savaşa karşı barış mücadelesini yükseltelim!

Transkript

savaşa karşı barış mücadelesini yükseltelim!
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
TEMMUZ/AĞUSTOS 2016/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X182
SAVAŞA KARŞI BARIŞ
MÜCADELESİNİ
YÜKSELTELİM!
MİLLETVEKİLLERİ DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILDI
ALMAN PARLAMENTOSUNDAN
SOYKIRIM KARARI ÇIKTI!
TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ
ÜZERİNE
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Merhaba
Yeni bir sayı ile birlikteyiz.
Bu sayımızda:
AKP’nin gelişmesini ele aldık. AKP’nin iktidara gelişi,
iktidarı ele geçirişi, gelişme sürecini değerlendirdik.
Savaş yürüten, faşizm uygulayan AKP’deki bu
değişiminin konjonktürel olup olmadığını süreç
gösterecek.
Başkanlık sistemi üzerine iki okurumuz ile
yürüttüğümüz tartışmayı yayınlıyoruz. Başkanlık
sisteminin ne olduğunun kavranması açısından
tartışmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz.
Büyük Proleter Kültür Devrimi yazı dizimiz bu
sayıda da devam ediyor.
“Türk savunma sanayisi” üzerine kapsamlı bir yazı
yayınlıyoruz. Savunma sanayisinin gelişmesinin
görülmesi açısından yazıyı ilgi ile okuyacağınızı
düşünüyoruz.
Ermenilere yönelik yapılan soykırımın birinci
derecede sorumluları içinde yer alan Alman devleti,
101 yıl sonra 1915’de yapılanın soykırım olduğunu
kabul etti. Konu ile ilgili değerlendirmemizi sayı
içinde bulabilirsiniz.
Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması,
Davutoğlu’nun hal olunması vb. diğer yazılarımız.
Her zaman
olduğu gibi
görüş ve
önerilerinizi
bekliyoruz.
Yeni sayımızda
buluşmak
üzere….
Hoşçakalın…
Demokratik Özerklik/Özyönetim
tartışmaları üzerine broşürümüz
çıktı.
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
AKP NEREYE KOŞUYOR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
DAVUTOĞLU HAL OLUNDU… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
MİLLETVEKİLLERİ DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILDI. . . . . . . . . . . 13
YENİ KADIN DÜNYASI
HÜKÜMETİN KADIN PROGRAMI VE GERÇEKLER... . . . . . . . . . . . . . . 15
GÜNCEL
ALMAN PARLAMENTOSUNDAN ERMENİ
SOYKIRIM KARARI ÇIKTI!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
İNCELEME
TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ ÜZERİNE…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
PANORAMA
YEMEN: Savaşın sürekli hali! … . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
GÜNCEL
AVUSTURYA MAUTHAUSEN TEMERKÜZ
KAMPI‘NIN 71. KURTULUŞ YILI KUTLANDI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42
FRANZ STROBL’UN ANISINA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
FRANZ STROBL YOLDAŞIMIZ ARTIK YAŞAMIYOR…
YOLDAŞLARI OLARAK ONU SONSUZLUĞA UĞURLADIK… . . . . . . . 48
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
‘BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ’ ÜZERİNE III . . . . . . . . . . . . . . 50
SERBEST KÜRSÜ
TÜRK TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE…” . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul.
Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 182· Temmuz/Ağustos 2016 • ISSN 1301-692X182• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye
Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli •
www.ydicagri.com • [email protected][email protected] . twitter.com/ydicagri . facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI
2
AKP, 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde %34,29
oy alarak iktidara geldi. AKP kuruluşundan bu yana
İslamcı/muhafazakâr, batılı emperyalistlerle işbirliğine hazır olan “ılımlı İslamcı” diye adlandırılan farklı
güçler arasındaki bir koalisyondu. ‘Milli Görüş’ün
‘Yenilikçi Kanadı’, seçimlerle iktidara gelinmesi ve
devletin değiştirilmesini hedefliyordu. Gülen hareketi başka bir yol izlenmesinden yanaydı. Gülen hareketi kendisini ‘partiler üstü’ ve ‘aydınlatma/ışık hareketi’ veya ‘hizmet hareketi’ olarak tanımlıyordu. Gülen
hareketi, uzun vadede, alttan devlet kurumlarına yerleştirilen ‘hizmet kadroları’ ile devleti ele geçirme ve
dönüştürmeyi hedefliyordu.
AKP İktidara geldiğinde, işbirlikçi özel sermayeli
büyük burjuvazinin ve batılı emperyalistlerin istediği
siyaseti uygulamaya başladı. İlk dönemlerde Avrupa
Birliği ile uyum politikalarını ön plana çıkaran bir
siyaset izlendi. AKP tek başına hükümet kurabilecek
bir parlamento çoğunluğuna sahip olma anlamında
iktidara gelmişti ama henüz devlete egemen değildi. Batılı kadim mütefiklerin ABD’nin Avrupa’nın
desteğine ihtiyacı vardı. İktidar mücadelesinde önce
devletin yüksek bürokrasisini, en başta yüksek yargı
ve orduyu elinde tutan Kemalist bürokrat burjuvazi
ile mücadeleye girişti! AKP, Kemalist elitlere karşı
mücadelede Gülen hareketinin kadrolarına dayandı.
AKP, kendi iktidarına karşı geliştirilen tehlikelere
karşı mücadele etti! Bürokrat devlet burjuvazisinin
egemenliğini önemli ölçüde geriletti. Askeri vesayet
önemli ölçüde geriletildi. Birçok devlet kurumunda
Kemalistlerin egemenliğine son verildi. Yüksek yargıda, Kemalistlerin mutlak egemenliği kırıldı.
AKP iktidarına karşı girişilen hareketler bertaraf
edildi. Darbe tezgahlayanların en azından bir bölümünün, açık darbe yanlılarının üzerine gidildi.
Generaller, subaylar, onlara “hadi nerede kaldınız”
diye goygoyculuk yapan kimi sivil darbeciler birlikte
hapishanelere konuldu. Ergenekon davasında, darbe
tezgahladığı ileri sürülenler ağır cezalara çarptırıldı.
Aynı şekilde Balyoz davasında da ilk derece mahkemesi hapis cezaları verdi. 28 Şubat ‘post modern’
darbesini yapanlardan kimileri tutuklandı. Ama ölçü
kaçmıştı. Kurunun yanında yaşta nasibini almış ve
gündem
AKP NEREYE KOŞUYOR?
Emperyalistler, AKP’nin alternatifini
bulsalar AKP’yi götürmek için her
yola başvuracaklardır. Alternatifini
bulamadıkları için, aralarındaki
çelişmeleri de gözönüne alarak AKP
hükümeti ile idare etmeye çalışıyorlar.
Uluslararası büyük güçler açısından
Erdoğan, AKP hükümeti güvenilir,
kontrol edilir bir hükümet olmaktan
çıkmıştır. Uluslararası alanda AKP’yi
tecrit etmeye yönelen bir siyaset
izlenmektedir. Batılı hükümetlere
yakın medyada AKP’yi teşhir eden ve
askeri darbeye çağrılar yapan yazılar
yayınlanmaktadır.
ağır cezalar yemişti. Askeri vesayetin geriletilmesi
ve Kemalist bürokrasinin geriletilmesi sözkonusu olduğu sürece Gülen hareketi ve AKP koalisyonu bazı
taktiksel çelişmelere rağmen iyi işliyordu.
AKP hükümetine karşı askeri bir darbe tehlikesi minimalize edildikten ve devlet aygıtı esas olarak
islami güçlerin eline geçtikten sonra, Gülen hareketi
ile ‘Milli Görüş’ün ‘Yenilikçi Kanadı’ arasında iktidar
kapışması patlak verdi. Siyaseti kim belirleyecekti?
RTE mi, Fetullah Gülen mi? 7 Şubat 2012’de, MİT
müşteşarı Hakan Fidan ifadeye çağrıldı. 17 Aralık
2013’de, savcı Celal Kara’nın talimatı ile dönemin
İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler,
dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu
Kaan Çağlayan, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı
Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Oğuz Bayraktar, işadamı
Ali Ağaoğlu, Halkbank genel müdürü Süleyman Aslan ve Rıza Sarraf gözaltına alındı. 25 Aralık 2013’te,
savcıların yeni operasyon talepleri emniyet birimleri
3
gündem
tarafından yerine getirilmedi. Böylece AKP ile Gülen
hareketi arasında oluşturulmuş olan koalisyon bozuldu ve köprüler atıldı.
Güvenlik bürokrasisinin tasfiye edilmesinde; polis
önemli ölçüde Fetullahçıların ve AKP’nin eline geçti. Polis örgütünde Kemalistler önemli ölçüde tasfiye edildi. Askeri bürokraside, onun geriletilmesinde
Erkenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. davaları ile askeri
bürokrasinin üst kesimi mahkemeye çıkarıldı. Darbeciliğe karşı ortak konsensüs gelişti. Önemli ölçüde
askeri vesayet geriletildi. Askeri vesayet geriletildikten sonra, kendi içlerinde iktidar dalaşı başladı. İktidar dalaşının başlaması esasında 2012’dir. O noktadan itibaren ittifaklar değişmeye başladı. İktidar
bağlamında, siyasi iktidar artık devlet iktidarı ile,
devletin bütün kurumlarını bütünüyle ele geçirmemiş olsa bile çok önemli ölçüde AKP’nin iktidarıdır.
AKP, iktidarı bütünüyle ele geçirmek için Fetullah
hareketini temizleme operasyonu başlattı. Fetullah
terör örgütü olarak ilan edildi. Fetullah cemaati de
iktidarı AKP ile paylaşmak yerine, Erdoğan’ı götürelim, Erdoğan’ın yerine cemaatten bir kişinin gelmesi
ve AKP’nin ele geçirilmesi hamlesi başlatıldı. Bu noktadan itibaren ittifaklar değişti. AKP, bugün esasında
en başta ortaya koyduğu programı uygulamayı bir
kenera bıraktı. AKP çıkış noktasındaki fabrika ayarlarından şimdilik uzaklaştı. Hâlâ bütün bürokrasiyi, askeri bürokrasiyi dönüştürme hedefini, kendine
bağlama hedefini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. AKP, daha önce Gülen cemaati ile birlikte orduya
karşı mücadele etti. Bugün ise AKP orduyla birlikte
cemaate karşı mücadele yürütüyor. İttifakların değişmesi sonucu, darbeciler, darbe planlayıcıları aklandı.
Erkenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. davalarından tüm
sanıklar beraat etti. Ordu ile AKP el ele vererek, devlet kurumlarında Gülencileri temizleme harekâtı yürüttü, yürütüyor.
AKP ve emperyalizmle ilişki
4
AKP iktidara geldiğinde, emperyalistler AKP iktidarına kuşku ile yaklaştılar. Çünkü AKP’nin “Mili
Görüş” geleneğinden geldiğini biliyorlardı. Ve bunların esasında emperyalizmle çatışmalı bir siyasete
sahip olduğunu, olacağını düşünüyorlardı. Demokrasi, batı ile bütünleşme, birarada yaşama ve kültürlerin birarada yaşaması konusunda söylediklerini,
programa yazdıklarını emperyalistler pek ciddiye
almıyordu. AKP’nin kalıcı olacağını da düşünmüyor-
lardı. İktidara gelmeden önce AKP’nin emperyalistlerle ilişkileri vardı. Özellikle kendilerini ABD’ye anlatmaya çalıştılar! Şeriat isteyen parti olmadıklarını
anlatıyorlardı. Ama pek inandırıcı olamadılar. İktidara geldikten bir süre sonra, AKP’nin atığı adımlar
sonucu, bu partinin şeriatı getirme diye bir derdinin
olmadığı emperyalistler tarafından kabul gördü. Bu
noktadan itibaren AKP ile ilişkiler geliştirilmeye
başlandı. 2003’te Irak’a saldırı döneminde Amerika,
AKP’den Türkiye’den üslerin açılmasını ve kuzeyden
ABD’nin Irak’a girmesi için onay istedi. Başta RTE ve
AKP’nin yönetimi, ABD’nin istemini yerine getirmek
için canla başla mücadele etiler. AKP’nin bir bölümü
de tezkerenin onayına karşı idi. CHP ve AKP’nin bir
bölümünün oyları ile tezkere mecliste reddedildi. Ve
böylece AKP tezkereyi kabul etirecek çoğunluğu sağlayamadı. Emperyalistler, özeliklede ABD emperyalizmi AKP’ye güveni yeniden sorgulamaya başladılar.
AKP’nin takiyeci olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Bir süre sonra AKP ile emperyalistler arasındaki ilişkiler yeniden düzelmeye başladı. Ortadoğu
projesinde Erdoğan’a eşbaşkanlık görevi verildi. Batı
ve ABD emperyalistleri, AKP’nin batı ile birlikte hareket etmek isteyen ılımlı müslümanlar olduğu sonucuna vardılar. 2011-2012’ye kadar batı ile AKP’nin
ilişkileri gayet iyiydi. Fakat AB’yi oluşturan ülkelerin
çoğunluğu, müslüman olan bir ülkenin AB’ye girmesini hiçbir zaman istemediler.
Daha sonraki gelişme aşamasında AKP, hem
Gezi’nin hem 17-25 Aralık 2013 olaylarının kendisine
karşı, batının desteğinde, bilgisi dahilinde ve bizzat
batının örgütlediği (Almanya/ABD) darbe hareketi
olarak değerlendirdi. Bu noktadan itibaren AKP çok
net olarak, batıya karşı eleştiriler getirmeye başladı.
Batıyı ikiyüzlü olmakla, terörizme destek vermekle
suçladı. Bu suçlamalara karşı batıdan tepkiler gelmeye başladı. Bugün AKP ile batı arasında güven
ilişkileri yoktur. Batı nezdinde AKP istenmeyen bir
hükümettir. Emperyalistler, AKP’nin alternatifini
bulsalar AKP’yi götürmek için her yola başvuracaklardır. Alternatifini bulamadıkları için, aralarındaki
çelişmeleri de gözönüne alarak AKP hükümeti ile
idare etmeye çalışıyorlar. Uluslararası büyük güçler
açısından Erdoğan, AKP hükümeti güvenilir, kontrol
edilir bir hükümet olmaktan çıkmıştır. Uluslararası
alanda AKP’yi tecrit etmeye yönelen bir siyaset izlenmektedir. Batılı hükümetlere yakın medyada AKP’yi
teşhir eden ve askeri darbeye çağrılar yapan yazılar
yayınlanmaktadır.
AKP’nin istemi başkanlık sistemi
tikte uygulanmayan bir durumdur. Türkiye’de hiçbir
dönemde de cumhurbaşkanları tarafsız olmamıştır.
1982 Anayasa’sında ortaya konulan devlet mimarisinde zaten cumhurbaşkanı kesinlikle partili olarak düşünülen bir cumhurbaşkanı değildir. 1982
Anayasa’sı ile öngörülen, Kemalist bürokrat devlet
elitinden, generallerden veya yargıdan birilerinin
cumhurbaşkanı seçilmesi ve seçilen cumhurbaşkanının parlamentoyu da denetlemesidir. 1982 Anayasa’sının mantığı budur. Ama 1982 Anayasa’sını yazdıkları dönemdeki durum değişikti. Hiçbir şekilde
iktidara gelmesini düşünmedikleri bir siyasi parti
iktidara geldi. Kendi cumhurbaşkanını halka seçtirdi. Yepyeni bir durum ortaya çıktı. Bugünkü fiili
durumla Anayasa çelişiyor. Bu yüzden Kılıçdaroğlu
çıkıp ikide bir RTE’ye, sen yemin ettin yeminine sahip çık diyor! RTE’de fiili durum ile Anayasa’nın çeliştiğini gördü. RTE, Anayasa’da tarafsız ve partisi ile
ilişkisi kesilir cümlelerini silelim diyor. Cumhurbaşkanı seçildiğinde partisi ile ilişkisi kesilir ve tarafsız
kalır kelimelerinin silinmesi önerisi getirildi. AKP,
partili cumhurbaşkanlığı için destek arıyor. Aranan
14-15 milletvekili bulunursa partili cumhurbaşkanlığını getireceklerdir. Destek bulunmadığı koşullarda
böyle devam edeceklerdir.
gündem
AKP’nin esas yapmak istediği şey başkanlık sistemine geçiştir. Bu başkanlık sistemine geçiş bağlamında, AKP’nin istemi Anayasa’yı kökten değiştirerek yepyeni bir devlet yapısı kurmaktır. Yapmak
istedikleri cumhuriyet sisteminin yerine kimilerin
dediği gibi “sultanlık” kurmak değildir. Cumhuriyet
olacaktır. Ama bu sistemin işleyişi nasıl olmalıdır?
Parlamenter demokrasi mi, başkanlık mı? Başkanın
önderliğinde bir yürütme mi, yoksa onun yanında
parlamentonun seçtiği başbakan önderliğinde bir
yürütme mi? Cumhurbaşkanının sembolik olduğu
ve esasında parlamento tarafından seçildiği bir sistem mi yapılacak, yoksa cumhurbaşkanının halk
tarafından seçildiği ve evet yürütmeninde başının
doğrudan cumhurbaşkanının olduğu bir sistem mi?
Yapmak istedikleri şey, halk tarafından seçilmiş yürütmenin başının başkan olduğu bir sistemdir. Bu
sistemi getirmeleri için Anayasa’yı değiştirmeleri
gerekir. Anayasa’yı değiştirmek için en az 330 milletvekilinin oyu artı referandum gerekir. Anayasa
değişikliği için 330-367 arası oy çıkması durumunda
referanduma gidilmesi Anayasa hükmüdür. AKP’nin
referandumdan korkusu yok. Referanduma gidildiği
koşullarda AKP’nin kazanacağı büyük olasılıktır. Bu
anlamda referandumda kuşkuları yok. Problem şu:
Andaki durumda kendi istedikleri bir başkanlık sistemi için en az 14-15 milletvekilinin oylarına ihtiyaçları var. Yeni Anayasa ile yapmak istedikleri sadece
başkanlık sistemi değil. Yeni Anayasa’da istedikleri
aynı zamanda vatandaşlık tanımının daha değişik
ifade edilmesidir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini öngören yeni bir Anayasa’dır. Yapmak istedikleri
şeyler bunlardır vb. Parlamentoda bulunan partilerin
hiçbiri, AKP’nin yapmak istediği Anayasa değişikliğine destek vermemektedir.
Parlamentoda 14-15 milletvekilinin oyunun bulunmadığı koşullarda AKP ne yapacaktır? Böylesi bir
durumda yeni bir Anayasa yapma imkanları yoktur.
RTE, bu Anayasa’ya göre idare ediyor. Anayasa’da
RTE’nin, bugünkü şekilde idare etmesini öngören
maddelerde var. Anayasa’nın 101. maddesinde “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir
ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer”
denilmektedir. Cumhurbaşkanı’nın okuduğu yemin
metninde ise ‘tarafsızlık’a vurgu yapılmaktadır. Ama
Anayasa’nın diğer maddelerinde cumhurbaşkanına
geniş yetkiler tanınmaktadır. Cumhurbaşkanının
partisi ile ilişiği kesilir ve tarafsız olur anlayışı pra-
Erken seçim olabilir mi?
Sistem açısından erken seçimin faydaları ve zararları var. AKP, ikide bir seçimin yapılmasına karşı çıkıyor! Ama diğer yandan vurgulanan birşey var. Eğer
halkın temsilcileri sorunu çözemiyorsa, halka gidilmelidir, deniliyor! Onun için AKP, andaki parlamento ile sorunun çözülmediğini göstermesi gerekir. Bu
iş bu parlamentoda çözülmüyor! O zaman bize yeni
bir parlamento lazım! Şu anda eğer seçime giderlerse
her halükârda AKP’nin oyları artacak gibi görünüyor.
Araştırma şirketlerinin de çoğunun çıkardığı sonuç
budur. Metropol araştırma şirketi AKP’nin oy oranının %49,8 olduğunu söylüyor. AKP’nin kendi araştırma şirketleri oy oranının %54-55 bandında olduğunu belirtiyor. MHP’nin önemli bir bölümü AKP’ye
oy verecektir. Defakto MHP bölünmüş durumdadır.
Hele hele bu bölünmeden sonra, MHP’nin iki parti olarak seçime girerse, ayrı ayrı iki partinin barajı
aşma sansı yoktur. Nereye gidecek o oylar? MHP’nin
barajı aşmaması AKP’ye yarayacaktır. HDP sınırdadır. Bu anlamda erken ve baskın seçimin AKP’ye
yarayacağı bir ortam vardır. Ama inisiatif AKP’nin
5
gündem
6
elindedir. Bu konuda karar alacak olan AKP’nin kendisidir. Başka hiç kimse değildir. Bu meclisten erken
seçim kararı ancak AKP’nin bu konuda karar vermesi
ile çıkar. AKP=Erdoğan’dır. Davutoğlu olayında çok
net görüldü. AKP’liler kesin inançlı bir tekke gibi hareket ediyor. Tabii ki seçim kararını sonuçta verecek
Erdoğan’dır. AKP’nin elinde birden fazla obsiyon var.
Türkiye’de şu anda oyun kurucu AKP’dir. Nasıl yapacaklar? Yaptıklarında göreceğiz. Burası Türkiye ve
herşey mümkündür!
RTE, MHP’deki gelişmeleri bekleyecektir.
MHP’den AKP’ye oy gelirse Anayasa’da cumhurbaşkanlığının tarafsız ve partisi ile ilişiği kesilir kelimeleri değiştirilecektir. Bu oylar gelirse Anayasa değişikliği daha ileri bir tarihe bırakılır. Bu da olmazsa,
olmuyor, yürümüyor denilerek seçime gidilmesi gündeme gelebilir. Bugünkü koşullarda 330 oya ulaşmaları ve Anayasa’nın ilgili maddesinin değiştirilmesi
daha olası görünmektedir. Şu anda AKP’nin siyaseti
var olan fiili durumu Anayasa’ya uygun hale getirmektir. Binali Yıldırım ve AKP’lilerin söylediği budur. Binali Yıldırım Anayasa’yı değiştirelim demiyor.
Anayasa’da ne yazarsa yazsın, fiili durum budur, fiili
durumu anayasal hale getirelim diyor. Bu bir ilk adım
olacaktır. Tabii böyle bir kısmi değişiklikle AKP’nin
yeni Anayasa yapma planı ortadan kalkmış olmayacak, yalnızca ertelenmiş olacaktır.
AKP ve ordu
AKP ile ordu ittifak halindedir. Normal gelişme
içinde, demokratik yollarla, seçimlerle AKP’yi götürme ihtimali bugünkü şartların kökten değişmemesi
halinde 2024’e kadar çok düşük bir olasılıktır.
AKP’nin iktidardan uzaklaşması için çok önemli
olayların olması gerekir. Çok büyük ekonomik kriz
AKP’yi götürebilir. Öyle birşey olurki Türkiye devlet memurlarının maaşını ödeyemez duruma gelir. O
zaman AKP gider. Onun dışında bir yolla, demokratik seçimlerle AKP’yi götürme ihtimali görünmüyor.
Bunun görülmediği yerde AKP’yi götürmenin tek
yolu vardır. O da darbedir. Normal gelişme içerisinde AKP’yi götürmenin tek yolu ordudur. AKP evet
halk çoğunluğuna dayanıyor ama siyasi istikrar yok.
Bir yandan var. Dünyanın en rahat çoğunluğuna sahip bir iktidar partisi var. Ama diğer yandan Türkiye
kaynıyor. O kaynamayı bastırmak için AKP yoğun
faşist tedbirler kullanıyor. Korkunun temelinde bu
yatıyor. Geziyi gördüler ve ders çıkarttılar. Hareketi
küçükken ezeceksin düşüncesi AKP’ye egemen! Şimdi AKP’de ben devletim istediğimi yaparım anlayışı
var. AKP faşizmi çok yoğun olarak uyguluyor. Bu bir
yandan AKP’nin zayıflığı ama bir yandan da güçlülüğünü gösteriyor. Çünkü yapabiliyor, uygulayabiliyor.
Solun büyük çoğunluğu, bunlar yarın gidici çözümlemeleri ve sözleri ile avutuyor kendini. Gelişmeler
Kutuplaşmış, hastalıklı bir ülke
Ülke içinde toplum hastalıklı bir biçimde kutuplaşmış durumdadır. Kutuplaşma, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bir olgudur. Ülkelerimizin toplumu
henüz gerçek anlamda toplum haline gelmemiş, hâlâ
kesin inançlı birçok halde kendi dışındakileri düşman
gören, kendi içine kapalı kendi rituelleri olan cemaatler toplamı görünümündedir. Cemaatlerdeki ilişkiler,
şeyh/mürid ilişkisidir. Şeyh/mürid ilişkisi, siyasete,
partilere, toplumsal örgütlere, devlete yansımaktadır. Bugün yeni olan siyasal düzlemde, hastalıklı kutuplaşmanın kitlesel ve açık bir şekilde görünür hale
gelmiş olması, esasta iki kamp şeklinde bir görünüm
kazanmaktadır. Siyasal anlamda bugün Tayyipçiler,
anti-Tayyipçiler var. Ama Tayyipçiler içinde de, antiTayyipçiler içinde de yine cemaatler var. Toplum ne,
toplumsallaşme ne? Gerçek anlamda toplumsallaşma,
bireyin birey olarak kendini o toplumun parçası olarak gördüğü bir toplumsallaşmadır. Toplum budur.
Birey, evet ben buyum diye o toplumun parçası olarak tanımlar ama ilişki şeyh mürid ilişkisi değildir.
Özgür ilişkidir. Bu kapitalizm şartlarında ne kadar
olabilir? En ileri olduğu yerler Fransa, ABD vb’dir.
Oralarda bile yani gerçek anlamda bir toplumsallaşmanın kapitalizm şartlarında henüz tam olamadı-
ğı görülüyor. Türkiye nufüsunun %99’u müslüman.
Varsayalım %80’i müslüman olsun. Müslümanlık ne?
Bektaşi kendisini müslüman sayıyor. Selefi kendine
müslüman diyor. Revizyonist müslümanlar kendilerine müslüman diyor. Kemalistler kendilerine müslüman diyor. Her birinin müslümanlığı değişik. Onun
içinde bir sürü müslüman cemaatler var. Ve bunlar
gerçekten kendi dışındakilere kapalı. Kendilerinin rituelleri var. Kendi içinde kapalı bir topluluk. Mesela
Gülen cemaati kendi örgütünü kuruyor. Yani devleti
alttan ele geçirmek istiyor! Nasıl? Biliyorlar, birbirlerini tanıyorlar. Birbirleri ile dayanışma içindeler. Onlar için belirleyici olan cemaatin ne dediği. Devletin
kanunu felan değil. Bütün cemaatler için bu böyle. Sol
örgütler içinde de cemaat örgütleri var. Biz, bilinçli
olarak cemaat örgütlenmesini kırmaya çalışıyoruz.
Toplum dediğimiz şey bu. Bunun üzerine çıkmak
çok uzun yılların ve çok uzun mücadelelerin sonucu
olacak bir şeydir.
Hastalıklı kutuplaşma iki cephe şeklinde değildir.
Görünürde AKP cephesi ve antiAKP cephesi var. Bu
cepheler kendi içinde onlarca cepheye bölünmüş durumdadır. Bu cepheler bir noktada birleşmesi sonucu
ortaya çıkıyor. Yani bir taraf Tayyip’i Allah görüyor.
Öbür tarafta Tayyip’i şeytan görüyor! Ama Tayyip’i
şeytan görenler içinde, Sözcü gazetesi var. Tayyip’i
şeytan görenler içinde bütün devrimciler var. Tayyip’i
şeytan görenler içinde Fettullahçılar var. Tayyip’i şeytan görenler içinde varoğlu var. Bunların tek bir ortak
noktaları var. Nasıl olursa olsun Tayyip gitmelidir.
Tayyip cephesinde de çelişmeler var. Çelişmeleri aşar
görünüyorlar! Ama içlerinde yüzlerce çelişme var.
Çünkü her birinin cemaati değişik. AKP’nin kendisi
bir yanıyla cemaat örgütü ama kendi içinde de onlarca cemaat var.
Bunu aşmak nasıl olur? Bunu aşmak için önce cemaatlerin varlığını tespit etmek gerekir. Ve bizim
buradan çıkmaya çalışmamız lazım. Kendimizi ce-
gündem
AKP’nin gidici olduğunu göstermiyor. AKP evet en
ufak direnişi faşizmle bastırıyor. Olgu bu. Ve bu
noktada inisiatif AKP’nin elinde. Şimdilik beli işleri
ordu ile birlikte birlikte halediyorlar. MHP ile belli
işleri birlikte haletme ve ondan sonra o işler bittikten
sonra, kendilerine göre başka bir siyasete geçebilirler.
Bunların ilkeli bir siyaseti yoktur. Bunların siyaseti
pragmatistir. Türkiye’de iç siyaset bütünüyle kendi
iktidarını nasıl yerleştireceği üzerine kuruludur. Dış
siyaset de, Türk burjuvazisi için maksimum çıkarı
nasıl elde ederim üzerine kuruludur. İçte siyasi iktidarlarını sağlamlaştırmak için yapmayacakları şey
yoktur. Şu anda %50’ye yakın seçmen destekleri var.
Ve esas dayandıkları da bu halkın desteği. AKP’nin
kendi milis silahlı grupları yok. Genelde faşist partilerin silahlı milis örgütleri vardır.
Şu anda AKP’nin Türkiye’de uyguladığı şey faşizmdir. Türkiye’de şu anda uygulanan esas yönetim aracı açık terördür. AKP, ordu ile birlikte Kuzey
Kürdistan’da açık terör uygulamaktadır. Metropol
kentlerde de devletin “izin” vermediği her eyleme
açık terörle cevap verilmektedir.
7
gündem
maatlerden ayırmaya ayırmaya çalışmamız lazım.
Buradan çıkan sonuç, işin zorluğunu bizim kavramamız lazım. Özellikle sosyalizmin inşası, demokrasinin inşası bağlamında Türkiye’de yapılacak, gidilecek yol çok uzun bir yoldur. Bunun kavranması
gerekir. Biz komünistler bu hastalıklı cepheleşmenin
dışındayız ve bütün devrimci güçleri de bu cepheleşmenin dışına çıkmaya, bağımsız devrimci bir siyaset
cephesinde, bir üçüncü cephede birleşmeye çağırıyoruz.
AKP ve Kuzey Kürdistan’da savaş
8
24 Temmuz 2015’den bu yana faşist Türk devleti Kuzey Kürdistan’da barbar bir savaş yürütüyor.
Genelkurmay başkanlığı hergün basın bültenleri ile
savaşın bilançosunu açıklıyor. Bu savaşta, her iki taraftan da yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. Sömürgeci devlet, Medya Savunma Alanları ve Rojava’yı da
bombalıyor. ‘Özyönetim’ ilan edilen il ve ilçeler yakılıp, yıkılıyor. Binlerce Kürdistanlı göç yollarına düşüyor. Sömürgeci devlet, ordusu/polisi/JÖH’ü/PÖH’ü
ile evleri tank/top atışı ile yerle bir etti. Sömürgeciler,
yıktıkları evlerin “teröristler tarafından üs olarak
kullanıldığını”, yıkılan evlerde hiçbir sivil vatandaşın
olmadığını açıklıyor! Sömürgeci devlet, yürüttüğü
barbar savaşın yanı sıra psikolojik savaşta yürütüyor. Sömürgecilere göre, barikatların arkasındakiler
kandırılmış, beyni yıkanmış gençler!!! Sömürgeci
devletin savaş kurmayı, öldürdüğü gençlerin sayısını
açıklıyor. Rakamlar korkunç! Kuzey Kürdistan’da sesini çıkaran, devlet zülmune direnenler öldürülüyor.
Öldürülen siviller ve HDP aktivistlerine “terörist”
etiketi yapıştırılıyor. Bu barbar savaşta gerçekler öldürülüyor. Mehmetçik medyanın haber kaynağı Genelkurmay Başkanlığı.
Sömürgeci devlet, ‘terörizm’e karşı mücadele ettiğini lanse ediyor! Böylelikle Kürt ulusunun haklı ulusal
talepleri görmezden geliniyor. Kuzey Kürdistan’da
32 yıldan beri sürüp giden bir savaş var. Kürt Ulusal
Hareketi, Kürt ulusunun ulusal haklarını savunduğu
noktada haklı konumdadır. Bu haklı konum tarafımızdan desteklenmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin
tasvip etmediğimiz, onaylamadığımız ve eleştirdiğimiz görüşleri de vardır. Yer yer dergi sayfalarımızda bu eleştirilerimize yer veriyoruz. Evet Kürt Ulusal Hareketi silahlı şiddet kullanmaktadır. Yer yer
kimi yanlış, sivil halkı da vuran “terör eylemleri” de
yapmakta ve bu gibi eylemleri de sahiplenmektedir.
Kürt Ulusal Hareketi’nin belirleyici özelliği onun
silahlı eylemler yapması değildir. Kuzey Kürdistan/
Türkiye’de ezilen Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan siyasi bir örgüt olmasıdır. Şiddete
başvurma/silah kullanma, savaşma ulusal hareketin
tercihi değil, şartların dayatmasıdır. Sömürgeci devlet, Kürt ulusunun haklı taleplerini dile getiren her
örgütü silahlı şiddet kullanarak ezmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusal Hareketi, en geri demokratik haklarını elde edebilmek için savaşa başvurmak zorunda
kalmaktadır. Sömürgeci devletin tarihi katliamlarla
doludur. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi sonucu, bu ülkede Kürtlerin olduğu kağıt üzerinde de olsa
kabul edildi. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesinin
“terör” olarak gösterilmesi, savaşın ‘terörizme’ karşı
savaş olarak gösterilmesi açık bir çarpıtma, yalan,
demagojidir. Savaş, Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı yürütülmektedir. Eğer terörizmden bahsedilecekse, en
büyük terörizmi sömürgeci devletin uyguladığı unutulmamalıdır.
Kürt Ulusal Hareketi, Kuzey Kürdistan’da yürütülen savaşın “Erdoğan’ın/Saray’ın savaşı” olduğunu söyleyerek yanlış bir konumda bulunmaktadır.
Savaş bir bütün olarak sömürgeci devletin yürüttüğü bir savaştır. Kürt Ulusal Hareketi’nin yürüttüğü
savaşın bastırılması konusunda Türk burjuvazisi ve
onun devleti aynı çizgidedir. MHP ve CHP, AKP ve
Erdoğan’ı “çözüm süreci” denen dönemde “teröristlerle pazarlığa girmek”le, “teröristlerin kentleri silah
ve bombalarla doldurmasına göz yummak”la böylelikle “vatana ihanet etmek”le suçlamaktadır. Onlara
göre Kürt Ulusal Hareketi’nin güçlenmesinin sebebi,
AKP/Erdoğan yönetimidir. CHP, Erdoğan hakkında,
Erdoğan hükümeti hakkında “terörizme yardım ve
yataklık suçlamasıyla dava açılması için ‘suç’ duyurusunda bulunmuştur. Onlar Kürt sorununda AKP/
Erdoğan’ı sağdan eleştirmektedir! Bugünkü dönemde aralarında bir fark kalmamıştır. AKP/Erdoğan bu
konuda gelinen yerde MHP/CHP’nin çizgisine gelmiştir. Durum böyle iken savaşı “Erdoğan’ın/Saray’ın
savaşı” olarak adlandırmak, bu noktada CHP’yi savaşa karşı ittifaka davet etmek, kendini ve halkı aldatmaktır.
Bu devlet sömürgeci bir devlettir. Bu devletin Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü savaş, barbar, gerici,
sömürgeci bir savaştır. ‘Özyönetim’ ilanları ve ilan
edilen ‘özyönetim’ alanlarında bunların savunulması için yürütülen savaş, ezilen Kürt ulusunun ulusal
gündem
özgürlük taleplerinin savunulması noktasında haklı
bir savaştır. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin
tayin etmek istemesi onun en tabii hakkıdır. Kürtler, nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir.
Kendilerinin karar vereceği ortamın yaratılması da
belirleyici önemdedir. Uluslar ve halklar arasında
gerçek bir birlik, ancak eşitler arasında gönüllü bir
birlik olduğu zaman söz konusudur. Onun dışındaki
bütün birlikler yıkılmaya mahkumdur.
Sömürgeci devletin sözcüleri “Son teröristin bertaraf edilmesi” nden bahsediyor. AKP hükümeti, sömürgeci faşist devletin fabrika ayarlarına geri
dönmüş durumdadır. “Son teröristin bertaraf edilmesi”, Kürt Ulusal Hareketi’nin yok edilmesi ve bir
anlamıyla Kürt halkının yok edilmesi demektir. Kürt
Ulusal Hareketi’nin Kürt ulusu içinde önemli bir tabanı vardır. Kürt Ulusal Hareketi’nin yalnızca Kuzey
Kürdistan’da değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında
var olan, mücadele yürüten, Kürdistan’ın bütün parçalarında önemli bir kitle tabanı olan bir harekettir.
Kürtler, dünyanın birçok ülkesine yayılmış etkin bir
diaspora örgütüne sahiptir. Kürt Ulusal Hareketi,
güçlü bir silahlı örgüte, savaş içinde oldukça yetkinleşmiş bir gerilla ordusuna sahiptir. Kadın örgütlenmesi en geniş ve en gelişmiş olan örgütlerden biridir.
Kürt Ulusal Hareketi, Rojava’da örgütlüdür. Rojava,
Türkiye’nin müttefiki olan batılı emperyalist güçler
tarafından “bölgede IŞİD’e karşı en etkin mücadeleyi
yürüten, seküler, demokratik güç” olarak değerlendirilmekte ve açıktan desteklenmektedir. Böyle bir
örgütün yok edilmesi mümkün değildir.
Sömürgeci devlet, Kürt Ulusal Hareketi’ni yok edemeyeceğini çok iyi biliyor. Sömürgeci devletin sözcüleri pragmatisttir. Bugün böyle konuşuyorlar yarın
tersini söyleyebilirler. Sömürgeci devlet, Kürt Ulusal
Hareketi’ne kayıp verdirebilir, mücadeleyi geriletebilir. Ama hiçbir zaman ulusal hareketin varlığına son
verilemez. Bu gerçeği Türk burjuvazisi ve onun sömürgeci devleti 32 yıllık savaşta gördü. “Çözüm süreci” denen süreç bu gerçek görüldüğü için gündeme
getirildi ve “Çözüm süreci” gündeme getirildiğinde
toplumun geneli açısından çoğunlukla kabul gördü.
Çözüm süreci denen süreç, savaşı yürüten tarafların,
yani T.C. devletinin ve PKK’nin görüşmeler yoluyla
Kuzey Kürdistan’da savaşı durdurma sürecidir. Bu
süreç çeşitli gelişmeler sonrasında kesintiye uğramıştır. Sömürgeci devlet, Kürt Ulusal Hareketi’ni yok
etme iddiasıyla yeniden savaş yürütmektedir. Bu savaşta gerçek hedef Kürt silahlı güçlerini mümkün
olduğunca zayıflatmak ve eninde sonunda yeniden
kurulması kaçınılmaz olan pazarlık masasına daha
güçlü pozisyonda oturtmaktır. Eninde sonunda olacak olan budur.
Kürt Ulusal Hareketi’de yanlış hesaplar, planlar
yapmaktadır. Bugünkü güç dengesinde, işçi sınıfı
ve emekçi hareketinin bulunduğu seviye de dikkate
9
güncel
10
alındığında, Kürt Ulusal Hareketi’nin yürüttüğü savaşı, ülke çapında bir devrim savaşına dönüştürülme
şansı yoktur. Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın
“demokratik Türkiye/özgür Kürdistan”, ya da „demokratik Türkiye/özyönetimli Kürdistan”la sonlanması mümkün değildir. Savaşın anda Türkiye’nin
burjuva anlamda demokratikleştirilmesine de bir
katkısı yoktur. Sömürgeci devlet, Kuzey Kürdistan’daki savaşı, güvenlikçi siyasetleri geliştirmeye,
kısıtlı olan demokratik hakları daha da sınırlandırma ve açık terörü uygulamanın bahanesi olarak kullanmaktadır. Kürt Ulusal Hareketi, AKP/Erdoğan
iktidarının yıkılmasının yakın olduğunu belirtmektedir. Bu tespitler gerçekçi değildir. Sömürgeci devletin yürüttüğü barbar savaş ile AKP/Erdoğan giderek
güçlenmektedir. Kürt Ulusal Hareketi, yeniden masaya dönme çağrıları yapıyor. Sömürgeci devlet, anda
masaya dönmeyi reddettiği için savaş yürüyor. AKP/
Erdoğan yönetimi, ordu henüz masaya dönmeye
hazır değil. Sömürgeci devlet, Rojava ve Güney Kürdistan’dakine benzer bir statüye Kuzey Kürdistan’da
izin vermeyeceği çok açıktır. Sömürgeci devletin
Kuzey Kürtlerine vereceği en ileri hak, Avrupa Yerel
Yönetimler Şartnamesi’nde öngörülen bir yerel yönetimdir. Öcalan’ın da talebi budur. Öcalan’ın çözüm
önerisinde ‘özyönetim’ ilanları yoktur. Kürt Ulusal
Hareketi, Öcalan’ın talep ettiği taleplerin ilerisine
gittiği için savaş başlatıldı. ‘Özyönetim’ ilan edilen il
ve ilçelerde, sömürgeci devlet korkunç katliam yaptı.
Yerleşim alanları yerle bir edildi. Elbette Kürt silahlı
güçleri direndi, direniyor. Bu yüzden bu savaş sömürgecilerin planladığı gibi “üç beş ay içinde” bitecek bir
savaş değildir. Önümüzdeki dönemde de savaş farklı
boyutlara bürünerek sürecektir. Her savaşın bir sonu
vardır. Ve her savaş, savaşan tarafların masada anlaşmasıyla son bulur. Kürt Ulusal Hareketi açısından
da bu savaş, yeniden kurulacak pazarlık masasında
elini güçlü tutmak için yürütülen bir savaştır. Savaş
taraftarlarının savundukları siyaset açısından savaşın sürdürülmesi, kurulan pazarlık masasında elini
güçlendirmek dışında bir mantığı yoktur.
