Bir Zamanlar İstanbul E-kitap okumak için tıklayın

Transkript

Bir Zamanlar İstanbul E-kitap okumak için tıklayın
.
•
•
BALII<HANE NAZlRI Ali RlZA BEY
Tereüman
1001 TEMEL ESER
1001 TEMEL ESER
Yaza n:
Balıkhane Nizın
ALİ
tlaveli
Rı'ZA
notıarla baskıya
hazırlayan :
Niyazi
Ahmet
BANOOLU
ESKİ ADE TLER- EÖLENCELER- SOSYAL HAYAT­
ESNAF KURULUŞLARI - BÜTÜN YÖNLERİ İLE
BIR
ZAMANLAR
İSTANBUL
•
Tenüman
bu
eser
gazetesinde
Kervan
hazırlanan
Kitapçılık A.
ofset tesislel"inde basılmıştıi·
Resimkopya : Remaveı·
Ş.
1001 Temel Eser'i
iftiharla sunuyoruz
Tarihimize mana, milli benliğimize
güç
ka­
tan kütüphaneler dolusu birbiıjnden seçme eser­
Iere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyo­
loji, felsefe, folklor gibi milli ruhu geliştiren,ona
yön veren konularda "Gerçek eseder" ..elimizin
altındadır.
N� var ki, elimizin altındaki .bu
eserlerden çoğunlukla istifade edemP.yiz. Çünkü
devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş,
yazı değişmiştir.
•
lı
Gözden ve gönülden uzak kalmış unutul­
maya yüz tutmuş -Ama değerinden hiçbir şey
kaybetmemlş, çoğunluğu daha da önem kazan­
mış- binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa,
tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir.
Çünkü
onları
günümüzün
derleyip
türkçesi
ile
-
topadayacak
baskıya
ve
hazırlayacak
değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalmaktadır.
Bin yıllık tarihimizin içinden
süzülüp gelen
ve bizi biz yapan, kültürüiiiüzde
"Köşetaşı"
vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurta­
rıp, nesillere ulaştırrnayı planladık.
Sevinçle
karşılayıp,
ümitle alkışladığımız
"1000 Temel Eser" serisi, Milli Eğitim Bakanlı­
ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan
66
esere. ·yüzlerce
"Tercüman
ek
yapmayı
düşündük ve
1001 Temel Eser" dizisini yayınla" 1000 Temel Eser" serisini
maya karar verdik.
.
,
hazırhiyan: çok değerli bilginler heyetini, yeni
üyelerle genişlettik. Ayrıca
dan
yardım
vaadi aldık.
200
ilim adamımız­
Tercüman'ın
yayın
hayatındaki geniş imkanlarını 1001 Temel Eser
için daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gu­
rurla, cesaretle çıkmamız, eserlerimizi gözlere·
ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulu­
nuyor. Milli değer ve manada her kitap ve her
yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art
düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli
gibi ortaya konmayacaktır. Çünkü esas gaye bin
yıllık
tarihimizin
temelini,
mayasını
gözler
önüne sermek, onları layık oldukları yere oturt­
mak tır.
Bu bakımdan
1001
Temel Eser'den maddi
hiç bir kar beklemiyoruz. Karımız sadece gu­
rur, iftihar, hizmet zevki olacaktır.
KEMAL ILICAK
Tercüman Gazetesi Sahibi
•
ÖN SÖZ
Bir nehir gibl akıp giden zaman, Insanlarm Içinde
yaşadıklan madde ve mAnA alemini de delifddyor.
. Dedelerlmlz ve babalanmızın ya.tayış ve duyuflan
lle bizim yaşayış v� duyuşlamnız arasm.dakt ölçüsüz ay­
nlık, ,çocukl� ve tonınlanmız Uzertnde de söriile­
cektlr. Bu, bir tabtat kanunudur.
Şu var kt, bir nehlr gibi akıp gld.eD. mman, biz �­
sanlah ne kadar ayn bir hayata götüriir80' götüııRbı.
hiçbir zaman kökünden kopmUf birer yaratık olama­
yız. Böyle olsaydı, milletler, tarihleri Ue )i.famazlaniJ.
Annemiz, başörtüsü lle de annemlzdlr, Jnumız da mini
etelf Ue kınmızdır. Maziyl
gömenek, lle­
rfmiz de karanbp gömülür. O zaman biz, bir nehlr gibi
akıp giden zaman Içinde, duygusuz bir saman çöpün­
den farksız robotlar haline gellrlz.
Geçmişe hasret, şüphesiz boştur, o
kadar Id, biz bl­
le gençlik hayatımızıiı özlemi Içinde, bu günlerimize
dönmenin JınkAnsızlıjma
. Inanarak yaşamaktayız
.
.•)
***
•
Şu her zaman güzel ve şirin İstanbul'da eski nesil·
lerln geçirmiş olduklan hayatı .,nmemtz lledir kt, bir
ömür tüketmenin � duyabllmekteylz. Biz, geçmlf:l
anmaz, eserlerlmlzde yaşatmazsak, ulnıyacaiJmız akı·
8
bet, bizim için de ayni olacaktır ki, lnsanollu, şu fant
dünyada hoşça bir sada bırakabllecell Inancı ile tesel·
li bulabilmektedir.
İşte elinizdeki eser, bu tarlhi gerçete ve Insaniann
his örgülerine de cevap vennektedlr.
***
Çalmuzm ünlü taıihçlsi,
Bemard Lewis (Osmanlı
Devri tarihi hakkında eşsiz eserler müelllfl), inceleme­
lerde bulunmak üzere memleketimize geldili geçen yıl·
larda, tarllıiınh konusunda bir sohbette şöyle demişti:
•Batı ülkelerinde bir lise ötrenclsi, eski metinleri okur
ve anlar. Sl.ı, bir harf devrimi yaptuuz, eski metinler,
kütüphanelerde kaldı. Eski metinler. zamamnda çok
aldalı idi. Blnaenaleyh, Türk tarlhçUerlne çok önemli
vazife düşmektedir.»
Ve, Bamard Lewis, sözünü şöyle bitlrmiştl: •Tarih,
bir mll1etln hafızasıdır. Tarihini bilmeyen millet, hafıza­
sını kaybetmiş Insana . benzer.•
Bu .bakımdan, bu eser, bafızamızda tarlhiınizin sos­
yal hayatını canlandırarak, ünlü tarihçinin işaret ettiAi
· hakikati gerçekleştirmektedir.
***
Eser hakkmda bizim fazla birşey söylememiz, sa·
dece zamanımızı alacaktır. Yalnız kısa bir açıklamayı
lüzumlu görmekteyiz:
Balıkhane Nazın AU Rı:ıa Bey, yaşad$ ve gördü­
Iii hayatı, hakikatıere çok sadık kalarak anlattıktan
başka, tarihin daha eski devirlerini de lncellyerek ken-
9
dt andanna eklemlş, bu suretle de bir hizmette bulun­
muştur. Biz, eski yazariann bir gel�nele uyarak fazla
tumturaklı ve lüzumsuz keJime şatafatma bolduldan
vakaları, bu günkü dtlle a,ktannaya çalıştık ve açıklan­
ması zarurl ünvan ve o devrln deyimlerinin karşılıpm
da not halinde verdik.
Eski İstanbul Hayatı'nda, dış alemin yanında, o
devrln iç alemini de bula�aksınız. Bu günün şartlarına
uymayan hayat tarzına d:\ldak bükmek, hatta onlan gü­
lünç bulmak, kelimenin hakiki manası ile bizi gülünç
hale getirir. Sokaklarında fener ile gıezllen, dünyamn
eşsiz ve benzersiz bo�n mavi sularında sadece kayık.
la seyahat edilen gü!llerln, bu günümüze uymayan adet­
lerini kabul etmeliyiz ki, devrine göre en llerl ve me­
sut bir hayat tarzı ldl. Biz, bu gün bunlara dudak bü­
kersek, yarın belki de gök boşlulunda şehirler kura­
cak bizden sonraki İlesil de en üstün medeni alemda
yaşadıAJna inanan bu günkü nesle, bizlere dudak bük­
ınesi lAzımdır ki, yukarıda da :kaydettllfmlz gibi, da­
ha güzele ve daha lyiye doyamıyan insanlık, ancak ya­
şan� hayi'tm llhaını ile durmadan ilerllyebllmektedlr.
Dünyanın bugün en me().eni milleti oldulunu bütün
Insanlığa kabul ettlnniş bulunan Amerika Ikiyüz yıl
önceki yaşayışı aynen devam ettiren canlı müzeler VÜ·
cuda getirmiştir. İneklerl sağ�m, bizim hala kullanmak­
ta olduğumuz süpürgelerl, aynı metodlarla hazırlıya­
rak, Ikiyüz yıl evvelki dekorla döşenmiş evlerini bu
süpürge . lle süpüren bir topluluk bu müze-köylerde
ikiyüz yıl önceki şartlar içinde yaşamaktadırlar ve bun­
lar bu müzenin aylıklı memurlarıdır. Bu günkü Ame·
rika'lılar, bu canlı müzelerl gezerken hayretlıerlni sak-
10
hyamamak.ta, fakat dedelerlnln nasıl �,adlklııınıiU söz.
leri lle görmektedirler.
***
Bir zamanlar İstanbul'u All Rııa Bey (Onüçüncii
Asn Hlcride İstanbul Hayatı) başbp altında ı 9ZZ yı­
hnda Peyarn Sabah ve Alemdar Gazetelerinele eski harf·
lerle yayınlamış, kitap baline getirUememlştl. Bu ya·
zıların özelllğt, bütün nak.edUenlerln görgüye diay anma­
olmuş baldkatlertiı bir ·objektif sadaka­
tl ile canlandınlımş bulUiliD8Sid.ır.
sı,
artık tarıh
Ali Rıza Beyl nlhmetle anabm.
Niyazi
Ahmet BANOOLU
•
c
•
.
.�
.
,._ .
..... ·- · -
-
.
.
'
.. ..
.
_
•.
'
-- __...._,.
.
·-
Mahalle
çocuklannın
oyunlan.
Eskiden
cami
rında,
avlularında,
mahalle
çevirme,
'
eşek,
atma,
İstanbul'da
alay
yangın
alay
mahalle
yerlerinde
aralannda
körebe,
çocukları
mezarlık
esir
tarlala­
almaca,
topaç
pilav pişti, çıplak yavrum, kapamazsın, uzun
adım
atlama,
tahterevalli,
uçurtma
seke
uçurtma,
seke
ben
birdir
geldim,
bir,
aşık
saklambaç,
ceviz açma, yazı mı tura mı isimleri anılan
oyunları
oynarlar, kış aylarında yokuşlarda kızak kayarlar,
bir­
birlerini
yu­
murta
kar
toplan
tokuştururlar,
ile
topa
tulumba
tutarlar,
ilkbaharda
sandığı
kaldırıp
yangın
taklidi yaparlardı. Kuş geçimi mevsiminde ökse ve ka,
12
panca denilen tuzaktarla kuş tutariardı (1). Bu oyun­
lardan başka tehlikeli bir oyun daha vardı ki, bir ma­
halle çocukları ile diğer. mahalle çocuklannın taş sa­
vaşı etmeleri idi. Bu oyun bir muharebe halini alırdı.
Oyunlarda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda uyuşmazlar­
sa Perşembe günü öğleden sonraya karar verirler, buna
karar veren takımın İlbaşı (2) iki çocuğu hasım tarafa
gönderip resmen davet ederdi.
·Bunlar gözlerini taştan sakınmaz, dayaktan yıl­
maz, her tehlikeye meydan okur takımından oldU:kları
için, her iki taraf birkaç gün önceden irili ufaklı taş­
ları toplamaya başlarlar, bunları münasip yerlere kü­
me küme istif ederlerdi. Kararlaştırdıklan saatte mey.
dan çocuklarla dolar, iki taraf birbirlerine saldırır,
yağmur gibi taş yağdırırlardı. Bu çatışma akşama ka­
dar sürerdi. Bir taraf zaferi kazanamamışsa akşam an­
laşmaya varırlar, her iki taraf birbirlerinden alıp nö­
betçi dikerek sokaklarda hapsettikleri esideri geceyi
evlerinde geçirmek üzere serbest bırakırlardı. Ama
ikinci gün bu esirler yerlerine gelmeye mecburdu­
tar (3)
Çocuklar tuttuklan kuşları kafeslere koyup cami
avlulanna götürürlerdi. Birçok kimseler bunlara be·
şer onar para verip kuşları azad ettirirlerdi. Çocuk·
lar kuşları kafeslerden çıkarıp salıverirken «azad bo­
zad, cennet kapısında beni gözet» derlerdi.
(2) Her mahalle oyununun İlbaşı en büyüklerinden se·
çilir, oyunları onlar idare ederlerdi.
(3) Çocuklar Perşembe ve Cuma günlerinden gayrı gün·
lerde öğle ve ikindi zamanında iki defa mektepten
çıkarlardı. Perşembe günleri öğleden sonra akşama
kadar serbest kalırlardı. Cuma günleri bütün tatildi.
(1)
13
Ertesi gün sabahın erken saatinde savaşa tekrar
başlanırdı. Medet Allah. İki tarafta kumandalar, çığ.
lıklar, haykırmalar dünyayı tutar, taşlar kar tipisi ha­
lini alır, bir saldındır giderdi. Evlerde camlar kınlır,
kadınlar avazlan çıktığı kadar haykırır.. Sonunda bir
tarafta yenilgi baş gösterir, yenilenterin herbiri bir ta­
rafa kaçar. Kazananlar oyunun merkezini ele geçirir·
Ierdi.
Bu zaferin neşesi sonsuzdu. Civar mahalle çocuk­
larına da haber salınır, çocuklar arasmda kimlerin ne
gibi yararlıklar gösterdiği anlatılırdı. Çatışmada başı
yarılan, eli burkulan, yaraları kanayanlar yaralarını
mendil ile bağlar, yaptıklarını ana babalarından sak­
lıyarak sokakta düştüklerini söylerlerdi..
ÇOCUKLARlN RAMAZAN AYLARINDAKi .
YARAMAZLIKLARI
Çocuklar Ramazam büyük bir sabırsızlıkla bek­
lerler. Çünkü hiç sevmedikleri okul bu ayda hafifler,
her gün yarım azad olurlar, g�celeri Karagöz'e gider­
ler, her taraf kandillerle donanır, bir de gündüzleri vi­
ranelerden ve yangın yerlerinden yoğurt çanakları kı­
rıkları, kiremit parçaları toplanır, mahalle aktanndan
kestane, altı patlar fişekleri, çanak ve el meh­
taplan alırlar. Kandil uçurtmalan tertip olunur. Ge"
eeleri yatsı ezanından evvel oyun merkezinde toplam­
br, herkes kendi vazifesine baŞlar.
Büyük bir dikkatle çanak terslerine zeytin yağları
ve fitiller konur, kiremit parçalarına muşambalar ve
mumlar dikilir� yaya kaldınınlar üzerine diziİir, meh1
14
..
taplar yanmaya, fişekler patlamaya başlar, artık gelip
geçenlerden ya� ve meyve, mum parası toplamak için
eski adet üzere hak kazanılmış olur. Alay alay sokak­
larda ya� ve inum parası sesleri u�damaya b�şlar.
Fenerlileri ürkütrnek ve onlara mt,ım parası verdirrneK
için (bakkalda üzüm, fenerde gözüm) tekerlemelerini
hızli hızlı söylerler. Böylece gelip geçenlerden ya� ve
mum parası alırlar. Vermeyenierin fenerlerini patlat­
mak, ya da kapıp kaçmak, hatta yal ve mum parası
vermeyenierin evlerinin camını kırmak adet haline gel­
mişti. Eskiden şimdiki gibi sokak aydınlatılmadı� için
fenersiz gezinmek yasaktı, sokakta gezen herkes fener
bulundurmaya mecburdu.
Bir Ramazan gecesi Fatih Camii önünden geçer­
ken birçok sesler duyduk. Sebebini anlamak için hal­
kın birikmiş bulunduğu yere geldik. Me�er çocukların
oyununa u�rıyan biri fenersiz kalmış, başka fener de
bulamamış, çaresiz karanlıkta yoluna devam etmek zo­
runda kalmış. Bu sırada zaptiyeler önüne çıkarak fe­
nersiz soka�a çıktığı için karakota götürmek istemiş­
ler, adamca�ız güç halle başına geleni anlatarak ken­
dini kurtarmış..
MAHALLE OKULLARI
.
Çocukların sokak yaramazlıklarınm başlıca sebebi
okullanmızın intizamsızlı�ı idi. Çünkü Sübyan okul-
ıs
lannın çoğu vakıftı (1). İmamla beraber Kur'an-ı Kerimi
ezberlemiş; Hafız olmuş olan ö�etmenler idare eder­
lerdi. Ama Hafız olamamış ölretmenler . de babaların­
dan kendilerine geçen �tmenlili. başlarına bir . sa- .
nk sarmak suretiyle yapariardı (2).
.
Bu sübyan okullarıılın Kalfa adı verilen. iki de öğ­
retmen yardımcısı vardı. Bu Kalfalar da geçindiri�mek
için kayırılmış
cahil kimselerdi. Bunlar, zengin çocuk.
larına yüz vermekle yüzsüz, fakir çocuklannı da hırpalayarak, .hakaretler ederek arsız ederlerdi. Kalfalar,
hafta başı olan Cumartesi günleri haftalıklarını almak­
tan başka birşey düşünmezlerdi. Haftalıklarını getir­
memiş çocuklan sıkıştınrlar, bu yüzden başlan ağn­
yan ana baba ne yapıp yaparak Kalfalatın haftalıkla­
nnı temin ederlerdi. Çocuklar okusa da olurdu oku­
masa da.. Okula gidiyordu ya bu yeterdL. Hoca ve Kal··
falar çocukların dersl�ri ile fazla da ilgilenmezlerdi..
Yalnız her çocuk okula getirildiği gün ana ve babası
ölretmen Hocaya: «Eti senin kemiği benim• dediği
için yaramazlık yapan çocuk hemen falakaya yatınrdı. ·
.
(1)
Bu gibi Vakıf okullann çoğunda Çocuklara Kapama
adiyle her yıl bayramlık elbise ve ayakkabı verilir·
di. Bu Kapamalar, Ramazan'ın onbeşinden sonra
Üsküdar tarafında olanlara Ayazma, İstanbul tara·
tında olanlara Hamidiye İmarethanelerinde verilir·
di. Halk çocuklannı kapama veren mekteplere yer­
leştirmeye çalışırdı. Bu usul 1861 yılına kadar $Ür·
müştü.
(2)
1911 tarihinde yayınlanan bir nizarnname ile bu gibi
okulZara verilecek öğretmenlerin iyi ·seçilmesi ka·
rarlaştı . ve int-ızama sokuldu.
16
.
Falakada çocuğun ayaklarını iki kişi tutar, hoca veya
kalfa kızgınlığını giderineeye kadar kızılcık değneği­
ni yapıştırıp dururdu .. Çocuklar ağlar, feryad eder ama
acıyan yok. İş bitince topallaya topallaya gider yerine
otururdu. Sübyan okullannda kulağı çekmek, şamarla­
mak, falakaya yatırmak adet haline gelmiş olduğun­
dan, gelişmiş çocuklar artık dayaktan yılmaz, azarlan­
maktan utanmaz olurlardı. Bunların işi gücü nasıl bir
yaramazlık ve arsızlık yapacaklarını düşünmekti, ken­
dilerinden küçük olanlara da bu yolu gösterirlerdi. .
Okulların çoğu bir katlı bina idi. Dört taş duvar ve
toprak bir oda.. İçinde sıra sıra diziimiş rahleler Ço­
cuklar bu ralıle önünde karşılıklı, evlerinden getirmiş
oldukları minderler üzerine otururlardı. Öğretmenin
yeri köşede idi.. Baş ucunda uzun bir sırık ile değnek­
leri asılı dururdu. Sırıkla oturduğu yerden çöcuklan
döğebilirdi. Kalfalar da birer köşede otururlardı.
..
•
O zamanlar çocukların hava almaya bahçeye çık­
maları adet olmadığından yüzlerce çocuk-sabahtan ak-.
şama kadar kafese tıkılmış kuşlar gibi tıkılı kalırlardı. Hep çıkma saatini beklerlerdi. Dışarı salıverildik­
_
leri zaman da ortalığı velveleye verirlerdi.
Bazı aileler çocuklarını haylazlıktan kurtarmak
için beş, altı yaşında iken esnaf yanına verirlerdi. ve
tabii cahil kalırlardı.
Bir de babalarımız çocukların terbiyesini diz çö­
küp utangaç bir halde oturmalarında gördüklerinden
mesela onbeş yaşına gelmiş bir çocuk, konuşmalara
karışır da bir soru sorarsa: �Büyüklerin sözüne karı­
şılmaz» diye bir de azar işitirdi. Bundan dolayı da ko-
17
caman birer delikanlı olan gençler iki kelimeyi bir
araya getirip. koQuşamazlardı.
PADİŞAH ÖNÜNDE BİR KARAGÖZ OYUNU
Sübyan okullarında derslere (Elifba) ile başlanırdı.
A yerine geçen Elif'in üstüne bir kısa çizgi konulduğu
;zaman (E) okunur, bu çizgi alta konulduğu zaman da
(İ) okunurdu. Yalnız üste konana (Üstün) alta konana
da (Esre) denirdi. Mesela (Elif üstün E), (Elif esre İ)
olurdu.
· Sultan Mahmut zamanında meşhur Karagözcü Sait
Efendi, Padişahın huzurunda Karagöz oynatırken ko­
nuya Sübyan okullannı almış. Hacivat öğretmen, Ka­
ragöz de öğrenci olmuş .. Hacivat (Bir üstün) der, Ka·
ragöz de bu sözü tekrarlar. Hacivat (Bir esre) deyince
Karagöz, (Üstün) ün karşı anlamı olan (Bir altın) der.
Hacivat (Esre) diyeceksin deyince Karagöz: «Yanlış
okutuyorsun, Üstün'den sonra altın gelir, bir Altın)
diye direnir. Öğretmen Hacivat, öğrenci Karagöze bir
tokat atar, (Esre) diyeceksin der, Karagöz inat eder:
(Bir altın) demekte ayak dj,rer. Padisah, Karagöz'ün
nüktesini anlar ve bir altın gönderir. Bu defa Hacivat:
(İki üstün) der, Karagöz tekrarlar, (İki esre) deyince
Karagöz, gene: (İki altın) diye tepinir. En sonunda
Sultan Mahmut iki altın daha gönderir ama, Sait Efen­
diye de: «Halt ediyorsun» der. Sait Efendi: «Padişa­
hım okullarımızın halini belirtiyorum» karşılığını verir.
Bu oyunun tesiri olsa gerektir ki Padişah 1828 yılında
İstanbul Kadılığına bir Ferman göndererek okullara
önem verilmesini bildirdi. Çocukların altı yedi yaşlarınF:2
18
da okula verilmeyip iş.lerde çalıştırıldığı, bu yüzden
cahil kaldıkları, okuma yazma ö�nmeyeiılerin bun­
dan sonra işe verilmemeleri emredildi.
Mahalle okullarının ç�da yazı dersi olmadJtın­
dan çocuklara yazı dersleri evlerd� ya da yazı .öğret­
menlerinin evlerinde bir ücretle verilii"di. Üstün zeka­
ya sahip olanlar, zamanın bilginlerinden ders alarak
yetişirlerdi. Bu da çok güç ve enderdi. Eğitimin bu kı­
sırlığı yüzünd�n, Pertev, Akif, Reşi�, Ali, Fuat,. Ah­
met Vefik, Mithat ve Ziya Paşalar, Şinasi ve Namık
Kemal gibi üstün kimselerin yetişmesi kolay olmazdı.
,
ZENGİN VE FAKiR ÇOCUKLAR
.
Zenginler, çoctiklannın okuması için hususi ö�ret­
menler tutarlardı. Bunlara Arapça, Farsça, yazı ve şiir
öğretirlerdi. Bununla beraber, zengin çocuklan içinde
böyle hususi öğretmenlerden yetiş.enler parmakla gös­
terilecek kadar azdı. Çünkü bu çocuklann ço� zen­
ginlikleri ile şımarmışlardı. Nasıl olsa zengindiler, ba­
balarının itiban ile istedikleri memuriyeti de alabile­
ceklerine inanırlar, okuma devresinde zevk ve e�lence­
den vaz geçmezlerdi. Öğretmenleri de onlan sık.mazdı,
çünkü çoc� danltacak olursa kazançları ellerinden
gideceği için şımank çocuklann suyuna gitmeyi uygun
bulurlardı.
·
Mahalle çocuklannın şikayet ettiğimiz yaramazlık­
lan, hiç olmazsa vücut yapılanm klivvetlendiriyor,
kuvvetli ve çevik oluyorlardı, zengin çocuklannda bu
da yoktu, çünkü lalaların ve dadıJarın kucaklarında bin­
bir itina ile büyütülmeleri sonucu hastalıklı olurlar,
19
nezledeİı ödleri kopar, kansız, çelimsiz, cılız kalırlar­
dı. Hatta çoğunun vücut yapıları bile bozulurdu.
Zenginlerin devlet hizmetinde bulunmuş bilginler
sınıfından olan çocukları ise hoppalıklarla ün yapar­
lardı. Çoğu tenbel, beceriksiz idiler. Çünkü ilk terbi­
yelerini haremde kakavan çerkez dadı ve çetrefil Arap
. kadınlanndan, selamhkta uzun yıllar sofra hizmetinde
saç sakal ağartmış, emektarlıklanndan dolayı konağvı
kapıcılığına
verilmiş,
köpekleri
kovalamaktan
aciz
adamlardan alırlardı. Çocuklar (Keloğlanın Karakonco­
losu, Dev kansının Gulyabanisi) masallarını dinlerler,
bunları dinliye dinliye de uroacıdan korkar kirpi gibi
büzülür, yabancı insanlardan kaçar, htiysuz birer yara·
tık olurlardı.
Bu çocuklar nazar değer diye selamlıkta misafir·
lere gösterilmez, terbiyeleri bozulmasın diye de konak
halkı ile karşılaştırılmazdı. Her vakit gördüğü, bildiği
dadısı ve lalası idi. Şayet konakta bir misafire ras­
Iarsa utanır, sıkılır, kaçar (Yuh) diye lalasını korku­
tur, süpürge sopasına çuha kenarını bağlayıp üstüne
at gibi biner, bahçede koşar, geçerken ayvazın ayağını
çeker, yemek tablasını devirir,. daha böyle nice yara­
mazlıklar yapa yapa büyür, sakallanır, cinler, periler
korkusundan odasında yatamazdı,
çünkü çocuk
kal­
mıştı.
DEVLET MEMURLARI NİÇİN CAHİL KALlRDI?
Hükumet merkezi İstanbul'da yüksek okul olarak
Mühendishane (Teknik Üniversite), Harbiye ve Deniz
okulları vardı. Coğrafya, Kimya, Hendese gibi dersler
20
okunurdu. Devlet memurlarının tahsil görmeleri düşü­
nülmezdi (1). Devletler arası anlaşmalarda murahhas­
larımız cahil oldukları ve bu yüzden zarariara uğra­
dığımız tarihlerde yazılıdır.
Rusların Akdeniz'e donanma göndere�eklerine dair
Fransız'lar tarafından verilen haber üzerine Baltık De­
nizinden donanmanın
gelebileceğine akıl erdiremiyen
devlet erkanı Rus donanınası uçup m u Akdeniz'e gele­
cek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı do­
nanmasının yakılmasından sonra akıllan başlarına ge­
lerek hayret etmişlerdi.
1826 muharebesi yenilgisinden
gönderilen murahhaslanmıza
Rusya
sonra
Edi.rne'ye
murahhaslannın
harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin
edernemeleri ve meselenin Bab-ı Alice de hal edilerne­
mesi üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine baş vurul­
muş, bu murahhaslann tazminat konusunda ileri sür­
dükleri bir milyonu, bir yük (2). Yani yüzbin sanarak
(1)
Eskiden devlet erlainının en milhimleri Enderun·
dan, daire kalemlerinden ve Vezirlerin
dairelerin·
den yetişirdi. Bununla beraber. hiç okuma yaz.
ma bilmeyenlerden de devletin en büytlk makamıa­
nna geçenler vardı. Enderuna Arapça
ve Farsça ·
öğretmenleri seçilerek tayin edilmiş
olduklanndan
buradan birçok şair ve edip yetişmiştir. Yalnız Coğ­
rafya ve Matematik gibi bilgilerin okutuZması tldet
olmamıştı.
