Eylül - Burhan Dergisi
Transkript
Eylül - Burhan Dergisi
´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Birkaç hadis-i şerifi bile ezberlememiş. Ama kendisini allame-i cihan zannediyor. Edeb dairesinin dışına çıkmış, kendisini “muhaddis” sanarak önüne gelen hadis-i şeriflere cahilane bir şekilde ahkam kesen, kadim ulemaya dil uzatan zavallılara ithafen: İmam Buharî rh.a. hazretleri, en güvenilir hadis kitabı olan “el-Câmiu’s-Sahîh” isimli eserin müellifi büyük muhaddistir. 194/810’da Buhara’da doğdu. On yaşında hadis öğrenmeye başladı ve elli yıl buna devam etti. Bu yolda birçok ülkeyi dolaştı. Bağdat, Basra, Mekke, Medine, Mısır, Nişabur bu ülkelerin başında gelir. Kendisinden toplam doksan bin talebenin hadis dinlediği söylenir. İmam Müslim ve Tirmizî de bunlardandır. Mezarı Semerkand-Hartenk’tedir (Özbekistan). Yirmi beş kadar eserinden en önemlisi “el-Câmiu’s-Sahîh/Sahîhu’l-Buhârî”dir (7563 hadis). İmam Buharî rh.a., Bağdat’a gelişlerinden birinde çetin bir hadis imtihanı geçirmiştir. Şöyle ki: Henüz genç yaşlarında iken Bağdat’a geldiği zamanlarda meclisler tertip ederek isteklilere hadis yazdırıyordu. Bu meclislere bazan on bini aşkın dinleyici katılıyordu. Bir kere Bağdatlılardan bazı ileri gelen alimler, Buharî’nin ilmini ve zekâsını denemek için aralarında anlaşarak yüz hadis seçerler. Sonra da bu hadislerden her birinin metnini bir başkasına ve onun senedini (râvi zincirini) diğerine ekleyerek birbirleriyle karıştırırlar. Senet ve metinleri yer değiştirerek birbirine karıştırdıkları yüz hadisi, onar onar on kişiye dağıtırlar. Hepsine de bunları hadis meclisinde İmam Buharî’ye sormalarını tenbih ederler. Hadis meclisi toplanıp Buharî derse başlayacağı sırada, bu on kişiden biri kalkarak kendisine verilen karışık hadisleri teker teker sormaya başlar. Buharî, kendisine sunulan bu hadislerin hepsine tek tek “Bunu bilmiyorum” diye cevap verir. Sonra ikincisi kalkar, elindeki karışık on hadisi ayrı ayrı sorar. Buharî her biri için “Bilmiyorum bunu” der. Böylece on kişi, onardan senet ve metni birbirine karıştırılmış yüz hadisi ona sorarlar. Buharî hepsi için birer birer “bilmiyorum” deyip geçer. Buharî’nin ne yaptığını fark eden alimler, işaret diliyle birbirlerine “Adam durumu anlamış!” derler. Durumu farketmeyenler ise, onun cevaptan aciz kaldığını zannederler. Sorular bittikten sonra İmam Buharî ilk adama dönerek: “Senin sorduğun ilk hadisin aslı şöyledir, ikincisi şöyle, üçüncüsü şöyle, dördüncüsü…” diyerek sonuna kadar hadisleri doğru senetleriyle açıklar. Böylece on kişinin sorduğu toplam yüz farklı ve karışık rivayetin hepsinin doğrusunu tek tek aktarıverir. (Hatîb el-Bağdâdî, Tarîhu Bağdâd (Beyrut 1997), 2/20-21; Yusuf el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl (Beyrut 1992), 24/453; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ (Beyrut 1986), 12/409.) Daha güzel Burhan’larda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 9 Sayı: 108 Eylül 2014 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İNTERNET ADRESİ [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Cihâd Dersleri 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Kudüs Ziyareti: Yahudi-Mescid-i Aksa ve Türkiye’den Beklenenler... 8 Yrd.Doç. Dr. Ramazan ŞAHAN Hakikî BURHAN 16 Ahmet YAŞAR Bayramların süsü: Tekbir 20 Prof. Dr. Ali Akpınar Şerafettin Tübu: “Mehmet Zahit Efendi, Erbakan’a çok dua ederdi.” 24 Röportaj Ey Müslüman Dinini Kıskansana! 28 Abdullah ÇAKIR Öğüt Verdim Deli Gönül Almadı (Şiir) 31 Kul Himmet İmam-ı Rabbanî (k.s) den 32 Ahir Zaman Yolcusuna Tenbih ve İhtarlar 34 ‘Geçiş Süreci’ Aldatmacasına Tesettür Üzerinden Bakmak 40 Yusuf KARAGÖZOĞLU Murat TÜRKER Hacı Şaban Efendi Hz. (V) 42 Halit EŞKAN SMS ve İnternet Çocukları-2 48 M. Emin KARABACAK Müslüman Ülkeler Türkiye’yi Örnek Almalı 51 Memduh ERGİN Allah’ın Rahmet Kapısına Teşvik 54 Abdulkadir Geylani Hz. (k.s.) ANKARA’DA BİR GÖNÜL MİMARI Muhterem Hacı Gedikli Ağabeyimiz 58 Emre TOPOĞLU Nurlu Sözler 60 Aydın BAŞAR Bir dava adamı potresi; İzeddin el-Kassam 64 Alıntı Yazı Ramazanın Ardından 68 Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN Burhan Çocuk 70 Musa KARACA Hocam (Şiir) 72 Veysel Köksal 4 Cihâd Dersleri Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 16 Hakikî BURHAN Ahmet YAŞAR 28 Ey Müslüman Dinini Kıskansana! Abdullah ÇAKIR 64 Bir dava adamı potresi; İzeddin el-Kassam Cihâd Dersleri Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Y azımızın başlığını teşkil eden “Cihâd Dersleri” ibâresi, rahmetli şehid Prof. Dr. Abdullah Azzâm’ın Türkçeye tercüme edilmiş bir kitabının ismidir. Asıl adı “Fî Zilâli Sûreti’t-Tevbe” olan bu kitap Türkçeye “Tevbe Abdul e ’d e y uri k’ta, S a r sikliği I k a e d n n i a rin Şu i gibi bi m â mânev z z n ı A d h â h la i dir. Ci e t k e hidler â m c l i ü k e m ç k, tiı olaca n a t rine ih u i b k e kom ec y le k, eğit e c e şte bö r i i , t ş d i i t h e y şe erhum M . übârek r a m v e l ç y a y bö ızı i. Biz, d y i uman s k i r o ı bi n ı ar kitapl n i n z. i s i bir diyoru e e y i s tav Sûresi’nin Gölgesinde Cihâd Dersleri” olarak tercüme edildi. 1996 yılında, Burûc Yayınları tarafından neşredilen kitabın, benim elimde ikinci baskısı var. Elimdeki ikinci baskı, 1997 yılında yapılmış. Belli ki, kitabın ilk baskısı bir yıl içinde tükenmiş ve hemen ikinci baskısı yapılmış. Demek ki, o yıllarda bu kitap okunuyor ve elden ele dolaşıyordu. Bizim insanımız, Abdullah Azzâm’ı “Afgan Cihâdı’nda Rahmân’ın Âyetleri” isimli kitabıyla tanıdı. Seksenli yıllardaki Zaman gazetesi tarafından okuyucularına bir kitapçık şeklinde hediye olarak verilen bu güzel eserin sonradan tam tercümesi yapıldı. Dünyanın birçok diline tercüme edildikten sonra Türkçeye tercüme edilen bu kitap, çok oku- 4 B Eylül B önce Afganistan’a bir arkadaş grubu ile birlikte giden ve hâtıralarını akıcı bir dille kitaplaştıran Erdem Bayazıt’ın “İpek Yolu’ndan Afganistan’a” isimli kitabını okumuş ve Afgan Müslümanlarını çok sevmiştik. Daha sonra, Mâverâ dergisinde Afganistanlı Meral Mârûf’un, cihâdla ilgili mektuplarını okumuş kendimizi cihâdın yucu buldu; çok okundu. Afgan Cihâdı’nda cereyan eden ve bu kitapta yer, zaman ve şahıslar gösterilerek anlatılan kerâmetleri, ilâhî yardımları yıllarca derslerimizde, sohbetlerimizde, vaazlarımızda anlattık. İnsanımız, bu anlatılanları göz yaşları içerisinde dinledi; sevdikleri Afganlıları daha çok sevdi ve onlara her zaman duâ etti. Abdullah Azzâm, bu kitabı ile Afgan cihâdını bütün dünyaya tanıttı ve her tarafa duyurdu. Afgan mücâhidleri ile yakın bir diyaloğu olan Abdullah Azzam, bu kitabı yazarken hadis ilmindeki senet ve metin tekniğini kullandı. Olayları anlatırken bu olayı kimden dinlediğini, olayın mey- içinde bulmuştuk. Öyle ki, Afgan Cihâd’ı hayatımızdan bir parça, Meral Mârûf da evimizden gurbete çıkmış biri gibi olmuştu. Derginin her sayısını elimize aldığımızda ilk olarak gurbetteki evladımızdan gelen mektubu okurduk. Bu hanımefendi kızımızın “Dullar Kampı” ve “Hicret Günleri” isimli kitaplarını evimizdeki çocuklarımızla birlikte gözyaşları içerisinde okur ve ekmeğimizi bu güzel insanlarla paylaşırdık. Afgan Cihâdı’nı desteklemek her birimizin boynunun borcu olmuştu ve ümmet olarak bu borcu yerine getirmiştik. Erdem Bayazıt’ın ve Meral Mârûf’un kitapları bizi bu uğurda yetiştir- dana geldiği yeri ve zamanı da kaydetti. Ruslarla ya- mişti. Abdullah Azzam’ın eserleri de bizi her şeyimizle pılan bu şanlı cihâdda meydana gelen “Hâriku’l-âde” alıp Afganistan’a götürdü. Evet, kimdi bu zat? Kitap- olayları canlı olarak okuyucunun gözünün önüne ge- ları ile kalbimizdeki îmanımızı coşturan bu güzel insan tirdi. Kitabı okuyan birçok okuyucu, olayları yerinde kimdi? Eserleri ile bizi etkileyen, kitaplarını okurken görmek ve cihâd rûhunu teneffüs etmek ve yaşamak kendisini bize sevdiren bu gönül dostu kimdi? için o topraklara gitti. Gidenlerin bir kısmı şehid oldu, Prof. Dr. Abdullah Azzâm, 1941 yılında Filis- bir kısmı da gâzî olarak ülkelerine döndü. tin’de doğdu. 1966 yılında Şam Üniversitesi Şerîat Afgan Cihâdı’nı bütün dünyaya taşıyan, yazdığı Fakültesini bitirdikten sonra Ürdün’ün başkenti Am- kitapları okuduğumuz zaman bizi Afgan dağlarına gö- man’da lise öğretmenliği yaptı. 1967 yılında Batı Şerîa türüp oralarda dolaştıran, cihâdın o güzel kokusunu ve Mescid-i Aksâ’nın, Yahûdiler’in eline geçmesinden bize teneffüs ettiren bu güzel adam kimdi? Biz, daha sonra, Filistin için bir şeyler yapması lazım geldiğine Bırakın artık ruhsuz insanların kitaplarını okumayı. Eylül B 5 B inanan Abdullah Azam, 1969 yılında “Müslüman siteden kendi isteği ile ayrılarak, Afgan cihâ- Kardeşler”in Mücâhidler birliğine katıldı. O yıllarda- dına eğitim müsteşarı oldu. Bütün çalışmasını ki savaşlarda gâlip gelen Yahûdiler’in, Müslümanları bu işe hasretti. Cephedeki ve cephe gerisindeki alay konusu yapmaları ve onları küçümsemeleri ona mücâhidlerin ve bu mücâhidlerin çocuklarının dînî ağır geldi. Katıldığı cihâd faâliyetlerinin yanında ilmî eğitimlerini üstlendi Bazı Arap Müslümanlar ile birlik- çalışmalarını da devam ettirdi ve Fıkıh Usûlü’nden te, “Mücâhidlere Hizmet Bürosu”nu kurdu. Bundan mastır yaptı. 1973 yılında Kâhire’de doktorasını ta- sonra Afgan cihâdına hizmet doğrultusundaki çalış- mamladı. Şam Üniversitesi Şerîat Fakültesi’ni pekiyi malarına hız verdi. Afganistan’a gelen Arap mücâhid- dereceyle bitirmiş olan Abdullah Azzâm, doktorasını lerin büyük çoğunluğu bu büro etrafında toplandılar. da birinci şeref derecesi ile tamamladı. 1973-1980 Bu büro, Afganistan’daki bütün mücâhidler arasında yılları arasında Ürdün Üniversitesinde öğretim üyeliği bir çok öğretim, eğitim, askerî, sıhhî, sosyal ve ha- yaptı. İslâmî çalışmalara katıldığından ve destek ver- berleşme dallarında hizmetler yapmıştır. Kendini diğinden dolayı, Ürdün Genel Askerî Hâkimi’nin ka- her şeyi ile Afgan cihâdına vakfeden Abdul- rarı ile 1980 yılında üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981 lah Azzam, Kasım 1989’da, İslâm düşmanları yılında, tarafından kurulan hâin bir pusu sonucu, iki Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. oğlu ile birlikte şehid edilmiştir. Yüce Allah, bu güzel insanların şehâdetlerini kabul eylesin! (Âmin). Daha sonra, ülkeleri Ruslar tarafında işgal edilen ve Ruslar’a karşı cihâd bayrağı açan Afgan Müslümanlarına daha yakın olmak maksadıyla Pâkistân’ın Bir üniversite hocasının, üniversitedeki göre- İslâmâbâd şehrindeki Uluslararası İslâm Üniversite- vinden istifa ederek cephedeki cihâda fiilî olarak ka- si’nde çalışma talebinde bulundu ve bu üniversitede tılması, bu asırda herkese nasib olmayan bir şereftir. çalışması kabul edildi. 1984 yılında da bu üniver- Abdullah Azzam, İslâm birliğine, Tevhîde, ümmet şu- Başta Filistin olmak üzere, bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralarda cihâd eden kardeşlerimizi desteklememiz her birimizin boynunun borcudur. Haydi, hep birlikte bu borcumuzu yerine getirelim! 6 B Eylül uruna, cihâda gönül vermiş; yüce Allah’a ve cennete âşık bir Müslümandı. Âşık olduğu değerlere ve mekânlara da kavuştu. Zaten gerçek âlimler, Allah’a ve Allah dâvâsına âşık olan seçkin insanlardır. Onlar dünya makamlarını, dünya menfaatlerini istemezler; dünyanın peşinde de koşmazlar. Dünya onların peşinde koşar, ona da yüz vermezler; ellerinin tersiyle iterler. Çünkü bilirler ki, dünya ve içindekiler, cennetin yanında hiç hükmündedir. B devamlılığa katılacağız. Aziz okuyucularım ve özellikle sevgili Irak ve Suriye’de olanlar, Filistin ve Çegençler! Size, Abdullah Azzâm’ın kitaplarını çenistan’da olan olaylar, hepimizi üzüyor. bulup okumanızı tavsiye ederim. Cihâdı yaMüslümanların topraklarının gayr-i müsşayan, cihâdın içinde olan bir âlimin kitalimler tarafından talan edilmesi, iffet ve bı okunmaz mı? Onlar, hem cihâd etti namuslarının çiğnenmesi, mukaddes hem kitap yazdılar; biz okumaktan aci“Cihâd, kıbeldelerin topa tutulması hepimizi ziz. Böyle olur mu? Onların kitaplarını yamete kadar kahrediyor. Şu anda Irak’ta, Suriokumamız, onlarla beraber olmamız, devam eden bir ye’de Abdullah Azzâm gibi birinin ekonların cihâdını devam ettirmemiz sikliği çekilmektedir. Cihâdın mânevi demektir. Hz. Peygamber efendimiz, ibâdettir.” “Cihâd, kıyamete kadar devam komutanı olacak, mücâhidleri yetiştieden bir ibâdettir.”(Buhârî, Cihâd recek, eğitecek birine ihtiyaç var. Mer44) buyurmaktadır. Biz de dünyanın hum şehid, işte böyle birisiydi. Biz, değişik yerlerinde devam eden cihâd böyle mübârek birisinin kitaplarını okuhareketleriyle ilgilenerek ve bilgilenerek bu manızı tavsiye ediyoruz. Bırakın artık ruhsuz insanların kitaplarını okumayı. Bürûc yayınları da bir kampanya başlatıp bu kitabı güzel bir baskı ve uygun bir fiat ile okuyucuya ulaştırırsa çok iyi olur. Başta Filistin olmak üzere, bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralarda cihâd eden kardeşlerimizi desteklememiz her birimizin boynunun borcudur. Haydi, hep birlikte bu borcumuzu yerine getirelim! Eylül B 7 Kudüs Ziyareti Yahudi-Mescid-i Aksa ve Türkiye’den Beklenenler... Yrd.Doç. Dr. Ramazan ŞAHAN K ıymetli okurlar! Geçen yaz 20 Haziran 2013- 20 Eylül 2013 tarihleri arasında, YÖK aracılığı ile Muş Alparslan Üniversitesi’nden Ürdün’deki Amman Üniversitesi’ne, araştırmacı misafir öğretim üyesi olarak ziyarete gitmiştim. bir şey m ı ğ ı ad lnlayam a ı kabu t r a a k l n Fa u rb tinlile man; s a i l z i F m . . u uğ var. .. Sord . i b i diyorg ” ş z i i z i m es len yır çar a H “ ; i Kimis lar... a ne n başk a t k a am r... i; “Ağl s i iyorla m i d ” K ? ? i? iliriz k yapab 8 B Orada görüp yaşadığım bazı olayları facebook, internet vb. iletişi araçları vasıtasıyla dostlarla paylaştım. Hatta bir dergide “Ürdün Hatıraları” diye bir yazı da yazmıştım… Onların tamamını bir kenara bırakarak, Ramazan Bayramı’nda dört arkadaşla birlikte ziyaret ettiğim Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya dair izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum… Geçen yıl 2013 yaz mevsiminde Ramazan Bayramı Perşembe gününe denk gelmişti. Dolayısıyla biz Çarşamba günü giderek hem Bayram namazını hem de Cuma namazını Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da kılma fırsatımız olmuştu. Nihayet Cumartesi günü de tekrar Ürdün’e dönmüştük. Kudüs’te Eylül B gördüğüm, hissettiğim bazı olayları tekrar Ürdün’e dönünce kaleme almış, facebook sayfamda da paylaşmıştım… İşte o hatıralarımı biraz daha derli toplu olarak burada sizlerle paylaşmak istiyorum: … Artık Ürdün’e döndüğüme göre inşallah başıma bir olay gelmez, rahatça yazabilirim diyerek oturdum klavyenin başına. Kudüs’e doğru yola çıkarken, acaba “Mescid-i Aksa’da Bayram Sabahı” diye bir şiir yazabilir miyim? diye düşünüyordum ama şiir öyle “hııı” deyince gelebilecek bir şey değildir? Zorlamakla olmaz, ruh lazım, duygu ve coşku lazım... Kısacası öyle bir şiir yazamadığım için üzgünüm… Hâlbuki gördüğümüz nice lüzumsuz olaylara, dağa taşa, kurda kuşa nice şiirler yazabiliyoruz… Bir kere daha sınırlardan içeri girmeden İsrail, Siyonizm ve Yahudi zihniyeti kendini hissettiriyor, gücünü göstermeye çalışıyor.... Moralinizi bozuyor... Kendinden bahsettirmeye çalışıyor... Şu an belki de farkında olmadan İsrail’in reklamını yapmış oluyorum, Yahudi’nin işine yarayacak en küçük bir iş yaparsam Rabbimden af diliyorum... Mesela adamlar gümrük girişinde tamamen kafalarına göre istedikleri gibi istediği eşyanızı arıyorlar... Birinin pasaportunda tehlikeli bir şey varmış gibi el koyuyor, siz de; “İnşallah bir sorun çıkmaz...” diye dua etmeye başlıyorsunuz... Birinin çantasını didik didik arıyorlar.... Birinin de sadece cebindeki bir kağıdı çıkartıp “Bunda ne yazıyor, ne amaçla yazdın?” diye soruyorlar... Siz de “oh beee… Çantadan yırttım, kurtuldum” diye seviniyorsunuz.... Bunu gidip öyle bir anlatıyorsunuz ki herkes İsrail sınırına yaklaşınca kendine bir çeki düzen veriyor... Kimilerini beş saat bekletiyorlar... Siz iki saatte sınırı geçtiyseniz bunu başarı sayıyorsunuz.... Acaba bizim ülkemizde böyle bir uygulama var mı? Ya da sırf bunlara mahsus olacak tarzda ne tür işlemler, işler yapılabilir, ilgililer duyarsa ilgilenmelerini bekleriz... Neyse çeşitli sıkıntı ve badireleri atlattıktan sonra gümrüğü geçiyor, oradaki dolmuşlara atlayarak Kudüs’e varıyorsunuz… Kudüs’e gittiniz... Mescid-i Aksa’ya gireceksiniz... Kapıda Filistin asıllı bir asker ile Yahudi bir askeri yan yana görünce zaten beyninizden vuruluyorsunuz.... Bu ne samimiyet???!!! Bu ne iş???!!! Zaten hemen her köşede İsrail askerlerini görüyorsunuz... Size “Biz buralardayız, bizim merhametimize göre Mescid-i Aksa’ya girebilirsiniz” hissini veriyorlar... Girişte bir de size “Her seferinde Müslüman mısın?” diye sormazlar mı, insanın çok fena zoruna gidiyor... Ama yapacağınız fazla bir şey yok… Yutkunup duruyorsunuz… Filistinlilerin yerlilerini özellikle 40 yaşının altındakileri Mescid-i Aksa’ya sokmuyorlar.... Başka şehirlerden gelenler Yahudi’nin merhametine ve Kimisi, olayları basının abartması diye düşünüyor... Kimisi Türk olduğumuzu anlayınca “Niçin buraları terk ettiniz?” diye sitem ediyor... Kimisi de “Bu iş içerden olmaz, tarih boyunca Kudüs’ü hep dışarıdan gelenler kurtardı...” diyor, yine dışarıdan bir şeyler bekleniyor ve özellikle de “Türkiye’den…” diyorlar... Eylül B 9 B müsaadesine göre içeri girebilir.... Bazı Filistinliler ellerinde bir belge, vize gösterdiler... Bir aylığına girebiliyorlar.... Bu da ayrı bir acı.... Ramazan ayında Her Cuma ve Kadir Gecesi 40 yaşının üzerindekilere müsaade etmişler... Adam “Mescid-i Aksa’ya 5 kez girdim...” diye seviniyor... Elin Yahudisi senin beş tepsi baklavanı çalmış, gasp etmiş sana da iki dilim kırıntı veriyor diye sen bunu ikram sanıyorsun.... Ramazan’ın son 10 günü itikafa müsaade etmişler.... Diğer zamanlar belli saatlerde açılıp kapanıyor, belli kişiler giremiyor.... Filistin topraklarıyla sözde İsrail toprakları iç içe... Ama sınırın nerede başlayıp nerde bittiğine tamamen İsrail karar verebiliyor... Gidiyorsun, bir anda karşına bir gümrük çıkıyor... Bir anda karşına bir duvar çıkıyor... “Ne oldu?” diye soramadan, “Dur kontrol var, buradan o yana geçemezsiniz veya benden izin almalısınız...” diye zaten durum kendini gösteriyor. Özellikle İsrail pasaportu taşımayan Filistinliler giremiyorlar Mescid-i Aksa’ya... Yusuf isminde yeni tanıştığımız bir abinin evine gittik... Adamlar bizi hiç tanımıyorlar ama Türk, Türkiye’den dedin mi Filistinliler can atıyorlar... Yapılan ikramlar, hizmetler apayrı bir konu.... Arefe ve Bayramını adam bize ayırdı.... Şimdi yiyip içtiklerimizi anlatmayalım.... Ama adam gelip bizi Mescid-i Aksa’dan alamadı... Hanımıyla çocuğu gelip alabildiler.... Neden? Çünkü onlar İsrail pasaportu taşıyorlar... Acaib işler... Bayramın 2. günü öğleden sonra bu Yusuf Abiyle “Beytu’l-lahm” ve “el-Halil” denen iki kente gittik.... Beytu’l-Lahm’da hani şu bizim Hz. Ömer’in gelip Kudus’ün anahtarlarını teslim aldığı meşhur bir kilise var... Hz. İsa’nın beşikte iken konuştuğu rivayet edilen kilise... Bir de orada daha sonra Hz. Ömer adına yapılan bir cami var... Orada ikindiyi kıldık... Oradan çıkıp el-Halil kentine gittik... Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve eşlerinin medfûn bulunduğu mağaranın üzerine yapılmış bir camii var... Halilurrahman Camii... Ama Yahudi oraya da hakim... Girişte yine Yahudi bayrağı ve askerleri var... Bir de camide Müslümanlara belli bir yer tanımışlar, diğer tarafları Yahudi’ye ait... İçinde top bile oynuyorlarmış... Ama anlatacağım asıl mesele bu değildi... Bizi buraya o bahsettiğim Türk Dostu Misafirperver, Cömert Arap Yusuf Abi götürdü... Fakat adam Perşembe sabahı Bayram’a gittik... Dünyanın değişik ülkelerinden insanlar gelmiş... Fransa’dan, Sudan’dan, Endenozya’dan, Kore’den, Güney Afrika’dan... epey insanla tanışıp, görüştük... “Türkler neden az?!” diyorlar... “Hani nerdesiniz?!” diyorlar... “Osmanlı nerede?!” diyorlar... 10 B Eylül B belli noktalardan geçemediği için yarım saatlik yolu değil de iki saatlik dağ yollarını tercih etmek zorunda kaldı... Yine yolda “Burası Filistinlilere ait...” derken birden karşımıza bir yer, yol veya bir mekân çıkıyor... “Burayı İsrail istediği zaman kapatıyor...” diyor.... “Eeee… Hani Müslümanlara aitti?!” diye sorunca, “Ama kontrol onlarda…” diyor. Aman Allah’ım! Gel de çıldırma Ya Rabbi... Yol boyu değişik yerlerde değişik villalar görüyoruz... Bu ne? Müstavtane... Yani Yahudi’nin azar azar yurt edindiği, işgal ettiği, kendine ayırdığı bölgeler... Yahudi’nin nüfusu yeterli değil yaaa... azar azar ilerliyor... Bir de suyu birden, tamamen kesmiyor, kediyi döverken kapıyı aralık bırakıyor... Sindire sindire yediriyor... Suratına dalmasından veya dünyada belki insaf sahibi birilerinin “ayıp oluyor yahu” demesinden de çekiniyor galiba... Ama 10 yıl sonrası hiç iyi değil... Yahudi’nin bir duvar sistemi var... Şehrin her tarafına duvar örüyor... Uzaktan bakınca boz yılan gibi َ ُ َ ِ ُ َ ُ ــ ْ َ ِ ً ــ إِ ّ َ ِ ــ ٌ ِ ُّ َ ّ َ َ ـ ٍ أ َ ْو ِ ـ َو َراء ُ ـ ُ ٍر َ ْ ُ ـ ُ ْ َ ْ َ ُ ـ ْ َ ـ ْ َ ْ َ ــ ُ ُ ْ َ ِ ً ــ َو ُ ُ ُ ُ ــ ْ َ ــ ّ َ َذ ِــ َ ِ َ ّ َ ُ ــ .