Sayı 26 - Milli Savunma Bakanlığı

Transkript

Sayı 26 - Milli Savunma Bakanlığı
ASKERÎ YARGITAY
DERGİSİ
ANKARA
K.K. BASIMEVİ MÜDÜRLÜĞÜ
2013
ASKERÎ YARGITAY DERGİSİ
Yayın Kurulu
Hâk.Alb.Ersun ÇETİN
Hâk.Alb.Özcan ERSAYIN
Hâk.Alb.Yusuf Tamer ÇETİN
Hâk.Alb.Menderes SAĞUT
Hâk.Yb.Turgay ÖZTOPRAK
Yayın Kurulu Yazı İşleri
Yazı İşl.Md.Yrd.Zeliha TOPALOĞLU
İletişim Adresi
Askerî Yargıtay Başkanlığı
Devlet Mah. Merasim Sok.
Yücetepe - ANKARA
Tel
: 0 (312) 410 65 01
Faks : 0 (312) 418 22 59
E-Mail : [email protected]
Askerî Yargıtay Dergisi, Askerî Yargıtay
Başkanlığı tarafından yılda bir sayı olarak
yayımlanan Daireler Kurulu ve Daire kararlarına
yer verilen bir dergidir.
ÖNSÖZ
Yirminci Yüzyıl başlarında, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile kamu
alanında başlatılan çalışmalar çerçevesinde, askerî yargı alanında da yeni
düzenleme yapılması gerekliliğinin bir sonucu olarak, divanı harplerden
verilen kararları incelemek üzere, 6 Nisan 1914 tarihinde 233 sayılı
Kanun’la, “Askerî Temyiz Divanı” adıyla kurulan ve özellikle 1961
Anayasasından bu yana giderek kurumsallaşıp çağdaş ve köklü bir yapı
hâline gelen Askerî Yargıtay, görev alanına giren suçlarla ilgili olarak,
askerî ve ceza yargılama hukukunun temel kurallarına, adil yargılanma
hakkı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine bağlı kararları ve bir asırlık
deneyimi ile Türk Yargı Sistemi içinde haklı ve saygın bir konuma sahip
olarak görevini sürdürmektedir.
Askerî Yargının ve Yüksek Askerî Yargı Organlarının Anayasa ve
yasalarda ayrı bir yapılanma içinde yer almasına karşın, son yıllarda,
gerekliliği, görev alanının sınırları vb. hususlarda, hukuksal zeminde
tartışmaların odağında yer aldığı görülmekte, genel olarak yargıda reform
ve yeni bir anayasa hazırlığı için yapılan çalışmalar, çağdaş ülkelerdeki
askerî yargı alanındaki değişim ve düzenlemeler de bu tartışmaları
alevlendirmektedir.
Soyut anlamda, içinde askerî yargıyı da barındıran yargı birliği,
demokratik bir hukuk devleti için ideal çözümlerden birisi olarak
düşünülebilir ise de, Kara Avrupası ülkelerinde olduğu gibi yargı
birliğinin yer almadığı ülkelerde her yargı organı aynı derecede etkili bir
konumdadır. Esasen bu sistemlerden hangisinin üstün olduğu konusunu
ilgili ülkelerdeki yargının bağımsızlığı, güvencesi, işleyişi, yargı
alanlarının ayrılmasıyla ortaya çıkan uzmanlaşma ve bunun birlikte
getirdiği birikim ve deneyim açısından değerlendirmek gerekir. Anayasal
yargı güvenceleri altında çalışan Türk yargı düzenine dâhil yargı
alanlarında – anayasa yargısı, adli, idari ve askerî yargı – şeklinde
yerleşik ve saygın bir kurumsal yapının oluştuğu görülmektedir. Bu
nedenle yargı birliği için uygun hukuki ortam oluşmadan, askerî yargı
sisteminin kaldırılmasından ya da görev alanının işleyişini bozacak
biçimde daraltılmasından söz etmek doğru olmadığı gibi, bilgi birikimi,
deneyim ve uzmanlık sağlanmadan, iyi işleyen bir yargı kolunun
kaldırılmasıyla ortaya çıkacak boşluğu doldurmak da son derece güç
olacaktır.
Askerî Yargıtay, tarihinin her döneminde ve üstlendiği her
zorluktaki görevinde, hak ve hakkaniyet duygusuyla hareket ederek,
evrensel hukukun ilkelerini rehber aldığı nesnel kararlarıyla yargı
I
alanında seçkin yerini almış; Türk Milletinin güven ve takdirini
kazanarak, köklü ve başarılı geçmişinden aldığı güçle kuruluş amacı ve
yasaların kendisine verdiği görevler için yoluna devam etmektedir.
Bu düşüncelerle, Askerî Yargıtay’ın Yüce Türk Milleti nezdindeki
neredeyse bir asır süren saygın yer edinme olgusunu gerçekleştiren,
Devletin temel işlevlerinden olan adaletin Askerî Yargıya düşen
hizmetlerini başarıyla ve özveriyle yürütmüş ve hâlen yürütmekte olan
tüm askerî yargı mensuplarına en içten teşekkür ve şükran duygularımı
sunmayı, derginin önsözünü yazma fırsatı içinde bir görev sayıyorum.
Askerî Yargıtay’ın, “Askerî yargıda kanun hükümlerinin ve hukuk
kurallarının uygulanmasında birliği sağlamak” görevini yerine getirirken,
bilgisayar ortamında askerî yargı mensuplarının içtihatlara INTRANET
üzerinden günü gününe erişimi gerçekleştirilmiş olmasına karşın, her
zaman el altında bulunabilecek bir kaynak oluşturmak ve erişim
sağlayamayanlara
bu hizmeti sunmak amacıyla Askerî Yargıtay
Dergisinin yılda bir kez olmak üzere yayımı sürdürülmektedir.
Önceki yıllarda olduğu gibi, derginin bu sayısında da, geçtiğimiz yıl
içinde Daireler Kurulu ve Daire Kurullarınca verilen kararlardan örnek
nitelikte görülen kararlara yer verilmiştir. Çağdaş hukukta egemen olan
temel strateji doğrultusunda, Anayasamızda da yer verilerek ulusal
hukukun bir parçası olması sağlanan evrensel hukukun birçok kural ve
değerinin, dergiye alınan birçok içtihada yansıdığı görülecektir.
Bu düşüncelerle dergimizin yargı camiasına yararlı olmasını diler,
26’ncı sayının yayıma hazırlanmasında emeği geçen başta Askerî
Yargıtay Genel Sekreteri Hâkim Albay Ersun ÇETİN olmak üzere,
Yayın Kurulu Üyeleri Hâk.Alb.Özcan ERSAYIN, Hâk.Alb.Yusuf Tamer
ÇETİN, Hâk.Alb.Menderes SAĞUT, Hâk.Yb.Turgay ÖZTOPRAK ile
Yayın Kurulu Yz.İşl.Md.Yrd. Zeliha TOPALOĞLU’na teşekkür ederim.
Hasan DENGİZ
Hâkim Tuğgeneral
Askerî Yargıtay Başkanı
II
İÇİNDEKİLER
SAYFA NU.
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
V-XVII
ASKERÎ CEZA KANUNU İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
001-224
ASKERÎ MAHKEMELER KURULUŞU VE
YARGILAMA USULÜ KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
225-318
TÜRK CEZA KANUNU İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
319-397
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
İLE İLGİLİ İÇTİHATLAR
398-500
477 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
501-506
5275 SAYILI KANUN İLE İLGİLİ
İÇTİHATLAR
507-515
III
IV
ALFABETİK KAVRAM FİHRİSTİ
SAYFA NU.
-AAdli tatil………………………………………………….
282
Amir ve üste saygısızlık……………………………….
69
Amire fiilen taarruz…………………………………….
80
Amire hakaret…………………………………………..
80, 480
Anayasa’nın
23’üncü
maddesinde
yapılan
değişikliğin, ASCK’nın 67’nci maddesinin birinci
fıkrasının (A) bendini zımnen ilga etmediği…………
Arama…………………………………………………...
48
450
Arkadaşının birşeyini çalmak…………………………
192
Asker kişi……………………………………………….
235, 244
Askerî eşya - Resmî mühür…………………………..
195
Askerî eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek...
201
Askerî eşyayı (aracı) özel menfaatinde kullanmak...
174, 179
Askerî eşyayı (silahı ve mermileri) özel
menfaatinde kullanmak……………………………….
182
Askerî eşyayı çalmak………………………………….
195
Askerî eşyayı çalmak - Askerî eşyayı gizlemek……
186, 190
Askeri eşyayı çalmak suçunda vahim/az vahim hâl
kapsamının ayrımı……………………………………..
489
Askerî eşyayı özürsüz kaybetmek - Birliğe tertip
edilmiş olması nedeniyle teslim alınan üç adet
tabancadan ikisinin çalınmasının bu suçu
oluşturmayacağı……………………………………….
382
Askerî hizmet – Adli/mülki görev ayrımı…………….
80
Askerî mahkeme işine sekte vermek………………..
204
V
Askerî
mahkemelerde
yargılanma
ilgisinin
kesilmesi………………………………………………..
Askerî mahkemelerin genel görevi…………………..
159, 161,
262
225, 230,
232, 235,
244, 390
Askerî mahkemenin kuruluşu - Heyet hâlindeki
askerî mahkemece bakılması gereken davalar…….
264
Askerî öğrenci………………………………………….
429
Askerî Savcının esas hakkındaki mütalaasını
bildirmesinden sonra, sanığın savunması yerine
geçmek üzere dosyada mevcut önceki ifadeleri
okunmaksızın hüküm kurulması……………………..
461
Askerliğe elverişlilik hâlinin tespiti – Psikiyatrik
yönden………………………………………………….
33, 41, 52,
150
Askerliğe elverişlilik ve cezai ehliyetinin tespiti…….
305
Askerliğe elverişsiz hâle gelinen tarihin suçun
oluşumuna etkisi……………………………………….
54
Askerlikten kurtulmak için hile yapmak……………...
36
Astına suç işlemek için emir vermek………………...
164
Astının bir şeyini çalmak………………………………
230
Az
vahim
hâlin
uygulanmamasına
ilişkin
gerekçenin yetersizliği………………………………...
489
-BBanka veya kredi kartının kötüye kullanılması……..
377
Basın ve yayın yoluyla işlenen suçlarda dava ve
cezaların ertelenmesi………………………………….
395
Belgede sahtecilik……………………………………..
36
VI
Bilgisayarda,
bilgisayar
programlarında
ve
kütüklerinde arama, kopyalama ve el koyma………
398
Bilinçli taksir……………………………………………
342, 472
Bilirkişi atanması - Çözümü uzmanlık gerektiren,
özel ve teknik bilgiye ihtiyaç duyulan hususlarda
bilirkişi dinleme zorunluluğu………………………….
408
Bozma ilamı ve duruşma günü tebliğ edilemeyen
katılanın yokluğunda hüküm kurulması……………..
297
Bozma ilamı ve duruşma günü tebliğ edilemeyen
sanık müdafiinin yokluğunda hüküm kurulması……
463
Bozma kararına direnme mi eylemli uyma (sebat)
mı olduğu……………………………………………….
Bozmanın sirayeti - Usule aykırılık nedeniyle
bozmanın, sanık lehine bir bozma olduğu
söylenemeyeceğinden farklı sanıklara sirayetinin
mümkün olmadığı……………………………………...
118, 131,
186, 302
293
-C-ÇCezai ehliyetinin tespitine yönelik noksan
soruşturma……………………………………………..
324
Cezaların hesabı………………………………………
338
Cezaların toplanması…………………………………
507
Cezanın alt sınırdan uzaklaşılarak belirlenmesi…...
9
Çocuk kavramı…………………………………………
Çocuk sıfatını taşıyan şüpheli askerî öğrencileri
soruşturma görevi……………………………………..
429
429
-DDava zaman aşımı…………………………………….
356
Davanın konusu………………………………………..
174, 377,
466
505
Dehalet kastı…………………………………………...
VII
Duruşma tutanağının (hüküm fıkrasını da içeren)
üye askerî hâkim tarafından imzalanmamış olması.
463
Duruşmada hazır bulunacaklar………………………
419
Düzelterek onama - Adli para cezası ile birlikte
mükerrirlere özgü infaz rejiminin ve denetimli
serbestlik
tedbirinin
uygulanmasına
karar
verilmesinin
düzelterek
onama
suretiyle
giderilebileceği…………………………………………
336
Düzelterek onama - ASCK'nın 51/B maddesindeki
kanuni artırım sebebinin uygulanarak ceza
verilmesindeki hukuka aykırılığın, son kararı
etkilememesi durumunda düzelterek onama
konusu yapılabileceği…………………………………
290
Düzelterek onama - Nispi harca hükmedilmemiş
olmasının
düzelterek
onama
suretiyle
giderilebileceği…………………………………………
182
Düzelterek onama - Seçenek yaptırım olarak hapis
cezasından
adli para cezasına çevrilmesi
gerekirken, doğrudan gün adli para cezasına
hükmolunması şeklindeki hatanın düzelterek
onama suretiyle giderilebileceği……………………..
182
Düzelterek onama - Sonradan yürürlüğe giren
kanunun disiplin suçuna dönüştürdüğü eylem
nedeniyle, tekerrür hükümlerinin uygulanması
hâlinin düzelterek onama suretiyle giderilebileceği..
334
-EEk savunma……………………………………………. 472, 478, 480
Emre itaatsizlik - Emre itaatsizlikte ısrar…………….
131
Emre itaatsizlikte ısrar - Emir verilmesine rağmen
öğle içtimasına katılmamak…………………………..
106
Emre itaatsizlikte ısrar – Askerî araç sürücü belgesi
olmaksızın başkasına zimmetli askerî aracı
kullanmak……………………………………………….
VIII
137
Emre itaatsizlikte ısrar - Askerî servis aracında
gazete okunmasının yasaklanmasına ilişkin emrin
yerine getirilmemesinin bu suçu oluşturmayacağı…
125
Emre itaatsizlikte ısrar – Bölüğün bulaşıklarını
yıkaması konusunda verilen emrin yerine
getirilmemesi…………………………………………...
142
Emre itaatsizlikte ısrar – Ceza infaz kurumu dış
koruma
nöbetini
tutmamanın
bu
suçu
oluşturmayacağı……………………………………….
232
Emre itaatsizlikte ısrar – Cezalandırma amacı ile
verilen emrin hizmete ilişkin olmadığı……………….
135, 139
Emre itaatsizlikte ısrar - Esas duruşa geçilmesi
hususunda verilen emri yerine getirmemek………...
122
Emre itaatsizlikte ısrar – Kapalı mekanda (koğuşta)
G3 piyade tüfeğine şarjör takarak tam dolduruş
yapmak………………………………………………….
103
Emre itaatsizlikte ısrar - Kast yokluğu……………….
3
Emre itaatsizlikte ısrar - Kışla dışındaki askerî
kantinde alkollü içki içilmesinin bu suçu
oluşturmayacağı……………………………………….
118
Emre itaatsizlikte ısrar – Kışlaya, nizamiye yerine
çevre emniyet tellerinden atlamak suretiyle girmek..
110
Emre itaatsizlikte ısrar - Kıt’a, karargâh ve
kurumlara ait ve resmî kullanıma tahsis edilmiş
olan cihaz ve aletlerin kullanılması…………………..
129
Emre itaatsizlikte ısrar - Kumar maksatlı olarak
kâğıt oyunu oynadıklarına dair iddia ve delil
bulunmayan sanıkların eylemlerinin bu suçu
oluşturmayacağı……………………………………….
144
Emre itaatsizlikte ısrar – Şoförü olduğu arabanın
kontak anahtarını
arkadaşına
verip aracı
kullanmasına müsaade etmek……………………….
113
IX
Emre itaatsizlikte ısrar - Tam dolduruşa getirdiği
tüfeğiyle, arkadaşını tehdit etmek maksadıyla
koğuşa gelen sanığın eyleminin bu suçu
oluşturmayacağı……………………………………….
116
Etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması…………
377
Eylemin firar mı yoksa izin tecavüzü suçunu mu
oluşturduğu……………………………………………..
45
-FFikrî içtima……………………………………………...
377
-GGerekçeli hüküm ile kısa karar arasındaki çelişki….
486
Geri gelen kaçakların cezalarının indirilmesi……….
54
Güveni kötüye kullanma………………………………
371, 377
-HHâkimin reddi - Soruşturma aşamasında sanığın
tutuklanmasına karar veren heyette yer alan
hâkimlerin, kovuşturma aşamasında ve karar
duruşmasında
Mahkeme
heyetinde
görev
yapmalarının hâkimin reddi nedeni olarak kabul
edilemeyeceği………………………………………….
358
Hakkı olmayanın temyizinin Askerî Yargıtayca
reddi……………………………………………………..
287
Haksız tahrik - İlk hareketin kim tarafından
gerçekleştirildiğinin belirlenememesi………………..
161
Haksız tahrik - Şartları bulunmasına rağmen haksız
tahrik hükümlerinin uygulanmaması…………………
84
Haksız tahrik - Şartları bulunmasına rağmen temel
cezadan azami oranda indirim yapılmaması……….
152
Hazine zararı - Mağdurun tedavi giderinin suçtan
doğan bir Hazine zararı olarak algılanamayacağı…
260
X
Hazine zararı - Meydana gelen Hazine zararının
taksitlendirilerek tahsiline karar verilmesinin hukuka
aykırı olduğu……………………………………………
256
Hizmete ilişkin emir……………………………………
103, 122,
125, 131,
135, 142
Hizmete ilişkin muameleden dolayı amire hakaret...
84
Hizmete mahsus eşyanın harap olmasına
sebebiyet vermek……………………………………...
3
Hizmette tekâsül ile harp malzemesinin mühimce
hasarına sebebiyet vermek…………………………..
Hizmetten sıyrılmak maksadıyla emre itaatsizlikte
ısrar……………………………………………………..
201
146
Hukuka aykırı delil……………………………………..
450
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) Daha önce işlediği kasıtlı bir suçtan mahkûmiyeti
bulunan
sanık
hakkında
HAGB
kararı
verilemeyeceği…………………………………………
312
HAGB- İnfazı tamamlanmış hükümler………………
491
HAGB - Önceki mahkûmiyet hükmünün vaki
olmamış sayılması……………………………………
493
HAGB - Tedavinin ve denetimli serbestlik tedbirinin
gereklerine uygun davranan kişi hakkında açılmış
olan davanın düşmesine karar verilecek olması…...
497
Hükmün gerekçeden yoksun olması………………...
482
Hükümlü veya tutukluların ayaklanması…………….
390
-İİddianame ile bağlılık………………………………….
174
İddianamenin iadesi…………………………………...
429
İfade ve sorgunun tarzı……………………………….
408
XI
İhmal suretiyle görevi kötüye kullanmak…………….
204, 382
İletişimin tespiti…………………………………………
401
İnfaza ilişkin DİAK’a yönelik itirazı inceleme
merciinin Askeri Yargıtay olduğu…………………….
510
İşkence………………………………………………….
358
İtiraz - Askerî Mahkemece verilen ve 353 sayılı
Kanun'un 254’üncü maddesi kapsamında olmadığı
değerlendirilen, infazın devamına dair duruşmasız
işlere ait karara yönelik itirazda incelemeyi yapacak
yetkili mercii..............................................................
276
İzin tecavüzü suçunda mazeret……………………...
12, 15, 20,
23,29
-JJandarma
Teşkilat,
Görev
ve
Yetkileri
Kanunu………………………………………………….
225, 232
-KKaçınılmaz hata………………………………………..
466
Kamu zararı…………………………………………….
386
Kanun yararına bozma………………………………..
401
Kanun yararına bozma - İddianamenin iadesi
konusunda kanun yararına bozma isteminde
bulunulabileceği………………………………………..
309
Kanun yararına bozma - Kasıtlı bir suçtan
mahkûmiyeti bulunan sanık hakkındaki HAGB
kararına ilişkin kanun yararına bozma isteminde
bulunulabileceği………………………………………..
312
Kanun yollarına başvurma mercii……………………
282
Karar düzeltme - Yok hükmündeki daire kararı için
karar düzeltme yoluna gidilemeyeceği………………
293
XII
Kast yokluğu……………………………………………
12, 69, 93,
95, 110, 116,
146, 170,
174, 204, 382
Kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmeye
teşebbüs………………………………………………..
55
Kısa kararda sanık ismi yerine bir başka sanığın
isminin yazılmış olması……………………………….
486
Kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlar……
324
Kısa süreli kaçma……………………………………...
501
Kıta Çavuşunun Uzman Onbaşının üstü olduğu…...
101
Kıtaya teslim edilme hâlinde katılma iradesi………..
26
-LLehe olan hükmün belirlenmesi……………………...
493
-MMafevkin cürüm sayılmayacak olan fiilleri…………..
466
Mahsup…………………………………………………
347
Mahsup - HAGB kararına konu suçtan dolayı
tutuklulukta kalınan sürenin, denetim süresi içinde
işlenen sonraki suçtan mahsup edilebileceği………
352
Mazarratı mucip nöbet talimatına aykırı hareket
etmek - Nöbet yerinde hamili bulunduğu tüfek ile
ateş etmek……………………………………………...
197
Memuriyet nüfuzunun sair suretle kötüye
kullanılması - Nöbet yerini terk ettiği belirlenen
askerin, ifadesinin alınması sırasında bir takım
asabi davranışlarda bulunduğundan bahisle
sakinleşinceye kadar kelepçeli olarak tutulması için
emir verilmesi…………………………………………..
164
XIII
Memuriyet nüfuzunun sair suretle kötüye
kullanılması - Rütbesinin ve nöbetçi çavuşluğu
görevinin sağladığı amirlik nüfuzunun kötüye
kullanılması suretiyle mağdura ait cep telefonunun
mal edinme kastıyla alınması………………………...
172
Meşru savunma………………………………………..
466
Müdafi yardımından yararlanma hakkı hatırlatılan
sanığa, mahkûmiyeti hâlinde müdafi ücretinin
kendisinden
alınacağı
uyarısı
yapılmasının
savunma hakkını kısıtlayacağı - İstinabe suretiyle
sorgu ve savunmasının tespiti sırasında……………
314
Müdafiin görevlendirilmesi - Hükmün tefhim edildiği
son oturumda, sanığa tayin edilen zorunlu müdafi
hazır bulunmaksızın yargılamaya devam edilmesi...
419
Müdafiin görevlendirilmesi - İsteğe bağlı olarak
görevlendirilen müdafiin duruşmalara mazeret
bildirmeden katılmaması üzerine, Mahkemece
derhâl başka bir müdafi görevlendirilmeden hüküm
kurulması……………………………………………….
427
Müdafiin görevlendirilmesi - Zorunlu müdafiin
katılımı olmaksızın yargılama yapılarak hüküm
kurulmasının savunma hakkını kısıtladığı………….
423
Mükerrirlere özgü infaz rejimi ve denetimli
serbestlik tedbiri………………………………………..
334, 336
Müsaade olunmamış disiplin cezası vermek……….
170
-NNöbetçinin amirlik himayesinden faydalanması……
159, 161
Nöbetçinin tanımı………………………………………
3
- O/Ö Olumsuz yetki uyuşmazlığı…………………………...
267
Özel infaz usulleri……………………………………...
510
XIV
- S/Ş Sanığın duruşmadan vareste tutulması……………..
445
Sanık tarafından mağdurun üstü olduğunun
bilinmesi………………………………………………...
65, 90
Savunma hakkının kısıtlanması……………………...
419
Silah ve cephanesi hakkında dikkatsizlikle
başkasının ölümüne neden olmak…………………..
213, 342
Silah ve cephanesi hakkında dikkatsizlikle
başkasının yaralanmasına neden olmak……………
209
Silah ve cephanesi hakkında dikkatsizlikle
başkasının yaralanmasına neden olmak suçunda,
askerî silahın sanığa teslim edilmiş olması veya
failin
sorumluluğu
altında
bulunmasının
gerekmediği…………………………………………….
209
Silahla tehdit……………………………………………
364
Silahlı olarak üste fiilen taarruza teşebbüs…………
157
Sivil (genel) cezaevinden tahliye sonrası askerî
birliğe/ kuruma teslim………………………………….
7
Siyasi faaliyette bulunmak……………………………
218
Son sözün huzurda bulunan sanığa ait olması…….
458
Sorgunun usulü………………………………………..
416
Suç vasfının değişmesi……………………………….
Suça teşebbüs – Mağdurun, suç konusu para
üzerinde zilyetliğini tamamen kaybetmeden çalıntı
paranın ele geçirilmesi………………………………..
480
Suçtan zarar görenin temyizi…………………………
272
319
-TTaksir……………………………………………………
472
Taksirle yaralama……………………………………...
XV
472
Tebligat geçersizliği - Tebliğ mazbatasında, tebliğ
işleminin neden muhatabın kendisine değil de
memura yapıldığına ilişkin bir açıklamanın
bulunmaması…………………………………………..
297
Tebliğ usulleri…………………………………………..
282
Tehlikeli alet……………………………………………
152
Tek suç mu iki ayrı suç mu oluştuğu………………...
26, 36, 57,
377
Tek suç mu zincirleme suç mu oluştuğu……………
322
Tekerrür - Önceki mahkûmiyet hükmünün temadi
süresi içinde kesinleşmiş olması hâlinde, TCK’nın
58’inci
maddesi
hükümlerinin
uygulanması
gerektiği…………………………………………………
330
Temel cezanın belirlenmesi - Cezanın, eylemin
gerçekleştiriliş şekline göre alt sınıra yakın tayin
edilmesinin takdirde zaafiyet teşkil ettiği……………
342
Temyiz iradesinin belirlenmesi……………………….
272
Temyiz isteminin süresi……………………………….
282, 338
Terhis mahiyetinde izin………………………………..
43
Teşebbüs - Yüze karşı işlenen tehdit suçuna
teşebbüsün mümkün olmadığı………………………
364
Ticaret yapmak………………………………………...
221
Toplu asker karşısında amire saygısızlık…………...
73
TSK’da
görevli
sivil
memurların
adliye
mahkelerinde yargılanmaları…………………………
235
TSK’da
görevli
sivil
memurların
askerî
mahkemelerde yargılanmaları……………………….
244
- U/Ü Üst ve amir statüsünün kazanılması………………...
XVI
159
Üste fiilen taarruz………………………………………
322
Üste hakaret……………………………………………
57, 90, 93,
95, 97, 101
Üste saygısızlık………………………………………..
61
Üstü tehdit………………………………………………
57, 65, 69
Üstünün bir şeyini çalmak…………………………….
319
-VVekâlet ücretinin temyiz edilebilirliği…………………
279
-YYabancı memlekete firar……………………………...
48
Yalan yere şikâyet……………………………………..
77
Yargılamanın yenilenmesi……………………………
305
Yasak (hukuka aykırı) delil - Sanığın kendi
iradesine aykırı bir biçimde ve gizlice kaydedilen
ses kaydı esas alınarak tespit olunan savunması
ve tanık beyanları……………………………………...
455
Yasak (hukuka aykırı) delil - Sanığın şahsi
bilgisayarındaki arama, el koyma ve imaj alma
işleminin hukuki dayanaktan yoksun olması………..
398
Yayın yoluyla halkı askerlikten soğutmak………….
395
Yol süresi……………………………………………….
503
-ZZarar doğmasına yol açan nöbet talimatına aykırı
hareket………………………………………………….
3
Zimmete teşebbüs……………………………………..
190
XVII
ASKERÎ YARGITAY
DAİRELER KURULU
ve
DAİRE
KARARLARI
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 15
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/100
K.Nu. : 2012/97
T.
: 05.07.2012
ÖZET
1) Sanığın, emir ve talimatlara aykırı olarak silahını tam
dolduruş hâline getirdiği ve ateşlediği sırada, Koğuş Nöbetçi
Onbaşısının komutasında Kule Nöbetçiliği görevini kendisinden
sonraki nöbetçiye devretmiş ve daha sonraki görevleri yapmakta
olduğu anlaşıldığından, ASCK’nın 15’inci maddesi kapsamında
nöbetçi olarak kabul edilmesi mümkün bulunmamaktadır.
2) Sanığın nöbetini devretmesinden sonraki aşamada, terör
saldırıları olabileceği değerlendirilen bir bölgede, ortamın karanlık ve
ürkütücü olmasından dolayı bir saldırıya uğrayabileceği endişesine
kapılarak silahını tam dolduruş hâline getirmiş olmasında, silahın
emir verilmeden doldurulamayacağına ilişkin olarak kendisine tebliğ
edilmiş emirlere aykırı hareket etme kastı bulunmamaktadır. İç
Hizmet Kanunu’nun 90’ıncı maddesi kapsamında meşru savunma
amacıyla silahını kullanma yetkisine sahip olan sanığın bu eyleminin,
yasal savunmaya hazırlık mahiyetinde kabul edilmesi gerekmektedir.
3) Sanığın, nöbeti devrettikten sonra nöbetçi onbaşının
nezaretinde doldur – boşalt istasyonuna giderken, dikkatsiz ve
tedbirsiz davranışları sonucu tam dolduruş hâlindeki silahının bir el
ateş almasına ve bir merminin sarf edilmesi şeklindeki eylemi, 477
sayılı Kanun'un 52’nci maddesi kapsamında hizmete mahsus eşyanın
harap olmasına sebebiyet vermek suçunu oluşturabilir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın kabul edilen eyleminin nöbet
sırasında işlenip işlenmediğine ve buna göre hangi suçu oluşturacağına
ilişkin bulunmaktadır.
Daire; eylemin nöbet hizmeti bittikten sonra işlendiğini ve emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğunu kabul etmişken, Başsavcılık;
3
eylemin henüz nöbet hizmeti tamamlanmadan işlendiği ve unsurları
itibarıyla zarara sebebiyet veren nöbet talimatına aykırı hareket etmek
suçunun oluştuğu görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle dava konusu olayın ortaya
konması, daha sonra sanığın eylemini işlediği sırada Askerî Ceza
Kanunu kapsamında nöbetçi olup olmadığının belirlenmesi
gerekmektedir.
Dava Konusu Olay ve Kabul
Dosyada mevcut kanıtlara göre; askerlik görevini yapmakta olan
sanığın, 24.08.2009 tarihinde, 18.30 - 20.30 saatleri arasında İNS
Benzinlik Kule Nöbetçisi olarak görevli olduğu; Nöbet Özel Talimatına
göre nöbet esnasında silahın yarım dolduruşta ve emniyette olması
gerektiği, ayrıca sanığa daha önce tebliğ edilmiş olan emirlerle; Doldur Boşalt istasyonu dışında doldurma ve boşaltma işlemi yapılmayacağı, emir
verilmeden tam dolduruş yapılmayacağı ve yarım dolduruş hâlinde iken
silahın daima emniyette bulundurulacağı hususlarının düzenlenmiş olduğu;
nöbet bitiminde Koğuş Nöbetçi Onbaşısı olarak görevli olan Topçu Çvş.
H.Ç. tarafından bir sonraki nöbetçilerle değişim yapıldıktan sonra, nöbet
mahallinde bulunan iki adet sahte nöbetçi maketinin yedek mevzilere
götürülmesinin gerektiği; sanıkla birlikte nöbetini devretmiş olan Topçu
Er İ.A. ile Topçu Çvş. H.Ç.’nin, bir adet maketi, birlikte güneydeki yedek
kuleye; sanığın ise, yalnız olarak bir adet maketi kuzeydeki yedek kuleye
yerleştirmek üzere ayrıldıkları; sanığın, aksi kanıtlanamayan beyanlarına
göre; gittiği bölgenin karanlık olması sebebiyle korktuğu için silahına tam
dolduruş yaptığı; nöbetçi maketlerinin konulmasından sonra sanıkla diğer
nöbetçilerin buluşarak birlikte doldur boşalt istasyonuna gittikleri sırada,
sanığın çapraz tutuşta ve namlusu aşağıya doğru olan silahını askı
kayışından çekerek yukarıya doğru çekmek istediği sırada silahın bir el ateş
aldığı anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın temel noktası, sanığın silahına tam dolduruş yaptığı
ve emniyetini açtığı sırada nöbetçi sayılıp sayılmayacağıdır.
ASCK’nın, “Nöbetçi, karakol, devriyenin tarifi” başlığı altındaki
15’inci maddesinde:
“1) Bu kanunun tatbikatında nöbetçi hazarda ve seferde emniyet,
muhafaza, disiplin, tarassut maksatlarıyla silahlı olarak bir yere konulan
ve muayyen bir talimatı bulunan tek veya çift askerdir.
2) Karakol hazarda ve seferde aynı maksatlarla konulan ve bir amir
emrinde bulunan silahlı bir kısım askerdir.
4
3) Devriye hazarda ve seferde aynı maksatlarla muayyen bir
mıntıkada seyyar olarak vazife yapan bir veya daha ziyade silahlı
askerdir.”
hükmü yer almakta olup; bu hükümle, Askerî Ceza Kanununa göre
nöbetçi, karakol ve devriyenin tanımı yapılmaktadır.
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 78’inci maddesinde de, bu hükme
paralel bir düzenleme bulunmaktadır.
ASCK’nın 15’inci maddesine göre bir asker kişinin nöbetçi olarak
kabul edilebilmesi için:
a) Emniyet, muhafaza (Koruma, saklama), disiplin ve tarassut
(Gözleme, gözetleme)amaçlarıyla görevlendirilmiş olması
b) Silahlı olması
c) Görev yerinin belli olması
d) Belirli bir talimatının bulunması
gerekmektedir.
Sanığın, silahına dolduruş yaptığı ve daha sonra dikkatsizliği
sonucu silahının bir el ateş aldığı sırada, Koğuş Nöbetçi Onbaşısının
komutasında İNS Benzinlik Kule Nöbetçiliği görevini kendisinden
sonraki nöbetçiye devretmiş ve daha sonraki görevleri yapmakta
olduğunda kuşku bulunmadığından, ASCK’nın 15’inci maddesi
kapsamında nöbetçi olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 624, 626, 634 ve 635’inci
maddeleri, nöbetçi kıtasının ne şekilde teşekkül edeceğine, nöbet öncesi
ve sonrasına ilişkin idari düzenlemeler olup; ASCK’nın 15/1’inci
maddesinde tanımlanmış olan, nöbetçi, karakol ve devriye tanımlarını
genişletici nitelikleri bulunmamaktadır. Bu, Anayasa’nın 38 ve TCK’nın
7’nci maddelerinde yer alan suçların kanuniliği ilkesinin zorunlu bir
gereğidir.
As.Yrg.Drl.Krl.nun; 23.10.2008 tarihli ve 2008/182-171 ve
21.10.2004 tarihli ve 2004/151-139 sayılı kararlarında da benzer
kabullere yer verilmiştir.
Bu açıklamalar kapsamında, sanığın eyleminin ASCK’nın 136’ncı
maddesinde yazılı suçu oluşturduğuna dair tebliğname görüşü yerinde
olmamakla birlikte; emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşup
oluşmayacağının da tartışılması gerekmektedir.
Yukarıda anlatıldığı üzere; aksi kanıtlanamayan beyanlarına göre,
sanığın, gittiği bölgenin karanlık olması sebebiyle korktuğu için silahına
tam dolduruş yaptığı; nöbetçi maketlerinin konulmasından sonra sanıkla
diğer nöbetçilerin buluşarak birlikte doldur boşalt istasyonuna gittikleri
sırada, sanığın çapraz tutuşta ve namlusu aşağıya doğru olan silahını askı
5
kayışından tutarak yukarıya doğru çektiği sırada, istem dışı olarak silahının
bir el ateş aldığı anlaşılmaktadır.
Sanık, silahını bir saldırıya uğrayabileceği düşüncesiyle, bilerek ve
isteyerek tam dolduruş hâline getirmiş; ancak, dikkatsizlikle ve
tedbirsizlikle ateşlemiştir. İç Hizmet Kanunu'nun 90’ıncı maddesi
uyarınca meşru müdafaa hâlinde silahını kullanma yetkisine sahip olan
sanığın, nöbet kulelerinin bulunduğu yerin özelliği dikkate alındığında,
yalnız başına gittiği yedek mevzi bölgesinde gece vaktinde her an bir
saldırıya uğrayabileceği endişesine kapılarak, önlem amacıyla silahını
tam dolduruş hâline getirmiş olmasında suç kastının varlığının kabul
edilmesi mümkün bulunmamaktadır.
Silahın emniyetinin açılması, ateşlenmesi eylemlerinin de bilerek
ve isteyerek yapılmamış olması sebebiyle, emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşumu için gerekli olan kasıt unsurunun bulunmadığı ve
dolayısıyla bu suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte; sanığın, nöbetçi onbaşının nezaretinde doldur –
boşalt istasyonuna giderken, dikkatsiz ve tedbirsiz davranışları sonucu
tam dolduruş hâlindeki silahının bir el ateş almasına ve bir merminin sarf
edilmesine sebep veren eylemi, 477 sayılı Kanun'un 52’nci maddesi
kapsamında hizmete mahsus eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek
suçunu oluşturabileceğinden, Askerî Mahkemece görevsizlik kararı
verilerek, bu suçtan dolayı yargılama yapılması için dava dosyasının
yetkili Disiplin Mahkemesine gönderilmesi gerekmektedir.
Bu sebeplerle, Askerî Yargıtay Başsavcılığının kabule değer
görülmeyen itiraz sebeplerinin reddine, itiraz istemine atfen ve resen Daire
kararının kaldırılmasına ve suç niteliğine bağlı görev yönünden hukuka
aykırı olan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
6
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.39
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1043
K.Nu. : 2012/0929
T.
: 18.09.2012
ÖZET
Sivil cezaevinden tahliyesi sırasında, asker kişi olduğunun
bilinmemesi nedeniyle Birliğine sevki için askerlik şubesine teslim
edilmeyerek serbest bırakılan sanığın, ASCK’nın 39’uncu maddesi
kapsamında asker kişi sıfatı kesintiye uğradığından, askerî
makamlara teslim edilmemesi ve Birliğine sevk edilmemesi
karşısında,
kendiliğinden
askerî
mercilere
başvurması
beklenemeyeceğinden, atılı suçun unsurları itibarıyla oluşmadığına
karar verilmiştir.
Sanığın, 23.11.2009 tarihinde adli bir suçtan tutuklanarak önce
Askerî Cezaevine, müteakiben sevk işlemlerinin yapılması amacıyla
21.12.2009 tarihinde Diyarbakır D tipi Kapalı Cezaevine teslim edildiği,
buradan da Denizli D tipi Kapalı Cezaevine gönderildiği ve 22.12.2009
tarihinde tahliye edildiği, tahliyesi sırasında, asker kişi olduğunun
bilinmemesi nedeniyle Birliğine sevki için askerlik şubesine teslim
edilmeyerek serbest bırakıldığı, 21.01.2010 tarihinde kendiliğinden
gelerek birliğine katıldığı, böylece 25.11.2009-21.01.2010 tarihleri
arasında firar suçunu işlediğinden bahisle hakkında mahkûmiyetine dair
hüküm kurulmuş ise de;
1111 sayılı Kanun’un 78’inci maddesine göre üç ay ve daha fazla
hava değişimi alanlar gibi, ASCK’nın 39 ve 1111 sayılı Kanun’un
39’uncu maddeleri gereğince hapis cezalarının infazı için genel
cezaevlerine kapatılmak amacıyla Cumhuriyet Savcılıklarına teslim
olunanların da kıtaları ile ilişiklerinin kesildiği, infaz sonrası askerî
makamlara teslim edildiklerinde askerlik hizmetlerinin tekrar başladığı,
kıtalarına sevk edilenlerin katılmaması hâlinde firar suçunun oluşacağı,
infazın yapıldığı yer Cumhuriyet Savcılığı ya da cezaevi idaresi
tarafından yukarıda belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi
hâlinde, askerî makama teslim edilmeden serbest bırakılanların veya sevk
7
edilmeyenlerin kendiliklerinden askerî mercilere başvurmaları
beklenemeyeceğinden eylemlerinin herhangi bir suça vücut vermeyeceği
açıktır (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 13.12.2001 tarihli, 2001/120119 ve 30.09.2004 tarihli, 2004/68-120 E.K. sayılı kararları )
Sanığın askerî makamlara teslim ve Birliğine sevk edilmemesi
karşısında, kendiliğinden askerî mercilere başvurması beklenemeyeceğinden, atılı firar suçunun unsurları itibarıyla oluşmadığı anlaşılmakla
mahkûmiyet hükmünün esas yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
8
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 50, 68
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/12
K.Nu. : 2012/13
T.
: 02.02.2012
ÖZET
Askerî Mahkemece, nöbet hizmeti sırasında firar etmenin
artırım gerekçesi olarak gösterilmesi yeterli bulunmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; ceza artırım gerekçesinin yeterli olup
olmadığına ilişkindir.
Daire; sanığa yakalanmakla sona eren kısa süreli firar suçundan
verilen temel cezanın, hizmet yaparken kaçması nedeniyle artırılması
sırasında gösterilen gerekçenin yetersiz olduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; ceza artırımında gösterilen gerekçenin yeterli
olduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyadaki delillerden; sanığın, 23.11.2007 tarihinde 07.00-09.00
saatleri arasında …Komutanlığının 11 numaralı Kulesinde nöbetçi
olduğu, saat 08.30 civarında silahını diğer nöbetçiye vererek spor
yapacağından bahisle nöbet mahallinden ayrılarak, birliği izinsiz olarak
terk ettiği, 25.11.2007 tarihinde yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanığa, bu nedenle mehil içi firar suçundan ASCK’nın 68/1’inci
maddesi gereğince alt sınır üzerinden ceza tertip edildiği ve hizmet
hâlinde firar etmesi nedeniyle de cezasının ASCK’nın 68/2-B ve 50’nci
maddeleri gereğince 1/2 oranında artırıldığı görülmektedir.
Cezanın nasıl artırılacağını gösteren ASCK’nın 50’nci maddesi
“Bu kanunda bir suç için şahsi hürriyeti tahdit eden bir cezanın
arttırılacağı yazılı olan yerlerde mezkûr ceza mevzuubahis cürüm için
muayyen olan cezanın iki misline kadar çoğaltılabilir. Şu kadar ki ceza o
cürüm için kanunda yazılı azami haddi geçemez.” şeklinde
düzenlenmiştir.
ASCK’da cezanın artırılmasını düzenleyen 50’nci maddenin Askerî
Yargıtay Dairelerinde farklı uygulanması nedeniyle ortaya çıkan içtihat
9
aykırılıklarını gideren 24.05.1968 tarihli, 1968/2-1 Esas ve Karar sayılı
Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu kararında özetle;
a) ASCK’nın 50’nci maddesinde aynı Kanunun, cezanın
artırılacağını gösterdiği yerlerde, TCK’nın 29’uncu maddesinde de
gösterilen genel kaideleri kapsadığı cihetle, bu maddede yer alan
muayyen ceza deyiminin hâkim tarafından tayin ve takdir edilen temel
cezayı kapsadığına,
b) Anılan 50’nci maddeye göre yapılacak artırmanın, kanunun o
cürüm için tayin ettiği ceza miktarının azami haddinden fazla
olamayacağına,
c) Hâkim tarafından tayin ve takdir edilen temel cezanın, bu
maddeye göre ancak iki misline kadar çoğaltılabileceğine, karar
verilmiştir.
Bu karara göre; ASCK’nın 50’nci maddesi uyarınca yapılan
artırımda, artırım sonucu verilecek cezanın, temel cezanın iki katını
geçmemesi ve ayrıca kanunun o suç için belirlediği ceza miktarının üst
sınırdan da fazla olmaması gerekmektedir.
ASCK’nın 66/1-a maddesinde kıtasından veya görevi icabı
bulunmak zorunda olduğu yerden izinsiz olarak altı günden fazla
uzaklaşanların bir yıldan, üç yıla kadar hapsolunacakları belirtilmiştir.
Mehil içinde yakalananların cezasıyla ilgili ASCK’nın 68’inci
maddesi, “66 ve 67’nci maddelerde yazılı olan süreler içinde
yakalananlara iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir.
Aşağıda yazılı hâllerde, gün unsuru aranmaz ve ceza artırılır.
a) Fail beraberinde silah, mühimmat, savaş araç ve gerecini
götürmüş ise,
b) Fail hizmet yaparken kaçmış ise”, şeklinde düzenlenmiştir.
Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere; hâkim yasal gerekçesini
göstermek suretiyle, takdir hakkını kullanarak ve yukarıda belirtilen
İçtihadı Birleştirme Kurulu kararını da göz önünde bulundurarak,
ASCK'nın 50’nci maddesine göre cezada artırım yaparken, temel cezayı
iki misline kadar, ancak kanunun o suç için tayin ettiği ceza miktarının
üst sınırını geçmeyecek şekilde serbestçe belirleyebilecektir. Ancak
mahkemenin, bu takdirini kullanırken gösterdiği gerekçenin objektif,
dosya içeriği ile uyumlu, fiile ve faile uygun adil ve tatmin edici olması
gerekmektedir.
Yine mahkemece, kanunda öngörülen ceza artırımı belirlenirken,
Anayasa’nın 141/3, 5271 sayılı CMK’nın 34/1 ve 230’uncu maddelerine
uygun şekilde gerekçe gösterilmeli, bu gerekçenin yasal ve yeterli olması
gerekmektedir.
10
Somut olayda, Birliğinden firar eden sanığın, yedi tam gün
dolmadan yakalanması nedeniyle, Askerî Mahkemece, eyleminin
ASCK'nın 68/1’inci maddesi kapsamına giren mehil içi firar suçunu
oluşturduğunun kabul edilmesinde ve kısa süre içinde yakalanmış olması
gerekçe gösterilerek, alt sınır üzerinden temel ceza tayini ile
cezalandırılmasında bir isabetsizlik görülmemiştir.
Temel ceza bu şekilde belirlendikten sonra, Askerî Mahkemece,
sanığın hizmet hâlinde iken firar suçunu işlemesi nedeniyle, cezası
ASCK’nın 68/2-B ve 50’nci maddeleri gereğince artırılmıştır.
Bu artırımda, sanığın “nöbet hizmetinde iken” firar etmesi gerekçe
gösterilerek, temel cezanın 1/2 oranında çoğaltıldığı görülmektedir.
Askerlikteki müşterek hizmetlerin yapılmasını ve devamını
sağlamak maksadı ile bu hizmetlerin belli bir sıra ve süre ile subay,
astsubay, askerî öğrenci, erbaş ve erler ile Silahlı Kuvvetler Teşkilatı
içinde vazifeli olan bilumum sivil kişiler tarafından yerine
getirilmesinden ibaret olan ve Anayasa’nın 72’nci maddesinde ifadesini
bulan vatan hizmetinin esasını teşkil eden “nöbet hizmetinin”;
aksatılması hâlinde birliğin güvenliğinin zaafa düşeceği ve askerî
disiplinin önemli derecede sarsılacağı açıktır. Dolayısıyla suçun işleniş
biçimi, suçun işlendiği zaman ve yer ile meydana gelen tehlikenin
ağırlığı göz önüne alındığında, Kule Nöbetçisi iken firar eden sanığın,
cezasının ASCK’nın 68/2-B ve 50’nci maddeleri uyarınca artırılması
sırasında alt sınırdan ayrılmanın gerektiği, bu nedenle, hâkimin, iyi ifade
edilmemekle birlikte, firar suçunun “nöbet” hizmeti sırasında işlenmiş
olmasının teşdit sebebi olduğunun kabulüyle, temel cezayı alt sınırdan
uzaklaşarak 1/2 oranında artırmasının, takdir yetkisini bu şekilde
kullanmasının hukuka uygun olduğu sonucuna varılarak, Başsavcılık
itirazının kabulüyle, Daire kararının kaldırılmasına, dava dosyasının
temyiz incelemesine devam edilmek üzere Daireye iadesine karar
verilmiştir.
11
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/4
K.Nu. : 2012/4
T.
: 19.01.2012
ÖZET
Sanığın işlediği iddia olunan hava değişimi tecavüzü suçuna
ilişkin olarak, suç başlangıç tarihinin tespitine yönelik noksan
soruşturma bulunmadığı ve 28.10.2006 tarihinde meydana gelen
heyelanın, sekiz gün gecikme şeklinde gerçekleşen eylemi yönünden
mazeret teşkil etmesi nedeniyle suçun sübuta ermediği sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; suçun başlangıç tarihinin ve sanığın
izinden zamanında dönmesini geciktiren kabul edilebilir bir özrünün olup
olmadığının tespiti konularında noksan soruşturmanın bulunup
bulunmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın memleketinde meydana gelen toprak kayması
neticesinde, babasının kaybolan mezarı ile ilgili herhangi bir işlem yapıp
yapmadığı hususunun mahallinden araştırılması ve hava değişimi
raporunun başlangıç tarihinin rapor verilen yerden sorulması, akabinde
mazeret değerlendirmesi yapıldıktan sonra hüküm kurulmasının
gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; her iki konuda da noksan soruşturmanın olmadığını
ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, GATA Eğitim Hastanesi
Sağlık Kurulunun 27.09.2006 tarihli ve 4599 sayılı raporu ile bir ay hava
değişimi aldığı, iki günlük dönüş yol süresi dikkate alındığında, en geç
28.10.2006 tarihinde saat 24.00’e kadar Birliğine katılması gerekirken
katılmadığı, 06.11.2006 tarihinde katıldığı anlaşılmaktadır.
TSK Personeli Sağlık Muayene Yönergesi’nin [MY. 33-2 (B)]
Üçüncü Bölümünün 5’inci maddesinin (b) fıkrası “Yatırılarak tedavi
edilenlerde; hastanın istirahat ve hava değişimi, sağlık kurulundan
raporun verildiği tarihten itibaren başlar” hükmünü taşımaktadır.
12
Sanık hakkında düzenlenen Sağlık Kurulu raporunda, raporun
verildiği tarih herhangi bir tereddüde mahal vermeyecek şekilde
27.09.2006 olarak belirtildiğinden, hava değişimi süresinin bu tarihten
itibaren başladığı hususunda kuşku bulunmadığından, bu konuda noksan
soruşturmanın bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Sanığın sorgu ve savunmaları ile temyiz dilekçesinde; 28.10.2006
tarihinde meydana gelen toprak kayması sonucu, babasının mezarının
kaybolduğunu, onu aradığını, akrabalarından bazılarının evinin
yıkıldığını beyan ettiği görülmektedir.
Sanığa atılı hava değişimi tecavüzü suçunun düzenlendiği
ASCK’nın 66/1-b maddesinde; “Kıt’asından veya görevini yapmakta
olduğu yerden izin, istirahat veya hava değişimi alarak ayrılanlardan,
dönmeye mecbur bulundukları günden itibaren altı gün içerisinde
özürsüz olarak gelmeyenler”in cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır.
Anılan maddenin açık ifadesinden, kabul edilebilir bir özür nedeniyle
birliğe zamanında katılma olanağının bulunmadığı hâllerde sanığın suç
işleme kastıyla hareket ettiğinden söz edilemeyecektir. Bununla birlikte,
özür kavramı Kanunda tanımlanmamış olup; Askerî Yargıtay’ın yerleşik
kararları ve uygulamada, TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 57 ve 58’inci
maddelerinde sayılan ve bunlara benzerlik arz eden durumlar yasal ve
geçerli özür olarak kabul edilmektedir. Sanık tarafından özür olarak ileri
sürülen durumun, askerlik hizmetine üstün tutulabilir nitelikte bulunup
bulunmadığı, beklenen bir durum olup olmadığı, aniden ortaya çıkıp
çıkmadığı, sanığın özür nedeniyle ne kadar süreyle birliğinden ayrı
kaldığı, birliğine katılmakta geciktiği süre içinde özür oluşturan hâli
gidermeye ve bir an önce birliğine katılmaya yönelik olarak ne gibi
davranışlar sergilediği dikkate alınarak her somut olayda sanığın suç
işleme kastı ile hareket edip etmediği tartışılıp irdelenmelidir.
TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 57/b maddesinde sayılan
durumlara göz atıldığında, anılan maddede, aile fertlerinden birinin ağır
hastalığı veya ölümü, kaza, doğum, yangın gibi hâllerden söz edildiği
görülmektedir.
Somut olayda, sanığın hava değişimini geçirdiği Artvin ili Şavşat
ilçesinde, 28.10.2006 tarihinde gündüz saatlerinde toprak kayma riskinin
kuvvetli olduğunun belirlenmesi üzerine, başlangıçta 11 evin tahliyesinin
yapıldığı, saat 20.00 sıralarında heyelanın meydana gelmesi sonucu
birçok evin toprak altında kaldığı veya ağır hasar gördüğü, akabinde 19
evin daha tahliyesinin yapıldığı, sanığın babasının mezarı da içinde
olmak üzere, mezarlığın toprak kayması sonucu dereye kaydığı ve hâlen
13
yapılan aramalara rağmen mezarların bulunamadığı belgelerden
anlaşılmaktadır.
Hava değişimi süresi içerisinde olağanüstü bir tabiat olayı ile
karşılaşan, herkesin birbirini tanıdığı küçük bir ilçede birçok evin
yıkılmasına, hasar görmesine ve tahliyesine sebep olan toprak kayması
sonucu birliğine zamanında gidemeyip sekiz gün geç katılan sanığın,
hava değişimi tecavüzünde bulunduğu süre de göz önüne alındığında suç
kastıyla hareket ettiğinin söylenemeyeceği, yasal ve kabul edilebilir bir
mazeretinin olduğu sonucuna varılarak, sübut yönünden hukuka aykırı
bulunan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
14
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/5
K.Nu. : 2012/3
T.
: 12.01.2012
ÖZET
Sanık hakkında, 18.08.2007 – 13.03.2008 tarihleri arasında izin
süresini geçirmek suçundan görülmekte olan davada; temadi
süresinin yedi aya yakın bir süre olması, eylemin yakalanmakla sona
ermesi, sanığın izne gönderiliş sebebi, annesinin sakatlık durumunun
ve ailesinin bakıma muhtaç oluşunun yeni bir gelişme olmaması ve
bu eyleminden önce iki kez daha izinden zamanında dönmemiş
bulunması hususları birlikte değerlendirildiğinde; izin süresinin
geçirilmesine neden olarak gösterilen hususların beklenmeyen ve
aniden ortaya çıkan hususlar olmadığı, ailevi sıkıntıların önceden
beri bilinen ve yaşanan sorunlar olduğu, sanığın kabul edilebilir bir
mazereti bulunmadığı ve Daire kararında gösterilen hususların
araştırılması hâlinde edinilmesi olası bilgilerin de bu sonucu
değiştirmeyeceği kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; izin süresini geçirmek suçundan
yargılanmakta olan sanığın beyanları doğrultusunda yeterince araştırma
yapılmış olmadığına ilişkindir.
Daire; maddi vakanın ve sanığın suç kastının açıklıkla
belirlenebilmesi bakımından, yukarıda açıklanan hususların araştırılması
gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık; suçun niteliği, işleniş şekli ve mevcut kanıtlar
itibarıyla araştırılması gereken bir husus bulunmadığı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu olayın ve
mevcut kanıtların incelenmesi gerekmektedir.
Olayın Gelişimi ve Kanıtlar
Dosya içeriğine göre; askerlik görevini yapmakta olan sanığın,
13.08.2007 tarihinde saat 00.05’te, beş gün izinli olarak Ankara’ya
15
gönderildiği, izin süresi sonunda 18.08.2007 tarihinde saat 00.05’e kadar
Birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 13.03.2008 tarihinde
Çorum’da güvenlik kuvvetlerince yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanık, 19.03.2008 tarihinde Birlik Komutanlığınca alınan
ifadesinde; dedesinin vefatı üzerine izne gittiğini, annesiyle babasının
ayrı olduklarını, babasıyla pek fazla görüşmediğini, ancak izinde iken
babasının borcunu kapatabilmesi için arabasını satarak paranın büyük
kısmını ona verdiğini, daha sonra babasının kayıplara karıştığını,
evlerinin kira olduğunu, evin geçiminin kendi üzerinde olduğunu,
kendisinden başka bakacak kimse olmadığını, eşi hamile, annesi de sakat
olduğu için onları bırakıp gelemediğini;
19.03.2008 tarihinde Askeri Savcı tarafından alınan ifadesinde;
dedesinin vefatı üzerine izne gittiğini, annesiyle babasının ayrı
yaşadıklarını, annesinin sağır ve dilsiz olduğunu, bir işte çalışamadığını,
maddi sıkıntıları nedeniyle çalışmak zorunda kaldığını ve birliğine
dönemediğini, beyan ettiği hususların birliğine dönmemek için geçerli
mazeretler olmadığını bildiğini, bu sorunlarının askerden önce de
bulunduğunu, yakalanıp 15.03.2008 tarihinde birliğine teslim edildikten
sonra, anneannesinin ameliyat olacak olması ve ona refakat edecek kimse
bulunmaması sebebiyle yine firar ettiğini, ameliyattan sonra 19.03.2008
tarihinde kıtasına döndüğünü;
19.03.2008 tarihinde tutuklama yargılaması sırasında Askerî
Mahkemece alınan ifadesinde; ailevi problemlerinden ve maddi
sıkıntılarından dolayı, ailesine, annesine ve kardeşlerine bakmak için
dönemediğini;
16.05.2008 tarihinde Askerî Mahkemece yapılan sorgusunda;
annesiyle babasının ayrı yaşadığını, iki evli ablası ve bir küçük kardeşi
olduğu için sakat annesine bakacak kimse bulunmadığını, bu yüzden
birliğine dönemediğini, önceki ifadelerinin doğru olduğunu ve tekrar
ettiğini;
Beyan etmiş; temyiz dilekçesinde de, izin süresini geçirmesine
mazeret olarak aynı hususları tekrar etmiştir.
Sanık, HAGB kararına konu olan suçuyla ilgili yargılamada;
soruşturma aşamasında, evlenirken borçlandığını; borçlandığı kişinin
tefeci olduğunun ortaya çıkması ve ailesini tehdit etmesi üzerine izne
gittiğini, işlerini hallettikten, evini başka bir yere taşıdıktan ve biraz para
kazandıktan sonra birliğine döndüğünü beyan etmiş iken, kovuşturma
aşamasında; annesine bakacak kimsesi olmadığı için izinden
dönemediğini, eşini kaçırıp annesinin yanına bıraktıktan sonra birliğine
katıldığını ifade etmiştir.
16
Sanığın ikamet yeri olan Mahalle Muhtarı olan S.Ö. tarafından
14.03.2008 tarihinde yazılmış olan yazıda; sanığın izine geldiği tarihten
itibaren ailesiyle ilgilendiği, işitme engelli annesi ve hamile eşinin
mağdur olmaması için birliğine dönemediği, babasının evi terk etmiş
olduğu, eşi doğum yaptığında döneceğini beyan etmiş olduğu, ailesinin
hiçbir sosyal güvencesi, geliri ve sanık dışında bakacak kimsesi olmadığı
belirtilmiştir.
Askerî Mahkemece yazılan talimat üzerine, İlçe Emniyet
Müdürlüğünce mahallinde yapılan araştırma neticesinde tanzim edilen
27.10.2008 tarihli tutanakta; sanığın eşinin 25.05.2008 tarihinde doğum
yaptığı, annesinin duyma ve konuşma özürlü olduğu, Mayıs 2007 ayında
rahatsızlandığı, ancak sosyal güvencesi olmadığı için bir sağlık
kurumuna gitmediği, babasının Nisan 2007 ayında evi terk ettiği, nereye
ve neden gittiğini bilen olmadığı bilgilerine yer verilmiştir.
Sanığın annesi olan H.G. hakkında Büyükşehir Belediye Hastanesi
Sağlık Kurulunca düzenlenmiş olan 18.12.1997 tarihli raporla; annesinin,
sağır, dilsiz ve %50 oranında sakat olduğu belirlenmiştir.
Aile nüfus kaydına göre; sanığın, temadi süresi içinde 04.10.2007
tarihinde evlendiği, yakalanmasından iki buçuk ay sonra 29.05.2008
tarihinde bir oğlu olduğu, anne ve babasının, yakalanmasından altı buçuk
ay sonra 25.09.2008 tarihinde boşandığı, iki ablasının evli olduğu ve
17.05.1996 doğumlu bir erkek kardeşi bulunduğu anlaşılmaktadır.
Sanığın geçmişteki durumuna bakıldığında;
- 29.12.2006 – 05.01.2007 tarihleri arasında yedi gün,
- 20.01.2007 – 29.01.2007 tarihleri arasında dört gün yol süresi
hariç olmak üzere beş gün,
- 06.04.2007 – 09.04.2007 tarihleri arasında üç gün,
- 07.07.2007 – 12.07.2007 tarihleri arasında beş gün,
olmak üzere, daha önce yirmi gün izin kullanmış olduğu;
Bu izinlerinden ikisinden daha zamanında dönmediği,
- 29.01.2007 - 04.02.2007 tarihleri arasında işlediği kısa süreli
izin süresini geçirmek suçundan dolayı, …Komutanlığı Disiplin
Mahkemesinin 11.06.2007 tarihli kararıyla on gün oda hapsi cezasıyla
cezalandırıldığı;
- 09.04.2007 – 05.06.2007 tarihleri arasında işlediği izin süresini
geçirmek suçundan açılan davada, bu davayla birleştirilerek yapılan
yargılama sonunda hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar
verildiği,
sivilde sabıkasının bulunmadığı görülmektedir.
17
İzin Süresini Geçirmek Suçu ve Özür Kavramı
ASCK’nın 66/1-b maddesinde: “Kıt’asından veya görevini
yapmakta olduğu yerden izin, istirahat veya hava değişimi alarak
ayrılanlardan, dönmeye mecbur bulundukları günden itibaren altı gün
içerisinde özürsüz olarak gelmeyenler”in cezalandırılacağı hüküm altına
alınmıştır.
Maddeyle, izin, istirahat veya hava değişimi sebebiyle görev
yerinden ayrılanların, belirli süre içinde ve özürsüz olarak dönmemeleri
hâli cezalandırılmaktadır. Suçun koruduğu hukuki menfaat, askerlik
hizmetinin, kanuna uygun ve istikrarlı olarak zamanında yerine
getirilmesi, hizmetin aksamasına sebebiyet verilmemesidir.
Hangi hâllerin özür olarak kabul edilebileceği maddede
tanımlanmamış; TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 57 ve 58’inci
maddelerinde, izinli bulunan personelin zamanında kıtasına
dönememesine ilişkin hâller:
- zamanında dönmeyi engelleyecek şekilde sıhhi mazeret,
- aile fertlerinden birinin ağır hastalığı veya ölümü,
- kaza, doğum,
- yangın gibi beklenmeyen felaketler,
- hava, yol ve nakil araçlarından kaynaklanan gecikmeler,
olarak belirlenmiş ve bu durumlarda neler yapılması gerektiği
gösterilmiştir.
Askerî Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarıyla, Yönetmelikte gösterilen
bu hâller ile; bunlara benzerlik gösteren, beklenmeyen ve aniden ortaya
çıkan durumlar, sanığın ortaya koyduğu davranışlarla birlikte
değerlendirilmek suretiyle özür olarak kabul edilmektedir.
(Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun; 24.02.2011 tarihli ve
2011/17-17 sayılı; 17.05.2007 tarihli ve 2007/60-58 sayılı; 12.10.2006
tarihli ve 2006/164-166 sayılı; 26.05.2005 tarihli ve 2005/52-48 sayılı
kararları)
Değerlendirme ve Kabul
Bu kapsamda; sanığın dedesinin vefatı sebebiyle izne gönderilmesi,
izin süresi içinde beklenmedik bir durumla karşılaşmaması, annesinin
sakatlık durumunun ve ailesinin maddi durumunun zayıflığının yeni bir
gelişme olmaması, eşiyle evliliğinin temadi süresi içinde gerçekleşmesi,
yakalandığı yerin ailesinin ikamet ettiği yer olan Ankara değil, Çorum
olması, bu eyleminden önce iki kez daha izinden zamanında dönmemiş
bulunması, temadi süresinin yedi aya yakın bir süre olması, eylemin
yakalanmakla sona ermesi ve birliğine katılma gibi bir düşünce içinde
olmaması hususları birlikte değerlendirilmek suretiyle, dava konusu
18
olaya ve sanığın davranışlarına bakıldığında; izin süresinin geçirilmesine
neden olarak gösterilen hususların beklenmeyen ve aniden ortaya çıkan
hususlar olmadığı, ailevi sıkıntıların önceden beri bilinen ve yaşanan
sorunlar olduğu, sanığın kabul edilebilir bir mazereti bulunmadığı ve
Daire kararında gösterilen hususların araştırılması hâlinde edinilmesi
olası bilgilerin de bu sonucu değiştirmeyeceği sonucuna varılmaktadır.
Bu sebeplerle, hukuka aykırı olan Daire kararının kaldırılmasına
karar verilmiştir.
19
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/27
K.Nu. : 2012/25
T.
: 23.02.2012
ÖZET
İzinli olarak memleketinde bulunan sanığın, izin süresinin
bitimine iki gün kala babasının vefat etmesi sebebiyle izin süresinin
yedi gün daha uzatılmasına rağmen, katılması gereken tarihten on
gün sonra Birliğine katılması olayında; sanığın, babasının
ölümünden dolayı Birliğine katılmamasını haklı gösterecek şekilde
bir çöküntü veya psikolojik bunalım yaşamadığı, tedavi görmediği ve
ilaç almadığı anlaşılmakla; izin süresini geçirmesini haklı gösterecek
şekilde, ruhsal bir hastalık olan matem reaksiyonu içinde olup
olmadığının araştırılmasına gerek bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın içinde bulunduğu psikolojik
durumunun, izin süresini geçirmesini haklı kılacak derecede olup
olmadığının belirlenmesi için bilirkişi dinlenmesinin gerekip
gerekmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire; bu konularda psikiyatri uzmanı bir bilirkişinin
dinlenilmesinden sonra hüküm kurulması gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık, buna gerek olmadığı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu olayın ve
mevcut kanıtların incelenmesi gerekmektedir.
Olayın Gelişimi ve Kanıtlar
Dosya içeriğine göre; Iğdır’daki Birliğinde askerlik görevini
yapmakta olan sanığın, 09.02.2009 tarihinde, iki günlük yol süresi hariç
olmak üzere on beş gün izinli olarak Ağrı’ya gönderildiği, aynı gün Ağrı
Kabul ve Toplanma Merkezinden serbest bırakılmakla birlikte, ayrılış
zamanının belli olmadığı; izin süresi içinde babasının sağlık durumunun
ağırlaşması nedeniyle, izin süresinin yedi gün daha uzatıldığı ve buna
ilişkin izin belgesi düzenlendiği; babası 24.02.2009 tarihinde vefat eden
sanığın izin süresi sonunda 05.03.2009 tarihinde Birliğine katılması
20
gerekirken, on gün sonra 15.03.2009 tarihinde kendiliğinden geldiği
anlaşılmaktadır.
Sanık, bütün sorgu ve savunmalarında; babasının vefat etmesi
üzerine çok üzgün olduğunu, bu sebeple psikolojisinin bozulduğunu,
askerliğine engel psikolojik bir rahatsızlığı olmadığını, sadece babasının
ölümü nedeniyle üzüntü duyduğunu, bununla ilgili herhangi bir ilaç
almadığını ve tedavi görmediğini, zor durumda olan annesini yalnız
bırakmamak ve ona destek olmak için yanında kaldığını, annesini
İstanbul’da bulunan akrabalarının yanına bıraktıktan sonra Birliğine
döndüğünü, ikisi kız biri erkek olmak üzere üç kardeşi olduğunu, erkek
kardeşinin İstanbul’da çalıştığını, bir kardeşinin evli olduğunu, diğerinin
ise okula gittiğini ve suç kastı ile hareket etmediğini beyan etmiştir.
Aile nüfus kayıt örneğinden; sanığın babasının 24.02.2009
tarihinde vefat ettiği; 24.09.1981 doğumlu bir ağabeyi, 24.09.1977
doğumlu evli bir ablası ve 05.05.1993 doğumlu bir kız kardeşi olduğu
anlaşılmaktadır.
İzin Süresini Geçirmek Suçu ve Özür Kavramı
ASCK’nın 66/1-b maddesinde: “Kıt’asından veya görevini
yapmakta olduğu yerden izin, istirahat veya hava değişimi alarak
ayrılanlardan, dönmeye mecbur bulundukları günden itibaren altı gün
içerisinde özürsüz olarak gelmeyenler”in cezalandırılacağı hüküm altına
alınmıştır.
Maddeyle, izin, istirahat veya hava değişimi sebebiyle görev
yerinden ayrılanların, belirli süre içinde ve özürsüz olarak dönmemeleri
hâli cezalandırılmaktadır. Suçun koruduğu hukuki menfaat, askerlik
hizmetinin, kanuna uygun ve istikrarlı olarak zamanında yerine
getirilmesi, hizmetin aksamasına sebebiyet verilmemesidir.
Hangi hâllerin özür olarak kabul edilebileceği maddede
tanımlanmamış; TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 57 ve 58’inci
maddelerinde, izinli bulunan personelin zamanında kıtasına
dönememesine ilişkin hâller:
- zamanında dönmeyi engelleyecek şekilde sıhhi mazeret,
- aile fertlerinden birinin ağır hastalığı veya ölümü,
- kaza, doğum,
- yangın gibi beklenmeyen felaketler,
- hava, yol ve nakil araçlarından kaynaklanan gecikmeler,
olarak belirlenmiş ve bu durumlarda neler yapılması gerektiği
gösterilmiştir.
Askerî Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarıyla, Yönetmelik’te gösterilen
bu hâller ile; bunlara benzerlik gösteren, beklenmeyen ve aniden ortaya
21
çıkan durumlar, sanığın ortaya koyduğu davranışlarla birlikte
değerlendirilmek suretiyle özür olarak kabul edilmektedir.
Değerlendirme ve Kabul
Bu kapsamda dava konusu olaya bakıldığında; sanığın, babasının
hastalığı nedeniyle toplam on yedi gün izne gönderilmiş olduğu,
babasının sağlık durumunun ağırlaşması nedeniyle izin süresinin yedi
gün daha uzatıldığı, babasının ölüm tarihinden itibaren izninin bitimi
olan dokuzuncu günün sonunda Birliğine katılması gerekirken, on
dokuzuncu günde katıldığı; babasının ölümünden kaynaklanan üzüntüsü
dışında yasal bir özrü bulunmadığı, ölümden sonra Birliğine katılması
gereken tarihe kadar geçen sürenin ölümden kaynaklanan ailevi
sorunlarını hâlletmek için yeterli bir süre olduğu anlaşılmaktadır.
Daire tarafından; sanığın, babasının vefatı üzerine matem
reaksiyonu (yas sendromu) içerisine girmiş olabileceği ve bu durumunun
da izinden zamanında dönmesini engelleyecek şekilde sıhhi mazeret
olarak değerlendirilmesinin mümkün olduğu gözetilmek suretiyle, bu
hususların belirlenmesi için psikiyatri uzmanı bir bilirkişinin dinlenilmesi
gerektiği kabul edilmiş ise de; sanık, kendi beyanlarıyla, askerliğine
engel psikolojik bir rahatsızlığı olmadığını, sadece babasının ölümü
nedeniyle üzüntü duyduğunu, bununla ilgili herhangi bir ilaç almadığını
ve tedavi görmediğini belirtmek suretiyle, esas itibarıyla kıtasına
katılmasını geciktirecek nitelikte bir hastalığı bulunmadığını ortaya
koymuş olduğu gibi, böyle bir kuşkuyu haklı kılacak hiçbir kanıt da
bulunmamaktadır.
Bu sebeplerle, mahkûmiyet hükmünün bozulmasına ilişkin Daire
kararının gerekçesinin, kanıtlara ve hukuka uygun olmadığı kabul
edilmiştir.
22
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/37
K.Nu. : 2012/39
T.
: 22.03.2012
ÖZET
Sanığın, izin süresini 6 gün 11 saat 10 dakika geçirmesine
neden olarak; izninin bitmesine bir gün kala, İstanbul’da ikamet
etmekte olan teyzesinin kocasının vefat etmesini, teyzesinin kendi
yaşlarındaki oğluyla birlikte cenaze işleriyle ve taziye için gelen
kişilerle ilgilenmesini göstermiş olması ve bir günlük gecikmenin bile
mazerete dayalı olduğunun belirlenmesi hâlinde eylemin 477 sayılı
Kanun'un 50’nci maddesi kapsamında kalacak olması nedenleriyle;
sanığın ileri sürdüğü hususların araştırılması ve doğru olduğunun
belirlenmesi hâlinde makul bir sürenin mazeret olarak kabul
edilmesi gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eniştesinin ne zaman vefat
ettiğinin ve defin işleminin ne zaman yapıldığının araştırılmasına gerek
olup olmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; bu konunun araştırılması gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık, buna gerek olmadığı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu olayın ve
mevcut kanıtların incelenmesi gerekmektedir.
Dava Konusu Olay ve Kabul
Dosya içeriğine göre; Malatya’daki Birliğinde askerlik görevini
yapmakta olan sanığın, 19.05.2011 tarihinde saat 09.35’te, 4 gün yol
süresi hariç olmak üzere 8 gün izinli olarak İstanbul’a gönderildiği, izin
süresi sonunda en geç 31.05.2011 tarihinde saat 09.35’e kadar Birliğine
katılması gerekirken, 6 tam gün geçtikten sonra 06.06.2011 tarihinde saat
20.45’te Birliğine katıldığı anlaşılmaktadır.
Sanık, bütün sorgu ve savunmalarında; boşanma davası açmış olan
anne ve babasını barıştırabilmek düşüncesiyle izne ayrıldığını, fakat
23
başarılı olamadığını, izninin bitmesine bir gün kala, 30.05.2011 tarihinde,
İstanbul’da ikamet etmekte olan teyzesinin kocasının vefat ettiğini,
teyzesinin kendi yaşlarındaki oğluyla birlikte cenaze işleriyle ve taziye
için gelen kişilerle ilgilendiğini; 01.06.2011 tarihinde kendisini telefonla
arayarak, dönmekte geciktiğini ve yedi gün içinde dönmezse bunun suç
olacağını söyleyen Bkm.Bçvş. A.Ş.S.’ye, teyzesinin eşinin vefat ettiğini
söylediğini, kalan iznini kullanmak istediğini söylemediğini; Malatya’ya
direk otobüs bulamadığı için, Birliğine katılmak üzere 05.06.2011
tarihinde otobüsle İstanbul’dan Ankara’ya, 06.06.2011 tarihinde ise
Ankara’dan Malatya’ya hareket ettiğini, böylece Birliğine katıldığını, suç
işleme kastı olmadığını ve pişman olduğunu beyan etmiştir.
Tanık olarak dinlenen Bkm.Bçvş. A.Ş.S.; sanığı izni bittiği hâlde
Birliğe dönmemesi nedeniyle telefonla aradığını, dönmediği takdirde suç
işlemiş olacağını söylediğini, sanığın da eniştesinin vefat ettiğini, anne ve
babası arasında problemler olduğunu ve işlerini hâllettikten sonra
döneceğini söylediğini, izninin uzatılmasını isteyip istemediğini
hatırlamadığını ifade etmiştir.
İzin Süresini Geçirmek Suçu ve Özür Kavramı
ASCK’nın 66/1-b maddesinde: “Kıt’asından veya görevini
yapmakta olduğu yerden izin, istirahat veya hava değişimi alarak
ayrılanlardan, dönmeye mecbur bulundukları günden itibaren altı gün
içerisinde özürsüz olarak gelmeyenler”in cezalandırılacağı hüküm altına
alınmıştır.
Maddeyle, izin, istirahat veya hava değişimi sebebiyle görev
yerinden ayrılanların, belirli süre içinde ve özürsüz olarak dönmemeleri
hâli cezalandırılmaktadır. Suçun koruduğu hukuki menfaat, askerlik
hizmetinin, kanuna uygun ve istikrarlı olarak zamanında yerine
getirilmesi, hizmetin aksamasına sebebiyet verilmemesidir.
Hangi hâllerin özür olarak kabul edilebileceği maddede
tanımlanmamış; TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 57 ve 58’inci
maddelerinde, izinli bulunan personelin zamanında kıtasına
dönememesine ilişkin hâller:
- zamanında dönmeyi engelleyecek şekilde sıhhi mazeret,
- aile fertlerinden birinin ağır hastalığı veya ölümü,
- kaza, doğum,
- yangın gibi beklenmeyen felaketler,
- hava, yol ve nakil araçlarından kaynaklanan gecikmeler,
olarak belirlenmiş ve bu durumlarda neler yapılması gerektiği
gösterilmiştir.
Askerî Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarıyla, Yönetmelik’te gösterilen
24
bu hâller ile; bunlara benzerlik gösteren, beklenmeyen ve aniden ortaya
çıkan durumlar, sanığın ortaya koyduğu davranışlarla birlikte
değerlendirilmek suretiyle özür olarak kabul edilmektedir.
Değerlendirme
Bu kapsamda dava konusu olaya bakıldığında; sanığın, izin süresini
geçirmesine neden olarak ileri sürdüğü husus, izninin bitmesine bir gün
kala teyzesinin kocasının vefat etmiş olması, teyzesinin kendi
yaşlarındaki oğluyla birlikte cenaze işleriyle ve taziye için gelen kişilerle
ilgilenmiş olmasıdır.
Yerleşik gelenek ve göreneklerimize göre; teyze, geniş aile
kapsamı içindeki en yakın akrabalardan birisi olup; teyzenin eşinin vefatı
hâlinde, bu acı günün, yeğen konumundaki kişiler tarafından da
paylaşılması ve üzerlerine düşen görevlerin yerine getirilmesi gereği,
toplumumuzca benimsenmiş ve kabul edilmiştir. Keza; yas günleri, bir
anlamda ailenin birlik ve dayanışma günleridir.
Sanığın, izninin bitimine bir gün kala, yani Malatya’daki kıtasına
katılmak için İstanbul’dan ayrılması gereken tarihte teyzesinin eşinin
vefat ettiğinin belirlenmesi hâlinde, bu durumun, kanıtlara ve hâlin
icabına uygun olarak takdir edilecek makul bir süre için mazeret olarak
kabul edilmesi gerekmektedir.
Gecikme süresinin 6 gün 11 saat 10 dakika olması nedeniyle; bir
günlük gecikmenin bile mazerete dayalı olduğunun belirlenmesi hâlinde,
eylemin 477 sayılı Kanun'un 50’nci maddesi kapsamında kalacağı ve
Askerî Mahkemece görevsizlik kararı verilmesi gerekeceğinden; sanığın
eniştesinin ne zaman vefat ettiğinin ve defin işleminin ne zaman
yapıldığının ilgili nüfus müdürlüğünden ve mahallinden araştırılarak
sonucuna göre hüküm kurulmasına ilişkin Daire kararında bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
25
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/43
K.Nu. : 2012/42
T.
: 22.03.2012
ÖZET
12.06.2011 tarihinden itibaren izin süresini geçirmiş ve suç
işlemekte olan sanığın, 31.07.2011 tarihinde saat 17.32’de babası
tarafından getirilerek Birliğine teslim edildikten sonra, aynı gün saat
21.30’da firar ettiği ve 21.09.2011 tarihinde yakalandığı anlaşılmakta
olup; askerlik yapmak ve Birliğine katılmak istemediği
doğrultusundaki açık beyanları, Birliği nizamiyesine babası ile
birlikte gelip teslim olmasından yaklaşık dört saat sonra ve henüz
firarına sebep teşkil edebilecek yeni hiçbir olay yaşanmadan tekrar
firar etmiş olması karşısında, 31.07.2011 tarihinde kendi iradesiyle
Birliğine katılmadığı ve dolayısıyla sonraki kaçma eyleminin ayrı bir
firar suçunu oluşturmayacağı kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın 31.07.2011 tarihinde babası
tarafından getirilerek Birliğe teslim edilmiş olmasının, izin süresini
geçirmek suçunu sona erdirip erdirmediğine, Birliğine getirilmesinden
kısa bir süre sonra tekrar kaçmasının yeni bir suç oluşturup
oluşturmayacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın 31.07.2007 tarihinde babası tarafından Birliğine
getirilmiş olmasının katılma iradesiyle gerçekleşmediğini, dolayısıyla
kısa bir süre sonra kaçmasının ayrı bir suçu oluşturmayacağını ve dava
konusu eylemlerinin 12.06.2011-21.09.2011 tarihleri arasında
yakalanmakla son bulan izin süresini geçirmek suçunu oluşturacağını
kabul etmişken; Başsavcılık, sanığın eylemlerinin iki ayrı suçu
oluşturacağı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümünden önce, dava konusu eylemlerin ve
kanıtların incelenmesi gerekmektedir.
26
Dava Konusu Eylemler ve Kanıtlar
Dosya içeriğine göre; askerlik görevini yapmakta olan sanığın,
06.06.2011 tarihinde, üç gün izinli olarak İstanbul’a gönderildiği; izne
ayrılış saatinin belli olmadığı, izin süresine iki günlük yol süresi de
eklendiğinde, 11.06.2011 tarihinde saat 24.00’a kadar Birliğine katılması
gerekirken, katılmadığı; 31.07.2011 tarihinde, saat 17.32’de babası
tarafından getirilerek Birliğine teslim edildiği; aynı gün saat 21.30’da
yapılan yat yoklamasında firar ettiği belirlenen sanığın, 21.09.2011
tarihinde yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanık, izin süresini geçirmesine neden olarak; Birlik
Komutanlığındaki huzursuzluğunu, askerlik yapmak istemeyişini ve
psikolojik sorunlarını göstermiş; babasının kendisini alarak Birliğine
teslim ettiğini, katılmak istemediği için kendisini Bölük Astsubayının
yanına götürdüklerini, Bölük Astsubayı ile bir süre konuştuktan sonra
kendisini Bölüğe göndermeleri üzerine, Bölüğe hiç katılmadan tel
örgülerden atlayarak firar ettiğini beyan etmiştir.
Olayla ilgili olarak tutulan tutanakta; sanığın babası tarafından
getirilerek saat 17.32’de Kışla Nizamiyesinde teslim edildiği, daha sonra
Bölüğe katılış yaptığı, 21.30’da yapılan yat yoklamasında bulunmadığı;
vaka kanaat raporunda ayrıca, sanığın 18.30’daki akşam içtimasına da
katıldığı belirtilmiştir.
Sanığın psikiyatrik yönden muayenesi yaptırılmış; “Geçirilmiş
Nevrotik Adaptasyon Bozukluğu” tanısı konulduğu, bu hâlinin, suç
tarihleri itibarıyla askerliğe elverişlilik durumunu ve cezai ehliyetini
etkileyecek bir ruhsal rahatsızlık olmadığı belirlenmiştir.
Değerlendirme
Askerî Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarıyla kabul edildiği üzere; firar
ve izin süresini geçirmek gibi süreklilik gösteren (mütemadi) suçlarda,
failin yakalanması, birliğe katılması veya bu maksatla resmî mercilere
müracaat etmesi hâllerinde suç tamamlanmakta, bundan sonraki kaçma
eylemleri ayrı bir suçu oluşturabilmektedir.
Katılma veya resmî mercilere müracaat hâllerinde suçun
tamamlandığının kabulü için, failin eylemini sonlandırmak iradesiyle
hareket etmiş olması gerekmekte, bir başka vesileyle bu eylemlerin
yapılmış olmasının, devam etmekte olan suçu sonlandırmayacağı kabul
edilmektedir.
Bu kapsamda, 12.06.2011 tarihinden itibaren izin süresini geçirmiş
ve suç işlemekte olan sanığın, 31.07.2011 tarihinde babası tarafından
getirilerek Birliğine teslim edilmiş olmasının izin süresini geçirmek
27
suçunu sonlandırdığının kabulü için, sanığın, Birliğine katılmak
iradesiyle hareket etmiş olduğunun ortaya konması gerekmektedir.
Kurulumuzca; bu konuda karar verilebilmesi için, sanığın akşam
içtimasına katılıp katılmadığı hususunda vaka kanaat raporu ile olay
tutanağındaki bilgiler arasındaki kısmi uyuşmazlık dikkate alınmak
suretiyle, sanığın akşam yoklamasına katılıp katılmadığının hiçbir
kuşkuya yer vermeyecek şekilde araştırılmasının ve sanığın kendisiyle
konuştuğunu beyan ettiği Bölük Astsubayının tanık olarak dinlenmesinin
gerekip gerekmediği tartışılmış; Kurul çoğunluğunca, bu konuların
araştırılmasının esasa etkisi bulunmadığı kabul edilmiştir.
Sanığın askerlik yapmak ve Birliğine katılmak istemediği
doğrultusundaki açık beyanları, Birliği Nizamiyesine teslim edilmiş
olmasından yaklaşık dört saat sonra ve henüz firarına sebep teşkil
edebilecek yeni hiçbir olay yaşanmadan tekrar firar etmiş olması
hususları birlikte değerlendirildiğinde; sanığın babası tarafından Birliğine
teslim edilmiş olmasının kendi iradesiyle gerçekleşmediği, sanıkta
katılma iradesi bulunmadığı ve dolayısıyla kaçma eyleminin ayrı bir firar
suçunu oluşturmayacağı sonucuna varılmaktadır.
Birliğine katılması için Babası tarafından manevi olarak zorlaması
hâlinde, sanığın kendi iradesiyle hareket ettiği kabul edilemeyeceğinden
ve bulduğu ilk fırsatta kaçma düşüncesinde olduğu anlaşılan sanığın,
Birliğinde kaldığı kısa zaman aralığı içinde ve zorunlu olarak akşam
içtimasına katılmış olmasının eylemini sonlandırma iradesinin varlığı için
kanıt olarak kabulü mümkün olmadığından, tebliğnamede ileri sürülen
görüşlere iştirak edilememiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun; 10.06.1999 tarihli ve
1999/136-127, 19.11.2004 tarihli ve 2004/171-152, 16.03.2006 tarihli ve
2006/63-64, 2’nci Dairesinin 01.10.2003 tarihli ve 2003/908-894, ve
4’üncü Dairesinin 30.09.2003 tarihli ve 2003/787-785, 1’inci Dairesinin
29.09.2004 tarihli ve 2004/936-932 sayılı kararları da aynı doğrultudadır.
Sanığın eylemlerinin bir bütün hâlinde ve sadece izin süresini
geçirmek suçunu oluşturduğunun kabul edilmesi, ancak bir suçtan
mahkûmiyet kararı verilebilecek olması, sanığın 21.09.2011 - 22.09.2011
tarihleri arasında göz altında tutulmuş olması, 22.09.2011 tarihinden
itibaren tutuklu olarak bulunması ve tutuklama sebeplerinin ortadan
kalkmış olması hususları değerlendirilmek suretiyle; sanığın
mağduriyetine sebebiyet verilmemesi için tahliyesine karar verilmiştir.
28
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/44
K.Nu. : 2012/47
T.
: 12.04.2012
ÖZET
Sanığın, izin tecavüzünde kaldığı sürenin kısalığı dikkate
alınarak yasal bir mazereti olup olmadığının belirlenmesi için;
annesini hangi tarihte ve hangi hastaneye götürdüğü, buradaki
işlerinin ne zaman bittiği; tarlası olmadığına göre hangi mahsulün
hasadıyla uğraştığı, annesinin ve kardeşlerinin bu işleri yapma
olanakları olup olmadığı hususlarında ayrıntılı olarak sorgulanması,
gerektiği takdirde beyanları doğrultusunda araştırma yapılması ve
edinilecek bilgilere göre hüküm kurulması gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın atılı suçu işlediği veya
işlemediği konusunda karar verilebilmesi için araştırılması gereken bir
husus bulunup bulunmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın annesinin izin süresi içinde ve izin aşımında
bulunduğu süreçte hastanede tedavi görüp görmediğinin ortaya
çıkarılması, ayrıca, mahsul dönemindeki işlerle uğraşacak başka kişiler
olmaması nedeniyle, sanığın tarladaki mahsulün hasadını yapmak
zorunda olup olmadığı durumunun belirlenmesi için araştırma yapılması
gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık; mevcut kanıtlara göre araştırılması gereken bir husus
olmadığı görüşündedir.
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Gaziantep’teki Birliğinde askerlik görevini yapmakta olan sanığın,
geçirdiği apandisit ameliyatı nedeniyle Gaziantep Av. C.G. Devlet
Hastanesi Sağlık Kurulu tarafından 21.06.2005 tarihinde verilmiş olan
otuz günlük istirahat süresinden kalanını memleketinde geçirmesi için,
01.07.2005 tarihinde izne gönderildiği; istirahat ve bir gün dönüş yol
29
süresine göre 21.07.2005 tarihinde Birliğine katılması gerekirken,
04.08.2005 tarihinde 09.10’da katıldığı anlaşılmaktadır.
Sanık, sorgu, savunma ve temyiz dilekçelerinde; babasının daha
önce vefat ettiğini, evde annesi ve iki kız kardeşinin olduğunu, onlarla
ilgilenecek kimse olmadığını, fakir olduklarını, hiçbir yerden gelirleri
olmadığını, kendisinden büyük kardeşinin çalışmak için Marmaris’e
gittiğini, mahsul döneminde işleri yapacak kimse olmadığını, annesini
rahatsızlığı nedeniyle Van 100. Yıl Araştırma Hastanesine götürdüğünü,
evin iaşesini temin etmek için çalışmak zorunda olduğunu, işlerini
düzene koyup dönmek için Bölük Komutanına durumunu izah ettiğini,
onun işlerini bitirip gelmesini söylemesi nedeniyle izinden geç geldiğini
ve suç kastı olmadığını ifade etmektedir.
Yapılan araştırmada; sanığın anne ve babasının resmî nikahlı
olmadığı, annesinden başka evli olmayan üç kız kardeşi bulunduğu, suç
tarihi itibarıyla bunların 27, 18 ve 12 yaşlarında olduğu; babasının daha
önce vefat ettiği, sanığın çobanlık yaptığı, yıllık toplam gelirinin 2.000
TL olduğu, annesi ve kız kardeşlerine sanığın baktığı, gayrimenkulleri
bulunmadığı, evde sadece televizyonları olduğu, beyaz eşyaları olmadığı,
Van 100. Yıl Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesinin ilgili
yazısında; sanığın annesinin suç tarihlerinden sonraki bir dönemde,
21.05.2007-29.05.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğünün belirtilip,
suç tarihlerindeki döneme ilişkin açık bir ifade bulunmadığı, ailenin
geçiminin sanık tarafından, askerde olduğu dönemde ise köylünün
yardımı ile sağlandığı, İstanbul’da olan ağabeyin aileye hiçbir katkısının
olmadığı belirlenmiştir.
Tanık olarak dinlenen Bölük Komutanı P.Yzb. B.D.; sanık izinde
iken kendisi ile görüşmediğini, ağabeyi ile görüşmüş olabileceğini,
sanığa veya ağabeyine işini bitirip gelmesi hususunda bir şey demesinin
mümkün olmadığını beyan etmiştir.
İzin Süresini Geçirmek Suçu ve Özür Kavramı
ASCK’nın 66/1-b maddesinde: “Kıt’asından veya görevini
yapmakta olduğu yerden izin, istirahat veya hava değişimi alarak
ayrılanlardan, dönmeye mecbur bulundukları günden itibaren altı gün
içerisinde özürsüz olarak gelmeyenler”in cezalandırılacağı hüküm altına
alınmıştır.
Maddeyle, izin, istirahat veya hava değişimi sebebiyle görev
yerinden ayrılanların, belirli süre içinde ve özürsüz olarak dönmemeleri
hâli cezalandırılmaktadır. Suçun koruduğu hukuki menfaat, askerlik
hizmetinin, kanuna uygun ve istikrarlı olarak zamanında yerine
getirilmesi, hizmetin aksamasına sebebiyet verilmemesidir.
30
Hangi hâllerin özür olarak kabul edilebileceği maddede
tanımlanmamış; TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 57 ve 58’inci
maddelerinde, izinli bulunan personelin zamanında kıtasına
dönememesine ilişkin hâller:
- zamanında dönmeyi engelleyecek şekilde sıhhi mazeret,
- aile fertlerinden birinin ağır hastalığı veya ölümü,
- kaza, doğum,
- yangın gibi beklenmeyen felaketler,
- hava, yol ve nakil araçlarından kaynaklanan gecikmeler
olarak belirlenmiş ve bu durumlarda neler yapılması gerektiği
gösterilmiştir.
Askerî Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarıyla, Yönetmelik’te gösterilen
bu hâller ile; bunlara benzerlik gösteren, beklenmeyen ve aniden ortaya
çıkan durumlar, sanığın ortaya koyduğu davranışlarla birlikte
değerlendirilmek suretiyle özür olarak kabul edilmektedir.
Değerlendirme ve Kabul
Bu kapsamda dava konusu olaya bakıldığında; sanığın cahil ve
fakir olduğu, babasının daha önce vefat ettiği, ailesinin kısıtlı imkânlarla
geçinmeye çalıştığı, evlerinde beyaz eşyalarının bile olmadığı
görülmektedir.
Sanığın izin süresi içinde annesini rahatsızlığı nedeniyle Van 100.
Yıl Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesine götürüp
götürmediği hususunun belirlenmesi için yazılan talimata anılan Hastane
tarafından verilen cevabi yazı, sorulan hususları ortaya koymak
bakımından yeterince açık olmadığı gibi; sanığın, annesini başka bir
hastaneye götürmüş olması ve götürdüğü hastaneyi iyi ifade edememiş
olması olasılığı da bulunmaktadır.
Özellikle; sanığın, 23.03.2006 tarihinde vermiş olduğu temyiz
dilekçesinde, annesini “Van 100. Yıl Araştırma Hastanesine”
götürdüğünü beyan etmiş olması, buna karşılık
Van 100. Yıl
Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesinin ilgili yazısında,
sanığın annesinin, bu dilekçenin verildiği tarihten daha sonraki bir
dönemde 21.05.2007-29.05.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğünün
ifade edilmiş olması dikkate alındığında; sanığın temyiz dilekçesinde
ifade ettiği annesini hastaneye götürmesi olayının, anılan Hastanenin
yazısında belirtilen tarihler arasındaki tedavi işlemi olmadığı açıkça
görülmektedir.
31
Diğer taraftan, temadi süresinin kısa olması sebebiyle; sanığın
ailesinin yıllık geçimi için önemli bir kaynak teşkil etmesi ve kendisinin
yokluğunda bu işlerle uğraşacak başkaca kimselerin olmaması hâlinde,
makul bir süreyle sınırlı olmak üzere hasat işlemlerinin de yasal bir
mazeret olarak kabul edilmesi mümkün bulunmaktadır.
Bu sebeplerle, sanığın izin süresini geçirmesine sebep olacak haklı
bir sebebinin olup olmadığının araştırılması bakımından, kendisinden;
annesini, hangi tarihlerde ve tam olarak hangi hastaneye götürdüğü,
buralarda ne gibi işlemler yapıldığı ve ne zaman bittiği, tarlası da
olmadığına göre hangi mahsulün hasat işleriyle uğraşmak zorunda
kaldığı, yokluğu hâlinde bu işlerin annesi ve üç kız kardeşi tarafından
yapılmasının mümkün olup olmadığı hususlarının sorulması, edinilecek
bilgiler doğrultusunda araştırılma yapılması ve kanıtlara göre hüküm
kurulması gerekmektedir.
Dolayısıyla, Daire tarafından benzer gerekçelerle verilmiş olan
bozma kararında kanıtlara ve hukuka aykırı bir husus bulunmamaktadır.
32
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/87
K.Nu. : 2012/81
T.
: 07.06.2012
ÖZET
Gasp suçunu işleyen sanığın, bu suçla ilgili cezasının kısmen
infazının yapılması ve lehe kanun değerlendirmesi kapsamında
tahliye edilmesi karşısında, infaz evrakı getirtilmeden askerliğe
elverişli olduğuna dair 2005 yılında yürürlükte bulunan TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliği’nin 17’nci maddesi D dilimi 1’inci fıkrası
kapsamında değerlendirme yapılması noksanlık olarak görülmüştür.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; yüklenen izin tecavüzü
suçunu işlediği iddia olunan tarihlerde, sanığın, askerliğe elverişli olup
olmadığı hususunda aldırılan Sağlık Kurulu Raporunun yeterli olup
olmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın, gasp suçu nedeniyle kısmen infaz edilen hükmü ile
ilgili olarak, suç tarihlerinde askerliğe elverişli olup olmadığı konusunda
ek rapor aldırılmasının gerektiğini kabul ederken;
Askerî Mahkeme; olay tarihinde yürürlükte bulunan TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğine göre; gasp suçuyla ilgili suç tarihlerinde infaz
edilmiş bir hüküm bulunmadığından, gasp suçu nedeniyle sanığın
askerliğe elverişli olup olmadığı hususunda ek rapor aldırılmasına gerek
bulunmadığını belirterek; Dairenin bozma kararına direnmek suretiyle
mahkûmiyet hükmü vermiştir.
Mahkûmiyet hükmünün direnme niteliğinde olduğu ve incelemenin
Daireler Kurulunda yapılması gerektiği kabul edilerek, incelemeye
geçilmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; Sanığın, 10.03.2005 tarihinde 10
gün süre ile izinli olarak birliğinden ayrıldığı, izinden en geç 21.03.2005
tarihinde dönerek birliğine katılması gerekirken katılmadığı, bir süre bu
durumunu devam ettirdikten sonra, 02.09.2005 tarihinde teslim olduğu,
33
bu suretle 21.03.2005 - 02.09.2005 tarihleri arasında izin tecavüzü
suçunu işlediği kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine
karar verildiği, bu kararın Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesince noksan
soruşturma yönünden bozulması üzerine; bozmaya uyulmayarak izin
tecavüzü suçunun unsurları itibarıyla oluştuğu kabul edilerek, direnilmek
suretiyle mahkûmiyetine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Yargılama aşamasında cezai ehliyeti ve askerliğe elverişliliği
hususlarında doğan şüphelerin giderilmesi amacıyla Adana Asker
Hastanesinde adli gözlem altına alınan sanık hakkında düzenlenen Adli
Rapor ve Sağlık Kurulu Raporunda; “İleri derecede antisosyal kişilik
bozukluğu” tanısı konulan sanık hakkında “D/17 F-1 barışta ve seferde
askerliğe elverişli değildir, askerliğe elverişsizlik hâli suç tarihlerini
(20.03.2005-02.09.2005) kapsamamaktadır” kararının alındığı ve kararda
“kesinleşmiş fakat infazı yapılmamış bir hapis cezası bulunduğunun”
belirtildiği görülmektedir. Sanığa ait adli dosya incelendiğinde; daha
önce Adana 4’üncü Asliye Ceza Mahkemesinin 07.04.2003 tarihli
hükmüyle, 6136 sayılı Kanuna muhalefet suçundan cezalandırıldığı, bu
cezasının ertelendiği; yine Adana 2’nci Ağır Ceza Mahkemesinin
30.9.2002 tarihli hükmü ile silahlı gasp suçundan 05.05.2002 tarihinden
itibaren tutuklu olarak yargılandığı ve sekiz sene dört ay ağır hapis cezası
ile cezalandırılmasına ve tutukluluk hâlinin devamına karar verildiği, bu
hükmün Yargıtay 6’ncı Ceza Dairesinin 13.05.2003 tarihli ve
2002/24333-2003/3055 sayılı ilamı ile onanmak suretiyle kesinleştiği,
Adana 2’nci Ağır Ceza Mahkemesinin 28.10.2004 tarihli ek kararı ile
5237 sayılı TCK’nın yürürlüğe gireceğinden bahisle infazın
durdurulmasına karar verildiği, bilahare Adana 2’nci Ağır Ceza
Mahkemesinin 10.02.2006 tarihli uyarlama kararı ile silahlı gasp
suçundan mahkûmiyetine ilişkin cezasında, nevi dışında herhangi bir
değişiklik yapılmadığı; yargılama aşamasında aldırılan Adli Rapor ve
Sağlık Kurulu Raporunda, sanığın yukarıda belirtilen kesinleşmiş ve
kısmen infaz edilmiş silahlı gasp suçuna ilişkin mahkûmiyet hükmünden
bahsedilmekle beraber, infazının yapılmamış olduğu belirtilerek,
sanığın durumunun Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Yeteneği
Yönetmeliğinin eki Hastalıklar ve Arızalar Listesi’nin 17’nci maddesi D
dilimi 1’inci fıkrası yerine, 17’nci maddesi A dilimi 1’inci fıkrası
kapsamında kabul edildiği görülmektedir.
Somut olayda, sanığın, gasp suçuyla ilgili infaz evrakının dosyada
bulunmaması nedeniyle Adli Rapor ve Sağlık Kurulu Raporunda; gasp
suçunun infazının yapılmadığı belirtilerek, sanığın suç tarihlerinde
askerliğe elverişli olduğunun kabul edildiği görülmektedir.
34
Kanunun lehe olan hükümlerinin uygulanması bakımından
cezasının infazı durdurulan sanığın, gasp suçundan sekiz yıl dört ay hapis
cezasına mahkûm edilmesiyle ilgili infaz evrakının tamamının getirtilip,
dava dosyasıyla birlikte ikametgâhının bulunduğu yerdeki Adana Asker
Hastanesine sevk edilerek, gasp suçundan verilip kesinleşen bu hapis
cezasının 05.05.2002 – 28.10.2004 tarihleri arasında 2 yıl 5 ay 28 günlük
büyük kısmı infaz edilmişken, iradesi dışında gelişen kanun değişikliği
nedeniyle infazın durdurularak tahliye edilmesinin ve bu aşamadan sonra
yargılanmakta olduğu izin tecavüzünde bulunmuş olmasının, açıkça
değerlendirmeye tabi tutularak, suç tarihlerinde askerliğe elverişli olup
olmadığının ek raporla belirlenmesi gerekirken, bu konuda noksan
inceleme ve soruşturma ile hüküm kurulması hukuka aykırı
bulunduğundan, Askerî Mahkemece direnilmek suretiyle verilen
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
35
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/91
K.Nu. : 2012/87
T.
: 21.06.2012
ÖZET
10.02.1999 tarihinde kıtasından firar ettikten sonra bir daha
kıtasına katılmama düşüncesinde olan sanığın, bu düşüncesi
doğrultusunda yakalanmamak için bir başka isimle kendisine sahte
bir nüfus kaydı daha çıkartması, buradaki ismiyle askerliğe elverişli
olmadığına ilişkin olarak 26.12.2001 tarihli sahte raporu temin
etmesi şeklindeki eylemlerinin bir bütün hâlinde tek fiil olduğunun
ve bir suç oluşturduğunun kabul edilmesi mümkün değildir.
Sanığın, davaya konu eylemleriyle firar suçunun kanuni
unsurlarının oluştuğunda kuşku bulunmamakla birlikte, askerden
firar etmiş bir kişi olarak gerçek ismiyle aranmaya devam edilmekte
olması ve sahte olarak çıkarttığı nüfus kaydındaki kişi adına yaptığı
sahtekarlık eylemlerinin askerlikten kurtulmasına olanak sağlayıcı
nitelikte olmaması sebebiyle; bu eylemlerinin, askerlikten kurtulmak
için hile yapmak suçunu değil 765 ve 5237 sayılı TCK’nın ilgili
hükümleri uyarınca belgede sahtecilik suçlarını oluşturabileceği
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın dava konusu eylemlerinin
askerlikten kurutulmak için hile yapmak suçunu mu, yoksa firar suçunu
mu oluşturduğuna ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın dava konusu eylemlerinin bir bütün hâlinde
askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunu oluşturduğunu kabul
etmişken, Başsavcılık; askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunun
oluşmayacağı, sanığın eyleminin firar suçunu gizlemeye yönelik olduğu
ve firar suçunu oluşturduğu görüşündedir.
36
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle dava konusu olayların ortaya
konulması gerekmektedir.
Dava Konusu Olaylar
…Birliğinde görev yapmakta olan sanığın, 10.02.1999 tarihinde
…Asker Hastanesine sevk edilmesinden istifade ederek firar ettiği,
Askerî Hastaneye müracaat etmediği;
Sanığın isteği üzerine babası M.P.'nin, 16.02.1999 tarihinde
…Nüfus Müdürlüğüne müracaat ederek, Ş.P. isimli bir oğlu olmadığı
hâlde, o zamana kadar nüfusa kaydedilmemiş böyle bir oğlu varmış gibi,
üzerinde sanık İ.P.’nin fotoğrafının bulunduğu Nüfus Cüzdanı Talep
Belgesi ve buna istinaden 16.11.1982 doğumlu Ş.P. adına, 16.02.1999
tarihli sahte bir Mernis Doğum Tutanağı düzenlettiği; böylece sanık
İ.P.’nin, 16.11.1982 doğumlu Ş.P. olarak sahte bir kimliğinin daha
olduğu;
Sanığın Ş.P. olarak askerlik çağı geldiğinde, yoklama işlerinin,
sanki kendisiymiş gibi sol gözü kör olan H.D. tarafından yapıldığı ve
Diyarbakır Asker Hastanesinin 26.12.2001 tarihli ve 5745 sayılı
raporuyla, askerliğe elverişli olmadığına karar verildiği; rapor üzerindeki
fotoğrafın sanığa ait olmadığında kuşku bulunmadığı;
Sanığın, İ.P. ismiyle, firar suçundan dolayı, 17.02.1999 tarihinden
itibaren düzenli olarak arandığı; sürekli adres değiştirmekte olduğu, evi
terk ettiği ve nerede olduğunun bilinmediği gerekçeleriyle bulunamadığı;
17.05.2007 tarihli bir ihbar mektubuyla yapılan soruşturma
sonunda olayın ortaya çıkarıldığı ve sanığın 08.09.2008 tarihinde
hırsızlık suçlamasıyla yakalandığı; 09.09.2008 tarihinde M.A.D.
kimliğiyle, 17.10.2008 tarihinde Ş.P. kimliğiyle tutuklandığı; Siverek
Cumhuriyet Başsavcılığının 19.11.2008 tarihli iddianamesiyle, sanık
hakkında, iftira, hırsızlık ve M.A.D. adına sahte nüfus cüzdanı tanzim
ederek kullanmak suretiyle işlediği iddia olunan resmî belgede sahtecilik
suçundan kamu davası açıldığı, 26.12.2001 tarihinde askerlikten
kurtulmak için hile yapmak suçundan açılmış olan soruşturmada
Viranşehir Cumhuriyet Başsavcılığınca yetkisizlik kararı verilerek dava
dosyasının Askerî Savcılığa gönderildiği;
Askerî Savcılık tarafından yapılan soruşturma sonunda; sanığın bu
eylemleri nedeniyle, 10.02.1999 – 08.09.2008 tarihleri arasında firar
suçunu, 26.12.2001 tarihinde askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçunu işlediği iddialarıyla kamu davaları açıldığı; aynı tarihlerde firar
suçunu, 16.12.2001 tarihinde askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçunu işlediği kabul edilerek mahkûmiyet hükümleri verildiği;
anlaşılmaktadır.
37
Değerlendirme
Oluş şekline göre; sanığın, 10.02.1999 tarihinde firar etmesinden
sonra bir daha kıtasına katılmama düşüncesinde olduğu, bu düşüncesi
doğrultusunda yakalanmamak için Ş.P. ismiyle kendisine sahte bir nüfus
kaydı daha çıkarttırmak amacıyla 16.02.2009 tarihinden itibaren hileli
beyan ve istemlerde bulunulmasını sağladığı, Ş.P. adına başlayan askerlik
işlemlerinden de sahte rapor temin etmek suretiyle kurtulma yoluna
gittiği görülmektedir.
Firar eylemi, 10.02.1999 tarihinde başlayıp, 08.09.2008 tarihinde
yakalanmakla sona ermiş; Ş.P. ismiyle askerlikten kurtulmak için hile
yapmak eylemleri ise, …Nüfus Müdürlüğüne müracaat edildiği
16.02.1999 tarihinde başlayıp, sahte sağlık kurulu raporunun temin
edildiği 26.12.2001 tarihine kadar yapılan çeşitli resmî işlemlerle devam
etmiştir.
Kanuni tipiklik bakımından, sanığın davaya konu eylemleriyle firar
suçunun kanuni unsurlarının oluştuğunda kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, Askerî Mahkemece kabul edildiği gibi firar ve askerlikten
kurtulmak için hile yapmak suçlarının ayrı ayrı mı oluştuğu; Dairece
kabul edildiği gibi bütün eylemlerin sadece askerlikten kurtulmak için
hile yapmak suçunu mu oluşturduğu, ya da Başsavcılık tarafından ileri
sürüldüğü üzere sadece firar suçunun mu oluşacağı veya firar suçuyla
birlikte başka bir suçun mu söz konusu olduğu hususlarının tartışılması,
bunun için de fiil ve içtima kavramlarının incelenmesi gerekmektedir.
Fiil ve İçtima Kavramları
Genel olarak fiil; kişinin iradesi ürünü olan ve belli bir amaca
yönelik olarak gerçekleştirilen insan hareketi olarak tanımlanmaktadır.
Suçun unsurları arasında mutlaka bir fiile yer verilmekte; suç teşkil
eden her fiil bir hukuki değeri ihlal etmektedir. Hukuki anlamda suç
teşkil eden ne kadar fiil varsa, o kadar suçun varlığı söz konusudur.
Bir fiilin, aynı hedefe yönelmiş ve kısa zaman aralığı içinde
işlenmiş olmak şartıyla, birbirini izleyen birden fazla hareketle işlenmesi
mümkündür. Buna karşılık, aynı hedefe yönelik olsalar bile, çeşitli
faaliyetler arasında önemli bir zaman aralığı olduğu takdirde, birden çok
fiilden ve dolayısıyla birden fazla suçun varlığından söz edilmesi
gerekmektedir.
38
Türk Ceza Kanunu’nun “Suçların İçtimaı” başlığı altında
düzenlenmiş olan hükümleri kapsamında, kural olarak, fiil sayısı kadar
suç bulunmakta ve her bir suçla ilgili olarak ceza tayini gerekmektedir.
Ancak, TCK’nın 42, 43 ve 44’üncü maddelerinde düzenlenmiş olan,
bileşik suç, zincirleme suç ve fikrî içtima hâlleri, bu kuralın istisnasını
oluşturmakta, sadece bu hâllerde birden fazla fiil söz konusu olduğu
hâlde gerçek içtima hükmü uygulanmamaktadır.
O hâlde, sanığın firar ve askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçlarına ilişkin olarak kabul edilen dava konusu eylemlerinin, bir fiil mi,
yoksa birden fazla fiil mi oldukları ortaya konmalı ve ona göre hangi
suçun veya suçların oluştuğu belirlenmelidir.
Firar suçunun koruduğu hukuki menfaatin askerlik hizmetinin
aksatılmadan yerine getirilmesi, belgede sahtecilik suçlarının koruduğu
hukuki menfaatin belgelere ve dolayısıyla kamu güvenine karşı güveni
bozucu eylemlerin engellenmesi, askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçunun koruduğu hukuki menfaatin ise askerlik hizmetinin yasanın
öngördüğü herkes tarafından ve zamanında yapılması olduğu dikkate
alındığında; sanığın davaya konu olan firar, hile veya sahtecilik
eylemlerinin, farklı hukuki menfaatleri ihlal eden, firar suçu bakımından
dokuz yıla yakın, hile veya sahtecilik eylemleri bakımından üç yıla yakın
bir süreyi kapsayan ayrı ayrı fiiller olduğunda kuşku bulunmadığından,
eylemlerin bir bütün hâlinde tek suçu oluşturduğunun kabulü mümkün
bulunmamaktadır.
Bu sebeplerle, sanığın davaya konu eylemlerinin bir bütün hâlinde
askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçunu oluşturduğu gerekçesine
dayanan Daire kararının kaldırılmasına karar verilmiştir.
Eylemlerin Nitelendirilmesi
Sanığın 10.02.1999 - 08.09.2008 tarihleri arasında firar suçunu
işlediğinde kuşku bulunmadığından, Daire tarafından, bu suçtan verilmiş
olan mahkûmiyet hükmüyle ilgili olarak diğer yönlerden temyiz
incelemesi yapılması gerekmektedir.
Kurulumuzca; iddianamede askerlikten kurtulmak için hile yapmak
suçuna konu edilen eylemlerin bu suçu mu, yoksa resmî belgede
sahtecilik suçunu mu oluşturacağı hususu tartışılmış; sanığın İ.P. olan asıl
kimliğiyle firari asker olarak aranmaya devam edilmekte olması ve bu
kimliğiyle askerlikten kurtulmasına yönelik bir hilenin söz konusu
olmaması nedenleriyle, Ş.P. ismiyle sahte olarak kendisini ikinci defa
nüfusa kaydettirmiş ve bu kişi adına askerliğe elverişli olmadığına ilişkin
sahte rapor almış olmasının askerlikten kısmen de olsa kurtulmasına
elverişli hileler olmadığı, dolayısıyla bu eylemlerinin askerlikten
39
kurtulmak için hile yapmak suçunu değil, 765 sayılı TCK’nın 342 ve 350
veya 5237 sayılı TCK’nın 204 ve devamındaki hükümler kapsamında
belgede sahtecilik suçlarını oluşturabileceği kabul edilmiştir.
Bu suçların askerî suç niteliğinde bulunmaması, askerlik hizmet ve
görevleriyle ilgili olmaması ve asker kişi aleyhine işlenmemiş olması
sebebiyle yargılama görevi adliye mahkemesine ait olduğundan, Askerî
Mahkemece görevsizlik kararı verilmesi gerekmektedir.
Bu sebeple askerlikten kurtulmak için hile yapmak suçundan
verilmiş olan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
40
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/129
K.Nu. : 2012/129
T.
: 06.12.2012
ÖZET
Sanığın, uyuşturucu tedavisi gördüğüne ilişkin beyanları
aydınlatılmadan, uyuşturucu ticareti yapmak suçuna ilişkin
dosyasındaki varsa müşahede bulguları getirtilmeden, kullanmak
maksadıyla uyuşturucu madde bulundurmak suçu ile ilgili dosyası
araştırılmadan, TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’nin 17’nci
maddesi çerçevesinde kimyasal inceleme yanında yoksunluk
bulgularının ortaya çıkabileceği yeterli bir süre müşahedesinin
yapılması sağlanmadan hükme ulaşılması eksiklik olarak
değerlendirilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu; sanığın askerliğe
elverişliliğinin
belirlenmesinde
noksan
soruşturma
bulunup
bulunmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın, madde bağımlısı olup olmadığı hususunda yeterli
araştırma yapılmamış olduğunu değerlendirirken, Başsavcılık; dosyada
bu yönde bir eksiklik olmadığı düşüncesindedir.
Sanığın adli gözlemi yapılarak düzenlenen, 28.12.2010 tarihli ve
3621 sayılı Sağlık Kurulu Raporunda, suç tarihlerinde askerliğe elverişli
olduğu ve cezai ehliyetinin tam olduğu belirlenmiş ise de; Raporun
muayene kısmında sanığın, madde kötüye kullanımı gibi antisosyal
ataklarının olduğuna, kokain dahil bir çok uyuşturucu maddeyi
kullandığının bildirilmiş olduğuna değinildiği hâlde, TSK Sağlık
Yeteneği Yönetmeliğinin eki Hastalıklar ve Arızalar Listesi’nin 17/D-2
madde ve bendindeki “Alkol ya da madde bağımlılığı” bulunanların
bağımlılıklarının süreklilik kazanıp kazanmadığının, gözlem, kimyasal
analizler ve adli belgelerle ortaya konulmasının ve askerî hastanede adli
gözlem sonucu yoksunluk bulgularının bulunup bulunmadığının
41
saptanması gerektiği yönündeki hükmüne rağmen, bu yönde bir araştırma
yapılmadığı gibi, adli gözlem sırasında sanıkta yoksunluk belirtisi tespit
edilip edilmediğine ilişkin kayıt ya da değerlendirmeye yer verilmemiştir.
Keza anılan raporda, dosya içeriğinden farklı olarak, sanığın evvelce
sabıkası bulunmadığı belirtilmektedir. Oysa ki; sanığın atılı suç
tarihlerinden önce işlediği, işleniş şekli itibarıyla, gerek madde kötüye
kullanımı ve gerekse antisosyal kişilik yönünden, mutlaka incelenmesi
gereken “Süknaya mahsus evi yakmak” suçundan sabıkası
bulunmaktadır.
Daire kararında da yer verildiği üzere, sanığın madde kötüye
kullanımına dair dosyada birçok kayıt bulunmakta olup, ayrıca
07.11.2007 tarihindeki “suicid” girişimi üzerine sevk edildiği askerî
hastanede yapılan muayenesinde de, psikiyatri uzmanı tarafından, madde
kötüye kullanımı tanısı konulmuştur. Bu “suicid” girişimi de, 28.12.2010
tarihli ve 3621 sayılı Sağlık Kurulu Raporunda değerlendirmeye konu
edilmemiştir.
Sanığın savunmalarında; uyuşturucu tedavisi gördüğünü beyan
ettiği hâlde, Askerî Mahkemece, bu hususta hiçbir araştırma
yapılmamıştır. Sanıktan ayrıntılı olarak sorulup, yerinden de araştırılmak
suretiyle, sanığın, görmüş ise bu tedavisine dair evrak da, askerliğe
elverişliliği ve cezai ehliyetinin belirlenmesinde değerlendirilmelidir.
Keza; suç tarihlerinden sonra işlendiği anlaşılmakla birlikte,
“Uyuşturucu ticareti yapmak” nedeniyle yapılan yargılamaya ilişkin
dosyasından ve ayrıca, yakalandığı aranıyor kaydından anlaşılan,
“Kullanmak maksadıyla uyuşturucu bulundurmak” suçundan düzenlenen
dosyasından, yapılmışsa adli gözlemlerine ilişkin kayıtları da getirtilmeli
ve değerlendirmeye konu edilmelidir.
Belirtilen eksiklikler giderilmeden hükme ulaşılması noksanlık
teşkil ettiğinden, Daire kararının yerinde olduğu kabul edilerek,
Başsavcılık itirazının reddedilmesi gerekmiştir.
42
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0594
K.Nu. : 2012/0568
T.
: 27.04.2012
ÖZET
Üç günlük kanuni izni bulunan, bu izni verilerek terhis edilmesi
ve aynı zamanda hapis cezalarının infazı için Cumhuriyet
Başsavcılığına teslim edilmesi gereken sanığın, hapis cezalarının
infazından kurtulmak saikiyle de olsa, izin ve terhis belgelerini
almaksızın birliğinden ayrılması eyleminde; yükümlü olduğu askerî
hizmetini ifadan kaçınma maksadıyla birliğinden uzaklaşma gibi bir
irade ve suç kastının bulunduğu söylenemeyeceğinden, üzerine atılı
firar suçu oluşmadığı sonucuna varılmıştır.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yazıları ile, sanığın 3167 sayılı
Çek Kanunu’na muhalefet suçlarından verilen hapis cezalarının infazı
amacıyla, terhisinde serbest bırakılmayarak Cumhuriyet Başsavcılığına
teslim edilmesinin talep edildiği, yazıların kendisine de tebliğ edildiği,
sanığın 24.08.2009 tarihinde terhis belgesini ve izin belgesini almaksızın
birliğinden ayrıldığı, 16.03.2010 tarihinde kendiliğinden Kara Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Savcılığına teslim olduğu, bu suretle sanığın firar
suçunu işlediği iddia olunarak açılan kamu davası sonucunda; Askeri
Mahkemece atılı suçun kast unsuru yönünden oluşmadığından sanığın
beraatına karar verilmiştir.
Sanığın, askerlik safahatı incelendiğinde; 02.08.2008-09.08.2008;
11.10.2008-16.10.2008; 07.12.2008-16.12.2008; 26.03.2009-06.04.2009
tarihleri arasında kanuni izne gönderildiği, 24.08.2009 tarihinde 3 gün
terhis mahiyetinde izne gönderileceği;
Soruşturma ve kovuşturma aşasında bilirkişi olarak dinlenilen
Per.Kd.Üçvş. F.Y. tarafından, sanığın kalan askerlik hizmet süresinin üç
gün olduğu, ancak üç günlük de izninin bulunduğu, bu iznin mazeret izni
olmayıp 1111 sayılı Askerlik Kanunu’nun 77’nci maddesinde belirtilen
kanuni izinlerden olduğunun belirtildiği;
Anlaşılmaktadır.
43
Sanığın, 24.08.2009 tarihinde kullanmadığı üç günlük kanuni izni
bulunduğu, esasında askerlik hizmetinin bu tarihte sona erdiği, bu iznini
kullandıktan sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına teslim edilmesi
gerektiği, hapis cezalarının infazından kurtulmak saikiyle olsa dahi, izin
ve terhis belgelerini almaksızın birliğinden ayrılması eyleminde;
yükümlü olduğu askerî hizmetini ifadan kaçınma maksadıyla birliğinden
uzaklaşma
gibi
bir
irade
ve
suç
kastının
bulunduğu
söylenemeyeceğinden, sanık hakkında beraat kararı verilmesinde hukuka
aykırılık bulunmadığından, Adli Müşavirin temyiz sebeplerinin reddiyle,
hükmün onanmasına karar verilmiştir.
44
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0277
K.Nu. : 2012/0273
T.
: 15.02.2012
ÖZET
Yirmi güne kadar istirahat verilen subay, astsubay, uzman
jandarma ve uzman erbaşların, amirlerinden izin almaksızın
garnizon dışına çıkıp istirahat süresi sonunda birliklerine
katılmamaları şeklinde gerçekleşen eylemleri firar suçunu
oluşturur.
…K.lığı emrinde görevli olan sanığın, 09.04.2008-11.04.2008
tarihleri arasında …Asker Hastanesi’nde “Atroskopi” tanısı konularak,
ameliyat ve tedavi edilmesinin ardından, SMK’lı 20 gün istirahat raporu
verilerek taburcu edildiği, daha sonra Bölük Astsubayını arayarak
istirahatını Ankara’da geçireceğini söylediği, bu beyanı kendisine iletilen
Tabur Komutanı tarafından istirahatını ailesinin yanında geçirmesinde bir
sakınca görülmediği, ancak hakkında bir izin belgesi de düzenlenmediği,
istirahat süresi sonuna doğru 28.04.2008 tarihinde Ankara Merkez
Komutanlığına müracaat ederek, kendisini Ankara Asker Hastanesine
sevk ettiren sanığın, bu hastanede 30.04.2008 tarihinde yapılan
muayenesi sonucunda, kendisine fizik tedavi hareketleri önerilerek,
durumunun kıtası hastanesi ortopedi polikliniğince değerlendirilmesinin
uygun olduğuna karar verildiği, sanığın Mayıs 2008 tarihinde Ankara
İbni Sina Hastanesine müracaat ederek, MR çektirdiğine ve daha sonra
sonucu kendisini muayene eden doktora gösterdiğine ilişkin
savunmasının gerçeği ifade etmediği, muayene edildiği 30.04.2008
tarihine Ankara ile birliğinin bulunduğu Siirt illeri arasında tanınması
gereken iki günlük yol süresi eklendiğinde, en geç 03.05.2011 tarihine
kadar birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 14.05.2008 tarihinde
kendiliğinden …K.lığına katıldığı, 11.05.2008 tarihi itibarıyla sözleşmesi
feshedilmek suretiyle TSK’dan ilişiğinin kesildiği, böylece, 03.05.200811.05.2008 tarihleri arasında firar suçunu işlediği dosya kapsamındaki
kanıtlardan anlaşılmaktadır.
45
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 04.03.2010 tarihli, 2010/24-19
Esas ve Karar sayılı kararında da vurgulandığı gibi, TSK İç Hizmet
Yönetmeliği ve Subay, Astsubay İzin Yönetmeliklerinde, özellikle
hizmetin veya yapılan görevin gereği olarak düzenlenen vardiya izni
(TSK İç Hizmet Yönetmeliği m. 68), nöbet istirahatı (TSK İç Hizmet
Yönetmeliği m. 387), gece yatısı izni (TSK İç Hizmet Yönetmeliği m.
65), hafta tatili izni (TSK İç Hizmet Yönetmeliği m. 66) gibi izin veya
istirahatlar düzenlenmiş olmakla birlikte; bu ve uygulamada karşılaşılan
buna benzer (İdari izin, görev izni, garnizon terk izni gibi) izinler, TSK
İç Hizmet Kanunu’nun 33/a ile TSK Personel Kanunu’nun 125, 126 ve
zikredilen İzin Yönetmeliklerinin ilgili maddelerinde belirtilen anlamda
kanuni izin (Yıllık ve mazeret izni) niteliğinde olmadığı gibi, Askerî
Yargıtay’ın yerleşik kararlarında, TSK Personel Kanunu ve İzin
Yönetmeliklerinde düzenlenen yıllık ve mazeret izinleri ile aynı nitelikte
bulunmayan, ancak TSK İç Hizmet Kanunu ve Yönetmeliğinin değişik
maddelerinde düzenlenen veya uygulamada karşılaşılan günlük şehir içi
izni, evci izni, vardiya izni, görev izni, garnizon terk izni, idari izin,
nöbet istirahatı gibi izinlerden zamanında dönmeyen, eş deyişle ilk mesai
gününde birliğine katılmayan sanıkların eylemlerinin firar suçunu
oluşturduğu ( Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun
16.12.1949 tarihli, 1949/1112-2331; Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
3.2.2005 tarihli, 2005/17-16; 17.10.1996 tarihli, 1996/137-138;
22.2.1990 tarihli, 1990/33-31; 14.4.1988 tarihli, 1988/78-44; 25.9.1964
tarihli, 76-89; 15.2.1963 tarihli, 3448-38 Esas ve Karar sayılı kararları bu
yöndedir), ayrıca, yirmi güne kadar istirahat verilen subay, astsubay,
uzman jandarma ve uzman erbaşların amirlerinden izin almaksızın
garnizon dışına çıkıp istirahat süresi sonunda birliklerine katılmamaları
şeklinde gerçekleşen eylemlerinin de firar suçunu oluşturacağı kabul
edilmektedir. (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.11.2006 tarihli,
2006/174-177 ve 23.12.1999 tarihli, 1999/175-241 Esas ve Karar sayılı
kararları bu yöndedir).
Uzman Erbaş Yönetmeliği’nin 18’inci maddesinde; her uzman
erbaşın bir izin yılında, yol süresi hariç barışta kırk beş gün izin alma
hakkı olduğu, bu iznin on beş gününün mazeret izni olarak kullanılacağı,
uzman erbaşlara yıllık izinlerin dışında ayrıca, 21/06/1927 tarihli ve 1111
sayılı Askerlik Kanunu’nun 78’inci maddesinde belirtilen esaslara göre
izin verilebileceği, verilen bu izinlerin yıllık izinden sayılmayacağı
düzenlenmiştir.
46
Bu açıklamalar ışığında temyiz konusu olaya bakıldığında; sanığın,
izin talebinde bulunmaması, Bölük Astsubayına istirahat aldığını beyan
ederek, Ankara’ya gideceğini söylemesi, bu beyanı kendisine iletilen
Tabur komutanının sanığın bu hareket tarzında bir sakınca görmemesi
hâlinin, TSK İç Hizmet, Askerlik, Uzman Erbaş Kanun’ları ve Uzman
Erbaş Yönetmeliği’nin konuyla ilgili hükümleri çerçevesinde kanuni izin
ya da sıhhi izin kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmadığından,
sanığın dava konusu eyleminin firar suçu olarak nitelendirilmesinde
hukuka aykırılık görülmemiştir.
47
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 67
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/106
K.Nu. : 2012/99
T.
: 20.09.2012
ÖZET
Anayasa’nın 23’üncü maddesinin beşinci fıkrasında 2010
yılında yapılan, “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç
soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı
olarak sınırlanabilir.” şeklindeki değişikliğin, sadece vatandaşın yurt
dışına çıkma hürriyetinin sınırlandırılmasına ilişkin soyut ve genel
bir düzenleme olduğu ve yabancı memlekete firar suçunun
düzenlendiği ASCK’nın 67’nci maddesinin birinci fıkrasının (A)
bendini zımnen ilga etmediği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Anayasa’nın 23’üncü maddesinin
beşinci fıkrasında 5982 sayılı Kanun’la yapılan değişikle ASCK'nın
67’nci maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin zımnen ilga edilip
edilmediğine ilişkindir.
Daire; Anayasa’nın 23’üncü maddesinin beşinci fıkrasında yapılan
değişikle ASCK'nın 67’nci maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin
zımnen ilga edildiğini buna bağlı olarak müsnet suçun oluşmadığını,
kabul ederken,
Başsavcılık; Anayasa’nın 23’üncü maddesinin beşinci fıkrasında
yapılan değişikle ASCK'nın 67’nci maddesinin birinci fıkrasının (A)
bendinin zımnen ilga edildiğinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını
ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; Sanığın, Kurban Bayramı nedeniyle
06.11.2011-09.11.2011 tarihleri arasında idari izin talebinde bulunduğu,
ancak henüz izni başlamadan ve yurtdışına çıkış izni almaksızın
05.11.2011 tarihinde saat 09.49’da İstanbul Sabiha Gökçen
Havaalanından kalkan uçakla Fransa’ya gittiği, 09.11.2011 tarihinde saat
18.27’de Fransa’nın St. Etienne şehrinden kalkan uçakla da yurda
48
döndüğü, böylece yabancı memlekete firar suçunu işlediği kabul
edilerek, ASCK'nın 67/1-A ve TCK'nın 62’nci maddeleri uyarınca
mahkûmiyetine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Anayasa’nın 4709 sayılı Kanun’la değişik 23’üncü maddesinin
beşinci fıkrası, “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, vatandaşlık
ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle
sınırlanabilir.” şeklinde iken, 12.09.2010 tarihinde yapılan referandumla
kabul edilerek yürürlüğe giren 07.05.2010 tarihli ve 5982 sayılı
Kanun’un 3’üncü maddesiyle, “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti,
ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına
bağlı olarak sınırlanabilir.” şeklinde değiştirilmiştir.
5982 sayılı Kanun’un 3’üncü maddesinin değişiklik gerekçesinde;
“Maddede yapılan değişiklikle, idare tarafından, vatandaşın yurt dışına
çıkma hürriyetinin sınırlandırılmasına son verilmekte; yurt dışına çıkma
hürriyetinin, sadece suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle ve
hâkim
kararına
bağlı
olarak
sınırlandırılabilmesi
ilkesi
benimsenmektedir.” açıklaması yer almaktadır.
Serbestçe yer değiştirme olarak nitelendirilebilecek seyahat
hürriyeti yurt içi ve yurt dışı seyahati kapsamaktadır. Mevzuatımızda
yurt dışına çıkma ve yurda girme işlemleri 5682 sayılı Pasaport
Kanunu’nda düzenlenmiştir. Anılan Yasa’nın 2’nci maddesine göre,
Türk vatandaşları ile yabancılar Türkiye’ye girebilmek ve Türkiye’den
çıkabilmek için yolcu giriş ve çıkış kapılarındaki polis makamlarına
usulüne uygun ve muteber pasaport veya pasaport yerine geçerli bir
vesika ibraz etmeye mecburdurlar. Bu zorunluluk, seyahat özgürlüğünün
kullanımında evrensel bir şekil şartı olduğu gibi, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin disiplini ve askerlik hizmetlerinin gerekleri yurt dışına
çıkmak isteyen asker kişiler için buna ek olarak bazı esaslar tespit
edilmesini zorunlu kılabilir. İdarenin, savunma hizmetlerinin planlanması
ve yürütülmesi için ne kadar askerî personelin görev başında, ne
kadarının izinde ve ne kadarının da yurt dışında olduğunu bilmesi
gerekebilir. Nitekim, 926 sayılı TSK Personel Kanunu’nun 127’nci
maddesinde yurt dışı izinlerinin esasları düzenlenmiş ve bu izni vermeye
yetkili makamlar belirlenmiştir. Asker kişilerin yurt dışına çıkışlarında
sivil vatandaşların yerine getirmek zorunda oldukları şekil şartlarına ek
olarak, mevzuatta belirtilen bazı biçimsel şartları yerine getirmek
zorunda olmaları farklı hukuksal konumlarının sonucudur (Anayasa
Mahkemesinin 05.04.2005 tarihli, 2004/100 Esas ve 2005/16 Karar sayılı
kararı).
49
Anayasa hükümlerinin, kendilerinden önceki kanunların aykırı
hükümlerini zımnen ilga edebileceğinin kabulü, Anayasaya aykırı fakat
iptal edilmesi mümkün olmayan kanunların ayıklanması ve böylece
Anayasanın üstünlüğünün korunması açısından savunulabilir. Ancak
böyle bir yorumun pozitif hukuka uygunluğu şüphelidir. Anayasa,
kanunların Anayasaya aykırılığı hâlinde, bu aykırılığın iptal yoluyla
giderilmesini öngörmüştür. Üstelik, Anayasanın kendisinden önceki
kanunu zımnen ilga edebileceği kabul edildiği takdirde, bunu saptama
yetkisini sadece Anayasa Mahkemesine değil, bütün mahkemelere
tanımak gerekir. Çünkü bakılmakta olan davada uygulanacak hukuk
kurallarının yürürlükte olup olmadıklarını saptamak, yargı yetkisinin
doğal bir unsurudur. Eğer genel mahkemeler bir kanunun sonraki bir
Anayasa hükmü ile yürürlükten kalkıp kalkmadığını inceleyebilirlerse,
dolaylı yoldan Anayasaya uygunluk denetimi yapmış olurlar. Çünkü
özünde bu inceleme, gerek içeriği gerek sonuçları açısından, kanunların
Anayasaya uygunluğunun denetiminden farklı değildir. Dolayısıyla,
genel mahkemelerin de böyle bir denetim yapmaları sonucuna yol açacak
bir yorum, bizim Anayasamız açısından kabul edilemez. Bunun kabulü
en iyi ihtimalle ancak Anayasanın kabulünden önce yürürlükte olan
kanunlar bakımından geçerli olabilir; Anayasanın kendisinden sonra
yürürlüğe giren kanunlara uygulanamaz (Ergun ÖZBUDUN: Türk
Anayasa Hukuku, 7. Baskı, Ankara 2003, s. 413-415).
Anayasa Mahkemesinin genel tutumu da; Anayasanın, kendisinden
önceki kanunu doğrudan doğruya ilga etmesinin mümkün olmadığı
yolundadır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarına göre;
Anayasa hükümleri, etki ve değer bakımından üstün, bağlayıcı, temel
hukuk kurallarıdır. Hiçbir kanunun hiçbir hükmü bu kurallara aykırı
olamaz. Ancak, uyuşmazlık ve çelişme durumlarında, sonraki kanunun
bazı hâllerde önceki kanununun aykırı hükümlerini kendiliğinden
yürürlükten kaldırışı gibi, temel hukuk kurallarının uyuşmazlığı ve
çelişmeyi meydana getiren kanun hükmünü doğrudan doğruya kaldırarak
onun yerine geçmesi mümkün değildir. Aykırılığın giderilmesi için
mutlaka bir işlem veya eylem gerekir ki, bu da yasama yoluyla yahut
iptal müessesesinin işletilmesiyle olur. Eğer Anayasanın, yürürlüğe
girdiği tarihte var olan kanunlardaki aykırı hükümleri kendiliğinden
kaldıracağını düşünmek mümkün ve caiz bulunsaydı, bu çeşit hükümlerin
ayrıca iptali için bir yolun öngörülmesi hiç de gerekmezdi (22.5.1963
tarihli, 1963/205-123 ve 11.11.1963 tarihli, 1963/106-270 Esas ve Karar
sayılı kararları bu yöndedir).
50
Anayasa Mahkemesinin 1963 yılından sonra verdiği bazı
kararlarında; Anayasada sadece özü belirlenmiş bir kural değil de,
konuyu ayrıntılı ve doğrudan düzenleyen bir hüküm var ise, Anayasanın
önceki kanun hükümlerini zımnen ilga edeceği kabul edilmiştir
(03.06.1976 tarihli, 1976/13-31; 03.07.1964 tarihli, 1964/22-50;
02.08.1967 tarihli, 1967/22-22; 30.11.1983 tarihli, 1983/8-3; 17.08.1971
tarihli, 1971/47-61 Esas ve Karar sayılı kararları).
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 15.01.1962 tarihli, 1962/1-2 Esas
ve Karar sayılı kararında da; özel kanunun düzenlediği bir konunun
Anayasanın bir hükmüyle açıkça düzenlenmiş olması hâlinde zımni ilga
bulunduğu, doğrudan doğruya Anayasa hükümlerinin uygulanması
gerektiği belirtilmiştir.
Bu açıklamalara göre, bir konunun Anayasada genel ve soyut bir
şekilde düzenlenmesi, kendisinden önceki bir kanundaki özel ve somut
bir düzenlemeyi zımnen yürürlükten kaldırması için yeterli olmayıp,
konunun doğrudan, ayrıntılı, açık ve somut bir şekilde düzenlenmiş
olması gerekmektedir.
Anayasa’nın 23’üncü maddesinde yapılan değişiklik de, sadece
vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyetinin sınırlandırılmasına ilişkin soyut
ve genel bir düzenleme olup, ASCK’nın 67/1-A maddesinde düzenlenen
yabancı memlekete firar suçuna ilişkin doğrudan, ayrıntılı, açık ve somut
bir düzenlemenin varlığından söz etmek mümkün değildir.
Nitekim, Anayasa Mahkemesinin, ASCK'nın 67’nci maddesinin
birinci fıkrasının (A) bendinin Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülerek
yapılan itiraz başvuruları ile ilgili 05.04.2005 tarihli, 2004/100-2005/16
ve 24.05.2012 tarihli, 2012/58-74 sayılı kararlarında, söz konusu
maddenin Anayasa’nın 13 ve 23’üncü maddeleri ile ilgisinin
bulunmadığına karar verilmiştir.
Bu nedenlerle; Anayasa’nın 23’üncü maddesinde 2010 yılında
yapılan değişiklikle, yabancı memlekete firar suçunun düzenlendiği
ASCK’nın 67’nci maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinin zımnen ilga
edilmediği sonucuna varıldığından, Başsavcılığın itirazının kabulü ile,
Daire kararının kaldırılmasına ve temyiz incelemesine devam edilmek
üzere dava dosyasının Daireye iadesine karar verilmiştir.
Not: Daireler Kurulunun 20.09.2012 tarihli, 2012-107/100 Esas ve
Karar sayılı kararı da bu yöndedir.
51
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 68
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/92
K.Nu. : 2012/89
T.
: 28.06.2012
ÖZET
Suç tarihinden önce işlediği nitelikli yağma ve hırsızlık suçları
ile ilgili mahkûmiyet kararları ve infaz evrakı getirtilmeden, adli
gözlem altına aldırılan sanık hakkında verilen Adli Rapor ve Sağlık
Kurulu Raporu yeterli bulunmadığından, mahkûmiyet hükmünün
noksan soruşturma yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; yüklenen yakalanmakla sona eren
mehil içi firar suçunu işlediği iddia olunan tarihlerde, sanığın askerliğe
elverişli olup olmadığı hususunda aldırılan Sağlık Kurulu Raporunun
yeterli olup olmadığına ilişkindir.
Daire; sanık hakkında “Antisosyal kişilik örüntüsü” tanısı
bulunması nedeniyle, suç tarihlerinde askerliğe elverişli olduğu ve ek
rapor aldırılmasının gerekmediğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanık hakkında nitelikli yağma suçu ile ilgili infaz
evrakının getirtilerek, “ileri derecede antisosyal kişilik bozukluğu”
tanısının niye konulmadığı ve suç tarihlerinde askerliğe elverişli olup
olmadığı konusunda ek rapor aldırılması gerektiğini belirterek; Dairenin
onama kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın 20.07.2008 tarihinde çıktığı
çarşı izninden aynı tarihte birliğine katılması gerekirken katılmadığı,
25.07.2008 tarihinde yakalandığı, bu suretle 20.07.2008-25.07.2008
tarihleri arasında yakalanmakla sona eren firar suçunu işlediği kabul
edilerek, yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine karar verildiği, bu kararın
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesince onanması üzerine; Başsavcılık
tarafından itiraz edildiği anlaşılmaktadır.
Yargılama aşamasında cezai ehliyeti ve askerliğe elverişliliği
hususlarında doğan şüphelerin giderilmesi amacıyla, Çanakkale Asker
52
Hastanesinde adli gözlem altına alınan sanık hakkında düzenlenen Adli
Rapor ve Sağlık Kurulu Raporunda; “Antisosyal kişilik örüntüsü” tanısı
konulan sanık hakkında, askerliğe elverişli olduğu ve TCK’nın 31-32’nci
maddelerinden istifade etmeyeceği belirtilmiştir. Sanığa ait sabıka kaydı
incelendiğinde; hırsızlık suçlarından adli sicil kaydı bulunmasına
rağmen, bu suçlara ait kararların ve infaz evrakının getirtilmediği, yine
adli sicil kaydında bulunmamasına rağmen dava dosyasında; Uşak Ağır
Ceza Mahkemesince nitelikli yağma suçundan beş yıl altı ay yirmi gün
hapis cezası ile cezalandırıldığı, bu cezanın Çanakkale E Tipi Kapalı
Ceza İnfaz Evinde infaz edildiğinden bahsedildiği görülmektedir.
Somut olayda, sanığın, hırsızlık suçları ve gasp suçuyla ilgili
mahkûmiyet kararları ile infaz evrakı dava dosyasında bulunmaksızın
adli gözlem işleminin yapıldığı ve hakkında Adli Rapor ve Sağlık Kurulu
Raporu düzenlendiği görülmektedir. Bahsi geçen suçlara ait kararların ve
infaz evrakının tamamının getirtilerek dava dosyasına konulmasından
sonra, sanığın, psikiyatri kliniği ve hekimi bulunan bir askerî hastaneye
sevk edilerek, hakkında “İleri derecede antisosyal kişilik bozukluğu”
tanısı konulup konulamayacağına dair gerekçeyi de kapsayacak şekilde,
suç tarihlerinde askerliğe elverişli olup olmadığını içeren Sağlık Kurulu
Raporu ile Adli Raporun aldırılması ve elde edilecek sonuca göre hukuki
durumunun belirlenmesi gerekirken, bu eksiklik giderilmeden noksan
inceleme ve soruşturmayla hüküm kurulması hukuka aykırı bulunmuştur.
Bu nedenle; Başsavcılık itirazının kabulüne, Daire kararının
kaldırılmasına ve mahkûmiyet hükmünün noksan soruşturma yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
53
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.73
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0808
K.Nu. : 2012/0788
T.
: 26.06.2012
ÖZET
02.07.2008 tarihinde birliğinden izinsiz olarak ayrılan sanığın,
firarından itibaren altı haftalık süre geçmeden 16.07.2008 tarihinde
askerliğe elverişsiz hâle geldiğinin tespit edilmiş olması karşısında,
21.01.2010 tarihinde yakalanmış olduğundan bahisle, cezasından
ASCK’nın 73’üncü maddesi uyarınca indirim yapılmamış olmasının
kanuna aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
02.07.2008 günü kimseden izin almaksızın Birliğini terk eden
sanığın, bir süre sonra 21.01.2010 tarihinde güvenlik kuvvetleri
tarafından yakalanarak ele geçirildiği, adli gözlem sonucu düzenlenen
sağlık kurulu raporu ile 16.07.2008 tarihinden itibaren askerliğe elverişli
olmadığının tespit edildiği, bu şekilde 02.07.2008-16.07.2008 tarihleri
arasında firar suçunu işlediği tüm dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Sanığın firarından itibaren, altı haftalık süre içerisinde ASCK’nın
73’üncü maddesinin uygulanmamasını gerektirecek şekilde bir yakalama
söz konusu olmadığından, altı haftalık süre geçmeden 16.07.2008
tarihinde askerliğe elverişsiz hâle geldiği anlaşıldığından hakkında,
bilahare yakalandığından bahisle aleyhe bir yorum yapılarak, anılan
maddenin uygulanmaması isabetsiz görülerek hükmün bozulmasına karar
verilmiştir (Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 14.01.2003 tarihli,
2003/49-45; 1’inci Dairesinin 07.12.2005 tarihli, 2005/1248-1242 ve
03.03.2010 tarihli, 2010/591-580; Dairemizin 19.06.2012 tarihli,
2012/769-757 Esas ve Karar sayılı kararları da aynı mahiyettedir).
54
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.79
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0021
K.Nu. : 2012/0008
T.
: 10.11.2012
ÖZET
Dosya muhteviyatından, garajdan aldığı bahçıvan makasıyla
bilinçli bir şekilde parmağını kestiği, ancak askerliğe elverişsiz hâle
gelmediği anlaşılan sanığın eyleminin, kendini askerliğe
yaramayacak hâle
getirmeye teşebbüs suçunu oluşturduğu
sonucuna varılmıştır.
İlçe Jandarma Komutanlığına bağlı Jandarma Karakol Komutanlığı
emrinde askerlik hizmetini yapan sanığın, 17.04.2009 tarihinde
karakolun garaj kısmında bulduğu bahçıvan makası ile sağ el ikinci
parmağını kestiği, olay sonrası sevk edildiği Devlet Hastanesinde ilk
muayenesinin yapıldığı ve müteakiben Eskişehir Asker Hastanesine sevk
edildiği, burada sağ el ikinci parmak fleksor digiforum profundus kesisi
onarımı operasyonu yapılarak, 29.04.2009 tarihinden itibaren bir ay hava
değişimi verildiği, hava değişimi sonunda, Eskişehir Asker Hastanesinin
19.06.2009 tarihli ve 737 sayılı sağlık kurulu raporu ile askerliğe elverişli
olduğuna karar verildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
ASCK'nın 79’uncu maddesinde düzenlenen, “Kendini askerliğe
yaramayacak hâle getirmek” suçunun maddi unsuru, “Asker kişinin
kendisini kasten sakatlaması veya herhangi bir suretle kısmen veya
tamamen kendisini askerliğe yaramayacak hâle getirmesi veya
getirtmesi” dir. “Sakatlamak” eylemi, vücudun herhangi bir parçasını,
bedenden ayırmak veya şeklini bozmak suretiyle işlev yapamaz hâle
getirme olarak tanımlanmakta, “Askerliğe yaramayacak hâl”e gelmek ise,
askerlikle ilgili görevleri yapmaya kısmen veya tamamen engel teşkil
eden durumların ortaya çıkması olarak kabul edilmektedir.
Yapılan yargılama esnasında dinlenen tanık beyanlarından, olay
öncesinde sanığın “ben buralarda kalamam hava değişimine giderim”
şeklinde sözler sarf ettiği, sanığın yargılamanın her aşamasında tespit
edilen beyanlarından, garajdan aldığı bahçıvan makasıyla bilinçli bir
55
şekilde parmağını kestiğini beyan ettiği göz önüne alındığında, sanığın
söz konusu eylemini kendisini askerliğe elverişsiz hâle getirme kastıyla
yaptığı, kasten gerçekleştirdiği bu eylem sonrasında askerliğe elverişsiz
hâle gelmediği, eyleminin teşebbüs aşamasında kaldığı görülmektedir.
Askerî Mahkemece; askerliğe elverişlilik ve cezai ehliyetinin tespiti
bakımından bilirkişi incelemesi yaptırılan ve bu inceleme sonucunda
sağlam raporu verilen sanık hakkında, tüm unsurları ile oluşan atılı
suçtan, yasal ve inandırıcı gerekçelerle alt sınırdan ceza tayin edilip,
teşebbüs hükümleri uyarınca ve takdiri indirim yapılarak, ASCK’nın
Ek 8, 47/A ve Ek 10’uncu maddeleri gereğince, yasal imkânsızlık
nedeniyle hapis cezasının seçenek yaptırımlardan birine çevrilmemesi,
ertelenmemesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmaması suretiyle
yazılı olduğu şekilde cezalandırılmasında; usûl, sübut, vasıf, takdir ve
uygulama yönlerinden hukuka aykırılık bulunmadığından, sanığın
kabule değer görülmeyen temyiz sebeplerinin reddiyle mahkûmiyet
hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
56
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82, 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/109
K.Nu. : 2012/108
T.
: 11.10.2012
ÖZET
Sanığın, nöbet değişiminin gecikmesi nedeniyle tartıştığı
mağdur Çvş. A.G.’ye hitaben sarf ettiği "Seni öldüreceğim, senin
kafanı patlatacağım, senin kafanı koparacağım, sen kim oluyorsun
da bana emir veriyorsun, sen üç günlük askersin, sizden mi emir
alacağız. Seni sinkaf ederim.” şeklindeki sözlerin üstü tehdit ve üste
hakaret suçlarını ayrı ayrı oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın mağdura karşı sarf ettiği
sözlerin üstü tehdit suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın, mağdura sarf ettiği sözlerin üste saygısızlık suçu
kapsamında kaldığını kabul ederken;
Başsavcılık; üstü tehdit suçunun sübuta erdiğini ileri sürerek, Daire
kararına itiraz etmiştir.
Kurulumuzda ilk önce, sanığın üstüne karşı söylediği “Seni
öldüreceğim, senin kafanı patlatacağım, senin kafanı koparacağım, sen
kim oluyorsun da bana emir veriyorsun, sen üç günlük askersin, sizden
mi emir alacağız, senin ananı sinkaf ederim. Senin sülaleni sinkaf ederim.
Seni sinkaf ederim.” şeklindeki sözlerin tek bir üstü hakaret veya tehdit
suçunu mu yoksa üste hakaret ve üstü tehdit şeklinde iki ayrı suçu mu
oluşturacağı tartışılmıştır.
Dosyanın incelenmesinden; 5 Mart 2011 tarihinde Nöb.Çvş. olan
mağdur İs.Çvş. A.G.'nin, saat 18.15 sıralarında sanığın nöbetçi olarak
bulunduğu haber merkezi tabur karargahına nöbetçileri değiştirmek ve
nöbet yerlerini denetlemek için geldiği, bu esnada mağdur ve sanık
arasında nöbet değişiminin geciktiğinden bahisle tartışma çıktığı, sanığın
mağdura hitaben, “Seni öldüreceğim, senin kafanı patlatacağım, senin
kafanı koparacağım, sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun, sen üç
57
günlük askersin, sizden mi emir alacağız, senin ananı sinkaf ederim.
Senin sülaleni sinkaf ederim. Seni sinkaf ederim.” şeklinde beyanlarda
bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda ayrıntıları açıklanan olayda; üstünü tehdit içeren sözler
sarf etmekle kalmayıp, konuşmasına devam ederek ayrıca hakaret içeren
sözler sarf eden sanığın, bu sözleri birbirinin peşi sıra kullandığı için tek
bir kasıtla tek bir eylem ika ettiği bir an düşünülebilir ise de; tehdit
ettikten sonra eylemine son vermeyip hakaret içeren sözler sarf etmesi ve
hakaret ile tehdit sözlerinin mağdurda farklı duygular oluşmasına ve
dolayısıyla farklı neticeler doğmasına yol açması birlikte
değerlendirildiğinde, eylemin birden fazla olduğu ve sanığın iki ayrı suçu
işlediği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, bir eylem diğerinin kanuni unsuru
veya şiddet sebebi olarak düzenlenmediğinden, eylemlerin topluca ele
alınıp tek bir suça vücut verdiklerinin kabulü de mümkün değildir
(Nitekim, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 04.03.2004/50-43;
22.06.2000/123-124 ve 08.11.1984/229-218 tarihli ve sayılı kararları da
bu doğrultudadır).
Bu nedenle; sanığın sarf ettiği sözlerin iki ayrı (üste hakaret-üstü
tehdit) suçu oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Kurulumuzca, sanığın sarf ettiği sözlerin iki ayrı suçu oluşturduğu
kabul edildikten sonra, üstü tehdit suçunun unsurları itibarıyla oluşup
oluşmadığının incelenmesine geçilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 17.12.2009 tarihli ve
2009/131-126; 22.02.2012 tarihli ve 2012/7-12 sayılı ilamlarında
belirtildiği üzere;
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...
cezası verilir. ...” şeklinde olup, suçun unsurları konusunda herhangi bir
açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık gösteren Askerî
Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yazılı tehdit
suçunun unsurlarının, 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde
belirtildiği, bu maddede, “Bir kimsenin ... başkasını ağır ve haksız bir
zarara uğratacağını bildirmesi” biçiminde tanımlandığı, 01.06.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesinde,
“Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden veya
malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından veya sair bir
kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...” şeklinde yer aldığı
görülmektedir.
58
5237 sayılı TCK’nın “Tehdit” başlıklı 106’ncı maddesinin
gerekçesinde; “Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün
gerçekleşip gerçekleşmemesi, önemli değildir. Tehdidin objektif olarak
ciddi bir mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilenin yerine
getirilmemesi hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimali
objektif olarak mevcut olmalıdır. Sarf edilen sözler, gerçekleştirilen
davranış muhatap alınan kişi üzerinde ciddi bir korku yaratma açısından
sonuç almaya elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri
sürülemez. Failin söz ve davranışlarının muhatabı üzerinde ciddi şekilde
korku ve endişe yaratacak uygunluk ve yeterlilik içerip içermediğinin her
somut olayda araştırılması gerekir. Objektif olarak ciddi bir mahiyet arz
eden tehdidin somut olayda muhatabı üzerinde etkili olması şart değildir.
Kişi, fail, objektif olarak ciddi bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla
mağduru tehdit etmek istemiş olmasına rağmen; mağdur, bu söz ve
davranışları ciddiye almamış olabilir. Bu durumda tehdit yine
gerçekleşmiştir. Tehdidin gerçekleşip gerçekleşmemesi, muhatabı
üzerinde etkili olup olmamasına bağlı tutulmamalıdır. Failin de
kendisinin tehdit konusu tecavüzü gerçekleştirebilecek imkân ve iktidara
sahip olduğu kanaatini karşı tarafta uyandırdığını bilmesi gerekir.”
denilmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.02.1991 tarihli ve 368-36 sayılı
kararında da açıklandığı üzere; “Tehdit, mağduru istenilen bir hareketi
yapmaya zorlamak ve onu korkutmak olduğuna göre, hukuken
değerlendirilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları
gerçekleşmelidir...”.
Tehdidin koruduğu hukuki değer kişilerin huzur ve sükunudur.
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip
gerçekleşmemesi önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddi bir
mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilen şeyin yerine getirilmemesi
hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimali objektif olarak
mevcut olmalıdır. Sarf edilen söz, gerçekleştirilen davranış, muhatap
alınan kişi üzerinde ciddi bir korku yaratma açısından sonuç almaya
elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez.
Objektif olarak ciddi bir mahiyet arzeden tehdidin somut olayda
muhatabı üzerinde etkili olması şart olmadığı gibi, failin objektif olarak
ciddi bir mahiyet arzeden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek
istemesine rağmen, mağdurun bu söz ve davranışları ciddiye almamış
olması da suçun oluşumuna engel değildir (Türk Ceza Kanunu Gazi
Şerhi, Genel Hükümler, Üçüncü Bası, Ocak 2006, s. 808-809; Prof.Dr.
M.E. ARTUK - Doç.Dr. A. GÖKCEN - Yrd.Doç.Dr. A. C.
59
YENİDÜNYA, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6’ncı Bası, Ankara-2005,
s. 100-101).
Tehdit suçunun yukarıda açıklanan yasal unsurlarının gerçekleşip
gerçekleşmediği olaysal olarak değerlendirilmeli ve olayda; fail ile
mağdur arasındaki mağdurun içinde bulundukları ortam, söylenen sözler,
söylenme nedeni ve söylendiği koşullar nazara alınmalıdır.
Bu çerçevede somut olaya bakıldığında; sanığın, üstü olan mağdur
İs.Çvş. A.G. ile nöbetin geç değiştirilmesi nedeniyle çıkan tartışmada,
mağduru tehdit etme şuur ve iradesiyle hareket ederek ona, “Seni
öldüreceğim, senin kafanı patlatacağım, senin kafanı koparacağım, sen
kim oluyorsun da bana emir veriyorsun, sen üç günlük askersin, sizden
mi emir alacağız.” demek suretiyle, üstünün iç huzur ve emniyet
duygusunu ihlal ettiği ve dolayısıyla “üstü tehdit” suçunu işlediği
anlaşılmaktadır.
Bu nedenlerle, Başsavcılığın itirazına atfen ve resen, sanığın sarf
ettiği sözlerin üste saygısızlık suçunu oluşturduğu gerekçesiyle
mahkûmiyet hükmünü bozan Daire kararının kaldırılmasına, diğer
yönlerden temyiz incelemesine devam edilmek üzere dava dosyasının
Dairesine gönderilmesine karar verilmiştir.
60
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/7
K.Nu. : 2012/12
T.