Bu savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan
halklar açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan
Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın
sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bu savaşın sürdürülmesi, savaştan nemalananların iktidarının sürmesi demektir. Savaşın
sürmesi demek, Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş
olağanüstü halin sürmesi demektir. Savaşın sürmesi
demek, kitlesel tutuklamaların sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, Ülkelerimizde “PKK terörüne”
karşı mücadele adına her türlü demokratik hakkın
ayaklar altına alınması demektir. Savaşın sürmesi demek, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, faili meçhul cinayetlerin ve ölümlerin giderek artması demektir. Savaşın
sürmesi demek, Türk şovenizmi ve Kürt milliyetçiliğinin daha da güçlenmesi demektir. Savaşın sürmesi
demek, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan
kaldırılması demektir. Halkların çıkarına olmayan
ve halklara büyük acılar yaşatan, yıkım/ölüm getiren
bu savaş sonlandırılmalıdır.
Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın derhal sonlandırılması, silahların susması ve bir barış hareketinin yaratılması temel talebimizdir. Barış hareketinin
yaratılmasının ve başarılmasının önkoşulu işçi ve
emekçilerin barış talebine sahip çıkmasıdır. Bugün
savaşın sonlandırılmasını savunmamız, kapitalizm
şartlarında, sömürgeci devletin varlığı şartlarında
yalnızca yürüyen savaşın durması anlamında, geçici
ve güvenilmez bir barış olabileceğinin bilincindeyiz.
Bugün yürüyen savaşın sonlandırılmasını savunmamız, Kürt sorununun kalıcı bir çözümü olacağı
anlamına gelmemelidir. Kürt sorunun gerçek anlamda çözümü bir devrimi gerektirir. Halklar hapishanesine son vermenin tek yolu demokratik halk
devrimidir. Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce
belirlemesi için demokratik bir ortamın yaratılması
gerekmektedir. Özgür ve gerçek anlamda demokratik
bir ortamın yaratılması bu sistem içerisinde mümkün değildir.Öncelikli hedef zoraki birliğin ortadan
kaldırılmasıdır. Ulusların birlikte yaşamasının ön
şartı, zoraki birliğin parçalanması ve milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Yaratılan
demokratik bir ortam içerisinde, Kürt ulusu nasıl
yaşayacağına kendi özgür iradesi ile karar verecektir. Birlikte yaşamanın ön şartı, ayrılma özgürlüğünün tanınmasıdır. Ayrılma özgürlüğünün tanınması,
Kürt ulusunun kendi kaderini belirlemesi ve nasıl yaşayacağına kendisinin karar vermesi anlamına gelir.
Biz, Kürt sorununda gerçek ve kalıcı bir çözümün nasıl olması gerektiğini anlatıyoruz. Bu söylediklerimiz,
TC. sistemi içerisinde Kürtlerin demokratik hakları
için mücadele edilmeyeceği anlamına gelmez. Biz,
gerçek çözümden ve kalıcı barıştan yanayız. Bu yüzden halklar hapishanesine son vermenin yolu faşist
sömürgeci devletin yıkılmasına bağlıdır.
13.06.2016
güncel
DAVUTOĞLU HAL OLUNDU…
4
Mayıs akşamı Cumhurbaşkanı RT Erdoğan
ile gerçekte onun tarafından AKP Genel Başkanlığına ve sonra da Başbakanlığa atanan Ahmet
Davutoğlu arasında yapılan görüşmede, Davutoğlu
dönemine nokta konması kararı alındı. RTE tarafından atanan diyoruz, çünkü AKP içinde andaki güç
dengelerinde Erdoğan’ın işaret etmediği, desteklemediği ya da onay vermediği bir adayın Kongre tarafından parti başkanı seçilmesinin imkanı yoktur.
AKP’nin üyeleri ve destekçilerinin büyük çoğunluğu için RTE bu partinin kurucusu, yol gösterici ve
tartışılmaz tek lideridir. Davutoğlu görünürde evet
Kongre üyeleri tarafından seçilmiştir. Fakat o Kongre
üyeleri seçimlerini “Reis” diye adlandırılan RTE’nin
işareti doğrultusunda yapan üyelerdir. Gerçekte üzerine Kiziroğlu’ndan uyarlama “ Peh ,peh,peh .. yiğit
kim,kim,kim … Ahmet Hoca” türküleri çalınan
“Hoca” Ahmet Davutoğlu, AKP başkanlığına Reis
tarafından atanmış biridir.
Başbakanlık konusunda da durum değişik değildir.
Evet son seçimlere AKP Davutoğlu’nun başkanlığında gitmiş ve AKP seçimlerde % 50’ye yakın oy almıştır. Fakat O’na başbakanlık görevini veren, üç adayın
yarıştığı bir referandumda % 52 oy alarak ilk turda
Cumhurbaşkanlığına seçilmiş olan RTE’dir. Anayasaya göre “başbakanı atamak” cumhurbaşkanının
“görev ve yetkileri” arasındadır. (Bkz. Anayasa madde 104)
Cumhurbaşkanı başbakanlığa en çok oy alan partinin başkanını atamak zorunda değildir. Başbakanlığa atanacak kişide aranacak tek özellik olarak
Anayasa’da onun “TBMM üyeleri arasından Cumhurbaşkanınca atanacağı” belirtilir. (Bkz. Anayasa
madde 109)
Yani sonuçta “halk tarafından seçilmiş” bir başbakan değil, halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanınca atanmış bir başbakandır söz konusu olan. Burada da anda belirleyici olan “Reis” RTE’dır.
Gelinen yerde Reis önüne koyduğu başkanlık sistemine giden yolda Davutoğlu yerine, ona göre kendisine çok daha bağlı birinin AKP’nin başkanlığına
gelmesinin, yürüyüşe yeni bir başbakanla devam
etmenin daha doğru olacağı değerlendirmesini
yapmıştır. Onun bu değerlendirmeyi yapmasında
Davutoğlu’nun son dönemde öncelikle Gülen medyasında Erdoğan’a karşı direnen biri olarak gösterilip,
parlatılması; AB’nin kimi açıklamalarında “bizim
Türkiye’deki muhatabımız başbakandır” açıklamaları; Erdoğan’ın Obama ile görüşüp görüşmeyeceği
konusunda spekülasyonlar yapılan ABD’deki İklim
Zirvesi ziyaretinin hemen ardından gündeme getirilen Davutoğlu’nun ABD ziyareti hazırlıkları; en
son olarak anonim bir şekilde piyasaya sürülen ve
Davutoğlu’nu Erdoğan’a karşı direnen biri olarak
gösteren ve Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki görüş
ayrılıklarını kronolojik olarak ortaya koyup, bunu bir
iktidar mücadelesinin görüntüsü olarak sunan “Pelikan dosyası” (bkz. :https://pelikandosyasi.wordpress.
com/) büyük rol oynamıştır.
Davutoğlu’nun Erdoğan’la ters düştüğünün kamuya yansıdığı (ki bu bizzat Erdoğan’ın Davutoğlu’nun
kimi söylemlerine ve attığı kimi adımlara açıkça karşı
çıkması biçiminde oluyordu. ”Reis” ,”Hoca”ya haddi-
11
gündem
12
ni bildiriyordu)hemen her noktada geri adım atması,
Erdoğan’a bağlılık açıklamaları yapması, onu övmesi
de onu kurtarmaya yetmedi. “Reis” beraber yola çıktığı “yağmurda beraber ıslandığı” yol arkadaşlarını,
bunlar biraz bağımsız tavır takınmaya kalktıklarında ve kendisine evet rakip olarak gösterildiklerinde
etkisizleştirme konusunda “usta” olduğunu, kendi
yanında kendisi ile eşit seviyede görünen birilerini
istemediğini daha önce bir çok kez göstermişti. Muhalefet partilerinin Erdoğan’a karşı AKP’ni “fabrika
ayarlarına döndürmeleri” konusunda umut bağladıkları Gül’ler, Arınç’lar vs. kervanına sonunda “Hoca”
da katılmak kaderinden kurtulamadı.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak görevi tabii ki
bir partinin iç işlerini düzenlemek değil. Ve yaptığı
de fakto AKP’nin yönetimini doğrudan belirleme.
Tabii bu Cumhurbaşkanı ile Başbakanın olağan görüşmesi adı altında yapılıyor. Eh tabii Cumhurbaşkanı her ne kadar Anayasa’ya göre “partisi ile ilişiği kesilmiş” (Anayasa madde 101) olsa da, sonuçta
AKP’nin kurucusu olarak “gönül bağı” olduğundan,
hem de tabii iktidar partisinin durumu memleket
meselesi olduğundan, iktidar partisinin başı olan
başbakanla görüşmelerinde sorunlar konusunda
“görüşlerini belirtmesi” “olağan”dır!! Görünürde
yaptığı “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek”tir. (Anayasa madde 104) Öyle
ya eğer Anayasada “Devletin -halk tarafından seçilerek işbaşına gelen- başı” olduğu ve “gerekli gördüğü
hallerde Bakanlar Kurulunu toplama” yetkisi olduğu
yazan (madde 104) Cumhurbaşkanı ile, onun atadığı Başbakan arasında çelişmeler çıkması halinde
devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışması bozulabilir!! Bu durumda “düzenli ve uyumlu” çalışmayı gözetmek, bunun için gerekli tedbirleri almak
ta Cumhurbaşkanı’nın görevidir!!! Yaptığı da görünürde budur! Atadığı Başbakan görüşmenin bir
gün ertesinde AKP MYK‘nu toplamış, MYK’da en
kısa zamanda olağanüstü Genel Kurul toplama kararı almıştır. MYK toplantısının ertesinde kameralar karşısına geçen Davutoğlu, AKP başkanı olarak,
Parti Tüzüğünün başkana verdiği yetkiye dayanarak,
kendisinin “Partinin ikinci olağanüstü genel kurulunu 22 Mayıs’ta toplama kararı aldığını” açıklamıştır. Kendisinin bu genel Kurulda aday olmayacağını
açıklamıştır. Aslında görünürde bu karar MYK ve
bizzat Davutoğlu tarafından alınmış olsa da, bu kararın geri planında RTE’nin isteği, tavsiyesi, iradesi
olduğu açıktır.
22 Mayıs’ta AKP 2. Olağanüstü Genel Kurulu
toplandı. Davutoğlu’na yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür edildi. “Reis”in işaret ettiği yeni başkan
Binali Yıldırım oybirliğiyle seçildi. Reis de bu Genel
Kurul ertesinde Binali Yıldırım’ı Başbakan atadı.
Binali yeni kabinesini kurdu. RTE kabineyi onayladı. 65. Hükümet kuruldu. Bütün bu olanlar bugüne
kadar izlenen siyasette özde herhangi bir değişikliği
beraberinde getirmeyecektir. Değişen siyaset değil,
kişilerdir. Tabii Reis dışında! O değişmez! Değiştirir!
Burada esasında sitemin nasıl bir sahtekarlık üzerine kurulu olduğu net olarak ortaya çıkmaktadır.
Görünürde ve kağıt üzerinde partisiz ve tarafsız bir
Cumhurbaşkanı vardır. Gerçekte bu hiçbir dönemde
böyle olmamıştır ve olmaz. Bugün bu çok daha net
olarak ortadadır. Diğer yandan Cumhurbaşkanı’nın
olağanüstü yetkilerle donatılmış olduğu ve halk tarafından seçildiği, gerekli gördüğü zaman Bakanlar
Kurulu’na başkanlık ettiği güya parlamenter sistem
olduğu iddiasında hilkat garibesi bir sistem söz konusudur. Anayasada öngörülen bu sistem, ne gerçekte
parlamenter sistem ve ne de gerçekte başkanlık sistemidir. Dengeleri doğru kurulmuş, yürütme, yasama
ve yargılamanın birbirine üstün olmadığı, gerçek bir
“güçler ayrılığı” ve karşılıklı denetimin sağlanmış olduğu bir başkanlık sisteminde bile olmayacak kadar
geniş yetkiye sahip, siyasi olarak denetlenmesi hemen
hemen imkansız bir Cumhurbaşkanlığı kurumunun
olduğu bir sistem ülkemizde uygulamada olan. Ve bu
sistem Anayasa’ya aykırı filan değil, Anayasada yazılı
olan sistem. Yapılması gerekli olan bu Anayasanın
bütünüyle çöpe atılması, yeni bir Anayasanın yapılmasıdır.
Buna kafa yoracak, bunun için görüşler geliştirecek
yerde, “Saray darbe”sinden söz edip, Saray darbesine
karşı direnişe çağırmak; evet hatta daha ileri gidip
Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi Davutoğlu’nu bu Saray
darbesine karşı direnmeye çağırmak boş işle uğraşmak, havanda su dövmektir.
Sistem baştan aşağı çürüktür.
Bu sistemin bütünüyle çöpe atılması gereklidir.
Bunu gerçekte yapacak tek güç ise işçi sınıfı önderliğinde halklarımızdır.
Devrimciler için yapılması gereken, bu büyük gücün uyandırılması, egemenlerin iktidar dalaşından
bağımsız olarak kendi bağımsız siyasetiyle ortaya çıkabilmesi için bilinçlendirme ve örgütleme çalışması
yürütmektir.
Mayıs 2016
F
aşist devletin parlamentosunda, HDP’li milletvekillerine dokunmak ve parlamento dışına atmak
için, “düşman” kardeşler ittifakı ile geçici Anayasa
maddesi kabul edildi. Hâkim sınıfların partileri iktidar mücadelesinde kapışmalarına rağmen, milli meselede güçlerini birleştiriyorlar. Bu yüzden devletin
parlamentosu HDP’li milletvekillerine dokunmak
için oybirliği yaptı. 376 kabul oyu ile Türk “yargısı”
üzerine düşeni fazlası ile yapacaktır!
24 Temmuz 2015’den bu yana faşist Türk devleti
Kuzey Kürdistan’da sömürgeci, barbar bir savaş yürütüyor. Kuzey Kürdistan’daki savaş bir bütün olarak
faşist T.C. tarafından yürütülmektedir. Kürt ulusal
hareketinin haklı mücadelesinin bastırılması konusundaTürk burjuvazisinin ve onun devletinin tümü
aynı çizgidedir. MHP ve CHP, AKP ve Erdoğan’ı “çözüm süreci” denen dönemde “teröristlerle pazarlığa
girmek”le, “teröristlerin kentleri silah ve bombalarla doldurmasına göz yummak”la böylelikle “vatana
ihanet etmek”le suçlamaktadır. Onlara göre PKK’nin
bunca güçlenmesinin sebebi, AKP/Erdoğan yönetimidir. CHP, Erdoğan hakkında, Erdoğan hükümeti
hakkında “terörizme yardım ve yataklık suçlamasıyla
dava açılması için suç duyurusunda bulunmuştur.
CHP/MHP Kürt sorununda AKP/Erdoğan’ı sağdan
eleştirmektedir! Andaki durumda Kürt ulusal hareketinin bastırılması konusunda aralarında bir fark
kalmamıştır. AKP/Erdoğan bu konuda gelinen yerde
MHP/CHP’nin çizgisine gelmiştir. Kürt sorununda
yaptıkları işbirliği sonucu parlamento HDP’li vekillere dokunmak için yolu açmıştır.
20 Mayıs 2016’da Meclis Genel Kurulu’nda oylanan dokunulmazlıkların kaldırılmasını içeren Anayasa değişiklik teklifinin birinci maddesi 373, ikinci
maddesi ise 374 evetle kabul edildi. Teklifin tümü
üzerindeki oylama da 376 kabul oyu verildi. Amaçlanan ne? AKP/Erdoğan kendi egemenliğine, faşist
saldırılara karşı her gösteriyi, Kuzey Kürdistan’da-
gündem
MİLLETVEKİLLERİ
DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILDI
13
yaşam temellerini koruma mücadelesi
14
ki savaşta Türk devletinin barbarlığına karşı her
eylemi faşist saldırıyla eziyor. TBMM’de HDP, hem
iktidarda olan AKP’ye hem de CHP/MHP’ye karşı
muhalefet yürütüyordu. Hakim sınıfların partileri,
HDP’nin muhalefetinden rahatsızdı. HDP’li milletvekillerinin kendileri gibi davranmasını, kendileri gibi hareket etmesini istiyorlardı. Onların sesini
kısmak ve kimi milletvekillerini bertaraf etmek için
harekete geçtiler. Amaç, başta Demirtaş olmak üzere
HDP milletvekillerinin önemli bölümünün dokunulmazlıklarının kaldırılması, tutuklanması, milletvekilliklerinin düşmesi ve seçilme haklarını yitirmeleridir. “Terör”ün TBMM’deki “seslerini” kesmek için
Tayyip Erdoğan’ın ateşlediği dokunulmazlıkların
kaldırılmasında son nokta konuldu! AKP/MHP ve
CHP’nin işbirliğiyle Generaller ve Tayyip muradına
erdi! Kürtlerin temsilcilerini parlamento dışına atmanın ilk adımı için oynanan tiyatronun ilk perdesi
kapandı! Buna göre AKP ve MHP silme ve CHP 20
destekle yasa referanduma gerek kalmadan fazlasıyla
376 oyla geçti! T.C. de bir kara leke daha!
TBMM’de bir müsamere oyunu sergilendi. Gizli
oylama olmasına rağmen özellikle AKP’li vekillerin
açık oy kullandığı, kabinlere bile girmeden oyların
kullanıldığı Meclis Genel Kurulu’nda bu nedenle
sık sık tartışmalar yaşandı. Kullanılan 376 oyla 138
milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Ama
buzdağının altında yatan gerçek başkadır. Bunların
dokunmak istediklerinin HDP’li vekiller olduğu bilindiğinde nasıl bir ikiyüzlülük ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak onca zor değildir.
Bunlar hırsızlara dokunmazlar! Bunlar rüşvet yiyene dokunmazlar! Bunlar ihaleye fesat karıştırana,
ihalede hile yapana dokunmazlar! Bunlar emekçilerin kanına ve iliğine kadar sömürülmesine dokunmazlar! Bunlar iş kazalarındaki ölümlerden sorumlu
olanlara dokunmazlar! Bunlar din sömürücülerine
dokunmazlar! Bunlar savaş suçlularına dokunmazlar! Bunlar yakın, yıkın, bombalayın, yerle bir edin
emrini verene dokunmazlar! Bunlar halkları kin ve
nefretle birbirine düşman edenlere dokunmazlar!
Bunlar ancak haklı bir davanın savunucularına dokunmak için birlikte hareket ederler.
Çünkü bunlar halkların değil bir avuç asalakların
temsilcileridir! Çünkü gem vurulmamış Türk milliyetçiliği ırkçılık bazında bunların kanına işlemiştir!
Çünkü bunlar tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek
vatan diye diye kendilerinden olmayanları vatan haini ilan edenlerdir! Çünkü bunlar kanla beslenenler-
TBMM’de bir müsamere oyunu
sergilendi. Gizli oylama olmasına
rağmen özellikle AKP’li vekillerin
açık oy kullandığı, kabinlere bile
girmeden oyların kullanıldığı Meclis
Genel Kurulu’nda bu nedenle sık sık
tartışmalar yaşandı. Kullanılan 376
oyla 138 milletvekilinin dokunulmazlığı
kaldırılmıştır. Ama buzdağının altında
yatan gerçek başkadır. Bunların
dokunmak istediklerinin HDP’li vekiller
olduğu bilindiğinde nasıl bir ikiyüzlülük
ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak
onca zor değildir.
dir! Çünkü bunlar barışa düşmandırlar!
Bizim olmayan bir savaşı sürdüren onlar! Bu savaş
daha fazla sürsün, insanlar hiç yere daha fazla ölsün,
savaş daha da kızışsın diye TBMM’de barış isteyenleri “terörist” ilan edip yargılamaktır esas amaçları!
Onun için kaldırdılar dokunulmazlıkları!
Kuzey Kürdistan’da süren savaştan nemalananlar
saymakla bitmez! Savaş tamtamlarının sesi yükseldikçe daha fazla ırkçılık boy atmaktadır! Kürt düşmanlığı daha fazla alana yayılmaktadır!
Sözün kısası yargılanması gerekenler, barış isteyenleri yargılamak için dokunulmazlıkları kaldırdılar!
Yalnız kandan beslenenlerin unuttukları bir şey
var! Ne yaparlarsa yapsınlar barışa ve temsilcilerine
ne kadar dokunurlarsa dokunsunlar! Barış ve özgürlük talebini asla susturamazlar!
32 yıldır süren ve daha öncesi 1920’lere kadar uzanan bu kavga dokunulmazlıkların kaldırılması ve
HDP’li vekillerin yargılanmasıyla son bulmayacaktır!
Unutulmasın bir ulus uyanmışsa artık şiddet ve zulüm bu uyanışa son veremez!
Korksunlar bu uyanış sınıf kavgasıyla birleşirse
sonları nice olur!
Savaşa son! Barış hemen şimdi!
21.05.2016
T.C. kuruldu kurulalı yasalarla gerçek hayat, devlet insanları ve politikacıların söylemleri/vaatleri
ile yapılanlar arasındaki uçurum hep olagelmiştir.
Hele hele kadın-erkek eşitliği sözkonusu olduğunda
bu daha da bariz olmaktadır. Laf ile laf bile birbirini
tutmamaktadır, kaldı ki laf ile gerçek yaşam birbirini
tutsun!
Kadın-erkek eşitliğine dair yasalardaki ayrımcılığın
ortadan kaldırılması, gerçek yaşamda da kadınların
durumunun iyileştirilmesi konusunda en iddialı
biçimde ortaya çıkan AKP hükümetlerinin 13 yıllık
iktidarları döneminde de durum farklı olmamıştır.
Cumhurbaşkanından hükümet sözcülerine, milletvekillerine dek sarfedilen gerici, kadın düşmanı
sözleri bir yana bırakıp, salt “kuru” istatistiklere
baktığımızda dahi kadınların konumlarında önemli bir değişiklik yoktur, tek kelimeyle durum hâlâ
kötüdür!
Esasen üzerinde fazla konuşmaya gerek yok!
Hükümet programının salt bu noktasında söylenenler
temelinde, kadınların toplumsal eşitlik bağlamında
AKP hükümetlerinden olumlu bir beklentisi
olamayacağı açıktır. “Önemli bir fark ve avantaj”
olarak övülen “aile yapısı” oldum olalı ataerkildir,
erkeğin üstünlüğü ve kadının erkeğe tabiliği ideolojisi
üzerine kuruludur. Kadının ekonomik olarak erkeğe
bağımlı olduğu bir aile yapısıdır. Bu aile yapısı içinde
kadınlar en yoğun psikolojik, cinsel ve kaba fiziksel
şiddete maruz kalmaktadırlar. Resmi istatistiklerin
ortaya çıkardığı tablo şöyledir:
“Her 10 kadından 4’ü eşinden veya birlikte yaşadığı
kişiden fiziksel şiddet gördü”
“Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından
gerçekleştirilen Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet
Araştırması 2014 sonuçlarına göre; ülke genelinde
yaşamının herhangi bir döneminde eşinden veya
AKP hükümetlerinin önceliği kadının değil,
ailenin güçlendirilmesidir!
AKP hükümetlerinin hepsinde olduğu gibi 65. hükümetin (Binali Yıldırım hükümeti) de programında
esas mesele “aile kurumunun güçlendirilmesi”,
“çocuk sayısının arttırıl”ması, çocuk eğitim ve
bakımının esas olarak “aile”ye, yani kadına yüklenmesi olarak konmaktadır.
Bunun ötesinde kadın “çocuk doğurur, hamur
yoğurur” anlayışı egemen anlayıştır. Bu anlayış
AKP döneminde de öne çıkarılmıştır. RTE gündem değiştirme çabalarının yanı sıra “Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın,
iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun eksiktir,
yarımdır” demekte herhangi bir sakınca görmemektedir.
Hükümet programında güçlendirilmek istenen
bu “aile yapısı”ndan övgüyle bahsedilmekte, “Sahip
olduğumuz güçlü aile yapımızı diğer toplumlara göre
önemli bir fark ve avantaj olarak görüyoruz.” denmektedir.
Son 13 yılda kadın istihdamı konusunda
en iyimser halde, ancak ‘bir arpa
boyu yol’ gidilmiştir. Ekim 2015 TUİK
verileri itibariyle hâlâ 11 milyon 440
bin kadın mesleğini “ev kadını” olarak
belirlemektedir. (2015 verilerine göre 53
milyon çalışabilir nüfusun 27 milyonu
erkek dersek ve kalandan 3 milyon köylü
kadını düşersek ev hizmetçisi sayısı daha
kabarıktır) Ocak 2008’de 12 milyon
345 bin kadın “ev işleriyle meşgul”üm
demişti.) İlginçtir: mesleği sorulduğunda
“ev erkeğiyim” ya da “ev işleriyle
meşgulüm” yanıtını veren erkek yoktur!
yeni kadın dünyası
KADINLARIN DURUMUNDA DEĞİŞEN BİR
ŞEY YOK! HÜKÜMETİN KADIN PROGRAMI
VE GERÇEKLER...
15
yeni kadın dünyası
16
birlikte yaşadığı kişiden fiziksel şiddete maruz kalan
kadın nüfus oranı %35,5’dir.
Orta Anadolu bölgesi %42,8 ile yaşamın herhangi
bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirten
kadınların en fazla olduğu bölgedir. Yaşamın herhangi
bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirten
kadınların en az olduğu bölge %26,8 ile Doğu Karadeniz bölgesidir.”
Kadın örgütlerinin kendi olanaklarıyla yaptıkları
bir dizi yerel araştırmalarda ortaya çıkan tablo çok
daha vahimdir. Kadınların ezici çoğunluğu kendi
açıklamalarına göre, hayatlarının bir döneminde
erkek şiddetine ve cinsel tacize maruz kalmışlardır.
“Kadın cinayetlerini durduracağız” kampanyasını
yürüten kadın örgütlerinin verilerine göre 13 yılda
(2002-2015 yılları arasında) 5406 kadın kocaları,
sevgilileri, erkek akrabaları tarafında katledilmiştir!
(bkz. http://onedio.com/haber/maddede-turkiye-dekadinin-durumu-454685)
İşte ayrıcalık ve olumluluk atfedilen
ve
güçlendirilmek istenen “aile” böyle bir yerdir.
Kadın istihdamını artırma vaadleri ve gerçek durum!
Son 13 yılda (AKP hükümetleri döneminde) kadın
ve erkek nüfus oranında ancak cüzi bir artış olmuştur;
çalışma yaşında olan kadınlarla erkeklerin oranında
da önemli bir değişim olmamıştır, çalışabilir nüfusun yarısı kadın, yarısı da erkektir. Eşitlik ama burda
bitmekte ve erkeklerle kadınlar arasındaki ekonomik
dengesizlik başlamaktadır.
Türkiye’de hâlâ kadınlar için öngörülen rol “ev
kadınlığı”dır.
AKP hükümetlerinin kadın istihdamını artırma
vaadlerine karşın Kuzey Kürdistan-Türkiye’de
kadınların kocalarına ekonomik olarak bağımlı “ev
kadını”, ücretsiz ve sigortasız aile işçisi olma durumu
sürmektedir.
Davutoğlu hükümetinin programında şöyle
yazmaktadır:
(Binali
Yıldırım’ın
hükümet
programının tam metni henüz başbakanlık
sayfasında yayınlanmamıştır)
“64. Hükûmet olarak, kadınların bireysel ve
toplumsal olarak daha da güçlenmeleri, daha kaliteli eğitim olanaklarına sahip olmaları, karar alma
mekanizmalarındaki etkinliklerinin artırılması,
işgücü piyasasına girişlerinin kolaylaştırılarak
istihdamlarının artırılması, sosyal güvencelerinin
sağlanması ve kadın girişimci sayısının artırılması
temel hedeflerimizdir.”
Laf!!! Son 13 yılda kadın istihdamı konusunda en
iyimser halde, ancak ‘bir arpa boyu yol’ gidilmiştir.
Ekim 2015 TUİK verileri itibariyle hâlâ 11 milyon 440
bin kadın mesleğini “ev kadını” olarak belirlemektedir. (2015 verilerine göre 53 milyon çalışabilir nüfusun
27 milyonu erkek dersek ve kalandan 3 milyon köylü
kadını düşersek ev hizmetçisi sayısı daha kabarıktır)
Ocak 2008’de 12 milyon 345 bin kadın “ev işleriyle
meşgul”üm demişti.) İlginçtir: mesleği sorulduğunda
“ev erkeğiyim” ya da “ev işleriyle meşgulüm” yanıtını
veren erkek yoktur!
Yine Ekim 2015 verilerine göre, kadın istihdamında
ancak çok cüzi bir artış sözkonusudur. 2008’de kadın
istihdam oranı %25,3 iken, 2014’de bu oran %26,7
olarak verilmektedir (erkeklerin istihdam oranı
%65,2.) Görüldüğü gibi, birincisi oransal olarak
büyük bir artış sözkonusu değildir. İkincisi, oransal
artışta yeni kadın kitlelerinin çalışma hayatına
kazandırılmasının rolü sanılandan da düşüktür.
Orandaki artışta, örneğin “evde engelli bakım yardımı
alan kişilerin 2014’ten itibaren “ücretli istihdamı”na
dahil edilmesi gibi istatiksel değişikliklerle de ilgisi
vardır. 2014’de “evde engelli bakım yardımı” alan 450
bin kişi “ücretli çalışır” kategorisinde ele alındığı,
2015’de bu sayının muhtemelen daha yüksek olduğu
belirtilmektedir. (Kaynak: Doğruluk Payı)
Evde engelli bakımının ücretli çalışma kategorisinde ele alınması elbette olumlu bir gelişmedir.
Bu “ev işleriyle meşgul” gibi genel tanımlama yerine
kadınların yaptığı işlerin görülmesi ve toplumsal
olarak değerlendirilmesi açısından önemlidir. Bizim
hatta, evde yaşlı bakımı, hasta bakımı, çocuk bakımı
ve ev işlerinin –ayrı ayrı– ücretlendirilmesi talebimiz
vardır.
Nereden bakarsak bakalım, %26,7 ile kadın istihdam oranı oldukça düşüktür. 28 üyeli AB ülkelerinin
ortalamasında bu oran %62’dir.
Esasen oranlar durumun vahimliliğinin görülmesinde yetersiz kalıyor. Mutlak sayılarla ifade edecek olursak sosyal güvenlikli çalışma faaliyeti içinde
olan kadınların sayısındaki artış 13 yıllık AKP
hükümetleri döneminde şöyle gerçekleşmiştir:
2002 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu’nda kayıtlı
olarak çalışanlar 1 milyon 683 bin kadın ve 8 milyon
539 bin erkek olarak belirlenmektedir.
2013 yılında SGK’da kayıtlı olarak çalışanların 3
milyon 668 bini kadın ve 12 milyon 477 bini erkektir.
On yılı aşkın bir sürede sigortalı çalışan kadınların
yeni kadın dünyası
sayısı iki katına, erkeklerin 1,5 katına çıkmıştır, fakat
bunda övünülecek hiçbir şey yoktur. Neticede 3,5
milyon gibi bir sigortalı kadın sayısı (ki bunların ne
kadarının part time olduğunu, niteliğini vb. de bilmiyoruz.) son derece düşüktür. On yılı aşkın sürede kadın
istihdam oranının bu denli düşük bir hız kaydetmesi, AKP hükümetlerinin kadın istihdamını “teşvik”
laflarının palavradan başka birşey olmadığını göstermektedir. Bu kadar yıl içinde hiç “teşvik” edilmeseler
de ücretli çalışan kadınların sayısında bir artış olması
olağandır. (Çünkü 2002’deki toplam nüfus 71,8 milyon, 2015’de 78,7 çalışabilir nüfus 53 milyondur.)
Esasen eğitimli kadınların artışına bağlı olarak,
kadınların iş piyasasında kendilerine yer açılması
için kapıları zorlaması durumu söz konusudur. Ancak, kapıları açmak hiç de kolay değildir. İş hayatına
yeni atılan gençlerin istihdamına ilişkin istatistikler
de bunu göstermektedir. İstihdam oranının “genç
erkeklerde yüzde 45,1 iken, genç kadınlarda sadece
yüzde 23,2 olduğu, başka bir ifadeyle genç kadın nüfusunun yalnızca dörtte birinin istihdam imkanına
sahip olduğu” kaydediliyor. (http://tisk.org.tr/tisk-isgucu-piyasasi-haber-bulteni-ocak-2016-sayi-35/)
Uzun lafın kısası, eğer bir gelişme oluyorsa, AKP
hükümetleri gibi erkek hükümetlere rağmen (!)
olmaktadır.
Hükümetin internet sayfası üzerinden vaatler ve
yapılanlar “söz verdik ve yaptık” ibaresiyle propaganda edilirken, kadın istihdamının arttırılması
konusunda söylenen doğru dürüst bir şey yoktur.
Gerçekleştirdikleri ve propagandasını da bolca
yaptıkları tek şey doğum izni nedeniyle kadınların
yaşadıkları haksızlıkların bir ölçüde giderilmesiyle
ilgilidir:
“Doğum nedeniyle alınan ücretsiz izinlerin memuriyet kıdeminde sayılmasını sağladık.
Doğum ve bebek bakım sürecindeki ücretsiz izinlerin 850 bin kadın memurumuzun kariyer yolundaki
ilerlemesine engel olmamasını sağlamak amacıyla,
doğum nedeniyle ücretsiz izinde geçen sürelerin memuriyet kıdeminde değerlendirilmesine imkân sağladık.”
(http://reformlar.gov.tr/h/2016-yili-eylem-plani-toplantisi)
İkinci olarak, işçi ve memur tüm çalışan kadınlara
doğum öncesi 8 hafta ve doğum sonrası 8 hafta olmak
üzere toplam 16 hafta doğum izni hakkı tanınmıştır.
Babalara da 5 işgünü babalık izni hakkı tanınmıştır.
Bu iki noktadaki reformlar gerçek iyileştirmelerdir.
Hükümet bu yasalardaki bu değişikliklerle kadın
istihdamının artacağı hesabını yapmaktadır. Ancak
işin o yönü henüz belli değildir.
Kadınları çalışma hayatından alıkoyan en büyük
engel, çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsal çözümünde hükümetlerin siyasetsizlikleri, daha doğrusu
çocuk bakımını “aile”nin, dolayısıyla kadının
sırtlarına yükleyen siyasetleridir. Bu konuda köklü bir
değişiklik olmadıkça, kadınların çalışma yaşamına
katılım zorluklarında da bir değişiklik olmayacaktır.
Kreş ve çocuk yuvalarının içler acısı durumu bunu
göstermektedir.
Sonuç: AKP hükümetlerinin kadın istihdamını
artırma vaadlerine karşın Kuzey KürdistanTürkiye’de kadınların kocalarına ekonomik olarak
bağımlı “ev kadını”, ücretsiz ve sigortasız aile işçisi
olma durumu sürmektedir.
15.06.2016
17
güncel
18
ALMAN PARLAMENTOSUNDAN ERMENİ
SOYKIRIM KARARI ÇIKTI!
“Kanka’nın ihaneti hakikaten bir başkaymış!”
Hrant Dink
Ermenilere yönelik yapılan soykırımın birinci derecede sorumluları içinde yer alan Alman devleti, 101
yıl sonra 1915’de yapılanın soykırım olduğunu kabul
etti. Alman parlamentosu, 2005’de aldığı kararda
bilinçli olarak soykırım kavramını kullanmamıştı.
24 Nisan 2015’de Alman parlamentosunda, Ermeni
soykırımının görüşülmesine bir saatlik zaman ayrılmıştı! Bir saat içerisinde konuşan tüm parti sözcüleri, 1915’de Ermenilere yapılanın soykırım olduğunu
açıklamışlardı. Ancak konuşmaların ardından karar
alınmamış, var olan üç karar tasarısı komisyonlara
devredilmişti.
14 aydır Alman parlamentosunda bekleyen ERMENİ SOYKIRIM tasarısı nihayet 02.06.2016 tarihinde
oylamaya sunuldu. 631 milletvekiliden ancak 252 kişisi bu tarihi oylamada Federal Almanya Cumhurriyeti Meclis Genel Kurulu’ndaydı. Bir çekimser ve bir
red oyunun kullanıldığı oylamada tasarı 250 oy ile
kabul edildi! Üç dakikada ellerin kalkıp indiği oylamaya, hükümetin en önemli temsilcileri başbakan
Angela Merkel, başbakan yardımcısı ve SPD Genel
Başkanı Sigmar Gabriel ve Federal Dışişleri Bakanı
Frank-Walter Steinmeier katılmadı. 631 milletvekilinden 252’nin oyuyla kabul edilen tasarı Alman
medyasında “Parlamentonun neredeyse oybirliğiyle”
aldığı karar olarak tanıtıldı.
Onlarca yıldır yazıyoruz ve söylüyoruz! Ermeni
soykırımıyla yüzleşilmeli, soykırım tanınmalı ve
devlet tarafından tazmin edilmelidir diye!
Elbette özür dileme, soykırımı tanıma yapılmış
olan katliamı ortadan kaldırmaz! Cinayetin özrü ve
tamiri olmaz! Sorun vicdani meseleyi hal etme ve
suçu kabul etme meselesidir! Bu ve benzeri soykırım
cinayetlerinin bir daha tekrarlanmaması için bütün
zamanlar için onu hatırlamadır! Onun için Ermeniler menekşe çiçeğini “unutma beni” sembolü olarak
Federal Almanya parlamentosunda alınan kararın içeriği
2005 yılında da şimdi olduğu gibi grupların ortak
hazırladığı benzer bir önerge, meclisin gündemine
gelmiş fakat o günkü oylamada karar soykırım olarak adlandırılmamıştı.
Bu seferki Alman Federal Meclisi’nin onayladığı
taslak Yeşiller Partisi tarafından hazırlanmış, oylama sırasında karar tasarısı lehinde konuşma yapan
Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir’dir. Cem
Özdemir konuşmasını yaparken yakasında, Ermeni
soykırım sembolü olan UNUTMA BENİ MENEKŞE
ÇİÇEĞİ rozeti vardır.
Onaylanan kararın içeriğinde yer alanların özeti
“Alman Federal Meclisi, Osmanlı İmparatorluğu‘nda
100 yıldan uzun bir zaman Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara karşı girişilen tehcir ve katliamların
kurbanlarının önünde eğilmektedir.”
“Alman Federal Meclisi, zamanın İttihat ve Terakki
hükümetinin, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri neredeyse tamamen yok eden icraatlarını da kınıyor”
“Ermeni soykırımı’nın 24 Nisan 1915 tarihinde dönemin Jön Türk iktidarının emriyle başladığı belirtilip, ‘Ermenilerin kaderi, 20’nci yüzyıla damgasını vuran katliam, etnik temizlik, tehcir ve soykırım tarihine
örnektir.“ “Ermeni soykırımında Almanya’nın oynadığı rol ve
sorumluluk, “Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri müttefiki Alman İmparatorluğu’nun, kendi diplomatlarının ve misyonerlerinin, Ermenilere yönelik sistematik
sürgün ve yok etme uygulandığına dair raporlarına ve
bildirimlerine rağmen, bu suçu durdurmak için harekete geçmemesinden üzüntü duyulduğu’ “Tarihten bu
yana Ermenilerle Türkler arasında oluşan uçurumun
ortadan kaldırılması, uzlaşma ve karşılıklı anlayışın
sağlanması için çaba harcamak da yine Almanya’nın
sorumluluklarından biridir.” şeklinde değerlendirilir.
“Alman meclisi, 100 yıl önce başlayan, tarifi güç,
korkunç olayların kurbanlarını anarken, o zor koşullarda kendi hükümetine direnerek Ermeni kadınların,
çocukların ve erkeklerin hayatını kurtarmak için Os-
T.C. devleti temsilcileri ve
onların boyalı boyasız, havuz
medyasından doğan medyasına,
fazla gücü olmayan birkaç istisna
haricinde tüm Türk medyası söz
ve tavır birliği ettiler. Kırmızıyı
görmüş boğa gibi dizginsiz
saldırılarıyla zehirlerini yine
saçtılar! Yine milliyetçilik ve
ırkçılık kustular! Sebebi hikmeti
açıktı! Ermeni soykırımında
kankaları da onları terk etmişti!
Birkez daha yalnız kaldılar!
güncel
kabul etmişlerdir.
Bugün Osmanlı ganimet imparatorluğunun devamı ve mirasçısı olduğunu her fırsatta söyleyen T.C.
faşist devleti kurulduğundan beri atalarının bu tarihi
günahı Ermeni soykırımı ile yüzleşmek, onu tanımak
ve tamir etmekten hep uzaktı, uzaktır ve daha epey
bir zaman uzak kalacağı benziyor!
Sorun elbette; T.C. dışındaki devletlerin Ermeni
soykırımı konusunda meclislerinde aldıkları ve alacakları kararlarla hal olacak bir sorun değildir.
Devrimci Ermeni Hrant Dink’in Fransız senatosunun aldığı karar vesilesiyle yazdıkları bu anlamda
güncelliğini korumaktadır.
Ne demişti Hrant:
“Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler... Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor.
İkisi de klinik vakalar... Kim tedavi edecek bizi? Fransız
Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz?
Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin
doktoru... Bunun dışında doktor, ilaç, hekim mekim
yok. (...) Türklere diyorum ki, ya, Ermeniler niye bu kadar ısrar ediyor bu sorunun üzerinde, diye sorun kendinize... Biraz empati yapın, o zaman bu duruşta belki biraz onur görebilirsiniz... Ermenilere diyorum ki,
Türklerin ‘Hayır, bu bir soykırım değildir’ demelerinde
de bir onur görmeye çalışın. Nedir o onurlu duruş? ‘Bir
Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım, soykırım Allah’ın belası bir şey, nasıl ya, benim
atalarım böyle bir şey yapamaz, çünkü ben yapmam.’
Dolayısıyla burada da bir onurlu duruş vardır.”
T.C.’deki onursuzların “onurlu duruş”una geçmeden önce şu Alman parlamentosunda alınan kararın
içeriğine bir göz atalım:
19
güncel
20
manlı ve Alman İmparatorluğu’nda elinden gelen çabayı gösterenleri de onurlandırmak istemektedir.”