َــ ْ ٌم ّ َ َ ْ ِ ُــ َن ُــ ً ى “Onlar sizinle toplu durumda savaşmazlar, ancak sağlam kaleler içinden veya duvarların arkasından sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki çatışmaları pek şiddetlidir. Sen dışardan onları birlik içinde sanırsın. Halbuki kalpleri darma dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan, düşünmeyen bir güruhtur.” (Haşr 59/14.) gözüküyor... Tam Yılan yani... Bu duvarları da adım adım ilerliyor... Filistinliler duvarın içine giremez ama Yahudi’ye sınır yok tabii... Bu duvar bize Haşr suresi 14. ayeti hatırlatıyor. Bu âyeti tefsirlerden de okuyabilirsiniz ama bir de şu an yapılan savaşlarda İsrail’in korunma ve savunma sistemini göz önünde bulundurarak bir okusanız acaba size neleri hatırlatıyor? Bir de bu sözde, Müslümanların oturduğu, Yahudi’nin karışmadığı bölgeler var yaaa... Oraların emniyeti, askeri, polisi yine Yahudi’ye ait... Bazı yerlerin vergisini güya Filistin Sultası topluyormuş... Ama Müslümanların oturduğu yerler bir kere oturulabilecek gibi değil... Kapıda doğru düzgün asfalt yok... Mahalleler çöplük içinde... Yahudi villada otururken Müslümanlar kocaman köy gibi apartmanlarda oturuyor... Tabii kontrolü de kolay oluyor... Yahudi, kendine Eylül B 11 B işin gerçeğini öğrenince moraller iyice bozuluyor... Yahudi’nin kontrolünde Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettiğinizi anlayınca öfke ve gadap damarlarınız kabarıyor... Arefe günü Filistinli erkeklere tamamen yasaklanmış... “Kubbetu’-Sahra” denen Sarı Kubbeli yer kadınlara tahsis edilmiş, güya Yahudi ikramda bulunuyor... “Mescid-i Aksa” denilen camii de erkeklere tahsis edilmiş... İkindiden sonra Filistinli Abi’nin evine gittik... Bu Yusuf Abi’nin evi İsrail’in her tarafa ahtapot gibi sardığı surun dışında olDönüp otele geldik.... duğu için yatacağımız otele gece geç Sabah namazını yine vakitlerde gelebildik... Tabii giriş çıMescid-i Aksa’da kıldık kışlarda sıkı kontroller var, pasaport ve kahvaltıdan sonra ve vizeniz yanınızda olmalı... has gördüğü yerleri pırıl pırıl yaparken Müslümanlığı hissettirecek yerleri kasten ihmal edip Müslümanları bakımsız, pis ve aşağılık gösteriyor... Çünkü her şey onun kontrolünde... Mescid-i Aksa’nın çevresi de öyle... Sanki her taraf çöplük gibi... Hani Müslümanların ibadet yeri işte böyle yani!!!... Fakat anlayamadığım bir şey var... Filistinliler bunları kabullenmiş gibi... Sorduğum zaman; Kimisi; “Hayır çaresiziz” diyorlar... Kimisi; “Ağlamaktan başka ne yapabiliriz ki???” diyorlar... da dönüp Ürdün’e geldik.... Ama gümrükten çıkışta Yahudi bizden 58 Dolar aldı... Kimisi, olayları basının abartması diye düşünüyor... Kimisi Türk olduğumuzu anlayınca “Niçin buraları terk ettiniz?” diye sitem ediyor... Kimisi de “Bu iş içerden olmaz, tarih boyunca Kudüs’ü hep dışarıdan gelenler kurtardı...” diyor, yine dışarıdan bir şeyler bekleniyor ve özellikle de “Türkiye’den…” diyorlar... Kudüs’e varır varmaz Çarşamba günü öğlen gidip bir otele yerleştik... Tabii ikindiyi hemen Mescid-i Aksa’ya gidip orada kıldık... Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’yı görünce heyecanlanmamak elde değildi... İnsan duygulanıyor... Ama yavaş yavaş 12 B Otele dönerken gece saat: 24:00... Tüm Kudüslüler ayakta... Sanki Bayram varmış gibi sabahki bayrama hazırlık yapıyorlar... Sabaha kadar ses ve alış veriş bitmedi... Perşembe sabahı Bayram’a gittik... Dünyanın değişik ülkelerinden insanlar gelmiş... Fransa’dan, Sudan’dan, Endenozya’dan, Kore’den, Güney Afrika’dan... epey insanla tanışıp, görüştük... “Türkler neden az?!” diyorlar... “Hani nerdesiniz?!” diyorlar... “Osmanlı nerede?!” diyorlar... Ama hatibin okuduğu hutbe çok yavandı, hiç de bizim beklediğimiz, yer yerinden oynayacak, gündemi sarsacak konuşmayı yapamadı... Bizim Milli Şeflik (Tek Parti) Dönemi gibi insanlar Eylül B sindirilmiş... Neyse bayram namazından sonra otele gelip epey dinlendik, öğle namazını tekrar Mescid-i Aksa’da kıldık... Sonra yemeğe, yemekten sonra da “Beytu’l-Lahm” ve “el-Halil” denen iki kente gittik.... Perşembe günü de öyle geçti... Cuma günü sabah namazında Rafet isimli bir Arap arkadaşla tanıştık... Genç, 31 yaşında ama ne kültürlü, nasıl bilgili... Hayran kaldım... O bizi gezdirecekken kapı çıkışında Samir Siyam isimli sakallı bir başka öğretmen arkadaşla tanıştık... Bu iki ismi özellikle veriyorum... Rafet adlı genç Mescid-i Aksa’nın etrafında bulunan, Kanuni Süleyman Dönemi’nden kalma surların içindeki evlerden birinde oturuyor... Ahhh Osmanlı Ahhh!!!... Mescid-i Aksa’nın etrafına surlardan bir şehir yapmış... Mescid-i Aksa kolay kolay yıkılıp işgal edilmesin diye sanki çevresini muhafaza altına almış... Ama gerçekten etrafında tam bir Osmanlı Şehri inşa edilmiş... Bu diğer Samir Siyam adlı öğretmen de Mescid-i Aksa’da gece bekçiliği yapıyor... Mescid-i Aksa üzerine çalışmaları var... Kendi hazırladığı çok güzel haritalar var... Bize de hediye etti el-hamdü lillah... Beraber gittik tam da Mescid-i Aksa’nın karşısındaki Zeytun Dağına çıkıp oradan sabah güneş doğarken Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı seyrettik... Samir Öğretmen çok şeyler anlattı.... Yahudi’nin alttan tüneller kazarak Mescid-i Aksa’yı çökertip yerine “Heykel” denen farklı bir bina yapmayı planladıklarını anlattı ve her kareyi tek tek gösterdi... İşte o arada Kudüs’ün Mescid-i Haram’dan da itinaya muhtaç olduğunu söyledi... Hepsini burada anlatamam ama Eylül B bu arkadaş bir de öğleden sonra çocuklara öğretmenlik yaptığını söyledi... “Sizin üç çocuğunuz olsa üçünü de aynı derecede seversiniz amma hasta olanına daha çok ihtimam gösterirsiniz. İşte Kudüs böyledir…” Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa Müslümanların üç göz bebeğidir amma şu an Kudüs düşman işgalinde ezilmekte olduğu için Müslümanların buraya daha çok önem vermesi gerekir… Şu bir gerçek ki tarih boyunca Kudüs kimin idaresinde ise onlar dünyaya hükmetmişlerdir. Müslümanlar ne zaman Kudüs’e sahip olurlarsa işte o zaman yeniden dünyaya hükmedebilirler… Siyam Samir Öğretmen “Yahudi nasıl müsaade ediyor?” dedim... “Ediyor amma gelip moralimizi bozuyor” dedi... Çocuklara “Bu hocalara çok güvenmeyin, dikkatli olun...” diye telkinlerde bulunuyormuş Yahudi... Sanki bir zamanlar benim ülkemde daha beter eziyetler olmuyor muydu? Kur’an okutan hocalar dipçiklerle ezilmedi mi? İmam Hatip Liseleri’nin önlerinde başörtülü bacılarımız az mı eziyetler çektiler… Yahudi yine bayağı insaflıymış… Sadece moral bozuyor... Epey gezip bilgi aldıktan sonra Cuma öğlene kadar “Kenisetü’l-Kıyame” denen Kiliseyi ve “Ağlama Duvarı”nı (Haitu’l-Mebkâ) gezdik... Kilise’de yaşlı 13 B bir kadın bizim bir arkadaşı yakaladı... Nasıl bilgiler veriyor... Bir saat bizden ayrılmadı... Şu bizim Emine Şenlikoğlu’ndan, Şule Yüksel Şenler’den daha ihlaslı yani... Kadının hiç bir resmi görevi yok... Ama samimi bir Hristiyan… Bize göre kâfir... Fakat Neredeyse bizi vaftiz yapacak... O kadının samimi çaba ve gayretini görünce “Hey gidi heyyy...” dedim.. “Erkek ve Müslüman olsa tam Süleymaniye’ye imam olacak kadın... Gelen bütün turistleri Müslüman yapar... “ Sonra ağlama duvarına gittik... O Yahudiler Tevrat’a kapanıp nasıl da ağlıyorlar... Kadın erkek ağlama yerleri bölmelerle ayrılmış... Haremlik-Selamlık var yani... Herhalde Müslümanları Kudüs’ten temizleyemediklerine, Mescid-i Aksa’nın yerine “Heykel Mabedi”ni yapamadıklarına, 2013 yılı olmuş hala Nil’den Fırat’a hâkim olamadıklarına ağlıyor ve Yahova’dan af diliyorlardır... Bizim bazı Müslümanlar da aynı hareketi Müslümanlarda görse “bağnazlık” diyor, Eyüp Sultan’da heyecanlanan Müslümanlara “şirke düştü” diyorlar... Ama Yahudi’yi görünce “Adam dinine ne kadar da bağlı...” diye övgü yağdırıyorlar... Bu Ağlama Duvarı öyle Hz. Süleyman’dan filan kalma değilmiş... İnsanları kandırmak için sonradan yapılmış, 50-60 yıllık bir mazisi varmış yani... Hatırlarsınız… Hani bizim bazı generaller de orada samimi bir şekilde ağlamışlardı... Ama el-hamdü lillah biz ağlamadık, sadece seyrettik ve ibret almaya çalıştık tabii ki... Sonra gelip Cuma’yı Mescid-i Aksa’da kıldık... Tevbe edip af diledik.... Ama yine beklediğim konuşma yoktu... Cumadan sonra biraz önce bahsettiğim Rafet adlı genç Arab’ın evinde yemek yedik... Tek odalık bir yer... Oturacak sandalyesi yok... Ama nasıl misafirperverler... Bizde olsa evin hanımı koltuk takımını, mutfak eşyasını yenilemeden, taksitleri bitmeden misafir kabul etmez... Oradan çıkıp Mescid-i Aksa’nın yanındaki Sahabe kabirlerini ziyaret ettik... Bizim Rafet biraz fanatik, biraz da gırgır... Orada yatan sahabeye seslenerek diyor ki: “Ey Übade bin Samit! Hele kalk da Müslümanları gör! Siz kiliseleri kapatıp mescid açmak için buralara kadar geldiniz, şehit oldunuz... Ama bunlar taaa Türkiye’den gelip kiliseleri ziyaret ediyolar...” 14 B Eylül B Eğer bu Ramazan ve Bayramda Mescid-i Aksa’yı “Bir milyon insan” ziyaret etti de her biri bu kadar para ödediyse... İsrail’in bir yıllık askeri malzemesi tamamlandı demektir... Bu da ayrıca zorumuza gitti... O bir milyon ziyaretçi Müslüman eğer İsrail’i ortadan kaldırmaya, oradan çıkarmaya çalışsalardı belki de şimdi vizesiz girecektik oraya... Ayrıca kilisede bize Arapça Kitab-ı Mukaddes hediye etmişlerdi... Bizim Rafet ona da çok kızmıştı, ama bizi asla yalnız bırakmadı... İkindiden sonra bir başka Arab’ın evine misafir olduk... Zaten Kudüs’te bir türlü acıkamadık ve kendi paramızla asla yemek yemedik... Çünkü Türkiye’den geliyoruz yaaa... Herkes yemeğe davet ediyor... Yatsı namazından sonra tekrar sabahki Rehber Samir Siyam’ın evine gittik... Bize Kudüs’le ilgili kendine has müze ve fotoğrafları gösterdi... Dönüp otele geldik.... Sabah namazını yine Mescid-i Aksa’da kıldık ve kahvaltıdan sonra da dönüp Ürdün’e geldik.... Ama gümrükten çıkışta Yahudi bizden 58 Dolar aldı... Eğer bu Ramazan ve Bayramda Mescid-i Aksa’yı “Bir milyon insan” ziyaret etti de her biri bu kadar para ödediyse... İsrail’in bir yıllık askeri malzemesi tamamlandı demektir... Bu da ayrıca zorumuza gitti... O bir milyon ziyaretçi Müslüman eğer İsrail’i ortadan kaldırmaya, oradan çıkarmaya çalışsalardı belki de şimdi vizesiz girecektik oraya... Eğer anlatabildiysem Kudüs gezisi bu kadar... Tabii bu kısacık yazımızda Yahudi’nin arkasına saklanacağı “Garkad” ağacından, yine ancak arkasından savaşabileceği “Taş Duvar”dan bahseden hadisi, İsra suresinde dikkat çekilen Mescid-i Aksa’yı ve Yahudi’nin sürekli tahrik edeceği terör olaylarını genişçe anlatmaya yer ve zaman müsait değildir… O tür konuları sizin araştırmalarınıza bırakarak sözümü şu şekilde bitirmek istiyorum: Dikkat!!! Ey Müslümanlar.... Ey Türkiyeliler ve Türkçe bilenler... Kudüs esaret altında... Bana kocaman bir “günaydın!” ama size de bir ricam var!!! Bu yazıyı beğendiyseniz aynısını facebookta da paylaştım… Paylaşın, çoğalsın... Etkili ve yetkili insanlara duyurun... Bizim, sabah kahvaltısında çıkan peyniri dert edinecek vaktimiz yoktur... Yahudi günden güne sinsi sinsi genişliyor... Kendini dünyaya normal bir devletmiş gibi tanıtıyor ama alttan alttan fare gibi Kudüs’ün altını oyuyor, Müslümanları kemiriyor ve sömürüyor... Teoder Herzel’in planlarına göre; 1923’te Osmanlı Devleti’ni yıkıp hilafeti kaldırdıktan sonra, 1947’de Filistin ve Ürdün’ü ayırıp, 1948’de İsrail’i kurmuşlar... Halkın seçtiği Mursi’nin düşürülüp Mısır’ın karıştırılması, Türkiye’de Taksim’deki Gezi Parkı gibi olayların hikmeti “Kudüs Gezisi”nden sonra daha iyi anlaşılıyor... Lütfen uyanmak ve uyarmak ne demekse onu yapalım... Benim anlatamadığım kısımları da başkaları tamamlar inşallah.... İnternette chat (lüzumsuz sohbet) yapmak yerine Kudüs’ü araştıralım, okuyalım, soralım, lütfen boş durmayalım... Allah’a emanet olunuz... Selam ve dua ile… Eylül B 15 Hakikî BURHAN Ahmet YAŞAR Bismillah, Elhamdülillah, Vessalatu ves selamu ala rasûlillah u han” b r u B “ iz ek ergim d h a getirer l l e n i r İnşa e y an kkıyla a h i nur ak y ı e f n i ı z r a a v arl iş ve yaz u c irlenm u k y p i r i oku et hiltına g a n e-i tev u ğ m i l e olu k izi eşeri b elerim , c p n i ü d ş dü ir e ile tenv i u alpler r k u n ü n n i d ünü n in büt r e l d edile e a c a n v ü ş k ra dü üp ata k ö s p günü a n s e e d h z i m r ak r. kavuşa a bilirle ş e u l d i u g t r k ku ra ak ola ı r a l n ı ne al 16 B Allah Zülcelâl vel kemal Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin celâl-i zatına, kemal sıfatlarına layık hamd ü senalar olsun ki; kâinatın her zerresini, her küresini, her canlısını, her ölüsünü ve bilcümle valıklarını, güneşin yüzünde yüzen zerrecikleri dahi bir “burhan” olarak yaratmış olduğu inancını kalbimize yerleştirip yakin mertebesine çıkarmalıyız. Bu burhanlardan bir zerreciğin hareketini izah etmek için her ne kadar beşeri gücümüzün yetmeyeceğini bilsek de, Allah Teâlâ’nın ihsanı olan ilimlere güvenerek “Burhan” ismi ile isimlenmiş olan dergimizde bir yazı yazmayı Allah Teâlâ nasip buyurmuştur. İnşaallah Rabbimiz bu yazımızda bizlere “burhan” ismine uygun uyarılarda bulunmayı, okuyucularımızın da bu ikazlarımızı anlayıp, dinle- Eylül B yip yaşama gayretinde olmalarını (tasdik etmelerini) nasib eylesin. Burhan, her şeyi olduğu gibi âşikare çıkarıp ispat eden bir delilin ismidir. Mahlûkatın her hangi bir şeyi, bir varlığı, zerreleri ve kürreleri ispat edecek bir delil olsa da yine aslına uygun hakiki bir burhan değildirler. Hakiki burhan kâinatı yaratan, Zat-ı ecel ve a’lâyı ispat eden delillerdir. Gerçek burhan, aslı itibariyle hak olan delillerdir. Onun için Burhan Dergisi’nin maksadı ve asıl gayesi Allah Zülcelâl’ı ispat eden ve zerreler adedince var olan delillerden bahsetmektir. Bu gaye peşinde olduğu için de isminin “Burhan” oluşu isabetli olmuştur. Allah Teâlâ insanoğlunu yaratmadan önce kainatı zahiren ve batınen, zerresinden kürresine yaratmasının hikmet ve sebeplerinin birisi de bunların her birinin yaratıcısının varlığının burhan’ı, ilminin, iradesinin, kuvvetinin, kudretinin ve kemalat sıfatlarının bütününün delilli olmasıdır. Bu delillerle Allah Zülcelalı tanıma yolu olan Sebeplere kadar gidemeyip mahrum olanlar da çoktur. Fakat yalnızca sebepleri aşan kullar dünya ve ahiretin bahtiyar kullarıdır. Kulluk yarışını kazanan kulların zahir ve batınlarının tertemiz olup Allah katında bütün sebeplerden arınmış, yıkanmış, nurdan yaratılıp nur topu gidi dünyaya gelmiş gibi olur. “burhan”larla seyre, “seyr-i ilellah” denmiştir. Yani Allah giden yoldaki yolculuk yani marifetullah yolculuğu ilmi bir yolculuktur. Bu ilmi yolculuğa çıkılınca önümüze sebepler perdesi çekilmiştir. Burhan’a, sebeplere kadar gidip, sebeplerin gölgesi altında kalanlar çoktur. Onun için bu yolculuğa giren insanlar muhakkak sebep perdelerinden kurtulmalıdırlar. Bilmelisiniz ki sebep perdelerinden akan iki oluk vardır. Denilmiştir ki: “Ezelden iki oluk akar birinden nur birinden kir” Bu delillerle Allah Zülcelalı tanıma yolu olan “burhan”larla seyre, “seyr-i ilellah” denmiştir. Yani Allah giden yoldaki yolculuk yani marifetullah yolculuğu ilmi bir yolculuktur. Eylül B 17 B nuşulan ve dinlenilen sözlerle ve bu gayeler için atılan adımlardır. Evet, Hakk’a dayanmayan, Hakk’ın sözü olmayan bütün sözler ve fiiller; sebepler perdesinin kir akan oluklarından akmaktadır. Akan bu necasetler öncelikle insanların kalb aynasını kirletir. Böylece basiret kaybına uğrayan insan sebepler âlemine takılıp kalır. “İnsanoğlu gafleti sebebi ile üç karanlığın içerisinde kalır. Kendi arzusu, başkalarının irade ve arzuları ile konuşulan ve dinlenilen batıl sözler.” Bunlar her an kalbimizi kirletmektedir. Allah Teâlâ Hazretleri her şeyi sudan yaratmışsa da bu kir oluğundan akan pislikler su ile yıkanmakla temizlenmiyor. Şairin dediği gibi sebepler perdesinden iki oluk akar. Birinden nur diğerinden ise kir. Muhakkak ki bunları konuşmak anlatmak ve dinlemek çok kolaydır. Acaba nur akan oluğu bulabilen var mı veya bu oluğun altına girip yıkanan kimdir? Kir akan oluğu tanıyıp, oradan akan pisliklerden kurtulabilen var mı? Veya bu oluktan akanlarla kirlenen kimler, bu kirlenenleri görüp onlardan korunabilenler var mı? Bu oluktan akan kirleri getirip deryaların içerisine koysak yine pisliklerinden kurtulamazlar ve o deryadan girdikleri gibi pis çıkarlar. Yine zulmette, karanlıkta kalırlar, Hakkı görüp, duymazlar ve Hakk kelamını konuşmazlar. Sebepler perdesini kir akan oluğundan akanların tesirinden kurtulabilmek için sebepler perdesinin nur akan oluğunu araştırmalıyız. O zaman kirlerimizden arınarak kalbimiz tevhid nurları ile parlar ve çıktığımız marifetullah yolunda önümüzdeki en büyük engel olan sebepler âleminin perdelerini aşıp sebepler âleminin ötesine geçerek Hak Teâlâ’nın tecelli güneşi ile kalbimiz parlamaya ve etrafını aydınlatmaya başlar. Bunun hesabını yapamayan bizler, şimdi kendimize çekilip evvela kir akan, pislik akan oluklardan kurtulmanın gayretinde olmalıyız. Bilmelisiniz ki bu kir akan oluklar Allah’ın rızasına muhalif olarak ko- Malumunuzdur ki insan abdestsizlik hallerinden su ile guslederek veya abdest alarak zahiren temizlenir. “İnsanoğlu gafleti sebebi ile üç karanlığın içerisinde kalır. Kendi arzusu, başkalarının irade ve arzuları ile konuşulan ve dinlenilen batıl sözler.” Bunlar her an kalbimizi kirletmektedir. 18 B Eylül B Ama manevi kirlerden sadece sebepler âleminden akan nur oluğunun altında yani “Kelime-i tevhid” oluğunun altında yıkanarak temizlenebilirsiniz. Bir necaset kuyusuna düşen insanın bir an evvel yıkanarak üzerine bulaşan pisliklerden kurtulmak istemesi veya cünüp olan bir mü’minin cünüplükten bir an evvel kurtulmayı istediği veya üzerine bulaşan en tehlikeli pisliklerden olan radyoaktif maddelerden kurtulmayı arzu ettiğinden daha çok mü’min kullar kalplerini “la ilahe illellahın” nur oluğu altında temizlemeyi düşünemezseler, ne kararan kalpleri temizlenir ne de o kalpten ona kainattaki Allah’ın varlığını burhanlarını gösterecek bir kapı açılır. Bunun için evvela düşünmemiz ve bir an dahi olsa aklımızdan çıkarmamamız gereken husus; sırlar perdesinin birinden nur diğerinden kir akan iki oluğunun varlığıdır. Şunu da unutmayınız ki; kir akan oluk beşeri düşünce ve hayat tarzının şekillendirdiği, Allah’ın emir ve yasakları ile Resulü’nün (s.a.v) sünnetine muhalif söz ve yaşayışlardır. Nur akan oluk ise: Kelam-ı ilahi ile bizlere bildirilen Rabbmizin emir ve yasakları ile bu emir ve yasakları bize hem tebliğ edip hem de yaşararak bildiren Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin sünnet-i seniyyeleridir. Rabbimiz bu hususu “Ben onlara, kitabı öğrenip temizlenmeleri için kendilerinden bir Resul gönderdim.” buyurarak bizlere bildirmektedir. İnşallah dergimiz “Burhan” bu vazifeyi hakkıyla yerine getirerek okuyucu ve yazarlarını nur akan oluğun altına getirip kirlenmiş düşüncelerimizi kelime-i tevhidin nuru ile tenvir edip, beşeri düşüncelerin bütününü kalplerimizden söküp atarak vaad edilen kurtuluşa kavuşarak hesap gününe alınları ak olarak gidebilirler. Allah’ın rahmeti, bereketi ve selamı burhan olan sebepler perdesine takılmayarak hidayet yolunda ilerleyenlerin üzerine olsun. Eylül B 19 Bayramların süsü: Tekbir Prof. Dr. Ali Akpınar T ı a karş ’ h a l l ,A irlerle b k e , nefis t n a a t c y a s e ı K nş taslaya k müsü l m k ü ü t y n bü la rdan o a l n barına a k s i n t i s i e v r ve n kibi i r e uvvet l k r i , ç b ü k e g t e h yegân p i r e n Al la v ı n ı ğ son a yn a lük ka k ü y uz. Am r ü o y i ve b d me huyla u tesli u r n r u i ğ b u tek old i olan l m e n ö ir. asıl ve ilmekt b a y a ş ya 20 B ekbir, bayramların süsü ve sevinç günlerinin kutlu sözüdür. Hadiste “Bayramlarınızı tekbirle süsleyin” buyurulmuştur. Nitekim iki büyük bayram olan Ramazan ve Kurban bayram namazlarına tekbirle gidilir ve Kurban bayramı günlerinde her farz namazdan sonra teşrîk tekbirleri getirilir. Temeli tekbirle atılan, açılışı tekbirlerle yapılan bayram günlerini tekbirin ruhuna aykırı densizliklerle geçirmeyelim öyleyse. Oruçla ilgili ayetlerin devamında Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştu: “…Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allah’ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185; Hac, 22/37) AyetteAyette şu hususlar şu hususlar dikkatimizi çekmektedir: dikkatimizi çekmektedir: Oruç ibadeti de diğer ibadetler gibi belli zamanlarda ve belli sayıda tutulan, kuralları belirlenmiş bir ibadettir. Bu ibadeti Yüce Allah’ın emrettiği şekilde yerine getirebilmek için bu ölçülere uymak Eylül B gerekir. İbadette istenen hedeflere ulaşabilmek için de sayının tamamlanması gerekir. Buna göre, kendi keyfine göre ibadet zamanı, yeri ve şekli belirlemek ibadet ruhuna aykırıdır, bu şekilde yapılan işlerden ibadet sevabı elde edilmez. Sözgelimi gece oruç tutmak, farz olan orucu Ramazan ayında değil de Muharrem ayı gibi başka bir ayda tutmak, su ve benzeri şeylerin orucu bozmadığını zannetmek, sahur ve imsak saatlerine özen göstermemek yahut Ramazan’da bazen oruç tutup bazen tutmamak gibi şeyler oruç ibadetinden beklenen ecir ve sevapların kanılmasına engeldir. Çünkü ayette sayıyı tamamlamamız özellikle istenmiştir. Zaten önceki ayetlerde de sayılı günlerde ve Ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğu belirtilmişti. Oruç ibadetini bize emredip