: 02.02.2012
ÖZET
Kendisini alkol muayenesine götüren mağdura karşı “Bunu
bana yapmayacaktınız, nizamiye nöbetinde sıkacağım, daha sonra
da silahımı şakağıma dayayacağım, beni Hakkari’ye sürün,
teröristlerle çatışmaya gireceğim, sonra da ilk sizi vuracağım”
diyen sanığın sözlerinin, mağdur üzerinde ciddi bir korku
yaratmayacağı, sonuç almaya elverişli ve yeterli olmadığı, bu
hâliyle üstü tehdit suçunu oluşturmayacağı, ancak üste saygısızlık
disiplin suçunu oluşturabileceği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın mağdura karşı sarf ettiği
sözlerin üstü tehdit suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın, mağdura sarf ettiği sözlerin üste saygısızlık disiplin
suçu kapsamında kaldığını kabul ederken;
Başsavcılık; üstü tehdit suçunun sübuta erdiğini ileri sürerek, Daire
kararına itiraz etmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; sanığın, 18.04.2009 tarihinde çıktığı
çarşı izninden alkollü olarak döndüğü, mağdur Top.Uzm.Çvş. H.K.’nin
olayı Nöbetçi Amirine bildirdiği, Nöbetçi Amirince görevlendirilmesi
üzerine, alkol muayenesi için GATA Eğitim Hastanesine götürülen
sanığın olay anında 1,99 promil (199 mg/dl) alkollü olduğunun tespit
edildiği, sanığın hastaneye gidiş ve getiriliş sırasında mağdura hitaben,
“Bunu bana yapmayacaktınız, nizamiye nöbetinde sıkacağım, daha sonra
da silahı şakağıma dayayacağım, beni Hakkari’ye sürün, teröristlerle
çatışmaya gireceğim, sonra da ilk sizi vuracağım” şeklinde beyanlarda
bulunduğu anlaşılmaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 17.12.2009 tarihli ve
2009/131-126 sayılı ilamında da belirtildiği üzere;
61
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...
cezası verilir. ...” şeklinde olup, suçun unsurları konusunda herhangi bir
açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık gösteren Askerî
Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yazılı tehdit
suçunun unsurlarının, 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde
belirtildiği, bu maddede, “Bir kimsenin ... başkasını ağır ve haksız bir
zarara uğratacağını bildirmesi” biçiminde tanımlandığı, 01.06.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesinde,
“Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden veya
malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından veya sair bir
kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...” şeklinde yer aldığı
görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Tehdit” başlıklı 106’ncı maddesinin
gerekçesinde; “Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün
gerçekleşip gerçekleşmemesi, önemli değildir. Tehdidin objektif olarak
ciddi bir mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilenin yerine
getirilmemesi hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimali
objektif olarak mevcut olmalıdır. Sarf edilen sözler, gerçekleştirilen
davranış muhatap alınan kişi üzerinde ciddi bir korku yaratma açısından
sonuç almaya elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri
sürülemez. Failin söz ve davranışlarının muhatabı üzerinde ciddi şekilde
korku ve endişe yaratacak uygunluk ve yeterlilik içerip içermediğinin her
somut olayda araştırılması gerekir. Objektif olarak ciddi bir mahiyet arz
eden tehdidin somut olayda muhatabı üzerinde etkili olması şart değildir.
Kişi, fail, objektif olarak ciddi bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla
mağduru tehdit etmek istemiş olmasına rağmen; mağdur, bu söz ve
davranışları ciddiye almamış olabilir. Bu durumda tehdit yine
gerçekleşmiştir. Tehdidin gerçekleşip gerçekleşmemesi, muhatabı
üzerinde etkili olup olmamasına bağlı tutulmamalıdır. Failin de
kendisinin tehdit konusu tecavüzü gerçekleştirebilecek imkân ve iktidara
sahip olduğu kanaatini karşı tarafta uyandırdığını bilmesi gerekir.”
denilmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.02.1991 gün ve 368-36 sayılı
kararında da açıklandığı üzere, “tehdit, mağduru istenilen bir hareketi
yapmaya zorlamak ve onu korkutmak olduğuna göre, hukuken
değerlendirilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları
gerçekleşmelidir...”
62
Tehdit suçunun oluşması için özel kast aranmaz. Failde suç işleme
genel kastının bulunması yeterlidir. Fiilin belli bir saikle işlenmesi de
aranmaz. Fakat fiilde korkutuculuk, ürkütücülük, elverişlilik, ciddiyet
yoksa tehdit kastının varlığından da söz edilemez. Bir babanın, iyiliği
için çocuğuna kızmasında, malına zarar vereni uzaklaştırmak için mal
sahibinin sonucunu düşünmeden ve istemeden fevren bağırma sırasında
sarf ettiği sözlerde tehdit suçunun oluşmaması; öfkenin suç kastını
kaldırması ve öfkeyle işlenen tehdidin suç olmayacağı nedeniyle değil,
söylenen sözlerde ciddiyet bulunmaması nedeniyledir. Zira, mağdur
haksız bir zarara uğrayacağı endişesine kapılmamıştır. Failde böyle bir
zarara uğratma düşüncesi de bulunmamaktadır.
Tehdit suçunun yukarıda açıklanan yasal unsurlarının gerçekleşip
gerçekleşmediği olaysal olarak değerlendirilmeli ve olayda; fail ile
mağdur arasındaki mağdurun içinde bulundukları ortam, söylenen sözler,
söylenme nedeni ve söylendiği koşullar nazara alınmalıdır. (Emine Ülker
TARHAN, Yeni Türk Ceza Yasasında Tehdit ve Hakaret Suçları,
Sh.102)
TCK’nın 34’üncü maddesi; “(1) Geçici bir nedenle ya da irade dışı
alınan alkol veya uyuşturucu madde etkisiyle, işlediği fiilin hukuki anlam
ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını
yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez.
(2) İradi olarak alınan alkol veya uyuşturucu madde etkisinde suç
işleyen kişi hakkında birinci fıkra hükmü uygulanmaz.” şeklinde
düzenlenmiştir.
Sanığın olay günü iradi olarak 1,99 promil seviyesinde alkol aldığı
göz önüne alındığında, alkolün etkisinde iken suç işlemesi hâlinde,
alkollü olmasının cezaya etkisi olmayacağı kanun hükmüdür.
Bu nedenle, olay anında ayakta durmakta zorlanan, alkol kokan ve
mağdurun ifadesine göre dili dolanan sanığın bu durumu, kendisine suç
işleme ayrıcalığı tanımadığı gibi, sarf ettiği sözlerin ciddi korku
yaratmaya elverişli, yeterli ve uygun olması hâlinde ceza alması
gerekeceği açıktır.
Somut olayda, sanığın, iddianamede tehdit olarak belirtilen
ifadelerinin ilk bölümünde, alkol muayenesine götürülmesine sitem
ettiği, silahı kendi şakağına dayamadan önce nöbette sıkacağını
söylerken, mağdura doğru sıkacağını söylemediği, akabinde kendisinin
Hakkari’ye sürülmesi yönünde gerçekleşmesi o an itibarıyla olası
olmayan ve elinde bulunmayan bir talebini söyledikten sonra sözlerinin
ikinci bölümünde “Teröristlerle çatışmaya gireceğim, sonra da ilk sizi
vuracağım.” şeklinde sarf ettiği sözlerin; hayatın olağan akışına uygun
63
olmadığı gibi, mağdur üzerinde ciddi bir korku yaratma açısından sonuç
almaya elverişli, yeterli ve uygun olmadığı görülmektedir. Tebliğnamede
sarf edildiği belirtilen “Sizin de çocuğunuz var, beni ihbar etmemeniz
gerekirdi” şeklindeki ifadenin iddianamede iddia konusu edilmediği için
değerlendirilmediği, yine sanığın kolundaki kesik izlerini gösterdikten
sonra mağdurdan kendisini dövmesini istemesinin, sanığın alkolün
etkisiyle yaptığı ciddiyetten uzak, tutarsız davranışlar olduğu kabul
edilmiştir.
Açıklanan nedenlerle; sanığın ciddi olmayan sözlerinde ve
davranışlarında tehdit kastının varlığından ve bu sözlerin tehdit suçunu
oluşturduğundan bahsedilemez ise de; sarf edilen sözlerin askerî kural ve
terbiyeye uygun olmaması nedeniyle üste saygısızlık suçunu
oluşturacağı, bu kapsamda Daire kararının hukuka uygun olduğu
sonucuna varıldığından, Başsavcılığın aksi yöndeki itirazının reddine
karar verilmiştir.
64
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/40
K.Nu. : 2012/40
T.
: 22.03.2012
ÖZET
Kanıtlara göre; astsubay olan sanığın, olay tarihinden yaklaşık
üç yıl önce, yüz yüze görüşerek ve eşine ait oto kiralama şirketine
aracını kiralaması sebebiyle tanıştığı, daha sonraki süreçte kira
bedelinin ödenmemesi sebebiyle alacak davası açması ve mahkeme
kararıyla belirlenmiş alacağının tahsili için takip işlemleri
yapmasından dolayı sürekli ilişki hâlinde olduğu ve son olarak
21.08.2009 tarihinde icra takibi amacıyla iş yerine gelinmesi üzerine
cep telefonu ile gönderdiği mesajlar ile tehdit ettiği mağdur
astsubayın kendisinden kıdemli olduğunu bildiğinde kuşku
bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın suç tarihinde mağdurun
kendisinden kıdemli olduğunu bilip bilmediği ve buna bağlı olarak,
eylemin, TCK’nın 106’ncı maddesindeki “tehdit” suçu kapsamında mı,
yoksa ASCK'nın 82’nci maddesindeki “üstü tehdit” suçu kapsamında mı
değerlendirilmesi gerektiğine ilişkindir.
Daire; sanığın mağdurun rütbece veya kıdemce üstü olduğunu
bildiğinin şüpheden arındırılmış deliller ile ortaya konulamadığını,
sanığın tehdit içerikli mesajları çektiği tarihte aynı rütbede bulunan
mağdurun kendisinden iki yıl kıdemli olduğunu bilmediğine dair
savunmasının doğru olma ihtimalinin bulunduğunu ve bu nedenle
eyleminin, TCK’da düzenlenen tehdit suçu kapsamında değerlendirilmesi
gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık; toplanan kanıtlar kapsamında, sanığın olay tarihinden
önce mağdurun kendisinden kıdemli olduğunu bildiğinin hiçbir şüpheye
yer vermeyecek şekilde anlaşıldığı ve eylemin üstü tehdit suçu
kapsamında değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir.
65
Dava Konusu Eylem ve Kabul
Dosya içeriğine göre; sanık Mot.Kd.Bçvş. A.A.Ö.’nün
…Komutanlığı emrinde, katılan Topçu Kd.Bçvş. Ş.A.’nın ise
…Komutanlığı emrinde görevli oldukları; katılan ile sanığın eşi A.Ö.
adına kayıtlı … isimli oto kiralama şirketi arasında imzalanan 19.12.2006
tarihli sözleşme ile katılana ait otomobilin bir yıl süreli olarak oto
kiralama şirketine kiraya verildiği; bir süre sonra araç kirasının
zamanında ödenmemesi ve araca zarar verilmesi gibi nedenlerle kira
sözleşmesinin sona erdirildiği, taraflar arasındaki hukuki uyuşmazlıkların
yargı yoluyla çözümlendiği ve katılanın alacağını tahsil etmek amacıyla
haciz işlemleri başlattığı, 21.08.2009 tarihinde icra işlemleri için oto
kiralama şirketinin işyerine gidilmesi üzerine, sanığın; kendisi adına
kayıtlı 0506 xxx xx xx numaraları GSM hattından, katılan tarafından
kullanılan 0505 xxx xx xx numaralı GSM hattına;
Saat 17.56’da: “Bu konuyu görüşmek için daha çok vaktimiz
olacak, ben sana gelirim konuşuruz”;
Saat 18.40’da: “Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz, siz manevi
hata yaptınız. Biz maddi. Hatanın maddi bedelini ödeyeceksiniz. Bu
bedeli ben tahsil edeceğim, kellem kopsa bile bunu bil”;
Saat 21.53’te: “Silahını al aşağı gel, Ş.A., seni bekliyorum, beni
vur, yoksa ben seni paramparça edeceğim”;
Saat 22.05’te: “Beni zorlama in aşağı”;
Saat 23.12’de: “Nasıl olsa görüşürüz, zaman geniş”;
22.8.2009 tarihinde, saat 16.42’de: “Bana gel, seni bekliyorum,
yoksa her geçen zaman içimdeki sinir artıyor”;
Şeklinde mesajlar gönderdiği anlaşılmakta olup, bu konuda taraflar
arasında da bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
İtiraz Konusuyla İlgili Kanıtlar
Amiri veya üstü tehdit suçunun oluşabilmesi için, failin, tehdit
ettiği kişinin rütbe ve kıdemce kendisinin üstü olduğunu bilmesi
gerekmektedir. Bu husus, ASCK’nın 107’nci maddesinde açıkça
düzenlenmiş bulunmaktadır.
Bu sebeple; sanığın, suç tarihi itibarıyla katılanın kendisinden
kıdemli, yani üstü konumunda olduğunu bilip bilmediğinin belirlenmesi
gerekmektedir.
Sanık; olayın hemen ardından 22.08.2009 tarihinde saat 00.45’te
Merkez Komutanlığınca alınan ifadesinde, suça konu mesajları neden
çektiğini açıkladıktan sonra: “Ben bir askerî personelim ama aynı
zamanda bir babayım. Hangi kademedeki üstümden veya komutanımdan
aileme hakaret ve bedduayı kabul edemem ...” şeklinde;
66
11.11.2009 tarihinde Askerî Savcı tarafından tespit edilen
ifadesinde: “Ben Ş. Astsubay’ın benden daha kıdemli olduğunu ve asker
olduğumuzu bilmekteyim. Ancak ben sonuçta bir babayım...” şeklinde;
Askerî Mahkeme huzurundaki sorgu ve savunmasında: “Ben ...
Ş.A.’yı sadece sivildeki ticari ilişki nedeniyle tanırım, kendisi ile hiçbir
aşamada aynı birlikte görev yapmadığımız gibi, astlık-üstlük durumumuz
da olmamıştır. Dolayısıyla, ta ki hakkımda şikâyetçi olup, iddianame
(dava) açılıncaya kadar Ş.A.’nın benden kıdemli olduğunu bilmiyordum.
Bilseydim, iddianamede üzerime atılı suçu oluşturduğu belirtilen
mesajları çekmezdim. ...” şeklinde beyanlarda bulunmuş; Askerî
Savcılıkta alınan, “Ben, Ş. Astsubayın benden daha kıdemli olduğunu ...
bilmekteyim” şeklindeki ifadesine de, Askerî Mahkeme huzurundaki
sorgusunda, “Merkez Komutanlığı personeli bana Ş.A.’nın benden
kıdemli olduğunu söylediği için, ben onun benden kıdemli olduğunu
öğrenerek bu şekilde ifade verdim, daha önce kıdemli olduğunu
bilmiyordum. ...” şeklinde açıklama getirmiş, bozmadan sonra yapılan
yargılamada, katılanın beyanlarının aksine, onunla aynı servis aracını
kullanmadıklarını, Uzunada’ya intikalde kullandıkları deniz aracında da
kıdemsiz astsubayların oturdukları yerde oturmadığını ifade etmiştir.
Katılan Topçu Kd.Bçvş. Ş.A. ise; bütün ifadelerinde, sanığın
kendisinden kıdemsiz bir personel olduğunu, sanığın da bunu bildiğini
beyan etmiş; bozmadan sonra yapılan yargılamada da; …Komutanlığına
tayin olduktan sonra sanık ile aynı servisi kullandığını, serviste kıdem
sırasına göre oturulduğunu, kendisinin kıdemli bir astsubay olarak üç ve
dördüncü sıralarda, sanığın ise daha geride oturduğunu; deniz vasıtasında
ise kendisinin subaylarla birlikte üst salonda, sanığın ise diğer
astsubaylarla birlikte alt salonda adaya gittiğini; bunun sanığın kıdem
farkını bildiğini gösterdiğini beyan etmiştir.
Tanık olarak dinlenen katılanın eşi F.A. yeminli ifadesinde; araç
kiralama işlemleri için eşiyle birlikte sanığın görev yaptığı Tersane
Komutanlığına giderek kendisiyle görüştüklerini, sanığın ve eşinin
yaptıkları konuşmada birbirlerine 88’li ve 85’li olduklarını söylediklerini,
daha sonra sanığın eşine abi diye hitap etmeye başladığını ifade etmiştir.
Sanıkla mağdurun tanışmalarına vesile olan H.Ö., sanığı ve katılanı
ayrı ayrı tanıdığını, üçü birlikte hiç bir araya gelmediklerini, katılanın
aracı kiralamasına aracı olduğunu, sanığın ve katılanın birbirlerinin
kıdem durumunu bilmediklerini, ancak daha sonra aralarında konuşarak
öğrenmiş olabileceklerini beyan etmiştir.
Sanık ve katılanın görev safahatları araştırılmış; ayrı ayrı
birliklerde çalışmakla birlikte, 30.09.1988 - 05.07.1991 tarihleri arasında
67
Gölcük’te, 01.08.2005 – 09.06.2010 tarihleri arasında İzmir’de
bulundukları; 30.08.2009 tarihinden itibaren (suç tarihinden 18 gün
öncesi) her ikisinin de Uzunada’daki ayrı birliklerde görev yaptıkları
belirlenmiştir.
Birlik Komutanlığının yazısı ve tarafların beyanlarından, katılan
tarafından 01.10.2007 tarihinde Birlik Komutanlığına verilen ve her
ikisinin de sicil numaralarını içeren şikayet dilekçesinden sanığın
haberdar olmadığı anlaşılmaktadır.
Değerlendirme
İç Hizmet Kanunu’nun 14’üncü maddesiyle, astın, üstüne umumi
adap ve askerî usullere uygun tam bir hürmet göstermeye mecbur olduğu
hüküm altına alınmış olup; ast, her nerede ve ne şekilde olursa olsun,
üstüne tam bir hürmet göstermek zorundadır. Bunun için, tarafların
hizmet hâlinde, kışlada veya resmî elbiseli olmaları gibi hiçbir koşul
bulunmamaktadır. Bu sebeple, birbirlerini tanımayan asker kişiler bir
araya geldiklerinde, rütbe ve kıdem itibarıyla konumlarını ve davranış
şekillerini belirlemek suretiyle ilişkilerini yürütmektedirler.
Sanığın, olaydan hemen sonra Merkez Komutanlığı tarafından ve
daha sonra Askerî Savcı tarafından alınan ifadeleriyle, katılanın
kendisinden kıdemli olduğunu bildiğini beyan etmiş olması; katılanla
yaklaşık üç yıl öncesinden başlayan ticari ilişki içinde bulunması, yüz
yüze görüşmesi; katılanın, eşinin şirketi aleyhine alacak davası açması ve
mahkeme kararıyla belirlenmiş alacağının tahsili için takip işlemleri
yapması, her ikisinin de olay tarihinden önceki on sekiz gün boyunca
Uzunada’daki birliklerde görev yapmaları, adaya intikalde aynı deniz
aracını kullanmaları, katılanın ve eşinin samimi ve istikrarlı beyanları ile
asker kişiler arasındaki davranış şekillerine ilişkin alışılagelmiş ve
yerleşmiş yaşam kuralları birlikte değerlendirildiğinde; sanığın katılanın
kendisinden kıdemli olduğunu bildiğinde kuşku bulunmadığı, sanığın
daha sonra sorgusundaki beyanlarının, eyleminin askerî suç olarak kabul
edilmemesini sağlama ve dolayısıyla savunma amaçlı olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu sebeplerle; aksi yöndeki Daire kararının kaldırılmasına karar
verilmiştir.
68
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/42
K.Nu. : 2012/38
T.
: 15.03.2012
ÖZET
Ateşli silahla boynundan yaralanmış olmasına rağmen,
doktorların ve amirlerinin bu konuda kendisiyle yeterince
ilgilenmedikleri düşüncesine kapılan, bu yüzden olumsuz bir ruhsal
tablo içerisine girerek tepki göstermeye başlayan, …Asker Hastanesi
Acil Servisinde saat 01.50’de yapılan ilk tıbbi muayenesi sırasında
“ajite” olduğu gözlemlenen sanığın, o anki üzüntülü ruh hâli ve
kızgınlıkla fevren söylediği sözlerin ciddiyetten uzak beyanlar
olduğu, olay mahallinde bile bulunmayan mağdurlar üzerinde
objektif olarak ciddi bir korku ve endişe yaratmaya elverişli / yeterli
olmadığı, ayrıca mağdurlarla arasında somut herhangi bir sorun da
bulunmayan sanığın, tehdit
kastı ile hareket ettiğinin de
söylenemeyeceği göz önüne alındığında, üzerine atılı üstü tehdit
suçlarının unsurları itibarıyla oluşmadığı, eylemlerinin saygısızlık
boyutunda kaldığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen üstü tehdit
suçlarının sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire; sanığa yüklenen üstü tehdit suçlarının sübuta ermediğini
kabul ederek mahkûmiyet hükümlerinin esas yönünden bozulmalarına
karar verirken;
Başsavcılık; suçların sübuta erdiğini ileri sürerek, Daire kararına
itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; …Jandarma Karakolunda görev
yapan ve aynı yerde ikamet eden sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. H.İ.K.’nin,
29.05.2009 tarihinde saat 00.20 civarında alkollü iken evinin önünde,
tabancasını boşaltmak isterken dengesini kaybettiği, yere düşerken
silahının ateş aldığı, sol omuzu ile boynunun birleşme yerinden
69
yaralandığı, …Jandarma Karakol Komutanı J.Kd.Bçvş. M.K. tarafından
yetkililerin olaydan haberdar edilmesi üzerine olay mahalline Adana
ilinden ve Karataş ilçesinden iki ayrı ambulansın geldiği, Adana ilinden
gelen ambulanstaki doktorun “Yarada bir şey yokmuş, üçüncü dereceden
yanık, hayati tehliken yok, önemli değil” demesi üzerine, sanığın,
kendisiyle ilgilenilmediğinden bahisle doktorla tartışmaya başladığı ve
diğer ambulansla …Asker Hastanesine götürüldüğü, acil serviste bulunan
Tbp.Atğm. H.S. ile Tbp.Atğm. R.S.K.’nin sanığın yarasına baktıkları,
Tbp.Atğm. R.S.K.’nin yaralı bölgenin içerisindeki otların, çöplerin ve
elbise parçalarının temizlenmesini sanığın refakatçilerinden istediği,
sanığın bu temizliğin hastane personeli tarafından yapılması gerektiğini
belirterek taşkınlık yapması üzerine, Adana Asker Hastanesi Nöbetçi
Amiri Sağlık Binbaşı İ.A.’nın sanığın bulunduğu yere geldiği, ancak
teskin etmeye çalıştığı sanığın, taşkınlıklarına devam ederek başka bir
hastanede tedavi olacağından bahisle hastaneden birkaç kez ayrıldığı ve
geri geldiği, sanığın hastanede bulunduğu esnada …İlçe Jandarma
Komutanı J.Yzb. Ö.F.K.’ye ve …İl Jandarma Komutanı J.Alb. İ.C.’ye
karşı “Alay Komutanına ve Bölük Komutanına göstereceğim, kendilerini
rahat zannetmesinler, babam yola çıktı geliyor, babam onlara gününü
gösterecek, bir çok akrabam var telefon edersem onlar da gelir. Bölük
Komutanı ayağını denk alsın” şeklinde sözler söylediği, tedavisi
konusunda zorluk çıkardığı, ancak hastane önünde bayılması nedeniyle
yarasının pansumanının yapılabildiği, sanığın hastane içerisindeki
taşkınlıklarının Askerî Savcılığa ve Merkez Komutanlığına bildirildiği,
Merkez Komutanlığından hastaneye İnzibat Astsubayı Bçvş. F.T.
yönetiminde bir ekibin geldiği, sanığa gözaltına alınacağı söylendiğinde,
“beni göz altına alamazsınız” diyerek itiraz ettiği ve tartıştığı, hastanenin
zemin katta bulunan acil bölümünden dışarıya bahçeye doğru gitmek
istediği esnada İnzibat Astsubayı’nın talimatı üzerine kapıda bekleyen
inzibat erlerinin dışarıya çıkmaya müsaade etmediği, tedavisi sonrasında
gözaltına alınarak Merkez Komutanlığına götürüldüğünde de “Bölük
Komutanına ve Alay Komutanına göstereceğim. Bu böyle olmaz.
Ankara’dan akrabalarım gelecek, Alayı başlarına yıkacağım. Karataş
Jandarma Komutanı hesabını verecek” şeklinde sözler söylediği
dosyadan anlaşılmakta olup, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık
arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 17.12.2009 tarihli ve
2009/131-126 sayılı ilamında da belirtildiği üzere;
Amiri veya üstü tehdit suçunu düzenleyen ASCK’nın 82/2’nci
maddesi; “Amir veya üstünü herhangi bir suretle tehdit edenlere, ...
70
cezası verilir. ...” şeklinde olup, suçun unsurları konusunda herhangi bir
açıklık bulunmadığı görülmektedir. Uyum ve kararlılık gösteren Askerî
Yargıtay kararlarında, ASCK’nın 82/2’nci maddesinde yazılı tehdit
suçunun unsurlarının, 765 sayılı TCK’nın 191’inci maddesinde
belirtildiği, bu maddede, “Bir kimsenin ... başkasını ağır ve haksız bir
zarara uğratacağını bildirmesi” biçiminde tanımlandığı, 01.06.2005
tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın 106/1’inci maddesinde,
“Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel
dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden veya
malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından veya sair bir
kötülük edeceğinden bahisle tehdit etme...” şeklinde yer aldığı
görülmektedir.
5237 sayılı TCK’nın “Tehdit” başlıklı 106’ncı maddesinin
gerekçesinde; “Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün
gerçekleşip gerçekleşmemesi, önemli değildir. Tehdidin objektif olarak
ciddi bir mahiyet arz etmesi gerekir. Yani, istenilenin yerine
getirilmemesi hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimali
objektif olarak mevcut olmalıdır. Sarf edilen sözler, gerçekleştirilen
davranış muhatap alınan kişi üzerinde ciddi bir korku yaratma açısından
sonuç almaya elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri
sürülemez. Failin söz ve davranışlarının muhatabı üzerinde ciddi şekilde
korku ve endişe yaratacak uygunluk ve yeterlilik içerip içermediğinin her
somut olayda araştırılması gerekir. Objektif olarak ciddi bir mahiyet arz
eden tehdidin somut olayda muhatabı üzerinde etkili olması şart değildir.
Kişi, fail, objektif olarak ciddi bir mahiyet arz eden söz ve davranışlarla
mağduru tehdit etmek istemiş olmasına rağmen; mağdur, bu söz ve
davranışları ciddiye almamış olabilir. Bu durumda tehdit yine
gerçekleşmiştir. Tehdidin gerçekleşip gerçekleşmemesi, muhatabı
üzerinde etkili olup olmamasına bağlı tutulmamalıdır. Failin de
kendisinin tehdit konusu tecavüzü gerçekleştirebilecek imkân ve iktidara
sahip olduğu kanaatini karşı tarafta uyandırdığını bilmesi gerekir.”
denilmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.02.1991 gün ve 368-36 sayılı
kararında da açıklandığı üzere, “tehdit, mağduru istenilen bir hareketi
yapmaya zorlamak ve onu korkutmak olduğuna göre, hukuken
değerlendirilmesi için uygunluk, elverişlilik, yeterlilik koşulları
gerçekleşmelidir...”
Tehdit suçunun oluşması için özel kast aranmaz. Failde suç işleme
genel kastının bulunması yeterlidir. Fiilin belli bir saikle işlenmesi de
aranmaz. Fakat fiilde korkutuculuk, ürkütücülük, elverişlilik, ciddiyet
71
yoksa tehdit kastının varlığından da söz edilemez. Bir babanın, iyiliği
için çocuğuna kızmasında, malına zarar vereni uzaklaştırmak için mal
sahibinin sonucunu düşünmeden ve istemeden fevren bağırma sırasında
sarf ettiği sözlerde tehdit suçunun oluşmaması; öfkenin suç kastını
kaldırması ve öfkeyle işlenen tehdidin suç olmayacağı nedeniyle değil,
söylenen sözlerde ciddiyet bulunmaması nedeniyledir. Zira, mağdur
haksız bir zarara uğrayacağı endişesine kapılmamıştır. Failde böyle bir
zarara uğratma düşüncesi de bulunmamaktadır.
Somut olayda, ateşli silahla boynundan yaralanmış olmasına
rağmen, doktorların ve amirlerinin bu konuda kendisiyle yeterince
ilgilenmedikleri düşüncesine kapılan, bu yüzden olumsuz bir ruhsal tablo
içerisine girerek tepki göstermeye başlayan, Adana Asker Hastanesi Acil
Servisinde saat 01.50’de yapılan ilk tıbbi muayenesi sırasında “ajite”
olduğu gözlemlenen sanığın, o anki üzüntülü ruh hâliyle ve kızgınlıkla,
aklına gelen sözleri sarf ettiği görülmektedir.
Olayın bütünlüğü içerisinde, sanığın fevren söylediği sözlerin;
ciddiyetten uzak beyanlar olduğu, olay mahallinde bile bulunmayan
mağdurlar üzerinde objektif olarak ciddi bir korku ve endişe yaratmaya
elverişli ve yeterli olmadığı, ayrıca mağdurlarla arasında somut herhangi
bir sorun da bulunmayan sanığın, tehdit kastı ile hareket ettiğinin de
söylenemeyeceği, bundan dolayı üzerine atılı üstü tehdit suçlarının
unsurları itibarıyla oluşmadığı, eylemlerinin saygısızlık boyutunda
kaldığı sonucuna varıldığından, Başsavcılığın aksi yöndeki görüşüne
itibar edilmeyerek itirazının reddine karar verilmiştir.
72
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 82
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/82
K.Nu. : 2012/92
T.
: 05.07.2012
ÖZET
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’ünde “Apışıp kalmak”
deyimi “Şaşırmak” olarak tanımlanmış olup; şüphelinin amirine
hitaben söylediği, “Ben kendi durumumu izah etmeye çalışıyorum,
size de bu şekilde bir soru sorsalar siz de apışıp kalırsınız"
sözlerinde, ASCK’nın 82’nci maddesinin birinci fıkrası kapsamında
saygısızlık içeren bir ifade bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın, sübutu kabul edilen dava
konusu eyleminin toplu asker karşısında amire saygısızlık suçunu
oluşturup oluşturmayacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın amire saygısızlık kastıyla hareket ettiğine dair kesin
ve yeterli delil bulunmadığını ve atılı suçun oluşmadığını kabul
etmişken; Başsavcılık; bu konuda yeterli kanıt bulunduğu ve dava
konusu eylemin anılan suçu oluşturduğu görüşündedir.
Uyuşmazlık konusunun çözümü için dava konusu olayın ve
kanıtların ortaya konması gerekmektedir.
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Dosyada mevcut kanıtlara göre; sanığın …Cezaevi Jandarma
Karakol Komutanlığı emrinde görevli olduğu, 30.12.2010 tarihinde saat
18.00'de Karakol Komutan Vekili J.Kd.Bçvş. M.A. tarafından hizmete
ilişkin sorunlarla ilgili bir toplantı yapıldığı, sanık ve mağdurdan başka
toplantıya bir astsubay ile yedi uzman jandarmanın katıldığı, J.Kd.Bçvş.
M.A.’nın gördüğü aksaklıklar ve çözümü için yapılması gerekenlerle
ilgili söylediklerini tamamlamasının ardından, toplantıya katılanlara bir
diyecekleri olup olmadığını sorduğu; sanığın söz alarak, sabah mesaisinin
erken başlamasından dolayı mağdur olduklarını ve mesainin saat 07.30
yerine 08.00’de başlamasının daha uygun olacağını söylediği,
73
J.Kd.Bçvş. M.A.’nın bunun gerekliliğini anlattığı, sanığın da teklifinin
uygulanmasının daha faydalı olacağı görüşünde ısrar ettiği; J.Kd.Bçvş.
M.A.’nın, sanığa mangadaki askerlerinin isimlerini sorduğu; sanığın
mangasındaki askerlerden bir veya iki kişinin ismini söyleyebilmesi,
diğerlerinin ismini hatırlayamaması üzerine, J.Kd.Bçvş. M.A.’nın, “İşte
bundan dolayı erken içtima alıyoruz, askerlere eğitim yaptırmaya
vaktimiz olsun" dediği; buna karşılık sanığın, “Komutanım, ben size
mağduriyetimi anlatıyorum, ben bu sorunuz üzerine apışıp kaldım, bu
sorunuza cevap vermek için psikolojim müsait değil, size de birisi böyle
bir soru sorsa siz de apışıp kalırsınız" şeklinde karşılık verdiği, mağdur
tarafından “Seninle konuştukça boyutunu aşıyorsun, suç işliyorsun, ben
sana bir şeyler söylüyorum, sen bana apışıp kalırsın diyorsun, sen ne
dediğinin farkında mısın?" diyerek uyarılması üzerine de sanığın,
"Farkındayım, bu kelimenin anlamını biliyorum" dediği;
anlaşılmaktadır.
Amir veya Üste Saygısızlık Suçu
ASCK’nın 82’nci maddesinin birinci fıkrası: “Toplu asker
karşısında veya silahlı iken hizmette veya hizmete ilişkin hâllerde amire
veya üste zorunlu olduğu saygıyı göstermeyen veya uyarmayı saygı
duruşu ile kabul edip dinlemeyen asker kişiler, üç aydan bir seneye kadar
hapis cezası ile cezalandırılırlar.” şeklinde düzenlenmiş olup; maddeyle,
477 sayılı Kanun'un 47’nci maddesinde düzenlenmiş olan amir ve üste
saygısızlık suçunun “Toplu asker karşısında veya silahlı iken” işlenmiş
hâli cezalandırılmaktadır.
Askerî itaat ve inkıyadı bozan suçlardan olan amir veya üste
saygısızlık suçu, İç Hizmet Kanunu’nun 14’üncü maddesi uyarınca amir
ve üstüne umumi adap ve askerî usullere uygun tam bir hürmet
göstermek zorunda olan asker kişilerin, amir veya üstüne saygı
göstermemesi veya uyarmayı saygı duruşu ile kabul edip dinlememesi
hâlinde oluşmaktadır.
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’ünde (10. Bası, Ankara 2005):
“Saygı: Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı
dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü
davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram”;
“Saygı göstermek: Saymak, değer vermek”;
“Saygı duruşu: Saygı belirtmek için alınan hazır ol durumu”;
“Hürmet: Saygı”;
“Hürmet etmek: Saymak, saygı göstermek”;
olarak tanımlanmıştır.
74
Bu tanımlardan, suçun maddi unsurunun; astın, üstüne karşı,
dikkatli, özenli ve ölçülü davranmaması veya uyarmayı saygı duruşu
içinde kabul etmemesi olduğu görülmekte; bu eylemlerin, bilerek ve
istenerek gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Maddeyle korunan hukuki menfaat, İç Hizmet Kanunu’nun 13’üncü
maddesinde: “Kanunlara, nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat ve
astının ve üstünün hukukuna riayet” olarak tanımlanan ve askerliğinin
temeli olan disiplinin korunmasıdır.
Değerlendirme
Bu açıklamalar kapsamında; sanığın, amirine hitaben, "size de bu
şekilde soru sorsalar siz de apışıp kalırdınız" demek; amiri tarafından,
"sen ne dediğinin farkında mısın, suç işliyorsun" diye uyarılması üzerine
de, "evet ne dediğimin farkındayım, ben kendi durumumu izah etmeye
çalışıyorum, size de bu şekilde bir soru sorsalar siz de apışıp kalırsınız"
diye yanıt vermek şeklindeki, sübuta erdiği anlaşılan dava konusu
eyleminin amire saygısızlık suçunu oluşturup oluşturmadığının
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük’ünde (10. Bası, Ankara 2005):
“Apışıp kalmak: Şaşırmak”;
“Şaşırmak: Bir işe nasıl başlayıp o işi nasıl sürdüreceğini ve nasıl
sonuçlandıracağını bilemeyecek duruma gelmek, içinden çıkamamak”;
şeklinde tanımlanmıştır.
Buna göre; sanığın amirine yönelik olarak sarf ettiği “size de bu
şekilde soru sorsalar sizde apışıp kalırdınız" sözlerinde, saygısızlık
algısına neden olabilecek bir ifade bulunmadığı anlaşılmaktadır.
İtiraz Tebliğnamesinde de, sanık tarafından sarf edilen
“Apışmak/Apışıp kalmak” deyiminin anlamı itibarıyla hakaret niteliği
taşımadığı konusunda herhangi bir uyuşmazlık bulunmadığı kabul
edilmekle birlikte; sanığın amirine karşı sarf ettiği, “… Siz sanki beni
küçük düşürürcesine, rencide edercesine sorgulayarak benimle
uğraşıyorsunuz, ben bu sorunuz üzerine apışıp kaldım, bu sorunuza cevap
vermek için psikolojim müsait değil, size de birisi böyle bir soru sorsa siz
de apışıp kalırsınız" şeklinde, sorgular veya hesap sorar tarzda sözler sarf
ederek, askerî adap ve usuller gereği gösterilmesi gereken saygıyı
göstermemek suretiyle toplu asker karşısında amire saygısızlık suçunu
işlediği ileri sürülmüş ise de;
İddianame incelendiğinde; sanığın, amirine hitaben, "size de bu
şekilde soru sorsalar siz de apışıp kalırdınız" ve "evet ne dediğimin
farkındayım, ben kendi durumumu izah etmeye çalışıyorum, size de bu
75
şekilde bir soru sorsalar siz de apışıp kalırsınız" şeklinde sarf ettiği
sözlerinin davaya konu edildiği; bunun yanında, “Siz sanki beni küçük
düşürürcesine, rencide edercesine sorgulayarak benimle uğraşıyorsunuz”
şeklinde sarf ettiği kabul edilen sözlerin iddianamenin hiçbir yerinde yer
almadığı görülmektedir.
CMK’nın 225’inci maddesinde: “Hüküm, ancak iddianamede
unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir.” hükmü yer
almakta olup; yargılamanın konusunu belirleyen ve sınırlayan
iddianamenin dışına çıkılarak, davaya konu edilmemiş bir fiilden dolayı
hüküm kurulması mümkün bulunmamaktadır.
Bu sebeplerle, Tebliğnamede ileri sürülen görüşlere itibar
edilmemiştir.
76
ASKERİ CEZA KANUNU
Mad. 84
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/141
K.Nu. : 2012/137
T.
: 27.12.2012
ÖZET
Sanığın, 03.01.2011 ve 13.1.2011 tarihlerinde amiri katılan
J.Yzb. O.S. hakkında verdiği şikâyet dilekçelerinde iddia ettiği
hususların tümüyle yalan olmadığı, silah almasının önlendiğine ve
bayanlarla ilişkilerinin eleştirildiğine dair iddialarının, katılan ve
huzurda dinlenilen tanıklarca doğrulandığı, dilekçe hakkının
engellendiğine ilişkin iddialarının ise, Katılan tarafından sanığa
verilen ve bahse konu dilekçeler nedeniyle verilmiş oldukları
anlaşılan cezalar dikkate alındığında yersiz olmadığı kabul edilerek,
Askerî Mahkemece verilen beraat kararının onanmasına karar
verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; beraat
hükmünün, temyiz incelemesinde hükümde tartışılmamış bir gerekçeye
dayanılarak onanmasının mümkün bulunup bulunmadığı noktasındadır.
Gerekçeli hüküm incelendiğinde, sanığın dilekçelerinde iddia ettiği
hususların bir bölümünün, katılan ile arasında ve tanık bulunmadığı bir
sırada
gerçekleşmiş
olması
nedeniyle,
asılsız
olduklarının
söylenemeyeceğine, tanık bulunmamasının bu olayların varlığı ile ilgili
bir şüphe doğurduğuna ve bu şüphenin sanık lehine yorumlanması
gerektiğine vurgu yapılarak, beraat kararı verilmesi yoluna gidildiği
belirtilmektedir. Yine gerekçenin bir bölümünde, katılanın beyanlarına
istinaden, katılanın, sanığın bayanlarla fazla görüştüğü yolunda bir
kanaate sahip olduğu, sanığı bu yönde ikaz etmek için odasına çağırdığı
hususunda şüphe bulunmadığı sonucuna varıldığı görülmektedir.
77
Daire ise; aynı dilekçelerde sanığın, katılan tarafından müracaat
hakkının engellendiği ve haksız yere disiplin cezası ile cezalandırıldığı
konularında da şikâyetlerinin bulunduğunu, katılan ile olaylar esnasında
katılanın yanında bulunan tanıkların beyanlarından, dilekçelerde
belirtilen hususların isim, yer, mekân, tarih ve olay belirtilmek suretiyle
önemli bir bölümünün gerçek olduğu, sanığın tamamının doğru
olmadığını bildiği iddialarla katılanı suçlama veya şikâyette bulunma
iradesi mevcut olmadığı gibi, esasen dilekçelerin içeriğinden bunun
aksini söylemenin de mümkün bulunmadığı sonucuna varıldığını
belirtmektedir.
Askerî Mahkemece; dilekçelerde yer verilenlerden bir kısmının
doğru olduğuna işaret edildiği dikkate alındığında, gerekçede kurgu
hatası bulunmakla birlikte, özü itibarıyla, ortaya, Dairece belirtilenden
çok farklı bir gerekçenin de konulmadığı anlaşılmaktadır.
Temyiz incelemesinde, Askerî Mahkemenin dayandığı gerekçe
dışında, hükmü sağlamlaştıran bir başka gerekçenin var olduğunun
belirlenmesi hâlinde, bu husus, gerekçeli hükümde değerlendirilmemiş
olsa dahi, Dairece, belirlenen başka gerekçeye de vurgu yapılması,
temyizin tartışılmış gerekçelere bağlı olarak yapılması gerektiğine dair
bir yasal sınırlama bulunmadığından, hatalı değildir.
Bu çerçevede; sanığın, başlangıçtan itibaren doğru olmadığını
bildiği iddialarla katılanı suçlamak iradesinin bulunmadığına dair Daire
kabulü de, dosyada mevcut delillere dayanan, belirtilmesinde sakınca
olmadığı gibi, beraat hükmünü güçlendirici ve tespit edildiğinde mutlaka
vurgulanması gereken bir husus olarak kabul edilmesi gerekir.
2) Eylemin değerlendirilmesi;
Sanığın dilekçelerinde yer verdiği iddialardan tümünün yalan
olması yanında, yalan olduğunu başlangıçtan itibaren bilerek şikâyette
bulunmuş olması hâlinde, “Yalan yere şikâyette bulunmak” suçunu
işlemiş olacağından söz edilebilecektir. (Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 01.04.2005 tarihli ve 2005/28-33, 27.04.2006 tarihli ve
2006/102-103 sayılı kararları da bu yöndedir.)
Dava dosyası incelendiğinde; hakaret iddiasına ilişkin kısımları
olmasa da, dilekçelerde yer verilen diğer hususlardan, sanığın bir
bayandan silah alacağı ve katılan tarafından bayanlarla samimi ilişkiler
kurmaması yönünde uyarıldığı yönündeki iddiaların, gerek katılanın,
gerekse bir kısım tanıkların beyanları ile doğrulandığı görülmektedir.
78
Diğer taraftan, ilk dilekçeye ek olarak verildiği anlaşılan
13.01.2011 tarihli dilekçede iddia olunan, dilekçe hakkının engellendiği
hususu da, katılan tarafından sanığa verilen ve şikâyet yoluna başvurması
nedeniyle verildikleri hususunda tereddüt bulunmayan disiplin cezası
kayıtları ile doğrulanmaktadır.
İnceleme konusu şikâyet dilekçesinde, belirtilen olguların bir
bölümünün gerçek olduğu gözetildiğinde, atılı suçun maddi unsurları
itibarıyla oluşmadığı gibi; sanığın isim, yer, tarih ve somut bir olay
zikretmek suretiyle doğru olmadığını bildiği iddialarla katılanı suçlama
veya şikâyette bulunma iradesinin bulunmadığı anlaşılmakla,
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
79
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85, 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/97
K.Nu. : 2012/2
T.
: 28.06.2012
ÖZET
Kırsal alanda silah atmasından dolayı kendisini Jandarma
Karakoluna götürmek isteyen, rütbece üstü ve aynı zamanda amiri
durumunda bulunan J.Kd.Bçvş. S.K.’nin yakasından tutup
çekiştirerek düğmesini koparan, dudağına yumrukla vurarak
kanatan, “Senin ananı sinkaf ederim” şeklinde küfürler eden sanık
Uzman Çavuş’un eylemlerinin, üste fiilen taarruz ve üste hakaret
suçlarını oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eylemlerinin, TCK
kapsamındaki suçları mı, yoksa ASCK'daki suçları mı oluşturduğuna
ilişkindir.
Daire; sanığın iddia konusu eylemlerinin, mağdurun ifa ettiği adli
ve mülki hizmetten doğduğunu ve bu hizmetlerin ifası sırasında
işlendiğini, TCK’nın 125 ve 86’ncı maddelerinde yazılı “kamu
görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret” ve “kamu görevlisini görevi
nedeniyle yaralama” suçlarını oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; astlık-üstlük ilişkilerinden doğan suçların, ASCK’da ve
477 sayılı Kanunda özel olarak düzenlendiğini; sanık ile mağdur arasında
astlık-üstlük ilişkisinin bulunması nedeniyle, sanığın eylemlerinin,
ASCK’ın 85 ve 91’inci maddelerinde yazılı “üste hakaret” ve “üste fiilen
taarruz” suçlarını oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz
etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; resmî kıyafetli olan sanığın,
21.04.2010 tarihinde mesai çıkışı, …köyündeki kahvehaneye uğradığı,
burada tanıdığı sivil kişi M.A.A.'yı görüp, konuştuğu, beraber bira
içmeye karar verdikleri, biraları alarak köy çıkışındaki bir yere gittikleri,
burada bir süre bira içtikleri, biraları bittikten sonra birkaç bira daha
80
almak için, araçla yakındaki diğer köy olan Günlüce köyüne geldikleri,
bira aldıkları sırada Günlüce köyünde oturan ve tanıdıkları sivil kişiler
F.A., A.A., F.C., S.Ö., F.C. ve N.A.'nın da kendilerine katıldığı, hep
birlikte iki köy arasında, yol kenarında bulunan bir yere gittikleri, burada
beraberce içip, eğlendikleri, saat 24.00 sıralarında sanığın kendisine ait
tabanca ile havaya yedi, sekiz el ateş ettiği, silah seslerini duyan bir
vatandaş tarafından Jandarma Karakol Komutanlığına yapılan telefon
ihbarı üzerine, Karakol Komutanı mağdur J.Kd.Bçvş. S.K.'nin, yanına
devriye görevlisi olarak aldığı J.Erler M.G., U.S. ve O.K. ile birlikte,
sanığın bulunduğu yere gittiği, olay yerine geldiklerinde, sivil kişilerden
M.A.A.'yı yanına çağırarak kimin ateş ettiğini sorduğu, önce bu bilgiyi
vermek istemeyen M.A.A.’nın, ısrar edilince ateş edenin sanık olduğunu
söylediği, mağdur Başçavuş’un, bunun üzerine, sanığı yanına çağırarak
ateş edip, etmediğini sorduğu, önce ateş etmediğini söyleyen sanığın,
daha sonra ateş ettiğini kabul ettiği, akabinde sanığı araca davet ettiği,
araca bindikten sonra sanıktan tabancasını teslim etmesini istediği, ancak
sanığın tabancasını vermeyerek, araçtan indiği, arkasından mağdurun da
araçtan indiği, sivillerin yanında tartışmamak için beraberce aracın
arkasına doğru geçtikleri, mağdurun burada sanıktan tekrar silahını
istediği, ancak sanığın “Siz ne hakla benim silahımı istiyorsunuz? Benim
tabancamı alamazsın.” dediği, akabinde silahını almakta ısrar eden
mağdurun yakasından tutarak düğmesini kopardığı, aynı zamanda “Senin
ananı avradını, Allah’ını, kitabını sinkaf ederim.” şeklinde küfürler ettiği;
mağdurun, görevli jandarma erlerine emir vererek sanığı tutmalarını ve
kelepçelemelerini istediği, bu esnada direnen sanığın mağdura saldırıp,
tekme atarak vurduğu, yüzüne yumruk attığı, bunun sonucu mağdurun
dudağının patladığı ve kanadığı, sanığın aynı zamanda önceki küfürlerine
benzer küfürlerini tekrarladığı, devriye erlerinin sanığı zorla yere
yatırdıkları, bu esnada mağdurun, sanığın belinden tabancasını aldığı,
zorla zapt edilen sanığın ellerine plastik kelepçe takıldığı, sanığın bir
süre sonra ellerinin acıdığını söylemesi üzerine, mağdurun kelepçeyi
çıkardığı, ancak sanığın yeniden mağdura tekme atarak saldırmaya
kalkışması üzerine kendisine tekrar kelepçe takılarak yere yatırıldığı,
bilahare mağdurun İl Merkez Jandarma Komutanı J.Yzb. A.D.'yi
telefonla arayarak olay hakkında bilgi verdiği, bir müddet sonra J.Yzb.
A.D.'nin olay yerine geldiği ve sanığı araca bindirerek götürdüğü, sanığın
küfürlerine araç içindede devam ettiği, olay yerinde yapılan inceleme
sonucu 7 adet 9 mm çapındaki tabanca mermisi boş kovanının
bulunduğu, olay sonrası düzenlenen adli muayene raporlarına göre,
sanığın 117 promil alkollü olduğunun, vücudunda çok sayıda yüzeysel
81
sıyrıklar, kızarıklıklar ve cilt kesileri bulunduğunun, mağdurun
vücudunda da üst dudakta sıyrık olduğunun saptandığı anlaşılmakta olup,
esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir uyuşmazlık da
bulunmamaktadır.
Anayasa’nın “Askerî yargı” başlıklı 145’inci maddesinde; askerî
yargının, askerî mahkemelerle disiplin mahkemeleri tarafından
yürütüleceği; bu mahkemelerin, asker kişilerin; askerî olan suçları ile
bunların asker kişiler aleyhine yahut askerlik hizmet ve görevleri ile
ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli oldukları
hüküm altına alınmıştır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun; 07.10.1999 tarihli ve
1999/139-170 ve 13.06.1996 tarihli ve 1996/91-92 sayılı kararında
etraflıca açıklandığı üzere; asker kişilerin işledikleri askerî suçlara benzer
suçların Türk Ceza Kanununda da suç olarak yer aldığı ve hatta kimi
zaman daha ağır bir cezayı gerektirdiği açık olsa bile, ASCK’nın TCK’ya
göre “Özel kanun” olması nedeni ile, ASCK hükümlerinin öncelikle
uygulanma zorunluluğunun bulunduğu, Askerî Ceza Hukuku
mevzuatındaki düzenlemelerde tarafların astlık-üstlük durumları ile amir
veya maiyet durumlarının ölçü olarak alındığı, dava konusu eylemlerin
niteliğinin tayininde de sanığın ve mağdurun rütbe ve kıdemlerinin, ölçü
olarak göz önünde bulundurulması gerektiği, asker kişilerin işledikleri
askerî suçların, benzeri suçlar Türk Ceza Kanununda yer alsa bile,
öncelikle uygulanması, bunun Askerî Ceza Kanunu’nun “Özel kanun”
olma niteliğinin doğal bir sonucu olduğu, bu eylemlerin 765 sayılı
TCK’nın 79’uncu maddesinin (5237 sayılı TCK’nın 44’üncü maddesi)
öngördüğü “Fikri içtima” kuralı uygulanarak, cezalandırılmasına da
olanak bulunmadığı kabul edilmiştir.
Disipline önem veren her orduda olduğu gibi Türk Silahlı
Kuvvetlerinde de astlık-üstlük ilişkileri önem arzettiğinden, gerek Askerî
Ceza Kanununda, gerekse 477 sayılı Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu
Yargılama Usulü ve Disiplin Suç ve Cezaları Hakkındaki Kanunda bu
ilişkilerden doğan suçlar özel olarak düzenlenmiş; “Askerî suç” veya
“Disiplin suçu” hâline getirilmiştir. Astın amir veya üstüne karşı işlediği
suçlar; amir ve üste hakaret, amir ve üste mukavemet, amir ve üste fiilen
taarruz, amir ve üste saygısızlık şeklinde; amir ve üstün astına karşı
işlediği suçlar ise; asta müessir fiil ve asta hakaret ve kötü davranmak
şeklinde yaptırım altına alınmıştır.
82
Askerî Ceza Kanunu veya 477 sayılı Kanun’un kimi maddelerinde
yazılı suçların karşılıklarının Türk Ceza Kanununda da yaptırıma
bağlanmasına karşın, hangi hükmün daha ağır cezayı içerdiğine
bakılmaksızın, özel kanun olan ASCK’nın veya 477 sayılı Kanunun
uygulanacağı kuşkusuzdur. Örneğin; zimmet, hırsızlık, müessir fiil vs.
suçlarda olduğu gibi.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya bakacak olursak, kendisini
Jandarma Karakoluna götürmek isteyen ve rütbece üstü durumunda
bulunan J.Kd.Bçvş. S.K.’nin yakasından tutup çekiştirerek düğmesini
koparan, dudağına yumrukla vurarak kanatan, “Senin ananı sinkaf
ederim” şeklinde küfürler eden sanığın eylemlerinin, üste fiilen taarruz
ve üste hakaret suçlarını oluşturduğu, Askerî Mahkemenin belirlediği suç
vasıflarının isabetli olduğu sonucuna varıldığından; Başsavcılığın
itirazının kabulü ile dava dosyasının temyiz incelemesine devam edilmek
üzere Daireye iade edilmesine karar verilmiştir.
83
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/16
K.Nu. : 2012/11
T.
: 26.01.2012
ÖZET
1) Cezaevi koruma nöbetçisinin değiştirilmesiyle ilgili görevler
askerî hizmete ilişkin olup, zamanında nöbete getirilmemiş olan
cezaevi koruma nöbetçisi yerine nöbetçi olarak görevlendirilen
sanığın, nöbetçinin zamanında getirilmemiş olmasından sorumlu
olarak gördüğü, amiri konumundaki görevli Uzman Jandarma
Çavuşa yönelik hakaret içeren eylemleri hizmete ilişkin muameleden
dolayı amire hakaret suçunu oluşturmaktadır.
2) Cezaevi Nöbetçi Çavuşluğu görevini tamamlamış ve
dinlenmeye çekilmeyi hak etmişken, Kule Nöbetçisinin zamanında
getirilmemesi sebebiyle onun yerine görevlendirilen ve fazladan 30
dakika kadar daha nöbet tutmak zorunda bırakılan sanığın, bu
haksız
fiilin
yarattığı
öfkeyle,
nöbetçilerin
zamanında
değiştirilmesini sağlamakla görevli olan Nöbetçi Astsubayı’na karşı
işlediği amire hakaret suçu bakımından haksız tahrik hükmünden
yararlandırılması gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın işlediği amire hakaret
suçunun hizmet esnasında işlenmiş olduğu kabul edildiği hâlde; hizmete
müteallik muameleden dolayı işlenmiş olduğunun kabulüyle verilmiş
olan mahkûmiyet hükmünün bozulması gerekip gerekmediğine ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; hizmet esnasında işlenmiş olan amire hakaret suçunun
hizmete müteallik muameleden dolayı işlendiğinin kabulüyle
mahkûmiyet hükmü verilmesinin, hükmün esasına etkili ve bozmayı
gerektirecek bir hukuka aykırılık olmadığını kabul etmişken; Başsavcılık;
bunun hükmün esasına etkili olduğu ve mahkûmiyet hükmünün
bozulması gerektiği görüşündedir.
84
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu eylemin ortaya
konması gerekmektedir.
Eylemin Oluş Şekli ve Değerlendirilmesi
Sanığın …Komutanlığı emrinde askerlik görevini yerine
getirmekte iken, 21.10.2010 tarihinde, 06.00-18.00 saatleri arasında
Cezaevi Nöbetçi Çavuşu olarak görev yaptığı, bu görevin
tamamlanmasından sonra İlçe Jandarma Komutanlığına dönmesi
gerekirken, 18.00-21.00 saatleri arasında Cezaevi 2 Nu.lı Kule Nöbetçisi
olarak görevlendirilmiş olan J.Er İ.İ.’nin nöbet hizmetine getirilmesinin
gecikmiş olması sebebiyle, Cezaevi Nöbetçi Astsubayı tarafından asıl
nöbetçi gelinceye kadar 2 Nu.lı Kule Nöbetçisi olarak görevlendirildiği;
saat 18.00’de Cezaevi Nöbetçi Astsubaylığı görevini devralan Uzm.J.IV
Kad.Çvş. O.Ö.’nün bu durumla ilgili olarak İlçe Jandarma Komutanlığı
Nöbetçi Astsubayı mağdur Uzm.J.IV Kad.Çvş. E.K.’la yaptığı
görüşmede, nöbetçi olan J.Er İ.İ.’nin Bölük Komutanı tarafından
pantolonunun yırtık olması nedeniyle izinli olarak çarşıya gönderildiğini
ve bu nedenle gecikme olduğunu öğrendiği; asıl nöbetçinin
gönderilmemiş ve bir süre daha gönderilemeyecek olmasına sinirlenen ve
bu durumdan nöbetçilerin değiştirilmesi göreviyle sorumlu olan İlçe
Jandarma Komutanlığı Nöbetçi Astsubayı Uzm.J.IV Kad.Çvş. E.K.’yi
sorumlu olarak değerlendiren sanığın, yaklaşık yarım saat sonra, “lan
Enes uzman, ananı s.k. etmeye geliyorum, bekle lan” şeklinde sözler sarf
ederek cezaevini çevreleyen tel örgüden atladığı, silahını beş kez havaya
doğru ateşlediği ve yaklaşık bir buçuk kilometre mesafedeki, mağdurun
bulunduğu İlçe Jandarma Komutanlığına doğru koşmaya başladığı, arka
nizamiyeden kışlayla girdikten sonra “a..na koyduğum” ve “lan Enes çık
dışarı, neredesin, görüşelim, hesaplaşalım, erkeksen çık dışarı”
şeklindeki sözler söylediği, silahını üç kez havaya doğru ateşlediği; bir
süre sonra araya giren kişilerin telkinleri sonucu ikna edilerek elindeki
silahın alındığı, sanığın, mağdurun ve olay tanıklarının birbirlerini
doğrulayan ve tamamlayan beyanlarıyla anlaşılmakta olup; esas itibarıyla
bu konuda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Sanığın bu eylemleriyle işlediği kabul edilen silahlı iken amiri
tehdit suçundan verilmiş olan mahkûmiyet hükmü Daire tarafından
onanmak suretiyle kesinleşmiş bulunmaktadır.
Sanığın, olay tarihinde İlçe Jandarma Komutanlığı Nöbetçi
Astsubayı olan Uzm.J.IV Kad.Çvş. E.K.’ya yönelik olarak sarf ettiği
sözlerin, amirinin onur, şeref ve saygınlığını rencide eden hakaret
niteliğinde sözler olduğu ve dolayısıyla ASCK’nın 85/1’inci maddesi
kapsamında amire hakaret suçunu oluşturduğu açıktır.
85
ASCK’nın 85/1’inci maddesi:
“1) Bir amire veya üste hakaret eden üç aydan bir seneye kadar
hapis cezası ile, hakaret hizmet esnasında yahut hizmete müteallik bir
muameleden dolayı vuku bulursa altı aydan üç seneye kadar hapis cezası
ile cezalandırılır.
2) Hakaret bir madde-i mahsusa tayini ile vukua gelmiş ise altı
aydan beş seneye kadar hapsolunur.
3) Hakaret umuma teşhir olunmuş yazı, resim veya sair neşir
vasıtalarıyla veya resmî makamlara verilip de üzerine muamele cereyan
etmiş evrak ile yapılmış ise bir seneden beş seneye kadar hapsolunur.”
Hükümlerini içermektedir.
Maddeyle amire ve üste hakaret eylemleri yaptırıma bağlanmakta,
eylemlerin işleniş şekillerine göre ve daha az ceza gerektirenden daha
fazla ceza gerektirene doğru bir sıra takip edilmek suretiyle, nitelikli
hâlleri gösterilmektedir.
Birinci fıkranın birinci cümlesinde eylemin basit hâli düzenlenerek
üç aydan bir seneye kadar hapis cezası öngörülmüş iken; ikinci cümlede;
eylemin işlendiği zaman ölçütü dikkate alınmak suretiyle “hizmet
esnasında” işlenmiş olma hâli ile işlenme sebebi dikkate alınmak
suretiyle “hizmete müteallik bir muameleden dolayı” işlenmiş olma hâli
düzenlenerek, eylemin nitelikli hâlleri için altı aydan üç seneye kadar
hapis cezası öngörülmüştür.
Maddenin ikinci fıkrasında, hakaret eyleminin niteliği esas alınmak
suretiyle madde-i mahsusa tayini ile işlenmiş olması, üçüncü fıkrada ise
eylemin özel işleniş şekilleri daha ağır yaptırımlara bağlanmıştır.
Sanığın, Cezaevi 2 Nu.lı Kule Nöbetçisinin zamanında nöbet
görevine getirilmemesi ve onun yerine nöbetçi olarak görevlendirmesi
nedeniyle, 2 Nu.lı Kule Nöbetçisinin zamanında nöbet görevine
getirilmemesinden sorumlu olarak gördüğü İlçe Jandarma Komutanlığı
Nöbetçi Astsubayı Uzm.J.IV Kad.Çvş. E.K.’ya karşı hakaret sözlerini
sarf etmek suretiyle gerçekleştirdiği eylemi, ASCK’nın 85’inci maddesi
kapsamında amire hakaret suçunu oluşturmaktadır.
Askerî Mahkemece; eylemin hizmete müteallik muameleden dolayı
işlenmiş olduğunun kabulüyle mahkûmiyet kararı verilmiş; Başsavcılık
ve Daire tarafından; Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’nun
7 ve Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri Yönetmeliği’nin 45’inci
maddeleri uyarınca, ceza infaz kurumlarının ve tutukevlerinin dış
korumalarını sağlayıcı önlemlerin alınmasının jandarmanın mülki
görevlerinden olduğu, bu görevle ilgili işlemlerin de mülki görev
kapsamında bulunduğu, hâlbuki ASCK’nın 12’nci maddesi uyarınca
86
hizmet tabiriyle askerî bir görevin amaçlandığı, dolayısıyla eylemin
askerî hizmete ilişkin bir muameleden dolayı işlendiğinin kabulünün
hukuka aykırı olmadığı kabul edilmiş ise de;
Sanığın hakarette bulunduğu kişi İlçe Jandarma Komutanlığı
Nöbetçi Astsubayı olup, hakarete uğramasına sebep olarak yaptığı işlem,
cezaevi koruma nöbetçisinin zamanında yerine götürülmemesi ve onun
yerine sanığın geçici olarak görevlendirilmiş olmasıdır. Nöbetçi
Astsubayı olan mağdurun bulunduğu ve bu görevi yaptığı yer de İlçe
Jandarma Komutanlığı tesislerinin bulunduğu kışladır.
Burada, jandarmanın askerî, adli ve mülki, bütün görevlerinin
yapılması için hazırlıklar, çalışmalar ve eğitim yapılmakta, bu kapsamda
nöbet hizmetleri de yürütülmektedir. Nöbet hizmetlerinin planlanması ve
yürütülmesi faaliyetleri, görevlerin askerî olup olmamasına bağlı
olmadan, bir elden ve topluca yapılmakta; nöbetçi astsubaylık görevleri,
bu görevlerin tümü bakımından geçerli olmaktadır.
İlçe Jandarma Komutanlığı Bölük Nöbetçi Astsubaylığı Özel
Talimatında belirlenen; nöbetçi erbaş ve erlerin nöbet değişimlerinin
kontrolü, gecikmelere ve aksamalara sebebiyet verilmemesi görevleri
kapsamında, cezaevi koruma nöbetçisinin değiştirilmesiyle ilgili görevler
de askerî hizmete ilişkin olup; infaz kurumlarındaki koruma görevinin
jandarmanın mülki görevi olduğu düşüncesinden hareketle, bu
nöbetçilerin zamanında değiştirilmesi görevinin de mülki görev
kapsamında olduğunun kabulü hukuka uygun bulunmamaktadır.
Dolayısıyla; zamanında nöbete getirilmemiş olan cezaevi koruma
nöbetçisi yerine nöbetçi olarak görevlendirilen sanığın, nöbetçinin
zamanında getirilmemiş olmasından sorumlu olarak gördüğü, amiri
konumundaki Nöbetçi Astsubayı olarak görevli Uzman Jandarma Çavuşa
yönelik hakaret içeren eylemleri hizmete ilişkin muameleden dolayı
amire hakaret suçunu oluşturmaktadır.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 28.12.2006 tarihli ve 2006/186-184 sayılı
kararında; mülki görev sırasında işlenmiş olan silah kazalarının
önlenmesine ilişkin emirlere aykırı hareketlerin askerî suç olan emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturacağı ve yargılamanın askerî mahkemede
yapılması gerektiği; As.Yrg.Drl.Krl.nun 25.06.1992 tarihli ve 1992/87-90
sayılı kararında da; mülki görev sırasında meydana gelen araç kazası
nedeniyle araç komutanı hakkında gereken önlemleri almamak ve şoförü
uyarmamak suretiyle işlediği iddia olunan memuriyet görevini ihmal
suçunun ve araç şoförünün işlediği iddia olunan hizmette tekasülle harp
malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek suçunun askerî
hizmet ve görevleri kapsamında işlendikleri ve yargılamaların askerî
87
mahkemede yapılması gerektiği kabul edilmiştir.
Bu aşamadan sonra; Başsavcılığın Daire kararına yönelik itirazının
kapsamı dışında, haksız tahrik hükümlerinin uygulanmamış olmasıyla
ilgili olarak Daireler Kurulunca inceleme yapılıp yapılmayacağı hususu
tartışılmış; Daireler Kurulunca yapılacak incelemenin Başsavcılığın itiraz
sebepleriyle sınırlı olmadığı; Askerî Mahkeme hükmü, Dairece; görev,
usul, sübut vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden hangi aşamaya kadar
temyiz incelemesine tabi tutulmuş ise, Daireler Kurulunca da, o aşamaya
kadar olan hususlarla ilgili (sınırlı) olarak ve itiraz sebeplerine bağlı
kalınmaksızın inceleme yapılabileceği kabul edilmiş ve uygulamaya
(haksız tahrikin varlığına) ilişkin inceleme yapılmasına geçilmiştir.
Haksız Tahrik Hükümleri Bakımından İnceleme
5237 sayılı TCK’nın 29’uncu maddesinde:
“Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin
etkisi altında suç işleyen kimseye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası
yerine on sekiz yıldan yirmi dört yıla ve müebbet hapis cezası yerine on
iki yıldan on sekiz yıla kadar hapis cezası verilir. Diğer hâllerde verilecek
cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.”
Hükmü yer almaktadır.
Madde gerekçesinde; haksız fiil teriminin, bir davranışın hukuk
düzenince tasvip edilmediği anlamına geldiği; ancak böyle bir haksız fiili
yapan kişiye yönelik fiilin varlığı durumunda maddenin uygulanmasının
söz konusu olabileceği açıklanmış bulunmaktadır.
Bu hüküm ve gerekçesine göre, haksız tahrik nedeniyle indirim
yapılabilmesi için:
1) Haksız bir fiil bulunmalıdır.
2) Haksız olan bu fiil, failde hiddet veya şiddetli elem meydana
getirmelidir.
3) Suç, meydana gelen hiddet veya şiddetli elemin etkisiyle
işlenmelidir.
4) Suç, haksız fiili yapan kişiye karşı işlenmiş olmalıdır.
Dava konusu olayda; sanığın, 06.00 - 18.00 saatleri arasında on iki
saat süreyle tutulan Cezaevi Nöbetçi Çavuşluğu görevini tamamlayıp
istirahata çekileceği sırada, 18.00 – 21.00 saatleri arasındaki 2 Nu.lı Kule
Nöbetçisi J.Er İ.İ.’nin çarşı izninden dönmemiş olması sebebiyle, onun
yerine nöbetçi olarak görevlendirildiği ve olay zamanına kadar yarım
saatten fazla bir süre bu nöbeti tutmak zorunda bırakıldığı, nöbetçinin ne
zaman getirileceğinin da tam olarak bilinmediği anlaşılmaktadır.
İlçe Jandarma Komutanlığı Bölük Nöbetçi Astsubaylığı Özel
Talimatı’nın 31’inci maddesinde, Nöbetçi Astsubay tarafından, nöbetçi
88
erbaş ve erlerin nöbet değişim saatlerinin kontrol edilerek, gecikme ve
aksaklıkların önüne geçileceği belirtilmiş olup; bu görevi yürütmekte
olan mağdurun, 18.00 – 21.00 saatleri arasında 2 Nu.lı Kule Nöbetçisi
olan, ancak çarşı izninden dönmemesi nedeniyle nöbete getirilemeyen
J.Er J.Er İ.İ.’nin yerine başka bir erbaş veya eri görevlendirmesi
gerekmesine ve mümkün olmasına rağmen, aynı gün 06.00 – 18.00
saatleri arasında on iki saat süreyle Cezaevi Nöbetçi Çavuşluğu görevini
yerine getiren ve bu nöbetinin bitiminde akşam yemeği ve istirahatı için
Bölüğe götürülmesi gereken sanık Er’i, ne zaman değiştirileceği belli
olmayacak şekilde üç saat süreli 2 Nu.lı Kule Nöbetçisi olarak
görevlendirip, kesintisiz bir biçimde nöbet hizmetine devam ettirerek,
TSK İç Hizmet Kanunu’nun “Disiplin” başlığını taşıyan 13’üncü
maddesi hükmünü göz ardı ederek astının hukukuna riayet etmemesinin,
bu şekilde askerî nizamlara ve askerlik kaidelerine aykırı muamelede
bulunmasının, ASCK'nın 92/1’inci maddesi kapsamında haksız tahrik
teşkil edeceği konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Sanığın, mağdurun bu haksız fiilinin yarattığı öfke ve üzüntü ile
suçu işlediği anlaşıldığından, haksız tahrik hükümlerinin uygulanma
koşullarının bulunmadığının kabulüyle hüküm verilmesi hukuka aykırı
olduğundan, bu sebeple mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar
verilmiştir.
89
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/78
K.Nu. : 2012/83
T.
: 21.06.2012
ÖZET
Kanıtlara göre; astsubay olan sanığın, muayene olmak için
gittiği revirde görevli doktora “sen nerdesin lan” demek suretiyle
hakaret ettiği sırada, doktorun asteğmen rütbesinde ve üstü
olduğunu bildiği anlaşılmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın, olay anında, hakaret içeren
sözlerinin muhatabı olan mağdur Tbp.Atğm. A.A.’nın üstü olduğunu
bilip bilmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın mağdurun üstü olduğunu bilmediği doğrultusundaki
beyanlarının aksini ortaya koyacak yeterli kanıt bulunmadığını kabul
etmişken; Başsavcılık; bu konuda yeterli kanıt bulunduğu görüşündedir.
Uyuşmazlık konusunun çözümü için dava konusu olayın ve
kanıtların ortaya konması gerekmektedir.
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Dosyada mevcut kanıtlara göre; …Bl.K.lığı emrinde görevli olan
ve olay tarihinde Aktütün’de bulunmakta olan sanığın, 20.12.2008
tarihinde saat 08.15 sıralarında, kendisini iyi hissetmediği için
Aktütün’de bulunan …Bl.K.lığına bağlı revire gittiği; doktorun revirde
bulunmaması nedeniyle revir sorumlusu tanık J.Onb. A.K.'ye "Doktor
nerede lan" diye bağırdığı, durumdan haberdar edilmesi üzerine gelen
mağdur Tbp.Atğm. A.A.'ya, "Sen neredesin lan" diyerek bağırdığı; daha
sonra tabancasını çıkarmaya çalıştığı sırada, revir odasının yanında
yatmakta iken bağırma seslerini duyarak olay yerine gelen
Uzm.J.I.Kad.Çvş. Ş.G. ve Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.S.'nin de yardımıyla
etkisiz hâle getirildiği anlaşılmaktadır.
Sanık savunmalarında; revirde kimseyi bulamayınca sinirlenerek
doktorun gelmesi için bağırdığını, daha sonra sinir krizi geçirmekte
90
olması nedeniyle ne yaptığını bilmediğini, revirde rütbeli ve doktor
olduğu belli olan bir kişi görmediğini, kendisiyle muhatap olan kişinin
üstü ve doktor olduğunu bilmediğini, normalde tüm doktorların subay
olduğunu bildiğini, ancak karşısına çıkan mağdurun doktor olduğunu
anlayamadığını;
Mağdur tanık Tbp.Atğm. A.A.; Aktütün karakolunda taburu ile
görevde olduğunu, revirde görevli olan askerin gelerek bir
komutanlarının bağırıp çağırdığını söylediğini, olay yerine gittiğinde
sanığın bağırıp çağırdığını gördüğünü, olayı öğrenmek ve sakinleştirmek
için ne olduğunu sorduğunda sanığın bağırıp çağırarak “nerdesin lan”
dediğini, olay sırasında üzerinde operasyon kıyafeti olduğunu, rütbe
taşımak yasak olduğu için takmadığını, ancak yanına gittiğinde ben tabip
asteğmenim, buyurun diyerek kendini tanıttığını, sanıktan şikâyetçi
olmadığını ve davaya katılmak istemediğini;
Revirde görevli olan tanık J.Onb. A.K.; sanığın revire gelip kapıyı
tekmeleyerek doktor nerede diye bağırdığını, doktorun burada olmadığını
söyleyerek Tbp.Atğm. A.A.’yı çağırmaya gittiğini; sanığın, Tbp.Atğm.
A.A.’nın gelmesi üzerine “sen neredesin lan” diyerek üzerine
yürüdüğünü, olay sırasında Tbp.Atğm. A.A.’nın normal askerî kıyafetli
olduğunu ve rütbesinin de belli olduğunu;
Tanık Uzm.J.Çvş. H.S.; sanığın revir oda kapısının önüne gelerek
revirde görevli olan J.Onb. A.K.’na yüksek bir sesle ‘doktor nerede lan’
diye bağırdığını, görevli askerin “komutanımız yok, çağırıp geleyim”
diyerek uzaklaştığını, sanığın, Tbp.Atğm. A.A.’nın geldiği esnada ‘sen
nerdesin lan’ diye bağırıp çağırarak üzerine yürüdüğünü; olay sırasında
Tbp.Atğm. A.A.’nın resmî kıyafetinin üzerinde olmadığını ve rütbesinin
anlaşılmadığını;
Tanık Uzm.J.Çvş. Ş.G.; sanığın revir oda kapısının önüne gelerek
revirde görevli olan J.Onb. A.K.’nin yüksek bir sesle ‘doktor nerede lan’
diye bağırdığını, görevli askerin “komutanımız yok, çağırıp geleyim”
diyerek oradan uzaklaştığını, Tbp.Atğm. A.A. geldiği esnada sanığın ‘sen
nerdesin lan’ diye bağırıp çağırarak üzerine yürüdüğünü; olayın
üzerinden uzun bir zaman geçmesi nedeniyle Tbp.Atğm. A.A.’nın
üzerinde ne tür bir kıyafet olduğunu ve rütbesinin anlaşılıp
anlaşılmadığını hatırlayamadığını;
beyan etmişlerdir.
Adli gözlem altına alınmak suretiyle düzenlenmiş olan Sağlık
Kurulu Raporuyla ve Adli Raporla; sanığın “Nevrotik kişilik” yapısında
olduğu, suç tarihlerinde ve hâlen askerliğe elverişli bulunduğu, TCK’nın
32’nci maddesi hükümlerinden yararlanamayacağı belirlenmiştir.
91
Değerlendirme
Bu kanıtlara göre; sanığın muayene olmak için geldiği revirde
kapıyı tekmelediği, doktor nerede diye bağırdığı, görevli askerin hemen
çağıracağını söyleyerek gitmesinden biraz sonra gelen Tbp.Atğm.
A.A.’nın rütbe işaretini taşımasa bile kendisini ve rütbesini tanıttığı,
sanığın “sen neredesin lan” demek suretiyle Asteğmene hakaret ettiği;
gerek mağdurun, gerekse revirde görevli olan J.Onb. A.K.'nin açık
anlatımlarından anlaşılmaktadır.
Sanığın “sen neredesin lan” demesi de, konuştuğu kişinin aradığı
doktor olduğunu bildiğinin doğrudan bir kanıtıdır ve sanık, normalde tüm
doktorların subay olduğunu bildiğini ifade etmiştir.
Olayın yaşandığı bölgenin küçüklüğü itibarıyla, revirden istifade
eden personelin doktorun subay olduğunu bilmemesi de mümkün
bulunmamaktadır.
Bu itibarla, sanığın mağdurun üstü olduğunu bildiğinde kuşku
olmayıp; sanığın mağdura yönelik eylemlerine müdahale amacıyla
yatmakta oldukları odalarından olay yerine gelen bir tanığın, mağdurun
resmî kıyafetinin üzerinde olmadığı ve rütbesinin anlaşılamadığı
doğrultusundaki ifadesinden ve sanığın savunma amaçlı olduğu
beyanlarından hareketle bu konuda kuşku bulunduğunun kabulü kanıtlara
uygun düşmemektedir.
92
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/95
K.Nu. : 2012/131
T.
: 20.12.2012
ÖZET
Sanığın beyanları ile tanık beyanları
bir arada
değerlendirildiğinde, ifadeler arasında çelişkiler bulunduğu, iddia
konusu sözlerin “Böyle işin anasını sinkaf ederim” mi olduğu, yoksa
“Senin ananı sinkaf ederim” mi olduğu hususunda şüphe
bulunduğu; kaldı ki, sanığın savunmasında beyan ettiği gibi, “Böyle
işin anasını sinkaf ederim” şeklinde sözler söylediğinin kabulü
hâlinde dahi, bu sözleri, tartışan iki arkadaşını ayırmak için
müdahale etmesi ve mağdurun kendisine yumrukla vurması
sonrasında, doğrudan mağdura hitaben olmamak üzere ve içinde
kaldığı durumdan yakınma amacıyla söylediği, mağdura hakaret
kastının bulunmadığı, bu nedenle atılı suçun unsurları yönünden
oluşmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sarf ettiği sözlerin
üste hakaret suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; küfrün muhatabının kendisine yumruk atan Hv.Svn.Çvş.
İ.K. olduğunun aşikâr olduğunu, dolayısıyla verilen beraat kararının esas
yönünden bozulması gerektiğini kabul ederken;
Askerî Mahkeme; sanığın sarf ettiği sözün hangisi olduğu
konusunda şüphe olduğunu, olayın gelişimine göre “Böyle işin anasını
sinkaf ederim” sözünün, mağdura yönelik olmadığını, bu nedenle üste
hakaret suçunun oluşmadığını kabul ederek, Dairenin bozma kararına
direnmiş ve tekrar beraat kararı vermiştir.
Dosyadaki delillerden; 14.07.2007 tarihinde Hv.Svn.Er İ.Y. ile
Hv.Svn.Er A.D.'nin kendi aralarında tartışmaya başladıkları, bir süre
sonra bu tartışmaya mağdur Hv.Svn.Çvş. İ.K. ile sanığın karıştığı, bu
sırada sanığın mağduru ayağı ile ittiği, mağdurun da sanığın yüzüne
yumrukla vurduğu, bunun üzerine sanığın, kendi beyanına göre “Böyle
93
işin anasını si...m”; bazı tanık ifadelerine göre ise “Senin ananı s..ederim”
şeklinde sözler söylediği anlaşılmaktadır.
Üste hakaret suçu ASCK’nın 85’inci maddesinde düzenlenmiş
olup, hakaret fiillerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer,
kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı ve diğer fertler
nezdindeki saygınlığıdır. Hakaret suçunun oluşması için, davranışın
kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekir.
Askerî Yargıtay’ın yerleşik kararlarında, söylenen sözlerin hakaret
oluşturup oluşturmadığının tespiti için, sözün hangi şartlar altında
söylendiğinin, failin ve mağdurun durumlarının, sözün söylenme
sebebinin araştırılması ve olayın bir bütün olarak değerlendirilmesi
gerektiği kabul edilmektedir (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
19.01.2006 tarihli, 2006/19-12; 26.12.2002 tarihli, 2002/105-105;
4.12.1997 tarihli, 1997/158-157 ve 20.01.1994 tarihli, 1994/11-8 Esas ve
Karar sayılı kararları bu doğrultudadır).
Ayrıca, suçun sübutu için sadece sözün sarf edilmesi yeterli
olmayıp, suçun manevi unsurunu oluşturan suç kastının da açıkça ortaya
konulması gerekmektedir.
Somut olayda; sanığın beyanları ile tanık beyanları bir arada
değerlendirildiğinde, ifadeler arasında çelişkiler bulunduğu, iddia konusu
sözlerin “Böyle işin anasını si...m” mi olduğu, yoksa “Senin ananı s...
ederim” mi olduğu hususunda şüphe bulunduğu; kaldı ki, sanığın
savunmasında beyan ettiği gibi, “Böyle işin anasını si...m” şeklinde
sözler söylediğinin kabulü halinde dahi, bu sözleri, tartışan iki arkadaşını
ayırmak için müdahale etmesi ve mağdurun kendisine yumrukla vurması
sonrasında, doğrudan mağdura hitaben olmamak üzere ve içinde kaldığı
durumdan yakınma amacıyla söylediği, mağdura hakaret kastının
bulunmadığı, bu nedenle atılı suçun unsurları yönünden oluşmadığı
sonucuna varıldığından; direnmek suretiyle verilen beraat hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
94
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/137
K.Nu. : 2012/133
T.
: 20.12.2012
ÖZET
Sanığın, iddia konusu sözleri, Batarya Harekat Astsubayının
kendisine hakaret etmesinden sonra kendini kaybedip, hakaret
içeren sözlere tepki amacıyla ve sonradan olay yerine gelip müdahale
eden kişiyi tanımadan gayri ihtiyari söylemiş olması nedeniyle
hakaret kastının bulunmadığı ve atılı suçun manevi unsur yönünden
oluşmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın psikiyatri
uzmanına muayene ettirilmeden karar verilmesinin noksan soruşturma
teşkil edip etmediğine ilişkindir.
Daire; sanığın psikiyatrik tedavilerine ilişkin belgelerin temin
edilmesinden sonra, psikiyatri uzmanı bir hekimin bilirkişi olarak tayin
edilerek, sanığın ruhsal muayenesinin yaptırılması ve psikiyatri uzmanı
bilirkişinin gerek görmesi hâlinde, ceza sorumluluğu ve askerliğe
elverişlilik durumunun tespiti için CMK’nın 74’üncü maddesi gereğince
adli gözlem altına alınması gerekirken, bu hususların yerine
getirilmediğinden mahkûmiyet hükmünün noksan soruşturma yönünden
bozulması gerektiğini, kabul ederken;
Askerî Mahkeme; Bilirkişinin dosya üzerinden yaptığı incelemede
ayrıntılı rapor düzenlediği, bu raporun sanığın ruhsal durumunu ortaya
koyması açısından yeterli olduğu kabul edilerek mahkûmiyet kararında
direnmiştir.
Dosyadaki delillerden; sanığın, 31.01.2011 tarihinde, Tabura ilişkin
bir istatistiki verinin hazırlanması hususunda görevlendirildiği, Topçu
Astsubay Kıdemli Çavuş Ö.Ç.’nin, verilen işi yanlış yaptığını fark ederek
sanığa işi neden o şekilde yaptığını sorduğu, sanığın cevap vermemesi
üzerine sinirlenerek sorusunu tekrarladığı ve “Senin beynin yok mu?”
dediği, sanığın suskunluğunu devam ettirmesi üzerine bu defa “Beyinsiz
95
misin?” dediği, sanığın, bu sözlerden sonra kendisini yere bırakıp
bağırmaya başladığı, mağdur Topçu Yüzbaşı M.E. ile Topçu Üsteğmen
K.D.’nin, çıkan sesleri duyarak sanığın bulunduğu odaya geldikleri,
mağdurun, ne olduğunu anlamak için yerde yatan sanığa doğru eğilip
yara beresinin olup olmadığını kontrol ettiği ve sanığa “Ne oldu oğlum?”
diye sorduğu, kol ve bacaklarını sürekli olarak sallayarak yerde yatmakta
olan sanığı sakinleştirmeye çalışan mağdurun, sanığın göz bebeklerini
kontrol ettiği ve normal olduğunu gördüğü, sanığın, göz bebeklerinin
kontrolü sırasında “Bırak ulan, yeter artık” şeklinde sözler söylediği
anlaşılmaktadır.
Üste hakaret suçu ASCK’nın 85’inci maddesinde düzenlenmiş
olup, hakaret fiillerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer,
kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı ve diğer fertler
nezdindeki saygınlığıdır. Hakaret suçunun oluşması için, davranışın
kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekir.
Askerî Yargıtay’ın yerleşik kararlarında, söylenen sözlerin hakaret
oluşturup oluşturmadığının tespiti için, sözün hangi şartlar altında
söylendiğinin, failin ve mağdurun durumlarının, sözün söylenme
sebebinin araştırılması ve olayın bir bütün olarak değerlendirilmesi
gerektiği kabul edilmektedir (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
19.01.2006 tarihli, 2006/19-12; 26.12.2002 tarihli, 2002/105-105;
4.12.1997 tarihli, 1997/158-157 ve 20.1.1994 tarihli, 1994/11-8 sayılı
kararları bu doğrultudadır).
Ayrıca, suçun sübutu için sadece sözün sarf edilmesi yeterli
olmayıp, suçun manevi unsurunu oluşturan suç kastının da açıkça ortaya
konulması gerekmektedir.
Somut olayda; sanığın, Top.Kd.Çvş. Ö.Ç.’nin “Beyinsiz misin”,
“Beynin yok mu” demesi üzerine kendisini kaybedip yere yığılması ve
kol bacaklarını sürekli sallaması nedeniyle çıkan sesleri duyarak olay
yerine gelen mağdur Topçu Yüzbaşı M.E’nin müdahalesi sırasında
“Bırak ulan, yeter artık” şeklinde sözler sarf ettiği anlaşılmaktadır.
Bu itibarla; sanığın, iddia konusu sözleri, Batarya Harekat
Astsubayının kendisine hakaret etmesinden sonra kendini kaybedip,
hakaret içeren sözlere tepki amacıyla ve sonradan olay yerine gelip
müdahale eden kişiyi tanımadan gayri ihtiyari söylemiş olması nedeniyle
hakaret kastının bulunmadığı, atılı suçun manevi unsur yönünden
oluşmadığı sonucuna varıldığından; direnilmek suretiyle verilen
mahkûmiyet hükmünün esas yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
96
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1411
K.Nu. : 2012/1284
T.
: 14.12.2012
ÖZET
Sanığın, hakaret içeren sözleri yazdığı kağıdı kendi iradesi ve
tasarrufu ile başkalarının bulup okuyabileceği bir yere, ambulansın
direksiyon simidinin ortasındaki bölüme sıkıştırmış ve bu kağıdın
daha sonra mağdurlardan birisi olan J.Sağ.Astsb.Çvş.O.K.
tarafından bulunmuş olması karşısında, kağıdın, sanığın iradesi ve
tasarrufu dışında ele geçirilmiş olduğundan bahsedilemeyecektir.
Ayrıca sanığın, hakaret içeren sözleri yazdığı kağıdı (kendisinin adı
ve soyadını da içerecek şekilde) yok etmediği, aksine başkalarının
bulabileceği ve bulduğunda da okuyabileceği bir yere bırakmış
olması ile içeriğinin aleniyet kazanmasını istediği de anlaşılmaktadır.
25.01.2010 tarihinde saat 12:15 sıralarında ...Komutanlığı atış
alanında birliğin kışla revirine ait ambulansta yapılan araştırmada
direksiyon simidinin içerisinde bir kağıt parçasının bulunduğu, kağıt
parçası açıldığında “Ambulans şoförü İ.Ş.: 275 P:53 Tek adam
Ç.Üstğm. Tek Piç Ö.Ütğm. Tek Şerefsiz O.Astsb., tek kırık Ö.Astsb.
Alayına İsyan. Şafak Bitene Kadar” şeklinde yazıların yazıldığı, not
kağıdının arkasında ise “23.01.2010. Sıhhiye Onbaşı T.K. Ş.113 P:28 3.
Tbr. Atış Alanı. Saat 13.15. Yağmurlu Bir Hava” şeklinde yazılar
olduğu; yapılan araştırma sonucunda, sanığın bu yazıları 23.01.2010
tarihinde J.Er İ.M. ile birlikte ambulans aracında bulunduğu esnada
yazarak aracın direksiyon simidine sıkıştırdığının belirlendiği, sanığın bu
suretle 23.01.2010 tarihinde atış alanında küçük bir not kağıdına
mağdurların haysiyet ve şerefini küçük düşürücü mahiyette olduğunda
kuşku bulunmayan yazılar yazmak suretiyle zincirleme şekilde üste
hakaret suçunu işlediği iddiası ile kamu davası açıldığı;
97
Askerî Mahkemenin ise, dava dosyasında bulunan not kağıdı
incelendiğinde, kağıdın gayet küçük ebatta olduğunu, özensiz bir şekilde
bir sayfa kağıttan kopartıldığını, hatta katlanarak daha da
küçültüldüğünü, kağıdın atış alanında ya da arazide görülse çöp
zannedileceğini, dikkat çekmeyeceğini, sanığın atış alanında kendi
düşüncelerini bu kağıda yazdıktan sonra araca sıkıştırdığını, belki de
atacak iken kağıdı atmayı unuttuğunu, hakaret içeren cümlelerin
bulunduğu kağıda sanığın kendi adını ve soyadını yazmasının hayatın
doğal akışına uygun olmadığını, hakaret içeren cümlelerin sanığın eli
ürünü olmakla ve sanık bu cümleleri hakaret kastı ile yazmış olmakla
birlikte, sanığın tasarruf alanından kağıt parçasının dalgınlıkla ve
istemeden çıktığını, hakaret içeren ifadelerin sanığın rızası dışında
aleniyet kazandığını, sanığa atılı suçun manevi unsuru itibarıyla
oluşmadığını kabul ederek beraat hükmü verdiği anlaşılmış ise de;
ASCK’nın 85’inci maddesinde düzenlenen üste hakaret suçunun
sübutu için, hakaret oluşturan söz veya bu sözleri içeren yazının kişinin
ihtiyarı ve iradesi ile muhatabın veya başka bir şahsın bilgisine ulaşması
veya ulaşılabilme imkânının doğmuş olması gereklidir. Henüz sanığın
şahsi tasarruf alanında bulunduğu sırada ve her an vazgeçilip imha
edilebilecek durumda iken, arzu ve iradesi dışında elinden alınarak
yazının içeriğinin öğrenilmesi hâlinde suçun oluştuğunu kabule imkân
yoktur.
Sanık, her an kontrole tabi tutulabileceğinde kuşku bulunmayan ve
rahatsızlanma, yaralanma gibi hallerde sık sık personel kullanımına tahsis
edilen ambulans aracında yine bir atış görevinin ifası sırasında,
23.01.2010 tarihinde hakaret içeren sözleri kağıt parçasına yazdığını,
yazdığı bu yazıyı aracın direksiyon simidine kendi ifadesine göre
gizlediğini, söz konusu yazıyı içeriğinde belirttiği komutanlarının
kendisine yönelik bir takım hareketlerinden hoşlanmadığı, kızdığı için
yazdığını samimi olarak beyan etmektedir. Ayrıca Askerî Mahkemenin
kabulünün aksine, sanık, hiçbir aşamada, yazdığı bu yazıyı atmayı
unuttuğundan, kağıdın dalgınlıkla ve istemeden elinden çıktığından,
rızası dışında aleniyet kazandığından bahsetmemiştir.
Her ne kadar, hakaret içeren cümlelerin bulunduğu kağıda sanığın
kendi adını ve soyadını yazmasının hayatın doğal akışına uygun
olmadığı düşünülebilir ise de; kızdığı ve kendilerinden hoşlanmadığı
komutanları ile ilgili yazdıklarının bu komutanları haricindeki asker
şahıslar tarafından okunduğunda, kendisi tarafından yazıldığının
bilinmesinden mutluluk ve gurur duyması ve bu nedenlerle adı ve
soyadını yazmış olması da mümkün görülmektedir. Nitekim sanık
98
sorgusunda, olay günü J.Er İ.M.’nin direksiyonun içinde bir kağıt parçası
bulduğunu, kağıtta önceki dönemdeki askerlerin Tbp.Ütğm. Ö.S.
hakkındaki iyi veya kötü yorumlarının bulunduğunu beyan etmekte olup,
bu beyanından ve olayların gelişiminden, bu yazıdan da etkilendiği ve
adeta bir kendini kanıtlama davranışı içerisine girdiği anlaşılmaktadır.
Hakaret içeren sözlerin yazıldığı nesnenin, küçük veya büyük
olmasının, özensiz bir şekilde kopartılmış olmasının, katlanıp
katlanmamasının, bulunduğu yer haricinde, atış alanında ya da arazide
görülse çöp zannedilecek ve dikkat çekmeyecek olmasının, nesnenin
nerede ele geçirildiğinin bir önem ve müsnet suçun unsurlarının oluşup
oluşmamasına bir etkisi olmayıp, ne şekilde ele geçirildiği önemli olup,
bu ele geçirmenin sanığın iradesi ve tasarrufu dışında olup olmadığı
tespit edilmelidir.
Somut olayda, sanık hakaret içeren sözleri yazdığı kağıdı, kendi
iradesi ve tasarrufu ile başkalarının bulup okuyabileceği bir yere,
ambulansın direksiyon simidinin ortasındaki bölüme sıkıştırmış olup,
kağıdın daha sonra mağdurlardan birisi olan J.Sağ.Astsb.Çvş. O.K.
tarafından bulunmuş olması, kağıdın sanığın iradesi ve tasarrufu dışında
ele geçirilmesi anlamına gelmemektedir. Ayrıca sanığın, hakaret içeren
sözleri yazdığı kağıdı (kendisinin adı ve soyadını da içerecek şekilde)
yok etmediği, aksine başkalarının bulabileceği ve bulduğunda da
okuyabileceği bir yere bırakmış olması ile içeriğinin aleniyet
kazanmasını istediği de anlaşılmaktadır.
Dava konusu kağıt parçasının ele geçirildiği ambulansın sanığa
zimmetlenmemiş olmasının, aksine araç zimmetinin aynı zamanda
ambulans şoförü olarak görevlendirilen J.Er İ.M.’ye ait olmasının,
hakaret içeren sözlerin yazıldığı kağıdın aleniyet kazanıp kazanmadığı
hususunda belirleyici bir etkisi olmayıp, ambulansın günün yirmi dört
saatinde kullanma hazır olmasının gerekli olduğunun, mağdur
J.Astsb.Kd.Çvş. O.K. tarafından kağıt parçasının direksiyon simidi
içerisinden alınarak kontrol edilmesinin askerlik hizmetinin normal
gereklerinden biri olduğunun, gerek araç şoförü J.Er İ.M. gerek sanık
tarafından bilinmesi ve öngörülmesi gerektiği açıktır. Mağdur
J.Astsb.Kd.Çvş. O.K.’nın kağıt parçasını bulması olayı bir arama
faaliyeti olmayıp, direksiyon simidinde bulunmaması gereken yabancı bir
nesnenin kontrol edilmesinden ibarettir.
99
Ayrıca, eylemin işleniş şeklî ve zamanı ile içine yazı yazılan kağıdın
ebat ve saklandığı yer hep birlikte dikkate alındığında, sanığın kağıt
parçasını arkadaşı J.Er İ.M.’ye ait bir askerî ambulansın direksiyon
simidi içerisinde muhafaza ettiğinden, sadece kendi özel tasarruf alanında
bulundurduğundan ve aleniyet unsurunun gerçekleşmediğinden
bahsedilmesi de mümkün görülmemiştir. Tüm bu nedenlerle, Askerî
Mahkemece sanık hakkında atılı suç nedeniyle mahkûmiyet hükmü tesis
edilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle sanık hakkında beraat kararı
verilmesinin hukuka aykırı olduğu anlaşıldığından, beraat hükmünün
esas yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
100
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.85
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0170
K.Nu. : 2012/0129
T.
: 31.01.2012
ÖZET
3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunu’nun 6/1’inci maddesinde yer
alan “Uzman erbaşlar, onbaşı ve çavuş rütbesini taşıyan asker kişi
sayılırlar. Muvazzaflık hizmetinde ve yedeklik döneminde iken
hizmete çağrıldıklarında er ve emsal rütbedeki erbaşların üstü olup;
disiplin ve cezai müeyyideler ile yargılama usulü bakımından er ve
erbaşların tabi olduğu hükümlere tabi olurlar.” şeklindeki
düzenleme karşısında, kıt’a çavuşu olan mağdura “sinkaf ettirme
tahtanı, g..b... bir askersin, yapacaksın, ağzına sıçarım, dalağını
sinkaf ederim” sözlerini sarf eden Uzman Onbaşı’nın eyleminin üste
hakaret suçunu oluşturacağı sonucuna varılmıştır.
Sanık Tnk.Uzm.Onb. S.C.’nin, 14.04.2011 tarihinde saat 23.30
sıralarında koğuşa geldiği, koğuş nöbetçisi olan Tnk.Çvş. S.C.C.’den
kendisine verilen bazı yazı işlerini yapmasını istediği, Tnk.Çvş.
S.C.C.’nin yapamayacağını söylemesi üzerine aralarında sözlü bir
münakaşa olduğu, akabinde sanığın Tnk.Çvş. S.C.C.’ye “sinkaf ettirme
tahtanı, götü boklu bir askersin yapacaksın, ağzına sıçarım, dalağını
sinkaf ederim” dediği, dosyada mevcut delillerden maddi vaka olarak
anlaşılmaktadır.
3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunu’nun 6/1’inci maddesinde yer
alan, “Uzman erbaşlar, onbaşı ve çavuş rütbesini taşıyan asker kişi
sayılırlar. Muvazzaflık hizmetinde ve yedeklik döneminde iken hizmete
çağrıldıklarında er ve emsal rütbedeki erbaşların üstü olup; disiplin ve
cezai müeyyideler ile yargılama usulü bakımından er ve erbaşların tabi
olduğu hükümlere tabi olurlar.” şeklindeki hükmü doğrultusunda,
mağdurun sanığa göre üst konumunda olduğunun ve bu durumun da
sanık tarafından bilindiği hususunun kabulünde, bu suretle eyleminin üste
101
hakaret suçu olarak vasıflandırılmış olmasında bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
Bu itibarla, sanığın üste hakaret suçunu işlediğini kabul eden Askerî
Mahkemece, karar yerinde gösterilen haklı ve inandırıcı gerekçelerle,
yazılı olduğu şekilde alt sınırdan ceza tayin edilip, takdiri hafifletici
neden göz önünde bulundurularak gerekli indirim yapılmak suretiyle
cezalandırılmasına karar verilmesinde, ASCK’nın EK 10, 47/A ve EK
8’inci maddeleri uyarınca hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının,
hükmedilen cezanın ertelenmesinin ve keza seçenek yaptırıma
çevrilmesinin yasal olarak mümkün olmaması nedeniyle kurulan
hükümde; usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama açısından hukuka aykırı
bir durum bulunmadığından, sanığın kabule değer görülmeyen temyiz
sebeplerinin reddi ile mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar
verilmiştir.
102
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/19
K.Nu. : 2012/23
T.
: 16.02.2012
ÖZET
Birlik Komutanlığınca, olaydan önce sanığa tebliğ edilerek
somutlaştırılan; kapalı mekanlara ve koğuşa silahla girilmeyeceğine
ve buralarda silaha dolu şarjör takılmayacağına ilişkin emrin
hizmete ilişkin olduğu, sanığın, koğuşta G3 piyade tüfeğine şarjör
takarak ve tam dolduruş yapması şeklindeki eyleminin ASCK’nın
87/1’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğu, bu aşamadan sonra silahı kullanarak gerçekleştirdiği
diğer eylemin (tehdit fiilinin) ise başkaca cezai sorumluluk
gerektirecek davranış olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen emre itaatsizlikte
ısrar suçunun sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire; sanığa yüklenen suçun sübuta ermediğini, mahkûmiyet
hükmünün isabetli olmadığını kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğini
belirterek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, kapalı mekânlara ve
koğuşa dolu silahla girilmeyeceğine ve buralarda silaha dolu şarjör
takılmayacağına, keza, emirsiz doldur-boşalt yapılmayacağına dair askerî
hizmete ilişkin emirlerden usulüne uygun biçimde haberdar edilmesine
karşın, 06.02.2009 günü saat 12.30 sıralarında ağlayarak koğuşa girdiği,
P.Çvş. Ö.Ş.’ye ait G3 piyade tüfeği ile buna ait bir adet dolu şarjörü
izinsiz alarak içinde 20-25 erbaş ve erin bulunduğu koğuşta tam dolduruş
yaptığı, koğuşta bulunan P.Er O.Y.’nin “Nereye gidiyorsun?” diyerek
müdahale etmek istemesi üzerine, sanığın, 3-4 metre mesafeden silahı bu
kişiye yönelttiği ve “Çık önümden seni vururum, karışma” diyerek
mağduru uzaklaştırdığı, akabinde Bölük Komutanının bulunduğu yere
gelen sanığın, tüfeğini çapraz vaziyette tutup “Kendimi vuracağım”
103
şeklinde sözler sarf ettiği ve odada bulunan personelin müdahalesi
sonrası silahın elinden alındığı anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire ile
Başsavcılık arasında bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde
“Hizmete ilişkin emri hiç yapmayan asker kişiler ... cezalandırılırlar.”
şeklinde tanımlanan emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşması için;
hizmete ilişkin bir emrin bulunması, emrin hiç yapılmaması ve suç
işleme kastı ile hareket edilmiş olması gerekmektedir.
Hizmet; TSK İç Hizmet Kanunu’nun 6’ncı maddesinde,
“Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir.”;
ASCK’nın 12’nci maddesinde de, “Bu kanunun tatbikatında
(hizmet) tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan gerek bir amir
tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılmasıdır.”
şeklinde tanımlanmıştır.
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 7’nci maddesine göre vazife ise,
“Hizmetin icabettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 16.06.2011 tarihli ve 2011/6763 sayılı kararında belirtildiği gibi; ASCK’nın 12’nci maddesindeki
“Malum ve muayyen olan askerî vazife”yi, kanunlarda yapılması veya
yapılmaması açıkça gösterilmiş olan hususlar olarak; “Bir amir
tarafından emredilen vazife”yi ise, kanunlarda ve nizamlarda açıkça
gösterilmeyip yetkililerin takdirlerine bırakılan hususlar şeklinde
anlamak gerekmektedir.
Amir tarafından verilecek emrin niteliğine ve emir verirken nelere
dikkat edileceğine ilişkin olarak da, TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin
30’uncu maddesinde, “Emirler açık, kısa ve kesin olmalı ve astın verilen
emri tamamen anlayacağına ve anladığına dair emir veren amire kanaat
gelmelidir. ...”;
33’üncü maddesinde, “Emirlerin, hizmete müteallik olması (Silahlı
Kuvvetler İç Hizmet Kanunu madde 8 ve 16) ve kanun ve nizamları ihlal
etmemesi şarttır. ...”; hükümleri yer almaktadır.
Bu düzenlemelere göre, suça konu emrin askerî hizmete ilişkin
olmasının yanı sıra, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 8 ve TSK İç Hizmet
Yönetmeliği’nin 30’uncu maddeleri çerçevesinde açık, kısa, kesin ve
anlaşılır nitelikte olması da gerekmektedir.
Bu nedenle; istenilen davranışın “hizmete ilişkin emir” olarak kabul
edilebilmesi için; askerî hizmet gerekleriyle istenilmiş olması, doğrudan
104
kişiye yöneltilerek somutlaştırılması, kanunlarda bu eylem karşılığında
bir yaptırım öngörülmemiş olması gerekmektedir.
Somut olayda, sanığa tebliğ edilen emirlerin içeriği incelendiğinde,
erbaş ve erlerin birlik içerisindeki silah, teçhizat ve cephaneleriyle ilgili
olarak, hangi tedbirlere uymaları ve hangi davranışlardan kaçınmaları
gerektiğinin belirtildiği, böylece, silah kazalarının önüne geçilmeye
çalışıldığı görülmektedir.
Sanığın, kendisine yöneltilerek somutlaştırılan, koğuş ve kapalı
mekânlara dolu silahla girilmeyeceğine ve dolu şarjörün silaha
takılmayacağına ve buralarda doldur-boşalt yapılmayacağına ilişkin,
hizmete ilişkin emirlere aykırı hareket ederek; koğuşta bir arkadaşının
ranzada asılı bulunan silahını aldığı, bu silaha bir adet dolu şarjör takarak
tam dolduruş yaptığı, böylece emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği,
anlaşılmaktadır. Sanığın, bu aşamadan sonra, silahı kullanarak
gerçekleştirdiği diğer eylemin (tehdit fiilinin) ise başkaca cezai
sorumluluk gerektirecek davranış olduğu sonucuna varıldığından;
Başsavcılık itirazının kabulü ile, Daire kararının kaldırılmasına, dava
dosyasının, emre itaatsizlikte ısrar suçuyla ilgili olarak temyiz
incelemesine devam edilmek üzere Daireye iadesine karar verilmiştir.
105
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/22
K.Nu. : 2012/19
T.
: 09.02.2012
ÖZET
Bölük
Nöbetçi
Astsubayı
tarafından
verilen
emir
doğrultusunda, öğle içtimasına katılması için uyumakta olduğu
koğuştaki yatağından ısrarla kaldırılmaya çalışılan sanığın; “tamam
kalkıyorum” demesine rağmen yatmaya devam ettiği, kolundan
tutularak çekilmek suretiyle kaldırılmaya çalışılması üzerine öfkeyle
ranzadan inerek, “s…tir git, gelmiyorum a…na koyayım” dediği ve
emir gereğini hiç yerine getirmediği anlaşılmakta olup; sanığın,
“gelmiyorum” sözünü emir gereğini yerine getirmeyeceğini ifade
etmek amacıyla söylemediği ve emrin tekrar edilmiş sayılması için
yeterli koşulların gerçekleşmediği kabul edildiğinden, ASCK’nın
87/1’inci maddesinin birinci cümlesi yerine ikinci cümlesinden
uygulama yapılmış olması hukuka aykırı bulunmuştur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın işlediği emre itaatsizlikte
ısrar suçunun, ASCK’nın 87’nci maddesi birinci fıkrasının birinci
cümlesi kapsamında hizmete ilişkin emrin hiç yapılmaması suretiyle mi;
yoksa, anılan fıkranın ikinci cümlesi kapsamında emrin yerine
getirilmesinin söz veya fiil ile açıkça reddedilmesi veya emir tekrar
edildiği hâlde yerine getirilmemesi suretiyle mi işlendiğine ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; eylemin, hizmete ilişkin emrin hiç yapılmaması suretiyle
işlendiğini kabul etmişken; Başsavcılık; eylemin, emrin yerine
getirilmesinin söz veya fiil ile açıkça reddedilmesi veya emir tekrar
edildiği hâlde yerine getirilmemesi suretiyle işlendiği ve Askerî
Mahkemenin bu yöndeki kabulünde hukuka aykırılık bulunmadığı
görüşündedir.
106
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu eylemin ve
kanıtların ortaya konması gerekmektedir.
Eylemin Oluş Şekli ve Kanıtlar
Erzincan’daki birliğinde askerlik görevini yapmakta olan sanığın;
12.05.2009 tarihinde, öğlene kadar istirahat etmesi için kendisine
verilmiş olan izin doğrultusunda koğuşta uyumakta iken, gündüz koğuş
sorumlusu Bkm.Er T.P. tarafından öğlen içtimasına katılması için
kaldırılmasına rağmen kalkmadığı, koğuş sorumlusunun bu durumu
bildirmesi üzerine, Bölük Nöbetçi Astsubayı Uzm.Çvş. Y.K. tarafından
sanığı koğuştan kaldırarak içtima alanına getirmesi için görevlendirilen
Bkm.Çvş. G.B.’nin koğuşa giderek sanığı ısrarla kaldırmaya çalıştığı,
sanığın, başlangıçta “tamam kalkıyorum” demesine rağmen yatmaya
devam ettiği; Bkm.Çvş. G.B.’nin, bu durumu koğuş penceresinden içtima
alanında bulunan Nöbetçi Astsubayına bildirdiği, onun “Tut kolundan
getir” talimatı üzerine ranzanın üst kısmında yatmakta olan sanığı
kolundan tutarak çekmek suretiyle kaldırmaya çalıştığı, yatağından
doğrulan ve oturan sanığın, Bkm.Çvş. G.B.’nin aceleci tavırlarla
kolundan çekmeye devam etmesi üzerine öfkeyle ranzadan inerek,
“s…tir git, gelmiyorum a…na koyayım” dediği; Bkm.Çvş. G.B.’nin de
bu söyleme sinirlenerek sanığın yakasından tuttuğu, sanığın da
yakasından tutarak Çavuşu geriye doğru iteklediği, koğuşta bulunan
erbaş ve erlerin müdahalesiyle olayın sona erdirildiği anlaşılmaktadır.
Sanık savunmalarında; Çavuşun ikazları üzerine uyandığını,
“tamam geliyorum” dediğini, ancak, uykusu olduğu için kalkamadığını
ve uyumaya devam ettiğini, daha sonra ısrarlı olarak kaldırılması üzerine
kalkıp giyinerek içtima alanına gittiğini, ancak içtimanın dağılmış
olduğunu;
Tanık Bkm. Çvş. G.B., ifadelerinde; Bölük Nöbetçi Astsubayı Uzm.
Çvş. Y.K.’nın emri üzerine sanığı ısrarla kaldırmaya çalıştığını, sanığın,
başlangıçta “tamam kalkıyorum” demesine rağmen yatmaya devam
ettiğini; durumu bildirdiğinde Nöbetçi Astsubayının “Tut kolundan getir”
talimatı üzerine tekrar sanığı ısrarla kaldırmaya çalıştığını, yatağında
doğrulup oturduğunu, ranzanın üst kısmından yere indirmek için
kolundan hafifçe çektiğinde, kendisine “s…tir git, gelmiyorum a…na
koyayım” dediğini, bunun üzerine aralarında kavga çıktığını, sanığın
içtimaya hiç katılmadığını, kendisinin de içtima yerine gittiğinde
içtimanın bittiğini görünce Nöbetçi Astsubayının yanına gittiğini;
107
Tanıklar koğuş sorumlusu T.P. ve koğuşta istirahat etmekte olan
İ.T., ifadelerinde; Bkm.Çvş. G.B.’nin sanığı ısrarla kaldırmaya çalıştığını,
sanığın uyanmasına rağmen kalkmadığını, Çavuşun sanığın kolundan
çekmesinin normal bir şekilde olduğunu, sanığın “s...ir git başımdan ya”
gibi bir şeyler söylediğini;
Koğuşta istirahat etmekte olan tanık U.Ü., ifadelerinde; Çvş. G.’nin
sanığı kaldırmaya çalıştığını, sanığın “sinkaf ederim içtimasını, ben
gelmiyorum, sen git” dediğini;
Bölük Nöbetçi Astsubayı olan tanık Uzm.Çvş. Y.K., ifadelerinde;
Çavuş Gökhan’a sanığı kaldırıp içtimaya getirmesi için iki kez emir
verdiğini ve sanığın içtimaya katılmadığını;
Bilirkişi olarak dinlenen Psikiyatri Uzmanı, mütalaasında; sanığın
kullandığı ilacın uykudan uyanmayı olumsuz yönde etkilemeyeceğini;
Beyan etmişlerdir.
Emre İtaatsizlikte Israr Suçu
ASCK’nın 87’nci maddesinin 1’inci fıkrasında, emre itaatsizlikte
ısrar suçunun işleniş şekilleri tanımlanmış ve işleniş şekline göre farklı
yaptırım öngörülmüş bulunmaktadır. Maddeye göre; hizmet emrinin hiç
yerine getirilmemesi basit hâl olarak düzenlenip, daha az bir ceza
öngörülmüşken;
- hizmet emrinin yerine getirilmesinin söz ile açıkça reddedilmesi
- hizmet emrinin yerine getirilmesinin fiil ile açıkça reddedilmesi
- hizmet emrinin tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi
hâlleri, seçimli hareketli nitelikli hâl olarak düzenlenmiş ve bu
hâller için daha fazla yaptırım belirlenmiştir.
Suçun nitelikli hâlinin oluşumu için bunlardan birinin
gerçekleşmesi yeterli bulunmaktadır.
Suçun koruduğu hukuki menfaat, hizmet emrinin yerine
getirilmesindeki kamu yararı olmakla birlikte; hizmet emrinin yerine
getirilmesinin sözle veya fiille açıkça reddedilmesi hâllerinde, failin
hizmet emrini yerine getirmemedeki kararlılığı ve bir bakıma kastının
yoğunluğu cezalandırılmak istenmiş, böylece disiplinin korunması esas
alınmıştır.
Eylemin Değerlendirilmesi
Sanığın öğlen içtimasına katılması için verilmiş olan emirlerin
hizmete ilişkin emir niteliğinde olduğu, sanığın bu emir gereğini hiç
yerine getirmediği ve böylece emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği
anlaşılmakta olup; esas itibarıyla bu konuda bir uyuşmazlık da
bulunmamaktadır.
108
Askerî Mahkeme tarafından, eylemin ASCK’nın 87/1’inci
maddesinin ikinci cümlesi kapsamında emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğu kabul edilmiş ve Başsavcılık tarafından da aynı görüşle
Daire kararına itiraz edilmiş ise de; kanıtların topluca değerlendirilmesi
sonunda, Kurulumuzca; olayın genel seyri içerisinde, sanığın, hizmet
emrini yerine getirmeyeceğine ilişkin bilinçli bir beyanının veya
eyleminin bulunmadığı, Bkm. Çvş. G.B. tarafından söylendiği ifade
edilen “s…tir git, gelmiyorum a…na koyayım” sözleri içindeki
“gelmiyorum” sözcüğünün, emri yerine getirmeyeceğini ifade etmek için
değil, hakaret sözleriyle birlikte ve onları tamamlayıcı olarak ifade
edilmiş olduğu; sanığın yeterince uyanamamış olması sebebiyle hizmet
emrinin tekrarlanmış olduğunun bilincinde olduğunun kabulünün
mümkün olmadığı, en azından bu konuda kuşku bulunduğu; dolayısıyla,
eylemin ASCK’nın 87/1’inci maddesinin birinci cümlesi kapsamında
emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu kabul edilmiş ve itirazın
reddine karar verilmiştir.
109
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/28
K.Nu. : 2012/26
T.
: 23.02.2012
ÖZET
İmza karşılığı tebliğ edilmiş talimatlarla, kışlaya giriş ve
çıkışlarda mutlaka nizam karakolunun kullanılacağı ve başka bir
yerin kullanılmayacağı düzenlenmiş olmasına rağmen; çarşı
izninden dönüşünde alkollü olduğunun ve izinden geç döndüğünün
belirlenmemesi için, nizamiye yerine çevre emniyet tellerinden
atlamak suretiyle kışlaya giren sanığın, sonuç olarak askerlik
hizmetini yapmak amacıyla görev yerine dönmek istemiş olması
sebebiyle suç kastıyla hareket etmediğinin ve eyleminin disiplin
tecavüzü niteliğinde olduğunun kabulü gerekmektedir.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığın
eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağına
ilişkin bulunmaktadır.
Daire, emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşmayacağı ve eylemin
disiplin tecavüzü niteliğinde olduğu görüşünde iken, Askerî Mahkeme,
emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğunu kabul etmiştir.
Dava Konusu Olayın Gelişimi
Dosya içeriğine göre; Sanığın Ankara’daki Birliğinde askerlik
görevini yapmakta olduğu, 12.07.2010 ve 12.10.2010 tarihlerinde
kendisine tebliğ edilmiş olan Arazi Destek Bölüğü İzin Talimatı ve Arazi
Destek Bölüğü Kışlada Hareket Tarzları Talimatlarında, kışlaya izin ve
benzeri bütün sebeplerle giriş ve çıkışlarda mutlaka Nizam Karakolunun
kullanılacağına ilişkin düzenlemeler bulunduğu; sanığın, 23 Nisan 2010
tarihinde saat 09.30’da çıktığı çarşı izninden saat 17.00’ye kadar dönmesi
gerekirken, zamanında dönmediği; gecikmesini ve alkollü olmasını da
gizlemek amacıyla, saat 20.45'de kademeler bölgesindeki çevre emniyet
tellerinden atlamak suretiyle ve alkollü olarak kışlaya gizlice girdiği, bu
110
durumun nöbetçiler tarafından görülerek belirlenmesi üzerine
yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanık savunmalarında; kendisine tebliğ edilmiş olan talimatları ve
kışlaya nizamiye dışında bir yerden girilemeyeceğini bildiğini, çarşı
izninde iken, nişanlısıyla olan problemleri nedeniyle alkol aldığını,
nizamiyeden girmesi hâlinde alkollü olduğunun anlaşılacak olması
nedeniyle nizamiye dışında, tel örgülerden atlayarak kışlaya girdiğini
beyan etmiş; alkolmetre ile yapılan ölçümde, sanığın 0.64 mg/l alkollü
olduğu belirlenmiştir.
Emre İtaatsizlikte Israr Suçu
ASCK’nın 87’nci maddesinin 1’inci fıkrasında, emre itaatsizlikte
ısrar suçunun işleniş şekilleri tanımlanmış ve işleniş şekline göre farklı
yaptırım öngörülmüş bulunmaktadır. Maddeye göre; hizmet emrinin hiç
yerine getirilmemesi basit hâl olarak düzenlenip, daha az bir ceza
öngörülmüşken;
- hizmet emrinin yerine getirilmesinin söz ile açıkça reddedilmesi
- hizmet emrinin yerine getirilmesinin fiil ile açıkça reddedilmesi
- hizmet emrinin tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi
hâlleri, seçimli hareketli nitelikli hâl olarak düzenlenmiş ve bu
hâller için daha fazla yaptırım belirlenmiştir.
Suçun koruduğu hukuki menfaat, hizmet emrinin yerine
getirilmesindeki kamu yararı olmakla birlikte; hizmet emrinin yerine
getirilmesinin sözle veya fiille açıkça reddedilmesi hâllerinde, failin
hizmet emrini yerine getirmemedeki kararlılığı ve bir bakıma kastının
yoğunluğu cezalandırılmak istenmiş, böylece disiplinin korunması esas
alınmıştır.
Suçun basit hâlinin oluşması için, failin, hizmete ilişkin emri
yerine getirmemesi gerekmekte; nitelikli hâlinin oluşumu için ise, fiilin,
yukarıda belirtilen özel hâllerden biri kapsamında işlenmiş olması yeterli
bulunmaktadır.
Suçun oluşması için failin suç kastıyla hareket etmesi, bir başka
deyişle hizmete ilişkin emre itaatsizlik amacıyla eylemini
gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Eylemin Değerlendirilmesi
Bu açıklamalar doğrultusunda dava konusu olaya bakıldığında;
sanığın, çarşı izninden dönmekte geciktiğinin ve alkollü olduğunun tespit
edilmemesi için, kışlaya, Nizam Karakolu yerine tel örgülerden girmeyi
tercih ettiği, kışlanın hizmet yeri olduğu, sanığın da askerlik hizmeti
nedeniyle kışlaya girme eylemini gerçekleştirdiği, giriş yerinin
emredilenden farklı bir yer olmasının sanığın bu amacını ortadan
111
kaldırmayacağı, emre itaatsizlikte ısrar suçunun koruduğu hukuki
menfaat kapsamında, eylemin hizmetin aksamasına sebebiyet vermediği,
kışlaya gecikmekle içinde bulunduğu durumu sonlandırmak niyetinde
olan sanığın suç kastıyla hareket ettiğinin söylenemeyeceği ve eyleminin
disiplin tecavüzü niteliğinde olduğu sonuç ve kanaatine varıldığından;
sanığın, hizmete ilişkin emir gereğini kasıtlı olarak yerine getirmediği
kabulüne dayanan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
112
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/30
K.Nu. : 2012/28
T.
: 23.02.2012
ÖZET
Sanığın, kendisine imza karşılığı tebliğ edilmiş emirle
yasaklanmış olmasına rağmen, şoförü olduğu aracın kontak
anahtarını arkadaşına vermesi ve aracı kullanmasına müsaade
etmesi eylemi, emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmaktadır.
Bu eyleminden sonraki fiillerinin, şayet unsurları varsa,
doğrudan doğruya birlikte işleme veya suç iştirak yoluyla askerî
aracı özel menfaatinde kullanmak suçunu da oluşturabileceğinde
kuşku bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın kabul edilen eyleminin
askerî aracı özel menfaatinde kullanmak suçunu mu, yoksa emre
itaatsizlikte ısrar suçunu mu oluşturacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın eyleminin, askerî aracı özel menfaatinde kullanmak
suçunu oluşturacağını kabul etmişken, Başsavcılık; sanığın eyleminin
emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturacağı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu eylemin ortaya
konulması gerekmektedir.
Dava Konusu Eylem, Oluş, İddia ve Kabul
…İl Jandarma Komutanlığı emrinde askerlik görevini yapmakta
olan sanığın, kendisine zimmetle teslim edilmiş olan 706123 plakalı Ford
Transit marka minibüs aracının sürücüsü olduğu; 02.09.2009 tarihinde
kendisine imza karşılığı tebliğ edilmiş olan Emniyet ve Kaza Önleme
Özel Talimatının 47’nci maddesinde: “Araçların kontak anahtarlarını ve
direksiyonunu kimseye vermeyeceğim” şeklinde yer alan emirle
yasaklanmış olmasına rağmen; 09.09.2009 tarihinde saat 00.20
sıralarında, aracını, aynı birlikte görevli olan arkadaşı J.Er M.A.’ya
kullanması için teslim ettiği, kendisi de yanında olduğu hâlde aracı
113
kullanmasına izin verdiği, 20 metre kadar ilerledikten sonra aracın
patinaj sesi çıkarması üzerine, bu durumun Mutfak Nöbetçi Astsubayı
olan Per.Bçvş. A.G. tarafından farkına varıldığı; böylece emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği iddiasıyla açılan dava sonunda, atılı
suçun işlendiği kabul edilerek
mahkûmiyet kararı verildiği
anlaşılmaktadır.
Emre İtaatsizlikte Israr Suçu ve Değerlendirme
ASCK’nın 87’nci maddesinde; asker kişiler tarafından, hizmete
ilişkin emrin; hiç yapılmaması, açıkça reddedilmesi ve emir tekrar
edildiği hâlde emrin yerine getirilmemesi eylemleri yaptırıma bağlanmış
bulunmaktadır.
Askerî araç sürücülerine yönelik olarak verilmiş olan, araçların
kontak anahtarları ile direksiyonunun kimseye verilmeyeceğine ilişkin
emrin, askerî araçların yetkisiz kişiler tarafından ve hizmet dışı
kullanılmasının önlenmesi amaçlarına yönelik olarak askerî hizmete
ilişkin bir emir niteliğinde olduğunda ve sanığa imza karşılığı tebliğ
edilmek suretiyle somutlaştırıldığında kuşku bulunmamaktadır.
Sanık, şoförü olduğu aracın kontak anahtarını arkadaşına vermek
ve aracı kullanmasına müsaade etmek suretiyle emir gereğini hiç yerine
getirmemiş ve böylece anılan suçu işlemiş bulunmaktadır.
Daire tarafından; sanığın, araç kullanma konusundaki eksikliğini
gidermek isteyen arkadaşına yardımcı olmak amacıyla ve askerî aracı
özel menfaatinde kullanmak özel kastı ile hareket ettiği ve bundan ötürü
eyleminin askerî aracı özel menfaatinde kullanmak suçunu oluşturduğu
kabul edilmiş ise de;
Emre itaatsizlikte ısrar suçu, kasıtlı olarak işlenebilen bir suç olup;
suçun oluşması kastın varlığına bağlı bulunmaktadır. Kast ise; TCK’nın
21’inci maddesinde, “suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve
istenerek gerçekleştirilmesi” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımdan
hareketle; suça yönelik kastın, hizmete ilişkin emrin yerine getirilmemesi
eyleminin bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
Failin amacının, suçu işlemesine sebep olan hususların, bir başka
deyişle, onu hizmete ilişkin emri yerine getirmemesine iten nedenlerin
veya eylemden beklenen kişisel faydanın, suçun oluşumu bakımından bir
önemi bulunmadığı açıktır.
Dolayısıyla, sanığın arkadaşının araç kullanma konusundaki
eksikliklerinin giderilmesi amacıyla hareket etmiş olması, “aracın kontak
anahtarını arkadaşına vermek ve aracı kullanmasına müsaade etmek”
eyleminin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmasına engel teşkil
114
etmemektedir. Bu eyleminden sonraki fiillerinin, şayet unsurları varsa,
doğrudan doğruya birlikte işleme veya suç iştirak yoluyla askerî aracı
özel menfaatinde kullanmak suçunu da oluşturabileceğinde kuşku
bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay 1’inci Dairesi’nin 10.01.2012 tarihli ve 2012/7-6;
10.01.2012 tarihli ve 2012/18-13; 4’üncü Dairesi’nin 01.02.2011 tarihli
ve 2011/132-121; 2’nci Dairesinin 28.04.2010 tarihli, 2010/1253-1244
sayılı kararlarıyla da, benzer eylemlerin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğu kabul edilmiştir.
115
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/33
K.Nu. : 2012/32
T.
: 01.03.2012
ÖZET
Doldur-boşalt istasyonunda tam dolduruşa getirdiği tüfeğiyle,
arkadaşını tehdit etmek maksadıyla koğuşa gelen sanığın, emre
itaatsizlikte ısrar suç kastı (koğuşa silahla girme) bulunmadığından,
verilen beraat hükmünün hukuka uygun olduğu sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen emre itaatsizlikte
ısrar suçunun sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire; sanığa yüklenen suçun sübuta ermediğini, beraat hükmünün
isabetli olduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğini
belirterek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; Manisa/Akhisar’daki birliğinde
askerlik hizmetini yapan sanığın, 20.03.2010 tarihinde saat 21.30
civarında, silahla tehdit suçunun mağduru Hv.Svn.Er M.T. ile koğuşta
tartıştığı, bu sırada mağdurun sanığın yakasından tuttuğu, koğuşta
bulunan Hv.Svn.Onb. R.K.’nin araya girerek tarafları ayırdığı ve sanığı
koğuştan çıkardığı, bu olaydan kısa bir süre sonra, 22.00-24.00 saatleri
arasındaki nöbetine gitmek üzere doldur-boşalt istasyonuna götürülen
sanığın, silahını tam dolduruşa getirerek koşar vaziyette koğuşlar
bölgesine gittiği ve koğuş koridorunda mağdura hitaben "Çık dışarı,
öldüreceğim seni" diye bağırdığı, olay yerinde bulunanların sanığı ikna
etmeye çalıştıkları esnada, sanığın silahını çenesine dayayarak, “Kendimi
öldüreceğim, yaklaşmayın, ben bunu hak etmedim” diye bağırdığı,
sanığın bir anlık dalgınlığından istifade edilerek silahın elinden alındığı
anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir
uyuşmazlık bulunmamaktadır.
116
ASCK’nın 87’nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde
“Hizmete ilişkin emri hiç yapmayan asker kişiler ... cezalandırılırlar.”
şeklinde tanımlanan emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşması için;
hizmete ilişkin bir emrin bulunması, emrin hiç yapılmaması ve suç
işleme kastı ile hareket edilmiş olması gerekmektedir.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunun manevi unsuru, astın itaatsizlik
kastıyla hareket ederek emri hiç yapmamasıdır. Kast, kişi ile işlediği fiil
ve neticesi arasında manevi bir bağ kurmaktadır. TCK’nın “Kast”
başlıklı 21’inci maddesinin ilk fıkrasında; “Suçun oluşması kastın
varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve
istenerek gerçekleştirilmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre,
failin kasten hareket etmiş sayılabilmesi için, yasal tanımda yer alan tüm
unsurları “bilmesi” ve “istemesi” gerekmektedir. Somut olayda, sanığın
kastı, tebellüğ ettiği hizmet emrine aykırı davranmaktan ziyade, tartıştığı
mağdur Hv.Svn.Er M.T.’ye silahla zarar vermeye yöneliktir. Olayın
meydana geliş şekli itibarıyla, sanığın amacı silahla tehdit suçuna yönelik
olduğundan, gerçekleşen emre itaatsizlik hâlinin kaynaştığı amaç suç
içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Esasen, Askerî Ceza Kanunu uygulamasında; silahlı iken itaatsizlik
(ASCK. 88), silahlı iken tehdit (ASCK. 82), silahlı olarak amire ve üste
fiilen taarruz (ASCK. 91/2), silahları ve cephanesi hakkındaki
dikkatsizlik ve emirlere riayetsizlik (ASCK. 146) suçlarında genellikle,
sanığa silah konusunda tebliğ edilmiş emirler de bulunmakta, buna
rağmen silahla bu suçlar işlendiğinde “Amaç suç” dışında ayrıca kendini
emre itaatsizlikte ısrar şeklinde gösteren “Araç suçtan” dolayı ayrı bir
ceza verilmeyip, bu durum “Suçun unsuru” ya da “Cezayı artıran hâl”
olarak kendini göstermektedir. Ancak, amaç suçun bulunmadığı
durumlarda, şartları bulunuyorsa emre itaatsizlikte ısrar suçu oluşacaktır.
Bu nedenlerden dolayı, sanığın, olayın oluş biçimine göre;
doğrudan silahla tehdit kastıyla hareket ederek eylemini gerçekleştirdiği
olayda, başkaca cezai sorumluluk gerektirecek davranışı olmadığı
sonucuna varıldığından, Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
117
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/38
K.Nu. : 2012/36
T.
: 15.03.2012
ÖZET
Kışla dışındaki askerî kantinde, gecenin ilerleyen saatlerinde
içki içen sanıkların eylemlerinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanıklara yüklenen
eylemin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağına
ilişkindir.
Daire; askerî hizmet verilen askerî kantinde alkollü içki içen
sanıkların eylemlerinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturacağını
kabul ederken;
Askerî Mahkeme; askerî birlik dışında Lojmanlar Bölgesinde
bulunan askerî kantinde alkollü içki içilmesi eyleminin, emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturmadığını belirterek, beraat hükmünde direnmiştir.
Dairenin bozma kararı üzerine, Askerî Mahkemece yeniden verilen
beraat hükümlerinin direnme hükmü niteliğinde olup olmadığının
öncelikli mesele olarak tartışılması gerekmektedir.
353 sayılı Kanun’un 227’nci maddesinde düzenlenen “Direnme
kararının” özellikleri konusunda Kanunda herhangi bir açıklık
bulunmamakta ise de, Yargıtay ve Askerî Yargıtay’ın yerleşik
uygulamalarında kabul edildiği üzere; bir hükmün direnme hükmü olarak
kabul edilebilmesi için, önceki hükümle direnmeye ilişkin hükmün aynı
olması gerektiği benimsenmektedir. Bu bağlamda, bozma kararı
doğrultusunda işlem yapılması, bozmadan önce tartışılmayan hususların
bozmadan sonra tartışılması, dosyaya yeni kanıtlar eklenip bunlara
dayanılması, ilk kararda olmayan yeni ve değişik gerekçelerle hükme
varılması “Bozmaya eylemli uyma” (Sebat) sonucu yeni bir kararın tesis
118
edildiğinin göstergesi olup, hükmün direnme niteliğini yitirmesi
sonucunu doğurmaktadır.
Somut olayda, Askerî Mahkemece, ilk beraat hükümlerinin Askerî
Yargıtay 4’üncü Dairesi tarafından sübut yönünden bozulmalarından
sonra; sanıkların istinabe suretiyle bozmaya karşı beyanlarını tespit eden
Askerî Mahkemenin, bozma kararına uyup uymama konusunda bir karar
vermek üzere icra ettiği duruşmada, bozma ilamını ve sanıkların
bozmaya karşı diyeceklerinin tespit olunduğu istinabe duruşma
tutanağındaki beyanlarını okuduğu, Askerî Savcının da bozma kararına
karşı diyeceğini sorduktan sonra “direnme” kararı verdiği, “Verilen ara
kararı müteakip sanıkların yokluklarında açık duruşmaya devam olundu”
cümlesini tutanağa geçirip, dava dosyasındaki yazılı delilleri okuduğu ve
Askerî Savcının esas hakkındaki mütalaasını alıp, sanığın savunması ve
son sözü yerine geçmek üzere dosyadaki ifadelerini okuduktan sonra,
bozulan ilk hüküm gibi beraat kararları verdiği anlaşılmaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 06.01.2005 tarihli ve 2005/6-4
sayılı kararında da belirtildiği üzere;
Askerî Yargıtay ve Yargıtay’ın yerleşik kararlarında belirtildiği
üzere; bozma kararına uyulmayıp ilk hükümde direnilmesine ilişkin
karar, klasik yargılama faaliyeti sırasında alınan “ara kararı” niteliğinde
olmayıp, ilk hükmün tekrar kurulacağına işaret eden nihai bir karardır.
Direnme kararı alındıktan sonra yeni bir yargılama süreci
başlamadığından, yapılması gereken sadece bozulan hükmün aynen tesis
edilmesidir. Direnme kararı, bu karardan sonra verilecek hükmün
niteliğini belirlediğinden, ondan ayrı düşünülmesi ve farklı aşamada
verilmesi mümkün değildir.
İnceleme konusu dosyada, Askerî Mahkeme, direnme kararı
verdikten sonra, başka bir yargılama işlemi yapmadan, doğrudan,
bozulan ilk hükmünü aynen kuracağı yerde, ilk yargılama safhasında
ikame olunan yazılı delilleri tekrar okumuştur. Yukarıda yapılan
açıklamalara nazaran, bu uygulamanın usule aykırı olduğu açıktır.
Ancak, direnme kararından sonra, yeni bir delil ikame olunmayıp ilk
yargılamada yapılan muhakeme işlemlerinin tekrarlanması dışında yeni
bir yargılama faaliyetine girişilmediğinden, bu usule aykırılığın, kurulan
hükmün “direnme” niteliğine zarar vermediği, kararın “direnilmek
suretiyle kurulduğu” sonucuna varılmış, ancak, Askerî Mahkemenin,
yerleşik uygulamaya ve usule aykırı bu uygulaması tenkit konusu
yapılmıştır.
Ayrıca, Askerî Mahkemenin; direnme hükmündeki “Delillerin
Takdiri ve Değerlendirilmesi” bölümünde, ilk kararda olmayan yeni ve
119
değişik bir gerekçe sunmadığı, herhangi yeni bir delil kabul etmeden ilk
gerekçesindeki kabulü ile ilgili hususlara açıklık getirdiği görülmektedir.
Bu itibarla, Askerî Mahkemece bozmadan sonra tesis edilen beraat
hükümlerinin bu yönüyle de, direnme niteliğinde olduğu ve temyiz
incelemesinin Daireler Kurulunca yapılması gerektiğine karar verilmiştir.
Dosya içeriğine göre; sanıklar terhisli P.Er F.K. ve terhisli P.Er
İ.Ö.’nün, …Komutanlığı emrinde askerlik hizmetlerine devam ettikleri
sırada; kışla içinde alkollü içki içilmeyeceği yönündeki emrin P.Er
F.K.’ye 19.01.2009 tarihinde, P.Er İ.Ö.’ye 20.01.2009 tarihinde tebliğ
edildiği, olay günü olan 1 Haziran 2009 tarihinde sanıklardan P.Er
F.K.’nin Lojmanlar Bölgesinde bulunan askerî kantinde görevli olduğu,
kantin sayımını bitirdikten sonra yine Lojmanlar Bölgesinde bulunan
kafeterya görevlisi P.Er İ.Ö.’nün de kantine geldiği, sanıkların kantinde
buldukları biraları beraberce kantinin içerisinde içtikleri, olay günü
Nizamiye Nöbetçi Astsubayı Bkm.Bçvş. R.S.’nin gece saat 00.30
sularında devriye gezerken askerî kantinin camının ve ışığının açık
olduğunu gördüğü ve sanıkları içki içerken tespit ettiği anlaşılmaktadır.
Sanıkların alkollü içki içtikleri kantinin bulunduğu lojmanlar
bölgesinin kışla dışında olduğu, kantin binasının lojmanlar bölgesi ile
kışla bölgesinin tam sınırında ancak lojmanlar bölgesinde yer aldığı,
lojmanlar bölgesi ile kışlanın birbirinden tel örgüyle ayrıldığı, dosyadaki
belge ve krokilerinden anlaşılmaktadır.
5271 sayılı CMK’nın 225/1’inci maddesi “Hüküm, ancak
iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında
verilir.” hükmünü içermektedir. Bu hükme göre hüküm ile iddianamenin
aynı maddi olaya ilişkin olması gerekmekte, iddianameye yazılarak dava
konusu yapılmayan bir fiilden dolayı hüküm verme olanağı
bulunmamaktadır.
İddianamede; iddia konusu edilen emre itaatsizlikte ısrar suçunun
“kışla içerisine alkollü içki sokulmayacağına ve kullanılmayacağına
ilişkin” hizmet emrini kapsaması nedeniyle, hükümde de; kışla içerisine
alkollü içki sokulup sokulmadığı ve kullanıp kullanılmadığı hususlarının
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Sanıkların bira içtikleri askerî kantinin kışla dışında bulunması
nedeniyle, iddianamede iddia konusu edilen suçun işlenemeyeceği
açıktır. Aynı zamanda, dosyada bulunan, ancak iddia konusu
edilmemekle birlikte, gerekçeli hükümde de irdelendiği üzere; sanıklara
tebliğ edilen emirde “... lojmanlar bölgesinde nöbet ve görev yerlerine
içki, alkollü madde sokulmayacak, kullanılmayacak ...” biçimde bir
ibarenin bulunduğu görülmekle ve bu düzenleme ile askerî mahal dışında
120
kalsa da, lojmanlar bölgesindeki askerî kantinde görev sırasında alkollü
içki içilmesinin yasaklandığı anlaşılmakla birlikte; somut olayda, askerî
mahal dışında kalan askerî kantinde, askerî hizmetin (görevin)
yapılmadığı (Kantinin kapalı olduğu) bir anda geceleyin saat 00.30
sıralarında içki içilmesinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmayacağı, sanıkların eylemlerinin bu hâliyle disiplin tecavüzü
niteliğini taşıdığı sonucuna varıldığından, Askerî Savcının yerinde
görülmeyen temyiz sebeplerinin reddi ile, Askerî Mahkemenin hukuka
uygun bulunan beraat hükümlerinin onanmalarına karar verilmiştir.
121
ASKERİ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/72
K.Nu. : 2012/72
T.
: 24.05.2012
ÖZET
Bölük Komutanlığına vekalet etmekte olan Takım
Komutanı’nın, hastane sevk belgesini imzalamaması üzerine sevk
kağıdını yırtarak odadan çıkan sanığın, Takım Komutanı’nın çağrısı
üzerine yanına gelmesine rağmen, “Disiplin suçu işliyorsun, esas
duruşa geç” şeklindeki ısrarlı emirlerini yerine getirmemesi emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın kabul edilen eyleminin,
ASCK’nın 87/1’inci maddesi kapsamında, emrin yerine getirilmesini söz
veya fiili ile açıkça reddetmek veya emir tekrar edildiği hâlde yerine
getirmemek suretiyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu mu, yoksa 477 sayılı
Kanun'un 47’nci maddesi kapsamında üste saygısızlık suçunu mu
oluşturacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın eyleminin üste saygısızlık suçunu oluşturacağını
kabul etmişken;
Başsavcılık; emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğu görüşündedir.
Uyuşmazlık konusunun çözümü için öncelikle dava konusu olayın
ortaya konması, daha sonra sanığın kabul edilen eyleminin emre
itaatsizlikte ısrar suçu bakımından değerlendirilmesi gerekmektedir.
Dava Konusu Olay
Dosyada mevcut kanıtlara göre; askerlik görevini yapmakta olan
sanığın, 25.10.2010 tarihinde, sabah içtiması sırasında, amiri olan ve
Bölük Komutanının geçici olarak Bölükte olmaması nedeniyle Bölük
Komutanlığına vekâlet etmekte olan Takım Komutanı Bkm.Tğm.
B.E.S.’nin yanına gelerek kontrol amacıyla askerî hastaneye gitmek
istediğini söylediği; Bkm.Tğm. B.E.S.’nin, kışla dışında bulunan Bölük
Komutanının gün içerisinde kışlaya döneceğini ve bu isteğini bizzat ona
122
iletmesi gerektiğini söylediği; sanığın, içtimadan sonra elinde hastaneye
sevk edilmesi için hazırlanmış belge olduğu hâlde tekrar Bkm.Tğm.
B.E.S.’nin odasına giderek sevk belgesini imzalatmak istediği ve bu
isteğinin Tğm. B.E.S. tarafından aynı gerekçelerle kabul edilmemesi
üzerine, elindeki sevk kağıdını yırtarak geri döndüğü ve odadan çıktığı,
Tğm. B.E.S.’nin “Buraya gel” şeklinde uyarısı üzerine sanığın oda
kapısının önünde durup geri döndüğü, Tğm. B.E.S.’nin sanığın yanına
giderek, “Disiplin suçu işliyorsun, esas duruşa geç” şeklinde emir
verdiği, sanığın esas duruşa geçmediği, Tğm. B.E.S.’nin iki kez daha
esas duruşa geçmesi yönünde verdiği emre rağmen esas duruşa
geçmediği anlaşılmaktadır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçu ve hizmete ilişkin emir kavramı
ASCK’nın 87’nci maddesinde; asker kişiler tarafından, hizmete
ilişkin emrin; hiç yapılmaması, açıkça reddedilmesi ve emir tekrar
edildiği hâlde emrin yerine getirilmemesi eylemleri yaptırıma bağlanmış
olup; suçun maddi unsurlarını oluşturan eylemler:
- Hizmete ilişkin emrin hiç yapılmaması,
- Hizmete ilişkin emrin yerine getirilmesinin söz veya fiil ile açıkça
reddedilmesi,
- Hizmete ilişkin emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesidir.
Bunlardan hizmet emrinin hiç yerine getirilmemesi basit hâl olarak
düzenlenip, daha az bir ceza öngörülmüşken; diğerleri seçimlik hareketli
nitelikli hâl olarak düzenlenmiş ve bu hâller için daha fazla yaptırım
belirlenmiştir.
Hizmete ilişkin emir kavramının ne olduğunun belirlenmesi için
ilgili hükümlerin incelenmesi faydalı olacaktır:
ASCK’nın 12’nci maddesinde: “Bu Kanunun tatbikatında (Hizmet)
tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan ve gerek bir amir
tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması
hâlidir.”;
TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 6’ncı maddesinde: “Hizmet:
Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir.”;
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 7’nci maddesinde: “Vazife: Hizmetin
icabettirdiği şeyi yapmak veya menettiği şeyi yapmamaktır.”;
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 8’inci maddesinde: “Emir: Hizmete ait
bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve sair surette ifadesidir.”;
Hükümleri yer almaktadır.
123
Ayrıca, TSK İç Hizmet Kanunu’nun; 13’üncü maddesinde,
disiplinle ilgili; 14’üncü maddesinde, astın vazifeleriyle ilgili; 15 ila
24’üncü maddelerinde, amirin vazifeleriyle ilgili; 19 ila 24’üncü
maddelerinde de, emirle ilgili açıklamalara yer verilmiştir.
Bu hükümlerle; askerliğin temelinin disiplin olduğu, disiplinin
korunması ve devamlılığıyla ilgili her türlü önlemin alınması gerektiği,
disipline aykırı gördüğü her hâle müdahaleye ve emir vermeye her üstün
görevli olduğu, hizmetle ilgisi olmayan emir verilemeyeceği açıkça
vurgulanmıştır.
Değerlendirme
İç Hizmet Kanunu'nun 14’üncü maddesi uyarınca amirine genel
adap ve askerî usullere uygun tam bir saygı ve mutlak itaat göstermek
zorunda olan bir askere, disiplinsiz tutum ve davranışlarının önlenmesi
amacıyla amiri tarafından esas duruşa geçmesi için verilen emrin, İç
Hizmet Kanunu'nun 6, 7, 8 ve ASCK’nın 12’nci maddeleri kapsamında
hizmete ilişkin bir emir niteliğinde olduğu tartışmayı gerektirmeyecek
kadar açık, bilinen ve kabul edilen bir husustur.
Esas duruşa geçmesi için amiri tarafından sanığa yöneltilmiş olan
istekler de, bu kapsamda hizmete ilişkin emirler niteliğinde olup,
bunların, 477 sayılı Kanun'un 47’nci maddesinde yer alan ve hizmete
ilişkin emir niteliği taşımayan “uyarı” kapsamında kabul edilmesi
mümkün bulunmamaktadır.
124
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/81
K.Nu. : 2012/79
T.
: 07.06.2012
ÖZET
Genel düzenlemelerle askerî araçta gazete okunması
yasaklanmadığı hâlde, araç komutanı tarafından, askerî araçta
gazete okunmasının yasaklanmasına yönelik emrin hizmete ilişkin
olmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın eyleminin ASCK'nın
87/1’inci maddesinde (ikinci cümlesi) düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; sanığa yüklenen suçun oluşmadığını kabul ederken;
Başsavcılık; askerî servis aracında gazete okunmasının
yasaklanmasına ilişkin emrin hizmete ilişkin olduğunu ve bu emrin söz
ile açıkça reddi nedeniyle emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğunu ileri
sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; Sanığın, …Komutanlığı emrinde
görev yapmakta iken, 05.12.2009 tarihinde nöbetine gitmek için servis
aracına bindiği ve aracın en arka koltuğuna oturarak kepsiz vaziyette
gazete okumaya başladığı, bir müddet sonra Hv.Ütğm. E.Ç.'nin araca
bindiği, araçtaki en yüksek rütbeli personel olması nedeniyle araç
komutanı sıfatıyla şoför koltuğunun arkasındaki koltuğa oturduğu,
arkasına dönerek sanığa kepini takmasını emrettiği, bunun üzerine
sanığın kepini taktığı, ancak gazete okumaya devam ettiği, bir süre sonra
Hv.Ütğm. E.Ç.’nin, sanığa okumakta olduğu gazeteyi kaldırmasını
emrettiği, sanığın ise “neden gazeteyi kaldıracağım, yasak mı” şeklinde
cevap verdiği, Hv.Ütğm. E.Ç.’nin yasak olduğunu söylediği ve tekrar
emrini yerine getirmesini istediği, sanığın ise "astlarımın yanında siz
bana emir veremezsiniz" dediği, Hv.Ütğm. E.Ç.’nin de "ben ne zaman ve
125
nerede emir vermem gerektiğini biliyorum, sen gazeteyi kaldır" dediği,
sanığın ise "kaldırmıyorum, bir problem var ise ben personel şubedeyim"
diye cevap verdiği ve gazeteyi okumaya devam ettiği, Hv.Ütğm. E.Ç.’nin
son olarak “emre itaatsizlikte ısrar suçu işliyorsun, seni son kez ihtar
ediyorum, gazeteyi kaldır” dediği, sanığın "kaldırmıyorum" diyerek
yolculuk süresince gazeteyi okumaya devam ettiği anlaşılmakta olup,
esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87/1’inci maddesinde “Hizmete ilişkin emri hiç
yapmayan asker kişiler bir aydan bir seneye kadar, emrin yerine
getirilmesini söz veya fiili ile açıkça reddeden veya emir tekrar edildiği
hâlde yerine getirmeyenler, üç aydan iki seneye kadar hapis cezası ile
cezalandırılırlar.” cümleleriyle emre itaatsizlikte ısrar suçunun basit ve
nitelikli hâlleri tanımlanıp bunların cezaları gösterilmiştir.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için;
a) Hizmete ilişkin bir emrin varlığı,
b) Emrin hiç yapılmamış olması,
c) Suç işleme kastı ile hareket edilmesi, gerekmektedir.
Kast, 5237 sayılı TCK'nın 21’inci maddesinin birinci fıkrasında,
“Suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek
gerçekleştirilmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır.
Kastın belirlenmesinde, failin dışa yansıyan davranışlarından
hareketle sonuca varılabilir. Bu nedenle, bir eylemin kasıtla işlendiğinin
kabulü için, sanığın eylemini iradi olarak arzuladığı neticeyi elde etmek
amacıyla bilerek ve isteyerek yaptığının hiçbir kuşku ve tereddüde yer
vermeyecek biçimde ortaya konulması gerekir. Eylemin kasten
gerçekleştirildiği konusunda kuşku varsa, bu durum sanık lehine
yorumlanmalıdır.
Somut olayda, yüklenen suçun maddi ve manevi unsurları
yönünden oluşup oluşmadığının ve sanığın suç kastı ile hareket edip
etmediğinin belirlenebilmesi için, söz konusu emrin hizmet gerekleriyle
bağdaşıp bağdaşmadığının, sanık bakımından makul ve uygulanabilir
nitelikte olup olmadığının ortaya konulması gerekmektedir.
Hizmet; TSK İç Hizmet Kanunu’nun 6’ncı maddesinde,
“Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir”;
126
ASCK’nın 12’nci maddesinde de, “Bu kanunun tatbikatında
(hizmet) tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan gerek bir amir
tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılmasıdır”
şeklinde tanımlanmıştır.
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 7’nci maddesine göre vazife ise,
“Hizmetin icabettirdiği şeyi yapmak veya men ettiği şeyi yapmamak”tır.
ASCK’nın 12’nci maddesindeki “Malum ve muayyen olan askerî
vazife”yi, kanunlarda yapılması veya yapılmaması açıkça gösterilmiş
olan hususlar olarak; “Bir amir tarafından emredilen vazife”yi ise,
kanunlarda ve nizamlarda açıkça gösterilmeyip, yetkililerin takdirlerine
bırakılan hususlar şeklinde anlamak gerekmektedir.
Bu tanımlamalardan çıkan ilk sonuç; emir vermeye yetkili
amirlerin hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir biçimde
yürütülmesini temin etmek maksadıyla, konusu suç teşkil etmeyen, yasa
ve diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş konularda, somut kural ve
prensipler koyabilme yetkisine sahip olduklarıdır.
Belirtilen yasal düzenlemelerin içeriğinden çıkan diğer bir sonuç
ise, malum ve muayyen hâle getirilerek ilgilisine duyurulan hizmete
ilişkin emirlere bilerek ve isteyerek uyulmamasının, emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturacağıdır.
Birlikte yayımlanan ve sanığa tebliğ edilen servis araçlarında ve
resmî araçların içerisinde keplerin takılması hususunun, askerî kılık,
kıyafetle ilgili olması nedeniyle askerî hizmetle ilgili olduğu
anlaşılmakta, ancak birlik tarafından yayımlanan emirlerde askerî araçta
gazete okunmasıyla ilgili herhangi bir yasaklamanın bulunmadığı
görülmektedir. Askerî araçta, gazete okunmasının yasaklanmasının özel
durumlarda (operasyona giderken vb.) askerî hizmetle ilgili olabileceği
kabul edilebilecekse de; herhangi bir özelliği bulunmayan mesaiye veya
nöbete servis aracıyla gidildiği durumlarda gazete-kitap okuma,
bilgisayar kullanma vb. insan gelişimiyle doğrudan ilgili olan hususları
yasaklamak için verilen emirlerin askerî hizmetle ilgili olmayacağı da
açıktır.
Somut olayda, sanığın kep takılmasıyla ilgili olarak kendisine
verilen emri yerine getirdiği, ancak gazeteyi kaldırmasıyla ilgili emri
yerine getirmediği görülmektedir. Dolayısıyla sanık üstün disiplinin
tesisine yönelik ilk emrini yerine getirmiş, ancak olayın gelişimi
içerisinde gazeteyi kaldırmasıyla ilgili olarak Araç Komutanı tarafından
hizmetle ilgisi olmadığı hâlde verilen emri yerine getirmemiştir.
127
Yukarıdaki açıklamalar kapsamında; gazeteyi kaldırması
hususunda Araç Komutanı tarafından verilen emrin askerî hizmete ilişkin
olarak kabul edilemeyeceği ve suçun maddi unsur yönünden oluşmadığı,
yine askerî araçta kep takılmasına dair hizmet emrine derhal uyarak
kepini takan sanığın, gazeteyi kaldırması konusundaki emri
uygulamamasında suç işleme kastının da bulunmadığı, dolayısıyla suçun
manevi unsur yönünden de oluşmadığı sonucuna varıldığından;
Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
128
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/118
K.Nu. : 2012/116
T.
: 08.11.2012
ÖZET
Resepsiyon görevlisi olan sanığın, internete girilmeyeceği
hususunda tebliğ edilen emre rağmen, kendisi veya başkası
tarafından yasaya aykırı olarak kuruma sokulmadığı anlaşılan,
Orduevine ait ve hizmete tahsis edilen internete bağlı bilgisayarı
kullanarak internete bağlanması eyleminin, 477 sayılı Kanun’un
61/A maddesinde düzenlenen yasak edilen cihaz ve aletleri
bulunduran veya kullananlar disiplin suçu kapsamında olmadığı
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; suç vasfına ilişkindir.
Daire; Orduevinde resepsiyon görevlisi olan sanığın, internete
girilmeyeceği hususunda tebliğ edilen emre rağmen internete bağlı olan
bilgisayarı, hangi amaçla olursa olsun kullandığı göz önüne alındığında,
eyleminin 477 sayılı Kanun’un 61/A maddesinde düzenlenen yasak
edilen cihaz ve aletleri bulunduran veya kullananlar disiplin suçunu
oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığa verilen emrin, Orduevinde düzen ve disiplini
sağlamaya yönelik ve bu bağlamda da hizmete ilişkin olduğunu, buna
göre sanığın, kendisine yazılı olarak verilen ve imza karşılığı tebliğ
olunan bu emri yerine getirmemesinin emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğunu ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyanın incelenmesinde; …Orduevi Müdürlüğü’nde Resepsiyon
sorumlusu olarak görevli sanığa, resepsiyon görevlilerinin hiçbir surette
başkalarının şifresi ile veya hayalî şifre üretip internetten
faydalanmamalarına ilişkin talimatın tebliğ edildiği, bu talimata rağmen
sanığın, 05.11.2010 tarihinde internet kafe yönetici bilgisayarından
internete bağlandığının tespit edilerek hakkında tutanak tutulduğu,
129
Orduevi Müdürlüğünde bulunan internet bilgisayarlarının Orduevinden
yararlanan misafirlere ücret karşılığı olarak sunulan hizmetin gereği
olarak tahsis edildiği, bu bilgisayarların şifreli olduğu, şifrelerinin
resepsiyon görevlileri tarafından sadece talepte bulunan misafir personele
teslim edilmesi gerektiği, maddi vakıa olarak anlaşılmaktadır.
477 sayılı Kanun’un 30.06.2010 tarihli Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren 19.06.2010 tarihli ve 6000 sayılı Kanun’la
eklenen “Yasak edilen cihaz ve aletleri bulunduran veya
kullananlar” başlıklı 61/A maddesi; “Kıt’a, karargâh ve kurumlarda ya
da görev esnasında bulundurulması veya kullanılması emirle yasak
edilen; cep telefonu, bilgisayar, radyo, teyp, fotoğraf makinesi gibi
görüntü, ses ve benzeri verileri ve bilgileri kaydeden, depolayan veya
ileten her türlü cihaz ve aletler ile aksamlarını bulunduran veya
kullananlar on günden bir aya kadar oda veya göz hapsi cezasıyla
cezalandırılırlar.” hükmünü içermektedir.
Bu düzenleme ile, emirle yasaklanmasına rağmen görüntü, ses ve
benzeri verileri ve bilgileri kaydeden, depolayan veya ileten her türlü
cihaz ve aletler ile aksamlarını kıt’a, karargâh ve kurumlarda ya da görev
esnasında bulundurmak veya kullanmak disiplin suçu hâline getirilmiş
olup, kıt’a, karargâh ve kurumlara ait ve resmî kullanıma tahsis edilmiş
olan cihaz ve aletlerin kullanılması eylemleri madde kapsamında yer
almamaktadır.
Bu itibarla; sanık veya başkası tarafından yasaya aykırı olarak
kuruma sokulmamış olan, Orduevine ait ve hizmete tahsis edilmiş
bulunan bir bilgisayarın kullanılarak internete bağlanılması eyleminin,
477 sayılı Kanun’un 61/A maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceği
sonucuna varıldığından, Daire kararının kaldırılmasına ve dava
dosyasının, temyiz incelemesine devam edilmek üzere Daireye
gönderilmesine karar verilmiştir.