(2)
Eskiden halk arasında ve resmi dairelerde milyon
kullanılmaz (yük) ve (kese) diye hesaplanırdı. (Yük·
100,000 akçe, bunun yansı Kese olarak ifade edilirdi.)
21
kabul etmişler, aradaki korkunç hrkı anladıkları za­
man da şaşırmışlardı.
Politikamızı idare edenler, memleketimizin hudu­
rlunu ve hatta nerelere bağlı bulunduğunu da bilmez­
lerdi. Cevdet Tarihinin II inci cildinin başlarında ya­
zılı bulunan şu fıkraya dikkat edilsin:
«Şu karışıklığı bak ki. Bab-ı Ali bir adamın idamı
için ferman yazıyor da nerede ve hangi sancağa bağlı
bulunduğunu bilmiyor.
Memleketin coğrafyasını bil­
meyen devlet adamları işte böyle karaltıya kubur sı­
kar.»
1845 tarihinde Abdülmecidin Bab-ı Ali'de okı,ınan
buyrultusunda «din ve dünya için» lüzumlu bilgilerin
öğretilmesine işaret etmesi üzerine, Sübyan okullarının
ıslahı için bir komisyon kurulmuş, komisyon program
hazırlamış, birkaç yerde de Rüştiye okulu açılmıştı.
Fakat 1875 yılında Reşit Paşa kabinesinin düşmesi üze­
rine Başkomutan tayin edilen Sait Paşa (1) okulları
yeni fikirlerden ve fikirlilerden uzaklaştırmak istemiş,
okullarda
resim
dersinin
okutulmasından
dolayı
kendisinden öncekileri suçlamıştı. Nazır Vahbi Molla'­
nın teftiş olunur
korkusu ile ne kadar harita
sa toplatıp kuburlara
attırdığı
var­
(Ahmet Cevdet Paşa
ve Zamanı) isimli kitapta yazılmaktadır. Halkın bilgiye
{1)
Sait Paşa aslen Bursa'lıdır. 1882 tarihinde Enderun'a
girmiş, Hazine Kahyasina imam olmuş, sonra Ma­
beyinct, daha sonra padişaha damat olarak birçok
mülki ve askeri memuriyetEerde bulunmuştur. Azıe­
dildikten sonra bir kenara çekilmiş ve dervişçe bir
hayat sürmilştür.
22
kavuşması, okumanın artması için harcanan
emek,
Sübyan okuHanna
elifba ve ahlak broşürleri dağıtmak.
tan ileri gidememiştir.
.
ÇOK ESKi .ZAMAN LARDAKi tiSTtiNLÜ�ÜMtiZti
NİÇİN·YİTİRDİK?
Vaktiyle var olmak, milletçe yükselebilmek maarif
ile mümkün old\İğu hakikati kabul edilerek Fatih Camii
etrafında yüksek tahsil için medr�seler kurulmuştu.
Sonraları Osmanlı Sultanlan tarafından cami yap­
tınldıkça etrafında mükemmel medreselerin kurulması
adet haline gelmişti. Padişahlannın gidişine uymayı
gelenek haline getiren Vezirlerin çoğu İstanbul'un tür­
lü semtlerinde cami, medrese ve zengin kütüphaneler
kurmuşlardır.
Gene Osmanlı Padişahlannın bazıları Medreselerin
yakınlarında ilkokullar yaptırmışlardır. O zamanki ilk­
okullar hakkında yeteri derecede bilgimiz yoksa da
Medreselere kabul edilecek okuyucuların buralarda ye­
tiştirildikleri muhakkaktır.
Bu arada zengin devlet adamlarının da mescit ve
okullar yaptırmaları adeti gelenek haline getirilmiş,
memleket ·adım başında bu gibi kuruluşlarla. dolmuştu.
Şunu da belirtmek icabeder ki, Medrese ve okul
yapmak, dört duvar binalar yükseltmek demek değildi.
Zamanın ihtiyacını ve tahsilin devamını sağlıyacak va­
kıflar da kuruluyor, bunları idare edecek adamlar ta­
yin ediliyordu. Sonraları bu güzelim idare ehil olma­
yanlar elinde kalmış, bu suretle de iş çı�rından çık­
mıştır. Bu hali doğuran sebeplerin başlıcası, mesela
23
üçyüz yıl önce kurulan bir okul öğretmenine verilen
para, zamanına göre o öğretmeni geçindirmeye kafi
iken üçyüz yıl sonra o para, bir öğretmeni değil bir fa­
kiri geçindjremeyecek kadar kıymetini kaybetmiş, bu
yüzden de okullar ehil olmayan öğretmenierin elinde
kalmış, onlar da çocuklan sıkıştırmak suretiyle geçim­
lerini sağlamaya başlamışlardır. Ne yazık ki, memleke­
timizin okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğ­
retmenliğini kabul etmemişler, bu yüzden ilkokul ça­
ğındaki çocuklar okulsuz kalmışlardır. Oskü r tara­
fında 115, Galata civarında 120 ve İstanbul'da 300 ilk­
okul varken, bunlann içinde ,ancak on okulda öğret­
men bulunabiliyordu ki, bunun ne derece okumaya yar­
dım edebileceği kolayca anlaşılır. Vaktiyle Medresele­
rimizde bunca hekim ve bilim adamı. sanatkar yetiş­
tirilmiş olduğu halde, sonralan bu bilgiler yerine din
bilgisi öğretilmeye başlanmış, ilim ve fen Avrupa'da
ilerledikçe bizde unutulmuştur. Bizim tarihimizi bile
Avrupa'lılar türlü iftiralılarla yazmışlardır. Halbuki biz
felsefe okumak günahtır yollu muzır telkinlere kapıla­
rak, İslamlığın üstün varlığını unutarak İslam alıka­
mma uymayan garip bir taasup içinde siyasi menfaat­
lerimizi ·koruyamamış, komşularımızia münasebetlerde
ticaret bakımından muhtaç olduğumuz .vabancı dil öğ­
renmek şöyle dursun, Avrupa1ılann bize dair kötü ni­
yetlerle yazdıklarından bile haberimiz olmamıştır (1).
�
(1)
1830 tarihinde Enderun ve Tıbbiye okulu ö�encile­
rinden Avrupa'ya 150 kişinin gönderilmesi Sultan
tarafından emredilmiş ise de bir takım
Mahmut
mutaassıplar bu emri çirkin görerek tilrlil dediko­
dularla bu karara mani olmUJlardır.
i
24
Bununla beraber müneccimlerin haberlerine, geleceği
keşf ettiklerine dair sözlerine önem vererek bir işe
başlamak için mutlaka uğurlu gün aradık.
Bir takım cahi.J vaızlar kürsülerde türlü safsata­
larla birçok masumlann zihinlerini karıştırmaktan ge­
ri durmadılar. Ve mesela: «Büyük medeniyetler ve bü­
yük eserler vücuda getirenierin dünyası ile bizim ilgi­
miz yoktur. Dört günlük ömür için gökyüziıne yükse­
len binalara ne lüzum vardır?» diyerek evlerimizin bi­
le rahatlığına heves ettirmediler. Bir lokma ekmeğe
razı ederek halkı geleceği düşünmekten men ettiler (1).
Hele o tekke şeyhlerinin cahilleri (2) dervişlik, ma­
neviyat, tasavvuf adı altında halka hep hurafeler aşı­
lamakta, sanat ve ticaretten uzaklaştırılan zavallılar
(bir hırka, bir lokma) ya kanaat ederek, tevekkülle
bodrum katlarında, izbe köşelerde, mezarlık kenarla­
nnda yarısı toprağa gömülmüş kovuklarda çürür gider­
lerdi.
Edebiyat, yazarlık kelimeleri otuz kırk yıl içinde
işitilmeye başlandı.
Babalanmız, dedelerimiz kahramanlık duygularını
kuvvetlendirrnek için Hamzaname, Kan Kalesi, Battal
(1)
İsUi.m dininin fazilet dini ve medeniyettn kurucusu
ol(iuı'junu bütün dünyaya yayacak bilginler yetiştir­
mek Uzere 1911 yılında
(Medrestülvaizin)
kurul­
muştu.
-
(2)
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri Ankara'da ömrünün
sonuna kadar manevi hizmetlerde bulundJ,lğu gibi
dünya işleri Ue de meşguldu. Kendisi başta olmak
üzere genç müritleri zıraat, sanat ve ticaretle meş·
guldUler.
25
Gazi masallarını dinlemeye alıştırırlardı. Pikiderimizi
aydınlatmak için okuduğumuz romanlar Aşık Kerem,
Tahir ile Zühre, Köroğlu hikayeleri gibi şeylerdi.
İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden delikan­
lılık çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleye­
meyen öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne
beklenir?
Sonraları maarifin önemi anlaşıldı. Sultan Harnit
.
zamanında bir Üniversite kuruldu. Maarif İşleri Ba­
kanlığa bağlandı, bir Meclisi Maarif. kuruldu. İlk v e
ortaokullar açıldı. Maarif Meclisi azasından Mehmet
Fuat ve Ahmet Cevdet efendiler (paşalar) tarafından
Kavaidi Osmaniye kitabı yazılıp bastırıidı. Darüşşafa­
ka, Sanayi Okulları açıldı. Yaşlan uygun olanlar bura­
lara verildi. Buralarda çalışmak isterdi. Başarılı ol­
mak isteği insanı dürttüğü için eskisi gibi sokaklardaki
çocuklar alayı kalktı. Ana, babalar da okumanın fay­
dasını anladılar. Bilgisiz, sanatsız yaşamanın kabil ol­
madığı anlaşıldı. 1870 yılında iyi tahsil görmüş kim­
selerden (Cemiyeti İlmiyei Osmaniye) kuruldu. · İlme
ve fenne dair kitaplar basıldı. Yabancı qilden çeviriler
yapıldı. Mektebi Saltani (Galatasaray Lisesi) (1) ku­
ruldu, ecnebi dil öğreten okullar çoğaldı. Günlük ga­
zeteler yayınlandı.
•
(1)
İstanbul'da bütün dersleri Fransızca olmak üzere
900 öğrenci okutan Galatasaray Lisesi kuruldu. Lü­
zumlu araç için 400,000 frank sarfedildt. Senelik
masrafı için 500,000 frank ayrıldı.
•
\
J·
•••
'
•
; !:
! ••
�
.
'
ı·
:'
•
.
�
·'
.;
'i
'· ' ;
!•
·/
.: '
._.;
•
.
•
,.
:
•.
--
1
Ol •
•
.
1
1
1
1
\
'
:
1
/' .
,
'ı
(
1
.
,'\
•
1
1
1J 1
-
1
••
';'·1'•
�
r
.1
••
•
Ji.
. �-
•
1
ı
-
'"1'
! '­
11 •
'
ıliij\'
1
·:::ıl:''\
•
r
'
•
ı
•\
•
'
•
,
1
1
•
' 1
ı .
r
' •J
1
1
1 l ·�
1
'.
•
1
•'
,
•• -1
1 •(
r 1
•
•1
'
J
1
i
'
-
'
-
j
ıı
:i
�
'
1'
•
ı
)
P
·!
!
. ı
'1
•
..
'
.,..
. �.
.
..
•
. �·: f
'\
ı.
"""'
·-
.
$,
-
•. .
-
•
1
'•
'�
·�·
j
,.
1
ı
.
1
• 'J
'
\ '
.
.
'·
1
'
(rf_
1
....
1
,
..
••
'.
'
_.,
ı 1 ,.
:, \1'_/
,
ıp 1
. .
1 ll .
'i
.
1
4
•�
•• ..
{
:,�·i
.
,,.i ı''·(ı\\1 ·'
•
1
'•
1
1
·
�
z
l
ı.
'
�;
i
1t
,cf
-�
--
ı
•
1
.
' ı
-
:::;
.
,.
•
J,.
·�
..,
"
-
1
'"
"
ı::
•
Istanbul
Esnafları
Kırım
getirdiği
sonucu
Muharebesinden
yenilik,
Türk
sonra
Avrupa'lılada
usulü
yaşamış
ve
daha
olan
bu
muharebenin
yakın
halkımızın
temasımız
yiyecek,
giyeceklerinde, evlerimizin düzeninde büyük değişiklik­
ler
doğurmuştu.
Zamanın
padişahından, ·milletin
fert­
lerine kadar herkes ziynete ve gösterişe düştü.
Her çeşit süs eşyası dıştan oluk gibi akınaya baş­
ladı ve hele 1272 ve 1273 (1856-1857) tarihlerinde ya­
pılan saray düğünleri için lüzumlu görülen ipekli ku­
maşlar ve dış ülkelerde yapılan eşyalar, doğrudan doğ-
•
28
ruya Avrupa fabrik�larına ısmarlanmaya
(1)
başlandı.
Bundan sonra da yerli kumaşlar günden güne itibar­
dan düştü. Binlerce liralık
sermayedara sahip
olan
memleketimiz genellikle sefalet içinde kaldı. Sanat ve
ticaret
hususunda İslam ahali, yüzde
uğradı. Zavallı halkımız bundan
beşyüz zarara
sonra emile
emile
bir iskelet haline geldi.
(Eski vakitlerde İstanbul'a gelen ecnebi gemileri
Gelibolu'da yoklamaya tabi tutulur, memlekete sokul­
ması yasak olanlara izin verilmez,
gümrük vergisine
tabi olanlardan da vergi aynen alınırmış.)
Osmanlı ticaret gemileri yazın Karadeniz !iman­
larına, kışın Suriye ve Mı�ır taraflarına giderlerdi. Ba­
zıları da Akdeniz'in batı memleketlerine sefer ederler­
di. Ticaret
gemileri, Hayriye Tüccarı denilen
İslam·
tüccarının malı idi. Bu tUccarlardan herbirinin yirmi
(1)
Saraya Ulzım olan eşya Tophane Müşürü Fet·
hi Paşa'nın aracılığı üe Fransız tebaasından
meş­
hur Krenpler eliyle Avrupa fabrikalarına ısmarlanır­
dı. Bu ısmarlanan eşya dolayısı ile de Fethi Paşaya
(Bezirgan Paşa) adı verilmişti. Hatta 1858 yılında
Fethi'Paşa'nın lildüğilnü duyan devrin Kaptanpaşası
Mehmet Alt Paşa, (Çok şükür şu Bezirgan Paşa'dan
kurtulduk) demişti. Bu tarihlerde başlıyan Avrupa
eşyası hayranlığı bütün hızı ile devam etti. Sultan
Hamit biltün giyim eşyasını çocuklarınınkine kadar
Paris Büyük Elçisi Tahsin Paşa vasıtası ile Avru­
pa'dan getirtirdi. Bunun milletçe çok zararlarını çek­
ttk. Bilyük Türk'çü Ziya Gökalp, çok sevdiği kızının
bir Avrupa terliği alma
istemesine karşı
gelmiş,
«evime Tilrk malından başka birşey giremez»
de­
mişti. (N.A.B.)
29
otuzar ve belki d� fazla gemileri vardı. Bu gemiler
Tophane, Kasımpaşa, Galata semtlerindeki inşaat yer­
lerinde gemi yapıcı marangoz ustalan tarafından yapı­
lırdı. Lazım olan kereste, çivi, zift, reçine, katran, ma­
kara gibi maddeler için de bunları yapan esnaf fay­
dalanırlardı ..
Kalafatçılar, Kalafat yerinde iş görürlerdi. Yelken
bezleri tamamiyle Gelibolu'daki fabrikalanmızda do­
kunurdu. Bu bezlerden Livama, Çenber gibi isimler
verilen yelkenler yapılırdı. Tersane arkasında ve Ok­
meydanında bulunan Urgancılar hurma lifi ve kendir­
den halatlar ve türlü ipler yaparlardı.
Eyüp'te, İplikhane Kışiası diye anılan
Hançerli
Sultan Sarayı yerinde 1868 tarihinde iplik büküp ter·
sane için yelkenbezi yapan ve fazlası satılarak Vakıf
hizmetlerinde kullanılmak üzere safi kan tamantiyle
Evkaf Hazinesine ait olmak üzere İplikhane adiyle bir
bina kurulmuştu.
Bir zamanlar ipek ve iplik büken esnaf da vardı.
Dikiş iğnesi bile Gelibolu'da yapılırdı. Eskiden Tahta­
kale'den Zeytinyağı Iskelesi'ne kadar mevcut mağaza­
lar İslam tüccanna aitti. Galata ve İstanbul Yağkapa­
nı, Balkapanı, Asmaaltı mağazaları hınca hınç İslam
tüccarının mallan ile dolu idi.
TÜTÜN TÜCCARLARI VE TÜTÜNCÜLER
Kutucular, Zindankapısı, Rüstempaşa Camii etra­
fındaki mağazaların çoğu İslam ve Osmanlı tebaasından
tütün tüccarının tütün denkleri ile dolu idi. Tütün tüc­
carı Osmanlı ülkesinin tütün ekilen yerlerinden kendi
30
gernileri ile tütün denklerini getirir, Tütün Gürnrü�n­
de cinslerine göre vergisi ödendikten sonra mağazala­
ra doldurulurdu. Bu mağazalardan da rnühim miktar.
da Avrupa'ya satıılırdı. İstanbul ve taşrada bulunan Ge­
dikli Tütüncü Esnafı da bu mağazalardan aldıkları
yaprak iütünleri dükkanlannda çeşit yapıp kıydırır ve
terazi ile açık olarak satarlardı. Herkes içeçeği tütü1\_ ü
muayene ederek alırdı. O ne nefis tütünlerdi. 1871 cıa
resmi vergiden başka Duhuliye (giriş) adıyle bir okka
yaprak tütün için bir rnecidiye altın vergi konrnuştu.
Bir müddet sonra yalnız İstanbul içinde sarfolunacak
tütünleri kıyıp kapalı olarak ahaliye satmak ve senede
hazineye dörtyüz bin lira ödemek şartiyle Mösyö Za­
rifi ile Hristaki· Zoğrafos efendiye ihale edildi. Sonra
1872 tarihinde bu Tekel emaneten idareye kaldı. Bu
idare yaprak
tütünleri
şimdiki
Reji gibi çeşit
ya­
parak kıydınyor, devlet hesabına bandrole tabi tuta­
rak sattınyordu. Bir müddet sonra bu idare de Iağv
edilerek ülkenin her tarafında devlet vergisinden başka
satış fiatına göre iç sarfiyat vergisi alınmaya başlan­
dı. Bu vergi kapianna bandrol konulmak suretiyle alı·
nırdı. Osmanlı tebaasına tanınan hak olarak tütün fabrikalan kurulmasına da izin verildi.
Bu fabrikalar
imal ettikleri tütünleri dükkaniarda kapalı olarak sa•
tarlardı. Fabrikaların yaptıklan tüt.ünlerin nefasetinden
dolayı halkımız bu ·fabrikalardan son derece memnun
kalmışlardı. Birkaç· yıl bu usul devarn etti. Daha son­
ra şimdiki Reji kuruldu, artık İstanbul'da tütüncülük
.
sanatı ort.�dan kayboldu. Yalnız Rejiden ondalık kar.
şılığı tütün alıp satmak bakkallara, aktarlara kaldı.
•
(\
. .
_ ....
.. _-
..
­
- · ,......
. --
_ ,......
Yü::;yıl evvelki Kapahçarşı'da kadınların alış-verişi.
•
32
KAPALIÇARŞI VE BEDESTEN ESNAF!
Büyükçarşıda
Qeapalıçarşı) her
gün biri Yağlık­
çılarda, biri Be­
destende
dua e­
dilir, ondan son­
ra
işe
başlanır­
dı. Hocaki deni­
Bedestenli­
len
ler vaktiyle üçer
bin
kese
fazla
daha
sermayeli
idi.
Bedestende
mühim
miktar­
da kıymetli eşya
alınıp
satılırdı.
Zenginlerin çoğu
paralarını ve kıyBedestenden bir köşe., devrin en ;;en­
gin esnafinm toplandığı yer.
metli
nı
eşyalarıBedestende
saklatırlardı. Buranın ayrı muhafızları vardı.
Not:
sında bir
1 099 (1687) tarihinde
Yeniçeri Bedestende
zorbaların
Şerif Ağa
ayaklanma­
isminde
bir
Hocaki ile kavga çıkarıp Dolap adı verilen dükkanını
yağma eder.
Şerif Ağa bir sınğın ucuna yeşil bir bez
takarak: «İhadullah, ne duruyorsunuz!» diye ortaya
33
atılarak etrafı velveleye verir. Bu sırada: «Şerif Ağa
Sancağı Şerif ile çıkmış» haberi yayılır, toplanan halk
ağanın etrafına toplanır ve doğru Saraya giderler. Bu­
rada devJet erkanı kararı ile hakiki Sancağı ·Şerif çı­
karılır, Topçubaşı, Bostancıbaşı ve diğer tarafsız su­
bayların bu topluluğa katılması zorbaları korkutur,
birkaç ileri gelenleri idam edilerek karışıklık savuş­
turulur.)
Bedestenliler İstanbul ve civarındaki koltukçu­
lar ve oturakçılar diye anılan esnaf ile anlaşarak te­
rekelerden, ya da · sıkışarak eşyalarını satanlardan eş­
yalan müzayedelerderi çok ucuza adeta kapattreasma
satın almakta, sonra Çıkışma usulü ile ka rı aralannda
paylaşmakta, büyük menfaatler sağlamakta idiler. Be­
destenlilerin bu hareketleri meydana çıkınca hepsi ya­
kalanarak İhtisap Nezaretine getirilmişler, burada sor­
guya çekilmişlerdir. Bedestenliler suçlarını itiraf et­
mek zorunda kaldılar. Bunun üzerine bir defaya malısus olmak üzere, içlerinde bir daha böyle hareket eden
olursa haber vermeye hep birlikte söz vererek birbir­
lerine müteselsil kefil olduklarından 1838 yılına kadar
serbest bırakılmışlar ve bu durumları İstanbul Ka­
dılığı ile bütün mahkemeler dosyasına kaydedilmişti.
.
Büyükçarşı'nın Gebeci ve Bodrum hanları ile San­
dal Bedesteni Bizans devrinden kalmadır. Mühim bir
kısmı Fatih Sultan Mehmet tarafından, Bitpazarından
itibaren küçük bir kısmı Sultan Beyazıt (Fatih'in oğlu
1481-1512). bir kısmını da Nuruosmaniye camiini bi­
tiren Üçüncü Osman (Saltanatı 1754-1757) tarafından
yaptırılmıştır.
F:3
KAŞIKÇI ESNAFI
Büyükçarşı'dan Beyazıt Meydanı'na giden ve Kaşık­
çılar Kapısı denilen yerde Kaşıkçı Esnafı dükkfmlan
vardı. Bunlar şimşirden alelade yemek kaşıkları, hoşaf
ve tatlılar için, koka, abanoz, gergedan, manda boy­
nuzlarından, sığır tırnağından Hindistan Cevizi kabu­
ğundan mercan ve sedef kaplı kaşıklar da yaparlardı.
Sonraları Avrupa'dan madeni kaşık ve çatallar gelme­
ye ve halkımızın gittikçe bu cins malları kullanmaya
başlamaları, yerli mallara olan rağbeti günden güne
azaltmıştı. Beyazıtda Kazancılar denilen bakırcı esna­
fı bir dereceye kadar eski hallerini muhafaza etmekte
iseler de bir müddet sonra gelmeye başlayan Avrupa
çini kaplar bu mağazaları
doldurduğundan
esnafın
yaptığı mallar da itibardan düşmeye başlamıştır.
Binbir nnlikn eşya ile be=enmiş Kapalıçarşı 'dan bir köşe.
•
o
o
o
•
o
o
o
�.
Jo
•
1
,
o
"
�
•
o
o
J
....
o
·-·
. _...
.. ...
o
....._
- o:">
...
- -
...
......:::.-.
'
)�
,_
-
';--
�
<;..r.
...... .. ...._
�· o
"
-
' -·'
�...
....
....
...
· -� .
--
l
'"
... .
.
· -..o
'...
-.
-
-
-
·-....::--..,_,:;:..;:.
Her devrde
i
k.adınların uğrağı oları Kapalıçarşı'da alış-veri,ş.
37
MtiREKKEPÇİ, ÇUBUKÇU, TESBİHCİ BALMUMCU
VE İNCi SATAN ESNAF
Beyazıt'ta Mürekkepçiler Kapısı denilen yerde kırk
tane gedikl� Mürekkepçi dükkanı vardı. Bu esnaf si­
yah ve kırmızı mürekkep yapardı. Avrupa'dan her tür­
lü boya gelmeye başladıktan sonra ve bunlar çok ucuz
satıldığından, hatta resmi daireler de Avrupa boyaları
kullanmaya başladıklarından yerli mürekkepler reka­
bet edemedi.
Uzunçarşı'nm bir tarafında boydan boya Kehribar­
cı esnafı vardı. Süslü çubuk ve cins cins tesbihler bu­
rada yapılıp satılırdı. Zenginlik bakımından bu esna­
fın itibarı vardı. Misk yağcılar Kapalıçarşı'da ve Uzun­
çarşı'nın alt tarafındaki
dükkaniarda
bulunurlardı.
Eskiden balmumundan ağaç taklidi yaparak bunu süs­
lerlerdi, Nahılbent denilen bu ağaçlar düğünlerde ve
hatta saray düğünlerinde damat
evinden gelin evine
gönderilir ve Nahıl Alayları tertip edilirdi.
İstanbul'da inci ticareti eskiden beri Musevilerin
elinde idi. İnci istiridyesi
Basra Körfezi ve Hürmüz
Adası sularından ve Hindistan taraflarından getirilir­
di. Yalnız bunların avianınası güçtü, çünkü bu İstirid­
yelerin bulunduğu denizlerde fazlaca Köpekbalığı ve
diğer canavarlar bulunduğundan kolay ve çok miktar­
da elde edilemezdi. İnsan vücudunu süslüyen en kıy­
metli ve en makbulu hiç şüphesiz inciydi. Basra Kör­
fezi ineisi Panama gibi diğerlerine
üstündür. Yalnız
bunların küçük olanları kıyınetten düşer. Bu yüzden
kıymetleri ölçü ile takdir edilir. İncinin her rengi olur.
Kıymeti de büyüklüğü ile ölçülür. Saf ve beyaz ve pen-
38
be olanı makbuldür. Siyah, yeşil, lacivert ve penbeler
tartılarak fiyat bulur.
DOCRAMACILIK, CİLTCİLİK VE ÇİNİCİLİK
Eskiden doğrarnacılık da oldukça ileri idi. Kapı
ve pencere kanatları, oda tavanları, abanoz ve gümüş
kaplamalar, ralıleler yapıp üzerierini sü sleyen sanat­
karlar vardı. Bu gün çoğu kaybolmuştur.
Döğmecilik sanatı da ilerlemek üzere idi. Süslü
parmaklıklar, oymalı yaldızlı kapı takımlan, kilit ve
halkalar, döğme demir işçilikleri milli sanatlarımız­
dandı.
CiJt ve tezhip bizde eskidir. Birçok kitap ve mus­
hafışerifler işlcnir, renkli nakışlarla süslenirdi. Bunlar
sanatça çok güzel şeylerdi.
Eskiden bizde çinicilik de en üstün seviyesine ulaş­
mıştı. Bursa'daki Çelebi Mehmed'in cami ve türbele­
rindeki çiniler Deli Mehmet adında bir sanatkar tara­
fından yapılmıştı. Üçüncü Ahmet
zamanında Tekfur
sarayı civarında bir çini fabrikası kurulmuş olduğunu
tarihler yazar. Yakın zamanlarda
çömlekçi esnafından bazıları soba
Eyüp
civarındaki
çinileri yapmaya
başlamışlardı. Hatta bu çini sobaları yapan esnafın bir­
kaçı Sultanahmet zamanında Yıldız'da açılan çini fab­
kasına alınmışlardı. Çok gelişmeye mi.isait olan b u milli
sanayiimizi, yeni ihtiyaçlara göre ileri
götüremedik,
teşvik ve himaye edemedik, tamamiyle mahvoldu.