onun nasıl ifa edileceğini bize öğrettiği, Ramazan’a eriştirip bizlere oruç tutma imkânı bahşettiği için Yüce Allah’a şükretmeliyiz. Bu şükrümüzü de yalnızca O’nun için oruç tutarak ve O’nu büyükleyerek tekbirlerle göstermeliyiz. Bayramda tekbir, oruçtan kurtulduğumuz için değil, oruç ayına, oruç ibadetine kavuştuğumuzun ve o ibadeti yapabildiğimizin sürur ifadesidir. Kur’an’ın sonunda yer alan kısa surelere tekbirle başlanır. Çünkü tekbir, gökle yerin birleşmesi, Yaratıcı ile yaratılanın iletişime geçmesi demek olan vahiyle buluşma nimetine karşı gösterilen şükür göstergesidir. Tekbirle vahyin gelişini kutlarız. Zira vahyin her cümlesinde O’nun büyüklüğünü hissederiz, O’nun insanlığa seslenişindeki büyüklüğünü yaşarız. Aynı şekilde Medine’de muhacirlerin ilk çocuğu Abdullah b. Zübeyr dünyaya gelince, Medine sokaklarında Müslümanlar sesli tekbirler getirerek doğumu adeta kutlamışlardır. Yahudiler, Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirlere “Size büyü yaptık, artık sizin çocuğunuz olmayacak” diye sataşmaktaydılar. Koparılan bu yaygara, Medine havasına alışamadıklarından hasta olan ve ilk sene hiç çocukları olmayan muhacirlerden bazısını etkilemişti. Bu yüzden muhacirlerin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu Abdullah dünyaya gelince, Müslümanlar bunu, Yahudi kalelerinin yakınlarında getirdikleri tekbirlerle kutlamışlardır. (Bkz. Asım Köksal, İslam Tarihi, VIII, 311) Evet, Müslümanlar zafer ve sevinç anlarını da tekbirin gölgesinde kutlarlar. Tekbirle yapılan kutlamalarda günah olmaz, işret ve taşkınlık olmaz. Kurban ve Namaz Sloganı Olarak Tekbir İslam’ın Kutlama İslam’ın Kutlama Sloganı Olarak Tekbir Sloganı Olarak Tekbir Kurban ve Namaz Sloganı Olarak Tekbir Müslümanların cihat ve zafer narası da tekbirdir. Müslüman mücahitler tekbir naraları atarak düşmana saldırırlar. Tekbir sedaları şeytanın ve İslam düşmanlarının korkulu rüyasıdır. Tekbir sedalarıyla savaşan bir mümin, savaş cephesinde de günahlara dalmaz, savaşta bile haddi aşmaz, taşkınlık yapmaz. Zaferden sonra da asla çılgınlık ve taşkınlık yapmaz. Zira İslam’ın savaş hukuku olduğu gibi, zafer kutlamalarının da bir ölçüsü adabı vardır. Çünkü zafer yolunda da, zaferden sonra da en büyük Allah’tır, her zaman ve her şartta O’nun dediği olur. Tekbir, bir müjde ve muştu sözüdür. Nübüvvetin ilk yıllarında vahyin kesintiye uğraması ardından, Duhâ suresi ayetleriyle yeniden vahiy gelince Peygamberimiz (s.a.v.) tekbirler getirerek sevincini izhar etmiştir. Bu yüzden Duhâ suresinden itibaren, Tekbir bir kurban sloganıdır. Adeta o bir kurban bıçağıdır. Zira kurbanlar, “Bismillâhi Allâhüekber” diye kesilir. Buna göre kurban sloganı tekbirle namaza duran bir Müslüman, bu cümleyi söylerken, her şeyi ile Allah’a kurban olmaya hazır olduğunu söyler ve namaz içerisinde de defalarca bu cümleyi tekrarlayarak bu niyetini canlı tutmaya gayret eder. Benim namazım ve tüm ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir (Enâm, 6/162), sözünün bir özetidir tekbir. Tekbir, İslam’ın şeâirlerindendir. Yani tekbir, İslam’ın temel sloganı ve alâmet-i fârikasıdır. Namaz ve cemaat çağrısı olan ezan, tekbirlerle başlar. Müslümanlar kutlu ibadet namaza ezanla çağrılırlar ve farz namazlar, yine kamet denilen ezan cümleleriyle başlar. Tekbir bir kurban sloganıdır. Adeta o bir kurban bıçağıdır. Zira kurbanlar, “Bismillâhi Allâhüekber” diye kesilir. Eylül B 21 B Ezan, toplumun can güvenliğini sağlayan bir kalkandır. Zira ezan okunan bir topluma Müslümanlar savaş açamazlar. Aynı şekilde Müslümanlar hayata da ezan ve tekbir cümleleriyle adım atarlar. Zira yeni doğan Müslüman çocukların sağ kulaklarına ezan, sol kulaklarına da kamet okunur. Bununla yeni doğan çocukların bu kutlu ifadeler doğrultusunda bir hayatın adamı olmaları hedeflenir. Tekbirle el-Mütekebbir’i Anmak Anmak Tekbirle el-Mütekebbir’i Yüce Rabbimizin en güzel isimlerinden biri de el-Kebîr’dir. Kebîr, büyüklüğünde sınır ve son olmayan en büyük demektir. Mükemmellikte ve şerefte hep en büyük olan ancak Yüce Allah’tır. “Doğrusu Allah en yüce ve en büyük olandır.” (Hac, 22/62; Lokman, 31/30; Sebe’, 34/23; Ğâfir, 40/12) O’ndan başkasının büyüklüğü sınırlı, geçici ve sonludur. O, ise hep en büyüktür. O’nunla irtibatlı olmakla biz de kendi çapımızda büyüklerden olabiliriz. O’nu büyükleme demek olan tekbirle, kendi kibrimizi ve tüm müstekbirlerin istikbarını kırabiliriz. O, hem Ekber, hem Kebîr, hem Mütekebbir ve hem de Kibriyâ olandır. O’nun dışındakiler için büyüklenmek kibir, O’nun için ise gerçeğin ta kendisidir. Çünkü O, O’nun dışındaki her şeyden büyüktür. O’na ait olan, O’nun olan şeyler de büyüktür. O’nun vereceği mükafâtlar, O’nun lütuf ve keremleri hep en büyük; O’na başkaldırmak da büyük günah ve hatadır. Tekbir, en büyük Allah, demektir. Tekbirle, Allah’ın dışındaki tüm büyüklüklerin çok küçük kaldığını görüyor, O’nun büyüklüğünün yalnızca O’na has bir büyüklük olduğunu vurguluyoruz. Namaza bu cümle ile başlayarak adeta “Evvel Allah” diyoruz ve O’nun huzurunda O’nun ölçülerine göre yaşayacağımıza söz veriyoruz. Başlangıç tekbirini getirirken de elimizin tersiyle Allah’tan başka tüm her şeyi arkaya atıyor, mâsivanın geri planda olduğunu söylüyoruz. Tekbirden sonra da O’nun kelamından okuyarak dilimizin ve O’nun huzurunda durup O’na boyun eğerek bedenimizin O’nun emrinde olduğunu ilan ediyoruz. Artık bunları söyleyen bir kimse, namazda ve namaz dışında O’na karşı gelebilir mi? O’na karşı büyüklük taslayabilir mi? O’ndan başkalarını O’na eş ve denk tutabilir mi? Allahü ekber: En büyük Allah. İki rekâtlık bir namazda on bir kere tekrarlanır bu kutlu cümle. Kırk rekâtlık günlük namazda bu rakam dört-yüz kırka çıkar. Her bir cümle ile kendimize ve çevremize çok önemli mesajlar sunarız. Şöyle ki; tekbir, zafer sloganıdır. Nefis ve şeytanın dayatmalarını yenerek, nefisle mücadele cephesi olan mihraba geçmeyi başardığımız için, bu kutlu eylemimizi tekbirle kutlarcasına Allahü Ekber deyip namaza duruyoruz. Her tekbir bir uyarıdır, bizi namaza/huzura çağırır. Fiziken namazda olduğumuz halde, gafletle huzurdan koptuğumuz her seferde bizi tekrar huzura çağıran uyarı cümleleridir. Tekbirle birlikte Beytullah’a hem fiziken hem manen yöneliyoruz, her şeyimizle O’nun oluyoruz yani. Ardından namazın değişik yerlerinde tekrarlanan tekbirlerle bu bilinç hali diri tutulmaya çalışılıyor. Kıyamda, rükûda, secdede, ka’dede tekbir getirerek her halükarda Yüce Allah’ı büyüklü- Yahudiler, Mekke’den Medine’ye göç eden muhacirlere “Size büyü yaptık, artık sizin çocuğunuz olmayacak” diye sataşmaktaydılar. 22 B Eylül B yor ve her durum ve konumumuzda O’nun büyüklüğünü tespit etmiş oluyoruz. huzurunda eğilmeye ve yoluna baş koyulmaya layık olan Yüce Ma’buddur. Ve tekbir, secdelere varırken de secdelerden Tekbirle başladığımız namaz kıyam ruknü ile devam ediyor. Kıyamda Allah’ın kelamından ayetler doğrulurken de tekrarlanmaya devam ediyor. Rükûokuyoruz. Yüce Allah’ın birliğini, büyüklüğünü söyle- dan doğrulup yine tekbirle secdeye kapanıyoruz. yen ayetleri okuyoruz, akabinde “Evet gerçekten Al- Çünkü huzurunda secde edilecek yegâne Ma’bud lah en büyüktür” deyip tekbirle rükûa varıyoruz. Kimi O’dur, asla başkası değil. Vücudun yere kapanmazaman cennet ve nimetleri anlatan ayetleri okuyor sıyla gevşeyen ve bir an secdede gaflete düşer gibi ve bu eşsiz nimet ve güzellikleri yaratan en büyüktür, oluyoruz, yine tekbirle kendimize geliyoruz. Ardından deyip rükûa varıyoruz. Cehennem ve azap bildiren tekbirle O’na baş koyuyoruz yeniden. Şeytan bir kere ayetleri okuduğumuzda ise, O’nun azamet ve büyük- secdeden kaçındı, biz her namazda iki secdeye varalüğünü hatırlayıp O’na sığınırken yine tekbir diyoruz. rak onun da kibrini kırıyor, şeytana rağmen O’nun Allah’ın güzel kulları kıraatimize konu olunca, onları olduğumuzu ilan ediyoruz. İntikal tekbirleriyle namazın bir rüknünden başka bir rüknüne yaratan ve onları koyduğu ölçüleriyintikal ederken, O’nun huzurunda le güzel kılan Allah’ın büyüklüğünü halden hale geçiyor, O’na doğru ilertescil etmek için; yahut kötülerden liyor ve urûc ediyoruz. Bu yolculukta bahseden ayetlere geldiğimizde onda tekbir bizim virdimiz oluyor. Evet, Müslümanlar zaların sahte güç ve görkemlerine karşı gerçek gücün Yüce Mevlâ’ya ait fer ve sevinç anlarını Kısaca tekbirlerle, Allah’a karşı olduğunu belirtmek için yine tekbir da tekbirin gölgesinbüyüklük taslayan şeytan, nefis ve getiriyoruz. Cennet umudu ve cede kutlarlar. Tekbirle insanlardan olan tüm müstekbirlerin hennem korkusuyla tekbire sığınıyor kibir ve istikbarına son verip yegâne yapılan kutlamalarda ve güvencimizi onunla sağlıyor ve güç, kuvvet ve büyüklük kaynağıgünah olmaz, işret ve gücümüze güç katıyoruz. nın Allah olduğunu teslim ediyoruz. taşkınlık olmaz. Ama asıl ve önemli olan tekbir ruKıraat rüknünü tekbirle başhuyla yaşayabilmektir. latıp, yine tekbirle bitiriyoruz. Önce O’nun kelamını okuduğumuzu, Çünkü Yüce Kitabımız şöyle O’nunla konuştuğumuzu düşünüyobuyuruyor: ruz. Ardından O’nun kelamından oku“Ey bürünüp sarınan! Kalk ve uyar. Saduklarımızı düşünüp Kelamullah’ın lafız ve manasıdece Rabbini büyük tanı/tekbir getir.”(Müddessir, nın eşsizliği ile O’nun büyüklüğünü fark ediyoruz. Ve 74/1-3) tekbirle O’nun huzurunda rükûa varıyoruz. Çünkü “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim” de ve tekbir getirerek O’nun şanını yücelt.” (İsrâ, 17/111) “…Bütün bunlar, size doğru yolu göstermesine karşılık Allah’ı büyüklemeniz/tekbir getirmeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/185; Hac, 22/37) O halde şimdi bize düşen, hayatımızı kuşatan tekbirin gölgesinde ve tekbir doğrultusunda, yalnızca Yüce Allah’ın büyüklendiği, O’nun hatırının her şeyden üstün tutulduğu Müslümanca bir hayat yaşamaktır. Allahü Ekber ve lillahil hamd. Eylül B 23 Şerafettin Tübu: “Mehmet Zahit Efendi, Erbakan’a çok dua ederdi.” Röportaj Aydın Başar A n uyuru b e l y ö yş ltin Be t e ma ko m a c i d l e “Ne g ın dedi. O ” a te yak ğ a u t a s r kol i ı, b turdu. urmad o t o ü t a s ğ tu iz ü an erde d y n a Erbak n a m bir zam a ioz er zaH Efend “ t . i i t h t a e Z ça dua i. k o ç a y n” ded u l o i Hoca’ b a llah’a t man A lvarlı Efe Hazretlerinin talebesi Şerafettin Tübu Amca 1956’da Efe Hazretleri vefat ettikten sonra İstanbul’a taşınır. İstanbul’a taşınmadan önce de zaman zaman İstanbul’a iş amacıyla gelmiştir. Daha önce Gemlik iskelesinin yapımında da çalışan Şerafettin Amca İstanbul’a geldiğinde de çeşitli inşaatlarda işçilik yapar. 1937 doğumlu olan Şerafettin Amca’nın o günlerden bahsederken; “beş torba çimentoyu rahat götürüyordum” demesine bakılırsa güçlü kuvvetli bir gençtir. Geçen ayki sayımızda Şerafettin Tübu Amca ile daha önce yanında yetiştiği Alvarlı Efe Hazretlerini konuşmuştuk. Şimdi de Şerafettin Amca’nın İstanbul günlerini konuştuk. Bize görme imkânı bulduğu büyük zatlardan bahsetti. Şerafettin Amca oruç halinle seni biraz daha yoracağız. Bize İstanbul’da tanıdığın zatlardan bahsedersen çok memnun oluruz. Bediüzzaman’dan başlayalım isterseniz. 24 B Eylül B Fatih’te İstanbul sokağın içinde medreseler var. Orada Erzurumlu Süleyman Efendi diye bir zat varmış, Ben ona yetişmedim. Bediüzzaman evvelden onu ziyarete gelirmiş. O zat çok âlim bir zatmış. Zahir ulemasıymış. O vefat ettikten sonra oranın işlerine Hüseyin Efendi diye biri bakıyordu. 1950’li yılların ortalarında ben oraya zaman zaman giderdim. Bir seferinde Fatih Cami’inde namazımı kılıp oraya gittim. Onlar da namazı kılmışlar medresenin bahçesine çıkmışlar. Baktım ki bir adamın etrafına toplanmışlar, benim gibi sakallılar bir onun elini öpüyor. O zat Bediüzzamanmış… Bediüzzaman elini öptürüyor muydu? Tabiii… Ben elini öptükten sonra bırakmadı, dua etti… Herkes ona hürmet ediyordu. Konuşmaya başlayınca ben zannettim ki bu adam olsa olsa İstanbul valisidir. O kadar bilgiliydi yani… Sarığı cübbesi yok muydu? Yoktu, lacivert bir ceket gibi bir şeyi vardı. Başında da Bulgaristanlılar saçlarına örtüyor ya, takke gibi bir şey vardı. (Zannedersem Şerafettin Amca keçe külahı kastediyor) Ne anlattı Bediüzzaman? Kitaplarında ne yazıyorsa onları anlattı. Sonra oradan ayrıldı. Biz de içeriye geçtik. Orayı idare eden Hüseyin Efendi bana; “Sen bu zatı tanıyor musun?” dedi. Ben de “yok” dedim. “Bu zat sizin o taraflardandır, Said-i Kürdi derler” dedi. O zaman onun Bediüzzaman olduğunu öğrendim. O günden sonra ben onun kitaplarından alıyordum, köye götürüyordum. Altmış inkılabından sonra köydeki evimizi aramışlar, camın önünde eski yazıyla yazılmış “küçük sözler” vardı; onu bulmuşlar. Biz çayırdaydık o vakit... Gelince dediler ki savcılığa gideceksiniz, sizi çağırıyorlar. O zaman bazı akrabalar “Ula oğlum ne işin var bu kitaplarla, başını belaya sokuyorsun” demişlerdi. Savcıya gittik. Ne yazıyor bu kitapta oku bakalım dedi. “Bismillah her hayrın başıdır” diye okumaya başladım. “Tamam, tamam” dedi, bizi serbest bıraktı. Şerafettin Amca İskenderpaşa’ya da gider miydin? İskender Paşa’ya Zahit Kotku Hazretlerini dinlemeye giderdim. Pazar günleri oluyordu sohbeti. Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek Peygamber Efendimize benziyormuş, öyle diyorlar… Bana bir seferinde dedi ki: “Sahabe-i Kiram’dan Şerafettin var Allah seni ona bağışlasın.” Sonra; “Arkadaşlarının isimi ne” dedi. “Biri Ali biri İbrahim” dedim. “Allah onu İbrahim aleyhis selam’a bağışlasın, onu da Ali Efendimize bağışlasın” diye dua etti. Bir gün biz caminin yanındaki sohbet odasında Zahit Koku Efendinin yanındayken Erbakan Hoca, Korkut Özal bir de Süleyman Arif Emre geldi. Efendi yanındakileri hiç görmedi: “Necmettin Bey şöyle buyurun koltuğa” dedi. O geldi ama koltuğa oturmadı, bir saate yakın bir zaman yerde diz üstü oturdu. Zahit Efendi o zaman Erbakan Hoca’ya çokça dua etti. “Her zaman Allah’a tabi olun” dedi. Esad Coşan Hoca’yı da gördün mü? Esad Coşan Hoca’yı çok dinledim. O zaman hem Ankara’da üniversitede hocaydı hem de belli İskender Paşa’ya Zahit Kotku Hazretlerini dinlemeye giderdim. Pazar günleri oluyordu sohbeti. Sohbeti çok tatlı oluyordu. Mübarek Peygamber Efendimize benziyormuş, öyle diyorlar… Eylül B 25 günlerde İskenderpaşa’da sohbet ediyordu… Bir seferinde bir soru sordum ona. Hani dua okuyoruz tespihe üflüyoruz ya… Bu doğru mu dedim… O da “Oku da tespihe üfleme, vücuduna üfle” dedi; doğrusu buymuş. Babası da Halil Necati Amca vardı, o da çok mübarek bir adamdı. Esad Hoca’nın cenazesinde Erbakan Hoca onun elinden öpmüştü. B Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin vaazlarına da gider miydiniz? Süleyman Efendi’nin de çok elini öptüm. Uzun boylu heybetli bir zattı. Osmanlı hanedanına benziyordu. O “aziz olun” diye çok dua ederdi. Beyazıt’ta Süleymaniye’de, diğer merkez camilerde vaaz ederdi. Ben onun vaazlarını hiç kaçırmazdım. İlk defa onu Beyazıt’ta dinledim, o gün çok ağladım… Çıktı kürsüye, tabi her halinden belliydi ne olduğu… Diyanet o yıllarda ona karşıydı. Müftüler, hocalar onunla pek araları yoktu. O kürsüye çıkınca hocalar öyle bağıra bağıra Kur’an okumaya başladılar ki göreceksin… Köşelerden nasıl bağıra bağıra okuyorlar. Konuşturmak istemiyorlardı, protesto ediyorlardı yani… Ben o zamanlar gençtim, sinir oldum onlara… Bir işaret gelse gidip boyunlarına binecektim... Onun sevenleri de çok kızmıştı o gün... Mübarek Süleyman Efendi kürsüden ellerini kaldırarak; “Hafız kardeşlerden Allah razı olsun, ben size dua ediyorum” deyince onlar da sustular. Sonra sohbete başladı. Dedi ki: “Eskiden böyle pazar sepetleri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de içindekini yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çıkmış; fileler, hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor hem de yetim görüyor onu tüh benim babam olsaydı bana da alırdı ondan diyor.” Bunu duyunca beni bir ağlama aldı. Mendilim de yoktu… Birinden aldım… Sonra katladım geri verdim almadı “koy cebine” dedi. Muzaffer Özak Efendi ile de görüştünüz mü? Muzaffer Özak’la Nurettin Efendi dergâhında görüşüyorduk. Orada Peygamber Efendimizin kokusu var aynı… Rahmetli hanımımla bütün ziyaretleri gezerdik. Hırkayı Şerif camisinde Hırkayı ziyaret etmiştik. Hiç koku sürmezlermiş hırkaya… Peygamber Efendimizin kendi kokusuymuş o… Sonra oradan ayrıldık, oraya yakın olan Nurettin dergâhına gittik. Bir baktık ki aynı koku orada da var… Hatta bizim kızlar dedi ki: ”Baba bak aynı koku…” Ben de dedim ki: “Kızım ben de kokuyu aldım da demedim size..” Nasıl bir zattı Muzaffer Efendi? Bana göre iyi biriydi de tabi başkalarına ters gelen şeyleri vardı. Mesela sakalları yoktu. O sohbetlerinde hep tarikattan anlatırdı. Onların bağlıları Ankara’da çoktur. Bir gün biz dergâha gitmiştik ailecek. Mübarek, saat onda geldi, oradakilere hal hatır sordu, kadınlarla da konuşuyordu, “Ayşe Hanım nasılsın?” falan diyordu. Tabi hep Hocayı tanıyan kişiler… Bizimkiler huylandılar, geri döndüler, ben de onlarla döndüm gittim. Bugün hala o pişmanlık var “Eskiden böyle pazar sepetleri vardı, hem içinden ekmek dökülmezdi, hem de içindekini yetim görmezdi. Şimdi delikli torbalar çıkmış; fileler, hem ekmeğin ufağı yere dökülüyor hem de yetim görüyor onu tüh benim babam olsaydı bana da alırdı ondan diyor.” 26 B Eylül B bende. Bizimkiler anlamıyorlar tabi onun mübarek zat olduğunu. Yirmi kişi gelmiş Amerika’dan Muzaffer Hoca’yla görüşmüşler Müslüman olmuşlar. Hep duyuyorduk böyle şeyler. Sami Ramazanoğlu Efendi ile olan münasebetlerinizi anlatır mısınız? paniğe kapıldı hemen… Demir döner merdiven var, oradan çıktım… Baktım orada ufak bir masa, masanın başında zayıf bir adam… Seyrek sakallı ama Allah’ın nuru, melaikesi, insanlıktan çıkmış… Zaten Hakka tabi olanlar melekeleri geçiyorlar. Epeyce sohbet ettik. Çok şeyler sordu, hep cevap verdim. “Nerelisin, Erzurum’da kimi tanıyorsun” diye hep sordu… Sonra “Her vaktin oldukça gel buraya tamam mı?” dedi. “Tamam, Efendim” dedim. O günden sonra ya o dükkâna bir şey almaya gittiğimde ya da Rüstem Paşa Cami’inde mutlaka görüşüyorduk. Rüstem Paşa’da kılardı namazlarını. Sonra hanımı öldükten sonra Erenköy’de kızının yanına gitti karşıya… Tahtakale’de Niğdeli Mustafa Efendi vardı, ay gibi güzel bir adamdı, nuraniydi… Senin gömleğin gibi bembeyazdı. Bir yerde arkadaşlara soruyordum; “Sami Efendi’yi nerde görebiliriz” diye… Bana Mustafa Efendi’yi tarif ettiler. Dedim ki; “Ben onu tanıyorum, ben ondan alüminyum alıyoOndan sonra görüşemediniz rum.” Sami Efendi onun defterlerini mi? tutuyor geçimi sağlıyormuş, Bunun Baktım orada ufak bir üzerine Mustafa Efendinin yanına masa, masanın başınOndan sonra da görüştük. gittim. Selamun aleyküm/aleyküm da zayıf bir adam… Bir gün Kurban bayramıydı, ikinselam… Mübarek adamdı Mustafa Seyrek sakallı ama Alci gününde oraya gittik. Kalabalıktı Efendi… “Şerafettin’e bakın, bekletevinin önü, kırk kişi elli kişi vardı… meyin onu” dedi… Ben dedim; “Bir lah’ın nuru, melaikesi, Evin önündeyiz Allah Rahmet etsin şey istemiyorum…” O da, “Ziyareinsanlıktan çıkmış… bir damadı vardı Ömer Kirazoğlu; te mi geldin?” dedi… “Evet, EfenZaten Hakka tabi olanmübarek celalli meşrepliydi. Bize di Hazretlerini ziyaret edeceğim” lar melekeleri geçiyordedi ki; “Ya ne anlamaz insanlarsıdedim. “Olur, müsait bir zamanda lar. nız, polis bekliyor orada; bu ne gögel görüştürelim” dedi. “Tamam” rüşmesi?” Ben dedim ki; “Efendim, dedim, tam çıkacakken ayağımı atSami Efendi bana emir buyurmuşmadan basmış zile; “O adamı getirin tur, her vaktin olduğunda gel demiştir. görüşelim” demiş. Bugün bayramdır görmek istiyoruz.” Hiç ses etmedi. “Gelin” dedi. Gittik kapının önüne on kişi on kişi içeri Demek ki sizi yukarıdan gördü girdik bayramlaştık. Ömer Kirazoğlu “Elini öpmeyin, Ben onu görmedim o beni nerden görecek. musafaha edin geçin” dedi. Öpmez miyim, içini, dıGördüğü yok… Keşif ehli ya… Zile basınca herkes şını iyice öptüm… Hal hatır sordum… “Gideceğim Medine-yi Münevvere’ye daha gelmeyeceğim” dedi. Sonra bir iki sene sonra Medine’de vefat etti. Ömer Bey de gitti, o da orada vefat etti. Ömer Bey’in babası Ahmet Kirazoğlu’nu görmedim ama onun resmi var bende; o da büyük bir evliyaullahmış, hem de âlim biriymiş… Allah razı olsun Şerafettin Amca… Seni daha fazla yormayalım. Allah bizi bu güzel insanların yolundan ayırmasın. Eylül B 27 Ey Müslüman Dinini Kıskansana! Abdullah ÇAKIR a izyond v e l e t ri öncele kabul ; ı n r i ı ğ k e y a Örn bımıza a en d a , e lemey iz z i m i i y n i e d ahn n z bir s i m kapata i e ğ i v n ett a ar in zü kız ü y a tazyik d ı n y ya a i ekl h l arı, ar sür a l n n ü a g s n i bu la k a la a k ar bir s a k d ı n n ı a t l a ik nlikler e c h e t müs eliyor. hale g “İnananların; özür sahibi olmaksızın oturanlarıyla, Allah yolunda malları ve canlarıyla didinip gayret gösterenleri aynı değildir. Allah, malları ve canlarıyla yoğun gayret gösterenleri oturanlara derece bakımından üstün kılmıştır. Allah hepsine güzellik vaat etmiştir ama yoğun gayret gösterenleri, çok büyük bir ödülle, oturanlardan üstün kılmıştır.” (4 Nisa Suresi - 95) En ciddi olmamız gereken alanlardan biri de dini mevzulardır. Dinimiz ve kutsallarımız saldırıya, hakarete, alaya ve hafifliğe alınamayacağı gibi bazen fıkra kabilinden bile olsa eğlenceye de meze olamaz. Böyle