Eylül - Burhan Dergisi

Transkript

Eylül - Burhan Dergisi
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Birkaç hadis-i şerifi bile ezberlememiş. Ama kendisini allame-i cihan zannediyor.
Edeb dairesinin dışına çıkmış, kendisini “muhaddis” sanarak önüne gelen hadis-i şeriflere
cahilane bir şekilde ahkam kesen, kadim ulemaya dil uzatan zavallılara ithafen:
İmam Buharî rh.a. hazretleri, en güvenilir hadis kitabı olan “el-Câmiu’s-Sahîh”
isimli eserin müellifi büyük muhaddistir. 194/810’da Buhara’da doğdu. On yaşında hadis
öğrenmeye başladı ve elli yıl buna devam etti. Bu yolda birçok ülkeyi dolaştı. Bağdat, Basra, Mekke, Medine, Mısır, Nişabur bu ülkelerin başında gelir. Kendisinden toplam doksan
bin talebenin hadis dinlediği söylenir. İmam Müslim ve Tirmizî de bunlardandır. Mezarı
Semerkand-Hartenk’tedir (Özbekistan). Yirmi beş kadar eserinden en önemlisi “el-Câmiu’s-Sahîh/Sahîhu’l-Buhârî”dir (7563 hadis).
İmam Buharî rh.a., Bağdat’a gelişlerinden birinde çetin bir hadis imtihanı geçirmiştir.
Şöyle ki: Henüz genç yaşlarında iken Bağdat’a geldiği zamanlarda meclisler tertip ederek
isteklilere hadis yazdırıyordu. Bu meclislere bazan on bini aşkın dinleyici katılıyordu. Bir
kere Bağdatlılardan bazı ileri gelen alimler, Buharî’nin ilmini ve zekâsını denemek için aralarında anlaşarak yüz hadis seçerler. Sonra da bu hadislerden her birinin metnini bir başkasına ve onun senedini (râvi zincirini) diğerine ekleyerek birbirleriyle karıştırırlar. Senet ve
metinleri yer değiştirerek birbirine karıştırdıkları yüz hadisi, onar onar on kişiye dağıtırlar.
Hepsine de bunları hadis meclisinde İmam Buharî’ye sormalarını tenbih ederler. Hadis
meclisi toplanıp Buharî derse başlayacağı sırada, bu on kişiden biri kalkarak kendisine verilen karışık hadisleri teker teker sormaya başlar. Buharî, kendisine sunulan bu hadislerin
hepsine tek tek “Bunu bilmiyorum” diye cevap verir. Sonra ikincisi kalkar, elindeki karışık
on hadisi ayrı ayrı sorar. Buharî her biri için “Bilmiyorum bunu” der. Böylece on kişi,
onardan senet ve metni birbirine karıştırılmış yüz hadisi ona sorarlar. Buharî hepsi için birer birer “bilmiyorum” deyip geçer. Buharî’nin ne yaptığını fark eden alimler, işaret diliyle
birbirlerine “Adam durumu anlamış!” derler. Durumu farketmeyenler ise, onun cevaptan
aciz kaldığını zannederler.
Sorular bittikten sonra İmam Buharî ilk adama dönerek: “Senin sorduğun ilk hadisin aslı şöyledir, ikincisi şöyle, üçüncüsü şöyle, dördüncüsü…” diyerek sonuna kadar hadisleri doğru senetleriyle açıklar. Böylece on kişinin sorduğu toplam yüz farklı
ve karışık rivayetin hepsinin doğrusunu tek tek aktarıverir.
(Hatîb el-Bağdâdî, Tarîhu Bağdâd (Beyrut 1997), 2/20-21; Yusuf el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl (Beyrut 1992), 24/453; Zehebî, Siyeru
A’lâmi’n-Nübelâ (Beyrut 1986), 12/409.)
Daha güzel Burhan’larda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 9 Sayı: 108
Eylül 2014
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asım AYDOĞDU
Gsm: 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
Cihâd Dersleri
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Kudüs Ziyareti: Yahudi-Mescid-i Aksa ve
Türkiye’den Beklenenler...
8
Yrd.Doç. Dr. Ramazan ŞAHAN
Hakikî BURHAN
16
Ahmet YAŞAR
Bayramların süsü: Tekbir
20
Prof. Dr. Ali Akpınar
Şerafettin Tübu: “Mehmet Zahit Efendi,
Erbakan’a çok dua ederdi.” 24
Röportaj
Ey Müslüman Dinini Kıskansana!
28
Abdullah ÇAKIR
Öğüt Verdim Deli Gönül Almadı (Şiir)
31
Kul Himmet
İmam-ı Rabbanî (k.s) den
32
Ahir Zaman Yolcusuna Tenbih ve İhtarlar
34
‘Geçiş Süreci’ Aldatmacasına
Tesettür Üzerinden Bakmak 40
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Murat TÜRKER
Hacı Şaban Efendi Hz. (V)
42
Halit EŞKAN
SMS ve İnternet Çocukları-2
48
M. Emin KARABACAK
Müslüman Ülkeler Türkiye’yi Örnek Almalı
51
Memduh ERGİN
Allah’ın Rahmet Kapısına Teşvik
54
Abdulkadir Geylani Hz. (k.s.)
ANKARA’DA BİR GÖNÜL MİMARI
Muhterem Hacı Gedikli Ağabeyimiz 58
Emre TOPOĞLU
Nurlu Sözler
60
Aydın BAŞAR
Bir dava adamı potresi; İzeddin el-Kassam
64
Alıntı Yazı
Ramazanın Ardından
68
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
Burhan Çocuk
70
Musa KARACA
Hocam (Şiir)
72
Veysel Köksal
4
Cihâd Dersleri
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
16
Hakikî BURHAN
Ahmet YAŞAR
28
Ey Müslüman Dinini Kıskansana!
Abdullah ÇAKIR
64
Bir dava adamı potresi;
İzeddin el-Kassam
Cihâd Dersleri
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Y
azımızın başlığını teşkil eden “Cihâd
Dersleri” ibâresi, rahmetli şehid Prof.
Dr. Abdullah Azzâm’ın Türkçeye tercüme
edilmiş bir kitabının ismidir. Asıl adı “Fî Zilâli Sûreti’t-Tevbe” olan bu kitap Türkçeye “Tevbe
Abdul
e
’d
e
y
uri
k’ta, S
a
r
sikliği
I
k
a
e
d
n
n
i
a
rin
Şu
i
gibi bi
m
â
mânev
z
z
n
ı
A
d
h
â
h
la
i
dir. Ci
e
t
k
e
hidler
â
m
c
l
i
ü
k
e
m
ç
k,
tiı olaca
n
a
t
rine ih
u
i
b
k
e
kom
ec
y le
k, eğit
e
c
e
şte bö
r
i
i
,
t
ş
d
i
i
t
h
e
y
şe
erhum
M
.
übârek
r
a
m
v
e
l
ç
y
a
y
bö
ızı
i. Biz,
d
y
i
uman
s
k
i
r
o
ı
bi
n
ı
ar
kitapl
n
i
n
z.
i
s
i
bir
diyoru
e
e
y
i
s
tav
Sûresi’nin Gölgesinde Cihâd Dersleri” olarak
tercüme edildi. 1996 yılında, Burûc Yayınları tarafından neşredilen kitabın, benim elimde ikinci baskısı var. Elimdeki ikinci baskı, 1997 yılında yapılmış.
Belli ki, kitabın ilk baskısı bir yıl içinde tükenmiş ve
hemen ikinci baskısı yapılmış. Demek ki, o yıllarda
bu kitap okunuyor ve elden ele dolaşıyordu.
Bizim insanımız, Abdullah Azzâm’ı “Afgan
Cihâdı’nda Rahmân’ın Âyetleri” isimli kitabıyla tanıdı. Seksenli yıllardaki Zaman gazetesi tarafından okuyucularına bir kitapçık şeklinde hediye olarak verilen bu güzel eserin sonradan tam tercümesi
yapıldı. Dünyanın birçok diline tercüme edildikten
sonra Türkçeye tercüme edilen bu kitap, çok oku-
4
B
Eylül
B
önce Afganistan’a bir arkadaş grubu ile birlikte giden
ve hâtıralarını akıcı bir dille
kitaplaştıran Erdem Bayazıt’ın “İpek Yolu’ndan Afganistan’a” isimli
kitabını okumuş ve Afgan
Müslümanlarını çok sevmiştik. Daha sonra, Mâverâ dergisinde Afganistanlı Meral Mârûf’un,
cihâdla ilgili mektuplarını
okumuş kendimizi cihâdın
yucu buldu; çok okundu. Afgan Cihâdı’nda cereyan
eden ve bu kitapta yer, zaman ve şahıslar gösterilerek
anlatılan kerâmetleri, ilâhî yardımları yıllarca derslerimizde, sohbetlerimizde, vaazlarımızda anlattık. İnsanımız, bu anlatılanları göz yaşları içerisinde dinledi;
sevdikleri Afganlıları daha çok sevdi ve onlara her
zaman duâ etti. Abdullah Azzâm, bu kitabı ile
Afgan cihâdını bütün dünyaya tanıttı ve her tarafa duyurdu. Afgan mücâhidleri ile yakın bir diyaloğu olan Abdullah Azzam, bu kitabı yazarken hadis
ilmindeki senet ve metin tekniğini kullandı. Olayları
anlatırken bu olayı kimden dinlediğini, olayın mey-
içinde bulmuştuk. Öyle ki,
Afgan Cihâd’ı hayatımızdan bir parça, Meral Mârûf
da evimizden gurbete çıkmış biri gibi olmuştu. Derginin her sayısını elimize aldığımızda ilk olarak gurbetteki evladımızdan gelen mektubu okurduk. Bu
hanımefendi kızımızın “Dullar Kampı” ve “Hicret
Günleri” isimli kitaplarını evimizdeki çocuklarımızla
birlikte gözyaşları içerisinde okur ve ekmeğimizi bu
güzel insanlarla paylaşırdık. Afgan Cihâdı’nı desteklemek her birimizin boynunun borcu olmuştu ve ümmet
olarak bu borcu yerine getirmiştik. Erdem Bayazıt’ın
ve Meral Mârûf’un kitapları bizi bu uğurda yetiştir-
dana geldiği yeri ve zamanı da kaydetti. Ruslarla ya-
mişti. Abdullah Azzam’ın eserleri de bizi her şeyimizle
pılan bu şanlı cihâdda meydana gelen “Hâriku’l-âde”
alıp Afganistan’a götürdü. Evet, kimdi bu zat? Kitap-
olayları canlı olarak okuyucunun gözünün önüne ge-
ları ile kalbimizdeki îmanımızı coşturan bu güzel insan
tirdi. Kitabı okuyan birçok okuyucu, olayları yerinde
kimdi? Eserleri ile bizi etkileyen, kitaplarını okurken
görmek ve cihâd rûhunu teneffüs etmek ve yaşamak
kendisini bize sevdiren bu gönül dostu kimdi?
için o topraklara gitti. Gidenlerin bir kısmı şehid oldu,
Prof. Dr. Abdullah Azzâm, 1941 yılında Filis-
bir kısmı da gâzî olarak ülkelerine döndü.
tin’de doğdu. 1966 yılında Şam Üniversitesi Şerîat
Afgan Cihâdı’nı bütün dünyaya taşıyan, yazdığı
Fakültesini bitirdikten sonra Ürdün’ün başkenti Am-
kitapları okuduğumuz zaman bizi Afgan dağlarına gö-
man’da lise öğretmenliği yaptı. 1967 yılında Batı Şerîa
türüp oralarda dolaştıran, cihâdın o güzel kokusunu
ve Mescid-i Aksâ’nın, Yahûdiler’in eline geçmesinden
bize teneffüs ettiren bu güzel adam kimdi? Biz, daha
sonra, Filistin için bir şeyler yapması lazım geldiğine
Bırakın artık ruhsuz insanların kitaplarını okumayı.
Eylül
B
5
B
inanan Abdullah Azam, 1969 yılında “Müslüman
siteden kendi isteği ile ayrılarak, Afgan cihâ-
Kardeşler”in Mücâhidler birliğine katıldı. O yıllarda-
dına eğitim müsteşarı oldu. Bütün çalışmasını
ki savaşlarda gâlip gelen Yahûdiler’in, Müslümanları
bu işe hasretti. Cephedeki ve cephe gerisindeki
alay konusu yapmaları ve onları küçümsemeleri ona
mücâhidlerin ve bu mücâhidlerin çocuklarının dînî
ağır geldi. Katıldığı cihâd faâliyetlerinin yanında ilmî
eğitimlerini üstlendi Bazı Arap Müslümanlar ile birlik-
çalışmalarını da devam ettirdi ve Fıkıh Usûlü’nden
te, “Mücâhidlere Hizmet Bürosu”nu kurdu. Bundan
mastır yaptı. 1973 yılında Kâhire’de doktorasını ta-
sonra Afgan cihâdına hizmet doğrultusundaki çalış-
mamladı. Şam Üniversitesi Şerîat Fakültesi’ni pekiyi
malarına hız verdi. Afganistan’a gelen Arap mücâhid-
dereceyle bitirmiş olan Abdullah Azzâm, doktorasını
lerin büyük çoğunluğu bu büro etrafında toplandılar.
da birinci şeref derecesi ile tamamladı. 1973-1980
Bu büro, Afganistan’daki bütün mücâhidler arasında
yılları arasında Ürdün Üniversitesinde öğretim üyeliği
bir çok öğretim, eğitim, askerî, sıhhî, sosyal ve ha-
yaptı. İslâmî çalışmalara katıldığından ve destek ver-
berleşme dallarında hizmetler yapmıştır. Kendini
diğinden dolayı, Ürdün Genel Askerî Hâkimi’nin ka-
her şeyi ile Afgan cihâdına vakfeden Abdul-
rarı ile 1980 yılında üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981
lah Azzam, Kasım 1989’da, İslâm düşmanları
yılında,
tarafından kurulan hâin bir pusu sonucu, iki
Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde
çalışmaya başladı.
oğlu ile birlikte şehid edilmiştir. Yüce Allah,
bu güzel insanların şehâdetlerini kabul eylesin! (Âmin).
Daha sonra, ülkeleri Ruslar tarafında işgal edilen ve Ruslar’a karşı cihâd bayrağı açan Afgan Müslümanlarına daha yakın olmak maksadıyla Pâkistân’ın
Bir üniversite hocasının, üniversitedeki göre-
İslâmâbâd şehrindeki Uluslararası İslâm Üniversite-
vinden istifa ederek cephedeki cihâda fiilî olarak ka-
si’nde çalışma talebinde bulundu ve bu üniversitede
tılması, bu asırda herkese nasib olmayan bir şereftir.
çalışması kabul edildi. 1984 yılında da bu üniver-
Abdullah Azzam, İslâm birliğine, Tevhîde, ümmet şu-
Başta Filistin olmak üzere, bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralarda cihâd eden kardeşlerimizi desteklememiz her birimizin boynunun borcudur. Haydi,
hep birlikte bu borcumuzu yerine getirelim!
6
B
Eylül
uruna, cihâda gönül vermiş; yüce
Allah’a ve cennete âşık bir Müslümandı. Âşık olduğu değerlere
ve mekânlara da kavuştu. Zaten
gerçek âlimler, Allah’a ve Allah dâvâsına âşık olan seçkin
insanlardır. Onlar dünya makamlarını, dünya menfaatlerini
istemezler; dünyanın peşinde
de koşmazlar. Dünya onların
peşinde koşar, ona da yüz vermezler; ellerinin tersiyle iterler. Çünkü bilirler ki, dünya ve
içindekiler, cennetin yanında
hiç hükmündedir.
B
devamlılığa katılacağız.
Aziz okuyucularım ve özellikle sevgili
Irak ve Suriye’de olanlar, Filistin ve Çegençler! Size, Abdullah Azzâm’ın kitaplarını
çenistan’da olan olaylar, hepimizi üzüyor.
bulup okumanızı tavsiye ederim. Cihâdı yaMüslümanların topraklarının gayr-i müsşayan, cihâdın içinde olan bir âlimin kitalimler tarafından talan edilmesi, iffet ve
bı okunmaz mı? Onlar, hem cihâd etti
namuslarının çiğnenmesi, mukaddes
hem kitap yazdılar; biz okumaktan aci“Cihâd, kıbeldelerin topa tutulması hepimizi
ziz. Böyle olur mu? Onların kitaplarını
yamete kadar
kahrediyor. Şu anda Irak’ta, Suriokumamız, onlarla beraber olmamız,
devam eden bir
ye’de Abdullah Azzâm gibi birinin ekonların cihâdını devam ettirmemiz
sikliği çekilmektedir. Cihâdın mânevi
demektir. Hz. Peygamber efendimiz,
ibâdettir.”
“Cihâd, kıyamete kadar devam
komutanı olacak, mücâhidleri yetiştieden bir ibâdettir.”(Buhârî, Cihâd
recek, eğitecek birine ihtiyaç var. Mer44) buyurmaktadır. Biz de dünyanın
hum şehid, işte böyle birisiydi. Biz,
değişik yerlerinde devam eden cihâd
böyle mübârek birisinin kitaplarını okuhareketleriyle ilgilenerek ve bilgilenerek bu
manızı tavsiye ediyoruz. Bırakın
artık ruhsuz insanların kitaplarını okumayı. Bürûc yayınları
da bir kampanya başlatıp bu kitabı
güzel bir baskı ve uygun bir fiat ile
okuyucuya ulaştırırsa çok iyi olur.
Başta Filistin olmak üzere,
bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralarda cihâd
eden kardeşlerimizi desteklememiz
her birimizin boynunun borcudur.
Haydi, hep birlikte bu borcumuzu
yerine getirelim!
Eylül
B
7
Kudüs Ziyareti
Yahudi-Mescid-i Aksa ve Türkiye’den Beklenenler...
Yrd.Doç. Dr. Ramazan ŞAHAN
K
ıymetli okurlar! Geçen yaz 20 Haziran
2013- 20 Eylül 2013 tarihleri arasında,
YÖK aracılığı ile Muş Alparslan Üniversitesi’nden Ürdün’deki Amman Üniversitesi’ne, araştırmacı misafir öğretim üyesi olarak ziyarete gitmiştim.
bir şey
m
ı
ğ
ı
ad
lnlayam
a
ı kabu
t
r
a
a
k
l
n
Fa
u
rb
tinlile
man;
s
a
i
l
z
i
F
m
.
.
u
uğ
var.
.. Sord
.
i
b
i
diyorg
”
ş
z
i
i
z
i
m
es
len
yır çar
a
H
“
;
i
Kimis
lar...
a ne
n başk
a
t
k
a
am
r...
i; “Ağl
s
i
iyorla
m
i
d
”
K
?
?
i?
iliriz k
yapab
8
B
Orada görüp yaşadığım bazı olayları facebook, internet vb. iletişi araçları vasıtasıyla dostlarla
paylaştım. Hatta bir dergide “Ürdün Hatıraları”
diye bir yazı da yazmıştım… Onların tamamını bir
kenara bırakarak, Ramazan Bayramı’nda dört arkadaşla birlikte ziyaret ettiğim Kudüs ve Mescid-i
Aksa’ya dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum…
Geçen yıl 2013 yaz mevsiminde Ramazan
Bayramı Perşembe gününe denk gelmişti. Dolayısıyla biz Çarşamba günü giderek hem Bayram namazını hem de Cuma namazını Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’da kılma fırsatımız olmuştu. Nihayet Cumartesi günü de tekrar Ürdün’e dönmüştük. Kudüs’te
Eylül
B
gördüğüm, hissettiğim bazı olayları tekrar Ürdün’e
dönünce kaleme almış, facebook sayfamda da paylaşmıştım… İşte o hatıralarımı biraz daha derli toplu
olarak burada sizlerle paylaşmak istiyorum:
…
Artık Ürdün’e döndüğüme göre inşallah başıma
bir olay gelmez, rahatça yazabilirim diyerek oturdum
klavyenin başına. Kudüs’e
doğru yola çıkarken, acaba
“Mescid-i Aksa’da Bayram
Sabahı” diye bir şiir yazabilir
miyim? diye düşünüyordum
ama şiir öyle “hııı” deyince
gelebilecek bir şey değildir?
Zorlamakla olmaz, ruh lazım,
duygu ve coşku lazım... Kısacası öyle bir şiir yazamadığım için üzgünüm… Hâlbuki
gördüğümüz nice lüzumsuz
olaylara, dağa taşa, kurda
kuşa nice şiirler yazabiliyoruz…
Bir kere daha sınırlardan içeri girmeden İsrail,
Siyonizm ve Yahudi zihniyeti
kendini hissettiriyor, gücünü
göstermeye çalışıyor.... Moralinizi bozuyor... Kendinden
bahsettirmeye çalışıyor... Şu
an belki de farkında olmadan İsrail’in reklamını yapmış oluyorum, Yahudi’nin
işine yarayacak en küçük bir iş yaparsam Rabbimden
af diliyorum...
Mesela adamlar gümrük girişinde tamamen
kafalarına göre istedikleri gibi istediği eşyanızı arıyorlar... Birinin pasaportunda tehlikeli bir şey varmış gibi
el koyuyor, siz de; “İnşallah bir sorun çıkmaz...” diye
dua etmeye başlıyorsunuz... Birinin çantasını didik
didik arıyorlar.... Birinin de sadece cebindeki bir kağıdı çıkartıp “Bunda ne yazıyor, ne amaçla yazdın?”
diye soruyorlar... Siz de “oh beee… Çantadan yırttım,
kurtuldum” diye seviniyorsunuz.... Bunu gidip öyle
bir anlatıyorsunuz ki herkes İsrail sınırına yaklaşınca
kendine bir çeki düzen veriyor... Kimilerini beş saat
bekletiyorlar... Siz iki saatte sınırı geçtiyseniz bunu
başarı sayıyorsunuz.... Acaba bizim ülkemizde böyle
bir uygulama var mı? Ya da
sırf bunlara mahsus olacak
tarzda ne tür işlemler, işler
yapılabilir, ilgililer duyarsa
ilgilenmelerini bekleriz...
Neyse çeşitli sıkıntı ve
badireleri atlattıktan sonra gümrüğü geçiyor, oradaki dolmuşlara atlayarak
Kudüs’e
varıyorsunuz…
Kudüs’e gittiniz... Mescid-i
Aksa’ya gireceksiniz... Kapıda Filistin asıllı bir asker ile
Yahudi bir askeri yan yana
görünce zaten beyninizden
vuruluyorsunuz.... Bu ne samimiyet???!!! Bu ne iş???!!!
Zaten hemen her köşede
İsrail askerlerini görüyorsunuz... Size “Biz buralardayız,
bizim merhametimize göre
Mescid-i Aksa’ya girebilirsiniz” hissini veriyorlar... Girişte bir de size “Her seferinde Müslüman mısın?” diye
sormazlar mı, insanın çok fena zoruna gidiyor... Ama
yapacağınız fazla bir şey yok… Yutkunup duruyorsunuz…
Filistinlilerin yerlilerini özellikle 40 yaşının altındakileri Mescid-i Aksa’ya sokmuyorlar.... Başka
şehirlerden gelenler Yahudi’nin merhametine ve
Kimisi, olayları basının abartması diye düşünüyor... Kimisi Türk olduğumuzu anlayınca “Niçin buraları terk ettiniz?” diye sitem ediyor... Kimisi de “Bu iş içerden olmaz,
tarih boyunca Kudüs’ü hep dışarıdan gelenler kurtardı...” diyor, yine dışarıdan bir şeyler
bekleniyor ve özellikle de “Türkiye’den…” diyorlar...
Eylül
B
9
B
müsaadesine göre içeri girebilir.... Bazı Filistinliler
ellerinde bir belge, vize gösterdiler... Bir aylığına girebiliyorlar.... Bu da ayrı bir acı.... Ramazan ayında
Her Cuma ve Kadir Gecesi 40 yaşının üzerindekilere müsaade etmişler... Adam “Mescid-i Aksa’ya 5
kez girdim...” diye seviniyor... Elin Yahudisi senin
beş tepsi baklavanı çalmış, gasp etmiş sana da iki dilim kırıntı veriyor diye sen bunu ikram sanıyorsun....
Ramazan’ın son 10 günü itikafa müsaade etmişler....
Diğer zamanlar belli saatlerde açılıp kapanıyor, belli
kişiler giremiyor....
Filistin topraklarıyla sözde İsrail toprakları iç
içe... Ama sınırın nerede başlayıp nerde bittiğine tamamen İsrail karar verebiliyor... Gidiyorsun, bir anda
karşına bir gümrük çıkıyor... Bir anda karşına bir duvar çıkıyor...
“Ne oldu?” diye soramadan,
“Dur kontrol var, buradan o yana geçemezsiniz veya benden izin almalısınız...” diye zaten durum
kendini gösteriyor. Özellikle İsrail pasaportu taşımayan Filistinliler giremiyorlar Mescid-i Aksa’ya... Yusuf isminde yeni tanıştığımız bir abinin evine gittik...
Adamlar bizi hiç tanımıyorlar ama Türk, Türkiye’den
dedin mi Filistinliler can atıyorlar... Yapılan ikramlar, hizmetler apayrı bir konu.... Arefe ve Bayramını
adam bize ayırdı.... Şimdi yiyip içtiklerimizi anlatmayalım.... Ama adam gelip bizi Mescid-i Aksa’dan alamadı... Hanımıyla çocuğu gelip alabildiler.... Neden?
Çünkü onlar İsrail pasaportu taşıyorlar... Acaib işler...
Bayramın 2. günü öğleden sonra bu Yusuf
Abiyle “Beytu’l-lahm” ve “el-Halil” denen iki kente
gittik.... Beytu’l-Lahm’da hani şu bizim Hz. Ömer’in
gelip Kudus’ün anahtarlarını teslim aldığı meşhur bir
kilise var... Hz. İsa’nın beşikte iken konuştuğu rivayet edilen kilise... Bir de orada daha sonra Hz. Ömer
adına yapılan bir cami var... Orada ikindiyi kıldık...
Oradan çıkıp el-Halil kentine gittik... Hz. İbrahim, Hz.
İshak, Hz. Yakup ve eşlerinin medfûn bulunduğu mağaranın üzerine yapılmış bir camii var... Halilurrahman Camii... Ama Yahudi oraya da hakim... Girişte
yine Yahudi bayrağı ve askerleri var... Bir de camide
Müslümanlara belli bir yer tanımışlar, diğer tarafları
Yahudi’ye ait... İçinde top bile oynuyorlarmış... Ama
anlatacağım asıl mesele bu değildi...
Bizi buraya o bahsettiğim Türk Dostu Misafirperver, Cömert Arap Yusuf Abi götürdü... Fakat adam
Perşembe sabahı Bayram’a gittik... Dünyanın değişik ülkelerinden insanlar gelmiş...
Fransa’dan, Sudan’dan, Endenozya’dan, Kore’den, Güney Afrika’dan... epey insanla tanışıp, görüştük... “Türkler neden az?!” diyorlar... “Hani nerdesiniz?!” diyorlar... “Osmanlı
nerede?!” diyorlar...
10
B
Eylül
B
belli noktalardan geçemediği için yarım saatlik yolu
değil de iki saatlik dağ yollarını tercih etmek zorunda
kaldı... Yine yolda “Burası Filistinlilere ait...” derken
birden karşımıza bir yer, yol veya bir mekân çıkıyor...
“Burayı İsrail istediği zaman kapatıyor...” diyor....
“Eeee… Hani Müslümanlara aitti?!” diye sorunca,
“Ama kontrol onlarda…” diyor.
Aman Allah’ım! Gel de çıldırma Ya Rabbi...
Yol boyu değişik yerlerde değişik villalar görüyoruz... Bu ne? Müstavtane... Yani Yahudi’nin azar
azar yurt edindiği, işgal ettiği, kendine ayırdığı bölgeler...
Yahudi’nin nüfusu yeterli değil yaaa... azar azar
ilerliyor... Bir de suyu birden, tamamen kesmiyor, kediyi döverken kapıyı aralık bırakıyor... Sindire sindire
yediriyor... Suratına dalmasından veya dünyada belki insaf sahibi birilerinin “ayıp oluyor yahu” demesinden de çekiniyor galiba... Ama 10 yıl sonrası hiç
iyi değil...