130
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/126
K.Nu. : 2012/120
T.
: 15.11.2012
ÖZET
Sanığın, olay günü hafta sonu olması sebebiyle, ailesi ve sivilde
arkadaşı olduğu misafirleri ile birlikte piknikten dönerek evlerine
gitmekte oldukları sırada, nizamiyede aracından indikten sonra
mağdurla yaşanılan tartışmanın ardından, duruşunun bozuk
olduğundan bahisle mağdur tarafından esas duruşa geçmesinin
istenmesinin, herhangi bir askerî vazifenin yerine getirilmesiyle ilgili
olmaması yanında, olayın hizmet veya hizmete ilişkin hâllerle de
ilişkisi bulunmadığından, sanığın eyleminin, ASCK’nın 87/1’inci
maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar suçunu ve 477 sayılı
Kanun’un 48’inci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlik disiplin
suçunu oluşturmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin emre
itaatsizlik suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; söz konusu olayın hizmet veya hizmete ilişkin hâllerle
ilişkisi bulunmadığından, sanığın eyleminin, 477 sayılı Kanun’un 48’inci
maddesinde düzenlenen emre itaatsizlik ve 47’nci maddesinde
düzenlenen amire saygısızlık disiplin suçlarını oluşturmadığını, disiplin
tecavüzü mahiyetinde kaldığını kabul ederken;
Askerî Mahkeme; sanığın eyleminin, 477 sayılı Kanun’un 48’inci
maddesinde düzenlenen disiplin suçunu oluşturduğunu belirterek, suç
vasfına bağlı görevsizlik kararında direnmiştir.
Dairenin bozma kararı üzerine, Askerî Mahkemece yeniden verilen
görevsizlik kararının direnme niteliğinde olup olmadığının öncelikli
mesele olarak tartışılması gerekmektedir.
Askerî mahkemelerin direnme haklarının düzenlendiği 353 sayılı
Kanun’un 227’nci maddesinde, direnme kararının özellikleri konusunda
131
herhangi bir açıklık bulunmamakla birlikte, Yargıtay ve Askerî
Yargıtay’ın yerleşik kararlarında kabul edildiği üzere; bir hükmün
“Direnme” olarak kabul edilmesi için, bozmadan önce verilen hüküm ile,
direnmeye ilişkin hükmün aynı olması, yani ilk hükmün aynen yeniden
verilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, şeklen ısrar kararı verilmiş olsa
dahi; bozma kararı doğrultusunda işlem yapılması, bozmadan önce
tartışılmayan hususların bozmadan sonra tartışılması, bozma sonrasında
yapılan araştırmaya, incelemeye, toplanan yeni kanıtlara dayanılması, ilk
kararda yer almayan ve daire denetiminden geçmemiş bulunan yeni ve
değişik gerekçelerle hüküm kurulması hâllerinde incelemeye esas son
hükmün direnme kararı niteliğinde olmayıp, “Bozmaya eylemli uyma”
(sebat) sonucu verilmiş yeni bir karar olduğu ve bu nitelikteki bir kararın
temyiz edilmesi hâlinde, incelemenin Daire tarafından yapılması
gerektiği kabul edilmektedir.
Keza, bozmaya uyma kararı verilmesine rağmen gereği yapılmayıp,
ilk hükmün aynen kurulmasının “Eylemli direnme” sonucunu doğurduğu
kabul edilmektedir (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 14.10.2004
tarihli, 2004/157-134 ve 27.02.2003 tarihli, 2003/16-15 Esas ve Karar
sayılı kararları bu yöndedir).
Somut olayda, Askerî Mahkemece, Dairenin bozma kararını
müteakip yeniden yapılan yargılama sırasında, 16.03.2010 tarihli
duruşmada bozma kararına uyulmayıp ilk hükümde direnilmesine karar
verilerek bozulan hükmün yeniden ve aynen kurulmuş olması, ilk kararda
yer almayan gerekçelerin, direnme kararının gerekçesi niteliğinde olması
nedeniyle son hükmün direnme niteliğinde olduğu ve incelemenin
Daireler Kurulunda yapılması gerektiğine karar verilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra temyiz konusu olaya dönüldüğünde,
Emre itaatsizlikte ısrar suçu ASCK’nın 87/1’inci madde ve
fıkrasının ilk cümlesinde, “Hizmete ilişkin emri hiç yapmayan asker
kişiler bir aydan bir seneye kadar ... cezalandırılırlar.”, şeklinde tarif
edilip, cezası belirlenmiştir.
Emre itaatsizlik disiplin suçu ise, 477 sayılı Kanun’un 48’inci
maddesinde, ‘Kast veya ihmal ile hizmete ait emri tam yapmamak,
değiştirmek veya sınırını aşmak suretiyle itaatsizlik edenlere... cezası
verilir.’ şeklinde düzenlenmiştir.
ASCK’nın 12’nci maddesinde, “Bu kanunun tatbikatında (hizmet)
tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan ve gerek bir amir
tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması
hâlidir.”,
TSK İç Hizmet Kanunu’nun;
132
6’ncı maddesinde, “Hizmet; Kanunlarla nizamlarda yapılması
veyahut yapılmaması yazılmış olan hususlarla, amir tarafından yazı veya
sözle emredilen veya yasak edilen işlerdir.”,
7’nci maddesinde, “Vazife; Hizmetin icabettirdiği şeyi yapmak ve
menettiği şeyi yapmamaktır.”,
8’inci maddesinde, “Emir; Hizmete ait bir talep ve yasağın sözle,
yazı ile ve sair surette ifadesidir.”,
TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 33’üncü maddesinde de,
“Emirlerin, hizmete müteallik olması (Silahlı Kuvvetler İç Hizmet
Kanunu madde 8 ve 16) ve kanun ve nizamları ihlal etmemesi şarttır. ...”,
Şeklinde tarif ve düzenlemelerin yer aldığı görülmektedir.
Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, ASCK’nın 12’nci
maddesinde yer alan “Malum ve muayyen olan bir askerî vazife”den,
yasalarda yapılması veya yapılmaması önceden açıkça gösterilen
hususların, “Bir amir tarafından emredilen askerî vazife”den ise,
yasalarda veya diğer düzenlemelerde önceden belirlenmeyip; amirlerin
takdirlerine bırakılan hususların anlaşılması gerekmektedir.
Bu yasal düzenlemelere göre, her kademedeki amirin, konusu suç
oluşturmayan, yasa veya diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş
konularda düzenleme yapıp emir vermeye yetkili olduğu hususunda
kuşku bulunmamaktadır.
Bu düzenlemeler ve açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında;
Askerî Mahkemece, sanığın, 02.05.2009 tarihinde saat 19.30 sıralarında
…Komutanlığı kışlası içerisinde yer alan …Komutanlığı Nizamiyesinin
önündeki yolda hususi aracıyla seyretmekte iken, yol çalışması sebebiyle
tek şeride düşen ana yolda yol verme meselesi yüzünden rütbesini ve
kimliğini bilmediği mağdur Yzb. A.A. ile araçlarının içinde bulundukları
hâlde yan yana geldikleri sırada, mağdurun sanığın kendisine ‘geri
zekâlı’ dediğini iddia etmesi sebebiyle, sanığı Levent Lojmanları
Nizamiyesine kadar takip ettiği, nizamiyeye giriş yaptıktan sonra
mağdurun, sanığın yanına gelerek kendini tanıttıktan sonra ‘sen bana
nasıl geri zekâlı dersin?’ dediği ve aralarında tartışmaya başladıkları, bu
esnada sanığın misafiri olan sivil şahıs C.Ç.'nin de gelerek münakaşayı
yatıştırmaya çalıştığı, mağdur ile tanık C.Ç.’nin konu ile ilgili olarak
konuştukları sırada sanığın, yaklaşık bir metre kadar uzaklıktaki demir
muhafazalara yaslandığı ve arabadan inerken elinde bulunan sigarasını
içmeye devam ettiği, mağdurun bu durumu fark ederek sanığa duruşunu
düzeltmesi konusunda uyarıda bulunduğu, sanığın bu uyarıya uymaması
üzerine mağdurun sanığı, ‘Başçavuşum esas duruşa geç’ diyerek
uyardığı, sanığın, nizami olmayacak tarzda başını ileriye doğru uzatıp
133
ellerini ve ayaklarını birleştirdiği ve hemen akabinde demir muhafazalara
yaslanıp sigarasını içmeye devam ettiği olayda, mağdur tarafından esas
duruşa geçmesinin istenmesinin, askerî hizmete ilişkin bir emir
niteliğinde olduğu, ayrıca mağdurun ikazı üzerine nizami olmayacak
tarzda da olsa duruşunu düzelten sanığın fiilinin emre itaatsizlikte ısrar
suçuna vücut vermeyeceği, 477 sayılı Kanun'un 48'inci maddesinde
düzenlenen emre itaatsizlik suçunu oluşturduğu ve bu suçtan yargılama
yetkisinin Disiplin Mahkemesine ait olduğu kabul edilerek, görevsizlik
kararında direnilmiş ise de;
Sanığın; olay günü hafta sonu olması sebebiyle, ailesi ve sivilde
arkadaşı olduğu misafirleri ile birlikte piknikten dönerek evlerine
gitmekte oldukları sırada, nizamiyede aracından indikten sonra mağdurla
yaşanılan tartışmanın ardından, duruşunun bozuk olduğundan bahisle
mağdur tarafından esas duruşa geçmesinin istenmesinin, herhangi bir
askerî vazifenin yerine getirilmesiyle ilgili olmaması yanında, olayın
hizmet veya hizmete ilişkin hâllerle de ilişkisi bulunmadığından, sanığın
eyleminin, ASCK’nın 87/1’inci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu ve 477 sayılı Kanun’un 48’inci maddesinde
düzenlenen emre itaatsizlik disiplin suçunu oluşturmadığı sonucuna
varıldığından; direnilmek suretiyle verilen görevsizlik kararının, esas
(sübut) yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
134
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/139
K.Nu. : 2012/135
T.
: 27.12.2012
ÖZET
Amir tarafından, cezalandırma amaçlı verilen emirlerde
hizmete ilişkin bir emir olma vasfının bulunmadığı, keyfi nitelik
taşıyan bu tür emirlere uyulmamasının emre itaatsizlikte ısrar
suçunu oluşturmayacağı kabul edilmiştir.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık,
sanığa atılı suçun oluşup oluşmadığı noktasındadır.
1) Hükmün direnme niteliğine ilişkin değerlendirme;
Askerî Mahkemece direnme gerekçesi olarak, önceki gerekçede yer
verilen değerlendirmenin, Dairenin bozma kararında belirtilen hususları
da karşılayacak şekilde, daha ayrıntılı olarak yinelediği anlaşıldığından,
Mahkemenin son hükmünün direnme niteliğinde bulunduğu kabul
edilmiştir.
2) Maddi olaya ilişkin değerlendirme;
Askerî Mahkemece; sanığın, tatbikat bölgesinde, 15.05.2008 günü
akşam saat 22.00 sıralarında Tabur Komutanı tarafından verilen ve
yinelenen, manevra taburunun ateş destek subaylığı görevini yapması
emrine, emri yerine getirmeyeceğini, Bataryasında kalmak istediğini
söyleyerek itaat etmediği maddi olay olarak kabul edilmiştir.
211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 8’inci
maddesinde, “Emir: hizmete ait bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve
sair surette ifadesidir.” şeklinde tanımlanmış ve hizmete ilişkin emrin hiç
yapılmaması, emrin yerine getirilmesinin söz veya fiil ile açıkça
reddedilmesi veya emir tekrar edildiği hâlde emrin yerine getirilmemesi,
ASCK'nın 87/1’inci maddesi ile cezai yaptırıma bağlanmıştır.
135
Tanıklar, Üçvş. A.A. ve Bçvş. D.Ş.’nin anlatımlarından, sanığın
manevra taburunun ateş destek subayı olarak görevlendirilmesi
öncesinde, öğlen saatlerinde, Bnb. Ş.D.’nin sanığa, “Sen artık …Tb. Ateş
Destek Subayısın; şu an orada bulunan Batarya Subayın Topçu Ütğm.
B.Y. da bundan sonra 6’ncı Batarya Komutanıdır” dediği, Bnb. Ş.D.’nin
anlatımlarından, sanığın astlarıyla iskambil oynaması nedeniyle, Bnb.
Ş.D. ile sanık Üsteğmen arasında bir gerginlik meydana geldiği
anlaşılmaktadır.
Tanık Top.Yzb. E.Ç.’nin, yapılan görevlendirmenin Bataryadaki
disiplinin sağlanmasına yönelik olduğuna ilişkin beyanları yanında,
tatbikatın son gününde yapılan bu görev değişikliğinin, tatbikatın
başında olmayıp, sonradan ortaya çıkan hangi nedene dayandığının da
Tabur Komutanı tarafından ortaya konulamamış olduğu gözetildiğinde,
bahse konu görevlendirmenin, cezalandırma niteliğinde ve sanığı
astlarının karşısında üzüntüye düşürmeye yönelik olarak yapıldığı
değerlendirilmiştir.
Cezalandırma amacıyla verilen emirlerin, askerî bir hizmetin
yürütülmesi ile ilişkilendirilmesi mümkün bulunmadığından, sanığa
verilmiş olan, “Sen artık …Tb. Ateş Destek Subayısın; şu an orada
bulunan Batarya Subayın Topçu Ütğm. B.Y. bundan sonra 6’ncı Batarya
Komutanıdır” şeklindeki, ateş destek subaylığı görevini ifa etmesi
yolundaki emrin, “hizmete ilişkin” olduğundan bahsetmek de mümkün
değildir.
Amir ya da üst tarafından ifade edilen, bir talep veya yasağın
hizmete ilişkin olmadığı hâllerde yerine getirilmesi zorunluluğu
bulunmadığından, sanığın üzerine atılı “emre itaatsizlikte ısrar” suçunun
unsurları itibarıyla oluşmadığı kabul edilerek, direnilmek suretiyle
kurulan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
136
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1114
K.Nu. : 2012/1056
T.
: 12.09.2012
ÖZET
Birlik içerisinde ve lojmanlar bölgesinde sürücü belgesi
olmaksızın araç kullanılmayacak, öğrenmek, öğretmek amacıyla
direksiyon eğitimi yapılmayacak” şeklindeki emrin tebliğ edilmesine
rağmen, sivil ve askerî araç sürücü ve yetki belgesi de olmayan
sanığın, 12.08.2010 tarihinde anahtarını gizlice temin ettiği xxxxxx
plakalı Land Rover araçla, koğuşlar bölgesine gitmesi ve oradan
dönerken direksiyon hakimiyetini kaybederek anılan aracın
devrilmesine ve hasara uğramasına neden olması, askerî eşyayı özel
menfaatinde kullanmak suçunu değil, Askerî Yargıtay’ın kararlı
içtihatlarında da kabul edildiği üzere emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturur.
Askerî Mahkemece; sanığın, “12.08.2010 günü kendi isteğiyle
mesaiye kaldığı, saat 17.30’da yapması gereken işlerin bir kısmının
olduğu koğuşlar bölgesine yaya olarak gittiği taktirde zaman kaybedeceği
ve arkasından 18.30 civarında başlayacağı nöbete geç kalacağı için,
araçla gitmeye karar verdiği, sivil sürücü belgesi (ehliyet) ile askerî araç
sürücü ve yetki belgesi olmadığı hâlde, KMS nöbetçi astsubayı
Hv.Svn.Bçvş. K.K.’nin, odasına astığı eğitim elbisesinin üst cebinden
araç anahtarlarının bulunduğu anahtar dolabının anahtarını gizlice aldığı,
bu anahtarla açtığı anahtar dolabından, xxxxxx plakalı ve Hv. Svn. Ütğm.
Y.S.A.’ya zimmetli Land Rover aracın anahtarını aldığı, bu anahtarla
çalıştırdığı xxxxxx plakalı Land Rover araçla koğuşlar bölgesine gittiği,
oradaki işlerini tamamladıktan sonra tekrar geriye dönerken, yolda bir
şekilde direksiyon hakimiyetini kaybederek aracın devrilmesine ve
hasara uğramasına neden olduğu, kendisinin de hafif şekilde yaralandığı,
bu olay nedeniyle ...Üs Komutanı tarafından yirmi bir (21) gün göz hapsi
cezasıyla cezalandırıldığı, bu cezasının... infaz edildiği... sanığın
savunmalarında belirttiği, koğuşta yapması ve yetiştirmesi gereken işleri
137
askerî araçla yapma zorunluluğunun bulunmaması, bu konuda kendisine
bir emrin de verilmemiş olması, sanığın asıl amacının bu işleri yaparken
aracı kullanarak, zamandan tasarruf etmek olduğu kabul edildiğinden,
sanığın eyleminin bir bütün olarak askerî aracı özel menfaati için
kullanmak suçunu oluşturduğu kabul edilmiştir...” denilerek; sanığın,
askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçundan, belirtilen şekilde
cezalandırılmasına karar verilmiş ise de;
Araç kazalarını önlemeye, personelin can güvenliğini ve sağlığını
korumaya yönelik olması nedeniyle askerî hizmete ilişkin olduğunda
kuşku bulunmayan, “Birlik içerisinde ve lojmanlar bölgesinde sürücü
belgesi olmaksızın araç kullanılmayacak, öğrenmek, öğretmek amacıyla
direksiyon eğitimi yapılmayacak” şeklindeki emrin olay öncesinde,
kendisine yazılı olarak tebliğ edilmiş olmasına rağmen; sivil ve askerî
araç sürücü ve yetki belgesi de olmayan sanığın, 12.08.2010 tarihinde,
anahtarını gizlice temin ettiği xxxxxx plakalı Land Rover araçla,
koğuşlar bölgesine gitmesi ve oradan dönerken, direksiyon hakimiyetini
kaybederek, anılan aracın devrilmesine ve hasara uğramasına neden
olması, Askerî Yargıtay’ın kararlı içtihatlarında da kabul edildiği üzere,
emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu halde; eylemin askeri eşyayı
özel menfaatinde kullanmak olarak tavsifi mahkûmiyet hükmünün, suç
vasfı yönünden hukuka aykırılık nedeniyle bozulmasını gerektirmiştir.
138
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1384
K.Nu. : 2012/1264
T.
: 05.12.2012
ÖZET
Er A.Ç.’ye yumruk atması şeklindeki eylemi, nöbetçi subayı
tarafından disiplinsizlik olarak değerlendirilen ve bu nedenle
kendisine ceza niteliğinde “Teçhizatını al gel, sana yanaşık düzen
eğitimi yaptıracağım.” şeklinde emir verilen sanığın, önce sessiz
kalması, emir tekrar edildiğinde “Teçhizat almıyorum ve eğitim
yapmıyorum.” şeklinde cevap vererek emri yerine getirmemesinin,
cezalandırma amacıyla verilen emirlerin hizmete ilişkin olmaması
nedeniyle emre itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmayacağı sonucuna
varılmıştır.
Askerî Mahkemece “...K.lığı emrinde askerlik hizmetini yapmakta
olan sanığın, 23.04.2011 tarihinde tanık P.Er A.Ç. ile arasında yaşanan
tartışma nedeniyle tanık A.Ç. tarafından Tb. Nöb. Sb. ve aynı zamanda
sanığın takım komutanı olan P.Tğm. M.G.’ye şikayet edildiği; tanık
M.’nin sanığı odasına çağırarak olayı sorduğu, daha sonra kendisini
disiplin altında tutmak için kendisine yanaşık düzen eğitimi yaptırmaya
karar verdiği ve sanığa teçhizatını al gel sana yanaşık düzen eğitimi
yaptıracağım şeklinde emir verdiği, önce sessiz kalan sanığın emir tekrar
edilince teçhizat almıyorum ve eğitim yapmıyorum şeklinde cevap
verdiği, tanık M.’nin sanığı yemekhaneye gönderdiği ve nöbetçi amirini
arayarak durumu arz ettikten sonra sanığın gözetim altına
alındığı…”şeklindeki bir kabulle, sanığın, gerek sözle reddetmek gerekse
emir tekrar edildiği halde emri yerine getirmemek suretiyle emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek, yukarıda yazılı olduğu
şekilde cezalandırılmasına dair hüküm kurulduğu anlaşılmakta ise de;
139
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen emre itaatsizlikte ısrar
suçunun oluşabilmesi için, amir tarafından verilmiş bir emrin bulunması,
emrin konusunun askerî hizmete ilişkin olması, bu hizmet emrinin suçun
faili olan ast yönünden özelleştirilerek somut hâle getirilmesi ve bu özel
unsurların dışında sanığın emre itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket ederek
emrin gereğini hiç yerine getirmemesi gerekmektedir.
Bu nedenle “askerî hizmet” kavramının neyi ifade etmek istediğinin
tartışılmasında yarar vardır.
ASCK’nın 12’nci maddesi “Bu kanunun tatbikatında (Hizmet)
tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan ve gerek bir amir
tarafından emredilen bir askeri vazifenin madun tarafından yapılması
halidir.” hükmünü içermektedir.
Bu yasal düzenlemelere göre, her kademedeki amirin, disiplini
sağlamak, hizmetin düzgün, verimli ve kesintisiz bir şekilde
yürütülmesini temin maksadıyla, konusu suç oluşturmayan, yasa veya
diğer hukuk kurallarıyla düzenlenmemiş konularda düzenleme yapıp
emir vermeye yetkili olduğu hususunda kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, amirin bu yetkisine dayanarak yaptığı her düzenlemenin ve
verdiği her emrinde, yukarıda belirtilen yasal düzenlemeler
gözetildiğinde, askerî hizmete ilişkin bir emir olduğu da
söylenemeyecektir.
Somut olay, Er A.Ç.’ye yumruk atması nedeniyle, Nöbetçi Subayı
P.Tğm.M.G. tarafından çağrılan ve kendisine “Teçhizatını al gel, sana
yanaşık düzen eğitimi yaptıracağım.”şeklindeki emrin, sanık tarafından,
sözle ve fiille imtina edilmek suretiyle yerine getirilmemesidir.
Olayın gelişimi dikkate alındığında, sanığa Nöbetçi Subayı
tarafından verilen emir, bir fırsat eğitimi olmayıp, cezalandırma amacı
taşımaktadır. Zira, sanığın, Er A.Ç.’ye yumruk atması eylemi, nöbetçi
subayı tarafından, disiplinsizlik olarak değerlendirilerek, ceza niteliğinde
“Teçhizatını al gel, sana yanaşık düzen eğitimi yaptıracağım.” emri
verilmiş olup, bu husus, Nöbetçi Subayı olan ve tanık sıfatıyla dinlenen
P.Tğm.M.G. ve diğer tanıkların yeminli ifadeleriyle de açıkça ortaya
konulmuştur.
Cezalandırma amacıyla verilen emirlerin, hizmete ilişkin olmadığı
dikkate alındığında, suçun maddi unsuru oluşmamaktadır (Dairemizin
17.10.2012 tarihli ve 2012/1247-1168 E.K., 10.10.2012 tarihli ve
2012/1229-1151 E.K., 07.12.2011 tarihli ve 2011/1031-1016 E.K.,
09.07.2008 tarihli ve 2008/2098-2099 E.K., 09.01.2009 tarihli ve 2009/6-6
E.K., Askeri Yargıtay 2’nci Dairesinin 16.01.2008 tarihli ve 2008/104-102
140
E.K., Askeri Yargıtay 3’üncü Dairesinin 06.03.2007 tarihli ve 2007/503503 E.K., Askeri Yargıtay 4’üncü Dairesinin 25.07.2008 tarihli ve
2008/1638-1646 E.K.sayılı ilamları da bu doğrultudadır).
Bu nedenlerle, Askerî Mahkemece, unsurları itibariyle oluşmayan
emre itaatsizlikte ısrar suçundan sanık hakkında beraat hükmü verilmesi
gerekirken, mahkûmiyet hükmü kurulması hukuka aykırı olduğundan,
mahkûmiyet hükmünün esastan bozulmasına karar verilmiştir.
141
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0185
K.Nu. : 2012/0183
T.
: 08.02.2012
ÖZET
Amirlik
sıfatından
doğan
emir
verme
yetkisinin
uygulanmasında, karavana taşıma, mutfakta görevlendirilme, nöbet
ve bulaşık yıkama gibi düzenli askerî hizmetlerin, nöbet hizmeti gibi
sıraya konulup bir cetvele bağlanmak suretiyle malum ve muayyen
hâle getirilmemeleri hâlinde hizmet emri niteliği taşımalarının
mümkün olmadığı göz önüne alındığında, er ve erbaşların düzenli
faaliyetlerde kendiliklerinden ve gelişigüzel görevlendirilmelerinin
hizmet emri niteliğinde kabul edilemeyeceği; askerlik hizmetinde
düzenli olarak yürütülen faaliyetlerin bir sıraya ve cetvele
bağlanmadan bu şekilde belirlenmesinin, bu emrin hizmete ilişkin
emir olma niteliğini ortadan kaldıracağı açıktır.
Somut olayda sanığın, Bölük Komutanı tarafından bölüğün
bulaşıklarını yıkamakla görevlendirildiği hususundaki sözlü emrin
ne maksatla verildiği, gelişigüzel görevlendirilip görevlendirilmediği, bulaşık yıkama görevinin bölükteki erler arasında bir sıra
dâhilinde yerine getirilmesi esasına riayet edilip edilmediği, bu görev
sanığa ceza olarak verilmiş ise sanığın genel anlamda disiplinsiz bir
personel olduğu düşüncesine dayalı olarak cezalandırma amacı ile
mi bulaşıkhanede görevlendirildiği, yoksa disiplin cezası niteliği
taşıyan sıra harici hizmet cezası niteliğinde mi verildiği, disiplin
cezası niteliğinde verilmiş ise usulüne uygun olarak yazılı savunması
alınmak suretiyle mi verildiği hususlarının araştırılması gerekir.
Sanığın, bölüğün bulaşıklarını yıkamakla görevli olduğu hâlde bu
görevi yerine getirmediği, J.Onb. E.T.’nin koğuşa giderek bulaşıkları
yıkaması konusunda verilen emri tekrarlamasına rağmen yataktan
kalkmadığı, verilen emri yapmayı sözle reddettiği ve bulaşıkları
yıkamadığı, bu suretle hizmete ilişkin emri söz ve fiili ile hiç yerine
142
getirmeyerek emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği kabul edilerek,
yukarıda yazılı olduğu şekilde mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
As.Yrg.Drl.Krl.nun 02.04.1965 tarihli, 1965/28-53 Esas ve Karar
sayılı kararında da belirtildiği gibi; amirlik sıfatından doğan emir verme
yetkisinin uygulanmasında, karavana taşıma, mutfakta görevlendirilme,
nöbet ve bulaşık yıkama gibi düzenli askerî hizmetlerin, nöbet hizmeti
gibi sıraya konulup bir cetvele bağlanmak suretiyle malum ve muayyen
hâle getirilmemeleri hâlinde hizmet emri niteliği taşımalarının mümkün
olmadığı; er ve erbaşların, düzenli faaliyetlerde kendiliklerinden ve
gelişigüzel görevlendirilmesinin, Askerî Ceza Kanunu’nun 12’nci
maddesinde “....Bir amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun
tarafından yapılması hâlidir” şeklinde tarif edilen, hizmet emri niteliğinde
kabul edilemeyeceği; askerlik hizmetinde düzenli olarak yürütülen
faaliyetlerin bir sıraya ve cetvele bağlanmadan bu şekilde
belirlenmesinin, bu emrin hizmete ilişkin emir olma niteliğini ortadan
kaldıracağı açıktır.
Dosya kapsamında mevcut delillerden; sanığın Bölük Komutanı
J.Ütğm. F.K. tarafından sözlü olarak bölük bulaşıklarını yıkamakla
görevlendirildiği hususunda tutanak tutulduğu, yeminli beyanları tespit
edilen tanıklardan A.Y.’nin, sanığın bulaşıkları yıkamak üzere Bölük
Komutanı tarafından bir hafta süreyle görevlendirildiğini beyan ettiği,
diğer tanık E.T.’nin ise; sanığa bulaşık yıkama görevinin Bölük
Komutanı tarafından bir hafta süreyle ceza olarak verildiğini belirttiği
görülmektedir. Bu durum karşısında; sanığın Bölük Komutanı tarafından
sözlü olarak bölük bulaşıklarını yıkamakla görevlendirildiği hususundaki
sözlü emrin ne maksatla verildiği, gelişigüzel görevlendirilip
görevlendirilmediği, bulaşık yıkama görevinin bölükteki erler arasında
bir sıra dâhilinde yerine getirilmesi esasına riayet edilip edilmediği, bu
görev sanığa ceza olarak verilmiş ise sanığın genel anlamda disiplinsiz
bir personel olduğu düşüncesine dayalı olarak, cezalandırma amacı ile mi
bulaşıkhanede görevlendirildiği, yoksa disiplin cezası niteliği taşıyan sıra
harici hizmet cezası niteliğinde mi verildiği, disiplin cezası niteliğinde
verilmiş ise usulüne uygun olarak yazılı savunması alınmak suretiyle mi
verildiği hususlarının araştırılması ve özellikle bu hususlara ilişkin olarak
Bölük Komutanı Ütğm. F.K. ile soruşturma aşamasında ifadesi tespit
edilen; ancak, kovuşturma aşamasında dinlenilmeyen olay günü Nöbetçi
Subayı olan J.Üçvş. E.A.E.’nin yeminli beyanlarının tespitinden sonra
elde edilecek sonuca göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi
gerektiğinden, mahkûmiyet hükmünün noksan soruşturma yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
143
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.87
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0085
K.Nu. : 2012/0058
T.
: 10.01.2012
ÖZET
Daha hafif nitelikteki eylemin (oyun kağıdı bulundurmanın)
emir konusu yapılarak, bu emre uyulmaması hâlinde emre
itaatsizlikte ısrar suçunun oluşacağını kabul etmenin hukuka aykırı
olduğu sonucuna varılmıştır.
Sanığın, temyize gelmeyen diğer sanık J.Er A.D. ile birlikte,
30.08.2008 tarihinde, servis aracının içinde, eğlence amaçlı olarak
iskambil oyunu oynadıkları sırada, Alay Komutanı tarafından görülerek
haklarında yasal işlem başlatıldığı anlaşılmaktadır.
Sanıkların eylemi ile ilgili olarak, önce, ...Komutanlığının
09.09.2008 tarihli ve 2008/208-188 Esas-Karar sayılı iddianamesi ile
Disiplin Mahkemesinde dava açılmış ve 477 sayılı Kanun’un 48'inci
maddesi gereğince ayrı ayrı cezalandırılmalarına karar verilmesi talep
edilmiştir.
Disiplin Mahkemesinin 10.09.2008 tarihli ve 2008/208-184 EsasKarar sayılı kararıyla, sanıklar hakkında, eylemlerinin emre itaatsizlikte
ısrar suçunu oluşturacağından bahisle görevsizlik kararı verildiği ve bu
kararın 19.09.2008 tarihinde kesinleştirildiği görülmektedir.
...Komutanlığının iddianamesi incelendiğinde, yargılama konusu
yapılan eylemin; “...eğlence amaçlı kağıt oynadıkları tespit edilmiş olup,
sanıkların kendilerine her türlü kağıt oyunu oynanmayacağı konusundaki
talimat ve emirlere aykırı hareket etmek...“ şeklinde anlatıldığı ve
“...Emniyet ve Kaza Önleme Talimatının 29’uncu maddesindeki ‘Dijital
veya kağıt oyun aletleri bulundurmayacağım ve oynamayacağım’
ibaresindeki emri yapmayarak...” atılı suçu işlediklerinin iddia olunduğu
anlaşılmaktadır.
Sanıkların kumar maksatlı olarak kâğıt oyunu oynadıklarına dair bir
iddia söz konusu olmadığı gibi, kâğıt oyununun bir edim karşılığı
oynandığı iddia konusu yapılmış ve bu hususta deliller bulunmuş
144
olsaydı; eylemlerin 477 sayılı Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu,
Yargılama Usulü ve Disiplin Suç ve Cezaları Hakkında Kanun’un
59’uncu maddesi ile düzenlenen “kumar oynama” disiplin suçunu
oluşturacağı, bu durumda disiplin amirinin kendisi ceza verebileceği
gibi, işi disiplin mahkemesine de intikal ettirebileceği tartışmasızdır.
Yapılan açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay
incelendiğinde; “....kâğıt, oyun aletleri bulundurmayacağım ve
kullanmayacağım.” şeklindeki emrin, toplam 66 maddeden oluşan
Emniyet ve Kaza Önleme Özel Talimatı (Tek Er İçin)’nın 29’uncu
maddesinde düzenlendiği görülmektedir. Her ne kadar, söz konusu
Talimatın başlığından, verilen emirlerin emniyeti sağlamaya ve kazaları
önlemeye yönelik olduğu anlaşılmakta ise de, Talimatın içeriğinden,
doğrudan emniyeti sağlamaya ve kazaları önlemeye yönelik olmayan
emirlerin de kapsama alındığı, dolayısıyla söz konusu emirle belli bir
hizmet amacı güdülmediği anlaşılmaktadır.
Ayrıntıları Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 04.12.2008 tarihli,
2008/200-197 Esas ve Karar sayılı kararında da açıklandığı üzere; kumar
maksatlı olarak kâğıt oyunu oynadıklarına dair iddia ve delil bulunmayan
sanıkların eylemlerinin, disiplin tecavüzü niteliğinde olduğu
düşünülmektedir. Zira; yukarıda açıklandığı üzere, sanıklara tebliğ edilen
emirle belli bir hizmet amacı güdülmediği gibi, sanıkların kumar
oynamaları durumunda eylemleri disiplin suçunu oluşturacak iken kumar
oynamadıkları için emre itaatsizlikte ısrar suçundan dolayı daha ağır bir
yaptırım ile karşılaşmaları, kendi içinde bir çelişki yaratmakta, hak ve
adalet ilkelerine uygun düşmemektedir (Dairemizin 07.06.2011 tarihli ve
2011/521-516; Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 26.10.2005 tarihli ve
2005/1079-1071; 2’nci Dairesinin 22.07.2009 tarihli ve 2009/1704-1678;
3’üncü Dairesinin 15.03.2011 tarihli ve 2011/182-179 Esas-Karar sayılı
ilamları da aynı doğrultudadır).
Dolayısıyla; daha hafif nitelikteki eylemin (oyun kağıdı
bulundurmanın) emir konusu yapılarak, bu emre uyulmaması hâlinde
(kumar oynama disiplin suçundan daha ağır sonuçlar doğuracak olan)
emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşacağını kabul etmek hukuka aykırı
olacağından; mahkûmiyet hükmünün esas yönünden bozulmasına,
bozmanın hükmü temyiz etmeyen J.Er A.D. hakkındaki mahkûmiyet
hükmüne de sirayet ettirilmesine karar verilmiştir.
145
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 88
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/77
K.Nu. : 2012/77
T.
: 31.05.2012
ÖZET
Kalbinden rahatsızlığı bulunduğu hususunda tereddüt
bulunmayan ve hakkında ağır bedeni faaliyetleri yapamayacağına
dair rapor bulunan sanığın, operasyon gibi ne ile karşılaşılacağı belli
olmayan bir göreve gitmesi konusunda verilen emre, hakkını
aramayla ilgili karşı çıkışının emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturmayacağı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen hizmetten sıyrılmak
maksadıyla emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübuta erip ermediğine
ilişkindir.
Daire; sanığa yüklenen suçun sübuta ermediğini, mahkûmiyet
hükmünün isabetli olmadığını kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın hizmetten sıyrılmak maksadıyla emre
itaatsizlikte ısrar usçunu işlediğini belirterek, Daire kararına itiraz
etmiştir.
Dosyadaki delillerden; … Komutanlığında Tabur Komutanı olarak
görev yapan P.Kur.Yb. A.Ç.’nin, 16.09.2008 tarihinde saat 09.15
sıralarında, Karargâh Bölük Komutanlığı emrinde tabip olarak görevli
olan sanığı makam odasına çağırdığı ve icra edilecek iç güvenlik
operasyonuna doktor ihtiyacını karşılamak için katılacağını, bu yönde
gerekli hazırlıkları yapmasını emrettiği, sanığın, Tabur Komutanına
rahatsız olduğunu, komando olamayacağına ve ağır bedeni faaliyetleri
yapamayacağına dair doktor raporunun bulunduğunu söylediği, Tabur
Komutanının ise birliğin komando birliği olmadığını, ayrıca kendisine
operasyon süresince ağır malzemeler taşıtılmayacağını, kumanya, ilaç ve
benzeri ağır malzemelerin taşınmasında yardımcı bir personel ve sıhhiye
erlerini görevlendireceğini, operasyonun düz bir arazide saatte 2-3 km lik
146
yavaş tempo ile yürüyüş şeklinde icra edileceğini açıklayarak sanığa
yeniden emir verdiği, buna rağmen sanığın muayene olmak istediğini ve
operasyona çıkmayacağını belirttiği, Tabur Komutanı tarafından sanığa
daha önce doktora çıktığı ve sıhhi durumunun bu operasyona katılması
için engel oluşturmadığı söylenmesine rağmen, sanığın tekrar kalp
rahatsızlığı olduğunu söyleyerek muayene olmak istediğini belirttiği,
neticede sanığın Tabur Komutanlığınca icra edilen operasyona kısmen de
olsa iştirak etmediği ve operasyonun tabip olmadan gerçekleştirildiği
anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde düzenlenen “Emre itaatsizlikte ısrar”
suçu, askerî hizmete ilişkin bir emrin gereğinin hiç yapılmaması, emrin
yerine getirilmesinin söz veya fiil ile açıkça reddedilmesi veya emir
tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesi ve suç işleme kastıyla hareket
edilmesi ile oluşmaktadır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunu, “Hizmetten kısmen ya da tamamen
sıyrılmak” özel kastı ile yapanların cezalandırılmaları ile ilgili düzenleme
ise, ASCK’nın 88’inci maddesinde yer almaktadır. Yani ASCK’nın
88’inci maddesi, bu suçun daha ağır (nitelikli, mevsuf) şeklini
düzenlemektedir.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için, ilk olarak
“Hizmete ilişkin bir emrin” varlığı gerekmektedir.
Hizmet; TSK İç Hizmet Kanunu’nun 6’ncı maddesinde,
“Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir”; ASCK’nın 12’nci maddesinde de, “Bu Kanun’un tatbikatında
(Hizmet) tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan gerek bir
amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından
yapılması hâlidir.” şeklinde tanımlanmıştır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.06.2008 tarihli, 2008/139129 Esas ve Karar sayılı kararında kabul edildiği ve uygulamayla da bu
yönde şekillendiği gibi; ASCK’nın 88’inci maddesinde düzenlenen
hizmetten kısmen veya tamamen sıyrılmak kastıyla emre itaatsizlikte
ısrar suçunun varlığı için, “Hizmetten kısmen veya tamamen sıyrılma
özel kastının bulunmasının yanı sıra, verilen görevin somut bir görev
olması, aktif bir görevi içermesi ve sanığın hizmetine gereksinim
duyulması gibi” hususların mevcudiyeti gerekli bulunmaktadır.
Emre itaatsizlikte ısrar suçunun manevi unsuru, astın itaatsizlik
kastıyla hareket ederek emri hiç yapmamasıdır. Kast, kişi ile işlediği fiil
ve neticesi arasında manevi bir bağ kurmaktadır. TCK’nın “Kast”
147
başlıklı 21’inci maddesinin ilk fıkrasında; “Suçun oluşması kastın
varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve
istenerek gerçekleştirilmesidir.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre,
failin kasten hareket etmiş sayılabilmesi için, yasal tanımda yer alan tüm
unsurları “bilmesi” ve “istemesi” gerekmektedir.
Somut olayda; Birlik Komutanlığınca olay tarihinden iki ay kadar
önce İskenderun Asker Hastanesine sevk edilen sanığa, 16.7.2008
tarihinde Kardiyoloji Polikliniğinde yapılan muayenesi sonucu,
“Nonklasik MVP + minimal MY” teşhisiyle askerliğe elverişli olduğu,
komando olamayacağı, ağır bedeni faaliyetlerden muaf tutulması
gerektiğine dair rapor düzenlendiği anlaşılmaktadır.
Olaydan sonra, Tabur Komutanı tarafından, sanık hakkındaki
16.07.2008 tarihli rapor eklenmek suretiyle, sanığın ağırlık
taşıtılmaksızın günlük 1-2 km gibi kısa mesafeli yürüyüşleri öngören
operasyon görevlerinden muaf tutulup tutulmayacağının bildirilmesinin
istenmesi üzerine, yine … Asker Hastanesinde görevli Kardiyoloji
Uzmanı tarafından 13.10.2008 tarihinde yapılan muayenesi sonucu,
sanığın operasyon görevlerinden muaf tutulmasının, operasyonlarda
görevlendirilmemesinin ve üç ayda bir kontrol muayenesine gelmesinin
uygun olduğu yönünde görüş bildirilmiştir.
Askerî Mahkemece, sanık hakkındaki 16.07.2008 tarihli rapor
ışığında mütalaasına başvurulan Tbp.Atğm. F.Ö. tarafından, sanığa PAT
teşhisi konulup konulmadığının şüpheli olduğu, raporu veren doktor
tarafından da bu şüphenin tespit edilemediği, kanaatine göre sanığın 24
saatlik süre içerisinde 1-2 km lik yürüyüş yapmasının sağlığını
etkileyecek yönü bulunmadığı, ancak günlük 8-10 km yürüyüş ya da ağır
bedeni faaliyetleri yapmamasının gerektiği, “Nonklasik MVP + minimal
nitrat yetmezliği” tanısı için EKO kardiyografisinin çekilmesi gerektiği
ve PAT tanısı konulması durumunda kişinin askerliğe elverişsiz hâle
geleceği belirtilmiş,
Bilirkişinin mütalaası doğrultusunda, sanığın gördüğü tedavilere
ilişkin belgeler Birliğinden ve … Asker Hastanesinden temin edildikten
sonra, kardiyolojik açıdan durumunun değerlendirilmesinin istenmesi
üzerine, … Asker Hastanesinde yapılan muayenesi sonucu düzenlenen
10.12.2009 tarihli, 704 numaralı Sağlık Kurulu Raporunda, “Mitral
kapak uçları ve kordalarda hafif kalınlaşma. Eser mitral yetmezliği
mevcut. Yorum.: Klinik önemi olmayan eser mitral ve triküspit
yetersizliği” şeklinde açıklama yapılarak, sanığa “Fizyolojik üfürüm”
tanısı konulmuş ve “A/42 F-1 Askerliğe elverişlidir. Komando olamaz”
kararı verilmiş, bu Rapor üzerine mütalaasına başvurulan kardiyoloji
148
uzmanı Tbp.Atğm. H.A. tarafından, sanık hakkında; “Eser mitral
yetmezliği ve triküspit yetersizliğinin, kalp kapakçıklarındaki kan kaçağı
olması hâlini gösterdiği, ancak bunun minimal seviyede olup risk içeren
bir durum olmadığı, Sağlık Kurulu Raporunda da belirtildiği gibi sanığın
askerliğe elverişli olduğu, bu durumda olan hastalara ağır spordan
muafiyet önerildiği; ağır spordan ise, sırtında sırt çantası ile uzun
mesafeli koşu, 8-10 km koşu, standarda uygun pentatlon koşusu gibi ağır
sporların anlatılmak istendiği, 2-3 km lik bir yürüyüş için herhangi bir
engelin söz konusu olmadığı” şeklinde görüş bildirildiği görülmektedir.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 09.12.2010 tarihli, 2010/121-119 Esas ve
Karar sayılı kararında ayrıntılarıyla izah edildiği üzere; ceza kanunları
tarafından suç olarak yaptırıma bağlanan bir eylem nedeniyle
mahkûmiyete hükmedilebilmesi için, maddi unsur yanında, manevi
unsurun (kast) da mevcut olması gerekmektedir.
Kastın belirlenmesinde, failin dışa yansıyan davranışlarından
hareketle sonuca varılabilir. Bu nedenle, bir eylemin kasıtla işlendiğinin
kabulü için, sanığın eylemini iradi olarak arzuladığı neticeyi elde etmek
amacıyla bilerek ve isteyerek yaptığının hiçbir kuşku ve tereddüde yer
vermeyecek biçimde ortaya konulması gerekir. Eylemin kasten
gerçekleştirildiği konusunda kuşku varsa, bu durum sanık lehine
yorumlanmalıdır.
Sanığın kalbinden rahatsız olduğu ve bu rahatsızlığın hareketlerini
kısıtladığı hususunda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Olaydan iki
ay önce aldığı rapor nedeniyle, ağır bedeni faaliyetlerden muaf tutulması
gereken sanığın; her an silahlı bir çatışma çıkması ve bu nedenle
manevra yapılması gibi önceden tahmin edilemeyecek ağır bedeni
hareketler içeren davranış biçimleri ile karşılaşılması ihtimali bulunan iç
güvenlik
operasyonuna
katılması
durumunda;
bünyesindeki
rahatsızlıktan
kaynaklanabilecek
sorunlardan
endişelendiği
görülmektedir. Bu endişeleri kapsamında doktora sevkini isteyen, ancak
bu yöndeki haklı talepleri kabul edilmeyen sanığın, hizmetten sıyrılmak
kastı ile değil, hakkını aramak maksadıyla hareket ettiği, üzerine atılı
suçun kasıt (manevi) unsuru itibarıyla oluşmadığı sonucuna
varıldığından; itirazın reddine karar verilmiştir.
149
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 90
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/34
K.Nu. : 2012/33
T.
: 01.03.2012
ÖZET
Sanığın, ceza ehliyetinin ve askerliğe elverişli olup olmadığının
adli gözlem sonucu tespit ettirilerek, eylemiyle ilgili yargılamanın
Askerî Mahkemenin görevine girip girmediği hususundaki eksikliğin
giderilmesi gerektiği sonucuna varıldığından; hükmün göreve
yönelik noksan soruşturma yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eylemlerinin mukavemet
suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın eylemlerinin mukavemet suçunu oluşturmadığını
kabul ederken;
Başsavcılık; mukavemet suçunun sübuta erdiğini ileri sürerek,
Daire kararına itiraz etmiştir.
Sanığa yüklenen mukavemet suçunun sübut bulup bulmadığı
konusunun incelenmesinden önce; iddianamede suç teşkil ettiği
belirtilerek ceza isteminde bulunulan bu olayla ilgili davaya bakma
görevinin Askerî Yargı yerine ait olup olmadığının tartışılarak ortaya
konulması gerekmektedir.
353 sayılı Kanun’un, askerî mahkemelerin genel olarak görevlerini
düzenleyen 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı
olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler
aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile
ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.”
hükmünü içermekte olup 12.09.2010 tarihindeki referandumla kabul
edilerek yürürlüğe giren 07.05.2010 tarihli ve 5982 sayılı Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun'un 15’inci maddesiyle, Anayasa’nın 145’inci
maddesinin birinci fıkrası değiştirilerek yeniden düzenlenmiş ve bu
150
düzenlemeyle, 353 sayılı Kanun'un 9’uncu maddesindeki “askerî
mahallerde” ibaresi, üst norm niteliğindeki Anayasa hükmü ile örtülü
(zımni) olarak kaldırılmış bulunmaktadır.
Bu nedenle; Askerî Ceza Kanunu’nun 90/1’inci maddesi ile
yaptırıma bağlanan “mukavemet” suçunun oluşabilmesi için; bu suçun
faili olan kişinin, asker kişi statüsünü taşıyor olması, ayrıca bir amir
veya üstünü zorla ve tehdit ile hizmet emrini ifadan men etmeye yahut
hizmete müteallik bir muameleyi yapmak veya yapmamak için
zorlamaya kalkışması gerekmektedir.
Somut olayda; madde bağımlılığı olduğu anlaşılan sanığın,
kullandığını ifade ettiği uyuşturucu maddeler nedeniyle askerlik dönemi
öncesinde tedavi görüp görmediği, görmüş ise gördüğü muayene ve
tedavilerle ilgili somut ve ayrıntılı beyanının tespit edilip, buna göre
araştırma yapılarak temin edilecek bilgi ve belgeler ile adli gözlem altına
alınarak, TSK Sağlık Yeteneği Yönetmeliği hükümlerine göre, ruh
sağlığı itibarıyla, suç tarihlerinde askerliğe elverişli olup olmadığının ve
davranışlarını yönlendirme yeteneğinde azalma olup olmadığının adli
rapor ve sağlık kurulu raporu ile saptanması, böylece, sanığın suç
tarihindeki statüsüne göre, iddianamede yazılı eylemin hangi suçu
oluşturacağının ve bu suçla ilgili davaya bakma görevinin adli yargı
yerine ait olup olmadığının belirlenmesi gerekirken; bu konuda yetersiz
belgelerle, sadece duruşmada yapılan muayene sonucu psikiyatri uzmanı
bilirkişinin mütalaasına dayanılarak hüküm kurulmasının eksiklik olduğu
sonucuna varıldığından; Başsavcılığın itirazına atfen, Daire kararının
kaldırılarak, hükmün göreve yönelik noksan soruşturma yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
151
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/89
K.Nu. : 2012/86
T.
: 21.06.2012
ÖZET
1) Sanığın, katılanın alın bölgesinden yaralanmasına sebebiyet
verdiği eylemde kullandığı kalemliğin yapısı, ağırlığı, özellikleri,
kullanılış şekli ve sebebiyet verdiği yaralanma derecesi dikkate
alındığında, ASCK’nın 91’inci maddesinin ikinci fıkrası kapsamında
“tehlikeli bir alet” olarak kabul edilmiş olması hukuka aykırı
bulunmuştur.
2) Dava konusu olayda; katılanın, yüzbaşı rütbesinde olan
sanığa, astı konumundaki kişilerin yanında ve içtima hâlindeki
birliğin biraz uzağında, "sen böyle yaptığın sürece sana çaprazdan
çakarım” demesi, ittirmesi, daha sonra bina içindeki görüşmesi
esnasında göğsünden ittirmesi, ellerini birleştirmesi, onurunu
kıracak şekilde davranışlarda bulunması, eylemin gelişim süreci
içinde tahrik edici bu davranışlarının giderek artan bir şekilde
süreklilik göstermesi dikkate alındığında, sanığın cezasından azami
oranda indirim yapılması gerektiği kabul edilmiştir.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık;
1) Sanığın kabul edilen eyleminin, ASCK’nın 91’inci maddesinin
ikinci fıkrası kapsamında tehlikeli alet ile amire fiilen taarruz suçunu mu,
yoksa birinci fıkra kapsamında üste fiilen taarruz suçunu mu
oluşturacağına;
2) Haksız tahrik nedeniyle cezadan yapılacak indirim oranının
belirlenmesinde yetersizlik (zafiyet) bulunup bulunmadığına;
ilişkin bulunmaktadır.
Daire tarafından; suçun işlenmesinde kullanılan kalemliğin tehlikeli
alet niteliğinde olmadığı ve mağdurun olay öncesinde sanığa yönelik
olarak gerçekleştirmiş olduğu haksız fiillerin ağırlığına göre azami
oranda tahrik indirimi yapılması gerektiği görüşüyle mahkûmiyet
152
hükmünün bozulmasına karar verilmiş iken; Askerî Mahkeme tarafından;
kalemliğin tehlikeli alet niteliğinde olduğu, tahrik nedeniyle yapılması
gereken indirim oranının kanıtlara uygun olarak değerlendirildiği ve bu
husustaki takdir yetkisinin mahkemelerde olması gerektiği kabul edilerek,
bozma kararına uyulmamış ve tekrar aynı mahkûmiyet kararı verilmiştir.
Dava Konusu Olay
Dosyada mevcut kanıtlara göre; sanığın, ...Komutanlığı emrinde
Personel Subayı olarak görevli olduğu, olay günü olan 18.08.2008
tarihinde, sanığın Tabur Nöbetçi Amirliği görevini devretmek, P.Ütğm.
İ.M.’nin ise bu görevi devralmak amacıyla sabah mesaiye gelen katılan
Tabur Komutanı Mu.Kur.Yb. M.S.S.’yi birlikte karşıladıkları; katılanın
nöbet defterini imzaladıktan sonra defterin geçmiş günlere ait sayfalarını
incelediği ve imzasının bulunmadığı bir sayfayı göstererek, sanığa neden
kendisine imzalatılmadığını sorduğu; sanığın bu sorunun o günkü
nöbetçilerden sorulması gerektiğini söylemesi üzerine, karargâh
komutanı olduğunu ve görevi gereği bunu incelemesi gerektiğini
söylediği; katılanın daha sonra şapkasının hâli ve botlarının boyasızlığı
nedeniyle sanığı eleştirdiği ve karşılıklı konuşmalar sırasında "sen böyle
yaptığın sürece sana çaprazdan çakarım” dediği; bu söz üzerine sanığın
öfkelenerek yüksek sesle "çaprazdan çakmakla neyi kastediyorsunuz,
bana vururum mu demek istiyorsunuz" şeklinde soru sorduğu, katılanın
bu sözle ceza vermeyi kastettiğini söylemesi ve eliyle tabur binasını
gösterip “içeri gir” demesi üzerine de "çaprazdan çakarım ne demek"
diye bağırarak içtima hâlindeki birliğin yanına doğru gittiği, katılanın
P.Ütğm. İ.M.’ye "bu adamı tutukla içeriye götür" dediği, sanığın
kendiliğinden içeri girdiği sırada yavaşlaması üzerine katılanın “içeri gir”
diye kolundan tutarak ittirdiği, bunun üzerine sanığın birkaç kez belinden
öne doğru eğilmek suretiyle “emredersiniz komutanım”dediği, katılanın
birliğinin başında bulunan P.Yzb. E.Y.'yi yanına çağırarak sanığı tabur
binasına almalarını emrettiği, P.Yzb. E.Y. ile P.Ütğm. İ.M.’nin sanığı
Tabur Harekat Eğitim Subayı odasına aldıkları, mağdurun da peşlerinden
odaya gelerek sanığa "seninle nasıl anlaşmıştık, ben sana bu şapkayı
değiştirmeni emretmiştim, bu şapka kaç liradır, bir er vasıtasıyla
kantinden aldırabilirsin, paran yoksa ben vereyim, bunun için bu kadar
tartışma çıkartmana, bu kadar ikaz ettirmene değer mi" dediği, sanığın
"siz benim şimdiye kadar ki disiplinsizliklerimi söylüyorsunuz, ben ne
yapmışım, çaprazdan çakarım ne demek, bu iş mahkemede biter" diyerek
ellerini kollarını salladığı, mağdurun "senin ne mal olduğun belli, ben
senin amirinim, seni muaheze edebilirim, hâlen elini kolunu sallayarak
konuşuyorsun, ellerini böyle kaldıramazsın, amirin karşısında nasıl esas
153
duruşta durulması gerekiyorsa öyle dur" diyerek sanığın dirseklerinden
tutup kollarını bacağına yapıştırdığı, bu sırada eli kolu titreyen sanığın
rahatsızlandığını, psikolojik problemleri olduğunu, 5-10 dk.
soluklanmak, su ve ilaç içmek için müsaade istediğini belirterek oturmak
istediği, ancak mağdurun sanığı göğsünden eliyle ittirerek "bundan sonra
yaptığın her disiplinsiz davranış için yazılı belge alacaksın, davranışlarını
ona göre ayarla" diyerek odasına gitmek üzere kapıya yöneldiği, bu
sırada sanığın masanın üzerinde bulunan kalemliği alarak; tanık
beyanlarına göre mağdura fırlattığı, katılanın beyanlarına göre ise
herhangi bir fırlatma olmadan yüzüne vurduğu, kalemliğin mağdurun
yüzüne çarpması sonucu mağdurun basit bir tıbbi müdahale ile
giderilebilecek derecede yaralandığı ve kendisine yedi gün istirahat
verildiği anlaşılmaktadır.
Amire veya Üste Fiilen Taarruz Suçu ve Tehlikeli Alet
ASCK’nın 91’inci maddesinde amir ve üste fiilen taarruz veya
taarruza teşebbüs edenlerin cezalandırılmaları düzenlenmiş olup,
maddenin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:
“1) Amire veya üste fiilen taarruz eden veya fiilen taarruza
teşebbüs eden üç seneden, az vahim hâllerde altı aydan aşağı olmamak
üzere hapsolunur.
2) Taarruz veya taarruza teşebbüs silahlı olarak veya bir hizmet
esnasında veya toplu asker karşısında veyahut silah ve tehlikeli bir alet
ile yapılmış ise beş seneden, az vahim hâllerde bir seneden aşağı
olmamak üzere suçluya hapis cezası verilir.”
Suçun ilk ayırt edici özelliği, eylemin teşebbüs aşamasında kalmış
olması hâlinin bile başlı başına suç olarak düzenlenmiş olması,
dolayısıyla bu eylemler için TCK’nın 35’inci maddesi hükümlerinin
uygulama yeri olmamasıdır. Bununla birlikte, mahkemenin bu hususu
temel cezanın tayininde dikkate alması mümkün bulunmaktadır.
Maddenin birinci fıkrasında eylemin basit işleniş şekli, ikinci
fıkrasında ise nitelikli hâlleri gösterilmiş; ayrıca her hâlde, eylemin
vahim ya da az vahim olmasına göre uygulanması gereken cezalarda
farklılık yaratılmıştır. Eylemin hangi hâllerde vahim ya da az vahim
olduğu hususu açıklanmamış, bu husus, her olayın özelliğine, işleniş
şekline ve sonuçlarına mahkemelerin takdirine bırakılmıştır.
Eylemin tehlikeli bir aletle işlenmiş olması hâli, ikinci fıkra
kapsamında suçun nitelikli bir hâli olup; suçun böyle bir aletle işlenmesi
veya işlenmeye kalkışılması hâlinde, ikinci fıkra uyarınca uygulama
yapılması gerekmekle birlikte, hangi aletlerin tehlikeli bir alet olarak
154
kabul edileceği de her aletin özelliklerine, kullanılış şekline ve yarattığı
tehlikeye göre mahkemeler tarafından belirlenmektedir.
Oluş şekline göre; sanığın, amiri konumundaki katılana fiilen
taarruzda bulunduğunda ve böylece ASCK’nın 91’inci maddesi
kapsamında amire fiilen taarruz suçunu işlediğinde; katılan tarafından
sanığa yönelik etkili hiçbir eylemin söz konusu olmaması sebebiyle
eylemin işlenmesinde yasal savunma ve zorunluluk hâlinin
bulunmadığında kuşku bulunmamaktadır.
Sanığın eylemde kullanmış olduğu ve katılanın alın bölgesinden
yaralanmasına sebebiyet vermiş olan kalemliğin, ASCK’nın 91’inci
maddesinin ikinci fıkrası kapsamında “tehlikeli bir alet” olup olmadığı
hususu tartışma konusu olup; Kurulumuzca bu konuda yapılan tartışma
ve değerlendirmeler sonunda; sanığın katılanın alın bölgesinden
yaralanmasına sebebiyet verdiği eylemde kullandığı olan kalemliğin;
yapısı, ağırlığı, özellikleri, kullanılış şekli ve sebebiyet verdiği yaralanma
derecesi dikkate alınmak suretiyle, ASCK’nın 91’inci maddesinin ikinci
fıkrası kapsamında “tehlikeli bir alet” olarak kabul edilmemesi gerektiği
ve sanığın eyleminin ASCK’nın 91’inci maddesinin birinci fıkrası
kapsamında olduğu kabul edilmiştir.
Haksız Tahrik Uygulamasıyla İlgili Değerlendirme
TCK’nın 29’uncu maddesi uyarınca, haksız bir fiilin meydana
getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye
verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadar olanı
indirilebilmektedir.
Hangi fiillerin haksız olarak kabul edileceği ve indirim oranının ne
olacağı tamamen mahkemelerin takdirine bırakılmış olup, uygulamada;
eylemin işleniş şekli, yeri, gelişimi, niteliği, zamanı, özellikleri, tahrik
edenle failin hâl ve davranışları, konumları, toplumda kabul gören
davranış kuralları ve değerler kapsamında, haksız tahrik teşkil eden bir
fiilin varlığının ve bundan dolayı cezadan yapılması gereken indirim
oranının belirlenmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Askerî mahkemelerin bu yöndeki takdir ve uygulamalarının temyiz
merci olan Askerî Yargıtay tarafından denetleneceğinde bir kuşku
bulunmamakla birlikte; takdirde açık bir yetersizlik, çelişki veya gerekçe
eksikliği olmadığı sürece, askerî mahkemelerin takdir haklarına
müdahale edilmemektedir.
Dava konusu olayda; katılanın, yüzbaşı rütbesinde olan sanığa, astı
konumundaki kişilerin yanında ve içtima hâlindeki birliğin biraz
uzağında, "sen böyle yaptığın sürece sana çaprazdan çakarım” demesi,
ittirmesi, daha sonra bina içindeki görüşmesi esnasında göğsünden
155
ittirmesi, ellerini birleştirmesi, onurunu kıracak şekilde davranışlarda
bulunması, eylemin gelişim süreci içinde tahrik edici bu davranışlarının
giderek artan bir şekilde süreklilik göstermesi dikkate alındığında,
sanığın cezasından azami oranda indirim yapılması gerektiği kabul
edilmiştir.
Bu kabul ve değerlendirmeler doğrultusunda, sanığın eyleminin
ASCK’nın 91’inci maddesinin birinci fıkrası yerine ikinci fıkrası
kapsamında olduğunun kabul edilmesinin ve TCK’nın 29’uncu maddesi
uyarınca tayin edilen cezadan azami oranda indirim yapılmamış
olmasının hukuka aykırı olması sebepleriyle mahkûmiyet hükmünün
bozulmasına karar verilmiştir.
156
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0114
K.Nu. : 2012/0103
T.
: 24.01.2012
ÖZET
Sanığın, nöbetçi olması nedeniyle hamili bulunduğu G3 piyade
tüfeğini yere bıraktıktan sonra, kınından çıkardığı kasaturayı
mağdur nöbetçi onbaşıya tevcih edip hamle yaparak koşması,
kovalama esnasında (Her ne kadar isabet etmemiş olsa da) çelik
başlığını taarruz kastı ile fırlatması şeklindeki mağdurun cismani
bütünlüğüne yönelik olarak gerçekleştirdiği eylemlerin, bir bütün
hâlinde silahlı olarak üste fiilen taarruza teşebbüs suçunu
oluşturacağı sonucuna varılmıştır.
Sanığın, 24.01.2010 tarihinde, 08.30-10.30 saatleri arasında tabur
önü nöbetçisi olduğu (Dz.2), nöbetine gitmek için silahını alıp teçhizatını
kuşandıktan sonra doldur-boşalt istasyonuna gitmek üzere mağdur
nöbetçi onbaşı P.Onb. E.K.’nin emir komutasında diğer iki nöbetçiyle
birlikte ilerlemeye başladığı, mağdurun ilerleme istikametinde nöbetçi
amirini görmesi üzerine nöbetçilere uygun adımda yürümeleri için komut
verdiği, sanığın uygun adım yürüyüş komutuna uymadığı, mağdur
tarafından uyarılmasına rağmen yürüyüşünü değiştirmediği, mağdurun
nöbetçileri durdurarak sanığı bu defa silahının askı kayışından düzgün
tutması için ikaz ettiği, sanığın da mağdura orta parmağını göstermek
suretiyle el hareketi yaparak karşılık verdiği ve emre riayet etmediği,
bunun üzerine mağdurun sanığa yaklaşıp uyarı maksadıyla omuzundan
tuttuğu, bunun üzerine sanığın elindeki tüfeği yere attığı, kasaturasını
kınından çıkarıp mağdura doğru koşmaya başladığı, mağdurun da
sanıktan kaçmaya çalıştığı, kovalamaca sırasında sanığın mağdura çelik
başlığını fırlattığı, başlığın isabet etmeden mağdurun yanından geçtiği,
bir süre sonra da sanığın mağduru kovalamayı bıraktığı ve kasaturanın
sanığın elinden alındığı anlaşılmaktadır.
157
Üstü tehdit suçuna ilişkin olarak yapılan incelemede;
Tehdit fiilini yaptırıma bağlayan düzenlemenin koruduğu hukuki
değer, kişilerin huzur ve sükûnudur. Tehdidin konusunu, kişinin hayatının
veya vücut bütünlüğünün tehlikeye maruz bırakılacağının, suç teşkil eden
belli bir fiilin işleneceğinin, genel olarak kuvvet kullanılacağının veya
herhangi bir kötülüğün, haksızlığın gerçekleştirileceğinin, bildirilmesidir.
“Amire ve üste fiilen taarruz” suçu ise, ASCK’nın 91’inci
maddesinde düzenlenmiştir. Söz konusu maddede, üstün veya amirin
kişiliğinde somutlaşan askerî otoritenin astın her türlü taarruzundan
korunmasını amaçlamaktadır.
Somut olay incelendiğinde, sanık P.Er S.G.’nin nöbetçi olmasından
dolayı hamili bulunduğu G3 piyade tüfeğini yere bıraktığı, kasaturayı
kınından çıkardığı, kasaturayı mağdur nöbetçi onbaşıya tevcih ederek
mağdura doğru hamle yaparak koştuğu, mağduru kovaladığı esnada yine
nöbeti sebebiyle kuşandığı çelik başlığı da tanık beyanları uyarınca
mağdura doğru taarruz kastı ile fırlattığı hususunda her hangi bir
duraksama bulunmadığından, çelik başlığın her ne kadar mağdura isabet
etmemiş olması da sonucu değiştirmeyecektir.
Sanığın bu saldırısının mağdurun iç huzuru bozmanın ötesinde,
cismani bütünlüğüne yönelik olarak işlenmiş olduğundan eyleminin bu
hâli ile silahlı olarak üste fiilen taarruza teşebbüs suçunu oluşturacağı
gözetilmeksizin, hatalı nitelendirme ile hizmet esnasında üstü tehdit
suçunu oluşturduğunun kabul edilmesi sebebiyle mahkûmiyet hükmünün
suç vasfında yapılan hata yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
158
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.91
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1277
K.Nu. : 2012/1107
T.
: 11.12.2012
ÖZET
TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 399’uncu maddesine göre,
nöbetçi çavuşluğunun birlikte mevcut çavuş veya liyakatli onbaşılar
arasında sıra ile tutulması gerekmekte olup, bu görevi ifa edecek
yeterli miktarda erbaş mevcut olmaması durumunda, Birlik
Komutanlığınca birlikte bulunan bazı erlerin onbaşı rütbesine veya
bazı onbaşıların çavuş rütbesine naspedilmeleri mümkün olmakla
birlikte; sanığın görev yaptığı Birlikte onbaşı rütbesinde erbaşların
bulunması karşısında, sanık Er’in, rütbesi itibarıyla TSK İç Hizmet
Yönetmeliği’nin 399’uncu maddesinde belirtilen nöbetçi çavuşluğu
görevi ile görevlendirilebilmesi için gerekli koşulları taşımamasına
rağmen, nöbetçi çavuşu olarak görevlendirilmiş olması amir
konumunda kabul edilmesini gerektirmemektedir.
Olay tarihinde er yemekhanesi sorumlusu olan sanığın, yemek
dağıtımı sırasında görev yerinde bulunmaması nedeniyle nöbetçi çavuş
olarak görevlendirilen J.Er O.A. ile tartıştığı, yemek dağıtımı bittikten
sonra, J.Er F.T.’nin sanığın da yanında bulunduğu bir sırada mağdur J.Er
O.A’dan kendilerine yardım etmesi için asker görevlendirmesini istemesi
üzerine, mağdurun J.Er F.T.’a hitaben “bundan sonra size adam madam
yok, öyle g... te böyle y…k” dediği, bu sözlere sinirlenen sanığın mağdur
ile tartışarak mağdur J.Er O.A.’nın suratına kafa attığı, mağdurun
burnunun kanadığı, düzenlenen kati rapor ile herhangi bir patolojik
durumun saptanmadığı maddi vakalar olarak anlaşılmaktadır.
TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 399’uncu maddesine göre, nöbetçi
çavuşluğunun, Birlikte mevcut çavuş veya liyakatli onbaşılar arasında
sıra ile tutulması gerekmekte olup, bu görevi ifa edecek yeterli miktarda
erbaş mevcut olmaması durumunda Birlik Komutanlığınca, birlikte
bulunan bazı erlerin onbaşı rütbesine veya bazı onbaşıların çavuş
rütbesine naspedilmeleri mümkündür.
159
Somut olayda ise; Birlikte onbaşı rütbesinde erbaşların bulunduğu;
J.Er O.A.’nın, rütbesi itibarıyla TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin
399’uncu maddesinde belirtilen nöbetçi çavuşluğu görevi ile
görevlendirilebilmesi için gerekli koşulları taşımadığı; buna göre, olay
tarihinde, nöbetçi çavuşu olarak görevlendirilmiş olmasının, sanığın
amiri konumunda kabul edilmesini gerektirmeyeceği açıktır (Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 11.11.1999 tarihli, 1999/186-198; 1’inci
Dairesinin 16.09.1968 tarihli, 1968/512-509; 2’nci Dairesinin 27.11.1996
tarihli, 1996/760-758; 4’üncü Dairesinin 13.11.2012 tarihli, 2012/12231085, 22.05.2012 tarihli, 2012/676-643, 07.06.2011 tarihli, 2011/518-594
ve 18.04.2006 tarihli, 2006/596-594 Esas ve Karar sayılı kararları).
Sanık ile mağdurun olay tarihinde aynı rütbe sahibi (hem rütbe)
askerî şahıslar oldukları, atılı eylemin, amire fiilen taarruz suçunu değil
Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen kasten yaralama suçunu
oluşturabilecek nitelikte bulunduğu, sanığın ise 18.04.2011 tarihinde
terhis olduğu ve asker kişi niteliğinin sona erdiği dikkate alındığında,
sanığı yargılama görevi Adliye Mahkemesine aittir.
160
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 106
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/59
K.Nu. : 2012/54
T.
: 19.04.2012
ÖZET
Silahlı nöbetçi olan mağdurun, sanığın eyleminden önce nöbet
hizmeti dışına çıkarak sanığı iteklemesi nedeniyle amir sayılmasının
mümkün olmadığı, dolayısıyla ASCK’nın 106’ncı maddesinde
düzenlenen kanuni himayeden yararlanamayacağı sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin amire fiilen
taarruz suçunu oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Daire; mağdurun ASCK’nın 106’ncı maddesinde belirtilen
himayeden yararlanmasını, ancak mağdurun eylemi nedeniyle sanığa
verilecek cezasından haksız tahrik nedeniyle indirim yapılması
gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; mağdurun nöbet hizmetinin dışına çıkarak sanığa karşı
gerçekleştirdiği eylemi nedeniyle, ASCK’nın 106’ncı maddesindeki
himayeden yararlanamayacağı görüşünü ileri sürerek Daire kararına
itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanıklar P.Er E.Ç., Ord.Er F.G.,
Ulş.Er F.Ö.'nün Sarıkamış'taki birliklerinde askerlik hizmetini yaptıkları
sırada 10.06.2007 tarihinde çarşı iznine çıktıkları ve çarşı izninde alkollü
içki içtikleri, müteakiben tellerle çevrili ve kapısında silahlı nöbetçi
bulunan Sarıkamış Askerî Cezaevinin önünden geçerken sanık P.Er
E.Ç.'nin, cezaevinde havalandırmada bulunan S.Ş. adlı askere "Soner
Allah'ına kurban" diyerek selam verdiği ve cezaevinin önünde
durdukları, bu sırada dış emniyet nöbetçisi P Er İ.K.'nin sanıkları ikaz
ederek "Canım, burada durmayın" dediği, akabinde sanık E.Ç.'nin; P.Er
İ.K.'ye tokatla vurduğu, böylece nöbetçi olması nedeniyle ASCK’nın
106’ncı maddesi gereğince amir sıfatını taşıyan mağdur Er İ.K.’ye karşı
161
“amire fiilen taarruz” suçunu işlediği kabul edilerek cezalandırıldığı
anlaşılmaktadır.
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 76’ncı maddesinde nöbetin tanımı
yapılmış olup, 77’nci maddesinde de, nöbet hizmetlerinin yapılış tarzı ile
şekli ve nöbetçilere ait vazifelerin yönetmelikte gösterileceği
belirtilmiştir. Nöbetçi, ASCK’nın 15/1’inci maddesinde “Bu kanunun
tatbikatında nöbetçi hazarda ve seferde emniyet, muhafaza, disiplin,
tarassut maksatlarıyla silahlı olarak bir yere konulan ve muayyen bir
talimatı bulunan tek veya çift askerdir” şeklinde tanımlanmıştır.
ASCK’nın “Askerî karakol ve nöbetçi ve devriyeye taarruz
edenlerin cezaları” başlıklı 106’ncı maddesinde ise “Askerî karakola,
nöbetçiye ve devriyeye hakaret eden veya bunları dinlemeyen veya
bunlara mukavemette bulunan yahut fiilen taarruz edenlerin eylemlerinin
amire karşı yapılmış kabul edilerek bu doğrultuda cezalandırılacakları”
öngörülmektedir. Bu hüküm ile ifa ettikleri hizmetin önemi göz önünde
bulundurularak karakol, nöbetçi ve devriyeler korunmak istenmiş olup,
nöbetçilerin, ifa ettikleri görev sebebiyle âmir sayılmaları ve ASCK’nın
106’ncı maddesinde düzenlenen kanuni himayeden faydalanabilmeleri
için, nöbet görevinin ASCK’nın 15/1, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 76, 77
ve TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 395’inci maddelerine uygun bir
biçimde yerine getirilmesi ve nöbetçilerin, talimatla tespit olunan nöbet
hizmeti dışına çıkmamaları, özellikle, “nöbet hizmeti” kapsamına
girmeyen yersiz müdahâle ve gereksiz fiilleri irtikap etmemeleri
gerekmektedir (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 02.04.1987 tarihli,
1987/79-68 Esas ve Karar; 2.11.1995 tarihli, 1995/103-99 Esas ve Karar;
07.03.1996 tarihli, 1996/32-32 Esas ve Karar; 03.05.2007 tarihli,
2007/57-50 Esas ve Karar sayılı kararları da bu yöndedir.)
Sanık P.Er E.Ç.’nin, mağdur P.Er İ.K.’ye tokat atması olayı ile
ilgili olarak, mağdur, sanıklar ve tanık Shh.Er N.Y. dışındaki tanıkların
görgüye dayalı bir beyanları bulunmamaktadır.
Mağdur ifadelerinde; sanığı ittiğinden bahsetmemekte; tanık
Shh.Er N.Y. ifadesinde mağdurun beyanını doğrulamamakta, sanıklar ise
ifadelerinde, olayların, mağdurun sanığı iteklemesiyle başladığını
belirtmektedirler.
Olayın başlangıcında, sanık P.Er E.Ç. ve mağdurdan ilk önce
hangisinin diğerini iteklediği hususunun, şüpheye yer vermeyecek
şekilde belli olmaması nedeniyle, bu konuda ortaya çıkan şüphenin sanık
lehine değerlendirilerek, önce mağdurun sanığı iteklemesi sonucu,
sanığın mağdura vurduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.
162
Böylece, sanığın fiilini gerekçeleştirmesinden önce silahlı nöbetçi
olan mağdurun, nöbet hizmeti dışına çıkarak sanığı iteklemesi nedeniyle,
amir sayılmasının mümkün olmadığı ve dolayısıyla, ASCK’nın 106’nci
maddesinde düzenlenen kanuni himayeden yararlanamayacağı sonucuna
varıldığından; Başsavcılık itirazına atfen Daire kararının kaldırılmasına
karar verilmiştir.
Sanığın, kendisi gibi rütbesiz bir asker (Er) olan mağdura yönelik
fiilinin askerî bir suçu oluşturmaması, iddianamedeki birçok eylemle
ilgili olarak görevsizlik kararı verilmesi, bu kararların kesinleşmesi ve
askerî yargıda yargılanmasını gerektiren ilginin, sanığın 14.03.2008
tarihinde terhis edilmesi nedeniyle kesilmiş olması karşısında, sanığın,
mağdur P.Er İ.K.’ye tokat atması iddiasına konu eylemiyle ilgili
yargılamayı yürütme görevinin, adli yargı yerine ait olduğu sonucuna
varılmakla, hükmün suç vasfına bağlı görev yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
163
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 109
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/67
K.Nu. : 2012/66
T.
: 10.05.2012
ÖZET
Nöbet yerini terk ettiği belirlenen askerin, ASCK’nın 169’uncu
maddesi uyarınca geçici olarak tutuklanmasını gerektirecek hukuki
sebepler bulunmadığı hâlde, ifadesinin alınması sırasında bir takım
asabi davranışlarda bulunduğundan bahisle, sakinleşinceye kadar
kelepçeli olarak tutulması için emir verilmesi eylemi, astına
memuriyet nüfuzunu kötüye kullanmak için emir vermek suçunu
oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; nöbet yerini terk ettiği belirlenen
askerin kelepçelenerek bekletilmesi için emir vermek ve bu emir gereğini
yapmak eylemlerinin hangi suçu oluşturacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, dava konusu eylemin emir veren kişiler bakımından astına
memuriyet nüfuzunu kötüye kullanmak suçunu işlemek için emir vermek
suçunu oluşturacağını kabul etmişken, Başsavcılık, astına kişiyi
hürriyetinden yoksun kılmak için emir vermek suçunun oluşacağı
görüşündedir.
Sanıklar J.Bnb. T.S. ve J.Kd.Üçvş. B.Ş. haklarında astına suç
işlemek için emir vermek suçundan verilmiş olan beraat hükümlerinin
bozulmasına ilişkin Daire kararına yönelik itirazın incelenmesi
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Sanık J.Bnb. T.S.'nin … İl Merkez Jandarma Komutanı olarak,
sanık J.Kd.Üçvş. B.Ş.'nin … İl Merkez Jandarma Karakol Komutanı
olarak, sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.K.'nin de …Jandarma Karakolunda
Destek Tim Komutanı olarak görevli oldukları;
J.Er E.B.’nin, 20.03.2009 tarihinde, 08-10, 12-14 ve 18-20 saatleri
arasında 3 Nu.lı Çevre Emniyet Nöbetçisi olarak görevlendirildiği; saat
19.00 sıralarında, sanık J.Astsb.Kd.Üçvş.
B.Ş. ve sanık
164
Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.K. tarafından J.Er E.B.’nin nöbet yerini terk ederek
kazan dairesine girdiğinin tespit edildiği; anılan askerin ilk sorgusunda,
gün boyu nöbet tuttuğunu, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile nöbet
yerinden ayrılamadığını ve ısınmak için kazan dairesine gittiğini ifade
ettiği; bu durumun telefonla kendisine bildirilmesi üzerine sanık J.Bnb.
T.S.'nin J.Er E.B. hakkında suç dosyası tanzim edilmesi emrini verdiği;
konuyla ilgili olarak ifadesinin alınması sırasında J.Er E.B.'nin bir takım
asabi davranışlarda bulunması üzerine durumun tekrar J.Bnb. T.S.’ye
bildirildiği ve onun; anılan askerin sakinleşinceye kadar kelepçe takılarak
muhafaza altında tutulması, sakinleşmesi hâlinde kelepçesinin sökülmesi,
aynı tavrının devam etmesi hâlinde göz altına alınmak üzere İl Merkez
Jandarma Komutanlığına getirilmesi talimatı doğrultusunda, sanık
B.Ş.'nin emri ile J.Er E.B.'nin M.K. tarafından kelepçelenerek, 20.3023.30 saatleri arasında karakol bahçesinde 3 Nu.lı mevzideki nöbetçinin
yanında oturtulmak suretiyle bekletildiği; daha sonra kelepçelerinin
söküldüğü ve nöbet çizelgesine uygun olarak nöbete sevk edildiği
anlaşılmaktadır.
Sanık J.Kd.Üçvş. B.Ş., savunmalarında; Komutanı olduğu
Karakolun PKK terör örgütünün hedefi olabilecek bir yerde konuşlu
olduğunu ve bu sebeple çevre emniyet nöbeti görevlerinin büyük önem
arz ettiğini, J.Er E.B.'nin daha önce uç çevre emniyet nöbetçisi iken
uygunsuz davranışlarda bulunması ve nöbet talimatlarına aykırı hareket
etmesi sebebiyle iki hafta sonu izinsizlik cezası ile cezalandırılmış
olduğunu, uygunsuz davranışlarının ve ilgisizliğinin devam etmesi
nedeniyle
Karakola 25
metre uzaklıktaki nöbet
yerinde
görevlendirilmeye başlandığını; olay günü anılan askerin nöbet yerini
terk ettiğinin belirlenmesi üzerine durumu İl Merkez Jandarma Komutanı
J.Bnb. T.S.’ye bildirdiğini, aldığı emir gereğince J.Er E.B. hakkında suç
dosyasının hazırlanması sırasında anılan askerin sıkıntılı ve panik hâlinde
olduğunu, sorulara cevap vermediğini ya da geç cevap verdiğini, kafasını
sağa sola imalı çevirdiğini gözlediğini; bir hafta kadar önce Karakolda
kavga olayının meydana gelmesi, bunun sonucunda erlerden birinin
kendisine zarar vermiş olması nedeniyle J.Er E.B.’nin gözlediği
davranışlarını İl Merkez Jandarma Komutanına bildirdiğini, Onun; anılan
askerin, kendisine ve çevresine zarar vermemesi amacıyla geçici olarak
kelepçelenmesi, anormal hareketlerinin devam etmesi hâlinde göz altına
alınmak üzere getirilmesi doğrultusundaki emri üzerine, sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.K.’ye emir verilmek suretiyle, J.Er E.B.’nin, elleri
kelepçelenmek ve Karakol bahçesindeki piknik masası üzerinde
oturtulmak suretiyle 45 dakika kadar bekletildiğini, daha sonra
165
sakinleşmesi üzerine kelepçesi çıkarılmak suretiyle serbest bırakıldığını;
amaçlarının disiplinin sağlanması olduğunu ve suç işleme kastı
olmadığını ifade etmiştir.
Sanık J.Bnb. T.S., savunmalarında; Karakol Komutanı tarafından
telefonla aranarak, J.Er E.B.'nin nöbet yerinden ayrılarak kalorifer
dairesine gittiğinin bildirilmesi üzerine, suç dosyası düzenlenmesi için
emir verdiğini; daha sonra tekrar aranarak, askerin istenmeyen hareketleri
olabileceğinin, ruh hâlinin garipleştiğinin ve asabi tavırlar sergilediğinin
söylenmesi üzerine, ASCK’nın 169’uncu maddesindeki yetkisine
dayanarak anılan askerin kelepçelenerek muhafaza altında tutulması,
sakinleşmesi hâlinde kelepçesinin çözülmesi, aksi taktirde gözaltı odası
bulunan İl Merkez Jandarma Karakol Komutanlığına getirilmesini
istediğini, amacının disiplinin sağlanması olduğunu ve suç işlemediğini
beyan etmiştir.
Katılan J.Er E.B. ise; akşama kadar değiştirilmeden nöbet tutması
nedeniyle saat 19.00 sıralarında dayanamayıp kazan dairesine girdiğini,
bu durumunun tespit edilmesi üzerine hakkında dosya düzenlendiğini,
saat 20.00’de sanık Muhammet tarafından savunmasının alındığını, 20.30
sıralarında ise kelepçe takıldığını, tutuklandığının söylenmediğini, 3 saat
kadar 3 Nu.lı Mevzi nöbetçisinin yanında kelepçeli olarak oturtulduğunu
ve 23.30 civarında kelepçenin çıkarıldığını söylemektedir.
Dinlenen diğer tanık beyanlarına göre, Katılanın, 20.30 –23.30
saatleri arasında yaklaşık üç saat boyunca, kelepçeli olarak tutulduğu,
tuvalet ihtiyacının nöbetçi çavuşa haber verilmek suretiyle giderilmesi
yoluna gidildiği anlaşılmaktadır.
İlgili Hükümler
TCK’nın 109’uncu maddesinin 1’inci fıkrasında: "Bir kimseyi
hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden
yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.”;
ASCK’nın 168’inci maddesinin 1’inci fıkrasında: “Her amir emri
altındaki şahıslara disiplin cezaları vermeye selahiyetlidir.”;
ASCK’nın 169’uncu maddesinde: “168’inci madde hükümlerini
bozmamak şartıyla, her üst emri altında olmayanları da disiplinin temini
için muvakkat olarak tevkif etmeğe veya ettirmeğe selâhiyetlidir. Ancak
bu tevkif keyfiyeti gün ve saatiyle derhâl mevkufun disiplin amirine
bildirilmelidir.” ;
ASCK’nın 109’uncu maddesinde:
166
“1) Rütbe veya makam ve memuriyetinin nüfuz ve salahiyetini
suiistimal ederek madununa bir suçun yapılmasını teklif eden âmir veya
mafevk iki seneye kadar hapsolunur.
2) Suç yapılır veya yapılmaya teşebbüs edilirse, faili asliye
muayyen olan ceza, emir veren hakkında (M. 50) arttırılarak
hükmolunur.”;
ASCK’nın 111’inci maddesinde: “Ceza vermek selâhiyetini
tecavüz ederek ve bilhassa hak edilmemiş veya müsaade olunmamış bir
cezayı kasten verenler beş seneye kadar hapsolunur.”;
ASCK’nın 115’inci maddesinde:
“Emir vermek yetkisini veya memuriyet nüfuzunu kötüye
kullanarak mevzuatın tayin ettiği ahvalden başka bir suretle herhangi bir
gerçek veya tüzel kişi yahut astı hakkında keyfi bir işlem yapan yahut
yapılmasını emreden amir veya üst, bir aydan iki seneye kadar hapis
cezası ile cezalandırılır.
Bu işlem, siyasi bir amaçla yahut kişisel bir çıkar sağlamak için
yapılmış veya yapılması emredilmiş ise, fiil başka bir suç oluşturmadığı
takdirde altı aydan aşağı olmamak üzere hapis cezası verilir.”;
Hükümleri yer almaktadır.
Ayrıca ASCK’nın 171’inci maddesi uyarınca gösterilen cetvelde,
disiplin amirlerinin kendilerinin ve ceza verdikleri kişilerin rütbelerine
göre verebilecekleri disiplin cezaları ve bunların süreleri gösterilmiş
bulunmaktadır. ASCK’nın 168 ve 171’inci maddeleri uyarınca, her amir,
emri altındaki kişilere, gösterilen cezaları Kanun'un izin verdiği miktarda
vermek yetkisine sahip bulunmakta; buna karşılık, amir konumunda
olmayan üstlerin ceza vermek yetkileri bulunmamaktadır.
Amir olmayan üstlerin, ancak, ASCK’nın 169’uncu maddesi
uyarınca geçici olarak tutuklama veya tutuklatma yetkileri bulunmakta;
bunun için de disiplinin temini ihtiyacının doğmuş olması gerekmektedir.
Kişi özgürlüğüne ilişkin olması nedeniyle bu yetkinin kullanımında çok
titiz davranılması, ceza vermek yetkisinin esas itibarıyla amirlere ait
olduğu dikkate alınarak, disiplinin acilen temini zorunluluğu olmayan
hâllerde astın amirine şikâyet edilmesi, ancak zorunluluk gösteren
hâllerde tutuklamaya başvurulması gerekmektedir. Bu hâlde de durumun
derhal disiplin amirine bildirilmesi, Kanun'un açık hükmü gereğidir.
Astına suç yapmak için emir vermek suçunun oluşumu için, failin,
rütbe, makam veya memuriyetinin güç ve yetkilerini kötüye kullanarak
astına suç işlemesini teklif etmesi gerekmekte, ast tarafından suçun
işlenmemesi hâlinde maddenin birinci fıkrası uyarınca cezalandırma
yapılması, suçun işlenmesi veya işlenmeye kalkışılması hâlinde işlenen
167
suç için öngörülen cezanın artırılması gerekmektedir. Maddeyle korunan
hukuki menfaat, üst konumundaki kişilerin, astlarını kullanmak suretiyle
suç işlemelerinin önlenmesidir.
Hak edilmemiş veya müsaade olunmamış disiplin cezası vermek
suçunun oluşumu için, disiplin cezası veren failin, ASCK’nın 171’inci
maddesine merbut cetvelde gösterilen ceza vermek yetkisini aşarak
yetkisinin üzerinde ceza tayin etmesi veya müsaade olunmamış bir cezayı
kasten vermesi gerekmektedir. Düzenlemeyle, astların, amirlerinin keyfî
ceza işlemlerine muhatap olmalarının engellenmesi amaçlanmaktadır.
Memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye kullanmak suçunun
oluşumu için, amir veya üst tarafından;
- Emir vermek yetkisinin ve memuriyet nüfuzunun kötüye
kullanılması suretiyle mevzuatın dışına çıkılması
- Herhangi bir gerçek veya tüzel kişi yahut astı hakkında bir işlem
yapılması veya yapılmasının emredilmesi
- Yapılan bu işlemin keyfî olması
Gerekmektedir.
Maddeyle korunan menfaat, kişilerin ve özellikle ast konumundaki
kişilerin hukukudur ve bunların, amir ve üstleri tarafından keyfî
muamelelere maruz bırakılmaları önlenmek istenmiştir.
TCK’nın 109’uncu maddesinde düzenlenmiş olan kişiyi
hürriyetinden yoksun kılma suçunun oluşumu için, bir kişinin hukuka
aykırı olarak bir yere gitmek ya da bir yerde kalmak hürriyetinden
yoksun bırakılması gerekmektedir. Bu suç ile korunmak istenen hukuki
değer, bireylerin hareket özgürlüğüdür.
Değerlendirme
Dava konusu olayda, İl Merkez Jandarma Komutanı olan sanık
J.Bnb. T.S.'nin, J.Er E.B.'nin amiri olduğunda, işlediği suçla ilgili
soruşturma yapması veya yaptırması, disiplinin temini için gerekli
önlemleri alması ve gerektiği takdirde disiplin cezası vermek yetkisi
bulunduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, yukarıda açıklanan hükümler kapsamında, anılan askeri
yaklaşık üç saat boyunca kelepçeli olarak tutmak gibi bir yetkisi yoktur.
Sanık, bu durumu, ASCK’nın 169’uncu maddesinin verdiği yetki
kapsamında geçici tutuklama yetkisinin kullanılması olarak ifade etmiş
ise de; elde edilen kanıtlara, anılan askerin ortaya koyduğu davranış
şekline ve sebebine göre, disiplinin acilen temini zorunluluğu şartlarının
bulunmadığı görülmektedir.
Kaldı ki; disiplin cezası vermek yetkisine haiz olan sanığın, bunun
için gerekli araştırma ve soruşturmayı yaparak sonucuna göre
168
mahkemeye sevk etme veya disiplin cezası uygulama gibi en uygun hâl
tarzını belirleme olanağı varken, bu yola gitmeden, yetkisi dışında ve hoş
olmayan bir uygulama yapılması için emir vermesi, Karakol Komutanı
olan sanık J.Kd.Üçvş. B.Ş.’nin de aynı şekilde diğer sanığa emir vermesi
eylemleri, tamamen keyfî bir işlem yapılmasına yönelik bulunmaktadır.
J.Er E.B.’nin, elleri kelepçelenmek ve Karakol bahçesindeki piknik
masası üzerinde oturtulmak suretiyle yaklaşık üç saat kadar bekletilmesi
eyleminin keyfî olarak gerçekleştirilmesi nedeniyle, sanıkların eylemleri
de, Daire tarafından kabul edildiği üzere, ASCK’nın 109’uncu
maddesinin 2’nci fıkrası kapsamında astı hakkında keyfî bir işlem
yapılması için emir verilmek suretiyle astına memuriyet nüfuzunu kötüye
kullanması için emir vermek suçunu oluşturmaktadır.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 10.09.1981 tarihli ve 1981/104-101; Askerî
Yargıtay 5’inci Dairesinin 14.10.1987 tarihli ve 1987/618-602; Askerî
Yargıtay 3’üncü Dairesinin 23.02.1988 tarihli ve 1988/158-139 ve Askerî
Yargıtay 4’üncü Dairesinin 17.06.1997 tarihli ve 1997/366-363 sayılı
kararlarında da aynı görüş benimsenmiştir.
Tebliğnamede; sanıkların eylemlerinin, astına, TCK’nın 109’uncu
maddesi kapsamında kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak için emir
vermek suçunu oluşturacağı ileri sürülmüş ise de; esas itibarıyla
sanıkların, mağduru hürriyetinden yoksun bırakmak, bir yere gitmesine
veya bir yerde kalmasına engel olmak düşüncesiyle hareket etmedikleri,
eylemlerinin sanığın disipline etmek amacıyla kendilerine tanınan kanuni
yetkiyi kötüye kullanmak suretiyle keyfî işlem yapmak olduğu
anlaşılmak ve kabul edilmek suretiyle, bu görüşe iştirak edilmemiştir.
Bu sebeplerle, itiraz istemine konu Daire kararında bir isabetsizlik
bulunmamaktadır.
169
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.111
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1111
K.Nu. : 2012/1053
T.
: 12.09.2012
ÖZET
Kanun değişikliğinden haberi olmadığını, elindeki kitabın eski
basım olması nedeniyle daha önceki düzenlemeye göre mağdura yedi
gün oda hapsi cezası verdiğini beyan eden sanığın, mağdura kasten
yedi gün oda hapsi cezası verdiğinin kabulüne dair yeterli delil
bulunmadığı ve suç kastıyla hareket etmediği sonucuna varılmıştır.
Sanık tarafından, 20.05.2008 tarihinde mağdur Topçu Uzm.Çvş.
M.Ç.'den "07.05.2008 tarihinde İHÖR'ü ...Komutanlığına teslim etmek
üzere Uzm.Çvş. C.İ. ile birlikte cihazı kurup bağlantılarını yaptınız,
beraber testi yapıldı, bu surette İHÖR cihazını kullanmayı ve kablo
bağlantılarını irtibatlamayı öğrendiniz, niçin ...Komutanı Topçu Ütğm.
İ.A.'ya cihazı kullanmayı hiç bilmediğinizi beyan ettiniz, niçin bu surette
bilerek doğruyu söylememek suçunu işlediniz, bu konudaki savunmanızı
21.05.2008 tarihinde saat 18:00'e kadar teslim ediniz" şeklinde
savunmasının istendiği;
Mağdur tarafından savunmaya cevap verilmesi üzerine sanığın
mağduru yedi gün oda hapsi ile cezalandırdığı ve bu cezanın 20.05.2008
tarihinde mağdura tebliğ edildiği, bu cezanın infazı amacıyla sanığın
22.05.2008 tarihinde saat 12:00'da ...Komutanlığı Disiplin odasına
alındığı ve 29.05.2008 tarihinde cezasının infazının tamamlandığı,
cezanın infazının tamamlanmasını müteakip mağdur tarafından sanığın
ceza verme yetkisinin Uzman erbaşlara bir seferde beş gün oda hapsi
cezası olduğu belirtilerek, 10.06.2008 tarihinde şikayet dilekçesi verildiği
görülmektedir.
As.C.K.nun 111’inci maddesi irdelendiğinde, bu suçun oluşabilmesi
için; “Failin, ceza vermek selahiyetini tecavüz ederek ve bilhassa hak
edilmemiş veya müsaade olunmamış bir cezayı kasten vermesi”
gerekmektedir.
170
As.C.K.nun 111’inci maddesinde yazılı suçun ancak disiplin cezası
vermek selahiyetini haiz amirlerin işleyebileceklerinde şüphe
bulunmamaktadır.
“Disiplin cezası vermeye selahiyetli amirler” As.C.K.nun 168’nci
maddesinde,
“Ceza vermek selahiyetine haiz en yakın amir ile daha yüksek
disiplin amirinin ceza verebileceği haller” As.C.K.nun 170’inci
maddesinde,
“Disiplin amirlerinin ceza selahiyeti” As.C.K.nun 171’inci
maddesinde,
“Disiplin amirlerine vekalet edenlerin ceza vermek yetkisi” ise
As.C.K.nun 172’nci maddesinde düzenlenmiş bulunmaktadır.
Öğreti ve uygulamada;“Ceza vermek selahiyetini tecavüzden”;
“As.C.K.nun 171’inci maddesine merbut cetvele göre disiplin amirlerinin
cins ve miktar itibarıyla verebileceği cezalandırma yetkisini aşarak ceza
vermesi, “Hak edilmemiş ceza vermekten”;“Hiçbir kabahati olmayan bir
asta ceza vermek veya daha az derecede olan bir kabahate verilecek
cezadan kasten daha ağır bir ceza verilmesi”, “Müsaade olunmamış ceza
vermekten” ise; “Üstün cins ve miktar itibariyle kanunen selahiyetinde
olmayan cezayı kasten vermiş olmasının” anlaşılması gerektiği kabul
edilmiştir.
Yukarıda açıklanan yasal tanımlar ışığında dava konusu olay
incelendiğinde, sanığın mağdurun amiri durumunda olduğu, bu itibarla
ona disiplin cezası verme yetkisinin bulunduğu açıktır.
Sanığın aşamalardaki savunmalarında; kanun değişikliğinden haberi
olmadığını, elindeki kitabın eski basım olması nedeniyle daha önceki
düzenlemeye göre mağdura yedi gün oda hapsi cezası verdiğini beyan
ettiği görülmektedir.
ASCK’nun 171’inci maddesi incelendiğinde 22.03.2000 tarih ve
4551 sayılı Kanunla bu maddede değişiklik yapıldığı, değişiklik öncesi
ek cetvele göre sanığın erbaşlara ceza verme yetkisinin beyanı ile uyumlu
olacak şekilde yedi gün olarak düzenlendiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda dosya kapsamından, sanığın, mağdura kasten yedi gün
oda hapsi cezası verdiğinin kabulüne dair yeterli delil bulunmadığı, suç
kastıyla hareket ettiği söylenemeyeceğinden, yasal unsurları itibariyle
oluşmayan suçtan sanığın beraatına karar verilmesi gerekirken,
mahkûmiyetine karar verilmesinde isabetsizlik bulunduğundan,
mahkûmiyet hükmünün sübut yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
171
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.115
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0350
K.Nu. : 2012/0345
T.
: 13.03.2012
ÖZET
Terhis mahiyetinde izne çıkacak olması da dikkate alındığında,
rütbesinin ve nöbetçi çavuşluğu görevinin sağladığı amirlik
nüfuzunu kötüye kullanmak suretiyle mağdura ait cep telefonunu
mal edinme kastı ile elde eden sanığın eyleminin, kişisel çıkar
sağlamak maksadıyla memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye
kullanmak suçunu oluşturduğunun kabulünde isabetsizlik
bulunmamaktadır.
08.05.2009 tarihinde nöbetçi çavuş olarak görev yapan sanığın,
mağdur P.Çvş. M.E.’nin cep telefonu bulundurduğunu öğrenerek üzerini
aramak istediği, mağdurun üzerini aratmadan cep telefonunu teslim
ettiği, cep telefonunu alan sanığın durumdan sıralı amirlerini haberdar
etmek yerine cep telefonunu sakladığı, 11.05.2009 tarihinde Uzm.Çvş.
Y.A’nın sanıkta cep telefonu olduğunu öğrenerek, telefonu teslim
etmesini söylediği, sanığın kendisinde telefon olmadığını, mağdurda
telefon olduğunu beyan etmesi üzerine uzman çavuş tarafından çağrılan
mağdurun telefonunu sanığa teslim etmiş olduğunu beyan ettiği, bu
beyan üzerine sanığın mağdura ait cep telefonunu gizlediği yerden
çıkartarak teslim etmek zorunda kaldığı anlaşılmaktadır.
Sanığın bu olaydan kısa bir süre sonra terhis mahiyetinde izne
çıkacak olması da (18.05.2009 günü izne gönderilmiş) dikkate
alındığında, rütbesinin ve nöbetçi çavuşluğu görevinin sağladığı amirlik
nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle mağdura ait cep telefonunu mal
edinmek kastı ile hareket ederek elde ettiği, dolayısıyla eyleminin kişisel
172
çıkar sağlamak maksadıyla memuriyet nüfuzunu sair suretle kötüye
kullanmak suçunu oluşturduğunun kabulünde, asgari hadden ceza
tayininde, takdiri indirim sebeplerine bağlı olarak azami oranda indirilen
cezanın adli para cezasına çevrilmesinde, yasal imkânsızlık nedeniyle
ertelenmemesinde herhangi bir isabetsizlik bulunmadığından, sanığın
temyiz sebeplerinin reddi ile usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama
yönlerinden hukuka uygun bulunan hükmün onanmasına karar verilmiştir.
173
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/21
K.Nu. : 2012/18
T.
: 09.02.2012
ÖZET
1) İddianamede, sanığın askerî aracı özel menfaatinde
kullanmak suçunu oluşturduğu kabul edilen olaylar açıklanarak
bu suçtan cezalandırılma istemiyle kamu davası açıldığı; emre
itaatsizlikte ısrar suçunun unsurlarını oluşturan somutlaştırılmış
bir hizmete ilişkin emrin varlığı, içeriği ve sanığın ne şekilde bu
emir gereklerini yerine getirmediği hususlarının açıklanmadığı ve
hükme konu edilmediği anlaşılmakla; emre itaatsizlikte ısrar
suçundan dava açılmış gibi hüküm kurulmasının hukuka aykırı
olduğu sonucuna varılmıştır.
2) Sanığın, askerî araç kullanma yetki belgesi ve askerî araç
kullanma sürücü belgesine sahip olduğu, ancak komuta ettiği
Birlikte bulunan kar üstü personel taşıyıcı aracını kullanmak için
yetkilendirilmemiş olmasına rağmen çeşitli görevlerin yapılması
sırasında, zaman zaman bu araçları da bizzat kullandığı
anlaşılmakla birlikte; sanığın bu araçları kullanmak için eğitim
aldığının, yetki dışı bu kullanımların görev tahsis gayeleriyle sınırlı,
zor ve riskli olduğunun anlaşılması ve özel menfaat gözetildiğine
ilişkin bir kanıt bulunmaması karşısında, eylemlerin askerî eşyayı
özel menfaatinde kullanmak suçunu oluşturmayacağının
kabulünde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın dava konusu eyleminin suç
teşkil edip etmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın eyleminin, hem Askerî Mahkemece kabul edildiği
gibi emre itaatsizlikte ısrar suçunu, hem de Başsavcılık tarafından ileri
sürüldüğü gibi askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunu
oluşturmayacağını ve eylemin suç teşkil etmediğini kabul etmişken;
174
Başsavcılık; sanığın eyleminin askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak
suçunu oluşturacağı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu eylemin ortaya
konulması gerekmektedir.
Dava Konusu Eylem, Oluş, İddia ve Kabul
Sanığın, …Komutanı olarak görev yaptığı; Birliğin, Malatya’ya
160 km uzaklıkta 2694 metre rakımlı Yamadağ’da konuşlu olduğu;
personelinin esas itibarıyla Malatya’da ikamet ettiği ve vardiyalı olarak
görev yapıldığı, ulaşım için 140 km Malatya - Sivas kara yolunun
kullanıldığı, kalan 20 km yolun ise Radar İrtibat Yolu olarak adlandırılan
toprak yol olduğu, bu yolun kış şartlarında genelde karla kaplı olduğu ve
kar üstü personel taşıyıcı araçlar ile Radar’a ulaşıldığı; bu maksatla, ilki
16.01.2009 tarihinde, diğer ikisi 14.12.2009 tarihinde olmak üzere,
Birliğe üç adet kar üstü personel taşıyıcı aracının tahsis edilmiş olduğu;
Sanığın Kıta Komutanı olması nedeniyle zaman zaman nöbet
değişimlerine nezaret ettiği, 27.01.2010 tarihinde, nöbet değişiminin
yapılması amacıyla, sanığın komutasında Malatya’dan hareketle Radar’a
gelindiği, nöbet değişim işlemleri yapıldıktan sonra, sanığın, aynı gün
akşamüstü nöbeti biten personelin aşağıya indirilmesi için hazırlanmış
olan ve Hv.Ulş.Bçvş. S.P. tarafından kullanılması gereken xxxxxx plakalı
Bombardier BR-275 kar üstü personel taşıyıcıyı kullanmak üzere aracın
şoför mahalline geçtiği ve Hv.Ulş.Bçvş. S.P.’yi de yanına alarak hareket
ettiği; saat 15.30 sıralarında Yamadağ Radar ve Karslı Köyü Radar irtibat
yolunun 5’inci kilometresindeki, Malatya İl Özel İdaresine ait kar
püskürtme aracının kar temizleme çalışması sırasında açtığı yaklaşık 1,5
metre derinliğinde ve 2 metre genişliğindeki kanaldan geçmeye
çalıştıkları sırada araç paletlerini tutan bantların yırtılması sonucu aracın
arızalandığı; bunun sonucunda araçta, malzeme bedeli olarak 3.304 TL,
ödetmeye esas bedel olarak 1.921,34 TL tutarında hasar meydana geldiği;
sanığın 3.304 TL olan malzeme bedelini ödemek suretiyle oluşan zararı
karşıladığı;
HKY 201-1 (B) Askerî Araçları Kullanma Esasları ve Karayolu
Ulaştırma Yönergesi'nde, askerî araç sürücü belgesine sahip
personelin sadece belgesinin üzerinde yazılı olan askerî araçları
kullanabileceğinin belirtildiği; sanığın Askerî Araç Kullanma Yetki
Belgesi ve Askerî Araç Kullanma Sürücü Belgesi olmakla birlikte, kar
üstü personel taşıyıcı aracını kullanma yetkisi bulunmadığı;
Bu olayın, isimsiz bir e-posta ile …Komutanlığa bildirilmesi
üzerine soruşturma başlatıldığı ve düzenlenen iddianame ile; sanığın,
“…Komutanı olarak görev yapmaya başladığı 3 Eylül 2007 tarihinden,
175
şikâyet konusu olduğu Şubat 2010 ayına kadar ve özellikle kış
mevsimlerinde bir suç işleme kararının icrası kapsamında değişik
zamanlarda …Komutanlığı envanterinde bulunan ve savaş aracı
niteliğindeki üç adet kar üstü personel taşıyıcıyı araç kullanma zevkini
tatmin amacıyla kullanmak suretiyle zincirleme olarak askerî aracı
hususi menfaatinde kullanmak suçunu işlediği” iddiasıyla kamu davası
açıldığı;
Askerî Mahkemece; sanığın kar üstü araçlarını görev anlarında
ve görev tahsis gayesiyle kullandığı, özel menfaat temini için
kullandığına ilişkin bir kanıt bulunmadığı, dolayısıyla askerî eşyayı
özel menfaatinde kullanmak suçunun oluşmayacağı; buna karşılık,
sanığın, bildiğini ikrar ettiği ve böylece kendisi bakımından malum ve
muayyen hâle gelmiş olan, Askerî Araçları Kullanma Esasları ve
Karayolu Ulaştırma Yönergesi'nin, askerî araç sürücü belgesine sahip
personelin sadece belgesinin üzerinde yazılı olan askerî araçları
kullanabileceğine ilişkin emrine aykırı hareket etmek suretiyle,
16.01.2009 - Şubat 2010 tarihleri arasında zincirleme emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği kabul edilerek mahkûmiyet kararı verildiği;
Anlaşılmaktadır.
Hükmün Konusu ve Emre İtaatsizlikte Israr Suçu Bakımından
İnceleme
CMK’nın 225’inci maddesi uyarınca, hükmün, ancak iddianamede
unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilmesi mümkün
olup; suç oluşturduğu ileri sürülen fiilin dışına çıkılmak suretiyle,
iddianamenin anlatım kısmında yer alan ve davaya konu edilmeyen bir
eylemden dolayı yargılama yapılması ve hüküm kurulması mümkün
bulunmamaktadır.
İddianameyle suç oluşturduğu ileri sürülen ve davaya konu edilen
eylemler, sanığın, “…Komutanı olarak görev yapmaya başladığı 3
Eylül 2007 tarihinden, şikâyet konusu olduğu Şubat 2010 ayına kadar
ve özellikle kış mevsimlerinde bir suç işleme kararının icrası
kapsamında değişik zamanlarda …Komutanlığı envanterinde bulunan
ve savaş aracı niteliğindeki üç adet kar üstü personel taşıyıcıyı araç
kullanma zevkini tatmin amacıyla kullanmak” eylemleri olup;
iddianamenin anlatım kısmında yer alan, “HKY 201-1B Askerî
Araçların Kullanma Esasları ve Karayolu Ulaştırma Yönergesi'nde
askerî araç sürücü belgesine sahip personelin sadece belgesinin
üzerinde yazılı olan askerî araçları kullanabileceğinin belirtildiği”
ibareleri, anılan Yönerge hükümlerine aykırı hareket edilmek suretiyle
176
emre itaatsizlikte ısrar suçunun işlendiği iddiasının dava konusu
yapılmış olduğunu göstermemektedir.
CMK’nın
170’inci
maddesinin
dördüncü
fıkrasının;
iddianamede, yüklenen suçu oluşturan olayların, mevcut delillerle
ilişkilendirilerek açıklanacağı hükmü dikkate alındığında; sanık
hakkında düzenlenmiş olan iddianamede, askerî eşyayı özel
menfaatinde kullanmak suçunu oluşturduğu iddia edilen olayların
açıklanmış olduğu, emre itaatsizlikte ısrar suçunun unsurlarını
oluşturan; somutlaştırılmış bir hizmete ilişkin emrin varlığı, içeriği ve
sanığın ne şekilde bu emir gereklerini yerine getirmediği hususlarının
açıklanmamış olduğu görülmektedir.
Bu sebeplerle, sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçunu
oluşturduğu kabul edilen eylemle ilgili kamu davası açılmamış
olduğundan, sanki dava açılmış gibi mahkûmiyet hükmü verilmesi
hukuka aykırı bulunmaktadır.
Kaldı ki; bir an için, sanığın, HKY 201-1B Askerî Araçların
Kullanma Esasları ve Karayolu Ulaştırma Yönergesi’ne aykırı hareket
etmek ve yetkili olmadığı askerî aracı kullanmak suretiyle emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinin davaya konu edilmiş olduğu kabul
edilse bile; bu takdirde, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlerde yer
alan genel kuralların, özel durumlara ilişkin olarak somutlaştırılıp
hizmet emri hâline getirilmedikçe, emre itaatsizlikte ısrar suçunun
konusu olamayacağı dikkate alındığında, bu konuda özel olarak sanığa
verilmiş ve somutlaştırılmış bir hizmet emri bulunmaması nedeniyle,
emre itaatsizlikte ısrar suçunun da oluşmayacağında, Askerî
Mahkemenin
bu
suçun
oluştuğuna
ilişkin
kabul
ve
değerlendirmelerinin
hukuka
aykırı
olduğunda
kuşku
bulunmamaktadır.
Askerî Aracı Özel Menfaatinde Kullanmak Suçuyla İlgili
Değerlendirme
ASCK’nın Birinci Kısım Üçüncü Babının “Mallara karşı diğer
cürümler” başlıklı Sekizinci Faslında düzenlenmiş olan 130’uncu
maddesinde, askerî eşyayı özel menfaati için kullananların
cezalandırılacakları düzenlenmiş olup; bu suçun genel olarak koruduğu
hukuki menfaat, bu maddede düzenlenmiş olan askerî eşyayı kasten terk
etmek, tahrip etmek, kaybetmek ve harap olmasına sebebiyet vermek
suçlarıyla ortak olarak, askerî eşyaların korunmasıdır. Bu suçla korunan
özel menfaat ise, askerî eşyaların bireysel menfaatler için
kullanılmasının engellenmesi ve dolayısıyla sadece askerî hizmet
amacıyla kullanılmasının sağlanmasıdır.
177
Suçun oluşması için, askerî eşyanın, tahsis amacına aykırı olarak,
hizmet dışında özel menfaat sağlama amacıyla kullanılması, failin askerî
eşyayı özel menfaatinde kullandığı bilinciyle kasıtlı hareket etmesi
gerekmektedir.
Davaya konu eylem değerlendirildiğinde; sanığın, Askerî Araç
Kullanma Yetki Belgesi ve Askerî Araç Kullanma Sürücü Belgesine
sahip olduğu, askerî minibüs, jeep ve kamyonetleri kullanma yetkisinin
bulunduğu, Birliğinde bulunan kar üstü personel taşıyıcı araçlarını
kullanabilmesi için yetkilendirilmemiş olmasına rağmen, bu konuda
eğitim almış olduğu; kar üstü personel taşıyıcı araçlarının kullanımının
zor ve riskli olduğu, sanığın, karların ezilmesi ve ulaşımın sağlanması
gibi çeşitli askerî hizmetlerin yapılması sırasında, bu görevlerle sınırlı
olarak zaman zaman bu araçları da kullandığı, bu durumu bilen, amiri
Hv.Yb. M.G. tarafından bu araçları kullanmaması için kendisine bir uyarı
veya ikazda bulunulmadığı anlaşılmaktadır.
Esas itibarıyla bazı askerî araçları kullanma yetkisine sahip olan
sanığın, yetki belgesine işlenmemiş olan kar üstü personel araçlarını
kullanmasının Yönerge hükümlerine aykırı olduğunda kuşku
bulunmamakla birlikte; sanığın sırf bu aykırılık (noksanlık) nedeniyle
anılan araçları özel menfaatinde kullandığının kabulü mümkün değildir.
Yetkili olsa bile, askerî araçları hizmet gayesi dışında kullanan kişilerin
eylemleri askerî aracı özel menfaatinde kullanmak suçunu
oluşturabileceği gibi, yetkili olmadığı hâlde askerî aracı askerî hizmet
gayesiyle sınırlı olarak kullanan asker kişilerin eylemleri de askerî aracı
özel menfaatinde kullanmak suçunu oluşturmayacaktır.
Sanığın anılan araçları kişisel menfaati için değil, askerî hizmetin
yerine getirilmesi amacıyla kullanmış olması ve hizmet gayesi dışında
bireysel zevklerini tatmin için kullandığı hususunda ikna edici hiçbir
kanıt bulunmaması karşısında, askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak
suçunun oluşmasından söz edilemeyeceğinden, mahkûmiyet hükmünün
esas yönünden bozulmasına ilişkin Daire kararına yönelik itirazın reddi
gerekmektedir.
178
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/36
K.Nu. : 2012/34
T.
: 01.03.2012
ÖZET
Sanığın, eylem bütünlüğü içerisindeki temel kastına ve bu kasıt
ile uyum gösteren fiilin işleniş biçimine bakıldığında, askerî aracı
özel menfaatinde kullanırken, taksiri sonucu bu aracın ayrıca bir de
harap olmasına sebep olmasının, tamamen askerî aracı özel
menfaatinde kullanmasından kaynaklanması nedeniyle, yalnızca bu
suçtan cezalandırılmasına karar verilmesinin yeterli olduğu
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın kendisine zimmetli
bulunmayan aracı hususi menfaatinde kullanması ve bilahare mühimce
hasara uğratması şeklinde gelişen eylemleri nedeniyle yalnızca
ASCK’nın 130’uncu maddesindeki askerî aracı hususi menfaatinde
kullanmak suçundan mı cezalandırılması gerekeceği, yoksa bu
maddeden ayrı olarak ASCK’nın 130’uncu maddesinin diğer bir
cümlesindeki özürsüz askerî eşyanın harabiyetine sebebiyet vermek
suçundan da cezalandırılmasına gerek olup olmadığının belirlenmesine
ilişkindir.
Daire; sanık hakkında tek bir suçtan mahkûmiyet kararı verilmesi
gerektiğini (Askerî aracı hususi menfaatinde kullanmak) kabul ederek
hükmü onarken;
Başsavcılık; sanığın askerî aracı hususi menfaatte kullanmak
suçundan ayrı ve müstakil olarak ASCK’nın 130’uncu maddesinin
birinci fıkrasının diğer bir cümlesinde düzenlenen askerî eşyanın
harabiyetine sebebiyet vermek suçunu da, işlemiş olduğunu ileri sürerek
Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyadaki mevcut delillere göre; sanığın, Ani Müdahale
Mangasında görevli olduğu 28.02.2009 tarihinde saat 03.20 sıralarında
179
Takım binasının önünde duran ve Ani Müdahale Mangası personeli için
tahsis edilmiş, hizmet gereği anahtarı üzerine bulunan ve Bkm.Onb.
R.Ö.’ye zimmetli xxxxxx plaka sayılı Land Rover marka askerî aracı
çalıştırdığı, aracın farlarını söndürerek Takım binasının önünden gizlice
ayrıldığı, depolama bölgesine doğru hareket ettiği, bu sırada aracın
hızının 60 km, yerlerin ıslak ve çamur olması nedeniyle aracın
hâkimiyetini kaybedip aracı sol tarafa doğru takla attırarak devirdiği,
araçta toplam 5.645,55 TL Hazine zararının meydana geldiği,
anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
ASCK'nın 130’uncu maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen
askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçu; kasıtlı suçlardan olup,
askerî eşya niteliğini haiz bir malzeme yahut aracın, tahsis edildiği gaye
dışında, şahsi ve özel amaçlar doğrultusunda kullanılmasıyla oluşur.
Aynı madde ve fıkrada düzenlenen askerî eşyanın harap olmasına
sebebiyet vermek suçu ise, maddenin ilk hâlinde yok iken, 4551 sayılı
Kanun’la düzenlenen değişikle getirilmiş olup; 477 sayılı Kanun’un
52’nci maddesinde tanımlanan “hizmete mahsus eşyanın harap olmasına
sebebiyet vermek” suçundan Hazine zararının miktarı bakımından
ayrılmakta, suçun oluşumu için eylemin “özürsüz” olarak işlenmiş
olması yeterli bulunmaktadır.
Askerî eşyanın harap olmasına sebebiyet verilmesi hâlinde, oluşan
Hazine zararının miktarına göre, kamu davası disiplin mahkemesinde
veya askerî mahkemede görülmektedir. Bu kapsamda; 477 sayılı
Kanun’un 52’nci maddesinde düzenlenen “Hizmete mahsus eşyanın
harap olmasına sebebiyet vermek” disiplin suçu, değeri 250 TL’yi
geçmeyen hasarın oluştuğu “hizmete mahsus eşya” bakımından
işlenebilecek; ancak, hasar miktarının 250 TL’yi aşması hâlinde
ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenen “askerî eşyanın harap
olmasına sebebiyet vermek” suçu oluşabilecektir.
Somut olayda, sanığın başkasının zimmetinde bulunan askerî aracı
gizlice alarak, tahsis gayesinin dışında ve özel çıkar amacıyla kullandığı,
menfaat temin ederek mala karşı suç işlediği anlaşılmaktadır. Sanığın bu
suçu sırasında aynı zamanda aracın hakimiyetini kaybederek takla
atmasına ve aracın hasara uğramasına sebebiyet verdiği de
görülmektedir.
Askerî aracı özel menfaatte kullanmak suçunun oluşması için,
askerî eşyanın, tahsis amacına aykırı olarak, hizmet dışında, özel menfaat
sağlama amacıyla kullanılması; failin, askerî eşyayı özel menfaatinde
kullanma bilinci içerisinde hareket etmesi gereklidir.
180
ASCK'nın 130’uncu maddesinin birinci fıkrasında; her biri
diğerinden farklı, bir kısmı kasten ve bir kısmı da tekâsül/taksir ile
işlenebilen, seçimlik hareketli birden çok suç tipine yer verilmiştir.
Sanığın, askerî aracı özel menfaatinde kullandığı sırada, taksiri sonucu
aracı devirerek harap olmasına sebep olmasının, aynı maddenin iki kez
tatbikiyle, iki kez cezalandırılmasını gerektirmeyecektir. Bu durum,
ancak, temel cezanın tayini sırasında göz önüne alınabilecektir.
Bu itibarla, sanığın eylem bütünlüğü içerisindeki temel kastına ve
bu kasıt ile uyum gösteren fiilin işleniş biçimine bakıldığında, askerî
aracı özel menfaatinde kullanırken, taksiri sonucu bu aracın ayrıca bir de
harap olmasına sebep olmasının, tamamen askerî aracı özel menfaatinde
kullanmasından kaynaklanması nedeniyle; yalnızca bu suçtan
cezalandırılmasına karar verilmesinin yeterli olduğu sonucuna
varıldığından, Başsavcılığın itirazının reddine karar verilmiştir.
181
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 130
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/52
K.Nu. : 2012/50
T.
: 12.04.2012
ÖZET
1) Jandarma Karakol Komutanlığı emrinde görev yapmakta
olan sanık Uzman Çavuş’un, önleyici hizmet devriyesi görevinden
Karakola geri dönülmekte iken, meskûn mahal olmayan bir bölgede
aracı durdurarak aşağı indikten sonra, bir askerden aldığı silahla
toplam 57 adet G3 piyade tüfeği mermisini rahatlamak amacıyla
havaya doğru ateşlemesi eylemi, askerî eşyayı özel menfaatinde
kullanmak suçunu oluşturmaktadır.
2) 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 1 Sayılı Tarifesi uyarınca,
51,3 TL tutarındaki Hazine zararı üzerinden 17,15 TL tutarında
nispi harca hükmedilmesi gerekirken, nispi harca hiç
hükmedilmemiş olması; keza, tayin edilen hapis cezasının, TCK’nın
50’nci maddesi uyarınca seçenek yaptırımlardan adli para cezasına
çevrilmesi sırasında, TCK’nın 52/2’nci maddesi uyarınca
belirlenecek miktar üzerinden çevirme işlemi yapılması gerekirken,
doğrudan adli para cezasına hükmedilmesi hukuka aykırı
bulunmakta ise de; yeniden yargılama yapılmasını gerektirmeyen bu
hataların, 353 sayılı Kanun'un 220/2’inci maddesi uyarınca
düzeltilmesi mümkün olduğundan, nispi harca hükmedilmek ve
hapis cezasının adli para cezasına çevrilmesindeki hukuka aykırılık
giderilmek suretiyle, mahkûmiyet hükmünün düzeltilerek
onanmasına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin hangi suçu
oluşturduğuna ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın eyleminin askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak
suçunu oluşturduğunu kabul etmişken; Başsavcılık; askerî eşyayı kasten
tahrip etmek suçunun oluştuğu görüşündedir.
182
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Dosya içeriğine göre; sanığın, … Jandarma Karakol Komutanlığı
emrinde görev yaptığı; 21.07.2009 tarihinde, emrindeki dört askerle
birlikte önleyici hizmet devriyesi görevinden Karakola geri dönmek
üzere seyir hâlinde iken, …mevkiinde aracı durdurarak aşağıya indikten
sonra, J.Er S.K.'den aldığı silaha, yine üç ayrı askerden aldığı içinde on
dokuzar mermi bulunan üç adet dolu şarjörü sırayla takmak suretiyle,
toplam 57 adet G3 piyade tüfeği mermisini havaya doğru ateşlediği,
müteakiben "Oh be rahatladım" şeklinde sözler söylediği, boş kovanlar
toplanmadan askerlerle birlikte araca binilerek Karakola dönüldüğü, sarf
edilen mermilerin bedelinin 51,3 TL olduğu anlaşılmaktadır.
Sanık sorgu ve savunmalarında; daha önce iki yıl Şırnak’ta görev
yaptığını ve ailesinden ayrı kaldığını, Antalya’ya geldikten sonra da
mahrumiyet bölgesine tayininin çıktığını, eşinin hamileliği sırasında
yanında olamadığını; işlerin yoğunluğu, Karakol Komutanı’nın görev
gereği de olsa üzerine fazla gelmesi, mesleki ve ailesel problemleri
nedeniyle bunalıma girdiğini, psikolojik olarak kendisini kötü hissettiği
ve tabiri yerinde ise burnundan soluduğu için eylemi işlediğini, "Oh be
rahatladım" şeklinde sözler söyleyip söylemediğini hatırlamadığını beyan
etmiştir.
Adli gözlem altına alınmak suretiyle düzenlenen sağlık kurulu
raporu ve adli raporla, sanığın, suç tarihlerinde ve hâlen sınıfı görevini
yapmasına engel bir durumu olmadığı ve cezai ehliyetinin tam olduğu
belirlenmiştir.
Askerî Eşyayı Özel Menfaatinde Kullanmak ve Askerî Eşyayı
Kasten Tahrip Etmek Suçlarıyla İlgili Değerlendirme
ASCK'nın Birinci Kısım Üçüncü Babının “Mallara karşı diğer
cürümler” başlıklı Sekizinci Faslında düzenlenmiş olan 130’uncu
maddesinin birinci fıkrası: “Askerî eşyayı kasten terk veya kısmen yahut
tamamen tahrip eden, özürsüz kaybeden veya harap olmasına sebebiyet
veren veya özel menfaati için kullanan asker kişiler, eşyanın değeri,
önemi, meydana gelen hasarın miktarı ve fiilin işleniş şekline göre üç
aydan iki seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar.” hükmünü
içermektedir.
Bu madde ile korunmak istenen hukuki yarar, askerî hizmete
mahsus eşyaların kasten terk veya kısmen yahut tamamen tahrip
edilmesinin, özürsüz kaybedilmesinin veya harap olmasına sebebiyet
verilmesinin önüne geçilmesi; kişisel menfaatler için kullanılmasının
engellenerek, yalnızca askerî hizmet amacıyla kullanılmasının
sağlanmasıdır.
183
Askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçu kasıtla işlenebilen
bir suç olup; suçun oluşması için, failin, suçun kanuni tanımındaki
unsurları bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesi; bir başka deyişle, askerî
eşyayı özel menfaatinde kullandığının bilincinde olması gerekmektedir.
Askerî eşyayı kasten tahrip suçu ile korunan hukuki menfaat ise,
askerî eşyaların tahrip edilmelerinin önlenmesi olup; kasıtla işlenebilen
bu suçun oluşması için de, failin askerî eşyayı tahrip ettiğinin bilincinde
olması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır. Kasıtlı olmayan kusurlu
eylemlerle bu suçun işlenmesi mümkün değildir ve bu durumda ancak
askerî eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek suçunun varlığından söz
edilebilir.
Eylemin Değerlendirilmesi
Bu açıklamalar kapsamında dava konusu olaya bakıldığında;
sanığın içinde bulunduğu psikolojik durum itibarıyla ve tamamen
sıkıntılarını hafifletmek amacıyla, 57 adet mermiyi havaya doğru
ateşlemek suretiyle sarf ettiği görülmektedir.
Sanık, hizmet için tahsis edilmiş silahı ve mermileri, kullanım
şekillerine uygun olarak ama tamamen kişisel amaçlarla kullanmış; bu
eylemi sonucu sarf ettiği mermilerin bedeli kadar Hazine zararı meydana
gelmiştir.
Burada, mermilerin tahrip edilmesi gibi bir niyet ve eylem değil,
tam aksine, mermilerin kullanım şekillerine uygun olarak silahla sarf
edilmeleri hâli söz konusu bulunmaktadır. Sanığın, mermileri ve
dolayısıyla askerî eşyayı tahrip etmek isteğiyle hareket ettiğini ortaya
koyacak hiçbir kanıt bulunmadığı gibi, bunun aksine rahatlamak
amacıyla ateş ettiğini ortaya koyan sözleri vardır.
Dolayısıyla; hukuka ve kanıtlara uygun gerekçelerle eylemin askerî
eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunu oluşturduğunun kabulünde ve
yapılan uygulamada esas itibarıyla bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Ancak; 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 1 sayılı tarifesi uyarınca,
51,3 TL tutarındaki Hazine zararı üzerinden 17,15 TL tutarında nispi
harca hükmedilmesi gerekirken, nispi harca hiç hükmedilmemiş olması;
keza, tayin edilen hapis cezasının, TCK’nın 50’nci maddesi uyarınca
seçenek yaptırımlardan adli para cezasına çevrilmesi sırasında, TCK’nın
52/2’nci maddesi uyarınca belirlenecek miktar üzerinden doğrudan
çevirme işlemi yapılması gerekirken, sanki doğrudan adli para cezasına
hükmediliyormuş gibi, aynen:
“Sanık hakkında verilen hapis cezası 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun 50 ve 52’nci maddeleri uyarınca adli para cezasına
çevrilerek sanığın 75 GÜN ADLİ PARA CEZASI İLE
184
CEZALANDIRILMASINA,
Sanık hakkında hükmedilen Yetmiş Beş Gün adli para cezasının
takdiren bir gün karşılığı 20,00 TL olmak üzere paraya çevrilerek
SONUÇ OLARAK 1.500,00 TL. (BİN BEŞ YÜZ TÜRK LİRASI) ADLİ
PARA CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA,..”
hükmedilmiş olması hukuka aykırı bulunmaktadır.
Daire tarafından yapılan incelemede; sadece nispi harca
hükmedilmemiş olmasındaki hukuka aykırılık nedeniyle mahkûmiyet
hükmü bozulmuş ve nispi harca da hükmedilmek suretiyle mahkûmiyet
hükmünün düzeltilerek onanmasına karar verilmiş ise de; yukarıda
belirtilen diğer hukuka aykırılık giderilmemiş olduğundan, itiraz istemine
atfen, bu nedenle Daire kararının kaldırılmasına ve mahkûmiyet
hükmünün bozulmasına karar verilmiş; ancak, yeniden yargılama
yapılmasını gerektirmeyen bu hataların, 353 sayılı Kanun'un 220/2’inci
maddesi uyarınca düzeltilmesi mümkün olduğundan, nispi harca
hükmedilmek ve hapis cezasının adli para cezasına çevrilmesindeki
hukuka aykırılık giderilmek suretiyle, mahkûmiyet hükmünün
düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
185
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/138
K.Nu. : 2012/134
T.
: 20.12.2012
ÖZET
1) Dairenin bozma kararını müteakip yeniden yapılan
yargılama sırasında, 27.05.2011 tarihli duruşmada, bozma kararına
uyulmayarak ilk hükümde direnilmesine karar verilerek bozulan
hükmün yeniden ve aynen kurulmuş olması, eski hükümde neden
direnildiğine dair gerekçeye yer verilmesi nedeniyle son hükmün
direnme niteliğinde olduğu ve incelemenin Daireler Kurulunda
yapılması gerektiğine karar verilmiştir.
2) J.Er K.A.’ya zimmetli 1 adet MP-5 makineli tabanca, bu
tabancaya ait 1 adet deri kütüklük, 3 adet şarjör ve toplam 82 adet
tabanca mermisini bulunduğu yerden zilyedinin rızası olmadan
gizlice alıp karakol binası dışına çıkararak, yakınlarda bulunan bir
evin bahçesindeki tarım aletinin içerisine saklayan sanığın,
arkadaşına zimmetli mermi sayısının 58, aldığı mermi sayısının ise
82 olması dikkate alındığında, söz konusu malzemeyi kendisine bir
yarar sağlama şuur ve iradesi ile kendi tasarruf alanına soktuğu,
askerî eşyayı gizlemek kastının ötesinde mal edinme kastı ile hareket
ettiği ve dolayısıyla eyleminin, “askerî eşyayı çalmak” suçunu
oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın tutuklama hâkimi
önündeki sorgusunda söylediği “pişmanım’’ şeklindeki beyanının, adli
para cezasına çevirme talebi olarak değerlendirilmemesinin ve buna
ilişkin gerekçe gösterilmemesinin usule aykırılık teşkil edip etmediğine
ilişkindir.
Daire; sanığın, tutuklama hâkimi önündeki ifadesinde söylediği ve
mahkeme sorgusunda tekrarladığı “pişmanım’’ şeklindeki beyanının,
hapis cezasının adli para cezasına çevirme talebi olarak
186
değerlendirilmemesinin ve bu konuda gerekçeli bir karar alınmamış
olmasının hukuka aykırı olduğunu belirterek, hükmün usule aykırılık ve
uygulamaya ilişkin gerekçesizlik nedenleriyle bozulması gerektiğini
kabul ederken;
Askerî Mahkeme; sanığın “pişmanım” şeklindeki beyanının, hapis
cezasının adli para cezasına çevrilmesi talebini içermediği ve cezasından
ASCK’nın 131/2 ve 50’nci maddeleri gereğince 1 gün artırılırken buna
ilişkin gerekçenin yeterli olduğunu kabul ederek, Dairenin bozma
kararına direnmiş ve tekrar mahkûmiyet kararı vermiştir.
Kurulumuzca, uyuşmazlık konusunun incelenmesine geçilmeden
önce, hükmün direnme niteliği taşıyıp taşımadığı hususu tartışılmıştır.
Askerî mahkemelerin direnme haklarının düzenlendiği 353 sayılı
Kanun’un 227’nci maddesinde direnme kararının özellikleri konusunda
herhangi bir açıklık bulunmamakla birlikte, Yargıtay ve Askerî
Yargıtay’ın yerleşik kararlarında kabul edildiği üzere; bir hükmün
“Direnme” olarak kabul edilmesi için, bozmadan önce verilen hüküm ile,
direnmeye ilişkin hükmün aynı olması, yani ilk hükmün aynen yeniden
verilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, şeklen ısrar kararı verilmiş olsa
dahi; bozma kararı doğrultusunda işlem yapılması, bozmadan önce
tartışılmayan hususların bozmadan sonra tartışılması, bozma sonrasında
yapılan araştırmaya, incelemeye, toplanan yeni kanıtlara dayanılması, ilk
kararda yer almayan ve Daire denetiminden geçmemiş bulunan yeni ve
değişik gerekçelerle hüküm kurulması hâllerinde incelemeye esas son
hükmün direnme kararı niteliğinde olmayıp, “Bozmaya eylemli uyma”
(sebat) sonucu verilmiş yeni bir karar olduğu ve bu nitelikteki bir kararın
temyiz edilmesi hâlinde, incelemenin Daire tarafından yapılması
gerektiği kabul edilmektedir.
Keza, bozmaya uyma kararı verilmesine rağmen gereği
yapılmayıp, ilk hükmün aynen kurulmasının “Eylemli direnme”
sonucunu doğurduğu kabul edilmektedir (Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 14.10.2004 tarihli, 2004/157-134 ve 27.02.2003 tarihli,
2003/16-15 Esas ve Karar sayılı kararları bu yöndedir).
Somut olayda, Askerî Mahkemece, Dairenin bozma kararını
müteakip yeniden yapılan yargılama sırasında, 27.05.2011 tarihli
duruşmada bozma kararına uyulmayarak ilk hükümde direnilmesine
karar verilerek bozulan hükmün yeniden ve aynen kurulmuş olması, eski
hükümde neden direnildiğine dair gerekçeye yer verilmesi, nedeniyle son
hükmün direnme niteliğinde olduğu ve incelemenin Daireler Kurulunda
yapılması gerektiğine karar verilmiştir.
187
Bu açıklamalardan sonra temyiz konusu olaya dönüldüğünde,
Kurulumuzda ilk önce sanığın eyleminin askerî eşyayı çalmak
suçunu mu yoksa askerî eşyayı gizlemek suçunu mu oluşturacağı
tartışılmıştır.
ASCK'nın 131'inci maddesinde, her türlü askerî erzak, eşya ve
hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler, yahut ihtilas edenler veya
satanlar, yahut rehine verenler ve bunları bilerek satın alanlar veya rehin
kabul edenler veya gizleyenlerin cezalandırılacağı öngörülmüştür.
Askerî Yargıtay’ın yerleşik kararlarında da kabul edildiği gibi,
askerî şahsın her türlü askerî eşyayı bulunduğu yerden zilyedinin rızası
olmadan faydalanmak kastı ile alması sonucunda ASCK’nın 131/1’inci
maddesinde yer alan “askerî eşyayı çalmak” suçu oluşmaktadır.
Bu suçun oluşabilmesi için, failin kendisine veya başkasına fayda
sağlamak maksadıyla hareket etmesi yeterlidir. Öğretide “Faydalanma”
niyetinin sadece maddi faydaya yönelik olmadığı, varlığından zevk ve
güven duymak, seyretmek, avantaj sağlamak, kendini tatmin etmek gibi
maksatları de kapsadığı kabul edilmektedir (Faruk EREM,-Nevzat
TOROSLU: Türk Ceza Hukuku, Ankara 1983, 4’üncü Bası, s. 608-609;
Sulhi DÖNMEZER: Ceza Hukuku Özel Hükümler, 12’inci Bası, s. 304305).
Askerî Ceza Hukukuna özgü olarak düzenlenen askerî eşyayı
gizlemek suçu ise; genellikle çalındığı veya zimmete geçirildiği
konusunda herhangi bir emare bulunmayan askerî eşyalar bakımından
uygulama alanı bulmaktadır. Bu suç, ASCK’nın 131’nci maddesinde yer
almakla birlikte askerî eşyayı çalmak ve zimmet suçlarından unsurları
itibarıyla ayrılan bir suçtur. Askerî eşyayı gizlemek eyleminde, farklı
saiklerden kaynaklanan faydalanma niyeti mevcuttur. Eşyanın sahibini
takibata uğratmak, askerî birliğin düzen ve disiplinini bozmak, hatıra
olarak saklayıp koleksiyonuna dahil etmek gibi saiklerde, manevi yarar
elde etme niyeti mevcuttur. Ancak, bu suçun oluşumu için öngörülen
manevi unsur, askerî eşyayı çalmak için öngörülen “faydalanma
niyetinin” çok daha özel ve spesifik hâlidir. Nitekim Askerî Yargıtay’ın
yerleşik içtihatlarında, “askerî eşyayı gizlemek özel kastı” ısrarla
vurgulanmış, bu özel kastın ortaya çıkarılmasında failin saiki, eylemi icra
tarzı, oluşan sonuç ve suçun düzenlenmesinde hedeflenen hukuki yararın
göz önüne alınması gerektiği belirtilmiştir. (As.Yrg.Drl.Krl. 30.10.2003,
2003/82-87)
Somut olayda; J.Er K.A.’ya zimmetli 1 adet MP-5 makineli
tabanca, bu tabancaya ait 1 adet deri kütüklük, 3 adet şarjör ve toplam 82
adet tabanca mermisini bulunduğu yerden zilyedinin rızası olmadan
188
gizlice alıp karakol binası dışına çıkararak, yakınlarda bulunan bir evin
bahçesindeki tarım aletinin içerisine saklayan sanığın, arkadaşına
zimmetli mermi sayısının 58, aldığı mermi sayısının ise 82 olması
dikkate alındığında, söz konusu malzemeyi kendisine bir yarar sağlama
şuur ve iradesi ile kendi tasarruf alanına soktuğu, askerî eşyayı gizlemek
kastının ötesinde mal edinme kastı ile hareket ettiği ve dolayısıyla
eyleminin, “askerî eşyayı çalmak” suçunu oluşturduğu sonucuna
varıldığından, direnme hükmünün suç vasfı yönünden bozulmasına karar
verilmiştir. (Nitekim Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun 08.03.2007
tarihli ve 2007/5-11 sayılı kararı bu doğrultudadır.)
189
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.131
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0612
K.Nu. : 2012/0585
T.
: 27.04.2012
ÖZET
Sanığın, birlik dışarısına çıkarmaya çalıştığı eşyalar kendi
kullanımına tahsisli eşyalar ise zimmete teşebbüs; bir birlik
deposundan yahut diğer er ve erbaşlardan çalınmış eşyalar ise
askeri eşyayı çalmak; ne şekilde temin ettiği belli olmayan askerî
eşyalar ise askerî eşyayı gizlemek suçunun oluşup oluşmadığının
değerlendirilmesi gerekir.
Askerî Mahkemece “ Sanık Hv.P.Çvş. S.Y.’nin olay tarihinde
...K.lığı emrinde görevli olduğu, bulunduğu yerde, araç muhafızı olarak
görev yapmakta olduğu, ...K.lığı içinde çalışan bir işçiyi ikmal
merkezinden alıp evine bırakmakla görevli olduğu, araca hazırladığı valiz
ile birlikte bindiği, daha sonra işçiyi çalıştığı yerden alıp evine götürmek
için hareket ettiği, nizamiyeye geldiklerinde nöbetçi amirin durdurduğu,
arama yapmak için araçtan indirildiği, arama sırasında sanığın valizinde
bir adet kamuflaj ve bir çift bot bulunduğu…”şeklindeki bir kabul ile
sanığın, askeri eşyayı çalmak suçunu işlediği kabul olunarak, yazılı
olduğu şekilde mahkûmiyetine karar verildiği anlaşılmış ise de;
Suç vasfının doğru bir biçimde belirlenebilmesi için, sanığın valizi
içerisinde
nizamiyeden çıkarmaya çalıştığı askerî malzemelerin
(Dosyada bulunan malzeme teslim tutanağına göre, sanığa kullanımı için
bir çift bot verilmiş olması ve valizinden çıkan bir çift botun da
kullanılmamış yeni bir bot olması karşısında, bir çift botun sanığa
kullanımı için verilmiş askerî eşya olmadığı anlaşılmaktadır) sanığa
kullanımı için verilmiş eşya olup olmadığı veya sanığın bu askerî
eşyaları bir Birlik deposundan yahut diğer er ve erbaşlardan çalıp
çalmadığı veyahut ne şekilde temin ettiği belli olmayan askerî eşyalar mı
olduğu hususlarının araştırılması, sonucuna göre, Birlik dışarısına
çıkarmaya çalıştığı eşyalar kendi kullanımına tahsisli eşyalar ise,
zimmete teşebbüs; bir Birlik deposundan yahut diğer er ve erbaşlardan
190
çalınmış eşyalar ise askeri eşyayı çalmak, ne şekilde temin ettiği belli
olmayan askerî eşyalar ise askeri eşyayı gizlemek suçunun oluşup
oluşmadığının değerlendirilmesi gerektiğinden, hukuka aykırı bulunan
mahkûmiyet hükmünün noksan soruşturma yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
Bozma sebebi karşısında, sanığa isnat olunan, askeri eşyayı
çalmak suçunun, sırf askerî suç olmadığı gözetildiğinde, TCK’nın 50’nci
ve ASCK’nın 47/1-A ve Ek madde 8’inci maddesinin 1 ve 2’nci fıkraları
gereğince, öngörülen hapis cezasının, seçenek yaptırımlara çevrilmesi
mümkündür. Buna rağmen, Askerî Mahkemece, takdire yönelik bir
değerlendirme yapılmaksızın askeri eşyayı çalmak suçunun, sırf askerî
suç olduğu kabul olunarak öngörülen hapis cezasının, seçenek
yaptırımlara çevrilmemesinin hukuka aykırı olduğuna ve kabule göre
de, askeri eşyanın Birlik dışına çıkarılmadan ele geçirildiği dikkate
alındığında
teşebbüs
hükümlerinin
uygulanmasının
değerlendirilmemesi-nin eksiklik olduğuna işaret olunmuştur.
Tebliğnamede, sanığın valizinde bulunan askerî eşyaların
kullanılmış mı yoksa yeni malzeme mi olduğunun da araştırılması
gerektiği belirtilmiş ise de, bu malzemelerden bir çift botun henüz
kullanılmamış, kamuflajın ise az kullanılmış olduğunun saptanarak
tutanak altına alınmış olduğu gözetildiğinde, tutanak yeterli görülerek,
bu durum, noksan soruşturma olarak kabul edilmemiştir.
191
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/35
K.Nu. : 2012/35
T.
: 15.03.2012
ÖZET
Sanığın, farklı tarihlerde üç ayrı arkadaşının nüfus
cüzdanlarını zilyetlerinin rızası olmaksızın, faydalanmak maksadıyla
bulundukları yerlerden alarak kendi hüküm ve tasarrufu alanına
soktuğu ve çaldığı eşyaları eylemlerinin ortaya çıkmaması için
cüzdanında sakladığı, saklama olgusunun nüfus cüzdanlarının kanıt
niteliğini etkilemek amacıyla gerçekleşmediği, diğer bir deyişle,
sanığın resmî belgeyi gizlemek niyet ve kastıyla hareket etmediği;
eylemlerinin iki ayrı suç teşkil ettiğinden bahisle bölünemeyeceği,
sadece unsurları ve cezası ASCK’nın 132’nci maddesinde yazılı üç
ayrı arkadaşının bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğu sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eylemlerinin; sadece resmî
belgeyi gizlemek suçlarına mı yoksa arkadaşlarının bir şeyini çalmak ve
resmî belgeyi gizlemek suçlarına mı vücut vereceğine ilişkindir.
Daire; sanığın eylemlerinin bir bütün hâlinde, üç ayrı resmî belgeyi
gizlemek suçunu oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın eylemlerinin; üç ayrı arkadaşının bir şeyini
çalmak suçunu oluşturduğunu, ayrıca üç ayrı resmî belgeyi gizlemek
suçundan verilen görevsizlik kararlarının da uygun olduğunu ileri
sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; sanığın, 08.04.2009 tarihinde
Subay/Astsubay Tabldotunda görevlendirildiği, görevlendirildikten
birkaç hafta sonra terhis olan mağdur İs.Er H.K.'nin nüfus cüzdanını
Nisan 2009 tarihinde tam olarak tespit edilemeyen bir tarihte, mağdur
İs.Er R.D.'nin nüfus cüzdanını 2010 Ocak ayı içerisinde tam olarak tespit
edilemeyen bir tarihte, mağdur İs.Er M.Y.'nin nüfus cüzdanını ise
192
10.03.2010 tarihinde, mağdurların rızası olmaksızın bir şekilde aldığı,
mağdurlardan İs.Er M.Y.'nin durumu üstlerine bildirmesi üzerine,
16.04.2010 tarihinde yapılan üst ve dolap aramasında, sanığın cüzdanının
içerisinde mağdurlara ait nüfus cüzdanlarının bulunduğu, bulunan nüfus
cüzdanlarının fotoğraf kısımlarının açılmaya çalışıldığı anlaşılmakta,
esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir uyuşmazlıkta
bulunmamaktadır.
ASCK’nın “Üstünün, astının veya arkadaşının bir şeyini çalanlar”
başlıklı 132’nci maddesinde; “Bir üstünün, arkadaşının veya astının bir
şeyini çalan asker kişiler, altı aydan beş seneye kadar hapis cezası ile
cezalandırılırlar.”
Çalmak suçunun kanuni ve maddi unsurlarının düzenlendiği,
TCK’nın hırsızlık suçunu yaptırıma bağlayan 141’inci maddesinde ise
hırsızlık, “Zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınabilir bir malı
kendisine veya başkasına bir yarar sağlama kastı ile bulunduğu yerden
almak,” şeklinde düzenlenmiştir.
TCK’nın “Resmî belgeyi bozmak, yok etmek veya gizlemek”
başlıklı 205’inci maddesinde ise; “Gerçek bir resmî belgeyi bozan, yok
eden veya gizleyen kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır. Suçun kamu görevlisi tarafından işlenmesi hâlinde,
verilecek ceza yarı oranında artırılır.” düzenlemesi yer almaktadır.
TCK’nın 205’inci maddesindeki suçun koruduğu hukuki menfaat
kamunun güvenidir. Bu madde, mülga 765 sayılı TCK’nın 348’inci
maddesinin karşılığı olup, sözü edilen maddelerdeki düzenlemelerle
Kanun Koyucu, resmî bir belgenin bozulup ortadan kaldırılmasını
sahtecilik suçlarıyla bir tutmaktadır. Bu hükmün konulmuş olması, bazı
hâllerde resmî belgenin ortadan kaldırılmasının, sahte evrak
düzenlenmesi ya da değiştirilmesinden çok daha zararlı
olabileceğindendir. Gizleme, failin hareketine yön veren manevi unsura
göre hırsızlık veya sahtekarlık suçuna vücut verir. Gizlemek, resmî
belgenin ilgililerce kullanılmasını önlemek için saklanmasıdır. Bu suçun
oluşumu için, failin zarar vermek bilinci ile hareket etmesi, resmî
belgenin delil teşkil edici etkisini ortadan kaldırmak maksadını gütmesi
gerekir. Diğer bir deyişle, failin resmî belgeyi gizlemekle elde etmek
istediği sonuç, belgenin kanıt niteliğini etkilemek suretiyle hak sahibinin
o belgeden yararlanmasını engellemekten ibarettir.
Askerî Mahkemece; sanık hakkında yukarıda belirtilen eylemleri
nedeniyle üç ayrı arkadaşının bir şeyini çalmak suçunu işlediği kabul
edilerek mahkûmiyet hükümleri kurulmuş, üç ayrı resmî belgeyi
gizlemek suçlarından dolayı da görevsizlik kararları verilmiş ise de;
193
Sanığın, nüfus cüzdanlarını sahiplerinin rızası hilafına alması ve
kendisinde uzun süre bulundurması eylemlerini aynı kasıt altında işlediği
anlaşılmaktadır.
Sanık, gerek savunmasında, gerekse temyiz dilekçesinde; M.Y.’ye
daha önce borç para verdiğini, ancak geri alamadığını, bu mağdura
yönelik eylemini alacağını almak amacıyla, kızgınlıkla ve “Biraz
arasınlar!” diye gerçekleştirdiğini, R.D.’nin nüfus cüzdanını, M.Y.’nin
dolabında görüp aldığını, H.K.’nin nüfus cüzdanını ise temizlik yaparken
garson elbisesinin içerisinde bulduğunu ileri sürmüş olup, dosyada
sanığın beyanlarının aksini gösteren herhangi bir delil bulunmamaktadır.
Sanığın eylemlerinde; nüfus cüzdanlarını, zilyetlerinin rızası
olmaksızın, faydalanmak maksadıyla bulundukları yerlerden alarak kendi
hüküm ve tasarrufu alanına soktuğu ve çaldığı eşyaları eylemlerinin
ortaya çıkmaması için cüzdanında sakladığı, saklama olgusunun nüfus
cüzdanlarının kanıt niteliğini etkilemek amacıyla gerçekleşmediği, diğer
bir deyişle sanığın resmî belgeyi gizlemek niyet ve kastıyla hareket
etmediği; eylemlerinin iki ayrı suç teşkil ettiğinden bahisle
bölünemeyeceği ve sadece unsurları ve cezası ASCK’nın 132’nci
maddesinde yazılı üç ayrı arkadaşının bir şeyini çalmak suçunu
oluşturduğu sonucuna varıldığından, Başsavcılığın itirazına atfen Daire
kararının kaldırılmasına, Askerî Mahkemenin mahkûmiyet hükümlerinin
ve görevsizlik kararlarının bozulmalarına karar verilmiştir.
194
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 132
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/105
K.Nu. : 2012/114
T.
: 08.11.2012
ÖZET
Birliğe ait resmî mührün, zilyedine zarar vermek amacıyla ve
sahibinin rızası olmaksızın, bulunduğu yerden alınıp bulunmayacak
şekilde çöp tenekesine atılmasının, askerî eşyayı çalmak suçunu
oluşturacağı kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; sanığın
31.05.2009 tarihinde gerçekleştirdiği, xxxxxx kütük numaralı resmî
Mührü, Uzm.J.II.Kad.Çvş. Ş.D.'nin İlçe Jandarma Komutanlığındaki
çalışma odasındaki masanın üst çekmecesinden gizlice almak şeklindeki
eyleminin hangi suçu oluşturacağı noktasındadır.
Askerî eşya ön sorunu:
Bahse konu suçların konusunun ortak ve “Askerî eşya” olduğu
dikkate alındığında, xxxxxx kütük numaralı resmî Mührün “Askerî eşya”
olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir.
Yürürlükteki kanunlarda, “Askerî eşya”dan ne anlaşılması
gerektiğine ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Ordu Mal
Yönetmeliği’nde, Ordu elinde bulunan Devlet malına Ordu malı
denileceği belirtilmektedir. Askerî hizmetin ifası için tahsis edilen ve
Ordunun elinde (envanterinde) bulunan, yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin
kullanımına tahsis edilmiş tüm eşyanın, askerî eşya sayılacağı, Askerî
Yargıtay kararlarında kabul edilmiş bir keyfiyettir. (Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 23.03.2011 tarihli ve 2011/229-224 sayılı kararı aynı
yöndedir.)
Belirtilen nedenlerle; şüpheli J.Er S.B.'nin, Uzm.J.II.Kad.Çvş.
Ş.D.'nin İlçe Jandarma Komutanlığındaki çalışma odasında, masanın üst
çekmecesinde bulunan ve İlçe Jandarma Komutanlığına askerî hizmetin
ifası için tahsis edilmiş, 18 Kasım 2002 tarihli, xxxxxx kütük numaralı
Mührün “Askerî eşya” niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.
195
Sanığın eyleminin değerlendirilmesi:
ASCK’nın 131’inci maddesinde, her türlü askerî erzak, eşya ve
hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler, yahut ihtilâs edenler veya
satanlar, yahut rehine verenler ve bunları bilerek satın alanlar veya rehin
kabul edenler veya gizleyenlerin cezalandırılacağı öngörülmüş ancak,
çalmak ya da gizlemekten ne anlaşılması gerektiği madde metninde ya da
Kanunun diğer bir bölümünde açıklanmamıştır.
Askerî Ceza Kanununa göre genel nitelikte olan Türk Ceza
Kanunu’nun “Hırsızlık” başlığı altında düzenlenen 141’inci maddesinde
ise, zilyedinin rızası olmadan, başkasına ait taşınır bir malı, kendisine
veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden
alanların cezalandırılacağı öngörülmüştür.
Gizlemenin sınırları ise, yargı kararları ile çerçevelenmektedir.
TCK’nın 141’inci maddesinde öngörülen hırsızlık suçunun
oluşumu için gereken faydalanma kastının, maddi ya da manevi her türlü
yararı kapsadığı kabul edilmektedir.
Yürürlükteki TCK yönünden, çalmak suçu için, başkasına ait
olduğunu bildiği bir eşyayı, zilyedinin rızası olmadan, bulunduğu yerden,
faydalanmak kastı ile almak yeterlidir. Gizlemek için ise, sanığın kime
ait olduğunu bilmediği ve ancak kendisine tahsis edilmemiş veya
zilyetliğinde olmayan bir askerî eşyayı, sonradan kullanmak üzere
gizlenmesi olarak nitelendirilebilir.
Somut olayda sanık, mührü çöp tenekesine atmak suretiyle,
sonradan kullanmak yönünde bir amacı olmadığını ortaya koymuştur.
Dolayısıyla eylemin gizlemek olarak nitelendirilmesi mümkün değildir.
Mührü, zilyedinin rızası olmaksızın çekmeceden alan sanığın
eyleminin, “askerî eşyayı çalmak” suçuna vücut vereceği sonucuna
varıldığından, Başsavcılığın itirazının kabulüne karar verilmiştir.
196
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 136
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/29
K.Nu. : 2012/27
T.
: 23.02.2012
ÖZET
Nöbetçi olan sanığın, kendisine tebliğ edilmiş talimatlarla
yasaklanmış olmasına rağmen, kütüklüğündeki dolu şarjörü takmak
ve tam dolduruş yapmak suretiyle silahını atışa hazır hâle
getirdikten sonra havaya doğru üç el ateş etmesi eylemi; askerî
eşyanın kasten tahrip edilmesi veya özel menfaatinde kullanılması
kastını ortaya koyan açık, somut ve yeterli kanıt bulunmadığından,
ASCK’nın 136’ncı maddesinin birinci fıkrası kapsamında zarar
doğuracak şekilde nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu
oluşturmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin askerî eşyayı özel
menfaatinde kullanmak suçunu mu, yoksa zarara sebebiyet veren nöbet
talimatına aykırı hareket etmek suçunu mu oluşturacağına ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; sanığın eyleminin, ASCK’nın 130’uncu maddesinde
düzenlenmiş olan askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunu
oluşturduğunu kabul etmişken; Başsavcılık, ASCK’nın 136/1-B, C
madde, fıkra ve bentlerinde düzenlenmiş olan, zarara sebebiyet veren
nöbet talimatına aykırı hareket etmek suçunu oluşturduğu görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle dava konusu olayın ve
mevcut kanıtların incelenmesi gerekmektedir.
Olayın Gelişimi ve Kanıtlar
Dosya içeriğine göre; İstanbul’daki Birliğinde askerlik görevini
yapmakta olan şüphelinin, 24 Ocak 2010 tarihinde 19.00-21.00
saatleri arasındaki silahlı nöbet hizmeti sırasında, hiçbir gereği
yokken, kütüklüğünde bulunması gereken dolu şarjörü tüfeğine takıp
dolduruş yaptıktan sonra havaya doğru üç el ateş ettiği anlaşılmaktadır.
197
Sanık, ifadelerinde; askere gelmeden önce işlediği hırsızlık
suçlarından dolayı sekiz buçuk ay cezaevinde kaldığını, burada bir takım
sıkıntılar yaşadığını, ayrıca uyuşturucu madde bulundurmak suçundan
denetimli serbestlik tedbirine hükmedildiğini, askere gelmeden önce
AMATEM’de madde bağımlılığı nedeniyle, askerde iken de psikolojik
yönden ayakta tedaviler gördüğünü; evlenmeyi düşündüğü kız
arkadaşının, ailesinin evlenmelerine izin vermemesi sebebiyle intihar
teşebbüsünde bulunduğunu öğrendiğini, nöbet esnasında yaşadığı bu
sorunların aklına geldiğini, ondan sonra ne yaptığını bilmediğini, havaya
ateş etme kastı ile hareket etmediğini; nöbete gelmeden önce Nöbetçi
Subayına nöbet tutamayacağına ilişkin raporu olduğunu söylediğini,
Nöbetçi Subayının kendilerinde böyle bir bilgi bulunmadığını ve nöbet
tutması gerektiğini söyleyince, iddia edildiği gibi, “Ben yapacağımı
bilirim, ben nöbet tutmak istemiyorum” diye bir şey söylemediğini beyan
etmiştir.