39
. ÇATMA, KİLİM VE HALI ESNAFI
İstanbul ve Bilecik tezgahlarında yapılmakta olan
çatma yastıklar da milli sanayiimizin başlıcalarından
İstanbul
idi. Bir vakitler unututmaya yüz tunnuştu.
Hayriye tüccarlarından Ahmet ve Emin efendiler
1862
tarihinde istida ile büklımete baş vurdular, bu iç sa­
nayiimizin eski haline getirilmesi için on yıl vergiden
muaf tututmasını ve çatma dokumak için Avrupa'dan
getirtilecek makine ve diğer aletlerden gümrük vergisi
alınmamasını istediler, Bab-ı Ali'den bu müsaade ve­
rilmesi üzerine imalat arttı.
Gene İstanbul Hayriye tüccarlarından Uşaklı Hacı
Mehmet Ağa ile Gördesli Hacı Ahmet Ağa Uşak ve
Gördeste halı, kilim, seccade işliyerek ucuz fiyatla sat­
mak üzere muafiyet istelider. 1847 tarihinde bu eşya­
nın gümrük vergisinden muaf tutulması kararı verildi
ve ülkede bu gibi işler yapmak istiyenlere de bu karar
tatbik edilerek halıcılık teşvik edildi.
1851 ve 1862 tarihlerinde Londra'da açılan sergiye
Anadolu, Rumeli ve İstanbul'da
çıkan
ürün ve sa­
nayi m.addelerinden birçok çeşit gönderildi. O zaman
bu gibi eşya gönderenlerden çoğu, diğer devletlerden
daha çok ilgi görmüşler ve imtiyaz nişanları almışlar­
dı. Çünkü bu sergilerde teşhir edilen eşyalarda daya­
nıklık ve nefaset yanında ucuz olması da göz önünde
tutularak Türk eşyası bu vasıflara uygun görülerek be­
ğenilmişti. Uşak, Kula ve Gördeslilerin yaptıklan ki­
timleri Avrupa'lılar taklit etmek istemişlerse de mu­
vaffak olamadıkları için bu halı ve kilimler hala mak­
bul tutulmaktadır.
40
Avrupa'dan getirilmekte olan Merinos, Lohuraki,
Şalaki isimlerindeki kumaşlar Ankara ·şah ve sof'unun
taklididir. Bunlar bizim Ankara şaliarı ve Sofları gibi
nefis ve dayanıklı şeyler değildir.
KIZLAR ÇEYİZLERİNİ KENDİ ELLERi
İLE HAZlRLARDI
.
Eskiden İstanbul kadınları içinde yazmacı kadın­
lar vardı. Başları bağlamak ve elde kullanmak üzere
yazma, yemeni, yorgan yüzleri yaparlardı. Çevre, uç­
kur, havlubaşı gergefle nakışla işlenirdi, güzel oyalar
yaparlardı. Bunlar için göz nuru dökülürdü. Gene kadınlanmızın iğ ile ellerinde büktükleri ince iplik, evlerde bulundurulan tezgahlarda pamukbezi, börümcek,
idare, hilali isimleri ile gömleklik, donluk bezler do­
kurlar, kocalarma yük olmadan ihtiyaçlarını temin
ederlerdi. Hele gelinlik kızlar iç çamaşırları gibi çeyiz­
lerini kendilerinin hazırlamaları milli bir geleneğimiz
halinde idi. Bugüne de pamuk bükmek şöyle dursun,
iğci esnafı bile kalmadı. Direklerarasında Hacı Kamil
efendinin dükkanında Gergedan ve Kokadan yapılan
kahve fincanı ve zarflar, yazı takımları kaseler büyük
şöhret yapmıştı. En titiz kimseler beğenirlerdi. Bu­
gün bu da kayboldu.
.
Bir zamanlar çubukçu esnafı da vardı. Yasemin ve
kiraz ağaçlarından yaptıkları çubuklar çok makbul­
dü. Sonraları sigara ağızlığı yapımı başladı. Lüleci es­
nafı Tophane'den Kulekapısı'na kadar sıra dükkan­
Iarda iş görürlerdi . Sonralan bu lüleciler yaldızh kah­
ve fincanları, su kupaları, yazı takımları gibi şeyler
41
yapmaya başladılar. Bu toprak mamulatı üzerine vur­
duklan cilalar, hemen hemen çini cilası haline geti­
rilmişti. Hele üzerindeki nakış'ar ne hoş şeylerdi. Lü­
le kullanmak kalktığı gibi, kahve fincanı, su kupası ve
yazı takımları da himayesizlik Yüzünd�n söndü, gitti.
Bıçakçı ve kılıççı esnafı da gözde idi. Hatta 1864
tarihlerinde Ahmet Usta adında birinin yaptığı kılıç­
lar askerler arasında çok makbul tutulurdu. Ruhi
Efendinin yaptığı kalemtraşlar, devlet dairelerinin her
şubesinde rağbet görüyordu.
Büyükçarşının hakkaklarından başka hakkakhk
sanatının inceliğini Avrupa'da tahsil etmiş olan Ben­
deroğlu Mığırdıç efendi isminde bir hünerli, yarım kı­
rattan küçük bir yakutun ortasındaki sathın üçtebiri
kadar yere tuğra kazarak Sergii Osmani'de teşhir et­
miş, çok büyük takdir kazanmıştı.
1863 OSMANLI SERGİSiNDE TEŞHiR EDİLEN EŞYA
Osmanlı Sergisinde Çolha İmameci (1), Uzunçarşı
esnafı, Muytaf, miskyağcı, işlemeci, zenneci,
kahve
cezvesi ve kahve değirmencisi, eğerci, abacı, marpuç­
cu ve bunlara benzer .esnaf takdir görmüşlerdi. İkin­
ci Mahmud'un kahvecibaşısı iken sonradan Evkaf Na­
zırlığında çalışan Kani Beyin oğlu Rauf Beyin yaptığı
(1)
Çolha denilen esnaf İstanbul ahalisinin giydikleri
gömlek ve don bezlerini dokurlardı. Sonradan halkı·
mız Avrupa'dan gelen bezleri tercih ettiklerinden bun·
ların yapımı tarihe karıştı.
•
'
/
,
rJnf
1 ı
1 ,. }1 . C)
\ l ,, ı.
J ;,�
1
1
ı
.
1\
.fl
••
•
ı
43
ok (1), müderrislerden Ali Şevki Efendinin pirinçten
yaptığı küre (dünya yuvarlağı) ve gene prinçten çek­
mece çok beğenilmişti. Bu sergi, 1863 tarihinde Sul­
tanahmet meydanında şimdiki parkın yerinde yedibin
zıra kare arsa üzerinde kurulmuştu. Serginin yapımı
otuzbin İngiliz lirasına malolmuştu. Mısırlı Fazıl Mus­
tafa Paşa, Fuat Paşa ve Nazım Jley, Azmi Bey sergi
komiseri idiler. Sergide eşya teşhir edenlerin birinci­
lerine Mecidi nişanı, ikincilere gümüş ve üçüncülere
prinç madalya verilmişti.
Burada teşhir edilen, Topkapı Hazinesinde bulu­
nan kıymetli mücevherat ile saray eşyası arasında şun­
lar vardı:
Dört köşe ve sabun kahbı biçiminde zümrüt, ge­
ne yuvarlak zümrüt ortası otuz kırat pırlanta ile süs­
lü bir çift piruze, 280 tane büyük pırlanta ile süslü ger­
danlık, ortası otuz kırat pırlanta ile süslenmiş bir ger­
danlık, ortası 36 kırat pırlanta ve birçok büyük pır­
lantalada süslü gerdanlık, ortası yirmişer kıratlık iki
büyük roze taşlarla donanmış bir gerdanhk, ortası yir­
mişer kıratlık pırlanta ve etrafı birçok taşlarla süs­
lenmiş üç gerdanhk, kuş resminde pırlanta taşlarla
süslü bir gerdanlık, büyük inci habbeli pırlanta ile süs­
lü gerdanhk, ineili bir çift küpe, bir çift zümrüt hab­
beli pırlanta ile süslü gerdanhk, ortası elli kırat pır-
(1)
Bu Kani Bey, Sultan Mahmud'un emri ile (Telhisi
Resaili Rimad) adı ile okçuluğa ait bir kitap yaz­
mıştır. Oğlu Rauf Bey, Sonradan Okmeydanı Der­
gtihına şeyh olmuştur.
44
lanta ve etrafı birçok pırlanta taşlarla süslü broş, yir­
misekiz kırat bir çift peru ve küpe, ortası gök yakut
ve etrafı birçok pırlanta ile süslü bilezik, ortası büyük bir pırlanta ile süslü akarsu bilezik, ortası üçyüz
kırat zümrüt ve etrafı pırlanta taşlarla süslü kemer,
ortası büyük yakut ve etrafı birçok pırlantali kemer,
ortası laal ve etrafı pırlanta kemer, gene mücevhe­
rat ile süslü kemer, fildişinden oymalı kemer, pırlan­
talı tarak, biri altın, diğeri gümüş üzerine üç pırlanta
taç, laal, zümrüt ve .elmas ile süslü dokuz tane sorguç,
zümrüt ve elmas ile süslü üç tane Hint hançeri, mer­
can ile süslü hançer, elmas, yakut ve zümrüt ile süs­
lü bir ok ve yay kabı, elmas ile süslü iki eski kılıç,
süslü dört tane kiraz çubuk, yeşim üzerine yakut ve
elmas ile süslü iki ayna, biri yekpare yeşim, diğeri ne­
cefli iki topuz, padişah tahtının iki zümrüt askısı, biri
altın üzerine yakut ve elmas ile, diğeri taşlı gergedan
boynuzundan ve bir üçüncüşü yakut, elmas ve zümrüt
ile süslü üç t::me yazı takımı, gümüş üzerine yakut ve
laal ile süslü tas ve maşrapa, ortası zümrüt ve yakut
ile süslü bir tane arabesk yazı takımı.•
-
Bu eşya, ceviz ağacından dört köşeli ve yerli bir
sehpa üzerine konmuş, dört köşesi camlı, içi güvez ka­
dife kaplı bir dolap içinde bulunuyordu.
DÖKKANLARINA ALAMET KOYAN ÇARŞI ESNAFI
İstanbul esnafının çoğu öteden beri bir semtte
kürkçüler,
toplanırlardı. Hasırcılar, kurukahveciler,
çadırcılar, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçılar balmum-
•
•
}
�
--·-
--
�
-
-· -
;:.
-
....
.
- -----­
-
·-
.
.._
--
••
-
-
- -·
,,�
.. .
...
. :·-
--
..
.
..
.
.
.
- ·
--
Yü=yıl evvelki bir seyyar satıcı tipi.
·-
-
.
7
46
cular, örücüler, gümüş ve altın eritip satanlar, tülbent­
çiler, kavaflar, sahaflar gibi. .. .
Mısırçarşısı esnafı vaktiyle ilaç da satarlardı. Sılı­
lıiye Dairesi son zamanlarda ilaç satışlarını sınırladı.
Bıi çarşıdaki dükkaniara ufak bir gemi modeli, bir de­
vekuşu yumurtası, bir fener, bir püskül gibi işaretler
koyarlardı. Yakın zamana kadar Büyük Çarşı esnafı,
Beyazıt'taki dükkancılar da bu gibi işaretleri koyarlar­
dı. Bunların sebebi, mesela bir adam Mısırçarşısında
bir şey alır da, aldığı şey iyi çıkarsa, nereden aldın di­
yenlere; «Mısırçarşısında fenerli, veya yumurtalı dük­
kandan» diyebilmek içindi.
Mısırçarşısı, Yeni Cami'in kurucusu Turhan Vali­
de Sultan tarafından makas biçiminde Yeni Cami mi­
marı Kasım Ağaya yaptırılmıştır. Bu çarşı ve cami ye­
ri Bizans zamanında Musevilerin semti idi. Museviler
çarşı yaptınldıktan sonra kaldırılıp Hasköy'e götürül­
düler.
Rivayete göre, Valide Sultanın bu çarşıyı yaptır­
ması cami imam, müezzin ve hademelerinin Mısırçar­
şısında satılan attariye eşyası ile geçindirilmeleri için­
di. Dükkanlar vakıftı.
Çarşıda satılan eşyanın hepsi
vaktiyle Mısır'dan getirildiği için· Mısırçarşısı ismi ve­
rilmişti.
* * *
Beyazıt etrafındaki Kökçülerkapısı da
vaktiyle
meşhurdu. Bu Kökçüler, şimdiki eczacılann yerine ge­
çerdi. Doktorlar ilaçlarını burada yaptırırlardı. Kök­
çüler kendilerine lazım olan otları .İ stanbul civarın-
•
n
47
dan, İzmit, Bursa ve diğer yerlerden getirtirlerdi. Ya­
İlaçlan
ralar ve çıbanlar için türlü ilaç bulunurdu.
(Nüzhetülebdan fi tercümei afiyet) kitabından yapar­
larmış . . .
DİŞ ÇEKEN BERBERLERE VERiLEN
iZiNNAMELER
Eskiden kan almak, diş çıkarmak berber esnafı.
na aitti. Bu sanatta ihtisası olanlara Saray Başhekimi
izinname verirdi. Bunlardan birer örnek verelim:
İzinname
« İstanbul'da Mahmutpaşa'da Sultan Odaları kar­
şısında dükkanı olan ve diş çıkarmakta bulunan Alek­
san'a bu sanatlarda mahareti olduğundan tarafımızdan
izin ve ruhsat verilmiştir. Irz ve edebi ile sanatından
başka işle meşgul olmazsa tarafımızdan ve başka kim­
se tarafından müdahale edilmeyecek.
Fese alarnet takma Jzni
Mahmutpaşa civarında Sultan Odalarında berber
Aleksan oğlu Lutfi, kan almak ve sülük yapıştırmak ve
diş çıkarmakta mahareti olduğundan fesine cerrah ale­
ti olan (kerpeten) işareti takınasma izin
verilmiştir.
Gerektir, bu sanattan başka sanata girmeyerek ırz ve
edebiyle olduğu halde kimse tarafından müdahale edil­
meye
1810.
* * *
Yukardan beri anlattığımız gibi İstanbul'un fethin­
den Ondokuzuncu Yüzyıl ortalarına kadar, İstanbul'u-
.
•
'V \1
1 1
'
.
ı
••
ı ı
. ı1
·,
,.
'1
ı
1
ı
•
1
'
.!:;
�
·�
-!::'
!:;
.
�
..ı::
49
muzun sanat ve ticareti bugüne göre çok üstündü. Bu­
J1Un pek mühim kısmı sarıklı, çuha şalvarlı ağa baba­
larımızın elinde idi. Vezirlerin, devlet büyüklerinin,
zenginlerin ve halkın bütün ihtiyaçlarını
biraz kaba
da olsa yerli mallarla karşılıyorlardı. Tanzimatm ilan
edilmesiyle Osmanlı Hükumeti bir değişikliğe uğradı.
1840
tarihinde Avrupa devletleriyle ticaret anlaşmala­
rı yapıldı. Kırım muharebesi yüzünden temaslar çoğal­
dı; halkımııda Batı medeniyetine bir temayül hasıl ol­
du. Galata ve İstanbul ticarethaneleri yabancılara geçti:
Hayriye Tüccan adını bilen kalmadı. Rağbetsizlikten
ve zamanın ihtiyacına göre uyduramadığımız sanayii­
miz, inkıraza uğradı. Tezgahlar kaldırıldı. i malat yer­
leri kapandı. Gerçi, elli - altmış yıl önce Islahı Sanayi
Komisyonu adıyle bir kurul, bazı ıslahat yaptıysa da,
o da türlü sebeplerden dolayı başarılı olamadı. En so­
nunda, şu bildiğimiz hale geldi.
İSTANBUL SOKAKLARI NASIL TEMİZLENİRDİ?
Gerek dükkancılık ve gerek gezgincilik suretiyle ti­
caret yapan esnafın belediyeye karşı sorumlulukları ve
bunlar hakkında vaktiyle Şehremini (Belediye Reisi)
Hüseyin Bey tarafından verilen cezalardan bir parça
bal;ı.sedeyim. Eskiden, şimdiki gibi temizlik işleri yok­
tu. Herkes ev, dükkan ve mağazaların önünde biriken
süprüntüleri süpürüp, çöpçü
denilen süprüntücülere
ücret karşılığı kaldırtmak mecburiyetinde idiler. Be­
l'ediye kavasları, bütün gün şehri dolaşıp temizlik işle­
rini kontrol ederlerdi. Halbuki mahalle aralarında, ça­
murlu ve çapraşık sokaklarda, yarık yıkık duvarların
F:4
so
diplerinde yaz kış mezbelelik eksik olmazdı. Buraları
}(edi, köpek, fare leşleri ile dolu idi. İşte mahalle ara­
sındaki · sokaklar bu halde iken belediye kavasları yal­
nız çarşı ve pazarlarda dolaşır, dükkfmcıları cezalandırırlardı.
·
Bütün yiyecek maddeleri narha tabi olduğundan,
narhtan fazla satanlar ceza görürlerdi. Gerek bunlar,
gerek halkın gelip geçmesine engel olacak şekilde so­
kaklara küfe ve işporta tablalarını koyarak satıcılık
yapanlar, yakalanarak belediyeye getirilir, alt katta
tahta parmaklıklarla ayrılmış toprak bir odaya tıkı­
lırlar, geceyi orada geçirirlerdi.
Kavasların okuyup yazması olmadığından esnafın
kabahatleri kavasların verdikleri bilgi üzerine tomruk
katipleri tarafından birer kağıda yazılırdı. İkinci günü
Belediye Reisi Hüseyin Bey dört çifte kayığiyle gelip
köprü. başındaki iskelesine çıkardı. (Eskiden Emanet
Dairesi köErÜ başında olduğu için bu yere de Eminönü
denmişti) İskeleden dairenin kapısına kadar, iki sıra
diziimiş kavasların arasından sağa sola selam vererek
geçen Hüseyin Bey, alt katta, konulan koltuk sandal­
yesinde otururdu. Esnaf kalemi memurlan, kavasbaşı
ve maiyeti karşısında el - pençe divan dururla.rdı. Hü­
seyin Beyin işareti üzerine kağıt okunınaya başlanır­
dı. (Köfteci Hüseyin, üzümün okkasinı narhtan beş pa­
'ra fazlasından satmış) denir, Şehremini Bey (Beş gün)
emrini verir, kavaslardan biri herifi tuttuğu gibi hap­
se atardı. Arkasından öbür kağıtlar okunur ve cezalar
tayin edilirdi. Şayet ceza görenlerden biri verilen ce­
zaya itiraz edecek olursa ceza bir misli arttırılırdı.
Çünkü hükümetin emrine karşı gelmiş sayıhrdı.
sı
MERKEP YÜKÜNÜ SAHİBİNE YÜKLEYEN
BELEDiYE BAŞKANI
Hüseyin Bey ekseriya teftişe çıkardı. Hüseyin Bey
teftişe çıkmış, Mahmutpaşa tarafından geliyormuş, sö­
zü duyulur duyulmaz, ne kadar küfeci, işportacı gibi
gezginci esnaf varsa hepsi çil yavrusu gibi dağılır bir
tarafa gizleJ!irdi. Hele dükkfmcılar tirtir titrerlerdi. Hü­
seyin Bey bir gün gene teftişe çıkmış. Edirnekapısı ci­
varında iki Çuval yüklü bir merkebi bir tarafa bağlı
görmüş , sah_ibini sormuş. Aramışlar, herifi bir kahve­
de bulmuşlar. Kaldırıp huzuruna getirmişler. Sorgu­
sunda, sur dışındaki köylerden birinden yarım saat ev�
vel geldiğini, kahve, çubuk içmek· ve biraz yorgunluk
almak için hayvanı bağlayip kahveye girdiğini söyle­
miş. Hüseyin Beyin verdiği emirle hayvanın sırtından
çuvallar alınır ve boynuna bir torba yem takılır. Son­
ra bu iki çuval, sahibinin sırtına yükletilir, oraya bağ­
lanır. Yük bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkta oldu­
ğu için herif yalvarmaya başlar, ağlar, sızlar, bağınr,
kimse kulak asmaz, hayvan torbadaki yemi yeyip bi·
tirineeye kadar çuvallar adamın sırtında bağlı kalır.
Hüseyin Bey, daha bu gibi birçok cezalar verir, esnaf
takımının insafsızlıklarına meydan vermez, nerede bir
yolsuzluk görse önünü alır ve şehir halkı da memnun
olurdu.
İSTANBUL TABAKHANELERİ
Tabak esnafı, vaktiyle zenginlikçe diğer esnaftan
çok üstündüler.
İstanbul'da bulunan
tabakhaneler
52
Eyüp, Kasımpaşa, Topha11:e, Üsküdar, Yedikule semt­
lerinde idi. Her semtte
onbeş yirmi gedikli dükkfm
vardı. Bu dükkaniarın her biri birer fabrika -halinde
ikişer üçer katlı büyük binalardı. Her dükkan bir us­
tanın idaresinde idi. Her birinde bostan kuyusu bü­
yüklü�nde kuyular; büyük kazanlar ve aletler bulu­
nurdu. Çırak ve kalfalar onar, onbeşer işçilerle sabahın
erken saatlerinde işe başlar, akşama kadar durmadan
çalışırlardı. Her tabakhanenin hayvanla taşınır birer
değirmenleri bulunur, burada palam<ıt öğütülürdü.
Son . altmış yetmiş yıl içinde bu esnafın işleri iti­
bardan düştü. Ticaretleri de söndü. Bunun iki sebebi
vardır. Birincisi Fatih'ten Üçüncü Selim devrine kadar
bazı padişahlar tarafından verilen fermanlar gereğince
İ stanbul içindeki salhanelerde kesilen bütün hayvan­
ların derileri üzerindeki kılları ile beraber tabakhane
esnafına verilirdi. Bu derileri tabakhane esnafı rayiç
kıymeti ile satınalır derisini işler, kıllarını da satarak
ikisinden de faydalanırdı. Bunlar gedikleri muhafaza
edemediler, dışardan, hissedar olmayan kimseler deri­
leri
toplayarak başka yerlere satmaya başladılar ve
tabak esnafı işieyecek deri bulamamaya başladı. Topla­
yıcılar ise fazla para istediklerinden ham deri alamaz
oldular.
Tabak esnafının çökmesine diğer bir sebep, bu sa­
natın Avrupada gelişmesi, bizimkilerin bu gelişmeye
ayak uyduramamaları, eski halde kalmaları, itibarlan­
nın düşmesine yol açtı.
Altmış yıl önce kurulan Sanayii Islah Komisyonu,
tabak esnafının durumunu göz önüne alarak, bunlara
53
verilmiş olan gedik imtiyazının eskisi gibi verilmesine
karar vermiş, yalnız ayrı ayrı çalışmalanna müsaade
edilmeyerek, bütün esnaf birleştirilerek bir şirket ku­
rulmuş, ikibin hisselik ve her hisse beşer tane yüzlük
Osmanlı altını ile alınmak üzere onbin altın sermaye­
li (Şirketi Debbağiye) kurulmuştu. 30 maddelik bir ni­
zamname ile işe başlandı. Bu kolaylık ve teşvik sonun­
da az zamanda iş gelişti. hatta Avrupa ayarında mal
yapıldığından şirketin itibarı arttı, devrin büyük dev·
let adamları bile hisse senetleri almak suretiyle teş­
vikte devam ettiler. Tıp öğrencilerinden birkaçı Avru­
pa'ya gönderilerek okutuldu, bu öğrenciler döndükle­
rinde o tarihlerde Beykoz'da açılan askeri tabakhane­
de çalıştırıldılar.
J
Tabak esnafının böylece himaye görmesinden son­
ra, onların yarnakları hükmünde olan güderici, tirşeci,
meşin ve köseleci esnafı da intizama bağlandı. Fakat
bu esnafın yaşaması yukarıda da söylediğimiz gibi ge­
dikler imtiyazının muhafazasına bağlı bulunduğu için,
bu imtiyaza ehemmiyet verilmemesi yüzünden gene iş- ·
leri bozuldu, şirket dağıldı, şirketin dağılmasından son­
ra tek başlarına bu sanatı yürütmek isteyenler de şe­
hir içinde tabakhanelerin sağlığa zararlı olduğu gerek­
çesiyle kaldırılması üzerine, bir kısmı Yedikule dışına
nakledilerek şehir içindeki atölyeler yok oldu.
SARAÇLAR
Saraçiarın Tabak esnafı ile bir tutulmaları dolayısı
ile Tabaklar hakkında alınan tedbir sırasında Saraç­
lar da gözönünde tutulmuş bulunuyordu. Bu yüzden
54
saraç eşyalarımız arasında
Avrupa işlerine yakın
el
çantaları, hayvan takımları yapımında hayli ilerlemeler
görülmüştü. Yukanda bahsettiğimiz Tabaklar Şirketi
dağıldıktan sonra Saraçlar da sarsılmışlar, bu arada
Saraçhane de yanmıştı. Şimdi $urada burada bazı sa­
raç dükkaniarı görülmekte ve bazı eşyal�r yapılmak­
tadır.
SİMKEŞLER
Dediğim tarihlerde intizama alınan esnafın biri de
Simkeşhane Esnafı
(1)
idi. Simkeşhane Koska'da Erne­
tuilah Başkadın Efendi tarafından kurulmuştu. Mescidi,
sebili ve çeşmesi de vardı.
Emetullah Başkadın Efendi, her yıl Mevlut okun­
masını da vasiyet etmiş, vakfa bağlamıştı. O gün, bü·
yük avluya Otağ kurulur, Simkeşhane Emini tarafm­
dan davet edilen ulema, şeyhler ve esnaf öğle yeme­
ğinden sonra Mevlutta bulunurdu. Bu törenler
1835
yd­
larına kadar devam etti.
Esnafın ıslahını ele alan komisyon, Simkeşlerl.e il­
gisi bulunan altın vaı:akçı esnafını da Tiryaki Çarşısm­
dan Simkeşhaneye getirerek burada çalışmasını sağla­
dı. Bundan soriradır lci, Hazine hesabına son derece
has ve halis olmak üzere san ve beyaz tellerle sırma
(1)
Simkeşhane, gümüş ve sırma işleyenler
Bu sanat,
devlet emrinde idi. İlk Simkeşhane Çarşıkapı'da idi.
Şimdi Koska'da onanlmakta olan Siinkeşhane 1716'
da burada bulunan Darphanenin kaldırılması üzerine
kurulmuştu (N.A.B.)
...
*SS
klaptan resmi elbiseler, kordon ve püsküller, apqlet,
gaytan ve bükme şeritler -yapılmaya başlandı. Bunlar
büyük rağbet gördü. Altın varakçı esnafı da altın · ve
gümüş varakların yapımını son derece geliştirdiler.
SOnraları türlü sebeplerle bu iki esnaf da söndü. Bunun
sebebini sanatkarlar da düşünemediler, gerek hükumet
gerek sanatkarlar sanatın değerini bilmediler, geliştir­
meye önem vermediler. Sanatkarlar sanatları ile geçi­
nemediklerinden çocuklarını devlet dairelerine yerleş­
tirmeye başladılar, sanat da tamamiyle inkıraz buldu.
TUZCULAR
İstanbul'da bulunan gedikli esnafın önemlilerinden
biri de Tuzcu Esnafı idi. Bu esnaf devlet tarafından
tayin edilmiş bir Tuz Emini'nin idaresinde idi. Kırk ta­
ne gedikli dükkandan ibaretti. İstanbul'da tuz satmak
hakkı bunlara verilmişti. Yelken gemileri ile İstanbul'a
gelen tüccarlar · tuzları bunlardan alırlardı.
1861 tarihinde Istanbul ve bütün Osmanlı ülkesin­
de tuz satma Tekele alındı. Bunun sebebi de İstanbul'a
kaçak ve tezkeresiz ecnebi ve yerli tuzun piyasaya sev­
kedilerek dükkaniarda gizlice satılması idi. Fırınlarda
kurotulup çekilen tuzlar kaçak tuzlardan ayırd edile­
miyordu. Bunun üzerine tuzun kurutulması imtiyazı
birkaç fırına verildi, bunları satmak da gedikli dük­
kaniara bırakıldı. Buna riayet etmeyenler için çok ağır
cezalar konuldu.
