ve herkes bizi
görmekten mutlu olmuştu.
Ayın 14’ü. Yaklaşık iki saat boyunca batı yönünde yürüdük. Bir çok dağı geçtikten sonra
sonuncusun ardında yörede verilen adı ile “tüm hastalıkları tedavi eden çeşme”ye vardık, en
azından bu da bir ad. Bu çeşmenin suyu özellikle kuvvetli bir iç söktürücü sonuç veriyor.
Arzu edilen sonuçları eksiksiz alırken, zayıf ya da yorulmaması gereken vücutlara fazla yük
olmaması en elverişli yönü. Harika olan bir şey, bu suyu aşağı inerken yani yatağı boyunca
ilerlerken içilirse sadece aşağıdan söktürüyor, eğer yukarı doğru çıkarken içilirse de yalnızca
kusturuyor. Bu denli ender bir olayın nedenlerinin incelenmesini doğa bilimcilere bırakıyorum.
Düzenli olarak, yılda iki kez 50 fersah uzaklıktan buraya sırayla geliniyor ve yol üzerindeki
çok sayıda hırsız nedeniyle Padişah, bu dönemlerde kimsenin yaralanmaması ve bu
tedaviden rahatça faydanılabilmesi için 2,000 silahlı adam gönderiyor.
Bu suyu diğerlerinden ayıracak özel bir tadı yok, öğrenmekten ve içmekten çok mutlu oldum
ancak çevre insanının hakkında inanarak anlattığı binlerce masala da inanmadım, dolayısıyla
sizlere aktarmam gereksiz. Kernar-su’ya (Kaynar Su? Çene Suyu ?) geri döndük. Yakında bir
yerde geceledik, akşam suyundan içtim ve sonrasında size daha önce anlattığım neticelerini
yaşadım.
Ayın 15’i. Nerdeyse aynı yoldan İzmit’e döndük. Paşa’yı görmeye gittim. Kendisine birkaç
örnek verip midesi için yapması gerekenleri aktardıktan sonra söz verdiği mektupları sordum.
Aklında olduğunu söyledikten sonra son birkaç gündür gerçekleştirdiğim gezi hakkında bir
çok soru sordu. Kendisini yanıtlarken tıbbi bilgim hakkındaki fikrini tereddüte düşürmemeye
dikkat ettim.
Satürn Boyası
Biraz sohbetten sonra kendisine Satürn boyasının etkilerini ve deriyi güzelleştirmedeki
özelliğini gösterdim. Bunun üzerine, Hanım Sultan için büyük şişelerde çok sayıda yaptırarak
sürekli bana ne kadar saygı gösterdiğini söyledi. Ayrıca bir yıldan fazla bir zamandır hasta
olan hadımlarından birini görmemi rica etti, bir çok hekim tedavi etmeye çalışmış ama
sonunda pes etmişlerdi. Ağır ateşin yanı sıra alt karın bölgesinde büyük ağrıları olduğunu
gördüm. Paşa’ya açıkladıktan sonra ertesi gün hadımının ağrılarını dindirecek bir ilaç
vereceğime ilişkin söz verdim ve ayın 16’sında da yerine getirdim. Bir miktar İngiliz damlası
vermiştim. Umduğum sonucu da aldım, ateşi düştü. Ayın 17’sinde ona kusturucu bir pasta
yedirdim, böylece rahatsız edici tüm sıvılardan kurtuldu. Bu hastalıktan kurtulduğuna bir türlü
inanamıyordu.
Ayın 18’i. Paşa’nın bizzat kendisi bana çok teşekkürler ederek Anadolu Paşalarına emir
yüklü tavsiye mektuplarını verdi. Hastalıkları tedavi yöntemimden oldukça hoşnuttu. İzin
istediğimde dönüş yolunda mutlaka bir kez daha İzmit’e uğrayarak kendisini görmemi tembih
etti.
Karamürsel
Ayın 19’u. Saat öğleden sonra üç buçuk’a doğru bir kayık tutarak beni Karamürsel’e
götürmesi için bindim. Bu küçük körfezi geçerken Grogorio (Neocorio = Yeniköy?) adlı büyük
bir kasaba gördük. Bundan sekiz mil sonra da Türklerin Arakli (Yukarı Ereğli = Tepeköy ?)
adını verdikleri hatırı sayılır başka bir büyük köyle karşılaştık. Hayran olunacak bir 12 mil
sonrasında da Karamusal’a (Karamürsel) vardık. Güneş battığı için de geceyi kayıkta
geçirdik.
Ayın 20’si. Karaya ayak bastık. Yerleştiğim evde pazarlar ve antik paralar satın alabileceğim
yerler hakkında bigi edindim. Birkaç saatlik sonuçsuz çabadan sonra İznik’e gitmeye
61
niyetlendim. İznik’ten buraya hergün meyve getiren birkaç yük devesi geliyor ve
Karamürsel’den de İznik’e en sıradan arabalar gidiyor. Dolayısıyla sabahın altısında ata
atladım ve yüksek dağların arasından yolculuğumuza başladık. Tepenin birinde “Feniki”
(Fulyacık) adlı yalnızca Ermenilerin oturduğu bir köye rastladık. Buradan vadilere indik ancak
bu uzun sürmedi ve tekrar dağların en yükseklerine tırmanmaya başladık, bu tırmanış da
yaklaşık iki saat sürdü. Yine yükseklerde sadece Rumların bulunduğu “Fugaglı” (Fulyacık ?)
adlı bir köy gördük. Yanımdakilerden biri burada tanıdıkları olan bir Rum’du ve bizi götürdüğü
bir arkadaşının evinde konakladık.
Grup, 21 sabahı buradan hareketle saat 10 buçuk gibi İznik’e varır… Lucas, 1706 yılı Ocak
ayı, dönüş yolunda da Beypazar, Geyve, Sapanca, İskimid (İzmit) üzerinden İstanbul’a
geçer.
Lucas’ın yörede not ettiği yazıtlar
İzmit’teki bir mezar yazıtı:
62
Latin harfleri ile:136
AVR. EARINOS, ARKSAS THS KRATIS –
THS PHYLES POSEIDONIADOS,
ETHEKA THN SORON EMAVTO KAI TH SY –
N BIO MOY AVRELIA DIOGENEIE
KAI TH THYGATRI MOY AVRELIA BA –
RON ANDIKAI THN SORON, EI MH E –
AN EPEIKSH TEKNO HMON EAN DE
TIS PARA TAYTA POIHSEI, DOSEI
PROSTEIMOY TO IEROTATO TA –
MEIO * E KAI TH POLEI *, G. KHAIRETE
İzmit’ten yarım fersah uzaklıktaki (Yenidoğan Mahallesi) Aya Pandeleimon Kilisesi
kapısındaki bir mezar yazıtı:
Aynı kilisenin duvarlarının dış yüzeyinde bulunan bir yazıt:
Latin harfleri ile:
MENANDROS ARISTOY
ARTEMIDORA MENANDROY
İzmit ve Aya Pandeleimon kilisesi arasındaki bir tarlada, diğer kalıntıların arasında delik bir
mermerin üzerindeki yazıt:
136 Yazıtların Latin harfleri ile transkripsiyonu Sn. Muhittin Bakan tarafından yapılmıştır.
63
64
Latin harfleri ile:
AMPHPIOLY TRAPHIHS GEOTHA APEOSO PTOLIDRIA
…IENEAI KELOMAI ISSES LOPYRON ORMELONTA
KAI THN YDNOBOLDI KHIDROSOIS PANPHOPON ANASSAN
HDEANEMOY SOI PANTA PNOAIS PHYTLA PEIAINOYSIN
HTTHOI
IROIS
YPSI
NHS
THE
EOYO
NER
SO
TAY
LIS
AYE
ASOIAS
KHRE
REONO
KHRO
EAINAIS
ODE
SOYSA
DEM
IEREIA
65
KAIS
THAI
AST
NOSTAS
KHEI
ODEI AIOSEN EPOIA AERESSOMENOI POLITAI
EYTHENI HSE PIKOYRON ADHN AMASE TEKARPON
İznik’e üç fersah uzaklıkta bulunan bir yazıt:
66
67
Latin harfleri ile:
SEYMROS KLEMEN TOS ZON
EAYTO KAI TH AYTOY GYNAIKI
KATESKEYASEN TEN
RSK …
PHHN
OLYMTIS
OAYM PIOAYOEYSEBEI
A.L.GOEN
..
KEKHOE A
THANON TE NOME . NONSOY ONARAAY.
RA KLHPIOLO …
MKA …
EI TIS DE AN SKYLHDOS EI TO
IERTEATOTA
..
NE A .. A
MOYNATIA PHILOYNENH
…..
KIMENO PERI
IMES .. H ..SI … A.. NEPI TO KATATHES .
HDENARSKH …
NEI . AI KATATETHHNAI
IT MIOLZI * A
ENTHAEEIKH BOHTHEIA TON EKHTHION KAI AS KKYN THHTHR MSOS EKEIO PHIAOKHP
.. OHMONRAS AEOEON K KON TAN TNO EANE KAINSAOE OINH
PONNH KAI ANAN EPRANTAIS LIATHS TOY ERIOY. EPI LEOOONKHP
H KONANAS THSANTAS PIRION KENNA PO . ONKAMKHE OTIHPO …
ENAKIAYAS AOS PAN EIPHPTRIKKS
1736 & 1743, Jean Otter
1736 Kasım ayında İsfehan’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkan Fransız sarayının
hizmetinde bir İsveçli olan Otter, Suriye kervanlarının gittiği geleneksel yol olan İzmit,
Eskişehir, Akşehir, Konya, Ereğli ve Adana yolunu takip eder. 1743 yılında İran’dan
dönüşünde ise Arapkir, Sivas, Devrek, Tokat, Amasya, Osmancık, Bolu, İzmit ve Üsküdar
yolunu izler.137 Yola çıkmadan önce Paris Kraliyet Kütüphanesinde İbrahim Müteferrika ve
Hacı Kalfa’nın (Katip Çelebi) yapıtlarını özenle incelemiştir.
1740, Richard Pococke
İngiliz Kraliyet ve Londra Eski Kültürler Derneği üyesi Richard Pococke, 1733-36 yıllarında
Avrupa ülkeleri gezisi sonrası 1737’de İskenderiye’ye varır ve burada 3 yıl kaldıktan sonra
yaptığı Doğu Akdeniz ülkeleri (Filistin, Anadolu, Yunanistan) yolculukları esnasında 29
Nisan1740’da Ankara’dan yola çıkar, Tosya üzerinden Çerkes Çayı’nı aşarak İstanbul yoluna
koyulur. Daha sonra eski Parthenius138 olduğunu varsaydığı Gerede Suyu’na varır.
Çerkes’in 14 mil doğusundaki Bender kasabasının Flaviopolis antik kenti olabileceğini
düşünür. Bu yöreye Viranşehir adının verildiğini belirterek özetle139 şöyle devam eder:
Nehirden doğru gelirken aşağıda bir köprünün kalıntılarını gördüm. Çerkes Çayı, eski
Flaviopolis olabilecek Bender yakınlarında Gerede-Su’ya katılıyor. Denildiğine göre
Parthenius (Bartın Çayı), bu adı Diana’nın bu çevrede avlanma alışkanlığı nedeniyle almış
olup Amasra kenti,140 çayın ağzındadır… Kuzeydoğu’da antik Billaeus (Filyos) olabilecek bir
ırmak var. Karadeniz’e döküldüğü noktada da antik Tios (Tium = Hisarönü) bulunuyor.
Bergama krallarının ardıllarından olan Philetoerus bu kentten idi… Mayıs’ın 3’ünde
Ankara’dan 53 mil uzaklıktaki Gerede’ye geri döndüm. Bu kent, aynı adı taşıyan ırmağın iki
yanına yayılmış… Bu kentin Kara Deniz’e uzaklığı 84 mil olup en yakın yerleşim ise antik
Heracleia olduğunu sandığım Ereğli’dir…
137 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s.69: Jean Otter, Voyage en Turquie et en Perse, Paris 1748
138 Gezgin’in dip notu: Türkler, buraya “Dolap” adını vermişler. Büyük bir yer değil. Kuşkusuz “Onbinler”in
geçmekten korktukları yerlerden biri. Strabon ve Arrianus, Bithynia ve Paphlagonia’yı birbirinden ayıran bir
noktada olduğunu kesin olarak belirtiyorlar. Eğer, Strabon tekrar yaşasaydı, yazdığı kadar güzel olduğunu
görebilecekti. Sular hala, “bakire” adının verilmesini doğrularcasına çiçekli çayırların arasından akıyor.
(Parthenios, eski Yunanca’da bakire demektir.)
139 Voyages de Richard Pococke, ikinci Baskısı’nın Fr. çev. , cilt 5, bölüm 15, Paris 1772, s. 207-213
140 Gezgin’in dipnotu, s. 210: Antik adı ile Amastris, Darius’un erkek kardeşi Oxathres’in kızı ve kentin kraliçesi
Amastris’in kurup kendi adını verdiği bir yerleşimdir. Dört kentin yani Sesamos, Kytores, Kromna ve Tios’un
halklarını burada toplamıştır. Ancak kısa bir süre sonra Tios halkı, bu topluluğu terk eder ve kentin kalesi
konumunda olan Sesamos, Amastris adını alır.
68
Gezgin, yöremize doğru yaklaşırken Borla, Nikomedia, diğer Bithynia kentleri ve İstanbul
Adaları’ndan söz eder:
Bithynia’nın Mariandynler ve Kaukonlar tarafından iskan edilen bölümü Parthenius (Bartın)
ve Hypius (Melen) arasıdır… Konumu antik Sarum’a denk düşen Borla’da eski bir kente ait
sur kalıntıları görülmekte. Ayın 5’inde vardığımız kentin çevresinde, kente ulaşan yoldakilerin
benzeri, iki ayak çapında ve dört ayak yüksekliğindeki yuvarlak taş kaideler üzerine kazılmış
sayısız mezar yazıtı bulunmakta. Burada daha sonra Claudianopolis adını alacak
Bithynium’un (Bolu) görüntüsü var. Kente üçüncü adı Antinopolis’i verecek Antinous
(Hadrianus’un gözdesi), buralıdır. Vadi, kuzeye doğru Elatas olduğunu sandığım ve ağzında
Heracleia’nın (Kdz. Ereğli) bulunduğu bir ırmak tarafından aşılır. Ayın 6’sında, bir kayın
ormanında hiçbir köye rastlamadan onsekiz mil yürüdük. Sonunda, Hypius olduğunu
zannettiğim ve yatağı çok derin olan Lan-Su (Milan-Su = Melen Suyu) kenarına vardık.
Gezginler için ev ve kervansarayların bulunduğu Lazca adlı bir köyü geçtik. Burada çok
sayıda traşlanmış taşlar ve üzerinde çiçek zinciri motifli bir sunak gördüm. Bana, buranın
Prusias ad Hypium (Melen üzerindeki Prusias = Konuralp) olabileceği görüntüsünü verdi.
Kimileri, buranın antik Hypia olduğu ve kenti yeniden kuran Bithynia Kralı Prusias tarafından
bu adın verildiğine inanır. Burada her çeşit ağaç tekne ve oval masa tabağı yapılmakta.
Konumu, çizelgelerde verilen Antinopolis’in Cepota’sı ya da Borla’nın uzaklığına denk
düşmekte… Olasılıkla Mariandynler, kıyının Sagaris’in (Sakarya) ağzına kadar olan
bölümünde yerleşiklerdi. Daha güneyde olan Bithynia ise Mariandyn’lerden gerek kuzeyde
gerekse doğuda Sagaris (Sakarya Irmağı) ile ayrılmış ve doğuda Küçük Phyrigia,
güneydoğuda bölgeyi Mysia’dan ayıran Aesepus Irmağı, doğuda Propontis (Marmara denizi),
kuzeyde ise Pontus-Euxinos (Kara Deniz) ile çevrili idi. Bithynia’nın bu bölümünde
Khalkedon’lular (Kadıköy) otururlardı.
Hendek – Sapanca
7’sinde ondört mil yaptık. 8’inde bir ormanın batı ucundaki Handaki (Hendek) adlı bir kente
vardık… Çok güzel bir ormanı geçtikten sonra bir köyde geceledik. Buradan sonra, vadiyi
ikiye bölen tepeler ağaç ve buğday tarlaları ile kaplı. Bu tepelerin güneyinde büyük bir kemer
ve onun birkaç ayak yanında bir sur parçası gördüm ancak kervanla birlikte olduğum için
merakımı gideremedim. Mesafeler uyuşmuyor olsa da burası çizelgelerde görülen
Demetrium olmalı. Bugün burayı, bir zamanlar ırmak buradan geçtiği için eski Sacari’nin
(Sakarya) köprüsü olarak tanımlıyorlar. Bu yakada keşfettim ki tüm çiftçiler Yeniçeri, sebebi
ise İstanbul’a yakınlığı ve atalarının bu nedenle buraya yerleşmiş olmaları. Türbanlarının
etrafına sardıkları kumaş bir fes ile diğerlerinden ayırt ediliyorlar. 9’unda yolumuza devam
ettik. Sapanca Gölü, vadiyi bölen tepelerin güneyinde kalmakta, tepelerden kuzey tarafına
yaklaşık yarım fersah genişliğinde ve iki fersah uzunluğunda. Aralarında kocaman sazanların
da bulunduğu çok çeşitli balık tutulabiliyor ve bunun için, yekpare ağaçtan oyulmuş tekneler
kullanılıyor. Bu gölün kıyısında İstanbul’a giden bütün yolların ve dolayısıyla yolcuların
kavuştuğu, küçük Sapanca kenti var. Burası, arada yalnızca onaltı mil olsa bile mesafe
cetvellerinin Nikomedia’dan yirmialtı mil uzaklığa konumlandırdığı Lateas olabilir. Burada
işçiliği bana çok eski görünen birkaç taş bulunmakta. Gölden uzaklaşmadan, yolumuza bu
vadide devam ettik. Toprak çok verimli. Güzel bir çayırda mola verdikten sonra altı mil daha
yaptık. Ertesi gün de on mil ve sonrasında altı mil daha ilerledikten sonra İzmit’e yani eski
Nikomedia’ya ulaştık. Adını kente veren Olbia tarafından kurulduğu söyleniyor. Bithynia Kralı
Nikomedes tarafından tekrar kurulduğunda ise Nikomedia adını almış. Ancak ben, Olbia’nın
yakınlarda başka bir yerde olduğu ve halkının bu kente (İzmit’e) taşındığını sanıyorum.
İzmit
Daha önce belirttiğim gibi vadiyi bölen tepeler zinciri, Nikomedia kentinin kurulduğu nokta
olan körfezin kuzeyine kadar uzanıyor. Bu yeni kent, bu tepelerin batı tarafında, körfezin
69
kuzeydoğu ucunda diğerlerinden daha yüksek ikisinin güney yamaçlarının eteklerinde
kurulmuş. Özellikle tepelerin üzerine yapılanlar olmak üzere tüm evlerin ağaçlandırılmış
bahçe ve avlusu var. Üzüm asmaları çardaklar halinde dizilmişler, bu da çok sevimli bir
görüntü veriyor. Kent, kesinlikle iyi konuşlanmış, çevresi oldukça iyi ekili, tepeler bahçe ve
bağlarla kaplı ve körfezin karşı tarafındaki bölge görülebilecek en güzel yerlerden biri.
Dükkanlar deniz boyunca dört ya da beş cadde oluşturmuşlar ve hepsi kervansarayların
çevresine inşa edilmişler. Evlerin neredeyse tamamı tepelerin şişkin yamaçlarında,
hristiyanlar tepede oturuyorlar, Türkler ise yukarılara çıkma konusunda isteksizler. Kentin hiç
rıhtımı yok, ancak teknelerin İstanbul’a gidecek yüklerini boşaltmak üzere bağladıkları köprü
şeklindeki ağaç iskeleler mevcut çünkü burada önemli bir ticaret var… Yolcular burada binek
hayvanlarını terk ederek, Üsküdar’a kadar gemilerle gidiyorlar. Burada büyük tekneler inşa
ediliyor, ayrıca önemli bir ağaç ticareti var ve körfezin doğu ucundaki tuzlalardan tuz elde
ediliyor. Paşa’nın ikametgahı da burada ve yaklaşık ikiyüz Ermeni ailesi yaşıyor.
Piskoposlarına ait yaklaşık beş-altı mil kuzeydoğu’da bir manastır var, ki zaman zaman
orada kalıyor. Bir de kentte yalnızca bir papazın hizmet verdiği bir kiliseleri var. Ayrıca yüz
kadar da Rum ailesi bulunmakta, onlar da bir piskopos ve kent dışında mezarını da
gösterdikleri Aya Pandaleimon’a adanmış bir kiliseye sahipler. Ama ne burada (Roma
döneminde) öldürülmüş olan Azize Barbara ve Aziz Adrian, ne de cesedinin şimdi Fransa’da
olduğu söylenen Aziz Gorgon hakkında söz etmediler.
Eski İzmit
Eski Nikomedia’dan pek bir şey kalmamış, yalnızca tepenin en üst kısmında eşit olarak
dizilmiş, yarı dairesel kulelerle desteklenmiş birkaç sur parçasından oluşan bir yapı var.
Surların alt kısımlarının üçte biri, üzeri tuğlalarla kaplanmış kesme taştan yapılmış. Bana çok
eski gibi gelmedi ama Konstantin dönemi öncesi olmalı, üst kısımları ise tuğladan. Yamacın
aşağılarında da güneybatıya doğru uzanan, ayrıca doğu tarafta yine tepenin alt kısımlarında
olasılıkla da bir zamanlar deniz kenarında sonlanan ve şimdi bir toprak parçasını
desteklediğini gördüğüm surlar var. Doğu’da Yahudilerin mezarlıklarının bulunduğu bir tepe
daha var. Burada içinde dört sıra halinde 24 sütun bulunan görkemli bir tuğla sarnıç harabesi
gördüm. Eşit dizilmiş 15 ayak, oval şekildeki düz bir kubbeyi taşıyor. Duvarların yapıldığı
tuğlalar bir parmak kalınlığında ve bağlayıcı yapı harcında da üç tuğla bulunuyor. Sanırım
kente su getiren ve bugün hala görülen su kemerlerinden önce yapılmış olan bu sarnıcın
üzerinde daha önceleri önemli bir yapı vardı. Nikomedia’da çok az sayıda Yunanca yazıt var.
Bu kent, daha önce sizlere bahsettiğim Sapanca üzerinden İznik’e 32 mil uzaklıkta. Sapanca
ise İznik’ten 20 mil, İzmit’ten ise 12 mil uzaklıkta olup “İtinerarum”da (Yol Rehberi) İzmit-İznik
yolu üzerinde olduğu belirtilen Libo ile aynı kent olduğunu sanıyorum.
İzmit Körfezi, eskiden Astacenus veya Olbianus ve güneydeki burun ise Neptün burnu
(Bozburun) olarak adlandırılıyordu. Körfez yaklaşık 30 mil uzunluğunda ve oldukça tüccar bir
kent olan Pronectus ise tam Nicomedia’nın karşısında belki de Baş-İskele’nin bulunduğu
yerde idi. Drepanon da aynı körfez kıyısına konumlandırılmaktadır. Konstantin, annesinin
onuruna buraya Hellenapolis (Karamürsel-Hersek) adını vermiştir, neresi olduğunu
bilemiyorum. Bu hükümdarın, Ürdün’e vaftiz olmaya giderken öldüğü belirtilen Akhyron
(Yukarı Hereke) hakkında, bir zamanlar bu isimde, İzmit’in yaklaşık 14 mil kuzeydoğusunda
(?) bir kent bulunduğu dışında bana pek bir şey söyleyemediler. Tarihçi Arrianus bu kentli idi.
Ünlü Macar Kralı Tökeli, bu körfezin yakınında “Çiçek Tarlası” adını verdiği bir kır evine
sahipti. İzmit’te Ermeni mezarlığı’na gömüldü ve mezarının üzerine Latince bir yazıt dikildi.
Çene Suyu
11’inde İzmit’ten ayrıldım ve üç mil kuzeyde alüminli bir kaynak olan Çene Suyu’na vardım ki
üstü, Azize Meryem adına yapılmış bir kilise kalıntılarının bulunduğu ve yılın belli
zamanlarında Hristiyanların ziyaret ettiği bir dağdır. Bu suyun özel bir tadı olmamasına karşın
70
şap içerdiği için büyük miktarlarda İstanbul’a gönderilmektedir. Taş ve dizanteri’ye iyi geldiği
sanılıyor.
İstanbul yolu üzerinde, İzmit’e 10 mil uzaklıkta, deniz kenarında “Korfo” adı verilen küçük bir
köy var ki batısındaki dağın üzerindeki ovada sonlanan ve yaklaşık yarım millik bir çemberle
çevrili bir alanı kaplıyan iki sur kalıntısı bulunuyor. Bir zamanlar bir başka antik kent varmış
gibi görünüyor, ki bu körfeze adını vermiş Astacus olabilir. Sekiz mil daha batıda ve denizden
bir fersah yükseklikte Gebze adlı kasaba var. Antik Lybissa kenti olduğu sanılıyor ama ben
hiçbir kalıntı görmediğim için denize daha yakın olabileceğini düşünüyorum. Burada ya da
yakınlarında, Bithynia Kralı Nicomedes’e sığınmış olan Hannibal’ın ikametgahı vardı. İhanete
uğradığını öğrendiğinde kendini zehirlemişti. Denildiğine göre beklenmedik bir durum
olduğunda kaçabilmek için dört çıkışı olan bir kule yaptırmıştı. O’nu almaya gelen Romalıları
gördüğüne göre açıkça belli ki yüksek bir noktada oturuyordu. Gebze’nin yaklaşık bir fersah
güneyinde tüm çevrenin görüldüğü ve birkaç servinin bulunduğu bir tepecik var. Kule burada
yapılmış ve bu tepecik, komutanın gömüldüğü toprak yığını olabilir. Buradan sekiz mil ötede
Pantik (Pendik) bulunmakta ki Antonin Yol Cetveli’nde (Itinerarum) Kadıköy’den 15 mil,
Lybissa’dan ise 24 mil uzaklığa yerleştirilen eski Pantikhium olmalı ki bu son uzaklık oldukça
fazla. Kentin ötesinde tuğladan büyük bir havuz ve kemerli küçük bir yer gördüm, sarnıç
olarak kullanılmış olabilir. O gece açık arazide yattık ve ayın 13’ünde tekrar yola koyulduk.
Tüm bölge, İstanbul’un kullanımına yönelik, bahçe ve bağlarla kaplı. İzmit Körfezi’nin girişine
vardığımızda Rumların oturduğu “Adalar”ı fark ettik…
Gezgin, bu noktadan itibaren Adalar ve İstanbul’un Asya yakasını anlatarak gezi notlarını
aktarmaya devam eder. Gezisi sırasında gördüğü antik kalıntıları daha sonra bizzat kendisi
çizmiş olup botanik çizimler ise daha sonra Ehret tarafından çizilmiştir.
1745, Charles de Peyssonel
Fransa’nın İzmir konsolosu Peysonnel’in 1745 yılında İstanbul’dan İzmit ve İznik’e yaptığı
kısa keşif gezisinin notlarından oluşan Fransızca orjinali dahi hiç basılmamış olup, Türkçeye
çevirisi bu satırların yazarı tarafından yapılarak, ilk kez gün ışığına çıkıp KYÖD yayını
kitaplar arasında yer almıştır.141 İşte yöremiz hakkında notları:


Doğu Marmara haritası
İzmit ve Gemlik körfezleri haritası
Marmara denizi doğuda iki körfezle sonlanır, derin olanı bazı coğrafyacıların Astakos ve
Olbia kentlerinin adlarından kaynaklanarak, bir zamanlar Sinus Astacenus (Astakos Körfezi)
ya da Sinus Olbianus (Olbia Körfezi) olarak adlandırmış oldukları Nikomedia Körfezi ki bugün
Türkler İznikimid Boğazı demektedirler, daha sığ olanı ise bir zamanlar Sinus Cianus ya da
Gillius’a göre Cius/Kios kentinden kaynaklanan Sinus Cioticus olarak adlandırılmış Ghio
(Gemlik) Körfezi, ki bu körfezin sonunda, adını Mondania ya da Montagnac’dan (antik
Apamea) alan ve Bursa’ya giden deniz yolcularının indiği ve Türkler tarafından Mudanya
Boğazı denilen körfez’dir.
İkinci körfezin konumu, Mösyö Bohn tarafından yapılan Marmara haritasında oldukça iyi
tanımlanmıştır; ancak gezisine Troya’dan başladığı ve antik adı Posidium Burnu olan
Bozburun’da bitirdiği için bu harita Nikomedia (İzmit) Körfezi hakkında eksiktir.
Bozburun, iki körfezi birbirinden ayıran dağ sıralarının en uç noktasıdır. Bu dağların ortasında
bir zamanlar Lacus Ascanius olarak adlandırılan İznik Gölü kenarında Nikea (İznik) kenti
bulunmaktadır ki dolayısıyla bu kent İzmit ve Gemlik kentleri arasında kalmaktadır.
141 Charles de Peyssonel, 1745 Yılında İzmit ve iznik’e Yapılan Bir Gezinin Öyküsü, çev. Y. Ulugün, İzmit 2005.
Eserde ayrıca geçen yazıtlar hakkında Muhittin Bakan’ın ek notları da yer almıştır.
71
Gezmiş olduğum bölgenin seçimindeki temel hareket noktası Mösyö Bohn’un bu haritasını
tamamlamaktı, ben yalnızca bu boşluğu doldurdum. Çalışmamı eksiksiz olarak
tamamlayabilmek ve ayrıntılar için gereken zamanın tamamını ayıramadım; eğer çizdiğim
haritaya ve altına düştüğüm notlara bir göz atma zahmetine katlanılırsa, gördüklerimi ve
gözlemlediklerimi, Aubry’nin önceki notlarına yalnızca bir ek olarak, yalın bir şekilde
belirttiğim görülecek ve bu harita vereceğim ayrıntıların daha iyi anlaşılmasına yarayacaktır.
İstanbul’dan 2 Mayıs 1745’de üç-çift-kürekli bir gemi ile ayrıldım. Bana ilk katılan Türk
kürekçiye güvendiğim için yanıma bir yeniçeri ve iki uşak almakla yetindim ki bir tanesi
çevirmen olarak hizmet ediyordu. Başıma kötü bir şey gelmemiş olmasa da uyarıları
dinleyerek Huzur’dan142 bir pasaport almalıydım, böylece endişeli anlar yaşamazdım. Bu
ayrıntılar aynı geziyi yapmak isteyecekler için yararlı olacaktır.
Gezgin Üsküdar, Kadıköy, Maltepe kıyısı boyunca seyrettikten sonra Kartal’da geceler.
Sabah saat 3’de hareketle de Pendik üzerinden Tuzla’ya varırlar. İşte daha sonraki notları:
Tuzla’nın maden sularının bağırsakları temizleyen bir yapısı var ve uygun dönemlerde
buraya suların kullanımı için gelenler sonucu hızlandırabilmek için civarda yürüyüşlere uygun
alanlar bulabilirler.
Tuzla sahilinde bizi bekleyen teknemize binerek, Tuzla koyu boyunca bulunan ve İzmit
Körfezi’nin karşısında kalan üç küçük adanın arasından geçip yolumuza devam ettik. Bu
adalara Nisia ya da günlük Rumcada “Adalar” deniyor, başka adı da yok.
Dil şeklindeki “Terse” adlı bu toprak parçası daha önce bahsettiğim gibi nerdeyse bir ada,
olasılıkla da Ptolemeus’un143 bahsettiği ve hatta çoğul olarak Akritas Promontoria dediği
burunlar. Bu da bu toprak parçasına denk düşmekte çünkü bataklıklarla kesilerek küçük
buruncuklar oluşmuş. Birinci adanın üzerinde uzaklardan fark edilen bir ağaç var, diğerleri
küçük boyda kesilmiş odunlar ile kaplı. Aşağıdaki haritamda kesin olarak konumlayarak,
güncel normal haritaların hiç birinde doğru çizilmemiş olan, bahsettiğim iki koyun çizimlerini
düzelttim.
Gillius, Prens Adaları’ndan bahsederken oldukça kesin deliller sunarak Khalki (Heybeli)
adasının (Bizanslı) Stephanus’un maden çıkarıldığını belirttiği eski Nemonesus olduğunu
söyler. Gillius, bu arada Plinius’u,144 Astakenus körfezinde hiçbir ada olmamasına rağmen
Nemonesus’un Nikomedia’nın karşısında olduğunu söylemiş olması nedeniyle eleştirir.
Ancak bu yazar tüm Marmara hakkında doğru bilgiler vermiş, kesin bir araştırmacıdır.
İstanbul Boğazı’nı anlatırken kullandığı bu anlatım nedeniyle az önce bahsettiği üç adadan
haberi olmadığını sanmıyorum, görüldüğü üzere onlara basit kaya parçacıkları olarak bakmış
ve pek geniş olmadıklarından ada olarak nitelendirmeye uygun bulmamış olsa gerek.
Bununla birlikte şimdiki Rumlar onlara Nisia ya da “adalar” diyorlar. Eğer aynı şekilde
onurlandırmak istersek, Nikomedia’nın karşısında olması nedeniyle145 en büyüğünün
Nemonesus olduğunu varsayabiliriz. Ayrıca, burada mavi renkli tavşan ve tombak ya da
boraks bulunduğunu garanti eden Pilinius tarafından da onaylandığı üzere, eskiden Khalki
(Heybeli) adası kıyılarındaki oyuklardan maden çıkarıldığını ispat ederek bu varsayımı
güçlendirebiliriz.
Gevize (Gebze)
142 Y.U.: Saray’dan
143 Y.U.: Ünlü 2. yy. coğrafyacısı.
144 Y.U.: Büyük Plinius, 1 yy. Romalı yazar. Bithynia valisi Genç Plinius’un dayısı.
145 Y.U.: Buradaki Nikomedia kelimesi, kenti değil, Nikomedia vilayeti ve körfezini içermektedir.
72
Libyssa146 olduğu sanılan yer ayrıca olasılıkla Pontamus. Tuzla Koyu’nu geçerken dağlara
doğru yükselen ve meyve ağaçları ile donanmış bir kırsal hissettirmeden yükselmekte,
körfezin sonlandığı bu noktada güzel dağ ve yamaçların üstündeki koca gövdeli ağaç örtüsü
arasında Tavernier’nin Gebize olarak adlandırdığı Türk köyü Güveze fark ediliyor. Rumcada
“b” harfinin “v” olarak telaffuz edildiği düşünülürse her iki ad da yaklaşık aynı şey. Bu
telaffuzdan hareketle Gebize ile Lybissa arasında pek fark yok; bir çok modern coğrafyacı da
Gebize ile Romalılara teslim edilme noktasına gelince Eutropius’un147 dediği üzere zehir
içerek intihar eden Hannibal’in öldüğü ve gömüldüğü yer olarak148 iyi bilinen Libyssa’nın
aynı kent olduğu kanısındalar. Kimi yazarlar Libyssa’dan bir deniz kenti olarak, kimi yazarlar
da kara kenti “in mediterraneis” olarak bahsederler, bu yazar da onları bir araya getirmek için
Libyssa’nın denize yakın ancak tam da deniz kenarında olmayan bir kent olarak
düşünmektedir ve bu da Gebize’nin şu anki konumuna denk düşmektedir.
Bu “in mediterraneis” ifadesi hem karada hem de güney tarafta anlamlarını içerdiğinden
Ptolemeus’un antik haritalarında Libyssa’nın İznik ve Gemlik’e doğru körfezin güney kıyısına
yerleştirilmesi kargaşasını getirmiştir. Bu da Libyssa’nın körfezin güney kıyısında olduğu
sanılan Nikomedia ile aynı kıyıda olduğu kanısından çıkmaktadır, ancak görülmüştür ki
güney kıyısında olan Astakos kenti idi ve bu kentin halkı kuzey yakada Nikomedes tarafından
kurulup kendi adını verdiği yeni kente taşınmıştı. Bu nedenle de Libyssa’nın Nikomedia ile
birlikte kuzey yakaya konumlandırılması gereklidir.
Bu gözlemler ayrıca Cellarius’dan hareketle bizim yaptığımız bu konudaki sorunları kısmen
çözse de antik Libyssa’nın bugünkü Gevize olduğunu kesin olarak kanıtlamamaktadır,
tersine eski uzaklıkları güncel güzergahlara uyarlamada Lybissa’nın Nikomedia’ya üç fersah
daha yakın olduğuna inanmanın gerekçesi vardır ve ben de körfezin uzunluğunu tartışarak
şu andan itibaren Gevize’nin daha ziyade kuzey yakadaki bazı güzergahlarda gösterilen
Pontamus olduğunu ispatlayacağım.
Bousbecqius, antik Libyssa olduğuna inandığı Gevize’den geçerken gölgede yüksek bir
noktadan Marmara’nın ve körfezin güzel görüntüsünü seyretmekten öteye başka bir şeyi
inceleme çabasında olmamış ve M. Tavernier ise iki kervansaray ve oldukça güzel iki çeşme
bulunduğunu söylüyor. Bana orada antik döneme ait hiçbir şey bulamayacağım kesin olarak
belirtilmişti, bu nedenle sahile bir fersahtan149 daha az uzaklıktaki bu kasabaya çıkmanın
çok gerekli olmadığına inandım.
Philokrene (Bayramoğlu) Burnu
Tuzla Körfezi, Nikomedia kanalını darlaştırarak giriş kısmını oluşturan Philokrene burnu150
ile son buluyor ve burun sanki mükemmel bir antik duvar işçiliği sonucu oldukça belirgin
küçük bir eşik gibi dizilmiş görünen ve o denli eski bir viraneye benziyen, bu nedenle de
sadece kaya parçası olduğunu görebilmek için oldukça yaklaşılması gereken çok sayıdaki
blok taşlar nedeniyle beyazlıyor. Kıyıda biraz ileride sarmaşıkla kaplı bu kayaların bir
146 Y.U.: Antik tarihçilerin verdikleri bilgiler yanı sıra Th. Wiegand’ın 1902 yılında yaptığı inceleme kazı
sonuçlarını günümüze gelebilen kalıntılarla karşılaştıran Feridun Drimtekin “Antik Libyssa’nın deniz kenarında,
olasılıkla Wiegand’ın öne sürdüğü gibi Niketiaton/Eskihisar’ın 2 km. doğusundadır” demiştir. Buna göre
Lybissa’nın Diliskelesi olması gerekir, demektedir.
147 Yazarın dipnotuna göre orijinal ifade: Cum Roma nis tradendus esset, venonum bibit, et apput Lybissam in
finibus Nicomedien sium sepultus est: Eutropius, kitap 4, bölüm 2
148 Yazarın dipnotuna göre orijinal ifade: Lybissa oppidum ubi nan a anni balis tantum tumulus: Plinius, kitap 5,
bölüm 32; Cellarius, kitap 3, bölüm 8
149 Y.U.: Fersah, yaklaşık 3 mile eşit (5 km) uzunluk ölçüsü. Metindeki orijinal şekli ile Fransızcası “lieu”. Bir kara
lieu’su 4 km, deniz lieu’su ise 5 km’dir ancak yazar “Libyssa’nın gerçek konumu” bölümünde 11 fersah’ın (lieu) 33
mil olduğunu yazmaktadır. Buna göre bir fersah veya bir lieu’yü 3 mile eşit almak gerekir.
150 Y.U.: Ortaçağdaki adını modern zamanlara kadar korumuş olan Philokrene’nin konumu şüphe kalmaksızın
Leukatas /Yelkenkaya Burnu’nun bir mil kuzeyindeki daha küçük Kale Burnu’dur. Şimdi tatil merkezlerinin yer
aldığı bu yere Bayramoğlu denilmektedir.
73
kısmının ve birkaç eski yapının yerini kaplamış çalıların dibinden akan bir kaynak var. Bu
kaynağın adı Philokrene; itiraf etmeliyim ki olağanüstü etkilendim çünkü papaz Panayoti
bana çöl gibi, terk edilmiş151 bir yer olarak anlatmış ve bir çok antik yapı kalıntısı bulacağımı
söylemişti. Yer gerçekten çöldü ve bu kayalar eski idi. Bu kayaların yapı kalıntıları olmaması
dikkatimi çekti.
Tarjca (Darıca)
Philokrene yakınlarında, yarım fersah mesafede Tarja (Darıca)152 kasabası bulunmaktadır
ki bana göre Ptolemeus haritasındaki Tararium‘a denk düşmektedir. Körfezin kuzey sahilini
bilen Ptolemeus 1. Khalkedon (Kadıköy), 2. Akritas Burnu, 3. Tararium sıralamasını
yapmakta. Eğer … bakarken onu düşünürseniz Tararium, modern Tarjca (Darıca)153 adına
denk düşmektedir.
Bu yer, oldukça dik bir rampanın eteklerindeki oldukça güzel bir kasabadır, evler tepenin
zirvesinden denize kadar, amfitiyatro’ya sıralanmış. Aralar, ağaçlar ve topraklarla kesilmiş,
bu da çok güzel bir görüntü oluşturmuş. Burada antik kayıtlarda geçen hiçbir şeyi
gözlemleyemedim, kasabanın Rum halkı da aynı şekilde boşuna araştırma olacağını garanti
ettiler. Gillius, “Periple de la Propontide (Marmara Gezisi) adlı154 eserinde burayı Aricium,
halkını da Aricine’ler155 olarak adlandırıyor. Çeşmeler ve su kaynaklarından, Mauledone156
adını verdikleri küçük timsahlara benzeyen hayvanlar topladıklarını söylüyor.157
Bozuk Hisar (Eskihisar)158
Birbuçuk fersah uzaklıkta ve Tarjca (Darıca) yakınlarında deniz kıyısında dükkanlar var,
soldaki yoldan Gebze’ye varılıyor. Bu mağazalar buraya getirilen ve İstanbul’a gönderilmek
üzere teknelere yüklenen meyve ve üzümler için bir antrepo görevi görüyorlar. Bu
dükkanların hemen yanında boyutlarını verdiğim sur harabeleri üzerinde önemli bir hisar
yükseliyor. Yaptığım çizimde ölçülerini ve görünümünü verdiğim için anlatımını
yapmayacağım hisar’ın temellerinde ilginç bir şey yok . Yapının Cenevizlilere atfedildiğini ve
151 “Terkedilmiş” ifadesinin yanına yazar tarafından Yunanca “τοπος εζγρςος” ifadesi not düşülmüş
152 Y.U.: Darıca, Kantakouzenos’un yapıtında Ritzion olarak anılmıştır. Ramsay’a göre yeri konumlanamıyor,
Pitcher ve Foss’a göre ise Darıca’dır. Kelimenin sonundaki –ion bölümü Helen dilinde –yeri anlamında olup Ritz
kökünün o dilde anlamı yoktur. Kök kısmının neyi işaret ettiği bilinmemesine karşın Umar, Gebze adının kökeni
olan Kibyza’nın –yza’sı ve Darıca’nın –ıca’sı arasındaki yakınlığın rastlantısal olamayacağını söylemektedir.
Darıca adı, Bizans çağında kullanılan Ta Ritza’dan gelmiş olsa gerek. Bithynia Krallığı'nın son zamanlarına doğru
bir liman kasabası olarak kurulduğu ve ilk adının Kalos Agros olduğu, kimi araştırmacılarca söylenmektedir.
787’de de çok az daha farklı bir isimle görüldüğü üzere 1078’de burada bir Aritzion Manastırı adı geçmektedir.
Söz konusu dönemde birkaç kaynakta burasının adının Ritzion olduğu belirtilmektedir. Kantakuzen Pelekanon
Savaşı’nı anlatımında Manuel Komnenos’un anayol boyunca doğu seferine giderken Pylai/Yalova‘dan karşı sahile
geçerek karısı ile 1160’da burada buluştuğunu belirtir. Osmanlılar’ın 1402’de yenilgilerinden sonra Bizanslıların
geri alarak 1421’e kadar elde tuttukları yerlerden biriydi. Tararium Aratzion’dan geliyor olsa gerek.
153 Y.U.: İstanbul yolunu izleyerek Gebze’den ayrılınca, memleketin içine girmeye başlanır; fakat deniz hiç
gözden kaybolmaz. Darıca adındaki küçük köy kıyı üzerindedir; burası 1423 yılında II. Mehmet tarafından
fethedilen bir Bizans üssü idi. Burada Tavşandil (Tavşancıl)’ daki gibi bir kaynak suyu vardır. Texier, agç, böl. 5,
s.134
154 kitap 3, bölüm 8
155 Y.U. : Okunuşu “Arisin’ler”
156 Y.U. : Okunuşu “Molödon”
157 Y.U.: Bizanslı Etienne (Stephanos) bunu daha farklı olarak şöyle kaydeder: “Kalkhedon denizinin yukarısında
küçük timsahlar besleyen bir çeşme vardır.” Strabon der ki : “Bithynia’da Kalkhedon şehri, Üsküdar kasabası ve
Kalkhedon tapınağı vardır. Bu mevkilerin üzerinde, denizden uzak olmayan ve küçük timsahlar besleyen Azaretia
çeşmesi bulunur.” Diğer yazarlardan özellikle Stace, Antiganus de Caryste de bu hayvanlardan söz ederler.
Bunlardan birincisi, bu hayvanlara Bizans kertenkelesi adını verir. Bunlar hiç şüphesiz salamander dedikleri
hayvanın bir türü olup, kertenkele değildiler. Çünkü kertenkele suda yaşamaz. (Texier, agç, bölüm VI)
158 Y.U.: Niketiaton (Eskihisar): Niketiaton,Paflogonia’daki Niketia’dan gelen magister Sergius tarafından
dokuzuncu yüzyılda kurulan bir manastırın adı idi. Nikomedia körfezinde her ikisinin de konumu belirlenememiş
olan Kalos Agros/Darıca? emporia’sı ve Dorkon arasında idi. Niketiaton kalesi, Vatatzes tarafından 1241’de
Latinlere karşı seferinde geri alındığında ismi tekrar görülmektedir.
74
yapıların istihkam ve duvarlardan oluşuyormuş görüntüsü verdiğini söylemem gerek. Burada
kurulduğu zamanı içeren hiçbir yazıt bulamadım. Türkler bu harap kaleye Bozuk Hisar’dan
başka bir isim vermemişler, diplerinden sıklaştırılmış duvarlar sağlam bir duvar işçiliği
gösteriyorlar, görüldüğü üzere hazine bulma umuduyla kazı yapanlar buldukları surlar
kalınlığında kanallar karşısında hayrete düşmüşler ancak boşluktan başka bir şey
bulamamışlar. Bu kanallar yalnızca ya suyun akışını kolaylaştırmak ya da suyu kalenin
sarnıcına yöneltmek için kullanılmış görünüyor. Dediklerine göre bu kalıntıların içinde altın
sikkeler vardı ve madem ki biz “diğer”leri olarak her şeyi biliyorduk, o halde hazinelerin de
nerede olduğunu bilmeliydik.
Bozuk Hisar’dan sabah saat 10’da ayrıldık ve kıçtan gelen tatlı bir rüzgarla öğleden sonra
saat dört ya da beşe kadar Nikomedia’ya seyrettik. Anlaşılacağı üzere rüzgarın bu
durumundan faydalanabilmek için bu sahildeki tüm kasabalarda karaya çıkmadım. Bunlar
yalnız Türklerin oturduğu ve hristiyanların serbestçe kalabalıklaşamadıkları köylerdi. Haritaya
işlemek üzere adlarını aldım, kıyıyı çevreleyen yüksek noktalarda kurulmuş olan Mahalemlu
(Muallim Köy) ve Tavşanlu.
Dil
Bir sonraki nokta Dil, bir çok küçük yapısı ile Anadolu’yu gezmek isteyen ya da geziden
dönen ancak İzmit Körfezi’ni dolaşmak istemeyen yolcular için bir çeşit liman ya da bir ticaret
bölgesi. Dil’den binenler neredeyse tam karşısına denk düşen karşı kıyıdaki Hereclea’da
(Ereğli) ya da Karamoussali’de (Karamürsel) tekneden iniyorlar.
Bir fersah aşağıda, üç gün sürdüğü belirtilen bu yolda at değiştirmek için mola verildiği bazı
yol haritalarında belirtilen antik Brunga olduğunu sandığım ve yine bir Türk köyü olan, bir
başka iskele, Varandje (Yarımca) var. Bugün kervanlar bu yolu dört günde geçmekteler.
Braca veya Vraca veya Vereke veya Feleke (Hereke)
Braca veya Vraca ki bugün Türkler Vereke ya da Feleke olarak adlandırmaktadırlar, yapısı
itibarı ile Bozuk Hisar’ı oldukça andıran eski bir hisardır. Yöre insanlarının inanışlarına göre
bu yer İmparator Konstantin’in yaşadığı yerdi. Öyleyse bu yer antik Konstantin’in sağlığı
bozulduğunda, hiçbir olumlu sonuç alamayacağı, karşı kıyıdaki Helenopolis’in159 sıcak
sularını da denedikten sonra Pers seferini iptal ederek taşındığı kır evi Akhyron olmalı.
Buradan biraz uzakta eski bir manastır görüntüsü veren kalıntılar var. Böylesi bir manastır I.
Mikhail Rhambage’nin160 tahttan indirdiği İmparator Stauracius161 tarafından burada
yapılmış ve bir başka kocası olmasına rağmen evlenmiş olduğu İmparatoriçe Theophilia ile
birlikte bu kır evine sürgün edilmişti. İmparatoriçe, Stauracius’un öldüğü bu evi bir manastıra
çevirmiş ve cesedi taşınarak Aziz Mikhail manastırına gömülmüştü. Ancak göründüğü üzere
kurmuş olduğu manastır Grekçe adını korumuş ve Stauracius’un telaffuzu Stavraki, bir
şekilde adını Vraka ya da aynı şekilde okunan Braka olarak devam etmiştir. Çeşitli Bizans
yazarlarınca162 da belirtildiği gibi dilbilim sonuçları kesindir. Bu manastır Banduri tarafından
Bracense manastırı olarak adlandırılır ki aşağıdaki gözlemleri incelemeden Stauracius’un
manastırı olduğunu söylemek yerinde olmaz. Vraca’da kasaba olarak bir şey olmadığını
159 Y.U.: Altınova-Hersek
160 Y.U.: Staurakios’un birkaç aylık hükümranlığından sonra, bir darbe ile eniştesi I. Mikhail Rhangabe (2 Ekim
811 – 11 Temmuz 813) imparator ilan edildi. Theophylaktos ile birlikte ortak imparator idi. İktidarda kalabilmek için
Büyük Karl Şarlman’ın Batı İmparatorluğunu tanıdığını ilan etti ancak yeterince güçlü değildi. Edirne yakınlarında
Bulgarlara yenilmesi üzerine tahttan indirildi ve yerine V. Leon geçti.
161 Y.U: Babası I.Nikephoros ile çıktığı Bulgar seferinde babası ölünce tahta geçti. Fakat savaşta aldığı yaradan
dolayı günden güne kötüleşiyordu. Çocuğu da olmayınca eniştesi Mikhail Rhambage tahtın doğal varisi olarak
görülmeye başlandı. Ancak imparatorun karısı Theophano’nun bu duruma karşı çıkması sonucu bir hükümet
darbesi ile devrildi. Birkaç ay sonra 11 Ocak 812’de öldü.
162 Ducange, kitap 4, § is n. 42
75
yalnızca iki han ve aile üyeleri , bahçeler olduğunu bilmek iyi bir şey. Kervan yolcuları
çadırların altında, aşağıda ya da yukarıda da olsalar güvende olduklarına inanıyorlardı.
Dediğim gibi tüm bu kasabalar körfezi çevreleyen bir yüksek tepeler zinciri üzerinde
bulunuyorlar ve hemen belirtmeliyim ki bunlara Montes Damatrii (Damatri Dağları) adı
veriliyor. Burası imparatorların Palatium ad Damatris (Damatris Sarayı) adı verilen sayfiye
evlerinin bulunduğu bir av bölgesi.
İzmit Körfezi
Vranca’dan Nikomedia’ya kadar hiçbir yerleşim görmedim bununla birlikte toprağın ekili ve
ağaç kaplı olduğu görülmeye başlanılıyor, özellikle uzun süredir böyle olduğu belli olan bir
toprak parçası, Nikomedia’ya birkaç mil kala belirgin şekilde körfeze doğru uzanıyor.
Nikomedia’yı gözlerden saklıyor, ancak sağa sapan yolu takip edip orayı geçtikten sonra
kenti bu noktadan görebilmek olası ve harita üzerinde incelemekten daha heyecan verici.
Gerçek bir liman, neredeyse oval bir hisar ki pek güvenli.
Le Bruyn’un Seyahatleri’nin birinci cildinde oldukça detaylı görüleceği gibi Türkler, bu kara
parçasının camideki ibadetten dönen bir dervişin, Cebrail’in emri ile kaftanının cebinde
sakladığı ve önüne doğru denize döktüğü toprağın mucizevi şekilde oluşturduğu yol
üzerinden boğazı geçerken suyun ortasına geldiğinde Tanrı’nın karşı yöndeki toprak
parçasını önüne kadar uzatması ile oluştuğuna inanırlar.
Nikomedia (İzmit)
Çizmiş olduğum Nikomedia görünümü, bu kent hakkında anlatmak istediklerimi daha iyi
olarak ifade edecektir. Konumu hakkında söyleyebileceğim, körfezin sonunda değil ama
kuzey yakanın sonunda ve güney yakanın ise karşısında olduğudur. Yeterli derecede yüksek
bir dağın sırtına kurulmuş ve körfezin sonuna doğru uzanan bir ovaya yayılmış. Hiç bir kaya
parçası görülmeden zirveye kadar topraktan oluşan bu dağ, kulübeler ya da bahçelerden
yükselen ağaçların damlara karışan yeşilliğine tüm özelliklerini katarak çok hoş bir görüntü
oluşturuyor.
Deniz kenarı çeşitli iskele ve rıhtımlarla kaplanmış; kimisi taş, kimisi ahşap. Ayrıca gemilerin
de sığındıkları çekek yerleri var, ki aynı zamanda tekne yapımı için kullanılacak kereste
dükkanı olarak da işlevleri var; aynı amaçla kullanılan bir de gezinti alanı var; bu ağaçlar
tarihten aldığı adını hala koruyan ve İzmit’ten bir gün uzaklıktaki Sagaris (Sakarya) nehri
boyundaki büyük ormanlardan çekiliyor. Ancak bu akarsu Karadeniz’e dökülmeden önce
çeşitli kıvrımlar yaptığı için geçtiği dağlar ve ormanlar 2-3-4 ve 5 gün uzaklıkta kalıyorlar ve
her biri 10-12 evlik küçük köyler olarak serpiştirilmiş bu köylerin sakinleri büyük efendilerin
hizmetinde sadece ağaç kesimi ile yükümlü köleler gibiler; bu küçük köylerden üç yüz kadar
var. Büyük efendiler, ağaç başına dağılım oranı önceden belirlenmiş 10 kuruş değer
biçiyorlar, ancak kurumun müdürü ya da emini onlara sadece 5 kuruş veriyor ve diğer 5
kuruşu da kendine ayırıyor, bu da sıklıkla köylülerin ayaklanmasına neden oluyor. Bu ağaç
parçalarını öküz arabaları ile taşıyorlar ancak oldukça büyükleri var ki yalnızca 16 hatta 18
öküzün çekmesiyle tomruk rulosu halinde taşınabilirler, İzmit’ten belli bir uzaklıkta bu
tomrukları Kilez deresine atıyorlar ve kaynağını kentin tam karşısındaki körfezin öte
yakasındaki dağlardan alan bu akarsu batıdan doğuya bir tur yaptıktan sonra güneyden
kuzeye doğru İzmit yakınında ovaya iniyor ve kıvrımlar yaptıktan sonra İzmit’ten yarım fersah
uzaklıkta körfezin sonunun tam ortasından doğu-batı yönünde denize dökülüyor.
Görüldüğü gibi kent Mösyö Bohn’un haritası ve kimi sıradan haritaların gösterdiği üzere bu
derenin kenarında değil. Bu tomruklar özellikle sonbahar ve kış aylarında akarsu boyunca
yüzerek körfeze ulaşırlar ve burada sadece bu işe tahsis edilmiş eski bir savaş ganimeti olan
gemiye yüklenirler. Bu yüksek bordalı gemi İzmit açıklarında yalnızca yosun bağlasın diye
76
bulunmuyor, bir görevi var ve tomruk yüklemek üzere bu geminin yanaşabilmesi için yeterli
derinliği sağlamak üzere oldukça ileri doğru çıkmış olan iskeleye yanaşıyor.
Bu açıklamaya yol açan düzlük alana geri dönüyorum; bir tepenin yamacındaki sarayın163
bahçe duvarları ile sonlanıyor, bir terasın üzerine oturtulmuş sağ tarafta eski bir kare kule
var, sol tarafta ise Türk tarzı büyük bir köşk bulunuyor, tüm bunlar küçük bir servi ormanı ve
birkaç yüksek gövdeli ağaç ile çevrili.
Kent, sarayın yukarısında yükseliyor ve yükseltisinin 2/3’üne doğru sur çemberinin kalıntıları
tanımlanabiliyor, birkaç burç tam olarak ayakta kalmış: zirvede bir yapının kalıntıları
görünüyor ki olasılıkla kalenin zindanı, Türkler oraya bir ibadet yeri oluşturacak şekilde
duvarlardan bir kare yapmışlar, nerdeyse gerçek bir cami gibi kabul edilebilecek yapıda.
Orada bir tüpe ya da kürsüye (minber) benzer bir yapı yapmışlar, hocalar burada kuran
okuyorlar veya tefsir ediyorlar. Bu tüp çok temiz şekilde işlenmiş bir mermerden yapılmış.
Merak ettiğim için özellikle gezdiğim ve sadece Türklerin oturduğu sıkıntı veren mahalleyi
unutmamam gerek. Rumlar ve Ermeniler’in göstermeye yanaşmadıkları kentin bu
mahallesinden daha ilginç olan şey, benim gibi Frenkların orada görülmesiydi. Çocuklar,
onlar için yeni bir şey olduğumdan beni sürekli takip ediyorlar ve bana rehberlik eden, aynı
zamanda bendeniz garip kulunuzu yönlendiren, yörenin insanı olan bu yeniçeriye sorular
soruyorlardı. Sürekli tekrar edilen bu utanmaz sorular onu çileden çıkarınca bir hastaya
götürmekte olduğu doktor olduğumu söyleyiverdi; onu takip eden Türklerden biri ısrarlı
şekilde hasta olan karısını görmem için ısrar etti; yeniçerim onun yakarışlarından ne
olduğunu bilemediğim bir takım bahanelerle kurtulduktan sonra diğer meraklılara da kentin
tepelerine bir ilaç yapmak için gerekli olan otlardan aramaya gittiğimizi söyledi.
Yalanı doğuran daha başka yalanlardan sonra nihayet beni az önce bahsettiğim caminin
avlusuna götürdü, diğerleri benimle konuşurken komşulardan kötü ifadeli bir Türk elinde bir
yaprakla yaklaşarak bana “Sayın doktor, eğer dediğiniz gibiyseniz, bana bu bitkinin etkisini
açıklayın” dedi. Bu adamın berbat görünümü ve sesinin kederli tonu tehlikeyi anlamamı
sağladı. Acısıyla küfrettiğini sandığım bu karakterdeki bir adam gasp da yapabilirdi. Buna
rağmen yeniçeri onu iteledi ve camiden hemen çıkarak geldiğimiz yoldan başka bir yol
üzerinden sahile dönmeyi denedik ancak bir yolunu bulamayınca çıktığımız yoldan geri
inmek zorunda kaldık. Bu da geniş, iyi döşenmiş, kalabalık sokaklardan yaklaşık yarım
saatlik bir yürüyüş oldu ama bana bu şartlarda daha uzun geldi. Bu sokakların eğimi ne
olursa olsun adımlarımızı oldukça hızlandırdık ve çok şükür kazasız tamamladık. Rehberim
bir önlem olarak yanına aldığı ot hançerini, hakkımda sorular yönelten meraklılara kuşağının
altından gösteriyordu . Bu macera İznik’ten dönüşümde İzmit’te bir kez daha başıma geldi,
ancak yolculuğuma son vermeme neden olamadı, ve gezi sadece iyi sonuçlarla sonlandı.
Eğer kalenin bu kalıntıları içinde birkaç eski yazıt varsa anlaşılacağı üzere bu şartlarda onları
arama ve yeterli bir fikir verme koşullarını yakalayamadım. Yalnızca aşağı kenti
araştırabildim, bu da antik kalıntıları arayan biri için çok işe yaramadı. Bilmiyorum neden
Bruyn, çok sayıda güzel yazıt görmek isteyen meraklı yolcuların bu kentte bu zevklerini
tatmin edebileceklerini söyledi. La Motraye ise daha gerçek dışı olarak burada nerdeyse hiç
bir şey olmadığını ve yararlı bir şey yapabilmek için göğe yükselme mucizesine benzer
şekilde bu antik yapılarda sağa sola dağılmış parçaların toplanmasına gerek olduğunu
söylemiş, keza ondan önceki Busbecqius da aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişti.
Gelirken papaz Panayoti’nin önerdiği papaz Theodoros’a uğramış ve ev sahibimin evinde
isteyebileceğim tüm hoşgörü ve iyi niyeti bulmuştum. Bana burada geçirdiği uzun yıllar
boyunca incelemek olanağını bulduğu her şeyi gösterdi. Bu çerçevede beni kentin batısında
yaklaşık bir çeyrek fersah uzaklıktaki, kalan tek Rum kilisesine götürdü, oraya giden yolu bir
cins kemerli rampalar desteklemekte, denildiği üzere yer altından kaleye ulaşımı sağlıyor. Bu
163 Y.U.: Hünkar Kasrı (halk tarafından yanlış bir şekilde Av Köşkü denir).
77
rampaların üzerinde aşağıdaki bahçeleri sulamaya yarayan bir su yolu var. Bu rampa ve
bahçelerin, Nikomedia’yı seven ve onu Roma’ya eşdeğer bir görkeme kavuşturmak isteyen
Diokletianus’un164 sarayının kalıntıları165 olduğu sanılıyor; Nikephoros’un varsayımına göre
bu saray Diokletianus’un ardılları tarafından yapılmış, Büyük Konstantin zamanından kalmış
ve yüzyıllar sonra Porphirogenetes, imparatorların iyi havalarda güzel Nikomedia Sarayı’na
yaptıkları seyahatlerden bahseder. Bu seyahatlere Processus adı verilmişti ve İtalyanların
sayfiyeleri gibiydi. Bu sarayın kimi kalıntıları hala deniz kenarı166 boyunca duruyor ve Rum
kilisesinden o tarafa doğru yaklaşınca olasılıkla at yarışlarının, diğer oyunların ve halk
gösterilerinin yapıldığı bir hipodrom olan uzun bir çayırlıktan geçiliyor. Hristiyanlar burayı
kilise üzerine baskı uygulayan gaddar imparatorlar Diokletianus ve Maximianus zamanında
bir çok şehitin kanıyla sulanmış bir yer olarak kabul ediyorlar. Hatta kilisenin yanında, vadinin
önünde sağ tarafta yapı kalıntıları bulunan ve bu şehitlerin ölüme götürülmeyi beklerken
kapatıldıkları hapishane olduğu söylenen kalıntılar gösteriliyor. Eski kilise yıkılmış, adını
şimdi hatırlayamadığım bir Türk Sultanı167 İzmitli Rumlara bu kilisenin168 yeniden
yapımına, görüldüğü üzere izin vermiş. İçinde yolda gördüğümüz her hangi bir kasaba kilisesi
kadar basit ve duvarla çevrili bir saha içinde, üstü sevgiyle kapatılmış oldukça küçük bir
kiliseden oluşuyor. Orada bir din adamı olan şehit aziz Pandeleimon’un169 mezarını
gösteriyorlar, bu mezar boş. İnanışa göre Venedikliler mezarı açarak bu azizin kemiklerini,
Venedik’ten başka yattığı yer olmasın düşüncesiyle alıp gidiyorlar. İzmit Rumları hala aziz
Basileus’un bir koluna sahip olmakla da övünüyorlar ancak metropolitin yokluğu nedeniyle bu
kutsal kalıntıyı göremedim.
Kiliseye giden taş döşeli yolda, kapıda, birinci surların dış tarafında birkaç yunanca kırık yazıt
parçası var. Bunlar mezar taşlarından başka bir şey değil, onurlarına dikilmiş kimi seçkinleri
mi anlatıyor belli değil. Onlardan çok sayıda kopyaladım ve görüleceği üzere kimseyi sözlerle
gereksiz yere yanıltmamak için bu yapıtın sonuna çizimlerini ekledim. Kiliseden dönüşte
hristiyan Rum ve Ermenilere ait iki mezarlık gördük, bunlardan biri ziyarete açıktı ve kitabın
sonundaki bölümde, bulduğum ve çözümleyebildiğim surlar içindeki bütün yazıtları görmek
olası; sürgün Macar Kralı Tökeli’in170 mermer üzerine kazılmış mezar yazısı da bu ikinci
164 Y.U: İmparator C. Valerius Diokletianus (284-305), yaklaşık 236’da Dalmaçya’da doğdu. Pers seferinden
dönüşünde Numerianus’un ölümü üzerine askerler tarafından İzmit’te imparator ilan edildi ve burayı Roma’nın
başkenti yaptı. Maximianus’u ortak imparator yaptı. 293’de tetrarşi denilen dörtlü yönetimi kurdu. İmparatorluk iki
avgustus ve iki Sezar tarafından yönetildi. Follis adlı yeni bir sikke bastırdı. Kendi isteği ile yine İzmit’te tahtı
bırakarak emekliliğini Dalmaçya’da geçirdi. 316’da öldü.
165 Y.U. : Yazar denizden yaptığı kent resminde bu alanı Seka ve Mannesman fabrikalarının bulunduğu bölge
olarak gösteriyor.
166 Y.U. : Seka alanı deniz kıyısı
167 Yüksel Güngör: I.Murat’ın (1360-1389) kiliseyi haydut yatağı olduğu bahanesiyle yıktırdığını fakat azizin
mucizesiyle tekrar inşa ettirmek için gayret sarf ettiğini öğreniyoruz. (Aziz ve Manastır hakkında daha fazla bilgi
için bkz Yrd. Doç. Dr. Yüksel Güngör, KOÜ. Derbent Turizm Mes. Yük. Ok. Öğr. Üyesi, Kültür Turizmi Açısından
İzmit - Nikomedeia’nın Yitirilen Kültür Mirası Pantaleimon Manastırı., KYÖD 2004 Yıllık Dergisi)
168 Y.U. : Aya Pandeleimon manastırı (Günümüz Yenidoğan Mahallesi’nde).
169 Y.U.: Aziz Pandeleimon (Aya Pandeleimon). Nikomedya’da doğdu ve tahminen 27 Temmuz 305’de
Nikomedya’da öldürüldü. Mesleği nedeni ile tıp dünyasının en meşhur koruyucu azizi oldu. Efsaneye göre
Nikomedyalı zengin putperest Eustorgius’un oğluydu ve hıristiyan annesi Eubola sayesinde hıristiyan olmustu.
Daha sonraları putperest saray halkının etkisi ile hıristiyanlıktan uzaklaştı ve İmp.Galerius Maximianus’un şahsi
doktoru oldu. Papaz Hermolaus sayesinde yeniden hıristiyan oldu. Babasının ölümü ile büyük bir servete kavuştu.
Diocletianus katliamı başladığında tüm mal varlığını fakirlere verdi. Kıskanç meslekdaşları onu İmparatora ihbar
ettiler. Öldüğünde bağlandığı zeytin ağacı meyve verdi. Eski çağlarda bu Aziz adına büyük bağışlar yapıldı.
170 Y.U: Avusturya’ya karşı bayrak açan ve Osmanlı’dan da destek gören İmre Tökeli kısa süreli başarılar
yaşadı.Türklerin desteği ile 1690’da iki ay süre ile Transilvanya Prensi olarak tahta geçti. Ancak 1699’daki
Karlofça anlaşması Macaristan’daki Türk etkisine son verdi. Türkler tarafından Orta Macar ya da Kurs Kralı olarak
tanınmış olan Tökeli Zenta savaşından sonra sürgüne gitmesi için zorlandı. Daha sonra II.Mustafa’nın Macaristan
seferine de katılan Tökeli’nin İzmit Körfezi kıyısındaki evi 1745 yılında hala durmakta idi (Tarih Mecmuası 1972,
Antal Ullein). Padişah ona ayrıca yardımcısı ve çevresi ile birlikte yerleştiği,bu gün hala Macar Dağı (Aladağ
etekleri) adı ile anılan İzmit karşısındaki bir çiftliği bağışladı.Çiftliğin sınırları Kelaz lağım deresinden Çokel’e
varıncaya ve oradan da Yuvacık Kariyesi soluna ve oradan El Cerli deresine muntehi idi (Türk-Macar
Münasebetleri Işığı Altında Macar Mülteciler Sempozyumu, Hamit Zübeyr Koşal). Daha sonra Kurs (Kurut) Çiftliği
adını alacak bu bölgeye Çiçek Tarlası denilmekte, güzel çiçeklerle kaplı tarlaları ve çevre dağlardan inen alabalık
78
mezarlıkta idi. Kralın İzmit’te kalışı ve ölümünün ayrıntıları Motraye’ın seyahatnamesinde
görülebilir.
Bu mezarlıkta bulunduğum sırada bir köylü yanaşarak daha önce konu ettiğim
Diokletianus’un bu bahçelerinden (Seka alanı) birinde bulduğunu söylediği bir mermer başı
bana satmak istedi. Oldukça uygun bir fiata anlaştık, gömüldüğü topraktan yeni çıkarılmışa
benziyor, burun hasarlı, boyun ve omuz iyi işlenmiş, bir atleti andırıyor. Ev sahibim papaz
Thedoros, kısa bir süre önce bulunduğunu söylediği iki kafa hakkında görüşmek üzere
komşu bahçeye gitti, dönüşünde bahçıvanın iki kafayı onun evine sapa bir yoldan
getireceğine güvence verdi, buna rağmen bu iki kafa bir türlü gelmedi ve ben de bana
İstanbul’a gönderileceği umudu dışında başka bir şey elde edemeden Nikaea (İznik)’e gittim.
Heykelcikleri tedarik edeceğini sandığımız bahçıvan düşüncesini değiştirerek bunu
yapamadı. İznik’ten dönüşümde ise yine papaz Theodoros’un evinde kaldığım sırada, İzmit
başrahibi olan Protosyncelos’un önünde saygın bir Rum beni ziyarete geldi ve beni evinde
konaklamaya zorlamak istedi ancak ilk ev sahibimle olan tanışıklığımı mazeret göstererek,
ben onu yanında bulunduğumuz ağacın altında bana hazırlanmış olan mütevazi yemeği
birlikte yemeğe davet ettim. Görüşmemiz esnasında önerim kabul edilince, kendimi
tutamayarak beklediğim iki kafaya sahip olamamaktan ve gereksiz yere Papaz Teodoros’u
zorlamış olmaktan ne denli üzgün olduğumu anlattım. Protosyncelos “ben size daha iyi
hizmet edeceğim” dedi ve tarlada yanındaki bir akrabasının sorduğum “dio kephalis”i yani iki
kafayı hazır ettiğini ekledi. Bu iki antik parçayı nihayet elde ettiğimi düşündürten bu görüntü
ve Gordion’un düğümünü çözdüğümü sandığım o anda, bu sözlerin beni ne denli
sevindirdiğini düşünmeye başladım. Bu kibar beyefendi için tüm içtenliğimle minnet duyguları
besliyordum. Bize tercümanlık eden uşağa söz konusu iki başın getirilip getirilmediğini
sorduktan sonra bana olumlu şekilde yanıt verince ne kadar sevindiğimi anlatamam.İki
kafanın aşağı avluda kaldığını ve bulunduğumuz bahçenin çıkışındaki kibar bir yemekte
onları bana sunacaklarını umuyordum. Ancak asıl surpriz, masadan kalkarken hizmetkarıma
bu iki kafayı bir kez daha sorduğumda, bana “bayım onları yediniz, onlar size sunulan ve
Protosyncelos tarafından akrabasına hazırlattırılan bu kızarmış iki kuzu kellesiydi” demesiyle
geldi.
Bazen kimi rastlantılar, yolcuların ilişkilerinde abartılı kurgular yapmaları gibi kazalara neden
olabiliyor. Bu macera bunun güzel bir örneği idi yine de anlatacak kadar da doğru görünmüş
olmasını da kabullenemiyorum. Görünüşe bu denli kendimi kaptırmamın şüpheciliğimi
engellemiş olduğu açık. Hatta arkadaşlarımdan biri hikayeyi o kadar ilginç bulduğunu söyledi
ki dizelere dökmede zorlanmayacağı duygusuna kapılmış.
Bu kentin yönetimine gelince, iki tuğlu bir paşa tarafından yönetiliyor; ayrıca bir yeniçeri ağası
ve adalet dağıtımı ile yükümlü bir molla (kadı) var. Yaklaşık on beş bin Türk nüfus var, belki
biraz daha fazla, ancak kesinlikle Bruyn’un dediği gibi otuz bin değil; kesin olarak beşyüz
ermeni, yetmiş rum ve elli yahudi evi bulunmakta.
Nikomedia, eski Astacus ve Olbia171 kentleri ya da her üçünün de değişik kentler olduğu
konusunu inceleme konusu yaparak uzun bir tartışmaya girmekten korkuyorum; bununla
birlikte burada yaptığım gözlemlerin göz ardı edilemeyecek ölçüde bana doğru gözüken
veriler sağladığını da söylemem gerek.
dolu akarsuları ile bu topraklar, Tökeli’nin sürgün yıllarının çoğunu geçirdiği yer olmuştur. Tökeli’nin 1699’da
başlayan İzmit’teki yaşamı 47 yaşında iken,13 Eylül 1705’de son buldu. Önce Yukarı Ermeni Mezarlığı’na (Askeri
Hastahane yakınları), bu mezarlık kaldırılınca da Aşağı Ermeni mezarlığı’na (D-100 karayolu Kültür Bahçe
Sineması/Bahar Apt. ile kısmen Seka Futbol sahası seyirci türibünleri altı) gömülmüştür. II.Rakoczi’nin annesi
Ilona ve Tökeli’nin kemikleri ve mezar taşlarını 1906’da Macaristan’a götürüldü.Tökeli ve üvey oğlu II.Ferenc
Rakoczi’nin heykelleri bu gün Budapeşte’de Kahramanlar Meydanı’nı süslemektedirler.
171 Y.U.: Astakos, Olbia ve Nikomedia kentlerinin karşılaştırılması hakkında buraya dip not düşmememin nedeni
seyahatnamenin önüne geçecek kadar uzun yer kaplayacak olmasındandır. Yine aynı kaygıyla kolaylıkla bilgi
edinilebilecek kentler İznik ve İzmit hakkında da dip not düşmedim. Bu konularda daha fazla bilgi arzu edenler
bak. “Tarihöncesi ve Helenistik Dönemde Bithynia, İzmit 2004”.
79
Nİkomedia’nın eski Astakos ve Olbia olup olmadığı konusunda bir arasöz
Daha önce Khalkedon (Kadıköy)’ü kurmuş olan Megaralılar Roma yılı 42’de (İÖ 712) körfezin
diğer ucunda o dönemde bir şef ve cesur adam olan Astakos’un adını verdikleri bir koloni
daha kurdular, tüm körfez de Astakenos adını aldı.
Bu kıyılara sızan ve yayılan Atinalılar yeni bir koloni gönderdiler, bu nedenle ki Strabon,172
Megaralılar ve Atinalıların Astakos’un kurucuları olduklarını söylemiştir ki bu söz birbirlerinin
ardı sıra olarak algılanmalıdır. Aynı şekilde Roma takvimine göre 3 yılında (İÖ 751) tahta
geçen Bithynia’nın ilk kralı Dedalses’i de Astakos’un kurucusu olarak görmektedir, bundan da
bu koloniyi yenilediği ya da onardığı anlaşılmalıdır. Gerek Dedalses, gerekse Büyük İskender
ile sonrasında ülkeyi paylaşan halefi generalleri döneminde Bithynia’nın dördüncü kralı olan
Zipoetes, Astacus’u ellerinde tutmaya çaba gösterirler. Buna rağmen Lysimakhos’un yakıp
yıktığı kenti Zipoetes yeniden kurar. Astakos’un gördüğü bu üçüncü onarım Pausanias’a173
“kentin kurucusunun Zipoetes olduğunu söyletmiştir.
Bununla birlikte, doğru olanın Astakos’un sakinlerini daha uygun ve elverişli bir yere
nakleden kişinin açık bir şekilde Zipoetes’in oğlu I. Nikomedes olduğu, adını kente verdiği ve
Strabon’un gösterdiği yerdeki yamaç üzerine kurulduğu andan bugüne kadar taşımaya
devam eden bu kentin gerçek kurucusu olarak görüldüğüdür.
Latin peder Hardouin, üzerinde Nikomedia’nın Jupiter ve Asklepios’un sembolleri olan bir
kartal ve yılanın betimlendiği İmparator Commodus’un madalyonunu betimlerken,
Libanius’un bunun Astakosluların bir efsanesinin sonucu olarak aktardığını belirtir, ki ben de
bundan bahsedeceğim.
Bu kentin ilk kurucusu, kenti bulunduğu ilk konumdan başka bir yerde kurmayı denerken bu
konu hakkında tanrılara danışılır ve onlar da isteklerini şu şekilde gösterirler: Halkın, sunağın
etrafında olduğu bir anda, bir kartal ateşin ortasından kurbanın kafasını kapmaya gelir ancak
aynı anda Hindistan’da görülen türden korkunç bir yılan sunağın altından çıkar ve kartal
uçarak, canavar ise denizi aşarak karşı yamacın tepesine varırlar. Kent kurucuları, Jupiter’in
koruması altında onları buraya kadar takip ederler.
Bu metin, körfezin kuzey kıyısındaki bugünkü Nikomeida’nın konumu hakkında verdiğim
bilgilerin de gösterdiği gibi özellikle bir sonuç olarak görünüyor. Bilmiyorum hangi önyargı
Ptolemeus’un Nikomedia’yı, haritalarında güney kıyıya konumlandırmasına yol açtı, bunun
bir yansıması olarak da Libyssa’nın Nikea (İznik)’e yakın yerleştirilmesine neden olmuşlar
ve doğal sonuç olarak Astakos ve Olbia’nın kuzey kıyıda olduğunu varsayıyorlar. Aslında
kesinlikle tam tersi, çünkü yeni Nikomedia’nın konumu, kartal ve yılanın kaçınılmaz olarak
kurulması gerekli yeni kentin konumunu belirlemek üzere, Astakos’un bulunduğu güney
kıyıyı terk ettikleri, ve körfezi aşarak vardıkları karşı yamaç ile belirlenmektedir. Böylece
Libanius’un aktardığı bu halk efsanesi Strabon’un metni ile uyum sağlamakta ve bir yanlış
anlamanın yer açtığı eski coğrafya bilimindeki kargaşa ortadan kalkarak her şey yerine
oturmaktadır. Olmaları gereken yerde, yani belirlediğimiz gibi kuzey sahilde olan Nikomedia
ile Libyssa ve karşı güney kıyıda, Astakos ile Olbia, ya da en azından Astakos karşı kıyıda.
Sadece bu durumun gerek Astakos, gerekse Olbia açısından benim varsayım ve yöntemimi
onayladığını söyleyeceğim. Sanırım bu iki ad da aynı kenti ifade ediyor, bu nedenle de
Astakosluları bugün Nikomedia’nın bulunduğu yamaca taşıyan Nikomedes, Anadolu’ya
geçerek yerleşmek isteyen Galatlara karşı Bizantionluları korumaya çabaladıktan sonra
onlarla barış yapmak ve Asya’ya geçmelerine yardımcı olmak zorunda kaldı. Hatta bu kralın
172 Strabon, kitap 12
173 Pausanias, “in cliacis”, kitap 1, bölüm 12
80
yaşamını inceleyen M. Vaillant’ın görüldüğü gibi yaptığı savaşlarda destek almak şeklinde
yararlandığı bu yeni gelenlerle bağlaşıklık anlaşması bile imzaladı. Ayrıca Galatların, İskitler
olmadığını ama Borysthene’ye komşu bu halkla ilişkide olabileceklerini vurgulamam gerek, ki
Bog Irmağının kavşağı üzerindeki kenti de Olbiapolis olarak adlandırmış olmalarından
hareketle, bu varsayım Nikomedes’in sakinlerini karşı kıyıdaki yeni kente naklettiği Astakos’a
yeni bağlaşıklarını yerleştirdiğini, onların da geldikleri yerdeki rakiplerinin en tanınmış kenti
ve bir ırmak olan Olbia’nın adını vermeleri sonucunda Astakos’un biri eski diğeri ise
barbarların verdiği iki adla anılmaya devam ettiğini kapsıyor. Aynı şekilde İzmit Körfezi de
ülkenin yerlileri tarafından Astakenos olarak anılmaya devam ederken Nikomedes’in
yerleşimlerine izin verdiği barbarlar tarafından Olbianos olarak adlandırıldı.
Görüldüğü gibi tüm bunlar olasılık dışı değil; en azından Mela’nın174 dediği gibi Astakenos
ve Olbianos aynı körfezi tanımlıyorlar; Stephanus, Nikomedia’nın Olbia adını taşıdığını
söylüyor, bundan anlaşılacak şey yeni kentin değil, bir zamanlar Astakos adı ile anılan eski
kentin kastedildiği olmalıdır. Plinius,175 Olbia adını da taşıyan bir Nikea’dan bahseder, bu
civarda yalnızca bir tek Nikea olduğu kesin ve yeni kent Nikomedia da Nikomedes’ten sonra
artık adını değiştirmedi, öyleyse sadece eski kent yani Astakos, Olbia adını taşımış olabilir ve
ben de olabildiğince hangi şartlarda olası isim değişikliğinin gerçekleştiğini gösterdim.
İzmit’in tam karşısında Olvacık176 adlı bir kasaba bulunduğunu da ekleyeceğim, eğer bu
ülkede yer adlarinin sonuna eklenen “cık” hecesi atılırsa Olva kalır ki bu da Rumlarca Olvia
olarak telaffuz edilen Olbia’ya benzer.
Bu tartışmayı nasıl bitireceğime gelince, birkaç ay önce edindiğim ve sanırım ilk kez Olbia ya
da Olbiopolis kentini işaret eden bir madalyonu betimleyerek. Bir tarafında bir aslan kafası
diğerinde ise bir sadak ve bir savaş baltası ile (OLBIO…LIS) harfleri görülüyor. Bu
madalyondaki Olbia’nın Borysthene’deki ya da burada konu edindiğimiz mi olduğu konusunu
belirlemek bilim adamlarının görevi. Ben daha çok Borysthene’de Olbiopolis olduğunu
sanıyorum ki Türkler (Osmanlılar) birkaç yıl önce Oszakov kentinin surlarını güçlendirmek
için bu kentin harabelerinden aldıkları kimi taşları kullanırken su yüzüne çıkardıkları birkaç
yazıttan anlaşılacağı üzere önemli bir kentti. Bu yazıtların kopyelerini çıkardım, bu ülkede
yaptığım gezi esnasında topladıklarımın yanı sıra onlardan da bahsedeceğim.
Beni, bir zamanlar boş inançlı putperestlere, şimdi ise Muhammed’in dininden olanlara ait
olan Nikomedia’nın bu tepesine çıkmaya sürükleyen gözüpekliğime şimdi daha az
üzülüyorum. Daha önce bahsetmiş olduğum buradaki caminin bulunduğu ve putperest bir
inançla Jupiter ve Asklepios’un177 Astakosluları getirdiği tam bu yere; merakımın hak
etmediği alçaltıcı ve çifte anlamlı sert sataşmalar ile yeniçerimin refakati altında, elinde
olmaksızın bir hekim ve günümüz Asklepios’u olarak gelmek zorunda kalan bendenizin
macera merakı nerdeyse tam tersi gelişecekti.
Konu dışı bir başka söz de körfezin kuzey kıyısındaki yerleşimlerin uzaklığı ve Libyssa’nın
gerçek konumu üzerine
Nikomedia üzerine söyleyeceklerimi kesmemek için buradaki iki günlük kalışımda
gördüklerimi, incelediklerimi, İznik yolculuğumdan bahsetmeden önce bir düzene sokarak
önce kuzey yakada gördüklerimi ve incelediklerimi aktaracağım ama daha önce bahsettiğim
yerlerin uzaklıkları hakkında bazı gözlemlerim var.
174 Mela, kitap 1, bölüm. 19
175 Plinius, kitap 5, bölüm 32
176 Y.U. : Ovacık, bugün Yuvacık
177 Y.U.: Yunan ve Roma’da sağlık tanrısı
81
Mösyö Tavernier’nin dediği üzere İstanbul’dan hareket ettiği birinci gün Üsküdar’dan Kartal’a,
ikinci gün antik Libyssa olan Gebze’ye, üçüncü gün bir çoklarının antik Nikea sandıkları
İzmit’e varır, ancak o Nikomedia’yı kastetmiştir.
Ankara’ya giden kervanların Üsküdar’dan İzmit’e normal yolu 4 gün sürer (üç değil).
Arabacıların aşağıdaki hesaplamasını bilmek gerek:
1. Gün
- 2 saat Üsküdar’dan Maltepe’ye,
- 2 saat Maltepe’den Kartal’a
2. Gün
- 1 saat Kartal’dan Pendik’e
- 4 saat Pendik’ten Gebze’ye
3. Gün
- 5 saat Gebze’den Feleke ya da Vraca’ya
4. Gün
- 6 saat Vraca’dan İzmit’e
_________
20 saat
Böylece, Üsküdar’dan İzmit’e 20 saatlik bir yol olduğu ve bunun da 4 günde gerçekleştiği
görülüyor. Busbecqius’un İstanbul’dan Amasya’ya Yolculuğu’nda da aynı şekilde ikinci gün
Gebze’ye, dördüncü gün İzmit’e varılıyor. Aynı şekilde modern hesap yöntemleri ile
doğruladığım gibi İstanbul-Ankara arasını kateden tüccarların yaptığı yoldaki uzaklıklar da
Gebze’nin antik Libyssa olması varsayımı ile uyuşmamakta çünkü Cellarius178 tarafından
verilen ve Ptolemeus’un179 Geografika’sında görüldüğü gibi Kadıköy’den Pendik’e 15 mil,
Pendik’ten Libyssa’ya 24 mil, Libyssa’dan Nikomedia’ya 22 mil, toplam üç günde kat edilen
61 mil’dir.
Bu uzaklıklar Antoninus’un Kudüs Yol Rehberi ile aynıdır:
7 ½ mil Kadıköy’den olasılıkla Maltepe yakınlarındaki durak noktası Nassates’e
7 ½ mil Nassates’ten Pendik’e
___
Toplam 15 mil, ilk gün Kadıköy’den Pendik’e
13 mil Pendik’ten Gebze olduğunu sandığım Pontamus’a
9 mil Pontamus’tan Libyssa’ya180
_____
Toplam 22 mil, ikinci gün Pendik’ten Libyssa’ya
12 mil Libyssa’dan olasılıkla bir durak noktası Brunga’ya, bence Varanje kasabası
13 mil Brunga’dan Nikomedia’ya
_____
Toplam 25 mil üçüncü günde
178 Cellarius, kitap 3, bölüm 8
179 Y.U.: II. Yy’da Mısır’da doğmuş ünlü Grek astronom. Coğrafya ve matematik üzerine yapıtları ile tanınır
180 ubi positus est prex Annibalus qui fuit affrorum ( = Burada Afrikalı kral Annibal yatıyor)
82
Böylece bu iki güzergahın modern hesaplamalarla uyuştuğu görülüyor. Üsküdar’dan
Nikomedia’ya olan 61-62 mil ya da 21-22 saatlik yol, eskilerin 15 mil olarak belirttikleri
şimdilerde 5 saat olan Üsküdar-Pendik arası ile kesin olarak uyuşmaktadır ancak eskilerin 22
mil yani 7 fersahtan fazla olarak belirttikleri Pendik-Lybissa181 arası 15 mil’dir, kaldı ki
şimdilerde Pendik-Gebze ancak 4 saat sürmektedir dolayısı ile antik Lybissa bugünkü Gebze
değildir. Bu da bir kez daha eskilerin üç günde yaptıkları Lybissa-Nikomedia yolculuğunun 25
mil olduğunu doğrulamaktadır.
Şimdilerde 4 günde yapılan ve iki günlük toplam yürüyüşle 11 fersah ya da 33 mil olan
Gebze-Nikomedia arası göstermektedir ki gerçek Libyssa, Gebze’den 3 fersah daha
aşağıdadır.
Bunun ve Pontamus’tan Lybissa’ya uzaklığın 9 mil olduğu yani kesin olarak Libyssa’nın
gerçek konumu ile Gebze arasında üç saatlik fark olduğu göz önüne alınması ve eski ile yeni
hesaplamaların karşılaştırılmasının sonucu olarak Gebze eski güzergahlardaki Pontamus’tur
çünkü Pontamus-Libyssa arası tam olarak 3 saatlik bir uzaklığı ifade eden 9 mil olarak
ölçülüyordu. Zaten görülüyor ki, birinci günkü konaklamayı Kartal’ın bir fersah üstüne itip
Pendik’e sürükleyerek, ikinci günü ise 3 saat Gebze -ya da Pontamus-’un üzerine ilerleterek
Libyssa’ya kadar gelindiğinde üçüncü gün Nikomedia’nın bugün bulunduğu yere ulaşılırdı;
birinci gün Kartal’da, ikinci gün Gebze ya da Pontamus’ta durmak kaydıyla Nikomedia’ya
varmak için iki kervan günü daha gerekiyordu. Her şey Gebze’nin eski Libyssa olmadığını
gösteren şekilde uyuşuyor, daha ziyade Gebze’nin yaklaşık üç fersah ötesindeki Bozuk Hisar
(Eskihisar) olmalı.
Körfezin güney kıyısını katetmek isteyenler için notlar
İzmit’ten yarım fersah uzaklıkta Mikaliti (Mihalcık/Gündoğdu)182 kasabası var, daha uzakta
nerdeyse İzmit’in tam karşısında eski Olbia olduğunu sandığım Olvacık (Ovacık/Yuvacık)
bulunmakta, bana oradaki bir köprü üzerinde oldukça güzel bir yazıt bulunduğunu garanti
ettiler ancak gitmeye vaktim olmadı. Daha sonra Neocorio ya da Yeni Köy var, İznik’e
yolculuğum için rehber ve atlarımı tedarik ettiğim buradan daha sonra bahsedeceğim.
Neocorio’dan bir saat uzaklıkta Kazıklı (Kavaklı) var, burada Sultan’ın hizmetindeki çok
sayıdaki değirmeni çeviren bir küçük dere ya da suları yönlendiren bir kanal olmalı. Bu
değirmenlerde sarayın ya da yeniçeri ocağının ihtiyacı için un imal ediliyor. Buranın
işletmecileri bu değirmenlerin civarında küçük bir köy oluşturmuş olan Mora’dan gelme
Rumlar.
Buradan iki saat uzaklıkta Değirmenderesi köyü var, burada da hala Moralı Rumlar
tarafından yönetilen değirmenler bulunmakta, yalnızca Türklerin oturduğu köy
değirmenlerden bir saat ötede iç tarafta. Papaz Panayoti’nin dediğine göre aşağı yukarı
buralarda Türklerin Frenk camisi dedikleri bir yer olmalı, inanışa göre aziz George’un (Aya
Yorgi) kafası burada kesilmiş. İncelenecek iki güzel sütündan başka bir şey yok. Papaz
Theodoros ise bana bu yer hakkında hiçbir şey söylemedi, dediğine göre Değirmendere’den
yarım fersah uzaklıkta bir dağın üzerine doğru altmış Türk ailesinin oluşturduğu Palandra
(Pala Andra = Eski Andra = Eski/Yukarı Halıdere ?), buradan da yarım fersah ötede yaklaşık
yüz Rum ailesinin oturduğu Koncessi (Konca) bulunmakta. Koncessi’ye bir saat uzaklıkta
Heraklea adlı iki köy var, bunlardan deniz kenarındaki Türklerden oluşmakta, geçerken
burada çok güzel bir cami gördüm, Türkler buraya Karadeniz kıyısındaki Heraklea’ya olduğu
181 Y.U. : Lybissa’nın Gebze olduğu varsayımında
182 Y.U.: Gündoğdu/Mihaliç Köyü (şimdi İzmit’in bir mahallesi) camisinden İzmit Müzesi’ne taşınmış ve yazıtı S.
Şahin tarafından okunmuş olan kalker bir sunakta köy sakinlerinden Koubaitenoslar olarak bahsedilmektedir.
83
gibi aynı şekilde Ereğli183 diyorlar; coğrafyacılar bunlardan elli kadar sayıyorlar, bu Ereğli de
sayıya dahil mi bilmiyorum, geleneklerin bu kentin geçmişinden neleri koruduğunu yerinde
derinlemesine incelemek ilgi çekici olur.
Ereğli’den bir saat sonra Karamussali (Karamürsel) bulunmakta, İznik’e gitmek için buradan
geçilebilir yani Karamürsel bir iskele olup buradan Rum Ereğli’sine (Yukarı Ereğli) gitmek
gerek, burada güvenilir hristiyanlar bulunmakta. Papaz Panayoti beni bu civarın din adamı
olan Papaz İanny’e (Yani) yönlendirmişti. Neocorio yolunu tercih ettiğimden bu öneriye
uyamadım . Kasaba ünvanlı olduğuna göre oldukça ilgi çekici olması gerek Karamürsel’de
Türkler yerleşik.
Panayoti’nin sözlerini izleyerek Karamürsel’den bir saat sonra oldukça belirgin şekilde
Körfez’e doğru uzanan Glossa adlı ya da başka deyişle Dil 184 anlamına gelen kara
parçasına ulaştık. Yalova’ya dört saatlik yol var ancak Papaz Theodoros’un söylediğine göre
de Karamürsel’den Yalova’ya ancak iki saatlik bir mesafe. Bu farkı yerinde çözmekten başka
yol yok.
Yalova, Müftü Feyzullah Efendi’nin bir sürgün olarak yaşadığı kır evinin bulunduğu bir Türk
kasabası. Bununla birlikte ben oradan geçtiğimde ikinci kez İzmit’e gitmişti. Türk Basımcılık
Müdürü İbrahim (Müteferrika) Efendi Yalova’da kağıt değirmenlerini kurarak görüldüğü üzere
bundan birkaç ay önce başarılı şekilde ürettiği kağıt örneklerini padişaha sunmuştu.
Yalova’dan iki fersah mesafede meraklılarının at tedarik ederek, dört fersah uzaklıktaki
Thermi’ye (Termal) yani banyolara gidebilecekleri Kuri köyü var. Bana Termal’de oldukça iyi
durumda antik kalıntılar olduğu hususunda güvence verdiler. Burada, bu banyoların eski
Helenopolis olmadığı konusunda sahip olduğum bir şüpheyi unutmak istemiyorum. Büyük
Konstantin’in yaşamında, öldüğü Akhyron’a (Yukarı Hereke) geçmeden önce Helenopolis’in
sıcak sularında tedavi olmak üzere geldiği bilinmektedir. Cellarius’un185 yapıtında,
Konstantin’in annesi Helen onuruna Astakenos Körfezi’nde Nikomedia’nın karşısındaki
sahilde bulunan Drepanum kasabasına Helenopolis adını verdiğini otoritelerin doğruladığı
görülebilir. Karşı kıyıdaki ifadesi kesinlikle İzmit’in tam karşısında anlamını içermiyor yalnızca
körfezin diğer kıyısında olduğunu gösteriyordu. Bu varsayımla, Kuri köyü (Koru Köy),
Termal’e yakın olduğuna göre Drepanum yakınında olan eski Pronectus olmalı. Bana burada
olduğu söylenen kalıntılara gelince Procopius’un,186 Justinianus tarafından Bithynia’da sıcak
suları ile meşhur Therma Pythia’nın (Pythia Ilıcası) inşa edildiğini ve bu nedenle de Palatium
Pythiorium olarak adlandırıldığını belirttiği saray olmalı. Mösyö du Lange yapıtında187 bu
saraydan bahsetmekte ve Zonaras’ın Büyük Konstantin adlı eserinde188 geçen Soteropolis
adlı kent olduğunu sanmaktadır.
Kuri’den sonra birkaç kalıntının görüldüğü Deve Burnu’na varılıyor, oradan Kinarcik’a
(Çınarcık), sonrasında dağdan inen bir dere ya da selin görüldüğü Paşa İskelesi’ne varılıyor.
Burada dağın üzerinde olduğu sanılan bir gölün, bir deprem sonrası açılarak sularının yer
altına indiği ve Plati adasında tekrar yeryüzüne çıktığına inanılıyor. Paşa İskelesi’nden sonra
Kocadere’ye geliniyor. Daha sonrasında da Aziz Dimanche (Doretheus) anlamındaki Aya
Kiriaki (Cyriaca) bulunmakta.
183 Y.U.: İzmit Körfezi kıyısında Karamürsel’e bağlı bir köy.
184 Dil Burnu ‘na karşı kıyıdan geçiş noktası yani iskelesine Diliskelesi ve söz konusu buruna, biçimi nedeniyle
Dil dendiği için de oradaki dereye 19. yy. başında Dil Deresi deniyordu; Cramer bunun Drakon Deresi olduğunu
öne sürmüştür.
185 Cellarius, kitap 3, bölüm 8
186 Procopius, kitap 4, bölüm 5
187Constantinople chretienne kitap 4, § 13, n. 8
188 La Vie de Constantin Le Grand, n. 26
84
Buradan bir buçuk fersah sonra bir Rum köyü olan Katarlı var ki buradan İstanbul’a sebze ya
da yiyecek gönderilmekte. Bu yakadaki en son köyün adı, burada oturan yaklaşık altmış
Arnavut ailesinden dolayı Albanito khori (Arnavut köyü). Rumca ve İllirce (Arnavutça)
konuşuyorlar. Gördüğüm üzere ibadetlerini Yunanca yapıyorlar çünkü ibadet Bulgaristan’da
kimi zaman Yunanca, kimi zaman İllirce yapılmakta. Kilisedeki papaza göre çok sayıda Rum
ve Bulgar var. Dendiğine göre bu köyün sakinleri Rumeli’den gelmişler. Bazı yöreleri,
gelenekleri ile anlatmak böylesi göç örneğinde olduğu üzere açıklayıcı olabilyor.
Kıyı, eski Posidium Burnu ya da burada onuruna yapılmış bir tapınak nedeniyle Neptün
Burnu olan Bozburun ile bitiyor.
Şimdi konuyu tekrar Nikomedia’ya getirerek, İznik’e yolculuğumun ayrıntılarına girmek
istiyorum. İzmit’e varışımın ertesi günü, gün doğumundan iki saat önce kalkıp Papaz
Theodoros ile bir tekneye bindik ve bir dağa yaslanmış, denizden yarım fersah uzaklıktaki
Neocorio’ya (Yeniköy) geçtik. Ağaçlar ve çitlerle çevrili çayırlıklar ve ekili tarlaların ikiye
ayırdığı yaylayı yaya geçerek oraya vardık. Toprak oldukça yağlı ve killi, dolayısıyla yağmur
yağdığı için yürümekte oldukça zorlandık. Karamürsel’den itibaren körfezin tüm güney kıyısı
boyunca uzanan ve bana İran’a kadar gittiği söylenen Sultan Murat tarafından yaptırılmış ve
Bağdat’a giden birlikler nedeniyle yeni tamir edilmiş taş bir yol bulunmakta.
Neocorio köyü, daha rahat yaşayabilmek için buraya taşınmış Nikomedia’lı Rum aileleri ile
göze çarpıyor, kilisesi İzmit’teki kiliseden daha büyük ve tanınmış. Başrahip, komşu
köylerden bir çok kişiyi de buraya çeken bugünkü Aziz Athanasius yortusunu kutlamak için
bugün buraya gelmiş. Buradan güvenebileceğim rehberler ve atlar tedarik etmem için bana
buraya kadar eşlik eden papaz Theodoros mutlu olmuştu. Oradan 4 at aldım, biri bana
yeniçerilik yapan savaşçı için, diğer üçü uşaklarım ve benim içindi. Atların sahipleri, tüfek,
tabanca ve kılıç donanmış üç yaya olarak bize eşlik edeceklerine dair söz verdiler. Bu
ayrıntılar yapacağımız yolculuk süresinde gerekli olacaklardı.
Gezgin, daha sonra yolculuğunun ikinci ana noktası İznik’e doğru yola çıkar.
1765-1795, Bir Fransız Gezgin
Fransız hükümeti nezdinde görevli bir Fransız keşiş olasılıkla 1765-1795 yılları arasında
İstanbul-İzmit-İznik-Gerede-Bolu ile başlayan bir gezi gerçekleştirir. İşte İzmit hakkında not
düştükleri:
Bir zamanlar Nikomedia olarak adlandırılan İzmit (Ismid), Asya’ya doğru bir girinti yapan
körfezin ucunda bir dağın yamacı üzerinde bulunmakta. Roma bağlaşığı Bithynia Kralı
Nikomedes tarafından kurulmuş, İmparator Konstantin burada ölmüş. Bugün vilayet merkezi
olmaktan başka belirgin bir şeyi bulunmamakta. Toprak tahıl açısından oldukça verimli,
komşu ormanlardan da oldukça çok sayıda tomruk elde ediliyor bu da kent sakinlerine büyük
bir ticaret olanağı sağlıyor.
1777-1782, A. Dominico Sestini
Floransa Akademisi’nden İtalyan başrahip Dominico Sestini, 1779 yılında Kyzikos, Bursa ve
İznik’e bir gezi yapmıştır. Bu kentlerdeki jeolojik yapı ve kalıntıların yanı sıra ana amacı bölge
ürünleri ve doğa tarihi hakkında bilgi toplamaktır. A.Domenico Setsini, İznik surlarını
incelemiş ve Lefke Kapı'nın kitabesini okumaya çalışmıştır. Sestini’den önce kimse Bursa
kentine hakim, Türklerin keşiş Dağı adını verdikleri Olympus Dağı’nın (Uludağ) çeşitli
bölgelerini bu denli güzel aktarmamıştı. Tırmanışını 28 Mayıs 1779’da tamamladı. İzmit’in
85
nüfusunu 30,000 olarak veren189 Sestini, 1781 yılında da Bolu, Tosya, Amasya, Sivas,
Malatya üzerinden Fırat havzasına doğru yola koyulur.190
1787, Thomas Howel
Howel, Batı Hindistan şirket adına yaptığı inceleme gezisi esnasında Anadolu üzerinden
Avrupa’ya yönelir.
Her biri iki kuruşa iki at sağlayarak 10 Mayıs günü saat ikide Hendek’ten Sapanca’ya tam
yola koyuluyorduk ki İbrahim alışılageldiği üzere konak sahibi ile atların kirası hakkında
tartışmaya girişti… Bu akşamın ilk bölümü bir batalığı aşmakla geçti ki ancak güçlü bir köprü
ile geçebildik. Her biri birbirine paralel büyük kereste parçaları ve bunların üzerine dik açıyla
kavuşturulmuş küçük parçalardan oluşuyor. Bu köprüyü geçtikten sonra sık sık hendek ve
çamurla kesilen bir yolla karşılaştık. Birinde Mr. Morris’in atı nerdeyse saplanıp kalıyordu.
Akşam saat dörtte, kamp kurmuş iki Türk müfrezesinin yanından geçtik. Bu vahşi ülkede
gece rahatsız bir yolculuk hakkında yeterince birikim sahibi olduğumuzdan Sakarya ırmağına
kadar iki saat boyunca dört nala devam ettik ve gün batarken nehri çeyrek mil uzunluğundaki
kaba bir tahta köprüden geçtik. Bize, Sapanca’nın buradan çok uzak olmadığı söylenince
karanlık basıncaya dek hızımızı hafiflettik. Birazdan bugüne değin gördüğüm en kötü
yollardan birine geldik, bataklık bir araziden gidiyor ve bir çok izle kesişiyordu, bize klavuzluk
yapan sürücümüz ise hangisini izlememiz gerektiğini kestiremiyordu. Buna rağmen
ilerlemeye devam ettik ve aldığımız her türlü tedbire rağmen atlarımız sık sık bele kadar
bataklık ve suya batıyorlardı. Sakarya’yı millerce geride bırakmamıza karşın önümüzde hiçbir
kasabanın işareti görünmüyordu. Sonunda sağımızda büyük bir göl gördük… Her yöndeki
çamur nedeniyle Sapanca’ya gece ondan önce varamadık. Sakarya ırmağı kyısında bize
söylenenden çok daha uzakta olmalıydı. Varışımızda konak tatarlarla (sürücüler, postacılar)
doluydu, oda olmadığı gibi çıplak zeminde de uzanacak bir yer yoktu. Ancak romatizma
ağrıları içinde kıvranan ve yürüyemeyen Bay Morris için görevliyi bir yer bulmaya ikna
etmiştik. Kendi payıma, gece saat ikide tatarların tümünün gittiği ana kadar bir oda
bulamamıştım…
11 Mayıs günü sabah saat altıda Sapanca’dan ayrıldık. Biraz ilerledikten sonra iki silahlı
adam bize yaklaştılar. Uzaklaşmamakta ısrar ettiklerinde İbrahim, bir tatarın emredici ses
tonu ile bizi rahat bırakmalarını söylemesine ve direneceğimizi belli eder şekilde silahlarımızı
göstermemize rağmen bir asker müfrezesi görüş sahası içine girene kadar bize eşlik etmeye
devam ettiler. Sapanca-İzmit (İsmid) yolunun yarısına vardığımızda bir dereyle karşılaştık.
İzmit’e bir mil kalınca da ikinci bir müfrezeyi geçtik ve bir başka dereyi de bir taş köprüden
geçtik. Buradan çok uzak olmayan bir noktada çok sayıda at ve insan bir kamp kurmuşlardı.
İzmit’e öğle saat 12’de vardık ama bay Morris hala çok hastaydı. Bu nedenle daha fazla
ilerleyemedik ve biraz iyileşinceye kadar burada durmaya karar verdik.
İzmit, Bithynia’nın eski Nikomedia kenti bir tepenin yamacından aynı adı taşıyan körfezin
kıyısına doğru yayılmış ve güzel bir limanı olan yoğun nüfuslu bir kent. Yerleştiğimiz konak
(han) insan doluydu, gelirken gördüğümüz kamp kentte telaşlı bir hareket ve koşuşturmaya
neden oluyordu. Ancak kalmayı düşündüğümüz yerdeki bu durum hasta arkadaşım için
uygun değildi ve İstanbul’a hareket eden bir tekne fırsatını değerlendirmek zorunda kaldık.
Kente gelişimizden bir saat sonra arkadaşımın daha iyi dinlenebileceği ve ilaç bulabileceği
İstanbul’a doğru yol alıyorduk. 191
189 Avni Öztüre Avni, Nicomedia – İzmit Tarihi, İstanbul 1969, s. 162
190 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s. 136: Sestini, Lettere odeporiche per la peninsula de Cyzico, per
Brusse e Nicea, c. 2, 8, Livorno, 1789. (Aynı yıl bir Fransızca çevirisi Paris’te yayınlanmıştır: Lettres de M. L’Abbé
Dominique Setsini a ses Amis en Toscane pendant le cours de ses Voyages, Paris 1789)
191 Thomas Howel, A Journal of the Passage From India, s. 128-131, Londra
86
Gezgin’in kitabın sonunda verdiği uzaklıklar ise şöyle:192
Yerleşim
Ölçülen uzaklık
Düzce
Hendek
Sapanca
İzmit
Gebze
Üsküdar
İstanbul
24
36
18
30
30
Süre
8 saat
12
6
10
10+
1790, Jean Baptiste Lechevalier
1790 yılında Yunanistan ve Türkiye’yi içeren gezi notlarının bölgemizle ilgili kısımlarında
Jean Baptiste Lechevalier, Marmara ve Karadeniz kıyılarının tarihsel coğrafyasını, kentleri,
anıtları ve ilginç gördüğü konuları işliyor.193
İznik’ten sonra yeşil meşe ve kestanelerle kaplı Arganthon (Samanlı) dağına çıktığımda,
sakinlerinin Ramazan ayında Olympus dağı zirvesine çıkarak ayın ufukta doğuşunu
gözlemek ve İstanbul’a haber vermekle görevli olduğu Tavşancı köyünü gördüm. Bu dağ,
Cianus Sinus (Gemlik Körfezi) ile Astecanus Sinus’u (İzmit Körfezi) birbirinden ayırmakta
olup Nicomedia (İzmit) kenti bu ikincisinin ucunda bulunmaktadır. Nikomedes tarafından
kurulmuş olan bu kent, Roma imparatorları döneminde büyük bir görkeme sahip oldu.
Burada olağanüstü bir tiyatro ile bir sirk görülüyor, surları ise Bizanslı yazarlara inanmak
gerekir ise Babylone’un duvarlarından bile daha sağlamdı. İmparator Avgustus bu kentin
koruyucusu idi, Traianus ise bir çok kamu yapısı ile süsledi ancak Diocletianus burayı
inanılmaz büyüttü ve kısa bir sürede Roma’ya rakip oldu. Burada hala onun tarafından
yapıldığına dair yeterli bir görünümü olan bir sarayın kalıntıları görülmekte.
İzmit Körfezi kıyıları, oldukça sarp ve resimsel ancak iç taraflar pek ekili değil. Gebze
kasabası eski Lybissa olup, burası Hannibal’in gömüldüğü yerdir.194 Olasılıkla, kuzeyde
kentin az dışındaki bir tepeciğin altında gömülü, gezginleri burayı açmaya davet ediyorum.
1790-1795, Dallaway
18. yy.’ın sonunda İstanbul’a gelen ve İstanbul’daki İngiliz Elçiliği’nin doktoru Jacques
Dallaway (1763-1834), İzmit Körfezi’nden bahsederken İzmit için “Diocletianus’un ikametgah
olarak seçtiği ve yaptırdığı binalar ile buraya yerleşmeyi seçenlere verdiği ayrıcalıklar ile
oluşan büyük nüfusu ve yayıldığı alan ile Roma’ya rakip olan ve depremleri ile tanınan”
ifadesini kullanarak şöyle devam etmekte “Ancak ticari avantaj içeren konumu nedeniyle her
keresinde yeniden inşa edilmişti. Dallaway döneminde 30,000 nüfusu olup geriye yalnızca
Diocletianus’a atfedilen, kızıl somaki ve mermer kolonlarından Busbecqius’un da konu ettiği
Eskisaray kalmıştı”.195
1797, Olivier
192 Thomas Howel, age, s. 153-154
193 Jean Baptiste Lechevalier, Voyage de la Propontide et du Pont-Euxin, Paris 1800, s.37-38
194 Gezginin dipnotu: Eutropius, kitap 4, böl. II
195 G. Boucher de la Richarderie, Bibliotheque Universelle des Voyages, c. 2, böl. 5, Paris 1808, s. 160
(Constantinople ancient and moderne, with the Account of islands to Archipel and that Throad, James Dallaway,
Londra 1776; Constantinople ancient and modern, with excursions to the shores and islands of the Archipelago
and to the Troad, James Dallaway, Londra 1797)
87
Konya, Akşehir, Afyon, Kütahya, Yenişehir, İznik, İzmit hattını izlemiştir.
1797, John Jackson
Gezgin, deniz yoluyla Hindistan’a gitti. Dönüş yolunda 4 Mayıs 1797’de Bombay’dan bindiği
Pearl adlı gemiyle Basra’ya kadar geldi. Bu noktadan sonrasını karadan tamamladı. İşte çok
iyi şarkı söylemesi yanı sıra iyi rakı içen bir Türk ve bir tatar (klavuz) eşliğinde geçtiği
bölgemizdeki notları:196
Hendek’ten ayrılışımız sonrası kısmen ekili vadilerin arasında yer alan ağaçlık bir bölgede üç
saat yürüdükten sonra geçmiş olduğumuz ormanlardan elde edilmiş gemi kerestelerini
İstanbul’a götürmekte olan bin kadar mandanın arasından geçtik. Saat 9 buçukta, çeyrek mil
uzunluğundaki bir ahşap köprüden Sakarya (Zacharea) Irmağı’nı geçtik. Kalaslar yerine
yarım daire tahtalarla kaplanmış olması nedeniyle atlardan inip, ne korkuluk ne de parmaklık
bulunmayan köprüyü yürüyerek aşmak zorunda kaldık.
Sakarya’yı geçip Sapanca (Sabanja) Gölü’ne varana kadar oldukça ağaçlık bir araziden
geçtik, buradan da aynı adı taşıyan kasabaya saat 7 buçukta vardık. Bu etap 36 mildi.
Sapanca gölü yaklaşık 36 mil uzunluğunda ve nerdeyse bir üçgen şeklinde. Çok güzel bir su
tabakası olması yanı sıra bir ormanın yanında olması da güzelliğine güzellik katıyor.
Tatarların hendek’te söz ettiği gibi tüm yolu çekilebilir güzellikte buldum.
Sapanca’nın güneyi, geçmiş olduğumuz yoğun ormanların devamı şeklinde. İkiyüz mil
uzunluğunda ve yaklaşık altmış mil genişliğinde. Bazı yerlerde oldukça yüksekler ve ülkeye
geldiğimden beri izlediğim gibi Doğu-Batı istikametinde büyük sıradağlar şeklinde devam
ediyorlar. Ormanlar arasından geçen yolumuz çoğunlukla kuzeye doğruydu ve dağları kesen
geçit tüm yol boyunca taş döşeliydi, oldukça da eski görünüyordu. Ancak çoğu kısmın
onarıma gereksinimi vardı. Taşlar oldukça büyük ve toprak döşemenin her iki tarafında
yaklaşık 1 m derinlemesine kaybolup gitmiş. Bir çok yerde çökmüş ya da çöküntüler
oluşmuş. Şimdi bir çok noktada atların bile pek az yerde üzerinde yürüyebileceği kadar
engebeli omasına karşın ormanda seyahat edenler için hala bir klavuz rolü görüyor.
18 Ağustos Cuma
Bu sabah saat 4’de Sapanca’dan çıkarak çok güzel bir bölgede yol aldık. Aşağı yukarı sekiz
mil uzaklıktan çok güzel bir görüntüsü ile karşılaştığımız İzmit’e (Ismit) saat 8 buçukta
vardık. İzmit, büyük bir kent ve önceki vadiden bakıldığında çok hoş bir görüntüsü var. Evler
çok kalabalık değil ve manzara her yere serpilmiş servi ağaçları ile daha canlı bir hale
gelmiş. Şehrin aşağı kısmı denizle yıkanmış. Güneye bakan tepenin yamacında kurulu ve su
temin sistemi oldukça iyi, tepeye doğru hem Doğu hem Batı tarafında bağ ve meyve
bahçeleri görülüyor ancak özellikle batı tarafında bahçeler, bağlar ve meyve bahçeleri 5-6 mil
boyunca uzanıyor. Derli toplu bir kent, bahçeler, deniz, karşı kıyıda iyi ekili bir toprak, iki nehir
ve kentten önceki mısır ekili vadi hep birlikte şimdiye değin gördüğüm en güzel görüntülerden
birini oluşturuyor.
Dokuz buçukta İzmit’ten yola çıktık ve deniz kenarını takip ettik, kimi zaman yol sahile kadar
indi. Yaklaşık yirmi mil batıda denize yakın eski kalıntılar bulunuyor. 10 ayak kalınlığındaki
kimi sur kalıntıları denize düşmüş. Sekiz mil daha batıdaki Kuşhan (Coushan)197 kasabası
tatlı bir meyille denize doğru inen bir yamacın üzerine kurulmuş. Bu kasabanın çevresinde
196 John Jackson, Journey from India towards England in the year 1797, Londra 1799, s.230235
197 Y.U.: Matrakçı’nın söz ettiği Kışşahan olabilir.
88
yüzlerce dönüm bağ ve şimdi tam olgunlaşmış çeşitli meyvelerle dolu bahçeler bulunuyor.
Kuşhan’da denizden ayrılarak Kuzey’e doğru yöneldik. Kasabaya ait bağları aştıktan sonra
ortasından küçük bir derenin aktığı güzel bir ovaya girdik, derenin üzerinde üç kemerli
etkileyici bir taş köprü var. Geri kalan yolu hızla katettik ve 5 buçukta Gebze’ye (Gabaza)
vardık.
Gebze, zirvesinden takımadaların güzel bir görüntüsü olan tepenin bir yanında kurulmuş derli
toplu küçük bir kasaba. Kasabadan denize uzaklık yaklaşık üç mil ve tümüyle bahçe, bağ,
meyve bahçesi ve mısır tarlaları ile kaplı. Saat 6 buçukta yeni atlarımızla Gebze’den hareket
ettik ve denize yakın, bazen de deniz kyısından çok güzel bir bölgede ilerleyerek Maricar adlı
bir kasabaya vardık. Tekrar yola koyulduk ama bu kez yavaş ilerliyorduk. Üsküdar’a
varmadan önce saat 2 olmuştu bile.
1797 & 1802, William George Brown
Brown, Afrika yolculuğundan, 1797 yılında Halep, Gaziantep, Kayseri, Ankara, Sapanca ve
İzmit üzerinden döner. 1802 yılında da bu kez İstanbul, İzmit, Bursa, Kütahya, Afyon,
Akşehir, Konya, Tarsus üzerinden yola koyulur:198
Haziran ayının ilk günlerinde İstanbul’dan ayrılarak Nicomedia’ya (İzmit) doğru yola çıktım.
Başkente oldukça yakın olan Üsküdar, Kartal, Gebze, İzmit işlek bir yol üzerinde, yoğun
nüfuslu, her türlü erzağın ve olağan tüketim maddelerinin bulunduğu kasabalardır. Üsküdar
ve İzmit arasındaki toprak, parlak ve verimli, bol arpa (kimisi daha 20 Haziran’da
olgunlaşmıştı) yanı sıra çavdar, soğan ve mercimek mahsülü elde ediliyor ancak buğday
görülmüyor. Kasaba ve köylere yakın yerlerde meyve ağaçları gördüm. Toprak kısmen
kayalık, kısmen killi ve aralıklı olarak kireç taşı.
İzmit, iki tuğlu bir Paşa tarafından yönetiliyor. Kütahya’ya giden ana yol üzerinde olması
nedeniyle doğudan ve güneydoğudan gelen kervanlar sürekli buradan geçiyorlar. Ancak
İzmit’in doğrudan ve sık ilişkide olmadığı Bursa’ya bir nakliyeci bulmakta oldukça zorlandım.
Bu nedenle küçük bir tekneyle Kara Mursal’a (Karamürsel) geçtim. Körfez’in güney kıyısında,
makul ölçülerde iki cami bulunan, tepelerin yamacında hoş bir şekilde konumlanmış küçük bir
kasaba. Yöredeki yoğun meyve bahçeleri, İstanbul pazarlarını büyük ölçüde besliyor.
Kıyının biraz doğusunda Kurun köy (?) ve birkaç başka köy var. Beş mil batıda ise gariban
ama başkent ile Bursa, Yenişehir arasında seyahat edenlerin kullandıkları, körfezin en dar
yerindeki taşımacılık olanakları nedeniyle yoğun bir trafiği olan Hersek Köyü bulunuyor. Geçit
ücreti ister bir kişi, ister büyük bir grup olsun altı buçuk kuruş. İzmit’ten Karamürsel’e ulaşmak
yaklaşık üç saatimizi aldı… Üsküdar’dan İzmit’e uzaklık 15 saat, Karamürsel’den Bursa’ya
ise yaklaşık 16 buçuk saat harcadık.
1799 ?, William Wittman
1799, 1800, 1801 yıllarında Osmanlı ordusu ile birlikte hareket eden İngiliz ordusu cerrahı
Wittman, sefer ve savaş anılarını bir kitapta toplamış olup bunlar arasında, idam edilen İzmit
Paşası Hüseyin Paşa ile ilgili bir anektod vardır: 199
Rumeli’de toplanmış olan soyguncuların dağıtılması için Ridosto’ya gönderilmiş olan İzmit
Paşası Hüseyin Paşa’nın İstanbul’a geri dönüşünde Kaymakam tarafından karşılanarak
katkıları nedeniyle ihsanlar sunulmak üzere saraya davet edilmesi gurur vericiydi. Ancak,
kaymakam tarafından selamlanmasına ve iyi sabahlar dilenmesine rağmen 22 Mayıs günü
198 Brown, Journey from Constantinople Through Asia Minor in the Year 1802, böl. 1, s. 1-2 & 73-80
199 William Wittman, Travels in Turkey, Asia Minor, Syria and across the Desert into Egypte during the years
1799, 1800 and 1801, böl. VI, Londra 1803, s. 105-106
89
sarayın kapısından girmesiyle birlikte muhafızlar tarafından tutuklanarak anında kafası
uçuruldu. Bir çok yönetim hatası yanı sıra haydutların etkili direnişine karşı gereğince hareket
etmemekle suçlanıyordu.
1799 ?, Pouqueville
Pouqueville de İzmit’e uğramamış olmasına karşın aşağıdaki anlatım, Wittman’ın yukaridaki
notlarına açıklık getirmektedir.200
Rumeli’nin çok sayıdaki haydutları Makedonya ve Trakya dağlarından indiler. Sayıları her
gün artarak altmışbini buldu. Türklerin böylesi büyük bir gücün üzerine ilk anda gönderdiği
küçük bölükler yararsız oldu. Sonrasında da bir haydut olmak, Sultan’ın ordusunda bir asker
olmaktan daha kazançlıydı. Bunun sonucunda devlet derhal alarma geçerek, yağmacılıktan
başka bir amacı olmayan bu haydutlar üzerine daha büyük bir güç göndermeye karar verdi.
Asya’daki olaylara karşı Avrupa’daki, Avrupa’daki olaylara ise Asya’daki birlikleri gönderme
geleneğinden hareketle, asilere karşı büyük bir başarı umuduyla Betal Paşa komutasındaki
Gürcistan lejyonları gönderildi.
İzmit Paşası da çok sayıdaki birlikleri ile Gürcülerin komutanına katılacaktı. Paşa, İstanbul’un
doğusunda Avrupa yakasına geçtiğinde Yedi Kule kalesinde konaklamak istedi ancak Ağa
misafirleri olduğu bahanesiyle bu isteği reddetti. Tartışma ciddileşince, olaya Saray karışarak
Paşa’ya baskı yapılarak surların dışında konaklamasına karar verildi.
Bu yılın olaylarına devam ederken belirtmem gerekir ki Betal Paşa’yla birleşmeden savaş
alanına çıkan İzmit Paşası, topları ve yüklerini kaptırırken asiler tarafından tam bir bozguna
uğratıldı. Birlikleri onu terk ederek düşmana katıldı. Yine de kadere inanarak tek başına
İstanbul’da huzura çıktı. Vezir tarafından ilk kabul edilişi avuntu vericiydi. İnce bir kibarlıkla
“kardeşim” diye hitab etmiş ve Sultan’ın önünde boyun eğmeye davet etmişti. Sevinç içindeki
İzmit Paşası onu Saray’a kadar takip etmişti. Birinci avluyu birlikte geçip ikincisinden içeri
girdikleri anda iki cellat Paşa’nın üzerine çullanarak bir dakika önce büyük neşe ve umutlar
içinde girdiği kapının önünde boğazlamışlar ve sonrasında kafasını uçurmuşlardı. Vezir de
hemen efendisinin önünde diz çökmüş ve istenmeyen bir Paşa’dan kendisini kurtardığı için
övgüler almıştı.
1800, Albay William Martin Leake & General Koehler
Fransızların Mısır’a saldırması üzerine bir ordu ve donanma gönderme kararı alan
Osmanlı’nın Mısır ordusuna komuta etmekle görevlendirilen İngiliz emekli general Koehler’e
Albay Leake, Sir Richard Fletcher, Kraliyet Askeri Güçleri uzmanı ve teknik ressam Pink ile
bir doğu uzmanı olan emekli papaz Dr. Carlyle eşlik etmektedir. Doğrudan görev noktasına
varmak isteyen Koehler ve arkadaşları, 19 Ocak 1800 günü İstanbul’dan Mısır’a doğru yola
çıkarlar. Leake, yolculuğun bu kısmını şöyle aktarmaktadır:201
Tümüyle silahlanmış ve Tatar ulaklar gibi giyinmiştik. Hizmetliler, bagajlar, Türk görevliler ve
muhafızlardan oluşan grubumuz 35 attan oluşan bir kervan halindeydi. Bu dönemde
Anadolu’yu kateden, Vezir-i Azam’ın ordusu ve başkent arasında ulakların ve diğer insanların
kullandıkları iki anayol vardı. Biri güney kıylarına Adalay’da (Antalya) ulaşırken diğeri
Kelenderi’de ulaşıyordu. Ayırım noktasına gelene kadar hangisini izleyeceğimize karar
vermemiştik.
200 Pouqueville, Travels throuhg the Morea, Albenia and Several Other Parts of Otoman Empire to
Constantinople during the Years 1788-1789-1800-1801, Londra 1806, s. 125-126
201 Leake, Journal of a Tour in Asia Minor, Londra 1824, s. 12-15, 79-80, 219-220, 271-272, 308-309, 314-315
90
Saat 11’de Üsküdar’dan ayrıldık… Yol bazen çamurlu ancak genel olarak iyiydi. Dört saat
sonra Kartal’a vardık... Buradan bir saat sonra ise bir Rum köyü olan Pandikhi (Pendik)
bulunuyor.
20 Ocak
Kartal’dan Gebze beş saat çekiyor. Üçüncü saatin sonunda ise sahip olduğu tuzlaları
nedeniyle Tuzla adı verilen yerleşim bulunmakta. Yol kıyıdan darlaşarak ama bir çok
güzellikleri sunarak devam ediyor. Toprak, otlak olmaya çok uygun, bazı yerlerde yerüstüne
fırlamış mavi ve beyaz mermer kayalar ile bir çok eski taş ocağı görülüyor. Bir tahtırevanın
içinde, yumuşak minderler üzerine yayılmış, nargilesini içerek, at üzerinde kendisini izleyen
mükemmel giyimli hizmetliler eşliğinde seyahat eden bir molla ile karşılaşıyoruz. Yük atları
döşek ve örtüler, elbiseleri ile dolu valizler, çok çeşitli pipolar (çubuklar), bakır siniler,
kazanlar, tencereler ve tam bir mutfak takımı ile yüklü. Böylesi bir gezi şekli şüphesiz ki
Osman ve Orhan dönemi Türklerininkinden oldukça farklı…
Rumların, Givyza
202 adını verdikleri Gebze, bir Türk kasabası olup az sayıda Rum
vardır. Göze çarpan tek yapı, büyük bir servi koruluğu üzerinde kurulu, beyaz mermerden
yapılmış güzel bir cami… Bu cami ve güzel hamamlar, Padişah I.Selim’in Mısır’ı fethi
esnasında Baş veziri olan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Daha öncesine ait tek
bulduğum, eksik bir Grekçe yazıttı.
21 Ocak
Gebze’den Kızderbent’e 9 saat. Yolculuğumuzun ilk üç saati, her iki kıyısında birden
çıkıvermiş ağaçlarla kaplı burunlar ile dağ yamaçları üzerindeki köyler, zirveye doğru mısır
tarlaları ve üzüm bağlarının oluşturduğu güzel manzaralı körfez kıyısına paralel olarak
devam etti. Sonrasında yol Malsum adlı küçük bir köyün altında deniz kıyısına indi. Karşı
kıyıdan uzunan bir kara dili, iki millik uygun bir taşımacılık olanağı sağlıyor. Buraya Dil adını
vermişler, oldukça hareketli ve beklemeksizin büyük tekneler bulmanız olası. Burada çalışan
insanlar deniz kıyısında kurulu çadırlarda kalıyorlar. Körfeze yakın bir ormandaki Hünkar
sofrasına avladığı sülün, keklik ve diğer avları götürmekte olan bir avcı aracılığı ile
İstanbul’daki dostlarımıza mektup gönderiyoruz. Yüklerimizi indirmemiz, tekneyle karşıya
geçmemiz ve eşyalarımızı tekrar yüklememiz iki saatimizi alıyor. Tekrar kıyı yoluna ulaşana
dek Dil boyunca üç saat ilerliyoruz. Sağımızda, pek uzakta olmayan Ersek (Hersek) köyünü
geçtikten sonra Dil yakınında denize kavuşan bir dere ile sulanan güzel vadinin yukarısına
doğru ilerliyoruz. Bu dereyi, doğrudan içinden ya da güzel taş köprüler üzerinden yirmiden
çok kez geçmek zorunda kalıyoruz. Bir çok yerde kayaların üzerinden şelale şeklinde
dökülüyor. Gökyüzü bulutsuz ve sıcaklık, Nisan ya da Mayıs ayında İngiltere’deki gibi.
Toprak menekşe, sümbül ve çiğdemlerle kaplı. Yol güzelleşiyor ve saatte yaklaşık dört buçuk
mil ilerliyor, dokuz saat olarak hesapladığımız yolu yedi saatte tamamlıyoruz. Bizans
dönemine ait, bir çok burcu olan bir kale kalıntısını geçiyoruz. Her iki taraftaki yamaçlarda
koyun ve keçi sürüleri gördük. Köylüler sabanla çift sürüyorlardı. Öndeki eşeğin ardında peşi
sıra bağlanmış çok sayıda develerden oluşan bir çok yük kervanı ile karşılaştık. İzlediğimiz
derenin kaynağına yakın, vadinin geride kalan bir bölümünde kurulu “kızlar geçidi”
anlamındaki Kızderbent köyüne yaklaşırken yoğun mor inci bitkileri gördük. Bu köy de diğer
bir çoğu gibi mükemmel ipeğini, bu işin ticaretinin yapıldığı Bursa’ya gönderiyor.
Yamaçlardaki bağlardan kabul edilebilir bir kalitede şarap elde ediliyor…. Burada bir gece
konakladıktan sonra ertesi gün tam beş saat ya da yaklaşık yirmi millik bir yolculuktan sonra
İznik’e vardık…
202 Gezginin dipnotu: Yer adlarındaki K, P, T gibi baş harfler modern Yunanca’da G, B, D olarak telaffuz edilir.
91
Gebze’nin genellikle Hanibal’in gömülü olmasıyla ünlü küçük bir denizci kasabası olan eski
Lybissa’nın bozulmuş hali olduğu sanılır ancak daha büyük bir olasılıkla Rumca (
)
yani Kibiza olarak yazılan şekli, eski Dakibyza’nın (
) ilk hecesini kaybetmiş
halinden başka bir şey değildir. Eski yol rehberlerinde 36 hatta 39 Roma mili olarak belirtilen
Kadıköy-Libyssa arası uzaklığı, bu yolun eski Libyssa olarak konumlandırdığım Malsum’a
oniki saat olduğu göz önüne alınırsa, Üsküdar’dan Gebze’ye dokuz saat süren yolcuğumuza
denk düştüğünü kabul etmemiz olası değil. Plutarkhos da şu sözleriyle bu varsayımı
onaylıyor görünüyor.
Libyssa’dan işaret ederken Maldysem ya da Malsum’un hemen altında gördüğümüz Dil
burnunda denk düşen kumlu bir plajdan söz etmektedir. Dakibyza ise bir çok Bizans tarihçisi
tarafından Ariusçu İmparator Valens’in karşıt mezhepten seksen rahibi bindikleri teknede
yaktığı yer olarak konu edilmektedir.203 Kızderbent’ten Dil’e inen dere Konstantin’in annesi
onuruna Helenopolis olarak adalandırılan küçük köyde denize ulaşan Dracon’dan başkası
olamaz. Procopius’un Anna Comnena ile Helenopolis’in Hersek ya da yakınları olduğu
hakkında aynı düşüncede oldukları açıkça görülüyor. Dil, coşkulu suları ve soluk kesici
yatağını Prokopius’un oldukça güzel aktardığı Draco’nun alüvyonları ile oluşmuş.204 Dil’den
Kızderbent’e tırmanırken Prokopius’un da Draco için aynı şeyi aktardığına dikkat etmeden,
dereyi yirmiden fazla aşmak zorunda kaldığımızı belirtmiştim. Birinci Haçlı Seferi esnasında
bu derenin geçişleri Keşiş Pierre’in taraftarları için ölümcül olmuştu. Pierre, İmparator
Aleksius’un diğer Haçlıları beklemesi gerektiği ikazına rağmen desteğini aldıktan sonra 1096
sonbaharında İstanbul’dan hareketle denizi aşarak Helenopolis’te kamp kurmuştu. Buradan
da Kılıç Arslan yönetimindeki Türkleri elinde olan İznik çevresini yağmalamak üzere
hareketlenerek Xerigordus (Çobankale, Altınova) kalesini ele geçirmişlerdi. Ancak bu kale
kısa bir sürede Sultan tarafından geri alındı. Franklar çember içine alınarak bir çoğu tutsak
edildi, bir çoğu da Draco geçişlerinde kurulan tuzaklarda telef oldu.205 Pierre, İmparatorun
gönderdiği bir gemi ile kurtularak Avrupa’ya döndü.
1804, Joseph Freiherr von Hammer-Prustgall
“Osmanlı Tarihi” adlı yapıtı ile tanınan Avusturyalı doğu uzmanı Prustgall Joseph von
Hammer (1774-1856), ilk eğitimlerini Viyana’da alarak, 1796’da diplomatik görevler
üstlenmeye başlamış ve 1799’da İstanbul’da Avusturya elçiliğine atanmıştır. Bu görevine
rağmen bir Osmanlı dostu olan Hammer, 1807 yılında doğudaki görevini tamamlayarak eve
dönmüştür. Hammer, elli yıl süresince değişik konularda kesintisiz yazmış, bir çok metin ile
Arapça, Farsça ve Türkçe çeviriler yayınlamıştır. Hammer’in başlıca eseri “Geshichte des
osmanischen Reiches – Osmanlı Tarihi (10 cilt. 1827-1835)”dir. Diğer çalışmaları arasında
“Constantinopolis und der Bosphoros – İstanbul ve Boğaziçi (1822)” ile “Sur les origines
russes – Rusların Kökeni Üzerine (St. Petersburg, 1825)” önemlidir. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nin en uzun İngilizce çevirisini 1834’de yayınlamıştır. Bu çalışmasının ilk iki
cildi İstanbul ve Anadolu’yu kapsar. Çeviride hatalar vardır ve garip bir tercüme yöntemi
kullanmıştır. Ayrı basımdır ancak bazı üniversite kütüphanelerinde “Evliya Efendi” adı ile
bulmak olasıdır. Ayrıca, “Geschichte der osmanischen Dichtkunst (1836)”, “Geschichte der
Goldenen Horde in Kiptschak (1840)”, “Geschichte der Chane der Krim” ve bir de bitirilmemiş
“Litteraturgeschichte der Araber (1850-1856)“ adlı yapıtları vardır. Avusturya Bilimler
203 Gezginin dipnotu: Zonaras, I, 13, böl. 16; Socrates, I, 4, böl. 16; Sozomen, 6, böl. 14; Cederenus, s. 311;
Theophanes, s. 50
204 Gezginin dipnotu : Procopius, De Edifices, I, 5, böl. 2; Hist. Arcan. Böl. 30; Anna Comnena, I, 10, s. 287
205 Gezginin dipnotu : Anna Comnnena, I, 10, s. 286
92
Akademisi’nin kuruluşuna destek vermiş ve ilk başkanı (1847-1849) olmuştur. 1959 yılında
kurulan ve Yakındoğu ile kültürel ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan ve Avusturya’daki
Yakındoğulu üniversite öğrencilerine destek veren “Avusturya Doğu Topluluğu”, ölümünden
sonra adı eklenerek anılmıştır. Viyana’da ölmüştür.