Sanıkla birlikte nöbet tutmakta olan tanık P.Er A.Ş.; sanığın
nöbetten önce silah ve mühimmat alımı sırasında, Emniyet Nöbetçi
Subayına, şakayla karışık olarak nöbette havaya ateş açacağını
söylediğini, Nöbetçi Subayının bunu duymadığını, nöbete başladıktan
kısa bir süre sonra sanığın “yeter artık” diye bağırarak havaya üç el ateş
ettiğini; Emniyet Nöbetçi Subayı P.Atğm. H.U.; sanığın mühimmat ve
silah teslimi için geldiğinde, kendisine, nöbet tutamayacağına ilişkin
raporu olduğunu ve nöbet tutmaması gerektiğini beyan ettiğini;
kendisinin de ona, böyle bir raporun gelmediğini ve nöbet tutması
gerektiğini söylediğini, sanığın da sinirlenerek silahını ve mühimmatını
alıp dışarı çıktığını, sanığın dolu şarjörleri hücum yeleğindeki kütüklüğe
koyduğunu beyan etmişlerdir.
Sanığa tebliğ edilmiş olan Adatepe Nöbet Yeri Genel Talimatında,
mermilerin hücum yeleğinin sağ gözünde bulunacağı, nöbet yerinde
“doldur-boşalt” yapılamayacağı; Adatepe Nöbet Yeri Özel Talimatında;
dolu şarjörün hücum yeleğindeki kütüklükte muhafaza edileceği, silah
kullanma yetkilerini gerektiren hâllerde dolu şarjörün silaha takılacağı ve
silahın emniyete alınacağı; Emniyet ve Kaza Önleme Özel Talimatında;
tüfeğin boş olması gereken zamanlarda dolu şarjörün takılmayacağı, emir
verilmeden tam dolduruş yapılmayacağı hükümleri yer almakta; sanık da
beyanlarında, bu talimatların daha önceden kendisine tebliğ edilmiş
olduğunu beyan etmektedir.
Sanığın geçmişteki sabıka durumuna bakıldığında, askerde iken
başka bir suç işlememiş olduğu, askere gelmeden önce işlediği suçlardan
dolayı; İzmir 8’inci Çocuk Mahkemesinin 14.12.2007 tarihli kararıyla,
198
02.01.2007 tarihinde işlediği hırsızlık suçundan bir sene bir ay on gün
hapis cezasıyla, mala zarar verme suçundan 1.320 YTL adli para
cezasıyla cezalandırılmasına; İzmir 18’inci Asliye Ceza Mahkemesinin
25.06.2007 tarihli kararıyla, 23.02.2007 tarihinde işlediği hırsızlık
suçundan bir yıl üç ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına, cezanın
ertelenmesine; İzmir 7’nci Sulh Ceza Mahkemesinin 01.11.2007 tarihli
kararıyla, 11.03.2007 tarihinde işlediği kullanmak için uyuşturucu ve
uyarıcı madde satın almak suçundan denetimli serbestlik tedbirine tabi
tutulmasına karar verilmiş olduğu, cezaların yerine getirildiğine ilişkin
bir kayıt bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Sanığın psikiyatrik muayenesi yaptırılmış, antisosyal kişilik
özellikleri gösterdiği, cezai ehliyetini etkileyebilecek psikiyatrik bir
rahatsızlığı bulunmadığı belirlenmiştir.
Kabul Edilen Eylem ve İlgili Suçların İncelenmesi
Oluş şekli ve tanık anlatımları itibarıyla, sanığın, nöbeti esnasında,
silahını, kütüklüğündeki dolu şarjörü takmak ve tam dolduruş yapmak
suretiyle atışa hazır hâle getirdikten sonra, havaya doğru üç el ateş ettiği
anlaşılmaktadır.
ASCK'nın Birinci Kısım Üçüncü Babının “Mallara karşı diğer
cürümler” başlıklı Sekizinci Faslında düzenlenmiş olan 130’uncu
maddesinin birinci fıkrası: “Askerî eşyayı kasten terk veya kısmen yahut
tamamen tahrip eden, özürsüz kaybeden veya harap olmasına sebebiyet
veren veya özel menfaati için kullanan asker kişiler, eşyanın değeri,
önemi, meydana gelen hasarın miktarı ve fiilin işleniş şekline göre üç
aydan iki seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar.” hükmünü
içermektedir.
Bu madde ile korunmak istenen hukuki yarar, askerî hizmete
mahsus eşyaların kasten terk veya kısmen yahut tamamen tahrip
edilmesinin, özürsüz kaybedilmesinin veya harap olmasına sebebiyet
verilmesinin önüne geçilmesi; kişisel menfaatler için kullanılmasının
engellenerek, yalnızca askerî hizmet amacıyla kullanılmasının
sağlanmasıdır.
Askerî eşyayı özel menfaatinde kullanmak suçunun oluşması için,
failin, kasıtlı olarak hareket etmesi, diğer bir deyişle, askerî eşyayı özel
menfaatinde kullandığının bilincinde olması gerekmektedir.
Askerî eşyayı kasten tahrip suçu ile korunan hukuki menfaat ise,
askerî eşyaların tahrip edilmelerinin önlenmesi olup; bu suçun oluşması
için, failin askerî eşyayı tahrip etme kastıyla hareket etmesi
gerekmektedir. Kasıtlı olmayan kusurlu eylemlerle bu suçun işlenmesi
199
mümkün değildir ve bu durumda ancak askerî eşyanın harap olmasına
sebebiyet vermek suçunun varlığından söz edilebilir.
ASCK’nın Birinci Kısım Üçüncü Babının “Hizmet ve vazifenin
ihlali” başlıklı Dokuzuncu Faslında düzenlenmiş olan, “Dikkatsizlik
edenler” başlığı altındaki 136’ncı maddesinin birinci fıkrasında:
“1. Her kim askerî karakolun veya müfrezenin veyahut hususi bir
vazife ile mükellef olan bir kısım askerin kumandanı veya subaylarından
veyahut nöbetçi iken kasten veya tekâsülünden:
A: Kendisini verilen vazifeyi yapmayacak hâle korsa;
B: Nöbet mahallini terk ederse yahut verilen sair talimata mugayir
hareket ederse;
C: Her iki hâlde de bir mazarratı mucip olursa (....) iki seneye kadar
hapis ile cezalandırılır.”
Hükümleri yer almaktadır.
Maddeyle, askerî karakol veya müfreze komutanları ve subayları
ile nöbetçilerin, kendilerini vazifelerini yapamayacak hâle getirme, nöbet
yerini terk etme ve talimatlara aykırı hareket etme eylemleri, herhangi bir
zarara sebebiyet verilmiş olma koşuluna bağlı olarak yaptırıma
bağlanmıştır.
Suçun koruduğu hukuki menfaat, hizmet ve vazifenin gerektiği
şekilde yerine getirilmesidir. Failin kasıtlı olarak veya tekâsülle
(üşengeçlikle, taksirle) hareket etmesi, suçun oluşması için yeterlidir.
Bu açıklamalar kapsamında dava konusu olay incelendiğinde;
sanığın, silahını, askerî eşyayı kasten tahrip etmek veya askerî eşyayı
özel menfaatinde kullanmak kastıyla ve bilinçli olarak ateşlediğine
ilişkin, kuşkudan uzak, yeterli ve inandırıcı kanıt olmadığı; sanığın ne
yaptığını bilmediği yönündeki beyanları karşısında, daha önce nöbette
havaya ateş açacağını söylediğine ilişkin tanık P.Er A.Ş.’nin beyanlarının
bu yöndeki bir kabul için yeterli olmadığı değerlendirildiğinden, sanığın
eyleminin, ASCK'nın 136/1-B, C madde, fıkra ve bentleri kapsamına
giren zarara sebebiyet veren nöbet talimatına aykırı hareket etmek
suçunu oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Not: Daireler Kurulunun 05.04.2012 tarihli, 2012/50-46; 05.07.2012
tarihli, 2012/99-96 Esas ve Karar sayılı kararları da bu yöndedir.
200
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 137
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/24
K.Nu. : 2012/16
T.
: 02.02.2012
ÖZET
Nöbeti esnasında duyduğu hışırtı üzerine silahını tam
dolduruşa getiren, bir müddet sonra şüpheli durumun ortadan
kalktığını anladığında tüfeğinin şarjörünü çıkarıp kurma kolunu
çekip bırakan, mermi yatağını kontrol eden, ancak karanlık
nedeniyle namludaki mermiyi göremeyen sanığın, havaya nişan alıp
tetik düşürmesi eyleminin suç oluşturmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın eyleminin hizmette tekâsülle
harp malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek suçunu
oluşturup oluşturmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın, bir adet G3 piyade tüfeği mermisinin (fişeğinin)
patlamasına sebebiyet verme eyleminin, 477 sayılı Kanun’un 52’nci
maddesinde düzenlenen “Hizmete mahsus eşyanın harap olmasına
sebebiyet vermek” disiplin suçunu oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın eyleminin, hizmette tekâsül ile harp
malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek suçunu oluşturacağı
görüşündedir.
Dosyadaki delillerden; sanığın, 31.08.2010 tarihinde Dz.Er Y.K. ile
birlikte hazır kıta nöbetçisi olduğu, 04.00-06.00 saatleri arasında “Ladik”
diye tabir edilen ve birlik yerleşkesinden nispi olarak uzak, ormanlık bir
arazi görünümlü mevkide devriye görevi ifa ettikleri sırada saat 05.30
sıralarında bir hışırtı duymaları üzerine, sanığın, arkadaşıyla birlikte yere
çömeldiği, bu sırada olası bir tehlike karşısında hazırlıklı olmak amacıyla
hamili bulunduğu G3 piyade tüfeğinin kurma kolunu çekip bırakarak
silahına tam dolduruş yaptığı, emniyet mandalı kapalı konumda olacak
şekilde hışırtı sesinin geldiği tarafı gözetlemeye başladıkları, herhangi bir
şey görememeleri üzerine olay yerinden birliğe doğru intikale geçtikleri,
201
bu sırada sanığın silahının namlusunda mermi olabileceğini düşünerek
şarjörünü çıkardıktan sonra kurma kolunu çekip bıraktığı, bu hareketi
üzerine namlu yatağından mermi düşmemesi üzerine bu kez eliyle ve
gözüyle namlu yatağını kontrol ettiği, havanın karanlık olması nedeniyle
namlu yatağını iyi görebilmesi amacıyla diğer nöbetçi arkadaşının da
elindeki feneriyle sanığa yardımcı olmaya çalıştığı, yine bir şey
göremeyen sanığın, silahını havaya doğru doğrultarak tetik düşürdüğü
sırada silahının ateş aldığı, patlayan (sarf olunan) bir adet mermi
nedeniyle 1,15 TL tutarında Hazine zararının meydanı geldiği
anlaşılmaktadır.
Hizmette tekâsül ile harp malzemesinin mühimce hasarına
sebebiyet vermek suçunun düzenlendiği ASCK'nın 137’nci
maddesindeki anlamıyla “Tekâsül”, failin mecbur olduğu dikkat ve
ihtimamı göstermede lakayıt davranması olup, dava konusu olayda;
sanığın tetik düşürmek suretiyle merminin ateşlenmesine sebep olduğu,
eylemin işleniş biçimine göre, bir adet merminin ateş almasının, sanığın
lakayıt davranışından değil, aksine, tam dolduruşa getirmek zorunda
kaldığı silahının olası olumsuz etkilerini önlemeye çalışmış olmasından
kaynaklanması nedeniyle, bu unsur yönünden hizmette tekâsül ile harp
malzemesinin hasarına sebebiyet vermek suçunun oluşmayacağı; keza
atılı suçun oluşması için gereken şartlardan biri olan hasarın mühimce
olması kanuni unsurunun da olayda kullanılan G3 piyade tüfeğinde
herhangi bir hasara sebep olunmaması ve Hazine zararının sarf
malzemesi olan bir adet merminin harcanmasından doğmuş olması
karşısında da ASCK’nın 137’nci maddesinde düzenlenen suçun
oluşmayacağı; dolayısıyla Askerî Mahkemece; hizmette tekâsül ile harp
malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek suçundan tesis olunan
mahkûmiyet hükmünün isabetli olmadığı sonucuna varılmıştır.
Askerî eşyanın harap olmasına sebebiyet verilmesi hâlinde, oluşan
Hazine zararının miktarına göre, kamu davası disiplin mahkemesinde
veya askerî mahkemede görülmektedir. Bu kapsamda; 477 sayılı
Kanun’un 52’nci maddesinde düzenlenen “Hizmete mahsus eşyanın
harap olmasına sebebiyet vermek” disiplin suçu, değeri 250 TL’yi
geçmeyen hasarın oluştuğu “hizmete mahsus eşya” bakımından
işlenebilecek; ancak, hasar miktarının 250 TL’yi aşması hâlinde
ASCK’nın 130’uncu maddesinde düzenlenen “askerî eşyanın harap
olmasına sebebiyet vermek” suçu oluşabilecektir.
Dairece, Hazine zararının 1,15 TL olması nedeniyle, sanığın
eyleminin 477 sayılı Kanun’un 52’nci maddesinde düzenlenen askerî
202
eşyanın harap olmasına sebebiyet vermek disiplin suçunu oluşturacağı
kabul edilmiş ise de;
Sanığın, nöbet talimatına uygun olarak, silahı yarım dolduruşta
olduğu hâlde ve emniyeti kapalı olarak nöbetine başladığı, nöbet
hizmetini yerine getirdiği bölgenin şartlarına uygun olarak, haklı bir
nedenle silahını tam dolduruşa getirdiği, tehlikenin sona erdiğini
anladıktan sonra silahını tekrar nöbet talimatı gereğince yarım dolduruşa
getirebilmek için silahının şarjörünü çıkarttığı, kurma kolunu çekip
bıraktığı, atım yatağındaki merminin düşmemesi üzerine eliyle ve
gözüyle kontrol ettiği, kendisiyle beraber nöbet tutan arkadaşının
elindeki fenerden yararlanmasına rağmen karanlık nedeniyle, atım
yatağında kalan mermiyi göremediği, doldur boşalt işlemini başlangıçta
doldur/boşalt istasyonunda yapmış ise de; müessif bir olaya sebebiyet
vermemek için, doldur/boşalt istasyonuna dönmeden namluyu havaya
kaldırarak tetik düşürdüğü, bu arada merminin patladığı olayda, sanığın
özürsüz olarak askerî malzemenin harap olmasına sebebiyet vermek
suçunu da işlemediği sonucuna varıldığından, sübut yönünden, hukuka
aykırı bulunan mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
203
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 138
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/1
K.Nu. : 2012/1
T.
: 12.01.2012
ÖZET
Bölük Astsubayı ve Bölük Komutanı olarak görev yapmakta
olan sanıkların, Askerî Mahkemenin iki ayrı tarihte yazdığı
müzekkerelerin gereğini yerine getirmemek suretiyle memuriyet
görevini ihmal suçunu işlediklerinden bahisle açılan davada;
Sanıkların askerî mahkeme işini geciktirme özel kastıyla
hareket etmediklerinin; eylemleri sonucu, kişilerin mağduriyetine
veya kamunun ekonomik zararına sebep olma ya da kişilere haksız
bir menfaat sağlama hâllerinin gerçekleşmediğinin anlaşılmış olması
karşısında; eylemlerinin suç teşkil etmediğinin kabulüyle verilen
beraat hükümlerinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanıkların sübut
bulan eylemlerinin suç oluşturup oluşturmayacağına ilişkin
bulunmaktadır.
Daire, sanıkların eylemlerinin ASCK’nın 138’inci maddesi
kapsamında askerî mahkeme işine sekte vermek suçunu oluşturacağını
kabul etmişken, Askerî Mahkeme, sanıkların suç kastıyla hareket
etmedikleri ve eylemlerinin suç oluşturmadığı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, dava konusu olayın ve mevcut
kanıtların incelenmesi gerekmektedir.
Olayın Gelişimi ve Kanıtlar
Dosyada mevcut kanıtlara göre; …Komutanlığı Askerî
Mahkemesince …Komutanlığında görevli Hv.P.Er O.E. hakkında firar
suçundan yapılmakta olan yargılamada, 25.08.2008 tarihinde alınan ara
kararı gereğince, 26.08.2008 tarihinde Birlik Komutanlığına yazılan
müzekkere ile; anılan kişinin, 15.11.2006 tarihinde GATA Haydarpaşa
Eğitim Hastanesi’ne sevk edildiğine ilişkin belgenin, 15.11.2006 tarihli
birlik yoklamasının veya jurnalinin ve firara ilişkin tutanağın onaylı
suretlerinin gönderilmesinin istendiği;
204
Bu yazının 19.09.2008 tarihinde …Komutanlığına ulaştığı ve
bilgisayar üzerinden yazışma takip programı olan Doküman Yönetim
Sistemine (DYS) kaydedildiği, evrakın aynı gün Destek Grup
Komutanlığı Havuzuna aktarıldığı, Hizmet Bölük Komutanlığında Bölük
Astsubayı olarak görev yapmakta olan sanık Hv.P.Kd.Çvş. A.G.
tarafından 08.01.2009 tarihinde görülerek işleme alındığı ve 10.01.2009
tarihinde evrakla ilgili işlemin bitirildiğine dair kayıt düşülmesine
rağmen, müzekkere gereği olarak Askerî Mahkemeye yazı yazılmadığı;
Askerî Mahkemece 10.11.2008 tarihinde yapılan duruşmada, Birlik
Komutanlığına yazılan müzekkereye cevap verilmemiş olduğu
belirlendikten sonra, müzekkerenin CMK’nın 332’nci maddesi uyarınca
şerh düşülmek suretiyle tekidine karar verildiği, bu karar gereği olarak,
26.08.2008 tarihli müzekkere ilgi tutulmak ve bir sureti de eklenmek
suretiyle yazılan 14.11.2008 tarihli müzekkere ile, talimat akıbetinin
araştırılmasının ve çok ivedi yanıt verilmesinin istendiği, bu
müzekkerenin altına, CMK’nın 332 ve ASCK’nın 138’inci maddeleri
metinlerinin yazıldığı;
Bu yazının 01.12.2008 tarihinde …Komutanlığına ulaştığı ve
Doküman Yönetim Sistemine kaydedildiği, evrakın 02.12.2008 tarihinde
Destek Grup Komutanlığı Havuzuna aktarıldığı, Hizmet Bölük
Komutanlığında Bölük Astsubayı olarak görev yapmakta olan sanık
Hv.P.Kd.Çvş. A.G. tarafından 08.01.2009 tarihinde görülerek işleme
alındığı ve 10.01.2009 tarihinde evrakla ilgili işlemin bitirildiğine dair
kayıt düşülmesine rağmen, müzekkere gereği olarak Askeri Mahkemeye
yazı yazılmadığı;
27.01.2009 tarihinde, Askerî Mahkeme Hâkimi As.Hâk.Ütğm M.Y.
tarafından Hizmet Bölük Komutanlığının telefonla arandığı, Bölük
Astsubayı olarak görev yapan sanık Hv.P.Kd.Çvş.A.G. ile yapılan
görüşmede; müzekkerelerin Bölük Komutanlığına ulaştığı belirtilmesine
rağmen, gereklerinin neden yerine getirilmediği hususuna bir açıklama
getirilemediği, müzekkere gereğinin acil olarak Mahkemeye ulaştırılması
isteğinin, bu konuda hazırlanan 28.01.2009 tarihli yazı ve eklerinin aynı
tarihte Askerî Mahkemeye ulaştırılmak suretiyle yerine getirildiği;
02.02.2009 tarihinde yapılan duruşmada alınan ara kararı
gereğince; sanıklar hakkında, TCK’nın 257/2’nci maddesindeki
memuriyet görevini ihmal veya ASCK’nın 138’inci maddesindeki askerî
mahkeme işine sekte vermek suçundan dolayı suç duyurusunda
bulunulması ve Komutanlık tarafından soruşturma emri verilmesi üzerine
soruşturmaya başlanıldığı;
Anlaşılmaktadır.
205
Sanık Hv.P.Kd.Çvş.A.G., savunmalarında; 2008 yılı Haziran
ayından beri Hizmet Bölüğü İdari İşler Astsubayı olarak görev yaptığını,
idari işlerde kendisinden başka iki yazıcı askerin bulunduğunu,
…Komutanlığında evrak akışının 2007 tarihinden itibaren elektronik
sistem üzerinden yapıldığını, bu sistemde gelen dış yazışma evrakının
önce merkez kısma geldiğini, burada tarayıcıdan geçirilerek, Destek
Grubun ortak havuzu olan elektronik ortama atıldığını, ilgili birim
astsubaylarının da bu yazıları inceleyerek yazışmayı kendi havuzlarına
aktardıklarını, bu şekilde alınıp, gereği yapılan evrakın çıktısının
alındığını ve imzaya yetkili kişinin imzalaması sağlandıktan sonra
gönderen makama iletilmek üzere postaya verildiğini, Bölüğe gelen
yazıların kendisi tarafından sistemden çekilip gereğinin yapıldığını;
08.09.2008-26.09.2008 tarihleri arasında yurt içi bir kursta bulunduğu
için, 19.09.2008 tarihinde Destek Grup Havuzuna alınan 26.08.2008
tarihli müzekkerenin Hizmet Bölüğü Havuzuna aktarılamadığını, daha
sonra da havuzda çok fazla evrak bulunması nedeniyle göremediğini;
14.11.2008 tarihli evrakın da Destek Grup Havuzuna 02.12.2008
tarihinde aktarıldığını, ancak önceki müzekkere ile bağlantılı
olduğundan, sistem tarafından, tarihi eski olduğu için listenin alt
sıralarında bulunan önceki müzekkerenin olduğu bölüme aktarılmış
olduğunu, bu nedenle göremediğini; müzekkereleri 08.01.2009 tarihinde
açtığını, ancak aradan geçen zaman nedeniyle bunların gereğinin Bölük
Komutanı’nın talimatıyla yazıcı askerler tarafından yerine getirilmiş
olduğunu düşündüğü için bir şey yapmadığını; Bölükte 350’ye yakın
asker bulunduğunu, günde ellinin üzerinde evrak geldiğini, Askerî
Mahkeme talimatının yerine getirilmemesi gibi bir lüksünün ve kastının
olamayacağını, ilk müzekkerenin geldiği tarihte kursta olmasının ve
bilgisayar sisteminin buna neden olduğunu ifade etmiştir.
Sanık Hv.P.Ütğm. H.T.S., savunmalarında; Bölükte dış yazışmaları
hazırlamakla sanık Hv.P.Kd.Çvş. A.G.’nin görevli olduğunu, kendisinin
Bölük Komutanı olarak denetim ve gözetim sorumluluğu bulunduğunu;
ilk müzekkerenin geldiği tarihte yoğun tören faaliyetleri bulunması ve
sanık Abdülkadir’in kursta olması nedeniyle sisteme bakılamadığını,
sanık Abdülkadir’in kurs dönüşünde müzekkereyi görmemesi ve ikinci
müzekkerenin de bağlantı nedeniyle listenin alt sıralarındaki ilk
müzekkereyle birlikte yer alması nedeniyle işlem yapılamadığını,
durumun öğrenilmesi üzerine müzekkere gereğinin yerine getirildiğini;
suç kastı bulunmadığını beyan etmiştir.
Sanıklar hakkında Destek Grup Komutanı tarafından vaka kanaat
raporlarında; dava konusu olayın iş yoğunluğundan ve Doküman
206
Yönetim Sisteminin yeni öğrenilmesinden kaynaklandığı, kasıtlı bir
davranış olmadığı, sanıkların çalışkan ve başarılı personel olduğu
belirtilmiştir.
Eylemlerin Değerlendirilmesi
Askerî Ceza Kanunu’nun “Askerî Mahkeme işine sekte verenler”
başlığı altında düzenlenmiş olan 138’nci maddesinde: “Askerî
mahkemelerin vazifelerini ve muamelelerini makbul sebep olmaksızın
geciktiren altı aya kadar hapsolunur.” hükmü yer almakta olup; bu suçla,
askerî mahkemelerin görevlerini yerine getirmelerinin geciktirilmesi
yaptırıma bağlanmış bulunmaktadır. Madde metninde sadece askerî
mahkemelerden bahsedilmesine karşılık, askerî yargı faaliyetlerinin
süratle yerine getirilmesine ilişkin olarak korunmak istenen menfaat
kapsamında, askerî mahkeme kavramının soruşturma makamları olan
askerî savcılıkları da kapsadığı kabul edilmiştir.
Maddede, “gecikmeye sebep olan” ibaresi yerine “geciktiren”
ibaresine yer verilmesi dikkate alındığında, suçun oluşması için, askerî
yargı makamlarının yargılamayla ilgili işlemlerinin bilinçli olarak
geciktirilmesi gerektiği, çeşitli nedenlerle gecikmeye sebep olma hâlinin
suç kapsamında bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Buradan, suçun kasıtlı bir suç olduğu ve oluşması için failin askerî
mahkeme işini geciktirme eylemini bilerek ve isteyerek, bunun bilincinde
(farkında) olarak gerçekleştirmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır.
Oluşa göre; sanıkların, Askerî Mahkeme tarafından gönderilen
müzekkereleri, dikkatsizlik ve özensizlik olarak değerlendirilebilecek
eylemleri sonucu, görmedikleri veya gereklerinin yerine getirildiği
düşüncesiyle hareket etmiş olmalarından dolayı yanıtlamadıkları, telefon
görüşmesiyle durumu öğrenir öğrenmez istenilen hususları bildirmek
suretiyle bu konudaki tutumlarını gösterdikleri, yargılamayla ilgili
işlemlerin bilinçli olarak geciktirilmesi gibi bir niyetlerinin olmadığı,
böyle bir kasıt altında hareket ettiklerine ilişkin hiçbir bulgu, emare ve
kanıt bulunmadığı anlaşıldığından, inceleme konusu olayda ASCK’nın
138’inci maddesindeki suçun unsurları bulunmamaktadır.
TCK’nın 257/2’nci maddesinde yazılı memuriyet görevini ihmal
suçunun unsurlarından olan, görev gereklerinin yapılmasında gösterilen
ihmal ve gecikme sonucu; kişilerin mağduriyetine veya kamunun
ekonomik zararına sebep olma ya da kişilere haksız bir menfaat sağlama
hâllerinin gerçekleşmemiş olması nedeniyle, somut olayda bu suçun da
unsurlarının bulunmadığı görülmektedir.
Daire’nin bozma kararına ayrışık gerekçeyle iştirak eden Üyeler
tarafından; müzekkerelere zamanında yanıt verilmemesi sonucu
207
yargılamanın gecikmesine sebebiyet verilmek suretiyle, firar suçundan
yargılanmakta olan Hv.P.Er O.E.’nin mağduriyetine sebep olunduğu ve
görevi ihmal suçunun unsurlarının oluştuğu ileri sürülmüş ise de;
yargılamanın gecikmiş olduğuna ve böylece yargılanan kişinin
mağduriyetine sebep olunduğuna ilişkin somut bir iddia ya da şikâyet
bulunmadığı gibi, firar suçuyla ilgili yargılamanın bütün aşamalarına ait
bilgi ve belgelerde mevcut olmadığından, yargılanan kişinin
mağduriyetine sebebiyet verecek şekilde gerçekten bir gecikme olup
olmadığı da bilinememektedir. Kaldı ki; maddede ifade edilmek istenen
mağduriyet kavramının ne olduğu madde gerekçesinde açıklanmış olup;
burada, kişilerle ilgili özel bir uygulama sonucu somut hak ihlallerinin
söz konusu edildiği hususunda kuşku bulunmamaktadır.
Askerî Mahkeme tarafından yazılmış olan müzekkereleri Doküman
Yönetim Sisteminden Bölük Havuzuna alarak, gerekli işlemleri yapmak
görevinin Bölüğün İdari İşler Kısmında görevli olan sanık Hv.P.Kd.Çvş.
A.G.’ye ve burada görevli iki yazıcı askere ait olması sebebiyle, sanık
Hv.P.Kd.Çvş. A.G.’nin bir ihmalinden söz edilmesi, görevi ihmal
suçunun diğer unsurlarının varlığı hâlinde suç kastının varlığının da
tartışılması gerektiği kabul edilebilir ise de; Bölük Komutanı’nın bu
konuyla ilgili görevinin denetim ve gözetimle sınırlı olması ve
müzekkerelere cevap verilmediğini son aşamada öğrenmiş bulunmasına
göre; sanık Hv.P.Ütğm. H.T.S.’nin suç kastı ile hareket ettiğini ortaya
koyabilen belirlenmiş bir davranışının varlığından söz edilmesi de
mümkün değildir.
Sonuç olarak, gerekçeli hükümde açıklanan sebeplerle, sanıkların
üzerlerine atılı suçun unsurları itibarıyla oluşmadığının kabulüyle
verilmiş olan beraat kararlarında hukuka aykırılık bulunmadığından,
yerinde görülmeyen temyiz nedenlerinin reddiyle, beraat hükümlerinin
onanmasına karar verilmiştir.
208
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad.146
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1200
K.Nu. : 2012/1122
T.
: 03.10.2012
ÖZET
ASCK’nın 146’ncı maddesinin bir asker kişi hakkında
uygulanabilmesi için, suçta kullanılan askerî silah veya cephanenin
faile teslim edilmiş olması veya failin sorumluluğu altında bulunması
şart değildir. Asker kişinin görev, hizmet, statü veya konum
itibarıyla askerîyeye ait silah veya cephane ile yakın temas hâlinde
olması yeterlidir. Suçta kullanılan askerî mühimmatın sanığa teslim
edilmemiş olmasının veya askerî mühimmat olduğunun bilinmeyerek
hareket edilmiş olmasının, oluşacak suçun niteliğine ve bu suçla ilgili
yargılamayı yapacak askerî mahkemenin görevine bir etkisi
bulunmadığından, sanığın terhis edilmiş olması askerî mahkemeyi
görevsiz hâle getirmez.
Sanığın ve mağdur P.Er M.K.’nin, ...K.lığı emrinde askerlik
görevini yaptıkları sırada, içinde sanık ve mağdurun da bulunduğu 9
kişilik bir grubun, P.Uzm.Çvş. S.Ş.’nin emir komutasında 22.10.2010
tarihinde saat 18.00 sıralarında 400 m. Manga Muharebe Atış Alanında
bulunan elektronik hedefleri toplamak üzere atış alanına giderek
hedefleri Land Rover araca yükledikleri, bu sırada sanığın, yerde
patlamamış bir 66 mm.lik Law silahına ait antitank roket mühimmatı
bulduğu ve eline alıp inceleyerek mağdurun yanına doğru gittiği, bulduğu
roket mühimmatını, U şeklindeki elektronik hedef cihazının etrafındaki
duvarın üzerine yukarıdan bıraktığı, yere düşen roket mühimmatının
patladığı ve patlama sonucunda sanığın karın ve bacaklarından,
mağdurun da gözlerinden ve bacaklarından yaralandıkları, yapılan tedavi
sonunda düzenlenen doktor raporuyla, mağdurun hayati tehlike
geçirmediğinin, ancak yaralanmasının duyu ve organlarından birinin
sürekli zayıflamasına yol açtığının tespit edildiği, böylece sanığın, emir
ve talimatlara riayet etmeyerek arazide bulduğu cisimle oynamak ve
patlatmak suretiyle taksirle yaralama suçunu işlediği iddiasıyla,
209
ASCK’nın 146’ncı maddesi delaletiyle TCK’nın 89/1 ve 89/2-a
maddeleri gereğince cezalandırılması istemiyle kamu davası açıldığı,
sanığın 21.05.2006 tarihinde terhis edildiği anlaşılmaktadır.
Sanığa tebliğ edilen Atış Alanları Kullanma, Emniyet ve Bakım
Talimatında; atış alanlarının bakımı, temizlenmesi ve hedeflerin
toplanması safhasında patlamamış mühimmat veya tanımadığı herhangi
bir cisim gördüğü zaman kesinlikle dokunmayacağı, yerinden
kımıldatılmayacağı, başkalarının dokunmasına izin vermeyeceğine ve
süratle Takım veya Bölük Komutanına haber vereceğine ilişkin emirler
yer almaktadır.
ASCK’nın, “Başkasının yaralanmasına ve ölmesine sebep olanlar”
başlığını taşıyan 146’ncı maddesi; “Silahları ve cephanesi hakkında
dikkatsizlik ve nizamlara ve emirlere talimatlara riayetsizlik dolayısıyla
başkasının yaralanmasına veya ölmesine sebep olanlar hakkında Türk
Ceza Kanununun 455 ve 459 uncu maddelerine göre ceza verilir.”
hükmünü içermekte olup, maddedeki suç, yapılan bu atıf nedeniyle askerî
suç niteliği kazanmıştır.
Maddenin açık düzenlenmesi karşısında, asker kişilerin askerî silah,
mühimmat, teçhizat ve cephane hakkındaki taksirli eylemleri sonucu
ölüme veya yaralanmaya sebebiyet vermeleri hâlinde, ASCK’nın 146’ncı
maddesinin atfı nedeniyle 5237 sayılı TCK’nın 85 veya 89’ncu maddeleri
uygulanacaktır.
ASCK’nın 146’ncı maddesinin bir asker kişi hakkında
uygulanabilmesi için, suçta kullanılan askerî silah veya cephanenin faile
teslim edilmiş olması veya failin sorumluluğu altında bulunması şart
değildir. Asker kişinin görev, hizmet, statü veya konum itibariyle
askeriyeye ait silah veya cephane ile yakın temas hâlinde olması
yeterlidir. Asker kişiler, silah veya cephane kendisine fiilen teslim edilsin
veya edilmesin, her durum ve koşulda birlik içindeki tüm askerî silah ve
cephane ile ilgili emir ve talimatlara uymak ve taksirli hareketlerden
kaçınmak zorundadırlar (Benzer olaylarla ilgili Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 30.09.2010 tarihli ve 2010/91-90 E.K.; 29.06.2000 tarihli ve
2000/130-131 E.K.; 3’üncü Dairesinin 10.11.2009 tarihli ve 2009/28452844 E.K.; 17.09.2009 tarihli ve 2009/2566-2309 E.K.; Dairemizin
26.09.2007 tarihli ve 2007/1844-1930 E.K.; 2’nci Dairesinin 25.02.2004
tarihli ve 2004/241-237 E.K. ve 4’üncü Dairesinin 07.07.2003 tarihli ve
2003/704-703 E. K. sayılı kararları da bu yöndedir).
Somut olayda; yapılan kriminal incelemede, patlamaya neden olan
mühimmatın; omuzdan lançeri ile tek atımlık olarak sevk edilen, hafif
zırhlı hedeflere karşı kullanılmak üzere üretilmiş, menşei tespit
210
edilemeyen 66 mm.lik Law silahına ait antitank roket mühimmatı
olduğunun (Dz.88), yapılan araştırmada da, olayın meydana geldiği
Manga Muharebe Atış Alanında, 12.04.2010, 26.07.2010, 14.09.2010 ve
20-21.09.2010 tarihlerinde yapılan atışlarda Law roketi kullanıldığının
tespit edildiği (Dz.168, 266), dolayısıyla patlayan 66 mm.lik Law
silahına ait antitank roket mühimmatının “askerî mühimmat” niteliğinde
olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Söz konusu mühimmat kendisine
zimmetlenmemiş veya sorumluluğuna bırakılmamış olmakla birlikte,
sanık, askerlik hizmeti altında bulunmasının sağladığı kolaylıkla
mühimmata ulaşabilmiş ve kendisine tebliğ edilen emirlere aykırı olarak
kurcalamak suretiyle patlamasına sebebiyet vermiştir.
Askeri Mahkemece; “…sanığın bir malzeme bulduğu.Sanığın
bulduğu malzemenin mühimmat olduğunu bilmesi halinde patlatma riski
taşıyan bir şeyi yere fırlatması hayatın olağan akışına da uygun bir tarzı
değildir. Atış alanlarında yapılan atışlar sonrasında patlamayan
mühimmatın yelerinin tespit edilerek sürveyan marifetiyle imha edildiği,
sanığın da bu durumu uygulama sebebiyle bildiği göz önünde
bulundurulduğunda, sanığın bulduğu cismin law roketi mühimmatı
olduğunu bilmesinin de beklenemeyeceği kanaatine” varılmış denilerek ;
sanığın, bulduğu ve yere attığı cismin, bir silahın cephanesi olduğunu
bilmemesi nedeniyle, bir anlamda bu hatasından yararlanması gerektiği
ileri sürülmüş ise de ;
TCK’nın 30/1’inci maddesinin; “Fiilin icrası sırasında suçun
kanuni tanımındaki maddi unsurları bilmeyen bir kimse, kasten hareket
etmiş olmaz. Bu hata dolayısıyla taksirli sorumluluk hâli saklıdır.”
hükmünü içermekte olup, üzerine atılı suçun kasıtlı bir suç olması
halinde failin, suçun maddi unsurunu bilmeyerek hareket etmesi halinde,
kasten hareket etmiş olmayacağı açık olmakla birlikte bu şekildeki
hareketin fail yönünden taksirli sorumluluk doğurabileceği de açıktır.
Somut olayımızda, sanığın bulduğu cismin bir silah veya silahın
mühimmatı olduğunu bilmeyerek hareket ettiği kabul edilse bile ; sanığın
üzerine atılı olan suçun kasıtlı bir suç olmayıp, taksirli suç olması
nedeniyle, bu hatasından faydalanması mümkün değildir. Sanık, olayın
meydana geldiği yerin atış alanı olduğunu, burada çeşitli silahlarla atış
yapıldığını, bu atışlar sırasında patlamayan cephanenin atış alanında
kalabileceğini, patlamamış bu cephanenin kurcalanması, oynanması, sert
bir yere vurulması, atılması halinde patlayabileceğini bilebilecek
durumda olduğu, ayrıca bulunan cismin bir silaha ait cephane olabileceği
hususunun bilinmemesinin mümkün olmadığı, bulunan cismin herhangi
bir cisim olmadığının, örneğin bir taş, tahta olmadığının çok açık olduğu
211
göz önünde bulundurulduğunda, bu durumun sanık yönünden taksirli
sorumluluk doğurabileceğinin düşünülmesi gerekmektedir.
Bu itibarla, sanığın eyleminin, ASCK’nın 146’ncı maddesi
kapsamında irdelenmesi gerektiği, suçta kullanılan askerî mühimmatın
sanığa teslim edilmemiş olmasının veya askeri mühimmat olduğunun
bilinmeyerek hareket edilmiş olmasının, oluşacak suçun niteliğine ve bu
suçla ilgili yargılamayı yapacak Askerî Mahkemenin görevine bir
etkisinin bulunmadığı ve sanığın 16.05.2011 tarihinde terhis edilmiş
olmasının Askerî Mahkemeyi görevsiz hâle getirmediği sonucuna
varıldığından, görevsizlik kararının bozulmasına karar verilmiştir.
212
ASKERİ CEZA KANUNU
Mad.146
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0194
K.Nu. : 2012/0170
T.
: 07.02.2012
ÖZET
Sanık ile ölenin samimi arkadaş olmaları, aralarında bilerek ve
isteyerek öldürmeyi gerektirecek bir nedenin veya herhangi bir
husumetin bulunmaması, sanığın öleni kasten vurduğunu gösteren
kesin ve inandırıcı hiç bir belirtinin ve delilin mevcut olmaması,
olayın hemen öncesinde aralarında tartışmanın bulunmaması,
olaydan sonra sanığın üzüntüsünden şoka girdiği yönünde belirtiler
göstermesi, eylemin gelişimi sürecinde taraflar arasında birbirini
tahrik edici davranışların bulunmaması hususları birlikte
değerlendirildiğinde, sanığın eyleminin silahı ve cephanesi hakkında
tedbirsizlik, dikkatsizlik, talimat ve emirlere aykırı hareket etmek
sonucu, taksirle ölüme sebebiyet vermek suçunu oluşturduğunun
kabulünde isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Sanığın, 09.08.2009 tarihinde ...Tepe isimsiz üs bölgesinde,
müteveffa P.Er M.K. ile birlikte ayrı mevzide görevli oldukları, gündüz
her mevzide bir askerin bulunduğu, ancak birbirlerini kontrol etmek
amacıyla mevziler arası gidip gelebildikleri, sanığın kendi mevzisinden
çıkarak müteveffanın bulunduğu mevziiye gittiği, birlikte silah bakımı
yaptıkları, sanığın silahının üzerine zimmetli xxxxx seri numaralı HK33E piyade tüfeği olduğu, müteveffanın önce kendi silahını temizlediği,
daha sonra sanığın kendi silahını temizlemeye başladığı, silah bakımının
bitmesi üzerine sanığın silahının kurma kolunu çekip bıraktığı, şarjörü
çıkartmak istediği, ancak şarjörü çıkartamadığı, bunun üzerine
müteveffanın da sanığa şarjörü çıkartırken yardım etmek istediği, bu
sırada sanığın elinin tetiğe değmesi nedeniyle silahın ateş aldığı ve
müteveffa P.Er M.K.’nin karın bölgesinden yaralandığı, ilk müdahalenin
olay yerinde sanık tarafından yapıldığı, müteveffanın hücum yeleğini
çıkarttığı, kalp masajı yaptığı, olay yerinden koşarak ilk yardım çantasını
213
almaya gittiği, bu sırada bağırdığı, “Mehmet, Mehmet” dediği, yolda
sanığı Uzm.Çvş. S.Y.’nin gördüğü, sanığın şoka girdiği ve ellerinin
titrediği, Uzm.Çvş. S.Y.’ye kazayla P.Er M.K.’yi vurduğunu söylediği,
daha sonra olay yerine doktorun geldiği, damar yolu açıldığı ve P.Er
M.K.’yi helikopter ile hemen hastaneye sevk edildiği; mevziide görevli
olan askerlerin silahlarının yarım dolduruşta bulunduğu, yani şarjör
silaha takılı emniyetin kapalı olduğu, silahı sanığın temizlerken
emniyetini fark etmeden açmış olabileceği, sanığın bu hususu
hatırlayamadığı, sanığın olay anında altı aylık asker olup, mekanik
nişancılık eğitimi aldığı, kendisine olaydan önce emniyet ve kaza önleme
özel talimatlarının tebliğ edildiği, bu talimatlara göre hiçbir şekilde
canlıya silah doğrultulmayacağının sanık tarafından bilindiği, sanığın
buna rağmen tedbirsiz ve dikkatsiz davranarak silahın emniyetini
farkında olmadan açtığı, şarjörü çıkartmaya çalıştığı sırada namlunun
müteveffayı gösterdiği ve sanığın elinin tam dolduruşta olan silahın
tetiğine gittiği, silahın ateş alması sonucu P.Er M.K.’nin, sevk edildiği
Asker Hastanesinde vefat ettiği; yapılan otopsi ve ölü muayene işlemi
sonucunda müteveffanın vücudunda boğuşma, darp, cebir izi, delici,
kesici ve ezici alet izine, zehirlenme bulgusuna rastlanmadığının,
müteveffanın kesin ölüm sebebinin ateşli silah mermi çekirdeği
yaralanmasına bağlı tranverskolon, duedonum ve abdaminal aort hasarı
ve kanamasından kaynaklandığının belirtildiği; Jandarma Bölge Kriminal
Laboratuar Amirliği tarafından, sanığa zimmetli ve olayda kullanılan
15625 seri numaralı HK-33E piyade tüfeğinde yapılan inceleme
sonucunda silahın kendiliğinden ateş alacak herhangi bir mekanik
arızasının bulunmadığının belirtildiği, Jandarma Genel Komutanlığı
Kriminal Amirliği tarafından düzenlenen raporda ise, atışın uzak atış
olduğunun tespit edildiği, dosyada mevcut delillerden maddi vaka olarak
anlaşılmaktadır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, adam öldürme fiillerinde, suç
niteliğinin belirlenebilmesi, sanığın suç kastının saptanması ile mümkün
olmaktadır. Kast, suçu teşkil eden hareketin neticelerini bilerek ve
isteyerek işlemek iradesidir. Yani, irade sadece hareketi değil, aynı
zamanda neticeyi de kapsamalıdır. İstenilen ve meydana gelen neticenin
uygun olması hâlinde kastın varlığından söz edilebilir. Kastın varlığının
kabulü için; failin iradesinin hem suçu oluşturan fiile, hem de bu fiilden
meydana gelecek neticeye yönelik olması gerekmektedir. Failin
iradesinin sadece fiile yönelik olması, neticenin istenmemiş veya
düşünülmemiş olması hâlinde ise kasttan değil, ancak taksirden söz
edilebilir.
214
Yerleşik yargı kararlarına göre, adam öldürme suçlarında failin iç
dünyasını ilgilendiren kastının belirlenmesinde, failin dışa yansıyan
davranışlarından hareket edilerek bir sonuca ulaşmak mümkündür. Bu
bağlamda;
(a) Fail ile ölen arasında olay öncesine dayalı, öldürmeyi gerektirir
bir husumetin bulunup bulunmadığı;
(b) Failin olayda kullandığı aracın öldürmeye elverişli olup
olmadığı;
(c) Failin, davranışlarına kendiliğinden mi, engel bir sebebin etkisi
ile mi son verdiği;
(d) Olay sonrasında failin ölene yönelik davranışları gözetilerek,
failin olay sırasındaki konumu, davranışları ve kullandığı vasıtanın
özellikleri itibariyle suç kastının ortaya konulmasının gerekli olmasının
yanı sıra, ölendeki darbe sayısı ve şiddeti, darbenin vurulduğu bölgenin
hayati bakımdan önemi ve failin kullandığı aracın kullanılış biçimi de
failin kastının belirlenmesinde önem arz etmektedir.
Özellikle, değerlendirme yapılırken, öldürme sonucunu doğuran
hareketlerin iradi olarak yapıldığı sonucuna varılsa bile, netice
istenmemiş veya neticenin istenmiş olduğuna ilişkin kesin ve inandırıcı
deliller elde edilememiş ise, olayda kastın değil, taksirin varlığını kabul
etmek gerekir.
Taksir; 5237 sayılı TCK’nın 22’nci maddesinde, “Dikkat ve özen
yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın suçun kanuni
tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde
tanımlanmaktadır.
Bilinçli taksir ise, TCK’nın 22/3’üncü maddesinde; “Kişinin
öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi”
olarak tanımlanmaktadır.
Kanundaki düzenlemelerden de açıkça görülebileceği üzere, taksir
ile bilinçli taksir arasındaki fark, taksirde failin öngörülebilir nitelikteki
neticeyi öngörmemesi, bilinçli taksir hâlinde ise bu neticeyi öngörmüş
olmasıdır.
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay kararlarında, öldürme
sonucunu doğuran bir dizi hareket iradî olarak yapılmış olmakla birlikte
sonuç istenmemiş ise, olayda kastın değil taksirin bulunduğu, eylemin
kasten işlendiğinin kabulü için, sanığın iradi davranışlarını arzuladığı
neticeyi elde etmek amacıyla, bilerek ve isteyerek yaptığının hiçbir şüphe
ve tereddüde yer vermeyecek şekilde ortaya konulması gerektiği, adam
öldürmenin kasten işlendiği konusunda şüphe ve tereddüt varsa, bu
durumun sanık aleyhine yorumlanamayacağı kabul edilmektedir.
215
Öte yandan, sanık ile ölen M.K.’nin samimi arkadaş oldukları tüm
birlik personeli tarafından ve ölenin babası tarafından ifade edilmiş olup,
bu durum aralarında bir sorun bulunmadığını ortaya koymaktadır.
Ayrıca, ölenin vücudunda kavga ya da boğuşmayı akla getirecek
darp veya cebir izi mevcut değildir. Dinlenilen tanık beyanlarına göre
sanık, ölenin yaralanmasından büyük bir üzüntü duyarak şoka girmiş ve
meydana gelen neticenin tasavvur ve iradesine uygun düşmediğine
delalet eden psikolojik tepkiler göstermiş, sıhhiye görevlisi olması
sebebiyle de ilk tıbbi müdahaleyi gerçekleştirmiştir. Esasen mevzii
görevi esnasında sanığın öleni kasten vurmasını gerektirecek bir sebep de
ortaya çıkmamıştır.
Yapılan açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde; sanıkla
ölenin samimi arkadaş olmaları, aralarında bilerek ve isteyerek öldürmeyi
gerektirecek bir nedenin, herhangi bir husumetin bulunmaması, sanığın
öleni kasten vurduğunu gösteren kesin ve inandırıcı hiç bir belirtinin ve
delilin mevcut olmaması, olayın hemen öncesinde sanıkla ölen arasında
bir tartışmanın bulunmaması, olaydan sonra sanığın üzüntüsünden şoka
girdiği yönünde belirtiler göstermesi, ayrıca mevcut delillere göre,
sanığın öleni kasten öldürmesi için hiçbir sebebin ortaya konamaması,
eylemin gelişimi sürecinde taraflar arasında birbirini tahrik edici
davranışların bulunmaması hususları birlikte değerlendirildiğinde, Askerî
Mahkemece yasal ve inandırıcı gerekçelerle, sanığın eyleminin silahı ve
cephanesi hakkında tedbirsizlik, dikkatsizlik, talimat ve emirlere aykırı
hareket etmek sonucu, taksirle (öngörülebilir neticeyi öngörmeyerek)
ölüme sebebiyet vermek suçunu oluşturduğunun kabulünde isabetsizlik
bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
TCK’nın 22/4’üncü maddesinde, taksirle işlenen suçtan dolayı
verilecek olan cezanın failin kusuruna göre belirleneceği öngörülmüştür.
TCK’nın 61/1’inci maddesinde de; hâkimin iki sınır arasında temel
cezayı belirlerken, suçun işleniş biçimini, suçun işlenmesinde kullanılan
araçları, suçun işlendiği zamanı ve yeri, suçun konusunun önem ve
değerini, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını, failin kast veya
taksire dayalı kusurunun ağırlığı ile failin güttüğü amaç ve saiki göz
önünde bulundurmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Mevcut
düzenlemelere göre, hâkim yasal gerekçelerini göstermek suretiyle iki
sınır arasında temel cezayı serbestçe belirleyebilecektir. Bu belirleme
hâkimin takdir hakkı içinde olmakla birlikte, bu takdirini kullanırken
anılan maddede sayılan nesnel ve öznel ölçütleri gözetmesi, yanılgıya,
çelişkiye düşmemesi gerekmektedir.
216
Her olayın özelliğine göre, taksire dayalı kusurun ağırlığı farklılık
arz edebileceğinden, bu hususta önceden bir belirleme yapmak olanağı da
bulunmamaktadır.
Ancak, failin taksir teşkil eden tek bir hareketi sonucu meydana
getirmiş olabileceği gibi, her biri taksir teşkil eden birden fazla
hareketinin birleşmesiyle de sonuç meydana gelmiş olabilir. Bir başka
ifadeyle, failin hem tedbirsizlik ve dikkatsizliği veya meslek ve sanatta
acemiliği, hem de emir ve talimatlara riayetsizliği suç teşkil eden
neticeye yol açmış olabilir. Her iki durumda da failin taksiri söz konusu
olmakla birlikte, son durumda kusurlu davranışları daha ağır olduğundan,
kusurunun daha yoğun olduğunu kabul etmek gerekir.
Diğer taraftan, mağdurun kusurlu hareketinin neticenin
gerçekleşmesinde sanığın kusuruna katkıda bulunduğu durumda da,
sanığın tek başına kusurlu olmasına göre daha az yoğunlukta kusurdan
söz etmek mümkündür.
Sanığın, görev sırasında taşıdığı silahın eğitimini gördüğü, atış
yaptığı ve silahın emniyeti ile ilgili talimatların kendisine tebliğ edildiği,
dolayısıyla silahın kullanımı, mekanik işleyişi ve emniyeti konusunda
yeteri kadar bilgi ve beceri seviyesinde olduğu anlaşılmaktadır.
Dosyada mevcut deliller ışığında yapılan kabule göre, sanığın
kusurundan bahsedilerek cezanın teşdiden verilmesine ilişkin gerekçe ve
takdir yönünden de bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Ancak, TCK’nın 50/4’üncü maddesinde; “Taksirli suçlardan dolayı
hükmolunan hapis cezası uzun süreli de olsa; bu ceza, diğer koşulların
varlığı hâlinde, birinci fıkranın (a) bendine göre adlî para cezasına
çevrilebilir. Ancak, bu hüküm, bilinçli taksir hâlinde uygulanmaz”
düzenlemesi yer almaktadır.
Bu itibarla, somut olayda bilinçli taksir hükümlerinin
uygulanmamış olması ve sanığa verilen uzun süreli hapis cezasının
seçenek yaptırımlara çevrilmesine yasal engel bulunmaması karşısında,
gerekçeli hükümde sanığa verilen hapis cezasının, yasal imkânsızlık
nedeniyle adli para cezasına çevrilmediği yönündeki gerekçe hatalı
olduğundan, mahkûmiyet hükmünün uygulamaya ilişkin gerekçe
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
217
ASKERÎ CEZA KANUNU
Mad. 148
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/126
K.Nu. : 2012/120
T.
: 15.11.2012
ÖZET
Sanığın, siyasi amaçlı konvoy ve mitinge bilerek ve isteyerek
katıldığına dair ve savunmalarının aksini ortaya koyabilecek
nitelikte delil bulunmadığı gibi, bu gün itibarıyla araştırma
yapılması hâlinde de bu yönde delil elde etmenin mümkün olmaması
karşısında, üzerine atılı suçun unsurları itibarıyla oluşmadığı
sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, suçun
sübutuna ilişkindir.
Sanığın, 03.03.2009 tarihinde bir aylık hava değişimine
gönderildiği, hava değişimindeyken, …Partisi tarafından, 27.03.2009
tarihi itibarıyla, yerel seçimleri kutlamak amacıyla düzenlenen konvoy ve
mitinge katılmak için, Nazımiye ilçesinden Tunceli iline hareket eden,
…Partisi bayraklarıyla süslenmiş sekiz araçlık konvoydaki, 62 XX XXX
plakalı minibüsün içerisinde bulunduğu, taraflarca mutabık kalınan
hususlardır.
Sanığın tüm savunmaları; İlçeden İl Merkezine giden bütün
minibüslerde, …Parti bayrağı ve diğer süsleme malzemesinin bulunduğu,
kendisinin amacının miting için değil, aynı kapsamda yapılacağı
bildirilen konsere katılmak şeklinde olduğu üzerinedir.
Dosya içindeki miting duyurusundan, sanatçılar R. ve M.A.’nın da
miting alanında bulunacağı anlaşılmaktadır, dosyada başka bir delil
bulunmadığından ve broşürde, isimleri “SANATÇILAR” başlığı altında
verildiğinden, sanığın savunmaları da dikkate alınarak, mitingin konserle
sonlanacağı kabul edilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.06.2003 tarihli ve 2003/6059 sayılı kararında da vurgulandığı üzere; Türk yurdunu ve Anayasa ile
tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumakla
218
vazifeli olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her türlü siyasi tesir ve
düşüncelerin dışında ve üstünde olduğu, TSK İç Hizmet Kanunu’nun
43’üncü maddesinde vurgulanmış ve bu amaçla Silahlı Kuvvetler
mensuplarının siyasi parti ve derneklere girmeleri, bunların siyasi
faaliyetlerine katılmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine
karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları
yasaklanmıştır. Ayrıca bu tür eylemlerde bulunmaları suç sayılarak
ASCK’nın 148’inci maddesiyle yaptırıma bağlanmıştır.
Madde de; siyasi bir partiye üye olmak için müracaat eden veya
herhangi bir suretle siyasi partilere girenlerin, siyasi amaçla toplantı
yapan veya aynı amaçla siyasi gösterilere katılanların, siyasi amaçla
nutuk söyleyen, demeç veren, yazı yazan veya telkinde bulunanların,
siyasi toplantılara resmî veya sivil kıyafetle katılanların ve herhangi bir
sebeple yalnız veya toplu olarak siyasi mahiyette beyanname hazırlayan,
hazırlanmış beyannameyi imzalayan, imzalatan veya yayın organlarına
ulaştıran veya dağıtanların, cezalandırılacakları belirtilmektedir.
Başlangıçta sanığın eyleminin, siyasi toplantılara resmî veya sivil
kıyafetle katılmak kapsamında değerlendirilmekte iken, sanığın
minibüste olduğunun henüz Nazımiye ilçe çıkışında belirlenmiş olduğu
gözetilerek, siyasi amaçla siyasi gösterilere katılmak olarak
değerlendirildiği görülmektedir. Gerçekten de, 27.3.2009 tarihinde saat
09.15’de yapılan kimlik kontrolünde, henüz Nazımiye ilçesi sınırları
içerisinde bulunduğu tutanaktan anlaşılan sanığın, Tunceli’deki
toplantıya katıldığından söz etmek mümkün görülmemiştir.
ASCK’nın 148’inci maddesine, siyasi gösteriden ne anlaşılması
gerektiğine ilişkin bir tanım bulunmamaktadır.
2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 2’nci
maddesinin (b) bendinde; gösteri yürüyüşünün, belirli konular üzerinde
halkı aydınlatmak ve bir kamuoyu yaratmak suretiyle o konuyu
benimsetmek için gerçek ve tüzel kişiler tarafından bu Kanun
çerçevesinde düzenlenen yürüyüşleri kapsadığı belirtilmiştir. Bu
şekildeki gösterilerin siyasi amaçla yapıldığı hâllerde, ASCK’da
öngörülen, siyasi gösteriden bahsedilebileceği açıktır.
ASCK’nın 148’inci maddesinin (b) bendinde, “Siyasi amaçla
toplantı yapan veya aynı amaçla siyasi gösterilere katılanlar” hükmü
öngörülmüştür. Bahse konu suçun sübutu için, siyasi bir gösteri içinde
olmak yeterli olmayıp, söz konusu gösteriye siyasi amaçla katılınmış
olduğunun da belirlenmiş olması gerekmektedir.
Dava dosyasında; mitinge katılmak üzere Nazımiye’den yola çıkan
minibüslerde asılı bayrak ve flamalar dışında, sanığın ya da diğerlerinin,
219
slogan attıkları, tezahüratta bulundukları, pankart ya da flama taşıyıp
salladıklarına ilişkin bir bilgi bulunmamaktadır.
Mitinge giden araçların veya içlerindeki grubun, yolculuğu başlı
başına
gösteriye
dönüştüren
eylemleri
bulunduğu
ortaya
konulamadığından, sanığın siyasi gösteri içinde bulunduğunu söylemek
de mümkün değildir.
Ayrıca; sanığın, konsere gittiği yolundaki savunmalarının aksi de
ortaya konulamadığından, siyasi amacı bulunduğunu söylemek de
mümkün görülmemiştir.
Belirtilen nedenlerle; sanığın, siyasi toplantılara katıldığı ya da
siyasi amaçla yapılan gösterilere katıldığını kabule yeterli delil
bulunmadığı sonucuna varılarak, Başsavcılık itirazının reddine karar
verilmiştir.
220
ASKERÎ CEZA KANUNU
Ek Mad.1
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0129
K.Nu. : 2012/0121
T.
: 24.01.2012
ÖZET
Kullanmak için satın alınan aracın bir süre kullanılarak
satılması hayatın olağan akışına uygun olmakla birlikte, araçların
çok kısa sürede hiçbir sorumluluk doğurmayacak şekilde ve sıklıkla
asıl satıcılardan devir alınmaksızın alınan vekâletnameye bağlı
olarak başka birine satışının yapıldığı, aralarında dostluk,
tanışmışlık ya da hatır ilişkisi bulunmayan kişilerden araç satın
alındığı veya bu kişilere araç satıldığı görülmektedir.
Yapılan tüm alım satımlara yönelik devir işlemlerinin
tamamlanmasının mesai saatleri içinde gerçekleşmek zorunda olması
karşısında, sanığın hizmetini aksatmadan, mesaisini bu faaliyete
harcamadan ve hiçbir faaliyet göstermeden bu işi yapmasının
mümkün olmadığı da açıktır.
Sanığın kazanç gayesi içerisinde, süreklilik arz edecek nitelikte,
sınıfının da kendisine tanıdığı bilgi birikimini de kullanarak, araç
alım satımı yapmak suretiyle ticari faaliyette bulunarak atılı suçu
işlediği sonucuna ulaşılmıştır.
Sanık Ulş.Bçvş. S.U. hakkında sivil şahıs Y.S. tarafından verilen
şikayet dilekçesinde özetle; kardeşi A.S.’nin Erzurum’da Sigorta
Eksperliği yaptığını ve oto servisi olduğunu, sanıkla Erzurum’da görev
yaparken 2002 tarihinde tanıştıklarını, beraber ticaret yapmaya, araba
alıp satmaya başladıklarını, sanığın Malatya’ya tayin olduktan sonra da
araba alım-satım işlerinin karşılıklı devam ettiğini, kardeşinin S.U.’dan
aldığı her arabanın parasını ödediğini, yapılan bir alım satım sonucu
kardeşinin verdiği çekleri geri iade etmesi gerekirken etmeyip işleme
koydurduğunu, kardeşinin çek kanununa muhalefetten hapse atıldığını,
cezaevinde olduğunu, ibraz ettiği 9 adet çek fotokopisinin arkasında
sanığın hesap numarasının bulunduğunu, bankadan bu hesap numarası
hakkında bilgi istenildiğinde gayri resmi olan bir ticarette milyarlarca
221
paranın nasıl geldiğinin anlaşılacağını belirtmesi üzerine yapılan
soruşturma sonucu açılan kamu davasında;
Sanığa ait banka hesap hareketlerinden sanıkla aralarında para
alışverişi olduğu tespit edilen tanıkların anlatımlarına göre, sanığın
süreklilik arz edecek nitelikte araba alım satım işi yaptığı konusunda bir
tereddüt bulunmamaktadır.
Sanık savunmalarında, araba alım satım işlerini arabalara olan
merakından veya tanıdıklarına yardım amaçlı yaptığını, ticari bir boyutta
olmadığını beyan etmekle birlikte;
Dava dosyası içerisindeki belgelerden ve tanık anlatımlarından
sanığın, çok farklı marka ve modelde, sayıca araba hobisi veya merakının
ötesinde araba alım satımı yaptığı, bu arabaları kısa süreler ile zilyet veya
malik olarak üzerinde bulundurması sonrası sattığı, tayin edilerek görevi
gereği bulunduğu her ilde (Erzurum, Malatya, İzmir) açılmış bulunan
vadesiz mevduat hesabını kullanarak parasal işlemleri tamamladığı, hatta
bu hesap numarasına bağlı çek hesabı açtırarak alım satımlarda çek
kullandığı, araç alım satımlarını takip edebilmek, ilgililere duyurabilmek
amacıyla “sahibinden com.” adlı internet sitesine üye olduğu ve sürekli
olarak bu siteyi kullandığı, yapılan araştırma sonucu ....T.C. kimlik
numaralı (sanığa ait), sanığın kullandığını beyan ettiği .....numaralı
telefona sahip “xxxx” isimli kullanıcının sitede 37 adet araç satım
ilanının bulunduğu, ilanlarda adı soyadı hanesinde 15.07.2009 tarihine
kadar S.U. isminin kullanıldığı, bu tarihten sonra “B... B...” isminin
kullanıldığı, sanığın aile nüfus kayıt örneğine göre B.... isminde oğlunun
bulunduğu, söz konusu ilanların 2008-2010 yıllarını kapsadığı
anlaşılmaktadır.
Kullanmak için alınan aracın bir süre kullanılarak satılması hayatın
olağan akışına uygun olmakla birlikte, araçların çok kısa sürede hiçbir
sorumluluk doğurmayacak şekilde ve sıklıkla asıl satıcılardan devir
alınmaksızın alınan vekâletnameye bağlı olarak başka birine satışının
yapıldığı, aralarında dostluk, tanışmışlık ya da hatır ilişkisi bulunmayan
kişilerden araç satın alındığı veya bu kişilere araç satıldığı görülmektedir.
Yapılan tüm alım satımlara yönelik devir işlemlerinin
tamamlanmasının mesai saatleri içinde gerçekleşmek zorunda olması
karşısında, sanığın hizmetini aksatmadan, mesaisini bu faaliyete
harcamadan ve hiçbir faaliyet göstermeden bu işi yapmasının mümkün
olmadığı da açıktır.
Özellikle tanıklar;
A.E.’nin “…sanığın… birden çok kez çeşitli marka ve modellerde
araç aldığını, ara sıra işyerinden beraber çalıştığı arkadaşlarını getirerek
222
onlara da araba aldırdığını, bu tür işlemlerde kendisine komisyon
ödediklerini, sanığın karşı taraftan komisyon alıp almadığını bilmediğini,
ticari hayatında gördüğü kadarıyla bir memurun en fazla senede bir ya da
iki kez araba alıp değiştirdiğini, fakat sanığın alışılmışın dışında çok fazla
araba aldığını, arabaları aldıktan sonra kendilerine geri sattığına hiç tanık
olmadığına..”,
M.G.’nin “…Otomotiv A.Ş.’de muhasebe elemanı olarak görevli
olduğunu, sanığı bu işi dolayısıyla tanıdığını, şirketlerinin Renault ve
Dacia markalarının Doğu Anadolu bölge bayisi olduğunu, aynı zamanda
ikinci el otomobil alıp sattıklarını, sanığın sıkça şirketlerine gelerek
ikinci el otomobil aldığını, ayrıca hurda arabalara ÖTV olduğu dönemde
çevreden toplamış olduğu hurda araçları şirketlerine gelerek sattığını,
sanığın üç haftada ya da ayda bir araba alımı yaptığına…”,
S.D.’nin “… 2006 ya da 2007 yılında kız kardeşine ait Opel marka
aracı satılması için yetkili servise bıraktığını, bir süre sonra servisten
aracın satıldığının söylendiğini ve kendisine bir çek verildiğini, çekin
sanık tarafından kesilmiş olduğuna…”,
Y.E.’nin “…Opel bayisi olarak İstanbul’da ticaretle uğraştığını,
sanığı kendilerinden ikinci el otomobil alması nedeniyle tanıdığını,
hatırladığı kadarıyla 4-5 tane araba almış olabileceğine…”,
İ.A.’nın “…3-4 gün sonra gelerek parayı teslim ettiğini, kendisine
aracı eşinin üzerine alacağını söyleyerek vekalet istediğini fakat sonradan
öğrendiğine göre aracı hiç eşinin üstüne almadan başkasına satmış
olduğuna” dair beyanları da bu hususları doğrulamaktadır.
Ticaret yapmak suçu, ASCK’ya 2183 sayılı Kanun’la eklenen Ek
Madde 1’de düzenlenmiş olup, bu maddeyle; subay, askerî memur ve
astsubayların “Ticaret yapması veya yaptırması” ile “Ticari ve sınai
müesseselerde görev kabul etmesi” yasaklanmıştır. Yasaklamanın amacı
ise (koruduğu hukuki yarar), askerî hizmetin ve asker sıfatının bu tür
faaliyetler ile bağdaşmaması nedeniyle, bu tür eylemleri cezai yaptırım
altına almaktır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.05.1995 tarihli, 1995/53-53
ve 20.09.2007 tarihli, 2007/103-96 E.K. sayılı kararlarında; ticaret
yapmak suçunda manevi unsurun (kastın) oluşması için subay, askerî
memur ve astsubayların, uzun süreli, devamlılık gösterecek şekilde,
kazanç elde etmek niyeti ve gayesi ile ticari faaliyette bulunması
gerektiği aranmış, Askerî Yargıtay’ın yerleşik kararlarında da, bu suçun
manevi unsurunun oluşması için, maddede sayılan asker kişilerin
devamlılık gösterecek şekilde ve kazanç elde etmek niyeti ve gayesi ile
hareket etmesi gerektiği esas alınmıştır.
223
Kazanç elde etmek niyeti ile süreklilik arz edecek şekilde yürütülen
ticarî faaliyet sırasında kâr ya da zarar edip etmemenin atılı suçun
oluşumu açısından bir önemi bulunmamaktadır. (Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 17.02.2000 tarihli, 2000/54-45 ile 28.09.2000 tarihli,
2000/143-138 E.K. sayılı kararları),
Yapılan bu açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde;
sanığın kazanç gayesi içerisinde, süreklilik arz edecek nitelikte, sınıfının
da kendisine tanıdığı bilgi birikimini de kullanarak, araç alım satımı
yapmak suretiyle ticari faaliyette bulunarak atılı suçu işlediği sonucuna
ulaşılmıştır.
Maddi gerçeğin ihbarda bulunan haricindeki tanık beyanları ve
diğer delillerle de sabit olması karşısında bu konuda noksan soruşturma
olmadığı gibi, suç kastının yoğunluğunu değerlendiren Askerî
Mahkemenin yerinde gerekçelerle alt sınırdan uzaklaşarak ceza tayin
etmesinde bir hukuka aykırılık bulunmadığından aksi yöndeki temyiz
sebepleri yerinde görülmemiştir.
224
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/17
K.Nu. : 2012/14
T.
: 02.02.2012
ÖZET
Sanık Er’in, jandarmanın mülki görevi alanına giren ve silahlı
olarak icra edilmesi gereken adliyeye tutuklu sevkiyle ilgili görevin
yerine getirilmesi bakımından, kendisine silah ve mühimmat alması
konusunda verilen emri yerine getirmek istememesinin, askerî
hizmetle bir ilgisi bulunmadığı gibi, bu eylemi nedeniyle askerî
hizmette herhangi bir aksaklık meydana gelmediğinden; asker kişi
aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işlenmeyen
ve askerî suç kapsamına girmeyen; jandarmanın mülki hizmetinden
doğan ve mülki hizmete başlanıldığı sırada işlenen, yüklenen suça ait
davaya bakma görevinin adli yargı yerine ait olduğu sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; mülki göreve çıkmak üzere silah
alınmasına yönelik emre aykırı hareket eden sanığın eyleminin, emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturup oluşturmayacağı ve buna bağlı olarak
yargılamanın Askerî Yargı yerinin mi yoksa Adli Yargı yerinin mi
görevine girdiğine ilişkindir.
Daire, sanığın, silah alma emrine karşı gelme eyleminin,
jandarmanın mülki hizmetinden doğan ve mülki hizmetin ifası sırasında
meydana gelen bir eylem olduğu belirtilerek, suç nitelendirmesi
yapmaksızın, yargılama görevinin Adli Yargı yerine ait olduğu kabul
ederken,
Başsavcılık; silahla personel arasındaki ilişkinin askerî hizmet
ilişkisi niteliğinde bulunduğu, jandarmanın tüm hizmeti ve görevleri
sırasında silah ile ilgili verilen emirlere aykırı davranışın emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturduğu ve yargılama görevinin Askerî
Yargı yerine ait olduğunu ileri sürmektedir.
225
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, 12.11.2009 tarihinde,
Uzm.J.III.Kad.Çvş. M.İ.’nin emir ve komutasında, Bakırköy Kapalı
Cezaevinde tutuklu bulunan ve duruşması olan üç kişiyi adliyeye
götürmekle görevlendirildiği, Uzm.J.III.Kad.Çvş. M.İ.’nin bu görev
nedeniyle yapılacak işleri planlayarak, J.Er R.Ç.’yi erzak almaya
gönderdiği, kalan üç jandarma erinden birisi olan sanığa da, silah ve
mühimmat alması görevini verdiği, ancak sanığın “Benim şafağım mı
kalmış, ben mi alacağım silahı” diyerek görevi yerine getirmediği, bu
görevini yerine getirmesinin tekrarlanması üzerine de “Benim on günüm
kaldı, şafağım mı kaldı, niye ben silah alıyorum” diye karşılık vermesi
üzerine, Uzm.J.III.Kad.Çvş. M.İ.’nin sanığa şınav vaziyeti almasını
birkaç kez söylemesine rağmen, sanığın şınav vaziyeti almadığı,
gürültüleri duyup duruma müdahale eden Bölük Komutanının, sanığı ve
Uzm.J.III.Kad.Çvş. M.İ.’yi yanına çağırıp olay hakkında bilgi aldığı,
akabinde sanığın silah ve mühimmatı aldığı ve tutukluları adliyeye
götürme görevinin icra edildiği anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle jandarma personelinin statüsü,
görevlerinin niteliği, bu görevlerin yerine getirilmesi sırasında işlenen
suçlar yönünden tabi olunan yargı yerleri ile ilgili yasal düzenlemeler ile
askerî mahkemelerin görevi ve Askerî Ceza Kanununda düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçu ile ilgili yasal düzenlemelerin bir arada
incelenmesi gerekmektedir.
2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’nun
7’nci maddesi; jandarmanın sorumluluk alanındaki genel görevlerini;
mülki görevleri, adli görevleri, askerî görevleri ve diğer görevler olmak
üzere düzenlemiş;
1. Mülki görevleri; emniyet ve asayiş ile kamu düzenini sağlamak,
korumak ve kollamak, kaçakçılığı men, takip ve tahkik etmek, suç
işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak, ceza
infaz kurumları ve tutukevlerinin dış korunmalarını yapmak,
2. Adli görevleri; işlenmiş suçlarla ilgili olarak kanunlarda
belirtilen işlemleri yapmak ve bunlara ilişkin adli hizmetleri yerine
getirmek,
3. Askerî görevleri; askerî kanun ve nizamlar gereği Genelkurmay
Başkanlığınca verilen görevleri yapmak,
4. Diğer görevleri; Yukarıda belirtilen görevler dışında kalan ve diğer
kanun ve nizam hükümlerinin icrası ile bunlara dayalı emir ve kararlarla
jandarmaya verilen görevleri yapmak,
226
şeklinde açıklanmıştır.
Jandarmanın askerî görevleri Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri
Yönetmeliği’nin, 131-141’inci maddelerinde, “Garnizon Komutanlığı ve
askerî inzibat görevleri, yoklama kaçağı ve bakaya ile firar ve izinsizlerin
yakalanma ve sevkleri, askere alınacakların çağrı ve toplanması ile ilgili
görevler, askerî yasak bölgeler ve güvenlik bölgeleri hakkındaki
görevleri” şeklinde sayılmıştır.
Jandarma personeli tarafından işlenen suçlar nedeniyle yapılacak
soruşturmaların usulü ve tabi olunan yargı yerleri konusu ise 2803 sayılı
Kanun’un 15’inci maddesinde düzenlenmiş olup; bu maddenin (c)
bendinde; jandarma personelinin askerî yargıya tabi suçları nedeniyle
353 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılarak haklarında ASCK ve
TCK hükümlerinin tatbik olunacağı, aynı maddenin (d) bendinde;
jandarma personelinin mülki hizmetten doğan veya bu tür hizmeti
yaparken işledikleri suçlar nedeniyle adli yargıya tabi oldukları,
haklarında 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin
Yargılanması Hakkında Kanun hükümlerine göre işlem yapılacağı
belirtilmiştir.
353 sayılı Kanun’un, askerî mahkemelerin genel olarak görevlerini
düzenleyen 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı
olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler
aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile
ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.”
hükmünü içermekte olup, 12.09.2010 tarihindeki referandumla kabul
edilerek yürürlüğe giren 07.05.2010 tarihli ve 5982 sayılı Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun'un 15’inci maddesiyle, Anayasa’nın 145’inci
maddesinin birinci fıkrası değiştirilerek yeniden düzenlenmiş ve bu
düzenlemeyle, 353 sayılı Kanun'un 9’uncu maddesindeki “askerî
mahallerde” ibaresi, üst norm niteliğindeki Anayasa hükmü ile örtülü
(zımni) olarak kaldırılmış bulunmaktadır.
ASCK’nın 87’nci maddesinde; asker kişiler tarafından, hizmete
ilişkin emrin; hiç yapılmaması, söz veya fiil ile açıkça reddedilmesi veya
emir tekrar edildiği hâlde emrin yerine getirilmemesi yaptırıma
bağlanmış olup; suçun maddi unsurlarını oluşturan eylemler:
- Hizmete ilişkin emrin hiç yapılmaması,
- Hizmete ilişkin emrin yerine getirilmesinin söz veya fiil ile açıkça
reddedilmesi,
- Hizmete ilişkin emir tekrar edildiği hâlde yerine getirilmemesidir.
227
Bunlardan hizmet emrinin hiç yerine getirilmemesi basit hâl olarak
düzenlenip, daha az bir ceza öngörülmüşken; diğerleri seçimli hareketli
nitelikli hâl olarak düzenlenmiş ve bu hâller için daha fazla yaptırım
belirlenmiştir.
Hizmete ilişkin emir kavramının ne olduğunun belirlenmesi için
ilgili hükümlerin incelenmesi faydalı olacaktır:
ASCK’nın 12’nci maddesinde: “Bu Kanunun tatbikatında (Hizmet)
tabirinden maksat gerek malum ve muayyen olan ve gerek bir amir
tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından yapılması
hâlidir.”;
TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 6’ncı maddesinde: “Hizmet:
Kanunlarla nizamlarda yapılması veyahut yapılmaması yazılmış olan
hususlarla, amir tarafından yazı veya sözle emredilen veya yasak edilen
işlerdir.”;
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 7’nci maddesinde: “Vazife: Hizmetin
icap ettirdiği şeyi yapmak veya menettiği şeyi yapmamaktır.”;
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 8’inci maddesinde: “Emir: Hizmete ait
bir talep veya yasağın sözle, yazı ile ve sair surette ifadesidir.”;
Yukarıda sayılan jandarmanın görevlerine bakıldığında, “askerî
görevlerinin” istisnai; adli ve mülki görevlerinin ise genel nitelik taşıdığı
görülmektedir.
Somut olayda, 12.11.2009 günü … Cezaevi Koruma Jandarma
Bölük Komutanlığında yapılan sabah içtimasının sona ermesinden sonra,
aynı tarihli bir Hizmet Kağıdıyla, Cezaevinde bulunan ve duruşması olan
tutuklu üç kişiyi adliyeye götürmekle görevlendirilen Sevk Devriyesi
Komutanı Uzm.J.III.Kad.Çvş. M.İ.’nin emir ve komutasına verilen,
aralarında sanık J.Er N.C.’nin de bulunduğu dört jandarma erinin,
Bölüğün içtima yerinden ayrılıp, Sevk Devriyesi görevinin yerine
getirilmesi için bir araya gelerek toplanmaları, Devriye Komutanı
tarafından erlerden birinin erzak almaya gönderilmesi ve sanık Er’e de;
tutuklu sevki sırasında üzerlerinde bulunması gereken silah ve
mühimmatı alması konusunda emir verilmesi anından itibaren mülki
göreve başlamış olduklarından, sanık Er’in, silah ve mühimmatın
alınması konusunda fikir mütalaasında bulunarak, emri yerine
getirmemesi şeklindeki eyleminin mülki göreve başlanmadan önce
işlendiğine dair Başsavcılık itirazının yerinde olmadığı sonucuna
varılmıştır.
228
Olay günü, sanık Er’in, jandarmanın mülki görevi alanına giren ve
silahlı olarak icra edilmesi gereken adliyeye tutuklu sevkiyle ilgili
görevin yerine getirilmesi bakımından, kendisine silah ve mühimmat
alması konusunda verilen emri yerine getirmek istememesinin, askerî
hizmetle bir ilgisi bulunmadığı gibi, bu eylemi nedeniyle askerî hizmette
herhangi bir aksaklık meydana gelmediğinden; asker kişi aleyhine veya
askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işlenmeyen ve askerî suç
kapsamına girmeyen; jandarmanın mülki hizmetinden doğan ve mülki
hizmete başlanıldığı sırada işlenen, yüklenen suça ait davaya bakma
görevi Adli Yargı yerine ait olduğundan; Askerî Yargıtay Başsavcılığının
itirazının reddine karar verilmiştir.
229
ASMKYUK
Mad. 9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/123
K.Nu. : 2012/119
T.
: 15.11.2012
ÖZET
Sanığın, birliğinden tanıdığı ve ailece görüştüğü, rütbece astı
durumunda bulunan Topçu Üçvş. F.A.'nın evine farklı zamanlarda
girerek ona ait kıymetli eşyaları almak amaç ve kastıyla hareket
ettiği, evde bulduğu altın bileklikler ve alyansın kime ait olduğunu
bilebilecek durumda olmadığı, maddi sıkıntıları nedeniyle eşyaları
gizlice alıp satmak suretiyle kendisine menfaat temin ettiği, bu
nedenle eylemlerinin zincirleme astının bir şeyini çalmak suçunu
oluşturduğu, bu suçtan yargılama yapma görevinin Askerî
Mahkemeye ait olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; göreve ilişkindir.
Daire; sanığın, çaldığı iddia olunan ziynet eşyalarının, katılan
M.A.’ya ait olması, hırsızlık suçunun, askerlik hizmet ve göreviyle ilgili
olarak işlenmemiş olması, askerî suç olmadığı gibi askerî suça da bağlı
bulunmaması ve suçun mağdurunun da asker kişi olmaması birlikte
dikkate alındığında, Anayasa’nın 145 ve 353 sayılı Kanun’un 9’uncu
maddeleri gereğince, sanığı yargılama görevinin adli yargı mercilerine ait
olacağını kabul ederken;
Başsavcılık; Türk Medeni Kanunun ilgili hükümleri çerçevesinde
eşlerden her birinin ortak malı sayılan suça konu eşyaların özel bir kast
ile hareket edilmeden mağdurların rızaları dışında bulunduğu yerden
faydalanmak kastıyla alınarak gerçekleştirilen eylemin astının bir şeyini
çalmak suçunu oluşturacağı,bu durumda ise, asker kişinin asker kişi
aleyhine işlediği suçlarda askerî mahkemelerin görevli bulunduğunu ileri
sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyanın incelenmesinde; sanığın, birliğinden mesai arkadaşı olan
ve ailece görüşmekte olduğu müşteki Topçu Üçvş. F.A.’nın konutuna ait
230
anahtarları, masasından aldığı ve bir adet yedeğini yaptırdıktan sonra
yerine koyduğu, daha sonra müştekinin eşinin konutta olmadığı tarihleri
ve saatleri öğrenmek suretiyle müştekinin konutuna girerek, 25.02.2012
tarihinde 2 (iki) adet altın bilekliği, 01.03.2012 tarihinde 1 (bir) adet taşlı
altın bileklik ile 1 (bir) adet normal altın bilekliği; 29.03.2012 tarihinde 1
(bir) adet altın yüzüğü zilyedinin rızası olmaksızın aldığı, bu ziynet
eşyalarını Çorlu ve Silivri ilçelerinde paraya çevirdiği, müştekinin
30.03.2012 tarihinde kamera kayıtlarına bakarak durumu fark etmesi
üzerine sanıktan şikâyetçi olduğunu Çorlu İlçe Emniyet Müdürlüğüne
bildirdiği, şüphelinin asker kişi olması nedeniyle 31.03.2012 tarihinde
yakalanarak Merkez Komutanlığına teslim edildiği, maddi vakıa olarak
anlaşılmıştır.
Sanık sorgu ve savunmasında, paraya ihtiyacı olduğunu, arkadaşına
ait evin anahtarını yaptırarak eve birkaç kez girip ziynet eşyalarını
aldığını ve sattığını beyan etmiştir.
Sanığın savunması dikkate alındığında; birliğinden tanıdığı ve
ailece görüştüğü, rütbece astı durumunda bulunan Topçu Üçvş. F.A.'nın
evine girerek ona ait kıymetli eşyaları almak amaç ve kastıyla hareket
ettiği, evde bulduğu suça konu eşyaların kime ait olduğunu bilebilecek
durumda olmadığı, maddi sıkıntıları nedeniyle eşyaları gizlice alıp
satmak suretiyle kendisine menfaat temin ettiği, bu nedenle eylemlerinin
zincirleme astının bir şeyini çalmak suçunu oluşturduğu, bu suçtan
yargılama yapma görevinin Askerî Mahkemeye ait olduğu sonucuna
varıldığından, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin onama kararının
kaldırılmasına ve Askerî Mahkemece verilen görevsizlik kararının
bozulmasına karar verilmiştir.
231
ASMKYUK
Mad.9
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1508
K.Nu. : 2012/1291
T.
: 19.12.2012
ÖZET
18.00-20.00 saatleri arasında Maltepe 1 ve 2 Nu.lı L Tipi Kapalı
Ceza İnfaz Kurumu 8 Nu.lı Kule Nöbetçisi olan sanığın, 2803 sayılı
Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’nun 7’nci
maddesindeki düzenlemeye göre jandarmanın mülki görevlerinden
olan Ceza İnfaz Kurumu dış koruma nöbetini tutmaması şeklindeki
eyleminin, ASCK’nun 87’nci maddesinde düzenlenen emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmadığı sonucuna varıldığından,
görevsizlik kararının onanmasına karar verilmiştir.
Askerî Mahkemece; sanık hakkında, 27.10.2011 tarihinde emre
itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinden bahisle, ASCK’nın 87/1 (Birinci
cümle) maddesi gereğince cezalandırılması istemi ile açılan kamu
davasında; sanığın eyleminin memuriyet görevini ihmal suçu
kapsamında kaldığı kabul edilerek, değişen suç vasfına nazaran da
eylemin, mülki görev sırasında işlenmesi nedeniyle, 353 sayılı Kanun’un
9, 13 ve 17’nci maddeleri gereğince Askerî Mahkemenin görevsizliğine
karar verilmiştir.
Hüküm; Askerî Savcı tarafından, atılı suçun yargılamasının Askerî
Mahkemenin görev alanına girdiği ileri sürülerek, temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; sanığın, 27.10.2011 tarihinde, 18.00-20.00
saatleri arasında Maltepe 1 ve 2 Nu.lı L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
8 Nu.lı Kule Nöbetçisi olmasına rağmen, nöbetini hiç tutmadığı, böylece
emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediğinden bahisle, ASCK’nın 87/1
(Birinci cümle) maddesi gereğince cezalandırılması istemi ile açılan
kamu davasında yapılan yargılama sonucunda; eyleminin emre
itaatsizlikte ısrar suçunu oluşturmayıp ihmal suretiyle memuriyet
görevini kötüye kullanma suçunu oluşturabileceği, ancak sanığın bu
eyleminin jandarmanın mülki görevi olan cezaevi nöbeti tutulmasına
ilişkin olduğu dikkate alındığında, bu suçla ilgili yargılama yapma
232
görevinin Adliye Mahkemelerine ait olduğu kabul edilerek, Askerî
Mahkemenin görevsizliğine karar verilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 02.02.2012 tarihli, 2012/17-14
Esas ve Karar sayılı kararında da ayrıntıları ile izah edildiği üzere;
2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’nun 7’nci
maddesi; jandarmanın sorumluluk alanındaki genel görevlerini; mülki
görevleri, adli görevleri, askerî görevleri ve diğer görevler olmak üzere
düzenlemiş;
1) Mülki görevleri; emniyet ve asayiş ile kamu düzenini sağlamak,
korumak ve kollamak, kaçakçılığı men, takip ve tahkik etmek, suç
işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak, ceza
infaz kurumları ve tutukevlerinin dış korunmalarını yapmak,
2) Adli görevleri; işlenmiş suçlarla ilgili olarak kanunlarda
belirtilen işlemleri yapmak ve bunlara ilişkin adli hizmetleri yerine
getirmek,
3) Askerî görevleri; askerî kanun ve nizamlar gereği Genelkurmay
Başkanlığınca verilen görevleri yapmak,
4) Diğer görevleri; Yukarıda belirtilen görevler dışında kalan ve
diğer kanun ve nizam hükümlerinin icrası ile bunlara dayalı emir ve
kararlarla jandarmaya verilen görevleri yapmak,
şeklinde açıklanmıştır.
Jandarmanın askerî görevleri Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri
Yönetmeliği’nin, 131-141’inci maddelerinde, “Garnizon Komutanlığı ve
askerî inzibat görevleri, yoklama kaçağı ve bakaya ile firar ve izinsizlerin
yakalanma ve sevkleri, askere alınacakların çağrı ve toplanması ile ilgili
görevler, askerî yasak bölgeler ve güvenlik bölgeleri hakkındaki
görevleri” şeklinde sayılmıştır.
Jandarma personeli tarafından işlenen suçlar nedeniyle yapılacak
soruşturmaların usulü ve tabi olunan yargı yerleri konusu ise 2803 sayılı
Kanun’un 15’inci maddesinde düzenlenmiş olup; bu maddenin (c)
bendinde; jandarma personelinin askerî yargıya tabi suçları nedeniyle
353 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılarak haklarında ASCK ve
TCK hükümlerinin tatbik olunacağı, aynı maddenin (d) bendinde;
jandarma personelinin mülki hizmetten doğan veya bu tür hizmeti
yaparken işledikleri suçlar nedeniyle adli yargıya tabi oldukları,
haklarında 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin
Yargılanması Hakkında Kanun hükümlerine göre işlem yapılacağı
belirtilmiştir.
353 sayılı Kanun’un, askerî mahkemelerin görevini düzenleyen
9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı
233
olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker
kişiler aleyhine … yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak
işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.” şeklindedir.
Askerî Ceza Kanunu’nun, “Emre itaatsizlikte ısrar” suçunu
düzenleyen 87/1’inci maddesinde “Hizmete ilişkin emri hiç yapmayan
asker kişiler…cezalandırılırlar.” denilirken, buradaki “Hizmete ilişkin
emir” tabirinde geçen “Hizmet” kelimesinden, aynı Kanun’un 12’nci
maddesinde yapılan tanıma göre, “Gerek malûm ve muayyen olan, gerek
bir amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından
yapılması hâlinin” anlaşılması gerekmektedir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde; olay tarihinde,
18.00-20.00 saatleri arasında Maltepe 1 ve 2 Nu.lı L Tipi Kapalı Ceza
İnfaz Kurumu 8 Nu.lı Kule Nöbetçisi olarak görevlendirilen sanığın, atılı
suçu askerî bir hizmetin ifası sırasında işlemediği, jandarmanın mülki
görevlerinden olan ceza infaz kurumları ve tutukevlerinin dış koruma
görevinin ifası sırasında gerçekleştirmiş olduğunda kuşku bulunmadığı
sonucuna varıldığından, Askerî Savcının aksi yöndeki temyiz
sebeplerinin reddi ile, sanık hakkında verilen görevsizlik hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
234
ASMKYUK
Mad. 10/C
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/6
K.Nu. : 2012/21
T.
: 16.02.2012
ÖZET
AİHM 2’nci Dairesinin, TSK’da görevli sivil memur
M.G.İ.’nin Askerî Mahkemede yargılanmasını AİHS’in 6/1’inci
maddesinde yer alan adil yargılanma ilkesine aykırı gören
kesinleşmiş kararı kapsamında, sivil memurların askerî
mahkemelerde yargılanmalarının Türkiye’nin serbest iradesiyle
taraf olduğu AİHS’ne aykırılık teşkil ettiği, Anayasa’nın 90’ıncı
maddesinin son fıkrası gereğince, Sözleşmeye aykırı olan kanun
hükümleri yerine Sözleşme hükümlerinin uygulanmasının zorunlu
olduğu, bu nedenle Sivil Memurun yargılamasının adliye
mahkemesinde yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa isnat edilen emre itaatsizlikte
ısrar suçunun sübuta erip ermediğine ilişkindir.
Daire; suçun sübuta ermediği sonucuna vararak, mahkûmiyet
hükmünün bozulmasına karar verirken;
Başsavcılık; suçun sübuta erdiğini ileri sürerek, Daire kararına
itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, …Askerlik Dairesi
Başkanlığı emrinde veri hazırlama kontrol işletmeni, Per.Yzb. Ö.S.’nin
ise …Askerlik Dairesi Başkanlığı emrinde Personel Kısım Amiri olarak
görev yaptığı, görevlerinin arasında evrak kaydı da bulunan sanığın,
tasnif ettiği bazı evrakları Askerlik Dairesi Başkanlığının toplantı
salonundaki masanın üzerinde unuttuğu, …Askerlik Dairesi Başkanı
Per.Alb. H.K. tarafından bu hususun tespit edilmesi üzerine, Personel
Kısım Amiri Per.Yzb. Ö.S.’nin toplantı salonunda unutulan evrakları
bırakanların tespiti için görevlendirildiği, Per.Yzb. Ö.S.’nin yaptığı
araştırma sonunda sanık Sivil Memur Y.S.’nin bahsi geçen evrakları
toplantı odasında unuttuğunu söylemesi üzerine, …Askerlik Dairesi
235
Başkanı Per.Alb. H.K. tarafından, sanığın evrak güvenliği ile ilgili bir
hazırlık yaparak Per.Yzb. Ö.S.’ye anlatması konusunda verilen emrin,
Per.Yzb. Ö.S. tarafından sanığa iletilerek yararlanabileceği Yönergenin
de verildiği, Per.Alb. H.K.’nin, olaydan 3-4 gün sonra Per.Yzb. Ö.S.’ye
emrinin yerine getirilip getirilmediğini sorduğu, emrin henüz yerine
getirilmediğini öğrenince; sanığın Askerlik Dairesi Karargâhında görevli
tüm personele toplantı odasında evrak güvenliği konusunda bir sunum
yapması şeklinde emrini değiştirdiği, Per.Yzb. Ö.S.’nin, 12.05.2008
tarihinde, sanığa, “Yasemin hanım, 14.05.2008 tarihinde Askerlik Dairesi
toplantı salonunda evrak güvenliği ile ilgili sunum hazırlayıp personele
anlatacaksınız” şeklinde Daire Başkanı’nın emrini ilettiği, 14.05.2008
tarihinde “Yasemin hanım, sunumu hazırladınız mı?” diyerek
sorduğunda; sanığın “yapmıyorum” diyerek cevap vermesi karşısında,
sanığa 15.05.2008 tarihinde saat 10.00’a kadar sunumun hazırlanması
için süre verdiği, ertesi gün sunumun hazırlanıp hazırlanmadığını
sorduğunda, sanığın “Ben bu konuda cevabımı dün vermiştim,
yapmıyorum” dediği; bu suretle sanığın, kısım amiri tarafından verilen
evrak güvenliği konusunda sunum yapması şeklindeki emrin gereğini
yerine getirmediği gibi, bu görevi yapmayacağını sözlü olarak beyan
ettiği, maddi vaka olarak anlaşılmakta olup, bu konuda Daire ve
Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
TSK’da görevli bir Sivil Memurun Askerî Mahkemede
yargılanmasını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6/1’inci
maddesinde belirtilen adil yargılama ilkesinin ihlali olarak kabul eden ve
28 Kasım 2011 tarihinde Büyük Daire tarafından talebin reddedilmesi
üzerine kesinleşerek (AİHS’nin 44/2’nci maddesi kapsamında) Ocak
2012 tarihinde UYAP’ta yayımlanan, AİHM 2’nci Dairesinin 45912/06
başvuru Nu.lı TSK’da görevli Sivil Memur M.G.İ. hakkında verdiği karar
ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının ilgili hükümleri (2, 36, 37,
90’ıncı maddeleri) nedeniyle; Sanık Sivil Memur hakkında açılan kamu
davasında, emre itaatsizlikte ısrar suçunun sübut bulup bulmadığı
hususunun incelenmesinden önce; açılan kamu davasının, Askerî
Mahkemenin görev alanına girip girmediği konusunun Daireler
Kurulunca tartışılması gerekmiştir.
MSB ile TSK’nın kadro ve kuruluşlarında çalışan sivil personelin
haklarında açılan davaların Askerî Yargı tarafından görülmesi ile ilgili
mevzuat ve uygulama incelendiğinde;
353 sayılı Kanun’un, askerî mahkemelerin genel olarak görevlerini
düzenleyen 9’uncu maddesi; “Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı
olmadıkça, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler
236
aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile
ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.”
hükmünü içermekte olup, 12.09.2010 tarihindeki referandumla kabul
edilerek yürürlüğe giren 07.05.2010 tarihli ve 5982 sayılı Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun'un 15’inci maddesiyle, Anayasa’nın 145’inci
maddesinin birinci fıkrası değiştirilerek yeniden düzenlenmiş ve bu
düzenlemeyle, 353 sayılı Kanun'un 9’uncu maddesindeki “askerî
mahallerde” ibaresi, üst norm niteliğindeki Anayasa hükmü ile örtülü
(zımni) olarak kaldırılmış bulunmaktadır.
353 sayılı Kanun’un 10’uncu maddesinde “asker kişiler”
sayılırken, birinci fıkrasının (C) bendinde Millî Savunma Bakanlığı veya
Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşlarında çalışan sivil personelin
de, bu Kanun’un uygulanmasında asker kişi oldukları belirtilmiştir.
1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu’nun 22.03.2000 tarihli ve 4551/1
sayılı Kanun ile değişik 3’üncü maddesinin birinci fıkrasında da kimlerin
“askerî şahıs” olduğu sayma yoluyla belirtilirken “Millî Savunma
Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil
personel”e de yer verilmiş olmakla birlikte; maddenin ikinci fıkrasında
“Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan Devlet memurlarının asker kişi sıfatları, 04.01.1961
tarihli ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun
115’inci maddesinde belirtilen yükümlülükler ile sınırlıdır.” denilmiştir.
211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 115’inci
maddesi “Silahlı Kuvvetlerde çalışan sivil memur, müstahdem,
müteferrik müstahdem ve gündelikçi sivil personel bu kanunun askerlere
tahmil ettiği sorumluluk ve hizmetlerin ifası bakımından:
a) Amir vazifesi alanlar; maiyetindeki bütün askerî ve sivil
personele hizmetin icap ettirdiği emirleri verebilir. Ceza vermek
salâhiyetleri yoktur. Maiyetin cezalandırılması icap eden hâllerde en
yakın askerî amire müracaat edilir.
b) Bütün sivil personel emrindeki çalıştıkları askerî amirlere karşı
ast durumunda olup bu Kanunun 14’üncü maddesinin asta tahmil ettiği
vazifeleri aynen yapmaya mecburdurlar. Hilafına hareket edenler
askerlerin tabi olduğu ceza ve müeyyidelere tabi olurlar.” hükmünü
içermektedir.
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 115/b maddesinin atıf yaptığı “Astın
vazifeleri” başlıklı 14’üncü maddesinde “Ast; amir ve üstüne umumi
adap ve askerî usullere uygun tam bir hürmet göstermeye, amirlerine
237
mutlak surette itaate ve kanun ve nizamlarda gösterilen hâllerde de
üstlerine mutlak itaate mecburdur.
Ast muayyen olan vazifeleri, aldığı emri vaktinde yapar ve
değiştiremez, haddini aşamaz. İcradan doğan mesuliyetler emri verene
aittir.
İtaat hissini tehdit eden her türlü tezahürler, sözler, yazılar ve fiil
ve hareketler cezai müeyyidelerle men olunur.” denilmektedir.
Yukarıda belirtilip, özetlenen yasal düzenlemeler kapsamında, Millî
Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda
çalışan tüm sivil personelin, Askerî Ceza Kanunu’nda yazılı “amiri
tehdit”, “amire hakaret”, “amire mukavemet”, “amire fiilen taarruz”,
“emre itaatsizlikte ısrar” gibi askerî suçlarla; 477 sayılı Disiplin
Mahkemeleri Kuruluşu, Yargılama Usulü ve Disiplin Suç ve Cezaları
Hakkında Kanun’da yazılı “amire saygısızlık”, “itaatsizlik”, “amire
bilerek doğruyu söylememek” gibi disiplin suçlarını işleyebilecekleri
kabul edilmiş ve Askerî Yargıtay’ın içtihatları da bu yönde yerleşmiştir.
31.05.2011 tarihinde AİHM 2’nci Dairesi tarafından verilen ve
28.11.2011 tarihinde Büyük Daire Kararıyla kesinleşen M.G.İ.
kararında özetle;
Ülke hukukundaki bazı hükümler nedeniyle MSB ile Türk Silahlı
Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personel, asker kişi olarak
değerlendirilmekte ise de; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce söz
konusu sivil personelin asker kişi olarak kabul edilmediği, aksine
bunların sivil kişi olarak kabul edildiği, ülke hukukunda MSB ile Türk
Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personeli asker kişi
olarak tanımlayan hükümlerin, söz konusu sivil personeli normal
mahkemelerde yargılanan sivillerden farklı bir pozisyona soktuğu, bu
farklı pozisyon nedeniyle söz konusu sivil personelin aşırı/ağır yaptırıma
maruz kaldığı Türk Hükümeti veya yargılama makamları tarafından
MSB ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil
personelin askerî mahkemelerde yargılanmasını gerektiren zorunluluk ile
ilgili olarak herhangi bir tez ileri sürülmediği, değerlendirme
yapılmadığı, sadece Türk Hükümeti tarafından iç hukuk kuralları
nedeniyle MSB ile Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yapan sivil
personelin işlediği bazı suçların askerî mahkemelerin yargı yetkisine
girdiğinin belirtildiği, ancak daha önce de Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesince iç hukuk kuralları ile düzenlenmiş olsa bile askerî
mahkemelerin siviller üzerinde yargı yetkisine sahip olmasının, sivillerin
askerî mahkemelerin bağımsızlık ve tarafsızlığı ile ilgili besledikleri
şüphelerin objektif olarak haklı olduğunun kabul edilmesi temelinde
238
Sözleşmenin 6’ncı maddesinin 1’inci fıkrasına aykırı olduğu tespitinde
bulunulduğu için bu tespitin, Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personel olan M.G.İ.’nin askerî mahkemede
yargılanmasında da geçerli olduğu sadece iç hukuk kurallarının Türk
Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personelin askerî
mahkemelerde yargılanması için yeterli bir neden teşkil etmediği
sonucuna varıldığı belirtilmiş, TSK’da görevli bir sivil personelin, ordu
mensubu hakimler
tarafından askerî ceza
mahkemelerinde
yargılanmasının adil olmadığı kanaati vurgulanarak, sivil kişi olarak
kabul edilen sivil personelin, bu mahkemelerin bağımsızlığına ve
tarafsızlığına duyduğu şüphe nedeniyle, askerî mahkemelerin sivil
kişileri yargılama yetkisinin AİHS’nin 6/1’inci maddesindeki adil
yargılama ilkesine aykırı olduğu kabul edilmiştir.
Adil yargılama ilkesi ile ilgili mevzuat incelendiğinde;
18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nın;
“Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2’nci maddesinde; “Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
Devletidir.”
“Hak arama hürriyeti” başlıklı 36’ncı maddesinde; “Herkes, meşru
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı
ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan
kaçınamaz.”
“Tabi hâkim” ilkesini somut hâle getiren “Kanuni hâkim güvencesi”
başlıklı 37’nci maddesinde; “Hiç kimse kanunen tabi olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci
önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü
merciler kurulamaz.” vb. hükümler bulunmakla birlikte,
“Milletlerarası antlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90’ıncı
maddesinde; “...Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası
antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık
iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri
esas alınır.” hükmüne yer verilerek, usulüne göre yürürlüğe girmiş
239
bulunan uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde mevzuatımızın bir
parçası olduğu kabul edilmiştir.
Öğretide bu konu; Antlaşmaların “Kanun hükmünde” olmaları,
onların normatif değeri bakımından kanuna eşdeğer olmaları demektir.
Bunun pratikteki sonucu, uluslararası antlaşmaların iç hukuktaki
kanunlar gibi hukuki etki yaratacak olmalarıdır. Daha açık olarak,
antlaşmalar kanunlar gibi doğrudan doğruya uygulanabilir ve
mahkemelerde bunlara dayanılarak hak talep edilebilir.
Uluslararası antlaşmalarla ilgili Anayasa’nın 90’ıncı maddesine
5170 Nu.lı Kanunla 2004 yılında yapılan ekten sonra, uluslararası
antlaşmaların normatif değeri açısından bir ayrım ortaya çıkmıştır. Buna
göre, uluslararası antlaşmalar genel olarak “Kanun hükmünde” olmakla
beraber, bunların insan haklarıyla ilgili olanları ile kanunların hükümleri
arasında uyuşmazlık olması durumunda uluslararası antlaşmalar
öncelikle uygulanır şeklinde yorumlanmıştır (Mustafa ERDOĞAN,
Anayasa Hukuku Genişletilmiş Dördüncü Baskı, s. 259).
Hukuk devleti kavramının unsurlarından birisi de; bireyin temel
haklarının güvence altına alınmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti tarafından
kişilerin temel hakları, Anayasa’da düzenlediği gibi, aynı zamanda
yukarıda bahsedildiği gibi usulüne göre yürürlüğe sokulan uluslararası
antlaşmalarla da güvence altına alınmıştır.
Bunlardan en önemlisi 10 Mart 1954 tarihinde 6366 sayılı Kanunla
uygun bulunarak yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir
(AİHS). Bu tarihten itibaren iç hukukumuzun bir parçası olan sözleşme,
ek protokollerle geliştirilerek günümüze ulaşmıştır. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 1’inci maddesiyle Türkiye yetki alanları içinde bulunan
herkese, hak ve özgürlüklerin tanınmasını kabul etmiştir. Sözleşmenin
Türkiye tarafından imzalanmasıyla sözleşme iç hukukumuzun parçası
hâline gelmiş, ulusal mahkemeler ve bütün kamu otoriteleri için bağlayıcı
bir nitelik kazanmıştır. 22 Mayıs 2004 tarihli Resmî Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe giren, Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son
fıkrası ile de sözleşme, temel hak ve özgürlükler yönünden ülke
kanunlarının üstünde statüye sahip olarak temel mevzuatlarımızdan birisi
hâline gelmiştir.
Türkiye, ilk defa 28.01.1987 tarihinde AİHM’ne bireysel başvuru
hakkını tanımıştır. Böylece Türkiye sınırları içerisindeki herkesin,
Sözleşme’de güvence altına alınmış olan hak ve özgürlüklerin ihlali
hâlinde, Türkiye’yi AİHM’de dava edebilmesi yolu açılmıştır. Türkiye,
22.01.1990 tarihinde ise, AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini tanımıştır
240
(GÖLCÜKLÜ Feyyaz; GÖZÜBÜYÜK Şeref: AİHS ve uygulaması 7’nci
Bası Sh.24).
Bu kapsamda 353 sayılı Kanun’un “Hükümlünün lehine
yargılamanın yenilenmesi sebepleri” başlıklı 228’inci maddesine 5530
sayılı Kanun ile (F) bendi eklenmiştir. Bu bende göre;
Ceza hükmünün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya
Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlali suretiyle verildiği ve
hükmün bu aykırılığa dayandığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
kesinleşmiş kararıyla tespit edilmiş olursa yargılamanın yenilenmesi
gerekmektedir. Böylece, ulusal hukuka göre verilmiş olsa da, AİHM
tarafından AİHS’ne aykırı olarak verildiği kabul edilen kararların,
yargılamalarının yeniden yapılarak aykırılığın giderilmesi zorunlu hâle
getirilmiştir.
353 sayılı Kanun’un “Yargılamanın yenilenmesi” başlıklı 228’inci
maddesinin son fıkrasında AİHM’nin bu tür kararlarının yargılamanın
yenilenmesi sebebi olarak kabul edilmesi ulusal yasalardaki Sözleşmeye
aykırı
kuralların
değiştirilmesinin
beklenilmemesi
sonucunu
doğurmuştur.
AİHS’nde insan hakları ile ilgili bir çok düzenleme bulunmakta ise
de; olayımızla ilgili olan ve İÇEN davasında bahsi geçen “adil
yargılama” hakkının düzenlendiği 6’ncı madde;
1) Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar,
gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar
verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık
olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. Hüküm açık oturumda
açıklanır; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve
ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf
olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık
oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel
durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar davanın
tamamı süresince veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak
sürdürülebilir.
2) Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit
oluncaya kadar suçsuz sayılır.
3) Her sanık başlıca aşağıdaki haklara sahiptir:
a) Kendisine yöneltilen suçlamaların niteliği ve nedeninden en kısa
zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara
sahip olmak;
241
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının
yardımından yararlanmak ve eğer savunmacı tutmak için mali
olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa,
mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin
yardımından yararlanabilmek;
d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma
tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağırılmasının ve
dinlenmesinin sağlanmasını istemek;
e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşmadığı taktirde
bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmak” şeklindedir.
Somut olayla doğrudan ilgili olduğu için, 6’ncı maddede bahsi
geçen yargının tarafsızlığı konusunun açılması gerekmektedir.
Prof.Dr. A. Şeref GÖZÜBÜYÜK ve Prof.Dr. Feyyaz
GÖLCÜKLÜ’nün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması
Kitabında belirtikleri gibi (11’inci. Ek Protokole Göre Hazırlanıp
Genişletilmiştir 7’nci Bası Sh. 282, 283);
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafsızlık kavramını, objektif ve
sübjektif olmak üzere iki ayrı açıdan ele almaktadır: Sübjektif tarafsızlık,
mahkeme üyesi yargıcın birey sıfatıyla, kişisel tarafsızlığı; objektif
tarafsızlık da kurum olarak mahkemenin kişide bıraktığı izlenim yani hak
arayanlara güven veren, tarafsız bir görünüme sahip bulunması;
tarafsızlığı sağlamak için alınmış bulunan tedbirlerin organının
tarafsızlığı konusunda makul her türlü şüpheyi ortadan kaldırır nitelikte
olmasıdır. Bu konuda mahkemenin verdiği görünüme bakmak gerekir.
Burada önemli olan husus demokratik bir toplumda mahkemelerin
vatandaşa, özellikle ceza davasında sanığa verdikleri güven hissidir.
Mahkeme, pek çok kararında, “Adaletin yerine getirilmesi yetmez, aynı
zamanda yerine getirildiğinin görülmesi de lazımdır” özdeyişine atıfta
bulunmuştur. Objektif tarafsızlık değerlendirmesi organik (mahkemenin
kuruluş şekli) ve fonksiyonel (görevin yerine getirilmesi tarzı) açıdan
yapılmaktadır. (Mah. K., Delcount/Belçika, 17.1.1970, A 11, S 31;
Piersack/Belçika, 1.10.1982, A 53, S 30; De Cubber/Belçika, 26.10.1984,
A 86 S 26). Mahkemelere duyulan güvenin, büyük ölçüde, kurumun,
üyelerden soyutlanarak, bir bütün olarak verdiği nesnel görünüme bağlı
olduğu kuşkusuzdur. (Mah. K., Brandstetter/Avusturya, 28.8.1991, A
211, S 44)
İÇEN kararında, TSK’da görevli sivil personelin emre itaatsizlikte
ısrar ve üste hakaret suçlarından askerî mahkemede yargılanması
irdelenerek, sivil kişinin ordu mensubu askerî hâkimler tarafından
yargılanması AİHM’nin 6/1’inci maddesindeki adil yargılanma hakkına
242
aykırı bulunmuştur. AİHM kararları, bir yönü ile sadece bakılan dava ile
ilgili bir tespitte bulunmakta ve o davayı çözmekte ise de; İÇEN
kararında olduğu gibi, bazı kararlarında ise, yargılama yapılan
mahkemenin yapısına yönelik AİHS’ne aykırılık teşkil eden ulusal
kurallara atıf yapmaktadır. Bu atıf nedeniyle benzer her yargılamanın
AİHS’ne aykırı bulunacağı açıktır.
AİHM’nin AİHS’ne uyulup, uyulmadığı hususundaki belirleyici
rolü ve Sözleşme birlikte göz önüne alındığında;
Millî Savunma Bakanlığında veya TSK’da görevli sivil memurların
askerî mahkemelerde yargılanmaları sonucu verilecek kararların,
AİHM’since adil yargılama hakkının ihlâli olarak kabul edileceği
anlaşılmaktadır. AİHM’nin Sözleşmeyi yorumlamaya tek yetkili organ
olması nedeniyle, Sözleşmeye aykırılığını saptadığı Türk yasalarının
(MSB ve TSK’da görevli sivil memurların askerî mahkemelerde
yargılanmalarına olanak tanıyan düzenlemelerin) uygulanmaması,
sanığın adil yargılama hakkının ihlal edilmemesi bakımından somut
olayda, adliye mahkemelerinde yargılanmasının sağlanması gerektiği
sonucuna varılmıştır.
Bu bağlamda; Sivil Memur Y.S.’nin hangi mahkemede
yargılanacağı hususunda ortaya çıkan uluslararası antlaşma (AİHS) ile
yukarıda bahsi geçen yasalar arasındaki uyuşmazlığın, Anayasa’nın
90’ıncı maddesinin son fıkrası kapsamında uluslararası antlaşma esas
alınarak çözülmesi gerekli görüldüğünden, Başsavcılık itirazına atfen
Daire kararının kaldırılmasına, sanığın yargılamasının adliye
mahkemelerinde yapılması gerektiğinden, hükmün görev yönünden
bozulmasına karar verilmiştir.
Not: Anayasa Mahkemesi’nin 01.12.2012 tarihli ve 28484 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanan 20.09.2012 tarihli, E.2012/45 ve
K.2012/125 sayılı kararı ile 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve
Yargılama Usulü Kanunu’nun “Asker kişiler” başlıklı 10’uncu madde
birinci fıkrasının “Milli Savunma Bakanlığı veya Türk Silahlı Kuvvetleri
kadro ve kuruluşlarında çalışan sivil personel”i asker kişi kabul eden
(C) bendinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiştir.
243
ASMKYUK
Mad. 10/C
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/54
K.Nu. : 2012/55
T.
: 26.04.2012
ÖZET
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personel, 353 sayılı Kanun'un 10’uncu
maddesi uyarınca yargılama hukuku bakımından, ASCK’nın 3’üncü
maddesi uyarınca maddi askerî ceza hukuku bakımından asker kişi
sayıldıklarından; bu kişilerin, kanunlarda gösterilen hâller ve
suçlarla sınırlı olarak yargılamalarının askerî mahkemeler
tarafından yapılması gerekmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Türk Silâhlı
Kuvvetlerinde çalışmakta olan bir sivil memurun askerî mahkemede
yargılanmasını adil yargılanma hakkının ihlali olarak kabul
etmesine ilişkin kararının, askerî mahkemelerin görevlerini
belirleyen Anayasa ve kanun hükümlerini ortadan kaldırıcı bir
niteliği ve gücü bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Askerlik Şubesinde sivil memur
olarak görev yapmakta olan sanık hakkında atılı suçtan yargılama
görevinin askerî mahkemeye mi, yoksa adliye mahkemesine mi ait
olduğuna ilişkin bulunmaktadır.
Daire; AİHM tarafından, MSB ve TSK’da görevli sivil memurların
askerî mahkemelerde yargılanmalarına olanak tanıyan düzenlemelerin
adil yargılanma hakkı kapsamında sözleşmenin 6/1’inci maddesine aykırı
olduğunun kabul edilmiş olduğu gerekçesiyle, Anayasa’nın 90’ıncı
maddesinin son fıkrası ve AİHS’nin 6’ncı maddesinin birinci fıkrası
hükümleri uyarınca, sanığın yargılamasının adliye mahkemelerinde
yapılması gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık; AİHM kararlarının dava konusu ve davanın tarafları
ile sınırlı olduğu, taraf devletlerin ulusal hukuk düzeninde dolaysız ve
244
doğrudan uygulanma ve sonuç doğurma niteliğine sahip olmadığı;
Anayasa’nın 145, 353 sayılı Kanun’un 9, 10/C ve ASCK’nın 3’üncü
maddeleri uyarınca, sanığın asker kişi olduğu ve atılı suç nedeniyle
askerî mahkemede yargılanması gerektiği görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle Millî Savunma Bakanlığı
veya Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşlarında çalışan sivil
personelin askerî mahkemelerde yargılanmalarıyla ilgili hükümlerin
incelenmesi gerekmektedir.
Sivil Personelin Askerî Mahkemelerde Yargılanmalarıyla İlgili
Hükümler
1- Anayasa’nın “Kanuni hakim güvencesi” başlığı altındaki 37’nci
maddesinde:
“Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci
önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci
önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü
merciler kurulamaz.”;
2- Anayasa’nın 5982 sayılı kanunla değişik, “Askerî Yargı” başlığı
altındaki 145’inci maddesinde:
“Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri
tarafından yürütülür. Bu mahkemeler; asker kişiler tarafından işlenen
askerî suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve
görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla
görevlidir. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin
işleyişine karşı suçlara ait davalar her hâlde adliye mahkemelerinde
görülür.
Savaş hâli haricinde, asker olmayan kişiler askerî mahkemelerde
yargılanamaz.
Askerî mahkemelerin savaş hâlinde hangi suçlar ve hangi kişiler
bakımından yetkili oldukları; kuruşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde
adli yargı hâkim ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla düzenlenir.
Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî hakimlerin
özlük işleri, askerî savcılık görevlerini yapan askerî hakimlerin görevli
bulundukları komutanlıkla ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı ve
hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir.”;
3- 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanunu’nun “Genel görev” başlıklı 9’uncu maddesinde:
“Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı olmadıkça, asker
kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî
245
mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri
suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.”;
4- 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanunu’nun “Asker kişiler” başlıklı 10’uncu maddesinde:
“Bu Kanunun uygulanmasında aşağıda yazılı olanlar asker kişi
sayılırlar:
A) Muvazzaf askerler; subaylar, astsubaylar, askerî öğrenciler,
uzman jandarmalar, uzman erbaşlar, sözleşmeli erbaş ve erler, erbaş ve
erler,
B) Yedek askerler (Askerî hizmette bulundukları sürece),
C) Millî Savunma Bakanlığı veya Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşlarında çalışan sivil personel,
D) Askerî işyerlerinde çalışan ve İş Kanununa tabi bulunan işçiler,
E) Rızası ile Türk Silahlı Kuvvetlerine katılanlar,
F) Askerî yargı organlarınca tutuklanmış veya hapsedilmiş veya
askerî makamlarca muhafaza altına alınmış veya gözaltı edilmiş kişiler.;
5- 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanunu’nun “Barış zamanında sivil kişilerin Askerî Ceza Kanununa tabi
suçlarında yargılama mercii” başlıklı 13’üncü maddesinde:
“Askerî Ceza Kanununun 55, 56, 57, 58, 59, 61, 63, 64, 75, 79, 80,
81, 93, 94, 95, 114 ve 131 inci maddelerinde yazılı suçlar, askerî
mahkemelerin yargı yetkisine tabi olmayan sivil kişiler tarafından barış
zamanında işlenirse; bu kişilerin yargılanması, adli yargı mahkemeleri
tarafından, Askerî Ceza Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle
yapılır.”;
6- 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu’nun “Askerî şahıslar” başlıklı
3’üncü maddesinde:
“Askerî şahıslar; Mareşalden asteğmene kadar subaylar,
astsubaylar, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro
ve kuruluşunda çalışan sivil personel, uzman jandarma, uzman erbaş,
sözleşmeli erbaş ve er, erbaş ve erler ile askerî öğrencilerdir.
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan Devlet memurlarının asker kişi sıfatları, 04.01.1961
tarihli ve 211 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun
115’inci maddesinde belirtilen yükümlülükleri ile sınırlıdır.”;
7- 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun
“Silahlı Kuvvetlerde Çalışan Sivil Personel” başlığı altındaki 115’inci
maddesinde:
246
“Silahlı Kuvvetlerde çalışan sivil memur, müstahdem, müteferrik
müstahdem ve gündelikçi sivil personel bu kanunun askerlere tahmil
ettiği sorumluluk ve hizmetlerin ifası bakımından:
a) Amir vazifesi alanlar; maiyetindeki bütün askerî ve sivil
personele hizmetin icap ettirdiği emirleri verebilir. Ceza vermek
salâhiyetleri yoktur. Maiyetin cezalandırılması icap eden hâllerde en
yakın askerî amire müracaat edilir.
b) Bütün sivil personel emrindeki çalıştıkları askerî amirlere karşı
ast durumunda olup bu Kanunun 14’üncü maddesinin asta tahmil ettiği
vazifeleri aynen yapmaya mecburdurlar. Hilafına hareket edenler
askerlerin tabi olduğu ceza ve müeyyidelere tabi olurlar.”;
8- 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun “Astın
vazifeleri” başlıklı 14’üncü maddesinde:
“Ast; amir ve üstüne umumi adap ve askerî usullere uygun tam bir
hürmet göstermeye, amirlerine mutlak surette itaate ve kanun ve
nizamlarda gösterilen hâllerde de üstlerine mutlak itaate mecburdur.
Ast muayyen olan vazifeleri, aldığı emri vaktinde yapar ve
değiştiremez, haddini aşamaz. İcradan doğacak mesuliyetler emri verene
aittir.
İtaat hissini tehdit eden her türlü tezahürler, sözler, yazılar ve fiil
ve hareketler cezai müeyyidelerle men olunur.”;
9- 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu’nun “Son maddeler” başlıklı
192’nci maddesinde:
“Askerî Ceza Kanununun 75, 79’uncu maddeleriyle 78’inci
maddesinin C fıkrasının iki numarasında ve askerî eşyayı satın almak,
rehin olarak kabul etmek ve gizlemek fiillerine dair 131’inci maddede
yazılı suçlar askerî mahkemelere tabi olmayan siviller tarafından
yapılırsa umumî mahkemeler bu kanun hükümlerini tatbik ederler.”;
Hükümleri yer almaktadır.
Bu Hükümler Kapsamında Yargılama Görevi
Yukarıda ifade edilen; Anayasa, 353 sayılı Askerî Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu, 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu
ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun ilgili
hükümleri kapsamında; askerî mahkemeler, barış zamanında sadece
asker kişileri ve belirli suçlarla sınırlı olarak yargılamakla görevli
bulunmaktadırlar.
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personel yargılama hukuku bakımından asker
kişi sayıldıklarından; bu kişilerin, kanunda gösterilen suçlarla sınırlı
olarak askerî mahkemeler tarafından yargılanmaları gerekmektedir.
247
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personelin, asker kişi olmaları sebebiyle askerî
mahkemelerde yargılanmaları gereken suçlar iki başlık altında
toplanabilir:
1- 353 sayılı Kanunda asker kişi olarak tanımlanmış olmaları
nedeniyle, diğer asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve
görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlar
2- Askerî Ceza Kanununda yer alan ve sadece asker kişiler
tarafından işlenebilen suçlardan, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet
Kanunu’nun 115’inci maddesinde belirtilen yükümlülükleri ile sınırlı
olmak üzere işledikleri, emre itaatsizlikte ısrar, amiri tehdit, amire
hakaret, amire mukavemet ve amire fiilen taarruz gibi askerî suçlar
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personelin Askerî Ceza Kanununda yer alan ve
siviller tarafından işlenmesi mümkün olan diğer suçlarla ilgili
yargılamaları ile, Askerî Ceza Kanununda yer alan ve bütün sivil kişiler
tarafından işlenmesi mümkün olan suçlarla ilgili yargılamaların, 353
sayılı Kanun'un 13 ve ASCK’nın 192’nci maddeleri uyarınca adliye
mahkemeleri tarafından yapılması gerekmektedir.
Askerî yargı uygulamasında, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk
Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personelin yukarıda
belirtilen suçlarıyla ilgili yargılamalarının askerî mahkemelerde
yapılması gerektiği kabul edilmekte ve bu kabul doğrultusunda
duraksamasız uygulama yapılmakta iken;
As.Yrg.Drl.Krl.nun 16.02.2012 tarihli ve 2012/6-21 sayılı
kararıyla, ilk defa; AİHM 2’nci Dairesi tarafından 31.05.2011 tarihinde
verilen İÇEN kararında, TSK’da görevli bir sivil personelin ordu
mensubu hâkimler
tarafından askerî ceza
mahkemelerinde
yargılanmasının, sivil personelin, bu mahkemelerin bağımsızlığına ve
tarafsızlığına duyduğu şüphe nedeniyle adil yargılama ilkesine aykırı
olduğunun kabul edilmiş olduğundan hareketle; uluslararası antlaşma
olan AİHS ile yukarıda sözü edilen yasa hükümleri arasındaki
uyuşmazlığın, Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrası kapsamında
uluslararası antlaşma hükümleri esas alınarak çözülmesi; dolayısıyla,
askerlik şubesinde sivil memur olarak çalışmakta olan sanık hakkında
emre itaatsizlikte ısrar suçundan görülmekte olan davanın adliye
mahkemelerinde yapılması gerektiği kabul edilerek, hükmün görev
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
248
İtiraza konu olan Daire kararı da, esas itibarıyla Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun bu kararına atıf yapmakta ve aynı gerekçeleri
içermektedir.
Bu nedenle, AİHM kararlarının, Daire kararında kabul edildiği
şekilde askerî mahkemelerin görev alanını düzenleyen iç hukuk
hükümlerini değiştirme gücüne sahip olup olmadığının incelenmesi
gerekmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararının Etkileri
AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 19’uncu maddesi
uyarınca Sözleşmeyle teminat altına alınmış yükümlülüklere uyulmasını
sağlamak için kurulmuş olup; Sözleşmenin 46’ncı maddesi uyarınca,
taraf devletler, Mahkeme’nin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt
etmişlerdir.
Türkiye, 28.01.1987 tarihinde AİHM’ne bireysel başvuru hakkını,
22.01.1990 tarihinde de, o tarihte seçimlik hüküm olan Mahkemenin
zorunlu yargı yetkisini tanımıştır. (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve
Uygulaması; Prof.Dr. A. Şeref GÖZÜBÜYÜK, Prof.Dr. Feyyaz
GÖLCÜKLÜ; Ankara 2007, 7’nci Bası Sh.24)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), usulüne göre yürürlüğe
konmuş uluslararası bir antlaşmadır ve Anayasa’nın 90’ıncı maddesi
uyarınca, Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine
başvurulması mümkün olmayan bir kanun hükmündedir.
Temel hak ve özgürlüklere ilişkin olması nedeniyle, aynı konudaki
diğer kanunlarla farklı hükümler içermesi ve uyuşmazlık çıkması hâlinde
Sözleşme hükümlerinin esas alınması gerektiği dikkate alındığında, diğer
kanun hükümlerine göre öncelikle uygulanması gerekmekte ve kanunlara
göre bir üstünlüğü bulunmakta ise de; hukuksal geçerliliğini almış
olduğu, Devletin temel düzenini belirleyen Anayasa’ya göre kesinlikle
bir üstünlüğü bulunmamaktadır.
AİHS’in 6’ncı maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı,
Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinde, toplumun ihtiyaçlarına cevap
verebilecek çağdaş-demokratik standartlara ve evrensel normlara uygun,
insan hakları ve hukukun üstünlüğünü ön plana çıkaran Anayasa
değişikliği çalışmaları kapsamında, 03.10.2001 tarihli ve 4709 sayılı
Kanun'un 14’üncü maddesiyle, Anayasa’nın 36’ncı maddesinde yapılan
değişiklikle temel kişi hakkı olarak düzenlenmiş, Anayasal bir hak ve
hüküm niteliğine kavuşturulmuştur. Dolayısıyla, adil yargılanma
hakkının sağlanması bakımından, öncelikle Anayasa’nın 36’ncı maddesi
hükmünün esas alınması gerekmektedir.
249
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kendisine yapılan bir
başvuruyla ve somut bir olayla ilgili olmak üzere adil yargılanma
hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar vermiş olmasının hüküm ve
sonuçları, gerek AİHS’nin ilgili hükümlerinde, gerekse kanunlarımızda
yer almaktadır.
29.06.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanunla, 353 sayılı Kanun’un
yargılamanın yenilenmesi sebeplerini düzenleyen 228’inci maddesine
eklenen hükümle; ceza hükmünün AİHS’nin ihlali suretiyle verildiğinin
AİHM kararıyla belirlenmesi hali, yargılamanın yenilenmesi sebebi
olarak kabul edilmiştir.
AİHM kararlarının, kanun hükümlerini ve ulusal mahkeme
kararlarını doğrudan ortadan kaldırma hüküm ve sonucu
bulunmamaktadır.
Sözleşmenin ihlalinin uygulamaya konu bir düzenlemenin takdir ve
değerlendirmesine ilişkin olması hâlinde, bütün uygulayıcıların,
AİHM’nin ortaya koyduğu ilkeler ve anlayış doğrultusunda
değerlendirme yapmaları gerektiğinde kuşku olmamakla birlikte;
Sözleşme hükümlerine doğrudan ve somut bir aykırılık içermeyen iç
hukuk kurallarının, Mahkemenin somut bir olaya özgü kararı gerekçe
gösterilerek yok sayılması olanağı bulunmamaktadır. Yapılması gereken,
insan haklarının ihlaline sebebiyet verdiği belirlenen iç hukuk
kurallarının, usulüne uygun olarak değiştirilmesi ya da kaldırılmasıdır.
AİHM’nin 16.11.2004 tarihli “Tekeli-Türkiye” kararı ile, kadının
evlendikten sonra sadece kızlık soyadının kullanılabilmesine imkân
tanınmamış olması AİHS’ye aykırı görülerek ihlal kararı verilmiş
olmasına rağmen; Yargıtay, bu hususu düzenleyen 4721 sayılı Medeni
Kanunun 187’nci maddesinin: “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını
alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine
yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da
kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir
soyadı için yararlanabilir.” hükmünün yürürlükte bulunması sebebiyle,
evlendikten sonra sadece kızlık soyadının kullanılabilmesi istemlerini
kabul etmemiştir. (2’nci Hukuk Dairesinin 12.05.2009 tarihli ve
2008/3618 Esas, 2009/9413 Karar sayılı Kararı)
Anayasa Mahkemesi de, 10.03.2011 tarihli ve 2009/85, 2011/49
sayılı kararı ile, AİHM’nin anılan kararına rağmen söz konusu maddenin
Anayasaya aykırı olmadığını kabul etmiş; karar içeriğinde, itiraza konu
olan kuralın Anayasa’nın 90’ıncı maddesiyle ilgisinin görülmediği açıkça
ifade edilmiştir.
250
AİHM’nin, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)’nin kuruluşunda
askerî hâkimlerin de yer alması nedeniyle AİHS’in 6’ncı maddesi
kapsamında adil yargılanma ilkesinin ihlal edildiğine dair kararlarına
rağmen, mevzuatta değişiklik yapılıncaya kadar eski uygulama
sürdürülmüş; DGM’lerin kanundan doğan oluşum biçimi AİHM bu
yönde karar verdi diye değiştirilmemiş, Anayasa’nın 143’üncü
maddesinde yapılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 18.6.1999 tarihine
kadar yürürlükteki kanuna göre uygulamaya devam edilmiştir.
Aynı şekilde, AİHM’nin sivillerin askerî mahkemelerde
yargılanmasının adil yargılanma ilkesine aykırı olduğu yönündeki
kararlarına rağmen, 5271 sayılı CMK’nın 3’üncü maddesinde 26.6.2009
tarihli ve 5918 sayılı Kanun ile değişiklik yapılıncaya kadar, sivillerle
askerlerin müşterek işlediği Askerî Ceza Kanununda yazılı suçlar
bakımından, 353 sayılı Kanun’un 12’nci maddesi uygulanmış ve sivil
kişilerin, askerlerle birlikte işledikleri Askerî Ceza Kanununda yazılı
suçlar nedeniyle askerî mahkemelerde yargılanmasına devam edilmiştir.
Değerlendirme
Anayasa’nın 138’inci maddesi uyarınca, hakimler, Anayasaya,
kanuna ve hukuka uygun olarak karar vermekle yükümlüdürler.
AİHS uyarınca Devletin AİHM’nin kesinleşmiş kararlarına uyması
yükümlülüğünün bulunması ile yargı makamlarının yürürlükte bulunan
Anayasa ve kanun hükümleri uyarınca hüküm vermeleri yükümlülüğü
asla birbirine karıştırılmamalıdır.
Aksi takdirde, AİHM kararlarının, Anayasa ve kanun hükümlerini
değiştirme gücüne sahip olduğu gibi bir sonuca ulaşılabilir ki; Devletin
yargı yetkisinin ve temel nizamının dış yargı organlarının inisiyatifine
terk edilmesi anlamına gelecek bu durumun kabul edilmesi, kesinlikle
mümkün bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin son fıkrasında yer alan: “Usulüne
göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas
alınır.” hükmü, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşma
hükümleri ile aynı konudaki kanun hükümleri arasında farklılık
bulunması durumuna özgü düzenlenmiş bir hüküm olup; AİHS’nin 6’ncı
maddesinde yer alan adil yargılanma hakkı, hem Anayasa’da, hem de
ilgili kanunlarda yer alan düzenlemelerle temel bir hak olarak
düzenlenmiş olduğundan, AİHS hükümleri ile mevcut kanun hükümleri
arasında bir farklılıktan söz edilmesi ve dolayısıyla Anayasa’nın bu
251
hükmünün uygulama yeri olduğunun kabul edilmesi, gerçeklerle
bağdaşmamaktadır.
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personelin askerî mahkemede yargılanmalarının
adil yargılanma hakkının ihlali niteliğinde olduğunun kabulü hâlinde,
görev kurallarını belirleyen iç hukuk hükümlerinin, öncelikle Anayasa’ya
aykırı olduklarının düşünülmesi gerekmektedir.
Oysa; Anayasa Mahkemesinin 8 Kasım 2006 tarihli Resmî
Gazete’de yayımlanan 25.11.2005 tarihli ve 2000/34 E., 2005/91 K.
sayılı kararı ile, 4551 sayılı Yasa ile değiştirilen 1632 sayılı Askerî Ceza
Kanunu’nun 3’üncü maddesinin TSK’da görevli sivil personel yönünden
Anayasa’ya aykırı olmadığına karar verilmiştir. Bu durum dahi, TSK’da
görevli sivil personelin asker kişi sayılmaları ve T.C. Anayasası’nın
145’inci maddesinde tanımlanan görev kuralları kapsamında askerî
mahkemelerde yargılanacaklarına dair iç hukuk hükümlerinin, AİHS
hükümlerine aykırılık teşkil etmediğini göstermektedir.
Anılan AİHM kararına benzer durumdaki ihlallerin sona
erdirilmesi için alınacak tedbirler konusunda, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin seçme ve takdir hakkı olduğu kuşkusuzdur.
Mevzuatın AİHS ile uyumlu hâle getirilmesi için yasal değişiklikler
yapılması yasama organının görevleri arasındadır.
Anayasa’nın 36’ncı maddesinin son fıkrasındaki: “Hiçbir
mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.”
hükmü, Anayasa ve kanun hükümleriyle belirlenmiş olan görev
kurallarının bir yana bırakılmasına ve AİHM’nin bir kararından hareketle
dava dosyasının kanunlarla belirlenmemiş mahkemelere gönderilmesine
kesin engel teşkil etmektedir.
Bir an için, AİHM’nin, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı
Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan sivil personelin askerî
mahkemelerde yargılanmasını adil yargılanma hakkının ihlali olarak
görmesi hâlinde, kanunlarımızda yer alan ilgili hükümlerin
uygulanmasının mümkün olmadığı görüşünün benimsenmesi hâlinde
bile; anılan İÇEN-TÜRKİYE kararı kapsamında, AİHM’nin kesin olarak
böyle bir sonuca ulaştığının kabul edilmesi mümkün bulunmamaktadır.
AİHM’nin, Daire kararına esas teşkil eden İÇEN-TÜRKİYE kararı
incelendiğinde:
Başvuranın, TSK’da sivil memur olarak görev yapmakta olduğu,
Askerî mahkeme tarafından yapılan yargılama sonunda, ASCK’nın 85/1
ve 87/1’inci maddeleri kapsamında amire hakaret ve emre itaatsizlikte
ısrar suçlarından dolayı toplam yedi ay on beş gün hapis cezasına
252
mahkûm edildiği; Başvuran tarafından; sivil personel olmasına karşın
askerî mahkeme tarafından yargılanıp mahkûm edilmek suretiyle ve sivil
bir kişi olarak yalnızca askerlerden oluşan bir yargı mercii önüne
çıkarılmak suretiyle AİHS'nin 6/1 maddesinde öngörülen adil yargılanma
hakkının ihlal edildiği ve ayrıca askerî suç olan emre itaatsizlikte ısrar
suçundan mahkûmiyetine karar verilmesinin AİHS'nin 7’nci maddesine
aykırı olduğu ileri sürülerek dava açıldığı;
AİHM tarafından; bağımsızlık ve tarafsızlık güvenceleri yerine
getirildiği sürece, ordu mensubu kişilerce işlenen suçlarla ilgili
yargılamanın askerî mahkemelerce yapılması yetkisine karşı çıkılmadığı;
buna karşılık, sivil bir kişinin yargılamanın bir bölümünde bile olsa asker
kökenli kimselerden oluşan yargının önüne çıkarılmasının demokratik bir
toplumda yargı makamlarına olan güveni ciddi biçimde zedelediği;
istisnai hâller dışında sivil kökenli kimselerin askerî mahkemelerde
yargılanamayacağı; demokratik devletlerde ordunun yerinin ulusal
güvenliğin sağlanması ile sınırlı olması ve ilke olarak yargı erkinin sivil bir
yapıda olması gerekmekle birlikte, ordunun kendi içindeki özel kurallarının
mevcudiyetinin ve hiyerarşik yapısının dikkate alındığı; askerî
mahkemelerin yetkisinin, zorunlu hâller ve gerekçeler dışında sivil kişilere
uygulanmaması, uygulanması durumunda bunun yasal dayanağının
açık ve öngörülebilir olması gerektiği; bu gerekçelerin her bir vaka için
somut olması, soyut düzenlemelerden kaçınılması gerektiği; soyut
düzenlemelerin, sivil kişilerin olağan mahkemelere tabi vatandaşlardan
farklı bir uygulamaya maruz bırakıldığı hissiyatının oluşmasına yol
açabileceği hususları genel ilkeler olarak ortaya konduktan sonra;
Somut olayda sivil bir kişinin askerî mahkeme önüne çıkarılmasını
haklı gösterecek gerekçelerin incelendiği; Hükümet tarafından, başvuranın
askerî mahkeme önüne çıkarılmasını meşru kılacak hiçbir zorlayıcı nedenin
öne sürülmediği; Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde görev yapan sivil
personel tarafından işlenen ve ulusal yasa tarafından kavramsal olarak
nitelendirilen kimi suçlar kapsamına girdiğinin söylenmekle yetinildiği;
dava konusu olayların, ne askerî mahkemeler tarafından, ne de
Hükümetin yazılı görüşlerinde somut olarak değerlendirilmediği; sivil bir
kişi olan başvuranın, kavramsal olarak, genel mahkemeler tarafından
yargılanan vatandaşlardan tümüyle farklı bir konuma getirilmesinin, adil
yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirildiği; diğer iddialar üzerinde
durulmadığı görülmektedir.
Buna göre; AİHM’nin, esas itibarıyla, zorunlu hâller ve somut
gerekçelerle, sivil kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmalarında bir
sakınca görmediği; ancak dava konusu olayda, hükümet tarafından somut
253
bir gerekçe gösterilmemiş olması nedeniyle, sivil kişi hakkındaki
yargılamanın diğer sivil kişilerden ayrı bir makam tarafından yapılmasını
adil yargılanma hakkı ilkelerine aykırı gördüğü anlaşılmaktadır.
Bu karara göre, sivil kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmaları,
ancak, somut olaylara ilişkin olarak ve zorunlu hâllerde mümkün
görülmekte; her bir olay bakımından somut gerekçe gösterilmesi
istenmektedir.
Anayasa’nın 37’nci maddesiyle teminat altına alınmış olan kanuni
hakim güvencesi, davaların, kanunla görevlendirilmiş olan mahkemeler
tarafından görülmesi esasına dayanmakta olduğundan, görev konusunun,
önceden ve AİHM kararında belirtilenin aksine soyut nitelikteki
kavramlarla ve kanunla belirlenmesi gerekmektedir. Her bir somut olayla
ilgili görevli mahkemenin belirlenmesi ilkesinin hukuk devleti ve adil
yargılanma hakkı ilkeleriyle bağdaştırılması mümkün olmadığından, sivil
kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmalarına olanak sağlayan
düzenlemelerin her bir somut olayla ilgili olarak düzenlenmesi olanağı
bulunmamaktadır.
AİHM’nin İçen kararında dikkate değer bir başka husus da, emsal
gösterilen kararlara konu olaylar ile İçen kararına konu olayın benzer
olmadıklarıdır. Emsal olarak gösterilen Ergin, Maszni ve Martin
kararları, silahlı kuvvetlerle hiçbir bağlantısı bulunmayan sivil kişilerin
askerî mahkemelerde yargılanmasını haklı kılacak koşulların
oluşmadığına ilişkindir ve yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere,
Türkiye’de, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro
ve kuruluşunda görevli olmayan sivil kişilerin askerî mahkemelerde
yargılanmalarını gerektiren kanun hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır.
İçen kararı ise, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silâhlı Kuvvetleri
kadro ve kuruluşunda görevli olan ve yürürlükteki mevzuata göre asker
kişi sayılan bir memurla ilgili olup; Hükümetin başvuranın askerî
mahkemede yargılanmasını meşru kılacak herhangi bir zorlayıcı neden
göstermemesi gerekçesine dayanmaktadır. Kararda; kanunlarda askerî
şahıs olarak kabul edilen sivil memurların 211 sayılı İç Hizmet
Kanunu’nun 115/b maddesi kapsamındaki eylemleri ile ordu disiplininin
bozulacağı; bozulan disiplinin en kısa sürede tesis olunması zorunluluğu
nedeniyle bu kişilerin disiplin mahkemeleri de dâhil olmak üzere askerî
yargıda yargılanmaları gerektiği yönündeki, askerî yargının varlık nedeni
ile ilgili hususlar irdelenmemiştir.
Bu bakımdan AİHM’nin anılan kararı, içeriği tam olarak
anlaşılması güç bir karardır ve; ilkesel, yerleşmiş, emsal teşkil edebilecek
ve doğrudan uygulanabilecek bir nitelik taşımamaktadır.
254
Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan sivil personel, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 115’inci
maddesinde belirtilen yükümlülükleri ile sınırlı olmak kaydıyla, aynen;
subay, astsubay, uzman çavuş, çavuş ve erler gibi üniformalı askerlerle
aynı statüde asker kişi olarak kabul edilmeleri sebebiyle askerî
mahkemelerde yargılanmaktadırlar.
Keza, Askerî Ceza Kanunu kapsamında da asker kişi olmaları
sebebiyle, bu Kanunda yer alan ve sadece asker kişiler tarafından
işlenebilen bazı suçları da işleyebilmektedirler.
Dolayısıyla, gerek askerî mahkemede yargılanma, gerekse Askerî
Ceza Kanununda tanımlanmış ve sadece asker kişiler tarafından
işlenmesi mümkün olan bir kısım askerî suçları işleyebilme bakımından,
üniformalı diğer asker kişiler gibidirler.
Bu kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmalarının önlenmesi
sorunu çözmemekte, sadece asker kişilerin işleyebileceği bazı askerî
suçları işleyebilmeleri bakımından diğer sivil kişilere göre farklı statüleri
devam etmektedir.
Bu açıklamalar kapsamında, sivil memur olan sanığın
yargılamasının adliye mahkemelerinde yapılması gerektiğinin kabulüne
ilişkin Daire kararı hukuka aykırı bulunmaktadır.
Not: Anayasa Mahkemesi’nin 01.12.2012 tarihli ve 28484 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanan 20.09.2012 tarihli ve E.2012/45,
K.2012/125 sayılı kararı ile 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve
Yargılama Usulü Kanunu’nun “Asker kişiler” başlıklı 10’uncu madde
birinci fıkrasının “Milli Savunma Bakanlığı veya Türk Silahlı Kuvvetleri
kadro ve kuruluşlarında çalışan sivil personel”i asker kişi kabul eden
(C) bendinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiştir.
255
ASMKYUK
Mad.16
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0246
K.Nu. : 2012/0242
T.
: 08.02.2012
ÖZET
Meydana gelen ve tazmini gereken Hazine zararının
taksitlendirilerek tahsiline karar verilmesi hukuka aykırıdır.
Askerî Mahkemece; sanığın, 08.05.2009 tarihinde hizmette tekasül
ile harp malzemesinin mühimce hasarına sebep olmak suçunu işlediği
kabul edilerek, ASCK’nın 137, TCK’nın 62/1, 50 ve 52’nci maddeleri
uyarınca, beş yüz Türk Lirası adli para cezası ile cezalandırılmasına,
Adli para cezasının, TCK’nın 52’nci maddesi uyarınca, dört eşit
taksitle tahsiline, taksitlerden birinin süresinde ödenmemesi hâlinde geri
kalan kısmın tamamının bir defada alınmasına, bu hâlde de adli para
cezası ödenmez ise, adli para cezasının ödenmeyen miktar üzerinden
hapis cezasına çevrilmesine,
ASCK’nın Ek 10’uncu maddesi uyarınca, hükmün açıklanmasının
geri bırakılmasına yer olmadığına,
Meydana gelen 2.300,49 TL tutarındaki Hazine zararının 353 sayılı
Kanun’un 16’ncı maddesi uyarınca ve yirmi dört eşit taksitte sanıktan
tahsiline karar verilmiştir.
Hüküm; Adli Müşavir tarafından, hükmün nispi harç alınmasına
karar verilmemesi nedeniyle usul ve yasaya aykırı olduğu ve bu hukuka
aykırılığın düzeltilerek onanması gerektiği ileri sürülerek temyiz
edilmiştir.
Tebliğnamede; nispi harcın 136,6 TL olarak belirlenmesi
gerekirken, nispi harca hükmedilmemesinin hukuka aykırılık oluşturması
nedeniyle, hükmünün bozulmasına; ancak bu durum, yeniden yargılama
yapılmasını gerektirmediğinden, mahkûmiyet hükmünün nispi harcın
hüküm fıkrasına eklenmesi suretiyle, düzeltilerek onanmasına karar
verilmesi gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
Yapılan incelemede; haftalık araç gereç ve silah bakımının
yapıldığı 08.05.2009 tarihinde, saat 15.00 sıralarında, KPWT marka ağır
256
makineli silahın üzerine monteli olduğu kendisine zimmetli xxxxxx plaka
sayılı BTR-80 marka askerî aracı garaja sokmak için direksiyon başına
geçen sanığın, araç üzerine monteli ağır makineli silahın namlusunun
havaya doğru kalkık vaziyette bulunmasına dikkat etmeyerek, aracın
garaja girişi esnasında silahın namlusunun garaj girişinin üst kısmındaki
beton alana çarparak eğilmesine, kule üstü silahın namlusunun zarar
görmesine ve 2.300,49 TL tutarında Hazine zararının meydana gelmesine
neden olduğu, dosya kapsamındaki kanıtlardan anlaşılmaktadır.
Oluş ve kabule göre; sanığın, hizmet gereği kendisine teslim
edilmiş olan askerî araca monteli kule üstü ağır makineli silahı,
göstermesi gereken dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareketle
hasara uğratarak, ASCK’nın 137’nci maddesinde düzenlenen, hizmette
tekâsül ile harp malzemesinin mühimce hasarına sebep olmak suçunu
işlediği, anlaşılmaktadır.
Ancak, Askerî Mahkemelerin bir ceza mahkemesi olması nedeniyle,
hukuk davası niteliğindeki davaların bağımsız olarak askerî
mahkemelerde açılması mümkün bulunmamakla beraber, 353 sayılı
Kanun’un 16 ile ASCK’nın 130/3 ve 131/1-son maddelerine göre,
suçlardan doğan istirdat ve tazminat davaları kamu davaları ile birlikte
askerî mahkemelerde görülebilmektedir. Bu maddelere göre, askerî
savcıların Hazineye ilişkin zararları tespit edip, iddianameye yazarak
askerî mahkemelerde kovuşturma ve dava etme yükümlülüğü
bulunmakta ve ceza davası yanında açılan istirdat ve tazmine ilişkin bu
hukuk davalarına ait yargılamanın özel hukuka ilişkin yasal
düzenlemelere göre yürütülmesi gerekmektedir. (Askerî Yargıtay
Daireler Kurulunun 02.05.2002 tarihli, 2002/38-37 Esas ve Karar sayılı
kararı bu doğrultudadır.) Dava konusu edilmedikçe bu tür zararların
kendiliğinden karar altına alınması mümkün değildir.
Yerleşik Askerî Yargıtay içtihatlarında, Hazine zararının tespitinde
iddianamede yazılı miktar ile bağlı olunmadığı, tazmine ilişkin hususların
kazanılmış hak kapsamına girmediği ve mahkemelerin gerçek zarar
miktarını araştırma görevleri bulunduğu kabul edilmektedir.
Ancak; haksız fiilden kaynaklanan zarar istemi ile karşı karşıya
bulunan sanık hakkındaki tazminat davasının amacının, Devletin
malvarlığının; sanığın gerçekleştirdiği haksız fiilden önceki duruma
gelmesini temin etmek olması nedeniyle; tazminin, zarara uğrayan Devlet
açısından sebepsiz zenginleşmeye yol açmaması ve ayrıca tazminat
hukuku yönünden özel hukuka ilişkin yasal düzenlemeler
uygulanacağından, davanın genişletilmesi yasağına da uyularak karar
verilmesi gerekmektedir.
257
5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 71’inci
maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/09/2006 tarihinde
kararlaştırılan ve 01/01/2006 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlüğe
konulan “Kamu Zararlarının Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında
Yönetmelik”in 7’nci maddesinde; kamu zararlarının 6’ncı maddede
belirtilen hususlar göz önünde bulundurulmak suretiyle; kontrol, denetim
veya inceleme, Sayıştay’ca kesin hükme bağlama, adli, idarî veya askerî
yargılama sonucunda tespit edilebileceği, 10’uncu maddesinde, adli, idari
ve askerî mahkemelerce hükme bağlanan ve taraflara tebliğ edilen Kamu
zararından doğan alacaklara ilişkin kararın kesinleşmesi beklenmeksizin,
takip işlemlerine başlanabileceği, 12’nci maddesinde tespit edilen kamu
zararlarının; rızaen ve sulh yolu ile ödenmek, 22/04/1926 tarihli ve 818
sayılı Borçlar Kanunu hükümlerine göre takas yapılmak, 2004 sayılı
Kanun hükümleri uygulanmak suretiyle tahsil edilebileceği, 16’ncı
maddesinde Kamu zararından doğan alacakların, sorumluların ve/veya
ilgililerin talebi üzerine kamu idaresince taksitlendirilebileceği,
taksitlendirme süresinin azami beş yıl olacağı, Genel bütçe kapsamındaki
kamu idarelerinde taksitlendirme işlemlerinin, 08/01/1943 tarihli ve 4353
sayılı Kanun’un ihtilafların sulh yoluyla hâlline ilişkin hükümleri
çerçevesinde gerçekleştirilebileceği, diğer kamu idarelerinin özel
mevzuatlarında başka türlü bir düzenleme bulunmadığı takdirde
taksitlendirmeye üst yöneticilerin yetkili olduğu, sorumluların ve/veya
ilgililerin yazılı taksitlendirme talebi üzerine, sorumlu ve/veya ilgili ile
idare arasında, taksitlendirmenin süresini, taksit sayısı ve tutarları ile
ödeme zamanlarını belirleyen bir ödeme planı yapılacağı, sorumlulardan
ve/veya ilgililerden taksitlerini ödeme planına uygun ve vadesinde
düzenli olarak ödeyeceklerine dair “Resen borç senedi ve kefaletname”
alınacağı, vadesinde ve faiziyle birlikte tamamen ödenmemesi halinde
alacağın tamamının muaccel olacağı ve hükmen tahsili için gerekli
işlemlerin başlatılacağı, taksitlerin tahsili sırasında taksit dönemine ait
taksit tutarının ödenip faizinin tamamının ödenmediği hâllerde,
muhasebe birimince tahsilat belgesi üzerine idarenin faiz isteme hakkının
saklı olduğuna ilişkin şerh konulacağı belirtilmiştir.
İrdelenen bu mevzuat nedeniyle ve özel hukukun genel kuralları
doğrultusunda davanın genişletilmesi yasağını ihlâl edecek biçimde,
askerî mahkemelerce Hazine zararının tahsiline karar verilmesi hâlinde,
taksitlendirmeye karar verme olanağı bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Öte yandan mahkeme taksitlendirmeye ilişkin kararı ile mevzuatın
öngördüğü beş yıl olabilecek olan taksitlendirme süresini kısaltmış,
sanığın idare ile arasında taksitlendirmenin süresini, taksit sayısı ve
258
tutarları ile ödeme zamanlarını belirleyen bir ödeme planı yapma hakkını
elinden almış, sanığın taksitlendirme hususundaki görüşü alınmamış,
ayrıca taksitlere uyulmamasının hukukî sonuçlarını da hüküm altına
almamıştır.
Bu nedenle, temyiz konusu olayda meydana gelen ve tazmini
gereken Hazine zararının, taksitlendirilerek tahsiline karar verilmesi
hukuka aykırılık oluşturmaktadır.
Diğer yandan, bu konuda resmî bir belge bulunmamakla birlikte,
TSK’larından ilişiğinin kesildiği belirtilen sanığın düzenli gelir getirici
bir işi bulunmadığının anlaşılması, yapılan malî araştırmalar sonucu
üzerine kayıtlı herhangi bir gayrimenkulü, aracı ve mal beyanına göre
hiçbir maddi birikimi bulunmadığı, aksine bir bankaya borcu olduğunun
belirlenmesi karşısında, sanığın Hazine zararının tümünü ödemekle
sorumlu tutulmasının hakkaniyete uygun düşmediği, zararın hepsini
ödemesi hâlinde müzayaka durumuna düşebileceği anlaşılmaktadır.
Askerî Mahkemece, hükmün gerekçesinde açıkça belirtilmemekle
birlikte; olayda bilirkişi raporuna göre, sanığın kusurunun tam bulunması
nedeniyle bu yönde uygulama yapıldığı anlaşılmakla beraber; sanığın
tam kusurlu olduğu belirlense dahi, bu hususun Borçlar Kanunu’nun
44/2’nci maddesinde belirtilen eylemin kasten veya ağır bir ihmal veya
tedbirsizlikle yapıldığına ilişkin kabulünün hatalı olması, sanığın olay
sırasında bir hizmet gereğini yerine getirmekte oluşu, kasten veya
bilerek, ağır bir ihmal ya da kusurlu davranış sergilememesi ve özellikle
itibar edilen bilirkişi raporunda, garaj kapısının alçak olmasının da
kazaya sebebiyet veren etkenlerden biri olarak kabul edilmesi nazara
alındığında; Hazine zararının tamamının sanıktan tahsili hâlinde
“Müzayaka” hâline düşeceği dikkate alınmadan, Hazine zararından hiçbir
tenkis yapılmaması ve bu hususun gerekçede tartışılmamış olması da
hukuka aykırı bulunmuştur.
Öte yandan, hükümde taksitlendirilen adli para cezasının, taksit
miktarı belirtilmekle birlikte, taksit vadelerinin belirtilmemesi; hükmün
infazında karışıklığa yol açacağı gibi, nispi harca hükmedilmemiş olması
da hukuka aykırılık oluşturmaktadır.
Bu nedenlerle, hükmün belirtilen uygulama hataları nedeniyle
bozulmasına karar verilmiştir.
259
ASMKYUK
Mad.16
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0096
K.Nu. : 2012/0071
T.
: 17.01.2012
ÖZET
Mağdurun tedavi giderini, 353 sayılı Kanun’un 16’ncı maddesi
anlamında suçtan doğan bir Hazine zararı olarak kabul etmek
mümkün olmadığından, somut olayda, muayene ve tedavi giderinin
ödettirilmesine karar verilmiş olması hukuka aykırı bulunmuştur.
Özel Eğitim Merkez Komutanlığında askerlik hizmetini yapan
Hv.P.Er B. K. ve Hv.P.Er A. K.'nin 09.06.2009 tarihinde müzik sistemi
yüzünden birbirleri ile tartıştıkları ve kavga ederek birbirlerine
vurdukları,
10.06.2009 tarihindeki sabah içtimasında, bir önceki gün meydana
gelen bu olayın nöbetçi heyeti tarafından Bölük Astsubayına iletildiği,
daha sonra saat 14.00'de Restaurant sorumlusu olan sanık Hv.P.Kd.Bçvş.
S. D.'nin görevli erleri içtima ettirdiği, olayı anlattırdıktan sonra mağdur
Hv.P.Er A. K.'ye 7-8 kez tokat attığı, daha sonra diğer mağdur Hv.P.Er
B. K.'yi yanına çağırttığı, önce ajanda ile kafasına birkaç defa vurduğu ve
daha sonra elinin iç kısmı ile çenesine vurduğu ve çene kemiğinin iki ayrı
yerden kırılmasına sebebiyet verdiği, bu olay sonrasında mağdur Hv.P.Er
B.K.'nin muayene ve tedavisi için önce Asker Hastanesi Baştabipliğine
oradan da Ankara GATA Baştabipliğine sevk edilerek tedavisinin
yapıldığı, bu tedavi sonucunda toplam 620,26 TL tutarında harcama
yapıldığı, mağdur Hv.P.Er B.K. hakkında düzenlenen adli rapora göre
“çene kemiğinde tespit edilen kırığın hayat fonksiyonlarını ORTA(3)
derecede etkileyecek durumda bulunduğu” görülmektedir.