Bilindiği gibi memlehalar.dan İstanbul'a getirilen
tuzlar iki türlü harcanırdı . Biri tabaklar, fınncılar .,
56
balık tuzlayıcılar ve ham dericiler esnafının kullandığı
tuz idi ki, bunlar fırınlarda kuru'tulur, çektirildikten
sonra satılırdı. Bir de tuz tekeli olmadan sofralarda
şişeler içinde kullanılan ince Avrupa tuz vardı ki, halk
buna alışmıştı. Bunların İstanbul'da yapımı tecrü
be
edildi ve istenen sonuç alındığından ayni tuzdan yanm­
şar okka, gene şişelerde satılır tuz yapıldı. Şişelere
yirmi paralık bandrol pulu yapıştınlıyor, gene gedikli
dükkl:mlar tarafından satılıyordu.
Tuz tekele alındıktan
sonra İstanbul
ahalisinin
muhtaç olduğu tuzun sağlanması için esnafın memle­
halardan vaktiyle tuz getirmeyip halkı sıkıntıya dü­
şürmemesi için memlehalardan devlet hesabına tuz
getirilerek Kasımpaşa'daki devlet arnbarianna kondu,
buradan esnafa dağıtıldı.
Bu arada bandrollü şişe satışında hazineyi zarara
sokacak durumlar doğduğu görüldüğünden, gedik usulü
kaldırıldı, şişelerdeki bandrol mecburiyeti baki kalmak
üzere tuz satma serbest bırakıldL
BALlKÇlLAR
Dalyan, voli, iğrip yerlerinde kayıklarla balık ve di­
ğer deniz ürünleri aviayıp . Balıkhanede satan roadra­
bazların gediksizleri her yıl yüz elli kuruş tezkere har­
cı verdikleri
halde
gedikli
madrabazlann verdikleri
yedi buçuk kuruştu. Gedikli taze balıkçı esnafı midye,
istiridye gibi deniz mahsüllerinin deniz altındaki taria­
lanna el koymuşlardı. Bu tarlalar Samatya'dan Rumeli
Kavağı, Fenerbahçe'den Anadolu Kava�ı kıyısına ka­
dar dokuz yerdi. Bu gedikli balıkçılardan başkası ka-
·
57
buklu deniz mahsülü avlayamaz ve satamazdı. Avianan
yabancı da olsa beş liradan yirmi beş liraya kadar ce­
za öderdi. Bunlara Gedikli Tazeci Esnafı da derlerdi.
Ondahkçı adı verilen adamları vasıtası ile de aviadık­
ları mahsülü sattırab.iliyorlardı.
İstanbul ve Galata Balık Pazarlarındaki havyarcı­
lar her gün Balık Pazarına gelen balıklardan tuzlama­
ya elverişli olanları müzayededen alır, otuz bir gün
sonra parasını öderlerdi. Taze balık alıp satan gedik­
li balıkçılar ise balıkları bir haftalığına veresiye ala­
biliyorlardı. Böylece sermayelerinin kat kat üstünde
iş yapabiliyorlardı.
KASAPLAR
Eskiden kasaparın hepsi gedikli idi. Bunlardan
başkası et alıp satamazdı. Şehir içinde satılan etler
narha tabi idi. Bu gedikli kasaptarın dükkaniarı için­
de hususi lağım vardı. Geniş bir mezbaha, ayrı kapısı
ve kuyusu olan aynca bir salhane bulunur, buralar
sık sık İstanbul Kadıliğınca ve İhtisap Nezaretince tef­
tiş edilir, kayıtlan tutulurdu. Etin yağlı olmasına, za­
yıf hayvan bulundurulmamasına, ayarı bozuk terazi
kullanılmamasına, etin üzerinde ciğer, bağırsak ve pos­
teki parçaları, içyağı gibi şeyler bırakılmamasına dik­
kat edilir, bu yasağa uymayanlar cezalandırılırlardı.
Etin daha bol ve ucuz bulunması için gedikler fesh­
edildi ve et satmak serbest bırakıldı. Hatta, Belediye
1861 tarihinde Eminönü'nde barakalar kurdurdu, se­
miz etin okkasını kırk para noksanına satmak üzere
iki sene müddetle ihaleye çıkardı. Sonraları sur içinde
58
salhane açılması yasak edildi, gerek esnaf ve gerek
halk Yedikule dışında kurulan salhanelerde hayvan ke­
simine başladılar. Bu arada kasap dükkanı açacak
olanlara Belediyece bir mahzuru olmadığı anlaşıldık­
tan sonra ruhsat verildi. Celeplerden mühim miktarda
koyun satın alınarak etin Tekel
altına alınması gibi
ihtikara meydan veren durumun önüne geçilmesi dü­
şUncesiyle de narh kaldınldı.
.
Karaman, Osmancık, Türkman, Mıhahç taraflarından ve Rumeliden İstanbul'a gönderilen koyunlardan
başka zenginler İstanbul civanndaki çiftliklerinden de
şehre koyun ve keçi getirmeye başladılar. Askerlerin
tayını için lüzumlu hayvanın çoğu lstranca . meraların­
daki beylik mandıralardan getirilerek Yedikule Mez­
bahasında kesilip dağıtılınaya başlandı.
Yedikule'den Etmeydanı (Sultanahmet Meydanı) na
et getiren Yeniçeri Seğirdim ustalannın beygirleri ()nün­
den geçen bir ihtiyar müslümanı dövmelerinden dola­
yı onu koruyan bir imaını ve imama yardım edenleri
yakalayıp Sekbanbaşıya
(1)
götürmüşler ve idamlannı
istemişler. Bir türlü bu isteğin önüne geçHememiş ve
•
zavallılan öldürmüşler. Yeniçeriterin inanışiarına göre et taşıyan beygirlerin önünden geçmek uğursuzluk
sayıhyormuş.
(ı)
Yeniçeri Ağasından sonra gelen amir. Yeniçeri Oca·
ğının 65'inci cemaat ortasını teşkil eden sekbanların
kumandanı. (N.A.B.)
59
MUMCULAR
Eskiden saraylarda ve zengin konaklannda balmu­
mu ve halk evlerinde yağ mumu yakıldığı için, mum
döküp satan mumcu esnafı vardı. Bu esnaf, devlet ta­
rafından tayin edilmiş Şem'ahane Emini tarafından
idare edilirdi. Bu makam damgası ile damgalanmamış
mum satanlar cezalandırılırdı. Sonraları saray ve ko­
naklarda Avrupa'dan· gelen lspermeçet mumu kulla­
nılmaya başlayınca 1863 yılında Beykoz'da bir lsper­
�eçet fabrikası kuruldu.
KAHYALAR
.
Vaktiyle Enderun Ağaları (1) emektarları Zeamet
(2), Tirnar (3), Mukataa (4) gibi şeylerle vazifeden ayrı­
lan kimselerle, Teberdaran denilen Baltacılar ve bun­
lara benzer saray hademeleri esnaf kahyalıklarına ta­
yin edilirlerdi. Bunlar Bahçıvanlar Kahyası, Balık av­
cıları Kahyası, Tülbentçiler Kahyası, Galata ve İstan­
bul Gümrükleri Hammalbaşılığı gibi vazifelerdi.
(1)
Babüssaade denilen
Enderun: Topkapı Sarayında
Üçüncü Kapı'dan sonra gelen kısım ki, burası bir
eğitim merkezi idi. (N.A.B.)
(2)
Zeamet: Geliri en az yirmibin ve ençok 99,999 akçe
olan toprak dirliği. Bu, büyük hizmetler karşılığı ve·
rilirdi. (N.A.B.)
(3)
Timar: Yılda 20.000 akçeden az geliri olan toprak sa·
hipleri. (N.A.B.)
Mukataa: Hazineye ait bir gelirin muayyen bir be·
del ile verilmesi. (N.A.B.)
(4)
60
Bahçıvanlar Kahyası terağı yapılan bahçe veya bos­
tanın devletçe alınan harçlardan başka yüzde dört harç,
yüzde bir oda (1) ve yüzde bir ustalara şerhetlik ki,
yüzde altı aidat alırdı. Balıkçılar, balık avlı yanlann
büklımete verdikleri yedibuçuk kuruş tezkere harcı
dışında ikibuçuk kuruş da Kahyaya verirlerdi. Kahya­
lar ayrıca Balıkhaneden beşyüz kuruş maaş alırlardı.
Gümrük hamallarının da bunlara benzer kazançları
vardı.
ZAHİRE VE ALICILARI
Üçüncü Selim zamanında İstanbul ahalisinin ek­
mek ihtiyacını karşılamak ve devlet dairelerinin ihti­
yaçlarını sağlamak için bir Zahire Nezareti kurulmuş­
tu. Bu Nezaretin, taşradan zamanında ucuz zahire satın alan mübayaacıları vardı. Bunlar Unkapanındaki
Kapan Naibine bağlı idiler. Satın alınan zahire tüc­
carlar arasında bir. davaya sebebiyet verirse, Kapan
Naibi davayı görürdü. Mübayaacıların getirdikleri Za­
hire Üsküdar'da Paşa Limanında, sonraları Kasımpa
şa'da İskele civarında kurulan büyük ambarlarda mu­
hafaza edilirdi ki, her zaman buralarda şehrin bir yıl­
lık ihtiyacını karşılayacak zahire bulunurdu.
Bu mübayaacıların köylüye envaı zulüm yaptığı şi­
kayetlerden öğrenilmiş ve 1840 yılında Avrupa devlet­
leri ile ticaret anlaşmaları yapıldığından Mübayaacı­
lık tamamiyle kaldırıldı, herkes mahsulünün vergisini
•
(1)
Oda: Koğuş ve kışla. (N.A.B.)
61
verdikten sonra serbest bırakıldı. Tekelden satın ahn­
makta iken devlet senede yetmiş bin kese menfaat sağ­
ladığı halde ticareti serbest bırakmak için bu varidatı
'
feda etti.
Ticaret işleri mahkemelerde görülmeye başladık­
tan sonra da Unkapanı'ndaki naiplik kaldır.ıldı. 1840
yılında zahire satın alma usulü kaldırıldıktan
sonra
<leğirmenci · ve ekmekçi esnafı gedikleri de kalkmış ol­
du. Kim değirmen ve fırın açmak isterse müsaade edil­
di, yalnız bulundukları yerin ihtiyacına göre yazın iki
ve kışın dört aylık zahireyi anbarlarında bulundurma­
ları mecbur kılındı.
FRANCALA ESNAFI
Francalacı esnafı çıkarmakta olduğu trancalaları
türlü fiyatlarda satarak hileye baş vurdukları anlaşıl­
mış, 1844 tarihinde Baş Has ve Orta Has olmak üzere
iki türlü francala çıkarmalarına, Baş Has trancalanın
kırk beş dirhemi on ve doksan dirhemi yirmi, ikiyüz
dirhemi kırk paraya satılmasına karar verildi.
ZIRAATİMiZ
ve
YAŞ MEYVECiLiK
Türkler esasen çiftçi oldukları halde köylülerimi­
zin gelenekiere düşkün olmaları yüzünden tatbik edi­
len ziraat usulü eskimiş olduğundan mahsulalımız da
başka memleketlerin mahsüllerinden aşağı oluyordu
ve bu mahsüller de muhtekirlerin eline geçmekte idi.
Hiçbir milletin zıraati bizimki kadar iptidai değildi.
Sonraları bu halin ıslahı için Zıraat Bankası ve Zıraat
62
·•4•
Bakanlığı kuruldu. Ziraatimizden, ormanlarımızdan,
madenlerimizden faydalanmak üzere mütehassıslar ye.
tiştirilmeye geçildi.
İstanbul suru içinde ve dışında, Üsküdar, Eyüp,
Kasımpaşa ve Boğaziçi çevresinde ve mahalle araların·
da bile bostanlar vardı. Bu bostanlarda külliyeıli sebze
ve meyve yetiştirilirdi. Bu mahsul şehirlinin ihtiyacını
karşıladıktan başka dışarı da gönderilirdi. Eyüp bos­
tanlarında okka gülü yetiştirilir, gül mevsiminde Eyüp
civarında Yavedut semtinde şafakla başlıyan gül pazarı
kurulurdu. Mevsim müddetince pazar işlerdi. Eskiden
beri İstanbul'un taze meyve pazarı vardı. Bu pazara
devlet tarafından tayin edilen Pazarbaşı bakardı. İstan·
bul'umuzun başlıca meyvelerinden biri de üzümdü.
Çamlıcalar, Bulgurlu ve Erenköy çevresindeki bağlar­
da nefis üzüm yetiştirilir ve bunların çoğu sofra üzü­
mü olarak çarşı pazarda satılırdı. Hele bu bağların
çavuş üzümleri nefaset itibarı ile bütün dünyada yeti·
şenlerin en lezzetlisi idi. Rumeli tarafının da Yapıncak
üzümü son derece nefis ve boldu. Filoksera hastalığı
bağlarımızın çoğunu harap etti.
Kiraz, vişne, incir, dut ağaçları bağları bezernekte
idi. Bunlar da kurudu, mahvoldu, bağlar tarla halint:
geldi. Yakın vakitlere kadar birçok bahçe ve ağaç me­
raklılarımız vardı. Evlerinin idaresine yetecek sebze­
leri, aşı gülleri, nefis meyve ağaçları yedştirir ve bun­
ları kendileri aşılarlardı. Her mevsim reçel, şurup,
tatlı kaynatılırdı. Bu meraklılar da kalmadı.
Eskiden Eyüp ve Bahariye bahçelerinde menekşe,
Jale, sünbül ve Bahariye sırtlarında fulya yetiştirilir,
63
tatlı ve şurup kaynalırmak üzere şekerci esnafı tarafın­
dan sa tın alınırdı.
NARH
Taze yenmek. üzere pazar yerine getirilen her tür­
lü meyve ile sebzelere narli konur, perakendeci esnaf
bu narh üzerinden karını koyup satardı. Fakat narha
ne kadar dikkat edilse tesiri görülemiyor, zararın çoğu
bağcı ve bahçıvanlara, bir kısmı da şehirliye oluyor,
şatıçılar kar ediyorlardı. Narbın fayda vermediği anla­
şılınca 1864 tarihinde bütün satışlar serbest bırakıldı
ve narh kaldırıldı.
İstanbul'da esnafımızın sattıkları meyve ve sebze­
ye narh konularak kıymetinden fazlaya sattınlmaması
halkımızın menfaatine düşünülmüş ve eski vakitlerde
bu usule büyük önem verilmiş, narha bakmak işi İs­
tanbul Kadılığı ve İhtisap Nezareti memurlarının bi­
rinci vazifeleri arasına alınmıştı. Sonraları hakikatın
bu merkezde olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü bir mem­
lekette satılık eşyaya narh vermek ve tayin olunan fi­
yattan fazlaya satılmasıılı men etmek, o eşyayı kayd
ve şart altına koymak demek ve halka faydalı olacağı
düşünülmüş ve faydalı da olmuş bulunmasına rağmen,
o zaman ile bu zaman arasındaki fark, imkanların ge­
nişlemesi ile meydana çıkmıştır. Eskiden, şimdiki gibi
ticareti kolaylaştıracak yollar olmadığından halk elin­
deki malı olduğu yerde satmaya mecburdu. Nakil ko­
laylığı artınca ve narh, belirli bir fiyattan fazlaya sat­
tırmayınca, mal sahibi malını dilediği yere götürüp sat­
tabileceğinden, malın ardı kesilecektir. Bu suretle nar-
•
•
65
lun bir parça faydası olsa bile, sonralan zararlı olaca­
ğı tecrübe ile meydana çıkması üzerine zamanın icaba­
tma uyularak narh kaldırılmıştır.
Önceleri İstanbul ahalisinin ihtiyaçlarını ehven te­
darik etmesi için narh ne kadar faydalı olmuşsa, son­
raları narbın kaldırılması bu faydayı sağlamıştır.
· Narh usulü kaldırıldıktan sonra lstanbul'umuza her
taraftan eşya dökülüp gelmiş, ve ucuzluk başlamıştır.
P: 5
Tiryaki Çarşısı Tiryakller Hayab
Tiryaki Çarşısı çok eskidir. Bu çarşıcİa bulunan
dülekAnlar şimdiki gibi birkaç harap kahvehaneden iba­
ret de�ildi. Vaktiyle muşamba feneı:ciler, divitçiler,
altın varakçı esnafı da bu Çarşıda sanatlarını icra eder­
lerdi. Zenci, köle ve cariyelerin satıldıkları esir pazarı
da bu çarşıdaydı.
MUŞAMBA FENERCİLER:
Eskiden sokaklarımız şimdiki
gibi havagazı.
ve
elektrikle aydınlatılmıyordu. Fenersiz gezmek de ya­
sak olduğundan geceleri sokağa çıkan "'herkes fener
taşımağa mecburdu. Fenerler iki türlü idi. Biri çerçe­
veli cam fener, diğeri de muşamba fenerlerdi. Cam
fenerleri. ekseriya bahçelerde, avlularda, sokak kapıla­
rında ve dükkaniarda münasip yerlere asmak suretiyle
kullanırlar, sokaklarda dolaşırken ç_ok kişi muşamba
fener kullanırdı. Bunlar da üç türlü yapılırdı. Büyük­
leri bazı vezirler ve ulu kişilerin geceleri bir yere gi­
dişlerinde, bindikleri hayvanların öniİnde yürüyen se­
'
yisler taşırlardı. Orta boylarını, yine gidişlerinde ko­
nak uşakları, önlerinden yürüyerek taşırlardı. Halk ta­
bakası ise bizzat taşıdıkları için muşamba fenerierin
ufaklarını seçerlerdi, bunlar ioabında cepte de taşı­
nırdı.
68
Latife kabilinden bu muşamba fener bahsinde şu­
nu da kaydedelim: İtibarlı dostlanından bir zatın biz.
metkarlarından bir hödüğe efendisi muşamba fenerin
kirini gösterir ve temizlemesini tenbih eder, o birşey­
den haberi olmayan hödük de su ısıtır ve feneri suyun
içine sokarak sabunla bir güzel yıkar, birde bakar ki
muşamba fener bir bez yığını halinde sudan çıkar. Er­
tesi gün ben o zatın konağına gittiğimde kimini hid­
detli kimini de güler yüzlü görünce sebebini sotup öğ­
rendim ve ben de gülrnekten kendimi alamadım.
Bir de muşamba kağıttan yapılan fenerler vardı
ki, bunlar mahalle bakkallannda satılırdı. Bunları ek­
seriya ayak takımından geceleri sokakta gezenler ve
bilhassa meyhanelerde akşamcılık edenler kullanırlar- ·
dı. Mahalle çocuklarının Ramazanlarda ve mübarek ge­
celer�e fener kapmak yağınacılıklan da bu kağıt fe­
nerlere münhasır gj.�iydi. Sonraları sokaklar havagazı
ile aydınlattidığından muşamba feneriere ihtiyaç kal­
madı ve bunları yapıp satan esnaf da dağıldı . .
DİVİDCİ ESNAFI
Divitler kalem, kalemtraş, Makta (üzerinde kamış
kalemlerin ucunun düzeltildiği kemik, şimşir madeni
alet) gibi malzemenin saklanmasına ve mürekkep kon­
roağa mahsustu. Bunlar bele sarılan kuşağa sokularak
taşınırdı. Divitleri büyük memurların yanında çalışan
kalem efendileri, katipler, tüccar ve esnaf yazıcıları
kullanırlardı. Divitler gümüşten, sarı pirinç vesair ma.
denlerden yapılırdı. Sonralan Divit kullanmaktan vaz
·
geçildi ve esnafı da battı.
ZENCİ ESİRI.ER PAZARI
Eskiden Çerkez ve Gürcü köle ve cariyeler Avrat
pazarında zenciler de Tiryak.i çarşısındaki esir paza­
rında alınıp satılırdı. Esaretin resmen lağvından son­
ra bu pazar yerleri de kaldırıldı.
.
TİRYAKİ KAHVELERİ VE TİRYAKlLER
Tiryaki çarşısındaki kahvehanelere gelince; vaktiy­
le bu çarşıda ilim ve irfan sahibi kibar ve zarif kişiler
için muntazam kahvehaneler vardı. Terbiye ve güzellik­
ten mahrum muaşeret bilmeyen bir takım kimseler
bu gibi topluluklardan zevk alamadıklan için onların
kahvehaneleri de ayrı idi. Kibar kahvelerinde satranç,
dama ve benzeri oyun meraklıları da b�lunurdu. Za­
manın irfan sahibi bu gibi oyun meraklıları İstanbul'un
her tarafından bilhassa bu kahvelere gelirlerdi.
Tiryakilerin kahvehaneleri de ayrı idi. Btmlar boy·
ları büyüklüğündeki hastonları ellerinde olarak gezen
iki büklüm bir takım ihtiyarlardı. Bu adamlar hareket­
sizliğe mahkum ve müzmin bronşile tutulmuş oldukla­
rından kullandıkları çubukların lülesinden bulut taba­
kası teşkil eder, kulakları tırmalayan nargile fokurtu­
su, öksiirük ve göğüs hırıtısının ardı arası kesilmezdi.
Hele peyketerin önündeki öbek öbek tükrük ezintisin­
den tiksinip iğrenmemek kabil olmazdı. Ötedenberi
peykelerin üzerine ya Mısır hasırı veyahut kar keçesi
çivilenirdi. Sonralan frenk keçesi serilir oldu. Maa-ma.
fih kibar kahvehanelerinde sedirli minderler, yastıklar
da bulunurdu.
70
Tiryaki kahvelerinde yoğurt çanağına yakın bü­
yüklük-::e kahve fincanları ocağın etrafında dizilir çu­
buklaı , nargileler köşeleri doldururdu.
Kahvehanelerin hepsinde (gönül ne kahve ister ne
•
kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane) veyahut
(Ehli keyfin keyfini kim tazeler? taze elden taze piş­
miş taze kahve tazeler.) gibi yazılı levhalar vardı. Ka­
badayı kahvelerine levha yerine resimler asılmıştı. Bu
resimler Hazreti Ali'nin Zülfikar ile İfriti öldürüşünü,
Veyselkarani Hazretlerinin Yemen illerinde deve güt­
tüğünün ve Hacı Bektaşı Veli'nin duvarı yürüttü�nün,
Karaca Ahmet Sultanın yılandan dizginli Aslana bine­
rek, yılandan kamçı ile «ah! mirielaşkıo ibaresinde (H)
harfi göz farz edilip bundan çıkan gözyaşlarının dere
haline geldiğinin resimleri idi. Bunlar gayet kaba saba
boyalarta boyanmış şeylerdi.
Tiryaki meşrep kimseler kahve, tütün, tömbeki ile
enfiyeyi hafif keyif. verici maddelerden sayarlardı .. En­
fiye kulanmayı itiyat edinenierin ekserisi yüksek ilim
adamları, şeyhler, mülkiyeliler ve muharrirlerin ileri
gelenleri ve daha bu gibi ağır başlı kimselerdi. Bunlar
. arasında enfiyenin cinsi ve nefaseti hakkında uzun
uzun konuşmalar yapılır ve mesela Fransa'nın Rende
enfiyesi ile Felemenk eniiyesinin birbirine
kanştınl­
masından. ve rutubetini muhafaza için Çiçek veya De­
niz suyu ile terbiye ed�Jmesinden bahsedilirdi. Enfiye
tiryakileri sokaktaki karşılaşmalarında bile birbirleri­
ne derhal enfiye malıfazalarmı takdim ederler ve bu­
na da «kaldırım ziyafeti ıo derlerdi.
Eski sadrıazam Tunuslu Hayrettİn Paşa Hind en­
fiyesi kullanırmış,, kendisinin saclareti zamanında bü-
71
yük devlet ricalinden bazılan da bu cins enfiyeyi ter�
cih etmeğe başlamışlardı.
Enfiye kullananlar ekseriyetle Ramazanlarda tir�
yaki olurlar ve nefes almada bile güçlük çekerlerdi. Ah­
baplarımızdan ve eski Babı·.Ali. mensup larından en­
fiye müptelası bir zat ile iftarda birlikte bulunuyor­
duk. Bu zat gündüzden itina ile terbiye ederek malı­
fazasma koyduğu taze enfiy�sinden iftar vakti bir tu­
tam enfiye aldı. İftar topunu bekliyordu. Top atılma.
siyle beraber burnu için hazırladığı o bir tutanı enfi­
yeyi acele ile ağzına atıverdi. Zavallı adam sofradan
kalktı, kustu ve bir hayli sıkıntı çektiydi.
Eskiden Benefşe (Menekşe), Kani Bey enfiyesi ·
isimleri ile yerli enfiyeler de yapılırdı. İstanbul tütün
inhisan idaresinde enfiye fabrikası bile açılmıştı. Bu
Kani Bey ikinci Sultan Mahmut'un Kahvecibaşısı olup
sonradan evkaf nazırlığında da bulunan zattır. Bu cins
enfiyeyi kendisi icad ettiği için O'nun adı verilmiştir.
Enfiye tirylkileri, kokusunu bozduğu çin lavanta
gibi kokular katarak enfiyeya terbiye etmezlerdi. Hatta merhum Mümtaz efendi çiçek suyunu bile kul•
lanmaz, enfiye terbiyesi için yalnız den.iz suyu tercih
ederdi.
.
.
Tömbeki ııiüptelisı olan meraklılardan bazılan
kahvecilerin hazırladı� nargileyi hemen içivermezler­
di. KoJlannı dirsekierine kadar sıvar, nargilenin süra­
hisini, lülesini, marpucunu bizzat uğuşturarak temiz­
ler, sürahisine suyu kendi koyar, lüleyi kendi doldurur,
kendi ateşler, hattA bazıları marpuç başlığını ağızlan­
na değdirmemek için bir ki�t parçasını zıvana gibi
72
başlığın deliğine sokmuş olduğu halde içerlerdi. Kah­
vehanelerin çubuklarını içmek istemeyen tütün tirya­
kileri kendi çubuklarını beraber taşırlardı. Bu gibi me­
raklılar geçme çubuklar yaptırırlardı. Bu geçme çu­
buklar birer karış uzunluğunda üç parça çubuğun zı­
vanalı vidalarla birbirlerine eklenmelerinden meydana
gelirdi. Lülesi imamesi beraber olarak çuhadan bir ke­
se içinde- olduğu halde kaput, cübbe gibi elbiseterin
altında kaytan ile belde asılı olarak sallanırlardı. Şair­
lerden meraklı bir zat zamanın cömertlerinden vaat
ettiği geçme çubuğu alamayınca şu kıt'a ile tekrar is­
temiştir:
Çöp gayriden duham içmezlz,
.
Hasılı ol geçme'den biz geçnıeylz,
Acı tatlı her ne ise kaiUz,
Yusufi badem çubuğa mailiz.
Demek ki eskiden geçme çubuklar arasında Yusufi
namında bir çeşidi varmış.
·
Eskiden tirkeş denilen orta boy, çubuklar vardı
ki bu nevi çubuklan vezirler ve büyükler kayıklarda
ve hususi odalarında kullanırlar ve resmi yerlerde yi­
ne uzun çubuk içerlerdi. Afyon'dan börş denilen ma­
cun kullanmaya alışanların ekserisi bu keyif verici
nesnenin basura ve gölüs hastalıkianna en tesirli ilaç
olduğundan bahsederlerdi.
Afyon kullanmayı alışkanlık haline getirenierin
çoğu gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları hal­
de son zamanlannda içkiyi terk edip kendilerini avut-
73
mak ve neşelerini temin etmiş olmak için afyon kul­
lanmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Neşelerini ta­
zelemek istedikleri için afyonun miktarını günden gü­
ne arttırdıklarından zavallıların tak.atleri kesilmiş, si­
nirleri gevşemiş, hacakları sarsak, elleri titrek olmuş­
tur, gayet titizdirler. Mesela oda kapısı biraz sertçe
kapansa kıyameti koparırlar, gürültü patırdıyı hiç sev.
mezler, daima rahat ve sükfınu arzu ederler. Bir de
alıngandırlar, her sözden alınır, izzeti nefislerine do­
kunulmuş addedeler. Onlarca ufak bir şaka bile büyük
saygısızhktır, asabi halleri daima parlamaya hazır ol­
duğundan bazen pek ufak bir mesele için çoşup taş.
tıkları olur. Yüzleri daima asık durur.