“Alman halkı olarak Ermenilere 1915/1916’da uygulanan sürgün ve neredeyse tamamının yok edilmesiyle
sonuçlanan saldırılarla ve Almanya’nın rolüyle yüzleşmek…. Türk tarafını da o dönemki sürgün ve katliamlarla hesaplaşma yönünde cesaretlendirmek, böylece
Ermeni halkıyla uzlaşma için gerekli temeli atmada
yüreklendirmek….. Ermenilerle Türkleri geçmişle hesaplaşmak suretiyle karşılıklı tarihi suçları affetmeye
ve barışmaya götürecek yönde çaba harcamak…“
Yukarda aktardıklarımız geç söylenmiş olsa da
yanlış şeyler değildir. Kuşkusuz 101 yıl sonra nihayet
Alman parlamentosunun Ermenilere yönelik yapılan
soykırımı kabul etmesi olumludur. Alman parlamentosunun aldığı karar, faşist T.C. devletini fena halde
kızdırmıştır. Çünkü tarihi kankalar birbirlerine epey
ters düşmüşlerdir.
Ermeni soykırımın kabul edilmesi kağıt üzerinde kalmamalıdır. Ermeni soykırımında İttihat ve
Terakki’nin müttefiği olan Almanya’nın soykırımı
tanıması yeterli değildir. Almanya‘da soykırım kurbanlarına tazminat ödemeli ve diğer yükümlülükleri
yerine getirmelidir.
Kankaların birbirlerine bu ters düşüşleri konusunda Hrant Dink 24 Haziran 2005’te Agos’ta ‘Alman
Usulü’ başlıklı yazısında durumu ne de güzel anlatmıştı: “Ermeni
Sorunu
konusunda
Alman
Parlamentosu’nun oybirliğiyle almış olduğu karar,
Fransız Senatosu’nda ya da diğer parlamentolarda kabul edilmiş olanlara benzemiyor. Bir başkalığı var. Fena halde kafa karıştırıyor. Ne de
olsa Alman usulü.
Öncekiler tamamen Türkiye’ye karşıydı. Hedeflerinde hep Türkiye vardı. Türkiye’yi suçluyor, soykırımı kabul etmeye davet ediyorlardı. Tarihle yüzleşmeyi dayatıyorlardı. Ama Almanlar’ınki öyle mi? ‘Alman usulü’
dedikleri şey tam da bu olsa gerek.
Muhtemelen bencilliklerinden (!), bu kez de hesabı
yarı yarıya görmüşler. Tüm sorumluluğu Türkiye’ye
yüklememişler. Yarısını da kendilerine ayırmışlar. ‘Biz
de suçluyduk’ diyorlar. Peki Türkiye şimdi bu usul karşısında ne yapacak? Bu usulü hangi usulle cevaplandıracak?
Velhasıl bu Almanlar Türklere çok kötü ihanet ettiler. ‘Soykırım’ kelimesini kullanmadılar ama ondan da
beter bir duruma düşürdüler. En kötüsü de, ezberini
bozdular. Türkiye ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı.
‘Siz soykırım yaptınız’ deselerdi, bundan iyiydi. Nihayet ona verilecek bir cevap, bir alışkanlık vardı.
‘Hayır biz yapmadık, Ermeniler bizi öldürdü, işte
toplu mezarlar’ denebilirdi. Ama adamlar şimdi ‘Biz
de sorumluyuz’ diyorlar. Ne denilecek şimdi bu soykırımcılara... ‘Hayır siz iyi insanlarsınız, ne olur bir
daha düşünün, siz sorumlu olamazsınız’ mı? Sözün
kısası: ‘Kanka’nın ihaneti hakikaten bir başkaymış!” Ah Ahparig, faşistler seni 19 Ocak 2007’de katletmeselerdi, halkların kardeşliği için daha ne güzel şeyler yapacaktın bre yoldaş!
Alman parlamentosunun kararına karşı tepkiler
T.C. devleti temsilcileri ve onların boyalı boyasız,
havuz medyasından doğan medyasına, fazla gücü
olmayan birkaç istisna haricinde tüm Türk medyası söz ve tavır birliği ettiler. Kırmızıyı görmüş boğa
gibi dizginsiz saldırılarıyla zehirlerini yine saçtılar!
Yine milliyetçilik ve ırkçılık kustular! Sebebi hikmeti
açıktı! Ermeni soykırımında kankaları da onları terk
etmişti! Birkez daha yalnız kaldılar!
Yine aynılar aynı yerde/aynı konuda birleşti! Yine
milliyetçi ırkçı zehirlerini kusmada kusur eylemediler! Yine alınlarında yazılı tarihin kara lekesiyle yüzleşeceklerine, inkarın yolunu seçmeye devam ettiler,
ediyorlar!
Biz biliyoruz Ermeni sorununda tavır T.C. sınırları
içinde bir turnusol kağıdı rolündedir! Renkler ortaya
çıkar! İster kendine demokrat desin, ister solcuyum
desin! Ermeni sorununda doğru yerde durmuyorsa
onun demokratlığı ve solculuğu beş para etmez!
Gelelim önemine göre kimlerin ne dediğine:
Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbandyan
‘Osmanlı’nın müttefikleri kabul etti’, “Uluslararası Ermeni cemaatleri, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesini 101 yıldır bekliyor.” Ermeni bakan, “Osmanlı
Devleti’nin o dönemki müttefikleri Almanya ve Avusturya dahi soykırımı tanıyorken, Türkiye, tarihte yaşananları inkar etmeye devam ediyor.” (Diken 03.06.2016
İnternet)
HDP Selahattin Demirtaş ‘Ermeni soykırımı’nı tanımasını, “100 yıl gecikmiş bir karar. Bugün Kürtlere
de katliam yapılıyor. Almanya 100 yıl sonra bununla
ilgili bir karar alırsa bunun bir anlamı yok” diye değerlendirdi.
HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken ise „tarihle doğru temelde yüzleşmeyi“ sürekli söylediklerini
belirterek, „Biz Halkların Demokratik Partisi olarak
Gelelim inkarcılar cephesindeki tavırlara
En önemli şahsiyet cumhurreis RTE’nin dedikleri:
„Alman parlamentosunun almış olduğu bu karar,
Almanya-Türkiye ilişkilerini ciddi manada etkileyebilecek olan bir karardır.“
“Neymiş, birileri de diyor ki güya Türk… Ne Türk’ü
be… Bunların kanının laboratuvar testinden geçmesi lazım.” “Ey Almanya, sen Türkiye hakkında oylama yapacak en son ülkesin. Eğer insanlık dışı suçlarınıza ortak arıyorsanız o ortak biz değiliz. Sen önce
Holokost’un hesabını vereceksin. Namibya’da 100
bine yakın insanı nasıl öldürdünüz? Hesabını vereceksin. Türklere, parlamentosunda kalkıp da sözde
Ermeni soykırımı yapacak en son ülkesiniz” “tarihimiz merhamet ve şefkat tarihidir“ diyen Erdoğan, Osmanlı tarihinin katliam değil, şefkat tarihi olduğunu
savundu.
Evet kankanız size ihanet etmeseydi; Herero ve Namaka soykırımı ya da diğer adıyla Namibya soykırımı
konusunda resmi ağızdan bir tavrı takınmazdınız!
Evet 1904-1907 yılları arasında Almanlar bugünkü
ismiyle Namibya olan Güneybatı Afrika’da sömürgeci dönemlerinde yerli Bantu, Hereolar ve Nama halklarının isyanını soykırım ile bastırmışlardı. Kimi
bölgede toplam nüfusun %80 kimi bölgede ise toplam
nüfusun %50 Alman birlikleri tarafından katledilmişti.
Şimdi soruyoruz ecdadınız ve ya da onun mirasına
sahip çıkan T.C.’nin hangi tarih kitabında Namibya
soykırımından bahsedilir! Ne T.C., ne de Osmanlı tarih kitaplarında bu bilgilere eğitim malzemesi olarak
rastlamak mümkün değildir! Unutmayın kankanızın
cürümü, sizin cürümünüzün üstünü asla örtemez!
Soykırım konusunda yoktur birbirinizden farkınız!
Alman sömürgecilerinin 1904’lerde Namibya’daki
soykırım sırasında kullandıkları yöntem; isyancıları
çöle sürüp orada susuzluktan ya da önceden zehirlenmiş içme suları ile öldürmekti. Sizlerin ecdadı Enver/
Talat paşaların Ermenilere yaptıkları da farklı değildi! Suriye çöllerine sürülen ve susuzluktan yaşamını
yitiren Ermenilerin sayısı bugün bile tam bilinmiyor!
“Merhamet ve şefkat” sizlerin temiz dediğiniz tarihinizle çelişir kavramlardır. Ağzınıza hiçte yakışan
kavramlar değildir! Ecdadınızdan sizlere yadigâr
olan zulüm, işkence, yakma-yıkma öldürme, asma-kesme meziyetlerinde ustalaştığınızı biliyoruz.
Bugün tanklarınız, toplarınız uçaklarınızla Kuzey
Kürdistan’ın Sur’unda, Cizre’sinde, Nusaybin’inde,
Yüksekova’sında Şırnak’ında insanlara yaşattıklarınızı görmek isteyenlere çok şeyler göstermektedir!
Ecdatlarınızdan sizlere miras olanı yaptığınızdan bir
dirhem bile şüphemiz yoktur. Ecdat ve atalarınızın
yarım bıraktığı işleri tamamlamakla meşgulsünüz!
Bu meziyetleriniz konusunda elinize su dökecek ulus
sayısı pek fazla değildir! Eminiz ki; sizler kankalarınıza ve kankalarınız size soykırım konusunda yeterli
tecrübeyi aktarmışlardır! Şüpheniz olmasın gerçek
tarih bu konuda anekdotlarla doludur!
Almanların andaki resmi tarih yaklaşımı en azından Holokost (Yahudi soykırımı) konusunda bir yüzleşme ve onu tanıma söz konusudur. Siz de cesaret
gösterip kankalarınızdan biraz öğrenseniz pek fena
da olmaz!
Kanla beslendiğiniz için damarlarda akan kanlara
merakınız yeni değil! Hâlâ putlaştırdığınız, birilerinin ayyaş gördüğü Kemal’in gençliğe hitabesindeki
“muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda
mevcuttur” söylemi olan 1927’lerdesiniz! İnsanlara
damarlarında taşıdığı kanlarla ulusal vasıflar sunma çabalarınız sizleri kafatasçı ırkçılar yapar, fazlası
değil! Bu tür kafatasçılar dün de vardı, bugünde var.
Ama sosyalist/komünist sistemde olmayacaklar.
Bilim her şeyden önce canlı varlıkların hayvansal
olanının taşıdığı yaşamsal sıvı madde olan kanın beslenme ile alakalı olduğunun tespitini yapalı 100 yılı
geçmiştir. Bugün hâlâ birileri çıkıp ta Türklüğü kan
testi ile arıyorsa, o ya zır cahildir, ya da su katılmamış
ırkçı faşistin tekidir!
İlişkilerin ciddi manada etkilenmesi için hakarete
maruz kalanlar bu sorunu ciddiye aldıklarında ilişki-
güncel
bu ülkenin kadim tarihindeki süreçlerle ilgili bir tarihi yüzleşme ve hakikatleri ortaya çıkarma yüzleşmesi
olmadan ortaya konulacak siyasi tavrın bu tarz sorunların çözümüne katkı sağlamayacağını düşünüyoruz“
dedi.
Biz HDP’den her türlü kaygıdan ırak daha detaylı
Türk ırkçılığını teşhir eden tavır beklerdik. Çünkü
Ermeni soykırımında devletin yaptıklarının ötesinde yöresel halkın Kürtlerin de Türkler kadar suç
ortağı olduğu bilindiğinde bu daha da önem kazanmaktadır. Ermenilere yapılan soykırımda Kürtlerin
de önemli sorumluluğu vardır. Kuzey Kürdistan’da
Ermenilerin katledilmesinde Kürtler birinci derecede rol oynamışlardır. Ezilen bir ulusun temsilcileri,
Ermeni soykırımı bağlamında Alman parlamentosunun aldığı karar hakkındaki tavırları, şövenist ve
milliyetçidir.
21
güncel
22
ler etkilenir! Yoksa iç piyasa için sarf edilmiş söylemlerin herhangi bir kıymeti harbiyesi düşünülmemeli!
Birazda sahibinin sesi misali ara parazitlere bakalım
“Alman gavuru yaptı yine yapacağını” diyen AKP’li
Burhan Kuzu’ya söylenecek tek şey o “gavur” dedikleriyle yarın yine “Can ciğer kuzu sarması” olacağına
kalıbımızı basarız!
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Özdemir dahil tüm
Türkiye kökenli parlamenterlere yüklenirken söyledikleri: “Bu tür sütü bozuklar, kanı bozuklar Türkiye’yi
de Türk milletini de temsil edemezler. Bizim hakkımızda söz söyleyemezler. Onlar ancak Almanya’nın menfaati hakkında söz söyleyebilirler. Biz onları iyi tanıyoruz. Bundan sonra da çok iyi tanıyacağız.” Bre “Adalet” bakanı; “adamlar” Türk milletini
temsil ettiklerini nerede ne zaman söylemişler! “Koskoca” bakan halinle de mi yalan söylemekten utanmıyorsun! Birileri bunların Almanya Federal Cumhuriyet’inin vekilleri olduğunu illa da hatırlatması
mı lazım! Niye kendi kendine gelin güvey oluyorsun?
Ayıp değil mi? Sütlerinin ve kanlarının bozuk olduğunu nerden biliyorsun? Süt ve kan bozukluklarını
tespit etmede kullandığın gereç nedir? Bu kafa ile sen
“adalet” değil kafatasçılara bakanlık edebilirsin! İnsanlardaki bozukluklar süt ve kanla ile ölçülmezler,
sosyal faaliyetleri belirleyici kıstastır. Kimden yana
oldukları belirleyici kıstastır! Zalimden mi yanasın?
Yakıp yıkandan mı yanasın? Yalan söyleyenden, sömürenden mi yanasın! Barıştan mı, savaştan mı yanasın vb. sorulardır insanı insan yapan!
Ah aklımıza gelmişken söyleyelim; hakikâten sütü
bozanlar çevreyi kirleten, azami kâr hırsı için doğayı
talan edenlerdir! Acaba sizde onlardan biri misiniz!
Andaki T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu,
Alman parlamentosundaki oylamanın ardından bir
tweet atarak, „Kendi tarihindeki karanlık sayfaları
kapatmanın yolu sorumsuz ve mesnetsiz meclis kararlarıyla başka ülkelerin tarihini karalamak değildir“
ifadelerini kullandı.
Önce bakan Almanların kendi tarihlerindeki karanlık sayfalara reisi gibi örnek verseydi genellemeden
kurtulurdu! Bakanın “sorumsuz ve mesnetsiz” meclis
kararı dediği Ermenilere yapılan soykırım sorunudur. Bu kararda Almanlar kendi sorumluklarının olduğunu da belirtmektedir. Bu anlamda sorumsuzluk
söz konusu edilecekse mesnetsiz atışı yapan bakanın
kendisi ve hizmetine amade olduklarıdır. Dine iman
edip inananlar gibi soruna yaklaşırsanız elbette sizler
için sorunlar “mesnetsiz” dayanağı olmayan iddialar
olacaktır. Ermeni soykırımının inkârcıların suratına
çarpacak o kadar mesnetli belgeleri var ki, dert onları
kabul etme de!
CHP lideri Kılıçdaroğlu, mektubunda „Ana muhalefet partisi olarak, eğer bu taslak karar tasarısı kabul
edilirse, bunun Türkiye-Almanya ilişkilerine muhtemel olumsuz yansımaları olmasından ve telafisi mümkün olmayan zararlara yol açmasından derin endişe
duyuyoruz. Bu bakımdan, Türk halkında daha fazla
hassasiyet yaratmaması için bahse konu karar tasarısına ilişkin girişimin gözden geçirilmesini ve gündemden düşürülmesini umuyoruz“ ifadelerini kullandı.
Merak etmeyin endişenize gerek yok! Kılıçdaroğlu,
Türk halkını zaten yeterince zehirlemiş durumdasınız daha fazla ne yapacaksınız! Bari Tayyip’ten farklı
bir şey söyleseydiniz!
CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz şunları söyledi “Hiç şüphesiz bu karar bizim açımızdan
hükümsüz ve geçersizdir.” Umarız kararı; karara karşı
olanların geçersiz saymasının hiçbir hükmü olmadığını birileri sizlere ifşa eder!
İnkârcılar cephesinin diğer bir unsuru da MHP’li
kafatasçılardır. T.C. meclisinde AKP tarafından
önerilen ortak açıklamaya MHP ve CHP’de tereddütsüz imza koydular.
Hiçbir zaman Ermeni soykırımını tanımayacaklarını “güçlü” bir şekilde ifade edenlerin torunları er ya
da geç Ermeni soykırımını tanıyacak ve onunla yüzleşecektir. Bu yüzleşme ve tanıma ne kadar gecikirse
halklar arasındaki düşmanlıklar o kadar sürmeye devam eder!
Bu yüzleşme ve tanımanın biran önce gerçekleşmesi, Kuzey Kürdistan-Türkiye halklarının hayrına
olduğu kadar Ermenilerin de yararınadır! Halkların
barış içinde birarada yaşaması en yüce arzularımızdan biridir.
ERMENİ SOYKRIMINI BİRKEZ DAHA TÜM
ÖFKEMİZLE LANETLERKEN;
T.C. DEVLETİNİ SOYKIRIMI TANIMAYA VE
TAZMİN ETMEYE ÇAĞIRIYORUZ!
TÜRK VE KÜRT HALKLARINI SOYKIRIMLA
YÜZLEŞMEYE, SOYKIRIMIN TANINMASI VE
TAZMİN EDİLMESİ TALEPLERİ İÇİN MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ!
ERMENİ SOYKIRIMI TANI! ONUN İLE YÜZLEŞ! 10.06.2016
✒
inceleme
TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ ÜZERİNE
“Türk savunma sanayisi” yakın zamana dek büyük savaş platformları tasarım ve üretimi
gerçekleştirme yeteneğine sahip değildi. Tank, savaş uçağı, helikopter, savaş gemisi, uzun menzilli/
balistik füze gibi büyük platformlarda ve büyük güç gerektiren motor/türbin gibi konularda açık bir
bağımlılık söz konusu idi. Bugün hâlâ bu durum aşılmış değildir. Geçmişle günümüzdeki önemli fark
tasarım ve mühendislik konusunda ciddi yetenekler geliştirmiş olmaktır. Söz konusu platformlarda
bağımlılık, bu alanda gelişmiş ülke ve şirketlerin yardımıyla, fikri ve sınai mülkiyet hakkı Türkiye’de
olmak kaydıyla ortak tasarım/yerli üretim modeliyle aşılmaya çalışılmaktadır. Güç yettiği oranda bazı
platformlarda tamamıyla yerli tasarım ve üretim söz konusu olmaktadır.
“Savunma”… Kulağa hoş gelen, gayet masum, korunma amaçlı, edilgen gibi duran ve özellikle seçilmiş olan bu kavram aslında Türk egemen sınıflarının savaş makinesine yakıştırılan sözcükten başka
bir şey değildir. Savaş, saldırı vb. sözcükler genellikle kulağa hoş gelmediğinden burjuvazi işin özünü
oluşturan bu yanını gözlerden gizlemek amacıyla
sıklıkla “savunma” sözcüğünü kullanmaktadır. Burjuvazinin egemenliği altındaki hemen tüm ülkelerde gerçekte adları “Savaş Bakanlığı”olması gereken
bakanlıklara verilen isim “Savunma Bakanlığı”dır.
Neye, kime karşı ve neyin savunması?
Bu soruya karşı, tipik ve alışılagelmiş bir yanıt
verilir burjuvazi tarafından: İç ve dış düşmanlara
karşı, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü,
anayasal laik düzeni ve cumhuriyeti savunma vs. vb.
Kimlerdir bu iç ve dış düşmanlar?
İç düşmanlar olarak, siyasi konjonktüre göre öncelik sıralaması değişmekle birlikte egemen düzeni bir
biçimde hedef alan tüm unsurlar gösterilir: İşçi sınıfı ve emekçilerin sınıfsal temelli savaşımları, ezilen
ulus ve ulusal azınlıkların etnik/ulusal temelli savaşımları ve bir biçimde iktidar olanaklarından yararlanma konusunda dezavantajlı durumda olan, bu
durumda tutulan bir takım burjuva kliklerin anda
iktidarda bulunan kliğe karşı savaşımları.
Dış düşmanlar olarak, egemen sınıfların ülke içinde ve dışındaki çıkarlarını tehdit eden, rakip durumdaki irili ufaklı tüm devlet ve güçler gösterilir.
Burjuva uzmanlar, uluslararası ilişkilerde dostluk
olamayacağını, ilişkilerin seyrinde belirleyici olanın
menfaat birliği ya da çatışması olduğunu ve duruma
göre bu birlik ve çatışmanın birbirine dönüşebileceğini söyleyip dururlar. Haklıdırlar da. Kapitalist/
emperyalist sistemin egemen olduğu dünyada başka
türlüsü olamaz.
Burjuvazinin yaydığı egemen görüşe göre; bu iç ve
dış düşmanlar arasında bir bağlantı vardır. Dış düşmanlar ülkenin güçlenmesini önlemek, zayıflatmak
vb. amaçlarla iç düşmanları desteklemektedirler. Bu
mantığa göre toplumsal/sosyolojik temelli her gelişmenin ardında dış güçler yatmaktadır.
Burjuvazinin bu anlayışa göre yaptığı tespitten
çıkardığı sonuç, ülkenin güçlü kılınması, gücünün
arttırılması biçimindedir. Nasıl olacaktır bu? Düşünülen, uygulanan siyaset, yol ve yöntemler öz olarak
şöyledir: Geniş yığınlar bu hedefe yönelik olarak seferber edilebilmelidir; devletin kolluk güçlerinin ve
en başta ordunun güçlü kılınması ve giderek güçlendirilmesi gereklidir; yönetici katman/bürokrasi bu
hedeflere uygun bir şekilde donatılmış olmalıdır.
Geniş yığınlar dendiğinde farklı sınıfsal konumda
olan insanlardan söz edildiği açıktır. Farklı sınıfsal
çıkarlara bağlı olarak aslında hedefler konusunda çıkarları bir ve aynı olmayan insan grupları çeşitli yol
ve yöntemlerle burjuvazinin çıkarlarına tabi duruma getirilmeli, bu durumda tutulmalıdır.
Kolluk güçlerinin ve en başta ordunun güçlendirilmesinin yolu, ardında günün gereklerine uygun
teknoloji ile desteklenen sanayinin durduğu; gereksinimlerin/araç-gereçlerin bu sanayi tarafından sağlandığı bir yapıya sahip olmaktan geçmektedir.
Geniş yığınlara; eğitim, yayın organları vb. her tür
araç kullanılarak, milletin ve devletin bölünmez bü-
23
✒
inceleme
24
tünlüğü düşüncesi ve militarizm pompalanır. Çok
uluslu bir devlette baskı altındaki ulusların uyanışının egemen burjuvaziye ciddi bir tehdit oluşturduğu
günümüzde bu politika burjuvazi açısından önemlidir. Milletin bölünmez bütünlüğü ile vurgulanmak
istenen ikinci yan ise sınıfsal temelde gelişecek savaşımların bir biçimde önüne geçme politikalarının
gerekliliğidir.
Ancak iş bunlarla kalmıyor. Yakın tarihte giderek
artan biçimde ülkenin yurtdışındaki çıkarlarından
da söz edilir oldu. Ve tüm bu politikalardan sanki
geniş emekçi yığınların da çıkarı varmış gibi davranılıyor, bu anlayış körükleniyor.
Ülkenin çıkarları… Bu, sistem kapitalizm olduğu
koşullarda egemen burjuvazinin çıkarlarından başka bir şey değildir. Kapitalizmin gelişmesi ve yayılmacılığından işçi sınıfı ve emekçilere düşen ancak
kırıntılar olabilir. O da olursa.
Burada amaçlanan bir şey daha var: Körüklenen
bu politikalar ve bu gibi anlayışlarla işçi sınıfı ve
emekçilerin dikkati sınıf çıkarlarından başka alanlara saptırılıyor, gerçek düşmanlar ateş sahası dışına
çıkarılmaya çalışılıyor.
Geniş yığınlara militarizmin pompalandığını söyledik. Bu alışılagelmiş bir söylem olarak “her Türk
asker doğar” deyişiyle başlıyor ve devam ediyor.
Bu kampanyalarda 10-15 yıllık son dönemde dikkat çekici bir nokta var: Militarist kampanyalar 30
yıl öncesiyle kıyaslandığında farklı bir görünüm
sunuyor. Geçmişin “sağlam” müttefiklere dayalı ve
geçmişe öykünerek yapılan kahramanlık destanlarına bağlı militarist kampanyalar yerini, gücünü
giderek ülke sanayisinin özgün tasarımlarla ürettiği
savaş araç-gereçlerinden alan kampanyalara bırakıyor.
Gücünü giderek ülke sanayisinin özgün tasarımlarla ürettiği savaş araç-gereçlerinden alma gibi bir
durum söz konusu. Peki bu, Türkiye gibi bir ülkede nasıl mümkün oldu? Mümkün oldu mu? Türkiye
bağımsız bir savunma sanayisi oluşturmanın neresinde, hâlâ bağımlı mı, eğer öyleyse ne kadar ve ne
oranda bağımlı, gelişme hangi yönde? Bununla ilintili olarak Türkiye’nin uluslararası sistem -kapitalist
emperyalist sistem- içindeki konumu konusunda
değişiklikler var mı, varsa hangi yönde? Bunlara
bakmalıyız.
Yazının konusu ve amacı, bu konularda bir berraklık sağlamaktır.
“Türk Savunma Sanayisi”nin geçmişi
Feodal dönemin büyük bir gücü olan sömürgeci
Osmanlı devleti, zamanın diğer büyükleriyle aşık
atabilecek teknik güce ve bu güce dayanan askeri bir
üretim kapasitesine sahipken, 18. ve 19. yüzyıllardaki teknolojik gelişmeleri ıskalayıp, sanayi devrimini
gerçekleştiremez durumda kalınca, giderek, bu sorunu halletmiş olan ve kapitalist ekonomileri hızla
gelişen devletlerin etkisi altına girmeye başladı, giderek askeri alanda da bağımlı bir yapı oluştu.
Bağımsız bir askeri sanayi yaratma konusunda
ciddi ilk girişim cumhuriyetin başlangıç yıllarına
denk gelir.
Kurtuluş savaşı içinde başlayan girişimler, savaş
sonrası önce Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü
kurulması, İstanbul’da bulunan Tophane, Baruthane, Silahhane vb.nin İç Anadolu’ya kaydırılması
ve bugünkü MKE’nin temelini oluşturan hafif silah
üretim, fişek ve top onarım atölyeleri ile devam etmiş, 1930’lu yıllarda kapsül fabrikası, çelik fabrikası,
barut, tüfek, top fabrikaları vb. kurulmuştu. Askeri
gemi inşa sanayi için Gölcük’te bir tersane oluşturuldu, Taşkızak tersanesi yeniden faaliyete geçirildi.
Bu alanda, ilk özel girişimciler de yatırıma girişti;
demiryolu inşa işiyle uğraşan Nuri Demirağ uçak
üretimine, soba imalatçısı Şakir Zümre bomba yapımına başladı. Nuri Killigil tesislerinde ise tabanca,
81 mm havan ve mühimmatı ve çeşitli patlayıcılar
üretilmeye başlandı.
Havacılık sanayini geliştirmek için 1926’da Tamtaş (Tayyare ve Motor T.A.Ş) kuruldu ve bu kuruluş
1939’a dek 112 uçak üretti. 1936’da İstanbul’da Nuri
Demirağ’ın kurduğu tesisler 1943’e dek 24 uçak üretti. 1941’de kurulan THK (Türk Hava Kurumu)’nın
Ankara Uçak Fabrikası’nda tek ve iki motorlu ve
çeşitli amaçlara yönelik toplam 140 uçak ve ayrıca
planörler üretildi. 1945’de Ankara’da uçak motoru
fabrikası kuruldu. 1942’de Malatya’da onarım ve
bakım atölyeleri kuruldu. Yani cumhuriyetin ilk yıllarında emekleyen bir uçak sanayisi de vardı. Fakat
T.C.’nin askeri sanayi, T.C. ordusunun gereksinimlerinin esasını karşılayacak kadar gelişmemişti. Silahlanma konusunda Türkiye esas olarak dışa bağımlı
konumda idi.
1948 sonrası, özellikle de 1952 Nato’ya katılımdan
sonra ABD “yardımları” ile uçak üretimi gibi diğer
savunma ürünlerinin üretiminde de gelişme engellenmiş oldu.
Bugün, egemen sınıflar ve temsilcileri, o tarihler-
inceleme
Ambargo ve sonuçları
1974 ABD ambargosu sonrası Türk egemenleri savunma sanayisinde yerli üretim payının artırılması
kararını aldılar. Daha doğrusu bu bir zorunluluk
olarak kendini dayattı.
Devlet bürokratik kurumları bu amaca uygun bir
yapılanma içine girdiler; bir dizi kurum oluşturuldu
ve süreç içinde bunlar yetkinleşerek gelişti, uzmanlıklarına göre alt örgütlenmelere gitti ve çalışan uzman kadro sayıları artış gösterdi.
O dönemde özel sektör gelişme düzeyi ve gücü
açısından henüz savunma sanayi geliştirme işini
sırtlayacak durumda değildi. “1970’li yıllarda Kara,
Hava ve Deniz Kuvvetleri Güçlendirme Vakıfları
ayrı ayrı kurularak ASELSAN ve HAVELSAN gibi
şirketlerin doğuşu gerçekleşmiştir. Daha sonra bu
Vakıflar 1980’li yılların ortasında Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı (TSKGV) olarak birleştirilince Türk Savunma Sanayi’nin gelişimi yeni
bir dönemece girmiş, Savunma Sanayi’nde MKEK
ile simgeleşen KİT modeline, Vakıf şirketleri modeli
de eklenmiştir.”(SSM dergi sayı 1, 2007, sf. 19, F. A.
Yayman’ın makalesi)
1975’de ASELSAN kuruldu, onu 1979 İŞBİR, 1981
ASPİLSAN, 1982 HAVELSAN gibi devlet kuruluşları izledi. 1984’te TAİ, 1985’de TEİ, 1987’de MİKES,
1988’de FNSS, 1989’da MARCONİ Komünikasyon,
1990’da THOMSON-TEKFEN Radar gibi yerli ve
✒
de izlenen yolun yanlış
olduğunu, bu yolun savunma sanayisine büyük
darbe vurduğunu söyleyip duruyorlar.
Burjuvazi açısından ders çıkarılmış gibi gözüküyor.
Bütün göstergeler bu defa işin 1950
sonrası gibi olmayacağına işaret ediyor. Çünkü bir taraftan
günümüz dünya konjonktürü ve
Türkiye’nin buradaki konumu,
diğer taraftan Türk egemenlerinin geçmiş “acı” (1963, 1967 Kıbrıs
olayları ve 1974 Kıbrıs işgali ve sonrası ambargolar) deneyimleri ve bu sanayinin
sunduğu kârlı olanaklar, Türkiye’nin 1970’li yılların
ortalarından itibaren girdiği o dönemde “başkalarının vermediğini millet yapar” sloganında dile getirilen yolda yürüyeceğini gösteriyor.
yabancı ortaklı şirketler kuruldu. Bunlar, 1987’de
F-16 savaş uçağı projesini, 1988’de Zırhlı Muharebe Araçları (ZMA) projesini, 1990’da Mobil Radar
Kompleksleri projesini, 1991’de F-16 elektronik
harp, HF/SSB telsizleri ve CASA hafif nakliye uçağı
projelerini gerçekleştirdiler.
2000 sonrası dönemde savunma sanayisinde faaliyette bulunan bir dizi şirketteki yabancı sermaye
payı TSKGV ve SSM (Savunma Sanayi Müsteşarlığı)
tarafından devralındı.
Türkiye’de daha önceden kurulmuş olan, OTOKAR, MERCEDES, BMC, NUROL Makine gibi
özel şirketler 1985 sonrası savunma sanayisinde de
üretim yapar duruma geldi. 1988’de özel girişim
öncülüğünde ROKETSAN kuruldu ve Avrupa ortak üretim projesi olarak örgütlenen Stinger hava
savunma füzelerinin ortak üretimine katıldı, bu konuda önemli yetenekler elde etti. (Buradaki bilgiler
Savunma Sanayicileri Derneği – SaSad web sitesinden ve MSI, Savunma ve Havacılık gibi dergilerden
özettir.)
2000’li yılların başlarında savunma ve havacılık
sanayisinde 60 küsur şirket yer alıyordu. 50 küsur
görece büyük boy şirketin 11’i yabancı ortaklı özel
şirket idi ve tüm satışlar içinde bunların payı %11’di.
Yerli özel 17 şirketin satışlardaki payı %14 idi. Kamuya ait fabrikalar 23 adet idi, bunun 13’ü askeri
fabrika idi ve satışlarda payı %25, devlete ait 10 fabrikanın satışlarda payı ise %50 idi.
Kara, hava araçları, roket-füze mühimmat, bilişim
sektörlerinin her birinde 7’şer, deniz araçlarında 4,
elektronik yazılım alanında 15 olmak üzere 47 iriliufaklı şirket SaSa bünyesinde örgütlenmiş durumda
25
✒
inceleme
idi.
Savunma Sanayi Müsteşarlığı (SSM), Türk Silahlı
Kuvvetleri (TSK)’nin gereksinimlerinin karşılanmasında dönem ayırımları yapıyor. Buna göre 1990’a
dek egemen olan çözüm, gereksinimlerin hazır
alımlarla dışarıdan karşılanmasıydı. 1990-2000 arası ortak üretim aşamasına gelindi; yabancılarla kurulan ortaklıklarla savaş araç-gereçleri Türkiye’de
üretilmeye başlandı. 2000 sonrası ise tasarım aşamasıdır; Türkiye artık kendi Ar-Ge çalışmalarına
dayanarak özgün ürünler ortaya çıkarma aşamasına
gelmiştir. Tabii hiçbir aşama saf değildir, birbirinin
içine geçmiş durumlar da söz konusudur; hazır alımın egemen olduğu dönemde de yerli üretim söz konusuydu ama 2000’li yıllara dek TSK ihtiyaçlarının
yurtiçinden karşılanma oranı (YİKO) %20 civarındaydı. Sonrasında tasarım/özgün geliştirme aşamasına gelindi ama ortak üretim de devam ediyor. Eski
ile önemli bir fark da günümüzde artık SSM projelerinin tamamında yerli sanayinin katılımını öngören
modeller uygulanmakta olmasıdır.
Günümüzde durum
Türk Savunma Sanayi son 15 yılda yaptığı atakla
YİKO’nu %60’ın üzerine çıkarmayı başarmıştır. Bunun ciddi bir sıçrama olduğu açıktır.
26
Üretim
Türkiye’nin savunma ve havacılık sektöründe
üretimin parasal tutarı 2013’te 5,07 milyar Dolar olmuştur. 2014’te ise çok az bir artış ile 5,101 milyar
Dolar değerinde üretim gerçekleştirilmiştir. 2015
üretim verileri henüz yayınlanmamıştır, ihracattaki
hafif artış dikkate alınarak ihtiyatlı bir biçimde hafif bir artış olduğu beklenebilir. Sektörün ciro verilerine baktığımızda 2010 ile 2013 arasındaki 4 yıllık
dönemde %64’lük bir büyüme olduğunu görüyoruz.
İhracatta aynı dönemde daha büyük bir gelişme söz
konusu (%84). Bu kuşkusuz ciddi bir büyüme hızıdır; gelişmiş ülkelerde ise aynı dönemde daralmalar
olmuştur. Bu hızlı gelişmenin ardından bir duraklama olduğunu görüyoruz.
Dış ticaret
2015 sektör ihracatı 1,673 milyar Dolardır.
2015 yılında ülkenin toplam ihracatındaki düşüşe karşın savunma ve havacılık sektörü ihracatı, yılı
ufak da olsa bir artış ile kapatmıştır (yıllık artış Dolar bazında %0,48; TL bazında ise %24,92 olmuştur.
– tim.org.tr–) Geçmiş yıllarda da sektörün ihracat
artış hızı toplam ihracat artışının üzerinde olmuştur. 2016 ilk dört ayında ise sektör ihracatında bir
hızlanma olduğu görülmektedir. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verilerine göre bu artış, önceki
yılın aynı dönemine göre %23’tür. Son dönemdeki
artış yıllık bazdaki artışa da olumlu yansımış, Mayıs 2015–Nisan 2016 arası yıllık artış %6,4 olmuştur.
İhracatın ülkelere göre dağılımı da ilginçtir. 2016
ilk dört ayında yapılan toplam 566,2 milyon dolarlık ihracatın yüzde olarak dağılımı şöyledir (durum
önceki yıllarda da farklı değildir): ABD 33; Birleşik
Arap Emirlikleri 10,65; Almanya 10,4; İngiltere 5,33;
Malezya 5,18; S. Arabistan 4,79; Kuveyt 4,67; İtalya
3,8; Azerbaycan 3,79; Fransa 2,14 (TİM’in verilerin-
inceleme
nıtım çalışmaları yürütmektedir. TSK’de tanıtım
çalışmalarına kendi alanında katılmaktadır. İkili
ilişkiler dışında son yıllarda uygulamaya konulan
bir enstrüman Türk Deniz Kuvvetleri’nin uzak denizlerde “bayrak göstermesi” olmuştur. Burada Türk
savunma sanayi ürünlerinin sergilenmesine özen
gösterilmektedir. Birkaç yıl önce MİLGEM Korveti ile Kuzey Afrika ülkeleri ve Arnavutluk’a ziyaret
düzenlenmiştir. Sonrasında 2014 yılında 4 gemiden oluşan “Barbaros–Türk Deniz Görev Gücü”
oluşturulmuş ve bu filo ile Ümit Burnu dolaşılarak
27 Afrika ülkesi ziyaret edilmiştir. Bu gemiler ya
Türkiye’de inşa edilmiş, ya da modernize edilmiştir;
üzerinde bir dizi özgün üretilmiş savaş araç-gereci
yer almaktadır. Görev Gücü’ndeki Korvet ve Lojistik Gemisi Türkiye’de tasarlanmış ve üretilmiştir.
Fırkateynlerden biri yabancı tasarımlı olmakla
birlikte Türkiye’de inşa edilmiş, diğeri modernize
edilmiş ve yine özgün geliştirilmiş olan gelişkin bir
Savaş Yönetim Sistemi ile donatılmıştır. Bu Görev
Gücü, Afrika ülkelerindeki TİKA (Türk İşbirliği ve
Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) faaliyetlerine de
katılmıştır; yani özünde Türk sermayesinin yurtdışı pazarlarda yayılma faaliyetleri için bir araç olan
bu kurumun çalışmaları desteklenmiştir. Aynı tarihlerde yine Türkiye’de üretilmiş ya da modernize
edilmiş üç fırkateynden biri Atlantik ve Baltık’ta,
diğeri Basra Körfezi ve Arap Denizi’nde, üçüncüsü
ise Hint Okyanusu’nda görevdeydi. Bununla “güçlü
ülke” imajı yaratılmaktadır, zira böyle operasyonlar
her ülkenin harcı değildir. Öte yandan pazarlama
faaliyetleri açısından bu operasyonlar önemlidir;
Türkiye aynı sıralarda Polonya ve Pakistan’da, bu
ülkelerin envanterinde bulunan aynı sınıf ve menşeli gemilerin modernizasyonunu gerçekleştirmeye
talip olmuştu.
Askeri sanayi ürünleri ihracatında Türkiye 2014
yılında dünya sıralamasında 16.’dır. Bu 27. sırada
olduğu 2004’e göre bir önemli bir yükseliş olduğunu
gösteriyor. İthalatta ise 2014’te dünya sıralamasında
SIPRI verilerine göre yedinci, İHS verilerine göre
dokuzuncu sıradadır. SSM verilerine göre Türkiye
dünya ithalat sıralamasında 2000’li yıların başlarında altıncı sırada iken 2010’lu yıllarda onbirinci sıraya gerilemiştir. (Veriler: SIPRI–Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü–; SSM ve İHS–ABD)
İhracattaki artışla birlikte ithalatta bir gerileme
söz konusu olmuştur. 2014 yılında Türkiye’nin bu
alandaki ithalatının –farklı kurumların hesaplama
✒
den yüzdeleri kendimiz hesapladık. bkz. tim.org.tr)
Görüldüğü gibi ihracatın yarıdan biraz fazlası gelişmiş ülkeler, yarıya yakını ise gelişmekte olan ülkelere yapılıyor. En büyük pazar ise ihracatın üçte birinin gerçekleştirildiği ABD. AB’deki gelişmiş ülkeler,
körfez ülkeleri, Azerbaycan, Uzakdoğu’da Malezya
önemli pazarlar.
Türk burjuvazisi, savunma ve havacılık ürünleri
ihracatını arttırmak için şöyle bir strateji izliyor:
Her şeyden önce işin kuralı gereği, rekabette fiyat/
kalite dengesinin iyi tutturulmasına önem veriliyor.
Bu konuda da başarılı olunduğu gözüküyor; örneğin HAVELSAN, yurtdışı pazarlama faaliyetlerinde “Türk fiyatlarıyla Amerikan teknolojisi” gibi bir
spot kullanmaktadır.
İkinci olarak, Türkiye’ye ürün satan ülkelere offset
yükümlülüğü getirilmiştir. 90’lı yıllarda başlatılan
bu uygulama özellikle gelişmiş ülkelerle ilişkide yarar sağlamaktadır. Buna göre ürün satan ülke, satışın parasal değerinin belli bir oranı kadar ürün alma
yükümlülüğünü kabul etmiş durumdadır.
Üçüncü olarak, özellikle daha geri ülkelerde geçerli olan ortak yatırım ve bu yatırımın bir parçası olarak belli bir oranda teknoloji transferi uygulaması.