Açıklanan maddi olayda sanığın, Hv.P.Er B.K.’nin kafasına ajanda
ile birkaç kez vurmak ve çenesine avuç içi ile vurarak kırılmasına sebep
olmak suretiyle asta müessir fiil suçunu işlediği tüm dosya kapsamından
anlaşılmakla sübuta ermektedir.
Askerî Mahkemece; sanığın, tüm unsurları ile oluşan atılı suçtan,
yasal ve inandırıcı gerekçelerle, alt sınırdan uzaklaşılarak ceza tayin
260
edilip, takdiri indirim yapılarak ve hapis cezası adli para cezasına
çevrilerek, TCK’nın 51’inci ve ASCK’nın Ek 10’uncu maddeleri
gereğince yasal imkânsızlık nedeniyle, cezanın ertelenmemesi ve
hükmün açıklanmasının geri bırakılmaması suretiyle yazılı olduğu
şekilde cezalandırılmasında; usûl, sübut, vasıf ve takdir yönlerinden
hukuka aykırılık bulunmamakla birlikte;
Dairemizin önceki bozma ilamında ve Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 01.06.2006 tarihli, 2006/121-126 Esas ve Karar sayılı
kararında izah edildiği üzere, mağdurun tedavi giderini, 353 sayılı
Kanun’un 16’ncı maddesi anlamında suçtan doğan bir Hazine zararı
olarak algılama imkânı bulunmamaktadır.
Askerî Mahkemece; aynı gerekçe ile verilen bozma kararına
uyulmasını müteakiben, bu hususta yapılan araştırma sonunda tekrar,
muayene ve tedavi giderlerinin ödettirilmesine hükmedilmesi hukuka
aykırı olduğundan, mağdur Hv.P.Er B.K.’ye yönelik eylem nedeniyle
verilen mahkûmiyet hükmünün, bozulmasına karar verilmiştir.
261
ASMKYUK
Mad. 17
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/140
K.Nu. : 2012/136
T.
: 27.12.2012
ÖZET
14.07.2010 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılarak
asker kişiliği sona ermiş olan ve dolayısıyla askerî yargı yerinde
yargılanmasını gerektirir ilgi kesilmiş bulunan sanığın, “irtikâp”
suçuna vücut verebileceği değerlendirilen eylemi nedeniyle,
yargılamasının adli yargı yerinde yapılması gerektiği kabul
edildiğinden, Askerî Mahkemece 353 sayılı Kanun’un 9, 17 ve
176’ncı maddeleri dikkate alınarak verilen görevsizlik kararında bir
isabetsizlik bulunmamaktadır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, sanığa
atılı eylemin vasfı ve bu vasfa bağlı olarak yargılamayı yapmakla görevli
yargı yerinin neresi olacağı noktasındadır.
Birlik Mal Saymanı olarak görevli sanık J.Ord.Bçvş. Ü.N.’nin,
…Komutanlığına ait hizmet binası ve müştemilatı inşasını yüklenen,
…İnşaat firmasının ortaklarından A.Ö.'yü, piyasaya 40.000 TL civarında
borçlandıklarından bahisle, "hak ediş dosyasını 45 gün bekletebileceğini,
bu konuda yetkisinin olduğunu" beyan ederek zorlayıp, öncelikle 4.000
TL para verilmesini temin ettiği, bilahare sanık tarafından aynı şekilde
yeniden para talep edilmesi ve müştekinin sanıktan şikâyetçi olması
üzerine başlatılan soruşturma sonunda, 03.03.2010 tarihinde müşteki
A.Ö.'nün iş adresinde gerçekleştirilen suçüstü işleminde, seri numaraları
önceden tespit olunmuş 8.000 TL paranın şüpheli J.Ord. Bçvş.Ü.N.'nin
üzerinde tespit edildiği anlaşılmaktadır.
Askerî Mahkemece, eylemin irtikâp suçunu oluşturabileceği kabul
edilerek, atılı suçun askerî bir suç olmaması, askerî bir suça bağlı
bulunmaması ve sanığın Türk Silahlı Kuvvetlerinden ilişiğinin kesilmiş
olması sebebiyle yargılama görevinin adli yargı yerine ait olduğundan
bahisle, görevsizlik kararı verilmiş iken, Dairece, eylemin suç tarihinde
262
yürürlükte olan TCK’nın 257/3’üncü maddesinin yollamasıyla 257/1’inci
maddesinde öngörülen görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunu
oluşturabileceği kabul edilmiştir.
TCK’nın 250’nci maddesinin birinci fıkrasında, “Görevinin
sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle kendisine veya başkasına
yarar sağlanmasına veya bu yolda vaatte bulunulmasına bir kimseyi icbar
eden kamu görevlisi, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır.” hükmü yer almaktadır.
Mal Saymanı olan sanığın; müştekiye, firmanın hak edişlerini
bekletebileceğini, işlerini engelleyebileceğini, firmayı zor durumda
bırakabileceğini ima ederek beyanda bulunması ve müştekiden para
aldığı tarihler itibarıyla henüz ihale sürecinin tamamlanmamış, süreçteki
yetki ve görevinin sonlanmamış olması birlikte değerlendirildiğinde,
eyleminin sübutu hâlinde, zarara uğratma iddiasının zorlayıcı olması ve
müştekinin sanığın bu baskısının etkisinden kolaylıkla kurtulma
olanağının bulunmaması nedeniyle, “icbar” koşulu gerçekleşmiş
olacaktır.
Kamu görevlisi olan sanığın, Birlik Mal Saymanlığı görevinin
sağladığı nüfuzu kötüye kullanarak müştekiyi kendisine para vermeye
mecbur bırakması dikkate alındığında, sübutu hâlinde eylemi “irtikâp”
suçuna vücut vereceğinden; askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak
işlediği iddia olunan üzerine atılı “irtikâp” suçuyla ilgili davaya asker kişi
olma hâlinin devamı süresince askerî mahkemede bakılabilecektir.
Sanığın, 14.07.2010 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetlerinden
çıkarılarak, asker kişi statüsü sona erdiğinden ve askerî mahkemelerde
yargılanmasını gerektiren ilginin kesilmesi nedeniyle, askerî bir suç
olmayan ve askerî bir suça da bağlı bulunmayan üzerine atılı “irtikâp”
suçuyla ilgili davaya askerî mahkemenin bakma görevi sona erdiğinden,
Askerî Mahkemece, davaya adli yargı yerinde bakılması gerektiğinin
kabulüyle verilen ve hukuka uygun bulunan görevsizlik kararının
onanması gerekmiştir.
263
ASMKYUK
Mad. 19
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/131
K.Nu. : 2012/126
T.
: 29.11.2012
ÖZET
353 sayılı Kanun’un 19’uncu maddesine göre, subay ve
astsubayların işledikleri suçlara ait davalara kurul hâlindeki askerî
mahkemece bakılması öngörüldüğünden, sanık hakkında firar
suçundan açılan davanın kurul hâlindeki askerî mahkemede
yürütülmesi gerekir. Sanık hakkında, TSK’dan resen ayrılmasından
sonra, yani “asker kişi” sıfatı sona erdikten sonra dava açılmış
olması durumu değiştirmez. Sanık suçu işlediğinde astsubay
olduğuna göre, heyet hâlinde askerî mahkemede yargılanması, tabii
hâkim ilkesinin bir gereğidir.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Türk Silahlı
Kuvvetlerinden (TSK’dan) resen emekli edilen sanık astsubay hakkında
yüklenen firar suçu ile ilgili yargılamanın, tek hâkim tarafından mı,
yoksa kurul hâlinde mi yapılacağına ilişkindir.
Daire; sanık hakkındaki yargılamanın askerî mahkeme kurulunca
yapılması gerektiğini kabul ederken;
Askerî Mahkeme; sanık hakkındaki yargılamanın tek hâkim
tarafından yapılması gerektiğini kabul ederek eski kararında direnmiştir.
353 sayılı Kanun’un 19’uncu maddesinde, subay ve astsubayların
işledikleri suçlara ait davalar hariç olmak üzere, bazı suçları işleyenlerin
davalarına tek hâkim tarafından bakılacağı belirtilmektedir.
Bu madde hükmüne göre, subay ve astsubayların işledikleri askerî
yargıya tabi suçlar ne olursa olsun, bunlara ilişkin davalara kurul
hâlindeki askerî mahkemelerde bakılacaktır. Başka bir deyimle subay ve
astsubayların işledikleri suçlara ait davalara askerî mahkemede tek hâkim
tarafından bakılması mümkün değildir.
264
Anayasa’nın 37’nci maddesi, “Hiç kimse kanunen tabi olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz” hükmünü amirdir.
Burada “tabii hâkim” den söz edilmektedir. Tabii hâkim, kanunun suçtan
önce gösterdiği, yani davayı görecek hâkimin suçun işlenmesinden önce
kanunla belirlenmesidir. Suç işleyen kimsenin suç işlemeden önce hangi
mahkemede yargılanacağını bilmesi en önemli temel haklardan biridir.
Nitekim, Anayasada “Tabii hâkim” kavramına “Temel haklar ve
ödevler” hükmünde yer verilmiştir.
353 sayılı Kanun’un 2’nci maddesinde, askerî mahkemelerin, bu
Kanunda aksi yazılı olmadıkça üç askerî hâkimden kurulacağı yazılıdır.
Maddeden anlaşılacağı üzere, asıl olan, askerî mahkemelerin toplu
mahkemeler olmasıdır. Bazı suçlarla ilgili davalarda yargılamanın, askerî
mahkemelerin iş yükünü hafifletmek, davaları süratle sonuçlandırmak
amacıyla tek hâkim tarafından yürütülmesi kabul edilmiştir. Askerî
mahkemede davaların kurul tarafından yürütülmesi asıl, tek hâkimle
yürütülmesi ise istisnadır. Toplu mahkeme (kurul hâlinde mahkeme)
sanıklar için bir teminat teşkil eder. Doktrinde de, toplu mahkeme
usulünün, hâkim ne kadar çok olursa adaletin daha iyi tevzi edileceği,
birlikte müzakerenin, kararların daha gerekçeli olabilmesini sağlayacağı,
toplu mahkemelerde karşılıklı denetlemenin olduğu, böylece hâkimlerin
de tarafsızlığının temin edileceği, verilecek kararların daha adil olacağı
fikri hâkimdir.
Yargılama merciinin tayininde, sanığın suçu işlediği tarihteki
statüsü ile yargılama sırasındaki statüsüne bakmak gerekir. Suç
işlendikten sonra veya yargılama sırasındaki statü değişikliğinin
yargılama mercii yönünden önemi bulunmamaktadır.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde; sanık
Astsb.T.A.’nın 25 Mayıs 2009 - 5 Haziran 2009 tarihleri arasında
Ankara ilinde düzenlenen Hudut İstihbaratı kursuna katıldığı, Kurs
Belgesine göre 5 Haziran 2009 günü kurstan ayrılmasına rağmen, iki gün
de yol izni eklendiğinde en geç 8 Haziran 2009 günü birliğine katılması
gerekirken katılmayarak firar ettiği; 17 Ocak 2011 günü TSK’dan resen
ayırma işleminin yapıldığı anlaşılmıştır. Firar suçunda temadinin bitim
tarihi TSK’dan resen ayrılması işleminin onaylandığı tarihtir. Bu tarihte
asker kişi sıfatı sona ermiştir. Sanığın suçu işlemeye başladığı tarihten
suçun temadisinin sona erdiği tarihe kadar statüsü astsubaydır.
353 sayılı Kanun’un 19’uncu maddesine göre, subay ve
astsubayların işledikleri suçlara ait davalara kurul hâlindeki askerî
mahkemece bakılması öngörüldüğünden, sanık hakkında firar suçundan
açılan davanın kurul hâlindeki askerî mahkemede yürütülmesi gerekir.
265
Sanık hakkında, TSK’dan resen ayrılmasından sonra, yani “asker kişi”
sıfatı sona erdikten sonra dava açılmış olması durumu değiştirmez. Sanık
suçu işlediğinde astsubay olduğuna göre, heyet hâlinde askerî
mahkemede yargılanması tabii hâkim ilkesinin bir gereğidir.
Bu nedenle; sanığın kurul hâlinde teşekkül ettirilen Askerî
Mahkemede yargılanması gerekirken, yargılamanın tek hâkim tarafından
yapılması usule aykırı bulunduğundan, direnme hükmünün usul
yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
266
ASMKYUK
Mad. 32
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/80
K.Nu. : 2012/84
T.
: 21.06.2012
ÖZET
1) 353 sayılı Kanun’un 32’nci maddesinin ikinci fıkrasında yer
alan: “Yetkisizlik iddiası üzerine Askerî Mahkeme bu iddiayı,
sanığın sorgusundan önce karara bağlar. Bu aşamalardan sonra
yetkisizlik iddiasında bulunulamayacağı gibi mahkemeler de bu
hususta resen karar veremez” hükmü kapsamında, sanık dışındaki
tarafların da yetkisizlik iddiasında bulunabileceği ve mahkemece de
resen yetkisizlik kararı verilebileceği anlaşılmaktadır.
2) MSB’lığı tarafından yayımlanan Adli Yetki Kitabına göre,
...İl Jandarma Komutanlığı harekât komutasına verilmiş olan
Birlikte görev yapan sanıklar hakkında açılmış olan davanın
...Tugay
Komutanlığı
Askerî
Mahkemesinde
görülmesi
gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, bir başka askerî mahkeme tarafından
yetkili görülmesi sebebiyle yargılama yapan askerî mahkeme tarafından
yetkisizlik kararı verilebilmesi için, 353 sayılı Kanun'un 32’nci
maddesine uygun olarak sanığın istemde bulunmuş olmasının gerekip
gerekmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire; …Tümen Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yapılan
yargılamada sanıklar tarafından yetkisizlik iddiasında bulunulmadığı
hâlde yetkisizlik kararı verilmesinin 353 sayılı Kanun'un 32’nci
maddesine aykırı olduğunu, bu aşamada Askerî Mahkemeler arasında
çözümlenmesi gereken olumsuz yetki uyuşmazlığı bulunmadığını ve
anılan kararın kaldırılması gerektiğini kabul etmişken;
Başsavcılık;
yetkisizlik
kararlarının
usul
bakımından
denetlenmesinin mümkün olmadığı, kaldı ki; bir başka askerî mahkeme
tarafından yetkili görülmesi sebebiyle yargılama yapan askerî
267
mahkemece yetkisizlik kararı verilebilmesi için sanığın istemde
bulunmasının gerekmediği, bunun hayatın olağan akışına aykırı olduğu
görüşündedir.
Uyuşmazlık konusunun çözümü için ilgili hükümlerin incelenmesi
gerekmektedir.
İlgili Hükümler
353 sayılı Kanun’un;
“Genel olarak yetki” başlığı altındaki 21’inci maddesinin birinci
fıkrasında: “Askerî mahkemelerin yetkisi, teşkilatında askerî mahkeme
kurulan kıta komutanı veya askerî kurum âmirinin kadro ve kuruluş
itibariyle emirleri altında bulunan kişiler ile adlî bakımdan kendisine
bağlanmış birlik ve askerî kurum mensupları hakkında caridir.”;
“Geçici görevlendirmede yetki” başlığı altındaki 23’üncü
maddesinde: “Bir askerî birlik veya kurumda geçici olarak
görevlendirilen veya harekat komutasına verilen asker kişiler, bu
görevlerinin devamı süresince, geçici olarak görevlendirildikleri veya
harekat komutasına verildikleri askerî birlik veya kurumun bağlı
bulunduğu Askerî Mahkemenin yetkisine tabidirler.”;
“Olumsuz yetki uyuşmazlığı” başlığı altındaki 31’inci maddesinde:
“Birkaç askerî mahkeme arasında yetki hususunda olumsuz uyuşmazlık
çıkar ve yetkisizlik kararları aleyhine kanun yollarına başvurma imkanı
kalmamış bulunursa, Askerî Yargıtay yetkili mahkemeyi tayin eder.”;
“Yetkisizlik iddiası” başlığı altındaki 32’nci maddesinde: “Sanık,
sınıf ve rütbe yönünden olmayan yetkisizlik iddiasını duruşmada
sorgusundan önce askerî mahkemeye bildirir.
Yetkisizlik iddiası üzerine askerî mahkeme bu iddiayı, sanığın
sorgusundan önce karara bağlar. Bu aşamalardan sonra yetkisizlik
iddiasında bulunulamayacağı gibi mahkemeler de bu hususta resen karar
veremez.”;
“Görevsizlik ve yetkisizlik kararı” başlığı altındaki 176’ncı
maddesinde: “Duruşma sırasında sanığın veya suçun askerî yargıya tabi
olmadığı anlaşılırsa askerî mahkeme görevsizlik kararı verir.
Sanığın rütbesi veya sınıfı uygun değilse yetkisizlik kararı verilir.
Bu kararlar temyiz olunabilirler ve iddianamenin bütün sonuçlarını
meydana getirerek aynı şartlara tabi olurlar.”;
CMK’nın “Yetkisizlik iddiası” başlığı altındaki 18’inci
maddesinde:
“(1) Sanık, yetkisizlik iddiasını, ilk derece mahkemelerinde
duruşmada sorgusundan, bölge adliye mahkemelerinde incelemenin
268
başlamasından ve duruşmalı işlerde inceleme raporunun okunmasından
önce bildirir.
(2) Yetkisizlik iddiasına ilişkin karar, ilk derece mahkemelerinde
sanığın sorgusundan önce, bölge adliye mahkemelerinde duruşmasız
işlerde incelemenin hemen başlangıcında, duruşmalı işlerde inceleme
raporu okunmadan önce verilir. Bu aşamalardan sonra yetkisizlik
iddiasında bulunulamayacağı gibi mahkemeler de bu hususta resen karar
veremez.
(3) Yetkisizlik kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilir.”;
Hükümleri yer almaktadır.
Değerlendirme ve Kabul
Yukarıda aşamaları anlatılan dava konusu olayda, iki ayrı askerî
mahkemenin sanıklar hakkında açılmış olan davayla ilgili yargılama
yetkisinin diğerine ait olduğu gerekçesiyle yetkisizlik kararları verdiği,
bu kararlar aleyhine kanun yolu isteminde bulunulmadığı ve 353 sayılı
Kanun'un 31’inci maddesi uyarınca yetkili mahkemenin belirlenmesi için
dava dosyasının Askerî Yargıtay’a gönderildiği anlaşılmaktadır.
Daire tarafından, yetkili mahkeme belirlemesi yapılmamış;
…Tümen Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yapılan yargılamada
sanıklar tarafından yetkisizlik iddiasında bulunulmadığı hâlde resen
yetkisizlik kararı verilmesinin hukuka aykırı olduğu kabul edilerek bu
Mahkeme tarafından verilmiş olan yetkisizlik kararı kaldırılmıştır.
CMK’nın 18’inci maddesinde yer alan hükümlere paralel olarak
düzenlenmiş olan 353 sayılı Kanun'un 32’nci maddesi bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, esas itibarıyla yetkisizlik iddiasının sadece sanık
tarafından ileri sürülebileceğine ilişkin bir hüküm bulunmadığı, birinci
fıkrada yer alan sanığın yetkisizlik iddiasını sorgusundan önce
bildireceğine ilişkin düzenlemenin; sadece sanık tarafından yetkisizlik
iddiasında bulunulabileceği, askerî savcı tarafından böyle bir iddianın
ileri sürülemeyeceği veya askerî mahkeme tarafından bu konuda resen
karar verilmeyeceği şeklinde anlaşılmasının doğru olmadığı; ikinci
fıkrada
yer
alan,
sorgudan
sonra
yetkisizlik
iddiasında
bulunulamayacağına ve mahkeme tarafından bu konuda resen de karar
verilmeyeceğine ilişkin hükmün karşıt anlamından, sorgudan önce, bu
konuda bir istem olmasa bile, mahkeme tarafından resen yetkisizlik
kararı verilebilmesine olanak tanındığının açıkça anlaşıldığı
görülmektedir.
353 sayılı Kanun’un 32’nci maddesinin 5530 sayılı Kanun'un
11’inci maddesiyle değiştirilerek yeniden düzenlenmesine ilişkin madde
gerekçesinde, yapılan değişiklikle Ceza Muhakemesi Kanununa paralel
269
olarak yetkisizlik iddiasının sanık tarafından yapılabileceği
doğrultusunda bir sınırlama getirildiği ifade edilmiş ise de; ne ikinci fıkra
kapsamında maddeden böyle bir sonuç çıkarılması mümkündür, ne de
CMK’nın 18’inci maddesinde böyle bir sınırlama bulunmaktadır.
Dolayısıyla, … Tümen Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından
verilmiş olan yetkisizlik kararının usul yönünden hukuka aykırı olarak
verilmiş olduğu gerekçesiyle kaldırılması, 353 sayılı Kanun’un 31’inci
maddesine aykırı bulunmaktadır.
Bu sebeplerle, hukuka aykırı olduğu anlaşılan Daire kararının
kaldırılmasına karar verilmiş; bu aşamadan sonra, yetkili askerî
mahkemenin belirlenmesi için yapılacak incelemenin Daire tarafından
mı, yoksa Daireler Kurulu tarafından mı yapılması gerektiği hususu
tartışılmıştır.
Kurulumuzca bu konuda yapılan değerlendirmeler sonunda;
yargılamanın bir an önce sonuçlandırılması amacıyla bu konudaki
incelemenin de Daireler Kurulunca yapılması gerektiği kabul edilmiştir.
Yetkili Askerî Mahkemenin Belirlenmesi
Sanıkların suç tarihlerinde görev yaptıkları birliğin, İskenderun’da
konuşlu bulunan … Tugay 2’nci Mekanize Piyade Tabur Komutanlığı
olduğu;
Bu Birliğin, Jandarma Genel Komutanlığının 10.03.2006 tarihli ve
…Kolordu Komutanlığının 27.01.2006 tarihli emirleri ile 01.04.2006
tarihinden itibaren Hatay – Amanoslar bölgesinde kullanılmak üzere
…Jandarma Bölge Komutanlığının harekat komutasına, …Jandarma
Bölge Komutanlığının 31.03.2006 tarihli emriyle de, 2006 yılı Bahar –
Yaz dönemi İç Güvenlik Harekatı süresince … İl Jandarma
Komutanlığının harekat komutasına verildiği;
… Jandarma Bölge Komutanlığının 10.12.2008 tarihli, 2008 - 2009
Kış Dönemi İç Güvenlik Harekatı Uygulama emrinde; 2’nci Mekanize
Piyade Tabur Komutanlığının … Jandarma Bölge Komutanlığının (Hatay
İl Jandarma Komutanlığının) harekât kontrolünde kalmaya devam
edeceğinin düzenlendiği;
…Jandarma Bölge Komutanlığının 10.03.2009 tarihli, 2009 Yaz
Dönemi İç Güvenlik Harekatı Uygulama emrinde, …İl Jandarma
Komutanlığının bu Birliği harekât komutasında sevk ve idare edeceğinin
açıkça belirtilmiş olduğu;
Anlaşılmakta olup; bu düzenlemelere göre, sanıkların görev
yaptıkları Birlik Komutanlığının, suçun işlendiği iddia olunan dönemde,
…İl Jandarma Komutanlığının harekât komutasında olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
270
353 sayılı Kanun'un 23’üncü maddesi uyarınca; bir askerî birlikte
geçici olarak görevlendirilen veya harekat komutasına verilen asker
kişilerin, bu görevlerinin devamı süresince, geçici olarak
görevlendirildikleri veya harekat komutasına verildikleri askerî birlik
veya kurumun bağlı bulunduğu askerî mahkemenin yetkisine tabi
olmaları ve MSB Adli Yetki Kitabına göre …İl Jandarma Komutanlığının
…Tugay Komutanlığı Askerî Mahkemesinin adli yetki alanı içinde
bulunması sebebiyle, sanıklar hakkında yargılama yapma görev ve
yetkisinin …Tugay Komutanlığı Askerî Mahkemesine ait olduğu açık
olduğundan, bu mahkeme tarafından verilmiş olan yetkisizlik kararının
kaldırılmasına ve dava dosyasının anılan mahkemeye gönderilmesine
karar verilmiştir.
Not: Daireler Kurulunun 07.06.2012 tarihli, 2012/84-93 Esas ve
Karar sayılı kararı da bu yöndedir.
271
ASMKYUK
Mad.196
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/2
K.Nu. : 2012/63
T.
: 10.05.2012
ÖZET
1) Hakkında asta müessir fiil suçundan mahkûmiyet hükmü
verilmiş olan sanık P.Çvş. U.G.’nin, bu mahkûmiyet hükmü yerine,
yargılama aşamasında kendisinden şikâyetçi olmadığı diğer sanık
hakkındaki beraat hükmünü temyiz etmesinin hayatın olağan
akışına uygun bir davranış olarak kabul edilmesi mümkün olmadığı
gibi; sanığın, daha sonra suçtan zarar gören kişi sıfatıyla gerekçeli
hükmün tebliğ edilmesi üzerine bu yöndeki bir iradesini de ortaya
koymamış olması karşısında, artık, temyiz isteminin hakkında asta
müessir fiil suçundan verilmiş olan mahkûmiyet hükmüne yönelik
olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.
2) Gerekçeli hüküm, 353 sayılı Kanun'un 196'ncı maddesi
uyarınca katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş
bulunan mağdura usulüne uygun olarak tebliğ edilmiş, buna rağmen
mağdur temyiz isteminde bulunmamıştır. Dolayısıyla, sadece sanık
tarafından açılmış olan temyiz davasıyla ilgili incelemede; beraat
hükmünün bu sebeple bozulması hukuka aykırı bulunmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık P.Çvş. U.G. tarafından yapılan
temyiz isteminin, kendisiyle ilgili olarak asta müessir fiil suçundan
verilmiş olan mahkûmiyet hükmüne mi, yoksa, suçtan zarar görmüş kişi
sıfatıyla sanık Tnk.Er E.Ö. hakkında üste fiilen taarruz suçundan verilmiş
olan beraat hükmüne mi yönelik olduğuna ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanık P.Çvş. U.G. tarafından yapılan temyiz isteminin asta
müessir fiil suçundan hakkında verilmiş olan mahkûmiyet hükmüne
ilişkin olmadığını, suçtan zarar görmüş kişi sıfatıyla sanık Tnk.Er E.Ö.
hakkında üste fiilen taarruz suçundan verilmiş olan beraat hükmüne
ilişkin olduğunu, buna göre, asta müessir fiil suçundan verilmiş olan
mahkûmiyet hükmüyle ilgili temyiz istemi bulunmadığını; üste fiilen
taarruz suçundan verilmiş olan beraat hükmünün mağdura haklarının
272
hatırlatılmamış olması sebebiyle hukuka aykırı olduğunu kabul etmişken;
Başsavcılık; sanık P.Çvş. U.G. tarafından yapılan temyiz isteminin
asta müessir fiil suçundan hakkında verilmiş olan mahkûmiyet hükmüne
ilişkin olduğu ve bu hükümle ilgili temyiz incelemesi yapılması
gerektiği, bu kişinin sanık Tnk.Er E.Ö. hakkında üste fiilen taarruz
suçundan verilmiş olan beraat hükmüne ilişkin olarak, katılan sıfatını
alabilecek surette suçtan zarar görmüş olan ve hükmü temyiz etme hakkı
bulunan kişi sıfatıyla temyiz isteminde bulunup bulunmayacağının
belirlenmesi bakımından, gerekçeli hükmün bu maksatla ve hakları
hatırlatılmak suretiyle kendisine tebliğ edilmesi, temyiz isteminin varlığı
ve yokluğuna göre inceleme yapılması gerektiği görüşündedir.
Tebligat İşlemleri
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle, sanıklar hakkında verilmiş
olan hükümlerin, kanun yoluna başvurma hakkına sahip olan kişilere
tebliğ edilip edilmediğinin belirlenmesi gerektiğinden, Kurulumuzun
12.01.2012 tarihli toplantısında yapılan incelemede bu konu araştırılmış;
her iki sanık hakkında yapılmış olan yargılamada, işledikleri iddia olunan
suçların mağduru durumunda bulunan diğer sanığa, bu sıfatından
kaynaklanan haklarının hatırlatılmamış olduğu; dolayısıyla bu konudaki
haklarını kullanıp kullanmayacakları ve diğeri hakkındaki davaya katılıp
katılmayacaklarının belirlenememiş olduğu anlaşıldığından; sanıkların
temyiz iradelerinin, kendileriyle ilgili hükümlere mi, mağduru oldukları
suçla ilgili diğer sanık hakkında verilmiş olan hükme mi veya her ikisine
mi ilişkin olduğunun belirlenmesi için; öncelikle, her bir sanık
hakkındaki hükmün, katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar
görmüş kişi sıfatıyla ve bu konudaki hakları hatırlatılmak suretiyle
diğerine tebliğ edilmesi ve diğer sanık aleyhine temyiz isteminde
bulunup bulunmayacaklarının beklenmesi gerektiği kabul edilerek; bu
eksikliğin giderilmesi ve daha sonra temyiz incelemesine devam edilmek
üzere iade edilmesi için, dava dosyasının Başsavcılığa gönderilmesine
karar verilmiştir.
Bu kararımızın gereği olarak; Askerî Mahkemenin gerekçeli hükmü
ve Kurulumuzun gerekçeli ara kararı, sanık ve mağdur sıfatları da
belirtilmek, kanun yol ve süresi gösterilmek suretiyle; U.G.’nin aynı çatı
altında birlikte ikamet ettiği yengesine, 21.02.2012 tarihinde; E.Ö.’nün
aynı çatı altında birlikte ikamet ettiği annesine, 22.02.2012 tarihinde
tebliğ edilmiş; tebliğ işlemlerinden sonra, sanıklar tarafından önceki
temyiz istemlerini açıklayıcı başkaca bir dilekçe verilmemiştir.
P.Çvş. U.G. tarafından yapılan temyiz isteminin hangi hükümle
ilgili olduğunun belirlenmesi
273
P.Çvş. U.G. hakkında asta müessir fiil suçundan verilmiş olan
mahkûmiyet hükmü, 22.02.2010 tarihinde yapılan duruşma sonunda
sanığın yokluğunda bildirilmiş; gerekçeli hükmün sanığa tebliğ edilmesi
için, Askerî Mahkeme tarafından 22.02.2010 tarihinde Birlik
Komutanlığına talimat yazılmıştır.
Bu talimat incelendiğinde: “Üste fiilen taarruz suçundan sanık
Tnk.Er E.Ö. hakkındaki kamu davası mahkûmiyet hükmü verilmek
suretiyle sonuçlandırılmış ve ekte gerekçeli kararın bir sureti
gönderilmiştir.” denilmek suretiyle, gerekçeli hükmün açık kimliği yazılı
sanığa tebliğ edilmesinin istendiği; “Sanık Kimliği” bölümünde ise,
“M.G. ve E.Ö.” isimlerine ve E.Ö.’nün kimlik bilgilerine yer verildiği
görülmektedir.
Esasen bu talimatta sanığın kimlik bilgileriyle ilgili hiçbir ibare
bulunmamakta, sadece talimat ekinde gönderilen gerekçeli hüküm
içeriğinden, üste fiilen taarruz suçundan hakkında mahkûmiyet hükmü
verilmiş olan bir kişi olmadığı, üste fiilen taarruz suçundan
yargılanmakta olan sanık Tnk.Er E.Ö. hakkında beraat kararı verilmiş
olduğu ve hakkında mahkûmiyet kararı verilmiş olan kişinin asta müessir
fiil suçundan yargılanmakta olan P.Çvş. U.G. olduğu anlaşılmaktadır.
Sanık P.Çvş. U.G.’ye bu talimat gereği gerekçeli hüküm tebliğ
edilmiş; talimat ile gerekçeli hükmün birbiriyle çelişkili bilgiler içermesi
nedeniyle, her iki sanık da Bölük Komutanlığına ayrı ayrı verdikleri
05.03.2010 tarihli dilekçeleri ile, aynen: “05.03.2010 tarihinde tarafıma
tebliğ edilen Üste Fiilen Taarruz suçu gerekçeli hüküm kararını temyiz
etmek istiyorum. Arz ederim.” demek suretiyle temyiz isteminde
bulunmuşlardır.
Sanık P.Çvş. U.G.; yargılama aşamasında diğer sanıktan şikâyetçi
olmamış; Kurulumuzca alınan ara kararı uyarınca suçtan zarar gören
sıfatıyla hakları hatırlatılmış olmasına rağmen başkaca bir temyiz
isteminde bulunmamıştır. Yargılama aşamasında da diğer sanıktan
şikâyetçi olmamış; ifadelerinde, aralarında kısa süreli bir itişme
olduğunu, sanık E.’nin üzerine yürümesi ve küfür etmesi üzerine
kafasıyla yüzüne vurduğunu, E.’nin kendisine vurmadığını beyan
etmiştir.
Bu kanıtlara göre; hakkında mahkûmiyet hükmü verilmiş olan bir
kişinin, bu mahkûmiyet hükmü yerine, yargılama aşamasında
kendisinden şikâyetçi olmadığı diğer sanık hakkındaki beraat hükmünü
temyiz etmesinin, hayatın olağan akışına uygun bir davranış olarak kabul
edilmesi mümkün olmadığı gibi; sanığın, daha sonra suçtan zarar gören
kişi sıfatıyla gerekçeli hükmün tebliğ edilmesi üzerine bu yöndeki bir
274
iradesini de ortaya koymamış olması karşısında, artık, temyiz isteminin
hakkında asta müessir fiil suçundan verilmiş olan mahkûmiyet hükmüne
yönelik olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.
Hakkında üste fiilen taarruz suçundan beraat hükmü verilmiş
olan sanık Tnk.Er E.Ö.’nün temyiz istemi ve buna ilişkin Daire
kararıyla ilgili inceleme
Hükmün, sanık P.Er E.Ö.’ye, 22.02.2010 tarihinde yapılan
duruşmada tefhim suretiyle tebliğ edildiği; ancak, sanığın, bir haftalık
yasal temyiz süresinin geçmesinden sonra, 05.03.2010 tarihinde gerekçeli
hükmün kendisine tebliğ edilmesi üzerine, 10.03.2010 tarihinde kayda
alındığı anlaşılan 05.03.2010 tarihli dilekçesiyle temyiz isteminde
bulunduğu anlaşılmakla birlikte; gerekçeli hüküm içeriğinden, temyiz
süresinin tefhim tarihinden itibaren değil, tebliğ tarihinden itibaren
başlayacağı bildirilmek suretiyle hata yapıldığı, dolayısıyla tefhim
sırasında yapılan tebligatın yasal olmadığı görüldüğünden; sanığın,
gerekçeli hükmün tebliğ edildiği tarihten itibaren bir hafta içinde yaptığı
temyiz isteminin yasal süresi içerisinde yapıldığının kabul edilmesinde
hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Keza; sanık hakkındaki beraat hükmünün suçun işlenmediği
gerekçesine değil, suçun işlendiği hususunda kuşku bulunması
gerekçesine dayanması sebebiyle, sanığın hükmü temyiz isteminde
bulunmasında hukuki menfaati bulunduğundan, temyiz isteminin kabulü
gerekmekte; Daire ile Başsavcılık arasında bu hususlarda bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
Bununla birlikte, Daire tarafından yapılan temyiz incelemesinde;
CMK’nın 234’üncü maddesi uyarınca, mağdura, kovuşturma aşamasında
kamu davasına katılma, tutanak ve belgelerden vekili aracılığı ile örnek
isteme, tanıkların davetini isteme, vekili yoksa Baro tarafından kendisine
avukat atanmasını isteme haklarının hatırlatılmamış olması sebebiyle
beraat hükmünün usul yönünden bozulmasına karar verilmiş ise de;
Gerekçeli hüküm, 353 sayılı Kanun'un 196'ncı maddesi uyarınca
katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunan mağdura
usulüne uygun olarak tebliğ edilmiş, buna rağmen mağdur temyiz
isteminde bulunmamıştır. Dolayısıyla, sadece sanık tarafından açılmış
olan temyiz davasıyla ilgili incelemede; beraat hükmünün bu sebeple
bozulması hukuka aykırı bulunmaktadır.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 28.01.2010 tarihli ve 2010/1-7, YCGK'nın;
30.05.2006 tarihli, 143-147 ve 27.03.2007 tarihli ve 45-77 sayılı kararları
da bu doğrultudadır.
275
ASMKYUK
Mad. 202
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/120
K.Nu. : 2012/121
T.
: 22.11.2012
ÖZET
Anayasa Mahkemesince; izin tecavüzü suçu yönünden
ASCK’nın 47, Ek 8 ve Ek 10’uncu maddelerinin iptal edilmesi
üzerine, mağduriyet doğmasına engel olmak amacıyla, hükümlünün
izin tecavüzü nedeniyle verilen mahkûmiyetleriyle birlikte, firar
suçlarından verilmiş mahkûmiyetlerinin infazının 5275 sayılı
Kanun’un 98’inci maddesi kapsamında durdurulmasının talep
edilmesi üzerine, Askerî Mahkeme tarafından tesis edilen, firar
nedeniyle verilmiş hapis cezalarının infazının durdurulması talebinin
reddine ve hapis cezalarının aynen infazına ilişkin duruşmasız işlere
ait karara ilişkin itiraz kanun yolu merciinin, 353 sayılı Kanun'un
202/2'nci maddesi uyarınca en yakın askerî mahkeme olduğuna karar
verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; Askerî
Mahkeme tarafından verilen, infazın devamına dair duruşmasız işlere ait
karara yönelik itirazları inceleyecek, itiraz kanun yolu merciinin neresi
olduğuna ilişkindir.
Daire, bahse konu infazın devamına dair duruşmasız işlere ait
kararın, 353 sayılı Kanun'un 254’üncü maddesi kapsamında verilmiş bir
karar olduğu ve bu maddenin ilgili hükmü uyarınca, itiraz incelemesinin
Askerî Yargıtay tarafından yapılması gerektiği görüşünde iken;
Başsavcılık, itiraz konusunun, 353 sayılı Kanun’un 254’üncü maddesi
kapsamına girmeyen bir konuya yönelik olduğu ve itiraz incelemesinin,
353 sayılı Kanun’un 202/2 maddesi uyarınca en yakın askerî mahkeme
tarafından yapılması gerektiği görüşündedir.
353 sayılı Kanunun 202’nci maddesine, 29.06.2006 tarihli ve 5530
sayılı Kanun ile eklenen ikinci fıkra uyarınca, Kanunda aksi
276
belirtilmedikçe itiraz kanun yolu merciinin en yakın askerî mahkeme
olduğu kuşkusuzdur.
Bahse konu Kanunun; “Tek hâkimle ve kurulla bakılacak işler”
başlıklı 19’uncu, “Yabancı memleketlerde işlenen suçlarda yetki” başlıklı
24’üncü, “Birden fazla suçlarda yetki” başlıklı 27’nci, “Birden fazla
mahkemeye tabi şüpheliler hakkında yetki” başlıklı 28’inci, “Davanın
nakli” başlıklı 29’uncu, “Olumlu yetki uyuşmazlığı” başlıklı 30’uncu,
“Olumsuz yetki uyuşmazlığı” başlıklı 31’inci, “Red istemi üzerine
verilecek karar” başlıklı 43’üncü, “Temyiz isteminin hükmü veren askerî
mahkemece reddi” başlıklı 214’üncü ve “Cezaların yerine getirilmesi
sırasında alınması gereken kararlar ve bu kararlara itiraz” başlıklı
254’üncü maddelerinde, Askerî Yargıtay’ın nihai hükme yönelik kanun
yolları, temyiz, karar düzeltme, yargılamanın yenilenmesi ve kanun
yararına bozma dışında, diğer uyuşmazlıklar yönünden ne kadar yetkisi
bulunduğu belirlenmiştir.
353 sayılı Kanunun 202’nci maddesi ile yukarıda yer verilen
hükümler birlikte değerlendirildiğinde, itiraz kanun yolu yönünden
istisnai yetkiye sahip olduğu, dolayısıyla anılan kanun yolu yönünden
doğal mahkeme olmadığı açıktır.
İstisnai yetkinin çerçevesinin belirlenmesinde daraltıcı yorumdan
yararlanmak bilinen bir keyfiyet olup, aksi yaklaşım “Doğal hâkim
ilkesi” ile bağdaşmayacaktır.
Somut olayda; hükümlünün firar suçundan verilmiş cezalarının
infazının ertelenmemiş olduğu anlaşılmaktadır.
Cezaların yerine getirilmesi sürecinde Askerî Yargıtay’a verilen
yetki, 353 sayılı Kanunun 254’üncü maddesinde öngörülmüştür.
Madde de; cezaların yerine getirilmesi sırasında, hüküm
kesinleşmeden önce gerçekleşen şahsi hürriyeti sınırlama sonucunu
doğuran hâller nedeniyle geçirilmiş süreler ile hastanede geçen sürenin
cezadan indirilmesine, değişik hükümlerdeki cezaların toplanmasına ve
mahkûmiyet hükmünün yorumunda veya çektirilecek cezanın hesabında
duraksamaya ilişkin bir karar alınması gerekirse, hükmü veren askerî
mahkemeden karar isteneceği, bu kararların duruşma yapılmaksızın
verileceği, bu kararlara bir hafta içinde itiraz edilebileceği ve itirazların
Askerî Yargıtay tarafından inceleneceği, belirtilmektedir. İnfazın
ertelenmemesi yönündeki kararın, sınırlı yorumlanması gereken
254’üncü madde kapsamında olmadığı ve dolayısıyla, cezaların
ertelenmemesine ilişkin duruşmasız işlere ait karar yönünden itiraz kanun
yolu merciinin, en yakın Askerî Mahkeme olduğu kabul edilmiştir. Keza
277
sorun, çektirilecek cezaya ilişkin olmakla birlikte, cezanın hesabında
duraksama değil, cezanın ertelenmesi ile ilişkilidir.
Diğer taraftan; Anayasa Mahkemesinin “İzin tecavüzü” suçu
yönünden verdiği iptal kararı gözetilerek, (Anayasa Mahkemesinin
05.07.2012 tarihli ve 2012/9-103 sayılı Kararı, 21.11.2012 tarihli ve
28474 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmıştır.), izin tecavüzü yönünden
iptaline karar verilen hükümlerin, firar suçu yönünden de iptal edilmesi
için aykırılık iddiasında bulunulmuştur.
Lehe kanun değerlendirmelerine ilişkin uyuşmazlıkların Askerî
Yargıtay tarafından çözümlenmesinin yerleşmiş uygulama olduğu, geriye
yürümemekle birlikte Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının lehe kanun
gibi değerlendirilerek uygulama yapılabileceği ve bu uygulama
kapsamındaki kanun yolu başvurularının Askerî Yargıtay’da incelenmesi
gerekebileceği ileri sürülebilir ise de, firar suçu yönünden Anayasa
Mahkemesince henüz bir karar verilmemiş olduğuna göre, bu aşamada
belirtilen değerlendirmeye iştirak edilmemiştir. Öte yandan, uyuşmazlık
konusuna ilişkin olarak askerî mahkemeler arasında farklı uygulamalar
olabileceği, bu farklı kabul ve uygulamaların mağduriyete yol
açabileceği, bu farklı uygulamaları giderme görevinin itirazı incelemek
suretiyle Askerî Yargıtay’a ait olduğu ileri sürülebilir ise de; Askerî
Yargıtay incelemesinden geçmeden kesinleşmiş kararlar yönünden,
askerî mahkemeler arasındaki uygulama birliğini, mağduriyetlere
sebebiyet verilmeden sağlamak, “Kanun Yararına Bozma” kurumunun,
süratli ve yaygın şekilde kullanılması ile mümkün olabileceğinden, bu
yöndeki kaygıların da yerinde olmadığı değerlendirilmektedir.
Belirtilen sebeplerle, 353 sayılı Kanun'un 254’üncü maddesi
kapsamında olmadığı değerlendirilen, infazın devamına ilişkin Askerî
Mahkeme kararına yönelik itiraz kanun yolu merciinin, 353 sayılı
Kanun'un 202/2’nci maddesi uyarınca en yakın askerî mahkeme olduğu
kabul edilerek; hukuka aykırı olan Daire kararının kaldırılmasına ve bu
konuda Askerî Yargıtay’ca bir karar verilmesine yer olmadığına karar
verilmiştir.
Not: Daireler Kurulunun 08.11.2012 tarihli, 2012/121-118;
22.11.2012 tarihli, 2012/122-122 Esas ve Karar sayılı kararları da bu
yöndedir.
278
ASMKYUK
Mad. 205
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/114
K.Nu. : 2012/102
T.
: 20.09.2012
ÖZET
5271 sayılı CMK’nın 327’nci maddesinin ikinci fıkrasına göre,
kendisini avukat yardımıyla savunmuş ve hakkında beraat kararı
verilmiş olan kişinin kendi kusurundan ileri gelenler dışındaki
önceden ödemek zorunda kaldığı giderlerin de Devlet Hazinesince
üstlenilmesi gerektiğinden; mahkemece beraat kararı verildiğinde,
yargılama giderlerinden olan vekâlet ücretine sanık yararına olmak
üzere ve resen hükmedilmelidir. Vekâlet ücretine ilişkin hak, kişisel
hak niteliği taşıdığından, sanık veya müdafii tarafından, vekâlet
ücretine hükmedilmediğinin ya da eksik verildiğinin temyiz
dilekçelerinde açıkça veya zımnen belirtilmesi hâlinde Yargıtayca
temyiz incelemesi yapılması zorunlu görülmüştür.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Millî Savunma Bakanlığı veya Türk
Silahlı Kuvvetleri kadro ve kuruluşunda çalışan ve 353 sayılı Kanun’un
10’uncu maddesinin birinci fıkrasının (C) bendine göre asker kişi sayılan
sivil personelin, 353 sayılı Kanun’un 9’uncu maddesi kapsamında
işledikleri suçlara ait davalara bakma görevinin, adliye mahkemelerine
mi, askerî mahkemelere mi ait olduğuna ilişkindir.
Daire; bahsi geçen kişilerin yargılama görevinin adliye
mahkemelerine ait olduğunu kabul ederken,
Başsavcılık; anılan kişilerin 353 sayılı Kanun’un 9’uncu
maddesinde belirtilen suçlardan dolayı askerî mahkemelerde
yargılanmaları gerektiğini ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, Askerî Mahkemece, adil yargılamayı
etkilemeye teşebbüs suçunun unsurları yönünden oluşmadığı kabul
edilerek, sanığın beraatine karar verildiği; avukatlık ücretine
279
hükmedilmemesi nedeniyle, hükmün, müdafii tarafından temyiz edildiği
anlaşılmaktadır.
Kurulumuzda, öncelikle müdafiin, beraat hükmünü, sadece vekâlet
ücretine hükmedilmemesi nedeniyle temyiz edip edemeyeceği
tartışılmıştır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 15.01.2009 tarihli ve
2009/9-3 ve 29.09.2011 tarihli ve 2011/85-89 sayılı kararlarında da
belirtildiği üzere;
353 sayılı ASMKYUK’nın “Temyiz edilebilen veya edilemeyen
hükümler” başlığını taşıyan 205’inci maddesinin ilk fıkrasında, askerî
mahkemelerce verilen hükümlerin temyiz edilebileceği öngörülmüş, aynı
maddenin 3’üncü fıkrasının (A) ve (B) bentlerinde ise, üst sınırı beş yüz
günü geçmeyen adli para cezasını gerektiren suçlarla ilgili beraat
hükümlerine ve kanunlarda kesin olduğu belirtilen diğer hükümlere karşı
temyiz yoluna başvurulamayacağı düzenlenmiştir.
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 26.05.1935 tarihli ve
111-7 sayılı kararında açıklandığı üzere, hüküm bir bütündür ve
yargılama giderleri de hükmün tamamlayıcı parçasıdır. Dolayısıyla,
hükmün sadece şahsi hak (Yargılama giderleri) yönünden de temyiz
olanağı bulunmaktadır.
Yine Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 02.04.2009 tarihli ve
2009/47-49 sayılı kararında da ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, öğretide
ve uygulamada, ilgililerin kanun yollarından yararlanabilmeleri için iki
ölçüt kabul edilmektedir. Öncelikle, ilgiliye kanun yollarından yaralanma
hakkının tanınmış olması ve ikinci olarak da kişinin kanun yoluna
başvurmakta hukuki bir yararının bulunması gerekmektedir.
Bu nedenlerden dolayı, Devletin kendisine yönelttiği suçlarla ilgili
olarak yargılanan ve bu kapsamda avukat marifetiyle kendisini temsil
ettiren sanığın; müdafiine ödediği vekâlet ücretinin (Davaların beraatle
sonuçlanması hâlinde) kendisine ödenmesinde şahsi menfaatinin
bulunduğu ortadadır.
Somut olayda da, kendisini avukatı yardımıyla savunmuş ve beraat
etmiş olan sanığın, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 20’nci maddesi
uyarınca hukuki yardımın tamamlandığı veya dava sonunda hüküm
verildiği tarihte yürürlükte olan tarifede belirtilen miktarda adına maktu
avukatlık ücreti talep etmesinde hukuki menfaatinin bulunduğu,
dolayısıyla kendisi veya müdafiinin, vekâlet ücretine hükmedilmesi
gerektiğini belirterek hükümleri temyiz edebileceği açıktır.
5271 sayılı CMK’nın 324’üncü maddesinin birinci fıkrasında,
tarifesine göre ödenmesi gereken avukatlık ücretleri yargılama giderleri
280
arasında sayıldığından ve 327’nci maddesinin ikinci fıkrasına göre,
kendisini avukat yardımıyla savunmuş ve hakkında beraat kararı verilmiş
olan kişinin kendi kusurundan ileri gelenler dışındaki önceden ödemek
zorunda kaldığı giderlerin de Devlet Hazinesince üstlenilmesi
gerektiğinden; mahkemece beraat kararı verildiğinde, yargılama
giderlerinden olan vekâlet ücretine sanık yararına olmak üzere ve resen
hükmedilmelidir. Vekâlet ücretine ilişkin hak, kişisel hak niteliği
taşıdığından, sanık veya müdafii tarafından, vekâlet ücretine
hükmedilmediğinin ya da eksik verildiğinin temyiz dilekçelerinde açıkça
veya zımnen belirtilmesi hâlinde, Yargıtayca temyiz incelemesi
yapılması zorunlu olduğundan, temyiz incelemesine geçilmiştir.
Kurulumuzca, beraat hükmünün temyiz edilebilir nitelikte olduğu
kabul edildikten sonra, müdafi ücreti ile sınırlı temyiz incelemesinde
görev konusunun incelenip incelemeyeceği tartışılmıştır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; beraat hükmünün temyiz edilebilir
olduğunun kabul edilmesi karşısında, görev konusunun kamu düzenine
ilişkin olması ve yargılamanın her aşamasında öncelikle dikkate
alınması zorunlu olduğundan, müdafi ücreti ile sınırlı temyiz
incelemesinde de göreve ilişkin inceleme ve değerlendirme yapılması
gerektiği sonucuna varılmıştır.
281
ASMKYUK
Mad. 209
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/20
K.Nu. : 2012/15
T.
: 02.02.2012
ÖZET
1) Sanığa gerekçeli hüküm tebliğ edilirken, kanun yoluna posta
yoluyla da başvurabileceğinin belirtilmemiş olmasının tebligatı
geçersiz hâle getirmeyeceği,
2) Yokluğunda verilen mahkûmiyet hükmü, 31.08.2010
Pazartesi günü bizzat kendisine tebliğ edilen sanık açısından, adli
tatilin 05.09.2010 tarihinde sona ermekte olması sebebiyle temyiz
süresinin üç gün uzayacağı, sürenin üçüncü gününün 08.09.2010
Çarşamba günü öğleden sonra başlayan Ramazan Bayramı tatiline
rastladığından, bayram tatili ve sonrasındaki hafta sonu tatilinin
12.09.2010 Pazar günü sona ermiş olması göz önüne alındığında, bir
haftalık temyiz süresinin 13.09.2010 Pazartesi günü mesai saati
bitiminde sona ereceği, bu nedenle, sanığın, 14.09.2010 Salı günü
yaptığı temyiz başvurusunun süresinde olmadığı,
Sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın temyiz isteminin süresinde
olup olmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın yokluğunda verilen ve gerekçesiyle birlikte,
31.08.2010 tarihinde bizzat kendisine yapılan tebligatı geçerli kabul
ederek, 353 sayılı Kanun’un 209 ve CMK’nın “Adli tatil” başlığını
taşıyan 331/1’inci maddeleri hükümlerine göre, temyiz süresinin
13.09.2010 tarihinde mesai saati bitiminde sona erdiğini, bu nedenle,
14.09.2010 tarihinde yapılan temyiz isteminin süre yönünden reddinin
gerektiğini kabul ederken;
Başsavcılık; sanığa yapılan tebligatın geçerli olmadığını, bu itibarla
temyiz isteminin süresinde olduğunun kabul edilmesi gerektiğini, ayrıca
282
askerî mahkemelerde adli tatil hükümlerinin uygulanamayacağını ileri
sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanığın, 03.12.2009 tarihinde
23.00-03.00 saatleri arasında Nizamiye Nöbetçisi olduğu, nöbetine
gitmemesi nedeniyle hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçundan açılan
kamu davası gereği yapılan yargılanması sonunda, Askerî Mahkemece,
emre itaatsizlikte ısrar suçunu işlediği sabit görülerek, yokluğunda
verilen hükümle, ASCK’nın 87/1 (Birinci cümle) ve TCK’nın 62’nci
maddeleri uyarınca yirmi beş gün hapis cezası ile cezalandırılmasına
karar verildiği; mahkûmiyet hükmüne ilişkin gerekçeli kararın,
31.08.2010 tarihinde kendisine tebliğ edildiği ve sanığın 02.09.2010
tarihli temyiz dilekçesini 14.09.2010 Salı günü Sakarya Nöbetçi Asliye
Ceza Mahkemesine vermek suretiyle, hükmü temyiz ettiği
görülmektedir.
Öncelikli
olarak
tebligatın
geçerli
olup
olmadığı
incelendiğinde;
Anayasa’nın 40/2’nci maddesi, “Devlet, işlemlerinde, ilgili
kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini
belirtmek zorundadır.”,
5271 sayılı CMK’nın 34/2’nci maddesi, “Kararlarda,
başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve şekilleri belirtilir.”,
CMK’nın 232/6’ncı maddesi; “…kanun yollarına başvurma ve
tazminat isteme olanağının bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı
varsa süresi ve merciinin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça
gösterilmesi gerekir”,
353 sayılı Kanun’un 197’nci maddesi, “Kanun yollarına başvurma,
bundan feragat veya vazgeçme hakkındaki istemlerde merci, taarruz
edilen kararı veren veya bu karara aracılık eden askerî savcılık ve eğer
taarruz bir mahkeme kararına karşı ise, o mahkemedir.
Kanun yoluna başvurma dilekçe ile olur.
Ancak, askerî mahkeme veya askerî savcılık tutanak kâtibine bu
hususta bir tutanak düzenlenmesi için yapılacak bir beyan ile de olabilir.
Bu tutanak askerî savcı veya kıdemli askerî hâkim tarafından onaylanır.
Asker kişiler tarafından en yakın askerî birlik komutanına veya
askerî kurum amirine bir beyanda bulunmak suretiyle de kanun yoluna
başvurulabilir. Bu hususta bir tutanak düzenlenir. Kanuni mehillere
uyulmuş olmak için tutanağın bu mehiller içinde düzenlenmiş olması
gereklidir”,
Tutuklu olanların kanun yollarına başvuracakları mercileri
düzenleyen CMK’nın 263’üncü maddesi; “ (1) Tutuklu bulunan şüpheli
283
veya sanık, zabıt kâtibine veya tutuklu bulunduğu ceza infaz kurumu ve
tutukevi müdürüne beyanda bulunmak suretiyle veya bu hususta bir
dilekçe vererek kanun yollarına başvurabilir.
(2) Zabıt kâtibine başvuru hâlinde, kanun yollarına başvuru beyanı
veya dilekçesi ilgili deftere kaydedildikten sonra bu hususları belirten bir
tutanak düzenlenerek tutuklu bulunan şüpheli veya sanığa bir örneği
verilir.
(3) Kurum müdürüne başvuru hâlinde ikinci fıkra hükmüne göre
işlem yapılarak, tutanak ve dilekçe derhâl ilgili mahkemeye gönderilir.
Zabıt kâtibi başvuruyu ilgili deftere kaydeder.
(4) Zabıt kâtibi veya kurum müdürü tarafından ikinci fıkra
hükmüne göre işlem yapıldığı zaman kanun yolları için bu Kanunda
belirlenen süreler kesilmiş sayılır.”
hükümlerini içermektedir.
Gerekçeli hükümde, sanığın, gerekçeli hükmün tebliğinden itibaren
bir hafta içerisinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya
zabıt kâtibine yapılacak bir beyan ile, asker kişiler yönünden en yakın
askerî birlik komutanına veya askerî kurum amirine bir beyanda
bulunmak suretiyle, tutuklu bulunanlar yönünden zabıt kâtibine veya
tutuklu bulunduğu ceza infaz kurumu ve tutukevi müdürüne beyanda
bulunmak suretiyle veya bu hususta bir dilekçe vererek veya Askerî
Yargıtay’a sözlü veya yazılı müracaatta bulunması suretiyle dosyanın
temyizen incelenmek üzere Askerî Yargıtay’a gönderileceğine aksi
takdirde kesinleşeceğinin açıklandığı; tebliğ mazbatasında ise sanığa,
ayrıca herhangi bir mahkemeye veya savcılığa dilekçe ile müracaat ya da
sözlü müracaatının mahkemece tutanak hâlinde düzenlenmesi suretiyle
de hükmün temyiz edilebileceğinin belirtildiği görülmektedir.
Böylece, sanığa, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve
şekilleriyle ilgili tüm hususların, Anayasa’nın 40/2, CMK’nın 34/2,
232/6, 263 ve 353 sayılı Kanun’un 197’nci maddeleri hükümlerine göre,
tereddüte yer vermeyecek şekilde ve açıkça gösterilerek tebliğ edildiği;
bu şekilde ve usulünce yapılmış olan tebligatta, ayrıca, postaya verilerek
gönderilecek bir dilekçe ile de temyiz isteminde bulunabileceğine dair,
kanunlarda belirtilmeyen bir açıklamada bulunulmasına gerek olmadığı,
kanunda belirtilmeyen hususların da tebligatta yer alması gerektiğine dair
bir kabulün, giderek her tebligatı geçersiz kılacağı gibi, bu şekildeki
genişletici yorum ve kabullerin kanun koyucunun amacına da aykırı
olacağı sonucuna varıldığından; sanığa yapılan tebligatın geçerli
olduğuna ve aksi yöndeki görüşü içeren Başsavcılık itirazının reddine
karar verilmiştir.
284
CMK’nın 331/4’üncü maddesindeki, adli tatile rastlayan
sürelerin işlemeyeceğine dair kuralın askerî yargıda uygulanıp
uygulanmayacağına dair inceleme;
Konu ile ilgili yasal düzenlemelere bakıldığında;
5271 sayılı CMK’nın “Adli tatil” başlıklı 331’inci maddesi;
“(1) Ceza işlerini gören makam ve mahkemeler her yıl ağustosun
birinden eylülün beşine kadar tatil olunur (28.8.2011 tarihli ve 650 sayılı
Kanun Hükmünde Kararname’nin 27’nci maddesi ile yapılan
değişiklikten önceki, gerekçeli hükmün sanığa tebliğ edildiği tarihte
yürürlükte bulunan eski hâli).
(2) Soruşturma ile tutuklu işlere ilişkin kovuşturmaların ve ivedi
sayılacak diğer hususların tatil süresi içinde ne suretle yerine
getirileceği, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca belirlenir.
(3) Tatil süresince bölge adliye mahkemeleri ile Yargıtay, yalnız
tutuklu hükümlere ilişkin veya Meşhud Suçların Muhakeme Usulü
Kanunu gereğince görülen işlerin incelemelerini yapar.
(4) Adli tatile rastlayan süreler işlemez. Bu süreler tatilin bittiği
günden itibaren üç gün uzatılmış sayılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK ile
benzer hükümleri içeren maddeleri kaldırıp yerine genel bir atıf maddesi
getiren ve bir kısım maddelerinde CMK ile paralellik sağlanmasına
yönelik değişiklikler yapan, 05.07.2006 tarihli Resmî Gazete’de
yayımlandıktan üç ay sonra 05.10.2006 günü yürürlüğe giren 29.06.2006
tarihli ve 5530 sayılı Kanun’un 61’inci maddesi ile değişen 353 sayılı
ASMKYUK’nın Ek 1’inci maddesi:
“Bu Kanunda aksine hüküm bulunmayan hâllerde Ceza
Muhakemesi Kanununun adlî kontrole ilişkin 109 ilâ 115, değerlendirme
raporu yetkisine ilişkin 166 ve istinafa ilişkin 272 ilâ 285’inci maddeleri
hükümleri hariç olmak üzere, diğer hükümleri askerî yargıda da
uygulanır.
Bu Kanunun uygulanmasında, atıf yapılan hükümlerde yer alan,
Adalet Bakanı, Millî Savunma Bakanını; Yargıtay, Askerî Yargıtayı;
mahkeme, askerî mahkemeyi; hâkim ve sulh ceza hâkimi, askerî hâkimi;
mahkeme başkanı, duruşma hâkimini; Cumhuriyet Başsavcılığı, askerî
savcılığı; Cumhuriyet savcısı, askerî savcıyı ifade eder.” hükmünü
içermektedir.
353 sayılı Kanun’un Ek 1’inci maddesinde sayılan Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun askerî yargıda uygulanmayacak maddeleri
arasında, adli tatil ile ilgili maddenin bulunmadığı, yine adli tatil ile ilgili
herhangi bir düzenlemenin 353 sayılı Kanun’da yer almadığı, bu nedenle,
285
CMK’nın 331’inci maddesinin askerî yargıda da uygulanması gerektiği
sonucuna varılmıştır. Bu kapsamda, 353 sayılı Kanun’un 209/1’inci
maddesinde öngörülen hak düşürücü nitelikteki bir haftalık temyiz
süresinin son gününün Kanun tarafından adli tatil olarak kabul edilen
süreye rastlaması hâlinde, adli tatilin bittiği günden itibaren uzatılmış
sayılan üç günlük sürenin, 353 sayılı Kanunda aksine bir düzenleme
yapılmadığı sürece, askerî yargıda da uygulanması gerektiği kabul
edilerek, Başsavcılığın aksi yöndeki görüşüne katılınmamıştır.
Bu nedenle, Daire kararında belirtildiği gibi, yokluğunda verilen
mahkûmiyet hükmü, 31.08.2010 Pazartesi günü bizzat kendisine tebliğ
edilen sanık açısından, adli tatilin 05.09.2010 tarihinde sona ermekte
olması sebebiyle temyiz süresinin üç gün uzayacağı, sürenin üçüncü
gününün 08.09.2010 Çarşamba günü öğleden sonra başlayan Ramazan
Bayramı tatiline rastladığından, bayram tatili ve sonrasındaki hafta sonu
tatilinin 12.09.2010 Pazar günü sona ermiş olması göz önüne alındığında,
bir haftalık temyiz süresinin 13.09.2010 Pazartesi günü mesai saati
bitiminde sona ereceği, bu nedenle, sanığın, 14.09.2010 Salı günü
Sakarya Nöbetçi Asliye Ceza Mahkemesine vermiş olduğu temyiz
dilekçesinin süresinde olmadığı sonucuna varıldığından, temyiz isteminin
süre yönünden bu nedenle reddine dair Daire kararına Başsavcılık
tarafından yapılan itirazın reddine karar verilmiştir.
286
ASMKYUK
Mad. 217
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/26
K.Nu. : 2012/30
T.
: 01.03.2012
ÖZET
Sanığın temyiz dilekçesinde, Askerî Mahkeme hükmünün
hukuka aykırı olduğuna dair ya da hükme veya onun özüne yönelik
bir sebep ileri sürülmediği gibi; verilen beraat hükümleriyle hiçbir
ilgisi bulunmayan ceza kararından bahsedilmesi karşısında,
18.06.2009 tarihli dilekçesinin, hakkındaki beraat hükmüne yönelik
temyiz istemini içermediği ve sanıkla ilgili beraat hükmünün,
29.07.2009 tarihinde Adli Müşavir tarafından görülüp temyiz
edilmemesiyle kesinleştiği sonucuna varıldığından, sanığın
dilekçesine istinaden temyiz incelemesi yapılmasına yer olmadığına
karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın temyiz sebeplerinin kabule
değer görülüp görülmediğine ilişkindir.
Daire; sanığın temyiz istemini, hükmü temyiz etmesinde hukuki
menfaati olmadığından dolayı kabule değer görmeyerek reddederken;
Başsavcılık; 6000 sayılı Kanun'un Geçici 1’inci maddesinde, “Bu
Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, Kanunun 21’inci maddesiyle
477 sayılı Kanuna eklenen 61/A maddesinde belirtilen eylemler
sebebiyle emre itaatsizlikte ısrar suçundan askerî mahkemelerce verilmiş
ve henüz kesinleşmemiş olan hükümler ... hakkında; hükmü veren askerî
mahkeme tarafından, ... dosya üzerinden inceleme yapılarak, ... karar
verilir.
Bu dosyalardan Askerî Yargıtay Başsavcılığında ve Askerî
Yargıtay’da inceleme aşamasında olanlar, hükmü veren askerî
mahkemeye iade edilir ve bunlar hakkında da birinci fıkra hükmü
uygulanır.” şeklinde düzenlemeye yer verilmiş olduğundan, dava
287
dosyasının Askerî Mahkemeye iadesi gerektiği görüşünü ileri sürerek,
Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delilerden; sanığın, 27.02.2009 tarihinde cep
telefonu bulundurarak ve kullanarak emre itaatsizlikte ısrar suçunu
işlediği iddiasıyla açılan kamu davası nedeniyle yapılan yargılanması
sonunda, toplanan deliller neticesinde, atılı suçu işlediğine dair her türlü
şüpheden uzak somut ve inandırıcı delil elde edilemediğinden, CMK’nın
223/2-e maddesi uyarınca beraatına karar verilmiştir.
353 sayılı Kanun’un “Temyiz edilebilen veya edilemeyen
hükümler” başlıklı 205’inci maddesi, “Askerî Mahkemelerce verilen
hükümler temyiz edilebilir.
On beş yıl veya daha fazla hapis cezasına ilişkin hükümler
kendiliğinden temyize tabidir.
Ancak;
A) Üst sınırı beş yüz günü geçmeyen adlî para cezasını gerektiren
suçlardan beraat hükümlerine,
B) Kanunlarda kesin olduğu yazılı bulunan hükümlere, karşı
temyiz yoluna başvurulamaz. Bu hükümler hakkında 243’üncü madde
hükümlerine göre Askerî Yargıtay’a başvurulabilir.” şeklinde
düzenlenmiştir.
Dolayısıyla, beraata ilişkin hükümlerin, hükmü temyiz etmesinde
hukuki bir yararının bulunması durumunda, sanık tarafından temyiz
edilmesi mümkündür.
Somut olayda, sanığın temyiz dilekçesi, aynen; “...18.06.2009
tarihinde …K.lığı Askerî Mahkemesinde ‘Emre itaatsizlikte ısrar’ ve
‘Kendisini Askerliğe Elverişsiz Hâle Getirme’ suçlarından dolayı
duruşmam yapıldı ve duruşmam sonucunda almış olduğum ceza kararı
yüzüme okundu. Bu karara istinaden dilekçemin temyize gönderilmesini
istiyorum ...” şeklindedir.
Temyiz dilekçesinde kullanılan ifadelerden, sanığın, hakkında
verilen kararların “ceza (mahkûmiyet) kararı” olduğundan söz ederek,
temyiz isteminde bulunduğu görülmektedir.
Askerî Yargıtay kararlarında belirtildiği üzere, 353 sayılı Kanun’un
207’nci maddesine göre; temyiz, kural olarak hükmün hukuka aykırılığı
sebebine dayanmalıdır.
Ancak, sanığın temyiz dilekçesinde; Askerî Mahkeme hükmünün,
hukuka aykırı olduğuna dair ya da hükme veya onun özüne yönelik bir
sebep ileri sürülmediği gibi; verilen beraat hükümleriyle hiçbir ilgisi
bulunmayan ceza kararından bahsedilmektedir. Bu nedenle, 18.06.2009
tarihli dilekçesinin, hakkındaki beraat hükmüne yönelik temyiz istemini
288
içermediği, sanıkla ilgili beraat hükmünün, 29.07.2009 tarihinde Adli
Müşavir tarafından görülerek, temyiz edilmemesiyle, bu tarih itibarıyla
kesinleştiği sonucuna varıldığından, Başsavcılığın itirazına atfen Daire
kararının kaldırılmasına ve sanığın dilekçesine istinaden temyiz
incelemesi yapılmasına yer olmadığına karar verilmiştir.
289
ASMKYUK
Mad. 220
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/39
K.Nu. : 2012/37
T.
: 15.03.2012
ÖZET
ASCK'nın 51/B maddesinin tatbiki ile cezasının artırılması
hukuka aykırı bulunmakla birlikte; başlangıçta ASCK'nın
79/1’inci maddesi uyarınca tayin edilmiş olan temel hapis
cezasının, ASCK'nın 51/B maddesi gereğince bir gün
artırılmasından sonra, suçun teşebbüs aşamasında kalması
nedeniyle TCK'nın 35’inci maddesi gereği cezada kanuni indirim
yapılması, akabinde takdiri hafifletici sebep nedeniyle TCK'nın
62’nci maddesi uyarınca yapılan indirim sonucu bulunan ceza ile
ASCK'nın 51/B maddesi gereğince artırım yapılmadan bulunan
sonuç cezanın her ikisinin de iki ay on beş gün hapis cezası olması
karşısında; hükme (sonuç karara) etkisi bulunmayan bu hatanın,
hükümdeki ASCK'nın 51/B ve 50’nci maddelerine ilişkin artırım
cümlesi çıkarılmak suretiyle düzelterek onama kararı verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kuruluna
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa verilen cezada sonuca etkili
olmayacak şekilde ASCK'nın 51/B maddesi gereğince ceza artırımı
yapılmasının hükmün bozulmasını gerektirip gerektirmediğine ilişkindir.
Daire; sanığın, eyleminin hizmet esnasında silahın suiistimali
suretiyle işlenmediği hâlde işlenmiş gibi cezasında ASCK'nın 51/B
maddesi gereğince artırım yapılmasını hukuka aykırı bularak,
mahkûmiyet hükmünün uygulama yönünden bozulması gerektiğini kabul
ederken;
Başsavcılık; ASCK'nın 51/B maddesindeki kanuni artırım
sebebinin uygulanarak ceza verilmesindeki hukuka aykırılığın, son kararı
etkilememesi nedeni ile hükmün bozulmasını gerektirmediği görüşünü
ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
290
Dava dosyasındaki delillerden; Sanığın, 08.07.2010 tarihinde
nöbetçi olmadığı hâlde 16.00-18.00 saatleri arasında nöbetçi olan J.Er
Ö.C.’nin yerine 2 Nu.lı kule nöbetine başladığı, nöbete başlamadan önce
rütbeli nezaretinde kendisine zimmetli xxxxx seri numaralı G3 piyade
tüfeği ile doldur-boşalt işlemini yaptığı, saat 17.00 sularında, bir el ateş
ettiği, silahtan çıkan merminin sol ayak bir ve ikinci parmak arasından
girip arka taraftan çıktığı, olayda kullanılan piyade tüfeğinin normal
olarak çalıştığı, atışa engel mekanik bir arızasının olmadığı, emniyet
sisteminin sağlam ve çalışır durumda olduğu, kaza ile yere düşmesi veya
bir yere çarpması veya silahın tetiği hariç diğer bölümleriyle oynanması
sonucunda çalışmasının mümkün olmadığı, olay yerinde bulunan boş
kovanın bu silahtan atıldığı, sanığın sağ yüz bölgesinden alınan svap
üzerinde kurşun ve antimon elementleri bulunduğu, bunların atış artıkları
olabileceğinin değerlendirildiği, bot üzerindeki inceleme sonucunda
atışın bitişik atışa yakın atış olduğunun tespit edildiği, tedavisi sonucu
askerlik hizmetine devam ettiği, maddi vaka olarak sabit görülmüştür.
Sanığın bir başkasının nöbetini kendi inisiyatifiyle tutması nedeniyle,
atılı suçun “Hizmetin ifası esnasında silahın suiistimali suretiyle”
işlendiğinin kabulü mümkün olmadığından; hizmet esnasında
bulunmayan sanık hakkında ASCK’nın 51/B maddesince yasal artırım
yapılmasının hukuka aykırı olduğu ve maddi vakanın kabulü konularında
Daire ve Başsavcılık arasında herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Yerleşik Askerî Yargıtay kararlarında açıklandığı üzere, ASCK'nın
79’uncu maddesinde düzenlenen, “Kendini askerliğe yaramayacak hâle
getirmek” suçunun maddi unsuru, “Asker kişinin kendisini kasten
sakatlaması veya herhangi bir suretle kısmen veya tamamen kendisini
askerliğe yaramayacak hâle getirmesi veya getirtmesi”dir.
ASCK’nın 79’uncu maddesinde düzenlenmiş olan atılı suçun
oluşabilmesi için, sanığın “Kendisini askerliğe elverişsiz hâle getirmek”
özel kastıyla hareket etmesi zorunludur. Yerleşik Askerî Yargıtay
kararlarında da vurgulandığı gibi, atılı suçun sübutu için sanığın
“Kendini askerliğe yaramayacak hâle getirmek özel kastı” ile hareket
ettiğinin de hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya konulması
gerekmektedir. Özel kastın belirlenebilmesi için ise, somut olayın bütün
özellikleri, failin geçmişi, hazırlık hareketleri, sağlık durumu, fiilin
işleniş şekli, yaralanmanın yeri, mahiyeti ve sair tüm hususların göz
önünde bulundurulması zorunludur.
Somut olayda; sanığın, nöbetçi olmadığı hâlde başkasının yerine
nöbete gitmesi, sağlam ve herhangi bir arızasının bulunmadığı belirlenen
silahını tam dolduruşa getirerek emniyetini açması ve ateşlemesi,
291
vücudunda en az tahribat yapabilecek yerlerden birisi olan sol ayak
parmak kısmından kendisini yaralaması, nişanlısıyla sorunlarının
bulunması
ve
başkaca
izninin
kalmaması
hep
birlikte
değerlendirildiğinde; sanığın kendini askerliğe elverişsiz hâle getirmek
özel kastıyla yaraladığı anlaşılmaktadır.
TSK İç Hizmet Kanunu’nun 76’ncı maddesinde nöbet, askerlikte
müşterek hizmetlerin yapılması ve devamını sağlamak maksadı ile bu
hizmetlerin belli sıra ve süre ile asker kişiler tarafından yapılması olarak
tanımlanmış olup; 77’nci maddesinde ise, nöbetçi personelin kimlerden
oluşacağı, nöbet hizmetlerinin yapılış tarzı ile şekli ve nöbetçilere ait
vazifelerin talimatname ile gösterileceği açıklanması karşısında,
sanığın nöbetçi olarak görevlendirilmemesi nedeniyle, eylemini;
hizmetin ifası esnasında gerçekleştirmediği ve verilen cezasında
ASCK'nın 51/B maddesi gereğince artırım yapılmasının hukuka aykırı
olduğu sonucuna varıldığından, Daire kararında olduğu gibi, hükmün
bozulmasına karar verilmesi gerekmektedir.
Ancak, ASCK'nın 51/B maddesinin tatbiki ile cezasının
artırılması hukuka aykırı bulunmakla birlikte; başlangıçta ASCK'nın
79/1’inci maddesi uyarınca tayin edilmiş olan temel hapis cezasının,
ASCK'nın 51/B maddesi gereğince bir gün artırılmasından sonra,
suçun teşebbüs aşamasında kalması nedeniyle TCK'nın 35’inci
maddesi gereği cezada kanuni indirim yapılması, akabinde takdiri
hafifletici sebep nedeniyle TCK'nın 62’nci maddesi uyarınca yapılan
indirim sonucu bulunan ceza ile ASCK'nın 51/B maddesi gereğince
artırım yapılmadan bulunan sonuç cezanın her ikisinin de; iki ay on
beş gün hapis cezası olmaları karşısında; hükme (sonuç karara) etkisi
bulunmayan bu hatanın, 353 sayılı Kanun’un “Askerî Yargıtay’ca
hükmün bozulması ve esasa hükmedilecek hâller” başlığını taşıyan
220’nci maddesinde sayılan hâller ile benzerlik taşıması ve Yargıtay
uygulamaları da göz önüne alınarak, hükümdeki ASCK'nın 51/B ve
50’nci maddelerindeki artırım cümlesinin çıkarılarak, hükmün
düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
292
ASMKYUK
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/113
K.Nu. : 2012/105
T.
: 27.09.2012
ÖZET
Temyiz incelemesi yapan Dairenin, hükümlü hakkında tesis
edilip, temyiz edilmeyerek kesinleştikleri anlaşılan firar ve askerî
hizmete mahsus eşyayı terk etmek suçlarından verilen mahkûmiyet
hükümlerinin usul yönünden bozulmasına ilişkin kararlarının yok
hükmünde olduğunda duraksama bulunmamaktadır.
353 sayılı Kanun’un 225’inci maddesi çerçevesinde, karar
düzetme koşullarının var olduğu belirlenseydi, dosyanın kararın
düzeltilmesi için dairesine gönderilmesi gerekecekse de; yokluk ile
ilgili tespit ve bu şekildeki hukuka aykırılığın aynı suje tarafından
giderilmesine, diğer bir ifadeyle yok sayılmasına yasal olanak
bulunmaması nedeniyle, söz konusu hukuka aykırılığın, Askerî
Yargıtay Daireler Kurulu tarafından giderilmesi gerektiği sonucuna
varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık yok
hükmünde olduğu hususunda taraflarca mutabık olunan, hükümlü
hakkında firar ve askerî hizmete mahsus eşyayı terk etmek suçlarından
verilen mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına dair 4’üncü Daire
Kararının, hangi merci tarafından kaldırılacağına ilişkindir.
1) Temyiz davası bulunup bulunmadığı sorunu;
Temyiz incelemesinin yapılabilmesinin ön koşulu, bir temyiz
davası açılmış olmasıdır. Temyiz davası ise, hükmün tefhiminden, tefhim
sanığın yokluğunda yapılmış ise tebliğinden başlamak üzere bir hafta
içinde, hak ve yetkisi olan kişilerce temyiz isteminde bulunulması ile
açılır.
Somut olayda; hükümlü hakkındaki mahkûmiyet hükümlerinin
taraflara tebliğinde, tebligat yapılırken kanun yolu, süresi, mercii ve
293
şekillerinin bildirilmesinde herhangi bir eksiklik veya yanılgıya
düşürebilecek bir durumun bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Beraat hükümlerine yönelik aleyhe temyizleri dışında Askerî
Savcının, hükümlünün veya Komutanın mahkûmiyet hükümlerine ilişkin
süresinde açıklanmış temyiz istemi, başka bir deyişle, mahkûmiyet
hükümleri yönünden açılmış temyiz davaları bulunmamaktadır.
353 sayılı Kanun’un 205’inci maddesinin ikinci fıkrasında
öngörülen, temyiz incelemesinin resen yapılacağı hâller dışındaki
hükümlerde, süre ve istek koşullarına uygun temyiz davası açılmamış ise,
hükmün Askerî Yargıtayca incelenmesi de mümkün değildir (Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 10.06.2010 tarihli, 2010/22-55; 27.05.2010
tarihli, 2010/41-50; 27.05.2010 tarihli, 2010/39-49 sayılı kararları da bu
yöndedir).
Temyize konu beraat hükümleri yönünden Dairece saptanan
mevcut usul hatasının, yerleşmiş Askerî Yargıtay kararları itibarıyla,
kesinleşmiş mahkûmiyet hükümleri yönünden de söz konusu olacağı
dikkate alındığında, bahse konu hukuki hatanın, Askerî Mahkemece Millî
Savunma Bakanına bildirilerek, kanun yararına bozma olağanüstü
yolunun kullanılması yönünde girişimde bulunulmak suretiyle
giderilebileceğine de işaret etmek gerekmiştir.
2) Temyiz davasına konu hükümlere yönelik bozmanın temyize
gelinmemiş hükümlere etkisi sorunu;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 22.01.2009 tarihli, 2009/2-6
sayılı kararında da açıklandığı üzere; kanun yolu incelemesi
yapılabilmesi için esas olan, bu konuda bir isteğin bulunması ya da
hükmün kendiliğinden temyize tabi olmasıdır. Kanun yolu incelemesinin
koşulları gerçekleşmediği takdirde veya hükmün kendiliğinden temyize
tabi olmaması hâlinde, tesis olunan hüküm kesinleşir ve hukuki
sonuçlarını doğurur. Sanıklardan birinin kanun yolu incelemesi istemi de
diğer sanıkların istemi yerine geçmez. Ancak, kanun koyucu, adalet
duygusunu sarsmamak amacıyla, temyiz isteminde bulunmayan sanıklar
yönünden de, sınırlı hâllerde temyiz isteminde bulunmuş gibi temyiz
incelemesi yapılmasını öngörmüştür.
353 sayılı Kanun’un, “Hükmün bozulmasının diğer sanıklara
etkisi” başlıklı 226’ncı maddesinde; “Hüküm, sanık lehine bozulmuş ise
ve bu hususların temyiz isteminde bulunmamış olan diğer sanıklara da
uygulanması olanağı varsa, bu sanıklar da temyiz isteminde
bulunmuşçasına hükmün bozulmasından yararlanırlar.” hükmüne yer
verilmiştir.
Bozmanın sirayeti için;
294
1. Aynı mahkemece aynı kararla birden çok sanığın
hükümlendirilmesi,
2. Sanıkların fiilinde Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 8/1’inci
maddesinde tanımlanan nitelikte bağlantı bulunması,
3. Hükmün teşkilatında askerî mahkeme kurulan komutan, askerî
savcı, katılan veya sanıklardan bir veya birkaçınca ve sanıkların tümünü
kapsamayacak şekilde temyiz edilmiş olması,
4. Hükmün hukuka aykırılık nedeniyle sanık yararına bozulması,
5. Bu bozmanın hükmü temyiz etmeyen veya kendileriyle ilgili
temyiz bulunmayan sanıklara da uygulanma olanağına sahip olması,
gerekmektedir.
Somut olayda; temyize gelinmeyen hükümlerin, birden çok sanığa
ilişkin olmadığı gibi, beraat hükümlerinin de usule aykırılık nedeniyle
bozulduğu anlaşılmaktadır. Usule aykırılık nedeniyle bozmanın, sanık
lehine bir bozma olduğunu söylemek mümkün olmadığından, bu
şekildeki bozmanın farklı sanıklara dahi sirayeti mümkün değildir.
Sirayet, kesin hüküm dokunulmazlığına istisna olduğundan, farklı
sanıklar yönünden öngörülmüş bu istisnanın yorum yoluyla, aynı sanığın
farklı eylemleri yönünden tesis edilen kesinleşmiş diğer hükümlere
uyarlanması da mümkün görülmemiştir.
3) Yok hükmünde olduğu değerlendirilen hükümlerin Daireler
Kurulunca kaldırılmasının mümkün olup olmadığı sorunu;
Askerî Yargıtay Başsavcılığının 04.07.2012 tarihli ve 2012/28483381 sayılı tebliğnamesi ile karar düzeltme talebinde bulunulmuştur.
353 sayılı Kanun’un 225’inci maddesinde, Askerî Yargıtay
Başsavcısı tarafından;
1) Temyiz dilekçe, beyan veya layihasında veya tebliğnamede
yazılı ve hüküm veya kararın özüne etkili bir hususun temyiz
incelemesinde göz önüne alınmayarak dokunulmadan geçilmiş olması;
2) Yukarıdaki hâller dışında, esas hükme etkili noksan ve
yanlışlıkların temyiz incelemesinde göz önüne alınmayarak
dokunulmadan geçilmiş olması;
Hâllerinde, Askerî Yargıtay Dairelerinin veya Daireler Kurulunun
kararlarına karşı karar düzeltilmesi isteminde bulunabileceği
öngörülmektedir.
Daire kararında; temyiz dilekçe, beyan veya layihasında veya
tebliğnamede yazılı ve hüküm veya kararın özüne etkili bir hususun ya da
esas hükme etkili noksan ve yanlışlıkların temyiz incelemesinde göz
önüne alınmadığını söylemek mümkün değildir. Daire, temyize hiç
gelinmeyen hükümler yönünden, yetkisi olmadığı hâlde karar vermiştir.
295
Daire tarafından, temyiz edilmemiş hükümlere ilişkin karar verilmesi
mümkün olmadığından kararların, karar düzetmeye konu edilemeyeceği
de açıktır.
Temyiz incelemesi yapan 4’üncü Dairenin, hükümlü hakkında tesis
edilip, temyiz edilmeyerek kesinleştikleri anlaşılan firar ve askerî
hizmete mahsus eşyayı terk etmek suçlarından verilen mahkûmiyet
hükümlerinin bozulmasına ilişkin kararlarının yok hükmünde olduğunda
da, duraksama bulunmamaktadır. Keza gerek Daire ve gerekse
Başsavcılık bu hususta aynı görüştedir.
Dolayısıyla; karar düzeltmeye konu edilebilecek bir hatadan
ziyade, ilamın bazı bölümlerinin yok hükmünde olup olmadığının ve bu
bölümler yok hükmünde ise, kaldırılma usulünün tartışılması
gerekmektedir.
Yukarıda yer verildiği üzere, kesinleşmiş mahkûmiyet
hükümlerinin yeniden ele alınabilmesine ilişkin koşul ve yollar
bulunmadığından, …Komutanlığı Askerî Mahkemesince verilen
31.12.2012 tarihli ve 2012/735-896 sayılı, hükümlünün, 18.01.2010
tarihindeki hizmete mahsus askerî eşyayı terk etmek ve 28.02.201011.08.2010 tarihleri arasındaki firar suçlarına ilişkin mahkûmiyet
kararlarını incelemek ve bu mahkûmiyetler yönünden karar vermek
yetkisi bulunmadığından, Dairece verilen kararın hukuk aleminde
herhangi bir etki yaratmayacağı kuşkusuzdur.
Belirtilen nedenlerle; Daire ve Başsavcılığın, mahkûmiyet
hükümleri yönünden verilen bozma kararlarının hükümsüz olduğu
yönündeki görüşleri, Kurulumuzca da yerinde görülmüştür.
353 sayılı Kanun’un 225’inci maddesi çerçevesinde, karar düzetme
koşullarının var olduğu belirlenseydi, dosyanın kararın düzeltilmesi için
dairesine gönderilmesi gerekecekse de (As.Yrg.Drl.Krl.’nun 10.07.2008
tarihli, 2008/121-138 sayılı kararı bu yöndedir.); yokluk ile ilgili tespit ve
bu şekildeki hukuka aykırılığın aynı suje tarafından giderilmesine, diğer
bir ifadeyle yok sayılmasına yasal olanak bulunmaması nedeniyle, söz
konusu hukuka aykırılığın, Askerî Yargıtay Daireler Kurulu tarafından
giderilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır (As.Yrg.Drl.Krl.’nun
13.11.2008 tarihli, 2008/181-186 sayılı kararı bu yöndedir.).
296
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/73
K.Nu. : 2012/73
T.
: 24.05.2012
ÖZET
1) Tebliğ mazbatasında, tebliğ işleminin neden muhatabın
kendisine değil de memura yapıldığına ilişkin bir açıklama
bulunmaması hâlinde; tebliğ işleminin bizzat muhatabına
yapılmamış olmasının sebebi ve dolayısıyla hukuka uygun olarak
yapılıp yapılmadığı anlaşılamayacağından, tebligatın geçerli
olmadığı kabul edilmiştir.
2) 353 sayılı Kanun'un 227’nci maddesinin Son Fıkrası
uyarınca, bozma ilamının ve duruşma gününün tebliği amacıyla
çıkarılmış olan tebligat evrakının, isminin ve adresinin yanlış
yazılması sonucu tebliğ edilememesi sebebiyle katılanın yokluğunda
hüküm kurulmasının, hükmün esasına etkili bir hukuka aykırılık
olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; sanığın dava
konusu eylemlerinin ASCK’nın 117/1’inci maddesinde yazılı asta
müessir fiilde bulunmaya teşebbüs etmek suçunu oluşturup
oluşturmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, mevcut kanıtlara göre asta müessir fiilde bulunmaya
teşebbüs etmek suçunun unsurlarının oluştuğu ve sanığın mahkûmiyetine
karar verilmesi gerektiği görüşünde iken; Askerî Mahkeme tarafından,
teşebbüs hükümlerinin uygulanmasının mümkün olmadığı, sanığın
müessir fiil kastıyla hareket ettiği kabul edilse bile eyleminin 477 sayılı
Disiplin Mahkemeleri Kanunu’nun 55'inci maddesi kapsamında
değerlendirilmesi gerektiği; sanığın mahkûmiyetine karar verilebilmesi
için yeterli kanıt bulunmadığı, savunmasında belirttiği hususların aksinin
kanıtlanamadığı ve suç kastı bulunmadığı görüşündedir.
Uyuşmazlık konusuna geçilmeden önce, katılanın temyiz isteminin
yasal süresi içinde olup olmadığının incelenmesi gerekmektedir.
297
Temyiz İsteminin Süre yönünden İncelenmesi
353 sayılı Kanun'un 196’ncı maddesi uyarınca; kanun yolları,
askerî savcı, şüpheli, sanık ve katılan, katılma isteği karara bağlanmamış,
reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş
bulunanlar ile teşkilâtında askerî mahkeme kurulan kıt’a komutanı ve
askerî kurum amirine açık bulunmakta; Kanun'un 209’uncu maddesi
uyarınca, temyiz isteminin karar veya hükmün tefhiminden veya
tebliğinden itibaren bir hafta içerisinde yapılması gerekmektedir.
Katılana gerekçeli hükmün tebliğ edilmesi için yapılan işlemler
incelendiğinde; “ADIYAMAN, Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü” adresine
çıkarılan ilk tebliğ mazbatasının 27.10.2011 tarihinde, Memur S.K.
imzasına tebliğ edildiği; mazbatada, tebliğ işleminin neden katılanın
kendisine değil de Memur S.K.’ye yapıldığına ilişkin bir açıklama
bulunmadığı, daha sonra aynı adrese tekrar çıkarılan tebliğ mazbatasının,
26.01.2012 tarihinde, “Muhatap tevziat esnasında adreste hazır
bulunamadı, nöbetçi memur İ.Y. imzasına tebliğ yapıldı” açıklamasıyla,
Nöbetçi Memur İ.Y. imzasına tebliğ edildiği; katılanın 31.01.2012
tarihinde kayda alınan dilekçesi ile temyiz isteminde bulunduğu
anlaşılmaktadır.
Tebligatla ilgili hükümler
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun;
17’nci maddesinde: “Belli bir yerde devamlı olarak meslek veya
sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde, tebliğ aynı yerdeki
daimî memur veya müstahdemlerinden birine, meslek veya sanatını
evinde icra edenlerin memur ve müstahdemlerinden biri bulunmadığı
takdirde aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine
yapılır.”;
20’nci maddesinde: “13, 14, 16, 17 ve 18’inci maddelerde yazılı
şahıslar, kendisine tebliğ yapılacak kimsenin muvakkaten başka yere
gittiğini belirtirlerse; keyfiyet ve beyanda bulunanın adı ve soyadı tebliğ
mazbatasına yazılarak altı beyan yapan tarafından imzalanır ve tebliğ
memuru tebliğ evrakını bu kişilere verir. Bu kişiler tebliğ evrakını kabule
mecburdurlar. Kendisine tebliğ yapılacak kimsenin muvakkaten başka bir
yere gittiğini belirten kimse, beyanını imzadan imtina ederse, tebliğ eden
bu beyanı şerh ve imza eder. Bu durumda ve tebliğ evrakının kabulden
çekinme hâlinde tebligat, 21’inci maddeye göre yapılır. Bu maddeye göre
yapılacak tebligatlarda tebliğ, tebliğ evrakının 13, 14, 16, 17 ve 18’inci
maddelerde yazılı kişilere verildiği tarihte veya ihbarname kapıya
yapıştırılmışsa bu tarihten itibaren on beş gün sonra yapılmış sayılır.”;
298
25.01.2012 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmak suretiyle
yürürlüğe girmiş olan Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair
Yönetmelik’in;
26’ncı maddesinde: “(1) Belirli bir yerde devamlı olarak meslek
veya sanatını icra edenlere, o yerde de tebligat yapılabilir.
(2) Muhatabın işyerinde bulunmaması hâlinde tebliğ, aynı yerde
sürekli olarak çalışan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
(3) Muhatap, meslek veya sanatını konutunda icra ediyorsa, kendisi
bulunmadığı takdirde memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
Bunlardan hiçbirinin bulunmaması durumunda tebliğ, aynı konutta
sürekli olarak oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır.”;
29’uncu maddesinde: “21, 22, 23, 25, 26 ve 27 nci maddelerde
yazılı kişiler, tebliğ yapılacak olanın geçici olarak başka yere gittiğini
belirtirlerse, tebliğ memuru, muhatabın hangi sebeple adresten geçici
olarak ayrıldığını, beyanda bulunanın adı ve soyadı ile sıfatını tebliğ
tutanağına yazar. Tebliğ tutanağını beyanda bulunana imzalattırır ve
tebliğ edilecek evrakı beyanda bulunana verir. Bu kişiler, tebliğ evrakını
kabule mecburdurlar.
(2) Bu kişilerin beyanlarını imzadan kaçınmaları ve tebliğ evrakını
kabul etmemeleri durumunda, tebliğ memuru bu hususu tutanağa yazar,
imzalar ve tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti
üyesinden birine ya da kolluk amir veya memurlarına imza karşılığında
teslim eder ve teslim ettiği kişinin adresini içeren ihbarnameyi gösterilen
adresin kapısına yapıştırır.
(3) Bu maddeye göre yapılacak tebligatlarda tebliğ, tebliğ evrakının
21, 22, 23, 25, 26 ve 27 nci maddelerde yazılı kişilere verildiği tarihte
veya ihbarname kapıya yapıştırılmışsa bu tarihten itibaren on beş gün
sonra yapılmış sayılır.”;
hükümleri yer almaktadır.
Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in
25.01.2012 tarihinde yürürlüğe girmesinden önce yürürlükte olan
Tebligat Tüzüğü’nün 23 ve 26’ncı maddeleri hükümleri de,
Yönetmelik’in 26 ve 29’uncu maddelerine paralel hükümler
içermektedir.
Değerlendirme
Bu hükümlere göre; belirli bir yerde devamlı olarak meslek veya
sanatını icra eden muhatabın işyerinde bulunmaması hâlinde, aynı yerde
sürekli olarak çalışan memur veya müstahdemlerine tebliğ işlemi
yapılabilmekte; bunun için kendisine tebligat evrakı verilecek kişilerin,
muhatabın başka yere gittiğini belirtmeleri, bu durum ile beyanda
299
bulunanın adı ve soyadının tebliğ mazbatasına yazılması ve altının
beyanda bulunan kişi tarafından imzalanması gerekmektedir.
Katılan adına çıkarılan ilk tebliğ mazbatasının 27.10.2011
tarihinde, Memur S.K. imzasına tebliğ edildiği görülmekle birlikte;
mazbatada, tebliğ işleminin neden katılanın kendisine değil de Memur
S.K.’ye yapıldığına ilişkin bir açıklama bulunmadığından, tebliğ
işleminin bizzat katılana yapılmamış olmasının sebebi ve dolayısıyla
hukuka uygun olarak yapılıp yapılmadığı anlaşılamamakta; yapılan
tebligat işleminin hukuka aykırı olduğunun kabulü gerekmektedir.
26.01.2012 tarihinde yapılan tebligat işleminin hukuka uygun
olması, temyiz davası açma süresinin bu tarihten itibaren başlaması ve
katılanın 31.01.2012 tarihinde kayda alınan dilekçesi ile yaptığı temyiz
isteminin de yasal süresi içinde olması nedenleriyle, temyiz incelemesi
yapılmasına karar verilmiştir.
Temyiz İncelemesi
Usul yönünden yapılan incelemede;
Katılanın mağdur ve müteveffa J.Er E.E.'nin babası M.E. olduğu,
önceki hükmün katılan adına “ADIYAMAN Bayındırlık ve İskan
Müdürlüğü” adresine çıkarılan mazbata ile tebliğ edildiği; katılanın
vermiş olduğu temyiz dilekçesi ve ek temyiz dilekçesinde adres olarak bu
adresi gösterdiği; tebliğnamenin bu adreste kendisine tebliğ edildiği;
Bozma ilamının Askerî Mahkemeye ulaşmasından sonra
12.05.2011 tarihinde hazırlanan Duruşmaya Hazırlık Tutanağı ile;
duruşmanın 10.08.2011 tarihinde yapılacağının belirlendiği, sanığın
Askerî Yargıtay bozma ilamına karşı diyeceklerinin belirlenmesi için
talimat yazılmasına, bozma ilamının ve duruşma gününün müdafie ve
katılana tebliği için mazbata çıkarılmasına karar verildiği;
Bu karar uyarınca duruşma günü ve bozma ilamının tebliği için,
katılan M.E. yerine, M.E. adına, “Adıyaman, ... Mahalle, ... Blok ...
No:...” adresine tebliğ mazbatası çıkarıldığı; 21.05.2011 tarihinde,
muhatabın adresinden ayrılmış olduğu, yeni adresinin bilinmediği, beyanı
verenin isim ve imza vermediği açıklanmak suretiyle, mahalle muhtarının
da onayıyla tebliğ mazbatasının iade edildiği;
Katılan adına başkaca bir tebliğ işlemi yapılmadığı; sanığın bozma
ilamına karşı diyeceklerinin belirlenmesinden ve müdafie gerekli
tebligatın yapılmasından sonra belirlenen 10.08.2011 tarihinde katılanın
yokluğunda yapılan duruşmada hüküm kurulduğu;
Anlaşılmaktadır.
353 sayılı Kanun’un 227’nci maddesinin son fıkrasında: “Sanık,
müdafi, katılan ve vekilinin dosyada bulunan adreslerine de davetiye
300
tebliğ olunamaması veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen duruşmaya
gelmemeleri nedeniyle bozmaya karşı beyanları saptanmamış olsa da,
duruşmaya devam edilerek dava yokluklarında bitirilebilir. Ancak, sanık
hakkında verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise,
sanığın her hâlde dinlenilmesi gerekir.” hükmü yer almaktadır.
Bu hükme göre; bozma kararından sonra ve yeni bir hüküm
verilmeden önce, sanık ve müdafiin yanı sıra, katılan ve vekilinin de
bozmaya karşı diyeceklerinin belirlenmesi gerekmekte; ancak,
adreslerine gerekli tebligat yapılamaması veya tebligat yapıldığı hâlde
duruşmaya gelmemeleri hâlinde yokluklarında hüküm kurulabilmektedir.
Katılanın ismi yanlış yazılmak suretiyle eski adresine çıkarılan
tebliğ evrakının tebliğ edilememiş olmasıyla, maddede öngörüldüğü
şekilde “tebliğ olunamama” şartının gerçekleşmiş sayılamayacağında ve
bunun, katılanın değil, Askerî Mahkeme personelinin hatasından
kaynaklanmış olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Dolayısıyla; bozma kararının verilmesinden sonra, katılanın, bozma
kararından ve duruşma gününden usulüne uygun olarak haberdar
edilmesi ve duruşmaya gelmesi hâlinde diyeceklerinin belirlenmesi
yoluna gidilmesi gerekirken, noksan ve hatalı tebligatla davaya devam
olunarak yokluğunda hüküm kurulması hukuka aykırı bulunduğundan,
beraat hükmünün usul yönünden bozulmasına karar verilmiş; bozma
nedeni karşısında diğer yönlerden inceleme yapılmamıştır.
301
ASMKYUK
Mad. 227
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/101
K.Nu. : 2012/103
T.
: 27.09.2012
ÖZET
Bozmadan sonra, sanığın bozmaya karşı diyeceklerinin
dışında, delillerin okunması ve devamında delillere karşı
diyeceklerinin sorulması, yeniden esas hakkındaki mütalaanın ve
savunmanın alınması yanında, ilk kararda yer almayan ve Daire
denetiminden geçmemiş bulunan yeni ve değişik gerekçelerle hüküm
kurulmuş olması karşısında, incelemeye esas son hükmün eylemli
uyma (sebat) ile verilmiş yeni bir hüküm niteliğinde olduğu ve bu
nitelikteki bir hükmün temyiz incelemesinin Daire tarafından
yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan uyuşmazlık usul
ve noksan soruşturmaya ilişkin olmakla birlikte, Dairenin bozma kararı
üzerine Askerî Mahkemece yeniden verilen hükmün direnme hükmü
niteliğinde olup olmadığının öncelikli mesele olarak tartışılması
gerekmektedir.
Askerî mahkemelerin direnme haklarının düzenlendiği 353 sayılı
Kanun’un 227’nci maddesinde direnme kararının özellikleri konusunda
herhangi bir açıklık bulunmamakla birlikte, Askerî Yargıtay’ın ve
Yargıtay’ın yerleşik kararlarında kabul edildiği üzere; bir hükmün
“Direnme” olarak kabul edilmesi için, bozmadan önce verilen hüküm ile,
direnmeye ilişkin hükmün aynı olması, yani ilk hükmün aynen yeniden
verilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, şeklen direnme kararı verilmiş
olsa dahi, bozma kararı doğrultusunda işlem yapılması, bozmadan önce
tartışılmayan hususların bozmadan sonra tartışılması, bozma sonrasında
yapılan araştırmaya, incelemeye, toplanan yeni delillere dayanılması, ilk
kararda yer almayan ve Daire denetiminden geçmemiş bulunan yeni ve
değişik gerekçelerle hüküm kurulması hâllerinde, incelemeye esas son
hükmün direnme kararı niteliğinde olmayıp, “bozmaya eylemli uyma
302
(sebat)” sonucu verilmiş yeni bir hüküm olduğu ve bu nitelikteki bir
hükmün temyiz edilmesi hâlinde, incelemenin Daire tarafından yapılması
gerekmektedir.
Firar suçuna ilişkin mahkûmiyet hükmünün usul ve noksan
soruşturma yönünden bozulmasına karar verildiği görülmektedir.
Bozmayı müteakiben yapılan yargılamada; sanığın bozma kararına
karşı diyeceklerinin tespiti ile yetinilip başkaca hiçbir muhakeme
faaliyetine girişilmeksizin yargılamanın sonlandırılmasına karar verilerek
ilk hükmün aynen tesisi suretiyle direnilmesi gerekirken, Askerî
Mahkemece; sanığın bozma ilamına karşı diyecekleri tespit edilip
direnme ara kararı verildikten sonra, sanığın esas hakkındaki sorgu ve
savunmasının sorulduğu, dosyadaki mevcut belgelerin okunduğu,
sanıktan diyeceklerinin sorulduğu, Askerî Savcının esas hakkındaki
mütalaasının alındığı ve sanıktan esas hakkındaki mütalaaya karşı
diyecekleri ve son sözüne ilişkin beyanlarının alındığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca; sanık hakkında daha önce verilen ve bozmaya konu olan ilk
mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde, psikiyatri uzmanının yeminli
beyanlarına itibar edildiği belirtilerek, müşahedesine gerek bulunmadığı
vurgulanmış ve sanığın ceza sorumluluğunun tam olduğu ve askerliğe
elverişli olup olmadığı hususunda şüphe bulunmadığı belirtilmiştir.
İlk hükmün Askerî Yargıtay 1’inci Dairesi tarafından usul ve ceza
sorumluluğu ve askerliğe elverişlilik itibarıyla yeterli araştırma
yapılmadan hükme ulaşılması nedeniyle noksan soruşturma yönünden
bozulmasından sonra ise; direnme kararı verildiği belirterek, gerekçeli
hükmün direnme gerekçesi olarak yer verildiği anlaşılan bölümünde,
sanığın bozma kararına karşı tespit edilen, “... ben askere gelmeden 5-6
ay evvel Tıp Fakültesinde uyuşturucu bağımlılığı nedeni ile tedavi
gördüm. İlk gittiğimde idrar aldılar, dört gün sonra tekrar çağırdılar.
Tahlil yaptılar. Tahlillerim temiz çıktı. Her ay muayeneye gelmemi
söylediler, yaklaşık iki ay içerisinde üç defa muayeneye gittim. Bununla
ilgili evraklar evde de mevcuttur. İzmir’de ise özel bir doktorun
muayenesine gittim. O da ilaç tedavisi verdi. Bir ay sonra gelmemi
söyledi ancak gitmedim. Ben Şanlıurfa’da herhangi bir tedavi görmedim.
Sadece Şanlıurfa Devlet Hastanesinde bir defa tahlil yaptırdım, ondan da
temiz çıktım. Ben şu an yargılandığım bu dosyadan firar ettiğim
dönemde yani firarda iken İstanbul Taksim’de özel bir doktorun
muayenesine gittim oda ben asker firarisi olduğum için sadece ilaç verdi.
Bana herhangi bir yatış vermedi. Sonra gittiğimde de birliğine teslim edin
dedi. Ben şu an madde kullanmıyorum.” şeklindeki beyanlarını ve bu
beyanlarının tespit edildiği sıradaki fiziksel yapısını ikinci hükme
303
dayanak yaparak, “... kaldı ki bire bir huzurunda ifadesine başvurduğu
sanıkta da herhangi bir anormal durum görmemiş, sanığın hâl ve
hareketlerinden askerliğe elverişsiz olabileceğine dair bir şüphe de
oluşmamıştır. Zaten sanık da sivilde uyuşturucu ile ilgili tedavi
gördüğüne dair beyanlarında ayaktan muayene olduğunu herhangi bir
yataklı tedavi görmediğini tahlil sonuçlarının olumlu çıktığını beyan
etmiş, İzmir ve İstanbul’da muayenehanesine gittiği özel hekimlerin ise
kendisine sadece ilaç verdiğini, hatta İstanbul Taksim'deki doktorun
kendisi asker olduğu için yatış vermediğini beyan etmiştir.” şeklindeki
yeni ve sonradan elde edilmiş delile dayalı yeni bir gerekçeyi direnme
gerekçesi olarak kullanmıştır.
Daireler Kurulunun 14.07.2005 tarihli, 2005/77-77 ve 29.07.2007
tarihli, 2007/109-99 sayılı kararlarında izah edildiği üzere; 353 sayılı
ASMKYUK’nın 227’nci maddesinde düzenlenen “Direnme kararının”
özellikleri konusunda bir açıklık bulunmamakla birlikte, yüksek yargı
organlarının yerleşik kararlarında, ilk karar ile direnilmek suretiyle tesis
edilen ikinci kararın farklı olmaması şartı aranmakta, bozmadan önce
tartışılmayan hususların bozmadan sonra tartışılması, yeni delillere
dayanılması, ilk kararda olmayan yeni ve değişik gerekçelerle hükme
varılması hâllerinde, incelemeye esas son hükmün direnme kararı niteliği
taşımayıp “Bozmaya eylemli uyma” (sebat) sonucu verilmiş yeni bir
karar olduğu kabul edilmektedir.
Bu itibarla; bozmadan sonra, sanığın bozmaya karşı diyeceklerinin
dışında, delillerin okunması ve devamında delillere karşı sanıktan
diyeceklerinin sorulması, yeniden esas hakkındaki mütalaanın ve
savunmanın alınması yanında, ilk kararda yer almayan ve Daire
denetiminden geçmemiş bulunan yeni ve değişik gerekçelerle hüküm
kurulmuş olması karşısında, incelemeye esas son hükmün eylemli uyma
(sebat) ile verilmiş yeni bir hüküm niteliğinde olduğu sonucuna
varıldığından; incelemenin Daireler Kurulunca yapılmasının mümkün
olmaması nedeniyle, temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın Daireye
gönderilmesine karar verilmiştir.
304
ASMKYUK
Mad. 228
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/9
K.Nu. : 2012/5
T.
: 19.01.2012
ÖZET
1) Epilepsi hastalığı ile ilgili eksikliklerin giderilmesi için,
hükümlünün, geçmişine ait bilgi ve belgelerin araştırılarak
Etimesgut Asker Hastanesinden askerliğe elverişlilik hâlinin suç
tarihlerini kapsayıp kapsamadığına dair ek rapor aldırılması,
2) Uyum bozukluğu rahatsızlığı ile ilgili 19.06.2009 tarihli TSK
Sağlık Raporu ve buna bağlı Adli Rapor yönünden suç tarihlerinde
askerliğe elverişli olup olmadığının tespit ettirilmesi,
3) Epilepsi hastalığıyla ilgili ek rapor ve uyum bozukluğu ile
ilgili TSK Raporları ve Adli Raporu nazara alınarak cezai ehliyetinin
belirlenmesine yönelik ek rapor aldırılması için, …Komutanlığı
Askerî
Savcılığının
yargılamanın
yenilenmesine
ilişkin
görevlendirilmesine, gelen cevaba göre yargılamanın yenilenmesi
konusunda Dairece gereğinin yapılmasına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; hükümlünün yargılamanın
yenilenmesi isteminin hangi hususları kapsadığı ve bu istemin ne şekilde
karşılanacağına ilişkindir.
Daire; hükümlünün, epilepsi rahatsızlığı nedeniyle askerliğe
elverişsiz olduğuna ilişkin raporunun, bu konunun soruşturma
aşamasında incelenmiş olması nedeniyle yeni vaka veya delil olarak
kabul edilemeyeceğini, ancak, Kasımpaşa Asker Hastanesi Sağlık
Kurulunun 16.09.2009 tarihli ve 2548 sayılı raporuyla “Uyum
bozukluğu” teşhisi ve sonunda muayene kaydı (SMK) ile üç ay hava
değişimi verildiğini, Adli Raporda, askerliğe elverişlilik durumunun hava
değişimi sonunda değerlendirileceğinin ve uyum bozukluğu nedeniyle
TCK’nın 32/2’nci maddesinden yararlanabileceğinin belirtildiğini, bu
hususun yeni bir vaka ve delil olduğunu belirterek, yargılamanın
yenilenmesi isteminin kabulüne, duruşma açılmasına, duruşmanın Kuzey
305
Deniz Saha Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yapılmasına karar
verirken;
Başsavcılık; yargılamanın yenilenmesi isteminin, sadece epilepsi
rahatsızlığını içerdiği, “Davasız yargılama olmaz” kuralı gereğince,
hükümlü hakkında uyum bozukluğu rahatsızlığı nedeniyle düzenlenen
yukarıda bahsi geçen TSK Sağlık Raporu ve Adli Raporun yargılamanın
yenilenmesinde değerlendirilemeyeceği görüşüyle ve epilepsi rahatsızlığı
nedeniyle verilen Etimesgut Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun
25.12.2009 tarihli, 6472 sayılı raporunun, yargılamanın yenilenmesi
şartlarından olan yeni bir vaka ve delil niteliğinde olduğunu ileri sürerek
Daire kararına itiraz etmektedir.
Öncelikli olarak, yargılamanın yenilenmesi isteminin kapsamı
incelendiğinde;
Hükümlünün, 21.10.2011 tarihli yargılamanın yenilenmesi
isteminde, epilepsi hastası ve psikolojik olarak da rahatsız olduğunu,
tedavisinin devam ettiğini, rahatsızlığıyla ilgili belgelerin babası
tarafından mahkemeye iletildiğini beyan ettiği, babasının Askerî
Mahkemeye ilettiği 14.10.2011 tarihli dilekçesinde ise; oğlunun epilepsi
ve uyum bozukluğu hastası olduğunu belirttikten sonra epilepsi ile ilgili
raporu dilekçe ekinde sunduğu görülmektedir.
Yargılamanın yenilenmesi istemi ile ilgili olarak, dava dosyasında,
hükümlünün dilekçesinde bahsettiği epilepsi hastalığı hakkındaki raporla,
Kasımpaşa Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun 19.06.2009 tarihli ve 2548
sayılı, “Uyum bozukluğu” teşhisiyle verilen SMK üç ay hava değişimi
raporu, bu raporla ilgili TCK’nın 32/2’nci maddesinden yararlanacağına
dair Adli Rapor ve Kasımpaşa Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun
16.10.2009 tarihli ve 4540 sayılı “Uyum bozukluğu” teşhisiyle ikinci kez
verilen SMK üç ay hava değişimi raporu bulunmaktadır. Bu kapsamda,
hükümlünün yargılamanın yenilenmesi isteminin, epilepsi ve uyum
bozukluğu hastalıklarının her ikisini de kapsayacak şekilde yapıldığının
kabulü gerekmektedir.
Yargılamanın yenilenmesi isteminin esası incelendiğinde;
Dava dosyası içeriğinden, hükümlünün, 01.02.2009 tarihinde
çıktığı çarşı izninden aynı gün dönmesi gerekirken dönmediği,
10.02.2009 tarihinde birliğine katıldığı, böylece, 01.02.2009-10.02.2009
tarihleri arasında firar suçunu işlediğinin kabulüyle mahkûmiyetine karar
verildiği anlaşılmaktadır.
Ancak hükümlünün bu suçuyla ilgili olarak iki ayrı kamu davası
açılmış bulunmaktadır.
306
Yargılamanın yenilenmesine konu olan 2009/704 Esas sayılı
davada; soruşturma aşamasında hükümlünün suç tarihinde ve hâlen
psikiyatrik açıdan askerliğe elverişli ve cezai ehliyetinin tam olduğuna
dair psikiyatri uzmanı bilirkişi tarafından görüş bildirilmiş, nörolojik
yönden müşahedesi sonucu 13.03.2009 tarihinde Kasımpaşa Asker
Hastanesi Sağlık Kurulunca hazırlanan 1194 sayılı raporda; klinikte
yattığı süre içinde bayılma gözlemlenmediğinden nörolojik açıdan
patolojik bulgu saptanmadığı, sağlam olduğu belirtilmiştir. Bunun
üzerine …Komutanlığı Askerî Savcılığının 01.04.2009 tarihli, 2009/200155 sayılı iddianamesiyle hükümlü hakkında açılan kamu davasının
yargılaması sonunda, …Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 15.06.2009
tarihli ve 2009/704-404 sayılı hükmü ile, hükümlünün, ASCK’nın 66/1-a,
73 ve TCK’nın 62/1’inci maddeleri uyarınca beş ay hapis cezasıyla
mahkûmiyetine karar verilmiş, taraflarca temyiz edilmeyen hüküm
06.07.2009 tarihinde kesinleşmiştir.
Aynı suçla ilgili olarak, Askerî Savcılığın 27.02.2009 tarihli,
2009/222-108 sayılı iddianamesiyle açılan ve 2011/43 Esas numarasına
kayıtla derdest olan davada; duruşma esnasında dinlenilen başka bir
psikiyatri uzmanının, sanığın suç tarihinde “Disosiyatif” bir atak geçirmiş
olabileceğini, cezai ehliyetinin ve askerliğe elverişlilik durumunun tespiti
için müşahedesine gerek olduğunu mütalaasında belirtmesi üzerine,
sanığın adli yönden gözlem altına alınmasına karar verildiği, gözlem
sonucu Kasımpaşa Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun 19.06.2006 tarihli
ve 2548 sayılı raporu ile “uyum bozukluğu” rahatsızlığı nedeniyle SMK
ile üç ay hava değişimi verildiği, 01.07.2009 tarihli Adli Rapor ile de;
Uyum bozukluğunun suç tarihlerinde sanığın davranışlarını yönlendirme
yeteneğini azaltacak nitelikte bir rahatsızlık olduğu, TCK’nın 32/2’nci
maddesinden yararlanabileceğine karar verildiği, hükümlünün, hava
değişimi süresi sonunda SMK nedeniyle sevk edildiği, Kasımpaşa Asker
Hastanesi Sağlık Kurulunun 16.10.2009 tarihli ve 4540 sayılı raporu ile
yine “Uyum bozukluğu” teşhisi konularak, SMK ile üç ay daha hava
değişimi verildiği görülmektedir.
Hükümlünün, ikinci hava değişimi sırasında 23.12.2009 tarihinde
rahatsızlanması sonucu Konya Asker Hastanesi tarafından, Ankara
Etimesgut Asker Hastanesine sevk edildiği, bu hastanenin Sağlık
Kurulunun 25.12.2009 tarihli ve 6472 sayılı raporu ile; epilepsi nöbetinin
gözlendiği belirtilerek “epilepsi” rahatsızlığı nedeniyle, barışta askerliğe
elverişli olmadığına karar verildiği, epilepsi rahatsızlığı nedeniyle verilen
askerliğe elverişsizlik hâlinin suç tarihlerini kapsayıp kapsamadığı
hususunda istenilen ek rapor üzerine; Etimesgut Asker Hastanesi Sağlık
307
Kurulunun 03.03.2010 tarihli ve 33 sayılı Ek Raporunun hazırlandığı ve
hastanın 24.12.2009 tarihinden önceki takiplerine yönelik bir belge
bulunmadığından ilgili tarihler arasında işlenen suçla hastalığını
ilişkilendirmenin mümkün olmadığının belirtildiği anlaşılmıştır.
Somut olayda görüldüğü üzere;
1) Hükümlünün epilepsi rahatsızlığı nedeniyle askerliğe elverişli
olmadığına dair raporun suç tarihlerini kapsayıp kapsamadığı hususunun,
Ek Raporla açıklığa kavuşturulmamış olması nedeniyle araştırılmasının
gerektiği,
2) Uyum bozukluğu nedeniyle ve sonunda muayene kaydı ile
verilen ikinci üç aylık
hava değişiminin bitiminde, sanığın, bu
rahatsızlığı nedeniyle suç tarihlerinde askerliğe elverişli olup olmadığının
araştırılmasının gerektiği,
3) Her ne kadar hükümlü hakkında 01.07.2009 tarihinde
Kasımpaşa Asker Hastanesince hazırlanan Adli Raporda, TCK’nın
32/2’nci maddesinden yararlanması gerektiği belirtilmiş ise de; epilepsi
rahatsızlığı göz önüne alınmadan hazırlanan bu raporla ilgili olarak,
epilepsi raporu da değerlendirilerek cezai ehliyetiyle ilgili ek adli rapor
aldırılmasının gerektiği;
Bunlardan sonra yargılamanın yenilenmesi istemi ile ilgili olarak
bir karar verilebileceği sonucuna varılarak, Daire kararının, hükmün
infazının geri bırakılmasına ilişkin kısmı hariç olmak üzere; yargılamanın
yenilenmesi
isteminin
doğrudan
kabulüyle,
“Yargılamanın
yenilenmesine, yeniden duruşma açılmasına ve duruşmanın
…Komutanlığı Askerî Mahkemesinde yapılmasına” dair, işin esasına
ilişkin kısmının kaldırılmasına, yargılamanın yenilenmesi isteminin esas
itibari ile kabulüne, yukarıda belirtilen konularda delillerin toplanması
için …Komutanlığı Askerî Savcılığının görevlendirilmesine, gelen
cevaba göre yargılamanın yenilenmesi istemi konusunda Dairece
gereğinin yapılmasına karar verilmiştir.
308
ASMKYUK
Mad. 243
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/10
K.Nu. : 2012/6
T.
: 19.01.2012
ÖZET
Dava dosyasında, şüphelinin izninin bittiği 11.05.2011 tarihinde
Isparta Devlet Hastanesinde muayene edilen babası için bir şeyi
olmadığının belirtilmesine rağmen, birliğine dönmek yerine,
babasının başında beklediğine dair savunması karşısında, CMK’nın
170’inci maddesi kapsamında suçu işlediği hususunda yeterli
şüphenin oluştuğu, yine CMK’nın 174’üncü maddesi kapsamında
sübuta etki edeceği mutlak sayılan delillerin toplanmadığına dair bir
hususun bulunmadığı sonucuna varıldığından, iddianamenin iadesi
kararına yapılan itiraz üzerine verilen itirazının reddi kararıyla,
iddianamenin iadesi kararının kaldırılmasına karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; iddianamenin iadesi kararına Askerî
Savcılık tarafından yapılan itiraz üzerine, itirazın reddine dair verilen
kararın yerinde olup olmadığına ilişkindir.
Daire; Askerî Mahkeme tarafından verilen iddianamenin iadesi
kararı ile bu karara yapılan itiraz üzerine itiraza bakan Askerî Mahkeme
tarafından verilen itirazın reddine dair kararın hukuka uygun olduğunu
kabul ederken,
Başsavcılık; kamu davası açılması için yeterli şüphenin mevcut
olduğunu, suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan bir delilin
toplanmamasının söz konusu olmadığını ileri sürerek, Daire kararına
itiraz etmektedir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 15.12.2011 tarihli ve
2011/118-118 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
İddianamenin iadesi ile ilgili olarak, 353 sayılı Kanunda bir hüküm
bulunmadığından, 353 sayılı Kanun’un Ek 1’inci maddesi uyarınca,
CMK’nın 170 ve 174’üncü maddeleri askerî yargıda da uygulanmaktadır.
İddianamenin iadesi, CMK’nın 174’üncü maddesinde;
309
“(1) Mahkeme tarafından, iddianamenin ve soruşturma evrakının
verildiği tarihten itibaren on beş gün içinde soruşturma evresine ilişkin
bütün belgeler incelendikten sonra, eksik veya hatalı noktalar belirtilmek
suretiyle;
a) 170’inci maddeye aykırı olarak düzenlenen,
b) Suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan mevcut bir delil
toplanmadan düzenlenen,
c) Ön ödemeye veya uzlaşmaya tâbi olduğu soruşturma
dosyasından açıkça anlaşılan işlerde ön ödeme veya uzlaşma usulü
uygulanmaksızın düzenlenen,
İddianamenin Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine karar verilir.
(2) Suçun hukuki nitelendirilmesi sebebiyle iddianame iade
edilemez.
(3) En geç birinci fıkrada belirtilen süre sonunda iade edilmeyen
iddianame kabul edilmiş sayılır.
(4) Cumhuriyet savcısı, iddianamenin iadesi üzerine, kararda
gösterilen eksiklikleri tamamladıktan ve hatalı noktaları düzelttikten
sonra, kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesini gerektiren bir
durumun bulunmaması hâlinde, yeniden iddianame düzenleyerek dosyayı
mahkemeye gönderir. İlk kararda belirtilmeyen sebeplere dayanılarak
yeniden iddianamenin iadesi yoluna gidilemez.
(5) İade kararına karşı Cumhuriyet savcısı itiraz edebilir.” şeklinde,
İddianamenin düzenlenmesiyle ilgili 5271 sayılı CMK’nın
170/2’nci maddesi “Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun
işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir
iddianame düzenler.” şeklinde düzenlenmiştir. Böylece, iddianamenin
iadesi kurumuyla, iddianamedeki noksanlıkların giderilmesinin
amaçlandığı, bu kapsamda kovuşturma aşamasında mahkemenin zaman
kaybetmemesinin, soruşturmanın tamamlanmadan dava açılmasının
sakıncalarının, duruşmaların uzamasının ve ertelenmesinin önlenmesine
çalışıldığı görülmektedir.
Açıklanan yasa hükümlerinden anlaşıldığı üzere, iddianame
düzenlemenin temel koşulu, soruşturma döneminin sonunda toplanan
delillerden suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşmasıdır.
Dosya incelendiğinde;
1) Şüpheli P.Er M.S.’nin izninin 11.05.2009 tarihinde bittiği,
2) 11.05.2009 tarihinde, Isparta Devlet Hastanesinde, şüphelinin
babasını muayene eden doktorun, şüphelinin babası için “bir şeyin yok”
dediği ifadesinin, soruşturma aşamasında tutuklamaya sevk edilen
şüpheli tarafından beyan edildiği,
310
3) Şüphelinin, babasının rahatsızlığı ile ilgili sunduğu belgelerin
izin tecavüzü suçunun başlangıcından 10 gün sonrası olan 21.05.2009
tarihine ait olduğu,
4) Şüphelinin 22.05.2009 tarihinde kahvehanede yakalandığı,
Dosyadaki belgelerden anlaşılmaktadır.
İddianamede de; izin tecavüzü suçuyla ilgili olarak; suç başlangıç
tarihi, suç bitim tarihi ve suçun yakalanmakla sona erdiği gibi hususlar
açıkça bellidir.
Kovuşturma aşamasında yapılacak araştırmada; şüphelinin izin
tecavüzüyle ilgili özrünün bulunup bulunmadığının tespiti ve özrün kabul
edilebilirliğinin değerlendirilmesinin her zaman mümkün olduğu,
babasının rahatsızlığının seyrinin özür olarak kabul edilip edilmeyeceği
konusunun, hukuki bir nitelendirme olduğu dikkate alındığında, suçun
sübutuna etki edeceği mutlak sayılan bir delil niteliğinde olmadığı,
dolayısıyla iddianamenin iadesi sebebi olarak kabul edilemeyeceği
açıktır.
Sonuç olarak, şüpheli hakkında, izin belgesi, yakalama tutanağı,
izin süresinin 11 gün geçirilmiş olması, şüpheli beyanları incelendiğinde;
kamu davası açılması için yeterli şüphenin oluştuğu ve suçun sübutuna
etki edeceği mutlak sayılan bir delilin toplanmamasının söz konusu
olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, Askerî Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulüne,
Daire kararının kaldırılmasına; Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askerî
Mahkemesince kesin olarak verilen, 15.06.2011 tarihli, 2011/Mtf. Evrak
ve 2011/316 Müt. sayılı, itirazın reddine dair karara karşı, Millî Savunma
Bakanı’nın, kanun yararına bozma isteminin 353 sayılı Kanun’un
243’üncü maddesinin bir ve üçüncü fıkraları uyarınca kabulüne; itirazın
reddine dair bu kararın, 353 sayılı Kanun’un 243/3’üncü maddesi
gereğince kanun yararına bozulmasına; bozma kararına nazaran, 3’üncü
Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin iddianamenin iadesine dair
duruşmasız işlere dair kararının kıyasen 353 sayılı Kanun’un 243/4-(A)
ve 204/son maddeleri gereğince kaldırılmasına; iddianamenin kabulü
işleminin yapılması için soruşturma dosyasının 3’üncü Kolordu
Komutanlığı Askerî Mahkemesine gönderilmek üzere Askerî Yargıtay
Başsavcılığına tevdiine karar verilmiştir.
311
ASMKYUK
Mad.243
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0165
K.Nu. : 2012/0162
T.
: 31.01.2012
ÖZET
Sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçundan verilen
hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına dair karar, CMK’nın
231/6-a maddesinde öngörülen, sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan
mahkûm olmamış bulunması şeklindeki objektif koşulun
gerçekleşmemesi nedeniyle kanun yararına bozulmalıdır.
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, “davanın
esasını çözmeyen” bir karar olduğundan, 353 sayılı Kanun’un 243/4
(A) maddesi kapsamında bozmadan sonra kararı veren mahkemece
gerekli inceleme ve araştırma sonucunda yeniden karar verilmesi
gerektiği, bu tür kararların kanun yararına bozulması durumunda
yargılamanın
tekrarlanması
yasağına
ilişkin
kuralların
uygulanamayacağı ve davanın esasını çözen bir karar bulunmadığı
için verilecek hüküm veya kararlarda lehe veya aleyhe sonuçtan söz
edilemeyeceği açıktır.
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının itiraz kanun
yoluna tabi bulunması nedeniyle, gerek itiraz edilerek gerekse itiraz
yoluna başvurulmaksızın kesinleşmesi hâlinde, olağanüstü bir kanun yolu
olan kanun yararına bozma konusu yapılabileceğinden kuşku
bulunmamaktadır. Ancak kanun yararına bozma yolunda, hüküm
denetlenmeyip, bu hüküm üzerine inşa edilen hükmün açıklanmasının
geri bırakılması kararı denetlenebilecektir. Hukuka aykırılık saptanırsa
karar bozulacak, yeni bir yargılama gerektirdiği durumda yeniden
yargılama yapılarak, karardaki hukuka aykırılığın giderilmesi için
dosyanın mahkemesine iadesine karar verilecek, yargılamayı
gerektirmeyen ahvalde ise hukuka aykırılık Yargıtayca giderilecektir.
Askerî Mahkemece, karar tarihi itibarıyla, sanık hakkında geçmişte
var olan mahkûmiyet hükümlerinin üzerinden beş yıl geçmesi, başkaca
312
kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamış bulunması, gerekçe gösterilerek,
hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiş ise de;
Dosyanın incelenmesinde; ...Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
02.07.2003 tarihli ve 2003/337-322 Esas ve Karar sayılı ilamı ile, 2001
ve 2002 yıllarında asta müessir fiil (dokuz kez), müteselsilen erleri
kanuna muhalif olarak hizmetçiliğe vermek (iki kez), memuriyet
nüfuzunu sair surette kötüye kullanmak (üç kez) ve askerî eşyayı hususi
menfaatinde kullanmak suçlarından hükmolunan ağır para cezalarının
647 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi uyarınca ertelendiği, 02.07.2003
tarihinde verilen hükümlerin Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
21.09.2004 tarihli ve 2004/1025-1056 Esas ve Karar sayılı ilamı ile
onanmak suretiyle kesinleştiği anlaşılmaktadır. Mülga 765 sayılı
TCK’nın 95/2’nci maddesi uyarınca cezası tecil edilmiş olan
mahkûmiyetlerin esasen vaki olmamış sayılması için hüküm tarihinden
itibaren öngörülen beş yıllık sürenin 02.07.2008 tarihinde dolmasından
önce, 21.12.2005 tarihinde emre itaatsizlikte ısrar suçunun işlenmeye
başlandığı anlaşıldığından, kasıtlı suçtan mahkûmiyetinin bulunması
nedeniyle sanık hakkında emre itaatsizlikte ısrar suçundan hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmesine yasal imkân
bulunmamaktadır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, sanık hakkında emre itaatsizlikte
ısrar suçundan kurulan hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına dair
kararın, CMK’nın 231/6-a maddesinde öngörülen sanığın daha önce
kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamış bulunması şeklindeki objektif
koşulun somut olayda gerçekleşmemesi nedeniyle kanuna aykırı olduğu
anlaşıldığından, ...Komutanlığı Askeri Mahkemesinin 18.09.2008 tarihli
ve 2008/50-660 E-K sayılı kararının kanun yararına bozulmasına karar
verilmiştir.
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı, “davanın esasını
çözmeyen” bir karar olduğundan, 353 sayılı Kanun’un 243/4 (A)
maddesi kapsamında bozmadan sonra kararı veren mahkeme tarafından
gerekli inceleme ve araştırma sonucunda yeniden karar verilmesi
gerektiği, bu tür kararların kanun yararına bozulması durumunda
yargılamanın tekrarlanması yasağına ilişkin kurallar uygulanamayacağı
gibi, davanın esasını çözen bir karar bulunmadığı için verilecek hüküm
veya kararlarda lehe veya aleyhe sonuçtan da söz edilemeyeceği
hususlarına işaret edilmiştir. (Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin
28.12.2010 tarihli, 2010/2474-2491 Esas ve Karar, Askerî Yargıtay
3’üncü Dairesinin 11.01.2012 tarihli, 2012/56-53 Esas ve Karar sayılı
kararları bu doğrultudadır).
313
ASMKYUK
Mad. 256
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/53
K.Nu. : 2012/52
T.
: 19.04.2012
ÖZET
İstinabe suretiyle sorgu ve savunması tespit edilen sanığa, 5271
sayılı CMK’nın 147’nci maddesinde düzenlenen hakları anlatılırken,
müdafi seçme hakkının olduğu, müdafi seçme imkânı olmadığı
takdirde kendisine Baro tarafından müdafii görevlendirilebileceği,
görevlendirilecek müdafi ücretinin, haksız çıkması hâlinde
kendisinden
istenebileceğinin
bildirilmiş
olması,
askerî
mahkemelerde görülecek davaların giderlerinin Millî Savunma
Bakanlığı Bütçesinden ödeneceğine ilişkin 353 sayılı Kanun’un
256’ncı maddesine aykırı, sanığın müdafi yardımından yararlanma
iradesini olumsuz yönde etkileyici ve savunma hakkını kısıtlayıcı
nitelikte olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; istinabe suretiyle sorgu ve savunması
tespit edilen sanığa, müdafi seçme imkânı olmadığı takdirde isteği
hâlinde kendisine Baro tarafından müdafi görevlendirileceği anlatılırken,
görevlendirilecek müdafii ücretinin haksız çıkması hâlinde kendisinden
isteneceğinin bildirilmiş olmasının, savunma hakkını kısıtlayıp
kısıtlamadığına ve usul yönünden hukuka aykırı olup olmadığına
ilişkindir.
Daire; sanığa, müdafi talebi hâlinde kendisine Baro tarafından bir
müdafi görevlendirilebileceği, istenecek müdafie yapılacak ödemenin
yargılama giderlerinden sayılacağı ve mahkûmiyeti hâlinde kendisinden
tahsil edileceği hususlarının hatırlatılmasının savunma hakkını
kısıtlamadığını, bu nedenle, usule aykırılığın söz konusu olmadığını
kabul ederken;
Başsavcılık; sanığa, mahkûmiyeti hâlinde müdafie yapılacak
ödemenin kendisinden tahsil edileceği vurgulanarak müdafi isteme
hakkının bildirilmesinin, 353 sayılı Kanun’un 256’ncı maddesine
314
aykırılık teşkil ettiğini ve savunma hakkının kısıtlanmasına neden
olduğunu ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; 17.12.2010 tarihinde Ömerli Asliye
Ceza Mahkemesi tarafından istinabe suretiyle sorgusu tespit edilen
sanığa, müdafii seçme olanağı olmadığı takdirde kendisine Baro
tarafından müdafii görevlendirilebileceği, görevlendirilecek müdafiinin
ücretinin, haksız çıkması hâlinde kendisinden isteneceği şeklinde
açıklamada bulunulduğu, sanığın, müdafi talep etmediğini ve
savunmasını kendisinin yapacağını beyan etmesi üzerine sorgu ve
savunmasının tespit edildiği anlaşılmaktadır.
Öncelikle konuya ilişkin mevzuattaki düzenlemelere bakıldığında;
1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 5560
sayılı Kanun’la değişik “Müdafiin görevlendirilmesi” başlıklı 150’nci
maddesinde;
“(1) Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi istenir.
Şüpheli veya sanık müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse,
istemi hâlinde bir müdafi görevlendirilir.
(2) Müdafi bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini
savunamayacak derecede malûl veya sağır ve dilsiz ise, istemi
aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.
(3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan
dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü uygulanır.
(4) Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye Barolar
Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak Yönetmelikte gösterilir.”;
“Yargılama giderleri” başlıklı 324’üncü maddesinin birinci
fıkrasında, “Harçlar ve tarifesine göre ödenmesi gereken avukatlık
ücretleri ile soruşturma ve kovuşturma evrelerinde yargılamanın
yürütülmesi amacıyla Devlet Hazinesinden yapılan her türlü harcamalar
ve taraflarca yapılan ödemeler yargılama giderleridir.”;
“Sanığın yükümlülüğü” başlıklı 325’inci maddesinin birinci
fıkrasında, “Cezaya veya güvenlik tedbirine mahkûm edilmesi hâlinde,
bütün yargılama giderleri sanığa yüklenir.”;
Hükümlerinin yer aldığı görülmektedir.
5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama
Şekli Hakkında Kanun’un “Müdafi, vekil ve uzlaştırıcı ücreti” başlıklı
13’üncü maddesinin birinci fıkrası, “Ceza Muhakemesi Kanunu
gereğince, soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine Baro
tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, görevin ifasından doğan
masraflar hariç avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak bu tarifenin
hazırlanış usulüne göre tespit edilecek ücret ödenir. İleride yargılama
315
giderleri ile mahkûm olan sanıklardan müdafi ve vekile ödenen ücreti
ödeyebilecek durumda olanlara Türkiye Barolar Birliğinin rücu hakkı
saklıdır.” şeklinde iken;
19.12.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5560 sayılı Kanun’la,
“Müdafi ve vekil ücreti” başlığı altında, “Ceza Muhakemesi Kanunu
gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine Baro
tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, avukatlık ücret tarifesinden
ayrık olarak, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak Adalet ve
Maliye bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecek ücret, Adalet
Bakanlığı bütçesinde bu amaçla yer alan ödenekten ödenir. Bu ücret,
yargılama giderlerinden sayılır.” şeklinde değiştirilmiştir.
353 sayılı Yasanın (5530 sayılı Kanun ile değişik ve 5.10.2006
tarihinde yürürlüğe girmiş olan) Ek 1’inci Maddesine göre; “Bu kanunda
aksine hüküm bulunmayan hâllerde, Ceza Muhakemesi Kanununun adli
kontrole ilişkin 109 ila 115, değerlendirme raporu yetkisine ilişkin 166 ve
istinafa ilişkin 272 ila 285’nci maddeleri hükümleri hariç olmak üzere,
diğer hükümleri askerî yargıda da uygulanır.”
353 sayılı Yasanın “Yargılama giderleri” başlığını taşıyan 256’ncı
maddesinde “Askerî Mahkemelerde görülecek davaların ve askerî
makamlar aracılığı ile uygulanacak cezaların giderlerinin Millî Savunma
Bakanlığı bütçesinden ödeneceği” kabul edilmiştir. Bir başka anlatım ile
yargılama giderleri ile cezanın infazı için yapılacak harcamaların Millî
Savunma Bakanlığı bütçesinden karşılanacağı düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi askerî yargı sisteminde yargılama giderlerinin
karşılanma biçimi özel olarak 353 sayılı Yasada düzenlendiği için bu
konuda Ceza Muhakemesi Kanunu ile Yönetmelik hükümlerinin
uygulanamayacağı ortaya çıkmaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 30.06.2011 tarihili ve
2011/73-71 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
353 sayılı Kanun’un 5530 sayılı Kanun’la değişik Ek 1’inci
maddesi ile yapılan atıf, 5271 sayılı CMK’nın 150’nci maddesinin
tamamını ve bu maddenin dördüncü fıkrasına göre çıkartılan Yönetmelik
hükümlerini de kapsamakla birlikte; askerî mahkemece tutulan müdafie
tarifesine göre Devlet Hazinesinden ücret verileceğine ve hükümlüye
Hazinenin rücu hakkının bulunduğuna ilişkin düzenleme içeren 92’nci
maddesi 5530 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılırken yerine özel bir
düzenleme getirilmediğinden, yargılama giderleri konusunda yürürlükte
kalan tek hüküm, Kanun’un 256’ncı maddesidir.
Müdafiye yapılacak ödemenin niteliği, yani yargılama gideri
sayılıp sayılmayacağı hususunda 353 sayılı Kanun’da bir düzenleme
316
bulunmamakla birlikte, Ek 1’inci maddenin atfı ve 5271 sayılı CMK’nın
324 ile 5320 sayılı Kanun’un 13’üncü maddelerinin açık hükümleri
karşısında, sanığın istemi üzerine Baro tarafından görevlendirilen
müdafie ödenecek ücretin de yargılama giderlerinden olduğu konusunda
kuşku bulunmamaktadır.
Ancak, 353 sayılı Kanun’un 5530 sayılı Kanun’la değişik Ek 1’inci
maddesinde 5271 sayılı CMK’ya atıf yapılırken, istisna tutulan maddeleri
dışındaki hükümlerinin, ancak “aksine hüküm bulunmayan hâllerde”
askerî yargıda da uygulanacağı belirtilmiştir.
Ek 1’inci maddedeki düzenlemeden sonra 353 sayılı Kanun’un
256’ncı maddesini yürürlükten kaldıran bir değişiklik yapılmadığından
ve askerî mahkemelerde görülecek davaların giderlerinin karşılanma
biçimi özel olarak bu maddede düzenlendiğinden, bu konuda 5271 sayılı
CMK ve Yönetmelik hükümlerinin uygulanması ve müdafi tayin
edilmesi hâlinde, müdafie yapılacak ödemeden ileride mahkûmiyetine
karar verilecek olması durumunda sanığın sorumlu tutulması mümkün
değildir.
Bu nedenlerle, “suçlu bulunması hâlinde Yönetmelik gereğince
avukatlık ücretinin kendisinden tahsil edileceği” vurgulanarak müdafi
isteme hakkının sanığa bildirilme yöntemi ve şekli, 353 sayılı Kanun’un
256’ncı maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir.
Ayrıca konuya, vazgeçilemez ve göz ardı edilemez nitelikteki
savunma hakkı ve daha geniş manada da adil yargılanma hakkı
kapsamında yaklaşılması ve çözümün savunma hakkına ait
düzenlemelerde aranması zorunluluğu da bulunmaktadır.
Anayasa’nın 36’ncı maddesine göre; "Herkes, meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."
Anayasa’nın 90’ıncı maddesi gereğince bir iç hukuk normu hâline
gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin "Adil yargılanma hakkını"
düzenleyen 6’ncı maddesinin üçüncü fıkrasının (c) bendine göre de; her
sanık, “Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın veya
eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti
gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para
ödemeksizin yardımından yararlanabilmek" hakkına sahiptir.
“İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin
Sözleşme”, temel hak ve özgürlüklere ilişkin evrensel hukuk ilkelerini
asgari düzeyde düzenlemekte olup, bunun ötesinde düzenleme yapılması
sözleşmeye bağlı devletlerin takdirindedir. Bu kapsamda, 353 sayılı
Kanun’un 256’ncı maddesinde, “mali olanaklardan yoksun olma” veya
317
“ücretli/ücretsiz” vb. gibi ayrım yapılmadan, askerî mahkemelerde
yargılanan herkes için yargılanma giderinin Millî Savunma Bakanlığı
bütçesinden karşılanacağı düzenlenmiş olup, bu husus İnsan Hakları ve
Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin düzenlemesine
göre, sanıkların daha lehine olduğu için, uygulamasının Sözleşmeye
aykırı olmayacağı açıktır.
Daire kararında, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 21.02.2008
tarihli, 2008/20-20 Esas ve Karar sayılı kararı emsal gösterilmiş ise de;
söz konusu kararda, 5271 sayılı CMK’nın 147’nci maddesinde belirtilen
haklarının hatırlatılmasını müteakip sanığın müdafi talep etmesi üzerine
Askerî Mahkemece, Barodan müdafi görevlendirilmesi istenilerek
duruşmanın ertelendiği, ancak Baro tarafından görevlendirilen müdafiin,
mazeret bildirerek duruşmaya katılmadığı, mazereti kabul edilerek
duruşmanın ertelendiği, bir sonraki duruşmaya da katılmaması üzerine
söz alan sanığın, hem müdafiin duruşmalara gelmemesi hem de mahkûm
olması hâlinde müdafi ücretini kendisinin karşılaması gerektiği için
müdafi talebinden vazgeçtiğini ve savunmasını yapacağını beyan etmesi
nedeniyle, anılan olay inceleme konusu uyuşmazlık ile örtüşmemektedir.
Açıklanan nedenlerle; 17.12.2010 tarihinde istinabe suretiyle sorgu
ve savunmasının tespiti sırasında sanığa, 5271 sayılı CMK’nın 147’nci
maddesinde düzenlenen hakları anlatılırken, müdafi seçme hakkının
olduğu, müdafi seçecek durumda olmadığı takdirde kendisine Baro
tarafından müdafii görevlendirileceği, ancak görevlendirilecek müdafii
ücretinin, suçlu bulunması hâlinde kendisinden tahsil edileceğinin
bildirilmiş olmasının; askerî mahkemelerde görülecek davaların
giderlerinin Millî Savunma Bakanlığı bütçesinden ödeneceğine ilişkin ve
yargılanan kişiler arasında herhangi bir ayrım yapmayan 353 sayılı
Kanun’un 256’ncı maddesine aykırı olan ifadenin, sanığın müdafi
yardımından yararlanma iradesini olumsuz yönde etkileyici ve savunma
hakkını kısıtlayıcı nitelikte olduğu sonucuna varıldığından; Başsavcılık
itirazının kabulü ile, Daire kararının kaldırılmasına ve mahkûmiyet
hükmünün, usul yönünden bozulmasına karar verilmiştir (Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 02.06.2011 tarihli ve 2011/61-52;
30.06.2011 tarihli ve 2011/73-71; 04.03.2010 tarihli ve 2010/40-22;
04.03.2010 tarihli ve 2010/26-20 sayılı kararları da bu yöndedir).
Not: Daireler Kurulunun 19.04.2012 tarihli, 2012/55-53 Esas ve
Karar sayılı kararı da bu yöndedir.
318
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 35
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/62
K.Nu. : 2012/61
T.
: 03.05.2012
ÖZET
Mağdurun, suç konusu para üzerinde zilyetliğini tamamen
kaybetmeden çalıntı paranın ele geçirilmesi karşısında, mahkûmiyet
hükmü tesis edilirken teşebbüs hükmünün uygulanması gerekir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkında “arkadaşının
(üstünün) bir şeyini çalmak suçundan mahkûmiyet kararı verilirken,
teşebbüs hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağına ilişkindir.
Daire; sanığın eyleminin, “arkadaşının bir şeyini çalmaya teşebbüs
(üstünün bir şeyini çalmaya teşebbüs)” suçunu oluşturduğunu kabul
ederken;
Başsavcılık; sanığın eyleminin, “arkadaşının bir şeyini çalmak”
suçunu oluşturduğunu, teşebbüs hükümlerinin uygulama yeri
bulunmadığını ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; sanık, mağdur Tnk.Onb. S.Y.,
tanıklar Tnk.Er M.Ç. ve Tnk.Onb. C.K.’nin, 22.11.2009 tarihinde saat
11.00 sularında koğuşta çarşı iznine çıkmak için hazırlandıkları,
mağdurun 50 TL’sini yatağının üzerine koyarak, üstünü kıyafetiyle
örttüğü, koğuş içerisindeki dolabının önünde giyindiği, bir süre sonra
parasının yerinde olmadığını fark ettiği, bu zaman diliminde sanık
Tnk.Er E.G.’nin, mağdurun 50 cm arkasında, tanık Tnk.Onb. C.K.’nin
250 cm ilerisinde, Tnk.Er M.Ç.’nin ise koğuşun sonunda mağdurdan
oldukça uzakta bulunduğu ve koğuşta başka bir kişinin de bulunmadığı,
mağdurun başta şaka yapıldığını zannettiği, arkadaşlarına parayı alıp
319
almadıklarını sorduğu, arkadaşlarının parayı almadıklarını söylemesi
üzerine parayı tanıklarla birlikte koğuşta aradıkları ancak bulamadıkları,
bunun üzerine Tnk.Er M.Ç.’nin arama yapalım demesi üzerine, herkesin
üzerindekilerini çıkardığı, sanığın üzerinden 50 TL çıkması üzerine
kendisine sorduklarında, sanığın “parayı annesinin gönderdiğini” beyan
ettiği, ancak paranın seri numarasını alıp, bankada tespit ettirebileceğinin
söylenmesi üzerine, sanığın, parayı “muhafaza etmek için aldığını” ifade
ettiği anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir
uyuşmazlık bulunmamaktadır.
ASCK’nın 132’nci maddesinde, üstünün, arkadaşının veya astının
bir şeyini çalanların cezalandırılacakları hüküm altına alınmış, ancak bu
suçun yasal unsurları belirtilmemiştir. Askerî Yargıtay uygulamasında
5237 sayılı TCK’nın kabulünden sonra bu Kanun’un 141’inci
maddesinde düzenlenen “basit hırsızlık”la ilgili unsurlar ASCK’nın
132’nci maddesi için de kabul edilmiştir.
5237 sayılı TCK’nın 141/1’inci maddesi, “Zilyedinin rızası
olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar
sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alan kimseye bir yıldan üç yıla
kadar hapis cezası verilir.” hükmünü içermektedir.
Bu maddenin gerekçesinde, “... Almak fiilinden maksat, suçun
konusunu oluşturan mal üzerinde mağdurun zilyetliğine son verilmesi,
mağdurun suç konusu eşya üzerinde zilyetlikten doğan tasarruf haklarını
kullanmasının olanaksız hâle gelmesidir. Bu tasarruf olanağı ortadan
kaldırılınca suç da tamamlanır...” denilmektedir.
Yine, 5237 sayılı TCK’nın “Suça teşebbüs” başlıklı 35’inci
maddesi; “Kişi işlemeyi kastettiği bir suçu elverişli hareketlerle doğrudan
doğruya icraya başlayıp da elinde olmayan nedenlerle tamamlayamaz ise
teşebbüsten dolayı sorumlu tutulur.” şeklindedir.
Bir suça teşebbüsten söz edebilmek için, o suçun kanuni tanımında
belirtilen icra hareketlerine başlanılması, gerçekleştirilen fiilin neticeyi
meydana getirmeye elverişli bulunması, icra hareketlerine başlanmış
olmakla birlikte failin elinde olmayan nedenlerle bu hareketlerin
tamamlanamamış olması veya neticenin meydana gelmemiş olması
gerekmektedir.
320
Bu düzenlemeler kapsamında, hırsızlık suçunun tamamlanabilmesi
için, hırsızlığa konu şeyin üzerindeki mağdurun zilyetliğinin son bulması
gerekmektedir. Somut olayda; sanık parayı mağdurdan habersiz almış ise
de; bir an bile olsa sanığın, mağdurun veya tanıkların kontrolü dışına
çıkamadığı görülmektedir. Dolayısıyla, sanık sürekli ve kesintisiz takibe
bile gerek kalmadan, neredeyse suçüstü hâline yakın bir şekilde
yakalanmıştır. Böylece, mağdurun, para üzerindeki zilyetlikten doğan
tasarruf haklarını kullanması olanaksız hâle gelmeden parası
bulunmuştur. Bu nedenle, sanığın eyleminin, tamamlanmadığı, teşebbüs
aşamasında kaldığı sonucuna varıldığından; Başsavcılık itirazının
reddine karar verilmiştir.
321
TÜRK CEZA KANUNU
Mad.43
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0755
K.Nu. : 2012/0744
T.
: 19.06.2012
ÖZET
Sanığın, koğuşta başladığı ve araya girenler nedeniyle
tamamlayamadığı üste fiilen taarruz suçuna, mağdur ile yalnız
kalmasını fırsat bilerek koridorda devam etmesi, kısa bir zaman
aralığında kendi iradesiyle sonlandırmadığı ilk eyleminin devamı
niteliğinde gerçekleştirdiği ikinci eylemin, sanığın amacındaki birlik
de dikkate alındığında, bir bütün hâlinde, ASCK’nın 91/1’inci
maddesi kapsamında tek bir üste fiilen taarruz suçunu
oluşturduğunun kabulü gerekmektedir.
19.04.2006 günü akşam içtimasından sonra sanığın arkadaşları ile
birlikte voleybol; Topçu Onb.Ö.K.’nin ise hemen yan tarafta bulunan boş
alanda arkadaşları ile futbol oynadıkları sırada futbol topunun voleybol
sahasına kaçması nedeniyle tartıştıkları, tartışmanın büyümesi
neticesinde taraflar arasında arbede yaşandığı,
Bu olaydan bir süre sonra, sanığın, temyize gelmeyen diğer sanık
P.Er A.K. ile birlikte 20.00-22.00 saatleri arasında koğuş nöbetçisi olan
Topçu Onb. Ö.K.’nin yanına geldikleri ve tartışma sırasında neden küfür
ettiğini sorarak üzerine yürüdükleri, sanıklardan Erdal’ın Onb.Ö.K.’nin
yakasından tutarak çenesine bir yumruk attığı, sanık Aydın’ın salladığı
yumruğun ise mağdura isabet etmediği, gürültü üzerine koğuşa gelen
nöbetçi subayı Tğm.T.S.’nin tarafları odasına götürdüğü, sanıklardan A.
ile odasında konuştuğu sırada, koridorda bekleyen Erdal’ın yeniden Onb.
Ö.’ye saldırdığı ve dudağına yumruk ile vurarak altı dikiş atılacak şekilde
yaraladığı anlaşılmaktadır.
Bu oluş şekline göre sanığın eylemlerinin zincirleme üste fiilen
taarruz suçunu oluşturduğu kabul edilerek, yazılı olduğu şekilde
mahkûmiyetine karar verilmiş ise de,
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 21.05.2009 tarihli, 2009/71-70
Esas ve Karar sayılı kararında da açıklandığı gibi; aynı anda ve aynı kasıt
322
altında müessir fiilin çeşitli şekillerde taaddüt etmesi (Çoğalması,
sayısının artması) müteaddit veya müteselsil suçun mevcudiyetini
göstermez. Üste fiilen taarruz suçunun mahiyetine ve kanundaki tanımına
göre, taarruz teşkil eden hareketlerin taaddütü, ancak suçun çeşitli icra
hareketlerini teşkil edecektir. Burada esas olan, icra hareketlerine dış bir
etki olmaksızın kendiliğinden son verilmesidir. Fail, kendisi tarafından
sona erdirilen icra hareketlerini zaman ve mekan farkı ile yeniden devam
ettirecek olursa, müstakil ve ayrı suçlar söz konusu olacaktır. Çünkü, fail
tarafından icra hareketlerinin yeniden tekrarlanması, ayrı bir kastın
varlığını gösterir.
Bu bağlamda, sanık koğuşta başladığı üste fiilen taarruz suçunu,
araya girenler nedeniyle tamamlayamamış, olaya el koyan nöbetçi
subayının P.Er A.K. ile konuştuğu sırada koridorda mağdur ile yalnız
kalmasını fırsat bilerek eylemine burada devam etmiştir. Dolayısıyla,
sanığın kısa bir zaman aralığında, kendi iradesiyle sonlandırmadığı ilk
eyleminin devamı niteliğinde gerçekleştirdiği ikinci eylemin, sanığın
amacındaki birlik de dikkate alındığında, bir bütün hâlinde, ASCK’nın
91/1’inci maddesi kapsamında tek bir üste fiilen taarruz suçunu
oluşturduğunun kabulü gerekmektedir.
323
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 50
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/11
K.Nu. : 2012/9
T.
: 26.01.2012
ÖZET
1) Daha önce işlediği suçlarla ilgili Askerî Mahkeme ve Askerî
Yargıtay kararları ile TCK’nın 32/2’nci maddesinden yararlanması
gerektiğine ilişkin raporların dava dosyasına konulması, bu belgeler
de dikkate alınarak, sanığın cezai ehliyet durumunun yeniden
belirlenmesi gerekmektedir.
2) Sanığın yargılama sırasında sergilediği davranışlarının, hem
cezadan takdiren indirim sebebi hem de hapis cezasının seçenek
yaptırımlara çevrilmeme sebebi olarak gösterilmesi, takdirde çelişki
oluşturmaktadır.
Hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü bulunmaması,
disiplin cezalarının en sonuncusunun on yedi yıl önce verilmiş
olması, Birlik Komutanının sanık hakkında olumlu kanaat bildirmiş
olması, mağdurdan özür dilediğinin anlaşılması ve temyiz
dilekçesinde de pişman olduğunu açıkça ifade etmiş olması hususları
birlikte değerlendirildiğinde; sanığın olumsuz kişilik özellikleri ve
olaydan pişmanlık duymaması gibi gösterilen diğer gerekçeler de,
hukuka ve dosya içeriğine uygun bulunmamaktadır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanık hakkında
tayin edilen hapis cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmemiş olmasının
ve buna ilişkin olarak gösterilen gerekçelerin hukuka ve kanıtlara uygun
olup olmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, bu konuda gösterilen gerekçelerin hukuka ve kanıtlara
uygun olmadığı; sanığın eylemini başlangıçtan itibaren kabul ettiği,
inkârının müessir fiilde bulunduğu berberin Er olduğunu bilmediğine
yönelik olduğu, sanığın susma hakkı bulunduğu, olaydan hemen sonra
mağdurdan özür dileyerek pişmanlık gösterdiği, sosyal ve ekonomik
durumunun göz önünde tutulması gerektiği görüşünde iken;
324
Askerî Mahkeme, sanığın mahkeme huzurunda herhangi bir
pişmanlık belirten beyanda veya davranışta bulunmamış olması, müessir
fiil eylemini kabul etmesi gibi bir durumun söz konusu olmaması; olay
sonrasında mağdurdan özür dilemesinin mağdurun kendisinden şikâyetçi
olmasını engellemek ve kanuni takibattan kurtulmak amaçlarına yönelik
olması ve sanığın kişiliği ile ilgili olumlu bir kanaate ulaşılamaması
gerekçeleriyle, hürriyeti bağlayıcı cezanın seçenek yaptırımlara
çevrilmemiş olmasının hukuka ve kanıtlara uygun olduğunu kabul
etmiştir.