TiryakHer afyonu gizli olarak kullanırlar, kullan­
dıklarını kimseye göstermek istemezler ve kullandık­
tan sonra mutlaka kahve içerler. Afyona cila verdiği
için tatlıyı pek severler. Hatta çoğu yanında peynir
şekeri kutusu taşır. Afyon kutusu, macun kutusu, en- .
fiye kutusu, tütün kutusu, tömbeki kutusu, kav çak�
mak kutusu tiryakiterin daima beraberlerinde bulun­
durmağa muhtaç oldukları avadan lıklardır.
•
Tiryakilerin keyifleri tazelendikçe kendilerine bir
neşe gelir, yarı kapalı gözler yavaş yavaş açılmaya baş­
lar ve bir parlaklık hasıl olur. Titrek ellerinde me­
tanet, seslerinde kuvvet peyda olur.
Neşeleri kıvama
gelince tatlı dilli, gi.iler yüzlü olurlar. Musikiye aşi­
na olanları semai gibi şeyler bile okurlar. Öyleleri var­
dır ki, can ve gönülden onu dinlemekten hoşlanır.
Tanınmış üstadlardan Deliaizade İsmail efendi mer.
hum tiryaki ve gayet öfkeli bir zattı. Bir toplantıda
74
zamanın muı;ikişinaslanndan bir fasıl takımı (nü­
hüft) besteyi okuyorlardı. İsmail efendi kızdı, hiddet·
lendi, yan yerde faslı tatil etti. Kendisi afyonu attı
ve çubuğu birkaç nefes çektikten sonra besteyi tek
başına okudu idi. Hazır olanlar ve bilhassa mus.ikiye
vukufu olanlar hayran oldular, hatta bir çoklan da
elini öptüler. İşte afyonun neş'esi bir, birbuçuk saat
kadar böyle olmakla beraber hükmü geçince yağı tÜ·
kenmiş kandil gibi yavaş yavaş bu neş'e de söner,
gözlerdeki panltı azalmağa, el ve . ayaklar evvelce ol·
duğu gibi yine titrerneğe başlar. Uykuları gelir, başları
kannlanna doğru sarkar, yan açık kalan dudaklan
arasından horultular işitilir. Ağzından salyalar bol bol
akar, kamburları çıkar, olduklan yerde 'çöreklenip ka­
lırlar.
\
rtirtiNC'Ü' D'OKKANLARI
Eskiden devlet adamları, kibarlar ve asrın zarif
kişileri gelip geçişi seyretmek için büyük caddelerdeki
maruf tütüncü dükkaniarında İstirahat edip dinlenir·
lerdi. Bilhassa Ramazanlarda tütüncü dükkaniarına
rağbet birkat daha artardı. Hatta Ramazan akşamları
Padişahların bile tütüncü dükkaniarına rağbet ettikleri
olurdu. Şimdiki Darülfünun (Üniversite) binasının ye.
rinde bulunan Necip Paşa Konağının altındaki tütün·
cü dükkanında Sultan Mahmut'un ve Tophanede eski
Salıpazarı caddesindeki Yani'nin dükkanında da Abdülmedt'in İstirahat ettikleri def'alarca görülmüştür.
Tütüncü dükkaniarının duvarlan kırmızıya boya­
nır ve içierini de kanepe ve sandalyelerle döşer ve süs­
lerlerdi.
•
'
...
(
..
.
,..,
..
•
,,
.
L � .,/,.,
•
•
,.
•
,
•
1
•
•
1
\
ib
\
.'·
•
,!
1
ı .
••
ı
ı
1
-
'
c
.
.
-
.
1
'•\
\
\ 1
·,
'
,.
..
.
!••
,1j
•
•
•1
'
i
'
\
Esrarkeşler ve· Meczuplar
Gerek Avrupa'da, gerekse dünyanın öteki kıtalann·
daki bütün ülkelerde varlıklı, bilgili, sanat ve ticarette
nam
salmış kimselerle Devlet hizmetindeki memurlar
sınıfı bulunduğu gibi, hiç bir işle uğraşmayarak sefaJet
içinde ve başkalannın yardımlan ile geçinip giden se­
fihler ve düşkünler de var
dır
.
•
Tabiatıyla İstanbul'da da öylesi adamlar vardır ki,
bunların arasında bilhassa (Esrarkeş) olarak tanınan
kişiler, bu bahtsızlar zümresinin önde gelenlerini teşkil
etmektedir. Gerçi bugün tiksinti veren bu zümreye ale·
nen mensup kimse kalmamış gibidir. Ancak bunlar na­
sıl kimselerdi,
ne
yapariardı ve hayatlarını nasıl sür­
dürurlerdi? Bunu öğrenmek ve İstanbul'un hususi hal­
lerine dair bilgi edinmek isteyenler için faydalı olaca.
ğını düşünerek - ve bir müddet önce (Esrarkeşler)
adıyla bir kitapçık · da yayımlandığından - ben de bu
mevzudaki bigilerimi aÇıklamayı uygun buldum.
Esrarkeş denilen adamlar, bütün vakitlerini ken­
dilerine mahsus kahvehanelerde
geçirirlerdi.
Esrar
kahveleri Tahtakale, Tophane, Silivrikapı, Mevlevihane­
kapı yakınında ve bir de İshakpaşa'ya inen yokuşta idi.
Bu yerler, bildiğimiz kahvehanelere hiç benzemezdi. İç­
leri gayet pis, murdar, tavanlan isle kararmış, her ta-
78
rafını örümcek agları sarmış, sıvaları dökülmüş, cam­
ları asla silinmemiş, karanlık, iğrenç kokular saçan bi­
rer sefalet yuvası idiler. Iç�risinde bir kaç kerevet, bir
kınk su testisi, paslı bir tas bulwıur ve her birinde
barınan yedişer kişisine (Kıdemli Dede) denirdi. Bu
dedeler, kımıldamağa mecali kalmamış bir takım mis­
kin .ve tiksinti veren ihtiyarlardı. Vaktiyle tenbellik
veya sefahat, yahut yaradılışiarının sevkiyle bu setalet
•
batağına düşmüşler ve günden güne insanlıklarını kaybetmişlerdi.
Halkımızdan bazılannın inancına göre bu ihtiyar­
lar dünya işlerinden elini eteğini çekmiş, Tanrı'dan baş­
ka her şeyle ilgisini kesmiş, Kırklar'a karışmışlardan
oldukları için, kimseyle konuşmazlar; başlannda havı
dökülmüş, yağı tepesine kadar çıkmış birer fes ve fesin
kenarına kapkara olmuş bir sank sanlnııştır. Tırnak­
ları hiç · kesilmemiş, yıllarca bir defa bile traş olma·
mış, yüzleri ve gözleri kıllar içinde kalmıştır. Vücut­
Jan su yüzü görmediğinden tenlerinde kara bir kir ta­
bakası hasıl olmuştur. Giydikleri gömlekler kara bir
muşamba haline gelmiş, sırtlanndaki lime lime abalar
yağ içinde ve leş gibidir.
Bunların -sağlık durumuna gelince: Omuzları çök­
müş, kambuhırı çıkmış, yüzleri süzülmüş,
gözlerini.n
feri sönmüş ve bulanık bir hal almıştır.
İşte böylesine iğrenç yerlerde yaşayan bu bahtsız
insanlar, daima dirsekierini dizlerine ve ellerini de şa­
kaklarına koyup kendi iç alemlerine dalmış bir halde
bulunurlardı. Her birinin önünde tenekeden yapılmış
köhne birer tükrük hokkası duran bu bedbahtlara karş:
insan bir nefret hissi duymaktan kenc:Uni alamazdı.
79
Herhangi bir ziyaretçi bunlarla konuşulamayaca­
ğını bilmeyip de şayet bir s8yleyecek olursa, cdalgamı­
zı bozma » diyerek azarlanır, belki kapı dışan bile atı­
lırdı..
Bu yedişer kişlik (Kıdemli Dede) lerden başka her
kahvenin birer de (Ocakçı Dede) si vardı.
Bu Ocakçı
Dedelerin vazifesi, daima ocak başında bulunmak ve
.Ltiıtmak, nargileleri dolclurmak, bir de çay
ocağı örtüU
pişirip vermekten ibarettir. Nargiteler Hindistan cevizi
kabuğundan yapılmıştır. Esrara (Kınna) derler. Bu kır­
ınayı tömbeki ile karıştırıp nargilelerin Iiliesini bunun­
la doldurulurlardı.
Kıdemli Dedelerin aynca üçer kişilik
aveneleri
vardır; vazifeleri tahsildarlıktır, bütün gün gezer du­
rurlar. Kıdemli Dedelerin ermiş kişiler olduğuna ina­
nan bir takım Allahlık adamlar onlara haftalık bağla­
mış ve dileklerinin gerçekleşmesi uğruna adaklar ada­
mış olduklanndan,
tahsildarlar bunlan
toplamakla
meşgul olurlar ve ayrıca kendi tanıdıklarından da pa­
ra İstemeği ihmal etmezler.
Bu esrar kahvelerinin bir de gelip giden müşteri­
leri vardır ki, bunlara (Muhip: Dost) derler: Gerek
tahsildar müritlerin, gerekse
muhiplerin getirdikleri
paralar Ocakçı Dedeye tesli� edilir.
Bu kahveTere girenler, Kıdemli Dedelerin huzurun·
da boyun kesrnek · (eğilip saygıyla selamlamak) mec­
buriyetindedirler. Bu gelen kişiye hepsi birden, asla
söz söylemeksizin bir kaç dakika öylece bakarlar; ba­
kışları gayet öfkeli ve hiddetlidir. Aralanna girenler,
evvela edeplice boyun kestikten ve yalvanp yakanna
ifade eden bir vaziyet aldıktan sonra doğruca Ocakçı
80
Dedenin yanına gideler, elini öpüp
getirdikleri para­
r�yı teslim ederler. Dede parayı sayar, sonra «Üç baş»
der. Her (Baş) bir kuruş demektir. Mesela getirilen pa­
ra beş kuruş ise, üç kuruşluk üç baş nargile doldurur,
kalan iki kuruşa karşılık da çay pişirip birer miktar
ekmek hazırlar. Gıdaları bundan ibarettir. Nargile ön­
ce bir baş dolar, üzerini ateşler. Bir ıslık çalar. Ora­
da bulunan yedi Dede ağır ağır başlarını kaldırırlar.
Evvela Ocakçı Dede nargileyi, soluk almaksızın, gayet
kuvvetli olarak içine çeker; dumanını tavana salıve­
rir. Parayı getiren adama da bir nefes çektirir. Sonra
da dedelere, «Hod nefes» diyerek her birine birer ne­
fes çe'ktirir. Artık o zaman kahvenin içini son derece
pis kokulu ve tahammül edilemez bir duman kaplar.
Hazır bulunaniann hepsi şiddetli bir öksürükle sarsı­
lır, önlerindeki tenekeye tükürürler. Nargile, birbiri
ardı sıra böylece doldurulur ve çekilir. Arkasından da
çay ile ekmek verilir. Nihayet yine daha önceki vazi­
yetlerine dönerler; yani dirsekierini dizlerine ve elle­
rini de şakaklarına koyup kendi iç alemlerine dalıp
·
giderlerdi.
Esrardan hasıl olan keyfe gelince: Kendilerini es�
rarın keskin ve uyuşturucu tesirine kaptıran esrarkeş­
ler, öylesine tatlı ve derin bir hülyaya dalmış oluyor­
lar ki, bundan duydukları zevki, keyif verici sair · içki­
lerden hasıl olan zevklerin hepsine tercih ediyorlar.
Hatta öyle ki, bu zevkin uğruna hayatlarını bile feda­
dan çekinıniyorlar. Bu garip ye esrarlı halin ne suret·
le oluştuğunu yeterince
bilemediğimiz için, zevk ve ne­
şesine dair ortaya şahsi bir görüş sürebilecek durumda değiliz.
·
'Meczuplar, Sebilciler
Yakın zamanlara kadar
meczuplar güruhundan
birçok adamlar cuma günleri ve kandil geceleri Eyüp'
te toplanırlardı.· Toplantı yerleri
Akgömlek Mehmet
Efendi mezarı ile Beşir Ağa türbesinin yanları idi. Bun­
lar, dilenci kıyafetinde, perişan kimseler'di.
Kimileri
güpegündüz elinde koca bir fener olduğu halde dola­
şır, kıi.mi de çubuk içerek gezer; bir başkası yalınayak,
başı açık, durmaksızın koşardı. O bir elinde bir asa,
aya�nda yüks'ek nalınlar olduğu halde ağır ağır gidip
gelir, bazısı hiç söz söylemez, suskundur . Bir diğeri ise
bir şeyler söyler, ba�rır durur. Öteki mütemadiyen ba­
şını sallar, dervişlik eder. Hepsinin üstleri başlan pis
ve kirlidir. Şunun bunun kolundan çekerek para is.
terJer. Süslü ve kibar hanımlar böylesine kirli ellerin
üstlerine sürüldüğünü istemezler, lakin vesveseye ka­
pılmış olmaktan da çekinerek hareketlerine engel ot­
l
mazlardı. Bir zarar arı dokunmasın diye para da ve­
rirlerdi.
Bir vakitler, mübarek günlerde, tahta sedye üze­
rinde Eyüp Camii şadırvan avlusunda bulunmayı adei
edinmiş (Eyüplü Yatalak Efendi) derler. kötürüm bir
adam vardı.
Tevekkül ehlinden bir kısım halk bu
adamdan medet umar, sedyesi çevresinde öbek öbek
P: 6
82
toplanır, onunla konuşmayı bir şeref ve uğur sayarlar­
dı. Yatalak efendi oldukça güzel söz söyler, manevi­
yattan bahseder; o civardaki meczuplardan hangileri­
nin ne gibi kerametleri olduğunu sayar döker ve ke­
·r ametlerine dair fıkralar·, hikayeler anlatırdı.
Yatalak Efendinin kanaatına göre bunlar zamanın
uluları ve yüceleri imiş. İnsaniann dünyaya ait işleri­
ni hep bunlar idare ederlermiş. Her şey onların elin­
de olduğu için dış görünüşlerine bakıp da üzülmek yer­
siz olurmuş. İşte bu gibi sözlere inanan o mütevekkil
insanlar, daima gönül rahatlığı içinde yaşarlar ve bu
meczuplann mukaddes ilhamlarından yardım görme­
ye çalışır, sevgilerini kazanmak için de onları besler,
bağışta bulunurlardı.
Yatalak Efendinin bir meziyeti de
meşhurlardan
Eyüp civarında kimlerin gömülü olduklannı -bütün
rivayetleri ve tafsilatıyla- anlatması idi. Hatta bun­
lardan çoğunun mezar taşlarındaki tarih beyitleri bile
ezberinde idi.
Eyüp'te bir de badi - hadi yürüyüşlü (Sallabaş Emi·
ne Hanım) vardı. Bu yetmişlik kadın, Eyüp dilencile­
rinin en hatıriısı sayılırdı.
Konuşması düzgün, üstü
başı da temizce olduğundan bir yolunu bularak ziya­
retçi hanımların yanına sokulur, bir terbiye ve neza­
ket örneği kesitir, devletli hanımefendinin faziletleri­
ni ve ziyaretindeki manevi menfaatları sayıp döktük­
ten sonra, yakında gelin olacak yoksul bir kızcağızın
nasıl yardıma muhtaç olduğunu, veyahut o günlerde
yetim kalan bir yavrucağın ne derece sefalete düştü- ·
�nü ve bunlara yardımdan hasıl olacak sevap ve el-
83
de edilecek mükafatları birer birer sayar; karşılığın­
da hiçbir şey beklemeksizin yardım toplamak zahme­
tine katlandığını söyler ve bu suretle bir 'hayli para
kazanırdı. Tatlı sözlü ve halden anlar bir kadın oldu­
ğundan cumaları ve mübarek günlerin akşamları zi­
yarete, ramazanda da türbe iftarına gelen hatırlı ki­
şileri adabına uygun, olarak selamlar, mizaçiarına .uy­
gun sözler bulur söyler, eğlendirir ve yüksek değf;rde
hediyeler alırdı.
İstanbul'da birtakım da (Sebilciler) vardı. Ak tak­
ke üzerine yeşil veya beyaz sarık sarar, meşin şalvar
üzerine yakasız, düğmesiz ve iliksiz, kollan bolca kısa
. bir ceket giyerlerdi. Meşinden yapılma musluklu su
kabını (kırbayı) omuzlarına asarlar, ellerinde de sarı
pirinçten su tası bulunurdu. Kandil akşamları cami
avlularında, sair günler<;le de sokaklarda ve mesire
yerlerinde dolaşırlardı. Kadınların bir çoğu ölmüşle­
rinin ruhları için sebil edilmek üzere bunlara para
verirler, parayı aldıkça «Sebilullah, şehidan-ı deşt-i Kerbela ervahı için sebil» (1) diye bağırırlardı.
,
Bir gün bunlardan biri, «İnsan yediği lokmayı hak
etmek gerektir. Helal olması için alınteri ile kazanıl­
malı. Her nimet bir külfet karşılığıdır» demişti. Bu iti- barla sebilcilik, dilenciliğin daha seçkin bir sınıfı olu­
yor. Çünkü avuç açıp dilenmezler; emeklerinin karşı­
lığını almış olurlardı.
(1)
«Tanrı yoluna, Kerbela Çölünde susuzluktan ölen şe­
hitlerin ruhları için» anlamına gelmektedir. (N.A.B.)
Dilenciler
İstanbul'da dilenciliği sanat edinmiş olanlar iki
türlüdür. Bunlardan birinci kısma gi.r:enler sürekli, ikin­
ci kısımdakiler ise geçici dilencilerdir. Sürekli dilenciler
yerli olup 60 yıl önce yapılan nüfus sayımında müslim
ve gayrimüslim umumi miktarı (2700) kişiye ulaştığı
anlaşılmıştır. Taşrab gel -geç dilenciler bu hesaba da­
hil değildir. Bu seb�ple miktarı tahmin edilemiyor.
Dilencilerin dileome tarzları çeşitlidir. Bir takımı
kasidecidir. Mahalle aralarında, cami avlularında do­
la�rlar; yüksek sesle kaside ve maval okurlar. Körler,
gören arkadaşlarının yedeğinde gererler.
Körlerden
tek başına gezenleri de vardır. Böyleleri , hiç görmedik­
leri halde İstanbul'un tenha ve kalabalık sokaklarını
pek iyi bilirler. Gezerken de ağızları bir dakika dur­
maz, mütemadiyen söylerler. Bu kasi.decilerin çoğu
Araptır. Arap olmayanlan da sözlerini Arap şivesine
benzeten Çingenelerdir. Birtakım dilenciler de cami
kapılarını, sokak başlarını, işlek caddelerin köşeleri­
ni kendilerine durak edinmişlerdir. Bunlar yaşlı, sa­
kat, kör veya bakar kör, topal, oturup kalkmaya me­
calleri olmadığından bütün gün yerlerinden ayrılmaz­
lar. Bu gibilerin devamlı olarak durdukları yerlere
kendi aralarında (Gedik) derler. Muharrem ayında so-
86
kaklarda ve birbirinin yedeğinde dolaşmak hakkı bu
gediklilere aittir. Bunlar evlerin önünde dururlar, bir­
birlerinin omuzlarına dayanıp, yaslanarak ilahi okuma­
ya başlarlar. Okudukları ilahinin nakaratı «Gökte me­
lek, yerde her can ağladı» beyitidir. Bu beyitin sonu­
na . bir de «Hoy Goy Canım» diye eklerler. Çocuklu­
�mdan beri işittiğim güfte hep budur,
asla değiş­
mez. İlahinin sonunda içlerinden biri yüksek sesle dua
eder, ötekiler •amin» derler. Evierden kuru bakla, ·fa•
sulye, nohut, buğday, pirinç, şeker kuru üzüm gibi
aşure malzemesi verirler. Aldıklan malzemeyi omuzla­
rında asılı olan torbalara korlar; diğer evlere geçerler.
İlk on gün içinde toplıadıklan aşure harcı bir hayli
miktara ulaşır� Tabii. bunlan satıp bedelini aralarında
paylaşırlar.
.
Sanatlarını gezgincilik suretiyle yapan dilencilerin
çoğtı Eyüp, Edirnekapı, Karacaahmet gibi büyük me­
zarlıklarda bulunurlar; · çarşı - pazarlarda gezerler.
Bunların çoğu sağlam olduklan halde kendilerine acın­
dırıp merhamet çek�ek için körleri, topalları taklit
..
ederek d,olaşan zıpır heriflerden
ve bütün hayatını
halka avuç açma•kla geçiren ne idüğü belirsiz ihtiyar­
lardan, ar damarlan çatlamış zırzop kızlardan, haya­
sızlıkta eli bayraklı at gibi kanlardan ve kendisini sü­
rükleyerek dolaşan cadılardan ve bunlara mensup tah­
sil ve terbiyeden mahrum,
üstleri başları murdar,
ayakları çıplak, burunlan sümüklü, bit içinde sıska
çocuklardan mürekkeptir. Bunlara dilenciliğin
başlı usul ve kaideleri öğretilmiştir.
belli
87
Bu gezginci güruhu, dilenrne sanatında tecrübe ve
ihtisas kazanmış takımından oldukları için, ekmekle­
rini taştan çıkarırlar. Sabahları zırva (1) ve çorba; per­
şembe günleri pilav, zerde dağıtımından faydalanmak
için imarethanelerin (2) kapılarında beklerlerdi. Hayır
sahipleri tarafından Eyüp'te kestirilen kurban etinden
pay almak maksadıyla kurbanhane önünde bekleşir­
ler; aldıklan kurban payını kebapçılara satarlardı. İs­
tanbul ve Beyoğlu lokantaları ile aşçı dükkanlan kapı­
lanndaki yemek artıkları, ekmek kırıntıları ve kışla
arkalanndaki karavana döküntüleriyle kannlarını do­
yururlardı. Ötekinin berikinin içip attığı sigaralan
toplayıp bunların tütünlerinden yaptıklan sigaralan
tellendirirlerdi. Mezariıkiara getirilen cenazelerin sa­
daka dağıtımında hazır bulunurlar; cenaze peşinden
koşar, birbirleriyle dalaşıp boğuşurlardı. Cuma gün­
leri ve kandil akşamları toplandıkları yerler cami ka­
pıları ve şadırvan avlulandır. Kendilerine . acındıracak .
surette yanıp yakmarak ve ant vererek dilenirler. Eyüp
· ziyaretçilerinden biri sıadaka verecek gibi olursa, öte-
·
Zırva: Eskiden imarethanelerde (aş ocaklannda)
pirinç, şeker,. incir, üzüm ve hurma ile yapılan ıd.
paya benzer bir çeşit tatlı. (N.A.B.)
(2) İmarethanelerde evvelce vazijelilere, medrese talebe·
lerine ve yoksullara verilmek üzere pişirilen yemek·
ler, sonraları artık yenemez bir hal almış ve bu da
suiistimalden üeri gelmiş olduğundan, biri İstanbul'da
diğeri Üsküdar'da ve sadece fakirZere mahsus olmak
üzere iki imarethaneden gayrisi kaldırılmış; Tasar·
ruj olunan paralar medrese talebelerine tahsis edil·
miş olduğu Evkaf tarihçesinde yazılıdır.
{1)
88
ki dilenciler derhal biçarenin başına üşüşerek orta·
larına alırlar. Bunların elinden kurtulmak pek zordur.
-
Bu kısım dilenciler, «inayet ola, bozuk para yok» gibi
red sözlerinden utanip defolmazlar. Zorlamakta ısrar
ve insanı adeta iz'aç ederler.
Devamlı dilencilerin
bir de (kahya)ları
vardır.
Kahya, dilencilerin kıdemlilerinden ve iktidariılarm­
dan olmak üzere kendileri tarafından seçilir. Bir va­
kitler dilencilikte derin bilgi sahibi, cerbezeli, iri yarı
bir kahya vardı. Dilencilere karşı daima sert davranır;
kurban eti, cenaze sadakası dağıtımında iki defa pay
almak isteyen dilencilerin hile ve desiselerine meydan
vermezdi.
(Yeri gelmişken bu mevzuda bir fıkra anlatalım:
Eski Sadrıazamlardan Hüsrev Paşa, bir bayram günü
Emirgan'daki yalısında tebrik maksadıyla gelmiş ol�n
misafirleri ile sohbet ederken oda kapısında dilenci­
ler kahyasının beklediğini görmesiyle derhal ayağa kal­
karak herifi içeriye davet edip baş sedire çıkarır; bil­
hassa onun için kahve ve çubuk ısmarlar, izaz ve ik­
ram eder. Bu hali gören ziyaretçilerio hayret ve taac­
cüpleiini gidermek için de «Efendim bu zat ileride he­
pimizin amiri olacaktır. · Bu sebeple bir ihtiyat tedbi­
ri olmak üzere lazım gelen savgıvı şimdiden göster­
mekte kusur etmemektiğimiz gerekir.» dedi�ni hika·
ye ederler.)
Gözünü İstanbul'a dikerek gelen taşrah dilencile­
rin içlerinde çırılçıplak, yalınayak. başı
ler Çingenelerd ir.
açık gezen­
Adalardan hirtaktm Hristiyan ka-
89
dınlan yine kendi cinslerinden olan kız .ve erkek ço­
cukları toplayıp İstanbul'a gelirler. Bu masumları ken­
di menfaatledne alet edip Çok küçük yaşta olanları­
nı -herkes hasta zannetsin diye- çeşitli uyuşturucu
ilaç ve esanslarla .sersem ve bitkin bir hale sokup sa­
bahtan akşama kadar sokak ortalarında yatırır; da­
ha büyüklerini de gelip geçenlerin peşleri sıra saldır­
tıp dilendirirlerdi.
Bir takım da, mübarek Ramazan ayının
sadaka
bolluğundan faydalanmak üzere, İstanbul'da toplanıp
biriken şahıslar vardı.
Bu zümrenin çoğu taşradan
yeni gelen çiçeği burnundalardan olmayıp, sair gün­
lerde Osküdar ateş kayıklarında (1) ve mavnalarda ay­
lakçılık
(2)
eden veya sokaklarda elinde kalbur, sırtın­
da kara kıldan yapılma bir heybe olduğu halde kuru
üzümle karışık leblebi satan hetiflerdi. Bunlar, Bitpa­
zarından birkaç kuruşla şal eskisi l:lir sarık ve çarşaf
bozuntusu bir cübbe edinerek dilenir gezerlerdi. Bir
kısİm da taşradan gelen, doğru dürüst dili dönmediği
halde düzensiz bazı kaside beyitleri ezberleyen yontul­
mamış dangalaklardı. Bunlar bazen kendi aralarında
birleşip ve daimi dilencilerle de toplaşarak büyük bir
kumpanya şeklini alır, işte o zaman İstanbul sokakla­
rı çıplak ve iğrenç, sırnaşık, . mütecaviz dilencilerden
(1)
(2)
Ateş Kayı(lı: Eskiden yangın olduğu zaman, yangın
söndürme tulumbalarını Boğaz'ın bir yakasından
öteki yakasına taşımak için kulanılan dar, 1uıfif ve
süratli kayıklar.
Aylakçı: Belli başlı bir işi olmayıp gündelikle veya
boğaz tokluğuna çalışan işçi
90
geçilemez bir hale gelirdi. Bir takımı da teravih nama­
zından
sonra
kalabalık kahvelere girip selam vererek
ilahi okur .ve hikAyeler anlatırlardı. Bir kısmı ise ca­
milerde nainaz kılmakta olaniann önlerine (mekAnın
cennet ola) ibaresi yazılı beyit şeklinde küçük kilit­
lan bir baştan bırakıp ötelci baştan toplarlardı. Di�er
bir grup, cami avlulannda birleşip (a�lar Yakup �­
lar, Yusufum deyu) tarzında derviş Yunus'un şu ka­
dar yüz yıllık ilAhisini hep bir a�ızdan, lWn galiz ses­
lerle okurlar, ve birçoklan da halk camiden çıkarken
cami kapılannda dizilip dilenirlerdi.