bir durum karşısında sesini çıkarmayan Müslümanın salâbet-i diniyyesi eksik demektir. Şimdi salâbetin ne olduğunu açmamız gerekir. SALÂBET-İ DİNİYYEDİNİYYE SALÂBET-İ Osmanlı ecdâdımızın (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) üzerinde en çok durdukları hususlardan 28 B Eylül B biri olan salâbet-i diniyye, dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık demektir. Mukaddesâtını korumak hususunda cesaret, metanet, vakurluk, sebat ve kararlık gibi sıfatlarla bezenmiş olmaktır. Bu kavram içerik olarak da Kur’ân-ı azîmü’ş-şâna dayanmaktadır. Buna göre yüce Allah, “İzzet; Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve mü’minlerindir” (el-Münâfıkûn, 63/8) ve “inanıyorsanız üstün olanlar sizlersiniz” ayetleriyle müminlerin haysiyet ve onur sahibi olduklarını ve bunu korumaları gerektiğini istemektedir. Cenab-ı Hakk’ın, “Muhammed Allahın Rasulüdür. O’nunla beraber olanlar (ümmet-i Muhammed), kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler” (el-Fetih, 48/29) buyurduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in özelliklerinden biri de İslâm düşmanlarına karşı sert olmaktır. Buna göre bir müminin dinini ilgilendiren hususlarda da cesur ve gayretli olması gerekir. Çünkü yukarıda mealini verdiğimiz ayette Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu gibi üstünlük ve izzet onda ise kimden korksun ve çekinsin! İşte İslam’a veya müslümanlara yapılacak her türlü maddî-manevî, sözlü-fiilî sataşmalar, tecâvüzlerin, usulüne uygun bir surette bertaraf edilmesi için mümini cesaretlendiren, öz güvenini artırıp harekete geçiren bu duygunun adı salâbet-i diniyyedir. GAYRET-İ GAYRET-İ DİNİYYE DİNİYYE Salâbet-i diniyye ile irtibatlı olan ve yine ecdadımızın üzerinde en çok durdukları kavramlardan biri de gayret-i diniyye yani din gayretidir. Gayret dilimizde daha çok çaba göstermek şeklinde kullanılır ama aslında kıskanmak demektir. Buna göre dinin hafife alınması emir ve yasaklarının çiğnenmesi ve gavurun ve keferenin saldırmasını görmekten doğan dayanamama ve kayırma duygusudur. Şimdi kendimize bakıp bir durum değerlendirmesi yaptığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor. Müslümanın dinine bağlanmasını sağlayan duygularının köreltilmesi için stratejik bir plan çok uzun vadeli olarak adım adım uygulanmaktadır. Bu zamana kadar uluslararası hakim güçlerin ortaya koydukları prensipler altında dizayn edilmiş olan İslam dünyasının içinde İslam’a savaş açmış olan bu zihniyet ve işbirliği halinde oldukları odaklar İslam’ı yeryüzünden tamamen silemeyeceklerini görünce içini boşaltmak için stratejik saldırılarını ellerinde bulunan ve çok iyi kullandıkları bir takım enstrümanlarla gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu vaziyetin kurallarını Müslümanlar koyamadıkları için mücadele de her zaman savunma olmuştur. Bozulmadan kurtarabildiğimizi yanımıza kar kalmış saymışızdır. Nihai amaçları ise iddiası olmayan, bir medeniyet perspektifi sunmaktan aciz, cihaddan arındırılmış ve bir İslam oluşturmaktır. İslam’a ait değerleri basitleştirmek, ve Müslümanların inançlarını şüpheye düşürmektir. Küfrün bahsettiğimiz salabet ve gayreti bozmak için kullandığı en etkili silahlar kuşkusuz, soft power yani yumuşak güç olarak tanımlanan medya, eğitim-öğretim-finans unsurlarıdır. Çünkü bunlar kültürü başka bir kültüre taşıyarak dönüştüren en etkili silahlardır. Günümüzde bir ülkeye silahlı unsurlarla girmektense bir yaşam tarzıyla girmek daha kalıcıdır. Örneğin; önceleri televizyonda dinimize, adabımıza aykırı kabul ettiğimiz bir sahneyi izlemeyen ya da yüzü kızaran ve kapatan insanlar sürekli aynı tazyikin altında kala kala bu günahları, müstehcenlikleri kanıksar bir hale geliyor. Düşünebiliyor musunuz dini “Ey Müslüman sen din gayretini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?” Eylül B 29 B bir mevzu konuşurken ötede açık olan televizyonda müstehcen reklamlar, şarkılar vs yer alıyor, kimsede bir salâbet, gayret yok. Kimse salâbet-i diniyye ve gayretinden, oğluna, kızına, yakınına sevdiklerine vs. nasihat edip doğruları anlatmaya cesaret etmiyor. Reklamların, dizilerin, kliplerin, internetin, modanın, ribalı (faizli) lokmaların vs. tehlikelerini anlatmıyor. Halbuki din nasihattir, tebliğdir. Bu milletin etkili bir nasihat ve tebliğe ihtiyacı vardır. İnanın ki herkes bir boşlukta ve kendisine uzanacak bir eli bekliyor. Hasılı İrşad, tebliğ ve cihad ehlini harekete geçiren güç din gayretidir. Herkesin Allah’ın dininden yüz çevirdiği bir zamanda Allah, dinine sahip çıkanı da yüz üstü bırakmaz, aziz kılar. Allah’ın dinini kıskananı da Allah yarattıklarından kıskanır. Salâbet ve gayret duyguları imandan doğmaktadır. Din adına hayırlı gayret ve yararlı meşguliyet, imani- ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir. Bununla birlikte herkesin imanı bir değildir. Kiminin imanı kavi kimini ki zayıf olduğu gibi her şahsın da din gayreti ve salâbeti bir değildir. Toplumun bütün unsurlarıyla bozulduğu İslam’ın stratejik saldırı ve hamlelerle çözülmeye çalışıldığı bir ortamda her mümin din gayreti ve salâbeti göstermelidir. Bu konuda en önde gidenler din görevlileri ve ilahiyat hocaları – öğretmenler olmalıdır. Onlar hakkı söylemek ve uygulamakta, emir bi’lma’ruf ve nehiy ani’l-münker hususunda cesur ve dirayetli olmalıdırlar. Himmetleri ve gayretleri yüksek olmalıdır. Çünkü gayret-i diniyyesi olan din adamları görevlerini ihmal etmez, çevrelerindeki yanlışlara seyirci kalmazlar. Ancak, bunu sadece din görevlilerinden beklemek de yanlıştır. Bir müslüman şahsın şunu asla aklından çıkarmaması gerekir: “Her Müslüman kendi dininin din görevlisidir.” Medeni cesareti yüksek ve kendinden (dininden) emin bir Müslüman, şahsında topladığı bu âlî duyguyu yerinde ve zamanında usulüne uygun bir şekilde de kullanmasını bilmelidir. Dinî cesaretin an- cak, sağlam bir iman ve doğru bir İslâmî bilgiyle sağlanabileceğini de unutmamalıdır. Salâbet-i dîniyye ve gayret-i diniyye yerli yersiz, kaba bir kuvvet kullanma değil, bilakis, zaman ve zemine göre muhataba cevap verebilme, onu ikna veya susturmadır. Mesela, din hakkında yanlış bilgiler vererek ileri geri konuşan birine yapılacak en doğru hareket, onu kırmadan doğruyu anlatabilmektir. Bunu anlamıyorsa, onu ilzam etmek, doğruları söylemek suretiyle susturmaktır. Fakat müslüman, mütecaviz olmamalıdır. Çünkü maksad, İslâma gelecek zararı defetmek ve mümkünse mütecavizi İslam adına kazanmaya çalışmaktır. İBRETLİK BİR DERSBİR İBRETLİK DERS Bir Mecusi, din gayreti ile bir köprü yaptırmıştı. Gazneli Sultan Mahmud bu köprüyü görünce, yaptıran kişiye dua etmek istedi. Bunun üzerine yakınları, köprüyü yapanın ateşperest olduğunu söylediler. Sultan Mahmud Han masrafının iki katını vererek köprüyü satın almak istedi. Mecusiyi bulup getirdiler. Sultan Mahmud teklifini yaptı. Mecusi, “Padişahım ben bunu satmak için yapmadım, dinim için yaptım, satmam” dedi. Batıl dini için bile yaptığını para ile değişmedi. Feridüddîn-i Genc-i Şeker hazretleri bunu anlatırken buyuruyor ki: “Ey Müslüman sen din gayretini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?” Salâbet ve gayret duyguları imandan doğmaktadır. Din adına hayırlı gayret ve yararlı meşguliyet, imani- ruhi dirilik ve nefsi disiplin alametidir. 30 B Eylül Öğüt Verdim Deli Gönül Almadı Aklım fikrim yâr eyledim ben bana Öğüt verdim deli gönül almadı. Bir kileciği var, almış eline Dünyayı içine koydum dolmadı. Alması farz imiş, sünnettir selam Hak nurdan yarattı, yaz dedi kalem Bir çiçek yarattı ol Rabbü’l-Âlem Onu kokulayan mahrum kalmadı. Var bir pîre eriş, serseri gezme Gözet gözün önün, yolundan azma Değme bir dükkana yükünü çözme Burda çok bezirgân işi kalmadı. Gençlik yaza benzer kocalık güze Yüreğim başlıdır dertlerim taze Boynun eğ de hizmet eyle üstada Şeytan benlik ile menzil almadı. Kul Himmet’in deste gülü elinde Daima zikreder Hakk’ı dilinde Bir güzel sevmişim Hakk’ın yolunda Hayali gönlümden zail olmadı. Kul Himmet (17. yy.) Kile: Tahıl ölçmekte kullanılan kap. Değme bir dükkana yükünü çözme: (Burada) Olur olmaz yere sırrını açıp maneviyatını zayi etme. Bezirgân: Tüccar. Üstad: Mürşid, hoca. Zail olmadı: Yok olmadı, gitmedi. Müceddid-i elfissânî İmam-ı Rabbanî (k.s) den Ey oğul! Bilmek gerekir ki zahirî bir güce ve şeklî bir mevkiye ya da makama sahip olan dünya ehlinden biri, emrinde bulunanlardan birine faydası yine kendine dönecek bir iş vererek iyilik yapsa, şüphesiz o iyilikten kendisi fayda görür. İşi yapan kişi ise bu işi çok yüce kabul ederek şöyle der: “Değerli ve saygın bir zat beni bu işle görevlendirmi ştir. O halde bu işi sonsuz bir minnet ve şükran duygusu içinde yerine getirmeliyim, severek yapmalıyım.” Allah Celle Şanuhû’nun azameti bir aciz kulun büyüklüğünden daha mı aşağıdadır ki, azameti tartışmasız olan Hak Sübhanehu’nun emirlerini yerine getirmek için gayret edilmez? Utanmak ve tavşan uykusundan uyanmak gerekir. Allah Sübhanehu’nun emirlerini ihmal etmenin iki sebebi vardır: Ya dinin hükümlerini yalanlamak ya da Allah Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’nin azametini dünya ehlinin büyüklüğünden daha düşük görmek… Her iki durumun da ne denli çirkin ve utanç verici olduğunu anlamak gerekir. 32 Ey oğul! Nefs çok cimridir ve Allah Tealâ’nın hükümlerini yerine getirmekten daima kaçar. Bu yüzden söz kibarca ve yumuşaklıkla sadır oluyor. Yoksa mal-mülk hepsi Allah’ın hakkıdır. Kul hangi hakla bu hakkı bekletir ve erteler? Bilakis onu tam bir minnettarlık ve şükran duygusuyla, zevk alarak edâ etmek icab eder. Aynı şekilde ibadetlerin edasında nefsin arzularına uyup gevşek davranmamalı ve kul haklarını ödemek için azami çaba sarf edilmelidir ki, boynunda kimsenin hakkı kalmasın. Burada yani dünyada kul hakkını ödemek kolaydır. Şöyle ki yumuşaklıkla ve nezaketle o haktan kurtulmak mümkün olabilir. Ama iş ahirete kalırsa, orada çare bulmak zorlaşır. (Mektubat-ı Rabbanî, 73. mektuptan kısaltılarak alınmıştır.) 33 Ahir Zaman Yolcusuna Tenbih ve İhtarlar Yusuf KARAGÖZOĞLU İ rlu ) kusu V . A . (S arimiz e b rmakt m a a y g y u e e l P öy ir n l arı ş a t eden b a s m l e l y ma ö us llah’ın surun A u K a “ m . dır dai imse, ro k n a t a elekle m e v malı s r adı n altınd ı etinde b a m z h a ga r h’ın Mace n Alla (İbn-i ı ” m r a e l d r a i le asını d m l a k 45) uzak Büyû; / slami hükümleri üç başlık altında toplamak mümkündür. 1) İtikadi hükümler 2) Ameli hükümler 3) Ahlaki hükümler; bunlardan akaid ve kelam ilmi, itikadi hükümlerle; fıkıh ve islam hukuku ilmi, ameli hükümlerle; tasavvuf ve ahlak ilmi, ahlaki hükümlerle ilgilenmektedir. Müslüman bireyde bulunması lazım olan, müslümanın hayatının merkezinde oturtulması gereken üç anahtar kavram; takva, ilim ve ahlaktır. Takva daha çok kalbe yöneliktir; nitekim kalbin şeytanın vesvese ve iğvasından kurtulup Allahın zikriyle mutmain olması, kalpte Allah korkusu ve Allah sevgisinin yer edinmesi istiğfar ve tevbeyle olur. İlim daha çok akılla ilgilidir; aklın ilim nuruyla donanması, aklımızdaki şüphelerin izale edilip yakinimizin artması, akl-ı selim düşünceler faydalı ilimle meşgul olmaya bağlıdır. Ahlak da daha çok nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesiyle ilgili olduğunda manevi disiplin altına girip tevazu, zühd, kanaat vb. güzel hasletleri kazanmayla olur. “Bizim uğrumuzda cihat edenlere gayret gösterenlere biz şüphesiz onlara yolları- 34 B Eylül B mızı gösteririz (hidayette kılarız) ” (Ankebut/69) ayetinde hidayete ermenin şahsi mücahede ve çabayı gerektirdiği, “Hidayete erenlere gelince, Allah onların hidayetini arttırmış ve onlara takvalarını (Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını) vermiştir.” (Muhammed/17) ayetindeyse hidayette olmayan kişide hidayetin artmayacağı gibi takvanın da bulunmayacağı belirtilmektedir. “O gün ne mal, ne evlâd fayda verir, selim bir kalble gelen müstesna...” (Şuarâ Suresi, 88-89) ayetinde hesap günü şirkten, küfürden, nifaktan ve günahlardan arınmış selim kalbin dışında bir şeyin fayda vermeyeceği vurgulanıyor. Bir kalp ki kin, hased, öfke, kibir, gurur, gibi tüm kötü kalp hastalıklarından arınmış olsun. Rasulüllah (S.A.V) Efendimizin, kalbi et parçasına benzettiği kalple ilgili şu hadisi gerçeği gözler önüne seriyor adeta: “Vücudda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa tüm vücud iyi olur. O hasta olursa, tüm vücud ateşli hastalığa yakalanır.” (Buhari ve Müslim) Şüphesiz ki, Kuran’da kalbi selim dışında, mühürlü kalpler ve hastalıklı kalplerden de bahsedilmiştir. Böylelikle kalpler Kuran’da anlatıldığı şekilde anlamıyla beraber üçe tasnif edilebilir: 1- Yaratılış gaye ve haysiyetini koruyan selim/ sağlam, münib/Allah’a yönelen ve mutmain/doygunluğa ermiş kalpler. Bunlar hitab-ı ilahîye mazhar, müminlere ait kalblerdir. 2- Mühürlü ve nasipsiz kalpler. Bunlar imandan ve İslam’dan nasibi olmayan bahtsızların, kâfirlerin kalpleridir. Bunlar hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bakara/7) 3- Hastalıklı kalpler: Bunlar da başta münafıklar olmak üzere şüphe, cehalet, ihtiras ve ahlaksızlık girdabında bocalayanların kalpleridir. Allah böyleleri hakkında şöyle buyurur: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını arttırmıştır.” (Bakara/10) (Kalbi Selim / Diyanet Aylık Dergi Ekim 2009 sayısında yayınlanmıştır.) “Allah şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler derin bir ayrılık içindedirler. “Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar onun, Rabbinden gelen hak olduğunu bilsinler, böylece ona iman etsinler ve sonuçta da kalpleri ona saygı duysun diye Allah böyle yapar. Hiç şüphe yok ki Allah iman edenleri doğru yola iletir.” (Hacc/53-54) Bu ayetlerde şeytanın ancak kararmış hastalıklı, katı kalpli kimselere nüfuz edebileceği, ilim sahibi, Allahtan korkan, haşyet ve huşu dolu bir kalbe sahip kimselere bir nüfuz ve etkisinin olamayacağı ifade ediliyor. “Onlar: ‘Evet; doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik’ derler. ‘Eğer dinlemiş veya akıl etmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık’ derler. Böylece, günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar! ” (Mülk/9-11) ayetinde yalanlayanların cehennemdeki hallerinden söz edilirken hakikatten yüz çevirdikleri, kendilerine gelen uyarıcıları dinlemedikleri ve kendilerine gelen ilahi mesajları düşünüp aklederek tefekkür etmedikleri için pişmanlıklarını itiraf etmeleri manidardır. “O gün ne mal, ne evlâd fayda verir, selim bir kalble gelen müstesna...” (Şuarâ Suresi, 88-89) Eylül B 35 B Manevi terbiye için nefsi arındırma ve ruhu disiplin altına almak gereklidir. Nefis isyanı ve itaatiyle birlikte yaratılmış olup şehevi arzularına uyan bedbaht olurken, şehevi arzularını frenleyip onlara gem vuran bahtiyar olur. Bu konuyla ilgili ayetlerde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “ Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır. ” (Şems: 9-10) Nefis süfli olarak yaratılmışken, ruh ulvi olarak yaratılmıştır. Nefsimize takvasını vermesi için Allah’ın Resulü gibi dua etmeliyiz. Zira Zeyd bin Erkam (r.a)’ den rivayet edildiğine göre Resulullah (S.A.V) duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi: “Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim / 2722) Nefsin de dereceleri vardır. “Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder. ” (Yusuf / 53) ayetinde nefs-i emmareden, “Kendini sürekli kınayan (ayıplayan) nefse yemin ederim ki! ” (Kıyamet/1-2) ayetinde nefs-i levvameden, “Ey (mutmain) huzura eren nefis, sen ondan (Allah’tan) razı ve oda senden razı olarak Rabbine dön. (haydi) salih kullarımın arasına gir, cennetime gir. ” (Fecr/27-30) ayetinde nefs-i mutmainneden bahsedilmiştir. Ruh bize Allah’ın emanetidir, ruhlar aleminde yaptığımız misak ahdine sadık kalarak bu emaneti tertemiz olarak Allah’a sunmakla mükellefiz. “Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: ‘Evet şahidiz’ demişlerdi. Bu, kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dersiniz veya ‘Daha önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?’ dersiniz diyedir. ” (Araf/172-173) Takvayı kuşanmazsak; hukukullahı (Allah’ın üzerimizdeki hakkı) çiğnemek kolay olduğu gibi hukuk-u nefs (nefsimizin üzerimizdeki hakkı) ve hukuk-u ibada (diğer kulların üzerimizdeki hakkı) riayet etmeme kolaylaşır, ilmi kuşanmazsak; şirke, küfre, nifaka ve cahiliyyeye bulaşmak basitleşir, ahlakı kuşanmazsak da; aile, okul ve arkadaş çevresinde iyi, erdemli ve faziletli meziyetler kaybolmaya yüz tutar, emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münker vazifesi unutulmaya başlar. Takvasız ilim kitap yüklü merkep olmaya götürür, ilimsiz takva sofuluğa götürür, içinde ahlakı olmayan ilim ukalalığa ve laubaliliğe, içinde ahlakı olmayan takva nezaket ve medenilikten uzak bedeviliğe götürür. İbadet hayatında takvayı, ticaret ve iş hayatında ahlakı, muamelat konularında ilmi önemsememek akıl kârı değildir. Madem ibadet hayatında takvadan söz ediyoruz söze başörtüsü emrinin geçirdiği dönüşüm ve zihinlerde bu emri algılamadaki farklılıkla başlayalım. Ne yazık ki başörtüsünden takva uzaklaşınca bşörtüsü algısı türban haline geldi ve türbanı takanlar da hayasını kaybedip Allah’ın farzını kendi tarzları- “Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim / 2722) 36 B Eylül B na (modalarına) kurban ederek hadiste peygamber hadis, fıkıh, akaid ve kelam, tasavvuf vb islami ilimefendimiz (sav) in lanet ettiği giyinik çıplaklar (Müs- lerde mesafe kateden bir gençtir. Selam olsun böyle lim/2128) haline geldiler. Böyle kimselerin çoğaldığı gençlere…. Çünkü bu genç ki, ömrünün en bereketli ahir zamanı hafife almamak lazım. Görüldüğü gibi yılları olan gençlik yıllarını Hz. Meryem misali kendini Allah’ın üzerinde ayetinin taşıdığının bilincinde olma- Allah’a adayan, yaşıtları kebair günahlara dalmışken yan ilimsiz, cahil giyinik çıplakların takva-ilim-ahlak şehevi arzularına gem vurup nefsinin tasallatundan (burada haya)’ larını yitirince nasıl önemsiz meta ha- kurtulup Rabbine sabırla ibadet-u taate devam eden, line geldiklerini müşahade ediyoruz. Başörtüsündeki kimi zaman kötülüklerden iyiliklere hicret eden muhacir, kimi zaman Allah’ın dinine yaro iffet ve vakurluk gitmiş; yerine cinseldım eden ensar, vaktini Hz. İsa’ya liğini sokaklara taşıyan, kişiliğini degökten inen maide(sofra) misali ilim ğil, dişiliğini karşı cinse servis eden ve zikir meclislerinde (sofralarında) türban portresi gelmiş. Bu giyinik geçirerek bereketlendiren, ihtiyaç saçıplaklarda takva olmadığından ilkin Azamı Ebû Hanife hibi gördüğünde canhıraş bir şekililahi emri yani Allah’ın hududlarını kuddise sirruh: “Dide infak edip sadaka veren, islamla çiğnediler, sonra kendi nefislerine alay edildiğini gördüğünde gücü yeyazık ettiler, ve son olarak karşı cinnin alış-veriş kısmım terse eliyle, sonra diliyle cihad eden, sin ilgi duyacağı şeklide giyindikleri bilmeyen, haram lokbu da olmadı kalbiyle buğzeden, için diğer kulların günaha girmesine madan kurtulamaz ve hastalandığı yada bir belaya maruz de sebep oldular. ibadetlerinin sevabını kaldığı vakit Hz. Eyyup misali kazaya rıza gösterip belaya sabreden, her alamaz.” der. Takva-ilim-ahlak üçlüsüne bir halinin Rabbinin murakabesi altında de hadiste bahsedilen (Buhari, Ezan 36, Zeolduğu bilinciyle ihlas ve samimikat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. Ayrıca yetle Din-i Mübin-i İslam’a hizmet bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudat 2) arşın göleden, islam kardeşliğini tüm coğrafgesindeki yedi sınıf insandan biri olan ya ve tüm ırklardan üstün tutarak davet rabbine kullukla büyüyen genci örnek verelim. Bu genç kalbi Allaha bağlı, gönlü mescidlere ve tebliğ görevini kusursuz bir şekilde ifa eden, hakkı bağlı, kulluğun şuurunda bir genç, geceleri abid ve hak bilip ona ittiba eden, batılı da batıl bilip ondan gündüzleri mücahid bir genç, dışarı çıktığında kuyu- içtinap eden, İlay-ı Kelimetullah misyonunun dava sunda temiz kalan Hz. Yusuf misali iffetinden dolayı eri olan, Ali’sini bekleyen Fatıma’ların kurduğu aile gözlerini haramdan sakınan, günahından dolayı piş- ocağı yada Fatıma’sını bekleyen Ali’lerin kurduğu manlık duyup Allah’a gözyaşı döken, ibadetini eksik- aile ocağı böyle gençlere muhtaçtır. siz yapacak ilmi öğrenmeyi kendine farz bilen, tefsir Bu gencin yaşam tarzını incelersek, şu durum karşımıza çıkar; bu gençteki takva Allah olan bağlılığı, ondaki ilim sorumluluk bilincini, onda bulunan ahlak da güzel haslet ve meziyetlerin hayatında daim ve düzenli olmasını sağlar. Son olarak ticari hayatta kaybolan erdemli vasıflardan biri olan emin ve güvenilir olma vasfı üzerinde durmak istiyorum. Maalesef toplum içinde kaybolmaya yüz tutmakta olup böyle kimselerin sayısı ciddi anlamda azalmaktadır. Emin ve güvenilir tüccarın arşın gölgesinde gölgelenecek zümreden sa- Eylül B 37 B yılmaktadır: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) Yine aynı şekilde böylelerinin nebiler, sıddıklar ve şehitlerle haşredileceği bildirilmektedir: “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1) Elinden ve dilinden insanların emin olduğu müslüman toplumlarda özü-sözü doğru tüccar, ticaret erbabı bulamamak