Hammer, 1804 Ağustos’unda yaptığı Mudanya, Bursa, Uludağ, İznik ve İzmit yolculuk
notlarını kısa bir öykü şeklinde yayınlamıştır. İşte orjinali almanca olan yapıtın206 Fransızca
çevirisinden207 dilimize çevirdiğim İznik-İzmit etabı hakkında Hammer’in notları:
İznik – İzmit
İznik gölü boyunca devam ederek Pazarköy’den geçen ve 18 saat sonra Nikomedia’ya
(İzmit) varan yolu izlemek yerine İznik yöneticisinin sağladığı kılavuzun önerisi ile İznik Gölü
ve İzmit Körfezi arasında yer alan yüksek dağlara yöneldik. Normal yolcuların
kullanamayacağı, dağlar ve ormanlar arasından geçen bu keçi yolu sayesinde
yolculuğumuzu 7 saat kısalttık.
Girdiğimiz boğazın çıkışındaki ilk köy dikilitaştan sadece 15 dk uzaklıktaki Elbeyli idi.
Nerdeyse tamamı Türk olan yaklaşık 150 haneden oluşuyor. Coşkun bir kaynaktan doğan bir
dere köyü kuzeyden güneye geçerek doğrudan göle dökülüyor. Dağı tırmanıp bir saat
yürüdükten sonra ağaçların ortasında oduncuların oturduğu Kırmışlı köyüne vardık. Daha
sonra Kuzey Avrupa’dakilerden hiç de aşağı kalmayan güzellikteki meşe ve kayın ağaçları
arasında hiçbir yerleşime rastlamadan tam altı saat ilerledik. Osmanlı gemi yapımına gerekli
ağaçlar buradan çekiliyor. İzmit ya da İstanbul tersanelerine gönderilmek üzere hazırlanmış
ıskarmozları gördük. Üç saat boyunca çıktık ve koyu suyu nedeniyle Karasu olarak
adlandırılan ve vadinin eteklerine doğru kıvrılarak İznik Gölü’ne dökülen dereyi defalarca
geçtik. Büyük sıcakların yakıcılığının ortasında baharın tüm tazeliğini koruyan çok güzel bir
çayır gördük. Bu nedenle dağın bu bölümüne Çayırlıdağ adı verilmiş. Yakut rengi
yansımaları, dağın karanlık yeşili ile hayranlık verici bir zıtlık oluşturuyor. Üç saat daha indik,
körfez kıyısından bir saat uzaklıkta dağ üzerinde bulunan Bayücik (Bahçecik ?) köyünün
ardında İzmit Körfezi yavaşça belirmeye başladı. Düz bir çizgi halinde denize doğru indikten
sonra İznik gibi tam gölün ucunda olmayan ve körfezin ucunun biraz kuzeyinde bulunan
İzmit’e varmak için iki saat daha kıyı boyunca yürüdük. Körfezin ucunu geçerken kaynağını,
dere ağzından güneydoğuya doğru altı fersah208 uzaklıktaki ve İznik-İzmit arasındaki
dağların bir devamı olan Gökdağ’dan alan Kiraz-Su (bugün Kilez Deresi) üzerindeki bir
köprüyü aştık.
İzmit – Sapanca Kanalı
Tam burada bir çok kez denenmiş, başlanmış ancak gerçekleşememiş İzmit Körfezi ile
içerlerdeki bir gölü kanal aracılığı ile birleştirme projesinden bahsetmek gerekir. Plinius’un
İzmit Körfezi ile İznik Gölü arasında bir kanal yapmayı planladığı şekilnde kimilerince öne
sürülen savların yanlışlığını buradaki topografik kanıtlarla çürütelim. İddia önce göllerin
adlarını karıştıran filologlar tarafından öne sürülmüş daha sonra da verileri dikkatlice
incelemeyen tarihçilerce de tekrar edilmiştir. Bunlara inanan kimi gezginler de aynı hatayı
tekrarlamışlar ancak arkadaşlarının ikazı ya da Plinius’e ele alarak incelemelerinin ardından
sonraki yapıtlarında bu yanlışı düzeltmişlerdir.
Dolayısı ile bu birleşme sorununu gündeme getiren Plinius’un mektuplarını göz önüne
sermeli, dikkatlice okumalı ve içerdiği topografik verileri bulunduğumuz bölgeninkiler ile
206 Joseph von Hammer, Umblick auf einer von Constantinopel nach Brussa und dem Olimpos uns da Zurück
über Nicaea und Nicomediaen, Pesth 1808, s. 141-200
207 Joseph de Hammer, Relation d’un Excursion de Constantinople a Brousse au Mont Olympe a Nicée et a
Nicomedie, Fr. Çev: M.W., s. 70-94
208 Y.U.: Fersah, yaklaşık 3 mile eşit (5 km) uzunluk ölçüsü.
93
karşılaştırmamız gerekir. Göreceğiz ki söz konusu göl kesinlikle İznik Gölü değil ve Plinius’un
bahsettiklerinin hiç biri buna uymuyor. Sonra da Plinius’un bahsettiği göl hangisi diye
araştırmamız gerekecek. Plinius’un mektuplarındaki yerel verilere bakınca da hiç
zorlanmaksızın bunları Nikomedia çevresinde bulacağız. En kısa uzaklığın 11 saat olduğu ve
yüksek sıradağlarla birbirinden ayrılmış İznik Gölü ve İzmit Körfezi’nin birleştirilmesi
saçmalığına gelince de yalnızca haritaya bir göz atılsa Plinius’un mektuplarına bakmaya
gerek kalmaksızın ne denli aptalca olduğu görülebilir.
Bu iddiadaki gezginler eğer aralarında sadece bir ova ve nerdeyse aynı rakımdaki bir dağ
geçidi bulunan İznik gölü ile yalnızca 3 fersah uzaklıktaki Mudanya Körfezi’ni öne sürseler
özürleri nisbeten kabul edilebilirdi. Ancak aralarında kocaman dağlar bulunan İzmit Körfezi –
İznik Gölü arasını nasıl aşacaklar hatta hangi makinaları kullanacaklardı, sorusuna yanıt
vermeliydiler. Dağlar ve dar geçitlerle kaplı 18 fersahlık uzun İznik-İzmit yolunu göz ardı edip
İznik Gölü ve İzmit Körfezi’nin birleşmesi projesini söz konusu edebildiler:
Neyse, sözü Plinius’a bırakalım, işte bu konuda Plinius ve İmparator Traianos arasındaki
yazışmalar:
94
95
96
Plinius, İmparator’a deniz ile Nikomedia yakınlarındaki bir göl arasında kanal açarak eyaletin
iç taraflarından getirilecek mermer, buğday ve tomruk taşımacılığının daha ucuza
sağlanmasını öneriyor. Bu tasarıyı gerçekleştirmeye geçmeden önce göl sularının tamamıyle
denize akması tehlikesi ile yüzyüze kalmamak için toprak seviyesinin ölçülmesi gereğine
inanıyor. Kanalın göl kenarından denize kadar açılması da gerekmiyor. Yol üstünde bulunan
ve denize akan bir akarsuya bağlamak yeterli olacak ve bu da işi kolaylaştırcaktır. Kaldı ki
Bithynia krallarından birinin daha önce ya sular altında kalan tarlaların sularını tahliye etmek
ya da gölü akarsuya bağlamak için (akarsuyu denize bağlamak için değil) yapmış olduğu bir
çukur da mevcut. Ancak imparator göl sularının akıp gideceği korkusuyla bu bağlantının
hemen yapılmasına karşı çıkınca Plinius, ırmağın yakınlarına kadar bir kanal açılmasını ve
buraya kadar kanaldan getirillen yüklerin kısa mesafeli bir kara parçası üzerinden
zahmetsizce ırmağa taşınabileceği önerisini getiriyor.
Sonrasında Plinius, gölün tedbir alınması gereğini düşündürten ölçü fazlalıklarını
karşılayabilecek yükseklikte olduğunu gördükten sonra bu çareye de gerek kalmayacağını
umuyor. Şu an zaten bir dere şeklinde atılan suyun doğal çıkışını sıkarak yönü
değiştirilebileceğine göre göl suyunun azalması için, kanalın akmasını kollamaktan öteye
korkacak daha bir çok başka neden var diyor. Gölden çıkan bu doğal derenin yatağını
doldurup öbür taraftan yapay bir kanal açılırsa görülecektir ki suyun azalmasından korkmaya
gerek kalmayacak. Daha sonra sanıyor ki (döneminin yanlış bilgilerine göre) kanal denize
ulaşınca deniz gölden gelen suları geri itecektir.
Bu öneri İznik Gölü’ne uyarlanabilir mi?
Gördük ki bu suların fazlası önce bir ovadan sonra da denize açılan bir boğazdan doğrudan
geçen küçük bir akarsu araçılığı ile denize kavuşuyor. Öyleyse arzu edilen yönde doğa
tarafından açılmış biri varken insan eli ile kanal açmanın gereği var mıydı.
97
Plinius’un bahsettiği gölün suyu denize aksi yönde bir akarsu aracılığı ile akıyor ama İznik
Gölü’nün suyu doğrudan denize akan bir akarsu ile taşınmıyor. Sonuç olarak yolu bu yönde
bir başka ırmak vardı ve buna gerek hemen bağlanacak gerekse aralarında bir kara parçası
kalacak şekilde bir kanal açılacaktı. Öte yandan İznik Gölü ve deniz arasında böylesi bir
akarsu olmadığı gibi suların denize doğru giderken geçeceği boğaz dibinin buna nerdeyse
olanak vermeyecek kadar dar olduğuna bakılırsa olası bir akarsuyun bu yönde akmasına da
olanak yoktu.
<< Nikomedia’nın sonunda büyükçe bir göl var >>
Niçin Plinius, İznik Gölü’nün bilinen adı Ascanius diye bahsetmemiş ya da göl İznik
kapılarının dibinde dememişdi de Nikomedia bitiminde demişti.
<< Ad
committendum flumini lacum >>
<< Gölü akarsuya kavuşturmak için >>
Hangi akarsuya? Gördüğümüz üzere İznik Gölü ve deniz arasında tek bir tane bile akarsu
yok ki ! Yalnızca dağlar arasındaki boğaza zorlukla giren bir derecik mevcut.
<< Est
enim lacus ipse altus, et nunc in
contrariam partem flumen emittit. >>
<< Gölün kendisi yüksek olsa da şimdi ters tarafa bir dere akmakta >>
İznik Gölü’nün bahsettiğimizden başka bir akarsu yok ve bir başkası da olamaz. Her
tarafından sellerini boşaltan dağlarla çevrili. Bunlar gölün uzunlamasına kıyılarını bayır gibi
çevirmişler ve gölün doğu ve batı uçlarında birer amfiteatr oluşturmuşlar. Bir köşeden göl
denize akıyor, diğer köşeden bütün dereler dağlardan geliyor ve göle gidiyorlar. Bugün var
olandan başka bir akarsu olamaz aksi takdirde suyun dağlara çıkması gerekirdi.
Böylece Plinius’un bahsettiğinin İznik gölü olamayacağını gösterdikten sonra şu
Nikomedia’daki göle bakarak yerel detayların uyarlanabilirliğini inceleyelim ve İzmit Körfezi
yanındaki Sapanca Gölü olup olamayacağını görelim.
<< Nikomedia’ya komşu çok büyük bir göl >>
Sapanca gölü İzmit’ten sadece altı fersah uzaklıkta olup onsekiz fersah uzunluktaki bir yolu
aşıp İznik kapıları önündeki İznik Gölü’ne oranla daha “in finibus” yani komşudur.
“Amplissimus”tur yani oldukça büyüktür çünkü 15 millik bir çevresi vardır.
Sakarya Irmağı ve İzmit kenti arasında doğudan batıya çizilecek bir doğru üzerinde bulunan
bu göl hiçbir eski coğrafyacı tarafından adlandırılmamıştır. Ammianus Marcellinus, bu gölden
“Lacus Sunoniennis” olarak bahsetmektedir. (L, VXVI, 8) İznik’ten gelen Procopius’un ordusu
Kadıköy’ü kuşatan Valencius’un birliklerini yandan çevirecekken bunlar gölün çevresinden
dolaşarak kaçmışlardı. Ortelius, muhteşem sözlüğünde bu gölün Plinius ve Traianus’un konu
98
ettikleri göl olduğu yönünde kanısını belirtmişti. M. Mannert ise hala Evagrius’un bahsettiği
“Boane Limne” olduğunu209 sanmaktadır.
<< Nam
in agris manga copia hominum, et
maxima in civitate >>
<< Kırsalda çok, en çok da kentte insan var >>
Çünkü Plinius’un oturduğu Nikomedia’da kırsaldan çok çalışacak insan vardı. Eğer İznik
Gölü’nden söz ediliyor olsaydı Nikomedia’daki insanlar niye konu edildiydi ki !
<< Kralın dereye gölü bağlamayı denediği yerde kalıntıları araştırmaya niyetlendim >>
Aslında bugün, eski bir çukurun izlerine rastlayamadık ancak Nikomedia’ya girmeden önce
kanalın bağlanacağı akarsuya rastladık. Adı Kiraz-Su, oldukça belirgin ve güneydoğudan
doğru geliyor. Biz İzmit Körfezi üzerindeki ağzına yakın bir köprü ile üzerinden geçtik. Göl,
körfezin doğusunda olduğuna göre kuzeydoğudan güneydoğuya yöneltilecek bir kanal
akarsuya ulaşacak ve gölden denize yolu kısaltacaktı.
Hiçbir şey bu işlemi engelleyemezdi. İster akarsuya kadar, iterse akarsuya az bir uzaklık
kalana değin bu kanalı açmak için yeterli yer vardı.
<<Et
nunc in contrariam partem flumen emittit.>>
Sonuçta Sapanca Gölü kuzeydeki küçük bir akarsu ile yani düşünülen kanalın tam aksi bir
yönde fazla sularını boşaltıyordu. Dolayısı ile bu yöndeki akışı kapatarak aynı miktardaki
suyu kanal aracılığı ile boşaltmak hatta akarsuya bağlamak gölün sularını azaltma riskine
girmeden çok doğal bir işlemdi.
İzmit Körfezi, Mudanya Körfezi gibi bir dizi dağla değil de bir ova ile sonlandığına göre kanalı
akarsuya değil de doğrudan denize bağlamak için de olanak vardı. Öyleyse kanal, akarsuyun
yarısında değil de körfez kenarındaki ağzına yakın bir noktadan akarsuya bağlanacaktı.
209 Fransızca’ya çevirenin dip notu: Hist. Ecclés., II, böl. 14
99
Böylece kanal ve akarsu çok küçük bir açıda birbirine yaklaşan hatlar oluşturacaktı ki bu da
bir su akıntısının zorlukla geçebileceği boşluk bulunan Mudanya Körfezi’ndeki dağ
sıralarında olanaklı değildir. Açıkça görülüyor ki Plinius’un mektuplarında konu edilen göl
İznik Gölü ya da eski adı ile Ascanius Gölü değil, bugün artık Sapanca denilen Nikomedia
Gölü’dür. Modern çağlarda, 1503 (H. 909) yılında benzer ancak daha büyük bir proje, büyük
vezir Sinan Paşa tarafından başlatılmıştı. Düşüncesi, Sapanca Gölü’nü yalnızca İzmit Körfezi
tarafından değil, bir başka kanalla da Karadeniz’e akan Sakarya Irmağı’na irtibatlamak,
böylece iki denizi birbirine bağlamak idi. Bu büyük girişimin temel getirisi Sakarya Irmağı
kenarındaki girilmez ormanlardan bugün Karadeniz kıyısına getirilerek sallarla İstanbul’a
gönderilmekte olan, denizcilik için gerekli ağacı ucuza taşımak idi. Türk coğrafyacı Hacı Kalfa
tarafından aşağıda verilen geometrik ve hidrolik ayrıntılar oldukça ilgi çekicidir. Sultan’ın özel
fermanı üzerine astronom, geometriciler ve hidrolik mühendislerinden oluşan bir komisyon
araziyi incelemek ve seviyenin tasarının gerçekleşmesine uygunluğunu gözlemlemek üzere
bölgeye getirilmişti. Hizaları aldıktan ve ölçümleri yaptıktan sonra gördülerki Sakarya
kıyılarının en yüksek noktası, gölden 17 ½ ziraa (15 ayak)210 daha yukarıda ve aradaki
uzaklık 9,600 ziraa (19,200 ayak) idi. Sakarya’dan 11,000 ziraa (22,000 ayak) uzaklıkta
Sapanca Gölü’ne giden ve kıyıları yaklaşık Sakarya’nınkiler ile aynı yükseklikte küçük bir
akarsu olan Sarıdere’nin yatağı ile karşılaştılar. Dolayısı ile gölle irtibatlamak için Sakarya
Irmağı’nı Sarıdere’ye bir kanalla bağlamak yeterli olacaktı. Göl ve Körfez arasında ölçülen
uzaklık 22,000 ziraa (44,000 ayak) ve göl kenarı ile deniz kıyısı arasındaki seviye farkı 30
ziraa (60 ayak) idi. İşte göl ve körfez arasındaki arazinin kesin eğimini veren, her bin
ziraa’daki seviye ölçüm ayrıntıları:
Uzaklık
1,000 ziraa
2,000
“
3,000
“
4,000
“
5,000
“
6,000
“
7,000
“
8,000
“
9,000 “
10,000 “
11,000 “
12,000 “
13,000 “
14,000 “
15,000 “
16,000 “
17,000 “
18,000 “
19,000 “
20,000 “
21,000 “
22,000 “
Arazi Eğimi
7 ziraa
9¾ “
10
“
6
“
13
“
17
“
18 ½ “
26
“
30
“
25
“
25
“
26
“
17
“
20
“
9
“
8
“
10
“
11 ½ “
17
“
20
“
28
“
30
“
Türk coğrafyacının dediğine göre, komisyonun raporu gösterdi ki bu proje, ekili alanlar ve
yerleşim alanlarına tecavüz etmeden gerçekleştirilebilir çünkü hat genellikle ormanların
içinden geçiyordu. Ancak, iki denizin birleşmesinden çıkar kaybına uğrayan bazıları, masrafın
çok yüksek olduğunu söyleyerek bu güzel tasarıyı engellemişlerdi.
210 Y.U.: yaklaşık 5.50 m.
100
Göreceğiz ki Türk mühendislerin projesinde, Nikomedia (İzmit) körfezine akan ve Plinius’un
kanalını bağlamayı düşündüğü Kiraz-Su (Kilez Deresi) hiç yer almadı. Onların planlarında
göle diğer yönden ulaşan ve Sakarya Irmağı ile bağlamayı düşündükleri Sarıdere vardı.
başka bir yönden ve başka bir seviyede yine Karadeniz’e ulaşan gölün suyunu çekmek
yerine görülmedik bir şekilde daha yukarı seviyedeki Sakarya’nın sularını Sarıdere’ye
akıtarak fazla suyunu almak istemişlerdi.211
Sapanca-İzmit Kanalı Projesi Göz Boyama mıydı?
Nihayet, geçen yüzyıl Baron de Tott212 döneminde Sapanca Gölü’nün İzmit Körfezi’ne
bağlanması projesine geri dönüldüğü görülüyor. Ancak ciddi bir noktaya getirilmeden
yönetimin bundan başkenti oyalamak ve olası bir baş kaldırmayı önlemek için politik olarak
kullandığı görülüyor. İşte nedeni. Tahıl üretimi düşüktü ve ekinoks fırtınaları Kırım’dan
başkente buğday getiren ikiyüzden fazla tekneyi İstanbul Boğazı girişinde périr etmişti.
Ekmek aşırı pahalı idi, daha doğrusu hiçbir yerde bulunmuyordu. Yönetim, halkın
şikayetlerinin Sultan III.Ahmet döneminde olduğu gibi açık bir ayaklanma ile sonlanmasından
ve hatıralarda hala taze olan benzer sahnelerin yinelenmesinden korkuyordu. Halkın zihnini
meşgul edecek ve şikayetleri dindirecek bir çare gerekiyordu. Bu projeye sığınılarak en
korkulan kişilere oldukça çok para dağıtmanın bahanesi yaratılımış oldu. Başkentin bütün
milisleri, birlikleri ve maitriseleri çağırılarak bu kanal çalışmasındaki görevleri belirlendi ve yol
hazırlıkları için avans ödemeler yapıldı. Baron de Tott’a, kanal çalışmalarının yönetimini
üstlenmek üzere Nikomedia’daki inşaat alanına gitmeye hazırlanması emri verildi.
Sonunda amaç gerçekleşti. Halk meşgul edildi, para ödendi ve sakin kalmaları sağlanmış
oldu. Bu esnada başkente buğday ikmali gerçekleşti ve tasarıdan bir daha söz edildiği
duyulmadı. Böylece Bithynia’nın eski kralları tarafından tasarlanan, Plinius’un valiliği
döneminde yenilenen ve Sinan Paşa tarafından genişletilip büyütülen, Baron de Tott
tarafından halı altına süpürülen bu güzel projeyi gerçekleştirmek gelecek zamanlara kaldı.
Asya krallarının, Romalı valinin, Osmanlı vezirinin ve Fransız mühendisin bu düşüncelerini ve
çalışmalarını bir gün tekrar ele alıp gerçekleştirecek o büyük dehaya, büyük adama şimdiden
selam olsun, ün bulsun.
İzmit
Bir dağın yamacına yaslanmış Nikomedia213 kenti zevkli bir manzara sunar. Tepede
Olbia’nın ya da eski Nikomedia’nın sur kalıntıları görülür.214 Pococke tarafından anlatılan
İmbaba sarnıcı kalıntılarını görmek üzere Zeytin mahallesi üzerinden oraya çıktık ve aynı
yoldan indik. En önemli kilise Sultan Orhan tarafından camiye çevrilmiş.215 En güzel cami
Amiral Pertev Paşa’nınki.
211 Nikomedia’da Sapanca ve çevresine dair en doğru bilgileri almak için yaptığımız soruşturmalar tüm
çabalarımıza karşın gölün suyunu doğrudan denize mi yoksa Sakarya’ya mı boşalttığı sorusuna yanıt bulamadı.
Yine de bir çok insan Sakarya’ya kavuştuğu kanısındaydı.
212 Şaşırtıcıdır ki Tott’un kendisi bile hatıralarının başlangıcında söz konusu tasarının Zneurie (Sakarya) nehrini
İzmit Körfezi’ne bağlamak olduğunu söyleyeceği yerde İznik Gölüne olduğunu söyleme yanılgısına düşüyor. Kısa
bir süre önce Üsküdar’da basılan Osmanlı İmparatorluğu Sultan Osman ve Sultan Mustafa dönemi kayıtlarına
göre bu tasarının 1758’deki (H. 1172) tartışıldığını ancak ilk kez Sinan Paşa tarafından 1492’de (H. 900) öne
sürüldüğünü, 1653’de (H. 1064) tekrar gündeme getirildiğini ancak son kez Sultan Mustafa döneminde olduğu
üzere sonuçsuz kaldığını belirtiyor. Y.U.: Bkz. Tott, Mémoires de Baron Tott sur les Turcs et Tartares 1755-1778,
Amsterdam 1784
213 Y.U.: İznikmid ya da kısaltılmış hali ile İzmid, Nikomedia’nın Türkçe adıdır. İznik ise Nikea’dır. Gezginler her
ikisini kimi zaman karıştırırlar. (Almanca baskıda yalnızca İznikmid olarak geçmekte, kısaltılmış İsmid hali
görülmemektedir)
214 Y.U.: İzmit Körfezi kıyısında ilk çağlarda Olbia adlı bir kentin varlığı bilinmektedir ancak bunun Nikomedia’nın
eski adı olduğu kesin değildir.
215 Y.U.: Orhan Cami olmalı.
101
Körfezin suları çok alçak, tekneler kente pek yaklaşamıyorlar. Çok sayıda tahta iskele,
gemilerden yük indirmek ya da bindirmek için denize doğru uzanmış, kimisinin uzunluğu 150
adım uzunlukta. Kent içinde ve dışında, çeşmelerde ve duvarlarda çok sayıda eski yazıt
parçaları mevcut.
Ermeni mezarlığında Grekçe eski yazıtlar var. Biri yeni, diğeri eski iki Latince mezar taşı
dışarıdan gelip yaşamlarını burada noktalayan iki yabancıya ait olması nedeniyle ilgi çekici.
Birincisi ülkesini olasılıkla genel bir göç esnasında terk etmiş bir Ermeni’ye ait ve mezar taşı
bir rastlantı sonucu çağdaş soydaşlarının mezarlığına getirilmiş. İkincisi asi Macar Tökeli’ye
ait. Marmara denizi kıyısındaki Rodosto’daki (Tekirdağ) soydaşları Esterhazy ve Beresiny
gibi onun da külleri burada dinleniyor.
Ermeni Mezarlığındaki Yazıtlar:
[Burada Evpalius yatıyor. Soyca Armenialı. (Buraya) Göçtükten sonra yirmibeş yıl
yaşadı. Kendi vatanının yurttaşları bu anıtı dikerek imanını korudular]
Not. “Annos” kelimesinden sonraki PM harfleri olasılıkla “post migrationem – göç sonrası”
anlamında.216
İmre Tökeli’nin Mezartaşı:
216 Y.U.: Aynı yazıt İzmit’i 1745 yılında ziyaret eden Peysonnel tarafından da kopye edilmiş. M. Bakan’ın çevirisi:
Evpalius, tam zamanında burada
O, Armenia soyundandı,
25 yıl yaşadı,
Vatanın pek dindar yurttaşları
Olan çocuklarına bekçilik yaptı
Bu anıtı dikti
102
Çevirisi: Burada, Macaristan ve Transilvanya Kralı Kesmark’lı kahraman Emeric Thökeli
dinlenmektedir. Anayurdunun bağımsızlığını savunmak için gösterdiği değerli çabaları ile tüm
Avrupa’da tanınmaktadır. Bir çok rastlantı sonrası sürgüne gönderildi. Sürgün süresi ve
yaşamı, Macaristan için özgürlük umudunun yeniden yeşerdığı bir dönemde son buldu.
103
Asya’da, Nikomedia (İzmit) Körfezi yakınlarında Bithynia’da 13 Eylül 1705 günü 47
yaşındayken bahçesinde öldü.217
İzmit – Gebze
İzmit’ten İstanbul’a dönmek üzere deniz boyunca devam eden büyük kervan yoluna
koyulduk. Yarımca’ya kadar beş saat tek bir ev görmeden yürüdük. Burası İzmit ile Hereke
Hanı adlı kervansaray arasındaki yolun orta noktasında, sağ taraftaki dağın yamaçlarına
kurulu küçük bir köy.
Hereke’de tepenin üzerine kurulu ve buradan sahilde sonlanan eski bir kalenin duvar
kalıntıları var. Pococke’nin incelediği gibi bir zamanlar adını körfeze veren Astacus
olabilir.218 Dağdan inen berrak bir dere değirmenleri çeviriyor. Altından geçerek denize
döküldüğü köprünün yakınlarındaki sütun parçaları ve diğer mimari kalıntılar burada bir
tapınak olduğu izlenimi veriyor. Hemen Hereke’den önce körfezin kıyısı dik bir açı
oluşturuyor; buradan bir fersah ötede, oldukça denize doğru uzanmış bir burun üzerinde çok
bakımlı büyük bir Türk köyü olan Tavşancıl bulunmakta.219 Karşılaştığımız köylerin en
güzeli ve en resimseli. Bu parlak durumuna katkı veren bir başka öge de en az yarım fersah
ötede deniz kenarındaki maden sularına yakınlığı. Buraya “İçme” adı veriliyor. Rum
almanağına göre bu sular yalnızca 1-15 Ağustos arası içiliyor. Bu dönemden sonra zararlı
olduğuna inanılıyor. Başkent’in (İstanbul) her sınıf ve cinsten insanı buraya akın ediyor.
Buranın denetiminden ve gelirinden sorumlu Kireççibaşı, Bostancılarla birlikte gelip çadırını
kurarken, ormanlardan sorumlu Kırağası’nın muhafızları da komşu dağları dolaşıyorlar. Bu
sular üç gün boyunca güneş doğmadan önce içiliyor ve sadece tavuk ile pilav yeniyor.
Sonucunda bu rejim müshil etkisi yaratıyor. Dördüncü gün hemen yakındaki kum banyolarına
giriliyor. Bu suyu içenlerin çoğu gereksinimlerini Tavşancıl’dan sağladıklarından, Ağustos’un
bu onbeş günü boyunca burası çok neşeli oluyor. Canbazlar, hokkabazlat, dansçılar,
müzisyenler, öykücüler gece halk meydanında toplanan çok sayıdaki seyirciye yeteneklerini
sergilemek üzere buraya geliyorlar. İçlerinde başkentten (İstanbul) bile gelmiş hanımlar,
gözlenmediklerinden emin olduklarında, sürekli peçeli olmalarını emreden sert kurallardan
uzaklaşıyorlar. Köyün biraz dışında onlardan bazılarına rastladık, peçelerini çıkarmışlardı ve
bizi çene çalmaya davet ettiler.
Tavşancıl’dan bir fersah ötede, Dil sahilinde körfezin karşı kıyısına geçmek üzere buradan
tekneye bineceklere hizmet veren bir han ve ahırlar topluluğu bulunuyor. Dil’in karşı
yakasında yanaşılan yerin adı Hersek. Dil’den bir fersah, denizden yarım fersah uzaklıkta
“Mahalle-el Alim – Alim Mahallesi”220 (günümüzde Muallim Köy) ile bir fersahtan daha uzak
mesafede de eski Lybissa’nın adının bozulmuş hali olduğu kanısını uyandıran ve büyük bir
kasaba olan Gebze ile karşılaştık. Bize sözü edildiği üzere, deniz kıyısındaki harabeler
arasında kimi kalıntılar bulacağımızı umut ettik. Aşağı indik ancak oldukça resimsel bir
noktaya konumlanmış eski bir Rum ya da Ceneviz kalesinden kalma büyük hisarın (Eskihisar
kalesi olmalı) dış duvar kalıntılarından başka bir şey göremedik. Burası Gebze’nin iskelesi.
Karşı kıyıdaki Hersek’te olduğu gibi bu kıyıya geçenler, burada tekneden iniyorlar. Yol,
217 Fransızcaya çevirenin dipnotu: İlave etmemiz gerekir ki Hammer tarafından Thökeli’ye veya daha bilinen adı
ile Tekeli’yi asi olarak nitelemesine karşın bu asil Macar, ülkesinin tarihinde onurlu bir rol oynamıştır. Avusturya
hanedanı, en tanınmış Macarların kanını akıtana ve bütün ulusal özgürlükleri baskı altında tutarcasına ant içilmiş
anayasanın temel maddelerine tecavüz edene değin silaha sarılmamıştır. Her zaman cesur ve cömert olmuş ve
ne zamanki Macaristan’ın tehlikeli bağlaşığı Türkler boyunduruğa karşı boyunduruk, zorbalığa karşı zorbalıkla
karşı koymayı önerdiklerinde onların bu önerilerine kahramanca karşı koydu; sonucu olarak da saray tarafından
İstanbul’da hapsedildi.
218 Y.U.: Çağdaş tarihçiler çoğunlukla Astacus’un Başiskele mevkii olduğu kanısındadırlar.
219 Lechevalier, haritasında Arganthonios’un (Samanlı Dağları) tepesine konumlamakta ve Ramazan ayında
buradan ayın gözlemlendiğini söylemekte. Oysa Tavşancıl, kesinlikle Arganthonios üzerinde değil ve buradan ay
gözlenmiyor. Ay, Kutay dağı üzerindeki Tavşanlı’dan gözlenmektedir.
220 Alim, Mısır’da dansözlere verilen bir ad. Çok yaygın ve değişken işlerin uzmanı oldukları söylenir.
104
Gebze’den içerlere doğru devam ediyor, yine de deniz görüntüsü kaybolmuyor. Kıyıda
Gebze’den bir fersah ötede Darıca kasabası ile Darıca’dan bir fersah uzaklıkta da Tuzla’nın
maden suları bulunuyor. İçme’nin suları Türkler için ne ifade ediyorsa bu sular da başkentin
Rum ve Ermenileri için aynı değerde. Pendik, Tuzla’dan bir fersah mesafedeki bir kasaba.
Kartal ise Pendik’ten bir fersah daha sonraki bir başka büyük kasaba. Bu kıyı boyunca, sahile
yakın uzaktan burun zannettiğiniz bir çok dağınık ada yanı sıra ada sandığınız kıyıya oldukça
ince kara parçaları ile bağlı burunlar bulunuyor. Bu adalara Rumca’da Gaidonria, Türkçe’de
ise Eşek adaları adı veriliyor. Kartal’dan yarım fersah sonra hazine tepesi anlamındaki
Maltepe adlı dağ var. Adına kaynaklık eden hikayeleri ve hazine bulma amacıyla boşuna
açılmış çok sayıdaki çukurları ile ünlü.
Prens Adaları adı verilen Marmara adalarının tam karşısında, üç fersah uzaklıkta eski adı ile
Khalkedon yani Kadıköy ile dört fersah ötede Üsküdar yani eski Khrysopolis bulunuyor.
Servilerinin güzelliği ve mezar taşlarının görkemi ile ünlü mezarları aşarak buraya doğru
yaklaşırken büyük bir kentin varlığını canlılar değil, ölüler haber veriyor. Burada insanlığın
büyüklüğünü ve zavallığını yaşayarak bilinmez bir dünyaya göç edenler dinleniyor. Yollarının
artık sonlandığını, mezar taşları kısaca şöyle anlatıyorlar:
Yolcu, dur; dua et ve bizim için iyilikler dile….
Öte yandan, “Société Asiatique – Asya Derneği”nin Mayıs 1826’daki toplantısında Mösyö
Hasse, Fransız Elçiliği’nin İstanbul’daki ilk çevirmeni olan Mösyö Jouannin’in yukarıdaki
gezisi esnasında, İzmit’e komşu bir vadide bulduğu Grekçe bir mezar yazıtı üzerine
görüşlerini sunar. Bu arada Tavşancıl’da Hammer tarafından bir çeşme üzerinde bulunmuş
aşağıdaki yazıtı da ekler: 221
221 Hasse, Journal Asiatique (Rapport), Sur une Inscription Grecque découverte dans une vallée voisine de
Nicomedie par M. Jouannin premier drogman de l’Ambassade, c. VIII, Paris 1826, s. 262
105
Şu şekilde okunabilir.
106
Latin harfleri ile:
OKKONTOS THN PYELON ETHHKA EMAY –
TO KAI TROPHIMH MOY AVRELIA …
.. INA KAI TH GYNAIKI MOY AINA …
.. A KAI BOYLOMAI META TO KATATETHHNAI
EME KAI THN SYNBION MOY MEDENA ETE .
RON KATATETHHNAI . EI DE TEIS PARA
TAYTA POIESEI, DOSEI PROSTIMOY
TO TAMEIO * AF KAI TH POLEI * KHIRETE
1804-1805, Karl Graf von Rechberg
Bithynia yöresinde yaptığı gezide Lybissa-Gebze’de Hannibal’in mezarını (Gaziler tepesi
yöresinde) bulunduğunu sanarak, yanında getirdiği ressamlara bir de resmini yaptırır.222
1806, ? Albay Henry Winterton ve Yeğenleri
Gençliğinde bir süre İstanbulda kalmış Albay Winterton, kızkardeşinin oğulları William ve
Henry ile birlikte Anadolu gezisine çıkarlar. Bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra bir tekne
kiralayarak akıllı bir Rum uşakla birlikte Tophane’den yola çıkarlar ve yirmi saatlik bir yolculuk
sonrası otuz milden fazla bir uzunluğu olan körfezi, kıyılarda odun kömürü yapmak için
yakılmış ateşleri seyrederek geçtikten sonra İzmit’e (İsmid) varıp Aziz Basileus (Vasilev)
manastırında konaklarlar. Oldukça büyük olan kent, surları ve yıkık kuleleri ile hala fark
edilebilen kalenin bulunduğu tepenin ucuna doğru kıyıdan bir üçgen biçiminde
222 Öztüre, age, s. 170, dn. f
107
yükseliyordu… Ertesi sabah Albay ve yeğenleri İznik üzerinden Bursa’ya doğru yola
çıkarlar.223 Sonrasında Bursa’dan Tokat’a giden bir kervana katılırlar. Kervan, saban demiri
yapan bir çok demirci dükkanını geçtikten sonra öğlenleyin Sapanca Gölü kıyısında mola
verir. Göl nerdeyse bir üçgen biçiminde ve çevresi yaklaşık 30 mil idi. Çarşaf gibi bir suyu ve
bol miktarda sazan ve turna balığı vardı. Kıyısındaki bereketli ve hoş kokulu çiçekler William
ve Henry’nin dikkatini çekmişti ve özellikle sığır etiyle birlikte yendiğinde nerdeyse her şeyi
öldürmesi nedeniyle Türklerin “öldüren çiçek” dedikleri bir cins “rhododendron” bitkisi de
bulmuşlardı.224
1807, F. Murhard
İzmit Körfezi’nde gemi ile gezerken uzaktan gösterilen Gebze’nin eski Libyssa olduğunu
yazar. 225
1807, Ali Bey el Abbasi
Asya ve Afrika’da Sultan Osman Bey el Abbasi’nin oğlu olarak tanınan Ali Bey eğitimini
Avrupa’da yapmıştı. Afrika ve Asya’ya yaptığı gezileri oldukça büyük ilgi çekmişti çünkü
Müslüman olmayanların girişine yasak olan bölgelere girebildiği için o güne değin Avrupalılar
için gizemli olan yerleri gezi notlarında bulmak olası idi. Gezdiği tüm bölge ve kentlerin çizim
ve haritalarını yapmış ayrıca coğrafi konumlarını belirlemiştir. İspanyolca adı ile Badia y
Leblich olarak da bilinir.
Avrupa’daki eğitimini erken denilebilecek bir yaşta tamamlayarak Fransa ve İngiltere’yi gezdi.
Daha sonra hac görevini yapmak üzere yola çıkarak 23 Haziran 1803’de Fas’ın Tanca
kentine geçti. Sahip olduğu astronomi bilgisi ile burada oluşan güneş ve ay tutulmaları
hakkında bilgiler verdi. Fas sultanı Maley Süleyman’ın dostluğunu ve övgülerini kazandı.
Daha sonra Mekke’ye doğru yola çıktı ancak Cezayir kentinde çıkan isyan nedeni ile ancak
15 Kasım 1805’de Laraiş’ten bir tekneye binerek Tripoli’ye (Libya) doğru yola çıktı. 26 Ocak
1806’da iskenderiye’ye gitmek için bir Türk gemisine bindi ama kötü hava nedeniyle Mora
Yarımadası’na uğramak zorunda kaldı. Buradan sonra iki ay Kıbrıs’ta kaldı ve Kıbrıs prensi
Khrysantos’un dostluğunu kazandı. 12 Mayıs 1806’da bir Rum teknesi ile İskenderi’ye geçti.
Kapudan Paşa’nın ve Musa Paşa’nın çekingenliği nedeni ile burada beş buçuk ay beklemek
zorunda kaldı. Ekim sonu Nil nehri üzerinden Kahire’ye hareket etti ve Mehmet Ali Paşa’nın
büyük ilgisine mazhar olduğu bu kentte Ramazanı geçirdi. 15 Aralık’ta büyük bir kervanla
Süveyş’e hareket etti. 26 Aralık 1806’da Süveyş’ten Cidde’ye gitmek üzere Kızıldeniz’de
çalışan bir Arap teknesine bindi. Geçirdiği bir kazaya rağmen 22-23 Ocak 1807 gecesi,
otuzsekiz gün kalacağı Mekke’ye vardı. Mekke Şerifi sultan Halib ile yakınlığı sayesinde
birlikte Kabe’yi yıkama ve kokular sıkma onuru yanı sıra Osmanlı sultanlarının senede bir kez
adlarına Kabe’yi süpürmeleri için Şam Paşa’larını göndererek sahip oldukları “Hadem Beyt
Allah el Haram” ünvanını da elde etmiş oldu. Ali Bey’in Mekke’deki ikameti esnasında
Vahabilerin Sultanı Suud ve iki oğlu Kabe’yi kesin olarak ele geçirerek büyük bir Türk
kafilesiyle hacca gelen Şam valisine izin vermediler. Ali Bey bu olayları ayrıntılı biçimde
aktarmaktadır. Büyük maceralar sonrası vardığı Kahire’den 3 Temmuz günü ayrılarak Gazze
üzerinden Kudüs’e hareket etti. 5 Eylül günü Halep’e varan Ali Bey buradan tedarik ettiği
Tatarlar (posta sürücüleri) eşliğinde Torosları aşamak üzere yola çıktı. Olympus sıradağlarını
(Samanlı dağları) ve İstanbul Boğazı’nı aşarak 21 Ekim 1807’de İstanbul’a vardı. O esnalar
İspanya Kralı’nın İstanbul elçisi olan Almenera Markisi tarafından ağırlanan Ali Bey, Eyüp
Cami’nin planını da çizdikten sonra 7 Aralık’ta İstanbul’dan ayrıldı ve Tuna’yı geçerek gezi
223 C. Wilkinson, A Tour Throuhg Asia Minor and the Grek Islands, Londra 1806, s. 37-38
224 C. Wilkinson, age, s. 53-54
225 Öztüre, age, s. 170, dn. b, İstanbul 1969: “Gemalde aus dem Griechischen Archipelagus”
108
notlarını sonlandırdığı Bükreş’e 13 Aralık 1807’de vardı.226 İşte yöremiz hakkındaki
notlarının çevirisi:
Gün doğumunda İznik ya da diğer adı ile Nicaea’ya vardık. Bu kent, 324’de yapılan kurultay
nedeniyle hristiyanlar arasında ünlü. Tıpkı Antiochos (Antakya) gibi büyük kapıları olan geniş
surlarla kaplı küçük bir yer. Bir gölün doğu ucunda ve sayısız bahçelerin ortasında kurulu.
At değiştirdikten sonra göl kıyısı boyunca yolumuza devam ettik, zabit Mehmet Ali’nin birliği
de benimkine katılmıştı. Gölün suyu tatlı ve içilebilir. Doğudan batıya doğru uzanan gölün
şekli düzensiz. Kanımca 5-6 fersah uzunluğunda ve 1 buçuk fersah genişliğnde. Bir buçuk
saatte katettiğimiz Kuzeydoğudaki küçük bir ova hariç her yönden dağlarla çevrili. Saat 11’de
bir kez daha Kuzey-Kuzeybatı yönüne doğru küçük ağaçlarla kaplı dağlara yol aldık. Göl,
zirveden tümüyle görülebiliyor. Güneş bulutlarla kaplanıp korkunç miktarda yağmur yağmaya
başladığı ana kadar bu güzel görüntüye hayran olmaktan kendimizi alamadık. Yağmurun
toprağını daha da kaygan hale getirdiği bir rampadan koşarak inerken atım, tutmaya
çabalamama karşın yana doğru üzerime düştü. Ancak düşüş yavaş ve iki safhada
olduğundan bana bir zarar vermedi. Ne mutlu ki Afrika ve Asya’ya yaptığım gezi esnasındaki
tek düşüştü.
Öğleden hemen sonra küçük bir köyden saat 1’de de çok güzel bir köprüden geçerek bir
vadinin dibine indim. Arka arkaya bir çok kez aşmak zorunda kaldığım iki dereyi izledim. Bu
iki derenin kıvrımlarını zorlukla aştıktan sonra kendimi bir bataklığın ortasına yapılmış eski bir
şosede buldum. Bu bataklık ve denizin arasında Hersek adlı kötü bir kasabadan kıyılara
doğru birkaç fersah girmiş bir deniz kolu olan ve buradaki genişliği bir buçuk fersah olan İzmit
(İsnikmid) Körfezi’ni aşmak için atlarımızla birlikte bir tekneye binmek zorunda kaldık. Rüzgar
uygun olmadığı için teknemiz ya da yöredeki adı ile kayığımız karşı kıyıya varabilmek için bir
buçuk saat boyunca batıya ve 45 dakika da kuzeybatıya doğru ilerlemek zorunda kaldı. Bu
hatta çalışan teknelerin demirlediği ve pek bir özelliği olmayan bir köyde karaya çıktık.
Buradan dağlarda yaptığımız sekiz saatlik bir yürüyüşten sonra başka bir köye vardık.
Sürücülerim bugün yaptığımız yolun normalde üç günde aşıldığını söylediler.
21 Ekim sabahı gün doğumu ile şimdiye kadar gördüğüm en kötü atlarla yola koyulduk. Çok
yavaş yol alırken ilk farkına vardığım Prens Adaları oldu….
1807, Adrien Dupré
Dupré Adrian, 1807 yılında başladığı gezisi tam üç yıl sürdü. 1808’de İzmit, Bolu, Amasya,
Tokat’ı gezdikten sonra İran’a geçmiş olup Küçüjk Dupré Adrian, 1882 sonbaharında kuzey
Phrygia, Paphlagonia ve Bithynia’ya (Nikomedia ve Nikaea) bir gezi gerçekleştirmiştir.227
Abazya seyahati dönüşümden nerdeyse yirmi gün geçmişti ki mühendis-coğrafyacı Mösyö
Trezel’le birlikte İran Körfezi kıyılarına gitme emri aldım. 8 Eylül 1807’de Bağdat Paşası’nın
bir tatarı eşliğinde Tophane’den gemiye binerek Üsküdar’a geçtik. Üsküdar’dan dört saatlik
bir yürüyüşle Kartal’a ulaştık. Sabah saat228 birde vardığımız, eski zamanların Libyssa’sı,
günümüz Gebze’si hiçbir sanayisi olmayan küçük bir köy. Bir büyük adamın anısını hatırlatan
Hannibal’in mezarı, soldaki bir dağın üzerinde bulunuyor.
226 Voyages d’Ali Bey el Abbassi (Domingo Badia y Leyblich) en Afrique et en Asie [1803, 1804, 1805, 1806 ve
1807 yıllarında basılmış metinler Roquefort tarafından elden geçirilmiştir, Paris, Temmuz 1814, M. P. Didot l’Ainé
Yayınevi. Dört ciltten oluşmakta olup bölgemizle ilgili notlar 3. cilt sayfa 318-321’dedir.
227 Voyages en Perse fait dans les Années 1807, 1808, 1809, böl. 1, Paris 1819, s. 1-7
228 Gezginin notu: Türkiye’de yol saati, bir buçuk fersah boyunca yol almaya eşit.
109
Gebze’den bir buçuk fersah sonra, deniz kenarında Katırcı-Köy adlı küçük bir yerleşim var, ki
sonrasında yol dağlık ve taşlık hale dönüşüyor. Daha sonra yalnızca 5-6 evden oluşan AlkiHan (Hereke) adlı başka bir köycük var ve birbirine iki saat uzaklıkta iki muhafız birliği var.
Yol, Alki-Han’dan sonra oldukça güzel.
İsmid (İzmit), Nikomedia adını taşıdığı bir çok dönem boyunca Bithynia’nın başkenti olmuş.
Prusias’ın oğlu ve halefi Nicomedes tarafından, Marmara Denizi kenarında daha önce su
perisi Olbia’nın adını taşıyan kentin var olduğu yerde, yeniden kurulduğu dönemden bu yana
tanınmış bir kenttir. Krallık döneminden Roma egemenliğine geçtikten sonra da başkent olma
konumunu korumuştur. Bithynia valiliği yapmış olan Plinius bundan övgüyle bahsetmektedir.
Diocletianus döneminde bu kentte hristiyanların kanı dökülmüş olması nedeniyle hristiyanlık
tarihinde de görülmektedir.
Asya’da İzmid’ten daha hoş ve daha avantajlı bir kent bulmak olanaklı değildir. Adını verdiği
körfezin sonunda, çok sayıdaki bahçeleri ile bağlar, meyve bahçeleri ve tarım arazilerinin
kapladığı tatlı bir eğim üzerindeki kent iç açıcı bir görüntü vermekte. Yazıtlarla ilgilenen
meraklı gezginler bu ilgilerini tamin edebilirler. Sokak ve mezarlıklar da gerek Yunanca,
gerekse Latince bunlardan birkaç tane bulabilirler. Bu yazıtlar bütün değilseler bile pek az
hasarlıdırlar.
İzmid’in batısında Rum ve Türklerin mucizevi sonuçlarını aktardıkları, kükürtlü bir mineral su
kaynağı (Çene Suyu) bulunmakta. Küçük bir dağın eteğindeki bir kayadan çıkarak körfeze
doğru akarken sazlıklarla kaplı ve diğer bir çok dere tarafından sulanan bir düzlükten geçiyor.
Bizans döneminde bu mineral banyolar oldukça kullanımdaydı.
İzmid kentine bazı yerlerinde harab olmuş bir kale hakim. Bir çok kilise, cami, han ve
kervansaray bulunuyor. Pazarları (çarşıları) büyük ve güzel. Rum,Ermeni, Yahudi ve
Türklerden oluluşan nüfusu 30,000 civarında. Başlıca ticareti ipek, keten ve pamuklu
kumaşlar. Kentte bulunduğumuz sırada Paşa kentte değildi, yörede ayaklanmış ve hatta
İzmid’e yakın bazı evleri dahi yakıp yıkmış bir derebeyine karşı harekete geçmişti. Görüldüğü
üzere başkent kapılarına bu denli yakın noktalarda bile isyankarlar bayrak açmaktan
çekinmiyorlardı.
İzmid-Bolu arasındaki alışılmış yol, sık sık asiler tarafından kesildiğinden bir başka yolu
seçmek ve denizden körfezi geçmek zorunda kaldık. Yaklaşık, genişliği üç fersah, uzunluğu
dört fersah ve çevresi on fersah… Ayın dokuzu, akşam saat altı’da serin bir rüzgarla körfezin
karşı kıyısına hareket ederek ayın onu, sabah saat dörtte Kara Musal’da (Karamürsel)
karaya çıktık. Nüfusu Rum, Ermeni ve Türklerden oluşuyor. Denizlik’te (İznik) oturan dere
beyi Hacı Osman adına bir müsellim tarafından yönetiliyor. Birkaç yiyecek dükkanı ile
köylülerin gereksinimlerini satan dükkanlar görülüyor. Buradan İstanbul’a her gün meyve,
kömür ve odun götüren tekneler kalkıyor. Elimizdeki fermanlar ve İzmit Paşa’sının kahyası
binbaşının emrine karşın at bulamayıp gece saat ikiden önce yola koyulamadık. Oldukça
dağlık ve kalker taş dolu yolları izleyerek Yeni-Köy’e vardık. Tamamen Ermenilerin yerleşik
olduğu küçük Fuacık (Fulyacık) köyü Kara-Musal-Denizcik yolunun tam ortasında bulunuyor.
Arganthon (Samanlı) dağını aşarak İznik’e doğru yolumuza devam ettik.
1808, Şeyh Ali Zubari
1223 senesi Cemayizülevvel ayının dokuzuncu günü (02.08.1808), 63 gün süren Antakya –
İstanbul yolculuğunu anlattığı öyküsünde İzmit’e ilişkin gözlemlerini aktarır:229
229 Aynur Koçak, Sözlü Kaynaklardan Hareketle Kocaeli Yer Adları Üzerine Bir İnceleme, I.Uluslararası Kocaeli
ve Çevresi Kült. Semp. Bildirileri, c.2, s.741, İzmit 2007: Karasu Mehmet, Şeyh Ali Zubari’nin Gözüyle Tarihte
Antakya, KIBATEK Gezi Edebiyatı Sempozyumu, Haz. Kafiye İnanç-Metin Turan, sAnkara 2006, s. 167-176
110
Yolda kimsenin dikemediği ve Allah’tan başka koruyucusu olmayan, İzmit’e kadar yayılmış
ceviz ağaçları gördük. Ve öküzlerle mandaların çektiği arabalar gördük ki bunlar keresteler,
salmalar, mertekler, sariyeler çekmektedir. Nihayet İzmit şehrine girdiğimiz yollar, düzlükler,
limanlar, sokaklar, arsalar, meydanlar gördük. Meydanlar yüzlerce, binlerce arabayla
doluydu. Gördük ki İzmit, Engürü kadar geniştir. Ve burası nehir ve deniz kenarlarına
kuruludur. İçinde camiler, minareler, sedirli ve yataklı hanlar, binalar ve deniz kenarlarında
ahşap ve kereste için mahzenler vardır. Nitekim şehrin adı dahi “Ahşap İzmit”tir. Buradan
İstanbul’a ahşap tahtalar, sariyeler, salmalar, mertekler, çıtalar ve tekne malzemeleri
taşınmaktadır. Öyle bir şey ki akılları hayret içinde bırakır ve insan ne diyeceğini şaşırır.
1808, J. M. Tancoigne
J. M. Tancoigne, 8 Eylül1807 - 2 Ekim 1809 arasında gerçekleştirdiği gezisi esnasında İzmit,
İznik, Ankara, Tokat’ı gezdikten sonra İran’a geçmiştir. Gezi notlarını “Lettres sur la Perse et
la Turquie d’Asie” adlı yapıtta toplamıştır.
1809, Paul Ange de Gardane
1809 Eylül’ünde Anadolu’ya gelen Şovalye Ange de Gardane, 18 Nisan’a kadar İzmit, İznik,
Tokat, Ankara ve Erzurum’u gezdikten sonra İran’a geçmiş, dönüşünde bir kez daha İzmit’ten
geçmiştir.230
1809, James Justinian Morier
Diplomat, gezgin, haberci ve doğu uzmanı James Justinian Morier (1780-1845), tüccar ve
diplomat bir ailenin oğlu olarak İzmir’de doğdu. Daha sonra İngiliz uyruğuna geçti. 1808
yılında Tahran’daki İngiliz elçiliğinde yardımcı olarak çalışmak üzere Türkiye’den İran’a
yolculuk yaptı, dönüş yolculuğunu Anadolu üzerinden İstanbul’a gerçekleştirdi. Bu gezisini
anlatan yapıtı 1812 yılında yayınlandı.231 1814 yılında Iran’a elçi olarak atandı ve bundan
sonraki yolculuklarını ve kendi yaptığı Tahran’dan Amasya’ya olan bölgenin haritasını içeren
yapıtı ise 1818’de yayınlandı. Öte yandan “İsfahandan İstanbul’a Hacı Babanın Maceraları”
adlı romanı ilk yayımlandığı zaman, yazarının İzmir doğumlu bir İngiliz olduğuna
inanılmamış, gerçek yazarın James Morier adının arkasına sığınan bir İranlı olduğu iddia
edilmişti. Kitabın yayımlandığı 1824’te, İranı ve Osmanlıyı bu kadar bilerek anlatmanın başka
türlü mümkün olabileceğine inanmak zordu. İşte yöremizdeki yolculuğu:232
16 Temmuz günü Hendek’ten Sapanca’ya oniki saatlik yolculuk için at başı beş kuruş
ödemek zorunda kaldık… Sapanca, ağaç yönünden zayıf ve sakinlerinin küstah ve bağımsız
davranışları nedeniyle kötü tanınıyor. Menzil hanede fazla beklemeden, yolun belli bir
saatten sonra güvenli olmadığı söylendği için gece olmadan İsmid’e (İzmit) varmak için
hareket ettik… Yine de İzmit’e götüren geçide girdiğimizde hava çoktan kararmıştı. Ova,
geceyi geçirmek üzere orada burada kamp kurmuş kervanların ateşiyle aydınlanmıştı.
Menzile komşu kahvehanede durduktan sonra sabah erkenden dokuz saat uzaklıktaki
Geviza (Gebze) için yola koyulduk. İzmit, derin ve güzel körfezi oluşturan bir deniz girintisinin
kenarını sınırlayan, bir dağın eğimi üzerine çok hoş bir şekilde konuşlanmış büyük bir kent.
Bu hızlı ilerleyişim içinde bazı evlerin çok iyi inşa edilmiş olduğunu gördüm. Yüksek dağlarla
çevrilmiş körfez, sanki bir gölmüş görüntüsü veriyor, ancak İstanbul ve Boğaz teknelerini
burada seyrederken görünce bu hayal birden ortadan kalkıyor. Ne yazık ki İzmit’in antik
kalıntılarını görme vakti bulamadım. İzmit’ten dört saat sonra İstanbul’a teknelerin hareket
230 Paul Ange de Gardane, Journal d’un Voyage dans la Turquie d’Asie et de la Perse fait en 1807, 1808 et 1809
231 Morier, A Journey Through Persia, Armenia, and Asia Minor, to Constantinople, in the Years 1808 and 1809,
Londra 1812
232 Morier, A second Journey Through Persia, Armenia, and Asia Minor, to Constantinople, Londra 1818, s. 349351
111
ettiği bir köye vardık ama ben menzil atlarımla, eski ve harap bir kalenin yanındaki dik
yamaçtan yukarı çıkmaya ve daha güvenli olan karadan Gebze’ye devam etmeye karar
verdim. Gebze, güzel bir cami ve beyaz boyalı minareleri ile küçük bir kent. Çevre az ekili ve
az ağaçlı. Hannibal’in mezarını aranma zevkini deneyemedim. Niyetim gece basmadan
Üsküdar’a ulaşmaktı.
1810, Osman Şakir Efendi
Musavver İran Sefaretnamesi (Büyükelçilerin Seyahat Notları) İran Şahı nezdine
büyükelçiliğe atanıp, 19 Ekim 1810 günü İstanbul’dan İran’a doğru yola çıkan Yasinci Zade
Abdülvahhap Efendi maiyetine çevirmen olarak katılan Bozoklu Osman Şakir Efendi
tarafından kaleme alınmıştır.
Bozoklu Osman Şakir tarafından çizilen minyatür, kentin yalnızca doğusunu içermektedir.
Minyatürde, Peysonnel’in gravüründe olduğu gibi, iki cami bulunmakla birlikte, buradakilerin
ikisi de kubbelidir. Bunlardan sağdaki büyük cami, Pertev Paşa Camii olmalıdır.
1810, John Galt
Bir kaptanın oğlu olarak dünyaya gelen İskoç gezgin John Galt (1779-1839), yaptığı geziler
arasında geldiği İstanbul’da bir süre kalır ve yılın son günlerinde İzmit’e, oradan da Kirpi’ye
(Kerpe) geçer. Bu geziyle ilgili, seyahatnamesinden ve otobiografisinden derlediğim notları
şu şekilde: 233
İstanbul – İzmit Deniz Yolculuğu
Bir süre İstanbul’da kalıp aslanları gördükten sonra Bay S. ile birlikte Nikomedia’ya gitmek
üzere İstanbul’dan küçük bir tekneye bindik. Güzel bir yolculuktan sonra ertesi sabah izmit’e
vardık. Gemiye doğru gelen insanların tamamı Türk’tü ve Rumlar da dahi görmediğimiz
gerek bize gerekse birbirlerine karşı tavırları ile bizi şaşırttılar. Bir çıkar gözetmeksizin ya da
en azından eşyalarımızla ilgilenmeksizin büyük bir saygıyla hareket ettiler. Yarım saat sonra
ise genç bir Rum gemici, ne denli aşağılık barbar olduğumuzun farkında olduğunu bize
göstermek için elinden geleni yaparken, mürettabattaki diğer Rumlar da sorularını
yanıtladıkça, hakkımızdaki her şeyi öğrenmek çabası içindeydiler. Aralarındaki Türkler ise
törensel ciddiyetlerini korudular. Gemi olasılıkla otuz ton ağırlıktan fazla olmasa da ikram
ettikleri kahve sanki bir vezirin huzurundaymışcasına bir düzen içinde sunuldu.
Kendimiz, üç hizmetçi ve bir Tatar (sürücü-klavuz) için kamara ücreti olarak dört guineas
ödedik. Aslında Malta’nın doğusunda yol ücreti ödemek adetten değildir yine de yolculuğun
başlangıcındaki bu harcama pek önemli değildi. Kaldı ki Türkiye’de yolculuk etmek
İngiltere’de yolculuk etmekten daha pahalıdır.
İzmit’te karaya ayak bastığımızda gümrük’ün çiftçisi (?) tarafından bir kahve içmek üzere
gümrük binasına davet edildik. Bu esnada Tatar, fermanlarımızı sunmak ve kalışımız için izin
almak üzere vali’ye gitti. Bu nazik adam bize artık tanışık olduğumuz bir kibarlık gösterdi, bizi
evinde kalmaya davet etti. Kabul etmememiz üzerine de yemek hazırlanmasını ve akşam
kaldığımız yere götürülmesini emretti. Ayrıca, asıl evinin bulunduğu Hacı Köy’de yaşayan
oğluna iletilmek üzere bize bir mektup verdi. Suworow tarafından alındığında Ismail’deymiş.
Olağandışı bir Türk olmasının yanı sıra kendi şartları içinde iyi eğitimli idi. Akşam kendisini
ziyarete gittiğimizde gördük ki evi çok kaliteli, tüm Türk evlerinin ortak özelliği gibi derli toplu
ve şık olması yanı sıra kendisi de yöre insanın özelliklerini kendinde toplamıştı.
233 John Galt, Voyages and Travels in the Years 1809, 1810 and 1811, Londra 1812, s. 292 – 299 & John Galt,
Autobiographie, c. 1, böl. 12, Londra 1833, s. 190
112
Kandıra ve Kerpe’ye Gezi
Kirpi’ye (Kerpe) yolculuğumuz sırasında bir macera yaşamadık, elimizdeki fermanlar bize
arzu edebileceğimiz tüm saygıyı sağladı. Bölgenin insanı çalışkan ve uysal Türkler’den
oluşuyor. Toprak sonsuz ve iyi ekilmiş ve orada buradaki çitlerlerle çevrili ağaçların
görüntüsü İngiltere’yi oldukça andırıyor. Çok sayıda köy var, küçük evler ahşaptan yapılmış
ve zemine oturtulmuş direkler üzerinde yükseliyorlar, alt kat ahır olarak kullanılıyor. Ziraat
aletleri de saygınlık uyandırıyor. Alçak derinlikte altı ya da sekiz öküz tarafından çekilen,
tekerlekli sabanlar gördük. İş, düzenli yapılmıştı. İklime uygun yığılmış samanlar dikkatimizi
çekti. Ortaya büyük bir direk dikilmiş ve saman onun etrafına pek sıkı olmayan şekilde
yerleştirilmiş, en üst nokta da güzel bir dam örtüsü şeklinde oluşturulmuş. Bu tür
düzenlemenin sıcağa karşı olduğunu düşündüm ayrıca rüzgarın şiddetine karşı da dayanıklı.
Hem Amerika hem de Avrupa kıtasında çok dolaşmış olan arkadaşım, adamız dışındaki
hiçbir ülkede böylesi güzel bir kırsal görüntüyle karşılaşmadığını söyledi. Bölgenin insanları
da oldukça zengin görünüyorlar. Ancak Asya’daki Türkler, alışkanlık ve hareket tarzlarında
Avrupalılardan oldukça farklıdırlar. Toprak hala hükümdarın mülkiyeti ve miras olarak
devredilemez konumda. Avrupa’daki Türkiye bize biraz daha benziyor ama burası
Charlemagne öncesi dönemi anımsatıyor…
Bölge köylüleri, kendi işleri dışında komşu ormanlarda donanma için ağaç kesimine katılmak
zorundalar. Bir çoğunun dediği üzere durumları, zaman zaman beylerin tehditleri ve savaş
anında masrafları kendilerine ait olmak üzere reislerinin peşinde kampa katılmak zorunluluğu
olmasa oldukça rahat. Kampta diğer birliklerle aynı şartlara tabiler, eğer Yeniçeriler içinde yer
aldılarsa rütbelerine göre ücret alıyorlar: Hayat pahasına bir ücret.
Kandros’tan (Kandıra) Kirpi’ye (Kerpe) geçerken konakladığımız bir köyde, bizimle birlikte
gelmiş olan valinin bir subayı tepenin ötesini işaret ederek, oradaki kalenin Türkler tarafından
ilk ele geçirilen kale olduğuna inanıldığını belirtti. Gerçekten tarihi bir kale idi ve ilk saldırılar
buralarda bir yere yapılmış olmalı.
Oldukça seyrek iskan edilmiş bölgede seçkin birinin evinde ağırlandık. Soylu bir Türk
diyebileceğimiz ev sahibimizin kır evinde bir gece geçirdik. İkramlar, çok ve görkemliydi.
Gerçekten bu konaklamamızdan çok özel anılar kaldı; örneğin haremdeki hanımların bize
çok çeşitli yemeklerden oluşan bir akşam yemeği göndermeleri ve yanımızda tadabilmek için
onlara bırakabileceğimiz hiç panç olup olmadığı sorusuyla bizi onurlandırmaları gibi. Ancak
gezi, olay ve maceralarına karşın İngiliz mallarını bu kıtaya satma açısından umduğumuz
kadar verimli geçmedi ve hayal kırıklığı içinde geri döndük. .
Kerpe, Karadenizin güzel korunaklı, küçük bir koyun kenarında önemsiz bir küçük köy.
Buradan önemli miktarda kereste komşu İstanbul’a gönderiliyor. Amacımız daha doğuya
doğru gitmekti ancak fermanımızdaki kimi hatalar ve bu yönde yorumlamalar bizi
yolculuğumuzu Kerpe’de sonlandırarak, karadan Hacı Köy’deki İzmitli tanıdığın kır evine
yöneldik.
Kandıra’dan ayrılırken çok sayıda kadın da at sırtında kasabanın dışına kadar geldiler, hepsi
çok neşeliydi. Atlardan biri, binicisinin haykırışları altında ileri koşmaya başladı ve kadını
üzerinden attı. Tatar, hiçbir yardıma yeltenmememiz ve onu o halde hareketsiz bırakma
pahasına atlarımıza binmek zorunda olduğumuz konusunda uyardı. Geride kalma huyu
nedeniyle aslında işinde kınanacak bir adam olan çevirmenimiz kadınla konuşmaya başladı
ve kadına kalkmasını söyledi. Bu arada at da aynısını yapmak zorunda kaldı.
Hacı Köy ve Bey Evi
Hacı Köy, güzel bir kır kasabası. Atları üstün nitelikli görünüyor. Arkadaşımız Bey’in evi,
merkezinde bir kule ve büyük duvarlarla çevirli bir avlu ile çevrili geniş bir yapı. Küçükbey
113
Mehmet onbeş yaşında bir delikanlı, bizi çok sayıda silahlı koruma ile çevrili esas halk
odasında ağırladı. Kurnaz ve mantıklı yaşlı bir adam olan özel eğitmeninin yanında yöre
caminin hocası bulunuyordu. Geleneksel ve eğlenceli çubuk ve kahve faslı sona erdikten
sonra Mehmet bey ayağa kalkarak, evinde misafiri olduğumuz sürece kendi evimiz olarak
kabul etmemizi söyledi ve kapıya giden sofada ayakta bekleyen tüm hizmetlilerle birlikte
odayı terk etti. Bu, daha önce hiç görmediğim bir gelenekti. Bu evde bir başka uygarlık örneği
ile karşılaştık. Akşam yemeğimiz haremde hazırlanmıştı ve dayanıklı malzemelerin yanı sıra
bu kutlu evin sakinleri için bile az bulunur malzemelerden oluşuyordu. Bey’in dört karısı
ancak üç çocuğu var. Karılarından biri onunla birlikte İzmit’te, diğer üçü ve çocukları ile
onların karıları Hacı Köy’de.
Yemekten sonra ev sahibimizi, bize ayrılan kadar güzel bulmadığımız dairesinde ziyaret ettik.
Bizim pencerelerimiz kapaklı idi, buranın ise sadece sıradan camdan. Ziyaretimiz sırasında,
Türklerin olduğundan daha konuşkan bir zabitten kimi bilgiler edindik ve bu esnada Türklerin
konuşmada ne denli utangaç olduğunu gösteren olay meydana geldi. Bey, odadan içeri girer
girmez zabit diz çökerek, beyin elini öptü ve tek bir söz etmeden odadan ayrıldı. Kısa bir süre
sonra silah sesleri duyduk, bize bir zabitin bu gece evlenmekte olduğu ve silah seslerinin,
kendisinin gelinle tanıştırıldığını belirttiği söylendi. Konuşkan zabit, Türklerin evlenmeden
önce eşlerini çocukluk dönemleri hariç olmak üzere hiç görmediklerini ve bazen de daha
çocukken nişanlandıklarını söyledi. Türkiye’de ara bulucu olanlar, anneler. Evlilik, peçesiz
gelin ve damadın birlikte onlar için hazırlanan bir ziyafet masasına oturmaları ile kutlanıyor.
Üç gün birbirlerini beğenmeleri için çift rahatsız edilmeden geçiyor, üçüncü gün ise düğün
patırtısı başlıyor ve genç çift ile davetliler yorulana kadar devam ediyor. Ziyaretimiz boyunca,
holdeki hizmetlilere dualar okuyan yöre hocasının sesini duyduk.
Ertesi sabah, ziyaretimiz sona ererken korumalar Bey’den önce gelip odanın en ucundaki
koltuğuna gidene dek sofada ayakta beklediler. Kısa bir süre sonra veda ederek, ayrıldık.
İzmit
Nikomedia, (İzmit) körfezin başına yakın dik bir tepenin yamacında büyük bir kent. Bir
amfitiyatronun izleri görülebiliyor ve eski kent sur duvarları hala görülebiliyor ancak
Konstantinopolis yazarlarının, kentin Diocletianus döneninde Roma’nın görkemi ile rekabet
ettiği abartılarını doğrulayacak hiçbir şey yok. Kesilmiş taştan küçük kare bir yapı,
Diocletianus sarayının kalıntısı olabilir. Ancak ben, geçerli bir neden sunamadan böyle
olduğunu var saymıyorum.
İzmit’in nüfusu, olasılıkla 40,000’den fazla. Her yerdeki gibi burada da Septinsular (lokman)
bir hekimle tanıştık, ayrıca bir sürü dar kafalı ve aptal Rum papaz tarafından ziyaret edildik.
Bu kentteki başlıca manüfaktür, kırmızı deri ve başkente gönderilmek üzere çok yüksek
miktarlarda hazırlanıyor. Donanma için kerestenin toplandığı bir tersane bulunuyor. Ağustos
ve Eylül ayları boyunca körfezin ucundaki geniş bataklık alanlardan yükselen çok kötü bir
buhar, sıklıkla hastalık bulaştırıyor.
İzmit, Bağdat kervanlarının yolu üzerinde. Kent, Kerpe’ye yakınlığı ve başkente su yolu ile
irtibat olanağı yanı sıra İstanbul Boğazı kapalı olduğunda234 tarafsız gemilere Kerpe’ye
yanaşma izni verilseydi güzel bir ticari yük ambarı olabilirdi. Bölge boyunca yollar kötü değil,
mal taşımak için araç kolayca bulunabiliyor, at ve deve ise bol sayıda…
1812, M. Bruce
234 Y.U.: Gezgin Osmanlı-Rus savaşını kastediyor.
114
Browne (1797) ile aynı yolu yani Kayseri, Ankara, Sapanca, İzmit yolunu izlemiş ancak
Browne’un kitabında olmayan yer adları ve uzaklıkları da vermiştir.
1812, William Ouseley
Ousley’in seyahatnamesine ulaşamamış olmamıza karşın 5 Mart 1828’de İngiliz Kraliyet
Edebiyat Akademis’nde yaptığı “Bithynia’nın eski başkenti Nikomedia hakkında tarihsel
notlar” başlıklı konuşması bize yine de yöremizdeki gezisi hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler
sunmaktadır:235
1812 yılında İran’dan Avrupa’ya dönüş sürecinde Kappadokia, Bithynia ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun diğer vilayetlerinden geçtim. Bununla birlikte, daha sonra bahsedeceğim
gibi Arrianus’un mezarının keşfi gibi bir başarının Türklerin desteği ile geldiğini belirtmek
zorundayım. Ancak Nikomedia’daki (İzmit) bir günlük mola esnasında şansım bu denli
yerinde değildi. Yapabildiğim tek gözlem, bir pusula ve birkaç kerteriz ile kentin şu anki
konumu oldu. Sonucunda görülüyor ki Propontis’in (Marmara Denizi) güzelliğine katkı veren
ormanlarla çevrili bir körfezinin kıyısında, denizden görkemli bir şekilde yükselen bir dağın
yamacına mükemmel oturmuş, büyük bir kent. Yoğun bir nüfus oluşturdukları görülen
sakinleri, genelikle güzel görünümlü bir ırktan geliyorlar, bazı genç kız ve delikanlıların
yüzleri, kendi güzellikleri içinde, şimdiye değin hiç görmediğim oranda, antik Yunan yüzlerine
çok benziyorlar. İzmit sokaklarınında dolaşırken bir çok yontulmuş mermer parçası ve tam
olmayan bir yazıt parçası (ne yazık ki Türkler bir yapıda kullanmışlar) dikkatimi çekti. Kentin
bugünkü adı İznikmid
ya da kısalmış hali ile İzmid, antik kent isimlerinin pek
değiştirilmediğini gösterircesine, Nikomedia adının kısmi kalıntısı.
Kısa bir süre önce yayınlanmış bulunan gezi notlarım,236 kentin bugünkü durumu hakkında
bir günde yapabildiğim gözlemlerimin toplamını içermektedir. Kentin eski tarihi ile ilgili
notlarım ise yukarıda bahsettiğim kitabımda, kısıtlı olanakların getirdiği kaçınılmaz sonuçları
ile yer almaktadır…
Şüphesiz ki Nikomedia, ilk sakinlerini yaklaşık İÖ 300’de tahrip edilen Astakos’a borçlu idi.
Strabon, kenarında Nikomedia’nın bulunduğu körfezi tanımlarken, Megaralılar ve Atinalılar
tarafından kurulan, sonra Doedalsus tarafından onarılan ve Lysimakhos tarafından tahrip
edilen Astakos’un sakinlerinin, kurulan bu yeni kente yerleştirildiğini aktarmaktadır. Ancak
Nikomedia, Astakos ve Olbia adlı bir başka yerleşim akılları karıştırmaya devam etmektedir.
Strabon’un belirttiği Astakos, (
) Pomponius, Melo ve
Skylax’ın söz ettiği Olbia ile Petungeria
(
) 237 ve Theodosius
cetvellerinde238 görülen Nikomedia, her üçü de Marmara Denizi’nin bu körfezi ile
bağlantılıdırlar. Bizanslı Stephanos’a göre de Nikomedia’nın bir başka adı da Olbia idi.
[
]
Bununla birlikte, Ptolemeus’a göre her üç kent de birbirine yakın ama değişik coğrafi
konumları ile yer almaktaydılar.239
Kent
Boylam
Enlem
235 Transactions of the Royal Society of Literature of the U.K., cilt 1, böl. 2, Londra 1829, s. 24-35
236 Gezgin: Travels in Various Countries of the East, more particulary Persia, c. 3, s. 514-515-573 (Y.U.: Ne
yazık ki bu kitaba ulaşmak mümkün olamadı)
237 Gezgin: Ed. Gronov. Lugd. Bat. 1700, s. 83
238 Gezgin: Bertius, Theatr. Geogr. Veteris
239 Gezgin: Ptolemeus, Geographica, kitap 5, böl. 2
115
57º 00’
57º 20’
57º 30’
Olbia
Astakos
Nikomedia
42º 20’
42º 30’
42º 30’
Ancak Salmasius, Astakos’un Nikomedia’nın olduğu dönemde de varlığını devam ettirdiğini
söyleyen Ptolemeus’a dudak büker.240
“
”
Photius’un Memnon’dan alıntı yaptığı bir parçaya göre Nikomedia, Astakos’un karşısındadır
(
) ve İmparator Konstantin’in ( Porphyrogenitus takma adlı) 10. yy.’da yazdığına
göre Astakos ve Nikomedia farklı kentlerdir.241
Astakos ve Nikomedia’nın aynı yer olduğuna dair veriler ise Pausanias’da, “Bithynia’nın en
büyüğü ve daha önce Astakos olarak adlandırılan kente daha sonra adını veren
Nikomedes’in bir fildişi heykeli”nden sözlerinde yer alır.
“
”
Ayrıca, Trebellius Pollio’dan İskitlerin bu bölgeyi Gallienus döneminde istila ettiklerini ve
sonraları Nikomedia adını alacak Astakos kentini yakıp, dümdüz ettiklerini öğreniyoruz.
Eusebius’a göreyse Nikomedes, tamir ettirdiği ya da yeniden inşa ettirdiği Astakos’a
Nikomedia adını vermişti.242
Ammianus Marcellunus ise Astakos’un Nikomedes’den sonra Nikomedia olarak anılmaya
başladığını söylemekte.243
Salmatius, Nikomedia’nın Astakos’un harabelerinin tam üstüne kurulmamasına rağmen
yakınına kurulduğunu söyler.
240 Gezgin: Salm., Plin, Exercit. in Solin., 617
241 Gezgin: Bkz. Banduri, İmperium Orientale, Constantine de Thematibus
242 Gezgin: Eusebius, Chronicles, Can.
243 Gezgin: Amm. Marc., kitap xxii
116
Müthiş coğrafyacı D’Anville de iki kentin birbirinden ayrılması gerektiğine inanır.244
Hangi görüş doğru olursa olsun açıkça belli ki Nikomedia doğanın güzelleştirdiği, elverişli bir
konuma sahip, zengin, yoğun nüfuslu ve yöneticilerince pahalı sanat eserleri ile süslenmiş bir
yerdi. Geçmiş ünü göz önüne alınırsa Nikomedia’yı keşfim esnasında beni sıklıkla üzen şey
bu kentin başına gelen veba ve daha önce belirtilen koşullar nedeniyle sıklıkla kesintiye
uğramış olması. Geçmiş çağlara ait yapıların bu kentte hala varlığı, akla uygun şekilde
varsayılmış. 16. yy.’da Busbecquius, kalesi tümüyle tahrip olmamış kentin orijinal görkemine
ait az sayıda kalıntı görmüş olsa da kraliyet sarayının bir parçası olabileceğini düşündüğü
beyaz mermer duvarlar toprak altından yeni çıkartılmıştı.
Buna karşın Grelot’nun 16. yy.’daki notları, çok sayıda Grekçe ve Latince ilgi çekici yazıtların
İzmit’in nerdeyse her sokak ve mezarlığında hala var olduğunu göstermekte. Paul Lucas,
1705 yılında kendi gözleriyle gördüğü bir çok yontulmuş parçadan ve yer altından az gayretle
gün ışığına çıkartılabilecek daha bir çok başkalarının varlığından bahsetmektedir. Geçen
yüzyılın sonlarında İzmit’i gezmiş olan dahi İngiliz gezgin Dalloway da bol servili bir
koruluğun ortasına serpilmiş, yerde yatan çok sayıda mermer ve kızıl somaki sütun parçası
yanı sıra Akropolis’in kimi surlarından ve yıkılmış kuleleri ile Türklerin de dediği gibi olasılıkla
Diocletianus dönemine ait Eski Saray’a ait bir çok kalıntıyı görmüştür.
At sırtında aceleyle kent sokaklarını geçerken kendilerini bana gösteren az sayıda bozulmuş
antik yontu sanatına ait kalıntılar daha önce not altına alınmıştı. Ayrıca kendi zevki için
araştırmalar yapan bir antikacının meraklı incelemelerine burada izin vermek, gerektiğinden
çok yer ayırmak olacaktır.
Geldiğim noktada bu kent, İÖ 3. yy.’da I.Nikomedes tarafından yeniden kurulsa, süslense ve
büyütülse de ondan daha eski olmalı. Yukarıda anılan yazarlardan Paul Lucas, yanlışla bu
kentin Julius Sezar’ın çağdaşı Nikomedes tarafından kurulduğunu varsaymış. Sezarın ününe
gölge düşüren klasik tarihin, rezil bir öyküsü kendisini yanıltmış olmalı. IV.Nikomedes bu
hikaye sayesinde, kimi yazarlar bu adı taşıyan yalnızca üç hükümdar olduğunu söyleseler de
tarihte yerini almıştır. Kentin kimden sonra Nikomedia adını aldığı sorusunun yanıtı, Bizanslı
Staphanos’a göre “kralların en meşhuru”245 ve bu kral yozlaşmış adaşından iki yüzyıl önce
hüküm sürmüş idi:
244 Gezgin: Géographie Ancienne
245 Gezgin: Bu kral, Zela’nın oğlu Nikomedes’tir
117
Rakibi Nikea’nın (İznik) tüm karşı çabalarına rağmen görüyoruz ki Nikomedia, Bithynia’nın
gururu ve metropolisi idi. Bu durum Plinius, Pausanias ve Ammianus Marcellinus’un
sözlerinden anlaşılıyor.
Bu durum sikkelerde de görülüyor: Antoninus Pius’un saçlarında defne taçı ile betimlendiği
bir pirinç sikkenin bir yüzünde şu açıklama yer alır:
diğer yüzde, oturan Jupiter sağ elinde bir patera, sol elinde ise bir mızrak tutamakta ve şu
sözler bulunmaktadır:
Froelich’in “Quatutor Tentamina adlı yapıtında sayfa 225’de” yayınlanmış bir başka sikke
hakkındaki bilgileri bu vesile ile aktarmak istiyorum:
4. yy.’a ait Latince bir coğrafi incelemenin Grekçe’ye çevirisine göre bir çok Bithynia kenti
arasında, bir yıldırımla yıkılan ve Konstantin tarafından yeniden yapılan Basilica’sı ve
oyunların oynandığı Circus ile tanınıyordu.246
Zosimus’a göre hatırı sayılır büyüklükte, zenginliği ve her şeyin bol bulunmasıyla
tanınırdı.247
Arrianus’un, doğum yeri olan bu Nikomedia kenti hakkında bilgileri de içeren, Photius
tarafından aktarıldığına göre sekiz kitaptan oluşan Bithynica ya da Bithyniaca adlı eserinin
kaybolmuş olduğuna üzülmemiz gerek
246 Gezgin: Hudson, Minor Geographers, c. III, s.12 (Lat.’den Gr.’e çev. Jac. Gothofredus)
247 Gezgin: Zosimus, Historia, kitap I, ( Val. & Gell.)
118
Bir başka yerde de 248 Bithynica’nın sekiz kitaptan oluştuğunu okuyoruz:
Bununla birlikte Photius’un, Grek yazar Memnon’dan aktardığı kimi parçalar aracılığı ile
kentin kuruluşu hakkında kimi bilgileri doğrulamak olası. Belirttiğine göre Yedinci
Olimpiyadların ilk dönemlerinde yani İÖ 700’lerde bir grup Megaralının bir kahinin emri
sonrası gelip buraya yerleştiklerini, sonrasında kente ünlü bir kişi Astacus’un adını
verdiklerini, daha sonra Atinalıların da buraya yerleştiklerini, Dydalsus hükümranlığı
döneminde de gelişmiş bir kent haline geldiğini aktarıyor.
Strabon’a göreyse Astakos kenti, adını Doedalsus olarak verdiği bu kral tarafından yeniden
kurulmuştu.
Bu kraldan çok nesil sonra gelen Nikomedes de krallığın zenginlik döneminde, adını taşıyan
kenti, Memnon’un belirttiğine göre Astakos’un karşısında kurmuştu.249
Bu anlatımların bir kısmı birbirini onaylamasına karşın, bir kısmı da uzlaşmaz bir çelişki
içinde. Gelecekteki buluşlar konumuyla ilgili bilgileri onaylasın ya da geçersiz kılsın, kent İÖ
2. yüzyılın başlarında Nikomedia adını taşıyordu. Livyus’a göre Prusias’ın oğlu olan bu
Nikomedes era’mızdan 189 yıl önce, yani Zybaea (Zibaeas) ile çekişmesinden galip çıkıp
tüm ülkeye hakim olduktan sonra Bithynia kralıydı.250
Livius’un bir el yazmasında da
Memnon tarafındansa
yerine
yazıldığını görüyoruz,251 isim
olarak yazılmış.252
Fakat, Bizanslı Stephanos’a göre Nikomedia’yı kuran Zela’nın oğlu Nikomedes’ti. Strabon da
kentin, kurucusundan sonraki bir başka Bithynia kralının adını aldığını nakleder. Bu ülke
krallarının da bir çoğu, Ptoleomuslar gibi aynı adı almışlardı.
248 Gezgin: Böl. XCIII
249 Gezgin: Memnon, böl. 21 (Photiius Biblioth.)
250 Gezgin: Lyvius, kitap XXXVII, böl. 16 & kitap XLV, böl. 44
251 Gezgin: Bkz. Hearne neşriyatı
252 Gezgin: Photius, Bibl., böl. XXI
119
İS 2. yy’da, Traianus döneminde, Genç Plinius’un Bithynia’da yöneticilik yaptığı ve eyaletin
çeşitli bölgelerini gezmekte olduğu süreçte Nikomedia’daki iki kamu binası ve çok sayıda
özel ev bir yangınla yok olmuştu ki sonucunda konsül (imparatora yazdığı mektupta), burada
bir itfaiye teşkilatı kurmanın ve benzeri durumlarda kullanmak üzere su sağlayacak doğru
cihazları tedarik etmenin yararlarını öne sürmüştü:253
Burada belirtilen “Gerusia”, değişik çevirmenlerce “Senato Binası” ya da “Kent Meclisi” olarak
belirtilmiştir, belki her ikisi de aynı anlama geliyordu. Ancak gerusia, Justianus’un
olarak bahsettiği bir çeşit hastahane, fakir evi ya da sadaka evi veya
kendine bakamayacak durumdaki yaşlı düşkünler için bir barınak olabilir.
Nikomedia’daki “Issos” adlı bir başka kamu yapısı da bu yorumcuya göre Trabzon
yakınlarındaki Issos ya da Hyssos’dan veya Klikia’daki Issus’dan gelen yabancıların
ikametine ayrılmıştı. Fakat bir çok başka yorumcu bu tezi reddeder. Plinius’un Iseum olarak
yazdığı bu yapı için genel kanı, Isis tapınağı olduğudur.
Bundan birkaç yıl sonraki bir deprem sonucu hasar gören kentin, Esusebius’un Chronicles
adlı eserinde belirttiği üzere İmparator Hadrianus tarafından onarıldığını görüyoruz. Üçüncü
yüzyılın başlarında da İskitler ya da Gotlar tarafından yakılmış ve bu barbarlar yıkıcı seferleri
esnasında buradan ve İznik çevresinden elde ettikleri ganimetlerini gemi ve arabalara
yüklemişlerdi.
Ancak, Nikomedia bu yıkımdan kısa sürede kurtulmuş ve kent Diocletianus tarafından gerek
lüks, gerekse kamu yararına binalarla donatılmıştı. Diocletianus’a karşı önyargılı bir yazar
olan Lactantius, bu imparatoru aşırı yapılaşma ve Nikomedia’yı Roma ile eşdeğer anıtlarla
donatma tutkusu nedeni ile kınar, ancak görkemli yapılar dikildiğini ekler.254
Bu imparator, aylarca ciddi bir hastalıkla savaştıktan sonra 305 yılında sarayından çıkarak üç
mil uzaklıktaki bir ovada oldukça dinsel bir törenden sonra tahtı terk etti. 324 yılında Licinius,
ortak imparatorluk hakkını, Konstantin lehine Nikomedia’da devreder. Konstantin de bu kenti
sık sık imparatorluk ikametgahı olarak kullanır ve 337 yılında buraya yakın bir yer ya da
villada ölür .255
Ancak Nikomedia, felaketin her anını ve ağır sonuçlarını gören çağdaş yazar Ammianus
Marcellinus’un canlı duygularla aktardığı gibi bir depremle yıklır ve sakinleri perişan olur.
Dediğine göre o günlerde bir çok kenti ve dağı alt üst eden, ancak en büyük hasarı çeşitli
253 Gezgin: Plinius, Epistulae, kitap X, episod 42
254 Gezgin: Aurelius Victor & Eutropius & Lactantius & vb.
255 Gezgin: Eusebius, kitap 4
120
felaketler şeklinde Bithynia kentlerinin anası Nikomedia ve onun sakinlerinde yaratan
korkunç depremler yapmıştı. Deniz kenarında böğüren dalgalar ve dağda yankılanan
uğultular ve korkunç bir fırtına sonucu birbiri üzerine yıkılan evlerden söz etmektedir.
Böylesine ani ve yıkıcı olayın doğal sonucu olarak yıkılan yapıların altında kalanların haykırış
ve inlemeleri ile kurtulanların ağlayışları duyuluyordu. Bir çok kişi de bu korkunç olayın
ardından çıkan yangında ölmüştü.
Idatius’tan öğrendiğimize göre Nikomedia’yı tümüyle yıkan bu deprem, yüzeli başka kent ve
kasabayı da etkilemişti.256
Bu olay 358 yılında meydana gelmişti. Dört yıl sonra kenti ziyaret eden İmparator Julianus,
hayran olduğu kenti yıkıntılar içinde görünce restorasyonunu üstlenir.257 Hükümdarların
kulaklarını çınlatan bu sızlanmaları, Achilles’e ağıt yakan Musalara benzeten güzel söz
ustası sofist Libanius, kenti düşkünlüğü içinde bile mutlu olarak niteler.
Ne, Nikomedia ile ilgili olarak burada nakledilenlerden olasılıkla daha ilginç bir bilgi
vermeyecek başka antik Grek ve Latin yazarların metinleri için artık bakınacak ne de
Julianus döneminden Türklerin eline geçtiği 1330 yılına kadar ki karanlık dönem için bir çaba
göstereceğim.
Eski sanat yapıtlarının yapıldıkları malzeme ya da şans eserleri, Nikomedia’nın çeşitli
dönemlerde yaşadığı felaketlere özellikle de Ammianus’un 358 yılında, her şeyi aniden yıkan
(
) ve 50 gün boyunca, gece-gündüz devam eden felakete karşı
koyabildiğine dair inanmaya istekliyim.258 Mermer ya da bronz anıtlar, değerli şeyler,
vazolar, silahlar, sikkeler, süs eşyaları ve diğer ev eşyaları, kenti ve varoşlarını oluşturan ve
uzun süre imparatorların tercih ettikleri ikametgahları olmuş mükemmel yapıların ancak yıkıcı
deprem sonrası yangın geçirmiş kalıntıları altında olasıklıkla hala duruyorlardır. Yontulmuş
parçalardan az önce yukarıda söz edildi ancak benim bunlara ekleyeceğim, kısa bir göz
gezdirmeme rağmen bazılarının oldukça eski oldukları ve yeni bir evin duvarı üzerinde ters
dönmüş bir taş üzerindeki Grekçe olduğunu tesbit ettiğim bir yazıt.
Yeni çıkan Gezi Notlarımda da bahsettiğim İzmit Mutasarrıflığı’nın güncel durumu hakkında
burada ekleyebileceğim yalnızca, körfezinde çok sayıda tekne bulunduğu ve bunların
256 Gezgin: Fast. Consul. Datiano et Cereali Coss.
257 Gezgin: Ammianus Marcellinus, kitap XXII
258 Gezgin: Amm. Marc., XVII
121
çoğunlukla Rumlarla donatıldığıdır. Kimi büyük tekneler, kente yakın demirli bekliyorlar ama
tümüyle enkaz olmuş görülmüyorlar. Oldukça büyük bir tanesi kıyıya çekilmiş ve bir çok kişi
tarafından tamir edilmeye çalışılıyordu, bunlar arasında da Rumlar, Türklerden
çoğunluktaydı. İzmid’in (İzmit) gemi enkazları ile dolu olduğu söyleniyor. Grelot, 17. yy.’da bir
çok İstanbullu tüccarın teknesinin İzmitliler tarafından yapıldığı hakkında bizleri bilgilendiriyor.
Olasıdır ki bu yer, erken dönemlerde de denizcilikte ileri idi. Froelich’in yapıtındaki gravürler
arasında gördüğüm Commodius dönemi (180-192) pirinç bir Nikomedia sikkesindeki,
“geminin pruvasına çivi çakan bir adam” resmi bunu doğruluyor.
Froelich’in konu sikke hakkındaki yorumu şöyle:259
Bu notlar, yapıtı kaybolmuş Arrianus’un elimize ulaşan çalışmalarına gönderme yapmadan
değerlendirilmemelidir. Photius’un bize aktardığı üzere Bithynia tarihini yazmış ve kendisi de
Nikomedialı bir ailenin çocuğu olarak İzmit’te doğmuş.
Ancak, Photius’un kimi notlarına göre, her nekadar Bithynia tarihi adlı yapıtı bir çok açıdan
saygıdeğer derecede doğru idiyse de kendi ülkesi hakkında inanılması zor hikayeler de
barındırmaktaydı.
Bizanslı Stephanos tarafından da “Bithyniaca”dan alıntılar260 yapılmış ve Nikomedia ile
Olbia’nın aynı kent olduğuna dair bilgiyi bu yapıttan devşirdiğini ve Arianus’un da bu iki kenti
Astakos ile karıştırdığını sanıyorum. Böylece, Astacus’un Neptün ile su perisi Olbia’nın
olduğu gibi doğduğu kentin tarihini masallarla abartma yanlışına düşmüştür.261
Arrianus tarafından Nikomedia için nasıl bir kök öngörülürse görülsün Bithynia hakkındaki
kayıp sekiz kitabı için üzüntü duymalıyız… Biliyoruz ki aynı zamanda Kappadokia valisi idi
ancak kurallara uymama tehlikesini göze alarak önceki yapıtımda yer verdiğim ve ortaya
çıkardığım bir mezar yazıtından262 hareketle kişisel geçmişi ile ilgili olarak belki de
Sapanca’da (antik Sophon) gömülmüş olduğu, 48 yaşına kadar yaşadığını ve babasının
adının Doedalsus olduğunu söylemek olası. Her ne kadar bu tür bilgiler ıvır zıvır gibi gelse de
Arrianus gibi bir kişiye bağlanınca önem kazanıyorlar. Yazıtın bir kopyesini burada
sunuyorum.
259 Gezgin: Bkz. RE, Numeria Vetere, Quatuor Tentamina, s. 225, Viyana 137
260 Gezgin: Amazonium, Astacus ve Bithonopolis
261 Gezgin: Bizanslı Stephonos’un (de Urbibus) Astacus, Nicomedia ve Olbia hakkındaki yorumları için bkz.
Thomas de Pinedo.
262 Gezgin: Bkz. Travels, c. III, s. 512 & levha LIX
122
Strabon,263 Memnon264 ve diğerlerinden, Doedalsus (
veya
)
adının belli bir üne sahip ve özellikle Bithynialılara ait olduğunu öğreniyoruz. Nikomedes de
aynı adlı bir hükümdarın dördüncü nesil torunuydu.
1814, John MacDonald Kinneir
1813 ve 1814 yıllarında, Anadolu’da değişik yönlere coğrafi geziler yapan Yüzbaşı
MacDonald Kinneir’in İstanbul’dan hareketinden sonra ilk önemli durağı İznik olmuş, buradan
Eskişehir, Sivrihisar, Yarma, Ankara, Yozgat, Kayseri, Tarsus, İskenderun, Latakya, Kıbrıs,
Kalenderi, Karaman, Konya, Akşehir, Afyon, Kütahya üzerinden Bursa’ya gelmiş ve Marmara
Denizi’nden bindiği bir gemi ile İstanbul’a dönmüştür. Birkaç yıl önce de Diyarbakır, Sivas,
Yozgat, Tokat, Marsavon (Merzifon), Tosya, Bolu, Sapanca ve Üsküdar üzerinden İstanbul’a
bir yolculuk yapmıştı. İstanbul’da bir süre dinlenen Kinneir, üçüncü Anadolu yolculuğu için 30
Nisan 1814’de üçüncü Anadolu gezisi için İzmit Körfezi’ne doğru yola çıktı. Aynı adı taşıyan
kent, Diocletianus döneminde Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmıştı ve Kinneir’in
ziyareti anında 700 haneden oluşmaktaydı. Kinneir, kentin eski görkemini yansıtır kalıntılar
görememiş ancak yüksek dağlar ve verimli vadilerle kesilmiş yöreyi hoş ve çekici bulmuştu.
Bağlar, bahçeler ve olağanüstü ormanlarla doluydu. Daha sonra Sapanca, Taraklı, Tirebolu,
Mudurnu ve Bolu’ya geçmiştir:265
İstanbul’dan Eskişehir ve Yerma üzerinden Ankara’ya
Bir önceki seyahatimde Anadolu üzerinden yaptığım Bağdat-İstanbul yolculuğu beni o denli
mutlu etmişti ki bu ilgi çekici ülkeye bir yolculuk daha gerçekleştirerek az bilinen ve pek sık
gidilmeyen bölgelerini keşfetmek üzere çok kararlıydım. Türk başkentinde, yazın
sıcaklarından kaçınmak ve 1807’de Seringapatam’da kaptığım, zaman zaman da tekrarlayan
humma nöbetleri yaklaşık üç ay geçirdim. 2 Eylül’de İstanbul elçimiz, saygıdeğer Bay
Liston’un hastahane konağını terk ederek bir Rum hizmetçi ve ihtiyar Tatar İbrahim ile yola
çıktım, İstanbul Boğazı’nı geçerek Üsküdar’da ata bindik. İlk konağımız, Romalıların insanlık
dışı zulmünden kurtulmak için burada zehir içeren Hannibal’in mezarı olduğu sanılan bir
tümülüs ile tanınan küçük ve kirli bir kasaba olan Gebze.
Ayın üçü, sabah erkenden Gebze’den birkaç mil uzaktaki İzmit Körfezi’ni aşıp, ağaçlık bir
vadide Türk saati ile yaklaşık sekiz saatlik bir yolculuk sonrası gariban bir halde yıkıntı bir
küçük evde gecelediğim Gustorjeck’e (Küstarcık ? Çınarcık ?) vardık.
4 Eylül sabahı gündoğumu ile yola koyularak dört saatin sonunda Ascanius (İznik) Gölü’nü
kuzeyden çeviren dağların zirvesine vardık266…
263 Gezgin: Kitap XII
264 Gezgin: Photius Biblioth.
265 M. Eyries, Abrégé des Voyages Modernes depuis 1780 jusqu’a nos Jours, c.14, Paris 1824, s. 256
266 Kinneir, Journey Through Asia Minor in the Years 1813 and 1814 with remarks on the Marches of Alexander
and Retreat of Ten Thousand, Londra 1818, s. 23-24
123
29 Nisan günü Bay William Chavasse ve ben, deniz yolundan Hereclea’ya (Kdz. Ereğli)
gitmek üzere Büyükdere’den tekneye bindik… Birkaç saatlik yolculuktan sonra İstanbul
Boğazı’ndan çıkıp, Anadolu kıyısı boyunca yedi mil seyrettikten sonra Khiva (Ağva ?) nehri
ve kasabasının bir mil ötesindeki küçük bir koya girdik… Fırtınanın olasıklıkla uzun günler
daha süreceğini öğrenince geri dönmek zorunda kaldık…
Kartal – Gebze – İzmit
30 Nisan günü sabah saat 11’de tekrar denize açılarak İzmid (İzmit) Körfezi’ne doğru yola
çıktık. Saat 1’de çıkan bir yağmur, bizi küçük bir köy olan Kartal’a sığınmaya zorladı ve
havanın açıp tekrar denize çıkabileceğimiz akşam 4’e kadar orada kaldık. Ancak yağmur ve
fırtına tekrarlayınca bir gece Tuzla’da konakladık. Yörenin ağası bir sivildi ve bizi evinde
ağırladı.
1 Mayıs günü sabah saat 8’e kadar yağmur kesmedi, tam bu anda tekneye doğru
yüyüyordum ki kolumdan çeken bir Rum, ilginç bir şey göstereceğini söyledi. Gittiğimiz bir
Rum kilisesinde yaklaşık dört ayak yüsekliğinde üç ayak genişliğinde bir mermer kaya
parçası gösterdi. Üzerinde çok eski görünen bir alçak kabartma vardı ve aynı şekilde
yapılmış üç figürden oluşuyordu. Ortadaki adam kafasında bir tür pelerin ile betimlenmişti ve
iki yanındakiler ise kafaları kurt, kol ile vücutları ise insan olan ve ellerindeki mızraklarla
ortadaki insanı delmekte olan görüntülerdi. Rum’a bir hediye verip tekneye döndüm. 8’i beş
geçe kıyıdan ayrılarak, saat 9’da bu noktada 8 ila 10 mil genişliğinde olan İzmit Körfezi’ne
girdik. Saat 9 buçukta, sol taraftaki Gebze’yi geçtik. Burası Hannibal’in sığındığı son nokta
olması ile tanınan eski Libyssa, kasabadan yarım mil uzaklıktaki küçük bir tümülüs hala bu
kahramanın mezarı olarak gösteriliyor. Körfez gittikçe daralıyor, her iki kıyı yeşilliklerle kaplı,
ancak büyük oranda ağaç eksikliği bu manzaraya sıkıntılı bir hava veriyor. Sabah hava
kuzeyden doğru açtı, öğleden sonra saat 3’te, kıyının çıkıntı yaparak körfez genişliğinin 1
milden fazla olmadığı, İzmid’e 6 mil uzaklıkta bir noktadaydık. Burayı yavaşça geçince
körfezin tekrar genişliyor ve sonunda da kent bulunuyor. Bölge şimdi daha hoş ve havalı,
sağdaki ağaçlıklı dağlar suda yansıyor, sol tarafta ise zengin ve ekili tarlalar manzaraya
değişiklik katıyor. Akşam saat 5’te karaya çıktık ve Paşa’nın emriyle sahibi kibar bir Türk
beyefendisi olan evde çok yürekten ağırlandık.
İzmit
Şimdi İzmid olarak adlandırılan Nikomedia, I.Nikomedes tarafından kurulmuş ya da
güzelleştirilmiş, çok eski bir kent. Çağlar boyu Bithynia’nın başkenti ve Bithynia bir Roma
eyaleti olunca da prokonsülün alışıldık ikametgahı olmuş. Diocletianus hükümdarlığında ise
Roma imparatorluk başkenti olma saygınlığını kazanmış. İstanbul kurulana değin koruduğu
bir onur. Plinius, bir su kemeri, bir amfitiyatro ve bir tapınaktan söz ediyor ancak bugün
kalıntıları görülmüyor. Günümüzdeki kent, körfez kıyısından yükselen bir tepenin yamacında
ve İstanbul tarzı ahşap evlerden oluşuyor. Denildiği üzere 150’si Rum, 502si Yahudi, geri
kalanının tamamının Türk olduğu toplam 700 hane bulunuyor.
IV.Nikomedes, Bithynia’yı Romalılara bıraktığında ülkesi, bir tarafta Olympus Dağı’ndan
(Uludağ) Karadeniz kıyılarına, diğer tarafta İstanbul Boğazı’ndan Parthentius (Bartın) ve
Galatia sınırlarına uzanıyordu. Göründüğüne göre başlangıçta Phrygia’nın da bir kısmına
sahipti. Bir süre Danaus’un kızı Bebryce onuruna Bebrycia adını taşırken sonrasında adını
Jupiter’in oğlu Bithynius’dan almış. Ksenephon döneminde bu ülkenin çocukları Asya’nın en
gözüpekleri olarak kabul edilmiş. İki yüzyıl boyunca, bu soyun sonuncusu ülkeyi Roma’ya
miras bırakana kadar kendi kralları tarafından yönetilmişler.
Bithynia, Mihridates tarafından ele geçirilmiş, Lucullus ve Cotta tarafından geri alınmış,
Pontus kralı Pharnaces’in Domitius Calvinus bozguna uğratıp tutsak ettikten sonra Zela
Savaşı ardından tahttan indirilene değin elinde tuttuğu, bu andan itibaren bir Roma praetor’u
124
tarafından yönetilen, Konstantin imparatorluk eyaletlerini yeni düzenlemeye tuttuğunda
Pontus diokezliğine dahil olan bir bölge. Valentianus döneminde Bithynia, birinin başkenti
Nikomedia (İzmit) diğerinin ise Nicea (İznik) olmak üzere iki eyalete bölündü ve bu durum
Anadolu, Selçuklu sultanlarının evi haline gelinceye kadar sürdü. 12.yy.’da onlardan geri
alındı ama sonunda Genç Andronikus hükümranlığındaki Bizans imparatorluğuna kaybedildi.
Bithynia şimdi Anadolu’nun büyük bir eyaleti olup, İzmit’te oturan üç tuğlu bir Paşa tarafından
yönetilmektedir. Yüksek dağlar ve bereketli vadilerle ayrılmış, romantik ve güzel bir kenttir.
Meyve ve şarabı bol, orman ve güzel ağaçları çok sayıdadır.
2 Mayıs. Ağır bir yağmur altında, saat 11’de at bindik ve yağmur sekiz saat ya da 24 mil
uzaklıktaki Sapanca’ya varana dek durmadı. İlk on kilometre boyunca doğa, tamamen
düzlük, toprak zengin ve yüksek derecede işlenmiş. Güneye doğru yüksek bir sıradağ
tümüyle yapraklı asil ağaçlarla kaplı, doğuda Sapanca Gölü’nün batıda ise İzmit Körfezi’nin
muhteşem bir görüntüsü var.
Üç mil ilerlemeden, iki kez Kivas (Kilez) deresini geçmek durumunda kaldık, yazın küçük bir
akarsu ancak kış ve ilkbaharda yoğun suyu var. Genç Plinus, Bityhia praetor’u olduğunda
İmparator Traianus’a İzmit Körfezi’ne doğru ovada bir kanal açmayı önermişti. Şüphesiz
böylesi bir işi gerçekleştirmek için çok uygun bir toprak, ancak bence bu iş kanımca hiçbir
zaman gerçekleştirilmedi.267 10-11 mil sonra daha doğuya yöneldik ve Sapanca yolunun
geri kalan kısmını tamamlamak üzere ince bir ormana girdik. Sapanca, aynı adı taşıyan göl
kenarında fakir bir ahşap kasaba.268
Gezgin, Trabzon-Erzurum-Musul üzerinden Hindistan’a doğru yoluna devam eder. Ancak
1810 Mardin-Sivas-Tokat-İstanbul güzergahı için gezgin’in düştüğü ek notlar şöyle:269
Düzce-Hendek 12 saat, Hendek-Sapanca 12 saat. Sapanca, orman içinde gölün kenarında
güzel bir köy. Hendek ve Sapanca arasında Sangar’ı (Sakarya Irmağı) nehrin sık sık coşarak
taşması ile alıp götürdüğü tahta bir köprüden geçtik.
1812 yılındaki Halep-Ankara-İstanbul güzergahı için yol arkadaşı Mr. Bruce’in notları ise şu
şekilde:270
29 Haziran günü vardığımız Taraklı evleri iyi inşa edilmiş ve sakinleri komşu ormanlardan
edindikleri ağaçlardan sarımsı renkli kaşık ve tarak üretimi ile uğraşıyorlar. Buradan sonra iki
buçuk saat sarp bir dağı tırmanarak bir ovaya vardık. Torbalı’dan sonra sekiz saatlik bir
yürüyüşten sonra Sakarya Irmağı kıyılarına vardık ve Sakarya Köprü adı verilen köprüden
geçtik.
30 Haziran. Nehri geçerek, yolumuza uçurum tehlikeleri ile dolu dağlık bir bölgede, ağaç ve
romantik görüntülerin dolu olduğu yolumuza devam ettik. Sapanca’da biraz dinlendikten
sonra altı saat sürecek bir yolculuk ile varacağımız İzmit’e yöneldik.
1815-16 Otto Friedrich von Richter
267 Gezginin dipnotu: Plinius’un Traianus’a yazdığı mektuplardan birinde görüldüğü üzere Nikomedialıların
hidrolik hakkında fazla bigileri yoktu. Bitirilemeyen bir su kemeri için 339 bin, kusurlu bir ikincisi içinse 2 milyon
sesterce harcamışlardı. Bu hataları düşüncesiz seçimler diye niteliyerek bir yenisine başladığını belirtiyor. Ülkenin
ticaretini arttırmak için de Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi arasında bir kanal açmayı öneriyor ve Bithynia kralları
tarafından yapılmış taşma ya da nehri birleştirme amaçlı bir kanal keşfettiğini ekliyor. Dendiğine göre gölün
seviyesi körfezinkinden 40 cubit (dirsekten orta parmak ucuna olan uzunluk = 0.432 m) daha yüksekti ve suyu
denize boşalabilirdi. Praetor bu nedenle bir çok önleyici plan önermişti, ki bunlardan biri, kanalı nehirle
birleştirmeden birkaç metre yanına kadar inşa etmekti. Bu çalışmaya başlanıldı mı, bilemiyorum ama açık olan şu
ki hiçbir kalıntı görünmüyor.
268 Kinneir, age, s. 252-260
269 Kinneir, age, s. 557
270 Kinneir, age, s. 565
125
Otto Friedrich von Richter, 1816 yılında Suriye ve Filistin’de kaptığı bir hastalıktan İzmir’de
öldü. J. Ph. Gust. Ewers tarafından günlük ve mektuplarından derlenen ve 1822 yılında
çıkan kitabında; gezgin Gjebseh’in (Gebze) Libyssa olduğunu yazar, şaşırtıcı bir şekilde bir
de antik lahit gördüğünü söyler. 271
1818, Graf Istvan Szechenyi 272
Kont István Széchenyi, 1825 yılından 1848 ihtilaline kadar Macaristan’ın en büyük reformist
politikacısı idi. 1825 yılında Széchenyi, Preussburg’daki Eyalet Meclisinde çiftliklerinin yıllık
gelirlerini Macar Bilimler Akademisinin kurulması için tahsis ettiğinde ve bu sembolik jest ile
ulusal reform hareketine ilk önemli desteği verdiğinde daha 34 yaşında idi.
Széchenyi, aristokrat eski bir Macar ailenin üyesi olarak 1791 yılında Viyana’da doğdu. O
zamanlar Macar asilzadelerin büyük bir çoğunluğu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun
başkentinde oturmakta idi. Genç Széchenyi yüksek aristokrasinin bir ferdi olarak Almanca
verilen çok özenli ve çok yönlü bir terbiye aldı. Macarcayı da yine Latince, Fransızca veya
İtalyanca gibi ancak yabancı bir dil olarak öğrendi. O zamanki aristokrat Viyana toplumunda,
aydın ve tahsilli bir erkek olarak ulusal fikrin savunucusu olduğu için bir istisna idi.
István, Hafif Süvari yüzbaşısı oldu, Napeleon’a karşı bağımsızlık savaşına katıldı ve
kesinlikle binbaşı olmak istedi. Viyana Kongresi sırasında seçkin uluslar arası sosyetenin
tanınan bir siması, baloların, konserlerin müdavimi idi. Sık sık kibar asil ailelerinin kızlarına
aşık olurdu – erkek kardeşinin karısını kaçırdığı söylenmektedir – ancak bu arada hayal
kırıklıkları da yaşadı ve ara sıra ret edilmeleri kabullenmek zorunda kaldı. Terfi edemedi ve
kendi kendini analiz eden ve melankoliye yatkın olan Széchenyi, moda olan romantik
bedbinliliğe sığındı. Şiirler yazdı, klasik ve romantik edebiyatı okudu, Fransa, İngiltere, İtalya,
Yunanistan ve Türkiye’ye büyük seyahatler yaptı. 1814 yılından itibaren, eğitim seyahatleri
sırasında düzenli olarak bir seyahat dergisi şeklinde genişleyen Almanca bir günce tuttu. Bu
yapıt, o zamanki Türkiye’deki gezintilerini de anlatan Akdeniz bölgesindeki bir buçuk yıllık
seyahat notlarını içermektedir.
Széchenyi’nin kariyerindeki büyük dönüm noktası yirmili yılların sonunda geldi. Subay olarak
bulunduğu ancak hala yüzbaşı olarak hizmet ettiği alay Macaristan’da bulunan garnizonlara
nakledildi ve burada şimdiye kadar tanımadığı anavatanının geri kalmışlığı ile karşılaştı.
Askerlikte, az yararlı olduğunu düşünerek kaybolmuş olarak hissettiği bütün yıllarına yönelik
anlamlı yeni bir görev aradı. Yüksek aristokrat olarak, Preussburg’daki Macar Eyalet
Meclisinin Senatosunda milletvekili oldu.
Takip eden yıllarda Széchenyi sayısız projeyi hem mali olarak hem de politik ve
organizasyon olarak destekledi. Ulusal ekonomi, sanayi ve ulaştırma kendisini öncelikle
adadığı alanlardı. Örneğin, Aşağı Tuna’nın düzenlenmesi, Pest ve Buda arasında ilk taştan
köprünün yapılması, zincirleme köprüler faaliyetleri, Tuna Nehri ile Plattensee Gölü üzerinde
buharlı gemi işletilmesi, demiryolu inşası, buharlı değirmenler, Ulusal Tiyatro, at yetiştiriciliği
ve at yarışlarının yorulmaz destekçisi idi. Vebadan sonra gerek eyalet meclisi nutuklarında
gerekse ulusal ekonomi ve politika ile ilgili yazılarında ve gazete makalelerinde reformların
savunuculuğunu yaptı. Daha sonra bu yazıları hepsini Macarca olarak kaleme aldı. Öncülük
eden ilk eseri Hitel (Kredi) 1830 yılında çıkt, bunu daima ulusal liberalizm ruhu içinde burjuva
gelişimin temel sorunları ile uğraşan diğerleri takip etti.
Széchenyi düşünülen ilerlemenin, bireysel eğitimin, ulusal toplumun yükselmesinin sözcüsü
idi. Ancak Habsburg hanedanı ile ilişkini kesmek istemiyordu, hatta Metternich’in
271 Öztüre, age, s. 170, dn. c, İstanbul 1969; Otto Friedrich von Richter, Wallfahrten im Morgenlande, Berlin 1822
272 Y.U.. Sn. Ali Ayvaz’a Almanca’dan çevirisi için içten teşekkürler.
126
Macaristan’ın gelişmesi için anlayış göstereceği ümidini beslemekte idi, ihtilalci değildi.
Avusturya’ya karşı ihtilal başladığında Széchenyi şüpheler ve kötü sezgilerle rahatsız oldu.
Yine de ilk bağımsız Macar hükümetinde bir bakanlık koltuğu aldı. Öte yandan Széchenyi
hayatı boyunca fiziki olarak haddinden fazla dengesizdi, eskisi gibi durmaksızın, ancak
değişmeksizin Almanca olarak, tuttuğu günlükleri buna bir örnektir. Vicdanı ile mücadele etti,
derin kök salmış, hatta ara sıra patolojik gibi gelen ruhsal parçalanma kendi kendini
suçlamaya döndü ve suçluluk duygularını ortaya çıkardı. İhtilalin sözde sorumluluğunun yükü
altında yıkıldı ve 1848 yılı Eylül ayında Viyana yakınındaki Döbling tımarhanesine yatırıldı.
Széchenyi yaklaşık on iki sene daha yaşadı ancak tımarhaneyi asla terk etmedi. Gerçi ruhsal
durumu birkaç sene sonra görünür şekilde düzelmiş hatta dengelenmiş olmalı idi, sözde
hastalığı şimdi onu bağımsızlık savaşından sonraki misillemelerden korurken Macaristan’daki
genel depresyon karşısında bir kaçış dünyası olarak da yaradı. Széchenyi, Macaristan
düşmanı imparatorluk polisi tarafından esinlendirilen politik bir hicve cevabı Londra’ya
kaçırarak orada yayınlattırdığında ve diğer fesat çıkaran faaliyet ve icraatlarını genişlettiğinde
tımarhanedeki ikametgâhında elleri bağlandı. 1 Nisan 1860 tarihinde güncesine “artık
kendimi kurtaramam” diye yazıyordu ve 7 Nisan 1860 tarihinde beynine bir kurşun sıkarak
intihar etti. İşte güncesinde yer alan, bölgemiz hakkında not ettikleri.273
Günce
28 Ekim 1818
Her zamanki gibi 2 saat boyunca işleri hallettikten sonra eski kayığımız ile hareket ettik.
Darıca’dan İzmit’e 50 Türk milidir; karadan atla ile 9 saatte gidilir. Kayığın sol tarafında bir
kez daha eski Ceneviz Sarayı Palio Castro’yu ve sağ tarafta güneydoğuda karanın denize en
ileri ucu İzmit Körfezini Mudanya Körfezinden ayıran Boz Burun’u gördük. Darıca’dan sonra
yaklaşık 18. mil’de Dil ve Hersek burunları arasına gelinir ki bunlardan ikincisi daha çok
karanın denize bir uzantısıdır ve sonrasında asıl İzmit Körfezi içine girilir çünkü karanın bu iki
noktası ile deniz içeriye doğru kapatılmıştır. Sol yakada eski Bythinia’da önemli herhangi bir
yer etmemiş birkaç köy görülür. Sahile çok yakın geçen İzmit’den Üsküdar’a kervan yolu, ilk
kervansarayın bulunduğu Hereke köyünden geçer. Kirli gezi elbiseleri içinde pek çok seyyah
gördük. Kayıktan sahilde yürüyen bir keklik sürüsüne ateş ettim ama isabet ettiremedim,
daha sonra 4 deniz güvercine ateş ettim. Rüzgâr yoktu ve bizim Rumlar 50 mili sürekli kürek
çekmek zorunda kaldı. Bu iş hiçbir ülkede daha iyi bilinmez. İzmit’ten 10 mil önce kahvaltı
etmek için demir attık; Edirne manda dilimiz vardı ama ekmeğimiz yoktu. Kayıkçılar bize
sonuncu ekmeklerini ödünç olarak verdiler. Kayığın demiri tek elle kaldırılamayacak kadar
ağırdı; onun her atılışında daima gülmek zorunda kalmıştım. Rüzgâr olmadığında ve sadece
kürek çekildiğinde kayıkta gitmek çok hoş zira o zaman düz durulabiliyor ve koskoca denizle
bile iyi ilişkiniz oluyor. Ancak yelken ile giderken sizi devirmek için bir rüzgâr darbesinin
yeterli olduğunu düşünerek çarpık durursunuz. Bu, alışkanlık olmadığından ve böyle bir
durumda tabi ki devrilecek olan sanki bir araba imiş gibi düşünüldüğünden olur. Keza ayni
şey insanı içine girmeye korkutacak kadar yerinden oynamış ahşap evlerde olur zira taştan
olanlar ayakta duramaz.
Körfezi güneye doğru içine alan dağlar olağanüstü görünüyor ve denizin üzerinden
pervasızca uzanıyor. Yağmur yağması ve havanın pek az aydınlık olması beni üzdü. Bu
bana İsviçre’yi hatırlattı. Saat 3’e doğru düşlediğim diğer kentlerdeki intibaı bende
uyandırmayan İzmit’e vardık. Bana sürekli bir Amfitiyatro’dan bahsediliyordu ve ben bu
Körfezi, sonunda yüksek dağlarla çevrilmiş bulmayı umuyordum. Bu kadar güzel başlayan ve
pek çok şey umutlandıran Körfezin bu kadar kötü ve iğrenç şekilde bittiğini görmeye pek
şaşırdım. Durum aşağı yukarı böyle çünkü deniz umduğumun aksine yüksek dağlar yerine,
uzunlamasına devam eden iğrenç bir bataklığın içine doğru uzanmakta.. İzmit, diğer Türk
273 Graf Istvan Szecheny, Morgenlandische Fahrt (Doğu Ülkeleri Gezisi) 1818-1819, Budapeste 1925, s. 73-96
127
kentlerinden daha çok güzel değil. Ve ben kayığımızdan çıkarken İzmit’in kendini dışarıdan
zarif göstermediğini, olasılıkla her zamanki gibi içini daha iyi bulacağımızı söyledim ki
şimdiye kadar daima bunun aksi durum olmuştur. Türkiye’de zorunluluk olduğu üzere
Gümrük İskelesinde karaya çıktık. Limanda bir başka yere gitmemeleri için gemicilere bir
şeyler ikaz edilebilirdi. Türk kılıcı, kaçak eşyalar üzerine tehlikeli şekilde gider. Doğal olarak
bizim için de ayni şekilde. Gezginler bagajlarının her yerde birbiri içine atılmasını
istemediğinden bizim için büyük önemi olan bir tür Lascia Passare’miz (geçiş izni-pasaport)
var. Lippa Senyörü yolculuğumuzdan yarım saat önce bu konuya dikkatimi çektiğinde ve
yarım saat sonra düzgün bir belge ile gelen bir yeniçeriyi bunu almak için gönderdiğinde bu
kâğıttaki görevden başka hiçbir şey benim dikkatimi çekmedi. Ancak içeriği ve kimin kime
verdiğini hatta böyle bir görevde bunun için müracaat edilebileceğini bile yeterince
bilmiyorum, buna sahip olmak kolay olmamalı. Ben, Landschulz, Ender, Zimmermann ve
Gabriel indik. Kreb, Johann ile beraber eşyaya göz kulak oldu. Birinci Rum’a bizim için hiç ev
bilip bilmediği soruldu, bize bir yönü takip etmemizi gösterdi; nereye olduğunu bilmeden ve
sokakta yemek yedikten ve yarım saatten fazla etrafta dolaştırıldıktan sonra sonunda bir
hana geldik. Han oturulmaz halde idi ve tekrar eşyalarımızı topladık ve görünüşü iğrenç olan
bir Rum vakıf binasına getirilinceye kadar dolaşmaya devam ettik. Bir başkasını aramak için
Ağa’ya gitmek aklıma gelince tekrar yola koyuldum, başta belirttiğim gibi elimde Bursa
Paşası’nın kent ileri gelenlerine yönelik bir vezir mektubu vardı.
Çizmeler çıkartıldıktan sonra şapka başında, burnuna kadar manto ile örtülü ve kravatlı
olarak, bir davayı sona erdirmek üzere olan ve bir Rum tüccarlar grubunu uğurlayan Ağa’nın
huzuruna girdim. Zarif Türk, salonunun orta yerinde Yahudi bir terzi oturuyordu ve evhamlı
Türklerin gözü önünde oldukça kaba bir kumaştan bir kaftan biçiyordu. “Peki, hosgeldin”
sözleri ve bir fincan kahve ile ağırlandım. Şahsen ben Türkleri çok severim. Aslında genel
olarak onlardan nefret ederim ancak bireysel olarak onlar nüfuzlu bir adamı olgulaştırabilecek
ve bir kölede nadiren ortaya çıkan bütün özelliklere sahiptir. Bana evimi yerleştirmek için
birisini verdi, çok sevindim. Landschulz ve diğerleri Ağa’nın beni başından savması
durumunda az şeyler yaşamak için Rum vakfında kalmışlardı. Şimdi burada bagajları
indirmek, 2 günlüğüne kiralamayı umduğum evimi yerleştirmek, ateşi yanan bir ocağın önüne
koymak, İstanbul’dan getirdiğim balmumu mumlarımı yakmak ve böylece her şey çok uzun
sürdüğü için, olasılıkla çoktan canları sıkılmış olan Landschulz ve Ender’i ağırlamak
istiyordum. Artık Vakfın bir büyük teveccühü olarak yapılması söylendiği üzere daha Ağa’nın
evinde hizmetçiler arasında 6 kuruş dağıttıktan sonra Türklere 6 kuruş daha ödemek zorunda
olmama nasıl kızmıştım. Ne yapılabilirdi? Eh ancak sabır! Vakıfta bulunan 2 delik (üstelik hiç
pencere de yok) tıkandı ve biz aynı yere yerleştik. Mideler boştu. Hemen birkaç ufak erzak
temin edildi. Biz bu arada küçük bir tepe üzerinde, denize yakın, 40 silah ve mühimmat
deposunun arkasında, göze hoş gelen bir görünüm veren güzel bir mekân içinde selvi
ağaçları ile çevrilmiş olan yıkık bir binayı görmek için küçük bir gezinti yaptık. Ne olduğunu
kimse bilmiyor. Diokletianus döneminden bir yapı olarak kabul ediliyor. Olabilir. Benim için
hava hoş çünkü aslında beni ilgilendirmiyor. Pirinç, yaşlı bir horoz ve bitsiz, tahtakurusuz
hayvanlar aldık. Zira biz okulda oturuyorduk ve bütün gün eğitim gören ve can sıkıcı bir okul
müdürü tarafından dünyanın en garip şeklinde terbiye edilen talebeler bu gün erkenden geldi.
Hayret!
29 Ekim 1818
Uzun süre yatakta kaldık. Dünkü harabeleri bir daha gezdik. Bay Hammer’in kervansarayını
boş yere aradık. İzmit’in tepelerinde birkaç önemsiz harabeyi gezdik, birkaç sıkıcı kitabe
gördük, büyük zahmetle İzmit’te hala bir şeylerin görüldüğü yegâne yer olan ve bir tür dikkati
hak eden İmbaba Sarnıcı’nı keşfettik. Oradan zeytin ağaçlarının olduğu mahalleye kadar
olan bölge İzmit’in en çok övülen ve en güzel manzarası. Ne yazık ki bu manzaranın en
utanılacak kısmı, aşağıdaki bataklığın daima görüntüye girmesi. Her ne kadar gerçek bir
doğubilimci olarak Bay von Hammer hiçbir zevkin olmadığı yerlerdeki her şeye hayran olsa
128
da en ufak dikkati çekecek bir cami yok. Keşke Arap, Acem ve Türk camileri bende de bir etki
oluştursa.
Posta atlarının emirnameye dahil olup olmadığını öğrenmek istediğimden fermanımı
göstermek için yeniden Ağa’ya gittim. Ağa evde değildi, bekledim. Kapıcı benim fermanımı
okudu ve posta atlarına ait hiçbir şeyden söz edilmediği meydana çıktı. Böylece her paşa
nezdinde bu emirname ile yakından meşgul olmak zorundayım. Bir gezgin bunu asla
unutmamalı. Posta atları için ayrı bir emirnamenin İstanbul’dan beraberinde getirilmesi
gerektiğini artık biliyorum…
Ağa’nın sarayındaki bir Türk, Gabriel’e doktor olup olmadığını sordu. O hayır dedi ancak ben
bir doktor olduğumu söyledim, bunun üzerine etrafımda toplandılar, her biri nabzına bakmam
için bana sağ kolunu uzattı. Diğerleri sıhhatli olmasına karşın bir tanesinin nabzı karışık idi ve
ben ateşi olabileceğini söyledim. O zaman hayret etti; baş ağrısı da var dedim yine çok
hayret etti. Karnı pek fazla aç değil, pek az ve uyuyor hoş olmayan rüyalar görüyor!
Saygısından ne söyleyeceğini bilemiyordu ve bana durumunu bu kadar iyi bildiğimden neye
ihtiyacı olduğunu sordu. Hiçbir şey dostum, insan genç ise ilk önce yardım için doğaya
müracaat etmeli, diye yanıtladım. Bu konuşmadan sonra emin oldu ve ben onun üstadı-ı
azamı oldum!….
Ağa gelmedi, onu silahhanede ziyaret ettim. Bana kahve ve tütün ikram edildi ve posta atları
için yem buyruldu. Salonuna geldiğimde odanın ortasında arkasını Ağa’ya dönmüş şekilde
halı üzerine eğilmiş, hararetli şekilde namazını kılan bir adam buldum. Birkaç Türk odanın
içinde ona dikkat etmeksizin duruyordu. Huzura kabul edildim, sonunda belli namaz
hareketlerini yapanın sekreter olduğu anlaşıldı. Yarın erkenden gemi ile hareket ediyoruz
Türk kayıkçı ile, Nikomedia (şimdi İzmit) Körfezi’nin güney sahili üzerindeki 30 Türk mili
uzaklıkta hoş bir çevrede olan Karamursal’a (Karamürsel) kadar anlaştık. İstanbul’dan Prens
Adaları’ üzerinden hareketle Hannibal’in mezarı yanından geçerek bir gün kalmak istediğimiz
İzmit’e gitmek daha sonra de oradan ayrılıp Nicea (İznik) üzerinden Brussa’ya (Bursa)
seyahat etmeyi planlıyorduk. Her ne kadar biraz yavaş ve oldukça kötü bir havada da olsa da
seyahatimizin birinci kısmını başarı ile yapmıştık. Buna karşılık pek çok sebeplerden dolayı
ikinci kısımdan vazgeçildi. Bu turun daha Avrupa’da iken yapılan planında Anadolu’da
yapılması gereken pek çok şey bulunuyordu ancak daha sonraki şartların, şurada veya
burada bu planları değiştirmeden Asya’da bir seyahate devam etmeyi olanaksız kıldığını
kabul ediyorum. Bizi, İznik üzerinden Bursa’ya gitmekten alıkoyan sebep mevsim ve
kalabalık bir kafile alayı ile böylesi kötü bir kış havasında, bu kadar çok eşya ile İznik’i
İzmit’ten ayıran dağlara koyulmanın olanaksızlığı idi. Güzel ormanların içinden geçtiği için bu
yoldan vazgeçmek zorunda kalmak beni çok üzmüştü. Belki de, ne orada görülebilecek
harabeler ne de çevre, yağmurda oraya kadar gitme ve vakit kaybetmeye değmediğinden
İznik’den sonra yapacak fazla bir şey yok. İzmit’ten İznik’e gitmek zorunda kalınan yol İzmit
Ağa’sının da açıklattığı gibi Karamursal üzerinden giden bir yol idi ki bu tam bir üçgendir.
30 Ekim 1818
Saat 7’ye doğru erkenden limandan kürek çekildi. Sabah güzeldi, güneşin yükselişi
görkemliydi. İzmit’in karşısındaki dağlar bir tablo gibi aydınlanmıştı. Gece boyunca küçük bir
köpeğin uluması ve tam penceremizin önünde demirli duran ve bütün geceyi çalışarak
geçiren Türk denizcilerinin tek sesli mahzun şarkısı ile uykumda rahatsız oldum, saat 10’a
kadar uyanık kalmıştım.
Seyahatimiz iyi ancak yavaş gitti, zira hiç rüzgâr yoktu ve tayfalar çok tembeldi. Bu seyahati
ancak 5 saatte yapabildik. Yol üzerinde inanılmaz uzaklıktan bir yaban kazına ateş ettim.
Kara yolundan da Karamursal’a gidilebilir ancak Körfezin, içinde son bulduğu bataklık
çamuru nedeniyle tamamen dağlara doğru at sürmek zorunda olunduğundan bunun için 9
129
saate ihtiyaç duyulur. Karamursal’a gelir gelmez, elimde kendisine bir tavsiye mektubu ile
Ağa’ya gittim. Ayni saatte belli bir mevkii olan bütün Türkleri şereflendirdiği genel bir kabul
nedeni ile moralim bozuldu. Bunun üzerine Ağa ile kendi evinde konuşmak için başka hazırlık
yapmadan yola koyuldum. Kendisini hemen kapısının önünde buldum, söylediği üzere
camiye gidiyordu ve bana beklememi emretti… Yarım saat bekledim, kayığımı evinin önüne
getirttim ve Ağa’ya gâvura da biraz saygı göstermesini telkin etmek için, 7 kişi hepimiz saf
düzeninde dizildik. Bir yarım saat daha bekledik, yine gelmedi, sonunda ben de
sabırsızlanarak cami dönüşünde onu yakalamak üzere o yerin Pazaryerine gittim. Aşçısı ve
oda hizmetkârlarından biri Bay von Gabriel’in şakadan hoşlanan tercümanı tarafından biraz
alaya alındı ve onlar da alaya alay ile karşılık verdi. Bu arada aşçının bir taraftan efendisine
bir taraftan da bizim kafileye akşam yemeği pişirmek zorunda olduğunu fark ettim… Ulah
dilinde birkaç kelimeyi de bizimle konuşmayı deneyen oda hizmetkârı ise Karamursal’ın
civarından olup olmadığımı – veya hayatımda burada ilk defa olup olmadığımı sordurduktan
sonra verdiğim cevaplar ile ürktü ve ben, bunun ilk ve son defa olduğunu ve onun can
sıkıntısı veren ülkesinden bir kere ayrıldıktan sonra ikinci kez gelecek kadar akılsız
olmadığımızı, söylemem üzerine kızmamış gibi göründü, peki diyerek uzaklaştı. Efendisi hala
gelmedi ve ben onu cami yerine alışık olunduğu gibi nargile içme bahanesini ileri sürdüğü, bir
kahvehanede buldum. Adama saldırabileceğimi itiraf etmeliyim. Selam da vermedim bilakis
sadece beni etkileyebilen en küstah tonda beni neden beklettiğini sordurdum. Büyük bir
gevşeklikle peş peşe anlattı ve Bursa seyahatimiz için gerekli posta atlarını almak için
Hersek’e gönderildik.
Hersek’e kadar 25 kuruş fiat çeken ve o kadar da kayıkta alan Reis’e Karamursal Ağa’sını
kötü bir adam olarak kabul ettiğimi söylettim, tercümanın sözünü kesti, evet, bunu onun
çarpık gözlerinde gördüm. Ayni Reis, benim kendisine daha İzmit’te itimat etmediğimi ortaya
attı, bana seçkin bir av köpeği hediye ettiği için ben bir avcı imişim. Onun ve İzmit Ağası’nın,
nargile içer gibi pipo içtiklerini fark etmiştim. Bunu denedim ve çok hoşuma gitti. Göğüs için
iyi olmayabilir.
Hersek, Karamursal’dan 15 mil uzakta ve Hersek burnunun batısında bulunuyor. Kıyıda
olmayan bu yerde karaya çıkılamıyor aksine küçük korku veren, her zaman kahve bazen de
kebap ve pilav bulabilen, 2 – 3 kişinin hiç de kötü olmayan bir şekilde geceyi geçirebileceği
bir evin yapılmış olduğu burunun ucunda karaya çıkartıldık, bütün eşyamız küçük bir çayıra
getirildi. Ters esen rüzgâr ile boğuşmak zorunda kalmış olan kayık bu kez uygun rüzgârla
hareket etti ve hemen gözden kayboldu. Sert görünümlü, beyaz bir ata binmiş bir adam şu
kadar insan şu kadar eşyası olan gezgin grubunun deniz kenarında posta atları beklediğini
haber vermek için atla buradan yarım saat uzaktaki Hersek’e dörtnala gitti.
Nihayet, birkaç tarla kuşu vurduktan sonra 2 sürücü tarafından çekilen 10 zayıf beygir geldi,
eğerlendiler, eşyalar yüklendi ve bizi eşyalarımızı dengede tutmak için üç kere durmak
zorunda kaldığımız Hersek mevkiine kadar götürdüler. Orada eşyalar iplerle o derece sıkı
bağlandı ki artık daha fazla bir şey yapmak zorunda kalmadık. Benim 2 refakatçim öyle iyi
binici değildi, gecelemeye karar verdim. Köyde han yoktu, bize de posta menzilinde
kalmaktan başka çare kalmadı. Orada olan 2 oda bize verildi ve huzursuz bir gece geçirdik,
bitlerin ve gariplerin sayısı çok fazla idi ve biri diğeri gibi rahatsız edici idi.