Akşamlan iftar
maksadıyla konaklan dolaşır, pervasızca SQfralara çö­
kerler ve sonra da (diş kirası) namıyla para isterlerdi.
İstanbul dilencHerinin
bu yakışıksız hareketleri
sonradan hükumetçe göz önüne alınarak hususi bir
(Darülaceze) . tesis edilmişti. Ama ne var ki,
manlarda yine türeyip ürediler.
son
za­
istanbul Sefilleri, Kopuklar
Işsiz güçsüz Istanbul serserilerinin diğer tabaka­
larını teşkil eden1er arasında eski külhanbeylerinin
karşılığı olan ve sonralan (kopuk) adı verilen bir sü­
rü aşağılık, terbiyesiz, ayak takımı kimseler türemiş­
tir ki, }>unların yaşayışları kayda değer. (1)
Kopukların çoğu 15 - 16 yaşlannda iken kendile­
rince nüfuzlu addolunan ve biraz yaşını almış olan
azılı ve edepsizlete sığınır ve onların koltuğu altında
yaşarlar. Bu gençlere, aralarında (filanın kınğı) denir,
onlara bağlılıklarının derecesi sonsuzdur. Azılılar kı­
rıklarının yetiştiricisi, terbiyecisi sıfatını takınmışlar­
dır. Bu yaşlarda kopukluğa atılanlardan tek başına
yaşayanlar enderdir.
Züppe, hoppa, zırzop, zorba gibi mizaç ve terbi­
yece birtakım sınıfiara ayrılmış olan başarat da ko­
puklardan sayılabilir.
Kopuklar arasında her mezhep ve milletten adam
bulunur. .Çoğu adiliği, ahlaksızlığı sebebiyle mektep-
(1)
Öküz ve inek ahırlarının d/Jşemelerinin içinde zaman­
la kurıtJIUP bir tabaka teşkil eden gübreleri. ahırcı·
lar demir küreklerle parça parça atarlar. Bu parça·
Zara Rumeli'ler kopuk derler.
92
lerden atılmış, ailesinden şunu bunu çaldığı için ev­
den kovulmuş kimselerdir. Bazıları da kibar çocukları
veya servet sahibi mirasyedilerden oldukları halde se­
fahat uğruna bu yola düşmüşlerdir. İçlerinde aşırı de­
recede zekaya ve üstün bir iş adamı olacak kadar akıl
ve istidada sahip olanları da vardı.
Kopukların kıyafetleri kendilerine mahsus moda­
ya tabidir. Birinci tabakadan olanların başlarında dar
Beyoğlu siyah fesi, yaz ve kış siyah ceket, siyah pan­
tolon, siyah yelek giyerler. İpek Trablus kuşağının ye­
leğin kemerinden görunmesi şarttır. Yakalık ve kra·
vat takmazlar. Kapamacı işi, veya aba kostüm giyrnek
ve Trablus kuşağına karşılık beyaz yün kuşak sarmak
daha aşağı tabakanın alametidir. Kuşaksız gezilemez.
Ceketin kollarını giymeyip (kartal kanat) denilen omu­
za alma şekli de bunlarca kabul edilmiş sistemlerden­
dir. Çoğu iskarpin veya yemeniyi ökçesi basık kulla­
nırlar. Çekme fotin kullanmak da caizdir. İçlerinde ip
kuşaklı, keçe külahiılan da vardır. Bunlar kendilerine
bir yürüyüş tarzı icat etmişlerdir; adımlannı açık atar,
kollarını serbest sallar, kuvvetli ve azametli bir çalım­
la yürürler.
Kopuklar mesleklerince adı ve sanı olan kişiler­
dir. Her birinin bir lakabı vardır:
•Kavanoz Meh­
met», «Kampana Ahmet», «Seyrekbasan Osman», «İs­
kete Hakkı», «Yumurta Hüseyin», «Çiroz İzzet», «Kırık
Salih», «Palabıyık Serkis», «Dertli Şevket», «Raconcu
Cafer», «Çıplak İstirati», «Pr.rmaksız Yorgi», «Kılefte­
ci İlya», «Kabakoz Dimitri», v.s. gibi isimler... Ko­
pukların yürüyüşleri ve hareketleri sırasında sağ omuz-
93
ları s0ia nispetle daima kaikık durur, bu da ceketle­
rinin sol tarafında kama, bıçak gibi şeylerin gizlenmiş
olmasındandır. Kopuklarca silah taşımak mecburi gi­
bidir. Silahları; altı patlar, bıçak, kama, kurşunlu bas­
ton, lobut, usturpa gibi şeylerdir. Kırbaç, hasır iskem­
lc, soba odunu, yumruk da icap ettiği zaman silah va­
zifesini göriir.
Kopuklar birbirleri ile buluştukları zaman evvelce
tanışmamış olsalar dı} derhal tanışır ve ahbap olurlar.
Zira hepsinin gençlikleri serseriyane bir muhit içinde
beslendiğinden ahhlkça aynı seviyededirler. Birbirleri­
ne saygı ve sevgi gösterirler, fakat zabıtaya daima düş­
mandırlar, onları hiç sevmezler. Şayet içlerinden biri
zabıtaya karşı müşkül bir durumda kalırsa diğerleri
onu derhal himaye ve müdafaa için ayaklanırlar.
Kopukların arasında cesur ve gözüpek, hiçbir teh­
likeden yılmamış ve bilakis herkesi yıldırmış, bütün
umumhaneleri (genelev) kasıp kavurmuş, korku sal­
mış kahramanların hatırı sayılır. Bu gibiler umumha­
nelerde dost tutmuşlar ve onlara belalı olqıuşlardır.
Karılar kazanır onlar yer, bu karılar da paralı birta­
kım avanakları dost edinerek güzelce onları yolarlar.
Bazen belahsı, karının aşıkı tavrını takınır ve rakibi­
ne karsı silah kullanır. Bu şekildeki tutkunculann tes­
pit ettikleri evleri tamamiyle yolmadan bırakmazlar.
'
Kopukların mutlaka bir fahişe sevmeleri, fahişe­
terin de onları severek hırs ve arzularına boyun eğme­
leri lazımdır. Aksi takdirde, kopuklar dünyayı alt-üst
etmek isterler. Meyhanelerde masasını terk edip bir
başkasının yanma giden Kınk'ın gitmesinden, veya şan
94
ve şöhretine nakise getirecek bir laf atmasından, ve­
yahut aftosunun başka bir haspayı dost tutmasından
dolayı kopuklar hır çıkarır ve kavga ederler, vuruşur
ve bıçaklaşırlar. Bu gibi çatışma ve vuruşmalar daima
vuku bulur. Kolaylıkla uzlaşamayan kopukların içle­
rinde öyleleri vard,ır ki, bin türlü belaya uğradıklan
halde kafalarının dikliğinden dolayı uslanmaz,
yola
gelmezler. Düşmanıarına karşı kin ve husumetleri son
bulmaz. Kaba kaba tabirlerle
küfreder ve hakaret
ederler. Zaman olur ki gözler'inde vahşi bir panltı ve
yüzlerinde müthiş bir se}lirme hasıl olur, dişlerini gı­
cırdatarak hücum etmek isterler. Defalarca hapisha­
nelere girip çıkmış
olan sabıkahlar,
yardakçılarının
yanında seçkin bir mevki kazanmışlardır. Onlann üze.
rinde hüküin ve söz sahibi olmuşlardır, çünkü .şeytanlık ve rlubaracılık icadında maharetleri dolayısiyle on­
ları uyarır ve fikirlerini aydınlatırtar. Tarih dersi ve·
ren öğretmenler gibi geçmişlerine ait vakaları anlatır­
lar. Genç kafalarda bu dersler sonuna kadar yer eder
ve bu yardakçılar öğretmenlerinin her keyfine ve em..
rine uymaya kendilerini mecbur sayarlar. Bu azılılar
takımı yardakçılarını kendi işleri peşinde koştururlar
ve köle gibi kullanırlar, icap ettikçe ortalığı alt - üst et­
tirirler. Kumar kahvelerinde
(mano)ya hissedar olurlar.
kahvecilerin aldıkları
Kerhanecilerden aldıkları
paraya karşılık oraları himayeleri altına almışlardır,
bunların, zararlı şahısların aranmasında polise
yar­
dımları olduğu için, polis de bunların vurgunculukla..
nna goz yumar.
95
İnkı!aptan önee
(1908)
kopuklardan bazıları saray
hatiyelerinin maiyetinde bulunurdu. Bu gibiler vazi­
felerini yapartarken kanuna aykırı hallerde bulunsa­
lar bile verdikleri işaret iizerine, zabıta bunları tev­
kif edip sorguya çekemezdi, hatta yaptıkları alemiere
de göz yumarlardı. Bu kopuk takımı, meyhanecilere,
kerhanecilere ve hatta meslekdaşlanna karşı da gayet
azamedi bir tavır takınırlardı.
Kopuklardan, güreş etmek, koç ve horoz dövüş­
türrnek merakında olanlar da vardır. Gönüllerini
eğ­
lendirınek için en aşağılık yerlere dalıp çıkarlar. En
ziyade devam ettikleri yerler kumar kahvele�, mey­
haneler ve balozlar (i·çkili gemici meyhanesi) dır. İç­
kiye tutkuodurlar fakat nezih eğlenceyi tatsız bulur­
lar. Hatta ince sazı bile
sevmez, oynak
havalardan
tezzet alırlar. Haİk kahvelerinde semai okurlar, tosun
ağzı mani söylerler, balozlarda orta oyunu oynayanla­
rı çoktur. Zeybek ve çifteteili oyunlarında seyircilerin
takdirini kazanırlar.
Çalgıcılara bol
bahşiş verirler.
Tiyatrolarda perdecilik eden ve perde aralarında ka­
bakçekirdeği, fıstık, fındık gibi şeyler satan kopuklar,
mali ve bedeni bakımdan kudretsiz oıanlardır.
Kopuklar nazanndıa sarhoşluk, kumarbazlık, ya·
lancılık, sahtekarlık, dolandırıcılık, dalaveracılık, kar­
manyolacılık gibi işler mubah sayılır. Kopukların bir
kısmı kendi evlerinde, hususi ikametgahlannda, bir
kısmı ucuz otellerde ve birkaçı bir odada, parasız kal­
dıkları zamanlar da sabahçı kahvelerinde yatarlar. Sa­
bahçı kahvelerinde hasır iskemteler üzerinde uyukla-
96
yanları da çoktur. Bugün paraları yokmuş; varsın ol­
masın, yann gelecektir diye bir ümit içindedirler.
Bu gençleri sefalet pek çabuk ihtiyarlatır. Bir er­
kek kırkına gelince kemale erer derler. Halbuki bun­
lar içkiye düşkün oldukları için, gezer ve uykusuz ka­
lırlar; gündüz uykulan da, uyku değil, bir ızdıraptır.
Açgözlü ve pisboğaz olduklarından ne bulurlarsa he­
men mideye indirirler. Nefsi heveslerini gidermekte
fazla ileri gider ve bir hudut tayin edemezler. Vücut­
lan daimi bir yorgunJuk içinde yuvarlanır. Hayatları
tabii cereyanını şaşırmıştır. Hastalığa ehemmiyet ver­
mezler, tedavi ettirmezler. Hasılı kopuklar sınıfına
mensup olanlar içerisinde sıhhi vaziyetieri ve adli ve­
sikaları temiz adam bulmak güçtür.
\ 1
\
\�
t \\ '
l
.•
�.
�v
,.
..:_::
•
'
\._
·
.
'·
(
...
(
..•
---'( ,?'
�
-- 'T
__.,
,
(
..
;·
·
,, \
....,:, •\
-: r
'
..
.
. 1
....�
'\.
"
'
' ' ..
-
' \
,
l, ' (
-......
·
.
...
..
-'
.
... ...._
�-- ·--- .._
(
..
(
'
-
'----.. ''
' -R."·
�
...
:..
'\
-
\
....
'
-
""'\ ..
......
.. .
-·� �--
---...._
--
·
.
,
....
,
'
'
..
'......
'
\
'
\
\
•
•
'
•
·-
\
-
-
-
•
İstanbul 'u kasıp kavuran yarıgm/arı sörıdümıek için
kurulmuş Tulumbacılardarı bir grup.
Tulunıbacdar, Kö�klüler, Küplü takımı
Kopukların bir kolu
sınıfa heves
da
tulumbacılar sınıfıdır.
Bu
edenlerin ekserisi İslam gençlerinden ol­
duğu için bunların, önce çocuklukları zamanından · bah­
sedelim.
Ana baba, çocuklarını tahsil ve terbiye için okula
verirler. Çocuk bir zaman okula devam eder. Bunların
arasında
ele
avuca
sığmayan yaramazları,
zaman
bir
gelir ki, okula gidiyorum diye evden çıkar, bir gün ev­
vel
kendilerini
teşvik
eden
arkadaşlan
ile
birlikte
okuldan kaçıp oyun yerlerine giderler. Köşe başların'
"
F: 7
98
da zar atarlar ve denize girmek için deniz kenarların­
da ve tulumba talimi yapılan yerlerde akşamı eder­
ler. Akşam da, okuldan geliyoruz, diye evlerine döner­
ler. Bu hal çocuklara o kadar tatlı gelir ki, artık alış­
kanlık halinde bütün günlerini bu gibi yerlerde geçi­
rirler. Deniz kenarına gittiği günlerden birinde tulum­
bacı takımından bir sandalcı bunları görerek alıbab
olur, sandalına alır. Çocukların bir kısm� kürek çek­
meye ve yelken açmaya ve bir kısmı balık tutmaya
hevesli olduklarından biraz kürek çeker, yelken açar
ve olta tedarik ederek balık tutınakla eğlenirler. San­
dalemın yardımı ile tuttuklan balıklan pişinnek is­
terler. Yanın gaz tenekesinin içine biraz kömür koyup
ateş yakarlar ve. balıklan pişirmeye başlarlar. Sandal­
cı başaltından mkı şişesini çıkarır. Çocuklan da içme­
leri için kışkırtır ve içirir, içlerinden bazılan evleri­
ne geç kaldıklanndan üzülünce sandalcı hemen lakır­
dıya karışarak (Okula gidip de ne olacaksınız sanki,
her gün hocadan azar işitip dayak yiyorsunuz. Bakın
ben i'dadi (lise) ikideydim, bir dalgasına getirip mek­
tepten tart olundum, kocakan da evden kovdu, şimdi
bakın bey gibi yaşıyorum. Yangın olursa giderim. Ora­
da kıyak dalavera döner. Bir dalga çevirdin mi, parn­
sı insana bir sene yetişir) diyerek ve daha buna ben­
zer nice kandırıcı kelimeler ilave ederek çocukl'ann
akıllarını çeler. Artık çocuklar iyice haylazlığa alışıp
ne okula giderler, ne de evde dururlar, daima bu gibi
yerlerde serseriyane dolaşmaya başlarlar. Bir arnlık
sandalcı bunları tulumbacılığa
meyhanede biraz atanz,
teşvik eder.
«Önce
sonra bizim koğuşa gideriz,
orada darbuka, zitli maşa ve kıyak çiftetelli oynayan-
99
larımız vardır, sabaha kadar vur patlasın eğleniriz»
der. Çocuklar gereken çağa gelmiş ve bu gibi eğlence­
lere de istidatlt olduklarından kolaylıkla buna razı
olur ve koğuşa gitmeye karar verirler. Sandalcı, tu­
lumbacı reisi görür ve durumu anlatır. Akşam mey­
hanede biraz atıp doğruca koğuşa giderler.
Koğuşun içerisinde sırasiyle yataklar diziimiş. ve
reise mahsus yatağın baş ucunda bir fener ve yanında
bir kamçı, iki adet baskı, kolu yarım gocuk, darbuka,
zilli maşa asılmıştır.
·
Çocuklar bu hali görünce hoşlarına gider. «Biz de
koğuşa yazılırsak bizim de böyle yatağımız olacak» di­
ye heveslenmeye başl'arlar.
O aralık içeriye, kolunda üç sıra s.ırmah reis ni­
şam, başında sıfır numara k.alıplı fes ve fesin kenarın­
da ipekli bir mendil sarılı, belinde Girit kuşağı, aya­
ğında yumurta ökçeli iskarpin, sol omuzundan asılmış
bir köstek olduğu halde kendine mahsus bir çalım ile
camedanın (gardropçu) kolunda reis girer ve maka­
mına oturur. Bu sırada herkes ayağa kalkmaya mec­
burdur. Reisi takiben Künkçü, Borucu, Hortumcu, Fe­
nerci gibi vazifelilerle tulumbanın diğer adamlan bi­
rer birer gelirler.
Tulumbacı takımı koğuşta tamamlanınca çocuk­
lar hepsine takdim olunurlar ve birbirleriyle konuş­
maya başlarlar. Reisin emri ile (soba kurulur). Bu
meclis demektir, tulumba erkanı arasmda müzakere
vapılır, delikanlıların heves ve arzuları ortava çıkar ve
hepsini tulumbacılığa kaydederler. Artık tulumbanın
beşinci takım efradı olmuşlardır. Ayaklarına birer çift
100
tulumbacı yemenisi, dizlerine beyaz dizlik, bellerine bi­
rer kuşak, sırtıanna yanın kukuletalı ceket giydirirler.
Bunların bedeli tamamen koğuş sandığından ödenir.
Gündüzleri tulumba tatimi ile meşgul olurlar ve artık
yangına da gitmeye başladar.
·
Yangın olan yerlerde mülk sahiplerinden alınan
ücretler koğuş sandığına ait olmak üzere reiste kalır.
Her gün için bir mecidiyyeye (20 kuruşluk gümüş pa­
ra) bir kuruş faiz ödenmek şartı ile reis tarafından bu
delikanhlara sermaye verilir. Bu s ermaye ile malıai­
lelerin çarşılarında mevsimine göre balık, üzüm ve
mesire yerlerinde dondurma satarlar ve birkaçı bir
araya gelerek kavun karpuz sergisi açarlar. İçlerinden
biri, bir ara reisle bozuşup koğuştan kaçar. Galata ve
İstanbul yangın kulelerinden birine müracaat ederek
köşklü yazılır. Oranın bir çift ekmeği ve bir mecidiyye
de aylığı vardır. Sırtına giydiği kırmızı ceket de kule­
den verilir. Kendisine bir harbe (kısa mızrak, süngü),
bir fener, bir de tokıa teslim edilir.
Köşklünün vaziİfesi, yangın zuhurunda kendine ve­
rilmiş olan bölgenin hududuna kadar seğirtip yangın
çıktığını konaklara ve bekçilere haber vermek, nö­
betçi olduğu zamanlarda kulede dolaşarak yangmı gö­
zetlemek ve yangın çıktığında
kule ağasını derhal
uyandırmaktır. O anda köşklü ile kule ağası arasında
şöyle bir konuşma geçer: «
Ağa bir çocuğun oldu»,
«
Kız mı? Oğlan mı?». Üsküdar, Galata ve Boğaziçi
tarafları kız, İstanbul tarafı erkek itibar edilmiş ol­
duğu için köşklü, ağanın bu suatine ona göre cevap verır.
-
-
•
Ağa hemen kalkar, dolaptan bir çanak maytabı çı-
101
karıp· yakarak icacliyeye işaret verir. Orası da haberi
alınca, yedi pare top atarak yangını ilan etmiş olur.
Yangın söndürülünceye kadar, kulenin fenerleri asılı
durur.. (Münasebetıi gelmişken şunu belirt�lim k:i; İs­
·
tanbul'da ve ÜSküd.ar, Galata, Eyüp semtlerinde yan­
gın çıktığında halkın
derhal haberdar edilmesi için
Harbiye Nezaretinde (şimcliki üniversite) bulunan yan­
gın kulesine fener asılmasiyle beraber maytap yakı­
hp Yaniköyündeki icadiye Köşkü civarında Ken'an
Tepesine işaret verilmesi için memurlar tayin oluna­
top atılması 1840 tarihinde usul edinilmiş ve da­
ha sonra bu, 7 topa çıkarılmıştır.) ·
rak
5
Köşklü yazılan delikanlı içkiye fevkalade düşkün­
lüğünden dolayı vazifesini hakkiyle yapmaya muktedir
olamadığından kuleden tard edilir. Diğer arkadaşla­
rından birkaçı Unkapanıı, Tophane, Üsküdar tarafla­
nnda kira beygirleri sürücülüğüne girmiş oldukların­
dan onların teşviki ile. bu da beygir sürücülüğüne baş­
lar. Fakat içki belası ile bu işte de hayır etmez ve ar­
tık serseriyane dolaşır durur.
K'OPL"Ü' TAKIMI
Kopuklardan daha sefil bir san'at vardır ki, o da
küplü takımıdır. Son dereceye varan sarhoşluğu yü­
zünden hiçbir işe eli varmayan ayyaş takımının, rakı­
sı su küpünde durduğu için küplü adı verilmiş olan
meyhaneye düşerler. Bu küplü · meyhanesi, Galata'nın
en izbe bir yerinde olup adeta bir batakhaneyi andırır,
dışardan içerisi görünmez,
dükkan kapalı zannedilir.
İçerde iki adet kınk iskemle ile
ayakları kıvnlmış,
iizeri pis, murdar bir masa vardır. Meyhanecinin yü-
102
zü ııözü berbattır. Tezgah namına, sedir üzerinde bir­
kaç şişe ile pRslı bir teneke maşraba mevcuttur. B u
maşraba elli dirhemJ.iktir. Müşteri on para verir, bu
ınaşrabadaki rakıyı içer, bunun lezreti sulu gazdan az
farklıdır. Buraya devam edenler, içip içip meyhane­
nin bir köşesine kıvrılır yatar, bunlar meyhanenin kı­
demli müşterileridir. Bunlardan bazıları da küplüde
içip Karaköy Hamamının külhanmda gecelerler. Bir
gecelik ücret on paradır. Mamafih gök tavan altında
yatıp yıldızlan sayanları da vardır.
Küplüye devam edenler, gündüzleri, eski tanıdık­
larından bazı kimselerin önlerine çıkıp (Mevlana bizi
unutma, dem parası) gibi manasız sözlerle para ister­
ler ve aldıkları parayı doğruca küplü meyhanesine gö­
türürler. Bu küplü müdavimleri gece ve gündüz böy­
le sarhoş halde mahvolup giderlerdi.
Bu haller yakın zamana kadar devam etmektey­
di, · bundan on, oniki sene evveline kadar bu hallerin
cereyan ettiği işitiliyordu. Daha sonraları İstanbul
gençlerinin mukaddes askerlik hizmetine alınmaları
ile bu gençler için bir köşede sefalet içinde yaşamak
artık tarihe karışmıştır.
Not: Ali Rıza Bey'in anlattığı bu iki tip tulumba­
cı, şüphesiz İstanbul hayatında yaşamıştır. Yalnız, tu­
lumbacılar içinde devrin ünlü sporcuları da yer almış,
hatta Babıali Kaleminde çalışan katip tulumbacılar,
yangın çıktığı ilan edildiği zaman, işlerini bırakıp men·
sup oldukları tulumbacı koğuşuna koşarlardı. Tulum­
bacılık tarihi, ayrı ve uzun bir fasıldır. Burada nakle­
dilen, ·1stanbul'un başıboş serseri takımıdr. (N.A.B.)
DoğUm adetleri, lohusa eğlenceleri
Eski kadınlarımızın doğum ve lobusalık zamanla­
rında garip ve efsanevi birtakım adetleri vardı. San'.at
bakımından ebelerimiz de esef verici bir durumda idi­
ler. Gerek bunları, gerekse lobusalık eğlencelerince
yapılması gerekli birtakım geleneklerin hatırda kalanlarını özetleyerek, gelecek kuşaklara hikaye etmek ga­
yesiyle aşağıya sıraladım:
. -
Ailelerce, doğumdan önce gözönüne alınan mese­
lelerio ilki, münasip bir ebe bulmaktı. Çünkü eskiden
okul görmüş, imtihan vermiş ebeler yoktu. Mevcut
ebeier, ya annelerinden öğrendikleri sanatı yürüten
veya geçimlerini sağlamak için bu işi öğrenmiş bulu­
nan birtakım yaşlı kadınlardan ibaretti. O çağın za­
rif nüktecilerinden biri (karnı burnunda olursa gebe,
burnu karnında olursa ebedir) diyerek bu husu'u ' lx·­
Iirtmiştir. Bu ·yaşlı kadınlar, ebe hanımların �·;ın tb
kısa bir süre bulunarak iılkel bir bilgi edinir. h nu
kendilerine sermaye edinip ebelik san'atını yap m�ya
kendilerini yetkili kabul ederlerdi. Bunların çoğunun
cahillikleri yüzünden birtakım elim olaylar eksik ol­
mazdı_ Bu bakımdan, kadınlar arasında çocuk doğur­
mak büyük bir felaket addolunurdu. İşte bu mühim
ve korkulu durum yüzünden, gerek ebe kadının ve ge-
104
rekse ailesinin kalben güven ve emniyet hasıl edebil­
meleri için konu - komşu -vaktiyle İslam mahallele­
rinde bir samirniyet vardı. Komşu, komşuya akrabası
gibi bakar, onun ·ihtiyacını kendi ihtiyacı gibi görür­
dü- hısım akraba, aralarında haftalarca görüşme ve
müzakereler yapar, uzun araştırma ve soruşturmalar­
la, bin müşkilatla bir ebe tedarik edilebilird.i. Ebe ha­
nımın resmen haberdar edilmesi, kendisine hediye ola­
rak birkaç okka şeker ve kahve gönderilmesi adetine
uyularak yapılırdı. Bu suretle seçilen ebe, zaman za­
man gebe kadının evine gelir ve muayenelerini yapar­
dı. Yaklaşık olarak doğumdan bir hafta, on gün evvel
çocuğun kundağını hazırlaması , ebenin ilk ·vazifelerin­
dendi. Bir de sır saklamakta emniyet kazanıp, gizli
doğuracak veyahut çocuk düşürecek kadınlara arzu
ettikleri gibi bakmaya çalışan ebeler vardı. Bunların
çoğu Musevi kadınian idi ve daha ziyade işlerini ev­
lerinde yaparlardı. Çocuk düşürme mevzuunda, istan­
bullutann hareketleri dikkat çekici bir raddeye geldi­
ğinden, halk .arasında cereyan eden bu çirkin halin
men edilmesi için 1858 tarihinde hükiımetçe bazı ted­
birler kondu. Evvela doktor ve eczacılara, bununla il­
gili ilaçları vermemeleri için İstanbul Kadılığı ve dört
topluluk (�üslüman, Yahudi, Ermeni, Rum) Patrik ve
Hahambaşıları tarafından yemin ettirildi. Ayrıca, ma­
hallesi imam ve muhtarlarınca geçim sıkıntısında olup
beş çocuktan fazla çocuğu olanlar bildirilince, bunla­
ra yardım yapılıyordu. Çocuk düşürenler de ihbar edi­
liyordu. 1861 tarihinde yayınlanan bir nizarnname ge­
reğince, İslam, Hristiyan ve Musevi ebelerinin Tıbbiye
105
Okulunca imtihanlan yapılarak
ellerine izinnameler
verildi; bunu haiz olmayanlar san'attan men edildi.
Aksine hareket edenlerin isim ve şöhretleri ile adres­
lerinin imam ve muhtarlarca bildirilmesi emir ve ilan
edildi.
DoGUM ZAMANI ADETLERİ
Doğum zamanı layıkı ile tayin olunamazsa da ba­
zı belirtilerle ayın ve günün son bulduğu anlaşılır ve
doğum işareti olan sancıların başlaması ile ebe hanım
derhal çağırıhr. Hususi iskemiesi de birlikte getirtilir.