Dava Konusu Olayın Gelişimi
Diyarbakır’daki birliğinde görev yapmakta olan sanığın,
03.02.2010 tarihinde saat 19.00 sıralarında, lojmanlar bölgesinde bulunan
ve Sosyal Hizmetler Müdürlüğünce işletilen çarşının berber ünitesinde
çalışmakta olan mağdur Hv.P.Er E.C.'ye, oğlunu zamanında tıraş
etmediği düşüncesine kapılarak, "a... koyduğumun berberi, sen bu saate
kadar nasıl tıraş etmezsin" diye hakaret ettiği, eliyle başına bastırdığı,
yüzüne tokatla üç defa vurduğu ve boğazından sıktığı; mağdurun bu
durumu ünite sorumlusu Hv.Svn.Bçvş. M.K.’ye telefonla haber vermek
için aynı çarşıdaki ekmek ünitesine girmesi üzerine peşinden giderek,
burada da elinden telefonu alarak mağduru ittirdiği, boğazını sıktığı ve
tokatla vurmaya devam ettiği; ekmek ünitesinin hemen yanındaki PTT
ünitesinde görev yapan sivil şahıs S.E.'nin olay yerine gelerek sanığa
engel olduğu ve dışarı çıkardığı, olaydan iki gün sonra 05.02.2010
tarihinde düzenlenen tabip raporuyla, mağdurun SCM kası üzerinde 2x2
cm uzunluğunda sıyrık, sağ pectoral kas üzerinde hafif eritem ve
hassasiyet bulunduğunun belirlendiği anlaşılmaktadır.
Sanık savunmalarında; mağdurun asker olduğunu bilmediğini, sivil
şahıs olduğunu sandığını, mağdurun kafasını sallamak suretiyle kendisini
tehdit etmesi ve aksi sözler söylemesi üzerine yakasından tuttuğunu, darp
etmediğini, Hv.Svn.Bçvş. M.K.’nın olay yerine gelerek kendilerini
yüzleştirmesi üzerine, oğlunun berbere saat 16.30 sıralarında geldiğini ve
bu nedenle tıraşının geciktiğini öğrenerek mağdurdan özür dilediğini,
öpüşüp barıştıklarını ileri sürmüştür.
Mağdurun, olaydan önce sanığın kendisine asker mi sivil mi
olduğunu sorması üzerine, kendisine asker olduğunu söylediği ve bundan
sonra sanığın kendisine vurmaya başladığı doğrultusundaki açık
beyanları; ekmek ünitesinde çalışmakta olan tanıklar R.K. ve S.Ü.’nin
sanığın mağduru dövdüğüne ilişkin istikrarlı anlatımları karşısında,
sanığın, aksi yöndeki beyanlarının doğru olmadığı sonucuna
varılmaktadır.
325
Sanığın, ASCK’nın 117/1’inci maddesi kapsamında asta müessir
fiil suçunu işlediğinde kuşku bulunmadığından, mahkûmiyet kararı
verilmesinde esas itibarıyla bir isabetsizlik bulunmamakla birlikte;
sanığın sağlık durumuyla ilgili olarak dosyada mevcut belgeler
kapsamında cezai ehliyet durumunun incelenmesi gerekmektedir.
Sanığın Cezai Ehliyet Durumunun İncelenmesi
Sanık hakkında;
Diyarbakır 600 Yataklı Mevki Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun
04.08.2004 tarihli raporuyla, “16/C, Depresif mizaçlı uyum bozukluğu”
tanısıyla, “Bir ay istirahat”;
Diyarbakır 600 Yataklı Mevki Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun
01.06.2005 tarihli raporuyla, “16/C, Anksiyete bozukluğu” tanısıyla, “Bir
ay istirahat, altı ay süresince antidepresan ve anksiyolitik ilaçları
kullanması uygundur”;
Diyarbakır Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun 16.4.2007 tarihli
raporuyla, “Remisyonda anksiyete bozukluğu” tanısıyla, “A/16-f 2, sınıfı
görevine devam eder”;
Askerî Mahkemece adli gözlem altına alınması sonucu düzenlenen
Diyarbakır Asker Hastanesi Sağlık Kurulunun 27.5.2010 tarihli raporu ve
30.5.2010 tarihli Adli Raporla; “Psikiyatrik yönden sağlam” tanısıyla, “
1. Suç tarihinde (3.2.2010) ve hâlen sınıfı görevine devam eder, 2.
Müsnet suçtan ötürü TCK’nın 32/1 ve 32/2’nci maddelerinden
faydalanması uygun değildir.”;
Kararları verildiği anlaşılmaktadır.
Sanığın geçmişte işlediği suçlar bakımından inceleme yapıldığında;
26.10.2006 tarihinde işlediği asta müessir fiil suçundan verilmiş olan
mahkûmiyet hükmünün As.Yrg.1.D.nin 15.10.2008 tarihli ve 2008/23732588 sayılı kararıyla bozulmasına karar verildiği ve yargılamasına devam
edilmekte olduğu; 03.07.2006 – 18.07.2006 tarihlerinde işlediği firar
suçuyla ilgili verilmiş olan mahkûmiyet hükmünün de, As.Yrg.3.D.nin
22.07.2008 tarihli ve 2008/1996-1995 sayılı kararıyla bozulmasına karar
verildiği, Askerî Yargıtay tarafından verilmiş olan kararların içeriğinden,
her iki mahkûmiyet hükmünde de sanık hakkında TCK’nın 32/2’nci
maddesinin uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır.
Adli gözlem sonucu düzenlenmiş olan 27.05.2010 tarihli Sağlık
Kurulu Raporu ve 30.05.2010 tarihli Adli Rapor içeriği incelendiğinde,
sanık hakkında TCK’nın 32/2’nci maddesinin uygulanmasına olanak
veren raporun ve yargılaması devam etmekte olan firar ve asta müessir
fiil suçlarıyla ilgili verilmiş olan kararların değerlendirilmediği, bir
326
bakıma, sanığın geçmişteki safahatıyla ilgili eksik bilgiyle değerlendirme
yapıldığı görülmektedir.
Bu sebeple, sanığın daha önce işlediği iddia olunan asta müessir fiil
ve firar suçlarından yargılanması sırasında verilmiş olan kararların ve bu
kararlara esas teşkil eden adli gözlem işlemleri sonucu düzenlenmiş olan
Sağlık Kurulu Raporları ile Adli Raporların da birer örneğinin alınarak
temyiz incelemesine konu dava dosyasına konulmasından sonra cezai
ehliyetinin belirlenmesi gerektiğinden, bu konuda noksan inceleme ve
soruşturma ile kurulan ve hukuka aykırı bulunan mahkûmiyet hükmünün
bozulmasına karar verilmiştir.
Kurulumuzca; bu aşamadan sonra Askerî Mahkemenin kabulüne
göre direnme gerekçesinin yerinde olup olmadığı hususu da tartışılmıştır.
Hapis
Cezasının
Seçenek
Yaptırımlara
Çevrilmeme
Gerekçelerinin İncelenmesi
Askerî Mahkemece; suçlunun kişiliği konusunda değerlendirme
yapma yetkisinin yargılamayı yapan mahkemeye ait olduğu, sanığın
gerek vicahi yargılama sırasında sergilediği hâl ve davranışlarının,
gerekse dava dosyasında yer alan sabıka kaydı ve adli safahatını gösteren
diğer belgelerin birlikte değerlendirildiği; hakkında daha önce de benzer
suçlarla ilgili kanuni takibat yapıldığı, buna rağmen benzer eylemleri
sergilemekten çekinmediği göz önüne alınarak, kişiliği ile ilgili olumlu
herhangi bir kanaate ulaşılamadığı; olumsuz kişilik özellikleri ve
yargılama sürecinde pişmanlık duymaması gerekçe gösterilerek; kısa
süreli hapis cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmediği görülmekle,
ilgili hükümlerin ve bu hükümlerin uygulanmamasına ilişkin olarak
gösterilen gerekçelerin uygunluğunun incelenmesi gerekmektedir.
TCK’nın 50’nci maddesinde, kısa süreli hapis cezasının;
- suçlunun kişiliğine,
- sosyal ve ekonomik durumuna,
- yargılama sürecinde duyduğu pişmanlığa,
- suçun işlenmesindeki özelliklere,
göre seçenek yaptırımlara çevrilebileceği öngörülmüş olup; madde
gerekçesinde de: “Belli bir süre ile hapis cezasına mahkûm olmak,
cezanın uyarı fonksiyonunun ve kişinin etkin pişmanlık duymasını
sağlayabilir. Kişi, gördüğü eğitim, yaşadığı sosyal çevre, psişik ve ahlaki
eğilimleri itibarıyla tesadüfi suçlu özelliği taşıyabilir. Bu kişilerin
mahkûm oldukları cezanın infaz kurumunda çektirilmesi toplum barışı
açısından bir zorunluluk göstermeyebilir. Ayrıca kısa süreli hapis
cezalarının infaz kurumunda çektirilmesinin doğurduğu sakıncalar
nedeniyle kısa süreli hapis cezasına mahkûm olan kişinin infaz kurumuna
327
girmesini önleyecek seçenek yaptırımlara hükmedilmesi gerekebilir.”
açıklamalarına yer verilmiş bulunmaktadır.
Kısa süreli hapis cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmesi
mahkemelerin takdirlerine bırakılmış olmakla birlikte, bu takdirin,
Kanun'un belirlediği ölçütler kapsamında hukuka uygun olarak
kullanılması ve denetlenmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Askerî Mahkemece, sanığın vicahi yargılama sırasında sergilediği
hal ve davranışlarının kişiliğiyle ilgili olumsuz değerlendirmeye gerekçe
olarak gösterildiği görülmekte ise de; bu gerekçenin, cezadan takdiren
indirim yapılmasına ilişkin olarak gösterilmiş olan “sanığın yargılama
süresinde herhangi bir olumsuz bir davranış sergilememiş olması”
gerekçesiyle açık bir çelişki hâlinde olduğu kuşkusuzdur. Sanığın
statüsünün, cezanın takdiren indirim sebebi olarak değerlendirilmiş
olmasına karşılık, sosyal ve ekonomik durumu kapsamında hapis
cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmesine ilişkin değerlendirmede
dikkate alınmamış olması, kanuna aykırı bulunmaktadır.
Sanığın sabıka kaydı incelendiğinde; 19.06.1991 tarihinde işlediği,
765 sayılı TCK’nın 466’ncı maddesinde yazılı kavgada silah kullanmak
suçundan mahkûmiyetine karar verilmiş olduğu, cezasının para cezasına
çevrildiği ve ertelendiği, 765 sayılı TCK’nın 95’inci maddesi uyarınca ve
suçun işlendiği tarih itibarıyla, bu cezanın esasen vaki olmamış sayılması
gerektiği; 26.10.2006 tarihinde işlediği iddia olunan asta müessir fiil ve
3.7.2006 – 18.7.2006 tarihlerinde işlediği iddia olunan firar suçlarından
verilmiş olan mahkûmiyet hükümlerinin bozulmasına karar verilmiş
olduğu ve bu yargılamalarla ilgili olarak kesinleşmiş bir mahkûmiyet
hükmünün bulunmadığı görülmektedir.
Sanık hakkında devam etmekte olan yargılamalarla ilgili olarak,
CMK’nın 231’inci maddesi kapsamında hükmün açıklanmasının geri
bırakılmasına karar verilmesinin mümkün bulunması, bu takdirde verilen
kararların hukuki bir sonuç doğurmayacak olması, sanık hakkında
verilmiş olan disiplin cezalarının sonuncusunun 07.07.1993 tarihinde
verilmiş olması ve Birlik Komutanının sanık hakkında olumlu kanaat
bildirmiş olması hususları birlikte değerlendirildiğine, işlediği suçlar ve
aldığı disiplin cezaları itibarıyla, olumsuz bir kişilik yapısına sahip
olduğu kabulünün yerinde olmadığı görülmektedir.
Diğer taraftan, sanığın yargılama sürecinde pişmanlık duymadığı
görüşü de gerçeği yansıtmamaktadır. Tanıklar Hv.Svn.Bçvş. M.K. ve
S.E.; sanığın, olaydan sonra mağdurdan özür dilediğini beyan etmişler;
mağdur da ifadeleriyle bunu doğrulamıştır. Sanık ise, bütün ifadelerinde,
oğlunun tıraşının berbere geç gitmesi nedeniyle geciktiğini öğrendikten
328
sonra, mağdura yönelik davranışı nedeniyle kendisinden özür dilediğini,
öpüşüp barıştıklarını beyan etmiş; temyiz dilekçesinde de, Askerî
Mahkemenin bu konudaki gerekçesini karşılayacak şekilde, şikâyet
edilmekten kaçınmak için özür dilemediğini, böyle bir şeytani düşünce
içinde olmadığını, tamamen pişmanlığı ve insanlığın gereği olduğu için
kusurunu kabul ederek özür dilediğini açıklamış bulunmaktadır.
Her ne sebeple olursa olsun, sanığın hatasını anlayarak mağdurdan
özür dilemiş olması, onun pişmanlık içinde olduğunun açık bir
göstergesidir.
Dolayısıyla; hapis cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmemesine
ilişkin gerekçelerin, dosya içeriğine ve hukuka uygun olmadığı sonucuna
varılmaktadır.
329
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 58
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/96
K.Nu. : 2012/95
T.
: 05.07.2012
ÖZET
Kesintisiz (Mütemadi) suçun özelliği, işlenmiş olan suçun
devamlılık hâlinin söz konusu olmasıdır. Suç, bu devamlılığın sona
erdiği veya kesildiği zamana kadar sürmekte ve suçun da bu tarihte
işlendiği kabul edilmektedir.
TCK’nın 58’inci maddesi uyarınca mükerrirlere özgü infaz
rejiminin uygulanması için, önceki mahkûmiyet hükmünün mutlaka
firar suçunun başlangıç tarihinden önce kesinleşmiş olması
gerekmeyip, temadi süresi içinde kesinleşmiş olması yeterlidir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; TCK’nın 58’inci maddesi
kapsamında mükerrirlere özgü infaz rejiminin uygulanma yeri olup
olmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire;
firar
suçunun
önceki
mahkûmiyet
hükmünün
kesinleşmesinden önce işlenmeye başladığı ve dolayısıyla TCK’nın
58’inci maddesi hükümlerinin uygulanamayacağını kabul etmişken,
Başsavcılık; firar suçunun temadinin sona erdiği tarihte işlenmiş sayıldığı
ve bu tarih itibarıyla önceki mahkûmiyet hükmünün kesinleşmiş olması
sebebiyle TCK’nın 58’inci maddesinin uygulanması gerektiği
görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle dava konusu olayın ortaya
konması gerekmektedir.
Dava Konusu Olay, Kabul ve Değerlendirme
Dosyada mevcut kanıtlara göre; Malatya’daki Birliğinde askerlik
görevini yapmakta olan sanığın, 21.01.2010 tarihinde çarşı izninden
dönmemek suretiyle firar ettiği, 12.11.2010 tarihinde İstanbul’da
güvenlik kuvvetlerince yakalandığı ve böylece anılan tarihler arasında
330
firar suçunu işlediği anlaşılmaktadır.
2’nci Ordu Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 20.01.2010 tarihli
ve 2010/122-10 sayılı, sanığın 29.06.2009 - 04.11.2009 tarihleri arasında
izin süresini geçirmek suçunu işlediği kabul edilerek verilmiş olan
mahkûmiyet hükmü, Askerî Mahkeme Kıdemli Hakimi tarafından,
02.02.2010 tarihinde kesinleşmiş olduğundan bahisle, aynı tarihte
kesinleştirilmiştir.
TCK’nın 58’inci maddesinde: “(1) Önceden işlenen suçtan dolayı
verilen hüküm kesinleştikten sonra yeni bir suçun işlenmesi hâlinde,
tekerrür hükümleri uygulanır. Bunun için cezanın infaz edilmiş olması
gerekmez.
(2) Tekerrür hükümleri, önceden işlenen suçtan dolayı;
a) Beş yıldan fazla süreyle hapis cezasına mahkûmiyet hâlinde, bu
cezanın infaz edildiği tarihten itibaren beş yıl,
b) Beş yıl veya daha az süreli hapis ya da adli para cezasına
mahkûmiyet hâlinde, bu cezanın infaz edildiği tarihten itibaren üç yıl,
Geçtikten sonra işlenen suçlar dolayısıyla uygulanmaz.
...” hükmü yer almakta olup; bu hüküm uyarınca, önceden işlenen
bir suçtan dolayı hakkında mahkûmiyet hükmü verilmiş olup da belirli
bir süre geçmeden tekrar suç işleyen kişiler hakkında tekerrür
hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
Sanık hakkında 29.06.2009 - 04.11.2009 tarihleri arasında işlediği
izin süresini geçirmek suçundan verilmiş olan mahkûmiyet hükmü,
02.02.2010 tarihinde kesinleşmiş; sanığın davaya konu olan firar suçu ise
21.01.2010 - 12.11.2010 tarihleri arasında işlenmiştir.
Kesintisiz (mütemadi) Suçlar
Kanunların zaman bakımından uygulanmasına ilişkin kuralları
düzenleyen TCK’nın 7’nci maddesinin, af ve zaman aşımı hükümlerinin
uygulanabilmesi için, öncelikle fiilin veya suçun işlendiği zamanın
belirlenmesi gerekmektedir. Özellikle, fiillerin başlangıç ve bitiş
zamanındaki kanunların farklı olması hâlinde, bu gereklilik daha da
önem kazanmaktadır.
Kesintisiz suçun özelliği, işlenmiş olan suçun, bir süre daha
işlenilmesine devam edilmesidir. Fail suçu işlemiş, suç unsurları
itibarıyla oluşmuştur; ancak, suçun meydana getirdiği sonuçlar fail
tarafından devam ettirilmektedir. Dolayısıyla işlenmiş olan suçun
devamlılık hâli söz konusudur. Suç, bu devamlılığın sona erdiği veya
kesildiği zamana kadar sürmekte ve suçun da bu tarihte işlendiği kabul
edilmektedir.
331
Nitekim, TCK’nın 66/6’ncı maddesinde de, kesintisiz suçlarda
zaman aşımının kesintinin gerçekleştiği tarihten itibaren işlemeye
başlayacağı öngörülmüştür.
ASCK’nın 66/1-a maddesinde düzenlenmiş olan firar suçu, asker
kişilerin, kıtalarından veya görevleri gereği bulunmaları gereken yerden
uzaklaşmalarıyla başlamakta ve bu andan itibaren yedi tam günün
geçmesiyle oluşmakla birlikte; suçun meydana getirdiği sonuçları, bir
başka deyişle failin kıtasından ayrı kalma durumu, yakalanmasına, teslim
olmasına veya asker kişi sıfatının sona ermesine kadar devam etmektedir.
Failin altı hafta içinde kendiliğinden gelmesi, ASCK’nın 73’üncü
maddesi hükmüyle yasal indirim sebebi olarak düzenlenmiştir.
Suçun sonuçlarının devam ettiği sürenin (temadi süresinin)
uzunluğu cezanın yasal olarak artırılmasını gerektirmemekte ise de; bu
durumun TCK’nın 61’inci maddesi uyarınca temel cezanın
belirlemesinde dikkate alınabileceği, Askerî Yargıtay’ın yerleşik
içtihatlarıyla kabul edilmektedir.
Firar suçunun da, bu nitelikleri itibarıyla kesintisiz suç niteliğinde
olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Değerlendirme
Dava konusu olayda; sanığın, izin süresini geçirmek suçundan
hakkında yapılan yargılama sonunda 20.01.2010 tarihinde yüzüne karşı
mahkûmiyet hükmünün tefhim edilmesinden ve tahliye edilmesinden bir
gün sonra 21.01.2010 tarihinde firar ettiği, izin süresini geçirmek
suçundan verilmiş olan mahkûmiyet hükmünün 02.02.2010 tarihinde
kesinleştiği, firar suçunun kesintisiz olarak 12.11.2010 tarihine kadar
devam ettiği, önceki hükmün kesinleşmesinden itibaren temadinin sona
erdiği tarihe kadar firar suçunun oluşması için gerekli olan yedi tam
günden çok daha fazla bir süre geçtiği anlaşılmakla; firar suçuyla ilgili
yasa uygulamasında, suçun işlendiği tarih olarak, 12.11.2010 tarihinin
kabul edilmesinde ve bu tarihten önce hakkında kesinleşmiş mahkûmiyet
hükmü bulunması nedeniyle, sanık hakkında TCK’nın 58’inci maddesi
kapsamında mükerrirlere özgü infaz rejiminin uygulanmasında
zorunluluk bulunmaktadır.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 05.03.2009 tarihli ve 2009/30-28 sayılı
kararında da; mütemadi suçlar yönünden hükmün açıklanmasının geri
bırakılıp bırakılmayacağı hususunda karar verilirken, CMK’nın 231/6’ncı
madde ve fıkrasının (a) bendinde öngörülen objektif koşul kapsamında,
daha önce mahkûm olunan hükmün kesinleşme tarihinin
değerlendirilmesinde, mütemadi suçun başlangıç ve bitim tarihlerinden
hangisinin ölçüt olarak kabul edileceğine ilişkin yapılan incelemede;
332
suçun temadinin sona erdiği tarihte işlendiği ve dolayısıyla bu tarihten
önce kesinleşen mahkûmiyet hükmünün varlığı karşısında, CMK’nın
231/6’ncı madde ve fıkrasının (a) bendi kapsamındaki koşulun
gerçekleşmediği kabul edilmiştir.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 02.12.2010 tarihli ve 2010/116-116 sayılı
kararıyla da, önceki mahkûmiyet hükmünün temadi süresi içinde
kesinleşmiş olması hâlinde, TCK’nın 58’inci maddesi hükümlerinin
uygulanması gerektiği görüşü benimsenmiştir.
Bu sebeplerle; hukuka aykırı olan Daire kararının kaldırılmasına,
sanığın kabule değer görülmeyen sebepsiz temyizinin reddiyle hukuka
uygun olan mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
333
TÜRK CEZA KANUNU
Mad.58
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0024
K.Nu. : 2012/0019
T.
: 11.01.2012
ÖZET
Sonradan yürürlüğe giren kanunun disiplin suçuna
dönüştürdüğü eylem nedeniyle verilmiş hüküm esas alınarak, sanık
hakkında tekerrür hükümlerinin uygulanması hukuka aykırıdır.
Askerî Mahkemece, sanığın; 19.01.2010-10.02.2010 tarihleri
arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 66/1-a ve
TCK'nın 62’nci maddeleri uygulanmak suretiyle on ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, TCK’nın 58/7 ve CGTİHK’nın 108’inci maddeleri
gereğince sanık hakkında mükerrirlere özgü infaz rejiminin ve denetimli
serbestlik tedbirinin uygulanmasına, yasal imkânsızlık nedeniyle sonuç
cezanın adli para cezasına çevrilmesine, ertelenmesine ve hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına yer olmadığına karar verilmiştir.
Hüküm, sanık tarafından, sebepsiz olarak temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; hükmün, uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmesi gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
Yapılan incelemede; 19.01.2010 tarihinde birliğinden izinsiz olarak
ayrılan sanığın, bir süre firar hâlinde kaldıktan sonra, 10.02.2010
tarihinde yakalandığı dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Askerî Mahkemece, adli gözlem altına alınması sonucunda cezai
ehliyetinin tam ve askerliğe elverişli olduğu saptanan sanığın, genel
kastla işlenebilen ve tüm unsurları ile oluşan atılı suçtan, karar yerinde
gösterilen yasal ve inandırıcı gerekçelerle, hakkında alt sınırdan ceza
tayin edilip, takdiri indirim yapılarak, yasal olanaksızlık nedeniyle;
ASCK’nın Ek 8, 47/A ve Ek 10’uncu maddeleri gereğince hapis
cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmemesi, ertelenmemesi ve hükmün
açıklanmasının geri bırakılmaması suretiyle yazılı olduğu şekilde
cezalandırılmasında usul, sübut, vasıf ve takdir yönlerinden hukuka
aykırılık bulunmamaktadır.
334
Bununla birlikte, Askerî Mahkemece; firar suçundan hüküm
kurulurken, sanığın 10.04.2009 tarihinde, cep telefonu bulundurmak
suretiyle işlediği emre itaatsizlikte ısrar suçundan tesis edilen,
...Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 03.07.2009 tarihli, 2009/998-392
Esas ve Karar sayılı mahkûmiyet hükmü esas alınarak, sanık hakkındaki
infazın mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine karar
verilmiş ise de;
TCK’nın 7/1’inci maddesinde; “İşlendiği zaman yürürlükte
bulunan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye ceza
verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. İşlendikten sonra yürürlüğe
giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse
cezalandırılamaz ve hakkında güvenlik tedbiri uygulanamaz. Böyle bir
ceza veya güvenlik tedbiri hükmolunmuşsa infazı ve kanunî neticeleri
kendiliğinden kalkar” şeklinde yer alan düzenleme ile sonradan
yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı, daha
önce cezaya hükmedilmiş ise infazı ve kanuni neticelerinin
kendiliğinden ortadan kalkacağı hüküm altına alınmıştır.
30.06.2010 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren
6000 sayılı Kanun’un 21’inci maddesiyle, 16/06/1964 tarihli ve 477
sayılı Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu, Yargılama Usulü ve Disiplin Suç
ve Cezaları Hakkında Kanuna, 61’inci maddesinden sonra gelmek üzere
eklenen “Yasak edilen cihaz ve aletleri bulunduran veya
kullananlar” başlıklı 61/A maddesinde; “Kıta, karargâh ve
kurumlarda ya da görev esnasında bulundurulması veya kullanılması
emirle yasak edilen; cep telefonu, bilgisayar, radyo, teyp, fotoğraf
makinesi gibi görüntü, ses ve benzeri verileri ve bilgileri kaydeden,
depolayan veya ileten her türlü cihaz ve aletler ile aksamlarını
bulunduran veya kullananlar on günden bir aya kadar oda veya göz
hapsi cezasıyla cezalandırılırlar.” şeklinde yer alan düzenleme ile,
sanığın emre itaatsizlikte ısrar suçuna konu edilen eylemi disiplin suçu
hâline getirilmiştir. Disiplin suçlarının, TCK’nın 58’inci maddesinde
belirtilen önceden işlenmiş bir suç olarak kabul edilmesi mümkün
değildir.
Bu itibarla; sanık hakkında, disiplin suçuna dönüşmüş eylemi
nedeniyle, tekerrür hükümlerinin uygulanması hukuka aykırı
olduğundan, mahkûmiyet hükmünün uygulama yönünden bozulmasına,
ancak, bu hukuka aykırılığın yeniden yargılamayı gerektirmemesi
gözetilerek, 353 sayılı Kanun’un 220’nci maddesine göre hükmün
düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
335
TÜRK CEZA KANUNU
Mad.58
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0182
K.Nu. : 2012/0172
T.
: 01.02.2012
ÖZET
Hükmolunan adli para cezası nedeniyle, sanık hakkında
mükerrirlere özgü infaz rejiminin ve cezanın infazından sonra
denetimli serbestlik tedbirinin uygulanmasına karar verilmesi
hukuka aykırıdır.
Askerî Mahkemece; sanığın, askerî eşyayı kasten tahrip suçunu
işlediği sabit görülerek, ASCK’nın 130/1, TCK’nın 62, 50/a ve 52’nci
maddeleri uyarınca 1500 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına,
ASCK’nın 130/3’üncü maddesi gereğince olay sebebiyle meydana gelen
yirmi beş TL tutarındaki Hazine zararının sanığa ödettirilmesine,
TCK’nın 58/6’ncı maddesi gereğince sanığın cezasının mükerrirlere özgü
infaz rejimine göre çektirilmesine, karar verilmiştir.
Hüküm; sanık tarafından, sebep gösterilmeksizin, temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; hükmün onanması gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir.
Yapılan incelemede; sanığın, olay tarihinde saat 09.30 sıralarında
koğuşta diğer erbaş ve erlerle ile aralarında yaşanan tartışma ve arbede
nedeniyle hazır kıta personeli tarafından, koğuştan alınıp hazır kıta
binasına doğru götürülürken, hazır kıta binasının girişinde bulunan
kapının camına yumruk atarak kırdığı, olay sebebiyle yirmi beş TL
Hazine zararının meydana geldiği, tüm dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Askerî Mahkemece; sanığın, suçu sabit görülerek karar yerinde
gösterilen yasal, haklı ve inandırıcı gerekçelerle, alt sınırdan ceza tayin
edilip, takdiri indirim yapılarak, verilen kısa süreli hürriyeti bağlayıcı
cezanın adli para cezasına çevrilmesi, TCK’nın 50/5 ve 51’inci ve
ASCK’nın Ek 10’uncu maddeleri uyarınca tertip edilen cezanın yasal
imkansızlık nedeni ile ertelenmemesi ve hükmün açıklanmasının geri
336
bırakılmaması suretiyle cezalandırılmasında, herhangi bir isabetsizlik
bulunmamakla birlikte;
TCK’nın 50/5’inci maddesinde; “Uygulamada asıl mahkûmiyet, bu
madde hükümlerine göre çevrilen para cezası veya tedbirdir” hükmü yer
almaktadır. TCK’nın 58’inci maddesinde ise tekerrür hükmünün
uygulanması koşulları açıklanmıştır. Söz konusu maddenin düzenleniş
biçiminde hapis ve adli para cezası ayrımı yapılmamış olmakla birlikte,
6’ncı fıkra uyarınca cezanın mükerrirlere özgü infaz rejimine göre
çektirilmesine ilişkin hükmün infaz biçimini düzenleyen 5275 sayılı
Kanun’un 108’inci maddesinde, bu infaz şeklinin yalnızca hapis
cezalarına ilişkin bulunduğunun anlaşılması ve aynı Kanun’un adli para
cezalarının infaz yöntemini gösteren 106’ncı maddesi ile kısa süreli hapis
cezasına seçenek yaptırımların infazında uygulanacak rejimin tüzükte
gösterileceğine ilişkin 109’uncu maddesi ve bu madde uyarınca
düzenlenen Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük’ün 51’inci maddesinin 1’inci
fıkrasında mükerrirlikle ilgili bir düzenlemeye yer verilmediği
görülmektedir. Doktrinde (Yaşar Osman, Türk Ceza Kanunu II. Cilt,
s.1962-1963; Üzülmez, Suçta tekerrür ve özel Tehlikeli Suçlar, s.218) ve
yargı kararlarında da (Yargıtay 4’üncü Ceza Dairesinin 27.02.2008
tarihli, 2007/11641 Esas, 2008/1924 Karar, Yargıtay 8’inci Ceza
Dairesinin 08.05.2008 tarihli, 2007/607 Esas, 2008/5241 Karar sayılı
kararları) aynı görüş kabul edilmektedir. Bu açıklamalardan sonra;
Askerî Mahkemece, hükmolunan adli para cezası nedeniyle sanık
hakkında mükerrirlere özgü infaz rejiminin ve cezanın infazından sonra
denetimli serbestlik tedbirinin uygulanmasına karar verilmesinin hatalı
olduğu sonucuna varıldığından, bu hukuka aykırılık bozmayı gerektirmiş,
ancak, söz konusu bozma yeniden yargılama yapılmasını
gerektirmediğinden, hukuka aykırı olan bu bölüm çıkartılmak suretiyle
hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
337
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 61
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/41
K.Nu. : 2012/41
T.
: 22.03.2012
ÖZET
1) Adli müşavirin temyiz süresi, gerekçeli hükmün
gönderildiğine ilişkin evrakın adli müşavirliğe kaydının yapıldığı
tarihte değil, gerekçeli hükmün adli müşavir tarafından görüldüğü
tarihten itibaren başlar.
2) Bir yıldan daha fazla belirlenmiş cezalar üzerinden
yapılacak artırma veya eksiltme işlemlerinde bir yılın on iki ay
olduğu hesabıyla işlem yapılması, yapılan hesaplama sonunda on iki
aydan fazla olan bir cezaya hükmedildiği takdirde, yapılan bu
işlemin tersi ve zorunlu bir gereği olarak, on iki ayın bir yıla
çevrilmesi, sonuç cezanın buna göre belirlenmesi ve infaz edilmesi
gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bir yıl dört ay olarak belirlenmiş
olan temel cezadan TCK’nın 62/1’inci maddesi uyarınca 1/6 oranında
indirim yapılması sonucunda, sonuç cezanın ay olarak mı, yoksa yıl
olarak mı belirlenmesi gerektiğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sonuç cezanın “on üç ay on gün” olduğunu kabul etmiş ve
mahkûmiyet hükmünü bu şekilde düzeltmişken; Başsavcılık, sonuç
cezanın “bir yıl bir ay on gün” olması gerektiği görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümünden önce, aleyhe temyiz isteminde
bulunmuş olan Adli Müşavir tarafından açılan temyiz davasının
süresinde olup olmadığı hususunun incelenmesi gerekmektedir.
Adli Müşavir’in Temyiz İsteminin Süre Yönünden İncelenmesi
Askerî Mahkeme tarafından gerekçeli hükmün tebliğ edilmesi
amacıyla gönderilen 26.02.2010 tarihli yazının aynı tarihte Adli
Müşavirlik kayıtlarına alındığı, Adli Müşavir tarafından, yazı üzerine,
hükmün 18.03.2010 tarihinde görüldüğüne ve temyiz edileceğine ilişkin
338
kayıt düşüldüğü , 23.03.2010 tarihli temyiz dilekçesinin aynı gün Askerî
Mahkeme kayıtlarına alındığı anlaşılmaktadır.
Ayrıntıları Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 03.02.2000 tarihli
ve 2000/42-34; 02.03.2000 tarihli ve 2000/65-60 sayılı kararlarında
açıklandığı üzere; 353 sayılı Kanun'un 8 ve 52/2’nci maddeleri uyarınca,
adli müşavirlerin temyiz süresi, teşkilatında mahkeme kurulan komutan
veya kurum amirlerinin temyiz süresinde olduğu gibi, hükmün adli
müşavir tarafından görüldüğü tarihten itibaren başladığından; adli
müşavir tarafından 18.03.2010 tarihinde görülmüş olan hükümle ilgili
olarak 23.03.2010 tarihinde temyiz isteminde bulunulmuş olmasında
hukuka aykırılık bulunmadığı görülmektedir.
Mahkûmiyet Hükmünün İncelenmesi
Dosya içeriğine göre; Mazgirt’teki Birliğinde askerlik görevini
yapmakta olan sanığın, 17.04.2005 tarihinde yirmi gün izinli olarak
İstanbul’a gönderildiği, Tunceli - İstanbul arası dört günlük yol süresi
de dikkate alındığında, izin süresi sonunda en geç 11.05.2005 tarihinde
Kıtasına katılması gerekirken, katılmadığı; 14.11.2009 tarihinde
İstanbul’da yakalandığı anlaşılmaktadır.
Sanık, sorgu ve savunmalarında; imam nikahlı eşinin iki çocuğunu
da alarak kendisini terk ettiğini öğrenince çocuklarını aramaya
başladığını, hâlen on bir yaşında olan büyük kızını bularak yanına
aldığını, onunla ilgilenmek zorunda kaldığı için izin süresini geçirmek
zorunda kaldığını ve çocukların imam nikahlı eski eşi G.B. adına kayıtlı
olduğunu beyan etmiştir.
Yapılan araştırmada; sanığın imam nikahlı eşi G.B.’nın, dört yıl
önce küçük kızı S.B.’yi de alarak sanığı terk ettiği ve başka biri ile
evlendiği, sanığın büyük kızı A.B. ile kaldığı ve onun bakımıyla
ilgilendiği, sanığın kızı A.B.’nin hâlen sanığın babası ve annesi ile bir
evde ikamet etmekte olduğu belirlenmiştir.
Temadi süresinin uzunluğuna göre, sanığın izin süresini
geçirmesine sebep olarak ileri sürdüğü hususların, mazeret olarak kabulü
mümkün olmadığından; unsurları itibarıyla oluşan atılı suçtan dolayı
mahkûmiyet kararı verilmesinde ve temadi süresinin uzunluğu sebebiyle
temel
cezanın
artırılarak
belirlenmesinde
bir
isabetsizlik
bulunmamaktadır.
Ancak; bir yıl dört ay hapis cezası olarak belirlenmiş temel cezadan,
TCK’nın 62’nci maddesi uyarınca 1/6 oranında indirim yapılması
sonucu, sonuç olarak bir yıl hapis cezasına hükmedilmesi hukuka aykırı
bulunmaktadır.
339
353 sayılı Kanun'un 220/2-D madde, fıkra ve bendi uyarınca bu
hatanın düzeltilmesi yoluna giden Daire tarafından; belirlenen temel
cezadan indirim yapılırken ay üzerinden hesap yapılmasının ve sonuç
cezanın ay olarak ifade edilmesinin zorunlu olduğu ve sanık lehine
olacak şekilde sonuç cezanın “on üç ay on gün” hapis cezası olarak
belirlenmesi gerektiği kabul edilmiş ve Başsavcılık tarafından bu konuya
yönelik olarak itirazda bulunulmuş olmakla; konunun incelenmesi
gerekmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 61/6’ncı maddesinde: “Hapis cezasının süresi
gün, ay ve yıl hesabıyla belirlenir. Bir gün yirmi dört saat; bir ay otuz
gündür. Yıl, resmî takvime göre hesap edilir. Hapis cezası için bir günün,
adli para cezası için bir Türk Lirasının artakalanı hesaba katılmaz ve bu
cezalar infaz edilmez.” hükümleri yer almaktadır.
5237 sayılı TCK’dan önce yürürlükte olan 765 sayılı TCK’nın
30’ncu maddesinde de: “Muvakkat cezalar, gün, ay ve sene hesabı ile
tatbik olunur. Bir gün 24 saat, bir ay 30 gündür. Sene, resmî takvime
göre hesap edilir. Muvakkat cezalar için bir günün ve para cezalarında
bin liranın küsuru hesaba katılmaz.” şeklinde düzenleme bulunduğundan,
esas itibarıyla aynı hükmün 5237 sayılı Kanunda korunduğu ve bir
değişikliğe gidilmediği anlaşılmaktadır.
Madde ile; cezanın hangi birimlerle belirleneceği, artırım, indirim
ve infaz işlemlerinde yapılacak hesaplamalarda ortaya çıkabilecek
küsuratlardan hangilerinin dikkate alınmayacağı düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Madde gereği olarak, cezaların, kanunda belirtilmiş olan birimler
dışında, örneğin; saniye, saat ve hafta gibi birimlerle belirlenmesi
mümkün olmadığı gibi; bir yılın on iki ay, iki yılın yirmi dört ay olarak
ifade edilmesi veya ayların otuz gün yerine resmî takvime göre
hesaplanması da mümkün bulunmamaktadır.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 13.12.1939 tarihli ve 2558 sayılı kararıyla; “Seneden aşağı olmak üzere hükmedilen cezaya
içtima sebebiyle zam yapılmak icap ettiği takdirde hâsılı cezanın, seneyi
tecavüz etse bile ay olarak ifade edilmesi ve bir sene veya daha fazla
hükmedilecek cezalara yapılacak artırmada veya bu cezalardan yapılacak
eksiltmede artırma ve eksiltme nispetinin senenin aylara taksimi
üzerinden tâyin ve tertip olunması” gerektiği kabul edilmiştir.
Bu karar gereği olarak; bir yıldan az olarak belirlenmiş olan
cezaların yapılan artırımlarla on iki ayı geçmesi hâlinde bile, sonuç
cezanın ay olarak ifade edilmesi; buna karşılık bir yıldan daha fazla
belirlenmiş cezalar üzerinden yapılacak artırma veya eksiltme
340
işlemlerinde bir yılın on iki ay olduğu hesabıyla işlem yapılması, yapılan
hesaplama sonunda on iki aydan fazla olan bir cezaya hükmedildiği
takdirde, yapılan bu işlemin tersi ve zorunlu bir gereği olarak, on iki ayın
bir yıla çevrilmesi ve sonuç cezanın buna göre belirlenmesi ve infaz
edilmesi gerekmektedir.
Askerî yargı uygulaması da, istikrarlı bir şekilde bu doğrultuda
olup; Askerî Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 05.03.2004
tarihli ve 2004/1-1 sayılı kararıyla, temel ceza olarak belirlenen cezadan
takdiren indirim yapılırken, hesap hatası ya da 765 sayılı TCK’nın
30’uncu maddesine aykırı davranılarak sonuç cezanın 1 yıl 8 ay hapis
yerine 20 ay olarak belirlenmesindeki hukuka aykırılığın hükmün esasına
etkili olmadığı ve dolayısıyla bozmayı gerektirmediği kabul edilmekle,
bir anlamda, bir yıldan daha fazla belirlenmiş cezalar üzerinden
yapılacak artırma veya eksiltme işlemlerinde sonuç cezanın yıla
çevrilmeden ay olarak belirlenmiş olmasının hukuka aykırı olduğu kabul
edilmiş bulunmaktadır.
341
TÜRK CEZA KANUNU
Mad.61
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1379
K.Nu. : 2012/1384
T.
: 14.12.2012
ÖZET
Sanığın, olay öncesi görevli olduğu mevziiyi terk etmiş olması,
eylemini terörle mücadele edilen bölgede ve geceleyin yakın
mesafeden ateşli silahla gerçekleştirmesi, eylemi ile gerek
bulundukları yerin belli edilmesi gerek diğer personelin can
güvenliğini tehlike altına sokması ve olayın gelişimi dikkate
alındığında, kusurunun ağırlığı, gece ortamında silahın ateşlenmesi
nedeniyle, diğer personelin sanığı terörist zannederek ona karşı
eylemde bulunabilecekleri gibi, bir terör saldırısı olduğu düşüncesine
kapılarak birbirlerine de zarar verecek şekilde risk yaratmış olması
ile müteveffanın gerçekleşen eylemde hiçbir kusurunun bulunmadığı
gibi hizmet hâlinde olması hususları dikkate alındığında, 4 yıla
kadar artırımın yapılabileceği bir suçta, gerek suçtan zarar
görenlerin gerekse kamunun adalete olan inancını zedeleyecek, hak
ve adalet duygusuyla bağdaşmayacak, cezaların caydırıcılığına
yönelik etkinliğini azaltacak biçimde, temel cezadan sadece 3 ay gibi
kısa bir süre artırım yapılması, takdirde isabetsizlik olarak
görülmüştür.
...Komutanlığında görevli sanık J.Komd.Er G.K.’nin, mensubu
olduğu timle birlikte ...Komutanlığı emrinde görevlendirildiği,
19.09.2008 günü saat 05.30 sularında tim olarak yaya intikalle
karakoldan ayrılıp yeni karakol hizmet binasının inşaatının bulunduğu
...Üs Bölgesine gittikleri ve burada mevzileşerek beklemeye başladıkları,
sanığın, J.Er S.Y. ve J.Er O.A. ile birlikte 1 Nu.lı mevzide
görevlendirildiği, saat 23.00 civarında bulunduğu mevziden J.Er
S.Y.’ye ait xxxxx seri numaralı HK.33 marka piyade tüfeğini alarak
müteveffa J.Komd.Er C.Ö.’nün de bulunduğu 20 metre uzaklıktaki
ikinci mevziye gittiği ve saatin kaç olduğunu sorduğu, kendisine saat
olmadığının söylenmesi üzerine buradan ayrılıp üçüncü mevziye gittiği,
342
10 dakika kadar sonra ikinci mevziye doğru yürüdüğü, bu esnada hamili
olduğu silahı, namlusu bir adım kadar önünü gösterecek ve yere bakacak
şekilde tüfek as pozisyonunda taşımakta olduğu, bir yandan da silahın
emniyet mandalı ile oynadığı, 2 Nu.lı mevziiye iyice yaklaştığında mevzi
içinde oturan müteveffanın, birkaç kez sanığa silahın emniyetiyle
oynamamasını söylediği, gözetleme yapmakta olan J.Er H.A.’nın da
silahın emniyetle oynamaması hususunda sanığı ikaz ettiği, en son
müteveffanın “şu zıkkımla oynama” dediği, sanığın müteffanın
bulunduğu mevziye girdiği sırada silahını yere paralel şekilde askı
kayışını omzundan çıkardığı ve silahı iki eli ile tuttuğu, ancak
dikkatsizliği sonucu silahın tetiğine dokunduğu, ateş alan silahtan çıkan
merminin mütevveffanın boyun kemiklerinde kırık ve büyük sinir
kopmasına neden olduğu, bunlara bağlı olarak gelişen medüller şok
nedeniyle mütevvafanın hayatını kaybettiği, eylem nedeniyle ayrıca 0,76
TL Hazine zararı meydana geldiği, tüfeğin kendiliğinden ateşleme
yapacak herhangi bir arızasının bulunmadığı, tüm dosya kapsamından
maddi vakıa olarak anlaşılmakta olup, Askerî Mahkemenin kabulü de bu
yöndedir.
Teknik inceleme sonucu, suçta kullanılan silahın, atışına mani veya
kendiliğinden ateş almasına neden olabilecek herhangi bir arızası
bulunmadığı, silahın ateşleme yapması için tetik tertibatına 4008 gramlık
bir kuvvetin uygulanması gerektiği saptanmıştır. Keza, silahın tam
dolduruşta ve emniyeti kapalı biçimde bulundurulması gerektiği, sanık
beyanı ve tanık ifadeleriyle de ortaya konulmuştur.
Sanığın, olay öncesinde emirler hilafına, tam dolduruşta bulunan
silahın emniyetini açtığı, 2 Nu.lı mevziiye yaklaşırken silahla oynadığı,
müteveffa J.Komd.Er C.Ö. ve tanık J.Er H.A.’nın ikazlarına rağmen
silahla oynamaya devam ettiği ve silahın namlusu müteveffaya doğru
iken tetik tertibatına dokunarak elinde bulundurduğu silahı ateşlenmesine
ve bunun
sonucunda müteveffanın ölümüne sebebiyet verdiği
gözetildiğinde, sanığın, silahında dikkatsizlik sonucu bir kişinin ölümüne
sebebiyet vermek suçunu işlediği anlaşılmıştır.
5237 sayılı TCK’nın 22/3’üncü maddesinde düzenlenen, “Kişinin
öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi
hâlinde bilinçli taksir vardır; bu hâlde taksirli suça ilişkin ceza üçte
birden yarısına kadar artırılır.” hükmü ile basit taksir-bilinçli taksir
ayrımı yapılarak, bilinçli taksir için daha fazla ceza verilmesi
öngörülmüştür. Yasanın bu hükmüne göre, bilinçli taksirden söz
edilebilmesi için; failin neticeyi öngörmüş olması, neticenin
gerçekleşmesini istememesi, ancak neticenin gerçekleşmiş olması
343
gerekmektedir. Taksirli bir eylem için neticenin “öngörülebilir” olması
gerektiği dikkate alındığında; bilinçli taksirle, basit taksir arasındaki fark,
“öngörülebilir” neticenin fail tarafından öngörülmüş olup olmamasıdır.
Eğer fail genel olarak neticenin gerçekleşebileceğini öngörmüş, fakat
kendisine olan güven veya eyleminin işleniş tarzı itibarıyla neticenin
gerçekleşmeyeceği düşüncesiyle hareket etmişse ortada bilinçli taksir
vardır. Buna karşılık; fail, “öngörülebilir” bir neticeyi “öngörememiş” ve
fakat netice gerçekleşmiş ise, basit taksir hali söz konusudur.
Somut olayda, sanığın tam dolduruşta bulunan ve herhangi bir
arızası bulunmayan silahın emniyetini açması, müteveffa ve tanık J.Er
H.A.’nın ikazlarına rağmen silahla oynamaya devam etmesi, silahın
namlusunun müteveffaya doğru olması ve aralarındaki mesafenin
yakınlığı ile
silah kazaları hususunda eğitim almış bulunması
gözetildiğinde, neticenin gerçekleşebileceğini öngördüğü, fakat kendisine
olan güven nedeniyle eyleminin sonucunda neticenin gerçekleşmeyeceği
düşüncesiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle, sanık hakkında,
bilinçli taksirden uygulama yapılması yerinde görülmüştür (Askerî
Yargıtay Daireler Kurulu’nun 17.02.2011 tarihli ve 2011/14-13 E.K.,
Dairemizin 11.03.2009 tarihli ve 2009/561-558 E.K., Askerî Yargıtay
2’nci Dairesinin 07.05.2008 tarihli ve 2008/1270-1247 E.K., Askerî
Yargıtay 4’üncü Dairesinin 26.06.2007 tarihli ve 2007/1085-1085 E.K.
sayılı ilamları da bu doğrultudadır).
Sanık ile müteveffa arasında herhangi bir husumet bulunmadığı,
sanığın müteveffanın ölümünü istemediği, ancak kendisinden beklenen
dikkat ve özen yükümlülüğüne riayet etmediği, bu nedenle olayda bilinçli
taksirin mevcut olduğu gözetildiğinde, katılanlar vekilinin olası kastla
adam öldürme suçunun oluştuğu yönündeki temyiz sebebi kabule değer
görülmemiştir.
Keza, Askerî Mahkemece, duruşmadaki iyi hâli ve pişmanlığı
gözlemlenen sanık hakkında, takdiri indirim hükmünün uygulanmasında
herhangi bir isabetsizlik bulunmadığından, katılanlar vekilinin bu
yöndeki temyiz sebebi de kabule değer görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle; Askerî Mahkemece yapılan yargılama
sonunda yasal ve yeterli gerekçeler gösterilmek suretiyle, sanığın sabit
görülen fiilinin, bilinçli taksirle silahında dikkatsizlik sonucu bir kişinin
ölümüne sebebiyet vermek suçunu oluşturduğu kabul edilip, hakkında
atılı suçtan başlangıçta izah edildiği şekilde ve gerekçeleri de
gösterilmek suretiyle mahkûmiyet hükmü kurulmasında usul, sübut ve
vasıf yönlerinden bir isabetsizlik bulunmamakta ise de;
344
Askerî Mahkemece, eylemin basit taksirden, bilinçli taksire
dönüştürülmesi nedeniyle, yeniden ceza tayininde, önceden tayin edilen
cezadan farklı bir cezaya hükmedebileceği hususunda kuşku
bulunmamakla birlikte, temel cezanın tayininde, TCK’nın 61’inci
maddesinde belirtilen, suçun işleniş biçimi, suçun işlenmesinde
kullanılan araç, suçun işlendiği zaman ve yer, suçun konusunun zaman
ve yeri, meydana gelen zarar ve tehlikenin ağırlığı, failin kast veya
taksire dayalı kusurluğunun ağırlığı ile failin güttüğü amaç ve saik göz
önünde bulundurularak, işlenen suçun kanuni tanımında öngörülen
cezanın alt ve üst sınırı arasında temel cezanın belirlenmesi
gerekmektedir.
Somut olayda, sanığın işlemiş olduğu, silahında tedbirsizlik ve
dikkatsizlikle ölüme sebebiyet vermek suçunun cezası, 5237 sayılı
TCK’nın 85/1’inci maddesinde, iki yıldan altı yıla hapis olarak
gösterilmiştir. Hâkim bu iki sınır arasında, ceza süresini belirlerken,
TCK’nın 61’inci maddesinde belirtilen kriterleri dikkate alarak, yine
TCK’nın 3’üncü maddesini gözeterek, işlenen fiilin ağırlığı ile orantılı
cezaya hükmetmelidir. Askerî Mahkemece, “Sanığın görevli bulunduğu
bölgenin terörle mücadele edilen ve azami dikkat gösterilmesi gereken
bir yer olmasına ve kendisine birden fazla yapılan ikazlara rağmen
silahıyla oynamaya devam etmesi, hem nöbet hem de kaza önleme
talimatına aykırı müteaddit eylemlerde bulunması” şeklindeki bir
gerekçe ile, temel ceza iki yıl üç ay olarak belirlenmiştir. Buna göre,
Askerî Mahkemece, taksirle yaralama suçunda, cezanın üst sınırı dikkate
alındığında, temel ceza, alt sınırdan üst sınıra doğru %6.25 oranında
artırılarak (temel cezaya göre de 1/8 oranında artırılarak) belirlenmiştir.
Oysa, sanığın, olay öncesi görevli olduğu mevziiyi terk etmiş olması,
eylemini terörle mücadele edilen bölgede ve geceleyin yakın mesafeden
ateşli silahla gerçekleştirmesi, eylemi ile, gerek yerlerinin belirlenmesi,
gerekse diğer personelin can güvenliğini tehlike altına sokması, olayın
gelişimi dikkate alındığında kusurunun ağırlığı, gece ortamında silahın
ateşlenmesi nedeniyle, diğer personelin sanığı terörist zannederek ona
karşı eylemde bulunabilecekleri gibi, bir terör saldırısı olduğu
düşüncesine kapılarak, birbirlerine de zarar verecek şekilde risk yaratmış
olması ile müteveffanın
gerçekleşen eylemde hiçbir kusurunun
bulunmadığı gibi hizmet hâlinde olması birlikte dikkate alındığında, 4
yıla kadar artırımın yapılabileceği bir suçta, gerek suçtan zarar
görenlerin, gerekse kamunun adalete olan inancını zedeleyecek, hak ve
adalet duygusuyla bağdaşmayacak, cezaların caydırıcılığına yönelik
345
etkinliğini azaltacak biçimde, temel cezadan sadece 3 ay gibi kısa bir
süre artırım yapılması, takdirde isabetsizlik olarak görülmüştür.
Keza, bilinçli taksir halinde, TCK’nın 22/3’üncü maddesine göre,
temel cezanın, üçte birden yarısına kadar artırılması gerekmektedir.
Somut olayda, Askerî Mahkemece, “alt sınırdan uzaklaşmayı gerektiren
bir durum bulunmaması” şeklindeki bir gerekçe, ceza 1/3 oranında
artırılmış ise de, olay öncesinde, sanığı, silahın emniyetiyle oynamaması
hususunda önce müteveffanın sonra tanık J.Er H.A.’nın ikaz etmesi, son
olarak müteveffanın “şu zıkkımla oynama” diye ikaz etmesine rağmen
sanığın silahıyla oynayarak eylemin meydana gelmesine sebebiyet
vermesi ve olayda olası kast bulunmamakla birlikte, olası kastın
değerlendirilir hale gelmiş bulunması birlikte gözetildiğinde, yukarıda
açıklanan ilkeler çerçevesinde, bilinçli taksirden dolayı artırım yapılırken
asgari hadden uzaklaşılmaması, gerek suçtan zarar görenlerin, gerekse
kamunun adalete olan inancını zedeleyecek, hak ve adalet duygusuyla
bağdaşmayacak, cezaların caydırıcılığına yönelik etkinliğini de
azaltacaktır. Bu nedenle, bilinçli taksir nedeniyle, artırımın teşdiden
yapılmaması da takdirde isabetsizlik olarak görülmüştür.
Bu nedenlerle, sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün uygulama
(takdirde isabetsizlik) yönünden bozulmasına karar verilmiş, bu aşamada;
1) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en küçük para biriminin kuruş
olduğu, bir kuruşun küsuratının tedavülde bulunmadığı gözetildiğinde,
hazine zararının 76 Kuruş veya 0.76 Türk Lirası olarak belirtilmesi
gerekirken, 76.21 Kuruş olarak belirtilmesinin hata olduğuna;
2) Bilinçli taksir nedeniyle, cezanın artırılması sonucu belirlenen
cezanın üç yıl olarak gösterilmesi gerekirken, TCK’nın 61/6’ncı
maddesine aykırı biçimde iki yıl on iki ay olarak belirtilmesinin hata
olduğuna;
3) Dz.455 ve 462’deki tutanaklarda, katılan D.Ö.’nün 20.04.2010
tarihinde vefat ettiği belirtilmiş ise de, 22.08.2011 tarihinde
Diyarbakır/Hazro Nüfus Müdürlüğü tarafından düzenlenen ve Dz.461’de
bulunan nüfus kaydında, katılan D.Ö.’nün sağ olduğu belirtildiğinden,
katılan D.Ö.’nün sağ olup olmadığının sağlıklı bir şekilde tespit edilmesi
gerektiğine;
İşaret olunmuştur.
346
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/18
K.Nu. : 2012/17
T.
: 09.02.2012
ÖZET
Hükümlünün hakkındaki başka yargılamalar nedeniyle şahsi
hürriyeti sınırlandırıcı hâllerde geçirdiği sürelerin cezasından
mahsubunun yapılabilmesi için, bu yargılamalar sonunda verilmiş
olan hükümlerin, infazı yapılmakta olan mahkûmiyet hükmüne
konu suçun işlendiği tarihten önce kesinleşmemiş olmaları
gerekmektedir.
İnfazı yapılmakta olan mahkûmiyet hükmüne konu suçun
işlendiği tarihten önce kesinleşmiş hükümdeki cezaların
ertelenmiş ve suçun işlendiği tarihi itibarıyla mahkûmiyet
hükmünün esasen vaki olmamış sayılmasını gerektiren sürenin
geçmemiş olmasının, mahsup işleminin yapılabilmesi bakımından
bir önemi bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkında başka suçlardan daha
önce yapılmış ve 25.04.2003 tarihinde mahkûmiyet hükümlerinin
kesinleşmesiyle sonuçlanmış olan yargılama sırasında tutuklulukta
geçirilen sürenin, sanığın 21.11.2005 – 02.03.2008 tarihleri arasında
işlemiş olduğu firar suçundan verilmiş olan mahkûmiyet hükmüne konu
cezasının infazından sayılmasının mümkün olup olmadığına ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; firar suçunun, önceki suçlardan verilmiş olan hükümlerin
kesinleşmesinden sonra işlenmiş olduğu ve dolayısıyla önceki suçlardan
yapılan yargılamada tutuklu olarak geçirilmiş olan sürenin, sonraki firar
suçundan verilmiş olan cezanın infazından sayılamayacağını kabul
etmişken;
347
Başsavcılık; önceki mahkûmiyet hükümlerine konu cezaların
ertelenmesine karar verilmiş olduğu, sanığın daha önceden tutuklu
kaldığı süreye güvenerek yeniden bir suç işlemesinin söz konusu
olabilmesi için 765 sayılı Kanun'un 95’inci maddesi uyarınca
mahkûmiyetin esasen vaki olmamış sayılması ve bunun için hükmün
kesinleşmesinden itibaren suç işlenmeden beş yıl geçmesi gerektiği,
halbuki sanığın beş yıllık süre geçmeden cezası infaza konu olan firar
suçunu işlediği, dolayısıyla mahsup işleminin yapılmasında yasal bir
engelin bulunmadığı görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle ilgili mahkûmiyet
hükümlerinin incelenmesi gerekmektedir.
Mahkûmiyet Hükümlerinin İncelenmesi
Malatya 1’inci Ağır Ceza Mahkemesinin, 18.04.2003 tarihli,
2002/254 ve 2003/73 sayılı kararı ile; hükümlünün, 6136 sayılı Kanun'un
13/1 ve 765 sayılı Kanun'un 456’ncı maddeleri kapsamında, yasaya
aykırı ruhsatsız yarı otomatik ateşli silah taşımak ve etkili eylem suçlarını
işlediği kabul edilerek; her iki suçtan dolayı verilen cezalar toplanmak
suretiyle ve sonuç olarak 2.725.902.000 TL ağır para cezası ile
cezalandırılmasına, 647 sayılı Kanun'un 6’ncı maddesi uyarınca
cezasının ertelenmesine, tutuklulukta ve nezarette geçirilen sürelerin 765
sayılı TCK’nın 40’ıncı maddesi uyarınca cezasından düşürülmesine karar
verilmiş; taraflarca temyiz edilmeyen bu hükümlerin, 25.04.2003
tarihinde kesinleştiği belirtilmiştir.
Gerekçeli hüküm içeriğinden, sanığın yapılan bu yargılamada,
09.04.2002-31.07.2002 tarihleri arasında tutuklu kaldığı; Malatya 1’inci
Ağır Ceza Mahkemesinin 05.10.2011 tarihli yazısından, ertelenmiş olan
cezanın infaz edilmesine ilişkin bir talepte bulunulmamış olduğu
anlaşılmaktadır.
Askerî Mahkemenin incelemeye konu duruşmasız işlere ait
kararının verilmesine sebep teşkil eden ve o tarihte infaz edilmekte olan
mahkûmiyet hükmü ise, 12’nci Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı
Askerî Mahkemesinin 06.10.2009 tarihli ve 2009/1053-807 sayılı;
hükümlünün, 21.11.2005 – 02.03.2008 tarihleri arasında işlediği firar
suçundan dolayı sonuç olarak on ay hapis cezasıyla mahkûmiyetine
ilişkin hüküm olup; bu hüküm de, Askerî Yargıtay 2’nci Dairesinin
08.12.2010 tarihli ve 2010/2405-2399 sayılı kararı ile onanmak suretiyle
kesinleşmiştir.
İlgili Hükümlerin İncelenmesi
5237 sayılı TCK’nın 63’üncü maddesinde, hüküm kesinleşmeden
önce gerçekleşen ve şahsi hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran bütün
348
hâller nedeniyle geçirilmiş sürelerin, hükmolunan hapis cezasından
indirileceği; adli para cezasına hükmedilmesi durumunda, bir günün yüz
Türk Lirası sayılmak üzere cezadan indirim yapılacağı hüküm altına
alınmıştır.
Madde gerekçesinde, “hüküm gerçekleşmeden önce gerçekleşen”
ibaresi ile; hükümlünün mahkûm edildiği suçtan başka bir fiilden dolayı
yargılama nedeniyle hürriyetinin sınırlanmış olması hâlinde de,
mahsubun hangi koşul ile yapılabileceğinin gösterildiği ifade edilmiştir.
01.06.2005 tarihinden önce yürürlükte olan Mülga 765 sayılı
TCK’nın 40’ncı maddesinde de, hükmün kesinleşmesinden önce
gerçekleşen tutukluluğun ceza mahkûmiyetlerinden indirileceği
hükmünün bulunduğu dikkate alındığında; hangi tutukluluk hâllerinin
mahsuba konu olabileceği hususunda, esas itibarıyla önceki ve sonraki
yasal düzenlemeler arasında bir farklılık bulunmadığı görülmektedir.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 40’ncı maddesinde sadece tutukluluk
süresinden söz edilmiş ise de; bununla, hürriyetin sınırlanmasının bütün
hâllerinin ifade edildiği kabul edilmiş ve uygulanmıştır.
Yakalama, tutuklama ve gözlem altına alma gibi çeşitli sebeplerle
kişilerin hürriyetlerinin kısıtlanmasının, ancak yargılama hukukunun
belirli amaçları doğrultusunda ve zorunlu hâllerde mümkün bulunması;
bu hâllerin ceza niteliğinde olmaması, suçluluğun ancak kesinleşmiş
mahkûmiyet
hükmüyle
belirlenmesi,
mahkûmiyet
hükmünün
kesinleşmesinden önce infaz edilmesinin söz konusu olmaması ve
zorunlu olarak hürriyeti kısıtlayıcı hâller nedeniyle olası mağduriyetlerin
önlenmesi bakımından, cezaların infazı sırasında mahsup işleminin
yapılmasında yasal zorunluluk bulunmaktadır.
Şahsi hürriyeti sınırlandıran hâllerin infaz edilecek cezadan mahsup
edilebilmesi için, mutlaka infaza konu olan mahkûmiyet hükmüyle ilgili
yargılama sürecinde gerçekleşmiş olmaları gerekmemekte, hükümlü
hakkındaki başka yargılamalar sürecinde gerçekleşen hürriyeti
sınırlandıran hâllerin de, kural olarak mahsubu mümkün bulunmaktadır.
Ancak; burada dikkat edilmesi gereken husus, infazı gereken
mahkûmiyet hükmündeki suçun, mahsup edilecek hâllerin sebebini
oluşturan yargılama sonunda verilmiş olan hükmün kesinleşmesinden
önce işlenmiş olmasıdır. Yani; suçun işlendiği tarih itibarıyla kesinleşmiş
hükümle sonuçlanmamış bütün yargılamalarda geçen şahsi hürriyeti
kısıtlayıcı sürelerin mahsubu mümkün iken, beraatle sonuçlanmış olsa
bile, suçun işlendiği tarihten önce kesin hükme bağlanmış olan
yargılamalarda geçen sürelerin mahsubu mümkün bulunmamaktadır.
Burada gözetilen ilke; kişilerin, geçmişteki yargılamaları nedeniyle
349
hürriyetleri kısıtlanmış olarak geçirdikleri sürelere güvenerek suç
işlemelerinin önlenmesi ve dolayısıyla hukuki güvenliğin sağlanmasıdır.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 06.03.1940 tarihli ve
1940/5-68 sayılı, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 30.12.2003 tarihli ve
2003/8-291-303 sayılı, 31.01.2006 tarihli ve 2006/1-4-7 sayılı, Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 11.10.1993 tarihli ve 1993/103-101 sayılı,
Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 18.11.2008 tarihli ve 2008/2143-2138
sayılı, 26.05.2010 tarihli ve 2010/1400-1572 sayılı kararlarında olduğu
gibi, her iki yüksek mahkemenin kabul ve uygulamaları da tamamen bu
yöndedir.
Dava Konusu Durumla İlgili Değerlendirme ve Kabul
Bu açıklamalar kapsamında olay incelendiğinde; hükümlünün,
mahsup istemine konu olan 09.04.2002-31.07.2002 tarihleri arasındaki
tutukluluğuyla ilgili yargılama sonunda verilmiş olan mahkûmiyet
hükmünün 25.04.2003 tarihinde kesinleşmiş olduğu; buna karşılık infaza
konu olan mahkûmiyetine ilişkin firar suçunun ise, bu tarihten yaklaşık
iki yıl yedi ay sonra 21.11.2005 - 02.03.2008 tarihleri arasında işlendiği,
dolayısıyla mahsup işlemi yapılmasının mümkün olmadığı
görülmektedir.
Tebliğnamede; Malatya 1’inci Ağır Ceza Mahkemesince verilmiş
olan mahkûmiyet hükmüne konu 2.725.902.000 TL ağır para cezasının
647 sayılı Kanun'un 6’ncı maddesi uyarınca ertelenmiş olduğu, 765 sayılı
TCK’nın 95’inci maddesine göre esasen vaki olmamış sayılması için
hükmün verildiği 18.04.2003 tarihinden itibaren suç işlemeden
geçirilmesi gereken beş yıllık süre dolmadan hükümlünün firar suçunu
işlediği; dolayısıyla önceki mahkûmiyetleriyle verilmiş olan cezanın
infazı gerektiği, hükümlünün önceden tutuklulukta geçirdiği süreye
güvenerek yeniden bir suç işlemesi hâlinin bulunmadığı ve dolayısıyla
tutukluluk süresinin mahsubuna yasal bir engel bulunmadığı ileri
sürülmüş ise de; yasada, hükümlü hakkında yapılan başka yargılamalar
nedeniyle gerçekleşmiş olan şahsi hürriyeti sınırlandırıcı hâllerin
mahsubunun yapılabilmesi için, bu yargılamalar sonunda verilmiş olan
hükümlerin, infazı yapılmakta olan mahkûmiyet hükmüne konu suçun
işlendiği tarihten önce kesinleşmemiş olmaları gerektiği düzenlenmiş ve
böylelikle, kişilerin çeşitli hukuki gerekçelerle ceza bakımından bir çeşit
alacaklı durumda olmaları ve bu duruma güvenerek bir başka suçu
işlemeye yönelmeleri engellenmek istenmiştir.
Önceki mahkûmiyete konu cezanın ertelenmiş olup olmamasının
veya ertelenmiş cezanın infaz edilmesini gerektiren hâllerin sonradan
ortaya çıkmasının bir önemi bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir
350
değerlendirme yapılması hâlinde; cezasından daha uzun süre tutuklu
kalmış ve cezaları ertelenmiş kişilerin ceza alacaklısı durumuna
düşmeleri ve dolayısıyla beklenen amaç dışına çıkılması mümkün
bulunmaktadır. Kaldı ki; hükümlü bakımından aynı durum dikkate
alındığında da, TCK’nın 63’üncü maddesi uyarınca, önceki cezasının
infazı için tutuklulukta geçirdiği 123 günlük sürenin 27 günlük kısmının
yeterli olacağı, kalan kısmında ise hükümlünün alacaklı durumda
kalacağı görülmektedir.
351
TÜRK CEZA KANUNU
Mad.63
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0463
K.Nu. : 2012/0465
T.
: 17.04.2012
ÖZET
Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen
davanın, denetim süresi içinde, kasten yeni bir suç işlenmesi ve
denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun
davranılmadığı takdirde yenilenmesi olasılığı bulunduğu gibi,
şartların varlığı hâlinde hükmün açıklanması, yenilenen dava sonucu
bir hüküm tesis edilmesi gerekeceğinden; sonradan işlenen suçtan
önce kesinleşmiş bir hükmün varlığından söz etmek mümkün
değildir.
Hükümlünün, denetim süresi içerisinde izin tecavüzü suçunu
işlemiş olması karşısında, mahsupta gözetilen ilke (sanığın daha
önceden tutuklu kaldığı süreye güvenerek yeniden bir suç işlemesine
engel olmak) ihlâl edilmemiş olduğundan, hükümlü hakkında
hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına konu suçundan tutuklu
kaldığı sürenin izin tecavüzü suçundan mahsup edilmesine yasal bir
engel bulunmamaktadır.
Ankara 1’inci Çocuk Ağır Ceza Mahkemesinin 15.05.2007 tarihli,
2007/309-107 E.K. sayılı kararı ile hükümlü hakkında 28.11.2006
tarihinde işlediği silahlı yağma suçundan verilen 2 yıl 9 ay 10 gün hapis
cezasına dair mahkûmiyet hükmünün açıklanmasının geri bırakılmasına
(suçun işlendiği tarih itibariyle yürürlülükte bulunan 5395 sayılı Çocuk
Koruma Kanun’un 23’üncü maddesinin 19/12/2006 tarihli 26381 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan 5560 sayılı Kanunla tamamının
değiştirilmesinden önceki hükümlerine göre; [1] Çocuğa yüklenen suçtan
dolayı yapılan yargılama sonunda belirlenen ceza, en çok üç yıla kadar
(üç yıl dâhil) hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. [3] Hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmesi hâlinde, çocuk, beş
yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirine tâbi tutulur.) karar verildiği,
352
hükümlünün bu suça yönelik olarak 01.12.2006-15.05.2007 tarihleri
arasındaki süreyi tutuklu olarak geçirdiği, kararın 22.05.2007 tarihinde
kesinleştiği,
Hükümlünün 27.06.2010-23.08.2010 tarihleri arasında işlediği izin
tecavüzü suçundan dolayı ...Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
11.11.2010 tarihli, 2010/993-617 E.K. sayılı hükmü ile 10 ay hapis cezası
ile cezalandırıldığı, mahkûmiyet hükmünün 12.01.2011 tarihinde
kesinleştiği, hükmün infazına 16.01.2012 tarihinde başlandığı ve infazın
halen devam ettiği, koşullu salıverilme tarihinin 17.05.2012 olduğu
görülmektedir.
TCK’nın 63’üncü maddesinde “Hüküm kesinleşmeden önce
gerçekleşen ve şahsi hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran bütün hâller
nedeniyle geçirilmiş süreler, hükmolunan hapis cezasından indirilir”
şeklindeki hüküm ile mahsubun mecburiliği sistemi kabul edilmiştir.
Şahsi hürriyeti sınırlandıran hâllerin infaz edilecek cezadan mahsup
edilebilmesi için, mutlaka infaza konu olan mahkûmiyet hükmüyle ilgili
yargılama sürecinde gerçekleşmiş olmaları gerekmemekte, hükümlü
hakkındaki başka yargılamalar sürecinde gerçekleşen hürriyeti
sınırlandıran hâllerinde, kural olarak mahsubu mümkün bulunmaktadır.
Burada amaç ortaya çıkan haksızlıkların giderilmesi, kişilerin
mağduriyetinin kısmen olsun telafi edilmesidir.
Mahsup işleminde dikkat edilmesi gereken husus, infazı gereken
mahkûmiyet hükmündeki suçun, mahsup edilecek hâllerin sebebini
oluşturan yargılama sonunda verilmiş olan hükmün kesinleşmesinden
önce işlenmiş olmasıdır. Yani; suçun işlendiği tarih itibarıyla kesinleşmiş
hükümle sonuçlanmamış bütün yargılamalarda geçen şahsi hürriyeti
kısıtlayıcı sürelerin mahsubu mümkün iken, beraatle sonuçlanmış olsa
bile, suçun işlendiği tarihten önce kesin hükme bağlanmış olan
yargılamalarda geçen sürelerin mahsubu mümkün bulunmamaktadır.
Burada gözetilen ilke; kişilerin, geçmişteki yargılamaları nedeniyle
hürriyetleri kısıtlanmış olarak geçirdikleri sürelere güvenerek suç
işlemelerinin önlenmesi ve dolayısıyla hukuki güvenliğin sağlanmasıdır
(Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 09.02.2012 tarihli, 2012/18-17 E.K.
Sayılı kararı).
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının kesinleşme
tarihinin hükümlü olunan suçtan önce olmasından dolayı bir irdeleme
yapıldığında;
Sanık hakkında kurulan mahkûmiyet hükmünün hukuki bir sonuç
doğurmamasını ifade eden ve doğurduğu sonuçlar itibariyle karma bir
özelliğe sahip bulunan hükmün açıklanmasının geri bırakılması, esas
353
itibarıyla bünyesinde iki karar barındıran bir kurumdur. İlk karar, teknik
anlamda hüküm sayılan, ancak açıklanmasının geri bırakılmasına karar
verilmesi nedeniyle henüz varlık kazanamayan, bu nedenle hüküm ifade
etmeyen, koşullara uyulması hâlinde düşme hükmüne dönüşecek,
koşullara uyulmaması hâlinde ise varlık kazanacak olan mahkûmiyet
hükmü, ikinci karar ise, bu ön hükmün üzerine inşa edilen ve önceki
hükmün varlık kazanmasını engelleyen hükmün açıklanmasının geri
bırakılması kararıdır. Bu ikinci kararın en temel ve belirgin özelliği,
varlığı devam ettiği sürece, ön hükmün hukuki sonuç doğurma özelliği
kazanamamasıdır (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.06.2010 tarihli,
2010/70-159 Esas ve Karar sayılı kararı).
Buradan kurumun, suçlu kişilikle mücadele ettiği ve suçlu kişiliği
devam ettirme yönünde kasıtlı olarak harekete geçecek olan iradeyi
denetim altına aldığı, onu suçtan uzak durmaya teşvik ederek, toplum
menfaatini korumaya ve kamu düzenini sağlamaya çalıştığı
anlaşılmaktadır. İleride kasıtlı bir suç işlemeyeceğini veya belirlenmiş
olan yükümlülüğe elinde bir neden olmaksızın aykırı davranmayacağını
kabul eden sanığın (6008 sayılı kanunla getirilen düzenleme), denetim
süresince hapis veya doğrudan adlî para cezası yaptırımı ile karşı karşıya
bırakılmış olması da bunu göstermektedir.
TCK’nın 63’üncü maddesinde “Hüküm kesinleşmeden önce
gerçekleşen” ibaresine yer verilerek mahsubu gereken şahsi hürriyeti
kısıtlayıcı sürenin bir hükmün konusu olması gerektiği açıkça
vurgulanmıştır.
Oysa ki hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yönelik karar
CMK’nın 223/1’inci maddesinde sayılan hükümlerden olmadığı açıktır.
(CMK madde 223/1 ‘Duruşmanın sona erdiği açıklandıktan sonra hüküm
verilir. Beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik
tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi ve düşmesi kararı, hükümdür.)
Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen davanın
denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmesi ve denetimli
serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranılmadığı
takdirde yenilenmesi olasılığı bulunduğu gibi, şartların varlığı hâlinde
hükmün açıklanması, yenilenen dava sonucu bir hüküm tesis edilmesi
gerekeceğinden; sonradan işlenen suçtan önce kesinleşmiş bir hükmün
varlığından söz etmek mümkün değildir.
Yukarıda yapılan açıklamalar da dikkate alındığında hükümlünün
denetim süresi içerisinde bulunduğu bir sırada izin tecavüzü suçunu
işlemiş olması karşısında, mahsupta gözetilen ilke de (sanığın daha
önceden tutuklu kaldığı süreye güvenerek yeniden bir suç işlemesine
354
engel olmak) ihlâl edilmemiş olduğundan, tebliğnamede belirtilen aksi
yöndeki düşünceye iştirak edilmeyerek hükümlü hakkında hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına konu suçundan tutuklu kaldığı sürenin
izin tecavüzü suçundan mahsup edilmesine yasal bir engel olmadığı
sonucuna ulaşılarak itirazın kabulüne, duruşmasız işlere ait kararın
kaldırılmasına, tutukluluk suresinin infazı karşılayan bölümünün
mahsubuna karar verilmiştir.
355
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 66
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/3
K.Nu. : 2012/2
T.
: 12.01.2012
ÖZET
Sanık hakkında 23.07.2005 – 04.08.2005 tarihleri arasında izin
süresini geçirmek suçundan görülmekte olan davada, zaman aşımı
süresinin dolduğu kabul edilerek düşme kararı verilmiş ise de; 5237
sayılı TCK’nın 66’ncı maddesi uyarınca ve ASCK’nın 66/1-b
maddesinde öngörülen ceza miktarı itibarıyla dava zaman aşımı
süresinin sekiz yıl olduğu, dava zaman aşımı süresinin temadinin
sona erdiği 04.08.2005 tarihinde işlemeye başladığı, bu sürenin son
olarak ilk mahkûmiyet hükmünün verildiği 05.12.2005 tarihinde
kesilerek yeniden başladığı, gerek 05.12.2005 tarihinden itibaren
sekiz yıllık normal dava zaman aşımı süresinin, gerekse suçun
işlendiği 04.08.2005 tarihinden itibaren on iki yıllık azami dava
zaman aşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; dava zaman aşımı süresinin dolup
dolmadığına ilişkindir.
Daire; suçun işlendiği tarih itibarıyla, zaman aşımı hükümlerinin
uygulanması bakımından, 5237 sayılı TCK’nın 66’ncı maddesine göre
daha lehe hükümler içeren 765 sayılı TCK’nın 102 ve 104’üncü
maddelerinin uygulanması gerektiğini ve bu hükümler uyarınca dava
zaman aşımı süresinin tamamlandığını kabul etmişken;
Başsavcılık; suçun işlendiği tarih itibarıyla 5237 sayılı TCK’nın
yürürlükte olduğu, dava zaman aşımı süresinin anılan Kanun'un 66’ncı
maddesine göre belirlenmesi gerektiği ve henüz tamamlanmamış olduğu
görüşündedir.
İlgili Hükümler ve İnceleme
5237 sayılı TCK’nın 7’nci maddesi hükümleri uyarınca; kural
olarak suçun işlendiği tarih itibarıyla yürürlükte olan kanun hükümleri
356
uygulanmakta, ancak, failin lehine olması durumunda daha sonra
yürürlüğe giren kanun hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
ASCK’nın 49’uncu maddesinde, özel hükümlere konu edilmiş olan
bazı suçlarla ilgili hükümler saklı tutulmak suretiyle, askerî suçlarla ilgili
dava ve cezanın düşmesiyle ilgili olarak TCK’nın ilgili hükümlerinin
uygulanacağı hüküm altına alınmış bulunmaktadır.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren ve suç tarihleri itibarıyla
yürürlükte olduğunda kuşku bulunmayan 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun dava zaman aşımını düzenleyen 66’ncı maddesinde, beş
yıldan fazla olmamak üzere hapis cezasını gerektiren suçlarda dava
zaman aşımı süresi sekiz yıl olarak düzenlenmiş; dava zaman aşımının
durması veya kesilmesiyle ilgili 67’nci maddesinde, dava zaman
aşımının duracağı ve kesileceği hâller gösterilmiş ve zaman aşımının
kesilmesi hâlinde, ilgili suça ilişkin Kanunda belirlenen sürenin en fazla
yarısına kadar uzayacağı hüküm altına alınmıştır.
Sanığın işlediği iddia olunan izin süresini geçirmek suçunun
düzenlendiği ASCK’nın 66/1-b maddesinde öngörülen ceza miktarı bir
yıldan üç yıla kadar hapis cezası olup; ceza miktarı itibarıyla, dava
zaman aşımı süresinin sekiz yıl olduğu; zaman aşımı süresini kesen
sebeplerin varlığı hâlinde ise, bu sürenin azami on iki yıla kadar
uzayabileceği açıktır.
Bu hükümler kapsamında dava konusu olaya bakıldığında; dava
zaman aşımı süresinin, temadinin sona erdiği 04.08.2005 tarihinde
işlemeye başladığı, bu sürenin, son olarak 05.12.2005 tarihli ve
2005/2022-922 sayılı ilk mahkûmiyet hükmünün verildiği tarihte
kesilerek yeniden başladığı; gerek 05.12.2005 tarihinden itibaren sekiz
yıllık asli dava zaman aşımı süresinin, gerekse suçun işlendiği
04.08.2005 tarihinden itibaren on iki yıllık azami dava zaman aşımı
süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.
Bu sebeple, dava zaman aşımı süresinin dolduğunun kabulüyle,
beraat hükmünün bozulmasına ve kamu davasının düşmesine ilişkin
olarak verilmiş olan Daire kararının kaldırılmasına ve temyiz
incelemesine devam edilmek üzere dava dosyasının Askerî Yargıtay
Daireye iadesine karar verilmiştir.
357
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 94
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0706
K.Nu. : 2012/0700
T.
: 16.05.2012
ÖZET
1) CMK’nın 163’üncü maddesi ile 5320 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında
Kanun’un 11’inci maddesi göz önüne alındığında, soruşturma
aşamasında sanığın tutuklanmasına karar veren heyette yer alan
hâkimlerin, kovuşturma aşamasında ve karar duruşmasında
Mahkeme heyetinde görev yapmalarının hâkimin reddi nedeni
olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
2) Sanığın, çarşı izninden alkollü olarak döndüğünü iddia ettiği
katılana karşı işlediği eylemlerini ani olarak değil, sistematik bir
şekilde ve belli bir süreç içinde gerçekleştirdiği, bilerek ve isteyerek
hareket ettiği, ayrıca söz konusu fiillerin insan onuruyla
bağdaşmayan, katılanın bedensel ve ruhsal yönden acı çekmesine ve
aşağılanmasına yol açan davranışlardan olması nedeniyle asta
müessir fiil suçunun sınırlarını aştığı ve işkence suçunu oluşturduğu
anlaşılmıştır.
Askerî Mahkemece; sanığın, 20.10.2010 tarihinde katılan
P.Uzm.Çvş. H.K.’ye karşı işkence suçunu işlediği kabul edilerek,
TCK’nın 94/1 ve 62/1’inci maddeleri gereğince, iki yıl altı ay hapis
cezası ile cezalandırılmasına, ASCK’nın 30/1-A maddesi gereğince
TSK’dan çıkarılmasına, tutuklulukta geçen sürelerinin TCK’nın 63’üncü
maddesi gereğince cezasından mahsubuna, karar verilmiştir.
Hüküm; sanık ve müdafileri tarafından özetle; soruşturma
aşamasında sanığın tutuklanmasına karar veren Askerî Hâkimlerin
yargılama aşamasındaki heyette yer almalarının 353 sayılı Kanun’un
37’nci maddesine aykırı olduğu, birlik içerisinde bulundurulması yasak
olan cep telefonu ile çekilerek gazetelere verilmiş olan görüntülerin
hukuka aykırı delil olması nedeniyle hükme esas alınamayacağı, sanığın
358
iki aşamada gerçekleşen eylemlerinin asta müessir fiil suçuna konu
edilebileceği, bir kısım tanıkların sanığa husumetleri bulunduğu, tanık
beyanları arasındaki çelişkilerin giderilmediği ve sanığın aleyhine olacak
biçimde yorumlandığı, suça konu eylemlerin belli bir ağırlık ve vahamet
düzeyine ulaşmayıp, süreğen hâle gelmediği, sanığın disiplini bozan ve
gevşeten astına yönelik olarak disiplinin yeniden tesisi amacıyla hareket
ettiği, suç kastının bulunmadığı, ileri sürülerek temyiz edilmiş,
Tebliğnamenin tebliği üzerine, olayların işkence suçunu oluşturacak
yoğunluğa ulaşmadığı, sanığın, Askerî Mahkemenin kabulünde yer alan
bir kısım sözleri söylemediği ve davranışları yapmadığı, katılan hakkında
herhangi bir sağlık sorunu olmadığı, komando olur ve paraşütle atlar
şeklinde rapor düzenlenmiş olması karşısında, suça konu eylemlerin belli
bir yoğunluğa ulaştığının söylenemeyeceği, suça konu eylemlerin daha
ağır bir cezayı gerektirse bile, özel bir kanun olması nedeniyle Askerî
Ceza Kanunu’nda veya 477 sayılı Disiplin Mahkemelerinin Kuruluşu ve
Yargılama Usulleri Kanunu’nda düzenlenen suçları oluşturabileceği, ileri
sürülmüştür.
Tebliğnamede; sanık hakkındaki mahkûmiyet hükmünün onanması
gerektiği yönünde görüş bildirilmiştir.
Öncelikle temyiz dilekçesinde, soruşturma aşamasında sanığın
tutuklanmasına karar veren heyette yer alan Hv.Hâk.Tğm. O.S. ile
Hv.Hâk.Tğm. S.T.’nin, yargılama aşamasında görev yapmalarının ve
karar duruşmasındaki Mahkeme heyetinde hâkim üye olarak görev
almalarının, CMK’nın 23/2’nci maddesinin “Aynı işte soruşturma
evresinde görev yapmış bulunan hâkim, kovuşturma evresinde görev
yapamaz.” hükmüne aykırı olduğu belirtilerek reddi hâkim isteminde
bulunulmuş ise de;
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 163’üncü maddesinin
“Suçüstü hâli ile gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, Cumhuriyet
savcısına erişilemiyorsa veya olay genişliği itibarıyla Cumhuriyet
savcısının iş gücünü aşıyorsa, sulh ceza hâkimi de bütün soruşturma
işlemlerini yapabilir.” hükmü ile 5320 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un
“Yargılamaya katılamayacak hâkim” başlıklı 11’inci maddesinin “Ceza
Muhakemesi Kanununun 23’üncü maddesinin ikinci fıkrası, Kanunun
163 üncü maddesi hükmü dışındaki hâllerde uygulanmaz.” hükmü göz
359
önüne alındığında, bu durum hâkimin reddi nedeni olarak kabul
edilemeyeceği gibi, dosya kapsamı itibarıyla ileri sürüldüğü şekilde
“Hâkimin davaya bakamayacağı şüphesini doğuran bir hâle”
rastlanmadığından, sanık ve müdafilerinin bu yöndeki istemleri kabule
değer bulunmamıştır.
Yapılan incelemede; sanığın, çarşı izninden alkollü olarak
döndüğünü iddia ettiği katılana, “Sen kimsin lan?” dedikten sonra
kafasına yumrukla vurduğu, kulağından tutup götürerek konteynırların
arasındaki demir direğe elleri havada olacak şekilde bağladığı, bu şekilde
içtima ettirdiği 60-70 kadar bölük personeli önünde teşhir edip hakaret
ettiği ve işten atacağını söyleyerek tehdit ettiği, başına nöbetçi koyup iki
saate yakın bir süre elleri bağlı vaziyette beklettiği, ardından beton
zemine oturtup başından aşağıya üç kova su döküp kovayı kafasına
geçirdiği, elbiseleri ıslak ve kafasında kova olduğu hâlde başına nöbetçi
koyup bir saate yakın beklettiği anlaşılmaktadır.
Ertesi gün muayeneye gönderilen katılanın “Anksiyöz mizaçlı uyum
bozukluğu” tanısıyla ileri tetkik ve tedavi için Asker Hastanesi Psikiyatri
Polikliniğine sevk olduğu, burada 28.10.2010 tarihinde yapılan
muayenesinde ilaç tedavisi düzenlenerek, “Durumsal anksiyete”
teşhisiyle “Tedavisine devamı ile bir ay sonra kıta anket formu ile
kontrolü istendi. Tedavisi süresince hastanın mevcut rahatsızlığı
nedeniyle … kontrol sürecine dek personele silahlı-mermili görev
verilmemesi/şahsi silahına el konularak emanete alınması uygundur”,
10.12.2010 tarihinde yapılan muayenesinde “B kümesi kişilik özellikleri”
teşhisiyle “Mevcut tedavisinin devamı ve takip ve kontrollerinin kıtası
hastanesinde yapılması uygundur”, 13.01.2011 tarihinde yapılan
muayenesinde ise, “Anksiyete zemininde uyum sorunları, B kümesi kişilik
özellikleri” teşhisiyle “Başlanan tedavisine devamı ile, iki ay sonra
kontrolü istendi. Tedavisi süresince hastanın mevcut rahatsızlığı
nedeniyle … kontrol sürecine dek personele silahlı-mermili görev
verilmemesi uygundur” kararı verildiği, dosyada kapsamındaki
kanıtlardan anlaşılmakta olup, Askerî Mahkemenin de kabulü bu
yöndedir.
İşkence; “İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayrıinsani veya
Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”
ve “İşkencenin ve İnsanlık Dışı yada Küçültücü Ceza veya Muamelenin
Önlenmesine İlişkin Avrupa Sözleşmesi” ile yasaklanmış ve işkencenin
önlenmesi için alınacak önlemler hükme bağlanmıştır.
360
“İnsan Hakları ve Temel Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa
Sözleşmesi”nin 3’üncü maddesi ile, “Hiç kimsenin işkenceye, gayri
insani yahut haysiyet kırıcı ceza veya muameleye tâbi tutulamayacağı”
ve “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin 5’inci maddesi ile, “Hiç
kimsenin işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya
muameleye tâbi tutulamayacağı” hükümleri öngörülmüştür.
İşkence insanlık suçudur. İşkence ve fena muamele, taraf olunan
uluslararası sözleşmelere paralel olarak, ulusal hukukta da
yasaklanmıştır.
T.C. Anayasası’nın 17’nci maddesi 3’üncü fıkrasında, “Kimseye
işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir
cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
İşkence ve fena muamelenin ulusal ceza hukukumuzda da yasak
olduğu, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 94’üncü maddesinde yer
verilen;
“(1) Bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya
ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin
etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışları gerçekleştiren
kamu görevlisi hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına
hükmolunur.” ifadesi ile vurgulanmaktadır.
Maddeye göre; öncelikle insan onuruyla bağdaşmayan ve mağdurun
bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade
yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak hareketlerin
yapılması ile suçun maddi öğesi gerçekleşmektedir.
Suçun faili ancak kamu görevlisi olabilecektir. Maddede mağdur
yönünden herhangi bir kısıtlama öngörülmemiş olup, herkes mağdur
olabilmektedir.
Bahse konu fiillerin, bir zaman dilimi içerisinde ve sistematik
olarak gerçekleştirilmesi gereklidir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; sanığın
eylemlerinin bir bütün hâlinde, ruhsal yönden acı veren ve aşağılayıcı
hareketler olduğu ve hiçbirinin insan onuruyla bağdaşmadığı açıktır.
Nitekim, soruşturma aşamasında bilirkişi mütalaası doğrultusunda
Asker Hastanesinde gözlem altına aldırılan katılan hakkında, “Kendisine
karşı işlenen suçtan dolayı ruhsal yönden etkilenmiştir” şeklinde Sağlık
Kurulu Raporu düzenlendiği anlaşılmaktadır.
361
Suç tarihlerinde katılanın amiri konumunda olan sanığın, bu
eylemleri gerçekleştirirken Bölük Komutanlığı görevinin sağladığı
nüfuzu kötüye kullandığı konusunda da kuşku bulunmamaktadır.
Bu itibarla, sanığın, ani olarak değil, sistematik bir şekilde ve belli
bir plan ve süreç içinde gerçekleştirdiği eylemlerin, insan onuru ile
bağdaşmadığı, katılanın bedensel ve ruhsal yönden acı çekmesine sebep
olduğu, aşağılanmasına yol açtığı ve bir bütün hâlinde işkence suçunu
oluşturduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Sanığın, eylemlerini ani olarak değil, sistematik bir şekilde ve belli
bir süreç içinde gerçekleştirdiği, bilerek ve isteyerek hareket ettiği, ayrıca
söz konusu fiillerin insan onuruyla bağdaşmayan, katılanın bedensel ve
ruhsal yönden acı çekmesine ve aşağılanmasına yol açan davranışlardan
olması nedeniyle asta müessir fiili aştığı anlaşıldığından, sanık
müdafilerinin, eylemlerin asta müessir fiil kapsamında olduğuna dair
temyiz sebepleri yerinde görülmemiştir.
Diğer yandan, olay sırasında katılanın alkollü olduğu kabul edilse
dahi, sanığın, mevzuat çerçevesinde taşkın bir davranışta bulunmayan
katılan hakkında yasal işlem başlatması gerekirken, görev ve yetkisini
kötüye kullanarak, doğrudan katılana yönelik suç teşkil eden hareketler
gerçekleştirmiş olması nedeniyle, katılanın alkollü olması sanığın
eylemlerini meşru hâle getirmemektedir. Zira, “İşkenceye ve Diğer
Zalimane, Gayrıinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde de belirtiliği üzere, hiçbir olağanüstü
hâl veya verilen bir emir, işkencenin haklılığına gerekçe olarak kabul
edilemez.
Suç tarihlerinde askerî mahallerde cep telefonu bulundurulmasının
suç teşkil etmesi, bu telefonla çekilmiş olan fotoğrafın hukuka aykırı delil
olduğu sonucunu doğurmamaktadır. Katılanın fotoğrafının tüm birlik
personelinin görebileceği, herkese açık bir alanda çekilmiş olması
sebebiyle katılanın özel hayatının gizliliğine müdahale edilmediği,
Uzm.Çvş. S.K. tarafından çekilen bu fotoğrafın katılana verildiği,
katılanın bilgisi dahilinde fotoğrafın kullanıldığı ve bu delilin dosya
kapsamındaki diğer delilerle de doğrulandığı, dolayısıyla suçun sübutu
konusunda sadece bu görüntülerin bulunmadığı göz önüne alındığında,
katılanın gazetede yayımlanan fotoğraflarının yasak delil olarak kabul
edilemeyeceği değerlendirilerek, bu yöndeki temyiz nedenleri de kabule
değer görülmemiştir.
362
Bu nedenlerle, sanığın yukarıda anlatılan eylemlerinin, “İşkence”
suçunu oluşturduğu hususunda, suç dosyasında mevcut sözlü ve yazılı
tüm delilleri karar yerinde irdeleyip değerlendiren mahkemece, müsnet
eylemin sübut ve vasfının tayininde, sabit gördüğü suça uygun olarak
asgari hadden ceza tayin ve tespitinde, takdiri indirim hükmünün
uygulamasında, yasal imkânsızlık nedeniyle TCK’nın 50 ve 51’inci
maddelerinin uygulanmamasında, ASCK’nın 30/1-A maddesi gereğince
TSK’dan çıkarılmasına karar verilmesinde; usul, sübut, vasıf, takdir ve
uygulama yönlerinden hukuka aykırılık ve isabetsizlik görülmediğinden,
sanık ve müdafileri tarafından ileri sürülen tüm temyiz sebeplerinin reddi
ile mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
363
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 106
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/51
K.Nu. : 2012/49
T.
: 12.04.2012
ÖZET
Kanıtlara ve oluş şekline göre; asker kişi olan sanığın, asker kişi
ve üstü olduğunu bilmediği mağdurla aralarında meydana gelen
tartışma ve karşılıklı yumruklaşma sonrasında, belinden çıkardığı
tabancasının kapak takımını iki kez çektiği ve havaya doğrulttuğu
sırada, mağdurun sanık tarafından ateş edileceği korkusuyla
koşarak olay yerinden uzaklaştığı ve sanığın elindeki tabancanın
orada bulunan bir tanık tarafından müdahale edilerek elinden
alındığı anlaşılmakta olup; sanığın eylemi, TCK’nın 106/2-a maddesi
kapsamında silahla tehdit suçunu oluşturmaktadır.
Yüze karşı işlenen tehdit suçuna teşebbüs mümkün değildir ve
dava konusu olayda suç tamamlanmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; kanıtlara göre, sanığın kabul edilen
eyleminin tehdit suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; sanığın kabul edilen eyleminin silahla tehdit suçuna teşebbüs
niteliğinde olduğunu kabul etmişken; Başsavcılık; yüze karşı işlenen
tehdit suçuna teşebbüsün mümkün olmadığı ve sanığın eyleminin suç
teşkil etmediği görüşündedir.
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Gölcük’teki Birliğinde görevli olan ve kurs amacıyla Foça’da
bulunan sanığın, 17.11.2008 tarihinde saat 22.00 sıralarında, Y/S
Kd.Bçvş. N.Ç. ve Dz.P.Üçvş. H.G. ile birlikte, sivil kıyafetli olarak …
isimli Kafe Bar’a gittikleri; mağdur Dz.İk.Yzb. İ.İ.'nin de, sivil kıyafetli
olarak, arkadaşları polis memuru M.M. ve S.K. ile birlikte aynı yerde
bulundukları; bir süre sonra sanığın, yan masada oturmakta olan iki
bayanın yanına giderek G.E. isimli bayana dans etme teklifinde
364
bulunduğu, adı geçen bayanın bu teklifi kabul etmemesine rağmen
sanığın ısrarlı davranışlarını ve bayanların rahatsızlığını gören mağdur
Dz.İk.Yzb. İ.İ.'nin sanığın yanına giderek bayanları rahatsız etmemesi
konusunda uyardığı; bu şekilde başlayan tartışma sonunda tarafların
karşılıklı olarak birbirlerine yumruk vurdukları, daha sonra sanığın,
üzerinde taşıdığı Sarsılmaz marka zati tabancasını belinden çıkartarak
mekanizmasını çalıştırdığı, bu esnada bir adet merminin yere düştüğü,
tabancayı gören mağdurun hızla bardan çıktığı, Y/S Kd.Bçvş. N.Ç.’nin
sanığa müdahale ederek tabancayı elinden aldığı, kısa bir süre sonra polis
memurlarının olay yerine geldikleri; sanık hakkında, mağdura silah
doğrultmak suretiyle tehdit suçunu işlediği iddiasıyla kamu davası
açıldığı anlaşılmaktadır.
Sanığın, mağdurun ve tanıkların birbirlerini doğrulayan
beyanlarından, tarafların birbirlerinin asker kişi olduklarını, astlık ve
üstlük durumlarını bilmedikleri belirlenmiş bulunmaktadır.
Sanık sorgu ve savunmalarında; kafede otururken yan taraftaki
masada oturmakta olan iki bayandan birine "iyi akşamlar dans edebilir
miyiz" dediğini, dans teklif ettiği bayanın herhangi bir şey söylememesine
rağmen yanındaki arkadaşının kendisine "defol git, siktir git" şeklinde
cevap verdiğini, bu bayana "neden bu şekilde davranıyorsunuz, teklifte
bulundum, kabul etmiyorsanız hayır dersiniz giderim" dediğini, tam
yanlarından ayrılırken yüzbaşı olduğunu sonradan öğrendiği mağdurun
"sen kimsin, kendini ne zannediyorsun" şeklinde sözler sarf ederek
kendisine yumruk attığını, bu yumruğun etkisi ile sendelediğini,
sendelemesi ile beraber 5-6 kişinin bir anda üzerine çullandıklarını, bu
esnada kim tarafından görmediği bir bıçağın çekildiğini fark ettiğini,
bunun üzerine korkutmak ve kendini savunmak için belinde bulunan zati
tabancasını çıkararak havaya doğru yönelttiğini ancak kendisine
saldıranlarda herhangi bir tepki fark etmeyince bu kez silahın emniyetini
açarak kapak takımını düşürdüğünü ve "yaklaşmayın uzak durun
benden askerî personelim" dediğini, hatta bu kapak takımını çekip
düşürürken bir merminin sıkışması nedeni ile yere düştüğünü, silahın
kapak takımını düşürmesi ile birlikte insanların geriye çekildiğini, İnanç
yüzbaşının da barın kapısına yöneldiğini gördüğünü, elindeki silahın
horozunu tutarak yavaşça tetik düşürdüğünü, daha sonra silahı emniyete
aldığını, bilahare elini havadan indirerek vücuduna paralel bir şekilde
elinde silah olarak N.Ç Astsb. ile beraber bardan dışarı çıktıklarını,
çıkışta tekrar İ.İ. Yzb. ile karşılaştığını ancak yanından yürüyerek
geçtiğini kısa bir süre içerisinde polislerin geldiğini ve olaya müdahale
ettiklerini, belindeki silahı kavga esnasında şahsına yönelik olarak
365
çekilmiş olan bıçağı görünce olası bir saldırıyı önlemek amacı ile ve
sadece korkutmak için çıkardığını;
Mağdur Dz.İk.Yzb. İ.İ. beyanlarında; sanıkla bayanlar arasında
münakaşa başladığını görünce, onunla beraber oturmakta olan kişinin
asker olduğunu da bildiği için, olayın büyümemesi amacıyla, astsubay
olduğunu sonradan öğrendiği sanığın yanına giderek bayanları rahatsız
etmemesini söylediğini, sanığın kendisini terslediğini ve aralarındaki
tartışma sırasında yumruk attığını, kendisinin de yumrukla karşılık
verdiğini, bar sahibi U.O.’nün araya girerek ayırmaya çalıştığı sırada
sanığın tabancasını çıkarması üzerine ateş edeceği korkusuyla kendisini
dışarı attığını, sanığın namluya mermi sürmek için mekanizmayı
çalıştırmadığını, silahı hedef alarak kendisine doğrultmadığını,
soruşturma aşamasında vermiş olduğu aksi yöndeki ifadelerinin olayın
hemen arkasından kızgınlıkla verilmiş olduğunu;
Kafede sanıkla birlikte oturmakta olan tanıklardan Dz.P.Üçvş. H.G.
beyanlarında; olayın başlangıcında lavaboda olduğunu, çıktığında önce İ.İ.
Yüzbaşı'nın C.K.'nın üzerine daha sonra da C.K. Astsb.ın İ.İ. Yzb.nın
üzerine yürüdüğünü, her ikisinin de birbirine yumruk attıklarını
görmediğini keza C.K. Astsb.ın İ.İ.'ye yönelik silah çektiğini fark
etmediğini, tüm bu hususların kendisi lavobada iken cereyan ettiğini;
Kafede sanıkla birlikte oturmakta olan tanıklardan Y/S Kd.Bçvş.
N.Ç. beyanlarında; sanıkla Yzb. İ.İ.’nin tartışmaları üzerine olayın
büyümemesi için yanlarına gittiğini, bir ara aniden İ.İ. Yzb.nın sanığa
yumruk salladığını ancak isabet ettiremediğini, sanığın da belinde bulunan
silahını çıkararak havaya doğru tuttuğunu ve mekanizmasını çalıştırdığını,
hemen müdahale ederek silahı elinden aldığını, silahtan şarjörü çıkardığını
ve tekrar kendisine verdiğini, daha sonra sanığın mağdura yumruk
attığını, ancak isabet ettirip ettiremediğini bilmediğini;
Kafede mağdurla birlikte oturmakta olan tanıklardan M.M.
beyanlarında; lavabodan döndüğünde iki bayanın masasının başında bir
kargaşa olduğunu gördüğünü, İ.İ. yüzbaşının da sanığa "yapma böyle
bir şey bizi rezil ediyorsun" şeklinde sözler sarf ettiğini, sanık ve
mağdurun karşılıklı olarak birbirlerine küfürler ettiklerini ve
yumruklaştıklarını gördüğünü, ancak ilk önce kimin kime vurduğunu
görmediğini, sanığın belindeki silahı çıkardığını, namlusu zemini
gösterecek şekilde doldur boşalt yaptığını, sağa sola hedef gözetmeksizin
tevcih ettiğini, daha sonra mağdura doğrulttuğunu, mağdurun da barın
dışına kaçtığını;
366
Kafede mağdurla birlikte oturmakta olan tanıklardan S.K.
beyanlarında; sanık ve mağdurun konuştukları sırada sanığın mağdura
yumruk attığını, mağdurun da karşılık verdiğini, barda bulunan diğer
şahıslar ile birlikte olaya müdahale ettiklerini, bir ara sanığın elinde
silah olduğunu fark ettiklerini, silahın ortaya çıkması ile beraber İ.İ.
Yzb.nın hızla bardan dışarı çıktığını, sanığın silahı mağdura doğru
yönelttiğini görmediğini, sanığın doğrudan birini hedef almadığını,
muhtemelen korkutmak amacı ile silahını çıkardığını, kavga esnasında
bıçak çekildiği olayına tanık olmadığını;
Kafe işletmecisi U.O. beyanlarında; bir anda ortalığın karıştığını,
kimin kime vurduğunu hatırlamadığını, olayın kısa sürede büyümesi
üzerine sanığın silahını çıkardığını, namlusu yere doğru bir pozisyonda
mekanizmasını çalıştırdığını, kalabalığa doğru yönelttiğini, tesadüfen
namlunun kendisine doğru dönük olduğunu, silah ortaya çıkınca İ.İ.
Yzb.nın barın kapısına yöneldiğini, bunun üzerine sanığın bu kez İ.İ.
Yzb.a doğru silahını doğrulttuğunu, arkadaşlarının müdahale ederek silahı
aldıklarını; olaydan bir gün sonra kafede yaptığı temizlik esnasında bir
adet mermi bulduğunu, bir gün önceki olay nedeniyle sanığın
silahından düşmüş olabileceği kanaati ile Polis Karakoluna teslim ettiğini;
Kafede oturmakta olan bayanlardan tanık B.İ. beyanlarında; olay
günü bir kişinin yanlarına gelerek arkadaşı G.E.'ye dans etme teklifinde
bulunduğunu, bu kişinin kim olduğu konusunda bir bilgisinin
bulunmadığını, Gülçin'in bu teklifi kabul etmediğini ve bunun üzerine
teklifte bulunan şahsın tekrar arkadaşlarının yanına döndüğünü, bu
olaydan yaklaşık 5-6 dakika sonra da vaktin geç olması ve benzer bir olay
yaşamaması için mekandan ayrıldıklarını, kafede oldukları esnada
herhangi bir müessif olay yaşanmadığını, dans teklif eden şahsın,
teklifinin reddi ile konunun kapandığını, kendisinin dans konusunda
herhangi bir ısrarda bulunmadığı gibi vaki bir ısrar üzerine kendisinin
veya arkadaşı tarafından da herhangi bir kimseye kötü söz veya benzeri
kelime sarf edilmediğini;
Kafede oturmakta olan bayanlardan tanık G.E. beyanlarında;
kafede oturdukları sırada karşı masada oturan üç kişiden birisinin
yanına gelerek kendisine dans etme teklifinde bulunduğunu, bu kişiyi
tanımadığından dolayı teklifini kabul etmediğini, dans teklifinde bulunan
kişinin ısrarcı olmadığını ve masasına gittiğini, tanımadığı bu şahsın dans
teklifinden rahatsız oldukları için daha fazla oturmayarak mekandan
ayrıldıklarını, sonrasında gelişen olaylardan haberdar olmadığını,
masalarına gelerek kendisine dans teklif eden şahsın çok az da olsa bir
ısrarı olduğunu, bunun üzerine mekânın sahibinin yanlarına gelerek
367
dans teklifinde bulunan kişiyi kendilerini rahatsız etmemesi konusunda
uyardığını ve bu şahsın da direnmeyerek masasına gittiğini;
İfade etmişlerdir.
Tehdit Suçu
TCK’nın 106’ncı maddesinde, tehdit fiili, bir başkasını, kendisinin
veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir
saldırı gerçekleştireceğinden, mal varlığı itibarıyla büyük bir zarara
uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehdit etmek
olarak tanımlanmış; tehdidin konusuna ve şekline göre çeşitli cezalar
öngörülmüştür.
Maddenin gerekçesinde; suçun oluşması için tehdit konusu
kötülüğün gerçekleşip gerçekleşmemesinin önemli olmadığı, tehdidin
nesnel (objektif) olarak ciddi bir mahiyet arz etmesi, istenilenin yerine
getirilmemesi hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği
olasılığının nesnel olarak mevcut olması gerektiği; sarf edilen sözlerin ve
gerçekleştirilen davranışın muhatap alınan kişi üzerinde ciddi bir korku
yaratma açısından sonuç almaya elverişli, yeterli ve uygun olmaması
hâlinde, tehdidin oluştuğunun ileri sürülemeyeceği, failin söz ve
davranışlarının muhatabı üzerinde ciddi şekilde korku ve endişe
yaratacak uygunluk ve yeterlilik içerip içermediğinin her somut olayda
araştırılması gerektiği, nesnel olarak ciddi bir mahiyet arz eden tehdidin
somut olayda muhatabı üzerinde etkili olmasının şart olmadığı
açıklamalarına yer verilmiştir.
Bu açıklamalara göre; tehdit suçunun oluşması için, eylemin, nesnel
olarak ciddi, mağdur üzerinde korku yaratmaya elverişli, yeterli ve uygun
olması, bu unsurların her somut olayda araştırılması gerekmektedir.
Yargıtay uygulamasında da; tehdit fiilinin, amaca uygun, elverişli
ve yeterli olması gerektiği, ani oluşan kavgada kızgınlıkla söylenen
sözlerde bu koşullar gerçekleşmediği için tehdit suçunun oluşmayacağı
kabul edilmektedir (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 20.10.1998 tarihli
ve 1998/2-252 E.1998/319 K., 1.3.1993 tarihli, 1993/2-355 E. 1993/39
K., 18.02.1991 tarihli ve 1990/4-368 E., 1990/36 K.; 5.4.1993 tarihli ve
1991/4-348 E. 1993/70 sayılı kararları).
Tehdit suçu, mağdurun yüzüne karşı söz ve fiille işlenebileceği gibi;
mağdurun yokluğunda, mektup, elektronik posta, işaret ve benzeri her
türlü araçla da işlenmesi mümkün bulunmaktadır. Suç, tehdit oluşturan
eylemlerin mağdura ulaşmasıyla oluşmaktadır.
368
Yüze karşı işlenen tehdit suçu, neticesi harekete bitişik bir suç
olduğundan, yani hareketin doğrudan mağdura yapılması nedeniyle aynı
anda mağdur üzerindeki etkisini göstereceğinden, bu suça teşebbüsten
bahsetmek mümkün değildir.
Bu konuda, öğretide tam bir uyum bulunmaktadır. (Prof.Dr. M. E.
ARTUK - Prof.Dr. A. GÖKCEN - Doç.Dr. A. C. YENİDÜNYA, TCK
Şerhi, C. 3, Ankara 2009, Sh. 2721-2733; Doç.Dr. Veli Özer ÖZBEK,
TCK İzmir Şerhi, Yeni Türk Ceza Kanununun Anlamı, C. 2, Ankara
2008, Sh. 685; Prof.Dr. Ersan ŞEN, Yeni Türk Ceza Kanunu Yorumu, C.
1, İstanbul 2006, Sh. 419)
TCK’nın 106’ncı maddesinin ikinci fıkrasında, özel işleniş
şekillerine bağlı olarak suçun nitelikli hâlleri düzenlenmiştir. Madde
gerekçesinde, bu hâllerin, tehdidin kapsadığı korkutma gücünün ciddiliği
ve yoğunluğu hususunda mağdurda ciddi kaygılar meydana getirmeye
elverişli durumlar olduğu belirtilmiştir.
Eylemin silahla işlenmesi de bu hâllerden biridir ve failin, TCK’nın
6’ncı maddesinde tanımlanan her türlü silahı, göstermek, çekmek veya
ateşlemek gibi bir şekilde kullanması durumunda, ikinci fıkra uyarınca
uygulama yapılması gerekmektedir.
Kabul ve Değerlendirme
Yukarıda anlatılan kanıtlar topluca değerlendirildiğinde; sanığın, bir
barda ve alkollü iken, oradaki bayanlara dans teklif etmesiyle başlayan
olayların devamında mağdurla aralarında yaşanan tartışma ve karşılıklı
yumruklaşma sonrasında, belinden çıkardığı tabancasının kapak takımını
iki kez çektiği ve havaya doğrulttuğu; mağdurun sanık tarafından ateş
edileceği korkusuyla koşarak olay yerinden uzaklaştığı ve sanığın
elindeki tabancanın orada bulunan bir tanık tarafından müdahale edilerek
alındığı anlaşılmakta olup; buna göre, eyleminin silahla tehdit suçunu
oluşturduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Sanığın olay sırasında bıçak çekildiği ve kendisini savunmak için
tabancasını çekmek zorunda kaldığı doğrultusundaki ifadesinin doğru
olmadığı, bütün tanıkların ortak anlatımlarıyla açıklığa kavuşmuş;
sanığın tabancasını, bayanlarla olan konuşmasına müdahale eden ve
kendisiyle yumruklaşan mağduru korkutmak amacıyla kullandığı hiçbir
kuşkuya yer vermeyecek şekilde belirlenmiştir.
Dolayısıyla, eylemin silahla tehdit suçunu oluşturduğuna ilişkin
kabul ve değerlendirmelerde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Daire tarafından, sanığın silahını henüz mağdura doğrultamadan
engellenmesi nedeniyle eylemin teşebbüs aşamasında kaldığı kabul
edilmiş ise de; silahla tehdit suçunun oluşması için silahın mutlaka
369
doğrultulmasının gerekli olmaması, silahın korku ve endişe yaratan her
türlü kullanımıyla suçun işlenmesinin mümkün bulunması, yüze karşı
işlenen tehdit suçlarının neticesi harekete bitişik suçlar kapsamında
teşebbüse elverişli olmaması, dava konusu olayda da mağdur üzerinde
ciddi bir korku yaratmaya elverişli, yeterli ve uygun hareketlerin
gerçekleştirilmiş olması nedenleriyle bu kabulün hukuka uygun olmadığı
anlaşılmaktadır.
Bu sebeple; itiraz istemine atfen Daire kararının kaldırılmasına ve
diğer yönlerden temyiz incelemesine devam edilmek üzere dava
dosyasının Daireye gönderilmesine karar verilmiştir.
370
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 155
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/63
K.Nu. : 2012/62
T.
: 03.05.2012
ÖZET
Sanığın, geçici görev yolluğu ve operasyon tazminatı gibi geçici
hak edişleri alabilmesi için, mutemetlik görevi bulunmadığı hâlde
başka birisinin de mutemet olarak görevlendirilebilmesi imkân
dâhilinde iken, mutemet tayin edilmesi sonucu, aldığı paraları
zamanında ilgililere iletmeyerek uzun bir süre kullanması eylemi,
güveni kötüye kullanma suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen eylemin, “güveni
kötüye kullanma” veya “görevi kötüye kullanma” suçlarından hangisini
oluşturduğuna ilişkindir.
Daire; sanığın eyleminin “güveni kötüye kullanma” suçunu
oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın eyleminin “görevi kötüye kullanma” suçunu
oluşturacağı görüşüyle Daire kararına itiraz etmektedir.
Dosyanın incelenmesinden; sanığın, 2’nci Kr.Hvcl.A.K.lığının
05.08.2009 tarihli emriyle 06.08.2009-20.08.2009 tarihleri arasında
Şırnak 23’üncü Jandarma Sınır Tümeni Hava Görev Komutanlığı
emrinde görevlendirildiği, Hava Görev Komutanı tarafından mutemetlik
görevinin verildiği, göreve katılan tüm personelin ise görev sonrası
yurtiçi geçici görev yolluklarını ve operasyon tazminatını almak üzere
sanığı mutemet olarak tayin ettikleri,
Sanığın, gerekli belgeleri hazırlayarak Hava Görev Komutanına da
onaylattıktan sonra Şırnak Tümen K.lığına verdiği, bu ekibin icra ettikleri
göreve ilişkin olarak toplam 2.208,31 TL tutarındaki geçici görev
yolluğunun 21.08.2009 tarihinde, 1.212,98 TL tutarındaki operasyon
tazminatının ise 24.08.2009 tarihinde …Şubesi nezdindeki … Nu.lı
hesabına Şırnak Defterdarlığı tarafından EFT edilmesi sonrası yattığı,
31.08.2009 tarihinde U/H Tekns.Bçvş B.İ.’nin parasını havale ettiği,
371
15.09.2009 tarihinde ise Kr.Plt.Yzb. U.A., Kr.Plt.Yzb. E.Y., Kr.Plt.Yzb.
M.T.Y., Kr.Plt.Yzb. S.B. ve Kr.Plt.Yzb. B.Ö.’nün hesaplarına yurtiçi
geçici görev yollukları ve operasyon tazminatlarını havale ettiği,
Birinci görevin bitmesinden sonra 19.08.2009 tarihli emirle,
21.08.2009-03.09.2009 tarihleri arasında da Şırnak Hava Görev
Komutanlığı emrindeki görevine devam eden sanığın, bu görevle ilgili
olarak Hava Görev Komutanınca yine mutemet olarak görevlendirildiği,
görev bitiminde yurtiçi geçici görev yolluğunu ve operasyon
tazminatlarını almak üzere göreve katılan tüm personelin sanığı mutemet
olarak tayin ettikleri, bu kapsamda 2.177,05 TL tutarındaki geçici görev
yolluğunun ve 1.183,75 TL tutarındaki operasyon tazminatının
11.09.2009 tarihinde, sanığın … Şubesi nezdindeki … Nu.lı hesabına
Şırnak Defterdarlığı tarafından EFT edildiği, sanığın iki
görevlendirmeyle ilgili olarak hesabına yatırılan paralarla, NESİNE
isimli bahis sitesine ve eşine muhtelif havaleler yaptığı, nakit kullandığı,
kişisel fatura ödemelerinde bulunduğu, ancak hak sahiplerine paraları
zamanında havale etmediği,
12.10.2009 tarihinde geçici görev yolluğunun ve operasyon
tazminatının ödenmediğinden bahisle Kr.Plt.Yzb. A.E.’nin sanığı
şikâyeti üzerine hakkında işlem başlatıldığı, ikinci göreve ait görev
yollukları ve operasyon tazminatlarını ödeyebilmek için aynı birlikte
görev yaptığı arkadaşı Tekns.Kd.Üçvş. M.Y.’den 1.250 TL tutarında
borç aldığı, ayrıca görev yaptığı yerdeki Başteknisyen tarafından Bçvş.
Ü.K.’ye talimat verilerek Takım ihtiyaçları için oluşturulan havuzdan
1.000 TL tutarında borç paranın sanığın hesabına havale edildiği, böylece
yaklaşık 34 günlük gecikmeyle 14.10.2009 tarihinde ikinci göreve
katılan Kr.Plt.Bnb. N.G., Kr.Plt. Yzb. H.E., Kr.Plt.Yzb. B.Ö., Kr.Plt.Yzb.
A.E., Kr.Plt. Ütğm. S.G.’nün hesaplarına, 15.10.2009 tarihinde ise
Kd.Üçvş. E.K.’nin hesabına geçici görev yolluğu ve operasyon
tazminatları parasını havale ettiği anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire
ile Başsavcılık arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Askerî Mahkeme tarafından sanığın eyleminin görevi kötüye
kullanmak suçunu oluşturduğu kabul edilerek, mahkûmiyetine karar
verilmiş ise de;
Konuyla ilgili mevzuat incelendiğinde;
TCK’nın “güveni kötüye kullanma” başlıklı 155’inci maddesi, “(1)
Başkasına ait olup da, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak
üzere zilyetliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin veya
başkasının yararına olarak, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta
372
bulunan veya bu devir olgusunu inkâr eden kişi, şikâyet üzerine, altı
aydan iki yıla kadar hapis ve adli para cezası ile cezalandırılır ... ”,
TCK'nın “görevi kötüye kullanma” başlıklı 257’nci maddesi (6086
sayılı Kanunla 08.10.2010 tarihinde yapılan değişiklik sonrası), “(1)
Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin
gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya
kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan
kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. ”,
ASCK'nın 131’inci maddesi, “Askerî bir hizmet yaparken veya
vazifeyi suistimal ederek bir hizmet veya vazifeden ötürü tevdi veya
emanet edilmiş olan para veya kıymeti ne olursa olsun bir eşyayı yahut
kendisine tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile her türlü askerî erzak,
eşya ve hayvanları çalanlar veya zimmetine geçirenler, yahut ihtilas
edenler veya satanlar, yahut rehine verenler ve bunları bilerek satın
alanlar veya rehin kabul edenler veya gizleyenler beş seneye kadar ağır
hapis cezasıyla cezalandırılırlar. ...” şeklinde düzenlenmiştir.
Güveni kötüye kullanma suçu ile korunan hukuki değer, kişilerin
mülkiyet hakkıdır. Söz konusu suçun oluşabilmesi için mülkiyet hakkına
sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen kişi arasında bir sözleşme
ilişkisi mevcuttur. Bu ilişki gereği olarak taraflar arasında mevcut olan
güvenin korunması gerekmektedir. Fail ile malik arasındaki hukuki ilişki
karma veya sui generis bir sözleşme ile tesis edilmiş olabilir (5237 sayılı
Kanun’un 155’inci maddesiyle ilgili gerekçenin 4’üncü paragrafı). Bu
nedenle; söz konusu suçun oluşabilmesi için, failin suç konusu şey
üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olacak, zilyetliğin devri
amacı dışında tasarrufta bulunması veya bu devir olgusunu inkâr etmesi
gerekir.
TCK'nın 257’nci maddesinde düzenlenen “görevi kötüye kullanma”
suçunda; görevin gereklerine aykırı davranışın belli koşulları taşıması
hâlinde, görevi kötüye kullanma suçunun oluşabileceği kabul edilmiştir.
Buna göre, kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, kişilerin
mağduriyeti ile sonuçlanmış olması veya kamunun ekonomik bakımdan
zararına neden olması ya da kişilere haksız bir kazanç sağlamış olması
hâlinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşabilecektir.
Görevi kötüye kullanma suçu, genel, tali ve tamamlayıcı bir suç
tipidir. Bu nedenle; görevin gereklerine aykırı davranışın başka bir suçu
oluşturmadığı hâllerde, kamu görevlisini bu suça istinaden
cezalandırmak gerekir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 15.01.2009 tarihli ve 2009/114 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
373
ASCK’nın “Mallara karşı yapılan diğer cürümler” başlığı altındaki
8’inci faslında yer alan 131’inci maddede düzenlenen zimmet suçunun
oluşabilmesi için; bir hizmet veya vazifeden ötürü “tevdi veya emanet
edilmiş” para veya eşyanın veya “tevdi veya emanet edilmiş olmasa bile”
her türlü askerî eşyanın “kendisi veya başkası lehine bir yarar
sağlanması” amacıyla zimmete geçirilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla,
asker kişinin ister Hazineye, ister bireye ait olsun, görevinden dolayı
usulüne uygun kendisine tevdi edilmek suretiyle zilyetliğinde (denetim,
muhafaza ve tevdi sorumluluğu altında) bulunan ve bir değer ifade eden
parayı, para hükmündeki evrakı, senedi, taşınabilir malları sarf etmesi,
karşılıksız kullanması veya başkasına kullandırması zimmet suçunu
oluşturmaktadır.
Kanun koyucu, askerî eşya için “tevdi veya emanet edilme”
koşulunu aramamış iken, askerî eşya vasfını haiz olmayan sair eşya için
“görev sebebiyle tevdi veya emanet edilme” şartını öngörmüştür. Ancak,
her iki hâlde de, “askerî bir hizmetin yapılması sırasında” veya
“vazifenin suistimali suretiyle” eylemin yapılmış olması, ön koşul olarak
belirlenmiştir.
“Hizmet” kavramı, ASCK’nın 12’nci maddesinde, “Bu kanunun
tatbikatında hizmet tabirinden maksat, gerek malum ve muayyen olan ve
gerek bir amir tarafından emredilen bir askerî vazifenin madun tarafından
yapılması hâlidir.” şeklinde; “Askerî vazife” kavramı ise, TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 7’nci maddesinde, “Hizmetin icap ettirdiği şeyi yapmak ve
men ettiği şeyi yapmamaktır.” şeklinde tanımlamıştır.
Zimmet suçunun maddi unsuru, hizmet veya vazifeden ötürü bir
değerin failin mal varlığına girmesidir.
Bir kamu göreviyle görevlendirilen kişi, bu kamu faaliyetinin
yürütülmesi sırasında görevinin gerekli kıldığı yükümlülüklere uygun
hareket etmek zorundadır. Bu nedenle; zimmet suçunu cezalandırmakla
korunan hukuki menfaat, mal varlığına zarar verilmemesini korumak
olmayıp, kamu idaresine karşı dürüst davranılmasını temin etmektir.
Dava konusu yapılan geçici görev yolluğu ve operasyon tazminatı
hukuki mahiyeti incelendiğinde;
5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na
dayanılarak çıkarılan Merkezi Yönetim Harcama Belgeleri
Yönetmeliği’nin 8’inci maddesinde;
“Ödeme; gerçek kişilerde alacaklıya veya duruma göre vekiline,
velisine, vasisine veya mutemedine; alacaklının ölümü hâlinde varislere;
tüzel kişilerde ise kanuni temsilcilerine veya bunların tayin ettikleri
vekillere; kayyım tayinini gerektiren durumlarda kayyıma yapılır.
374
Ödemenin yapılacağı kişi aşağıda belirtilen belgelere göre tespit
edilir,
...
ı) Kamu personelinin aylık, ücret ve düzenli olarak yapılan benzeri
alacaklarının, harcama yetkililerince yazılı olarak görevlendirilen
mutemetlere ödenmesinde Mutemet Görevlendirme Yazısı,
j) Kamu personelinin yolluk, tedavi gideri ve benzeri münferit
alacakları ile kamu personeli olmayan kişilerin hizmetleri karşılığı
gerçekleşen yolluk, ders ücreti, huzur ücreti, konferans ücreti ve benzeri
alacaklarının mutemetlerine ödenmesinde, her ödemeyle ilgili Şahsi
Mutemet Dilekçesi,
...
l) Alacakların hak sahiplerinin banka hesaplarına aktarılması
suretiyle ödenmesinde, alacaklının harcama birimince onaylanmış yazılı
talebi (Hak sahipleri tarafından düzenlenen fatura üzerinde alacaklının
banka hesap numarasının yer alması hâlinde ayrıca yazılı talepleri
aranmaz),
...
Kamu personelinin aylık, ücret ve düzenli olarak yapılan benzeri
alacaklarının mutemetlere ödenmesine ilişkin görevlendirme yazıları,
malî yılın ilk ayında ödeme belgesi ile birlikte muhasebe birimine verilir.
Mutemet değişikliği hâlinde yeni mutemet ayrı bir görevlendirme yazısı
ile muhasebe birimine bildirilir. Görevlendirme yazıları, muhasebe
biriminde açılacak dosyalarda saklanır. ...” denilmektedir.
Bu hükümlere göre, hak edilen ödemelerin (aylıklı ücret ve düzenli
alacaklar) kamu personeli alacaklıya doğrudan veya alınmış olan yazılı
talebine istinaden banka hesabına ya da mutemetlerine yapılmasının
gerektiği, düzenli alacaklar yönünden harcama yetkilisince mutemet
görevlendirilmesinin şart olduğu, ancak Yönetmeliğin “k” fıkrasındaki
münferit alacaklar yönünden alacaklının mutemedine bir ödeme
yapılması isteniyorsa; kamu görevlisinin şahsi mutemet tayin dilekçesi
vermesi gerektiği, bu mutemedin düzenli alacak mutemedi veya
alacaklının tayin edeceği herhangi bir kişi olabileceği anlaşılmaktadır.
Süreli bir görev olan Hava Görev Komutanlığı bünyesinde
tanımlanan mutemedin münferit alacak niteliğindeki ödemelerin yerine
getirilmesinde işlemleri kolaylaştırmak, tek elden belge hazırlanmasını
sağlamak amacıyla oluşturulduğu ve şahsi mutemet olduğu
görülmektedir.
Somut olayda; sanığın mağdurların verdiği şahsi mutemet
dilekçelerini kullanarak mağdurlara ait geçici görev yollukları ve
375
operasyon tazminatlarını aldığı sabit ise de, bu işlemin yürüttüğü askerî
görevin gereği olmadığı, kişiler arası güvene dayalı bir işlem olduğu
görülmektedir. Mağdur olan kişiler, Merkezi Yönetim Harcamalar
Belgesi Yönetmeliği’nin 8’inci maddesi gereğince geçici görev
yolluklarını ve operasyon tazminatlarını kendileri alabilecek gibi,
sanıktan başka bir kişiyi de şahsi mutemet tayin edebilecek
durumdadırlar, kaldı ki dava konusu olaydan sonra bu paralar doğrudan
hak sahiplerinin hesabına yatırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda sanığın
buradaki mutemetliği; görevden dolayı yapılması zorunlu olan ve
ASCK’nın 12’nci maddesi kapsamında bir hizmetten kaynaklanan
mutemetlik görevi olmayıp, güven ilişkisinden kaynaklanan şahsi bir
mutemetliktir.
Böylece, sanığın suç konusu mutemetliği yapmak istememesi
sonucu, herhangi bir görev suçu oluşmayacağı, sanık ile mağdurlar
arasındaki ilişkinin güvene dayalı bir ilişki olduğu sonucuna
varıldığından, Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
376
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 245
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/8
K.Nu. : 2012/8
T.
: 26.01.2012
ÖZET
1) İddianameyle suç oluşturduğu ileri sürülen ve davaya konu
edilen eylemler, katılanın rızası hilafına, bankamatik kartından
müteaddit defa para çekmek ve harcama yapmak olduğundan;
iddianamenin anlatım kısmında yer alan, banka kartının temini ile
zamanında iade edilmemesi eylemlerinin dava konusu olarak
değerlendirilmesi mümkün bulunmamaktadır.
2) Sanığın, bankadaki hesabından 40 TL çekmesi ve borç
olarak kullanması için mağdur tarafından kendisine verilmiş olan
bankamatik kartını, üç ayrı günde ve sekiz ayrı işlemde kullanarak,
bu miktarın üzerinde para çekmesi ve alışveriş yapması, sadece
TCK’nın 245’inci maddesinde yazılı banka kartının kötüye
kullanılması suçunu oluşturur. Eylemin, aynı zamanda TCK’nın
155’inci maddesindeki güveni kötüye kullanmak suçunu da
oluşturacağı ve fikri içtima hükümleri uyarınca TCK’nın 245’inci
maddesinde yazılı suçtan uygulama yapılması gerektiği görüşü
kabule değer bulunmamaktadır.
3) Sanığın, borcunun tamamını ödememiş ve mağdurun rıza
göstermemiş olması sebebiyle, cezadan indirim öngören TCK’nın
168’inci maddesinin ilgili hükümleri uygulanmamış ise de; sanığın
borcunun tamamını ödediği inancında olduğu ve mağdurun
hesabına para yattırdığına ilişkin makbuzu ibraz ettiği
anlaşılmakla; sanığa borcunun tamamını henüz ödememiş
olduğunun anlatılması ve dilediği takdirde kalan borcunun
ödenmesine olanak tanınması, mağdurun da hesabına yatırılmış
olan paradan haberdar edilmesi gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sübutu kabul edilen
eyleminin, sadece banka veya kredi kartının kötüye kullanılması suçunu
377
mu, yoksa hem banka veya kredi kartının kötüye kullanılması suçunu,
hem de güveni kötüye kullanma suçunu mu oluşturacağına ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; sadece banka veya kredi kartının kötüye kullanılması
suçunun oluştuğunu kabul etmiş ve bu suçtan verilmiş olan mahkûmiyet
hükmünün onanmasına karar vermiş iken;
Başsavcılık; sanığın eylemlerinin, banka veya kredi kartının kötüye
kullanılması suçu yanında güveni kötüye kullanma suçunu da
oluşturduğu, mahkûmiyet hükmünün sanığın kazanılmış hakkı dikkate
alınarak suç vasfı yönünden bozulmasına karar verilmesi gerektiği
görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle maddî olayla ilgili kabulün
incelenmesi gerekmektedir.
Maddi Olay ve Kabul
Dosya içindeki kanıtlara, sanığın ve katılanın beyanlarına, iddia ve
kabullere göre; sanığın, Söğüt’te bulunan Jandarma Ulaştırma Eğitim
Bölüğünde Posta Komutanı olarak görevli olduğu 2008 yılı Kasım ayı
içerisinde, kendi Postasında görevli olan katılan J.Er T.T.’den 40 TL
borç para istediği; katılanın parasının bankamatik kartında olduğunu
söylemesi üzerine bankamatik kartını istediği, katılanın da, hesabından
40 TL para çekmesi için, bankamatik kartını ve şifresini verdiği, sanığın
bu şekilde temin ettiği bankamatik kartını katılanın rızası dışında
kullanarak; 14.11.2008 tarihinde, 63 TL tutarında alışveriş yaptığı ve
ATM’den 50 TL para çektiği; 17.11.2008 tarihinde, ATM’den, 20 TL, 20
TL, 30 TL ve 40 TL olmak üzere dört ayrı işlemde 110 TL para çektiği;
25.11.2008 tarihinde, iki farklı yerden 3,40 TL ve 1 TL tutarlarında
alışverişler yaptığı, katılanın çeşitli defalar kartını istemesine rağmen,
evde unuttuğu bahaneleriyle iade etmediği, parasını istemesi üzerine 20
TL verdiği, 16.01.2009 tarihinde katılana bankamatik kartını iade ettiği,
katılanın çarşı iznine çıktığında hesabındaki para azalmasını tespit ederek
bu durumu Bölük Çavuşu’na ve daha sonra da Bölük Komutanı’na
bildirdiği; sonuç olarak, sanığın, katılana ait banka kartını ve şifresini
kullanmak suretiyle, üç ayrı günde, birden fazla işlemle katılanın
hesabından toplam 227,40 TL kullandığı, bunun 187,40 TL tutarındaki
kısmının, katılanın rızası dışında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
İddianame İle Dava Konusu Yapılan Eylemlerin Belirlenmesi
İddianamede; sanığın, katılana karşı işlediği yukarıda açıklanan ve
sübutu kabul edilen eylemleri anlatıldıktan sonra, diğer mağdur E.G.’ye
karşı işlediği kabul edilen ve temyiz davasının konusu olmayan suçla
ilgili eylemlerinin de anlatıldığı; daha sonra, aynen: “..böylece, şüpheli
378
Uzm.J.Çvş. M.A.'nın yukarıda zikredilen eylemleri ile mağdur Er
T.T.'nin bankamatik kartından Kasım 2008 ayı içerisine mağdurun rızası
hilafına müteaddit defalar para çekerek veya harcama yaparak aynı suç
işleme kararı ile gerçekleştirdiği eylemleri neticesinde müsnet
MÜTESELSİLEN BANKA VEYA KREDİ KARTINI KÖTÜYE
KULLANMAK suçunu, ... işlemiş olduğu ... anlaşılmış olmakla; ...”
denilmek suretiyle, TCK'nın 245/1 ve 43/1’inci maddeleri uyarınca
cezalandırılma isteminde bulunulduğu görülmektedir.
CMK’nın 225’inci maddesi uyarınca, hükmün, ancak iddianamede
unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilmesi mümkün
olup; suç oluşturduğu ileri sürülen fiilin dışına çıkılmak suretiyle,
iddianamenin anlatım kısmında yer alan ve davaya konu edilmeyen bir
eylemden dolayı yargılama yapılması ve hüküm kurulması mümkün
bulunmamaktadır.
İddianameyle suç oluşturduğu ileri sürülen ve davaya konu edilen
eylemler, katılanın rızası hilafına, bankamatik kartından, müteaddit
defalar para çekmek ve harcama yapmak eylemleri olduğundan, bu
eylemlerin hangi suçu veya suçları oluşturacağının belirlenmesi;
iddianamenin anlatım kısmında yer alan, sanığın astından borç para
istemesi, bankamatik kartının ve şifresinin kendisine verilmesini
sağlaması, bankamatik kartını bir süre iade etmemesi ve borcunu
tamamen ödememesi eylemlerinin veya tebliğnamede ileri sürüldüğü
şekilde, “mağdura ait olup, belirli bir şekilde kullanılmak (sadece borç
olarak 40 TL çekilmek) üzere zilyetliği sanığa devredilmiş olan
bankamatik kartı üzerinde, kullanılma amacı dışında, 14.11.200816.1.2009 tarihleri arasında tasarrufta bulunma” eylemlerinin dava
konusu olmadığının kabul edilmesi gerekmektedir.
Dava konusu olmayan eylemlerle ilgili yargılama yapılması ve
bunların hangi suçu oluşturacaklarının tartışılması mümkün
olmadığından, temyiz incelemesinin de bu sınırlar içinde yapılması
gerektiği açıktır.
As.Yrg.Drl.Krl.nun 11.6.2009 tarihli ve 2009/83-79 sayılı,
Y.9.C.D.nin 25.10.2007 tarihli ve 2007/8115-7583 sayılı, 23.9.2008
tarihli ve 2008/11514-10226 sayılı, Y.11.C.D.nin 17.9.2008 tarihli ve
2008/4190-8890 sayılı, 29.12.2008 tarihli ve 2008/458-13886 sayılı, Y.
5.C.D.nin 11.10.2010 tarihli, 2006/13156 ve 2010/7375 sayılı
kararlarında da, benzer durumlara ilişkin olarak aynı görüş
benimsenmiştir.
379
Dava Konusu Eylemlerin ve Hangi Suçları Oluşturacağının
Değerlendirilmesi
Bu durumda, sanığın dava konusu eylemlerinin, kanuni tipiklik
bakımından TCK’nın 245’inci maddesindeki banka veya kredi kartını
kötüye kullanmak suçunu oluşturduğunda ve bu suçun kabul edildiği
şekilde zincirleme olarak işlendiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Dava konusu eylemlerin, hem TCK’nın 155’inci maddesi
kapsamında güveni kötüye kullanmak suçunu, hem de TCK’nın 245’inci
maddesindeki banka veya kredi kartını kötüye kullanmak suçunu
oluşturacağı, dolayısıyla fikri içtima hükümlerinin uygulanması ve bunun
kararda gösterilmesi gerektiği ileri sürülmüş ise de;
Güveni kötüye kullanma suçu, Türk Ceza Kanunu’nun Kişilere
Karşı Suçlarla ilgili İkinci Kısmının Mal Varlığına İlişkin Suçlar
bölümünde düzenlenmiş olup; bu suçun hukuki konusu maldır ve fail
tarafından, bu mal üzerinde, zilyetliğin devredilmesinin amacı dışında
tasarrufta bulunulması veya devir olgusunun inkar edilmesi yaptırıma
bağlanmaktadır. Suçun koruduğu hukuki menfaat, malikin devrettiği mal
üzerindeki menfaatlerinin korunmasıdır.
Türk Ceza Kanunu’nun Topluma Karşı Suçlarla ilgili Üçüncü
Kısmının Onuncu Bölümünde “Bilişim Alanında Suçlar” başlığı altında
245’inci maddesinin birinci fıkrasında düzenlenmiş olan banka veya
kredi kartını kötüye kullanmak suçuyla, bilişim sistemlerine
ulaşılmasına olanak veren banka veya kredi kartlarının kötüye
kullanılması ve bu yolla menfaat temin edilmesi yaptırıma bağlanmış
bulunmaktadır. Suçun hukuki konusu, bilişim sistemine bağlı olan
menfaatlerdir. Fail, ele geçirdiği kart üzerinde değil, bu kartı kullanmak
suretiyle bilişim sistemine bağlı olan banka hesapları veya diğer
varlıklar üzerinde tasarruf yapmaktadır.
Bu açıklamalar bağlamında; her iki suçun korudukları hukuki
menfaatlerin, konusunun, unsurlarının ve işleniş şekillerinin farklı
olduğu görülmektedir.
Banka veya kredi kartının veriliş amacı dışında başka birisine
verilmesi, verildiğinin inkar edilmesi, uzun süre verilmemesi veya
kartın şifresi değiştirilmek suretiyle kart sahibinin kartı daha sonra
kullanmasının engellenmesi gibi eylemlerin güveni kötüye kullanmak
suçunu oluşturacağında kuşku bulunmamakla birlikte; mal olarak
kabulü gereken kart üzerinde böyle bir tasarruf yapılmadan, bunların
sadece amaçları dışında kullanılmak suretiyle menfaat temin edilmesi
eylemlerinin, güveni kötüye kullanma suçunu oluşturmayacağı kabul
edilmektedir.
380
Bu sebeplerle; dava konusu eylemin, banka veya kredi kartını
kötüye kullanmak suçu yanında güveni kötüye kullanmak suçunu da
oluşturacağı ve fikrî içtima hükümleri uyarınca banka veya kredi kartını
kötüye kullanmak suçundan hüküm kurulması gerektiği görüşü kabule
değer bulunmamaktadır.
Etkin Pişmanlık Hükümlerinin Uygulanmamasıyla İlgili
İnceleme
Mağdurun, 19.4.2010 tarihinde alınan ifadesinde; sanıktan 207 TL
alacağı olduğu, sanığın bunu ödemediği, şikâyetçi olduğu, parasını
istediği, parası ödense bile sanığın cezalandırılmasını ve pişmanlık
hükümlerinden yararlanmasını istemediği doğrultusundaki ifadeleri
kapsamında, sanık hakkında TCK’nın 168’inci maddesinin ilgili
hükümlerinin uygulanmadığı anlaşılmakta ise de;
Sanık temyiz dilekçesinde, sorgusu sırasında kabul ettiği borcunun
tamamı olan 150 TL’yi, mağdurun isteği doğrultusunda, hüküm
tarihinden yaklaşık iki yıl önce, 18.5.2009 tarihinde INGBANK’taki
hesabına gönderdiğini ve borcu bütünüyle ödediğini ileri sürmüş ve
buna ilişkin banka dekontunu da ibraz etmiş bulunmaktadır.
Her ne kadar sanığın, mağdurun rıza gösterdiği 40 TL’nin dışında
kalan, bankamatik kartını kötüye kullanarak mağdurun rızası
olmaksızın çektiği veya harcama yaptığı, TCK'nın 245/1’inci maddesi
kapsamına giren suçun konusunu oluşturan borcunun toplamı 187,40
TL’yi bulmakta ve ödediğini beyan ettiği 150 TL’nin bu borcun
tamamını karşılamadığı anlaşılmakla birlikte; sanık, borcunu tamamen
ödediği; mağdurun ise alacağının hiç ödenmediği yanılgısı içindedir.
Bu durumda; sanığa, bankamatik kartını kötüye kullanarak para
çekmesi ve harcama yapması nedeniyle meydana gelen borcundan
37,40 TL’lik kısmının henüz ödenmemiş olduğu ve ödemeyi kabul
ettiği takdirde bu parayı derhal mağdura ödemesi gerektiği; mağdura
da, sanığın, borcundan 150 TL’lik kısmını 18.5.2009 tarihinde
İNGBANK’taki hesabına gönderdiği ve kalan borcuyla ilgili davranış
şeklinin ne olduğu da açıklanarak, bu işlemlerden sonra borcun
tamamının ödenmemesi hâlinde mağdurdan TCK’nın 168’inci
maddesinin uygulanmasıyla ilgili rızası yeniden sorulmak; sanığa, kalan
borcunu ödemesi için olanak tanınmak suretiyle hüküm kurulması
gerekirken, sanığın ve mağdurun borç miktarı ve yapılan ödemeye
ilişkin içinde bulundukları yanılgı giderilmeden hüküm kurulması
hukuka aykırı bulunmuştur.
381
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 257
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/32
K.Nu. : 2012/29
T.
: 23.02.2012
ÖZET
1) Askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçu, askerî eşyayı
hizmet nedeniyle kullanma durumunda olmaları sebebiyle
zilyedinde bulunduran asker kişiler tarafından işlenebilen bir
suçtur.
2) İlçe Jandarma Komutanlığında Personel ve Lojistik Kısım
Komutanı olarak görev yapmakta olan sanık Astsubay’ın, Birliğine
tertip edilmiş olması nedeniyle teslim aldığı üç adet tabancadan
ikisinin çalınması olayındaki eylemi, unsurlarının varlığı
hâlinde, TCK’nın 257/2’nci maddesi kapsamında memuriyet
görevini ihmal etmek suçunu oluşturabilir.
3) Dava konusu olayda, sanığın kasıtlı bir eylemi de
olmadığı anlaşıldığından, memuriyet görevini ihmal suçunun
unsurları oluşmamaktadır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığın
eyleminin suç teşkil edip etmediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın eyleminin askerî eşyayı özürsüz kaybetmek ya da
memuriyet görevini ihmal suçlarını oluşturmayacağı görüşünde iken;
Askerî Mahkeme, sanığın eyleminin askerî eşyayı özürsüz kaybetmek
suçunu oluşturduğunu kabul etmiştir.
Uyuşmazlığın çözümü için, sanığın eyleminin ortaya konulması ve
kabul edilen eylemin askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçunu oluşturup
oluşturmayacağının incelenmesi gerekmektedir.
Dava Konusu Eylem ve Kabul
Dosya içindeki kanıtlara göre; sanığın, …Komutanlığı emrinde
Personel ve Lojistik Kısım Komutanı olarak görev yaptığı, 31.10.2008
tarihinde, İlçe Jandarma Komutanlığına tertip edilen, kripto
malzemeleri, akaryakıt çekleri ve levazım malzemeleriyle
382
birlikte üç adet Astra A 90 marka tabancayı teslim almak için, yanında
kurye olarak görev yapmakta olan J.Er M.D. de olduğu hâlde, kendi özel
aracı ile Adana İl Jandarma Komutanlığına geldiği; malzemeleri teslim
aldıktan sonra, temizlik malzemelerini Saimbeyli İlçe Jandarma
Komutanlığına ait araçla götürmesi için J.Er M.D.’ye bıraktığı;
akaryakıt çekleri ve kripto malzemelerini montunun ceplerine,
silahlardan birisini arabasının torpido gözüne, diğer ikisini de sağ ön
koltuğun üzerine koyduğu, tabancaların üzerini kilim ve minderle
kapattığı; arabasıyla hareket ettikten sonra kırtasiyeciye uğradığı, benzin
aldığı ve İngbank ATM’sinden para çekmek için aracını park edip,
uzaktan kumanda ile kilitleyerek, yaklaşık 30 metre mesafede bulunan
ATM’ye gittiği, on dakika kadar sonra aracına döndüğünde yolcu
koltuğu üzerindeki iki tabanca ile kendisine ait cep telefonunun çalınmış
olduğunu anladığı, olay yerine çağırdığı polisler tarafından yapılan
incelemede, aracın sağ ön kapısının kumanda ile kilitlenmediğinin
belirlendiği; çalınan tabancaların, 03.11.2008 tarihinde saat 02.00’de
çalan kişi tarafından bırakıldığı yerin telefonla bildirilmesi üzerine, bir
otobüs durağına bırakılmış olan siyah poşet içinde bulunduğu
anlaşılmaktadır.
Askerî
Eşyayı
Özürsüz
Kaybetmek
Suçuyla
İlgili
Değerlendirme
ASCK’nın Birinci Kısmının Üçüncü Babının “Mallara karşı diğer
cürümler” başlıklı Sekizinci Faslında düzenlenmiş olan 130’uncu
maddesinde, askerî eşyayı özürsüz kaybedenlerin cezalandırılacakları
düzenlenmiş olup; bu suçun genel olarak koruduğu hukuki menfaat, aynı
maddede düzenlenmiş olan askerî eşyayı kasten terk etmek, tahrip
etmek, harap olmasına sebebiyet vermek ve özel menfaatinde kullanmak
suçlarıyla ortak olarak, askerî eşyaların korunmasıdır. Bu suçla korunan
özel menfaat ise, askerî eşyaların kullanıcıları tarafından gerektiği gibi
korunmasıdır.
Suçun oluşması için, failin, askerî hizmet nedeniyle zilyetliğinde
bulundurduğu askerî eşyanın korunması için gerekli olan dikkat ve özeni
göstermemesi ve bunun sonucu olarak askerî eşyanın kaybolması
gerekmektedir. Eşyanın korunması için gerekli olan dikkat ve özenin ne
olması gerektiği, eşyanın özelliklerine, önemine ve kullanım durumuna
göre, nesnel olarak belirlenmelidir.
Korunması için gerekli önlemlerin alınmış olmasına rağmen;
çalınma, saklanma, sel veya fırtına gibi harici bir takım sebeplerle askerî
eşyanın kaybolması hâlinde, faile bir kusur yüklenemeyeceğinden,
suçun da oluşması mümkün bulunmamaktadır.
383
Keza, kaybedilen askerî eşyanın, failin yapmakta olduğu askerî
hizmetin gereği olarak kullandığı ya da sorumluluğunda bulundurduğu
bir eşya olması gerekmektedir. Mal sorumlusu sıfatıyla zimmetinde
bulundurduğu askerî eşyalardan bir kısmının kaybına sebebiyet verilmesi
hâlinde, askerî eşyayı özürsüz kaybetmek suçunun değil, unsurlarının
varlığı hâlinde, ASCK’nın 144’üncü maddesi kapsamında memuriyet
görevini ihmal etmek suçunun varlığı kabul edilmektedir.
Bu açıklamalar kapsamında dava konusu olaya bakıldığında;
sanığın, Birliğine tertip edilmiş olan diğer malzemelerle birlikte üç
adet Astra A 90 marka tabancayı da dağıtım belgesiyle teslim aldığı,
görevi gereği bunları Birliğine götürme ve kullanım durumuna göre
ilgililere teslim etmek durumunda olduğu, bu hâliyle tabancaların
kendisine bir bakıma mal sorumlusu sıfatıyla verildiğinin kabulü
gerektiği, bu durumda da tabancaların muhafazasıyla ilgili ihmali
eylemlerinin
ASCK’nın
130’uncu
maddesi
kapsamında
değerlendirilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmakla; sanığın sırf taksirli
davranış içinde olmasından hareketle eyleminin askerî eşyayı özürsüz
kaybetmek suçunu oluşturduğunun kabulü hukuka aykırı bulunmaktadır.
Memuriyet Görevini İhmal Etmek Suçuyla İlgili Değerlendirme
ASCK’nın 144’üncü maddesiyle, kendisine verilen askerî bir işin
ifasında, bu kanunda yazılı hâllerden başka Türk Ceza Kanunu gereğince
ihmal ve tekâsül gösteren ve vazifesini suistimal edenlerin Türk Ceza
Kanunu gereğince cezalandırılacakları ön görülmüş olup; bu maddenin
gönderme yaptığı TCK’nın 257’nci maddesinin ikinci fıkrasında:
“Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin
gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin
mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız
bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası
ile cezalandırılır.” hükmü yer almaktadır.
Bu hükümler kapsamında bu suçun oluşması için:
- Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında bir eylem
olmalıdır.
- Görev gereklerinin yapılmasında ihmal veya gecikme
gösterilmelidir.
- Bu eylemin, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına
neden olması veya kişilere haksız bir menfaat sağlaması
gerekmektedir.
- Failin, eylemini, kasıtlı olarak; yani, suçun bu unsurlarını
bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesi gerekmektedir.
384
Kasıtlı olmayan eylemlerin bu suçu oluşturması mümkün
bulunmamaktadır.
Mevcut kanıtlar kapsamında sanığın gerçekleşen eyleminin görevi
ihmal suçunu oluşturup oluşturmayacağı değerlendirildiğinde; sanığa, bu
görevini ne şekilde ve hangi koşullar içinde yerine getireceği hususunda
açık ve somut bir talimat verilmediğinin anlaşılması, sanığın şahsi
arabasıyla ve kendi belirlediği kurallar kapsamında askerî hizmeti yerine
getirme durumunda olması, hangi görevini ne şekilde ihmal ettiğinin belli
olmaması ve bir takım insani ihtiyaçlarla arabadan otuz metre kadar
uzaklaşılmasının ihmal kastının varlığı için yeterli sayılamayacak olması
hususları dikkate alındığında, sanığın suç kastıyla hareket etmediğinin
kabul edilmesi gerekmektedir.
Daire kararında ve Tebliğnamede; bu suçun oluşumu için gerekli
olan unsurlardan, “kamu zararına neden olma” sonucunun, tabancaların
sonradan bulunmuş olması sebebiyle gerçekleşmediği görüşü kabul
edilmiş ise de; tabancaların çalınmış olmasıyla hukuken kamu zararının
doğmuş ve suçun tamamlanmış olması, tabancaların daha sonra
bulunmuş olmasının bunu değiştirmeyeceği göz ardı edilmemelidir. Aksi
takdirde; kamu zararına sebep olan eylemlerin failleri tarafından zararın
sonradan karşılanması durumunda, suçun işlenmemiş sayılması gibi bir
sonuca varılması mümkün olup; bunun, suçun düzenlenme amacı ve
koruduğu
hukuki
menfaat
ile
bağdaşmayacağında
kuşku
bulunmamaktadır.
Sonuç itibarıyla; sanığın eyleminin suç teşkil etmediği ve ancak
disiplin tecavüzü olarak değerlendirilebileceği anlaşıldığından,
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
385
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 257
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/70
K.Nu. : 2012/71
T.
: 24.05.2012
ÖZET
TCK’nın 257/2’nci maddesi kapsamında kamu zararına neden
olma unsurunun varlığının kabulü için, neden olunan zarar
miktarının mutlaka belirlenmiş olmasına gerek olmayıp; ekonomik
zarara
neden
olunduğunun
kanıtlanmış
olması
yeterli
bulunmaktadır.
Kanıtlara göre, sanığın kabul edilen eylemleri sonucu kamunun
ekonomik zararına neden olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın kabul edilen eyleminin ihmal
suretiyle memuriyet görevini kötüye kullanmak suçunu oluşturup
oluşturmayacağına ilişkin bulunmaktadır.
Daire; sanığın eylemi sonucu kamunun maddi zararının meydana
gelmediği ve bu nedenle suçun unsurlarının oluşmadığını kabul
etmişken; Başsavcılık; miktarı belirlenememekle birlikte, sanığın eylemi
sonucu kamunun maddi zararı olduğunda kuşku bulunmadığı ve suçun
unsurlarının oluştuğu görüşündedir.