Bu posta menzilinde mutat olduğu gibi 150 ancak şimdi 130 at var. Pazarköy’e kadar 9 saat
atla 12 kuruş. Ahırlar, atların tımar da edildiği büyük sundurmalar şeklinde. Atlar orada
saman ve arpa yiyor, ancak az. Posta menzilinde eyer yok değil, ancak insanın kendisi
beraberinde getirmesi gerekiyor. Yük eyerlerini, iyi yüklendiği takdirde yarı yolda
devrilmedikleri için mükemmel buluyorum, eyerlerin hemen hemen hiç kuşakları yok ve olsa
bile asla gerilmiyor. Zorluk çıkaran Türk veya Arap formunda eyerler vurmuyor. İngiliz eyerleri
çok zahmetli olurdu. Atlar tamamen berbat, ancak çok fazla cinste idi. Bütün gece bir posta
geldi diğeri gitti.
130
31 Ekim 1818
Sabah erkenden, saat 3’e doğru hareket etmek istiyordum. Ancak bu mümkün olmadı ve her
şey hazır olduğunda iyi bir havada neşe ile yürümeye başladığımızda saat 7’yi geçmişti. 7
kişi olmuştuk, yedisi yük atı toplam 13 atımız var. Karaya çıktığımız yerden Hersek’e kadar
kısa bir masafe için bahşiş vermek zorunda kaldım ve Hersek’ten Bazarköy’e kadar atlar için
12 kuruş. Korkunç bir bedel! Büyük Efendilerin atlar için mutat olarak hem at sayısı ve hem
de fiyatlarını gösteren emri elimde olmamasının doğal bir sonucu. Saat 7’den sonra, hoş
olmayan yerde yaklaşık 2 saat atla gittikten sonra, saat 9 civarında, sahilden pek uzak
olmayan, Hammer’in haritasında Yalova olarak gösterilen önemsiz bir Çiftliğe geldik.
Sahilden yaklaşık bir çeyrek saatten fazla uzaklıkta bulunan Çiftlikten sonra oraya kadar,
ağaçlar ve fundalıklar arasından bir ovada kıvrılıp giden yol önce güneye dönüyor. Bir saat
sonra (saat 10) yarım saat uzaklıktaki sağda bir tepenin üzerinde fakir bir görüntü veren
Schascha Köyü görülür – yarım saat sonra (saat 10 ½) çok fazla derin olmayan daha ziyade
bir uçurum ile mukayese edilebilen bir vadi içinde bulunan Yordan köyü bulunur. Yarım saat
(saat 11 ila 11 ½) sonra, sadece birkaç taş ile dengelenmesi gereken yükümüzün tamamen
yeniden yüklendiği Hersek’ten itibaren bizi sadece bir kere oyalayan yük hayvanlarımızı
dengelemek için yarım saat oyalandığımız Almagyük Köyüne geldik. Daha sonra mükemmel
bir sıkma meyve suyu olarak kendini gösteren 1818 yılı şarabı da bulundu. Köyün yegâne
sakinleri olan Rumlar üzüm getirdiler. Üzüm ve kötü bir ekmekten ibaret olan sade
yemeğimizi sakin bir şekilde yerken atım silkindi ve olasılıkla at binmekten dolayı kurulmuş
olan tabancalarımdan biri patladı ve hiç kimse şaşırmadı.
Yolumuzun üzerinde, eski Ceneviz Sarayı, Darıca ve Hannibal’in Mezarı ile birlikte Kaz
Dağını manzaramızdan çıkartabiliyorduk. 2 sıkıntılı saatten sonra (öğleden sonra1 ½)
sonunda Cingele Köyüne vardık. Yol hemen hemen daima yukarıya doğru gidiyordu; çok dar
ve kalın yapışkan kilden olduğu için yağmurdan sonra kolayca ve çok bozulmuştu. Zaman
zaman üzerinde at ile gitmenin zor olduğu bir arşın genişliğinde çok kötü bir taşlı yol
bulabiliyorduk. Cigele’nin bulunduğu ve Hersek ve Bazarköy arasındaki dağların esas sırtları
olarak görülebilen tepeden güneydoğuya doğru Bazarköy’e (Orhangazi) doğru bataklık bir
sahili olan, diğer oldukça sıkı şekilde dağlar tarafından kuşatılmış İznik Gölü görülür. Hava
daima istifade edilebilir idi; öğleden sonra ise daha berrak oldu. Oldukça uzak bir mesafede
görülen Bazarköy civarında Cigele’den oraya kadar devam eden tatlı yamaç sona eriyor.
Yedi çeyrek saat sonra Bazarköy’e girdik. Posta menzilinden eşyalar ile az miktarda yiyecek
alındı. Benim dikkatimi çeken Türklerin bu kadar çok Avrupalının gelişine hiç şaşırmamış
olmaları idi zira köy yoldan sapa yerde bulunuyordu ve herhalde ancak 20 yılda bir, ceketli
şapkalı birileri çevreye geliyordu. Uyuşukluktan ve kayıtsızlıktan bir fikir edinilmiyor. Bu
erkeklerin çoğu üstelik bize daha fazla bakmadan “hoş geldin” kelimesini kullanıyor. Posta
menzili çirkin bir bina idi. Kendimize dil, tavuk ve biraz Çester peyniri almak için
konaklayacağımız yerdeki bina bir girinti ile başlıyor. Hava olağanüstü ve yola devam edip
etmeme ya da burada konaklayıp konaklamama sorusu ortaya çıktı. Ben yola devam etme,
arkadaşlarım asla sonuçlarını hesap etmediklerinden ve anlık rahatlıkları tercih ettiklerinden
kalma taraftarı idiler. İki arkadaşımın arzularına teslim olmama kadar lehte-aleyhte tartışması
oldu. Yolda kaldırabileceğinden biraz fazla içki içmiş olan bir posta sürücüsü hasta oldu ve
gün boyunca sık sık kustu. Önce ben, tek başıma İznik Gölü’ne biraz daha yaklaşmak için
dışarı çıktım. Enine bir caddede birkaç çocuk vardı, beni gördükleri gibi taşlara sarıldılar,
içlerinden hoş bir genç bana taş atacakmış gibi tehdit etti. Nerdeyse her zaman yanımda
taşıdığım tüfeğimin kabzasına her zaman yaptığım pandomima ile “Taşı atarsan ateş
ederim.” diyerek vurdum ve taşı atmaya cesaret edemedi. Bu sahnenin şahidi olan yaşlı bir
Emir sakince uzaklaşmamı söyledi ve çocuğa nasihat etti.
Bütün bu köyün içinde yükleri indirilen ve yüklenen develer için ahırdan başka bir han yok;
posta menzilinin hanında bir an bile sükûnet olmadığından oldukça sıkıcı olan bir gece
geçiriyoruz.
131
1 Kasım 1818
Bazarköy’den erkenden hareket etmek istiyordum ancak Türkiye’de hiç bir şey erkenden
olmuyor, zira insanlar gezginlerin, kendi istedikleri gibi değil de Türk usulü seyahat etmelerini
istiyor. Beraberimde olan ve küçük paketler haline bölünmüş bu kadar çok eşya ile güneşin
doğuşundan önce de hareket edilemiyor. En azından saat 7’den önce henüz yola
koyulamadım.
Hemen köyün dışında fıstık çamları, servi ağaçları ve diğer güzel ağaçların bulunduğu bir
mezarlığa gelinir. 7 1/4 ‘de hareket ettik. Yarım saat sonra Cseltik (Çeltik) mevkii sağda, sol
tarafta ise kıyısında güzel fundalıkların yetişmiş olduğu, kendi içinde bir renk farklılığı olan ve
uzaktan bakıldığında yörede çok ziraat yapılıyormuş kanısı uyandıran, pek az av hayvanının
bulunduğu İznik Gölü görülüyor. İyi toprağı olan verimli bir yöre meydana getirebilen çok
sayıda step mevcut. Bunların böyle kalmış olması yazık. Ancak yörenin Bazarköy’den
Gemlik’e kadar olan bölgenin, bir insanın düşleyebileceği en güzel ve en verimli bir bahçeyi
sunmak için hiçbir şeye ihtiyacı yok. İnsanların buna sahip olmayı istememeleri oldukça
garip. Genelde ağaçların hepsi soylu türden. Meyve çeşitleri de. Bunlardan bizim fakir
ülkemizde arsızca yetişen ve iyi meyveyi bastıran yabani otlardan hiçbir iz görünmüyor. İkinci
defa ekilen arpayı zamanından önce gördüğüme şaşırmıştım. 1 ¼ saat daha sonra oldukça
zahmetli bir şekilde tırmanılması gereken tepeden Mudanya Körfezi görülebilir. 2 ¼ saat
sonra güzel bahçenin (Balok Hüssü) içinden sokulup giden önemsiz küçük bir suda –
tepelerden aşağıya kapıyı çalan en temiz suları olan kuyulardan yolumuzun üzerinde pek çok
bulduk. Çok dikkatimizi çekmiyor, zira sıcaklık rahatsız edici değildi ve fazla su
kullanmıyoruz, ancak yazın güzel nemli çayırlarda serinlikte dinlenen seyyahlar için ne büyük
bir serinlik olmalı.
3 ¼ saat sonra Mudanya Körfezi’nin sonunda bulunan Gemlik’te, dağın şekillendirdiği bir
oyuktan başka bir şey olmayan bir mağarayı bize gösterdiler. Ben ise Macaristan’da
rastlanmayan siyah şerbetçi otuna baktım. Dut ağaçlarına destekler vurulmuştu ve asma
çubukları gibi iple gerilmişti, olasılıkla Rumların terk ettikleri ipek kültürü için yapılmakta idi.
Yolun çok yakınında asma bahçelerinin içinde uzun bir sütun gördüm – eski ve güzel değildi.
Bununla beraber, diğer vadilerde ve diğer yolların üzerinde bilmediğimiz pek çok harabelerin
olabileceği aklıma geldi. Bir yeri tanımlarken kesinliği ve detayı koyan Bay von Hammer
Karamursal’dan Bursa’ya giden yolda bir dizi köyün içinden geçmesine karşın biz, yolumuzun
üzerinde 2 tane hariç başkasına rastlamadık. Öyleyse yol başka bir şekilde devam etmiş
olmalı. Gemlik’te bir han ve tersane var, öyle ki üzerine tahta bir köprü inşa edilmiş, bir
sahilinden diğerine 600 adım mesafesi olan durgun bir dere ile onlar ortadan ayrılmamış
olsaydı her ikisi Mudanya Körfezinin sonunu dolduracaklardı. Tersanenin hemen arkasından
tırmanılan tepeden hemen sonra (Bazarköy’den 4 saat uzaklıkta) Olympus Yani Keşiş Dağı
(Uludağ) görülür. Bu dağ, kar ile kaplıdır, enlemesine 3 yöne uzanır, çok güzeldir, ancak ben
onu Avusturya’daki Schneeberg’den daha yüksek olarak kabul etmiyorum. Bana öyle geliyor.
Seyahat ettiğim sürece Bazarköy ve Gemlik arasındaki yer kadar severek oturmak istediğim
bir başka hiçbir yer bulmadım. Keşke İngiltere’deki gibi ziraat yapılmış olsaydı. Geniş
caddeleri ve kesilmiş ağaçları olmayan – zarif bir düzensizlik içinde –Napoli cenneti! Meyvesi
bol - ve üstelik kayalar ve berrak pınarlarla dolu! Bahsettiğim tepeden bütün Mudanya
Körfezi bir ile dağın yamacında bulunan Mudanya kasabası tümüyle birlikte görülebilir.
Gemlik’te gemi yapılır ve Körfezin etrafından dolaşmak için iyi kayık bulunur. Aslında gemi ile
dünyanın bütün denizlerinde dolaşılır ve pek çok yerlerde yelkenle. Sadece benim ahmak
memleketimde bu kadar ileri gidilmemiş! Denizler, göller yeteri kadar derin değil mi? Yoksa
insanların yeterli rüzgârı mı yok? Evden 4 ½ saatte çok yakında olduğumuz yerde kala
kaldık, solda küçük bir vadinin içinde önemsiz bir köy olan Engüre’den (Olympus ise
eteğinden itibaren ölçmeye müsaade vermeyen diğer dağların üzerinde yükseliyor. Bu dost
yörede ¼ saat eğlendik ve tavuk ile kahvaltı yaptık ve mükemmel şıra içtik. 6 ¾ saat sonra
Gemlik’i Bursa’dan ayıran asıl dağda idik) Olympus dağı bütün yüceliği ile görülebilir. Ben,
132
Andreossi’nin iddia ettiği gibi yüksekliğinin 1900 toisen olabileceğine inanmıyorum. Bundan
sonra hemen Fahas Adé yöresinin yolun sağında bulunduğu görülür ve bir süre Elli dür
akarsuyunun kıyısı boyunca atla gidilir. Yoldan 8 ½ saattir, sağda Demirdağ köyü ve solda
Kal Hasan köyü. Her ikisi de önemsiz. Üzerinde yorgun atlarımızın hemen hiç gidemediği
Arnavut kaldırımı yolun kötü oluşu dolayısıyla, güzelliği ile değil, beni hoş olmayan iç
sıkıntısına sokan Yabagyık mevkiinden 9 saat.
Ordulara ve seyyahlara bir engel olarak, gösterilmesi gerekli olmadıkça haritalarda
gösterilmiyor., zira bunlar her şeyden önce yok edilemeyen saman depolarıdır ve bir günden
diğerine varlıkları sona erdirilemez ve en iyi haritaya bir tür tekzip verir – bunun yanında
hiçbir kurda veya kuşa bir yuva veya herhangi bir konfor olarak hizmet edemez. 9 ¾ saatte
altın dağdan gelen bir selin geçtiği, suyun olduğunda ki şu anda bu söz konusu değil, kötü bir
sel olabilen taş bir köprüden geçilir. Hemen bunun üzerine Bursa Paşalığının başkenti yani
hemen Bursa’nın görüneceğinin, gerçi birbirine sık olarak yerleştirilmiş minarelerinden ve
Brussa Tütün Şirketinin tüten dumanından çok uzaktan parladığından gerekli olmayan
yegâne işareti olan Chiflick’e (Çiftlik) gelinir. Nasılda her şey Viyana, Londra, Paris vs.
etrafındaki gibi kendini hissettiriyor. İçinden Hammer’in İznitmik’li (Nicomedia) ve İznik’li
(Nicea) susamış seyyahlarının – şehrin mukaddes yerine – geçerek vasıl olduğu taze serin
yeşil bir düzlük Bursa’nın varoşlarını sarmaktadır. Bu yeşil düzlük çok uygun nemli gerçek
sıcaklığında orada yetişen sevimli yeşil ağaçlar insanı herhalde uzun süre orada kendilerine
arkadaşlık etmek üzere kalmaya teşvik edebilir. Daha hoş ancak kötü ateş için etkili olmayan
bir şey bilmiyorum.
10 ½ saatte sonra yani saat 2 ¾ ‘de nihayet Bursa’da ve hemen akabinde Eski Yeni Han’da
idik. Bütün yol boyunca ne yem ne de su alan zavallı atlar bize av çağrısı yapan geyiği
hatırlattı. Aslında atlara barbarca muamele yapılıyordu. Onların temizlendiğini, yeni nal
çakıldıklarını zannetmiyorum – hepsi bezgin - . Her ne kadar zavallı hayvanlar suyu çok
isteseler de ve geçilmesi gereken bir sudan güçlükle geçirilebilse de yürürken onlara asla su
verilmiyor. 9 ¾ saatte (kahvaltıda geçirdiğimiz ¾ saat düşülerek) kat ettiğimiz Bazarköy’den
Bursa’ya kadar olan yol üzerinde bir keresinde sayısı ve boyu ele alındığında çok garip
görünen 28 deveye rastladık. Biraz daha sonra şahini ile yaptığı keklik avı ile eğlenen, emekli
bir paşa gördük. Atlı olarak av hayvanını çok sayıdaki maiyeti ve şahini ile dağdan
sürdürüyor ve vadide bekliyordu. Önlerinden geçerken paşa avından memnun değildi –
kayalar üzerinde dağ keçileri gibi ve düdük ve av boruları ile ağır silahlanmış ve hemen hiç
canı olmayan aç köy köpekleri kekliği bulmak isteyen sürücülere gülmek zorunda kaldım.
Böyle bir avda bütün yollar atlılar ile kapatılır ve hazırlıklara göre onların bir kurt veya ayı
avladıkları zannedilir ve ben kekliğe gittikleri duyduğumda şaşırdım. Aslında bir Türk bir çift
tabancayı, bir kamayı ve bir hançeri kuşağına sokmadığında giyinmemiş sayılmasına karşın
yine de çok abartılmış.
Ziyaret ettiğimiz han, ortasında su deposu olan dört köşeli büyük bir yapı. Binada hancı ve
hizmet eden yok. Gerçi pek çok oyuk (oda) var ancak hiçbir kimse onları açamaz.
Eşyalarımız avluda duruyor. Sabırsızca bekliyoruz. Saat 8’de müezzinin yüksek sesi ile işaret
verildi. Büyük kapı zangırdadı ve kapısı olan şehrin bütün mahalleleri gibi han kilitlendi. Artık
hiç kimse istese de handan içeriye giremez ve hiç kimse handan dışarıya çıkamaz. Bu güzel
düzeni Kahire’de de görmüştük. Çok az yemek yedik ve açız. Durumumuz böyledir.
Şansımız olduğundan bu gün ümidimizi kesmiyoruz ve aklımızdaki inanç bizi aldatmıyor, zira
geceleyeceğimiz bir yeri bize açtıran ve efendisinin emri üzerine aşçısının bize mükemmel
leziz gelen pilav hazırladığı Halep’li bir Ermeni tüccar ile karşılaşıyoruz. Benim tavsiye
mektubumu Arles efendiye ve Doktor Julius Cesar Kelly’e vermek için artık ne zaman ne de
olanak vardı.
2 Kasım 1818
133
Bu gün erkenden, ülkemizdeki harikulade güzel Eylül günleri ile kıyaslanabilen güzel bir günü
kaçırmamak için Olympus dağına (Uludağ) tırmanmak istiyorum. Sabah erkenden kalktım,
Ancak Doktor’a rastlamadım. O çoktan üç tuğlu Ahmet Paşa’nın sarayında idi, oraya gittim,
içeriye almak istemediler, ancak yine de girdim. Gabriel evde değildi, öncelikle Paşanın beni
kabul edeceğine ve Doktorun tercümanımı takdim etmek için beni bekleyeceğine inanmak
için sebebim olduğundan yönlendirmeye doğrudan doğruya güvenmek zorunda kaldım.
Paşaya götürüldüm, Doktor orada değildi ve Paşanın sarayında bir saat sohbet ettim,
Türklerden hiçbiri bana bir bakış atmayı bile layık görmedi. Bu rezil heriflerden birini
öldürebilirdim, dilimle onları hor görmemi belirtemediğimden en iğrenç gözle baktım. Nihayet
doktor göründü ve uzun bir seremoni ile yaşlı, hastalıklı beni Türk nezaketi ile beni ihsanlara
gark eden Paşa’ya takdim edildim.
Odada vezirin tavsiye mektubunu verdim ve başlangıçta bir sürü boş sözlerle geri çevirdiğim
kahve ve nargileye zorlandım, sonunda kabul ettim. Aslında şakacıktan mağrur inatçıyı
oynuyordum, zira bütün Franklar tersini yaparlar: Türkler buna hayret ediyor – sanırım bu o
kadar kötü değil, gelecekte göreceğiz. … Benden en azından beni, mevkiime göre kabul
etmediği için mazur görülmeyi rica etti. (Bu olduktan sonra Gran Personnagio -Büyük İnsannezdinde arzı hürmet ettim ve adamları tarafından daha kapıda yaka paça edildim ve 34
Rubi karşılığında kendimi oradan kurtarmak zorunda kaldım, daha sonra eve gittim – ne
tezat!) Sayıları fazla maiyetimi duyan Doktor beni kendi evinde kabul etmek istedi –
mobilyasız Fankların mutat ikametine tahsis edilmiş boş bir ev teklif etti. Benim için boş bir
evden daha iyi ne olabilirdi? Acaba Türklerin bir kural dışı davranışından daha kötü bir şey mi
idi? Bir dizi mağrur dilenciler. Bana onu takip etmemi istediğini belirten bir işaret yapan
Paşanın hizmetçilerinden bir Rum, benim için gönderildiğinde kendimi mobilyasız boş evde
buldum. Hemen hazırlıklı idim ve kendimi hiçbir kelime konuşamadığım tembihli adamın
yönetimine teslim ettim.
3 Kasım 1818
Bu gün Olympus dağında idim, büyük bir bölümü yaya gittim ve tamamen kuvvetten düştüm.
Yarın daha fazla.
4 Kasım 1818
Andreossi, Olympus Dağının yüksekliğini 1900 Toisen olarak veriyor. Birkaç yıl önce buraya
gelmiş olan bir başka İngiliz 1800. Hemen hemen daha fazla bir şey ilave edilmeyecek kadar
dağın detaylı tanımını yapan Bay von Hammer yüksekliğinden bahsetmiyor. Her ne kadar
bermutat biraz dayanabilen ayaklarım ve ciğerlerim dağın fevkalade yüksek olduğunu
doğrulasa da Schee Berg Dağının yaklaşık iki katı yükseklikte olduğuna doğrusu
inanmadığımı itiraf ederim. Saat 6’yı 30 dakika geçe evden ayrıldık, ve hemen Bursa’nın bir
varoşu üzerinden kayarak gittikten sonra atla dağa tırmandık. Atla büyük deneyimlerim vardır
ve bir atın yaklaşık olarak ne yapmaya muktedir olduğunu bilirim, ben hayatımda Olympus
dağına giden böyle bir yolda atla gitmedim ve bizim orada üzerinden mutlaka geçilmesi
gereken böyle tepeleri atlarla çıkmak istemeyi aklına koyan veya bunun hesabını yapan
kimseye gülerlerdi. Yol bir eşek için bile zordu ve ben güvenli hizmet sunmayı bir an
reddetmeyen atlarımıza olağan üstü hayret ediyorum. 2 saat sürekli güzel kestane ağaçları
arasından dikine, dağa doğru atla gittikten sonra Bay von Hammer’in geniş ölçüde tasvir
ettiği, yazın pek çok Turkmen’in kıl örgüsü evlerde yaşadığı ve bir kısmı koyun gütmek, bir
kısmı temiz dağ havasını almak için gelen Türk ailelerinin çadırlarda kamp kurdukları yerden
başka bir şey olmayan bir düzlüğe geldik. Ayrıca, bir tür çanak oluşturarak hiçbir manzaranın
olmadığı ve onu çevreleyen ağaçların hiçbir özel büyüklüğünün olmadığı görüntü hiçte güzel
değildi.
Bir saatten biraz fazla bir süre sonra atlarımızdan inmek, yedekte getirmek ve dört ayakları
üzerinde tırmanmak zorunda kalacakları kadar kar ve buzla kaplı dik bir yamaca geldik. Bazı
134
yerleri atla geçmek, bir ustalık işi idi! Bir saat sonra kısmen karla kaplı, oldukça geniş şekilde
yayılmış, arka planda asıl Olympus Dağı’nın (Keşiş Dağ - Uludağ) bulunduğu bir düzlüğe
geldik. Ender bulunur bir resim yapmak için zarif bir yer olduğu için orada durup kaldık. Bu
dağa tırmanmak uzun zamandan beri aklımda idi ve olabildiği yere kadar atla gitmek yerine
düzlüğün hemen başlangıcından yoluma yaya olarak başlama tedbirsizliğini yaptım, zira
şimdi kendini gösteren ve üzerinde dağ keçisine benzer atımla iyi gidememiş olduğum ve
yaya tırmanmak zorunda kaldığım bitmez tükenmez tepelerden dolayı öylesine yorgun
düşmüştüm ki büyük bir gayretle son tepenin zirvesine tırmanabilmiştim.
Benim ve Landschulz’un kılavuzu tembel bir herifti ve her ikimiz de onunla konuşamadık, bu
herif bizimle bu gezintiyi yapmayı hiçte gerekli bulmadı bilakis sakin bir şekilde yere oturdu
ve dağın açıklanmasını bize bıraktı. Bu tür bir dağda bulunan bir kimse yolu bilmeden pek
çok kereler rezil durumlara girdiğimizi düşünebilir. Bunun üzerine ben sabırsızlandım ve
beden gücümle yürüdüm ve tırmandım. Kendimi de hemen soğuk sert bir ortamda
yapayalnız buldum! Çok ısındığım ve tamamen yaz mevsimine uygun giyinik olduğumdan
için vücudumu soğutmamak için bir dakika bile durmadım. Tam en uca gelmeden önce bir
kez daha üzeri oldukça iyi ve sıcak olan bir tür düzlük buldum. En yukarıda ise rüzgâr adeta
içimden geçti. Termometrem donma noktasının üzerinde 7 derecede idi, termometre donma
noktasının üzerinde 17 dereceyi gösterdiği bir günde aşağıda Bursa ovasında sıcak bir Eylül
günü ile karşılaştırılabilir. Birkaç yıl önce terk edilmiş bir manastırın birkaç harabesini
bulduğum zirvenin manzarası – bütün yüksek dağlardan olduğu şekilde - deniz ve kara hava
ve bulutlar ile bir arada tek vücut olmuş birlikte akıp gidiyordu. Buna dikkat etmeksizin, İzmit
ve Mudanya Körfezini, İznik ve Apolyont Gölünü – Marmara Adasını ve Prens Adalarını,
Marmara Denizini, İda ve Gargarus Dağlarını çok net olarak görebiliyorum. Yukarısı soğuk ve
ben çok ısındığım için uzun süre orada kalamadım. En yüksek ucuna kadar gitmeye 4
saatten fazla bir zamanımızı alan yerden inmek 2 saat ve 40 dakikamı aldı. İzmit’te bir
ayakkabıcıya tamir ettirdiğim çizmelerim tamamen delindikten sonra aşağıya iniş sırasında
yüksek noktadan fazla uzak olmayan bir yerde tükenmiş ve tırmanma operasyonu sırasında
pantolon askısı ve külotunun bağı kopmuş olan Landschulz’a da rastladım. Aşağıya inişte
eller başrol oynuyor, onlar olmadan bana bir sur gibi gelen birkaç dik duvardan aşağıya
inmek zor hatta imkânsız olurdu. Dağ keçilerinin ıslık çaldığını duyduk, bu yükseltinin
doğusunda bunlardan çok olduğu söyleniyor. Buna inanıyorum, zira ellerinde o olmadan
hiçbir şey yapamayacakları uzun borulu Bernstein ağızlıklı etkisiz filintaları ile Türk dağ keçisi
avcıları bu hayvanların kökünü kolayca kurutamıyor. Dağ keçilerinin ve kurtların çok taze
izlerini, pek çok kartalı ve hemen yanımızda havada dengede duran küçük siyah kuşları
gördük. Kendi harareti içinde tamamen donuk şekilde bizi bekleyen Ender’in karargâhına
kadar koşmak için 2 saatten fazla zamana gerek duyduk. Genelde Olympus dağına
tırmanmak için 8 saatten biraz daha fazla bir zamanın gerekli olduğu hesap edildi. Bunu
rahat şekilde yapmak ve sıcak mevsimde ziyaret etmek isteyenler ikinci düzlükte kamp
yapan Turkmenlerin yanında geceyi geçirebilir, büyük bir ateşin yanında uyuyabilir, berrak
dağ sularını içebilir ve taze alabalık yiyebilirler. Ayrıca Olympus Dağı, sadece yavaş yavaş
yükselmesi ile değil ayni zamanda çiçek bakımından zengin bir ovada bulunması ve
denilebilir ki yüksek bir piramit teşkil etmesi ile diğer yüksek dağlardan ayrılmaktadır. Bu
yolda yemek yiyememem ve uyuyamam bana dokunmadı. Pek çok saat boyunca kulaklarım,
yapabildiğim parmak şıkırdatmasına göre, fonksiyonlarını yavaş yavaş yapmaya
başlayıncaya kadar sağır oldum. Daha önceki gün Julius Cesar Kelly akşam benim yanımda
idi, koruyucu Allaha şükür ki henüz basılmayan ama hakkında pek çok şey yazdığı veba ile
olan tecrübelerini bizimle paylaşması bana benzeri olmayan bir sıkıntı verdi. Dün ona gitmek
istedim, kendisi şehir dışında idi.
Türk Hamamı
Bu gün yeni bir Türk hamamında idim ve tamamen Türk usulü yıkanıp temizlenmek istedim,
bundan dolayı tercümanım, Gabriel’i beraberimde almadım, bilakis bu hamamın giriş
salonuna yalnız girmeye cüret ettim. Türk hamamcılar yıkanmak isteğimi fark ettikten sonra
135
beni pek çok Müslümanın önünde tamamen soydular, terbiyeden dolayı bazı bölgelerime bir
bez doladılar, bana bir sarhoş gibi üzerinde dengemi zor bulduğum iki tane sivri tahta
ayakkabı (takunya) verdiler ve beni Franken’leri saçından hemen tanıyan 20 çıplak masörün
(natır demek istiyor) bulunduğu bir başka salona götürdüler. Salonda rahatım iyi ve konforlu
idi. Genç hamam hizmetkârları gibi dışarı hizmetliler de çıplaktı ve uzun bıyıkları vardı.
Sürekli terlemekten dolayı ringa balıkları gibi zayıftılar. Tamamen benim hizmetimle meşgul
olan 2 masör beni hemen ortasında 5 ayak derinlikte büyük yuvarlak sıcak su ve içi Türklerle
dolu havuz olan 8 köşeli bir başka salona getirdi. Nişler olduğundan 8 kenar birçok kabin
oluşturmaya yarıyordu – bunların her birinde dinlenme yeri olan bir havuz vardı. Kendime,
onların yapmak istedikleri yapılması gereken her şeyi yaptırdım ve kendimi bu 2 sarı herife
teslim ettim. Bana işlem yapmaya, düğümler atmaya çiğnemeye başladılar. Bir tanesi bütün
uzuvlarımı yerinden oynattı bir diğeri gözlerimi, burnumu, kulaklarımı sabunladı, bir diğeri
koruduğum birkaç yer hariç bütün kıllarımı tıraş etti. Küçük bir çocuk hoş bir şekilde beni
çimdikledi ve bana küçük parmakları ile dokundu. Ve böylece nefesim kesilene kadar devam
etti, daha sonra beni 44 derece sıcaklıktaki suya soktular ki neredeyse bilincimi
kaybediyordum. Nihayet beni kaynayan suyun içine şuurum zayıflayıncaya ve hemen hemen
konuşmaya başlayıncaya kadar oturttular. 20 dakika sonra operasyonun sonuna gelindi.
Olabilecek en acı veren operasyonlardan biri. Dışarı çıktığımda her şey, içerisi ile
karşılaştırıldığında buz gibi idi. Ve sonunda yavaş yavaş tekrar kendime geldiğim bir yatağa
yatırıldım. Hamamda nabzım dakikada 100’e çıktı. Bu günkü kürden öyle bitkin düştüm ki
rüyada birkaç saatliğine güzel ebeveynime gitmek için yatak aradım.
5 Kasım 1818
Hala dünkü Türk kürünü hissediyorum ve daha önceki gücüme kavuşmak için birkaç güne
ihtiyacım olacağından eminim. Öncelikle Bursa’daki hamamlara ihtiyaç duyan hamam
müşterileri birkaç gün öncesinden belli bir rejim yapıyor ve bir sezonluğuna özel evlerde
bulunabilen sıcaklığı azaltılmış küvetler içinde, başlangıçta sadece bir çeyrek saat, alışma ile
tam bir saate kadar kalıyorlar. Yeni hamamda, (Yeni Kaplıca), dışarı çıkışta çok hızlı sıcaklık
değişiminin insana zarar vermemesi için biraz vakit geçirilen birinci salonun sıcaklığı 20
derece kadar, ancak ortasında havuz bulunan asıl salonda ise sıcaklık, suyunki 30 derece
olmak üzere 26 dereceye kadar çıkıyor, iki tane olan yan kabinlerde suyun sıcaklığı 35
dereceye kadar ulaşıyor. Benim termometrem kaynakta 68 dereceye kadar çıktı. Ben böyle
bir hamam hiç görmedim, hepsi ayni türde. Zarafet ve zevkten başka hiçbir şeyin farkına
varmadım ve her ne kadar insanın sürekli pek çok iğrenç kimselerle temas halinde
olduğundan banyo yapılan yerleri rahatsız ve iğrenç bulsam da, hamamların durumunu,
tartışmasız Bursa yöresini insanın hamamlarda bulabileceği en zarifi kabul ederek övsem de
insan, Bay von Hammer gibi (ı), (o), (u) harflerinin üzerine nokta koyabilecek ölçüde bir
doğulu olmalı. Su, kükürt ve demir içerir ve çok sağlıklı olarak kabul edilir. Bu muhtemeldir –
biri veba diğeri Bursa’daki ipek üretimi ile ilgili, 2 küçük broşür yazan Mösyö Kelly, 28 yıl
Bursa’da kaldıktan sonra büyük bir kesinlikle 44 derece olarak verdiği, termometremizin ise
bizi en ufak bir tereddüte düşürmeyecek şekilde 68 dereceyi gösterdiği kaynaktaki suyun
sıcaklığını bildirmemiş olduğundan, ayrıntılar hakkında doğru ve kesin bilgileri ve onların
suyun içinde hangi oranda var olduğunu bize verememektedir. Bu tabiat araştırmacısı ve
paşanın özel doktoru 52. yaşına kadar termometrenin donma noktasını gösterdiğinde ateş
yakılamayacağını zannetmekte idi! Bizim ona bu konuda bilgi vermemiz gerekti. Kendisine
derin hisler beslediğim bu iyi doktor bizimle pek çok saat geçirdi, tercüman üniforması giyen
– 28 yıl Türkiye’de yaşayan ve yavaş yavaş Türklüğü kabul eden - bir Frank’ın olabileceği
kadar bize faydalı ve lütufkâr olmak için çok istekli idi. Üstelik bu iyi adam her şeyi tedavi
ediyor – hatta haremde ziyaret etmeye müsaadesi olduğu kadınların doktoru. Harem
hakkında birkaç küçük hikâye anlattırmak bizim için eğlenceli oldu –ve Türk kadınlarının
giysilerinden konu ettiğimizde - onun Türk usulü olarak adlandırdığı iç ve dış külot giydiklerini
belirtiyordu. İleride, Bursa bana Türk ipek ürünlerini ve Bursa’dan 10 saat uzaklıktaki
Eskişehir ise Paşanın müsaadesi ile çıkartılan lüle taşı bloklarını verebilir.
136
Hareketimi 6 Kasım günü erkene belirledim. Posta atları alıp almamak ya da beni özel atları
ile Smyrna’ya (İzmir) kadar göndermesi için bir Bursa’lı ile anlaşma yapıp yapmamak
konusunda kararsızdım. Birini veya diğerini seçmek için o kadar çok sebepler vardı ki ben
uzun süre karar veremedim – sonunda özel atlar ile seyahat etmeyi tercih ettim ve bundan
dolayı atların nallanması ve hazırlanması için yarın da burada kalmaya mecbur oldum.
1819, Marcellus
Mayıs 1819
Uzun zamandır İzmit ve İznik’e bir gezi yapmayı düşünüyor ancak İstanbul’daki gündelik
uğraşlar bir türlü beni engelliyordu. Ancak bu kez arzularıma teslim oldum. Baharla birlikte
uzun gezilerin ve denizde seyretmenin zamanı geliyordu.
Bu gezide yalnız değildim: Moskova yangınından kaçmış genç bir Rus, 1808 istilasından
sonra yurdu Cadiz’den uzaklaştırılmış bir İspanyol, Wagram ve Beresina’da sokak aktörlüğü
yapan bir meslektaşım, Mısır’daki ordularımıza (Fransız orduları) rehberlik yapan Levanten
bir arkadaş yoldaşlarımı oluşturuyorlardı. Çok arzu edilen bir barışın buluşturduğu ve
bağladığı, Avrupa devrimlerinin bu tanıkları Asya devrimlerinin kanla suladığı ve kalıntılarla
dolu toprakları arşınlamak üzere, Yeni Fransa’nın genç öğrencisi olan benimle birlikte
geliyorlardı. Sanki kendi kaderimiz bize aynı üzücü kararsızlıkları yaşatmayacakmış gibi
kendi rüyalarımızdan sıyrılmış, bir zamanlar büyük savaşların ve umutsuz nesillerin sahne
aldığı tiyatroyu seyretmeye gidiyorduk.
2 Mayıs 1819 günü İstanbul adalarına gitmekte kullanılan 4 çift kürekli bir tekneyle Tophane
iskelesinden ayrıldık… Adaları geçip bu arada saat 11’de Heybeli Ada’da birkaç saat mola
verdikten sonra tekrar denize açılarak, solda Asya yakasında Maltepe ve Strabon’un Azaritia
kaynağının doğduğu ve küçük timsahların bulunduğunu söylediği Tuzla’yı bordaladık.
Kaynak da timsahlar da birlikte yok olmuş, Bizans imparatorlarının bu sahilde oturdukları
saraylardan da eser yok. Saat 4’e doğru Orpheus’un Kara Burun dediği Akritas’ı (Yelkenkaya
Burnu) bordaladıktan sonra Agricolaki adlı küçük bir adaya aborda olduk. Bir çok haritada
genel olarak Nisa diye belirtilen üç ıssız kayalıktan biri. Avcı kulübeleri ve yaban
güvercinlerini izledik. Anason sapları ve kocayemişler arasında karabatak ve gümüş martı
yumurtaları bulduk… Daha sonra Philokrene (Bayramoğlu) burnunu geçerek Aritzou (AriçuDarıca) önünde demirledik.
Darıca
Ariçu kasabası, eski Tsarion. Atina ve Megaralılardan oluşan grubun şefinin kurarak kendi
adını verdiği Astakos kentinin bulunduğu ve aynı adla anılan körfezin başlangıç noktası.
Astakos, Yunanca’da deniz istakozu anlamında. Bu yörelerde bu kadar istakozun avlandığı
bir başka yer yok. Darıca bir amfitiyatro gibi tepenin yukarlarında yayılarak, deniz kenarındaki
son evleri çevreleyecek şekilde yayılıyor. Cenevizliler tarafından yapılmış bir kalenin kalıntısı
yarım bir kule göze çarpıyor. Üçte birini Türklerin geri kalanını Rumların oluşturduğu ikibin
kişilik bu köy balık ve enginardan iyi para kazanıyor. Sardalya, uskumru ve hamsi avı
oldukça bereketli. Onları deniz kenarında, ipler üstünde kurumaya bırakıyorlar ve gemilere
kumanya olarak satılan İstanbul’a gönderiyorlar. Burada sadece bahçeler değil kırsal da
enginarla kaplı. Köyün etrafındaki tarlalarda çok geniş alanlara ekilmiş ve bu yeşil hasatı
yüklemiş epey gemi İstanbul’a doğru hareket halindeydi.
Gebze’ye Gezi
Kıyıya yakın bir tavernaya girdik, bizi dar ve kirli tek bir odaya tıktılar. Hepsi taze balık,
enginar, ıstakoz, vb. karışımından koyu bir çorba ikram ettiler. Ertesi sabah erken saatte at
üstünde Libyssa’ya hareket ettik. İstanbul’u çevreleyen çalıların kuruluğuna alışmış
137
gözlerimizi, en gürbüz ağaçlar ve en yeşil hasatın yer aldığı, bir çok derenin suladığı Asya
yakasının zengin yeşil örtüsünden alamıyorduk. İstanbul’u Rumeli’nin eski ormanlarından
ayıran, verimsiz ve hayvansız toprakları ile ne kadar çelişkili. Gebze’nin şık camisinin
gölgesinde bir süre durduk. İşte efsanesi:
Tanınmamış bir çoban, kendi elleri ile tek başına Hz. Muhammed için Gebze’de bir cami
yapmak ister. İlk taşı koyduğunda gece olmuştur ve ertesi sabah devam etmek için uykuya
dalar. Ancak uyandığında bir mucize gerçekleşmişti. Cami, bugün gördüğümüz haliyle büyük
minaresi, avlusu, çeşme ve uzun servileri ile tamamlanmıştı. Dindarlığı bu şekilde
ödüllendirilmişti. Bu tanınmışlığı ve erdemleri camiyi imparatorluğun ilk saygın yapıları
arasına sokmaktadır.
Bu mucizevi girişten sonra nasıl söylenir bilmiyorum ama bence, kütlesel sütün başlıklarının
üzerine oturdukları iç avlunun sütunlarını eziyormuş görüntüleri, mimari olarak çok kötü.
Hannibal’in mezarına ulaşmak üzere, uzun süren bir yürüyüşle Gebze’nin dar sokakları ve
Libyssus’un kurumuş yatağını geçtik. Burada görünen, Troia ovası tümülüslerinden daha
yüksek, yürüyerek birkaç dakikada zirvesine ulaşılabilen oval bir tepe. Hannibal’in
mezarından geriye kalan birkaç kırık mermer ve yerde yatan iki sütun. Ancak bu yükseltiden
görüntü uçsuz bucaksız…
Öğle, her birimiz hafif kayığımızın beyaz bankında yerini almış Darıca’ya dönüş yolundaydık.
Uygun bir rüzgarla, iki yelkenimizle Philokrene (Bayramoğlu) ve Arganhus (Samanlı dağı)
arasındaki genişlik yaklaşık dört fersah olan İzmit Körfezi’nde hızla yol almaya başladık.
Ancak bu genişlik harap bir Ceneviz kalesi kalıntısından sonra daralmaya başlıyor, orada
körfezin doğu kısmındaki bir dil parçası ileri uzanarak bir geçit oluşturuyor. Daha sonra kara
geri çekilerek yerini tekrar denize bırakıyor.
İzmit
Bithynia bana Osmanlı döneminin resimsel görüntüler açısından en zengin vilayeti göründü.
Mithridates’in “Asya’nın kapısı” olarak nitelendirdiği Kyzikos’un surlarından Pontus
Krallığı’nın sınırlarına kadar, İstanbul Boğazı’na doğru eğililen Olympus (Uludağ) ve dorukları
Karadeniz’in dondurucu rüzgarlarına karşı koruyorlar… Güney rüzgarının desteği ile dört
saat sonunda İznimid’e (İzmit) vardık. Gümrük işlemleri, Türk valinin varışımızdan haberdar
olup iyi ağırlanmamız yönündeki talımatına kadar uzun sürdü. Liman başkanı Rum
mahallesine kadar bize eşlik etti. Birkaç gündür ikametgahında olan İzmit Piskoposu bizi çok
güzel ağırladı. Çubuk ve reçel ikram etti. Yetmişli yaşlarında ve otuzdört yıldır İzmit
piskoposu idi. Diokezine dönüş nedeni olarak İstanbul’un sağlığını olumsuz etkilemesi
olduğunu söyledi. Zengin bitki örtüsü ile örtülü körfezin karşı yakasına bakan pencereyi
göstererek “Nikomedia’nın baharı, Byzantion’un soğuğundan daha iyi değil mi? Şu anda
hissettiğimiz sıcaklık, Karadeniz’den gelen sis ve rüzgarları ile İstanbul Boğazı’ndan daha
değerli değil mi? Biliyorsunuz Diokletianus, İzmit’i Roma’ya tercih etmişti. ” dedi. Roma’nın ve
Boğaz’ın güzelliği açısından itiraz edebilirdim ama yaşlı piskoposu neden üzücü avuntularıyla
bırakmayayım ki! Biliyordum ki İzmit’e dönmesini emreden sert, yeni patrik Gregorios idi. İki
kez zorunlu tutulduğu Athos dağının zorluklarına alışkın ve III.Mahmut tarafından üçüncü kez
patrikhanenin başına çağrılan bu patrik, Fener’in uyuşuk piskoposlarına kesin olarak
ikametlerinde durma emri vermişti.
Nikomedia despotu (Rumlar, yerel dini liderlerine bu adı veriyorlar) synod’da (din işleri
kurulu) beşinci sırada ve Kayseri, Efes, Kdz. Ereğli ve Kyzikos piskoposlarının ardından
yürür. Yaklaşık elli komşu köyün haraç vergilerini toplar, Türk hükümeti bundan hiçbir
harcama yapmadan onun adına tımar olarak saklıyor. Nikomedia piskoposluk konağı, deniz
kenarında, silik, ahşap bir yapı., aslında kentteki ikiyüz Rumun başı olan Piskopos’un
Episkopos ünvanlı yardımcısı burada kalıyor.
138
Nikomedia, yaklaşık İÖ 278’de Zela’nın oğlu Nicomedes tarafından kurulmuş ve hemen
Bithynia’nın başkenti olmuş. Bir çok kez depremlerden zarar görmüş, Hadrianus ve Marcus
Avrelius tarafından onarılmış, sonrasında İskitler tarafından yağmalanmış ve yakılmış.
Diokletianus, Roma’ya eş yapma umuduyla tümüyle yeniden kurarak imparatorluk başkenti
yapmış ki sonrasında en sert zulümlerine sahne olmuş. Pausanias, o dönemki kentin
varoşlarında Aurorius’un oğlu Memnon’un kılıcı ve kılıç kemerinin korunduğu bir Asklepiades
tapınağının varlığını belirtiyor. Libanius’un aktardığına göre kent boyunca iki sıra portikli bir
yol geçermiş. İmparatorların sarayı tepenin yamacında yer alıyormuş. Hamamlar, tiyatro,
hipodrom, tapınaklar birer mimarlık harikasıymışlar. Bu büyük yapılar, Sozemenos’a göre 24
Ağustos 358 günü günün ikinci saatinde meydana gelen bir deprem sonucu tümüyle tahrip
olmuşlar. Nikomedia bir daha tam anlamı ile ayağa kalkamamış. İmparator Julianus, boş
yere yeniden imar etmeyi denedi, dört ay sonra aynı afet kenti bir kez daha vurdu. Uzun
düşüş dönemi içinde yine de 1350’de Bursa’yı ele geçirmiş olan Sultan I.Osman’a dayanmış
ancak savaşçı Orhan’a teslim olmuş.
Başlangıçta, Sultanlar kentin yeniden doğumu için yardımcı oldular ve konumu ile güzel
ikliminden etkilenmiş Osman’ın çocukları buraya koşuştular. Ancak 1719’daki bir deprem
burayı üç gün boyunca salladı ve tümüyle harap hale getirdi. Birkaç yıl sonra, korkusuz yeni
yerleşimciler bu görkemli kalıntıların yanına ahşap evler inşa ettiler…
İznimid (İzmit) kenti bugün onaltı bin Türk ve iki bin Ermeni’den oluşuyor. Bir müsellim
tarafından temsil edilen Bursa Paşası tarafından yönetiliyor. Bazı bahçelerde hala eski sur
kalıntıları, yollarda ve duvarların içinde sütun dilimleri, yazıt kalıntıları, kızıl somaki ve akik
renkte büyük parçalar görülüyor. Ardında bir çok esnafın yer aldığı, nerdeyse bütün halkın
toplandığı büyük, gürültülü ve pis pazarlar var. Daha uzakta ise dört kemerle delinmiş büyük
bir ev ve hala ayakta olan, harap olmuş en üst noktasının ise en yüksek servilerin
uzunluğuna eriştiği bir duvardan başka bir şeyin, geriye kalmadığı Diocletianus sarayı
bulunuyor…
Aya Pandaleimon
Piskopos, merak ettiğimiz her yerde bize eşlik etmek üzere episkopos’unu görevlendirmişti.
Rehberimiz bizi önce, Diokletianus döneminde öldürülen Nikomedia’lı doktor Aya
Pandaleimon kilisesine götürmek üzere yola koyuldu. Rum kilisesinin saygın, büyük
azizlerinden biri. Eski ve yeni kent duvarlarını geçip bayır aşağı çok güzel bahçeler ve sularla
çevrili geniş bir yolu izledik. Ağaçların gölgesinin yola kadar uzandığı Ermeni mezarlığının
yanından geçtik…
Aya Pandeleimon kilisesi daha önce I.Murat’ın askerlerince yarı yarıya tahrip edilmiş. O gece
azizi rüyasında gören ve gazabından korkuya kapılan bu çekingen sultan ertesi sabah
yeniden inşasını emretmiş. Kilisenin gelirini ve bağımsızlığını sağlamak için de geniş bir arazi
tahsis etmiş. Bu hristiyan kilisesi, bir Müslüman tarafından yapılan bu bağıştan bugün hala
yararlanmakta. Nikomedia piskoposu da bu gelirin naibi. Epitropos, bu bilgileri alçak sesle
bana aktarırken, Murat’ın adı her geçtiğinde çekingen bir tavırla, gizlice bizi izleyen
yeniçerinin gözlerine bakıyordum.
Kilisenin içinde göze çarpar hiçbir şey yok. Mihrap ve koronun oturma sıraları sanatsal bir el
işçiliği ele yapılmış. Koridorun altında, kırık birkaç mermerin ortasında, iki ayak yüksekliğinde
ve onbir parmak genişliğinde bir alçak kabartma var. Bu mezar dikiti, ayaktaki bir habercinin
sözlerini saygıyla dinleyen, oturmuş bir erkek ve bir kadın yanı sıra bir başka köşede uzaktan
dinlediği bu hikayeye ağlayan ve yüzünü saklayan bir kadını betimliyor. Bana usta bir
yontucunun eseri gibi görünen bu dokunaklı kabartmanın üzerindeki yazıt şöyle:
139
Latin harfleri ile:
MENANDROS ARISTOY
ARTEMIDORA MENANDROY
İzmit Körfezi
Tekrar İzmit’e dönerek, piskoposun yine sıcak misafirperliği altında birkaç saat dinlendikten
sonra İzmit Körfezi’nin sonunu görmek istedim. Kayığım beni bu güzel kıyıların her
noktasından geçerek yavaşça götürdü. Emevilere karşı başarısız seferi esnasında İmparator
II.Justianus’a ihanet eden kadın, çocuk ve yaşlı babalardan oluşan yirmibin köle (esclavon)
denizin üzerinde yükselen bu kayalardan aşağı atılmışlardı. Plinius da burada İzmit ve
Karadeniz arasında bir su yolu açmayı istemişti. Bu çaba şüphesiz, körfezin ucunda ağzını
gördüğüm ve Türklerin Başiskele adını verdikleri dere ile daha bol olan sularını Karadeniz’e
akıtan Riva deresini birleştirecekti. Av gezilerim esnasında bu ikinci dereden yukarı üç saat
teknemle ilerlemiştim. Bithynia’nın Roma valisi, bu iç taşımacılıkta kimi yararlar görse de
Osmanlı İmparatorluğu bundan ne elde edebilir ki? Eski Pontus krallığının ticareti, bugün de
olduğu gibi yalnızca İstanbul’a gönderilen kömür ve tomruktan oluşuyordu…
Çene Suyu
Kürekçilerimizden biri İzmit üç fersah uzaklıkta, bütün hastalıkları tedavi eden mucizevi bir
suyun aktığını anlattı. Bu şüphesiz Meletius’un anlattığı maden suyu kaynağı olmalı. Denizin
batısındaki Türklerin Çene Dağ adını verdikleri bu yüksek tepedeki vadi bugün hala çok
sayıda güçsüzü kendine çekmeye devam ediyor.
Saat geç olmuştu, ay Olympus’un ardından yavaşça doğuyor ve zayıf ışığı ile Konstantin’in
saray kalıntısını aydınlatıyordu. Evlerinden ve çarşılarından binlerce ışık yansıtan, İzmit’e
doğru son bir kez baktım.Sonunda kayığım, beni yarın ayrılmak zorunda olduğum iskeleye
bıraktı.
Körfez’in Güney Yakası
Aslında, gün başlangıcından beri körfezin sonundan doğru düzenli esen sabah yeli
yardımıyla teknemizle güzel Nicori’yi (Değirmendere? Ulaşlı? Neocorio = Yeniköy ?) geçerek
Heraclea’ya (Ereğli) gitmiştik. Anadolu ve Marmara’da bu isimde bir çok kent var. Bu Ereğli
köyü, bahçeler ve ağaçlarla bölünmüş iki mahalle halinde. Deniz kıyısındakinde yalnızca
Türkler oturuyor, bir tepenin zirvesinde olan da (Tepeköy) ise yalnızca Rumlar… Kıyıdaki
yamaçları kaplayan zeytin ağaçları ve bağların yeşilliği, genellikle sakin olan denizin gök
140
mavisi ile karışırken Arganthos’un (Samanlı Dağları) karaçamları uzaklarda üzgün ve vahşi
bir ufuk sunuyorlar.
Öğlene doğru, kayığımızı terk etmek zorunda olduğumuz Türk köyü Kara-Musala’da
(Karamürsel) idik. Epey uğraştan sonra bulabildiğimiz kötü atlarla İznik’e doğru hareket
ettik.274
İznik’teki konaklamamız esnasında bizi ısrarla Sapanca’yı gezmeye yönlendirmek isteyen
rehberimizin yanı sıra bizden bir türlü ayrılmayan bir Rum, merakımızı arttırmak için Sapanca
gölünün kıyısındaki dağlardabir süt kaynağı olduğunu iddia etti. Ancak bunun üzerine Rum
papaz, bu yalancının sözüne karışarak, bu dağlar ve otlaklarında dolaşan çok sayıdaki
sürünün bu efsaneye yol açtığını anlatarak tanıştığımızdan beri ilk kez mantıklı bir söz
etti.275
Gezgin ve arkadaşları 5 Mayıs günü İznik’ten ayrılarak, Samanlı Dağları üzerinden
Karamürsel’e geri dönerler. Körfezi geçerek Darıca’ya ulaşırlar ve ertesi sabah Büyük Ada’ya
hareket ederler.
1823, Dr. Robert Walsh
1820 yılında İstanbul’a elçi tayin edilen Lord Strangford ile birlikte İngiltere’den ayrılan Walsh
(1772–1852), seyahatnamesinin birinci cildini oluşturacak olan Cebelitarık, Malta, Korfu,
Zante, Ege Adaları, Milo, Atina, Naxia, Antiporos’u gezdikten sonra Truva ve Gelibolu
üzerinden İstanbul’a varır. Dört yıl İstanbul’da ikamet eden Dr. R. Walsh, 1823 yılında
Bithynia’ya bir yaz gezisi gerçekleştirmiştir.276 Yöre hakkında verdiği bilgiler özetle şöyle:
Mürettebatlı büyük bir Rum teknesi kiralayıp, biraz da deniz kumanyası tedarik ettikten sonra
İzmit Körfezi keşif yolculuğumuzun ilk durağı, Romalıların zulmünden kaçmak için
Hannibal’in kendini zehirlediği yer olan Libyssa idi. Aynı Troia’da Akhylles için yapıldığı gibi
büyük bir tümülüs ya da konik bir toprak tepenin altına gömülmüş. Hala mevcut ve doğrusu
kazıp kazmamayı uzun süre düşündük, özellikle ben çok niyetliydim… Ancak keşif
yolculuğumuza devam etmeye karar verdik.
Kiraz’ın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğu
İkinci durağımız Tuzla idi. Rum ve Türklerden oluşan 300 haneli, çok güzel bir yörede harap
bir kasaba… Ağa’yı, meselelerini çözmesi için kendisine gelen insanlarla birlikte bir ağacın
altında oturken bulduk… İzmit’e gittiğimizi duyunca bizimle mektup gönderebileceğini söyledi
ve kiraz bahçeleri arasından geçerek meyve yememizi tavsiye etti. Tuzla kirazı ile tanınıyor.
Lucullus’un Karadeniz kıyılarında Ceracus’tan Romaya götürdüğü, buradan da İngiltere’ye
ulaşan kiraz, hala 2000 yıl önceki lezzeti ile kocaman bir orman ağacı büyüklüğü kadar
büyüyor…
Kirazın bugün kendi dilimizdeki karşılığı buradaki orijinal adının bizim tarafımızdan bozulmuş
şekli. Karşılaştığımız ilk bahçenin içinden yürüdük. Bir kestane kadar büyüktüler ve kokuları
enfesti. Kumanya olarak iki okkasını 10 paraya aldık. Daha sonra Türklerin Yelkenkaya
274 Marcellus, Souvenirs de l’Orient par le vicomte de Marcellus, c. 1, böl. 4, Paris 1839, s. 113-115, 124-140
275 Marcellus, age, s. 155
276 Walsh, A Residence at Constantinople, During a Period including the Commencement, Progress and
Termination of the Grek and Turkish Revolutions, c. 2, Londra 1836, s. 161-173
141
dedikleri ancak Sonnini’nin oldukça beyaz kumtaşından oluşması nedeniyle olsa gerek
Blanco (Beyaz) adını verdiği bir burnu geçerek gecelemek üzere Türklerin Darıca dedikleri,
ancak bazı gezginlerce Tragea şeklinde bozularak söylenen köye vardık. 350 Rum ve 60
Türk aileden oluşıyor. Tatarımızı Ağa’ya gönderdik ama bulamayıp geri döndü. Bunun
üzerine kendimiz, konağına doğru yola koyulduk ama saygıdeğer beyefendi
anlayamadığımız bir nedenle, gelişimizi duyunca konağın harem bölümüne geçerek
saklanmıştı ki bizim de bu bölüme geçmemiz olanaksızdı. Bir şarap evine yerleştik ve akşam,
kafasının iriliği nedeniyle Rumlar tarafından Kephalos (Kefal) adı verilen bir balık yedik ki
daha sonra körfezdeki büyük bir bentte, bu balıktan satın aldık.
Ertesi sabah erken kalkarak, yoğun bir orman içindeki “paleocastra” adı verilen kalıntıları
geçtik ki bu ad tüm eski yapılara verilen genel bir ad. Bu göreceli olarak daha yeni ve Bizans
dönemi bir kaleye benziyor. Körfez burada yaklaşık 4 mil genişliğinde ve her iki kıyı da çok
güzel… Daha sonra kimi Türk teknelerinin dolaşmakta olduğu ve küçük bir liman olan “Malun
İskelesi”ne vardık. Bu İzmit Körfezi’nde gördüğümüz ilk seyreden teknelerdi. Burası İstanbul
yolu ile bağlantılı tek ferry hattı olması nedeniyle tanınıyor.
Kaya Mezarlar
Yolumuza devam ederken, bir dağın sarp ve ulaşılmaz görünen yüzünden körfeze sarkmış
gibi acaip görünümlü, insan yerleşimine benzer kayalar ilgimizi çekti ve keşfetmek için karaya
çıktık. Aşağıdaki bir mağaradaki ıssız bir kahvehanenin sahibi ihtiyardan öğrendiğimize göre
yukarıdaki yerleşimler Diocletianus’un zulmünden kaçan erken hristiyanların yerleşimleriydi
ve bu ulaşılamaz noktada küçük bir kasaba oluşturmuşlardı. Büyük zorlukla yukarı
tırmandığımızda kayaların içine oyulmuş kaba bir yapının kalıntılarını gördük. Ön tarafta hala
ayakta olan bir duvar ve bir haç işaretine bakılırsa burası bir kilise imiş… itiraf etmeliyim ki
yontulmamış bir taş topluluğundan oluşsa da bu kalıntılar dikkatimi cezbetti… Satmak üzere
getirdikleri ve aldığım bir çok Bizans sikkesi arasında bir de Diocletianus sikkesi vardı.
İzmit
Rüzgar şimdi inbata dönmüş ve biz de İzmir Körfezi’nde olduğu gibi rüzgara göre yol
alıyorduk. Körfez birden darlaştıktan az sonra da görkemli görüntüsü ile 2400 yıldır var olan,
ünlü Nikomedia ya da İzmid (İzmit) kenti görünüverdi… Sahile ulaştığımızda gece olmuştu ve
burası bir liman olduğuna göre ilk işimiz gümrük binasına gitmek oldu. Burada karşılaştığımız
tek ticaret gemisi, bir süre önce gelmiş ve bir İtalyanın komutasındaki odun ve çember
boşaltmakta olan Fransız bayraklı küçük bir tekneydi. İmparatorluğun başka yerlerinde de
görülebildiği gibi gümrükçü bir Yahudi idi. Türkler, bu milletin ticari dehaları olduğuna ve
kendilerinin bu konuda yetersiz olduklarına inanırlar. Niyetimizin İzmit’i gezmek olduğunu
söylediğimizde, bir İngilizin kalıntıları gezmek ve eski kaya parçalarını toplamaktan başka bir
amacı olmadığına aklı yatmamıştı. Yine de çok uygardı ve yeniçerimiz buradaki yönetici olan
Müsellim’e yazılmış burada konaklamamız hakkındaki fermanları getirene kadar bizi çubuk
ve kahve ile ağırladı. Müsellim, hemen kavasını göndererek istediğimiz sürece
kalabileceğimiz, deniz kenarındaki güzel ve geniş bir özel mülke yerleştirdi. Talihsiz
Nikomedia piskoposu o anda dört başkasıyla birlikte Bostancıbaşı’nın İstanbul’daki
zindanlarındaydı ve Türkler de ondan farklı davranmayarak konağını bize ayırmışlardı.
Kaldığımız sürece bir papaz bizimle ilgilendi ve rahat vakit geçirmemiz için elinden geleni
yaptı…
Rum arkadaşlarımız bize etrafta hala bir çok yazıt bulunduğunu ancak bize göstermekten
korktuklarını söylediler. Bunun üzerine ertesi gün, bize başkentte bile görmediğimiz bir devlet
adamlığı gösteren Müsellim’i ziyarete gittik. Her biri geniş bir evin dört ayrı köşesinde,
kendilerine özgü giysileri içinde, bir diğerinin karşısında, birer divanın ortasında oturmuş dört
şişman adam odanın ortasına kadar uzanan çubukları ile sigara içiyorlardı. Bir mezar kadar
sessiz, bir heykel kadar hareketsizlerdi. Yaklaşık kırklarında, kibarca gülen bir yüz ifadesiyle
142
bizi kendisi karşıladı ve kentin neresini gezmek istiyorsak yardımcı olması için derhal
kavasını bize tahsis etti. Sokakların birinde çeşme sarnıcı haline getirilmiş ters çevrilmiş bir
lahit ve Sergeius Demetrius tarafından karısına dikilmiş yazıtı gördük. Yanında olağan
olduğu gibi iyi şans için adanmış bir heykel kaidesi bulunuyordu. Bahçenin birinde de
yurttaşlar tarafından seçkin biri için adanmış bir heykelin taban kısmı vardı. Bazı kelimeler
okunabilse de çoğu hasarlanmış ve anlaşılabilir değil. Bir satırda heykelden bahsediyor ve
bitimine doğru da şu iki kelime yer alıyordu:
“PARA TON KYRION MOY PHILANTHROPON POLITON”
“KENTLİ HAYIRSEVERLER OLAN EFENDİLERİMİZ TARAFINDAN”277
Kelimeleri kopye ederken Türkler sürekli çok ilgiliydiler. Bir tanesi kayaları yıkamak için taze
ot getirdi, bir başkası yatağanının ucuyla harfleri temizledi. Başlangıçta, alışkanlıklarına ve
düşüncelerine bu denli yabancı bir şey için neden bu kadar ilgiliydiler anlayamadık ama
sonradan anladık ki eğer bize yardım ederlerse gizli hazinenin yerini gösteren bu harfler
çözümlendiğinde ganimeti paylaşmamızı ummaktaydılar. Bu eski kenti anlayabilmek için tüm
bulabildiğimiz kalıntılar bunlar ve daha birkaç başka parçaydı.
Diocletianus’un sarayının kalıntılarını görmek için çok arzuluyduk… Gördüğüm sikkelerde
Diocletianus, Titanların ya da Vaillant’ın yorumuna göre bitkin hristiyanların üzerine
yıldırımlarını fırlatan Jupiter görünümünde:
Baudurius, Vaillant ve diğerleri bu paraları tasvir etmişlerdir. Sütunlardaki yazıtlar ise
Baronius, Occo ve gruferus tarafından not altına alınmış, onlardan biri şöyle:278
Her türlü meyve, ağaç ve çiçeklerle dolu bahçeleri yanı sıra her dal ve çalılıktan ses çıkartan
gece fırtınaları ile hiçbir şey bu yer kadar güzel olamaz. İnsanlarının sağlıklı görünmesine
karşın vadinin sıtma kaynağı olduğu söyleniyor. Kentin nüfusu 22,000 Türk, 2,500 Rum ve
Ermeni Hristiyan, yanı sıra yaklaşık 200 Yahudi’den oluşuyor.… Nikomedia’da birkaç gün
kaldık. Birkaç kalıntının yanında çoklukla yeni yapıları ile belirgin. Bağımsız bir krallık
kurarak, başkentini bu noktada inşa edecek yeteneği gösteren I.Nikomedes’in kararını
alkışladık. Elimizde ferman, iki sürücü, silahlı muhafızlar, Halepli bir Arap ve tam giyimli
tepeden tırnağa silahlı, bir yeniçeri olan tatarımız ve hizmetlilerimiz eşliğinde ondört atlıdan
oluşan bir grupla karayolu ile İzmit’ten ayrıldık, bu ferman sayesinde ücret ödemeksizin
ancak menzilciye bahşiş vererek hayvanlar edindik.
277 Çev. M. Bakan
278 Grot, s. 280, no. 4
143
Sapanca
Gece büyük bir göl kıyısındaki Sapanca kasabasına vardık. Bir konak bulmak için çok geç
kaldığımızdan bir handa, ahır üzerindeki konforsuz bir odada konakladık. Burada yemek de
vermiyorlar, akşam yemeğimizi aramızda paylaştık. Karşılaştığımız bir Rum yakınlarda 1000
nüfuslu bir Rum köyü olduğunu söyledi…
Ertesi sabah gündoğumu ile yola koyulduk. Kendimizi daha yüksek tepelerle çevrilmiş bir
yüksek vadide bulduk. Göl, aşağımızda çok güzel görünüyordu. Tepeler, meyve ya da çiçek
dolu sonsuz çeşitlikteki yaprakları ile ağaçlarla kaplıydı. Bütün İngiltere’yi doyuracak
bolluktaki kestane, ceviz, erik, kiraz, incir, elma, ayva, armut ve muşmulayı toplayan bir tek
kişi bile görülmüyor. Abartıyorum sanabilirsiniz ama gerçek bu. Öğlene doğru Derbent’e ya
da başka deyişle ormandaki geçide vardık. Burada genellikle küçük bir muhafız birliği ve
buna bağlı olarak da kahve ve çubuklarımızı içtiğimiz küçük bir kahvehane olur. Bu
kahvehane, şimdiye değin hiç görmediğim amber sarısı kiraz veren büyük bir ağaçtı.
Kahvelerimizi içip yola koyulduk…
Süt Deresi
Yolumuz garip bir şekilde süt gibi beyaz akan büyük bir dere ile kesildi. Boğa sürüleri
kendilerini çamura gömmüşler ve siyah başları suyun rengi ile ilginç bir tezat oluşturuyorlar.
Burası şimdi Sakarya Irmağı olarak adlandırılan ve eski coğrafyacıların Anadolu’daki en
büyük ırmaklardan biri olduğunu belirttikleri Sangarius. Ancak hiçbiri bu kadar temiz ya da süt
gibi ışık geçirmez bir akarsudan söz etmemiş. Türkler bu akarsuyu, uygun bir adla Aksu
olarak adlandırıyorlar. Bithynia’yı iki eşit parçaya bölerek geçiyor, yaklaşık 600 adım
genişliğinde.
Uzun bir süre suyu izledikten sonra bir zamanlar Doğu’da çok tanınmış “pylae”lerden birinin
olduğu yere geldik. Pylae, kelime olarak kapı anlamına gelir ve burada bölgeye girişlerin
korunduğu güçlü hisar kalıntıları vardı. Her iki yakada kayaların yüzünden suyun sonlandığı
noktaya paralel iki büyük duvarın kalıntıları görülüyordu. Her iki tarafta giriş kapısı olduğunu
düşündürten kemer kalıntıları bulunuyordu…
Türklerin Ağaç Okyanusu adını verdikleri, Olympus (Uludağ) ve ona bağlı olarak doğuya,
Anadolu’nun keşfedilmemiş topraklarına uzanan zincirini, doğu ikliminin bilinmeyen ölçü ve
güzellikleri içinde meşe, doğunun görkemli çınarları, kavaklar, ıhlamur ağaçları özellikle de
meyve ağaçları ile kaplayan ağaç kuşağı buradadır. Ceviz, erik, armut, elma ve ayva vahşi
doğada bol miktarda bulunmakta. Az sayıdaki nüfus nedeniyle meyvelere sahip çıkılmayarak
toplanmamış. Kestaneler çiçek açtığında renklerin bolluğu tepelere bir dama görüntüsü
veriyor. Bithynia ormanları Türkiye’nin Asya yakasındaki ormanlarının batı ucunu oluşturur ki
bu kuşak ufak kesintilerle Karadeniz’in tüm güney kıyısı boyunca uzanmakta, Akdeniz ve
komşu bölgelerin gerek gemi, gerek mimari ağaç ihtiyacını karşılamaktadır.279
1825, Joseph-Marie Jouannin
Mösyö Jouannin, basılmamış gezi notlarınının özetini “1825 Yılında Bithynia’da Bursa’ya
Yapılan Bir Gezi’nin Anıları” başlığı altında 3 Nisan 1829’da “Coğrafya Topluluğu”nda
sunar:280
279 Walsh, age, c. 2, böl. 6, s. 161-177
280 Jouannin, Souvenirs d’un Séjour a Brousse, dans l’Année 1825 (3 Nisan 1829’da Société de Géographie’de
okunmuş ve yayınlanmamış bir gezi özeti), s. 288-300 (Eğer bu seyahatname daha sonra kitap olarak
yayınlanmışsa bile ne yazık ki yalnızca bu özete ulaşabildim)
144
Eğer okuyacağım iki metin Coğrafya Topluluğu’nun ilgisini çekecek olursa, aralarında
aşağıda belirttiklerim de olmak üzere daha başkalarını da sunmak onuruna sahip olmak
isterim:
1- Belediye yönetimi, nüfusu ve sanayisi ile Bursa hakkında geniş bir bilgi
2- Dağın yüksekliğini hesaplamaya yarayacak gözlemleri ile Bithynia Olympus’una (Uludağ)
bir gezi ve Bursa havzasının ayrıntılı bir planı
3- İznik, güzel gölü, oldukça verimli ve ekili havzası ile topografyası hakkında veriler
4- Sangarius (Sakarya) üzerindeki Lefke (eski Leucae), aynı addaki bir akarsuyla sulanan
büyük Aksaray (Pamukova) ovası üzerindeki Geyve ve pamuk ile afyon gibi zengin tarım
ürünleri. Sakarya Irmağı’nın Sapanca Gölü’nü (Sophon Lacus) çevreleyen alüvyonları aşarak
Karadeniz’e ulaşmadan önce Aşağı Bithynia bölgesine girdiği Çarlıdağ (Karlıdağ?) Boğazları
5- Büyük Adapazarı kasabasına komşu, 1825 Kasım’ında mutlu bir rastlantı sonucu
Fransızların pek gelmediği bu bölgede keşfettiğim Mukhannes Köprüsü, ki ertesi sene
Topluluk’un saygın üyelerinden Mösyö Laborde ertesi sene burayı ziyarete geldi.
6- Onbinlerin Dönüşü’nde Ksenephon’un sözünü ettiği Karadeniz kıyılarındaki Calpé (Kerpe)
ve Kefken limanlarının tanıtımı
İzninizle sunduğum, temel notlarıma özet girişin Topluluk’un ilgisini çekeceğini ve bu
konudaki çalışmalarıma destek olacağını umuyorum. 3 Nisan 1829
Jouannin’in Nikomedia’da Bulduğu Yazıt Üzerine
Öte yandan, “Société Asiatique – Asya Derneği”nin Mayıs 1826’daki toplantısında Mösyö
Hasse, Fransız Elçiliği’nin İstanbul’daki ilk çevirmeni olan Mösyö Jouannin’in yukarıdaki
gezisi esnasında, İzmit’e komşu bir vadide bulduğu Grekçe bir mezar yazıtı üzerine
görüşlerini sunar. Oldukça geniş bu bilimsel yazıyı sizlere özetle sunuyorum:281
Sayın Baylar, 6 Şubat’taki toplantınızda bir doğu uzmanı olan bilim adamı Mösyö
Jouannin’den gelen ilginç bilgilerle dolu mektubu ve ekinde geçen senenin ortalarında, İzmit
yakınlarında bulunmuş mermer bir lahitin çizimini gördünüz. Büyük kare bir lahit, alınlık
şeklinde yontulmuş kapağının dört köşesinde ise taçlar veya çiçek dizinleri asılabilecek
şekilde akroter ya da dikitçikler bulunuyordu. Sadeliğine ve süs yoksunluğuna karşın anıt, bir
güzellikler bütünüdür. Dernek yönetim kurulunun “yazıtın okunması” görevlendirmesi ve
Mösyö Jouannin’in davetine rağmen ne yazık ki lahiti, sahibi konumundaki Türk mermercinin
elinden almak olanaklı olmadı.
Yazıt, dokuz satırdan oluşuyor. İkinci, beşinci ve dokuzuncu satırları diğer satırların
harflerinden daha büyük:
281 Hasse, Journal Asiatique (Rapport), Sur une Inscription Grecque découverte dans üne vallée voisine de
Nicomedie par M. Jouannin premier drogman de l’Ambassade, c. VIII, Paris 1826, s. 257-278
145
Şu şekilde okunabilir:
Latin harfleri ile:
AILIOS SEPTIMIOS
SEOYHROS
ANENEOSAMEN TON SYNGENON TON PYELON EMAYTO
KAI TH GLYKYTATH MOY SYNBIO, AILIA
IEROKLEIA
KAI BOYLOMAI META TO KATATETHHNAI EMOS,
MEDINA ETERON
KATATETHHNAI, EI MH, AN EPEIKSH TEKNOIS EMON
146
OS D.AN PARA TAYTA
POIESH, DOSEI PROSTIMOY TO TAMEIO * I
KAI TH POLEI * B KAI ARBILANOIS * A
KHAIRETE
Sanırım, Jouannin tarfından bulanan yazıt şu şekilde çevrilebilir: “Ben Aelius Septimus
Severus, aileme ait bu lahti kendim ve sevgili eşim Aelia Hioreclia için tamir ettirdim. İsterim
ki biz buraya gömüldüğümüzde, en azından çocuklarım aksine karar verinceye kadar
başkası konulmasın. Bu hükme aykırı hareket edenler, 10,000 denarius hazineye, 2,000
denarius kente ve 1,000 denarius Arbilum kenti yerleşiklerine ödeyeceklerdir.
Allahısmarladık.”
Bu yazıtın tarihlemesine gelince, harflerin güzel şekilleri, oncial’lerin (yuvarlak büyük
harflerin) azlığına bakarak (yazının doğru kopyelendiği var sayımı içinde) Otuz Tiran’ın
döneminden (260-270) yeni olamayacağını gösteriyor. Diğer yandan Aelius Septimus ve
Septimus Severus adları bize, Hieroclea’nın kocası Aelius’un Septimus Severus’un son
hükümranlık yıllarında (196-211) doğduğu ve halefleri döneminde yani üçüncü yüzyılın ilk
yarısında yaşadığını gösteriyor. Bu zamanlarda, Bithynia ve Asia prokonsüllükleri hala çok
hareketli olan iç ve dış ticaret sayesinde oldukça zenginlerdi. Her bayram ve oyunlarda
biribirleri ile yarışıyorlar, her kentli parasına göre doğduğu kente her çeşit yapı armağan
etmeye çabalıyordu.
Coğrafyacılar tarafından konumu bilinmeyen Arbilum, Aelius Severus’un mezarına yakın
olmalı. Peutinger Tablosu’nda İznik yolu üzerinde İzmit’e 12 mil uzaklıkta Eribulo adlı bir kent
görülmekte, başkaları bu kente Eribolon adını da veriyorlar. Bizim Severus lahtimizin
İzmit’ten ne kadar uzaklıkta bulunduğunu kesin olarak bilmediğimizden Arbilum’un Peutinger
Tablosu’ndaki Eribulum olduğunu isbatlama yönünde hiçbir çabaya girişmiyorum. Ancak bu
anıt da bugünkü İzmit-İznik yolunun doğusunda, İzmit’ten aşağı yukarı oniki mil (yaklaşık üç
buçuk fersah) uzaklıktaki eski Roma Yolu’nun geçtiği vadide bulunuyordu. Çok denk
düştüğünü İtiraf etmem gerekir. Bordeaux-Kudüs Yol cetvelinde Hyribolum, Ptolemeios’da
Eriboea olarak geçiyor ancak çok doğal olarak zamanla değişmiştir.
1825, Prokesch von Osten
İki yıl İzmir’de kalan antika meraklısı Avusturyalı binbaşı ve diplomat Anton Prokesch von
Osten (1795-1876), 1824 Ekim ayından itibaren çevre kentlere gezilerine başlar ve 1825
yılının son aylarında gerçekleştirdiği gezisinde 1. Haçlıların geçtiği yoldan giderek Manisa,
Akhisar, Gelenbe, Uluabat, Bursa, Yenişehir, İznik ve İzmit üzerinden İstanbul’a geçer.282
1826, Alexandre & Léon de Laborde
Kont Louis Joseph Alexandre de Laborde (1773-1842) bir liberal politikacı, antikacı ve yazar
bir Fransızdı. Terör döneminde giyotinle idam edilen İspanyol kökenli banker Jean Joseph de
Laborde’un dördüncü oğluydu. Genç Laborde daha sonra Viyana’ya sürülmüştü. Burada
Avusturya ordusuna katıldı ve 17 yaşında subay oldu. Daha sonra Fransa’ya döndü ve
Fransız ordusundaki görevi yanı sıra Fransız İçişleri Bakanı Kont Montavilet’in desteğini
alarak Fransız Arkeolojik mirasını belirlemek üzere çalışmalar başlattı. Institut de France’a
katılmak üzere davet edildiği 1813’de Légion d’Honneur nişanını da aldı. Gezi notlarını, Leon
1838’de Paris’te yayınladı. Oğlu ressam ve mimar Léon de Laborde ile birlikte Anadolu
içlerini ziyaret etmek üzere 1826’de İzmir’e ayak basar ve sonrasında başkent Istanbul’da altı
hafta kalır, ardından İznik ve İzmit üzerinden Kütahya’ya yönelir. Sonrasında Suriye, Kudüs
ve Mısır’a geçecektir.
282 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s. 190: Prokesch, c. 3, s. 251 vd.
147
1827, Josiah Brewer
1827 yılında Akdeniz etrafındaki görevleri nedeniyle İstanbul’da kalmış olan Brewer, bu
anılarını, dolayısı ıle Bithynia yöresine yaptığı gezi notlarını1830 yılında yayınlar.283
Aritchu (Darıca), 26 Temmuz 1827
Bu köy, İstanbul ve eski Nikomedia (İzmit) arasındaki köylerden en büyüğü olup İznikmid
(İzmit) Körfezi’nin biraz içinde, kuzey yakasındadır. Kıyıya yakın bir tepenin yamacında
kuruludur. Evlerin çoğu büyük ve ferah olmalarına karşın kendilerine has ilginç bir özellikleri
var. Kazıklar üstünde yükselmekte olup döşemeden rahatlıkla görülebilen açıklık hem ahır
hem de ortak lağım görevini üstlenmiş durumda. Türklerin toplamı yüzlerce olsa da nüfusun
çoğunluğu Rum. Her iki topluluk da şu ana kadar bulunduklarımdakilerden daha varlıklılar.
Yunan başkaldırısı sırasında çıkan olaylarda buradaki bir kilise harap edilmiş, varlıklıların
evleri yağmalanmış, bir kısmı da öldürülmüş. Şu anda Rumların köyden ayrılma istekleri
yoğun olduğundan kadınların İstanbul’a gitmelerine, kocaları ile birlikte Adalar’a
kaçacaklarından korkularak izin verilmiyor.
Kısa bir süre sonra oğulları, şu an Korfu Üniveristesi’nde bir profesör olan Nicholas’ın bir
tanıdığı olan, oldukça zengin bir Rum ailesi ile tanışma olanağı bulduk. Bu mükemmel
insanlar, kendi oğullarını biz yabancıları karşıladıklarından daha az candan ağırlayabildiler.
Bizi iyi ağırlamak için her şey sunulmuş ve hiçbir karşılık kabul edilmemişti. Ancak birkaç
risale ve bir Yeni Ahit kopyesi, Bible Society’e iyi bir tutar karşılığı satılabilecekken birkaç
kuruşa verildi. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra kasabayı tanımak için dışarı fırladık.
Tıbbi ünüm benden önce gelmişe benziyordu… Bir çok Türk ve Rum hastayı muayene
ettikten sonra eve döndük. Aileyle birlikte, ana öğünü yemek üzere oturduk ki, Rumlarda bu
akşam yemeğidir. Masamız, zeminden ancak bir adım yükseklikdeki bir tabure ve bunun
üzerinde yedik. Halının üzerine uzandıktan sonra da büyükbaba’nın yanındaki bir çocuk
ayağa kalkarak büyük bir beceriyle şükran duasını okudu. Grup bağdaş kurduktan sonra
büyük bir gayretle yemeğe başladı. Ziyafetin ilerleyen bölümünde baba, şarap kadehini
alarak karşılıklı saygı gösterisinden sonra herkes çekinmeden içmeye başladı. Bu yönetemi
herkes sırayla birkaç kez tekrarladı…
Yalova & Dağ Hamamları
Yazar, ertesi gün yine çok sayıda hastayı muayene ettikten sonra rüzgarın İzmit’e doğru
gitmesine olanak tanımaması üzerine birkaç saatlik yolculuk sonrası doğrudan Türk kasabası
Yalova’ya geçer.
Elli haneden oluşan bu hareketli kasabada karaya çıkarken “hoş geldin” nidaları ile
karşılandık ve bir kahve içmek için oturduk. Yolcular sürekli gelip, gidiyorlardı. Yük balyaları,
özellikle de Bursa ipeği develerden indirilerek İstanbul’a gönderilmek üzere yörenin küçük
teknelerine yükleniyorlardı. Tamamı Türk olan bir kasaba için alışılmadık bir hareketlilik. İki
cami ve birinin yanında bir okul var. Kuran ödevlerini tekrarlayan çocukların çığlıklarını ve her
iklimde ya da her dini inançta insan doğasını vurgulayacak şekilde hocanın değneğinin sesini
duyabiliyorduk. Özellikle Mora’dan sürülenler olmak üzere erkeklerin çoğu gayet güzel
Rumca konuşuyorlar. Aşırı derecede acımasız olmakla ünlüler. Bir çoğu Darıca’daki olaylara
karışmış…
283 Josiah Brewer, A Residence at Con stantinople in the year 1827 with notes to Present Time (Missionarry to
the Mediterrenean), Böl. 18 (Tour Along the Coast of Bithynia), s. 166-180, New Haven 1830
148
Geceyi birkaç saat içerlerde, varlıklı bir Rum’la geçirdik… Rum komşularının çoğu yalnız
Türkçe konuşuyorlar… Bir Türkün anlattıklarından sonra ziyaretime Dağ Hamam(ları) ile
devam etmeye karar verdim. Bu adamın eli açık ve konuksever yaklaşımına önceleri tedbirli
yaklaşırken öğrendim ki gelişimizi öğrenerek karaya çıkışımızın ertesi günü elinde hediye
meyveler ve binek hayvanları ile aşağıya gelerek bizi evine davet etmek istemiş. Bu denli
kıymetli karakter sahibi insana karşı ruhumun demir kancalarla boğuştuğunu hissettim.
Yalova’ya ilk vardığımızda Ağa bir adamını göndererek elimde ferman ve teskere olup
olmadığını soruşturmuş ve daha sonra da olduğunu öğrenince mutlu olmuştu. Bu yerel
pasaport şu anda bir gezginin en önemli evrağıdır. Mr. Gradley, sadece bununla İzmir’den
Kayseri’ye yirmi gün boyunca seyahat etmişti. Benim de sahip olduğum ferman, gezgine en
büyük güvenliği sağlayacaktır. Ne Franklar, ne Normanlar ne de Türkler ellerinde bir teskere
olmaksızın içeride en küçük bir uzaklığı kat edemezler. İzmir yolunda soyulan ama teskeresi
olmayan bir Türkün derhal kafası vurulmuştu. Aslında Anadolu’nun içlerine kadar yayılmış
Yeniçeri korkusu sayesinde yolculuk eden Türkler, diğer topluluklara oranla daha yakından
takip edilmekteler.
Bir rehber ve atlar edindikten sonra güneybatı yönüne, Dağhamam’a yöneldik. Yavaş yavaş
denizden uzaklaşarak önce tamamiyle ekili bir düzlükten geçtik. Her tarafta mısır tarlaları ile
kavun ve hıyar bahçeleri görülüyordu. Daha sonra, söylediklerine göre “Rumlara karşı”
sahiplerinin nöbet tuttuğu, çok sayıda yeni yapılmış kulübe gördük… Kasabadan pek uzak
olmayan iki küçük dereyi aşarak, pirinç ve buğday tarlalarından geçen bir tanesini takip ettik.
Yavaşça daha gelişmiş bir bölgeye doğru çıktık. Türkiye’de ilk kez burada köyden ayrı çiftlik
evleri gördüm. Aslında, haydut ve soyguncu korkusu insaları, evlerini kümeler halinde bir
arada yapmaya zorluyor. Her ne kadar, her yerdeki tarlalar mükemmel kalitede bir ürün
verseler de deve dikeni ve çalılar da aynı oranda yaygın… Oraya buraya serpilmiş ceviz
ağaçlarını saymaz isek bölge ağaç yönünden yoksul…
Yalova’dan yaklaşık bir saat uzaklıkta, 50 hanelik Samanderli köyüne geldik. Gece için
gerekli malzemeleri almak için bir Rum’un dükkanında durduk, bize burada “hristiyanlara” ait
iki hane bulunduğunu söyledi. Bu terim, Rum vatandaşlar için kullanılan genel bir tanımlama.
Bir çok evin üzerinde sayısız leylek var ve saatler boyu kıpırdamaksızın durabiriyorlar. Aynı
çocuklarına duydukları derin sevgi gibi, leylekler kutsal korucuları Türkler için bir sembol…
Samanderli’yi geçdikten bir süre sonra tepelerde serpili köyler gördük. Ekili alanları ağır ağır
terk ederek iki dağın arasındaki dar bir geçide girdik. Yolumuzu zorlukla bulabildiğimiz bu
engebeli patika, tamamiyle çilek, kocayemiş gibi yaprak dökmeyen alçak çalılar ve palamut
meşeleri ile kaplı idi. Geçen yıl yaşanan bir yangın, bir bölümü ıssızlaştırmış, batan güneş
ışıkları bile canlı bir görüntü sunamıyorlar.
Küçük bir derenin sesi ve yerdeki yoğun tuğla döşeme bizi Dağhamam’dan uzak
olmadığımıza inandırdı. Küme halindeki kalıntılar, yolda da gördüğümüz doğal ağaç
kemerlerle kaplı idi. Hasarsız tarafta ise çimenler büyümüş, defne ve elma ağaçları da hatırı
sayılır yükseklikte idi. Yapılar bir zamanlar oldukça büyükmüş ve ancak imparatorluk gücüyle
yapılabilir görünüyor. Belki de Nikomedia’da ikamet etmiş Konstantin ve onun erken ardılları
da burayı bir dinlence noktası olarak görmüş olabilirler. En büyük yapının terleme odası
tamamiyle korunmuş durumda. Burada sıcak ve soğuk suların uygun bir sıcaklık oluşturacak
şekilde karıştığı büyük bir sarnıç var.
Bir Türk ailesinin bizden önce buraya vardığını görünce atlarımızdan inerek, en uzaktaki
kaynaklara gitmek üzere aceleyle dağa yöneldik. Yalnızca 120° dereceye kadar işaretli
termometremizi suya sokunca cıva anında tübün ucuna kadar yükseldi, belki de su %5
kadar daha sıcaktı. Aynı anda hava sıcaklığı 77° ve ertesi sabah gün doğumunda 74° idi.
Teknemizde ise gün ortasında 90° Fahrenheit’i gözlemledik. Kaynağı incelerken, şaşkınlıkla
gördük ki derenin ortasında balıklar ayağımızın dibinde yüzüyorlardı. Elimi suya daldırdım ve
149
gördüm ki termometremiz sıcaklık hakkında yalan söylememişti. Balıklar yukarıdaki bir soğuk
sudan gelmişlerdi. Bu su 76° olup tadı ve görünüşü olağandışılık göstermemektedir. Bu
birleşik dereden aşağı doğru epey indikten sonra tuğladan üst kemerli bir geçidin altında çok
sayıda kaynayan sıcak kaynak gördük. Bunların hepsi benzer şekilde hafif ve rahatsız
etmeyen bir tada sahipti. Suyu, aşağıdaki yapılara ulaştırmak için çeşitli kanallar yapılmıştı.
Bunlar aynı anda konaklayan yüzlerce kişiye yeterli olmalı. Dönüşte, suların konforunu
çıkardıktan sonra kırık bir kemerin altına oturarak suyun müsikisini dinledim. Belli bir
uzaklıkta, harabeler arasında yemek hazırlığı yapan yaşmaklı Türk kadınları donuk bir ışığın
altında seçilebiliyorlardı. Hava karardıkça, etrafımızda yükselen dağların konik zirveleri
gökyüzünde daha güzel belirginleşmeye başladılar…
28 Temmuz 1827
Gün doğumuyla birlikte bir kez daha yıkandıktan ve yapının içini daha dikkatle inceledikten
sonra dönüş için atlarımıza bindik. Türk hanımlardan biri bir fincan kahve getirerek ikram etti
ve dün verdiğim ilaçtan bir miktar daha rica etti. İstanbul’dan gelmişler ancak bölgenin
içerlerinde bir yere ziyarete gidiyorlardı. Arkadaşça bir bakışla bizi uğurladılar. Kimi zaman
çok olumsuz da olsa bu sevecen Türk karakteri hakkında hissettiklerimden utanç duydum…
Tepeden aşağı indiğimizde suyun buharı, bir çok sıcak kaynağın bulunduğunu belirtircesine
yoğun buhar çıkarmaya devam ediyordu. Ovada, bir atın üzerindeki Türkle sohbet ettik, biraz
ardında hanımı ve iki çocuğu vardı. Hanım, alışıldık sabah selamını verdi ve bir anda, eğer
öyleyse kaza ile hoş yüzünü saklayan peçesi açılıverdi. Samanderli köyünde bir genç
müslüman gayet uygarca bize su verdi, bir diğeri ise tarladan kavun ikram etti. Aslında, tüm
gezimiz boyunca kimseden terbiyesiz bir davranış görmedik.
Yalova’da İoania’lı (İzmir ve çevresi) bir Rumla tanıştık. Topallıktan şikayetçi idi, Nicholas
onun adına neşterimi kullanmam için yalvardı. Bir Türk, İngiliz olup olmadığımızı sordu ki ben
bu soruyu, İngiliz koruması altında olduğumuz görüntüsünü vermek için genellikle olumlu
yanıtlıyordum. Daha sonra birisi İngilize benzemediğimi fark etti. Anlaşıldığı üzere, bir süre
İngiliz sarayında (elçilik) çalışmış ama İoanialı bir mahkuma acıyarak kaçmasına göz
yumduğu için işten çıkarılmıştı. Beni sarayda hiç görmediğinden ya da hakkımda sohbet
edildiğini duymadığından şüphe etmiş olmalı. Beni samimi bulmayacağını düşünerek, sorunu
açıklamak için bir Amerikalı olduğumu söylememiş olmaktan daha sonra üzüntü duydum.
Sonraları, Amerikalı olduğumu belirtmeye dikkat ettim... Uygun rüzgarı bulunca da
Büyükada’ya geri döndük.
1828, Serristori
Rusya ordusunda albay olarak hizmet veren Kont Serristori’nin 1828 ve 1829’da bir kez daha
gözden geçirilmiş notlarında yer alan bilgiler, İstanbul’dan itibaren aşağıda gösterildiği
şekilde. 284 Aşağıda sözü geçen “verste” bir eski Rus uzunluk birimi olup1,066.80 metre’ye
eşittir.
Kartal-Libissa (Gebze) 23 verste
Gebze, denizden 8 verste uzaklıktaki bir yükselti üzerindeki 450 hanelik kasaba. Hannibal’in
mezarı burada bulunuyordu. Kartal’dan Gebze’ye kalker bir yoldan gidilir. Gebze’den 6 verste
sonra denize 8 verste uzaklıktaki Landiki köyünden geçilir. Üsküdar’dan Gebze’ye kadar yol,
İzmit Körfezi kıyısını takip eder.
İsmid (İzmit) 42 verste
284 Serristori, Itinéraire de Constantinople a Abouchir rédigé dans les années 1828 et 1829, Société de
Géographie, 1834, s. 358-359
150
Aynı adı taşıyan bir körfezin kıyısında bir yamaçtaki 6,000 hanelik bir kent. Gebze ve İzmit
arasındaki yol kayalara oyulmuştur. Yolun yarısında Herakia (Heraklea-Hereke) kasabası
var. Bu kasaba ile İzmit arasındaki 24 verste’lik uzaklık ağaçlarla kaplı.
Kara Mussal (Karamürsel) 37 verste
İzmit’in güneyinde körfez kıyısında 800 hanelik bir kent. İzmit ve Karamürsel arası toprak
zengin ve oldukça ekili, yine de birkaç bataklık çayır mevcut. İzmit Körfezi 36 verste
uzunluğunda, 6 verste genişliğinde olup çevresi 105 verste’dir.
Kızdervend (Kızderbent) 29 verste
Yaklaşık 150 yıl önce göç etmiş Bulgarların oluşturduğu 150 hanelik köy. Çalışkan ve
zenginler. Köyün etrafında çok sayıda çiftlik görülüyor.
Yol, önce İzmit Körfezi boyunca uzanır ve sonrasında içerlere doğru daldıkça çorak bir
bölgeden geçer. Gezgin’in bir sonraki durağı 20 verste uzaklıktaki 12,000 hanelik İznik’dir.
1829 ?, Baron Félix de Beaujour
Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir Askeri Seyahat
Deniz kıyısı, Sangar’dan (Sakarya ırmağı) sonra tekrar yükselerek küçük Thynia ya da diğer
adı ile Apollonia adasına (Kefken Adası) doğru kıvrılır. Bu kıvrımın başlangıcında, doğa’nın
yanı sıra çalışmayla da yapıldığı görülen küçük Kalpe (Kerpe) limanı görülür. Bu liman,
karaya çok dar bir yolla bağlı bir kaya parçasının denize doğru çıkıntı yaparak bir barınak
oluşturması sonucu oluşmuş. Kenti koruyacak bir kalenin kolayca yapılabileceği bir yer.
Onbinlerle birlikte sefer dönüşünde Ksenephon, burada bir kent kurup kralı olmayı
düşünmüştü. Doğrusu iyi bir yer seçmiş olurdu. Liman havuzu da kayanın altına oyulmuş ve
her yönden rüzgarlara kapalı. Kayanın yamaçlarından tatlı bir su doğuyor ve buradan biraz
adım uzakta güzel bir çeşme oluşturuyor. Çevredeki tüm kıyı çok verimli ve yoğun bir
ormanla kaplı.285
Astakos Körfezi (İzmit Körfezi) oldukça derin ve burçlarla korunan bir sur çemberi ile çevrili
ve bugün yarı yarıya terkedilmiş, ancak konumu nedeniyle her zaman önemini koruyan
Nikomedia’ya (İzmit) kadar karanın içine giriyor. Bugün kent İzmid olarak adlandırılıyor ve
eski büyüklüğünden yalnızca kamu binalarının kalıntıları görülebiliyor.286
Bu yönden Anadolu, eğer biri İzmit Körfezi’nden Karadeniz’e dayanmış bir hat, diğeri Gemlik
Körfezi’nden Sakarya’ya İznik’e dayanmış bir başka hat ile ayrılarak güçlendirilmiş olsa idi,
savunması gerçekten çok kolaylaştırılmış olurdu.287
İmparatorluktaki ana yollardan biri, Üsküdar’dan hareketle Hannibal’in mezarının hala
durduğu eski Libyssa ya da bugünkü Gebze’ye kadar Marmara kıyılarını takip eden, buradan
İzmit’e kadar İzmit Körfezi boyu devam edip, oradan da üçe ayrılan yoldur.288 Burada
Trabzon yolundan ayrılan Ankara yolu Geyve üzerinden geçer.Bir diğer yol ise İzmit’ten
285 Beaujour, Voyage Militaire dans l’Empire Othoman ou Description de ses Frontieres, c.2, s. 145-147, Paris
1829
286 Beaujour, age, c.2, s. 152
287 Beaujour, age, c.2, s. 193
288 Beaujour, age, c.2, s. 194
151
güneye dönerek, İzmit ve Gemlik körfezlerini birbirinden ayıran dağları aşıp İznik’e
yönelendir. 289
1829, George Thomas Keppel Albemarle
Paphlagonia’nın keşfedilmemiş bölgelerini gezmek üzere yola koyulan Binbaşı Keppel290, 8
Aralık’ta Üsküdar’dan hareketle dört saat sonra Kartal’a vardı ve geceyi orada geçirdi. Ertesi
gün, güneşin doğumundan iki saat sonra sahili izlemek üzere yola çıktıktan bir saat sonra
eski adı Pantichium şimdiki adı Pendik olan balıkçı kasabasına rastladı. İşte sonrasındaki
anlatımı:
Gebze
Daha sonra gezdiğim bir çok kasabanın şimdiki yerleşimcileri tarafından verilmiş adlarında
antik tanımlamaları kolayca tesbit edebildim. Altı saat daha yol aldıktan sonra at değiştirmek
için Gebze’de durduk.
Bazılarınca bu kasabanın adı, Hannibal’in gömülü olduğu yer olarak bilinen antik Lybissa’nın
bozulmuş şeklidir. Ancak Albay Leake, oldukça ikna edici biçimde Dakybiza olduğunu ve
sonraları ilk hecenin kaybolarak Kybiza haline dönüşmesi sonrası modern Yunanca’ya uygun
telaffuz edildiğini291 var saymaktadır. Nüfus karışık bir şekilde Türk ve Rumlardan
oluşmakta. Buranın yerleşikleri Kartal’da olduğu gibi hükümetten ve son yıllarda ikiye
katlanmış yüksek vergilerden şikayetçi. İstenilen miktarları ödeyebilecekleri konusunda
ümitsizler. Herkes eski yeniçeri sistemine dönülerek verginin düşmesine taraftar gibi
görünüyor. Rumlar da eskiden dayak yeseler ve kimi zaman yağmalansalar bile şimdiki besin
talebi (vergi olarak) ile hiçbir zaman karşılaşmadıklarını belirtiyorlar. Diğer taraftan Türkler de
daha önce istisna oldukları vergiyi ödemeye yükümlü kılınmakla Tanrı’nın imanlı ve seçkin
imtiyazlıları olma konumlarını kaybetmekten; çalışabilecek tüm çocuklarının savaşa gitmesi
nedeniyle toprağı işleyecek kimsenin kalmadığından; onları doyuran araçların ellerinden
alındığı oranda hükümetin isteklerinin arttığından yakınıyorlar. Bu iki yerdeki mırıldanmalar
geçtiğim her köy ve kasabada Türk, Hıristiyan ya da Yahudi toplumun her katmanında
hükümete karşı bir hoşnutsuzluk olarak yüzünü gösteriyor. Deli, cezzar (kasap) ve gavur
lakaplı Mahmut adlı bir adamdan konu edildiğini duydum.292
Gebze’yi terk etmemizle birlikte her tarafı yeşilliklerle kaplı tepelik bir bölgeye girdik. Bu
yeşillik içinde en yoğun olanı Valania adı verilen küçük meşe. Meşe palamudu ise kumaş
boyası olarak kullanılıyor, Anadolu’da çok yaygın ve bir ticaret kolu oluşturuyor. En yoksul
tabaka onlardan toplamak için ormana gidiyor ama hükümet bugünlerde büyük vergi
koyduğu için insanlar toplamayı bırakmışlar.
Gebze’den beş mil sonra sağımızda, yalıtılmış ve yoğun ağaçlı bir dağın zirvesinde çok
resimsel bir köy olan Damlı’yı görüyoruz. Bir mil daha yürüyerek Nikomedia ya da İzmit
Körfezi kıyısına ve küçük Malsum köyüne vardık.
Burada güvertesiz ama ferah bir küçük tekneye bindik ve karşı kıyıda dağlık bir bölgenin
devamı olan oldukça alçak bir kara parçasına çıktık. Buraya “Dil” deniyor ve Türkçe’deki
anlamına uygun bir şekli var. Buradan bir gemi filosu görüntüsünü veren İstanbul’un
minarelerini görebiliyoruz.
289 Beaujour, age, c.2, s. 198-199
290 Keppel George, Journey Across the Balcan and Newly Discovered Ruins in Asia Minor in the Years 18291830, c. 2, s. 140-169, Londra 1831
291 Gezginin dipnotu: Modern Yunanlılar, K, P, T baş harflerini günümüzde genellikle G, B, D olarak telaffuz
ederler. (Leake, Journal of a Tour in Asia Minor, with Comparative Remarks on the Ancient and Modern
Geography of that Country, s. 4, 1824)
292 Y.U.: O dönemlerde yörede etkili olan Pehlivan Mahmut adlı bir eşkıya.
152
Albay Leake, Hannibal’in gömüldüğü var sayılan Lybissa’nın Gebze değil Malsum olduğunu
öne sürüyor. Bu kanısını Plutarkhos’un “Dil”in Türkçedeki anlamına uygun bir yer
tanımlamasına dayandırıyor:
“Bithnyia’da denize uzanan bir yer ve ona yakın Libyssa adlı büyük bir köy var. –
Plutarkhos, Flamius”
Hersek
Dil’den bir buçuk mil sonra bir posta istasyonu olan ve gecelediğimiz Türk köyü Hersek
bulunmakta. Hersek’in İmparator Konstantin’in annesi Helena’nın onuruna kurduğu küçük
Helenopolis kasabası olduğu sanılmaktadır. Helenopolis, Draco deresinin denize çamur
akıttığı noktada yer alıyordu. Draco, bir sonraki gün aştığımız dereye denk düşüyor. Belli ki
“Dil” de akarsuyun getirdiği alüvyon artıklarından oluşmuş.293
Köydeki tek kahvehanede yaklaşık yirmi kadar Türk vardı ve altışarlı gruplar halinde bir
kömür mangalının etrafında oturuyorlardı. Türkiyedeki mangalın bu genel kullanımı
hastalıkların başlıca nedenleri arasındadır. Bir İngiliz hekim, hastası sekiz Osmanlı’dan
altısının rahatsızlığının bu silinmesi gerekli alışkanlıktan doğduğunu söylemişti. Çok rağbet
ettikleri mangal kömürü elekleri etrafında sürekli ölü bulunan insanlardan söz edildiğini de
işitmiştim. Mustafa, küçük odamıza bizim de bir mangal koymamızı ısrarla istedi ama ben
sıcak kahveden dışarının soğuna çıkmanın kötü şekilde soğuk almamıza neden olacağını
belirterek kesinlikle reddettim. İkazlarıma dikkat etmeyerek Türk vatandaşları ile bir mangalın
çevresine sıkıştı ve ertesi gün kötü bir şekilde öksürmeye başladı.
Burada yemek servisi yok, bu oldukça yoksul buralı insanların tanımadığı bir hizmet. Açlığımı
tatsız bir pilavla yatıştırmaya, sonrasında da canlılığımı korumak için güzel bir bardak cin ve
su içmek zorunda kaldım. Mustafa da biraz istedi, bir yudum da ona verdim ve hiç su
katmadan içiverdi. Cin kelimesi bir çok doğu lisanında şeytan anlamına geliyor ve Mustafa
içtiği birkaç yudum cin’in midesinde birden cinlik yaptığına tanık oldu.
9 Aralık – Hersek’ten Kızderbent’e
Gecelemek için hedefimiz doğrudan bir yolla ulaşabileceğimiz Kızderbent’ti ancak (eşlik
eden) Tatar’ımın hatası sonucu önce Kara Musal’a (Karamürsel) geldik. Bu kasaba körfezin
sonunda kurulu, yaklaşık 300 haneden oluşuyor ve biz kasabaya girdiğimizde bir Türk
kasabasında görmeye alışık olduğumuzdan daha telaşlı bri kalabalık vardı. Yeni kesilmiş bir
koyunun çeyreğini alarak bir lokantaya götürüp fırına attırdık. Piştikten sonra da binayı bizi
seyretmek için çevrelemiş kirli ve ağzı açık kasaba halkının bakışları altında yedik.
Kara Musal’ı (Karamürsel) çıkınca engebeli bir dağı tırmanmaya başladık. Yol, taş döşeli
ancak tamir görmemiş. Bu yolu aşıncaya dek Balkan Dağları’nın hiçbir yerine görülemeyecek
manzaralara şahit olduk. Örneğin, önümüzdeki manzaranın belki de dünyanın hiçbir yerinde
eşi yok. Tepenin çevresi tamamen yeşil bir örtüyle kaplı, doğanın eliyle yarattığı bu sanatsal
görüntüyü hiçbir insan eli yaratamazdı. Burada koyu selviden soluk zeytine yeşilin her tonu
var. Kocayemiş, çoban püskülü, sarmaşık, meşe ve adlarını bilemediğim daha bir çok ağaç
mevcut. Bazıları yoğun olarak beyaz ve kırmızı çalı yemişleri ile kaplı. Bu görüntü İzmir’e
293 Gezginin dipnotu: Lake, s. 10
153
kadar her yere hakim. Ülkenin bu yeşil görüntüsü sanki mevsim yazmış kanısı yaratıyor. Bu
ve sonraki iki gün ellerindeki fermanın avantajları ile İstanbul’a dönen Katolik Ermenilerle
karşılaştık. İki yıl önce sürgüne gönderilmişlerdi ve hepsi oldukça heyecanlıydı. Kaderlerini
Fransız ve İngiliz yetkililerin ellerine bırakmışlar. Alınan izin belli bir sayıda Ermeni içindi ve
bir süre sonra tüm sürgünlere uygulanacağı umut ediliyor. Ancak ben iki ay sonra Türkiye’yi
terk edene dek bu henüz gerçekleşmiyecekti…
Ermeni topluluğu daha önceleri, gelenekleri ile Rum kilisesine oldukça yakın bir mezhepti.
Yıllar geçtikçe çok sayıda Ermeni, Katolik inanca döndüler. Bu mezhep değiştirme ilk olarak
14. yy. başlarında Bartholomew adlı bir Dominiken papaz aracılığı ile başladı. Bu sürecin
artarak devam etmesi kısmen de Fransızlarla evlenen Ermeni kadınların kocalarının
mezhebine geçmeleri ve çocuklarını da bu inanca göre yetiştirmeleri ile bugünlere gelindi. Bu
nedenle mevcut kiliseye muhalif mezhep büyüdü ve herhangi bir Türk (Osmanlı) sınıfının
unsurlarından saygınlık ve zenginlikte aşağı kalmayacak şekilde gelişti…
Bir çok tepeyi aştıktan sonra bir çok kıvrım sonrası Hersek yakınında denize dökülen Draco
deresi tarafından sulanan kuzeybatı’ya doğru büyük bir ova gördük. Kara Musal’dan
dolaşacağımıza bu yöne doğru yürümeliydik. Bu akarsu o kadar dolambaçlı ki Albay Leake
yaklaşık yirmi kez aşmak zorunda kalmıştı. (Bizanslı tarihçi) Procopius da aynı şeyi belirtiyor.
Yeşil örtülü dağın öbür yamacından aşağı inince, ipek böceği yetiştirmek üzere dikilmiş dut
ağaçları ile kaplı yetmiş haneli bir Ermeni köyüne vardık. Ürün, ipekçilikte büyük ün kazanmış
kalabalık nüfuslu Bursa kentine gönderiliyor. Bu noktada hayvanlarımız için oldukça zor olan
ana yolu solumuzda bırakarak güneydoğu Draco nehrini tekrar tekrar geçtik ve yönünde ardı
ardına, çeşitli derecedeki bayırları aştık.
Bir saat sonra Kızderbent’e vardık ve geceyi bir Bulgar’ın evinde rahat geçirdik. Ev sahibemiz
ilerlemiş yaşına karşın oldukça güzeldi. Neşeli bir yaşlı bayandı ve yakışıklı Tatar
klavuzumun el şakalarına gönülden boyun eğiyordu. Kızderbent adını içinde bulunduğu dağ
geçidinden alıyor. Yaklaşık 100 hane var ve sakinlerinin tamamı Bulgar… Sultan tarafından
saray’daki hanımlardan birine armağan edilmiş 12 köyden biri. Bu hanım köyleri Ermeni
bankerine toptan devretmiş o da parakende olarak tekrar Türklere satmış. Yeni sahipleri
yerleşip buranın ve diğer tüm köylerin başlıca geçim kaynağı ipekçilikte yerlerini almışlar…
Diğer dokuz köy, Kara Musal, Çiftlik, Tuzhanlı, Aker, Leylekderesi, Kaleköy, Kara Sepeköy
ve Kınıslı yakınındaki iki köyden oluşuyor. Kaldığımız ev köyün eteklerinde idi ve etrafında
toplanan kurtlar bize gece boyu bir koro halinde uluyarak serenad yaptılar.
10 Aralık Kızderbent’ten Lefke’ye (Bugün yürüyüş 12 saat sürdü.)
Köyü terk ederek kuzey ve güneyde birbirine paralel iki dağ arasında yer alan geçide
ilerledik. Boğaz ağzının her tarafı yeşil örtüyle kaplı, ancak ilerledikçe yalnızca budanmış
meşe ağaçları gördük. Yolumuz üzerinde alışıldığı üzere bir eşeğin ardından yürüyen
yüzlerce deve ile karşılaştık, Bu yararlı hayvanların tabak biçimli iri ayakları ovanın çamurlu
bölgelerinde yolu bozuyor ve her adım izi derin çukurlara dönüşüyordu. Ancak dağda sanki
sanat yaparmışcasına düzgün yürüyüşleri biz at sırtındaki gezginlere oranla çok daha
başarılıydı. Bunu nerdeyse dik bayırları inerken iyi hissettik, belki de buraya “Kırk Merdiven”
demelerinin nedeni bu. Kırk merdivenler’in zirvesinden Ascanius (İznik) Gölü’nün ve onu
çevreleyen güzel ovanın muhteşem manzarasını seyrettik. Tepenin dibinde düz arazinin
yoğun çiçekli ayrı bir bölüm var; yazın bir çiçek gölü haline geliyor şüphesiz kışın da kuruyor.
Millerce yürüdükten sonra Ascanius (İznik) Gölü kıyısında durduk ve yolumuza geniş zeytin
ormanları arasında devam ettik. Buradaki üzüm bağları geniş alanlara yayılıyor, meyveler
henüz olgunlaşmamış. Bir köylü bize bir salkım üzüm ikram etti, gerçekten lezizdi.
Kuzeydoğuya doğru pitoresk Ömer ve Ali Bey köylerini gördük. Daha sonra birazdan göle
kavuşacak Kara Su adlı bir dereciği güzel ancak harap olmuş bir köprüden geçtik.
154
Bir süre sonra solumuzda C. Cassius Philiseus onuruna dikilmiş bir obelisk gördük.
Üzerindeki yazıta göre Pococke tarafından bulunan olmalı. Biraz daha yürüdükten sonra
terke edilmiş Moara köyünden geçtik, yarım saat daha sonra Nikaea (İznik) kentinin
kalıntılarını çevreleyen, ve büyük oranda korunmuş sarmaşık kaplı güzel surları gördük.
Burası bir zamanlar Bithynia’nın gururlu bir metropolisi ve eski hükümdarlarının ikametgahı
idi.
(
)294
“Bithynia’nın ana kenti Nikaia, Askania Gölü kıyısında”
Şu anki adı İznik olarak küçük de olsa bir nüfusa sahip ancak Rusya ile olan son savaş
esnasında tüm sakinlerinin cephede eksilen siperleri doldurmak üzere gönderilmeleri sonrası
daha da azalmış. Issız sokakları yürüyerek geçtikten bir süre sonra postahaneye vardık.
Kasabanın bu kısmı nispeten kalabalık ancak nerdeyse tüm dükkanlar kapanmış, Bir
kasabalıya karşılık beş asker gördüm. Böylesi ıssız bir görüntü içinde pek umudum olmasa
da bir sıska koyunun çeyreğini satın almayı başardım.
Taze atlarla yola tekrar koyulduk ve üzerinde Pococke tarafından kopyelenmiş bir yazıt
bulunan kemerli kapıdan İznik’i terk ettik. Güneydoğuya doğru 12 mil uzunluğunda ve 3 mil
genişliğindeki, sağımızda ve solumuzda doğuya ve batıya doğru sıra dağların yer aldığı bir
ovayı katetmeye başladık. Sağ ve sol tarafımızdaki dağ yamaçları tamamen yeşil bir örtü ve
köylerle kaplı.
Üç buçuk saat ya da başka deyişle 11 millik bir yürüyüşten sonra sağa yöneldik ve bayır
tepeler yerine altımız ve üzerimizdeki uçurumları ile kaba kaya yığınlarından oluşan dar bir
dağ sırası boyunca geçtik. Yolun beklenmedik bir şekilde kıvrıldığı bir anda, Grekçe bir yazıt
gördüğümü sandım ama hava karardığı ve yeterli zamanımız olmadığından inceleyemedim.
Bu yazıt sonrası değişik boydaki, ayrık bir çok tepe ile çevrili geniş bir ovaya vardık. Bu ova
boyunca adını antik Sangarius’un bozulmuş halinden alan Sakarya akıyor, ancak bu Albay
Leake’nin de belirttiği gibi Sakarya’nın ana kolu değil, daha önceleri Gallus olarak
adlandırılan kolu.295 Strabon, Sangarius’u Khalkedon (Kadıköy) ve Heracleia (Kdz. Ereğli)
arasındaki akarsulardan biri olarak belirtir. Phrygia Epictetus’u kat eden en büyük akarsu
olarak belirtir ve bir kolunun Nikomedia’dan (İzmit) 300 stadia uzaklıkta Gallus ırmağı ile
birleşene kadar Bithynia’yı geçtiğini aktarır. Şimdi, Nikomedia, kuzeye doğru birkaç gün
uzaklıktaki Türklerin İznimid (İzmit) olarak adlandırdıkları kent olarak belirlendiğine göre bizim
geçtiğimiz akarsu Gallus’tur. Sakarya’yı beş kemerli güzel bir köprüden geçtik. Orada Türk
malları ve birkaç Avrupa ürünü yüklü, çok sayıda katırdan oluşan bir Ermeni kervanı ile
karşılaştık. Köprüyü geçtikten üç mil sonra geceyi geçireceğimiz yaklaşık dörtyüz haneli
Lefke (antik Leucae) kasabasına vardık. Gezgin, daha sonra Vezirhan ve Söğüt üzerinden
yoluna devam eder…
1830, Adolphus Slade
1804 yılında doğan Adolphus Slade, Baron General Sir John Slade’in oğludur. 1815’te
Porsmouth’daki deniz okuluna kabul edilen 26 çocuktan biri olan Slade, üç yıllık okulu iki
yılda tamamlamayı basarınca altın madalya ile onurlandırıldı. Göreve deniz asteğmeni olarak
Güney Amerika istasyonunda basladı. Burada 1820 yılına kadar bulundu. 1824 yılında Sir
Harry Burrard Neale’nin amiral gemisi olan Revenge adlı gemide ikinci kaptan olarak Cezayir
kentine karşı yapılan tatbikata katıldı. 1827 yılının Ekim ayında Asya’ya giden bir maiyet
294 Gezgin’in dipnotu: Strabon, kitap XII, s. 565; Plinius, Deinde Nicaea, in ultimo Ascanio Sinu (Nikaia burada,
Askania körfezinin en sonunda); aynı şekilde bkz. Ptolemeus, Stephonos ve Memnon. Bu son yazar Bachus ile
kente adını veren nymphe Nikaea arasındaki aşkı detaylı olarak vermiştir.
295 Lake, age, s. 12
155
gemisinde görevli olduğu sırada Navarin’de Türk donanmasına karsı düzenlenen baskında
hazır bulundu. Bir ay sonra yüzbasılığa terfi ettirildi. 1828 yılında patlak veren Osmanlı-Rus
savasının ilgisini çekmesi üzerine Slade, İngiliz Amirallik dairesinden aldığı izin ile 1829
yılının Ocak ayında İngiltere’den ayrıldı. Fransa, İtalya ve Yunanistan üzerinden ilerleyerek
Temmuz ayında İstanbul’a vardı. Kaptan Paşa’nın dikkatini çekmesi üzerine Kaptan-ı Derya
Papuççu Ahmet Paşa, onu birlikte Karadeniz seferine çıkmaya davet etti. Bu Slade’in
Türklerle ve özellikle de Türk donanmasıyla olan uzun iliskisinin baslangıcı demekti.
Kaptan Pasa ile yaptığı bu Karadeniz seferinden sonra Slade’i 1830 yılında bu defa bir İngiliz
gemisi olan Blonde ile tekrar bir Karadeniz seferine çıkmıs görüyoruz. 1831-1832 yıllarında
ise Adolphus Slade, Türkiye Avrupası’nda ve Boğaz çevresinde 18 ay süren bir seyahat
daha yaptı. Bu esnada Türkçe’yi bir hayli öğrendi. Memleketine döndükten sonra 1832
yılında, yaptığı bu seyahatlerle ilgili ilk kitabını iki cilt halinde yayınladı: Records of Travel in
Turkey, Greece, etc. and of a Cruize in the Black Sea with the Capitan Pasha in the Years
1829, 1830 and 1831.296
1834 yılında Amiral Sir Josias Rowley’in Caledonia isimli gemisine kıdemli yüzbaşı olarak
tayin edilen Slade, Ocak 1834-Eylül 1837 tarihleri arasında bu gemide, İngiliz Akdeniz filosu
ile İstanbul arasındaki irtibatı sağlayan bir subay olarak görev yaptı. Bu görevi sırasında
Osmanlı Devleti ve Rusya’nın deniz ve askerlik gücü hakkında raporlar yazdığı gibi ayrıca
Amiral’e Türkiye’nin politik sorunları hakkında devamlı bilgi veriyordu. Bu vazifesiyle ilgili
1837 yılında ikinci kitabı olan Turkey, Greece and Malta isimli eserini yayınladı. Temmuz
1838-Haziran 1839 tarihleri arasında yine İngiltere’den ayrılarak Almanya, Avusturya ve
Rusya üzerinden İstanbul’a bir yolculuk daha yaptı. 1840 yılında da üçüncü kitabını nesretti:
Travels in Germany and Russia: including a steam voyage by the Danube and the Euxine
from Vienna to Constantinople in 1838-1839.
1850 yılında Türkiye’ye bir daha gelen Adolphus Slade bu defa Osmanlı donanmasına
danışman olarak atandı. “Müşavir Pasa” ismiyle 16 yıl boyunca Türk donanma ve
tersanesinde yararlı hizmetlerde bulundu. 1863 yılında İstanbul Liman memurluğu’na atandı.
1863 yılında ikinci rütbeden mecidiye nişanı verildi. 1866 yılında Osmani nişanı da alarak
Türk donanmasındaki hizmetinden emekliye ayrılan ve bir yıl sonra da memleketi İngiltere’ye
dönen Adolphus Slade, aynı yıl Kırım Savası ile ilgili gözlemlerini de kullanarak kaleme aldığı
Turkey and the Crimean War: a Narrative of Historical Events isimli kitabını yayınladı.297
1873 yılında tuğamiral oldu. Geriye kalan ömrünü Londra’da geçiren ve hayatında hiç
evlenmeyen Slade, 3 Kasım 1877’de öldü.
İngiliz Kraliyet Donanmasının bir teğmeni olan Adolphus Slade,298 Istanbul’da bulunduğu
bir yıllık süreç sonunda, 1830 Mayıs ayında “Blonde” adlı fırkateyn ile İzmit’e kısa bir gezi
yapar. İşte anlatımı:
Yılın bu mevsiminde hava daha da güzel. Bu nedenle “Blonde” gemisi ile Nikomedia’ya hoş
bir gezi yapmak için çok uygun. Türklerin İzmit adını verdikleri bu kent Türk ve Ermenilerden
oluşan 13,000 kişilik bir nüfusa sahip. Türkiye’deki en ilgi çekici kalıntılarından birine yani
296 Elde edememiş olsak da bu kitap Türkçe’ye iki defa, fakat kısmen çevrilmiştir. Birincisi Ali Rıza
Seyfioğlu’na aittir. Sir Adolphus Slade’in (Müşavir Pasa) Türkiye Seyahatnamesi ve Türk Donanması
ile Yaptığı Karadeniz Seferi adlı bu ilk çeviri 1945 yılında yayınlanmıstır. Seyfioğlu, birinci cildin birçok
bölümünü çevirirken ikinci cildin çok az bir kısmını çevirmiştir. İkinci çeviri ise Osman Öndeş’e ait olup
Kaptan Paşa ismiyle 1973 yılında yayınlanmıstır. Bu çeviri de diğeri gibi birinci cildin pek çok
bölümünü, ikinci cildin ise ilk bölümünü kapsamaktadır. (Besim Özcan, “Osmanlı Bahriyesinde Bir
İngiliz Müsavir: Sir Adolphus Slade (1804-1877)”, Askeri Tarih Bülteni, 43, Ankara 1997, s.46
297 Ali Rıza Seyfioğlu tarafından Türkiye ve Kırım Harbi adıyla çevrilmis ve 1943 yılında
yayınlanmıstır.
298 Adulphus Slade, Records of Travels in Turkey, Greece & c. And of a Cruise in the Black Sea in the Years
1829, 1830 and 1831, c. 2, böl. 24, s. 335, Londra 1833; New Works: Slade, Travels in Turkey and Greece,
Baltimore 1833, s. 169
156
kalıntılarına göre müthiş bir yapı olması gereken Diokletianus sarayı’na sahip. Tepenin 1/3
yüksekliğindeki bir düzlük299 üzerinde ve her yönden güzel bir manzaraya sahip. Bir tarafı
yalnızca İstanbul Boğazı ile kıyaslanabilecek güzellikteki Körfez’e, diğer tarafı
Diocletianus’un tahttan feragat ettiği tepeye bakıyor. Türk çocukların dibinde birdirbir
oynadıkları bir sur çatlağındaki leyleği yumurtaları için rahatsız ettik. Surun ardında kalıntı
olarak yalnızca kentin zirvesindeki yuvarlak bir kule ve içinde kent sokaklarının oluştuğu
amfitiyatronun kemer parçalarının yükseldiği teraslar vardı.
Slade, ülkemize yaptığı ikinci seyahatinde300 bölgemize uğramaz ama çeşitli nedenlerle iki
not düşer. Birincisi Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile Osmanlı arasındaki savaştan
bahsederken bir kitap hakkında söyledikleridir:
“Sultan Mahmut ve Mehmet Ali Paşa” (1835 yılında yayınlanmış) kitapçığının yazarı, Rus
general Muravief’in etkisi altında olan Serasker Paşa’nın kıskandığı Reşit Paşa’nın harab
olması için Bursa ve İzmit’te konuşlanmış, en iyi alayları oluşturan 25,000 yedek askerin
destek için hareketine izin vermemiş olduğunu söylüyor… Yazar, bu bilgiyi nereden almış
bilemiyorum, öncelikle Bursa ve İzmit’te yalnızca 15,000 muhafız vardı ve General Muravief,
Konya Savaşı’ndan sadece bir gün önce İstanbul’a gelmişti.
İkincisi ise, “İzmit’in geliri ve kullanımı Sultan tarafından Ahmet Paşa’ya verilmiş. O da gelirini
arttırmak için bir yol açtırıp at arabası servisi koymuş ve başka bir şekilde seyahati
yasaklamış. Arabalar, yaysız olduğu ve yol da düzgün olmadığı için bir çok kişi atı tercih
ediyor” şeklindedir.
1831, Joseph Wolff
İran’a gitmek üzere 21 Nisan’da İstanbul’dan yola çıkarak Trabzon’a yönelen Wolff, 22
Nisan’da İzmit’e vararak şunları aktarır:301
Burada 7,500 Türk, 400 Rum, 2000 Ermeni ve 100 Yahudi bulunmakta. Beni büyük bir
nezaketle evinde ağırlayan Rum başpiskoposun adı Apamias Benedictos.
23 Nisan –Türkler ve az sayıda cahil Rum bulunduğu Sapanca’ya vardık. Bir handa
konakladım. Akşama doğru, Tokat’a yakın Sabas’tan daha önce Padişah’ın bankeri olan bir
Katolik Ermeni geldi. Adı Tenger Oglo. Diğer Katolik Ermenilerle birlikte 1823’de sürülmüş
ancak daha sonra görevine geri dönmense izin verilmiş. Gheba (Geyve) voyvodası’na
verilmek üzere beni tanıtan bir mektup verdi. Buradan Taraklea’ya (Taraklı) geçtim.
1830-1833, Callier & Stamaty
Gezi notlarında önemli topografik bilgiler de sunan iki gezgin İzmir’den geldikleri İstanbul’da
üç ay kaldıktan sonra İzmit ve İznik’i gezerler. Sonrasında Sapanca ve Sakarya Irmağı
üzerinden Lefke’ye yönelirler. Bir ara Joseph Michaud’nun da katıldığı yolcululuklarının ileriki
aşamalarında birbirlerinden ayrılarak değişik rotalar izlerler.302
1832, James Porter
Sultan Mahmut döneminde İstanbul’da uzun süre kalan hatta nnbeş yıl boyunca İstanbul’da
Amerikan maslahatgüzarlığı yapan ve bu sürede yaşadıkalarını mektupları ile yazıya döken
Amerikalı gezgin Sir James Porter, 1832 Haziran’ında İzmit, İznik ve Bursa’ya bir gezi yapar.
299 Y.U.: Bugünkü Hünkar Kasrı’nın belirtiyor olmalı.
300 Adulphus Slade, Turkey Greece and Malta, c.2, böl. 11, s. 12 & 35, Londra 1837
301 Joseph Wollf, Researches and Missionary Labours, s. 14, Londra 1835
302 Louis Viven de Saint-Martin, age, c. 2, s.203-207: Voyage par Terre de Smyrne a Constantinople
157
Porter’ın günlüğü ve mektuplarından oluşan eser, torunu sir George Larpent tarafından iki
cilt halinde düzenlenerek 1854 yılında yayınlandı. Bu yapıttan yöremiz hakkında alıntılar
şöyle:
Başkente doğrudan bağlı Bursa ve İzmit kentleri hariç olmak üzere, kazaların her bölgesinde
bir müftü bulunur.303 İzmit Çuha Fabrikası, yalnızca ordunun ihtiyaçları için yeterince kumaş
üretmekte olup aslında Türkiye’deki en başarısız kurumlardan biridir. İmparatorluk Fes
fabrikası ise bunun boşluğunu giderecek şekilde çok daha başarılıdır. Bir Ermeni müdür
yardımcısı ile 300 kişi çalışmakta ve ordunun gereksinimlerini yeterince karşılamaktadır.
Fazlası ise püskülsüz olarak, tanesi 30 kuruşa pazarlarda satılmaktadır.304
Mektup XXI
Kadıköy, 1 Haziran 1832
Mayıs’ın 7’sinde Mustafa, atların boynuna birer muska taktıktan sonra İzmit – İznik – Bursa
yolculuğumuza başladık. Grubumuz, ABD elçisi Mr. Goodel, Mustafa, Stephano, iki uşağım,
bir sürücü ve ben olmak üzere altı kişiden oluşuyordu. İlk durağımız Tuzla çıkışında eşsiz bir
antik kalıntıya rastladık. Deprem sonucu oldukça eğilerek aynı depremde yıkılmış kalıntıların
üzerine yaslanmış, yüksek ve büyük bir taş kuleydi. Oldukça olağanüstü bir görünüşe sahip
olmalıydı. Yolumuz şimdi Nikomedia Körfezi boyunca devam ediyordu. Köylerin birbirine
bağladığı Asya yakası ve körfezin en yüksek dağ sıralarını geçtik. Bölgenin her yeri oldukça
ekili ve güzeldi. Çok güzel bir camii olan bir Türk köyünü geçtikten sonra Tuzla-İzmit yolunun
nerdeyse ortasında, bir dereciğin kenarında ve deniz kıyısındaki fakir bir köyden erzak satın
aldık. Buraya bakan bir tepenin üstünde antik bir kale kalıntısı var ve yöredeki tüm kalıntılar
için kendi atalarına ait olsalar dahi Türklerin söylediği üzere Cenevizlilere ait. Mustafa’ya göre
eski ve ilginç olan her şey Ceneviz’di. Dağın bir kenarında doğanın oluşturduğu büyük kaya
parçalarını gösterip, Mustafa’ya ne olduklarını sorduğumda yine Ceneviz diye yanıtladı. Bu
köyün etrafındaki toprak, tozlaşmış kireç taşı, yine de şaşırtıcı derecede bereketli meyve
ağacı ve asma yetişiyor. Buradan oldukça kıyı boyunca oldukça güzel bir yoldan şimdi
“Nikmid” (İznikmid olmalı) denilmekte olan Nikomedia’ya yöneldik. Körfezin sonundaki bir
tepenin yamacında, çok elverişli bir konumda yükselen bir kent. Tüm Türk kentleri gibi zarif
cami minareleri, göğe yönelmiş sivri servi ağaçları ile güzelce süslenmiş. Kente girerken,
ülkenin tümünde olduğu gibi sokaklar dar ve kirli idi. Ticaret, biraz hareketli görünüyor.
Sultan’ın burada zengin bir kereste ambarı bulunan küçük bir tersanesi var. Görüldüğü üzere
kızaklarda iki gambot var. Tersanedeki evler sağlam ve iyi yapılmış.
Atlar için ahırı da bulunan, üstü kapalı muazzam bir yapı olan handa konakladık. Yatak
yayılacak odalar, yalakların arkasında duvara yakın. Yemek pişirmek isteyen yolcular için
ocaklar da mevcut. Konaklama olanaklarının tümü bunlar. Büyük geniş kapısının orada
kahve odası ve üstünde dizinizi kırma tehlikesini göze alıp çürük bir el merdiveninden
sürünerek tırmanabileceğiniz, hancıya ait olmayan iki ya da üç küçük, kirli oda var.
Halk, kendince çok kibar ve özenli ancak bize göreyse nasıl refaha ulaşabileceklerini,
dolayısıyla da benzeri olanakların misafirlere sunulabileceğini bilmiyorlar. Bir Türk’e üzerinde
yatacağı bir halı, bir çubuk ve bir fincan kahve verince dünyevi zevklerin tümünü sunmuş
olursunuz.
At sırtında on saat yolculuktan sonra doğal olarak öylesine yorulmuştuk ki akaşam yemeği
bile yemeden yataklarımızı serdik. Ama zaptiyeler hemen kim olduğumuzu öğrenmeye
303 James Porter, Turkey Its History and Progress, cilt 2, Londra 1854, s. 48
304 James Porter, age, cilt 2, s.311-312
158
geldiler. Mustafa soruları yanıtladıktan sonra Elçi Bey, Kadıköy imamının İzmit Müsellimi’ne
yazdığı imzalı ferman ve teskereyi kendisine götürmesini istedi. Mustafa, kısa sürede
Müsellimden iltifatlar ve doğrudan kendisine gitmediği için serzenişlerle geri döndü. Yönetim
bölgesindeki tüm Ağalar ve köy ileri gelenlerine tüm isteklerini karşımalarını ve kendisi yanı
sıra beraberindekilere de gerekli saygıyı göstermeleri için dikkatli olmaları yönünde bir emir
de yanındaydı. Bu, bize her yerde çok yardımcı olacaktı.
Diocletianus Sarayı ve Tapınak
Burada gözle görülebilen tek kalıntı Diocletianus’un Sarayı ve yakınındaki tapınak.
Görüldüğüne göre tapınağın portikosunu oluşturan sütunlar, oturdukları kaideler üzerindeki
yerler aşınmış olduğuna göre uzun süre önce yok olmuşlar. Tapınağın kendisi de Sultan’ın
yaptırdığı fes fabrikasında kullanılmak için blok blok aşağı taşınmış. Gri granitten yapılmış ve
seçkin bir mimarlık örneği imiş. Sarayın büyük oranda diğer yapılarda kullanılan
parçalarından geri kalanlar ise güzelliğinden çok gücü hakkında dikkat çekici idiler.
Zemin seviyesinde ve bir korunun gölgesinde, sarayla tapınak arasında hükümet ve dini
temsilciler yanı sıra kentin ileri gelenleri yağmur duası için toplanmışlardı. İmam, bir çeşit
taşınabilir yüksekçe mimbere, diğerleri ise yere oturmuştu. Büyük bir ciddiyetle topluluğa
vaaz veriyor ve onlar da büyük bir saygıyla dinliyorlardı. Ancak bizim boy göstermemizle
birlikte İmam’a verilen dikkat dağıldı. Bir çoğu ayağa kalkarak bize bakmaya ve sorular
sormaya geldiler. Varlığımızın karışıklık yarattığını gören zaptiye şefi ayağa kalkmaya
hazırkanırken yanına gelen bir Müsellim yardımcısı yanına gelerek, ekselanslarının söylediği
üzere şimdilik gitmemiz ve duada olmadıkları bir zamanda geri gelmemizin uygun olacağını
bize iletmesini söyledikten sonra gitti. Batı giyimli iki kişiyi gördüklerinde meraklarından
oluşan telaşı izlemek ilginçti. Daha da ilginç olanı, cemaatle aynı anda yüzlerce güreşen,
sürünen, top oynayan, bağrışan, çağrışan, her türlü sıçrayan Rum ve Ermeni çocuğunun
rahatsızlık vermemeleri ve dikkatlerini dağıtmamaları idi.
Burada iki Ermeni, bir Rum kilisesi var. İki ya da üç mil uzaklıkta da rahibeler için bir Ermeni
manastırı var. Kiliseleri ziyaret ettik. Manastırda ise yarım düzine ya da biraz fazla
hristiyanlığı kabul etmiş Yahudi bulunmakta. Bu Yahudiler ve onları vaftiz eden Ermeni
piskopos, Yahudi hahamın isteği üzere sürgün edilmişler ve şimdi bir aradalar. Açık ki
İstanbul’da kalsalardı, Yahudiler onları öldürürdü, dolayısıyla korunmaları için sürülmeleri bir
zorunluluktu. Şimdi Ermenilerin en önemli ilgileri onları (İstanbul’a) geriye gönderebilmekti.
İzmit – Karamürsel
İzmit’ten sonra geniş ve verimli bir araziyi geçtik. Üst kısımlar oldukça ekili, körfez kıyıları
tuzlalarla kaplı ve ortadaki bölüm hayvan sürüleri ve mandalarla dolu idi. Bu yörenin
mandaları korkunç yaratıklar. Ayırımsız hepsi siyah ve hafifçe kıllı, bazen de hiç kılları yok.