Yahudi’nin bir duvar sistemi var... Şehrin her tarafına duvar örüyor... Uzaktan bakınca boz yılan gibi
‫َ ُ َ ِ ُ َ ُ ــ ْ َ ِ ً ــ إِ ّ َ ِ ــ‬
ٌ ِ ‫ُّ َ ّ َ َ ـ ٍ أ َ ْو ِ ـ َو َراء ُ ـ ُ ٍر َ ْ ُ ـ ُ ْ َ ْ َ ُ ـ ْ َ ـ‬
ْ ‫َ ْ َ ــ ُ ُ ْ َ ِ ً ــ َو ُ ُ ُ ُ ــ ْ َ ــ ّ َ َذ ِــ َ ِ َ ّ َ ُ ــ‬
.‫َــ ْ ٌم ّ َ َ ْ ِ ُــ َن‬
‫ُــ ً ى‬
“Onlar sizinle toplu durumda savaşmazlar, ancak sağlam
kaleler içinden veya duvarların
arkasından sizinle savaşmak
isterler. Kendi aralarındaki çatışmaları pek şiddetlidir. Sen
dışardan onları birlik içinde sanırsın. Halbuki kalpleri darma
dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar
aklını kullanmayan, düşünmeyen bir güruhtur.” (Haşr 59/14.)
gözüküyor... Tam Yılan yani... Bu duvarları da adım
adım ilerliyor... Filistinliler duvarın içine giremez ama
Yahudi’ye sınır yok tabii... Bu
duvar bize Haşr suresi 14. ayeti
hatırlatıyor. Bu âyeti tefsirlerden
de okuyabilirsiniz ama bir de şu
an yapılan savaşlarda İsrail’in korunma ve savunma sistemini göz
önünde bulundurarak bir okusanız acaba size neleri hatırlatıyor?
Bir de bu sözde, Müslümanların oturduğu, Yahudi’nin
karışmadığı bölgeler var yaaa...
Oraların emniyeti, askeri, polisi
yine Yahudi’ye ait... Bazı yerlerin vergisini güya Filistin Sultası
topluyormuş... Ama Müslümanların oturduğu yerler bir kere oturulabilecek gibi değil... Kapıda
doğru düzgün asfalt yok... Mahalleler çöplük içinde... Yahudi
villada otururken Müslümanlar
kocaman köy gibi apartmanlarda oturuyor... Tabii kontrolü de
kolay oluyor... Yahudi, kendine
Eylül
B
11
B
işin gerçeğini öğrenince moraller iyice bozuluyor...
Yahudi’nin kontrolünde Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettiğinizi anlayınca öfke ve gadap damarlarınız kabarıyor... Arefe günü Filistinli erkeklere tamamen yasaklanmış... “Kubbetu’-Sahra” denen Sarı Kubbeli
yer kadınlara tahsis edilmiş, güya Yahudi ikramda
bulunuyor... “Mescid-i Aksa” denilen camii de erkeklere tahsis edilmiş... İkindiden sonra
Filistinli Abi’nin evine gittik... Bu
Yusuf Abi’nin evi İsrail’in her tarafa
ahtapot gibi sardığı surun dışında olDönüp otele geldik....
duğu için yatacağımız otele gece geç
Sabah namazını yine
vakitlerde gelebildik... Tabii giriş çıMescid-i Aksa’da kıldık
kışlarda sıkı kontroller var, pasaport
ve kahvaltıdan sonra
ve vizeniz yanınızda olmalı...
has gördüğü yerleri pırıl pırıl yaparken Müslümanlığı
hissettirecek yerleri kasten ihmal edip Müslümanları
bakımsız, pis ve aşağılık gösteriyor... Çünkü her şey
onun kontrolünde... Mescid-i Aksa’nın çevresi de
öyle... Sanki her taraf çöplük gibi... Hani Müslümanların ibadet yeri işte böyle yani!!!...
Fakat anlayamadığım bir şey
var... Filistinliler bunları kabullenmiş
gibi... Sorduğum zaman;
Kimisi; “Hayır çaresiziz” diyorlar...
Kimisi; “Ağlamaktan başka ne
yapabiliriz ki???” diyorlar...
da dönüp Ürdün’e geldik.... Ama gümrükten
çıkışta Yahudi bizden
58 Dolar aldı...
Kimisi, olayları basının abartması diye düşünüyor... Kimisi Türk
olduğumuzu anlayınca “Niçin buraları terk ettiniz?” diye sitem ediyor...
Kimisi de “Bu iş içerden olmaz, tarih boyunca Kudüs’ü hep dışarıdan
gelenler kurtardı...” diyor, yine dışarıdan bir şeyler bekleniyor ve özellikle de “Türkiye’den…” diyorlar...
Kudüs’e varır varmaz Çarşamba günü öğlen
gidip bir otele yerleştik... Tabii ikindiyi hemen Mescid-i Aksa’ya gidip orada kıldık... Kubbetü’s-Sahra
ve Mescid-i Aksa’yı görünce heyecanlanmamak elde
değildi... İnsan duygulanıyor... Ama yavaş yavaş
12
B
Otele dönerken gece saat:
24:00... Tüm Kudüslüler ayakta...
Sanki Bayram varmış gibi sabahki
bayrama hazırlık yapıyorlar... Sabaha kadar ses ve alış veriş bitmedi...
Perşembe sabahı Bayram’a gittik...
Dünyanın değişik ülkelerinden insanlar gelmiş... Fransa’dan, Sudan’dan,
Endenozya’dan, Kore’den, Güney Afrika’dan... epey
insanla tanışıp, görüştük... “Türkler neden az?!” diyorlar... “Hani nerdesiniz?!” diyorlar... “Osmanlı nerede?!” diyorlar... Ama hatibin okuduğu hutbe çok
yavandı, hiç de bizim beklediğimiz, yer yerinden oynayacak, gündemi sarsacak konuşmayı yapamadı...
Bizim Milli Şeflik (Tek Parti) Dönemi gibi insanlar
Eylül
B
sindirilmiş... Neyse bayram namazından sonra otele
gelip epey dinlendik, öğle namazını tekrar Mescid-i
Aksa’da kıldık... Sonra yemeğe, yemekten sonra da
“Beytu’l-Lahm” ve “el-Halil” denen iki kente gittik....
Perşembe günü de öyle geçti...
Cuma günü sabah namazında Rafet isimli bir
Arap arkadaşla tanıştık... Genç, 31 yaşında ama ne
kültürlü, nasıl bilgili... Hayran kaldım... O bizi gezdirecekken kapı çıkışında
Samir Siyam isimli sakallı
bir başka öğretmen arkadaşla tanıştık... Bu iki
ismi özellikle veriyorum...
Rafet adlı genç Mescid-i
Aksa’nın etrafında bulunan, Kanuni Süleyman
Dönemi’nden kalma surların içindeki evlerden
birinde oturuyor... Ahhh
Osmanlı Ahhh!!!... Mescid-i Aksa’nın etrafına surlardan bir şehir yapmış...
Mescid-i Aksa kolay kolay
yıkılıp işgal edilmesin diye
sanki çevresini muhafaza
altına almış... Ama gerçekten etrafında tam bir
Osmanlı Şehri inşa edilmiş...
Bu diğer Samir Siyam adlı öğretmen de
Mescid-i Aksa’da gece
bekçiliği yapıyor... Mescid-i Aksa üzerine çalışmaları var... Kendi hazırladığı çok güzel haritalar
var... Bize de hediye etti
el-hamdü lillah... Beraber gittik tam da Mescid-i Aksa’nın karşısındaki Zeytun Dağına çıkıp oradan sabah
güneş doğarken Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı seyrettik... Samir Öğretmen çok şeyler anlattı.... Yahudi’nin
alttan tüneller kazarak Mescid-i Aksa’yı çökertip yerine “Heykel” denen farklı bir bina yapmayı planladıklarını anlattı ve her kareyi tek tek gösterdi... İşte o arada Kudüs’ün Mescid-i Haram’dan da itinaya muhtaç
olduğunu söyledi... Hepsini burada anlatamam ama
Eylül
B
bu arkadaş bir de öğleden sonra çocuklara öğretmenlik yaptığını söyledi...
“Sizin üç çocuğunuz olsa üçünü de aynı derecede seversiniz amma hasta olanına daha çok ihtimam
gösterirsiniz. İşte Kudüs böyledir…”
Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i
Aksa Müslümanların üç göz bebeğidir amma şu an
Kudüs düşman işgalinde ezilmekte olduğu için
Müslümanların
buraya
daha çok önem vermesi
gerekir…
Şu bir gerçek ki tarih
boyunca Kudüs kimin idaresinde ise onlar dünyaya
hükmetmişlerdir. Müslümanlar ne zaman Kudüs’e
sahip olurlarsa işte o zaman yeniden dünyaya
hükmedebilirler…
Siyam Samir Öğretmen
“Yahudi nasıl müsaade ediyor?” dedim...
“Ediyor amma gelip moralimizi bozuyor”
dedi...
Çocuklara “Bu hocalara çok güvenmeyin,
dikkatli olun...” diye telkinlerde bulunuyormuş
Yahudi...
Sanki bir zamanlar
benim ülkemde daha beter eziyetler olmuyor muydu? Kur’an okutan hocalar dipçiklerle ezilmedi mi?
İmam Hatip Liseleri’nin önlerinde başörtülü bacılarımız az mı eziyetler çektiler… Yahudi yine bayağı insaflıymış… Sadece moral bozuyor...
Epey gezip bilgi aldıktan sonra Cuma öğlene
kadar “Kenisetü’l-Kıyame” denen Kiliseyi ve “Ağlama Duvarı”nı (Haitu’l-Mebkâ) gezdik... Kilise’de yaşlı
13
B
bir kadın bizim bir arkadaşı yakaladı... Nasıl bilgiler
veriyor... Bir saat bizden ayrılmadı... Şu bizim Emine
Şenlikoğlu’ndan, Şule Yüksel Şenler’den daha ihlaslı
yani... Kadının hiç bir resmi görevi yok... Ama samimi bir Hristiyan… Bize göre kâfir... Fakat Neredeyse
bizi vaftiz yapacak... O kadının samimi çaba ve gayretini görünce “Hey gidi heyyy...” dedim..
“Erkek ve Müslüman olsa tam Süleymaniye’ye
imam olacak kadın... Gelen bütün turistleri Müslüman yapar... “
Sonra ağlama duvarına gittik... O Yahudiler
Tevrat’a kapanıp nasıl da ağlıyorlar... Kadın erkek ağlama yerleri bölmelerle ayrılmış... Haremlik-Selamlık
var yani... Herhalde Müslümanları Kudüs’ten temizleyemediklerine, Mescid-i Aksa’nın yerine “Heykel
Mabedi”ni yapamadıklarına, 2013 yılı olmuş hala
Nil’den Fırat’a hâkim olamadıklarına ağlıyor ve
Yahova’dan af diliyorlardır... Bizim bazı Müslümanlar
da aynı hareketi Müslümanlarda görse “bağnazlık”
diyor, Eyüp Sultan’da heyecanlanan Müslümanlara “şirke düştü” diyorlar... Ama Yahudi’yi görünce
“Adam dinine ne kadar da bağlı...” diye övgü yağdırıyorlar... Bu Ağlama Duvarı öyle Hz. Süleyman’dan
filan kalma değilmiş... İnsanları kandırmak için sonradan yapılmış, 50-60 yıllık bir mazisi varmış yani...
Hatırlarsınız… Hani bizim bazı generaller de orada
samimi bir şekilde ağlamışlardı... Ama el-hamdü lillah biz ağlamadık, sadece seyrettik ve ibret almaya
çalıştık tabii ki...
Sonra gelip Cuma’yı Mescid-i Aksa’da kıldık...
Tevbe edip af diledik.... Ama yine beklediğim konuşma yoktu... Cumadan sonra biraz önce bahsettiğim
Rafet adlı genç Arab’ın evinde yemek yedik... Tek
odalık bir yer... Oturacak sandalyesi yok... Ama nasıl misafirperverler... Bizde olsa evin hanımı koltuk
takımını, mutfak eşyasını yenilemeden, taksitleri bitmeden misafir kabul etmez... Oradan çıkıp Mescid-i
Aksa’nın yanındaki Sahabe kabirlerini ziyaret ettik...
Bizim Rafet biraz fanatik, biraz da gırgır... Orada yatan sahabeye seslenerek diyor ki:
“Ey Übade bin Samit! Hele kalk da Müslümanları gör! Siz kiliseleri kapatıp mescid açmak için buralara kadar geldiniz, şehit oldunuz... Ama bunlar taaa
Türkiye’den gelip kiliseleri ziyaret ediyolar...”
14
B
Eylül
B
Eğer bu Ramazan ve Bayramda Mescid-i Aksa’yı “Bir milyon insan” ziyaret etti de her
biri bu kadar para ödediyse... İsrail’in bir yıllık askeri malzemesi tamamlandı demektir... Bu da ayrıca zorumuza gitti... O bir milyon ziyaretçi Müslüman eğer İsrail’i ortadan
kaldırmaya, oradan çıkarmaya çalışsalardı belki de şimdi vizesiz girecektik oraya...
Ayrıca kilisede bize Arapça Kitab-ı Mukaddes
hediye etmişlerdi... Bizim Rafet ona da çok kızmıştı,
ama bizi asla yalnız bırakmadı... İkindiden sonra bir
başka Arab’ın evine misafir olduk... Zaten Kudüs’te
bir türlü acıkamadık ve kendi paramızla asla yemek
yemedik... Çünkü Türkiye’den geliyoruz yaaa... Herkes yemeğe davet ediyor... Yatsı namazından sonra
tekrar sabahki Rehber Samir Siyam’ın evine gittik...
Bize Kudüs’le ilgili kendine has müze ve fotoğrafları
gösterdi...
Dönüp otele geldik.... Sabah namazını yine
Mescid-i Aksa’da kıldık ve kahvaltıdan sonra da dönüp Ürdün’e geldik.... Ama gümrükten çıkışta Yahudi
bizden 58 Dolar aldı... Eğer bu Ramazan ve Bayramda Mescid-i Aksa’yı “Bir milyon insan” ziyaret etti de
her biri bu kadar para ödediyse... İsrail’in bir yıllık
askeri malzemesi tamamlandı demektir... Bu da ayrıca zorumuza gitti... O bir milyon ziyaretçi Müslüman
eğer İsrail’i ortadan kaldırmaya, oradan çıkarmaya
çalışsalardı belki de şimdi vizesiz girecektik oraya...
Eğer anlatabildiysem Kudüs gezisi bu kadar...
Tabii bu kısacık yazımızda Yahudi’nin arkasına saklanacağı “Garkad” ağacından, yine ancak arkasından
savaşabileceği “Taş Duvar”dan bahseden hadisi, İsra
suresinde dikkat çekilen Mescid-i Aksa’yı ve Yahudi’nin sürekli tahrik edeceği terör olaylarını genişçe
anlatmaya yer ve zaman müsait değildir… O tür konuları sizin araştırmalarınıza bırakarak sözümü şu şekilde bitirmek istiyorum:
Dikkat!!! Ey Müslümanlar.... Ey Türkiyeliler ve
Türkçe bilenler... Kudüs esaret altında... Bana kocaman bir “günaydın!” ama size de bir ricam var!!!
Bu yazıyı beğendiyseniz aynısını facebookta
da paylaştım… Paylaşın, çoğalsın... Etkili ve yetkili
insanlara duyurun... Bizim, sabah kahvaltısında çıkan peyniri dert edinecek vaktimiz yoktur... Yahudi
günden güne sinsi sinsi genişliyor... Kendini dünyaya
normal bir devletmiş gibi tanıtıyor ama alttan alttan
fare gibi Kudüs’ün altını oyuyor, Müslümanları kemiriyor ve sömürüyor...
Teoder Herzel’in planlarına göre; 1923’te Osmanlı Devleti’ni yıkıp hilafeti kaldırdıktan sonra,
1947’de Filistin ve Ürdün’ü ayırıp, 1948’de İsrail’i
kurmuşlar... Halkın seçtiği Mursi’nin düşürülüp Mısır’ın karıştırılması, Türkiye’de Taksim’deki Gezi Parkı gibi olayların hikmeti “Kudüs Gezisi”nden sonra
daha iyi anlaşılıyor...
Lütfen uyanmak ve uyarmak ne demekse onu
yapalım... Benim anlatamadığım kısımları da başkaları tamamlar inşallah.... İnternette chat (lüzumsuz
sohbet) yapmak yerine Kudüs’ü araştıralım, okuyalım, soralım, lütfen boş durmayalım...
Allah’a emanet olunuz... Selam ve dua ile…
Eylül
B
15
Hakikî BURHAN
Ahmet YAŞAR
Bismillah,
Elhamdülillah,
Vessalatu ves selamu ala rasûlillah
u
han” b
r
u
B
“
iz
ek
ergim
d
h
a
getirer
l
l
e
n
i
r
İnşa
e
y
an
kkıyla
a
h
i
nur ak
y
ı
e
f
n
i
ı
z
r
a
a
v
arl
iş
ve yaz
u
c
irlenm
u
k
y
p
i
r
i
oku
et
hiltına g
a
n
e-i tev
u
ğ
m
i
l
e
olu
k
izi
eşeri
b
elerim
,
c
p
n
i
ü
d
ş
dü
ir e
ile tenv
i
u
alpler
r
k
u
n
ü
n
n
i
d
ünü
n
in büt
r
e
l
d edile
e
a
c
a
n
v
ü
ş
k
ra
dü
üp ata
k
ö
s
p günü
a
n
s
e
e
d
h
z
i
m
r ak
r.
kavuşa
a
bilirle
ş
e
u
l
d
i
u
g
t
r
k
ku
ra
ak ola
ı
r
a
l
n
ı
ne al
16
B
Allah Zülcelâl vel kemal Teâlâ ve Tekaddes
Hazretlerinin celâl-i zatına, kemal sıfatlarına layık
hamd ü senalar olsun ki; kâinatın her zerresini, her
küresini, her canlısını, her ölüsünü ve bilcümle valıklarını, güneşin yüzünde yüzen zerrecikleri dahi
bir “burhan” olarak yaratmış olduğu inancını kalbimize yerleştirip yakin mertebesine çıkarmalıyız.
Bu burhanlardan bir zerreciğin hareketini
izah etmek için her ne kadar beşeri gücümüzün yetmeyeceğini bilsek de, Allah Teâlâ’nın ihsanı olan
ilimlere güvenerek “Burhan” ismi ile isimlenmiş
olan dergimizde bir yazı yazmayı Allah Teâlâ nasip
buyurmuştur. İnşaallah Rabbimiz bu yazımızda bizlere “burhan” ismine uygun uyarılarda bulunmayı,
okuyucularımızın da bu ikazlarımızı anlayıp, dinle-
Eylül
B
yip yaşama gayretinde olmalarını (tasdik etmelerini)
nasib eylesin.
Burhan, her şeyi olduğu gibi âşikare çıkarıp ispat eden bir delilin ismidir.
Mahlûkatın her hangi bir şeyi, bir varlığı, zerreleri ve kürreleri ispat edecek bir delil olsa da yine
aslına uygun hakiki bir burhan değildirler.
Hakiki burhan kâinatı yaratan, Zat-ı ecel ve
a’lâyı ispat eden delillerdir.
Gerçek burhan, aslı itibariyle hak olan delillerdir. Onun için Burhan Dergisi’nin maksadı ve asıl gayesi Allah Zülcelâl’ı ispat eden ve zerreler adedince
var olan delillerden bahsetmektir. Bu gaye peşinde
olduğu için de isminin “Burhan” oluşu isabetli olmuştur.
Allah Teâlâ insanoğlunu yaratmadan önce kainatı zahiren ve batınen, zerresinden kürresine yaratmasının hikmet ve sebeplerinin birisi de bunların her
birinin yaratıcısının varlığının burhan’ı, ilminin, iradesinin, kuvvetinin, kudretinin ve kemalat sıfatlarının
bütününün delilli olmasıdır.
Bu delillerle Allah Zülcelalı tanıma yolu olan
Sebeplere kadar gidemeyip mahrum olanlar da
çoktur.
Fakat yalnızca sebepleri aşan kullar dünya ve
ahiretin bahtiyar kullarıdır. Kulluk yarışını kazanan
kulların zahir ve batınlarının tertemiz olup Allah katında bütün sebeplerden arınmış, yıkanmış, nurdan
yaratılıp nur topu gidi dünyaya gelmiş gibi olur.
“burhan”larla seyre, “seyr-i ilellah” denmiştir. Yani
Allah giden yoldaki yolculuk yani marifetullah yolculuğu ilmi bir yolculuktur.
Bu ilmi yolculuğa çıkılınca önümüze sebepler
perdesi çekilmiştir.
Burhan’a, sebeplere kadar gidip, sebeplerin
gölgesi altında kalanlar çoktur.
Onun için bu yolculuğa giren insanlar muhakkak sebep perdelerinden kurtulmalıdırlar.
Bilmelisiniz ki sebep perdelerinden akan iki
oluk vardır.
Denilmiştir ki:
“Ezelden iki oluk akar birinden nur birinden kir”
Bu delillerle Allah Zülcelalı tanıma yolu olan “burhan”larla seyre, “seyr-i ilellah” denmiştir. Yani Allah giden yoldaki yolculuk yani marifetullah yolculuğu
ilmi bir yolculuktur.
Eylül
B
17
B
nuşulan ve dinlenilen sözlerle ve bu gayeler için atılan
adımlardır.
Evet, Hakk’a dayanmayan, Hakk’ın sözü olmayan bütün sözler ve fiiller; sebepler perdesinin kir
akan oluklarından akmaktadır. Akan bu necasetler
öncelikle insanların kalb aynasını kirletir. Böylece basiret kaybına uğrayan insan sebepler âlemine takılıp
kalır.
“İnsanoğlu gafleti sebebi ile üç karanlığın içerisinde kalır. Kendi arzusu, başkalarının
irade ve arzuları ile konuşulan ve dinlenilen
batıl sözler.” Bunlar her an kalbimizi kirletmektedir.
Allah Teâlâ Hazretleri her şeyi sudan yaratmışsa
da bu kir oluğundan akan pislikler su ile yıkanmakla
temizlenmiyor.
Şairin dediği gibi sebepler perdesinden iki oluk
akar. Birinden nur diğerinden ise kir. Muhakkak ki
bunları konuşmak anlatmak ve dinlemek çok kolaydır.
Acaba nur akan oluğu bulabilen var mı veya bu
oluğun altına girip yıkanan kimdir?
Kir akan oluğu tanıyıp, oradan akan pisliklerden kurtulabilen var mı? Veya bu oluktan akanlarla
kirlenen kimler, bu kirlenenleri görüp onlardan korunabilenler var mı?
Bu oluktan akan kirleri getirip deryaların içerisine koysak yine pisliklerinden kurtulamazlar ve o
deryadan girdikleri gibi pis çıkarlar. Yine zulmette,
karanlıkta kalırlar, Hakkı görüp, duymazlar ve Hakk
kelamını konuşmazlar.
Sebepler perdesini kir akan oluğundan akanların tesirinden kurtulabilmek için sebepler perdesinin
nur akan oluğunu araştırmalıyız.
O zaman kirlerimizden arınarak kalbimiz tevhid
nurları ile parlar ve çıktığımız marifetullah yolunda
önümüzdeki en büyük engel olan sebepler âleminin
perdelerini aşıp sebepler âleminin ötesine geçerek
Hak Teâlâ’nın tecelli güneşi ile kalbimiz parlamaya ve
etrafını aydınlatmaya başlar.
Bunun hesabını yapamayan bizler, şimdi kendimize çekilip evvela kir akan, pislik akan oluklardan
kurtulmanın gayretinde olmalıyız. Bilmelisiniz ki bu
kir akan oluklar Allah’ın rızasına muhalif olarak ko-
Malumunuzdur ki insan abdestsizlik hallerinden
su ile guslederek veya abdest alarak zahiren temizlenir.
“İnsanoğlu gafleti sebebi ile üç karanlığın içerisinde kalır. Kendi arzusu, başkalarının irade ve arzuları ile konuşulan ve dinlenilen batıl sözler.” Bunlar her an kalbimizi
kirletmektedir.
18
B
Eylül
B
Ama manevi kirlerden sadece sebepler âleminden akan nur oluğunun altında yani “Kelime-i tevhid” oluğunun altında yıkanarak temizlenebilirsiniz.
Bir necaset kuyusuna düşen insanın bir an evvel yıkanarak üzerine bulaşan pisliklerden kurtulmak
istemesi veya cünüp olan bir mü’minin cünüplükten
bir an evvel kurtulmayı istediği veya üzerine bulaşan
en tehlikeli pisliklerden olan radyoaktif maddelerden
kurtulmayı arzu ettiğinden daha çok mü’min kullar
kalplerini “la ilahe illellahın” nur oluğu altında temizlemeyi düşünemezseler, ne kararan kalpleri temizlenir
ne de o kalpten ona kainattaki Allah’ın varlığını burhanlarını gösterecek bir kapı açılır.
Bunun için evvela düşünmemiz ve bir an dahi
olsa aklımızdan çıkarmamamız gereken husus; sırlar
perdesinin birinden nur diğerinden kir akan iki oluğunun varlığıdır.
Şunu da unutmayınız ki; kir akan oluk beşeri düşünce ve hayat tarzının şekillendirdiği, Allah’ın
emir ve yasakları ile Resulü’nün (s.a.v) sünnetine
muhalif söz ve yaşayışlardır.
Nur akan oluk ise: Kelam-ı ilahi ile bizlere bildirilen Rabbmizin emir ve yasakları ile bu emir ve
yasakları bize hem tebliğ edip hem de yaşararak bildiren Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin sünnet-i seniyyeleridir.
Rabbimiz bu hususu “Ben onlara, kitabı öğrenip temizlenmeleri için kendilerinden bir Resul gönderdim.” buyurarak bizlere bildirmektedir.
İnşallah dergimiz “Burhan” bu vazifeyi hakkıyla yerine getirerek okuyucu ve yazarlarını nur akan
oluğun altına getirip kirlenmiş düşüncelerimizi kelime-i tevhidin nuru ile tenvir edip, beşeri düşüncelerin
bütününü kalplerimizden söküp atarak vaad edilen
kurtuluşa kavuşarak hesap gününe alınları ak olarak
gidebilirler.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve selamı burhan
olan sebepler perdesine takılmayarak hidayet yolunda ilerleyenlerin üzerine olsun.
Eylül
B
19
Bayramların süsü: Tekbir
Prof. Dr. Ali Akpınar
T
ı
a karş
’
h
a
l
l
,A
irlerle
b
k
e
, nefis
t
n
a
a
t
c
y
a
s
e
ı
K
nş
taslaya
k
müsü
l
m
k
ü
ü
t
y
n
bü
la
rdan o
a
l
n
barına
a
k
s
i
n
t
i
s
i
e
v
r ve
n kibi
i
r
e
uvvet
l
k
r
i
,
ç
b
ü
k
e
g
t
e
h
yegân
p
i
r
e
n Al la
v
ı
n
ı
ğ
son
a
yn
a
lük ka
k
ü
y
uz. Am
r
ü
o
y
i
ve b
d
me
huyla
u tesli
u
r
n
r
u
i
ğ
b
u
tek
old
i olan
l
m
e
n
ö
ir.
asıl ve
ilmekt
b
a
y
a
ş
ya
20
B
ekbir, bayramların süsü ve sevinç günlerinin kutlu sözüdür. Hadiste “Bayramlarınızı
tekbirle süsleyin” buyurulmuştur. Nitekim
iki büyük bayram olan Ramazan ve Kurban bayram namazlarına tekbirle gidilir ve Kurban bayramı
günlerinde her farz namazdan sonra teşrîk tekbirleri
getirilir. Temeli tekbirle atılan, açılışı tekbirlerle yapılan bayram günlerini tekbirin ruhuna aykırı densizliklerle geçirmeyelim öyleyse.