herhalde bizim ayıbımızdır diye düşünüyorum. Ticarette malın kusuru varsa söylemek gerek, ticarette aldatmak, yalan yere yemin etmek, karaborsacılık yapmak, tefecilik yapmak gibi tüm gayri meşru yollarla yapılan işlemler yasaklanmıştır. “Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız ‘nedenler ve yollarla’ (batılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.” (Nisa / 29) “Alışverişte yemin etmekten sakının. Çünkü yemin ticaretin kazancı artırır ama bereketini yok eder”. (Buhari / Buyu, 19; İbn-i Mâce / 30; Tirmizi / Büyû’, 26 ;Ebû Davud / Buyu, 53; Müslim / Buyu / 11) Bir hadiste müslümanın, müslüman kardeşini aldatmasından sakındırmayla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Müslüman Müslüman’ın kar- Tüccarlarda dört özellik olursa, kazancı bereketli ve helal olur: 1- Mal satın aldığında kötülemez, 2- Sattığında övmez, 3- Müşteriden malın kusurunu gizlemez, 4- Alış-verişte yemin etmezse (kazancı bereketli ve helal olur).” Ticarette en önemli ilke ölçüyü tam yapıp doğru tartmadır. Nitekim Şuayb (as) Peygamber olarak gönderildiği Medyen halkını ayet-i kerimede şöyle uyarmıştır: “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın”. (Hud / 85) (Münziri, Et- Terğib Vet- Terhib, 2/586) 38 deşidir. Kusurlu bir malı din kardeşine satan hiçbir Müslüman’a satış helal olmaz. Meğerki malının ayıbını açıklaya.” (İbn-i Mace / Büyû; 34) Başka bir hadiste de Peygamberimiz (S.A.V) kusurlu mal satanları şöyle uyarmaktadır. “Kusurunu söylemeden bir malı satan kimse, daima Allah’ın gazabı altındadır ve melekler o adamın Allah’ın rahmetinden uzak kalmasını dilerler” (İbn-i Mace / Büyû; 45) Bu konuyla ilgili Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselamın pazarda bir tüccarı uyarması meşhurdur. Bir gün Peygamberimiz (S.A.V.) pazarı dolaşırken, tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini buğday yığınına daldırmış, altının ıslak olduğunu görünce sormuş: “Nedir bu?” Satıcı: “Yağmur yağmıştı, ondan dolayı ıslandı.” diye cevap verince; Resulullah: “Niçin o ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diye sert bir şekilde mukabelede bulunduktan sonra: “Bizi aldatan bizden değildir” (Ebû Dâvûd/Büyû, 50) ikazını yapmıştır. B Eylül B Hacc menasikini yaptığında anadan doğma günahlarının affedileceği müjdesini bildiği halde yurda gelip müslümanları aldatmaya devam edenler, yeminlerinde ve sözlerinde doğru olmadığından Rahman / 9; İsra / 35; A’raf /85; Mutaffifin / 1-7) kıyamet gününde füccar (günahkar) olarak diriltileceklerini (Tirmizi / Buyû 4; İbn-i Mace / Ticarat, 3; Darimi / Buyû,7; HaAma ne yazık ki hac vazifesini yerine getirip kim / Müstedrek 2/62) bilmelidirler. Kazancını haram lokma hacı olan bazı kimseler bakarsınız ki, insanları alışve- üzerine bina eden, yediği haram lokmayla damarrişte aldatma peşindeler, böyle kimselerin hacı sıfatını larında şeytanın gezdiğini, duasını kabul olunamakullanarak dine verdiği zarar ortadadır. Helal kazan- yacağını (Sahih-i Buhari: 6/357), kalbinin öleceğinin, ibaca riayet etmeyen, aslında yalan yere yemin etmek- detinin bereketinin kalmayacağını bilmelidirler. Bu le elde ettikleri kâr gibi görünen kazançlarında birer yüzden İmam-ı Azam hazretleri ticaretle müflis olduklarını ah bir bilseler de, uğraşanların dinin alışveriş kısmını kendilerine çeki düzen verseler…. harama düşme tehlikesinden dolaZira Hatemu’l Enbiya Hz. Muhamyı öğrenmesini zaruret olarak görür. med Mustafa (S.A.V)’in bu konuİmamı Azamı Ebû Hanife kuddise da ümmetine ciddi uyarıları vardır. “Alışverişte yemin sirruh: “Dinin alış-veriş kısmım Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve bilmeyen, haram lokmadan kuretmekten sakının. sellem ashabı kirama: “Müflis kime tulamaz ve ibadetlerinin sevaÇünkü yemin denir?” buyurdular. Onlar da: “Pabını alamaz.” der. rası, malı kalmayan kişiye denir” deticaretin kazancını diklerinde buyurdular ki: “ÜmmetiAslında islama zarar veren artırır ama min arasında müflis şu kimsedir hacı kılıklı bazı kimseler takvasını yibereketini ki, kıyamet günü defterinde, çok tirdikleri Allah’ın her an kendilerini namaz, oruç, zekat sevabı buluyok eder” gözettiklerine yakinen iman etmenur. Fakat bir kimseye söğmüş, dikleri için aldatıyorlar, ticaret ilmini iftira etmiş, malını almış, kanını öğrenmedikleri için helal harama dökmüş, dövmüş. Sevapları bu dikkat etmiyorlar, güvenilir, doğru hak sahiplerine dağıtılır. Haklan sözlü olmadıklarından böylelerinde ödenmeden önce sevapları biterse hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine ticaret ahlakı olmaz. Bu kimseler haccın ruhunu kavrayıp hacc mevsiminde manevi iklimde günahlardan yüklenir, sonra cehenneme atılır.” (Müslim) arınıp giydikleri beyaz ihram örtüsüyle mahşere prova yaptıklarının şuurunda olmalılar, getirdikleri telbiyelerle Allah’ın hükmüne razı, davetine icabet eden birer asker olduklarını unutuyorlar. Helalinden ticaret yapmakla mükellefsen bu konuda da Allahın hükmü, resulün hükmü neyse ona uymak zorundasın, aksi takdirde yaptığın ibadetler yüzüne paçavra gibi vurulur, hesap günü senin sevapların bitip kul hakkı yediğin kardeşinin günahları senin kefene yüklenirse asıl kaybeden, müflis sen olursun. Malum kuran-ı kerimde anlatılan helak olan kavimlerden biri olan Medyen halkı bu uyarıyı dikkate almadıkları için korkunç bir patlama ve şiddetli bir depremle helak edilmişlerdir. (Hud / 84-85; Şuara / 176-189; Allahu Teala akıbetimizi hayreylesin, ona karşı gelmekten sakındırıp takvamızı arttırsın, bizi ilmiyle amel eden salih kulları arasına katsın, ibadetlerimizi eksiksiz yapacak güç ve takat verip güzel ahlakla taçlandırsın bizi. Amin Eylül B 39 ‘Geçiş Süreci’ Aldatmacasına Tesettür Üzerinden Bakmak Murat TÜRKER İ çinden geçtiğimiz ‘aslında gayr-ı İslâmî ama İslâmî olma iddiasında’ki sürece dönük itirazlar geliştirdiğinizde mukabelede bulunulan kontra cevaplardan biri, bunun bir ‘geçiş süreci’ olduğu savunusudur. tür n teset r e d o m u ehl-i rsi, bu n e t u m m u a T ur endi d k zla , ı ğ ı l aha fa d e n saçma ü g a ünd en ün dah g n e ç dine g ge r or, her y ı t esettü a t s a k ı n ı n l a k ak s enin ıyafet k m i e k b a u l uc faz n işbu a m a z i şiyor. e l r dendiğ e y u şablon 40 B Bu savunuyu üst perdeden seslendirenler, bizim itiraz edip durduğumuz modern dayatmayı İslâmî sosa bulayan ideolojik karışımı, genelde bunun bir geçiş süreci tezahürü olduğu bağlamında olumlarlar. Onlara göre ‘eskiye göre daha iyi durumdayız’dır, ‘epey bir mesafe alınmıştır’, ‘sistemle içli dışlı olup onu içselleştirmenin bazı götürüleri olsa da son tahlilde süreçten kârlı çıkanlar, önü açılan müslümanlardır’ vs vs… Peki gerçekten böyle midir? Gerçekten toplumda yükselen bir dinî şuurlanmadan bahsedebilir miyiz? Dedikleri gibi geçiş sürecini atlattığımızda gerçekten ufukta bizi bir İslâmî bahar bekliyor mu? Eylül B Esasen buna genel anlamda, “yürüdüğümüz yolun bizi iyiye götürüp götürmediğini test etmek istiyorsak, yola çıktığımız nokta ile şu an bulunduğumuz kıvam arasında bir mukayese yapmak yeterli olacaktır” şeklinde bir cevap verebiliriz. Toplumdaki dinî ritüel boyutlu artışı, İslâm’ın bir tapınak dini hüviyetiyle hayattan ötelendiği vasata rağmen ‘İslâmî kazanım’ olarak etiketleyenler müstesna, dindarların önünün açıldığı bu süreçte yaşadığımız ciddi çözülme ve yozlaşmayı görmeyen herhalde yok gibidir. Muhafazakâr görünürlüğün ivme kazandığı ama her değerin popülerleşirken içinin boşaltıldığı ve şuurumuzun budandığı bu vetire bizi şimdiye kadar başta olduğumuzdan daha iyi bir noktaya taşımadı ki, bundan sonrası adına içimizde coşkun umutlar büyütelim! Şimdiye kadar en baskın meziyeti(!), sistemin argümanları karşısında müslüman direncini aşındırmak olan bu tür bir akışa neden kendimizi kandırma pahasına boyunu aşan misyonlar yükleyelim!? İyiye gidip gitmediğimizin en basit ölçütü, iyiye yaklaşıyor olup olmadığımıza bakmaktır. Dedim ya, bu genel manada bir yaklaşım… Şimdi, söylediğimizi somut bir görüntü üzerinden açalım: Tesettür meselesi… Evet, işbu şatafatlı ve -sözüm ona- tesettür algısı toplumda yer bulmaya başladığı demlerde, bazı ‘iyimser’ arkadaşlar ne diyorlardı: “Olsun, bu bir geçiş süreci… Belki bu şekilde tesettür şuuru zayıflıyor gibi görünüyor ama zamanla bu, tesettürün yaygınlaşmasına zemin hazırlayacak ve belli bir süre sonra insanlar hakiki/şer’î tesettürü de benimsayecek!” Peki, geldiğimiz noktada samimi olarak soralım kendimize… Gerçekten böyle mi olmuştur? Gerçekten, bu -âmiyane tabirle- ‘altı kaval, üstü bilmemne’ tesettür (!) olgusu, defilelerle desteklenen ‘baş örtme seferberlikleri’, toplumda hicap şuuruna hizmet eden Eylül B bir işlev görmüş müdür? Görmediği çok âşikâr… Peki, soruyu bir adım öteye taşıyalım: Şimdi bu tür bir işlev görmese de, gelecekte görebileceğine dair bizlere gerçekçi umutlar bahşetmekte midir? İşte, meselenin bamteli burasıdır. Bu soruya makul bir cevap verebilirsek, sadece tesettür bahsinde değil, genel anlamda bu ‘geçiş süreci’ retoriğinin içinin ne kadar dolu olduğu hususunda da doğru bir fikre sahip olacağız. Hayır, bu modern ve nevzuhur tesettür algısı, açıkça hicap ve hayâ şuurunu geliştirmediği, tam tersi tesettürü yozlaştırdığı gibi, bundan sonra iyi şeyler olacağına dair bir umutla, muvakkaten, geçici olarak mazur görebileceğimiz bir model de sunmuyor. Tam tersi, bu modern tesettür saçmalığı, kendi durumunu ehl-i dine günden güne daha fazla kanıksatıyor, her geçen gün daha fazla kimsenin aklına tesettür dendiği zaman işbu ucube kıyafet şablonu yerleşiyor. Bu yol, bir ‘geçiş süreci’ falan değil, kendimizi kandırmayalım. Genel anlamda müslüman bilincini mecalsiz bırakan entegrasyon süreci de, tıpkı tesettür meselesindeki gibi, bu tür ‘geçiş dönemi’ palavralarıyla meşrulaştırılamaz. Başta “biraz gösterişli ve cazip bir örtünme tarzı bulalım da, kapanma konusunda daha çok insanı özendirelim!” niyetiyle yola çıkan birileri olmuşsa, onların birilerini ne kadar ve neye özendirdiği şöyle dursun, süreç, bizzat onların bu çarpık ve köksüz tasavvuru benimsemelerine yol açan bir seyir izledi. Hesabı iyi yapalım… Modern tesettüre, ‘geçiş süreci’ mantığıyla vize verenler, daha da iyi yapsınlar… Geçiş süreci, bir türlü geçmek bilmedi; hatta iyiden iyiye yoz bir hüviyete bürünerek kökleşti, muhkemleşti. Biz de, bu çözülmenin eli kolu bağlı seyircileri olarak, züğürt tesellisiyle baş başayız. 41 Hacı Şaban Efendi Hz. (V) Halit EŞKAN Y üce Allah insanların zarara uğramamasını asr suresiyle “iman etme ve salih amel işleme ve hakkı tavsiye etme ve sabrı tavsiye etme” şartlarına bağlamıştır. İman mutlak tasdiktir. İman eden mümindir. Mümin inancından emin olan ve kendisinden emin olunan insandır. İman ilahi ihsanların en hayırlısıdır. İtikat esaslarından şüphe etmek küfürdür. Hadis-i şerifte “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız.” buyrulmaktadır. Demek ki imanın ameldeki tezahürlerinden birisi, belki de en önemlisi müminlerin birbirlerini sevmeleridir. Muhabbetten Muhammed hasıl olmuştur. “Seven sevdiği ile beraberdir.” “Nasıl iman ederseniz öyle yaşarsınız, kimi severseniz onunla haşr olunursunuz.” Evet, insanın ameli imanına delildir. Kim kime tabi olursa onun peşinden gider. , r oldu a z a n ir u, Bize b zar old a P z ı m l, Cuma e d eğ i r i b n u. Birde ar old z a r a z uysa a Ne old Yüce Allah; Musa (a.s)’a “benim için ne amel işledin?” Diye vahy etti. 42 B Eylül B Musa (a.s); “senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, seni zikrettim.” Dedi Yüce Allah; “Ey Musa, namaz imanın için bir delildir, oruç senin için kalkandır, sadaka mahşerde senin gölgendir, zikir nurdur. Benim için hangi ameli işledin?” Musa (a.s); “Ya Rabbi senin için olan ameli bana bildir” dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu, “Ya Musa! Benim rızam için salihleri (dostlarımı) sevdin, benim rızam için fasıklara (düşmanlarıma) düşmanlık ettin mi?” Efendimiz (s.a.v) “Allah için salihleri sevmek, Allah için fasıklara buğuz etmek amellerin en faziletlisidir.” “Fasığı methetmeyin, fasığı methederseniz arş titrer.” “Salihleri zemmeder, fasıkları methederseniz Allah gazaplanır.” buyurmaktadır. Fasığı Allah lanetlemiş, kovmuş, uzaklaştırmıştır. Fasığı metheden haddini aşmış nefsini ilahlaştırmış, Allah’ın hükmüne karşı çıkmış olur.” Onun için arş titrer. “Mümin mümine düşman olamaz, salihler Allah dostlarıdır.” Allah dostuna dil uzatan zalimdir. Allah zalimleri sevmez onun için Allah gazaplanır. Salih amel Kur’an ve sünnete uygun olan amellerin bütünüdür. Peygamber efendimiz (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyuruyor. “Zekat ve sadakasını vermeyip, altın veya parayı saklamak cehennemde sahibi üzerinde bir dağdır. Şiirin kötüleri şeytanın düdüklerindendir. Şarap ve emsali içkiler cürüm ve fesat kaynağıdır. Kadınlar erkekleri avlamak için şeytanların ellerindeki tuzaklardır. Kazancın en fenası faiz parasıdır. Yenilen şeylerin en berbatı yetim malıdır. Söz kar etmeyen, nasihat dinlemeyen kimse zalimdir. İtibar işin sonunadır. Haber ve hikâyelerin en şerlisi yalan olanıdır. Müminlere sövmek, kötülük etmek, onlarla dövüşüp vuruşmak küfürdür. Müminleri gıybet etmek, onların arkasından dedikodu yapmak Allah’a asi olmaktır. Bağışlayanı Allah’ta bağışlar. Gazabını yutup, öfkesine galip olanları Allah çok ecirle karşılar. Sabredenlere Allah mükâfatını ihsan eder. Riyakârları Allah sevmez.” Hak Allah’ın bir ismi celilidir, yere düşürülmez, onun için insan her amelinde Hakk’a tabi olmalı, Hakk’a hizmet etmeli ve Hakk’ı tavsiye etmelidir. Sabırda Allah’ın esmasındandır. İnsan kendisini sabra alıştırmalıdır. Beklemesini bilmelidir. Zorla da olsa bekleyen sabreden her şeyin bittiğini görür. İnsan nefsini, şahsi arzularını yenip, kendisini bütün varlığı ile sabır aleminde yok etmelidir. O zaman gün geçtikçe her şeyin değiştiğine, zamanla her şeyin zıddına döndüğüne şahit olur. Evvela kış ardından yaz geldiği gibi. Gündüzün arkasından, gece karanlığının etrafı sardığı gibi. Akşam ile yatsı arası gündüz olsun dersen olmaz. Belki daha da kararır. Ta… şafak sökene kadar karanlık devam eder. Şafağın aydınlığı sabırla görülür. Ancak sabreden derviş muradına ermiştir. Onun için sabırlı olmak lazım. Oda yetmez aynı zamanda sabrı da tavsiye etmek gerek. Peygamber efendimiz (s.a.v) “Kim iyiliği emreder, kötülükten nehy ederse, o yeryüzünde Allah’ın, Resulünun, Kur’an’ın halifesidir.” buyurmaktadır. Ne kadar yaşarsa yaşasın bir kişi ölümdür onun en son işi. Yüce Allah ölüm gelmeden hayatın kadrini bilmeyi cümlemize nasip eylesin. “Mümin mümine düşman olamaz, salihler Allah dostlarıdır.” Allah dostuna dil uzatan zalimdir. Allah zalimleri sevmez onun için Allah gazaplanır. Salih amel Kur’an ve sünnete uygun olan amellerin bütünüdür. Eylül B 43 B Bir ölüm var bizim için her zaman, Bilmeyiz ki geleceği ne zaman, Elde fırsat dilde ruhsat var iken, Kıl tedarik her zaman. Evet tedarikli olmak lazımdır. Allah cümlemize hayırlı tedarikler ihsan eylesin. Cümle Nasın İmamı Üçtür Cümle Nasın İmamı Üçtür Yine Hacı Şaban Efendi (k.s) sohbetlerinde; cümle nasın imamı üçtür: 1-) “Emir de nehiyde Allah’u Azimuşşan’ın kelamı Kur’an-ı Kerim’dir. Allah’ın bir fermanıdır. Kelamullahtır. Sözlerin en doğrusudur, en kuvvetli bağdır. İnsanı Allah’a yaklaştıran dosdoğru bir yoldur. Özel hayatı, aile hayatını, ticari ve sosyal hayatı, devlet hayatını, hulasa hayatın her alanını tanzim eden, hayatın her anında hükümran olan yegâne rehberdir. İnsanlar için nasihat, kalpler için şifa, mü’minler için hidayet ve rahmettir. İlahi emirlerin toplamı olması yönüyle insanlar arasında adaletin sağlanmasını ve insanların mümtaz bir ahlak sahibi olmalarını hedefleyen yegane bir nizamdır. Kur’an cihanşümuldür. Kur’an’a ittiba Hak’ka ittibadır. 2-) Amelde Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamber efendimiz hakkı halka tebliğ ile görevli olan Allah elçisidir. Amelleri ve sözleri ilahi iradenin tecellisi doğrultusundadır. Açık delillerle gelmiştir. Kendisine en büyük mucize olan Kur’an vahy edilmiştir. Yüce Rabbimiz “O peygamber kendiliğinden hiçbir şey söylemez” buyurmaktadır. Onun sözleri ve amelleri O’nun sünnetidir. Sünnetlerin en hayırlısı Hz. Muhammed (s.a.v) sünnetidir. O’nun sünneti Hak’tır. Hakk’a kulak verenin kalbi uyanır, kalbi uyanan zikreder. Zikreden düşünür, hikmeti arar. Hikmeti bulan ilim sahibi olur. Yüce Allah “Ey Muhammet! Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik öyle ise sende dini Allah’a has kılarak ona kulluk et.” buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendisine Kur’an ile emredilen tebliğ ve kulluk görevlerini bizatihi yerine getirmiş ve bu konuda müminlere örnek olmuştur. Kur’an ile farz olan namazın, nasıl eda edileceği Peygamber efendimiz (s.a.v) tarafından müminlere öğretilmiştir. Peygamber efendimiz (s.a.v)’in sünnetini yok sayarak İslam’ı yaşama iddiası sapkınlıktır. İslami yaşayabilmek geniş manada sünnete uymakla mümkündür. Peygamber efendimiz (s.a.v)’den sonra müminlere bırakılan iki şey; Kur’an ve sünnettir. 3-) Dünya işlerinde imamımız padişahtır. Ne yazık ki onları da sürgün ettiler. Padişahlar devlet egemenliğinin devamı için hükümranlığın Allah adına kullanılması gerektiğinin bilincinde ve aynı zamanda inancında idiler. Amaçları tevhit akidesini dünyanın her köşesinde hakim kılmaktı. Nitekim Fatih Sultan Mehmet Han Hz.’nin Trabzon seferi sırasında Otlukbeli’nde karşılayan Uzun Hasan’ın annesi; - Bre padişah bu kadar hırs niye? Sorusunu yöneltince Fatih Sultan Mehmet Han Hz. ona; - Bre valide sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde koşar mı sanırsın? Bizim amacımız ilah-i kelimetullahı dünyanın her köşesinde hükümran kılmaktır. Şeklinde cevap verir. Yine Yavuz Sultan Selim Han 20 şubat 1517’de Melik Müeyyed camisinde kendisi adına okunan - Bre valide sen bizi kuru bir cihangirlik peşinde koşar mı sanırsın? Bizim amacımız ilah-i kelimetullahı dünyanın her köşesinde hükümran kılmaktır. 44 B Eylül B hutbede Hakim-ül Harameyn iş şerefeyn (Mekke ve Medine’nin hakimi) ibaresini mübarek makamlara hürmeten hadim-ül harameyn-iş şerifeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) şeklinde değiştirmiştir. Onların yönetim anlayışında kibir yok, zulüm yok, kan ve gözyaşı yok, Allah’ın rızasını kazanmak var Allah’ın emirleriyle emretmek, yasaklarıyla yasaklamak var. Adalet var, halk hizmet var, Osmanlı bu sebeplerden dolayı altıyüz sene üç kıtada hükümran oldu. Bilahare; Bize bir nazar oldu, Cumamız Pazar oldu, Birden bire değil, Ne olduysa azar azar oldu. ni vermeli, devlet de harcamalarını hakkaniyetle yapmalıdır. Hazineyi amacına uygun olarak kullanmayan devlet zalimdir. Halkın zulme boyun eğmesi zillettir. “Zalimler karşısında suskun kalanlar dilsiz şeytanlardır.” Haksızlığa karşı boyun eğenler, haklarıyla beraber şereflerini de kaybederler. Bu sebeple halkın haksızlık yapan devletten hesap sorması halk için bir görevdir. Dedikodu yapmak kolaycılık ve acziyettir. Adi insanların işidir. Anarşinin üretildiği ana zemindir. Şahsiyet dik duruşlu olmayı, karşı koymayı gerektirir. İnsanın kendisini ifade etme hakkını kullanması insanca yaşamanın, izzet sahibi olmanın temel esasıdır. Zorbalar önünde eğilen başlar alçaklardır. Devleti ayakta tutan ana direklerden birisi de dindir. Din kardeşliğine dayalı, sevgi temelli, sosyal itEvet, ayaklar bir kaymaya baştifakı sağlamak devletin görevlerinin Peygamber efenlayınca sonuçta ne olur bilinmez. başında gelir. Bu hedefe ulaşmak Devlet için de durum aynıdır. dimiz (s.a.v) “Kim etkin bir dini eğitimle mümkündür. iyiliği emreder, köVahşet ancak dinin sosyal hayata etBizden olan ulül-emr’e itaat tülükten nehy ederkin bir şekilde yansıması ile önlenebizim için dini bir yükümlülüktür. Bu se, o yeryüzünde bilir. Suça yönelen bir insan, mümin iktidar sahipleri namazlarını kılarlar, ise onun için üç caydırıcı faktör varAllah’ın, Resulüzekâtlarını verirler, Allah’ın emirleriydır. Birincisi Allah korkusu. İkincisi le emrederler, yasaklarıyla yasaklarnun, Kur’an’ın haliutanma duygusu. Üçüncüsü kanunlar. Devletsizlik kargaşadır, anarşidir. fesidir.” buyurmakdur. Mümin olmayan için caydırıcı Onun için devletsizlik en kötü devtadır. faktör sadece kanundur. Kanunun letten daha kötüdür. Devlet gücünü kendisini görmediği kanaati hasıl halktan alır. Halk devlete karşı görevolunca suçu işler. Onun için devlet lerini yerine getirmekle yükümlüdür. halka hayatının her anını Allah’ı göDevleti ayakta tutan ana direklerden rüyormuş gibi yaşama bilincini kazandırmalıdır. Aksi biri hazinedir. Hazine, devletin halka götüreceği her hizmetin mali kaynağıdır. Bu kaynağın en büyük kolu halde; ana baba katili çocukların, çocuklarını öldüren halktan toplanan vergilerdir. Bu sebeple halk vergisi- ana babaların, karısını ve çocuklarını öldürüp intihar eden kocaların, koca katili kadınların, karısını öldüren kocaların, bebek katili annelerin, bebeğini sokağa terk eden kadınların, hayasız kadınların, hayasız erkeklerin, hırsızların, yolsuzluk yapanların, anarşistlerin, vatan hainlerinin, din düşmanlarının, sokakları kusmuklarıyla kirleten sarhoşların, içki içenlerin, uyuşturucu kullananların, içki ve uyuşturucu tacirlerinin, hulasa suçluların