Ovayı geçip bir süre sahilden yürüdükten ve bazende yuvarlak burunları geçtikten sonra
akşam saat sekizde bir Türk köyü olan Karemsal’a (Karamürsel) vardık. Atlarımızı hana
bıraktıktan sonra geceyi geçirmek üzere bir kahvehaneye oturduk.
Bugün ki uzun ve yorucu yürüyüşümüz, dikey deniz kıyıları üzerinde gördüğümüz ve şimdi
deniz dalgalarının yıkadığı kalıntılardı. Bu kalıntıların bir kısmı oldukça dayanıklı ve güçlü idi.
Bu güzel kıyıların her yerinde görülen kiremit ve tuğla yapı parçaları, bir zamanlar burada
yoğun bir nüfus olduğunu gösteriyor. Kalıntılar genellikle, yakındaki dağın yamaçlarından
fırtınalar sonrası gelen ve çağlar boyu yığılan dolgu toprağın 10-15 adım altında.
Yol üzerinde konu etmeye değmeyecek kimi Rum köyleri vardı. Üzerinden yürüdüğümüz
denizden az yüksek, ender kum kıyılar vardı. Bunlar, küçük ama güzel bazı gölcükleri
denizden ayırıyorlardı. Belki de bu ileri doğru çıkma eğilimleri ileride körfezi de bölecektir.
Gördüğümüz ilginç şeyler arasında deniz kıyısına doğru uzanan, dayanıklılığı ve duvar işçliği
159
yüksek olan bir su yolu parçası idi. Kanımca amaç buradan bir mil uzaklıktaki değirmene su
taşımaktı. Suyun kaynağı yakınlarında Türklerin “Değirmen Köy” adlı bir köy var ki bu da
düşüncemi destekliyor. Ancak burada olağan üstü olan, ölçememe karşın çevresi en azından
yirmi adım olan ve kökleri, bu duvarı aşarak muzafferane üzerine oturmuş, dallarını da bu
insan eseri üzerine genişçe yayılmış koca bir ağaçtı.
Karamürsel’de Elçi Bey, fermanını ve Nikmid (İzmit) müselliminin mektubunu Ağa’ya
gönderdi. Derhal muhafızları ile birlikte geldi ve Türk adetlerine göre ona bir demet gül verdi.
Daha iyi bir konaklama olanağı sunmak için izin rica etti ama çok yorgun olduğumuzu
söyleyen Elçi Bey bu öneriyi reddetti. En az oniki saattir at üzerindeydik. Bizimle birlikte bir
pipo ve çorba içti ve kahveciye bizimle ilgilenmesini tenbih ettikten sonra iyi geceler diledi.
Sabah iznik’e doğru yol almak üzere derin bir uykuya daldık.305 İznik ve Bursa gezimiz
sonrası Yalova’dan tekneye binerek, 11 günlük yolculuğumuzu Kadıköy’de sona erdirdik.306
1830, Eli Smith & H. G. O. Divide
American Board tarafından görevlendirilen Smith ve Divide 26 Mart 1830 İzmir’de karaya
ayak basarlar. Sonrasında da Marmara denizi kıyısına kadar atla, ardından tekne ile 19
Nisan’da da İstanbul’a varırlar. 21 Mayıs sabahı saat 10’da hareketle Üsküdar, Bostancı,
Maltepe, kartal, Pendik üzerinden öğleden sonra saat 6’da Gebze’ye varırlar.307
Eski Libyssa, şimdiki Gebze’de geceledik. Şimdiye dek geçtiğimiz köylerden daha büyük
görünüyor ancak yerleştiğimiz menzilhane köyün bir ucunda olduğu için pek göremedik. Bu
ilk günümüzde dokuz saatlik308 at binmenin yorgunluğu ile araştırma yapmak yerine
kendimizi hemen yere atarak, menzilhanenin her yerine kümelenmiş pirelerin rahatsız
etmesine rağmen uyumaya başladık. Belki de Hannibal’in küllerini saklayan küçük tepeciğin
burada olduğunu söylediğimde beni daha da suçlayacaksınız.
Sabah saat dört buçukta, dünküne benzer ama artık denizin görünmediği bir araziden
ilerledikten sonra meyvelerinin artık olgunlaşmaya başladığı kiraz bahçelerinin arasından
yürüyüp İzmit Körfezi’nin başladığı yere geldik. Her ne kadar kıyı ve buradan yükselen kaba
tepe yamaçları oldukça ekili olsalar da akşam dokuzda vardığımız konaklama noktasına
kadar hiçbir yerleşim görmedik. Dün başkente doğru ilerleyen koyun sürüleri görmüştük,
bugün de yol boyunca bunlardan binlercesi vardı.
İznikmid (ki daha çok İznimid denir), adını verdiği körfezin kuzeydoğu ucundaki bir tepenin
yamacı üzerinde kuruludur. Bu yöne doğru seyreden bir çok kayık ve iki direkli yelkenliler,
yeşil tepeler ve her yöndeki verimli ovalar, Diocletianus’un ikametgahı bu Bithynia başkentine
muhteşem bir deniz ve kır manzarası kazandırıyor. Evlerin çoğu yüksek ve havalı bir
görünüme sahipler. 4000 Türk, 500 Ermeni, 500 Rum ve Yahudi haneden oluşan nüfusu
yaklaşık 25,000 kişi.
Bir sonraki durağımız altı mil uzaklıktaki Sabanca (Sapanca). Körfezin ucundan doğuya
doğru uzanan bu ovanın toprağı nemli ancak oldukça verimli. Sağ taraftaki sıradağlar
kesintisiz ince bir ormanla örtülü. Yürüdükçe ekili alanlar gözden kayboldu ve tenha patika
yolu bizi tropikal bir zenginlik içindeki ağaç ve fundalıklara doğru götürdü. Yaklaşan akşamın
serinliği ve kuş cıvıltıları bize 45 millik bir yürüyüşün yorgunluğunu unutturdu. Büyülü
305 Porter, Istanbul and Its Environs, c.1, New York 1835, s. 205-215
306 Kitabın sonunda İzmit Müsellimi ve İmparatorluk Gemi Kerestesi Emini Mustafa Tahir’in güvenli yolculuk
etmeleri için verdiği mektubunun İngilizceye çevirisi yer almaktadır.
307 Eli Smith, Researches of the Rev. E. Smith and Rev. H.G.O. Divide in Armenia through Asia Minor, c. 1, New
York 1833, s. 75-79
308 Gezgin: Konaklama noktaları arasındaki bir Türk saati, bir karavan yürüyüşüne eşittir ve Türkiye’deki
konaklama noktaları arsındaki mesafeler önceden ölçülmüştür. Zemindeki toprağın yapısına göre değişse de üç
mile ya da bir İngiliz league’ine eşit olduğu söylenebilir.
160
çevrenin getirdiği bu dalgınlık birden, komşu köylerin birinden yaklaşmakta olduğumuz köye
gelin getirmekte olan alayı görünce kesiliverdi. Gelin ve ona eşlik eden her yaştan peçeli
kadınlar üstü kapalı altı adet öküz arabasına sıkışık bir vaziyette yerleşmişlerdi. Öküzler her
renkten medillerlle süslenmiş ve her iki yanda silahlı adamlar ile çalgıcılar yürüyorlardı. Zurna
ve davul gürültüleri anlatılamaz bir eğlence yaratıyordu. Akşam yedi buçukta Sapanca’ya
vardık. Az önce sözünü ettiğimiz dağların eteğinde, tatlı sulu bir gölün kıyısında 150 Türk, 25
Ermeni ve 15 Rum haneden oluşan bir köy.
Gezginlerimiz 23 Mayıs sabahı Sapanca’dan yola çıkarak on saatlik bir yürüyüşten sonra
Hendek’te bir hana yerleşirler.
1833, James Baillie Fraser
James Baillie, Aralık 1832’de Londra’da başladığı gezisi esnasında İstanbul’a vardıktan
sonra İzmit, Amasya, Tokat’ı gezip İran’a geçmiştir. İşte “Bir Kış Mevsiminde İstanbul’dan
Tahran’a Yolculuk” adlı yapıtından alıntılar:309
Atlarımızı değiştireceğimiz Gheriza’ya (Gebze) girmeden önce karanlık çöktü ve biz
kasabaya saat 10’da varabildik. Minarelerin tepesine kümeler halinde asılmış lambalar bizde
Gebze’nin büyük bir kasaba olduğu kanısını uyandırdı. At yolculuğumuunz sonucu oluşan
iştahımız bize keyif veriyordu, ancak düş kırıklığına uğradık. Tatar (sürücü) bize yiyecek
hiçbir şey bulamadı. “Ramazan” dediler. İnsanlar az ve yalnızca gün batımında yerlermiş.
Şanslıydık ki biraz tütsülenmiş Edirne dili, ekmek ve iyi kahvemiz vardı.
Gece değişkenliği ile kış mevsiminin yakın olduğunu kanıtladı. Kimi zaman zifiri karanlık, kimi
aydınlık, sonra yine karanlık oluyordu. Yollarda umutsuzluk verircesine yoğun bir çamur vardı
ve sabaha karşı sağanak bir yağmur başladı fakat biz yola çıktık ve her birimiz atlarımızın
ayaklarından çıkan çamurla tamamen kaplanmamıza rağmen ertesi sabah saat sekiz
buçukta İzmid’e (İzmit) yani eski Nikomedia’ya vardık. Hiçbir şey, o güzel körfezinin hemen
kıyısından dik dağın tepesine kadar yayılmış çok odalı eski evleri, sırtları, dar ve derin
koyakları ve hepsinin üzerinde kümelenmiş bağları ve meyve bahçeleri ve ağaçları yanı sıra
en ilginci kentin merkezindeki mezarlıklar ve servi ağaçları ile bu kentin konumu ve
görüntüsünden daha resimsel olamaz. Ancak verdiğim kentin bu genel görüntüsünden,
sokakları ayırmak zorunda kalmaktan korkuyorum. Yalnızca çok değişken biçim ve yönleri
nedeni ile resimsellik kavramı içine alınabilirler. Dize kadar çamurdan sonra kesinlikle atların
ayakları kırılsın amacıyla döşenmiş Arnavut kaldırımı yollarla karşılaşıyorsunuz.
Burada tereyağda kızarmış birkaç yumurta ile açlığımızı yatıştırdıktan sonra birkaç güzel
akarsuyu geçip millerce sağlam ve dayanıklı ancak atların ayakları için kötü bir geçit yolunda
ilerledik. Yolumuz daha sonra meşeleri istila etmiş cüce çoban püskülleri, deve dikeni,
böğürtlen çalıları ve katır tırnaklarına benzer bitkilerle kaplı, geniş ve verimli toprakları olan
bir vadide yayılarak devam etti. Özellikle sağ taraftakiler olmak üzere, her iki yandaki yüksek
dağların zirveleri meşe ormanları ve sisle kaplıydı. Hava fazlasıyla tehdit ederek bozdu
ancak yağmur kesildi ve ağır yollar ile bele kadar çamurla karşılaşmak yerine soylu yeşil
meşeleri ve çınarları ile ilginç Sapanca kasabasına öğleden sonra saat üçü biraz geçe
vardık. Burası İstanbul’dan 24 saat çekiyor. Bolu yolu nasıl sorusuna verilen yanıt, “çamur
çok Çelebi, yağmur çok” şeklinde. Öğleden sonra saat dört gibi Sapanca’dan ayrıldık.
1834 & 1837, Remy Aucher Eloy
1830-1838 yılları arasında yakındoğuya yaptığı seyahatleri esnasında dört kez değişik
zaman ve güzergahlarda Anadolu’dan geçer.
309 James Baillie Fraser, A Winter’s Journey (Tatar), from Constantinople to Tehran, cilt 2, Londra 1938, s. 182184
161
27 Şubat 1834’de İstanbul’dan hareket.
28 Şubat öğleden sonra saat 4’de Kartal’da yemek. Güzel ve büyük bir caminin bulunduğu
Türk kasabası Gebze 9 saat uzaklıkta.
01 Mart Gebze’den Nicomedia’ya (İzmit). Körfez’e varmadan önce toprak çıplak. Körfez
kıyısında Heraclea (Hereke) bulunmakta. Bütün yol Clematis cirrhosa ile kaplı, güzel bir etki
bırakıyor. İzmit, bir dağın üzerine kurulmuş, kent güzel ve oldukça ekili.
02 Mart İzmit’ten Karamusal’a (Karamürsel). Tuzlalar ve körfez kıyısında korkunç kötü bir yol,
güzel çiftlik, Rum köyleri ve güzel meyve bahçelerinin bulunduğu bir ovayı geçiyoruz.
03 Mart Karamürsel’den Nikea (İznik)’e hareket, dağların arasından 10 saat yolculuk. Yolun
neredeyse ortasında Yeni Köy isimli bir Ermeni köyünde yemek yiyiyoruz. Dağlar tatmamiyle
bağlarla ekili. Karlara yakın Smilax Aspera, daha da aşağıda sarı, beyaz ve mor çiçeklerle
çeşitlenen Crocus sieberi var. Dağların eteklerinde ve İznik ovaso girişinde Galanthus
plicatus, Arbutus andrachne ve Daphne oleifolia bulunmakta.
Gezgin daha sonra İznik, Lefke, Gölpazar, Torbalı üzerinden yola devam eder. Aynı yıl içinde
dönüşünde de Samsun, Tosya, Bolu ve Sapanca üzerinden İzmit’e gelir. 1835 yılında yine
İstanbul’dan hareketle Bursa, Kütahya üzerinden İran’a hareket eder. 1837 yılındaki
gezisinde de 1834’deki gibi İzmit’ten Ankara’ya giderken yaklaşık aynı yolu izler. Torbalı,
Beypazarı ve Ayaş üzerinden Ankara’ya ulaşır.310
1836, William J. Hamilton
31 Ekim 1835’de İzmir’e ayak basan Hamilton ve yol arkadaşı Strickland, ağır kış şartları
altında İstanbul’a geçerler. Havalar düzeldikten sonra Marmara’yı tekneyle geçerek Mudanya
üzerinden Bursa’ya ulaşır. Buradan Antalya’ya kadar iner.1836 Mart ayında Hamilton,
tekneyle İstanbul’dan Trabzon’a yola koyulur. 311
1837, Thomas Allom
Thomas Allom (1804-1872), 1800’lerin ilk yıllarında Yakın Doğu’yu dolaşan büyük ressam ve
mimarlardan biriydi. Allom, 1834 yılında İstanbul’a geldi ve Britanya elçisi Lord Strangford’un
yakın arkadaşı oldu.1837 yılında on ay boyunca İstanbul, Bursa ve Ege bölgesini gezerek
çizimler yaptı. Kendisine 1831 yılında İstanbul’a geri dönmüş olan Robert Walsh eşlik etti.
1838 Nisan’ında İngiltere’ye dönerek Haziran ve Temmuz aylarını yapıtını yayına
hazırlamakla geçirdi. Walsh, Allom’un çizimlerine metin yazmakla görevlendirilmişti. 312
Alom’un levhaları Fisher tarafından bir çok yayında kullanılmıştır.
1837, Baptistin Poujoulat
Baptistin Poujoulat, daha önce kardeşi Jean Poujoulat ve Joseph Michaud’nun 1830 ve 1831
yıllarında birlikte ziyaret ettikleri ve daha sonra 1833-35 yıllarında yayınladıkları
“Correspondance d’Orient” adlı yapıtta yer alan bölgelere, özellikle de Haçlıların geçtikleri
noktalara doğru 25 Eylül 1836’da Toulon’dan bir gemi ile bir geziye çıkar ve sonrasında
önceki ekibin belirttiğimiz kitabına ek notlarını 1840 yılında yayınlar.313 İşte, İstanbul’dan
yazdığı Nisan 1837 tarihli, yöremizle ilgili mektubun özeti:
310 Remi Aucher Eloy, Relation de Voyages en Orient de 1830 a 1838,
311 William J. Hamilton, Researches in Asia Minor, Pontus and Armenia, Londra 1842
312 Thomas Allom & Robert Walsh, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor,
Londra 1838
313 Baptistin Poujoulat, Voyage dans l’Asie Mineur (A la Correspondance Orient adlı yapıtın devamı olarak), c. 1,
Mektup 11, Paris 1840, s. 172-189
162
27 Mart günü güneş doğarken güzel Bursa kentinden ayrıldık, kuzeydeki ovaya doğru yol
almaya başladık. Bir saat sonra burada üretilen ipeğin inceliği nedeniyle ün salmış Emirde
adlı bir kasabanın yakınındaki Tepece kasabasına vardık. Ovayı terk ederken alçak dağların
arasına daldık ve dört saat yürüyüşten sonra Murat Ovası’na ulaştık. Tepede de Murat adlı
bir köy var. Üzüm, nar, erik ve zeytinle kaplı bu vadi büyükçe bir akarsu tarafından sulanıyor.
Karaman’ın güzel develerinden oluşan kalabalık bir kervan suyun kenarında kamp kurmuştu.
Develerin dizginleri kırmızı, mavi, yeşil ve sarı bezlerle süslenmiş. Pamuk ve ipek
balyalarından oluşan kervan yükü kenara konulmuş… Murat Ovası’ndan iki saat uzaklıkta
Emir Bey kasabası var. Üç saatlik bir yolda da gelirleri zeytin, üzüm, nar, erik’ten sağlayan
Rum ve Türklerden oluşan eski Civitot ya da Cius olan bugünkü Gemlik kasabası var. Gemlik
civarında inşaat ağacı çok olduğundan Osmanlı Harbiyesi buraya savaş gemisi yapmak için
bir tersane kurmuş. Gemlik, eskiden Cyanus olarak bilinen Mudanya Körfezi üzerinde bir
amfitiyatro gibi yükseliyor. Civitot’un arkasında, doğuda, iki fersahlık alan üzerinde
Ascanius’un (İznik Gölü) batı ucuna kadar uzanan bir küçük vadi bulunmakta. İznik Gölü’nün
fazla sularını taşıyan bir akarsu bu vadiyi sulayarak Gemlik’in ötesinde denize dökülüyor. Bu
akarsu, Cius ırmağından su ikmali yapmak için Cyanus Körfezi kıyılarına yanaşan Argo
Gemicileri’nden, Herkül’ün gözdesi Hylas’ın nymphe’ler tarafından kaçırıldığı yer olması
nedeniyle mitolojide oldukça ünlüdür. Bu nedenle bu yörenin insanları Hylas’ın kaçırılışının
her yıl döneminde neşeli bir şekilde dans ederek ve Hylas’ın adını çağırarak Arganthon
(Samanlı) Dağları ormanlarında dolaşırlar. Bu eğlence Strabon döneminde de devam
ediyordu.
Haçlılar, İznik’in Selçuklularca kuşatılması esnasında Ascanius üzerinden aldıkları yardımı
engellemişler ve arabalarını, gemilerini ve kayıklarını Civitot limanından göle Gemlik vadisi
üzerinden taşıyarak ulaştırmışlardır. Keşiş Pierre’in birlikleri Bizans İmparatoru’nun onlara
sağladığı gemilerle Propontis’i (Marmara) aşarak Civitot yakınlarındaki büyük plajda kamp
kurmuşlardı.
Şimdi Renaud komutasındaki üç bin Almana zaferi getiren meşhur Exerogorgon’u314
arayalım. Gemlik’ten dört saat sonra, İznik’in sekiz saat kuzeybatısında, Türk köyü
Pazarköy’ün (Orhangazi) yarım saat kuzeyinde Samanlı sıra dağlarının doğu yamacında
yöre insanlarının Eski Kale olarak adlandırdıkları taş yığınları ve hala ayakta olan surlar
mevcut. Buranın bir çok Haçlı’ya mezar olan Exerogorgon kalesi olduğuna inanıyoruz. Bu
yerin İznik’ten uzaklığı tarihçilerin belirttikleri ile uyuşmuyor ama hikayenin bu kısmında eski
tarihçilerin notlarında olaylar değil ama yer belirlemede çok sayıda bilgisizlik, belirsizlik ve
çelişkiler var. Eski Kale bu dağlarda karşılaşılan tek kale kalıntısı…
Bir başka çelişki de Pierre ve Kılıç Arslan’ın çok sayıdaki adamları arasındaki saldırıların
nerede başladığı. Yoksul Gauthier ve Orleans’lı Foucher komutasındaki Haçlılar, Civitot
kampından hareketle Arganthon Dağları ormanlarının arasından doğuya ilerlerler. Bu esnada
İznik Sultanı’nın adamları da aynı dağlara karşı taraftan girmektedirler. Haçlıların savaş
çığlıklarını duyan Selçuklular savaşmak üzere ovanın doğusuna indiler. Onbeşbin Haçlı’nın
öldüğü bu kanlı savaş İznik’in altı fersah batısında geçmiş ve kuzeyden güneye dört mile
yayılan savaş alanı da İznik Gölü ile Pazarköy arası olmalı. Alan bugün üzüm, zeytin ve erik
ağaçları ile kaplı…
Güneyinde uzun sıradağlarla kaplı İznik Gölü, 7 fersah uzunluğa ve 9 fersah genişliğe sahip.
İznik Ovası gölün kuzeyindedir ve Samanlı Dağları’ndan inen sellerle bölünmekte. Ovanın
uzunluğu 8 fersah, genişliği ise 2 fersah ayrıca erik, nar, zeytin ağaçları ve bağlarla çevrili
birkaç köy bulunmakta. Bu ovada 1097’de 600 bin hristiyan askeri konaklamıştı…
314 Y.U.: Ya da Xerigordos. Clive Foss, Civitot ve Xerigordos’u aynı yer olarak tanımlayıp bugünkü adıyla
Çobankale (Altınova) olarak konumlamak taraftarıdır. Bkz. Foss, Nikomedia, çev. Y. Ulugün, İzmit 2002
163
İznik kenti, gölün doğu ucunda yarım daire şeklindeki ağaçlık bir dağın eteğinde. Antik kent
surları çift ve bir buçuk fersahlık bir çembere sahipler. Kısmen, kireçle karıştırılmış küçük
taşlardan yapılmışlar. Kuzey tarafı, traşlanmış büyük taşlarla kaplanmış. Batı surları bir millik
bir alanda göl kıyısı boyunca uzanıyor. Yanlarına yuvarlak, oval ve kare kuleler yapılmış olan
İznik surları yaklaşık 30 ayak yüksekliğe ve 10 ayak genişliğe sahip. Göl tarafı hariç surlar
tümüyle korunmuş durumda. Binlerce sarmaşık kolu surlar ve kuleleri kaplamış. İznik’in üç
kapısı var. Güneydeki tümüyle yıkılmış, doğudaki üç küçük mermer kemerden oluşmakta; bu
kapının iç taraftaki alınlığı tümüyle bozulmuş bir Grekçe yazıt. Dış duvarın üzerinde mızrak
ve kalkanlı Roma askerlerinin görüldüğü büyük ölçekte bir alçak kabartma var. Doğuya
bakan kapının dışında yakın bir uzaklıkta komşu dağlardaki kaynaklardan İznik’e su taşıyan
su kemerlerinin kalıntıları var. Kuzey kapısı büyük ve güzel, üç küçük gri mermer kemerden
oluşuyor. Bu kapının iç duvarında kocaman bir yılan saçlı kadın başı (gorgon) görülüyor. Bu
canavar başının burun deliklerinden, gözlerinden, kulaklarından, ağzından uzun sarmaşık
kolları fışkırıyor…
İznik kuşatması başlamadan önce Haçlılar konumları paylaştılar, her komutanın tutacağı bir
nokta vardı. Godefroy ile iki kardeşi Eustache ve Baudouin doğuda idi ve bu taraftaki surlar,
bugünkü görünümlerinden anlaşılacağı üzere korkutucu idi. Doğu duvarlarının dibi, İznik
Gölü’ne dayanmış batı duvarları hariç olmak üzere diğer duvarlar gibi yarı doldurulmuş
hendeklerle çevrili. Goderoy’un surlar ve dağlar arasında tuttuğu bölge bir millik bir sahaya
yayılıyor. Bağ, erik ve zeytin ağaçlarının oluşturduğu bitki örtüleri Lorraine dükünün
çadırlarının dikildiği noktada kesişiyorlar. Az önce bahsettiğim su kemerleri kalıntısı tam bu
noktada bulunuyor.
Tarente prensi Bohemond ve Tancrede’nin saldırdığı kuzey surlarından itibaren İznik ovası
uzanıyor. Kuzey duvarlarının etrafında bulanık bataklıklardan başka bir şey yok. Flandre
kontu Robert ve Normandiya prensi Tancrede ve Godefroy’un arasına yerleştiler. Kentin
güneyi Toulouse kontu Raymand’a ve Puy piskoposu ünlü Adhemar’a ayrılmıştı. Güneydeki
kuleler tüm diğerlerinden daha yüksek ve daha kalındılar. Güney surları ve dağlar arasındaki
uzaklık yaklaşık bir buçuk mil. Toprak şimdi erik ve kıpkırmızı çiçekli nar ağaçları ile kaplı. Bir
gezgin olarak burada duruyor ve sözü bir tarihçiye bırakıyorum. Haçlıların Tarihi adlı yapıtın
birinci cildini açarak oldukça gerçekçi yazılmış olaylara eşlik ediyorum.
Godefroy’un İznik’e gelişinden birbuçuk asır sonra Fransa Kralı VII. Louis, ordusuyla İznik
Gölü’nün batı kısmında Civitot’un karşısında kamp kurmuştu. Hylas ırmağından çok uzak
olmayan bir yerde dikilen çadırında, Laodicee dağlarına çekilmiş Germen haçlılarının Bizans
imparatoru Manuelos’un ihaneti sonucu Selçuklularca kılıçtan geçirildiklerini haber veren
Conrad’ın elçilerini kabul etmişti. Deuil’li Odo, “ne acıklı bir yazgı” diyor. Karşılarında
Roma’nın bile titrediği bu Saksonlar, Batavlar, Almanlar kalleş Rumların oyunları sonucu
zavallı bir şekilde ölmüşlerdi. Alman İmparatoru nerdeyse tek başına kalmış ve tümüyle
yaralanmış halde Conrad’ın önünde yürüyen Fransız Kralı’nın yanına geldii. Tarihçi,
“birbirlerini kucakladılar ve acı gözyaşları içinde birbirlerini öptüler”.
İmparator, ordusunun başına gelen felaketi bizzat kendisi VII. Louis’e anlattı. Conrad’ın
anlatımı da Fransa Kralı’nı oldukça duygulandırmıştı. Bir ay sonra da Cadmus dağının
geçitlerinde Fransız kralının gösterdiği kahramanlık ve fedakarlığa rağmen yenilmiş, yok
edilmiş Fransız ordusunun kaderi için göz yaşı dökmek gerekecekti.
İznik’in şu anki durumundan söz edelim. Kente kuzey taraftan yaklaşınca sur çemberlerinin
içine tuğladan yapılmış büyük bir kuledeki gedikten giriliyor. Kentin meydanına kadar tüm
surların ayakta olduğunu görmek bir gezgin için oldukça büyük sürpriz. Önde, arkada her
yerde ekili topraklar, bağlar, zeytin ve erik bahçeleri görülüyor. Selvi ve çınarlarla çevrili uzun
yolları yürüdükçe küçük, basit bir kasabaya varılıyor. Burası Müslüman ve Rumların oturduğu
İznik. Ne yazık ki bu sur çemberlerinin içinde bir zamanlar yükselen onca güzel yapıdan
geriye bir şey kalmamış. Yontulmuş taştan yapılmış iki kemer yarıya kadar toprağa gömülü.
164
Theodoros Lascaris’in mezarının kalıntıları olduğu söyleniyor. Kimileri ise buranın 325 yılında
Konstantin döneminde ve 787 yılında İmporatoriçe İrene zamanındaki iki konsilin toplandığı
büyük İznik kilisesi olduğunu sanıyorlar. Bu konsillerden birincisi Ariusçuları, ikincisi ise
ikonaklastları (tasvir-kırıcılar) dışlıyordu.
İznik’te Müslüman yapı harabeleri hristiyan yapı kalıntılarından daha çok. İznik’ten onbeş
dakika uzaklıkta İznik fatihi Sultan Orhan tarafından yaptırılmış bir medrese bulunuyor. Hala
iyi durumda bulunan bu yapı bu türün Türkler tarafından yapılan ilk örneğidir. İznik’i ziyaret
eden tüm gezginler beyaz mermerden yapılmış bu güzel Yeşil Cami’den söz etmişlerdir.
Yapıyı ve minaresini kaplayan yeşil çinileri nedeniyle bu adla tanınıyor. Arap mimar, bugün
terk edilmiş durumdaki İznik camisinden daha ince, daha şık ve daha ilgincini yapamazdı. Bu
yapının kapısı cephede dört, yanlarda da ikişer sütunla süslenmiş. Arabın tüm hünerini
gösterdiği mermer kafesin önünde bir revak yer alıyor.
İznik’ten 29 Mart’ta ayrıldık ve iki saat yürüyüşten sonra Arganthon (Samanlı) dağlarına
ulaştık. İznik’ten Yeniköy kasabasına yol sekiz fersah; yol kuzeybatıya doğru ilerliyor, dar ve
kayalık yolda zorlukla yürünüyor. Yeniköy’e varmadan iki saat önce Kızderbent
kasabasından geçiliyor. Yeniköy, Kırkgeçit’in kaynaklarının yer yüzüne sızdığı sevimli bir
tepenin dibinde bulunuyor. Tarihçilerin de belirttiği gibi bu akarsu, tortulu sularında Birinci
Haçlıların bir çoğunun can verdiği eski Dracon (bugün Yalakdere). Dracon, Yeniköy
karşısındaki bir vadide akarak, Konstantin’in annesi Helena’nın memleketi Helenapolis ya da
bugünkü adıyla Hersek’i geçerek İzmit Körfezi’ne dökülüyor. Bouillonlu Godfroy’un büyük
ordusu Dracon vadisini geçerek Samanlı dağlarına girmişti. Sanıyoruz ki ordunun geçeceği
hiçbir yol bulamayan Lorraine dükü Yeniköy’den itibaren balta, kazma ve diğer demir aletlerle
donatılmış dört bin adamını dağlarda bir yol açmaları için göndermişti. Yolu belirlemek için
ağaç haçlar dikmişlerdi.
İki saatlik bir uzaklık Yeniköy’ü Samanlı sıradağları eteğinde ve İzmit Körfezi kıyısındaki Türk
köyü Kara-Musal’dan (Karamürsel) ayırıyor. Adını, Orhan’ın komutanlarından Mürsel’den
alan Karamürsel çekici bahçelerle çevrili. Osmanlı savaşçılarından bir birliğin başındaki
Mürsel, Bithynia’nın bu bölümünü fethetmişti. Kara lakaplı idi çünkü gözüpekti. Kara adı,
Orhan tarafından taşındığından beri Türklerde bir kıvanç adı olmuştu. Osmanlıların siyah
rengi yeğlemeleri buradan gelmektedir…
Hersek, Karamürsel’in iki fersah güneyinde altmış haneli yoksul bir köy. Hersek yöneticisinin
Mekke’ye giden hacı kervanlarına Psidia’nın antik Antiochia’sı Akşehir’e kadar eşlik etme
geleneği var. Körfezin karşı yakasına gitmek için, Hersek’ten tekneye biniliyor ve adını
denize bir dil gibi uzanan toprak parçasından alan Dil adlı bir limana varılıyor. Marmara
denizi Dil’in bir saat güneyinde İzmit Körfezi’nin başladığı sınır olan bir dirsek oluşturuyor.
Dil’den iki saat yürüyüş sonrası sağ tarafta Hannibal’in gömüldüğü antik Lybissa’nın üzerine
kurulmuş olan Gebze’ye varılıyor. Hannibal, Bithynia Kralı II.Prusias’a sığınmış ve ona
Bergama Kralını yenmesi için yardımcı olmuştu. İnsani değerlere önem vermeyen ev sahibi
II. Prusias’ın bu onurlu adamı Romalılara teslim etmeyi kabul etmesi üzerine Hannibal, utancı
yaşamak yerine ölmeyi tercih etmişti. Gezgin, bundan sonra II.Mahmut tarafından yapılmış
geniş ve bakımlı olduğunu belirttiği yol üzerinden İstanbul’a yönelir.
1838, Charles Fellows
Nottingham’da bir bankerin oğlu olarak doğan Fellows (1799-1860), daha genç yaşlarda iyi
bir gezgin olduğunu ispatlamıştı.1827 yılında Mony Blanc dağına çıkan onüçüncü kişi oldu.
1838 yılında İzmir’e gitti ve Anadolu’nun içlerini dolaşarak çok sayıda pre-helenistik kent
keşfetti. Buradan dönüşünde 1839 yılında “A Journal Written During an Excursion in Asia
Minor” adlı yapıtını yayınladı. Bu eser öylesine büyük bir etki yaptı ki, Lord Palmerston
Sultan’dan kimi Likya heykellerini İngiltere’ye götürme izni istedi. Fellows 1939 yılı ikinci
yarısında geri döndü ancak Türk makamları arkeolojik kalıntıların götürülmesi hususunda
165
çekimser kaldılar. Yeni buluntuları 1841 yılında “An Account of Discoveries in Lycia” adlı
eserinde yayınladı. British Museum’un mütevelli heyet üyelerinin ısrarı ile, daha öncekilerde
olduğu gibi masraflarını yalnızca kendinin karşıladığı bir üçüncü seyahat yaptı. 1844 yılında
yaptığı dördüncü ziyaret ise en uzunu ve kendi açısından en başarılı olanı idi. Bu seferden
de elde ettiği 27 sandık ganimet bugün British Museum’un “Lycia” bölümünün başlıca
parçalarını oluşturmaktadır.
1838 yılındaki 12 Şubat günü İzmir’den başlayarak 7 Mart’ta İstanbul’a vardığı gezisinde
yöremizi de gezen İngiliz arkeolog Sir Charles Fellows’un notlarını aşağıda aktarıyoruz.315
17 Mart, cumartesi günü Asya yakasındaki Üsküdar’a geçerek, atlarımı orada teslim aldım.
Buradan İzmit’e kadar olan yaklaşık 60 millik yol Avusturya’lılarca dizayn edilmiş. Zemin
şimdilik yöre toğrağından ancak bundan ötesinin yapılacağını sanmıyorum. Yol genişletilmiş,
yönetmelikleri bile tamamlanmış. Bana biri kendim biri eşyalarım için iki araba tahsis edilmişti
ama bu mevsimde çamur nedeniyle arabaların bu yolda gidemeyeceğini söylememe ve
sadece atları almama rağmen ücret değişmemişti. Yolda aynı zamanda 33 mil aralıklarla
atları değiştireceğimiz duraklar oluşturulmuş ancak ya tecrübesizlikten ya da her zamanki
yavaşlıklarından her seferinde yüklerimizi yeni atlara yüklemek için en az bir saat beklemek
zorunda kaldık. Saat 10’da Üsküdar’dan hareketle, akşam saat 7’de “Dil” iskelesine geldik.
Burada bir büyük odası ya da başka deyişle Avrupa’dakilere biraz benzeyen kahvehanesi
olan tek başına bir bina var. Gemiciler, çocuklar ve postacılardan oluşan 8-9 kişilik diğer
gruptan uzakta bir yere yerleştik. Bu insanların hepsi saat 10’a kadar çok eğlenceliydiler
ancak bu saatten sonra hepsi bir yana yayıldılar… Ertesi sabah saat 6’da kalktım ve buçukta
da bizi karşı yakada eski adı Drepanum olan Hersek’ten denize doğru bir çıkıntı yapan boyun
şeklindeki kara parçasına çıkartacak teknede idim. Bu noktadan bizi yaklaşık iki mil içeride
olan Hersek’e götürecek atları bekledik. İzmit Körfezi doğu tarafının kaba taslak resmini
çizdim, bataklık burnun düzlüğünde bir süre dolaştıktan sonra kıyıyı inceledim, tümüyle
yabani otlarla karışmış, hafifçe kırık ve sahile sürüklenmiş deniz kabuklarından oluşuyordu.
Echinus cinsi deniz kestaneleri çok sayıdaydı, her çeşit tarak ve midye kayalara yapışmış
yığınlar halindeydi.
Bitkilerin çoğu oldukça ilgi çekici. Çalılıların ana bitkisi çoban püskülü, bir çeşit kuşkonmaz
ise yüksek ağaçların bile tepesine kadar sarılarak büyümüş. Burada her cins su kuşunu
görmek olası. Bataklık çulluğu yoğun, leylekler ise her alanda rahatsız edilmeyecek
yüksekliklerde yuva kurmuşlar. Bunun için neden her zaman halka yakın yerleri, bir bacanın
tepesini ya da bir meydandaki veya bir konağın bahçesindeki ağaçları seçerler, ilginç.
Gagaları ile enstrümantal bir laklak gürültüsü çıkartırken, zarif bir eğimle kafalarını geriye
doğru atıyorlar. Genellikle eşin yuvaya dönüşünde çıkartılan bir mutluluk sesi.
Temiz sığ suyun dibinde, yolun her iki tarafında da kaplumbağa gördüm ama sabahın bu
erken saati, suda atılacakları tehlikeler için çok soğuk olsa gerek. Atların sağlandığı küçük
köyün içinden geçerken yarım mil boyunca kuleli surları, mezarları ve su yolunu izledim.
Bugün ancak bir zamanlar süslü bir kentin anılarını sunuyorlar.
Yavaşça tepeye doğru tırmanırken, yolun sert çamurlu kısmını bulmak için dereyi yaklaşık
yirmi kez aşmak durumunda kaldık. Göründüğüne göre rehberlerimiz çoğunlukla geçilmez
olan çok kullanılan hattı takip etmekten kaçınıyorlar. Sahne şimdi daha vahşi ve güzel,
dereyle çevrelenmiş ayrı bir tepe. Tepesinde olasılıkla Roma dönemi bir sur gözlemledim,
sekiz ya da on yuvarlak kule hala ayakta. Türkçe adı “Çoban Kalesi”, belki de küçük bir
kasabayı savunuyordu. Tepeler, yoğun mermer damarları ile yatay kireç taşı tabakalarından
oluşuyor. Yolumuz buradan sonra Kızderbent üzerinden İznik.
1838, William Francis Ainsworth
315 Ch. Fellows, A Journal written during an Excursion in Asia Minor in 1838, böl.4, Londra 1839, s. 102-110
166
İngiliz doktor ve jeolog Ainsworth (1807-1896), 1837 yılında Russel ve Rassam ile birlikte
Fırat havzasından başlayan İstanbul’a yolculuğunda bölgemizi şu şekilde anlatmakta;
24 Temmuz günü Bolu’dan yola çıkarak 12 saat ya da 42 mil sonra Düzce’ye vardık. Yol,
Bolu vadisini terk ettikten sonra tepelik bir orman boyunca devam ediyor. Düzce’de daha
önce katettiğimiz yola vardık, bu nedenle ayrıntıları vermeden 25 Temmuz günü 12 saat
sonra Hendek’e ve bir 12 saat sonra da 26 Temmuz sabahı Sapanca’ya vardık. 27’isinde de
İzmit’e vararak, buradan sağladığımız at arabalarına binip 19 saat ya da 66 mil sonra
varacağımız Kartal’a doğru yola çıktık.
2 Kasım’da Rassam’la birlikte Pera’dan bir tekneyle binerek İzmid Körfezi’nde Hereke
karşısındaki bir burunda yer alan Hersek’e doğru yola çıktık. Yaklaşık beş saatlik zevkli bir
yolculuktan sonra atlarımızla birlikte Hereke’ye kara yoluyla gitmiş olan tatar ve uşağın henüz
henüz gelmediklerini gördük. Zorunlu olarak geceyi 10 haneli, harabe minareli bir camisi olan
bu yoksul köyde geçirmeye karar verdik.
Buna karşın Hersek, Helenopolis değilse bile Pronectus olarak iki mil uzunluğundaki su
kemeri ile antik geçmişi olan bir yerdir. Üzerinde bu köyün bulunduğu alüvyonlu çamur ve
kumdan oluşan boyun, denize doğru iki mil uzanmakta olup aslında Kızderbent denilen
geçitten geçen Derbent-su adlı küçük derenin deltasıdır. Komşu iç gölcükler bu yeri o denli
sağlıksız kılmaktadır ki buradaki konaklama noktasında çalışanların dışında pek az insan
oturmaktadır.
Albay Leake, burayı Keşiş Pierre komutasındaki Haçlıların kamp kurdukları Helenopolis
olarak konumlandırmakta. Kızderbent olduğu var sayılan Draco geçidinde bozguna
uğramışlardı ancak bu varsayım şüphelidir. Nicephorus Callistus, Konstantin’in Drepanum
adlı kasabayı daha sonra annesi onuruna Helenopolis olarak adlandırdığını söyler ve
Stephanus’un dediğine göre Helenopolis Astakos Körfezi (İzmit Körfezi) yakınındaydı.
Cellarius, Kadıköy ve İzmit arasında olabileceğini söyler ama bu olası değil. Nikomedia’nın
Rum piskoposu, Sapanca ve Helenopolis’in aynı olduğu konusunda ısrarlıydı. Ertesi sabah
Valide Köprü üzerinden İznik’e doğru hareket ettik.316
1838’de İstanbul’dan Musul’a doğru başladığı ikinci gezisinde esnasında ise Üsküdar, İzmit,
Sapanca, Melensu, Heraklea Pontika (Kdz. Ereğli), Tium (Filyos-Hisarönü), Bartın, Amasra,
Kastamonu, vb. üzerinden Ankara’ya geçmiştir. Eylül 1839’da Türkiye’den ayrılmıştır.
Ainsworth, İzmit’in nüfusunu 30,000 olarak vermektedir. 317
1838, Eugene Boré
Genç yaşında bilimsel bir görev için doğuya gönderilen M. Eugene Boré, 2 Mayıs 1838 günü
İstanbul’dan çıktığı gezisinde Kadıköy-Dudullu-Ömerli yönünden gelip yöremizde Şile, Kerpe
ve Kandıra çevresini gezerek Üskübi’ye (Düzce-Konuralp) geçer.318 İşte anlatımı:
Nikomedes yönetimindeki krallığın sınırlarını Karadeniz, Marmara, Olympus Dağı (Uludağ)
ve Parthenius (Bartın) oluşturuyordu. İlk yerleşikleri Trakya’dan gelen Mysialılar, Thynler ve
Bithynler geri dönüş yolunda onlar tarafından durdurulan Ksenephon’un da aktardığı gibi
cesur insanlardı. Zela sonrası Romalıların kesin fethi ile karşılaşan Bithynia, imparatorluk
hristiyanlarının ilk yerleşim yerlerinden biriydi. Konstantinopolis Patrikliği kurulup etki alanı,
metropolitliği Kayseri’de olan Karadeniz diyokezliğine kadar yayıldığında Bithynia buna bağlı
316 Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia, c. 2, böl. 28, Londra
1842, s. 40-45
317 Öztüre, age, s. 162, İstanbul 1969
318 Boré, Correspondance et Mémoires d’un Voyage en Orient, c.1, Paris 1840, s. 180, 405
167
onbir bölgeden biri idi… verimli Ömerli ovası girişindeki aynı adlı köye vardığımızda sürü
halinde yaşayan köpekler aynı İstanbul’daki gibi ancak daha da çekinmez şekilde ahşap
evlerden dışarı fırlıyorlar. Birinin ısırmasından kurtulmak için gerçek bir kavga veriyoruz.
Havlamaları ve Fransız giysilerimiz bütün çocukların dikkatini çekiyor. Girdiğimiz tüm kent ve
kasabalarda olduğu üzere kadınlar örtünerek kaçışıyorlar, erkekler ise kapılarda sigara
içerek soğukkanlı bir şekilde duruyorlar. Ali, kahyayı çağırdı. Zenginliği, dürüstlüğü ve beyaz
sakalı ile sivil topluluğun önderi olarak kabul görmüş biri. İhtiyar, bize evinde ağırlanmayı
kabul ettirdi. Tereyağ, inek sütü, bahçesinden sebzeler, kümesinden tavuklar telaşlı
hizmetkarlar tarafından bizlere sunuldu ve ertesi sabah da candan minnetimizden başka bir
şey kabul etmedi. İşte Anadolu’nun tüm bu bölgelerinde bizi hayran bırakan ve hiçbir
yabancının altın karşılığı bile satın alamayacağı Türk ve doğu konukseverliği.
3 Mayıs günü, puslu bir sabah, ortalama altı fersah olan bir sonraki olağan durağımıza
ulaşmak üzere yola koyulduk. Oldukça yüklü atlar bundan fazlasına dayanamayacakları gibi
insanları ve yerleri inceleyen aylar boyu göçebe hayatı yaşayan bir yolcu için de yeterli.
Patika meşe, kestane ve gürgen ağaçları ile dolu tepelerle çevrili iç açıcı çayırları aşıyor.
Orada burada yükselen duman sütünları kömür üretimlerinin bir kısmını başkente gönderen
yöre insanlarının meşguliyet ve sanayilerini işaret ediyor. Biraz ötede bir kısmı yanmış
ormanı gördük, rehberimize sebebini sorduğumuzda kızgınlıkla “işte” diye cevapladı.
Tepenin gerisinde Ömerli vadisi sona ererken geniş bir havzaya açılarak fundalık ve genç
budanmış meşeler ufka kadar uzanıyorlar. İki saat sonra tüm bitki örtüsü kuzeyde
Karadeniz’in beyaz kumsalları ile son buluyor. Sahil boyunca yürürken gördüğümüz direk,
gemi karinaları (gövdenin alt bölümü) ve diğer enkazlar Kara Deniz’in bir misafir
sevmezliğinin kesin kanıtları. Eskiler, bu denizi Pontus Exinus yani yabancıların dostu olarak
adlandırarak Kara Deniz’in belalarını savuşturmayı amaçlamışlar. Belki de kimi çıkarcılar,
İstanbul Boğazı’nın dar girişini ararken fırtına ya da sis yüzünden batan bu hüzünlü
teknelerin ağaçlarını kumlardan çekip çıkarıyorlardır.
Şile
Biraz sonra yamaçları bağlık bir yüksek burun üzerine kurulmuş küçük Şile kasabasını
göüyoruz. Daha hoş ve daha iyi havalı olan bu tarafta Türkler oturuyor. Liman civarında yüz
civarında Rum ailesi var… Senede birkaç hafta toplumu ile birlikte olmak üzere İstanbul’a
gitmiş olan papazın evi ikametimize veriliyor. Bizi yardımcısı karşılıyor. Sürekli sarhoşluğu
içinde yaşayan evli bir tip. Bizi iki şapele götürüyor, bu adı vermek de doğru mu bilemiyorum,
resimlerin mihrabı çirkinleştirdiği karanlık ve nemli iki küçük oda… Yolun karşı tarafında
tavernanın kapısında oturarak sigara içen, ölçüsüz uzunluktaki saç ve sakallı bir adam
gördük, bizi selamlamak üzere ayağa kalktı. Rehberimiz, “işte meslektaşım” dedi…
Ertesi gün limana inerken, Cenevizlilerden beri liman girişini koruyan kuleyi inceledik.
Şüphesiz Arrianus’un Şile’nin önünde diye belirttiği Venüs Tapınağı’nın üzerine kurulmuş.
Denizin sakin olduğu günlerde suyun içinde kalıntılar görünüyor. Kalpe’nin (Kerpe) karşı
kıyısındaki buruna ulaşmamız için bize bir şalupa hazırlanmıştı. Altı Rum kürekçi ve bir Türk
reis vardı…
Antik Psyllis’e319 ulaşınca gözlerimiz arzuyla bir kentin geçmişine ait sur, kule ve su kemeri
kalıntılarını aradı.320 Kıyıyı kabaca döven sert dalgalara, birbirine geçmiş böğürtlen,
319 Y.U.: Kefken adası yakınlarında bir dere. Kandıra’dan geçen dere olmalıdır. Bu derenin Billaios (Filyos) Çayı
olmadığı kesindir. Phyllis yakınlarında Herakles/Herkül’e ait bir tapınak var. Rodoslu Apollonios , Argo Gemicileri
adlı destanında Bithynia’nın kuzeyini betimliyor. Irmak Vadisinden, ırmak ilahlarından, Phyllis’den bahsediyor.
Phyllis’in oğlu Dipsakos’un ikameti burası. A.Marcellinus ve Ravenna coğrafyacıları Philium adını kullanıyorlar, bu
Göksu deresidir. Bir yorumcuya göre Psulis Potamos yani Psulis deresi’dir. Psilis yazımı Yaşlı Plinius’da Suris
biçimine dönüşmüştür. Byzantionlu Stephanos’da şöyle bir açıklama vardır: “Psilion, Thyn Yurdu ile Bithyn Yurdu
arasındaki ırmak”. Ancak bunda bir karışıklık vardır, çünkü Thynia “Thyn Yurdu” anlamı dışında Kefken Adası’nın
168
sarmaşık ve “laurus pontica” adı verilen defneler arasından zorlukla geçerek kıyıya yanaştık.
Bilmediğimiz bu yerde ellerimiz, yüzümüz ve elbiselerimiz yırtılmıştı. Ancak, katmanlı kayalar
arasında eşi görülmemiş bir beceri ile insani mimariyi kopyeleyen doğa, bizi sinsice hayal
kırıklığına uğrattı. Utanarak ancak antikiteye merakımız daha da güçlenerek tekneye geri
döndük. Rüzgarın hiç yardımcı olmadığı gece tayfalarımız hala kürek çekiyorlardı. Nihayet
pruvada beliren bir ışık kılavuza gideceği yönü gösterdi ve biraz sonra bize fener işlevi gören,
birkaç Türk balıkçının toplandığı eve vardık. Bir küçük bir odayı da yatmamız için bize
sunmak zorunda kaldılar.
Kerpe
Tarihi anılarla dolu bir yerde olmanın heyecanı bizi sabah erkenden uyandırdı. Hemen antik
Kalpe’yi (Kerpe) aradık. Heraklea’dan (Kdz. Ereğli) gelen Ksenephon’un birliklerinin bir
bölümü ile karaya çıktığı ve arkadaşı Kerosophus’un anavatanını göremeden, ateşli
hummadan son nefesini verdiği köyün bulunduğu bu noktada üç küçük ahşap külübe vardı.
Cunaxa’dan buraya yol oldukça uzun ve Yunanlı yüzbaşı’ın geri çekilişi, fatihlerin
yaptıklarından daha hayret verici. Binlerce diğeri, aynı yol üzerinden savaş kazanmış olarak
geçti ama hiç biri onun gibi geri çekilemedi.
Elimizde onu ilk tarihçiler arasına sokan anlatımı ile birden farkına vardık ki onun gördüklerini
görüyorduk. Bazı farklılıklarla! Artık yamaçlarda nefis şarapların üretildiği üzüm bağları yoktu,
incir ağaçları çiftçilerin bahçelerini süslemiyordu ve kesintisiz kaynak yararsızca denize
akıyordu. Koyu sert kuzey rüzgarlarına karşı koruyan burunun ucunda bir kulenin temel
kalıntılarından başka bir şey yoktu. Ne şekli, ne yüksekliği “Herkül’ün (Herakles) Sütunları”
ortak antik adını (Calpe) taşıyan Gibraltar (Cebelitarık) kayalığı ile kıyaslanamaz. Dalgalar,
kalker kayada derin mağaralar oymuşlar ve oralara girip çıktıkça sızı benzeri bir çığlık
oluşturuyorlar…
Kandıra ve çevresi
İki fersah ötedeki Kanderli (Kandıra) kasabasına posta atı aramaya gitmiş olan Ali hala
dönmemişti. Biz de bizi görme merakı ile köylülerin toplandığı kahvehanenin ev sahipleri ile
tanışma olanağı bulduk. Fransızlarla tanışma yerine, farklı ve belirgin şekilde özellikle
Fransız ve İngiliz adı taşıyanlar karşısında, reaya nedeniyle edindikleri çekinme ve
görmezden gelmeyi sergiliyorlardı. Sultan ve imparatorluk büyüklerinin pantalon ve redingotu
benimsemelerinden bu yana giysilerimiz onları iğrendirmiyor, sohbet etmeye çaba
gösteriyorlardı.
Avrupa ülkelerinin endüstriyel ve sosyal durumu üzerine bine yakın sorudan sonra
Avrupa’nın üstünlüklerini anlamaya başladılar… Ali döndüğünde bu insanları selamlayarak
bataklıktan ayrılmış bir koruluğun ötesindeki buğday ve keten ekili tarlalara girdik ve Irzeva
köyünü sağ tarafta bırakarak ilerleyerek sol taraftaki Duratlı köyünü gördük. Özbi adlı bir
başka köyü zorlukla geçtikten sonra atım yolun kenarında uzanmış kocaman bir taşın
önünde durdu. Genişliği altı ayak, yüksekliği ise on ayaktı. Dört köşesindeki şişlikler
yontularak cilalanmıştı, yan yüzeylerin birinde başı güneş şeklinde insani bir figür vardı. Bu
taşın nereden geldiğini sorduğumda bize eşlik eden Kandıralı kahya çubuğunu dudaklarının
arasından çekerek “Allah bilir” diye yanıtladı, dünyanın başlangıcından beri buradaydı ve
sonuna kadar burada kalacaktı. Umursamazlıkla yola devam etti. Geniş bir çitin arkasına
doğru bakarken bir timülüs fark ettim. Açık ki bu taş oraya aitti. Amasia (Amasya) yolu
üzerinde Tium (Hisarönü – Kdz. Ereğli’nin 64 km kuzeydoğusunda) mezarlığında daha küçük
ölçülerde benzer taşlardan çok sayıda buldum. Hiç birinde yazıt izi yoktu. Aynı akşam, çok
da ilkçağdaki adıdır. Umar’a göre Stephanos’un bu sözü, “Psilion, Kefken Adası ile Bithynia anakarası arasındaki
kanal” anlamında olabilir, nitekim Arrianos, da bu anlamda kullanmıştır.
320 Y.U.: Gezgin Ağva yakinlarında bir noktaya çıkmış olmalı.
169
sayıda mezar yeri dikkatimizi çekti ki şehirler anlamındaki Şeherler (günümüzde Şeyhler
olmalı) köyü bize yakınlarda bir antik bir kentin varlığını az çok göstermekte olabilir.
Sürülerle dolu otlaklar arasından Hoca köyüne varana dek ayışığı bize bir saat boyunca
klavuzluk etti. Yolun uzunluğu üç fersaha eşitti ve öğlene kadar sürekli yürümüştük. Yöre
zengin ve ekili olduğu gibi insanı da geçim rahatlığı içindeydi. Bize oldukça temiz bir ev
verdiler. Ertesi gün, 6 Mayıs günü Mösyö Scafi şarabını unuttuğu ve Ali’nin de tüm
girişimlerine karşı Hoca köyünde şarap bulamaması nedeniyle Pazar ayinini yapamadı…
Izza adlı bey erken saatte oğlu ile birlikte bizi ziyarete geldi. Babası gibi genç adam da
yeniçeri tarzı, zengin giyimli idi. Kıyafet reformu kırsal bölgede yavaş ilerliyordu, kentlerde de
genellikle asker ve memur sınıfı tarafından kabul görmüştü. Izza bey elli yaşlarındaydı, temiz
ve sevimli bir yüzü vardı. Onurumuza yeni kesilmiş bir koyun getirmişti, bizi genç erik
ağaçları ile süslü bahçesine götürdü. Alışık olmadığımız ayakkabı çıkartma ve doğu usulü
bağdaş kurmayı gözlemlerken hizmetkarlar pipo, kahve ve ağırlandığımız çardakta yere
serilen halılar getirdiler. Bey bize Avrupa’nın politikalarından konu açtı, Sultan’ın kaderinin
artık hristiyan güçlerin ellerinde olduğunun farkında idi. Bize kendi atlarından verdi, dokuz
saatlik yolumuz ve aşılacak bir nehir olduğunu bilerek daha fazla kalmamız için zorlamadı.
Kuzey-doğuya yönelerek Kulaklu köyüne kadar hoş bir kırsal bölgede ilerledik. Öküzlerin
çektiği kapalı bir gelin arabası, peşinde beyaz örtülü bayanlar ile köyden çıkıyordu. Damat,
önde tulum ezgileri eşliğinde sıçrayarak dans eden ve silahlarını ateşleyen bir kalabalık
arasında yürüyordu. Saplı bir yemişi olan meşe, gürgen ile yaban armut ve elma
ağaçlarından oluşan bir ormana girdik, kıyının çayırlarla sınırlandığı denize kadar
uzanıyordu. Ucunda bugün Sakarya adını taşıyan ve Homeros tarafından Sangarius olarak
aktarılan ırmak önünde durduk. Sarımtrak suyu hızlı akıyordu. Ağız genişliği Paris’teki Seine
ırmağınınkine eşitti. Birkaç küçük Rus gemisi yükleme yapıyordu. Kırım buğdayı, büyük
sallarla nehir yolundan taşınmış dağ tomrukları ile değiştiriliyordu. Ancak bir at, bir insan ve
ihtiyar kayıkçının binebildiği altı ayaklık bir kanoda uzun ve tehlikeli bir geçişle gece karşı
kıyıya vardık. Ay ve yıldızların bir armağanı olarak güneye doğru ilerledik ve ayanın bizi
kendi evinde ağırladığı Darıkeni köyüne vardık. Yakınlarda at bulunmadığından ertesi günü
de orada geçirdik.
Oldukça büyük koruluk bir araziden başka bir şey olmayan bölgenin temel geçim kaynağı
İsviçre’nin dağ evlerine benzer şekilde yapılmış ahırlarda barınan sığır ve koyunlardan
geliyor. Geçtiğimiz sene olan veba popülasyonun üçte birini yok etmiş.
Merakla Algers’den (Cezayir başkenti) haberler soran bir Türk ziyaretimize geldi. “On yıl
boyunca Cezayir Beyi’nin hizmetindeydim, sizin kuvvetleriniz geldiğinde püskürteceğimizi
sanıyorduk ancak iyi savaşıyorlardı” dedi. Kısa bir süre önce Constantine’nin de (günümüzde
Annaba) alındığını söyleyince üzüntüsünü belirtir bir soluk aldı. Yine de nazikti, tütün ve
kahve ikramımızı kabul etti. Gece, Bey’in bize tekrar göremeyeceği çekincesi içinde ısrarla
birkaç gün daha kendi evinde kalmak üzere davet eden, temiz ve saygılı oğlu beni geziye
çıkardı. Komşu ormandaki, yaban domuzu ve kurtlara karşı kahramanlıklarının tanığı ağaçsız
alanları gösterdi. Bu hayvanlar sürü halinde dolaşıyorlar ve geceleri ahır kapılarına kadar
yaklaşıyorlar. Çakalların çığlıklarının ağaçların derinliklerinden yankılanmasını ve tilkilerin
bölgede çok olan tavşanları kovalarken cıyaklamalarını daha önce duymuştuk. Benim
köpeğim de bir çakalın pençelerinden kurtardığı bir tavşanı getirmişti. Bir guguk kuşunun
şakımasını duyunca, genç adam bu kuşu güzel bir ifade ile tanımladı: “işte gagasında
ilkbaharın anahtarlarını taşıyan kuş”.
Ertesi gün, 8 Mayıs günü denizden esen rüzgarın getirdiği ve sonrası sıklıkla yağmurla
sonuçlanan yoğun bir siste yola çıktık. Ancak haziran sonunda sıcaklar başlayarak kuraklığı,
humma ve dizanteri gibi salgın hastalıkları getiriyor. Denizi solda bırakıp, Ingerlü ve Karasu
170
köylerini geçerek öğlene kadar kıyıdan yürüdük. Av kuşlarının bolluğu ve gözü peklikleri bu
kıyının vahşi durumunu kanıtlıyor.
Rumca ve Türkçe tekil bir kelime birlikteliğinden adını alan Melen-su ya da bir Kara-su adlı
küçük bir ırmak geçişimizi engelliyor. Küçük bir tekneyle karşıya geçmeden önce denizciler
ve yolcular için siyah kötü bir ekmek üreten bir Rum’un kulübesine girdik. İştahımız onu mutlu
etti. Makedonya kökenli bu adam dilini gayet kibar konuşuyordu ve antik kalıntıları
aradığımızı öğrenince bize iç tarafta yaklaşık 12 fersah uzaklıktaki Heliopolis’ten bahsetti. Hiç
gitmediği ve tam konumunu bilmediğini göze alarak iki gün sonra ziyaret edeceğimiz aynı
uzaklıktaki Prusias ad Hypium’dan (Düzce – Konuralp) söz ettiğini varsaydık.
Üç fersah daha doğudaki Kurkun Dağı akşam için bize oldukça yoracak zorluklar hazırlamış.
Bir gün önce yağan yağmur, dik rampayı atlarımızın nallarının tutunamayacağı bir duruma
getirmiş. Ağaç dalları ve gövdeleri yolu kapamış, zirveye varamadan akşam oldu. Yük
atlarımızdan biri şansız bir şekilde kayarak sandıklarımızla birlikte uçuruma yuvarlandı. Bir
ağaç kökü aşağı düşmesini durdurdu. Yaralanmadan ayağa kalktığı anda ay Karadeniz’in
bağrında çok parlak bir şekilde belirdi. Çok şükür bu aydınlık bizi tehlikeli bölgeden çıkararak
akşam saat on’da küçük Akçe-Çarşu kentine (bugün Akçakoca) varmamızı sağladı.
20 mayıs günü gezdiğimiz Prusias ad Hypium’un emporium’u (ticari limanı) olan Akçe-Çarşu
deniz kenarında, bir cami, Osmanlı donanmasına donanım üretiminin yapıldığı büyük
atölyeler ve adını bunlardan alan bir çarşıya sahip. Bu atölyelerde çalışan çok sayıdaki
işçinin gözetiminden sorumlu Ağa öğle yemeğimizi bizle paylaşmaya geldi. Biz Fransız ulusu
için onur verici bir olay çünkü Cezayir’de tutsak düşmüş. İmparatorluk tersanesi
yakınlarındaki ormanları çok iyi tanıdığından bize Prusias (ad Hypium) antik kenti
kalıntılarının bulunduğu altı saat uzaklıktaki Üskübi’ye (bugün Düzce-Konuralp) nasıl
gideceğimiz hakkında bilgi verdi.
Gezgin ve arkadaşları buradan sonra Konuralp, Varaklı, Alaplı ve Kdz. Ereğli üzerinden
yollarına devam ederler. Ancak yazarın dipnotlarında görüldüğü gibi özellikle Konuralp batı
surlarından alınanlar olmak üzere Kdz. Ereğli’ye kadar topladıkları yazıtları, uzmanlık isteyen
bu tür çalışmaları yolculuk esnasında yapamayacakları söyleyerek önce İstanbul sonra da
Fransa’ya götürme çabası içindedirler. Başarıp başarmadıkları hakkında bir açıklama ne
yazık ki yok. Fransa’daki müzelere, özellikle de Louvre’daki Eugene koleksiyonlarına ve
kayıtlara bakmak gerek.
1843-1844, Philippe Le Bas
Philippe Le Bas, 1843-1844 yıllarındaki gezisini “Yunanistan ve Anadolu’da Arkeolojik Gezi”
başlığı ile yayınlamıştır.321
1843, Charles (Félix-Marie) Texier
*1834 Gezisi: İzmit, İznik, Bursa, Azani harabeleri, Afyonkarahisar, Phyrig mezarları,
Pessinonte’nin keşfi, Ankara, Ürgüp vadisi, Erciyes dağı. Dönüş yolu Lykanoia, Toroslar.
*1835 Gezisi: Marmara ve Ege etrafındaki vilayetler. Lykia ve Pamphylia
*1836 Gezisi: Pamphylia, Kilikia, Doğu Toroslar, Fırat vadisi, Tarsus’tan Trabzon’a geçiş,
İstanbul’a dönüş.
*1839 Gezisi: Trabzon ve Erzurum üzerinden İran’a gidiş.
*1842 Gezisi: Bir kez daha Türkiye’ye gelir.
321 Le Bas, Voyage Archéologique en Grece et en Asie Mineure : pendant les années 1843-1844, Paris 18471854 (Diğer Yazarlar: William Henry Waddington, Eugène Landron, Paul François Foucart) Ne yazık ki
bu yapıta ulaşamadım.
171
1832 yılında Anadolu ve İran’da araştırmalar yapmak üzere Fransız hükümetince
görevlendirilen ünlü mimar Charles Texier (1802-1871), bu tarihten sonra ünlü bir şarkiyatçı
olarak anılmıştır. 1843 yılında bir kez daha Anadolu ve İran yolculuğuna çıkmıştır. Özgün
baskısı 1862 yılında Paris’te basılmış olan bu seyahatname, Ali Suad tarafından 19231924’de eski harflerle Türkçe’ye çevrilerek yayınlanmıştır. Başka Türkçe bir baskı ise, Prof.
Dr. Kazım Yaşar Kopraman tarafından yeni harflerle aktarılandır. Yazarın ayrıca “Description
de l’Asie Mineure / Anadolu’nun Anlatımı, Paris, 1839-1840” adlı bir yapıtı daha vardır.
Texier’nin ülkemizde yayınlanan bir başka çevirisi de 1873 yılında İzmir’de Yunanca olarak
yayınlanmış 21 x 14 cm boyutlarında 384 sayfa olan “Yeografia İstoriki Perigrafi tis Mikros
Asia”dır. İşte yöremiz hakkındaki notların özeti:
Krallık Dönemi Bithynia
Bizanslı Stephanos, Bithynia’da krallığın kuruluşundan memleketin bir Roma şehri
derecesine indirilişine kadar, yönetimi elinde bulunduran sekiz kralın tarihini veriyor.
Dedalses’in oğlu Botyras, babasının ölümüyle Bithynia’nın hakimi oldu: Kdz. Ereğli’nin hakimi
Denisos, büyük bir ordu ile gelerek Astacus’u kuşatmıştı, Botyras burasını savundu. Bunun
oğlu Bias babasından kalan kuvvet ve memleketi, komşularına karşı çok sayıda savaşla
korudu. (İÖ 378-328)
Bithynialıların yönetimi altına girmiş olan Yunan memleketlerinin yeniden özgürlüklerini elde
etmeleri için hazırlık yapan ve Frigya’ya kumanda eden, İskender’in generali Caranus’a karşı
avantajlı bir savunma yaptı.
İskender’in ölümü, Bias’ı bu tehlikeli rakipten kurtardı: İşte o zaman hükümet, krallık adını
alarak yönetimini üç asır süreyle korudu. Oğlu ve halefi Zipotes de uyuşmazlık olan
eyaletlerin mülkiyetini silahlı kuvvetleriyle sağlamaya mecbur oldu. Böyle yeni ve
hürriyetlerini tehdit eden bir devleti görmekten hiç hoşlanmayan Yunan Cumhuriyetleri,
Zipoetes ile savaşmak için aralarında anlaştılar. Ptolemee birliklerinin gelmesi, general
Antigone’un Kalkedonlularla planı sonucu Yunanlılara yardımı dolayısıyla başlangıçta kral
Zipotes yenilme tehlikesi geçirdi. Fakat İskender’in generalleri arasında ortaya çıkan
anlaşmazlık sonucunda bunlar kendi özel çıkarlarını korudular ve yeni cumhuriyetler Bithynia
Krallarının intikamıyla karşı karşıya kaldılar. Savaşa kendi başına devam etmek isteyen
Kadıköy, ordusunun parçalandığını ve, bütün şehrin yağma edilmek üzere olduğunu gördü;
devamlı olarak gizlice Yunanlılara meyilli olan Bizantion Cumhuriyeti, Bithynia ile
Kadıköylüler arasına aracı sıfatıyla girdi.
Zipotes dönemi hep galip olduğu savaşlarla devam etti. İskender’in generalleri bu zengin
eyaletlere boşuna göz dikerek İskender’e Asya’da ve Trakya’da düşmanlar oluşturuyorlardı.
Heraclea (Kdz. Ereğli) kralları Bithynia krallarının başarılarını daha unutmamışlardı ve
Zipoetes aleyhine, Lysimakhos ile anlaşmış olduklarından Zipotes barış içinde yaşayamayan,
bu kenti sonsuza dek ele geçirmek için doğrudan Ereğli üzerine yürüdü. Bithynia’nın
Sakarya’dan öteye Maryandinlerin işgal etmiş oldukları bu kısmı, hemen hemen ıssız bir kır
idi ve burada oturan kavim, göçebelik iç güdülerine uyarak bu şekilde çatılmış kulübelerde
ikamet ettiklerinden bir kentleri yoktu.
Fakat yerleşik olmaya alışmış bulunan Bithynialılar, yönettikleri her yerde kent kurma
ihtiyacını hissediyorlardı. Zipotes bu uzun seferi sırasında Sakaryanın ilerisinde ve Lyperus
Dağı yakınında Zipotium şehrini kurdurdu. Bu şehir yalnız Memnon ile Bizanslı Stephanos
tarafından anılıyor. Daha sonraki tarihçilerin söz etmeyişlerine sebep, ya şehrin adının
değişmesi ya da uzun süre yaşayamamış olmasıdır.
I.Nikomedes
172
Kral Zipotes, kırk yedi yıl süren bir yönetim döneminden sonra vefat ederek krallığı oğlu
I.Nikomedes’e bıraktı. Bu prens tahta çıkışını, doğu tarihlerince çok sıradan olan bir cinayetle
ilan etti. Daha iyice güçlenmemiş olan memleketi parçalayacak bir hırsın ortaya çıkması
korkusuyla erkek kardeşlerini öldürttü. Bunların en küçüğü olan Zibeas ya da Zipotes,
kaçarak ölümden kurtuldu. Bithynia’nın doğusuna çekilerek ortada sağladığı taraftarları ile
kardeşinin üstüne yürüdü. Düşmanının ilerlemesinden korkuya kapılan Nikomedes,
Bithynia’nın eski düşmanları ve savaşmaktan yorulmuş Heraclea sakinlerinin antlaşmasını
istedi. Khalkedon, uzun süredir yaşadığı kargaşalıkların sona ermesini sağlayacak böyle bir
teklifi memnuniyetle kabul etti. Bizantion, Khalkedon’un izini takip etti; fakat diğer yönden
Küçük Asya’nın Toros’tan ötedeki eyaletlerini elde etmeyi ne zamandan beri düşünen Suriye
Kralı Antiochus, yardımlarını Zipotes’e yöneltti: O zaman Nikomedes bu kadar güçlü bir
düşmana karşı durmak için ünü çoktan Çanakkale Boğazı’nı aşmış ve Antiochus’un gücünü
dengeleyebilecek tek seçenek olan bağlaşıklarını yardıma çağırmayı düşündü.
Yunanistan ve Makedonya’yı arkada bırakarak düşman müttefiki sıfatıyla Bizantion
kapılarına gelen Brennus’un en cesur yardımcısı, Marmara denizi kıyılarında gözüktü.
Nikomedes’in Byzantion’la imzaladığı antlaşma, kralın kararı üzerine muhtemelen etki
yapmış ve Byzantionlular, ona yardım ederek çıkara dayalı bir dostluktan kurtulmak
mutluluğuna kavuşmuşlardır. Bir imparatorluk kurmak için gelen bir avuç adama, Asya’nın
kapılarını açmakla Nikomedes akıllı bir siyaset izlemiştir. Nikomedes, Galatlarla Photius
tarafından saklanmış ve zamanımıza ulaştırılmış olan bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşma da
Byzantion ile Nikomedes’e bağlı diğer şehirlerin çıkarları korunmuş ve gözetilmiştir. Bu
şekilde Galatlar, bu cumhuriyete ait toprakların herhangi bir yerine silahlı olarak kim girerse,
onların düşmanı olacaklarını açıkladılar.
Bütün düşmanlarından kurtulmuş ve komşularıyla arası iyileşmiş olan Nicomedes bundan
sonra memleketin yapılanmasına dikkat edebildi. Bitinya’nın önde gelen şehri olan Astacus,
uzun süre savaş tahribatına uğrayarak neredeyse açık ve sursuz kalmıştı. Nicomedes bir
başkent kurmayı düşünerek bütün Bithynia kıyısının en güzel bir yerini bunun için seçti.
Nicomedes, prenses Kosingis ile evlendi, ondan üç çocuğu oldu.
Bu prensesin vefatı ile Etazeta adında bir kadınla evlendi. Bu kadın çocuklara o kadar kötü
davrandı ki en büyükleri olan Zielas son Ermenistan kralının yanına gitmek zorunda kaldı.
Nicomedes’in yönetiminin son zamanları hep mutlu geçti. Buna karşı düşmanları tahrik için
Suriye krallarının girişimleri başarılı olamadı; otuzaltı yıl yönetimde kaldıktan sonra, ilk
hanımından olan çocuklarına ikinci karısından Prusias adındaki oğlu lehine yönetim haklarını
devrettirerek öldü.
Zielas
Babasının öldüğünü öğrenen Zielas, bir grup taraftarının başına geçerek yönetim hakkını geri
almak için geldi. Bu sırada babası ile yaptıkları antlaşmayı hatırlayan ve aynı zamanda savaş
için bu fırsattan memnun olan Galatlardan beklenmeyen bir destek buldu. Daha Bithynia
sınırına ulaşmasından önce oldukça kalabalık bir ordu toplamıştı; fakat Heraclea ile Tium
kraliçenin tarafını tutmuşlardı.
Bununla beraber Zielas, Galatları bunların üzerine kışkırtarak intikamını aldı; Galatlar, Ereğli
arazisini tahrip ettiler. Zielas ile kaynanasının torunları.memleketi böldüler ve Ereğli
Cumhuriyetinin yardımıyla bir barış yapıldı. Zielas memleketin doğu kısmına yerleşti. Çok
bilimeyen birinci ve ikinci Bithynia bölünmesinin o zamanlar ortaya çıkmış olması olasıdır.
Nikomedes’in diğer oğlu Prusias ise, memleketin iç kısmında yönetimi elinde
bulunduruyordu. Fakat, sürekli iç savaş ve karışıklıklarla meşgul olan bu oğul babasının
girişimine devam edemedi. Kentler kurma ve imar etme çalışmaları hep askıda kaldı.
1.Prusias
173
Zielas’ın ölümünden sonra genellikle birinci kral gözüyle bakılan oğlu Prusias, amcası
Prusias’ın yönetmekte olduğu eyaletlere kendi krallığıyla birleştirebildi. Bu olay Bithynia ve
Bergama kralları arasında ilk savaşın meydana gelmesine sebep oldu. İki taraftan her biri
Yunan prensleri ve zafer ganimeti almak üzere toprakları biraz genişletme ümidini besleyen
küçük cumhuriyetlerden kolayca müttefikler buluyorlardı.Attalus’un Bizantion Cumhuriyeti ile
ittifakına karşılık daha iyi dayanmak için Prusias da Makedonya Kralı Filip ile birleşti.
Bu prens Asya’da savaş için daha önce birkaç fırsat ele geçirmiş idi. Bu bölge krallarının
anlaşmazlıklarına bir an önce karışmak için yeni sebepler elde ediyordu. En zayıf bir bahane
ile kıyı şehirlerine saldırıken müttefiklerinin uzak yerlerdeki olaylarla meşgul oldukları
zamanları seçiyordu.
Romalılar Philip’e savaş açtıkları zaman, Prusias, bağlaşığı Phlip’in yaynında yer almayarak
Bergama kralını Romalılara yardım etmesi için Yunanistan’a geçmekte serbest bıraktı ve
Bithynia’nın büyümesini kıskanarak bakan devletler arasındaki uyumsuzluktan faydalanıp
sınırlarını doğu kıyısına kadar genişletti. Heraclea’yı kuşatarak Paflagonya’nın bu başlıca
şehrini Pontus Kralı Mithridates aracılığıyla ülkesine kattı. Kuşatma sırasında yaralanarak
fetihten vazgeçti; kırk senelik bir yönetim döneminden sonra hayatını rahat bir şekilde
sürdürmek için tahtını kendi adındaki oğluna bıraktı.
II.Prusias
Cynaegus, yani “avcı” ünvanı verilen bu Prusias M.Ö.192 yılında Bithynia tahtına çıktı.
Babasıyla Makedonya prensleri arasındaki antlaşma, Prusias’ın Philip’e karşı oynak
davranmasına rağmen yine geçerliydi. Bu Bithynia hükümdarları, Perseus’un
kızkardeşlerinden biriyle evlendi ve bu prensin doğuda Romalılara düşman olanlarla yaptığı
entrikaya katıldı.
Cumhuriyetle barışık ve Bithynia krallarının gücünü çekemeyen Eumenes, kendisini
öldürmek için suikastte bulunan Perseus’nin ihanetinden Romalılara şikayette bulundu;
savaş ilan edildi ve Prusias savaştan vazgeçilmesi için Roma habercilerine boş yere etki
etmeye çalıştı. (İÖ 170 )
Prusias, kayınbiraderi nezdinde girişimini daha yaralı hale getirmek için Eumenes’e saldırdı
ve savaşı, Asya’da kalmaya mecbur olan Bergama kralının topraklarına kadar götürdü;fakat
bütün bu olaylar doğrudan doğruya savaş açamayan Roma politikasına çok iyi hizmet
ediyordu. Romalılar, Asya krallarına açıkça saldırmak için onların kendi aralarında bu şekilde
savaşarak hepsinin zayıflamasını bekliyorlardı. Prusias’ın ordusu Eumenes birliklerine karşı
önemli başarılar kazandı. Bu başarılar generallerinin beceri ve deneyimlerinden çok
Cynaegus’un babası Prusıas’ın sarayına sığınmış olan Hannibal’ın örgütlemelerine
borçluydular
Bu Kartaca generali, Eumenes’in donanması ile bizzat savaşarak gemileri kaçmaya zorladı
fakat bu büyük iyilikler bile Prusias’ı en alçakca cinayetlerden vazgeçiremedi. Eumenes bu
adamın davranışından Romalılara şikayette bulunmuştu. Roma cumhuriyeti, silahın çabuk
etki edemeyeceği durumlarda Asya krallarının boyun eğdikleri bir otorite idi. Roma meclisinin
gönderdiği Quintius Flaminius iki kralın aralarını bulma görevi ile Bithynia’ya ulaştı.Fakat
Romalılar’ın en büyük düşmanının Bithyna da Prusias’ın misafiri ve dostu olarak yaşadığını
anlayan Flaminius, Hannibal’ın dostu olan bir kişiyi Romalıların hiçbir zaman dost
tanımayacaklarını gizlemedi. Bithynia kralı o zaman konuğunu teslim ederek Roma’nın
koruması altına girmekten dolayı hiç yüzü kızarmadı; fakat aleyhine dönen suikastten o anda
haberdar olan Hannibal, kralın muhafızları kendisini tutuklamak için geldikleri sırada daha
önce hazırladığı zehiri içti. Deniz kenarında Libyssa adındaki bir köye gömüldü. Aldığı
eyaletleri Eumenes’e iade etmek zorunda olan Prusias, Roma Meclisinin çıkarlarını kendisi
174
giderek korumak için Roma’ya yolculuk yapma girişiminde bulundu. Fakat daha Capitole ‘e
çıkarken takındığı yalvarıcı tavrının küçüklüğü,o gururlu cumhuriyetçiler nezdinde,
müttefiklerine saldırıda gösterdiği cesurca hareketten daha kötü bir etki yaptı. Yenilmiş bir
halde geri döndürülen bu kral, Bithynia’ya gelir gelmez Bergama krallarından intikam almak
amacıyla Eumenes’in halefi II.Attalos’a savaş açtı ve onu yenerek başkentini ele geçirdi.
Fakat Romalılar ona tekrar baskı yaparak şehrin asıl sahibine iadesi için zorladılar.
Bithynia’da meydana gelen ayaklanmalar ise Prusias’ı İzmit’e kaçmaya zorladı; oğlu
Nikomedes, devrimcilerin başında olduğu halde ona son kaçışında saldırdı ve babasını
öldürttükten sonra Philopator ünvanı ile kral ilan edildi. Yönetiminin ilk yılları tam bir barış
içinde geçti.322
II.Nikomedes
Bu hükümdarların Grek kralları ile antlaşması ve Asya prenslerinin gösteriş açısından en
ünlü olanlarıyla kurduğu sürekli ilişkileri, Bithynia krallarının saraylarının da Attaloslar ve
Selevkoslar’ınkinden aşağı olmadığı düşüncesini veriyor. Fakat Bithynia çoğunlukla istila ve
yağmayla karşı karşıya kaldığından, yabancı yönetimi altına girmeden önceki dönemlerine ait
bazı eser ve anıtlar bulmak ümidi yoktur.
III.Nikomedes
Nikomedes’in Mithridates ile yaptığı antlaşma Romalıların öfkesini çekti; fakat Kapadokya ve
Paflagonya’yı ele geçirerek müttefiki ile bölünmesine engel olmadı. Yeni müttefikler
arasındaki bir anlaşmazlığıçözmek için hakem sıfatıyla çağrılan Romalılar, Mithridates
tarafından öldürülmüş olan kral Ariarathes’in intikamını almak için Kapadokya’yı ele
geçirdiler. Aynı kaza Nikomedes’in başına da gelmekte gecikmeyerek, tahtını aynı addaki bir
oğluna bıraktı. III Nicomedes ünvanıyla bu bu prens önce Mithridates’in himayesinde bulunan
kardeşi Sokrates’e karşı savaş açtı; yalnız bu hareketi Romalıların ittifak etmesine sebep
oldu.Romalılar bu kralın tahtını çoğu kez yeniden kurdular.Bu zamandan itibaren Bithynia,
Romalıların oldu ve birkaç yıl sonra Nicomedes ölürken mirasçılarını belirledi. Bununla
beraber mirasçılar, paylarına savaşmadan sahip alamadılar ve Mithridates büyük bir ordu
hazırlayarak, Silanus, Lucullus ve Cotta’nın istilasına uğramış olan Bithynia’yı savunmaya
kalkmıştı. Hasımlarından Lukullus, Mudanya ve Bursa şehirlerini kuşatırken Cotta da
kararkahını Kadıköy’de kurmuştu. Lucullus, Mitridates’in çok sayıda gemiyle kuşatmasına
uğradıysa da arkadaşının yardımıyla kurtuldu.323
Bithynia kralları sülalesi aşağıda kaydedildiği şekildedir;324
Bias
Zipoetes
I.Nicomedes
Prusias (Zelas)
I.Prusias
II.Prusias
II.Nikomedes
III.Nikomedes
Yönetim Dönemi
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
“
M.Ö. 378-328
M.Ö. 28-281
M.Ö. 281-246
M.Ö. 246-232
M.Ö. 232-192
M.Ö. 192-149
M.Ö. 149- 92
M.Ö. 92- 75
Roma Vilayeti Bitihynia
322 Texier, age, s. 104
323 Texier, age, s. 105
324 Y.U.: Texier, o dönemin diğer tarihçilerinin yaptığı gibi II. Nikomedes ve III. Nikomedes’i aynı kişi sanma
yanilgisi içindedir. Yani son Nikomedes, aslinda IV.Nikomedes’tir.
175
Daha sonra Roma vilayeti şekline dönüştürülen bu mamleket, prokonsüller(proconsuls) ve
Pretorlar (Preteurs) hükümetinin altına düşmüş ve imparotorluğun genel yönetimi içine
girmiştir.Roma halkının bir eyaleti ilan edilen Bitinya,kur’a ile belirlenen Porokonsüller
tarafından idare edlirdi.Birkaç imparotor tarafından ziyaret edilmiş ve arazisi çoğunlukla
imparatorluğa geçmek isteyenlerin hak iddia etme yolunda yaptıkları savaşlara sahne
olmuştur.
Bizans Dönemi Bithynia
İç savaşları kışkırtan bütün savaşların en önemlisi, Licinius ile Konstantin arasında
imparatorluğun kaderini belirleyendir. Licinius’un donanması Bizans surlarının önünde
yenildi. Yaklaşık bütün gemileriyle beşbin askeri yok edildi. Bunun üzerine gizlice Kadıköy’e
geçerek derhal etrafına elli bin kişilik bir ordu topladı. Fakat Konstantin ona daha büyük bir
kuvvet toplama zamanını vermeyerek İstanbul boğazını geçtikten sonra bugün Üsküdar adı
verilen Chrysopolis tepelerinde savaşa tutuştu. Bütün bu savaş meydanı, bugün şehirden ta
Bulgurlu Dağı (Büyük Çamlıca Tepesi) eteklerine kadar geniş bir Müslüman mezarlığıdır.
Bunu takip eden yıllarda imparatorluk, zaferle yenilgiler arasında sallanarak hemen hemen
devamlı olarak uzak seferlere girişti ve Bithynia ile sınır olan eyaletler, yerel ayaklanmalar ve
karışıklıklar olmadıkça, bir tür sakinlik ve rahatlıktan faydalandılar. Julianus tahta çıkar
çıkmaz, depremden zarar görmüş büyük şehirleri yeniden yapılandırmada başarılı oldu.
Sonra İzmit‘ten hareketle İranlılarla savaşmak için Asya’yı dolaştı. Halefi Jovienus, Ankara’da
tahta çıkarak imparator sıfatıyla Istanbul’ın duvarlarını bile görmedi. Bunun görevlilerinden
Valentinianus adında biri, ordu ile müttefik bulunan kuvvetli bir grup tarafından Ankara’dan
Bithynia’ya çağrılmış ve İznik şehrinde imparator ilan edilmişti. Bunun arkasından hemen
İzmit’e giderek kardeşi Valens’i imparatorluğa ortak etti. Yeni imparatorların etrafında
birleşmiş olan tarafların büyük yardımı,a sıl imparator ailesinin akrabasından Procopius’un
arzularını susturamadı. İmparatorun orada bulunmasına rağmen İznik ile Kadıköy’ü ele
geçirdi. Bu olaylar sırasında Valentinianus vefat ederek imparatorluk tamamen Valens’e
kaldı. Bunun ilk işi, işgal ettiği şehirleri kuşatarak isyanları şiddetle takip etmek ve bastırmak
oldu. Bununla beraber, Procopius’un İznik’te bulunan askerleri bir çıkış yaparak Kadıköy’ü
sarmış olan Valens ordusunu endişeye düşürdüler.İmparatorlarının yalnızca oradan kaçma
işine yaramış ve Ammien Marcellinus’un Sunon adı verdiği Sophon gölü üzerinden düşman
eline düşmekten kurtulmuştu. Latin yazarın burada İznik Gölü’nden söz etmediği açıktır;
çünkü bütün İznik yöresi düşman tarafından işgalm edilmişti ve halbuki İzmit tarafı imparatora
sadıktır. Procopius’un taraftarlarını çoğaltan bu olay ona Kyzikos’un kuşatılması fikrini vermiş
ise de bu girişim,imparatorluk yolunu açmamıştır. Valens tarafından Nacolia ovasında
saldırıya uğrayarak ordusu bozulmuş, kaçarken yakalanan kendisi, imparatorun emriyle idam
edilmiş ve hızlı bir intikam şeklinde buna taraftarlık etmiş olan şehirlerin surları, temelinden
sökülüp yıkılmıştır. Aynı şekilde İranlılar, Keyhüsrev’in kumandası altında Bithynia’ya akın
ettikleri zaman,b una benzer surları tahrip edilmiş şehirleri, kolaylıkla ele geçirmişlerdi.
İranlıların baskınını, Gotlar ve İskitler takip etti.Bunların düzenli savaş yapma alışkanlığı
yoktu. Bütün amaçları birden inerek halkı yağmalamak ve götüremedikleri şeyleri yakmak idi.
İmparator Decius ve Diocletianus zamanında yapılan zulme rağmen, hırıstiyanlık Bithynia’da
tam olarak yayıldı ve imparatorluk makamından bir himaye gördüğü anda sadıklar, manastır
ve kiliseleri kapayarak çevre şehirlere ve dağ yamaçlarına çekildiler. Bütün Olimpus vadileri,
yanında samimi ve ateşli öğrencilerle münzevilerin geldiklerini gördüler.
Müslümanların Hakimiyeti 325
Anadolu’nun diğer bölümleri, uzun süreden beri bağımsız hükümetler ve beylikler oluşturmuş
olan Müslüman ırkının eline düşmüştü; fakat Bizans imparotorlarının dikkatli kontrolleri,
325 Texier, age, s. 108
176
Bithynia sınırlarını emirler ve halifelerin uzağında tutmuştu. Ankara’yı ele geçiren ve öncüleri
hemen Ereğli’’ye kadar gelen Hârûn er-Reşit imparatorun imzaladığı bir antlaşma sonucunda
çekilmiştir. Diğer Müslüman prenslerle sürekli olarak savaş eden Selçuklular, Bithynia’ya
gevşek bir tarzda saldırmışlar ve Osmanlı sülalesinin lideri olan Tuğrul da (Osman) kendisi
için bir imparatorluk kurma fikri ile doğru batıya yürümüş ve oğlu Orhan’a Bursa dağlarını
göstererek, Sakarya kıyılarında vefat etmişti. Selçuklu Sultanı Alaeddin, buna Sakarya’dan
öteye fethedeceği yerlerin tamamının yıllık gelirini vermişti. Osmanlıların Asya’da başkent
yaptıkları Bursa şehrini almaları, Bithynia imparatorlarının hakimiyetlerinin sona ermesine
sebep oldu. Sonuçsuz savaşlar, yerleşmemiş kuvvetler,bir hakimiyetin varlığına işaret
sayılamazlar. Daha sonra, Haçlı orduları bu toprakları işgale geldikleri zaman, Osmanlılar her
ne kadar yenilmiş idiyseler de hiçbir zaman kovulamadılar ve İstanbul’un alınması, yeni
yüzyılın savaşlarını taçlandırarak, Müslüman hakimiyetini sonsuza kadar şekillendirdi.
Sultan Orhan yeni fethettiği eyaletlerin sınırını belirlediği zaman başlıca yerleri orada
faaliyette bulunan kaymakamlarının adlarıylaadlandırdı. Bu şekilde Thyn’lerin memleketi
Kocaeli ve eyaletin batı tarafı Hüdavendigar adlarını aldılar. Emirin Olimpus etrafında
kendine ayırdığı araziye de Sultanönü adı verildi. Fakat Sultan, bu fethedilmiş yerleri yalnız
kendisine almayarak, emirlerinden en ünlü ve kahraman olanları,genel hazineya peşin olarak
ödedikleri taksitten başka,belli sayıda silahlı adam da vererek arazi alırlardı. Bu yerlerin
yönetimi (Beyliği) onları alanlara,çocuklarına ve torunlarına geçerdi. Sultanların yüceliğine ve
gücüne asırlarca büyük yardımı olan “derebeylik”’ in gücünün ve yönetiminin kaynağı
buradadır.
Bu araziden bazı yıllar için verilmiş olanları,sürenin bitiminde Osmanlı Devletinin emrine
devredilirdi. Bu memleketin, yalnız Hrıstiyanları değil, hatta farklı Müslüman aşiretleri de
ezmiş olan özel savaşları, onun medeniyet ve ticaret açısından son unsurlarının da yok
almasına sebep oldu.
Sultan Mahmut’un siyasi prensiplerinin önemlilerinden biri,imparatorluğu kesin bir tek düzen
altında toplamaktı. Bunun için derebey kuvvetlerine saldırdı. Bunlardan İstanbul’a yakın
alanlar, boyun eğmek zorunda kaldılar. Bugün Bithynia sahası, her yılın bayramında, hassa
arazisini alan paşalar tarafından yönetilir. Eyaletleri ateş içinde bırakan cesur ayaklanama ve
isyanlardan artık söz edilmiyor. Şimdi Türkler ile Hristiyanlar yönetimin lutuf ve kereminden
değilse bile, nisbi bir sakinlik ve rahatlıktan yararlanmaktadırlar.
İzmit, hicri 727 (milâdi 1326) yılında Marie Paleologos’un kardeşi Kaloioannes’in büyük bir
çaba göstererek savunmasına rağmen, Türkler’in eline geçti. İstanbul’un Latinlerin eline
geçmesi üzerine, Komnenos prensleri İzmit’te ikamet etmişlerdi.
Sultan Orhan Gazi tarafından hemen hemen bütün kiliseler camiye çevrildi. Bununla beraber
İzmit şehri Rum kiliselerindeki ayrıcalıklarını ve bir Episkoposluk ayrıcalığınını sürekli olarak
korudu ve İstanbul’un büyük yortularında İzmit Episkoposu, İznik Papazının yanında ve
hemen Patrik’tensonra yürüyordu. İzmit kilisesi, çok sayıda dini eşyayı korumuştur. Bunlar
arasında yakut ve inci ile süslenmiş ve kol şeklinde yapılmış gümüş sandık içinde korunan
Saint Basile’in kolu vardır.
Bugünkü Nikomedia’nın Türklerce adı İznikmid’dir. Bu dil bozulması sonucu eski beldelerin
adları karışıklığa uğratılmıştır. İznikmid Yunanca kelimelerin bir parçasından başka bir şey
değildir.
Sadrazam Köprülü’nün İzmit’te kurduğu tersanelerde, İstanbul için çok değerli olan kadırgalar
ve dört direkliler üretilirdi. Önemli donanımı İstanbul’da yapılmak üzere, 326 İzmit’te hâlâ bazı
savaş gemileri yapılmaktadır. Bu şehir, çok güzel yeri, ormanlara yakınlığı ve halkının
326 Texier, age, s. 126
177
çalışkanlığı sayesinde, önceleri sahip olduğu önemini kaybetmemiştir. O şimdi Küçük
Asya’nın önemli bir şehridir;
Nüfusu aşağıda gösterildiği gibi otuz bin ( 30,000 ) kişidir.
Türk
2,500 aile
Rum
1,200 aile
Ermeni
800 aile
Yahudi
500 aile
Fakat Müslüman şehirlerinin nüfusu hakkında doğru bilgi edinmenin ne kadar güç olduğu
bilinmektedir; çünkü halk gibi, valiler de içinde olduğu durumda genellikle nüfus miktarını
gizlerler. Halk (reâyâ) kısmına biraz güvenilirse de onlar da dindaşlarının sayısını
saklamakta yarar olduğu inancındadırlar. Çünkü her milletin "“çorbacı"” veya “papaz” ‘ları
aracılığıyla kişi başına tahsil olunan “haraç” ya da “nüfus vergileri” toplam olarak valiler
tarafından hazineye konduğundan, aralarında çok sayıya bölerek her nüfusa daha hafif gelen
bu miktardan –nüfus sayısı az gösterilirse- önemli bir kısmı kendi sandıklarında kalıyor.
İzmit’in başlıca ticareti, kereste ile tuzdur. Önemli miktarda tuz üretmek için kurulan tuzlalara,
körfezin sonundaki bataklıklar çok yaramıştır. Tuz üretimi özel şahısların elindedir; hükümet
yalnız üretilen tuzdan öşür alır. Kereste ticareti serbesttir, hükümet hesabına nûmune olarak
deniz inşaatında kullanıma uygun olan alınır. Fakat bu serbestlik, halka yük olan birtakım
sınırlamalar karşılığında pahalıya mal olur; çünkü Türkler gibi kereste ticareti yapan halk
kısmı, tersane hizmetleri için, angarya şeklinde gerekli miktarda amele temin etmek
zorundadırlar. Hükümet, kendi tezgahları için ameleye beş guruş yevmiye tayin etmiştir; fakat
bu para çok az tam olarak ödenir ve hiç kimse hakkını validen istemeye cesaret edemez.
Ermeniler İstanbul’a ihraç edilen deri işiyle meşgul olurlar.
Şimdiki İzmit şehri ondokuzu Türklerin, üçü Hristiyanların ve biri Yahudilerin327 olmak üzere
yirmi üç mahalleden oluşur. En eski cami Sultan Orhan Gazi tarafından çevrilen bir Rum
kilisesidir. En büyük cami ise, Büyük (Kanuni) Sultan Süleyman zamanında, yedi yıl süre ile
İzmit valiliğinde kalan Başvezir Pertev Paşanın yaptırdığıdır. Bu cami, tersanenin girişindeki
kapıya yakın yerdedir. Mimar Sinan bu caminin ufak ayrıntılarında bile, o sırada İstanbul’da
yapılmakta olan, Süleymaniye Camisini taklit etmiştir. Aynı mimar bir hamam ile bir de
kervansaray yapmıştır. Şehrin nüfus ve ticaretine oranla bu eserler, hiçbir sanat değeri arz
etmezler. IV. Murat’ın yaptırdığı, bahçelerle çevrili saraydan hiçbir iz kalmamıştır. İlk
padişahların Küçük Asya’da örneğin Bursa’da, Manisa’da, yaptırmış oldukları saraylardan,
bugün enkaz yığıntısından başka bir şey görülmez. Zamanında Ceneviz ve Venedik deniz
kuvvetlerini başarısız düşüren donanmaların çıktığı Tersane-i Hümâyun’dan, bugün büyücek
gemi yapamayan bomboş bir harabe kalmıştır. Çünkü yavaş yavaş biriken toprak kümeleri
sonucu havuz dolarak büyük teknelerin yanaşmasına uygun olmayan duruma gelmiştir.
İzmit harabeleri ayrıntılarıyla incelenirse bir eski eser meraklısına, silinmiş bir medeniyetin
karışık ve belirsizanılarından fazla bir şey hissettirmez. Burada Osmanlıların meydana
getirdikleri eserler sanatkâra ancak bir sanat hissi veriyorsa, tabiat da buna karşılık daima
zinde, daima azametli ve görkemli bir görüntü sergiler. Terebentin (çam ) ağaçlarıyla
gölgelenmiş tepeler, ölülerin mezarlarını saran gürbüz, siyah selviler, her evi süsleyen yeşil
bahçeler, bu şehre, içine girildiği zaman bayıltan şen ve süslü bir görüntü verirler. Camilerin
yanındaki çok sayıda mezarlık da, Arap tarzının etkisiyle yok olmaya yüz tutmuş Türk
eserlerinden bazı şeyler vardır. Türk tarzının ortadan kaybolması, batı esrlerini incelemek için
Sultan Osman’ın İtalya’ya sanatkârlar gönderdiği tarihten başlar.
İzmit Körfezi Kıyıları 328
327 Texier, age, s. 127
328 Texier, age, s. 128-130
178
İzmit körfezi kıyılarını dolaşmak için, bu şehre dönerek kuzey kıyısını takip etmelidir. Eski
eser aramayla uğraşan bir gezgin için çok önemli olan şey, mezar taşlarını incelemeden bir
mezarlığı dolaşmamaktır; çünkü o taşlardan daima kitabeler toplamak mümkündür. Gerek
mezar taşları ve gerek kitabeler, taşıması kolay şeyler oldukları için, orada oturanlar bunlarla
mezarlarını süslerler.
İstanbul ile İzmit arasındaki kervan yolu, körfezin kuzey kıyısını takip eder. Beş saat
yürüdükten sonra Yarımca’ya gelinir ve o akşam Hereke hanında yatılır. Bu yol üzerinde,
çevredeki tepelere hâkim olan ve denize kadar inen bir Bizans kalesinin harabeleri seçilir.
Hereke mevkisi, Konstantin’in ölüm yeri olan köşkünün bulunduğu, İzmit çevresinin küçük bir
kasabası olan, eski Akhyron olsa gerektir.Gerçekte bu yer başkentin dışarı bir mahallesi
sayılabilir. Bütün bu kıyı, zamanında Bizans soylularının köşkleriyle işgal edilmişti.
Buz Burun; İzmit körfeziyle Gemlik ya da Mudanya körfezi arasındaki sınırı oluşturur. Kısa
yoldan İznik’e gitmek için Samanlı köyüne inilerek oradan Kurla yoluyla gölün güney kıyısını
dolaşmalıdır.
Biraz daha batıda, önce Drepanon ve sonra Helenopolis diye adlandırılan Yalova köyü
vardır. Bu tarafta prenses Helene’in büyük binalar yaptırdığı kaplıca hamamlarını görmelidir.
Bu hamamlara zamanında eski Bizanslılar geldikleri gibi, şimdi de başkente yakınlığından
dolayı İstanbullular tarafından Bursa hamamlarına tercih edilir. Gölge bir vadi içinde bulunan
bu yer, yaz mevsiminde çok hoş bir yerdir. Bu hamamlarda kalma süresi, normal olarak on
beş gündür; kiraz mevsiminden faydalanılır. Anlatıldığına göre bu meyvenin yenilmesi, suyun
etkisine yardım edermiş.
Anlatıldığına göre hamamın kubbeleri İmparatoriçe Helene tarafından yaptırılmıştır. Yine
orada bulunan bir harabe, aslında imparatoriçenin ve Konstantin’in sarayına ait ve ruhbani bir
misafirhanedir. Helene, bu binaları Kudüs’ten dönüşünde eski Drepanon’un bulunduğu yerde
yaptırdı ve Konstantin de annesinin onuruna köyün adını şehre dönüştürerek Helenopolis
ismini verdi.Konstantin hayatının son zamanlarında buraya birkaç defa geldi ve İzmit
civarında, Akhyron adında küçük köşkünde öldü.
Keşiş Pierre ve Yoksul Gauthier’nin komutası altındaki Haçlı Ordusu, kıyıyla haberleşmede
bulunmak ve gücünü artırmak üzere, İznik’e saldırmak için söz edilen İznik yöresinden
dönüşünde, bu Helenopolis’e çekilmişti.
Müslümanlarla savaş sonucunda, Müslümanlar, savaş meydanında düşen ve Alexis
Comnenos’e bakılırsa, yirmi beş bin olan Frank cesetlerinden piramit yaptılar.
Yalova ile Hersek arasında, suları çok dönemeç yapan Kırk Geçit adında küçük bir dere
akar. Çok sayıda kıvrımlarından dolayı böyle adlandırılan bu dere, eski Draco suyudur.
Kaynağını, denizle İznik gölünü birbirinden ayıran dağlardan alır. Bu küçük dere, daha önce
Bizans İmparatorluğuyla Selçuklu Devletinin sınırını oluştururdu. Alexius Comnenos, batıda
Normandiya Dukası ve doğuda Süleyman tarafından sıkıştırıldığı zaman, antlaşma
imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşma hükümleri gereğince, İznik’ten bu Draco suyuna
kadar olan araziyi bıraktı ve Rum prense, ırmakla deniz arasında dar araziden başka bir yer
kalmadı.
Hersek köyü, direkt olarak Dil’in karşısında bulunan denize doğru bir çıkıntı üzerinde
kurulmuştur. Bu noktada İzmit körfezi daralarak genişliği altı kilometreyi geçmez. Bu köy,
1457 yılında bir cami ve bir kervansaray yaptırmış olan Sadrazam Hersek Ahmed Paşanın
adına izafeten böyle adlandırılmış. Biraz ileride adı Sultan Osman’ın ilk zaferini hatırlatan
Karamürsel köyü gelir. Akça Koca’nın silah arkadaşlarından “Kara” lakabını almış olan
Mürsel, İzmit körfezinin kuzey kısmını ele geçirmişti. Bunun üzerine körfezde, geceleri deniz
179
gözetlemesini yapmak için silahlı devriye sandalları bulundurmak şartıyla arazi verildi. (1326)
Körfezin güneyinde yaptırdığı kaleden dolayı, orası kendi adıyla bir köy merkezi olmuştur.
İzmit karşısındaki Astacus, şüphesiz bu noktada kurulmuştu. Bu yerden bir fersah mesafede,
daha sonra Helenopolis adını alan ve yukarıda sözü edilen Yalova eski Drepanon hamamları
gelir. Kıyıyı takip ederek gidilirken Ereğli adında bir köye rastlanır. Bu köyün Eribolon’un
yerini işgal etmiş olması muhtemeldir. Bu şehir Ptolemios tarafından Eribaea adlandırılırdı.
Civardaki dağda bulunan Gavur Ereğli köyü, deniz kıyısına kovulan Rumlar tarafından
kurulmuştur. Bütün bu kıyı, Bizans köşkleriyle dolu idi. Kıyının her yerinde eski duvar izleri
bulunur; fakat bina halinde hiçbir şey yoktur.
Tavşandil (Tavşancıl) 329
“Tavşan Dili” Tepenin arkasında aynı adda büyük bir köy. Bu köy tartişmasız bütün kıyının en
önemli ve en hoş yeridir.Üç kilometre uzağından akan kaynak sularıyla ünlüdür. Bu sebeple
iyi geçen mevsimin tamamında ve özellikle Nisan ayında pek çok ziyaretçinin göz koyduğu
yerdir. Bu mevsimde İstanbul’un her sınıfından hastalar gelir ve Yalova ılıcalarına gitmeden
önce, burada Tavşandil suyunu içerler. Üç gün süreyle her türlü tuzlu yiyeceklerle et
yemekleri yenmez; dördüncü gün sabahleyin bu sudan bir büyük bardak sıcak olarak içilir.
Buna üç gün devam eder; bunu izleyen üç gün içinde günde üç defa su içilir ve tavukla
tuzsuz pişmiş pirinç yenir. On-on beş defa ihtiyaç giderdikten sonra limonata ya da ekşi limon
sıkılmış çorba içilir. İçme mevsimi sırasında,suyun nâzır veya müdürü, orada kalarak genel
düzeni korur. Çoğunluklabundan sonra Yalova hamamlarına gitme yerine, burada kum
banyosu yapılır ve o zaman tavuk ve pilav perhizine devam edilir.Su içmeye gelenlerin
çoğunluğu, kaynak çevresinde çadırlar altında otururlar; bir kısmı da köyde ikamet eder. Bu
su içme mevsimi, oraya bir çok satıcı, oyuncu, kahveci toplar; bu durum çok kalabalık bir
tablo oluşturur. Müslüman kadınlar ev dışında yüzü örtüsüz gezmeme âdetinden, burada vaz
geçerler.
Kıyıyı izleyerek bir buçuk saat kadar devam ettikten sonra, “Dil” adı verilen kumsal bir yere
gelinir. Bu “Dil” noktası tam Hersek köyünün karşısına düşer; bu boğaz, İzmit körfezini açık
denizden içeride bırakan çok güzel bir demir atma yeri hizmetini görür. Alçak ve karaya çok
az bağlı bu yer hakkında; oralılar bir masal anlatırlar; Güyâ karşıya geçmek için parası
olmayan bir derviş bu “Dil” !i yapıyormuş, bunu gören balıkçılar,körfezin kapanacağından
korkarak dervişe hemen kayıklarını sunmuşlar. Bu hikâyenin orayla bir ilgisi vardır; çünkü
civarda “Dil Baba” adında bir dervişin türbesi mevcuttur. Dil’de ufak bir han ile Sultan III.
Murat’ın bahçıvan başısı Mustafa Bostancı’nın 1638 yılında yaptırmış olduğu bir çeşme
vardır.
Gebze & Hannibal
Buradan bir saat daha gidildikten sonra, Mahalletu’I-Âlim ( “Alimin Mahallesi”) adındaki,
kayda değer bir şeylere sahip olmayan, bir köye varılır. Lybissa kelimesinden bozma olan
Gebze noktası, Tavşandil’den altı kilometre uzaklıktadır. Annibal burada vefat etmiştir.
Plutarkos der ki : Bithynia’da, deniz kıyısında oralıların Lybissa adını verdikleri bir köy vardır,
anlatıldığına göre orada şöyle bir yaygın söz vardır.
“Annibal’dan ruh çıktığında, vücüdunu Lybisse toprakları yutacaktır.”
Lybissa’ya çekilmiş olan Annibal, takibe uğrarsa kaçabilmek için, evinin etrafında yerin altını
oydurmuştu. Fakat evi askerler tarafından sarıldığından, Romalıların eline düşmemek için
ölmeye karar verdi. Plutarkos’un aktardığına göre Annibal, boğa kanı içerek kendini
zehirlemiştir. Eski zamanlarda çok yaygın olan bu kanaat, hiçbir gerçek olaya
dayanmamaktadır. Boğa kanı, diğer hayvanınkinden daha zararlı bir şey değildir. O hâlde
329 Texier, age, s. 131 – 132
180
Plutarque’ın diğer bir sözünü kabul etmek gerekir ki o da Kartaca generalinin, sürekli olarak
yanında taşıdığı bir zehiri içerek ölmüş olmasıdır. Bugün Annibal’ın mezarı diye gösterilen
çimenlerle kaplı tepede, bina türünden hiçbir ize rastlanmaz; burası gelecekte kazı
yapacaklar için hiç dokunulmamış bir yerdir.
Plinius, bu Lybissa’dan kendi zamanında artık olmayan bir şehir gibi söz eder. “Orada
Annibal’in mezarından başka bir şey kalmamış olan Lybissa şehri vardır.” Bizanslı Etienne,
burasını ancak, deniz şehri gibi ifade eder. Bundan Lybissa’nın denize çok yakın olduğu
anlaşılır. Ptolemeios, şehri karaya koyar. Pierre Gilles ise yeni köye Dacibyssa adını verir.
Bütün mesafe çizelgeleri, bu şehri bir konak yeri olarak kaydeder. Bundan, şehrin Bizans
İmparatorluğu zamanında mevcut olduğu anlaşılıyor.
Gebze limanı, zamanında Bizans yapısı sağlam bir kale ile savunulurdu; bunun bugün çok az
kalıntısı kalmıştır. Büyük Süleyman’ın zamanında Çoban Mustafa Paşa, Gebze’de bir cami
yaptırdı. Burası Sultan Orhan’ın fethettiği yerlerden sayılır.
İstanbul yolunu izleyerek Gebze’den ayrılınca, memleketin içine girmeye başlanır; fakat
deniz hiç gözden kaybolmaz. Darıca adındaki küçük köy kıyı üzerindedir; burası 1423 yılında
II. Mehmet tarafından fethedilen bir Bizans üssü idi. Burada Tavşandil (Tavşancıl)’ deki gibi
bir kaynak suyu vardır. Önceki Türklerce sevildiği gibi, bu da Rumların ziyaret yeridir.
1841-1848, Heinrich Kiepert ve oğlu Richard (1902)
Alman coğrafyacı-haritacı Kiepert (1818-1899), Berlin’de doğdu ve buradaki üniversitede
özellikle tarih, filoloji ve coğrafya eğitimi aldı. 1840’da Karl Ritter’le birlikte ilk yapıtı “Atlas von
Hellas und den hellenischen Kolonien“i yayınladı. 1848’de “Historisch-geographischer Atlas
der alten Welt “, 1854’de ise “Atlas antiquus “ u yayınladı. 1894’de eski dünyanın büyük
atlasının ilk bölümü “Formae orbis antiqui “ yayınlandı. “Corpus inscriptionum latinarum “
külliyatındaki diğer haritalarını da belirtmek gerek. 1877’de “Lehrbuch der alten Geographie “
ve 1879’da “Leitfaden der alten Geographie“ yapıtlarını yayınladı ki bu sonuncusu 1881
yılında “A Manual of Ancient Geography “ adıyla İngilizce’ye çevrildi.
Anadolu, onun özel ilgi alanıydı, burayı 1841-48 yılları arsında dört kez ziyaret etti ve ilk
haritası (1843-1846) ile “Karte des Osmanischen Reiches in Asien (1844-1869)” bölge
coğrafyası için temel kaynak oldu. 1899’da öldü. Oğlu Richard, babasının kariyerini izledi ve
1902’de 24 parçadan oluşan 1:400.000 ölçekli Anadolu haritasını yayınladı ve “Formae orbis
antiui” üzerine çalışmalara devam etti. Richard’ın çalışmasından örnekler Osmanlı Bankası
Arşivi’nde bulunmaktadır.
1847, Xavier Hommaire de Hell
1846 yılında Fransız hükümeti tarafından ressam Laurence ile birlikte görevlendirilerek 6
Mayıs 1847’de İzmit’i gezen ünlü coğrafyacı, jeolog ve mühendis Hommaire de Hell’in not
ettiği Kandıra’daki lahit kitabesi, buranın antik adının olasılıkla Kome Desanon olduğunu
belirtmesi nedeniyle önemlidir. Hell, özellikle Prusias ad Hypium (Konuralp) yazıtları
sayesinde tanınır. Yazıtlar ve doğaya ilişkin gravürler, birkaçı hariç geziye birlikte çıktıkları
Jules Laurens tarafından yapılmıştır. Hommaire de Hell, bu son seyahati esnasında 29
Ağustos 1848’de 36 yaşında iken İsfehan’da ölür. İşte yöremiz hakkındaki izlenimleri:330
İzmit Körfezi’nde Seyir
330 Hell, Voyage en Turquie et en Perse exécuté par ordre du governement français pendant les années 1846,
1847 et 1848, c.1, böl. 2, Paris 1855, s. 241- 290
181
5 Mayıs günü, haftada iki kez İstanbul’dan İzmit’e sefer yapan küçük bir Türk teknesine
bindik. Beş saat süren seyir, her şeyin ötesinde çok güzel bir gezi oldu. Üsküdar’ı
geçmemizin ardından, oynak kıyıları ve uzaktaki ufukları ile duru ve ışıltılı Marmara ya da
Türklerin dediği gibi Beyaz Deniz önümüzde göründü… Küçük teknemizde yalnızca Türk
aileler vardı, hanımlar kıç güvertede halı ve kilimlerin üzerine sanki haremlerindeki bir divanın
üzerinde oturmuşcasına gevşek yayılmışlardı. Erkekler bizim varlığımızla pek ilgilenmeden
ciddi bir şekilde sigara içiyorlardı. Bilmeli ki Türkler hiçbir zaman şaşırmazlar…
Teknesinde bir paşa (General Jochmus) görmekten kıvançlı olan kaptan, bizi rahat ettirmek
için ne yapacağını bilemiyordu. Biz de kendisini, minnetimizi ifade etmek için metrdotelimiz
Jani’nin hazırladığı sofraya davet ettik. Prens Adaları’nı geçtikten sonra Körfez ansızın
göründü. Geniş bir bitki örtüsü ile güneyde bir sıradağ, kuzeyde ise çok sayıda vadilerle
kesilmiş tepeler yükseldi. General bize ileri doğru uzanmış bir kara parçası olan Dil-Baba’yı
göstererek hakkındaki efsaneyi anlattı.
Fırtınalı bir gece fakir bir derviş, körfezin en fazla dört kilometre olduğu bu noktada karşıya
geçmeye niyetlenmiş. Saat zaten ilerlemiş ve hava da kararmış. Tekneciler derviten altmış
kuruş istemişler. Bir dervişte o kadar para ne gezer, bir şey demeden yerden aldığı kumu
eteğine doldurarak korkmadan denize girer ve ilerledikçe kumu serpmeye başlar. Tam bu
anda bir mucize oluşur, dervişin ayakları dibinde körfezin her iki yakasını birleştirecek bir
kara parçası meydana gelmeye başlar. Bunu gören tekneciler, üzgün bir şekilde dizleri
üzerine çökerek dervişe geri gelmesi için yalvararak, kendisini karşıya ücretsiz
geçireceklerini söylerler. Derviş’in körfez’in kuzey yakasındaki türbesi çok ziyaret ediliyor.
Bulunduğu yüksek noktadan bugün bile doymak bilmez teknecileri gözlediği söyleniyor.
Aynı tepe üstünde bağlarla çevrili, güzel bir Türk köyü olan Ceraba-Köy bulunuyor. Farkına
varıyoruz ki limanında gördüğümüz Yunan teknelerinin çoğu, güncel sorunlar331 nedeniyle
güvende olmak arzusu içinde Rus bandırası çekmişler.
Biraz daha ötede Eski-Hisar adı verilen bir kalenin kalıntıları görünüyor. Yıkık duvarları ve
yüksek kulesi ile çevrenin zarif güzelliği ile çelişki içinde. Ancak gözler daha büyük bir ilgi ile
Hannibal’in Mezarı adını taşıyan büyük tümülüse yöneliyor.
Tekne, İznik’e gidecekleri indirmek üzere küçük bir koyun kıyısındaki Kara-Musal’ın
karşısında duruyor. Tepede meyve bahçeleri ve gül ağaçlıkları ile teraslar halindeki bahçeler
göze çarpıyor. Servi yapraklarının gölgesi arasından küçük bir camiye ait bir minare
sıyrılıyor. Beylere yaraşır bir yerleşim kıyı boyunca, hanımelleri ve vahşi asmalarla örtülü,
kapalı balkonlu köşkler dizili. Çiçeklendirilmiş çitlerle birbirinden ayrılmış her ev sani size
“mutluluğu başka bir yerde aramayın, işte burada!” diyorlar.
İzmit
Sonunda bu ünlü kentin anılarının doldurduğu hayal ve güzel doğadan gözlerimizin
büyülendiği İzmit önlerine varıyoruz. Demir atar atamaz kavas Süleyman, gelişimizi bildirmek
üzere valinin yanına gitti. Kısa bir sürede geri dönerek bir Ermeni’nin sarayında kalacağımızı
bildirdi. Tam bu esnada valinin büyük kürek takviyeli kayığı bizi karaya götürmek üzere geldi
çünkü bizim teknemiz sığlıklar nedeniyle kıyıdan biraz açık durmak zorundaydı.
Kent körfezden, yürüyerek geçmek zorunda kaldığımız bahçeler ve dar vadilerle ayrılmış…
Süleyman’ın da daha önce söylediği gibi valinin bize tahsis ettiği saray, mermer çeşmelerle
dekore edilmiş geniş holleri, büyük salonları, çift sıra pencereleri ve çok sayıda hizmetkarı ile
gerçek bir saraydı. Sahibi İzmit’in en zengin Ermenisi idi ve bu ayrıcalığının karşılığı olarak
kentten geçen Paşaları ve yüksek görevlileri ağırlıyordu. Bizi ağırlamak için de tam bir daireyi
331 Gezgin: Mussurus olayı nedeniyle kısa bir süre önce Türkiye ve Yunanistan arasında bir sorun patlamıştı.
182
kapsayan köşkün bir kolu yani her yönünde şık süslü bir odanın yer aldığı koca bir hol
ayrılmıştı. Odalardan bir tanesi, bir yaz salonu için ne arzu edilirse hepsini içeriyordu. Hafif
kumaşlarla kaplı divanlar, parlak resimler, Mısır hasırları, tavanda iç açıcı oynak çıkıntılar, bir
tarafta saraydan derin bir bahçeyle ayrılan kentin bir bölümünün diğer tarafta ise körfez ve
komşu dağların baştan çıkarıcı tad ve zevkteki görüntüleri. Körfezin üzerinde bir amfitiyatro
gibi yükselen ve güneybatıda serpilmiş köşk ve bahçelere hakim, batıda ise görüşün
Sapanca gölüne kadar uzanarak mavi hattın gök mavisi ile karıştığı bir görüntüye sahip İzmit,
tanıdığım kentler içinde en resimsel olanı. Evlerinin sevimliliğini anlatmak için de parlak
renkleri, etraflarını çevreleyen canlı bitki örtüsü, bir mahalleyi diğerinden ayıran derin
boğazlar, siyah yapraklarının altında Türk mezarlarının yontulmuş taşlarını saklayan bir servi
ormanının melankolik görüntüsü, kenti çevreleyen harap bir kale ve deniz kıyısına kadar inen
bahçelerden bahsettiğimde bu güzelliğin tümü hakkında pek az şey söylemiş olacağım. Ne
kalem ne de fırça, bu doğa görüntüsünün görkemli büyüsünü tam olarak aktarmaya yeterli
olamazlar… Yerleşmemiz sona erdiğinde, evin hanımı ve kızı güzel Ermeni kıyafetleri içinde
eşime görünerek, doğu gelenekleri gereğince çok güzel bir demet gül sundular…
Saat beşe doğru İzmit valisi Osman Bey, yanında çok sayıda subayla birlikte bizi ziyarete
geldiler. Gelişimizde kendisine ilettiğim Reşit Paşa’nın mektubu bizimle yakında ilgilenmesini
sağlamıştı. Adamları bize eksiksiz bir yemek getirmişlerdi ve bu sıcak ilgi biz kentten ayrılana
kadar devam etti. Yemekler Türk usulü hazırlanmış olsa da özellikle ana yemek olan pilav ve
fıstıkla doldurulmuş kızarmış kuzu çok lezzetliydi.
Gece korkunç bir fırtına başladı ve kurşuni kırmızı iri bulutlar Gök Dağı (Gökçe Dağ =
Kartepe) kapladı… Sabah kalkığımda her şeyi devrilmiş bulmayı umuyordum ancak kırılmış
tek bir gül dalı yoktu, kuşlar şakıyor, güneş parlıyordu. Sabahın tazeliğinden kenti gezmek
üzere faydalandık. Dağlardan inen çok sayıdaki derenin yıkadığı dik yollar, doğu kentlerinde
ender görüldüğü üzere tümüyle Arnavut kaldırımı kaplı idi. Bizi, büyük salonunun çekici
görünümü ve orada hakim düzenin insanı şaşırttığı bir Ermeni okuluna götürdüler. Güzel
ağaçların gölgelediği, çok sayıda çeşme ile süslenmiş, yeni resimler ve sevimli sütuncuklarla
dekore edilmiş bu yapı ile bir çoğunun gerçekten bir hapishaneye benzediği Avrupa okulları
arasında ne büyük bir fark var. Sonuna kadar açık çift sıra pencerelerin izin verdiği hava ve
güneş ışığı ile dolu bu yere girerken küçük Ermenilerin sağlık ve sevinç dolu yüzlerini de
görmek gerek…
Kent Surları
Kentin yukarısına varmak için epeyce çıkmak gerek ama bu da her yöndeki güzel
manzaraları yakalamak için iyi bir şans. Kentin kaybolup gitmiş surlarının izlerini burada
bulmak olası. Burada bir eğinti, şurada bir duvar yüzü, daha ötede çöküklüğünü bir sarmaşık
örtüsü altında gizleyen bir Roma kulesi, kalıntılar bir zamanlar burada bir Bizans kalesi
olduğunu gösteriyor, belki de Haçlılar tarafından tahrip edilmiş. Bu kararmış taşlar, bu sütun
başlığı kalıntıları, tozun içinde yan yatmış bu eski duvarlar hakkında çok şey anlatılabilir…
Eski sur çemberinin temel izleri, Nikomedia kentinin yayılı olduğu, dağın batı tarafıdaki öteki
yüzünü tümüyle kaplıyor. Bu izleri izleyerek, hristiyan mezarlarının bulunduğu güzel bir
çayırlığa geldik.
Macar Kralı Tökeli’nin Mezarı
İçlerinden biri, bir Macar sığınmacı ve yaklaşık bir yüzyıl önce burada sürgünde ölmüş olan
“Kont Vazowski”nin mezarı dikkatimizi çekti. Şiirsel bir duygu yüklü mezar yazıtı Mösyö
Hammer tarafından çevrilmişti: “Vazowsky, sürgünün tüm zorluklarına katlandıktan sonra
sonsuza değin körfezin kenarında, çiçek tarlasında yatmaktan mutlu.” Kent, bugün yaklaşık
15,000 nüfusu ve 600’ü raya ve Yahudilere ait olmak üzere 3,350 hanesi ile imparatorluğun
önemli kentlerinden biri.
183
Köseköy
Evsahiplerimizin tüm ısralarrına rağmen, birkaç ay sonra yangına yenik düştüğünü
öğrendiğimiz bu sevimli saraya veda etmek zamanı gelmişti. Küçük atlı grubumuz karım,
General Jochmus, bay Jules Laurens, generalin emrindeki genç bir Arnavut, çevirmenim,
mükemmel bir aşçı ve benden oluşuyordu. İznik’e tuz götüren sekiz atı takip edecektik.
Ayrıca, altı yük atı grubu tamamlıyordu. Sürücü olarak da Kayserili iki katırcı vardı, atların
sahibi ise Figaro (berber) tipli, Asdur adlı bir Ermeni idi. Birkaç saat yol aldıktan sonra
çadırlarımızı, bir küçük Türk köyü olan Köseköy’de kurduk. Birinci çadır bizim, ikinci çadır
general ve Mösyö Laurens’in, üçüncü çadır ise diğerleri ve yükler içindi. Hayvan sürüleri
otlaktan dönerken akşam yemeğini yedik. Bu çok özel kırsal manzarayı yaşamanın
ayrıcalığını aktarmak çok zor. Her yandan, böğürmeleri, kişnemeleri, titreten vahşi çığlıkları
ile çıkarak neşeli bir gürültü ve patırtı içinde yalaklara, haralara, ağırlara koşuşturan sığır,
inek, at ve tavuk sürülerinden oluşan böylesi bol yaşam çeşitliliğinin sarhoş edişini yaşamak
gerek.
Yavrularınca peşlerinden takip edilen kuş, tavuk ve çok sayıda leylek sürüleri bir köy
havasından öteye, gözlerimizi ayıramadığımız bir görüntü sunuyorlardı. Karanlık tamamen
çökünce adamlarımız çadırların ortasına bir ateş yakarak halı ve leopar derileri üzerine
yattılar. Geceyi, böylesi şiirsel bir ortamın tadını çıkarmak üzere sigara ve çay içerek
geçirdik. Çakalların ince ve uzun çığlıkları doğaüstü bir hava veriyordu. Ertesi sabah, yüksek
dağı gezmek üzere atlara bindiğimizde kıvrımlarının manzaraya sevimlilik kattığı Kiraz-Su’yu
(Kiles Deresi) dört-beş kez aşmak zorunda kaldık. Tepedeki bir Ermeni köyüne doğru
tırmandıkça manzara daha şiirselleşiyordu. Zirveye ulaştığımızda gördüğümüz panaromik
manzara karşısında hayranlık çığlıkları attık. Körfez’in yayılımı, İzmit, zengin çayırlar,
besleyici otlakları, ufkun sınırlarında parlayan Sapanca Gölü’nün durgun suları ve tüm
bunları aydınlatan koca güneş unutulması zor bir tablo oluşturuyorlardı.
Aziz Elia’ya (İlyas) adanmış bir şapele girerken gördüğümüz bir tabloda bu aziz, sanki vaftiz
edilmiş Apollon gibi dört güçlü savaş atı tarafından göklerde çekilen bir arabaya binmiş halde
görünüyordu. Sabahki yürüyüşten sonra bir çınarı altındaki uzunca bir dinlenme tüm
yorgunluğumuzu aldı.
Bithynia valisi Plinius ve Osmanlı döneminde Sakarya Irmağı, Sapanca Gölü ve İzmit
Körfezi’ni birleştirme çabaları herkesin bildiği bir proje.332 Buradan geçen üç farklı yol,
bölgenin zırai ve ticari önemini gösteriyor. Sapanca yolu üzerinde karşılaştığımız, iki
arabanın zor geçeceği eski bir şosenin yer yer çökmüş izlerinden çok değişken malzeme
kullanıldığı anlaşılıyor. Demiryollarına gelince de bu konu Türk hükümetinin gündeminde. Bir
İstanbul gazetesindeyakınlarda yayınlanan uzun bir makalede imparatorluğun en uzak
noktalarını birbirine bağlayacak bir demiryolu ağından bahsediliyordu.
Sapanca
Ertesi sabah Sapanca Gölü’ne doğru yol almak üzere Köseköy’e veda ettik. Ova, göle kadar
bataklık ve ağaçlarla kaplı. İkinci varış noktamız, Sapanca Gölü kıyısındaki Rum köyü EsmaKöy (Eşme) idi. Köyün içinden geçerken, bu yörede ilk kez Avrupai giyimli bir hanım gördük.
Köy meydanında attan indiğimizde Pazar günü nedeniyle herkes bayramlıklarını giymiş ve
orada toplanmışlardı. Bizi ağırlayacak olan köy şefinin evi geniş galerilerle çevrili idi.
Eşyalarımızı odalara yerleştirmeye çalışırken gördüğümüz köy halkı oldukça neşeli, uçarı ve
güzellerdi. Tüm kadınların saçları çiçeklerle örtülü idi…
332 Gezgin, bu konuda uzun bir yorumda bulunuyor. Konuyu tekrar tekrar işlemiş olmamak için buraya almadım.
184
Ertesi sabah, Sakarya ovasındaki eski bir Roma köprüsünü333 gezmek üzere at bindik…
Korkulukları hariç olduğu gibi korunmuş bu köprünün uzunluğu 267 m, genişliğiise 8 m.
Yarım daire bir kemeri takip eden her biri çift sıra taşlı yedi basık kemerden kemerden
oluşuyor. Bu hat, yukarısında ve aşağısında bir seri tonozdan meydana gelen gizli bir
sekizinci kemer ile sonlanıyor ki göründüğü üzere bir yapıya, olasılıkla da köprüyü koruyan
birliğin yerleştiği yapıya temel oluşturuyordu. Yukarı tarafta bu tonozlar geniş bir alana kadar
yayılıp, köprü hizasına kadar yükseliyorlar. Aşağı tarafta ise daha önemsizler, olasılıkla posta
servisinin yerleşimini oluşturuyorlardı. Bu sekizinci kemerden sonra son olarak, eşit olmayan
ölçülerde iki yarım kemer bulunuyor. Tüm yapı güzel yontulmuş taşlardan oluşmakta ve
geniş döşeme taşları ile kaplı. Kendisi zaten güzel olan bu yapının her iki ucunda süs amaçlı
iki portiko görülüyor. Burada ne bir kapı ne de bir girişin izi görülmüyor. Birinci portiko, bir
yarım kemerle birleşmiş olan ve uçlarında bir korniş taşıyan iki dik ayaktan oluşuyor. Dönen
bir merdivenle üst kısma çıkılıyor. Diğer tarafta ise portiko aynı ölçülerde olsa da iki dik
ayaktan yatay olarak çıkan geçitler, köprüden hareketle tepeye yönelen iki yola bağlanıyorlar.
Portikonun arkasında dik olarak yükselen yamacı gizlemek için, kesinlikle bir Bizans
kilisesindeki absislere benzer fırın dipli bir tonozla bitirilmiş. İki saat boyunca biz bu etkileyici
kalıntıyı inceler ve izlerken Mösyö Laurens de bir çizimini yaptı.
Dönüş yolunda bir gece daha Köseköy’de kaldıktan sonra Kiraz-Su’yun (Kiles Deresi)
yanından geçerek, Ermeni Asdur ve yöreye ikinci kez gelen General’in klavuzluğu altında,
dağda kaybolmuş bir Ermeni köyü olan Kara-Tepe’de konakladık. Burada kaldığımız evin
pencereleri bir dış avluya açılıyordu, böylece Sapanca Gölü’ne bir kez daha veda etme
olanağı yakaladık. Kara-Tepe’de hiç sokak yok. Her evin mimari yapısı komşusundakinden
farklı. Bir kadının bağrışı üzerine tüm köy kadınları etrafımıza doluşarak, rahatsızlıkları için
tavsiye ve ilaç istediler. Odamıza yerleştikten sonra da aynı gerekçelerle çocuklar doluştu.
Ertesi sabah, İznik’e doğru yol almak üzere yataklarımıza yattık.
Yolculuğunun ilk kısmını tamamlayarak İstanbul’a dönen Hell, eşini Avrupa’ya gönderirken
kendisi de Trabzon üzerinden İran yolculuğuna çıkar. İşte yöremiz kuzey kıyıları hakkında
notları:334
Şile – Kandıra
Eski adı Ariane olan ve 375’i Rum ve raaya olmak üzere toplam 750 haneye sahip Şilli’yi
(Şile) geçtikten sonra Ali-Bey’e varmak üzereyken tambur, obua (zurna), çığlık ve silah
sesleri arasında koca evine götürülen bir Rum geline denk geldik. Aynı gece (4 Temmuz),
yüz haneden oluşan Gandra’ya (Kandıra) vardık. Bir rastlantı eseri olarak, son sekiz yıldır
uygulanan vergilerden dert yanan bir yaşlı Türkle sohbet ettik. Dediğine göre, ondalık vergi
(aşar) ve zorunlu askerlik sonucu kandıra’nın en yoksul ailesi yılda 100 kuruş vergi veriyordu.
Bir ev ve küçük bir tarla sahibi olarak kendisi, yılda 350 kuruş ödüyordu.
Bu kentte, Sultan Orhan tarafından yapılmış bir cami var. Bir çeşmenin üzerinde Grekçe bir
yazıt gördük.335 Yukarılarda, etrafı meyve bahçeleriyle çevrili Gemicik-Köy ve biraz ötede
oniki hanelik Kerpe-İskelesi bulunuyor. Buradan bir tekneye binerek yakındaki adayı ziyarete
gittim… Göründüğüne göre Kefken Adası ya da eski Thynias, Karadeniz’de Greklerin ilk
kolonizasyon döneminden beri mesken edilmiş. Çok eski dönemlere ait sur çemberi
kalıntıları ve yüzlerce ayak uzunlukta duvar yüzleri görülüyor. Bu sur çemberi kuzey kıyı
boyunca devam ediyor. Duvarlar, çimentosuz olarak kayanın üzerine konmuş, yontulmuş
blok taşlardan meydana geliyor. Batı tarafında, kötü Bizans tamirleri göze çarpıyor. Bizans
dönemine ait kule kalıntıları, tuğla duvar yüzleri, harap bir kilise gibi izler bulunuyor. Kayalara
333 Y.U.: Justinianus (Beştaş) köprüsü.
334 Hell, age, s. 311-315
335 Gezgin, bu kıyı gezisinde görülen tüm yazıtların “bilimsel bölüm ve atlas”ta verileceğini dipnot olarak
düşmesine rağmen elimizdeki nüshada bu bölümler yoktu.
185
oyulmuş sarnıçlar ise su olmazsa olmaz koşullardan biri olduğuna göre Greklerin ilk
hakimiyet döneminden olsa gerek. Uzun zamandır terk edilmiş durumda. Yöredeki genel
kanıya göre yılanlarla dolu olması gerek ama biz fare ve kertenkelelerden başka bir şey
görmedik. Gece, ertesi sabah kıyıdan Sakarya’ya ulaşmak üzere adanın karşısında, kıyıda
kamp kurduk.
1848, Charles Mac Farlane
İngiliz tarihçi ve gezgin Charles Mac Farlane (1799-1858), 1828’de İstanbul’da kalışını
kitaplaştırdıktan sonra Anadolu ve Doğu gezilerine başlar. İşte 1848 yılında yöremiz
hakkında notlarının özeti.336
Vapurla İzmit’e Yolculuk
15 Nisan, Cumartesi günü bir buharlı Türk gemisi ile Haliç’ten İzmit Körfezi’ne doğru yola
çıktık. Aralık ayında Gemlik’ten bindiğimize benzer tekne, pis ve tıka basa yolcu doluydu.
Yolcular, subay ve askerlerden oluşuyordu, dediklerine göre zorunlu askerlik için adam
toplamaya Anadolu’ya gidiyorlardı. Bu avcı birliğinin tamamı yaklaşık 160 kişi. Sekiz takıma
bölünmüşler ve her birinde bir yüzbaşı, bir katip, bir imam ve gerek takımın gerekse askere
alınacakların sağlık durumlarını gözlemek için bir doktor bulunuyordu. Ayrıca üç albay vardı
ve görevleri içerlerdeki başlıca kasabalarda toplanmış ve İstanbul’a doğru yola çıkarılmış
olanları denetlemek idi. Hekimlerden biri gri bıyıklı bir Venedikli, biri genç bir Fransız ve
üçüncüsü melankolik genç bir İsviçreli idi. Diğer beş doktor ise hiçbir hekimlik eğitimi
almadıklarını söyleyen Pera’lı (Beyoğlu) ve Galata’lı Franklardı…
Hava güzeldi ve Prens adalarının arasından geçerek İzmit Körfezi’ne giriş yaptık. Saat
11.50’de birkaç tepenin üzerine kurulmuş büyük Gebze kasabasının açıklarına geldik. Ancak
buraya yakın bir yerde Hannibal’in mezarı olarak bilinen tümülüsün nerede olduğunu
çıkartamadık. Gebze’nin tam karşısında, karşı kıyıda küçük bir köy görülüyordu. Her iki
kıyıda da nüfus ve zirai ekim az gibi görünüyordu. Sağımızdaki dağlar ise görkemli bir şekilde
yükselmeye başlamıştı.