Oruçla ilgili ayetlerin devamında Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştu: “…Bütün bunlar, sayıyı
tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allah’ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185; Hac, 22/37)
AyetteAyette
şu hususlar
şu hususlar
dikkatimizi çekmektedir:
dikkatimizi çekmektedir:
Oruç ibadeti de diğer ibadetler gibi belli zamanlarda ve belli sayıda tutulan, kuralları belirlenmiş bir ibadettir. Bu ibadeti Yüce Allah’ın emrettiği
şekilde yerine getirebilmek için bu ölçülere uymak
Eylül
B
gerekir. İbadette istenen hedeflere ulaşabilmek için
de sayının tamamlanması gerekir. Buna göre, kendi
keyfine göre ibadet zamanı, yeri ve şekli belirlemek
ibadet ruhuna aykırıdır, bu şekilde yapılan işlerden
ibadet sevabı elde edilmez. Sözgelimi gece oruç tutmak, farz olan orucu Ramazan ayında değil de Muharrem ayı gibi başka bir ayda tutmak, su ve benzeri
şeylerin orucu bozmadığını zannetmek, sahur ve imsak saatlerine özen göstermemek yahut Ramazan’da
bazen oruç tutup bazen tutmamak gibi şeyler oruç
ibadetinden beklenen ecir ve sevapların kanılmasına
engeldir. Çünkü ayette sayıyı tamamlamamız özellikle
istenmiştir. Zaten önceki ayetlerde de sayılı günlerde
ve Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğu belirtilmişti.
Oruç ibadetini bize emredip onun nasıl ifa edileceğini bize öğrettiği, Ramazan’a eriştirip bizlere oruç
tutma imkânı bahşettiği için Yüce Allah’a şükretmeliyiz. Bu şükrümüzü de yalnızca O’nun için oruç tutarak ve O’nu büyükleyerek tekbirlerle göstermeliyiz.
Bayramda tekbir, oruçtan kurtulduğumuz için değil,
oruç ayına, oruç ibadetine kavuştuğumuzun ve o ibadeti yapabildiğimizin sürur ifadesidir.
Kur’an’ın sonunda yer alan kısa surelere tekbirle başlanır. Çünkü tekbir, gökle yerin birleşmesi, Yaratıcı
ile yaratılanın iletişime geçmesi demek olan vahiyle
buluşma nimetine karşı gösterilen şükür göstergesidir.
Tekbirle vahyin gelişini kutlarız. Zira vahyin her cümlesinde O’nun büyüklüğünü hissederiz, O’nun insanlığa seslenişindeki büyüklüğünü yaşarız.
Aynı şekilde Medine’de muhacirlerin ilk çocuğu
Abdullah b. Zübeyr dünyaya gelince, Medine sokaklarında Müslümanlar sesli tekbirler getirerek doğumu
adeta kutlamışlardır. Yahudiler, Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirlere “Size büyü yaptık, artık
sizin çocuğunuz olmayacak” diye sataşmaktaydılar.
Koparılan bu yaygara, Medine havasına alışamadıklarından hasta olan ve ilk sene hiç çocukları olmayan
muhacirlerden bazısını etkilemişti. Bu yüzden muhacirlerin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu Abdullah dünyaya gelince, Müslümanlar bunu, Yahudi
kalelerinin yakınlarında getirdikleri tekbirlerle kutlamışlardır. (Bkz. Asım Köksal, İslam Tarihi, VIII, 311)
Evet, Müslümanlar zafer ve sevinç anlarını da tekbirin
gölgesinde kutlarlar. Tekbirle yapılan kutlamalarda
günah olmaz, işret ve taşkınlık olmaz.
Kurban ve Namaz Sloganı
Olarak Tekbir
İslam’ın
Kutlama
İslam’ın
Kutlama
Sloganı Olarak Tekbir
Sloganı
Olarak Tekbir
Kurban ve Namaz Sloganı Olarak Tekbir
Müslümanların cihat ve zafer narası da tekbirdir.
Müslüman mücahitler tekbir naraları atarak düşmana
saldırırlar. Tekbir sedaları şeytanın ve İslam düşmanlarının korkulu rüyasıdır. Tekbir sedalarıyla savaşan
bir mümin, savaş cephesinde de günahlara dalmaz,
savaşta bile haddi aşmaz, taşkınlık yapmaz. Zaferden
sonra da asla çılgınlık ve taşkınlık yapmaz. Zira İslam’ın savaş hukuku olduğu gibi, zafer kutlamalarının
da bir ölçüsü adabı vardır. Çünkü zafer yolunda da,
zaferden sonra da en büyük Allah’tır, her zaman ve
her şartta O’nun dediği olur.
Tekbir, bir müjde ve muştu sözüdür. Nübüvvetin ilk yıllarında vahyin kesintiye uğraması ardından, Duhâ suresi ayetleriyle yeniden vahiy gelince
Peygamberimiz (s.a.v.) tekbirler getirerek sevincini
izhar etmiştir. Bu yüzden Duhâ suresinden itibaren,
Tekbir bir kurban sloganıdır. Adeta o bir kurban
bıçağıdır. Zira kurbanlar, “Bismillâhi Allâhüekber”
diye kesilir. Buna göre kurban sloganı tekbirle namaza duran bir Müslüman, bu cümleyi söylerken, her
şeyi ile Allah’a kurban olmaya hazır olduğunu söyler
ve namaz içerisinde de defalarca bu cümleyi tekrarlayarak bu niyetini canlı tutmaya gayret eder. Benim namazım ve tüm ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir (Enâm,
6/162), sözünün bir özetidir tekbir.
Tekbir, İslam’ın şeâirlerindendir. Yani tekbir, İslam’ın temel sloganı ve alâmet-i fârikasıdır.
Namaz ve cemaat çağrısı olan ezan, tekbirlerle başlar. Müslümanlar kutlu ibadet namaza ezanla
çağrılırlar ve farz namazlar, yine kamet denilen ezan
cümleleriyle başlar.
Tekbir bir kurban sloganıdır. Adeta o bir kurban bıçağıdır. Zira kurbanlar, “Bismillâhi Allâhüekber” diye kesilir.
Eylül
B
21
B
Ezan, toplumun can güvenliğini sağlayan bir
kalkandır. Zira ezan okunan bir topluma Müslümanlar savaş açamazlar.
Aynı şekilde Müslümanlar hayata da ezan ve
tekbir cümleleriyle adım atarlar. Zira yeni doğan Müslüman çocukların sağ kulaklarına ezan, sol kulaklarına da kamet okunur. Bununla yeni doğan çocukların
bu kutlu ifadeler doğrultusunda bir hayatın adamı
olmaları hedeflenir.
Tekbirle el-Mütekebbir’i
Anmak Anmak
Tekbirle
el-Mütekebbir’i
Yüce Rabbimizin en güzel isimlerinden biri de
el-Kebîr’dir. Kebîr, büyüklüğünde sınır ve son olmayan en büyük demektir. Mükemmellikte ve şerefte
hep en büyük olan ancak Yüce Allah’tır. “Doğrusu
Allah en yüce ve en büyük olandır.” (Hac, 22/62;
Lokman, 31/30; Sebe’, 34/23; Ğâfir, 40/12) O’ndan başkasının büyüklüğü sınırlı, geçici ve sonludur. O, ise hep en büyüktür.
O’nunla irtibatlı olmakla biz de kendi çapımızda
büyüklerden olabiliriz. O’nu büyükleme demek olan
tekbirle, kendi kibrimizi ve tüm müstekbirlerin istikbarını kırabiliriz. O, hem Ekber, hem Kebîr, hem Mütekebbir ve hem de Kibriyâ olandır. O’nun dışındakiler
için büyüklenmek kibir, O’nun için ise gerçeğin ta
kendisidir. Çünkü O, O’nun dışındaki her şeyden büyüktür. O’na ait olan, O’nun olan şeyler de büyüktür.
O’nun vereceği mükafâtlar, O’nun lütuf ve keremleri
hep en büyük; O’na başkaldırmak da büyük günah
ve hatadır.
Tekbir, en büyük Allah, demektir. Tekbirle, Allah’ın dışındaki tüm büyüklüklerin çok küçük kaldığını görüyor, O’nun büyüklüğünün yalnızca O’na has
bir büyüklük olduğunu vurguluyoruz. Namaza bu
cümle ile başlayarak adeta “Evvel Allah” diyoruz ve
O’nun huzurunda O’nun ölçülerine göre yaşayacağımıza söz veriyoruz. Başlangıç tekbirini getirirken de
elimizin tersiyle Allah’tan başka tüm her şeyi arkaya
atıyor, mâsivanın geri planda olduğunu söylüyoruz.
Tekbirden sonra da O’nun kelamından okuyarak dilimizin ve O’nun huzurunda durup O’na boyun eğerek
bedenimizin O’nun emrinde olduğunu ilan ediyoruz.
Artık bunları söyleyen bir kimse, namazda ve namaz
dışında O’na karşı gelebilir mi? O’na karşı büyüklük
taslayabilir mi? O’ndan başkalarını O’na eş ve denk
tutabilir mi?
Allahü ekber: En büyük Allah. İki rekâtlık bir
namazda on bir kere tekrarlanır bu kutlu cümle. Kırk
rekâtlık günlük namazda bu rakam dört-yüz kırka
çıkar. Her bir cümle ile kendimize ve çevremize çok
önemli mesajlar sunarız. Şöyle ki; tekbir, zafer sloganıdır. Nefis ve şeytanın dayatmalarını yenerek, nefisle
mücadele cephesi olan mihraba geçmeyi başardığımız için, bu kutlu eylemimizi tekbirle kutlarcasına Allahü Ekber deyip namaza duruyoruz.
Her tekbir bir uyarıdır, bizi namaza/huzura çağırır. Fiziken namazda olduğumuz halde, gafletle huzurdan koptuğumuz her seferde bizi tekrar huzura çağıran uyarı cümleleridir. Tekbirle birlikte Beytullah’a
hem fiziken hem manen yöneliyoruz, her şeyimizle
O’nun oluyoruz yani. Ardından namazın değişik yerlerinde tekrarlanan tekbirlerle bu bilinç hali diri tutulmaya çalışılıyor. Kıyamda, rükûda, secdede, ka’dede
tekbir getirerek her halükarda Yüce Allah’ı büyüklü-
Yahudiler, Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirlere “Size büyü yaptık, artık sizin
çocuğunuz olmayacak” diye sataşmaktaydılar.
22
B
Eylül
B
yor ve her durum ve konumumuzda O’nun büyüklüğünü tespit etmiş oluyoruz.
huzurunda eğilmeye ve yoluna baş koyulmaya layık
olan Yüce Ma’buddur.
Ve tekbir, secdelere varırken de secdelerden
Tekbirle başladığımız namaz kıyam ruknü ile
devam ediyor. Kıyamda Allah’ın kelamından ayetler doğrulurken de tekrarlanmaya devam ediyor. Rükûokuyoruz. Yüce Allah’ın birliğini, büyüklüğünü söyle- dan doğrulup yine tekbirle secdeye kapanıyoruz.
yen ayetleri okuyoruz, akabinde “Evet gerçekten Al- Çünkü huzurunda secde edilecek yegâne Ma’bud
lah en büyüktür” deyip tekbirle rükûa varıyoruz. Kimi O’dur, asla başkası değil. Vücudun yere kapanmazaman cennet ve nimetleri anlatan ayetleri okuyor sıyla gevşeyen ve bir an secdede gaflete düşer gibi
ve bu eşsiz nimet ve güzellikleri yaratan en büyüktür, oluyoruz, yine tekbirle kendimize geliyoruz. Ardından
deyip rükûa varıyoruz. Cehennem ve azap bildiren tekbirle O’na baş koyuyoruz yeniden. Şeytan bir kere
ayetleri okuduğumuzda ise, O’nun azamet ve büyük- secdeden kaçındı, biz her namazda iki secdeye varalüğünü hatırlayıp O’na sığınırken yine tekbir diyoruz. rak onun da kibrini kırıyor, şeytana rağmen O’nun
Allah’ın güzel kulları kıraatimize konu olunca, onları olduğumuzu ilan ediyoruz. İntikal tekbirleriyle namazın bir rüknünden başka bir rüknüne
yaratan ve onları koyduğu ölçüleriyintikal ederken, O’nun huzurunda
le güzel kılan Allah’ın büyüklüğünü
halden hale geçiyor, O’na doğru ilertescil etmek için; yahut kötülerden
liyor ve urûc ediyoruz. Bu yolculukta
bahseden ayetlere geldiğimizde onda tekbir bizim virdimiz oluyor.
Evet, Müslümanlar zaların sahte güç ve görkemlerine karşı gerçek gücün Yüce Mevlâ’ya ait
fer ve sevinç anlarını
Kısaca tekbirlerle, Allah’a karşı
olduğunu belirtmek için yine tekbir
da tekbirin gölgesinbüyüklük taslayan şeytan, nefis ve
getiriyoruz. Cennet umudu ve cede kutlarlar. Tekbirle
insanlardan olan tüm müstekbirlerin
hennem korkusuyla tekbire sığınıyor
kibir ve istikbarına son verip yegâne
yapılan kutlamalarda
ve güvencimizi onunla sağlıyor ve
güç, kuvvet ve büyüklük kaynağıgünah olmaz, işret ve
gücümüze güç katıyoruz.
nın Allah olduğunu teslim ediyoruz.
taşkınlık olmaz.
Ama asıl ve önemli olan tekbir ruKıraat rüknünü tekbirle başhuyla yaşayabilmektir.
latıp, yine tekbirle bitiriyoruz. Önce
O’nun kelamını okuduğumuzu,
Çünkü Yüce Kitabımız şöyle
O’nunla konuştuğumuzu düşünüyobuyuruyor:
ruz. Ardından O’nun kelamından oku“Ey bürünüp sarınan! Kalk ve uyar. Saduklarımızı düşünüp Kelamullah’ın lafız ve manasıdece Rabbini büyük tanı/tekbir getir.”(Müddessir,
nın eşsizliği ile O’nun büyüklüğünü fark ediyoruz. Ve
74/1-3)
tekbirle O’nun huzurunda rükûa varıyoruz. Çünkü
“Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da
ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim” de ve
tekbir getirerek O’nun şanını yücelt.” (İsrâ, 17/111)
“…Bütün bunlar, size doğru yolu göstermesine karşılık Allah’ı büyüklemeniz/tekbir
getirmeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185;
Hac, 22/37)
O halde şimdi bize düşen, hayatımızı kuşatan
tekbirin gölgesinde ve tekbir doğrultusunda, yalnızca Yüce Allah’ın büyüklendiği, O’nun hatırının her
şeyden üstün tutulduğu Müslümanca bir hayat yaşamaktır. Allahü Ekber ve lillahil hamd.
Eylül
B
23
Şerafettin Tübu:
“Mehmet Zahit Efendi, Erbakan’a çok dua ederdi.”
Röportaj Aydın Başar
A
n
uyuru
b
e
l
y
ö
yş
ltin Be
t
e
ma ko
m
a
c
i
d
l
e
“Ne
g
ın
dedi. O
”
a
te yak
ğ
a
u
t
a
s
r
kol
i
ı, b
turdu.
urmad
o
t
o
ü
t
a
s
ğ
tu
iz ü
an
erde d
y
n
a
Erbak
n
a
m
bir zam
a
ioz
er zaH
Efend
“
t
.
i
i
t
h
t
a
e
Z
ça dua
i.
k
o
ç
a
y
n” ded
u
l
o
i
Hoca’
b
a
llah’a t
man A
lvarlı Efe Hazretlerinin talebesi Şerafettin
Tübu Amca 1956’da Efe Hazretleri vefat
ettikten sonra İstanbul’a taşınır. İstanbul’a
taşınmadan önce de zaman zaman İstanbul’a iş
amacıyla gelmiştir. Daha önce Gemlik iskelesinin
yapımında da çalışan Şerafettin Amca İstanbul’a
geldiğinde de çeşitli inşaatlarda işçilik yapar. 1937
doğumlu olan Şerafettin Amca’nın o günlerden
bahsederken; “beş torba çimentoyu rahat götürüyordum” demesine bakılırsa güçlü kuvvetli bir
gençtir.
Geçen ayki sayımızda Şerafettin Tübu Amca
ile daha önce yanında yetiştiği Alvarlı Efe Hazretlerini konuşmuştuk. Şimdi de Şerafettin Amca’nın
İstanbul günlerini konuştuk. Bize görme imkânı
bulduğu büyük zatlardan bahsetti.
Şerafettin Amca oruç halinle seni biraz daha
yoracağız. Bize İstanbul’da tanıdığın zatlardan bahsedersen çok memnun oluruz. Bediüzzaman’dan
başlayalım isterseniz.
24
B
Eylül
B
Fatih’te İstanbul sokağın içinde medreseler var.
Orada Erzurumlu Süleyman Efendi diye bir zat varmış, Ben ona yetişmedim. Bediüzzaman evvelden
onu ziyarete gelirmiş. O zat çok âlim bir zatmış. Zahir
ulemasıymış. O vefat ettikten sonra oranın işlerine
Hüseyin Efendi diye biri bakıyordu. 1950’li yılların
ortalarında ben oraya zaman zaman giderdim. Bir
seferinde Fatih Cami’inde namazımı kılıp oraya gittim. Onlar da namazı kılmışlar medresenin bahçesine
çıkmışlar. Baktım ki bir adamın etrafına toplanmışlar,
benim gibi sakallılar bir onun elini öpüyor. O zat Bediüzzamanmış…
Bediüzzaman elini öptürüyor
muydu?
Tabiii… Ben elini öptükten
sonra bırakmadı, dua etti… Herkes
ona hürmet ediyordu. Konuşmaya başlayınca ben zannettim ki bu
adam olsa olsa İstanbul valisidir. O
kadar bilgiliydi yani…
Sarığı cübbesi yok muydu?
Yoktu, lacivert bir ceket gibi
bir şeyi vardı. Başında da Bulgaristanlılar saçlarına
örtüyor ya, takke gibi bir şey vardı. (Zannedersem
Şerafettin Amca keçe külahı kastediyor)
Ne anlattı Bediüzzaman?
Kitaplarında ne yazıyorsa onları anlattı. Sonra
oradan ayrıldı. Biz de içeriye geçtik. Orayı idare eden
Hüseyin Efendi bana; “Sen bu zatı tanıyor musun?”
dedi. Ben de “yok” dedim. “Bu zat sizin o taraflardandır, Said-i Kürdi derler” dedi. O zaman onun Bediüzzaman olduğunu öğrendim. O günden sonra ben
onun kitaplarından alıyordum, köye götürüyordum.
Altmış inkılabından sonra köydeki evimizi aramışlar,
camın önünde eski yazıyla yazılmış “küçük sözler”
vardı; onu bulmuşlar. Biz çayırdaydık o vakit... Gelince dediler ki savcılığa gideceksiniz, sizi çağırıyorlar.
O zaman bazı akrabalar “Ula oğlum ne işin var bu kitaplarla, başını belaya sokuyorsun” demişlerdi. Savcıya gittik. Ne yazıyor bu kitapta oku bakalım dedi.
“Bismillah her hayrın başıdır” diye okumaya başladım. “Tamam, tamam” dedi, bizi serbest bıraktı.
Şerafettin Amca İskenderpaşa’ya da gider miydin?
İskender Paşa’ya Zahit Kotku
Hazretlerini dinlemeye giderdim.
Pazar günleri oluyordu sohbeti.
Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek
Peygamber Efendimize benziyormuş, öyle diyorlar… Bana bir seferinde dedi ki: “Sahabe-i Kiram’dan
Şerafettin var Allah seni ona bağışlasın.” Sonra; “Arkadaşlarının isimi ne” dedi. “Biri Ali biri İbrahim”
dedim. “Allah onu İbrahim aleyhis
selam’a bağışlasın, onu da Ali Efendimize bağışlasın” diye dua etti.
Bir gün biz caminin yanındaki sohbet odasında
Zahit Koku Efendinin yanındayken Erbakan Hoca,
Korkut Özal bir de Süleyman Arif Emre geldi. Efendi
yanındakileri hiç görmedi: “Necmettin Bey şöyle
buyurun koltuğa” dedi. O geldi ama koltuğa oturmadı, bir saate yakın bir zaman yerde diz üstü oturdu. Zahit Efendi o zaman Erbakan Hoca’ya çokça
dua etti. “Her zaman Allah’a tabi olun” dedi.
Esad Coşan Hoca’yı da gördün mü?
Esad Coşan Hoca’yı çok dinledim. O zaman
hem Ankara’da üniversitede hocaydı hem de belli
İskender Paşa’ya Zahit Kotku Hazretlerini dinlemeye giderdim. Pazar günleri oluyordu sohbeti. Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek Peygamber Efendimize benziyormuş, öyle diyorlar…
Eylül
B
25
günlerde İskenderpaşa’da sohbet ediyordu… Bir seferinde bir soru sordum ona.
Hani dua okuyoruz tespihe üflüyoruz
ya… Bu doğru mu dedim… O da “Oku
da tespihe üfleme, vücuduna üfle” dedi;
doğrusu buymuş. Babası da Halil Necati
Amca vardı, o da çok mübarek bir adamdı. Esad Hoca’nın cenazesinde Erbakan
Hoca onun elinden öpmüştü.
B
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin vaazlarına da gider miydiniz?
Süleyman Efendi’nin de çok elini
öptüm. Uzun boylu heybetli bir zattı. Osmanlı hanedanına benziyordu. O “aziz
olun” diye çok dua ederdi. Beyazıt’ta Süleymaniye’de, diğer merkez camilerde vaaz ederdi. Ben onun
vaazlarını hiç kaçırmazdım. İlk defa onu Beyazıt’ta
dinledim, o gün çok ağladım… Çıktı kürsüye, tabi her
halinden belliydi ne olduğu… Diyanet o yıllarda ona
karşıydı. Müftüler, hocalar onunla pek araları yoktu.
O kürsüye çıkınca hocalar öyle bağıra bağıra Kur’an
okumaya başladılar ki göreceksin… Köşelerden nasıl
bağıra bağıra okuyorlar. Konuşturmak istemiyorlardı,
protesto ediyorlardı yani… Ben o zamanlar gençtim,
sinir oldum onlara… Bir işaret gelse gidip boyunlarına binecektim... Onun sevenleri de çok kızmıştı o
gün... Mübarek Süleyman Efendi kürsüden ellerini
kaldırarak; “Hafız kardeşlerden Allah razı olsun, ben
size dua ediyorum” deyince onlar da sustular. Sonra
sohbete başladı. Dedi ki: “Eskiden böyle pazar sepetleri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de
içindekini yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çıkmış; fileler, hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor hem
de yetim görüyor onu tüh benim babam olsaydı bana
da alırdı ondan diyor.” Bunu duyunca beni bir ağlama aldı. Mendilim de yoktu… Birinden aldım… Sonra katladım geri verdim almadı “koy cebine” dedi.
Muzaffer Özak Efendi ile de görüştünüz mü?
Muzaffer Özak’la Nurettin Efendi dergâhında
görüşüyorduk. Orada Peygamber Efendimizin kokusu var aynı… Rahmetli hanımımla bütün ziyaretleri
gezerdik. Hırkayı Şerif camisinde Hırkayı ziyaret etmiştik. Hiç koku sürmezlermiş hırkaya… Peygamber
Efendimizin kendi kokusuymuş o… Sonra oradan
ayrıldık, oraya yakın olan Nurettin dergâhına gittik.
Bir baktık ki aynı koku orada da var… Hatta bizim
kızlar dedi ki: ”Baba bak aynı koku…” Ben de dedim
ki: “Kızım ben de kokuyu aldım da demedim size..”
Nasıl bir zattı Muzaffer Efendi?
Bana göre iyi biriydi de tabi başkalarına ters
gelen şeyleri vardı. Mesela sakalları yoktu. O sohbetlerinde hep tarikattan anlatırdı. Onların bağlıları
Ankara’da çoktur. Bir gün biz dergâha gitmiştik ailecek. Mübarek, saat onda geldi, oradakilere hal hatır sordu, kadınlarla da konuşuyordu, “Ayşe Hanım
nasılsın?” falan diyordu. Tabi hep Hocayı tanıyan kişiler… Bizimkiler huylandılar, geri döndüler, ben de
onlarla döndüm gittim. Bugün hala o pişmanlık var
“Eskiden böyle pazar sepetleri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de içindekini
yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çıkmış; fileler, hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor
hem de yetim görüyor onu tüh benim babam olsaydı bana da alırdı ondan diyor.”
26
B
Eylül
B
bende. Bizimkiler anlamıyorlar tabi onun mübarek
zat olduğunu. Yirmi kişi gelmiş Amerika’dan Muzaffer Hoca’yla görüşmüşler Müslüman olmuşlar. Hep
duyuyorduk böyle şeyler.
Sami Ramazanoğlu Efendi ile olan münasebetlerinizi anlatır mısınız?
paniğe kapıldı hemen… Demir döner merdiven var,
oradan çıktım… Baktım orada ufak bir masa, masanın başında zayıf bir adam… Seyrek sakallı ama
Allah’ın nuru, melaikesi, insanlıktan çıkmış… Zaten
Hakka tabi olanlar melekeleri geçiyorlar. Epeyce sohbet ettik. Çok şeyler sordu, hep cevap verdim. “Nerelisin, Erzurum’da kimi tanıyorsun” diye hep sordu…
Sonra “Her vaktin oldukça gel buraya tamam mı?”
dedi. “Tamam, Efendim” dedim. O günden sonra
ya o dükkâna bir şey almaya gittiğimde ya da Rüstem Paşa Cami’inde mutlaka görüşüyorduk. Rüstem
Paşa’da kılardı namazlarını. Sonra hanımı öldükten
sonra Erenköy’de kızının yanına gitti karşıya…
Tahtakale’de Niğdeli Mustafa Efendi vardı, ay
gibi güzel bir adamdı, nuraniydi… Senin gömleğin
gibi bembeyazdı. Bir yerde arkadaşlara soruyordum;
“Sami Efendi’yi nerde görebiliriz” diye… Bana Mustafa Efendi’yi tarif ettiler. Dedim ki; “Ben onu tanıyorum, ben ondan alüminyum alıyoOndan sonra görüşemediniz
rum.” Sami Efendi onun defterlerini
mi?
tutuyor geçimi sağlıyormuş, Bunun
Baktım
orada
ufak
bir
üzerine Mustafa Efendinin yanına
masa, masanın başınOndan sonra da görüştük.
gittim. Selamun aleyküm/aleyküm
da zayıf bir adam…
Bir gün Kurban bayramıydı, ikinselam… Mübarek adamdı Mustafa
Seyrek sakallı ama Alci gününde oraya gittik. Kalabalıktı
Efendi… “Şerafettin’e bakın, bekletevinin önü, kırk kişi elli kişi vardı…
meyin onu” dedi… Ben dedim; “Bir
lah’ın nuru, melaikesi,
Evin önündeyiz Allah Rahmet etsin
şey istemiyorum…” O da, “Ziyareinsanlıktan çıkmış…
bir damadı vardı Ömer Kirazoğlu;
te mi geldin?” dedi… “Evet, EfenZaten Hakka tabi olanmübarek celalli meşrepliydi. Bize
di Hazretlerini ziyaret edeceğim”
lar melekeleri geçiyordedi ki; “Ya ne anlamaz insanlarsıdedim. “Olur, müsait bir zamanda
lar.
nız, polis bekliyor orada; bu ne gögel görüştürelim” dedi. “Tamam”
rüşmesi?” Ben dedim ki; “Efendim,
dedim, tam çıkacakken ayağımı atSami Efendi bana emir buyurmuşmadan basmış zile; “O adamı getirin
tur,
her vaktin olduğunda gel demiştir.
görüşelim” demiş.
Bugün bayramdır görmek istiyoruz.” Hiç ses etmedi.
“Gelin” dedi. Gittik kapının önüne on kişi on kişi içeri
Demek ki sizi yukarıdan gördü
girdik bayramlaştık. Ömer Kirazoğlu “Elini öpmeyin,
Ben onu görmedim o beni nerden görecek. musafaha edin geçin” dedi. Öpmez miyim, içini, dıGördüğü yok… Keşif ehli ya… Zile basınca herkes şını iyice öptüm… Hal hatır sordum… “Gideceğim
Medine-yi Münevvere’ye daha gelmeyeceğim” dedi.