Dava Konusu Olay ve Kanıtlar
Dosya içeriğine göre; sanık J.Kd.Bçvş. F.A.’nın 01.09.200716.04.2008 tarihleri arasında …İlçe Jandarma Komutan Vekili olarak
görev yaptığı, J.Bçvş. T.D.'nin da aynı tarihlerde İlçe Jandarma
Komutanlığında Personel ve Lojistik Astsubayı olarak görev yaptığı;
J.Bçvş. T.D.'nin bu görevi kapsamında askerî araçların akaryakıt alım
ve sarf işlemlerini yaparken, 2007 yılından ve 2008 yılı Nisan ayına
kadar olan dönemde, askerî araçların görev kâğıtları üzerindeki göreve
gidiş ve gelişlerine ilişkin kilometrelerin rakamlarını, araçların
kilometre saatlerinin gösterdiği gerçek rakamlara göre değil, akaryakıt
sarfiyatına uygun düşecek şekilde belirlemek suretiyle görev kâğıtlarını
386
aylık olarak tanzim ettiği; kilometre saati bozuk olduğu anlaşılan Kartal
modeli aracın görev kâğıdını kilometre saati faalmiş gibi düzenlediği;
emir vermek suretiyle, … plakalı Land Rover aracın kilometre saati
hariç olmak üzere diğer araçların kilometre saatlerinin numaratörleri ile
oynanmasını ve değiştirilmesini sağladığı, aslında gidilmemiş olan
görevlere ilişkin görev kâğıtları düzenlettiği; sanık J.Kd.Bçvş. F.A.’nın
da gerekli kontrolleri yapmadan görev kâğıtlarını ve akaryakıt sarfıyla
ilgili belgeleri imzaladığı ve üst makamlara gönderdiği;
J.Bçvş. T.D.'nin bu eylemi nedeniyle ASCK’nın 134/1’inci
maddesi kapsamında zincirleme olarak hakikate aykırı evrak tanzim ve
ita etmek suçundan hakkında açılan dava sonunda mahkûmiyet kararı
verildiği ve bu hükmün Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin aynı tarih ve
sayılı, itiraza konu olmayan kararıyla kesinleştiği;
Sanık J.Kd.Bçvş. F.A.’nın da, araç görev kâğıtlarını onaylayan ve
hizmet defterinde görevleri planlayan İlçe J.Komutan Vekili olarak
J.Bçvş. T.D.'nin yukarıda açıklanan eylemlerinden bilgisi olduğu ve
uygulamaya göz yumduğundan ve böylece ASCK’nın 134/1’inci
maddesi kapsamında zincirleme olarak hakikate aykırı evrak tanzim ve
ita etmek suçunu işlediğinden bahisle açılan dava sonunda; sanığın,
gerekli kontrolleri yapmadan görev kâğıtlarını ve akaryakıt sarfıyla ilgili
belgeleri imzalamak ve üst makamlara göndermek suretiyle TCK’nın
257/2’nci maddesi kapsamında ihmal suretiyle memuriyet görevini
kötüye kullanmak suçunu işlediği kabul edilerek mahkûmiyet kararı
verildiği;
13.03.2008 tarihinde, 01.03.2008 – 13.03.2008 tarihleri arasındaki
görev kâğıtlarında gidildiği belirtilen görevlerde kat edilen yol uzunluğu
ile araçların kilometre saatlerindeki farklılaşma üzerinde karşılaştırmalı
olarak yapılan incelemede; iki aracın kilometre saatlerindeki değişim ile
görev kâğıtlarıyla gidildiği belirtilen yol uzunluğunun birbiriyle uyumlu
olmadığının, araçların kilometre saatleri üzerindeki değişikliğin gidilen
görevlerin uzunluğundan çok fazla olduğunun belirlendiği;
14.03.2008 tarihinde askerî araçların kilometre saatlerinin
kontrolünde; 771040 plakalı aracın kilometre saatinin numaratörüyle
oynanmış olabileceği, 771050 plakalı askerî aracın kilometre saatinin
bozuk ve numaratörüyle oynanmış olduğu tespitlerinin yapıldığı;
771050 plakalı askerî araca ait görev kâğıtlarında, sanki kilometre saati
çalışıyormuş gibi bilgilere yer verildiği;
Bilirkişi olarak görevlendirilen J.İk.Kd.Bçvş. H.B. tarafından görev
kâğıtları, akaryakıt sarf imal ve istihsal belgeleri ve ilgili diğer belgeler
üzerinde yapılan inceleme sonunda düzenlenen raporda; görev
387
kâğıtlarında yazılı kilometre saatlerinin ardışık olarak birbirini takip
ettiği, onarım belgelerine göre araçların kilometre saatlerinin
değişmediği, kilometre saatlerinde bir arızanın dahi tespit edilemediği,
incelenen bütün kayıtların yönergelere uygun olduğu ve bunlara göre
Hazine zararının olmadığı bilgilerine yer verildiği;
Tanıklar G.K. ve Ş.T.’nin beyanlarında, aracın kilometre saatinin
çalışmadığı ve bu konuyu sanığa bildirdikleri; Ö.D. ve F.D.’nin
beyanlarında, kilometre saatiyle oynandığı, gidilmeyen görevler için
görev kâğıtları düzenlendiği, görev kâğıtlarına kilometre bilgilerinin
farklı olarak yazıldığı; H.G., F.B. ve F.Ç.’nin, J.Bçvş.T.D.'nin şahsi
aracına askerî araçlara ait benzin koyduğu hususunda görgüye veya
duyuma bağlı bilgileri olduğu doğrultusunda beyanlarda bulundukları;
anlaşılmaktadır.
Dosyada mevcut kanıtlara göre; sanığın, J.Bçvş. T.D.'nin işlediği
iddia ve kabul olunan; Birliğe ait askerî araçların görev kâğıtlarını göreve
gidiş ve gelişlerindeki gerçek kilometrelere göre değil, yapılan akaryakıt
sarfiyatına uygun düşecek şekilde aylık olarak tanzim etmek, kilometre
saati bozuk Kartal aracının kilometre saatini faalmiş gibi görev
kâğıtlarına işlemek, araçların kilometre saatlerinin pres yerlerinden
açılmak suretiyle numaratörleri ile oynanması için emir vermek ve görev
kâğıtlarında yer alan tüm bilgiler üzerinde gerçek durumu yansıtmayacak
şekilde oynama yapılmasını sağlamak ve aslında gidilmeyen görevler
için görev kâğıdı düzenletmek eylemleriyle bir ilgisinin ve bilgisinin
bulunmadığı, bu eylemlerin işlenmesi bakımından J.Bçvş. T.D. ile
işbirliği hâlinde olmadığı ve buna ilişkin hiçbir kanıt bulunmadığı; buna
karşılık, görev kâğıtlarını ve akaryakıt sarfıyla ilgili belgeleri gerekli
kontrolleri yapmadan imzaladığı ve üst makamlara gönderdiği; Askerî
Mahkeme ve Daire tarafından da sanığın eyleminin bu şekilde kabul
edildiği görülmektedir.
İhmal suretiyle memuriyet görevini kötüye kullanmak suçu
TCK’nın 257’nci maddesinin ikinci fıkrasında: “Kanunda ayrıca
suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin gereklerini yapmakta
ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun
zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu
görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü
yer almaktadır.
Suçun oluşumu için görev gereklerinin yapılmasında ihmal veya
gecikme gösterilmesi zorunlu bir unsur olmakla birlikte başlı başına
yeterli değildir. Ayrıca, bu ihmal veya gecikmeden dolayı;
- kişilerin mağduriyetine sebep olma
388
- kamunun zararına sebep olma
- kişilere haksız bir menfaat sağlama
koşullarından birisinin mutlaka gerçekleşmesi gerekmektedir.
Madde gerekçesinden, kamu zararıyla ifade edilenin ekonomik bir
zarar olduğu anlaşılmakta; uygulama da, aynı doğrultuda yerleşmiş
bulunmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 06.12.2005 tarihli ve 2005/110159 E.K. sayılı kararında da açıklandığı üzere; neden olunan zarar
miktarının mutlaka belirlenmiş olmasına gerek olmayıp; ekonomik zarara
neden olunduğunun kanıtlanmış olması yeterli bulunmaktadır.
Değerlendirme
Bu açıklamalar kapsamında, sanığın kabul edilen, görev kâğıtlarını
ve akaryakıt sarfıyla ilgili belgeleri gerekli kontrolleri yapmadan
imzalamak ve üst makamlara göndermek eylemi değerlendirildiğinde; bu
belgelerin Birlikte mevcut araçlar için verilmiş olan akaryakıtın usulüne
uygun olarak sarf edildiğine ilişkin belgeler olduğu, bunların gerçeğe
aykırı olarak düzenlenmiş olması hâlinde, esasen sarf edilmemiş olan
akaryakıtın zimmet tutarından düşülmesi sonucu başka maksatlar için
kullanılma olasılığı bulunduğu; incelenen kanıtlar kapsamında akaryakıt
sarfiyatının gerçeğe aykırı belgelerle yapıldığında ve miktarı
belirlenemeyen miktardaki akaryakıtın haksız şekilde sarf edilmiş
olduğunda kuşku bulunmadığı, 01.03.2008 – 13.03.2008 tarihleri
arasındaki görev kâğıtlarında gidildiği belirtilen görevlerde iki aracın
kilometre saatlerindeki değişim ile görev kâğıtlarıyla gidildiği belirtilen
yol uzunluğunun birbiriyle uyumlu olmadığının ve araçların kilometre
saatleri üzerindeki değişikliğin gidilen görevlerin uzunluğundan çok
fazla olduğunun belirlenmiş olmasının bunun açık bir göstergesi olduğu,
kaldı ki bir miktar akaryakıtın özel araçlara konulduğu doğrultusundaki
beyanların dikkate alınması gerektiği; bilirkişinin yaptığı incelemenin
usule aykırı olarak düzenlenmiş belgelere dayanmakta olması nedeniyle
kamu zararının olup olmadığı konusunda bir anlam ifade etmediği;
miktarı belirlenememekle birlikte, sanığın eylemleri sonucu kamu
zararına neden olduğunun açık olduğu sonuç ve kanaatine varılmaktadır.
Dolayısıyla, sanığın eyleminin ihmal suretiyle memuriyet görevini
kötüye kullanmak suçunu oluşturduğu anlaşıldığından, Dairenin bu
hükümle ilgili bozma kararının kaldırılmasına ve diğer yönlerden temyiz
incelemesine devam edilmek üzere dava dosyasının Daireye iadesine
karar verilmiştir.
389
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 296
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/94
K.Nu. : 2012/90
T.
: 28.06.2012
ÖZET
Bir tutuklunun pansumana götürülmesini engellemek
maksadıyla sanıkların yangın çıkartmaları, kapıları tekmelemeleri,
koğuştaki tutuklu ve hükümlüleri zorla toplayıp bağırtmaları,
ellerine verdikleri malzemelerle gürültü çıkartmaları, pencereleri,
televizyonu ve sandalyeleri kırmaları, nöbetçi heyeti tarafından
kendilerine isyanı sona erdirmeleri yönünde yapılan müteaddit
ikazlara rağmen “Savcı gelsin, biz terörist miyiz, yemeklerimiz
soğuk geliyor” diyerek bağırmaları, ayaklanmadan önce bazı
sanıkların “isyan ettikten sonra her şey düzeliyor, rahat ediliyor, tek
tip kıyafet giyilmiyor, cezaevi müdürü de adam ediliyor, gardiyanlar
içeri giremiyor ve yemekler düzeliyor” gibi sözler kullanarak diğer
tutuklu ve hükümlüleri isyana teşvik etmeleri, cezaevi personelinin
amirlik veya üstlük nüfuzlarına karşı değil, askerlik hizmet ve
gereklerinin dışında olan hükümlülük veya tutukluluk sıfatlarından
kaynaklanıp; cezaların infaz edilmekte olduğu kurumsal yapıya ve
işleyişine yönelik olması nedeniyle, eylemlerinin, toplu olarak
ayaklanma suçunu oluşturduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanıkların eylemlerinin ASCK’nın
100 ve devamı maddelerinde düzenlenen askerî isyan ve askerî isyana ön
ayak olmak suçunu mu, yoksa 5237 sayılı TCK’nın 296’ncı maddesinde
düzenlenen hükümlü ve tutukluların toplu olarak ayaklanması suçunu mu
oluşturduğu, buna bağlı olarak yargılama görevinin Askerî Mahkemeye
mi, Adliye Mahkemesine mi ait olduğunun belirlenmesine ilişkindir.
Daire; olay tarihinde tutuklu veya hükümlü de olsalar askerî şahıs
oldukları hususunda şüphe bulunmayan sanıkların, arkadaşları J.Er
390
E.Ç.’nin pansumana götürülmesine engel olmak için cezaevi
gardiyanlarının, nöbetçi heyetinin ve Cezaevi Müdürünün ikaz ve
müdahalelerine rağmen gürültü, patırtı ile alenen bir araya gelip,
bağırmak, yangın çıkartmak, kapılara tekme ile vurmak, televizyon,
masa ve sandalyeleri kırmak şeklindeki eylemlerinin ASCK’nın 100 ve
devamı maddelerinde düzenlenen askerî isyan ve askerî isyana ön ayak
olmak suçunu oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanıkların eylemlerinin, Devletin zor kullanma
(Hürriyetten yoksun bırakma) yetkisini zedelemeye veya ortadan
kaldırmaya yönelik olduğunu, TCK’da düzenlenen hükümlü ve
tutukluların ayaklanması suçunu oluşturduğunu, sanıklardan bazılarının
hâlen, bazılarının suç tarihlerinde askerliğe elverişli olmadıklarını,
yargılamanın Adliye Mahkemesinin görevine girdiğini, mahkûmiyet
hükümlerinin görev yönünden bozulması gerektiğini ileri sürerek Daire
kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; hükümlü veya tutuklu olarak
…Komutanlığı Askerî Ceza ve Tutukevinde bulunan sanıkların,
kendisini jiletle kesmek suretiyle yaralamasını müteakip tedavisi yapılan
ancak ertesi gün pansumana gitmek istemeyen tutuklu J.Er E.Ç.’nin
pansumana götürülmesine engel olmak amacıyla, B Bloktaki koğuşta
kendilerini jiletleyip, malzemeleri kırıp dökmeleri ve yangın çıkararak
cezaevine zarar vermeleri, A Blokta kalan tutukluları toplayarak isyan
çıkacağını, herkesin bu isyana katılacağını, katılmayanlara da günlerini
göstereceklerini söylemek, isyana katılmak istemeyen tutuklu ve
hükümlüleri cebir ve tehdit kullanarak A Blok Yemekhanesinde
toplamak, çeşitli kesici aletler kullanarak kendilerine zarar vermek,
isyana katılmak istemeyen tutuklu ve hükümlülerin ellerine kaşık ve
kepçe vererek, demir kapı ve masalara vurmaları ve bağırmaları için
baskı yapmak, yemekhanede bulunan televizyon, masa, sandalye ve
cezaevi pencerelerini kırmak, yemekhanede bulunan masa üzerine
çıkarak “Savcı gelsin, biz terörist miyiz, yemeklerimiz soğuk geliyor”
şeklinde pencereden dışarıya bağırmak şeklinde eylemleri işledikleri
anlaşılmakta olup, bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında bir
uyuşmazlık da bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 21.01.2010 tarihli ve 2010/2-2
sayılı kararında da belirtildiği üzere;
Sanıkların eylemleriyle ilgili olabilecek tutuklu veya hükümlülerin
toplu olarak ayaklanması suçu ve askerî isyan suçunun unsurlarının
incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
391
ASCK’nın 100’üncü maddesinde askerî isyan suçu birden ziyade
askerî şahsın gürültü, patırtı ile veya alenen toplanarak bir amire veya
mafevke itaatsizliğe veya mukavemet veya fiilen taarruza birlikte
kalkışmaları şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre; iki veya daha
ziyade askerî şahsın, gürültü ve patırtı ile alenen toplanarak müşterek bir
kast ve arzu içerisinde bir amire veya üste itaatsizliğe veya mukavemete
veya fiilen taarruza birlikte teşebbüs etmeleri, suçun oluşumu için
zorunlu unsurlardır. İtaatsizlik, mukavemet veya fiilen taarruz amacına
yönelik anlaşma veya birleşme önceden olabileceği gibi sonra da
gerçekleşebilir. Ancak, bu amaca yönelik ortak arzu ve kastın haricen
anlaşılabilir olması da gerekir (Rıfat TAŞKIN, ASCK Şerhi, 8’inci Bası,
Sayfa 187-190; Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 19.09.1996 tarihli,
1996/126-119; 05.03.1998 tarihli, 1998/36-37 E.K. sayılı kararları).
Askerî isyan suçu ASCK’nın Üçüncü Babındaki “Askerî İtaat ve
İnkıyadı Bozan Suçlar” başlıklı Beşinci Faslında düzenlenmiştir.
Maddenin bulunduğu fasıl ve düzenleniş şeklinden de anlaşılacağı üzere,
madde ile korunmak istenen hukuki menfaat; bir amir veya üstün
hiyerarşik yapı nedeniyle haiz olduğu emretme salahiyeti üstlük / amirlik
nüfuzu ve otoritesidir. Maddede birden çok askerî şahsın bir amir veya
mafevke yönelik olarak; itaatsizliğe veya mukavemet veya fiilen taarruza
birlikte kalkışmaları şeklindeki eylemler askerî isyan suçu sayılarak cezai
yaptırıma bağlanmıştır.
Mülga 765 sayılı TCK’nın 304’üncü maddesiyle düzenlenen
cezaevi idaresine karşı ayaklanma suçu, 5237 sayılı TCK’nın 296’ncı
maddesinde hükümlü veya tutukluların toplu olarak ayaklanması suçu adı
altında düzenlenmiş olup, bu suçun oluşabilmesi için sanıkların hükümlü
veya tutuklu olması, bunların toplu şekilde ayaklanması, ayaklanmanın
üçten fazla kişi tarafından gerçekleştirilmesi ve suç kastıyla hareket
edilmesi unsur olarak aranmaktadır.
Hükümlü veya tutukluların toplu olarak ayaklanması suçunda,
Devletin egemenliğinin doğal uzantısı olan yargılama, cezalandırma ve
cezayı infaz etme (zor kullanma) yetkileri koruma altına alınmış ve bu
yetkilerin kullanılmasını engellemeye yönelik eylemler suç sayılarak
cezai yaptırıma bağlanmıştır. TCK’nın 296’ncı maddesinde bir kişiye
yönelik koruma değil, kurumsal bir otoriteye yönelik hukuk dışı
eylemlerin cezalandırılması söz konusudur.
Askerî ceza ve tutukevinde tutuklu ve hükümlü olan sanıkların;
meşru veya gayrimeşru bazı taleplerini karşılamaya yönelik olarak veya
cezaevi idaresinin, kendilerince mevzuat dışı olarak gördükleri bazı
uygulamalarına son vermek amacıyla giriştikleri eylemlerdeki tipiklik, bu
392
eylemlerin cezaevi idaresinde görevli personelin amirlik veya üstlük
nüfuzlarına yönelik olmayıp, cezalarının infaz edilmekte olduğu
kurumsal yapıya karşı itaatsizlik niteliğindedir.
Somut olayda, bir tutuklunun pansumana götürülmesini
engellemekten bahisle sanıkların yangın çıkartmaları, kapıları
tekmelemeleri, koğuştaki tutuklu ve hükümlüleri zorla toplayıp
bağırtmaları, ellerine verdikleri malzemelerle gürültü çıkartmaları,
pencereleri, televizyonu ve sandalyeleri kırmaları, nöbetçi heyeti
tarafından kendilerine isyanı sona erdirmeleri yönünde yapılan müteaddit
ikazlara rağmen “Savcı gelsin, biz terörist miyiz, yemeklerimiz soğuk
geliyor” diyerek bağırmaları sabit olup, ayaklanmadan önce bazı
sanıkların “isyan ettikten sonra her şey düzeliyor, rahat ediliyor, tektip
kıyafet giyilmiyor, cezaevi müdürü de adam ediliyor, gardiyanlar içeri
giremiyor ve yemekler düzeliyor” gibi sözler kullanarak diğer tutuklu ve
hükümlüleri isyana teşvik etmeleri, cezaevi personelinin amirlik veya
üstlük nüfuzlarına karşı değil, askerlik hizmet ve gereklerinin dışında
olan hükümlülük veya tutukluluk sıfatlarından kaynaklanıp; cezaların
infaz edilmekte olduğu kurumsal yapıya ve işleyişine yönelik olması
nedeniyle, eylemlerinin; toplu olarak ayaklanma suçunu oluşturduğu
sonucuna varılmıştır.
Kurulumuzca, sanıklarının eylemlerinin vasfının belirlenmesinden
sonra görev konusunun incelenmesine geçilmiştir.
353 sayılı Kanun’un “Genel görev” başlıklı 9’uncu maddesi;
“Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı olmadıkça, asker kişilerin
askerî olan suçları ile, bunların asker kişiler aleyhine veya askerî
mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili işledikleri suçlara
ait davalara bakmakla görevlidirler.” hükmünü içermektedir. [12.9.2010
tarihindeki referandumla kabul edilerek yürürlüğe giren 7.5.2010 tarihli
ve 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 15’inci maddesiyle,
Anayasa’nın 145’inci maddesinin birinci fıkrasında yapılan değişiklikle,
353 sayılı Kanun'un 9’uncu maddesindeki asker kişilerin askerî mahalde
işledikleri suçlarla ilgili yargılama yapma görevinin askerî mahkemelere
ait olduğuna ilişkin kısmı, üst norm niteliğindeki Anayasa hükmü ile
örtülü (zımni) olarak kaldırılmış; Anayasa Mahkemesinin 26.6.2012
tarihli ve 28335 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 15.3.2012 tarihli ve
2011/30 Esas sayılı kararıyla da Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiş
bulunmaktadır.]
Sanıkların eylemlerine uyan TCK'nın 296’ncı maddesinde yazılı
“hükümlü veya tutukluların ayaklanması” suçunun, askerî bir suç
393
olmaması, asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle
ilgili olarak işlenmemiş olması ve suçun askerî mahalde işlenmiş olması
hâlinin de 353 sayılı Kanun’un 9’uncu maddesinde düzenlenen görev
tanımı kapsamından çıkarılmış bulunması karşısında, sanıklarla ilgili
davaya bakma görevi Askerî Yargı yerine ait olmadığı gibi; 353 sayılı
Kanun’un 12’nci maddesi hükmüne göre, askerî mahkemelere ve adliye
mahkemelerine tabi kişiler tarafından bir suçun müştereken işlenmesi
hâlinde, eğer suç Askerî Ceza Kanununda yazılı olmayan bir suç ise
sanıkların yargılanmalarının adliye mahkemelerine ait olması nedeniyle,
kovuşturma aşamasında suç tarihlerini kapsayacak şekilde askerliğe
elverişsiz olduğu, diğer bir ifadeyle suç tarihinde asker kişi olmadığının
tespit edilmesi nedeniyle adliye mahkemelerine tabi olduğu anlaşılan
sanık E.Ç. ile müştereken suç işlemiş olan asker kişi diğer tüm sanıklarla
ilgili, unsurları ve cezası Türk Ceza Kanunu’nun 296’ncı maddesinde
yazılı suçla ilgili davaya bakma görevinin, bu nedenle dahi Adli Yargı
yerine ait olduğu sonucuna varıldığından; Başsavcılığının itirazının
kabulü ile Daire kararının kaldırılmasına ve mahkûmiyet hükümlerinin
suç vasfına bağlı görev yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
394
TÜRK CEZA KANUNU
Mad. 318
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/103
K.Nu. : 2012/107
T.
: 11.10.2012
ÖZET
Sanığın eyleminin, 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin
Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve
Basın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi
Hakkında Kanun’un Geçici 1’inci maddesi kapsamında
değerlendirilmesi amacıyla, mahkûmiyet hükmünün bozulmasına
karar verilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın sarf ettiği sözlerin yayın
yoluyla halkı askerlikten soğutmak suçunu oluşturup oluşturmadığına
ilişkindir.
Daire; sanığın, sarf ettiği sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında
kaldığını, bu nedenle müsnet suçun oluşmadığını kabul ederken;
Başsavcılık; yayın yoluyla halkı askerlikten soğutmak suçunun
sübuta erdiğini ileri sürerek, Daire kararına itiraz etmiştir.
Kurulumuzda, itiraza konu olan uyuşmazlığın irdelenmesine
geçilmeden önce, 05.07.2012 tarihli ve 28344 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren 6352 sayılı “Yargı Hizmetlerinin
Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve
Basın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi
Hakkındaki Kanun”
çerçevesinde, sanığa atılı suçun bu kanun
kapsamında olup olmadığı incelenmiştir.
395
6352 sayılı “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yoluyla İşlenen Suçlara
İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkındaki Kanun’un geçici
1’inci maddesinin birinci fıkrasında “31.12.2011 tarihine kadar, basın ve
yayın yoluyla ya da sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle
işlenmiş olup; temel şekli itibarıyla adli para cezasını ya da üst sınırı beş
yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiren bir suçtan dolayı;
a) Soruşturma evresinde, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanun’un
171’inci maddesindeki şartlar aranmaksızın kamu davasının açılmasının
ertelenmesine,
b) Kovuşturma evresinde, kovuşturmanın ertelenmesine,
c) Kesinleşmiş olan mahkûmiyet hükümlerinin infazının
ertelenmesine karar verilir.” denilmektedir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde; …K.lığı
emrinde askerlik hizmetini ifa eden ve 12.08.2009 tarihinde yirmi gün
izinli olarak birliğinden ayrılan sanığın, Ağustos ayı sonunda, … Haber
Ajansı muhabiri M.E.S.’ye, emrinde görev yaptığı açık birlik adresini de
belirterek beyanat verdiği ve bu beyanatının 31.08.2009 tarihinde adı
geçen Ajansın internet üzerinden yayın yapan sitesinde, “Kışlada Kürt
askerlere ölüm tehdidi” başlığıyla yayımlandığı, sanığın, bu beyanatta
yer alan, askerlik hizmetini yapan yükümlülerden belirli bir etnik kökene
mensup olanlara baskı yapıldığı, hakaret edildiği, tercih edilmeyecek
görevlerin özellikle verildiği ve bunların neticesinde intihar olayları ile
firar eylemlerinin yaşandığı şeklinde özetlenebilecek sözlerinin, bir bütün
olarak değerlendirildiğinde, belirli bir etnik kökenden gelen vatandaşların
Türk Silahlı Kuvvetlerinde silah altına alınmalarını müteakiben
karşılaşacakları (sözde) olumsuz hâl ve şartlar ile bunların olası
sonuçlarını tarif ettiği, dolayısıyla askerlik hizmetinin yerine
getirilmemesi konusunda ve askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte
telkin ve tavsiye niteliğinde bulunduğu, böylece yayın yoluyla halkı
askerlikten soğutmak suçunu işlediği iddiasıyla kamu davası açıldığı ve
Askerî Mahkemece, atılı suçu işlediği kabul edilerek, ASCK’nın 58’inci
maddesinin atfı ile TCK’nın 318/1, 318/2 ve 62/1’inci maddeleri
gereğince yedi ay on beş gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar
verildiği anlaşılmaktadır.
Buna göre, sanığa yüklenen suçun tarihi, işlenme yöntemi ve temel
şekli itibarıyla gerektirdiği cezanın süresine göre; hükümden sonra
05.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin
Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve
Basın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi
396
Hakkındaki Kanun’un geçici 1’inci maddesi kapsamında kaldığı ve
anılan maddenin birinci fıkrasının “b” bendinde yer alan, “Kovuşturma
evresinde kovuşturmanın ertelenmesine karar verilir” şeklindeki
düzenleme karşısında, sanığın hukuki durumunun, bu kanun kapsamında
yeniden
değerlendirilmesi
gerektiği
sonucuna
varıldığından,
Başsavcılığın itirazına atfen Daire kararının kaldırılmasına ve
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
397
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.134
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0010
K.Nu. : 2012/0008
T.
: 11.01.2012
ÖZET
Sanığa ait dizüstü bilgisayarın incelenmesi konusunda hâkim
kararı bulunmadığı gibi, başka bir soruşturma nedeniyle
sorgulanması sırasında rıza göstermiş olmasının CMK’nın 134’üncü
maddesinde aranan hâkim kararı olması şartının aranması
zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağından, sanığın şahsi
bilgisayarındaki arama, el koyma ve imaj alma işleminin hukuki
dayanaktan yoksun olması karşısında, dava konusu olayın ispatı
bakımından önem taşıyan bir delil niteliğindeki sanığın şahsi
bilgisayar hard diskinin teknik inceleme sonuç raporunun, kanuna
ve hukuka aykırı şekilde elde edildiği sonucuna ulaşılmıştır.
Askerî Mahkemece; sanığın 25.12.2008 tarihinde emre itaatsizlikte
ısrar suçunu işlediği iddia edilerek kamu davası açılmış ise de; yapılan
yargılama sonucunda, atılı suçun unsurları itibariyle oluşmadığı
kanaatine varıldığından, sanığın beraatına karar verilmiştir.
Hüküm, Askerî Savcı tarafından, istihbarat sınıfına mensup olan
sanığın verilen emirlere rağmen, askerî bilgi ve belgeleri kişisel
bilgisayarında bulundurduğu, suçun unsurlarıyla oluştuğu, sanığın
bilgisayarını incelenmek üzere rızasıyla teslim ettiği, herhangi bir hukuka
aykırı delilin söz konusu olmadığı, sanığın mahkûmiyetine karar
verilmesi gerektiği ileri sürülerek, temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; hükmün onanması gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir.
Yapılan incelemede; sanığa, şahsi taşınabilir bilgisayarların birlik
içerisine ve karargâha getirilmeyeceği, taşınabilir bilgisayara kontrollü
evrak işlenmeyeceği ve depolanmayacağı, bu bilgisayarlarda Hizmete
Özel’den yüksek gizlilik dereceli bilgi işlenmeyeceği, içerisinde Hizmete
Özel gizlilik derecesinde bilgi bulunan bilgisayarların yüksek risk
taşıması nedeniyle, birlik, karargâh ve kurum dışına çıkartılmayacağı ve
398
İnternet bağlantısı yapılmayacağına ilişkin emirlerin daha önceden tebliğ
edilmiş olduğu, sanığın, 25.12.2008 tarihinde ...K.lığınca yürütülen bir
soruşturma nedeniyle sorgulanması sırasında, rızası ile, kişisel bilgisayar
kasasının teknik incelemeye alındığı ve bilgisayarında bazı askerî bilgi ve
belgelerin bulunduğunun tespit edildiği, maddi olgular olarak, dosya
kapsamındaki kanıtlardan anlaşılmaktadır.
ASCK’nın 87/1’inci maddesinin birinci cümlesinde yazılı emre
itaatsizlikte ısrar suçunun oluşabilmesi için, amir tarafından verilmiş bir
emrin bulunması, emrin konusunun hizmete ilişkin olması, bu hizmet
emrinin suçun faili olan ast yönünden özelleştirilerek somut hale
getirilmesi ve fail astın emre itaatsizlikte ısrar kastıyla hareket ederek
emri hiç yerine getirmemesi gerekmektedir.
Diğer yandan, CMK’nın 134'üncü maddesinde; bilgisayar,
bilgisayar programlarında ve kütüklerinde arama, kopyalama ve el
koyma işleminin savcının istemi üzerine hâkim tarafından verilecek karar
ile mümkün olabileceği düzenlenmiştir.
Ayrıca, Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin 17’nci
maddesinde; bir suç dolayısıyla yapılan soruşturmada, başka surette delil
elde etme imkânının bulunmaması hâlinde, Cumhuriyet savcısının istemi
üzerine şüphelinin kullandığı bilgisayar ve bilgisayar programları ile
bilgisayar kütüklerinde arama yapılmasına, bilgisayar kayıtlarından
kopya çıkarılmasına, bu kayıtların çözülerek metin hâline getirilmesine
hâkim tarafından karar verileceği belirtilmektedir.
Dava konusu olayda, sanığa ait dizüstü bilgisayarın incelenmesi
konusunda hâkim kararı bulunmadığı gibi, sanığın rızasının olmasının
CMK’nın 134'üncü maddesinde aranan hâkim kararı olması şartının
aranması zorunluluğunu ortadan kaldırmayacağı, kaldı ki somut olayda
sanığın dış dünyaya yansıyan “Rızasının” gerçekten onun iradesi ürünü
olduğu hususunun “Dz.6'da bulunan tutanak içeriğine vakıf değildim. Bu
tutanağı imzalamadan önce on dört saat kadar zemini ıslak soğuk bir
odada resmi kıyafetim olduğu hâlde bekletildim. Daha sonra yanlış
hatırlamıyorsam on beş-yirmi dakika kadar süren yoğun bir sorgulamaya
tabi tutuldum. Zaman kavramını kaybetmiştim.” şeklindeki ifadesi
karşısında şüpheli kaldığı; bu nedenle, dava konusu bilgilerin bulunduğu
sanığın şahsi bilgisayarındaki arama, el koyma ve imaj alma işleminin
hukuki dayanaktan yoksun olduğu, Anayasanın 38/6'ncı maddesinin
“Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul
edilemez,” CMK’nın 206/2-a maddesinin “(2) Ortaya konulması istenilen
bir delil aşağıda yazılı hâllerde reddolunur: a) Delil, kanuna aykırı olarak
elde edilmişse”, 217/2'nci maddesinin “Yüklenen suç, hukuka uygun bir
399
şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir.” hükümleri
karşısında, dava konusu olayın ispatı bakımından önem taşıyan bir delil
niteliğindeki sanığın şahsi bilgisayar hard diskinin teknik inceleme sonuç
raporunun, kanuna ve hukuka aykırı şekilde elde edildiği anlaşılmıştır.
Kaldı ki, sanığın, dava konusu bilgi ve belgeleri kişisel ve mesleki
gelişimi için; Mart 2007 tarihinde …..Meslek Yüksek Okulunda kurs
gördüğü sırada, Tğm. S.C.’den işine yarayabileceğini düşünerek aldığı ve
eğitim amacıyla yararlandığı, daha sonra da bilgisayarından sildiği
yönündeki beyanları, teknik inceleme neticesinde, sanığın bu bilgileri
herhangi bir ortamda paylaştığının tespit edilemediği, dinlenen
bilirkişilerin, sanığın şahsi bilgisayarında bulunan askerî dokümanların
eğitime yönelik bilgiler içerdiği ve gizlilik derecesi taşımadığı şeklindeki
mütalaası, devletin güvenliği, iç veya dış siyasal yararları bakımından
niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgi içermediği hususları bir
arada değerlendirildiğinde; sanığın bilgisayarında hukuka aykırı şekilde
yapılan arama, el koyma, imaj alma işlemi neticesinde ele geçirilen ve
sanığın ikrarı nedeniyle, hukuka aykırı delilden bağımsız olarak maddi
unsur açısından sübut bulduğunun kabul edilebileceği düşünülen
eylemde, sanığın atılı emre itaatsizlikte ısrar suçunu işleme kastının
mevcut olduğu her türlü şüpheden uzak, somut bir şekilde ortaya
konulamadığından, unsurları itibariyle oluşmayan atılı suçtan sanığın
beraatine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik bulunmadığından,
Askerî Savcının kabule değer görülmeyen temyiz istemi reddedilerek,
beraat hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
400
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.135
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1295
K.Nu. : 2012/1188
T.
: 21.11.2012
ÖZET
İletişimin tespiti, şüphelinin veya sanığın kimlerle, ne zaman,
hangi baz istasyonları üzerinden, hangi aralıklarla ve ne sıklıkla
iletişim kurduğunun saptanması anlamına gelmekte olup, dinleme ve
kaydetme anlamlarına gelmemektedir.
Kanun yararına bozma istemine konu edilen olay bakımından,
bu aşamada ortaya konulması gereken husus ise, soruşturma dosyası
kapsamında verilen duruşmasız işlere ait karara konu geçmişe doğru
iletişimin tespitinin, üç aylık süre sınırına tabi olup olmadığıdır.
İletişimin denetlenmesinden ziyade, delil elde edilmesi amacına
yönelik olarak iletişiminin tespitine karar verildiği, delil toplama
niteliğindeki bahse konu kararın usul ve esas bakımından hukuka
uygun olduğu, ayrıca suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe
sebeplerinin var olduğu ve başka suretle delil elde edilmesi
imkânının bulunmadığı anlaşıldığından iletişimin tespitine ilişkin
kararın hukuka uygun olduğu kabul edilmiştir.
Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 20.07.2012
tarihli, 2012/337 İd. Evrak ve 2012/239 Müt. karar sayılı duruşmasız
işlere ait kararı ile; soruşturmaya konu suçların örgütün faaliyeti
çerçevesinde işlenen suçlardan olmadıkları, şüphelinin HTS kayıtlarının
kanunda belirtilen toplam altı aylık (Üç ay+üç aylık) süreyi aşacak
şekilde talep edildiği, bu nedenle Telekomünikasyon İletişim
Başkanlığının söz konusu karara yaptığı itirazın usul ve yasaya uygun
olduğu gerekçesiyle, yapılan itirazın kabulüne karar verilmiştir.
Millî Savunma Bakanlığının 15.10.2012 tarihli, MAİY.:9010-424712(31-73-12)/As.Adlt.İşl. Rap.Tet. ve İşl.Ş. sayılı yazısında; Kara
Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 19.06.2012 tarihli,
2012/412 İd. Sayı No. ve 2012/277 Müt. karar sayılı duruşmasız işlere ait
kararına karşı yapılan itirazın kabulüne ilişkin, Hava Kuvvetleri
401
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 20.07.2012 tarihli, 2012/337 İd.
Evrak ve 2012/239 Müt. karar sayılı duruşmasız işlere ait kararının
bozulması için, 353 sayılı Kanun’un 243’üncü maddesi gereğince Askerî
Yargıtay Başkanlığına başvurulması, bu açıklamalar ışığında, soruşturma
dosyası kapsamında verilen duruşmasız işlere ait karara konu iletişimin
tespitinin, geçmişe doğru tespit niteliğinde olduğundan, üç aylık süre
sınırına tabi olmadığı, iletişimin tespitinin başlangıcına dair tarihin
soruşturma dosyasındaki deliller ile uyumlu olduğu, söz konusu kararın
usul ve esas bakımından hukuka uygun olduğu, bu itibarla söz konusu
karara karşı yapılan itirazın reddine karar verilmesi gerekirken, kabulüne
karar verilmesinin kanuna aykırılık oluşturduğu değerlendirilerek, kararın
bozulması amacıyla, 353 sayılı Kanun’un 243’üncü maddesi gereğince,
Askerî Yargıtay Başkanlığına başvurulması için Askerî Yargıtay
Başsavcılığından istemde bulunulduğu ve Başsavcılıkça bu istemin aynen
iletildiği görülmektedir.
Yapılan incelemede; ...Uzm.Erbaş Ş.Md.lüğünde yürütülen yurt dışı
geçici görevlendirme işlemleri ile ilgili olarak, bazı personel tarafından
bir kısım uzman erbaş hakkında gerçeğe aykırı sicil güncellemeleri ve
takdir belgesi girişleri yapıldığının tespit edilmesi üzerine başlatılan
soruşturma kapsamında, Askerî Savcılığın 19.06.2012 tarihli yazısı ile
yaptığı talep üzerine, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 19.06.2012 tarihli, 2012/412 İd. Sayı No. ve 2012/277
Müt. karar sayılı duruşmasız işlere ait kararı ile; şüpheli P.Kd.Bçvş.
Z.K.’nin kullandığı iki adet cep telefonu numarası ile ilgili olarak,
CMK’nın 135’inci maddesi gereğince, 01.01.2011-11.06.2012 tarihleri
arasındaki iletişimin tespitine karar verildiği, Telekomünikasyon İletişim
Başkanlığının 04.07.2012 tarihli yazısı ile; üç ayı aşacak şekilde hedef
numaraların iletişiminin tespitinin istendiği, yetkili ve görevli hâkim
tarafından verilmiş süre uzatımına dair herhangi bir kararın da
bulunmadığı gerekçesiyle, söz konusu kararın CMK’nın 268’inci
maddesi gereğince düzeltilmesine karar verilmesi hususunda
değerlendirilmesi, şayet itiraz nedenleri yerinde görülmediği takdirde,
dilekçenin itirazı incelemeye yetkili mercie gönderilmesinin talep
edildiği, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının yazısı üzerine, itirazın
incelenmesi amacıyla, soruşturma dosyasının gönderildiği Hava
Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 20.07.2012 tarihli,
2012/337 İd. Evrak ve 2012/239 Müt. karar sayılı duruşmasız işlere ait
kararı ile; soruşturmaya konu suçların örgütün faaliyeti çerçevesinde
işlenen suçlardan olmadıkları, şüphelinin HTS kayıtlarının kanunda
belirtilen toplam altı aylık (Üç ay+üç ay) süreyi aşacak şekilde talep
402
edildiği, bu nedenle Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının söz
konusu karara yönelik olarak yaptığı itirazın usul ve yasaya uygun
olduğu gerekçesiyle, itirazın kabulüne karar verildiği, ...Askerî
Savcılığının 25.07.2012 tarihli yazısı ile; Hava Kuvvetleri Komutanlığı
Askerî Mahkemesinin bahse konu kararının hukuka aykırı olduğu ileri
sürülerek, kanun yararına bozma yoluna başvurulmasının talep edildiği,
dosya kapsamındaki kanıtlardan anlaşılmaktadır.
Ceza Muhakemesi Kanununda Öngörülen Telekomünikasyon
Yoluyla Yapılan İletişimin Denetlenmesi, Gizli Soruşturmacı ve Teknik
Araçlarla İzleme Tedbirlerinin Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik’in 4/f
maddesine göre, iletişimin tespiti; iletişimin içeriğine müdahale etmeden,
iletişim araçlarının diğer iletişim araçlarıyla kurduğu iletişime ilişkin
arama, aranma, yer bilgisi ve kimlik bilgilerinin tespit edilmesine yönelik
işlemleri ifade etmektedir. İletişimin tespiti, şüphelinin veya sanığın
kimlerle, ne zaman, hangi baz istasyonları üzerinden, hangi aralıklarla ve
ne sıklıkla iletişim kurduğunun saptanması anlamına gelmekte olup,
dinleme ve kaydetme anlamlarına gelmemektedir.
Doktrinde; iletişimin tespiti tedbirine başvurulmasında, CMK’nın
160 ve 161’inci maddelerinin değil, ancak aynı Kanun’un 135 ve 162’nci
maddelerinin uygulanması gerektiği, zira bu hususun, kanun koyucunun
ortaya koyduğu açık iradeden dolayı tereddütten uzak olduğu, CMK’nın
135’inci maddesinin üçüncü fıkrasında geçen üç aylık süreyi, geleceğe
doğru yapılacak tespitler bakımından anlamak gerektiği, bu süreyi geriye
doğru kayıtların incelenmesi bakımından üç ayla sınırlı tutmanın, bu delil
elde etme yönteminin amacına ters düşeceği, iletişimin geçmişe doğru
tespitine ilişkin süre sınırında, soruşturma ve kovuşturma başlatılmasına
yol açan fiilin, icra hareketleri ile hazırlık hareketleri tarihlerinin esas
alınması gerektiği yönünde görüşler ileri sürülmektedir (Örnek olarak,
bakınız; Mehmet TAMÖZ ve Hüseyin KOCABEY, Türk Hukukunda
Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan Önleme ve Adli Amaçlı İletişimin
Denetlenmesi, Gizli Soruşturmacı Görevlendirilmesi, Teknik Araçlarla
İzleme, Ankara: Yaklaşım Yayıncılık, 2009, s.39-42,281-290.).
Telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespiti, dinlenilmesi
ve kayda alınması usul ve ilkeleri, CMK’nın 135’inci maddesinde
düzenlenmiştir. Bu maddeye göre; “Bir suç dolayısıyla yapılan
soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının
bulunmaması durumunda, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan
hâllerde Cumhuriyet Savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın
telekomünikasyon yoluyla iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir, kayda
403
alınabilir ve sinyal bilgileri değerlendirilebilir. Cumhuriyet Savcısı
kararını derhal hâkimin onayına sunar ve hâkim, kararını en geç yirmi
dört saat içinde verir. Sürenin dolması veya hâkim tarafından aksine
karar verilmesi hâlinde tedbir Cumhuriyet Savcısı tarafından derhal
kaldırılır.” CMK’nın 135/6’ncı maddesinde de; bu kapsamda yapılacak
dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ilişkin
hükümlerin, ancak sayılan (Katalog) suçlarla ilgili olarak
uygulanabileceği düzenlenmiş, çıkarılan Yönetmelik ile de uygulamaya
açıklık getirilmiştir.
CMK’nın 135’inci maddesinde; bir suç dolayısıyla yapılan
soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının
bulunmaması durumunda, şüpheli veya sanık açısından bu yola müracaat
edilebileceği, şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle
arasındaki iletişiminin kayda alınamayacağı, verilecek kararda, yüklenen
suçun türü, hakkında tedbir uygulanacak kişinin kimliği, iletişim aracının
türü, telefon numarası veya iletişim bağlantısını tespite imkân veren
kodu, tedbirin türü, kapsamı ve süresinin belirtilmesi gerektiği, tedbir
kararının üç aylık bir süreyi kapsayacağı, sürenin bir defa uzatılabileceği,
örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak gerekli
görülmesi halinde, hâkimin bir aydan fazla olmamak üzere sürenin
müteaddit defalar uzatılmasına karar verebileceği, dinleme, kayda alma
ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ilişkin hükümlerin ancak
fıkrada sayılan suçlarla ilgili olarak uygulanabileceği, belirlenen esas ve
usûller dışında hiç kimsenin, bir başkasının telekomünikasyon yoluyla
iletişimini dinleyemeyeceği ve kayda alamayacağı hüküm altına
alınmıştır. Böylece, sınırlı olarak sayılan suçlarla ilgili olarak, yine sınırlı
hâllerde iletişimin dinlenmesi ve kayda alınması, sinyal bilgilerinin
değerlendirilmesi olanağı getirilmiştir.
Özellikle dinleme kararına ilişkin olarak, Kanun’da yer alan şekle
yönelik denetimi müteakip, dinleme kararı verilmesinin esasen hukuka
uygun olup olmadığının, “Suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkanının
bulunmaması durumu” kapsamında değerlendirilmesi zorunluluğu
bulunmaktadır. Bu değerlendirmeyi yapabilmek için, dinleme kararının
verildiği aşamada soruşturma dosyasında hangi delillerin bulunduğunun
ve bu tedbire neden başvurulduğunun ortaya konulması gerekmektedir.
Burada en önemli husus, başka suretle delil elde edilmesi imkânının
bulunmaması durumudur. Bununla anlatılmak istenen, başka suretle delil
elde edilmesinin beklenmemesi hâlidir. Diğer koruma tedbirleri
404
kullanılmak suretiyle delil elde edilebilmesi durumunda, bu tedbir
uygulanamayacaktır. Yani, asıl tedbirlerle delil elde edilmesi mümkün
iken, dinleme tedbirinin kullanılması sonucu elde edilen deliller hükmün
tesisinde kullanılamayacaktır.
Görüldüğü üzere, “Başka suretle delil elde edilmesi olanağının
bulunmaması” koşulu, önceden belirli bir varsayıma dayanılmasını
gerektirmektedir. Ancak, iletişimin denetlenmesi tedbirine karar
vermeden önce, diğer tedbire başvurulmuş ve bundan sonuç alınmamış
olması da gerekmez. Bunlara başvurulduğunda sonuç alınamayacağı
konusunda bir beklentinin bulunması yeterlidir.
Kaldı ki, Anayasanın; herkesin, özel hayatına ve aile hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğuna ilişkin düzenleme içeren
20/1’inci maddesi, herkesin, haberleşme hürriyetine sahip olduğu ve
haberleşmenin gizliliğinin esas olduğu hükümlerini içeren 22/1’inci
maddesi ile, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin; “(1) Herkes özel
hayatına, aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi
hakkına sahiptir. (2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin
müdahalesi, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik
refahı, birlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın
veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için,
demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş
olmak koşulu ile söz konusu olabilir.” hükmünü içeren 8’inci maddesi
birlikte dikkate alındığında, CMK’nın 135/6’ncı maddesinde sayılan ve
katalog suçlar olarak da ifade edilen suçların, dinleme kararının verildiği
aşamada söz konusu olup olmadığının, diğer bir deyişle katalog suçun
işlendiği yönünde kuvvetli şüphe sebeplerinin var olup olmadığının
araştırılması, haberleşme özgürlüğünün özünün korunması açısından
önem kazanmaktadır.
AİHM, Sözleşme’nin 8’inci maddesi ile ilgili açılan davalarda üç
kriteri dikkate almaktadır:
1- Müdahale kanunlara uygun mudur?
2- Meşru bir amacı var mıdır?
3- Demokratik toplumda gerekli midir?
AİHM’nin kararlarında da vurgulandığı üzere, telekomünikasyon
araçlarıyla yapılan iletişimin denetlenmesi tedbirine, “Ancak demokratik
kurumları korumak bakımından mutlak zorunluluk bulunması koşuluyla
ve kanuna uygun olarak” başvurulabilir.
AİHM, 04.05.2000 tarihli Rotaru-Romanya davasında, ulusal
kanunlarda aşağıdaki konuların belirtilmesi gerektiğini belirtmiştir:
1-Ne tür bilgilerin kaydedilebileceği,
405
2-Hakkında bilgi toplama ve saklama gibi gözetim önlemlerinin
alınabileceği insan kategorileri,
3-Bu tür önlemlerin hangi şartlarda alınabileceği,
4-İzlenecek yöntem.
Bunun sonucu olarak da tedbirin uygulama alanına girecek suçların
sınırlı tutulması zorunludur. Avrupa ülkelerinde, bu tedbire başvurmak
için;
1-Belirli suçları içeren bir suç katalogu oluşturarak, bu fiillerden
dolayı denetleme (Almanya, ABD ve Hollanda),
2-Failin işlediği suç nazara alınarak verilmesi muhtemel cezaya
göre denetleme (Fransa),
3-Fiilin ağırlığına bakılarak denetleme (İngiltere ve İsviçre) gibi, üç
farklı kriter göz önünde bulundurularak düzenlemeler yapılmıştır.
Soruşturmaya konu edilen eylemler açısından elde edilen ve delil
niteliğine dönüşmüş iletişim kayıtlarının, CMK’nın 135’inci maddesinde
öngörülen yönteme göre elde edilmesi gerekmektedir. Burada önemli
olan delil araştırmasındaki doğruluk ve bunların kötüye
kullanılmamasıdır.
Kanun yararına bozma istemine konu edilen olay bakımından, bu
aşamada ortaya konulması gereken husus ise, soruşturma dosyası
kapsamında verilen duruşmasız işlere ait karara konu geçmişe doğru
iletişimin tespitinin, üç aylık süre sınırına tabi olup olmadığıdır.
Soruşturma evresi sonunda, birden fazla rüşvet almak, bilişim
sistemine veri yerleştirmek ve sistemdeki verileri değiştirmek, rüşvet
vermek, ihmal suretiyle görevi kötüye kullanmak suçlarından dolayı,
örgüt yapılanması içerisinde olmayan, şüphelinin de aralarında
bulunduğu çoğu tutuklu, toplam onaltı personel hakkında kamu davası
açılmıştır. Şüpheli hakkında ayırma kararı verilerek, genişletilen
soruşturmaya konu suç rüşvet almak olarak belirlenmiş olup, alınan
duyumlar ve edinilen kanaatler üzerine, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli
şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının
bulunmaması da gözetilerek, eylemlerin ve irtibatların ortaya çıkarılması
amacıyla, CMK’nın 135’inci maddesi gereğince, iletişimin tespiti yoluna
gidilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Askerî
Savcılığın talebinde yüklenen suç “Rüşvet almak” olarak belirtilmiş;
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 19.06.2012 tarihli,
2012/ 412 İd. Sayı No. ve 2012/277 Müt. karar sayılı duruşması işlere ait
kararında da, “Rüşvet suçunu işlediğine ilişkin kuvvetli şüphenin varlığı
ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması nedeniyle”
406
şüphelinin kullandığı bildirilen iki cep telefonunun, CMK’nın 135’inci
maddesi gereğince telekomünikasyon yoluyla üç ay süreyle iletişiminin
tespitine karar verilmiştir.
Dosya kapsamından, iletişimin tespitinin başlangıcına dair tarihin
soruşturma dosyasındaki deliller ile uyumlu olduğu, Kara Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 19.06.2012 tarihli, 2012/ 412 İd. Sayı
No. ve 2012/277 Müt. karar sayılı duruşması işlere ait kararında,
iletişimin denetlenmesinden ziyade, delil elde edilmesi amacına yönelik
olarak iletişiminin tespitine karar verildiği, delil toplama niteliğindeki
bahse konu kararın usul ve esas bakımından hukuka uygun olduğu, ayrıca
suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe sebeplerinin var olduğu ve başka
suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu
nedenle, iletişimin tespiti kararı hukuka uygun olduğundan, bu karara
yapılan itirazın reddine karar verilmesi gerekirken, Hava Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 20.07.2012 tarihli, 2012/337 İd.
Evrak ve 2012/239 Müt. Karar sayılı duruşmasız işlere ait kararı ile,
itirazın kabulüne karar verilmesi hukuka aykırı görülmüş ve kanun
yararına bozma isteminin kabulüne karar verilmiştir.
407
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 147, 191, 213
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/69
K.Nu. : 2012/69
T.
: 17.05.2012
ÖZET
1) Kendilerine susma hakları hatırlatılan ve susma hakkını
kullandıklarına dair bir beyanda bulunmayan sanıkların,
suçlandıkları olayın oluş ve gelişimine ilişkin Askerî Mahkemede
herhangi bir beyanda bulunmaksızın, soruşturma aşamasındaki
ifadelerine atıfta bulunmaları, mahkeme tarafından da iddia konusu
eylemin aydınlatılması açısından hiçbir soru yöneltilmemiş olması
karşısında usule uygun sorgu yapıldığından söz edilemeyeceği, bu
savunmalara dayanılarak hüküm kurulmasının, sanıkların savunma
hakkını kısıtlayıcı nitelikte olduğu sonucuna varılmıştır.
2) Mağdurun elinden yaralanması olayı ile ilgili olarak;
sanıkların objektif ve somut tedbirleri alıp almadıkları, çamaşır
makinesinin emniyet kilit sisteminin niye bulunmadığı, sanıkların
görevlerinin ne olduğu ve eylemlerinin sonucu ile mağdurun
yararlanması arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı hususları;
çözümü uzmanlık gerektiren, özel ve teknik bilgiye ihtiyaç duyulan
hususlar olarak görüldüğünden, bu konularda deneyim sahibi bir
bilirkişi heyeti teşkil edilerek görüşüne başvurulmaması noksanlık
olarak görülmüştür.
Daire ile Askerî Mahkeme arasında ortaya çıkan ve Daireler
Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; bozmaya uyan Askerî
Mahkemenin, bozma kararında belirtilen bütün bozma sebeplerine göre
işlem yapmasının gerekip gerekmediği ve sanıkların sorgularının usule
uygun yapılıp yapılmadığına ilişkindir.
Daire; sanıklardan ikisinin sorgularının usulüne uygun
yapılmadığını, ayrıca bozma kararına uyulduktan sonra, bozma kararında
belirtilen bilirkişinin kovuşturma aşamasında dinlenilmesiyle ilgili
bozma nedenine uyulmamasını usule aykırı kabul ederken;
408
Askerî Mahkeme; 31.03.2010 tarihli bozma kararında belirtilen
hatalı/noksan
hususlardan
hatalı
görülenlerin
düzeltildiğini,
noksanlıkların tamamlandığını, ancak bilirkişi dinlemeye gerek
görülmediğini, sanıkların sorgularının hukuka uygun olarak yapıldığını
kabul ederek; Dairenin 13.04.2011 tarihli ve 2011/359-353 sayılı bozma
kararına direnerek, sanıklar hakkında beraat hükümleri vermiştir.
Beraat hükümlerinin direnme niteliğinde olduğu ve incelemenin
Daireler Kurulunda yapılması gerektiği kabul edilerek, incelemeye
geçilmiştir.
Dosyadaki delillerden; … Ulş.Grnz.Hiz.Brl. mutfak bölümüne bağlı
hamam kısmında çamaşırhane asıl sorumlusu olan mağdur P.Er C.K.’nin,
19.05.2008 tarihinde …Bölüğünün çarşaflarını yıkadıktan sonra, sıkma
işlemine geçtiği sırada çamaşır sıkma makinesinin dengeli dönmemesi
üzerine stop düğmesine bastığı, ancak dönmeye devam eden makinenin
kapağını açarak ıslak çamaşırları sol eliyle içeri ittirmeye çalıştığı esnada
sol elinin bilek hizasından ıslak çarşaflara dolandığı ve bilek hizasından
koptuğu, bu olay nedeniyle, şüpheliler …Ulş. Grnz.Hiz.Bl.K.
Hv.Svn.Ütğm. S.B. ile 05.05.2008 tarihine kadar Mutfak Kısım
Komutanlığı yapan Tnk.Kd.Üçvş. F.A. ve 05.05.2008 tarihinden sonra
Mutfak Kısım Komutanı olan Tnk.Kd.Çvş. A.A.’nın çamaşırhanede
mevcut çamaşır yıkama ve sıkma makinelerinin kapak emniyet sistemleri
bozuk veya mevcut değil iken buna dair bir tedbir almamak ve bu
eksikliği gidermemek suretiyle ihmal suretiyle görevi kötüye kullanmak
suçunu işledikleri iddiasıyla haklarında, ASCK'nın 144’üncü maddesi
delaletiyle TCK'nın 257/2’nci maddesi uyarınca ayrı ayrı
cezalandırılmaları istemiyle kamu davaları açıldığı, sanıklar hakkında
verilen beraat kararlarının, Askerî Yargıtay 1’inci Dairesince bozulmaları
üzerine, bozma kararına uyularak yeniden yapılan yargılama sonunda
yine beraat kararları verildiği, bu kararların Askerî Yargıtay 1’inci
Dairesince tekrar usul yönünden bozulmaları üzerine, bozmaya
uyulmayarak, Askerî Mahkemece sanıkların üzerlerine atılı ihmal
suretiyle görevi kötüye kullanmak suçlarının unsurları itibarıyla
oluşmadığı kabul edilerek, direnilmek suretiyle beraatlarına karar
verildiği anlaşılmaktadır.
409
Dairenin bozma nedenlerinden birisi olan sanıklar
Hv.Svn.Ütğm. S.B. ve Tnk.Kd.Üçvş. F.A.’nın sorgularının usule
uygun yapılıp yapılmadığının incelenmesi;
CMK’nın, “İfade ve sorgu tarzı” başlıklı 147’nci maddesi “(1)
Şüphelinin veya sanığın ifadesinin alınmasında veya sorguya
çekilmesinde aşağıdaki hususlara uyulur:
a) Şüpheli veya sanığın kimliği saptanır. Şüpheli veya sanık,
kimliğine ilişkin soruları doğru olarak cevaplandırmakla yükümlüdür.
b) Kendisine yüklenen suç anlatılır.
c) Müdafi seçme hakkının bulunduğu ve onun hukuki yardımından
yararlanabileceği, müdafiin ifade veya sorgusunda hazır bulunabileceği,
kendisine bildirilir. Müdafi seçecek durumda olmadığı ve bir müdafi
yardımından faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro tarafından bir
müdafi görevlendirilir.
d) 95’inci madde hükmü saklı kalmak üzere, yakalanan kişinin
yakınlarından istediğine yakalandığı derhâl bildirilir.
e) Yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanuni
hakkı olduğu söylenir. ...”,
“Duruşmanın başlaması” başlıklı 191’inci maddesi, “(1) Sanığın ve
müdafiinin hazır bulunup bulunmadığı, çağrılmış tanık ve bilirkişilerin
gelip gelmedikleri saptanarak duruşmaya başlanır. Sanık, duruşmaya
bağsız olarak alınır. Mahkeme başkanı veya hâkim, duruşmanın
başladığını, iddianamenin kabulü kararını okuyarak açıklar.
(2) Tanıklar duruşma salonundan dışarı çıkarılırlar.
(3) Duruşmada, sırasıyla;
a) Sanığın açık kimliği saptanır, kişisel ve ekonomik durumu
hakkında kendisinden bilgi alınır,
b) İddianame veya iddianame yerine geçen belge okunur,
c) Sanığa, yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının
kanuni hakkı olduğu ve 147’nci maddede belirtilen diğer hakları
bildirilir,
d) Sanık açıklamada bulunmaya hazır olduğunu bildirdiğinde,
usulüne göre sorgusu yapılır.”,
“Sanığın önceki ifadesinin okunması” başlıklı 213’üncü maddesi
“(1) Aralarında çelişki bulunması hâlinde; sanığın, hâkim veya mahkeme
huzurunda yaptığı açıklamalar ile Cumhuriyet savcısı tarafından alınan
veya müdafiinin hazır bulunduğu kolluk ifadesine ilişkin tutanaklar
duruşmada okunabilir.” şeklindedir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 28.06.2007 tarihli ve 2007/8783 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
410
353 sayılı Kanun’un 5530 sayılı Kanun ile değişik Ek 1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu CMK’nın “İfade ve sorgunun tarzı” başlıklı
147’nci maddesi gereğince sanığın sorguya çekilmesi sırasında, yasada
öngörülen diğer hususların yanında kendisine yüklenen suçun
anlatılacağı, yüklenen suçla ilgili açıklamada bulunmamasının yasal
hakkı olduğunun söyleneceği, şüpheden kurtulması için somut delillerin
toplanmasını isteyebileceğinin hatırlatılacağı ve kendisi aleyhine var olan
şüphe nedenlerini ortadan kaldırmak ve lehine olan hususları ileri sürmek
olanağının tanınacağı hüküm altına alınmış; “Duruşmanın başlaması”
başlıklı 191/3-c maddesinde, bu hakların sanığa bildirileceği ve hazır
olduğunu beyan ettiğinde sorguya çekileceği vurgulanmış olup; aynı
zamanda savunma yönü de bulunan sorguya çekilmenin sanık için bir
hak niteliğinde bulunduğu kuşkusuzdur. Sorgu sırasında sanığın dava
konusu edilen iddia ve eylemlerle ilgili olarak anlatabileceği tüm
hususlara olanak sağlanması gerekmekte olduğu gibi, yüklenen suçla
ilgili açıklamada bulunmama hakkını (susma hakkını) kullandığına
ilişkin olarak açık bir beyanda bulunmamışsa, maddi olayın
aydınlatılması açısından mahkeme veya hâkim tarafından yöneltilecek
sorularla da iddiaya karşı beyanları saptanabilir.
Diğer taraftan; sorgu sırasında iddia konusu eylem ya da eylemlerle
ilgili herhangi bir anlatımda bulunmaksızın, doğrudan soruşturma
evresinde saptanan ifadesine atıfta bulunma veya soruşturma evresindeki
ifadesi okunduğunda sadece onaylamakla yetinme hâllerinde de yasanın
öngördüğü anlamda bir sorgu yapıldığından söz etme olanağı
bulunmamaktadır.
Somut olayda; kendilerine susma hakları hatırlatılan her iki sanık da
susma hakkını kullandığına dair bir beyanda bulunmamışlar; 09.06.2010
tarihinde saptanan sorgularında;
1) Sanık Hv.Svn.Ütğm. S.B.’nin “Olayın üzerinden uzun zaman
geçtiği için ayrıntılarını tam olarak hatırlamıyorum, soruşturma sırasında
ayrıntılı savunma vermiştim. Savunmalarım aynen geçerlidir” şeklinde
beyanda bulunması ile soruşturma aşamasında tespit edilen ifadesinin
okunmasını müteakiben “Okuduğunuz ifadelerim doğrudur, tekrar
ederim, suçlamayı kabul etmiyorum” dediği,
2) Sanık Tnk.Kd.Üçvş. F.A.’nın “Önceki savunmalarımın
okunmasını talep ediyorum” şeklinde beyanda bulunması ile soruşturma
aşamasında tespit edilen ifadesinin okunmasını müteakiben
“Okuduğunuz ifadelerim doğrudur, tekrar ederim, suçlamayı kabul
etmiyorum” dediği, görülmektedir.
411
Sanıkların suçlandıkları olayın oluş ve gelişimine ilişkin Askerî
Mahkemede herhangi bir beyanda bulunmaksızın, soruşturma
aşamasındaki ifadelerine atıfta bulunmaları, Askerî Mahkeme tarafından
da iddia konusu eylemin aydınlatılması açısından hiçbir soru
yöneltilmemiş olması karşısında usule uygun sorgu yapıldığından söz
edilemeyeceği için, anılan sanıklar yönünden beraat hükümlerinin usul
yönünden bozulmaları gerektiği sonucuna varılmıştır.
Diğer bir bozma nedeni olan kovuşturma aşamasında bilirkişi
dinlenilmemesi hususunun incelenmesi;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 12.05.2011 tarihli ve 2011/4844 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
5271 sayılı CMK’nın, “Davaya yeniden bakacak mahkemenin
işlemleri” başlıklı 307’nci maddesinin üç ve dördüncü fıkralarında, “(3)
Yargıtaydan verilen bozma kararına bölge adliye veya ilk derece
mahkemesinin direnme hakkı vardır. Ancak, direnme üzerine Yargıtay
Ceza Genel Kurulunca verilen kararlara karşı direnilemez.
(4) Hüküm yalnız sanık tarafından veya onun lehine Cumhuriyet
savcısı veya 262’nci maddede gösterilen kimselerce temyiz edilmişse,
yeniden verilen hüküm, önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan daha
ağır olamaz.” hükümleri yer almakta olup,
353 sayılı Kanun’un “Davaya yeniden bakacak askerî mahkemenin
yetkisi” başlıklı 227’nci maddesinin bir, iki ve üçüncü fıkralarında da,
“Askerî Yargıtay Dairelerince verilen bozma kararlarına askerî
mahkemelerin, direnme hakları vardır.
Ancak, direnme üzerine Askerî Yargıtay Daireler Kurulunca
verilen kararlara uymak zorunludur.
(Değişik üçüncü fıkra: 29.06.2006-5530/52 md.) Hüküm, yalnız
sanık tarafından veya onun lehine askerî savcı veya teşkilâtında askerî
mahkeme kurulan kıt’a komutanı veya askerî kurum amiri veya 196’ncı
maddede gösterilen kimselerce temyiz edilmiş ise, yeniden verilen
hüküm, önceki hükümle belirlenmiş olan cezadan daha ağır olamaz.”
şeklinde, benzer hükümler yer almaktadır.
Görüldüğü gibi Kanunda, askerî mahkemelerin, Askerî Yargıtay
dairelerince verilen bozma kararlarına karşı direnme haklarının
bulunduğu belirtilmiş, ancak bozma kararına uyulması ile ilgili bir kural
konulmamış, sadece, direnme üzerine Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunca verilen kararlara uymak zorunluluğunun bulunduğu ve hüküm
sanık aleyhine temyiz edilmemiş ise, yeniden verilecek hükmün, önceki
hükümle belirlenmiş olan cezadan daha ağır olamayacağı öngörülmüştür.
412
Mahkeme, bozma kararından sonra serbesttir. İster bozma kararına
uyar, isterse direnir. Buna doktrinde, “bozmadan sonra serbestlik
ilkesi” denilmektedir.
Uyma; mahkemenin, kararındaki hukuka aykırılıkları kabul ederek
yeniden yargılamaya girişmesidir. Uyma kararı verilmesinin en önemli
sonucu, önceki, yani bozulan kararın ortadan kalkması, hukuki
geçerliliğini yitirmesidir. Mahkeme, bozma kararına uyar ise, bu takdirde
“uymadan sonra serbestlik ilkesi” devreye girer. Bu ilke, uyma kararı
veren mahkemenin, yeniden yapılacak yargılama sonunda vereceği
hükümdeki serbestliği ifade eder. Mahkeme, yeniden yapılacak
kovuşturma neticesinde, önceki kararın aynısını verebileceği gibi,
kanunda belirtilen istisna dışında, öncekinden daha ağır veya daha hafif
bir sonuca da ulaşabilir. Hatta sanıklar hakkındaki kararlar öncekiyle
aynı veya farklı olabileceği gibi, aynı olmakla birlikte, sadece
vasıflandırma bakımından farklı bir hüküm de verilebilir (Erdener
YURTCAN: CMK Şerhi, 5. Bası, İstanbul 2008, s. 1017-1018; Yener
ÜNVER-Hakan HAKERİ: Ceza Muhakemesi Hukuku, 3. Baskı, Ankara
2010, s. 790-791).
Uyma kararı veren mahkeme, hakikate en uygun ve en isabetli
kararı vermek imkânına kural olarak sahip bulunmaktadır. Örneğin,
uymadan sonra suçun unsurlarını değiştiren, eylemi suç olmaktan
çıkartan veya cezayı azaltan bir kanun ya da af kanunu çıkabilir. Keza,
dava zaman aşımı süresi dolmuş olabilir. Bu takdirde mahkemenin, yeni
hukuki duruma göre karar vereceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Mahkemenin bozmaya uyması, kanunda belirtilen istisna dışında,
ne sanık bakımından kazanılmış bir hak doğurur, ne de mahkemeye
bozmaya uygun karar verme mecburiyetini yükler. Mahkemenin, son
kararı vereceği sırada görüşünde bir değişiklik meydana gelmiş olabilir.
Bu değişiklik ya yine eski görüşün doğru görülmesi veya üçüncü bir
görüşün benimsenmesi şeklinde ortaya çıkabilir. Bu hâllerde mahkeme,
bozma kararıyla bağlı olmaksızın, yeni görüşüne göre karar
verebilmelidir (KUNTER-YENİSEY: Ceza Muhakemesi Hukuku, İkinci
Kitap, 13. Bası, İstanbul 2005, s. 1245-1246).
CMK’nın “Bilirkişinin atanması” başlıklı 63’üncü maddesi, “... (1)
Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde
bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına resen, Cumhuriyet savcısının,
katılanın, vekilinin, şüphelinin veya sanığın, müdafiinin veya kanuni
temsilcinin istemi üzerine karar verilebilir. Ancak hâkimlik mesleğinin
gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda
bilirkişi dinlenemez.
413
(2) Bilirkişi atanması ve gerekçe gösterilerek sayısının birden çok
olarak saptanması, hâkim veya mahkemeye aittir. Birden çok bilirkişi
atanmasına ilişkin istemler reddedildiğinde de aynı biçimde karar verilir.
(3) Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı da bu maddede
gösterilen yetkileri kullanabilir. ...”,
“Duruşmada bilirkişinin açıklaması” başlıklı 68’inci maddesi “... (1)
Mahkeme, her zaman bilirkişinin duruşmada dinlenmesine karar
verebileceği gibi, ilgililerden birinin istemesi hâlinde de açıklamalarda
bulunmak üzere duruşmaya çağırabilir.
(2) Yaptıkları açıklamalardan sonra mahkeme başkanı veya hâkim,
çekilmelerine izin vermedikçe, bilirkişiler duruşma salonunda kalırlar;
ancak salona teker teker alınıp birbirinden ayrı olarak dinlenmeleri
zorunlu değildir.
(3) Cumhuriyet savcısının, katılanın, vekilinin, şüphelinin veya
sanığın, müdafiin veya kanuni temsilcinin istemi üzerine bilimsel
mütalaa hazırlayan uzmanın duruşmada dinlenmesi hususunda da
yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanır. ...” şeklinde düzenlenmiştir.
Somut olaya bakıldığında; Askerî Mahkemece bozmadan sonra
yapılan 09.06.2010 tarihli duruşmada “bozma ilamına uyulmasına” karar
verildikten sonra, bozma ilamında belirtilen hususlardan; sanıkların,
tanıkların ve mağdurun ifadelerinin tespit edildiği, Askerî Savcıdan
okunan belgelere karşı diyeceklerinin sorulduğu, esas hakkındaki
mütalaasının alındığı, ancak soruşturma aşamasında Askerî Savcı
tarafından görüşü alınan bilirkişinin duruşmada dinlenilmediği
görülmektedir.
Böylece, Askerî Mahkeme bozma nedenlerinden bir kısmına
uymuş, fakat birisine uymamıştır. Mahkemelerin bozma kararında
belirtilen gerekçelerden bir kısmına uyma bir kısmına ise uymama
hakları bulunmaktadır.
Bu kapsamda, Askerî Mahkeme soruşturma aşamasında görüşüne
başvurulan bilirkişinin kovuşturma aşamasında dinlenmesine karar
verilebileceği
gibi
gerek
görmediği
durumda
duruşmaya
çağırmayabilecektir. Ancak, çözümü uzmanlık gerektiren, özel veya
teknik bilgiye ihtiyaç duyulan hâllerde bilirkişi dinlenmesine karar
verilmesi gerekmektedir. Bunun yapılmaması, hükmü etkileyecek
nitelikte hukuka aykırılık olup, bozma nedenidir.
Mağdur Er C.K.’nin elinden yaralanması olayı ile ilgili olarak;
sanıkların objektif ve somut tedbirleri alıp almadıkları, çamaşır
makinesinin emniyet kilit sisteminin niye bulunmadığı, sanıkların
görevlerinin ne olduğu ve eylemlerinin sonucu ile mağdurun
414
yararlanması arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı hususları;
çözümü uzmanlık gerektiren, özel ve teknik bilgiye ihtiyaç duyulan
hususlar olarak görüldüğünden, bu konularda deneyim sahibi bir bilirkişi
heyeti teşkil edilerek, görüşüne başvurulmaması noksanlık olarak
görülmüştür. Aynı zamanda, mağdurun yaralandığı makinenin bakımını
da yapan ve Askerî Savcılık tarafından bilirkişi olarak görüşüne
başvurulan E.E.’nin, makinelerin daha önce bakımlarını yapmış bir kişi
olması nedeniyle olayı açıklayabilecek konumda olduğu ve olayla
ilgisinin bulunabileceği de göz önüne alınarak, sadece teknik konularla
ilgili tanık olarak dinlenmesinin uygun olacağı sonucuna varıldığından;
Askerî Savcının temyizine atfen ve resen tüm beraat hükümlerinin
bozulmalarına karar verilmiştir.
415
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.147, 191
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0128
K.Nu. : 2012/0094
T.
: 25.01.2012
ÖZET
Önceki mahkûmiyet hükmünün, sanığın istinabe suretiyle tespit
edilen sorgusunun hukuka aykırı olduğundan bahisle bozulması
üzerine, Askerî Mahkemece, sanığın Askerî Yargıtay bozma ilamına
karşı diyeceklerinin tespit edilmesine rağmen sorgusu hiç tespit
edilmeden mahkûmiyet hükmü tesis edilmesinin CMK’nın 147 ve
191’inci maddelerine aykırı olduğu gibi, savunma hakkının
kısıtlanması anlamında 353 sayılı Kanun’un 207/3-H maddesine göre
hukuka mutlak aykırılık teşkil ettiği sonucuna varılmıştır.
Askerî Mahkemece, sanığın, 30.07.2008 tarihinde, üstü olan
mağdur P.Uzm.Çvş. Z.G.’ye ait bankamatik kartını çalmak ve bu
bankamatik kartını kullanarak 30.07.2008 ile 02.08.2008 tarihlerinde
bankadan para çekmek suretiyle üstünün bir şeyine çalmak suçunu
işlediği kabul edilerek mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Sanık hakkındaki önceki mahkûmiyet hükmünün, istinabe suretiyle
tespit edilen sorgusunun, usule uygun bir şekilde tespit edilmemesinin
hukuk aykırı olması nedeniyle Askerî Yargıtay tarafından bozulduğu
görülmektedir.
CMK’nın; “Duruşmanın başlaması“ başlıklı 191’inci maddesinin
3’üncü fıkrasının (d) bendi; “Sanık açıklamada bulunmaya hazır
olduğunu bildirdiğinde, usulüne göre sorgusu yapılır.”; “İfade ve
sorgunun tarzı” başlıklı 147’nci maddesinin 1’inci fıkrasının (f) bendi
ise; “... kendisi aleyhine var olan şüphe nedenlerini ortadan kaldırmak ve
lehine olan hususları ileri sürmek olanağı tanınır.” hükmünü
içermektedir.
Diğer taraftan, sanığın Askerî Yargıtay bozma kararına karşı
beyanlarının tespit edilmesi ise 353 sayılı Kanun’un 227/4’üncü
maddesinde düzenlenmiştir. Bozmadan sonraki yargılama aşamasını
416
ilgilendiren bu hükmün, sanığın yargılamanın hemen başlangıcında
sorgusunun tespit edilmesinin gerektiğini öngören CMK’nın 147 ve
191’inci
maddelerinin
uygulanmasını
engelleyecek
biçimde
yorumlanması mümkün değildir.
Ayrıca, savunma hakkının kutsallığı ve göz ardı edilemez olduğu,
hem insan hakları beyannameleri, hem de Anayasa ile güvence altına
alınmış bulunmaktadır. Diğer taraftan, gerek Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararlarında, gerekse doktrinde “sorguya çekilme”, adil
yargılanma hakkının bir parçası olarak kabul edilmektedir ve yasal
kurallar çerçevesinde yapılacak sorgu, hem maddî gerçeğin
aydınlatılması yönünden, hem de sanığın savunma hakkını
kullanabilmesi bakımından önem taşımaktadır. Bu anlamda, sorgunun hiç
veya kanunun öngördüğü şekilde yapılmaması, doğrudan kamu düzenini
ilgilendiren muhakeme hukuku normlarının ihlali anlamına gelmektedir.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığı altında temyiz konusu olaya
dönüldüğünde; Askerî Mahkemenin, ilk mahkûmiyet hükmünün, sanığın
sorgusunun usulüne uygun bir şekilde tespit edilmemesi nedeniyle Askerî
Yargıtay tarafından bozulmasından sonra, Askerî Yargıtay bozma
kararına karşı diyeceklerini tespit etmesine rağmen, sanığın sorgusunu
hiç tespit etmeden mahkûmiyet hükmü tesis ettiği görülmektedir.
Ancak, sanığın sorgusunun usule uygun bir şekilde tespit
edilmediğine ilişkin bozma kararına uyulmasına karar veren Askerî
Mahkemenin, bozma kararında belirtilen usule aykırılıkları gidermek
amacıyla hareket ederek, öncelikli olarak, CMK’nın 191’inci maddesine
göre, sanığın sorgusunu tespit etmesi gerektiği hususunda tereddüt
bulunmamaktadır.
Sanığın Askerî Yargıtay bozma kararına karşı beyanının tespit
edilmesi, bozmadan sonraki yargılama aşamasını ilgilendiren ve esas
itibariyle askerî mahkemenin bozmaya uyup uymama konusundaki
görüşünün sağlam hukukî temellere dayanması maksadını öngören bir
işlem niteliğindedir. Bu işlem esnasında iddianamenin okunmaması,
sanığa, yüklenen suçun anlatılmaması, CMK’nın 147’nci maddesinde
belirtilen tüm haklarının hatırlatılmaması, yüklenen fiille ilgili
savunmaya ilişkin beyanlarını belirtme imkanı tanınmaması nedenleriyle
bu işlemin ceza muhakemesi hukuku açısından teknik anlamda sorgu
işleminin yerine geçebileceğini söylemek mümkün değildir.
Yukarıda açıklanan hususlar birlikte değerlendirildiğinde, atılı
üstünün bir şeyini çalmak suçu ile ilgili olarak bozmadan sonra sanığın
sorgusu hiç tespit edilmeden mahkûmiyet hükmü tesis edilmesi,
CMK’nın 147 ve 191’inci maddelerine aykırı olduğu gibi, sanığın
417
savunma hakkının kısıtlanması anlamında 353 sayılı Kanun’un 207/3-H
maddesine göre hukuka mutlak olarak aykırılık teşkil ettiği ve ayrıca,
sanığın adil yargılanma hakkını ihlal niteliğinde olduğu sonucuna
varılmıştır (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 25.03.2004 tarihli ve
2004/61-57 Esas-Karar; Askerî Yargıtay 1’inci Dairesinin 26.03.2008
tarihli ve 2008/923-922 Esas-Karar; 03.12.2008 tarihli ve 2008/29582954 Esas-Karar; Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin 06.10.2009 tarihli
ve 2009/2586-2585 Esas-Karar; Dairemizin 17.07.2007 tarihli ve
2007/1274-1273 Esas-Karar sayılı kararları da aynı yöndedir).
Ayrıca; sanığın, “üstü olan mağdur P.Uzm.Çvş. Z.G.’ye ait
bankamatik kartını çalmak” suretiyle üstünün bir şeyini çalmak suçunu
işlediği iddiası ile kamu davası açılmasına rağmen; her ne kadar hüküm
fıkrasında, hükme konu eylem “bankamatik kartını aşırmak” olarak
gösterilmiş ise de, gerekçeli kararın 2’nci sayfasında yer alan “Delillerin
Tahlil ve Değerlendirilmesi” bölümünde maddi olay anlatılırken, bu
eylemin yanı sıra, sanığa atılı banka kartını kötüye kullanma suçu ile
ilgili daha önce kesinleşen hükme konu “mağdurun bankamatik kartını
kullanarak bankadan para çekme” hareketleri de yazıldıktan sonra “... bu
şekilde sanığın üstünün bir şeyini çalmak suçunu işlediği ...” belirtilerek
hükmün konusu yapılması CMK’nın 225’inci maddesine aykırılık teşkil
etmektedir.
Asker kişilerin işledikleri askerî suçların 353 sayılı Kanun'un 9 ve
17’nci maddeleri uyarınca mutlaka askerî mahkemede görülmesi
gereğinde kuşku bulunmaması sebebiyle, bu hususa ilişkin olarak ileri
sürülen temyiz sebebi kabule değer bulunmamıştır.
418
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 150, 151, 188
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/93
K.Nu. : 2012/94
T.
: 05.07.2012
ÖZET
Hükmün tefhim edildiği son oturumda, sanığa Baro tarafından
tayin edilen zorunlu müdafiin, duruşmaya katılamamasına ilişkin
ileri sürdüğü mazeretin reddiyle, yokluğunda yargılamaya devam
edilerek nihai karar verilmesi, CMK’nın 151’inci ve 188’inci
maddelerine aykırı olup, savunma hakkının kısıtlanması bağlamında
hukuka kesin aykırılık teşkil etmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın dava konusu eyleminin emre
itaatsizlikte
ısrar
suçunu oluşturup oluşturmadığına
ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; sanığın dava konusu eyleminin emre itaatsizlikte ısrar
suçunu oluşturmadığını kabul etmiş ve beraat hükmünün onanmasına
karar vermiş iken, Başsavcılık; emre itaatsizlikte ısrar suçunun oluştuğu
görüşündedir.
Usul Yönünden İnceleme
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun;
149’uncu maddesinde, şüpheli veya sanığın soruşturmanın her
aşamasında müdafiin yardımından yararlanabileceği;
150’nci maddesinde, şüpheli veya sanığın müdafi seçebilecek
durumda olmadığını beyan etmesi ve istemesi hâlinde bir müdafi
görevlendirileceği; müdafii bulunmayan şüpheli ve sanığın, çocuk,
kendisini savunmayacak derecede malul, sağır ve dilsiz olması hâlinde
veya alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı
yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda istemi olmaksızın müdafi
görevlendirileceği; zorunlu müdafilikle ilgili hususların çıkarılacak
yönetmelikle düzenleneceği;
419
151’inci maddesinde; 150’nci madde hükmüne göre görevlendirilen
müdafiin, duruşmada hazır bulunmaması, duruşmadan çekilmesi veya
görevini yerine getirmekten kaçınması hâlinde, hâkim veya mahkeme
tarafından derhâl başka bir müdafi görevlendirilmesi için gerekli işlemin
yapılacağı; bu durumda oturumun ertelenmesine de karar verilebileceği;
156’ncı maddesinde; 150’nci maddede yazılı olan hâllerde,
müdafiin; soruşturma evresinde, ifadeyi alan merciin veya sorguyu yapan
hâkimin, kovuşturma evresinde, mahkemenin istemi üzerine ilgili yer
barosu tarafından görevlendirileceği; şüpheli veya sanığın kendisinin
sonradan müdafi seçmesi hâlinde, baro tarafından görevlendirilen
avukatın görevinin sona ereceği;
188’inci maddesinde; Kanun'un zorunlu müdafiliği kabul ettiği
hâllerde müdafiin duruşmada hazır bulunmasının şart olduğu;
hüküm altına alınmıştır.
CMK’nın 19.12.2006 tarihinden önce yürürlükte olan 150’nci
maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca, üst sınırı en az beş yıl hapis cezasını
gerektiren suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada istem
aranmaksızın müdafi atanması gerekmekte iken; 19.12.2006 tarihinde
yürürlüğe giren 5560 sayılı Kanun'un 21’inci maddesiyle aynı maddede
yapılan değişiklikle, alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren
suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada istem
aranmaksızın müdafi atanması zorunluluğu getirilmiştir.
Dava dosyası incelendiğinde; 29.06.2006 tarihli ve 5530 sayılı
Kanunla 353 sayılı Kanunda yapılan değişiklikler üzerine, 12.10.2006
tarihinde yapılan duruşmada, emre itaatsizlikte ısrar, tehlikeli aletle üste
fiilen taarruz, hizmet esnasında üste hakaret, üstü tehdit ve üste fiilen
taarruz suçlarından dolayı müdafi bulunmasının zorunlu olduğu
gerekçesiyle Edirne Barosu tarafından görevlendirilen Av. M.Ü.’nün
müdafi olarak görevlendirildiği;
Av. M.Ü’nün davadan çekilme isteminde bulunması ve daha sonra
vefat etmesi üzerine, 26.02.2009 tarihinde yapılan duruşmada, Edirne
Barosu tarafından Av. M.Ö’nün müdafi olarak görevlendirildiği;
Müdafi tarafından 02.02.2011 tarihinde faksla Askerî Mahkemeye
gönderilen dilekçe ile, aynı gün başka mahkemelerdeki duruşmalara
katılmak zorunda olduğundan bahisle 02.02.2011 tarihinde yapılacak
duruşmaya katılamayacağının bildirildiği;
420
Askerî Mahkemece 02.02.2011 tarihinde müdafiin ve sanığın
yokluğunda yapılan duruşmada; karar aşamasına gelinmiş olması ve
davanın sürüncemede kalmaması amacıyla, müdafiin mazeretinin reddine
karar verilerek yargılamaya devam edildiği; yazılı delillerin okunduğu,
Askerî Savcının esas hakkındaki görüşünü bildirdiği ve sanığın
savunması yerine geçmek üzere önceki ifadelerinin okunmasından sonra
hüküm kurulduğu;
CMK’nın 151 ve 188’inci maddelerinin açık hükümlerine aykırı
olarak, zorunlu müdafiin duruşmaya katılımı sağlanmadan hüküm
kurulduğu anlaşılmaktadır.
CMK’nın, gerek önceki, gerekse 19.12.2006 tarihinde yürürlüğe
giren 5560 sayılı Kanun'un 21’inci maddesiyle değiştirilmiş olan 150’nci
maddesi hükümlerine göre, sanığın işlediği iddia olunan ASCK’nın
87/1’inci maddesinin ikinci cümlesi kapsamındaki emre itaatsizlikte ısrar
suçundan dolayı zorunlu müdafi atanmasının gerekmediği düşüncesi
haklı olarak akla gelmekte ise de; sanığın yargılandığı diğer suçlarla
birlikte bu suç için de zorunlu müdafiin tayin edilmiş olması, sanığın
zorunlu müdafii olduğu düşüncesinde olmasının doğallığı; 29.06.2006
tarihli ve 5530 sayılı Kanunla 353 sayılı Kanun’da yapılan değişiklikler
sonrasında, CMK’nın 191 ve 147’nci maddelerindeki hakları kapsamında
sanığa isteği hâlinde müdafi yardımından yararlanabileceğinin
hatırlatılmamış olması nedenleriyle, savunma hakkının ihlal edildiğinde
kuşku bulunmamaktadır.
Sanık hakkında beraat hükmü verilmiş ve bu hükmün sanık
aleyhine Askerî Savcı tarafından temyiz edilmiş olması sebepleriyle, 353
sayılı Kanun’un 208’inci maddesinde yer alan: “Sanığın lehine olan
hukuki kurallara aykırılık, sanığın aleyhine hükmün bozulması için
askerî savcıya ve teşkilatında askerî mahkeme kurulan kıt'a komutanı
veya askerî kurum amirine bir hak vermez” hükmü uyarınca, müdafi
bulunmadan hüküm kurulmasının bozma sebebi olup olmayacağı
hususunda yapılan tartışma sonunda; 353 sayılı Kanun’un 208’inci
maddesiyle, sanık lehine olan kurallara aykırılık sebebine bağlı olarak
sanık aleyhine hükmün temyiz edilmesinin ve bozulmasının engellenmek
istendiği, halbuki dava konusu olayda beraat hükmünün mahkûmiyet
kararı verilmesi gerektiği gerekçesiyle temyiz edilmiş olduğu, bu hukuka
aykırılığın bozma nedeni olarak kabul edilmemesi hâlinde davanın
esasına geçilerek karar verilmesi gerektiği, bu takdirde yetersiz savunma
olanaklarıyla
yapılmış
yargılamada
toplanmış
kanıtların
değerlendirilmesi sonunda mahkûmiyet kararı verilmesi gerektiğinin
kabul edilebileceği, bunun da sanığın aleyhine sonuç doğuracağı,
421
dolayısıyla başlangıçta belirlenmiş olan ve savunma hakkının
kısıtlanması sonucunu doğuran hukuka aykırılık nedeniyle hükmün
bozulması gerektiği kabul edilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun; 22.04.2004 tarihli ve 2004/1167, 09.02.2006 tarihli ve 2006/26-30, 12.04.2007 tarihli ve 2007/24-28,
26.04.2012 tarihli ve 2012/61-58 sayılı kararlarıyla da; savunma
hakkının kısıtlanması sebebiyle beraat hükümlerinin bozulması gerektiği
kabul edilmiştir.
422
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 150, 151, 188
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/48
K.Nu. : 2012/43
T.
: 12.04.2012
ÖZET
Kovuşturma aşamasında yakalama müzekkeresi ile aranmakta
olan sanığın, yakalanıp getirilmesi ve vicahi olarak tutuklanması
istemiyle askerî mahkemeye sevk edilmesi üzerine CMK’nın 101’inci
ve sorguda istek üzerine CMK’nın 150’nci maddeleri uyarınca
görevlendirilen müdafiin müteakip duruşmada hazır bulunmaması
hâlinde, CMK’nın 151’inci maddesi uyarınca başka bir müdafi
görevlendirilmesi gerekirken, duruşmaya gelmeyen müdafi
yokluğunda hüküm kurulması savunma hakkının kısıtlanması
mahiyetinde hukuka kesin aykırılık oluşturmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; CMK’nın 150’nci maddesi uyarınca
tayin edilen müdafiin yokluğunda hüküm kurulmasının, savunma
hakkının kısıtlanması niteliğinde hukuka kesin aykırılık olup olmadığına
ilişkin bulunmaktadır.
Daire; bu hukuka aykırılığın nispi olduğunu ve bozmayı
gerektirmediğini kabul etmişken; Başsavcılık; savunma hakkının
kısıtlanması niteliğinde mutlak bozma sebebi olduğu görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için yargılamanın gelişimi ve müdafi ile
ilgili hükümlerin incelenmesi gerekmektedir.
Yargılamanın gelişimi
Dosya içeriğine göre; Osmaniye’deki Birliğinde askerlik görevini
yapmakta olan sanık hakkında, 6’ncı Kolordu Komutanlığı Askerî
Savcılığının 27.09.2007 tarihli iddianamesiyle mehil içi firar suçunu
işlediğinden bahisle kamu davası açıldığı; 03.10.2007 tarihinde
iddianamenin kabulüne karar verildiği, 17.12.2007 tarihinde yargılamaya
başlanıldığı, yoklama ve kimlik tespitinin yapılmasından sonra sanığa
CMK’nın 147’nci maddesindeki haklarının hatırlatıldığı, sanığın avukat
423
istemediğini beyan ettiği, iddianamenin okunmasından sonra sanığın
sorgusunun yapıldığı ve eksik hususların tamamlanması için duruşmanın
ileri bir tarihe ertelendiği, daha sonraki duruşmalarda sanığın hazır
bulundurulmadığı ve Birlik Komutanlığınca, sanığın 24.1.2008 tarihinde
firar etmiş olduğunun bildirildiği;
Bu yargılama devam etmekte iken, 6’ncı Kolordu Komutanlığı
Askerî Savcılığının 14.07.2008 tarihli ve 2008/471-540 sayılı iddianamesi
ile; sanığın 24.11.2007-12.12.2007 tarihleri arasında izin süresini
geçirmek suçunu işlediği iddiasıyla kamu davası açıldığı, 16.07.2008
tarihinde iddianamenin kabulüne karar verildiği, 21.07.2008 tarihli tensip
tutanağı ile bu dava ile mehil içi firar suçundan görülmekte olan davanın
birleştirildiği; 18.08.2008 tarihinde sanık hakkında yakalama emri
çıkarılmasına karar verildiği ve 25.08.2008 tarihinde yakalama emri
çıkarıldığı; başka suçtan Ümraniye E Tipi Kapalı Cezaevinde hükümlü
olarak bulunduğu belirlenen sanığın 11.03.2009 tarihinde sevk için
tutuklanmasına karar verildiği, 31.03.2009 tarihinde infazı yapılmakta
olan cezasından bihakkın tahliye edildiği; 03.06.2009 tarihinde askerî
mahkemeye sevk edildiği, CMK’nın 150’inci maddesi uyarınca Askerî
Mahkemenin isteği üzerine Adana Barosu tarafından müdafi olarak
görevlendirilen Av. S.D.’nin katılımıyla 03.06.2009 tarihinde yapılan
duruşmada; sanığa 14.07.2008 tarihli iddianamenin tebliğ edildiği,
CMK’nın 176, 147 ve 191’inci maddesindeki haklarının anlatıldığı,
sanığın savunmasını müdafii yardımıyla yapacağını bildirmesi üzerine
sorgu ve savunmasının belirlendiği, vicahen tutuklanmasına karar
verildiği ve duruşmanın ertelendiği; 05.06.2009 tarihinde yapılan
duruşmaya sanığın ve müdafiin katıldığı, duruşma sonunda,
duruşmalardan bağışık tutulma isteminde bulunmuş olan sanığın
tahliyesine karar verildiği, müdafiin, 19.08.2009 tarihinde yapılacak
duruşmaya katılamayacağına ilişkin mazeret dilekçesi gönderdiği;
21.10.2009 tarihinde yapılacak duruşma gününün, 28.08.2009 tarihinde,
müdafie usulüne uygun olarak tebliğ edildiği, müdafiin 21.10.2009
tarihindeki duruşmaya da katılmadığı, bu tarihte, sanığın ve müdafiin
yokluğunda yapılan yargılamada hüküm kurulduğu; gerekçeli hükmün
müdafie 26.01.2010 tarihinde tebliğ edildiği, müdafiin temyiz isteminde
bulunmadığı; Maltepe Ceza İnfaz Kurumunda hükümlü olduğu belirlenen
sanığın temyiz isteminde bulunduğu;
Anlaşılmaktadır.
Zorunlu Müdafi Konusunun İncelenmesi
Anayasa’nın 36’ncı maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan
yararlanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak
424
iddia, savunma ve adil yargılanma hakkına sahip olduğu hüküm altına
alınmış; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil yargılanma hakkı”
başlığı altındaki 6’ncı maddesinde, diğer haklar yanında;
- Savunma hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip
olmak,
- Kendi kendini savunmak,
- Kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak,
- Eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin
selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para
ödemeksizin yardımından yararlanabilmek,
haklarının, sanıklara tanınması gereken en az haklar kapsamında
olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun;
149’uncu maddesinde, şüpheli veya sanığın soruşturmanın her
aşamasında müdafiin yardımından yararlanabileceği;
150’nci maddesinde, şüpheli veya sanığın müdafi seçebilecek
durumda olmadığını beyan etmesi ve istemesi hâlinde bir müdafi
görevlendirileceği; müdafii bulunmayan şüpheli ve sanığın, çocuk,
kendisini savunmayacak derecede malul, sağır ve dilsiz olması hâlinde
veya alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı
yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda istemi olmaksızın müdafi
görevlendirileceği; zorunlu müdafilikle ilgili hususların çıkarılacak
yönetmelikle düzenleneceği;
151’inci maddesinde; 150’nci madde hükmüne göre görevlendirilen
müdafiin, duruşmada hazır bulunmaması, duruşmadan çekilmesi veya
görevini yerine getirmekten kaçınması hâlinde, hâkim veya mahkeme
tarafından derhâl başka bir müdafi görevlendirilmesi için gerekli işlemin
yapılacağı; bu durumda oturumun ertelenmesine de karar verilebileceği;
156’ncı maddesinde; 150’nci maddede yazılı olan hâllerde,
müdafiin; soruşturma evresinde, ifadeyi alan merciin veya sorguyu yapan
hâkimin, kovuşturma evresinde, mahkemenin istemi üzerine ilgili yer
barosu tarafından görevlendirileceği; şüpheli veya sanığın kendisinin
sonradan müdafi seçmesi hâlinde, baro tarafından görevlendirilen
avukatın görevinin sona ereceği;
188’inci maddesinde; Kanun'un zorunlu müdafiliği kabul ettiği
hâllerde müdafiin duruşmada hazır bulunmasının şart olduğu;
hüküm altına alınmıştır.
CMK’nın 150/4’üncü maddesine dayanılarak çıkarılan Ceza
Muhakemesi
Kanunu
Gereğince
Müdafi
ve
Vekillerin
Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin
425
Yönetmelik’in 6’ncı maddesinde; soruşturma evresinde görevlendirilmiş
olan müdafi veya vekilin, engel bulunmadığı takdirde kovuşturma
evresinde de öncelikle görevlendirileceği, 7’nci maddesinde; müdafiin
görevinin, soruşturma evresinde, kovuşturmaya yer olmadığına dair
kararın kesinleşmesi, yetkisizlik veya görevsizlik kararı, kamu davası
açılması hâlinde iddianamenin kabulü kararı verilmesi hâllerinde;
kovuşturma evresinde ise, yargılamanın yapıldığı il veya ilçe dışında
yargılamayı gerektirir görevsizlik veya yetkisizlik kararı, esasa ilişkin
hükmün kesinleşmesi ya da davanın nakline karar verilmesi ile sona
ereceği düzenlenmiş bulunmaktadır.
Değerlendirme
Bu düzenlemeler kapsamında; kovuşturma aşamasında zorunlu
müdafi olarak görevlendirilmiş olan ve bu görevinin devam ettiğinde
kuşku bulunmayan müdafiin,
duruşmalara mutlaka katılması ve
görevlerini aksatmadan yerine getirmesi gerektiğinde kuşku
bulunmamaktadır.
Duruşmalara katılmayan veya görevlerini yerine getirmediği
belirlenen müdafiin yerine derhal başka bir müdafi görevlendirilmesi,
gerektiği takdirde bu maksatla duruşmanın ertelenmesi ve her halükârda
zorunlu müdafiin katılımıyla yargılama yapılması ve hüküm kurulması
gerekmektedir.
Zorunlu müdafiin görevini gerektiği şekilde yerine getirmemiş veya
getirememiş olmasının, gerek isteğe bağlı olarak, gerek kanuni
zorunluluğun bir sonucu olarak müdafi yardımından yararlanması
gereken kişilerin savunmasız kalmaları sonucunu doğurması, hiçbir
şekilde kabul edilebilecek bir husus değildir.
Dolayısıyla, her ne sebeple olursa olsun, zorunlu olarak
görevlendirilmiş müdafiin katılımı olmaksızın yargılama yapılarak
hüküm kurulması, savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde hukuka
kesin aykırılık teşkil etmektedir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 31.03.2011 tarihli ve 2011/3229 sayılı kararı da bu doğrultudadır.
426
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.150, 151
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0991
K.Nu. : 2012/0907
T.
: 18.09.2012
ÖZET
CMK’nın 150’nci maddesinin birinci fıkrası gereğince isteğe
bağlı olarak görevlendirilen müdafiin duruşmalara mazeret
bildirmeden katılmaması üzerine, Askerî Mahkemece, derhâl başka
bir müdafi görevlendirilmesi için gerekli işlemlerin yapılmaması ve
müdafiin yokluğunda hüküm kurulması CMK’nın 151/1’inci
maddesine aykırı ve savunma hakkını kısıtlayıcı niteliktedir.
CMK’nın “Müdafiin görevlendirilmesi” başlıklı 150’nci
maddesinin birinci fıkrası, “Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi
seçmesi istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda
olmadığını beyan ederse, istemi hâlinde bir müdafi görevlendirilir.”;
“Müdafi görevini yerine getirmediğinde yapılacak işlem ve müdafilik
görevinden yasaklanma” başlıklı 151’inci maddesinin birinci fıkrası da,
“150’nci madde hükmüne göre görevlendirilen müdafi, duruşmada hazır
bulunmaz veya vakitsiz olarak duruşmadan çekilir veya görevini yerine
getirmekten kaçınırsa, hâkim veya mahkeme derhâl başka bir müdafi
görevlendirilmesi için gerekli işlemi yapar. Bu durumda mahkeme
oturuma ara verebileceği gibi oturumun ertelenmesine de karar
verebilir.” hükümleri yer almaktadır.
Dairemizin bozma kararı sonrası ilk duruşmanın sanığın istemi
üzerine sorgusu sırasında görevlendirilen müdafii Av. G.U.’nun katılımı
ile 06.07.2009 tarihinde yapıldığı, müteakiben müdafiin 26.10.2009
tarihindeki duruşmaya katılmasına rağmen, 22.03.2010, 19.07.2010,
08.11.2010 tarihlerindeki duruşmalara ve sanığın bozma kararına karşı
diyeceklerinin tespit edildiği 10.01.2011 tarihindeki duruşmaya bir
mazereti olmaksızın katılmadığı, hükmün tefhim olunduğu duruşma
gününün tebliğ olunması üzerine de müdafiin belgegeçer ile Askerî
Mahkemeye mesleki mazeretini belirtir dilekçe gönderdiği, sanık
427
hakkındaki hükmün müdafiin yokluğunda tefhim olunduğu
görülmektedir.
CMK’nın 150’nci maddesinin birinci fıkrası gereğince isteğe bağlı
olarak görevlendirilen müdafiin duruşmalara mazeret bildirmeden
katılmaması üzerine, Askerî Mahkemece; derhâl başka bir müdafi
görevlendirilmesi için gerekli işlemlerin yapılmaması ve müdafiin
yokluğunda hüküm kurulması CMK’nın 151/1’inci maddesine aykırı ve
savunma hakkını kısıtlayıcı nitelikte olup, 353 sayılı Kanun’un 207/3-E,
H maddelerine göre hukuka kesin aykırılık teşkil ettiğinden mahkûmiyet
hükmünün usûl yönünden bozulmasına karar verilmiştir (Yargıtay Ceza
Genel Kurulunun 10.06.2008 tarihli, 2008/9-148 E. 2008/169 K., Askerî
Yargıtay Daireler Kurulunun 31.03.2011 tarihli, 2011/32-29 E.K. sayılı
kararları da benzer mahiyettedir).
428
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.174
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0379
K.Nu. : 2012/0351
T.
: 07.03.2012
ÖZET
Çocuk sıfatını taşıyan askerî öğrenci olan şüpheliler hakkındaki
soruşturmanın, 03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma
Kanunu ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu uyarınca Ankara
Cumhuriyet Savcılığınca, kovuşturmanın ise Ankara Çocuk
Mahkemesinde yapılması gerektiğinden, şüpheliler hakkında
...Komutanlığı Askerî Savcılığınca görevsizlik kararı verilerek,
soruşturma dosyasının Ankara Cumhuriyet Savcılığına gönderilmesi
gerekirken görevli ve yetkili olmayan ...Komutanlığı Askerî
Mahkemesine hitaben iddianame düzenlenmesi iddianamenin iadesi
sebebidir.
21 Kasım 1979 tarihli ve 16816 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
07.11.1979 tarihli ve 2253 sayılı Çocuk Mahkemeleri Kuruluşu, Görev
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un çocuk mahkemelerinin
görevini belirleyen 6’ncı maddesi; “Çocuk mahkemelerinin görevleri
şunlardır :
15 yaşını bitirmeyen küçükler tarafından işlenen genel
mahkemelerin görevine giren ağır cezalı suçlara ilişkin davalar illerdeki
çocuk mahkemelerinde; bunun dışında kalan suçlara ilişkin davalar ilçe
ve merkez ilçe çocuk mahkemelerinde görülür.
Olağanüstü haller, sıkıyönetim ve savaş hali ile askerî
mahkemelerin görevlerine giren suçlar ile Anayasanın 136’ncı
maddesinin ikinci paragrafında sayılan suçlara ilişkin hükümler
saklıdır.
Çocuk mahkemeleri bu Kanunda yazılı tedbirleri alır ve Kanunla
verilen diğer görevleri yapar.” hükmünü içermekte iken, 25.02.1988
tarihli ve 3412 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesi ile yapılan değişiklik
sonucu;
429
“15 yaşını bitirmeyen küçükler tarafından işlenen ve genel
mahkemelerin görevine giren suçlarla ilgili davalara çocuk
mahkemelerinde bakılır.
Çocuk mahkemeleri, bu Kanunda yazılı tedbirleri alır ve Kanunla
verilen diğer görevleri yapar.
Olağanüstü haller, sıkıyönetim ve savaş hali ile askerî
mahkemelerin görevlerine giren suçlar ile Anayasanın 143’ncü
maddesinin birinci fıkrasında sayılan suçlara dair hükümler
saklıdır.” hâlini almış,
30.07.2003 tarihli ve 4963 sayılı Kanun’un 8’inci maddesi ile
yapılan değişiklik ile; 07/11/1979 tarihli ve 2253 sayılı Çocuk
Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunun 6’ncı maddesinin birinci fıkrasında geçen "15" ibaresi "18"
şeklinde değiştirilmiş, aynı Kanun’un 35’inci maddesinin (a) fıkrası ile
07/11/1979 tarihli ve 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu,
Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 6 ncı maddesinin son
fıkrası olan, “Olağanüstü haller, sıkıyönetim ve savaş hali ile askerî
mahkemelerin görevlerine giren suçlar ile Anayasanın 143’ncü
maddesinin birinci fıkrasında sayılan suçlara dair hükümler
saklıdır” şeklindeki hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.
30.07.2003 tarihli ve 4963 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde,
“07/11/1979 tarihli ve 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu,
Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunda yapılan değişiklikle
çocuk hakları geliştirilmektedir.” şeklinde, aynı Kanun’un 8’inci
maddesine ilişkin gerekçede; “Maddeyle, Birleşmiş Milletler Çocuk
Haklarına İlişkin Sözleşme hükümleri doğrultusunda 18 yaşını
bitirmemiş olan herkesin ‘çocuk’ sayılmasını temin için, 07/11/1979
tarihli ve 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve
Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 6’ncı maddesinde yer alan ‘15’
ibaresi ‘18’ şeklinde değiştirilmektedir.” şeklinde, aynı Kanun’un 35’inci
maddesinin (a) fıkrasına ilişkin gerekçede ; “Çocuk Mahkemelerinin
Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 6’ncı
maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılmak suretiyle, Çocuk Hakları
Sözleşmesi hükümlerine uygun olarak 18 yaşından küçük çocuklar
tarafından işlenen ve genel mahkemelerin görevine giren suçlarla ilgili
davaların çocuk mahkemelerinde görülmesi esası benimsenmiştir.”
şeklinde gerekçelere yer verilmiştir.
15 Temmuz 2005 tarihli ve 25876 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan, 03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma
Kanunu’nun 48’inci maddesiyle, 07.11.1979 tarihli ve 2253 sayılı Çocuk
430
Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun yürürlükten kaldırılmıştır.
15.07.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5395 sayılı Çocuk Koruma
Kanunu’nun 26’ncı maddesinde, çocuk mahkemelerinin görevi,
“Madde 26(1) Çocuk mahkemesi, asliye ceza mahkemesi ile sulh ceza
mahkemesinin görev alanına giren suçlar bakımından, suça sürüklenen
çocuklar hakkında açılacak davalara bakar.
(2) Çocuk ağır ceza mahkemesi, çocuklar tarafından işlenen ve ağır
ceza mahkemesinin görev alanına giren suçlarla ilgili davalara bakar.
(3) Mahkemeler ve çocuk hâkimi, bu Kanunda ve diğer kanunlarda
yer alan tedbirleri almakla görevlidir.
(4) Çocuklar hakkında açılan kamu davaları, Kanunun 17’nci
Maddesi hükümleri saklı kalmak kaydıyla bu Kanunla kurulan
mahkemelerde görülür” şeklinde belirlenmiştir.
Aynı Kanun’un 17’nci maddesinde, iştirak hâlinde işlenen suçlara
ilişkin olarak,
“Madde 17 (1) Çocukların yetişkinlerle birlikte suç işlemesi hâlinde,
soruşturma ve kovuşturma ayrı yürütülür.
(2) Bu hâlde de çocuklar hakkında gerekli tedbirler uygulanmakla
beraber, mahkeme lüzum gördüğü takdirde çocuk hakkındaki
yargılamayı genel mahkemedeki davanın sonucuna kadar bekletebilir.
(3) Davaların birlikte yürütülmesinin zorunlu görülmesi hâlinde,
genel mahkemelerde, yargılamanın her aşamasında, mahkemelerin uygun
bulması şartıyla birleştirme kararı verilebilir. Bu takdirde birleştirilen
davalar genel mahkemelerde görülür.” hükmü getirilmiştir.
03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nun genel
gerekçesinde, "Uluslararası belgelerde, suça sürüklenen çocukların
yetişkinler gibi yargılanmaları ve cezalandırılmalarının, onları suç ve
benzeri risklerden koruyamadığı gibi, daha fazla riske açık hâle getirdiği
gerçeğinden hareketle, çocuklara özgü kanun, usul ve makamların
oluşturulması gerektiği bildirilmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk
Haklarına Dair Sözleşmesi ile, çocuklara özgü kanun, usul ve makamlar
oluşturma gerekliliği tüm taraf devletler için bir yükümlülük hâline
gelmiştir……..Bu nedenle Kanunun amacı; özel korunma ihtiyacı
olan veya suça sürüklenen çocukların korunmasını, haklarının ve
esenliklerinin güvence altına alınmasını, toplumun adalet ve güvenlik
ihtiyacının karşılanmasını hedefleyen çocuk adalet sisteminin esas ve
usullerini düzenlemek olarak belirlenmiştir.” şeklinde, aynı Kanun’un
431
17’nci maddesinin gerekçesinde, "Maddede, çocukların yetişkinlerle
birlikte suç işlemesi hâlinde, soruşturma ve kovuşturmanın ayrı ayrı
yürütüleceği belirtilmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında da, davaların
birlikte yürütülmesinin zorunlu görülmesi durumuyla ilgili hükümlere yer
verilmiştir." şeklinde, 26’ncı maddesinin gerekçesinde , " Maddede,
mahkemelerin görevleri ayrı ayrı olarak belirtilmektedir. Maddenin
üçüncü fıkrasında, çocuk mahkemeleri ile çocuk ağır ceza
mahkemelerinin ve gerektiğinde çocuk hâkiminin, bu Kanunda yazılı
koruyucu ve destekleyici tedbirleri almakla görevli olduğu ve diğer
kanunlarda yer alan koruyucu ve destekleyici tedbirlerle ilgili olarak da
karar vermeye görevli olduğu ifade edilmiştir….” şeklinde gerekçelere
yer verilmiştir.
Çocuk Koruma Kanunu'nda, daha erken yaşta ergin olsa bile
onsekiz yaşını doldurmamış tüm kişiler çocuk kabul edilerek, onsekiz
yaşını doldurmayan kişinin asker şahıs ya da sivil şahıs olduğuna
bakılmaksızın, yargılanması hususunda, herhangi bir istisnaya yer
verilmemiştir.
18 Haziran 1983 tarihli ve 18081 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan, 16.06.1983 tarihli 2845 sayılı Devlet Güvenlik
Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Görevlerini belirleyen 9'uncu
maddesinde; maddede belirtilen suçları işleyenler ile bunların suçlarına
iştirak edenlerin, sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun Devlet güvenlik
mahkemelerinde yargılanacağı belirtilmiş, Anayasa Mahkemesi ve
Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve
sıkıyönetim hâli dahil askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin
hükümlerin saklı olduğu belirtilmiştir. 18.11.1992 tarihli ve 3842 sayılı
Kanun’un 29’uncu maddesi ile 2845 sayılı Devlet Güvenlik
Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un
9'uncu maddesinde değişiklik yapılmakla birlikte, belirtilen hususlarda
bir değişiklik olmamıştır.
30.06.2004 tarihli ve 25508 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
16.06.2004 tarihli ve 5190 sayılı "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda
Değişiklik Yapılması ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin
Kaldırılmasına Dair Kanun"un 3. maddesi ile 2845 sayılı Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun yürürlükten kaldırılmıştır.
12 Nisan 1991 tarihli ve 20843 Mükerrer sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanan, 12.04.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu'nun görevli mahkemeyi belirleyen 9'uncu maddesi; "Bu Kanun
432
kapsamına giren
suçlarla
ilgili davalara Devlet Güvenlik
Mahkemelerinde bakılır ve bu suçları işleyenler ile bunların suçlarına
iştirak edenler hakkında bu Kanun ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik
Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun
hükümleri uygulanır." hükmünü içermekte iken, 18 Temmuz 2006 tarihli
ve 26232 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan, 29.06.2006 tarihli ve 5532
sayılı Terörle Mücadele Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 8’inci maddesiyle, 3713 sayılı Kanunun 9'uncu maddesi
başlığıyla birlikte değiştirilerek, yeni hâli, "Görev ve yargı çevresinin
belirlenmesi, Madde 9 - Bu Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili
davalara, 04/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun
250 nci maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ağır ceza
mahkemelerinde bakılır. Bu suçlardan dolayı onbeş yaşın üzerindeki
çocuklar hakkında açılan davalar da bu mahkemelerde görülür."
şeklini almıştır. Sözkonusu değişikliklikle ilgili yasama çalışması
sıırasında, hükümet tarafından hazırlanan tasarıda sadece ilk cümle yer
almakta iken, buna göre değişiklikle ilgili olarak ; "3713 sayılı Kanunun
9 uncu maddesinde 04/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 250 nci maddesinin birinci fıkrasına atıfta bulunulmak
suretiyle, terör suçlarından dolayı yapılacak yargılamalarda
mahkemelerin görev ve yargı çevresi belirlenmiştir."şeklinde bir
gerekçeye yer verilmişken, Alt Komisyon tarafından Maddeye yukarıda
belirtilen ikinci cümle eklenmiş, bu ikinci cümle Adalet Komisyonunca
da uygun görülmüş, bu husus "Tasarının çerçeve 8 inci maddesiyle
değiştirilen 3713 sayılı Kanunun 9'uncu maddesine, ikinci cümle olarak
'Bu suçlardan dolayı onbeş yaşın üzerindeki çocuklar hakkında açılan
davalar da bu mahkemelerde görülür.' hükmü eklenmiştir. Daha sağlıklı
bir yargılama yapılabilmesi için, terör suçlarının aynı mahkemede
yargılanmasına imkan tanımak amacıyla, Alt Komisyon tarafından
madde metnine eklenen bu hüküm, Komisyonumuz tarafından uygun
görülmüş ve Tasarının çerçeve 8 inci maddesi kabul edilmiştir." şeklinde
belirtilmiştir.
Bu değişiklikte görüldüğü üzere, onbeş yaşın üzerindeki çocukların
çocuk mahkemeleri dışında, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun
250’nci maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ağır ceza
mahkemelerinde yargılanabilmesi için istisnai bir hüküm, 3713 sayılı
Terörle Mücadele Kanunu'nun 9'uncu maddesine eklenmiştir. Bu
durum, çocukların yargılanmasında esas alınacak Kanunun
03.07.2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu olduğunu,
433
aksi bir durum yaratılmak isteniyor ise istisnai hüküm getirilmesi
gerektiğini açıkça göstermektedir.
Bu arada, Kanun koyucu, 25 Temmuz 2010 tarihli 27652 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanan, 22.07.2010 tarihli ve 6008 sayılı Terörle
Mücadele Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 10’uncu maddesi ile; Terörle Mücadele Kanununun; 9’uncu
maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesini, yürürlükten kaldırılmış,
böylelikle onbeş yaşın üzerindeki çocukların Terörle Mücadele
Kanunu kapsamında işlediği suçlara ilişkin davaların, 04/12/2004
tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 250’nci
maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ağır ceza mahkemelerinde
görülmesine son verilmiştir.
Aynı Kanun'un 8’inci maddesiyle, 5271 sayılı Kanunun 250’nci
maddesine “(4) Çocuklar, bu madde hükümleri uyarınca kurulan
mahkemelerde yargılanamazlar ve bu mahkemelere özgü soruşturma ve
kovuşturma hükümleri çocuklar bakımından uygulanmaz." fıkrası
eklenmiştir.
22.07.2010 tarihli ve 6008 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun genel gerekçesinde,
"20/11/1989 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilen
ve ülkemiz tarafından da 1995 yılında onaylanan Çocuk Hakları
Sözleşmesinin çocukların yargılanmasına ilişkin 40’ıncı maddesinde,
taraf devletlerin, kanunları ihlal ettiği iddiası ileri sürülen, bununla
itham edilen ya da ihlal ettiği kabul olunan çocuklar bakımından,
yalnızca bu çocuklara uygulanabilir kanunların, usullerin, makam ve
kuruluşların oluşturulmasına; insan hakları ve yasal güvencelere tam
saygı gösterilmesi koşulu ile bu tür çocuklar için adli kovuşturma
olmaksızın önlemler alınmasına ilişkin düzenlemeler bulunmaktadır.
Diğer yandan, uluslararası mevzuatta, çocuklar hakkında en son çare
olarak hapis veya para cezası verilmesi gerektiği benimsenmiş ve
çocukların yararının her zaman üstün tutulması ilkesi kabul edilmiştir.
Belirtilen amaçla hazırlanan ve korunma ihtiyacı olan çocuklar
hakkında alınacak tedbirler ile suça sürüklenen çocuklar hakkında
uygulanacak güvenlik tedbirlerinin usul ve esaslarına, çocuk
mahkemelerinin kuruluş, görev ve yetkilerine ilişkin hükümleri kapsayan
5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu, 15/07/2005 tarihinde yürürlüğe
girmiştir. Söz konusu Kanunda çocukların yargılanması usulü ile
bunların yargılanacakları mahkemeler ayrıntılı olarak belirlenmiştir.
Ancak, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununda, çocuklara verilecek
cezalar ile yargılanacakları mahkemeler konusunda bazı istisnalara yer
434
verilmiştir. Tasarıyla, Terörle Mücadele Kanununda yer alan bu
istisnaların kaldırılması öngörülmektedir….." şeklinde gerekçelere yer
verilmiştir.
Adalet Komisyonunca "MADDE 8- 5271 sayılı Kanunun 250’nci
maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir. (4) 03/07/2005 tarihli ve 5395
sayılı Çocuk Koruma Kanununun 17’nci maddesinin birleştirmeye ilişkin
hükümleri saklı kalmak üzere çocuklar, bu madde hükümlerine göre
kurulan mahkemelerde yargılanamazlar ve bu mahkemelere özgü
soruşturma ve kovuşturma hükümleri çocuklar bakımından uygulanmaz.”
şeklinde kabul edilen 8'inci madde, TBMM 23'üncü Dönem 4'üncü
Yasama Yılı 138'inci Birleşiminde "Görüşülmekte olan 526 sıra sayılı
Kanun Tasarısının çerçeve 8’inci maddesiyle 5271 sayılı Kanunun
250’nci maddesine eklenmesi öngörülen dördüncü fıkranın başında yer
alan "03/07/2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanununun 17'nci
maddesinin birleştirmeye ilişkin hükümleri saklı kalmak üzere"
ibaresinin madde metninden çıkarılmasını ve "hükümlerine göre"
ibaresinin "hükümleri uyarınca" şeklinde değiştirilmesini arz ve teklif
ederiz." şeklindeki önergenin kabul edilmesi üzerine, yukarıda belirtilen
şekli ile yasalaşmış, önerge sahiplerince "Çocuklarla büyüklerin
davalarının hiçbir şekilde birleştirilmemesi amacıyla bu değişiklik
önergesi verilmiştir." şeklinde gerekçe belirtilmiştir.
İnceleme konumuz olan askerî öğrencinin, asker şahıs olarak kabul
edildiği 15 Haziran 1930 tarihli ve 1520 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanan 22.05.1930 tarihli ve 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu'nun
3'üncü maddesi ;
" Askerî şahıslar,
Madde 3 - Askerî şahıslar müşürden zabit vekiline kadar
zabitleri'e baş gedikliden nefere kadar efrat ve bilûmum askerî
memurlar adlî hâkimler ve müstahdemler ve askerî talebedir."
şeklinde iken, 22.03.2000 tarih ve 4551 sayılı Kanun'un 1'inci maddesi
ve daha sonra 10.03.2011 tarihli ve 6191 sayılı Kanun'un 10'uncu
maddesi ile yapılan değişiklikler ile 3'üncü madde; " Askerî şahıslar,
Madde 3. – Askerî şahıslar; Mareşalden asteğmene kadar subaylar,
astsubaylar, Millî Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro
ve kuruluşunda çalışan sivil personel, uzman jandarma, uzman erbaş,
sözleşmeli erbaş ve er, erbaş ve erler ile askerî öğrencilerdir.
Milli Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadro ve
kuruluşunda çalışan Devlet memurlarının asker kişi sıfatları, 04.01.1961
tarihli ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 115
inci maddesinde belirtilen yükümlülükleri ile sınırlıdır." şeklini almıştır.
435
Yine, inceleme konumuz olan askerî öğrencinin, asker şahıs olarak
kabul edildiği 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama
Usulü Kanunu'nun 10'uncu maddesi ;
" Asker kişiler,
Madde 10; Bu kanunun uygulanmasında aşağıda yazılı olanlar
asker kişi sayılırlar :
A) Muvazzaf askerler : Subaylar, (Askerî hâkim ve askerî savcı
ile yardımcıları dâhil) askerî memurlar, askerî öğrenciler, astsubaylar,
erbaşlar ve erler.
B) Yedek askerler (Askerî hizmette bulundukları sürece) ,
C) Millî Savunma Bakanlığı veya Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro
ve kuruluşlarında çalışan sivil personel,
D) Askerî iş yerlerinde çalışan ve İş Kanununa tabi bulunan
işçiler,
E) Rızası ile Türk Silâhlı Kuvvetlerine katılanlar ,
F) Askerî yargı organlarınca tutuklanmış veya hapsedilmiş veya
askerî makamlarca muhafaza altına alınmış veya gözaltı edilmiş
kişiler." şeklinde iken,
08.06.1972 tarihli ve 1596 sayılı Kanun'un 1'inci maddesi,
29.06.2006 tarihli ve 5530 sayılı Kanun'un 2'nci, 62'nci maddeleri,
22.03.2000 tarihli ve 4551 sayılı Kanun'un 1'inci maddesi ve daha sonra
10.03.2011 tarihli ve 6191 sayılı Kanun'un 10'uncu maddesi ile yapılan
değişiklikler ile 10'uncu madde ;
"Asker kişiler ,
Madde 10 — Bu Kanunun uygulanmasında aşağıda yazılı olanlar
asker kişi sayılırlar :
A) Muvazzaf askerler : Subaylar, askerî memurlar, askerî
öğrenciler, astsubaylar, erbaşlar ve erler.
B) Yedek askerler (Askerî hizmette bulundukları sürece),
C) Millî Savunma Bakanlığı veya Türk Silâhlı Kuvvetleri kadro
ve kuruluşlarında çalışan sivil personel,
D) Askerî işyerlerinde çalışan ve İş Kanununa tabi bulunan
işçiler,
E) Rızası ile Türk Silâhlı Kuvvetlerine katılanlar," halini almıştır.
İnceleme konumuz olan askerî öğrencilerle ilgili olarak, 211 sayılı
Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 113'üncü maddesi ; "
T) ASKERİ ÖĞRENCİLER
Madde 113
a) Liselerden yukarı okul, yüksek okul ve üniversitelerde okuyan
askerî öğrenciler Askerî Ceza ve Askerî Muhakeme Usulü kanunları ile,
436
bu kanunun tatbikatı bakımından askerlik mükellefiyeti altına girmiş
addolunur. Ve diğer askerler hakkında tatbik olunan hükümler bunlar
hakkında da aynen tatbik edilir.
b) Bütün askerî öğrenciler; subay ve askerî memurlara karşı ast
durumunda olup gerek kendi aralarında ve gerekse astsubaylara ve erbaş
ve erlere karşı astlık ve üstlük münasebetleri yoktur.
c) Lise, ortaokul ve eşidi okullar askerî öğrencileri; bu kanunun
14'üncü maddesinin asta tahmil ettiği vazifeleri aynen yapmaya
mecburdurlar. Hilâfına hareket edenler diğer askerlerin tabi olduğu cezai
müeyyidelere tabidirler.
d) Bütün askerî öğrencilerin yalnız kendileri bu kanunun (G)
bölümünde belirtilen sağlık işleri ile ilgili hükümlerden ve şehiriçi ve
şehirlerarası seyahatten emsali sivil talebeler gibi tenzilâtlı tarifeden
istifade ederler. (j) bölümünde gösterilen hükümler dahilinde nöbet
hizmetlerine sokulabilirler." şeklinde iken,
28.05.2003 tarihli 4861 Sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel
Kanunu, Uzman Erbaş Kanunu, Uzman Jandarma Kanunu, Gülhane
Askerî Tıp Akademisi Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı
Kanunu, Türk Silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu Ve Askerlik
Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un
19'uncu maddesi ile yapılan değişiklik sonucu 113'ncü madde ; "
ASKERÎ ÖĞRENCİLER
Madde 113 –
a) Astsubay meslek yüksek okulları, fakülte ve yüksek okullar ile
harp okullarında okuyan askerî öğrenciler ile astsubay nasbedilmek üzere
temel askerlik eğitimine tabi tutulan adaylar, 1632 sayılı Askerî Ceza
Kanunu ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun uygulaması bakımından askerlik yükümlülüğü altına girmiş
sayılır ve diğer askerlere uygulanan hükümler bunlara da aynen
uygulanır.
b) Bütün askerî öğrenciler, subaylara; astsubay hazırlama ve
astsubay meslek yüksek okulu öğrencileri ile astsubay nasbedilmek üzere
temel askerlik eğitimine tabi tutulan adaylar, aynı zamanda astsubaylara
karşı ast durumunda olup, askerî öğrencilerin, belirtilen hallerin dışında,
gerek kendi aralarında gerekse erbaş ve erlere karşı astlık ve üstlük
ilişkileri yoktur.
c) Lise, ortaokul ve eşidi okullar askerî öğrencileri; bu kanunun
14'üncü maddesinin asta tahmil ettiği vazifeleri aynen yapmaya
mecburdurlar. Hilafına hareket edenler diğer askerlerin tabi olduğu cezai
müeyyidelere tabidirler.
437
d) Bütün askerî öğrencilerin yalnız kendileri bu kanunun (G)
bölümünde belirtilen sağlık işleri ile ilgili hükümlerden ve şehiriçi ve
şehirlerarası seyahatten emsali sivil talebeler gibi tenzilatlı tarifeden
istifade ederler. (J) bölümünde gösterilen hükümler dahilinde nöbet
hizmetlerine sokulabilirler." halini almıştır. Değişiklik getiren madde
gerekçesinde; "Madde ile; astsubay hazırlama okulları ve astsubay
meslek yüksekokulu öğrencileri ile astsubay nasbedilmek üzere temel
askerlik eğitimine tâbi tutulanların, askerlikle ilişkileri ve Askerî Ceza
Kanunu ile Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu ve
bu kanunların uygulaması bakımından hukukî durumu ve bunların diğer
askerler karşısındaki astlık üstlük ilişkileri düzenlenmektedir."şeklinde
gerekçeye yer verilmiştir.
İnceleme konumuz olan askerî öğrencinin, asker şahıs olarak kabul
edilmeleri nedeniyle Askerî Mahkemelerde yargılanması ile ilgili 353
sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu'nun
9'uncu maddesi ;
" Genel görev ,
Madde 9 - Askerî mahkemeler kanunlarda aksi yazılı olmadıkça
, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine
veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili
olarak işledikleri suçlara ait dâvalara bakmakla görevlidirler." şeklinde
olup, yürürlüğe girdiği tarihten bugüne kadar değişikliğe
uğramamıştır. Maddede 'kanunlarda aksi yazılı olmadıkça' şeklinde bir
ibareye yer verilmekle, asker kişilerin askerî mahkemeler dışında
yargılanmaları ile ilgili hüküm içerebilecek başka kanunlar olabileceği
hususunda bir istisnaya yer verildiği görülmektedir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu'nun 20 Kasım 1989 tarih ve 44/25 sayılı Kararıyla
kabul edilip imza, onay ve katılıma açılmıştır. Sözleşme 49. maddeye
uygun olarak 02 Eylül 1990 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye
Sözleşmeyi 14 Eylül 1990 tarihinde imzalamış ve 9 Aralık 1994 tarihinde
ihtirazi kayıtla onaylamıştır. 4058 sayılı Onay Kanunu 11 Aralık 1994
gün ve 22138 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmıştır. Türkiye'nin
koyduğu ihtirazi kayıt
şöyledir: "Türkiye Cumhuriyeti Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinin 17., 29. ve 30.maddeleri
hükümlerini T.C. Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan
Anlaşması hükümlerine ve ruhuna uygun olarak yorumlama ve uygulama
hakkını saklı tutmaktadır".
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme'nin çocukların
yargılanmasına ilişkin 40'ıncı maddesinin 3’üncü fıkrası; " Taraf
438
Devletler, hakkında ceza yasasını ihlal ettiği iddiası ileri sürülen, bununla
itham edilen ya da ihlal ettiği kabul olunan çocuk bakımından, yalnızca
ona uygulanabilir yasaların, usullerin, onunla ilgili makam ve
kuruluşların oluşturulmasını teşvik edecek ve özellikle şu konularda çaba
göstereceklerdir:
a) Ceza Yasasını ihlal konusunda asgari bir yaş sınırı belirleyerek,
bu yaş sınırının altındaki çocuğun ceza ehliyetinin olmadığının kabul¸;
b) Uygun bulunduğu ve istenilir olduğu takdirde, insan hakları ve
yasal güvencelere tam saygı gösterilmesi koşulu ile bu tür çocuklar için
adli kovuşturma olmaksızın önlemlerin alınması.” hükümlerini
içermektedir.
5271 sayılı CMK’nın 170’inci maddesi gereğince, soruşturma
evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe
oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir iddianame düzenleyecektir. Diğer
bir deyişle, kamu davasının açılması konusunda benimsenen yasallık
sistemi gereği, toplanan delil, iz, eser ve emareler, Cumhuriyet savcısının
kanaatine göre, kamu davasının açılmasını gerektirecek nitelik ve
yeterlikte ise, yani söz konusu esaslar şüpheyi "yeterli kuvvette şüphe"
saydıracak düzeyde ise, 171’inci maddede belirtilen haller dışında kamu
davası açılması mecburidir.
Ancak her birey, sahip olduğu adil yargılanma hakkının bir
görünümü olarak makul sürede yargılanmayı talep etmek hakkında
sahiptir. Nitekim adil yargılanma, aynı zamanda bireyleri, yargılama
işlemlerinin sürüncemede kalmasına karşı korumak, özellikle ceza
davalarında suçlanan kişinin uzun süre yargılamanın nasıl
sonuçlanacağı endişesi ile yaşamasını önlemek amacını taşıyan bir
kavramdır. Ceza yargılaması hukukumuzda da adil yargılanma hakkının
bir görünümü olarak yargılamanın makul sürede yapılması amacıyla
5271 sayılı CMK’nın 174’ncü maddesinde iddianamenin iadesi kurumu
düzenlenmiştir. 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren bu düzenlemeye
göre, Mahkeme, iddianamenin 170’inci maddedeki unsurları
içermediğini tespit ettiğinde, eksik ve hatalı noktaları belirterek
iddianamenin iadesine karar verebilecektir. Bu düzenleme, anılan yasa
henüz yürürlüğe girmeden önce 25.05.2005 tarihli ve 5353 sayılı
Kanun’la yeniden ele alınarak Kanun'un 27'nci maddesiyle sözü edilen
174’üncü maddeye son şekli verilmiş ve maddede, 170’inci maddede
belirtilen şekle aykırı olarak düzenlenen iddianameler ile bunların dışında
suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan mevcut bir delil toplanmadan
düzenlenen, önödemeye veya uzlaşmaya tâbi olduğu soruşturma
dosyasından açıkça anlaşılan işlerde önödeme veya uzlaşma usulü
439
uygulanmaksızın düzenlenen iddianamelerin, iadesine ilişkin esaslara,
suçun hukukî nitelendirilmesi sebebiyle iddianamenin iade
edilemeyeceğine dair hükme yer verilmiştir. 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair 5353 sayılı Kanun
27'nci maddesinin gerekçesinde “kamu davasının tek veya zorunlu
olduğundan birbirini izleyen oturumlarda ve mümkünse bir günde
sonuçlandırılmasını gerçekleştirebilmek amacıyla ; iddianamenin,
hukuken geçerli ve yeterli delillerin toplanmasından ve dava açma
koşullarının gerçekleşmesinden sonra, tüm yönleriyle doğru ve eksiksiz
olarak mahkemeye verilmesi gerekmektedir” denilerek iddianamenin
iadesi kurumunun amacı ortaya konulmuş, "Önödemeye veya uzlaşmaya
tabi bir suç hakkında yanlışlıkla iddianame düzenlenmişse, bu da
iddianamenin iadesi nedeni sayılmıştır. Bu durumda Cumhuriyet savcısı,
iade kararına itiraz etmeyecekse, önödeme veya uzlaşma yoluyla
soruşturmayı sona erdirmeyi deneyecektir." denilerek önödeme veya
uzlaşmaya tabi bir suç hakkında önödeme veya uzlaşma hükümleri
uygulanmadan düzenlenen iddianamenin iade edileceği, "Savcının
değerlendirmesine tabi hususlar iade gerekçesi olamaz. Bu nedenle
mahkeme, savcının nitelendirmesine katılmadığını belirterek bir hususu
iade konusu yapamaz. Ancak iddianamede bulunması gereken
hususlarda bir eksiklik veya yanlışlığa dayanarak iade yoluna gidilebilir.
Örneğin soruşturulan fiilin önödemelik olup olmadığının takdiri
Cumhuriyet savcısına aittir. Bu nedenle Cumhuriyet savcısı, fiilin
önödeme kapsamında olmadığı görüşünde ise, mahkeme bu durumda
iddianameyi iade edemez. Keza, görev veya yetki konusunda
iddianamede açık bir yanlışlık veya çelişki varsa iade mümkündür.
Örneğin iddianame asliye ceza mahkemesine verildiği halde, ağır ceza
mahkemesinin madde bakımından yetkisine girecek ağırlıkta bir ceza
miktarı talep edilmesi; iddianamede gösterilen mahkemenin yargı
çevresi dışında suçun işlendiğinin iddianameden anlaşılması gibi.
Nitekim 170’inci maddenin üçüncü fıkrası iddianamenin "görevli ve
yetkili" mahkemeye hitaben düzenlenmesini öngörmektedir. Şayet
iddianamenin görevli veya yetkili mahkemeye hitaben düzenlenmediği
iddianameden kolayca anlaşılabiliyorsa, iddianamenin 170’inci
maddeye aykırı düzenlendiğinden bahisle mahkeme iadeye karar
verebilecektir."denilerek, suçun hukuki nitelendirilmesine bağlı olarak
iddianamenin iade edilemeyeceği, ancak iddianamenin görevli veya
yetkili mahkemeye hitaben düzenlenmediği iddianameden kolayca
anlaşılabiliyorsa,
iddianamenin
170'inci
maddeye
aykırı
düzenlendiğinden bahisle mahkemece iade edilebileceği belirtilmiştir.
440
Ceza Muhakemesi Kanunu ile benimsenen sisteme göre, yargılama
kurallarına uyularak davaların makul sürede bitirilmesi esastır. Bunun
için iddianamenin şekil, esas bakımından ve ayrıca görev ve yetki
bakımından yasanın öngördüğü biçimde eksiksiz ve doğru bir şekilde
düzenlenmiş olması gerekir. Şekil, esas ve ayrıca görev ve yetki
bakımından hatalı düzenlenmiş iddianamelerle, olgunlaşmadan ve
soruşturmada yeterli delil, iz, eser ve emareler toplanmadan, basit
şüpheler üzerine açılmış davaların, kovuşturma aşamasının eksikliklerin
giderilmesi ile geçirilmesi nedeniyle, davaların makul sürede bitirilmesi
ilkesinin ihlaline yol açacağı kuşkusuzdur.
Ceza Muhakemesi Kanunu'nun Görevli Olmayan Hâkim Veya
Mahkemenin İşlemleri başlıklı 7'nci maddesi ile "yenilenmesi mümkün
olmayanlar dışında, görevli olmayan hâkim veya mahkemece yapılan
işlemlerin hükümsüz" olduğunun belirtilmiş olması karşısında,
iddianamelerin görevli ve yetkili mahkemeye hitaben düzenlemesinin ne
kadar önemli olduğu, bu hususa riayet edilmeksizin düzenlenen ve iade
edilmesi bir şekilde unutulan iddianameler nedeniyle açılan davalarda,
görevsizlik kararı verilmesi halinde yapılan işlemlerin hükümsüzlüğü
nedeniyle bir çok gecikme yaşananacağı, davaların makul sürede
bitirilmesi ilkesinin ihlaline yol açılacağı çok açıktır.
Bu nedenle, iddianame görevli ve yetkili mahkemeye hitaben
düzenlenmeli, iddianamenin görevli veya yetkili mahkemeye hitaben
düzenlenmediği iddianameden kolayca anlaşılabiliyorsa, iddianame
170’inci maddeye aykırı düzenlendiğinden bahisle mahkemece iade
edilmelidir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde;
Kasten yaralama suçundan şüpheliler ...Astsubay Hazırlama
Okulunda öğrenci olan As.Öğr. U.S.'nin 31.10.1995 tarihinde, As.Öğr.
A.A.T.'nin 29.04.1995 tarihinde, As.Öğr. A.F.A.'nın 31.07.1995
tarihinde, As.Öğr. E.Y.'nin 17.08.1995 tarihinde, As.Öğr. F.Y.'nin
18.05.1995 tarihinde, As.Öğr. Y.Y.'nın 04.10.1995 tarihinde, As.Öğr.
Z.D.'nin 01.10.1995 tarihinde, As.Öğr. R.C.A.'nin 05.01.1995 tarihinde,
As.Öğr. O.D.'nin 01.01.1995 tarihinde ve hakaret suçundan şüpheli
As.Öğr. O.K.'nin 09.06.1995 tarihinde doğdukları, üzerlerine atılı kasten
yaralama ve hakaret (sadece As.Öğr. O.K.'ya atılı) suçlarını işledikleri
iddia edilen, 20.09.2010 tarihi itibariyle, hepsinin onsekiz yaşını
doldurmamış kişiler olmaları nedeniyle, gerek 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunun 6'ncı maddesinin 1'inci fıkrasının b bendi gerekse 5395 sayılı
Çocuk Koruma Kanunu’nun 3'üncü maddesinin 1'inci fıkrasının a bendi
uyarınca "çocuk" sıfatını taşıdıkları anlaşılmaktadır.
441
Yukarıda çocuk yargılaması ile ilgili olarak mevzuatın geçirdiği
tarihsel süreç, çocukların, çocuk mahkemeleri dışındaki mahkemelerde
(inceleme konumuz olan Askerî mahkemelerde) yargılanabilmesine
imkan tanıyan, 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve
Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 6'ncı maddesinin son fıkrası olan,
“Olağanüstü haller, sıkıyönetim ve savaş hali ile askerî
mahkemelerin görevlerine giren suçlar ile Anayasanın 143’ncü
maddesinin birinci fıkrasında sayılan suçlara dair hükümler
saklıdır” şeklindeki hükmün, 30.07.2003 tarihli ve 4963 sayılı Kanun’un
35’inci maddesinin (a) fıkrası ile kaldırılmış olması, 15 Temmuz 2005
tarihli 25876 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, 03.07.2005 tarihli ve
5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nda, çocukların, çocuk mahkemeleri
dışında yargılanabilmelerine ilişkin (17'nci maddedeki iştirak halinde
işlenen suçlara ilişkin hüküm hariç) herhangi bir istisna getirilmemiş
olması, bu Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra, çocuk sayılanlar
hakkında açılan davaların çocuk mahkemesi dışında görülebilmesi için,
ancak ilgili Kanun'a istisna hükmü getirilmesinin (5532 sayılı Terörle
Mücadele Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 8’inci
maddesiyle, 3713 sayılı Kanunun 9'uncu maddesi başlığıyla birlikte
değiştirilerek, "Görev ve yargı çevresinin belirlenmesi, Madde 9 - Bu
Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili davalara, 04/12/2004 tarihli ve
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 250’nci maddesinin birinci
fıkrasında belirtilen ağır ceza mahkemelerinde bakılır. Bu suçlardan
dolayı onbeş yaşın üzerindeki çocuklar hakkında açılan davalar da
bu mahkemelerde görülür.") gerekmesi, bu getirilen istisnai hükme de
Kanun koyucu tarafından Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair
Sözleşme esasları dikkate alınarak son verilmiş olması, Askerî Ceza
Kanunun 3'üncü maddesi, 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve
Yargılama Usulü Kanunu'nun 10'uncu maddesi uyarınca aynı zamanda
asker şahıs (asker kişi) sayılan şüphelilerin, çocuk sıfatı taşımalarına
rağmen, çocuk mahkemesinde değil de, askerî mahkemelerde
yargılanmalarına imkân tanıyan hükmün, 4963 sayılı Kanun’un 35’inci
maddesinin (a) fıkrası ile kaldırıldığı 30.07.2003 tarihinden bugüne
kadar, "çocuk" sıfatını taşıyan asker şahısların (asker kişilerin) çocuk
mahkemeleri dışında, askerî mahkemelerde yargılanabileceklerine dair
herhangi bir istisnai hükme, ne Askerî Ceza Kanunu'nda, ne de 353 sayılı
Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu'nda yer
verilmemiş olması, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet
Kanunu'nun Askerî Öğrenciler başlıklı 113'üncü maddesinde 28.05.2003
tarihli 4861 Sayılı Kanun'un 19'uncu maddesiyle yapılan değişiklikle,
442
113'üncü maddesinin a fıkrası; "Astsubay meslek yüksek okulları, fakülte
ve yüksek okullar ile harp okullarında okuyan askerî öğrenciler ile
astsubay nasbedilmek üzere temel askerlik eğitimine tabi tutulan adaylar,
1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun uygulaması bakımından
askerlik yükümlülüğü altına girmiş sayılır ve diğer askerlere uygulanan
hükümler bunlara da aynen uygulanır." halini almış, bunlar hakkında
1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun uygulaması bakımından
askerlik yükümlülüğü altına girmiş sayıldıkları ve diğer askerlere
uygulanan hükümlerin bunlara da aynen uygulanacağı belirtilmiş ise de;
28.05.2003 tarihli Kanun'la yapılan bu değişikliğin, asker şahıs (asker
kişi) sayılan şüphelilerin, çocuk sıfatı taşımalarına rağmen, çocuk
mahkemesinde değil de , askerî mahkemelerde yargılanmalarına imkan
tanıyan hükmün, 4963 sayılı Kanun’un 35’inci maddesinin (a) fıkrası ile
kaldırıldığı 30.07.2003 tarihinden önce yapılmış olması karşısında,
30.07.2003 tarihinden itibaren çocuk sıfatı taşıyan askerî öğrencilerin,
çocuk mahkemeleri dışında askerî mahkemede yargılanabilmeleri
yönünde herhangi bir istisna içerdiğinin kabul edilmeyeceği karşısında,
çocuk sıfatını taşıyan şüpheliler hakkındaki soruşturmanın, 03.07.2005
tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu ve 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu uyarınca, Ankara C.Savcılığınca yapılması,
kovuşturma yapılacak ise Ankara Çocuk Mahkemesinde yapılması
gerektiğinden, şüpheliler hakkında ...Askerî Savcılığınca görevsizlik
kararı verilerek, soruşturma dosyasının Ankara C.Savcılığına
gönderilmesi gerekirken görevli ve yetkili olmayan Kara Kuvvetleri
Komutanlığı Askerî Mahkemesine hitaben iddianame düzenlenmesinin
iddianamenin iadesi sebebi yapıldığı anlaşılmıştır.
CMK’nın 236’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasında yer alan “Mağdur
çocukların veya işlenen suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş olan diğer
mağdurun tanık olarak dinlenmesi sırasında psikoloji, psikiyatri, tıp veya
eğitim alanında uzman, bir kişi bulundurulur. Bunlar hakkında
bilirkişilere ilişkin hükümler uygulanır.” amir hükmü gereğince, somut
olayımızdaki
mağdur
çocuk
olan,
21.09.1994
doğumlu
As.Öğrc.H.H.H.’nin, tanık olarak dinlenmesi sıırasında, psikoloji,
psikiyatri, tıp veya eğitim alanında uzman, bir kişi bulundurulması
gerekirken, bulundurulmaması usule aykırı ise de; dosya kapsamında
mağdurun olayları anlatan ve şüphelilerden şikayetçi olduğunu belirten
ayrıntılı dilekçesinin bulunması (Dz.191-202), bundan başka mağdurun
babası (velisi) ve mağdur vekilinin de ayrıntılı dilekçelerinin bulunması
443
(Dz.136, 182-190, 203-209) karşısında, mağdurun CMK'nın 236'ncı
maddesinin 3'üncü fıkrasındaki usule uyulmaksızın alınan ifadesine de
dayanılarak iddianame düzenlenmesinin, iddianamenin iadesi için bir
sebep teşkil etmeyeceği anlaşıldığından, bu hususa ilişkin iddianamenin
iadesi kararına karşı yapılan itirazın kabulüne karar verilmesi gerekirken
reddine karar verilmesinin kanuna aykırılık oluşturduğu sonucuna
varılmıştır.
İddianamenin iadesi kararına yapılan itiraz üzerine itiraza bakan
askerî mahkemece, iddianamenin iadesine ilişkin sebeplerden ilk ikisi
hakkında değerlendirmede bulunularak, uzlaşmaya tabi olduğu
soruşturma dosyasından açıkça anlaşılan işlerde uzlaşma usulüne
uyulmadan ve yüklenen suçu oluşturan olayların mevcut delillerle
ilişkilendirilmeden iddianame düzenlendiği yönündeki sebeplerle ilgili
bir karar ve değerlendirmeye yer verilmemesinin, Kanun'a aykırılık
oluşturduğuna işaret edilmekle yetinilmiştir.
Tüm bu nedenlerle, somut olayda, iddianamenin iadesine ilişkin
olan ...Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 22.11.2011 tarihli, 2011/924
İd.Değ.Def. No., 2011/554 İd.Esas No. ve 2011/430 İd.Karar No. sayılı
duruşmasız işlere dair kararına yönelik itiraz üzerine verilen ve
iddianamenin iadesi nedenlerinin yerinde olup itirazın reddine dair olan
...Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 30.11.2011 tarihli ve
AS.MAH.:2011/488 İd. ve KARAR NO:2011/339 Müt sayılı duruşmasız
işlere dair kararının, KISMEN KANUN YARARINA BOZULMASINA,
kararın "iddianamenin görevli ve yetkili mahkemeye hitaben olması
nedeniyle iddianamenin iadesine yönelik itirazın rededilmesine ilişkin"
bölümünün,
aynen
bırakılmasına,
diğer
işlerin
mahallinde
tamamlanmasına, dosyanın Askerî Yargıtay Başsavcılığına TEVDİİNE
karar verilmiştir.
444
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 196
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/65
K.Nu. : 2012/65
T.
: 10.05.2012
ÖZET
Sanığın, sorgusunun tespit edilmesinden sonra ve duruşmanın
bırakıldığı tarihten önce terhis edildiği, duruşmaya katılamamasına
ilişkin bir mazeret ileri sürmediği, duruşmalara katılmak istediği
doğrultusunda bir bildirimi olmadığı ve duruşmalara katılmadığı
anlaşılmakta olup; CMK’nın 194/2’nci maddesi uyarınca, sanığın
hazır bulunmasına mahkemece de gerek görülmediği takdirde,
yokluğunda yargılamaya devam edilerek hüküm kurulmasında
hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Askerî Mahkemenin bu yöndeki takdirini açık bir kararla
bildirmesi en uygun yol olmakla birlikte, kararın yapılan
uygulamayla ve örtülü olarak gösterilmesi de mümkündür.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; duruşmalardan bağışık tutulma talebi
olmadığı hâlde sanığın yokluğunda duruşma yapılıp hüküm
kurulmasının, esasa etkili ve bozmayı gerektirecek bir hukuka aykırılık
olup olmadığına ilişkindir.
Daire; sanığın terhis edilmesi nedeniyle duruşmalarda
bulundurulmaması üzerine duruşmadan bağışık tutulma istemi
bulunmayan sanığın yokluğunda yargılamaya devam edilerek hüküm
kurulmasındaki hukuka aykırılığın, nispi nitelikte bir hukuka aykırılık
olduğunu ve savunma hakkını kısıtlayıcı nitelikte olmadığını kabul
etmişken; Başsavcılık; bu durumun, CMK’nın 196 ve 353 sayılı
Kanun’un 207/3-H maddeleri uyarınca savunma hakkının kısıtlanması
niteliğinde hukuka kesin aykırılık oluşturduğu ve vicahilik ilkesini de
ihlal ettiği görüşündedir.
Uyuşmazlığın çözümü için yargılamanın gelişiminin ve ilgili
hükümlerin incelenmesi gerekmektedir.
445
Yargılamanın gelişimi
Dosya içeriğine göre;
Osmaniye’deki Birliğinde askerlik görevini yapmakta olan sanık
hakkında, 18.04.2010 tarihinde, üstü konumundaki mağdur Tnk.Onb.
İ.B.'ye karşı üste hakaret suçunu işlediğinden bahisle kamu davası
açıldığı;
04.06.2010 tarihinde iddianamenin kabulüne karar verildiği,
19.08.2010 tarihinde yargılamaya başlandığı, sanık ve tanıkların
duruşmada hazır olmamaları nedeniyle bunun için talimat yazılmasına
karar verildiği;
21.10.2010 tarihinde yapılan duruşmaya sanığın ve bir kısım
tanıkların katıldığı, bu duruşmada sırayla yapılan usulü işlemler
kapsamında sorgusu da yapılan sanığın, duruşmalardan bağışık tutulma
yönünde bir istemde bulunmadığı; duruşma sonunda, sanığın bir sonraki
duruşmada hazır bulundurulması için Birlik Komutanlığına talimat
yazılmasına karar verildiği, duruşmanın 22.11.2010 tarihine bırakıldığı
ve alınan karar uyarınca gerekli talimatın yazıldığı;
22.11.2010 tarihinde yapılan duruşmaya sanığın katılmadığı,
duruşma sonunda, sanığın bir sonraki duruşmada hazır bulundurulması
için Birlik Komutanlığına yazılan talimat akıbetinin araştırılmasına karar
verildiği ve alınan karar uyarınca gerekli talimatın yazıldığı;
Birlik Komutanlığının 03.11.2010 tarihli yazısıyla, sanığın
30.10.2010 tarihinde terhis mahiyetinde izne ayrılmış olduğunun ve bu
nedenle duruşmada hazır bulundurulamayacağının bildirildiği; yazı
ekinde gönderilen terhis belgesinden, sanığın 10.11.2010 tarihi itibarıyla
terhis edildiğinin belirlendiği;
20.12.2010 tarihinde yapılan duruşmaya sanığın katılmadığı,
duruşmada Birlik Komutanlığının 03.11.2010 tarihli yazısının okunduğu;
Takip eden duruşmalara da sanığın yokluğunda devam edildiği ve
son olarak 24.3.2011 tarihinde sanığın yokluğunda yapılan duruşma
sonunda hükmün bildirildiği;
Anlaşılmaktadır.
İlgili Hükümler
CMK’nın 193, 194, 195 ve 196’ncı maddelerinde:
“Sanığın duruşmada hazır bulunmaması
MADDE 193 - (1) Kanunun ayrık tuttuğu hâller saklı kalmak üzere,
hazır bulunmayan sanık hakkında duruşma yapılmaz. Gelmemesinin
geçerli nedeni olmayan sanığın zorla getirilmesine karar verilir.
446
(2) Sanık hakkında, toplanan delillere göre mahkûmiyet dışında bir
karar verilmesi gerektiği kanısına varılırsa, sorgusu yapılmamış olsa da
dava yokluğunda bitirilebilir.
Sanığın mahkemeden uzaklaşması
MADDE 194 - (1) Mahkemeye gelen sanığın duruşmanın devamı
süresince hazır bulunması sağlanır ve savuşmasının önüne geçmek için
mahkeme gereken tedbirleri alır.
(2) Sanık savuşur veya ara vermeyi izleyen oturuma gelmezse,
önceden sorguya çekilmiş ve artık hazır bulunmasına mahkemece gerek
görülmezse, dava yokluğunda bitirilebilir.
Sanığın yokluğunda duruşma
MADDE 195 - (1) Suç, yalnız veya birlikte adlî para cezasını veya
müsadereyi gerektirmekte ise; sanık gelmese bile duruşma yapılabilir. Bu
gibi hâllerde sanığa gönderilecek davetiyede gelmese de duruşmanın
yapılacağı yazılır.
Sanığın duruşmadan bağışık tutulması
MADDE 196. - (1) Mahkemece sorgusu yapılmış olan sanık veya bu
hususta sanık tarafından yetkili kılındığı hâllerde müdafii isterse,
mahkeme sanığı duruşmada hazır bulunmaktan bağışık tutabilir.
...
(5) Hastalık veya disiplin önlemi ya da zorunlu diğer nedenlerle
yargılamanın yapıldığı yargı çevresi dışındaki bir hastahane veya
tutukevine nakledilmiş olan sanığın, sorgusu yapılmış olmak koşuluyla,
hazır
bulundurulmasına
gerek
görülmeyen
oturumlar
için
getirilmemesine mahkemece karar verilebilir.
...”
Hükümleri yer almaktadır.
Ayrıca; 353 sayılı Kanun'un, “Şüpheli ve sanığın getirilmesi”
başlığı altındaki 81’inci maddesinde, asker kişilerin ifadelerinin alınması
veya sorguları için bağlı bulundukları askerî birlik komutanının veya
askerî kurum amirinin emriyle getirilecekleri düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Uyuşmazlık Konusuyla İlgili Değerlendirme
As.Yrg.Drl.Krl.nun 22.12.2011 tarihli ve 2011/123-122 sayılı
kararında açıklandığı üzere, yukarıda belirtilen hükümler birlikte
değerlendirildiğinde; kural olarak duruşmaya katılmayan sanık hakkında
yargılama yapılamayacağı, sanığın duruşmaya katılımı için gerekirse
zorla getirilme kararı verilebileceği; ancak kanunda gösterilmiş hâllerde
447
sanık duruşmaya katılmamış olsa bile yargılama yapılabileceği açıkça
görülmektedir.
Sanığın duruşmaya katılmaması hâlinde bile yargılamanın
yapılabileceği hâller:
- Toplanan delillere göre, mahkemece mahkûmiyet dışında bir
karar verilmesi kanısına varılması
- Daha önce sorgusu yapılmış olan sanığın savuşması veya
gelmemesi şartına bağlı olarak mahkemece hazır bulunmasına
gerek görülmemesi
- Suçun yalnızca veya birlikte sadece adli para cezasını veya
müsadereyi gerektirmesi
- Sorgusu yapılmış olan sanığın veya bu konuda yetkili kılınmış
müdafiin isteğine bağlı olarak mahkemece takdir edilmesi
- Sorgusu yapılmış olan ve zorunlu nedenlerle yargı çevresi
dışında hastanede ya da tutukevinde bulunan sanık hakkında
mahkemece hazır bulunmasına gerek duyulmayan hâller
olarak,
gösterilmiş bulunmaktadır.
Sorgusu yapılmış olan sanığın istemi hâlinde duruşmalarda hazır
bulunma zorunluluğunun kaldırılması, yargılamanın gereklerine göre
mahkemenin takdirine ilişkin bir husus olup; bu takdirin, alınacak bir
kararla istemde bulunana ve taraflara bildirilmesi en uygun yol olmakla
birlikte, mahkemenin bu konudaki kararını, yaptığı uygulamayla; sanığı
duruşmaya çağırmamak veya duruşmada hazır bulunmaması hâlinde
bunu zorunlu görmemek suretiyle göstermesi de mümkün bulunmaktadır.
Yargılama safahatı incelendiğinde; sanığın sorgusunun 21.10.2010
tarihinde yapılan duruşmada belirlendiği, bir sonraki duruşmanın
bırakıldığı 22.11.2010 tarihinden önce sanığın 10.11.2010 tarihinde
terhis edilmek suretiyle askerlik hizmetini tamamladığı, dolayısıyla
istediği takdirde 22.11.2010 tarihli duruşmaya katılmasına bir engel
bulunmadığı, buna rağmen belirlenen gündeki duruşmaya katılmadığı
gibi, katılamamasına ilişkin bir mazeret ileri sürmediği, Askerî
Mahkemece de, sanığın, terhis edildiğinin anlaşılmasından sonraki
duruşmalara katılması için bir istek içinde olmadığı görülmekle; esas
itibarıyla, Askerî Mahkemece sanığın duruşmalarda hazır bulunmasına
gerek görülmediği ve terhis edilmiş olan sanığın örtülü olarak
duruşmalardan bağışık tutulmasına karar verdiği anlaşılmaktadır.
Sanığın duruşmalardan bağışık tutulması yönünde açık bir karar
verilmemiş olması, Askerî Mahkemenin, varlığı konusunda kuşku
duyulmayan bu yöndeki örtülü kararının yok sayılmasını
448
gerektirmemektedir. Aksi yöndeki kabul, yargılama hukukunun hiç arzu
etmediği şekilde, amaçtan uzaklaşılmasına, yargılamanın uzamasına ve
gecikmesine sebep olacaktır.
Sanığın duruşmada hazır bulunması zorunluluğu ve sanık olmadan
duruşma yapılamaması kuralı, bir yönüyle yargılamanın amaçlarına
uygun ve sağlıklı bir şekilde yapılması, diğer yönüyle de sanığın
savunma haklarının kullanılması amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik
kurallar olup; sanık tarafından duruşmaya gelinmek istenmemesi ve
Askerî Mahkemece de sanığın duruşmalarda bulunmasına gerek
görülmemesi karşısında, ortada, esasa etkili olabilecek ve sanığın
savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğuracak bir hukuka aykırılık
bulunmadığının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
Bu sebeplerle, Başsavcılığın itiraz sebepleri kabule değer
görülmemiştir.
449
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 206, 217
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/64
K.Nu. : 2012/64
T.