sayısı giderek artar. Hayasızlık umumileşir, aile müessesi çöker. Bütün bu kötülüklerin sebebi milletin kendi öz değerlerinden, dininden uzaklaştırılmasıdır. Onun için devlet yetkilileri halkı, başka milletleri taklit etmeden kendi öz değerlerine sadık kalmaya yarayacak siyaseti üretmek ve uygulamakla yükümlüdürler. Başka milletlerin kanunlarıyla kendi milletini yönetme gafletine hatta ihanetine düşmemelidirler. Eylül B 45 B Diğer milletlerin, bilim, teknik, yönetim tecrübelerinden faydalanmak aklın gereğidir. Kendi milletini başka milletlerin mukalliti yapmak, onların kültür emperyalizmine önderlik etmek, ihanetin göstergesidir. Kaleminin ucundan kan ve irin akan, sosyal sınıflar arasında kin ve düşmanlığı teşvik eden, fitne ve fesat çıkaran, toplumsal mutabakatı engelleyen hatta yok etmeye çalışan, ajanlık yapan hainlere engel olmak, onları etkisiz hale getirmek, devlet için kaçınılması mümkün olmayan bir vazifedir. Bu tür insanlara hürriyetin ana zemininde yer yoktur. Hürriyet ancak sorumluluk yüklenenler için bir haktır. Satılmışların, kölelerin, hainlerin, hürriyet iddiası istismardır. Hürriyet muhteşem bir süstür. Ancak herkese yakışmaz. Devleti ayakta tutan ana direklerden bir diğeri adalettir. Adalet; her hak sahibini hakkaniyet ölçüsüne uygun olarak hakkını teslim etmektir. Kutsal olan kanun ve devlet değildir. Kutsal olan hukuk ve adalettir. Devlet bir kuvvettir. Adil olmayan kuvvet zalimdir, zorbadır. Kuvvetler ayrılığı yoluyla zorbalık devletten uzaklaştırılamaz. Ancak hükümet edenler, hükümranlığı Allah adına kullanacak olurlarsa zorbalık devletten uzaklaştırılmış olur. İşte o zaman hakka rıza noktasında kuvvetle hukukun birlikteliği adaleti doğurur. Kanunla tarif edilmemiş hiçbir fiil hukuken suç sayılamaz. Kanunen suç sayılan fiillerin faillerini cezalandırmak ise devlet için bir görevdir. Çünkü suçluların cezasız kalmaları suçu meşrulaştırır. Ve suçsuzların suça yönelmelerine sebep olur. Suçluların cezasız kalmaları veya hafif cezaya çarptırılmaları topluma karşı işlenmiş bir zulümdür. Suçluyu şımartır ve suça teşvik eder. Suçluya işlediği suçtan daha fazla bir ceza vermek ise suç işleyene zulümdür. Suçluyu kindarlaştırır. İntikam peşinde koşturur. Suçluya işlediği suçun karşılığı olan cezayı vermek adalettir. Ancak o zaman ceza caydırıcı ve ıslah edici özellik kazanır. Bunun için yargı mensuplarının iyi eğitilmiş vicdanlı kimseler olmaları çok büyük bir önem arz eder. Vicdan insanı hürriyete, hür olmaya çağıran deruni bir sestir. Adaletin ortaya çıkmasını sağlayacak olan en etkin dinamiktir. Hükmünde adil olmayan yargıç köledir. Güç odaklarının veya temin edeceği menfaatin, alacağı rüşvetin veya ideolojik saplantısının kölesi. Bu tür yargıçlar; katı yürekli, kara kalpli, kararmış vicdanlı zalimlerdir. Yargı bağımsızlığı yargıçların zulmüne vasıta edilmemelidir. Bunun tedbirini almak devlet için bir görevdir. Zikredilen bu direklerden birisi sarsılacak olursa, güçsüzleştirilirse veya işlevsizleştirilirse, o memleket halkının işi artık Allah’a kalmıştır. Bu gerçeğin yansıması, mısralarla: “Ne bilem ne de kaldı Gemimiz deryada kaldı Esmedi bad-ı saba İşimiz feryada kaldı.” Şeklinde ifade edilir. Adaletin devlet ve millet hayatında hayatiyet bulması milletçe iman etmeyi ve iman ettiği gibi yaşamayı gerektirir. Çünkü insanı diğer bütün canlı yaratıklardan üstün kılan onun imanıdır. İman etmek insan için en başta gelen bir mükellefiyettir. Unutmamak gerekir, “nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.” Müslüman olduğu iddiasında bulunan insanın “Padişahı cihan olmak kuru bir kavga imiş, Bir veliye bende olmak cümle işten ala imiş.” 46 B Eylül B İslam dininin esaslarına göre hissetmesi, düşünmesi ve hareket etmesi gerekir. İslamın ahlak ve siyasetine kendisini tamamıyla adapte edemeyen insanın yalnız müslüman olduğunu söylemesi, o insana hiçbir şey kazandırmaz ve hiçbir mutluluk sağlamaz. Tasavvuf ve hilafetve Tasavvuf hilafet Tasavvufta halife seçimi liyakat esasına göredir. Hizmet gerekli olmakla beraber yeterli değildir. Eğer hizmet yeterliliği esas olsaydı o zaman Hz. Adem (a.s.)’dan meleklere secde etmesi istenirdi. Kuran ile sabittir ki, meleklerden Hz. Adem’e secde etmeleri istenmiştir. şahit olan isimlerden birisi de, Bayburt eski milletvekili Bahaddin Elçi’dir. Mürsel Hoca Efendinin halifelik haberi bütün müritler tarafından kısa bir zamanda öğrenilmiş ve hüsnü kabul görmüştür. Buna rağmen Gümüşhane eski milletvekili rahmetli Mehmet Orhan Akkoyunlu zannımca herhangi bir çatlak sesin çıkmasına mani olmak için bizatihi Sultanı ziyaret etmiş ve görevlendirmeyi kendisinden bire-bir öğrenmiştir. Akkoyunlu; Sultan ile aralarında geçen konuşmayı bize şöyle naklederdi: “Ne bilem ne de kaldı Akkoyunlu: Size emri hak vaki olunca, sizin yerinize kim geçecek? Hacı Şaban Efendi, Mürsel Hoca Efendiyi işaret buyurunca, Akkoyunlu: Yani sizden sonra bizler, halife olarak Mürsel Hoca Efendiyi mi tanıyacağız? Hacı Şaban Efendi “öyle ya” şeklinde cevap verir. Allah’ın izniyle maneviyatta Gemimiz deryada kaldı yapılan bu seçimden mürşidi kâEsmedi bad-ı saba mil haberdardır. Mürşit haberdar İşimiz feryada kaldı.” olduğu bu görevlendirmeyi müritlerine erkânına uygun bir dille açıklar. Mürşit halifeyi açıklamaya memur, müridan işitip, itaat etmekler mükelleftir. Tasavvuf edebi Akkoyunlu bu diyaloğu yeri bunu gerektirir. Aksi davrananlar geldikçe naklederdi. Ben kendisinden nefse ve şeytana tabi olanlardır ki bu hal fitnedir. bu diyaloğu en son Hacı Şaban Efendi (k.s.)’nin vefatında mahalle odasında oturma esnasında, kalabaMürşit hayatta iken müridandan bir ismin ha- lık bir cemaate naklederken duydum. Böylece şahitli lifeliğini açıklamamış ise o kol kesilmiş demektir. Bu ve ispatlı olarak Mürsel Hoca Efendinin hilafeti ilan takdirde müritler başka bir mürşit bulup, o mürşide edilmiş ve hüsnü kabul görmüştür. intisap etmelidirler. Yukarıda açıklandığı şekliyle maneviyatta Mürsel Hoca Efendiye halifelik verilmiş, Kolumuzun inşallah kıyamete kadar devam Hacı Şaban Efendi (k.s.) bu görevlendirmeyi beklet- edeceğini duymuşuzdur. meden müridana açıklamıştır. Bu açıklamaya bizatihi Onların sözleri ve davranışlarında bizler için hayati önem arz eden güzellikler vardır. Yapılması gereken mürşidini metheden mürit olma kolaycılığını terk edip, mürşidi tarafından methedilen mürit olma gayretini göstermektir. Mürit şeyhinden himmet ister, şeyhi ona “oğlum hizmet” der. İnsanı iki cihanda mutlu edecek yolların en güzeli itaat ve hizmet yoludur. Bu gerçeğin en güzel ve en veciz anlatımı Yavuz Sultan Selim’in şu mısralarında yankılanır; “Padişahı cihan olmak kuru bir kavga imiş, Bir veliye bende olmak cümle işten ala imiş.” Eylül B 47 SMS ve İnternet Çocukları-2 M. Emin KARABACAK G ebook c a f k ı rt yeter a m u l ğ a var. O y : n a ü b a d B ir a da b k yolla n i l , dışınd a ab a mı b l l a V : Ç o cu k sana! ünlük hayatta birçok işlerini telefonla halleden çocuklar, doğal olarak akıllı telefonlara bağımlı olmaları da normal olacaktır. Bu çocuklar kazara telefonlarını kaybederler ya da telefonları bozulursa kendilerini sanki her şeylerini kaybetmiş gibi hisseder. Kaybetme korkularına karşı bu çocuklar, telefonlarını yanlarından ayırmadıkları gibi sık sıkta kontrol etme ihtiyacı hissederler. Yatarken de telefonlarını ya başuçlarına koyarlar ya da yastıklarının altlarına koymaktadırlar. Uyandıkları zaman yaptıkları ilk işte yine telefonlarına bakacaklarından bu da zamanla nomofobi’ye dönüşmektedir. Araştırması ya da öğrenmesi gereken her şeyi bir parmakla yapana çocuklar, telefonlarda onlar için vazgeçilmezler arasında olacaktır. Değil bir günün bir saatine telefonsuz geçirmekten korkan bu çocuklar, zamanla nomofobik hale gelmektedirler. Peki, nedir bu momofobi? Peki, nedir bu momofobi? Nomofobi; iletişimden uzak kalma korkusu. Başka bir ifadeyle cep telefonu kapalı ya da ula- 48 B Eylül B şılmaz olduğunda insanlarda oluşan kaygı, kişinin eş dostla iletişimden yoksun kalma korkusu demektir. İletişimden yoksun kalmak demek ise; kişinin eş, dost ve çevresiyle temas halinden mahrum kalma ve ulaşılamama korkusudur. Çocuklar telefonlarını uyurken yastıklarının altına koyarak onu baş tacı yapmalarının nedeni de da bundandır. Çocukların geneli yatarken dahi telefonunu kapatmayı sevmiyor çünkü her zaman iletişim halinde olmak istiyor. Yine çocukların büyük bir çoğunluğu, telefonunun şarjı bittiğinde, kontörü-dakikası-TL’si bittiğinde, telefonunu kaybettiğinde veya kapsama alanı dışında kaldığında kaygıları artmaktadır. Telefon ve İnternet için Telefon ve İnternet için Nomofobi’nin Belirtileri:Belirtileri: Nomofobi’nin 1. Cep telefonunun yanında olup olmadığını sürekli kontrol ediyorsa 2. Elinden cep telefonu düşmeyip sürekli arama ve mesaj var mı diye bakıyorsa 3. Zamanın çoğunu internette girmeye bağlı olarak kendini uykusuz ve yorgun hissediyorsa 4. Sanal âlem dışındaki dünyaya karşı fazla duyarsızlaşıp ve sosyal hayattan zevk alınmıyorsa 5. Çocuk, gününü ailesi, akranlarıyla ya da ders çalışarak geçirmek yerine sanal âlemde tanımadığı insanlarla vakit geçiriyorsa 6. Okul başarısında gözle görülür bir düşüş varsa 7. Her konuyu internetten bakmaya ve alış verişi internetten yapılmaya çalışıyorsa 8. İnternet ve bilgisayar başında geçirilen süre sorulduğunda yalan söylüyorsa 9. Hemen kapatıyorum deyip de telefonu ve interneti bir türlü kapatamıyorsa 10. Telefonda SMS ve internetten mesajlaşmak, yüz yüze konuşmaktan daha kolay ve eğlenceli diyorsa 11. E postaya bakmak için içinden sürekli bir dürtü geliyorsa 12. Günlük yapması gereken işleri internete göre ayarlıyorsa 13. İnternete fazla kalınca suçluluk ve mutluluk arasına gidip geliyorsa 14. İnternetten yoksun kalınınca yoksunluk semptomları gösteriyorsa 15. Ve bu semptomlar içinde depresyon, sosyal fobiler, oto kontrollerinde zayıflama, dikkat dağınıklığı, çabuk sinirlenme gibi belirtileri varsa Özellikle Anne Babalar “Nomofobi” için Neler Yapmalıdırlar Önceleri anne babalar, iletişim kurma adına cep telefonlarına sıcak bakarlarken, zamanla internete de girilmeye başlanınca bakış açıları değişmeye başladı. Önceleri anne babalar, çocukların interneti okul başarısı için kullanacaklarını (ödevlerini, araştırmalarını) düşünürlerken, zamanla arkadaşlarıyla mesajlaşma, ileti gönderme, çevrim içi oyunlar oynama, sohbet odalarında tanımadığı insanlarla sohbet etme gibi şeylerde kullandıklarını fark etmeye başladılar. Yine telefon ve internet hayatın vazgeçilmezleri arasında görülmeyip iletişim ihtiyacını gideren bir araç olarak algılanmalı o şekilde kullanmak gerekir. Eylül B 49 B Çocukların telefon ya da bilgisayardan ne yaptıklarına, ne oynadıklarına, kimlerle mesajlaştıklarına, hangi sitelere girdikleri direk olmasa da takip edilmeli sıkıntı olmadığı takdirde müdahale edilmemelidir. Önceleri anne babalar, arkadaşına ya da sokağa çıkacağını söyleyen çocuklara; en azında güvenlik adına nerede ve kiminle buluşacağı gibi sorular sorulurdu. Oysa günümüzde ise çocuğu evde tutmak için bilgisayar ya da cep telefonundan internet sunulurken güvenlik taraması yapılmamaktadır. Bu amaçla çocukların telefon ya da bilgisayardan ne yaptıklarına, ne oynadıklarına, kimlerle mesajlaştıklarına, hangi sitelere girdikleri direk olmasa da takip edilmeli sıkıntı olmadığı takdirde müdahale edilmemelidir. Eğer sıkıntı varsa çocukla konuşulmalı gerekirse sözleşme yapılmalıdır. Amaç kontrol altına almaksa, sözleşme iki taraf içinde uygulanabilir bir plan olmalıdır. Kurallara uyulduğu zaman mükâfatın, uyulmadığı zaman yaptırımların neler olabileceği açık açık belirtilmelidir. Mesela internete girmek okul notlarının düşürdüğü takdirde internete girip girmeme tekrar değerlendirilerek gerekirse yasaklanacak diye açık açık yazılmalıdır. Çocuğun okul başarısını olumsuz etkilemiyorsa zaten problem yok demektir ve internete girmesi kontrol altına alınmış demektir. Malumunuz interneti ortadan kaldırmak mümkün değildir. Önemli olan da yasaklamak değil nasıl kullanılacağını öğretebilmektir. Bunun için öncelikle anne babalar, çocuklara cep telefonu ve internet kullanma konusunda olumlu şekilde örnek olmalıdırlar. Bunun içinde anne babalar: 1. Telefon günlük hayatın vazgeçilmezleri arasında olmamalı ve telefon kullanımını mümkün olduğunca en aza indirilmelidir. 2. Telefon kullanım konusunda bazı kriterler getirilmelidir. 3. Telefon günlük hayatta amaç değil iletişimde kullanılan bir araç olmalıdır. 4. Telefonla yapılan işler mümkün olduğunca kısa tutulmalı, keyfi ve gereksiz kullanımlardan kaçınılmalıdır. 5. Her konuda telefona sarılmamalı, gözü ve gönlü telefondan uzak tutulmalıdır. 6. Nomofobinin insan sağlığına zararları hakkında bilgi edinilmelidir. 7. Telefon ve internet kulanım konusunda çocuklara model olunduğu akıldan çıkarılmamalıdır. 8. Çocuklara zaman ayırabilmek için iş görüşmelerini eve taşımamalı ve gerekirse akşamları telefonu kapalı tutmaya gayret edilmelidir. 9. Eğer evde bilgisayar varsa bunu çocuk odasına koymalı ve bilgisayar herkesin rahatlıkla girip çıkabildiği bir odaya ve ekranı da görünür şekilde olmalıdır. Sonuç olarak telefon çağımızın getirdiği bir yeniliktir. Bu yenilik yerinde ve zamanında kullanıldığı zaman insanlığa faydalı bir hizmettir. Her şeyde olduğu gibi telefon kullanımının da fazlası zararlıdır. Onun için anne babalar telefon ve interneti yerinde ve zamanında kullanarak hem kendilerini hem de model olmadırlar. Yine telefon ve internet hayatın vazgeçilmezleri arasında görülmeyip iletişim ihtiyacını gideren bir araç olarak algılanmalı o şekilde kullanmak gerekir. Bunların yanında nomofobi hakkında bilgi edinmek, korku veya iletişimsizlik korkusunun üstesinden gelmenin ilk adımıdır. Çocukları sosyal aktivitelere katılmalarını, kitap okumak, yüz yüze sohbet ortamları sağlamak bağımlılığın engellenmesinde yardımcı olabilecektir. 50 B Eylül Müslüman Ülkeler Türkiye’yi Örnek Almalı Memduh ERGİN M rıl başa s a n u bun da nsanı i u e bura l t o ş İ d . a a n l A rış . a ve b a l r ı e girdi b y a e S r v ? ı e d d asireti kaçınb n n e ı t k k l ha me vga et se a k e l i lüm et ti u z e n i Devle dis rin et ken l v e eticile D n ö Y dı. . di tküsme ükûne s a n e o v e a d ırl a rşı sab a k lisi asl e n m e ü n m ö n zul şar ve e l ı d ete ba n a d y d i a ş d le sla iler. A d e m t pes e dılar. vurma Eylül B üslümanların evlerine ateş düşmüş, her yerden dumanlar yükseliyor. Her yer yangın yeri. İnsanlar canlarının derdine düşmüşler. İnsanlar korkularından evlerinden barklarından kaçmış, çöllere düşmüş durumdalar. Komşumuzda ne yaşanıyor tam olarak bilmiyoruz, ama duyduklarımız, gördüklerimiz tüylerimizi diken diken etmeye yetiyor. Sanki biraz da öyle olmasını istiyorlar gibi geliyor. İslam’ın imajını yerle bir etmek. Bir de bu durum Ortadoğu’yu istedikleri gibi tasarımlamak isteyen batılı devletlerin işine geliyor. Tıpkı El Kaide üzerinden yaptıkları gibi Ortadoğu’yu yeniden tasarımlamak istiyorlar. IŞİD’ın İslamiyet anlayışı baştan sona sakatlıklarla dolu. Peygamber türbelerini yıkıyorlar mesela. Ellerinden gelse Kâbe’yi yıkacaklarını söylüyorlar. Allah’ın evini yıkmayı düşünmek. İnsanları zorla Müslüman etmeye çalışmak. Sen kimsin haddine mi düştü. Cenabı Allah isteseydi zaten herkesi Müslüman yapardı. Bizim bir görevimiz varsa o da tebliğ, gerisi Allah’ın işi. Bunu ortalama bir Müs- 51 B lüman bile bilir. Hele İslamiyet’i kabul etmeyenlerin öldürülmesine ne demeli. Esirlerin kafasını kesmek. Bütün bunları İslamiyet adına yaptığını söylemek kocaman bir yalan. Bu yapılanların İslamiyet’le yakından uzaktan alakası yok. Tam tersine İslamiyet’i karalamak için bilinçli yapılıyor. IŞİD’in bu haliyle kimlere hizmet ettiği belli. IŞİD gibi terör örgütlerinin açtığı yangın başka yangınlara benzemez. Dışardan gelen saldırılara karşı tek vücut olup saldırıları savabiliriz. Ama içerden gelen ve bizdenmiş gibi gözükenlerin saldırıları kardeşi kardeşe kırdırır ki işte o zaman yarayı sarmak daha zordur. Ama her şeye rağmen bu yangının söndürülmesi lazım. İşimiz zor ama imkânsız değil. Yeniden büyük medeniyeti kurma hedefindeysek yapılması gereken şey önce Müslüman dünyasında barış ortamını sağlamaktır. Barışın sağlanması lazım. Barışı sağlamak şart. Bugünkü şartlarda barışı sağlamak kolay mı? Değil. Çünkü bizi bize bırakmıyorlar. Sürekli nifak tohumları atıyorlar. Yoksa biz Müslümanlar birbirimizi öldürmekten zevk almıyoruz. Bu yangın söndükten sonra evvel Allah gelecek çok daha güzel olacak. Bunu nerden mi biliyorum? Geçmişten. Dönüp bakın bir mazinize ne göreceksiniz? İslam medeniyeti esenliğin, mutluluğun, huzurun kaynağı olmuştur hep. Bizler bir hayalin, bir ütopyanın peşinde koşmuyoruz. Bizler hayalperest değiliz. Bizler yeni bir şeylerde söylemiyoruz. Daha önce başarıya ulaşmış muhteşem bir İslam medeniyetinin üzerinde oturuyoruz. Bugün bizim medeniyetimiz yangın yerine dönmüşse bu yangının temel sebebi yöneticilerdir. İslam devletlerine bir bakın devlet hep halkıyla mücadele halinde. Devlet başkanları baskı ve zulümle iktidarlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Biz Müslümanlardan da bu baskılara boyun eğmemiz isteniyor. İtiraz ettiğimiz de ise isyankâr, savaşçı ve barbar gösteriliyoruz. Bu kısır döngü yüzyıllardır devam ediyor. Devlet halkına zulüm eden bir yapıdan sıyrılıp halkına hizmet eden bir yapıya bürünmelidir. Bu da yöneticilerin zihniyet değiştirmesi ile mümkündür. Yani yöneticilerin kukla yöneticiler olmaması gerekir. Gerçek halkın iktidara gelmesi lazım. Gelirse ne olur, ne değişir? Ne mi değişir? Alın size en güzel örnek Türkiye. Devleti halkın içinden çıkmış halkın duygu ve düşüncelerini paylaşan insanlar yönetince kavga ve dövüşler bir nihayet buldu. Bakın ülkemize çok şükür kavga yok. Diğer ülkelerdeki kargaşadan eser yok. Üstelik bu ülke çaresizlere umut kapısı da oldu. Artık ezen değil, ezilenlerin gür sesi oldu. Dediğim gibi bütün mesele halkın iktidara gelmesidir. Peki, bu nasıl olacak? Kolay mı? Değil. Bunun kolay olmadığını maalesef çok acı tecrübelerle öğrendik. Yıllarca zorla ve baskıyla dış destekli olarak iktidarlarını sürdüren yerleşik düzen elbette ki iktidarını kaybetmek istemeyecektir. Bunun içinde her türlü vahşeti gözünü kırpmadan sergileyebilir. Acımasız olduklarından ve değer yargılarından yoksun olduklarından her türlü zulmü göze alabilirler. Nitekim de öyle olmuştur. İslam dünyasının içler açısı ortada. Bu içler açısı durum meydana gelmeden iktidarların el değiştirmesi mümkün müydü? Bilemiyorum, onu ancak Allah bilir. Geçmişte yapılanları bir kenara bırakıp bundan sonrasına bakmak lazım. Bundan sonrası için Türkiye modeli Müslümanların önünde örnek olarak duruyor. Müslüman dünyasındaki yaşananların benzeri Türkiye’de de yaşandı. Halkına düşman ve ona tepeden bakan ceberut devlet anlayışı bizde de vardı. Devlet için halk iki yerde lazımdı. Savaşta asker, tarlada ırgat. Halk sınıf atlamaya kalkıştığında ise burnu sürtülmek suretiyle kontrol edilmeye Onlar biliyor ki zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bir de anlamsız kavgaların içinde yer almadılar. Bizler biliyoruz ki kavga ile bir yerlere varamayız. 52 B Eylül B Bunun en güzel örneğini rahmetli Erbakan Hoca göstermiştir. 28 Şubat sürecinde gösterdiği basiret ile devlet millet arasındaki uçurumun iyice açılmasına engel olmuştur. Devletin bütün baskılarına rağmen o, soğukkanlı kalmayı başarmıştır. çalışıldı. Askeri darbeler niye yapıldı. Dış destekli yöneticilerin bu ülkedeki görevleri halkı siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan geri bırakmaktı. Bunu da bu zamana kadar kısmen başarmışlardı. Ta ki bugüne kadar. Sistemin içine bir şekilde sızan Anadolu insanı artık devleti yönetmeye başlamıştır. Denge halk adına değişmeye başlamıştır. Artık devleti halkın içinden çıkmış Anadolu insanı yönetiyor. Anadolu insanı bunu nasıl başardı? Sabırla ve barışla. İşte burada halkın basireti devreye girdi. Devleti ile kavga etmekten kaçındı. Devlet kendisine zulüm etse de ona küsmedi. Yöneticilerin zulmüne karşı sabırla ve sükûnetle dayandılar ve en önemlisi asla pes etmediler. Asla şiddete başvurmadılar. Onlar biliyor ki zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bir de anlamsız kavgaların içinde yer almadılar. Bizler biliyoruz ki kavga ile bir yerlere varamayız. Bunun en güzel örneğini rahmetli Erbakan Hoca göstermiştir. 