Sonra bir iki sene sonra Medine’de vefat etti. Ömer
Bey de gitti, o da orada vefat etti. Ömer Bey’in babası Ahmet Kirazoğlu’nu görmedim ama onun resmi
var bende; o da büyük bir evliyaullahmış, hem de
âlim biriymiş…
Allah razı olsun Şerafettin Amca… Seni daha
fazla yormayalım.
Allah bizi bu güzel insanların yolundan ayırmasın.
Eylül
B
27
Ey Müslüman Dinini Kıskansana!
Abdullah ÇAKIR
a
izyond
v
e
l
e
t
ri
öncele
kabul
;
ı
n
r
i
ı
ğ
k
e
y
a
Örn
bımıza
a
en
d
a
,
e
lemey
iz
z
i
m
i
i
y
n
i
e
d
ahn
n
z bir s
i
m
kapata
i
e
ğ
i
v
n
ett
a
ar
in
zü kız
ü
y
a
tazyik
d
ı
n
y
ya
a
i
ekl
h l arı,
ar sür
a
l
n
n
ü
a
g
s
n
i
bu
la k a la
a
k
ar bir
s
a
k
d
ı
n
n
ı
a
t
l
a
ik
nlikler
e
c
h
e
t
müs
eliyor.
hale g
“İnananların; özür sahibi olmaksızın
oturanlarıyla, Allah yolunda malları ve canlarıyla didinip gayret gösterenleri aynı değildir. Allah, malları ve canlarıyla yoğun gayret
gösterenleri oturanlara derece bakımından
üstün kılmıştır. Allah hepsine güzellik vaat
etmiştir ama yoğun gayret gösterenleri, çok
büyük bir ödülle, oturanlardan üstün kılmıştır.” (4 Nisa Suresi - 95)
En ciddi olmamız gereken alanlardan biri de
dini mevzulardır. Dinimiz ve kutsallarımız saldırıya, hakarete, alaya ve hafifliğe alınamayacağı gibi
bazen fıkra kabilinden bile olsa eğlenceye de meze
olamaz. Böyle bir durum karşısında sesini çıkarmayan Müslümanın salâbet-i diniyyesi eksik demektir.
Şimdi salâbetin ne olduğunu açmamız gerekir.
SALÂBET-İ
DİNİYYEDİNİYYE
SALÂBET-İ
Osmanlı ecdâdımızın (rahmetullahi aleyhim
ecmaîn) üzerinde en çok durdukları hususlardan
28
B
Eylül
B
biri olan salâbet-i diniyye, dinini ve dinin emirlerini
korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık demektir. Mukaddesâtını korumak hususunda cesaret,
metanet, vakurluk, sebat ve kararlık gibi sıfatlarla bezenmiş olmaktır. Bu kavram içerik olarak da Kur’ân-ı
azîmü’ş-şâna dayanmaktadır. Buna göre yüce Allah,
“İzzet; Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve mü’minlerindir” (el-Münâfıkûn, 63/8) ve “inanıyorsanız
üstün olanlar sizlersiniz” ayetleriyle müminlerin
haysiyet ve onur sahibi olduklarını ve bunu korumaları gerektiğini istemektedir.
Cenab-ı Hakk’ın, “Muhammed Allahın Rasulüdür. O’nunla beraber olanlar (ümmet-i Muhammed), kâfirlere karşı sert,
kendi aralarında merhametlidirler” (el-Fetih, 48/29) buyurduğu
gibi, ümmet-i Muhammed’in özelliklerinden biri de İslâm düşmanlarına karşı sert olmaktır. Buna göre
bir müminin dinini ilgilendiren hususlarda da cesur ve gayretli olması gerekir. Çünkü yukarıda mealini
verdiğimiz ayette Cenab-ı Hakk’ın
buyurduğu gibi üstünlük ve izzet
onda ise kimden korksun ve çekinsin! İşte İslam’a veya müslümanlara
yapılacak her türlü maddî-manevî, sözlü-fiilî sataşmalar, tecâvüzlerin, usulüne uygun bir surette bertaraf
edilmesi için mümini cesaretlendiren, öz güvenini
artırıp harekete geçiren bu duygunun adı salâbet-i
diniyyedir.
GAYRET-İ
GAYRET-İ
DİNİYYE
DİNİYYE
Salâbet-i diniyye ile irtibatlı olan ve yine ecdadımızın üzerinde en çok durdukları kavramlardan biri
de gayret-i diniyye yani din gayretidir. Gayret dilimizde daha çok çaba göstermek şeklinde kullanılır ama
aslında kıskanmak demektir. Buna göre dinin hafife
alınması emir ve yasaklarının çiğnenmesi ve gavurun
ve keferenin saldırmasını görmekten doğan dayanamama ve kayırma duygusudur.
Şimdi kendimize bakıp bir durum değerlendirmesi yaptığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor. Müslümanın dinine bağlanmasını sağlayan duygularının
köreltilmesi için stratejik bir plan çok uzun vadeli olarak adım adım uygulanmaktadır. Bu zamana kadar
uluslararası hakim güçlerin ortaya koydukları prensipler altında dizayn edilmiş olan İslam dünyasının
içinde İslam’a savaş açmış olan bu zihniyet ve işbirliği
halinde oldukları odaklar İslam’ı yeryüzünden tamamen silemeyeceklerini görünce içini
boşaltmak için stratejik saldırılarını
ellerinde bulunan ve çok iyi kullandıkları bir takım enstrümanlarla gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu
vaziyetin kurallarını Müslümanlar
koyamadıkları için mücadele de her
zaman savunma olmuştur. Bozulmadan kurtarabildiğimizi yanımıza
kar kalmış saymışızdır. Nihai amaçları ise iddiası olmayan, bir medeniyet perspektifi sunmaktan aciz,
cihaddan arındırılmış ve bir İslam
oluşturmaktır. İslam’a ait değerleri
basitleştirmek, ve Müslümanların
inançlarını şüpheye düşürmektir.
Küfrün bahsettiğimiz salabet ve gayreti bozmak
için kullandığı en etkili silahlar kuşkusuz, soft power
yani yumuşak güç olarak tanımlanan medya, eğitim-öğretim-finans unsurlarıdır. Çünkü bunlar kültürü başka bir kültüre taşıyarak dönüştüren en etkili
silahlardır. Günümüzde bir ülkeye silahlı unsurlarla
girmektense bir yaşam tarzıyla girmek daha kalıcıdır.
Örneğin; önceleri televizyonda dinimize, adabımıza aykırı kabul ettiğimiz bir sahneyi izlemeyen ya
da yüzü kızaran ve kapatan insanlar sürekli aynı tazyikin altında kala kala bu günahları, müstehcenlikleri
kanıksar bir hale geliyor. Düşünebiliyor musunuz dini
“Ey Müslüman sen din gayretini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?”
Eylül
B
29
B
bir mevzu konuşurken ötede açık olan televizyonda
müstehcen reklamlar, şarkılar vs yer alıyor, kimsede
bir salâbet, gayret yok. Kimse salâbet-i diniyye ve
gayretinden, oğluna, kızına, yakınına sevdiklerine
vs. nasihat edip doğruları anlatmaya cesaret etmiyor.
Reklamların, dizilerin, kliplerin, internetin, modanın,
ribalı (faizli) lokmaların vs. tehlikelerini anlatmıyor.
Halbuki din nasihattir, tebliğdir. Bu milletin etkili bir
nasihat ve tebliğe ihtiyacı vardır. İnanın ki herkes bir
boşlukta ve kendisine uzanacak bir eli bekliyor. Hasılı
İrşad, tebliğ ve cihad ehlini harekete geçiren güç din
gayretidir. Herkesin Allah’ın dininden yüz çevirdiği
bir zamanda Allah, dinine sahip çıkanı da yüz üstü
bırakmaz, aziz kılar. Allah’ın dinini kıskananı da Allah
yarattıklarından kıskanır.
Salâbet ve gayret duyguları imandan doğmaktadır. Din adına hayırlı gayret ve yararlı meşguliyet,
imani- ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir. Bununla
birlikte herkesin imanı bir değildir. Kiminin imanı kavi
kimini ki zayıf olduğu gibi her şahsın da din gayreti ve
salâbeti bir değildir.
Toplumun bütün unsurlarıyla bozulduğu İslam’ın stratejik saldırı ve hamlelerle çözülmeye çalışıldığı bir ortamda her mümin din gayreti ve salâbeti
göstermelidir. Bu konuda en önde gidenler din görevlileri ve ilahiyat hocaları – öğretmenler olmalıdır.
Onlar hakkı söylemek ve uygulamakta, emir bi’lma’ruf ve nehiy ani’l-münker hususunda cesur ve
dirayetli olmalıdırlar. Himmetleri ve gayretleri yüksek
olmalıdır. Çünkü gayret-i diniyyesi olan din adamları
görevlerini ihmal etmez, çevrelerindeki yanlışlara seyirci kalmazlar. Ancak, bunu sadece din görevlilerinden beklemek de yanlıştır. Bir müslüman şahsın şunu
asla aklından çıkarmaması gerekir: “Her Müslüman
kendi dininin din görevlisidir.”
Medeni cesareti yüksek ve kendinden (dininden) emin bir Müslüman, şahsında topladığı bu âlî
duyguyu yerinde ve zamanında usulüne uygun bir
şekilde de kullanmasını bilmelidir. Dinî cesaretin an-
cak, sağlam bir iman ve doğru bir İslâmî bilgiyle sağlanabileceğini de unutmamalıdır. Salâbet-i dîniyye ve
gayret-i diniyye yerli yersiz, kaba bir kuvvet kullanma
değil, bilakis, zaman ve zemine göre muhataba cevap
verebilme, onu ikna veya susturmadır. Mesela, din
hakkında yanlış bilgiler vererek ileri geri konuşan birine yapılacak en doğru hareket, onu kırmadan doğruyu anlatabilmektir. Bunu anlamıyorsa, onu ilzam etmek, doğruları söylemek suretiyle susturmaktır. Fakat
müslüman, mütecaviz olmamalıdır. Çünkü maksad,
İslâma gelecek zararı defetmek ve mümkünse mütecavizi İslam adına kazanmaya çalışmaktır.
İBRETLİK
BİR DERSBİR
İBRETLİK
DERS
Bir Mecusi, din gayreti ile bir köprü yaptırmıştı.
Gazneli Sultan Mahmud bu köprüyü görünce, yaptıran kişiye dua etmek istedi. Bunun üzerine yakınları, köprüyü yapanın ateşperest olduğunu söylediler.
Sultan Mahmud Han masrafının iki katını vererek
köprüyü satın almak istedi. Mecusiyi bulup getirdiler.
Sultan Mahmud teklifini yaptı. Mecusi, “Padişahım
ben bunu satmak için yapmadım, dinim için yaptım,
satmam” dedi. Batıl dini için bile yaptığını para ile
değişmedi.
Feridüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri bunu anlatırken buyuruyor ki: “Ey Müslüman sen din gayretini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?”
Salâbet ve gayret duyguları imandan doğmaktadır. Din adına hayırlı gayret ve yararlı meşguliyet, imani- ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir.
30
B
Eylül
Öğüt Verdim Deli Gönül Almadı
Aklım fikrim yâr eyledim ben bana
Öğüt verdim deli gönül almadı.
Bir kileciği var, almış eline
Dünyayı içine koydum dolmadı.
Alması farz imiş, sünnettir selam
Hak nurdan yarattı, yaz dedi kalem
Bir çiçek yarattı ol Rabbü’l-Âlem
Onu kokulayan mahrum kalmadı.
Var bir pîre eriş, serseri gezme
Gözet gözün önün, yolundan azma
Değme bir dükkana yükünü çözme
Burda çok bezirgân işi kalmadı.
Gençlik yaza benzer kocalık güze
Yüreğim başlıdır dertlerim taze
Boynun eğ de hizmet eyle üstada
Şeytan benlik ile menzil almadı.
Kul Himmet’in deste gülü elinde
Daima zikreder Hakk’ı dilinde
Bir güzel sevmişim Hakk’ın yolunda
Hayali gönlümden zail olmadı.
Kul Himmet (17. yy.)
Kile: Tahıl ölçmekte kullanılan kap.
Değme bir dükkana yükünü çözme: (Burada) Olur olmaz yere sırrını açıp maneviyatını zayi etme.
Bezirgân: Tüccar.
Üstad: Mürşid, hoca.
Zail olmadı: Yok olmadı, gitmedi.
Müceddid-i elfissânî
İmam-ı Rabbanî (k.s) den
Ey oğul!
Bilmek gerekir ki zahirî bir güce ve şeklî bir mevkiye ya da makama sahip
olan dünya ehlinden biri, emrinde bulunanlardan birine faydası yine kendine dönecek bir iş vererek iyilik yapsa, şüphesiz o iyilikten kendisi fayda görür. İşi yapan
kişi ise bu işi çok yüce kabul ederek şöyle der: “Değerli ve saygın bir zat beni
bu işle görevlendirmi ştir. O halde bu işi sonsuz bir minnet ve şükran
duygusu içinde yerine getirmeliyim, severek yapmalıyım.”
Allah Celle Şanuhû’nun azameti bir aciz kulun büyüklüğünden daha mı aşağıdadır ki, azameti tartışmasız olan Hak Sübhanehu’nun emirlerini yerine getirmek
için gayret edilmez? Utanmak ve tavşan uykusundan uyanmak gerekir.
Allah Sübhanehu’nun emirlerini ihmal etmenin iki sebebi vardır: Ya dinin
hükümlerini yalanlamak ya da Allah Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’nin azametini
dünya ehlinin büyüklüğünden daha düşük görmek… Her iki durumun da ne denli
çirkin ve utanç verici olduğunu anlamak gerekir.
32
Ey oğul!
Nefs çok cimridir ve Allah Tealâ’nın hükümlerini yerine getirmekten daima
kaçar. Bu yüzden söz kibarca ve yumuşaklıkla sadır oluyor. Yoksa mal-mülk hepsi
Allah’ın hakkıdır. Kul hangi hakla bu hakkı bekletir ve erteler? Bilakis onu tam bir
minnettarlık ve şükran duygusuyla, zevk alarak edâ etmek icab eder.
Aynı şekilde ibadetlerin edasında nefsin arzularına uyup gevşek davranmamalı ve kul haklarını ödemek için azami çaba sarf edilmelidir ki, boynunda kimsenin hakkı kalmasın. Burada yani dünyada kul hakkını ödemek kolaydır. Şöyle
ki yumuşaklıkla ve nezaketle o haktan kurtulmak mümkün olabilir. Ama iş ahirete
kalırsa, orada çare bulmak zorlaşır.
(Mektubat-ı Rabbanî, 73. mektuptan kısaltılarak alınmıştır.)
33
Ahir Zaman Yolcusuna
Tenbih ve İhtarlar
Yusuf KARAGÖZOĞLU
İ
rlu
) kusu
V
.
A
.
(S
arimiz
e
b
rmakt
m
a
a
y
g
y
u
e
e
l
P
öy
ir
n l arı ş
a
t
eden b
a
s
m
l
e
l
y
ma
ö
us
llah’ın
surun
A
u
K
a
“
m
.
dır
dai
imse,
ro
k
n
a
t
a
elekle
m
e
v
malı s
r
adı
n
altınd
ı
etinde
b
a
m
z
h
a
ga
r
h’ın
Mace
n Alla
(İbn-i
ı
”
m
r
a
e
l
d
r
a
i le
asını d
m
l
a
k
45)
uzak
Büyû;
/
slami hükümleri üç başlık altında toplamak mümkündür. 1) İtikadi hükümler 2) Ameli hükümler
3) Ahlaki hükümler; bunlardan akaid ve kelam
ilmi, itikadi hükümlerle; fıkıh ve islam hukuku ilmi,
ameli hükümlerle; tasavvuf ve ahlak ilmi, ahlaki hükümlerle ilgilenmektedir. Müslüman bireyde bulunması lazım olan, müslümanın hayatının merkezinde
oturtulması gereken üç anahtar kavram; takva, ilim
ve ahlaktır. Takva daha çok kalbe yöneliktir; nitekim
kalbin şeytanın vesvese ve iğvasından kurtulup Allahın zikriyle mutmain olması, kalpte Allah korkusu
ve Allah sevgisinin yer edinmesi istiğfar ve tevbeyle
olur. İlim daha çok akılla ilgilidir; aklın ilim nuruyla
donanması, aklımızdaki şüphelerin izale edilip yakinimizin artması, akl-ı selim düşünceler faydalı ilimle
meşgul olmaya bağlıdır. Ahlak da daha çok nefis
tezkiyesi ve ruh terbiyesiyle ilgili olduğunda manevi
disiplin altına girip tevazu, zühd, kanaat vb. güzel
hasletleri kazanmayla olur.
“Bizim uğrumuzda cihat edenlere gayret gösterenlere biz şüphesiz onlara yolları-
34
B
Eylül
B
mızı gösteririz (hidayette kılarız) ” (Ankebut/69)
ayetinde hidayete ermenin şahsi mücahede ve çabayı gerektirdiği, “Hidayete erenlere gelince, Allah
onların hidayetini arttırmış ve onlara takvalarını (Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını)
vermiştir.” (Muhammed/17) ayetindeyse hidayette
olmayan kişide hidayetin artmayacağı gibi takvanın
da bulunmayacağı belirtilmektedir. “O gün ne mal,
ne evlâd fayda verir, selim bir kalble gelen
müstesna...” (Şuarâ Suresi, 88-89) ayetinde hesap
günü şirkten, küfürden, nifaktan ve günahlardan arınmış selim kalbin dışında bir şeyin fayda vermeyeceği
vurgulanıyor. Bir kalp ki kin, hased,
öfke, kibir, gurur, gibi tüm kötü kalp
hastalıklarından arınmış olsun. Rasulüllah (S.A.V) Efendimizin, kalbi
et parçasına benzettiği kalple ilgili
şu hadisi gerçeği gözler önüne seriyor adeta: “Vücudda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa tüm
vücud iyi olur. O hasta olursa,
tüm vücud ateşli hastalığa yakalanır.” (Buhari ve Müslim)
Şüphesiz ki, Kuran’da kalbi
selim dışında, mühürlü kalpler ve
hastalıklı kalplerden de bahsedilmiştir. Böylelikle kalpler Kuran’da
anlatıldığı şekilde anlamıyla beraber
üçe tasnif edilebilir:
1- Yaratılış gaye ve haysiyetini koruyan selim/
sağlam, münib/Allah’a yönelen ve mutmain/doygunluğa ermiş kalpler. Bunlar hitab-ı ilahîye mazhar, müminlere ait kalblerdir.
2- Mühürlü ve nasipsiz kalpler. Bunlar imandan
ve İslam’dan nasibi olmayan bahtsızların, kâfirlerin
kalpleridir. Bunlar hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bakara/7)
3- Hastalıklı kalpler: Bunlar da başta münafıklar olmak üzere şüphe, cehalet, ihtiras ve ahlaksızlık
girdabında bocalayanların kalpleridir. Allah böyleleri hakkında şöyle buyurur: “Onların kalplerinde
hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını
arttırmıştır.” (Bakara/10) (Kalbi Selim / Diyanet Aylık Dergi
Ekim 2009 sayısında yayınlanmıştır.)
“Allah şeytanın verdiği bu vesveseyi,
kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri
katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için
böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler derin
bir ayrılık içindedirler. “Bir de
kendilerine ilim verilmiş olanlar onun, Rabbinden gelen hak
olduğunu bilsinler, böylece ona
iman etsinler ve sonuçta da
kalpleri ona saygı duysun diye
Allah böyle yapar. Hiç şüphe
yok ki Allah iman edenleri doğru yola iletir.” (Hacc/53-54)
Bu ayetlerde şeytanın ancak
kararmış hastalıklı, katı kalpli kimselere nüfuz edebileceği, ilim sahibi, Allahtan korkan, haşyet ve huşu
dolu bir kalbe sahip kimselere bir
nüfuz ve etkisinin olamayacağı ifade ediliyor.
“Onlar: ‘Evet; doğrusu bize bir uyarıcı
geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey
indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik’ derler. ‘Eğer dinlemiş veya akıl
etmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler
içinde olmazdık’ derler. Böylece, günahlarını
itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok
olsunlar! ” (Mülk/9-11) ayetinde yalanlayanların cehennemdeki hallerinden söz edilirken hakikatten yüz
çevirdikleri, kendilerine gelen uyarıcıları dinlemedikleri ve kendilerine gelen ilahi mesajları düşünüp aklederek tefekkür etmedikleri için pişmanlıklarını itiraf
etmeleri manidardır.
“O gün ne mal, ne evlâd fayda verir, selim bir kalble gelen müstesna...”
(Şuarâ Suresi, 88-89)
Eylül
B
35
B
Manevi terbiye için nefsi arındırma ve ruhu
disiplin altına almak gereklidir. Nefis isyanı ve itaatiyle birlikte yaratılmış olup şehevi arzularına uyan
bedbaht olurken, şehevi arzularını frenleyip onlara
gem vuran bahtiyar olur. Bu konuyla ilgili ayetlerde
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “ Nefsini tertemiz
yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.
” (Şems: 9-10) Nefis süfli olarak yaratılmışken, ruh
ulvi olarak yaratılmıştır. Nefsimize takvasını vermesi
için Allah’ın Resulü gibi dua etmeliyiz. Zira Zeyd bin
Erkam (r.a)’ den rivayet edildiğine göre Resulullah
(S.A.V) duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi: “Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu
pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın.
Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim / 2722)
Nefsin de dereceleri vardır. “Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder. ” (Yusuf / 53)
ayetinde nefs-i emmareden, “Kendini sürekli kınayan (ayıplayan) nefse yemin ederim ki! ”
(Kıyamet/1-2) ayetinde nefs-i levvameden, “Ey
(mutmain) huzura eren nefis, sen ondan (Allah’tan) razı ve oda senden razı olarak Rabbine dön. (haydi) salih kullarımın arasına gir,
cennetime gir. ” (Fecr/27-30) ayetinde nefs-i mutmainneden bahsedilmiştir.
Ruh bize Allah’ın emanetidir, ruhlar aleminde
yaptığımız misak ahdine sadık kalarak bu emaneti
tertemiz olarak Allah’a sunmakla mükellefiz. “Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp
devam ettirmiş, onlara: ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim’ demiş ve buna kendilerini şahit
tutmuştu. Onlar da: ‘Evet şahidiz’ demişlerdi.
Bu, kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz
yoktu’ dersiniz veya ‘Daha önce babalarımız
Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan
sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların
yaptıklarından ötürü yok eder misin?’ dersiniz
diyedir. ” (Araf/172-173)
Takvayı kuşanmazsak; hukukullahı (Allah’ın
üzerimizdeki hakkı) çiğnemek kolay olduğu gibi hukuk-u nefs (nefsimizin üzerimizdeki hakkı) ve hukuk-u ibada (diğer kulların üzerimizdeki hakkı) riayet
etmeme kolaylaşır, ilmi kuşanmazsak; şirke, küfre,
nifaka ve cahiliyyeye bulaşmak basitleşir, ahlakı kuşanmazsak da; aile, okul ve arkadaş çevresinde iyi,
erdemli ve faziletli meziyetler kaybolmaya yüz tutar,
emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münker vazifesi unutulmaya başlar. Takvasız ilim kitap yüklü merkep olmaya götürür, ilimsiz takva sofuluğa götürür, içinde
ahlakı olmayan ilim ukalalığa ve laubaliliğe, içinde
ahlakı olmayan takva nezaket ve medenilikten uzak
bedeviliğe götürür.
İbadet hayatında takvayı, ticaret ve iş hayatında ahlakı, muamelat konularında ilmi önemsememek
akıl kârı değildir.
Madem ibadet hayatında takvadan söz ediyoruz söze başörtüsü emrinin geçirdiği dönüşüm
ve zihinlerde bu emri algılamadaki farklılıkla başlayalım. Ne yazık ki başörtüsünden takva uzaklaşınca
bşörtüsü algısı türban haline geldi ve türbanı takanlar
da hayasını kaybedip Allah’ın farzını kendi tarzları-
“Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen
varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim / 2722)
36
B
Eylül
B
na (modalarına) kurban ederek hadiste peygamber hadis, fıkıh, akaid ve kelam, tasavvuf vb islami ilimefendimiz (sav) in lanet ettiği giyinik çıplaklar (Müs- lerde mesafe kateden bir gençtir. Selam olsun böyle
lim/2128) haline geldiler. Böyle kimselerin çoğaldığı gençlere…. Çünkü bu genç ki, ömrünün en bereketli
ahir zamanı hafife almamak lazım. Görüldüğü gibi yılları olan gençlik yıllarını Hz. Meryem misali kendini
Allah’ın üzerinde ayetinin taşıdığının bilincinde olma- Allah’a adayan, yaşıtları kebair günahlara dalmışken
yan ilimsiz, cahil giyinik çıplakların takva-ilim-ahlak şehevi arzularına gem vurup nefsinin tasallatundan
(burada haya)’ larını yitirince nasıl önemsiz meta ha- kurtulup Rabbine sabırla ibadet-u taate devam eden,
line geldiklerini müşahade ediyoruz. Başörtüsündeki kimi zaman kötülüklerden iyiliklere hicret eden muhacir, kimi zaman Allah’ın dinine yaro iffet ve vakurluk gitmiş; yerine cinseldım eden ensar, vaktini Hz. İsa’ya
liğini sokaklara taşıyan, kişiliğini degökten inen maide(sofra) misali ilim
ğil, dişiliğini karşı cinse servis eden
ve zikir meclislerinde (sofralarında)
türban portresi gelmiş. Bu giyinik
geçirerek bereketlendiren, ihtiyaç saçıplaklarda takva olmadığından ilkin
Azamı
Ebû
Hanife
hibi
gördüğünde canhıraş bir şekililahi emri yani Allah’ın hududlarını
kuddise
sirruh:
“Dide infak edip sadaka veren, islamla
çiğnediler, sonra kendi nefislerine
alay edildiğini gördüğünde gücü yeyazık ettiler, ve son olarak karşı cinnin alış-veriş kısmım
terse eliyle, sonra diliyle cihad eden,
sin ilgi duyacağı şeklide giyindikleri
bilmeyen, haram lokbu da olmadı kalbiyle buğzeden,
için diğer kulların günaha girmesine
madan kurtulamaz ve
hastalandığı yada bir belaya maruz
de sebep oldular.
ibadetlerinin sevabını
kaldığı vakit Hz. Eyyup misali kazaya rıza gösterip belaya sabreden, her
alamaz.” der.
Takva-ilim-ahlak üçlüsüne bir
halinin Rabbinin murakabesi altında
de hadiste bahsedilen (Buhari, Ezan 36, Zeolduğu bilinciyle ihlas ve samimikat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. Ayrıca
yetle Din-i Mübin-i İslam’a hizmet
bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudat 2) arşın göleden, islam kardeşliğini tüm coğrafgesindeki yedi sınıf insandan biri olan
ya
ve tüm ırklardan üstün tutarak davet
rabbine kullukla büyüyen genci örnek
verelim. Bu genç kalbi Allaha bağlı, gönlü mescidlere ve tebliğ görevini kusursuz bir şekilde ifa eden, hakkı
bağlı, kulluğun şuurunda bir genç, geceleri abid ve hak bilip ona ittiba eden, batılı da batıl bilip ondan
gündüzleri mücahid bir genç, dışarı çıktığında kuyu- içtinap eden, İlay-ı Kelimetullah misyonunun dava
sunda temiz kalan Hz. Yusuf misali iffetinden dolayı eri olan, Ali’sini bekleyen Fatıma’ların kurduğu aile
gözlerini haramdan sakınan, günahından dolayı piş- ocağı yada Fatıma’sını bekleyen Ali’lerin kurduğu
manlık duyup Allah’a gözyaşı döken, ibadetini eksik- aile ocağı böyle gençlere muhtaçtır.
siz yapacak ilmi öğrenmeyi kendine farz bilen, tefsir
Bu gencin yaşam tarzını incelersek, şu durum karşımıza çıkar;
bu gençteki takva Allah olan bağlılığı, ondaki ilim sorumluluk bilincini,
onda bulunan ahlak da güzel haslet
ve meziyetlerin hayatında daim ve
düzenli olmasını sağlar.