Doğum yapacak kadının feryadını duyan ve yakıcı bir
ağrı ile kıvranışını gören
ev
halkı arasında üzüntü git­
tikçe artar, kadere boyun eğilerek netice beklenir. Bu
arada lobusanın etrafında biriken yaygaracı kadınla­
rın
telaşı, güçlüğü arttınr. Bu ara, «çocuk ters gelmiş
veya çatıda kalmış» gibi zıt ve hakikale uymayan ve
heyecan verici sözler ortada dolaşır durur, helecan bir
kat daha şiddetlenıneye başlar
ve evde bir bunalım
başlar. Bu arada, san'atında zaten nasibi olmayan ebe
hanım da şaşırıp doğumun normal olmayacağını samr
ve böylece birtakım hatalar ve bu yüzden de
acı vakaların meydana geldiği görülürdü.
çeşitli
Sonraları
fikir ayrılıklarını gidermek ve muhtemel bir hadise­
yi önlemek için, yeni türemiş mütehassıs
doktorların
çağrılması ebe hanım tarafından aile reisine
teklif
edilmesi adet oldu. Çocuk selametle alındığı ve gebe
kadın kurtulduğu anda ev halkı (bir oğlumuz veya bir
kızımız oldu) diyerek sevinçlerini belirtir ve müjde-
106
lerler. Kurbanlar kesilir, sadakalar verj.lir, böylece ai­
lenin eski sevinç ve neşesi yerine gelir.
Doğumdan sonra ebe hanım çocuğu yıkar, tuzlar.
Tatlı dilli <?lması için ağzına şeker sürer, sesinin güzel
olması isteniyorsa, göbeğini uzunca keser ve çocuğu
kendisi kundaklayarak sırası ile aile efradının kucak­
larına verir. Aile erkanının hepsi de ebe hamının balı- .
.
şişini vermekten kaçınmazlar.
Evvelce
-
hazırlanmış
olan bir kat elbise, usul gereğince birkaç kalıp sabun
da ilave edilerek bit bohçaya konur ve ebe hanıma ve­
rilir. Lohusa kadın önce yer yatağına yatırıhr. Arkası­
na ve ayaklarına sıcak suyla doldurulmuş şişeler ko­
nur, çay veya ılılarnur gibi sıcak şeyler içirtilerek üs­
tü iyice ürtülüp istirahati sağlanır.
LOHUSA YATA�I
Öteden beri adet olan; her ailenin haline ve kud­
retine göre muntazam bir lohusa yatağı hazırlamaktır.
Doğumun ertesi günü, lohusa ve çocuk bu yatağa alı­
nır. O günden
itibaren, lohusaya,
baldırıkara deni­
len ottan kaynatılarak günde birer fincan olmak üze­
re içirilir. Çocuğun yüzüne biri beyaz diğeri yeşil ol.
mak üzere tülden iki duvak konur, kundağına ineili
nazarlık takıhr, başucuna da bir Kur'an-ı Kerim asılır.
Lobusanın başına kırmızı tülden ·bir çatkı atmak da
adettir. Şekercilerde satılan bakiava biçimi
şerhetlik şekerlerden alınıp kaynatılır
kesilmiş
ve sürahilere
konur. Sürahiler, kırmızı tüle sarılır. Eğer çocuk er­
kek ise, sürahinin kapağı sarılmaz; kız ise, kapağın da
107
tülle sarılması lazımdır. Bu şekilde hazırlanan sürahi­
ler akrabalara, din adamlarına ve ahbaplara gönderi­
lerek resmer.. bildirilmiş olur. Şerheti götürene, gitti­
ği yerden balışişler verilir.
Eski kadınlarımızca dikkat ve itina edilen konu­
lardan biri de albasmamak için lohusayı
odasında
yalnız bırakmamaktır. . Her ihtimale karşı oda kapısı­
nın arkasına bir süpürge koymak ihmal edilmez. O sı­
ralarda lobusaya bir rahatsızlık gelirse «SÜt hastası­
dır» diyerek ehemmiyet vermezlerdi.
İkinci, üçüncü günden itibaren konu - komşu, hı­
sım, akraba gözaydına gelirler; çocuğa altın takar ve­
yahut kurabiye ve benzeri
hediyeler getirirler.
Zi­
retçilere önce Jmhve, daha sonra da sıcak lohusa şer­
beti ikram olunur. Şerheti içenterin (Allah lobusanın
sütünü gür etsin) diye dua etmesi adettir.
Doğumun üçüncü günü, yıldızlar ilmindeki bilgisi
aile reisince bilinen münecciminin tayin ettiği uğurlu
ve mesut saatte çocuğun adı konur. Bu da belirtilen
vakitten hemen evvel aile büyükleri hazır olduğu hal­
de çocuğun babası tarafından yapılır. Baba, lobusanın
yanına gelere.lc çocuğu kucağına alır, kulağına üç de.
fa ezan okur ve kararlaştırılan ismi de üç defa söy­
ler ve bu suretle çocu�un adı konmuş olur.
SON GON TOPLANTISI VE KINA GECESİ
ADETLERİ
Lobusalığın altıncı günü, son günü toplantısıdır.
Evveloe hatır sormaya gelmiş olanlar, özellikle davet
108
.
edilirler. Bu toplantıların çoğunda bir hoca hanımına
mevlid okutturulur. Akaşama kına gecesidir. Bütün
davetliler beklenir, sabaha kadar çengiler oynar. Gece
yarısı (Beşik Çıkma) merasimi yapılır. Beşik, ince oy­
malı ve san'atkarane y·apılmış ve içine ağır kumaşlar·
dan sırma yorgan ve yastık konulmuştur. Beşiğin al­
tında oyulmuş yere konulan çocuğun lazımlığının içi
badem şekeri ile doldurulmuştur. (Bu şeker ebe hanı­
ma aittir). Beşiğe, çocuğun babası ve hısım akrabası
tarafından ağır kumaşlardan askılar asılır. (Bunlar da
ebe hamının hakkıdır) Bu askılar arasına şaldan askılar bile asıhrdı. Çocuğun beşiği bütün teferruatı ile
lobusanın annesi tarafından hediye edilir ve hazırla­
nır. Lobusanın kayınpederi çocuğa mücevherli (Maa­
.
.
şallah), kayınvalidesi (Armudiye) ve diğer aile efradı
da kudretlerine göre (Mahmud iye) veya (Rab'iye) al­
tunu takmak mecburiyetindedirler.
BEŞİK ÇlKMA MERASİMİ :
Ebe hanım çengilerle birlikte aşağı kata iner. Be­
şiği muhafaza edildiği odadan çıkarırlar, önünden ve
arkasından ikişer kadın tutmuş, soygun d'enilen ve dü­
ğünlerde hizmetçilik eden Hamam ustaları beşiğin
dört tarafında kırnuzı, yeşil fitilli mumlan (1) elleri­
ne almış ve Ebe Hanım renk renk askılarla süslen­
miş beşiğin önüne düşmüş olduğu halde çalgıcılar ça'
·
(1)
Şem'a denilen bu mumlar çeşitli resimlerden ve Na·
hilct dı."nilen esnaf tarafından yapılırdı.
•
109
larak ve çengiler ayriayarak yavaş yavaş yukarı kata
çıkarlar
(1).
Alay misafir hanımların önünden geçerek
lahusanın odasına girer. Beşik odanın ortasına konur
oturarak ince sesle ninni
Ebe 'H anım baş tarafına
söylerneğe başlar. Buna çalgı da kıatılır. Beşiğin etra­
fında dönerler. Bu esnada aile fertleri tarafından çen­
gilerin her birine çeşitl.i kumaşlardan askılar asılır,
misafirler tarafından altunlar yapıştırılır. Sıracılann
defleri bahşişlerle dolar.
YEMİŞ ÇlKMA MERASİMİ:
Gece yemiş çıkarılması da kına gecesi adetlerin­
dendir. Büyük madeni tepsilere yemiş tabaklan ko­
nur, tepsinin etrafı allı yeş.i.Ui mumlarla donatılır ve
yemişler mevcut misafirlere yetecek
ı,.-ıiktardan
kat
kat fazla hazırlanır.
Kına gecesi yemişleri Badem, Kuru İncir, Kesta­
ne, İğde, Keçiboynuzu, Habbütle22iz (Akdeniz bölge­
sinde yetişen bir ağacın yağlı ve tatlı meyvesi olup
dut kurusuna benzer), Hurma, Fındık, Üzüm ve ben­
zeri kuru yemişlerden ibaret olup sonraları taze, mev­
sim meyvaları verilmeye başlanmıştır.
(1)
(2)
Beşik çıkma merasimi hakikaten görülmeye değerdi.
Çünkü o zamanın kadınları bu gibi merasime büyilk
ehemmiyet verirler, çengiler de san'atlarında çok ma­
hir oldukları için vazifelerini ustalıkla yaparlardı.
Bu oyun şimdiki çiftetelli veya Arap oyunlarının ben·
·
zeridir.
110
Beşik Çıkma merasiminin bitiminde çengiler tek­
rar aşağı kata iner'ler. Hazır olan yemiş tepsilerini iki­
şer kadın taşımakta ve önde çengiler oynamakta ol­
dukları halde yukarı kata çıkarırlar (Hanımlar darısı
evinize!) sözü üzerine çalgıcıların alkışlariyle herkes
yemişe saldırırdı.
Bu yemiş eğlencelerinden sonra çengiler taklitli
oyunlar oynarlar, sabaha kadar eğlenceler devam eder­
di. Bir lohusa toplantısında çengilerden birisi lohusa
olmuş, Kolbaşı da · Ebelik vazifesini yaparak pek eğ­
lenceli bir oyun oynamışlardı.
Lobusalığın yedinci günü yatak kalkar. Lobusanın
karnının büyük kalmaması için Ebe Hanım tarafın­
dan bağlanır. Ebe Hanım ayrıca çocuğu yıkar, kun­
daklar ve sonra evine gider.
KlRK HAMAMI ADETLERİ:
Bir de Kırk Hamarnı adeti vardır. Kırkıncı günü
lobusayı ve çocuğu Hamama götürü·tler. Hısım akra­
ba, konu komşu .Kırk Hamamma davetlidirler. Ha­
mamın dışansında lobusayı ve Ebe Hamının kucağın­
daki çocuğu çengiler ve ça}gıcılar çalıp oynayarak üç
defa dolaştırırlar. Bundan sonra içeriye götürürler.
Artık Hamamın dışında çengi ve çalgı akşama kadar
devam eder.
Lohusa ile çocuk Harnarnda iken, şayet Kırk Ha­
mamı için başka bir lohusa
getirilecek
olursa kırk
basmamak için, çocuğu hemen kucağa alıp yukarı kal�
dırmak lazımdır. Bu gibi hallerde etrafında bulunan,
111
kadınlar açıkgöz olurlar. Bir mahallede kırk gün içirı­
de iki çocuk doğarsa bunların kırkları karışmış oldu­
ğundan herhangi bir evdeki ilk karşılaşmalarında ço­
cukları sırt sırta getirmek gerekir, zira kırk basması
büyük bir ihtimal dahilindedir.
Halk takımı çocuktann bulunacağı odayı, hizmeti
kolay olsun için ekser'iyıa evlerin alt katında seçerler­
di. Eski evlerin alt kat tavanları basık olduğundan,
sıcak olur diyerek rutubet durumunu hiç düşünmez­
ler, soğuktan bir derece daha korunmak için pencere
kenariarına çirişli kağıt yapıştırır, oda kapılarına pa­
muklu perdeler asarlar, sabah ve akşam pencereleri
açıp odanın havasını değiştirme.lüzumunu düşünemez­
lerdi.
Çocuğun geceleri huysuzluk etmeyip rahatça uyu­
ması için (Körükçüoğlu macunu) yedirir veyahut Haş­
haş şurubu içirirler. Birkaç aylık olunca, arkasında
ufak ufak kabarcıklar belirmişse derhal
(Hacamatçı
Kadına götürüp (Hacamat) ettirirler, pis kanı çıkar­
mak lüzumuna inanırlar.
Çocukların beşikte iken Güneş ışığından gözleri
kamaşıp sonradan şehla ve şaşı olmamaları için dai­
ma gözlerinin üstüne beyaz bir tülbent örtülür. Beşi­
ğinde, altını kirlettiğinde kullanılmak üzere
Sübek.
(Çiş şişe veya borusu) bulunduğu gibi ayrıca altına
pamuklular ve bezler sarılır. Uykusu esnasında elleri­
ni kımıldatıp korkmaması için beşiğinin üzerini sar­
mak gereklidir. Çocuğu na�ar değmesinden
korumak
112
için Beşiğinin üstüne yedi delikli mavi boncuk, çö­
rek otu,· bir adet sarımsak, çitlenbik dalı, Hurma çe­
kirdeğinin oyulmasiyle vücude getirilmiş nahn şekli
gibi şeyler asmak lazımdır. Çocuğu 6 aylık olana ka­
dar kundaktan çıkarmak caiz değildir. 6 aylık olunca
belinden yukarısı serbest bırakılır, buna (yarım kun­
dak) denir. Çocuk 5 aylık olunca zaman zaman ve bi­
rer parmak miktarında pirinç unu
bulamacı verilir.
Halk takımı ona sütü besiemiyor diye henüz yaşına
gelmemiş çocuklara,
kadınların tabirince
(çiğneme)
verirler. Bu yemek esnasında ananın veya başka biri­
nin ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra çıkarıp sal­
yaları akarak çocuğa verilmesidir.
Çocuğa meme verildiği halde almaz da
olarak kıvranıp ağiarsa
sancılandığına
karnma sedef veya bademyağı
sürütüp
devamlı
hükmedilerek
oğuşturulur.
Bir de sağ kolunu sol kolunun, sağ ayağını sol aya­
ğının üştüne getirip çöreklerler. Bunlar da fayda ver­
mezse yine ilk tedbir olarak kurşuncu kadın çağınlır
ve kurşun döktürütür.
Çocukları dık suyla yıkamak lazımken sık sık ma­
halle Hamamma götürür ve orada ya hamam ustaları
veya kendileri kaynar sular dökerek yedi sekiz defa
sabunlarlar.
Bu esnada çocuğun feryadına kulak asılmaz, bu
sıcak suya ve Hamamın hararetine dayanıp dayana­
ınıyacağı asla dikkate alınmaz. Çocuk bu yüzden has­
talansa bile birşeyden korktuğunu sanıp korku damar­
larını hasıcı kadına götürürler ve baba Caferde tes�
113
bihten geçirirler. Yine fayda etmezse Havale illeti ol­
duğıında şüphe kalmaz ve hemen bu hastahğın teda­
visi çareleri aranır.
Bir de çocukların uzun ömürlü olmaları için, ka·
dmiarın tabiri ile doğumdan sonra bir Tekkeye bağ­
lanmış ise zaman zaman o Tekkenin mukabele günle­
rinde çocuğu götürüp Şeyh efendiye okuturlar, içece­
ği suyu sürahi veya testiye koyup Şeyh efendi ile zi­
kir edenlere ve dervişlere üfletirler. Hastalığı zama­
nında çamaşırlarını da götürüp aynı şekilde nefesle­
tirler.
Çocuğun bezleri yıkandıkça kirli suları delikli ta­
şa dökmek lazımdır. Eğer şuraya buraya dökülüp pe­
rilerin üzerine sıçrarsa çocuk Havale hastalığına tu­
tulur. Bu gibi korkulu hallere meydan vermemek için
evin yaşlı kadınları gayet dikkatli davranılmasını her
zaman telkin ederler.
Çocukları sokakta veya bahçede gezdirmek için
dangalak uşakların, kJZ veya erkek çocukların kucak­
larına .verirler. Bunlar çocuğun başını omuzuna daya­
mak ve kolundan çekmernek gibi ihtiyatlan bilmedik­
lerinden ve çocuğu dikkatsizlikle düşürseler de söy­
Jemekten çekindiklerinden, çocuk çeşitli arızatara uğ­
rar, hatta bu yüzden çirkin endamlı olur.
Çocuklar için bir safha da memeden kesitdikleri
zamandır. Ekseriya birbuçuk veya lld yaşlarında me­
mede!l kesrnek İstanbul kadınlannca adet haline gel­
mişti.
F: 8
114
Erkek çocukları memeden daha geç keserler. Fa­
kat çocuklar 9-10 ayhkken anneleri yeniden gebe ka­
lırsa süt çalkadı, süt bozuldu denebilir. Bu durumda
çocuk mecburen sütten kesilir.
Memeden kesmede usul meme üzerine mürekkep
veya başka bir boya sürmektir. Bunu gören çocuk tİk­
sinerek memeyi almaz, fakat · huysuzlanır ve bu hali
uzun günler devam eder. İnsanlarca sevdiğinden mah­
rum olma acılarının birincisi memeden kesilme ol­
duğu söylenir.
KURŞUN DÖKME TEDAVtst
Eski kadınlarımızın inançlarına göre herhangi bir
hastalığa karşı derhal kurşun döktürülürse hastalık
hafifler, çünki bu inancın Fatma anamızdan kaldığı­
nı söylerler. Bir de kurşun baş, karın ve ·ayak olmak
üzere üç yere döküldüğünden hangisinde kurşun faz­
la patlamışsa hastalığın o kısımda olduğuna kanaat
getirir, ona göre çaresine başvururlardı.
Kurşun dökücü, damar hasıcı ve kırhacı (karın
şişmeleriqi tedavi eden) kadınlar mizaçtan anlayan ve
nabza göre şerbet veren kimselerdir. Müşterilerine kar­
şı güler yüzlü ve tatlı dillidirler, onların halleriyle
hemhal olur, türlü diller dökerler.
Hastalık görülen evde yapılan davet .üzerine kur­
şuncu kadın takımını alarak gelir. Takım bir külçe
kurşun, uzunca saph bir tava, içi sırlı büyükçe bir yo­
ğurt çanağı ile iki mavi peştemaldan ibarettir. Kur­
şuncu kadının gelişiyle beraber hastanın geçinnektc
115
olduğu haller ev halkı tarafından kendisine bir bir an�
latılır. Böylece kadın' bilgi sahibi kılınır. Bundan son­
ra kadın mangal başına geçer ve içinde kurşun bulu­
nan tavayı ateşe sürer; kurşunu eritir. İyi saatte ol­
sunlar Perllerin erkeklerinden sakıharak başını örter.
Hastanın odasına gider, hasta arkası üstü yatırı�
lır ve mavi peştemal ile örtülür. Kurşuncu kadın has­
tanın baş ucuna gelir, ızdırabı ne taralında olduğunu
önceden öğrendiği için kurşunu o tarafa doğru yük­
sekten döker, o esnada şiddetiice bir ses çıkar. Kur­
şun parçaları sıçrayıp etrafa yayılır, bu da hastahğın
şiddetine alamettir. Sonra ev halkı ile birlikte çanak­
taki su içinden kurşun çıkanlıp dikkatle muayene
edilir. Kurşunun arasında meydana gelen ince ince
delikler «gÖz» e alamettir, nazar değmiş olduğunda
şüphe kalmaz. O günlerde evlerine gelmiş .olan misa- .
firler arasında çocuğa maaşallah dememiş olan filan­
ca hanımın nazarı değdiği, müzakere sonunda meyda­
na çıkar, kabil olup da o hanımla temas imkanı bu­
lunursa pabucundan bir parça kesilip hasta bununla
tütsülenir. Bu mümkün olamazscı. karanfil çatiatmak
gerekir. Hastalık sancılı ve karın kısmında ise kurşun­
da bu kısımda dökülürken fazla ses çıkarmışsa ço­
cuk dalak olmuştur, bu takdirde dalakçı kadına, eğer
kurşunun tetkik-inde hayvana benzer bir şekil görül­
müşse korkmuş olduğuna hükmedilip korku damarla­
rını basıcı kadına başvurmak lazımdır. Üçüncüsü dı­
şarlık alameti havale hastalığıdır. Artık bu gibi has­
talıklara bakan hocaya müracaat icabeder. Fakat bu
müracaatler kurşuncu kadının buluş, görüş ve tavsi-
116
yesine uyularak yapılır. Kurşun döküldükten sonra
çanaktaki küllü su okunup üflenir, bir miktarı şifa
niyetinde hastaya içirilir, geri kalanı hastanın yattı­
ğı odanın tavanının dört köşesine (kefareti budur.
kefareti budur) diye elle serpilir ve bir okka ekmek
doğranıp aynı çanağa konup üç defa hastanın başın­
da çevrildikten sonra köpeklere verilir. Başka biri
yetkili olmadığı için bu işlerin hepsini kurşuncu ka­
dın yapar. Vazifesi biten kurşuncu kadına ücreti ve­
rilir. Bundan başkıa hastanın hayratı olarak bir mik­
tar da kurşun vermek lazımdır. Hemen kurşun bu­
lunamadığı hallerde Abdeshane kurşunlarının sökü­
lüp verildiği de vakidir.
Kurşun döktürüldüğü zaman çocuğun hastalığı
köpek veya sair bir hayvandan korkmuş olmasından
mevdana geldi�ne kanaat edildiği zaman korku da­
marlarını hasıcı kadına müracaat edili.r. Basıcı kadın
cocueu arkaüstü yatınr, çünki korku damarları ka­
sıkl?-r arasındadır. Hoca hanım iki elivle çocuğun ka­
sıklarına hasar ve (Bas gitsin) der yere vurur ve bu
sözü üç defa tekrar ettikten sonra okur üfler. Bu sı­
rada Hoca hanıma hastanın ağırlığının işareti sayı­
lan esnemeler gelir, okudukça bu esnemeler yok olur
ve böylece korku damarları yerine gelmiş sayılır.
Çocuğun karnının şişi için de dalak kesici, kırha­
cı kadınlara müracaat edilir.
ÇOCUK DİLİ
İstanbul kadınları, çocuk ana dilini çat pat söy­
leyebilecek duruma gelince onlara ilk önce aşağıdaki
117
sözleri öğretirler: Küçücük .. Bebek», Uyku «Ninni»,
YürüSu «Buva» Ekmek «Mama», Sokak «Att.acık»,
.
rnek «Hoppacık», Kesici «Kı.h», El sürülmeyecek «Cıs»,
İyi şey «Cici», Fena şey «Kaka», At «Dahdah», Akar­
su «Cıp Cıp», Kedi «Pisi•, Köpek «Öşöş», Mehtap «Ay­
.
dede», Büyükanne «Haminne» v.s.
Bundan sonra çocuğa kendi dili öğretilmeye baş­
lanır. Çocuk huysuzluk ederse Uroacı'dan korkuturlar.
Bir çocuk· 3 yaşına geldiğinde
annesini 6 yaşında
da babasını sevrneğe başlar. 10 yaşında tatil günleri­
ni, 16 yaşında iyi giyimi sever ve 20 yaşında da sev­
meye başlar. 25 yaşı geçince evlenıneye teşebbüs eder
40 yaşında çocuklarına karşı sevgisi artar, 60 yaşına
vannca da muhabbeti kendi nefsine döner derler.
AİLE KAVGALARI·
Halk tabakalarında karı ve koca arasmda dirlik­
sizlik ekseriya çocukları olduktan sonra başgösterir.
Zira artık kadının hizmeti ikiye bölünmüştür. Öncele­
ri kocasının en ince
teferruatma kadar bütün
hiz­
metlerini kusursuz olarak yapmaya çalışan kadın, ar- .
tık çocuğu ile de meşgul olduğu için bunda kusur et­
rneğe başlar. Kendi tuvaletinde (süslenme) de ihmale
düşer ve akşam kocası gelince onu pejmürde bulur.
Lohusalığı müteakip emzirme safhası da kadının za­
yıflamasına sebep · olduğu için yıpranma başlar ve ev­
velki tazelik ve körpelik kaybolur. Kocasının istekle­
rini hakkiyle yerine getiremez. Hele çocuğun gecele­
ri birkaç defa uyanıp ağlaması babanın rahatını bo-
•
118
zar, uyku haliyle hemen kalkıp da meme vrrip çocu­
ğu susturamaması aralarında kavga çıkmasına sebep
olur. Eğer, evde kaynana ve görürnce de birlikte ise­
ler aile saadetinde büsbütün derin yaralar açılır.
Kaynanaların çoğu gelinlerini sevmez ve onların
kusurlarından bahsederler. Bir kusurlarını bulamasa­
!ar bile yaratmaya çalışırlar. Onların inançlarına göre
ailenin kızları kocadan, erkekl�ri de karıdan yana ta­
Jihsizdir.
Kaynana oğlunun karıya düşemediği mukaddeme­
siyle söze başlar ve: «Biz de taze olduk, ondört ya­
şında köşeye oturdum. İlkim Memomu (Mehmet) do­
ğurduğum zaman evimizde Arap halayık da vardı, öy­
le iken yavrumun bezlerini kendim yıkardım. Kayna­
nam öyle bir kadındı ki atiıyı attan attırır, yayayı yol­
dan çevirirdi. Bizim gelinin acaba öyle bir kaynana·
sı olsaydi ne yapardı?, Mekanı cennet olsun kocamın
içkisi de yoktu. Beş vaktine beş daha katardı. Bizim
oğlanın içkiye darlanması da hep bu gelinin .yüzünden­
dir. Yorgun argm eve geliyor, hiçbir şeyine bakılmı­
yor. Ayol kocanın şusuna busuna baksana diye güzel­
likle ne kadar söyledim. «Aman. Sen de hanım ne (ni­
ne) diye beni payiadı (Kaynana-Görümce) adı var. Ar­
tık birşeylerine karışmayım dedim ve kızımla bera­
ber yemeğimizi ayırdık. Yine içim götiirmüyor. Sabu­
nu leğenin içine bırakmış. Koca dilim ekmeği kedinin
kapmış olduğunu gözümle gördüm ve söylendim. Ki­
min kulağına girecek? Ziyankar mı ziyankar. (Emzikli­
yim, evde birşey yok, ne yiyeceğim?) diye bana soru-
119
yor. Ben de «Ziftin pekini ye» diyecek oldum, hanı­
rnın gücüne gitmiş, ağlaması bitmedi. Şirret mi şir­
ret. Ah! oğlana yazık oldu, kanya düşemedi. Kederin­
den içkiye vurdu» diyerek ve daha buna benzer bir
takım saçma sapan sözler ilave ederek akşamları su
dotdururken çeşme başındaki kadınlara, geceleri bu­
luştuğu komştilara, pazar kayıklarında, hasılı şurada
burada rastgele yerlerde tanıdık tanımadık herkese
mütemadiyen gelininden bahseder.
Geline gelince; aşağı odada ağzı ile çocuğa ninni
söyleyip uyutınaya çalışır, eliyle mangal başında bez­
lerini yıkar, bir ayağı ile beşik sallar. Akşam yemeği­
ni hazırlamak da geline aittir. Ne yazık ki bu vazifeyi
yapabilmek için evde erzak kalmamıştır, kocasının ge­
tireceği şeyi bekler. Halbuki herif akşamcı olduğundan
gece meyhane dönüşü ağız eğri, göz şaşı, yüz haşin,
üstbaş çarnuriara batmış, güya evi içiıi bir okka balık
almış onu da yolda gelirken köpekler kapmış ve sapı
elinde kalmıştır. Ekmekçi çetelenin dolduğundan ve
para verilmediğinden dolayı gündüzden ekmek bırak­
mamıştır. Sarhoş koca mütemadiyen bomurdahıp ya­
vaş konuşmasını İhtar eden karısı güya büyük bir ka­
bahat işlemiş gibi ağzına, yüzüne, dinine ve imanına
küfürler savurur. Bu gürültü arasmda çocuk uyarur
ve çatiareasma ağlamaya başlar. Kaynana ve görüm­
ce hanımlar güya kavgayı ve çekişmeyi teskin etme­
ye gelirler, halbuki geLinin aleyhine, sarhoş kocanın
hiddetini bir kat daha şiddetlendirlrler. Zavallı gelin
vemek yerine temiz bir dayak yer. Bu hal bir de�il,
beş değil bütün günler böyledir. Kadın sonunda (ni-
120
kahım helcil canım azat) diye yavrusunu kucağına alıp
kaçmaya mecbur olur. Hatta (bağnma taş basanm) de­
yip eviadını da bırakıp giden gelinler çok görülmüş­
tür.
Bundan sonra nikahın feshi (boşanma) ve nafaka
davaları başlar. Biçare kadın bütün sırlarını arzuhal­
cilere ve mahkeme katipierine açıklamaya mecbur ka­
lır ve mahkemelerde uğraşır dururdu.