: 10.05.2012
ÖZET
Sanığın amiri konumundaki Ütğm. A.Ö. tarafından yapılan
aramanın, askerî mahkeme kararına dayanmadığı, Kanun'un yetkili
kıldığı kişiler tarafından veya bunların verdiği yazılı emir üzerine
yapılmadığı anlaşıldığından, yapılan arama işleminin ve bunun
sonucu elde edilen delillerin hukuka aykırı olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
Eylemin sübutu bakımından, arama işleminin yapılmasına
kadar yaşanan olaylarla ilgili olarak dinlenmiş bir kısım tanıkların
yetersiz beyanları dışında mahkûmiyete yeterli hukuki kanıt
bulunmadığı dikkate alınmadan, hukuka aykırı yol ve yöntemlerle
elde edilmiş kanıtlar esas alınmak suretiyle verilen mahkûmiyet
hükmünün hukuka aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın kabul edilen eyleminin
üstünün bir şeyini çalmak suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkin
bulunmaktadır.
Daire; olayın mağdur tarafından planlanmış bir olay olduğunu,
dolayısıyla mağdurun parasının alınması hususunda rızasının
bulunduğunu ve bu nedenle suçun unsurlarının oluşmadığını kabul
etmişken; Başsavcılık; sanığın eyleminin başkasına ait olduğunu bildiği
parkanın içindeki parayı, sahibine haber vermeden bulunduğu yerden
almak olduğu ve suçun unsurlarının oluştuğu görüşündedir.
Dava Konusu Olay
Dosyada
mevcut
kanıtlara
göre;
sanığın,
katılan
Hv.SIh.Müht.Kd.Bçvş. M.M.D. ile aynı Komutanlık bünyesinde değişik
birimlerde görev yaptıkları; katılanın, 22.01.2010 tarihinde çalışma
odasının askılığına astığı parkasının cebindeki 13 TL’nin çalınması ve
450
olaydan önceki dönemde daha başka hırsızlık olaylarının meydana
gelmesi nedeniyle, olayların failini bulmak amacıyla parkasının cebine
numarası alınmış para bırakmaya ve böylece çalan kişinin kimliğinin
belirlenmesine karar verdiği; 10.02.2010 tarihinde, aynı odada birlikte
çalıştığı arkadaşları Hv.Slh.Kd.Bçvş. A.G. ve Hv.Uçb.Üçvş. T.G.’ye de
durumu anlatmak suretiyle askılıkta bulunan parkasının cebine son dört
rakamını belirledikleri A069391447 seri numaralı 5 TL banknotu
koyduğu; aynı gün saat 13.35 sıralarında Hv.Uçb.Üçvş. T.G. ile birlikte
odada bulundukları sırada sanığın odaya girmesi ve ilan panosuna
bakmaya başlaması üzerine, sanığı odada yalnız bırakabilmek amacıyla
her ikisinin de kısa süre içinde odadan ayrıldıkları, katılanın iki dakika
sonra odaya döndüğünde odada kimse olmadığını ve parkasının
cebindeki 5 TL’nin yerinde olmadığını tespit ederek bu durumu sırayla
ünitelerde en kıdemli konumdaki Hv.Uçb.Kd.Bçvş. Ö.K.'ye ve amiri
konumundaki Hv.Uçb.Ütğm. A.Ö.’ye bildirdiği; Hv.Uçb.Ütğm.
A.Ö.’nün; bir yandan komutanlarına bilgi vererek ne yapılması gerektiği
konusunda emir almaya çalışırken, bir yandan da tüm personeli bir
atölyede toplayarak kontrol altında tuttuğu; Malzeme Komutanı Alb.
H.Y.’nin kendisinin toplantıya gireceğini, durumu Bakım Komutanı Yb.
A.İ.’yle görüşüp daha sonra gerekli talimatı vereceğini söylemesi
nedeniyle yaklaşık bir saat elli dakika bekledikten sonra, Ütğm.
A.Ö.’nün, toplanmış personele, bir şikâyet nedeniyle arama yapılacağını
ve herkesin üzerinde bulunan eşyaları masanın üstüne bırakmasını
söylediği; sanığın diğer personel ile birlikte üzerinden çıkan eşyaları
masanın üstüne koyduğu, Ütğm. A.Ö. tarafından sanığın masa üstüne
koyduğu eşyalar üzerinde yapılan incelemede, mağdura ait daha önce seri
numarasının son dört rakamı (1447) belirlenmiş olan 5 TL banknotun,
sanığın paralarının içinde olduğunun belirlendiği; sorulduğunda sanığın
da
paranın kendisine ait olduğunu beyan ettiği, daha sonraki
beyanlarında ise, parayı parkaların asılı olduğu yere yakın olarak yerde
bulduğunu ve pantolonunun delik olan cebinden düşmüş olduğu
inancıyla aldığını söylediği anlaşılmaktadır.
Askerî Mahkeme, Daire ve Başsavcılık tarafından sübutu kabul
edilen eylemin suç oluşturup oluşturmayacağı konusuna geçilmeden
önce, hukuka aykırı delil konusunun ve sanığın üzerindeki eşyalar
üzerinde yapılan arama işleminin hukuka uygun olup olmadığının
incelenmesi gerekmektedir.
Hukuka Aykırı Delil Konusu
Ceza yargılamasında “delil serbestisi” ve “vicdani delil sistemi”
esas olmakla birlikte, delillerin belli kurallar çerçevesinde elde edilmesi
451
gerekmektedir. Bazı delillerin elde edilmesi ise istisnai olarak
yasaklanmıştır. İşte genel olarak, elde edilmesi yasaklanmış bir delilin
elde edilmesi veya elde edilmesi belirli usul ve esaslara bağlanmış bir
delilin elde edilmesi sırasında bu usul ve esaslara uyulmamış olması
hâlinde hukuka aykırı delilden söz edilmektedir. Delil elde etme
konusunda öngörülen yasaklara “delil elde etme yasakları”, hukuka
aykırı elde edilen delillerin hüküm verilirken değerlendirilmemesine de
“delil değerlendirme yasakları” denilmektedir.
Anayasa’nın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” başlığı altındaki
38’inci maddesinin 6’ncı fıkrasında: “Kanuna aykırı olarak elde edilmiş
bulgular, delil olarak kabul edilemez.”;
CMK’nın “Delillerin ortaya konulması ve reddi” başlığı altındaki
206’ncı maddesinde:
“...
(2) Ortaya konulması istenilen bir delil aşağıda yazılı hâllerde
reddolunur:
a) Delil, kanuna aykırı olarak elde edilmişse.
…”;
CMK’nın 217/2’nci maddesinde: “Yüklenen suç, hukuka uygun bir
şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir.”;
CMK’nın, “Hukuka kesin aykırılık hâlleri” başlığı altındaki
289’uncu maddesinde:
“(1) Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da
aşağıda yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık var sayılır:
...
i) Hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile
dayanması.”;
353 sayılı Kanun'un 207’nci maddesinde:
“...
Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da aşağıda
yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık varsayılır:
...
I) Hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile
dayanması.”;
Hükümleri yer almakta olup; Anayasa ve kanunların emredici bu
hükümleriyle, hukuka aykırı yol ve yöntemlerle elde edilmiş bulguların
delil olarak kabul edilemeyeceği, reddedileceği ve hükme esas
alınamayacağı açıkça düzenlenmiş bulunmaktadır.
452
Arama
Arama, suçluların yakalanması, suç izlerinin ve delillerinin
bulunması için yapılan bir işlemdir ve Adli ve Önleme Aramaları
Yönetmeliği’nde: “Adli arama, bir suç işlemek veya buna iştirak veyahut
yataklık etmek makul şüphesi altında bulunan kimsenin, saklananın,
şüphelinin, sanığın veya hükümlünün yakalanması ve suçun iz, eser,
emare veya delillerinin elde edilmesi için bir kimsenin özel hayatının ve
aile hayatının gizliliğinin sınırlandırılarak konutunda, işyerinde,
kendisine ait diğer yerlerde, üzerinde, özel kâğıtlarında, eşyasında,
aracında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile diğer kanunlara göre
yapılan araştırma işlemidir.” şeklinde tanımlanmıştır.
Anayasa’nın “Özel hayatın gizliliği” başlığı altındaki 20’nci
maddesinde:
“Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.
Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel
sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve
özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak,
usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı
olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de kanunla yetkili kılınmış
merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası
aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmi dört saat
içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan
itibaren kırk sekiz saat içinde açıklar; aksi hâlde, el koyma kendiliğinden
kalkar.”
353 sayılı Kanun’un “Aramaya ve zapta karar verme yetkisi ve
buna itiraz” başlığı altındaki 66’ncı maddesinde:
“Aramaya ve zapta karar verme yetkisi; millî güvenlik, kamu
düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın
korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması
sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, askerî mahkemeye aittir.
Yukarıda belirtilen sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca
bulunan hâllerde askerî savcılar, teşkilâtında askerî mahkeme kurulan
kıt’a komutanı veya askerî kurum amirleri ve bunların verecekleri yazılı
emir üzerine diğer askerî makamlar da arama ve zapt işlemi yapabilirler.
Arama ve zapt işlemleri, yirmi dört saat içinde yetkili askerî mahkemenin
onayına sunulur. Askerî mahkeme, kararını arama ve zapt işleminden
itibaren kırk sekiz saat içinde açıklar; aksi hâlde, zapt kendiliğinden
kalkar.
453
Askerî mahallerde yapılacak arama ve zapttan o yerdeki askerî
birlik komutanı veya kurum amiri haberdar edilir.
Askerî mahkemenin onayına sunulmayan arama ve zapt işlemleri
hakkında, aleyhine arama ve zapt işlemi yapılan kimse, askerî
mahkemeden her zaman bu hususta bir karar verilmesini isteyebilir.
Yukarıdaki fıkralara göre verilecek kararlara karşı yedi gün içinde
en yakın askerî mahkemeye itiraz edilebilir.”
Hükümleri yer almaktadır.
Bu hükümlere göre; bir kişinin üstünün suç şüphesiyle aranabilmesi
için, esas itibarıyla askerî mahkeme kararı gerekmekte; ancak belirli
sebeplere bağlı olarak ve gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, askerî
savcılar, teşkilatında askerî mahkeme kurulan kıta komutanı veya askerî
kurum amirleri tarafından ve bunların verecekleri yazılı emir üzerine
diğer askerî makamlar tarafından da arama yapılabilmektedir.
Değerlendirme
Dava konusu olayda, sanığın amiri konumundaki Ütğm. A.Ö.
tarafından yapılan aramanın, askerî mahkeme kararına dayanmadığı,
Kanun'un yetkili kıldığı kişiler tarafından veya bunların verdiği yazılı
emir üzerine yapılmadığı anlaşıldığından, yapılan arama işleminin ve
bunun sonucu elde edilen delillerin hukuka aykırı olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
Hukuka aykırı delilin hükme esas alınmış olması mutlak bozma
nedeni olduğu gibi, sanığın mahkûmiyetine gerekçe olarak gösterilen
diğer bütün delillerin de, sanıkta arama sonucu elde edilen parayla ilgili
sorgu, savunma ve tanık beyanlarına ilişkin ve hukuka aykırı delilin bir
sonucu olması sebebiyle, bunların da hukuka uygun olarak kabul
edilmesi ve hükme esas alınması mümkün değildir.
Sonuç itibarıyla; eylemin sübutu bakımından, arama işleminin
yapılmasına kadar yaşanan olaylarla ilgili olarak dinlenmiş bir kısım
tanıkların yetersiz beyanları dışında mahkûmiyete yeterli hukuki kanıt
bulunmadığı dikkate alınmadan, hukuka aykırı yol ve yöntemlerle elde
edilmiş kanıtlar esas alınmak suretiyle mahkûmiyet kararı verilmesi
hukuka aykırı bulunmaktadır.
Bu sebeplerle, Dairenin değişik gerekçeye dayalı bozma kararının
kaldırılmasına ve mahkûmiyet hükmünün, sanığın üzerine atılı suçun
sübutuna dair yeterli kanıtın bulunmaması nedeniyle bozulmasına karar
verilmiştir.
454
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.206
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0991
K.Nu. : 2012/1013
T.
: 19.09.2012
ÖZET
Yapılan araştırma neticesinde kim tarafından, ne şekilde elde
edildiği tespit edilemeyen, diğer bir anlatımla, sanığın kendi
iradesine aykırı bir biçimde ve gizlice kaydedilmiş olması nedeniyle
hukuka aykırı olarak elde edildiği anlaşılan ses kaydı esas alınarak
tespit edilen sanık savunmaları ile tanık beyanları da hukuka aykırı
delil niteliğindedir.
Sanığın, Ocak 2010 tarihinde birlikte görev yaptıkları
Hv.Astsb.Üçvş.H.K.’nin bulunduğu odada gördüğü rüyasını anlatırken,
rüyasında gördüğü mağdur hakkındaki sarf ettiği sözlerin bir kısmının
kimliği belli olmayan bir şahıs tarafından kayda alınarak mağdurun eposta adresine gönderildiği, bu ses kaydının mağdur tarafından CD’ye
alınarak, sanık hakkında şikâyette bulunulması üzerine yapılan yargılama
neticesinde, Askerî Mahkemece; sanığın üzerine atılı suçun manevi
unsur itibarıyla oluşmadığını kabul edilerek beraat kararı verildiği
görülmektedir.
Dairemizin 09.03.2011 tarih ve 2011/185-185 Esas ve Karar sayılı
bozma ilamında da ayrıntıları ile izah edildiği üzere;
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 148’inci maddesinde de
ifade alma ve sorgudaki yasak usuller örnekseme yoluyla ve sayılanlarla
sınırlı olmayacak biçimde gösterilmiş, ayrıca önceki yasal düzenlemeye
benzer biçimde, "Yasak usullerle elde edilen ifadelerin rıza ile
verilmiş olsa dahi delil olarak değerlendirilemeyeceği" hükme
bağlanmıştır. Keza 206’ncı maddesinin 2’nci fıkrasının (a) bendinde;
ortaya konulmak istenen delilin kanuna aykırı olarak elde edilmiş olması
halinde reddolunacağı ifade edilmiş, 217’nci maddenin ikinci fıkrasında
ise, "Yüklenen suçun, hukuka uygun olarak elde edilmiş her türlü
delille ispat edilebileceği" belirtilmiştir. Madde metninden de açıkça
anlaşılacağı üzere, hukuka uygun olarak elde edilmeyen deliller, ceza
455
yargılama sistemimizde de ispat aracı olarak kabul edilmemiştir. Öte
yandan, CMK’nın 289/son maddesinde hükmün hukuka aykırı
yöntemlerle elde edilen delile dayanmasının mutlak bozma sebebi olduğu
da belirtilmektedir (Yargıtay C.G.K.nun 17.11.2009 tarih, 2009/7-160
Esas ve 2009/264 Karar sayılı kararı da aynı mahiyettedir).
Öğretide;
Hukukun uygulamasında meşru ve hukuka uygun olmayan bir şeyin
üzerine meşru ve hukuka uygun bir şey bina edilemeyeceğinden, son
delilinde değerlendirme dışı bir delil olarak kabul edilmesi
gerekmektedir. (Prof. Erdener Yurtcan - Ceza Yargılaması Hukuku
İstanbul 1996 S. 403)
Ayrıca öğretide; hukuka aykırı şekilde elde edilen delilerin ilişiği
bulunmayan veya kendisinden kaynaklanmayan diğer hukuka uygun
delilleri etkilemeyeceği de kabul edilmiştir (YAŞAR, Osman;
Uygulamalı ve Yorumlu Ceza Muhakemesi Kanunu, 2005, s.865).
Uyum ve kararlılık gösteren Askerî Yargıtay ve Yargıtay
kararlarında da, hukuka aykırı şekilde elde edilen delillerin
değerlendirmeye alınmadığı, diğer sübut delillerinin irdelendiği
görülmektedir. (Askerî Yargıtay Drl.Krl.’nun 10.12.1992 tarihli ve
1992/119-140 sayılı, 24.12.1992 tarihli ve 1992/145-146 sayılı,
28.01.1999 tarihli ve 1999/35-17 sayılı, 14.10.2004 tarihli ve 2004/158135 sayılı, 10.03.2005 tarihli ve 2005/25-25 sayılı, 29.12.2005 tarihli ve
2005/102-116 sayılı, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 04.10.1993 tarihli
ve 6-192/217 sayılı, 08.04.2003 tarihli ve 9-30/98 sayılı, 03.07.2007
tarihli ve 5.MD-23/167 sayılı kararları).
Bu açıklamalardan sonra somut olaya dönüldüğünde; Askeri
Mahkemece yapılan araştırma neticesinde kim tarafından ne şekilde elde
edildiği tespit edilemeyen ses kaydının hukuka aykırı delil niteliğinde
olduğunda tereddüt bulunmamasına ve gerekçeli kararda bu delilin
hukuka aykırı olduğundan bahisle hükme esas alınamayacağı belirtilmiş
olduğu, ancak, hukuka aykırı olarak elde edilen ses kaydı esas alınarak
tespit edilen sanık savunmaları ile tanık Hv.Rd.Üçvş. H.K.’nin
beyanlarının da aynı nitelikte hukuka aykırı delil olduğunda duraksama
bulunmamasına rağmen, hükme esas alındığı görülmektedir.
456
Askerî Mahkemece, hukuka aykırı delil niteliğinde olan sanık
savunmaları ile tanık Hv.Rd.Üçvş. H.K.’nin beyanlarının da hükme esas
alınmayarak, sanık hakkında her türlü şüpheden uzak, kesin ve yeterli
delil bulunamadığından bahisle beraat kararı verilmesi gerekirken,
sanığın suç kastı ile hareket etmediğinden bahisle manevi unsur
yokluğundan beraat hükmü tesis edilmiş olması hukuka aykırı ise de;
usul ekonomisi açısından bu hukuka aykırılık bozma sebebi yapılmamış,
suç kastının bulunmadığından bahisle farklı gerekçeyle de olsa beraat
kararı verilmesinde isabetsizlik bulunmadığından, Askeri Savcının
temyiz sebeplerinin reddi ile sanık hakkındaki beraat hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
457
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 216
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/61
K.Nu. : 2012/58
T.
: 26.04.2012
ÖZET
Hükümden önce son sözün huzurda bulunan sanığa verilmesi
gerektiği gözetilmeden, bozma kararına karşı Askerî Savcı’nın
diyeceklerinin tespitinden sonra huzurda bulunan sanığa söz
verilmeksizin direnilmek suretiyle hüküm kurulması, CMK’nın
216’ncı maddesinin son fıkrasının amir hükmüne aykırılık
oluşturur.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; kanıt
değerlendirilmesine ilişkin olarak, sanığın, amire hakaret etmek suçunu
işleyip işlemediğine ilişkin bulunmaktadır.
Daire, mevcut kanıtlara göre amire hakaret suçunun unsurlarının
oluştuğu ve sanığın mahkûmiyetine karar verilmesi gerektiği görüşünde
iken; Askerî Mahkeme tarafından, sanığın mahkûmiyetine karar
verilebilmesi için yeterli kanıt bulunmadığı, savunmasında belirttiği
hususların aksinin kanıtlanamadığı ve suç kastı bulunmadığı kabul
edilerek, sanığın beraatine karar verilmiştir.
Uyuşmazlık konusunun incelenmesinden önce, usul yönünden
inceleme yapılması gerekmektedir.
Usul Yönünden İnceleme
CMK’nın 216’ncı maddesinde:
“(1) Ortaya konulan delillerle ilgili tartışmada söz, sırasıyla katılana
veya vekiline, Cumhuriyet savcısına, sanığa ve müdafiine veya kanunî
temsilcisine verilir.
(2) Cumhuriyet savcısı, katılan veya vekili, sanığın, müdafiinin
veya kanunî temsilcisinin açıklamalarına; sanık ve müdafii ya da kanunî
temsilcisi de Cumhuriyet savcısının ve katılanın veya vekilinin
açıklamalarına cevap verebilir.
458
(3) Hükümden önce son söz, hazır bulunan sanığa verilir.”
hükümleri yer almakta olup; son fıkranın emredici nitelikteki
hükmüne göre, hükümden önceki son sözün mutlaka sanığa verilmesi
gerekmektedir.
Yargılamanın hükmün kesinleşmesine kadar devam eden bir
faaliyet olması, ilk hükmün Askerî Yargıtay tarafından bozulması
sebebiyle hukuken ortadan kalkmış bulunması, direnilmek suretiyle
hüküm kurulurken de Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümlerine
uyulması gerektiği hususları birlikte değerlendirildiğinde, hükmün
direnme niteliğinde olması ve beraat kararı verilmesi hâllerinde bile, son
sözün mutlaka sanığa verilmesi gerekmektedir.
353 sayılı Kanun'un 208’inci maddesinde yer alan: “Sanığın lehine
olan hukukî kurallara aykırılık sanığın aleyhine hükmün bozulması için
askerî savcıya ve nezdinde askerî mahkeme kurulan kıta komutanı veya
askerî kurum âmirine bir hak vermez.” hükmünden hareketle, katılan
tarafından açılan temyiz davasında, beraat hükmü verilmeden önce son
sözün
sanığa
verilmemiş
olmasının
hükmün
bozulmasını
gerektirmeyeceği düşüncesi akla gelebilir ise de; CMK’nın 216’ncı
maddesinin son fıkrasının savunma hakkının önceliğiyle ilgili emredici
bir kural olması ve sanık aleyhine temyiz istemi sonucu beraat hükmünün
sanık aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde bozulmasının mümkün
bulunması karşısında, “son sözün hazır bulunan sanığa ait olduğu”
kuralının ihlalinin, anılan madde kapsamında değerlendirilmesi mümkün
bulunmamaktadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’nun; 12.4.2007 tarihli ve 2007/2428, 9.2.2006 tarihli ve 2006/26-30, 6.10.2005 tarihli ve 2005/87-78 sayılı
kararları da bu doğrultudadır.
Bu açıklamalar kapsamında, Askerî Mahkemece bozma kararı
verilmesinden sonra yapılan yargılama işlemleri incelendiğinde;
10.5.2011 tarihinde yapılan tensip tutanağı ile, sanığın ve katılanın
bozma ilamına karşı diyeceklerinin tespiti için talimatlar yazılmasına,
müdafi ile katılan vekiline duruşma gününü bildiren davetiyeler
çıkarılmasına karar verildiği; bu karar uyarınca gerekli işlemlerin
yapıldığı, katılanın diyeceklerinin İstinabe Mahkemesince tespit edildiği,
duruşma için belirlenen 30.06.2011 tarihindeki duruşmaya sanığın,
müdafiin ve katılan vekilinin geldiği; sanığın kimlik tespitinin ardından
459
bozma kararına karşı diyeceklerinin tespit edildiği, ardından müdafiin
diyeceklerinin belirlendiği, katılanın istinabe yolu ile belirlenmiş olan
beyanlarının okunmasından sonra katılan vekilinin beyanlarının alındığı,
son olarak Askerî Savcı’nın bozma ilamına karşı diyeceklerinin
belirlenmesinden sonra ara kararla önceki kararda direnilmesine karar
verildiği; ara kararının ardından duruşmanın bittiği bildirilmek suretiyle
beraat hükmü kurulduğu; dolayısıyla, son sözün sanığa ait olduğu
emredici hükmüne aykırı olarak, son sözün huzurda bulunan sanığa
verilmeden hüküm kurulduğu anlaşılmakla, hükmün bu sebeple
bozulmasına karar verilmiş, bozma nedeni karşısında diğer yönlerden
inceleme yapılmamıştır.
460
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 216
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/104
K.Nu. : 2012/112
T.
: 18.10.2012
ÖZET
Yargılama yokluğunda yürütülen sanık hakkında, Askerî
Savcının esas hakkındaki mütalaasını bildirmesinden sonra, sanığın
savunması yerine geçmek üzere dosyada mevcut önceki ifadeleri
okunmaksızın hüküm kurulması, başka bir anlatımla yargılamanın
iddia (Esas hakkında mütalaa) ile sonlandırılıp hükme varılması,
ceza yargılamasının kovuşturma evresine ilişkin önemli ilkelerini
oluşturan “Sözlülük” ve “Aleniyet” (Açıklık) ilkeleriyle de
bağdaşmamaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık, esas
hakkındaki savunması yerine geçmek üzere, sanığın dosyadaki
anlatımlarının okunmamış ve son sözün sanığa verilmemiş olmasına
ilişkin usul hatalarının bozmayı gerektirip gerektirmeyeceği
noktasındadır.
1) Son söz yönünden yapılan değerlendirme;
5271 sayılı CMK’nın 216’ncı maddesinin üçüncü fıkrasında,
“Hükümden önce sonsöz, hazır bulunan sanığa verilir.” hükmü
öngörülmüştür. İncelemeye konu hükmün sanığın yokluğunda tesis
edildiği dikkate alındığında, son sözün sanığa verilmemiş olmasında bir
eksiklik görülmemiştir. (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.04.2012
tarihli, 2012/61-58 sayılı kararı da bu yöndedir.)
2) Esasa ilişkin savunma yönünden yapılan değerlendirme;
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 17.05.2007 tarihli, 2007/68-62
sayılı kararında da açıklandığı üzere; Askerî Savcının esas hakkındaki
mütalaasını bildirmesinden sonra, yargılama yokluğunda yürütülen
sanığın savunması yerine geçmek üzere önceki ifadelerinin okunmasını
müteakip hüküm kurulmasını gerektirmektedir. Askerî Savcının esas
hakkındaki mütalaası karşısında, evrensel ve anayasal nitelikte bir hak
461
olan savunmaya olanak tanınmaksızın bir yargılama yapılması ve hüküm
kurulması düşünülemez. Savunma hakkının önemi ile iddia ve savunma
açısından silahların eşitliği ilkesi yanında, esas hakkındaki mütalaaya
karşı, sanığın da esas hakkındaki savunmasını yapmasıyla bu aşamada
taraflar mütalaaları ile son kararın verilmesine, yani sonuç çıkarılmasına
katılmaktadırlar. Sanığa savunma olanağının tanınması için huzurda olup
olmamasının da önemi bulunmayıp, huzurda olmayan sanık açısından
önceki tüm ifadelerinin okunması gerekmektedir. Yargılama yokluğunda
yürütülen sanık hakkında, Askerî Savcının esas hakkındaki mütalaasını
bildirmesinden sonra, sanığın savunması yerine geçmek üzere dosyada
mevcut önceki ifadeleri okunmaksızın hüküm kurulması, başka bir
anlatımla yargılamanın iddia (Esas hakkında mütalaa) ile sonlandırılıp
hükme varılması, ceza yargılamasının kovuşturma evresine ilişkin önemli
ilkelerini oluşturan “Sözlülük” ve “Aleniyet” (Açıklık) ilkeleriyle de
bağdaşmamaktadır.
Temyiz incelemesi sırası itibarıyla, hükmün usul hataları yönünden
öncelikle incelenmesi gerektiğinden, sanığın beraatına karar verilmiş
olması değerlendirmeye konu edilmemiştir. Keza, usul hatası aşılıp, sanık
hakkındaki beraat hükmünün de aleyhe bozulması ihtimali durumunda,
savunma hakkının ağır derecede ihlal edilmiş olacağı şüphesizdir.
Belirtilen nedenler, dava konusu olay yönünden, sanığın savunma
hakkının önemli derecede engellendiği sonucunu doğurduğundan, sanık
hakkındaki hükmün usul yönünden bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer taraftan; usul hatası yönünden yapılacak bozmanın, 353 sayılı
Kanun'un 208’inci maddesinde yer verilen: “Sanığın lehine olan hukuki
kurallara aykırılık sanığın aleyhine hükmün bozulması için askerî savcıya
ve nezdinde askerî mahkeme kurulan kıta komutanı veya askerî kurum
âmirine bir hak vermez.” şeklindeki hükme aykırı olacağı düşünülebilirse
de; yukarıda belirtildiği üzere savunma hakkının öncelikli olduğu ve
sanık aleyhine temyiz istemi sonucu beraat hükmünün sanık aleyhine
sonuç doğurabilecek şekilde bozulmasının mümkün bulunması
karşısında, bu şekildeki bozmanın, anılan hüküm kapsamında olmadığı
değerlendirilmiştir. (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 26.04.2012
tarihli, 2012/61-58 sayılı kararı benzerdir.)
Not: Daireler Kurulunun 22.11.2012 tarihli, 2012/128-124 Esas ve
Karar sayılı kararı da bu yöndedir.
462
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 219, 232
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/86
K.Nu. : 2012/85
T.
: 21.06.2012
ÖZET
1) 353 sayılı Kanun'un 227’nci maddesinin son fıkrası
uyarınca, bozma kararının ve duruşma gününün tebliği amacıyla
çıkarılmış olan tebligat evrakının, adresinin yanlış yazılması sonucu
tebliğ edilememesi sebebiyle müdafiin yokluğunda hüküm
kurulması, esasa etkili bir hukuka aykırılık oluşturmaktadır.
2) Mahkûmiyet kararını da içeren duruşma tutanaklarının,
üye askerî hâkim tarafından imzalanmamış olması CMK’nın 232’nci
maddesine açıkça aykırıdır.
Daire ile Askerî Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; memuriyet
görevini kötüye kullanmak suçunun unsurlarının oluştuğunun kabulü için
yeterli kanıt bulunup bulunmadığına ilişkin bulunmaktadır.
Daire, suçun maddi ve manevi unsurlarının açıklıkla ortaya
konulamadığı, bu konuda kuşkular bulunduğu ve beraat kararı verilmesi
gerektiği görüşünde iken; Askerî Mahkeme tarafından, sanığın atılı suçu
işlediğini ortaya koyan yeterli kanıtlar bulunduğu kabul edilerek
mahkûmiyet kararı verilmiştir.
Usul Yönünden İnceleme
1) Sanığın 11.05.2010 tarihli ilk mahkûmiyet hükmünün
verilmesinden sonra 06.07.2010 tarihli vekaletname ile Av. S.ŞEN’i
vekil olarak tayin ettiği, müdafiin 15.07.2010 tarihli dilekçe ile temyiz
isteminde bulunduğu, vekaletnamede ve dilekçede müdafi adresinin
“İstanbul, ..., ...Caddesi, ...Apt. 161/6” olarak gösterildiği, Tebliğnamenin
müdafie bu adreste tebliğ edildiği;
Bozma ilamının Askerî Mahkemeye ulaşmasından sonra 13.06.2011
tarihinde hazırlanan Tensip Tutanağı ile; duruşmanın 25.08.2011
tarihinde yapılacağının belirlendiği, bozma ilamı ile ve duruşma gün ve
saatinin müdafie tebliği için mazbata çıkarılmasına karar verildiği;
463
Bu karar uyarınca duruşma günü ve bozma ilamının tebliği için
çıkarılan mazbataya, müdafiin adresi yazılırken, “...Caddesi, ...Apt.
161/6, ..., İstanbul” yerine yanlışlıkla “... Caddesi, ...Apt. 16/6, ...,
İstanbul” yazıldığı; 11.07.2011 tarihinde, muhatabın adreste
tanınmadığından bahisle tebliğ işleminin yapılamadığı;
25.08.2011 tarihinde müdafiin yokluğunda yapılan duruşmada
hüküm kurulduğu, bu duruşmaya ait üç sayfadan ibaret duruşma tutanağı
sayfalarının alt kısımları ile; sanığın duruşmadan bağışık tutulmasına,
bozma kararına uyulmamasına ve son karara ilişkin kısımlarının Üye
Hâkim Hâk.Atğm. E.ALİSBAH tarafından imzalanmadığı;
Anlaşılmaktadır.
353 sayılı Kanun’un 227’nci maddesinin son fıkrasında: “Sanık,
müdafi, katılan ve vekilinin dosyada bulunan adreslerine de davetiye
tebliğ olunamaması veya davetiye tebliğ olunmasına rağmen duruşmaya
gelmemeleri nedeniyle bozmaya karşı beyanları saptanmamış olsa da,
duruşmaya devam edilerek dava yokluklarında bitirilebilir. Ancak, sanık
hakkında verilecek ceza, bozmaya konu olan cezadan daha ağır ise,
sanığın her hâlde dinlenilmesi gerekir.” hükmü yer almaktadır.
Bu hükme göre; bozma ilamından sonra ve yeni bir hüküm
verilmeden önce,diğer kişilerin yanı sıra müdafiin de bozmaya karşı
diyeceklerinin belirlenmesi gerekmekte; ancak, adreslerine gerekli
tebligat yapılamaması veya tebligat yapıldığı halde duruşmaya
gelmemeleri hâlinde yokluklarında hüküm kurulabilmektedir.
Müdafiin bürosunun bulunduğu apartman numarası yanlış yazılmak
suretiyle çıkarılan tebliğ evrakının tebliğ edilememiş olmasıyla, maddede
öngörüldüğü şekilde “tebliğ olunamama” şartının gerçekleşmiş
sayılamayacağında ve bunun, müdafiin değil, Askerî Mahkeme
personelinin
hatasından
kaynaklanmış
olduğunda
kuşku
bulunmamaktadır.
Dolayısıyla; bozma kararının verilmesinden sonra, müdafiin, bozma
ilamından ve duruşma gününden usulüne uygun olarak haberdar edilmesi
ve diyeceklerinin belirlenmesi yoluna gidilmeden hüküm kurulması,
savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde hukuka aykırı bulunmaktadır.
2) Bozma kararı verilmesinden sonra 25.08.2011 tarihinde yapılan
duruşmaya ilişkin üç sayfalık duruşma tutanağının üye askerî hâkim
Hâk.Atğm. E.ALİSBAH tarafından imzalanmamış olduğu, duruşmada
diğer usulü işlemlerin yanı sıra bozma kararına uyulmamasına karar
verilerek mahkûmiyet hükmü kurulduğu anlaşılmaktadır.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun;
464
219’uncu maddesi: “(1) Duruşma için tutanak tutulur. Tutanak,
mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanır.
(2) Mahkeme başkanının mazereti bulunursa tutanak, üyelerin en
kıdemlisi tarafından imzalanır.”,
222’nci maddesi: “Duruşmanın nasıl yapıldığı, kanunda belirtilen
usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığı, ancak tutanakla ispat
olunabilir. Tutanağa karşı yalnız sahtecilik iddiası yöneltilebilir.”;
232’nci maddesi dördüncü fıkrası, “Karar ve hükümler bunlara
katılan hâkimler tarafından imzalanır.”;
hükümlerini içermektedir.
Bu hükümler kapsamında; yargılamanın esaslı kurallarına
uyulduğunu açıkça göstermek amacıyla tutulan duruşma tutanağının,
mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanması
yeterli olmakla birlikte; karar ve hükümlerin sadece bu kişiler tarafından
imzalanması yeterli olmamakta, bunların kararlara katılan diğer hâkimler
tarafından da imzalanması gerekmektedir.
Dolayısıyla, mahkûmiyet kararını da içeren duruşma tutanaklarının
üye askerî hâkim tarafından imzalanmamış olması, CMK’nın 232’nci
maddesine açıkça aykırı ve hükmün esasına etkili bulunmaktadır.
465
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 225
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0408
K.Nu. : 2012/0402
T.
: 14.03.2012
ÖZET
1) İddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiilin, “Sanık
J.Astsb.Bçvş. R.O’nun, diğer sanığa yumruk vurması ve sarılması”
olarak gösterilmesine rağmen; hükmün konusunun, “Sanık
J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun diğer sanığı ittirmesi” olarak kabul edilmesi,
Askerî Mahkemenin fiilin işleniş biçimini iddianamede gösterilenden
farklı olarak kabul ettiğini göstermekte ise de, fiilin işleniş biçiminin
değiştirilmesinin tamamen farklı bir olayı ortaya çıkarmadığı
dikkate alındığında, hükümdeki olay ile iddianamedeki olayın farklı
sayılamayacağı kabul edilmiştir.
2) Sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun, ilk olarak itme fiilini
gerçekleştirmesi, masaya takılması nedeniyle açılan ve kılıfından
yere düşmek üzere olan tabancayı eline alması nedeniyle, sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin de, tabanca ile kendisine müdahale
edileceği yönünde düştüğü kaçınılmaz hata neticesinde J.Astsb.Bçvş.
R.O.’nun elinden tutup ona sarılması şeklindeki fiilinin meşru
savunma sınırları içinde kaldığı kabul edilmiştir.
Askerî Mahkemece;
1) Sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun, 18.11.2009 tarihinde asta müessir
fiil suçunu işlediği sabit görülerek, eylemine uyan ASCK’nın 117/1,
TCK’nın 62, 50/3, 50/1-a ve 52’nci maddeleri gereğince yedi yüz elli TL
adli para cezası ile cezalandırılmasına;
2) Sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nın, 18.11.2009 tarihinde üste
fiilen taarruz suçunu işlediği iddia edilerek açılan kamu davası üzerine,
yapılan yargılama neticesinde; atılı suçun yasal unsurları itibarıyla
oluşmaması nedeniyle, CMK’nın 223/2-b maddesi gereğince sanığın
beraatine;
karar verilmiştir.
466
Hükümler, sanık J.Astsb.Bçvş. R.O. tarafından; kararın hukuka
aykırı olduğu, iddianamede belirtilmeyen ittirmek eyleminden dolayı
cezalandırılmasına karar verildiği, ASCK’nın 119/1’inci maddesi
gereğince suçlu sayılmaması gerektiği, mağdurun doktor raporunun
bulunmadığı, görgü tanığının olmadığı, lehine olan hükümlerin
uygulanmadığı, tanıkların ve mağdurun beyanları arasından çelişkilerin
mevcut olduğu, diğer sanık hakkındaki beraat kararının da bozulması
gerektiği
ileri
sürülerek;
Komutan
tarafından
ise,
sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K. hakkındaki beraat hükmüne ilişkin olarak,
sanığın sarılmak ve itişmek suretiyle üste fiilen taarruz ettiği, atılı suçun
oluştuğu,
eylemlerinin
yasal
savunma
kapsamında
değerlendirilemeyeceği, sanığın üste karşı, kendisini korumak için dahi
olsa, mukavemet etmemesi gerektiği ileri sürülerek, temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; hükümlerin onanması gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir.
Yapılan
incelemede;
sanık
J.Astsb.Bçvş.
R.O.’nun,
Osmaniye/Kanlıgeçit Jandarma Karakol Komutanı olduğu, diğer sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin ise Kanlıgeçit Karakolunun konuşlu olduğu
kışlada
bulunan
...Komutanlığında
görevli
olduğu,
sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin üç katlı lojmanın orta katında oturduğu, alt
katında ise sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun birliğinde görevli olan
Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.G.’nin oturduğu, sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin
oturduğu lojmanın banyosundan alt kata akıntı olması nedeniyle, sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K. ile Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.G.’nin eşleri arasında
tartışma yaşandığı, Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.G. olay tarihinde kursta olduğu
için, Uzm.J.II.Kad.Çvş. M.G.’nin eşinin, durumu sanık J.Astsb.Bçvş.
R.O.’ya ilettiği, sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun, olay günü diğer sanığın
odasına giderek bu konunun çözülmesini istediği, sanık
Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin, aralarında çıkan tartışma sırasında, sanık
J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun elini yumruk yapması üzerine, “Beni mi
döveceksiniz, komutanım?” dediği, bu sırada ikisinin de ayakta ve
aralarında masa olduğu, sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun diğer sanığı ittiği,
sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nın ittirmenin etkisiyle geriye doğru
çekildiği ve arkasındaki sandalyeye takılarak yere düştüğü, sanık
J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun, diğer sanık ile arasında bulunan masaya
takılması nedeniyle açılan kılıfından yere düşmek üzere olan tabancayı
eline aldığı, sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin, tabanca ile kendisine
müdahale edileceğini düşünerek, iki eliyle diğer sanığın tabanca bulunan
elini tuttuğu, gürültüyü duyan J.Astsb.Kd.Çvş. H.Ö. ile J.Astsb.Üçvş.
R.A.’nın odaya girdiklerinde, iki sanığı da birbirlerine sarılmış durumda
467
gördükleri ve onları ayırdıkları, dosya kapsamındaki kanıtlardan
anlaşılmaktadır.
1) Sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’ya isnat edilen asta müessir fiil
suçunun değerlendirilmesi:
Asta müessir fiil suçu, ASCK’nın 117/1’inci maddesinde;
“Madununu kasten itip kakan, döven veya sair suretlerle cismen eza
verecek veya sıhhatini bozacak hâllerde bulunan veyahut tazip
maksadıyla madununun hizmetini lüzumsuz yere güçleştiren veya onun
diğer askerler tarafından tazip edilmesine veya suimuamelede
bulunulmasına müsamaha eden amir veya mafevk ... hapsolunur.”
şeklinde düzenlenmiş olup, bu düzenlemeye göre, asta karşı yapılan en
ufak bir itme eylemi dahi asta müessir fiil suçuna vücut verebilmektedir
(Benzer bir olayla ilgili olarak verilen, Askerî Yargıtay Daireler
Kurulunun 05.02.2004 tarihli, 2004/18-20 Esas ve Karar sayılı ilamı bu
yöndedir.).
Sanık, temyiz dilekçesinde, iddianamede ittirme fiilinin
gösterilmemesi nedeniyle, ittirme fiilinden dolayı hüküm kurulmasının
usul yönünden hukuka aykırı olduğunu ileri sürmüş ise de; iddianamede
açıklanan ve kanuni unsuru gösterilen maddî olayın sınırları aynı kalmak
koşuluyla, duruşma sırasında ortaya konulan delillere göre, hüküm
verildiği sırada fiilin nitelendirilmesinde, işleniş biçiminde, yer ve
zamanında değişiklik yapılabilmesi mümkün bulunmaktadır (Benzer bir
olayla ilgili olarak verilen, Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun
07.07.2011 tarihli, 2011/68-77 Esas ve Karar sayılı ilamı da bu
yöndedir.). Suç teşkil eden olayın, başka iddia ve olaylardan ayırt
edilebilecek şekilde açıklanarak iddianamede sınırlandırılması, esaslı
olmayan noktalarda değişiklik yapılmasına engel teşkil etmemektedir.
Askerî Mahkeme, iddianamede yer almayan yeni bir olayın
meydana çıkmaması durumunda, olayın teferruatını, hâl ve şartlarını
tespit etmekte serbesttir. Duruşma sırasında ortaya konulan delillere göre,
suçun vasıtalarında, işlendiği yer, zaman ve niteliğinde değişiklik
yapılması mümkün olup; mevcut değişikliklere göre hüküm kurulması
gerekmektedir. Dolayısıyla, iddianamede fiilin işleniş yer ve zamanının,
işleniş biçiminin yanlış yazılması veya fiilin yanlış vasıflandırılması,
hükümdeki olay ile iddianamedeki olayın farklı sayılmasını
gerektirmemektedir.
Bu kapsamda, iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiilin,
“Sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun, diğer sanığa yumruk vurması ve
sarılması” olarak gösterilmesine rağmen; hükmün konusunun, “Sanık
J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun diğer sanığı ittirmesi” olarak kabul edilmesi,
468
Askerî Mahkemenin fiilin işleniş biçimini iddianamede gösterilenden
farklı olarak kabul ettiğini göstermekte ise de, fiilin işleniş biçiminin
değiştirilmesinin tamamen farklı bir olayı ortaya çıkarmadığı dikkate
alındığında, hükümdeki olay ile iddianamedeki olayın farklı
sayılamayacağı, kabul edilmiştir.
Sanık, temyiz dilekçesinde, ittirme fiilinin kesin olarak
kanıtlanamadığını ileri sürmüş ise de; sanığın, kovuşturma aşamasında
tespit edilen savunmalarında, istikrarlı bir şekilde diğer sanığı ittirdiğini
beyan ettiği dikkate alındığında, sanığın temyiz sebebi kabule değer
görülmemiştir.
Sanık, ayrıca, eyleminin ASCK’nın 119/1’inci maddesi kapsamında
olduğunu ileri sürmüş ise de; ASCK’nın 119/1’inci maddesi “Bir
madunun fiili taarruzlarını defetmek yahut mübrem ve müstacel bir
zaruret ve tehlike hâlinde verdiği emirlere itaat ettirmek için bir mafevk
tarafından yapılan müessir fiiller makam ve memuriyet nüfuzunu
suiistimal telakki edilmez ve suç sayılmaz.” hükmünü içermektedir.
Kanun koyucu, ASCK’nın 44’üncü maddesindeki düzenleme ile, ceza
sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenler yönünden, ASCK’da aksi
yazılı olmayan hâllerde, TCK’daki genel hükümlerin uygulanacağını
öngörmesinin yanı sıra, ASCK’nın 119/1’inci maddesindeki özel
düzenleme ile Askerî Ceza Hukukuna özgü “Özel bir hukuka uygunluk
sebebi” ihdas etmiş bulunmaktadır. ASCK’nın 119/1 ile TCK’nın
25/1’inci maddelerinin metinleri birlikte değerlendirildiğinde, ASCK’nın
119/1’inci maddesinin, TCK’nın 25/1’inci maddesinin aradığı şartların
bir kısmını öngörmediği ve ASCK’nın 44’üncü maddesinin “Bu
Kanun’da hilafı yazılı olmadıkça askerî cezalar hakkında da mer’idir.”
hükmü gereğince, TCK’nın 25/1’inci maddesine göre, uygulama
önceliğinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Sanığın savunmalarında; ilk önce kendisinin diğer sanığı ittirdiğini
beyan ettiği dikkate alındığında, sanığın fiilini gerçekleştirdiği sırada ast
konumunda olan Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nın fiili taarruzunun söz konusu
olmaması nedeniyle, mübrem ve müstacel bir zaruret ve tehlike hâlinin
söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, sanığın fiili,
ASCK’nın 119/1’inci maddesi kapsamında olmayıp, ASCK’nın
117/1’inci maddesinde düzenlenen asta müessir fiil suçunu oluşturan
eylemler kapsamında bulunduğundan, sanığın temyiz sebebi kabul
edilmemiştir.
Bu itibarla, Askerî Mahkemece; sanık hakkında tüm unsurları ile
oluşan atılı suçtan dolayı mahkûmiyet hükmü verilmiş olmasında, yasal
ve inandırıcı gerekçelerle alt sınırdan ceza tayin edilip takdiri indirim
469
yapılmasında, cezanın adlî para cezasına çevrilmesinde, TCK’nın 51 ve
CMK’nın 231’inci maddeleri gereğince, yasal imkânsızlık nedeniyle
cezanın
ertelenmemesi
ve
hükmün
açıklanmasının
geri
bırakılmamasında; usul, sübut, vasıf, takdir ve uygulama yönlerinden
herhangi bir isabetsizlik ve yasaya aykırılık bulunmadığından, sanığın
kabule değer görülmeyen temyiz sebepleri reddedilerek, mahkûmiyet
hükmünün onanmasına karar verilmiştir.
2) Sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’ye isnat edilen üste fiilen
taarruz suçunun değerlendirilmesi:
Askerî Mahkemece, sanığın sarılma şeklindeki fiilinin, üste fiilen
taarruz suçunu oluşturmadığının kabul edildiği görülmektedir.
Amire ve üste fiilen taarruz suçu, ASCK’nın Birinci Kısım Üçüncü
Babının “Askerî itaat ve inkıyadı bozan suçlar” başlıklı Beşinci Faslında
yer alan 91’inci maddesinde düzenlenmiş olup, maddenin birinci fıkrası,
“Amire veya üste fiilen taarruz eden veya fiilen taarruza teşebbüs eden üç
seneden, az vahim hâllerde altı aydan aşağı olmamak üzere hapsolunur.”
hükmünü amirdir. ASCK’nın 91’inci maddesinde üste veya amire fiilen
taarruz veya taarruza teşebbüs suç sayılmış olmakla birlikte, “Taarruz”
teriminin tanımı yapılmamış, bu konu uygulamaya bırakılmıştır. Yerleşik
uygulamada, müessir fiil sayılan eylemlerin her türü üste fiilen taarruz
olarak kabul edilmekte, ayrıca çarpmak, iteklemek, vurmak için yakasına
yapışmak gibi üstün vücut bütünlüğüne yönelik saldırı niteliğindeki etkili
eylemlerin de üste fiilen taarruz suçunu oluşturacağı benimsenmektedir.
Söz konusu maddede, üstün veya amirin kişiliğinde somutlaşan askerî
otoritenin astın her türlü taarruzundan korunması amaçlanmış, taarruzun
şekline, yapıldığı ortama ve doğurduğu sonuca göre hafiften ağıra doğru,
çeşitli yaptırımlar öngörülmüştür. Bu suçun oluşması için, maddi unsurun
yanı sıra, manevi unsurun da gerçekleşmesi, yani failin, fiilen taarruz
kastıyla hareket etmesi gereklidir (Benzer bir olayla ilgili olarak verilen,
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 04.05.2006 tarihli, 2006/110-107
Esas ve Karar sayılı ilamı da aynı doğrultudadır.).
Diğer yandan, TCK’nın “Meşru savunma ve zorunluluk hâli”
başlıklı 25/1’inci maddesinde; “Gerek kendisine ve gerek başkasına ait
bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak
olan haksız bir saldırıyı o anda hâl ve koşullara göre saldırı ile orantılı
biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı ceza
verilemez.” denilmektedir.
Savunmanının meşru olabilmesi için, saldırıya ve savunmaya ilişkin
belirli şartların gerçekleşmesi gerekmektedir. Saldırıya ilişkin şartlar;
saldırının haksız olması, saldırının kişiliğe ilişkin bir hakka yönelmiş
470
olması, saldırının hâlen var olması iken; savunmaya ilişkin şartlar ise;
savunmada zorunluluk bulunması ve savunma ile saldırı arasında orantı
bulunmasıdır. Gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan saldırıların da
hâlen mevcut olduğunun kabul edilmesi gerektiği, genellikle, kabul
edilmektedir. Ayrıca, TCK’nın 30/3’üncü maddesine göre, meşru
savunma gereğince faile ceza verilmemesi için, failin düştüğü hatanın
kaçınılmaz olması gerekli olup, failin düştüğü hatanın kaçınılabilir
olması hâlinde, meşru savunma hükmünün uygulanması mümkün
değildir.
Bu kapsamda, sanık J.Astsb.Bçvş. R.O.’nun, olay sırasında, ilk
olarak itme fiilini gerçekleştirdiği ve diğer sanık ile arasında bulunan
masaya takılması nedeniyle açılan ve kılıfından yere düşmek üzere olan
tabancayı eline aldığı, sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin de, tabanca ile
kendisine müdahale edileceğini düşünerek, eylemini gerçekleştirdiği
görülmektedir.
Bu nedenle, sanık J.Astsb.Bçvş. R.O. tarafından gerçekleştirilen
saldırının haksız olması, saldırının sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin
vücut bütünlüğüne yönelik bir saldırı olması, savunma ile saldırı arasında
orantı bulunması ve sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin kendisine silah ile
müdahale edileceği yönünde düştüğü hatanın kaçınılmaz bir hata olması
nedenleriyle, sanık Uzm.J.II.Kad.Çvş. S.K.’nin fiilinin meşru savunma
sınırları içinde kaldığı kabul edilmiştir (Benzer bir olayla ilgili olarak,
Askerî Yargıtay Dördüncü Dairesinin 10.05.2005 tarihli, 2005/542-542
Esas ve Karar sayılı ilamı da aynı yöndedir.). Bu nedenle, Askerî
Mahkemece sanığın beraatına karar verilmiş olmasında herhangi bir
isabetsizlik görülmediğinden, Komutanın üste fiilen taarruz suçunun
oluştuğuna ilişkin temyiz sebepleri reddedilerek, beraat hükmünün
onanmasına karar verilmiştir.
471
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 226
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/133
K.Nu. : 2012/127
T.
: 29.11.2012
ÖZET
Sanık hakkında hazırlanan iddianamede, suç vasfının “taksirle
yaralama” ve uygulanması talep edilen sevk maddesinin de TCK’nın
89/1’inci maddesi olarak belirtildiği, sanığın katılmadığı duruşmada,
Askerî
Savcının
TCK’nın
89/1’inci
maddesi
uyarınca
cezalandırılması istemini içeren esas hakkındaki mütalaasını
sunduğu, ancak sanığın, cezasının artırıldığı TCK’nın 89/3-b
maddesinin uygulanacağından haberdar edilmeksizin ve bu konuda
ek savunması alınmaksızın TCK’nın 89/1 ve 89/3-b maddelerinin
tatbikiyle hüküm kurulmasının, CMK’nın 226’ncı maddesine aykırı
olmasının yanı sıra, savunma hakkının kısıtlanması anlamında
hukuka kesin aykırılık teşkil ettiği sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; eylemin basit taksirle mi, bilinçli
taksirle mi gerçekleştirildiğinin belirlenmesine yöneliktir.
Daire; sanığın eyleminin bilinçli taksirle yaralamaya sebebiyet
vermek suçunu oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın eyleminin basit taksirle işlendiğini ileri sürerek,
Daire kararına itiraz etmiştir.
Dosyanın incelenmesinde; sanık ile Hv.Svn.Er N.G.’nin 7 Eylül
2009 tarihinde 24.00 - 02.00 saatleri arası Kuzey 2 B-C nöbetçisi
oldukları, …Tugay Komutanlığının Nöbet Sistemi ve Nöbet Yerlerinin
İncelenmesi konulu emri gereğince mermili nöbet tutulan nöbet
yerlerinde iki nöbetçiden birisine mermi verildiği, sanığın kolunda
bulunan problem ve aynı zamanda gece atışı yapmamasından dolayı
silahlı fakat mermisiz olarak, Hv.Svn.Er N.G.’nin ise silahlı ve mermili
nöbete başladıkları, bir süre sonra sanığın, AK Kaleşnikof XX X XXXX
472
seri numaralı silahını duvara dayadığı,diğer nöbetçi Hv.Svn.Er N.G.’nin
de AK Kaleşnikof XX X XXXX seri numaralı silahını sanığa ait silahın
yanına dayar vaziyette bıraktığı, 02.00 - 04.00 saatleri arası Kuzey 2 B-C
nöbetçisi olan mağdur M.A.’nın, diğer nöbetçi tanık Ş.G. ile birlikte
nöbet yerine hareket ettikleri, Ş.G.’nin su içmek için bir süre durakladığı,
bu nedenle mağdurla aralarındaki mesafenin açıldığı ve mağdurun tek
başına nöbet yerine yürüdüğü, nöbet yerine yaklaştığında, gelen sesler
üzerine ilk önce N.G.’nin, daha sonra sanığın dayalı vaziyette bulunan
silahları aldıkları, bu sırada sanığın, tanık N.G.’ye ait AK Kaleşnikof XX
X XXXX seri numaralı mermili silahı yanlışlıkla aldığı, tanık N.G.’nin
de şüpheliye ait AK Kaleşnikof XX X XXXX seri numaralı silahı aldığı,
tanık N.G.’nin gelen sesler üzerine mağdurun geldiği tarafa doğru üç kez
“Dur, kimdir o” diye bağırdığı, mağdurun cevap vermediği, tanık
N.G.’nin bu seferde üç kez “Dur” diye bağırdığı, mağdurun, sanığın
üçüncü kez dur demesi üzerine, “Nöbetçi” diyerek seslendiği, bu sırada
gelen kişinin mağdur olduğunu fark etmeyen sanığın korktuğu, mağdura
doğrulttuğu silahın kurma kolunu çekerek bıraktığı ve silahının boş
olduğu düşüncesiyle korkutmak amacıyla tettiği çektiği, bu şekilde ateş
alan silahtan çıkan merminin mağdurun karın bölgesinden girerek kalça
bölgesinden çıktığı, olaydan sonra mağdur hakkında Adli Tıp
Kurumunca düzenlenen kati raporda, “Terminal ileum haricindeki ince
bağırsak segmentinden 100 cmlik rezeksiyon yapılması nedeniyle
bulgularının duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli
zayıflamasına neden olduğu…” şeklinde karar verildiği, olay yerinden
elde eldilen boş kovanın AK 47 Kaleşnikof XX X XXXX seri numaralı
silahtan atıldığının belirlendiği, atış mesafesinin ise uzak atış
mesafesinden yapılan bir atış neticesinde oluşmadığının, ancak bitişik
veya yakın atış mesafesinden yapılan atış neticesinde meydana gelip
gelmediği hususunda kanaate varılamadığının bildirildiği, sübuta ermiş
bulunmaktadır.
TCK’nın 22’nci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında;
"(1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirlediği hâllerde
cezalandırılır.
(2) Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir
davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek
gerçekleştirilmesidir." denilmek suretiyle, kanunlarda suç olarak
tanımlanan taksirli fiillerden dolayı cezai sorumluluk kabul edilmiş ve
taksirin genel bir tanımına yer verilmiştir. Doktrinde ve uygulamada
taksirin unsurları;
473
1) Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2) Hareketin iradiliği,
3) Neticenin iradi olmaması (İstenmemiş olması),
4) Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5) Neticenin öngörülebilir olması, Şeklinde kabul edilmektedir.
Taksirle gerçekleştirilen davranışın haksızlık unsurunu "Objektif
özen yükümlülüğünün ihlali" oluşturmaktadır. Objektif özen
yükümlülüğünün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önünde
bulundurulmaksızın, objektif esastan hareket edilir. Objektif özen
yükümlülüğü, belli kişiden soyut, "Gereklilik yargısını" ifade etmektedir.
Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık ferdi veya sosyal faaliyeti
düzene sokmak amacıyla konulmuş her türlü hukuki ya da mesleki kurala
veya yetkili merciler tarafından verilmiş emir ve talimatlara aykırılıktan
kaynaklanabileceği gibi, toplum yaşamında ortak tecrübelerin yüklediği
bir takım davranış kurallarına aykırılık da bu kapsamda
değerlendirilebilir. Toplumsal yaşamda ortak tecrübe, bireylere çeşitli
davranışları bakımından belirli bir neticenin gerçekleşmesine engel
olabilecek tedbirleri almak, dikkat ve özen göstermek vazifesini yükler
(K. İÇEL - F. SOKULLU - İ. ÖZGENÇ - A. SÖZÜER -F. S.
MAHMUTOĞLU - Y. ÜNVER, Suç Teorisi, 2'nci Kitap, s: 249; M. E.
ARTUK -A. GÖKÇEN - A. C. YENİDÜNYA, 5237 sayılı Yeni TCK'ya
Göre Hazırlanmış Ceza Hukuku Genel Hükümler I, 2'nci Bası, C: 1, s:
603).
Bilinçli taksir, 5237 sayılı TCK'nın 22/3'üncü maddesinde; "Kişinin
öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi"
olarak tanımlanmaktadır. Görüldüğü gibi taksir ile bilinçli taksir
arasındaki yegane fark, taksirde failin öngörülebilir nitelikteki neticeyi
öngörmemesi, bilinçli taksir hâlinde ise bu neticeyi öngörmüş olmasıdır.
Basit (Bilinçsiz) taksirden sözedilebilmesi için neticenin
öngörülebilir olması gerekli ve yeterli olmasına karşın, bilinçli taksir
hâlinde failin somut olayda ayrıca bu neticeyi öngörmüş olması
gereklidir.
Bu bağlamda, basit (Bilinçsiz) taksir ile bilinçli taksir arasındaki
yegane farkı oluşturan "Neticenin öngörülebilir olması"' ile "Neticenin
öngörülmesi" birbirlerinden farklı kavramlardır. "Öngörebilme" failin
hareketinin sonuçlarını tahmin edebilme kabiliyetini ifade ederken,
"Neticenin öngörülmesi", somut olayda neticenin fail tarafından fiilen
tahmin edilmesidir. Suç teşkil eden belli bir eylemin gerçekleşmesi olası
sayılmakla beraber, fail neticenin meydana gelmeyeceğine
yükümlülüklerine aykırı bir şekilde güven beslemektedir. Böylece kişi
474
gerçekleşmesi olası sayılan neticenin gerçekleşmeyeceğine özensiz bir
şekilde güvenmekte, "Bir şey olmaz" düşüncesiyle hareket ederek
sonucun meydana gelmesine yol açmaktadır. (Suç Teorisi, s. 245; 5237
sayılı Yeni TCK'ya Göre Hazırlanmış Türk Ceza Hukuku Genel
Hükümler, s. 602).
Bu nedenle, neticeyi öngördüğü hâlde, sırf şansına veya başka
etkenlere, hatta şahsi bilgi, beceri veya yeteneğine güvenerek hareket
eden bir kişinin tehlike hâli, bunu öngörmemiş olan kimsenin tehlike hâli
ile bir tutulamayacağından, neticeyi öngören kişinin, ne olursa olsun,
neticeyi öngörmemiş olan kimseye oranla daha ağır cezai müeyyidelere
tabi tutulması adalet ilkelerine de uygun düşmektedir.
Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
sanığın, nöbeti esnasında diğer nöbetçi N.G. ile silahlarını yana yana
koydukları, sesler gelmesi üzerine ilk önce N.G.’nin kime ait olduğunu
kontrol etmeden silahlardan birini (sanığa ait silahı) aldığı, sanığın da
kendisine ait olduğunu zannederek geriye kalan N.G.’ye ait yarım
dolduruştaki silahı aldığı, mağduru korkutmak amacıyla kendisine ait ve
boş olduğunu zannettiği silahını doğrultup kurma kolunu çekip bırakmak
suretiyle atım yatağına mermi sürdüğü ve tetiğine dokunmak suretiyle
silahı ateşlediği dikkate alındığında, somut olayda neticeyi öngörme, yani
neticenin fail tarafından fiilen tahmin edilmesi koşulunun
gerçekleşmediği, kendisine ait boş silahı eline aldığını düşünen ve buna
inanan sanığın, “Bir şey olmaz" düşüncesiyle hareket ederek sonucun
meydana gelmesine yol açtığı, bu nedenle eyleminin, basit taksirle
gerçekleştiği sonucuna varılmıştır.
Kurulumuzca, sanığın sübuta eren eyleminin basit taksirle
yaralamaya sebebiyet vermek suçunu oluşturduğu sonucuna varılmasının
ardından, sanık hakkında taksirle yaralama suçundan ceza tayin edilirken,
TCK’nın 89/3-b maddesi gereğince cezanın artırılması nedeniyle ek
savunma verilmemesinin usule aykırı olup olmadığı hususu müzakere
edilmiştir.
Askerî Savcılıkça, sanığın taksirle yaralama suçundan TCK’nın
89/1’inci maddesi gereğince cezalandırılması talebiyle kamu davası
açıldığı, Askerî Mahkemece yapılan yargılama sonucunda sanığın
müsnet suçtan TCK’nın 89/1 ve 89/3-b maddeleri gereğince
cezalandırılmasına karar verildiği anlaşılmıştır.
475
5271 sayılı CMK’nın 226’ncı maddesi:
“(1) Sanık, suçun hukuki niteliğinin değişmesinden önce haber
verilip de savunmasını yapabilecek bir hâlde bulundurulmadıkça,
iddianamede kanuni unsurları gösterilen suçun değindiği kanun
hükmünden başkasıyla mahkûm edilemez.
(2) Cezanın artırılmasını veya cezaya ek olarak güvenlik
tedbirlerinin uygulanmasını gerektirecek hâller, ilk defa duruşma
sırasında ortaya çıktığında aynı hüküm uygulanır.
(3) Ek savunma verilmesini gerektiren hâllerde istem üzerine sanığa
ek savunmasını hazırlaması için süre verilir.
(4) Yukarıdaki fıkralarda yazılı bildirimler, varsa müdafie yapılır.
Müdafii sanığa tanınan haklardan onun gibi yararlanır.”
Şeklindedir.
…Komutanlığı Askerî Savcılığınca sanık hakkında hazırlanan
iddianamede, suç vasfının “taksirle yaralama” ve uygulanması talep
edilen sevk maddesinin de TCK’nın 89/1’inci maddesi olarak belirtildiği,
sanığın katılmadığı 21.6.2011 tarihli duruşmada, Askerî Savcının
TCK’nın 89/1’inci maddesi uyarınca cezalandırılması istemini içeren
esas hakkındaki mütalaasını sunduğu, ancak sanığın, cezasının artırıldığı
TCK’nın 89/3-b maddesinin uygulanmasından haberdar edilmeksizin, bu
konuda ek savunması alınmaksızın, TCK’nın 89/1 ve 89/3-b
maddelerinin tatbikiyle hüküm kurulduğu görülmekle; CMK’nın 226’ncı
maddesine aykırı olan ve savunma hakkının kısıtlanması mahiyetinde
bulunan bu durumun, 353 sayılı Kanun’un 207/3-H maddesi kapsamında
hukuka kesin aykırılık teşkil ettiği sonucuna varıldığından, Askerî
Yargıtay Başsavcılığının itirazının kabulüne, Daire bozma kararının
kaldırılmasına ve mahkûmiyet hükmünün usule aykırılık nedeniyle
bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer yandan, kabule göre; mağdurda meydana gelen yaralanma
sonucu Adli Tıp Uzmanınca düzenlenen raporda “organlarından birinin
işlevinin sürekli zayıflamasına neden olduğu” belirtilmesi karşısında,
sanık hakkında TCK’nın 89/2-a maddesi gereğince uygulama yapılarak
hüküm kurulması gerekirken, TCK’nın 89/3-b maddesinin
uygulanmasının; TCK’nın 89’uncu maddesi gereğince temel ceza
belirlenirken, maddede seçimlik olarak öngörülen hapis cezası ve adli
para cezasından hapis cezasının seçilmesine ilişkin olarak bir gerekçe
gösterilmemesinin; hukuka aykırı olduğuna,
476
TCK’nın 50/2’nci maddesi uyarınca, suç tanımında hapis cezası ile
adli para cezasının seçenek olarak öngörüldüğü hâllerde hapis cezası
tercih edildiğinde bu cezanın artık adli para cezasına çevrilemeyeceğine,
Ayrıca ceza tayin edilirken uygulanacak maddeler kanunda
öngörülen sıraya göre uygulanıp netice hapis cezası belirlendikten sonra,
bu cezanın adli para cezasına çevrilip çevrilmeyeceğine karar verilmesi
gerekirken, temel ceza belirlenirken ve bu cezada artırım ve indirim
yapılırken, hükmolunan hapis cezasının her aşamada adli para cezasına
çevrilmesinin hatalı olduğuna, işaret edilmiştir.
477
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.226
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
3’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1137
K.Nu. : 2012/1013
T.
: 23.10.2012
ÖZET
İddianamede her bir fiilin oluşturduğu suçun değindiği kanun
hükmünün ayrı ayrı gösterilmemesi, sanığın, ASCK’nın 132’nci
maddesinin bir kez uygulanacağı düşüncesi içerisinde kendisini
savunmuş olması, üç ayrı kez cezalandırılacağını bilse idi ona göre
savunma yapabileceği hususları birlikte değerlendirildiğinde, sanığa
ASCK’nın 132’nci maddesinin üç ayrı kez uygulanacağına dair
CMK’nın 226’ncı maddesi gereğince ek savunma hakkı
verilmemesinin, savunma hakkının kısıtlanmasına ve adil
yargılanma hakkının ihlaline yol açtığı gibi 353 sayılı Kanun’un
207/3-H maddesine göre hukuka kesin aykırılık teşkil ettiği sonucuna
varılmıştır.
Sanığın ve mağdurların olay tarihinde ...Komutanlığı emrinde
askerlik hizmetlerini yerine getirdikleri sırada, mağdur J.Er A.T.
28.07.2010 tarihinde nöbet dönüşünde koğuşa gelerek kamuflajını
çıkardığı ve dışarıya çıktığı, koğuşa döndüğünde kamuflajının cebindeki
95 TL parasının olmadığını fark ettiği,
Bu olaydan iki gün sonra, 30.07.2010 tarihinde mağdur J.Er
A.T.’nin, mağdur J.UIş.Er Y.E.’den borç para istediği, J.UIş.Er Y.E.’nin
de cüzdanına baktığında, 70 TL’sinin olmadığını fark ettiği, bunun
üzerine koğuş kapısını kapatarak arama yapmak istedikleri, sanığın
koğuştan çıkmaya çalıştığının görülmesi üzerine de yapılan üst
aramasında 95 TL’nin bulunduğu,
Sanığın dolabında yapılan aramada ise, J.UIş.Er Y.E.’ye ait Vegans
marka kol saati ve bir adet nişanlısına ait fotoğrafın bulunduğu,
Mağdurlar J.UIş.Er Y.E ve J.Er A.T.’nin aynı tarihte 30 TL’si
çalınan mağdur J.UIş.Er Y.B. ile birlikte Topçu Atğm. U.Ç.’ye giderek
durumu anlattıkları, Topçu Atğm. U.Ç. tarafından bu durum sanığa
478
sorulduğunda ise sanığın her üç mağdura yönelik eylemlerini kabul ettiği,
olaya ilişkin olarak tutanak düzenlendiği, mağdurların zararlarının sanık
tarafından giderildiği anlaşılmakla birlikte;
Sanık hakkında düzenlenen iddianamede, üç ayrı çalma eylemine
dair tek suç tarihi belirtilerek açıklama yapıldığı ve sanığın müteaddit
defa arkadaşının bir şeyini çalmak suçunu işlediği iddiasıyla hakkında
ASCK’nın 132’nci maddesinin uygulanması talebiyle kamu davası
açıldığı ancak ilgili kanun maddesinin kaç kez uygulanacağına dair bir
talebin yer almadığı görülmektedir.
Müteaddit kelimesi; eylemlere dair bir tanımlama olarak ortaya
çıkmakta olup, birden fazla kez yani birçok anlamına gelmekte, tekrar
edenin kaç tane olduğunu ve uygulanması istenen kanun maddesinin kaç
kez veya ne şekilde uygulanacağını göstermemektedir.
Bu nedenle iddianamede her bir fiilin oluşturduğu suçun değindiği
kanun hükmünün ayrı ayrı gösterilmemesi, sanığın ASCK’nın 132’nci
maddesinin bir kez uygulanacağı düşüncesi içerisinde kendisini
savunmuş olması, üç ayrı kez cezalandırılacağını bilse idi ona göre
savunma yapabileceği hususları birlikte değerlendirildiğinde, sanığa
ASCK’nın 132’nci maddesinin üç ayrı kez uygulanacağına dair
CMK’nın 226’ncı maddesi gereğince ek savunma hakkı verilmemesinin,
savunma hakkının kısıtlanmasına, adil yargılanma hakkının ihlaline yol
açtığı gibi 353 sayılı Kanun’un 207/3-H maddesine göre hukuka kesin
aykırılık teşkil ettiğinden mahkûmiyet hükmünün usûl yönünden
bozulmasına karar verilmiştir (Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin
18.09.2012 tarihli, 2012/906-871 E.K. sayılı kararı da benzer yöndedir).
479
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.226
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
4’üncü Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0034
K.Nu. : 2012/0018
T.
: 10.01.2012
ÖZET
İddianamede, sanığın “s..., ben senin gibi rütbelinin anasını
avradını sinkaf ederim” şeklinde küfür etmek suretiyle amire
hakaret suçunu işlediği iddiasıyla ASCK’nın 85/1’inci maddesi
uyarınca cezalandırılmasının talep edildiği, duruşmada, iddianame
uyarınca sorgusu tespit edilerek duruşmalardan bağışık tutulan
sanığın yokluğunda yapılan yargılamada, ASCK’nın 85/1’inci
maddesinin ikinci cümlesi uyarınca temel ceza belirlenmek suretiyle
mahkûmiyetine karar verildiği anlaşılmakla birlikte;
ASCK’nın 85/1’inci maddesinde düzenlenen amire hakaret
suçunun basit hâlinin ilk cümlede, vasıflı hâlinin ikinci cümlede
tanımlandığı dikkate alındığında, Askerî Mahkemece, ASCK’nın
85/1’inci maddesinin ikinci cümlesi uyarınca amire hakaret suçunun
vasıflı hâlinden uygulama yapılacak olması nedeniyle, CMK’nın
226’ncı maddesi uyarınca ek savunma hakkı verilmesi gerekirken,
bu hak tanınmadan ASCK’nın 85/1’inci maddesinin ikinci
cümlesinin uygulanması suretiyle hüküm kurulması savunma
hakkının kısıtlanması bağlamında hukuka aykırı bulunmuştur.
Sanığın, 22.09.2008 tarihinde mutfakta kendisine özel porselen
tabakta yemek hazırlattığı, bu sırada mutfağa gelen ve durumu fark eden
Nöbetçi Astsubayı mağdur J.Astsb.Kd.Çvş İ.T.’nin aşçı J.Er E.B.’ye
tabaktaki yemeği ana yemeğe katmasını söylediği ve sanığa da neden
böyle bir şey yaptığını sorduğu, bunun üzerine sanığın olay yerinden
uzaklaştığı;
Kısa bir süre sonra mağdurun J.Er H. K. aracılığı ile sanığı, odasına
çağırttığı, odaya gelen sanık ile mağdur arasında sözlü tartışma olduğu,
mağdurun sanığı düzgün durması konusunda uyardığı, tartışma devam
ederken sanığın burnuna kafasıyla vurduğu, odadan bağrışma ve masaya
yumruk vurma sesleri gelmesi üzerine olay yerine gelenlerin tarafları
480
ayırdıkları, bu esnada sanığın, “ Ananı avradını s.k. edeyim şerefsiz”
şeklinde küfür ettiği şeklinde kabul edilen olayda;
Askerî Mahkemece; Nöbetçi Astsubayı mağdur J.Astsb.Kd.Çvş İ.T.
ile arasında yaşanan tartışma sırasında sanığın, “Ananı avradını s.k.
edeyim şerefsiz” şeklinde küfür etmek suretiyle, ASCK’nın 85/1‘inci
maddesi 2’nci cümlesi uyarınca, amire hakaret suçunu işlediği kabul
edilerek mahkûmiyetine karar verilmiş ise de;
Hakkında düzenlenen iddianamede, sanığın "s..., ben senin gibi
rütbelinin anasını avradını s.k. ederim” şeklinde küfür etmek suretiyle
amire hakaret suçunu işlediği ve ASCK’nın 85/1’inci maddesi uyarınca
cezalandırılması talep edilmiştir.
Sanığın sorgusu, 13.05.2009 tarihli duruşmada hakkında ASCK’nın
85/1’inci maddesinin uygulanmasını isteyen iddianame uyarınca tespit
edilmiş ve müteakiben sanığın bağışık tutulmasına karar verilmiş,
dolayısıyla mahkûmiyet hükmünün verildiği 16.09.2009 tarihli karar
duruşması sanığın yokluğunda yapılarak, ASCK’nın 85/1’inci
maddesinin ikinci cümlesi uyarınca temel ceza belirlenip mahkûmiyet
hükmü tesis edilmiştir.
ASCK’nın 85/1’inci maddesinde düzenlenen amire hakaret suçunun
basit hâlinin ilk cümlede tanımlandığı, ikinci cümlede ise, atılı suçun
vasıflı hâlinin tanımlandığı dikkate alındığında, Askerî Mahkemece
ASCK’nın 85/1’inci maddesinin ikinci cümlesi uyarınca, amire hakaret
suçunun vasıflı hâlinden uygulama yapılacak olması nedeniyle, CMK’nın
226’ncı maddesi uyarınca ek savunma hakkı verilmesi gerekirken, bu hak
tanınmadan, ASCK’nın 85/1’inci maddesinin ikinci cümlesinin
uygulanması suretiyle belirtilen şekilde cezalandırılması, sanığın
savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurmuştur.
Öte yandan, ASCK’nın 85/1‘inci maddesinin ikinci cümlesi
uyarınca yapılan cezalandırmaya ilişkin gerekçenin hiç gösterilmemiş
olması da, gerekçesizlik yönünden usule aykırılık oluşturmaktadır.
Bu itibarla, sanığın, yöneltilen suçlamanın değişen vasfına göre
savunmasının alınmaması, ek savunması belirlenmeden hükme varılması,
mutlak surette savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğundan,
ayrıca bu uygulamaya ilişkin gerekçe de gösterilmemiş olduğundan,
mahkûmiyet hükmünün 353 sayılı Kanun’un 207/3-G ve H maddesi
uyarınca usûle aykırılıktan bozulmasına karar verilmiştir.
481
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/13
K.Nu. : 2012/22
T.
: 16.02.2012
ÖZET
Mukavemet suçundan tesis edilen hükümle ilgili olarak;
sanığın, Bölük Komutanı odasına getirilmesiyle görevlendirilen
Üğtm. S.A.’nın ve sanığın alkol muayenesine götürülmesiyle
görevlendirilen P.Üçvş. A.B.Y.’nin ifadelerinin kovuşturma
aşamasında tespit edilmeden hüküm kurulmasının eksiklik olduğu,
ayrıca iddianamede, mukavemet suçuyla ilgili iddia konusu
edilmesine rağmen, sanığın Bölük Komutanı odasına getirilmesine
kadarki davranışlarının direnme suçuna vücut verip vermeyeceği
hususunda değerlendirme yapılmadan hüküm verilmesinin hukuka
aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa yüklenen eylemin mukavemet
suçunu oluşturup oluşturmayacağına ilişkindir.
Daire; alkol muayenesine gitmesi hususunda verilen emre direnç
gösteren sanığın eyleminin mukavemet suçunu oluşturmayacağını kabul
ederken;
Başsavcılık; sanığın gerçekleştirdiği fiilin mukavemet suçunu
oluşturduğunu ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Dava dosyasındaki delillerden; Bölük Komutanı P.Yzb. K.A.’nın
05.09.2008 tarihinde, er koğuşunda alkollü olduğunu gördüğü sanığı
odasına getirmeleri için, P.Ütğm. S.A. ile P.Astsb.Çvş. H.S.’ye emir
verdiği, sanığın direnmesi üzerine zorla Bölük Komutanının odasına
götürüldüğü, akabinde yasal işlemlere esas teşkil etmesi için Bölük
Komutanı tarafından alkol muayenesine götürülmesi konusunda verilen
emre de direnen sanığın, Birlik Revirine ve Devlet Hastanesine zorla
götürüldüğü, yaptığı taşkın hareketler nedeniyle Devlet Hastanesinde
muayenesi yaptırılamadan birliğe geri getirildiği, böylece mukavemet
482
suçunu işlediği iddiasıyla, ASCK’nın 90/1 (Az vahim hâl cümlesi)
gereğince cezalandırılması için kamu davası açıldığı, yapılan yargılama
sonunda, Askerî Mahkeme tarafından, sanığın, alkol muayenesine
gitmesi konusunda verilen emre karşı gelerek direnmesinin mukavemet
suçunu oluşturduğunun kabul edilerek mahkûmiyetine karar verildiği
anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konusundan önce, Askerî Mahkemece, sanık hakkında
mukavemet suçuyla ilgili olarak, iddianamede unsurları gösterilen bu
suça ilişkin fiilin tamamını konu eden, eylemi bütünüyle karşılayan bir
hüküm kurulup kurulmadığının ve verilen mahkûmiyet hükmünün yasal
ve yeterli gerekçeyi içerip içermediğinin tartışılması gerekmektedir.
T.C. Anayasası’nın 141/3’üncü maddesi; “Bütün mahkemelerin her
türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.” hükmünü içermektedir.
353 sayılı Kanun’un 5530 sayılı Kanun ile değişik Ek 1’inci
maddesinin atıfta bulunduğu 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
“Kamu davasının açılması” başlığını taşıyan 170’nci maddesi hükmüne
göre; görevli ve yetkili mahkemeye hitaben düzenlenen iddianamede,
diğer unsurların yanında, yüklenen suçu oluşturan olayların, mevcut
delillerle ilişkilendirilerek açıklanacağı belirtilmektedir. “Hükmün
konusu ve suçu değerlendirmede mahkemelerin yetkisi” başlıklı 225’inci
maddesinin birinci fıkrasında “Hüküm, ancak iddianamede unsurları
gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir.” denilmektedir.
5271 sayılı CMK’nın 34’üncü maddesinin birinci fıkrası hükmüne
göre, hâkim ve mahkemelerin her türlü kararının, karşı oy dâhil,
gerekçeli olarak yazılması; 230’uncu maddesi hükmüne göre de; hükmün
gerekçesinde, sanığın suç oluşturduğu sabit görülen fiilinin gösterilmesi,
gerekçenin bu bölümünde, iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin
fiilin tamamını ele alan (konu eden), eylemi bölmeden bütünüyle
karşılayan bir değerlendirmenin yapılması, diğer bir ifadeyle, eylemin
(fiilin) bir kısmına karar yerinde hiç değinilmeden, suç teşkil edip
etmeyeceği tartışılmadan geçilmemesi gereklidir.
Askerî Yargıtay’ın ve Yargıtay’ın yerleşik kararlarında, hükmün
gerekçesinde; sübuta ve uygulamaya dayanak teşkil eden delillerin
açıkça gösterilmesi, iddianamede açıklanan eylemin dışına çıkılmaması,
iddianamede dava konusu edilen eylemin tartışılması ve
değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi
gerekmektedir.
483
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 23.12.2010 tarihli ve
2010/126-125 sayılı kararında belirtildiği gibi; hükmün gerekçesinde,
iddia ve savunmada ileri sürülen görüşler ile hükme esas alınan ve
reddedilen delillerin belirtilmesinin yanında, iddia ve savunmanın bu
delillere göre irdelenmesi, gerek sanığın ortaya koyduğu savunmaların,
gerekse iddia makamının istemlerinin ne ölçüde ve hangi sebeplerle
kabule değer bulunup bulunmadığı hususunun temyiz incelemesine
imkân verecek yeterlilikte açıklanarak, sanığın suç oluşturduğu sabit
görülen fiilinin bütünüyle ortaya konulması ve bu fiilin nitelendirmesinin
yapılması gerekmektedir. Bu nitelikteki bir gerekçeli hükmün, kamunun
bilgilenmesini, tarafların ikna olmalarını, temyiz denetiminin
kolaylaşmasını, yargılamanın güvenilirliğini ve adil yargılanma ilkesinin
gerçekleşmesini sağlayacağı açıktır. Yasal ve yeterli unsurları içermeyen
bir gerekçeyle hüküm kurulması kanun koyucunun amacına uygun
düşmeyeceği gibi, uygulamada da keyfiliğe yol açabilir. Yetersiz
gerekçeyle hüküm kurulması da, hükmün gerekçeden yoksun olmasıyla
aynı sonucu doğurmaktadır.
Somut olayda, yüklenen mukavemet suçuyla ilgili olarak, sanığın,
erbaş ve er koğuşundan Bölük Komutanı odasına getirilirken ortaya
koyduğu birinci aşamaya ilişkin eylemleri ile, Bölük Komutanı
odasından alınıp alkol muayenesi için Revire ve Devlet Hastanesine
götürülürken gerçekleştirdiği ikinci aşamaya ilişkin eylemleri, bir bütün
hâlinde dava konusu edildiği görülmektedir. Bu nedenle, Askerî
Mahkemece, sanığın, dava konusu edilen olayın hem birinci aşamasına
ve hem de ikinci aşamasına ilişkin eylemlerinin her ikisinin de, temyiz
denetimine imkân verebilecek biçimde bütünüyle değerlendirilerek
hükme varılması gerekmesine rağmen, sadece, alkol muayenesine
götürülürken ve bu nedenle muayene ettirilmek istenirken göstermiş
olduğu direnmenin hükme konu edilerek, iddianamede suça konu edilen
fiilin sadece bir kısmının karşılanmasıyla yetinilmesi hukuka aykırı
bulunduğundan, temyiz incelemesine imkân verecek yeterlilikte
bulunmayan ve bu hâliyle usul yönünden hukuka aykırı bulunan
mahkûmiyet hükmünün bozulmasına karar verilmiştir.
Diğer yandan, mukavemet suçuyla ilgili maddi olayın tam olarak
ortaya konulabilmesi için, sanığı Bölük Komutanı odasına götüren
P.Ütğm. S.A. ile alkol muayenesine götüren P.Üçvş. A.B.Y.’nin
kovuşturma aşamasında tanık olarak dinlenerek olay hakkındaki bilgi ve
484
görgülerinin tespit edilmesi ve bu iki tanığın beyanları ile tanık
P.Astsb.Çvş. H.S.’nin beyanı arasında çelişki çıkması hâlinde bu
çelişkinin de giderilmesinden sonra elde edilecek sonuca göre sanığın
hukuki durumunun belirlenmesi gerekirken, bu konuda noksan
soruşturma ile hüküm kurulması da bozmayı gerektirmiştir.
Açıklanan nedenlerle; Başsavcılığın itirazına atfen ve resen Daire
kararının kaldırılarak, mahkûmiyet hükmünün usul ve noksan soruşturma
yönlerinden bozulmasına karar verilmiştir.
485
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/57
K.Nu. : 2012/56
T.
: 26.04.2012
ÖZET
Dört ayrı eylemi nedeniyle dava açılmış olan ve temyiz
isteminde bulunmamış olan sanık hakkında beş ayrı hüküm, beş ayrı
eylemi nedeniyle dava açılmış olan ve temyiz isteminde bulunmuş
olan sanık hakkında dört ayrı hüküm kurulduğu anlaşılmakta olup;
sanıkların davalara konu edilen eylemleri, Askerî Mahkemenin
sanıkların bu eylemlerine ilişkin kabulleri ve sanıklar hakkında
açılan dava sayısıyla kurulan hüküm sayıları arasındaki farklılıklar
dikkate alındığında; kısa kararda beşinci hüküm olarak kurulmuş
olan ve temyiz isteminde bulunmamış olan sanık hakkında, mağdur
EA’ya karşı asta müessir fiil suçunu işlediğinin kabulüyle kurulan
mahkûmiyet hükmünün, temyiz isteminde bulunmuş olan sanık
hakkında, mağdur E.A.’ya karşı asta müessir fiil suçunu işlediğinin
kabulüyle kurulması gereken mahkûmiyet hükmü olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
Ancak, sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında mağdur E.A.’ya
karşı işlediği iddia ve kabul olunan eylemi nedeniyle mahkûmiyet
hükmü kurulmamış olması ve sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkında
mağdur E.A.’ya yönelik eylemi nedeniyle ikinci kez verilen
mahkûmiyet hükmüyle ilgili açılmış bir temyiz davası bulunmaması
karşısında, bu hükme ilişkin temyiz incelemesi yapılması ve hükmün
bozulması hukuka aykırı bulunmaktadır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; temyiz isteminde bulunmuş olan
sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında, 2008 yılı Mart ayı içerisinde J.Er
E.A.'ya arkadaşına hakaret ettiğinden bahisle iki kez tokatla vurmak
suretiyle asta müessir fiil suçunu işlediği iddiasıyla açılmış olan davayla
ilgili hüküm kurulurken, kısa kararda ve gerekçeli hükmün hüküm
486
fıkrasındaki sanık isminin, Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. yerine, temyiz
isteminde bulunmamış olan sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş.’nin isminin yazılmış
olmasının, bu hükmün hangi sanık hakkında kurulduğunun kabulüne
ilişkin bulunmaktadır.
Daire; anılan hükmün sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında
kurulmuş olduğunu ve dolayısıyla anılan sanığın temyiz istemine konu
edildiğini kabul etmişken; Başsavcılık, hükmün, yazılı olduğu şekilde,
sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkında kurulmuş olduğu, dolayısıyla temyiz
davasına konu olmadığı görüşündedir.
İnceleme
Sanıklar hakkındaki iddianame incelendiğinde;
Sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkında, aynen: “Mart 2008 ayı içerisinde
E.A. isimli ere bakım sırasında temizliğini beğenmediği bir silahın
temizliğini kimin yaptığını sorduğu, E.A.'nın yakınındaki M.T. ve O.I.'yı
göstererek alt tertiplerin yaptığını söylediği, şüphelinin iftira atmaya
başladın diyerek uzaklaştığı, E.A.'nın yanındakilere ben size iftiramı
attım diye sorması üzerine şüphelinin niçin arkamdan konuşuyorsun
diyerek E.A.'ya tokat ve yumruk attığı,..” ifade edilmek suretiyle,
E.A.’ya yönelik bu eylemi nedeniyle ve diğer üç ayrı kişiye yönelik
eylemleriyle birlikte dört kez asta müessir fiil suçunu işlediğinden
bahisle kamu davası açıldığı;
Sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında, aynen: “Mart 2008 ayı
içerisinde E.A. isimli ere arkadaşı H.A.'ya hakaret ettiğinden bahisle iki
kez tokat attığı, ...” ifade edilmek suretiyle, E.A.’ya yönelik bu eylemi
nedeniyle ve diğer dört ayrı kişiye yönelik eylemleriyle birlikte beş kez
asta müessir fiil suçunu işlediğinden bahisle kamu davası açıldığı;
Gerekçeli hüküm incelendiğinde;
Sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkındaki eylemlerle ilgili bölümde, aynen:
“Mart 2008 tarihinde, mağdur J.Er E.A.’ya tokat ve yumrukla vurduğu,
mağdurun dişinin kırıldığı; ...” kabul edilmek suretiyle, E.A.’ya yönelik
bu eylemi ve diğer üç ayrı kişiye yönelik eylemleri nedeniyle, ASCK’nın
117/1’inci maddesi uyarınca ayrı ayrı cezalandırılması yoluna gidildiği
açıklamalarına yer verildiği;
Sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkındaki eylemlerle ilgili bölümde,
aynen: “Mart 2008’de J.Er E.A.’ya tokatla vurduğu,;..” kabul edilmek
suretiyle, E.A.’ya yönelik bu eylemi ve diğer dört ayrı kişiye yönelik
eylemleri nedeniyle, ASCK’nın 117/1’inci maddesi uyarınca ayrı ayrı
cezalandırılması yoluna gidildiği açıklamalarına yer verildiği;
Bütün bunlara rağmen, kısa kararda; sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş.
hakkında, J.Er E.A.’ya yönelik eylemi nedeniyle bir yerine iki ayrı
487
mahkûmiyet hükmü kurulurken; sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında,
J.Er E.A.’ya yönelik eylemi nedeniyle açılmış olan davayla ilgili olarak
hüküm kurulmadığı;
Anlaşılmaktadır.
Değerlendirme
Özellikle, sanıkların davalara konu edilen eylemleri, Askerî
Mahkemece sanıkların bu eylemlerine ilişkin kabulleri ve sanıklar
hakkında açılan dava sayısıyla kurulan hüküm sayıları arasındaki
farklılıklar dikkate alındığında; kısa kararda beşinci hüküm (V) olarak
kurulmuş olan ve sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkında, mağdur E.A.’ya karşı
asta müessir fiil suçunu işlediği kabulüyle kurulan mahkûmiyet
hükmünün, sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında, mağdur E.A.’ya karşı
asta müessir fiil suçunu işlediği kabulüyle kurulması gereken
mahkûmiyet hükmü olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Ancak; ortada, sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında mağdur
E.A.’ya karşı eylemi nedeniyle kurulmuş bir mahkûmiyet hükmü
bulunmadığı gibi; sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. da, sanık J.Kd.Üçvş.
H.Ş. hakkında aynı kişiye yönelik eylemi nedeniyle ikinci kez kurulmuş
olan mahkûmiyet hükmünün kendisiyle ilgili olduğu inancında değildir
ve Daire’ce kabul edildiğinin aksine, mağdur E.A.’ya karşı eylemi
nedeniyle bir temyiz isteminde bulunmamıştır.
Dolayısıyla, sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında mağdur E.A.’ya
karşı işlediği iddia ve kabul olunan eylemi nedeniyle kurulmuş bir
mahkûmiyet hükmü bulunmaması ve sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkında
mağdur E.A.’ya yönelik eylemi nedeniyle ikinci kez kurulmuş olan
mahkûmiyet hükmüyle ilgili açılmış bir temyiz davası bulunmaması
nedenleriyle, bu hükme ilişkin olarak temyiz incelemesi yapılması ve
hükmün bozulması hukuka aykırı bulunmaktadır.
Sanık J.Kd.Üçvş. H.Ş. hakkında mağdur E.A.’ya yönelik eylemi
nedeniyle ikinci kez kurulmuş olan ve hukuka aykırı olduğunda kuşku
bulunmayan mahkûmiyet hükmünün, 353 sayılı Kanun'un 243’üncü
maddesi uyarınca, Milli Savunma Bakanı veya Askerî Yargıtay
Başsavcısının istemi üzerine kanun yararına bozulmak suretiyle ortadan
kaldırılması; sanık Uzm.J.I.Kad.Çvş. H.Ç. hakkında, mağdur E.A.’ya
karşı işlediği iddia olunan eyleminden dolayı da, dava zamanaşımı süresi
içinde her zaman hüküm kurulması mümkün bulunmaktadır.
488
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 230
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/143
K.Nu. : 2012/138
T.
: 27.12.2012
ÖZET
Eylemin, ASCK'nın 131/1’inci maddesinde ön görülen “Az
vahim hâl” kapsamında olup olmadığının, suça konu para veya
eşyanın ekonomik değerine, suçun işlendiği zaman ve mekâna,
eylemin işleniş tarzı ya da amacına, suçtan doğan neticenin ağırlığı
veya hafifliğine göre belirleneceği, Askerî Mahkemece; eylemin
“Vahim” olduğu değerlendirilirken, silahın vahim nitelikli olduğuna
dayanılmasının yanında, silahın değeri ile ilgili bir araştırma
yapılmaksızın, “değeri dikkate alınarak” şeklindeki ifade ile soyut
bir ek gerekçeye dayanılmış olması hatalı olarak kabul edilmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan uyuşmazlık; Askerî
Mahkemece gösterilen, ASCK'nın 131/1’inci maddesinde öngörülen “az
vahim hâlin” uygulanmamasına ilişkin gerekçenin hukuka uygun olup
olmadığı noktasındadır.
Gerekçeli hüküm incelendiğinde, Askerî Mahkemece; Jandarma
Bölge Kriminal Laboratuvar Amirliğince düzenlenen Uzmanlık
Raporunda yer verilen, suça konu MP 5 marka makineli tabancanın, 6136
sayılı Kanun’un 12’nci maddesinin 4’üncü fıkrası şumulüne giren vahim
nitelikteki ateşli silahlardan olduğu ifadesine istinaden ve “Çalınan
silahın özelliği ve değeri” ibaresi kullanılarak, eylemin az vahim hâl
kapsamında olmadığı kabul edilmiştir.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun, 31.10.1996 tarihli, 1996/147149; 12.3.1998 tarihli, 1998/45-41; 1.7.1999 tarihli, 1999/170-152;
29.5.2008 tarihli, 2008/89-92 sayılı kararlarında da vurgulandığı üzere;
ASCK’nın 131’inci maddesinde öngörülen suçlar yönünden “az vahim
hâl”in zaman ve mekâna, eylemin işleniş tarzına ve amacına, suç konusu
para veya eşyanın miktar ve ekonomik değerine, suçtan doğan neticenin
489
ağırlığına veya hafifliğine göre hâkim tarafından takdir edileceği
kuşkusuzdur.
ASCK’nın 131’inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, çalınan
eşyanın silah, cephane veya herhangi bir müdafaa vasıtasına taalluk
etmesi, ayrıca ağırlatıcı neden olarak gösterilmiştir.
Yasa koyucunun, ikinci fıkra uyarınca yapılabilecek artırım için üst
sınır öngörmemiş olması gözetildiğinde, suça konu silahın niteliğinin bu
fıkra gereğince yapılması uygun görülen artırımlar için dayanak kabul
edilmesi gerektiği açıktır. Dolayısıyla, Askerî Mahkemece; “Az vahim
hâl”in belirlenmesinde, çalınan silahın ateş gücüne ilişkin vahametin
gerekçe gösterilmesinin hukuka uygun olmadığı kabul edilmiştir.
Diğer taraftan; bahse konu (C 0062309) seri numaralı MP5
makineli tabancanın, Türk Silahlı Kuvvetlerine maliyetine ve suç
tarihindeki ederine ilişkin, dosyada herhangi bir delil bulunmadığı
dikkate alındığında, “... silahın ... değeri” şeklinde gösterilen ikinci
gerekçenin de dosya içeriğine uygun bulunmadığı kabul edilmiş,
Dairenin bozma kararında yer verdiği gerekçenin haklı ve dosya içeriği
ile uyumlu olduğu sonuca varılarak, Başsavcılığın itirazının reddine karar
verilmiştir.
490
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad. 231
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/124
K.Nu. : 2012/128
T.
: 06.12.2012
ÖZET
5728 sayılı Kanun’un Geçici 1’inci maddesinin 2’nci fıkrasında
yer alan açık düzenleme karşısında, infazı tamamlanmış ve ceza
hukuku anlamında menfaati bulunmayan hükümlülerin, hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kurumundan yararlanmasına yasal
imkân bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlığın konusu; kesinleşip infazı
tamamlanan mahkûmiyet kararları ile ilgili olarak CMK’nın 231’inci
maddesinde yer alan HAGB kurumunun uygulanıp uygulanmayacağı
noktasındadır.
Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun 04.06.2009 tarihli ve 2009/5473 sayılı kararında belirtildiği üzere; hükmün açıklanmasının geri
bırakılması kurumu karma niteliği nedeniyle ve lehe yasanın geçmişe
yürümesi ilkesi uyarınca önceki hükümlere uygulanabilecek ise de;
23.01.2008 tarihli ve 5728 sayılı Yasa’nın Geçici 1’inci maddesinin
ikinci fıkrasında öngörülen, “Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce
kesinleşmiş ve infaz edilmekte olan mahkûmiyet kararları hakkında, lehe
kanun hükümleri, hükmü veren mahkemece 13.12.2004 tarihli ve 5275
sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 98 ila
101’inci maddeleri dikkate alınmak ve dosya üzerinden incelenmek
suretiyle belirlenir. Ancak, hükmün konusunun herhangi bir inceleme,
araştırma, delil tartışması ve takdir hakkının kullanılmasını gerektirmesi
hâlinde inceleme, duruşma açılmak suretiyle yapılabilir.” hükmü
karşısında, ancak kesinleşmiş ve infazı devam eden hükümlerle sınırlı
olarak uygulama alanı bulacaktır.
491
İtiraz konusu uyuşmazlıkta; hükümlünün, üste hakaret suçuyla ilgili
on sekiz günlük kesinleşmiş hapis cezası infaz edilmiş ve hükümlü, hak
ederek, tahliye tarihi 14.09.2007 olacak şekilde 05.09.2007 tarihinde
koşullu (şartla) salıverilmiştir. İnfaz ilişkisinin sona erdiği görülmektedir.
Lehe kanun uygulamasının, ancak infazı devam eden hükümler
yönünden mümkün olduğuna ilişkin düzenleme karşısında, hükümlünün
HAGB kurumundan yararlanmasına yasal imkân bulunmadığı sonucuna
varılarak, Başsavcılık itirazının kabulüne, aksi yöndeki Daire kararının
kaldırılmasına ve hükümlünün itirazının reddine karar verilmiştir.
492
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.231
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1107
K.Nu. : 2012/1051
T.
: 12.09.2012
ÖZET
Askerî Savcılığın, mahkûmiyet hükmünün vaki olmamış
sayılacağı tarihi beklemeden önce 04.04.2008 tarihinde, 5728 sayılı
Kanun’la değişik CMK’nın 231’inci, TCK’nın 7/2’nci ve 5728 sayılı
Kanun’un Geçici 1’inci maddeleri göz önünde bulundurularak,
hükümlü hakkında lehe kanun hükümlerinin uygulanması
konusunda bir karar verilmesi talebinde bulunmasının, Askerî
Mahkemece de mahkûmiyet hükmünün vaki olmamış sayılacağı
tarih beklenmeden 14.04.2008 tarihinde yapılan değerlendirme ile
hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunun daha lehe
olduğu gerekçesi ile verilen kararın, hükümlü (sanık) aleyhine sonuç
doğurmaması gerekir.
5728 sayılı Kanun’un 562’nci maddesi ile CMK’nın 231/5’inci
maddesinde yapılan değişiklik üzerine, Askerî Savcılık tarafından,
şartları varsa, Dairemizin 02.05.2007 tarihli ve 2007/850-846 E.K. sayılı
ilamı ile; Askerî Savcının temyiz isteminin reddetmesi üzerine
kesinleşen, Askerî Mahkemenin 24.12.2003 tarihli ve 2003/1305-840
E.K. sayılı hükmünün infazının durdurulması, 5728 sayılı Kanun’la,
değişik CMK’nın 231, TCK’nın 7/2’nci ve 5728 sayılı Kanun’un Geçici
1’inci maddeleri göz önünde bulundurularak, hükümlü hakkında lehe
kanun hükümlerinin uygulanması konusunda bir karar verilmesi
talebinde bulunulmuştur.
Askerî Mahkeme tarafından, hizmette tekasülle birkaç kişinin
yaralanmasına ve harp malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet
vermek suçundan verilen 647 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi gereğince
ertelenen adli para cezasına ilişkin mahkûmiyet hükmünün mü lehe
olduğu, yoksa, hizmette tekasülle birkaç kişinin yaralanmasına ve harp
malzemesinin mühimce hasarına sebebiyet vermek suçundan verilen
493
hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunun mu lehe olduğu
konusunda herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın, 14.04.2008 tarihli
ve 2003/1305 E., 2008/625 K. sayılı duruşmasız işlere ait kararı ile;
hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiği görülmüştür.
Bu nedenle, öncelikle Askerî Mahkeme tarafından yapılmamış olan
bu değerlendirmenin Dairemizce yapılması gerektiği sonucuna
varılmıştır.
765 sayılı TCK’nın 95/2’nci maddesi; “Cürüm ile mahkûm olan
kimse hüküm tarihinden itibaren beş sene içinde işlediği diğer bir
cürümden dolayı evvelce verilen ceza cinsinden bir cezaya, yahut hapis
veya ağır hapis cezasına mahkûm olmazsa, cezası tecil edilmiş olan
mahkûmiyeti esasen vaki olmamış sayılır. Aksi takdirde her iki ceza ayrı
ayrı tenfiz olunur.” hükmünü içermektedir.
Hükümlü (sanık) hakkında, 12.01.2001 tarihinde işlediği hizmette
tekasülle birkaç kişinin yaralanmasına ve harp malzemesinin mühimce
hasarına sebebiyet vermek suçundan 647 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi
gereğince ertelenen adli para cezasına ilişkin hüküm, 24.12.2003
tarihinde verilmiş olup, 765 sayılı TCK’nın 95/2’nci maddesine göre,
hükümlünün (sanığın), hüküm tarihinden itibaren beş yıl içerisinde,
24.12.2008 tarihine kadar suç işlememesi hâlinde, cezası ertelenmiş olan
mahkûmiyeti vaki olmamış sayılacaktır.
Somut olayda da, hükümlü (sanık) tarafından, hüküm tarihi olan
24.12.2003 tarihinden itibaren beş yıl içerisinde herhangi bir suç
işlenmemiş olup, 24.12.2008 tarihi itibariyle, cezası ertelenmiş olan
mahkûmiyetinin vaki olmamış sayılması gerekmektedir.
Somut olayda, Askerî Mahkeme tarafından, hükmün açıklanmasının
geri bırakılması kararının verildiği 14.04.2008 tarihi itibariyle beş yıllık
sürenin dolması için kalan sürenin miktarı, her iki kurumda da beş yıllık
bir deneme/denetim süresinin bulunması, bu sürenin öngörülen şartlara
uygun olarak geçirilmesi hâlinde; ceza ertelenmiş ise mahkûmiyetin vaki
olmamış sayılması, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar
verilmiş ise, açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak
davanın düşmesine karar verilmesi, hükmün açıklanmasının geri
bırakılmasına karar verilmesi hâlinde, CMK’nın 231/8’inci maddesi
gereğince, sanık hakkında, beş yıllık denetim süresi içerisinde, bir yıldan
fazla olmamak üzere mahkemenin belirleyeceği süreyle denetimli
serbestlik
tedbirine
hükmedilebilecek
olması
göz
önünde
bulundurulduğunda, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunun
hükümlü (sanık) aleyhine olduğu sonucuna varılmıştır.
494
Her ne kadar, Askerî Mahkeme tarafından, 14.04.2008 tarihli ve
2003/1305 E., 2008/625 K. sayılı duruşmasız işlere ait kararı ile; hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiği tarihte, 765 sayılı
TCK’nın 95/2’nci maddesinde belirtilen beş yıllık sürenin dolmadığı, bu
nedenle, bu durum göz önünde bulundurularak, yapılan değerlendirme ile
hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunun daha lehe olduğu
düşüncesi ile karar vermiş olabileceği düşünülebilir ise de;
Askerî Savcılığın, mahkûmiyet hükmünün vaki olmamış sayılacağı
tarihi beklemeden önce, 04.04.2008 tarihinde, 5728 sayılı Kanun’la
değişik CMK’nın 231, TCK’nın 7/2’nci ve 5728 sayılı Kanun’un Geçici
1’inci maddeleri göz önünde bulundurularak, hükümlü hakkında lehe
kanun hükümlerinin uygulanması konusunda bir karar verilmesi
talebinde bulunmasının ve Askerî Mahkemece de mahkûmiyet
hükmünün vaki olmamış sayılacağı tarihi beklemeden önce, 14.04.2008
tarihinde yapılan değerlendirme ile hükmün açıklanmasının geri
bırakılması kurumunun daha lehe olduğu düşüncesi ile karar verilmiş
olmasının, hükümlü (sanık) aleyhine sonuç doğurmaması gerektiği,
nitekim 24.12.2008 tarihinde talepte bulunulması ve karar verilmesi
hâlinde, vaki olmamış sayılan bir mahkûmiyet hükmünün daha lehe
olduğunun tespitinden başka bir karar verilemeyeceği sonucuna
varılmaktadır.
Ayrıca, hükümlü (sanık) hakkında 14.04.2008 tarihinde yapılan
değerlendirme ile hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının
verilmiş olmasının, 765 sayılı TCK’nın 95/2’nci maddesine göre daha
önce işlemeye beş yıllık süreyi kesmediğini, hükmün açıklanmasının geri
bırakılması kararının verildiği 14.04.2008 tarihinden itibaren 24.12.2008
tarihine kadar olan denetim süresi içerisinde de herhangi bir suç
işlenmemiş olması nedeniyle, 24.12.2008 tarihi itibariyle ertelemeli
mahkûmiyet hükmünün vaki olmadığının kabul edilmesi gerektiği, cezası
ertelenmiş olan mahkûmiyetinin 24.12.2008 tarihinde vaki olmamış
sayılmasından sonra, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararında
belirtilen beş yıllık denetim süresi içerisinde, 29.04.2009 tarihinde
kullanmak için uyuşturucu ve uyarıcı madde kabul etmek veya
bulundurmak suçunu işlediğinden bahisle dava dosyasının esasa
kaydedilerek, yargılama yapılıp açıklanması geri bırakılan hükmün
açıklanamayacağı sonucuna varılmakla, hükümlünün (sanığın) lehine
olmadığı anlaşılan Askerî Mahkemenin 14.04.2008 tarihli ve 2003/1305
E., 2008/625 K. sayılı duruşmasız işlere ait kararının kaldırılmasına,
hükümlünün lehine olmadığı için kaldırılmasına karar verilmiş bulunan
14.04.2008 tarihli ve 2003/1305 E., 2008/625 K. sayılı duruşmasız işlere
495
ait kararına istinaden deneme süresi içerisinde kasıtlı suç işlediğinden
bahisle verildiği için hukuka aykırı olan; 30.05.2012 tarihli ve 2012/473180 E.K. sayılı mahkûmiyet hükmünün yok hükmünde sayılmasına karar
verilmiştir.
Tebliğnamede; hükümlüye (sanığa) yüklenen suçun dava zaman
aşımı süresinin, atılı suçu işlediği 12.01.2001 tarihinden başlamış olup,
beş yıllık sürenin; hükümlü (sanık) hakkında, 16.03.2001 tarihli
iddianameyle dava açılması, 09.07.2001 tarihinde adli makamlar
huzurunda sorguya çekilmesi ve 24.12.2003 tarihinde hakkında
mahkûmiyet hükmü verilmesi ile kesildiği, bu tarihten itibaren yeniden
işlemeye başlayan sürenin en fazla suçun işlendiği tarihten itibaren yedi
yıl altı aya kadar uzayacağından ve bu sürenin 12.07.2008 tarihinde
dolmuş olduğundan, 765 sayılı TCK’nın 102 ve 104’üncü, CMK’nın
223/8 ve 353 sayılı Kanun’un 220/C maddeleri uyarınca kamu davasının
düşmesine karar verilmesi gerektiği belirtilmiş ise de ;
Hükümlü (sanık) hakkında atılı suç nedeniyle 24.12.2003 tarihinde
verilen mahkûmiyet hükmünün, Dairemizin, 02.05.2007 tarihli ve
2007/850-846 E.K. sayılı ilamı ile; Askerî Savcının 353 Sayılı Kanun’un
209’uncu maddesinde düzenlenen yasal süre geçtikten sonra yaptığı
temyiz başvurusunun reddine karar verilmesi üzerine, 02.05.2007
tarihinde kesinleştiği, bu tarih itibariyle gerek yedi yıl altı aylık azami
zaman aşımı süresinin gerekse dava zaman aşımını en son kesen işlem
olan mahkûmiyet hükmünün verildiği 24.12.2003 tarihinden itibaren
yeniden işlemeye başlayan beş yıllık dava zaman aşımı süresinin
dolmadığı, mahkûmiyet hükmünün 02.05.2007 tarihinde kesinleşmesi ile
artık dava zaman aşımı süresinin söz konusu olamayacağı, ceza zaman
aşımının söz konusu olduğu, ayrıca, 5252 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun
Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 9’uncu maddesinin
dördüncü fıkrasındaki “kesin hükümle sonuçlanmış olan davalarda,
sonradan yürürlüğe giren bir kanunla ilgili olarak lehe hükmün
belirlenmesi ve uygulanması amacıyla yapılan yargılama bakımından
dava zaman aşımına ilişkin hükümler uygulanmaz.” şeklindeki hükme
göre de; 02.05.2007 tarihinde kesinleşmiş olan hükümle ilgili olarak daha
sonra lehe kanunla ilgili olarak yapılan yargılama ve müteakiben lehe
olan hükmün kaldırılıp geri bırakılan hükmün açıklanmasına ilişkin
yargılama sırasında, dava zaman aşımına ilişkin hükümlerin uygulanması
mümkün olmadığından, tebliğnamedeki görüşe katılınmamıştır.
496
CEZA MUHAKEMESİ KANUNU
Mad.231
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1086
K.Nu. : 2012/1057
T.
: 26.09.2012
ÖZET
Beş yıllık denetim süresi içerisinde, 02.02.2010 tarihinde
kullanmak için uyuşturucu madde bulundurmak suçunu işleyen
sanık hakkında, TCK’nın 191/2’nci maddesi uyarınca tedavi ve
denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulmasına, bu sürede kendisine
rehberlik edecek bir uzman görevlendirilmesine, tedaviden sonra
olmak üzere denetimli serbestlik tedbirinin takdiren bir yıl daha
devamına karar verildiği, ayrıca tedavi ve denetimli serbestlik
tedbirine uygun davranılması hâlinde açılan kamu davasının
düşürüleceğinin, uyulmaması hâlinde davaya devam edileceğinin
ihtar edildiği ve bu kararın 21.07.2010 tarihinde kesinleştiği
anlaşılmaktadır.
Söz konusu madde gereğince, tedavinin ve denetimli serbestlik
tedbirinin gereklerine uygun davranan kişi hakkında açılmış olan
davanın düşmesine karar verilecek olması karşısında, sanıkla ilgili
olarak artık işlenmiş bir suç sebebiyle verilen ve kesinleşen bir
hükmün varlığından ve buna bağlı olarak da, 09.05.2005-17.05.2005
tarihleri arasında işlediği ve Askeri Mahkemenin 03.07.2008 tarihli,
2008/68-261 Esas ve Karar sayılı kararı ile hükmün açıklanmasının
geri bırakılması kararı verilen firar suçuna ilişkin olarak, beş yıllık
denetim süresi içerisinde yükümlülüklerin ihlâlinden söz
edilemeyecektir.
Askerî Mahkemece; sanık hakkında firar suçundan verilen
03.07.2008 tarihli, 2008/68-261 Esas ve Karar sayılı mahkûmiyet
hükmünün açıklanmasının geri bırakılması kararının, CMK’nın
231/11’inci maddesi uyarınca açıklanmasına; sanığın 09.05.200517.05.2005 tarihleri arasında firar suçunu işlediği kabul edilerek,
eylemine uyan ASCK’nın 66/1-a, 73 ve TCK’nın 62’nci maddeleri
uyarınca beş ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
497
Hüküm; sanık tarafından sebepleri gösterilerek, temyiz edilmiştir.
Tebliğnamede; hükmün onanması gerektiği yönünde görüş
bildirilmiştir.
Yapılan incelemede; sanığın, 09.05.2005 tarihinde birliğinden firar
ettiği, 17.05.2005 tarihinde kendiliğinden gelerek birliğine katıldığı,
böylece 09.05.2005-17.05.2005 tarihleri arasında firar suçunu işlediği,
tüm dosya kapsamından anlaşılmıştır.
Askerî Mahkemece 03.07.2008 tarihli, 2008/68-261 Esas ve Karar
sayılı hüküm ile sanığın beş ay hapis cezasıyla mahkûmiyetine ve
CMK’nın 231/6’ncı maddesinde yazılı şartları taşıması nedeniyle bu
hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ve beş yıl süre ile denetime
tabi tutulmasına karar verildiği, bu hükmün 05.11.2008 tarihinde
kesinleştiği, denetim süresi içerisinde istenilen sabıka kaydında sanığın,
02.02.2010 tarihinde kullanmak için uyuşturucu madde bulundurmak
suçundan, Ceylanpınar Sulh Ceza Mahkemesinin 15.06.2010 tarihli,
2010/55-104 Esas ve Karar sayılı kararı ile tedavi ve denetimli serbestlik
tedbirine tabi tutulmasına karar verildiği, kararın 21.07.2010 tarihinde
kesinleştiği, bunun üzerine, Askerî Mahkemece duruşma açılmak
suretiyle, 03.07.2008 tarihli, 2008/68-261 Esas ve Karar sayılı kararda
belirtilen beş ay hapis cezasına ilişkin hükmün açıklanmasına karar
verildiği, anlaşılmaktadır.
CMK’nın 231’inci maddesi hükümlerine göre; hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kurumu, yargılamada hükmün
açıklanması sırasında dikkate alınması gereken, davayı ve cezayı
ertelememekle birlikte, hükmün açıklanmasını erteleyen, kurulan
hükmün sanık hakkında hiçbir hukuki sonuç doğurmamasını sağlayan,
beş yıllık denetim süresi içinde kasten bir suç işlenmemesi ve denetimli
serbestlik hükümlerine uygun davranılması şartına bağlı olarak davanın
düşmesine karar verilmesini sağlayan bir kurumdur.
Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmesi veya denetimli
serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranılması hâlinde,
Mahkemece; CMK’nın 231’inci maddesine 5560 sayılı Kanun’un
23’üncü maddesiyle eklenen 11’inci fıkrasında belirtilen; “Denetim
süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya denetimli serbestlik
tedbirine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranması halinde, mahkeme
hükmü açıklar” hükümlerine göre hareket edilecektir.
TCK’nın 191’nci maddesinde; “(1) Kullanmak için uyuşturucu veya
uyarıcı madde satın alan, kabul eden veya bulunduran kişi, bir yıldan iki
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
498
(2) Bu suçtan dolayı açılan davada mahkeme, birinci fıkraya göre
hüküm vermeden önce uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi
hakkında, tedaviye ve denetimli serbestlik tedbirine; kullanmamakla
birlikte, kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alan, kabul
eden veya bulunduran kişi hakkında, denetimli serbestlik tedbirine karar
verebilir. Bu karar, durma kararının hukuki sonuçlarını doğurur…
(5) Tedavinin ve denetimli serbestlik tedbirinin gereklerine uygun
davranan kişi hakkında açılmış olan davanın düşmesine karar verilir.
Aksi takdirde, davaya devam olunarak hüküm verilir” düzenlemeleri yer
almaktadır.
Söz konusu madde gereğince, tedavinin ve denetimli serbestlik
tedbirinin gereklerine uygun davranan kişi hakkında açılmış olan davanın
düşmesine karar verilecek olması karşısında, sanıkla ilgili olarak artık
işlenmiş bir suç sebebiyle verilen ve kesinleşen bir hükmün varlığından
ve buna bağlı olarak da, firar suçuna dair beş yıllık denetim süresi
içerisinde yükümlülüklerin ihlâlinden söz edilemeyecektir.
Yargıtay C.G.K.nun 20.03.2012 tarihli, 2011/785 E. 2012/101 K.
sayılı kararında da açıklandığı üzere; “Kullanmak için uyuşturucu veya
uyarıcı madde satın alma, kabul etme veya bulundurma” suçundan dolayı
TCK’nın 191/2’nci maddesi uyarınca tedavi ve/veya denetimli serbestlik
tedbiri uygulamasına ilişkin kararların, durma kararı niteliğinde olması
ve durma kararlarının davayı sonuçlandıran kararlardan olmadığı, temyiz
değil, itiraz kanun yoluna tabi kararlar niteliğinde olduğu hususunda
duraksama bulunmamaktadır.
Öte yandan; Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel
Müdürlüğünün 22.01.2008 tarihli, B.03.0.AİG.0.00.00.03/11 sayılı
genelgesinde; TCK’nın 191/2’nci maddesi uyarınca hüküm vermeden
önce verilen tedaviye ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin kararların,
kesinleşmiş mahkûmiyet hükmü niteliğinde olmadığı ve adli sicile
kaydedilecek bilgi vasfı taşımadığı cihetle, adli sicile kaydedilmesinin
mümkün olmadığı belirtilerek, bu kararlara ilişkin bildirme fişinin (Ceza,
yerine getirme ve tali karar fişi) düzenlenmesine gerek olmadığı,
belirtilmiştir.
Ayrıca; Yargıtay 2’nci C.D.nin 15.12.2010 tarihli, 2010/30121 E.
2010/33646 K. sayılı kararında da belirtildiği gibi, CMK'nın 231/10’uncu
maddesinde belirtilen "Denetim süresi içinde yeni bir suç işlenmesi"
ibaresinden sanık hakkında denetim süresi içinde işlediği bir suçtan
dolayı mahkûmiyet kararı verilmesi ve kesinleşmiş olmasının anlaşılması
gerektiği de gözetilmelidir.
499
Somut olayda; sanık beş yıllık denetim süresi içerisinde 02.02.2010
tarihinde kullanmak için uyuşturucu madde bulundurmuş ve bu eylemi
sebebiyle TCK’nın 191/2’nci maddesi uyarınca, hakkında tedavi ve
denetimli serbestlik tedbiri uygulanmasına karar verilmiştir.
Dosyada mevcut, Ceylanpınar Sulh Ceza Mahkemesinin 15.06.2010
tarihli, 2010/55-104 Esas ve Karar sayılı kararı ile sanık hakkında
uyuşturucu madde bulundurmak suçundan tedavi ve denetimli serbestlik
tedbirine tabi tutulmasına, bu sürede kendisine rehberlik edecek bir
uzman görevlendirilmesine, tedaviden sonra olmak üzere denetimli
serbestlik tedbirinin takdiren bir yıl daha devamına karar verildiği, tedavi
ve denetimli serbestlik tedbirine uygun davranılması hâlinde açılan kamu
davasının düşürüleceğinin, uyulmaması hâlinde davaya devam
edileceğinin ihtar edildiği ve bu kararın 21.07.2010 tarihinde kesinleştiği
anlaşılmaktadır.
Sanığın, uyuşturucu madde bulundurmak suçu nedeniyle belirlenen
tedavi ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklerini yerine
getirmemesi durumunda, yargılamaya devam olunarak mahkûmiyet
hükmü verilmesi ve bu hükmün kesinleşmesi hâlinde, hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararında belirtilen denetim süresi
içerisinde suç işlendiği kabul edilerek, önceden açıklanması geri
bırakılan hükmün açıklanması mümkün hâle gelecektir.
Sonuç itibariyle, sanığın 03.07.2008 tarihli, 2008/68-261 Esas ve
Karar sayılı kararda belirtilen beş yıllık denetim süresi içerisinde,
CMK’nın 231/10’uncu maddesi anlamında kasten yeni bir suç
işlediğinden bahsetmek mümkün olmadığından, hakkında açıklanan
mahkûmiyet hükmünün uygulama yönünden bozulmasına karar
verilmiştir.
500
477 SAYILI KANUN
Mad. 50
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/14
K.Nu. : 2012/7
T.
: 19.01.2012
ÖZET
353 sayılı Kanun’un 96’ncı maddesinin 3’üncü fıkrasında yer
alan “Şüpheli suçunu itiraf etse bile, öz vakanın soruşturulması
gerekir.” şeklindeki düzenleme karşısında, sanığın firar saatinin
belirlenmesinde aleyhine olan ifadesi yerine, firar ettiği tarihi
gösteren birlik kayıtları esas alındığında, firar süresi yedi tam günü
doldurmadığı anlaşılan sanığın eyleminin, 477 sayılı Kanun’un
50/1’inci maddesinde yazılı “kısa süreli kaçma” disiplin suçunu
oluşturacağı sonucuna varılmıştır.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler Kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; ek savunma tespitine gerek
bulunmamasına rağmen, ek savunmasının alınması sırasında, sanığa,
görevlendirilecek müdafie yapılacak ödemelerin yargılama giderinden
sayılacağı ve mahkûmiyeti hâlinde kendisinden tahsil edileceğinin
bildirilmesinin, savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurup
doğurmadığına ilişkindir.
Daire; usulen gerekli olmayan ek savunma alınması işlemi sırasında
yapılan hukuka aykırılığın savunma hakkını kısıtlamadığını kabul
ederken,
Başsavcılık; hükmün kesinleşmesine kadar sanığın her aşamada bir
müdafiin yardımından yararlanmayı isteme hakkının bulunduğunu;
gereksiz de olsa alınan ek savunması sırasında, istemesi hâlinde
görevlendirilecek müdafie yapılacak ödemelerin yargılama giderlerinden
sayılacağının ve mahkûmiyeti hâlinde kendisinden tahsil edileceğinin
bildirilmesinin, savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğurduğunu
ileri sürerek Daire kararına itiraz etmiştir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık bu merkezde olmakla
birlikte; kamu düzenini ilgilendiren ve yargılamanın her aşamasında,
öncelikle ve resen göz önüne alınması zorunlu olan görev yönünden
501
inceleme yapılması; Askerî Mahkemenin, iddianamede suç teşkil ettiği
belirtilen ve ceza isteminde bulunulan eylemle ilgili davaya bakmakla
görevli olup olmadığının ortaya konulması gereklidir.
Sanığın, 28.01.2009 günü saat 14.30’da birliğinden firar ettiği,
04.11.2009 günü saat 16.50’de emniyet görevlilerine teslim olduğu,
böylece, bu tarih ve saatler arasında kesintisiz süren, kendiliğinden
gelmekle son bulan, ASCK'nın 66/1-a ve 73’üncü maddeleri kapsamına
giren firar suçunu işlediği kabul edilerek hüküm kurulmuş ve Dairece de
bu kabul yerinde görülmüş ise de;
Ceza yargılamasında amaç maddi gerçeğe ulaşılması olup, bu
amaca yönelik bulunan 353 sayılı Kanunun 96/3’üncü maddesi, “Şüpheli
suçunu itiraf etse bile, öz vakanın soruşturulması gerekir.” hükmünü
içermektedir. Maddi gerçeğe ve buna bağlı olarak kesin yargıya ancak
her türlü kuşkunun giderilmesiyle ulaşılabilecektir. Bu konuda sanığın
beyanı yeterli olamayacağından, dava dosyasında yer alan bilgi ve
belgelerin öncelikle göz önüne alınması ve değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Somut olayda, sanığın, Askerlik Şubesi sevk pusulasına göre okur
yazar olduğu, ifadesine göre ilköğretimi üçüncü sınıftan terk ettiği,
emniyet görevlilerine teslim olduğunda tutulan tutanağa göre; üstünde
saat, para veya kıymetli hiçbir şeyin çıkmadığı görülmektedir. Birlik
kayıtlarında ise, sanığın saat 18.00’de firar ettiğinin tespit edildiği ifade
edilmektedir.
Eğitim düzeyi, olayın oluş biçimi göz önüne alındığında, sanığın,
birlik kayıtları veya herhangi bir tanıkla doğrulanamayan ve şüpheyle
karşılanması gereken firar saatiyle ilgili beyanlarına itibar edilmeyerek,
firar başlangıç saati olarak, birlik kayıtlarının esas alınması gerektiği
sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle; sanığın firar eyleminin, 28.10.2009 tarihinde
saat 18.00’de başladığı, 04.11.2009 tarihinde saat 16.50’de sona erdiği,
temadi süresi yedi tam günü bulmadığından, diğer unsurlarında
gerçekleşmesi hâlinde 477 sayılı Kanun’un 4895 sayılı Kanun ile değişik
50’nci maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen kısa süreli kaçma
disiplin suçunu oluşturacağı sonucuna varıldığından ve bu suçla ilgili
davaya bakma görevi disiplin mahkemelerine ait bulunduğundan;
Başsavcılığın itirazına atfen ve resen Daire kararının kaldırılarak,
mahkûmiyet hükmünün suç vasfına bağlı görev yönünden bozulmasına
karar verilmiştir.
502
477 SAYILI KANUN
Mad. 50
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/49
K.Nu. : 2012/44
T.
: 05.04.2012
ÖZET
Millî Savunma Bakanlığı Yol Süreleri Tablosu Hakkında Özel
Talimat EK-B’ye göre, kıtasına taburcu edilen yükümlülere tanınan
yol süresi, sevk ve katılış tarihleri hariç olarak hesaplanması
gerekeceğinden, sanığın eylemi, 04.02.2010 günü saat 00.01’de
başlayıp 10.02.2010 günü saat 19.50’de son bulan, 477 sayılı
Kanun’un 50/1’inci maddesi kapsamına giren “kısa süreli kaçma”
disiplin suçunu oluşturur.
Daire ile Başsavcılık arasında ortaya çıkan ve Daireler kurulunca
çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, sanığın eyleminin kısa süreli kaçma
disiplin suçunu mu, yoksa kendiliğinden dönmekle sona eren firar suçunu
mu oluşturacağına ilişkindir.
Daire; sanığın eyleminin kısa süreli kaçma disiplin suçunu
oluşturduğunu kabul ederken;
Başsavcılık; sanığın, kendiliğinden dönmekle sona eren firar suçunu
işlediğini, deliller konusunda tereddüt bulunduğunun kabulü hâlinde ise
bu hususun araştırılması gerektiğini ileri sürerek, Daire kararına itiraz
etmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; …Tugayında görevli olan sanığa, sevk
edildiği GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesinde 02.02.2010 tarihinde
ayaktan yapılan muayenesi sonunda 10 gün istirahat verildiği, refakatçisi
ve Bölük Komutanının Birliğine derhal dönmesi konusunda kendisini
uyarmalarına rağmen, Birliğine 10.02.2010 tarihinde saat 19.50’de
katıldığı anlaşılmakta, esasen bu konuda Daire ile Başsavcılık arasında
bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
503
Firar eyleminin süresinin hesabıyla ilgili olarak yapılan
incelemede;
Millî Savunma Bakanlığının 03.10.1995 tarihli ve MİY: 40-2095/As.Adl.İşl.İhb.Yet. As.Czev.Ş. sayılı, Genelgesi ekinde yayımlanan
EK-B “Yol Süreleri Tablosu Hakkında Özel Talimat”ın Birinci
Bölümünde; “Yükümlülerin, gerek silah altına alınması sırasında gerekse
muvazzaflık hizmetleri esnasında, kıta ve kurum değişikliği, hastaneye
sevk, taburcu edilme gibi durumlarda, kendilerine tanınacak yol
sürelerini belirlemek ve Türkiye genelinde yeknesaklığı temin etmek
maksadıyla iller arasındaki yol sürelerini gösteren tablo hazırlanmıştır.”
İkinci Bölümünde a) Tablodaki yol süreleri; ... (3) Yükümlülerin
hastanelerce kıtasına veya hava değişimli olarak şubesine taburcu
edilmesinde, ... kullanılacaktır. Üçüncü Bölümünde de “Yükümlülere
tanınan yol süreleri, sevk ve katılış tarihi hariç olarak hesaplanacaktır.”
denilmektedir.
Bu itibarla, hastanelerce kıta veya kurumlarına taburcu veya sevk
edilen yükümlülere, Genelge’nin ekinde yayımlanan EK-A “Yol Süresi
Tablosu”nda gösterilen yol sürelerinin, sevk tarihleri (taburcu edildikleri
veya ayaktan muayene işlemlerinin tamamlandığı gün) ile kıta ve
kurumlarına katılış tarihleri hariç tutularak tanınması ve firar (kaçaklık)
sürelerinin hesabında bu sevk ve katılış tarihlerinin dikkate alınmaması
(sayılmaması) gerekmektedir.
Temyiz incelemesine konu olayda, sanığın, GATA Haydarpaşa
Eğitim Hastanesinde ayaktan muayenesinin yapılarak 10 gün istirahatle
kıtasına sevkinin yapıldığı 02.02.2010 tarihinin, Söke ilçesindeki
Birliğine dönmesi için tanınması zorunlu olan bir günlük yol süresinin
hesabında dikkate alınmaması (hariç tutulması) gerekmektedir. Buna
göre, 03.02.2010 tarihinde saat 24.00’te yol süresi sona eren sanığın
kaçma eyleminin 04.02.2010 tarihinde saat 00.01’de başlayıp,
kendiliğinden gelip Birliğine teslim olduğu 10.02.2010 tarihinde, henüz
yedi tam gün dolmadan saat 19.50’de sona erdiği anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla sanığın eyleminin 477 sayılı Disiplin Mahkemelerinin
Kuruluşu, Yargılama Usulü ve Disiplin Cezaları Hakkında Kanun’un
4895 sayılı Kanun ile değişik 50/1’inci maddesi kapsamına giren “kısa
süreli kaçma” disiplin suçunu oluşturduğu sonucuna varıldığından,
Başsavcılık itirazının reddine karar verilmiştir.
504
477 SAYILI KANUN
Mad.50
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
2’nci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/0784
K.Nu. : 2012/0773
T.
: 30.05.2012
ÖZET
Polis tarafından sanık olarak değil yaralı bir suç mağduru
olarak yardım edilen sanığın; sanık ve şüphelilere uygulanan usule
tabi tutulamayacak oluşu nedeniyle asker kişi olduğunu beyan
etmemesi hâlinde, asker kişi olduğunun anlaşılamama ihtimâlinin
yoğun olması dikkate alındığında; yakalanıp yakalanmadığı, dehalet
kastıyla davranıp davranmadığı konusunda doğan kuşkunun sanık
lehine yorumlanarak, sanığın yakalanmadığına ve dehalet kastıyla
hareket ettiğine ilişkin savunmalarının doğru olduğunun kabulü
gerekir.
Acemi birliğinden 09.08.2009 tarihinde yedi gün süreyle dağıtım
iznine gönderilen sanığın, ikrarıyla sabit olduğu gibi saat 08.00’da izine
ayrıldığı, bu durumda, en geç 16.08.2009 tarihinde saat 08.00’a kadar
tertip edildiği birliğine katılması gerekirken katılmadığı, 17.08.2009
tarihinde saat 23.55’te gasp ve etkili eylem suçlarının mağduru olması ve
kendisine yönelen bu suçlar nedeniyle yaralanması nedeniyle, duruma
müdahale eden emniyet kuvvetlerince yaptırılan tedavi ve yapılan
soruşturma işlemleri esnasında asker olduğunun anlaşılması üzerine, adli
işlemlerinin ardından Merkez Komutanlığına teslim edildiği, gözaltına
alınmasını müteakip 28.08.2009 tarihinde mevcuden birliğine
götürüldüğü, dosya kapsamındaki kanıtlardan anlaşılmaktadır.
Sanık sorgu ve savunmalarında; babasının bir arkadaşının, adına
birliğine dönüş için bulabildiği en erken tarih olan 19.08.2009 tarihine
uçak bileti aldığını, iki gün gecikmesinin sorun olmayacağını
düşündüğünü, 17.08.2009 tarihinde saat 23.00 sıralarında önüne çıkan iki
kişi tarafından bıçakla yaralanıp, gasp edildiğini, durumu gören
vatandaşların ihbârı üzerine gelen polisin kendisini alıp, Avcılar Devlet
Hastanesi’nde tedavi ettirdiğini, ardından ifadesinin tespiti için karakola
götürüldüğünü, karakolda polislere asker olduğunu söyleyip, izin
505
kağıdını gösterdiğini, bunun üzerine polislerin kendisini inzibata teslim
ettiklerini, inzibat görevlilerine uçak bileti olduğunu söylemesine rağmen
izin alamadığından, annesinin uçak biletini iptal ettirdiğini, daha sonra
gözaltına alınıp, mevcuden birliğine teslim edildiğini beyan etmiştir.
Yeminli beyanları tespit edilen polis memuru tanıklardan A.Ç.’nin
ifadesinde; kendilerine gelen anons nedeniyle sanığın yanına gittiklerinde
onun kesici aletle yaralandığını gördüklerini, olay yerine ulaştıklarında
sanığın asker kişi olduğunu söyleyerek, kendilerine askerî bir kimlik
ibraz ettiğini, tedavi ettirmek için önce sanığı hastaneye götürdüklerini,
ardından polis merkezine teslim ettiklerini; tanık M.Y.’nin ifadesinde;
olayı net hatırlamamakla birlikte, sanığın askerî şahıs olduğunun kendisi
ya da annesi tarafından beyan edildiğini, sanığın kimlik belgesi ibraz
edip, etmediğini hatırlamadığını; tanık U.O’nun ifadesinde; sanığın asker
olduğunu beyan ettiğini hatırlamadığını söylemesi, sanık adına
19.08.2009 tarihli ve 12.25 uçuş saatli İstanbul’dan birliğin konuşlu
olduğu Gaziantep’e THY’na ait bir bilet düzenlendiğinin, biletin anne ve
babası tarafından 17.08.2009 tarihinde alınıp, 18.08.2009 tarihinde iptal
edildiğinin anlaşılması, polisçe sanık olarak değil, yaralı bir suç mağduru
olarak yardım edilen sanığın; sanık ve şüphelilere uygulanan usule tabi
tutulamayacak oluşu nedeniyle asker kişi olduğunu beyan etmemesi
hâlinde, asker kişi olduğunun anlaşılamama ihtimalinin yoğun olması hep
birlikte dikkate alındığında; sanığın yakalanıp, yakalanmadığı, dehalet
kastıyla davranıp, davranmadığı konusunda doğan kuşkunun sanık lehine
yorumlanarak, sanığın yakalanmadığına ve dehalet kastıyla hareket
ettiğine ilişkin savunmalarının doğru olduğunun kabulü gerekmektedir.
Bu durumda; sanığın eyleminin 477 sayılı Kanun’un 50/2’nci
maddesinde düzenlenen kısa süreli izin süresini geçirme disiplin suçunu
oluşturduğu, bu suçtan yargılama yapma görevinin de Disiplin
Mahkemesine ait olduğu hususunda kuşku bulunmadığından,
tebliğnamede yer verilen aksi düşünceye iştirak edilmeyip, aynı yönde
bulunan Adli Müşavirin temyiz sebeplerinin de reddi ile, hukuka uygun
bulunan görevsizlik kararının onanmasına karar verilmiştir.
506
5275 SAYILI KANUN
Mad.99
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
1’inci Daire Kararı
E.Nu. : 2012/1368
K.Nu. : 2012/1250
T.
: 28.11.2012
ÖZET
Koşullu
salıverilme
hükümlerinin
uygulanması
bakımından, hükümlü hakkındaki cezaların infaz rejimleri
farklı dahi olsa içtima edilmesi gerekir.
5237 sayılı TCK'da cezaların içtimasına yer verilmemiş; 5275 sayılı
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 99’uncu
maddesinde, "Bir kişi hakkında hükmolunan her bir ceza diğerinden
bağımsızdır, varlıklarını ayrı ayrı korurlar." kuralı benimsendikten sonra,
“bir kişi hakkında başka başka kesinleşmiş hükümlerin bulunması
hâlinde, koşullu salıverilme hükümlerinin (107’nci maddenin)
uygulanabilmesi yönünden mahkemeden bir toplama kararı isteneceği”
belirtilmiştir.
5275 sayılı Kanun’un 99’uncu maddesinin gerekçesinde “Madde,
birden fazla kesinleşmiş hükümlere ait cezaların ne suretle toplanacağını
göstermektedir. Bir kimse hakkında birden fazla hüküm verilmiş ve
mahkemece cezaların toplanmasına ilişkin hükümler uygulanmamış
olursa, infaz için cezaların toplanması gerekeceğinden, mahkemeye
başvurmak gerekecektir. Bu başvuruyu, Cumhuriyet savcısı veya sanık
yapabilecektir.” şeklindedir.
Yeni ceza sisteminde, infaz kuralları, maddi ceza kanunundan
çıkartılıp infaza ilişkin kanunda düzenlenmiştir. Buna göre, mülga 765
sayılı TCK’dan farklı olarak, yargılama sonunda hüküm kurulurken,
farklı suçlardan verilen sonuç cezalar toplanmamakta, toplama işlemi
hükümlerin kesinleşmesinden sonra, yerine getirilmeleri sırasında
yapılmaktadır.
5275 sayılı Kanun’un 99 ve 107’nci maddelerinde yer alan toplama
hükümleri, cezaların toplanması ve sınırlandırılmasına ilişkin infazı
ilgilendiren kurallardır. Gerek öğretide ve gerekse yargısal kararlarda
507
benimsendiği üzere, içtima edilmeye konu cezaların her birinin ayrı ve
bağımsız olarak kendi varlıklarını koruyup hüküm doğuracakları dikkate
alındığında, cezalarının ayrı infaz rejimine tabi olsalar bile bu hükümler
uyarınca toplanmasında yasal zorunluluk bulunmaktadır.
Bu sebeplerle, 5275 sayılı Kanun’un 99’uncu maddesinde
düzenlenen “cezaların toplanması müessesesi” ile “cezaların infazı
sırasında dikkate alınacak olan 5275 sayılı Kanun’un 107 ve 108’inci
maddelerinde öngörülen koşullu salıverme için iyi hâlli olarak
geçirilmesi gereken sürelerin farklılığı ve 5275 sayılı Kanun’un 48’inci
maddesinde düzenlenen disiplin cezası alan hükümlünün koşullu
salıverilmesi için gerekli koşulların” birbirine karıştırılmaması
gerekmektedir. Zira anılan hükümler, hükmedilen cezanın niteliğini ve
süresini değiştirmemekte, sadece infaz sırasında koşullu salıverilme
süresini etkilemektedir.
Sonuç olarak, infaz rejimleri farklı da olsa, aynı türdeki cezaların
toplanması yasal bir zorunluluktur. Toplamanın mutlak surette yapılması
gerekmekle birlikte her bir ceza tabi oldukları infaz rejimine göre infaz
edilmelidir. Nitekim, Dairemizin 31.10.2012 tarihli ve 2012/1293-1193
E.K.sayılı; Askerî Yargıtay 4’üncü Dairesinin 18.08.2010 tarihli ve
2010/2122-2107 E.K.sayılı; Yargıtay 8’inci Ceza Dairesinin 15.12.2010
tarihli ve 2010/14558-2010/14136 E.K.sayılı ilamları da bu yönde olduğu
gibi uygulama da bu şekilde yerleşmiştir.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında incelenen itiraz konusu olaya
dönüldüğünde;
Hükümlü hakkında Askerî Mahkemece yapılan yargılama sırasında
hükümlünün firar (3 kez) ve mehil içi firar suçundan olmak üzere dört
defa hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, bu hükümlerin
kesinleştiği, cezaların toplanması ve sınırlandırılmasına ilişkin infazı
ilgilendiren kurallar ile koşullu salıverilme hükümlerinin uygulanması
bakımından hükümlü hakkındaki cezaların infaz rejimleri farklı dahi olsa
içtima edilmesinin gerektiği dikkate alındığında Askerî Savcılığın talebi
üzerine ...Komutanlığı Askerî Mahkemesinin 31.03.2011 tarihli ve
2011/328-93 E.K. sayılı hükmündeki mehil içi firar ve firar (3 defa)
suçlarından verilen cezaların 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirleri
Kanunu’nun 99 ve 101’inci maddeleri gereğince toplanarak neticeten ve
içtimaen otuz bir ay yirmi gün hapis cezası ile cezalandırılmasına;
508
29.11.2004-05.12.2004 tarihleri arasında mehil içi firar suçunun
cezasının 647 sayılı Kanun hükümlerine göre infazı, 11.06.200518.08.2005, 22.09.2005-23.11.2005 ve 09.12.2005-07.03.2006 tarihleri
arasında firar suçlarının cezalarının ise; mükerirlere özgü infaz rejimine
göre infaz edilmesine ve cezanın infazından sonra denetimli serbestlik
tedbiri uygulanması hususlarının infaz sırasında dikkate alınarak her bir
cezanın tabi oldukları infaz rejimine göre çektirilmesi, nezarette ve
tutuklulukta geçen sürelerin cezasından mahsubuna karar verilmesi
gerekirken; hatalı olarak verilen, hükümlerin farklı infaz rejimlerine tabi
olması nedeniyle toplanmasının reddine dair duruşmasız işlere ait kararın
kaldırılmasına, 353 sayılı Kanun’un 204 ve 254’üncü maddeleri
gereğince karar verilmiştir.
509
5275 SAYILI KANUN
Mad. 110
T.C.
ASKERÎ YARGITAY
Daireler Kurulu Kararı
E.Nu. : 2012/74
K.Nu. : 2012/74
T.
: 24.05.2012
ÖZET
1) Hükümlü hakkında Askerî Mahkemenin duruşmasız işlere
ait kararıyla verilmiş ve kesinleşmiş olan hükmün açıklanmasının
geri bırakılmasına yer olmadığına ve hükmün aynen infazına ilişkin
karar, kesin hüküm niteliğinde olup; bu kararın, 5728 sayılı
Kanun’un Geçici 1’inci maddesinin ikinci fıkrası hükmüne aykırı
olarak duruşma açılmadan verilmiş olması, mahkûmiyet hükmünün
infazına engel teşkil etmemektedir.
2) Hapis cezasının infazının, 5275 sayılı Kanun'un 110/1-a
maddesi kapsamında hafta sonları infaz usulüne göre ne şekilde
yapılması gerektiğine ilişkin olarak verilmiş duruşmasız işlere ait
karara yönelik itiraz incelemesinin, 353 sayılı Kanun’un 254’üncü
maddesi uyarınca Askerî Yargıtay tarafından yapılması
gerekmektedir.
3) 5275 sayılı Kanun'un 110/1-a maddesi uyarınca, her hafta
Cuma günleri saat 19.00’da ceza infaz kurumuna girmek ve Pazar
günü aynı saatte çıkmak suretiyle yapılan infaz usulünde, sadece
ceza infaz kurumunda geçirilen iki günlük sürenin değil, infaza
başlandıktan sonra hafta içi günlerde ceza infaz kurumu dışında
geçirilen sürelerin de infazdan sayılması gerekmektedir.
Daire ile Başsavcılık arasındaki uyuşmazlık, hükümlünün cezasının
infazında eksik kalan süreye ilişkin bulunmaktadır.
Daire, hükümlünün eksik kalan infaz süresinin 91 gün olduğunu
kabul etmiş iken, Başsavcılık, eksik kalan infaz süresinin 98 gün olduğu
görüşündedir.
510
Mahkûmiyet hükmünün infazının gerekip gerekmediğiyle ilgili
inceleme
Uyuşmazlık konusunun incelenmesinden önce, hükümlü hakkında
infaz edilmesi gereken bir ceza olup olmadığının belirlenmesi
gerekmektedir.
Hükmün kesinleşmiş olduğunda kuşku bulunmamakla birlikte;
8.2.2008 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 23.1.2008
tarihli ve 5728 sayılı Kanunun 562’nci maddesiyle, CMK’nın 231’inci
maddesinin 5 ve 14’üncü fıkralarında yapılan değişikler nedeniyle,
hükümlünün mahkumiyetine konu suçu, niteliği ve suç tarihleri itibarıyla,
CMK’nın 231’inci maddesinin 5’inci fıkrası hükmü kapsamında olup;
TCK’nın 7’nci maddesi ve 5728 sayılı Kanun’un geçici 1’inci maddesinin
2’nci fıkrası uyarınca uyarlama yargılaması yapılması zorunluluğu
doğmuş; bu kapsamda, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî
Mahkemesinin 10.3.2008 tarihli, 2006/1315 ve 2008/408 Müt. sayılı
duruşmasız işlere ait kararıyla; hükümlü hakkında düzenlenen olumsuz
vaka kanaat raporu ve bir daha suç işlemeyeceği kanaatinin oluşmaması
gerekçe gösterilerek, hükmün açıklanmasının ertelenmesine yer olmadığına
ve hükmün aynen infazına karar verilmiş ve bu karar kesinleşmiş
bulunmaktadır.
5728 sayılı Kanun ile yapılan değişikliklerin hükümlüler bakımından
ne şekilde uygulanacağına ilişkin olarak düzenlenmiş olan 5728 sayılı
Kanun’un geçici 1’inci maddesinin 2’nci fıkrası uyarınca; işlenen suçun
niteliği, işlendiği tarihler ve hükümlünün bu suçtan önce kasıtlı bir suçtan
mahkûmiyeti bulunmamasına göre, hükmün açıklanmasının geri bırakılıp
bırakılmayacağının belirlenmesi için mutlaka duruşma açılmak suretiyle
yargılama yapılması gerekirken, duruşma açılmadan yargılama yapıldığı
kabul edilmekle birlikte; bu konuda dosya üzerinden yapılan inceleme
sonunda verilmiş olan hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yer
olmadığına ve hükmün aynen infazına ilişkin kararın kesinleştiği ve kesin
hüküm niteliğini kazandığı; dolayısıyla, mahkûmiyet hükmünün infazına
engel bir durum olmadığı kabul edilmiştir.
İncelemenin hangi merci tarafından yapılacağının incelenmesi
353 sayılı Kanun’un konuyla ilgili hükümleri incelendiğinde:
Kanun'un 202’nci maddesinde, bu kanunda aksine hüküm
bulunmayan hâllerde yapılacak itirazları en yakın askerî mahkemenin
inceleyeceği;
254’üncü maddesinde; cezaların yerine getirilmesi sırasında, hüküm
kesinleşmeden önce gerçekleşen şahsi hürriyeti sınırlama sonucunu
doğuran hâller nedeniyle geçirilmiş süreler ile hastanede geçen sürenin
511
cezadan indirilmesine, değişik hükümlerdeki cezaların toplanmasına ve
mahkûmiyet hükmünün yorumunda veya çektirilecek cezanın hesabında
duraksamaya ilişkin bir karar alınması gerekirse, hükmü veren askerî
mahkemeden karar isteneceği, bu kararların duruşma yapılmaksızın
verileceği, bu kararlara bir hafta içinde itiraz edilebileceği ve itirazları
Askerî Yargıtay’ın inceleyeceği, hükümleri yer almaktadır.
Bu hükümlere göre, kural olarak itiraz merciinin, itiraza konu kararı
veren askerî mahkemeye en yakın askerî mahkeme olduğu, açıkça
belirtilmiş olan istisnai hâllerde ise Askerî Yargıtay olduğu
görülmektedir.
Kanun'un, 19, 66, 74, 75, 107, 115, 244, 254 ve Ek geçici 6’ncı
maddelerinde itiraz konusu kararlar ve bunları inceleyecek merciler
gösterilmiş olup; bunlardan sadece 254’üncü madde kapsamında
verilebilecek kararlar için itiraz kanun yolu merci olarak Askerî Yargıtay
gösterilmişken, diğer bütün kararlar için kanun yolu merciinin en yakın
askerî mahkeme olduğu açıkça ifade edilmiştir. 353 sayılı Kanun'un
214’üncü maddesindeki temyiz isteminin hükmü veren askerî
mahkemece reddiyle ilgili hükümlerde, askerî mahkemece verilecek
karara yönelik kanun yolunun itiraz olduğu açıkça gösterilmemiş ise de,
bunun da itiraz niteliğinde olduğu kabul edilmekte ve incelemenin Kanun
tarafından açıkça gösterilmiş olması nedeniyle Askerî Yargıtay
tarafından yapılması gerekmektedir.
Bu hükümlere göre dava konusu uyuşmazlığın çözümü için, itiraza
konu kararın niteliğinin ve 353 sayılı Kanun'un 254’üncü maddesi
kapsamında olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir.
Kurulumuzca; incelemeye konu kararın 353 sayılı Kanun'un
254’üncü maddesi kapsamında, “çektirilecek cezanın hesabında
duraksamaya ilişkin bir karar” niteliğinde olduğu ve kanun yolu
incelemesinin Askerî Yargıtay tarafından yapılması gerektiği kabul
edilmiştir.
İnfazın ne şekilde yapılması gerektiğiyle ilgili inceleme
5275 sayılı Kanun’un;
3’üncü maddesinde: “Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı ile
ulaşılmak istenilen temel amaç, öncelikle genel ve özel önlemeyi
sağlamak, bu maksatla hükümlünün yeniden suç işlemesini engelleyici
etkenleri güçlendirmek, toplumu suça karşı korumak, hükümlünün;
yeniden sosyalleşmesini teşvik etmek, üretken ve kanunlara, nizamlara
ve toplumsal kurallara saygılı, sorumluluk taşıyan bir yaşam biçimine
uyumunu kolaylaştırmaktır.”;
512
7’nci maddesinde: “(1) Hapis cezalarının infazında hükümlülerin
iyileştirilmeleri amacını güden programların başarısı, elde ettikleri yeni
tutum ve becerilerle orantılı olarak ölçülür. Bunun için iyileştirme
çabalarına yönelik olarak hükümlünün istekli bulunması teşvik edilir.
(2) Hapis cezasının, kendisinde var olan zararlı etki yapıcı niteliğini
mümkün olduğu ölçüde azaltacak biçimde düzenlenecek programlar,
usuller, araçlar ve zihniyet doğrultusunda yerine getirilmesi esasına
uyulur. İyileştirme araçları hükümlünün sağlığını ve kişiliğine olan
saygısını korumasını sağlayacak usul ve esaslara göre uygulanır.”;
107’nci maddesinde: “(1) Koşullu salıverilmeden yararlanabilmek
için mahkûmun kurumdaki infaz süresini iyi hâlli olarak geçirmesi
gerekir.
(2) Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edilmiş olanlar
otuz yılını, müebbet hapis cezasına mahkûm edilmiş olanlar yirmi dört
yılını, diğer süreli hapis cezalarına mahkûm edilmiş olanlar cezalarının
üçte ikisini infaz kurumunda çektikleri takdirde, koşullu salıverilmeden
yararlanabilirler.
...”;
110’uncu maddesinde: (1) Hükmü veren mahkeme veya hükümlü
başka bir yerde bulunuyorsa o yerde bulunan aynı derecedeki mahkeme,
altı ay veya daha az süreli hapis cezasının;
a) Her hafta cuma günleri saat 19.00'da girmek ve pazar günleri
aynı saatte çıkmak suretiyle hafta sonları,
b) Her gün saat 19.00'da girmek ve ertesi gün saat 07.00'de çıkmak
suretiyle geceleri,
Ceza infaz kurumlarında çektirilmesine karar verebilir.
…
(3) Cezanın özel infaz usulüne göre çektirilmesi kararı, infaza
başlandıktan sonra da verilebilir.
(4) Cezanın özel infaz usulüne göre çektirilmesine karar verilenler
hakkında koşullu salıverilme hükümleri uygulanmaz.
(5) Bu infaz usulünün gereklerine geçerli bir mazeret olmaksızın
uyulmaması hâlinde, cezanın baştan itibaren infaz kurumunda
çektirilmesine karar verilir.
(6) Bu madde hükümlerine göre verilen kararlara itiraz yolu
açıktır.”;
Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük’ün 52’nci maddesinde:
“(1) Hafta sonu veya geceleri infaz:
513
a) 5275 sayılı Kanunun 110 uncu maddesinin birinci fıkrasının (a)
ve (b) bentlerine göre altı ay veya daha az süreli hapis cezasının infazı
aşağıdaki şekilde yapılır;
1. Hükümlü, her hafta cuma günleri saat 19.00'da kuruma girmek
ve pazar günleri de aynı saatte kurumdan çıkmak suretiyle cezası hafta
sonları infaz edilir.
2. Hükümlü her gün saat 19.00'da kuruma girmek ve ertesi gün de
saat 07.00'de kurumdan çıkmak suretiyle cezası geceleri infaz edilir.
3. Bu hükümlüler, kurumlarda diğerlerinden ayrı yerlerde
barındırılır.
4. Cezanın bu şekilde çektirilmesine karar verilenler hakkında
koşullu salıverilme hükümleri uygulanmaz.
b) Hükümlü, bu fıkrada belirtilen yükümlülüklere uymaması
hâlinde, durum, kurum tarafından Cumhuriyet başsavcılığına bildirilir.
...”
Hükümleri yer almaktadır.
Bu düzenlemeler topluca değerlendirildiğinde; ceza ve güvenlik
tedbirlerinin infazı ile ulaşılmak istenilen amaçlar, 5275 sayılı Kanun’un
107’nci maddesi uyarınca süreli hapis cezalarına mahkûm edilmiş
olanların cezalarının üçte ikisini infaz kurumunda çekmiş olmaları
hâlinde koşullu salıverilmeden yararlanma olanaklarının bulunması; 5275
sayılı Kanun’un 110’uncu maddesinde düzenlenmiş özel infaz
usullerinin, belirli süreli hapis cezalarının infazı bakımından, ceza süresi,
hükümlünün yaşı ve cinsiyeti gibi özelliklere göre ve infazdan beklenen
amaçlar doğrultusunda, hükümlülerin cezalarının daha iyi koşullarda
infazının yapılmasını teminine yönelik olduğu; cezaların daha iyi
koşullarda infazına olanak sağlanmış olmasından dolayı, cezasının bu
şekilde çektirilmesine karar verilenler hakkında koşullu salıverilme
hükümlerinin uygulanmayacağı ve bu infaz usulünün gereklerine geçerli
bir mazeret olmaksızın uyulmaması hâlinde cezanın baştan itibaren infaz
kurumunda çektirilmesine karar verileceği hüküm altına alınmak
suretiyle, normal infaz usulüne göre adaletli bir denge kurulmaya
çalışıldığı ve kendilerine infazda kolaylık sağlanmış olup da gereklere
uymayanlara yükümlülükler getirildiği görülmektedir.
Özel bir infaz şekli olarak, altı ay veya daha az süreli hapis cezaları
için düzenlenmiş olan; her hafta cuma günleri saat 19.00'da girmek ve
pazar günleri aynı saatte çıkmak suretiyle hafta sonları yapılan infaz
usulünde de, hükümlülerin, hafta sonlarını ceza infaz kurumunda
geçirmeleri, diğer günlerde ise işlerini görebilmelerine ve normal
514
yaşamlarını devam ettirmelerine olanak sağlanmakta; ceza infaz kurumu
dışında geçirilen süreler de infazdan sayılmaktadır.
Koşullu salıverilme hükümlerine göre, altı ay veya daha az süreli
hapis cezalarının 2/3’ünün ceza infaz kurumunda geçirilmesi gerekmekte
iken, hafta sonları infaz usulünde 2/7’sinin ceza infaz kurumunda
geçirilmesi gerekmektedir. Bundan dolayı, ayrıca koşullu salıverilme
hükümlerinin uygulanması engellenmiştir.
Daire ve Başsavcılık tarafından ileri sürüldüğü şekilde, sadece ceza
infaz kurumunda hafta sonları geçirilen iki günlük sürenin infazdan
sayılması, diğer günlerin sayılmaması hâlinde, koşullu salıverilme
hükümlerinin uygulanmamasının gerekçesinin açıklanması mümkün
olmadığı gibi, infaz gereklerine uyulmaması hâlinde cezanın yeni baştan
infazına karar verilmesi hâlinin de, bu kişiler bakımından adaletsiz
sonuçlar doğuracağı açıktır.
Bu sebeplerle; hükümlünün beş aylık hapis cezasının, 09.03.2008
tarihinde infazına başlanmak, 18.03.2008 tarihli karar uyarınca özel infaz
usulüne göre sadece hafta sonları ceza infaz kurumuna alınarak
çektirilmek ve 150 günlük süre sonunda 06.08.2010 tarihinde bihakkın
tahliye edilmek suretiyle infaz edilmiş olmasında hukuka aykırılık
bulunmadığından; Askerî Yargıtay 3’üncü Dairesinin aksi yöndeki
kararının kaldırılmasına ve Kurulumuzun yukarıdaki kabulü
doğrultusunda verilmiş olan …Komutanlığı Askerî Mahkemesinin
28.02.2011 tarihli, 2006/1315 ve 2011/23 Müt. sayılı duruşmasız işlere
ait kararına yönelik itirazın reddine karar verilmiştir.
515

Benzer belgeler