Son olarak ticari hayatta kaybolan erdemli vasıflardan biri olan
emin ve güvenilir olma vasfı üzerinde durmak istiyorum. Maalesef
toplum içinde kaybolmaya yüz tutmakta olup böyle kimselerin sayısı
ciddi anlamda azalmaktadır. Emin
ve güvenilir tüccarın arşın gölgesinde gölgelenecek zümreden sa-
Eylül
B
37
B
yılmaktadır: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar,
kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn
Mâce, Ticârât 1) Yine aynı şekilde böylelerinin nebiler, sıddıklar ve şehitlerle haşredileceği bildirilmektedir: “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar,
nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)
Elinden ve dilinden insanların emin olduğu
müslüman toplumlarda özü-sözü doğru tüccar, ticaret
erbabı bulamamak herhalde bizim ayıbımızdır diye
düşünüyorum. Ticarette malın kusuru varsa söylemek gerek, ticarette aldatmak, yalan yere yemin etmek, karaborsacılık yapmak, tefecilik yapmak gibi
tüm gayri meşru yollarla yapılan işlemler yasaklanmıştır.
“Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka
haksız ‘nedenler ve yollarla’ (batılca) yemeyin.
Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz,
Allah, sizi çok esirgeyendir.” (Nisa / 29)
“Alışverişte yemin etmekten
sakının.
Çünkü yemin
ticaretin
kazancı artırır
ama bereketini yok eder”. (Buhari / Buyu, 19; İbn-i Mâce
/ 30; Tirmizi / Büyû’, 26 ;Ebû Davud / Buyu, 53; Müslim / Buyu / 11)
Bir hadiste müslümanın, müslüman kardeşini aldatmasından sakındırmayla ilgili olarak şöyle
buyrulmaktadır: “Müslüman Müslüman’ın kar-
Tüccarlarda dört özellik
olursa, kazancı bereketli ve helal olur:
1- Mal satın aldığında kötülemez,
2- Sattığında övmez,
3- Müşteriden malın kusurunu
gizlemez,
4- Alış-verişte yemin etmezse (kazancı bereketli ve helal
olur).”
Ticarette en önemli ilke ölçüyü tam yapıp doğru tartmadır. Nitekim Şuayb (as) Peygamber olarak
gönderildiği Medyen halkını ayet-i kerimede şöyle
uyarmıştır: “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken
adaleti yerine getirin; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak
dolaşmayın”. (Hud / 85)
(Münziri, Et- Terğib Vet- Terhib, 2/586)
38
deşidir. Kusurlu bir malı din kardeşine satan
hiçbir Müslüman’a satış helal olmaz. Meğerki
malının ayıbını açıklaya.” (İbn-i Mace / Büyû;
34) Başka bir hadiste de Peygamberimiz (S.A.V) kusurlu mal satanları şöyle uyarmaktadır. “Kusurunu
söylemeden bir malı satan kimse, daima Allah’ın gazabı altındadır ve melekler o adamın
Allah’ın rahmetinden uzak kalmasını dilerler”
(İbn-i Mace / Büyû; 45) Bu konuyla ilgili Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselamın pazarda bir tüccarı
uyarması meşhurdur. Bir gün Peygamberimiz (S.A.V.)
pazarı dolaşırken, tahıl satan birisinin yanına gelmiş,
elini buğday yığınına daldırmış, altının ıslak olduğunu görünce sormuş: “Nedir bu?” Satıcı: “Yağmur
yağmıştı, ondan dolayı ıslandı.” diye cevap verince;
Resulullah: “Niçin o ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diye sert bir şekilde
mukabelede bulunduktan sonra: “Bizi aldatan bizden değildir” (Ebû Dâvûd/Büyû, 50) ikazını yapmıştır.
B
Eylül
B
Hacc menasikini yaptığında anadan doğma
günahlarının affedileceği müjdesini bildiği halde
yurda gelip müslümanları aldatmaya devam edenler, yeminlerinde ve sözlerinde doğru olmadığından
Rahman / 9; İsra / 35; A’raf /85; Mutaffifin / 1-7)
kıyamet gününde füccar (günahkar) olarak diriltileceklerini (Tirmizi / Buyû 4; İbn-i Mace / Ticarat, 3; Darimi / Buyû,7; HaAma ne yazık ki hac vazifesini yerine getirip kim / Müstedrek 2/62) bilmelidirler. Kazancını haram lokma
hacı olan bazı kimseler bakarsınız ki, insanları alışve- üzerine bina eden, yediği haram lokmayla damarrişte aldatma peşindeler, böyle kimselerin hacı sıfatını larında şeytanın gezdiğini, duasını kabul olunamakullanarak dine verdiği zarar ortadadır. Helal kazan- yacağını (Sahih-i Buhari: 6/357), kalbinin öleceğinin, ibaca riayet etmeyen, aslında yalan yere yemin etmek- detinin bereketinin kalmayacağını bilmelidirler. Bu
le elde ettikleri kâr gibi görünen kazançlarında birer
yüzden İmam-ı Azam hazretleri ticaretle
müflis olduklarını ah bir bilseler de,
uğraşanların dinin alışveriş kısmını
kendilerine çeki düzen verseler….
harama düşme tehlikesinden dolaZira Hatemu’l Enbiya Hz. Muhamyı öğrenmesini zaruret olarak görür.
med Mustafa (S.A.V)’in bu konuİmamı Azamı Ebû Hanife kuddise
da ümmetine ciddi uyarıları vardır.
“Alışverişte yemin
sirruh: “Dinin alış-veriş kısmım
Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve
bilmeyen, haram lokmadan kuretmekten sakının.
sellem ashabı kirama: “Müflis kime
tulamaz ve ibadetlerinin sevaÇünkü yemin
denir?” buyurdular. Onlar da: “Pabını alamaz.” der.
rası, malı kalmayan kişiye denir” deticaretin kazancını
diklerinde buyurdular ki: “ÜmmetiAslında islama zarar veren
artırır ama
min arasında müflis şu kimsedir
hacı kılıklı bazı kimseler takvasını yibereketini
ki, kıyamet günü defterinde, çok
tirdikleri Allah’ın her an kendilerini
namaz, oruç, zekat sevabı buluyok eder”
gözettiklerine yakinen iman etmenur. Fakat bir kimseye söğmüş,
dikleri için aldatıyorlar, ticaret ilmini
iftira etmiş, malını almış, kanını
öğrenmedikleri için helal harama
dökmüş, dövmüş. Sevapları bu
dikkat etmiyorlar, güvenilir, doğru
hak sahiplerine dağıtılır. Haklan
sözlü olmadıklarından böylelerinde
ödenmeden önce sevapları biterse hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine ticaret ahlakı olmaz. Bu kimseler haccın ruhunu kavrayıp hacc mevsiminde manevi iklimde günahlardan
yüklenir, sonra cehenneme atılır.” (Müslim)
arınıp giydikleri beyaz ihram örtüsüyle mahşere prova yaptıklarının şuurunda olmalılar, getirdikleri telbiyelerle Allah’ın hükmüne razı, davetine icabet eden
birer asker olduklarını unutuyorlar. Helalinden ticaret
yapmakla mükellefsen bu konuda da Allahın hükmü, resulün hükmü neyse ona uymak zorundasın,
aksi takdirde yaptığın ibadetler yüzüne paçavra gibi
vurulur, hesap günü senin sevapların bitip kul hakkı
yediğin kardeşinin günahları senin kefene yüklenirse
asıl kaybeden, müflis sen olursun.
Malum kuran-ı kerimde anlatılan helak olan kavimlerden biri olan Medyen halkı bu uyarıyı dikkate
almadıkları için korkunç bir patlama ve şiddetli bir
depremle helak edilmişlerdir. (Hud / 84-85; Şuara / 176-189;
Allahu Teala akıbetimizi hayreylesin, ona karşı
gelmekten sakındırıp takvamızı arttırsın, bizi ilmiyle
amel eden salih kulları arasına katsın, ibadetlerimizi
eksiksiz yapacak güç ve takat verip güzel ahlakla taçlandırsın bizi. Amin
Eylül
B
39
‘Geçiş Süreci’ Aldatmacasına
Tesettür Üzerinden Bakmak
Murat TÜRKER
İ
çinden geçtiğimiz ‘aslında gayr-ı İslâmî ama İslâmî olma iddiasında’ki sürece dönük itirazlar
geliştirdiğinizde mukabelede bulunulan kontra
cevaplardan biri, bunun bir ‘geçiş süreci’ olduğu
savunusudur.
tür
n teset
r
e
d
o
m
u ehl-i
rsi, bu
n
e
t
u
m
m
u
a
T
ur
endi d
k
zla
,
ı
ğ
ı
l
aha fa
d
e
n
saçma
ü
g
a
ünd en
ün dah
g
n
e
ç
dine g
ge
r
or, her
y
ı
t
esettü
a
t
s
a
k
ı
n
ı
n
l
a
k
ak
s enin
ıyafet
k
m
i
e
k
b
a
u
l
uc
faz
n işbu
a
m
a
z
i
şiyor.
e
l
r
dendiğ
e
y
u
şablon
40
B
Bu savunuyu üst perdeden seslendirenler,
bizim itiraz edip durduğumuz modern dayatmayı
İslâmî sosa bulayan ideolojik karışımı, genelde bunun bir geçiş süreci tezahürü olduğu bağlamında
olumlarlar.
Onlara göre ‘eskiye göre daha iyi durumdayız’dır, ‘epey bir mesafe alınmıştır’, ‘sistemle içli
dışlı olup onu içselleştirmenin bazı götürüleri olsa
da son tahlilde süreçten kârlı çıkanlar, önü açılan
müslümanlardır’ vs vs…
Peki gerçekten böyle midir? Gerçekten toplumda yükselen bir dinî şuurlanmadan bahsedebilir miyiz? Dedikleri gibi geçiş sürecini atlattığımızda
gerçekten ufukta bizi bir İslâmî bahar bekliyor mu?
Eylül
B
Esasen buna genel anlamda, “yürüdüğümüz
yolun bizi iyiye götürüp götürmediğini test etmek istiyorsak, yola çıktığımız nokta ile şu an bulunduğumuz
kıvam arasında bir mukayese yapmak yeterli olacaktır” şeklinde bir cevap verebiliriz.
Toplumdaki dinî ritüel boyutlu artışı, İslâm’ın
bir tapınak dini hüviyetiyle hayattan ötelendiği vasata rağmen ‘İslâmî kazanım’ olarak etiketleyenler
müstesna, dindarların önünün açıldığı bu süreçte
yaşadığımız ciddi çözülme ve yozlaşmayı görmeyen
herhalde yok gibidir.
Muhafazakâr görünürlüğün ivme kazandığı
ama her değerin popülerleşirken içinin boşaltıldığı ve
şuurumuzun budandığı bu vetire bizi şimdiye kadar
başta olduğumuzdan daha iyi bir noktaya taşımadı
ki, bundan sonrası adına içimizde coşkun umutlar
büyütelim!
Şimdiye kadar en baskın meziyeti(!), sistemin
argümanları karşısında müslüman direncini aşındırmak olan bu tür bir akışa neden kendimizi kandırma
pahasına boyunu aşan misyonlar yükleyelim!?
İyiye gidip gitmediğimizin en basit ölçütü, iyiye
yaklaşıyor olup olmadığımıza bakmaktır.
Dedim ya, bu genel manada bir yaklaşım…
Şimdi, söylediğimizi somut bir görüntü üzerinden açalım: Tesettür meselesi…
Evet, işbu şatafatlı ve -sözüm ona- tesettür algısı toplumda yer bulmaya başladığı demlerde, bazı
‘iyimser’ arkadaşlar ne diyorlardı:
“Olsun, bu bir geçiş süreci… Belki bu şekilde
tesettür şuuru zayıflıyor gibi görünüyor ama zamanla
bu, tesettürün yaygınlaşmasına zemin hazırlayacak
ve belli bir süre sonra insanlar hakiki/şer’î tesettürü de
benimsayecek!”
Peki, geldiğimiz noktada samimi olarak soralım
kendimize… Gerçekten böyle mi olmuştur? Gerçekten, bu -âmiyane tabirle- ‘altı kaval, üstü bilmemne’
tesettür (!) olgusu, defilelerle desteklenen ‘baş örtme
seferberlikleri’, toplumda hicap şuuruna hizmet eden
Eylül
B
bir işlev görmüş müdür?
Görmediği çok âşikâr…
Peki, soruyu bir adım öteye taşıyalım: Şimdi
bu tür bir işlev görmese de, gelecekte görebileceğine
dair bizlere gerçekçi umutlar bahşetmekte midir? İşte,
meselenin bamteli burasıdır. Bu soruya makul bir cevap verebilirsek, sadece tesettür bahsinde değil, genel
anlamda bu ‘geçiş süreci’ retoriğinin içinin ne kadar
dolu olduğu hususunda da doğru bir fikre sahip olacağız.
Hayır, bu modern ve nevzuhur tesettür algısı,
açıkça hicap ve hayâ şuurunu geliştirmediği, tam tersi tesettürü yozlaştırdığı gibi, bundan sonra iyi şeyler
olacağına dair bir umutla, muvakkaten, geçici olarak
mazur görebileceğimiz bir model de sunmuyor.
Tam tersi, bu modern tesettür saçmalığı, kendi durumunu ehl-i dine günden güne daha fazla kanıksatıyor, her geçen gün daha fazla kimsenin aklına
tesettür dendiği zaman işbu ucube kıyafet şablonu
yerleşiyor.
Bu yol, bir ‘geçiş süreci’ falan değil, kendimizi
kandırmayalım. Genel anlamda müslüman bilincini
mecalsiz bırakan entegrasyon süreci de, tıpkı tesettür
meselesindeki gibi, bu tür ‘geçiş dönemi’ palavralarıyla meşrulaştırılamaz.
Başta “biraz gösterişli ve cazip bir örtünme tarzı bulalım da, kapanma konusunda daha çok insanı
özendirelim!” niyetiyle yola çıkan birileri olmuşsa,
onların birilerini ne kadar ve neye özendirdiği şöyle dursun, süreç, bizzat onların bu çarpık ve köksüz
tasavvuru benimsemelerine yol açan bir seyir izledi.
Hesabı iyi yapalım…
Modern tesettüre, ‘geçiş süreci’ mantığıyla vize
verenler, daha da iyi yapsınlar…
Geçiş süreci, bir türlü geçmek bilmedi; hatta iyiden iyiye yoz bir hüviyete bürünerek kökleşti, muhkemleşti.
Biz de, bu çözülmenin eli kolu bağlı seyircileri
olarak, züğürt tesellisiyle baş başayız.
41
Hacı Şaban Efendi Hz. (V)
Halit EŞKAN
Y
üce Allah insanların zarara uğramamasını
asr suresiyle “iman etme ve salih amel
işleme ve hakkı tavsiye etme ve sabrı
tavsiye etme” şartlarına bağlamıştır. İman mutlak
tasdiktir. İman eden mümindir. Mümin inancından
emin olan ve kendisinden emin olunan insandır.
İman ilahi ihsanların en hayırlısıdır. İtikat esaslarından şüphe etmek küfürdür. Hadis-i şerifte “İman
etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi
sevmedikçe iman etmiş olamazsınız.” buyrulmaktadır. Demek ki imanın ameldeki tezahürlerinden birisi, belki de en önemlisi müminlerin
birbirlerini sevmeleridir. Muhabbetten Muhammed
hasıl olmuştur. “Seven sevdiği ile beraberdir.”
“Nasıl iman ederseniz öyle yaşarsınız, kimi
severseniz onunla haşr olunursunuz.” Evet,
insanın ameli imanına delildir. Kim kime tabi olursa
onun peşinden gider.
,
r oldu
a
z
a
n
ir
u,
Bize b
zar old
a
P
z
ı
m
l,
Cuma
e d eğ i
r
i
b
n
u.
Birde
ar old
z
a
r
a
z
uysa a
Ne old
Yüce Allah; Musa (a.s)’a “benim için ne
amel işledin?” Diye vahy etti.
42
B
Eylül
B
Musa (a.s); “senin için namaz kıldım, oruç
tuttum, sadaka verdim, seni zikrettim.” Dedi
Yüce Allah; “Ey Musa, namaz imanın için
bir delildir, oruç senin için kalkandır, sadaka
mahşerde senin gölgendir, zikir nurdur. Benim
için hangi ameli işledin?”
Musa (a.s); “Ya Rabbi senin için olan ameli
bana bildir” dedi.
Yüce Allah şöyle buyurdu, “Ya Musa! Benim
rızam için salihleri (dostlarımı)
sevdin, benim rızam için fasıklara (düşmanlarıma) düşmanlık
ettin mi?”
Efendimiz (s.a.v) “Allah için
salihleri sevmek, Allah için fasıklara buğuz etmek amellerin
en faziletlisidir.” “Fasığı methetmeyin, fasığı methederseniz
arş titrer.” “Salihleri zemmeder, fasıkları methederseniz Allah gazaplanır.” buyurmaktadır.
Fasığı Allah lanetlemiş, kovmuş,
uzaklaştırmıştır. Fasığı metheden
haddini aşmış nefsini ilahlaştırmış,
Allah’ın hükmüne karşı çıkmış olur.” Onun için arş titrer. “Mümin mümine düşman olamaz, salihler
Allah dostlarıdır.” Allah dostuna dil uzatan zalimdir. Allah zalimleri sevmez onun için Allah gazaplanır.
Salih amel Kur’an ve sünnete uygun olan amellerin
bütünüdür.
Peygamber efendimiz (s.a.v) bir hutbesinde
şöyle buyuruyor.
“Zekat ve sadakasını vermeyip, altın veya
parayı saklamak cehennemde sahibi üzerinde
bir dağdır. Şiirin kötüleri şeytanın düdüklerindendir. Şarap ve emsali içkiler cürüm ve fesat
kaynağıdır. Kadınlar erkekleri avlamak için
şeytanların ellerindeki tuzaklardır. Kazancın
en fenası faiz parasıdır. Yenilen şeylerin en
berbatı yetim malıdır. Söz kar etmeyen, nasihat dinlemeyen kimse zalimdir. İtibar işin sonunadır. Haber ve hikâyelerin en şerlisi yalan
olanıdır. Müminlere sövmek, kötülük etmek,
onlarla dövüşüp vuruşmak küfürdür. Müminleri gıybet etmek, onların arkasından dedikodu
yapmak Allah’a asi olmaktır. Bağışlayanı Allah’ta bağışlar. Gazabını yutup, öfkesine galip
olanları Allah çok ecirle karşılar. Sabredenlere Allah mükâfatını ihsan eder.
Riyakârları Allah sevmez.”
Hak Allah’ın bir ismi celilidir,
yere düşürülmez, onun için insan
her amelinde Hakk’a tabi olmalı,
Hakk’a hizmet etmeli ve Hakk’ı tavsiye etmelidir.
Sabırda Allah’ın esmasındandır. İnsan kendisini sabra alıştırmalıdır. Beklemesini bilmelidir. Zorla
da olsa bekleyen sabreden her şeyin
bittiğini görür. İnsan nefsini, şahsi arzularını yenip, kendisini bütün
varlığı ile sabır aleminde yok etmelidir. O zaman gün geçtikçe her şeyin
değiştiğine, zamanla her şeyin zıddına döndüğüne
şahit olur. Evvela kış ardından yaz geldiği gibi. Gündüzün arkasından, gece karanlığının etrafı sardığı gibi.
Akşam ile yatsı arası gündüz olsun dersen olmaz. Belki daha da kararır. Ta… şafak sökene kadar karanlık
devam eder. Şafağın aydınlığı sabırla görülür. Ancak
sabreden derviş muradına ermiştir. Onun için sabırlı
olmak lazım. Oda yetmez aynı zamanda sabrı da tavsiye etmek gerek. Peygamber efendimiz (s.a.v) “Kim
iyiliği emreder, kötülükten nehy ederse, o yeryüzünde Allah’ın, Resulünun, Kur’an’ın halifesidir.” buyurmaktadır. Ne kadar yaşarsa yaşasın bir
kişi ölümdür onun en son işi. Yüce Allah ölüm gelmeden hayatın kadrini bilmeyi cümlemize nasip eylesin.
“Mümin mümine düşman olamaz, salihler Allah dostlarıdır.” Allah dostuna dil uzatan zalimdir. Allah zalimleri sevmez onun için Allah gazaplanır. Salih amel Kur’an ve
sünnete uygun olan amellerin bütünüdür.
Eylül
B
43
B
Bir ölüm var bizim için her zaman,
Bilmeyiz ki geleceği ne zaman,
Elde fırsat dilde ruhsat var iken,
Kıl tedarik her zaman.
Evet tedarikli olmak lazımdır. Allah cümlemize
hayırlı tedarikler ihsan eylesin.
Cümle
Nasın
İmamı
Üçtür
Cümle
Nasın
İmamı
Üçtür
Yine Hacı Şaban Efendi (k.s) sohbetlerinde;
cümle nasın imamı üçtür:
1-) “Emir de nehiyde Allah’u Azimuşşan’ın kelamı Kur’an-ı Kerim’dir. Allah’ın bir fermanıdır. Kelamullahtır. Sözlerin en doğrusudur, en kuvvetli bağdır.
İnsanı Allah’a yaklaştıran dosdoğru bir yoldur. Özel
hayatı, aile hayatını, ticari ve sosyal hayatı, devlet
hayatını, hulasa hayatın her alanını tanzim eden, hayatın her anında hükümran olan yegâne rehberdir.
İnsanlar için nasihat, kalpler için şifa, mü’minler için
hidayet ve rahmettir. İlahi emirlerin toplamı olması
yönüyle insanlar arasında adaletin sağlanmasını ve
insanların mümtaz bir ahlak sahibi olmalarını hedefleyen yegane bir nizamdır. Kur’an cihanşümuldür.
Kur’an’a ittiba Hak’ka ittibadır.
2-) Amelde Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamber efendimiz hakkı halka tebliğ ile görevli olan Allah elçisidir. Amelleri ve sözleri ilahi iradenin tecellisi doğrultusundadır. Açık delillerle gelmiştir.
Kendisine en büyük mucize olan Kur’an vahy edilmiştir. Yüce Rabbimiz “O peygamber kendiliğinden
hiçbir şey söylemez” buyurmaktadır. Onun sözleri
ve amelleri O’nun sünnetidir. Sünnetlerin en hayırlısı Hz. Muhammed (s.a.v) sünnetidir. O’nun sünneti
Hak’tır. Hakk’a kulak verenin kalbi uyanır, kalbi uyanan zikreder. Zikreden düşünür, hikmeti arar. Hikmeti
bulan ilim sahibi olur. Yüce Allah “Ey Muhammet!
Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik öyle ise sende dini Allah’a has kılarak ona
kulluk et.” buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz
(s.a.v) kendisine Kur’an ile emredilen tebliğ ve kulluk
görevlerini bizatihi yerine getirmiş ve bu konuda müminlere örnek olmuştur. Kur’an ile farz olan namazın,
nasıl eda edileceği Peygamber efendimiz (s.a.v) tarafından müminlere öğretilmiştir. Peygamber efendimiz
(s.a.v)’in sünnetini yok sayarak İslam’ı yaşama iddiası sapkınlıktır. İslami yaşayabilmek geniş manada
sünnete uymakla mümkündür. Peygamber efendimiz
(s.a.v)’den sonra müminlere bırakılan iki şey; Kur’an
ve sünnettir.
3-) Dünya işlerinde imamımız padişahtır. Ne
yazık ki onları da sürgün ettiler. Padişahlar devlet egemenliğinin devamı için hükümranlığın Allah adına
kullanılması gerektiğinin bilincinde ve aynı zamanda
inancında idiler. Amaçları tevhit akidesini dünyanın
her köşesinde hakim kılmaktı. Nitekim Fatih Sultan
Mehmet Han Hz.’nin Trabzon seferi sırasında Otlukbeli’nde karşılayan Uzun Hasan’ın annesi;
- Bre padişah bu kadar hırs niye? Sorusunu yöneltince
Fatih Sultan Mehmet Han Hz. ona;
- Bre valide sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde
koşar mı sanırsın? Bizim amacımız ilah-i kelimetullahı
dünyanın her köşesinde hükümran kılmaktır. Şeklinde cevap verir.
Yine Yavuz Sultan Selim Han 20 şubat 1517’de
Melik Müeyyed camisinde kendisi adına okunan
- Bre valide sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde koşar mı sanırsın? Bizim amacımız
ilah-i kelimetullahı dünyanın her köşesinde hükümran kılmaktır.
44
B
Eylül
B
hutbede Hakim-ül Harameyn iş şerefeyn (Mekke ve
Medine’nin hakimi) ibaresini mübarek makamlara
hürmeten hadim-ül harameyn-iş şerifeyn (Mekke ve
Medine’nin hizmetçisi) şeklinde değiştirmiştir. Onların yönetim anlayışında kibir yok, zulüm yok, kan ve
gözyaşı yok, Allah’ın rızasını kazanmak var Allah’ın
emirleriyle emretmek, yasaklarıyla yasaklamak var.
Adalet var, halk hizmet var, Osmanlı bu sebeplerden
dolayı altıyüz sene üç kıtada hükümran oldu. Bilahare;
Bize bir nazar oldu,
Cumamız Pazar oldu,
Birden bire değil,
Ne olduysa azar azar oldu.
ni vermeli, devlet de harcamalarını hakkaniyetle yapmalıdır. Hazineyi amacına uygun olarak kullanmayan
devlet zalimdir. Halkın zulme boyun eğmesi zillettir.
“Zalimler karşısında suskun kalanlar dilsiz
şeytanlardır.” Haksızlığa karşı boyun eğenler, haklarıyla beraber şereflerini de kaybederler. Bu sebeple
halkın haksızlık yapan devletten hesap sorması halk
için bir görevdir. Dedikodu yapmak kolaycılık ve acziyettir. Adi insanların işidir. Anarşinin üretildiği ana
zemindir. Şahsiyet dik duruşlu olmayı, karşı koymayı
gerektirir. İnsanın kendisini ifade etme hakkını kullanması insanca yaşamanın, izzet sahibi olmanın temel
esasıdır. Zorbalar önünde eğilen başlar alçaklardır.
Devleti ayakta tutan ana direklerden birisi de dindir. Din kardeşliğine dayalı, sevgi temelli, sosyal itEvet, ayaklar bir kaymaya baştifakı sağlamak devletin görevlerinin
Peygamber
efenlayınca sonuçta ne olur bilinmez.
başında gelir. Bu hedefe ulaşmak
Devlet için de durum aynıdır.
dimiz (s.a.v) “Kim
etkin bir dini eğitimle mümkündür.
iyiliği emreder, köVahşet ancak dinin sosyal hayata etBizden olan ulül-emr’e itaat
tülükten nehy ederkin bir şekilde yansıması ile önlenebizim için dini bir yükümlülüktür. Bu
se,
o
yeryüzünde
bilir. Suça yönelen bir insan, mümin
iktidar sahipleri namazlarını kılarlar,
ise onun için üç caydırıcı faktör varAllah’ın,
Resulüzekâtlarını verirler, Allah’ın emirleriydır. Birincisi Allah korkusu. İkincisi
le emrederler, yasaklarıyla yasaklarnun, Kur’an’ın haliutanma duygusu. Üçüncüsü kanunlar. Devletsizlik kargaşadır, anarşidir.
fesidir.” buyurmakdur. Mümin olmayan için caydırıcı
Onun için devletsizlik en kötü devtadır.
faktör sadece kanundur. Kanunun
letten daha kötüdür. Devlet gücünü
kendisini görmediği kanaati hasıl
halktan alır. Halk devlete karşı görevolunca suçu işler. Onun için devlet
lerini yerine getirmekle yükümlüdür.
halka hayatının her anını Allah’ı göDevleti ayakta tutan ana direklerden
rüyormuş
gibi
yaşama
bilincini kazandırmalıdır. Aksi
biri hazinedir. Hazine, devletin halka götüreceği her
hizmetin mali kaynağıdır. Bu kaynağın en büyük kolu halde; ana baba katili çocukların, çocuklarını öldüren
halktan toplanan vergilerdir. Bu sebeple halk vergisi- ana babaların, karısını ve çocuklarını öldürüp intihar
eden kocaların, koca katili kadınların, karısını öldüren kocaların, bebek katili annelerin, bebeğini sokağa terk eden kadınların, hayasız kadınların, hayasız
erkeklerin, hırsızların, yolsuzluk yapanların, anarşistlerin, vatan hainlerinin, din düşmanlarının, sokakları kusmuklarıyla kirleten sarhoşların, içki içenlerin,
uyuşturucu kullananların, içki ve uyuşturucu tacirlerinin, hulasa suçluların sayısı giderek artar. Hayasızlık
umumileşir, aile müessesi çöker. Bütün bu kötülüklerin sebebi milletin kendi öz değerlerinden, dininden
uzaklaştırılmasıdır. Onun için devlet yetkilileri halkı,
başka milletleri taklit etmeden kendi öz değerlerine
sadık kalmaya yarayacak siyaseti üretmek ve uygulamakla yükümlüdürler. Başka milletlerin kanunlarıyla
kendi milletini yönetme gafletine hatta ihanetine düşmemelidirler.