İzmit
Öğleden sonra saat 1’de, sağ kıyıda, oldukça ağaçlıklı, büyük ve sarp bir yamacın dibindeki
Kara Musal (Karamürsel) kasabasında durduk. Avcı arkadaşlarımızın yarısı ve yaşlı
Venedikli doktor burada gemiden ayrıldılar. Körfezin nerdeyse tam karşısındaki İmparatorluk
İpek Fabrikası’nın bulunduğu Herek-Köy’e (Hereke) geçerek birkaç yolcu aldık ve 1.30’da
tekrar yola koyulduk. Yolcuların içinde kısa bir süre önce Müslümanlığı kabul etmiş ve şimdi
Karamürsel’de on çocukla birlikte sünnet olacak bir Ermeni çocuğu vardı. Sünnet, hiçbir
zaman tek başına yapılan bir operasyon değildir. Karamürsel Müslümanları ona büyük bir
beyaz sarık ve ince bir şekilde örülmüş bir ceket göndermişler ceplerini de helva ve diğer
Türk şekerlemeleri ile doldurmuşlardı. Yol boyunca bunları katır kutur yemeyi ve emmeyi
sürdürdü, yeni dini ve sarığı ile çok mutlu görünüyordu. Göründüğü üzere 14-15 yaşlarında
yakışıklı bir çocuktu.
Aynı yönde, Karamürsel’den yaklaşık bir mil üzerinde büyük bir Rum köyü olan Tepe-Köy
bulunuyor. Dağa çıkan yolun ortasında, ağaçlar arasında sevimli bir köy. Tepelerde orada,
burada Osmanlı mezarlarını işaret eden, orman halinde ya da ayrı küçük servi ağaçları
gördük. Saat 2’de sağ tarafımızda, bir suyun kenarından öteye doğru yayılan ve yalnızca
Rumların yerleşik olduğu, Konjiya (Konca) köyünü gördük. Diğer Rum köyleri görüş dışında
kalıyorlardı…
336 Charles Mac Farlane, Turkey and Its Destiny - Journeys made in 1847 and 1848 to Examine into the State of
the Country, c. 2, Philadelphia 1850, s. 253-283
186
Öğleden sonra 3.30’da eski Nikomedia, bugünkü İzmit’e vararak yıkık dökük bir ahşap
iskelenin açığına demirledik. Teknenin güvertesinden baktığımda kent, daha önce gölün
karşısında gördüğüm Apollonia’dan bile daha güzeldi. Bir bölümü gayet hoş körfezin ucuna
yerleşmiş, diğer kısmı ise konik dik bir tepeye doğru yükselerek onu taçlandırmış kent,
kurşuni kubbeler ve kar beyazı minareler, serviler, kavaklar, bitkiler, her cins yapraklar
arasına karışmıştı. Birkaç saat içinde bambaşka bir iklime gelmiştik.
Pera’lı bir melezi tercüman ve uşak olarak yanımızda getirmiştik ama üç kağıtçı, aptal ve
tembel bir adamdı. Yol boyu sürekli rakı içmişti. Karaya ayak basar basmaz onu sepetledik
ve Mösyö R.’nin arkadaşı olan ve Bursa’da tanıştığımız akıllı, genç bir Fransız bu işleri
üstlenerek bizi Rum mahllesinde temiz, rahat bir eve yerleştirdi. Daha sonra onunla birlikte
bir zamanlar büyük kral Prusias’ın başkenti ve Hannibal’in ikametgahı olan bu kentin, adı
çıkmış ve şimdi valisi olan Osman Bey’i görmeye gittik.
İzmit’te ilk Sosyalist Bildiriler
Bey’in bizi karşıladığı konak suyun ucuna yakın eski ve alçak bir yapıydı ama kendinsin
kentte güzel bir ikametgahı vardı. Varşımızla birlikte İzmit İdare Meclisi üyelerini de kabul etti.
Burada Ermeniler de çok sayıda ve etkili olmalarına rağmen hepsi Türktü. Üyeler daha sonra
çekilerek bizi, bu karışıklık ve ayaklanma döneminde de olsa vali ile baş başa görüşmemiz
için yalnız bıraktılar. Bize kısa bir süre önce Paris’te basılmış bir Sosyalist bildiriyi gösterdi ve
bana böylesi yoksulluk edebiyatının ve halk tutkusunun, toplumun sorunlarına çözüm olup
olmayacağına, inanıp inanmadığımı sordu. Böylesi bir kağıdı, böylesi bir yerde okumak
oldukça ilginçti. Çok duyarlı, uygar ve meraklı bir kimse görünüyordu. Dendiğine göre diğer
valilerden daha hoşgörülü idi. Daha önce bir kaptanmış, 1839’da Sultan Mahmut’un ölümü
üzerine Kaptan Paşa Ahmet Fevzi ile birlikte sultanın filosunu kaçırıp Mısırlı Mehmet Ali
Paşa’ya teslim etmişlerdi. Bizim Akra’yı bombalamamız üzerine de filoyu geri vermişti.
Sonrasında da Osman Bey, birkaç yıl Mısır’da sürgünde kalmıştı. Sonunda yaşlı Mehmet Ali,
kibar Abdülmecid’in affını elde edince Rıza Paşa hükümetindeki bazı arkadaşları sayesinde,
geri gelerek bu yörede büyük arazi ve mülkler sahibi olması nedeniyle İzmit valisi oldu.
Dendildiğine göre şimdi de Reşit Paşa kabinesinden büyük destek almakta. Eski amiri Ahmet
Fevzi ise şimdi yalnızca bir kayıkçıydı…
Akropol
Kentin yukarılarına doğru tırmandık, her ne kadar şimdiye dek gezdiğimiz kentlerden daha iyi
olsa da, içeride dışarıdan bakıldığı kadar güzel değil. Sokaklar dar ve kirli, uzaktan çok hoş
görünen evlerin en az yarısı harap halde. Tepenin yukarısında, çınar ve koyu servi
ağaçlarının gölgelendirdiği bir düzlükte, bir zamanlar buraya imparatorluk fabrikalarını
gezmeye gelen Abdülmecid tarafından kısa bir süre önce yeniden inşa ettirilmiş bir caminin
yanında durduk. Burada daha önce Sultan Orhan tarafından yaptırılmış eski bir cami varmış
ama Türkler, tarihi önemine bakmaksızın, aylnızca alçak, sağlam, taş minaresi hariç olmak
üzere buranın harabe olmasına göz yummuşlar… Türk fatihler buraya gelmeden önce bu
doğal terasta bir Rum kilisesi bulunuyordu ve olasılıkla da çevredeki kesilmiş kolanlar ve
bozulmuş yazıtlara bakılırsa antik bir Grek tapınağı üzerine inşa edilmişti. Burası antik
Nikomedia’nın akropolisi idi. Bu kent, üçüncü yüzyılda Got’ların yağmasına uğramıştı.
Akropolis’teki kalıntılar pek önemli değil ayrıca duvar ve kulelerde antik ve klasik malzemeler
devşirme olarak kullanılmış olsalar da hepsi Bizans dönemine ait. Kulelerin kimi kare, kimi
düzgün olmayan şekilde yuvarlak. Türkiye’yi gelecek gezginlere, en azından manzarası için
Nikomedia akropolisinde en az bir gece geçirmelerini öneririm. Yakında bir Türk mezarlığı ve
burada da çok sayıda kırılmış, ayrılmış, yıpranmış çok sayıda Grek ya da Grekoromen yapı
parçaları var ancak fazla bilgi sunmuyorlar. 1828 yılında çok bilgi edindiğim ünlü Nikomedia
sikkeleri çoktan koleksiyoncular ya da adamları tarafından toplanıp götürülmüş.
187
Çevre kasabalarda yoğun olsalar da kentte görece az olan Rumlar, bastırılmış ve çekingen
görülüyorlardı. Ev sahibimizin oğlu, gece Türk mahallesine gitmekten korkarak Türk
çocuklarının üstüne çullanacaklarını söylüyordu. Evdekiler, Paskalya arifesindeki orucu, daha
az ekmek, lahana ve kötü siyah zeytin yiyerek en sert şekilde tutuyorlardı. Kolera, henüz
gelmemişti ama kaba ve sağlıksız bir oruç tutan Rumlar ve Ermeniler davetiye çıkarıyorlardı.
Çuha Fabrikası
Ertesi sabah, saat 07.15’de, keyifli bir Türk sürücü ve Pera’lı çevirmenimiz Giovanni eşliğinde
Sultan’ın Kumaş Fabrikası’nı gezmeye gidiyorduk. Kent, sandığımızdan da fazla körfez
kıyısınca yayılı imiş. Düzensiz bir şekilde giden uzun bir yol, körfez yakınlarında özellikle
harap görünümlü dükkanlarla kaplı. Komşu dağlardan kente gelen köylü ve küçük çiftçi gibi
kimi Türk yolcularla sohbet ettik. Bize “capitani” (kaptanlar) diye bağırarak saygılı ve hoş bir
şekilde selamladılar. Fakirin biri, bize bir müslümanın bir gavura söylememesi gerektiği
şekilde “selamın aleyküm” yani “barış sizinle olsun” diyeceği anda aklına geldi ve yalnızca
“sel….” deyip kesti.
Körfezin sonunda, kente yakın tuzlalar bulunmakta. Şimdi, dün teknenin güvertesinden
göründüğünden daha güzel, yeşillik bir ovanın üzerinde yürüyorduk. 08.15’de Sapanca Gölü
yakınlarındaki dağlardan akan bir dereyi aştık. Su, eğer seviyesindeydi fakat çok temizdi ve
çakıllı bir yataktan akıyordu. Oldukça yakında, eski bir köprünün kütlesel kalıntılarını gördük.
Ova, ilerledikçe daha da güzelleşti, orda burada ağaçlar görülüyordu. Bu mevsim, ilk kez bir
guguk kuşunun sesini duyduk.
Dereyi bir İngiliz dokumacı tarafından yapılmış sağlam, ahşap bir kır köprüsü üzerinden aştık
ve dere boyunca yukarı doğru yaklaşık yarım mil yürüdükten sonra fabrikaya ulaştık.
Eklentileri ile birlikte saygın ve etkileyici bir görünüşü vardı. Uzaklığı kanımca ancak altı mil
olsa da İzmit’ten buraya yaklaşık iki saat sürmüştü. Makineleri İngilizler kurmuş ve
Yorkshire’dan uzmanlar göndererek bu sert Asya kumaşını üretmiş olsalar da son İngiliz iki
sene önce gönderilmiş ve yurttaşlarımızın yerini Ermeni Dadyanlar tarafından daha düşük
ücrete çalıştırılan Belçikalılar almış.
Geçen sonbaharda, Mr. N. Davis buraya geldiğinde bütün Belçikalıları sıtma ateşinden yatar
bulmuş. Biz ya da Belçikalıların etkilenmediği tek ay Nisan olsa da, hastahane olarak
kullanılan bir yerden çıkan altı adam yanımıza gelerek “hoş geldiniz” dediler. Hepsi geçen yıl
sıtma’ya yakalanmış olan bu mükemmel donanımlı Hollandalı ustaların ikisi hala ateşliydi.
Bizi, büyük fabrika binasından ayrı bir yerde olan lojmanlarına aldılar ve soğuk bir şeyler
içmemiz için ısrarcı oldular. Bölgeye gelmeleri ile birlikte ortaya çıkan üzüntü ve sıkıntılarını
anlatmaya başladılar. Onları, sütün ve balın aktığı en sağlıklı bir iklimde yaşayacakları sözleri
ile buraya getiren hayırla anılacak bir kişi değildi. İkisini geçen sonbahar kaybetmişlerdi,
onlardan önceki İngilizlerin üçü burada ölmüş ve ikisi hastalanıp evlerine geri dönereken
yolda ölmüşlerdi. Ateş, odadaki Belçikalıların birinde değişik bir etki yapmış ve hafızasını
yitirmişti.
İngiliz makinistler, aşağıda buradaki sıcak iklimde yaşayamayacaklarını, ayrıca lojmanlarda
saldırıya uğrama olasılığını görerek, şimdi ikisinin gömülü olduğu Slombek adlı, tepelerdeki
bir Ermeni köyüne yerleşmişlerdi. Sondan önceki yaz Belçikalılar da Slombek’de kalmayı
denemişler ancak ateşlenmişler, bu yaz da bir Rum Köyü olan Kara Tepe’yi denemişler ama
dağlara doğru güzel bir konumda da olsa orada da ateşlenmişler. Şimdi de gelişmiş bir
Ermeni köyü olan Ovacık’ı (Yuvacık) deniyorlardı ve yine ateşlenmişlerdi… Pazar günü
olduğu için tüm çalışmalar tatildi bu nedenle ertesi gün yeniden gelmemiz için davet ettiler.
İngiliz Mezarları
188
Saat 10.15’de tekrar tırmanarak yukarıdan ovanın başındaki Sapanca Gölü’ne baktık.
Fabrikanın bir ya da iki mil doğusundaki Slombek köyünü ve Ohannes Dadyan’ın yalnlarına
kanarak burada ölen İngilizlerin mezarlarını ziyaret etmek üzere yoldan daha doğrusu izden
ayrılarak, en taşlı patikadan tepelere doğru çıktık. Felaket bir sürüşten sonra 11.15’de köye
vardık. Pazar olduğu için Ermeniler, şarap ve rakı içiyorlar, bezelye ve tatlı kavuruyorlar,
mezar taşları arasında spor yapıyorlardı. Şenlik yeri olarak mezarlık seçilmişti. Görünürde
kadın yoktu ve erkekler iğrenç bir haldeydi. İri yarı, kirli, kızarmış gözlü çocuklar mezarlığın
ortasındaki zavallı İngilizlerin mezarları üzerinde oynuyorlardı ve sürücümüz onları
kovalayana kadar girmemize izin vermek istemediler. Barbarlar, taş, çekiç ve bıçaklarla
zavallı yurttaşlarımızın adlarını, soyadlarını, yaşları ve doğum yerlerini tümüyle kazımışlardı.
İlginçtir ki yalnızca aşağıdaki okunabilir parçayı saklamışlardı:
16 Eylül 1844’de ölen Wool Stapler ve 15 Ekim 1845’de ölen Scribbler ve 6 Kasım 1844’de ölen
Scribbler anısına. İzmit’te gömüldüler ve hepsi Osmanlı Hükümeti hizmetindeydiler.
İki yıldan biraz daha fazla bir süre önce hayatta kalan İngilizler tarafından dikilmiş bu mezar
anıtların, bu şişman, düş yoksunu, yontulmamış Ermenilerce görünümlerinin bozulması ve
yanlış kullanımları sinir bozucuydu… Sonraları üç kurbanın adını öğrendim. Benjamin Oddy,
….. Howard ve J. Bins, ki Leeeds doğumlu olduğunu sandığım bu sonuncusu yukarıda
anılanlarla birlikte gömülmüştü.
Yan yana yatan bu zavallı iki İngiliz doğrudan sıtma’dan ölmüşlerdi, İzmit’in kenarına
gömülmüş olan üçüncüsü ise dendiğine göre ateşten delirerek tek başına perişan bir halde
yaşamaya başlamış ve bir gece gizlice kendisini fabrikanın derin değirmen havuzuna
atıvermiş. Bununla birlikte, hiçbir zaman delirmediğini ve intihar etmesi için hiçbir neden
olmadığını söyleyenler de vardı. İzmit’te ve İstanbul’da, kimi karanlık tipli Ermeni çalışanların
bir gece kendisine ansızın saldırıp havuza attıkları yönünde söylentiler duydum…
Belçikalılardan biri de buraya İngilizlerin yanına, bir başkası da İzmit’teki İngilizin yanına
gömülmüş. Bu zavallı insanların hayaletleri Ohannes Dadyan’ı ziyaret ediyor olmalılar.
Belçikalıların mezarları için herhangi bir taş dikilmemiş. Mezarın üzerindeki toprak kabarıklık
da bir süre sonra Ermenilerin bu arsız ayakları altında toprak seviyesine ineceği muhakkak.
Bithynia Tekneleri
189
Slombek köyü ovadan, büyük ve kalabalık görülse de evlerin çoğu kulübe türünde ve köyün
içi oldukça pis. Aşağı doğru inerken 12.30 da kulübe ve ahırlardan oluşan küçük bir köyden
geçtik… Sonunda İzmit ovasını güneyden sınırlayan ve göl boyunca doğuya doğru uzanan
Gök Dağ’ın eteklerindeydik. Yaklaşık 5000 adım yüksekliğinde, dibinden tepesine ağaç kaplı.
Mr. N. Davis, Sultan’ın örnek çiftliği için ağaçları buradan seçmişti. Türkler Sapanca’ya doğru
bu ormanlardan yalnızca arabalarla odun taşımak ve odun kömürü yapmak için
yararlanıyorlar. Eskiden, İzmit’teki devlet tersanesi çalışır durumdayken buradan ve
yukarıdaki ormanlardan bir miktar kereste elde ederdi. Bithynia, kıyıları boyunca sahip
olduğu ormanlar nedeniyle eski dönemlerden beri bir gemi yapım bölgesiydi ama Sultanlar
daha sonra Mudanya tersanesini de kapatınca artık, ünlü Romalı şair Horasius’un
dizelerindeki gibi ne Karpat, ne de diğer denizlerde, Bithynia gemi omurgası artık dolaşmaz
oldu.
Derbent – Sapanca – Akmeşe
Öğleden sonra saat 2.00’de perişan Dervent’te (Derbent) idik. Yolun bir kenarında bir
kahvehane ile bir muhafız karakolu, diğer yakasında bir bakkal dükkanı ve dükkanın biraz
gerisinde içinden küçük bir derenin aktığı küçük bir vadide bir Türk değirmeni bulunuyor…
Sapanca’ya vardığımızda rehberimiz, İzmit valisi Osman Bey’e ait çok büyük bir çiftlik
gösterdi. Sapanca kasabası, gölün giden yolun ortasında, güney yakası üzerinde bulunuyor.
Burada önemsiz bir Rum manastırı var. Karşı kıyıda daha doğrusu gölden bir mil kadar
uzaklıktaki tepede ünlü manastır ve hac yeri olan Armaş (Akmeşe) var… Göl balık dolu ama
insanlar faydalanmayı bilmiyorlar… Bize, Sapanca’nın hemen arkasındaki Rum manastırının
yakınlarında bir iki yerin antik yerleşim olabileceği söylendi… Güneş batmadan bir saat önce
Derbent’e dönmüştük. Bu yollardan İzmit’e dönmek için artık geçti ve kahvehanenin önünde
koca bir ateş yaktık. Rum bakkal bize bir pirinç çorbası, haşlanmış tavuk ve birinci kalite rakı
verdi. Ertesi sabah kalktığımızda fırtına ve yağmur sona ermişti ve biz de atlarımıza binerek
tekrar çuha fabrikasına doğru yola koyulduk. Belçikalılar bizi yine iyi karşıladılar. Müdür
mösyö Brixhé ailesiyle birlikte İzmit’e gitmişti, tümü hastalanmıştı. Adamlar bizi atölyelere
götürerek her şeyi gösterdiler. Atölyeler çok büyük, geniş hacimli, iyi havalandırılmış ve
gerçekten mükemmeldi. Ancak işlerin pek azı buralarda yapılıyordu. Çoğunlukla, iki ya da üç
düzine Ermeni bir araya gelmiş, yarı uyuklar haldeydiler. Genel olarak İngiliz, yanı sıra da
Fransız ve Belçika malı birinci sınıf makineler vardı. Bunun gibi yüz fabrikaya yetecek
akarsudan faydalanmak üzere çok görkemli bir hidroelektrik bir santral ve bütün makinaları
harekete geçiren oldukça büyük çapta İngiliz yapımı bir çark bulunuyordu. Belçikalılar da bu
harika çarkı takdir edilecek derecede iyi korumuşlardı. Ancak bu övgü ancak yapı ve
makinelarla kısıtlı. Her şey Zeytinburnu ve Makriköy’de olduğu gibi kötü yönetilmiş ve bir
talan yöntemi uygulanmıştı. Kötü yönetim derken Dadyan’lardan söz ediyorum. Kararlı bir
şekilde yapıyorlar ve bozuyorlar, inşa ediyorlar ve yıkıyorlar ve yeniden yapıyorlar. Bu sizin
işiniz değil diyen namuslu seslere de kulaklarını tıkıyorlar. Buradaki büyük fabrikayı kurarken,
bir çok kişinin ikaz ettiği gibi buranın sinek, böcek dolu olduğunu, buna karşın yakın yerlerde
daha sağlıklı ve su olanağı da bulunan başka yerler olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Sultan’a
harcattıkları para çok yüksek miktarlardaydı. Ancak istedikleri yer “burası” idi ve böcek evini
“burada” kurdular. Avrupalıların lojmanlarının arkasına çalışan Ermeniler için büyük bir
baraka inşa ettiler. Az ötesine de düzgün (ya da değil) çizimlerle bir kasaba planladılar amaç
Leeds benzeri bir Osmanlı kumaş kasabası yaratmak idi. Fakat insanları burada sürekli
190
oturmak mümkün değildi. Ermeniler yazın ve sonbaharda burada yatmak istemiyorlar, gce
olmadan tepelerdeki evlerine gidiyorlardı. Dolayısyla, büyük baraka yılın altı ayı kullanılmıyor,
kış zamanı bile insanlar evlerinde kalmayı yeğliyorlardı. Çocuklar da dahil 150 erkek Ermeni
çalışıyordu ama pek azı kumaş dokumanın inceliklerini öğrenmişti. Bir çoğunun dut ağaçları
veya bağları ya da bir iki mısır tarlası vardı ve ücretleri de düzgün ödenmediği için daha çok
bu işleri ile ilgileniyorlardı.
İngiltere’den oniki tam takım makine gönderilmişti ancak bir takım Fransız makinesi çalışır
durumdaydı diğerleri bozulmuş, dağılmış ve tam donatılmamışlardı… Dokunan kumaşların
çoğu kaba, geçirgen ve perişan bir malzeme halindeydi. Asker pelerini ya da ceketine
dönüştürüldüğünde ortada giyecek bir şey yoktu. Dört yıl önce amaç tüm düzenli orduyu
giydirmekti ama şu ana kadar yüzde ellisini bile giydirememişti. Fransız ve yaşlı Alman
adam, böylesi verimli topraklara sahip ancak ziraati geri kalmış bir ülkede sanayiyi
dayatmanın saçmalığının farkındaydılar. Sultanın paraları burada sarf edileceğine zirai
yatımlara yönelmeliydi…
Onbir Belçikalı ve bir Fransızın yanı sıra son ama geç kalmış olarak şimdi de dört Alman
gelmişti. Geçen yıl ölenlerin yerine iki de Belçikalı getirmişlerdi. Ateşlerden kurtulabilen tek
kişi ilaç olarak bol bol rakı içtiğini söyleyen bir Fransız idi. Kontratların bitmesine daha oniki
ay vardı ve inanıyorum ki 1848 yazını da burada geçirirlerse yarısı ölmüş, diğer yarısı da
harap bir halde dönüş yolunda olacaklardı. Ermeniler, bir Fransız doktor tutmuşlardı ama
daha çok bir mühendis gibi çalışıyordu. Kibar bir Piedmonte’li ve İmparatorluk Fabrikası’nın
başhekimi olan Signor Corones’i görmeye gittim. Kinin sülfat’a yanıt vermeyen inatçı ve
ürkütücü şekilde kesintili devam eden bu hastalıktan şaşkına döndüğünü itiraf etti. Etrafta
görülen tek kadın, gerçekten cadıya benzeyen bir Rum çamaşır yıkayıcısıydı. Bu zavallı
insanlar, mucizevi şekilde bize çok güzel bir öğle yemeği ikram ettiler.
Öğleden sonra saat 2’de doktorla birlikte atlarımıza binerek İzmit’e doğru yola koyulduk. Bu
kez dereyi doğrudan geçmek yerine yakınında bir kahvehane ve bir Türk’e ait mısır
değirmeninin bulunduğu tahta köprüden geçtik. Mektup çantalarıyla bir imparatorluk postası,
sürücüler ve üç ya da dört yolcu da kahvehanede mola vermişlerdi. Tam saat 4’de İzmit’e
girdiğimizde, dans eden çocukların ardından yürüyen kavaslar’dan (polisler) oluşan bir
yürüyüş alayı ana caddeye gelerek aşağı mezarlığın yakınındaki bir kahvehaneye girdiler ve
içeride çok kötü bir gösteri yaptılar. Kızgın bir Rum, “marş, daha bitmedi” dedi, kavaslar
arkada ama bizzat vali ve kadı önde olmalıydılar, diye ekledi. Kentte dolaştıkça,dün sabahtan
bu yana adam toplamaya başlayan asker avcılarının tutumlarından memnun olmayan
sızlanmaları işittik. Tanzimat, eski alım-satım sistemini kaldırmış ve bu askerlere ya da
subaylara parasını ödemedikleri hiçbir şeyi alamayacakları yönünde kesin yasak koymuş ve
yolculuk masraflarını ödemiş de olsa yine de gereksinim duydukları her şeyi almışlar ve
kimseye ödeme yapmadan İzmit’ten ayrılmışlardı. Bir çok zavallıyı ve atlarını, kendilerini
Adapazar’a götürmeleri için zorlamışlardı.
Tökeli’nin Mezarı
18 Nisan, Salı günü Herek-Köy’deki (Hereke) İmparatorluk İpek Fabrikası’nı görmek üzere
tekneyle yola koyulduk. Gemicilerimiz somurtkan, kirli ve sakar Ermenilerdi. Kentten yaklaşık
yarım mil ayrıldıktan sonra bir Macar Kralı’nın mezarını ziyaret etmek için karaya indik.
Şimdiye kadar gördüklerimizden daha az pasaklı, Rum bahçe-dükkanları arasından yürüdük.
Bir zamanlar sur çemberinin parçası olduğu anlaşılan Bizans dönemi alçak kemer
kalıntılarını geçtik. Olasılıkla burada bir amfitiyatro vardı. Bu kalıntıların hemen ötesinde,
körfezden yarım mil uzaklıkta, küçük meşe ve çınar korularıyla süslü, hoş ve düz çayırlıkta
bir Ermeni mezarlığı bulunuyordu. Seçme bir Nekropolis’ti (mezarlık). Macar’ın mezarı yere
düz olarak yapışmış ve zaman içinde yıpranmış kalın, işlenmemiş bir mermerle kaplanmıştı.
Yılların getirdiği toz, toprak yüzünden ancak bir kısmını okuyabildim:
191
Pococke’nin yapıtına bakana kadar buradaki Kesmark’lı Thöko’nun tarihteki Tekeli
olduğunun farkında değildim. Macaristanın bu talihsiz, “özgürlük umudu” toprağa bağlı
serflerin ve Avusturya Hanedanına karşı Türklerle bağlaşıklık kuran bir grubun başıydı.
Ancak yenildikten sonra İzmit’te sürgündeydi. İki ya da üç yıl önce Kesmark ailesi
ardıllarından olduğunu söyleyen bir Macar soylu buraya gelmiş ve mezara büyük ilgi
göstermiş. Onun da çevirmeni olan, bizim üç kağıtçı Giovanni’ye göre mezarı göz yaşları ile
yıkamış ve etrafını demir parmaklıkla çevirtmiş. Uzakta bir yerde kuyu kapağı yapılmış bir
kaide var ama bu taşların böylesi kullanımı burada alışıldık değil.
Hereke Fabrikası
Saat 09.45’de tekrar tekneye binerek körfezin kuzey yakası boyunca yakın seyretmeye
başladık. Beş saatlik seyir boyjnca tek gördüğümüz yaksul bir köy ile birbirinden yarı üç
çiftlik. İzmit hariç, bu yaka ağaç yönünden çok çıplak. Yaklaşık öğleden sonra 3’de
İmparatorluk İpek Fabrikası’na ayak bastık ve atla karadan gelen Piedmonte’li doktor ve
192
müdürlerden biri olan misafirperver Lombard tarafından sıcak bir şekilde karşılandık.
Lombard, bizi deniz kenarındaki evine aldı. Burada doktor olan başka bir Lombard ve ufak
tefek canlı bir Sardunyalı olan karısı ile tanıştık. Doktor, burada çalışanların sağlığından
sorumlu idi.
İpek fabrikası, uzun, büyük hatta anıtsal bir binadan daha çok atölyeleri ve bağlı diğer
yapıları ile birlikte tümü, körfeze paralel bir kasaba oluşturmuşlardı. Kabul edilebilir bir yolu,
ayrıca denizle arasında dar bir başka yol vardı. Daha iyi olan caddede yöneticiler, doktor,
teknik ressamlar, mühendisler ve çalışanlar için yeteri sayıda sıra evler vardı. Herkesin
sağlıklı olduğunu söylediler. Burası bir malarya kaynağı olmaktan uzaktı ve çevrede de
durgun sular yoktu. Aslında Herek-Köy tepelerde ve bizim görüşümüz dışındaydı. Yakın olsa
da ulaşımı zor olan bu Türk köyünü bir zamanlar gezmiş olan Lombard, yüz yoksul haneden
oluştuğunu belirtti.
Bir yerlerde Rıza Paşa kaynaklı, hatalardan daha arınmış, daha ortak zeka ürünü bir başka
plan görmüştük. Rakibi Reşit Paşa’dan daha cüretkar bir üçkağıtçı olabilir ancak yönetim ve
iş alanında daha yetenekli, hareketli ve enerjik idi. Reşit onunla karşılatırılamaz. Merinos
koyunu projesi Rıza’nındı, Hereke’deki bu sağlıklı yeri o seçmiş ve bu çalışmaları ilk o
başlatmıştı. Süsleme ağırlıklı bir pamuk fabrikası düşlemişti ve ilk getirilen makineler de
pamuk eğirme ve dokuma üzerineydi. Pek kimsenin bilmediği üzere, yalnızca kendisine ait
bir özel girişim olmaktan öteye idi. Ancak Rıza görevden düşdükten sonra, bu büyük yapıları
öğrenen Sultan, “bu parayı nerden buldun” diye sinirlenince Rıza tüm fabrikayı Sultan’a
hediye ediverdi. Hikaye bu, ancak bir çok değişik yorumu da var. Böylece, büyük miktarlara
satın alınan, İngilizler tarafından kurulan ve donatılan pamuk makineleri sökülüp atıldılar, pek
az kısmı tahrip edilmeden Makri-köy’e gönderildi. Daha önce de söylediğim gibi bu ülkede
pek az vezir, bir öncekinin yaptıklarından haberdar. Pamuk’tan ipeğe dönüldü ve başka
pahalı makineler Avrupa’dan satın alındı. Ohannes Dadyan, Viyana’daki bir Alman
fabrikasını olduğu gibi satın alarak, müdürünü, ailesini ve çalışanlarını Viyana’da kazandıkları
ortalama ücretin çok üstünde kazanacakları sözüyle buraya getirdi. İngiliz, Fransız, Alman ve
İtalyan makineleri hepsi bir arada. Geçenlerde Lyons’da parlak ipek üretimi üzerine
ilerlemeler üzerine Ohannes büyük paralara yeni alımlar yaptı ve bir Fransız makinisti
makineyı kurmak üzere getirtti. Lyons’lu Mösyö Riviere duyarlı ve becerikli bir beyefendi ve
işini şu sıralar nerdeyse bitirmek ve evine dönmek üzere. Sahtekar Ermeni yönetimini, akılsız
ve üçkağıtçılar olarak niteledi.
Burada elli fabrikaya yetecek kadar su var ve hiç eksilmiyor, taşdığı da hiç duyulmamış. Ama
Dadyanlar, para kazanma amacıyla, ya kesilirse diye bir buharlı makine aldırmışlar.
İngiltere’den ithal edilen bu birinci sınıf makine ve İngiliz çalıştırıcısı hiç çalışmamışlar ve
çalışmayacaklar da. Makine toz toprak içinde. Burada çok kaliteli bir İngiliz hidrolik çarkı var
ama iyi çalıştırabileceklerinden şüpheliyim. Kirli ve unutulmuş durumda. Gördüğümüz bütün
tezgahlar el tezgahı ve çalışan sadece on tanesi. Yüzelli eğirme makinesi kurulmuş ve
üçyüze çıkacağı söyleniyor. Çalışacak becerikli ellere ve çalışanların ücretleri için para
gerekli olmasına karşın Ermeniler sayıyı arttırmaya çalışıyor. Ermeni köylülerinin yavaş
öğrenme yeteneklerine ve düzensiz ödeme nedeniyle burada kalmak istememelerine rağmen
Ermeniler, kıskanç bir şekilde Rumları dışlıyorlar. Türkler zaten çalımak istemiyor, pipo
içmeyi yeğliyorlar. Kapıcı ve taşıyıcı olarak çalışanlar dört ya da beş adam ve birkaç çocuk
dışında Türkler uzun süre önce kaçmışlar. Doğal çünkü hanımları erkeklerle birlikte
çalışamazlar. Erkek, kadın ve çocuk toplam Ermeni sayısı yüzelli ama hiç birini çalışırken
görmedik. Avrupalı olarak da 15’i bayan 40 Alman, 11 İtalyan ve 10 Fransız var. Saray
gereksiniminin fazlası üretim, çarşılarda özel dükkanlarda satılıyor ama çalışanların hepsi
Ermeni, ya Dadyan ailesinden ya da onlarla bağlantılı olanlardan. Ücretleri Sultan’a ayda
3,000 kuruşa mal oluyor. Pek bir şey sattıkları da yok.
Bazı parçaların dizaynları çok hoş ve sevimli ama hepsi ithal. Yine de biri akıllı genç bir
İtalyan, diğer ikisi Alman olmak üzere üç dizayner’leri var. Onların nezaretinde çizimleri
193
kopyeleyen birkaç Ermeni çocuğu gördük. Mösyö Riviere, milyonlarca kuruş harcadılar,bu
kurduğum karışık bir makinedir, biliyorum ki ben gittikten bir ay içinde bozacaklar, o zaman
kim tamir edecek diye hayıflanıyordu. Buradaki Avrupalıların tümü, imparatorluğun hızla
çöktüğünü söylüyorlardı, Ermeniler de sofrayı kemiklerini sıyırdıktan sonra kaldıracaklardı.
Ev sahibimizle birlikte on dakikalık kısa bir sabah yürüyüşü yaptık, su bir kayadan doğuyordu
ve bol akıyordu. Bize eski gibi görünen, sağlam bir duvar işçiliğine sahip bir kare sarnıca
toplanan su atölyelere yöneliyordu, geri kalan çoğu da körfeze akıyordu.
19 Nisan, Çarşamba günü İmparatorluk İpek fabrikası’ndan ayrıldık. Karşı yakada
Karamürsel’de kıyıya çıkarak, bu kasabayı incelerken, İstanbul’dan gelip İzmit’e gidecek
buharlı gemiye binmek üzere beklemeye başladık. Öğleden sonra 1.20’de gemi geldi.
Teknede bir öncekiler gibi sert görünümlü asker avcıları vardı. Yolcular arasında bir İtalyan
doktor vardı ve 13-14 yıldır bu ülkedeydi. Merkezleri İzmit’te olmasına rağmen sık sık vilayet
içinde seyahat ediyordu. Bir de Buhara’lı bir tüccar vardı. Ticaret için Anadolu’ya gidiyordu,
oradan da hac için Mekke’ye geçecekti. Akşam 8.15’de İzmit’e vardık. İtalyan hekim bizi
evine davet etti ama biz Rum ev sahiplerimizden hoşnuttuk. Denildiğine göre bu kentte 1,500
hane Türk ve 400 haneden fazla Ermeni var. Yahudiler yalnızca 30 hane, Rumlar ise 80
haneden fazla değil. Rumlar’ın bir kısmı kentin doğusunda, bir saatlik uzaklıkta, tamamı
kendilerine ait Mihaliç (Gündoğdu) adlı büyük bir kasabada oturuyorlar.
20 Nisan, Perşembe günü saat 7.15’de İzmit’ten ayrıldık. Buharlı tekne, paskalya’yı
başkentte geçirmek isteyenlerle doluydu. Güvertedeki canlı yüklerin tamamı Ermenilere aitti
ve pis sarımsak kokusundan yerimizden kımıldayamıyorduk. Dadyanların önde gelen iki
yöneticisi Baron Artin ve Baron Stepano da gemideydiler. Sekreterleri, pipo taşıyıcıları ve
uşakları ile bir çift paşa gibiydiler. Traşsız, taranmamış, yıkanmamış, kaba ve konuşmasını
bilmeyen insanlardı… Öğleden sonra saat 3.30’da Haliç’e vardık. Gece Pera’da (Beyoğlu)
hava soğuktu ve yağmur dört gün boyunca durmadı…
1850, Pierre von Tchihatchef
1845-1848 yıllarında İstanbul Rus elçiğinde Türk dilini incelemekle görevli ataşe olarak
çalışan ve asıl adı Piyotr Aleksandroviç Çhihaçov olan Tchihatchef (1808-1890) daha,18471858 yılları arasında İstanbul Boğazı, Kocaeli Yarımadası da dahil olmak üzere tüm
Anadolu’yu adım adım gezerek jeolojik yapı, hayvan ve bitki örtüsü açısından incelemiş ve
daha sonra gözlemlerini sekiz ciltlik “Asie Mineure” adlı eserinde yayınlamıştır.
Bu yapttan sonra Tchihatchef, 1850’de Karadeniz kıyısındaki Şile’den İzmit yukarısına kadar
Kocaeli Yarımadası’nda bir topografik araştırma yapar ve bu gözlemlerini de 1864-1877
yılları arasında üç baskı yapan “Le Bosphore et Constantinople” (İstanbul ve Boğaziçi) adlı
eserde toplar. Başka bir yapıtında kıymetli coğrafi gözlemler yanısıra ilginç arkeolojik
gözlemler de vardır; örneğin Tchihatchef, 31 Temmuz 1850’de şöyle bir not düşmüş,”antik
mimari kalıntıları olan Böcekler’de devasa bir sarkofaj var”.
İşte “İstanbul ve Boğaziçi” adlı yapıtından yöremizle ilgili alıntılar:
Bir yanda Boğaz’ın kuzey ucundan (Asya yakasındaki) Karaburun’a ve diğer yandan da
Boğaz’ın güney ucundaki Üsküdar’dan Tuzla Burnu’na kadar Bithynia yarımadasının tüm
çevresi boyunca Boğaz’ın Asya yakasının uzantılarını izlersek, söz konusu iki kıyı çizgisinin
Trakya Yarımadası’na göre daha girintili çıkıntılı olduğunu görürüz. İlk olarak Trakya
Yarımadası’nın kuzeyinde Rumeli fenerinin ardından uzun bir kumsal gelmesine karşılık,
karşı kıyıda (Bithynia Yarımadası – Kocaeli yarımadası) Anadolu feneri burnu böyle bir
düzlükle kesilmediği gibi, tüm bu sahili boydan boya kaplayan bir dizi çok güzel ve etkileyici
bazalt yarla sürer. İkinci olarak Bithynia Yarımadası’nın güney sahili Boğaz kıyılarını andıran
çizgilerinin çeşitliliğiyle Trakya yarımadasının güneyiyle çarpıcı bir zıtlık oluşturur. Ayrıca
194
Prens (Prinkipo) adaları gibi bir çok hoş ada bu güzel sahilin görselliğini daha da güçlendirir.
337
Boğaz’ın güney ağzıyla İzmit (Nikomedia) körfezinin girişi arasında, Bithynia kıyıları boyunca
Hristiyanlar tarafından Prens Adaları, Türkler tarafından da Kızıl Adalar adıyla bilinen bir dizi
ada sıralanmıştır. 338 Prens Adaları, sadece Bithynia sahillerinin bu parçasında değil, aynı
zamanda Trakya yarımadası kıyılarında da görülen tek takımadadır.339
Hem İstanbul’da hem de İstanbul’a komşu Trakya ve Bithynia bölgelerinde, etinin nefis
lezzeti nedeniyle İngiltere de dahil olmak üzere Avrupa’daki tüm hemcinslerinden üstün olan
doğu koyununun sahip olduğu haklı ünü koruyan yağlı kuyruklu koyun dışındaki evcil
hayvanlarda hiçbir olağanüstülük yoktur. 340
Antiochos’la yapılan savaştan yaklaşık bir yüzyıl sonra, Romalılarla Mithridates arasında
korkunç bir mücadele başladı. Mithridates’in elinde ilk seferinde 250,000 piyade ve 50,000
süvari vardı.341 Ama bu çok büyük ordu yalnızca Pontus krallığının öz kuvvetlerini temsil
ediyordu. Çünkü bu birinci savaş döneminde Mithridates henüz ne Pamphlagonia’yı, ne
Galatia’yı, ne de Phrygia’yı almıştı. Öyle ki Anadolulu başka bir hükümdar, Bithynia Kralı
Nikomedes de Romalı düşmanlarının yanında yer almıştı. Ne yazık ki Mithridates karşıtı
bağlaşıkların güçlerini sayısal olarak bilmiyoruz, çünkü appianus’un bu konuya ilişkin bölümü
kaybolmuş durumda. Bununla birlikte iki ordu Amnias (Gökırmak) kıyılarında karşı karşıya
geldiklerinde, Pontus kralının ordusunda 40,000 ve Nikomedes’in ordusunda da 6,000 at
bulunduğunu biliyoruz.342
Boğaz kıyıları ve komşu bölgelerde ekilen çok sayıda üzüm çeşidi olmasına karşın hiçbiri
harika bir lezzeti olan çavuş üzümüne yetişemez. Bu üzüm biçimi ve tadıyla Toscana’nın
“uva moscadellana”sını ve Fontainebleu ya da Montauban’ın “chasselas”ını hatırlatır. Fransız
“chasselas”ının kökünü “çavuş üzümü”nden almış olma olasılığı vardır. Her ikisinin isim
benzerliği bunu doğrular gibidir. 343
1853, James Henry Skene
19. yy. ilk yarısı Edinburg’lu tanınmış bir ressamdır. Yaptığı resimler, tarihçiler için önemli
kaynaktırlar. 1853 yılında deniz yoluyla İstanbul’a gelerek buradan Bithynia bölgesine
geçmiştir. Yunanistan’da ölmüştür.
1855, George Cavendish Taylor
Kırım Savaşı nedeniyle Ingiliz ordusuyla ülkemize gelen Taylor, ordunun katır gereksinimi
için İzmit’e gelir. İşte günlüğünden notlar.344
4 Mart
Birkaç gündür, katır satın almak üzere, İstanbul’dan vapurla yaklaşık 6 saatte varacağımız
İzmit’e yapılacak bir gezi için binbaşı Fellowes’u bekliyorum. Bunun için iki serbest günümüz
337 Tchihatchef, Pierre de – çev. Berktay Ali, İstanbul ve Boğaziçi, s. 12, İstanbul 2000,
338 Tchihatchef, age, s. 19
339 Tchihatchef, age, s. 33
340 Tchihatchef, age, s. 44
341 Tchihatchef, age, s. 84, Yazarın dip notu: Appianus, de bello Mithrid., böl. 119
342 Tchihatchef, age, s. 84, Yazarın dip notu: Appianus, de bello Mithrid., böl. 117
343 Tchihatchef, age, s. 105
344 George Cavendish Taylor, Journal of Adventures with The British Army from the
Commencement of the War to the Taking of Sebastopol, Londra 1856, s. 210-214
195
vardı ama denize açılacak bu vapurlar her zaman gecikebiliyordu. Buradaki belirsizlik ve
zaman harcama çok çıldırtıcı. Vapurların yarısı kendilerinden beklenen görevi yerine
getiremiyorlar ama eğer iyi bir yönetim ve bakım gösterilse en az üçte biri daha iyi çalışır. Bu
yönde kötü bir örnek, bir vapurun Balaklava’da iki ay boyunca deniz subayları için hotel
olarak tutulmuş olmasıdır ve daha bir çok buharlı gemi uzun süre limanda tutularak depo,
malzeme gemisi ve otel olarak kullanılmaktadır. Halbuki aynı iş yelkenli gemilere de
yaptırılabilirdi, üstelik bu iki gemi tipi arasındaki kira farkı da oldukça büyük… Haliç’ten
“Emperor” adlı vapura bindik, Prenses Adaları’nın yakınından geçerken görüntü çok güzeldi.
Gerçekten sevimli adalar ama göze çarpan bir özellikleri yok. İzmit (Ismid) Körfezi oldukça
uzun ve iki yaka arası uzaklık yaklaşık dört mil. Özellikle güney yakada olmak üzere kıyılar
tepelik, yüksek noktalar da ağaçlık. Her iki yaka, ülkede alışkın olunduğu şekilde kısmen
ekili. Kent, körfezin başında yer alıyor. İçerisi kabul edilebilir düzeyde temiz ve güzel, ancak
Türk kentlerinin hepsi tekdüze ve birbirlerine benziyorlar. Denizden görünümü resimsel bir
güzellik içeriyor. Ahşap evler, dik bir tepenin yamacında biri diğerinin üzerinde kurulmuş.
Devlete ait bir tersane ve kızakta iki gemi var.
Körfez, geniş bir bataklıkta başlıyor, buradan itibaren de karşı kıyıda geniş bir ova ile tepeler
yüz mil boyunca içeri uzanıyor. Ama tabi ki ilk ve sonbahar’da sağlıksız. İzmit’ten altı saat
uzaklıkta bir dere aracılığı ile körfeze akan bir göl var. Kaldığımız iki gün boyunca en
sevdiğim spor olan avcılığı yapabildim. Suyun üstü kuşlar, iki tür batağan, vahşi kümes ve
hayvanları ve pelikanlarla kaplı. Bataklık ise yılan, yağmur kuşu ve vahşi ördeklerle dolu.
Ancak her yönden akan ve üzerinden atlanamayacak kadar geniş dereler nedeniyle aşmak
oldukça zor. Yüzeyde ise araları derin çamurla kaplı tepeciklerden başka bir şey yoktu.
Beni, vapurdan alıp sonra getirecek bir kayık kiralamak zorunda kaldım. Kayıkçılar aptal ve
tembel, suskun kalmalarını istediğimde konuşmak istiyorlar ama bu onların tarzı. Hep
görmüşümdür ki Türklerle konuşmaya kalktığında dünyanın en sessiz insanı olurlar ama
sessiz kalmalarını arzu ettiğinde Araplar gibi gevezedirler. Kayık için birkaç saatliğine
olmasına karşın her gün yirmi kuruş ödedim. Aççığa gelen bir sandalın sahipleri elli kuruş
istediler ve hiç indirim yapmadılar, tabi ki onları kendi umarları ile baş başa bıraktım. En
delilerin, diğerlerinin deli olduğu ve kolayca kandırılabileceğine inanlar olduğu yönünde bir
kanıya sahibimdir, bu yörenin yerlileri de bunlardan. Sığ düzeyde üçkağıtçılar.
Katır işi ise iyi gitmedi, incelenmek üzere müteahhit çok sayıda katır getirdi ancak çoğu yaşlı,
aksak ya da yaralanmış idi. Gemi ambarlarının taşıyabileceğinin ancak yarısını bulabilmiş
olmamıza karşın gerisi olmadığı için İstanbul’a geri döndük.
1856 ?, H. Poole
Yöremizdeki kimi geziler, buradaki örnekte görüleceği üzere ekonomik ve jeolojik nedenlerle
yapılmıştır. Sir Roderick Murchison’un “British Association” toplantısında kısaca özetlediği
gibi İzmit Körfezi güney kıyılarında kömür varlığının araştırılması hakkındaki raporların
sonuçlarına göre Majestelerinin hükümetine Mr. H. Poole’u, kömürün yapısı ve yanma değeri
hakkında bilgi vermeye yetkin biri olması nedeniyle, gözlemci olarak atanmasını önermesi
sonrası gelen sonuçlar, buradakilerin kömür değil yalnızca zayıf linyit olduğunu göstermiştir.
Böylece Kdz. Ereğli kömür yataklarının İzmit Körfezi’ne kadar uzandığı savı geçersiz
kılınmıştır.345
1856, Edmund Hornby
345 Report of the Twenyfifth Meeting of the British Association, s. 94, Note on a Recent Geological Survey on the Region
between Constantinople and Broussa in Asia Minor in Search of Coal by H. Poole, Londra 1856
196
Kırım Savaşı esnasında İstanbul’da bulunan bir İngiliz avukatın eşi olan ve bir süre
İstanbul’da oturan Lady Hornby, İstanbul ve çevresine yaptığı gezileri mektuplarla dost ve
ailesine aktarmaktadır. İşte İzmit gezisi ile ilgili notları:346
Prinkipo (Büyükada), 18 Ağustos 1856
Sevgili Anneciğim,
Geçen Salı, burada zengin ve misafirperver bir Rum tüccar olan Bay Vitalis, İzmit’e yani eski
Nikomedia’ya gezi yapacak arkadaşlarına katılmamız için bizi davet etti. Kayığımızla,daha
öteyle, sağımızdaki sisli dağları olan görüntüye doğru gitmeyi hep arzu etmiştim ve Asya
kıyısını boyunca seyrederek İzmit Körfezi’nin sonuna kadar gitmek olasılığı beni
heyecanlandırdı. Biz, adalıların sabah saat sekizde iskelede toplanmamız gerekiyordu. Hiçbir
şey havanın, denizin ve gökyüzünün tek bir bulutsuz ve açık olması kadar güzel olamaz.
İstanbul’un beyaz surları ve minareleri dalgaların üzerinden parlak günışığı içinde, Asya
yakasındaki ıssız balıkçı köyleri üzerinde ışıldıyordu. Beyaz yelkenleri ile yavaşça ilerleyen
kayıklar net olarak görülebiliyordu. Hava çok temizdi ve birden millerce ötedeki bir küçük
nokta ve su üzerindeki beyaz bir kuş gibi yaklaşan yelkenlimiz “Sylph”i gördük. Daha da
yakına geldiğinde beyaz yelkenleri ve güzel bayrakları ile çok hoş görünüyordu. Hepimiz çok
dakikdik ve hemen tekneye atladık ancak su ihtiyacımızı sağlayacak olan ada eşeği
gecikince birkaç dakika beklemek zorunda kaldık. Sonrasında Asya yakasına olabildiğince
yakın düşecek şekilde yola çıktık. Adaların karşısındaki görüntü bu ıssız ve geniş arazi
hakkında bir fikir veriyor, tepe tepe üzerinde, dağ dağ üzerinde, kocaman bayırlar, geniş
ovalar, alçak bataklıklar, kumlu geniş plajlar ancak ne bir insan, ne bir yerleşim izi, ne de
tüten bir baca görünmüyor. Bu ıssız noktalara bir süre daldıktan sonra birden bir tarla ya da
zeytin bahçesi ve daha sonra selvi ağaçları ile çevrili eski görünümlü evler çevresinde
yanmış, terk edilmiş araziler sizi bir anda uyandırıyor.
Buradaki Aziz. George (Aya Yorgi) manastırının tam karşısına düşen Asya yakasında arazi
birden daha da dağlıklaşıyor. Gözüm sıklıkla, bu kıyıdaki tüm görkemiyle vadiden yükselen
ve buradan yavaşça akarak yamaçlarına koyu yeşil gölgeler bırakan pembe ve kar beyazı
buharlı iki tepeye takıldı. Alçak olanın yakınlarında bir grup servi ağacı var ki Hannibal’in
mezarının burada olduğuna inanılıyor. Hapse atılan Bizans kraliçesi Irene, buradaki
manastırda günlerini sayarken bunu sıklıkla düşünmüş olmalı. Dünyanın bu kısmı, tarihi ve
efsanevi ögelerle dolu.
Soğuk bir sabah, bu servili tepeye tırmanmaya niyetlendim ancak 5-6 saat alacağını
söylediler. Ama Hannibal’in mezarı yanı başında otururken Olympus Dağı’nın (Uludağ), bu
sevimli adaların, Marmara Denizi’nın ve uzaktaki Haliç’in oluşturduğu enfes manzarayı
seyrederek düşüncelere dalmanın ilgi çekici tadına varmak isteyenler bunu mutlaka yapmalı.
Sıcak nedeniyle tembelce yazıyorum ancak geçtiğimiz bu görkemli adalar, deniz ve kıyı
hakkında sizlere zayıf bir görüntü vermek istemiyorum… Issız gibi görünen bir çok küçük
adayı geçtik. Kaya çamları, uçurumlara çok yakın ve tümüyle onlara asılmış gibi büyümüşler.
Kayalar muhteşem güzellikte ve çok değişken renklerde… Son ada, karşı kıyının ve
Olympus’’un kesintisiz görüntüsü içinde en sevimlisi idi.
Bu mücevher gibi adaları geçtikten sonra yavaşça İzmit Körfezi’ne girdik. İstanbul
Boğazı’ndan daha geniş, dağlar üç kat daha yüksek, güzel köşkler ve güzelce teraslanmış
bahçeler yerine kıyılar oldukça taşlı, uçurum ve vahşi mağaralar var. Bilemiyorum, yumuşak,
hareketli, lüks ve düşselliği ile aklımda yer eden Boğaziçi ile bence yırtıcılığı, büyüklüğü ve
yabanlığı ile daha güzel olan İzmit Körfezi’ni kıyaslamak doğru olur mu?...
346 Edmund Hornby, In and Around İstanbul, c.2, Londra 1858, s. 204-223. Elimize geçmemiş olsa da bu kitabın çevirisi
yayınlanmıştır. Lady Hornby, Kırım Savası Sırasında Istanbul, (çev. Kerem Işık), Istanbul 2007.
197
Kocaman yunuslar, tıpkı eski resimlerde olduğu gibi zaman zaman sudan dışarı sıçrıyorlar.
Oldukça önemli bir fosil alanı olmalı, kıyıda canavar kemikleri bulunacağına inanıyorum.
Ayrıca olasılıkla koleksiyonumuza katabileceğimiz çok sayıda çakal, kurt, yaban domuzu ve
hatta ayı var. Ancak iyi muhafızlar olmadan atılacak bir tehlike değil. Sinyor Vitalis kışın iyi
silahlanmış olarak bir ava çıkmayı önerdi.
Sonunda yaşam izi görebildiğimiz üzeri muhteşem fundalık ve ağaç kümeleri ile kaplı koca
bir gri kaya köşeyi aştık. Antik formda, yüksek mahmuzları, mavi boncuklardan oluşmuş kaba
ağaç oymalı pruvalı onsekiz balıkçı teknesi, kayalardan oluşturulmuş bir dalgakıranın
koruduğu küçük bir koyda demirlemiş duruyorlar. Bayram onuruna flama ve Türk bayrakları
ile süslenmiş, umulabilecek en tatlı ve resimsel küçük bir filoydu.
Küçük bir balıkçı köyü, zeytin ağaçları arasından tepeye ulaşan rüzgarlı patikanın yarı
yolunda idi. Her iki yanında bağlar, onların arkasında da vahşi ağaçlar vardı. Küçük bir servi
topluluğu ardında bir caminin ince minaresi belirdi ancak ortalıkta kimse görünmüyordu.
Bayram ve öğle vakti olduğu için dinlenmede olduklarını varsaydım. Şimdi karşıdan esen
hafif bir rüzgarla seyrediyorduk ama kısa zamanda bir fırtınaya dönüştü… Sonunda büyük bir
Rum balıkçı köyüne vardık. Kıyıda büyük bir hisarın kalıntıları vardı.347 Duvarları aynı parlak
yeşil fundalıklarla kaplı idi. Buradaki kayıklar da bayram tatilindeymişcesine dinlenmedeydi.
Bağlar çok güzel görünüyorlardı, evlerin yanındaki tarlalarda altın sarısı yüzlerce kavun
güneşleniyorlardı. Görebildiğimiz her yerde, kayaların arasında çoban kulübeleri vardı ancak
ortalıkta ne koyun ne keçi görülüyordu. Yalnızca biz ve kuşlardan başka, ne kıyıda ne de
denizde kıpırdayan bir şey yoktu. Buradan ötedeki kayalar düzgün, resimsel ve farklı idi. İşte
diye düşündük hasarlı bir hisarın duvarları ve mazgalları kıyıya kadar yuvarlanmışlar ancak
yakından bakınca bunlara bir ölümlünün elinin hiç değmediğini fark ettik.
Rüzgar şimdi bir fırtınaya dönüşmüş ve hanımların bir kısmı hastalanırken bir kısmı da
korkuya kapılmıştı. Rüzgara ve denize karşı kısa bir yol yaptık ama Sinyor Vitalis’in İzmit’e
bu gece zamanında varmanın olanağı yok sözleri beni oldukça üzdü. İzmit’in İstanbul’dan
uzaklığı 70 mil’di. Bithynia Kralı Nikomedes’in burada yaşarken yaptırdığı eski kale ve surları
çok görmeyi arzuladığım için önce çok üzüldüm ancak daha sonra arkadaşlarımın yola
devam edebileceğini görünce kendimi daha iyi hissettim. Sinyor Vitalis çok iyi bir insandı ve
herkesi mutlu etmeye çalışıyordu.
Birazdan tatlı ama vahşi görünümlü bir köy gördük. Kıyıya yakın bir vadideki kimisi oldukça
büyük ağaçlara bakarken burada karaya çıkmanın doğru olacağını düşündük. Geceyi İzmit’te
geçirmek artık tartışma konusu bile değildi, ve hemen bu sessiz koya demirledik. Burada bir
piknik havası içinde her zamanki eğlence, kahkaha ve sohbet ile çekici bir yemek yedik. Bu
arada Rum teknelerine benzeyen birkaç büyük kayık “Sylph”in yanından kayıp gitti ve her biri
zevk ve macera düşkünü olduklarını belli edercesine kıyıda dolaşmaya başladılar. Orada
denizin içine doğru ağaç ve kayalardan oluşmuş küçük bir uzantı var. Uzakta bir köşede
alışık olunduğu gibi koyu renkli serviler arasından yükselen bir minare göründüğüne göre
köyün yerleşikleri arasında Türkler de var. Karaya çıkar çıkmaz millet çeşitli yönlere dağıldı,
bazıları doğrudan ağaçların altında oturmaya yöneldiler, bir kısmı içerilere yönelen
muhteşem bir koyakta gezinmeyi yeğlediler. Bir çoğu basit ve pitoresk görünümlü köyü
gezmeyi arzu ettiler. Biri bağlardaki olgun üzümleri ve yeşil incirleri işaret etti, bir diğeri bitki
ve mersin ağaçları ile kaplı olağanüstü güzellikteki parlak gri uçurumu gösterdi.
“Canını sıkma” diye gürledi Komiser Joe, “duyarlı bir insan olarak şuradaki tatlı ihtiyar Türk ile
bir fincan kahve içmeye gideceğim” dedi. Denizin üzerine kurulmuş ve kapısında bir sürü
köylünün sessizce bizi seyredip sigara içtikleri ahşap bir kulübeye girip gözden kayboldu.
Onu takip edenler kimlerdi bilemiyorum ama bizden bazıları sahilde gezinmeye ve yeşil
347 Y.U.: Gezgin, Eskihisar’dan söz ediyor olmalı.
198
yarları denize doğru uzanmış güzel uçurumun ötesinde ne var diye bakmaya gittiler. Ancak
bugünkü bunaltıcı sıcaktan sonra gezintiden söz etmek, gezinmekten daha iyi idi. Toprak o
denli sıcaktı ki ayaklarımız yandı, ve güneş acımasız bir fırın gibi kayaların üzerinden
kavuruyordu. Rüzgar olmasa hareket etmek olanaksızdı, tek bir sözcük bile etmedik,
aşağıdan dalgaların, yukarıdan da zeytin ve köknar ağaçlarının hışırtıları duyuluyordu. Yukarı
doğru çıkan ve pitoresk bir uçurumla kesilen engebeli kalker bir yol bulduk. Altımızda deniz
uzanıyor, sonra kayalar ve zeytin ağaçları ile çevrelenmiş bir patikanın oluşturduğu bir sınır
var. Üstümüzde, diğer tarafta çok güzel bağlar ile orada burada tek tük kara incir ve nar
ağaçları bulunuyor. Yolun bu tarafı zeytin ağaçları, vahşi defne ve benim tanımadığım
çalılardan oluşan çitle çevrilmiş. Özellikle bir cinsini daha önce Karadeniz’de kayalıklarda
dolaşırken görmüştüm. Dışbudak ağacına benziyor ancak daha küçük ve güzel görünüşlü.
En alçak olanları ise gövdeleri tatlı pembe ve kahverengi, mercan görünüşlü böğürtlenler. Bu
ve diğer bir çok ağaçta çok hoş bir asalak bitki asılı; uzun soluk lifler, narin yeşil bir renk,
onun yaklaşık 10 cm üstünde hoş altın rengi çiçeklerden oluşmuş küçük demetler. Kayalar
arasında da bol miktarda sarı meyveli bir bitki var ve bana bundan Türk kadınlarının el ve
ayaklarına yaktıkları kına yapıldığını söylediler. Beyaz yünlü kır başları ile vahşi enginarlar,
vahşi kuşkonmazlar ve tek bir tane olsa da gördüğüm için gerçekten mutlu olduğum ve bizim
İngiltere’deki çalı yemişlerinden çok daha parlak, hakiki bir çobanpüskülü var.
Daha sonra içimden bir örnek almayı geçirdiğim geniş bir bitki topluluğu gördüm. 11-12 cm
büyüklüğünde ve lavanta renkli uzun çiçek başakları ile kaplı. Çok hoş bir kokusu var,
sanırım kolonya kokusuna benziyor. Yaprakları aynı acı bakla gibi. Bu çalı kümesi etrafında
kanat çırpan olağanüstü bir böcek yaşamı var. Küçüklü büyüklü muhteşem kelebekler, ilk
bakışta kara böceklere benzeyen yoğun bir eşek arısı kümesi ve yüzleri sineğe benzeyen bol
tüylü, arka tarafları pembe gövdeleri krem rengi çizgili güveler. Herhalde bir koleksiyoncunun
ilk olarak, kelebeklerden kanatları erguvani gözlü sarı rekli olanlardan mı, siyah-beyaz kadife
renklilerden mi, mücevher gözlü kanatları ile tavus kuşlarını utandıracaklardan mı, kırmızıbeyaz olanlardan mı, parıltılı mavilerden mi yoksa muhteşem yeşillerden mi yakalayacağı
konusunda aklı karışırdı…
Burada iki tane kocaman, kahverengi çizgilerle çevrili salyangoz kabuğu buldum. Bu arada
birden birkaç keçi uçurumdan yukarı tırmandılar… Bunları Dr. Hassal’a göstereceğim, ilginç
ve nadir olabilirler.
Ve şimdi gerçekten olağanüstü bir incir ağacının yanına geldik. Uzun dalları ve geniş
yaprakları bu dağ yolunda mutluluk verici büyük bir gölgelik alan oluşturmuş. Buradan yukarı
bir bağ ve henüz olgunlaşmamış meyveleri ile çok sayıda nar ağacı bulunmakta. Hep birilikte
“burada duralım” dedik ve soluklanırken sohbete daldık. Bir kuşun yumuşak ötüşünden, incir
ve üzümlerin arasından aramıza düşen bir kaya parçasından, köknarlarla kaplı kıyının karşı
tarafındaki dağları kaplayan ormanın güzelliğinden söz ettik. Her bir sonraki kıyı bir
öncekinden daha güzel olmaya başladığı için İzmit’e kadar gidemediğmize çok üzgündük
ancak yapacak bir şey yoktu çünkü grubun geri kalanı çok yorulmuş, sıcaktan dolayı
perişandı.
Ben kısa bir süre için tepeye çıktım… tam kalınacak bir yerdi. Yeşil bir kertenkele sağa sola
sıçrıyordu, koyu kahverengi bir mağara vardı. Çalılar ve yapraklar girişi kapamıştı. Tam bu
esnada “gidiyoruz” sesi duyuldu. Gitmeliyim diye düşündüm, çok yazık bu güzel yere tekrar
gelemeyecektim… Yönümüz tekrar Büyük Ada’ydı.
1861, Georges Perrot
Atina Fransız Okulu eski üyesi Georges Perrot, Roma Fransız Akademisi’nde mimar
Edmond Guillaume ve Paris fakültesi doktorlarından Jules Delbet ile birlikte 1861 yılında
çıktığı bilimsel amaçlı Anadolu Gezisi’nde Bithynia’nın yanı sıra Mysia, Phyrigia, Kappadokia
ve Karadeniz bölgelerinde yaptığı arkeolojik araştırmaları, 1862 yılında Paris’te bir
199
seyahatname şeklinde yayınlamıştır. Jules Delbet'nin fotoğraflarıyla yayımlanan bu kitapta
verilen bilgiler, arkeologlara yol gösterici olmuştur.
2 Mayıs 1861 İstanbul'dan Anadolu gezisi için vapurla ayrılan ve arkeolojik araştırmalar için
Fransız hükümetince görevlendirilmiş olan Georges Perrot yolda zengin bir Rum köyü olan
Ariçu’ya (Darıca) uğrar. Yediyüz evden sadece yüzü müslümanlara aittir. Yörede zeytin ve
buğday ekimi olduğunu gözlemleyen gezgin Karamürsel kirazının her ilk baharda İstanbul’a
gönderildiğini belirtir. Kıyılarının güzelliğine hayran kalan Perrot İzmit Körfezi’nde dört saatlik
bir deniz yolculuğu sonrası İzmit’e varır. Hanlarda kalmanın zorluklarından bahseden Perrot
bir Rum’un evine gönderilir. Ona bahsedildiğine göre İzmit’te Rumlar, Ermeniler, Osmanlılar
herkes Türkçe konuşmaktadır. Perrot 3 Mayıs 1861’de İzmit ve çevresini dolaşır. Yüksek
tepelerde, ağaçlıklar arasındaki evler ve çeşmelere hayran olur. Eski akropol ile Roma ve
Bizans kulelerini ziyaret eder. İzmit'te her yıl yapılan Panegry dini bayramının çevreden bir
çok ziyaretçiyi çektiğini belirten Perrot, Hagios Pandeleimon manastırını yeniden inşa etmeye
çalışan Rumların gün ışığına çıkardıkları yazıtları kopye eder. Perrot bir de kentte yerleşmiş
Fransız asıllı bir İtalyan doktordan bahseder. 4 Mayıs günü kenti İznik’e doğru yol almak
üzere terkeder.348 İşte kendi ağzından anlatımı.349
İzmit Adı
Eski Nikomedia, bugün Türkler tarafından İsmidt (okunuşu İzmit) ya da İskimidt (okunuşu
İzkimit) olarak adlandırılıyor. Yunanca’ya yabancı olan Türklerin ağzında “is Nikomidian”ın
aynen is tin bolin’in İstanbul, is Nikin’in ise İznik olması gibi anlaşılabilir bir değişim. İzmit
kelimesine dönüşen bu değişimde belirgin olan, eski kelimedeki (Nikomidian) ilk iki ve son
heceleri kaybolurken, halk dilinde bir değişim ve kısaltmanın sonucu olarak geriye kalan tek
hecenin (mid) bir yere doğru anlamına gelen “is” edatına yapışmasıdır. Dönüşüme uğradığı
bir kelimenin bozulmasını böylesine bir korumayla ölümsüzleştiren bir başka etkileyici erdem
örneği bilmiyorum. İskimidt kelimesinde ise olasılıkla Türkçe’deki devam eden hecelerdeki
seslilerin uyumlu olma kuralına bağlı olarak hafifçe değişmesine karşın ikinci hece de
korunmuştur. Bu uyum düzenine bağlı olarak Türkler farkında olmaksızın “o” harfini “”i”
harfine dönüştürmüşler.
Yollar
İzmit, İstanbul’u Asya’daki iki başkenti Bağdat ve Şam’a bağlayan posta yolu üzerindeki
Üsküdar’dan sonraki önemli ilk kenttir. Yol derken, benzeri patikalardan biraz daha fazla
dövülmüş, hem kervanlar hem de ulaklar tarafından kullanılan, deve ve öküzler tarafından
oluşturulan topraktaki derin çukurların bulunduğu bir hattı anlamak gerekir. Açıkça belirtmek
gerekirse Türkiye’de bizim yol’dan anladığımız gibi Arnavut kaldırımı ya da kırma taş
döşenmiş, köprüleri ve sanat eserleri olan, rampaları perdahlanmış ya da döndürülmüş tek
bir yol yok. Yalnızca oradaki buradaki Roma yolu kalıntıları, bir zamanlar burada uygar bir
halkın yaşadığını ve doğayı kendi haline bırakmayarak güncel ve gelecek gereksinimlere
göre yönlendirdiğini kanıtlamakta. Anadolu’da tesadüfen bir köprü üzerinden bir nehri ya da
bir bataklığı bir şose üzerinden aşarken nerdeyse her zaman, bu az ya da çok yıpranmasına
rağmen yıllara dayanmış bu yapı Roma ya da Bizans dönemine aittir. Doğu’nun şimdiki
nesilleri geçmişin kalıntıları ve deyim yerindeyse kırıntıları sayesinde yaşıyorlar.
İzmit’ten itibaren Bağdat ve Şam yolları birbirinden ayrılırlar. Bağdat yolu Sapanca Gölü
boyunca ilerler ve Sangarius’a (Sakarya Irmağı) ulaşarak, kuzey Anadolu’da doğudan batıya
doğru, ırmak boyunca devam eder. Ancak Amasya’dan itibaren güneydoğuya döner. Şam
yolu ise tersine Kütahya ve Konya’dan güneye yönelir. Bu nedenle İzmit, çifte yolun başı
ünvanı ve bu uygun konumu sayesinde bir zamanlar sahip olduğu görkem ve topluluktan
348 A.Çetin,a.g.e.,s.111-112
349 Georges Perrot, Exploration Archéologique de la Galatie et de la Bithynie, Bithynie, Paris 1862, s. 1-9
200
bazı şeyleri hala elinde bulundurmakta. Galata’dan haftada dört kez hareket eden buharlı
gemiler sayesinde İstanbul’dan uzaklığı birkaç saate inmiş durumda…
Antik Kalıntılar ve Yazıtlar
Şüphesiz kentin kurucusu Bithynia kralları dönemine ait, şimdiye kadar gördüğüm en
güzellerinden biri olan Helenistik duvarlar üzerinde yükselen yarı dairesel, tuğladan yapılmış,
imparatorluk dönemine ait kulelerin bulunduğu bir akropol, şu an içinden geçen suların
doldurmuş olmasına rağmen galerileri içinde ayakta rahatça yürünebilecek kadar yüksek ve
hala kısmen ayakta olan büyük kanalizasyonlar, iskele ve rıhtım kalıntıları, büyük bloklardan
çeşitli yapılar ve nihayet sarnıçlardan kent dışında bulunan kanımca da Bizans dönemine ait
bir sarnıç görülüyor. Tüm bu kalıntılar kentin Diokletianus döneminde Roma imparatorluk
başkenti olduğu zamanlar sahip olduğu görkem hakkında oldukça iyi bir fikir veriyor, ancak
bir çok kez betimlenmiş ve tasvir edilmişler, bu da bizi bir kez daha düşünmeye ve
incelemeye itiyor350…
İzmit’te konakladığımız zamanı yazıtları inceleyerek geçirdik, Mimari ve arkeolojik ayrıntı
olarak, gerek etkileyici kütleleri gerekse resimsel görüntüleri açısından Nikomedia
kalıntılarının tamamını almak gerek. Şanslıyız ki, kentin İstanbul’dan daha güzel iklimine ve
körfezinin güzelliğine kanan Sultan Abdülmecid’in o anda kent içinde inşa edilmekte olan
sarayı (Hünkar Kasrı) nedeniyle toprak alt üst ediliyordu. Rumların yeniden bir kilise inşa
etmekte oldukları kentten yaklaşık çeyrek saat uzaklıktaki Aya Pandeleimon manastırı eski
bir hac yeri idi.
İşçilere sorduğumuzda bize özellikle sarayın temel kazısı esnasında çok sayıda antik
parçalar bulduklarını söylediler. Birkaç heykel, genç bir Rum olan yüklenici tarafından
İstanbul’a götürülmüştü. Daha sonraları İstanbul’da elindeki birkaç tanesini görme olanağımız
oldu. Kafaları eksikti ve elbise kıvrımlarının tarzından anlaşılabildiği kadarıyla Roma
dönemine ait vasat heykellerdi. (Gezgin bu ifade ile olasılıkla geç antikite dönemini belirtmek
istemişti. 351) Şantiyede mimarın yarar sağlamayacağını düşündüğü birkaç korniş, bir kaçı
oldukça güzel uygunlukta şişkin sütun gövdesinden başka bir kalıntı kalmamış. Üzerlerinde
yazıtlar bulunan blok taş ve mermer bloklara da rastladık ama bir çoğu traşlanmış ve çoktan
yapıda kullanılmıştı. Ne yazık çok uzun zamandır toprak altından gün ışığına çıkarken kimse
bu çok değerli metinleri yazıp kopyelememişti. Her yıl böylesi yerine konulamayacak ne
kadar çok yöreye özgü belge ve bilgi yok olup gidiyor…
Yine de ev sahibimizin oğlu genç bir Rum tarafından, bulunduğu an transkripsiyonu
yapılmaya çalışılarak kopye edilmiş olan yazıtın özenle kazınmış harfleri bize dediğine göre
çok güzel, net ve canlı imiş. Olduğu gibi aşağıda verdiğim kopyesi, Latince bilmek bir yana
Roma harflerini bile tanımayan bu çocuk tarafından oldukça özenli yapılmış görünüyor.
Avgustus’un oğlu, uğurlu seçilmiş konsül, 14 yaşındaki gençliğin önderi Lucius
Caesar’a (sunulmuştur)
350 Gezgin’in dip notu: Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldaea and Armenia,
c. 1, X; Hommaire de Hell, Voyage en Turquie et en Perse, c. 2; Charles Texier, Description de l’Asie Mineure, c.
1, levha 1,2,3
351 Foss, age, s. 23
201
Genç adamın bize dediğine göre harfler 8-10 cm yükseklikte olmalı. Hiç şüphe yok ki yazıt
Lucius Caesar onuruna dikilmiş bir heykelin kaidesi üzerine kazılmıştı. Pek az eksiği var
görünüyor. İkinci satırın sonunda bir “s” ve dördüncü satırda “juventutis” kelimesi ki olasılıkla
ardından heykeli diken kentin ya da Nikomedia’nın başkenti ya da sikkelerde geçtiği şekli ile
metropolü olduğu eyaletin adı (Bithynia) geçiyordu.
Bu yazıt, tarihte ve yazıtlarda sıklıkla görülen bir kişiliğe Agrippa ve Julius’un 737 yılında
Roma’da doğan ve 755 yılında İspanya’daki birliklerin teftişi sırasında, yalnızca 18 yaşında
iken ölen ikinci oğulları Lucius Caesar’a ait. Ağabeyi Caius da 18 ay sonra ölerek kendisini
takip etmişti.
Dion, Tacitus ve Suetonus’un352 tanıklıklarına ek olarak bir çok yazıtın353 bize öğrettiği
üzere Avgustus büyük bir şefkatle çocukları üzerine çok titremiş ayrıca senato, soylular ve
halk yaşlı krala bu delikanlıları precoses ünvanları ile donatmasında özenle yardımcı
olmuşlardı. Roma dede Avgustus ve baba Agrippa’yı yeniden yaşatmak istiyordu. Bu
Nikomedia yazıtını ilginç ve özel yapan şey, dikildiği yılın Lucius Caesar’ın erguvani elbiseyi
giydiği yıla (752) denk düşüyor olmasıdır. Böylece en uzak eyaletlere kadar Avgustus ve
torunlarına bahşedilen ayrıcalıkların ve Avgustus’un torunlarını bizzat kendisi Forum’a
götürerek bir şekilde senato ve halka mirasçısı ve halefleri olarak ilan etmesinin
yankılanmalarına da şahit olmuş.354 Lucius Caesar, Asya’ya hiç ayak basmadı ve
Nikomedia’lıları hiç tanımadı ancak Roma dünyası ihtiyar Avgustus’un son yıllarında yerine
kim geçecek diye endişeyle sormaya başlamıştı. Tiberius’un yıldızı geri dönmez şekilde
sönmüş görünüyor, gözden düşmüş bir emekli gibi Rodos’ta yaşıyordu, Livius’un oğlu ise
Germania’da kazandığı askeri başarılar ve ender yeteneklerine rağmen Avgustus’la aynı
kandan gelen Agrippa’nın çocuklarının yükselen şansı nedeniyle gölgede kalmış
görünüyordu. Herkes yükselen güneşe yöneliyordu. Genç Sezarlara daha yakın olmak
isteyen kimi kentler işi Tiberius’un heykellerini kırmaya kadar götürmüşlerdi. Nikomedia,
Avgustus’un tüm dünyaya ilan ettiği delikanlıya saygısını kamusal bir tanıklıkla sunarak
onurlandırmakta acele ediyordu. Zaten aynı yıl Lucius’un ağabeyi Caius Caesar, prokonsül
ve imparatorun yüzbaşısı ünvanı ile Doğu’ya gidiyordu. Eğer Caius, henüz Anadolu’da
değildiyse bile hazırlanıyordu ve yolculuğu çoktan ilan edilmişti. Savaş ve yönetim deneyimini
arttırmak için geldiği bu topraklara çıktığında Asya’nın en kalabalık ve zengin kentlerinden
biri, Bithynia’nın başkenti tarafından kardeşine ve kendisine gösterilen saygı kendisini
duygulandırmış olmalı. Şüphesiz Nikomedia Forumu’nda Lucius’un heykelinin yanında
Caius’un heykeli de yükseliyordu.
Hristiyanlığın ilk yıllarına inen Latince yazıtlar, İtalya’da bile ender bulunur ki o yıllarda
Latince Doğu’da henüz yaygınlaşmamıştı. Licius’un ölümünden kısa bir süre sonra Roma ve
Avgustus tapınağının iç duvarlarına “Index rerum gestarum”un orijinal metni yazıldı ancak
bakanların anlayabilmesi için yanına Yunanca çevirisinin konulmasına ihtiyaç duyuldu.
Şahsen Avgustus tarafından, Anadolu’ya Latincenin yaygınlaştırılmasına yönelik olarak eski
askerler yerleştirilmesi; Roma ve İtalya ile ilişkilerin gelişmesi sonucu oradan bereberinde
hizmetli ve astlardan oluşan bir maiyet alayı eşliğinde gelen her dereceden yüksek memurun
bir kısmı burada kalarak yerleşmesi; Roma vatandaşlığı ünvanını alma ve lejyona girme
şartları genişletilerek kolaylaştırılmesı; Roma’da uzun süre kalan bu yöre kökenli kölelerin ve
azatlıların dönüşleri gibi nedenler özellikle ikinci yüzyıldan itibaren Asya’nın halklarını
efendilerinin diline yakınlaştırdı. Örneğin Ancyra’da (Ankara) Latince yazıtların sayısı
Yunanca yazıtlarla nerdeyse aynı sayıya ulaştı. Kentle, yüksek memurlar ve seçkinler
onursal ve adak yazıtlarının yanı sıra basit mezar yazıtlarında da gönüllü olarak Latince’yi
kullanıyorlardı.
352 Gezgin’in dipnotu: Dion, LIV, 8, 18 & LV, 9; Suetonus, Aug., başlık 64; Tacitus, Anal., 1, 3
353 Gezgin’in dipnotu: Orelli, Inscr. lat. sell. coll., no. 6304, 210, 637, 638, 641, 643, 640, 642, vb.
354 Gezgin’in dipnotu: Monumentum Ancyranum, ikinci sütunun sonu – üçüncü sütunun başı
202
Bir başka güzel ve iyi korunmuş Latince yazıt da kısa bir süre önce yeni Aya Pandeleimon
kilisesinin temel kazısı sırasında çıkarılmıştı. Harflerin yüksekliği 3 cm.
Yazıt, üçüncü yüzyılık ikinci yarısına ait. Kendisi gibi imparator Avrelianus’un özel muhafızı
olan Claudius Herculanus onuruna kardeşi Claudius Dionisius tarafından lahtin üzerine
kazınmış. Burada “özel muhafız” olarak çevirdiğimiz Latince “protectores” kelimesini içerdiği
anlam olarak “protectores domestici, protectores divini lateris” olarak kabul etmek gerek. Bu
sonuncu tanım, kronolojik veriler eksik olsa da bize bir tarihleme olanağı sağlamakta. İkinci
yüzyıldan itibaren kullanılmakta olup Traianus övgülerinde görülmekte. Cumhuriyetçilerin
izlerinin artık silindiği ve imparatorluğun zamanı geçmiş boş yöntemleri bırakarak kendi
düzenini kurmaya başladığı üçüncü yüzyıl süresince de iyice yerleştiği izlenmekte. Mermerler
varılan bu sonuçlarla uyuşuyor. Görüldüğü üzere bu ünvanların geçtiği en eski yazıt, 261 yılı
konsülü olan Petronius Taurus Volusianus’unki; dördüncü muhafız birliği komutanı olduktan
sonra ve ilk kez Tribün üyesi olmadan önce saray muhafızlığının kurulmasını emretmişti..355
Bizim yazıtımız ise Arezzo’da bulunmuş olan Petronius’unkinden birkaç yıl sonraya ait.
Otricoli’de bulunan (Or. 1869) ve üzerinde “protector divini lateris” ünvanı kazılı bir yazıt
yanlışlıkla Orelli tarafından Heliogabalos dönemi olarak rapor edilmişti, daha sonra Henzen
tarafından üzerinde hala görülebilen imparatorun adının birkaç harfi aracılığı ile Maxencius
dönemi olduğu çözümlenmiş.356
Nikomedia yazıtlarına ek olarak, ölüyü betimleyen 64 cm yüksekliğinde bir alçak kabartma
üzerindeki örnek. Uygulama düşük nitelikli ve kafası eksik yine de bize “protectores”lerin
tanımı ve giysileri hakkında yeterli bilgi veriyor. Bu ekteki çizimde görüleceği gibi mızraklarla
silahlanmış bir atlı muhafız.
355 Gezgin’in dip notu: Grut., 1028, 2
356 Gezgin’in dip notu: G. Henzen’in gezi notlarında konu ettiği yukarıdaki yazıt hakkında Bulletin de la
correspondance archéologique pour l’année 1861, sayfa 122-123’de bilgi vermiştir.
203
Alçak kabartma’nın genişliği 58.5 cm
Aynı yerde yine imparatorluk dönemine ait bir başka mezar yazıtı daha bulduk. Taş ortasına
yakın bir yerden yüksekliği yönünde ikiye parçalanmıştı ve biri kayıptı, harfler de oldukça zor
okunuyordu. Mezar yazıtları formülleri de uygulansa yazıt önemli bir bilgi içermiyormuş
görünüyordu.
Latin harfleri ile:
Avrelios Zoilos
Eskevasa emauto…..
Emes te theken th metri….
Kai eauto hsa
meta to ethina
Anoi ksei d(e)…
Mezar taşının yüksekliği 80 cm, harflerin yüksekliği 5 cm.
Yazıtın son satırında okunan Anoi kseid(e) kelimesi, lahtin yapıcısının gerek ölüyle birlikte
konulan kıymetli eşyaları almak gerekse eskisinin yerine yeni bir ölü koymak için bu lahti
açmaya yelteneceklere bir bedduası olduğu kanısını uyandırıyor…
Yeni sarayın taşlarının yontulması işinde çalışan bir işçi birkaç zaman önce temel kazısı
esnasında oldukça derinde bulduğu bir parçayı bize gösteriyor. Harfler güzel ve gayet iyi
okunabilir ancak ne yazık ki ilginç bir bilgi vermeyen zayıf bir kalıntı. Okunan kelimeler kadar
harflerin şekli de Roma dönemi öncesi, Bithynia kralları dönemine ait olduğunu gösteriyor.
Ne “corpus”da357 ne de Le Bas’ın “Voyage Archéologique” adlı yapıtındaki Bithynia’da
kopyelediği yazıtlar arasında yer alıyor. Benim buradan kesine yakın tek çıkarabildiğim Kios
(Gemlik) kenti tarafından Sigee’li Adolos onuruna onaylanmış bir seyahat fermanınında358
ait olduğu otonomi ve krallık dönemine tarihlemek. Aşağıdaki metinde de Bithynia kralı olmuş
iki Prusias’dan birini belirtilmekte. Harflerin yüksekliği 1 cm.
357 Y.U.: Yazıtları içeren külliyat
358 Gezgin’in dip notu: C. J. Gr., 3723
204
Latin harfleri ile:
estalken…
on tom philon
kai ariston…
ths anakomides…
tai asphales…
thn boulen kai ton demon
peri ekaston ta…
philotimias outhen e…
thn anastrophen a….
Prousiou kai ths h…
Tou tois. Tukhe th agathe
Böylesine kırık bir metinden bir şeyler çıkarmak zor yine de formül aracılığı ile Makedonyalı
Roma imparatorları döneminde sıklıkla kullanılan olağanüstü övgü ve yalakalıkların yer aldığı
bu tür onursal fermanlardan olduğu görülüyor. Kimin onuruna hazırlanmıştı? Prusias’ın bir
subayı ya da hizmetindeki bir kişi için mi, ya da kralın İtalya’ya yaptığı yolculuk esnasında
Anadolu’da tuttuğu, yakın ilişkide olduğu Roma’daki büyük kişiliklerden biri mi? Bunun
yanıtını bulmak nerdeyse olanaksız. Kime ait olduğu hususunu bırakarak Polybius’un359
Roma senatosu önündeki davranışlarını aşağılık ve içten olmadığı şeklinde suçladığı
Bithynia kralı II.Purisias’ın İÖ 167 yılında Roma dünyasına yaptığı seyahatle ilintili olduğunu
rahatlıkla söyleyebilirim. Olasılıkla “estalken” kelimesi Prusias’a Capoue’ye kadar eşlik
etmek üzere Senato tarafından gönderilmiş questor’u (idare amiri), “anakomides” kelimesi
kralın dönüşünü, kimi zaman dönüş anlamına da gelen anastrophen kelimesi de buradaki
kullanımında kralın Roma’da konaklamasını anlatmaktaydı. Bu konaklama esnasında söz
edilen Romalı kişi kralı onurlandırmak için gerekli saygıyı “philotimias outhen (outhen için)
έ[λιπεν άμέλητον ? ] “ göstermemişti. Buradaki Prusias kelimesi anastrophen kelimesinin
yanında olup ondan başkasına bağlanamaz, altıncı satırdaki άδφαλής kelimesi de kolayca
aynı genel anlama dahil edilebilir, belki de Prusias’ın Roma halkına ve senatoya sunmak
zorunda olduğu sadakati “ thn boulen kai ton demon” [δήμον Ρωμαίων] ile ilintilidir. Bir
sonraki satırda şüphesiz Bithynia kralı kuvvetli koruyucularına krallığını ilgilendiren her türlü
ayrıntı ve bunca özveride bulunduğu bir bağlaşıktan umulacak her türlü çıkar konusunda
danışmıştı.
359 Gezgin’in dip notu: Polybius, XXX, 16 & XXXVIII, 2
205
Bize kırpıntılar şeklinde ulaşan yazıttaki questor Lucius Cornelius Scipion, senatonun emri ile
Capoue’ye Prusias’ı karşılamaya gitmiş ve kralın Roma’da kaldığı süre boyunca doğuya
dönmek üzere gemiye bindiği Brindisi’ye kadar kişisel hizmetinde kalmıştı.360
İzmit – İznik
İzmit’ten İznik’e iki yol var. Biri doğrudan, güneye doğru yönelerek nerdeyse hiç kıvrılmadan
Sakarya’nın solunda Bithynia Olympus’unun (Uludağ) uzantısını oluşturan ormanlarla kaplı
sıra dağlara ulaşır ki bu dağlar yüksekliğinden aşağı yukarı hiç kaybetmeden
Arganthonius’un (Samanlı dağları) sonlandığı Poseidon Burnu’na (Bozburun) kadar
uzanırlar. Diğer yol 7-8 saat daha uzun olup güney kıyısından Karamusal’a (Karamürsel)
kadar körfezin çevresini dolaşır ve buradan güneydoğu’ya çok keskin bir dirsek yaparak bu
dağ zincirinin en yüksek noktasında geniş bir boğazdan geçip İznik’e doğru yönelir.
Şimdilerde daha tercih edilen yoldur çünkü diğerine oranla daha alçak ve kötü mevsimde
daha elverişlidir. Ancak, daha çok bilinen bir yöreden geçmesi ve bu vilayette sayıları
oldukça çok olan haydut saldırılarına yoğun ve büyük ormanlar nedeniyle Anadolu’nun
merkezinin tümündeki kıraç yaylalara oranla daha az açık olduğuna inanılması asıl sebeptir.
Yine de aldığımız kimi önerilere uyarak, daha kısa ve antik dönemde İznik’ten İzmit’e ve
İstanbul’a giden ana yol olan birincisini yeğledik. Yanılmamıştık, İznik’e doğru dağların
kalbine uzanan bir vadiye girmek üzere bir süre takip ettiğimiz körfez kıyısından
ayrıldığımızda bu geçidin bir zamanlar sahip olduğu önemin kanıtlarını gördük. Bu boğazdan
çıkan bir sel suyunun kenarındaki 70 m uzunluk ve 16 metre genişliğinde dörtgen bir kalenin
kalıntılarını gördük. Bir çeşit karakol işlevindeki ana giriş dönük. Duvarın büyük taşlardan
oluşan iç sıra taşları 1m 80 cm kalınlığında, üst bölümü taş dolgu, her yerinde bir metre
yükseklik ve iki metre genişlikteki bir iç pencere sekisinin ulaşabildiği mazgal delikleri var. Bu
kale bir Bizans eserine benziyor, Müslümanların İznik’e hakim oldukları ve Rumların
başkente daha yakın olan ve güçlü kalesi ile savunulan ayrıca birkaç saat içinde denizden
yardım ve erzak alabilecek Nikomedia’yı hala elde tuttukları bir dönemde yapılmış olmalı.
Çünkü önce halifeler sonra da Selçuklu ve Osmanlı Türklerine karşı Bizanslılar nerdeyse her
zaman denizde üstündüler. Gerek savunma gerekse saldırı sanatında bu üstünlük
imparatorluğun nerdeyse kaybetti denilen zamanlarda kurtulmasını ve modern çağların
eşiğine kadar devam etmesini sağladı. İzmit ve Mudanya körfezleri arasındaki sert ve
ormanlık dağ sırası bir çok kez iki düşman hükümranlık arasında sınır oldu.
Mudanya
Daha sonra İznik ve Gemlik’i gezen Perrot, Gemlik surlarında dağınık vaziyette mimari
parçalar gördüğünü, o günkü kaymakamın evinin bulunduğu noktanın akropol, 1 km
uzağındaki İznik yolu üzerindeki noktanın ise nekropol olduğunu ve burada kayalara kazılmış
tekne tekne biçiminde bir çok mezar bulunduğunu belirtmiş. Gemlik ve Mudanya arasındaki
Kurmuşlu’da da (Kurşunlu) lahitler ve değişik mimari parçalar gördüğünü ancak yazıt
görmediğini yazıyor. Mudanya sahilinde ise antik Apamea Myrlea kentinin limanını oluşturan
iki dalgakıran görmüş. Sahilden 400 m uzakta tepenin yamacında da Perrot’nun gelişinden
bir yıl önce yani 1860 yılında bir tiyatro rastlantı sonucu ortaya çıkarılmış olmasına karşın
Mudanya’ya bir rıhtım ve mendirek yaptıran Kaptan Paşa’nın emri ile tiyatrodan alınan
parçalar traşlanıp, yontularak bu yeni yapıda kullanılmış. Guillaume, o anda deniz
kenarındaki şantiyede işlenmekte olan tiyatronun son kalıntılarının resmini çizmiş ve
orkestrası 28m çapında olan I.Prusias tarafından yaptırılmış Helenistik tarzdaki bu tiyatronun
oturma sıraları Vitrivius’un yazdığına göre kuzeye bakıyormuş. Perrot, tiyatronun üst
kısmında sur kalıntıları, çevresinde de çeşitli yerleşim izleri görmüş. Tiyatronun
orkestrasından çıkarılarak İstanbul limanına götürülmüş bir kaide üzerindeki yazıtı Perrot,
gözleri ile görmemiş olmasına karşın üç değişik kaynaktan kopyesini edinmiş. Bu Latince
yazıtın önemi, antik Apamea Myrlea’nın burası olduğunu Strabon’un coğrafi
360 Gezgin’in dip notu: Livius, XLV, 44
206
tanımlamalarından361 ve burada bulunan mezar yazıtlarından bilinmesine karşın ilk kez bir
yazıtın metninde Apamea kelimesinin geçmesi idi.362
Perrot, yine Bithynia'yı gezisi esnasında Prusias ad Hypium'da (Düzce – Konuralp) ilgi çekici
bir yazıta rastlamıştır. Augusta, Tebai, Germanicus, Sabien, Fausta, Dionysios, Tiberius,
Prusias, Megare, Julia, Hadrianus ve Antoninus gibi kabileler yazıtta belirtilmektedir.363
Kentte yerleşik bu kabilelerden Prusias kabilesi dışındakiler Roma kökenlidir. Ancak Prusias
kabilesi de kent yöneticileri ve rahipler yetiştiren, üyelerinden bazılarının Roma vatandaşlığı
aldığı soylu bir kabiledir.
1862, Alphonse de Moustier
Fransa'nın Osmanlı İmparatorluğu elçisi Marquis de Moustier'in akrabası olan Alphonse de
Moustier, 1862 yılında İstanbul'dan yola çıkarak, Marmara ve Kuzey Ege bölgelerini gezerek,
çeşitli görüntülerini fotoğrafladı. Bu fotoğraflar, gravür tekniği ile hazırlanarak, 1864'de Le
Tour de Monde adlı 15 ciltlik kitabın içinde yayımlandı. İşte bölgemiz hakkındaki notları:
Anadolu, Padişah’ın hükümdarlığındaki tüm topraklar içinde, her seferinde başka sonuçlar
çıkarmak isteyenlere böylesi bir görüntü vermeksizin Türk örflerini en iyi inceleyebilecekleri
yerdir.
Istanbul’da Eski Kaya’nın (Suriçi-Sarayburnu) insanları arasında her yerde olduğundan kötü
ve yanaşılamazlar olduğu gibi Paris ya da Londra’da, şüpheci felsefe temelinde alınan keskin
eğitim sonucu, ulusal kimliğin olumsuz yanlarından sıyrılmış zarif insanlar vardır. İnsan
toplulukları sürekli olarak yabancı toplumlarla olan ilişkilerden etkileniyorlar. Suriye,
Bulgaristan ve Yunan illerinde de Türkler yaşamakta ancak düşman ülkeler denebilecek bu
yerlerde onları incelemek, İngilizleri İrlanda ya da Hindistanda gözlemlemek gibi bir şey.
Anadolu’da ise tersine tüm doğallıkları içinde, baskıdan uzak bir şekilde, evlerinde doğru ve
yanlışları ile birlikte görülmektedirler.
Bu görüşün çerçevesi bana, verilerini de toplamış olmama rağmen bir moral eskizi çizme
olanağı vermemektedir. Sadece Istanbul’dan ayrılırken genellikle yabancıların ziyaret etmeyi
önemsemedikleri bölgelere niçin yöneldiğimi açıklamak istedim. Zaten ilk çağlardan beri
hiçbir ülkede olmadığı kadar muhteşem halklar ve ünlü insanların hatıraları beni Anadolu’ya
çekmesi için yeterli sebep değil midir? Orada Mısırlı Sesostris, Kuzeyin Steplerinden gelen
İskit’lerle üçbin yıldan fazla bir zaman önce çarpışmadı mı? Orada tanrılar ve kahramanlar
savaş başarıları yaşamadılar mı? Bu destanı söyleyen Homeros, dahi Tales, zeki Esope,
Herodot, Apelles Anadolu’nun çocuklarıdır. Edebiyat ve sanat ışığı için anavatanlarında
hiçbir şeye boyun eğmeyen Yunanlılar, Anadolu kolonilerinde ikinci bir yaşam buldular,
Roma ise kaynağını burada bulmaktan mutluydu.
Bu klasik topraklar Doğu ve Batı arasında yığınsal savaşlara sahne olmuş ve büyük tarihsel
dönemleri belirlemiştir. Ne zaman ki hırıstiyanlık yayılmaya başladı, Olimpos tanrılarının
gözde konağı olan bu topraklar üzerinde yeni bir din egemen oldu. Aziz Paul ve Aziz
Barnabe buraları tüm yönlere doğru bir çok kez dolaşarak vaazlar verdiler. Havari’lerden Aziz
Ioannes, Efes’e yerleşti ve Meryem de bir süre onunla birlikte oturdu ve derinliklerin
(karanlıkların) meleği yükseklerin, Asya’nın Yedi Kilisesine ayrıldığını duyurdu.
Zalimlerin sonuncusu Diokletianus Nikomedia’da kanlı İmparatorluğu’nu yerleştirdi ve ondan
az sonra da Konstantin ruhunu Tanrı’ya burada iade etti. Birinci Konsil, İznik’te toplandı;
sırası ile Efes ve Kadıköy Kilise’nin pederlerini ağırladılar. Ancak daha sonra Yunan Tapınak
361 Gezgin: Strabon, 4, 3
362 Perrot, age, s. 12-13
363 Perrot, age, s. 38
207
ve hırıstiyan kilise enkazları üzerinde Muhammet’in sancağı yükseldi.
Hiçbir dünya ulusunun yabancı kalmadığı bu çatışmalar ve hilal’in (müslümanlığın) yükselişi
ile uymamazlık edilemeyecek çan çağrıları, atalarımızı, haçlı ordularını toprakları geri almak
üzere buraya yönlendirdi; aralarında Yoksul Pier, Bouillon’lu Godefroy, Genç Louis,
Kızılsakal Frederik’i görüyoruz.
Ulusların bu randevusunda sıra, uç asya (doğu asya)’yı yöneten Timurlenk’e gelmişti. Hayır,
gök kubbenin altında benzeri tarihe sahip başka bir ülke yoktur. Anıların büyüsü ve hayranlık
uyandıracak bu doğal güzellikler gezginleri kendine çekmeliydi. Ancak öyle değil; geniş
ormanlarla kaplı dağları, kıyılarında canlı antik kent harabeleri yükselen nehirleri, gölleri,
denizlerin en güzelini binlerce dantel parçasına ayıran kıyıları, Anadolu kentlerine uzun
ömürleri ile onurlu bir büyüklüğün damgasını vuruyorlar.
Tüm bölgelerini gezemeden başlıca noktalarını ziyaret ettiğim bir ülke olması sebebi ile
yapısının en belirgin çizgilerini tutabildim, Anadolu üzerine eksiksiz bir kitap yazmaya gücüne
sahip olamam, sadece gördüklerimi sırası ile satırlara dökeceğim, bu yalnızca bir gezi notu
olacak.
Elçilik Teknesi ile İzmit’e Yolculuk
24 Eylül 1862 akşamüstü Boğaziçi’ndeki bir iskeleden bindiğim vapur ile Ajaccio (Fransız
sefaretinin teknesi) üzerindeki saray görüntüsünü geride bıraktım. Kısa bir süre önce Çin’deki
görevi nedeniyle uzun süreli serüven gezilerine alışkın olan Istanbul Fransız Konsolosluğu
sekreteri Mösyö de Vernouillet de Anadolu gezime katılmak istedi. Bir Fransız uşak ile aynı
zamanda alışveriş ve aşçılık işlerine de bakacak bir Rum çevirmen bize eşlik ediyorlar.
Bagajlarımız üzerine, içine seyahat yataklarımızın sarıldığı 4 gezi sandığı yerleştirildi. Çadır
donanımını önemsemedik. Her gece yerleşik bir mekan bulmalıyız ve Padişah’ın fermanı
bize her yerde iyi ağırlanma olanağı verecek. Bu ferman Osmanlı resmi yazışmasının değerli
bir örneği olarak burada bahsedilmeye değer. Üst tarafta acaip arap harfleri ile çevrelenmiş
kutsal işaret denilebilecek İmparatorluk tuğrasının, ilk sultanların anlaşmalar altına bastıkları
ya da II.Mehmet’in Aya Sofya sütünlarından biri üzerine taze kanla bastığı beş parmağın
izlerini temsil ettiği söylenebilir.
Bu arap harfleri hükümdar adını çevreliyorlar:
SULTAN OĞLU SULTAN
SULTAN MAHMUT OĞLU
ABDÜL AZİZ HAN
<<Bursa’dan Kütahya ve İzmir’e giden yoldaki vilayetlerde karşılaşılacak olan şanlı, derin
bilgili ulemalara, kadılara ve müftülere>>
<<Şanlı benzerlerine ve eşitlerine, vilayet müdürlerine ve meclis üyelerine (ki yetkileri
yüksektir)>>
<<Bu yüksek İmparatorluk yazısını aldığınızda biliniz ki>>
<<Şanlı Fransa ülkesinden sayıştay üyesi Beyzade Moustier ve Konsolosluk sekreterlerinden
Beyzade de Vernouillet Bursa, Kütahya; İzmir ve çevrelerine gitmek istediklerini belirttiler.
<< Sonuç olarak siz müftüler, kadılar ve diğer yüksek rütbeliler hanginiz olursa olsun
topraklarınıza Moustier ve de Vernouillet beyzadeleri girdiğinde hakettikleri bütün saygıyı
gösterecek, beslenmeleri için gerekli her şeyi verecek ve ihtiyaç duydukları atları
hazırlayacaksınız.
<<Ve yanlarına yeterli sayıda zaptiye vererek tam güvenlikte olmalarını sağlayarak ne olursa
olsun sorun yaşamalarına ve rahatsız edilmelerine engel olacaksınız.
<<Bu ferman gücünü bu gerçekten almakta olup gereğini yerine getiriniz,böyle bilin ve bu asil
imzaya kalpten bağlanın.
208
Istanbul, 1279 Rebi ul Evvel ayının son on günü ( Miladi Eylül 1862 )
Ayın 25’i, tıpkı Istanbul Boğazı gibi o zamanlar soylu Bizans yurttaşlarının villaları bulunan,
ağaçlarla kaplı tepeler ile çevrili eskilerin Astacus sinus dedikleri İzmit Körfezinde
seyrediyoruz. Ancak bu gün, önemsiz ve seyrek kasabalardan başka bir şey görülmüyor.
Körfezin girişinde, İstanbul’un karşısında antik savaşlar sırasında Pharnabase, Alcibiades,
Mithradates tarafından sıkıştırılmasına karşın Konstantin’in halefleri yönetimi altında parlak
bir geçmişi olan Kadıköy var. İmparator Theodosius ve Arkadius’un bilge veziri Rufin burada
çok geniş ve muhteşem bir villada otururdu. Dördüncü Genel Konsil (451) Eutiches’i mahkum
etmek üzere burada toplanmıştı. Eski Kadıköy’ün tüm anıtları kayboldu. Kalıntıları büyük
Süleymaniye camiinde kullanılmak üzere Istanbul’a götürüldü. Aynı kıyıda eski adı Lybissa
olan ve Hannibal’in orada sürgünde olduğu sırada Romalıların eline düşmemek için zehir
içerek intihar ettiği Gebze şehri bulunuyor. Pilinius bu mezarı ziyaret ettiğini yazıyor;
şüphesiz ki bu halen görülebilen çimle kaplı tümülüstür. İzmit’in hemen yanı başındaki
Ancyron’da (Yukarı Hereke) Konstantin’in son nefesini verdiği bir villası vardı.
Sabah sekizde İzmit karşısında demir atıyoruz. Bugünkü şehir muhteşem görüntüsü ile bir
tepenin yamaçlarını kapsıyor; yeşillik yığınları, kubbeler ve minareler ev grupları arasından
görülüyorlar.
Sahilin orta yerinde Padişah’ın köşkü bulunuyor, yeni ve önemsiz bir bina. Ne hırıstiyanlara
karşı zulüm fermanını imzaladığı sene yanan Diocletianus’un sarayına,ne de IV.Murat’ın bu
gün kalıntıları kaybolmuş sarayına hiçbir şekilde benzemiyor. Yakınında tersaneler var,
çağlar boyu hırıstiyanları endişelendiren filolarını burada inşaa ettiler. Zaman epey değişti,
artık Avrupa için hiçbir tehlike arzetmiyorlar. Zaten önemli gemileri içeren donanma da
İstanbul’a yerleşti. Yine de İzmit olağan hizmetini veriyor, karşıda inşaa halinde bir fırkateyn
var. Tahta geçtiğinden beri ordu ve denize canlı bir ilgi duyan Sultan birkaç gün içinde
ziyarete gelecek. İÖ 4.yy’da I.Nikomedes tarafından kurulan ve Bithynia’nın başkenti olan
Nikomedia, İmparator Traianus’un valisi olan ve hırıstiyanları sürerek buraları imparatorluk
hazinesine irat kaydeden (İS 111) Genç Pilinius ve İmparator Diokletianus tarafından
güzelleştirildi. Bu gün bir yolcunun dikkatini çekecek ne bir sur ne de bir su yolu
görülmemekte. Nikomedia (İzmit) bu gün Kocaeli’nin merkezi ve 15 – 20.000’lik nüfusunun
altıda birini Rum ya da Ermeni hırıstiyanlar oluşturuyor. Gümrük ve sağlık işlemleri bizi
kahvaltı sonrasına kadar Ajaccio’da tutuyor, ancak saat 11’e doğru karaya çıkıyoruz. Burada
konağı tadil edilmekte olan Kaymakam’ı, çevresinde meclis üyeleri ile bir çadır altında
görüyoruz. Bizi güzel ağırlıyor. Çubuklar, kahve, geleneksel nezaket ve sohbet ki bundan
yolumuz hakkında bilgi almak üzere yararlandık, yaklaşık bir saat sürdü. Bu esnada
Kaymakam’ca bize refakat etmek üzere görevlendirilen zaptiyeler posta atlarını hazırladılar.
Dip notlar:
1.Osmanlı topraklarının idari bölünüşü eski olmasına karşın Tanzimat ile yeniden
düzenlenmiş ve birliktelik sağlanmıştır. Teşkilatlanma aşağıdakileri içermektedir:
a)Eyaletler: Başında bir vali veya mutasarrıf vardır. Yabancılar bu büyük yöneticilere Paşa
adı veririler ancak taşıdığı bütün hiyerarşik kapsamı ile bu gün bu unvan hiçbir özel görevi
ifade etmemektedir.
b)Sancak veya liva: Bir kaymakam tarafından yönetilirler.
c)Kaza: Bir müdür tarafından yönetilirler.
d)Nahiye: Başında bir muhtar vardır.
Bu yöneticilerin her birinin yanında yüksek memurlar va bölgenin hatırlılarından oluşan bir
meclis vardır. Bu meclislerde hırıstiyanlar veya museviler Piskopos ve haham ya da
delegeleri ile temsil edilirler. Başlıca görevi vergi dağılımını sağlamaktır, kimi hallerde
mahkeme görevi de görürüler.
209
2.Otel: Bu isim Istanbul’da önemli memurların yerleşimlerine verilir; taşra illerinde mülki
amirin resmi lojmanına, kasabalarda ise konuk evine verilir.
3.Posta hizmeti: Anadolu’da ilk olarak Pers işgalinde görülür, Roma İmparatorları da bu
hizmeti kusursuzlaştırmışlardır. Roma kanunlarında bu hizmetle ilgili bir çok madde görülür.
Posta durakları iki ya da dört tekerlekli arabalara göre düzenlenmişti. Plinius’un
mektuplarında Efes’ten Nikomedia’ya araba ile bir seyahat yaptığı görülmektedir. Bizans
İmparatorluğu zamanında özen gösterilmemiş yollar ilk sultanlar zamanında da pek
korunmamış olup bu gün artık yok olmuşlardır; görülebilen sadece keçi yolları olup nakliye at
ve deve sırtında yapılmaktadır. Pek acelesi olmayan seyyahlar kendi binek hayvanlarını
kullanmaktadırlar. Büyük yerleşim merkezlerinde hayvan kiralayan katırcılar vardır ki bu
hayvanlarla bir ya da birkaç gün süren yürüyüşler yapılabilir.
Posta istasyonları ise başlıca ulaşım yolları üzerinde her 25-30 km’de bir kurulmuşlardır.
Burada bakımları yapılan atlar öncelikle tatarlar (posta sürücüleri) olmak üzere kamu
hizmetleri için ayrılmışlardır, ancak böylesi bir düzenlemeyi yapmış Romalılarda ise özel bir
izne sahip ayrıcalıklılar da bunlardan yararlanabilirdi. Posta hizmeti saat ve at başına
başkentte 5 kuruş, imparatorluğun başka bölgelerinde ise 3,5 kuruş (yaklaşık 75
centime)’dur. Süre gerçek kullanım olarak değil, bir kervan devesinin konu mesafeyi kaç
saatte katedeceği ölçüsünden hesaplanır.
İzmit’e Veda
Öğleyin sele üzerindeyiz, Nikomedia yöneticileri ile son temana (selam) değişimlerini
yaptıktan sonra küçük topluluğumuz şehirden çıkıyor. İki refakatçi zaptiyemiz bir çok
meslekdaşları gibi güçlü bir yüze sahip, demek istediğim savaşçı bir görünüm, özenle
seçilmiş giyim ve silahları ile at üzerinde gururla duruyorlar. Türkiye’de zaptiyeler bizdeki
jandarmaların işini yapıyorlar, ancak rahatlıkla var sayılabilir ki kuruluşlarının temel nedeni
kamu düzeni ve insanları korumak. Detaylarda hiçbir benzerlikleri yok, üniforma konusunda
itaatkar değiller, eğer ulusal türbanlarını (sarık) olağan bir fes ile değiştirirseniz kıyafetleri bir
Türk atlısınınkilerden farklı değil; elbiselerin renkleri, işlemelerin desenleri, bir yumak
üzerindeki toplu iğne gibi her boy ve şekilde içine sokuşturulmuş silahlar bulunan kırmızı
kuşaklar her birinin zevkine göre değişken. Zaptiyelerin durumları Osmanlı’nın gözde
tercihleri ile uyumlu: iyi bir at üstünde devriye gezmek, dağlarda ve ovalarda çubuk tütürerek
rasgele dolaşmak ve her kasabada bir kahve hatta bazen tavuk ve pilav ikram edilmek
Türkiye’de imrenilen bir yaşam tarzı. Her kasabadaki müdürün bir konağı ve atlı zaptiyeleri
olduğu ki ayda ortalama 65 kuruş (15 frank) gelirleri olduğu bana kesin olarak ifade edildi.
Kanıksamışlıklarına ve her şeyin ucuz olmasına rağmen bu maaşlar, örneğin refakat ettikleri
yolcuların uzlaşı içinde verdikleri ikramiyeler gibi ek gelirleri olmasa yeterli olamazdı. Eğer bir
reaya ile ilintili olursa bu ikramiyeler çok yüksek olabilir. Hakkı olmamasına rağmen
zaptiyeden talep ettiği bir günlük koruma için devletin bir ayda verdiğinden fazlasını verebilir.
Mola verdikleri bir kasabadan aç karnına kalktıkları enderdir ve genellikle kaymakam ya da
müdür’ün masasından artanlar onlar için yeterlidir. Çıkarlar bundan öteye gidiyor mu?
Duyduğumuz kötü söylentiler gibi haydutlar ve gizli servis elemanları arasında çıkar ilişkisi
var mıdır? Ben aksine inanmayı tercih ediyorum, eğer böyle bir şey görülmüş ise de bir
istisnadır. Baş edemeyecekleri çeteler ile karşılaşmama da ustadırlar, küçük zorbaların
olumsuzluklarına göz yumabilirler, tanıdık reaya’lar ile ilgili raporlarında daha az kuşkucu
olabilirler ancak bir çokları yakın geçmişte korumalarına verilen konvoyları savunurken
öldüler, ben inanıyorum ki bir yolcu onlara emanet edildiğinde en azından onların etkinlik
alanlarında güvence altında olur. Kırsal alan yaşayanlarını rahatsız ettiklerine, haraç
aldıklarına dair benim bir anım olmadı, bizim güvenliğimiz için yaptıkları hep namuslu, tetikte,
saygı ve dikkat dolu idi.
İzmit’ten Sapanca’ya uzaklık 30 km, katetmemiz 6 saat sürdü. Yol yaklaşık 4m genişliğinde
210
düz ya da yuvarlak taşlarla örtülü ve atların yürüyemeyeceği derecede bozuk. Birkaç gün
süren yağmurlardan dolayı oluşmuş çatlaklar nedeni ile sık sık yan patikalardan gitmek
zorunda kaldık. Yol zaten kırık dökük ve birden fazla noktada ortadan yok oluyor. Eski Roma
yolu Küzeybatı’dan Güneydoğu’ya doğru Anadolu’yu geçerek Suriye sınırına ulaşırdı ki ana
arter bu gün bile İran Körfezini İstanbul Boğazına, Ermenistan, Mezopotamya ve
Anadolu’nun büyük şehirlerini İmparatorluğun başkentine bağlamaktadır. Şüphesiz ilk
Sultanlar bakımını iyi yapmışlardı ancak bu gün Türkiye’deki tüm yapılarla aynı kaderi
paylaşırcasına terkedilmiş bir durumda. Zaman zaman bir balçık çukurundan üzerine koca
tomruk gövdeleri yüklenmiş iki veya üç çift tekerlikli arabaları güçlerini zorlayarak çıkarmaya
çalışan koşulu öküzleri kimi zaman da bazıları yürüyüş halinde bazıları da açık alanda kamp
kurmaya hazırlanan deve kervanları görüyorduk.
Yolu çevreleyen baltalık ormanlar sarmaşık ve yabani asmalar altında boğulmuş ve
üzerlerinde çok büyük çınarların yükseldiği çayırlarla karışmış geniş bir çalı serisi görüntüsü
veriyorlardı. Bu ağaçların sapları genellikle yerden birkaç metre yukarıdan, onların oransal
güzelliklerine zarar verircesine kesilmiş. Tabandaki gövde alışıldığı üzere devecilere bir
sığınak ve ocak vazifesi görüyor. Yolda sadece büyük çınarların gölgesi altında bir koruluk
içindeki bir derbend önünde kısa bir mola vermek sureti ile saat altı buçukta neredeyse
karanlık basmak üzereyken,Sapanca’ya vardık. Yollar Türk kentlerinin çoğunda olduğu gibi
dar ve sanki evlerin çatılarını oluşturan saçaklarla örtülmüş gibi, bize dendiği üzere şehrin
öbür ucunda ıssız bir yapı olan yabancıların konaklamaları için yeni yapılmış bir hana varmak
üzere kenti boylu boyunca katediyoruz.
Dip notlar:
1.Temana: Selamlamadır. Bir çok çeşidi vardır. Alçak gönüllü selamlamada, yarı eğilmiş
durumda el selamlananın ayaklarındaki tozu toplar ve alnına boşaltır gibi hareket ettirilir.
Saygılı selamlama da ise el kalbe, ağıza ve alına götürülür. El sadece kalbe ve alna
götürülmüş ise bu bir aile selamıdır. Doğu’da genellikle büyük olan önce selamlar, bu küçük
olana selamının can sıkıcı karşılanmayacağı güvencesini içeren bir işarettir. Aslında alçak
gönüllülükten başka bir şey olmamasına karşın bunu bilmeyen yabancılar kabalık olarak
suçlamışlardır.
2.Bir müdürün aylığı 300 kuruş (75 frank)’tur.
3.Derbend kelimesi aslında geçit demektir, aynı zamanda posta ve kervanların yolu üzerinde
bulunan yarı sığınak yarı kahvehane şeklindeki ayrıca zaptiyeler istasyon, yolculara ise
barınak hizmeti veren yapı anlamına gelir.
Benzeri hana sahip Türkiye’de pek az şehir ya da büyük kasaba var. Bir vakfın hayır
işi,gelirinin bir çoğu da özel bağışlardan. Handa hiçbir mobilya olmadığı gibi bir gezginin
ihtiyacına yönelik bir imkan da yok. Aynen söylendiği gibi kapısını açıyor,yerleşiyor ve
besleniliyor. Sapanca’daki daha yepyeni, mutlu bir ayrıcalık olarak hasır ve divanlarla döşeli
iki oda buluyoruz. Giriş katındaki kahveci zamanından da harcayarak bize omlet ve tavuklu
pilav ikram ediyor. İlk günümüz böylece iyi koşullarda geçiyor. Sapanca müdürü yok ama
vekili bizi ziyaretinde yarın sabah saat altı için iyi atlar ve iki zaptiye sözü veriyor. Öyle
olmasa da saat 7’den önce kervansarayın avlusundalar.
Sapanca Gölü - Sophon Köprüsü – Adabazar – Sangarius (Sakarya) Irmağı - Kemer
Köprü
Küçük şehrin bir kısmını katedince türk şehirlerinin sokaklarını arşınlayan işsizlerin çoktan
kahvehaneleri doldurduğunu gördük ve kuzeye doğru ilerliyerek birazdan kasabadan birkaç
yüz metre ötedeki Sapanca gölüne vardık. Yüksek falezlerin çevirdiği kumsalı izliyoruz,
zaman zaman ayaklarımızı ıslatacak şekilde suyun içine giriyoruz. Plinius’un İmparator
211
Traianus’a yazdığı gibi o zamanların tartışma konusu Sakarya nehri ve İzmit körfezi
arasında, her ikisine de hakim konumda olan Sapanca gölü aracılığı ile bir kanal açmaktı.
Şüphe etmemek gerekir ki yedi-sekiz yüzyıldır uykudaki bu proje bir gün tekrar gündeme
gelecektir. Saat dokuz buçukta Sophon (Sapanca) köprüsünün girişindeyiz. Altıncı yüzyılın
ortalarında İmparator Justinianus tarafından şu an bir akarsu ağı ile dolu bataklıktan ibaret
olan eski yatağından yönünü doğuya çevirmesi sonucunda Sakarya nehri üzerine
yaptırılmıştır. Geniş bir bitki örtüsünü barındıran su ile gelen tabaka kemerlerin subasmanını
kaplayarak nerdeyse tonozlara kadar ulaşıyor, bu durum anıtın büyüklüğünün bir kısmının
görülememesine yol açıyor, ancak yarısı asma ve incir ağaçları altında saklanmış
yalnızlığında öneminden kaybetmiş olsa da hala etkileyici bir anıt görünümünde.
Kaymakamın bize aktardığı bir Türk atasözüne göre:
“Nahmet köprüsünü görmeyen, hiç bir şey görmemiştir.”
Procopius ve Konstantinos Porphyrogenetes’in anlattıkları kanıtlıyor ki Bizans rumları
hayranlığı ülkenin bu günkü sahiplerine yansımamış. Bu viadük (köprüyol) 400 m’den uzun,
aynı yükseklikte olmasına rağmen çeşitli çaplarda askıda 12 kemeri bulunuyor ve geniş
döşeme taşları ile kaplı ufki bir yüzeye sahip.
Bir gezgin’in (Texier) Küçük Asya (Anadolu) kitabı 25 yıl önce göle en yakın uçta bir zafer
takından bahsediyor ancak tamamen yok olmuş, ama karşı sahilde bir yönü Karadeniz’e bir
yönü Toros’lara uzanan yolun köprünün aksına göre iki dik açının kesiştiği noktasında bir yarı
kubbe ya da niş görülüyor. Yakın bir yerde, kemerlerden birinin güney yüzü ile bitişik, hatta
nehir yatağında bir takım tonozlu yapılar görülüyor, bir anıt, bir tapınak veya bir konaklama
yeri olmalı.
Atlarımızı bir Bizans kubbesi altına bırakıyor ve çizimler yapıp fotoğraflar çektikten sonra son
tetkikler için dört köşe sütun kalıntıları üzerine oturuyoruz. Önümüzden tavır ve kıyafetleri çok
farklı atlılar, erkekler ve kadınlar geçiyor. Dendiğine göre komşu bir kasabaya hac için giden
Ermeniler.
Sakız ağaçları topluluğu ortasından kıvrılarak geçen yola koyulmak üzere saat iki’de hareket
ediyoruz, bir süre sonra güzel,küçük bir vadinin ötesinde Adapazar (veya Adaköy)’ün
minareleri görünüyor. Adapazar Sakarya nehrinin sol kıyısında 10.000 kişilik bir nüfusu
barındırıyor, bunun üçte biri Ermeni, bin kadarı da Rum. Klavuzluk yapan zaptiyelerimizden
biri müdürü bulamadı ancak Rum Çorbacı (Rum topluluğunu idare etmekle yükümlü belediye
görevlisi) yanımıza gelerek bizi hoş sohbet dindaşlarından birinin evine götürdü, divanlı bir
odaya yerleştik.
Reçeller, kahve, sigara (Rum’larda bunun yerini çubuk alıyor) kesintisiz ikram edildi, ev
sahibimiz canlı hareketlerle bizi rahat ettirmek istediğini gösteriyor. Ayaklarımıza çömelmiş
sürekli hoşnut olabilmemiz için ne yapabileceğini soruyor.
Canlı ve zeki görünümlü oğlanlar olan çocukları haber ilettikleri büyükleri ve arkadaşları ile
birlikte geldiler. Şehri gezelim dediğimizde bizi binlerce renkli alacalı bir odadan oluşan Rum
kilisesine götürdüler. Bir ızgara ve bir perde mihrabı gizliyor. Rusya’da, Yunanistan’da ve
Doğu’da bu güne kadar hiç değişmeyen Bizans stili sahte mücevherler, göklere
çıkartırcasına altın yaldız boyalı Aziz resimleri altında duvarlar kayboluyor. Ev sahibimizin
evinin merkezi odasında bu resimlerden Kudüs’ü cennet ve cehennem arasında tasvir eden
bir tane var.
Birazdan İngiliz korumasındaki Pera (Beyoğlu)’lı bir tüccarın monte ettiği bir buharlı hazarı
görmeye gideceğiz. Adapazarlı Rum ve Ermeni kadınlar geniş şalvarlar ve çok belirgin tek
renkli (mavi, pembe, sarı) cepkenler giyiyorlar. Bir türban gibi fluarın çevrelediği fes
takıyorlar, çok ince ve sık uçları deniz kabukluları ile süslenmiş saçları omuzlarına değiyor.
212
Bazıları alınları veya boyunlarında altın parçalarından süsler taşoyor. İlkel toplumlarda
kadınların mücevherleri bir tasarruf kasası işlevi görüyor. Ev sahibimizin bütün olanaklarını
sunduğu yemekten sonra yere yataklar ve yorganlar döşeniyor ve bizim gelişimizle büyük
misafirperlik gösteren bu evde istirahat zamanı geliyor.
Ertesi sabah 27 Eylül saat altı buçukta eğerlerin üstündeyiz. Atlar iyi, sürücü ve zaptiyeler
hareketli. Uyku sonrası olabilecek en iyi adımlarla yürüyerek Adapazarını terk ediyoruz.
1862, Kubinyi & Henszlmann & Ipolyi
19. yy. ilk yarısında Macaristan kamuoyunda, İmre Tökeli’nin İzmit’te geçirmiş olduğu
mültecilik yılları ve Macarlardan sonra orada kalan hatıraları hakkında pek bilgi yoktu. İlk
bilgiler için 1861’e kadar beklemek gerekti. Esasında Tökeli’nin İzmit’teki Ermeni
mezarlığındaki anıt mezarı hakkında ilk haberleri verenler 1848-1849 özgürlük savaşının
Türkiye’ye göçmüş mültecileri oldu. İlk olarak Matyas Donath adında bir Macar 1861 yılında
Alman Thaly’ye gönderdiği mektupta şunları yazmıştı:
Tökeli & İzmit’teki Macarlar
“İzmit’teki Ermeniler dokuz yıl önce yeni bir Ermeni kilisesi inşa ettikleri sırada orada
buldukları mezar taşlarını kilisenin duvarlarını örerken kullanmışlar. Olasılıkla o zaman
Tökeli’nin mezar taşını da olduğu yerden çıkarmış olacaklar, çünkü şimdi tuhaf bir şekilde,
hemen yolun kenarında büyük sıra ağaçların altında toprağa gömülmüş olarak bulunuyor.”
Bu emektar özgürlük savaşçısının mektubu Tökeli’nin mezarının konumu yanı sıra İmre
Tökeli ve karısı İlona Zrinyi ile beraberindekilerin nerede oturmuş olabilecekleri hakkında bilgi
veriyordu: “Tökeli taraftarları Kazıklı İskele’nin (günümüzde Kavaklı) yukarı tarafında bir köye
yerleşmiş. Köyün nerede olduğu ancak mezarlığından anlaşılıyor ve şimdi de Türkler buraya
boş Macar Köyü diyorlar. Saraylı köyündeki torunlar arasında hala Macaroğlu adında bir
ihtiyar yaşıyor. Geçen yaz Nogay Tatarları Türkiye’ye göç ettiklerinde burada da kalmışlar.
Arada mezarlığın olduğu yeri kazmaya kalkışmışlar ancak istavrozlar bulunca kazmaktan vaz
geçmişler. Gene buradan alınan bazı taşlar, yaya iki buçuk saat uzakta bulunan Bahçecik
adındaki Ermeni köyünde çeşme duvarına yerleştirilmiş fakat yazıları içe dönük kalmış . Hala
hayatta olan bazı kimseler, bu taşların boş Macar Köyü mezarlığından alındığını çok iyi
bildiklerini söylüyorlar.”
Aynı yıl, Macaristan’da Türkiye’ye bir araştırma gezisi yapılmaya karar verilerek bu gruba
Macar Bilimler Akedemisi’nin üç üyesi olan milletvekili Yaşlı Ferenc Kubinyi, arkeolog-mimar
İmre Henszlmann ve Törökszentmiklos kasabası rahibi-tarihçi Ipolyi alınıyor. Bu bilim
adamları beş yıldır İstanbul’da bulunan ünlü gezgin ve daha sonra Türkolog Armin
Vambery’den yardım istediler. Vambery, ekibin İstanbul, Tekirdağ ve Ermeni Patrikliği
Arşivi’nde araştırma yapabilmeleri için ayrıca İzmit’teki Ermeni Mezarlığı’nı da gezebilmeleri
amacıyla Babıali huzurunda gerekli adımları attı. Fakat ekip, oldukça gecikince 15 Mayıs
1862’de Istanbul’dan hareket ederek maceralı İran ve Orta Asya yolculuğuna başladı.
Vambery’nin hareketinden az sonra da Macar ekip İstanbul’a vardı. Ekip Tekirdağ’a kadar
gitti ancak İzmit ziyareti yapılmadı. İmre Henszlmann’ın yolculuk sırasında yaptığı 27 resim
arasında iki tanesi Tökeli’nin mezarını betimliyor ancak bunları olasılıkla İstanbul’da yaşayan
Macarlardan sağladığı resimlere dayanarak çizmiş olsa gerek.364
1876, Frederick Burnaby
Bir İngiliz subayı olan Frederick Burnaby, Osmanlı sınırları içindeki azınlıklar hakkındaki
iddiaların gerçekliklerini araştırmak için 1876 yılında Anadolu’yu baştan aşağı at üzerinde
364 Seres Istvan, İmre Thökeli ve Türkiye, Budapeşte 2006, s. 203-207
213
dolaşır. Dönemin politik gelişmeleri yanı sıra güncel yaşamdan da kesitler sunan yazar
nerdeyse her konuya değinmektedir.
1876 yılının İngiltere’sinde yaşayan İngiliz Yüzbaşı Frederic, ülkesinde sözü edilen
Türkiye’nin ve Türk hükümetinin gerçekte anlatılanlar gibi olup olmadığını merak etmektedir.
O sıralarda Türk hükümeti, İngiltere’den aldığı borçların faizini dahi ödeyemeyecek duruma
gelmiştir. İngilizler Türklere karşı nefret ve öfke duymaktadırlar. İngiliz centilmenlerinin, bütün
gazetelerin ve dolayısıyla halkının ağzında dolaşan, Türklerin kötü, cani, tembel ve
Müslüman olmayanları kazığa oturtacak derecede korkunç insanlar olduğu söylentilerini
duymuştu. Gerçekte Türk nasıldı? Bu kargaşa içerisinde gerçeği anlamak zordu. Yazar, bu
merakını gidermek için Küçük Asya’ya bir gezi yapmaya karar verir. Türk Büyükelçisine
mektup yazarak İstanbul’daki yetkililerin küçük Asya’da yapacağı geziye itirazları olup
olmayacağını sorar. İzin alıp yola çıkmaya karar verdikten sonra, Anadolu ile ilgili yazılmış
bütün kitapları okuyarak bilgi edinmeye başlar. Kitaplardan havanın sert ve dondurucu soğuk
olduğunu öğrenir. Sonra yolculuğu için yanına biraz ilaç, bir İngiliz uşak ve bir tüfek ile silah
alır. Görevini aksatmamak için izinli bulunduğu dönemde 1876 yılının sonbahar aylarında
trenle Marsilya’ya, oradan da vapurla İstanbul’a giderek Anadolu’da yapacağı yolculuğa
başlar.
İstanbul’da daha ilk günlerinde İngiltere’de okuduklarının ve dinlediklerinin yanlış olduğunu
gösteren olaylarla karşılaşır. Burada görüştüğü bir arkadaşı ona İstanbul’da basın özgürlüğü
olduğunu söyler, oysa İngiltere’de söylenen ve yazılanlar böyle değildir. 1876 yılı sonlarında
İstanbul’dan yola çıkan Burnaby, görünümleri pek güzel olmayan yerel atlar ile İzmit’ten
başladığı atlı yolculuğunu Batum’a kadar sürüdürmüştür ve yöre hakkında ilginç gözlemleri
vardır.
Gittiği yerlerde sıradan köylü halkla daha iyi anlaşabilmek için yanına bir Türk uşak almaya
karar verir. Osman adındaki Türk uşağı ve İngiliz uşağı Radford ile birlikte, temin ettikleri yük
ve binek atlarını yanına alarak Üsküdar’dan yola çıktığında ilk durakları Maltepe köyü olur.
Maltepe’den İzmit’e geçer. İzmit’te bir Rum’un evinde kalırlar ve kendilerini görmeye gelen
Hıristiyan ve Müslüman halk ile bu evde görüşme fırsatı bulurlar. Yüzbaşı, buradaki halkın
birbiriyle çok iyi geçindiğine de tanık olur. İzmit halkı İngiltere’nin Türkler hakkında kötü
düşüncelere sahip olduğunu bildiklerini söylemesi üzerine Yüzbaşı bunun nedeninin alınan
ve ödenmeyen borçlar olduğunu halka anlatır. Durumu incelediğinde, ödenmeyen borçların
sebebinin, Rusya’nın Türkleri savaşla tehdit etmesi sonucu devletin asker toplamak zorunda
kalması ve mali sıkıntıya düşmesi olduğunu anlar. Sohbetleri esnasında orada yaşayan
Hristiyan, Ermeni, Rum ve Müslüman halkın eşit haklara sahip olduğunu ve birlikte barış
içinde yaşadıklarını görür. Burnaby,İzmit’i şöyle anlatıyor:365
“İzlediğimiz yol kötüleşti. Atlarımızdan biri kazara yanlış adım atsa binicisi kendini suda
bulurdu. İzmit’e, tarih öncesi çağların Nikomedia’sına yaklaşıyorduk. Şehrin girişinde bir
zaptiye karşıladı. Şehirde otel yoktu; önden giderek bizi, bir Rum’un işlettiği eve götürdü.
Avrupai tarzda döşenmiş, temiz pak iki odayla karşılaştım burada. Zaptiye bir emrimin olup
olmadığını sorduktan sonra,paşaya sağ salim vardığımı bildireceğini söyleyerek odadan çıktı.
Ertesi sabah, İzmit Telgraf dairesi müdürü ziyaretime geldi. Fransızca bilen bir Ermeni idi.
İstanbul’dan aldığım, İzmit’in hıristiyan eşrafına yazılmış takdim mektubunu görünce çenesi
açıldı. Bir Ermeninin uğradığı haksızlığın İstanbul’dan gelen emir ile düzeltildiğini anlattı.
Daha sonra şehri dolaştım. Yarımay şeklinde kurulmuş olan şehir, kıyı boyunca uzanan
tepelerin üstünde yükselir. Yukarılara doğru uzanan evler kuş misali tünemişlerdir ücra
köşelere. Bir tanesi kartal yuvası gibi tek başına dururken, diğerleri çok daha yukarılardadır.
Evler inşa edilirken hiçbir düzen gözetilmemiştir.her türlü şekil ve üsluba rastlamak
mümkündür. Çoğu İsviçre’nin dağ evlerini andırır. Ahşap duvarları binbir renkle parlar. O gün
çamaşır günü idi anlaşılan. Türklerin ve hıristiyanların iç çamaşırları ile gömlekleri asılı idi.
365 Burnaby Frederic – çev. Taşkent Fatma , At Sırtında Anadolu, İstanbul 1999, s.72-81
214
Gökkuşağının tüm renklerini içeren giysiler, genel görünüme daha da fazla bir ışık
katıyordu.Güzel inşa edilmiş birkaç taş bina vardı-içlerinden biri paşanın konağıydı. Akşam
üzeri kendisine uğradım. Fransızca’yı, aynı zamanda Odessa’daki Osmanlı
Konsolosluğu’nda geçirdiği yıllar sayesinde Rusça’yı mükemmel konuşuyordu… Akşam
Ermeni bir piskoposu ziyaret ettim. Şehrin hıristiyan mahallesinde –diğer bir çok Türk
şehrinde olduğu gibi, İzmit’te de Türklerle Ermeniler ayrı mahallelerde oturuyorlardı- tuhaf bir
güzelliğe sahip, eski tarz bir evde oturuyordu... Sohbet dönüp dolaşıp İzmit’teki Türklere
geldi. Kimi Türk resmi görevliler hakkında Ermenilerin bile olumlu konuştuğunu duymak
güzeldi. ”Türk hükümeti o kadar da kötü değil” dedi üçüncü bir beyefendi. ”Bütün
İmparatorlukta adaletin eşit dağıtılmasını arzu ediyorlar; ancak kadılar, bir hıristiyanın verdiği
ifadeyi delil olarak kabul etmedikleri sürece huzura kavuşmamız çok zor. Kuran’da hıristiyan
bir şahidin verdiği ifadenin delil kabul edilmesi gerektiği yazılı ama bu konu görevliler
tarafından kötüye kullanılmakta. ”
Burnaby. kentte birkaç gün daha geçirdikten sonra Sapanca üzerinden yola devam eder.