Böyle bir uygulama ile gelişmiş ülke şirketleri karşısında bir rekabet avantajı sağlanmaktadır. Körfez
ülkeleri, Malezya ve Azerbaycan’a yapılan ihracatın
ardında bu uygulama yatmaktadır. Buralara yapılan
ihracatın önümüzdeki dönemde de hızla artması
beklenmektedir. Katar ile 2015 yılında bu alanda
stratejik işbirliği anlaşması yapılmıştır ve bunun
yansıması önümüzdeki kısa dönemde görülecektir.
Dördüncü olarak gelişmiş ülke şirketleri ile ortak
geliştirme ve üretim çalışmalarına önem verilmektedir. Bununla aynı zamanda üçüncü ülkelere yönelik bir pazarlama faaliyeti de amaçlanmaktadır.
Beşinci olarak gelişmiş ülkelerde dişe uygun şirketler ele geçirilmeye çalışılmakta ve bunun başarılı örnekleri görülmektedir. Böylece bu pazarlarda
daha etkin bir konum elde etme amaçlanmaktadır.
Bunlar dışında çok yönlü ve birkaç koldan tanıtım
çalışmaları yürütülmektedir. Yurtdışında önemli görülen sektör fuarlarına katılım sağlanmakta,
yurtiçinde periyodik olarak iki yılda bir düzenlenen (2015’te 12.si yapıldı) ve alanında dünyanın en
önemli fuarlarından biri durumuna gelmiş olan bir
fuar düzenlenmekte, SSM yurtdışı ofisleri (Brüksel, Washington, Riyad ve Astana’da temsilcilikler)
açılmakta, sektör çatı birlikleri (SSI–TDA vb.) ta-
27
✒
inceleme
yöntemlerinin farklı olmasından kaynaklanarak–
1,351 ile 1,65 milyar Dolar arasında gerçekleştiği verisi söz konusudur.
Son yıllarda parasal miktar olarak ihracat ile ithalat arasında dengenin sağlandığı görülüyor; hatta
2014 öncesi birkaç yıl denge ihracat lehine idi. Bu
durum da TSK gereksinimlerinin yurtiçi karşılama
oranının artmış olması ile ilintilidir.
Burada üzerinde durulması gereken bir nokta var:
Dikkat edilirse gerek üretimde gerekse dış ticarette
söz konusu edilen sadece “savunma” ürünleri değil,
“savunma ve havacılık” ürünleridir. Sınıflandırmanın uluslararası ölçekte böyle yapıldığını da görüyoruz. Bunun ama yanıltıcı bir tarafı da var; buradaki
“havacılık” salt savunma sanayisi ile ilgili değil, sivil
havacılık da buna dahil. Nitekim Türkiye’nin sektör
ihracatında sivil havacılığa yönelik ürünler %20 civarında bir yer tutmaktadır.
Yurtdışı yatırımlar
Türk savunma şirketlerinin üretim boyutları ve
dünyadaki etkileri salt yurtiçi üretim tutarları ve ihraç ettikleri ürünlerle sınırlı değil. ASELSAN, FNSS,
YONCA–ONUK gibi şirketlerin yurtdışı yatırımları
söz konusudur. HAVELSAN, SARSILMAZ gibi şirketlerin gelişmiş ülkelerde şirket satın alma yolu ile
girişimleri söz konusudur. İlk durumda genellikle
teknoloji aktarımı ile yerli ortaklarla yapılan işbirliği söz konusu iken, ikinci durumda geniş pazarların
ele geçirilmesi, teknolojik açıdan gelişmiş şirketlerin
bilgi becerisine kolay yoldan erişilmesi gibi etmenler belirleyici olmuştur. TUSAŞ’da, yetkili ağızların
söylediğine göre yurtdışında satın almalar için fırsat
kollamaktadır.
NAMSA–Türkiye ilişkileri
Türkiye NATO nezdindeki ilişkilerinde de daha
aktif hale gelmiştir. Bunun bir ayağı olarak NATO
İkmal ve Bakım Ajan­sı (NAMSA) ihalelerine giderek daha fazla katılım göstermektedir. “2007–2011
Stratejik Planı’nı NATO Ajansları ihalelerinde kazanım/harcama dengesinde birin üzerine çıkılmış”tır.
(SSM dergisi sayı 17/2011, SSM Murad Bayar ile yapılan söyleşi.)
28
Bağımlılık durumu
TSK gereksinimlerinin %60 oranında yurtiçinden karşılanıyor olması, tersinden bakılırsa %40
oranında bir bağımlılığın varlığına işaret eder. Bu
ama toplam ürünlerin %60’ı yurtiçinde üretiliyor,
gerisi ithal ediliyor anlamına gelmiyor. Günümüzde Türk savunma sanayi, tasarım ve mühendislik
konusunda ciddi yetenek geliştirmiş durumdadır
ve geliştirmeye devam etmektedir. Ancak tasarımı
yapılan ve üretilen ürünlerde çok sayıda ithal girdi
kullanılmaktadır. Bu durum yurtiçi karşılama oranını düşürmektedir. Devlet üst kurumları ve sektör
temsilcileri bu durumu, aşılması gereken en önemli
eksiklik/zaaf olarak değerlendirmektedir. Açık bir
biçimde bunun bir bağımlılık durumu oluşturduğu, ülkenin ciddi bir tehlike durumunda savunma
kapasitesinde ve ülke çıkarlarının savunusunda bir
zaaf oluşturabileceği söylenmektedir. Ayrıca fikri ve
sınai üretim hakları Türkiye’de bulunan platformlarda alt sistemlerde var olan bağımlılığın savunma
ürünleri ihracatında da sorun yaratabileceği değerlendirilmektedir. Ve bu zaafı aşmak için ciddi çalışmalar yapılmaktadır.
“Türk savunma sanayisi” yakın zamana dek büyük savaş platformları tasarım ve üretimi gerçekleştirme yeteneğine sahip değildi. Tank, savaş uçağı,
helikopter, savaş gemisi, uzun menzilli/balistik füze
gibi büyük platformlarda ve büyük güç gerektiren
motor/türbin gibi konularda açık bir bağımlılık söz
konusu idi. Bugün hâlâ bu durum aşılmış değildir.
Geçmişle günümüzdeki önemli fark tasarım ve mühendislik konusunda ciddi yetenekler geliştirmiş
olmaktır. Söz konusu platformlarda bağımlılık, bu
alanda gelişmiş ülke ve şirketlerin yardımıyla, fikri
ve sınai mülkiyet hakkı Türkiye’de olmak kaydıyla
ortak tasarım/yerli üretim modeliyle aşılmaya çalışılmaktadır. Güç yettiği oranda bazı platformlarda
tamamıyla yerli tasarım ve üretim söz konusu olmaktadır.
Bağımlılık durumunu kırma yönünde yapılan
çalışmalar
Önce bu işe son derece plânlı–programlı yaklaşıldığını belirtmeliyiz. 2003 yılında orta/uzun vadeli
bir plânın hazırlanmış olduğunu görüyoruz. Hemen
bu plânın devamında başbakanlığa bağlı bir kurum
olan SSİK (Savunma Sanayii İcra Komitesi) 2004
yılında stratejik bir karar almıştır: TSK’nın gereksinimleri mümkün olduğu oranda yurtiçinden karşılanacaktır. O gün için henüz üretilmeyen sistem,
alt sistem vb. konusunda ise ulusal şirketler kendi
teknolojilerini, Ar-Ge çalışmalarıyla geliştirecekler,
üreteceklerdir. Ve o gün için uluslararası ihale çalış-
✒
inceleme
maları yapılan ve daha önce yapılmış ihaleleri birkaç kez iptal edilmiş olan Modern Tank (ALTAY),
İnsansız Hava Aracı (ANKA) ve ATAK Helikopter
Projeleri’nin yurt içinde gerçekleştirilmesine karar
verilmiştir. Bu projelerde ana yüklenici olarak ulusal
şirketlerin yer almasına karar verilmiş, ortaya çıkan
ürünlerde tüm fikri ve sınai mülkiyet haklarının
Türkiye’de olmasına özen gösterilmiştir. Böylelikle
hem TSK’nın gereksinimlerinin yurtiçinden karşılanma oranında ciddi bir artış sağlanması, hem de
üretilen platformların ihracatı önündeki olası engellerin aşılması hedeflenmiştir.
Bir üst plân olarak değerlendirilebilecek 2003–
2023 stratejik plânına bağlı SSM tarafından 2007’den
itibaren beş yıllık plânlar yapılmıştır. İlk plân 2011
sonunda tamamlanmış ve bizzat kurum yöneticileri
tarafından yapılan kapsamlı değerlendirmelerle birkaç nokta dışında plân gereklerinin başarıyla yerine
getirildiği tespit edilmiştir.
Şimdi 2016’da sonlanacak ikinci beş yıllık plân
döneminde bulunuluyor. Birincinin devamı niteliğinde ve ondan çıkarılan dersler ışığında hazırlanan
bu plânda hedef artık “savunma ve güvenlik teknolojilerinde ülkemizi üstün kılmak” biçiminde konulmuştur. Bu plânda hangi konular öne çıkmaktadır?
“Otonom sistemler, nanoteknoloji, alternatif enerjiler, enerji depolama, uzay, insansız araçlar, siber
harp, ileri malzemeler, uzaktan algılama, siber istihbarat gibi ileri teknoloji alanları ve bunların savunma uygulamaları..” (bkz. SSM 2012-2016 Stratejik
Planı.) Burada artık daha yeni, gelişmiş ülkelerin de
çalıştığı alanların gündeme geldiğini görüyoruz. Ve
bu yeni teknolojilerde “ülkemizi üstün kılmak” gibi
oldukça iddialı söylemler söz konusu; bu belli bir özgüvenin dışavurumu.
Savunma sanayi alanında tespit edilen zaafları
aşmak, çok yönlü bir çaba gerektiriyor; egemenler
bunun farkında ve uzun yıllardan beri böyle bir çabanın olduğu görülüyor.
Genel olarak bakıldığında, bu iş için gerekli olan
unsurlar nelerdir?
En başta ülkeyi dönemsel olarak yöneten siyasi
iktidarın ve yönetici bürokratların tavrı önemli bir
unsurdur. Biraz yukarıda değindiğimiz gibi bu tabakanın, işi destekler nitelikte bir irade gösterdiği
açıktır.
Başka bir unsur, kuşkusuz gerekli mali kaynakları temin edebilme konumunda olmaktır. Zira bu iş
uzun vadeli ve kapsamlı Ar-Ge çalışmaları gerektiren, uzun süre prototip üretimi ile doğrulama çalışmalarının yapıldığı, dolayısıyla hemen geri dönüşü
olmayacak parasal kaynaklara ihtiyaç duyulan bir
iştir. Bu gerekliliği Türk burjuvazisi bir biçimde kotarıyor; projelere, Ar-Ge çalışmalarına ayrılan kaynakların ve yapılan harcamaların boyutları bunu
gösteriyor.
2015 sonu itibariyle yürürlükte olan SSM projelerinin değeri 86 milyar TL’yi bulmuştur.
Savunma sanayisini geliştirmek için oluşturulan
“Savunma Sanayii Destekleme Fonu 2015 yılı geliri
9.041.029.906 TL olup, gideri ise 4.033.915.669 TL’dir.
(SSDF gelir ve gider tutarlarına MSB bütçesinden ve
diğer kurum bütçelerinden aktarılan tutarlar ve bu
kapsamda yapılan ödemeler dahil değildir.) SSDF’nin
29
✒
inceleme
30
31/12/2015 itibarıyla Hazine nezdinde tahakkuk etmiş, 13.240.391.078 TL alacağı mevcuttur”(SSM 2015
Faaliyet Raporu, sf. 29.) Buradan, kaynak konusunda fazla sıkıntı çekilmediği anlaşılmaktadır.
Savunma şirketlerinin kendi Ar-Ge çalışmaları
için cirolarından ayırdıkları kaynak yüzde olarak
Türkiye ortalamasının çok üzerindedir. Büyük şirketlerde bu oran daha yüksektir. 2014 yılında bu
konuda birinci durumda olan ASELSAN, cirosunun
%32’sini bu iş için ayırmıştır; kaynağın boyutu 807
milyon TL’dir. ASELSAN tek başına savunma sanayi
şirketlerinin yaptığı Ar-Ge harcamalarının yarıdan
fazlasını yapmıştır (Turkishtime dergisi Aralık 2015,
AR-GE 250 eki.) Bunun dışında üniversitelerin, teknokentlerin bu alanda yapılan harcamaları söz konusudur. Bir bütün olarak bakıldığında küçümsenemeyecek bir kaynak bu iş için ayrılmaktadır.
Savunma sanayisinde saptanan zaafları aşabilmek
için gerekli önkoşullardan biri de, ülkenin bu alanda
bilgi ve becerisinin bu işi kotaracak düzeyde olması,
yetişmiş ve yetkin insan gücü, know-how vb. birikiminin en azından yeterli ama sürekli gelişen biçimde olmasıdır.
Bu önkoşulun da adım adım yerine geldiğini, getirildiğini görüyoruz. Bunun üzerinde başka bir yazıda duracağız. Burada kısaca bu işin birkaç koldan
yürütüldüğünü belirtelim. TÜBİTAK, Üniversiteler,
Teknokentler ve savunma sanayi şirketlerinde yapılan araştırmalar.
Bunlar arasında ortaklaşa sinerji yaratılması çalışmaları yürümektedir. Şirketlerin bir bölümü uzmanlık alanlarına göre kümeleşmeler oluşturarak
sinerji yaratmaktadırlar. SSM önderliğinde üniversitelerle SAYP (Savunma Sanayi için Araştırmacı
Yetiştirme Programı) uygulaması ile bu alanda uzman kadrolar yetiştirmeye çalışılmakta; heryıl yapılan YFYİ (Yeni Fikirler Yeni İşler) yarışması ve bu
alandaki uluslararası yarışmalara projeler hazırlanıp yapılan katılımlarla üniversite öğrencilerinin
dikkatleri bu alana çekilmeye çalışılmaktadır. Buralarda ilginç araştırma konularının ele alındığını
görüyoruz.
Savunma sanayi şirketlerinde, özellikle büyük şirketlerde bu soruna verilen önem, Ar-Ge personeli
sayısı ile bu sayının toplam çalışanlar içinde payı
ile dikkat çekici biçimde görülmektedir. Örneğin
ASELSAN’ın %60’ı mühendis olan 5.205 çalışanının
2.152’si Ar-Ge elemanıdır. 5.000’e yakın çalışanı
olan TUSAŞ, Ar-Ge bölümünde 1.003 kişi istihdam
etmiş ve 225 milyon TL’lik Ar-Ge harcaması yaparken, 2.000’e yakın çalışanı bulunan ROKETSAN,
602 Ar-Ge çalışanı ile 108 milyonluk kaynak ayırmıştır. (Turkishtime dergisi Aralık 2015, AR-GE 250
eki.)
Gerek üretimi, gerekse yerlilik oranını arttırmanın bir yolu olarak da, günümüzde kullanılan ve
çoğunluğu yabancı kaynaklı olan platformların periyodik bakımları sırasında, değiştirilmesi/onarılması gereken parça vb.nin yurtiçinde üretilmesi uygulamaları vardır. Bu amaçla periyodik olarak “TSK
Malzeme Sergisi” düzenlenmektedir (MSI Dergisi,
Ekim 2010 ve Ekim 2011 sayıları.) Katılım gösteren
firma sayısı 1000 ile 2000 arasında değişmektedir.
Sergilenen ürün sayısı ise 6000 ile 8000 arasındadır
ve bu ürünlerin yerlileştirme oranları yıllar boyunca artarak %20–%30’lardan 2011 yılında %50’ye çıkmıştır.
Ürünler
Gerek SSM, gerekse tek tek sanayi şirketlerinin
internet sitelerindeki verilerden nelerin üretildiği,
şirketlerin yetenekleri, projeleri vb. konularda bilgi
edinilebiliyor.
Türkçe ve İngilizce olarak yayımlanan “SSM SAVUNMA SANAYİ ÜRÜNLERİ KATALOĞU 2015–
2016”da, 80 şirket, kurum ve kuruluşa ait, uluslararası pazarda gelişmiş ülkelerin ürünleriyle boy
ölçüşebilecek nitelikte ve çok geniş bir yelpazede 500
kadar ürün ve hizmet sunulmuş bulunmaktadır.
Toplam üretilenlerin katalogda sunulan ürünlerle sınırlı olmaması gerekir, çünkü salt MKEK 1.000
kadar çeşitli ürün ürettiğini belirtmektedir.
Burada yer verilen bazı ürünler henüz TSK envanterine alınmış değildir, bununla birlikte uluslararası piyasaya sunulmaktadır. TSK envanterine henüz
girmemiş olmak herhalde bütçe, gereksinim vb. gerekçelerle ilgili bir durumdur. Envanterde bulunan
ve hâlâ kullanılabilir durumda olan, iş görür olarak değerlendirilen ve sayıca yeterli görülen silah ve
araç-gereçler yerli yerinde kalıyor; değiştirmek yerine platformların modernize edilmesi tercih ediliyor. Oysa savunma sanayi artık birçok ürünü ikame
edecek durumdadır. Bazı hallerde TSK envanterine
girmemiş olan bir dizi silah, araç-gerecin önce ihracatı gerçekleştirilmiş bulunuyor.
TSK silah envanteri: (tr.wikipedia.org; kuvvet komutanlıkları internet siteleri; SSM yayınları; savunma alanında uzman dergiler, savunma sanayi şirket-
Hava araçları
–Nakliye/saldırı helikopterleri: Değişik amaçlı ve
farklı büyüklüklerde olmak üzere toplam 442 adet.
Bunların 41 adeti saldırı helikopteri. Toplam 11 kalemden biri yerli üretim (ATAK 9 adet, üretim devam ediyor), bir başkası lisans altında yerli üretim
(48 adet, üretim devam ediyor), diğerleri ABD ve
İtalya’dan doğrudan alım.
–İnsansız hava araçları: Tümü yerli üretim olmak
üzere taktik ve mini sınıfında toplam 180 adet.
Top, roket ve füze sistemleri
–Alan topları: Yaklaşık 8.900 havan topu+1.955
obüs. Bunlardan 900 havan topu ve 255 obüs (Panter
155 mm top, toplam 400 adet üretilecek) yerli üretim. Gerisi ABD’den alım.
–Kundağı motorlu topçu sistemleri: Toplam 1.545
adet.
–Kundağı motorlu topçu sistemi: 395 adet. Bunun
170 adeti yerli üretim, gerisi ABD’den.
–Kundağı motorlu obüs: 1.150 adet. Bunun 285
adeti Güney Kore ile ortak üretim (155mm fırtına obüsü. Toplam 400 adet üretilecek.) Geri kalanı
ABD’den alım.
–Roket ve füze sistemleri: Toplam 520+sistem.
Çeşitli boyutlarda ve farklı menzillerde (40 ile 100
km arasında) çok namlulu roketatarlardan toplam
350+sistem. Bunların 12 adeti ABD’den alım, gerisi
yerli üretim.
Türkiye-Çin ortak üretimi kısa menzilli balistik
füze (150-300 km menzilli.) 100+sistem.
Yukarıdakiler dışında karadan karaya 72 adet füze
sistemi ABD’den alım.
Yerli üretim havadan karaya/karadan karaya lazer
güdümlü füze “Cirit.” 8 km menzilli anti-tank, anti-
inceleme
Kara kuvvetleri
–Piyade ve personel silahları: Burada tabancalar,
tüfekler, makineli tüfekler ve bunların tip ve modelleri konusunda döküm yapılmıştır. Bu silahların bir
bölümünün tümüyle yerli olduğunu görüyoruz. Bazıları yine Türkiye’de ama lisans altında üretilmiş
bulunuyor. Bir bölümü ortak üretim. Diğer başka
bölümü ise doğrudan dış alım biçiminde edinilmiş
ürünler.
Lisans altında üretilen ürünlerde lisans alınan ülkeler şunlar: Almanya, Çek Cumhuriyeti.
Ortak üretim: Azerbaycan.
Doğrudan alım yapılmış olan ülkeler: ABD, SSCB
menşeli olup Irak ve Rusya’dan alınan ve PKK’den
ele geçirilenler, Birleşik Krallık, Finlandiya, Macaristan, Belçika.
–Patlayıcılar, roket ve füze sistemleri: Burada
bombaatarlar, tanksavar silahları ve hava savunma
sistemleri yer alıyor. Burada da aynı durum geçerli. Yani bu kategoride yer alanların bir bölümü yerli
özgün ürünler.
Lisans altında üretilenlerde lisans alınan ülke:
ABD
Doğruda alım: Almanya, SSCB, Fransa, Kanada,
Rusya
Bu bölümde bazı ürünler için miktarlar da verilmiştir. Buna göre envanterde 45.000+tanksavar roketi, 1.600 civarında tanksavar güdümlü füze, 2.000
civarında taşınabilir hava savunma sistemi bulunuyor.
–Koruyucu ekipman: Burada muharebe miğferi ve
kişisel zırh-kurşun geçirmez yelek gibi kalemler yer
alıyor. Tümü yerli üretiliyor, sadece miğferde yerli
üretim yanında Hırvatistan lisansı da mevcut.
Kara araçlarında durum şöyle:
–Lojistik ve çok amaçlı araçlar: Değişik büyüklüklerde, kullanım amaçları, yetenekleri farklı olan
23.000 araç. Bu kalemlerden beşi yerli/özgün üretim. Geri kalanlardan biri (5.700 adet Jeep Wrangler) ABD’den doğrudan alım. 4 kalemde Alman, 1
kalemde Birleşik Krallık lisansı altında yerli üretim
söz konusu.
–İstihkam ve bakım araçları: 33 adet doğrudan
ABD’den alım+105 adet ABD ile ortak üretim.
–Ana Muharebe Tankları: Toplam 3.752 adet. Bunların 730’u Alman Leopard’ları. Gerisi ABD M48
ve M60’ların versiyonları. M60’lardan 170 adetine,
İsrail ile ortak olarak modernize edildikten sonra
M60T rumuzu verildi. Modernize edilen bu tanklar
dışındaki 2.852 adet M48 ve M60 tankı, yerli üretim
ALTAY tankının üretime başlaması ile aşamalı olarak hizmet dışına çıkarılacak.
Envanterde bulunan Leopard tankları ise (730
tankın 339 adeti 2A4 versiyonu –başka kaynaklarda
Türkiye’nin bunlardan 354 adet aldığı bilgisi var–
gerisi daha geri teknoloji Leopard 1 tankları) ASELSAN ana yükleniciliğinde modernize edilmektedir.
–Zırhlı savaş araçları ve zırhlı personel taşıyıcılar:
Toplam 7.187 adet. 3.335 adet ABD’den doğrudan
alım, gerisi yerli üretim. ABD’den alınanlar yurtiçinde modernize edildiler.
✒
lerinin yayınları)
31
✒
inceleme
32
zırh füze; adet belirtilmemiş.
Uçaksavar sistemleri
Çekili uçaksavar topları: Toplam 2.760. Bunlardan
900 kadarı İsveç’ten, 900’ü ABD’den, 300 kadarı ise
Almanya’dan doğrudan alım. Gerisi İsviçre lisansı
ile Türkiye’de üretim.
Kendinden itmeli anti-hava savunma sistemleri:
Toplam 340. Bunun 110 adeti ABD’den alınan kundağı motorlu uçaksavar. Gerisi Türkiye üretimi kısa
menzilli hava savunma sistemi.
Gelecek alımlar: Bunlar yakın tarihte envantere
girecek silah ve silah sitemleridir. Burada toplam
12 kalem sıralanmış. Bu kalemlerden biri, 11 adet
doğrudan ABD’den alınacak CH-47F lojistik destek helikopteridir. Başka biri İtalya ile ortak olarak
Türkiye’de üretilen ATAK helikopteridir. Diğer kalemlerin tümü yerli özgün ürünlerdir.
Kara kuvvetleri envanterinde İsrail’den alınan,
gözetleme sistemi ASELSAN’a ait 10 adet HERON
İHA bulunması gerekiyor; bunlarla ilgili ne kuvvet
komutanlığı ne de wikipedia’da bir bilgi yok. Yine
diğer kaynaklara göre, istihkam ve iş makinelerinde FNSS ürünü Seyyar Yüzücü Hücum Köprüsü ve
Amfibi Zırhlı Muharebe İstihkam İş Makinesi gibi
özgün ürünlerin envanter listelerinde bulunması gerekirdi.
Hava kuvvetleri: (Burada wikipedia ile hava kuvvetleri internet sitesi arasında farklar var. Hava kuvvetlerindeki bilginin daha doğru olması beklenir,
ancak belki güncelleme yapılmadığından platform
sayısı daha az gözüküyor. Örneğin helikopter sayısı 35 olarak verilmiştir; bu sayı wikipedia’ da 83’tür.
Hava kuvvetleri verilerinde örneğin, nakliye uçakları arasında 2014 ve 2015’te envantere giren 3 adet
“A400M Stratejik Ulaştırma Uçağı” görünmemektedir. Eğitim uçağı sayısı da 93 olarak gözüküyor.
Wikipedia’da yer alan platformlarda bazıları hava
kuvvetleri internet sitesinde modernizasyon projeleri bölümünde 2013 tarihi ile yer alıyor, burada yer
alan platformların önemli bölümü envantere alınmıştır.)
Muharip platformlar: Toplam 645 uçan platform.
Savaş uçakları: 240 F-16, 37 F-4 Phantom II olmak üzere 277 uçak. F-4’ler doğrudan ABD’den
alım. İsrail’le birlikte modernize edilip, F-4E terminator 2020 rumuzunu aldı. F-16’lar ABD lisansı ile
Türkiye’de ortak üretim. Tümü Tusaş’ta, ağırlıkla
yerli/özgün ürünler kullanılarak modernize edildi.
Özel görev uçakları: Toplam 8 adet. Bunlardan 4’ü
ABD-Türkiye ortak üretimi “havadan erken uyarı ve
kontrol” uçağı. 2’si ABD’den alım, askeri haberleşme uçağı. Diğer ikisi İspanya-Türkiye ortak üretimi
harp ve keşif uçağı.
Hava yakıt ikmal ve nakliye uçakları: Toplam 87
adet, 8 adet (A-400M) daha teslim edilecek. Bunlardan 7’si ABD’den doğrudan alım “havadan yakıt
ikmal” uçağı. 2’si, üretiminde Türkiye’nin de ortak
olduğu ve bazı parçalarının Türkiye’de üretildiği,
İspanya’dan alınan taktik hava ikmal uçağı. 16 adeti Almanya’dan alım. 43’ü İspanya-Türkiye ortak
üretimi. 19’u ABD’den alım, Türkiye’de modernize
edildi.
Eğitim uçakları: 40 adet Güney Kore, 36 İtalya, 90
adeti de ABD’den doğrudan alım olmak üzere toplam 166 uçak. ABD’den alınmış olanlar Türkiye’de
modernize edildi.
Akrobasi uçakları: 17’si akrobasi-savaş, 3’ü akrobasi-nakliye olmak üzere toplam 20 uçak. 16 akrobasi-savaş uçağı Kanada’dan, 1 akrobasi-nakliye uçağı
Almanya’dan alım. Diğerleri Türkiye-İspanya-ABD
ile ortak üretilenlerden.
Helikopterler: 20 adet Fransa’dan, 63 adet ABD’den
olmak üzere doğrudan alım ile envantere girmiş 83
adet yardımcı helikopter. Bunların tümü Türkiye’de
modernize edildi.
İHA’lar: 4 adet RQ/MQ-1 Predator. ABD’den kiralanma yolu ile.
Geleceğe dönük Plânlar
F-35 çok amaçlı avcı uçağı: Türkiye’nin de katıldığı
konsorsiyumla ABD üretimi 100+20 adet; 2017’den
itibaren envantere girmeye başlayacak.
TUSAŞ tasarım ve üretimi Hürkuş eğitim uçağı,
10 adet seri üretime başladı; ANKA İHA 40 adet seri
üretime başladı, bunlardan ikisi envantere alındı;
TF-X çok amaçlı avcı uçağı, ön ve kavramsal tasarım aşamaları tamamlandı, 2023 yılında prototipin
uçuşa hazır hale gelmesi bekleniyor ve 250 adet üretilmesi planlanıyor.
Deniz kuvvetleri
–Denizaltılar: 3 ayrı sınıfta toplam 13 adet. Tümü
Almanya üretimi. 9 adeti Türkiye’de modernize
edildi.
–Fırkateynler: 3 ayrı sınıfta toplam 16 adet. 8 adet
gabya sınıfı fırkateyn ABD deniz kuvvetlerinden
Türkiye’ye devredilen Oliver Hazard Perry sınıfı fır-
inceleme
konusunda bu böyle. Almanya’nın tank ve tanksavar
sistemlerinde, denizaltılarda, Fransa ve İtalya’nın
helikopterde, Fransa’nın suüstü yüzen platformlarda
etkin oldukları görülüyor. Bunlar dışında irili ufaklı
birçok ülkeden tedarik yapıldığı görülüyor.
Türk savunma sanayisinin gelişimine paralel olarak Türk şirketlerin işin içine, önce lisans altında
üretim, sonra ortak üretim ve modernizasyon, sonrasında ise giderek artan biçimde özgün ürünlerle
girdiği görülüyor. TSK envanterine bu yansımıştır;
birçok kalemde yerli ürünlerin yer aldığı görülüyor.
Başlangıç olarak, henüz gerekli yeteneklere sahip
olunmadığı dönemde lisans altında üretim, gereksinimlerin belli bir oranda yurtiçinden karşılanması
yanında savunma sanayisinin geliştirilmesinin bir
yolu olarak görülmüştür. Bu yolla, uçan platformlarda örneğin ABD menşeli olan ve lisans altında üretilen F-16 uçaklarında gövde üretiminde %80 oranına
ulaşılmış, uçağın motorunun bir dizi parçası yurtiçinde üretilmiş, uçak gövde ve motorunun montajı
yurtiçinde yapılarak önemli yetenekler kazanılmıştır. İspanya lisansı altında üretilen CN235 hafif nakliye uçakları için de aynı şey geçerlidir. Helikopter
üretiminde de böyle bir yol izlenmiştir.
Devamında artık kazanılmış yeteneklerle (yetenek
salt üretim ile kazanılmıyor kuşkusuz, bunun eğitilmiş eleman, Ar-Ge vb. ayakları da var) uluslararası
konsorsiyumlara katılma, tasarım ve üretim ortağı
olma durumunun oluştuğunu görüyoruz; A400M
ulaştırma ve F-35 savaş uçağında durum böyle.
Buna modernizasyon ve belli sistemlerin yerlileştirilmesi kapsamında kazanılan yetenekler de
eklen-melidir. Örneğin envanterdeki F-16’ların modernizasyonu sırasında hayati önemdeki savaş idare
sistemleri, dost-düşman tanıma sistemleri vb. alt sistemler millileştirilmiştir. Bunun dışında cockpit vb.
unsurlar yine özgün geliştirilmiş ürünlerle en son
teknolojiye uygun duruma getirilmiştir.
Tüm bu sıraladığımız yeteneklerin kazanılmış olması ile uçan platformlar alanında özgün ürünler
geliştirme aşamasına gelinmiştir. Artık sınıfında
uluslararası arenada da boy ölçüşebilecek ürünler
ortaya çıkarıldığını görüyoruz. Bunlar fikri ve sınai mülkiyet hakları Türkiye’de olan sistemlerdir.
HÜRKUŞ uçağı böyle bir platformdur. Şu anda B
tipi; başlangıç ve temel eğitim uçağı tipi seri üretimdedir. C tipi; silahlandırılmış yakın muharebe
destek uçağı tipi üzerinde geliştirme çalışmaları sürmektedir. Ve birkaç yıl önce yine özgün olarak jet
✒
kateynlerdir. Bunlar, Türkiye’de geliştirilen GENESİS (Gemi Entegre Savaş İdare Sistemi) ile modernize edilmektedir.
8 adet Alman MEKO fırkateyninden 6’sı
Almanya’da, 2’si Türkiye’de inşa edilmiştir.
–Korvetler: Toplam 8 adet. 6’sı Fransa’dan alım.
2’si MİLGEM projesinde geliştirilip üretilen ADA
sınıfı yerli korvetler.
–Hücumbotlar: 21 adet.
–Mayın avlama ve tarama gemileri: 15 adet.
–Amfibi çıkarma gemileri: 33 adet. Büyük çoğunluğu yerli üretim.
–Okul gemileri: 10 adet.
–Karakol gemileri: 16 adet. Yerli tasarım ve üretim.
–Tankerler, nakliye gemileri: 6 adet. (wikipedia’da
11 adet)
–Kurtarma gemileri: 1 adet. (wikipedia’da 3 adet)
–Romörkörler: 10 adet.
–Araştırma gemileri: 3 adet.
–Ağ gemileri: 2 adet.
–Eğitim uçakları; deniz karakol uçakları; genel
maksat uçakları: (7+6+2) 15 adet
–Helikopter: 35 helikopter.
–Denizaltı kurtarma gemileri: 5 adet.
Jandarma Genel Komutanlığı
–Zırhlı personel taşıyıcılar: 900 kadar. Yarıdan
fazlası yerli üretim Otokar/Akrep ve Cobra.
–Helikopterler: 26 ABD, 13 İtalya, 18 Rusya üretimi toplam 57 adet.
Sahil Güvenlik Komutanlığı
–Yüzer platformlar: Büyük çoğunluğu yerli tasarım ve üretim 120 adet çeşitli tip ve boyutta
(10m-80m) botlar.
–Uçar platformlar: 14 adet İtalyan AB 412 helikopteri+3 adet İspanya-Türkiye yapımı uçak.
Verilerin gösterdiği
Yukarıdaki verileri de göz önünde bulundurarak
şunları söyleyebiliriz:
Görüldüğü gibi TSK envanterindeki silah, araç ve
gereçler menşei itibariyle tam bir alaşımdır. 15-20
yıl öncesine kadar, ordunun gereksinimlerinin karşılanmasının esas yolunun yurtdışından hazır alım
olduğu bilindiğinde bunun böyle olması normaldir.
Hazır alım uygulamasının ağır bastığı dönemde
envantere alınan platform, araç-gereçlerin temin
edildiği ülke esas olarak ABD’dir. Hemen her sistemde; uçan platformlar, toplar, hava savunma sistemleri, füzeler, tanklar, denizüstü yüzen sistemler
33
✒
inceleme
34
motorlu TX–eğitim uçağı ve TFX–savaş uçağı projesi başlatılmıştır. Bu sistemlerde ana yüklenici şirket TUSAŞ’tır. Ön ve kavramsal tasarım aşamasında
TUSAŞ İsveçli SAAB ile birlikte çalışmış, ortaya tek
ve iki motorlu 3 tasarım çıkarılmıştır. Bunlar arasından seçim yapıldıktan sonraki aşamada yapılacak çalışmada TUSAŞ’ın alt yükleniciliğine en yakın
namzet olarak BAE Systems görülmektedir.
Yine daha önce yapılan ve bugün farklı platformlarla süren ortak üretim faaliyetlerinde elde edilen
bilgi-beceri temelinde özgün bir helikopter üretilmesi çalışmalarına birkaç yıl önce başlanmıştır.
İTÜ’ nün kendi çabaları ile oluşturduğu ARI projesi
kapsamında gerçekleştirdiği bir özgün helikopter
deneyiminden bu projede yararlanılacaktır. Ortaya
konmak istenen 5 ton ağırlığında 12 kişilik hafif sınıf bir platformdur.
Hemen her alanda benzer gelişmeler olmuştur.
Örneğin tank modernizasyonu projelerinde edinilen kazanımlar, özgün olarak geliştirilen tankta
kullanılmaktadır. Fırtına obüsü vb. önceki paletli
platformlarda kullanılan alt sistemler tank için geliştirilenlere yardımcı olmaktadır. 2017’de envantere alınmaya başlanacak ALTAY tankının zırh ve
top namlusu konusunda görevli ROKETSAN, Güney Kore’li ROTEM firmasının desteğini almıştır.
Motor henüz yerlileştirilmemiştir ve MTU ürünü
bir motor kullanılmaktadır, ama tankın tasarımı
ve üretimi Türkiye’de yapılmaktadır, fikri ve sınai
mülkiyet hakları Türkiye’ de olacaktır. Motorun
yerlileştirilme çalışmaları TÜMOSAN ana yükleniciliğinde Avusturya’lı bir şirketin yardımı ile sürdürülmektedir.
Yüzen sistemlerde de benzer bir gelişme ile artık
100 m boya kadar muharip gemiler ve 150 m boya
kadar lojistik gemileri inşa edilebilmektedir.
Yukarıda TSK envanterindeki ürünlerin dökümünü sunduk, ama bu tek başına onların kalitesi ve
yetenekleri konusunda bilgi vermemektedir. Günümüzde elektronik alanındaki gelişmeler ve bu alanda
ulaşılan teknolojinin savunma sanayisinde kullanılması ürünlerin nitelikleri açısından çok önemli bir
unsurdur. Bu durum tüm sektörlerde geçerli olmakla birlikte örnek olarak bir tankı ele alacak olursak,
geçmişte sınıflandırma ve üstünlük göstergesi olarak
mekanik (motor gücü ve buna bağlı hız, namlu çapı
ve buna bağlı tahrip gücü, zırh kalınlığı/kalitesi ve
buna bağlı kendine koruma gibi) özelliklere bakılırken, günümüzde bunlara ek olarak elektronik/elekt-
romekanik/elektrooptik sistemlerin (ateş idare, hedef tespit, stabilizasyon, radar, elektronik aldatma/
kendini koruma, lazer vb.) niteliğine bakılmaktadır.
Artık tankın hareket halinde iken hareketli hedeflere bile ilk atımda vuruş özelliğine sahip olması, kendini tehdit eden anti-tank füze ve mermileri gereken
süre içinde tespit edip kendini koruma sistemlerini
devreye sokarak önleme yapabilmesi gibi özelliklere sahip olması beklenmektedir. ALTAY tankı ile
bu özelliklere sahip bir tankın ortaya çıkarılması
hedeflenmiştir ve ortaya konan prototipler başarılı
olarak değerlendirilmektedir.
Son dönemde Suriye sınırında sıklıkla devreye sokulan fırtına obüsleri için de aynı şeyler söylenebilir.
Bu kendi sınıfında en iyiler arasında yer alan, oldukça etkin bir silahtır. Hareketliliği, esnekliği dışında
donatıldığı gelişkin bir ateş idare sistemi sayesinde
ilk atışta hedefi vurma oranı %90’nın üzerinde olan
bir topçu sistemidir ve hedef tespit sistemleri ile birlikte etkin bir biçimde kullanılmaktadırlar.
Yukarıda dökümünü yaptığımız TSK envanterinde ise gelişmiş elektronik sistemlerle ilgili bir bilgi
bulunmadığı görülüyor. Oysa Türk savunma sanayi, bu alanda ciddi bir atılım yapıp, ortaya özgün
ürünler koymuş durumdadır. ASELSAN’ın durumu
bunu göstermektedir; birçok açıdan Türk savunma
sanayisinin en büyük ve en gelişkin işletmesi konumundadır. Gelişmiş ve uzun mesafe radarlarında
kullanılan ve az sayıda gelişmiş ülkenin sahip olduğu GaN (GalyumNitrat) teknolojisine Ar-Ge yolu ile
ulaşılmış ve bu teknolojinin kullanıldığı transistör
üretim tesisleri inşa edilmiştir. Aynı şekilde chip
üretim tesisleri ASELSAN ve BİLKENT ortaklığında gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Bunlar sayesinde radar teknolojisinde en gelişmiş ülkeler düzeyi
yakalanmış olacaktır.
Ayrıca ASELSAN, SSM ürün kataloğunda 120
adet gelişkin ürünle yer almaktadır.
Türk savunma sanayisinin son 10 yılda atak yaparak dünyanın ileri ülkeleri arasında yer aldığı bir
alan da “insansız/akıllı” sistemlerdir. Suüstü/sualtı,
kara ve hava sistemlerinde özgün ürünler ortaya
konmuştur. İnsansız Hava Araçları (İHA) alanında
3 farklı şirket, farklı kategorilerde ürün geliştirmiş
bulunmaktadır: Sabit kanatlı platformlarda “Operatif” sınıfta yer alan ANKA (TUSAŞ), “taktik” sınıfta yer alan KARAYEL (VESTEL) ve BAYRAKTAR
TB-2 ile “mini” sınıfta yer alan Mini İHA (BAYKAR
Makine.)
Gelişme yönü, yakın ve orta vadede beklenen gelişmeler
SSM tarafından yürütülen ve sözleşmesi imzalanmış 233 adet tedarik projesinin dağılımı; %46 yurtiçi geliştirme, %22 Ar-Ge, %10 ortak üretim, %1
uluslararası konsorsiyum, %6 yurtiçi hazır alım,
%11 yurtdışı hazır alım (SSM 2015 Faaliyet Raporu,
sf. 48; yüzdeler tarafımızdan yuvarlatıldı) biçimindedir.
85.428.873.857 TL sözleşme bedelli bu projelerin
bedellerine göre dağılımı; %30 yurtiçi geliştirme,
%49 ortak üretim, %8 uluslararası konsorsiyum,
%9,3 yurtdışı hazır alım, %1,4 yurtiçi hazır alım,
%1,3 Ar-Ge biçimindedir.
Şu an için yürürlükte olan tüm projeler açısından
görünüm böyle. Buradan gerek adet bazında, gerekse bedel bazında yurtdışından hazır alım payının
%10’lara dek gerilediği görülüyor. Ortak üretim modeli proje adeti bazında %10’luk bir paya sahipken,
bedel bazında %49 gibi bir pay alması, büyük ve
maliyeti yüksek platformlarda ağırlıkla bu modelin
uygulandığını gösteriyor. Yurtiçi geliştirme ve ArGe projelerinin önemli paya sahip olduğu görülüyor.
Sonuçta, gelecekte yerli üretimin yurtiçi geliştirme
ve ortak üretim modeli ile %90’lara varacağı görülüyor. Burada yurtdışından hazır alım modelinde
kazanılan en az %50 offset kazanımı da göz önünde
bulundurulmalıdır.
Gelişme yönünün nasıl olduğunu son yıl yapılan
sözleşmedeki dağılım gösteriyor. SSM tarafından
yürütülen ve 2015 yılı içerisinde sözleşmesi imzalanmış 21 projenin toplam 3.705.542.422 TL olan
inceleme
biçiminde konmuştur. Öte yandan aynı çevreler gelecek ile ilgili olarak, işlerin daha zorlaşacağını da
değerlendiriyorlar.