Eylül
B
45
B
Diğer milletlerin, bilim, teknik, yönetim tecrübelerinden faydalanmak aklın gereğidir. Kendi milletini
başka milletlerin mukalliti yapmak, onların kültür emperyalizmine önderlik etmek, ihanetin göstergesidir.
Kaleminin ucundan kan ve irin akan, sosyal sınıflar arasında kin ve düşmanlığı teşvik eden, fitne ve
fesat çıkaran, toplumsal mutabakatı engelleyen hatta
yok etmeye çalışan, ajanlık yapan hainlere engel olmak, onları etkisiz hale getirmek, devlet için kaçınılması mümkün olmayan bir vazifedir. Bu tür insanlara
hürriyetin ana zemininde yer yoktur. Hürriyet ancak
sorumluluk yüklenenler için bir haktır. Satılmışların,
kölelerin, hainlerin, hürriyet iddiası istismardır. Hürriyet muhteşem bir süstür. Ancak herkese yakışmaz.
Devleti ayakta tutan ana direklerden bir diğeri
adalettir. Adalet; her hak sahibini hakkaniyet ölçüsüne uygun olarak hakkını teslim etmektir. Kutsal olan
kanun ve devlet değildir. Kutsal olan hukuk ve adalettir. Devlet bir kuvvettir. Adil olmayan kuvvet zalimdir,
zorbadır. Kuvvetler ayrılığı yoluyla zorbalık devletten
uzaklaştırılamaz. Ancak hükümet edenler, hükümranlığı Allah adına kullanacak olurlarsa zorbalık devletten uzaklaştırılmış olur. İşte o zaman hakka rıza noktasında kuvvetle hukukun birlikteliği adaleti doğurur.
Kanunla tarif edilmemiş hiçbir fiil hukuken suç
sayılamaz. Kanunen suç sayılan fiillerin faillerini cezalandırmak ise devlet için bir görevdir. Çünkü suçluların cezasız kalmaları suçu meşrulaştırır. Ve suçsuzların suça yönelmelerine sebep olur. Suçluların cezasız
kalmaları veya hafif cezaya çarptırılmaları topluma
karşı işlenmiş bir zulümdür. Suçluyu şımartır ve suça
teşvik eder. Suçluya işlediği suçtan daha fazla bir ceza
vermek ise suç işleyene zulümdür. Suçluyu kindarlaştırır. İntikam peşinde koşturur. Suçluya işlediği suçun
karşılığı olan cezayı vermek adalettir. Ancak o zaman
ceza caydırıcı ve ıslah edici özellik kazanır.
Bunun için yargı mensuplarının iyi eğitilmiş vicdanlı kimseler olmaları çok büyük bir önem arz eder.
Vicdan insanı hürriyete, hür olmaya çağıran deruni
bir sestir. Adaletin ortaya çıkmasını sağlayacak olan
en etkin dinamiktir.
Hükmünde adil olmayan yargıç köledir. Güç
odaklarının veya temin edeceği menfaatin, alacağı
rüşvetin veya ideolojik saplantısının kölesi. Bu tür
yargıçlar; katı yürekli, kara kalpli, kararmış vicdanlı
zalimlerdir.
Yargı bağımsızlığı yargıçların zulmüne vasıta edilmemelidir. Bunun tedbirini almak devlet için
bir görevdir. Zikredilen bu direklerden birisi sarsılacak olursa, güçsüzleştirilirse veya işlevsizleştirilirse, o
memleket halkının işi artık Allah’a kalmıştır.
Bu gerçeğin yansıması, mısralarla:
“Ne bilem ne de kaldı
Gemimiz deryada kaldı
Esmedi bad-ı saba
İşimiz feryada kaldı.” Şeklinde ifade edilir.
Adaletin devlet ve millet hayatında hayatiyet
bulması milletçe iman etmeyi ve iman ettiği gibi yaşamayı gerektirir. Çünkü insanı diğer bütün canlı yaratıklardan üstün kılan onun imanıdır. İman etmek
insan için en başta gelen bir mükellefiyettir. Unutmamak gerekir, “nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.” Müslüman olduğu iddiasında bulunan insanın
“Padişahı cihan olmak kuru bir kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümle işten ala imiş.”
46
B
Eylül
B
İslam dininin esaslarına göre hissetmesi, düşünmesi
ve hareket etmesi gerekir. İslamın ahlak ve siyasetine
kendisini tamamıyla adapte edemeyen insanın yalnız
müslüman olduğunu söylemesi, o insana hiçbir şey
kazandırmaz ve hiçbir mutluluk sağlamaz.
Tasavvuf
ve hilafetve
Tasavvuf
hilafet
Tasavvufta halife seçimi liyakat esasına göredir.
Hizmet gerekli olmakla beraber yeterli değildir. Eğer
hizmet yeterliliği esas olsaydı o zaman Hz. Adem
(a.s.)’dan meleklere secde etmesi
istenirdi. Kuran ile sabittir ki, meleklerden Hz. Adem’e secde etmeleri istenmiştir.
şahit olan isimlerden birisi de, Bayburt eski milletvekili Bahaddin Elçi’dir. Mürsel Hoca Efendinin halifelik haberi bütün müritler tarafından kısa bir zamanda
öğrenilmiş ve hüsnü kabul görmüştür.
Buna rağmen Gümüşhane eski milletvekili rahmetli Mehmet Orhan Akkoyunlu zannımca herhangi
bir çatlak sesin çıkmasına mani olmak için bizatihi
Sultanı ziyaret etmiş ve görevlendirmeyi kendisinden
bire-bir öğrenmiştir. Akkoyunlu; Sultan ile aralarında
geçen konuşmayı bize şöyle naklederdi:
“Ne bilem ne de kaldı
Akkoyunlu:
Size emri hak vaki
olunca, sizin yerinize kim geçecek?
Hacı Şaban Efendi, Mürsel
Hoca Efendiyi işaret buyurunca,
Akkoyunlu:
Yani sizden sonra
bizler, halife olarak Mürsel Hoca
Efendiyi
mi
tanıyacağız?
Hacı Şaban Efendi “öyle
ya” şeklinde cevap verir.
Allah’ın izniyle maneviyatta
Gemimiz deryada kaldı
yapılan bu seçimden mürşidi kâEsmedi bad-ı saba
mil haberdardır. Mürşit haberdar
İşimiz feryada kaldı.”
olduğu bu görevlendirmeyi müritlerine erkânına uygun bir dille
açıklar. Mürşit halifeyi açıklamaya
memur, müridan işitip, itaat etmekler mükelleftir. Tasavvuf edebi
Akkoyunlu bu diyaloğu yeri
bunu gerektirir. Aksi davrananlar
geldikçe naklederdi. Ben kendisinden
nefse ve şeytana tabi olanlardır ki bu hal fitnedir.
bu diyaloğu en son Hacı Şaban Efendi (k.s.)’nin vefatında mahalle odasında oturma esnasında, kalabaMürşit hayatta iken müridandan bir ismin ha- lık bir cemaate naklederken duydum. Böylece şahitli
lifeliğini açıklamamış ise o kol kesilmiş demektir. Bu ve ispatlı olarak Mürsel Hoca Efendinin hilafeti ilan
takdirde müritler başka bir mürşit bulup, o mürşide edilmiş ve hüsnü kabul görmüştür.
intisap etmelidirler. Yukarıda açıklandığı şekliyle maneviyatta Mürsel Hoca Efendiye halifelik verilmiş,
Kolumuzun inşallah kıyamete kadar devam
Hacı Şaban Efendi (k.s.) bu görevlendirmeyi beklet- edeceğini duymuşuzdur.
meden müridana açıklamıştır. Bu açıklamaya bizatihi
Onların sözleri ve davranışlarında bizler için
hayati önem arz eden güzellikler vardır. Yapılması
gereken mürşidini metheden mürit olma kolaycılığını
terk edip, mürşidi tarafından methedilen mürit olma
gayretini göstermektir. Mürit şeyhinden himmet ister, şeyhi ona “oğlum hizmet” der. İnsanı iki cihanda
mutlu edecek yolların en güzeli itaat ve hizmet yoludur. Bu gerçeğin en güzel ve en veciz anlatımı Yavuz
Sultan Selim’in şu mısralarında yankılanır;
“Padişahı cihan olmak
kuru bir kavga imiş,
Bir veliye bende olmak
cümle işten ala imiş.”
Eylül
B
47
SMS ve İnternet Çocukları-2
M. Emin KARABACAK
G
ebook
c
a
f
k
ı
rt
yeter a
m
u
l
ğ
a var.
O
y
:
n
a
ü
b
a
d
B
ir
a da b
k yolla
n
i
l
,
dışınd
a
ab
a mı b
l
l
a
V
:
Ç o cu k
sana!
ünlük hayatta birçok işlerini telefonla halleden çocuklar, doğal olarak akıllı telefonlara bağımlı olmaları da normal olacaktır.
Bu çocuklar kazara telefonlarını kaybederler ya da
telefonları bozulursa kendilerini sanki her şeylerini
kaybetmiş gibi hisseder. Kaybetme korkularına karşı bu çocuklar, telefonlarını yanlarından ayırmadıkları gibi sık sıkta kontrol etme ihtiyacı hissederler.
Yatarken de telefonlarını ya başuçlarına koyarlar
ya da yastıklarının altlarına koymaktadırlar. Uyandıkları zaman yaptıkları ilk işte yine telefonlarına
bakacaklarından bu da zamanla nomofobi’ye dönüşmektedir.
Araştırması ya da öğrenmesi gereken her şeyi
bir parmakla yapana çocuklar, telefonlarda onlar
için vazgeçilmezler arasında olacaktır. Değil bir günün bir saatine telefonsuz geçirmekten korkan bu
çocuklar, zamanla nomofobik hale gelmektedirler.
Peki, nedir
bu momofobi?
Peki,
nedir
bu momofobi?
Nomofobi; iletişimden uzak kalma korkusu.
Başka bir ifadeyle cep telefonu kapalı ya da ula-
48
B
Eylül
B
şılmaz olduğunda insanlarda oluşan kaygı, kişinin eş
dostla iletişimden yoksun kalma korkusu demektir.
İletişimden yoksun kalmak demek ise; kişinin eş, dost
ve çevresiyle temas halinden mahrum kalma ve ulaşılamama korkusudur.
Çocuklar telefonlarını uyurken yastıklarının altına koyarak onu baş tacı yapmalarının nedeni de
da bundandır. Çocukların geneli yatarken dahi telefonunu kapatmayı sevmiyor çünkü her zaman iletişim halinde olmak istiyor. Yine çocukların büyük bir
çoğunluğu, telefonunun şarjı bittiğinde, kontörü-dakikası-TL’si bittiğinde, telefonunu kaybettiğinde veya
kapsama alanı dışında kaldığında kaygıları artmaktadır.
Telefon
ve İnternet
için
Telefon
ve İnternet
için
Nomofobi’nin
Belirtileri:Belirtileri:
Nomofobi’nin
1. Cep telefonunun yanında olup olmadığını
sürekli kontrol ediyorsa
2. Elinden cep telefonu düşmeyip sürekli arama
ve mesaj var mı diye bakıyorsa
3. Zamanın çoğunu internette girmeye bağlı
olarak kendini uykusuz ve yorgun hissediyorsa
4. Sanal âlem dışındaki dünyaya karşı fazla duyarsızlaşıp ve sosyal hayattan zevk alınmıyorsa
5. Çocuk, gününü ailesi, akranlarıyla ya da ders
çalışarak geçirmek yerine sanal âlemde tanımadığı
insanlarla vakit geçiriyorsa
6. Okul başarısında gözle görülür bir düşüş varsa
7. Her konuyu internetten bakmaya ve alış verişi internetten yapılmaya çalışıyorsa
8. İnternet ve bilgisayar başında geçirilen süre
sorulduğunda yalan söylüyorsa
9. Hemen kapatıyorum deyip de telefonu ve interneti bir türlü kapatamıyorsa
10. Telefonda SMS ve internetten mesajlaşmak, yüz yüze konuşmaktan daha kolay ve eğlenceli
diyorsa
11. E postaya bakmak için içinden sürekli bir
dürtü geliyorsa
12. Günlük yapması gereken işleri internete
göre ayarlıyorsa
13. İnternete fazla kalınca suçluluk ve mutluluk
arasına gidip geliyorsa
14. İnternetten yoksun kalınınca yoksunluk
semptomları gösteriyorsa
15. Ve bu semptomlar içinde depresyon, sosyal
fobiler, oto kontrollerinde zayıflama, dikkat dağınıklığı, çabuk sinirlenme gibi belirtileri varsa
Özellikle Anne Babalar “Nomofobi” için Neler
Yapmalıdırlar
Önceleri anne babalar, iletişim kurma adına
cep telefonlarına sıcak bakarlarken, zamanla internete de girilmeye başlanınca bakış açıları değişmeye
başladı. Önceleri anne babalar, çocukların interneti
okul başarısı için kullanacaklarını (ödevlerini, araştırmalarını) düşünürlerken, zamanla arkadaşlarıyla mesajlaşma, ileti gönderme, çevrim içi oyunlar oynama,
sohbet odalarında tanımadığı insanlarla sohbet etme
gibi şeylerde kullandıklarını fark etmeye başladılar.
Yine telefon ve internet hayatın vazgeçilmezleri arasında görülmeyip iletişim ihtiyacını gideren bir araç olarak algılanmalı o şekilde kullanmak gerekir.
Eylül
B
49
B
Çocukların telefon ya da bilgisayardan ne yaptıklarına, ne oynadıklarına, kimlerle
mesajlaştıklarına, hangi sitelere girdikleri direk olmasa da takip edilmeli sıkıntı olmadığı takdirde müdahale edilmemelidir.
Önceleri anne babalar, arkadaşına ya da sokağa çıkacağını söyleyen çocuklara; en azında güvenlik
adına nerede ve kiminle buluşacağı gibi sorular sorulurdu. Oysa günümüzde ise çocuğu evde tutmak için
bilgisayar ya da cep telefonundan internet sunulurken güvenlik taraması yapılmamaktadır.
Bu amaçla çocukların telefon ya da bilgisayardan ne yaptıklarına, ne oynadıklarına, kimlerle mesajlaştıklarına, hangi sitelere girdikleri direk olmasa
da takip edilmeli sıkıntı olmadığı takdirde müdahale
edilmemelidir. Eğer sıkıntı varsa çocukla konuşulmalı
gerekirse sözleşme yapılmalıdır. Amaç kontrol altına
almaksa, sözleşme iki taraf içinde uygulanabilir bir
plan olmalıdır. Kurallara uyulduğu zaman mükâfatın,
uyulmadığı zaman yaptırımların neler olabileceği açık
açık belirtilmelidir. Mesela internete girmek okul notlarının düşürdüğü takdirde internete girip girmeme
tekrar değerlendirilerek gerekirse yasaklanacak diye
açık açık yazılmalıdır. Çocuğun okul başarısını olumsuz etkilemiyorsa zaten problem yok demektir ve internete girmesi kontrol altına alınmış demektir.
Malumunuz interneti ortadan kaldırmak mümkün değildir. Önemli olan da yasaklamak değil nasıl
kullanılacağını öğretebilmektir. Bunun için öncelikle
anne babalar, çocuklara cep telefonu ve internet kullanma konusunda olumlu şekilde örnek olmalıdırlar.
Bunun içinde anne babalar:
1. Telefon günlük hayatın vazgeçilmezleri arasında olmamalı ve telefon kullanımını mümkün olduğunca en aza indirilmelidir.
2. Telefon kullanım konusunda bazı kriterler getirilmelidir.
3. Telefon günlük hayatta amaç değil iletişimde
kullanılan bir araç olmalıdır.
4. Telefonla yapılan işler mümkün olduğunca
kısa tutulmalı, keyfi ve gereksiz kullanımlardan kaçınılmalıdır.
5. Her konuda telefona sarılmamalı, gözü ve
gönlü telefondan uzak tutulmalıdır.
6. Nomofobinin insan sağlığına zararları hakkında bilgi edinilmelidir.
7. Telefon ve internet kulanım konusunda çocuklara model olunduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
8. Çocuklara zaman ayırabilmek için iş görüşmelerini eve taşımamalı ve gerekirse akşamları telefonu kapalı tutmaya gayret edilmelidir.
9. Eğer evde bilgisayar varsa bunu çocuk odasına koymalı ve bilgisayar herkesin rahatlıkla girip
çıkabildiği bir odaya ve ekranı da görünür şekilde
olmalıdır.
Sonuç olarak telefon çağımızın getirdiği bir yeniliktir. Bu yenilik yerinde ve zamanında kullanıldığı
zaman insanlığa faydalı bir hizmettir. Her şeyde olduğu gibi telefon kullanımının da fazlası zararlıdır. Onun
için anne babalar telefon ve interneti yerinde ve zamanında kullanarak hem kendilerini hem de model
olmadırlar.
Yine telefon ve internet hayatın vazgeçilmezleri arasında görülmeyip iletişim ihtiyacını gideren bir
araç olarak algılanmalı o şekilde kullanmak gerekir.
Bunların yanında nomofobi hakkında bilgi
edinmek, korku veya iletişimsizlik korkusunun üstesinden gelmenin ilk adımıdır. Çocukları sosyal aktivitelere katılmalarını, kitap okumak, yüz yüze sohbet
ortamları sağlamak bağımlılığın engellenmesinde
yardımcı olabilecektir.
50
B
Eylül
Müslüman Ülkeler
Türkiye’yi Örnek Almalı
Memduh ERGİN
M
rıl başa
s
a
n
u
bun
da
nsanı
i
u
e bura
l
t
o
ş
İ
d
.
a
a
n
l
A
rış
.
a ve b a
l
r
ı
e girdi
b
y
a
e
S
r
v
?
ı
e
d
d
asireti
kaçınb
n
n
e
ı
t
k
k
l
ha
me
vga et
se
a
k
e
l
i
lüm et
ti
u
z
e
n
i
Devle
dis
rin
et ken
l
v
e
eticile
D
n
ö
Y
dı.
.
di
tküsme
ükûne
s
a
n
e
o
v
e
a
d
ırl
a
rşı sab
a
k
lisi asl
e
n
m
e
ü
n
m
ö
n
zul
şar ve e
l
ı
d
ete ba
n
a
d
y
d
i
a
ş
d
le
sla
iler. A
d
e
m
t
pes e
dılar.
vurma
Eylül
B
üslümanların evlerine ateş düşmüş, her
yerden dumanlar yükseliyor. Her yer
yangın yeri. İnsanlar canlarının derdine düşmüşler. İnsanlar korkularından evlerinden
barklarından kaçmış, çöllere düşmüş durumdalar.
Komşumuzda ne yaşanıyor tam olarak bilmiyoruz,
ama duyduklarımız, gördüklerimiz tüylerimizi diken
diken etmeye yetiyor. Sanki biraz da öyle olmasını
istiyorlar gibi geliyor. İslam’ın imajını yerle bir etmek. Bir de bu durum Ortadoğu’yu istedikleri gibi
tasarımlamak isteyen batılı devletlerin işine geliyor.
Tıpkı El Kaide üzerinden yaptıkları gibi Ortadoğu’yu yeniden tasarımlamak istiyorlar.
IŞİD’ın İslamiyet anlayışı baştan sona sakatlıklarla dolu. Peygamber türbelerini yıkıyorlar mesela. Ellerinden gelse Kâbe’yi yıkacaklarını söylüyorlar. Allah’ın evini yıkmayı düşünmek. İnsanları
zorla Müslüman etmeye çalışmak. Sen kimsin haddine mi düştü. Cenabı Allah isteseydi zaten herkesi
Müslüman yapardı. Bizim bir görevimiz varsa o da
tebliğ, gerisi Allah’ın işi. Bunu ortalama bir Müs-
51
B
lüman bile bilir. Hele İslamiyet’i kabul etmeyenlerin
öldürülmesine ne demeli. Esirlerin kafasını kesmek.
Bütün bunları İslamiyet adına yaptığını söylemek kocaman bir yalan. Bu yapılanların İslamiyet’le yakından uzaktan alakası yok. Tam tersine İslamiyet’i karalamak için bilinçli yapılıyor. IŞİD’in bu haliyle kimlere
hizmet ettiği belli.
IŞİD gibi terör örgütlerinin açtığı yangın başka
yangınlara benzemez. Dışardan gelen saldırılara karşı
tek vücut olup saldırıları savabiliriz. Ama içerden gelen ve bizdenmiş gibi gözükenlerin saldırıları kardeşi
kardeşe kırdırır ki işte o zaman yarayı
sarmak daha zordur. Ama her şeye
rağmen bu yangının söndürülmesi lazım. İşimiz zor ama imkânsız değil. Yeniden büyük medeniyeti kurma hedefindeysek yapılması gereken şey önce
Müslüman dünyasında barış ortamını
sağlamaktır. Barışın sağlanması lazım.
Barışı sağlamak şart. Bugünkü şartlarda barışı sağlamak kolay mı? Değil.
Çünkü bizi bize bırakmıyorlar. Sürekli nifak tohumları atıyorlar. Yoksa biz
Müslümanlar birbirimizi öldürmekten
zevk almıyoruz. Bu yangın söndükten
sonra evvel Allah gelecek çok daha
güzel olacak. Bunu nerden mi biliyorum? Geçmişten.
Dönüp bakın bir mazinize ne göreceksiniz? İslam
medeniyeti esenliğin, mutluluğun, huzurun kaynağı
olmuştur hep. Bizler bir hayalin, bir ütopyanın peşinde koşmuyoruz. Bizler hayalperest değiliz. Bizler
yeni bir şeylerde söylemiyoruz. Daha önce başarıya
ulaşmış muhteşem bir İslam medeniyetinin üzerinde
oturuyoruz.
Bugün bizim medeniyetimiz yangın yerine dönmüşse bu yangının temel sebebi yöneticilerdir. İslam
devletlerine bir bakın devlet hep halkıyla mücadele
halinde. Devlet başkanları baskı ve zulümle iktidarlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Biz Müslümanlardan da bu baskılara boyun eğmemiz isteniyor. İtiraz
ettiğimiz de ise isyankâr, savaşçı ve barbar gösteriliyoruz. Bu kısır döngü yüzyıllardır devam ediyor. Devlet
halkına zulüm eden bir yapıdan sıyrılıp halkına hizmet eden bir yapıya bürünmelidir. Bu da yöneticilerin
zihniyet değiştirmesi ile mümkündür. Yani yöneticilerin kukla yöneticiler olmaması gerekir. Gerçek halkın
iktidara gelmesi lazım. Gelirse ne olur, ne değişir? Ne
mi değişir? Alın size en güzel örnek Türkiye. Devleti
halkın içinden çıkmış halkın duygu ve düşüncelerini
paylaşan insanlar yönetince kavga ve dövüşler bir nihayet buldu. Bakın ülkemize çok şükür kavga yok.
Diğer ülkelerdeki kargaşadan eser yok. Üstelik bu
ülke çaresizlere umut kapısı da oldu.
Artık ezen değil, ezilenlerin gür sesi
oldu.
Dediğim gibi bütün mesele halkın iktidara gelmesidir. Peki, bu nasıl
olacak? Kolay mı? Değil. Bunun kolay olmadığını maalesef çok acı tecrübelerle öğrendik. Yıllarca zorla ve
baskıyla dış destekli olarak iktidarlarını sürdüren yerleşik düzen elbette ki
iktidarını kaybetmek istemeyecektir.
Bunun içinde her türlü vahşeti gözünü kırpmadan sergileyebilir. Acımasız
olduklarından ve değer yargılarından
yoksun olduklarından her türlü zulmü göze alabilirler.
Nitekim de öyle olmuştur. İslam dünyasının içler açısı
ortada.
Bu içler açısı durum meydana gelmeden iktidarların el değiştirmesi mümkün müydü? Bilemiyorum,
onu ancak Allah bilir. Geçmişte yapılanları bir kenara bırakıp bundan sonrasına bakmak lazım. Bundan
sonrası için Türkiye modeli Müslümanların önünde
örnek olarak duruyor. Müslüman dünyasındaki yaşananların benzeri Türkiye’de de yaşandı. Halkına düşman ve ona tepeden bakan ceberut devlet anlayışı
bizde de vardı. Devlet için halk iki yerde lazımdı. Savaşta asker, tarlada ırgat. Halk sınıf atlamaya kalkıştığında ise burnu sürtülmek suretiyle kontrol edilmeye
Onlar biliyor ki zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bir de anlamsız kavgaların
içinde yer almadılar. Bizler biliyoruz ki kavga ile bir yerlere varamayız.
52
B
Eylül
B
Bunun en güzel örneğini rahmetli Erbakan Hoca göstermiştir. 28 Şubat sürecinde
gösterdiği basiret ile devlet millet arasındaki uçurumun iyice açılmasına engel olmuştur. Devletin bütün baskılarına rağmen o, soğukkanlı kalmayı başarmıştır.
çalışıldı. Askeri darbeler niye yapıldı. Dış destekli yöneticilerin bu ülkedeki görevleri halkı siyasi, sosyal,
ekonomik ve kültürel açıdan geri bırakmaktı. Bunu
da bu zamana kadar kısmen başarmışlardı. Ta ki bugüne kadar. Sistemin içine bir şekilde sızan Anadolu insanı artık devleti yönetmeye başlamıştır. Denge
halk adına değişmeye başlamıştır. Artık devleti halkın
içinden çıkmış Anadolu insanı yönetiyor.
Anadolu insanı bunu nasıl başardı? Sabırla ve
barışla. İşte burada halkın basireti devreye girdi. Devleti ile kavga etmekten kaçındı. Devlet kendisine zulüm etse de ona küsmedi. Yöneticilerin zulmüne karşı
sabırla ve sükûnetle dayandılar ve en önemlisi asla
pes etmediler. Asla şiddete başvurmadılar. Onlar biliyor ki zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bir de
anlamsız kavgaların içinde yer almadılar. Bizler biliyoruz ki kavga ile bir yerlere varamayız.
Bunun en güzel örneğini rahmetli Erbakan
Hoca göstermiştir. 28 Şubat sürecinde gösterdiği basiret ile devlet millet arasındaki uçurumun iyice açılmasına engel olmuştur. Devletin bütün baskılarına
rağmen o, soğukkanlı kalmayı başarmıştır. Erbakan
Hoca isteseydi o gün milyonları sokağa döker, belki de binlerce kişinin ölmesine sebep olabilirdi. Ama
yapmadı. O Müslümanlara soğukkanlılığı tavsiye etti.
Devletle inatlaşmaktan kaçındı. Ve nihayet sonunda
kazanan millet oldu. Başbakan oldu. O başbakan olmakla bizlere şunu gösterdi. “Sabır edin, eninde sonunda kazanan siz olacaksınız” dedi. Nitekim öyle de
Eylül
B
oldu. Bugün devlet ile millet kaynaşmaya başlamışsa
bu o günkü Erbakan Hoca’nın basireti ile olmuştur.
Soğukkanlı olursak eninde sonunda kazanan bizler
oluyoruz.
Son 200 yıldır yaşadıklarımıza bakın hep başka
medeniyetlerle ya da birbirimizle savaşmakla geçti.