Mudurnu, Geyve ve Sakarya’nın kıyısından yollarına devam eden grup, yolda sık sık askeri
birliklerle karşılaşır. Halkın sürekli Ruslar’la yapılacak olası bir savaşa hazırlandığı ve tüm
halkın yapılacak savaş için aşırı istekli olduğunu tesbit eder. Ankara yolu üzerinde
karşılaştığı Çerkezler de Türklere sığınmıştır. Çünkü Ruslar hamile kadınları, yaşlıları ve
çocukları acımasızca öldürmüşler ve onlar da güvende olduklarını düşündükleri Türkiye’ye
kaçmışlardır. Yüzbaşı Burnaby, Türkleri tanıdıktan sonra şu satırları yazmaktan kendini
alıkoyamamıştır:
“Türk ulusunu yerin dibine batıran, onu dünyada akla gelebilecek her türlü kötülükle suçlayan
ülkemizin insanları, hikayeler yazmayı bırakıp, Anadolu’da küçük bir yolculuğa çıksalar iyi
ederler. “Şeytan, betimlendiği kadar kara değildir” diyen eski bir atasözü vardır. Kendilerini
Hristiyan sayan yazarlar bir çok konularda Anadolu’daki Türklerden ders alsalardı keşke.”
1877, Pierre Loti
Türkiye aşığı ünlü Fransız yazar Pierre Loti (asıl adı Julien Viaud, 1850-1923), deniz subayı
olarak çıktığı yolculukları anlatan izlenimci romanlarıyla tanınır. Konusu İstanbul’da geçen ve
platonik aşkını anlattığı Aziyade ilk romanıdır (1879). 1876-77 İstanbul’unun değişik yönlerini
aktarması nedeniyle belgesel niteliği de taşır. Yazar, İstanbul eğlencelerinde sunulan İzmit
şarabını anlatır:366
İstanbul’un bir ucunda, İzzeddin Ali Efendi’nin davetlerine ertesi gün erken saatlerde dönmek
üzere erken saatlerde gidilir… Kuranın yasaklamamış olduğu beyaz İzmit şarabı tek bir
kadehte verilmekte ve herkes bu bardaktan içmektedir. Bu şaraptan o kadar az içilir ki, bir
genç kız bundan fazlasını isterdi. Şarap, daha sonraki durumun nedeni depildir. Baş yavaş
yavaş ağırlaşır ve daha karışık düşünceler, karışık bir düş içinde birbirine karışır.
Aynı eserde, arkadaşı Plumkett’e yazdığı Şubat 1877 tarihli mektubun satırlarında
amirlerinden aldığı on günlük bir izin sonrası arkadaşı Ahmed’le birlikte gerçekleştirdiği kısa
gezi ve bir süre bulunduğu İzmit’ten de bahsetmektedir:367
Gece olurken İzmit’e vardık. Pasaportumuz olmadığından, tutuklandık. Bir Paşa, bize
bunlardan ezbere birer tane üretme hoşgörüsünde bulundu ve uzun görüşmelerden sonra
karakolda yatmayı başardık. Atlarımıza el konuldu, onlar kışlada uyudu.
İzmit, oldukça uygarlaşmış ve güzel bir körfezin sonunda kurulmuş büyük bir Türk kenti.
Çarşıları canlı ve hoş görünüyor. Saat sekizden sonra halkının fenerle bile dolaşması yasak.
366 Pierre Loti, Aziyade, (çev. Nahid Sırrı Örik), İstanbul 2000, s. 146
367 Pierre Loti, age, s. 156-158
215
Bu memlekette geçirdiğimiz sabahı, güzel mavi gökteki güneşle şimdiden ısınmış o ilkbahar
sabahını iyi anımsıyorum. İyi bir köylü yemeğinden sonra ikimiz de doymuş, dinlenmiş ve
sağlam, belgelerimiz de düzgün, Orhan Camisi’ne doğru çıkmaya başlıyoruz. Kelebekler
dolaşıyor, böcekler vızıldaşıyor. Kuşlar ilkbaharı şakıyor, rüzgar ılık. Eski ahşap ve garip
evlere çiçekler, arabeskler çizilmiş. Her yanda leylekler damlara o kadar aldırışsız
yerleşmişler ki, kurdukları “yapı” bir çok ev sahibini pencerelerini açamaz duruma getirmiş.
Orhan camisi’nin üzerinden görünüm, suları mavi İzmit Körfezi’ne, Asya’nın verimli ovalarına
ve ta ötede, büyük karlı doruğunu yükselten Bursa’nın Olimp’ine (Uludağ) kadar uzanıyor.
İzmit’ten Tavşancıl’a, Tavşancıl’dan yolumuzun ikinci bölümü Karamursar’a (Karamürsel).
Burada yağmura tutuluyoruz.
Karamursar’dan İznik’e karlı havada karanlık dağlardan geçerek atla gidiyoruz; kış geri
döndü. İsmail adlı bir adam bizi soymayı tasarladığı için, tepeden tırnağa silahlı üç zeybek
eşliğinde, türlü heyecanlarla aşılan bir yol. Hiç beklenmedik bir rastlantı sonucu
başıbozuklarla iş iyice düzeldi ve yalnız çamura batmış durumda İznik’e ulaştık…
1877, Benjamin Samuel Gren Wheeler
S. Bengamin (1837-1914), bir Amerikalı ailenin beş çocuğundan biri olarak Yunanistan’da
doğdu. A.B.D.’nin ilk Pers elçisi oldu. Gazeteci, ressam, yazar, diplomat, yayıncı ve amatör
bir denizciydi. Benjamin, “from Broussa to Constantinople – Bursa’dan İstanbul’a” adlı
makalesinde Nikomedia’dan şöyle bahsetmektedir.368
İznik’i fetheden Orhan, tarihteki bir çok ünlü gibi davranarak yaptığı üzere Sakarya ırmağı
üzerinden Gök Dağ sıralarına ve Kserkes’in Hellespont’a yürüyüşünde ilerlediği, daha sonra
Beyazıt’ın ya da tarihteki bir çok ünlünün kullandığı geçitlere gittikçe baskı yapmaya başladı.
Orhan’ın orduğu bu zor geçitten güvenli bir şekilde geçerek olağanüstü güzel körfez ve Gök
dağ’ın yalçın kayalıkları ile çevrili, doğunun en güzel kentlerinden biri olan Nikomedia’yı
(İsmid) kuşattı. Bir zamanlar Diokletianus ve güçlü Romalıların elinde bulunan kale,
yeniçerilere dayanamamış olsa bile en resimsel görüntüyü veriyor…
1882, Jules Verne
Bilimkurgunun babası sayılan ünlü Fransız yazar Jules Verne (1828-1905), denizcilik
geleneği olan bir ailenin çocuğuydu ve ünlü olduktan sonra 1876 yılında büyük bir yat aldı ve
Avrupa’nın çevresini yatıyla dolaştı. Jules Verne, Osmanlı topraklarındaki maceralarını,
imparatorluk, Türkler ve Karadeniz’le ilgili düşüncelerini, 1882 yılında yayınladığı İnatçı
Kereban adlı romanında yayınlar. Yapıtında, Hollandalı Van Mitten ve uşağı Bruno bir
Ramazan günü uşağıyla birlikte İstanbul'a gelirler. Mitten, burada dostu tütün tüccarı
Keraban Ağa ile buluşur, onun Üsküdar'daki konağına yemeğe gideceklerdir. Tam da o gün,
Boğaz'dan karşıya geçiş için yeni bir vergi konulur ama Keraban Ağa'nın bu vergiyi ödemeye
hiç niyet yoktur. Yarım fincan kahve fiatı olan on paralık vergiyi ödememekte kararlı olan
Keraban Ağa'nın bu inadı, kendisine yüzlerce altına mal olacak zorlu ve ilginç bir Karadeniz
yolculuğu başlatır.369
27 Eylül’de küçük kervan Sakarya kasbasından geçti, akşama doğru, bundan tam altıyüz yıl
önce İmparator Avrelianus’un öldürüldüğü yer olan Kerpe Burnu’na ulaştı. Burada geceyi
geçirmek üzere mola verdiler ve kırksekiz saat içinde yani dönüş için belirledikleri son günün
368 Benjamin S.G.W., From Broussa to İstanbul, Harper’s New Monthly Magazine, C.60, Haziran-Kasım 1877,
s. 719
369 Jules Vernes, Inatçi Keraban, çev. Nihan özyıldırım, İstanbul 2002, s. 215-220
216
sabahında Üsküdar’a ulaşabilmek için izlenecek yolda yapılabilecek bazı değişiklikler üzerine
konuşuldu…
Üsküdar tepelerine uzaklık ne kadardı? Yaklaşık 60 fersah. Eğer atlar gece boyu
yürümemekte direnirlerse süre yetmeyecekti. Kıyıdaki girinti ve çıkıntıların hissedilir
derecede uzattığı sahil yolunu bırakıp, Anadolu’nun bu ucundan içeri girerek, Karadeniz ve
Marmara Denizi kıyıları arasındanki bölgeden, kısacası olabildiğince kestirmeden giderlerse
yolu rahat rahat oniki fersah kısaltabilirlerdi…
Sonuçta bu teklif çok iyi karşılandı. Ertesi gün kat edecekleri uzun yola hazırlanmak için 27
Eylül’ü 28 Eylül’e bağlayan gece boyunca dinlenmeye karar verdiler.
Kahramanlarımız, sonrasında maceralı bir yolculuk sonucu Nerissa Boğazı’nı geçerek
Üsküdar’a varırlar.
1885, Thomas Stevens
Bisikletle dünya turunu ilk gerçekleştiren kişi olan Thomas Stevens, 24 Aralık 1854 İngiltere
Hertfordshite doğumlu olup 1872’de Amerika’ya göç eder. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra
sonunda madenci olur. Dünya turuna başlayana kadar Missisipi’nin doğusuna hiç
geçmemiştir. Gezgin 22 Nisan 1884’de Pope İmalat Şirketi’nden sağladığı 50 inçlik bisiklet,
çoraplar, yedek bir gömlek, çadır ve yatak olabilen bir branda ve 38’lik bir Smith&Wesson ile
San Fransisco’dan başladığı yolculuğunda, Alameda adlı bir tekneyle Oakland’a geçer. 103
½ gün sonra 4 Ağustos 1884’de Boston’a varır. Stevens’in ABD içi turunun 1/3’ü yürümekle
geçmiştir. 83 ½ gün yolculukla ve 20 gün yağışlı hava şartları nedeniyle beklemekle
geçmiştir. Gezinin bu bölümü aylık “Harper’s” dergisinde yayınlanır. Kışı, New York’ta hazırlık
yaparak geçirir. Kıtalararası turu hakkında yazı yazmak için “Outing” dergisi ile anlaşır. Tek
başına yolculuk ettiğine göre kitabında yer alan çizimler bu derginin elemanlarınca ya da
daha sonra kitap aşamasında çizilmiş olmalıdır. Dergi onu 9 Nisan 1885’de “The City of
Chicago” adlı bir gemiyle Liverpool’a gönderir. Sonrasında İngiltere, Fransa, Almanya,
Avusturya, Macaristan, Slovenya, Sırbistan, Bulgaristan ve Rumeli üzerinden Türkiye’ye
varır. İstanbul’da yedek parça, lastik ve daha iyi bir tabanca edindikten sonra Anadolu
yolculuğuna başlar. Irak ve İran’a gider. Kışı İran’da Şah’ın konuğu olarak geçirir. Sibirya
üzerinden geçme isteği Afgan yetkililerce reddedilip 10 Mart 1886’da sınırdışı edilince bir Rus
buharlısıyla Hazar Denizi üzerinden Bakü’ye, demiryolu ile Batum’a geçip oradan da bir
başka gemi ile İstanbul’a geri döner. Buradan bir başka tekneye geçerek Hindistan’a gider.
Calcutta, Hong Kong, Güney Çin ve Japonya’ya geçerek 17 aralık 1886’da Yokohama’da
13,500 mil bisiklet sürdükten sonra son kez bir gemiye binerek Ocak 1887’de San
Francisco’ya dönerek Dünya Turu’nu tamamlamış olur. Pope şirketi bisikletini II. Dünya
Savaşı’na kadar saklamış ancak savaşa destek kampanyalarında hurda olarak bağışlamıştır.
Stevens, 1935 yılında İngiltere’de ölmüş olup Londra’da East Fincley mezarlığında
yatmaktadır.
İşte, ABD Massachusetts Bisiklet Klübü üyesi İngiliz Thomas Stevens’in 1887’de Londra’da
kitaplaştırdığı “Bisikletle Dünya Turu” 370 adlı gezi notlarında, bölgemizde geçen anları ve
sosyal yaşam hakkında aktardıkları:
Gezi Hazırlıkları
İstanbul’dan aldığım izin kağıtlarında, yolculuğuma 10 Ağustos Pazartesi günü doğrudan
Üsküdar’dan başlamam yazdığını gören bir çok İstanbul beyefendisi, alınan istihbarata göre
Mahmut Pehlivan adlı bir haydudun komutası altındaki bir çetenin Üsküdar’ın otuz mil
370 Stevens Thomas, Around The World on a Bycle, c.1 From san Francisco to Teheran, böl. X, Londra 1887, s.
249-272
217
ötesinde faaliyet gösterdiğini kibarca ikaz ettiler. Bunun üzerine (Anadolu’daki yolculuğuma)
çetenin toplandığı noktadan 25 mil daha ötedeki İsmidt’ten (İzmit) başlamaya karar verdim.
İngiliz uyruğundaki bir Rum olan Mösyö J. T. Corpi, daha önce aynı çetenin eline düşmüş ve
varlıklı bir insan olarak bilindiğinden 3,000’nin üzerinde bir fidye vererek kurtulabilmiş.
Dediğine göre, Üsküdar’dan İzmit’e karadan gideceğim gazetelerde yayınlandığı için büyük
bir tehlikeye atılmış olacaktım.
Bir bisikletlinin doğal ekipmanı dışında fazladan birkaç jant teli, tekerlek lastiği tamir harcı
topağı ve arka tekerlek için yedek bir lastik edindim. Yedek tekerleği, yirmi yardalık sağlam
bir halatla ön iskelete sıkıca bağladım. Çadır, yedek iç çamaşırları, bir kutu tabanca fişeği ve
bir şişe dikiş makinesi yağını arkadaki bagaj taşıyıcısına yerleştirdim. Yazı aletlerim, birkaç
ilaç ve ince kauçuk bir deri çantanın içindeydi. Çeşitli yolları inceleyerek planladığım yol, Pers
başkenti Tahran’a varark kışı orada geçirmek ve sonrasında Pasifik kıyılarında
sonlandırmaktı.
İzmit Postası
Bu düşünce içinde kendimi 10 Ağustos sabahı saat 10’da, İzmit ve Osmanlı başkenti
(İstanbul) arasında düzenli olarak haftada iki kez sefer yapan bir Türk buharlı gemisinde
buldum. İzmit’e giden bu buharlı gemi her çeşit insanla dolmuştu. Bu durum, İstanbul’un
dünyadaki en kozmopolit kenti olduğunu sözlerden daha çok doğrulayan bir görüntü
sunuyordu, ayrıca raslantısal bir gözlemci olarak gemideki tanıklığımdan hareketle en
demokratik olduğunu da söylemeliyim. Göründüğü üzere ne birinci, ne ikinci, ne de üçüncü
sınıf var, her kes aynı yol ücretini ödüyor, herkes üst güvertede istediği noktaya, köşeye
yayılıyordu ya da kürek sandıklarının üzerine tünüyordu. Klavuz köprüsünde (Kaptan köşkü)
vakit öldürüyorlar ya da baş güvertede oraya buraya atılmış yük denklerinin üzerine
uzanıyorlardı. Özetle, herkes isteğine göre davranmakta özgür görünüyordu, girilmesi yasak
tek istisna kıç güvertede erkek yolcuların kaba bakışlarından çadır beziyle iyice gizlenmiş
Müslüman bayanların dedikoduları, kahveleri ve güzel kokulu sigaralarından oluşan küçük
dünyaları için ayrılmış bölme idi. Doğu’daki her kamu taşıtında güzel hanımların yaşmaklarını
çıkarabildikleri, sigaralarını içebildikleri ve kendilerinin evlerinin inziva köşelerindeki kadar
rahat hissedebilecekleri ayrı bölümler var.
Rum ve Ermeni kadınları, ana güvertedeki yolcular arasına karışıveriyorlar. Rum kadınlarının
giysileri doğu havasına oldukça uygun, Ermeni kadınlarının ise farklı ama tam batı giysisi
değil, duruşları ise iyi huylu ve sevecen. Ancak kibar Rum kadınlarının anlayış ve eğilimleri
tam tersi gibi gözüküyor. Tek başına ya da ikili veya grup halinde oradan buraya dolaşıyorlar,
birbirlerine ya da başkalarına bir şeyler söylüyorlar. Resimsel görüntüleri ve umursamaz
tavırları hak ettiklerinden fazla dikkat çekiyor ancak farkında değilmişlercesine zamanlarını
sigara sarmak ve içmekle geçiriyorlar. Başlarına canlı ipek kumaşlar sarmışlar. Gösterişli
kısa yelekler giymişler, gür siyah saçları iki örgü halinde sırtlarından aşağı sallanıyor. Ancak
temel üst giyimlerini ne etek, ne de pantolon olarak tanımlamak olası değil, en doğrusu bir
bayan giysisine benzemeyen ve bir Türk bayan giysisinden daha duyarlı ve resimsel
olmayan bu farklı giyime “tanımlanamaz” demek. Bu Rum hanımların erkek refakatçileri de
hep birlikte cesurca bayram elbiselerini giymişler gibi canlı renkleri ile Levanten kumaş
sanatçılarını ürkütme konusunda onlardan pek geri değiller. Gemide oldukça çoklar,
görüldüğü üzere İzmit Körfezi’nin mavi sularının üzerinde yükselen yeşil çerçeveyi süslemek
üzere, bir sanatçının eliyle oraya buraya dağıtılmış, kıyıdaki beyaz boyalı kasabalar boyunca
uzanan üzüm bağlarının ortasındaki küçük bir Rum kasabasında düğüne gidiyorlar.
Saatler boyu dans eden, müzik yapan bu neşeli insanları sürekli seyretmekte olan kalabalık
seyirci topluluğu bu kez bisikletin etrafında toplandı. Bisiklet ve hakkımdaki kısmen
anlayabildiğim sözlü çenebaz yorum ve yargılar pandomimler eşliğinde anlatılıyordu…
218
Bir İstanbul buharlı gemisinin, dolayısıyla İzmit postasının güvertesi, karakter çalışması için
müthiş fırsatlar sunabiliyor. Gemide nerdeyse her insanın diğerlerinden farklı, kendine özgü
nitelikleri var. Yaklaşık onbeş dakika süren aralarda, yalın ayak yalın bacak ve paçavra
giyimli bir Ermeni çifti, kendilerine ait bir küçük bir tavuk kafesi ve bir arpa çuvalını almak
üzere binbir zorlukla tavuk kafeslerinden oluşan büyük bir yığının üzerine tırmandı…
Bir orta yaşlı adamın giyimi bir bilgi vermiyor, belli ki Osmanlı değil. Sahildeki köylerden
birindeki evine dönüyor ve yolculuk masrafını çıkartmak umudu ile elinde bir karpuz sepeti ile
kalabalığın arasında dolaşıyor. Az önceki neşeli ve canlı sahnelere tepkisiz kalmış ve kıç
taraftaki çadır beziyle ayrılmış bölüme yakın yerlerde bulabildikleri her noktaya çömelmiş bir
grup, İstanbul ziyaretinden dönen iç taraftaki bir köyün güzel görünümlü, beyaz sakallı
Müslüman hacılarından oluşuyor. Bisiklet gibi tüm ilgiyi çeken bir olaya bile kibirli ve dalgın
tavırlarını değiştirmiyorlar. Bunlardan ikisinin müthiş görünümleri var; siyah gözleri, oldukça
dolgun dudakları ve yağız derileri Arap kökenli olduklarını ele veriyor. Ayrıca, uzun
hançerleri, modası geçmiş pistolları ve doğulu olduklarını ispatlarcasına inci kabzalı büyük
tabancaları var. Bağdaş kurmuş bir halde, neşeli müziğe ve dans eden Rumlara
aldırmaksızın sessiz bir meditasyon hali içinde sigara üstüne sigara tüttürüyorlar.
Yolcu Mahkumlar
Teknenin mola verdiği ilk durak olan Yalova’da iki zaptiye, İzmit’e götürdükleri iki mahkumla
gemiye bindiler. Bu adamlar aşağı tabakadan suçlular. Perişan görüntüleri Türk
hapishanelerindeki tümüyle sağlıksız koşulların bir göstergesi. İşlenmemiş inek derisinden
pabuçlar, çıplaklıklarını ancak örten elbiseler, aylardır tarak yüzü görmemiş saçları, sanki
yedi yıldır sabun görmemiş yüz ve elleri ile belli ki Türk değiller çünkü mahkumlar
temizliklerini yapmakta özgürler ve en azından Türkler dışarı temiz bir yüzle çıkmak isterler.
Zaptiyeler, birlikte çömelerek sigaralarını yaktılar ve mahkumlarını teknedeki her yere
gidebilecek şekilde serbest bıraktılar. Aşağılık konumları yanı sıra perişan ve pis hallerini de
umursamayan iki mahkum sağda solda sohbete başladılar. Bir batılı onlardan uzak durudu.
Bu iki adam, gerçekten de gerek fizik gerekse zeka olarak en aşağılık canilere benziyorlardı.
Benim bu tekneye binmeme neden olan çetenin üyeleri olabilirler. Ancak kimse onlara acıma
ya da yargılama duyguları içinde bakmıyordu. Olasılıkla dünyanın hiç bir ülkesinde
Türkiye’deki gibi yığınsal bir moral ve sosyal duyarsızlık yoktur.
Daha once sözünü ettiğimiz düğün hazırlıklarının yapıldığı köye yolcuları indirmek üzere bir
kaç dakika durduğumuzda, tekneye bindiklerinden bu yana kımıldamadan duran dört-beş
soğukkanlı Osmanlı ayağa kalkarak, biraz ingilizce bilen Robert Kolej’in bazı Ermeni
öğrencilerine anlatacak olduğum, bisikletin çalışması ve mekanizmasını dinlemek üzere beni
ön güverteye kadar takip ettiler. Öğrencilerin sorularına hiç ilgi göstermeden ve tek kelimesini
anlamadıkları açıklamalarımı dinleyip bir kaç dakika makinayı sessizce inceledikten sonra,
gelenleri karşılamak üzere gemiye doğru kürek çeken ve havayı müzikle dolduran kayıklar
dolusu neşeli Rum’a da aldırmadan eski konumlarına, sigaralarına ve meditasyonlarına geri
döndüler. Çalışan bir bisikleti görmeye ve düğün eğlencesinde bu yeniliği tanıtmaya arzulu
Rumlar, benimle sohbet edebilecek birini bulup beni sahile inmeye ve bir sonraki İzmit
gemisine kadar (üç gün sonraydı) misafir olmaya davet ettiler. Bu muteber görünümlü
Rumların davetlerini isteksizce değil ancak kibarca reddettim. İzmit postası, Türkiye’deki her
şey gibi salyangoz hızıyla hareket ediyordu, öngörülen saatten bir saat sonra yola çıkmış ve
yolda bir kaç köye uğrayarak sadece 55 mil olan uzaklığı övgüye değer yavaşlıkla katedip,
İzmit iskelesine vardığımızda saat öğleden sonra altı idi.
İzmit
219
Bütün kalabalığın iskele tahtasını geçmesini bekledikten sonra bisikletim ve elimde biletimle
ilerlediğimde, billet toplayıcı “Beş kuruş, Efendi” dedi. “Ne için, beş kuruş” diye sordum. Yanıt
yerine bisikleti gösterdi. “Bagaj”, diye açıkladım.
“Bagaj yok, kargo” diye cevapladı, ödeme yapmalıydım. İşin doğrusu daha once hiç bisiklet
görmemiş ve kargo ya da bagaj olup olmadığını bilemiyordu. Ancak bir Türk görevli, nasıl bir
yol izleyeceğine dair bir örneğe sahip değilse para toplanacak doğru yolu seçerdi, yoksa bu
denli özgün olamazdı. Yine de bu tutumun nedeni, görevini yerine getirmedeki isteksizlikten
daha çok çoğunun yaptığı gibi bir zimmet olanağı idi. Bilet toplayıcının talebini karşılarken bir
gemi adamı yaklaşarak bahşiş istedi. Bunu, bisiklete bir el attığı ya da böyle yapması
istendiği için değil, dalgın bakışlarının arkasında ileri iyi gördüğü için istiyordu. Bir bisiklet, bu
teknede daha once gördüğü bir şey değildi ama gelecekte bu tür şeyler yolcular arasında
yayılabilir ve yerleştireceği bir bahşiş geleneği daha sonraları iyi gelir getirebilirdi. Bu nedenle
saygılı bir selam vererek “Beyefendi” dedi ve iki kuruş bahşiş istedi. Onun arkasından
pasaport memuru geldi, (İstanbul’dan aldığım yolculuk) teskeremin dışında bisiklet için de
özel bir pasaport istedi. Sanki bir bilmece çözer gibiydi çünkü bir bisiklet daha once kayıtlara
hiç girmemişti ve parasal bir işleme denk düşmediğine gore olasılıkla amaç bahşiş talep
etmekti. Ama kalabalık rıhtım aylaklarının ve tekneden inmiş ancak cadde boyunca bisiklet
sürmemi sabırla bekleyen hayranlarımın hep birlikte, güçlü ve gürültücü bir protestosu bu
isteği geri çekti. Memur korkup sinerken ben rahatlamıştım. Düşüncem, bütün günü İzmit’e
varmak için harcadığımdan gemiden iner inmez hemen yola koyulmak ve kalacak bir yer
bulmak üzere gece bastırıncaya dek sürmek idi. Ancak İzmit’in iyi insanları, düşüncesiz ve
tehlikeli olduğunu söyleyerek yine seslerini yükselterek açıkça karşı çıktılar. Onların bu iyi
niyetli ikazlarını dinlemeyeceğimi açıkça dışa vurunca, anlaşılabilir düzeyde ingilizce
konuşan bir Fransızı aceleyle çağırdılar. Kendi adına konuşur, diğerlerinin his ve sözlerine
tercüman olurken Fransız, günün bu geç saatinde çalıların ardındaki tehlikelere doğru yola
çıkmamam konusunda beni doğrudan uyardı. “İzmit ve Ankara arasında çok kötü, oldukça
kötü insanlar ve çok sayıda Kafkasyalı var” dedi, en kötülerinin İzmit yakınlarında olduklarını
ve Ankara’ya ne kadar yaklaşabilirsem o denli rahat edeceğimi ekledi. Güneş de tepelerin
ardında kaybolduğuna gore en uygunu sabah erken yola çıkmaktı.
Eşkiyalar
Son Osmanlı-Rus savaşı esnasında binlerce Kafkasyalı sığınmacı Anadolu’ya göç etmişti.
Yerinde duramayan, gezgin bir yapıları, bir aile reisinin çalışkan ve olaysız yaşamına uygun
değil. Bir çoğu köylerde aylak dolaşıp, kimsenin nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde
geçiniyorlar. Genel kanı, her türlü kötülüğü yapabilecekleri ve uzmanlıklarının at çalmak
olduğu şeklinde. Eğer bu, geçerli ya da kârlı olmazsa hatta eğlenceli küçük bir değişiklik için
bu Kafkasyalı boşta gezerler fırsatını bulunca bir yolcunun yolunu kesme olanağını da
kaçırmamaktaydılar. İzmit halkı, soyulmamı engellemek için her türlü öneriyi getiriyordu. Saat
kösteğim, rozetim ve değerli olduğu görüntüsünü veren her şeyimi saklamalıydım. Böylece
yolda ya da köylerde karşılaşacağım Kafkasyalıların gizli heveslerini uyandırmayacaktım.
Beni koruyacak planlardan biri de elbisemi bir Türk subayının düğme ve apoletleri ile
süslemekti. Böylece diğer insanlar beni bir Kafkasyalı’nın ya da diğer bir suçlunun bile
çatışmaktan çekineceği, hükümet görevlisi tam donanımlı bir zaptiye sanacaklardı. Bu son
düşünceler özellikle de zaptiye kıyafeti konu Kafkasyalıları gerçekten uzak tutarken öte
yandan Türkçe bilmeyen biri olarak her kasaba ve köyde başımı askeri yetkililerle derde
sokacaktı. Hazır cevap fransız, birlikte Paşasının konutuna giderek, durumu anlatıp üniforma
için izin istemeyi önerdi. Aşırı önerilerin gerksiz olduğu inancı içinde bu teklifi kibarca ancak
kesinlikle reddettim. Macaristan’dan çıktığımdan bu yana bir çok böylesi ısrarlı ikazlar aldım
ama bu tehlikelerin insanların sandığı ölçüde olduğundan şüpheliyim. Genel tavrın birlikte ya
da korumayla seyahat etmek olduğu bir ülkede tek başına yolculuk etmenin belli tehlikeleri
barındırdığının bilincinde olarak, yolculuğumdaki bu aşırı değişikliğin Asyalı düşünce tarzında
derin bir etki yapacağı ve düğmelerimin devletin altınından da olsa çekingen davranacakları
konusunda tatmamıyla emin oldum. Bisikleti ilk kez gören insanlar üzerindeki geçmiş
220
gözlemlerime göre, bir bisikletli yüz yarda uzunluktaki bir güzel yolda iken Asya’nın en kötü
başıbozuklarının arasına girerek yoluna devam edebilir.
Pilav
Gece burada kalmaya karar vererek, bir Ermeni tarafından işletilen yeterli derecede konforlu
bir otel buldum. Orada yediğim bir akşam yemeğinde, bir çok hafta boyunca günlük
menümün bir parçası olacak “pilav” adı verilen bir Asya yemeği ile ilk kez tanıştım. Pilav,
görüntüsü değişmekle birlikte tüm Asya’da yapılan bir yemek. Temel olarak haşlanmış pirinç
ancak günlük deneyimlerimde gördüğüm üzere değişik katkılar eklenebiliyor. Benim ve otel
sahibinin az düzeydeki yabancı dil sıkıntımızı aşabilmek için yemekhaneye davet edilerek bir
çeşit kiremit fırındaki ateş üzerinde hafifçe kaynayan çok sayıdaki değişik kaba ve tencereye
göz atmaya, böylece beğendiklerimi hizmetkâra göstermeye izin verildim. Bir çok çeşit içinde
tanıdık bir yemek göremeyince, otelin sundukları arasında pilavı tercih ettim ve gerçekten
lezzetli buldum.
Fransız arakadaşımız bir bisikletin İzmit’e gelmiş olmasından oldukça mutluydu, büyük bir
ilgiyle bana gençlik yıllarında kendisinin de tekerlekli araçlar kullandığını ve yaklaşık 18 yıl
önce Fransa’dan ilk geldiğinde yanında getirdiği ön tekerleği arka tekerleğinden daha büyük
olan bir velospit ile kentin yerlilerini şaşkınlığa uğrattığını anlattı. Geçmiş günlerden kalan bu
unutulmuş anı şimdi bisiklet üzerindeki bir adamı görünce anılarında canlanmış ve bu gece
benim onuruma tekrar gün ışığına çıkmıştı. Sahibinden aktarılan bu anı ile velospit ve
gündemdeki bisikletim kıyaslanarak iyi ve kötü yönleri anlatılıyordu… Çenebaz ve neşeli bu
adam, birlikte geçen akşam yemeğinden sonra tombul ve anaç görünümlü karısını bisikleti
görmesi için getirdi. Levanten Rum bir hanım. Kendi dili fransızca dışında kocası, yanlış ve
yüzeysel ingilizcesini geliştirmesi için ona yardımcı olmuştu. Onun görmesi için kısa bir süre
bisikletimle bir kaç kez ileri-geri gidip sonra da rahatça indiğimde , beni övmek isteyen
hanımefendi ileri çıkarak, “Ne kadar güzel sürüyorsunuz, bayım” derken, övgülere katılmak
isteyen kocası da “çok güzel, oldukça” diye ekliyordu.
Görüldüğü üzere Rumlar, İzmit Körfezi kıyılarının yaşam ve şiir kaynağı. Otelim denize
karşıydı ve güneş battıktan bir kaç saat sonra yarım düzine kayığa doluşarak gecenin
karanlığında şarkı söyleyen insanlar, kentin karşısında kürek çekiyorlardı. Güzel olan, suyun
yumuşatıcı etkisiyle gevşemişler, havai fişek ve meşalelerle bu güzelliği daha da arttırıyor
olmalarıydı. Akşamın erken saatlerinde, bana güzel noktaları gösteren kentin bir kaç
sokulgan yerlisi ile İzmit’e ve çvresini kuşatan manzarayı hayranlıkla seyrederken oldukça
etkilendim. Antik adı Nikomedia olan kent şu an 13,000 nüfusa sahip. Kent, yaklaşık 1,5 mil
genişlğindeki İzmit Körfezi’nin en sonunda ve denize karşı bir hilal şeklinde konuşlanmış;
aşağılar körfezin mavi suları ile yıkanırken zirvesi ve yanları yeşilliklerle çevrili, teraslanmış
yamaçlar üzerine yapılmış evlerin bir çoğu beyaz boyalı. Karşı kıyının yeşil yamaçlarında
birer beyaz benek gibi yer alan köylerden belirgin bir tanesi de Bahçecik. Bir kaç yıl once
burada sanırım Robert Kolej’in bir kolu olarak bir Amerikan misyoner okulu açılmış. İster
yumuşak bir yokuş isterse daha engebeli ve heybetli olsun bu güzel yörenin tüm
yamaçlarının her mili, yeşil bir bitki örtüsüyle kaplı ve dağlarla sınırlanmış olağanüstü
koylarını oluşturan körfezin suları ise koyu mavi. Parlak yeşil tepeler, danseden mavi sular ve
beyaz boyalı köyler, Boğaziçi’nden (Marmara’ya çıktıktan) sonra en durgun koyu
oluşturuyorlar. Sanırım hayatımda daha güzel bir yer hiç görmedim, bu güzel görüntünün
ardındaki dağ korunaklı bu koy gemiler için ideal bir demirleme yeri. Geçen savaşta, bilindiği
gibi Rus orduları İstanbul’a yöneldiğinde İngiliz donanması, Sultan’ın izni olsun ya da olmasın
Çanakkale’yi geçme konusundaki ünlü emir almışlardı ve İzmit Körfezi’nin suları aylar
boyunca gemilerin buluşma noktası olmuştu.
Asya’ya Doğru
221
Salı sabahı tan yeri ağarırken kalkarak, uyuklayan otel görevlilerini zorlukla bulduktan ve
kahvaltı yapmak yerine soğuk bir yemeği paketledikten sonra bisikletime binerek kentin doğu
sınırına doğru pedal çevirmeye başladım. Yolda, Ankara’dan yeni gelmiş ve tiftik yünü
getirmiş bir kervanın yanından geçtim. Yük katırları, minik bir kızak çanından ağırbaşlı bir ses
veren iki galonluk demir işi bir çana kadar her boydan çanlar asılmış fistolu bir sicimle gayet
güzel süslenmişlerdi. Bu çanlar müthiş bir gürültü çıkarıyorlardı. Adamlar, sanki başlıca
görevleri gürültü yapmakmış gibi bağıra bağıra hayvanların donanımlarını çıkartıyorlardı
ancak ben yanlarından sessizce geçerken, ortak bir karar almışlar gibi birlikte susarak
sessizce göz dikerek, sanki başka bir dünyadan gelmiş olan beni selamladılar. Bir kaç mil
boyunca kaba şose bir yol biraz engebeli ancak yine de bisiklet sürülebiliyor ve içerilere
doğru miller boyu bisikletten inmeyi gerektirmeyen güzel bir yol haline geliyor. Yol, sıra
dağların devamı olan ve İzmit Körfezi’ni de içeren bir çöküntü boyunca ve şimdi de benim
yoluma her iki tarafta bir kaç mil mesafede parallel olarak devam ediyor. Güneydeki dağ
sırası üzerindeki kimi zirveler heybetli yükseklikte. İzmit’ten dört mil sonrası çevre düz ve
bataklık, daha sonrasında da arazi yükseliyor. Batak düzlük, yüksek arazi ve dağ yamaçları
kestane, ceviz, diğer cins ağaçlar ve kendi çekiciliklerini katan yaban inciri fundası ile eğrelti
otunun da dahil olduğu yoğun çalılıklarla kaplı. Yörenin her tarafı yoğun ağaçlıklarla kaplı.
Yolda ilk geçtiğim köy nerdeyse tamamen ağaçlarla gizlenmiş ve evlerin çatıları yeşil bitki
denizi üzerinde ancak görülebiliyor. Ekili meyve ve küçük sebze bahçeleri tamamen gizli
kalmış ve eğer köylülerin tüm mal varlıklarını silip süpürecek bu sonsuz çalı ormanında bir
yangın çıksa, nasıl yardım edileceğini kimse bilemez. İleride sağlığım açısından beni nelerin
beklediği konusunda birinci deneyimimi sabahın ilk saatlerinde yaşadım. Peşimden gelen bir
çift atlı, böğürtlen toplamak için durduğum bir anda yavaşça midelerini okşayarak ve başlarını
iki yana sallayarak bana böğürtlen yemenin iyi bir şey olmadığını anlatmaya çalıştılar ve el
kol hareketleri ile bana görüş mesafesi içindeki kötü yerleri gösterdiler. Bir kaç mil
uzaklıklarla, yol kenarındaki küçük açıklıklarda bulunan hanlarda da İzmit ve İstanbul’daki
arkadaşlarımın itibarı sayesinde bir çok Kafkasyalı sığınmacı güvenliğim için kendilerini
gösterdiler.
Kafkasyalı Göçmenler
Kafkasyalılara özgü koyu kumaştan uzun ceketler giyiyorlar, özel yapılmış kaval ve keselerle
donanımlı göğüslerini iki sıra kemik ya da madeni fişeklik süslüyor. Hem çizme, hem mes,
hem de benim makosenlerimin benzerini giyiyorlar. Başlarında ise İranlıların ulusal
başlıklarına benzer kuzu yünü uzun siyah kumaştan bir başlık var. Çoğu çıplak ayak yalın
bacak olan çevredeki gruplar içinde uzun ara en iyi giyimli ve en saygın görünümlüler. Kötü
giyimli bir Kafkasyalı hiç görmedim. Görüntü olarak en güvenilir insanlar ancak bu evsiz ve
genel olarak köydekilerin neredeyse tamamının boğaz kesen görünümlü olduğu Çerkes
dağlıların kimilerinin gülümseyen dış görünümlerinin altında bir kötülük gizli. Eski kılıçlar,
bıçaklar ve tabancalar bütün grubun ortak kuşamı...
Daha öğle olmadan tuhaf atım (bisiklet) hakkındaki meraklarını gidermemi bekleyenlerce üç
kez mastika, konyak ve kahve ikram bahanesi ile yanaşıldım. Bu üç içki ve kaçınılmaz
nargile dışında bu yol kenarı hanların sunduğu bir şey yok. Bir bardak suya eklenen bir kaşık
vişne şurubu ile benim yolculuğum boyunca en tercih ettiğim, serinletici bir şerbet yapılıyor.
Zararsız ve şarhoş etmeyen bir içki...
Sapanca
Geçtiğim yol Ankara’dan tiftik, İzmit’ten çeşitli mallar getiren katır kervanlarınca sürekli
kullanılarak ezilmiş bir yol. Deve kervanları yumuşak izler bırakır ancak daha önce
bilgilendirildiğim gibi yörenin rahatsız edici sivrisinekleri nedeniyle yılın bu tehlikeli
mevsiminde İzmit’e nadiren gelirler. Özel saldırı şekilleri, ağır yük taşıyan develerin hassas
burun deliklerini istila etmek ve dikkatlerini dağıtmak hatta bazen ölüme sürüklemek şeklinde.
Akşam yemeği için Sapanca’da mola verdim. Avrupa Türkleri’nin uysallık ve çocuksu güven
222
vericilikleri Anadolu’daki kardeşlerinde pek görülmese de Balkan Yarımadası’nda verdiğim bir
moladakine benzer görüntüler. Bunun dışında, akşam yemeğimi yemekle meşgul olduğum
kısa süre içinde bir köylü yanıma yanaştı ve bana yemek yemeği bırakarak nasıl bisiklete
bindiğimi göstermemi istedi. Olumsuz yanıtlamamı engelleyeceği düşüncesi içinde hiç bir
Avrupalı’nın ölümcül kolera tehlikesi olmadıkça yemeyeceği ancak Asyalıların güven içinde
tükettikleri bir kaç yeşil elma sundu. Yemekten sonra beni ahırın üzerindeki bir odaya
koymaya çalışan han sahibine, bir kaç not almaya çalışırken beni deli eden kalabalıktan
kurtarmasını rica ettim on dakikadan az bir zaman içinde kapı açıldı ve köyün ileri
gelenlerinden biri yürüyerek yaklaştı, ağırbaşlı ve etkileyici bir selam verdi. Kırım’da
İngilizlerle savaşmış bir adamı aradı, çok az fransızca bilen bu adamın dediğine göre
çevirmenlik yapsın diye yanında getirmişti. En hafif bir tereddüt göstermeden bana yazmayı
bırakmamı ve aşağı gelerek bisikleti sürmemi istedi. Başarımı gördüğünde bir at ve bisiklet
arasındaki faydaları kıyaslayabileceğini kurnazca ekledi. Asyalı karakterinin bu tuhaf özelliği,
öğleden sonra bisiklet sürülemez bir yolda karşılaştığım bir kervan şefinin bisikletin binilecek
bir şey olduğunu anladığında “Bin, bin!” sözleri ile bir kez daha karşıma çıktı. Kısıtlı
Türkçemle “Mümkün değil, fena yol. Düz yol lazım.” diye yanıtladım. Değişen bir şey yoktu,
adam ince bir şekilde, nasıl binildiğini anlayabilmek için onları takip etmemi ve yol
düzeldiğinde binmemi istedi. Hiç bisiklet görmemiş ve bu olayın tanımsız ve puslu bir kavram
olduğu bu özgün insanlardan tekrar tekrar bahsetmem belki de gereksiz.
Sapancalıların temel işleri zaman öldürmek ya da bir şeyler olsun diye beklemek gibi
görünüyor. Elma ve armut bahçeleri boyunca çalılıklar arasına serpiştirilmiş ve
ilgilenilmiyormuş görünüyor. Çoğu yaşlı ağaç ve şimdiki sahiplerinin ataları tarafından
ekilmişler... Çapalanmamış ve bakılmamışlar, doğanın kendilerine bahşettiği şekliyle
yetinmişler. Ağaçlıklar arasında, orada burada yosun tutmuş mezar taşları gözüküyor. Bağlar
ne çitlerle çevrilmiş ne de çalılarla sınırlanmış. Kısaca ormanaltı bitkileri Sapancalıların
enerjileri için oldukça fazla... Yamaçların en üst noktalarında çalılıklar arasında koca ağaçlar
ve çok sayıda küçük açık araziler görünse de etrafı sağlam bir yeşil duvar gibi engellenemez
ormanlarla çevrili. Sapanca’nın minareleri ve eski bir geçit olmasa kişi kendini uygarlığın bir
beşiğinde değil de sanki yeni bir yerleşim merkezinde sanabilir.
Demiryolu Sapanca’da son buluyor ve yolum şimdiye kadar karşılaştığım en kötü yola
dönüşüyor. Eski araba yolunu izleyerek alçak bir dağ geçidine doğru uzanıyor... Geçidin
zirvesinden yeşil örtülü vadinin görüntüsü içinde, orada burada beyaz minareler yeşilliklerden
yukarı doğru fırlıyor sanki yeşil bir denizden zıplayan fenerler gibiler. Köyler, yaklaşık 12 mil
uzunluktaki bir vadinin yarısını kaplayan ve gün ortasında donuk bir şekilde parlayan bir göl
boyunca dağların alt yamaçlarında nokta halinde yerleşikler... Rampa, batı taraftan daha da
taşlık ve küçük bir vadiye iniyor, eğer büyük bir köy varsa tüm yaz boyunca seslerle doluyor
olsa gerek. Geniş bir alana yayılmış kestane ve büyük eski çınarlar, bölünmüş yeşil kadife
bölgeler ve izole kayalık alanlar oluşturmuşlar. Sakarya’nın kolu küçük bir çay, kayalık yatağı
boyunca kıvrılarak ilerliyor. Ormanlarla kaplı dağlar, nerdeyse tam dik durumda bir vadinin
etrafında yükselerek doğuya çıkan dar bir geçidi koruyorlar. Görünüşte ne bir insan ne de
derenin şırıltısını bastıracak bir ses var… Bu akarsu kolunun rotasını doğuya doğru millerce
takip ederek ve defalarca üzerinden geçerek sonunda Sakarya vadisine vardım. Dar vadinin
aşağısında kimi yollar oldukça güzel ve bazı yerlerde vadi dağlar arasındaki yalnız bir boyun
gibi büzüşüyor. En dar noktalardan birinde dağlar, nerdeyse dikey bir kaya görüntüsü
veriyorlar ve burada Yunanlıların (Bizanslıların) Türklerin güneyden saldıracakları endişesi ile
12. yy. civarında bir dönemde yaptıkları bilinen taş bir duvarın kalıntıları bulunmakta. Duvar
dağdan ırmağa doğru uzanıyor ve masif bir işçiliği var, kervanların geçmesi için yapılmış bir
kemerli geçitle kesilmiş. Bu boşluğu geçtikten hemen sonra, beni 3-4 mil takip ederek
kendine göre nerede bisiklete binilip binilmeyeceğini söyleyen bir adamın bana eşlik etmeye
başlamasıyla onurlandım. Öğleden sonra yaklaşık saat beşte eski bir taş köprü üzerinden
Sakarya’yı aştım ve yarım saat sonra Geyve’ye vardım. Yaklaşık yedi mil genişliğindeki
üçgen bir vadinin ortasında büyük bir kasaba. Mesafe ölçerim İzmit’ten buraya kırk milden
223
fazla gösteriyor. İlginç bir kırk mil oldu, eski geçidin üzerinden geçişimi, zirveden
Sapanca’nın görünümünü hiç unutmayacağım…
1888, Kalman Thaly & Ignac Kunos
II.Ferench Rakoczi’nin hayatının tutkulu araştırmacısı-tarihçi Kalman Thaly 1888’de
Rakoczi’nin İstanbul ve tekirdağ’daki hatıralarını araştırmak için hareket etti. Doğal olarak
Rakoczi’nin annesi ve üvey babası Tökeli’nin yaşamlarının son yıllarını geçirdikleri İzmit
kentine de uğramamazlık edemezdi. Bir günlük İzmit yolculuğu 5 Ekim sabahı başladı. Thaly,
Türkçe bilmiyordu fakat üç yıldır Türkiye’de yaşamakta olan ve henüz 28 yaşındaki Türkolog
İgnac Kunos bu yolculuğun değerli bir yardımcısıydı. Genç Kunos beş yıl süren Doğu gezisi
sırasında Anadolu’da üç büyük yolculuk yaptı, Yunanistan’ı, suriye’yi, Filistin’i, Mısır’ı ve bazı
balkan ülkelerini gezdi. Türk halk şiirlerini toplamaya karar veren ilk Avrupalı bilim adamı
Kunos oldu ve daha sonra bir çok yabancı dile çevrilen ciltleri sayesinde Türkologlar da
bunları uluslar arası boyutlarda tanıma olanağına kavuştu.
Trenle İzmit’e Yolculuk
Kunos ile Thaly İstanbul’un Anadolu yakasına, Haydarpaşa’ya vapurla geçtiler ve oradan
İzmit trenine bindiler. Bu hat Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tek demiryoluydu. Tren, Erenköy,
Kartal ve Gebze’ye uğradıktan sonra öğle sularında İzmit’e vardı. İzmit, Türk, Ermeni, Rum
ve Musevi sakinleriyle 10-12,000 nüfuslu küçük bir kentti. Daha Erenköy’e uğradıkları zaman
kendilerine uygun bir at arabası sağlanması için İzmit istasyon şefliğine telgraf çekmişlerdi.
Oraya vardıklarında “lalelerle süslü bir Tatar arabası” bekliyordu. İçine “yün şilteler”
yerleştirilmişti ve iki yolcu adet olduğu üzere bağdaş kurarak bu şiltelere oturdu. Tepedeki
Ermeni mezarlığına doğru batı yönünde yol alarak kentin sokaklarını baştan sona geçtiler.
Mezarlığın önünde onları “kocaman ak sakallı dinç bir Ermeni papazı ile saçları ağarmış bir
mezarlık bekçisi” ayrıca daha birkaç yaşlı ile cıvıl cıvıl bir grup çocuk bekliyordu. “Eski Macar
Kralı”nın mezarını görmek için Macaristan’dan gelen bu ziyaretçileri merak etmişlerdi. Papaz
ile mezarcı, 60 yıl kadar önce, eski Ermeni mezarlığının kaldırılmasından sonra Tökeli’nin
kemiklerinin (ve mezar taşının) yeni mezara nakledildiğini anlattılar. Kilise defterlerine göre
Macarlar Tökeli’nin mezarını sınırsız süreyle satın almış olduklarından, kilise kurulu
Tökeli’nin kemiklerini de yeni mezara naklatmeyi kendisi için bir yükümlülük saymış.
Tökeli’nin Mezarı
Mezarlığın güneydoğu kısmında yüzlerce yıllık iki dev çınar vardı. Ekip, bunlardan birinin
denize doğru dallarının altında, İngiliz mezarlığında, Kuruc kralının mezarını gördüler. Zira
1888’de İngilizler, eski Macar Beyi’nin mezarının çevresine mezarlar açmaya başlamışlardı.
Hatta son defa tam da Tökeli’nin mezarının yanında 1878’de ölen genç bir İngiliz denizcisinin
mezarı yapılmıştı. Tahly, hemen Kunos’un çevirmenliği ile “Macar Kralı’nın yattığı yere kim
bakıyor” diye merakla sorunca, buranın iki sorumlusu şu cevabı verdi: “Buraya, O’nun yanına
mezar açan İngilizler, beyefendi İngilizler…” Mezarlar, Macar ziyaretçilerin hayretini
uyandırdığı gibi gerçekten de tamamen bakımlı ve korunmuştu. Tökeli’nin mezarının
etrafındaki demir parmaklık, rengini daha koruduğuna göre ancak bir iki yıl önce boyanmış
olmalıydı.
Ekip, mezarın beş-altı adım ötesinde Tökeli’nin eski çeşmesinin mermer teknesi ile dört köşe
yontulmuş iki tepelik taşını buldular. Ne var ki Tökeli’nin kemikleri mezar taşının altında
değildi. Hatta çeşmenin de yakınında değil ancak öteki çınar ağacının yakınında idi. Aslında
mezar taşı da (daha önce) oradaydı fakat yaşlı mezar bekçisine göre daha sonra İngilizler
kendi mezarlarını süslemek için oradan kaldırmışlardı.
Tökeli’ye iltica boyunca eşlik eden sekreteri Janos Komaromi’nin Güncesi kısa İzmit
ziyaretinin sonuna kadar Thaly’nin elindeydi ve hem mezar taşını hem de küçük çeşmeyi
224
buna dayanarak bulmuştu. Mezarlıkta daha fazla kalamadılar çünkü geri dönüş treninin
hareket saati yaklaşmıştı. Thaly, mezarı gölgeleyen çınardan ancak birkaç yaprak kopradı ve
bunları Komaromi’nin Güncesi’nin arasına koydu. Sonra gene arabayla istasyona döndüler.
İstanbul’un karşı yakasında bulunan Pera’ya (Beyoğlu) akşam geç saatlerde vardılar. Ertesi
gün hemen Thaly’nin en önemli hedefi saydığı üç günlük Tekirdağ yolculuğu başladı. Bu
yolculuktan az sonra Thaly Budapeşte’ye döndü fakat İstanbul’da kalan Kunos’a bir dizi
görev bıraktı. İzmit gezileri sırasında fotoğraf çekme olanağı yakalanmadığından bunu
gerçekleştirme işi Kunos’a kaldı. 23 Ekim’de Berggren adlı İstanbullu bir Fransız fotoğrafçı ile
İzmit’e gidilecekti ancak kışın ağır bastırması yüzünden uzun bir süre yola çıkamadıkları için
yeni yılın başında daha bu işi bitirememişlerdi. Nihayet 1889 yılı içinde fotoğrafları
hazırladılar. 371
1890, Dr. Edmund Naumann
Alman jeolog Edmund Naumann (1854-1927), 1890 yılında Anadolu’da altı ay süren bir
geziye çıktı. İstanbul’dan başlayıp İzmit, İznik ve Bursa üzerinden Diyarbakır’a kadar gitti.
Buradan kuzeye yönelerek Erzurum ve Trabzon’a, buradan da gemi ile İstanbul’a gitti. Amacı
gezip görmek değildi. Alman bankacı ve yatırımcıları için Anadolu demiryolları’nı incelemek
ve ekonomik olanakları belirlemek amacıyla gelmişti. 1893 yılında Munih-Leipzig’de
yayınlanan kitabında ekonomik verileri, istatistiki verileri ve yaşadığı olayları yansıtmakla
kalmayıp, 19. yy. seyahatnamelerinde alışıldığı üzere görülmesi gereken her yeri, her
kalıntıyı tarihi geçmişine de dayanarak anlatmıştır.372
Naumann, 1890 yılının Mayıs ayı başında o zaman Haydarpaşa’dan ancak Adapazarı’na
kadar giden trene binerek, Riviera benzeri bir doğanın eşlik ettiği, zeytin, üzüm, incir, kiraz,
kayısı, servi ağaçları ve çiçeklerle dolu bahçelerin arasında geçen yolun zevkini çıkartır.
Körfez’de tablo gibi yelkenlilerle karşılaşır.
Gebze
Şimdiki adıyla Gebze olan antik Lybissa’da Hannibal’in mezarına rastladığını romantik bir
dille anlatır, bir de gravür ekler. 373
İzmit
İzmit, 30,000 nüfuslu, köşk tarzı evleri ve resimlerdeki gibi Pazar meydanları olan güzel bir
kenttir. Atla yaptığı bir gezide kentin güney ve güneydoğusunu da inceler. Hammer, Goltz ve
Fellows’un sözünü ettiği ağaç denizini gezer. Yolda bir çok leyleğe rastlar ve yapıtında batıl
inanca göre üstünde leylek yuvası bulunan bir evin yangından korunduğunu anlatır.
Adabazar
İzmit’ten yine trenle Sakarya istasyonuna gider, ordan da bir yük trenine binerek hattın sonu
olan Adapazarı’na gelir. O zamanlar, 25,000 nüfuslu olan kentten temiz evleri, gül ve nar
bahçeleri ile ünlü bülbül seslerine değinerek “seçkin bir kent” diye söz eder. Kentte var olan
bir gazinoda tavandan aşağı sarkan renkli boncuklar, birkaç kuş kafesi ve müzikli bir saat
dikkatini çeker. Dünya’nın bu ıssız köşesinde Bismarck’ın geri çekilişinin ateşli bir şekilde
tartışıldığına şaşırarak tanık olur. Sakarya Irmağı’nın güzelliğinden etkilenir. Daha sonra da
Geyve, İznik, Bilecik, İnegöl ve Bursa üzerinden yoluna devam eder.
371 Seres Istvan, age, s, 209-215
372 Ther Ulla, Naumann’ın Gezi Notları – Altın Boynuz’dan Fırat’a, Türkiyemiz Dergisi, s. 42, sayı 71, Ocak 1994
(orj: Von Goldenen Horn zu den quellen des Euphrat: Reisebriefe, Tagebuchblätter, 1893 Oldenburg)
373 Öztüre, age, s. 170, dn. h, İstanbul 1969: Von Goldenen Horn zu den Quellen des Euphrat
225
1893, Vital Cuinet
Vital Cuinet, İzmit’in tarihi, coğrafi ve sosyoekonomik durumunu istatiksel olarak incelemiş,
şehirde bulunan manastır, camii, şapellerin sayısını belirttikten sonra, Pantaleimon
Manastırından, sarnıçtan ve kaleden birkaç cümle ile bahsetmiştir.374
Vital Cuinet Notları’nda Kocaeli ve Çevresi İstatiksel Verileri
Osmanlı Dönemi bir Fransız konsolosu olan Vital Cuinet’nin, 19. yy.’ın son yıllarındaki
Osmanlı İmparatorluğu idari coğrafyası ve istatistiksel tanıtımı yanı sıra her eyalet hakkında
rakkamsal açıklamalar içeren yapıtı, ilk olarak 1894 yılında Paris’te yayınlanmıştır.375 Konu
çalışmanın dördüncü cildi olan “Vilayet de Constantinople et Mutessariflik d’İsmidt” yani
Boğaz’ın Asya yakasını376 kapsayan “İstanbul Vilayeti ve İzmit Mutasarrıflığı” adlı
bölümden, ilimiz ve çevresi ile ilgili bölümleri çevirerek sizlere sunmak arzusundayım.
Açıklamalıyım ki her ne kadar o dönemde Şile ve Gebze, İzmit Mutasarrıflığı’na dahil
olmasalar da ilimiz tarihi ile yakından ilgili olmaları nedeniyle bu yazıya dahil edilmişlerdir.
Öte yandan bugün Kocaeli sınırları içinde yer almasalar da o günlerde İzmit’e bağlı olmaları
nedeniyle Yalova ile Adapazarı ve çevresi doğal olarak yazının konusu içine katılmışlardır.
Gebze ve Şile
O yıllarda İzmit Mutasarrıflığı’ndan İstanbul Boğazı’na kadar olan arazinin tamamı İstanbul
Vilayeti’nin Asya yakasını oluşturmakta idi. Belediye teşkilatı sınırlarını da oluşturan kent
sınırları ise Kanlıca, Üsküdar ve Kadıköy’ü içine alırken Vilayet’in bu yakadaki kazaları ise
Prens Adaları, Gebze, Beykoz, Kartal ve Şile idi.
Gebze ve Şile bölgenin önemli ticaret merkezleri arasında yer alırken Şile ve (Ksenophon’un
Onbinlerin Dönüşü adlı yaptında Kalpe olarak bahsettiği)377 Kerpe, ağaç ürünlerinin başlıca
çıkış noktası idi. Şile ve Gebze’nin ormanlık bölgeleri yanı sıra Tavşancıl ve Darıca’nın
mineral su kaynakları, Yalova’nın Dağ Hamamları’nda yapılacak bir kürün ilk aşaması olarak
tanınıyorlardı. Tavşancıl suları Türkler tarafından tercih edilirken, Darıca suları ise Rumların
gözdesi idi. Dokuz gün süren buralardaki kürün ilk üç günü dinlenmek amaçlı olarak et ve her
türlü tuzlu yemeği yememek şeklinde geçerken sonraki üç gün her sabah büyük bir tas su
içiliyor ve son üç gün ise günde üç kez maden suyu içiliyordu. Yiyecek olarak da yalnızca
tuzsuz pilav eşliğinde tavuk yeniyordu. Sıklıkla, Yalova’nın termal sularına yıkanmaya gitmek
yerine rejime tuzsuz pilavlı tavuk’a limon suyu katılmış çorba ve limonata ilave edilerek kür
burada kum banyosu ile sonlandırılıyordu.
Bir çok kaynak ve dere Asya yakasını suluyordu ancak bunlardan antik adı Rhebas olan bir
tanesi Argo Gemicileri destanında geçmesi nedeniyle önemli olan Riva Deresi idi. Bu akarsu,
kaynağını Gebze’nin kazaları olan Belen ve Hereke arasında İzmit Körfezi dağlarından
almakta ve kaynağını Kartal’ın kazası Erenköy yakınlarındaki Kayış Dağ’ın doğu yamacından
alan Paşa Deresi başta olmak üzere bir çok küçük kolun katılımı ile güneydoğudan
kuzeybatıya doğru Asya yakasının tüm orta bölümünü kat etmektedir. Riva Deresi, Gebze ve
Beykoz kazalarında yaklaşık 70 km yol aldıktan sonra kendi ile aynı adı taşıyan köy
yakınlarında Karadeniz’e dökülür.
374 Cuinet, La Turquie d’Asie; Géographie Administrative Statistique Déscriptive et Raisonné de Chaque
Province d’Asie Mineure, Vilayet de Constantinople et Mutessariflik d'Ismidt, İstanbul 2001
375 Y.U.: Ülkemizdeki son baskısı ise 2001 yılında Fransızca olarak 2001 yılında yapıldı
376 Y.U.: Yazar bölge için “Asya Kordonu” tabirini kullanmakta
377 Y.U.: Ayrıntılar için bkz “Tarihöncesi ve Helenistik Dönemde Bithynia” adlı eserimiz
226
Anadolu Demiryolu’nun İstanbul Vilayeti’nin Asya yakasındaki istasyonları ise sırası ile
şunlardı: Haydar Paşa, Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy, Bostancık, Tavşancıl, Hereke ve
Yarımca. Bu hattın uzunluğu 73km 500’dir.
İzmit Körfezi’nden İstanbul Boğazı’na kadar olan bölgede başlıca tepeler Yelken Dağ, bugün
Aydos denilen kartal anlamındaki antik Aetos Dağı (rakım 530m), Kayış Dağı (460m), ikisinin
arasındaki Maltepe, biraz doğusunda küçük ve büyük Çamlıca (202m ve 240m) olarak
bölünmüş Bulgurlu dağı. Üsküdar’ın 20 km kuzeydoğusunda İzmit Sancağı’ndakilere benzer
şekilde yoğun olarak meşe, kayın ve köknar ormanları ile kaplı ve rakımı 206, 225 ve 250 m
arasında değişen Alemdağ.
Hereke Fabrikası
Hereke fabrikasında üretilen ve çatma adı verilen kumaş genellikle sofaları örtmek için
kullanılır ve sipariş üzerine her mobilyanın tam ölçüsüne uygun yapılır. Desenler kadife
görünümlü büyük çiçekler olup kumaşı çok yumuşak ve kalındır. Altın ya da gümüş daha az
kalın nakıştan bir fon üzerinde canlı renkler dağılılır, böylece oldukça zengin etkili kabartma
ve derinlikler oluşur. Gizli tutulan üretim işlemleri görüldüğüne göre yavaş ve titizlikle
gerçekleştiriliyor. Sınırlı olarak ılımlı olsa da Çatma’nın fiatı yüksektir ve bu kumaş, diğer her
cins ve genelde uygun fiatlı türk ürünlerine aykırı bir şekilde piyasaya pek sürülmez.
Hereke’nin lüks kumaşları olan nakışlı satenler, antik parıltılılar, nakışlı çiçekciklerden oluşan
uzun çubuk sıralı kumaşlar da bir o kadar dikkat çekici, canlı görünümleri, şıklıkları, renk ve
kumaşın dayanıklılığı çok yüksek olmayan fiatının hakkını veriyorlar.
Yukarıda konu yapıttan özetlediğim genel notlardan sonra Cuinet, Gebze hakkında şöyle
devam ediyor:
Gebze Kazası
Konumu, sınırları – Gebze kazası, Asya yakasının güneydoğusunda yer almaktadır. Kuzeyde
Şile kazası, doğuda İzmit Mutasarrıflığı, güneyde Marmara Denizi ve İzmit Körfezi ve batıda
Kartal kazası ile çevrilidir.
Yönetim – Gebze ve Darıca olmak üzere iki nahiyeye ayrılmış olup 42 kasaba, köy ve küçük
yerleşimden oluşmaktadır.
Yetkililer – İstanbul vilayetine bağlı bir kaymakam ve doğrudan ona bağlı bir Darıca nahiye
müdürü bulunmaktadır. Bu her iki görevliye yürürlükteki genel kurallar uyarınca seçilmiş ve
vilayetin onayına sunularak atanmış birer kurul yardımcı olmaktadırlar .
Kaza nufusu – Gebze kazasının toplam nufusu aşağıda gösterildiği üzere 19,250 kişidir:
Erkek Kadın
Topla
m
Müslümanlar
7,000 5,300 12,300
Çeşitli (Müslüman Bulgarlar ve
Çerkesler)
Ortodoks Rumlar
900
800 1,700
2,650 2,450 5,100
Yabancılar
100
50 150
Toplam
10,650 8,600 19,250
227
19,250 kişilik bu nüfus Gebze, Darıca, Hereke, İmparatorluk (İpek, Halı, vb.) Fabrikası, Tuzla
ve diğer 38 köyü kapsamaktadır.
Merkez – Kaza ve Nahiye merkezi olan Gebze, kaymakamın ikametgahı, şeri ve başkanlığını
bir naib’in yaptığı bedayet (modern hukuk) mahkemelerinin ve çeşitli kamu hizmetlerinin
verildiği bir yer olup 27° 7´ boylam ve 40° 46´ enlem’de, Anadolu demiryolu Gebze
istasyonunun 2,5 km kuzeydoğusunda, Haydar Paşa Garı’nın 44 km 250 güneydoğusunda
ve İzmit Garı’nın 46 km 250 doğusunda bulunmaktadır. İzmit Körfezi kıyısındaki nahiye
merkezi Darıca ile Gebze arasındaki yaklaşık güneybatıdan kuzeybatıya doğru olan uzaklık
11 km’dir.
Merkez nüfusu – Yukarıdaki kaza nüfusu içinde yer alan Merkez Nahiye Gebze’nin 6,030
olan nüfus dağılımı şöyledir:
Topla
Erkek Kadın
m
Müslümanlar
2,250 2,050 4,300
Ortodoks Rumlar 900
800 1,700
Çeşitli
30
--30
Toplam
3,180 2,850 6,030
Gebze, Sultan Orhan zamanından bu yana Türklere aittir. Burası Romalılardan kaçan
Hannibal’in sığındığı eski Lybissa’dır. Romalılar tarafından takip edilip burada sıkıştırılan
Hannibal, ellerine canlı geçmemek için kendini zehirlemiştir. Demiryolu kenarında olasılıkla
onun mezarı olan bir tümülüs görünmekte. Demiryolunun yapımı esnasında bilimsel bir amaç
olmaksızın çok yüzeysel olarak kazılmış. Tümülüsü saran ağaçların altında bir atın kemikleri
bulunmuş ve bu nokta daha önce kullanılmış ve buraya bırakılmış taşlarla kapatılmış. Bu
buluntu bir işaret olabilir.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, onun vezirlerinden biri olan Çobanoğlu Mustafa Paşa,
Gebze’ye duvarları mozaik ve çeşitli renklerdeki değerli mermerler üzerinde kufî yazıtlarla
süslü çok güzel bir cami yaptırmış. Bu dini yapıya 1 medrese yani hukuk ve din bilimi
fakültesi ile yoksul öğrenciler ve diğerlerinin ikameti ve beslenmesi için 1 imaret eklenmiş. Bir
çok han ve otelcik kentin çeşitli mahallelerine dağılmış, aynı şekilde abidevi çeşmeler de geri
kalanı kaplamış. Mimar Sinan’ın (?) bu görkemli yapıları hala ayakta. Sanatsal açıdan çok az
zarar görmüşlerse de işlevsel açıdan aynı durumda değiller, bazı çeşmelerden artık su
akmıyor. İmaretin ocakları hasarlanmış, mutfak bunun sıkıntısını çekiyor. Caminin
kütüphanesindeki kıymetli Buhara eski el yazmaları kurtların ziyaretine uğramış.
Okullar – Gebze kazası ve kentinin okul sayısı 112 olup 10 öğrencili 1 medrese, 160’ı erkek
60’ı kız olmak üzere 220 öğrencili 4 ortaokul, 1,656’sı erkek çocuk ve 515’i kız çocuk olmak
üzere 2,171 çocuğun okuma-yazma, sayma’nın yanı sıra temel dini bilgilerin öğretildiği107 ilk
okulu kapsamaktadır. Dolayısı ile Gebze kazasında üç düzeyde verilen öğretim aşağıdaki
gibi 1,829’u erkek, 575’i kız çocuk olmak üzere 2,401 öğrenciyi içermektedir:
Topluluklar
Öğretim Düzeyi
Müslümanlar 1 medrese (Gebze’de),
24 ortaokul (Gebze’de),
9 Gebze’de, 1 Darıca’da, 3
Hereke’de, 1 Tuzla’da, 50
diğer 38 köyde olmak
üzere 64 ilkokul
Okullar Öğrenciler
Erke
k
Kız
1
10
-24
60 10
64
1,01
0 235
228
Ortodoks
Rumlar
Katolikler
2 ortaokul (Gebze’de)
4 Gebze’de, 3 Darıca’da, 2
Tuzla’da, 2 Hereke’de, 30
diğer iki köyde olmak üzere
41 ilkokul
2
100
41
616 220
Hereke’de 1 karma ilkokul
(iki kez sayıldı)
2
30
Toplam…
Genel Toplam: 2,401
öğrenci
112
50
60
1,82
6 575
Gebze kazasının üretimi, tarımı, ticareti İzmit Mutasarrıflığı ve İstanbul kentinin yoğun
üretimleri arasına karışmaktadır.
Darıca Nahiyesi
Konumu – Nahiye merkezi Darıca, müdürün ikametgahı, bir çok kamu hizmetinin verildiği yer
olup Marmara Denizi kıyısında, İzmit Körfezi girişinde, İzmit’in 48 km batısında, Gebze’nin 11
km güneybatısında ve eski bir limandı. 1423 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınana
kadar Bizans döneminde bu limanı bir kale koruyordu. Bugün harap haldeki bir kuleden378
başka kalıntı yok.
Darıca’nın mineral suları oldukça gözde. Gerek Yalova’nın (İzmit Sancağı) termal suları
gerekse buradaki kum banyosu kürlerine hazırlık olmak üzere yine Gebze kazasının
demiryolu üzerinde ve 15 km daha doğudaki bir başka kasabası olan Tavşancıl gibi buraya
her sene gelinir. Bu kürler yukarıda özetle anlatıldı. Darıca’nın sofra şarabı, Gebze’nin beyaz
üzümleri, her cinsten meyve ve sebze oldukça bol ve İstanbul’da rağbet görüyor.
Hereke – Hereke’deki İmparatorluk ipekçilik ve diğer lüks kumaşlar fabrikası, Anadolu
demiryollarının aynı adı taşıyan istasyonun yanında, Hereke istasyonu ise Haydarpaşa
istasyonunun 69 km 750 doğusunda, Gebze istasyonunun 19 km 500 doğusunda ve İzmit
istasyonunun 27 km 250 batısında bulunmaktadır. Aynı adı taşıyan kasaba ise yaklaşık 5 km
solda yani Hereke istasyonunun kuzeyinde yer almakta. Fabrikanın oldukça geniş
binalarında yerleşik yönetici personel, vb.’nin dışında işçiler de fabrika kapıları çevresinde
toplanmış, kamu ve demiryollarının hizmetleri ile yararlı ve gerekli her türlü malzemenin
uygun fiyata bulunduğu birkaç mağazanın yanı sıra hoş bahçelerle çevrili bir çeşit dağ
evlerine benzer güzel evciklerde oturuyorlar.
Fabrikanın bu güzel köycüğündeki işçi ve diğer Hereke kasabasında toplam yerleşik nüfus,
aşağıda gösterildiği üzere yaklaşık 2,000 kişiye ulaşıyor:
Müslümanlar
Ortodoks
Rumlar
Yabancılar
Toplam
1,700
200
100
2,000
Hereke Fabrikası, belirlenmiş vadelerde en şatafatlı döşeme ve giysi kumaşları ile buradan
Paris’e, Lyon’a, Şam’a, Halep’e ve İran’a ihraç edilen her cinsten en pahalı halıları
378 Y.U..: Bugün restore edlmekte olan Eskihisar
229
üretebilmekte. Aynı zamanda modern sanayinin gelişmeleri özümsenirken Türkiye’nin ulusal
zenginlikleri olan geçmiş zamanların değerli üretim yöntemleri özenle korunmaya çalışılıyor.
Şile Kazası
Konumu, Sınırları – Şile kazası Asya yakasının kuzeyindedir. Sınırları, kuzeyde Karadeniz,
doğuda İzmit Mutasarrıflığı, güneyde Gebze kazası ve batıda Beykoz kazası ile çevrilidir.
Yönetim yapılanması – Bu kazanın hiç nahiyesi olmayıp 84 köye sahiptir.
Yetkililer – İstanbul kenti vilayetine bağlı bir kaymakam tarafından yönetilmektedir. Bu
memura, yürürlükteki genel kuralları uyarınca seçilmiş bir kurul yardımcı olmaktadır.
Kazanın nüfusu – Şile kazasının toplam yerleşik nüfusu 19,750 olup dağılımı şu şekildedir:
Topla
Erkek Kadın m
Müslümanlar
7,600 7,200 14,800
Müslüman Bulgarlar (Pomak ve
Çerkesler)
Ortodoks Rumlar
800
150 950
1,648 1,552 3,200
Gregoryen Ermeniler
400
400 800
Toplam
10,429 9,302 19,750
Merkez – Kaymakamın ikametgahı ve çeşitli kamu hizmetlerinin bulunduğu, kaza ile aynı adı
taşıyan merkez, Şile Burnu’nun doğu ve kuzeydoğu rüzgarlarından koruduğu doğal bir
limanın dibinde, Hecelidere’nin ağzında ve Karadeniz kıyısındadır. Kerpe Burnu
(Ksephenon’un Kalpe olarak adlandırdığı) yaklaşık 30 deniz mili doğudadır.
Küçük Şile limanı, çok büyük bir öneme sahip olmasa bile kısmen kendi tekneleri kısmen de
doğudan batıya bir çok denizci kasabanın İstanbul ve İstanbul Boğazı yönüne yük almaya
gelen tekneleri ile sürekli doludur. Yükler, Hecelidere vasıtasıyla Ağaç Denizi’nden getirilen
yakacak odunu, inşaat odunu, kömür, tahta, vb.’dir. Gerçekte, bu büyük orman bölgeleri
denizden pek uzak olmamalarına rağmen güçlü bitki örtüleri ile bir çok eyaletin içerlerine
uzanmaktadırlar.
Merkez nüfusu – Şile kasabasının yerleşik nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 1,500 kişidir.
Müslümanlar
Müslüman Bulgarlar (Pomak ve
Çerkesler)
Ortodoks Rumlar
Gregoryen Ermeniler
Toplam
Topla
Erkek Kadın m
420
380
800
150
200
75
845
50
150
75
655
200
350
150
1,500
230
Okullar – Şile’nin ve kazanın okulları, aşağıda görüleceği üzere 10 öğrencili (softa) 1
medrese, 100 erkek ve 20 kız olmak üzere 120 öğrencili 3 ortaokul, 2,750 erkek ve 650 kız
olmak üzere 3400 öğrencili 157 ilkokul, toplam 161 adettir.
Topluluklar
Öğretim Düzeyi
Okullar Öğrenciler
Erke
k
Kız
Müslümanlar
1 medrese (Şile’de),
1 10
-
1 lise (Şile’de),
1 50
-
Şile’de ve diğer 84 köyde
olmak üzere 87 ilkokul
Ortodoks
Rumlar
2 ortaokul (Şile’de Hisar
sokağı ve Koyuncu
sokağı’nda)
1,70
87 0
100
2 50
Ağaçlı’da 1 ilkokul
20
150
-
-
120
Yeniköy’de 1 ilkokul
1
Bekirköy’de 2 ilkokul
2 120 100
Diğer 30 köyde 41 ilkokul
41 630 230
15 köyde 25 ilkokul
25 150 100
Ermeniler
Toplam…
Genel Toplam: 3,530
öğrenci
2,68
161 0
670
İzmit Mutasarrıflığı
İstatiksel Anlatım
Yapısı – İzmit Mutasarrıflığı ya da Sancağı toprakları Grek ve Latin yazarların Bithynia olarak
adlandırdıkları ülkenin büyük bir kısmını kapsamakta. Osmanlı döneminde de Hüdavendigar
eyaletinin güçlü sancaklarından biri olmuş ve 1867 yılında hala eski adı Koca-ili ile bu
konumunu koruyordu. Şu anki yönetim şekli oluşturulurken bu eyaletten ayrılmış ve İstanbul
vilayeti sınırlarına dahil olmuş ancak 1888’de ayrılarak doğrudan İçişleri Nezareti’ne
bağlanmıştır.
Konumu, sınırları – Bu mutasarrıflık Türkiye’nin kuzeyinde, 26° 35´ ila 28° 37´ boylamları ile
40° 13´ ila 41° 15´ enlemleri arasında yer almaktadır. Kuzeyde Karadeniz, doğuda
Kastamonu vilayeti, güneyde Bursa vilayeti ve batıda İstanbul vilayetinin Asya yakasındaki
toprakları ile çevrilidir. Sınırları içinde, güneybatıda Marmara Denizi’nin bir parçası olan İzmit
Körfezi bulunuyor. Bu körfez antik dönemde sırasıyla Olbia, Astacus ve sonunda bugün bile
bazen anıldığı Nikomedia adlarını taşımış.
Yüzölçümü – İzmit Mutasarrıflığı’nın toplam yüzölçümü 12,050 km karedir. Bu yüzölçümün
kazalara dağılımı ise şu şekildedir:
231
İzmit Merkez
1,500 km
Livası
kare
Karamürsel
2,125 km
Kazası
kare
Adapazar
1,925 km
Kazası
kare
Kandıra Kazası 3,500 km
kare
Geyve Kazası
3,000 km
kare
Toplam 12,050 km
kare
Yönetim Yapılanması – İzmit mutasarrıflığı, sivil yetkililerin bulunduğu merkez olan 1 merkezliva ile 4 kaza ve 12 nahiye ayrılmıştır. Toplam 606 köye sahiptir.
Askeri Yapılanma – İzmit mutasarrıflığı askeri açıdan merkez karargahı İstanbul’da bulunan
Birinci Ordu’ya bağlıdır. Bu ordu imparatorluk muhafız birliğini oluşturmakta. Bu sancakta
aktif askeri (nizam) garnizonu yok ancak 8 redif (yedek asker) taburu merkezi bulunmakta.
Sancaktaki çeşitli Redif Dairelerinin sürekli karargahları bulunmakta olup subayları da
seferberlik ve gözden geçirme kurulları üyesidirler. Her sene iki redif sınıfı, senf-i mukaddem
(öncü birlikler) ve senf-i tâli (geri birlikler), sırayla birer ay talime çağrılırlar. İzmit mutasarrıflığı
düzenli birlikler (nizam) için yılda 1,500 asker adayı sağlamakta, bunlardan bir kısmı
gereksinim duyulan sayıda derhal bayrak altına çağrılırken, geri kalanı evlerinde askeri
yetkililerin emrine hazır beklerlerdi. Kamu düzeni jandarma ve polis tarafından sağlanmakta.
Yönetsel Yetkililer – İdari yetkililer şunlardır: Sancak yöneticisi olan mutasarrıf, kaza
yöneticileri 4 kaymakam ve nahiye yöneticileri olan 12 müdür. Akyazı müdürünün sıfatı
yalnızca onursaldır. Adapazarı kazasındaki Ab-sofu birkaç kez nahiye ünvanını almış olsa da
uzun bir süredir bu ünvanını yitirmiş durumdadır, burada da onursal anlamda bir müdür
bulunmaktadır.
Dinsel Yetkililer – Müslümanlar için dini yetkilier sancağın, kazanın ve nahiyelerin
merkezlerinde ikamet eden müftiler ve naibler ile camilerde imamlardır. Başpiskoposluğa
bağlı Ortodoks Rumlar için dini yetklili İzmit’te ikamet eden bir piskopos olup Gregoryen
Ermenilerin de aynı şekilde bir piskoposları olup ayrıca Bağçecik ve Adapazar’da ona bağlı
iki vikar (yardımcı papaz) vardır. Az sayıdaki Katolik ve Protestan Ermenilerin ise çeşitli
yerleşimlerde papaz ve misyonerleri bulunmaktadır. Latin Katoliklerin de İzmit’teki
Assomption Augustinleri misyonunun379 pederleri vardır. Son olarak da Yahudilerin İzmit’te
bir hahamları vardır.
Mahkemeler – Her kaza merkezinde birer naibin başkanlık yaptığı bir bedayet (modern
hukuk) ve bir şerî mahkeme bulunmakta. İzmit’te sivil ve ceza mahkemelerine bir naib
başkanlık ederken Adapazarı’nda da bir müftü şerî mahkemenin başkanlığını yapmaktadır.
İzmit’te bir de savcı yardımcısı bulunmaktadır.
Jandarma, Polis – İzmit mutasarrıflığı jandarmasına her ikisi de İzmit merkezde yerleşik bir
albay ve bir binbaşı komuta ediyor. Kamu düzeni ve güvenliği bir komiser komutasındaki
yaya ve atlı bir jandarma jandarma müfrezesi, zaptiyeler ve polis memurları tarafından
sağlanıyor.
379 Y.U.: Sonraları Üssü Bahri olarak kullanılan bugünkü Defterdarlık Misafirhanesi. Kompleksin kilisesi, 19.
yy’da Azize Barbara Kilisesi olarak adlandırılıyordu.
232
Posta ve Telgraf – Posta ve telgraf idaresinin, sancağın çeşitli yönetim bölgelerinin
merkezlerinde posta acentalıkları var. Ayrıca bu sancakta uluslar arası hizmetler için Türkçe
ya da Fransızca telgraf alınabilip gönderilebilen 3 adet (İzmit, Sapanca, Geyve) ve ülke içi
hizmetler için yazışmaların yalnızca Türkçe yapılabildiği 4 adet (Adapazarı, Kandıra, Ağaçlı
[İncirli] ve Taraklı) olmak üzere toplam 7 telgraf istasyonu bulunmaktadır.
Nüfus – Titizlikle kontrol edilmiş son sayıların sonuçlarına göre İzmit mutasarrıflığının toplam
nüfusu 222,760’dır. Aşağıdaki tablo bu nüfusun topluluklara ve kazalara göre dağılımını
göstermekte:
Müslümanlar
Yerliler
Göçmenler
Yerleşikler Göçebeler
17,048
1,175
9,400
600
4,000
45
7,329
36,000
95
2,357
20,766
190
710
Kazalar
İzmit
Karamürsel
Adapazar
Kandıra
Geyve
Topluluk ya
da kökene
göre toplam 117,214
330 12,171
Ortodoks
Rumlar
Yahu Çingene Kaza
diler ler
Toplamı
Ermeniler
Protes
Gregoryen Katolik tan
14,890
10,151
2,997
6,276
6,481
17,770
3,875
12,810
5,101
6,752
390
-
390 2,500 1,410 1,007
137
108
54,163
24,026
59,598
49,829
35,144
40,795
46,308
390 1,937 2,500 1,115
Genel
Toplam 222,760
Müslümanlar – Yukarıdaki tablonun gösterdiği üzere İzmit Sancağı Müslümanları başlıca üç
gruba ayrılıyorlar: Birinci grup yerleşik yerliler ki hem bu topluluğun hem de toplam nüfusun
çoğunluğunu oluşturuyorlar, ikinci grup göçebe yerliler ki artık kaybolarak yerleşik nüfusun
içinde erimekteler ve nüfusun artık ancak 1/400’ünü oluşturuyorlar, üçüncü grup ise
sığınmacılar (göçmenler) olup bunların hepsi yerleşiktir.
Yerleşik Yerli Nüfus – Yerleşik yerli Müslümanlar, çoğunlukla 1326’da Nikomedia (İzmit) ve
çevresini fetheden Sultan Osman dönemi Türklerin ardıllarıdırlar. Bu fatihlerin torunlarına
gerek o dönemde gerekse daha sonraları bu fatihin dinini kucaklayan çok sayıdaki Rumları
ve diğerlerini bağlamak gerekir. Bu gruba son olarak da hükümetin zorlukla da olsa vahşi iç
güdülerini, yeteneklerini kullanmaya döndürerek zirai ve askeri alanlarda başarılı çalışmalara
yönlendirmeyi başarabildiği ve bu andan itibaren de değerli ve sayıca çok olan üçüncü bir
topluluğu eklemek gerekir. Bu üçüncüler, Ruslar nedeniyle ardı ardına Türkiye’ye göç etmiş
yabancı Müslümanlardan oluşmaktadır. İlk gelenler, 1851 yılında Kırım’dan göç etmiş
Tatarlardı. Diğerleri ve daha önemlileri 1855 yılından başlayarak 1864 yılına kadar Avrupa
Türkiye’sine380 bu tarihten sonra da 1866 yılına kadar Asya bölümüne geçen Çerkes
göçmenleri idi. Oldukça yumuşak, uyumlu ve tarlalarda çalışmaya alışkın Tatarlar, hemen
yerleşerek iklime uyum sağlamışlar ancak Çerkeslerin asimilasyonu zahmetsiz olmamıştır.
Çerkesler, uzun bir süre geçimlerini çalışarak kazanmaktan kaçınırken, onlara dağıtılan
topraklar epey bir zaman ekilmeden ya da pek az ekili halde kalmıştı. Yeni Çerkes köyleri
komşuları için sürekli endişe ve içlere yerleşen korku sebebi olurken yerel yetkililer için de
her çeşit sıkıntının kaynağı olmuştu.
Bugün Çerkes nüfusunu Müslüman topluluğun diğer üyelerinden ayırt edecek hiçbir
değişkenlik yok, tamamı ile asimile olmuşlar. Bir Çerkes köyünü her seferinde kesinlikle
temiz çevresi, bakımlı kamu yolları, evlerini avluları, tahıl ambarları, etraftaki tarlaların bakımlı
ve gelişmiş ziraatinin oluşturduğu hoş görünümü ile tanımak mümkün. İzmit mutasarrıflığının
en güzel çiftlikleri, Vezirçiftliği’nde olduğu gibi işin uzmanlarının önerileri ile yatırım yapan ve
modern tarım teknikleri uygulayan İstanbullu zenginlere ya da Çerkes köylerinde görüldüğü
380 Y.U.: Yazar, Osmanlı’nın Avrupa’daki (Balkanlar’daki) topraklarını ima ediyor.
233
gibi bilimsel tarımın ve pahalı zirai aletlerin eksikliğini akıllı, titiz ve iyiyi yapma arzusu içeren
bir çalışma ile nasıl tamamlayacaklarını bilen sakinlerine ait.
Çerkesler öte yandan orduda iyi hizmet verme becerilerini de geliştirmişlerdir. Askeri
eğitimlerinde öylesi ilerleme sağlamışlardır ki imparatorluk muhafızlarının seçkin birlikleri
arasında örnek olmuşlardır.
Göçebe Yerliler – Toplam sayıları 330 olan Adapazar, Kandıra ve Geyve kazalarının göçebe
Müslüman yerlileri, Uludağ’dakiler gibi Şelçuklularla aynı kökenden olan Türk boylarının
ardıllarıdır ki şimdi barışçı kâhinler olmuşlardır. Ahlakları, görenekleri ve giysileri kesinlikle
onlarınkinin aynısıdır.
Sığınmacılar ya da Muhacirler (Göçmenler) – Sığınmacılar, son Osmanlı-Rus savaşı sonrası
daha önce Osmanlı’ya ait olup da Rusya’nın ve Romanya’nın eline geçen ya da Lazistan,
Dobruca, Bulgar Prensliği ve Doğu Rumeli gibi özerk bölgelerden göçenlerdir. İzmit
mutasarrıflığındaki toplam sayıları 12,171’dir. Bu göçmenlerin sayıları, haksız anlaşma
şartlarının, bu insanları kendi anayurtlarında kurbana dönüştürmesinin tetiklediği bir
hareketle sürekli artmaktadır. Bu hareketin sürekliliği Türkiye’de bu göçmenlere varışlarıyla
birlikte geçici bir barınak, ekmek, giysi sağlayacak bir özel yönetim gerekliliğini yaratmıştır.
Çünkü bir çoğu İstanbul’a hiçbir olanakları olmaksızın çok acınası bir durumda gelmekteler.
Yerleşecek yeni köy belirlendiğinde, onlara devlet hesabına ulaşım ve beslenme olanakları,
varış noktasında da geçici barınak, yapı malzemeleri, hasata kadar ekecek, yiyecek ve giysi
sağlamak gerek. Tek kelime ile her şey gerekli.
Tüm bu Rumelili, Bulgar ve Laz göçmenler çok çalışkanlar. Çoğu çiftçi ancak zorunluluk
sonucu bir çoğu hemen bir geçim kaynağı bulmak çabası içinde kalmışlar. Böylece Bulgarlar
kimi ormanlarda ilkel hızar tesisleri kurmuşlar ve kereste ticareti yapıyorlar, Rumeliler küçük
arabalarla eşya taşıma hizmetleri kurmuşlar, vb. Özetle bu göçmenler devlet için geçici bir
yük ve bulundukları ülke için mutlu bir kazanç. Hükümdarın esirgemediği ısrarlı ilgisi ve resmi
yardımlar yanında özel katkılar da yapılıyor. Sabanca’nın (Sapanca) 1 km dışındaki 300
haneli bir köy Müslüman Batum göçmenlerinden oluşuyor. Kendisi de Laz bir göçmen olan
Osmanlı eski Bayındırlık Nazırı ve bugünkü İzmir Valisi Hasan Fehmi Paşa, hepsi çiftçi olan
bu köyde masraflarını kendisinin karşıladığı güzel bir cami ve iyi donatılmış bir okul inşa
ettirmiş.
Ortodoks Rumlar – Sancak’ın toplam nüfusunun beşte birinden biraz daha az nüfusa sahip
Ortodoks Rumlar, büyük olasılıkla otokton halkların ya da en azından Bithynialıların
doğrudan ardılları. Onları, Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer Rumlarından ayıran tek bir
özellik, bir çoğunun kendi dillerini bilmedikleri gibi Adapazar ve Geyve kazalarında hakim dil
Türkçe’yi bile kullanmayıp Ermenice’den başka dil konuşmamaları.
Ermeniler – Gregoryen adı verilen inanca bağlı Ermeni toplumuna Protestan Ermeniler de
hala dahil edilseler de aslında onların ayrıldıktan sonra eski inançlarına geri dönmek niyetleri
yoktur. İzmit mutasarrıflığının yaklaşık ¼’ünü teşkil eden bu toplumun fazla bir temsiliyeti
yoktur. Nüfus olarak kalabalık olsalar da eskiler arasında sayılmazlar. Bölgeye gelişleri,
ülkelerini bir süre ele geçiren Pers kralı Büyük Abbas’ın tiranlığından kaçtıkları 1608 yılından
öteye gitmez. Hepsi zengin, ticarette uzman ve çalışkan zanaatkarlar olan bu topluluk,
sonradan yerleştikleri her köye veya kente yeni bir kesintisiz görkem unsurunu taşımışlardır,
özellikle Adapazar bu yeni nüfusun gelişi ile önem kazanmıştır ve Armaş (Akmeşe),
Aslanbey ve Bağçecik gibi ticaret ya da sanayi merkezi veya yüksek öğrenime vakfedilmiş
kasabaların nüfusunun nerdeyse tamamı Ermenilerden oluşmaktadır.
Katolik Ermeniler – Protestan Ermenilerden daha az göze çarpan ve daha az sayıda olan
Katolik Ermeniler, eski veya yeni bir göçün mensupları değildirler, yalnızca herhangi bir
nedenle İzmit ya da Bağçecik’e inzivaya gelmiş ve kişisel beğenileri sonucu oralara
234
yerleşmişlerdir. Gregoryen veya Protestan Ermeniler gibi Kuzeydoğu Türkiye’nin İran ya da
Rusya sınırlarından gelmedikleri ancak Haçlılar döneminde güneyde, Kilikya’da kurulmuş ve
son krallıklarını Kıbrıslı Lusignan Evi Fransızlarının yaptığı küçük Ermeni krallığının kalıntıları
oldukları bilinmektedir.
Okullar – İzmit mutasarrıflığının toplam okul sayısı, 23’ü yüksek, 29’u orta ve 538’i ilk ya da
temel olmak üzere 590’dır. Toplam öğrenci sayısı, 9,886 erkek ve 1,140 kız çocuğu olmak
üzere 11,025’dir.
Müslümanlar
Ortodoks
Rumlar
Ermeniler
Yahudiler Kaza Toplamı
Katolik Protestan
Öğrenci Oku
Öğr Oku Erk
Oku Erk
Okul (Erkek) l Erkek Kız Okul Erkek Kız Okul enci l ek Kız l ek Kız Okul Erkek Kız
Gregoryen
Kazalar
İzmit
(Merkez
Kaza)
Karamürs
el
Adapazar
Kandıra
Geyve
Topluluk
toplamı
29
496
1
150
-
6
644 310 2
85
52
201
141
118
595
2,092
1,869
1,326
3
6
4
250 100 9
314 6
286 90 5
110 310 284 50 240 80 -
-
542
6,378
14 1,000 190 26 2,078 750 2
85
2 120 -
2
-
80
2
1
-
120
-
-
50 120
55 -
5 225 120 2 120 80
42
1,615 390
52
595
215 3,302 530
153 2,467 50
128 1,907 170
1,14
590 9,886 0
Yukarıdaki tablo daha sonra kazaları tek tek incelerken, her öğretim derecesindeki okulları
(kız ve erkek) her birine giden öğrencileri göstermek sureti ile tamamlanmış olacaktır.
İklim – İzmit çevresindeki bataklıklar 1889 yılında kurutuldu ve mutasarrıflığın bu kısmında
çok eski dönemlerden beri tüm yıl boyunca var olan sıtma hastalığı nerdeyse tamamiyle
kayboldu. Şu anda sağlıksız tek bölge Kandere (Kandıra) kazasında, Karadeniz’e 5 km
uzaklıkta küçük bir göl olan Akgöl çevresidir. Diğer yerlerde iklim oldukça temiz, hava
sıcaklığı ise nerdeyse har zaman hoştur; yazın pek ender olarak 26º ila 30º dereceyi
geçmekte ve olağanüstü kışlarda ya da dağların üst noktalarında sıfırın birkaç derece
altından daha aşağıya daha düşmemektedir.
Tarımsal Üretim – İzmit mutasarrıflığının tahmin edilen yıllık tarımsal üretimi aşağıda
gösterildiği gibi, buğday, arpa, yulaf, çavdar, mısır, pirinç, darı ve diğer tahıllar olarak 2
milyon hektolitre ve meyve, sebze, tekstil ürünleri, tütün, afyon, balmumu, vb olarak 20
milyon kg’dır.
Buğday
Arpa
Yulaf
Çavdar
Mısır
Melez (Buğday ve
Çavdar karışımı)
Darı
Kablıca (Kepekli
Buğday)381
Pirinç
Adi Fiğ382
Hektolitre
291,300
104,200
154,400
62,500
780,200
60,000
182,550
76,950
167,000
57,460
381 Y.U.: Yabani buğday (Fr. Epeautre, Lat. Triticum Spelta)
235
Çeşitli
69,800
Keten Tohumu
Bakla
Nohut
Bataklık Baklası
Kestane
Yaş Üzüm
Çeşitli Meyveler
Soğan
Sarmısak
Balmumu
Bal
Koza
Ham İpek
Kenevir Üstüpü
Fasulye
Mercimek
Susam
Badem
Ceviz
Patates
Taze Sebze
Pamuk
Afyon
Tütün
Peynir
Kilogram
759,315
62,347
70,500
6,890
409,155
3,111,688
4,052,690
2,167,845
2,768,631
65,407
520,200
1,008,808
26,885
19,245
261,000
131,550
18,270
38,930
523,953
1,967,950
2,222,600
133,107
2,565
519,592
145,500
Yumurta
Piliç
Sığır Derisi
Adet
44,200,000
305,000
7,000
Yukarıdaki miktarlar daha sonra her kazada cinslerine göre dağıtılmış gösterilecektir.
Madenler ve Maden Ocakları – Eldeki bilgiler ve çeşitli demiryolları şirketlerinin yaptıkları ön
araştırmalar İzmit mutasarrıflığında linyit ağırlıklı taş kömürü yataklarının varlığını
kesinleştirmiştir. Bu araştırmaları yapan mühendisler bu türden bir çok örneği toprak üstüne
çıkarmışlardır. Ellerinde değeri hakkında düşüncelerini almak üzere kendilerine getirilmiş çok
sayıda manganez, bakır ve kurşun pirit örnekleri vardı ancak geliş noktalarını söylemek
istemediler.
Ayrıca, bu bölgede kireç taşı ve alçı taşı ocakları da çoktur. Bakanlık, kısa bir süre önce
Dertad Dadyan Efendi’ye Geyve yakınlarındaki Ortaköy’de bir bakır madeninin imtiyazını 99
yıllığına verdi. Kandıra’nın nahiyesi Karasu’da bir gümüşlü kurşun yatağı bilinmekte, imtiyazı
buranın seçkinlerinden biri tarafından taleb edilmiş ancak bugüne kadar bir yanıt gelmemiş.
İşletmede olan tek ocak, Geyve kazası Akhisar (Pamukova) nahiyesine bağlı Kurtbelen
köyündeki manganez madeni. Çıkan maden imtiyaz sahibi Yusep Ağa tarafından doğrudan
İstanbul’a gönderiliyor. Geyve kazasında daha bir çok çekici değerde maden mevcut.
382 Y.U.: Bir çeşit yem bitkisi, kimi cinsleri sebze olarak da kullanılır. Aynı zamanda toprağı iyileştirmede de
kullanılır, kötü otları bertaraf eder. (Fr. Vesce, Lat. Vicia)
236
Ormanlar – İzmit mutasarrıflığının tamamında ve özellikle Adapazar’ın Geyve kazasında ve
Osmanlı’nın yöreyi fethinden bu yana ilgi çekici olduğu kadar anlamının hakkını da veren
şekilde “ağaç denizi” olarak anılan geniş ormanlık bölgenin merkezi Kandere’de (Kandıra)
ormanlar, oldukça çok sayıda ve yaygındırlar. Bakım ve gözetim eksikliği, tüm taciz ve
yağmalar ile sık yangınlar, yanı sıra sıralanmaya kalkışılsa binlercesi sayılabilecek tahrip
edici nedenlere rağmen hala aynı güzellikte ve tükenmez görünen bu bölgeyi daha iyi
tanımlayabilecek başka bir kavram yok.
Gerek devlet gerekse görüldüğü üzere bir çeşit devlet kontrolünde işletilen ormanlık alanlar
da az tanınmaktadır. Ne kesin durumu ne de tam yüzölçümü belli değildir ve yalnızca orada
başlıca şantiyelerin bulunduğu yanı sıra sürekli işletilen hemen komşu alanlardaki ağaç
türlerinin ne olduğunu söylemekle yetinmek zorundayız.
İzmit yakınlarındaki ormanlar, öncelikle kömür üretimi için işletilmekteler. Ağaç dokusu daha
çok meşe, koca yemiş, kayın, çam ve köknar. Bu ormanların kömürcüleri ürünlerini İzmit’teki
depolara taşıyorlar, büyük bir miktarı da buradan da her gün küçük yelkenlilerle 10 ila 12
para (Okkası 5 ila 6 santim ya da 128 kilosu 5,75 ila 6,90 frank) karşığında İstanbul’a
gönderiliyorlar.
Ada-Bazar kazası Hendek nahiyesi yakınlarında doğrudan Bahriye Nezareti tarafından
işletilen ormanlar var. Bu bölgede hükümetin İzmit’teki tersanede yaptırdığı tekneler için
kemereler ve diğer gerekli malzemenin üretimi için on iki şantiye bulunmakta.
Devlete ait olanlarla sınırlı olmak üzere diğer orman bölgeleri İzmit limanından yükleyerek
yılda 500,000 ceviz ağacı kerestesi ihraç etmekteler. Yine bu ormanlarda kömür imal
edilerek, bir ortalama piyasa oluşturmuş İzmit’teki fiyatlar üzerinden, aynı yolla İstanbul’a
gönderilmekte. Kömürcülerin ihracat limanına uzaklıkları yaklaşık 60 km; Hendek’ten taşıt
yolunun başladığı Adapazar’a yaklaşık 25 km, bu ilk 25 km oldukça zahmetli ve taşıma
maliyetlerini oldukça yükseltiyor.
Daha ziyade meşe, gürgen, çam, köknar ve kavak ağaçlarından oluşan geniş ormanlar, aynı
adı taşıyan nahiye merkezi Geyve etrafında yaklaşık 20 km uzaklıkta toplanmışlardır. Devlet
kontrolünde oldukça düzgün yapılmakta olan işletmeler, yaklaşık 15 km’lik bir derinliğe
uzanır. Bu ormanlık bölgelerin özellikle yaşlı ve kocaman ceviz ağaçlarından oluşan bazı
kısımları açılmaya başlandı ancak yine de ortalama 6,000 kereste ile önemli miktarda güçlü
ve güzel kaplamalık ağaç elde ediliyor. İzmit’ten taşıt yolu ile yalnızca 45 km ve demiryolu ile
63 km olan Geyve’nin ürünleri kazançlı tomruk ticaretinde olduğu gibi uygun fiyata taşınabilir.
Aynı şekilde daha ziyade İzmit limanından yapılan yıllık ihracata tahminen 400,000 tahta fıçı,
ayrıca 6,000 ceviz kerestesi ve yukarıda bahsettiğimiz ağaç kaplamalıklarına ıhlamur ağacı,
karaağaç, gürgen ile güzel çam ve tamamı olgun köknar tomruklarını eklemek gerek.
Bu mutasarrıflığın gözetimsiz ve yalnızca diğer ormanların geriye kalanı olarak
adlandırılabilecek yıllık randımanını kestirmek nerdeyse olanaksız. Oldukça aşırı
işletilmelerinin tek amacı, yerel gereksinimi karşılamak ve İstanbul’un Asya yakasındaki
Üsküdar’a (antik Khrysopolis) sevketmek üzere kömür üretmek. Sevkin nerdeyse tamamı
arabalarla, dağlar, vadiler, yarlar arasından geçerek yapılmakta olup 8 ila 10 günden aşağı
sürmemektedir. Hatta bazı kömürcüler için bu süre daha da fazla olabilmektedir çünkü
katedilecek yol uzun olduğu gibi kötü bakımlı yollar ancak kentlerin yakınlarında, o da parçalı
olarak görülebilmektedir. Bu kömürün Üsküdar pazarındaki fiyatı ortalama 500 okka yüklü
araba için 10 mecidiye ya da başka deyişle 641 kg için 45 franktır. Yükün yaklaşık 1/3’ü yani
yüzeyde görülebilenin tamamı 1 metre uzunluğunda ve 8 ila 12 cm çapında, birinci kalite
meşeden oluşur; geri kalan 2/3’ü ise daha küçük parça, çöp ve toz karışımıdır.
237
Tuzlalar – İzmit kentinin bitişiğindeki eski tuzlalar birkaç yıl öncesine kadar körfezin sonunda
bulunmaktaydı. Duyun-u Umumiye tarafından ortadan kaldırıldılar, böylece tüm kent
temizlenmiş oldu.
Tütün – Yılda ortalama 513,178 kg yaprak üretmekte olan Ada-Bazar kazasında tütün tarımı
oldukça önemlidir. Bu rakam İzmit’te 90,000 kg, Geyve’de ise yalnızca 6,414 kg’dir. Tütün
kalitesi aşağı yukarı merkez sancak Bursa’daki gibidir. Diğer kazalardaki üretim, önemsiz
miktarlarda olup yerel tüketime gitmektedir.
Maden Suları – Kara-Mursal, Ada-Bazar ve Geyve kazalarında oldukça sık bir şekilde termal
istasyonlara rastlanmakta. En tanınmışı Karamürsel kazasına bağlı Yalova nahiyesindeki
Huri Yalova ya da diğer adı ile Dağ hamamları. Bu ünü eski zamanlara kadar gidiyor.
Byzantion’un yerleşikleri burada Herkül’ün383 koruması altında, Asklepios’a384 adanmış bir
sunakla birlikte kaplıcaları kurmuşlar. Daha sonra İmparator Konstantin zamanında, annesi
İmparatoriçe Helena, Kudüs’ten dönüşünde bu putperest yapıları yıktırarak yerine bugüne
miras kalmış kapalı hatta dendiği üzere kubbeli hamamlar yaptırmıştır. Buradan çok uzakta
olmayan bir noktada yine İmparatoriçe’nin, bugün Yalova adını taşımakta olan eski
Drepanon’un kalıntıları üzerine yaptırdığı öksüzler yurdu ve sarayın harabeleri görülüyor.
Konstantin, bu gölgelik vadide vakit geçirmekten hoşlanan annesini onurlandırmak için kentin
düzeyini yükselterek adını Helenopolis olarak değiştirmişti. Kendisi de yönetim sıkıntılarından
uzaklaşarak dinlenmek için Nikomedia körfezi etrafındaki kasabaları yeğliyordu ve Hereke’de
annesinin sarayının yakınlarındaki Ankyron villasında öldü. Justinianus döneminde, karısı
imparatoriçe Theodora, 1892’de Hassa hazinesine ait Yalova’nın sularını incelemek üzere
oluşturulan komisyon raporunun ayrıntılarında yinelendiği gibi 4,000 kişi eşliğinde
Helenopolis banyolarını ziyaret etti. Yine bu raporda tekrar edildiği üzere merhum Doktor
Millingen, Sultan Abdülmecid’in annesi valide sultan’ı buraya götürme onuruna sahip
olmuştu.
Yalova ile doğrudan bağlantılı tarihsel anılar arasında Keşiş Pierre ve Yoksul Gautier’nin
kumandasındaki Haçlı Orduları’nın feci Helenopolis çekilişleri göze çarpar. Anna
Komnenos’a göre bu ordunun bozguna uğraması sonrası bu çevrede Selçuklu Türkleri,
zaferlerine yönelik olarak 25,000 Haçlı Fransız’ın cesetlerinden bir piramit oluşturmuşlardı.
Dağ Hamamları’nı besleyen termal kaynaklar, bir kaya çatlağından doğarak küçük Yalova
limanından 8 km güneyde ve 80 m yükseklikteki dağın yamaçlarında bir dere yatağı
oluştururlar. Limandan kaynağın yakınlarındaki banyo yapılarına doğru bir taşıt yolu
bulunmaktadır. Hepsi de dere yatağında olan bu banyoların sayısı beştir. Suların sıcaklığı
60º centigradı geçmektedir. Yapılan analizlerde hidrojen sülfür, iyot ve azot’a rastlanmıştır.
Romatizma, diabet, kalıtımsal ya da sonradan olmuş vücut bozukluklarına ile kronik nezleye
iyi geleceği umulmaktadır.
İstanbul İmparatorluk Tıp Kurumu, yukarıda belirtilen raporun sonuçlarını onaylayarak
Yalova’daki Dağ Hamamları kaplıcalarının akratotermler ve sülfürlü kaplıcalar içinde
sınıflandırılmasını, fiziksel ve kimyasal yapısının benzeri kaynaklar arasında birinci sıraya
konmasının gerektiğini belirtmiş. Bu öneriler sonrası var olan yapılar yıkılarak yerlerine,
kürlerin başarılı olabilmesi için gerekli olan bir otel, gazinolar, varlıklı hastalar için kulübeler,
yoksullar için alçak gönüllü ancak sağlıklı evler, bir konser ve okuma salonu, gölgelendirilmiş
yollar, dinlenme bankları, buradaki arazinin ve ormanın sunduğu kolay uygulanma olanağının
sunduğu her şeye sahip yeni bir kaplıca yerleşimi inşa edildi. İstanbul ve Yalova arasındaki
vapur hattı ve Yalova ile Dağ-Hamam arasındaki düzenli araba hizmetleri bu hattı dört saatte
almayı sağlıyorlar.
383 Y.U.: Herakles
384 Y.U.: Sağlık ve Tıp Tanrısı
238
Ada-Bazar’ın 30 km ve Ak-Yazı nahiyesi’nin 4 km güneydoğusunda Kuzuluk köyündeki AdaBazar kazası termal istasyonu adı geçen nahiyeye bağlıdır. Kaza belediyesi sülfürlü kaynağa
el koyduktan sonra masraflarını kendi karşılayarak, işletmesini her yıl şartları vergi
defterinde yazılı ihale ile güzel bir yerleşim inşa ettirmiştir. Bu kaplıcaların kozalaklı ağaç
ormanları ile çevrili yörenin sağlığa yararlı ve çekici güzellikleri iyi mevsimlerde uzun süreli
kalmaya gelen çok sayıda insanı kendine çekmekte. Bu su kaynağının sıcaklık derecesi
bilinmiyor, kimyasal analizi henüz yapılmamış, yalnızca sülfür ağırlıklı olduğu biliniyor ancak
bir çok hastalığa karşı etkinliği belli. Biri kendisi ile aynı adı taşıyan nahiyenin merkezi olan
Zaraklı’nın (Taraklı) yakınlarında ve Geyve’nin 24 km doğusunda olan Ilıca köyünde, diğeri
aynı yerleşimden 9 km uzakta, araç yolu üzerindeki iki kaynaktan oluşan Geyve kazası
termal suları için de Adapazarı termal suları özellikleri geçerlidir. Bu iki banyodan birincisinin
yapıları yıkıntı durumunda.
Tarım – İzmit mutasarrıflığı eğer toplam 4,090 km kare olan yüzölçümünün 1/3’ün fazla
olduğu sanılmayan ekili arazisinin yaygınlığı, üretim gücü ile kıyaslanırsa temel olarak
tarımcıdır. Böylesi boş bir arazideki çiftlik sayısı görece az olmasına karşın 333’den az
değildir, bunların 39’u İzmit merkez livasında, 45’i Kara-Mursal (Karamürsel) kazasında, 97’i
Adapazar kazasında, 47’i Kandere (Kandıra) kazasında ve 105’i Geyve kazasındadır. Bu
çiftliklerin her birinde eski sistem bir değirmen var, bunlardan başka İzmit’te nerdeyse
yalnızca yabancı buğdayı öğüten iki buhar makinalı değirmen bulunmakta; bu iki makinenın
elde ettiği unun üçte biri ihraç edilmekte, üçte ikisi ise İzmit’ten Adapazar ve Sapanca’ya
kadar olan köylerde tüketilmektedir. Bu durum ilk bakışta iki temel olguyu ortaya
çıkarmaktadır: birincisi yöredeki çifliklerdeki eski sistem 333 değirmenin kendi tüketeceği unu
üretmedeki yetersizliği, ikincisi ise tahıl üreticilerinin ürünlerini doğal olarak ihraç etme
avantajı bulmaları.
Ne olursa olsun İzmit mutasarrıflığı toprağı ürünlerinin bolluğu kesinlikle göreneklerden
başka klavuzları olmayan ve kesinlikle en ilkel tarımsal aletlere bağlı olan, cahilliklerini
sorgulamayan, daha gelişmiş aletler ve sistemler olduğuna inanmak istemeyen çiftçilerin
tarım bilgisine bağlanamaz. Öte yandan iyi çalışırlar, zordan yılmazlar ancak özellikle
masraftan korkarlar. Demiryolları onlara ürünlerini daha hızlı ve ekonomik şekilde satma
olanağı sağladığı andan itibaren kazançları katlanması karşılığında daha fazla üretmek
isteyeceklerdir. İyileştirmeler onlara daha masrafsız görünecek ve Bursa vilayetindeki
komşuların şimdiden sergiledikleri örnek gibi, Türkiye’nin refahını gerçekten isteyen hükümet
ve çeşitli yönetimlerin cesaretlendirmeleri ile bu noktaya kendileri geleceklerdir.
Yukarıdaki tarımsal üretim tablosunda da görüldüğü gibi şu anda bu sancağın en bol ürünleri
tahıllar, bal mumu ve bal, ipek, yumurta, vb., özellikle de her çeşit meyve ve sebzedir.
Tahıl üretiminin ve özellikle de buğday ve mısırın başlıca üretici kazası kuzeyde ve
Karadeniz kıyısındaki Kandere’dir. Yıllık ortalama üretimi 900,000 hektolitre’ye yakındır ki
130,000 hektolitresi buğday ve 325,000 hektolitresi mısırdır. Bu kazadan sonra güneydoğuda
kalan Geyve kazası, daha sonra da batıdaki merkez liva İzmit, dördüncü sırada ise doğudaki
Adapazar, sonunda da yılda yalnızca 242,250 hektolitrelik tahıl üreten güneybatıdaki KaraMursal kazası gelir.
İzmit Sancağı’ndaki mısır ekiminin Kafkasya’lı (Çerkes) göçmenlerin buraya yerleşmesinden
sonra başladığı öne sürülür ki Anadolu’nun tüm eyaletlerine dağıtıldıkları ilk göç 1281’den
(1864) başlayarak 1283’e (1864) kadar devam etmiş olup 413,000 kişiyi kapsıyordu. Böylesi
bir olasılık oldukça düşüktür zira Anadolu’daki mısır kültürü herkesin bildiği gibi oldukça
eskidir, ki bu tahılın Fransa’da tanınmaya başlaması ile birlikte halk arasındaki adı “Türk
buğdayı” idi. Fransa’nın doğu bölgelerinde, özellikle de Franche-Compté’de çok eski
239
zamanlardan beri büyük mısır üreticisi ve mısır unu çorbası385 tüketicisidir ki mısır başağı
yalnızca “Türkiye” olarak adlandırılır. Bununla birlikte Türkiye’nin mısır üretiminin Çerkes ve
Laz göçlerinin ülke nüfusunu arttırdığı bu yüzyılın ikinci yarısında gerçekten arttığı ve bu
üretim artışının nerdeyse büyük oranda yalnızca mısırla beslenen bu yeni yerleşiklere bağlı
olduğu kabul edilebilir.
Onlar için artık kalınamaz hale getirilen Müslüman Bulgarlar’ın doğdukları ülkeyi terk etmeye
zorlanmaları sonucu göçmeleri de Anadolu’daki mısır kültürünün yaygınlaşmasına katkı
vermiş olmalı. Ancak bu hareketli, zeki, çalışkan insanların göçleri, ilk sonuç olarak ülkeye
çalışma zevkini ve daha önce pek gelişmemiş ekim yöntemlerini tanıtmaya başlamış ve
tanıtmaya da devam edecektir çünkü daha göçün sonuna gelmiş görülmüyor. Bulgar
göçmenler tarafından başarı ile işletilen küçük taşıma şirketleri ve Bursa vilayeti ile İzmit
sancağında birkaç ormanda yerleşik birkaç doğrama hızarı gibi bir çok ilginç sanayi tarıma,
ticarete ve ormancılığa oldukça faydalılar. Aynı zamanda onların gelişinden 10-15 sene
önceden beri tanıtılmaya çalışılan ancak dikkat çekici bir sonuç alınamayan patates tarımı,
en azından İstanbul çevresindeki, daha ziyade Asya yakasında ortalama 130 km çapındaki
bölgede başarılı olan bu yeni canlılığını da onlara borçludur.
Zaten bu bölgenin üretimi, özellikle de Ada-Bazar çevresi oldukça ticari boyutları yakalamış
durumda ve kalitesi tamamiyle tatmin edici. Kimi Türk köylerinin patatesleri, en az Malta’nın
en iyi patates türleri kadar değerli. İngiliz ve Fransız patatesi ithalatının gerilemeyerek
artmasının nedeni ise ne kalitelerinin yüksek, ne de fiyatlarının daha düşük olmasından değil
yalnızca halkın gereksinimini karşılayamayan ve uzun bir süre daha karşılayamayacak
görünen yetersiz Osmanlı üretimi. İzmit mutasarrıflığı üretiminin önemli bir yeri olan İstanbul
patates piyasasında, ithal ve yerli patatesin şu anki fiyatları aynı. Gerçekten de 1892’de tüm
İzmit mutasarrıflığı’nda toplam patates üretimi 1,697,950 kg olurken, bu üretimin merkezi
olan Ada-Bazar, aynı yıl 1,282,950 kg’a ulaşan yıllık patates hasatının büyük bir kısmını
İstanbul’a gönderiyor.
Tüm sancakta toplamı yaklaşık 7 milyon kg olan soğan, sarımsak ve taze sebze üretiminde
de Ada-Bazar kazası yılda 3 milyon kg üzerindeki ortalaması ile önemli bir orana sahiptir.
Taze üzüm ve diğer meyvelerde de daha az bir farkla birinci sıraya oturmaktadır. Zira merkez
liva ve diğer dört kazanın 7 milyon kg civarındaki toplam rekoltesi, beş bölgenin ortalamasını
1,400,000 olarak verirken Ada-Bazar kazasının 1892’deki taze üzüm ve diğer meyvelerin
toplam rekoltesi 1,758,510 kg idi.
Benzeri bir oran, sancağın 5 bölgesinde toplam 532,387 kg’a ulaşan bakla, bezelye, bataklık
baklası, fasulye, mercimek’ten meydana gelen sebze üretiminde de görülmekte.
İzmit mutasarrıflığının 1892 yılındaki toplam üretimi 759,315 kg olurken, keten üreticisi üç
kaza, birinci sırada 513,178 kg’lık bir rekolte ile Adapazar, sonra 151,137 kg ile Kandere
(Kandıra) ve sonunda 95,000 kg ile Geyve’dir.
Bu sancağın beş yönetim bölgesindeki susam üretimi ortalama bir öneme sahiptir. Toplam
üretim 18,000 kg’dan biraz fazla olup çoğu 14’ü İzmit ve çevresinde, 3’ü ise Karamürsel’de
bulunan 17 yağhanede yağ üretimi için işlenir.
İzmit mutasarrıflığının belirgin verimliliği, görece olarak oldukça ileri zirai durumu, örnek tarım
işletmeleri ve Asya Türkiye’sinde tanıtılacak uygun çeşitli yeni ekinlerin deneme arazileri ve
fidelikler için Osmanlı Anadolu Demiryolları Şirketi’nin Büyük Derbend, Sabanca (Sapanca)
ve Ada-Bazar’ı şeçme nedeni olmuştur.
385 Y.U.: Mısır ununun kaynatılması ile yapılan bu çorbanın Fransa’daki yerel adının “gaude” (okunuşu, god)
olduğunu yazar belirtmekte.
240
Bu yerleşimlerin yaratılmasının başlıca nedenleri arasında şüphesiz Angora (Ankara)
vilayetinde demiryolları boyunca uzanan geniş boş arazilerin ağaçlandırılması için bu
fidanlıklarda yeterli sayıda genç bitkiyi el altında bulundurmak vardı. Eski zamanlarda
tamamıyla ağaç yoksunu olması nedeni ile Axylon adı ile bilinen bu yöre, çok uzun bir süredir
ekilmeden durmakta. Şirketin diğer hedeflerinden biri de doğal olarak istasyonlarını
güzelleştirmek ve işletmesinin yakınlarını oldukça birbiriyle bağlantılı hale getirmek. Zaten
oldukça zengin olan İzmit sancağı üretimi, yeni ve daha karlı tarım türlerinin tanıtılması ile
hissedilebilir derecede arttırılabilir. Eğer ülkenin tarımcıları en iyi sistemi, en iyi araçları,
örnek plantasyonlara geniş ölçüde katılmayı, elde edilen avantajlı sonuçları ilgililerin gözleri
önüne sererek iyi bir örnek sunmayı kabullenirler ise bu üretimin kendisi bile çok daha önemli
olacaktır.
Bu bakımdan, her ne kadar yeni ve tamamlanmamış da olsalar yeni yerleşimler, az bir şey
olmayıp ülke için büyük bir iyiliktir. Demiryolları boyundaki halk, kültür çalışmalarının başarısı
için oldukça büyük çaba göstermekteler; çok sayıda çiftçi eğitim görmek istiyor, ağaçların ilk
kesiminden elde edilecek fidelik dallar için aralarında tartışmışlar ve şirketin ziraat
müfettişinin önerileri uyarınca eski ağaçlara başarılı aşı yapabilmişler.
Arıcılık – Nerdeyse her yerde başarılı bir arıcılık yapılıyor. 1892 yılındaki bal rekoltesi
520,200 kg ve bal mumu rekoltesi ise 65,407 kg. Bu ürünler İstanbul’da çok tutuluyor ve
yarısı buraya gönderiliyor.
Bağcılık – Çok güzel ve bol ürünler veren bağcılık, genel olarak İstanbul’un masa ihtiyacı
üzümü üretmekle kısıtlı. Bu üzümün satışından önemli kazanç elde edilmesi, yalnızca yerel
gereksinimi karşılar düzeye inen şarap üretimini çok kısıtlıyor. Bu nedenle de bugüne kadar
kayda değer bir ticari harekete dönüşememiş. Ancak merkez livanın nahiyesi Bağçecik’te ve
ona bağlı üç köyde, geçen yıl üretilen kaliteli şarapların yerinde ancak kilosu 15-20 centime’e
alıcı bulabilmesi nedeniyle üreticiler her hafta İstanbul’a 6-700 kg ihracatı denemeye karar
vermişler. Eğer Bağçecikli bağcılar bu pek pahalı olmayan çabalarından iyi bir kazanç elde
ederlerse nahiyelerinde bir şarap endüstrisi kurmaları sorun olmayacaktır, en azından ne
yapacaklarını bilemedikleri bir ürün fazlasından kurtulacaklardır. Bu nahiye gerekirse tek
başına 300,000 kg şarap üretebilir, daha önce bu rakamı üretmiş.
Afyon haşhaşı yalnızca Geyve kazasında üretilmekte ve yıllık afyon rekoltesi ortalama olarak
2,565 kg.
İpekçilik – İzmit mutasarrıflığının dört kazasında ipek üretiminin aşağıda gösterildiği üzere
1,008,808 kg taze koza olması bekleniyor.
1º İzmit Merkez
Kazası
2º Kara-Mursal
Kazası
3º Yalova Nahiyesi
4º Ada-Pazar Kazası
5º Geyve Kazası
Toplam
113,059
kg
25,156 kg
24,255 kg
76,551 kg
769,767
1,008,808
kg
Bugüne kadar ipek böcekçiliği, insanlardan uzak kalmış birkaç üreticinin pek küçük ve
yukarıdaki rakamlara katmaya değmeyecek miktarlardaki üretimlerini saymaz isek Kandere
kazasında pek bilinmiyor.
Sözü edilen yıllık koza rekoltesinin eğirilmesi sonucu aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi
26,885 kg 130 gr ham ipek elde ediliyor.
241
İzmit Merkez
Kazası
5,490.500
Kara-Mursal
Kazası
609.550
Ada-Pazar Kazası 3,179.600
16,605.48
Geyve Kazası
0
26,885.13
Toplam
0
Bu toplam, 320,000 kg taze kozaya tekabül ediyor. Geri kalan 688,608 kg taze koza
eğirilmesi için Bursa’ya ihraç ediliyor.386
İzmit mutasarrıflığında ayrıca aşağıda belirtildiği gibi oldukça önemli sayıdaki özel evlerde
ipek böceği yetiştirilen ve ipeğin elle eğirildiği 31 böcekhane mevcut.
Fabrika
Sayısı
İzmit Merkez
Kazası
İzmit kenti ve çevresi
Ada-Pazar Kazası Ada-Pazar ve çevresi
Sapanca ve çevresi
Ak-Yazı ve çevresi
Hendek ve çevresi
Geyve Kazası
4
2
2
4
12
20
Geyve kenti ve çevresi
17
Toplam Böcekhane
Sayısı
31
Hayvancılık – Hayvan yetiştiriciliği, özellikle aynı zamanda önemli birer tarım merkezi olan
Kandere, Ada-Pazar ve Geyve kazaları olmak üzere İzmit mutasarrıflığına bağlı beş idari
bölgede de çok yaygındır. Çeşitli ırk ve cinsteki yıllık hayvan yetiştiriciliği aşağıdaki tablodaki
gibi ortalama 899,606 baştır.
Sığır ve inek
Manda
At ve katır
Koyun
Keçi (genel)
Tiftik Keçisi
Deve
Toplam
314,290 baş
6,700 baş
71,560 baş
264,286 baş
111,400 baş
130,000 baş
1,370 baş
899,606 baş
Bu toplam, daha sonra mutasarrıflığın beş kazası incelenirken bölünecektir.
İzmit’te ve Kara-Mursal’da yetiştirilen koyunlar çoğunlukla Doğu Rumeli’den ilkbaharda ithal
edilmişlerdir. Bu mevsimden sonbahara kadar olan sürede koyun sütünden öncelikle misitra
adı verilen yağlı peynir üretilir. Bu peynir, bu saf ve lezzetli ürüne şeklini veren saz sepetler
içinde, İstanbul’da ve nerdeyse her yerde alınıp satıldığı Şark’ta çok aranır. İlk mevsim
386 Gezginin Notu. Bu eğirmeden elde edilen ipek miktarı Bursa kenti bölümündeki (bir başka ciltte) miktarın içine
dahil edilmiştir.
242
geçtikten sonra misitra, yerini daha koyu ve yıl sonuna yaklaştıkça daha da kuruyan ve bu
süreçte çeşitlerine göre değişik adlar alan bir beyaz peynire yerini bırakır. İlkbaharda ithal
edilmiş koyunlar, sonbaharda kasaplara satılmaya başlanır, ancak bu sınıftaki çok daha
büyük sayıda ve göçebe boylar tarafından özellikle yünü ya da canlı satmak üzere yetiştirilen
küçük baş hayvan ülkenin iç taraflarından gelir.
Tahmin edildiğine göre İzmit’ten İstanbul’a yılda gönderilen beyaz peynir miktarı 150,000
okka yani yaklaşık 192,000 kg’dır.
Kümes Hayvancılığı, Yumurtacılık – Kümes hayvanı yetiştiriciliğinin başlıca merkezi,
İstanbul’a yılda ortalama 15,000 sepet yumurta ve 100,000 tavuk gönderen Ada-Bazar’dır.
Her sepette 1,700 yumurta olduğundan hareketle, sadece bu kazadan gönderilen toplam
yumurta sayısı 25,500.000’dir. Tüm İzmit mutasarrıflığından gönderilen yıllık toplam ise
26,000 sepet ya da 44,200,000 taze yumurtadır. Yine bu mutasarrıflıktan İstanbul’un tüketimi
için gönderilen toplam tavuk sayısı 300,000’dir. Dolayısı ile tüm sancaktan ihraç edilen
tavuğun 1/3’ünü, taze yumurtanın ise 5/9’unu, kümes hayvancılığının lideri Ada-Bazar
sağlamaktadır. Tüm sancağın kazancı 4,140,000 kuruş olurken ki bu 952,200 franka eşittir,
lider Ada-Bazar’ın kazancı 2,300,000 kuruştur, bu da yaklaşık 529,000 franka denk düşer. Bu
da bize daha kesin bir şekilde aynı oranları vermektedir. Ada-Bazar resmi ihracat kayıtları
hesaplamalarında “doğrudan ürünler ve tarımsal ayrıntılar” olarak “yumurta ve tavuk” başlığı
altında ayrım yapılmaksızın birim fiyatı yaklaşık 0.0213 frank belirtilmektedir.
Akarsular, Irmaklar – İzmit mutasarrıflığının başlıca akarsuları Sakarya (eski Sangarius) ve
onun üç kolu Göynük-su, Mudurnu-su ve Çark-su’dur. Bunların dışında Kabaoğlu-çay ve
Ağva-su ile birkaç daha önemsiz küçük dere sayılabilir.
Sakarya kaynağını Ankara ve Afyon Karahisar sınırındaki Bayat’tan alır. Önce Aziziye sonra
Amorium harabelerinin bulunduğu Hacı Hamza üzerinden doğuya yönelir. Buradan yine
doğuya Çakmak’ın üstüne kadar devam ederek sonra kuzeye yükselir. Buraya kadar
yaklaşık 150 km katetmiş olan akarsuya sol kıyısından Çandır’da (Texier’nin Pesinunte
harabelerinin bulunduğunu söylediği Sivrihisar’ın yaklaşık 20 km güneyinde) Kan-su, Seyid
Gazi-su ile Sarı-su gibi bir çok kol katılır. Bu yeni güzergahı üzerindeki Sakarya, kuzeyde sağ
kıyısından, İzmit-Ankara demiryolunun geçtiği noktadan Ankara deresini, bu buluşma
noktasının yakınında karşı taraftan da Pursak’ı alır. Yine kuzeyde, biraz daha yukarılarda sağ
kıyısından Kırmır-çay’ın katılması sonrası bir dirsek yaparak doğuya yönelir ve kuzeye hafif
bir yükselme ile Kara-su ile Gök-su’nun katıldığı Lefke’ye kadar devam ederek burada keskin
bir açı çizerek Mekece’de İzmit mutasarrıflığı sınırlarına girer.
Sakarya tarafından kaynağından Mekece’ye kadar yapılan tüm yol yaklaşık 410 km’dir. İzmit
sancağının sınırlarına Geyve kazasına girdikten hemen sonra bu ırmak Mekece’nin 5 km
güneyinde doğrulduğu yeni ve son yönünü artık terk etmeyerek kuzeybatıya yoluna devam
ederek Geyve, Adapazar ve Kandere kazalarını geçerek, Geyve kazasında 40 km,
Adapazar’da 40 km, Kandıra’da 30 km olmak üzere İzmit sancağında yaklaşık toplam 110
km yol aldıktan sonra Karasu yakınlarında İncirli’de Karadeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu
520 km civarındadır.
Mekece’ye sızmadan kısa bir süre önce, Lefke’nin 5 km güneydoğusunda Sakarya, sağ
kıyısından ne kaynağı ne de ağzı burada olmayan ancak aldığı toplam yolun 1/3’ünü sınırları
içinde barındıran İzmit sancağı akarsuları içinde sayılması gereken Göynük-su ile kavuşur.
Bu su, kaynağını Kastamonu vilayeti sınırları içindeki Göynük’ten (Torbalı) alır ve doğudan
batıya bir hat çizerek Geyve kazası sınırlarını aştığı noktaya kadar 28 km kateder, 8 km daha
uzaktaki Taraklı’yı da sulayarak 19 km daha kateder ve Bursa vilayetindeki Göl-Pazar’ın 2
km kuzeyinden geçerek 25 km daha yol aldıktan sonra yukarıda belirtildiği gibi Sakarya
Irmağı’na katılır. Toplam 80 km’lik yolun 28’i Kastamonu vilayetinde, 27’i İzmit
mutasarrıflığında ve 25’i Bursa vilayetindedir.
243
Sakarya’ya, Mekece’den hareketinden Ada-Bazar kazası girişine kadar 40 km’lik parkur
boyunca sağ kıyısından 4, sol kıyısından 6 olmak üzere toplam 10 küçük kol katılır. Sağ
taraftakiler arasında ağzı, Demiryollarının Balaban istasyonu karşısında olan Doğan-çay,
karşı kıyıdakilerden ise kendisi de Sakarya Irmağı’na kavuşmadan önce, Geyve’nin 5 km
güneybatısında sol kıyısından 6 küçük kol alan Uzunçayır-çay ile Sapanca Gölü’nün 7 km
güneydoğusunda, Selamiye ve Adliye arasında Geyve ve Ada-Bazar kazalarının ortak
sınırında Sakarya’ya katılan Ak-çay önemlidirler.
Geyve’nin 2 km kuzeyinde ve Ortaköy’ün 3 km güneybatısında, bu iki yerleşimin arasında
Sakarya Irmağı üzerinde Sultan Yıldırım Beyazıd tarafından yapılmış altı kemerli muhteşem
bir köprü bulunmaktadır.
Ada-Bazar kazası sınırlarında iken Sakarya Irmağı’na bu kazanın güney sınırına 25 km, ve
kuzey sınırına 15 km uzaklıkta, Beylik-kışla ile Soğuk-su arasında sağ kıyısından katılan
Mudirni (Mudurnu) ya da Mudirni-su’dan (Mudurnu Çayı) başka katılım yoktur. Bu akarsu
kaynağını yakınlarından aldığı Kastamonu vilayetindeki Mudirni ya da Müdürli (Mudurnu) eski
Modrenae kenti olup Buccellair’ler temasının bir piskoposluk merkezi idi, Aladağ’ın batı
eteklerindedir. Bu çayın aldığı toplam 95 km’lik yolun 40 km’si Kastamonu vilayetinde, 45
km’si ise İzmit sancağı sınırları içindedir. Bu yolun son kısmında, Ak-Yazı nahiyesi
yakınlarında Sofular’da sağ kıyısından katılan Kabaoğlu-çay ile kazanın doğusundaki
dağlardan doğan üç kaynağın suları güzel ormanları aşarak ve Mudurnu Çayı’na
kavuşmadan 7 km önce tek kol haline gelerek, Kabaoğluçay’ın Sakarya’ya kavuştuğu
noktadan 5 km uzaklıkta, yine sağ taraftan bu çaya katılırlar. Ayrıca, 7 km’lik bir sahaya
yayılmış bataklıklar arasında yavaşça akan ve bulunduğu bölgeye adını vermiş Türk yapımı
büyük köprüyü gereksiz kılan iki küçük dere Çatalköprü’de, çaya sol kıyısından kavuşurlar.
Vaktiyle Ada-Bazar’dan Hendek’in doğusuna giden yolun ikiye ayrıldığı noktadaki bu köprü
ile Ab-Sofu ve Ak-Yazıdaki köprüler aynı yol gibi çoktan harap olmuşlar ve bu molozlar
arasında dolaşmak gerçekten tehlikeli. Posta servisi de artık buradan geçmiyor. Buradan
geçme zorunda olan Hendek, Ak-Yazı ve Ab-Sofu’dan gelen yükler için birbirine yakın
komşular da olsa Ada-Bazar’dan gelen yüklere göre iki misli nakliye ücreti ödeniyor.
Bu yol Adapazar’a yaklaşık 3 km’de İmparator Justinianus tarafından yaptırılmış görkemli bir
köprü ile Sakarya Irmağı’ndan geçiyor. Bir çok yazar, bu güzel mimari sanat eseri üzerine
hak ettiği çoşkun övgüler düzmüşler. Paul Diacre’a göre, olasılıkla 553 yılında yapımına
başlanarak 561 yılında tamamlanmış. Aynı yazar, kemer ayaklarının yapımı için suyun
akışının değiştirildiğini ekliyor ve bugün su artık köprünün altından geçmiyor. Nerdeyse hiç
değişmeden bugüne ulaşan 430 m uzunluğundaki köprü, yörede “Beşköprü” olarak tanınıyor.
Tabliyesi (döşeme) tamamiyle yatay olup 1 metre genişliğindedir. İçi dolu 8 kemer tarafından
taşınmakta olup açıklık 23 m’dir. Kemer ayaklarının hepsi eşit şekilde 6m 50 yüksekliktedir.
Yapım malzemesi büyük kalker bloklardır. Batıda, Ada-Bazar ve Sabanca tarafına doğru,
duvarları içinde tepesine çıkmak için merdivenler bulunan bir zafer takı ile son bulmaktadır.
Doğuda, eski Hendek yolu tarafındaki uçta, zafer takına benzer bir boşluğu kapsayan ve
şüphesiz yolcuların dinlenmesi amaçlı bir göz bulunmaktadır.
VII.Konstantin Porpyrogenetes, Doğu İmparatorluğu’nun Themaları üzerine bir eserde,
Sangarius (Sakarya) köprüsünü yaptığı için Justinianus üzerine büyük övgülere yer vermekte
ve kendi döneminde (912-959) köprünün taşları üzerinde mevcut ancak bugün kaybolmuş bir
yazıttan söz etmektedir. Bu yazıt şöyle tercüme edilmişti:
“Kibirli Hesperie (İspanyol), Med (İran) kavimleri ve tüm barbar göçebe yığınları gibi, çoşkun
yolu bu kemerlerle kesilmiş olan sen, şimdi egemen bir gücün kölesi olarak akıyorsun;
Eskiden gemilere geçit vermez bir evcilleşmemiş iken, şimdi bükülmez taş kösteklerle
yatıyorsun”.