Türk savunma sanayisinde eksiklik esas olarak;
muharip uçak, uzun menzilli füze vb. platformlar ile
büyük platformlarda kullanılan motorlar ve türbinler gibi sistemlerde henüz üretim yeteneği kazanılmamış olunmasıdır. Ve belki bunlar kadar önemli
olan başka bir husus, sanayinin üretim araçları üretimi konusundaki yeteneklerinin durumudur. Sektör için gelişmiş üretim araçlarına gereksinim olduğu açıktır. Bunların ancak bir bölümü yurtiçinden
sağlanmakta, çoğunluğu ithal edilmektedir. Şimdi
oluşturulmuş bir makine parkı mevcut, ancak savaş
vb. ciddi durumlarda bunun da bir biçimde ikame
edilebilmesi bir önkoşuldur.
✒
Ayrıca TUSAŞ ve BAYKAR iki ayrı döner kanatlı
sistem üretmiş durumdadır.
ANKA–B tipi İHA seri üretimdedir, ANKA–S
üzerinde geliştirme çalışmaları sürmektedir. Sonuncusu gece-gündüz ve her türlü hava koşulunda
operasyon yapabilecek, uydu ile ve kendi aralarında
haberleşme yeteneği olacak teknik açıdan son derece
gelişmiş bir platformdur. Bu platform diğer “taktik”
sınıftakilere göre daha büyük, daha çok faydalı yük
taşıma kapasitesine sahiptir; silahlandırma çalışmaları devam etmektedir. KARAYEL’in de silahlandırma çalışmaları sürmektedir, ama BAYRAKTAR bu
konuda bir adım ileridedir; atışlı testlerde başarılı
sonuçlar alarak yoluna devam etmektedir. (İHA sistemleri ile ilgili bilgiler; MSI, Savunma ve Havacılık
gibi dergiler ve şirketlerin web sitelerinden)
Bu platformlar dünya açısından da yeni olduğu
için ihracat şansı büyük görülmektedir. Bu hedefe
uygun düşer biçimde, TEİ, bu platformlarda kullanılan motorların yerlileştirilmesi konusunda çalışma yürütmektedir ve ortaya birkaç özgün ürün çıkarmış bulunmaktadır.
SSM faaliyet raporları ve performans raporlarında
güncel durum ile ilgili bilgiler yayınlanmaktadır.
Buradaki veri ve bilgilerden işlerin yapılan
plânlamalara uygun götürüldüğü, önemli aksama
ve gecikmelerin olmadığı görülmektedir. Konunun
uzmanları ve yöneticileri hayalci davranmıyorlar.
Bu alanda gelişmiş ülkelerle kıyaslama içinde, bulundukları yer konusunda yaptıkları değerlendirme
yerinde yapılmış gibi görünüyor. SSM’nin “Performans Programı 2015” belgesinde (sf. 17) savunma
sanayi alanında dünyanın en büyük ülkeleri “Dünya
Savunma Ligi” olarak 3 kategori altında sınıflandırılmıştır. Bu ülkeler; 1. kategoride ABD, İngiltere,
Rusya, Fransa; 2. kategoride Çin, Almanya, İtalya, İsrail; 3. kategoride Hindistan, İspanya, Güney
Kore, İsveç’tir. Burada kategorileştirmenin kıstasları
yer almıyor. Ama kıstasların, ülkenin bu alanda yetenekleri, üretim kapasitesinin, savunma harcamalarının, ihracatının boyutları, bağımsızlık oranı gibi
unsurlar olduğunu tahmin edebiliyoruz.
SSM burada Türkiye’nin bugünkü konumuyla ilgili şöyle bir tespit yapıyor: “Türk savunma sanayinin yaşamakta olduğu hızlı gelişime karşın, halen üst
düzey ülkeler sınıfında yer bulabildiğimizi söylemek
güçtür.” Hedef zaten, hazırlanan plân ve programlara uygun çalışmalarla Türkiye’yi 2023 yılında bu
alanda dünyadaki gelişmiş 10 ülkeden biri yapmak
35
panorama
36
sözleşme bedelinin proje modellerine göre dağılımı
şöyledir: %85 yurtiçi geliştirme, %5,6 yurtiçi hazır
alım, %6 ortak üretim. Yurtdışı hazır alım ise %1’in
altına düşmüştür. Bu durum, gereksinimlerin giderek daha fazla oranda yurtiçinden karşılanacağına
işaret ediyor.
SSM’nin yıllık performans programlarında her
biryıl için gerçekleştirilen projeler sıralanmıştır. Örnek olarak 2016 performans programında (bkz. SSM
internet sitesi) devam eden projeler yanında 2016’ya
dek ve 2016 sonuna dek yapılacak işler, envantere
alınacak silah ve platformlarla ilgili bilgi verilmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:
“MİLGEM 3. gemi denize indirilecek, özgün denizaltı geliştirilmesine ilişkin fizibilite çalışması tamamlanacaktır.
Plânlanan test merkezleri; Yüksek Hızlı Rüzgar Tüneli, Füze Sistemleri Test Alanı, UMET (Uydu Montaj, Entegrasyon ve Test Merkezi)…hayata geçirilecektir.
Jet Eğitim Uçağı ve Muharip Uçak konsept tasarımı
tamamlanacak, Milli Muharip Uçak (MMU) Projesi
Ön Tasarım Dönemi Sözleşmesi imzalanacaktır.
HÜRKUŞ envantere alınacaktır.
Taktik İHA, ANKA-S envantere alınacaktır.
Uzun Menzilli Tanksavar Füze Sistemi envantere
alınacak, Orta Menzilli Tanksavar Füze Sistemi için
…sistem seviyesi tasarım doğrulama faaliyetleri tamamlanacaktır. Geliştirilmiş Uzun Menzilli Bölge
Hava/Füze Savunma Sistemi’nin ön kavramsal tasarım çalışmaları…başlatılacaktır.
Radar Gözlem Uydusu ile ilgili Ön Tasarım Tanımlama aşaması…tamamlanıp İkinci Faz Sözleşmesi
imzalanacaktır.
Değişik platformlarda kullanılabilecek Faz Dizinli
bir radar geliştirilecektir.
Yüksek güç ihtiyacı olan kara platformları için Milli Güç Grubu (Motor ve transmisyon) geliştirilecek
olup, 2016 yılı sonunda Kritik Tasarım aşaması tamamlanacaktır.
2016 yılı sonuna kadar Turbojet Motor prototipi
üretilmiş olacaktır.”
Görüldüğü gibi işler plânlandığı gibi yürütülmektedir. HÜRKUŞ, ANKA gibi büyük platformların
devreye alınmaya başlandığı, MİLGEM projesinin
3. gemi ile devam ettiği görülmektedir.
ATAK helikopteri teslimatları devam etmektedir.
ALTAY tankı seri üretimine 2017 yılında başlanması öngörülmektedir. Yani birkaç yıl gibi yakın
vadede TSK, özgün geliştirilmiş platformlarla daha
güçlenmiş olacaktır.
2016 yılı performans hedefi şöyle konmuştur: “2016
yılında Savunma ve Havacılık sanayii 2 Milyar $ ihracat, toplam 8 Milyar $ ciro gerçekleştirecektir.”(SSM
2016 Performans Programı, sf. 40)
Orta vadede gerçekleştirilecek işlerle ilgili özetle
şunları söyleyebiliriz:
Cumhuriyetin 100. kuruluş yılı, savunma alanında bağımsızlaşma ve buna bağlı TSK gereksinimlerinin yurtiçinden karşılanma oranının gelişmiş ülkeler düzeyine çıkacağı bir milat olarak algılanmakta
ve birçok proje 2023 yılına yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu önümüzdeki 5-10 yıl gibi bir süreçte önemli gelişmeler olacağının da işaretidir. Milli muharip
uçak projesinin ilk prototipi o tarihe yetiştirilmeye
çalışılıyor. Uzun menzilli saldırı ve önleme füze teknolojisine sahip olma, uzaya Türkiye’de geliştirilmiş
bir roket ile kendi uydularını gönderebilme gibi yeteneklerin kazanılması hedefleniyor.
Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Gölcük Tersanesi’nde
Alman HDW ile işbirliği içinde “Havadan Bağımsız
Tahrik Sistemli” denizaltı üretimine başlanmıştır.
İlk denizaltı 2020’de envantere girecek, 6 denizaltı
üretiminin hedeflendiği proje 2025’te son bulacaktır. Bununla paralel özgün denizaltı geliştirme çalışmalarına başlanmıştır. MİLGEM projesinin devamı
niteliğinde olan “İ” sınıfı fırkateyn ile hava savunma fırkateyni dizayn çalışmaları İstanbul Tersanesi
Komutanlığı’nda başlatılmıştır. Projelerde ilk gemilerin üretiminin de burada yapılması planlanmıştır.
MİLGEM projesi gemileri ile %60 aynı olan “İ” sınıfı fırkateynin dizayn ve inşa çalışmalarının daha
hızlı kotarılacağı öngörülmektedir. Bunlarla ilgili
alt sistemlerde millileştirilme projeleri de sürdürülmektedir. Özel tersanelerde inşası devam eden LST
ve LHD projeleri ile TSK’nın denizaşırı güç aktarım
yeteneği önemli oranda artacaktır. LST projesi kapsamında inşa edilen 2 amfibi gemi 2017’de, LHD
projesi kapsamında inşa edilen 1 adet Havuzlu Helikopter Gemisi ise 2021 yılında envantere alınacaktır.
2023 hedefi savunma ve havacılıkta ilk 10 ülke
arasında yer alma ve ihracatta 25 milyar Dolar düzeyine ulaşmak olarak konmuştur. Bu ihracat tutarının 5 milyarı doğrudan askeri ürünler, 10 milyarı
sivil havacılık, geri kalanı da güvenlik vb. olarak öngörülmektedir. (Bkz: SSM internet sitesi –yayınlar,
dergiler; SSI-TDA internet sitesi.)
inceleme
Bunun nedenini; askeri üst düzey yetkililer, bu
alanda üretim yapan şirket sahipleri ve yöneticileri,
sektörle ilgili devlet üst düzey bürokratları, hükümet
üyeleri, sanki bir ağızdan sıklıkla dile getirmektedir:
Ülkenin (bunu Türk burjuvazisinin olarak okuyun)
menfaatlerini gereken her yerde savunmak, korumak.
R. T. Erdoğan’ın her fırsatta üzerine basa basa söylediği sözler, yukarıdakilerin savunma sanayisini
geliştirmenin gerekçeleri konusunda söylediklerini
tamamlar niteliktedir.
RTE Ankara/Gölbaşı’ndaki “ASELSAN Radar ve
Elektronik Harp Teknolojileri Merkezi”nin 15. 03.
2015 tarihindeki açılış töreninde yaptığı konuşmada
“…siyasi ve diplomatik gücümüzü askeri gücümüzle
tahkim etmedikçe arzu ettiğimiz neticeyi alamayacağımızı da biliyoruz.”(takvim.com.tr, 16. 03. 2015.)
Yine 03. 10. 2015’te, ADİK tersanesinde inşa edilen
iki amfibi gemiden biri olan “BAYRAKTAR”ın denize indirilme töreninde yaptığı konuşmada, “askeri
güçle desteklenmeyen diplomasi, sizi yolda bırakır.
Bizim yolda kalmaya tahammülümüz yok. Her alanda kendimizi teçhiz etmeli, eksikliklerimizi tamamlamalı ve hedeflerimize doğru tam yol ilerlemeliyiz”
demektedir (Savunma ve Havacılık Dergisi, sayı.
170, s. 54)
Söylenenler yoruma bile gerek bırakmayacak kadar açık. Hedef; ülkeyi en gelişmiş 10 ülke arasına
sokmak, 500 milyar Dolar ihracat yapmak, yurtdışı
pazarları ve yatırımları arttırmak vb. olduğunda askeri açıdan güçlü olmak bir zorunluluk olarak kendini dayatır.
Uzatmadan sözü Lenin’e bırakıp, yüz yıl kadar
önce yaptığı analizlerde dediklerine bakalım:
“…kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda,
paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel
ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel
düşünülemez.” (“Seçme Eserler”, Lenin, cilt 5, s. 121,
İnter Yayınları, İstanbul, Haziran 1995) “Kapitalist
bir devletin gerçek gücünü sınamak için savaştan
başka araç yoktur olamaz…Kapitalizmde bozulan
dengenin geçici olarak yeniden kurulması için…politikada savaştan başka araç yoktur.” (age. s. 150-151)
Türk savunma sanayi alanındaki uğraşın, ülkeyi,
RTE önderliğinde egemen sınıfların çıkarı için nereye doğru götürdüğünü bu sözler açık seçik göstermiyor mu?
Haziran 2016
✒
Sonuç olarak
Tüm bu gelişmelerden şimdilik bazı sonuçlar çıkarabilir, bunların ne anlama geldiğini yorumlayabiliriz.
Türk sanayi bu alanda önemli bir atılım yapmış
ve kazandığı yeteneklerle ortaya, küresel çapta ciddi ürünler çıkarmaya başlamıştır. Süreç; hedeflenen
yere doğru yaklaşılması biçiminde işlemektedir.
Türk savunma sanayisinin ortaya koyduğu ürünlerin envantere alınması ve henüz eksikliği duyulanların dışarıdan tedariki yoluyla TSK, daha modern,
vurucu gücü daha çok, daha hızlı hareket yeteneğine
sahip, kısaca daha güçlü konuma gelmiştir ve yakın
gelecekte de gelişmenin bu yönde olacağı görülmektedir.
Havacılıkta; envantere tanker uçakların alınması
ve havada yakıt ikmali gibi yeteneklerin kazanılması
ile savaş uçaklarının havada kalış süreleri uzak hedeflerde operasyon yapabilecek biçimde artmıştır.
Savaş uçakları ise modernizasyonları sırasında kendi üzerlerine monte edilen podlara ek olarak uydu,
İHA, havadan ihbar uçakları gibi platformların desteği ile hedef tespiti; özgün geliştirilen değişik amaçlara uygun bomba, roket, füze sistemleri vb. ile daha
etkili bir vurucu güç konumuna getirilmiştir. Buna
ilaveten dünyada az sayıda hava kuvvetlerinde bulunan gece operasyon yeteneğine sahip duruma gelmiştir. Ulaştırma konusunda A400M gibi uçakların
devreye alınması ile daha fazla gücün aynı anda havadan nakli olanaklı duruma gelmiştir.
Deniz Kuvvetleri; konunun uzmanlarına göre
“mevcut yetenekleri ile halihazırda ‘Orta Ölçekli Bölgesel Güç Aktarım Yeteneğine Sahip Deniz Kuvveti’”
olmaktan mevcut projelerle “‘Orta Ölçekli Küresel
Güç Aktarım Yeteneğine Sahip Deniz Kuvveti’ne” dönüşecektir (MSI dergisi Nisan 2016 sayısı.)
Kara Kuvvetleri ise diğerleri yanında ATAK saldırı helikopterleri ve ALTAY tankları ile daha güçlü
duruma gelecektir.
Türk burjuvazisi açısından hedef büyüktür: Önümüzdeki 5-10 senelik süre içinde TSK gereksinimlerinin yurtiçinden karşılanma oranını gelişmiş
ülkeler düzeyine yükseltmek ve savunma sanayi alanında dünyadaki en gelişmişler arasına girmek.
Bu işin burada üzerinde duramadığımız; “sürdürülebilirlik”, Türk burjuvazisinin kendi içinde ve dış
güçlerle çelişkiler vb. gibi yönleri de var. Bunları ileriye bırakıp can alıcı soruyu soralım:
Bütün bunlar ne için?
37
panorama
Savaşın sürekli
hali!
-YEMEN:-
BM temsilcisi önderliğindeki pazarlık masasında yer alan taraflar Hadi’nin
temsilcileri ile Husi’lerin ve bunlarla ittifak kuran Salih’in temsilcileri yerlerini
aldı. Görüşmeler değişik aralıklarla ve yer yer kopma noktasına gelinip
durdurulan ve yeniden başlayarak sürüyor. Ateşkes de, çatışmalara rağmen hâlâ
resmen sonlandırılmadı.
Y
38
emen’de yürüyen savaş hakkında dergimizin
175. ve 176. sayılarında tavır takınmış, gelişmeleri, çatışan güçlerin kimler olduğunu ve çatışmanın
andaki nedenlerini vb. ortaya koymuştuk. Bu makalemizde 18 Haziran 2015 tarihinden bu yana yaşanan
gelişmelerden öne çıkan kimi yanlarını kronolojik
olarak ortaya koymaya çalışacağız.
Gelişmeleri ortaya koyarken, Yemen’deki savaş
hakkında detaylı haber ve yorumların çok az olduğunun ve aktarılan verilerin kaynaklarına göre değişiklik arzettiğinin bilinçlerde tutulması gerektiğini de
belirtelim. Bu olgunun gelişmeleri değerlendirmeyi
zorlaştırdığı da gözönüne alınmalıdır.
Dergimizin 176. sayısındaki yazıyı yazdığımızda BM Özel Temsilcisi önderliğinde başlayan barış
görüşmeleri sürüyordu. Görüşmelerde çatışan tarafların temsilcileri doğrudan görüşmeleri bile reddettiğinden, BM temsilcisi heyetlerle ayrı ayrı görüşüyordu. Görüşmeler, tarafların kendi taleplerinden
ısrar etmesi ve sözkonusu taleplerin karşı taraflarca
kabul edilmemesi sonucunda, herhangi bir sonuç
alınmadan bitirildi. Böylece ne ateşkeste anlaştılar ne
de görüşmeler için yeni bir tarih belirlediler.
Barış görüşmelerinin sonuçsuz kalması, savaşın
aynen devam etmesi anlamına geliyordu. Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koalisyonu güçleri (Suudi
Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Mısır, Fas, Ürdün ve Sudan ve bunlara
destek veren ABD, İngiltere, Fransa) sadece havadan
bombardımanlarla Husi’lere (Houthi) karşı başarı
sağlanamayacağına karar vermiş olmalı ki, Temmuz
ayında binlerce kara gücünü de Yemen’e yolladılar.
Sözkonusu kara gücü (askerler) arasında resmi savaş
koalisyonu güçleri dışında Senegal’li, Moritanya’lı
yüzlerce asker ile Kolombiya’lı 800 paralı askerin de
yer aldığı haberi medyaya yansıdı. Kolombiyalı paralı
askerler dışındaki sözkonusu askerlerin savaşa sürülmesi, özellikle Suudi Arabistan’ın sözkonusu devletlere yatırım yapma, mali yardım yapma temelinde
gerçekleşmiştir. Kolombiyalı paralı askerlere ise haftada 1000 ABD Doları ödendiği yazılmaktadır.
10 Temmuz 2015 tarihinde BM, Suudi Arabistan’da
metin toplantı yaptığı Hotel’e 6 Ekim’de saldırıldı.
Kimine göre roketlerle, kimine göre de intihar komandolarının eylemleriyle saldırılmıştı. Hükümet
mensuplarının yaralanmadığı açıklanırken yönetim
ve müttefik güçlerinden en az 15 askerin öldüğü belirtildi. Saldırıyı “İslam Devleti” üzerlendi.
Suudi Arabistan’ın resmi yetkilileri Yemen’de yürüttükleri savaşta “başarılı” olduklarını “ABD ve 28
Nato devletinin 11 sene Afganistan’da başaramadığını, bizim koalisyon yedi ayda başardı.” diye kamuoyuna lanse etmekten de geri kalmıyordu. Gerçekte
ise Yemen’de durum, savaşın başlamasından bu yana
çok daha karmaşık hale gelmiş ve milyonlarca kitle
için ülkeyi yaşanmaz hale getirmiştir.
Savaş esas olarak Hadi yanlıları ile Husi’ler arasında yürüse de, savaşanlar sadece bunlar değildir. Hem
Yemen’deki El Kaide kolu olan AQAP, hem de “İslam
Devleti” bu savaş sürecinde güçlendiler ve savaşın
parçalarıdır. Örneğin Yemen’in en büyük vilayeti
olarak gösterilen Hadramaut AQAP’ın güçlü olduğu
yerlerden biridir. Bunlarla Hadi yanlısı Yemen ordusu
arasında da savaş sürmektedir. Kasım ayı sonu Aralık
ayı başında AQAP güneyde değişik yerleşim alanlarını ele geçirdi. Kimisi sonradan yeniden ellerinden
alındı...
“İslam Devleti” de saldırılarını, özellikle intihar
eylemleriyle ya da bomba patlatmalar temelinde sürdürmektedir. Örneğin 6 Aralık’ta Aden Valisi’ne karşı gerçekleştirilen bir intihar eylemiyle Vali ve refakatinde olan en az altı kişi öldürüldü.
Bu gelişmelerin yaşandığı ortamda Hadi’nin temsilcileriyle Husi’ler arasında yeniden barış görüşmelerinin başlayacağı bilgisi kamuoyuna yansıtıldı. Buna
bağlı olarak Hadi, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a
gönderdiği bir mektupta görüşmelerin sürdüğü dönemde bir haftalık ateşkesi gündeme getirdi. Buna
göre 15-21 Aralık tarihlerinde ateşkes geçerli olacaktı.
15 Aralık’ta barış görüşmeleri Cenevre’de BM önderliğinde başladı, tek yanlı ateşkes de yürürlüğe
girdi... Bir kez daha ateşkes bir gün bile sürmedi.
Ateşkesi ilan edenler Husi’lere saldırıyı sürdürüyor
ve kimi yerleşim alanlarını ele geçiriyordu. Buna rağmen ateşkes 2 Ocak 2016 tarihine kadar resmen sonlandırılmadı. Savaşın gölgesinde yürüyen görüşmelerde tarafların üzerine ilk uzlaştığı sorun karşılıklı
olarak kimi tutukluları serbest bırakmaktı. Somut
olarak Hadi ve savaş koalisyonundan 265 kişi buna
karşı da 360 Husi yanlıları serbest bırakılacaktı. Bu
adım görüşmelerin olumlu yönde yürümesine bir işa-
panorama
bulunan ve hâlâ Yemen’in resmi Başkanı olarak kabul edilen Hadi tarafı ile Husi’lerin Ramazan ayının
son günleri için bir haftalık ateşkes hakkında anlaştıklarını ilan etti. Bu ateşkes esasında yardıma ihtiyacı olan insanlara uluslararası yardımı ulaştırmak
için düşünülmüştü. İlan edilmesine ilan edildi ama
ateşkes bir gün bile sürmedi. Hadi’yi destekleyen
savaş koalisyonu güçleri Husi’lere saldırıyı sürdürdü ve 14 Temmuz’a gelindiğinde Aden Havaalanı’nı
Husi’lerden geri aldılar. Savaş koalisyonu kara gücü
ile Husi’lere karşı giderek ilerliyorlardı. 16 Temmuz’a
gelindiğinde ise yurtdışında bulunan eski hükümet
mensuplarının Aden’e geri döndüğü ve Husi’lerden
geri alınmaya başlanan Aden’de düzeni sağlamaya çalışacaklarının haberi geldi... 17 Temmuz’da
Aden’in Husi’lerden tümüyle geri aldıklarını ilan ettiler. Buna bağlı olarak televizyonda açıklama yapan
Hadi, Aden’deki zaferin tüm ülkeyi yeniden ele geçirmenin başlangıcı olduğunu ilan ediyordu.
Bu gelişmeler yaşanırken Suudi Arabistan ve ortakları 26 Mart 2015 tarihinden beri yapılan bombardımanların en şiddetlisini gerçekleştiriyor ve ajans
haberlerine göre en azından 141 kişiyi katlediyor ve
200 kadarını da yaralıyordu. Bu saldırıyı gerçekleştirdikten hemen sonra ise beş (5) günlük tek yanlı bir ateşkesi yürürlüğe koyacağını ilan ediyordu.
Kimi yorumcuların haklı olarak yaptığı tespit, Suudi
Arabistan’ın dikkatleri başka yöne çekerek sözkonusu
saldırılarının üzerini örtmeye çalıştığı yönlü tespitti.
Sözkonusu beş günlük ateşkes de başlamadan bitti.
Bu arada yanlışlıkla kendi müttefiklerinin güçlerine
saldırıldı ve en az 12 kişinin öldürüldüğü belirtildi.
Temmuz ayı sonu, Ağustos ayı başında savaşın
destekleyicilerinden ABD, Yemen halkına 21 Milyon
Dolar değerinde, 35.800 ton buğday yardımı yaptığını açıkladı. Ne büyük sahtekârlık! Yıllarca Yemen’de
savaşın bir parçası olacaksın, andaki savaşta Yemen’i
her gün bombardımana tutan savaş koalisyonunu,
binlerce insanın katledilmesini ve evsiz-barksız kalmasını destekleyeceksin, ondan sonra da ortaya çıkıp “yardımsever” kesileceksin! Sözkonusu buğdayın
gerçekte ihtiyacı olanlara ulaşıp ulaşmadığı sorusu da
ayrı bir sorun.
Kara gücünün Yemen’e sürülmesinden sonra ülkenin güney kesiminde beş vilayetin yeniden ele geçirilmesine bağlı olarak Başkan Hadi, Eylül ayı sonlarına
doğru Yemen’e geri döndü. Hadi yanlıları ile çatışan
tek güç Husi’ler olmadığından Aden’de düzenin ve
güvenliğin sağlanması da zordu. Hadi yanlısı hükü-
39
panorama
40
ret olarak değerlendirildi. Görüşmelerde başka somut
bir sonuç çıkmadı.
Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koaliyonunun aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda
sivili katletmesini gerekçe olarak gösteren AB Parlamentosu, 25 Şubat 2016 tarihinde Suudi Arabistan’a
silah ambargosu talep ederek milletvekillerin çoğunluğunun oyuyla bir karar aldı. Karar alınırken “kim
Suudi Arabistan’a silah satıyorsa, o kendisini savaş
cürmünün ortağı konumuna koymaktadır” açıklaması da yapılıyordu. Ama sözkonusu karar bağlayıcı
olmadığından pratikte herhangi bir yaptırım sözkonusu olmadı. Örneğin Almanya ve İngiltere milyarlarca Avroluk silah satışını durdurmayı kabul etme
durumunda değil. Bu yüzden de alınan karar sembolikti.
17 Mart 2016 tarihinde ise savaş koalisyonu yeni
bir cürüme imza atıyordu. Kalabalık olan bir Pazar
yerine yönelik gerçekleştirilen bombardıman sonucu
aralarında 22 çocuğun da bulunduğu en az 119 kişi
katledildi. Onlarcası yaralandı.
2015 yılı Mart ayında başlayan savaş sonrasında Yemen’deki askeri gücünü geri çektiğini resmen
açıklayan ABD emperyalizminin, sadece savaş koalisyonunu desteklemediği, kendisinin hâlâ Yemen’de
doğrudan savaşın parçası olduğunu gösteren gelişme
ise 22-23 Mart 2016 tarihlerinde El Kaide’ye (AQAP)
yönelik saldırıydı. Verilen haberlere göre AQAP’ın
bir eğitim kampı bombalanmış ve düzinelerce AQAP
üyesi öldürülmüştü. Aynı günlerde “İslam Devleti” de
Aden’de üç ayrı intihar eylemi gerçekleştiriyordu.
Katletme haberlerinin arasında BM yeniden ateşkes
ve barış görüşmeleri konusunda tarafların anlaştığını kamuoyuna duyuruyordu. Buna göre 10 Nisan’da
ateşkes ilan edilecek ve 18 Nisan’dan itibaren de barış görüşmeleri başlayacaktı. Görüşmelerin bu sefer
Cenevre’de değil de Kuveyt’te yapılacağı da belirtildi.
AQAP ve “İslam Devleti” ile herhangi bir görüşme
sözkonusu değildi.
Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koalisyonunun başlattığı savaşın yıldönümü olan 26 Mart 2016
tarihinde ise Sanaa’da yüzbinlerce kişinin katıldığı
söylenen ve “Suudi Arabistan’ın zalimce saldırganlığına karşı ortak” mücadeleyi dile getiren pankartların taşındığı, sloganların atıldığı protesto eylemi
gerçekleştirildi. Sözkonusu eylemde Husi’leri destekleyen eski Başkan Salih de kısa bir konuşma yaparak,
çatışmalara son vermek için Hadi yerine Suudi Arabistan ile doğrudan görüşmelerin yapılması gerektiğini savundu.
Husi’lerin reisi Abdülmelik Husi ise televizyonda
yaptığı konuşmada, “askeri koalisyonun Yemen’e müdahalesi Yemen halkına yardım olarak gösterildi. Fakat bu, kriminel cinayetler ve soykırım olarak geldi.”
diyerek tepkisini dile getirdi.
Nisan ayı başında Hadi, Başkan Yardımcısı ve Başbakan Bahah’yı ekonomi ve güvenlikte görevini yerine getirmediği gerekçesiyle her iki görevinden azletti. Yerine Başbakan olarak Ahmed bin Dagher’i
ve Başkan Yardımcısı olarak da General Ali Muhsin
Ahmar’ı atadı.
10 Nisan’da ateşkes ilan edildi ve savaşın başlangıcından bu yana ilan edilen ateşkesler içinde ilk kez,
ilk günden itibaren bozulmayan ateşkes oldu... Buna
rağmen gerçekleştirilen bombardıman nedeniyle Husi’lerin heyeti Sanaa’dan yola çıkamadığından görüşmelerin 18 Nisan’da başlamasını engelledi. Görüşmeler gecikmeli olarak 21 Nisan’da başladı.
BM temsilcisi önderliğindeki pazarlık masasında
yer alan taraflar Hadi’nin temsilcileri ile Husi’lerin
ve bunlarla ittifak kuran Salih’in temsilcileri yerlerini
aldı. Görüşmeler değişik aralıklarla ve yer yer kopma
noktasına gelinip durdurulan ve yeniden başlayarak
sürüyor. Ateşkes de, çatışmalara rağmen hâlâ resmen
sonlandırılmadı. Bu arada AQAP ile savaşta 800 kadar AQAP’lının öldürüldüğü kıyı şehri Mukalla’nın
geri alındığı haberi medyaya yansıdı. Görüşmelerde
ise tarafların ilk kez 30 Nisan’da aynı masada yer aldığı ve sonuçta “verimli görüşmelerin” gerçekleştirildiği belirtildi.
30 Mayıs 2016 tarihinde ABD Başkanı Obama’nın
Suudi Arabistan’a misket bombası satışını durduğu
açıklandı. Savaşta katledilen yüzlerce çocuğun büyük
bir bölümünün Suudi Arabistan ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bombardımanlarla katledildiği gerçeği BM’nin hazırladığı raporda dile getirilmiş
ve Suudi Arabistan BM tarafından “çocuk katilleri
kara listesi”ne alınmıştı. Bu durum ama bir hafta bile
nüfusun %80-84’ü acil insani yardıma muhtaç. Bunların büyük bölümü açlıkla karşı karşıyadır. Temiz
sudan, ilaçlardan, kısacası temel ihtiyaç maddelerinden yoksundur.
Savaşın, özellikle de bombardımanların sonucu
yok edilen insanlık kültürü içinde sayılan tarihi eserlerin sayısı belli değil. Avrupalı “açık artırmacılar”
Yemen’deki savaştan bu yana “eski kolleksiyonlardaki güney arap eserlerinin” satışının hızlı bir artış
gösterdiğini tespit etmektedirler. Yemen sadece yakılıp yıkılmıyor, insanları katledilmiyor, aynı zamanda
talan da ediliyor!
Sadece Suudi Arabistan’ın savaşa ayda 200 Milyon
Avro harcadığı –ki düşük gösterilen bir rakamdır bugözönüne alındığında tüm müttefiklerin bir senede
savaşa harcadığı miktarın birkaç milyar Avro ya da
ABD Doları olduğu yerde, 21 Milyon kadar insan acil
insani yadıma muhtaç ve büyük bölümü açlıkla, açlıktan ölmekle karşı karşıyadır. Böylesi bir durumda
emperyalistlerin, bölgesel gerici güçlerin temsilciliğini yapan BM “yardımsever” kesilip Yemen’de milyonlarca insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için
1,6 Milyar Avro’ya ihtiyaç olduğunu ilan ediyor ve
üyelerinden yardım yapılmasını talep ediyor. 18 Mayıs 2016 tarihine kadar yapılan “yardım”ın bu miktarın sadece %16’sı olduğu açıklanıyor. BM temsilcileri
bunun skandal bir durum olduğunu tespit ediyor!
Gerçekte ise BM’nin kendisi de savaşın tarafıdır ve
aldığı kararlarla savaş koalisyonunun ve onların desteklediği Hadi ve yanlılarının arkasındaki güçlerin
başındadır. Barış görüşmelerinin şimdiye kadar ciddi
bir sonuç getirmemesinin perde arkasında, BM’nin
özellikle 14 Nisan 2015 tarihli kararı ve bu kararın
Hadi ve taraflarınca dayanak olarak kullanılması yatmaktadır.
Sonuçta, gelişmelerin hangi yönde olacağı konusunda kesin bir şeyin söylenemeyeceği bir durum
sözkonusudur. Söylenebilecek şey, Yemen’e burjuva
anlamda da olsa demokrasinin misafir olarak bile
uğramadığı ve bunun için bile daha çok mücadelenin
gerektiğidir. Savaş ve çatışmalar da daha uzun süre
Yemen halkının yaşamını belirleyecektir. Çözüm,
Yemen işçi ve emekçilerinin kendi çıkarlarının bilincine varması, örgütlenmesi ve demokratik devrimini
gerçekleştirerek iktidara el koymasıyla sağlanabilir.
Buna önderlik edecek devrimci, ya da komünist bir
örgütlenme ise, bildiğimiz kadarıyla ne yazık ki mevcut değil.
21.06.2016
panorama
sürmedi. Suudi Arabistan’ın raporda aktarılanların
gerçek olmadığı konusundaki itirazı sonrasında, BM
Genel Sekreteri Ban Ki Moon, sözkonusu raporun taraflarca ortaklaşa gözden geçirilmesine, kontrol edilmesine kadar, Suudi Arabistan’ı listeden çıkardı.
BM Özel Temsilcisi Haziran ayı başında görüşmelerde tarafların, tutuklanan ve 18 yaş altı genç ve
çocukların koşulsuz olarak serbest bırakılması konusunda anlaştıklarını açıkladı. Husi’ler 130 tutukluyu
serbest bıraktı ve savaş koalisyonunun aynı sayıda tutukluyu serbest bırakması halinde 4000 kadar tutukluyu serbest bırakmaya hazır olduklarını açıkladılar.
Bu konular dışında görüşmelerde şimdiye kadar herhangi bir noktada anlaşma sağlanıp sağlanmadığı
belli değil.
Hadi tarafı Husi’lerin ağır ve orta ağırlıktaki silahları teslim etmesini ve ele geçirdiği tüm alanlardan geri çekilmesini, bunun sonucunda sağlanan
güvenle Sanaa’da tüm tarafların içinde yer aldığı
“Birlik Hükümeti”nin kurulabileceğini ve bu “Birlik
Hükümeti”nin Yemen’in merkezi sorunlarını çözmek için çalışabileceğini savunmaktadır. Husi’ler
ise silahlarını bırakmayı ve ele geçirdiği şehirlerden
çekilmeyi, ancak kendilerinin gelecekteki hükümette
önemli rol almaları ve Salih’in başkanlıktan devrilmesi sonrasında verilen reform vaatlerinin gerçekleşmesi durumunda kabul edecekleri yönlü tavır takınmaktadır. Tarafların bu yaklaşımları ve taleplerinin
uyuşmazlığının ortadan kaldırılması için taraflarca
karşılıklı taviz verilmezse, görüşmelerin yeniden
ciddi bir sonuç alınmadan biteceğini söylemek için
kahin olmaya gerek yoktur. Gidişat, görüşmeleri zamana yayarak ateşkese uymayı daha da güçlendirerek pazarlıklarda tarafları uzlaştırmaya çalışma yönündedir. Başarılı olunacağının hiçbir garantisi ama
yoktur.
Sonuçta Hadi tarafı ile Husi’ler anlaşsa da Yemen’de
savaşın, çatışmaların kısa sürede son bulmayacağı bir
durum sözkonusudur. Çünkü çatışanlar, savaşanlar
sadece bu güçler değildir.
26 Mart 2015 tarihinde Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koalisyonunun Yemen’e saldırmasıyla
başlayan savaşın kısa ve kesin olmayan bilançosu ise
BM’nin verilerine göre şöyledir: 6500’den fazla ölü,
bunların yarısı sivil ve en az 785’i çocuk, 30.000 kadar yaralı (1200 kadarı çocuk), 2,8 milyon kadar insan evinden-barkından edilmiş mülteci durumunda.
Sadece Başkent Sanaa’da bombardımanlar sonucu
250.000 insan evsiz-barksız bırakılmıştır. 24 Milyon
41
güncel
AVUSTURYA
MAUTHAUSEN TEMERKÜZ
KAMPI‘NIN 71. KURTULUŞ YILI
KUTLANDI
M
42
authausen Temerküz Kampı‘nın 71. Kurtuluş
yılı ‘Yaşasın Enternasyonal Dayanışma‘ adı altında kutlandı.
Geçmiş senelerde çeşitli ülkelerden gelen insanların oluşturdukları geçiş delegasyonlarında sayı
sınırlaması yoktu. Bu sene yapılan yeni düzenleme
ile, delegasyon katılım sayısı 20 kişi ile sınırlandırıldı. Bu sene ki uygulamalardan bir diğeri, Temerküz
Kampı‘nın girişinden başlayan Appel Meydanına kadar olan yürüyüşün iptal edilerek, Appel Meydan’ın
da devlet protokolü haline dönüştürülmesi oldu. Bu
yeni uygulamalara bağlı olarak, Mauthausen TK
kurtuluşunun kutlamalarına katılan insan sayısında
ciddi bir düşüş söz konusu oldu. Mauthausen Komi-
tesinin resmi açıklamasına bakılırsa 6.000 (altıbin)
insan katılmıştı. Bizim tahmin görüşümüz ise 4.000
(dörtbinden) fazla değildi. Bu senenin katılımında ki
azalmanın esas sebebleri arasında, yeni uygulamalar
önemli rol oynadı.
Mauthausen Komitesi daha çok devlet düzeyinde
bir katılım gerçekleşirse daha memnun olacağa benziyor. Öyle ya ‘enternasyonal dayanışma‘ devletler
arasında oldumu bunlar için daha bir önem kazanır
yoksa ne önemi olur. Bunların esas derdi devlet protokollerinin katılmasıdır. Esas kitlelerdeki enternasyonal dayanışma bilincini kırmaktır ve giderek faşizme karşı verilmiş olan mücadeliyi silikleştirmektir.
Her sene ki katılımın düşüşü ve katılımcılardaki çoş-
güncel
kunun azalmasının göstergesinden anlaşılmaktadır.
Her sene olduğu gibi, bu yıl da İtalyan katılımcılar
en yoğun olarak katılmışlardı. Bu seneki kutlamalar da İtalyan delegasyonun bir bölümü ile Çav Bella
Marş‘ını ortak söyledik. İtalyanlar kendi dillerinde
biz de kendi dilimizde Çav Bella‘yı ortak söyleyerek
enternasyonal dayanışmanın rengini sunmaya çalıştık. Yaşasın enternasyonal dayanışma sloganını atarken İtalyan delegelerden oldukca olumlu tepki aldık
ve alkışlandık.
Mauthausen Komitesinin uygulamalarını protesto
edeceklerini söyleyen devrimci ve anti-faşist gruplar,
iş pratiğe geldiğinde gereksiz gördüler. Bazı devrimci ve anti-faşist çevreyle, bu uygulamaların protesto edilmesi üzerine konuşmamıza rağmen, protesto
edilmesini kendi kitle katılımlarının azlığından gereksiz gördüler. Oysa ki, daha önceki tartışmalardan
bildiğimiz bu uygulamalara karşı çıkacaklarını, protesto edeceklerini söylemişlerdi. Bu şekilde ki değişiklik uygulamalırına karşı çıkılmadığı taktirde, protesto edilmediği taktirde, gelecek dönemlerde daha
da silikleşmesini beraberinde geitrecektir. Bu uygulamalara karşı çıkan tek grup vardı o da Komak-ML
idi. Komak-ML geçiş esnasında; ‘dayanışma bir başkaldırıdır her yerde faşizme karşı mücadele‘ sloganını
atarak geçişini tamamladı. Bir bölüm izleyicilerden
de olumlu tepki alkışı aldı.
Ağırlıkta Suriye’den kaçan mülteciler olmak üzre,
Avrupanın çeşitli ülkelerinde, bu mağdur insanlara
karşı çeşitli biçimde saldırılar gerçekleşmektedir.
Mauthausen Temerküz Kampının girişinde bir grup
insan mültecilerin durumunu, ellerinde çeşitli dövizler taşıyarak gündeme getirdi, protesto etti.
YDİ Çağrı okurları olarak Komak-Ml’nin çıkartmış olduğu bildiriyi birlikte dağıttık. Komak-Ml’nin
dışında gündeme dair tavır takınan olmadı. Bu bildiri üç dilde ‘ Almanca, İngilizce, Türkçe‘ çıkartıldı.
İngilizcesinden 1000 adet, Almancasından 500 adet,
Türkçesinden 300 adet dağıtıldı.
Türkçesi ektedir.
Avusturya Voralberg’ten YDİ Çağrı okurları
15.05.2016
43
güncel
Mauthausen Temerküz Kampı-Kurtarılmasının
2016 Törenleri
YAŞASIN ENTERNASYONAL DAYANIŞMA!