Başka medeniyetlerle yapılan savaşlara bir şey demem ama birbirimizle yaptığımız savaşların sebeplerine bir bakın incir çekirdeğini doldurmayacak sebepler. Kürt- Türk, Alevi Sünni, Sağ- Sol. Hep kardeş
kavgası. Başımızdaki kukla idareciler iktidarlarını
kardeşi kardeşe kırdırarak devam ettirmişlerdir. Bu
kavgadan kurtulmanın tek yolu tekrar kardeş olmaktır. Dediğim gibi sorun yöneticiler. Yöneticiler halkın
içinden çıkan kişiler olduktan sonra gerisi kolaydır.
Şimdi bizlere düşen bu barış ortamının kardeşlik hukukunun güçlenmesini daha sağlam ve kalıcı temeller
üzerine oturmasını sağlamaktır. Hakikaten toplumsal
barışı sağlamak zor ve emek ister, sabır ister.
Bu barış ortamının sağlanmasında hiç şüphesiz
Recep Tayyip Erdoğan’ın çok büyük payı olmuştur.
Hakkını teslim etmek lazım. Allah ondan razı olsun. O
ilk adımı attı. Zaten zor olanda ilk adımı atmaktı. Evet,
geçmişte çok büyük acılar yaşandı ama geride kaldı,
kalmalı. Onları kaşımanın kimseye faydası yok. Hep
birlikte unutmaya çalışalım. Evet, bizler bugünlerde
bunun ilk adımını attık ve faydasını da gördük. Bu
gün bu coğrafya da sakin kalmayı başaran tek ülke
olmamızı neye borçluyuz. Elbette ki kardeşlik hukukuna. Bizler kardeşlik hukukunu tekrar hatırladık.
Bir ve beraber olmamız gerektiğinin farkına vardık.
Farklılıklara tahammül edip onları bir zenginlik olarak görebilmemize borçluyuz. Tek tip toplum yoktur.
Olamaz. Tek tip toplum oluşturmaya çalışmak kanlı
bir maceraya atılmak demektir. Dünya bunu çok acı
tecrübelerle öğrendi, terk etti ama biz hala diretiyoruz. Allah insanları kavim kavim yaratmışken bizler
onları tek tipleştirmeye çalışıyoruz. Allah’ın kanuna
karşı gelmiş oluyoruz. Oysa tek tipleştireceğimize Allah’ın dediği gibi birbirimizi tanımaya çalışsak hiçbir
sorun yaşamayız.
53
Allah’ın Rahmet Kapısına Teşvik
Ciddi olarak Allah’a isyan etmekten kaçın. O’nun rahmet kapısına devam et.
Bütün gücünü ve kuvvetini Allah için harca. Taatında sarfet. Yalvar, ihtiyaçlarını
O’na arz et. Başını önüne eğ, kork, Hak’kın gayrına nazar etme. Hevaya koşma,
yaptığın işlere karşılık bekleme. Ne dünyayı iste. Ne de ahiretin güzelliklerini taleb
et. Hiçbir şeyden Hak taleb etme, kendini bir kul gör. Şunu iyi bil ki; kul ve elindeki
bütün mal mülk efendisinindir, hiçbirine karşı hak iddiasında bulunamazsın.
Edepli ol... Hak katında her şey ölçülüdür. Ne geç olacak erken olur, ne de
erken gelecek sonraya kalır. Zamanı gelince nasibin gelir. İstesen de istemesen de
hakkını alırsın...
Senin için gelmesi mukadder olan şeylere hırs göstermen yersizdir. Senin için
olmayan, başkasının hakkı olan şeylere, hasret çekmen yakışıksızdır.
Halen kimseye mal olmayan şeyler iki kısımdır: Birincisi senin olması ihtimalidir. Eğer böyle ise o şeye neden hasret çekip üzüntü duyarsın. Bugün olmasa
dahi, yarın o senindir. Nasıl olsa bir gün ona kavuşursun. İkincisine gelince, senin
olmayacak şeylerdir. Bu durum ciddi ise, yine üzüntün ve çektiğin yorgunluk boştur. Nasıl olsa sana gelmez. Onun ardından koşman sana ne fayda sağlar. Sana,
ancak boş yere zahmet çekmek kalır.
54
Allah yolunda, ne gibi bir terbiye tavrı takınmak gerekse onları bulmağa çalış. Bulunduğun halde Allah’a kulluk et. Hazır vaktini O’nun yoluna harca. Başını
ondan başkası için eğme. Gözlerini O’ndan gayrı şeye atma. Allah-ü Taâla şöyle
buyurdu:
- “Gözlerini, dünya adamlarına verdiğimiz nimetlere uzatma. Onlar geçici şeylerdir. Dünya süsüdür. Biz onları tecrübe ediyoruz. Rabbın
sana verdiği, hem devamlı, hem de sonsuzdur.”
Bu Âyet-i Kerime’nin hükmüne göre, Hak’tan gayrı şeylere bakman yasaktır.
Ne olursa olsun, dünya için sana yetecek kadar rızık verilmiştir. Asıl vazifen ahiret
için azık hazırlamaktır, ona çalış. Bilemezsin, belki dünyalık işlerin bol olsa imanın
elden gider, helak olursun...
Mesela:
Her
şeyi iyi ölçülere vurmayı bilerek dünya
nimetlerinden sayılan güzel bir kadın
alırsın. (Bu mutlaka
lazımdır) Buna ihtiyacın vardır. Bu ihtiyacın
giderilmesi
bir çok güç şartlara
bağlıdır. Bu güçlükler
elindeki şaşmaz kıstasa göre olursa, kolay olur. Evvela biraz
tuhaf görünürse de,
sonra kirden temiz,
saf, güzel bir mükafat
olur. Bu sayede kendini kötü yoldan, kinden, öfkeden, onun bunun namusuna bakmaktan kurtarmış
olursun.
Yine elindeki sağlam ölçülerle yürüdüğün takdirde, çoluk çocuk yükleri sana
hafif gelir. Elbetteki bu hafiflik, Allah yolunda olduğun müddet devam eder. Allah-ü Taâla yolunda olan kullarını haber verirken, ev halkını islah ettiğini de haber
vererek:
- “Biz, ona zevcini yarar hale getirdik.”
Muhakkak ki, ilahi saltanat hükmünü sürer. Senin dua etmen veya etmemen,
onda bir şey arttırmaz veya eksiltmez; ama senin için çok önemi vardır. Yapacağın
bir dua ile, zararlı şey zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş görebilirsin. İşte bu
sebepten her zaman dua et ve Allah’a her zaman yalvar.
55
Bu dua işi, yalnız aile
hayatını korumakla değil,
dünyada bütün nimetlerde aynıdır. Elbette ki, hak
ölçülere bağlı olarak, tabii
ihtiyaçların hepsini tatmin
edeceksin. Yemeklerini muntazaman yiyecek ve giyeceğini zamanın ihtiyacına göre
temine çalışacaksın. Bunları
yaparken ilahî emri takip ettiğin için maddi ve manevi
mükafât alırsın. Kıldığın namaz, tuttuğun oruç, yaptığın
haç gibi faydalı ibadetlerden
daima iyilik bulursun.
İhtiyacından artan şeyleri, ayrıca sarfedersen daha faydalı olur. Bunları sarfederken evvela fakir, ihtiyaçlı dostlarını, yakın komşularını ve diğer fakir din kardeşlerini gözetmelisin. Bunlara verirken elindeki malını ona göre hesaplarsın. Herkese
halince verirsin, kendi ihtiyacını da göz önünde tutarsın. Her:
- “ Muhtaçtır..”
Denilene bol keseden verme. Haber, görme gibi değildir. Gör, tahkik et, ondan sonra ver.
Hr işlerinde olduğu gibi, bu işlerde de manevi yolu elden bırakma. Şüpheli
şeylere karışma. Daima açık kalpli ve doğru ol.
Sabırlı ol,sabırlı... Allah’ın rızasını gözet, rızasını...
Kalbini muhafaza et,
kalbini... Huzur içinde yaşa,huzur içinde... Şahsiyetini elde tut, elde... Sessiz
olmaya çalış, sessiz... Daima yerinde konuşmaya
alış, uygunsuz şeylerden çekin. Kurtuluş yollarını ara...
Uçurumlardan sakın. Ruhî
ve derunî kuvvetler önünde başını eğ; kalb alemine
dal... Utan... Utan... Allah...
56
Allah... Allah... Sonra yine Allah... Taa, iş sonuna varıncaya kadar böyle...
O zaman ölmeden evvel ölürsün, o devreye kadar çektiğin elemler sona erer.
Îlahi rahmet, fazilet denizine girersin. Orada temiz olunca çıkarılırsın. Çıkınca, çeşitli nurlar gönlüne dolar. Bilinmeyen sırlara sahip olursun. Hiç kimsenin bilemiyeceği
sırları öğrenir, garip diyarlar görürsün.
Daha sonraları, rahmet kapıları önünde perde perde açılır. Sen orada, aldığın
ilhamlarla açık açık konuşmağa başlarsın. Benliğin ölmüştür. Bu durumda ilahi
varlık seni tamamen kapamıştır.
Bu halde, sana verilen artık
Yokluğu olmayan bir zenyenemez. Yüksekliğine kimse
Dünyalık nimetlerin
Elinde az da olsa seni geğın mevcuttur. Bu arada
kanaat sahibi olmaktır.
Haline razı ol,
al. Her şeyi Hak’tan
ğa gayret et. Yolun
gayretini Hak yoistediğin ve her ardevam etsin. Anket edersen doğkündür. İyiliğe bu
dünya gerekse ahirızasını kazandıktan
Âyet-i Kerime de me-
alınmaz.
ginliğe erişirsin. Kuvvetini kimse
erişemez.
çoğalmasına ne hacet var.
çindirecek kadar dünyalısana gereken en önemli iş
Senin
dua
etmen veya etmemen, onda bir
şey arttırmaz veya
eksiltmez; ama senin
için çok önemi vardır.
Yapacağın bir dua ile, zararlı şey zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş
görebilirsin.
fazlasını isteme, gelirse
bil. Helalinden almaböyle olsun. Bütün
lunda sarf et. Her
zun Allah yolunda
cak bu şekilde hareruyu bulman mümyoldan varılır. Gerek
ret güzelliklerini, Allah
sonra bulabilirsin. Bir
alen şöyle buyurulur:
- “Onların yaptıklarına mükafat olarak,
öbür alemde verilecek nimetlere kimsenin aklı ermez.
O göz kamaştırıcı nimetleri hiçbir nefis bilemez.”
Beş vakit namazı, vaktinde eda etmekten daha güzel bir şey olamaz. Günahları bırakıp, Hak yoluna girmekten daha hayırlı bir şey tasavvur edilemez. Bizim
anlattıklarımızdan daha yararlı bir söz söylenemez. Allah, bunları yapmayı bizlere
nasip etsin. Cümlemizi, sevdiği yolda muvaffak buyursun.
Futuhu’l Gayb
Abdulkadir Geylani Hazretleri (k.s.)
57
ANKARA’DA BİR GÖNÜL MİMARI
Muhterem Hacı Gedikli Ağabeyimiz
Emre TOPOĞLU
A
acı Ge
H
m
e
ter
ne
e Muh
n
ı
abilir,
t
z
a
a
l
y
n
u
a
B
zı
...
ocamı
gimizi
H
v
i
e
l
s
k
i
n
d
la
da
erine o cımız, kısa
l
i
d
n
e
k
a
iz
u ay am ile de olsa, s
b
k
a
c
le
An
ki cüm larımıza ha
i
r
i
b
,
t
os
,
olsa
a olan
önül d
d
g
i
m
l
ı
r
k
e
ba
d eğ
üzün,
yoğun
m
a
ü
d
r
ğ
ı
ü
z
y
li ha
bir Bü
rından
a
m
l
e
r
r
a
e
t
m
mi
,
Muh
gönül
imizin
y
n
ı
e
n
b
’
a
a
Ankar ı Gedikli Ağ olmanızı
ac
berdar
a
olan H
h
n
a
und
aktı.
durum
sağlam
58
B
nkara, yaklaşık otuz yılı aşkın bir süredir
bize kucağını açmış bir şehir. Zaman zaman
ayrılsak da kendisinden, sonunda yine bize
kollarını açan şehir. Kimilerine göre bürokrasinin
gri yüzünü yansıtan, durağan ve sıradan, kimilerine göre fırsatların ve imkanların başkenti. Bu şehir
öyle İstanbul gibi, ne istediğinden emin olanlara,
ne isterse istesin veren bir yer değil, evet. Gerçekten
diğer büyükşehirlere nazaran belirli bir nizamı olan,
belki biraz resmi, belki biraz soğuk.
Çizdiğimiz tüm bu gri tabloyu dağıtan, rengarenk bir hale sokan, insanı bu şehre sıkı sıkıya bağlayabilecek bir sebebi paylaşalım istedik sizlerle bu
ay. Şu an yoğun bakımda olması sebebiyle, bir gönül mimarından bahsedip, iklimine girelim istedik.
Ankara’yı bilenler Yenimahalle semtinde farklı mimarisi ve rengi ile dikkat çeken Sami Efendi
Külliyesi’ni hatırlarlar. Gidenler çok defa müşahede
etmişlerdir ki, külliyenin bulunduğu bölgede adeta
farklı bir çekim gücü vardır. Manevi atmosfer sizi
Eylül
B
anında sarıp farklı bir iklime götürmektedir. Hele bir
de Muhterem Hacı Gedikli Hocamızı ziyaret edebildiyseniz, Ankara’ya neden bağlandığınızı, neden bu
kadar Ankara tutkunu olduğunuzu, aynı duygulara
sahip birisi olarak çok iyi anlayabiliyorum.
Genel olarak sert mizaçlı bir yapısı olduğu söylenir. Fakir, sert mizaçlı olduğunu bir türlü kabullenemedim. Gözleri ile gülümsemesine şahit olup da,
sert mizaçlı olduğunu söylemek ne kadar doğrudur
bilemiyorum. Fakir ile aynı düşünceye sahip olanların
sayısının da bir hayli fazla olduğu noktasında şüphe
taşımamaktayım.
Yalnızca, yüklendiği ağır
manevi sorumluluğun verdiği
ciddiyet yüz hatlarına yansıyor
sanki. Ancak celali yüz ifadesinin altında cemali bir ruh taşıdığı da anlaşılamayacak kadar
zor değil zannımca. Kendileri
ile sohbet etmek ayrı bir haz
veriyor insana. Bazen Zat-ı Alileri konuşurken, içinizden engel olamadığınız bir ses, bunca
farklı konu hakkında nasıl bilgi
sahibi olabilir, güncel konulara
bu kadar nasıl hakim olabilir
diye beyninizi kemiriyor. Ancak bir süre sonra alışıyorsunuz
bu duyguya, zira aklınızdan
geçirdiğinizi bazen doğrudan
yüzünüze söyleyiveriyor, bazen de ima ediyor.
Bir Allah dostunu nasıl tanırsınız sorusunun en
güzel yanıtı sanırım, Allah Rasulü Efendimizin (SAV),
”En hayırlı dost kimdir?” diye sorulan soruya verdiği
cevabında gizlidir;
“Gördüğünüzde size Allah’ı (C.C.) hatırlatan,
konuşması ilminizi artıran, ameli de size ahireti hatırlatandır”.
İşte biz bu sebeple kendisini çok sevdik, bu söz
gereği kendisine bir anda bağlandık ve bu söz gereği dolduramadığımız boşluğu deruni
bir sızı bıraktı içimizde... Zira
ben, biz, onlar, Zat-ı Alilerini
görünce, insanı hafif hafif okşarcasına tokatlayan sohbetini
dinledikçe, ibadet aşk ve şevkini gördükçe, kendimize çeki
düzen verme gayreti içerisine
giriyor, hakiki hayat gayemizi
hatırlıyoruz.
Rabbim böyle güzel insanların sayısını arttırsın, uzun
ömürler versin ve başımızdan
eksik etmesin. Biliyor ve inanıyoruz ki, kendileri sevgiliye
kavuşma arzusu ile yanmakta ve dar-ı bekaya irtihali, Mevlana gibi şeb-i aruz olarak görmekteler. Ancak
Hiçbir gerekçeniz olmadan kapısını çaldığınızda, uygun iseler öylece girip oturuveriyorsunuz. Hacetinizi anlatmanıza gerek yok. Çünkü kendileri bir
iki dakika içerisinde sizin bir şey söylemenize gerek
kalmadan, oraya o an gitmenize sebep olan konuya
ilişkin öyle güzel açıklamalar yapıyor ki, boş olarak
girdiğiniz kapıdan ağzına kadar dolu olarak çıkıveriyorsunuz.
Eminim kendileri ile birçok farklı ve güzel anısı
olan belki imkan olmadığı için belki de özel kalmasını
istediği için anlatmayan yüzlerce insan var. Fakir dahi
şöyle bir iki dakika düşününce, yaşadığım ya da dinlediğim onlarca anı, şu an taptaze zihnimde. Ancak
bunları belki farklı bir yazıda sizlerle paylaşmak niyetiyle son sözümüzü söyleyelim.
Eylül
B
bizlerin kendilerinin rahle-i tedrisinde kat etmemiz
gereken daha çok uzun yolumuz var. Rabbim Şafi
ismi hürmetine kendilerine acil şifalar bahşeylesin ve
sevenlerine bağışlasın inşaallah.
Bu yazı ne Muhterem Hacı Gedikli Hocamızı
anlatabilir, ne kendilerine olan sevgimizi... Ancak bu
ay amacımız, kısa da olsa, bir iki cümle ile de olsa, siz
değerli gönül dostlarımıza halihazırda yoğun bakımda olan, Muhterem bir Büyüğümüzün, Ankara’nın
gönül mimarlarından olan Hacı Gedikli Ağabeyimizin, durumundan haberdar olmanızı sağlamaktı. Bu
vesile ile Zat-ı Alilerine, çok ihtiyacı olan sevenleri
adına, dua etmenizi istirham ediyoruz.
59
Nurlu Sözler
Aydın BAŞAR
L
ise yıllarındaydım. Omuzlarımda sizlere anlatamayacağım türden bir yığın dert vardı. Onu
bana lütfeden sabrını da lütfetmişti. Kırılgan
ve iyi niyetli bir gençlik dönemi yaşıyordum. Birisi
yanımdan geçerken selamımı almasa ya da biraz
isteksiz alsa bunu saatlerce kendime dert edinirdim.
theyle
e
f
a
ş
a
anb
yi başt
e
k
l
ü
“Bir
Nur!
ğa
din ey
nsan lı
i
n
ü
t
bü
caktır
a
l
o
n
…”
Nuru
düstur
CU
KURU
i
v
l
U
Ali
Bir ramazan akşamıydı… Ramazan olmasına
rağmen bir buhran hali içerisindeydim. Alelacele
abdestimi alıp evden çıktım. Teravih için Meydan
Camii’ne doğru yürüdüm. Aslında Paşa Camii evimize daha yakındı fakat genellikle Ulu Camii’ne
veya Meydan Camii’ne gitmeyi tercih ederdim...
Paşa Camii’ni geçtikten sonra arkamdan koro
halinde “Aydın” diye bir ses duydum. Garip bir
sesti. Caminin avlusunda top oynayan çocukların
sesidir diye düşündüm. Dönüp baktığımda avluda
kimseleri göremedim.
Bunu bir işaret kabul ederek Meydan Camii’ne gitmekten vaz geçip Paşa Camii’ne yönel-
60
B
Eylül
B
dim. Namaz sanki göz açıp yumuncaya kadar kılınmıştı. Namazdan sonra avizenin altında boynumu
bükmüş otururken beyaz tenli, temiz yüzlü bir ağabey
yanıma yaklaştı.
Selam verdikten sonra isminin Murat olduğunu, tıp fakültesinde okuduğunu ve bir cemaat evinde
kaldığını söyledi. Beni medrese dedikleri evlerine çay
içmeye davet etti. Namaz öncesinde yaşadıklarımın
bir sevk-i ilahi olduğunu düşünerek teklifini kabul ettim.
Eve gittiğimizde ilk olarak
içerisinde çok sayıda kırmızı
kaplı kitap bulunan bir salona
girdik. Orada birkaç ağabeyle
daha tanıştık. Lokum, çay ve
portakal ikram edildi. Sonra
içerisinde yine kırmızı kaplı kitaplar bulunan başka bir odaya
geçtik.
Bu sözler tabiri caizse bana bir ilaç gibi gelmişti.
Hani bir hastalık yaşar da ardından vücudunuz bir ter
atar da sonrasında rahatlarsınız ya… O hastalığı hiç
yaşamamış gibi olursunuz. İşte öyle bir hal almıştım.
Az önceki sıkıntılı halim gitmiş yerini bir rahatlamaya
bırakmıştı.
Aslında bu dersi almazdan önce de çektiğim sıkıntıların bir imtihan olduğunu bilirdim. Hatta hücrelerime kadar bütün varlığımı iman ve Kur’an yoluna
adamaya çocuk denilecek yaşta
karar vermiştim. Fakat o an itibarı ile sarsıntılı bir gençlik çağı
yaşıyordum ve bu benim için
kolay olmuyordu.
İşte böyle zor bir dönemde, “Nurlu Sözler” kurak toprağımı ıslatan bir rahmet yağmuru
gibi yetişti. Müjdeler, sevinçler,
bereketler getirdi. Bu sözlerle
teselli bulup, imanın lezzetini
yeniden tatmaya başladım.
Murat Ağabey bu kitapların Bediüzzaman Said Nursi’ye
ait Risale-i Nur külliyatı olduğunu söyledi. Onların içinden
“Sözler” adlı bir kitabı seçip
gayet yumuşak bir üslupla okumaya başladı:
“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi
başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek
kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır”
Allah’ım bu ne kadar güzel ve etkileyici sözlerdi. Başka kitaplarda okuduklarıma benzemiyorlardı.
Kendisine has bir tılsımı vardı. Her cümlesi, her harfi
adeta hedefi on ikiden vuran bir ok gibi kalbimin tam
orta yerine isabet ediyordu. Kalpten söylenen sözler
yine kalplere ulaşıyordu.
Murat Ağabey okumaya devam ettikçe o ana kadar
biriktirdiğim sorular da bir bir
cevap buluyordu. O an kanaat
getirdim ki bu sözler beni buhranlardan kurtardığı gibi asrın
ve neslin buhranları için de bir şifa ve bir çare olacak…
Murat Ağabey’in okuduğu Birinci Söz’de bedevi Arap çöllerinde seyahat eden biri mütevazı diğeri
mağrur iki yolcunun hikmetli hikâyesi anlatılıyordu.
Bunlardan mütevazı olanı hadsiz düşmanlarla ve tehlikelerle dolu çölde bir reisin ismini alarak dolaşmış,
her gittiği yerde şakilerin saldırısından emin olduğu
gibi girdiği çadırlarda da o reisin namı ile hürmet
görmüştü. Mağrur olanı ise bir reisin ismini almaya
tenezzül etmediği için yolda zelil ve perişan olmuştu.
“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın
hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi
ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.”
Eylül
B
61
B
Murat Ağabey bu hikâyeyi, itibarlı bir kimsenin
kartvizitiyle işlerini halleden adam örneği ile açıklıyor,
aynen öyle de bismillah diyenin bütün işlerinin asan
olacağını söylüyordu. Ve o kırmızı kitaptan okumaya
devam ediyordu:
“İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın.
Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve
Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında
titremeden kurtulasın.”
Üstad’ın da buyurduğu gibi bin bir endişe ve
tasayla dolu şu dünya hayatında “Bismillah” deyip
bu endişelerden sıyrılmak gerekirdi. Ne vakte kadar
korkularla hayatımızı mahvedecektik. Bu sahrada
yalnız olmadığımızı bilmeli ve O’nun yakınlığını her
daim üzerimizde hissetmeliydik.
Dersin devamında Murat Ağabey ateşin Hz. İbrahim aleyhis selam’ı yakmadığı gibi güneşin de tütün
kâğıdı gibi ince yaprakları kurutmadığını, nazik köklü
bitkilerin kaya gibi sert toprakları delerek kök saldığını, incir çekirdeğinde incir ağacının programının gizli
olduğunu anlatan bölümleri de okuyup güzelce izah
etti. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu ilk
dersi hiçbir zaman unutmadım.
O gece eve dönerken Rabb’imizin büyüklüğünü ve sonsuz kudretini düşündüm. Böyle büyük bir
Halık-ı Rahim nelere kadir değildi ki. Onun güç ve
azametinin sınırı yoktu. Büyük küçük her şeyi sonsuz
ilmiyle kuşatmıştı. İnsanı, evreni ve tüm mahlûkatı
kusursuz yaratmıştı. Böyle yüce bir Rabb-i Rahim’e
nasıl kulluk edilmezdi.
Nurun şubeleri
Nurun
şubeleri
Bundan birkaç zaman sonra yan sınıftan bir
arkadaş beni Çerkez’in Kahvesi’nin üst katındaki bir
nur dershanesine götürdü. Bu seferkiler bir önceki
tanıştıklarımdan farklıydı. Yeşil takke takıyorlardı ve
onlara Yazıcılar deniliyordu. Onlar da nurun onlarca
şubesinden biriydi.
Nur cemaatlerinden bir diğeriyle de lisenin
son senesinde gittiğim dershane vesilesiyle tanıştım.
Orada bize rehberlik eden saf ve temiz bir insan olduğunu zannettiğim bir geometri hocamız vardı. O
hocamız bizi Işık apartmanındaki abilerle tanıştırmıştı.
Bir müddet o apartmandaki abilere gidip gelmeye başladık. Onlar üniversite öğrencileriydi ama
yemeklerini ve vakitlerini bizimle paylaşıyor, bize bol
bol çay ve bisküvi ikram ediyorlardı. Namazdan sonra okudukları esma-i hüsna ve tesbihatları da tıpkı
yemekleri gibi tatlı oluyordu.
O sene dershane vesilesi ile Sivas’taki bazı yurtlarda ders çalışma kampına katıldık. Bir pikniğe bir de
İstanbul gezisine iştirak ettik. Beraber az çok bir şeyler
paylaştığım bu insanlarda da güzellikler gördüm.
Daha sonraki yıllarda nurcuların daha farklı
kolları ile de tanıştım. Düzenli olarak devam ettiğim
hiçbir nurcu grup olmadı. Çoğuna sadece bir defa ya
da iki defa gitmek nasip oldu. Onlarla organik bir bağım olmamakla beraber nurcuları ve onları sevenleri
hep sevdim.
“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek
kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır”
62
B
Eylül
B
İman hakikatlerini anlatan ve çağımız insanının
sorularına cevaplar veren Risale-i Nurları ise her zaman çok faydalı buldum. Onlardan elimden geldiğince istifade etmeye çalıştım. Kanaatime göre bu eserlerin en önemli özelliklerinden birisi günümüz insanının
hususiyetleri göze alınarak yazılmış olmasıydı.
Şöyle ki eskiden bir hoca veya bir âlim dini bir
meseleyi anlattığı zaman umumiyetle insanlar onun
sözlerine inanırlar ve onu öylece kabul ederlermiş.
Günümüzde ise şüphecilik cereyanları yaygınlaştığı
için insanlar her şeye hemen inanmıyorlar. Nedenini
niçinini merak ediyorlar ve tahkiki bir açıklamaya gereksinim duyuyorlar. İşte Risale-i Nur bu tahkiki izahları yaparak dini meseleleri iki kere iki
dört eder derecesinde ispat ediyor.
Risale-i Nur bu asra bakan bir
Kur’an tefsiri olması hasebiyle yani
suyun kaynağına işaret etmesi yönüyle bu yüz yılın derdine derman
olan ilaçları içinde bulunduruyor.
Onun kıymeti klasik anlamda olmasa bile bir Kur’an tefsiri olmasından
kaynaklanıyor. Çağımızın en büyük
hastalığı olan imansızlık hastalığının
reçetesini sunuyor. O bir taraftan
şüpheleri bertaraf ederken diğer taraftan da “Bu çağda İslam nasıl yaşanır” sorusuna en güzel bir şekilde
cevap veriyor.