244
Ne olursa olsun, sağ yakasından Mudurni ya da Müdirli-su’yu aldıktan sonra Sakarya Irmağı,
on kilometre boyunca Adapazar-Kandere sınırını izler; sonra sınırı geçerek Ferezli ve
İmamlar köyleri arasından Kandere kazası içine sızar ve bu noktada, bir tahliye kanalı
vazifesini gören Çark-su, Sapanca Gölü’nün fazla sularını ırmağa boşaltır.
Bu akarsu, gölün doğusundan çıkarak batıya doğru Ada-Bazar kentini geçer; aynı zamanda
kuzeyini de çevreleyerek kentin kendine bağlı bölgeleri ile irtibatını bu iki yönden keser. Öte
yandan Sapanca Gölü güneyden, Sakarya Irmağı da doğudan kenti çevirdiğinden adı
içindeki “Ada” kelimesinin olasılıkla nedeni belli olur; “Pazar” eki ise daha kesin olarak
bilindiği gibi kent, yörenin çarşısı olması nedeniyledir. Çark-su’yun Ada-Pazar kazası içinde
Sakarya’ya nerdeyse paralel olarak aldığı yol yaklaşık 35 km’dir.
Kandere (Kandıra) kazasında, Sakarya Irmağı ağzına varmadan yaklaşık 6 km önce sağ
yakasından, kaynağını Batak-köy’den alan ve güney-kuzey yönünde 25 km yol alan Batak-su
ile kavuşur. Akış yönünde, 2 km uzaklıkta sol kıyısından Ak-Göl’ün fazla sularını taşıyan
yaklaşık 6 km uzunluğundaki doğal bir kanal ile buluşmaktadır.
Sancağın diğer bölgelerini her yönde sulayan diğer akarsular çok sayıda ancak sırlamaya
girecek önemde değildirler. Bir çoğunun “dere”den başka bir adı bile yoktur.
Göller, Bataklıklar – İzmit sancağında üç göl görülmekte: en önde geleni, üçte biri merkez
sancak, üçte ikisi ise Ada-Bazar kazası sınırları içinde kalan Sapanca Gölü olup daha küçük
olan Ak-Göl ile daha da az öneme sahip Kara-su, Kandere kazasının Karadeniz kıyılarına
yakın bulunmaktadırlar. Sık sık sıtma nedeni olan İzmit kenti ve çevresindeki bataklıklara
gelince 1889 yılında kurutulmuşlardır ancak Sapanca ve Ada-Bazar çevresi Sakarya ya da
komşu akarsuların taşması ile düzenli olarak su altında kalmakta ve bataklığa
dönüşmektedir. Bazı noktalarda, örneğin Çatal-Köprü’de bu bataklıklar geçici olarak yaklaşık
7 km’ye kadar yayılabilmektedirler. Kandere kazasında da Ak-Göl yakınındaki Batak-köy ve
Kara-su yakınlarında bazı bataklık bölgeler bulunmaktadır.
Bir zamanlar, bugün aynı adlı nahiyenin de merkezi olan Sapanca kasabasının bulunduğu
noktadaki antik kentin adı ile “Sophon” olarak adlandırılan Sapanca Gölü, çeşitli dönemlerde
çeşitli adlar altında anılmıştı. Ammianus Marcellinus, Sunonensis lacus (Sunonensis Gölü)
olarak tanımlarken, tarihçiler ve vakanüvislerin doğudaki yöreleri tanımlaması zor isimlerle
adlandırdıkları Birinci Haçlı Seferleri’nde, Anna Komnena, Bava adını vermiş. Bu göl, İzmit
Körfezi’nin 16 km doğusunda, İzmit kentinin 17 km güneydoğusunda, Ada-Bazar’ın 7 km
güneybatısında, İzmit-Ankara taşıt yolu ve bu yolun güneyi boyunca batıdan doğuya izleyen
Anadolu demiryolunun solundadır. Demiryolu, bir şose yol kenarındaki Sapanca kasabasını
sağında bırakacak şekilde gölden ayırmaktadır. Gölün uzunluğu 15 km olup en geniş yeri 5
km, dolayısı ile yüzölçümü 68 km kare civarındadır. Tchithatcheff’e göre çevresi 36 km’dir.
Bu gölün sularında bugüne kadar ya da en azından bugünlerde yalnızca küçük tekneler
kullanılmış olmasına karşın, İstanbul Boğazı’ndaki deniz ulaşımından kaçınarak Karadeniz
ve Marmara Denizi arasındaki ulaşımı kısaltmak ve kolaylaştırmak için bir çok kez batı
kıyısından bir kanalla İzmit Körfezi’ne, doğu kıyısından da Sakarya ırmağı ile birleştirilmesi
söz konusu olmuştur. Bu proje Bithynia valisi iken Genç Plinius tarafından Traianus’a
sunulmuş, hatta aynı şekilde ilk Osmanlı sultanları tarafından da benzeri bir uygulama
başlatılmış görünüyor. Bu çalışmanın terk edilme nedeni olarak da yeni kurutulmuş ve
temizlenmiş İzmit bataklıkları öne sürülüyor.
Bu kanalın yerine daha da fazla yararlar sağlayacak bir demiryolu öngören yeni bir proje
Bayındırlık Bakanlığı ile Mösyö Kaulla arasında Ankara-Kayseri ve Eskişehir-Karahisar
hatları için imzalanan bir imtiyaz anlaşmasının 36. maddesinde yer alıyor. Bu madde ile
Mösyö Kaulla, Hendek veya Üsküb (Konuralp) ya da Düzce üzerinden Adapazar-Kdz.Ereğli
245
arasında bir demiryolu hattının hazırlık çalışmalarını yapmayı üstleniyor. Bu hattın yapımı ve
işletilmesi için özel bir anlaşma imzalanacak.
Akgöl, Sakarya Irmağı’nın 6 km batısında ve Karadeniz’in güney kıyısından da aynı uzaklıkta
olup Kandere kazası sınırları içindedir. Kuzeyden güneye 2,000 m genişliğinde ve doğudan
batıya 6,500 m uzunluğunda bir alana yayılmaktadır.
Batak-su ile Sakarya’nın kavuştukları noktanın 6 km doğusunda küçük Karasu gölü
bulunmaktadır. Bu göl, çok küçük bir akarsuyun küvete benzeyen bir yerde toplanması ile
oluşur ve fazla sularını aynı adı taşıyan nahiyenin merkezi olan Karasu’da Karadeniz’e
döker. Akarsuyun toplam yolu 15 km, gölün uzunluğu 4 km, genişliği ise 1 km’dir.
İzmit mutasarrıflığı göl, akarsu ve derelerinde sularının çok zehirli olması nedeniyle balık
avcılığı yapılmıyormuş gibi görünüyor, en azından hazine kayıtlarında böylesi bir işletmenin
kaydına rastlanmıyor.
Yollar – İzmit mutasarrıflığında yalnızca bir taşıt yolu bulunmaktadır. İzmit-Ankara arasındaki
bu şose yol Sapanca, Geyve ve Taraklı üzerinden geçen ve Adapazar’a bir bağlantıdan
oluşur. Buna çok kısa iki parça daha eklenebilir, biri bu şose üzerinde bulunan Fes
Fabrikası’ndan Aslanbey Köyü’ndeki Çuha Fabrikası’na uzanan yol, diğeri Yalova’dan Dağ
Hamamları’na giden yol. Ayrıca Bağçecik İskelesi’ni aynı adı taşıyan nahiye merkezi’ne
bağlayan küçük köy yolunu da belirtmek gerek.
Bu sancakta yine tek bir demiryolu var. Anadolu Demiryollarına ait bu hat, eski Haydarpaşaİzmit hattını İzmit mutasarrıflığı ve Bursa ile Ankara vilayetleri boyunca uzatmakta olup
Mösyö Kulla’ya verilen bir imtiyaz sonucu olarak birkaç yıl içinde bir yönden Kayseri’de, diğer
yönden de Konya’da son bulmuş olacaktır.
Bu iki yolun, şosenin, demiryolunun, taşıt yolunun ve hızlı yolun yapımı aşağıda özet olarak
sunulduğu üzere oldukça yenidir:
Anadolu Demiryolu – İzmit mutasarrıflığının batısından merkezine, merkezden güneyine 89
km kateden Anadolu Demiryolları artık işletmesi Mösyö Kulla’ya devredilen 24 Eylül-6 Kasım
1888’de Deutsche Bank, Berlin gücü ile kurulan Haydarpaşa-İzmit ve yapımı ve işletme
imtiyazı aynı gün verilen Eskişehir üzerinden geçen İzmit-Ankara hatlarını da kapsamaktadır.
1288’de (M. 1871) aydın bir kişi olan Nafia (Bayındırlık) Nazırı (Bakanı) Edhem Paşa
hazretleri, Asya Türkiye’sindeki demiryolları ağının derhal kurulmasını emreden bir
imparatorluk iradesine uygun olarak devlet hesabına, bu hattın başlangıcı olması ve kısa
sürede ülke içine doğru yayılması amaçlanan Üsküdar-İzmit hattına başladı.
Bunun üzerine Osmanlı Askeri İstihkam sınıfı mühendisleri, İngiliz Kraliyet mühendisleri,
“Fransız Madenler-Köprüler ve Yollar Kurumu” mühendislerinden oluşan Bayındırlık
Bakanlığı Yüksek Kurulu Üsküdar-İzmit demiryolunun üst yönetimini üstlendi. Kurulun
önerisine uygun olarak Bayındırlık Bakanlığı, yarısı teraslama, istasyonlar, telgrafhaneler, vb.
için, diğer yarısı da demir yolu ve tekerlekli taşıtlar için olmak üzere 10 milyon frank tahsis
edilmesini istedi ve bu da hükümet tarafından onaylandı.
Demir yolunun yapımı üç bölüme ayrıldı: Kadıköy’den (Haydarpaşa) Tuzla’ya (34km 750) ilk
bölüm ve Tavşancıl’dan İzmit’e (31km 750) üçüncü bölümün firma ve müteahhit olarak biri
toplam 1,400,000 frank’a Mösyö G. d’Ostoya’ya, diğeri ise km başına ortalama 32,500
frank’a Mösyö Eckerlin’e verildi. Bu fiyatlara teraslama, sanat çalışmaları ve taş kırma
çalışmaları dahildir. Aradaki 24km 500 uzunluğundaki bölüm, km başına 45,000 franklık bir
ücret karşılığı Reji (Tekel) tarafından yapılacaktı.
246
4 Ağustos 1871’de çalışmalar bizzat bakan tarafından bir törenle ilk bölümde başlatıldı, aynı
bakan beş gün sonra 9 Ağustos’ta, üçüncü bölümün yapılacağı toprakları Mösyö Eckerlin’e
devretti.
3 Şubat 1872’de Haydarpaşa istasyonun yapımı mimar Mösyö Barborini’ye 72,000 frank’a
ihale edildi. Aynı ayın 27’sinde Bayındırlık Yüksek Kurulu imparatorluk treninin Fives-Lille
firmasından, 8 Ağustos 1872’de hizmete hazır teslim etme kaydı ile götürü 140,000 frank
karşılığı alınması yönündeki evrakları onaylamıştı. Hattın yerleştirilmesine aynı yılın mayıs
ayında başlandı. Kadıköy (Haydarpaşa)-Tuzla hattının Pendik’e kadar olan kısmının açılışı
22 Eylül 1872’de, sonra Gebze’ye kadarki kısmı 1 Ocak 1873’de yapıldı ve hattın İzmit’e
kadar olan tamamı 1 Ağustos 1873’de teslim edildi.
Uzunluğu 91 km olan Haydarpaşa-İzmit hattı ayrıca Kızıltoprak’a 1km 800 ve Kızıltoprak’tan
Fenerbahçe’ye 3km 500 uzunluğunda bir sapağa sahiptir, bu da hattın toplam uzunluğunun
92km 800m 10cm’yi bulması ile sonuçlanmaktadır.
İlk yedi yıl doğrudan Bayındırlık Bakanlığı’nca işletilen Haydarpaşa-İzmit demiryolu daha
sonra 27 Mart 1880’de Mösyö Ludwig Sefelder, Mösyö W. J. Alt, Mösyö Ch. S. Hanson ile
Mösyö G. D. Zafiropoulo ve firması’ndan oluşan ortaklara, Osmanlı hükümetine istediği an
geri almak kaydı ile 20 yıllığına kiraya verildi. Bakanlık bu olanağı, Mösyö Kulla’ya İzmitAnkara hattının yapım ve işletme imtiyazını verdiği anda “Anadolu Demiryolları”nın
kurulmasını ve işletmesini kapsayan bu yeni anlaşmanın gereği olarak kullandı.387
Üsküdar’dan başlayan Anadolu Demiryolları’nın eklenen çeşitli sözleşmelerde tarih
verilmeden öngörüldüğü üzere Bağdat’a kadar uzanması hedefleniyor. Şu anda
Haydarpaşa’dan Ankara’ya kadar olan kısım işletmeye açıldı ancak imtiyaz şimdiden
Kayseri’yi içine alacak şekilde genişletildi bile.
Yeni İzmit-Ankara hattı, Vitali firmasınca yapıldı. Uzmanlar, metal traversler üzerine
konulmuş demiryolunun raylarla birlikte son düzeltmeler de bitikten sonra bozulmaz bir kütle
oluşturması üzerine övgüler dizdiler. Aynı zamanda çok sayıda ve önemli sanat işleri,
özellikle büyük viyadükleri oluşturacak, Sakarya Irmağı üzerindeki 100 ila 400 m’lik köprüler
ve diğer metal işleri taşaron olarak Finet şirketine verildi.
Bu yolun ölçümü İzmit’ten başlar. Tersimi daha başlangıçta taşıt yolunun tersimi ile kavuşur.
Her ikisi de daha önce Sırrı Paşa tarafından, yolu güzelleştirmek için dikilmiş güzel ağaçlarla
çevrili iki güzel yolun ortasından geçen güzergahtan kentin tamamını katederler. Yol
demiryolunun kimi sağından kimi solundan geçerek, verimli İzmit Ovası’ndan Sapanca
Gölü’ne kadar uzanır ve tümüyle göl kıyısını izleyerek güneyden doğuya doğru devam eder.
Demiryolu 32.nci km’deki Sapanca istasyonunda şoseyi izlemeyi bırakarak kuzeye
Adapazar’a (40 km 273) yönelir, burada bir eğri çizerek tekrar güneye döner ve Sakarya
Irmağı’nın sol kıyısında yeniden şose ile buluşur, sonra da sağ kıyıda Balaban’dan geçer. Yol
ve demiryolu, ırmak boyunca biri sağından diğeri solundan Geyve’ye (km 63) çıkarlar ve
sonunda iki yol burada birbirinden ayrılarak karşıt yönlere ilerlerler. Demiryolu güneybatıya
doğru hala Sakarya vadisini takip ederken Akhisar’ı388 (km 75) geçerek İzmit
mutasarrıflığının Bursa vilayetine sınırındaki Mekece’ye (km 89) ulaşır.
“Anadolu Demiryolları”nın başlıca hattı ve yapımı tamamlanarak işletmeye açılmış
Haydarpaşa-Ankara hattının uzunluğu resmi rakamlara göre 577km 718m 66cm’dir.
387 Gezginin Notu: Bu anlaşmanın temel şartları yazarın bu çalışmasının bir başka cildinde ele alınan Bursa
vilayeti bölümünde belirtilmektedir.
388 Y.U.: Günümüzde Pamukova
247
Aşağıda gösterildiği gibi bu demiryolu İzmit mutasarrıflığında 89 km katetmektedir ki buna
eski Haydarpaşa-İzmit hattı uzunluğu olan 91km eklemek uygun olacaktır, böylece
Haydarpaşa’dan Mekece’ye toplam uzunluk 180 km’dir.
“Anadolu Demiryolları”nın İzmit-Ankara hattı, aşağıda gösterildiği gibi her bölümün resmi
kabülü ile birlikte işletmeye teslim edilmiştir:
İzmit-Adapazar bölümü
Adapazar-Lefke bölümü
Lefke-Bilecik bölümü
İnönü-Alpköy bölümü
Alpköy-Sarıköy bölümü
Sarıköy-Beylik köprü bölümü
Beylikköprü-Puladlı bölümü
Puladlı-Ankara bölümü
9 Haziran 1890
9 Ocak 1891
15 Mayıs 1891
16 Mart 1892
31 Ağustos 1892
2 Aralık 1892
12 Aralık 1892
31 Aralık 1892
Daha sonraki İzmit Sancağı Ticari başlıklı özel bölümde, bu hattaki çeşitli dolaşım hakkında
aşağıda gösterilen bilgiler sunulacaktır:
1º Bu hatta taşınan toptan ya da perakende yüklerin cins ve ağırlıkları
2º Yolcu taşımacılığı
3º Hayvan taşımacılığı
Araç Yolları – Gemlik’ten ve Mudanya’dan Bursa’ya giden iki şoseye oranla her açıdan daha
seçkin olan İzmit-Ankara şosesi u raporda da gösterildiği üzere oldukça yoksul olan Asya
Türkiye’sinin en güzel taşıt yollarından biridir. Aslında bizim Muhteşem olarak
adlandırdığımız Kanuni Sultan Süleyman’dan (1520-1566) beri, yanlarında hanlar,
kervansaraylar bulunan, nehirleri İstanbul Süleymaniye ve Edirne Selimiye camilerinin
yapımcısı bir yeniçeri subayı olan Mimar Sinan’ın başyapıtları anıtsal köprülerle aşan ve
geniş imparatorluğunun tamamını ören bir yollar ağı bulunmakta idi. Romalılara ait olduğu
zannedilen bu köprülerin bir çoğu hala ayakta olup yolcuların hayranlığını kazanmaktadırlar.
Yollar ise bakım eksikliğinden kaybolup gitmişler, yanlarındaki kamu yapıları ise şekilsiz
harabeye dönmüşler.
Bu arada belirtmek gerekir ki bugün hala mevcut ancak oldukça harap bir bölüm, bir
zamanlar Türk ordusunun Üsküdar’dan hareketle Bağdat’a yapılan seferlerde izlenilen yolun
parçası idi. Bu bölüm, Hannibal’in öldüğü antik Lybissa olan Gebze’nin Müslüman
mezarlığını aşar. Orada, askerlerin gidiş ve dönüşlerinde namaz kılmak için durdukları mola
noktası bilinmektedir.389 Mekke’ye dönük mihrab önünde imam dururdu. Kalıntıları hala
mezarlar arasında görülmektedir.
Mimar Sinan’ın gerek yol üzeri gerekse kent içindeki askeri, sivil ve dini eserlerinin tam bir
listesini eklemenin yeri belki de burasıdır. Hem sanatsal hem de bilimsel açıdan oldukça
ilginç çok sayıdaki eser, aydın biri olan Başvezir Edhem Paşa tarafından kaleme alınarak,
onun himayesinde, 1873 Evrensel Viyana Sergisi için Türkçe, Fransızca ve Almanca olarak
“Osmanlı Mimarisi” adlı sanatsal bir yayında toplandı. Ziraat, Ticaret ve Bayındırlık bakanı
olan Edhem Paşa, daha önceleri Fransa Madenler Okulu’nda ünlü ekonomist ve birlikte
mühendis ünvanını almaktan onur duyduğunu belirten imparatorluk senatörü Mösyö Le
Play’ın okul arkadaşı idi.
389 Y.U.. Günümüzde Fatih Otağı olarak bilinmektedir.
248
Uzun bir dinlenme döneminden sonra Türkiye’nin kalkıştığı bu ekonomik gelişme bilincine
rağmen devlet adamlarının tamamı tarafından paylaşılmamaktadır. Bununla birlikte bu bilinç,
hükümetin sayılarını arttırdığı askeri ve sivil Bayındırlık okullar ve liselerdeki teknik dersler
sayesinde genç memurlar arasında yayılmaktadır.
Bu okullarda eğitim görmüş olan İmparatorluk Yollar ve Köprüler Genel Müfettişi Sırrı
Paşa’nın bir eseri olan İzmit-Ankara karayolu, ulaşılan pratik anlayış düzeyi hakkında fikir
verebilecek bir örnektir.
Bu yolun tek hatası, demiryolundan bir süre önce yapılmış olmasıdır, şöyle ki karayolunun
geçtiği güzergah İzmit mutasarrıflığını geçen en iyi hat idi ve Geyve’ye kadar aynı hat
demiryolu tarafından da izlendi. Bunun sonucu olarak da iki yolun bir çok noktada birbirine
karıştığı söylenebilir, örneğin İzmit-Sapanca şosesinin gereksiz kaldığı söylenebilir; nerdeyse
lüks oldu. Mutasarrıflığın diğer bölgelerindeki üst düzeydeki yokluk, bu aşırı zenginlik ile zıtlık
oluşturuyor.
1878 yılında başlayan bu şosenin yapımı, hükümetin Haydarpaşa-İzmit hattını uzatma kararı
almasının hemen ardından terk edildi. Sakarya boğazına kadar olan teraslama işini üstlenen
firma başarısızlığı nedeniyle şose çalışmalarına ancak 1884’de yeniden başlanabildi. Ancak
bu kez, İzmit mutasarrıflığı ile Kastamonu ve Ankara vilayetlerinde eşzamanlı olarak toplam
360km 952m’yi içeren çalışmalar, oldukça hareketli idi. 1886’da Ankara vilayetindeki 168km
359m’lik bölüm trafiğe açıldı ancak Torbalı’dan (Göynük) Kastamonu vilayetine giren 91km
300m’lik ara bölüm daha bitirilmemişti ve tamamlanmayı bekleyen 11 km’lik bir parça daha
vardı. İzmit sancağı sınırları içindeki 101km 293 m’lik bölüme gelince imtiyazın verilmesinden
yalnızca bir yıl sonra 1887’de törenle açıldı ve İzmit-Adapazar demiryolunun üç yıl önüne
geçti.
Bu şose üzerinde, Sapanca gölünün sağ yakası ile Sakarya Irmağı’nın sol yakası arasında
vadinin ayırım noktasından (Kalaycı-kır Geçidi) başlayıp 14 km 560 m sonra Adapazar’da
sonlanan bir sapak bulunmaktadır. Bu yol üzerinde sapaktan 7 km uzaklıkta yani yolun
nerdeyse ortasında istasyon bulunmaktadır. Aynı şose üzerinde bir sapak daha
bulunmaktadır. Bu ikinci sağ tarafta, İzmit’ten 14 km uzaklıktadır. Fes fabrikasından Aslanbey
adlı bir Ermeni köyü yakınındaki devlete ait Çuha fabrikasına uzanır ki Aslanbey köyü
sakinlerinin nerdeyse tamamı bu fabrikaların çalışanlarıdır. 1887’de tarfiğe açılan her iki
yolda 1888’de tamamlanabilmiştir.
Demiryolu ile birlikte, İzmit-Ankara araç yolunun İzmit’ten her iki yolun birbirinden ayrıldığı
Geyve’ye kadar olan kısmı yukarıda yeteri derecede anlatıldı. Şose daha sonra Taraklı
üzerinden doğuya yönelir ve İzmit sancağının güneydoğusunda Kastamonu eyaleti sınırını
geçer.
Dolayısıyla, aşağıda gösterildiği üzere İzmit mutasarrıflığındaki hızlı ve araç yollarının toplam
uzunluğu 224 km 373 m’dir:
Anadolu Demiryolları (İzmit Mutasarrıflığı içinde)
Kastamonu eyaletine kadar İzmit-Ankara şosesi
Bu şoseden Adapazar’a sapak
Bu şoseden Aslanbey Köyü’ne sapak
Yalova’dan Dağ Hamamlarına olan yol (yaklaşık)
Bağcecik iskelesinden köye olan yol (yaklaşık)
Toplam
Km
89,000
101,293
14,560
4,520
11,000
4,000
224,373
249
İzmit sancağındaki gerek 89 km’lik demiryolu, gerekse 135 km 373 m’lik araç yolu, sancağın
merkezi ve güneyindeki kazalardan geçerek yalnızca doğu-batı ya da tersi yönde ulaşımı
sağlamaktadırlar.
Limanlar – İzmit mutasarrıflığının limanları, sancak merkezi İzmit ve Kara-Mursal’ın
limanlarından oluşmaktadır. Kuzeydoğu’da Kandıra kazasında Karadeniz kıyısında küçük bir
iskeleye sahip pek önemli bir liman olmayan Karasu ve Sakarya’nın ağzında İncirli limanı
bulunmaktadır.
Daha sonra sancağın ticaretini ele alan özel bölümde İzmit limanının hareketleri
incelenecektir.
Ulaştırma – İzmit sancağında nehir ulaşımı hiç denecek kadar azdır çünkü Sakarya Irmağı
uzun bir zamandan beri, daha önce konu ettiğimiz Konstantinos Porphyrogenetes’in aktardığı
Justinianus Köprüsündeki yazıtta geçen “bu hükmedici çalışmanın kölesi” ifadesine uygun
akmıyor. “Bükülmez taş köstekler”den kurtulan su, hiçbir zaman olmadığı kadar azgın olmuş.
Irmak ve başlıca kolu Mudurnu-su ile Sapanca Gölü’nün su baskınları her yıl yaklaşık altı ay
boyunca sürüyor. Daha önce de söylendiği gibi yıkılamaz görünen Taşköprü, ırmağın
azgınlıklarına dayanamamış. Hendek ve Adapazar’ın doğusundaki diğer yerleşimlerden
gelen yüklerin su basmış kıyılardan ulaştırılması doğal olarak güney, batı ve merkezden
daha rekabetçi araç yolu ve Anadolu Demiryolları ile gelen yüklerin taşınmasından daha
pahalıya gelmekte.
Bu diğer yerleşimlerin araba ya da demiryolu tarifeleri arasında tercih yapma seçenekleri var.
Birincilerin fiyatı yükleme noktasının İzmit’e olan uzaklığına göre değişiyor. Örneğin
Adapazar’da kışın 100 okka (yaklaşık 128 kg) için 10 para (5 santim), yazın ise sadece 6 ila
7 para (3 ila 4 santim). Yol ise yaklaşık 38 km.
İzmit-Ankara şosesinin yapımından önce bu iki kent arasındaki taşımacılık yalnızca katır ve
develerle yapılıyordu. Bu yolun açılması ile birlikte arabalar ortaya çıktılar ve sonucunda
fiyatlar düştü. Develer kışın çalışmıyorlar. Taşımacılık, 360km 952m’lik yol için okkası (1kg
282gr) daha önceden olduğu 40 para (yaklaşık 23 santim) yerine 20 ila 25 paraya (10 ila 12
½ santim) arabalar ve katırlarla yapılıyor.
Anadolu Demiryolları’nın yörenin başlıca yükleri için kilometre ve kilogram başına tarifeleri
aşağıdaki gibidir:
Çeşitli Yükler (hızlı)
Çeşitli Yükler (yavaş)
Yapı Malzemeleri
Hayvanlar
Frank
0,0133
0,0125
0,0049
0,0087
Dağlar – İzmit sancağının topraklarının yaklaşık üçte ikisi hayvancılığın pek olmadığı, güzel
ormanlar ve onları kesen verimli vadilerin bulunduğu dağlık araziden oluşur. Bu dağlar kuzey
ve kuzeydoğuya doğru İstanbul Boğazı ve Trabzon’a kadar Karadeniz boyunca uzanan ve
yüksek tepelerinin eski Pontus Krallığı ve bugün Kastamonu vilayeti olan Paflagonia’yı
kapsayan “ağaç denizi”nde yükseldiği, Olgassus dağlarına bağlanırlar. Güneyde ise İzmit
Körfezi kıyılarında sonlanan Olympos (Bursa-Uludağ) dağ koluna rastlanır.
Yalnızca sevimli kırlara sahip İzmit Körfezi civarında, İzmit ve Sapanca arasındaki vadiyi
dolduran ve Sakarya boyunca yamaçları gölgelendiren çok sayıda köy arasında yükselen
orta yükseklikte birkaç tepeye rastlanıyor. En yüksek iki tepeden biri, doğuda Uzunçayır’ın
sınırını oluşturan Gökdağ (1620m), diğeri ise Uzunçayır’ın batı sınırında yer alan Başkeres
250
dağı (1120m). Bunlara daha önce aktardığımız 80m rakımlı Yalova termallerine sahip, biraz
daha batıdaki Dağhamam’ı da (820m) ekleyebiliriz.
Doğuya ve kuzeydoğuya ilerlerken toprak Sakarya’nın sağ kıyısından itibaren belirgin şekilde
yükselse de kıvrımları pek hissedilebilir değildir. Bu tarafta Türklerin tepe adını verdikleri
yüksekliklerden başkası pek görülmez; bir yaylanın genel oluşumuna uygun, tatlı bir bayırla
aşamalı olarak yükselir, böylece İzmit sancağı sınırını aşarak Kastamonu vilayetinde
kavuşacağı Olgassus sıradağlarına kavuşacak olan kabarık arazi ortaya çıkar.
Karadeniz sahilini geçip batıda İstanbul vilayetine giren kabarık arazi aksine sürekli alçalarak
devam eder ve İzmit mutasarrıflığı ovalarının neredeyse yarısında olduğu gibi İstanbul
Boğazı’nın Asya yakasındaki en yüksek nokta, bir Bizans hisarı kalıntıları altında kalan
Jupiter Urinus tapınağının390 bulunduğu, yalnızca 500m rakımındaki Dev Dağı’dır.
Sanayi Üretimi – Daha önce “Madenler ve Ormanlar” özel başlığı altında sözü edilen, Geyve
kazasındaki manganez madenlerinin işletilmesi, Ada-Pazar’ın nahiyesi Hendek
ormanlarındaki, İzmit Tersanesinin omurga ve tekne yapımı için kullanılan diğer odunları
hazırlayan 12 şantiye ile çok sayıdaki hızar ve odunkömürü ocağı; yanı sıra İstanbul ile
Boğaz’ın her iki yakasının kereste, kalas, kaplamalık ceviz ve kömür gereksiniminin
sağlandığı Geyve ve Kandıra kazalarındaki ormanlar hakkında ekleyecek fazla bir şey yok.
Tarım başlığı altında da İzmit’teki iki buharlı değirmen belirtilmişti, şimdi burada Ada-Pazar
yakınındaki Çark-su’da günde 222 hektolitre un üretebilen bir üçüncüsünü eklemek gerek.
Aynı bölümde ipekçilik, koza, ham ipek üretimi dolayısı ile ipek üreticisi her kaza ve
nahiyedeki böcekhane sayısı belirtilmişti.
Geriye, İzmit mutasarrıflığı sanayi üretimi üzerine bahsedecek, İzmit yakınlarındaki iki devlet
fabrikası ve özel girişimcilerce yeni açılan bir üçüncü fabrika ile Kandere ve Ada-Pazar
kazalarında keten kumaşı üretimi hakkında birkaç rakkam eklemek kalıyor.
İki devlet fabrikasının biri fes, diğeri çuha fabrikasıdır. Üretimin nerdeyse tamamı ordu içindir.
Yıllık üretimleri 60,000 fes ile 192,000 kg çuha ve diğer yünlü kumaştır. Ankara’dan İzmit’e
gönderilen yıllık tiftik keçisi yününün üçte biri Çuha Fabrikası’nda kullanılmaktadır.
Karamursal fabrikasının yıllık üretimi, çok yeni kurulduğu için henüz bilinmemektedir. Burada
fes ve Türkiye’de çok tercih edilen bir cins yünlü kumaş olan şayak üretilmektedir. Kurucuları
Velçerinli Yusuf, Çengici Mustafa ve ortaklarıdır.
Keten üreticilerinin kendileri tarafından yapılan ilkel tezgahlarda keten kumaşı dokuyan
aileler ayrıca üstüpü ve keten ipliği de üretmektedirler. Hepsi Arabistan’a ihraç edilen bu
kumaşların üretim merkezleri, Kandıra kazasında Şeyhler ve Kaymas nahiyeleri ile AdaPazar yakınlarıdır. Ada-Pazar’ın İzmit ve İstanbul aracılığı ile yaptığı yıllık keten kumaşı
ihracatı, parçası 10 kuruş yani 2.30 frank üzerinden toplam 920,000 frank değerindeki
400,000 parçadır.
390 Y.U.: Jupiter Urius Tapınağı ya da diğer adı ile Hieron, Phryxus tarafından yaptırılmıştır. İstanbul boğazının
girişinde ve kanalın en dar kısmında, Misya Olimpus’u (Uludağ) silsilesinin kıyıya ulaştığı noktada bulunurdu. Bu
yerin sahipliği sorunu, Bizanslılarla Kalkhedonlular arasında uzun süre anlaşmazlığa sebep oldu. Prusias
buraların sahibi olarak bu anlaşmazlığa son verdi ve bu yeri güçlendirdi; fakat daha sonra tapınağın kerestesini,
kiremitlerini, kısaca her şeyini söküp alarak Bizans cumhuriyetine teslimi gibi bir çelişki oluşturdu. Sicilyalı
Diodores’un kayda geçtiği geleneğe göre, Kolkhis’dan dönen Argo Gemicileri İstanbul boğazına vardıklarında, on
iki tanrıya kurban sunmuşlardı. Buradan anlaşıldığına göre bu tapınak, o zamanlar Jüpiter ile Neptün’e özgüydü;
Çünkü boğazın Hieron tapınağında bu ikisine ibadet edilirdi.
251
Bir zamanlar kimi kaza ve nahiyelerde çok sayıda deri tabakhanesi ve tabak sepiciliği391
bulunmaktaydı ancak ithal derilerin ucuzluğu karşısında rekabet edemeyerek yarısından
çoğu işi bıraktı. İşlenmemiş deri ihracatının da artık büyük önemi kalmamış.
Ticaret – İzmit sancağı ticari hareketi aşağıda gösterildiği üzere ortalama 37,801,631.49
frank’tır:
İzmit Limanı Hareketleri
*İhracat…… 31,845,744
*İthalat……. 5,469,911
-----------------------------Toplam… 37,315,655 frank
Anadolu Demiryolları’nın 89km’lik hattında, genel bir ortalama olarak kilometre başına
(5,460.41 frank) üzerinden yapılan bir hesaplama ile net işletme üretimi……
485,976
frank
-------------------------------Genel Toplam 37,801,631 frank
Aşağıda verilen tablo, gerek ithal gerekse ihraç malları olarak İzmit limanında gerçekleşen
ticari hareketin madde ve frank üzerinden değer ayrıntılarını içermektedir:
İzmit Limanı 1893 Yılı Ticari Hareketleri
Cinsi
Tahıl
Tereyağ
Kahve
Balmumu
Koza
Kayısı Reçeli
Pamuk
Bakır
Kalay
Keten Üstüpü
Peynir (misitra)
Çini ve cam
Demir
Kitre
Keten Tohumu
Sarı Tohum392
Zeytinyağı
Susam Yağı
Keten
Taze Sebze
İmalat
(manüfaktür)
Bal
İhracat
Frank üzerinden
değeri
8,128,749
79,123
-110,537
1,728,000
1,282
44,850
--115,000
48,100
--525,000
570,000
408,000
-59,291
769,767
650,000
İthalat
Frank üzerinden
değeri
538,330
-218,400
----47,981
490,000
--299,000
115,465
---50,290
----
-348,534
500,000
--
Gözlem
İthal buğday İzmit’te una dönüştürülür.
İstanbul’a gönderiliyor.
600’ü Adapazar’a gidiyor.
Marsilya’ya gönderiliyor.
Marsilya’ya gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor. Adapazar’da işleniyor.
Yurtdışına çeşitli yönlere gönderiliyor.
İstanbul yoluyla ithal ediliyor.
İstanbul yoluyla ithal ediliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul yoluyla ithal ediliyor.
İstanbul yoluyla ithal ediliyor.
Marsilya’ya gönderiliyor.
Yurtdışına gönderiliyor.
Yurtdışına gönderiliyor.
Darıca’dan ithal ediliyor.
İstanbul’a gönderiliyor. İzmit ve Karamursal’da üret
Ankara’dan transit geliyor, İstanbul’a gönderiliyor.
Büyük bölümü Ankara vilayetinden İstanbul’a gönd
İstanbul yoluyla ithal ediliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
391 Y.U.: Beyazlatma işlemi
392 Y.U.: Fr. Graine Jaune
252
Moher (Tiftik)
Ceviz
Haşhaş
Soğan
ve
Sarmısak
Sığır Derisi
Yaban Domuzu
Derisi
Çeşitli Deriler
Armut
Elma
Patates
Taze Üzüm
Sabun
Şeker
Tütün
Çiroz
Şarap
Sürü Hayvanı
Tuz
Gürgen
Fıçı
Tahtası
Ceviz Kereste
Kaplamalık
Yumurta
Kümes Hayvanı
Manganez
Odun Kömürü
Keten Kumaşı
(400,000 parça)
Petrol
Çeşitli
Toplam
3,613,245
95,000
2,880,000
----
Ankara’dan transit geliyor, 470,000 kg imparatorluk
gereksinimi için İzmit’te kalıyor.
İstanbul için.
Marsilya’ya gönderiliyor.
750,000
51,300
---
İstanbul ve Odessa’ya gönderiliyor.
Marsilya’ya gönderiliyor.
25,000
25,000
1,000,000
1,325,000
400,000
1,250,000
--1,970,000
432,000
350,000
150,000
--
------28,000
1,656,000
---50,000
156,445
110,000
120,000
20,000
911,400
6,496
25,000
1,800,000
--------
920,000
--31,845,744
-420,000
900,000
5,469,911
Suriye’ye gönderiliyor.
Çeşitli yönlere gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul yoluyla ithal ediliyor.
10,000’i Adapazar için olmak üzere İstanbul yoluyla
İstanbul yoluyla ihraç ediliyor.
100,000 kg yerel tüketim için olmak üzere Darıca’d
Büyük bölümü Marsilya’ya gönderiliyor.
Rumeli’den ithal ediliyor, İstanbul’a gönderiliyor.
Foça’dan ithal ediliyor.
Yunanistan’ın çeşitli limanlarına.
Marsilya ve Yunanistan’ın çeşitli limanlarına.
Marsilya ve Yunanistan’ın çeşitli limanlarına.
İstanbul’a gönderiliyor.
İstanbul’a gönderiliyor.
Avrupa’nın çeşitli yönlerine.
İstanbul’a gönderiliyor.
Çeşitli yollarla Arabistan’a.
Rusya’dan geliyor.
Çeşitli yerlerden ithal.
Özetle,
İhracat 31,845,744
İthalat 5,469,911
-------------37,315,655 frank – İzmit Limanı toplam ticari hareketleri
İzmit Limanı Gemi Hareketleri
13 Mart 1892’den 12 Mart 1893’e kadar
Gemi Bandırası
Alman
İngiliz
Fransız
Yunan
İtalyan
Osmanlı
Gemi Sayısı
Gemi Tonajı
Topla
Yelken Topla
Vapur Yelkenli m
Vapur
li
m
3
19
12
11
2
164
-3
-19
-12
31
42
-2
1,198 1,362
3,224
-3,224
25,986 -- 25,986
13,733 -- 13,733
616 2,655 3,271
1,856
-1,856
22,373 11,816 34,189
Ödenen Fener
Rusumu
416
4,49
2,952
652
573
15,656
253
Sami
Toplam
-211
1
1
-76
76
1,230 1,441 67,788 14,547 82,335
-24,598
Kayık ve diğer çok küçük tonajdaki teknelerin dahil edilmediği resmi kayıtlara göre,
yukarıdaki tablodaki yelkenlilerin tonajının ortalaması 11-12 ton arasındadır. Ya da İzmitİstanbul arası yalnızca 40 deniz mili olması nedeniyle, küçük miktarlarda odun kömürü,
meyve, peynir, sebze, kümes hayvanı, vb. yüklü teknelerle bu iki kent arasındaki deniz yolu
ile hergün sıklıkla tekrarlanarak yapılan bu ticaret, İzmit Limanı hareketlerinin en büyük
bölümünü oluşturur ve düşük taşıma ücretleri ile demiryollarına rakiptir.
Osmanlı, Anadolu Demiryolu 1893 Yılı Ticari Hareketleri
Yük Cinsi
Kilo
Aba
Alkol
Çeşitli maddeler
190,322
82,940
348,539
Süpürge ve hasır
Tereyağ
17,014
84,021
Yük Cinsi
Nakleden
Taze sebze
Kuru sebze
Likörler
Kütük ve kaplamalık
ceviz
Makineler
İşlenmiş ürünler
(manifaktür)
Askeri eşya
Tabakhane malzemeleri
Çeşitli madenler
Mobilya ve eşya
Tekerlek
Maden filizi
Yumurta
Haşhaş
Saman ve kuru ot
Kağıt ve kitap
Ham deri
Ham taş
Zehirler
Çömlek
Kimyasal ürünler
Hırdavat
Ray
Taze üzüm
Pirinç
Sabun
Tuz
Bira
49,281
Tahta duvar kaplaması
61,397
Yakacak odun
45,287
Doğramalık odun
439,429
Tuğla ve kiremit
156,653
Kahve
180,536
Tahıl
51,389,866
Kenevir ve halat
77,688
Odun kömürü
55,058
Kireç ve çimento
102,390
Koza ve ipek
241,510
Ham ve iplik pamuk
418,721
Deri ve kundura
366,761
Çeşitli artıklar
47,605
İlaç ve boyalar
207,626
Lületaşı
224,498
Boş sandık ve fıçı
1,337,301
Çeşitli baharatlar
1,350,860
Un ve hamur
3,150,395
Soğuk ve döküm demir 947,280
Demir, ham çelik
429,282
Peynir
291,563
Taze ve kuru çeşitli
meyve
2,581,127 Yonga
Hayvan yağı
551,351 Şeker
İçyağ
28,999 Tütün
Taşkömür
295,801 Cam eşya
Madeni yağlar
1,434,805 Et
Bitkisel yağlar
242,881 Yöre şarabı
Keten
3,733,843 Canlı kümes hayvanı
Süt
13,859 Güherçile
Nakleden
71,236,489
Genel Toplam
Kilo
71,236,489
1,905,717
962,464
195,536
153,163
131,750
1,847,133
-47,233
143,153
1,671,670
23,508
1,330,026
469,614
80,772
647,922
132,071
370,833
86,930
294,225
23,319
60,902
720,501
2,900
4,766,912
286,195
228,481
1,308,179
293,151
775,869
1,799,546
384,439
289,673
1,224,273
197,540
174,004
94,986,183
254
Osmanlı Anadolu Demiryolları
1893 Yılı Hareket ve Varış İstasyonlarına Göre Yolcu Sayısı
İstasyon
Haydarpaşa
Kızıltoprak
Sapak
Göztepe
Erenköy
Bostancık
Maltepe
Kartal
Pendik
Tuzla
Gebze
Dil-İskelesi
Tavşancıl
Hereke
Yarımca
Tütün-Çiftlik
Derince
İzmit
BüyükDerbend
Sabanca
Ada-Pazar
Geyve
Nakleden
Hareke
t
Sayı
280,26
9
37,857
21,603
38,905
59,936
17,443
37,457
49,043
22,238
10,082
20,742
826
9,476
6,758
1,588
4,417
4,171
49,553
Varış
Sayı
İstasyon
236,158
46,554
26,406
36,294
75,801
20,565
40,959
51,052
25,200
9,959
22,030
702
9,852
6,518
1,511
4,268
3,739
52,803
2,690 2,239
5,956 5,397
16,530 17,723
7,730 7,724
705,25
0
703,454
Ak-Hisar
(Pamukova)
Mekece
Lefke
Vezir-Han
Bilecik
Kara-Köy
Boz-Yük
İn-Önü
Çukur-Hisar
Eski-Şehir
Ak-Pınar
Alpu-Köy
Beylik-Abur
Sarı-Köy
Biçer
Sazıtar
Beylik-Köprü
Polatlı
Hareke
t
Varış
Sayı Sayı
705,25 703,45
0
4
2,644 2,545
940
795
2,827 2,763
1,407 1,258
6,003 5,611
361
312
1,626 1,728
1,789 1,848
208
158
6,269 8,717
262
216
532
376
238
220
632
460
317
327
100
70
91
103
Mali-Köy
Sencan-Köy
Ankara
Fener-Bahçe
sapağı
Toplam
902
575
734
706
292
405
8,085 8,697
745,82 745,82
2
2
Osmanlı Anadolu Demiryolları
1893 Yılı Hayvan Taşımacılığı
Hareket İstasyonu
Varış İstasyonu
Haydarpaşa
İzmit
Baş Vagon Baş Vagon
500
5
-2800
28
-400
4
-4200
42
-8400
84
-100
1
--
Gebze
Dil-İskelesi
Yarımca
Derince
İzmit
Sabanca
Ada-Pazar (240 sığır + 300
koyun)
Geyve
Ak-Hisar (Pamukova)
Lefke
540
800
100
1,200
17
8
1
12
Bilecik
Boz-üyük (Bozhöyük)
2,400
200
24
2
----100
koyun
--
1
255
İn-önü
Çubuk-Hisar
Eski-şehir (40 sığır + 13,700
koyun)
Mali-Köy
Ankara (130 at + 7,100
koyun)
Toplam
7,200
600
72
6
13,740 140
400
4
7,230 93
50,810 543
--100
koyun
-200
koyun
400
1
2
4
Aşar ve Vergiler – İzmit Mutasarrıflığı’nda yılda toplanan çeşitli vergiler ortalama olarak
aşağıdaki gibidir.
Arazi vergisi
Temettü
Bedel-i Askeriye
Mülkiyet Tezkereleri
Tahıl Aşarları (ondalık
vergi)
Koyun Vergileri
Çeşitli Rusumlar
Madenler ve Ormanlar
Çeşitli Gelirler
Toplam
Kuruş
4,602,754
1,634,962
1,367,576
21,426
3,956,088
1,148,306
215,149
1,625,137
345,819
14,917,217
Bu toplam da yaklaşık 3,430,000 frank’a eşdeğerdir.
Duyun-u Umumiye (Kamu Borçları) – 1306, 1307 ve 1308 yıllarında devlet gelirlerinden
Osmanlı Duyun-u Umumiye’sine bırakılan girdiler şunlardır.
Girdiler
Tütün (aşar)
Tuz
İspirtolu içkiler
İpek
Pul
Çeşitli (Yeni Girdiler)
Brüt Gelir
Maaş ve Masraflar
Net Gelir
1306
(189091)
Kuruş
294,758
700,375
527,863
1307
(189192)
Kuruş
524,451
680,198
499,610
1308
(189293)
Kuruş
260,503
713,259
595,410
1,046,90
827,113 757,440
0
452,589 444,099 451,024
186,020 272,665 312,410
2,988,71 3,178,46 3,379,50
8
3
6
681,529 703,112 744,210
2,307,18 2,475,35 2,634,83
9
1
9
Yıllık ortalama yaklaşık 2,472,478 kuruşa yani yaklaşık 568,600 frank’a denk düşmektedir.
Gümrükler – İmparatorluk Gümrük idaresi’nin İzmit’te bir müdürlüğü bulunmaktadır. Bu
idarenin 1892 yılında İzmit mutasarrıflığındaki gelir ve giderleri aşağıdaki gibidir.
İhracaat
İthalat
Tahsil Edlen
Rusumların Frank
256
Olarak Toplamı
Dış
Türkiye Ülkelere % Türkiye içinden ve
içine % 8
1
Dış Ülkelerden % 8
Tahsil Edilen
Rusumlar
1,480,644 483,376
437,592
2,401,612
Maaş ve Masraflar
1892 Net Gümrük
Geliri
240,161
2,161,451
Tütün Rejisi – Tütün gelirleri kazanç ortağı Reji’nin İzmit’te bir acenteliği, diğer kaza
merkezlerinde ikincil acentelikleri ve nahiyelerde de tali acentelikleri bulunmaktadır. Bu
idarenin 1892 yılındaki gelir ve giderleri şu şekildedir.
Satışlardan Gelir
Maaşlar ve
Masraflar
Net Gelir
5,244,510 kuruş
524,451 kuruş
4,720,59 kuruş
Net gelir yaklaşık 1,085,000 frank’a eşittir.
Özet
Rusumlar ve
Vergiler
Duyun-u
Umumiye
İzmit Gümrüğü
Tütün Reji’si
(Tekel)
Toplam
3,430,000
frank
568,600 frank
2,161,451
frank
1,085,000
frank
7,244,051
frank
İzmit Mutasarrıflığı Kazaları
İzmit Merkez Kazası
Konumu, sınırları – İzmit kazası aynı adı taşıyan mutasarrıflığın batısındadır. Kuzeyde
Kandere kazası, doğuda Ada-Pazar kazsı, güneyde Geyve ve Karamursal kazaları ve batıda
Marmara Denizi ile İstanbul vilayeti ile komşudur.
Yüzölçümü – Yüzölçümü 1,500 km²’dir.
Yönetsel Bölünme – Merkez livaya bağlı bölgeler ve Bağçecik olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Birincisi 32, ikincisi ise 34 kasaba, köy ve küçük köycükten oluşmaktadır yani yerleşim
merkezlerinin toplamı 66’dır.
Yetkililer – Bir mutasarrıf ve yapılanması vilayetlerdekinin aynısı olan bir meclis tarafından
yönetilir. Doğrudan İçişleri Bakanlığına bağlıdır. Kaymakamlar ise mutasarrıfa bağlıdır.
Nüfus – İzmit kazasının (merkez liva) toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 54,163’dür.
Müslümanlar
Ortodoks
Rumlar
Ermeniler
Yahudiler
257
Yerleşik
Gregorye
Yerliler Göçmenler
n
Katolik Protestan
17,048
1,175
17,770
390
390
18,223 yerleşik
14,890 yerleşik
18,550 yerleşik
2,500 yerleşik
Nüfus Genel Toplamı ……………… 54,163
Merkez – Mutasarrıflık ve kaza merkezi İzmit, mutasarrıfın, bölge (liva) müfrezesi komutanı
generalin, jandarma komutanları albay ile binbaşının, gemi inşa müdürü albayın, tersane
komutanı yarbayın, Rum Ortodoks metropolitinin, Ermeni Gregoryen piskoposun, Ermeni
Katolik papazın, Latin ve Protestan misyonerlerin, bir hahamın, bir imparatorluk savcı
yardımcısının, bir ormanlar genel müfettişinin, gümrük, posta telgraf idaresi, duyun-u
umumiye müdürlerinin, Tütün Rejisi ile Mahsuse Deniz Yolları’nın acente müdürlerinin, liman
kaptanının, vb ikametgahıdır. Ziraat Bankası’nın bir şubesi vardır. Anadolu Demiryolları’nın
başlıca istasyonudur.
Bu kent, İzmit Körfezi’nin sonunda, 27º 37’ boylam ve 40º 47’ enlemde, Üsküdar’ın yaklaşık
91 km batısında, İstanbul limanından yaklaşık 40 deniz mili uzaklıkta ve İzmit’i ülkenin iç
taraflarındaki önemli ticaret merkezleri ile hızlı bir ulaşım olanağı sağlayan demiryolları ile
bağlandığı Ankara’nın 360 km kuzeybatısındadır.
Merkez’in Nüfusu – 25,000 olan kaza nüfusu aşağıda belirtildiği gibidir.
Müslümanlar
Yerleşik
Yerliler
Muhacirler
12,000
365
12,375
Ortodoks Rumlar
Ermeniler
5,875
Gregoryenler
Katolikler
Protestanlar
3,850
310
90
4,250
Yahudiler
2,400
Latinler (çoğu
yabancı)
Toplam
100
25,000 kişi
Okullar – İzmit kenti ve ona bağlı bölgelerdeki okul sayısı, aşağıda görüldüğü üzere 3’ü
yüksek, 3 orta ve 30 ilkokul olmak üzere 36, öğrenci sayısı ise 1,116 erkek ve 349 olmak
üzere toplam 1,506’dır.
Topluluklar
Müslümanlar
Ortodoks
Rumlar
Öğretim Düzeyi
Okullar
Erkek Kız
Öğrenciler
Erkek Kız
3 medrese, 1 sivil
yüksekokul
1 lise
23 cami bağlantılı okul
4
1
23
-
81
75
240
-
1 erkek ilkokulu
1 kız ilkokulu
1
-
1
150
-
100
258
Gregoryen
Ermeniler
Katolik
Ermeniler
Protestan
Ermeniler
1 erkek ilkokulu
1 kız ilkokulu
1
-
1
300
-
160
1 erkek ilkokulu
1
-
140
-
1 erkek ilkokulu
1 kız ilkokulu
Toplam
Genel Toplam:
36 okul, 1,506 öğrenci
1
33
1
3
120
1,166
80
340
Bu noktada, Assomption Augustin’leri pederlerinin 1891 Ekim’inde kent ve çevresindeki
Katolikler için İzmit’te bir okul ve bir şapel açtıklarını eklemek gerek. Bu okul açılışından
itibaren, onlara modernleşme çalışmalarında hızlı bir gelişme umudu veren sonuçlar
verirken, Augustin pederleri bir sonraki sene merkezi bir noktada bir mülk edinme olanağına
kavuştular. 31 Ocak 1893’de yapı nerdeyse sonlandığında yandaki binada birden ortaya
çıkan şiddetli bir yangın her şeyi küle çevirdi.
Şimdi, Assomption’cu Augustin pederleri misyon binalarını yeniden inşa etmek için hızlı
çalışıyorlar. İzmit’teki öğrenci sayıları 1891 ve 1892 yılları arasında 15 ile 35 arasında
değişmiş. Aynı zamanda Anadolu’nun bu bölgesindeki Gebze’den Bilecik’e sayıları yaklaşık
260 olan bütün Katolik Latinlerle ilgileniyorlar.
Onların yanında Assomption’un Oblate Hemşireleri393 1891 yılında İzmit’te bir okul ve
dispanser açtılar. Okulun öğrenci sayısı 84 olup gerek Latinler, gerekse Ortodoks Rumlar,
Ermeniler ve Yahudiler’den oluşuyor. Hemşireler, öğrencilere Fransızca, Yunanca, dikiş ve
dantel öğretiyorlar. Hemşirelerin dispanserine her hafta kentin ve çevrenin değişik
toluluklarından ortalama 100 hasta başvuruyor ve aralarında ne ayırım ne de yeğleme
yapılmıyor.
Bugünkü İzmit, aynı adı taşıyan körfezin kuzeyinde ve kenarında, antik Nikomedia’nın
akropolünün yükseldiği tepelerin yamaçlarında yer almaktadır. Şu anda kullanılmayan daha
önceki İznikmid adının, I.Nikomedes’in kentinin kalıntıları üzerine kurulmuş Bizans kentini
tanımlayan, Grekçe “eis Nikomedeia” kelimelerinin bozulması sonucu olduğu söylenmektedir.
Kentin genel görüntüsü ilginç, zengin ve hoş; özellikle deniz tarafından bakıldığında selvilerin
gölgelediği sayısız caminin beyazlığına kontrast taze yeşillik ve süslü çiçeklere sahip
bahçelerle çevrilenmiş ve canlı renklerle boyanmış ahşap evleri ile bir amfiteatr görüntüsü
veriyor. Körfezin mavi suları, limanın canlılığı, askeri tersane şantiyelerinin hareketliliği, yerel
taşımacılık yapan küçük teknelerin geliş-gidişleri, demirdeki teknelerin direklerinin
oluşturduğu orman görüntüsü ve onların göğe yükselmiş bayraklarının patırtıları, bu düşmüş
ama ticareti ve önemli geçmişi nedeniyle hala ayakta olan kentin iç açıcı görüntüsünü
tamamlıyorlar.
İzmit’te iki imparatorluk sarayı var ki bir tanesi Abdülmecid döneminde başlanıp burayı gözde
bir av evi olarak gören Abdülaziz tarafından bitirilendir. Buradaki odaların, Majestelerinin
ressamı olan Mösyö Mason tarafından resmedilmiş olması ile övünülmekte. Konak ya da
mutasarrıfın ikametgahı ahşap olarak yapılmış olmasına rağmen güzel bir anıttan daha aşağı
kalır değil. Belediye sarayının öne çıkan bir özelliği yok. Bugün hala askeri firkateynler inşa
edilen askeri tersane, meşhur vezir Köprülü’nün bir eseridir. Kentin 55 camisi arasında
Kanuni Sultan Süleyman’ın baş veziri Pertev Paşa tarafından, Mimar Sinan’a eğer
393 Y.U.: Aynı misyonun kadınlar kolu
259
Edirne’deki Selimiye cami olmasaydı Sinan’ın baş eseri olacak olan İstanbul’daki
Süleymaniye cami modeli üzerine yaptırılan cami öne çıkmaktadır. Aynı şekilde yukarı
mahalledeki büyük Orhan camisini de belirtmek gerek. Eski bir büyük Bizans kilisesi olup
Sultan Orhan tarafından 1330 yılına doğru islami inanca tahsis edilmiştir.
İzmit ve yöresinde 17 kilise, 4 manastır, biri Katolik Ermenilere diğeri Protestan misyonuna
ait olan 2 şapel (küçük kilise) ve 1 sinagog bulunmakta. Gregoryen Ermenilere ait büyük
kilise basit yapılmış ancak oldukça zengin süslenmiş. İthaf edildiği azizin mezarı üzerine
yeniden inşa edilmiş olan Aya Pandeleimon Rum Ortodoks manastırı kentin 1,500 m
batısında Ermeni mezarlığına yakın bir noktadır. Bu mezarlıkta vezir-i azam Kara Mustafa
ordusunda Avusturya’ya karşı savaşan Macar soylusu İmre Tökeli’nin (Emeric Tekeli) mezarı
göze çarpmakta. Viyana kuşatmasını kaldırmaya gelen Polonya kralı Jean Sobieski, 12 Eylül
1683’de Kara Mustafa Paşa’yı zorlayınca Tökeli, yeni vezirin komutasında savaşta yer
almaya devam etmek için boşuna direndi. Bir çok başarısızlığı sonrası Sultan IV. Mehmet’in
emri ile İstanbul’a götürülerek hapsedildi. Daha sonra Sultan İzmit’te yerleşmesine izin verdi
ve 1705 yılında III.Ahmet döneminde burada öldü.
Bu yapılardan başka, İzmit’te 5 tekke, 2 imaret, 17 türbe, 3 medrese, 1 hastahane, 1 gümrük
müdürlüğü, 1 uluslarası hizmet veren (Türkçe ve Fransızca dillerinde) telgraf istasyonu, 1
sağlık dairesi, 1 redif (yedek asker) dairesi, 1 yük ambarı, 10 halk hamamı, 146 halk
çeşmesi, 2 un fabrikası, 39 değirmen, 2 hızar, 4 böcekhane, 34 ekmek fırını, 35 kahvehane,
1,140 mağaza, 11 susam yağı fabrikası ve 5,857 ev bulunmaktadır. Yapılarda kullanılacak
taşların işlendiği 5 ocak ve 1 inşaat kerestesi şantiyesi ile kentin sonunda bulunan biri
askeriye için çuha diğeri fes üreten iki devlet fabrikası mevcut.
Tarihsel Tanıtım – Körfez içinde Megaralılar tarafından iki kent kurulmuş olup önce birincinin
adı Astacus, ardından ikincinin adı Olbia le anılmışlar, daha sonra da Nikomedia
kurulmuştur. Astacus, bu kenti metropolis Nikomedia’dan sonra sonra dördüncü sıraya koyan
Konstantin Porphyrogenetes zamanında hala mevcuttu. Nikomedia aslında I.Nikomedes’in
babası Zipoetes tarafından kurulmuştu ancak kente kendi adını verecek kadar kıskanç olan
Nikomedes, babasının Lysimakhos ile yaptığı savaş esnasında tahrip olmuş çevre
yerleşimlerin sakinlerini kente davet ederek bir kez daha Bithynia’nın koruyucu tanrılarına
görkemli kurban törenleri düzenledi. Kentin en önemli meydanına daha sonra Traianus
döneminde Roma’ya götürülecek olan fildişi heykelini dikti ve bugün hala burçların harabeleri
ile daha sonra Roma egemenlik döneminde eklenmiş yapıları taşımakta olan, temellerinde
koca blok kalker taşlar kullanılmış surlarla kenti çevreledi.
Nikomedia’nın ilk kuruluş tarihi bugün artık bilinmemektedir, ikincisi şüphesiz I.Nikomedes’in
İÖ 281’de tahta çıkışı idi. Nikomedia kenti Bithynia krallarınca, görkemi komşu kralları ve eski
dünyanın tüm deniz kenarı ülkelerindeki önde kişilerini cezp edecek derecede güzelleştirildi
ve zengince donatıldı. Hannibal, I.Prusas ve II.Prusias döneminde buraya sığındı ve bu
krallar için Prusa ad Olympum’u (Bursa) kurdu ve Eumenes’in gemilerini kaçırtan Bthynia
donanmasına bizzat komuta etti. Roma’nın dostu son Nikomedes döneminde Sezar burada
uzun dönem kaldı.
IV. Nikomedes,394 ölümü sonrası ülkeyi Roma’ya miras bıraktı. Sulla, Lucullus ve Cotta,
Mithridates’in karşı çıktığı bu mirasa zahmetli de olsa el koydular. Roma egemenlik
döneminde Nikomedia en az Bithynia kralları dönemindeki kadar gözde idi. Bithynia her ne
kadar bir Roma eyaleti olsa ve prokonsüllerle yönetilse de fethedilmiş bir ülkeden çok bir
Roma bağlaşığı idi. Yollar, kanallar, limanlar ve bir çok yararlı yapı ile donatıldı. Roma valileri
Nikomedia’da oturuyor ve kente sık sık büyük yararlar sağlıyorlardı. Plinius, büyük bir halk
meydanı ve bir su kemeri yaptırmıştı. Traianus’a yazdığı mektuplar, bu kente büyük ilgisinin
394 Y.U.:. Gezgin, bu kralı o dönemki bilgiler çerçevesinde, II. ve III. Nikomedes’i aynı kral sanarak son kralı III.
Nikomedes olarak belirtiyor. Ben IV. Nikomedes olarak düzelttim.
260
izlerini taşımakta. Ancak kentte olmadığı bir anda çıkan korkunç yangın tüm kamu binalarını
ve bir çok özel yapıyı kül etti. Yine de bu yaralar görkemli imparatorluk olanakları ile sarıldı;
bir çok imparator Nikomedia’da kalışlarında kentten etkilendi; Heliagabalos, 218 yılında
imparator seçilmesin ardından gelen kışı burada geçirdi.
Diocletianus, burayı imparatorluğun ikinci başkenti yapmak üzere büyütmek ve
güzelleştirmek için oldukça emek verdi; burada sürdürdüğü uzun hükümranlık yılları
esnasında bir çok saray, tersaneler, 1 darphane, silah fabrikaları inşa ettirdi. Ne yazık ki 303
yılında Galerius’un baskıları karşısında katedral kilisenin yağmalanması ve Aziz
Anthymus’un ölümüyle başlayan hristiyan zulmünü emretti. 305 yılında artık hükümdarlıktan
bıkan imparator, Nikomedia’nın doğusundaki bir ovada büyük bir tören düzenleyerek halkın
önünde tahtı bıraktı ve doğduğu kent Salone’ye giderek yaşamının sonuna kadar evinin
bahçesi ile ilgilendi.
Nikomedia, Persler ve Romalılar arasındaki savaşta çok üzüntüler yaşadı, birkaç yıl sonra da
bir hainin rehberliği altında Gotlar kenti yağmaladılar. Bıraktığı izler Libanius ve Ammianus
Marcellinus tarafından aktarılan bir deprem, kenti temelden çatıya harap etti. Kente
görkemini yeniden kazandırmak isteyen Justianus dönemine kadar bu durum devam etti.
1328 yılında Sultan Orhan tarafından fethine kadar Nikomedia’da önemli bir olay olmadı ve
kent bu tarihten itibaren sürekli Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kaldı.
Antik kalıntılar – Eğer daha önceki dönemlere at temeller üzerinde yükselen Roma dönemi
surları saymaz isek kentte kentin yukarılarındaki bir yahudi mezarlığının ortasındaki su
sarnıcı, eski lağım kanalları ve bir rıhtımın yıkıntıları dışında kalıntı görülmemektedir.
Sarnıç, eski kentin su gereksinimini karşılıyordu. Bütünüyle tuğladan ve tonozları taşıyan
kemerlerin üzerlerinde yükseldiği 36 ayaktan oluşmakta. Kapladığı alan 250 m² ve dendiğine
göre Plinius tarafından bulunmuş bir kaynaktan gelen 1,500 m³ suyu barındırıyordu.
Eski lağım kanalları çok iyi korunmuş durumda ve toprağın altında yatay olarak devam
ediyorlar. Bir insan, içinde rahatlıkla yol alabilir.
Eski rıhtım kalıntısı, tersane bölgesinde bu kanalların birinin ağzı yakınlarında bulunuyor.
Denizaltı akıntıların girebileceği ve böylece limanın kumla dolmayacağı şekilde bir köprü gibi
bir sıra kemerlerden oluşmuş. Üstlerinde yukarı döşemeyi oluşturan büyük taşları taşımakta
olan ayaklar ve kemerler tuğladan yapılmışlar.
Tarımsal Üretim – Merkez kaza İzmit’in tarımsal üretimi ortalama olarak şöyledir.
Buğday
Arpa
Yulaf
Çavdar
Mısır
Melez (Buğday
ve Çavdar
karışımı)
Darı
Kablıca395
Hektolitre
29,000
15,000
20,500
8,000
110,500
8,600
31,000
10,000
395 Y.U.: Bir tahıl cinsi (Lat. Triticum Spelta). Hasat boyunca tanesi ayrıştırılmaz yani kepeklidir. Kimilerine göre
tatlı buğdayın bir alt cinsidir. Uzun kökleri sayesinde kurak topraklarda yetştirilebilir. Günümüzde dietlerde
kullanılmaktadır.
261
Pirinç
Adi Fiğ396
Çeşitli
Bakla
Nohut
Bataklık
Baklası397
Kestane
Yaş Üzüm
Çeşitli Meyveler
Soğan
Sarmısak
Balmumu
Bal
Koza
Ham İpek
Fasulye
Mercimek
Susam
Badem
Ceviz
Patates
Taze Sebze
Pamuk
Tütün
Yumurta
Piliç
28,000
8,000
10,000
Kilogram
13,000
15,000
1,500
39,000
509,000
821,000
254,000
400,800
14,700
117,710
113,059
5,490
25,000
12,000
3,600
7,230
120,000
60,000
260,000
29,507
38,500
Adet
10,000,000
75,000
Hayvancılık – Yıllık hayvan yetiştiriciliği ortalama olarak şu şekildedir.
Sığır ve inek
Manda
At ve katır
Koyun
Keçi (genel)
Tiftik Keçisi
Deve
Toplam
Baş
38,858
1,175
9,500
46,801
14,000
18,500
260 baş
129,094
Liman, Ticaret – İzmit limanı ve ticari hareketleri daha önce Mutasarrıflık bölümünde “ticaret”
başlığı altında işlenmişti.
Başlıca Yerleşimler – Arslanbey köyü eski İçkara olup askeri çuha fabrikasının 10 km
güneydoğusunda, fes fabrikasının 4 km güneyinde ve Anadolu Demiryollarının Büyük
Derbend istasyonunun 4 km batısındadır.
396 Y.U.: (Fr. Vesce, Lat. Vicia Sativa)
397 Y.U.: Acı bakla, Yahudi baklası (fr. Feve des marais, faséole; lat. vicia faba) Dünyanın en eski ekinlerinden
olduğu söylenir. Protein açısından zengin olup Parkinson hastalarının iyileşmesinde etkin olduğu sanılmaktadır.
262
Yerleşiklerinin tamamına yakını Gregoryen Ermeni olup, çoğu yukarıda bahsedilen iki
imparatorluk fabrikasında çalışmaktadırlar.
Burada ayrıca sekiz böcekhane bulunmakta. Buradaki topluluk okulu, biri yüz civarındaki
erkek çocuğun, diğeri ise elli kız çocuğun öğrenim gördüğü iki bölümden oluşmakta. Eğitim
ilk ve orta olmak üzere iki dereceli.
Armaş (Akmeşe) – Doğrudan İzmit kentine bağlı olan Armaş,ın 1,500 olan nüfusu aynen
Arslan Bey gibi tamamı ile Gregoryen Ermenilerden oluşmaktadır. Sancak merkezinin 30 km
kuzeydoğusunda olup sınırları zorlukla belli olan küçük bir yol, daha doğrusu bir patika,
demiryollarının yanına ulaşarak sonrasında bahçe, tarla ve ormanlardan geçerek kasabayı
ilginç bir şekilde kente bağlar. Bu hoş görüntü, üzerinde yeni inşa edilmiş büyük bir manastır
ve eklerinin bulunduğu, nerdeyse Kandıra kazası sınırındaki bölgeye kadar uzanır. Ünlü bir
hac yeri olması ve kiliseye ekli tanınmış papaz okulu, bu küçük yerleşimi meşhur etmiştir.
1862 ve 1868 tarihlerindeki, yarısı birinci yangında diğer yarısı ise ikinci yangında harap olan
ve yeni planlarla tekrar kurulan kasaba, serin gölgelikleri olan Bıçkı Dere’nin yakınlarına
kurulmuştur. Dere, doğuya doğru yavaşça akarak diğer değirmenler arasındaki yeni
onarılmış ve mükemmel donatılmış manastır değirmeninden dönerek Sakarya Irmağı’na
kavuşur. Bu değirmenin bakımı genellikle, gerek İstanbul’dan Anadolu Demiryolları ve İzmit
istasyonu yolu ile, gerekse Asya vilayetlerinden Adapazar istasyonu üzerinden gelen hacilar
tarafından yapılmaktadır. Hac esnasında ziyaret edilen Çarkhapan Surp Asdvazadzin (Hayırlı
Yardım) tapınağı, 2,000 dönüm (yaklaşık 184 hektar) sürülebilir arazinin yanı sıra fırının
yakacak odununu dallarla bolca karşılayan, aynı zamanda topluluğun gereksinimi odun
kömürü ve inşaat tahtasını sağayan 3,000 dönüm (yaklaşık 276 hektar) ormana sahiptir.
Bir süre önce Armaş’ta Pasteur yöntemini yaymak üzere, Bursa İpekçilik Enstitüsü eski
öğrencilerinin eğitimleri ve ipek böceği tohumlamasını yönetecekleri bu bölgede binlerce dut
ağacı ekilip geniş böcekhaneler oluşturulmuş.
Geleneksel inanışlarına göre Armaş tapınağı, 303 yılında Diocletianus emri ile Nikomedia’da
gerçekleştirilen zulümler esnasındaki martirlerin kanı ile kutsanmış bir noktada bulunmakta.
İlk olarak buraya 1608 yılında İran’dan gelmiş ve bir çoğu Adapazar’a yerleşmiş yaklaşık 300
aile tarafından denildiği üzere Tanrı’nın isteği üzerine 1611 yılında yapılmış. Gregoryen
Ermeni Piskopos Thadeos yönetimindeki bu 300 aile, zamanla Asya Türkiye’si Ermenilerinin
başlıca sofuluk merkezlerinden biri ve Gregoryen inançtaki İzmit Piskoposlarının doğal
ikametgahı olan Armaş kazabasını ve manastırı aynı anda inşa etmişler. Osmanlı
hükümdarları manastırı korumaları altına alarak çevre beylerin kendi aralarındaki
çatışmalarda gördüğü zararlara karşı defalarca destek vermişlerdir. Thadeos’a 1611,
Nikalos’a 1717, Athanas’a 1758 ve Bartholomeos’a 1787’de piskoposlara verilen ve onlara
yerel küçük çatışmalarda uğranan kayıpları onarma ayrıcalıklarını içeren İmparatorluk
fermanları tapınağın arşivlerinde özenle saklanmaktadır. Kaymas ve Genc-Ali beyleri
arasında çıkan 1807 yılındaki savaşta harap olması sonrası Sultan II.Mahmut’un bir padişah
fermanı ile piskopos Boghos Karakoçyan tarafından 1820’de de yeniden inşa ettirilmiştir.
Bu tarihten itibaren Armaş manastırı için yeni bir çağ başlar, kilise tarihi incelemelerinin
düzeyi ayağa kalkarak özenle eğitimin genel gelişmesi seviyesinde tutulur. Çok sayıda
seçkin öğretmen, papaz, vartabed ve piskopos yetiştirlir. Aralarında şu anki patrik Koren
Aşıkyan’ın da bulunduğu İstanbul patriklerinin çoğu Armaş papaz kardeşliğindendirler.
1889’da Armaş manastırı İstanbul Gregoryen Patrikliği manastırı düzeyine yükseltilir ve
Patrik başkanlığındaki bir özel komite, şu andaki Armaş piskoposu Malaşia Ormanyan ve
Apik Uncuyan Efendi aracılığı ile yönetiminden sorumlu olur.
Sayısı 44 olarak sabitlenen ilköğrenimini tamamlamış 17 ile 20 yaş arasındaki genç
öğrenciler alınmaktadır. Müdüriyet ve papaz okulunun yönetimi manastırınkinden ayrı
263
değildir. Öğretmenler, aralarında 7 yıl sürecek ve sonunda öğrencilerin teoloji doktorası
diplomalarını ve aynı zamanda Armaş manastırı papazları kardeşliği ünvanını alacakları
eğitimin yüksek yönetiminden sorumlu Armaş piskoposunun da dahil olduğu bu manastırın 7
dindarıdır.
Armaş büyük manastırı eğitim programı zorunlu Ermenice, Ermeni edebiyatı, Türkçe,
Fransızca, temel Yunanca ve Latince, fizik ve matematik derslerini içerir. Dini bilimler, felsefe
ve teoloji de eğitimin başlıca ögeleridir. Ayrıca isteğe bağlı olarak, başlıca Avrupa ve Asya
dilleri ile eğitim programının tamamlayıcı unsurları olmayan çeşitli bilimlerin dersleri de
verilmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi 1820 yılında yeniden yapılmış olan Notre-Dame kilisesi 1872 yılında
önemli onarımlara gereksinim duyar durumda olması sonucu kubbesi ve çan kulesi olan
yenisinin yapılmasına karar verilmişti. Bu yapım çalışmaları esnasında 1888 yılındaki bir
yangın manastırın büyük bir bölümünü tahrip etti. Önemli onarımlar yapılmak zorunda
kalınırken bu durumdan yararlanarak haclara yönelik bir yer inşa ettiler ve manastır tamamen
yeni malzemelerle donatıldı.
Armaş büyük hacları, Eylül aylarında Meryem’in doğumu ve Varay kutsal haçı yüceltme adı
verilen bayramlar arasında yapılmaktadır. Kalabalık ve gürültüden çekinen ancak görevlerini
sukunet içinde gerçekleştirmek isteyen hacılar ise tapınağı ziyaret için mayıs ve haziran
aylarını yeğliyorlar. Yıllık hacı sayısı 6-7,000 arasında, içlerinde Ortodoks Rumlar, Katolikler,
hatta Hz. Meryem’e büyük saygı gösteren Müslümanlar bile var.
Hacıların bağışları, merhametli bağışçıların katkıları ile birlikte manastırın bakımının temel
kaynağını oluşturuyorlar.
Kaşgal (Pir Ahmed) – Manastırın etki alanı Armaş’tan başka, 5 km doğudaki Kaymas
nahiyesi sınırları içindeki Kaşgal’ı da kapsamaktadır. 750 nüfuslu bı köy resmi olarak Pir
Ahmed adını taşımaktadır.
Bağçecik Nahiyesi
Aynı adı taşıyan nahiyenin merkezi, bir müdür’ün (nahiye yöneticisi), Gregoryen Ermeni İzmit
Piskoposluğu’na bağlı bir yardımcı papaz, bir Katolik papazı ve bir Protestan misyonunun
ikametgahı olan Bağçecik 9,620’si Gregoryen Ermeni, 300’ü Protestan Ermeni ve 80’i Katolik
Ermeni olmak üzere 10,000 nüfuslu koca bir kasabadır. Üç kilise ve aşağıda gösterildiği gibi
305 öğrencinin devam ettiği ikisi orta biri ilk olmak üzere üç okul bulunmaktadır.
Topluluklar
Öğretim Düzeyi
Okullar
Öğrenciler
Gregoryen
Ermeniler
Erkek Orta Okulu
1
200
Protestan
Ermeniler
Erkek Orta Okulu
1
60
Kataolik
Ermeniler
Erkek ilkokulu
1
45
Toplam
3
305
Bağçecik, buharlı vapurların çalıştığı İzmit hattının son iskelesidir. Bu iskele, 4 km daha
güneyde iç tarafta olan Bağçecik kasabası ile bir araba servisi sayesinde ve kuzeydoğuda 2
264
½ km’den biraz daha fazla uzaklıktaki İzmit limanı ile günlük tekne servisleri ile sürekli
bağlantı halindedir.
Kara-Mursal (Karamürsel) Kazası
Konumu, Sınırları – Kara-Mursal ka zası, İzmit mutasarrıflığının güneybatısında bulunmakta
olup kuzeyde tüm kıyısı boyunca Marmara Denizi, doğuda merkez liva İzmit ve Geyve kazası
yanı sıra güneyde ve batıda Bursa vilayeti le çevrilidir.
Yüzölçümü – Toplam yüzölçümü 2,125 km²’dir.
Yönetsel Bölünme – Yalova adlı bir nahiyesi olup merkez kazaya bağlı bölgelerde 60, Yalova
nahiyesine bölgelerde ise 27 kasaba, köy ve küçük yerleşim bulunmaktadır.
Yetkililer – Bir kaymakam tarafından yönetilmekte olup emrinde Yalova nahiye mudürü
vardır.
Nüfus – Aşağıda gösterildiği gibi toplam nüfusu 24,026 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Muhacirler
9,400
600
10,000
Ortodoks Rumlar
10,151
Gregoryen
Ermeniler
3,875
Toplam
24,026
Merkez – Kazanın merkezi ve kaymakamın ikametgahı olan Kara-Mursal, İzmit limanının 15
deniz mili güneybatısında, İstanbul limanının 34 deniz mili güneydoğusunda ve İzmit Körfezi
kıyısında küçük bir limandır.
Merkezin Nüfusu – Merkezin nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 2,000 olup bu rakam
yukarıdaki kaza nüfusuna dahil edilmiştir.
Yerleşik Müslüman
Yerliler
900
Ortodoks Rumlar
600
Gregoryen Ermeniler
500
Toplam
2,000
Karamürsel ve çevresinde 13’ü imparatorluğa (devlete) ait16 cami, 7 kilise, 1 manastır, 1
redif, 15 askeri tavla (ahır), 1 gümrük acentası, 5 halk hamamı, 29 fırın, 20 değirmen, 56 halk
çeşmesi, 99 han ve kahvehane, 100 dükkan, 666 ev, 3 susam yağı fabrikası, 20 çiftlik ve 21
taş ocağı işletmesi bulunmaktadır.
Okullar – Karamürsel ve çevresindeki okulların toplam sayısı 15 olup 170 öğrenciye
sahiptirler. Bu okullar camilerin ekleri olup yalnızca temel eğitim vermektedirler.
265
Tarımsal Üretim – Kara-Mursal kazasının başlıca tarımsal üretimi, tahıl, sebze, diğer bostan
ürünleri, bal, balmumu, ipek, yumurta, kümes hayvanı, vb’dır. Hayvan yetiştiriciliği de
yapılmakta olup, bunun yan ürünleri olan misitra peyniri ve diğer peynirler rağbet gördükleri
İstanbul’a ihraç edilmektedir. Ayrıntılar ve dereceleri aşağıda verilmektedir.
Buğday
Arpa
Yulaf
Çavdar
Mısır
Melez (Buğday
ve Çavdar
karışımı)
Darı
Kablıca
Pirinç
Adi Fiğ
Çeşitli
Bakla
Nohut
Bataklık Baklası
Kestane
Yaş Üzüm
Çeşitli Meyveler
Soğan
Sarmısak
Balmumu
Bal
Koza
Ham İpek
Fasulye
Mercimek
Susam
Badem
Ceviz
Patates
Taze Sebze
Pamuk
Peynir (Misitra)
Sığır ve inek
Manda
At ve katır
Koyun
Keçi (genel)
Tiftik Keçisi
Deve
Toplam
Hektolitre
37,200
7,200
23,000
7,000
95,000
7,200
23,000
9,600
15,000
7,200
9,100
Kilogram
11,100
15,000
900
35,000
510,000
900,000
225,000
300,500
10,000
80,000
49,411
1,609
250,000
8,000
2,000
5,800
80,000
50,000
270,000
22,151
45,000
Baş
29,831
1,135
7,500
30,000
13,000
16,800
215
98,481
Tarihsel Tanıtım – Sultan Osman’ın orduları tarafından Bithynia’da kazanılan ilk zaferin
sonrası, İzmit Körfezi’nin güney kıyıları Akça Koca’nın yoldaşlarından Kara lâkaplı Mursal
266
tarafından kesin olarak fethi ile sonuçlandı. Akça Koca’nın tüm bölgeyi ele geçirmesi ile
bölgeye Koca-İli adı verildi ki İzmit mutasarrıflığının büyük bir kısmını kapsıyordu. Kara
Mursal’a fethettiği kıyı, askeri gemilerin bakımının yapılması ve savunulması kaydı ile tımar
olarak verildi. Kıyıda yaptırdığı hisar etrafında bugünkü kasaba oluştu ki bu yerleşim tüm
diğer olasılıklardan daha çok Megaralılar tarafından kurulmuş antik kent Astacus’a uygun
düşmektedir.398
Yalova Nahiyesi
Yalova – Müdürün ikametgahı olan ve nahiye ile aynı adı taşıyan merkez, İstanbul limanının
27 deniz mili güneydoğusunda, İzmit limanının 28 deniz mili batısında, Karamürsel’in 30 km
batısında, Darıca’nın karşısında, İzmit Körfezi girişinden pek uzak olmayan bir noktadadır.
Karamursal Kazası genel toplamı içinde yer alan Yalova’nın nüfusu aşağıda gösterildiği
gibidir.
Yerli Müslümanlar
500
Ortodoks Rumlar
250
Gregoryen Ermeniler
275
Toplam
1,025
Okullar – Yalova’da toplam 300 öğrenciye sahip 6’sı medrese ve 31’i cami ile mahalle
mektebi denilen ilkokul eklerinden oluşan ve hepsi Müslüman okulu olan yaklaşık 37 okul
bulunmaktadır.
Yalova kasabası ve nahiyesinde, yukarıda sözü edilen 6 medresenin yanı sıra 15 büyük
cami, 17 kilise, 47 halk çeşmesi, 8 hamam, 43 halk fırını, 7 kahvehane ve han, 25 çiftlik, 25
eski sistem değirmen, 196 mağaza ve 2,426 ev bulunmaktadır.
Mineral Sular, Tarihsel tanıtım – Dağ Hamamları ve İmparator Konstantin tarafından, burada
kalmayı seven annesi onuruna eski adı Drepanon olan kentin derecesi yükseltilerek adı
Helenopolis olarak değiştirilen Yalova hakkındaki bilgiler, daha önce İzmit Mutasarrıflığı
Mineral Suları başlığı altında verilmişti.
Sanayi – Aynı şekilde, bu sancağın sanayi üretimi ile ilgili bölümde, yakın bir dönemde KaraMursal’da yerli bir şirket tarafından kurulmuş bir fes ve şayak fabrikasından söz edilmişti.
Ada-Bazar (Adapazar) Kazası
Konumu, sınırları – Ada-Bazar kazası, İzmit mutasarrıflığı’nın merkezinde ve batı bölümünde
yer almakta olup kuzeyde Kandere (Kandıra) kazası, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde
Geyve kazası ve batıda İzmit (merkez liva) ile çevrilidir.
Yüzölçümü – Toplam yüzölçümü 1,925 km²’dir.
Yönetsel Bölünme – Sabanca, Ak-Yazı ve Hendek olarak üç nahiyeye bölünmüştür. 205
kasabası bulunmaktadır.
398 Y.U.: Günümüz tarihçileri Astacus’un konumu için Başiskele’nin daha doğru olduğu konusunda nerdeyse
hemfikirdirler.
267
Yetkililer – Ada-Bazar’da oturan bir kaymakam tarafından yönetilmekte olup emrinde
Sabanca ve Hendek müdürleri ile Ak-Yazı onursal müdürü ve eski bir nahiye olmasına karşın
bu makamı onursal düzeyde sürekli taşıyan Abu-Sofu yöresi müdürü bulunmaktadır.
Nüfus – Ada-Bazar’ın toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere toplam 59,598 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Göçebe Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
34,000
45
7,329
41,374
Ortodoks Rumlar
Ermeniler
2,997
Gregoryenler
Protestanlar
12,810
1,410
14,220
Çingeneler
1,007
59,598 kişi
Toplam
Merkez – Kaza ile aynı adı taşıyan merkez, kaymakamın ikametgahının, bir müftünün
başkanlığını yaptığı şerî mahkemelerin, Ortodoks Rum Nikomedia (İzmit) metropoliti naibinin,
bir Protestan Amerikan misyonunun, Duyun-u Umumiye ve Tütün Rejisi acente
memurlarının, bir Redif (Yedek Asker) Dairesi’nin ve yurtiçi (Türkçe) hizmet veren bir
telgrafhanenin, vb. bulunduğu yerdir. Kent, 35 km’si anayol 14 km’si sapak olmak üzere
İzmit’in toplam 49 km doğusundadır. Anadolu Demryolları istasyonu, İzmit’ten 40km 273m
Adapazar’ından ise 7 km uzaklıkta, taşıt yolu kavşağındadır.
Kaza nüfusu içinde yer alan Ada-Bazar kenti nüfusu aşağıdaki sayılarda da görüldüğü gibi
24,150 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Sığınmacılar
(Doğu Rumeli’den
Göçenler)
9,000
3,324
12,329
Ortodoks
Rumlar
Ermeniler
1,565
Gregoryenler
Protestanlar
8,846
1,410
10,256
24,150 kişi
Toplam
Okullar – Adapazar ve ona bağlı yerlerdeki okulların toplam sayısı 148 olup 2’si medrese,
12’si ortaokul, 134’ü ise ilkokuldur. Toplam öğrenci sayısı, aşağıda da gösterildiği gibi 1,875’i
erkek, 530’u kız çocuk olmak üzere 2,405’dir.
Topluluklar
Öğretim Düzeyi
Okullar
Öğrencil
er
268
Müslümanlar
Medrese
Lise
İlkokul
Ortodoks
Rumlar
Erkek Ortaokulu
(Lise)
Kız Ortaokulu (Yatılı)
Gregoryen
Ermeniler
Protestan
Ermeniler
Kız Ortaokulu (Yatılı)
Erkek Ortaokulu
(Lise)
Ortaokul (Misyon’da
Yatılı)
Erkek İlkokulu
Toplam
2
1
133
30
85
800
1
1
150
100
4
760
4
310
1
1
120
50
148
2,405
Ada-Pazar adı kentin ticari öneminden ve Sakarya ile Sabanca gölünün fazla sularını akıtan
Çark-Su akarsuları arasında kalan konumundan doğmuştur. Çark-Su, gölün doğu ucundan
çıkarak güneye doğru ancak 7 km yol almaktadır. Bu akarsu, kenti beslemekte ve kovalı
çarklar aracılığı ile 45 halk çeşmesinin gereksinimini karşılamaktadır. Ada-Bazar’ın başlıca
mahallelerinden biri, Akçakoca’nın ardıllarından olan ve 1540 yıllarına doğru kenti kuran
Hocazade’nin adını taşımaktadır. Başlangıçta küçük bir yerleşimdi ancak kuruluşunun
üzerinden henüz bir yüzyıl geçmeden 1608’de bir Ermeni topluluğu buraya gelerek yerleşti.
Sonucunda kervan yolları üzerinde elverişli bir konumu olan kasabanın ticari önemi ve
görkemi sürekli olarak arttı.
Ada-Bazar’da 100’ü minareli olmak üzere 120 cami, 2 medrese, 6 türbe, 4’ü Gregoryen
Ermenilere, 2’si Ortodoks Rumlara ait olmak üzere 11 kilise, 1 Protestan tapınağı ve bir
yangının tamamen yok etmesi sonucunda uzun yıllar süren bir inşaat sonrası taştan yapılan
bir büyük pazar bulunmaktadır. Bu pazarın 1,000 dükkanı aşağıdaki gibidir.
Çeşitli Kumaş Tüccarı
Çerçi (Tuhafiyeci)
Ülke insanına yönelik
Ayakkabı Tüccarı
Avrupalıya yönelik
Ayakkabı Tüccarı
Kunduracı
Terzi
Ekmekçi ve Pastacı
Baharatçı
Kasap ve Helvacı
Kahve
Eczane
Bakırcı
Demirci
Dövizci
Dükkan ve mağaza
toplamı
280
100
80
20
15
25
20
200
120
40
5
40
30
25
1000
Büyük Pazar’daki dükkan ve mağazaların dışında Karaağaçdibi mahallesinde, 8 damıtım evi
ve 15 içki satış yeri, 10 baharatçı, 3 ekmekçi ile 5 kasap bulunmaktadır. Nemçeler
269
mahallesinde bir zamanlar 100 tabakhane bulunmaktaymış ancak 1880 yılına doğru sayıları
60’a kadar inmiş, bugün yalnızca 6 tane var. Ada-Bazar’da hala 4 kumaş boyahanesi ve 130
işçinin çalıştığı 2 ipek fabrikası mevcut.
Ada-Bazar’da her pazartesi yörenin önemli ürünlerinin satıldığı bir pazar kurulmakta. Diğer
komşu kaza ve vilayetlerden insanlar kalabalık gruplar halinde gelip, yiyecek maddesi ve dış
ülkelerden gelen baharat, petrol ile “imalat” denilen kumaşlardan satın alırlar.
Sakarya Irmağı’nın sık sık oluşan su baskınları geride Nil’inkine benzer limon rengi bir çökelti
bırakırlar ki bu toprağa çok yüksek derecede bir verimlilik sağlar. Irmak kıyılarınındaki
topraklarını her seferinde zenginleştiren bu su baskınlarında bazen su 4 m’ye kadar
yükselerek bu kez iyi sonuçlarının tersine, gelecek yılın hasatının üzerinde hasar verecek
derecede tarlaları alt üst eder, evleri yıkar. Bundan başka da mahzurları vardır. Kıyıların
sürekli nemli havası ve sağlıksız kötü koku, kazanın iklimini özellikle yazın tehlikeli bir
duruma sokar.
Tarımsal Üretim – Ada-Bazar’ın başlıca tarımsal üretimi, aşağıdaki tabloda görüleceği gibi
yıllık ortalama 274,000 hektolitre tahıl ile aralarında sayabileceğimiz 520,000 kg keten
tohumu, 1,000 ton’dan fazla soğan, yaklaşık 2,000 ton sarımsak, çok miktarda patates, 1,000
ton taze sebze, 120,000 kg bal, 15,000 kg’dan fazla balmumu, 76,000 kg koza, 25,000,000
taneden fazla yumurta, 100,000 adet kümes hayvanı ve 200,000 baştan fazla hayvanından
meydana gelen besin maddelerinden oluşmaktadır.
Buğday
Arpa
Yulaf
Çavdar
Mısır
Melez (Buğday
ve Çavdar
karışımı)
Darı
Kablıca
Pirinç
Adi Fiğ
Çeşitli
Hektolitre
29,600
10,000
15,700
6,500
129,500
8,000
16,500
7,850
35,000
7,110
8,200
Kilogram
Keten Tohumu 513,178
Bakla
12,300
Nohut
16,000
Bataklık Baklası
1,890
Kestane
120,155
Yaş Üzüm
829,510
Çeşitli Meyveler 929,000
Soğan
1,026,755
Sarmısak
1,154,651
Balmumu
15,395
Bal
120,000
Koza
76,571
Ham İpek
3,180
Kenevir Üstüpü
19,245
Fasulye
55,000
270
Mercimek
Susam
Badem
Ceviz
Patates
Taze Sebze
Pamuk
Tütün
27,550
3,980
6,900
153,953
1,282,950
1,202,950
24,376
513,178
Yumurta
Kümes Hayvanı
Sığır Derisi
Adet
22,500
100,000
6,000
Sığır ve inek
Manda
At ve katır
Koyun
Keçi (genel)
Tiftik Keçisi
Deve
Toplam
Baş
80,000
1,450
16,315
70,963
24,080
29,500
300
222,608
Sanayi – Ada-Bazar çevresinde keten bezi üretilmekte, İzmit ve İstanbul aracılığı ile yapılan
ihracatının 400,000 parça olduğu tahmin edilmektedir ki bu miktarın yaklaşık değeri, yerinde
1,000,000 frank’a eştir. Çark-Su üzerinde bulunan bir değirmen günlük 220 hektolitre un elde
etmekte.
Ticaret – Ada-Pazar’ın ihracat ve ithalatı, ülkenin iç taraflarından İstanbul ve dış ülkelere
gönderilmek üzere gelen ya da aynı yoldan ithal edilen transit yüklerde olduğu gibi İzmit
üzerinden yapılmakta. İzmit limanının bu yoğun ticari hareketliliği, 1893 yılı için İzmit
Mutasarrıflığı bölümünde verilmişti.
Transit mallar da dahil olmak üzere Ada-Bazar’ın yıllık ithalat ve ihracat değerleri aşağıda
gösterildiği üzere toplam 14,000,000 frank civarındadır.
İhracat (transit
dahil)
İthalat (transit
dahil)
12,000,000
fr
2,000,000 fr
14,000,000
Toplam Hareket
fr
Sabanca (Sapanca) Nahiyesi
Sabanca nahiyesi, Ada-Bazar kazasının batısındadır. Göl ile aynı adı taşıyan bir kasaba ve
doğrudan Ada-Bazar kaymakamına bağlı nahiye müdürü tarafından yönetilen 73 köy ve
küçük yerleşimden oluşmaktadır.
Nahiye nüfusu – Nahiyen toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 15,000’dir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
12,000
1,000
271
13,000
Ortodoks Rumlar
900
Gregoryen
Ermeniler
1,100
15,000 kişi
Toplam
Merkez – Sabanca nahiye merkezi de aynı adı taşımakta olup nahiye müdürünün
ikametgahı, Anadolu Demiryolları istasyonu (32. km), uluslar arası (Türkçe ve Fransızca)
hizmet veren telgrafhane burada olup özellikle İstanbul ve Odessa’da çok tutulan elma,
armut, soğan, sarımsak üretiminin oldukça verimli olduğu çok sayıda meyve ve sebze
bahçelerinin ortasında, kendi adını taşıyan ova ve gölün kenarındadır.
Nüfus – Yukarıdaki toplam kaza nüfusu içinde yer alan kasaba nüfusu aşağıdaki gibi
7,380’dir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
5,000
600
5,600
Ortodoks Rumlar
880
Gregoryen
Ermeniler
900
Toplam
7,380 kişi
Okullar – Sapanca’nın okul sayısı 15 olup hepsi ilkokuldur. Toplam öğrenci 500’dür. Buna
Hasan Fehmi Paşa tarafından doğduğu kent olan Batumluların yeni yerleşimi Cemile
Köyü’nde güzel bir caminin yanı sıra yeni yapılmış ortaokul da eklenebilir. Şu anda bile 160
öğrencisi bulunmakta. Eğitim programı bir devlet lisesindekinin aynı.
Sapanca’da 11’i imparatorluğa ait 15 cami, öğrencisiz 2 medrese, biri Ermeni topluluğa biri
Ortodoks Greklere ait 2 kilise, 1 halk hamamı, 10 halk çeşmesi, 5 halk fırını, 2 ipek
böcekhanesi, 17 dükkan ve mağaza, deveciler için 24 kahvehane ve han ve 1,230 ev
bulunmakta. Çevrede 16 çiftlik ve bir çoğu göle dökülen derelerin sularının hidrolik çarkları
çevirmesiyle çalışan eski düzenekli 16 değirmen var.
Sapanca, bugünkü kentin yaptığı gibi adını göle de vermiş olan antik Sophon (Sofon) kenti
üzerine kurulu. Antik döneme ait malzeme görülmüyor, etraftaki çok sayıda kalıntı ve sütun
başlıklarının tamamı Bizans dönemine ait.
Üretim – Sabanca nahiyesinin tarımsal ve sanayi üretimleri ile ticareti, Ada-Pazar’ınkiler ile
aynı olup onlarla karışmaktadır.
Eski adı Sophon olan Sabanca gölü’nden yukarıda İzmit mutasarrıflığı gölleri ve bataklıkları
bölümünde bahsedilmiştir.
Ak-Yazı Nahiyesi
272
Konumu, vb. – Akyazı nahiyesi, Ada-Bazar kazasının güneydoğusunda Geyve’ya bağlı
bölgelerin yakınındadır. Bölgesinde, Ada-Bazar kaymakamına bağlı bir onursal müdür
yönetiminde 48 köy ve küçük yerleşimi barındırmaktadır.
Toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 7,448 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Göçebe Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
5,000
20
1,000
6,020
Ortodoks Rumlar
232
Gregoryen
Ermeniler
1,064
Çingeneler
132
Toplam
7,448 kişi
Merkez – Aynı adı taşıyan nahiye merkezi, müdürün ikametgahının da bulunduğu tamamı
Müslüman olan 800 nüfusa sahip, sakin, küçük bir kasabadır. Ağaçlı tepelerle çevrili bir
çayırın ortasındadır. Özellikle ilkbaharda renk renk çiçeklerle süslü çimler büyürken görüntü
çok çekicidir ki bu aynı zamanda Ak-Yazı adına çok denk düşen şekilde, eşsiz minyatürler
üzerindeki hat yazısı gibi güzel duygular uyandırmaktadır.
Okullar – Akyazı nahiyesi’nde hepsi de ilkokul olan yalnızca 20 okul var olup öğrenci sayısı
300’dür. Bunlar toplam sayısı 24 olan önemli camilerin ekleridir. Küçük 4 tanesinin okul
eklentileri yoktur.
Akyazı nahiyesi sakinlerinin en azını çiftçiler oluşturur, çoğu hayvancılıkla uğraşır veya ürün
toplayıcılığı ya da ormancılık yaparlar.
Akyazı’nın 4 km güneyinde Kuzuluk adı verilen küçük bir köy, çoşkun bir termal kaynağa
sahiptir ve işletmesi Adapazar Belediye’since her yıl ihale ile verilir. Bu konuda birkaç ayrıntı
İzmit mutasarrıflığının mineral suları hakkındaki bölümde verilmişti.
Hendek Nahiyesi
Konumu, vb. – Hendek nahiyesi, Ada-Bazar kazasının batısında bulunmakta olup kuzeyde
Kandere kazasına kadar yayılır, doğuda Kastamonu vilayeti sınırına dayanır, Ak-Yazı
nahiyesinin güneyinden uzanarak batıda Mudurnu-Su ve Sakarya kıyılarında sonlanır.
Bu nahiye 32 kasaba, köy ve küçük yerleşimden oluşur. İmparatorluk donanmasının
gereksinimi için devlet tarafından kısmen işletilen geniş ormanları kapsar. Bu amaçla 12
askeri şantiyede hazırlanan ağaçlar gemi yapımında kullanılmak üzere İzmit’teki tersaneye
gönderilir. Devlet şantiyelerine komşu orman bölgelerinde çalışan özel işletmeler İzmit
limanından yılda ortalama 500,000 ceviz kerestesi ile önemli miktarda meşe ve diğer cins
ağaç kömürü ihraç ederler.
Hendek nahiyesi Ada-Bazar kaymakamına bağlı bir müdür tarafından yönetilir.
Bu nahiyenin nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 13,000’dir.
273
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Göçebe Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
8,000
25
2,000
10,025
Ortodoks Rumlar
300
Gregoryen
Ermeniler
1,800
Çingeneler
875
13,000 kişi
Toplam
Merkez – Nahiye ile aynı adı taşıyan merkez yerleşim, 6,500 müslüman nüfuslu, Düzce’den
(Kastamonu vilayeti) Ada-Bazar’a giden kervan yolu üzerinde, her iki kente de yaklaşık aynı
uzaklıkta küçük bir kasabadır. Bunun sonucu olarak Hendek nüfusunun nerdeyse tamamı
deve sırtında nakliyecilik ya da küçük ticaretle uğraşmaktadır.
Okullar – Aşağıda da belirtildiği gibi, Hendek kasabası ve nahiyesinde 3’ü yüksek, 1’i orta ve
27’si ilk ve temel öğretim okulları olmak üzere toplam 31 okulda 467 öğrenci bulunmaktadır.
Okullar
Öğrencil
er
Medrese
Lise
İlkokul
1
1
27
32
75
360
Toplam
31
467
Öğretim Düzeyi
Müslümanlar
Hendek nahiyesinde 37 cami, 1 kilise, 6 çeşme, 2 halk hamamı, 32 han, 3 halk fırını, 111
dükkan, 26 çiftlik le 26 değirmen, 12 böcekhane, 2,500 ev diğer barınaklar mevcuttur.
Bu nahiyenin başlıca ürünleri, tütün ve ipektir.
Ab-Sofu’nun nahiye ünvanı kaldırılmış olmasına karşın onursal düzeyde de olsa müdür
makamı korunmaktadır. Önemli bir sayıda olmayan nüfusu Hendek ve Sabanca nüfuslarına
dahil edilmiştir.
Kandere (Kandıra) Kazası
Konumu, sınırlar – Kandere kazası, İzmit mutasarrıflığının kuzeyinde olup kuzeyde
Karadeniz, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde Ada-Bazar ve İzmit kazaları ve batıda
Üsküdar sancağı (İstanbul vilayeti) ile çevrilidir.
Yüzölçümü, yönetsel bölünme – Toplam yüzölçümü 3,500 km²’dir. Yönetsel açıdan Şeyhler,
Keymas (Kaymas), Kara-su, Ağaçlı (İncirli) ve Ak-Abad olmak üzere 5 nahiyeye bölünmüştür.
Toplam olarak 167 kasaba, köy ve küçük yerleşim bulunmaktadır.
Yetkililer – Kandere’de yerleşik bir kaymakam tarafından yönetilmekte olup kendisine bağlı
beş nahiye yöneticisi yani müdür bulunmaktadır.
Kaza nüfusu – Kazanın nüfusu aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi 49,829’dur.
274
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Göçebe Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
36,000
95
2,537
38,452
Ortodoks Rumlar
6276
Gregoryen
Ermeniler
5,101
Toplam
49,829
Merkez – Kaza ile aynı adı taşıyan merkez’de kaymakamın ikametgahı yanı sıra iç hizmetler
için (Türkçe) telgrafhane bulunmakta olup kuş uçuşu İzmit’in 40 km kuzeydoğusunda,
Karadeniz’in 5 km güneydoğusunda ve yaklaşık 15 km boyunca iyi ekimli tarlaları sulayarak,
geniş ormanlar arasında yol aldıktan sonra Karadeniz’e dökülen küçük bir akarsuyun
yakınında bulunmaktadır. Merkezin nüfusu yukarıda verilen kaza nüfusuna dahil edilmiş olup
hepsi Müslüman olan 8,000 kişiden oluşmaktadır.
Okullar – Kandere ve ona bağlı bölgelerde 50 öğrencili bir lise ve camilerin ekleri okullarda
okumayı, yazmayı ve Kuran ezberlemeyi öğrenen 500 öğrenci bulunmaktadır.
Kandere, ilk Osmanlı sultanlarının tımar sahibi beyleri yönetiminde önemli bir kent durumuna
gelmiştir. Bugün minareli 29 büyük cami, 220 halk pınarı, yalnızca 1 halk hamamı, 4 han, 12
fırın, 115 dükkan ve 1,600 ev bulunmaktadır. Nerdeyse bütün halkı tarımla uğraşmaktadır,
yörede sadece 2 çiftlik ve 2 değirmen bulunmaktadır.
Tarımsal Üretim – Kandere kazasının temel tarımsal üretimi, ayrıntıları aşağıda sunulduğu
üzere patates, pirinç, fasulye, mercimek, vb. tahıllardan ve 200,000’den fazla baş
hayvandan oluşmaktadır.
Buğday
Arpa
Yulaf
Çavdar
Mısır
Melez (Buğday
ve Çavdar
karışımı)
Darı
Kablıca
Pirinç
İncir
Çeşitli
Keten Tohumu
Bakla
Nohut
Bataklık Baklası
Kestane
Yaş Üzüm
Hektolitre
130,000
45,000
70,000
30,000
325,000
25,000
81,300
35,000
72,000
25,000
30,000
Kilogram
151,137
13,800
18,300
2,000
105,000
750,000
275
Çeşitli Meyveler
Soğan
Sarmısak
Balmumu
Bal
Fasulye
Mercimek
Susam
Badem
Ceviz
Patates
Taze Sebze
Pamuk
792,000
375,000
399,500
13,000
104,000
150,000
75,000
4,890
10,000
115,000
500,000
379,000
25,000
Madenler – Taş kömür, alçı taşı ve kireç taşı ocakları oldukça fazla ve önemlerini
kaybedecek gibi görünmüyorlar ancak bu konuda kesin veriler mevcut değil. Kara-su’da
bulunan ve imtiyazı bu nahiyedeki seçkinlerden biri tarafından talep edilen tek gümüşlü
kurşun madeni epey tanınmıştır.
Ormanlar – Kandere kazasının, şu anki durumuyla belirgin yolların yokluğu nedeniyle çoğuna
girmenin nerdeyse olanaksız olduğu, keşfetmesi bile oldukça zor hatta yararsız, geniş ve
görkemli ormanları hakkında kesin veriler yok. Bu bölgenin ormanları, Kastamonu
vilayetindekilerle birlikte, bölgeyi çok iyi betimleyen “ağaç denizi” deyimi ile adlandırılırlar.
Kandere kazasının yüzölçümünden, ekim alanları, akarsular, küçük Ak-göl ve yerleşim
alanları çıkarıldıktan sonra geriye kalan yaklaşık 2,300 km²’lik tek bir orman İzmit
mutasarrıflığının sınırlarını doğuya doğru aşarak komşu vilayetler içinde uzaklara uzanarak
bu adın verilmesine neden olmaktadır.
Hayvancılık – Kandere kazasındaki hayvan yetiştiriciliği yıllık ortalaması aşağıda verildiği
üzere 228,640 baştır.
Sığır ve inek
Manda
At ve katır
Koyun
Keçi (genel)
Tiftik Keçisi
Deve
Toplam
Baş
83,900
1,565
20,000
55,665
34,960
32,200
350
228,640
Akarsular, Irmaklar – Sakarya Irmağı, Ada-Bazar ve Kandere kazalarının ortak sınırı boyunca
yaklaşık 10 km yol alır ve tam Kandere kazasına girdiği noktada sol tarafından Kara-su
kendisine katılır. Sakarya buradan kuzeye yönelerek Kandere kazasını yaklaşık 16-17 km
katederek Ağaçlı’da (İncirli) Karadeniz’e dökülür.
Düzce’den gelen Milan (Melen)-Su’yu (antik Hypius Irmağı), son dört kilometresinde
Kastamonu eyaletinden ayrılarak, Kandere kazasının en uç kuzeydoğu ucundaki ağızda
Karadeniz’e dökülür.
Karşı sınırında ise kaza, İstanbul vilayetinden (Şile kazası) sularını Eseköy’de Karadeniz’e
akıtan Ava-su (Ağva) ile ayrılır.
Göller, Bataklıklar – Kazanın kuzeyinde Ak-göl ve Kara-su adlı iki küçük göl bulunmaktadır.
Biri doğuda, diğeri batıda olmak üzere her ikisi de Sakarya Irmağı’ndan 6 km uzaklıktadırlar.
276
Ak-göl, fazla sularını doğal bir akıntı kanalı ile bu ırmağa boşaltmaktadır. Ak-göl’ün yüz
ölçümü yaklaşık 12 km²’dir. Kendi ile aynı adı taşıyan küçük bir akarsuyun sularını toplayan
küvet şeklindeki Kara-su’nun yüz ölçümü ise yalnızca 4 km²’dir. Bu sular gölün karşı
kıyısından tekrar yola koyularak daha sonra Karadeniz’e dökülürler.
Batak-köy’de geniş sebzelikler bulunmakta olup buradan çıkan ve yavaşça güneyden kuzeye
yükselerek, Sakarya Irmağı ağzından 6 km önce bu ırmağa dökülen zayıf bir akarsuyun adı
Batak-su’dur.
Yollar – Kandıra kazası, yol bakımından yoksundur ancak kısa bir süre önce Ankara-Kayseri
ve Eskişehir hatları için Mösyö Kulla’ya verilen imtiyazın yer aldığı anlaşmanın
Adapazarı’ndan Kdz. Ereğli’ye yapılacak hat için ön incelemeler yapılmasını içeren 36.ıncı
maddesi ve yine aynı maddeki bu hattın yapılması ile işletilmesi hakkındaki tarafların
yararına olacağı açık olan özel maddesine göre bu durumun değişmesi çok zaman
almayacaktır. Bu hatta eklenecek, kısa ve ucuz hatlar Kandere kazası’nın başlıca
merkezlerini birbirine bağlayarak “ağaç denizi” bölgesinin demiryolu aracılığı ile daha verimli
işletilmesini sağlayacaktır.
Üretim – İzmit’ten batıya yoğun gönderilen çeşitli orman ürünleri, hızarlar, sayısız kömür
üretimi dışında Kara-su, İncirli (Ağaçlı), Kerpe ve diğer kuzeydeki Karadeniz kıyı köylerinin
kayıkları ile İstanbul’a ve Boğaz’ın iki yakasına oldukça az miktarda kereste, kalas,
kaplamalık ceviz, ağaç kömürü, vb. gönderilmekte. Aslında bu miktarlar çok yüksek
değerlere ulaşabilir. Ayrıca, Şeyhler ve Keymas nahiyelerinde yoğunlaşmış olan önemli
oranlardaki keten ipi, üstübü ve bezi de belirtilebilir. Burada ve Adapazar’da üretilen keten
bezinin ihracatı, daha önce de belirttiğimiz gibi 920,000 frank değerinde ortalama 400,000
parçadır.
Şeyhler (Kaynarca) Nahiyesi
Şeyhler nahiyesinin merkez kasabası da aynı adı taşımakta olup İzmit’in 50 km
kuzeydoğusunda, ve Ada-Bazar’ın 30 km kuzeyindeki kaza merkezi Kandere’nin 15 km
güneydoğusundadır. Toplam 46 kasabadan oluşan nahiyenin toplam nüfusu aşağıda
gösterildiği üzere 13,895’dir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Göçebe Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
10,340
95
800
11,235
Ortodoks Rumlar
1,560
Gregoryen
Ermeniler
1,100
Toplam
13,895
Şeyhler, bir zamanlar çok önemli bir kent olmasına karşın bugünkü nüfusu yalnızca 1,800
kişidir. Burada minareli 18 büyük cami, 6 mescid, 150 halk çeşmesi, 6 han ve 37 dükkan ya
da mağaza bulunmaktadır. Bu nahiyede 22 çiftlik ve 22 değirmen vardır. Başlıca ekin olan
keten geniş alanlarda yapılmakta olup önemli oranda keten üstüpü, ipi ve bezi üretilmekte,
belirgin miktarda da keten tohumu ihraç edilmektedir. Ada-Bazar aracılığı ile İzmit ve İstanbul
üzerinden özellikle keten bezi Arabistan’a, keten tohumu ise Avrupa kentlerine ihracatı
yapılmaktadır.
277
Okullar – Şeyhler nahiyesinin toplam okul sayısı aşağıda belirtildiği gibi, tamamı temel ya da
ilk okul olmak üzere 33, öğrenci sayısı ise 525’dir.
Öğretim Düzeyi
Müslümanlar
Okullar Öğrenciler
ilkokul
31
400
Ortodoks Rumlar İlkokul
1
65
Gregoryen
Ermeniler
İlkokul
1
60
Toplam
33
525
Keymas (Kaymas) Nahiyesi
Keymas nahiyesi, İzmit’in kuzeybatısında Kandıra’nın da güneybatısında olmak üzere iki
kazanın ortak sınırının en uç tarafında kalmaktadır. Konumu ekteki haritada399 Bayındırlık
ve Orman Genel Müfettişliği’ne bağlı Osmanlı mühendislerince yeni yapılmış düzeltmelere
uygun olarak verilmiştir. Nahiye, aynı adı taşıyan bir merkezin yanı sıra, aralarında Ermenice
adı Kaşgal olarak da çok tanınan ve önemli bir hac noktası olan Armaş (Akmeşe)
Manastırı’nın dinsel yönetimine bağlı Pir Ahmet köyü de dahil olmak üzere 32 köy ve küçük
yerleşimden oluşmaktadır.
Keymas nahiyesinin nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 10,772 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
7,591
Ortodoks Rumlar
1,180
Gregoryen
Ermeniler
2,001
Toplam
10,772
Nahiye ile aynı adı taşıyan Keymas merkez kasabası, fetihler sonrası (Sultan) Osman’ın
haleflerinin tımarı olarak bu toprakları elinde tutan eski beylerin merkezi idi. Bugün 10
minareli cami, 3 mescid ve 32 dükkan bulunmakta. Ortodoks Rum toplumunun 2 kilise ve
121 öğrencili 2 erkek ilkokulu var. Kaşgal’ın (Türkçe = Pir Ahmed) Gregoryen Ermenileri ise
bu kasabada 750 nüfus, 2 kilise ve biri 100 erkek diğeri ise 50 kız çocuk öğrencili iki ilkokula
sahipler. Bu 4 okul ve 271 öğrenci, temel olarak nüfusu çiftçi, dokumacı ile iplikçiden oluşan
ve özellikle keten ekimi, ketenden üstüpü, ip ve kumaş üretimi ile uğraşan Kaymas
nahiyesinin tüm öğrenci dağarcığını oluşturmakta.
15 çiftliğin ve bunlara ekli 15 değirmenin bulunduğu nahiyenin diğer başlıca zirai uğraşları
olan sebzecilik ve olağanüstü ürünler elde eden meyvecilik, 363 pınarın sularını çok sayıdaki
güzel bahçe ile paylaşıyorlar.
Karasu Nahiyesi
399 Y.U.: Çevirisini okumakta olduğunuz baskıda ne yazik ki bu harita verilmemiştir.
278
Nahiye ile aynı adı taşıyan Karasu merkez kasabası, Kandere kazasının kuzeyinde,
Karadeniz’in kıyısında, Sakarya ve Milan-su (Melen, antik hypius) ağızlarının arasında, İzmit
Mutasarrıflığı ve Kastamonu vilayet sınırının 15 km batısında, İzmit’in 80 km
kuzeydoğusunda ve Ada-Bazar’ın 45 km kuzeydoğusunda bir liman kasabasıdır. Merkezin
nüfusu yaklaşık 1,900 kişi iken, 21 köyden oluşan nahiyenin toplam nüfusu ise aşağıda
gösterildiği gibi 9,400 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
6,000
400
6,400
Ortodoks Rumlar
2,000
Gregoryen
Ermeniler
1,000
Toplam
9,400
Karasu nahiyesinde 24 okul bulunmakta olup, ilkokul eğitiminden ziyade temel bir eğitim
verilmektedir. Öğrenci mevcudu aşağıda gösterildiği üzere 401’dir.
Okullar Öğrenciler
Müslümanlar
22
310
Ortodoks Rumlar
1
52
Gregoryen
Ermeniler
1
39
Toplam
24
401
Karasu nahiyesinde minareli 10 büyük cami, 8 kilise, 8 çiftlik, 8 değirmen, 8 halk fırını, 5
çeşme, 22 han ve 43 dükkan ya da mağaza bulunmaktadır.
Ağaçlı (İncirli) Nahiyesi
Ağaçlı ya da İncirli, Sakarya’nın ağzına yakın, Kara-su’ya komşu, 7 köyden oluşan küçük bir
bölgedir. İncirli adını taşıyan merkez yerleşim, Karsu’dan yalnızca 8 km uzaklıkta olup ülke içi
(Türkçe) hizmet veren bir telgraf istasyonu bulunmaktadır.
Ağaçlı nahiyesinin nüfusu, çoğu denizci veya kömürcü olmak üzere 476 müslüman, 900
ortodoks rum ve 100 ermeni olmak üzere 1,476 kişidir.
Bu küçük bölgedeki okul sayısı göreceli olarak daha yüksektir ve 37’den aşağı olmayan
sayıdaki okulda 486 öğrenci öğrenim görmektedir.
Okullar Öğrenciler
Müslümanlar
35
406
Ortodoks Rumlar
1
40
Gregoryen
1
40
279
Ermeniler
37
486
Ak-Abad Nahiyesi
Ak-Abad nahiyesi’nde pek tanınmamış 25 ormancı köyü, 5 büyük cami, 20 çeşme, 9 dükkan,
vb. bulunmaktadır. Toplam nüfusu aşağıda gösterildiği üzere 6,288 kişidir.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
4,264
486
4,750
Ortodoks Rumlar
636
Gregoryen
Ermeniler
900
Toplam
6,286
Ak-Abad nahiyesindeki okul sayısı 21 olup, temel eğitim vermektedirler. Öğrenci sayısı
aşağıda gösterildiği gibi 284’dür.
Okullar Öğrenciler
Müslümanlar
19
203
Ortodoks Rumlar
1
36
Gregoryen
Ermeniler
1
45
Toplam
21
284
Geyve Kazası
Konumu, sınırları – Geyve kazası, İzmit mutasarrıflığının güneydoğusunda bulunmakta olup
kuzeyde İzmit merkez livası ve Ada-Bazar kazası, doğuda Kastamonu vilayeti, güneyde
Bursa (Hüdavendigar) vilayeti ve batıda Kara-Mursal kazası ile çevrilidir.
Yüzölçümü, Yönetsel Bölünme – Toplam yüzölçümü 3,000 km²’dir. Yönetsel olarak Ak-Hisar
ve Taraklı adlarındaki iki nahiyeye bölünmüştür. Toplam 108 kent, kasaba, köy ve küçük
yerleşimden oluşmaktadır.
Yetkililer – İkametgahı Geyve olan bir kaymakam ve doğrudan ona bağlı iki nahiye müdürü
tarafından yöneltmektedir.
Kaza nüfusu – Toplam nüfusu aşağıda gösterildiği gibi 35,144 kişidir
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Göçebe Yerliler
Sığınmacılar
(Muhacirler)
20,766
190
710
21,666
280
Ortodoks Rumlar
Ermeniler
6,481
Gregoryen
Protestan
6,752
132
6,889
Çingeneler
108
35,145 kişi
Toplam
Merkez – Kaza ile aynı adı taşıyan Geyve merkezi, kaymakamın ikametgahı, Anadolu
Demiryolları istasyonunun bulunduğu yer olup 26º kuzey boylamı, 40º 30’ doğu enleminde,
Sakarya Irmağı’nın sağ kıyısında, ırmak ile İzmit-Ankara taşıt yolu arasında ve Yıldırım
Beyazıt tarafından 1392 Hicri yılına doğru ırmak üzerine yaptırılmış görkemli altı kemerli bir
köprünün bitim noktasında bulunmaktadır. Bu bölgede vadi, en az 4 km genişliktedir. Çeşitli
dut ağacı cinsleri, diğer ağaçlar ve iyi sulanmış bahçeler kasabayı çevrelemektedirler. Bir
zamanlar oldukça önemli bir kent olmasına karşın, IV.Murat döneminde 1640 yılında
yaşanan Sakarya Irmağı su baskını burayı harabe haline getirmiş ve o felaketten sonra
ayağa kalkamamıştır. Evler bugün bile olasılıkla yeni olmayan su baskınları tarafından tahrip
edilmiş görüntüsü içindeler. Nasıl olmuşsa olsun, sonucunda insanlar Geyve’ye çok yakın ve
bu nedenle kenar mahalle adı verildiği sanılan, yoğun nüfuslu olan Orta-Köy ve SaraçlıKaryesi yukarılarına taşınmışlar.
Nüfus – Geyve’nin (merkez) nüfusu, yukarıda belirtilen iki kenar mahalle dahil olmak üzere
aşağıda gösterildiği üzere 5,894 kişidir.
Geyve’deki Müslümanlar
410
Orta-Köy’deki Ortodoks
Rumlar
3,130
Saraçlı’daki Ortodoks Rumlar 1,217
4,347
Orta-Köy’deki Gregoryen
Ermeniler
1,137
Toplam
5,894
kişi
Bu rakamlar, daha önce verilmiş olan Geyve Kazası toplam nüfusuna dahildir.
Okullar – Geyve, Orta-Köy ve Saraçlı karyesi’nde (köyünde) 2’si yüksek (medrese), 5’i orta
ve 44’ü ilk okul olmak üzere 51 okul bulunmaktadır. 1024 öğrencinin 854’ü erkek, 170’i kız
çocuktan meydana gelmektedir.
Okullar
Öğrencil
er
Medrese
Lise
İlkokul
2
1
42
29
49
400
Ortaköy’de Erkek
1
150
Topluluklar
Öğretim Düzeyi
Geyve’deki
Müslümanlar
Ortodoks Rumlar
281
Gymnasium’u (Lise)
Ortaköy’de Kız okulu
(Yatılı)
Saraçlı’da İlkokul
Gregoryen Ermeniler Ortaköy’de Erkek Lisesi
Ortaköy’de Kız Yatılı
Okulu
Toplam
1
2
90
136
1
90
1
80
51
1,024
Geyve-İzmit arası kuş uçuşu uzaklık, yalnızca 43 km olmasına karşın gerek taşıt yolu,
gerekse demiryolu 63 km’dir. Ada-Bazar ve Geyve arası da yine aynı yollardan yaklaşık 30
km’dir.
Geyve’de uluslar arası yani Türkçe ve Fransızca hizmet veren bir telgrafhane bulunmaktadır.
Bu eski kentte ve banliyösünü oluşturan 36 yerleşimde 31 minareli cami, 41 mescid, 1
imaret, 4 türbe, 2 kilise, 75 halk çeşmesi, 1 hamam, 16 halk fırını, 35 han, 329 dükkan, 2
hızar, 38 çiftlik, 38 değirmen, 7 böcekhane ve ticari mallar için 2 depo bulunmaktadır.
Orta-Köy, Geyve’nin 5 km kuzeydoğusunda, 300 m rakımdadır. 5 km daha ötede SaraçlıKaryesi de aynı şekilde yüksek bir tepededir. Yukarıda belirtilen 7 böcekhane bu iki dış
mahallede olup 5’i Rum mahallelerinde, 2’si ise Ermeni mahallelerindedir. Ayrıca ipek
ipliğinin çile haline getirildiği 384 çark bulunmaktadır.
Her hafta Perşembe günü Geyve’de, nerdeyse tamamının İstanbul’lu tüccarlar tarafından
Fransa ve İngiltere’ye ihraç edildiği, kazada üretilen ipek, afyon, tahıl, pamuk, vb. gibi önemli
malların ticaretinin yapıldığı büyük bir pazar kurulmaktadır. Diğer susam, soğan, üzüm ve
diğer güzel meyveler, vb. gibi yerel ürünlerin çoğu İstanbul’da, geri kalanı ise yörede
tüketilmektedir. Tütün ise Reji’nin acentasına teslim edilmektedir.
Çok özel bir nedeni olmasa da Geyve kavunları, bir zamanlar Bursa pazarlarında olduğu gibi
demir yolu ve taşıt yolunun yapılması sonrası İstanbul’da oldukça rağbet görmektedir.
Eski Eserler – Görüldüğü üzere Geyve, antik Tottoeum olduğu sanılan kent üzerine
kuruludur. Th. Charles Texier, buradaki büyük bir meydanda “bir çok lahit kalıntısı,
palmetlerle süslü bir sunak üzerinde Αχλλευς yazısını ve bir mermer sütunun yukarı
bölümünün üzerinde doğal yükseklikteki bir heykele ait iki ayak izi” görmüştü.
Tarımsal Üretim – Sancağa oranla Geyve kazası tarımsal üretimi aşağıda gösterildiği gibi
daha gelişmiştir.
Buğday
Arpa
Yulaf
Çavdar
Mısır
Melez (Buğday
ve Çavdar
karışımı)
Darı
Kablıca
Pirinç
İncir
Hektolitre
55,000
22,200
29,000
11,000
120,000
11,200
30,000
14,500
17,000
10,150
282
Çeşitli
12,500
Keten Tohumu
Bakla
Nohut
Bataklık Baklası
Kestane
Yaş Üzüm
Çeşitli Meyveler
Soğan
Sarmısak
Balmumu
Bal
Fasulye
Mercimek
Susam
Badem
Ceviz
Patates
Taze Sebze
Pamuk
Koza
Ham İpek
Tütün
Peynir
Kilogram
95,000
12,147
11,200
600
90,000
513,178
610,150
256,590
513,180
12,312
98,490
11,100
9,000
3,800
9,000
55,000
75,000
289,000
32,073
769,767
16,605
6,114
100,000
Hayvancılık – Yıllık ortalama hayvan besiciliği aşağıdaki gibidir.
Sığır ve inek
Manda
At ve katır
Koyun
Keçi (genel)
Tiftik Keçisi
Deve
Toplam
Baş
81,701
1,375
18,245
60,857
25,360
33,000
245
220,783
Ak-Hisar (Pamukova) Nahiyesi
Ak-Hisar nahiyesi aşağıda belirtildiği gibi toplam nüfusu 11,626 kişi olan 43 kasabadan
oluşmaktadır.
Müslümanlar
Yerleşik Yerliler
Ermeniler
Gregoryen
Protestan
8,734
1,957
137
2,089
Ortodoks Rumlar
Toplam
803
11,626 kişi
283
Nahiye ile aynı adı taşıyan merkez yerleşim, müdürün ikametgahı olup Sakarya Irmağı’nın
sol yakasında, Anadolu Demiryollarının 75.inci kilometresinde, Geyve istasyonunun 12 km
batısındadır. Ak-Hisar kasabası istasyondan 10 dk uzaklıkta, hoş tepelerin ayağında ve
1,800 m genişliğindeki büyük bir ovanın batı kıyısında olup içinden Sakarya Irmağı’nın kent
boyunca geçer ve çevresinde çok sayıda köy ve küçük yerleşim bulunmaktadır. Garın
yakınlarında, çevrenin büyük tarımsal üretiminden pay alma iddiasında olan bir buharlı
değirmen yakın bir zamanda yapıldı.
Nahiye nüfusuna da dahil edilmiş olan Ak-Hisar’ın nüfusu birazdan görüleceği gibi 1,438
kişidir.
Müslümanlar
882
Ermeniler
456
Yabancılar ve çeşitli
100
Toplam
1,438 kişi
Ak-Hisar nahiyesinin ürünleri, kaza ile aynı olmasına karşın susam gibi tarımsal ürünler
Geyve çevresine oranla daha yüksek miktarlarda iken afyon, ipek ve tütün daha düşük
oranlardadır. Ak-Hisar’ın peyniri çok aranır olup yılda 100,000 okka (128,295 kilo) civarında
ihraç edilir.
Okullar – Akhisar nahiyesinde 2 orta, 49 ilkokul olmak üzere 51 okul bulunmakta, öğrenci
sayısı ise 706.
Okullar Öğrenciler
Müslümanlar
(Yerleşik yerliler)
1 lise
36
ilkokul
463
Gregoryen
Ermeniler
3 ilkokul
150
Protestan
Ermeniler
1 kolej
55
51
706
Toplam
38
Ak-Hisar kasabası ve çevresinde 28 minareli büyük cami, 12 mescid, 4 türbe, 3 kilise, 1 halk
hamamı, 44 halk çeşmesi, 7 fırın, 31 hamam, 281 dükkan, 47 çiftlik, 47 değirmen ve 2 hızar
bulunmaktadır.
Madenler – Ak-Hisar’ın 5 km kuzeyinde, Gökdağ eteklerinde, Kurt-Belen nahiyesindeki
manganez madeni bir İstanbul Ermeni’si olan imtiyaz sahibi Ussep-Ağa tarafından
işletilmektedir.
Eski Eserler – Akhisar’da bulunan sütunlar, arşitravlar ve diğer antik kalıntıların buraya eski
Leucae olan Lefke’den getirildiği sanılmaktadır. Ancak, Akçakaya yakınlarında, nahiye
merkezine yaklaşık 15 km uzaklıkta 2 m yüksekliğinde, kenarları 1 m olan dörtgen bir taş
üzerinde bir ölü heykeli bulunmaktadır. Bu taşın her açısal köşesinde kanatlı bir figür
işlenmiştir. Bu anıtın üst kısmına kazılmış bir yazıt, zamanın etkisi ile okunmaz olmuş.
Taraklı Nahiyesi
284
Taraklı nahiyesi, İzmit mutasarrıflığının güneydoğu sınırının en uç noktasında olup Gül-Pazar
yakınında Bursa vilayetine, Göynük yakınında Kastamonu vilayetine dokunmaktadır. Nüfusu
aşağıda görüldüğü üzere 8,593 kişidir.
Müslümanlar
Gregoryen
Ermeniler
Ortodoks Rumlar
Toplam
5,470
3,832
291
8,593
kişi
Bu nahiyenin tüzel kişiliği 29 kasaba, köy ve küçük yerleşimi kapsamaktadır. Merkez
yerleşim Taraklı, bir müdürün ikametgahı ve ülke içi (Türkçe) hizmet veren bir telgrafhaneye
sahip olup Sakarya’ya dökülen Göynük-Su’yun sağ kıyısında, kaza merkezi Geyve’nin 32 km
güneydoğusunda, mutasarrıflık merkezi İzmit’in 95 km güneydoğusunda, Ada-Bazar’ın 69 km
güneydoğusunda, Kastamonu vilayetindeki Torbalı’nın (Göynük) 30 km kuzeybatısında ve
Bursa vilayetindeki Gül-Bazar’ın (Gölpazar) 23 km kuzeydoğusundadır. Bu kentlerden ilk
dördüne, merkez caddesinden geçen İzmit-Ankara taşıt yolu ile doğrudan, beşincisine ise
Göynük-Su ile bağlıdır.
Taraklı’nın nüfusu, yukarıda verilen nahiye nüfusuna dahil edilmiş olup 1,318 müslümandan
oluşmaktadır.
Taraklı’da ve çevresinde 10 büyük minareli cami, 20 mescid, 5 medrese, 1 halk hamamı, 10
halk çeşmesi, 6 fırın, 12 han, 83 dükkan, 20 çiftlik ve 20 değirmen bulunmaktadır.
Okullar – Taraklı nahiyesindeki okul sayısı 26 olup, 5’i yüksek (medrese), 1’i orta ve 20’si ilk
ya da temel okullardır. Öğrenci sayısı ise 347’dir.
Okullar
Öğrencil
er
Müslümanlar
5
Medrese
1 Lise
20 İlkokul
Toplam
26
45
50
252
347
Bu nahiyenin başlıca tarımsal ürünleri tahıl, afyon ve ipektir.
Termal Sular – Taraklı yakınlarında, Ilıca kasabasında 1 sülfürlü termal kaynak
bulunmaktadır. Ancak yapılar, ihmaller sonrası oluşan kazalar sonucu o denli hasar
görmüştür ki bir zamanlar yoğun ilgi gören hamamlar bugün terk edilmiş vaziyette.
Taraklı’da her Pazar günü önemli bir pazar kurulmaktadır. Burada önemli miktarda buğday,
mısır, taze meyve ve sebze, afyon, koza ve ham ipek ayrıca komşu köylerde kemik ve
ağaçtan yapılarak İstanbul’a gönderilen kaşıklar satılmaktadır.
1890, Ahmed Midhat
Tanzimat sonrası yazarlardan Ahmed Midhat, Keçecizade Ferik İzzet Paşa’ya ait on metre
boyundaki Keyfim adlı bir kotra ile Beykoz’dan başlayıp İzmit Körfezi’nde devam eden ve
yolcuları arasında Ahmed Midhat dışında Hasip Paşazade Müfit ile Nahit Beylerin de
bulunduğu bir tekne gezisini, ardından Tavşancıl tepelerinde yapılan bir av partisini
285
anlatırken, keyifli bir uslupla o günün yaşamı ve hatta gezdiği noktaların tarihlerine de küçük
notlarla değinmiştir. Gezi, önce Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmiş, daha sonra
1891’de kitap haline getirilmiştir. İlk kez 1952’de Hakkı Tarık Us tarafından bu makalelerden
yaptığı şeçmeleriden oluşan “İzmit Körfezi’nde Bir Gezi” adı altında yeni harflerle
yayınlanmıştır. Benim, yöremizle ilgili alıntıları yaptığım aşağıdaki özet metin ise Sami Önal
tarafından yayına hazırlanan ve tüm makaleleri kapsayan “Sayyadâne Bir Cevelan” adıyla
2001 yılında basılan yapıttan alınmadır.400
Yelkenkaya Burnu, Körfez’e Giriş
Rumî Ağustos ayının yirmidokuzuna rastlayan Perşembe günü yola çıktık... Tuzla
Burnu’ndan sonra Yelkenkaya Burnu’nu tutacak idik ki işte bu Yelkenkaya İzmit Körfezi’ne
girerken sol taraftan körfezin başlangıcını oluşturur… Tuzla Burnu’ndan Yelkenkaya’ya doğru
gidilmek gerekince yol ikileşir. Birisi, orada insanın karşısına çıkan iki küçük hayırsız adayı
sol tarafta bırakarak açıktan geçmek ve öbürü, anılan iki adanın orta yerinden geçip
gitmektir. İzzet Paşa Hazretleri iki adanın arasından geçmeye davrandı. Ben elimde deniz
haritası bulunduğundan ve oralarda su derinliğinin 8-9 gibi tekli rakamlarla işaretlendiğini
görerek –kotranın su kesiminden aşağısının 7-8 ayak olduğunu hatırladığımdan- adaların
dışından geçmesini teklif ettim… ancak daha sonra farkına vardık ki bu derinlik ölçüleri
kulaçtır.
O gün bizim bu konudaki canlı tartışmamızı kaptan Sitrati devre dışı bıraktı. Tümümüze
hitaben “Bre, ben buralardan bin kere geçtim. Hem gemilerle!” diye dümeni o tarafa doğrulttu.