“Bizler yas, çaresizlik ve dehşet hissediyor ve Yahudiler, ‘Çingeneler’ ve siyasi mülteciler olarak sözde demokratik devletlerin sınırları arasında aldırmazlık ve
önemsememenin tam ortasında oradan oraya sürülmüş olmanın bir gerçekliliğini hatırlıyoruz. Bizler ‘bir
daha asla!’ yeminimize sadığız ve mültecilerle
uluslararası dayanışmadaki eksikliğin sorunsallaştırılması uğruna mücadele ediyoruz.” Mauthausen
Uluslararası Komitesi
44
Sonunda bu yılki TK-Mauthausen çevresindeki
Anma ve Kurtarma Törenleri tarafımızdan çok sıkça
atılmış bulunan Yaşasın Enternasyonal Dayanışma!
mottosuyla yapılıyor. Onlar yaptıkları yemine sadık
kalarak deneyimlerini tarihsel çerçeve içinde tozlandırmaya bırakmadıklarından, bilakis tam da bugün
ile bağlantısını kurdukları ve bugün yurtsuzlar, zorla sürgüne sürüklenenler, kaçmak zorunda kalanlar
için kullandıklarından Mauthausen Uluslararası Komitesine, Holocaust’tan-canlı kurtulup geride kalanlara ve onların sonraki kuşaklarına müteşekkiriz.1
“Bizler ortak bir yolda, tüm halkların bölünmez özgürlüğü yolunu, karşılıklı saygı yolunu, yeni, herkes
için adil, özgür bir dünya inşası büyük eserinde işbirliğinin yolunu yürüyeceğiz.” 2
Mauthausen-TK’sından kurban olarak hayatta kalan insanlar, kendileri gibilerle beraberliklerini
denkleştirici olumluluk olarak tümden gerçekten
hissettiklerinden ve o zamanların acıları ve zedelenmelerini bugün iyiden fazla bir şekilde hatırlayabildiklerinden bugünün sığınmacılarıyla tüm sınırları
aşıcı bir şekilde dayanışma içindedirler. Onlara dayanışmaları, duygudaşlıkları ve empatileri
için teşekkür ediyoruz.
“İnsan kal, arkadaş,
Bir adam ol, arkadaş,
tüm işi yap, işe koyul arkadaş… !” Bu, Jura Soyfer
(Avusturyalı komünist şair -ÇN) tarafından saptanan anlayıştır. Her kim TK’ından hayatta kalmışsa,
hatıraları, deneyimleri ve dersleri fantom ağrıları gibi
beraberinde taşımaktadır.
21. Yüzyılda neredeyse imkânsız sayılan sefalet ve
Akdeniz üzerindeki mülteci akımları karşısında,
Avrupa’da, birçokları için sürpriz bir şekilde kendiliğinden sığınmacılar için güçlü bir yardıma hazır
oluş ortaya çıktı. İlk önce bu konuda elbette dayanışmadan daha ziyade hayırseverlik hissediliyor.
Sivil yardıma hazır oluşun ilk motifi mültecilerle güçlü bir beraberlik değil, bilakis böylesine fazla
umulmadık acı ve inanılmaz sefalet üzerine yalın
dehşettir.
Akdeniz etrafında gerçekleşen sözüm ona “Arap
Devrimi”nin üzerinden henüz çok uzun bir süre
geçmedi. Yeni kazanılan “özgürlük”, neredeyse her
yerde güçlenmiş mafya tipiyle birlikte yeniden kanlı
ordu yapı ve disipline göre örgütlenmiş denetimden
ve/veya devlet içi iktidar mücadelelerinden ibarettir.
Beyhude ikazlar, çoğu kez olduğu üzere, felaket tellallığı olarak halledildi. Şimdi
Ortadoğu’da insani ve elbette devletsel sınırlar, öylesine çok aşılıp aşındırılıyor ki, onların bütünüyle
ortadan kaldırılması tehdidi mevcuttur.
Ezidiler katliama uğratıldılar ve tıpkı 101 yıl önce
tüm dünyanın Ermenilerin maruz kaldığı soykırıma
şahit olduğu gibi sözde uygar dünya bunu seyretti.
Sadece yoksulların en yoksulları, zayıfların en zayıfları, YPG(Demokratik Birlik Partisi’nin Halk Savunma Birimleri)’nin Kürtleri, Ezidileri kurtarmak için
dayanışma, cesaret ve erdemini kanıtladılar. Şimdi de
Kürtlerin Tür devleti tarafından katliamlara, kırımlara uğratılmasına sözde uygar dünyanın bu günlerde
sanki neredeyse seyirci kalacakmış gibi görünüyor.
Ve yine Almanya tarafından (her halükârda AByardım ödemeleri mekanizmaları üzerinden dolaylı
olarak) finanse ediliyor.
Alman şansölyesinin siyaseti, o ne kadar fazla sağdan eleştirinin çapraz ateşi altında bulunursa bulunsun, insancıl ve yardıma hazır olmaktan başka her
şeydir.
Alman şansölyesi, a) Alman tarihsel suçu ve b) Alman yeniden birleşme kimliği nedeniyle sadece
“Hoş geldiniz-kültürü” (2015 yılının hüsnü-kuruntu sözcüğü) uğruna çaba gösterdi. Alman sanayii
üstüne gölge düşmemeliydi. Temkinli ve ağırbaşlı
mimik ve jestlerle “Almanlara” karşı husumetleri ele
alıyor ve bunların Almanların arasında olmasını engelliyor. Avrupa’nın ulusal hükümetleri saflarında bu
konuda halk kitlelerinin olağanüstü yardım etmeye
hazır oluşunu enternasyonal bütünlüklü güçlü bir kaide haline getirecek hiçbir işbirliği olmayacağını en
başından itibaren doğal olarak biliyordu.
güncel
“İşte her ikisine birden sahip olamazsınız: Avrupa’daki sosyal soğuklukluğun yeni-liberal bir politikası ve dayanışmacı bir birliktelik. Her ikisi birlikte yürümez. Neo-liberalizm paylaşmacı ve duygudaşça bir
davranışı yıkıyor.” diye ünlü bir Alman kadın bir “sol
politikacı” şansölyeyi uyardı.
Dayanışmacı birliktelik de şansölyenin hedefi değildir.
Ulusal hükümetlerden ve elitlerden uluslararası dayanışma beklemek için aslında insanın ne kadar aptal
olması gerekir? Oysaki bizzat onlar gerçekte insanlığın geride kalanlarını yersiz-yurtsuz ve doğuştan
itibaren sürülmüş, daima sadece ulusal kafes içinde
tutan dünyanın milliyetçi icracılarıdır.
Aslında ancak insanlığın bu kesimi tarafından
enternasyonal dayanışma yaşanabilir ve bu sadece
ulusal özel hakların korunması vasıtasıyla boşa çıkarılabilir. Bir zamanlar Rus hukuk bilimcisi vesiyasi
aktivist W. U. Lenin, ulus başına her zaman en azından iki “milliyet” vardı, görüşündeydi.
Daima sadece bir “milliyet” enternasyonalist olabilir ve ulusal hükümetler hiçbir yerde bu “milliyet”e
mensup değildirler. Her ne kadar bütün güç halktan
kaynaklansa da, ne yazık ki iktidar hiçbir şekilde
halkın elinde değildir. Halklar ancak uluslararası dayanışmayla iktidarı elde edebilirler. Uluslararası yardıma hazır oluş bir başlangıçtır. Ama dayanışma ile
Karitas (hayırseverlik) arasında doğal olarak ilkesel
bir şekilde fark gözetilmelidir. Dayanışma öncelikle
birbirine bağlı olmadır, o birbirine ait olanı bir arada
tutan toplumsal harçtır. Yani dayanışmaya – büyük
bir laf (!) – aynı zamanda daima büyük duygular eşlik
eder. Dayanışmanın hissiyat-kompleksi vardır, oysaki dayanışma her zaman nesnel aidiyetin olgusudur.
Örneğin yardım etme sonuçlu merhamet gibi bu olgunun ötesinde yer alan hisler, dayanışma duygusuna
destek olarak yanında yer alabilir, evet yer almalıdır,
ama tek başına hiçbir dayanışmayı gerekçelendirmez.
Mesela hayırseverlik nedeniyle kendisinin azabını
azaltmak için bir atı merhamet kurşun atışı ile vurmaya sempati duyulabilir, ama dayanışmacı olunmaz.
Avrupalı halk kitlelerinin yardım etmeye hazır
oluşları en başından itibaren uluslararası dayanışmaya yönelikti. Bu yardım etmeye hazır oluş nüfusun tüm kesimlerinde hiçbir şekilde zaten gerçek,
yaşanan dayanışma değildi, ama bu evet hissedilen
dayanışma idi. Bunun karşısında devlet/hükümetin
olduğundan daha güzel göstermelerine rağmen, tüm
ulusal elitler ve onların hükümetlerinin bütün insan-
cıl çabalarının çoğu kez sadece gelecekteki bir diğer
serbest ticaret anlaşmasını hedefledikleri unutulmamalıdır.
Ama zorluk şuradadır: Dayanışma yalnızca gerçek
aidiyetten çıkarak gerçekleşebilir. Ayrıca çelişkili
bir toplumda insanlar, çıkarlar ve değerlendirmeler
birbirleriyle çok kolayca çelişkiye düşebilirler. Öreğin böylece Almancada çok yüzeysel olarak sonra
da bunlar aslında tamamlayıcı olsa da, aynı ve ortak
çıkarlardan söz ediyoruz. Almanya ve Avusturya’da
patronlar tarafı göç karşısında daha ziyade pek hayırhah duruyor. Buna karşın sendikalar göç ile ilgili olarak çoğu kez yasakçı, yani milliyetçi davranıyorlar.
Rekabet toplumunda, insanları birbirleriyle çelişki
içine sürükleyen hakeza sıkça tam da aynı çıkarlardır. Böylece onlar kendilerinin aynı çıkarlarından
ortak planlar yapmayı gerçekleştiremiyorlar. Sağ politika bu beceriksizliği sahte ortak yanlar ortaya atarak kendisi lehine kullanmayı biliyor. Buna karşın
gerçek, eşitlikçi, ilerici siyaset gerçek sosyal birlikteliğin yoğunlaşmasına ve sağlamlaşmasına yöneliktir.
Bu ise tüm mülksüz ve vatansızlar için pratikte ancak
şu anlama gelebilir:
Yaşasın Enternasyonal Dayanışma!
KOMAK ML
Bilindiği üzere bu yılki Kurtarma Törenlerinin
akışı ve programı değiştirildi. Bu değişikliklere karşı
protestomuzu yazılıolarak ifade ettik ve TK-Birliği’nin
bununla ilgili eleştiri noktalarının tüm içerikleriyle dayanışma içinde olduğumuzuaçıkladık. Bundan dolayı bu
konunun ayrıntısına burada girmiyoruz.
2
Mauthausen Uluslararası Komitesi’nin Yemini
1
45
güncel
FRANZ STROBL’UN ANISINA
A
46
vusturya Marksist Leninist Partisi’nin –AMLPkurucusu ve başkanı Franz Strobl 10 Haziran
2016 Salı günü Avusturya’nın Hainburg kentinde hayata gözlerini yumdu.
Franz Strobl 90 yılı aşkın hayatı boyunca “Büyük
İnsanlık”ın kurtuluşu için, sömürüsüz bir dünya için
savaşmış bir komünistti.
O, bir işçi ailesinin çocuğu olarak daha küçük yaşlarda, işçi sınıfının ve emekçi yığınların sömürülmesi
temelinde yükselen zenginliğin, işçilerin emekçilerin
yoksulluğu anlamına geldiğini yaşayarak gördü.
Genç yaşlarında işçilerin yoksulluğunun bir kader
olmadığını, bunun kapitalist sistemin sonucu olduğunu, buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini kavradı.
Mücadelenin ancak örgütlü olarak yürütüldüğünde
başarılı olabileceğini kavradı. Onun bunları kavramasında örnek aldığı ve 1930’lu yıllarda devrimci
Komünist bir parti olan Avusturya Komünist Partisi
önemli rol oynadı. Franz genç yaşlarında Avusturya
Komünist Partisi’nin örgütlü bir üyesi olarak mücadeleye katıldı. Avusturya’nın Nazi Almanya’sı tarafından işgalini yaşadı. İşgale, faşizme karşı mücadeleye illegal Komünist Parti saflarında katıldı.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde yasal statü kazanan
Komünist Parti’de Franz Strobl partinin Eğitim ve
Yayıncılık bölümlerinde çok önemli görevler üzerlendi. 1956’da SBKP 20. Kongresi ertesinde revizyonist SBKP yöneticilerinin bütün dünyada “kardeş
partileri”ne dayattığı revizyonist çizgiye karşı giderek artan bir açıklıkla tavır aldı. Partinin diğer yöneticilerinin uzlaşma taleplerini geri çevirdi. 1960
başlarında giderek daha fazla açığa çıkan uluslararası komünist hareketin genel hattı konusunda çizgi
mücadelesinde SBKP’nin revizyonist çizgisine karşı
ÇKP’nin çizgisi yanında tavır aldı. Genel Hat hakkında bu mücadelenin 1963 yılında kamuoyu önünde
açıkça yürütülmeye başlanmasından hemen sonra,
birkaç yoldaşı ile birlikte açık tavır koydu. Revizyonistleşen parti önderlerinin uzlaşma önerilerini geri
çevirdi. Tehditlere pabuç bırakmadı. Parti içinde
mücadele imkanlarının kalmadığını gördüğü noktada birkaç yoldaşı ile birlikte Avusturya Komünist
Partisi’nden ayrıldı. Kısa bir grup dönemi ertesinde,
Avusturya Marksist Leninist Partisi’nin kurulmasına
önderlik etti. 1964’de onun redaktörlüğünde ilk sayısı yayınlanan “Rote Fahne” (Kızıl Bayrak), Avrupa’da
yeni oluşmaya başlayan yeni Marksist Leninist hareketin ilk gazetesi oldu. Ve bütün diğer batı Avrupa
ülkelerinde revizyonist Komünist Parti’lerinden kopuşa çağırının sesi oldu. Avrupa’daki genç Marksist
Leninist güçlere cesaret verdi.
Franz Strobl’in en önemli özelliklerinden biri onun
şu veya bu öndere, şu veya bu “büyük” ağabey! partiye değil, kendi kavradığı ölçüde ML bilimine, komünizm davasına bağlı olmasıydı.
Bu özellik kendini daha sonraki gelişmeler içinde
de gösterdi.
Franz Strobl, 1960’lı yıllarda oluşan yeni ML hareket içinde, bu hareketin merkezi kabul edilen Çin Ko-
güncel
münist Partisi’ndeki revizyonist gelişmeyi gördüğünde, yanlışlara karşı açık tavır takınmayı görev bildi.
Eleştiriler nedeniyle ÇKP’nin “dostluğu”nu yitirdi.
Ardından benzer gelişmeler Arnavutluk Emek
Partisi’nde de yaşanınca, gördüğü yanlışlara açık tavır takınarak, AEP’nin “desteğini” de yitirmeyi, kopmayı göze almaktan çekinmedi.
Onun için “revizyonistlerin “dostluğu” değil, düşmanlığı onur”du.
Franz Strobl, bir komünist önder olarak tabii ki hatasız değildi. O Stalin’in “Yalnızca ölüler hata yapmaz” sözlerini sürekli yinelerdi. Önemli olanın hataların görüldüğü yerde özeleştiri ile aşılması idi.
Onun kuşkusuz en büyük hatası, biraz da yaşadığı
deneyimlerden yola çıkarak, haklı olarak savunduğu “Partiyi temiz tutmak gereklidir” ilkesini, yer yer
genç unsurlara güvenmeme pratiğine dönüştürmesi
idi. Partiyi koruma adına uyguladığı aşırı dar kapı
politikası sonuçta partinin varlığını sürdürecek genç
haleflerin kazanılıp, yetiştirilmesini engelledi. Parti
giderek sağlam eski kadroların yaşlılık sonucu verim
düşmesi, yaşlılık ölümleri sonucu kan kaybetti.
Franz bu hatayı gördüğü zaman iş işten geçmiş,
parti giderek pratikte yok olmaya yönelmişti.
Hayatının son döneminde Franz Strobl, siyasi açıdan, Avrupa Birliği bağlamında, ulusal bağımsızlığı
savunma adına yanlış bir çizgiyi Kızıl Bayrak’ta savunmaya başlamıştı.
Franz ağır hasta olduğu son günlerinde bile kaygısının merkezinde komünizm davası olan, kendisini
ziyarete gelenlerle yeni –belki son –bir Kızıl Bayrağı
nasıl çıkaracağı konusunda konuşan bir devrimci idi.
Franz, komünist olmayı insan olmakla eşitleyen bir
Komünistti.
Onun anısı önünde saygı ile eğiliyoruz.
19.06.2016
47
güncel
AVUSTURYA MARKSİST-LENİNİST PARTİSİ
(AMLP)‘NİN KURUCUSU VE MERKEZİ SEKRETERİ
FRANZ STROBL YOLDAŞIMIZ ARTIK YAŞAMIYOR…
YOLDAŞLARI OLARAK ONU SONSUZLUĞA
UĞURLADIK…
U
48
zun zamandır hasta olan Franz Strobl 15.06.2016
tarihinde belli bir süreden beri kaldığı huzurevinde gözlerini hayata yumdu. Uzun süreden beri
onunla yakın bir şekilde ilgilenen KOMAk-ML (Komünist Eylem-Marksist-Leninist)’li yoldaşlar onun
cenaze ve defin töreni için her türlü bürokratik işlemleri yerine getirerek bunun yerine getirilmesi
hazırlıkları için RKP(Aİ) [Devrimci Komünist Partisi (İnşa İnisiyatifi) ile Avusturya YDİ Çağrı Dergisi
Okurlarını bilgilendirdiler. Bu üçlü grup kolektif bir
çalışma içinde hazırlıkları yürüttü. Onun ölümünden sonra yoldaşları iki adet değişik içerikte Almanca
ölüm ilanı çıkartmış; cenaze töreni ve defin işleminin
ne zaman yapılacağı Franz Strobl’ın bu zamana kadar yaşamış olduğu köyde dağıtılmış ve mezarlığın
ve muhtarlığın panosuna asılmıştır.
Bir diğer ölüm ve cenaze ilanı ise devrimci, demokrat kamuoyuyla paylaşılmıştır. Devrimci demokrat kamuoyundan bazı dergi ve gazete çevreleri
cenaze sahiplerini arayarak ve aynı zamanda smsmesajı yoluyla taziye dileklerinde bulunmuşlardır.
Taziye dileklerinde bulunan dergi ve gazete çevreleri
şunlardır: Özgür Gelecek, Alınteri, Halkın Günlüğü,
Komintern adlı sendikal grup. Yine Franz Strobl’u yakından tanıyanlardan İran kökenli bir devrimci smsmesajı yoluyla cenaze sahiplerine şu mesajı iletmiştir;
‘’ Franz Strobl’un ölümünü üzülerek öğrendim. O büyük bir Marksist-Leninist idi ve Avusturya işçi sınıfı
hareketine ideolojik olarak büyük katkılar sundu. Temennim yolunun devam ettirilmesi!’’.
Bunun yanında, Bolşevik Parti Kuzey Kürdistan/
Türkiye ve Bolşevik İnisiyatif Almanya’nın ortak taziye yazısı Türkçe ve Almanca olarak cenaze sahiplerine ulaştırmışlardır. Yine Almanya’dan cenaze
sahiplerine AMLP’nin merkezi yayın organı Kızıl
Bayrak’ın bir okuyucusu sms-mesajı yoluyla şu Almanca mesajı iletmiştir. ‘Franz Strobl ile tanışmak
istediğini, bunun bir türlü gerçekleşmediğini, hep bir-
likte Kızıl Bayrak’ın özel bir sayının çıkartılmasını
önermektedir. Bu zamana kadar da Franz Strobl’a
yardımcı olanlara ve destekleyenlere teşekkür etmektedir’. Cenaze törenine köyden bazı sakinleri/komşuları ve Franz Strobl’un uzun zamandır ev doktorluğunu
yapan kişi de cenaze törenine katılmıştır.
Franz Strobl’in cenazesi dini törenle değil üç gruptan oluşan yoldaşlarının hazırlamış olduğu devrimci bir programla yapılmıştır. Franz Strobl’in resmi
küçültülerek cenazeye katılan insanların yakalarına
takmışlardır. Cenaze töreni mezarlığın salonunda
gerçekleşmiştir. Salon önceden çiçekler, iki kızıl bayrak, tabutunun önünde Franz Strobl yoldaşın resmi,
iki adet Kızıl Bayrak’ın 300. Sayısı ve ölüm ilanı ile
donatılmıştır.
Katılanlar sunucu tarafından selamlandıktan sonra
Bolşevik Parti Kuzey Kürdistan/ Türkiye ve Bolşevik
İnisiyatif Almanya’nın ortak taziye yazısı Almanca ve
Türkçe olarak okunmuş; ardından önceden Almancası katılanlara dağıtılmış bulunan cenaze ve defin
törenine ilişkin siyasi içerikli ilan Almanca ve Türkçe
olarak okunmuştur: Bunun Türkçe metni şöyledir:
“ Franz Strobl artık
yaşamıyor…
Struppi (saçları taranmamış -ÇN) her zaman
inatçı / fikrinde ısrar eden birisiydi, diyorlardı onun
eski kadın-erkek yoldaşları. “Struppi”, O KPÖ (Avusturya Komünist Partisi – ÇN)’de hâlâ fonksiyoner olduğu sırada onun daha önceki adıydı. O, bu partinin
teorik organı “Weg und Ziel” (Yol ve Hedef -ÇN)’in
yönetici redaktörü idi; günün birinde Onun, “yukardan gelen emir” üzerine Arnavutluk hakkındaki bir
haberi dolambaçlı bir şekilde değiştirmesi gerekiyordu. Aslında Sovyetler Birliği ve onun izindeki KPÖ
Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ndeki gelişme üzerine
olumlu haberler istemiyorlardı. Franz Strobl bunu
reddetti ve bir saat içinde tüm fonksiyonlarından azledildi. O ise Sovyetler Birliği ve KPÖ içindeki reviz-
25. 06. 2016
Cenaze ve defin törenine katılan Avusturya YDİ
Çağrı Okurları
güncel
yonizm hakkındaki eleştirisini bir o kadar daha sert
bir şekilde dile getirdi.
Kendisinin ölümüne dek çıkaranı olduğu “Rote
Fahne” (“Kızıl Bayrak” -ÇN)’ı, anti-revizyonist,
Marksist-Leninist Gazete olarak 1963 yılında kurdu.
Sonra KPÖ’den kovuldu ve 1966’da Avusturya’nın
Marksist- Leninistleri’nin kurucularından biriydi. 1967’de Avusturya Marksist-Leninist Partisi
(AMLP)’nin kurulmasına önayak oldu. O, 1952’deki
SBKP’nin 19. Parti Kongresi’ndeki parti bürokratlarının bir kliğinin oluşması ile ilgili öz eleştiriyi ciddiye
alan, 1963’den itibaren Arnavutluk Emek Partisi ve
Çin KP’nin Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu hakkındaki eleştirisini tutarlı bir şekilde
üstlenen ve KPÖ içindeki ve uluslararası alandaki
Kruşçef ve Brejnev’in papağanlarına güçlü ifadelerle
saldıran ve onları teşhir eden KPÖ’nün biricik merkezi fonksiyoneri idi.
Franz Strobl ve “Rote Fahne”, 1970’li yıllarda
Çin KP içindeki revizyonist gelişmeyi (Örneğin Deng
Hsiao-Ping ve Üç -Dünya Teorisini) kamuoyu önünde mahkûm eden ve Arnavutluk Emek Partisi’nin
siyasi çöküşü ile ilgili eleştirisinde sözünü esirgemeyen dünyanın ilk Marksist-Leninist güçleri arasında
idiler.
Franz Strobl kendisinin devrimci katkılarıyla
on yıllar boyunca giderek yeniden insanları heyecanlandırdı ve Avusturya ve dünyadaki egemen kapitalist koşullardan hoşnut olmayan insanları mücadeleci davranmaya cesaretlendirdi. Franz Strobl,
Avusturya’da güçlü bir komünist mücadele partisi
inşa etmek hedefine ulaşmadı. Ama diğer ezilenler
ve sömürülenler bu konuda çalışmayı sürdüreceklerdir…
Senin kadın-erkek yoldaşların”
[Franz Strobl’un kendisinin kaleme
aldığı anılarının büyük bir bölümü,
Türkçeye çevrilerek iki sayı boyunca
YDİ-Çağrı’da yayınlanmıştır. (Bakınız: YDİ Çağrı sayı 166, 167, 168) Bu
konuda ayrıntılı bilgi için buraya bakılabilir]
Sonra sunucu arkadaş Almanca,
Türkçe ve Zazaca katılanlara teşekkür ederek törenin bittiğini, karşıdaki
mezarlıktaki defin törenine geçileceğini bildirmiştir. Tüm tören boyunca
arka planda uygun müzik çalınmıştır.
F. Strobl yoldaşımızın naaşı mezarlığa
götürülürken Viyana İşçi Marşı Almanca-Türkçe mırıldanılmıştır.
Mezarına atılması için güller ve karanfiller alınmış
ve bütün katılımcılar Franz Strobl’in mezarına bir
kürek toprakla birlikte çiçekleri mezarına atmışlardır. Enternasyonal Marşını katılan kitlenin okuması
için Türkçe ve Almanca olarak iki dilde hazırlamış,
merasim sonunda iki dilde okunmuştur. Cenaze töreni bir komünistin nasıl uğurlanması gerekiyorsa o
şekilde gerçekleşmiştir, diye düşünüyoruz.
Cenaze ve defin törenine toplam 20 kadar insan
katılmıştır. Bunca zamandır Franz Strobl’i tanıyan
devrimci örgüt ve dergi ve gazete çevrelerinden elektronik mesajla katılacaklarını bildirenler cenaze törenine ne yazık ki katılmamışlardır.
Cenaze ve defin merasiminden sonra katılımcılar
yakındaki bir lokale davet edilmişler ve orada sohbet
ve kısa bir değerlendirme yapılmıştır. Buraya katılanların tümü cenaze + defin masraflarına katkıda
bulunacaklarını, katılımcılar Franz Strobl’un ‘’ Bir
Kızıl Bayrak daha çıkartabilir miyiz?’’ düşüncesini
bir vasiyet olarak algılamış ve gelen öneriyi de değerlendirerek, cenaze törenine gelen mesajlardan / yazılardan oluşan bir özel sayı Kızıl Bayrak çıkartmak
için ortak karar aldılar. En geç 10. 07. 2016 tarihine
kadar son redaksiyonunun yapılması hakkında görüş
birliğine varıldı. RKP (Aİ) ile Komak-ml’ye ulaşan
taziye mesajlarının bir araya getirilmesi, var olan belge, yazı, mesajlar ve fotoğrafların bir elde toplanması
gerektiği saplandı.
Hepimizin başı sağolsun…
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50
‘BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRİMİ’ ÜZERİNE! (III)
‘Kültür Devrimi’ Döneminde Yapılan Propaganda
‘Kültür Devrimi‘ sırasında, Marksizm-Leninizm
propagandası yerine geniş bir şekilde “Mao Zedung
Düşüncesi”nin propagandası yapıldı. Lin Biao, “Mao
Zedung Düşüncesi‘ni” “yepyeni bir çağın” MarksizmLeninizmi olarak niteler. Bu formülasyon açıkça Leninizmin eskidiğinin resmen ilanı idi. Lin Biao’nun
devrilmesine kadar “Mao Zedung Düşüncesi”, yeni
çağın Marksizm-Leninizmi olarak savunulur. “Büyük Proleter Kültür Devrimi“nde, Marksizm-Leninizm bilimi yerine savunulan temel düşünce “Mao
Zedung Düşüncesi”dir.
‘Kültür Devrimi‘ sırasında yayınlanan birçok belgede, ‘kapitalist restorasyonu önlemek için mutlaka
‘Proleter Kültür Devrimi’nin gerekli olduğu düşüncesi işlenir. ÇKP X. Parti Kongresi’ne sunulan raporda
“ilerde daha onlarca ‘Kültür Devrimi’ gereklidir’“ ifadesi yer alır.
‘BPKD‘, Çin’de revizyonistlerin ele geçirdiği iktidarı geri almak için yürütülen muazzam bir kitle
hareketidir. Bütün dünyada Marksist-Leninistler, bu
devrimden birçok şey öğrendiler. ‘Kültür Devrimi’nde
Mao Zedung’un oynadığı rol önemlidir. Çin ‘Kültür
Devrimi’nin yapılmasını gerekli kılan özel bir durum
vardı. Bu özel durumun genelleştirilmesi, her ülkede mutlaka yapılması gerektiği, ‘Çin’de daha onlarca
kere tekrarlanması‘ gerektiği görüşleri yanlıştır. Yani
devrimlerden sonra her ülkede mutlaka revizyonizm
hâkim hale gelecek ve revizyonizme karşı ‘Kültür
Devrimi‘ yapılacak! Kimi “Mao Zedung Düşüncesi“
savunucuların‚‘BPKD’yi bu içerikle genelleştirmeleri
yanlıştır.
‘BPKD‘, parti ve devlet içinde önemli mevkileri elinde tutan ‘kapitalist yolda giden iktidar sahipleri’ne
karşı yönelen siyasi devrimdir. Bu devrim kültür alanında bir tartışma ile başlamasına rağmen, gelişme
içinde tüm alanlarda devrimle karşıdevrim arasındaki bir hesaplaşmaya dönüştü. Çin’de ‘Kültür Devrimi‘
öncesinde, revizyonistler büyük ölçüde, hâkim duruma gelmişlerdi. Revizyonistler, devlet ve parti içinde
pek çok kilit noktayı ele geçirmişlerdi. Parti hemen
hemen bütünü ile kontrolleri altında idi. ‘Kültür
Devrimi‘ Çin’deki bu özelliğin sonucu ortaya çıkan
ve gelişen bir olaydır. Marksist-Leninistler, kitlelerle
birlikte, revizyonistlere karşı harekete geçmek zorundaydılar. Revizyonistlerin, burjuva yolcularının
parti ve devlet kademeleri içinde hâkim hale gelmelerinde kuşkusuz objektif şartların önemli rolü
vardı. Çin’de demokratik devrim zafer kazanmasına
rağmen ekonomik olarak geri bir ülkeydi. Revizyonistler özellikle ‘iktisadi kalkınma‘ maskesi ardında
gizlendiler. Uluslararası planda Kruşçev modern revizyonizmi hâkim hale gelmişti. ÇKP içerisinde de
modern revizyonizmden etkilenenlerin sayısı az değildi. Bu sorunlar andaki durumun objektif şartları
idi. Ama revizyonizmin hemen hemen tüm partiyi
ele geçirmesini yalnızca objektif şartlar açıklayamaz.
Bunda sübjektif unsurların da, yani Marksist-Leninistlerin yaptıkları belli hataların da payı vardır.
‘Kültür Devrimi’nde, sosyalizmde, burjuvazinin
sınıf olarak komünizme kadar var olacağı tezi savunuldu. 1966’da, milli burjuvazi için kâr vardı.
Eskiden burjuvazinin mülkü olan kimi devlet işletmelerinden bu eski sahiplere kâr payı veriliyordu.
Kültür Devrimi’nde burjuvazinin sınıf olarak tasfiye
edilmesinin propagandası yapılmadı. Tam tersine,
sosyalist üretim ilişkileri altında da burjuvazinin
sınıf olarak var olmaya devam edeceği Mao Zedung
Düşüncesi’nin teorik keşfi olarak gösterildi. Hatta
Sovyetler Birliği‘nde burjuvazinin sınıf olarak tasfiye
edilmesi eleştirildi. Burjuvazinin komünizme kadar
var olacağı tezi dünyanın bütün ülkeleri için geçerli
bir yasa olduğunun propagandası yapıldı.
Çin’de burjuvazinin var olması sorun edilmediği gibi, parti içerisinde iki çizgi mücadelesinin normal olduğu savunuları öne çıktı. Kültür Devrimi,
ÇKP’nin Kültür Devrimi öncesi yaptığı hataların sorgulanması yapılmadı. Daha da ileri gidilerek ÇKP’nin
kimi hataları bütün dünya ülkeleri için geçerli doğru
ilkeler olarak savunuldu. Revizyonistlerin neden egemen hale geldiği sorularına cevap verilmedi. Her altıyedi yılda bir periyodik olarak ‘Kültür Devrimi’nin
yapılması gerektiği tespit edildi. Çin’deki özgül şek-
Ve Diğerleri
‘Kültür Devrimi’ sırasında “devrimci sanat ve edebiyat” konusunda marksist-leninist dünya görüşünü
ilerlettiği söylenen ve propagandası yapılan yazılar
şunlardır:
“Yeni Demokrasi Üzerine.” Bu makale 1940’ta Mao
Zedung tarafından yazılmış bir makaledir. Bu makalede Mao; Çin’in gidiş yönünü, nasıl bir Çin kurmak
istediklerini, Çin’in tarihsel özelliklerini, Çin devriminin dünya devriminin bir parçası olduğunu, yeni
demokrasinin siyaseti, ekonomisi, kültürü vb. sorunlar üzerinde durur. Bu makale Mao Zedung’un yeni
demokrasi siyasetini ortaya koyan mükkemmel bir
makalesidir. (Mao Zedung, “Seçme Eserler”, cilt 2, s.
340, Şubat 1975, Aydınlık Yayınları, İstanbul)
“Yenan’da Edebiyat ve Sanat Üzerine Konuşmalar.
(Mao Zedung, “Seçme Eserler”, c. III, s.128, Aydınlık
Yayınları, Mart 1976 İstanbul)
“’Liang Dağındaki İsyancılara Katılmaya Zorlamak’ Adlı Operanın Seyrinden Sonra Yenan’daki
Pekin Operası Tiyatrosuna Mektup! (“Mao Tse-tung,
Der Große Strategische Plan, Dokumente zur Kulturrevolution”, Joachim Schickel, s. 59, VoltaireHandbuch, Hamburg, 1969)
“Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması
Üzerine” (Mao Zedung, “Seçme Eserler”, c. V, s. 441,
Aydınlık Yayınları, Kasım 1978 İstanbul)
“ÇKP Propaganda Çalışmasıyla İlgili Milli Konferansında Konuşma” (Mao Zedung, “Seçme Eserler”,
c, V, s. 483, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978 İstanbul)
Fakat ‘Kültür Devrimi’ sırasında kitleler içinde yalnızca Mao’nun bu eserleri değil, Marks, Engels, Lenin, Stalin’in de birçok eseri değişik dillerde milyonlarca basılarak, yaygınlaştırılır.
‘Kültür Devrimi’ bu açıdan bir kuşağın ML eserlerle tanışmasının, onları okuyup incelemesinin yolunu
açan bir yana sahiptir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Kızıl Kitap
Kızıl Kitap, 1 Ağustos 1965’de Halk Kurtuluş Ordusu tarafından temel eğitim malzemesi olarak basılır.
Kızıl Kitap, 33 ayrı bölüm ve 427 Mao Zedung alıntısının yer aldığı kitaptır. Kızıl Kitap, Mao’nun seçme sözlerinin yer aldığı Çin Devrimi’nde Mao’nun değişik
dönemlerde yazdığı yazılarda savunduğu görrüşlerin
özeti sayılabilecek bir eserdir. Kızıl Kitap, Mao’nun
1927’deki ilk önemli yazısı olan “Hunan’daki Köylü
Hareketi Hakkında Bir Araştırma Raporu” ile başlayıp 1964 yılına kadar olan konuşma, makale, kitap
ve kendisiyle yapılan mülakatlardan seçilen sözlerin
derlenmesinden oluşur. Aralık 1966’da Kızıl Kitap’ın
ikincisi baskısı yapılır. Kızıl Kitap, artık Halk Kurtuluş Ordusu içerisinde okunan bir kitap olmaktan
çıkar. Kızıl Kitap, tüm Çin’e ve dünyaya yayılır. 16
Aralık 1966’da, Lin Biao, Kızıl Kitap’a bir önsöz yazar. ‘Kültür Devrimi’ sırasında her eylemcinin elinde
Kızıl Kitap vardır. Kızıl Kitap dünya çapında da en
fazla yaygınlaşmış kitaplardan biridir.
✒
liyle ‘Kültür Devrimi‘nin hep yeniden yaşanması
gerektiği, bunun sosyalist inşanın bir yasası olduğu
savunuldu.
‘Kültür Devrimi’ sırasında kitleler içinde yayılan
düşünce Lin Biao’nun baş temsilciliğini yaptığı “Mao
Zedung Düşüncesi”dir. ‘Kültür Devrimi’ doğru bir önderlik ve çizgi altında yürümediği için amacına ulaşamadı. ‘Kültür Devrimi’ sırasında ve sonrasında daha
önce yapılan hatalar özeleştirici bir şekilde tahlil edilmedi ve revizyonizm yok edilemedi. ‘Kültür Devrimi’
sonrasında topla­nan ÇKP 9. Parti Kongresi “Mao Zedung Düşüncesi” adına bir dizi hata ve sapmayı parti
çizgisi haline getirdi.
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
52
Lin Biao İktidar Mücadelesini Kaybediyor
Dokuzuncu Parti Kongresi’nden sonra ülke çapında mücadele, eleştiri, dönüşüm hareketi başlatılır.
Dokuzuncu Kongre sonrasında ‘Kültür Devrimi’ pratiğinden giderek uzaklaşılır. İktidar kavgaları başlar.
Bugünün ‘ÇKP’li burjuvaların bu dönem hakkında
verdiği bilgiler ilginçtir. Bu bilgileri özetlemek gerekirse;
Hava kuvvetleri komutanı Wu Faxian’dır. Ekim
1969’da Wu Faxian, Lin Biao’nun oğlu Lin Liguo’yu
hava kuvvetleri karargahı savaş bölümünün başkan
yardımcılığına atar. Lin Biao ve oğlu askeri darbenin
hazırlıklarını yapar. Lin Biao, aynı zamanda Mao’ya
suikast yapılması emrini verir. Mao, Hangzhou’ya gelir. Planlanan gezisini erken bitirerek Pekin’e döner.
Çünkü suikastın planlandığı tarih 12 Eylül 1971’dir.
Mao’nun 12 Eylül’den önce Pekin’e dönmesi suikast
planının başarısızlığa uğramasına neden olur. 13 Eylül 1971’de Lin Biao, eşi ve oğluyla birlikte uçakla kaçarlar. Uçak, Moğalistan’daki Undur Khan bölgesine
düşer ve içindekilerin hepsi ölür. ‘ÇKP’li burjuvaların yazdığına göre Lin Biao, askeri darbe planları ve
Mao’ya yapmayı planladığı suikast açığa çıkınca, çareyi kaçmakta bulmuştur!
Eylül sonu 1971’de Moğolistan Halk Cumhuriyeti
adına bir açıklama yapılır. Yapılan açıklamada; 13
Eylül gecesi bir Çin Halk Cumhuriyeti uçağının Moğolistan Halk Cumhuriyeti hava sahasını ihlal ederek
düştüğünü ve uçakta bulunan dokuz kişinin öldüğü
belirtilir. Açıklamada ayrıca uçakta bulunan bir tabanca ve bulunan belgelerden sözkonusu uçağın Çin
Halk Cumhuriyeti hava kuvvetlerine ait olduğunun
belgelendiği açıklanır.1972 yazında Mao Zedung,
Fransa Dışişleri Bakanı Maruice Schumann ve Sri
Lanka Başbakanı Sirimavo Bandranaike ile görüşmelerinde, Lin Biao’nun bir askeri darbe hazırladığı,
bu darbe planı ortaya çıkınca Sovyetler Birliği’ne kaçmaya çalıştığı, bu kaçış sırasında uçağın düştüğü, Lin
Biao ve yanındakilerin öldüğü bilgisini verir.
Lin Biao’nun uçak kazasında ölmesinden sonra ÇKP
Merkez Komitesinde, Lin Biao’nun ekibinden olduğu
düşünülen kişiler görevlerinden alınır. Askeri Komisyon Genel Bürosu dağıtılır. Askeri Komisyon’un
günlük işlerinin yürütülmesi için Ye Jian-ying sorumluluğunda Askeri Komisyon Çalışma Konseyi oluşturulur. Mao’nun halefi olarak görülen Lin
Biao’yu eleştirmek için ülke çapında bir düzeltme hareketi başlatılır. Lin Biao’nun ‘suçları’ mahkûm edilir!
Lin Biao’nun mutlak bir Konfüçyüs taraftarı olduğu
tespitleri temelinde “Lin Biao ve Konfüçyüs’e Eleştiri”
kampanyası yürütülür. Nisan 1972’de Çu Enlay’ın girişimi sonucu Halkın Günlüğü gazetesinde bir başyazı yayınlanır. Lin Biao’nun yanlış politik ve örgütsel
çizgisinin eleştirilmesi gerektiği, sağ ve soldan gelen
eleştirilerin aşılması gerektiği vurgulanır. (Bkz. Lin
Biao ve Konfüçyüs’e Eleştiri, Seçme Makaleler, Alm.
Yabancı Dillerde Yayınevi, Pekin 1975)
Çin Dış Politikasında ki Kimi Gelişmeler
İlk defa 9. Parti Kongresi’nde, Sovyetler Birliği’nin
sosyalemperyalist olduğu tespitleri yer alır.
ÇHC’nin dış siyasetinde giderek dünyada iki süper
güç olduğu, Sovyetler Birliği’nin daha saldırgan güç
olduğu tespitleri yapılmaya ve ağırlık kazanmaya başlar.
1971 Ekim’inde Çin Halk Cumhuriyeti, BM Güvenlik Konseyi devamlı üyelik statüsünü kazanır ve Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olarak
resmen dünya siyasetinin en önemli aktörlerinden
biri haline gelir.
Temmuz 1971’de ABD başkanının ulusal güvenlikten sorumlu yardımcısı Henry Kissinger, Çin’e gizli
bir ziyaret yapar. Şubat 1972’de, ABD başkanı Nixon
Çin’i ziyaret eder ve Mao ile görüşür. Görüşmeler
sonucunda Çin/ABD Şanghay Ortak Bildirgesi, 28
Şubat’ta Şanghay’da imzalanır. Çin/ABD ilişkileri giderek bir yumuşama sürecine girer. Aynı yıl içerisinde İngiltere, Hollanda, Yunanistan, Batı Almanya, Japonya, Avustralya ÇHÇ ile diplomatik ilişkilere girer.
22 yıldır Çin’i dışlamaya çalışan emperyalist güçler
şimdi Çin ile diplomatik ilişkiler kurma konusunda
yarış içine girer.