Makam-ı Makam-ı
Hızır
Hızır
Risale-i Nur ölüm, haşir, kıyamet, ahiret, mizan,
cennet, cehennem gibi konularda merakları gideren
ve sadırlara şifa olan açıklamalar yapıyor. Bunun gibi
insanların aklına takılan birçok konularda şüpheleri
gideriyor. Mesela; “Hazreti Hızır aleyhis selam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?” sorusuna Mektubat’ın başında
şöyle cevap veriliyor:
“Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir.
O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler. Birinci tabaka-i
hayat: Bizim hayatımızdır ki çok kayıtlarla
mukayyettir. İkinci tabaka-i hayat: Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas aleyhimes selam’ın hayatlarıdır ki bir derece
serbesttir. Yani bir vakitte pek
çok yerlerde bulunabilirler. BiO bir âlim ve deha
zim gibi beşeriyet levazımatıyla
olmanın da ötedaimî mukayyet değillerdir. Basinde
inançsızlık
zen, istedikleri vakit bizim gibi
akımlarına
karşı
yerler, içerler; fakat bizim gibi
mecbur değillerdir. Tevatür demücadele eden bir
recesinde, ehl-i şuhud ve keşif
dava adamı ve bir
olan evliyanın Hazret-i Hızır ile
“İman Kahramamaceraları bu tabaka-i hayatı
nı”ydı.
tenvir ve ispat eder. Hatta makamat-ı velâyette bir makam
vardır ki “makam-ı Hızır” tabir
edilir. O makama gelen bir veli,
Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat Bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.”
Sevgili okuyucu. Bu kısa yazıda Risale-i Nur ile
nasıl tanıştığımı ve deryadan katre misali onun bazı
özelliklerini anlatmaya çalıştım. Elbette ki bu anlattıklarım, bedeli karakollar, hapisler ve sürgünlerle ödenen bir kitap için oldukça az ve yetersizdir. Biz bu
kadarını yazmakla kendi çapımızda bu eserlere dikkat
çekmek ve insanları onu okumaya teşvik etmek istedik.
Eserleri ile iman hakikatlerini anlatan Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı ve mücadelesi ise en
az eserleri kadar insanlığa yön vericidir. O bir âlim
ve deha olmanın da ötesinde inançsızlık akımlarına
karşı mücadele eden bir dava adamı ve bir “İman
Kahramanı”ydı.
Eylül
B
63
Bir dava adamı potresi;
İzeddin el-Kassam
Filistin cihadının kilometre taşlarından ve bu topraklarda İslâmi kimliğin korunması yolunda çok
yönlü mücadele eden önderlerden olan ve son zamanlarda İsrail’e yaptığı direniş ile adından söz ettiren
İzzeddin El-Kassam Tugayları’nın manevi önderi İzzeddin el-Kassam
İZZEDDİN EL-KASSAM KİMDİR?*
İzzeddin el-Kassam, 1880’de Suriye’nin Lazkiye şehrine bağlı bir sahil ilçesi olan Cebele’de dünyaya geldi. İlk öğrenimini doğduğu yerde yaptıktan sonra 1896 yılında Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi’nde tahsil görmeye başladı. El-Ezher’de öğrenim gördüğü süre içinde Mısır’daki İslâmi hareketin ileri
gelenleriyle ilişkide bulundu. 1906’da buradaki ilmi tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde davet
ve eğitim faaliyetleri yürütmeye başladı. 1909 yılında büyük alim İzzeddin Tennuhi’nin derslerine ve
sohbetlerine katıldı.
İZZEDDİN EL-KASSAM TÜRKİYE’YE NEDEN GELDİ?
Kısa bir müddet Cebele’de ikamet etti. Daha sonra Türkiye’ye geldi. İnsanları hayra yöneltmek
için bir sene kadar vaaz ve irşadda bulunup tekrar Cebele’ye döndü. Bu dönemde kısa bir süre Cebele’de Kur’an, tefsir, fıkıh gibi ilimleri okuttu.
64
B
Eylül
B
O sadece ders vermekle yetinmiyor, aynı zamanda gençlerin terbiyesi ile de ilgileniyordu. Hali,
tavrı, güzel huyu davetini destekliyordu. Bu itibarla Şeyh İzzetin Kassam o dönemde Suriye’nin maddi
ve manevi mimarlarının başında geliyordu.
İZZEDDİN EL-KASSAM ÖMER MUHTAR’IN MÜCADELESİNE YARDIM ETTİ
Şeyh Kassam, davet faaliyetleriyle uğraşırken İtalyanlar Libya’nın Trablusgarb şehrini işgale kalkışmışlar, Ömer Muhtar ve beraberindeki mücahitler de onlara karşı direnişe başlamışlardı. İzzettin Kassam Suriye’de Ömer Muhtar ve beraberindeki mücahitler için yardım toplamaya başladı. Topladığı
yardım büyük meblağlara ulaştı. Halk yardım kampanyasına bütün imkanlarını seferber ederek katıldı.
Şeyh İzzettin Kassam ve yetiştirdiği mücahitler Ömer Muhtar’a yardım etmek için deniz yoluyla Trablusgarb’a ulaşmak üzere İskenderun’a geldi, ancak kırk gün kadar beklemelerine rağmen yola çıkamadılar.
O zamanki Suriye hükümeti, mücahitleri geri çağırma emri çıkararak cihada katılmalarını engelledi.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA FRANSIZLARA KARŞI SAVAŞTI
Şeyh İzzettin Kassam, İslam düşmanlarıyla cihad için en ufak bir fırsatı kaçırmıyordu. Birinci Dünya Savaşı patlak verince ona da katıldı. Harbin bitimine kadar güç yetirebildiği sahalarda çalışmaya devam etti. Fransızlar da diğer Avrupa ülkeleri gibi savaş sonrasında bazı sömürgeler elde ettiler.
Bu sömürgelerin başında Suriye geliyordu. Şeyh İzzettin Kassam ve mücahitleri Suriye’de Fransızlara
karşı cihada başladılar. Fransızlar ancak Sihyon bölgesinde tutunabiliyorlardı. Şam, Fransızların eline
geçinceye kadar onlara büyük kayıplar verdirdi. Nihayet mücahitlerin bazıları Türkiye’ye iltica ettiler.
Şeyh İzzettin Kassam ise sömürgeci güçlerin ve onlarla işbirliği içindeki Siyonistlerin Filistin üzerindeki
oyunlarının tehlikeli boyutlara geldiğini gördüğünden beraberindeki bazı mücahitlerle birlikte 1921’de
Filistin’e gitti.
SİYONİZM’E KARŞI ÖNCE FİKRî MÜCADELE YAPTI
İzzettin Kassam Filistin’e varınca Hayfa şehrine yerleşti ve burada hem öğrenci yetiştirmekle, hem
de halkı İslâmi yönden şuurlandırmak için vaaz ve irşad çalışmaları yapmakla meşgul olmaya başladı.
Vaazlarında genellikle Siyonist tehlike üzerinde duruyor, halkı bu tehlikeye karşı uyanık olmaya çağırıyor ve cihada teşvik ediyordu.
Eylül
B
65
B
CİHADA HAZIRLIK ÇAĞRISI…
O dönemde Filistin topraklarını işgal altında tutan İngilizlerin yoğun bir şekilde Yahudileri getirip
bu topraklara yerleştirdiklerini görünce halkı etkin bir şekilde cihada hazırlama çalışmalarını başlattı.
Halkın gönlünü mertlik, kahramanlık, yücelik ve fazilet duygularıyla yoğurdu. Talebeleri cennete kavuşmak için can atıyordu. Sadece vaaz ve irşad yoluyla insanları cihada hazırlamakla yetinmeyerek kendisi
de bilfiil hazırlıkları başlattı. Bu hazırlık döneminde bir yandan samimi bir şekilde cihada katılacak eleman yetiştiriyor bir yandan da teçhizat ve maddiyat temin etmeye çalışıyordu.
KASSÂMİLER ADINDA ASKERî BİR BİRLİK KURDU
İzzettin Kassam, talebelerinden ve halkın içinde kendisine bağlı Müslümanlardan “askeri bir birlik” kurdu. Bu birliğe Şeyh Kassam’ın ismine nispetle “Kassamiler”denilmekteydi. Kassamiler Hayfa’da
ve Filistin’in kuzeyinde çok başarılı mücadeleler verdiler. Bundan dolayı da Müslümanların nazarında
büyük bir şerefleri ve değerleri vardı. İngilizlerin gözlerini korkutmuş ve Siyonist Yahudilerin kalplerini titretmişlerdi. İzzettin Kassam’ın
mücahitleri, çalışmalarını öyle gizli
yürütüyorlardı ki İngilizler ne kadar
uğraşsalar da bir türlü izlerini bulamıyorlardı.
İNGİLİZLERE KARŞI
“ALTINCI KIYAM”I
BAŞLATTI
1931’e gelindiğinde cihadın
fiilen başlatılması için hazırlıklar son
merhalesine gelmişti. Bu arada İzzettin Kassam’la, Kudüs’deki Kurtuluş
Hareketi arasında irtibat da tamamlanarak güç birliği yapılmış ve hareket birliği sağlanmıştı. Halk bir şeyler sezmeye başlıyor, havada gerginliklerin olduğunu anlayarak içten içe olabilecek kıyam için kendilerini hazırlıyorlardı.
5 Nisan 1931’de fiilen cihad başlatıldı ve bu tarihte İzzettin Kassam’ın mücâhidleri el-Yecur’a düzenledikleri bir saldırıda bazı işgalci İngilizlerle onlarla işbirliği içindeki üç Siyonist’i öldürdüler. Bu olayın
arkasından gerek İngiliz işgalcilere ve gerekse onların getirip Filistin topraklarına yerleştirdikleri Siyonist
teröristlere karşı çeşitli eylemler gerçekleştirildi.
Şeyh İzzettin Kassam’ın başlattığı bu kıyam, Filistinlilerin İngilizlere karşı başlattığı “Altıncı Kıyam”
olarak yerini alıyordu.
İZZEDDİN EL-KASSAM İNGİLİZLER TARAFINDAN ŞEHİT EDİLDİ
İngiliz işgalciler İzzettin Kassam’ın verdiği cihaddan ciddi şekilde rahatsız oluyor; onu ortadan
kaldırmak ve birliğini dağıtmak için yoğun bir çaba harcıyorlardı.
66
B
Eylül
B
İzzettin Kassam, 1935’te
beraberindeki bazı mücahitlerle
birlikte silah eğitimi için Cenin yakınlarındaki Ya’bed dağına çıktığı
sırada İngiliz işgalcilere casusluk
yapan biri tarafından yeri ihbar
edildi. İngiliz işgalciler 500 kişilik
bir mücehhez birlikle onu karadan
ve havadan muhasaraya aldılar.
Kendisine teslim olması çağrısında bulundular. Ancak Kassam
ve beraberindekiler işgalcilere teslim olmayı değil karşı koymayı
tercih ettiler. Bu kuşatma esnasında Şeyh Kassam’ın beraberinde sadece 14 mücahit bulunuyordu.
Çatışma şafağın sökmesinden önce başlayıp sabahın onuna kadar sürdü. 19 Kasım 1935 tarihinde meydana gelen bu çatışmada Şeyh İzzettin Kassam şehit edildi. İzzeddin el-Kassam ile birlikte; Şeyh
Yusuf Abdullah, Şeyh Ömer Hasan Sa’di ve Hanefi ismiyle tanınan Mısırlı bir mücahid şehit edilirken
diğer mücahitler İngilizlere esir düştüler.
ŞEHİD KASSAM’IN CENAZESİNE BÜYÜK BİR KALABALIK KATILDI
Daha sonra esirler askeri mahkemede yargılanarak iki ile on beş yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Şeyh Kassam ve arkadaşlarının şehadeti Müslümanları hüzne boğmuştu. Cenaze
namazları on binlerce Müslüman tarafından kılınarak “Bacur” şehitliğine defnedildi. Şehit Kassam’ın
cenazesine büyük bir kalabalık katıldı. İngilizler böyle bir kalabalığı o güne kadar hiç görmediklerinden,
korkuya kapıldı ve topluluğu dağıtmak istediler. Ancak işgalcilerin bu girişimleri üzerine İngiliz askerleriyle Müslümanlar arasında çatışma çıktı. Bu çatışmada hem Müslümanlardan hem de İngiliz askerlerinden
yaralananlar oldu. Şeyh İzzettin ve arkadaşlarının yerini ihbar eden casus ise daha sonra mücahitler
tarafından öldürüldü.
İZZETTİN KASSAM’IN MÜCADELESİNİN FİLİSTİN HALKI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Şeyh İzzettin Kassam’ın mücadelesi Filistin halkı için bir meşale olmuş, onları harekete geçirerek
1936’da gerçekleşen büyük kıyamın da şartlarını hazırlamıştır. Onun başlattığı hareket silahlı mücadele
konusunda birçoklarına cesaret kazandırmıştır. Böylece onun şehadetinden sonra çeşitli silahlı oluşumlar ortaya çıktı. Bunların başta geleni yine onun taraftarlarınca ve Şeyh Ferhân es-Sa’di’nin liderliğinde
kurulan İhvanu’l-Kassam hareketidir. Bunun yanı sıra Filistin’in bağımsızlığı için mücadele eden Filistin
Arap Partisi, İzzettin el-Kassam’ın mücadelesinden cesaret alarak el-Futuvve adında silahlı bir gençlik
teşkilatı kurdu. İbrahim el-Kebir liderliğinde de ed-Derâviş (Dervişler) adında bir silahlı grup oluşturuldu.
Bunların dışında da çeşitli silahlı gruplar ortaya çıktı. Bütün bu silahlı grupların ortaya çıkmasında İzzettin el-Kassam’ın verdiği silahlı mücadelenin manevi bir örnekliği ve öncülüğü olmuştur.
*İhsan, İ. v. (2014, Ağustos 13). İzzettin el-Kassam Kimdir? İslam ve İhsan: http://www.islamveihsan.com/bir-dava-adaminin-portresi-izzeddin-el-kassam.html adresinden alındı
Eylül
B
67
Ramazanın Ardından
Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN
A
llah Resulü (a.s.) gibi biz de hep dua ettik,
“Allahım! Receb ve Şaban (ayların)da bize
bereket lütfet ve bizi Ramazana kavuştur”
diye. Hamdolsun Allah’a, bizi Ramazana ve bayrama kavuşturdu. Biz de bu mübarek zaman dilimi
içerisinde günah kirlerinden arınmaya, ibadetlerle
donanmaya gayret ettik. Arındığımıza ve donandığımıza dair ümidimiz var. Zira sadece rızay-ı ilahîyi
gözeterek nefsimizi disiplin altına almaya, günahlardan uzak durmaya, geceleri kâim gündüzleri
sâim olmaya çalıştık.
ibadet
,
i
k
m
ayalı
ta
Unutm
ce Dos
ü
Y
,
k
lu
ve kul
lan bir
ı
k
ı
ç
n
k içi
sta
varma
lde do
a
h
O
euktur.
dönm
yolcul
n
a
d
l
o
yarı y
giden
r.
melidi
Önemli olan bu aydaki kazanımlarımızı muhafaza etmek ve kulluk bilincini sürekli olarak canlı
tutabilmektir. Çünkü ibadette süreklilik esastır ve
Hz. Peygamber’in hadislerinden biliyoruz ki, az da
olsa ibadetin devamlı olanı efdaldir.
Kıymetli okuyucularım! Beden için su ve ekmek ne ise, ruh için dua ve ibadet de odur. Bu bakımdan bir mümin için bayram gelene kadar değil,
ölüm gelene kadar ibadet (ilahî yasalara riayet) et-
68
B
Eylül
B
mek esastır. Zira balık sudan, bülbül gülden, mümin
bir kul da Rabbinden ayrılmak istemez. Ne diyor şair?
Ballar balını buldum, peteğim yağma olsun. Mümin
için ibadet ve bu vesileyle Allah ile irtibata geçmek
ballar balıdır. Mümin, Yunus’un ifadesiyle;
Ne varlığa övünürüm,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile övünürüm,
Bana Seni gerek Seni, der.
Değerli kardeşlerim! Amacımız dareyn saadeti
elde etmek ve huzura kavuşmaktır.
Bunu gerçekleştirmek için Cenab-ı
Hak ile sürekli irtibat halinde olmak
iktiza etmektedir. Çünkü insan aklı
daima en güzeli ve en mükemmeli aramaktadır. İnsan kusursuzluğa
âşıktır. Mükemmel ve kusursuz olana ulaşmadıkça insanın gönlü rahat
etmez, huzursuzluktan kurtulamaz.
Örneğin insan, diğerlerine nispetle
her yönüyle farklı ve üstün özelliklere sahip lüks bir otomobil satın alır,
mutlu olur. Fakat bu mutluluk, ondan daha kaliteli, modeli daha yüksek, daha güzel ve daha mükemmel
bir otomobilin piyasaya sürülmesine kadar devam eder, süreklilik arz
etmez. Çünkü bu şahıs, artık kendi otomobilinin kusurlarını ve eksikliklerini görmüş ve rahatsız olmaya
başlamıştır. Artık bundan daha üstün, daha güzel ve
daha mükemmel bir otomobil satın almadıkça rahat
edemez. Onu satın alsa bile bir üst model çıktığında
yine huzursuzluk baş gösterir. Dolayısıyla insan, hep
arayış içerisindedir. En güzeli ve en mükemmeli buluncaya kadar bu arayış devam edecektir. Bu sadece
otomobil için değil, her şey geçerlidir. İnsan neye sahip olursa olsun kendine ait olan şeyden daha güzelini, daha mükemmelini gördükçe huzursuz olur ve
en güzel ve en mükemmel olanı elde etmek için çaba
sarf eder. Tabir caizse insan daima müspet anlamda
“en” lere taliptir. Kusursuz ve noksansız olanı aramak-
tadır. Şimdi bu noktada biraz düşünelim. Yaratıklar
içerisinde kusursuz ve noksansız olan her hangi bir
şey var mıdır? Yoktur. O halde insan aslında kimi
arıyor? Öyle anlaşılıyor ki, bütün noksanlıklardan ve
kusurlardan münezzeh olan Rabbini arıyor. Onun
içindir ki Yüce Allah Kur’ân’da “Dikkat! Kalpler,
ancak Allah’ı zikretmekle huzura erer”1 “Kim
beni zikretmekten yüz çevirirse şüphesiz ki
onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır”2 buyurur. Öyleyse kalp huzuru ya da gönül rahatlığı Allah’a bağlılıkla doğru orantılıdır. Kulun, Allah ile münasebeti
nispetinde huzuru artar. Aslında ruh sağlığı denen
şey de bu hususla yakından ilgilidir.
Dindarlarda intihar oranının dindar
olmayanlara nispetle çok daha az
olmasının sebebi de budur.
Kıymetli okuyucularım! Rabbimize olan kulluğumuz geçici değil,
sürekli olsun. Ramazan ayı ile sınırlı
kalmasın, son nefesimize kadar devam etsin. Mümin, hiçbir zaman tatil yapmaz, atıl ve pasif kalmaz, kalmamalıdır. Ayet-i kerimenin3 gereği
olarak bir işi bitirdiği zaman derhal
başka bir işe girişir. İş bitti diye rahata düşüp kalmaz; bir görevi bitirir
bitirmez, biraz dinlendikten sonra
bir başkasına yönelir. Fakat bunu yaparken, Rabbi ile
gönül bağını bir an olsun koparmaz. İşte ancak bu
şekilde zorluklar kolaylığa, sıkıntılar rahmete dönüşür.
Kardeşlerim! Bizim yaratılış gayemiz kulluktur,
ibadettir, ilahî yasaları icra etmektir. İmanımızı muhafaza etmek, Allah’ın azabından ve gazabından korunmak ve iki cihan saadetine ermek ancak bununla
mümkündür.
Unutmayalım ki, ibadet ve kulluk, Yüce
Dosta varmak için çıkılan bir yolculuktur. O
halde dosta giden yarı yoldan dönmemelidir.
...................................................................
1. Lokman, 31/17., 2. Tâ-Hâ, 20/24., 3. İnşirah, 94/7.
Kardeşlerim! Bizim yaratılış gayemiz kulluktur, ibadettir, ilahî yasaları icra etmektir. İmanımızı muhafaza etmek, Allah’ın azabından ve gazabından korunmak ve iki cihan
saadetine ermek ancak bununla mümkündür.
Eylül
B
69
Yaz-Et Bitti Kış-Et‛e Devam
Musa KARACA
Sevgili arkadaşlar, başlığı anlamaya çalıştığınızı hisseder gibiyim. Merakınızı hemen gidereyim. Yaz
tatili boyunca yapmış olduğunuz etkinliklerin kısaltılmış adı. Yaz tatili boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı
başta olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşu yaz etkinlikleri (Yaz-Et) adı altında Kur’an eğitimi başta
olmak üzere spor ve sanatsal faaliyetler gibi birçok alanda etkinlik düzenlediler. Eminin birçoğunuz bu
faaliyetlere katılarak çok güzel bilgiler öğrendiniz.
Kur’an-ı Kerim dersleri, Peygamber Efendimizin hayatı, ilmihal bilgileri, ezan, kâmet gibi birçok bilgi
öğrendiniz. Sosyal faaliyet olarak yüzme, futbol turnuvaları ve piknikler yaptınız. En önemlisi unutamayacağınız arkadaşlar kazandınız. Derken yaz etkinlikleri sona erdi.
Şimdi ise tatil bitiyor okullar başlıyor. Fakat yeni bir etkinlik başlıyor kış etkinlikleri (Kış-Et). Kış etkinlikleri de yaz etkinliklerinin devamı olacak. Yaz-et’te kazanmış olduğunuz bilgi ve güzel davranışları okullar başladı diye tatile çıkarırsanız yanlış yapmış olursunuz, o bilgileri unutursunuz. Bu sebeple bilgilerinize
yeni bilgiler katmak ve kazanmış olduğunuz o güzel davranışları geliştirmek için şimdi de kış etkinliklerine
devam etmelisiniz.
İbadetlerin özel mevsimi olmaz. Her zaman yapmamız gereken ibadetlerimiz var ki bunların başında
namaz gelmektedir. Vakti geldiğinde nerede olursak olalım, mutlaka kılmamız gerekir. Her gün mutlaka
Kur’an okumalı. Zamanınızın genişliğine bağlı olarak hiç olmazsa günde bir sayfa Kur’an okumayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Bu güzel davranışları önce kendimiz yapmalı, daha sonra da sınıf ve mahalledeki arkadaşlarımıza tavsiye etmeliyiz. Mümkün oldukça vakit namazlarımızı camide cemaatle kılmaya
özen göstermeli, hatta camiye giderken arkadaşlarımızı da davet etmeliyiz.
Allah’u Teâlâ’nın kendisiyle övündüğü bir genç olmak istemez misiniz? Tabii ki isterim, dediğinizi
duyar gibiyim. Öyleyse Peygamber Efendimizin müjdesine kulak verelim.
Resul-i Ekrem (s.a.v): “Allah-u Teâlâ, ibadet eden genç ile meleklerine karşı övünür.” buyurmaktadır. Ne güzel bir müjde değil mi? Öyleyse yaz-et’le başladığımız bu güzel yola kış-et’le devam
ederek bu müjdenin muhatabı olma gayreti içinde olalım.
70
Bunları Biliyor Musunuz?
• Bütün kar tanelerinin altıgen olduklarını, her yağışta düşen milyarlarca
karr ta
ka
tane
tanesinden
ness
hiçbirinin diğerine benzemediğini,
Arıların
• Ar
Arıl
ıla
a buldukları çiçeklerin yerlerini diğer işçi arılara arı dansı denilen
le
n bi
birr işaret dili ile anlattıklarını, bu dans sırasında yapılan hareketlerin
çiçeğin
çiçe
çi
çeğğ uzaklığını ve yönünü anlattığını,
Ceylanların su ihtiyaçlarını bitkilerden sağladıkları için hiç su iç• C
meden
yaşayabildiklerini,
med
me
d
• He
Her insanın beyninin %90’ının su olduğunu,
• Bi
Birr in
insa
sa beyninde yaklaşık olarak 90-100 milyar tane hücre bulunduğuinsan
nu,,
nu
• Bi
Birr ki
kilo
lo limonda, bir kilo çilekten daha fazla şeker olduğunu,
Yarı
rım
m ki
kilo
lo bal
b yapabilmek için arıların iki milyondan fazla çiçekten bitki özü
• Ya
Yarım
topl
to
plam
amak
ak zorunda
zo
toplamak
olduklarını,
• 1 saat b
boyunca kulaklıkla bir şey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %
700 arttırdığını,
• Dilimizin küçük hassas bölgelerle kaplı olduğunu, bunlara tat alıcı pütürler dendiğini,
bunların 4 ana tadı ayırt ettiğini. (Tatlı, tuzlu, acı ve ekşi.) 10.000 tane tat alıcı
pütürünüz olduğunu, ama bir kısmının yaşlandıkça öldüğünü.
Sen de Bekleseydun
Temel bir gün Dursun‛a:
-”Ula ben seni minareden atar, iner assağu tudarum” demiş.
Dursun da tutamayacağını söylemiş ve iddiaya girmişler:
Minareye çıkmışlar, Temel, Dursun‛u tuttuğu gibi boşluğa sallamış
ve hızla minareden inmiş. Dursun yerde can çekişir bir vaziyette
Temel‛e sitem etmiş.
-”Ula hani tudayidun peni?”
Temel:
-”Ne diyun da, sen de yavaş inup da pekleseydun.”
Sorular
1. Kur’an-ı Kerimin 11.suresi
2. Kur’an-ı Kerimin 12.suresi
3. Kur’an-ı Kerimin 13.suresi
4. Kur’an-ı Kerimin 14.suresi
5. Kur’an-ı Kerimin 15.suresi
6. Kur’an-ı Kerimin 16.suresi
7. Kur’an-ı Kerimin 17.suresi
8. Kur’an-ı Kerimin 18.suresi
9. Kur’an-ı Kerimin 19.suresi
10. Kur’an-ı Kerimin 20.suresi
11. Kur’an-ı Kerimin 21.suresi
12. Kur’an-ı Kerimin 22.suresi
13. Kur’an-ı Kerimin 23.suresi
14. Kur’an-ı Kerimin 24.suresi
15. Kur’an-ı Kerimin 25.suresi
B U L M A C A
CEVAPLAR: 1.HUD 2.YUSUF 3.RAD 4.İBRAHİM 5.HİCR 6.NAHL 7.İSRA 8.KEHF
9.MERYEM 10.TAHA 11. ENBİYA 12. HAC 13.MÜ’MİNÜN 14.NUR 15.FURKAN
71
Sizden Gelenler...
Hocam
Rodezin caddeleri hayal mi olacak
Sokaklar dolu idi boş mu kalacak
Yaşanan günler hayal mi, düş mü olacak
Arkandan boyun bükerim HOCAM
684 saat geldi de geçti
Gönül defterinden bir sayfa açtı
Ayrılmak matemdi, kederdi, güçtü
Ben garibim ben dertliyim bekarım HOCAM
Mıhladım duvarlara sevdamı serimi
Kim doldurur bilmem senin yerini
Kanattın yaramı vurdun hançerini
Gözümden yaşım dökerim HOCAM
Sineme gömdüm mezar eğledim
Gubeyis dağına nazar eğledim
Dert üstüne derdi azar eğledim
Arkandan nasıl bakarım HOCAM
Ümmül kitabın seyrine daldım
Tırnakla söktüm zerreden aldım
Nice ummana daldım ha daldım
Bu dünyadan birgün çıkarım HOCAM
Mecnunmuyum çöllerde Leyla bulayım
Lokmanmıyım dertlere çare olayım
Gurbet ellerinde yalnız mı kalayım
Kendimi derde gama sokarım HOCAM
Sıla yollarının menzil kuşuna
Yaşadık ömrümüzü boşu boşuna
Ölürsem bir yazı mezar taşıma
Gönül kaleminden yazarsın HOCAM
Yeryüzü ifaktır neyi göreyim
Miraçtan gelenden haber sorayım
Hangi adresten seni arayım
Ağlatır seni üzerim HOCAM
Tur edem dünyayı çarkı döneyim
Aşk yolunda kime gönül vereyim
Ben Veysel sözümde nasıl durayım
Kalemle deftere yazarım HOCAM
Veysel KÖKSAL

Benzer belgeler