Gerçekten korkumuz bütünüyle yersizmiş. Oradan en büyük gemiler bile geçebilecek kadar
denizler derin imiş…
Yemek için durduğumuz sırada çıkan ve oldukça sertleşen rüzgar ve sert deniz ile cayır cayır
yol alarak, uzaktan bembeyaz görünen kocaman bir yardan ibaret Yelkenkaya’ya yaklaştık ki,
kırk-elli metreyi geçen yüksekliği ve birkaç yüz metre uzunluğu olan bu heybetli ve
resmedilmeye lâyık kayanın yukarısında bir de vaktiyle hisar olduğu anlaşılabilen bir harabe
vardır. Zaten Marmara’nın bu taraflarında adım başında bu tür eski hisarların harabeleri ile
karşılaşılır. Bunların vaktiyle kıyıları deniz hırsızlarından ve bazı kere de düşman
hücumundan korumak ve savunmak için yapılmış oldukları tarihte görülür…
Marmara denizi nasıl içdenizlerin en güzeli ve deniz eğlenceleri için seçilecek seyahatlere
nasıl en ziyade elverişli ise, bu denizin en güzel parçasının da İzmit Körfezi sayılması
tamamiyle uygundur… Bizim için Tavşancıl bu deniz gezisinde ulaşmayı hedeflediğimiz
amaç olup, asıl amaç ise oralarda çok sayıda keklik bulunmasının mevsim gereklerinden
olması idi. Tavşancıl’a ulaşamaz isek, ertesi gün için kararlaştırılmış olan keklik avını
yapamayacağımızı düşünüyor idik. Kotrayı Eskihisar’da bırakıp demiryoluyla Tavşancıl’a
kadar gitme olanağı da aklımıza geldi… Bütün demiryolu boyunca peyda olmuş bulunan
güzel sayfiyeler ile de birleşerek, bize adeta Avrupa’nın en mamur bir yerinde
bulunduğumuzu bile zannettiriyor idi… Darıca kasabasının önünden geçmeye başladık. Yüz
kadar İslam ve kalanı Rum olmak üzere beşyüz kadar haneyi içine alan bu Darıca kasabası
ne güzel bir yerdedir. Deniz seviyesinden yirmi-otuz metre kadar yüksek ve set gibi bir yama
üzerindeki denize akseden görünüşüyle, güya gümüş bir aynada kendi güzelliğini temâşâ ile
hayran olan sevgiliye benzer. Kasabanın önünde ufacık bir burun vardır ki, kuzeyden güneye
doğru ilerlemiş olduğundan onun doğu ve batı tarafları gayet güzel demirleme yeridirler. Hele
doğu tarafı rüzgarlardan emin ve korunaklı bir liman şeklinde bile kabul edilir.
Çavuş Üzümü
400 Ahmed Midhat, Sayyadâne Bir Cevelan, İstanbul 2001, s. 42 – 74. (Y.U.: Cevelan, gezi anlamındadır).
286
Erenköyü’nden kurtulur kurtulmaz Anadolu kıyısını bir takım düzenli bağların süslediği
görülür ise de, o bağların asıl yoğunluğu İzmit Körfezi’nde olup, onun ilk örneği de şurada
Darıca’da görülür. Bütün bu yörede yetişen üzümlerin nefasetine kimin ne diyeceği olabilir?
Çavuş üzümü!... Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri işbu çavuşüzümü çubuklarından o
zaman Fransa Kralı ve adı geçen hakan hazretlerinin bağlaşığı olan I.François’a hediye
olarak göndermiş ve kralın emriyle çavuş üzümü çubukları Fontainebleue bahçelerine
dikilmiş. Sonradan Fransa’nın başka vilayetlerine de yayılarak “şaşla” diye nefasetiyle bütün
Avrupa’da şöhret bulmuş üzümler işte bizim bu Çavuş üzümünün zürriyeti iseler de, her
ikisini de yemiş olanlar oybirliği ile karar veriler ki, Fransa’nın şaşlası İstanbul’un Çavuş
üzümlerine kıyasla adeta dağlarda yetişen asmaların verdikleri üzümler ayarında kalır…
Gerek Darıca’nın gerekse şu İzmit Körfezi etrafında bulunan başka kasaba ve köylerin
ürünleri üzümden de ibaret değildir. Burada pek çok zeytinlikler de var. Birer çırpı ile dikilmiş
şu ağaçların uzaktan gösterdikleri düzenlilikdeki güzelliğin mutlaka gözle görülmesi gerekli
olup, dil ve kalemle yeterince anlatılamaz. Halbuki bu kadar çok zeytinlikler, hala yeni sistem
yağhaneler yapımını gerektirmemiş olsa da o nefis zeytinlerden, torbalar içinde sızdırılarak
çıkartılan yağ, çok üründen az yağ üretilebilmesi ile sonuçlanmaktadır. Gerçi bu torba
yağların nefasetine diyecek yoktur. Ama yağın bir çoğunun da posa ve çekirdek vs. ile ziyan
olup gitmesi, elbette acınacak bir kayıptır.
Çiroz Yapımı
Darıca’ya özel bir ürünün de çiroz olduğunu kaptanımız Sitrati söyledi. Gerçi bizim
Boğaziçi’nde de çiroz balığı tutulup kurutulur ise de, buraya oranla az kalırmış. Mevsimi
geldiği zaman burada milyonlarca çiroz avlanarak kurutulur imiş ki, kadın erkek, çoluk çocuk
tüm kasaba başka çevre köylerden dahi işçi tutularak bu işle uğraşılır ve bir karış yeri boş
bırakmamak derecesinde her tarafı çiroz hevenkleriyle doldururlarmış. Bunlar Limon
İskelesi!’ndeki tüccarlar tarafından satın alınarak Rusya, Romanya, Bulgaristan ve
Yunanistan taraflarına gönderirler imiş…
Bu voltada gele gele tâ Eskihisar karşısına kadar geldik. Bu Eskihisar, Gebze kasabasının
iskelesidir. Orasını köy bile saymamak gerekse de Cenevizliler döneminden kalma büyücek
bir hisar kalıntısıyla bir de Gebze’nin iskelesi olması buraya o namı kazandırmıştır. Yoksa üçdört kulübeden ibaret bir yerin ne önemi olabilir? Gerçi şimdilerde asıl Gebze kasabasının da
hiçbir önemi kalmamıştır ya. Kıyıdan üç-dört mil içeride bulunan bu kasaba, vaktiyle
İstanbul’dan Bağdat’a giden yolun en önemli menzillerinden biri idi. Ama İzmit demiryolunun
yapımından beri o önem İzmit’e kaydı. Şimdi İzmit’ten beri tarafa kervan geçtiği yoktur. O
zamandan bu zamana da Gebze halkının yarısı dağılmıştır. Söz konusu kasabanın eski
çağlardaki önemi ise daha da çoktu. Eski adı Libisos401 olup o zamanlar “Bitini”402 denilen
ve şimdiki Hüdavendigar (Bursa) vilayeti ile İzmit Sancağı ve bunların civarında daha bir
takım yerleri kapsayan ünlü krallığın en mamur yerlerindendi. Kartaca generallerinden olup
Romalılarla yaptığı uzun ve şiddetli savaşlardan dolayı askeri tarihte pek tanınmış olan
Anibal burada vefat etmiştir ki, bu da söz konusu kasabanın ününe ün katmıştır. Anibal son
yenilgisi üzerine Suriye kralı Antiyonos’a iltica etmiş ve onu da Romalılara karşı savaşa
kışkırtmış başını belaya sokmuş idi. Nihayet Bitini kralı Prosias’a403 sığınıp ve Gebze’de
ikamete katlanmış ise de, Prosias bu tehlikeli konuktan dolayı Romalıların gazabına
uğramaktansa Anibal’i Romalılara teslim ederek ödüllerine layık görülmeyi tercih etmiş ve
Anibal bunu anlayınca düşmanlarının eline diri diri yakasını teslim etmektense, zaten 64
yaşında bulunup bu kadar da yenilgilerden sonra artık gözünde lezzeti kalmayan hayattan
vaz geçmeyi ve kendi kendini zehirlemeyi seçmiş. Bu olay İÖ 183’de olmuştur. Aklımıza
401 Y.U.: Libyssa
402 Y.U.: Bithynia
403 Y.U.: I.Prusias İÖ 229-182
287
uymayan bir yön varsa o da tarihin, “Anibal boğa kanı içerek kendini zehirledi” demesidir.
Boğa kanında acaba zehir var mıdır?...
Anibal’in mezarı derken aklımıza Fransız kontlarından ünlü Teyli geldi ki ömrünün son
zamanlarında İzmit’te berberlik ederek geçinip, orada vefat ettiğini bir seyahatnamede
okumuş idik.
O seyahatnameyi hatırlar hatırlamaz yine o seyahatnamede Anibal’in mezarı hakkında
okuduğumuz bir bölüm aklımıza geldi. Meğer Anibal’in mezarı da Gebze’nin güneybatı
tarafında ve kasabaya birkaç dakikalık uzaklıkta yüksecik bir tepenin üzerindeymiş, hala
orada üç büyük servi bulunup halk dahi “Aniva Mezarı” derlermiş. Gidip görüp
araştırmadığımız için buna doğru olup olmamasının sorumluluğu anlatana aittir demekten
başka söz bulamayız…
Tavşancıl
Tavşancıl’a yaklaşırken İzzet Paşa Hazretleri Karamürsel Dağları’nda gerçekleştirilen avların
menkıbelerini tatlı talı anlatıyordu… Güneş batmadan Tavşancıl’a ulaştık… Tavşancıl denilen
köy sahilden on dakika, bir çeyrek yokuş çıkılmak süretiyle ulaşılabilecek bir tepe üzerinde ve
ikiyüzelli, üçyüz kadar yalnızca İslam hanesini kapsayan oldukça manzaralı ve güzel bir
yerdir. Sahilde ise demiryolu istasyonu ve birkaç kahve, kayıkçı ve balıkçı odaları ve fırın gibi
binalar bulunur; bunların da önünde ufacık bir burun vardır ki, esmekte bulunan rüzgar ve
onun kabarttığı dalgaları o burun biraz kestiğinden, onun iç tarafı oldukça liman kabul edilir.
İşte bu limancığa demir attık. Seslenmemiz üzerine üç çifte bir kayık bizi karaya çıkartmaya
geldi ki, Tavşancıl ile karşı kıyıda yer alan Karamürsel arasında yolcu, eşya ve evrak taşıyan
iki kayıktan birisi imiş. Karaya çıktığımızda Müfit Beyefendi, daha önce verilen karar uyarınca
bize eşlik edecek iki avcı, bizi ve eşyalarımızı taşıyacak beygirci bulmak ve o gece köyde
kalıp ertesi sabah erkenden dönmek üzere köye gitti… Tavşancıl’da mutlaka bir okul
olduğunu düşünerek durumunu sordum. Pek övdüler. Okulu genişleterek yeniden yaptıklarını
belirttiler… Ertesi gün beni beygirle Çerkesli köyüne kadar götürmüş olan bağcı Eşref
Ağa’yıda bir yazılı kağıdı okurken gördüm. Ağa ünvanlı adamın bu kadar okuması, artık bu
köydeki efendilerin eğitim düzeylerini kıyaslamaya yardımcı olur. Geri dönen Müfit Bey’in
yanında bir iki adam daha bulunup, bunun birisi Çerkeslili Ömer Ağa namında avcılığa
meraklı bir adammış ki, ağızdan dolma tüfeklerle kırma ve kuyruktan dolma tüfeklerin farkını
anlayarak fakirliğine rağmen bunlardan birini edinebilmiş. Yarın Çerkeşli köyüne
gideceğimizden akşamı da onun evinde geçirmeye karar verildi…
Ertesi sabah, itirazlara rağmen avcı olmadığımı söyleyerek akşam üstüne kadar dinlenmek
üzere teknede kaldım. Onlar gittikten sonra da ben de doğal ve zorunlu gereksinimlerimi
görmek için karaya çıktım. Deniz kenarındaki kahvede bir de sabah kahvesi içerek, Sitrati’ye
yedide beni kaldırmasını söyledim… Saat tam sekizde beni almaya gelen Eşref Ağa kıyıdan
seslendi. Eşref Ağa önde, ben beygir ile arkada kıyıdan Tavşanlı köyüne ulaşan bayırları
tırmanmaya başladık. Yolculuk esnasında Eşref Ağa’dan köy hakkında bilgiler aldım. Köyün
en büyük geçim kaynağı bağcılık olup bu sene üzüm para etmemişti ve geç de yağan şiddetli
yağmurlarüzümleri bozmuştu. Bir adamın yalnız başına dört dönüm kadar bağ yapabildiği ve
onu da ortalama senede elli liraya kadar komisyonculara toptan satılabildiği ve bağ işlerinde
çalışan işçilere on ile oniki kuruş arasında gündelik verildiği ve bazen köylülerin beygirlere
üzüm yükleyerek buradan uzaklığı 12 saatten aşağı olmayan ve Karadeniz kıyısındaki
Şile’ye kadar giderek satmaya gittiklerini öğrendim…
Köy içinden geçtik. Ne güzel, ne mamur köy! Tam köye girerken üzerine çıktığımız tepelerin
İzmit Körfezi üzerine doğru uzayan manzarası, Boğaziçi’nde bile ender bulunan
manzaralardandır. Köyde öyle eskimiş, bir tarafa eğilmiş, kiremitleri düşmüş evler yok. Birer
katlı fakat muntazam yapılmış evler gördüm. Birkaç tane eski, tepe camlı ve pencereleri
üzerinde “Maşallah” ve “Ya Hafız” yazılı evler gördüm ki yapılış tarzları eski ve ona mahsus
288
güzellikte olmaları yanı sıra zamanında gayet dayanıklı yapılmış olduklarından, bugün dahi
birkaç yıllık yapılar gibi görünürler. Yeni yaptıkları okulu da Eşref Ağa gösterdi… Köyün bir
de oldukça önemli ve güzel çarşısı vardır. Hele bir gazinosu vardır ki, bahçesi mazı
ağaçlarıyla gölgelendirilmiş güzel bir yerdir…
Köyün içinden geçtikten sonra yol bayır aşağı inmeye başladı ve önümüzde çevredeki
bayırların, etekleri toplanarak büyük bir çanak görüntüsüne soktukları Tavşancıl bağları açıldı
ki, iki bin dönümden az tahmin olunmayan bu çanağın içini orman gibi istila etmiş bağlığın
gözlerimin önünde oluşturduğu güzelliği ömrüm boyunca hiçbir yerde görmedim dersem
abartma sayılmamalıdır.
Buralardan her gün İstanbul’a yüzlerce küfe üzüm geliyorsa da üzümün yine buradaki
güzelliği taşıma esnasında kayboluyor. Koparılırken yıprandığı gibi küfelere istif olur, beygir
ile istasyona taşınır ve demiryolu ile Haydarpaşa ve oradan mavna ile Sirkeci’ye ve oradan
hamal ile komisyoncu dükkanlarına ve yine hamal ile manavlara götürülürken üzüm hep ezilir
ve gerçek tadını kaybeder…
Bağlığın Çerkeşli yönündeki yamacında “Çatalçeşme” denilir bir çeşmeye geldik. Yolda
rastladığımız bir Boşnak bize arkadaşlarımızın av bulamadıklarını ve Çerkeşli’ye gitmeyip
daha ilerideki Tepeköyü’ne gittiklerini söyledi… Çatalçeşme’ye vardığımızda çeşmenin
yanında kocaman yeşil sarıklı, şeyh tavırlı bir adam oturuyordu. Eşref Ağa’dan öğrendim ki
bu adam Karamürsel tarafında oturan ulemadan, şeyhlerden bir zat olup arada bir bu
taraflara gelerek köylülere vaaz ve nasihat verirmiş.
Çatalçeşme’nin suyu pek serinse de bizim Göztepe, özellikle Karakulak suları ile
karşılanmayacak derecede tatsız ve ağırdır, çünkü çukur bir yerden kaynar…
Çatalçeşme’den yola düzülerek inişli çıkışlı bir hayli yürüdükten ve gayet taşlı yerlerden
geçtikten sonra önümüzde belirek yüksecik bir tepe üzerinde Çerkeşli köyünün ilk evleri
görüldü.. Tavşancıl’a bir saat kadar uzak olan bu köy iki yüz kadar haneyi topluyorsa da
Tavşancıl gibi mamur olmayıp epeyce haraptır…
Bu köyün imamı, son çatışmada (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) gönüllü olarak
çarpışmaya gidip gaza görevini yerine getirmiş güzel bir adamdır. Onunla da konuşmaya
başladık. Köy okullarına ilgim çok olduğundan özellikle bunun üzerine konuştuk. İmamın
anlattığına göre bu çocukların öğretime ilgileri fazla olsa da okul pek dökük olduğundan
camide öğretime mecbur kalıyorlarmış. Köyün avarız404akçesi filan bulunmadığı gibi halkı
da pek fakir olduğundan okul yapılamıyor imiş…
Köy evleri malum, altı ahır. Onun yanında küçük bir samanlık, bir ambar. Üst katta iki oda, bir
mutfak. Bunların hepsi de harap fakat her tarafı tertemiz…
Kahramanlarımız, ertesi gün nisbeten güzel bir av çıkardıktan sonra yine deniz yolundan
İstanbul’a doğru yollanırlar.
1889, Baron von der Goltz
Freiherr Colmar Goltz 1843’de doğdu. 1861’de katıldığı Alman ordusundaki görevini Haziran
1883’de binbaşı rütbesine eriştikten sonra bırakarak Sultan Hamid dönemi Osmanlı
ordusunda eğitmen olarak görev aldı. Ordunun modernleşmesinde görev alan Goltz,1896’da
Almanya’ya bir korgeneral olarak döndü. Ağustos 1914’deki başarılı Belçika işgali sonrası
Sultan V. Mehmet döneminde 1914 Aralık ayında Goltz, İstanbul’a gönderildi ve Osmanlı
devletine danışmanlık yapmaya başladı. Mart 1915’deki bir güç savaşı sonrası Liman von
Sanders’in yerine 1.inci Ordu (Boğaziçi Ordusu) komutanı olarak atandı. Ekim 1915’de
404 Geçici vergi. Özellikle olağanüstü durumlarda, savaş zamanında alınırdı.
289
Mezopotamya sınırındaki 6.ıncı Ordu’ya komutan olarak atandı. İngiliz ve Hintli kuvvetlere
karşı 143 gün süren Kut kuşatmasında başarılı bir komutanlık yaptı ancak garnizonun 29
Nisan 1916’da düşmesinden on gün önce tifodan öldü. Askeri yapıtları yanı sıra
Ein Ausflug nach Macedonien (1894) (Bir Makedonya gezisi); Anatolische Ausflüge (1896)
(Anadolu Gezileri); İstanbul ve Çevresi Harita ve Tanıtımı gibi yapıtları da vardır.
Baron von Goltz (Goltz Paşa) “Anadolu Seyahatleri”nde bu bilinmeyen “Ağaç denizi”nin
Gebze (eski Dakibyza) şehrinin hemen kuzeyinde bulunan Yelken Kaya’dan başladığını
etraflıca anlatmıştır. Yolda bir çok leyleğe rastlar ve yapıtında batıl inanca göre üstünde
leylek yuvası bulunan bir evin yangından korunduğunu anlatır. Von Goltz’un çalışmaları
Boğaz ve Riva deresi arasını ve İstanbull civarının 1:100.000 ölçekli haritasındaki coğrafi
görünümleri kapsamaktadır. Bu geziler Tuzla ve Gebze’nin kuzeyini içerir.405 Goltz, İzmit’in
nüfusunu 20,000 olarak vermektedir. 406 Goltz 1891-1892 yıllarında İznik'i gezmiş ve surları
Helenistik döneme bağlamaya çalışmıştır. Kendinden önce kenti gezmiş A. Korte'nin İznik
kent kapılarının Helenistik döneme ait olduğu yönündeki yanılgısı, C. Freiherr Von der
Goltz'un da bir bahçe sahibince toplanarak oluşturulan duvarın Helenistik dönem surlarına ait
olduğunu öne sürmesine neden olmuştur. Adapazarı çevresindeki kalelerin tesbitini
yapmıştır. Mekece Kalesi bunlardan biridir. Goltz, bir açıklama yapmaksızın kalenin Bizans
dönemine ait olduğunu, Türkler tarafından tamir edilerek bir camiyle hamam eklenmiş
olduğunu belirtir.407
1893 & 1900, Walther von Diest
Berlin Bilimler akademisi tarafından Küzeybatı Anadolu’da ve az bilinen Sakarya havzasında
topografik çalışmalar için görevlendirilen Albay W. Von Diest, gezgin grubunun başkanı idi.
1886 ve 1895 yıllarında Sakarya çevresindeki kaleleri belirlemeye çalışırken Adapazarı’nın 1
km güneyindeki Adliye kalesini ilk kez o tesbit etti. Yine Adapazarı Seyifler Kalesini ilk
inceleyen W. Von Diest’tir. Günümüze ulaşan yegane parçalar olan yuvarlak kuleleri köşe
kule olarak belirtir ve kalenin 80 x 110 m’lik bir alanı kapladığını ekler.408
Yardımcıları arasında, fotoğrafları da çeken prens teğmen Carolath von Schöneich de
vardı.409 Foss, Diest’in 1900 yılında İzmit’i ziyaret ettiğini ve İhsaniye yakınlarında bir şato
yıkıntısının var olduğunu not ettiğini belirtir. Diest, yapının uzunluğunu 80’e 25 adım olarak
ölçmüştü, harçsız büyük bloklardan bir temeli, duvarlarında uzun okçu delikleri ve kuleleri
vardı. Ancak Saraylı Köyü yakınlarındaki yapı Diest’in anlattığı gibi bir kale değil bir 15. yy. Türk
kervansarayı idir. Alt sıralarında geniş kireçtaşı blokları vardır. Nikomedia surlarındaki
bloklara yakın benzerlikler taşıdıklarına göre oradan taşınmış olmalılar. Ulaşımın çoğu
denizden yapılabileceği için çok zor bir çaba olmasa gerek. Walther von Diest, 1896 yılında
da bölgeyi gezmiş ve Yuvacık’ın doğusundaki kalıntıların “Demir” anlamına gelen Sidera
kalesine ait olabileceğini söylemiştir.410
1894, Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben
Kuramsal bir eğitimin son aşaması olarak gördükleri, bisikletle Asya gezisine çıkan
üniversiteden yeni mezun iki Amerikalı gezgin bir Nisan sabahı erkenden Haliç’te bindikleri
bir buharlı gemi ile sisli bir havada Rum, Ermeni, Türk ve İtalyan yolcular arasında
Haydarpaşa’ya varırlar ve Boğaziçi’nden Pasifik’e bisikletle yaklaşık iki yıl sürecek 7,000
405 Freiherr von der Goltz Colmar, Anatolische Ausflüge, Berlin 1896
406 Öztüre, age, s. 162
407 Goltz, age, s.118-121, 403, harita 400
408 W. von Diest, Tilsitt nach Angora, Petermanns Mitteilungen, Erg. Heft 125, 1898, s. 65
409 W. von Diest & M. Anton, Neue Forschungen im nordwestlichen Kleinasien. Mil Beitragen von Leutnant Graf
Gotzen, A. Korte und G. Turk, Gotha 1895. (Ne yazık ki bu çalışmaya da ulaşamadım)
410 Diest (1898), s. 215. Aktaran Tay Project – Kurul, c. 8 (Bizans), İstanbul 2007
290
millik yolculuklarına başlarlar. İşte bölgemiz hakkındaki kısa anlatımları.411
İzmit (İsmid) yolu başlangıcına kadar rehberimiz, İstanbul’da kaldığımız süre içinde bizi
ağırlayan Ermeni doktorun 12 yaşındaki oğluydu. Elimizi iki eli arasına alarak “Tanrı sizi
korusun” dedi… İzmit demiryolu412 ve hatta ilerisindeki Ankara askeri yolu yapıldıktan kısa
bir süre sonra onarıma gereksinim duyar hale gelmişti. Bu nedenle yolun çoğunda patikayı
takip ettik. Demiryolunun uzun bir bölümü, İzmit Körfezi boyunca kayalık, tünel ve
uçurumlarla çevrili. Bazen de kıyıya o kadar yaklaşıyor ki Türklerin adlandırdığı adıyla kıyıya
yakın seyreden Kara Vapur’un sesi, dalgakıranların gürlemeleri ardında boğuluyor.
Üsküdar’dan İzmit’e kadar olan arazi, Asya Türkiyesi’nde geçtiğimiz bütün topraklardan zirai
olarak üstün. Verimli bir toprak ve bereketli bir bitki örtüsüne sahip. Şaşırtıcı bir biçimde
sonradan öğrendiğimize göre iç taraflardaki arazi kısır yayala ve dağlardan oluşmaktaymış.
Demiryolu, Anadolu’yu değiştiren başlıca etkenlerden biri ancak yerliler bu dönüşüme pek
gönüllü değiller. Demiryolu hala kervan yolunda çalışan 160,000 deve ile rekabet etmek
zorunda. Ankara yolunu izleyen patikadan demiryolunun son istasyonu Geyve’de ayrıldık.
Anadolu’dan gelen kervanlar yüklerini burada vagonlara devrediyorlardı. Ziyaret ettiğimiz
yıllarda Padişah’ın koruması altında Almanlar tarafından yapılmış demiryolu yine onlar
tarafından işletiliyordu. Halka Padişah’ın bu devasa hattı tamamlayacak sermayesi olup
olmadığını sorduğumuzda “Allah, Padişahımıza o kadar çok güç ve mülk vermiştir ki doğal
olarak bunu kullanmak hakkıdır” diye yanıtladılar. Diokletianus’un başkenti Nikomedia’dan
(İsmid) sonra şimdi de ağaç dolu Sakarya vadisini de geçerek yolumuza devam ettik.
1896, Ernst Kalinka
Yanındaki genç bilim adamlarıyla birlikte coğrafi ve arkeolojik keşifler yapmak, bu vesile ile
“Berlin, Corpus of Grek Inscriptions – Berlin, Yunan Yazıtları Külliyatı”na katkılar yapmak
üzere Anadolu’ya gönderilmiş ve bu arada Bithynia’da incelemelerde bulunmuştur.
1900, Rudolf Fitzner
İzmit ve çevresini dolaşanünlü haritacı, İzmit’in nüfusunu 37,000, yüzölçümünü 8,100 km²
olarak vermekte ve sadece kalenin aklıntılarından bahsetmektedir.413
1903, Lajos Szadeczky-Kardoss
Macar tarihçi Kalman Thaly’nin İzmit yolculuğundan 15 yıl sonra 1903’de Kolozsvar (Kluj)
Üniversitesi üyesi bir başka Macar tarihçi Lajos Szadeczky-Kardoss İzmit’i iki kez ziyaret etti.
Mültecilerin Türkiye’deki anılarını araştırmak amacını güden “Rakoczi Ziyareti” programını
Szadeczky örgütlemişti. Programdaki bir maddeye göre ziyaretçiler İmre Tökeli’nin mezarına
da gideceklerdi ve bu nedenle Szadeczky daha o yılın ilkbaharında İzmit’e önceden bir
yolculuk yapmıştı. İkinci kez 1903 yılı Ekim ayında gitti, fakat sadece Ermeni mezarlığını
ziyaret etmekle yetinmedi. Ayrıca kentin dışında İmre Tökeli ile İlona Zrinyi’nin son yıllarını
geçirdikleri ve hayata gözlerini yumdukları Çiçekli Çayır’a da gitmeyi kararlaştırdı.
Szadeczky’yi bu ziyarete özendiren, sadece “vatan sadakati” değildi aynı zamanda o zamana
kadar buraya bir Macar tarihçinin gelmemiş olması hatta oturulan köşkün tam konumun dahi
bilinmemesiydi. Kalman Thaly de bu ziyareti destekliyordu zira daha önce belirttiğimiz üzere
411 Thomas Gaskell Allen Jr. & William Lewis Sachtleben, Across Asia on a Bicyle, The Century
Illustrated Monthly Magazine, May-October 1894, Londra, s.83-84
412 Gezginler bu demiryolu hattına “Trans-Bosphorus” adını vermektedir.
413 Aus Kleinasien und Syrien, s.212, 1904. Aktaran Öztüre, age, s. 162; R. Fitzner, Forschungen auf der
Bithynischen Halbinsel, Rostock 1903, s. 52-61. Aktaran Vahide Vural, İzmit Bizans Devri Eserleri, İÜ Ed. Fak.
Sanat Tarihi Böl., Lisans Tezi, İstanbul 1977, s. 15
291
1888’de Tökeli’nin mezarını ziyaret etmiş ancak oturduğu yeri görememişti. Szadeczky,
Kalman Thaly’nin büyük başarı kazanan “Türkiye’de Rakoczy Hatıraları” adlı kitabını da
yanında getirmişti. Zira kitapta Matyas Donath’ın 1861’de yazdığı mektup ile Thaly’nin
yerinde edindiği izlenimlerinin bir özeti de bulunuyordu.
Macarlar
Szadeczky daha ilkbaharda araştırma hazırlıklarını tamamlayarak kendisinin edindiği
“enformasyon” verilerini onbeş yıldır İzmit’te yaşayan, kent ve yöresini çok iyi bilen avcılık
tutkunu Macar asıllı Keresztely Pap’a bildirdi. Bu konuda onun yol göstereceğini umuyordu.
Keresztely Pap kendisine bildirilen verilere dayanarak, janos Komaromi’nin tarifine uygun
düşen iki yer gösterdi. Birisi İzmit’in kuzeybatısında dağlar arasındaydı; diğeri ise kentten
öteye güneydoğu yönünde dağların eteğindeydi. Pap, daha çok ilk gösterdiği yeri aramalarını
öneriyordu fakat Szadeczky bu görüşü desteklemedi. Çünkü Komaromi’nin anlattığına göre
Çiçekli Çayır orada olsaydı Tökeli’nin cesedini Komaromi’nin geceleyin “gizlice kenti geçerek”
götürmesine gerek kalmazdı.
Szadeczky’nin ikinci dayanağı ise Matyas Donath’ın yukarıda değindiğimiz mektubuydu.
Mektupta anlatılan yerleri –Kazıklı İskele, Saraylı, Bahçecik– sorup soruşturduğunda bunların
İzmit’in tam karşısında olduğunu öğrendi. Bu ise Komaromi’nin verdiği yöne uygun
düşmüyordu. Gerçi Tökeli’nin taraftarlarından bazılarının orada yerleşmiş olabileceğini
dikkate aldı fakat Çiçekli Çayır’ı tamamen başka bir yerde araması gerekiyordu. Sonraları
kendisi Tekirdağ’da iken Pap’ı bu yerlere gönderdi. Kazıklı (günümüzde Kavaklı) sınırında
(güneydoğuda) eski mezarlığı da buldu. Etrafta üzerlerinde istavroz bulunan mezar taşları
vardı fakat yazı yoktu, yalnız çiçeklerle bezenmişti. Binanın olduğu yeri ve hamamı da buldu.
Hamamın girişinde, üzerine istavroz oyulmuş güzel bir mermer taş ve yakınında çeşmeyi de
keşfetti. Buraya (eski mezarlık civarına) “Macarlar” diyorlardı; bunun yukarısında Gözlemen
Tepe dedikleri dağ zirvesi, oradan doğuya doğru da Tatarköy (günümüzde İhsaniye) vardı.
Pap, Bahçecik köyüne de gitti fakat inşaatta kullandıkları taşlar üzerinde yazılar bulamadı.
Herhalde Kazıklı’nın sınırındaki eski mezarlığın çevresine “Macarlar” demeleri olasılıkla
Tökeli taraftarlarından bir kısmının orada oturmalarının anısına olacaktı; fakat İmre Tökeli
maiyetiyle birlikte orada oturmamıştı.
Öte yandan çiftliğin yeri hakkında Szadeczky’nin elinde iki dayanak vardı. Biri Tökeli’nin 17
Mart 1705’de II.Ferenc Rakoczi’ye yazdığı mektuptu ve buna göre bir mil uzaklıktaki çiftlik
evini Hasan Paşa da ziyaret etmişti. Diğeri ise Janos Komaromi’nin notlarıydı ve buna göre
ev “denizin sonundan içeriye doğru” yaya iki saat uzaklıktaydı. Bu durumda ancak Gökdağ
(Kartepe) söz konusu olabilir görünüyordu zira burası İstanbul’dan İzmit’e doğru gidilirken
güneydoğu yönünde İzmit’ten iki saat ya da bir mil uzakta bulunuyordu.
Keresztely Pap daha 27 Nisan 1903’de İzmit’ten Szadeczky’e yazdığı mektupta kentten
aşağı yukarı iki saat uzakta Macar dağı adlı bir dağ olduğunu ve bunun eteğinde “çok güzel
bir çayır” uzandığını yazmıştı. Bunu, Szadeczky İstanbul’a geldiğinde Macar ve Avusturya
konsolosluk işgideri de doğrulamıştı.
Szadeczky üç memleketlisiyle birlikte 17 Ekim öğleden sonra İzmit’e geldi. Daha o akşam,
Macarlardan kalan gelenekleri elden geldiği kadar çok insandan sorup öğrenmek istiyordu.
Civar bölgelerin sakinleri Millet Otel’in büyük salonunda toplandılar. Yakındaki Sapanca
kasabasından, diğerlerinden farklı bir erkek gelmişti, nüfus teskeresinde “Macar” diye
yazılıydı. Anlattığına göre köyünde Macaroğlu adını taşıyan daha bir çok kişi vardı!
Karatepe Köyü
Ertesi gün Szadeczky ile Pap, arabayla Macar Dağı’nın eteğindeki Karatepe köyüne gittiler.
Köyün Rum papazına göre burası 250-300 yıldır yerleşim alanı olmuştu ve halkın arasından
292
bir çoğu Macar adını taşıyordu. Buradaki rivayete göre bunlar vaktiyle köy sınırında oturan
Macar mültecilerin soyundandı ve Macar Dağı’nın eteğinde daha o zamanda “Macar
Beyi’nin” oturduğu evin kalıntısı görülüyordu. Fakat Macarlarla bağlantıyı gösteren sadece
dağın adı ve yerel soyadları değildi. Macar Dağı’nın eteğinde fışkıran, suyu billur gibi temiz
“Macar Deresi” ve dereden sonra uzanan “Macar Bayırı” aynı şekilde bir zamanlar burada
Macar mültecilerin oturduğunu kanıtlıyordu.
Keresztely Pap’ın tanıdığı Hacı Kosti Tanas adlı bir ihtiyar Karatepe’den sonra onlara
rehberlik etti. Macarlar da tahtadan Tatar semerleri olan tıkız dağ atlarına bindiler, önde
silahlı klavuzla, atların sahipleriyle ve bir grup meraklı delikanlıyla birlikte bir vakit Tökeli’nin
oturduğu çitlik evinin yerini aramak amacıyla yola koyuldular. “Büyük Dere” ve “Bakırca Dere”
üzerinden “Macar Deresi”ne vardıkları zaman orada artık çiftlik’in kalıntısını buldukları
kanısına vardılar. Ayrıca, üzerinde salyangoz fosilleri bulunan incelikle işlenmiş bir mermer
sütun tabanı da buldular.
Daha sonraları yerli sakinlerden biri Karatepe’den İzmit’e gitti. Elinde eski Macar cedlerinden
kalma süslemeli oyma bir sandık vardı. Fakat Szadeczky’yi artık İzmit’te bulamadı. Buna
rağmen sandık Keresztely Pap aracılığıyla İstanbul’a gönderildi ve daha sonra da Szadeczky
“süslü oyma alın kısmını” beraberinde Macaristan’a götürerek oradaki Kuruc hatıraları
arasına koydurdu. Tahminine göre sandığın üstündeki süslemeler Sekel ve Kalotaszeg
motifleriydi; halbuki servi ağacı motiflerinin doğu emeğini yansıttığını da fark etmişti.414
1907, Gertrude Bell
Birinci Dünya Savaşı’nın önemli İngiliz casuslarından olan ve çektiği 7000’den fazla belgesel
fotoğraf koleksiyonu ile tanınan Bayan Gertrude Bell (1868-1926), 22 Temmuz 1907’deki
olumlu yanıt alamadığı vize başvurusu nedeniyle Halep’ten geri dönüşünde 25 Temmuz
1907’de Hamidiye’de iken karşılaştığı, şişman ve sevimli bir zat olan Adapazarı
Kaymakamı’ndan İzmit’te bir yemek daveti almasına karşın acelesi nedeniyle kentimizde
duraklama olanağını yakalayamamış ve kent hakkında bir bilgi sunmamıştır.415
1910, Banfe
İzmit’in nüfusunu 25,000 olarak vermektedir. 416
1911, Frederick George Aflalo
Bir çok ülkeyi balıkçılk sevgisi nedeniyle gezmiş olan Kanada’lı Gezgin Aflalo, yirminci yüzyılın ilk
yıllarında kentimize gelerek, başta levrek olmak üzere balıkçılık ve bölge hakkında özetle şu notları
düşmüş:417
Sekiz kiloluk levreklerin yakalandığı kıyılara sahip İzmit Körfezi, adını içerisine doğru sokulduğu
sancaktan ve kentin kendisinden almaktadır. Karşı kıyıdaki koyu kırmızı Anadolu dağları yamaçlarındaki
kiraz bahçelerinden toplanmış nefis kirazlar bu mevsimde her gün Değirmendere’den kayıklara
yüklenerek, Bağdat Demiryolları treni ile başkent İstanbul’daki pazarlara gönderilmek üzere bir filo
halinde mavi körfezi katederek kuzey yakasında Tütünçitlik’teki küçük istasyona götürülmektedir.
414 Seres Istvan, age, s. 219-225
415 The Letters of Gertrude Bell, Benn, 1947
416 Öztüre, age s. 162
417 Frederick George Aflalo (1870-1918), A Book of Fishing Stories, Days with Bass in East
and West, Londra, 1913, s.229-236
293
Bu İzmit Körfezi, harika bir balıkçılık sahası ve bu kıyılara uzun bir süre önce yerleşmiş olan Ermeniler,
“talian” ve diğer yerel ağ çeşitlerini kullanıyorlar. Ortadaki derin sularda ve limanlarda palamut, kılıç
balığı ve diğer canavarlar; körfezin sonu oldukça sığ, karşı kıya ise güneşin doğmasının hemen
sonrasında kamış, misine ve büyük bir oltanın ucundaki bir demet büyük karidesten oluşan yem ile o
görkemli levrek avlanabilir. Bu yöntemi bana öğreten, bir çok heyecan verici deneyimlerini paylaşan ve
bir nesilden fazladır İstanbul’un karşısındaki Moda’da oturmakta olan Whittalls’lara teşekkür borçluyum.
Rum yardımcım Nikko ile gece kayıkta yattık, Türkiye yaz gecelerinin bu görkemli ayının sönükleşmeye
başlayan ışığı altında, bu durgun körfezde uyurken ayağımı Nikko’nun göbeğine kadar uzatmış
vaziyette elbiselerimiz ve çiyden korunmak için bir yelkene sarılarak yatmıştık ama erkenden işe
koyulduk. Nikko kürekleri uykulu bir şekilde çekerken, oltaya canlı yemleri takıyordum. İlerlerden iki
balıkçıl kanat çırparak loş karanlığın içinde kendi av bölgelerine doğru kayboldular. Bu arada misina bir
anda makaradan boşandı, Nikko birden “boş koy bayım” diye bağırdı. Büyük bir taneydi, loş ışığın
altında biz onu suyun dışına almaya çalıştıkça yiğitçe çabalamasını görüyordum. Ancak Niko, işini iyi
biliyordu. Bu sırada bu büyük levreğin tek yapabildiği suya doğru, özgürlüğüne kavuşma umuduyla
düzensiz hareketlerle geri geri makaramın nerdeyse tüm misinasını boşaltmaktı. Levrek ileri geri
yaptıktan sonra hızla tekneye çarptı, Niko bu harekete gizemli bir öngörü ile derhal cevap verdi ve ben
makarayı sararken o da kürekleri çekerek hızla balıktan uzaklaştı. En sonunda bu güzel balığın
peşinden bir çok denizde ve nehirde koşarken hiç karşılaşmadığım çok ilginç bir şey başıma geldi.
Balığı tam teknenin altında gördüğüm ve misinayı dikkatlice teknenin başından dolaştırarak diğer baş
omuzluktan çekmeye çalıştığım anda olta birden boşandı. Normalde yirmi kiloluk bir levreği
taşıyabilecek güçteki bağırsağı çekmek üzere son kez asıldığımda birden kopuverdi. Ama bir kırılma izi
yoktu, ben şaşkın şakın bakınırken Nikko’nun da yüzünde aynı benimki gibi karanlık bir ifade vardı.
Durumu yaşlı kayığının çürüklüğü ile açıklamaya çalıştı. Bu ülkedeki yolculuğumun geri kalanında bana
daima sadık kalan bu uyuşuk adam bana kendini sevdirmişti. Hiç tereddüt etmeden kürekleri sandalın
içine aldı ve sağında durmakta olan iskele ağını kenardan suya doğru attı. Onun bildiği ama benim ilk
kez gördüğüm üzere, omurgadan çıkan eski bir çiviye bağırsağı hızla bağladı. Koca levrek teknenin yanı
başında soluk soluğa uzanmış duruyordu. Böylece beni az önce sinir eden, oltanın birden boşanmasının
sebebi anlaşılıyordu. Nikko, sanki bir balinayı ya da yunus balığı taşır gibi ağın içinde güvende olan
levreği tutuyordu. Günün geri kalanında bana ustaca dalkavukluk yapınca arkadaşlarını görmeye ve
birkaç gümüş mecidiye karşılığında balığı satmaya Pendik’e gönderdim.
Körfez’de yakaladığım diğer bir iyi levreği de kuzey kıyısında Solucak’da (Soğucak – Cumhuriyet
mahallesi) avladım. Bol yakamozlu bir deniz, meyve bağçelerinden esen gece melteminin mükemmel
nameleri yanında bataklıklardaki kurbağaların kaba bağrışları arasında yine bir gece avıydı. Denediğim
tüm hilelere rağmen bu balığı gündüz avlamak sadece benim için deği,l bölgenin yerlileri için bile
olanaksızdı.
Bu arada kulubeleri içindeki Ermeni balıkçıları ziyaret ettim, kahvelerini içtim, uskumrularını yedim,
fotoğraflarını çektim, ıstakoz ve tekirlerinden satın aldım, ayrıca şişelere ateş etmeleri için tabancamı
bile verdim. Değirmendere’de yarım peni’ye içtiğim nefis kahve, birbirimize balıkçılık hikayeleri
anlattığımız ve banakendi bahçesinden sürekli güller veren yaşlı depo bekçisi, çok ucuza satın aldığım
olgun kirazlar huzurlu saatlerdi. İttihat ve Terakki’ye karşı hala sona ermemiş olan ayaklanmalar
nedeniyle huzur bulmak üzere İstanbul’dan Körfez’e ilk geldiğimde Solucak’ta bir piyade bölüğü
konuşlanmıştı. Her treni durdurarak yolcular arasında isyankar kaçakları ve olaylardan kaçan askerleri
arıyorlardı. Taze bir levreği bu zorluklarla uğraşan subaylara ikram ettim, onlar da beni sevgiyle
ağırlayarak kahve ikram ettiler.
Diğer günleri düşünerek ve Sultan Abdül Aziz tarafından 1860’lı yıllarda bir inziva köşesi olarak
yaptırılmış, Derince yakınlarında kıyıya yakın harap bir köşkün etrafında gezinerek geçirdim. Terk
294
edilmiş ve örümcekler padişahın yerini almışlardı. Balık tutma zamanı gelene dek burada oturarak Reji
sigaralarından tüttürmek ve yaşlı bekçiyle sohbet etmek ya da Paris malı bir piyanoyu çalmak isterdim.
1877 & 1911 & 1915, Andreas David Mordtman
Almanya’nın İstanbul konsolosu olan ve 1860 yılında Osmanlı hizmetine giren A. D.
Mordtman, “Istanbul und das moderne Turkentum” adlı yapıtının (Leipzig, 1877) yanı sıra
“Bursa’nın eski yazıtlarına dair, K. Syll., 9, 1875 Parartema” adlı bir makalesi de vardır.
Ayrıca 1911 tarihli İstanbul’un Asya yakası ve İzmit’i anlatan A.D. Mortdmann, Yenidoğan
mahallesindeki Pantaleimon Manastırında bulunan kilise ve azizin mezarının ziyaret edilen
kutsal bir yer oluğunu bildirmektedir. Dış surlar hakkında bilgi vermekte ve dış surların
doğusunda oldukça yüksek bir noktada (Terzi Bayırı) bir ayazma bulunduğunu
yazmaktadır.418 Aynı yazarın 1915 tarihli diğer bir eserinde, harp sonrası halkın durumu
anlatılmakta şehrin önemi, nüfusunun Ermeni,Türk ve Musevilerden meydana geldiğini ve
30.000 olduğunu belirtmektedir.419
1911, Ignaş Kunoş
Macar Türkolog Ignas Kunoş’un 1911 yılında “Gezi Kütüphanesi”nin yayını olarak çıkan
“Türk Toprağı’nda” adlı gezi yazısında İzmit’ten ve şehrin verimli toprakları ile meyve
bahçelerinden söz etmektedir:420
Dört tekerlekli küçük demiryolları arabasında altı kişi oturduk, önümüzde atlı bir zaptiye, diğer
ikisi de arabamızın arkasında yola devam ettik. Çerkeslerin oturduğu ovadan geçtiğimizde iki
köye rastladık. Biri Çerkes “Tepetarla”, öbürü de Gürcü sakinleriyle ünlü “Büyükderbend” idi.
Bu bölge, üç yıl içinde ne kadar değişti! Bölgeden tren geçtikten sonra minicik köylerin
önünde öyle biçimli istasyonlar kurulmuş… Verimli toprakları olan Sapanca’yı bugün uçsuz
bucaksız meyve bahçeleri kuşatıyor ve büyük sepetlerdeki meyvelerle, gölün canlı balıkları
inanılmaz ucuza satılıyor.
1912, Eugene Dallegio
1912 Ağustosunda İzmit’a yapılan arkeolojik bir gezi yapan Dallegio, notlarını özetle şöyle
aktarmakta: 421
Hristiyanlığın ilk yıllarına uzanan bir kriptayı (gizli oda) gezme olanağım oldu. Benim kente
gelişimden az bir zaman önce bulunmuştu. Bilemiyorum bugüne dokunulmadan mı gelmiş,
daha önce başka bir yerde sözü edildiğini duymadım.422
Eski Nikomedia’daki bir kriptadan bahsedildiğinde Diokletianus’un 302-304 yılları arasında
yaptığı zulümlerde öldürülenler akla geliyor. Söz konusu hipoje Aya Pandeleimon
418 A. D. Mordtmann, Bosphorus Christianus P.II Golf von Nicomedien und Asiatisches Ufer, İstanbul 1911,
s.13-20. Aktaran Vahide Vural, age, s. 15
419 A. D. Mordtmann, Anatolien Skizzen und Reisbriefe aus Kleinasien (1850-1859), Hannover 1925, s. 281.
Aktaran Vahide Vural, age, s. 15.
420 Aynur Koçak, age, s. 741: Edit Tasnadi, Anadolu Gezgini Ignac Kunos, KIBATEK Gezi Edebiyatı
Sempozyumu, Haz. Kafiye İnanç-Metin Turan, Ankara 2006, s. 275-280
421 Eugene Dallegio, Une Crypte de Nicomedie (İsmit) (Summary), Proceedings of the 22nd Congres of
Orientalists (15-22 Eylül 1951 İstanbul) edited by Zeki Velidi Togan, Leiden 1957, s. 537-541; Eugene D’allessio,
Le Tombeau de Saint Pantéléemon a Nicomédie, Actes du VI.Congress International d’Etudes Byzantines – Paris
1948, II, 1951, s. 95-100. Aktaran Vahide Vural, age, s. 16
422 Y.U.: Pandeleimon ortodoks manastırının kriptası (mezar odası) olup bir süre Aziz Pandeleimon’un mezarı
olduğu öne sürülmüştür. Daha yeni araştırmalar aslında bu manastırdaki mezarın bir Latin şovalyesine ait olduğu,
kendi ve silahlarının görüntüsü ile dekore edildiğini ortaya koymuştur.
295
Manastırı’ndan çok uzakta değil. Yol kenarındaki bir tarlada fırtınalı bir yağmur sonucu
oluşan bir toprak kayması sonrası gün ışığına çıkmış.
Yukarıdaki resim kripta’nın konumunu gösteriyor. Kripta tepenin altındadır. Toprakaltı yapı
tamamen kırmızı kare biriketten yapılmış ve iki tarafında üç, girişin karşısında da bir olmak
üzere toplam yedi mezar odalı bir dörtgen kulvar oluşturuyor. Kulvarın uzunluğu 5m 36,
genişliği 1m83 ve beşik tonozla örtülmüş. Deliklerin darlığı yüzünden odacıkları ölçemedim.
Planda verilen ölçüler yaklaşıktır.
İlk amacım bu kriptin resmini çekmekti. Mutlu bir rastlantı olarak güneş kulvarın içini
tamamen aydınlatıyordu, bu da bana görece iyi bir klişe alma olanağı sağladı. Her oda da
briketten döşeme üzerine uzanmış bir iskelet bulunuyordu. Aya Pandeleimon Manastırı’nın
baş rahibi dindar bir çaba içinde kendi manastırında gömmek üzere bu kalıntıları topladı ve
onları fotoğrafta görülen kutu ve el arabasının içine koydu.
Her odacık, üzerlerine bir haç kazınmış olan beyaz mermer bir kapak taşı ile kapatılmıştı.
Hiçbir yazıt görmedim.
Odacık kapılarının pervazları üç beyaz mermer parçadan oluşuyor. Bu kapılar bu kriptin
eskiliğinin bir delili; dördüncü yüzyıla ait gibi görünüyor. İlk hristiyan anıtlarında haça ne denli
ender rastlandığı bilinmekte, bilinen en eski haç tipi Roma’daki Lucine hipojesinde el
değmemiş olarak bulunan “loculus” haçıdır ve Yunan Haçı olarak tanınır. Eşkenar kolları
olup 2. yy. ortalarına aittir. İzmit kriptinin haçları çivi ile kazınmış ve dikey kolları ortalarından
geçtikleri yatay kollardan daha uzun. Onları taşıyan döşemeler bir çerçeve oluşturacak
şekilde hafifçe oyulmuş ve içindeki haç mermer yüzeyin tamamını kaplıyordu.
1916, Franz Carl Endres
Endres, Otto Liman von Sanders başkanlığındaki Alman askeri heyetinde yer aldı ve
Osmanlı ordusunda kurmay subay olarak geçirdiği üç yıllık görev süresinde yaptığı bir çok
seyahat sonucu ülkeyi yakından tanıma olanağını buldu. Olasılıkla da bir istihbaratçı idi.
Birinci Dünya savaşı esnasında Endres’in hiç bir cephede görev aldığı görülmüyor.
Yakalandığı ağır sıtma nedeniyle savaş dönemini İstanbul ve ülkesi Bavyera’da raporlu
olarak geçiriyor. Kendi ifadesine göre ağır hasta bir adam olarak kendini okumaya ve
yazmaya veriyor. 1912’den beri bulunduğu ve sıkça gezdiği Osmanlı ülkesi hakkında kitaplar
hazırlıyor. Yaklaşık 350 sayfalık ilk çalışmasını 1915’de “Türkei 1916 - Türkiye 1916” başlığı
ile Münihte yayınladıktan sonra gördüğü ilgi üzerine 1916’da metin kısmını güncelleştirip çok
değerli 200’den fazla fotoğrafı ekledi ve yine “Türkiye” başlıklı ikinci bir kitap daha yayınladı.
Bu kitabın Türkçe çevirisi 1994 yılında yayınlandı423 ve bizim aşağıda sunduğumuz bir adet
fotoğraf (kitapta no. 32 fotoğraf) ve kısa açıklaması bu kitaptan almadır. Ancak bu fotoğraf
daha önce Naumann’ın gezi notlarında da yer almıştır. Endres, fotoğraf koleksiyonunu
genişletebilmek için Münih’ten Prof. Hilprecht, Frankfurt’tan Bağdat Demiryolu’nu yapan
Holzmann şirketi, Osmanlı Genelkurmayı Demiryolu Bölümü eski şefi Binbaşı Kübel ve
başka arkadaşlarından yararlanmıştır. Öte yandan bazı ilginç fotoğrafları da askeri nedenler
nedeniyle yapıtında kullanmadığını belirtmektedir.
Fotoğraf açıklaması: İzmit. Dağın eteklerinden yükselerek inşa edilen kent, Marmara
Denizi’nin doğu ucunda doğu ucunda, çok dar olan İzmit Körfezi’nin bitiminde olağandışı bir
güzellikle yer alır.
1915-1919, Nogales Méndez
423 Franz Carl Endres, Türkiye 1916, Yay. Haz. Gürsal Köksal, Ankara 1994, s. 54
296
“Hilal Altında Dört Yıl” adlı hatıratın yazarı yılları arasında Osmanlı ordusunda görev almış
Venezualı bir subaydır. Savaş anıları yanı sıra gezdiği bölgeleri ve tarihlerini de detaylı
olarak anlatmıştır.
1921, W. Endriss
W. Endriss’in 1921 yılında yayınlanan yapıtında Bithynia yarımadası jeolojik yapısı,
madenleri ve florasına ait detaylar vermiştir, ancak Anadolu’ya geçiş yolu bulmak için
yarımadanın güneyindeki Kavimler Yolu’nu takip eden bu gezginin gözlemlerinde Bithynia
yarımadası tarihi anıtlarına ait bir araştırma bulunmamaktadır.
1934 & 1957 ?, Nahid Sırrı Örik
Modern gezginlerimizden Nahid Sırrı Örik’in Anadolu'da -Yol Notları- (1939) Bir Edirne
Seyahatnamesi, (1941) ve Kayseri, Kırşehir, Kastamonu (1955) adlı üç ayrı kitaptan oluşan
yapıt 1930'lu yılların Türkiye'sinden önemli bir kesit sunmaktadır. Nahid Sırrı Örik gezip
gördüğü Edirne, Kayseri, Kırşehir, Kastamonu, Yozgat, Adapazarı, İzmit, Elmadağ, Bağlım,
Gölbaşı, Haymana, Polatlı gibi yerleri kendine özgü üslubu ile anlatmaktadır. Türk gezi
kitapları içinde çok önemli yer tutan bu üç kitap aynı zamanda 1930'lu yılların Türkiyesi için
önemli bir belge niteliğini taşımaktadır:424
İzmit’te İki Gece
Uzun zaman Rüsumat müdürü umumîliği eden babam muhafaza vapurlarıyla sahil
gümrüklerini teftiş ettikçe, beni de beraber götürürdü. Marmara ve Karadeniz kıyılarını pek
güzel bilirim. İzmit’e de çocukluğumda iki kez uğramış ve kasabada bir kere 4-5 ve bir kerede
yalnız 1 saat kalmıştık. Fakat bunlar eski hikayeler. Yedi sekiz seneden beri trenle Ankara’ya
gidip gelirken İzmit’in körfezine de, kasabasına da hafızamda adeta hiçbir şey canlanmadan
bakıp duruyordum. Martın son günlerinde ve Kurban Bayramı’nın ikinci günü, oraya gitmek
üzere rıhtımdan vapura binerken yeni bir kenti ziyaret edecekmiş gibiydim.
Bulutlu ve serin bir hava ile yola çıktık. Lakin, Adalar’ı geçtikten bir süre sonra, güneş nihayet
ortaya çıkarak hava ısındı ve artık güvertede rahatça oturmak nasip oldu. Sakin ve masmavi
bir deniz. Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümü bayramında Gebze istasyonundan yürüyerek
geldiğim Darıca, ilk uğrağımızı oluşturdu. Sonra, daha önceleri İzmit gibi iki kez ziyaret
ettiğim Karamürsel’e; Karadeniz kıyıları ile Konya ilinden başka bir de bu körfezde varlığını
tamamen aklımdan çıkmış olan Ereğli’ye; suyuyla havasını ve kıyısındaki küçük köşkünde
geçirdiği asude hayatın güzelliğini Ahmet İhsan Bey’in dergisinde senelerce övmekten
bıkmadığı Değirmendere’ye; ismen kerkesin bildiği Gölcük’e ve ismini ilk defa duyduğum
Kazıklı’ya uğradık, yolcu verip yolcu aldık. Bayram nedeniyle gelip gidenler fazla ve iskeleler
kalabalık. Özellikle Karamürsel kasabasının hemen bütün halkını sahilde gördük.
İzmit İskelesi
Nihayet dördü çeyrek geçe ve vapurumuzun hareketinden tam 7 saat sonra İzmit iskelesine
yanaştık… denizden İzmit’in manzarası cidden güzel. Yüksek bir tepenin tâ zirvesinden
başlayarak deniz kıylarına kadar inen, çoğu bahçeli ve hemen hepsi ahşap evleriyle biraz da
Beykoz’u hatırlatmıyor değil. Vapurdan çıkıp ilerleyince, ortasından demiryolu geçen büyük
ve uzun caddeye varılıyor. Şimdi budanmış yüksek ağaçlarıyla burası İzmit’in en geniş ve
işlek caddesi. Buralarda birkaç da yeni yapılmış apartman gördüm. Fakat yaptıranlar ve
içinde oturanlar affetsinler, hiçbiri de güzel değil. Demiryolu hattı ile deniz kıyısının arası,
İstanbul-İzmit hattı yapılmadan önce depolar ve ticaret şirketleri ile dolu imiş. Mal alıp çıkaran
424 Nahid Sırrı Örik, Anadolu’da Yol Notları, İstanbul 2000, s. 232-230
297
gemilerden yükselen vinç gürültüleri, kıyıya yakın evlerde oturanlara rahat, deliksiz uyku
uyutmazmış. Anadolu içlerinden gelen veya Anadolu içlerine gidecek olan malları alacak
veya getirecek vapur ve gemiler doğrudan doğruya bu limana gelir, bu limandan gider, çok
kere İstanbul’a hiç uğramazlarmış. Şimdi o işlerin çoğu geçmişte kalmış. Adapazarı’ndaki
büyük çarşı ve ticaret burada yok. Nüfus daha aza, 18 bin kadar. İzmit’in önemi daha çok
askeri, denizci ve yönetim merkezi olmasında. Daha vapurda iken “İşte Portakal Hafız’ın kırk
odalı konağı!” diye gösterilen büyük bina başta olmak üzere, geniş bahçeli konaklar ve konak
yavruları hep o eski zenginlik döneminin gittikçe harap olmuş yadigarları. Fakat Cumhuriyet
hükümetinin burada ve pek yakında kuracağı kağıt ve karton fabrikası, herhalde İzmit’in
sönük hayatı üzerinde büyük etki yapacak, kasabaya yeni bir zenginlik ve bolluk getirecektir.
Hünkar Kasrı & Atatürk Heykeli
Akşam yemeği vaktine kadar denize yakın taraflarda, büyük kışlaya kadar bir hayli
dolaştık.Demiryolu istasyonunun yukarıdaki tepenin eteklerine Abdülaziz tarafından
yaptırılmış köşk şimdi vilayet dairesi. Bu köşk, büyük bir bahçe ortasında. Kapıları bayram
nedeniyle kapalı idi. Ne yazık ki ne içini, ne de bahçesini gezemedim. Önündeki inişli
meydanda yine o Padişah tarafından yaptırılmış saat kulesi ve biraz altında Gazi
hazretlerinin askeri üniformalı ve ulusa eliyle ufku gösteren heykeli var. Bu heykeli yapan bir
vatandaşımızdır. Avrupalı ünlü heykeltıraşların yaptığı Gazi heykellerinin de insanı
hayranlığa sevketmediğini söyledikten sonra diyeceğim ki, İzmit’teki heykelin karşısında ben
takdir hissi duyamadım. Baş ve ayakların büyüklüğüne karşı vücut ufak görünmektedir ve
omuzlara alınan manto adeta tene yapışan bir ince ve ve gûya ki ıslak bir bez olmuştur.
Eşsiz kahramanın o sadelik içindeki heybetinden ve çelik iradesinden bu heykelde ne yazık
ki hiçbir yansıma yok.
Misafir olduğum ev istasyondan ve çarşıdan epey uzak düşüyor. İstanbul caddesi isimli bir
yol üzerinde bir eski zaman evi. Tertemiz fakat harap. Aslında İzmit’in en eski evlerindenmiş.
Üst katında hesapsız delikler açılmış, döşeme tahtalarından alt katı oluşturan toprak avlu
görünüyor.
Uyanmasından korkulan bir aziz hasta sanki sonunda uykuya dalmış gibi, bu evde pek
sessiz yürünmezse her taraf başatanbaşa sarsılıp zangırdıyor ve başlarında birer namaz
bezi ile arkadaşın annesiyle teyzesi, etrafına minderler sıralanmış ve altın kumaş örtü
yayılmış alçak ve yuvarlak masanın bir kenarına kendileri oturup yemeğe katılmamak
kaydıyla hesapsız sahanlar getirip duruyorlar. Bir hayli süren bu yemekten sonra gece
çarşıda sinemaya gittik. İzmit’in hem de iki sineması var. Biri İstanbul’da gördüğüm, biri de
görmediğim bir filmi ilan ediyordu. Doğal olarak görmediğim filmi gösteren sinemayı tercih
ettim. Ama öteki sinema daha şık ve itibarlı bir yermiş. Dolayısıyla İzmit’in zevkli halkını ve
memur tabakasını toptan görmek için ötekisini yeğlemediğime daha sonra üzüldüm. Ertesi
sabah da erkenden yollara düştük. Kasabanın tam dağ tepesine kurulmuş son evlerine kadar
gideceğiz. Hava ne yazık ki serin ve bulutlu. Halbuki niyetimiz, öğleden sonra yarım saati
bulmayacak bir tren yolculuğu ile Sapanca’ya giderek orada kayığa binmek ve gölde
dolaşmak. Ümidimiz, dün olduğu gibi öğleye doğru güneşin ortaya çıkmasında, havanın
ısınmasında. Yavaş yavaş yokuşları çıkıyoruz. Büyük ve küçük, ne çok eski ev. Çoğunun bir
yüzyıldan fazla ömürlü olduklarını gösterir yazılar üzerlerinde okunuyor. En yukarda, eski
kale kalıntısının bulunduğu Bağçeşme taraflarında genel bir mezarlık, ayrıca şehitler
mezarlığı var. Kurtuluş savaşında bir çok vatandaşımız buraya getirilerek öldürülmüşler.
Fakat çok yazık ki bu mezarlık dökük halde.
Orhan Cami
İzmit’in hemen yanında sonlanan körfezle uzak ufukları bir hayli seyrettikten sonra tekrar
mahalle içlerine girdik, dar ve dik yollardan inmeye başladık. İzmit’in Bizanslılardan alan
Orhan Gazi’ye ait caminin içine girme olanağı bulamadık. Sadece namaz zamanları
298
açılırmış. Komşu aktarın, karşılığında büyük bahşişler beklediğini belirtir ifadeyle verdiği
anahtar, ancak bahçe kapısını açabiliyordu. Fakat bu bahçeden kent ve civarının cidden
nefis bir görüntüsü var. Cami basit ve tezyinatsız bir bina. Tam karşısında Osmanlı tarihinin
orta zamanlarında önemli bir rol oynayan kadınlardan Canfeda Kethüda’nın yaptırdığı bir de
çeşme gördük. II.Mahmut haznedarlarından bir kalfa tarafından 1243’de (M. 1828) tamir
ettirildiği kitabesinde yazılı. Türkçeyi belki de pek garip, çerkes veya gürcü şivesiyle konuşan
bu iki kadının, başlarında kenarları sırmalı namaz bezleri ve sırtlarında dört peşli entarilerle
kahya ağalarına elpençe divan durdurarak, biri çeşmenin yapılmasına, diğeri de tamirine dair
hesaplar dinleyişleri hayalimde canlandı. Biraz daha aşağıdaki cami, Osmanoğulları’nın ilk
komutanlarından Akçakoca tarafından yaptırılmış; müezzini açıp gösterdi. Hatta minaresine
bile çıktık.
Camiden ayrıldıktan sonra yandaki kahvede oturduk. Burada duvarlarından vaktiyle bir su
akar, gürültüsü insanın içini serinletir, heveslilerin belki de uykusunu getirirmiş. Şimdi o suyu
bilmem ne maksatla belediye aldığı için güzellik ve sâfa unsuru olarak Orhangazi camiinin
bahçesinde nezarete erişmeyen bir nezaret kalmış. Yine de bu kahvenin asıl kayda değer bir
özelliği kahvecisidir. Eski zamanları düşünmek ve sevmek zevki bu kadar gelişmiş bir
kahveciye ben ülkemizin hiçbir yerinde denk gelmedim. Roma harabelerinin etrafında, sırf
gezginlerden geçinen kahvelerin kahvecileri bile o kalıntılarla, bunun ilgilendiği derecede ilgili
değillerdir. Kitaplara nazaran tarihin kaydetmediği zamanlarda kurulup en eski zamanlarda
Astakos ismini taşıyan, sonra Büyük İskender’in komutanlarından biri tarafından tahrip
edilerek İsa’nın doğumundan iki-üç yüzyıl evvel yeniden bina edilen, bir süre Roma’nın
başkentliğini de yapan, Orhan Gazi devrinde Türkler tarafından alınınca taşıdığı İsnikomidya
ismi İznikmid ve nihayet İzmit şekline dönüşen bu çok eski kasabada, bu kahveci ne esrarlı
bir hava teneffüs ediyor, hayallerle ne dolu bir dünyada yaşıyordu. Örneğin, yarım saat önce
Bağçeşme’de arta kalanlarını gördüğümüz kale taşlarının bulunduğu yerde kıyıya kadar kenti
baştan başa kateden yer altı yolları bulunduğu şeklinde bir inancı vardı. Davasına şahit
olarak da orta mektebin tarih hocası İzzet bey isminde birini söyledi. Onda “Nikomedya” adlı
muazzam bir eser varmış. Bütün İzmit tarihi bu eserden hikaye ediliyormuş ve tek bir nüshası
bulunan bu kitaba 4-5 bin lira verildiği halde, vermeye o razı olmuyormuş. Yeraltı yolları
kitapta yazılı imiş. Bunun üzerine, İzzet Bey’i akşam çarşıda aramaya, bulamazsak akşam
evine gitmeye karar verdik. Saat da bire gelmişti, kalktık.
Fakat, ne yazık ki Sapanca gezisini programdan çıkarmış bulunuyorduk çünkü hava hep
bulutlu ve soğuktu. Öğleye kadar bir iki kere yağmur damlalarının düştüğü bile oldu. Bunun
için yemekten sonra bir faytona binerek kent dışındaki çuha fabrikası yönüne gitmeği tercih
ettik. Bu fabrikaya giden yolun bir kısmı gerçekten nefis ve şairane. Belki yarım saat belki
daha fazla bir zaman, iki tarafı yüksek ağaçlı ve çok gölgeli bir yoldan gidiliyor. Fakat
etrafındaki düz arazide batak yerler var. Bu durum İzmit havasını da etkiliyormuş. Dünya
savaşı sırasında Enver Paşa’nın ilgisiyle bütün orduya kumaş yetiştirebilecek şekilde kurulan
fabrika büyük fakat tamamıyla harap, Kurtuluş Savaşı’nda bir neden uydurup İngiliz gemileri
tarafından topa tutulmuş, yalnız iskeletini bırakmışlar. Büyük bir bahçe içinde bulunan bu
fabrikayı geçtikten sonra da hayli bozuk bir yoldan Bentlere kadar gittik. Hava sıcak ve
güneşli olsaydı suyun başında pek güzel bir saat geçirebilecek ve herhalde İzmit’in önemli bir
kısım nüfusunu da (burada) görebilecektik. Fakat öyle bir soğuk vardı ki, bilinen deyimle
şeytanlar top oynuyordu. Biz az çalı çırpı yakarak ısınmaya çalıştık. Bentlerden ileride bir iki
de büyük köy görünüyor. Bunlardan biri Sultan hamit zamanındaki Ermeni gürültülerinde ismi
çok geçen Bahçeköy, büyük ve güzel bir yermiş.
Kente döndükten sonra, iskele civarında, Sinan tarafından 987’de (M. 1580) yapıldığı
söylenen Pertev Mehmet Paşa camiini ziyaret etmek istedim. Ancak içinde askeri eşya
varmış, nöbetçi asker izin vermedi. Sonra çarşıda öğretmen İzzet Bey’le tanıştık. Kendisiyle
birlikte hem Halk Fırkası, hem Halkevi görevini gören binayı gezdik. Bu binanın içindeki
odaların birinde senede bir gün Turing Kulüp şubesi toplanırmış. Bu toplantının galiba bir
acem beyinin dediği gibi oturulmak, konuşulmak ve gidilmek için olmayıp verimli sonuçlar
299
vermesi Turing Kulüp başkanı aynı zamanda İzmit mebusu Reşit Saffet Bey’in çaba ve
çalışmalarından beklenir. Çünkü bütün İzmit Körfezi, eski binalarıyla İzmit kenti ve hala içinde
gezemediğim Sapanca Gölü hep görülmeğe değer yerler. İlin Karadeniz kıyısı ve o kıyıya
yaklaşan dağlık kısımları da güzelmiş.
İzmit Limanı
İzzet Bey’den, gece evine gitmek üzere ayrıldık, bu son yemeği de bir lokantada yemeyip,
arkadaşın ısrarıyla İstanbul caddesindeki evine kadar akşam taamına gittik. Çarşıya dönüşte
bir süre, vaktiyle vinç gürültülerinin susmak bilmediği ve doğrudan doğruya Avrupa’dan gelen
ve Avrupa’ya giden gemilerip götürüp getirdikleri eşyalarla ağzına kadar dolu depoların
sıralandığı sahil mahallesinde (Ankara caddesi ve çevresi) dolaştık. Bu mahllenin bütün
sokakları şimdi ıssız ve sessizdi. Yalnızca, camları beyaz patiska kaplı perdelerle büsbütün
kapanmamış iki barakamsı yerde saz vardı. Geç kalırız diye girmeyerek perde aralıklarından
baktık. Birinde şişman ve esmer bir kadın, iki sazandenin ortasında tef çalıyor, öbüründe üç
sazendenin ortasında uzun, beyaz ve boyalı bir kadın ellerini kavuşturmuş, oturduğu yerde
şarkı söylüyordu. Beyoğlu’nun Mulen Ruj ve Londra birahanelerinde şu anda şarkı söylemek
bu iki kadın için kimbilir ne erişilmez bir rüya idi! Fakat belki de orada söyleyenlerle bunlar
arsında fark yoktu ve varsa bile bu fark hiç de büyük değildi; her şey şans meselesi.
Evinde tek nüshalı ve 4-5 bin lira kıymetli bir “Nikomedya Tarihi” vardır denen İzzet Bey zeki
ve şakacı bir kişi. İzmit yaşamı ile ilgili bir çok hoş şey anlattı. Son zamanlarda getirilen ve sık
sık sözü edilen Çene Suyu hakkında o da övgülerde bulundu. Nikomedya tarihi, kendisinin
yıllardır, buradaki ortaokulda öğretmenlik yaparkenhazırladığı bir takım notlarmış. Vilayetle
mütabık kalırsa, İzmit kasabası ve İzmit’in merkezi bulunduğu Kocaeli ili hakkında bir eser
yazmak istiyormuş. Bundan sonra, Bağçeşme’den sahile kadar inen yereltı yollarının
durumunu kendisine sormaya cesaret edemedim ve bu esrarlı yolların hayalimden tümüyle
çıkarılıp atılmalarına rıza göstermeyerek konuyu açmamayı, içimde bir acaba bırakmağı
yeğledim.
Adapazarı’nda geçen sene müdür iken bu sene burada öğretmenliğe atanan Bilal bey de bu
ziyarette bizimle beraberdi. Bilal Bey’in, fabrika harabesine varmadan, o ağaçlıklı yol
kenarında hayli azgın bir köpeğin bekçilik ettiği küçük bir çiftliği var. Bu çiftlikte gözüm
kalmadı fakat kasbadaki eski evinde gözden çıkarılarak atılmış eski pencere camlarına
doğrusu hayran oldum ve acıdım. Bu ev yüzyetmiş yıllıkmış. O kadar eski olmasa bile her
halde ferah ferah yüzyirmi seneliktir. Artık tamir edilmeyecek bir hale geldiği için bu defa bir
yıkıcıya verilmiş. Gündüz yolumuz üzerinde denk düştüğünden, bilmem ne amaçla içeri giren
bir beygirin ardından biz de girmiş ve gezilebilen yerlerini gezmiştik. Renk renk ve türlü
oymalı üst pencere camlarının kimisi kırılmış, kimisi de çıkarılarak öteye beriye konmuştu.
Akçakoca camiinin yanındaki kahvede geçmişe özlemli ve saygılı yaşayan kahveci, bu
camlara kimbilir kaç yüzyılın anısını yüklerdi! Fakat bunları, böyle hakir ve zelil, herhalde
yerlere atmazdı.
İzmit’te geçen ikinci gecenin sabahı dokuzda iskelede bulunuyorduk. Hava yine serin, yine
bulutlu ve geldiğimiz vapurdan daha küçük ve o kadar yolsuz bir vapurla, yine yanı iskelelere
uğradıktan sonra dört buçuğa doğru Galata rıhtımına vardık.
Dönüşte Evliya Çelebi’nin İzmit hakkında neler dediğine baktım. Anlattıkları kitabının ikinci
cildininin 62-65 sayfalarında bulunuyor. Kentin manzarası kendisine şunları ilham etmiş:
Şehrin cami haneleri mürtefi bayırlar üzerinde vaki olup pencereleri kıble canibinde deryaya
nazırdı. Sokakları serapa beyaz taş ile kaldırım döşelidir. Hanelerin ensesi dağlardır. Ab ve
havasının letafetinden halkı salim ve sağlardır.
Tarihinden bahsederken de diyor ki: Bu İzmit kalesi İstanbul Rumlarının elinde iken 831
yılında, Orhan Gazi zamanında fethedilmiştir. Fethinde usret görüldüğünden badelfeth kalesi
300
cabeca yıktırılmıştır ki bundan da maksat küffarın tamamı kesmek, onları bir daha bu kaleyi
almak hevesinden düşürmektir. Hala bakıyet-ül-indiham olarak leb-i deryada çar köşe bir
kapılı bir kal’e-i azmi var. İçinde dizdar ve neferatı varsa da derunu gemi alayı ve kerestelerle
memludur. Orhan bu kaleyi fethetmek için evvela Koca bey’i serdar ederek “İznimdir, var git”
buyurmuşlar. İşte İzmit’e “iznim git”den muharreftir derler. Bazıları da “İzmakit veya İzmekit”
derler. Badelfeth yine Koca Bey serdar olarak Kilipo vilayetini fethederek ismine Kocaeli
demiştir. Ebülfeth Mehmet Han, Anadolu eyaletlerini tahrir ettği sırada İzmit’i de Anadolu’dan
bir sancak tahrir etmiştir. Zamanımızda burası üç tuğlu vüzeraya berveçhi arpalık ihsan
olunurdu”.
Çocukluğumda, babamın yıllardan beri hiçbir yerde nüshasını görüp edinemediğim muhtasar
Osmanlı coğrafyasını okuduğum esnada ise İzmit’in müstakil bir mutasarrıflık merkezi
olduğunu bellemiştim. Valilik oluşu Cumhuriyet’ten evvel midir yoksa Cumhuriyet’te bütün
mutasarrıflıklarla birlikte mi vilayet yapıldı, şu anda hatırlayamıyorum.
1941, Karl Dörner
Yöremize arkelojik bir gezi gerçekleştirmiş olan Dörner, tarihimize çok önemli katkılar yapmış
bir Alman bilim adamıdır. Yapıtı, gezi amacına uygun olarak arkeoloji ağırlıklı olup, verdiği
bilgiler bundan önceki eserlerimizde yoğun olarak kullanıldığından burada tekrar edilmeyip
yalnızca çektiği arkeolojik parçaların birkaç fotoğrafı ve Seka Antik Alanı üzerine çizimleri
örnek olarak sunulmaktadır.
1961, Ekrem Hakkı Ayverdi
Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984), 1920’de Mühendis Mektebi’nden (İstanbul Teknik
Üniversitesi) mezun olmuştur. İstanbul Belediyesi’nde bir buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra
serbest meslek hayatına atılmış, 1950 yılına kadar süren bu devrede çeşitli inşaatların
taahüdünü almasının dışında, İstanbul ve Trakya’da birçok tarihî binanın restorasyonunu
yapmıştır. 1950’lerde bütün bu müteahhitlik çalışmalarını bırakarak yazı hayatına başlamıştır,
bundan sonra mimarî tarihi araştırıcısı olarak da yeri kolay kolay doldurulamayacak eserler
vermiştir. 1952, 1956 ve 1976 yıllarında Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve
Macaristan’daki Türk eserlerini tetkikin dışında 1950’den itibaren Anadolu’nun her tarafına
çeşitli geziler yapmıştır. Yöremizdeki yapılar, özellikle çandı camiler üzerine notları şu
şekilde: 425
Camilerin genel özellikleri şunlardır:
a-Hiç birinde harçlı taş duvar temel yoktur. Tabanlar ya toprak üzerine konmuş ve büyük
taşlara oturtulmuş ya da yer yer kazıklara yerleştirilmiştir.
b-Cami yan duvarları 10-12 cm kalınlığında, 10 m’e kadar boyda, 20-30 cm genişliğinde
meşe kütüklerinden yapılmıştır. Köşelerde yarım kertme lambalarla, yanda düşey gelen
kütüğe geçirilmiştir.
c-Plan itibarı ile bir orta sahan ile bir orta sundurma ortak özelliktir. Kimisinde yan revak,
kimisinde saçak vardır. Hepsinde mutlaka bir iç mahfil bulunmaktadır. Bu mahfil yapıyı
bağlayıp yekpareleştirmektedir.
d-Esas itibariyle pencere yoktur; mazgal gibi türlü şekillerde delikler vardır.
e-Döşemeler meşedendir.
425 Ayverdi, Osmanlı Mimarisinin İlk Devri, İstanbul 1966, s.122-160
301
f-Çatı iri ağaçlardan yapılmıştır. Bugün kiremitle kaplıdır ancak eskiden nasıldı, bilinmiyor.
g-Cuma camileri oldukları için hepsi mimberlidir. Minber kapılarında bazı taç ve oymalar
vardır. Mihrab aynı süslerle yapılmış bir çerçeveden oluşmaktadır.
h-Bir tanesinin sundurmasında güzel direk başlıklarına ve orman bölgelerine özel balta ve
keserle yapılmış oyma işçiliğine rastlandı. Diğerlerinde de var iken, birkaç yüzyıllık
yaşamlarında kaybolmuş olması olasıdır. Şimdi kasaba köy ve kasaba adlarına göre bu
camileri kaydedelim:
Kandıra Çandı Yapıları
Aftun Dere Köyü Orhan Cami426
Akça Koca’nın 15 km kadar doğusunda Ereğli yolu üzerinde Aftun Dere Köyü’ndeki bu cami,
çandı camilerin en küçüklerindendir. Yörede Orhan Gazi Cami olarak bilindiği gibi vakıf
kayıtlarında da “Nezaret-i Evkaaf-ı Hümayun’a mülkak evkaftan Akçaşehir Bolu Kazası’na
tabi Altun-ı süfla divanında vaki Sultan Orhan tabeserahü Hazretleri cami-i şerifi” olarak
geçmektedir.427 Ayrıca, defterin aynı sayfasında ”Aftun-ı ulya divanı”nda bir Orhan Cami
bildirilmektedir428 ancak bugün köy de, cami de mevcut değildir.
Akça Ova Orhan Gazi Cami429
Kandıra’dan Ağva’ya giderken 22. km’deki Akça Ova eskiden Akça Alan adıyla anılmakta idi.
Kasabaya, Kandıra tarafından giderken görülen kabristan, bu caminin haziresi imiş. Bu
civara Taş Köprü ismi verilmektedir. Köyün içindeki caminin Orhan Gazi ile ilgisi
bulunmamaktadır. Orhan Cami şimdi yoktur.
Akça Ova Orhan Gazi Medresesi430
Evkaf kuyûd-ı kadiîmesinde “medrese-i Akça Abâd an vakf-ı Sultan der Taşköpri” kaydından,
Orhan Gazi’nin burada da bir medresesi olduğu anlaşılmaktadır.431 Olasılıkla yukarıda
bahsedilen cami çevresinde olması gereken bu medrese yörede bilinmemektedir.
Araman Köyü Orhan Gazi Cami432
Kandıra’nın 15 km kadar güneydoğusunda olan bu köyün çandı cami Orhan Gazi cami adı ile
1935 yılına yıkılıp yerine kagir cami yapılana kadar olduğu gibi durmaktaydı.433
Belen Köyü Orhan Gazi Cami434
Kandıra-Ağva yolunun 13. km’sinde Çerçil Köyü ile Belen arasında bir Orhan Gazi cami
vardı. Şimdi yıkıktır. Şoseye 2.5 km uzaklıktaki bu köyün cami-i evkaf kayıtlarında Üsküdar
müzafakatından Taşköprü Nahiyesinde Beylan Kariyesi’nde vaki merhum ve mağlurun-leh
426 Ayverdi, age, s.122, Çandı Camiler
427 Evkaf KayıtlarıKlavuzu, no. 10, Kastamonu esas defteri, sıra 1. Bu köy Ms. Y.K.’da sayfa 20’dedir.
428 Ev. K.K., no.10, Kastamonu esas defteri, sıra 2
429 Ayverdi, age, s.122, Çandı Camiler
430 Ayverdi, age, s.122, Çandı Camiler
431 Bu medrese İzmit esas defterinin yalnızca fihrist bölümünde görülmekte olup defterin sahife numarası
gösterilmemiştir.
432 Ayverdi, age, s.123, Çandı Camiler
433 Meskun Yerler Klavuzu , bu köy Kaymas divanındadır, s.64
434 Ayverdi, age, s.123, Çandı Camiler
302
Sultan Orhan Hazretleri’nin cami-i şerifi adıyla geçmekyedir. Bu köy şimdi Belen olarak
anılmaktadır.
Büyük Kaynarca Müslihiddin Cami435
Kandıra’nın güneyinde Kaynarca (eski Hoca Köyü) kazasının 5 km güneyinde çeşmelerle
dolu bu köyün436 kütüklerle yapılmış camisi Kaymaslı Mehmed Ağa tarafından ampir
motiflerle süslenmiş, kütükler dışarıdan ince ve muntazam tahta ile kaplanmış ve o erkek
kunt kişiliğini kaybetmiştir. Onarımın tarihi bulunmamasına karşın yakınındaki çeşmedeki yarı
manzum,
Safha-i Dehr içre namım hakkıdicek ruzigar
Bu Cihan-ı bi vefada kala Çeşmem yadigar
Sahibül hayrat v’el-hasenat ragıb’ül Cennet-ü v’ed-derecat
Kaymaslı Mehmed Ağa’nın hayratıdır
Sene 1236 gurre-i M
Kitabesinden onarımın 1236 Muharreminde (1820 Teşrini evvel) yapıldığı sonucunu
çıkarmak yersiz olmayacaktır. Mehmed Ağa’nın sülalesi caminin kabristanın da yatmaktadır.
Oğlu Kapıcı Başılardan Kaymaslı Emin Ağa - vefatı 1246 (1830) – ve onun kızının –vefatı
1272 (1861)- kabirleri oradadır. Yörede caminin Sultan Orhan’ın şeyhülislamı tarafından
yapıldığı bilinmektedir. Vakıf kayıtlarında “Evkaf-ı mülhakadan Yaros Kazası’na bağlı Şeyhler
Nahiyesi’nin Kaynarca-i Kebir Nahiyesi’nde Şeyh Müslihiddin Cami-i şerifi”437 şeklinde söz
edilen, camin banisi Şeyh Müslhiddin Efendi, Orhan Gazi’nin veziri Sinaüddin Yusuf Paşa’nın
babasıdır.438
Cami, üç taraftan revaklı olup, cidarları oldukça düzgün, nisbeten ince, 4 cm’lik meşe ile
kaplanmış içte duvar yüzleri adeta cilalı bir görünüm almıştır. Üzerine tahta giydirilmiş
sütunların başlıkları ampir silmelerle süslenmiştir. Caminin saçakları da eğimli yapıldığından
bir ahşap Avrupa yapısı kılığına girmiştir. Üzerine Marsilya kiremidi konması da bu görüntüyü
güçlendirmektedir. Sonradan eklenen minare olmasa cami denemez. Camide bir de dış
mahfil vardır, fakat muhdes olduğunu kanısındayız. Revak iki direk ilavesiyle büyütülmüştür.
Ayrıca içeride iki yan mahfilin de eklenmiş olması olasıdır.
Emir Ali Köyü Orhan Gazi Cami439
İzmit-Kandıra yolunun 28. km’sinden batıya doğru 1 km uzaklıkta yanında sade bir çeşmesi
olan arazideki Cuma mescidi az yukarıdaki Emir Ali (Emirler) köyünün adını almıştır. Yörede
Orhan Gazi’ye ait olarak bilinen bu cami Fatih zamanı Kocaeli Livası Tahrir Defteri’nde
kayıtlıdır.
Aynı kayıttaki diğer kariyelerin görevlileri belirtildiği halde bunun ki yoktur. Bu çiftliğe adını
veren Emir Ali adlı kişi olmalıdır. Çiftlik sonradan köy olmuştur440. Kimliği bilinmemektedir.
Timurtaş Paşa’nın babası Emir Ali olması düşünülebilir.
Cami iki yan ve önden reveklıdır. Harim kısmı 8-10 cm meşe yarmalarla çandı tarzında
işlenmiş olmasına karşın revak sonradan ince meşe tahtaları ile kaplanarak, bina bir kutu
435 Ayverdi, age, s.123-124, Çandı Camiler
436 Mes. Y.K. 189. S
437 Ev. K.K., İzmit Esas Defteri, 144 no, 1965 sıra
438 Bkz: a) İlmiye Salnamesi, Dar’ül Hilafet’ül Aliye, 316, Matba-i Amire, 1334; b) İsmail Hami, 421; c) Orhan Bey
Vakfıyesi, T.T.E.M., 84, s. 297
439 Ayverdi, age, s.124-125, Çandı Camiler
440 Mes. Y.K Emirler adıyla geçmektedir: 361. S. Ancak biz, kasaba ve köyleri bugün yaşadıkları adları ile konu
etme anlayışımıza rağmen bu köyden adını aldığı kişinin adı ile bahsetmeyi uygun bulduk.
303
görünümüne sokulmuştur. Mazgallar basit bir delik olmayıp ya iki kargı ucunun ortasında bir
baklava ya da beyzi orta bir motife iki uç eklenmesi ile yapılmıştır. Bu caminin ayrıntılarında
çalışıldığı revaktaki başlık, destek ve bırakmalara verilen güzel şekillerden anlaşılmaktadır.
Revakın iki orta kirişinin merkezinde birer direk olasına karşın yanlardakiler destekli kiriş ile
yapılmıştır. Ortadaki direkler bugün var olmayıp yalnızca başlıkları yerindedir.
Kandıra Orhan Gazi Cami441
Kasabanın güney tarafında kasabanın tam ortasında, şimdi kargir olan bu caminin daha önce
çandı olduğunu bilenler hala mevcuttur. Kasabada bundan başka son cemaat revakı,
oldukça iri direklerle yapılmış, ahşap cidarlı bir cami olduğunu Ayverdi 1950 yılındaki
ziyaretinde görmüştü. Ancak o da yıkılıp kargir yapılmıştır. Bu cami kasaba tipi çandır
camilerin bir örneği idi.
Söylendiğine göre iri kütüklerle yapılmış, görkemli bir yapı olup görünümü yenisinden daha
geniş ve boyu da ona orantılı imiş. Yenisi 12.50 x 19.00 m olduğuna göre öncekinin 15.00 x
19.00 m olduğu kabul edilebilir. Diğer çandılardan çok farklı bir vüs’ate sahip olduğu bundan
anlaşılmaktadır.
Vakıf kayıtlarında “cennet mekan Sultan Orhan hazretleri’nin Üsküdar müzafatından Kandırı
kasabasında kain cami-i şerifi” olarak söz edilmektedir.442 Halbuki tecdit kitabesinde, Gazi
Süleyman Paşa’ya ait gösterilir. Baba ile oğulun eserlerinin karıştırılması çok karşılaşılan bir
durumdur. Gerçekte hangisinin başlayıp hangisinin bitirdiği pek bilinememektedir. Kitabesi
2.00 x 0.80 m boyutlarındadır ve talik yazı ile yazılmıştır. Her satırda dört mısra
bulunmaktadır. İmza ve tarih son satırın sağ ve solundadır. Kitabeyi yazan, halk
söylencelerini ileterek, Süleyman Paşa’nın emeklerinin sonucunu göremeden ölümü sonucu
camiye adı verilmiş olsa gerek çünkü kayıtlar açıkça babasına ait olduğunu göstermektedir.
Kandıra Akça Koca Cami 443
Kefken’e giden yolun yakınında, Baba Köyü’nün üstünde, denize ve ovalara hakim Babatepe
adlı bir tepenin doruğundadır. Bu cami’nin belgesi, ona bitişik olan Koca Gazi’nin türbesidir.
Cami eskiden çandı imiş , sonra tahtayla kaplanmış ve içi sıvanarak pencereler açılmıştır.
Üstüne de kiremit konmuştur. Diğer örneği gibi bir de mahfili vardır. Dıştan dışa 11.50 x 7.00
m boyutlarındadır.
Kandıra Akça Koca Türbesi444
Yüzyaşını aşan yaşamının son anlarını İzmit ve çevresinin ele geçirilmesi esnasında
yaşayan aynı tepenin üzerindedir. Önceden diğer yirmi küsur cami gibi o da ahşap imiş. Bu
Kandıra halkı ve saygın Raif Yelkenci tarafından onaylanmaktadır. Son yirmi senede yıkılmış
ve tamir görmediğinden etrafı parmaklıkla çevrilmiştir. Üstünün yarısı açık, yarısı ise kiremitle
örtülmüştür.
Kaymakçı (Kaymaklu) Çiftliği Orhan Gazi Cami445
İzmit’in 5 km doğusunda bu köyde446 Orhan Gazi Cami olduğu 859 tarihli belgeden
anlaşılmaktadır. “Kariye-i Kaymaklu ki vakıftır Orhan Bey’den Mescide Mevlana Yusuf
441 Ayverdi, age, s.130-131, Çandı Camiler
442 Ev. K.K., İzmit Esas Defteri, no 144, sıra 899
443 Ayverdi, age, s.131, Çandı Camiler
444 Ayverdi, age, s.131-132, Çandı Camiler
445 Ayverdi, age, s.132, Çandı Camiler
446 Mes. Y.K., 694
304
Fakı’ya (din alimi) tesarruf idermiş” 447 daha önce kariye iken çiftlik halini alan köyde
caminin artık olamadığı görülmüştür. Köyün ismi de Kaymaklu iken Kaymakçu olmuştur.
Kaymas Divanı Orman Kariyesi Orhan Cami448
Adapazarı-Kandıra yolunun 10. km’sinden batıya doğru 5 km içeride Kaymas Nahiyesi’nde
“Üsküdar muhazafatından Kaymas Nahiyesi’ne bağlı Orman Karyesi’nde vaki merhum ve
mağfurün-leh Sultan Orhan Cami-i şerifi”449 olduğu anlaşılmaktadır. Meskun Yerler
Klavuzu’nda adı geçmemektedir. Şimdiki adı Selmenli de kayıtlı değildir. Bu tür ad
değişimleri bir çok tarihi izi tahrip etmektedir. Bu cami, çandı özelliği ile mevcuttur.
Kuyumculu Kariyesi’nde Orhan Gazi Cami450
Karadeniz kıyısında Karasu kazasından Akçakoca’ya giderken 12-13 km uzaklıkta olan bu
kariyenin451 camisi çandı iken bozulmuş ve kargir yapılmıştır. 859 tarihli tahrir defterinde
“Kariye-i Kuyumcılu ki vakıftır Orhan Bey’den ve Murat Bey’den Mescide Mehmed Fakıyh
tesarruf edermiş, şimdi oğlu Mustafa Fakı tasarruf eder elind Sultan Murat ve Sultanımızın
Berat-ı Hümayunu var” kaydı olduğu gibi452 Evkaf’ta da “Karasu kazasında Kuyumcılı
kariyesinde vaki merhum ve mağfurün-leh Sultan Orhan tabesserahü hazretleri cami-i şerifi
vakfı” şeklinde yazılıdır453. Cami, oldukça basit tarzda yeniden yapılmış olduğundan konu
edilecek nitelikte değildir.
Küçük Kaynarca Köyü Şeyh Muslihüddin Cami454
Yukarıda bahsedilen Büyük Kaynarca köyüne 5 km ve Kaynarca Kazası’na (Eski Hoca Köyü)
1 km uzaklıktaki bu karyenin455 cami evkaf kayıtlarında “Nezarat-i Evkaf Hümayuna mülhak
evkaftan Yoros kazasında Şeyhlu nahiyesinde vaki İskender456 Kırk Tepe457 ve Canos458
ve Gündüzli459 Divanında Kaynarca-i Sagıyr nam mahlalde kain cami-i şerif vakfı”460
şeklinde ve genel mıyanında belirtilmektedir. Ancak Büyük Kaynarca gibi mülhak vakıflardan
olması onun padişah vakıflarıyla ilintisine işaret sayılır. Yörede yapılan soruşturma, bu
caminda Büyük Kaynarca ile aynı bani’ye ait olduğunu belirtmiştir. Cami, Büyük
Kaynarca’dakinden az ufaktır. Aynı tamir aşamalarını geçirmiş ancak ahşap olarak
günümüze kadar gelmiştir.
Yukarıdaki örnekler, Ayverdi’nin tesbit ettiği çandı camilerden bizim alıntı yaptığımız
çevremiz çandı camileri olup, Ayverdi ayrıca başkalarının tesbit ettiği çandı camilerin adlarını
da not etmiştir:461
a) Ağaçlı ya da Ağacık Divanı’nda462 Göğüşler Köyü’nün altında Akça Ova nahiyesinin
447 Tayyib Gökbilgin, s.161, haşiye. Aslı, Muallim Cevdet Yazmaları, Beyazıt Belediye Kütüphanesi, no 117/1,
defter 49, v.d.
448 Ayverdi, age, s.132, Çandı Camiler
449 Ev. K.K Ayverdi, s.132, Çandı Camiler., İzmit esas defteri, no 144, sıra 436
450 Ayverdi, age, s.132, Çandı Camiler
451 Mes. Y.K., s. 768
452 Tayyib Gökbilgin, s.161, haşiye. Aslı, Muallim Cevdet Yazmaları, Beyazıt Belediye Kütüphanesi, no 117/1,
defter 49, v.d.
453 Ev. K.K., İzmit esas defteri, no 144, sıra 330-333
454 Ayverdi, s.132, Çandı Camiler
455 Mes. Y.K., s. 775
456 Mes. Y.K.’da yoktur
457 Mes. Y.K., s. 689
458 Mes. Y.K., s. 201
459 Mes. Y.K.’da yoktur
460 Ev. K.K., İzmit esas defteri, no 144, sıra 320
461 Ayverdi, s.133, Çandı Camiler
462 Mes. Y.K., s.10
305
6 km güneyinde
b) Aynı civarda Aşçılı Divanı’nda463 Çelebiler Köyü yakınında464
c) Büyük Yanık mevkiinde
d) Dokuz Oluk Köyü’nde465 Kaynarca kazasının 15 km batısında
e) Geredeli Köyü’nde466 Ağca’nın tam güneyinde 15 km uzaklıkta
f) Hacı Mazlı467
g) Hayaller Köyü’nde468 Kaynarca kazasının 15 km kuzeybatısında
h) İlkan Köyü’nde469
i) Kumlu Köyü’nde470
k) Kütükçüler köyü’nde,471 İzmit-Kandıra yolunun 30. km’sinin 3 km doğusunda
l) Müezzinler Köyü’nde,472 Kaynarca-Adapazarı yolunun 15. km’sinde
m) Şeyh Köyü Horozlar Divanı’nda,473 Adapazarı’nın 15 km güneybatısında
n) Şeyh Köyü veya Şeyh Tımarı Köyü’nde474
o) Üğümce Köyü’nde475 Kandıra ve Akçaova’dan 6’şar km güneyde
Adapazarı Çandı Yapıları
Adapazarı Büyük Tersiye (Esence) Köyü Orhan Gazi Cami476
Adapazarı-Ankara asfaltı’nın 5 km’sinden sola sapınca 6 km ileride bulunan köydür.477
Evkaf kayıtlarında “Sapanca Kazası’na bağlı Tersiye-i Kebir Kariyesi’nde vaki merhum ve
mağfurün-leh Sultan Orhan Cami-i şerifleri” olarak geçen cami, yörede de Gazi’ye ait olarak
bilinmektedir. Cami köyden 500 m kadar uzakta bir tepecik üstündedir. Büyük Tersiye, Küçük
Tersiye ve dağ Hasan Bey köyleri buraya Cuma namazına gelmekteydi.
Yapı, yalnızca önden revaklı olduğu halde doğu tarafına bir dehliz eklenmiştir. Bunun
eklenmiş olduğu inşasından bellidir. Cami, dıştan bağdadi üstüne sıva ile kaplanmıştır.
Mihrap duvarı ve ek dehliz duvarındaki pencereler ile minare muhdestir.
Yapının asıl bünyesi ön revak ile ekleme dehlizin köşesinde açıkça görülmektedir. Köşe,
kertme-geçirme yapılmıştır. Kütükler, 7-10 cm kalınlığında, 20-30 cm enindedir. Bugün dehliz
tek taraflıdır; dah önce batı tarafında da olduğu söylenmektedir. Döşeme kaplamaları hızar
biçmesidir. Tavan düzgün olmayan şekilde kontrplak kaplanmıştır.
Cami içinde, minberin önünde, çok eski olasılıkla 14. yüzyıldan kalma yalnız deve tüyü ve
kahverenginden yapılmış, küçük müstatili, tek tek motiflerle süslü bir seccade vardı ki, bize
pek önemli geldi.478
463 Mes., 93
464 Mes, 251
465 Mes., 344
466 Mes., 404
467 Mes., 456
468 Mes., 494
469 Günümüzde Tekeşinler Köyü Ilgan Türbesi olarak bilnir. İzmit-Kandıra yolunda F tipi cezaevi karşısından
stabilize yola saptıktan sonra sağdan köye giren yolun karşı tarafından. Yanında ayrıca –şimdi kullanılmayan ve
devşirme taşlarında kullanılmış olduğu- çok eski olmayan taş bir Cuma cami kalıntısı vardır. Ne yazık ki
defineciler tarafından sürekli tahrip edilmektedirler.
470 Mes., 784
471 Mes., 786
472 Mes., 850
473 Mes., 516
474 Mes., 1021
475 Mes., 1097
476 Ayverdi, age, s.124, Çandı Camiler
477 Mes. Ye. K., s.191
478 Ayverdi’nin 1961 yılındaki ziyaretinde gördüğünü söylediği bu halıyı biz 2004 Mayıs ayındaki ziyaretimizde
göremedik, köy halkı da bir cevap veremedi. Kaldı ki köy içindeki yeni cami nedeniyle çandı camide artik ibadet
de edilmiyordu.
306
İzmit Çandı Yapıları
Çeşitli tarihi kayıtlarda geçen rakamlara bakılırsa, Akça Koca Konur Alp’le aynı yılda, 727 (M
1326)’da ölmüştür. İzmit’in kuşatmasıyla meşgul olan meşgul olan Akça Koca şehrin
alındığını görememiştir. Aşık Paşazade479 ve Neşri,480 Bursa’nın alınışı ve Akça Koca’nın
ölümü sonrası İzmit’in ele geçirildiğini söylerler. Bundan 728 (M 1327) tarihini çıkarmak
yerinde olur. Aslında, Tac’üt-Tevarih 728 olarak tasrih etmektedir.481 Hacı Kalfa yazması
Takvim’üt-Tevarih’inde göstermektedir. Hammer bu şehrin fethini Bizans müelliflerinin 1338
(M 737) gösterdiklerini ancak belde Akça Koca tarafından fethedildiğinden bu tarihin doğru
olamıyacağını, olsa olsa kentin elden çıkıp on yıl sonra geri alınmış olabileceğini söyler.482
İsmail Hami Bey de Hammer’in düşüncesi üzerinde durmadan 1338 der.483 Kent halkının
bildiği ayrıca rivayet yoluyla gelen tarih de 1327’dir. Orhan Gazi Camisi’ndeki levhada da
böyle yazılıdır.
İzmit kenti tepedeki kale içinde Orhan Gazi Cami, medrese ve Akçakoca camileri ile hemen
bezenmiş ve tarih boyunca güzel eserlerle bu arada Pertev Paşa külliyesiyle görkem
kazanmıştır. Kent, bütün Osmanlı kentleri gibi kaleden çıkarak güney düzlüğe yayılmıştır.
Akça Koca Cami
İstanbul caddesi üstünde ve kalenin eteğinde olan bu caminin banisi Akça Koca fethi görmüş
olsa da bir yapı yapmaya ömrü yetmemiştir. Bu nedenle cami kuşatma esnasında yapılmış
olsa gerekir; yeri kale dışında kalmasından dolayı bu olasıdır. Nitekim İznik kuşatması
esnasında da surlar dışında Orhan Cami yapılmıştır. Bugünkü yapı tamamen yeni olup
duvarları 1 ½ tuğlalıktır. Bu 60-70 yıllık duvarların hiçbir camide rastlanmayacak oranda ince
olması, önce ahşap, belki hımış olduğunu gösterir. Eğer duvarlar aslında kargir ve kalın
olsaydı, sağından ve solundan biraz görülür ve yine aynı kalınlıkta yapılırdı. İnce bodrum
duvarları da kalın duvarlı bir üst katı taşıyacak şağlamlıkta değildir. Görülüyor ki Akça
Koca’nın yaptırmış olduğu yirmiden fazla çandı camiden biri de buydu ancak kesin kanıt
yoktur.
Cami, üç sokağın köşesindedir. Zemine beş basamakla çıkılır; arazi de çok eğimli
olduğundan altta bir bodrum oluşmuştur. Duvarlar 19. yüzyılın normal tuğlasıyla yapılmış
olup sadece 35 cm’dir. Harim kısmı 14.75 x 12.60 m’dir. Ayrıca beş metrelik iki katlı son
cemaat yeri vardır. Üst pencerelerden yanlardaki müstatili, arkadakiler yuvarlaktır. Minare
şimdi duvarlardan daha eski yapım olmakla beraber iki yüzyıldan öteye gitmez. Belki de
yalnız kaide ilk yapılandır.
İzmit Evkaf Müdürlüğü’ndeki defterde, buna Dere Cami adı da verilmektedir. Bir beratta
“İzmit’te Yukarı Pazar’da Akça Koca nam-ı diğer Dere Cami’ine imamet tevcihi beratı, Şaban
1327” (M. 1910), bir diğerinde “Evkaf-ı mazbuteden İzmit’te Yukarı Pazar nam mahalde kain
Akça Koca nam-ı diğer Dere Mescid-i şerifini cami’e tahvil olan Bostaniyan-ı Hassa
kethüdası merhum Hacı Mustafa Ağa tarafından muhassas senevi 360 kuruş imamet ve ana
meşruta hitabet, 20 kuruş devirhan… 1337 Receb” (M. 1918)484 kayıtları bulunmaktadır.
İkinci berat, aşağı yukarı caminin tamirini ve minber konulmasını da bildirmektedir. Hacı
Mustafa Ağa’nın dönemi bilinmemektedir. Herhalde 19. yüzyıl ortalarından, Tanzimattan
öncedir ki bostanıyan-ı hassa ünvanını korumaktadır.
479 Aşık Paşazade, Ali Bey baskısı, s.38; Nihal Atsız baskısı, s.116
480 Mevlana Neşri, Taeschner baskısı, s.44; Faik Reşid Mehmed Köymen, s.150
481 Sadüddin Efendi, c.1, s.35
482 Hammer, c.1, s.318
483 İsmail Hami, c.1, s.22
484 İzmit Evkaf Müdürlüğü, a. def., s.32 ve 33
307
Mihrabı, kıbleden 25 derece batıya dönüktür. Bu da Orhan Dönemi’nin kendine has
özelliğidir.
İzmit Orhan Gazi Cami
Taş ve tuğla duvarlı ve ahşap çatılıdır. Aşık Paşazade İzmit’in alınışını anlatırken “Kilisaları
mescid itti ve bir kilisayı dahi medrese itti şimdi dahi medresedir”485 der. Bizim tarihçiler, bir
kilise cami yapılırsa çan sesleri yerine ezanların okunduğunu gururla yazarlar, hatta kilise
yakınında veya arsasında bulunan camiler içinde bu fırsatı kaçırmayarak kiliseden bozma
derler. Aşık Paşazade de böyle yapmıştır. Gerçi, Texier de “İzmit’in en eski cami Sultan
Orhan tarafından tahvil edilen bir rum kilisesidir”486 diyor. Fakat onunki başka amaçlıdır.
İşte, Türklerin gasp ettikleri bir kilise daha demeye getiriyor. Fakat her iki şık da kesinlikle
doğru değildir çünkü caminin kilise ile alakası yoktur.
Cami kayıtlarda Orhan Gazi evkafındandır.487 Halbuki Sultan Mecid zamanındaki tamir
kitabesinde Süleyman Paşa namına gösterilmiştir. Bir çok yerde örneğin Kandıra’da olduğu
gibi baba oğul vakıfları birbirine karıştırılır.
Cami, 1.05 -1.10 cm kaınlığında moloz taşı duvarla yapılmış olup orijinal gövdeyi
korumaktadır. Kapladığı alan dıştan 15.40 x 20.85 m olup Göynük Cami’ne yakındır. Bu
kargir kısma 1259 (M. 1843) yılındaki onarım esnasında ahşap bir son cemaat yeri ve bir
hünkar mahfili eklenmiştir. Ekteki basit rölevesinde kalın duvarlar orijinal gövdeyi, inceler
ekleri göstermektedir. Bu onarımda harim pencerelerinin üst dolguları boşaltılarak kemerli
uzun pencereler oluşturulmuş, kıble tarafındaki iki pencere kapatılmıştır.
Bu pencerelerden bir tanesi mahfil döşemesine denk düştüğü için bozulmamış, asıl haliyle
kalmıştır. Bu pencerenin orjinalinde diğerlerinden daha alçak oluşu, caminin ilk yapısında da
mahfil bulunduğunu gösterir. Onarım sırasında ampir usluba sokmak çabasıyla, cami orijinal
kapısının yekpare mermer basık kemeri düz lento haline getirilmiştir. Kezalik dışında, içeride
direk başlıkları, silmeler, ahşab kubbedeki tezyinat tamamen ampirdir. Cami içinde hiçbir
özellik yoktur. Duvara asılı sülüs yazı:
1-Fatih-i İzmid Süleyman Paşa bin Orhan
2-ve Fatih-i Hereke ve fatih-i Aydos ve Fatih-i Koca İli Sancağı
3-Sene 728
4-bina-ı Cami-i Şerif ve Medrese, sene 733. izmid Çuka Fabrika-i Hümayununda asakir-i
Şahaneden İsmail Tosun bin Musa Bey kulları. 13 Nisan 1314 (M. 1898)
levhası İzmit’in alınışı ve cami ile medresenin yapılış tarihlerini doğru aktarmaktadır. Cami’nin
onarım kitabesi dış harem kapısı üzerinde olup, bir satırda dörderden 20 mısradır. Yazısı
taliktir.488
Hesaben de 1259 (M. 1843) tarihini veren bu kitabeye oranla, Cihan Sreaskeri denilen, Rıza
Paşa Cami’nin halini Sultan Mecid’e bildirerek onarımını sağlamıştır.
Bir de cami’nin harem kapısı karşısında mermer bir ampir çeşme bulunup daha da eskidir.
Yazısı eski bir sülüstür:
485 Aşık Paşazade, Ali Bey baskısı, s.38; Nihal Adsız baskısı, s.116
486 Texier, age, c.1, s.127
487 Ev. K.K. (Evkaf Kayıd Kadime), İzmit esas defteri, no. 144, sıra 162 ve 415
488 Yayınlanmamış olan bu kitabede, sekizinci mısradaki ….. kelimesi vazıh değildir. Noktalı olması nedeniyle
hareket anlamında değildir. Yazım hatası denilse bile bir anlam içermiyor.
308
1)Sahibet-ül hayrat Canfida Kethüda kadın merhumenin İznikmid derunnunda insa ve
icrasına muvaffak oldukları
2)Çeşmeleri su yollarının mürur-i zaman ile muşrif-i harab ve mu’attal olmağla
3)Mu’ahharen menbaından külliyen tamir ve çeşmelere icraya muvaffaka olan hala serlevha-i
4)Şehinşah-ı Cihan Hazret-i Gazi Sultan Adli Mahmud Han medde zılal-i
5)Devletehu ila ahir’id Devran Efendimiz Hazretlerinin Haremeseray-ı Hümayunlarında
Hazinedar Ustalık
6)Rütbe-i celilesiyle şeref yad olan aliyyet’üş-şan Su’ada Usta Hazretlerinin imarına muvaffak
oldukları hayrattır. Sene 1242 (M. 1826).
Caminin haziresinde tanınmış Nakşi şeyhleri yatmaktadır. Bu yapıt, haziresi ve çeşmesiyle
geçmişten kalan 7 asırlık bir yadigardır.
Süleyman Paşa Medresesi
Cami, Orhan Gazi vakfı olmasına karşın hemen batı duvarına bitişik gibi olan medrese
Süleyman paşa’ya aittir. Bugün yalnızca enkazının doldurduğu bir toprak yığınıdır. Acaba bu
medrese bir önceki konuda tekrarladığımız Aşık Paşazade’nin sözünden hareketle ir kilise ya
da manastır mıydı? Bu konuda yapısal bir iz kalmamıştır. Cami içindeki levhada Süleyman
Paşa Medresesi’nden söz edildiği gibi Evkaf kayıtlarında da İznikmid Medresesi
müderrisinden konu edilmektedir.489 İzmit Evkaf (Vakıflar) Müdürlüğü’ndeki bir ferman
süretinde “Karye-i Ahi Cabi Süleyman Paşa badeha Orhan Gazi vakfetmiş, 1245 evahir-i
Receb’de 2378 akçe iradı” ve “Kızılca Elma Kariyesi İznikmid Medresesi’nin talebesine sarf
olunur, 2097 akçe Cihet-i müderris’an İmaret-i Bolayır Hazma vakf-ı Süleyman Paşa fil-yevm
5 senede 1800” ve aynı şekilde “An hamam salyane 1130 akçe” ve yine “mezra-i Halife
Virani (şehir kurbinde) an iskle-i İznikmid salyane 3600” akçe varidat gösterilmektedir.490 Bu
kayıtlar 887 tarihli olup, 807 tarihi ile defter-i köhne’de491 mestur Hüdavendigar berat-ı
hümayunu ile tasdiklenmektedir. Yine aynı defterde “Bolu Sancağı’ndan Kandıra
Nahiyesi’nde Sinanoğlu Çiftliğ 20.000 akçe“ varidatının bu medreseye vakf edildiği
anlaşılıyor. Yine Ali Kuşçioğlu Derviş Mehmet Çelebi’nin yazdığı Süleyman paşa vakıfları
tahrir defterinde, Bolayır vakıfları zevaidinden “Mevlana müderris der medrese-i İznikmid”in
görev aldığını daha önce görmüştük;492 oradan aktarılan tasarruf belgesi böylece yerel
defterlerle uyuşmaktadır.
Süleyman Paşa Hamamı
Bu hamam Orhan Cami’den daha aşağıda, yıkık bir durumdadır. Kısaca Paşa Hamamı veya
Yukarı Pazar Hamamı adlarıyla anılmaktadır. Medrese bölümünde belirttiğimiz vesikada da
görüleceği üzere 1130 akçe geliri olan bir çifte hamamdır.
Bina 60’lı yıllarda itfaiye deposu olarak kullanılmakta idi. Yalnız ılıklık ve sıcaklı kısımları
ayakta kalmış, soğukluklar ve tuvaletler yıkılmıştır. Kadın ve erkek bölümleri yaklaşık bir
birine eşittir. Yıkılmış olan kısımların şekil ve ölçüleri Klinghardt’ın eserinde
bulunmaktadır.493 Yapıt 1927’de yayınlandığına göre, resimler 1925’lerdeki durumu
göstermektedir. Buna göre soğukluklar 9.5 x 9.5 m boyutlarında olup çatılıdır. İkişer pencere
ve birer kapıları vardır. Ilıklık bir kemerle ayrılmış, 3.85 x 8.60 m büyüklüğünde iki kubbeli bir
müstatildir. Halvetler ise 3.85 x 3.85 m’dir. Ilıklıktan iki tuvalete geçilmektedir. Külkan ve
kazan işaret edilmemiştir. Fakat arkada olsa gerekir. Yazar, kitabına soğukluğun ortasındaki
489 Ev. K.K., no.990, Vakfıye-i evvel-i Rumeli-Anadolu defterleri, s. eski 153, yeni 160’da Süleyman Paşa
vakfiyesi sureti
490 İzmit Evkaf (Vakıflar) Müdürlüğü, a. defter, s.1 v.d.
491 Defteri Köhne, H 807/M 1404. Bir çok Tahrir defterinde karşılaşılan defter-i köhnelerin 15. yüzyıl başında
yazıldıkları buradan anlaşılmaktadır.
492 Tayyib Gökbilgin, s.167
493 Dr. İng. Klinghardt, Turkische Bader, J. Hoffmann, Stuttgart 1927, s.27, res. 21-23
309
güzel çanaklı bir havuzun resmini de koymuştur. Kubbeler kürevi müselleslere oturmaktadır.
Bugün, hamamın arkası yolla aynı seviyededir.
Gebze Çandı Yapıları 494
Malkoçoğlu Mehmed Bey Açık Künbedi
Gebze’nin kuzey kenarında ana caddeden kente giriş yolu üzerindeki kabristanda
bulunuyordu ve 50’li yıllara kadar mevcuttu. Şimdi tamamen yok olan bu açık künbedin
kitabesi ve tarihi Halil Edhem Bey tarafından yayınlandığı495 gibi bir rölevesi ve mimari
tanımlaması, müze mimarı Hasan Ergezen Bey’in bir makalesinde496 konu edilmiştir.
Türbeyi, Ayverdi de görmüş ancak incelemeye vakit bulamamıştı. Birkaç yıl sonra da yapı
temelden yok edildi. Osmanlı devrinde az sayıda yapılmış külahı sivri kümbetlerin üçüncüsü,
açık künbetlerin ikincisidir. Dördüncüsü Yıldırım Beyazıt Han zevcesi Devlet Hatun’un
Bursa’da Yeşil’in alt tarafındaki türbesidir. Bilindiğine göre daha sonra böyle künbed
yapılmamıştır.
Mimar hasan Bey tarafından yayınlanan röleveleri ve fotoğrafına göre yaklaşık 6 x 6 m
boyutlarında olan türbe köşelerde dört adet yığma ayaklara, ortalarda yekpare mermer
sütunlar üzerine oturmakta ve ayaklarla sütunlar arasında dairevi kemerler bulunmakta idi.
Ayak ve kemerler 3 tuğla, 1 kesme taşla işlenmiş ve bu tarz kemer üst seviyelerine kadar
devam ettikten sonra, saçağa kadar yalnız tuğla kullanılmıştır. Bunun üstü sivri bir külahtır.
Bu tarz ile Malkoçoğlu Türbesi Germiyanoğlu Yakup Bey’in kızı ve Yıldırım Beyazıt’ın zevcesi
Devlet Hatun’un türbesine benzemektedir. Ancak o türbe daha zengindir ve sivri külahı bir
kasnak üzerine yerleştirilmiştir. Mimar Hasan Bey yapı taşlarının kalıntılardan devşirilmiş
olup üzerlerinde Bizans motif ve işaretleri bulunduğunu ayrıca iki kemer arasına yerleştirilmiş
kitabede de Bizanslılara ait işaretler bulunduğunu belirtmektedir. Şimdi var olmayan taşlar
için bir şey söylenemez ama yazıttaki işaretlerin bu türbenin yapılmasıyla ilgili yazılar olduğu
açıktır. Mimar hasan Bey ahşap gergiler olduğunu yazıyorsa da fotoğrafta böyle bir şey
yoktur, delikler iskele yerleridir, gergi için değildir. Hasan Bey’e göre türbede iki mezar
varmış. Fotoğraf ve cephe resminde görülen kitabenin 1910’larda Halil Edhem Bey
tarafından yayınlanmış olup makalye ek bir de stampaj resmi vardır. Mermer yazıt iki satır
sülüs yazı olup 87 cm x 38 cm boyutlarındadır. Yazıttan Mehmed bin Malkoç Bey’in 787
(M.1385) yılında öldüğü anlaşılıyor: Sene seba semanin ve seba maye (787)
Bu Mehmet Bey, Edirne eserleri arasında camisi bulunan, sancak beylerinden ve ümeradan
Malkoç (Mihalkoç) Bey’in kendinden önce ölen oğlu olsa gerekir. Yazı kabartma olmayıp,
Roma ve Bizans yazıtları gibi oymadır. Halil Ethem Bey yazıt mermerinin çerçevesinden
dışarıda kalan, üstte üç, yanlarda ikişerden dört küme harften oluşan Rumca bir ibarenin
bulunup, bunların 15. yüzyıl Bizans yazısına uygun olduğunu ve heyet-i umumiyenin “amel-i
İstafanos” anlamını taşıdığını açıklıyor.
Bu Rumca imza, Osmanlı mimari tarihinde şimdiye kadar eşine rastlanmayan bir durum olup,
Halil Ethem Bey, Mastoris İstafanos’un bu imzasının yalnız kitabeyi yontana mı, yoksa türbe
binasını yapana mı ait olduğunda tereddüt ediyor. Müslüman ve Rum yazılarının aynı
494 Ayverdi, s.303- 305
495 Halil Edhem, Gekbuze’de 787 Tarihli bir Osmanlı Kitabesi, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, no.40, sene
1 Teşrin-i Evvel 1332, s. 228-235
496 Hasan Rıza Ergezen, Malkoç Türbesi, T.T.O. Belleteni, no.73, Şubat 1948, s. 15-17: Planlar yayınlanırken
ölçek konulmadığı için tam ölçüler bilinmemektedir. Asılları da bulunamadığından Ayverdi tarafından aynı
büyüklükte kopye edilmiştir. Ancak kubbe olmayıp külah olduğu bizzat Hasan Bey ve Halil Edhem Bey tarafından
bildirildiği halde planda kubbe çizilmiştir. Kemerlerin ayaktan taşması varid olmayacağı, esasen cephe ve kesit ve
fotografta bir yüzde oldukları göz önüne alınarak plan Ayverdi tarafından değiştirilmiştir. Röleveyi 1/100 kabul
etmenin gerçeğe yakın olacağı Ayverdi tarafından belirtilmiştir.
310
teknikle bir elden çıktığı açık olduğuna göre, İstafenos’un isminin yalnız yazıta denk
düştüğünü var saymak daha uygun görünüyor. Aslında yapı, malzemesinin Bizans kaynaklı
olmasına karşın tamamıyla eski künbedlerin özelliklerini taşır. Halil Ethem Bey 1328 rumi (M.
1912) den birkaç yıl evvel üç duvarı mevcutken bu tarihte yalnız bir yüzün kaldığını ve
türbede, Hasan Bey’in resmine aykırı olarak yalnız bir mezar görüldüğünü yazıyor.
Burada yatan Mehmet Bey’in kimliği hakkında bir bilgi bulunamadı. Babası Malkoç Bey,
Edirne’de camini gördüğümüz kişi olmalıodır. Ölümü Yıldırım Beyazıt’tan sonra olduğu için,
oğlunun türbesini babasının yaptırmış bulunması olasıdır.
Gebze Orhan Gazi Cami
Gebze Orhan Cami kasabanın doğu tarafındadır. Eskiden ana yolun buradan geçtiği,
mahalleye şimdi Menzilhane denilmesinden anlaşılıyor. Menzilhane hamamı da caminin
yakınındadır.
Koca İli tahrir defterinde497 “Karye-i Danişmend Virani tabı’i (M) Orhan Bey tabserah ü
Gekbuze cami’ine vakf itmiş Padişahımız aizze lehu ensaruhu Hazretleri Muhyittin nam
kimesneye sadaka idüp eline Hukm-i Humayun virmiş deyu Cami gün bir cüz Kur’an-ı azim
ve sure-i En’am’dan bir aşır okuya…”
Bir köyün varidatına bir cüz okuması karşılık tutuluyor. Bunun gibi daha başka görevler için
ayrılan birkaç köy haşiyede belirtilmiştir.
Vakıflarda “Gekbüze Kasabası’nda merhum ve mağfurun-leh Sultan Orhan Cami-i Şerifi
vakfı” serlevhası altında görevlendirme kayıtları vardır.498
Kasabanın batıya genişlemesi sonucu Çoban Mustafa Paşa yapı topluluğu gibi büyük bir
yapıtın o tarafa yapılmasıyla ikinci dereceye düşen Orhan Cami oldukça bakımsızdır. Halbuki
ufak basitliklerine karşın Orhan Gazi dönemi yapılarının ender gelişmiş örneklerindendir.
Basık değildir, pencereleri ne az ne de ufaktır. Epeyce yüksek beden duvarları, üç sıra
penceresi, hareketli ve pencereli kasnakları bir uyum içindedir. Ayrıntılar da devrin
özelliklerini gösterir.
Cami, 12.30 x 12.30 m boyutlarında bir saha üstüne birbirini kesen tonozlu, köşe tromplarıyla
oturan, kasnağı pencereli tek kubbeden oluşur. Asıl beden duvarına altlı üstlü iki sıra
pencere açılmış, tromplarla güzelce bağlanmıştır.
Cami duvarları nerdeyse tamamen moloz taşındandır, ende olarak tuğla beslemeler ve kısmi
hatıllar kullanılmıştır. Pencere kemerleri sade tuğladandır. Fakat cepheler hakkında tam bir
kanıya sahip olmak olası değildir. Çünkü oldukça kalın ve badanalı bir derz yüzeyi örmekte,
batı ve kuzey cepheleri de kimsi bir sıva ile kaplı bulunmaktadır. Kubbenin tepesi dıştan
basık görünür, bununla birlikte duvarlara dört müsellesi sofa ile oturuşu, kasnak ve
pencerelerin oranları, daha sonraki dönemlerin mükemmelliğine sahiptir. Alt sıra pencereler
sövesizdir. Kemer dolgusu duvardan 12-15 cm çukura işlenmiştir. Bu tarz pencerelere Orhan
devri ve onu takip eden dönemlerde sıklıkla rastlanır. Bu pencerelerin boyutları pek yerinde
olup yukarıdakilerle de uygundur. Pencere söveleri iç ve dıştan meşe yapılmıştır. Pencereler
karşılıklı düşmez, batı duvarında minber ve mahfile göre oturtulmuş, doğu duvarında ise
minareden dolayı ileri alınarak ustaca yedirilmiştir. Fakat mihrap yani güney duvarındakilerin
batıya doğru kaydırılmasındaki nedeni anlamak olası değildir. Nitekim kıble duvarı denilen
497 Baş Vekalet Arşivi (BOA), 929 tarihli no.27 Koca İli tahrir defteri, s.17. Bu camiye değinen diğer vakıf
kariyeleri için bkz. A. def., s. 38, 40, 41
498 Ev. K.K., İzmit esas defteri, no.144, sıra 9-15
311
kuzey yüzünde kusursuz oranlarda konmuştur. Acaba eskiden minber pencere ile mihrap
arasındaydı da o nedenle mi böyle yapıldı? Akla yakın bir olasılık.
Minare, bu devre ait yapıların çoğunda karşılaşıldığı gibi soldadır. Bu yalnızca kaidesi
orjinaldir. Gövde, hemen hiçbir geçiş düzeneği olmadan kaideye iğreti gibi oturur. Yalnızca
kaidenin köşelerine birer istalaktitle, pah gibi bir şey yapılmıştır. Minarenin gövdesi kısmen
1.20 m çıkıntı oluşturan kaideye, kısmen de beden duvarına oturmaktadır. Eğer daha geniş
olsa idi, belki sadece duvara bastıracaklardı. Fakat belitildiği gibi bu camide devrinden daha
gelişmiş yöntem ve oranlar kullanılmıştır. Duvarlar öyle kalın değildir, pencereler pek uygun,
beden yüksekliği uyumludur. İlkellik pek az hissedilir. O da daha çok ayrıntıdadır ve
malzemenin en basitinin seçilmesindendir. İşte bu minareyi mantıklı yöntemlerle yapının
olanaklarından en üst derecede faydalanarak yerleştirmeleri nu nedenledir.
Minare kaidesinde tuğla da kullanılmıştır ve bazı kesme taşlar eski yapılardan devşirilmiştir.
Bunlardan bir tanesi iki aslanı zapteden bir şahsı, diğeri de 10 dilimli bir kursu
göstermektedir. Birinci taşın üstünde bir kaval, bir armudi ve dişden oluşan bir silme vardır.
Resimli olduğuna bakıp bu işlerin Bizans işi olduğu sanılmamalıdır. Osmanlılara da ait
olamaz. Bu taşlar 473 (M 1080) yılında buraları ele geçirip 15-17 sene, 1098 Ehl-i Salib’ine
(Haçlı Seferi) kadar elde turan Selçuklulara aittir. Aslan, Selçuklular tarafından sıkça
kullanılan bir motifti. Bu taşlar, Selçukluların bura kısa zamanda yapılar yaptıklarını da
göstermektedir.
Minare basamaklarının yedekleri meşedir. Basamaklar ve çekirdek tuğladan olup,
basamakların köşesine meşe geçirilmiştir. Bursa Alaeddin cami ve geyikli Baba’da da
böyledir.
İçeride esaslı bir tezniyat kalmamıştır. Yalnız kubbe özengisinin kemen altında bir yazı
kuşağı vardır. Doğudan batıya doğru bir sure ve kıble duvarında, mahfil üstünde “Ketebe
Asaf el kitap Mehmet Emin an Huvacegan divan hümayun, esil Allah ma yetimnahi. Sene
1189 yazılı ketebesi yani imzası vardır, bu da caminin 1189 (1775) yılında onarıldığını
gösterir.
Minber pek eski değildir, mihrap sivri kemerli bir oyuktan ibaret kalmıştır. Alçı pencereler
içinde 17. yüzyıla kadar çıkanlar vardır. Cami kapısı oldukça zengin silmeli, üç tablalı, pek
müzeyyen imiş. Ancak Ayverdi’nin ziyareti esnasında kenarda bir çok eşyanın altına atılı
durumda imiş ve ağırlığı nedeniyle kaldırıp inceleyememişler. Döşemeler 26 x 26 cm
tuğladır. Şeyh Edebali türbesinde de aynı boyutlar vardır.
Pencere kanatlarının altısı da eskidir. Beşi yekpare meşe ağacından ve düzdür. Yalnız,
binileri oymalı, demir çivi başları ve çengeller döğmedir. Doğu tarafında mahfil yanındaki
kapak ise çok müzeyyendir. Pek kalın bir boya bile bu letafeti örtemiyor. Üst tablalardan sağ
ve sol kanatta kabartma sülüs yazı ile yazılmış hitab ve dualar vardır. Orta tablada geçme
Rumilerden oluşan bir ana göbek etrafına, ters yüz altılı yıldızlardan birer gül konmuş ve
bunlar birer şapla ortaya bağlanmıştır. Alt tabla bir hatai oymadır. Kapı ve bu kanat 14.
yüzyılda Selçuklularda, Karamanlılardaki görkemli benzerinin bu yapıya göre yapılmış daha
basit bir örneğidir. Yoksa böyle bir köşeye konmazdı. Caminin mihrabı 30 derece batıya
dönüktür.
1995 ?, John Ash
1948'de Manchester'da doğdu. 1969'da Birmingham Üniversitesi'nden mezun oldu. 1996'dan
beri İstanbul'da yaşıyor ve Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi. Ünlü bir İngiliz şairi
olması yanı sıra Ingram-Merril, Whiting Award ve Guggenheim gibi ödüller ve burslar
kazanmıştır. A Byzantine Journey (Bizans’a Yolculuk) adlı gezi kitabında Haçlıların izinde
312
Anadolu’da yaptığı gezileri temel almıştır. İşta yöremiz hakkındaki kısa ama insani vuran
notu:499
Ankara’dan gece yola çıkıp antik Nikomedia’nın, İzmit’in kasvetli varoşlarında gri şafak
söktüğünde hala yağmur yağıyordu. İzmit ve İstanbul arasındaki sahil yolu bir zamanlar çok
güzel olmalıydı ama şimdi tamiri mümkün olmayan şekilde bozulmuştu. İmparator
Theophilos’un Binbir Gece Masallarına benzeyen Brias Sarayı’nı yaptırmak için seçtiği yer
burasıydı. Aynı yerde başka saraylar, küçük surlu şehirler ve ünlü manastırlar vardı. O
zamanlar deniz temiz, tepelerdeki ormanlar sıktı. Şimdi deniz zehirli bir çorbaya benzer,
ağaçların çoğu kesilmiştir. Dehşete rağmen başımı çevirmeyerek, kemirilmiş yamaçlara ve
beş katlı apartman yüksekliğindeki kütük yığınlarına şaşkın şaşkın baktım. Rafineriler sahilde
parıldıyor, fabrikalar sarı duman kusuyor, çimento fabrikaları, taş ve maden ocakları her şeyi
toza buluyordu. Bizanslı şair ve tarihçilerin çağırdıkları dünyevi cennet, cehenneme
dönmüştü. Gözlerimi sımsıkı kaparsam her şeyin yok olabileceğini hissettim ama görüntü
tıpkı migren gibi inatla var olmakta ısrar ediyordu.
2000, John Freely
Kırım’da Osmanlılar ile birlikte savaşan Britanya ordusunun mensubu büyük babanın ve
İrlandalı bir ailenin çocuğu olarak 1926’de New York’ta doğan ve Robert Kolej’den aldığı bir
teklifle 1960 yılından bu yana İstanbul’da yaşayan John Freely’nin 20. yy. ilk yarısında
gerçekleştirdiği gezisinin güzergahı İstanbul-Edirne-Ç.Kale Boğazı-Troya-Bursa-İznikİstanbul-Amasra-Sinop-Samsun-Trabzon-Trabzon güneyi ve doğusu-Hopa-Artvin-YusufeliTrabzon şeklindedir. İzmit, Bithynia, Darıca ve Eskihisar’dan bahsetmektedir. Tarih Profesörü
Freely, halen Boğaziçi üniversitesinde öğretim üyesidir. İşte anlatımı:
İznikten hareketle otoyol, Orhangazi’yi geçtikten sonra dik Bithynia tepeleri arasından
kıvrılarak Marmara kıyısına doğru iniyor. En sonunda, karanın iyice içerilerine giren İzmit
(Nikomedia) Körfezi’nin başındaki küçük bir liman olan Yalova’da denize ulaşıyoruz. Yalova,
kentte ve çevre illerde çok sayıda insanın ölümüne neden olan 17 Ağustos 1999 depreminde
ağır hasar gördü.
Burada Yalova’nın 11 km güneybatısındaki Termal’e gideceğiz. Yunanlılar Termal’e, sıcak su
kaynakları ve oradaki Apollon Pytia Tapınağı yüzünden Pythia Kaplıcaları (Thermae Pythia)
diyorlardı. Burası Roma dönemlerinden beri ünlü bir kaplıcadır; hem Bizans imparatorları
hem de Osmanlı Sultanları buraya gelip şifalı sularından yararlanmışlardır; Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında burayı yeniden sayfiye yeri haline getiren Atatürk de gelmiştir.
Şimdiki hamamlar ve açık yüzme havuzu, sıcak kaynaklardan beslenen bir dere olan Hamam
Deresi’nin etrafında kümelenmişler. Bu hamamların en eskisi Bizans’ın ilk dönemlerinde
kurulmuş olan Kurşunlu Hamam’dır; hamamın dış duvarları içine yerleştirilmiş olan Helen ve
Roma dönemi cenaze stelleri, 1932’de tepedeki parkta bulunan eski sinema binasının
arkasındaki bir arazide yapılan kazılarda çıkartılmış.
Sinemanın hemen arkasında, II.Justinos Rotundası olarak bilinen arkeolojik bir bölge var;
aynı adlı hükümdarın döneminin (565-78) ilk yıllarına tarihleniyor. Burada bulunmuş, onun ve
karısı Sophia’nın monagramını taşıyan bir sütun başlığından anlaşıldığı kadarıyla Rotunda,
Justinos’un “Thermae Pythia”da yaptırdığı bir sarayın parçasıymış. Kazılarda ayrıca, Büyük
Constantinus’un yaptırdığı ve Justianus’un restore ettirdiği, başmelekler Mikail ve Cebrail’e
adanmış bir kilisenin kalıntıları da açığa çıkmış.
Yalova’ya döndükten sonra, 130 numaralı karayolundan doğuya doğru giderek İzmit
Körfezi’nin güney kıyılarına ulaşıyoruz. Yalova’dan 12 km sonra, soldaki Topçular iskelesine
499 John Ash, Bizansa Yolculuk (A Byzantine Journey), çev. Özge Özgür, İstanbul 2005, s. 274
313
giriyoruz; buradan körfezin karşı kıyısındaki Darıca’ya feribotlar kalkıyor. Böylece İzmit
körfezi’nin etrafını dolaşmaktan kurtulmuş oluyoruz.
Feribot, Darıca iskelesine yaklaşırken, kıyının sağ tarafındaki tepede Türklerin Eskihisar
dedikleri bir ortaçağ kalesinin etkileyici harabelerini görüyoruz. Buranın, Nikomedia
Körfezi’ne girişi kontrol eden Dakybiza olduğu saptanmıştır. VIII.Mikhail Palaiologos 1259’da
tahtı gasp ettiğinde, selefi genç IV.Ioannes Laskaris’i (1258-59) kör edip Dakybiza kalesine
hapsetmiş. Ioannes hayatının geri kalanını Dakybiza’da geçirmiş ve 1281’de ölen Mikhail’den
daha fazla yaşamış. 500
--Yaklaşık 1380 yılında Diliskelesi (Glossa) üzerinden Baccusa (?) ve Leyngouon’a (Gemlik ?)
geçen Bourge’lu bir gezginin güzergahı 19. yy’da kaleme alınır ancak yöre hakkında hiçbir
bilgi yoktur.501
Petrus Villinger, arkadaşları Bockenberch, Helfferich ve Vlaming ile birlikte 07.03.1567’de
İzmit’e gelerek Piyale Paşa camini ziyaret ederler.502
Ludwig von Rauter, 10.06.1568’de Gebze Mustafa Paşa kervansaray ve cami, Glossy
(Diliskelesi) ve 11/06’da İzmit’i ziyaret eder.503
07 Temmuz 1588’de Bursa ziyareti için İstanbul’dan yola çıkan Georg Christoph
Fedrnberger, dönüşte İzmit ve Gebze’yi ziyaret eder. Eylül ayında doğu turu için bir kez daha
Gelibolu’ya doğru hareket eder. Gezinin dönüş yolunda 1592 Ağustos ortalarında Beşköprü,
Sapanca, İzmit, Derabe (Hereke), Geubise (Gebze) imaretini ziyaret eder.504
----
500 John Freely, Türkiye Uygarlıklar Rehberi, c.2 Marmara Etrafında & Karadeniz Kıyısı, İstanbul 2002, s. 76-77
501 Yerasimos Stephane, s. 98 : Lelewel Joachim, Géographie au Moyen Âge (Ortaçağda coğrafya) “İtinéraire
XXII.. de Brugis per terram usque Vischa in Turchia per Constantinopolim. Deinde usque Jhrl-m per aquam”,
Epilogue (C.5), s. 281-308, Brüksel 1857; Gilles de Bouvier, Le livre de la description du pays, Paris 1908
502 Yerasimos Stephane, s.275
503 Yerasimos Stephane, s.280
504 Yerasimos Stephane, s.363, 365
314

Benzer belgeler