25 Ekim 1971’de, 26. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplanır. 26. Genel Kurul, Çin Halk
Cumhuriyeti’nin meşru konumunu kabul eder. Komintang kliğinin Birleşmiş Milletler örgütlenmele-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ÇKP 10. Parti Kongresi
24-28 Ağustos 1973’te Çin Komünist Partisi 10.
Kongre’si Pekin’de toplanır. Dokuzuncu Kongre’de
yapılan tüzük değişikliğine göre, Parti Kongreleri her
beş yılda bir toplanması öngörülür. Ancak 10. Kongre, 9. Kongre’den dört yıl sonra toplanır. Kongre’ye
28 milyon parti üyesini temsilen 1249 delege katılır.
Bu Kongre, Mao Zedung’un katıldığı son kongredir.
Kongrede, ‘Kültür Devrimi’nde Mao’nun yanında Çiang Çing’le birlikte ön saflarda yer alan Çang Çunçiao, Yao Wen Yüan ve Wang Hong Wen tarafından
hazırlanan siyasi raporu Çu En Lay okur.
Onuncu Kongre; Dokuzuncu Kongre’nin hem
politik hem de örgütsel çizgisini onaylar. 9. Parti
Kongresi’nin “sosyalizm şartları altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi” ve ‘Kültür Devrimleri’nin
gerekliliği ve ‘Kültür Devrimi’nin tam zamanında
yapılmış büyük bir siyasi devrim olduğu vb. tespitlerine sahip çıkılır. Fakat aynı zamanda, daha 9.
Parti Kongresi öncesinde Çen Bo Da ile birlikte 9.
Parti Kongresi’nin çizgisine karşı çıktığı iddia edilen
“parti düşmanı Lin Biao karşıdevrimci çetesi” mahkum edilir. 10. Parti Kongresi, aynı zamanda 9. Parti
Kongresi’nin çağın “emperyalizmin toptan çöküşe,
sosyalizmin topyekün zafere ilerlediği” yeni bir çağ
olduğu, Mao Zedung Düşüncesi’nin bu yeni çağın
Marksizmi olduğu tespitlerini, özeleştiri yapmadan
geri çeker. Bizzat Mao’dan alıntılarla; “Biz hâlâ emperyalizm ve proleter devrimi çağında yaşıyoruz.
Leninizm emperyalizm ve proleter devrimi çağının
Marksizmidir. Lenin’in ölümünden sonra dünya durumunda muazzam değişiklikler olmuştur. Fakat çağ
değişmemiştir, Leninizmin temel ilkeleri eskimemiştir ve bunlar hâlâ bizim düşüncelerimize yön veren
teorik temellerdir.” (ÇKP 10. Kongre Belgeleri, Almanca, s. 25) tespitlerini yapar.
10. Kongre, Merkez Komitesi’ne 195 asil ve 124 yedek üye seçer. ‘Kültür Devrimi’ sırasında kapitalist
yolcu olarak nitelendirilen ve partinin 9. Merkez Komitesi dışında kalan, Deng Siao-ping, Wang Jiaxiang,
Ulan Hu, Li Jing Quan, Tan Zhenlin ve Lio Chengzhi
yeni Merkez Komitesi’ne seçilir. 31 Ağustos 1973’te,
ÇKP 10. Merkez Komitesi tam katılımlı birinci toplantısını yapar. Mao Zedung başkan seçilir. Çu En
Lay, Wang Hong Wen, Kang Cheng, Ye Jian-ying ve Li
Desheng ÇKP Merkez Komitesi’nin başkan yardımcılıklarına seçilir. Çiang Çing, Çang Çunçiao, Yao Wen
Yüan ve Wang Hong Wen siyasi büroya seçilir. Daha
sonra ‘Dörtlü Çete’ olarak adlandırılanlar bunlardır.
✒
‘Kültür Devrimi’nde Devrilenler Tekrar Geri Dönüyor
Deng Siao-ping 1969’dan beri kırsal bir bölgede eşi ile birlikte bir traktör fabrikasında çalışırlar.
Deng Siao-ping, Mao Zedung’a mektuplar yazar. Lin
Biao’nun devrilmesi, taraftarlarına karşı kampanya
başlatılması sonucu kapitalist yolcular için uygun
bir ortamın çıkmasına yol açar. Mao’nun yeşil ışık
yakması sonucu, Çu En Lay ve Mareşal Ye Jian-yang,
Deng Siao-ping’in tekrar göreve çağrılması için kolları sıvarlar. 10 Mart 1973’te, ÇKP Merkez Komitesi, Deng Siao-ping’in kırdaki ev hapsinden alınarak
başbakan yardımcılığına atanmasına karar verir. Bu
kararın alınmasında Mao Zedung önemli rol oynar.
Böylece ‘Kültür Devrimi’nde “kapitalist yolda giden
iktidar sahipleri” içinde Liu Şao-çi’den sonra ikinci
sırada sayılan, Deng Siao-ping’in itibarı iade edilir.
Sonraki süreçte, daha önce görevlerinden alınan çok
sayıda “kapitalist yolcu” görevlerine geri döner.
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
rinden çıkarılması kararı alınır.
1974’te ÇHC Başbakan Yardımcısı Deng Siao-ping,
BM Genel Kurulu Özel Oturumunda ÇHC’nin dış
politikasını açıklayan bir konuşma yapar. Bu konuşma karşıdevrimci “Üç Dünya Teorisi’nin olgunlaşmış
tam bir formülasyonudur.
1960’lardan itibaren ‘Sovyetler’, Çin/Sovyet sınırı
boyunca çok sayıda askeri birlik yığar. Moğalistan
Halk Cumhuriyeti’ne askeri birlikler yerleştirir. Çin,
Sovyet tehditine karşı aynı zamanda savaş hazırlıkları yapar ve savaş sanayisini geliştirmeye çalışır.
1975’te Çin/Vietnam sınır anlaşmazlıkları başgösterir. Vietnam’da yaşayan Çin’liler sınırdışı edilir.
54
1974 Ve Sonrası
Ocak 1974’te Lin Biao ve Konfüçyüs öğretilerinden
hazırlanan bir broşür parti örgütlerine dağıtılır. Ardından Lin Biao ve Konfüçyüsçülüğe karşı ülke çapında bir eleştiri kampanyası başlatılır. Bu kampanya
sırasında ÇKP içindeki marksist-leninistlerin hedefi
Deng Siao-ping’tir. Ancak Deng Siao-ping sürekli
parti içerisinde yükselir. Aralık 1973 başlarında, ÇKP
MK İkinci Oturumu tarafından alınan bir kararla
Deng Siao-ping, Merkez Komitesi Siyasi Büro üyesi
olur. Ayrıca Deng Siao-ping’in Merkez Komitesi’nin
önderlik düzeyindeki çalışmalarına katılmasına da karar verilir. Bu karar aynı zamanda Merkez
Komitesi’ne bağlı Askeri Komisyon’un önderlik düzeyindeki çalışmalarına da katılacağı anlamına gelir. 5
Ocak 1975’de, Deng Siao-ping, Askeri Komisyon’un
başkan yardımcılığına ve Halk Kurtuluş Ordusu Genelkurmay Başkanlığı’na getirilir. Daha sonra Deng,
Parti Merkez Komitesi başkan yardımcılığına ve Parti
Merkez Komitesi Daimi Komitesi üyeliğine getirilir.
“Dörtlü Çete” olarak adlandırılanların mücadelesi
devam eder. Dördüncü Ulusal Halk Kongresi Ocak
1975’te Pekin’de toplanır. Ulusal Kongre, Çu En
Lay’ın başbakanlığı sürdürmesine, Deng Siao-ping,
Li Xian-nian, Hua Guo-feng ve diğer sekiz kişinin
başbakan yardımcılıklarına atanmasına karar verir.
Ulusal Kongre, dört modernleşmenin (tarım, sanayi,
ulusal savunma, bilim ve teknoloji) başarılması hedefini onaylar. Çu En Lay, hastalığı nedeniyle başbakanlık yapacak durumda değildir. Merkez Komitesi’nin
onayı ile Deng, Devlet Konseyi’nin günlük işlerini
yürütme görevine getirilir.
9 Şubat 1975’te, Halkın Günlüğü gazetesinde
Mao’nun “Proletarya Diktatörlüğü Teorisini İyi Bir
Şekilde Kavrayalım” başlıklı bir makalesi yayınlanır. “Dörtlü Çete”nin girişimleri sonucu Mao’nun
makalesi üzerine ülke çapında bir tartışma başlatılır.
Bu tartışmada Çu En Lay, Deng Siao-ping ve diğer
revizyonistler dar deneyci olarak damgalanır. Dar
deneyciliği eleştiren çok sayıda makale yayınlanır.
Revizyonistlere karşı yürütülen kampanyanın adı
“sağcı rüzgara karşı” kampanyadır. Burjuva kalelere
saldırı için yeniden kitleler seferber edilmeye çalışılır! Bu dönem ayrıca Mao’nun sağlığının iyi olmadığı
bir dönemdir. Mao konuşma ve yürüme zorluğu çekmektedir. Aktif olarak müdahale etme durumunda
değildir. Ancak buna rağmen Mao’nun Deng Siaoping hakkında kuşku ve endişeleri derinleşir. Deng,
birçok görevinden alınır.
8 Ocak 1976’da Çu En Lay ölür. Çu En Lay’ın ölümü ile Deng ve çevresindeki sağ/revizyonist kanat en
önemli koruyucusunu kaybeder. Çu En Lay’ın cenaze
töreninde Deng konuşur. Cenaze töreninden sonra
resmi anmanın sona erdiği ilan edilir. Deng’in cenaze
töreninde okuduğu metin basında yayınlanır. Bunun
dışında Çu En Lay’la ilgili başka makaleler basında
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yayınlanmaz. Bu durum revizyonistlerin hoşuna gitmez. Başta Deng olmak üzere kapitalist yolcular, Çu
En Lay’la ilgili basında makalelerin yayınlanmamasının arkasında “Dörtlü Çete” olduğunu düşünür.
Mao Zedung, revizyonistlerin yayınladığı ÇKP tarihine göre, 21 Ocak 1976’da yaptığı bir konuşmada,
Deng Siao-ping hakkında “Deng Siao-ping ile aramızdaki farklılıklar hâlâ halk içindeki çelişmelerdir,
düşman ile olduğu gibi ciddi çelişmeler değildir. Bu konuda daha sonra daha fazla görüş belirteceğim. Onun
çalışma alanı daraltılmalı, fakat çalışmaya devam
etmelidir” der. (bkz. ‘ÇKP Tarihi’, Cilt.1, Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 519) Ancak Deng Siao-ping’in
görevleri sınırlandırılmasına rağmen Politbüro’da
çalışmalarına devam eder.
Mao Zedung aynı zamanda Deng Siao-ping’ten
özeleştiri yapmasını talep eder. Deng’in yaptığı iki
özeleştiri Mao tarafından kabul görmez. Deng, üçünçü özeleştirisini yazar ve Mao ile görüşmek istediğini belirtir. Mao, Deng’in görüşme isteğini reddeder.
Mao, Deng’in özeleştirisinin yüzeysel olduğu görüşündedir. Partinin günlük işlerini yürütmek için
Deng Siao-ping dışında başka birileri aranır. Şubat
1976’da, ÇKP Merkez Komitesi Siyasi Bürosu o zamana kadar sağ ve sol fraksiyonlar üzeri bir görünüm
sergileyen, fazla öne çıkmamış olan Hua Guo Feng’i
vekaleten Başbakanlık görevine getirir.
Şubat 1976’da, ÇKP MK üyeleri, eyaletler, özerk
bölgeler ve askeri bölge komutanlıklarından davet
edilen sorumlu kişilerin katıldığı toplantılar yapılır.
Bu toplantılarda sağcı rüzgara karşı yürülen kampanyalar üzerine tartışılır. Mao Zedung’un kampanya ile
ilgili sözleri aktarılır. Bugünkü ‘ÇKP’li burjuvaların
aktardığına göre Mao Zedung şöyle der: “Sosyalist
devrim yapıyorsunuz, ancak burjuvazinin nerede olduğunu hâlâ bilmiyorsunuz. Onlar tam da, Komünist Partisi’nin içindedir. Kapitalist yolcular iktidarda
olanlardır. Kapitalist yolcular, hâlâ kapitalist yolda
ilerlemeye devam ediyor.” (age., s. 519) Bu sözlerin
Mao’ya ait olup olmadığını bilmiyoruz. Ama söylenenler doğru tespitlerdir. ‘ÇKP Tarihi’nin yazarları,
Mao’dan alıntılar yaparak, Mao’nun da yer yer ‘sol’da
durduğunu ve Mao’nun bu çıkışlarının kitlelerde karşılığını bulmadığını açıklıyorlar.
4 Nisan 1976’da, kapitalist yolcuların taraftarları
Tiananmen meydanında bir gösteri düzenler. Deng
Siao-ping, gösterilerle ilgisinin olmadığını söyler. Tiananmen meydanında göstericiler tarafından asılan
doviz, pankartlar vb. toplanır. Göstericilerle polis arasında çatışma yaşanır. 7 Nisan gecesi Mao Zedung’un
radyodan bütün ülkeye bir çağrısı yayınlanır. Çağrıda; Hua Guo-feng’in Parti Merkez Komitesi başkan yardımcılığına ve Devlet Konseyi başkanlığına
atandığı belirtilir. Çağrıda ayrıca; Deng Siao-ping’in
parti üyeliği devam etmekle birlikte, parti içindeki ve
dışındaki tüm görevlerinden uzaklaştırıldığı açıklanır. Mao bu açıklamasında “olaylar bizim ile düşman
arasındaki çelişmeler niteliğini kazanmıştır” der. (age.,
s. 521) Artık Çin’in bir numurası Hua Guo-feng’tir.
Hua Guo-feng, uzun yıllar Hunan eyaletinde çalışır. 1971’de Devlet Konseyi’ne alınır. Dokuzuncu ve
onuncu kongrelerde MK üyeliğine seçilir.
9 Eylül 1976’da Mao Zedung ölür. Mao’nun cenaze
töreninin örgütlenmesinde ipler daha sonra “Dörtlü
Çete” diye adlandırılanların elindedir. Mao’nun ölümü Pekin radyosu tarafından verilir. Mao’nun ölümü
Çin’de şok etkisi yaratır. Mao’nun eşi Çiang Çing’in
ÇKP başkanlığına getirilmesi talepleri dile getirilir.
Tabandan Politbüro’ya yönelik olarak Çiang Çing’in
parti başkanlığına getirilmesini isteyen bir mektup
kampanyası örgütlenir. Mao’nun ölümü revizyonistler için iyi bir ortamın oluşmasına neden olur.
Hua Guo-feng, Mao’nun ölümünden dört hafta
sonra Politbüro toplantısı için Vang Hong Ven, Çang
Çunçiao ve Yao Ven Yüan’ı çağırır. Aslında yapılan
bir komplodur. Plan önceden hazırlanmıştır. İlk gelen
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
Vang Hong Ven’dir. Vang, içeri girdiğinde, paravananın arkasından dört asker fırlar ve Vang’ı kıskıvrak
yakalar. Hua Guo-feng kısa bir metin okur. Okuduğu
metin şöyledir: “Parti önderliğini gasp etmek ve iktidarı ele geçirmek için boş bir çaba göstererek, partiye ve sosyalist ittifaka karşı faaliyetlerde bulundunuz.
Ağır bir suç işlediniz. Merkez, sorgulanmak üzere gözetim altına alınmanıza karar verdi.” (“Mao Zedung,
Bir Yaşam”, Philip Short, İthaki Yayınları, Ekim 2007
İstanbul, s. 561) Çang Çunçiao ve Yao Ven Yüan aynı
şekilde gözaltına alınır. Bir saat sonra Çiang Çing’de
konutunda gözaltına alınır. ‘Dörtlü Çete’nin tutuklanmasının ertesinde Şanghay’da bir silahlı isyan
meydana gelir. Bu isyan bastırılır. Parti Merkez Komitesi, 14 Ekim’de ‘Dörtlü Çete’nin devrildiğini açıklar. İki ay sonra Merkez Komitesi aldığı bir kararla,
Deng Siao-ping’in yeniden parti belgelerini inceleme
olanağını tanır. 1977’de itibarı iade edilir. 1978’de
ölümüne kadar Çin’in bir numurası olur.
‘Dörtlü Çete’ beş yıl sonra mahkeme önüne çıkarılır. Çiang Çing, Mao Zedung’un eşidir. 1938’de
Yenan’da Mao ile evlenmiştir. 1960’lardan itibaren
önemli siyasal rol oynamaya başlar. ‘Kültür Devrimi’
sırasında önemli görevler üstlenir. 1969’dan sonra
Politbüro üyesi olur. Mao’nun ölümünden dört hafta
sonra tutuklanır. 1981’de ölüm cezasına çarptırılır.
Ölüm cezası ömür boyu hapse çevrilir. 1991’de hapishanede intihar ettiği söylenir.
Vang Hong Ven, Şanghay’da tekstil fabrikasında
kadrodur. Ocak 1967’de Şanghay’da iktidarın ele geçirilmesi isyanına önderlik eder. 1973’te MK başkan
yardımcılığına getirilir. 1981’de ömür boyu hapse
mahkûm edilir. 1992’de karaciğer kanserinden yaşamını yitirir.
Çang Çun Çiao, Şanghay’da radikal propaganda
görevlisidir. ‘Kültür Devrimi’ Grup Başkan Yardımcısı ve Şanghay Devrimci Komitesi başkanı olur.
1969’da Politbüro üyesi olur. 1973’te Politbüro Daimi
Komitesi üyesi olur. 1981’de aldığı ölüm cezası ömür
boyu hapse çevrilir. 21 Nisan 2005’te kanserden ölür.
Yao Ven Yüan, edebiyat eleştirmeni ve gazetecidir.
Yao Ven Yüan, Vu Han’ın yazdığı oyunu ‘zehirli bir
ot’ olarak kınayan makalenin yazarıdır. 10 Kasım
1965’de Yao’nun yazdığı makale Şangay’da Venhuybao gazetesinde yayınlanır. 1969’da Politbüro üyesi
olur. 1981’de yirmiyıl hapse mahkûm edilir. 1996’da
şartlı olarak tahliye edilir. 2006’da yaşamını yitirir.
Sonuç
‘Dörtlü Çete’nin tasfiye edilmesiyle Çin’de kar-
şıdevrim bütünü ile hâkim hale gelir. ‘Kültür
Devrimi’nin en önemli özelliği, onun öncelikle Liu
Şao-çi ve Deng Siao-ping revizyonist kliğine karşı
muazzam bir sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğünün gerçekten bütün alanlarda kurulması için
siyasi bir devrimdir. Burjuvaziye karşı sosyalizm için
mücadeleyi daha tutarlı bir şekilde sürdürme çabasıdır. Proletarya ve burjuvazi arasında bir ölüm/kalım
sınıf mücadelesidir. Bundan dolayı ’Kültür Devrimi’,
devrimin demokratik aşamasından sosyalist aşamasına geçmek için bir girişimdir.
Çin ‘Kültür Devrimi’ hedefine varamadı. Burjuvazi ile proletarya arasındaki ölüm/kalım mücadelesini
sonuçta burjuvazi kazandı. Çin’de burjuvazinin var
olması sorun bile edilmedi. Parti içerisinde iki çizgi
mücadelesinin normal olduğu savunuları öne çıktı.
Ölüm kalım mücadelesinde burjuvazinin kazanmasının bir nedeni de, Mao Zedung ve Çin’li marksist-leninistlerin yaptığı hatalardır. 1973’te Deng
Siao-ping’i tekrar göreve çağıran Mao Zedung’un
kendisidir. ‘Kültür Devrimi’ Çu En Lay’a dokunmadı. Aslında Çu En Lay, revizyonistlerle marksist-leninistlerin arasını bulmaya çalışan bir sentristti. Pratik
onun revizyonistlere daha yakın olduğunu gösterdi.
‘Kültür Devrimi’ni kazasız atlatan bir revizyonist
de Ye Kian-ying’di. Ye Kian-ying, 1927’de ÇKP’ye
katılan milliyetçi bir subaydır. 1955’te Halk Kurtuluş Ordusu’nun on mareşalinden biridir. 1966’da
Politbüro’ya alınır. Mao’nun ölümünden sonra
“Dörtlü Çete”nin tutuklanmasında ve Deng Siaoping’in yükselmesinde Çu En Lay ile birlikte önemli
rol oynayan kişidir.
‘Kültür Devrimi‘ döneminde sınıf mücadelesi, sınıf
çelişmeleri devam ediyordu. ‘Kültür Devrimi‘ sonrasında da bu mücadele devam etti. Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadelede henüz kesin sonuç
alınmış değildi. Kapitalizme geri dönüş tehlikesi hâlâ
vardı. Mao’nun ölümü ve “Dörtlü Çete“nin tasfiye
edilmesiyle birlikte kapitalizme geri dönüldü.
Tüm hatalarına rağmen ‘Büyük Proleter Kültür
Devrimi‘ muazzam bir kitle hareketidir. Bu devrimin
etkileri bütün dünyaya yayıldı. ‘BPKD’nin ürünü olarak yeni komünist partiler ortaya çıktı. 1968 hareketi
de ‘Kültür Devrimi’nin bir yansımasıdır. 50. yılında
‘Kültür Devrimi’nin dağrularına sahip çıkmak, öğrenmek ve hataları aşmak marksist-leninistlerin görevidir. Biz bu temelde soruna yaklaşıyor ve ‘Kültür
Devrimi’nin doğruları temelinde mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğimizi açıklıyoruz.
Öncelikle bilinmesinde yarar olan en önemli nokta
başkanlık sistemi tartışmasını kimlerin hangi amaç
ile gündeme taşıdıklarıdır. Kendileri demokrat olmayanlardan demokrasinin uygulanmasını beklemek abesle iştigal eylemektir.
[Bir tartışmada o tartışmayı kimin gündeme
getirdiği değil, öncelikle neyin tartışıldığı önemlidir.]
Sanki bugünkü sistemle yönetemiyorlarmış da
birde başımıza başkanlık derdini sardılar! Buna da
“Türk Tipi Başkanlık” adını verdiler!
[Türkiye’de bugün var olan anayasal sistem
faşist midir? Evet! Peki Kuzey Kürdistan/Türkiye halklarının burjuva demokratik yönde bir
gelişmeden çıkarı var mıdır? Evet! Böyle bir gelişme
için yeni bir Anayasa gerekli midir? Evet! Yeni
Anayasa yapılırken yeni sistemin nasıl kurulacağı
konusunda tartışma gerekli midir? Evet! Burjuva demokratik sistem için tek geçerli olan parlamenter sistem midir? Hayır! Başkanlık sistemi
altında da burjuva demokrasisi olamaz mı? Hayır,
olabilir. İster başkanlık sistemi, ister parlamenter
sistem olsun burjuva demokrasisi burjuvazinin
diktatörlüğünün biçimleridir. O halde, yeni bir
Anayasa gerekli ise, bunun gerekliliği toplumun
serbest kürsü
D
ergimizin 180. sayısında “Yeni Anayasa, Başkanlık Sistemi Tartışmaları Üzerine Tavrımız”
başlıklı bir yazı yayınladık. İki okurumuz, “Türk
Tipi Başkanlık Sistemi Üzerine” başlıklı bir yazıyı
Yazı Kurulu’muza ilettiler. Okurlarımız yazılarında,
yazdığımız yazı hakkında eleştirilerini getirme yerine, RTE ve AKP’nin başkanlık sistemi hakkındaki
görüşlerini dile getiriyorlar. Okurlarımızın yazısına,
yazıları içinde notlar düştük/tavır takındık. Düz yazı
okurumuzun yazısı/tavrı, İtalik bold olarak parantez içinde yazdıklarımız Yazı Kurulu’nun görüşleridir. Bu tartışmayı önemli bulduğumuz için ve okurlarımızın da talebi doğrultusunda yayınlıyoruz. YDİ
ÇAĞRI Yazı Kurulu.)
✒
TÜRK TİPİ BAŞKANLIK
SİSTEMİ ÜZERİNE
çeşitli kesimleri adına konuşan partiler, sendikalar,
STÖ’ler vb. tarafından dile getiriliyorsa, Anayasa
konusunda bir tartışma ve sistem tartışması “neden
başkanlık sistemini başımıza dert” olarak sarılmış
oluyor.]
Demokrasi ile beslenmemişler, milli görüş
gömleğini sırtından atamamışlardan, dini inanç sömürüsünü hiçbir zaman elden bırakmayanlardan,
tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek lider sevdalıların
demokrasi türemez. Türese türese faşizmin türleri
türer. Bunların en iyi becerdikleri iş, demokrasinin
ırzına geçme işidir. Yalandır, demogojidir ve talandır.
Ölümden beslenmedir.
[Burada sözü edilen resmi çizilen “bunlar“
aslında AKP‘den başka kimse değildir. Hedef bir
bütün olarak egemenler değil, AKP‘dir. Bu yanlış
bir yaklaşımdır.
Bu tartışma aslında yine AKP faşist parti midir,
tartışmasıdır. Bunu hemen her yazıda yeniden gündeme getirmek hiç iyi bir yöntem degil. Biz bu sorunu daha önce okurumuzla tartıştık. Ve bir sonuca
vardık. Şimdi hep yeniden tekrar tekrar karşımıza
daha önce red ettiğimiz şey çıkıyor. Yöntem olarak
olacak iş değil bu.
İçeriğe gelince: Burjuva demokrasisi faşizmden,
fasist baskılardan ari bir şey degildir. Yani kendileri gerici burjuva demokrat olanlar da gerektiğinde
faşist baskılarla gider kendine karşı olanların üzerine. Faşizm sadece açık faşistlerin “kendisi demokrat olmayanların“ işi degildir. Bunu da tartışa
tartışa dilimizde tüy bitti.
Kaldı ki bu tartışmada takındığımız tavır “demokrasiden beslenmemişler“ vb.den demokrasi beklemek anlamına gelen bir tavır değildir.]
Başkanlık sistemini gündeme kim taşıyor?
Başkanlık sistemini gündemimize taşıyan AKP/
özellikle RTE 2002’den günümüze yaptığı tüm
icraatlarıyla demokrasiden nasibini almamışların
eylemleridir. Yaptıkları yapacaklarının teminatı
57
✒
serbest kürsü
58
olarak ele alındığında; bugün parlamentonun faşist
diktatörlüğün maskesi olduğu T.C.’ de “Türk tipi
başkanlık” istemeleri tek bireye dayalı eski sultanlık
özleminin günümüzdeki yansıması Hitler tipi faşist
diktatörlükten farklı bir şey değildir, olamazda.
[Önce Türk tipi başkanlık sistemi: Dünyada bir tek
tip başkanlık sistemi yok. Birçok ülkede başkanlık
sistemleri, o ülkenin tarihi gelişmesine, özelliklerine göre değisik biçimlerde var. Bu anlamda evet
Kuzey Kürdistan/Türkiye‘de bizim savunacağımız
başkanlık sistemi ülkelerimizin özelliklerini de dikkate alan bir sistem olmalıdır.
Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmasında biz
nasıl bir başkanlık sisteminin bizim açımızdan
olması gerektiğini tartışmalıyız. Gerisi içi bos ajitasyondur.
İkincisi AKP‘nin 2002‘den bu yana “tüm
icraatları“nın “demokrasiden nasibini almamışların
eylemleri“ oldugunu söylemek de gerçek dışı bir
genellemedir. Bu bağlamda AKP, KK/T‘de askeri vesayetçi bürokrat burjuva faşist devletin, gerici
burjuva demokrasisine dönüştürülmesi yönünde
atılmış olan adımlar konusunda diğer burjuva partilerinden önde olan bir partidir.
Üçüncüsü başkanlık sistemi aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye’de vardı. Önce ebedi şef, Kemal
başkandı. Ardından milli şef İnönü başkanlık yaptı.
Parlamento onların iki dudağı arasından çıkanı
yerine getiren bir süstü esasta. 1960 darbesinden
sonra defakto Gürsel başkandı. 12 Eylül’den sonra
Evren başkandı. Sonraki dönemde bürokrat burjuvazinin vesayetinden kurtulmak icin başkanlık si-
stemi tartışması Özal tarafından dillendirildi.
Sonra, Demirel cumhurbaşkanlığı döneminde
başkanlık sistemi dedi.
Yani ilk kez AKP getirmiyor bu tartışmayı gündeme. Sorunun böyle konmasının gerçeklerle ilgisi
yok. Fakat anti AKP cephesinin yarattığı algı ile ilgisi çok.
AKP’nin “Türk tipi başkanlık” sistemi, bizim istediğimizden çok değişiktir. Ve fakat onun istediği
sistemin de “Hitler tipi faşist diktatörlük” olacağı
tespiti, abartılı ve aslında Hitler faşizmini aklayan,
onu olduğundan iyi gösteren bir tespittir. ]
Bugün (2016) seçilmiş bir parlamentonun bile
görevinin sıfırlandığı bir ülkedeyiz. Ülke sınırlarının
bir bölgesinde savaş var. Her savaşta olduğu gibi yüzbinler yerinden yurdundan oldu. Kürtlere karşı T.C.
devleti tüm kin ve hışmıyla saldırmakta, yıkmakta,
yakmaktadır. Gözü dönmüş Kürt düşmanlığıyla
insanların ölülerini defnetmesine bile imkan
verilmemektedir. Bodrumlara sığınanlar toplu
katledilmektedir. Öldürülen canlar, direnenlere göz
dağı olsun diye savaş araçlarının arkasına bağlanarak
yerlerde sürülmektedir. Ölü kadınların çıplak cesetleriyle pozlar verildiğini sağır sultan bile duydu! Çocuklar ölmesin maç seyredebilsin diyenlere
cezaların yağdığı, barış isteyenlerin işinden gücünden olduğu, soruşturma ve kovuşturmaya uğradığı
bir ülkede demokrasi sahtekârlıkları başkanlığı
tartışalım diyor! Onların gündemi bizim gündemimiz olmalı mı?
[Türkiye’de parlamentonun görevi sıfırlanmış
değildir. Yasalar hâlâ bu parlamentoda yapılıyor.
serbest kürsü
savaşını Türk hakim sınıfları –aslında tabii o da
değil, yalnızca AKP! ve Erdoğan – çıkarmış gibi
davranmak, bize yakışmıyor! Evet bütün burjuva
devletler gibi T.C. ve onun andaki yöneticisi AKP’de
bu savaştan kârlı çıkmak için elinden geleni yaptı
yapıyor. Bunda şaşacak bir şey de yok.
“Yurtta Sulh/Cihanda Sulh” diyenler zamanında
bastırıldı. Şeyh Sait ve bir dizi Kürt isyanı, Kürdistan bunlar döneminde çıkarıldı Kürdistan olmaktan, “Kart Kurt”u bunlar uydurdular. Dersim
bunlar zamanında bombalandı, Hatay bunlar
zamanında ülke topraklarına katıldı. Yani Yurtta Sulh/Cihanda Sulh, her zaman gerektiğinde ve
fırsat bulduğunda savaş anlamında kullanılan hoş
ama boş bir laftı. Bugün de bu konuda değişen bir
şey yok. Yani egemenlerin siyaseti “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’tan, “Yurt’ta Savaş, Dünyada Savaş”a
evrimlenmedi. Ajitasyon ateşi içinde kendimizi kaybetmeyelim!]
Nerdeyse burjuva anlamda kuvvetler ayrılığının
çöpe atıldığı, RTE’nin dediğinin tersinin yapılmadığı
bir faşist diktatörlükte seçilecek bir başkanın bugünkü
sultandan daha farklı hangi yetkilerle donatılacağı
sorusu ile sorunun içeriğine dalabiliriz.
Amacımız onların “Türk tipi başkanlığını”
tartışmanın ötesinde bunu tartışanlara bazı gerçekleri
göstermek ve bu konudaki her türlü ikiyüzlülüğünü
teşhir etmektir.
[Burjuva anlamda kuvvetler ayrılığı Türkiye’de
AKP iktidar olana dek, ordu/MGK son çözümlemede
belirler şeklinde idi. Şimdi buradan uzaklaşma var.
Ama fazla da değil bu uzaklaşma.
Bunun ötesinde tartışmayı AKP’nin istediğinin ne
olduğunun teşhiri ile sınırlandırmak da yanlıştır.
Bu bağlamda önemli olan bizim ne istediğimizdir.
Bunun ötesinde tartışmada sadece AKP’nin teşhiri
yetmez. Bu tartışmada diğer egemen sınıf partileri
de teşhir edilmelidir.Yoksa biz bu tartışmada anti
AKP cephesinin bir unsuru durumuna düşeriz.]
Bugün “Türk tipi başkanlığın” en ateşli savunucuları
AKP’de yuvalanmışlardır. En başta “kendim için
istemiyorum” (yan cebime koy) diyen partinin doğal
ve daimi lideri Recep Tayyip Erdoğan’ (RTE)dır.
Ona göre:
“Bu istikrarı getirecektir. Benim bir de belediye başkanlığı sürecim var. Türkiye şu an da adeta
ayaklarına pranga vurulmuş bir idari sistemle yürütülüyor. Böyle bir şeyle ülkeyi sıçratmak mümkün değil.”
(“Ne istedin de vermedik” misali hangi sıçrama ve
✒
Bu açıdan Türkiye’deki andaki parlamentonun batıdaki parlamentolardan farkı, onun belli
yasaları –örneğin Anayasa’nın ilk dört maddesini–
değiştirme hakkının olmaması; 1982 Anayasa’sının
faşist özüne şeklen de olsa uymak zorunda olmasıdır.
Bu işin sıfırlanma yanı ileilgili olanı.
Evet savaş var! Ve her savaşta olduğu gibi
barbarlık var bu savaşta! Ve evet sistem hâlâ faşist.
İyi de faşizmin olduğu bir ülkede, burjuva demokrasisi için mücadele etme görevi yok mu? Bir burjuva
demokrat Anayasa, burjuva demokrat yasalar için
mücadele etme görevi yok mu? Bizim gündemimizde
bu mücadele yok mu? Bizim bu tartışmayı gündeme
getirme, orada komünist tavır takınma görevimiz
yok mu? Bunu yaparsak “onların gündemi bizim
gündemimiz mi” oluyor? Ajitasyonu bırakalım. Bizim birbirimize ajitasyon yapmamıza gerek yok! Biraz soğukkanlı, bilimsel tavır takınalım.
Tabii ki, bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bütün sorunların köklü çözümü devrimdedir deyip geçebiliriz.
Faşizm devrimle yıkılır ve yıkılacaktır deyip, burjuva demokrasisi için mücadeleye burun kıvırabiliriz.
Fakat bu yanlış olur.]
Ölümün kusulduğu, öldürmenin sevinç ve mutluluk olarak algılandığı, işkencenin her türlüsünün
uygulandığı gerçeklerin öldüğü Kuzey Kürdistan’daki
bu savaş ortamında, savaşın güçlü olanı ama haklı
olmayanının bizi gündemine çekmesine ne demeliyiz?
[Demek ki ne imiş? Bugün yürüyen yeni Anayasa tartışmasında, ona bağlı olan başkanlık
tartışmasında tavır takınmak, –takınılan tavrın
içeriğinden bağımsız– AKP/Erdoğan’ın “bizi gündemine çekme”si anlamına gelirmiş! Buradan çıkacak
sonuç aslında “biz bu tartışmada yokuz” şeklinde
bir tavır olabilir ancak. Bu da aslında reform için
mücadelede biz yokuz demek anlamına gelir. Bu
tavır çok sol görünümlü olsa da gerçekte sağ, yanlış
bir tavırdır.]
Bölgesel güç olma amelleri için halkları birbirine
kırdırmak amacıyla kışkırttıkları, Suriye savaşına
dalma arzuları ile salyalarını akıtanların gündemine
ne demeliyiz? Tabulaştırdıkları “yurtta sulh, cihanda
sulh” söylemlerinin “yurtta savaş, cihanda savaş”a
evrimlendiği gerçeğine ne diyeceğiz! İşlerin içerde ve
dışarda iyi gitmediğine mi yorumlayacağız!
[Suriye’deki savaşı “bunlar” kışkırtıp, başlatmadı!
Halkın bir bölümü artık yeter deyip ayaklandı!
Hâlâ bu gerçek yokmuş gibi davranmak, Suriye
59
✒
serbest kürsü
60
hamlene engel olundu? Tüm ülke ile belediye aynı şey
mi? BN) (Alıntı İnternet)
[Şimdi burada 2007 öncesi durumla, sonrasını
birbirinden kalın bir çizgiyle ayırmak gerek. 2007’ye
kadar AKP hükümet, ama iktidar değildi. Parlamento da AKP çoğunluğunun çıkardığı yasalar
cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne
götürülüyor, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyordu. AKP hükümetinin çıkardığı kararnameler de Danıştay tarafından durduruluyordu.
Vs.
2007’de, Anayasa Mahkemesi’nin hokkabaz kararı
ile AKP’nin cumhurbaşkanı seçmesi engellendi.
2011’de halk oylaması ile yapılan Anayasa
değişikliği ile cumhurbaşkanın halk tarafından
seçilmesi Anayasa hükmü haline geldi. Bu yeni bir
durum çıkardı ortaya. Halk tarafından seçilen bir
yasama meclisi/1982 Anayasa’sında olağanüstü
yetkilerle donatılan ve şimdi yine halk tarafından
seçilen, Anayasa’da “yürütmenin başı” olduğu yazan cumhurbaşkanı. Bu komik durum evet parlamento çoğunluğunun cumhurbaşkanı ile çatıştığı
noktada sistemi kilitler. Bunu aşmanı iki yolu vardır.
Ya gerçek anlamda, cumhurbaşkanının görevlerinin
aslında sembolik olduğu parlamenter sistemle, ya
da başkanlık sistemi ile.]
”Güçlü liderlik gerekiyor. Güçlü lider olabilmeniz
içinde çoklu yaklaşım anlayışının olmaması gerekiyor. Rahat karar vermek, karar sürecini hızlandırmak,
istikrarı yakalamak gerekir” (Tek adam! Tek lider!
Kime özenildiğinin emareleri -BN) (Alıntı İnternet)
[Kime özeniliyor acaba? Mustafa Kemal, İnönü
filan olmasın?]
”Biz olaya farklı bakıyoruz. Kendi geleneklerimizden
göreneklerimizden gelen bir geçmişimiz var. Şahsımla
alakalı bir beklentim yok. Tek derdim, ülkem çok çabuk
sıçramalı. Sistemi gözden geçirdiğimizde karşımıza
şu andaki parlamenter sistemle bu yürümez.” (Gelenek dediğin Kemalist dönem değilse halkın kul
görüldüğü Osmanlı Sultanlığı! Şahsıyla alakalı
değilmiş! Yan cebe iliştir! Yürümez dediğinizle bizleri 14 yıl oyaladınız demek! BN) (Alıntı, 01.06.2016,
Hürriyet)
[Aslında Türkiye’de şimdiye kadar gelmiş iktidarlar içinde göğsünü gere gere ben gücümü halk oyundan alıyorum diyebilecek tek iktidar AKP iktidarı.
Durum biz bunu iyi bulsak da bulmasak da böyle.
Kul görmüyor AKP halkı! Halka Kemalistler gibi
tepeden bakmıyor. Bu yüzden de halkın önemli
bölümü onda kendinin temsil edildiğini sanıyor.
Öyle duyumsuyor! Bu adamın sultanlık kurmak
istediğini boş ajitasyonla ispat edemeyiz. Eğer doğru
teşhir etmek istiyorsak, gerçekten burjuva demokrat
bir sistemin nasıl olabileceğini ortaya koyup, bu
temelde teşhir etmemiz gerekir.]
”Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey
yok. Şuan zaten dünyada bunun örneği var geçmişten
buyana da var. Yani Hitler Almanyası’na baktığınızda
orada da bunu görürsünüz. Daha sonra değişik ülkelerde bunun örneğini görürsünüz“ (Dil sürçmesi değil,
zikrin tezahürü, özenilen liderlik! BN) (Alıntı, Zaman, 31.12.2015)
[Burada tartışılan bağıntı şu: AKP’den daha faşist
olanlar AKP’ye onun başkanlık sistemini “üniter
devlet” i dağıtmak, Türkiye’yi adeta bağımsız eyaletlere bölmek için istediği eleştirisini getiriyorlar.
Buna karşı savunmada üniter devlet ile başkanlık
sisteminin birbirini dışlamadığı söyleniyor. Bağıntı
bu. Verilen Hitler Almanya’sı örneği bu bağıntı
içinde verilen aptalca bir örnek. Fakat tabii bu aptalca örnek “içtekinin dışa vurumu” oluyor. Burada tartışılan niyettir. Bizim böyle tartışmalara bu
biçimde katılmamız doğru değil.]
“Başkanlık sistemi bu milletin tarihinde bulunan,
fiili uygulaması bulunan bir yönetim tarzıdır” (Evet
Osmanlı sultanları fiilen yüzlerce yıl uyguladı, sonu
hüsran oldu! İsteğin bu kadar açık ifadesi olamaz!
BN)
[Burada da yine niyeti tartışıyor okurumuz:
Erdoğan sultan olmak istiyor. Bir türlü onun
başkanlık sistemi istediği –tabii kendi başkanlığında,
bugünkü şartlarda da başkası görünmüyor ufukta–
kabul edilemiyor. Ayrıca fiili olarak “bu milletin
tarihinde uygulaması bulunan başkanlık sistemi”
Osmanlı sultanlığı değildir. Başkanlık sisteminde
başkan halk tarafından seçilir. Bir aile içinde
babadan en büyük oğula kalan bir sistem değildir
başkanlık sistemi. Bizde “fiili uygulaması” Kemal
döneminde olmuştur. İnönü döneminde olmuştur.
Milli Birlik Komitesi döneminde olmuştur. 12 Eylül
döneminde olmuştur. Fiili olarak, çünkü bu dönemlerin hiçbirinde “başkan”lık, ebedi şef, milli şef,
Milli Birlik Komitesi başkanı, MGK başkanı olarak
görev yapanlar gerçek bir halk oylaması ile işbaşına
gelmemiştir. Aslında şimdiki sistem de 2014’den
bu yana aslında bir çeşit başkanlık sistemidir.