28 Şubat sürecinde gösterdiği basiret ile devlet millet arasındaki uçurumun iyice açılmasına engel olmuştur. Devletin bütün baskılarına rağmen o, soğukkanlı kalmayı başarmıştır. Erbakan Hoca isteseydi o gün milyonları sokağa döker, belki de binlerce kişinin ölmesine sebep olabilirdi. Ama yapmadı. O Müslümanlara soğukkanlılığı tavsiye etti. Devletle inatlaşmaktan kaçındı. Ve nihayet sonunda kazanan millet oldu. Başbakan oldu. O başbakan olmakla bizlere şunu gösterdi. “Sabır edin, eninde sonunda kazanan siz olacaksınız” dedi. Nitekim öyle de Eylül B oldu. Bugün devlet ile millet kaynaşmaya başlamışsa bu o günkü Erbakan Hoca’nın basireti ile olmuştur. Soğukkanlı olursak eninde sonunda kazanan bizler oluyoruz. Son 200 yıldır yaşadıklarımıza bakın hep başka medeniyetlerle ya da birbirimizle savaşmakla geçti. Başka medeniyetlerle yapılan savaşlara bir şey demem ama birbirimizle yaptığımız savaşların sebeplerine bir bakın incir çekirdeğini doldurmayacak sebepler. Kürt- Türk, Alevi Sünni, Sağ- Sol. Hep kardeş kavgası. Başımızdaki kukla idareciler iktidarlarını kardeşi kardeşe kırdırarak devam ettirmişlerdir. Bu kavgadan kurtulmanın tek yolu tekrar kardeş olmaktır. Dediğim gibi sorun yöneticiler. Yöneticiler halkın içinden çıkan kişiler olduktan sonra gerisi kolaydır. Şimdi bizlere düşen bu barış ortamının kardeşlik hukukunun güçlenmesini daha sağlam ve kalıcı temeller üzerine oturmasını sağlamaktır. Hakikaten toplumsal barışı sağlamak zor ve emek ister, sabır ister. Bu barış ortamının sağlanmasında hiç şüphesiz Recep Tayyip Erdoğan’ın çok büyük payı olmuştur. Hakkını teslim etmek lazım. Allah ondan razı olsun. O ilk adımı attı. Zaten zor olanda ilk adımı atmaktı. Evet, geçmişte çok büyük acılar yaşandı ama geride kaldı, kalmalı. Onları kaşımanın kimseye faydası yok. Hep birlikte unutmaya çalışalım. Evet, bizler bugünlerde bunun ilk adımını attık ve faydasını da gördük. Bu gün bu coğrafya da sakin kalmayı başaran tek ülke olmamızı neye borçluyuz. Elbette ki kardeşlik hukukuna. Bizler kardeşlik hukukunu tekrar hatırladık. Bir ve beraber olmamız gerektiğinin farkına vardık. Farklılıklara tahammül edip onları bir zenginlik olarak görebilmemize borçluyuz. Tek tip toplum yoktur. Olamaz. Tek tip toplum oluşturmaya çalışmak kanlı bir maceraya atılmak demektir. Dünya bunu çok acı tecrübelerle öğrendi, terk etti ama biz hala diretiyoruz. Allah insanları kavim kavim yaratmışken bizler onları tek tipleştirmeye çalışıyoruz. Allah’ın kanuna karşı gelmiş oluyoruz. Oysa tek tipleştireceğimize Allah’ın dediği gibi birbirimizi tanımaya çalışsak hiçbir sorun yaşamayız. 53 Allah’ın Rahmet Kapısına Teşvik Ciddi olarak Allah’a isyan etmekten kaçın. O’nun rahmet kapısına devam et. Bütün gücünü ve kuvvetini Allah için harca. Taatında sarfet. Yalvar, ihtiyaçlarını O’na arz et. Başını önüne eğ, kork, Hak’kın gayrına nazar etme. Hevaya koşma, yaptığın işlere karşılık bekleme. Ne dünyayı iste. Ne de ahiretin güzelliklerini taleb et. Hiçbir şeyden Hak taleb etme, kendini bir kul gör. Şunu iyi bil ki; kul ve elindeki bütün mal mülk efendisinindir, hiçbirine karşı hak iddiasında bulunamazsın. Edepli ol... Hak katında her şey ölçülüdür. Ne geç olacak erken olur, ne de erken gelecek sonraya kalır. Zamanı gelince nasibin gelir. İstesen de istemesen de hakkını alırsın... Senin için gelmesi mukadder olan şeylere hırs göstermen yersizdir. Senin için olmayan, başkasının hakkı olan şeylere, hasret çekmen yakışıksızdır. Halen kimseye mal olmayan şeyler iki kısımdır: Birincisi senin olması ihtimalidir. Eğer böyle ise o şeye neden hasret çekip üzüntü duyarsın. Bugün olmasa dahi, yarın o senindir. Nasıl olsa bir gün ona kavuşursun. İkincisine gelince, senin olmayacak şeylerdir. Bu durum ciddi ise, yine üzüntün ve çektiğin yorgunluk boştur. Nasıl olsa sana gelmez. Onun ardından koşman sana ne fayda sağlar. Sana, ancak boş yere zahmet çekmek kalır. 54 Allah yolunda, ne gibi bir terbiye tavrı takınmak gerekse onları bulmağa çalış. Bulunduğun halde Allah’a kulluk et. Hazır vaktini O’nun yoluna harca. Başını ondan başkası için eğme. Gözlerini O’ndan gayrı şeye atma. Allah-ü Taâla şöyle buyurdu: - “Gözlerini, dünya adamlarına verdiğimiz nimetlere uzatma. Onlar geçici şeylerdir. Dünya süsüdür. Biz onları tecrübe ediyoruz. Rabbın sana verdiği, hem devamlı, hem de sonsuzdur.” Bu Âyet-i Kerime’nin hükmüne göre, Hak’tan gayrı şeylere bakman yasaktır. Ne olursa olsun, dünya için sana yetecek kadar rızık verilmiştir. Asıl vazifen ahiret için azık hazırlamaktır, ona çalış. Bilemezsin, belki dünyalık işlerin bol olsa imanın elden gider, helak olursun... Mesela: Her şeyi iyi ölçülere vurmayı bilerek dünya nimetlerinden sayılan güzel bir kadın alırsın. (Bu mutlaka lazımdır) Buna ihtiyacın vardır. Bu ihtiyacın giderilmesi bir çok güç şartlara bağlıdır. Bu güçlükler elindeki şaşmaz kıstasa göre olursa, kolay olur. Evvela biraz tuhaf görünürse de, sonra kirden temiz, saf, güzel bir mükafat olur. Bu sayede kendini kötü yoldan, kinden, öfkeden, onun bunun namusuna bakmaktan kurtarmış olursun. Yine elindeki sağlam ölçülerle yürüdüğün takdirde, çoluk çocuk yükleri sana hafif gelir. Elbetteki bu hafiflik, Allah yolunda olduğun müddet devam eder. Allah-ü Taâla yolunda olan kullarını haber verirken, ev halkını islah ettiğini de haber vererek: - “Biz, ona zevcini yarar hale getirdik.” Muhakkak ki, ilahi saltanat hükmünü sürer. Senin dua etmen veya etmemen, onda bir şey arttırmaz veya eksiltmez; ama senin için çok önemi vardır. Yapacağın bir dua ile, zararlı şey zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş görebilirsin. İşte bu sebepten her zaman dua et ve Allah’a her zaman yalvar. 55 Bu dua işi, yalnız aile hayatını korumakla değil, dünyada bütün nimetlerde aynıdır. Elbette ki, hak ölçülere bağlı olarak, tabii ihtiyaçların hepsini tatmin edeceksin. Yemeklerini muntazaman yiyecek ve giyeceğini zamanın ihtiyacına göre temine çalışacaksın. Bunları yaparken ilahî emri takip ettiğin için maddi ve manevi mükafât alırsın. Kıldığın namaz, tuttuğun oruç, yaptığın haç gibi faydalı ibadetlerden daima iyilik bulursun. İhtiyacından artan şeyleri, ayrıca sarfedersen daha faydalı olur. Bunları sarfederken evvela fakir, ihtiyaçlı dostlarını, yakın komşularını ve diğer fakir din kardeşlerini gözetmelisin. Bunlara verirken elindeki malını ona göre hesaplarsın. Herkese halince verirsin, kendi ihtiyacını da göz önünde tutarsın. Her: - “ Muhtaçtır..” Denilene bol keseden verme. Haber, görme gibi değildir. Gör, tahkik et, ondan sonra ver. Hr işlerinde olduğu gibi, bu işlerde de manevi yolu elden bırakma. Şüpheli şeylere karışma. Daima açık kalpli ve doğru ol. Sabırlı ol,sabırlı... Allah’ın rızasını gözet, rızasını... Kalbini muhafaza et, kalbini... Huzur içinde yaşa,huzur içinde... Şahsiyetini elde tut, elde... Sessiz olmaya çalış, sessiz... Daima yerinde konuşmaya alış, uygunsuz şeylerden çekin. Kurtuluş yollarını ara... Uçurumlardan sakın. Ruhî ve derunî kuvvetler önünde başını eğ; kalb alemine dal... Utan... Utan... Allah... 56 Allah... Allah... Sonra yine Allah... Taa, iş sonuna varıncaya kadar böyle... O zaman ölmeden evvel ölürsün, o devreye kadar çektiğin elemler sona erer. Îlahi rahmet, fazilet denizine girersin. Orada temiz olunca çıkarılırsın. Çıkınca, çeşitli nurlar gönlüne dolar. Bilinmeyen sırlara sahip olursun. Hiç kimsenin bilemiyeceği sırları öğrenir, garip diyarlar görürsün. Daha sonraları, rahmet kapıları önünde perde perde açılır. Sen orada, aldığın ilhamlarla açık açık konuşmağa başlarsın. Benliğin ölmüştür. Bu durumda ilahi varlık seni tamamen kapamıştır. Bu halde, sana verilen artık Yokluğu olmayan bir zenyenemez. Yüksekliğine kimse Dünyalık nimetlerin Elinde az da olsa seni geğın mevcuttur. Bu arada kanaat sahibi olmaktır. Haline razı ol, al. Her şeyi Hak’tan ğa gayret et. Yolun gayretini Hak yoistediğin ve her ardevam etsin. Anket edersen doğkündür. İyiliğe bu dünya gerekse ahirızasını kazandıktan Âyet-i Kerime de me- alınmaz. ginliğe erişirsin. Kuvvetini kimse erişemez. çoğalmasına ne hacet var. çindirecek kadar dünyalısana gereken en önemli iş Senin dua etmen veya etmemen, onda bir şey arttırmaz veya eksiltmez; ama senin için çok önemi vardır. Yapacağın bir dua ile, zararlı şey zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş görebilirsin. fazlasını isteme, gelirse bil. Helalinden almaböyle olsun. Bütün lunda sarf et. Her zun Allah yolunda cak bu şekilde hareruyu bulman mümyoldan varılır. Gerek ret güzelliklerini, Allah sonra bulabilirsin. Bir alen şöyle buyurulur: - “Onların yaptıklarına mükafat olarak, öbür alemde verilecek nimetlere kimsenin aklı ermez. O göz kamaştırıcı nimetleri hiçbir nefis bilemez.” Beş vakit namazı, vaktinde eda etmekten daha güzel bir şey olamaz. Günahları bırakıp, Hak yoluna girmekten daha hayırlı bir şey tasavvur edilemez. Bizim anlattıklarımızdan daha yararlı bir söz söylenemez. Allah, bunları yapmayı bizlere nasip etsin. Cümlemizi, sevdiği yolda muvaffak buyursun. Futuhu’l Gayb Abdulkadir Geylani Hazretleri (k.s.) 57 ANKARA’DA BİR GÖNÜL MİMARI Muhterem Hacı Gedikli Ağabeyimiz Emre TOPOĞLU A acı Ge H m e ter ne e Muh n ı abilir, t z a a l y n u a B zı ... ocamı gimizi H v i e l s k i n d la da erine o cımız, kısa l i d n e k a iz u ay am ile de olsa, s b k a c le An ki cüm larımıza ha i r i b , t os , olsa a olan önül d d g i m l ı r k e ba d eğ üzün, yoğun m a ü d r ğ ı ü z y li ha bir Bü rından a m l e r r a e t m mi , Muh gönül imizin y n ı e n b ’ a a Ankar ı Gedikli Ağ olmanızı ac berdar a olan H h n a und aktı. durum sağlam 58 B nkara, yaklaşık otuz yılı aşkın bir süredir bize kucağını açmış bir şehir. Zaman zaman ayrılsak da kendisinden, sonunda yine bize kollarını açan şehir. Kimilerine göre bürokrasinin gri yüzünü yansıtan, durağan ve sıradan, kimilerine göre fırsatların ve imkanların başkenti. Bu şehir öyle İstanbul gibi, ne istediğinden emin olanlara, ne isterse istesin veren bir yer değil, evet. Gerçekten diğer büyükşehirlere nazaran belirli bir nizamı olan, belki biraz resmi, belki biraz soğuk. Çizdiğimiz tüm bu gri tabloyu dağıtan, rengarenk bir hale sokan, insanı bu şehre sıkı sıkıya bağlayabilecek bir sebebi paylaşalım istedik sizlerle bu ay. Şu an yoğun bakımda olması sebebiyle, bir gönül mimarından bahsedip, iklimine girelim istedik. Ankara’yı bilenler Yenimahalle semtinde farklı mimarisi ve rengi ile dikkat çeken Sami Efendi Külliyesi’ni hatırlarlar. Gidenler çok defa müşahede etmişlerdir ki, külliyenin bulunduğu bölgede adeta farklı bir çekim gücü vardır. Manevi atmosfer sizi Eylül B anında sarıp farklı bir iklime götürmektedir. Hele bir de Muhterem Hacı Gedikli Hocamızı ziyaret edebildiyseniz, Ankara’ya neden bağlandığınızı, neden bu kadar Ankara tutkunu olduğunuzu, aynı duygulara sahip birisi olarak çok iyi anlayabiliyorum. Genel olarak sert mizaçlı bir yapısı olduğu söylenir. Fakir, sert mizaçlı olduğunu bir türlü kabullenemedim. Gözleri ile gülümsemesine şahit olup da, sert mizaçlı olduğunu söylemek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Fakir ile aynı düşünceye sahip olanların sayısının da bir hayli fazla olduğu noktasında şüphe taşımamaktayım. Yalnızca, yüklendiği ağır manevi sorumluluğun verdiği ciddiyet yüz hatlarına yansıyor sanki. Ancak celali yüz ifadesinin altında cemali bir ruh taşıdığı da anlaşılamayacak kadar zor değil zannımca. Kendileri ile sohbet etmek ayrı bir haz veriyor insana. Bazen Zat-ı Alileri konuşurken, içinizden engel olamadığınız bir ses, bunca farklı konu hakkında nasıl bilgi sahibi olabilir, güncel konulara bu kadar nasıl hakim olabilir diye beyninizi kemiriyor. Ancak bir süre sonra alışıyorsunuz bu duyguya, zira aklınızdan geçirdiğinizi bazen doğrudan yüzünüze söyleyiveriyor, bazen de ima ediyor. Bir Allah dostunu nasıl tanırsınız sorusunun en güzel yanıtı sanırım, Allah Rasulü Efendimizin (SAV), ”En hayırlı dost kimdir?” diye sorulan soruya verdiği cevabında gizlidir; “Gördüğünüzde size Allah’ı (C.C.) hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, ameli de size ahireti hatırlatandır”. İşte biz bu sebeple kendisini çok sevdik, bu söz gereği kendisine bir anda bağlandık ve bu söz gereği dolduramadığımız boşluğu deruni bir sızı bıraktı içimizde... Zira ben, biz, onlar, Zat-ı Alilerini görünce, insanı hafif hafif okşarcasına tokatlayan sohbetini dinledikçe, ibadet aşk ve şevkini gördükçe, kendimize çeki düzen verme gayreti içerisine giriyor, hakiki hayat gayemizi hatırlıyoruz. Rabbim böyle güzel insanların sayısını arttırsın, uzun ömürler versin ve başımızdan eksik etmesin. Biliyor ve inanıyoruz ki, kendileri sevgiliye kavuşma arzusu ile yanmakta ve dar-ı bekaya irtihali, Mevlana gibi şeb-i aruz olarak görmekteler. Ancak Hiçbir gerekçeniz olmadan kapısını çaldığınızda, uygun iseler öylece girip oturuveriyorsunuz. Hacetinizi anlatmanıza gerek yok. Çünkü kendileri bir iki dakika içerisinde sizin bir şey söylemenize gerek kalmadan, oraya o an gitmenize sebep olan konuya ilişkin öyle güzel açıklamalar yapıyor ki, boş olarak girdiğiniz kapıdan ağzına kadar dolu olarak çıkıveriyorsunuz. Eminim kendileri ile birçok farklı ve güzel anısı olan belki imkan olmadığı için belki de özel kalmasını istediği için anlatmayan yüzlerce insan var. Fakir dahi şöyle bir iki dakika düşününce, yaşadığım ya da dinlediğim onlarca anı, şu an taptaze zihnimde. Ancak bunları belki farklı bir yazıda sizlerle paylaşmak niyetiyle son sözümüzü söyleyelim. Eylül B bizlerin kendilerinin rahle-i tedrisinde kat etmemiz gereken daha çok uzun yolumuz var. Rabbim Şafi ismi hürmetine kendilerine acil şifalar bahşeylesin ve sevenlerine bağışlasın inşaallah. Bu yazı ne Muhterem Hacı Gedikli Hocamızı anlatabilir, ne kendilerine olan sevgimizi... Ancak bu ay amacımız, kısa da olsa, bir iki cümle ile de olsa, siz değerli gönül dostlarımıza halihazırda yoğun bakımda olan, Muhterem bir Büyüğümüzün, Ankara’nın gönül mimarlarından olan Hacı Gedikli Ağabeyimizin, durumundan haberdar olmanızı sağlamaktı. Bu vesile ile Zat-ı Alilerine, çok ihtiyacı olan sevenleri adına, dua etmenizi istirham ediyoruz. 59 Nurlu Sözler Aydın BAŞAR L ise yıllarındaydım. Omuzlarımda sizlere anlatamayacağım türden bir yığın dert vardı. Onu bana lütfeden sabrını da lütfetmişti. Kırılgan ve iyi niyetli bir gençlik dönemi yaşıyordum. Birisi yanımdan geçerken selamımı almasa ya da biraz isteksiz alsa bunu saatlerce kendime dert edinirdim. theyle e f a ş a anb yi başt e k l ü “Bir Nur! ğa din ey nsan lı i n ü t bü caktır a l o n …” Nuru düstur CU KURU i v l U Ali Bir ramazan akşamıydı… Ramazan olmasına rağmen bir buhran hali içerisindeydim. Alelacele abdestimi alıp evden çıktım. Teravih için Meydan Camii’ne doğru yürüdüm. Aslında Paşa Camii evimize daha yakındı fakat genellikle Ulu Camii’ne veya Meydan Camii’ne gitmeyi tercih ederdim... Paşa Camii’ni geçtikten sonra arkamdan koro halinde “Aydın” diye bir ses duydum. Garip bir sesti. Caminin avlusunda top oynayan çocukların sesidir diye düşündüm. Dönüp baktığımda avluda kimseleri göremedim. Bunu bir işaret kabul ederek Meydan Camii’ne gitmekten vaz geçip Paşa Camii’ne yönel- 60 B Eylül B dim. Namaz sanki göz açıp yumuncaya kadar kılınmıştı. Namazdan sonra avizenin altında boynumu bükmüş otururken beyaz tenli, temiz yüzlü bir ağabey yanıma yaklaştı. Selam verdikten sonra isminin Murat olduğunu, tıp fakültesinde okuduğunu ve bir cemaat evinde kaldığını söyledi. Beni medrese dedikleri evlerine çay içmeye davet etti. Namaz öncesinde yaşadıklarımın bir sevk-i ilahi olduğunu düşünerek teklifini kabul ettim. Eve gittiğimizde ilk olarak içerisinde çok sayıda kırmızı kaplı kitap bulunan bir salona girdik. Orada birkaç ağabeyle daha tanıştık. Lokum, çay ve portakal ikram edildi. Sonra içerisinde yine kırmızı kaplı kitaplar bulunan başka bir odaya geçtik. Bu sözler tabiri caizse bana bir ilaç gibi gelmişti. Hani bir hastalık yaşar da ardından vücudunuz bir ter atar da sonrasında rahatlarsınız ya… O hastalığı hiç yaşamamış gibi olursunuz. İşte öyle bir hal almıştım. Az önceki sıkıntılı halim gitmiş yerini bir rahatlamaya bırakmıştı. Aslında bu dersi almazdan önce de çektiğim sıkıntıların bir imtihan olduğunu bilirdim. Hatta hücrelerime kadar bütün varlığımı iman ve Kur’an yoluna adamaya çocuk denilecek yaşta karar vermiştim. Fakat o an itibarı ile sarsıntılı bir gençlik çağı yaşıyordum ve bu benim için kolay olmuyordu. İşte böyle zor bir dönemde, “Nurlu Sözler” kurak toprağımı ıslatan bir rahmet yağmuru gibi yetişti. Müjdeler, sevinçler, bereketler getirdi. Bu sözlerle teselli bulup, imanın lezzetini yeniden tatmaya başladım. Murat Ağabey bu kitapların Bediüzzaman Said Nursi’ye ait Risale-i Nur külliyatı olduğunu söyledi. Onların içinden “Sözler” adlı bir kitabı seçip gayet yumuşak bir üslupla okumaya başladı: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır” Allah’ım bu ne kadar güzel ve etkileyici sözlerdi. Başka kitaplarda okuduklarıma benzemiyorlardı. Kendisine has bir tılsımı vardı. Her cümlesi, her harfi adeta hedefi on ikiden vuran bir ok gibi kalbimin tam orta yerine isabet ediyordu. Kalpten söylenen sözler yine kalplere ulaşıyordu. Murat Ağabey okumaya devam ettikçe o ana kadar biriktirdiğim sorular da bir bir cevap buluyordu. O an kanaat getirdim ki bu sözler beni buhranlardan kurtardığı gibi asrın ve neslin buhranları için de bir şifa ve bir çare olacak… Murat Ağabey’in okuduğu Birinci Söz’de bedevi Arap çöllerinde seyahat eden biri mütevazı diğeri mağrur iki yolcunun hikmetli hikâyesi anlatılıyordu. Bunlardan mütevazı olanı hadsiz düşmanlarla ve tehlikelerle dolu çölde bir reisin ismini alarak dolaşmış, her gittiği yerde şakilerin saldırısından emin olduğu gibi girdiği çadırlarda da o reisin namı ile hürmet görmüştü. Mağrur olanı ise bir reisin ismini almaya tenezzül etmediği için yolda zelil ve perişan olmuştu. “İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.” Eylül B 61 B Murat Ağabey bu hikâyeyi, itibarlı bir kimsenin kartvizitiyle işlerini halleden adam örneği ile açıklıyor, aynen öyle de bismillah diyenin bütün işlerinin asan olacağını söylüyordu. Ve o kırmızı kitaptan okumaya devam ediyordu: “İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.” Üstad’ın da buyurduğu gibi bin bir endişe ve tasayla dolu şu dünya hayatında “Bismillah” deyip bu endişelerden sıyrılmak gerekirdi. Ne vakte kadar korkularla hayatımızı mahvedecektik. Bu sahrada yalnız olmadığımızı bilmeli ve O’nun yakınlığını her daim üzerimizde hissetmeliydik. Dersin devamında Murat Ağabey ateşin Hz. İbrahim aleyhis selam’ı yakmadığı gibi güneşin de tütün kâğıdı gibi ince yaprakları kurutmadığını, nazik köklü bitkilerin kaya gibi sert toprakları delerek kök saldığını, incir çekirdeğinde incir ağacının programının gizli olduğunu anlatan bölümleri de okuyup güzelce izah etti. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu ilk dersi hiçbir zaman unutmadım. O gece eve dönerken Rabb’imizin büyüklüğünü ve sonsuz kudretini düşündüm. Böyle büyük bir Halık-ı Rahim nelere kadir değildi ki. Onun güç ve azametinin sınırı yoktu. Büyük küçük her şeyi sonsuz ilmiyle kuşatmıştı. İnsanı, evreni ve tüm mahlûkatı kusursuz yaratmıştı. Böyle yüce bir Rabb-i Rahim’e nasıl kulluk edilmezdi. Nurun şubeleri Nurun şubeleri Bundan birkaç zaman sonra yan sınıftan bir arkadaş beni Çerkez’in Kahvesi’nin üst katındaki bir nur dershanesine götürdü. Bu seferkiler bir önceki tanıştıklarımdan farklıydı. Yeşil takke takıyorlardı ve onlara Yazıcılar deniliyordu. Onlar da nurun onlarca şubesinden biriydi. Nur cemaatlerinden bir diğeriyle de lisenin son senesinde gittiğim dershane vesilesiyle tanıştım. Orada bize rehberlik eden saf ve temiz bir insan olduğunu zannettiğim bir geometri hocamız vardı. O hocamız bizi Işık apartmanındaki abilerle tanıştırmıştı. Bir müddet o apartmandaki abilere gidip gelmeye başladık. Onlar üniversite öğrencileriydi ama yemeklerini ve vakitlerini bizimle paylaşıyor, bize bol bol çay ve bisküvi ikram ediyorlardı. Namazdan sonra okudukları esma-i hüsna ve tesbihatları da tıpkı yemekleri gibi tatlı oluyordu. O sene dershane vesilesi ile Sivas’taki bazı yurtlarda ders çalışma kampına katıldık. Bir pikniğe bir de İstanbul gezisine iştirak ettik. Beraber az çok bir şeyler paylaştığım bu insanlarda da güzellikler gördüm. Daha sonraki yıllarda nurcuların daha farklı kolları ile de tanıştım. Düzenli olarak devam ettiğim hiçbir nurcu grup olmadı. Çoğuna sadece bir defa ya da iki defa gitmek nasip oldu. Onlarla organik bir bağım olmamakla beraber nurcuları ve onları sevenleri hep sevdim. “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır” 62 B Eylül B İman hakikatlerini anlatan ve çağımız insanının sorularına cevaplar veren Risale-i Nurları ise her zaman çok faydalı buldum. Onlardan elimden geldiğince istifade etmeye çalıştım. Kanaatime göre bu eserlerin en önemli özelliklerinden birisi günümüz insanının hususiyetleri göze alınarak yazılmış olmasıydı. Şöyle ki eskiden bir hoca veya bir âlim dini bir meseleyi anlattığı zaman umumiyetle insanlar onun sözlerine inanırlar ve onu öylece kabul ederlermiş. Günümüzde ise şüphecilik cereyanları yaygınlaştığı için insanlar her şeye hemen inanmıyorlar. Nedenini niçinini merak ediyorlar ve tahkiki bir açıklamaya gereksinim duyuyorlar. İşte Risale-i Nur bu tahkiki izahları yaparak dini meseleleri iki kere iki dört eder derecesinde ispat ediyor. Risale-i Nur bu asra bakan bir Kur’an tefsiri olması hasebiyle yani suyun kaynağına işaret etmesi yönüyle bu yüz yılın derdine derman olan ilaçları içinde bulunduruyor. Onun kıymeti klasik anlamda olmasa bile bir Kur’an tefsiri olmasından kaynaklanıyor. Çağımızın en büyük hastalığı olan imansızlık hastalığının reçetesini sunuyor. O bir taraftan şüpheleri bertaraf ederken diğer taraftan da “Bu çağda İslam nasıl yaşanır” sorusuna en güzel bir şekilde cevap veriyor. Makam-ı Makam-ı Hızır Hızır Risale-i Nur ölüm, haşir, kıyamet, ahiret, mizan, cennet, cehennem gibi konularda merakları gideren ve sadırlara şifa olan açıklamalar yapıyor. Bunun gibi insanların aklına takılan birçok konularda şüpheleri gideriyor. Mesela; “Hazreti Hızır aleyhis selam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?” sorusuna Mektubat’ın başında şöyle cevap veriliyor: “Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler. Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki çok kayıtlarla mukayyettir. İkinci tabaka-i hayat: Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas aleyhimes selam’ın hayatlarıdır ki bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. BiO bir âlim ve deha zim gibi beşeriyet levazımatıyla olmanın da ötedaimî mukayyet değillerdir. Basinde inançsızlık zen, istedikleri vakit bizim gibi akımlarına karşı yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür demücadele eden bir recesinde, ehl-i şuhud ve keşif dava adamı ve bir olan evliyanın Hazret-i Hızır ile “İman Kahramamaceraları bu tabaka-i hayatı nı”ydı. tenvir ve ispat eder. Hatta makamat-ı velâyette bir makam vardır ki “makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat Bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.” Sevgili okuyucu. Bu kısa yazıda Risale-i Nur ile nasıl tanıştığımı ve deryadan katre misali onun bazı özelliklerini anlatmaya çalıştım. Elbette ki bu anlattıklarım, bedeli karakollar, hapisler ve sürgünlerle ödenen bir kitap için oldukça az ve yetersizdir. Biz bu kadarını yazmakla kendi çapımızda bu eserlere dikkat çekmek ve insanları onu okumaya teşvik etmek istedik. Eserleri ile iman hakikatlerini anlatan Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı ve mücadelesi ise en az eserleri kadar insanlığa yön vericidir. O bir âlim ve deha olmanın da ötesinde inançsızlık akımlarına karşı mücadele eden bir dava adamı ve bir “İman Kahramanı”ydı. Eylül B 63 Bir dava adamı potresi; İzeddin el-Kassam Filistin cihadının kilometre taşlarından ve bu topraklarda İslâmi kimliğin korunması yolunda çok yönlü mücadele eden önderlerden olan ve son zamanlarda İsrail’e yaptığı direniş ile adından söz ettiren İzzeddin El-Kassam Tugayları’nın manevi önderi İzzeddin el-Kassam İZZEDDİN EL-KASSAM KİMDİR?* İzzeddin el-Kassam, 1880’de Suriye’nin Lazkiye şehrine bağlı bir sahil ilçesi olan Cebele’de dünyaya geldi. İlk öğrenimini doğduğu yerde yaptıktan sonra 1896 yılında Mısır’daki el-Ezher Üniversitesi’nde tahsil görmeye başladı. El-Ezher’de öğrenim gördüğü süre içinde Mısır’daki İslâmi hareketin ileri gelenleriyle ilişkide bulundu. 1906’da buradaki ilmi tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli yerlerde davet ve eğitim faaliyetleri yürütmeye başladı. 1909 yılında büyük alim İzzeddin Tennuhi’nin derslerine ve sohbetlerine katıldı. İZZEDDİN EL-KASSAM TÜRKİYE’YE NEDEN GELDİ? Kısa bir müddet Cebele’de ikamet etti. Daha sonra Türkiye’ye geldi. İnsanları hayra yöneltmek için bir sene kadar vaaz ve irşadda bulunup tekrar Cebele’ye döndü. Bu dönemde kısa bir süre Cebele’de Kur’an, tefsir, fıkıh gibi ilimleri okuttu. 64 B Eylül B O sadece ders vermekle yetinmiyor, aynı zamanda gençlerin terbiyesi ile de ilgileniyordu. Hali, tavrı, güzel huyu davetini destekliyordu. Bu itibarla Şeyh İzzetin Kassam o dönemde Suriye’nin maddi ve manevi mimarlarının başında geliyordu. İZZEDDİN EL-KASSAM ÖMER MUHTAR’IN MÜCADELESİNE YARDIM ETTİ Şeyh Kassam, davet faaliyetleriyle uğraşırken İtalyanlar Libya’nın Trablusgarb şehrini işgale kalkışmışlar, Ömer Muhtar ve beraberindeki mücahitler de onlara karşı direnişe başlamışlardı. İzzettin Kassam Suriye’de Ömer Muhtar ve beraberindeki mücahitler için yardım toplamaya başladı. Topladığı yardım büyük meblağlara ulaştı. Halk yardım kampanyasına bütün imkanlarını seferber ederek katıldı. Şeyh İzzettin Kassam ve yetiştirdiği mücahitler Ömer Muhtar’a yardım etmek için deniz yoluyla Trablusgarb’a ulaşmak üzere İskenderun’a geldi, ancak kırk gün kadar beklemelerine rağmen yola çıkamadılar. O zamanki Suriye hükümeti, mücahitleri geri çağırma emri çıkararak cihada katılmalarını engelledi. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA FRANSIZLARA KARŞI SAVAŞTI Şeyh İzzettin Kassam, İslam düşmanlarıyla cihad için en ufak bir fırsatı kaçırmıyordu. Birinci Dünya Savaşı patlak verince ona da katıldı. Harbin bitimine kadar güç yetirebildiği sahalarda çalışmaya devam etti. Fransızlar da diğer Avrupa ülkeleri gibi savaş sonrasında bazı sömürgeler elde ettiler. Bu sömürgelerin başında Suriye geliyordu. Şeyh İzzettin Kassam ve mücahitleri Suriye’de Fransızlara karşı cihada başladılar. Fransızlar ancak Sihyon bölgesinde tutunabiliyorlardı. Şam, Fransızların eline geçinceye kadar onlara büyük kayıplar verdirdi. Nihayet mücahitlerin bazıları Türkiye’ye iltica ettiler. Şeyh İzzettin Kassam ise sömürgeci güçlerin ve onlarla işbirliği içindeki Siyonistlerin Filistin üzerindeki oyunlarının tehlikeli boyutlara geldiğini gördüğünden beraberindeki bazı mücahitlerle birlikte 1921’de Filistin’e gitti. SİYONİZM’E KARŞI ÖNCE FİKRî MÜCADELE YAPTI İzzettin Kassam Filistin’e varınca Hayfa şehrine yerleşti ve burada hem öğrenci yetiştirmekle, hem de halkı İslâmi yönden şuurlandırmak için vaaz ve irşad çalışmaları yapmakla meşgul olmaya başladı. Vaazlarında genellikle Siyonist tehlike üzerinde duruyor, halkı bu tehlikeye karşı uyanık olmaya çağırıyor ve cihada teşvik ediyordu. Eylül B 65 B CİHADA HAZIRLIK ÇAĞRISI… O dönemde Filistin topraklarını işgal altında tutan İngilizlerin yoğun bir şekilde Yahudileri getirip bu topraklara yerleştirdiklerini görünce halkı etkin bir şekilde cihada hazırlama çalışmalarını başlattı. Halkın gönlünü mertlik, kahramanlık, yücelik ve fazilet duygularıyla yoğurdu. Talebeleri cennete kavuşmak için can atıyordu. Sadece vaaz ve irşad yoluyla insanları cihada hazırlamakla yetinmeyerek kendisi de bilfiil hazırlıkları başlattı. Bu hazırlık döneminde bir yandan samimi bir şekilde cihada katılacak eleman yetiştiriyor bir yandan da teçhizat ve maddiyat temin etmeye çalışıyordu. KASSÂMİLER ADINDA ASKERî BİR BİRLİK KURDU İzzettin Kassam, talebelerinden ve halkın içinde kendisine bağlı Müslümanlardan “askeri bir birlik” kurdu. Bu birliğe Şeyh Kassam’ın ismine nispetle “Kassamiler”denilmekteydi. Kassamiler Hayfa’da ve Filistin’in kuzeyinde çok başarılı mücadeleler verdiler. Bundan dolayı da Müslümanların nazarında büyük bir şerefleri ve değerleri vardı. İngilizlerin gözlerini korkutmuş ve Siyonist Yahudilerin kalplerini titretmişlerdi. İzzettin Kassam’ın mücahitleri, çalışmalarını öyle gizli yürütüyorlardı ki İngilizler ne kadar uğraşsalar da bir türlü izlerini bulamıyorlardı. İNGİLİZLERE KARŞI “ALTINCI KIYAM”I BAŞLATTI 1931’e gelindiğinde cihadın fiilen başlatılması için hazırlıklar son merhalesine gelmişti. Bu arada İzzettin Kassam’la, Kudüs’deki Kurtuluş Hareketi arasında irtibat da tamamlanarak güç birliği yapılmış ve hareket birliği sağlanmıştı. Halk bir şeyler sezmeye başlıyor, havada gerginliklerin olduğunu anlayarak içten içe olabilecek kıyam için kendilerini hazırlıyorlardı. 5 Nisan 1931’de fiilen cihad başlatıldı ve bu tarihte İzzettin Kassam’ın mücâhidleri el-Yecur’a düzenledikleri bir saldırıda bazı işgalci İngilizlerle onlarla işbirliği içindeki üç Siyonist’i öldürdüler. Bu olayın arkasından gerek İngiliz işgalcilere ve gerekse onların getirip Filistin topraklarına yerleştirdikleri Siyonist teröristlere karşı çeşitli eylemler gerçekleştirildi. Şeyh İzzettin Kassam’ın başlattığı bu kıyam, Filistinlilerin İngilizlere karşı başlattığı “Altıncı Kıyam” olarak yerini alıyordu. İZZEDDİN EL-KASSAM İNGİLİZLER TARAFINDAN ŞEHİT EDİLDİ İngiliz işgalciler İzzettin Kassam’ın verdiği cihaddan ciddi şekilde rahatsız oluyor; onu ortadan kaldırmak ve birliğini dağıtmak için yoğun bir çaba harcıyorlardı. 66 B Eylül B İzzettin Kassam, 1935’te beraberindeki bazı mücahitlerle birlikte silah eğitimi için Cenin yakınlarındaki Ya’bed dağına çıktığı sırada İngiliz işgalcilere casusluk yapan biri tarafından yeri ihbar edildi. İngiliz işgalciler 500 kişilik bir mücehhez birlikle onu karadan ve havadan muhasaraya aldılar. Kendisine teslim olması çağrısında bulundular. Ancak Kassam ve beraberindekiler işgalcilere teslim olmayı değil karşı koymayı tercih ettiler. Bu kuşatma esnasında Şeyh Kassam’ın beraberinde sadece 14 mücahit bulunuyordu. Çatışma şafağın sökmesinden önce başlayıp sabahın onuna kadar sürdü. 19 Kasım 1935 tarihinde meydana gelen bu çatışmada Şeyh İzzettin Kassam şehit edildi. İzzeddin el-Kassam ile birlikte; Şeyh Yusuf Abdullah, Şeyh Ömer Hasan Sa’di ve Hanefi ismiyle tanınan Mısırlı bir mücahid şehit edilirken diğer mücahitler İngilizlere esir düştüler. ŞEHİD KASSAM’IN CENAZESİNE BÜYÜK BİR KALABALIK KATILDI Daha sonra esirler askeri mahkemede yargılanarak iki ile on beş yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Şeyh Kassam ve arkadaşlarının şehadeti Müslümanları hüzne boğmuştu. Cenaze namazları on binlerce Müslüman tarafından kılınarak “Bacur” şehitliğine defnedildi. Şehit Kassam’ın cenazesine büyük bir kalabalık katıldı. İngilizler böyle bir kalabalığı o güne kadar hiç görmediklerinden, korkuya kapıldı ve topluluğu dağıtmak istediler. Ancak işgalcilerin bu girişimleri üzerine İngiliz askerleriyle Müslümanlar arasında çatışma çıktı. Bu çatışmada hem Müslümanlardan hem de İngiliz askerlerinden yaralananlar oldu. Şeyh İzzettin ve arkadaşlarının yerini ihbar eden casus ise daha sonra mücahitler tarafından öldürüldü. İZZETTİN KASSAM’IN MÜCADELESİNİN FİLİSTİN HALKI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Şeyh İzzettin Kassam’ın mücadelesi Filistin halkı için bir meşale olmuş, onları harekete geçirerek 1936’da gerçekleşen büyük kıyamın da şartlarını hazırlamıştır. Onun başlattığı hareket silahlı mücadele konusunda birçoklarına cesaret kazandırmıştır. Böylece onun şehadetinden sonra çeşitli silahlı oluşumlar ortaya çıktı. Bunların başta geleni yine onun taraftarlarınca ve Şeyh Ferhân es-Sa’di’nin liderliğinde kurulan İhvanu’l-Kassam hareketidir. Bunun yanı sıra Filistin’in bağımsızlığı için mücadele eden Filistin Arap Partisi, İzzettin el-Kassam’ın mücadelesinden cesaret alarak el-Futuvve adında silahlı bir gençlik teşkilatı kurdu. İbrahim el-Kebir liderliğinde de ed-Derâviş (Dervişler) adında bir silahlı grup oluşturuldu. Bunların dışında da çeşitli silahlı gruplar ortaya çıktı. Bütün bu silahlı grupların ortaya çıkmasında İzzettin el-Kassam’ın verdiği silahlı mücadelenin manevi bir örnekliği ve öncülüğü olmuştur. *İhsan, İ. v. (2014, Ağustos 13). İzzettin el-Kassam Kimdir? İslam ve İhsan: http://www.islamveihsan.com/bir-dava-adaminin-portresi-izzeddin-el-kassam.html adresinden alındı Eylül B 67 Ramazanın Ardından Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN A llah Resulü (a.s.) gibi biz de hep dua ettik, “Allahım! Receb ve Şaban (ayların)da bize bereket lütfet ve bizi Ramazana kavuştur” diye. Hamdolsun Allah’a, bizi Ramazana ve bayrama kavuşturdu. Biz de bu mübarek zaman dilimi içerisinde günah kirlerinden arınmaya, ibadetlerle donanmaya gayret ettik. Arındığımıza ve donandığımıza dair ümidimiz var. Zira sadece rızay-ı ilahîyi gözeterek nefsimizi disiplin altına almaya, günahlardan uzak durmaya, geceleri kâim gündüzleri sâim olmaya çalıştık. ibadet , i k m ayalı ta Unutm ce Dos ü Y , k lu ve kul lan bir ı k ı ç n k içi sta varma lde do a h O euktur. dönm yolcul n a d l o yarı y giden r. melidi Önemli olan bu aydaki kazanımlarımızı muhafaza etmek ve kulluk bilincini sürekli olarak canlı tutabilmektir. Çünkü ibadette süreklilik esastır ve Hz. Peygamber’in hadislerinden biliyoruz ki, az da olsa ibadetin devamlı olanı efdaldir. Kıymetli okuyucularım! Beden için su ve ekmek ne ise, ruh için dua ve ibadet de odur. Bu bakımdan bir mümin için bayram gelene kadar değil, ölüm gelene kadar ibadet (ilahî yasalara riayet) et- 68 B Eylül B mek esastır. Zira balık sudan, bülbül gülden, mümin bir kul da Rabbinden ayrılmak istemez. Ne diyor şair? Ballar balını buldum, peteğim yağma olsun. Mümin için ibadet ve bu vesileyle Allah ile irtibata geçmek ballar balıdır. Mümin, Yunus’un ifadesiyle; Ne varlığa övünürüm, Ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile övünürüm, Bana Seni gerek Seni, der. Değerli kardeşlerim! Amacımız dareyn saadeti elde etmek ve huzura kavuşmaktır. Bunu gerçekleştirmek için Cenab-ı Hak ile sürekli irtibat halinde olmak iktiza etmektedir. Çünkü insan aklı daima en güzeli ve en mükemmeli aramaktadır. İnsan kusursuzluğa âşıktır. Mükemmel ve kusursuz olana ulaşmadıkça insanın gönlü rahat etmez, huzursuzluktan kurtulamaz. Örneğin insan, diğerlerine nispetle her yönüyle farklı ve üstün özelliklere sahip lüks bir otomobil satın alır, mutlu olur. Fakat bu mutluluk, ondan daha kaliteli, modeli daha yüksek, daha güzel ve daha mükemmel bir otomobilin piyasaya sürülmesine kadar devam eder, süreklilik arz etmez. Çünkü bu şahıs, artık kendi otomobilinin kusurlarını ve eksikliklerini görmüş ve rahatsız olmaya başlamıştır. Artık bundan daha üstün, daha güzel ve daha mükemmel bir otomobil satın almadıkça rahat edemez. Onu satın alsa bile bir üst model çıktığında yine huzursuzluk baş gösterir. Dolayısıyla insan, hep arayış içerisindedir. En güzeli ve en mükemmeli buluncaya kadar bu arayış devam edecektir. Bu sadece otomobil için değil, her şey geçerlidir. İnsan neye sahip olursa olsun kendine ait olan şeyden daha güzelini, daha mükemmelini gördükçe huzursuz olur ve en güzel ve en mükemmel olanı elde etmek için çaba sarf eder. Tabir caizse insan daima müspet anlamda “en” lere taliptir. Kusursuz ve noksansız olanı aramak- tadır. Şimdi bu noktada biraz düşünelim. Yaratıklar içerisinde kusursuz ve noksansız olan her hangi bir şey var mıdır? Yoktur. O halde insan aslında kimi arıyor? Öyle anlaşılıyor ki, bütün noksanlıklardan ve kusurlardan münezzeh olan Rabbini arıyor. Onun içindir ki Yüce Allah Kur’ân’da “Dikkat! Kalpler, ancak Allah’ı zikretmekle huzura erer”1 “Kim beni zikretmekten yüz çevirirse şüphesiz ki onun sıkıntılı bir hayatı olacaktır”2 buyurur. Öyleyse kalp huzuru ya da gönül rahatlığı Allah’a bağlılıkla doğru orantılıdır. Kulun, Allah ile münasebeti nispetinde huzuru artar. Aslında ruh sağlığı denen şey de bu hususla yakından ilgilidir. Dindarlarda intihar oranının dindar olmayanlara nispetle çok daha az olmasının sebebi de budur. Kıymetli okuyucularım! Rabbimize olan kulluğumuz geçici değil, sürekli olsun. Ramazan ayı ile sınırlı kalmasın, son nefesimize kadar devam etsin. Mümin, hiçbir zaman tatil yapmaz, atıl ve pasif kalmaz, kalmamalıdır. Ayet-i kerimenin3 gereği olarak bir işi bitirdiği zaman derhal başka bir işe girişir. İş bitti diye rahata düşüp kalmaz; bir görevi bitirir bitirmez, biraz dinlendikten sonra bir başkasına yönelir. Fakat bunu yaparken, Rabbi ile gönül bağını bir an olsun koparmaz. İşte ancak bu şekilde zorluklar kolaylığa, sıkıntılar rahmete dönüşür. Kardeşlerim! Bizim yaratılış gayemiz kulluktur, ibadettir, ilahî yasaları icra etmektir. İmanımızı muhafaza etmek, Allah’ın azabından ve gazabından korunmak ve iki cihan saadetine ermek ancak bununla mümkündür. Unutmayalım ki, ibadet ve kulluk, Yüce Dosta varmak için çıkılan bir yolculuktur. O halde dosta giden yarı yoldan dönmemelidir. ................................................................... 1. Lokman, 31/17., 2. Tâ-Hâ, 20/24., 3. İnşirah, 94/7. Kardeşlerim! Bizim yaratılış gayemiz kulluktur, ibadettir, ilahî yasaları icra etmektir. İmanımızı muhafaza etmek, Allah’ın azabından ve gazabından korunmak ve iki cihan saadetine ermek ancak bununla mümkündür. Eylül B 69 Yaz-Et Bitti Kış-Et‛e Devam Musa KARACA Sevgili arkadaşlar, başlığı anlamaya çalıştığınızı hisseder gibiyim. Merakınızı hemen gidereyim. Yaz tatili boyunca yapmış olduğunuz etkinliklerin kısaltılmış adı. Yaz tatili boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşu yaz etkinlikleri (Yaz-Et) adı altında Kur’an eğitimi başta olmak üzere spor ve sanatsal faaliyetler gibi birçok alanda etkinlik düzenlediler. Eminin birçoğunuz bu faaliyetlere katılarak çok güzel bilgiler öğrendiniz. Kur’an-ı Kerim dersleri, Peygamber Efendimizin hayatı, ilmihal bilgileri, ezan, kâmet gibi birçok bilgi öğrendiniz. Sosyal faaliyet olarak yüzme, futbol turnuvaları ve piknikler yaptınız. En önemlisi unutamayacağınız arkadaşlar kazandınız. Derken yaz etkinlikleri sona erdi. Şimdi ise tatil bitiyor okullar başlıyor. Fakat yeni bir etkinlik başlıyor kış etkinlikleri (Kış-Et). Kış etkinlikleri de yaz etkinliklerinin devamı olacak. Yaz-et’te kazanmış olduğunuz bilgi ve güzel davranışları okullar başladı diye tatile çıkarırsanız yanlış yapmış olursunuz, o bilgileri unutursunuz. Bu sebeple bilgilerinize yeni bilgiler katmak ve kazanmış olduğunuz o güzel davranışları geliştirmek için şimdi de kış etkinliklerine devam etmelisiniz. İbadetlerin özel mevsimi olmaz. Her zaman yapmamız gereken ibadetlerimiz var ki bunların başında namaz gelmektedir. Vakti geldiğinde nerede olursak olalım, mutlaka kılmamız gerekir. Her gün mutlaka Kur’an okumalı. Zamanınızın genişliğine bağlı olarak hiç olmazsa günde bir sayfa Kur’an okumayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Bu güzel davranışları önce kendimiz yapmalı, daha sonra da sınıf ve mahalledeki arkadaşlarımıza tavsiye etmeliyiz. Mümkün oldukça vakit namazlarımızı camide cemaatle kılmaya özen göstermeli, hatta camiye giderken arkadaşlarımızı da davet etmeliyiz. Allah’u Teâlâ’nın kendisiyle övündüğü bir genç olmak istemez misiniz? Tabii ki isterim, dediğinizi duyar gibiyim. Öyleyse Peygamber Efendimizin müjdesine kulak verelim. Resul-i Ekrem (s.a.v): “Allah-u Teâlâ, ibadet eden genç ile meleklerine karşı övünür.” buyurmaktadır. Ne güzel bir müjde değil mi? Öyleyse yaz-et’le başladığımız bu güzel yola kış-et’le devam ederek bu müjdenin muhatabı olma gayreti içinde olalım. 70 Bunları Biliyor Musunuz? • Bütün kar tanelerinin altıgen olduklarını, her yağışta düşen milyarlarca karr ta ka tane tanesinden ness hiçbirinin diğerine benzemediğini, Arıların • Ar Arıl ıla a buldukları çiçeklerin yerlerini diğer işçi arılara arı dansı denilen le n bi birr işaret dili ile anlattıklarını, bu dans sırasında yapılan hareketlerin çiçeğin çiçe çi çeğğ uzaklığını ve yönünü anlattığını, Ceylanların su ihtiyaçlarını bitkilerden sağladıkları için hiç su iç• C meden yaşayabildiklerini, med me d • He Her insanın beyninin %90’ının su olduğunu, • Bi Birr in insa sa beyninde yaklaşık olarak 90-100 milyar tane hücre bulunduğuinsan nu,, nu • Bi Birr ki kilo lo limonda, bir kilo çilekten daha fazla şeker olduğunu, Yarı rım m ki kilo lo bal b yapabilmek için arıların iki milyondan fazla çiçekten bitki özü • Ya Yarım topl to plam amak ak zorunda zo toplamak olduklarını, • 1 saat b boyunca kulaklıkla bir şey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını % 700 arttırdığını, • Dilimizin küçük hassas bölgelerle kaplı olduğunu, bunlara tat alıcı pütürler dendiğini, bunların 4 ana tadı ayırt ettiğini. (Tatlı, tuzlu, acı ve ekşi.) 10.000 tane tat alıcı pütürünüz olduğunu, ama bir kısmının yaşlandıkça öldüğünü. Sen de Bekleseydun Temel bir gün Dursun‛a: -”Ula ben seni minareden atar, iner assağu tudarum” demiş. Dursun da tutamayacağını söylemiş ve iddiaya girmişler: Minareye çıkmışlar, Temel, Dursun‛u tuttuğu gibi boşluğa sallamış ve hızla minareden inmiş. Dursun yerde can çekişir bir vaziyette Temel‛e sitem etmiş. -”Ula hani tudayidun peni?” Temel: -”Ne diyun da, sen de yavaş inup da pekleseydun.” Sorular 1. Kur’an-ı Kerimin 11.suresi 2. Kur’an-ı Kerimin 12.suresi 3. Kur’an-ı Kerimin 13.suresi 4. Kur’an-ı Kerimin 14.suresi 5. Kur’an-ı Kerimin 15.suresi 6. Kur’an-ı Kerimin 16.suresi 7. Kur’an-ı Kerimin 17.suresi 8. Kur’an-ı Kerimin 18.suresi 9. Kur’an-ı Kerimin 19.suresi 10. Kur’an-ı Kerimin 20.suresi 11. Kur’an-ı Kerimin 21.suresi 12. Kur’an-ı Kerimin 22.suresi 13. Kur’an-ı Kerimin 23.suresi 14. Kur’an-ı Kerimin 24.suresi 15. Kur’an-ı Kerimin 25.suresi B U L M A C A CEVAPLAR: 1.HUD 2.YUSUF 3.RAD 4.İBRAHİM 5.HİCR 6.NAHL 7.İSRA 8.KEHF 9.MERYEM 10.TAHA 11. ENBİYA 12. HAC 13.MÜ’MİNÜN 14.NUR 15.FURKAN 71 Sizden Gelenler... Hocam Rodezin caddeleri hayal mi olacak Sokaklar dolu idi boş mu kalacak Yaşanan günler hayal mi, düş mü olacak Arkandan boyun bükerim HOCAM 684 saat geldi de geçti Gönül defterinden bir sayfa açtı Ayrılmak matemdi, kederdi, güçtü Ben garibim ben dertliyim bekarım HOCAM Mıhladım duvarlara sevdamı serimi Kim doldurur bilmem senin yerini Kanattın yaramı vurdun hançerini Gözümden yaşım dökerim HOCAM Sineme gömdüm mezar eğledim Gubeyis dağına nazar eğledim Dert üstüne derdi azar eğledim Arkandan nasıl bakarım HOCAM Ümmül kitabın seyrine daldım Tırnakla söktüm zerreden aldım Nice ummana daldım ha daldım Bu dünyadan birgün çıkarım HOCAM Mecnunmuyum çöllerde Leyla bulayım Lokmanmıyım dertlere çare olayım Gurbet ellerinde yalnız mı kalayım Kendimi derde gama sokarım HOCAM Sıla yollarının menzil kuşuna Yaşadık ömrümüzü boşu boşuna Ölürsem bir yazı mezar taşıma Gönül kaleminden yazarsın HOCAM Yeryüzü ifaktır neyi göreyim Miraçtan gelenden haber sorayım Hangi adresten seni arayım Ağlatır seni üzerim HOCAM Tur edem dünyayı çarkı döneyim Aşk yolunda kime gönül vereyim Ben Veysel sözümde nasıl durayım Kalemle deftere yazarım HOCAM Veysel KÖKSAL