Farkı, başkanın olağanüstü yetkilerle donatılmış
Cumhurbaşkanı sıfatıyla halk tarafından seçilmiş
serbest kürsü
bu da başkanlık sistemidir” (Milli Görüş gömleği de
dar geliyordu! Yakışacak en iyi gömlek henüz biçilmedi! BN) (Alıntı, 31.03.2015, sputniknews.com/
Avrupa)
[Yine ille de eleştirmek için eleştirme tavrı. Burada
gerçek ve doğru bir eleştiri, ancak hayır, Türkiye’ye
yakışacak gömlek başkanlık sistemi değildir, şu
şu gerekçelerle biçiminde, ya da sizin istediğiniz
başkanlık sistemi şu şu gerekçelerle yanlıştır, bizim
istediğimiz başkanlık sistemi şöyle olmalıdır biçiminde olur. Üst tarafı boş anti Tayyip ajitasyonudur.]
“Mesele bitmiştir. Bu değişim, kaçınılmaz. Yeni
Türkiye’nin inşası, kaçınılmaz. Yeni Anayasa,
kaçınılmaz. Başkanlık sistemi, inşallah kaçınılmaz.
Bunların hepsi de olacak.“ (İnşallah-maşallah hepsi
adım adım oluyor, ama nedense olan hep halka oluyor! BN) (Alıntı, 14.03.2015, Sputniknews.com)
[İster andaki sistem, ister işleyen bir parlamenter
sistem, ister denetim ve dengelerin sağlanmış
olduğu bir başkanlık sistemi olsun, burjuvazinin
egemen olduğu her sistemde “olan nedense hep halka“ olur. Sadece Tayyip sisteminde değil! Yazının
tümünün temel sorunu da zaten bu. Devlet, burjuvazinin iktidarı değil hedefte olan, yalnızca
“sultanlık kurmak isteyen!” Tayyip.]
”Başbakan Erdoğan, “Dışarıdan bakanlar ‘326 milletvekiliniz var yine mi bahane’ diyorlar; ama kuvvetler
ayrılığı var ya geliyor önümüze dikiliyor.” (Ağızdaki
bakla çıkarılıyor! Dert her alana hâkim olma! BN)
(Alıntı, 17.12.2012, Cihan haber)
[Evet Erdoğan bunu söylediği dönemde AKP
hükümetti, ama tek başına iktidar değildi. Birincisi iktidarı sonradan kanlı bıçaklı olduğu Gülen
cemaati ile paylaşıyordu. Bunun yanında özellikle
yüksek yargıda hâlâ Kemalistlerin etkinliği vardı.
Çıkarılan yasaların AYM’den geri dönmesi, kararnamelerin iptali vb. hâlâ söz konusuydu. Ve tabii ki
her siyasi iktidar gibi, AKP iktidarı da her alanda
hâkim olmak istiyordu. Bu yalnızca AKP iktidarı
için değil, iktidar olan her siyasi güç için (bu arada
proletarya diktatörlüğü için de) geçerli bir durumdur. Bunun “ağızdaki baklanın çıkarılması” olarak
adlandırılması eleştirisi ilginç bir eleştiridir. Sorun iktidarda her alanda egemen olmak isteğinde
ve bunun ifadesinde değil, bu her alanda egemen olma işinin her dönemde halk desteğine
dayanılarak yapılıp, yapılmadığı, her alanda
egemen olunduğunda da azınlığın haklarının garantiye alınıp alınmadığıdır. Bu konuda AKP’nin,
✒
olmasıdır. Aslında soruna kişisel iktidar açısından
yaklaşıldığında RTE’nin ille de başkanlık sistemine
geçmeye ihtiyacı yoktur. Anda zaten fiilen başkandır.
Erdoğan ve AKP, Erdoğan sonrası için de geçerli
olacak yeni bir sistem yerleştirmek için istiyorlar
bunu.]
“Türkiye’nin kendi yönetim sistemini kendi
ihtiyaçlarına göre belirlemeye ihtiyacı var. Başkanlık
sisteminin altının nasıl doldurulacağına milletçe hep
beraber karar vereceğiz” (Daha içini dolduramamışlar
nabza göre şerbet sunacaklar! BN) (06.01.2016, BBC)
[Buradaki eleştiri de adeta eleştirmek için yapılan
zorlama bir eleştiridir ve yazının bütününde egemen olan Erdoğan=diktatör=Hitler değerlendirmesi
açısından da tutarsızdır. Türkiye’nin bugünkü yönetim sistemi tıkanmış mıdır? Yeni bir Anayasa’ya ihtiyaç var mıdır? Bu sorulara, hayır tıkanmamıştır,
sistem gayet iyidir, bu kalsın vs. biçiminde cevap
veren yok. En azından lafta bütün siyasi güçler
yeni bir Anayasa’nın gerekliliğinde hemfikir. Eğer
yeni Anayasa yapılacaksa “Türkiye’nin kendi yönetim sistemini kendi ihtiyaçlarına göre belirleme”si
gerektiğini söylemenin neresi yanlış? ABD’nin,
Rusya’nın, İngiltere’nin, Çin’in vs.nin ihtiyaçlarına
göre belirlenmeyecek herhalde sistem! Artı: Eğer
yeni bir Anayasa’ya ve sisteme ihtiyaç varsa, bunun
tartışılmasını istemenin; yeni sistemin başkanlık
sistemi olması gerektiğini söyleyenlerin bu “sistemin altının nasıl doldurulacağına hep birlikte milletçe karar vermek”ten söz etmesinin neresi yanlış?
Kim karar verecek? Bunun referandum dışında
daha demokratik bir yöntemi var mı? Ve evet
tartışma içinde kimi önerilerin geri çekilmesi vb.
neden “nabza göre şerbet” vermek olacak? Bir yandan her şeyi tekbaşına belirleyen Hitlervari bir diktatörden söz etmek, sonra da fakat “nasıl olacağına
milletçe birlikte karar vereceğiz’ demekten yakınmak tutarsız bir tavırdır. Yapılması gereken onlar
madem “millet iradesi” diyorlar, o millet iradesinin
bizim istediğimiz yönde etkilenmesidir. Etkileyemiyorsak fakat evet yakınacağımıza, neden etkileyemediğimiz konusunda düşünmeliyiz. Sorun sadece
silahların/araçların dengesizliğinde yatmıyor. Aynı
zamanda bütün sola hakim olan, bizde de yansımasını bulan “cahil halk” oyuna güvenmemekte, çareyi
devrim adına darbelerde görmekte yatıyor.]
“Artık Türkiye bir değişimin, dönüşümün içerisinde.
Şu anda bize giydiğimiz gömlek dar geliyor. Bize bundan
sonra yakışacak gömlek, yeni bir idari yapılanmadır,
61
✒
serbest kürsü
62
Türkiye’deki kendinden önceki hükümetlerden farkı
yoktur.]
Türk Tipi Başkanlık’ın ne demek olduğunu özetleyen AKP’nin TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı
Prof. Dr. Mustafa Şentop’ta bir söyleşide şunları
sıralar:
“İlk defa devleti, millet adına düzenleyen bir metin olarak Anayasa yapılması fırsatı var önümüzde.”
(Devleti parti adına düzenledik dese daha az demogojik olur! Ya 14 yıldır tepiştiğiniz/talan ve soygun kararları çıkardığınız meclis/parlamento da
hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir yazmıyor mu?
Uygulamayı millet eliyle hükümet yapar yazmıyor
mu? Devleti millet adına değil, kendi çıkarlarınız,
talanınız için partiniz için yeniden düzenlemediniz! Diğerlerinden 14 yıl önce devir aldığınız görevi
bugüne kadar ifa eden siz değil misiniz! BN)
[Bu bağlamda: T.C. kurulduktan sonra üç Anayasa vardır. 1924 Anayasa’sı; 1961 Anayasa’sı ve
1982 Anayasa’sı. Bunlarda zaman içinde birçok
değişiklik yapılmış olmasına rağmen özleri hep aynı
kalmıştır. Herbirinin içinde belli demokratik haklar
da yer almasına rağmen özde monist, Türkçü/ırkçı
ve faşist! Bunların bir başka ortak özelliği, askersivil bürokrat elit tarafından siparişle yazdırılıp,
halka dayatılmış olmasıdır. 1982 Anayasası’nın
1924 ve 1961 Anayasa’sından farkı, bunun halk
oyuna sunulmuş olmasıdır. Orda da fakat bu halk
oylamasının hangi şartlarda yapıldığı bilinmelidir.
Halk oylaması öncesinde sunulan Anayasa taslağına
hayır denmesi propagandası yasaktır. Gizli oy-açık
sayım ilkesi pratikte yoktur. Hayır oyu verenlerin
isimlerinin tespiti mümkündür. Yasama/yürütme ve
yargılama görevlerini tekelinde toplamış beş kişilik
cuntanın seçimler yapıp, idareyi sivil bir yönetime
devretmesi Anayasa’nın, bu arada cunta şefinin
yedi yıllığına Cumhurbaşkanı seçilmesinin, cunta
şeflerinin sonradan yargı önüne çıkartılmasının
anayasal olarak imkansız kılınmasının onayı
şartına bağlanmıştır. %93’lük onay bu şartlarda
sağlanan bir onaydır.
Yani kısacası evet eğer şimdi yeni bir Anayasa
yapılabilirse, bu T.C. tarafından ilk kez seçilmişler
tarafından yapılan ve halk oyuna sunulan bir
Anayasa olacaktır. Olgu budur. Bu Anayasa evet
bugünkü şartlarda bizim istediğimiz bir Anayasa
olmayacaktır. Fakat bu söz konusu Anayasa’nın
öncekilere göre çok daha fazla demokratik
meşruiyete dayanan bir Anayasa olacağı gerçeğini
değiştirmez.]
“Parlamenter sistemle parlamentoyu özdeşleştiriyor.
Parlamento sadece parlamenter sistemde var.
Başkanlık sistemi derseniz, başkanlık sisteminde parlamento yok zannediyor.” (Sizde partinizle özdeşleştir
miyormusunuz? Parlamento kölelik sisteminde de
vardı! Mesele kimin çıkarlarını temsil ettiğindedir?
BN)
[Birkez daha sömürücülerin egemen olduğu bir
sistemde parlamento her zaman geneli itibarıyla sömürücü sınıfların çıkarını temsil eder. Yalnızca AKP
iktidarında böyle değildir durum. Ayrıca burada
Şentop’un söylediğinde yanlış bir şey de yoktur. Gerçekten de yürüyen tartışmada başkanlık sistemine
karşı çıkanların bir bölümü, açıkça başkanlık sisteminde parlamentonun işlevi ortadan kalkacaktır
vb. gerekçelerini ileri sürmekte, bir bölümü hatta,
başkanlık sisteminde parlamento yoktur diyebilmektedir.]
“İkisi arasındaki fark parlamentodan değil, hükümet
sisteminden, yürütmeden kaynaklanan bir farktır.”
(Derdiniz yürütmenin önündeki tüm engelleri/denetimi kaldırmak mı? Gerçi bugüne kadar yapılan hep
yapanın yanına kar kalmıştır! Hesabı sorulmamıştır!
BN)
[Dertlerinin ne olduğu konusundaki spekülasyonu bırakıp, bizim istediğimizin ne olduğunu ortaya koyup, bunun üzerinden somut eleştirmek çok
daha yararlı ve doğru olur. Doğru bir başkanlık
sisteminde “yürütmenin önündeki tüm engeller”
kalkmaz.]
“Bu bakımdan Başkanlık sistemi tartışması AK
Parti’ye veya Tayyip Erdoğan’a mahsus bir tartışma
değil. Türkiye’de aşağı yukarı bir 40-50 yıldır tartışılan
bir konu. Bu da parlamenter sistemin Türkiye’de bir
türlü işlememesinden, yerleşmemesinden kaynaklanan
bir durumdur.” (Evet, burjuva demokrasi geleneğinin
eksikliğinin geçmişi 1923’lere kadar uzar! Ama nedense var olan parlamenter sistemi (demokrasi maskesini) işletenler, emekçilerin çıkarlarını ayaklar altına
alanlar aksayan yanın sorumlusu olarak hep hasmını
görüp göstermiştir! Sonuçta hepsi pürü paktır! BN)
“Türkiye’de Başkanlık sisteminin, parlamenter
sistemin çıkmazından kaynaklandığının Parlamenter
sistemde tek bir seçim yapılır ve sadece yasama
organı seçilir. Yürütme organı meşruiyetini yasama
organından, yasama organı meşruiyetini halktan alır.”
(Sorun kimin hangi yetki ile donatıldığında değil,
hangi çıkarların temsil ettiğindedir! Halka düşmanlar,
serbest kürsü
söylemek mümkün. Dolayısıyla parlamenter sistem
yerine başkanlık sistemine geçildiğinde birçok sorunla ilgili Türkiye’nin daha çözüm bulucu imkanlara
sahip olacağını söyleyebiliriz.” (Ne yapmak istediniz,
hangi yasayı çıkarmak istediniz de kontrolünüzdeki
parlamento, elinizdeki ortaksız hükümetiniz engel
oldu! Güldürmeyin! Söylediklerinize kendiniz bile
inanmıyorsunuz! BN)
[Yine aynı hikaye! Ne yapmak istediniz de
yapamadınız! Sorun bu değil ki. AKP sistem
değişikliğini halka dayalı olarak anayasal hak
haline getirmek istiyor. Kurmak istedikleri ikinci
cumhuriyettir! Biz aslında halk cumhuriyeti, halk
iktidarı kurulmasını istiyoruz. Bu ancak devrimle gerçekleşebilecek bir iştir. Bugünkü şartlarda
devrim ne yazık ki hâlâ kısa vadeli bir hedef olarak
gündemde değil. Tabii halk adına halksız devrim
yapmak gibi bir düşüncemiz yoksa! Biz devrim kısa
vadeli bir hedef olarak gündemde olmasa bile, onun
propagandası ve hazırlığını esas işimiz olarak kavrar bunu yaparız. Bunun yanında fakat işçi sınıfı
ve emekçi halkların andaki yaşama ve mücadele
şartlarını iyileştirmek amacıyla reformlar için de
mücadele ederiz. Bu bağlamda faşizme karşı gerici
de olsa burjuva demokrasisi için mücadele, işçi sınıfı
ve emekçiler açısından, onların yaşama ve mücadele şartlarının iyileştirilmesi açısından, onların
devrime bir adım yaklaştırılması açısından gerekli
ve önemlidir. Bugün bizim dışımızda yürüyen sistem
tartışmasında biz faşizmden gerici burjuva demokrasisine geçiş yönünde tavır takınırız, bunun gerçek
kurtuluş olmadığını anlatmayı da bir an unutmadan
yaparız bunu.]
“Bir hükümet sistemini bu ülkede parlamenter
sistem olarak dayatmanın Türkiye’nin birçok sorunuyla ilgili alternatiflerini, çözüm yollarını kapattığını,
tıkadığını söylemek mümkün.” (Tıkanan ne! Hangi
talanın, soygunun, rüşvetin, faşist zulmün, ölümlerin
hesabını verdiniz! 14 yıldır kullandığınız sistem size
hangi somut engeli çıkardı! BN)
“Ama başkanlık sistemi elbette her derdin çaresi
değildir… Fakat sorunları çözme yolunda Türkiye’nin
elini güçlendirecektir.” ( Ha şöyle, çare sizde değil,
size mevcut imkânları sunanlarda! Güçlendirmek
istediğiniz el RTE’nin elidir! Daha fazla hırsızlık yapabilsin, daha fazla zulüm uygulayabilsin, daha fazla
öldürme emri verebilsin vb. içindir! BN)
[Güçlendirmek istedikleri yalnızca “RTE”nin eli
değil. RTE ve saray sorunu değil sorun. Güçlendirmek
✒
halkı savundukları yalanına hep sarılırlar! BN)
[Sorun sistem tartışmasında tabii ki parlamenter
sistemle/başkanlık sistemlerinden hangisinin daha
iyi (bizim için işçilerin/emekçi halkın mücadele
şartları açısından) daha iyi olduğu tartışmasıdır.
Bu tartışma bizi ilgilendirmiyor deyip geçebiliriz.
Ama bu görünürde sol, yanlış bir tavır olur. Burada Şentop’un yaptığı parlamenter sistemde tek bir
seçim yapılır, yasama organı seçilir tespiti, sistem
tartışmasında doğru bir tespittir.]
“Parlamento için bir seçim yapıyoruz, hükümet
onun içinden çıkıyor, amenna. Ama cumhurbaşkanı
doğrudan halk tarafından seçiliyor, meşruiyetini
parlamentodan değil halktan alıyor. Türkiye ikili bir
meşruiyet anlayışına 2007’de resmen, 10 Ağustos
2014’te de fiilen geçti.” (Doğru 12 Eylül faşist Anayasa’sıyla! Böylece güçlenen el RTE eli oldu! BN)
[Burada da Şentop doğru bir olgu tespiti yapıyor.
Evet Türkiye ikili bir meşruiyet anlayışına 2007’de
resmen, 10 Ağustos 2014’de de fiilen geçti.]
“Bizim başkanlıkla ilgili somut, resmi bir metnimiz
var. Bu metin esasen Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
başkanlık sistemi modelini esas alıyor. Ana omurgası
bunun üzerine oturuyor. Başkanlıkla ilgili teoriye de en
uygun model bu. Türkiye’ye özgü farklılıklar ise fazla
değil. Bunlardan en önemlisi şu: Amerika’da da başkanlık sistemi ve federasyon var. Biz ise üniter başkanlık
sistemi önerdik. Amerika Birleşik Devletleri’nde iki
kamaralı meclis sistemi var, biz de tek kamaralı parlamentosu olan bir başkanlık sistemi önerdik. Daha
çok teknik detaylar farklılıklar.” (Ama RTE istenilen
başkanlık sisteminin “altını birlikte dolduracakmış!”
Hangi resmi metin! Bunların teknik detay dedikleri
öze ilişkin detay, başkanın denetimine ilişkin detay!
Sizlerin ADB’dekine ulaşmanız için çoklarca fırın
ekmek yemeniz lazım! BN)
[ABD’deki başkanlık sisteminin özü yargı/yürütme ve yasamanın ayrı ayrı halk tarafından seçilmesidir. Bunun ötesi ülkenin tarihi gelişmesinin ortaya çıkardığı detaylardır. Şentop, burada kendi
önerdiklerinin ne olduğunu anlatıyor. Buna karşı
boş ajitasyon yerine, bizim istediğimizin ne olduğu
konmalıdır. Örneğin “üniter” devletten biz yana
mıyız? Eğer üniter devlet olacaksa, yerel yönetimlerin yetkileri ne olacak vb.]
“Başkanlık sistemi bir hükümet sistemidir. Bir
hükümet sistemini bu ülkede parlamenter sistem
olarak dayatmanın Türkiye’nin birçok sorunuyla ilgili
alternatiflerini, çözüm yollarını kapattığını, tıkadığını
63
✒
serbest kürsü
64
istedikleri bir bütün olarak Türk burjuvazisinin, en
başta da Türk büyük burjuvazisinin, onlar içinde de
siyasi olarak dinci-muhafazakâr kesiminin elidir.
Sorunu kişisel sorun olarak görüp göstermenin ML
analiz ile ilgisi yoktur.]
Bu aktardıklarımızdan çıkardığımız sonuçlar:
14 yılda ne yaptınız diye sorduğumuzda; “yollar
yaptık” diyorlar! “Kalkındık” diyorlar! Kalkınan
kim olduğu gayet açık! Esas olarak; kalkınan RTE
ve çevresi, AKP etrafında birleşen Türk burjuvazisi!
Etrafı petrol yataklarıyla çevrili ülkede halklarımız
dünyanın en pahalı benzin/mazotunu satın alır
oldu! Görkeminden etkilensin diye muhtarları
(kaymakamları) kaçak sarayda topladı, onlara tepeden nutuklar çekti, çekiyor, çekecek!“Uzun Adam”
Şili ziyaretine giderken “zırhlı Mersedesini”de
uçağa almayı unutmadı! “Beni millet seçti” diye
gururlanırken, yine “milletin seçtiği” belediye
başkanlarını barış istiyorlar diye görevden aldılar,
hapislere tıktılar, tıkıyorlar!
Hangi demokratik adımı attınız diye sorulduğunda
karşımıza çıkan manzara içler acısı? En basitinde faşist 12 Eylül askeri Anayasa’sının parlamento
seçimlerindeki dünyada eşi az bulunan %10 barajının
korunması için atılmadık takla kalmadı!
Allah aşkına sormak lazım “demokrasiyi inilen
binilen tramvay” olarak görenden demokratlık beklenir mi? Beklenmez, onlar olsa olsa takiyecidirler!
Eleştiriyi hakaret sayıp dava açandan demokratlık
beklenir mi? Beklenmez, onlar olsa olsa kendini dokunulmaz sanan, dokunulmazlık zırhına bürünmüş
iktidar erki ile sarhoş olmuşlardır! İfade özgürlüğünü
terör suçu gören, her önüne geleni “vatana ihanetle” suçlayanın istediği başkanlıktan bir keramet
çıkar mı? Çıkmaz! Çıksa çıksa diktatörlüğün farklı
görüntüsü çıkar!
Yeni Türkiye’de neler oldu?
Yeni Türkiye dediler! Yeni olan neydi? Eskilerin
yaşam tarzımıza olan müdahalelerin yenilenmesiydi!
Yeni olan; mübarek ve usta kılınan yeni Lider RTE
başımıza bela edilmesiydi! Ustalaştıkça her şeyimize
karışır oldu! Kaç çocuk yapılacağından kürtaja kadar müdahale hakkını kendinde gördü! Görmekte!
Aynası iştir lafa bakılmaz misali andaki yaşam tarzını
tüm topluma dayatanlar, başkan olunca kendilerinde
daha fazla müdahale hakkı görecektir!
Yeni Türkiye dediler, başkaldıran “çapulcu”ların
başını ezdiler! Gezi direnişinde olduğu gibi baş ezen
maşalar “efsane yaratanlar” olarak anıldı! Baş ezenlerin maaşlarına öğretmenden daha fazla zamlar
yapıldı!
Bunların yeni Türkiye’sinde yıllarca Kürt halkı
“çözüm” teraneleri ile oyalandı! Bir varmış bir
yokmuş misali Kürt sorunun nihai çözümü şiddet/
savaş sarmalına sarıldı! Direnenlerin katliamı
ile çözüleceği, “Türksen övün, değilsen itaat et”
noktasına varıldı!
Bunların yeni Türkiye’sinde Anayasa tartışmaları
yıllardır nafile turları olarak sürmektedir. Üzerinde
uzlaştıkları 60 maddeyi dahi çıkaramayacak duruma gelinmiştir. 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra
kurulan Anayasa Komisyonu, 16.02.2016 tarihinde
başkanlık tartışması nedeniyle tıkanmış ve nafile turlara birkez daha son (ara) verilmiştir!
Bunların yeni Türkiye’sinde askeri vesayete karşı
kafa tutma girişimi “Ergenekon-Balyoz” davalarının
beraat ile sonuçlanmıştır! Bir zamanlar kendini bizzat bu davaların savcısı konumunda gören başkan
adayı RTE bugün ordu ile sarmaş dolaştır. Namlunun
kapsama alanındadır. Namluyu kullanandır!
Bunların yeni Türkiye’sindeki dış politikada,
stratejik derinlikleri stratejik bataklığa saplanmıştır!
Bugünün milli ve yerlicileri “Birinci Dünya Savaşı
sonunda açılan Osmanlı parantezini kapatıyoruz”
derken sınırları kapatıyor oldular! Emperyalist emellerinden hiçbir şekilde vazgeçmiyorlar tabii ki, bugün
Suriye’de emperyalist ve gerici güçlerin halkları tepeleyerek yürüttüğü savaşta parçala-kopar-kendi etkini kur! siyasetinde rol almaya devam ediyorlar.
[Burada söylenenler doğrudur da, tek yanlı ve
eksiktir. Burada söylenenleri herhangi bir yorgun
liberal demokratın, bir oportünistin yazısından
da okuyabiliriz. Tartışma Tayyip iyi mi, kötü mü
tartışması değil! Tartışma parlamenter sistem mi/
başkanlık sistemi mi tartışması.]
Bizde başkanlık olur mu?
[Okurumuz nihayet esas tartışılan konuya geliyor.
Orada fakat yine sapla samanı birbirine karıştırıyor.
Sorun ne?
Burjuvazinin diktatörlük sisteminin biçimleri olan
parlamenter sistem mi, yoksa başkanlık sistemi mi,
işçi sınıfı ve emekçiler açısından daha elverişlidir
sorusuna biz bir cevap verecek miyiz? Yoksa fark
etmez ikisi de zaten burjuva diktatörlüğüdür deyip
geçecek miyiz?
Faşizme karşı gerici burjuva demokrasisi yönünde
serbest kürsü
meler yaşanılabileceğini söyledik. Bütün bunlar
doğruydu, doğrudur.
Şimdi tartışılan bağıntıda cevap verilmesi gereken soru parlamenter demokrasinin mi, yoksa
başkanlık sisteminin mi bizim istediğimiz doğrudan
demokrasiye; halkın doğrudan siyasete katılmasına
daha uygun olduğu tartışmasıdır. Okurumuz bu
somut soruya cevap vermekten özenle kaçınıyor. Demogojiye, boş ajitasyona sapıyor.
Hayır, bizim bu bağlamda takındığımız evet
burjuvazinin egemenliği şartlarında başkanlık
sistemi, eğer denge ve kontrol sistemi doğru kurulursa, halkın siyasete doğrudan katılımı, doğrudan
demokrasi açısından daha elverişli bir sistemdir dememizi “gülünç” olarak niteliyor. Ya okumuyor yazdıklarımızı, ya da anlamıyor, AKP
karşıtlığından gözü kararmış, her şeyi ona endeksli
tartışıyor.]
“Devlet babanın” her dönemde halkına kuşku ile
baktığı ve gücünü her zaman zorbalıkla hissettirdiği
bir ülkede başkanlık sistemi istemek! Olmaz!
[Önce burjuvazinin iktidarda olduğu her ülkede,
her dönemde devlet baba, halkına kuşkuyla bakar.
Bu Türkiye’ye özel bir durum değildir. Türkiye’nin
özelliği T.C.’nin kuruluşundan itibaren yönetim sisteminde zorbalığın esas yöntem olması,
T.C.’nin faşist olmasıdır. Bu gerçek olduğu kadar,
bu faşizmin bir çözülme süreci yaşadığı da olgudur. Kaldı ki, bu çözülme süreci yaşanmamış olsa
bile, eğer egemenler sistem tartışmasını gündeme
getiriyorlarsa ve bu toplumda tartışılıyorsa, komünistlerin tavrı “bu bizi ilgilendirmez” olamaz.
Hayır onlar kendi pozisyonlarını ortaya koyarlar.
Yine kaldı ki bizim istediğimiz başkanlık, AKP’nin
istediği başkanlık değildir. Yine kaldı ki, başkanlığa
bu kadar şiddetle karşı çıkış, pratikte var olanın
savunulması anlamına da gelir. CHP ve MHP’nin
yaptığı budur.]
Olsa olsa sultan kul ilişkisini resmileştirmesi olur!
AKP’de devletleştikçe parti devlet birliği sağlandığı
oranda fiili parti devleti rejimi RTE’yi daha da
güçlendirdi. Güçlendikçe de daha fazla güce muhtaç
hale geldi. İşte başkanlık istekleri de bunun tezahürüdür!
[Yine “Sultan/kul ilişkisi.” Ajitasyon için hoş, ama
içi boş. AKP’nin gitmek istediği ve gitme yönünde
adımlar attığı sistem sultanlığın yeniden kurulması
vb. değildir. Onların istediği kültürel olarak islamcı
muhafazakâr, başkanlık sistemi ile yönetilen bir
✒
mücadele bizim dışımızda bir iş olarak mı kavranacak, yoksa biz bunun için de, bunun gerçek kurtuluş
olmadığını söyleyerek mücadele edecek miyiz?
Halkın andaki ekonomik, demokratik talepleri
için mücadelesinde biz tavır takınıp, bunlar için
mücadelenin ön safında yer alacak mıyız; yoksa
bunlar zaten kurtuluş değil deyip, kenarda durup,
soyut devrim propogandası ile mi yetineceğiz.
Örneğin, bugün KK/T yürüyen savaşın hemen
durması talebi için mücadele edecek miyiz, yoksa
kapitalizm savaşsız olmaz, bu savaş dursa bile,
bu Kürt halkının kurtuluşu olmayacaktır, çözüm
devrimdedir deyip, duracak mıyız? Ya da bazılarının
yaptığı gibi, ayaklanma çağrıları yapıp, sonra ayaklanan olmadığında yakınıp duracak mıyız?]
Parlamenter sistemin iğdiş edildiği, temel özgürlüklerin kısıtlandığı bir ülkede, demokratik bir
geleneğin söz konusu olmadığı bir ülkede başkanlık
sistemini istemek ve talep etmek iyi niyetle bile
olsa gülünçtür. Alay konusudur! Parlamento bizde
1923’lerde kurulan ve dönem dönem faşizmin maskesi olma rolünün dışında herhangi bir foksiyona sahip
olmamıştır. Bizde “milletin seçtiği vekiller” yaka paça
meclisten çıkarılıp hapislere tıkılmıştır, siyasi partiler
kapatılmıştır. Böyle bir “demokrasi” geleneğine sahip
ülkede başkanlık sistemi de faşist devlet geleneğinin
değişik türle yenilenmesi olacaktır.
[Burada açıkça bizim bugünkü somut tartışma
içinde bizim başkanlık sisteminden yana tavır
takınmamız ve nasıl bir başkanlık sistemi
istediğimizin ortaya konması “gülünç” olarak niteleniyor.
Yine boş ajitasyon! Neden öyle imiş?
Çünkü “böyle bir demokrasi geleneğine sahip bir
ülkede başkanlık sistemi faşist devlet geleneğinin
değişik türde yenilenmesi” olurmuş! Eğer gerekçe bu ise, bu bizim Türkiye’de –burjuvazinin
iktidarı hangi biçimde olursa olsun– faşist iktidardan başka birşey olamaz diyerek, yeniden sürekli
faşizm teorisine geri dönmemiz anlamına gelir.
Hayır faşizm,Türkiye’de dahil hiçbir ülkede burjuvazinin tek olası iktidar biçimi değildir. Faşizm
evet burjuvazinin egemen olduğu bir ülkede gerici
burjuva demokrasisine dönüşebilir; tersi de olabilir. Biz bunun olabilirliğini yıllarca önce tespit ettik, örneklerle gerekçelendirdik,Türkiye somutunda
da yaşanan sürecin kaba bir parlamenter sistem
örtüsü ile maskelenmiş faşizmden gerici burjuva
demokrasisine geçiş süreci olduğunu belirledik. Bu
sürecin kırılgan olduğunu hep kırılmalar, geri dön-
65
✒
serbest kürsü
66
cumhuriyettir. Çünkü Türkiye toplumunda böyle
bir cumhuriyette halk oyuna dayanarak yönetebileceklerini hesaplamaktadırlar. Bu hesapları da ne
yazık ki tutar görünüyor. Eğer bir darbe ile iktidardan indirilmezlerse, bunların en az 2023’e kadar iktidarda kalma hesapları tutar gibi görünüyor.]
Demokrasi araç değil bir amaçtır. Demokrasiyi
inme binme aracı olarak görenler, kendilerinde yetki
daha da fazlalaştığında iktidarlarını babadan oğula
miras bırakırlar!
[“Demokrasi amaç”mış! Bunu bir komünist yoldaş
söylüyor. Bizim için amaç demokrasi değildir. Bizim
için amaç insanların değil, artık yalnızca şeylerin
yönetildiği bir sistem olan komünizmdir. Demokrasi sınıflı toplumların ortaya çıkardığı, burjuvazinin
kendi diktatörlüğünü gizlemek için kullandığı bir
araç, proletaryanın ise kendi diktatörlüğünü işçiemekçi tabanına her zaman yeniden mal etmek
için kullandığı bir araçtır. Proletarya diktatörlüğü
işçiler ve emekçiler için en geniş demokrasi, burjuvazi üzerinde ise diktatörlüktür. En geniş demokrasi, demokrasi amaç olduğundan değil, komünizme
giden yolda işçi ve emekçilerin yönetilmenin ihtiyaç
olmaktan çıktığı bir sisteme ilerlemek için tek doğru
araç olduğu içindir. Sınıf diktatörlüğüne ihtiyaç
ortadan kalktığında demokrasi denen şey de tarih
dersinin konusu olacaktır.
Eğer başkanlık sistemi başkanın seçimle gelmesini
öngören bir sistemse –ki öyledir– iktidar babadan
oğula miras bırakılmaz. Kuşkusuz oğul veya kız da
seçilebilir. Ama miras devralma değildir bu.]
Bunların yeni Türkiye’sinde başkanlık için toplumun tümüne ihtiyaçları da yok. Düşmanlıklar
yaratarak bundan nemalananlar, tabanlarını kincilik
ve dincilikle kenetledikleri için bu işi kotaracaklarına
tamamen inanmış durumdalar. Savaş durumu ve
gem vurulmamış Türk ırkçılığı naraları bu koalisyonu daha da genişletmektedir.
[Sınıflı toplumlarda
hiçbir sistemde –ister
başkanlık, ister parlamenter sistem– toplumun
tümü tarafından kabul görmez. Hiçbir Anayasa
tüm toplumun mutabakatı, tam fikir birliği içinde
olması anlamına gelmez. Her zaman çoğunluk belirler. Şimdi Anayasa tartışmalarında ileri sürülen
“toplumsal mutabakat” toplumun tümünün üzerinde anlaştığı bir metinmiş gibi gösterildiğinde,
yapılan yalnızca sahtekârlıktır. Yapılacak yeni Anayasa da –tabii eğer yapılırsa– çoğunluğun onayını
alacak, ama tüm toplumun Anayasa’sı gibi göster-
ilecektir.
Ve tabii o Anayasa’ya oy vermeyenleri de
bağlayacaktır. O yüzden “Bunların yeni
Türkiye’sinde başkanlık için toplumun tümüne
ihtiyaçları da yok” tespitinin bir anlamı da yoktur.
Yeni Anayasa’nın halk oyuna sunulması halinde
%50 +1’lik bir çoğunluk onun meşruiyeti için yeterlidir.]
Önemli kurumlardaki bürokratları ve yüksek
yargıyı başkanın atadığı ve azlettiği bir başkanlık
sistemi arzu etmektedirler. Denetimi de kendilerinin
yaptığı bir sistem “anamı belleyen kadı, şikayet merci
yine kadı” misalidir! İstedikleri başkanlık sisteminde
hesap sorulmasın! Milli ve yerli Türk tipinin geçmiş
referansı ümmetçiliğin egemen olduğu Osmanlı
sultanlığıdır. Köleliğin, kulluğun hakim olduğu bir
sistemdir.
[Okurumuz bunları ciddi söylüyor olamaz. Önemli
kurumlardaki bürokratları ve yüksek yargıyı atamak
ve azletmek için başkanlık sistemi istiyorlarmış! Bu
bugünkü sistemde zaten olan iş. Okurumuzun deyimi ile “anamı belleyen kadı, şikayet merci kadı” konusunda henüz bu tam sağlanmış değil. Bunun için
ama başkanlık sistemine değil yalnızca biraz daha
zamana ihtiyaçları var. Onların istediği başkanlık
sisteminde istediklerinin “hesap sorulmasın” olduğu
da iddia ediliyor yalnızca. İspat yok. Bu bağlamda
da bugünkü sistemde de cumhurbaşkanından hesap
sorulabilmesi için meclisin beşte dördünün oy vermesi gerekir. Milletvekillerinden hesap sorulması
için ise ya milletvekilliklerinin sonlanması, ya da
mecliste dokunulmazlıklarının kaldırılması gerekir. Yani hesap sormanın önünde yeter engel vardır
bugünkü şartlarda. Bunun için başkanlık sistemine
geçiş zorunlu ve gerekli değildir. İstenilenin Osmanlı
sultanlığı olduğu konusunda daha önce söyledik, bu
boş, burjuva muhalefetten devralınmış bir ajitasyon
iddiasıdır. ]
Bunların arzuladıkları başkanlık sistemi; Mısır’dan
Anadolu’ya uzanmasının hayalini kurdukları ihvan
hattı olan Panislam ve yeni Osmanlı yoludur. Tek yetkili sultanın emirlerinin uygulanması hesaplarıdır.
Ama biline ki, oyun kurma gücü elinden alınmış,
oyun bozma ile uğraşan hayalperestlerin istediği
başkanlık sisteminde de stratejik derinlikleri işe
yaramayacaktır! “Dimyata pirince giderken evdeki
bulgurdan olma” ihtimalleri büyüktür!
Referansları Hitler olanların arzuladıkları
başkanlık sisteminin ne olduğunu tarihten haberi
18.02.2016
İki YDİ ÇAĞRI okuru...
serbest kürsü
Biz ne istiyoruz, nasıl bir sistem istiyoruz?
Biz halkların özgürlüklerinin kısıtlanmadığı, emekçilerin insan gibi yaşama hakkının yüceltildiği
halkların demokratik cumhuriyetini istiyoruz. Bu
demokratik cumhuriyetin parlamenter sisteminde
olmaması gereken bazı noktaları yukarda sıraladık.
Olması gerekenler:
Biz doğrudan demokrasi istiyoruz! Tek kişiye bağlı
bir yönetim değil, halkın seçtiği ve azledebildiği kolektif yönetim sistemi istiyoruz! Seçimlerde her türlü
barajın kalkmasını, seçilecek adayları halkın belirlemesini, nisbi temsil sistemli bir seçim istiyoruz!
Biz halkların meclisini istiyoruz.
Biz merkezin değil bölgelerin ve belediyelerin
güçlenmesini istiyoruz!
Irkçılığın ve ayrımcılığın suç olarak kabul görmesini istiyoruz! Tek tip insan istemiyoruz, renklerin zenginliğinden yanayız! Her türlü putlaştırma
olmasın diyoruz!
Herkesin işi olsun istiyoruz! Herkesin barınma,
beslenme imkanı olsun istiyoruz. Herkes ulaşım-haberleşme ve sağlık hizmetinden ücretsiz yararlansın
istiyoruz!
Herkese eşit şartlarda parasız eğitim istiyoruz,
Sömürüye son verilmiş herkesin işinin olduğu,
çalışmayanın aç kaldığı bir sistem istiyoruz.
Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesini ve milli azınlıklar üzerindeki baskıların son
bulmasını istiyoruz! Farklı dillerde eğitimin özellikle
Kürtçenin de Kuzey Kürdistan’da resmi dil olarak
kabul edilmesini istiyoruz!
Kadınlar cinsiyet zulmünden kurtulsun istiyoruz!
Kadınlar üzerindeki her türlü cinsiyet baskısının
kaldırıldığı bir sistem istiyoruz!
Kadına ve çocuklara şiddet uygulayan cezasız
kalmasın istiyoruz!
Yaşamın temeli olan doğanın yok edilmesine karşı
önlemlerin alınmasını istiyoruz! Çevrenin korunması
herkesin görevi olarak yasalaşsın diyoruz! Atom enerjisinin yasaklanmasını istiyoruz!
Komşularla barış içinde bir arada yaşamak istiyoruz!
Dinin devlet tarafından beslenmesinin son
bulmasını istiyoruz. Gerçekten laik devlet olsun istiyoruz! Hiçbir inanca baskı istemiyoruz.
Herkese adalet istiyoruz. Adalet sisteminde temel
ilke toplumun (emekçilerin) çıkarları temel alınarak
kararlar verilsin istiyoruz. Yüksek yargının ve denetim yapacak insanların halk tarafından seçilmesini
istiyoruz! Ölüm cezası olmasın diyoruz! Her türlü
işkence olmasın yapanlar cezasız kalmasın diyoruz!
Ücretler arasında uçurum olmasın, biri bir alırken
biri bin almasın diyoruz. Yaratılan değerler eşite
yakın paylaşılsın diyoruz! Eşit işe eşit ücret ödensin
istiyoruz!
Kültürel değerler korunsun, insanların kültürel ve
bilimsel gelişmesi için özel fonlar oluşsun istiyoruz!
Her türlü emperyalist talan ve saldırganlıklar mahkûm edilsin, halklarla dayanışma içinde olunsun istiyoruz!
Kısacası biz her türlü barbarlığa karşı SOSYALİST
bir sistem, doğrudan demokrasi istiyoruz!
[Sorun tam da burada. Bu söylediklerimiz
devrimle gerçekleştirilecek taleplerdir. Ve doğrudur.
Aslında buraya demokratik halk iktidarı şartlarında
yapılacakları yazabiliriz. Ve bununla yetinebiliriz.
Fakat bu bugün biz istesek te istemesek de dışımızda,
toplumda yürüyen tartışmada tavırsızlık, sonuçta
var olanın savunulmasından başka bir anlama gelmez!]
✒
olanlar çok iyi bilir!
[Bütün bunlar boş ajitasyon. AKP’yi de iktidar
yapan ve iktidarda tutan biraz da bu boş ajitasyon
aslında.]
Bunların istediği başkanlık; soyulmuş ölü kadın bedeninin üzerinde poz veren faşistlerin “seni seviyoruz
uzun adam” söylemleriyle “duygulananın” istediği ve
arzuladığı bir başkanlık!
İçerde kendinden olmayana saldıran anlayış sınır
ötesinde de top mermisi yağdıranların istediğidir
başkanlık!
Sonuçta hedefleri 2023’e kadar iktidarda kalmak,
(hatta 2075 vizyonlarını açıkladılar!) tek adam
merkezli yapılanma pratiğine uygun bir karar alma
sürecini ifade ettiği için ne gerekiyorsa yapılacak ve
RTE başkan olacağı söylemlerini yukarda aktardık.
Biz yukarda saydığımız gerekçelerden dolayı
bunların istediği başkanlığı lanetliyoruz.
RTE’nin başkan yapmamak için çalışacağız!
[İyi güzel de, bizim andaki sistemle derdimiz yok
mu? Birazcık da ona vurmak diye bir derdimiz yok
mu? Kendimizi bu yazıda, sonunda söylediğimiz
çözüm halk iktidarındadır dışında, burjuva muhalefetin söylediklerinden hangi noktada ayırdık? ]
67
YA BARBARLIK
YA SOSYALİZM!

Benzer belgeler