Ramazan adetleri
Devlet adamlarının, zenginlerin ve halkın yaşayı­
şında yılda bir ay değişiklik olurdu ki, bu da Ramazan
ayı idi. Halkın en çok sevdiği ve kutladığı ay, şüphe­
siz Ramazan ayıdır. Bütün müslümanlar hasretle Ra­
mazanı beklerler, bu ay içinde ruhani zevkin en üstü­
nü ile ruhlarını temizlerlerdi. Bu ayın ibadetinde da­
ha başka duygu sarar insanı. Yemekte, içmekte, ge­
ceyi ve gündüzü geçirmekte, hatta zevk ve safada da
bir başkalık vardır.
MiNARELERDE KANDİL YAKILMASI·
Mevlit ve Regaip gecelerinde minarelerde kandil
yakılması İkinci Selim (San Selim-Saltanatı: 1566-1574)
zamanında başladı. Yatsı namazından sonra vaazda
Padişah da hazır bulunurmuş. (Sultan Hamit, müba­
rek günlerde şeyhleri nöbetle saraya davet ederek
adetleri olan ayini dervişleri ile beraber sarayda da
yaptırmayı adet haline getirmişti.) Berat ve Miraç
Kandili de 1577 tarihinde '()çüncü Murat zamanında
Kocamustafa Paşa Dergahı Şeyhi iken Hac'dan sonra
Yemen'de ölen Necmeddin Hasan efendi tarafından
padişah fermanı ile gelenek haline getirilmişti. Rama-
122
zanın birinci gecesinden Bayram gecesine kadar mi­
narelerin kandil ile aydınlanması
Ahmet (saltanatı:
1603- 1617)
1610
yılında Birinci
tarafından adet haline ge­
tirilmiştir.
Ramazan geceleri
mahya kurmak
Süleymaniye,
Sultan Ahmet, Valide Sultan ve Osküdar'da gene Va­
lide Sultan camilerine . mahsus iken - Üçüncü Ahmet
(saltanatı:
1703-1730)
zamanında Damat İbrahim Pa­
şanın tenbihi ile Ayasofya, Fatih, Beyazıt, Sultan Se­
lim, Şehzade ve Eyüp camilerinde. . de mahya kurul­
muştur. Bir gece Şehzade camiinde kurulan malıyada
Zulfikar resmi yapılmış, o zaman Şeyhulislam olan
tarihçi Çelebizade Asım bir kıta yazmıştı.
Ramazanlarda Bayram gecesine kadar kandil ya­
kılarak Bayram gecesi kandil yakılınaması adet hali­
ne gelmişken, bütün İslam aleminde bayram geceleri
şenlikler yapıldığı halde İstanbul'da minarelerin ka­
ranlık kalması, gene Damat İbrahim Paşa'nın padişa­
ha bir ferman çıkartması ile değiştirilmiş, minaretere
geceleri ateşten kaftan giydirilmiştir. Mübarek Mevlit
gecelerinde de kandil yakılması bu fermandan sonra
adet haline gelmiştir.
Yalnız Mevlit geceleri
kandil
yakılınakla beraber şehirde ev ve dükkaniarın önlerine
.
�
kandil asılması ve beşer defa top atılması 1835 tarihinde · İkinci Sultan Mahmut (Saltanatı: 1808 - 1839)
zamanında başlamıştır.
İftar ve İmsak vakitlerinde Rumeli Hisarında kı­
zının yaptırdığı Muvakkithane
(1)
{1)
önünde birer defa
Muvakkithane, ekseriya camilere yakın yerlerde ku·
rulan doğru vakit gösteren yerlerdir.) (N.A.B.)
.
.
•
-
-
-
•1
...
.
..
.
.
-
.
. ..;.•
·­
.
.
•
-·
.
· -
•
., ,
""
-
...
-
·­
•
.
.
:,.·-ı�- :
-
4
;'
_
..'"'- .;
...
....
•
...
-
..
... ...
.
.
.
_,.
-
..
.,:.... ...
- ..
-
-�
... �-
,
�,-�.,
· .
h..
f
...
.....
-�
-
··--
. -. ·-��i��--·.� - .
.
.
.
.,.
. ..
l'.
...
J...
.
-
-
· �
__, ..
_:..._
•
.
.. . .. ,
Ranıa=arılarda cami önleri ayni =amanda birer sergi
halinde idi.. Yü=yıl önceki Yeni Cami avlusunu görüyoru=.
...
.·
--
yeri
.
-
-�
..
...
124
top attırma Üçüncü Mustafa (saltanatı: 1757-1774) za­
manında adet olmuş, sonraları Yedikulede de birer
defa top atılması adet olmuş, daha sonra şehrin tür­
lü semtlerine bu hak tanınmıştır.
Resmi günlerde Sitte ricaline (1) kadar mülkiye
memurları ile Kazaskerden Yeniçeri Kassamlığına (2),
kadar ilmiye ricali, Topçubaşı, Arabacıbaşı, Tüfekçi-
(1)
(2)
Menasıb-ı Sitte-Tanzimattan önce Nişancı, Defter­
dar, Reisülküttap, Defteremini, Şıkk-ı sani, Şıkk·ı sa·
lis defterdarları gibi yüksek makam sahibi memur·
lar. (Nişanc;t-Tevkii,, tuğrai) vazifesi devlet kanun·
larını iyi bilmek, yeni ve eski kanunları ve bunlarla
şeri ahkô.mı telif etmek, divanda icabında bu husus­
ta fikir beyan etmek, yabancı hükümdarZara yazıla·
cak mektupların müsveddelerini hazırlamak, ahitna­
me, berat, menşur ve fermanların baş tarafına pa·
dişahın imzası demek olan tuğrayı çekmek idi. Ni·
şancıların, ayrıca arazi işlerinde rolleri vardı. Arazi
defterlerini kontrol ederler, defterlerde padişahın
fermanı ile değişikiği yalnız Nişancılar yapabilirler·
di. Bu vazife 1836 yılında lağvedilmiştir.
Defterdar.Osmanlı devlet idaresinde en büyük mev­
ki idi. Para hazinesi ile devlet arazisinin yazılı bu·
lunduğu defter onda bulunur, bu (j.efter Defterdar
bulunmadıkça açılamazdı. Devletin hudutları geniş·
leyince, yukarıdaki notta adları geçen Şıkk·ı evvel
Şıkk-ı sani adıyle ayrıca memuriyetler kuruldu.) Rei­
sülküttap - Devlet dairelerinde bulunan · katiplerin
reisi anlamına gelirdi, sonraları devletin dış işlerine
de bakmaya başlamışlar, Dışişleri Bakanlığı vazifesi·
ni görmüşlerdir. Defteremini - Defterhanenin en
büyük amiri idi. (N.A.B.)
Kasarn - Miras taksimi ile meşgul olan, mirasın bö·
lünmesine bakan. (N.A.B.)
125
başı (1) gibi askeri makam sahipleri konakları önle­
rinde mehter çaldırmaları ve Ramazan geceleri sıra
ile mahya kurmaları adet haline getirilmişti. 1845 in­
kılabından sonra bu adetlerden vazgeçildi.
RAMAZAN HAZIRLIKLARI
Ramazan başlamadan önce hükumet
tenbilıleri
ilan edilirdi. Bu ilanlarda nelerin yazıldığını belirt­
mek için biri Yeniçeriliğin kaldırılmasından diğeri de
Tanzimatın ilanından sonra yayınlanan iki ilan örne­
ği sunacağız.
Serasker Hüsrev Paşa'nın İstanbul kadısına gön­
derdiği ilanda özetle ş�le denmekte idi:
«Ramazan münasebetiyle ibadet için padişahımız
inşaallah aralık aralık İstanbul camilerine gelecektir.
Bu günlerde halkın her zamandan fazla saygılı olması
icabeder. Esnaf ve halk, askerlere mahsus yaka ve
yenleri kırmızılı ve zırhlı elbise giyip bellerine kılıç
takmamalıdırlar. Herkes dükkan ve evlerinin önünü
temiz tutmah, çöp ve hayvan leşleri görlilmemelidir.
Konak ve evlerin kapılarına uzun yıllardanberi çamur
sıçrayarak silinmediğinden ve her yıl fazlalaşan bu ça­
murlarla kapılar çamurdan· birer kapı haline geldiği,
pen.celerin önlerinden de top top örümcekterin s3rk-
(1)
Topçubaşı, top dökümhane-&inin, topçuocağının başı,
Arabacıbaşı - Top arabacıları ocağının ağası, ami­
ri, Tüfekçibaşı - Yeniçeri teşkildtında mühim yeri
vardı ve miri tüfekçilere nezaret ederlerdi. (N.A.B.)
126
tığı görülmüştür (1). Bu konak ve ev sahiplerinin ve
hizmetçilerinin girip çıktıkları bu kapıları silip süpür­
meyip böyle' acaip ve yakışıksız bırakmaları maazal.
lahı Taala hastalık getirebileceği gibi, kalplere de sıkıntı vereceğinden başka (Temizlik imandan gelir) s�
zü müslümanlığın şıarı olduğundan bu gibi ev ve ko­
naklann ve dükkanıarın sokak yüzleri ve kapıları da
örümcek ve çamurdan temizlenmelidir. Evlerin önü­
ne süprüntü ve hayvan leşleri atılrnamalı. Padi­
şahımız cami içinde ve yolda iken halk edeple hare­
reket etmelidir. Padişahımız bir yerde otururken önün­
den geçmiyelim, yahut saparak başka yoldan gidelim
gibi hareket edilmemelidir. Gerek atlı ve gerek y�ya
herkes ırz ve edebi ile padişahın önünden gelip geçme­
lidir. Padişahımız camide iken veya bir yerden bir
yere giderken rastayanlar gözlerini dikerek bakmama­
lı, ancak bulunduğu yerden biraz geri çekilerek el­
lerini kavuşturup, önlerine bakarak durmalı, efendi-
(1)
1
Yakın zamanlara kadar İstanbul'un evleri ahşap ve
çoğu boyasız ve boyalı olanlar da büyük konaklardı,
bunlar aşı boyası ile boyalı idi. Evlerin çoğu çamur
kuruları ile kirlenmiştt. Evler birbirlerine bitişik, ba­
sık girintili, çıkıntılı şeylerdi. İçlerinde tareler ve
iirümcekler mekdn tutmuş gibi idi. Avlular, daima
loş, ıslak solucanlı, sokaklardan çirkef sızardı. O
kasvetli çarpık, çapraşık sokaklarda, yarık, yıkık du­
varların dipleri yaz, kış çamur ve mezbele idi, kii­
pek ve fare leşleri ile dolu idi. En işlek Hocapaşa ile
Bab-ı Ali caddesi olduğu halde, bu . caddeler de gayet
dar olduğundan karşılıklı evlerin damlanndan kedi·
ler atlar, evlerin pencere ve cumbalannda kadınların
karşılıklı konuştukları duyulurdu.
127
miz geçtikten sonra işlerine gitmelidirler. Padişahı­
mız gerek camiye geldiğinde veya bir yerde dinlenir­
lerken öbek öbek önünde toplanmamalı veya arkasın­
dan gene öyle topluca gitmemelidirler. Saygısız ha­
reket eden her kimi görürsem haklarında şiddetli ce­
zalar tertip ederim. Sonra pişmanlık fayda vermez.
Ramazan ayında Cuma günlerinden başka hiçbir gün
kimse arzuhal (1) vermemelidir, veren olursa cezalan­
dırılacaktır. Siz de (İstanbul Kadısı) mahalle imam­
larını, muhtarlarını, hanlarda yatıp kalkan bekar ta­
kımı için hancılar kahyasını çağınp bu tenbihlerimi
bildiresin, iyice anlatmalı, kulaklarına sokmalısın
(2). O mübarek ve mesut günde ben de her an padişa­
hımız ile beraber bulunacağımdan, bu tenbihlerime
aykın hareket edeni, Cuma günlerinden ma-ada arzuhal
vereni , padişahımızın bol bol sadaka vermek adetleri
bulunmakta, sadaka için arzuhal verilmesini hoş gör­
mediklerinden, tama' ederek sadaka almak için arzu-
(1)
Padişahlara arzuhal vermek usulü Bizanslılardan
kalma bir adettir. Fetfhten iJnce İstanbul İmr>f.,..,. .
torlan her hafta Pazar günleri atla kiliseye gider­
ken halkın arzuhallerini alırlardı.
(2)
Eskiden hükumet tarafından halka tenbihat yapıl·
mak icabettiği zaman mahalle imamlanna haber ve­
rilir ve akşam ezanına yakın bekçiler: «Tenbih var
akşama camiye buyurun» diye sopalannı kaldınmla­
ra vurup yüksek sesle bağırarak mahalleyi dolaşır,
herkese haber verirlerdi. Akşam namazından sonra
da imam efendi tenl;ıihi halka bildirirdi.
128
hal verenleri (1) çağırıp bağırarak şamata ederek pa­
dişahımıza saldırıp edepsizlik ve tacizlik edenleri gö­
rürsem gerek erkek, gerek kadın olsun Huda hakkı
için o edepsizliği yapanı fena tedip ederim.
.
1\\dişahımız arzuhal veı-ecekler için bu arzuhal­
leri alıp kendisine götürecek memurlar tayin etmiştir.
Arzuhal vermek isteyenler, arzuhallerini ellerinde tu­
tarak bir ·kenarda dursunlar, memurlar gelip hemen
alılar. Böylece tenbih ederim. Dinlemeyenlerin vebah
boyunlarına »
..
TANZiMATlN iLANINDAN SONRA
YAYlNLANAN İLAN
«Padişahımızın camileri teşrif huyuracağı umuldu�
ğundan, herkesin . edep dahilinde hareket edeceğinden
şüphe etmiyoruz. Herkesin intizamla camiler ve. diğer
yerlerde vakit geçirmelerine diyecek yoktur. Ancak
çarşı içinde, Beyazıt ve Şehzadebaşında, Doğruyol üze­
rindeki dükkanlarda_ halkın birikmesi yasaktır. Gece­
leri büyük caddelerde iskemle ile sokak ortalarıru:la,
halkın gidip gelmelerine mani olacak şekilde oturmak
yasaktır.
(ı)
Abdülazizin son yıllarına kadar Cuma günleri ve ba­
zan diğer günlerde ş
i için Padişaha arzuhal veril·
dikten başka, fakir takımı da sadaka için arzuhal
vermeyi adet edinmişlerdi. Hatta Sultan Mecit, ak­
şamları Tophane Kasrına geldikçe kendisine verilen
arzuhaller Uzerine yaverleri vasıtası ile büyük top­
luluklara sadaka daDıtırdı.
129
Arabalar arasında dolaşıp arabalı ve arabasız ge­
len geçen kadınlara insanlık terbiyesine aykırı har�-·
ket edenler olursa cezalandırılacaklardır. Arabalar da
Beyazıt ve Şehzadebaşında sokak ortalarında durma­
yıp gezeceklerdir. Halkın ve hele kadınların elbisele­
rine dair evvelce ilan edilen
kararlar
bilindiğinden
herkesin bu tenbihlere uyması ve hilafına hareket et­
memeleri icabetrnektedir.
Dini vazifelerini yapmak, vaazlarda bulunmak is­
tiyen kadınlar için Sultanahmet ve Şehzadebaşı cami­
leri ötedenberi ayrılmış olduğundan kadınlar bu cami­
lerden başka büyük camilere gitmekten menedilmişler­
dir. Namaz vaktinden başka etikekierin camiye girme­
leri yasaktır. Kadınlar açık saçık kıyafetle gezmeye­
cek, saat onbirden sonra sokaklarda kadınlardan kirn­
se kalmıyacaktır. Kadınlar eşya almak için çarşı için­
de, dükkan ve mağazalarda içeri girip alışveriş ede­
meyecekler, alacağı ne ise bunu satan
dükkaniann
önünde edebi ile durup istediği şeyi isteyecek, aldık­
tan sonra hemen evine dönecektir. Herkesin her va­
kit, hele Ramazan ayında camilere giderek cemaatle
ibadet etmeleri tabiidir. Teravih vakti işi icabı bir ye­
re gidip gelen haderneden başka kimseler dükkaniar­
da oturamazlar, ancak teravih narnazına gidebilirler_.
Geceleri kimse sokaklarda
fenersiz
gezmeyecek,
fenersiz tutulanlar cezalandırılacak1ardır. Saz ve Ka­
ragöz oyunlarına gidenler de ırz ve edepleri · ile otu­
racaklardır. Ne zaman olursa olsun yasak olan kumar
için ev ve kahvelerde toplanıp
oynayanlar, mahalle
ara�arında halkın huzurunu kaçıracak hallerde bulu. .
'
P: 9
130
nanlar cezalandırılacaklardır. Hakiki mazereti olmı­
yanlar oruca devam edecekler, özrü olanlar da çarşı­
zamay
acaklar, bu gibiler de ceza­
da açıkça oruç bo
landırılacaktır.
Her zaman temizli�e riayet etmek; sokak ortala­
rına öteberi süprüntü döküp bırakmak, etrafı koku­
taca�ndan, büyük, küçük ev ve dükkan sahipleri halk·
ve esnaf ev ve dükkaniarını süprüntü ve iğrenç şey­
lerden temizlerneye dikkat · edeceklerdir.
Sokaklarda fişek atmak, mehtap yakmak, halkın
h\lZurunu kaçırmak yasaktır.
Bu tenbihleri memurlar sureti katiyede takip ede­
ceklerdir. Tenbihe aykırı hareket edenler görülürse
cezalandınlmalan kararlaşmıştır.•
Her yıl Ramazan yaklaşırken Evkaftan camilere
kandil yağları ve balmumları dağıtılırdı. Berat Kan­
dilinin ertesi günü de Salatin camilerine mahya iple­
ri kurulmaya başlanırdı. Eskiden Ramamnlarda Sad­
nazam, Reisülküttap, Kihya ve Defterdar gibi devlet
büyükleri padişah sarayına Yıllık Hümayun adiyle
bobçalar sunar, tamnmış hoca efendilere ve maiyet
memurlanna İftariye . adiyle saatler, · ·e. nfiye kutulan
gibi şeyler hediye ederlerdi.
Ramazanın onbeşinci günü askerlere bakiava da­
�tmak adet oldu�an o gün Yeniçeriler, saraya gi­
derek bakiava tepsilerini alırlar, ertesi günü tepsileri
saray mutfa�na teslim ederlerdi.
131
Ramazanın. , birinci
akşamı, Padişah
tarafından
sadnazam iftariye kahvaltısiyle yemek gönderilirdi.
.
.
Ramazanın onbeşinden sonra, muayyen bir gece
vezirler ve büyük dereceli �vlet memurlannın Paşa­
kapısı ve Bab.ı Asafi denilen .Sadrazamların resmi ma�
karnlarında ziyafet verilirdi. Bu ziyafet eski teşrifat
icabıydı.
SESLENMİYEN BiNDILER
1775 yılında Şeyhülislam tayin edildikten onyedi
.
ay sonra aziedilen vt: Bursa'ya sürgün edilen Salih Za­
de Mehmet Emin Efendinin yemek meraklısı olduğu
biliniyordu. Mehmet Efendi Şeyhülislaiii iken daire­
sinde pişirilen yemekleri İstanbul'da ün salmış bu­
lunuyordu. Hatta Saraya sunduğu yemekler Padişah
tarafından da be�enilmekte idi. Mehmet Emin Efen­
dinin zamanında Ramazan'ın onbeşinden sonra sadna­
kona�ında verilen
ziyafete karşı kendisi de
zam
bir ziyafet vermeyi adet haline getirmiş ve bu 1834
yılına kad.ar devam etmişti. Em4l Efendinin gözleri
zayıf olduğundan gözlük kullanır ve bu yüzden de ken­
disine (Camgöz Emin Efendi) derlerdi. ·
Üçüncü Mustafa (saltanıatı 1757 - 1774) Bir gün
Emin Efendinin babasının · gömülü bulunduğu Topka­
pıda Ahmet Paşa Camii yanında bulunan kona�na git­
miş, konuşma sırasında
Padişah:
- Efendi, Aralıkta size gelmek isterim, ama ko­
na�nız pek uzak yerde deyince Emin Efendi:
132
- Sayenizde yakın yerlerde de bir ev· tedariki
mümkündür. Fakat bu civarda gördüğünüz evlerin
hiçbirinde mutfak yoktur.
Padişah hayretle:
- Acaip. Bu evl�rde yemek pişirmezler mi?
- Hepsinin sabah ve akşam yemekleri fakirhaneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.
Sadrıazamlardan Vassaf Efendi Zade Esat Efendi
ile Emin Efendi arasında bir soğukluk varmış. 1776
yılı Ramazan ayında Emin Efendinin verdiği ziyafette
bu Esat Efendi de bulunmuş. Mevsim kışmış, sofra·
ya hindi dolması gelmiş. Emin Efendi: (Bu sene hin·
di seslenemedi) diyerek lengeri kaldırtmış. Bu hare­
keti Esat Efendinin babası Vassaf Efendi (Hindi Mol­
la) diye anılmakta olduğundan, Esat Efendi alınmış
ve: (Onun da vakti vardır, vakti gelince sesleri çıkar)
karşılığını vermiş. Esat Efendi yirmibeş gün sonra
Şeyhülislamlık makamına gelerek Ermn Efendiyi
Bursa'ya sürdürmek suretiyle inti�amını almış, Emin
Efendi 1777 de Bursa'da ölmüştür.
·
ŞEYHtlLİSLAM'IN KISKANÇ KARISI
Üçüncü Selim, (saltanatı 1789-1807) devri Şeyhül·
islamlanndan biri ziyafet için hazırlanan akşam ye·
rneklerini gözden geçirmek istemiş · mutfak Harem
dairesinde olduğundan . ikindi üstü hazırlığı görmek
üzere mutfağa gitmiş. Sorulanna .bir cariyenin verdiği
karşılık hoşuna gide.rek, yanağından okşamış ve bir·
133
kaç laf söylemiş. İşleri güçleri bu gibi şeyleri takip
etmek olan dedikoducular bu hali tellendirmişler, pul­
landırmışlar, hanımefendiye yetiştirmişler. Son dere­
ce hiddetlenen Hanımefendi
kocasından intikam al­
makta güçlük çekmemiş, hemen mutfak dairesine ine­
rek kocası tarafından
yüzü
okşanan cariyeyi yok ettik·
ten sonra hazırlanmış nefis yemekleri tabakları ile
beraber kınp dökmüş ve hepsini dışarı attırmış, ak­
şama ne bir tas çorba, ne bir sahan yemek kalmış.
- Böyle Şeyhülislamın haddi böyle· bildirilir di­
yerek odasına çekilmiş.
Bu durumu gören kahya kadın dönme dolaba (1)
gelerek kahya efendiyi çağırmış ve olan biteni anlat­
mış. Zavallı kahya sakalım eline alarak düşünmeye
başlamış. O saatten sonra yeniden yiyecek terlariki
imkanı olamıyacağından durumu
saraya bildirmeye
karar vermiş. Meşhur mabeyinci Ahmet beyin yanına
giderek olan biteni anlatmış. Durum, Padişaha arze­
dilmiş, Padişahm emriyle
saray mutfağmdan
tabla yemekler hazırlanarak
tabla
Şeyhülislam Konağına
gönderilerek, gelen misafirlere ikram edilmiş. Bir iki
haderne ile konak kahyasından başka kimsenin bu du­
rumdan haberi olmamış.
·
(1)
Eski haremli selamlıklı evlerde. bilindiği gibi harem
buraya erkekler gire·
taratında kadınlar bulunur.
mez, selamlık kısmında ise erkek misafirler kabul
edilirdi. İki kısım arasında. bir taraftan lJbür tarafa
bir $€11 vermek, ve11a haber vermek için (dönme do­
Zap) bulunurdu. (N.A.B.)
134
DÜRRİ ZADENİN BUZDAN K.ASESİ
Meşhur Dürri Zade Şeyhülislam Abdullah Molla,
İkinci Mahmut zamanında zenginliği, el açıklığı ve ki­
barlığıyle meşhurdu. Abdullah Molla'nın bu şöhretini
Padişah da duymuştu, fakat söylenenleri pek mübalağa­
lı bulduğu için bir defa Molla'nın konağını görmek is­
temişti. Bir Ramazan günü Osküdar'da Yeni Camii zi­
yaret ederek ikindi namazını iskeledeki Mihrimalı Ca­
münde kıldıktan sonra bu camiin denize bakan cephesi
karşısındaki Nizarniye karakolhanesine giderek oturmuş. Padişah bir tertip hazırlamış, bütün vükela ve
devrin büyük devlet adamlannın da orada toplanma­
lanm emretmiş. Abdullah Molla Doğancılardaki kona-.
ğında aziedilmiş olarak oturuyormtış. O gün Vükela ve
devlet Heri gelenlerinin ı;>oğancılara doğru gelmekte ol­
duklan ve Padişahın da maiyetiyle arkalanndan gel­
diği görülmüş. :Şütün bu kalabalık do!ru Dürri Zadenin
·konağına girmişler. Konakta kimsenin hiçbir şeyden
haberi yokmuş. Kahya telaşa düşerek doğru efendisine
koşmuş ve heyecanla durumu haber vermiş. Dürri Zade:
'
- Efendi ne telaş ediyorsun, harerne haber gönde. rin, tablalardan bir iki tanesini dışanya versinler, be­
nim yemeğimi de efendimize takdim.. ediniz, diyerek
yerinden kalkmış ve Padişahı karşılamış. Zaten vakit
gelmiş olduğundan herkes iftar sofrasına oturmuş ve
umduklarından fazla nefis yemeklerle karınlarını do­
yurmuşlar. Sultan ·Mahmut, efendiyi karşısına alarak
iftar etmiş.
Padişa,h, yemekierin nefasetini takdir ettikten baş­
ka her yemek kabının çok kıymetli ve nefis şeyler
135
olduğunu görmüş, yalnız pilavdan sonra gelen hoşafın
bulunduğu kap billur olmakla beraber diğer kaplar·
kadar nefis olmadığının sebebini
efendiden sormuş.
Dürri Zade:
- Kulunuz hoşahn lezzetini bozmasın diye buz par­
çalannı. hoşahn içine attırmıyorum. Gördüğünüz gibi
buzdan kase yaptınp hoşafı onun içine koyduruyoruro
demiş.
Padişah bunu naklederken, hoşaf kabının buz ka­
scsi olduğunu anlamadığım da açıklıyarak,: (Pek utan­
dım) dermiş.
Yemekten sonra Padişah:
- Sizin ahçı pek iyi. İsterseniz bizim ahçı ile de­
ğiştirelim diye de Dürri Zadeye iltifatta bulunmuş. Bu
vakadan sonra
tan Mahmut:
OOni
Zadenin adı anıldığı zaman Sul·
(Herif kibardır)·derm
iş.
·
O G'ONK'O YİYECEK FİYATLARI
Çarşı pazarda ve geztnti yerlerinde bulunan clük.
\
ll
aç demetleri, pastırma, sucuk,
kan ve mağazalarda gü
zeytin, peynir ve havyar gibi çerezler daha fazla görün­
rneğe başlar, Galata ve İstanbul bal ve yağ kapanla­
rmda ve Asmaaltı ma�zalannda, tüccar ve esnafın ça­
lışmalan artar. Mahalle kahvelerinde yiyecek fiyatlan
ve nefaseti hakkında konuşmalar olur.
1831 senesi Ramazan'ımn gelmesinden önce, İhtisap
· Nazareti (o zamanki Belediye Başkanlığı) tarafından
çıkarılan narbın bir suretini aşağıya alıyorum:
136
Cinsi Adıedi
Reçel
Şerhetlik renkli şeker
Kelle şekeri
Yarına denilen toz şeker
Yumurta 100
Ala mermer tozu nişasta
Orta nişasta
Ala Şer'iye
Zeytin
Şümnü Peyniri
Kaşar peyniri
Salarnura peyniri
Atina ve Rumeli balı
Ala nohut
Mercimek
Ala un
Orta un
Arpacık soğanı
Şişe momu
Sade mum
Yerli mum
Okka
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
1
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
ı
kuruş
4
5
5
4
13
4
4
ı
ı
2
3
2
3
ı
Para
20
20
25
20
28
18
30
16
28
23
26
32
lO
4
4
3
ıs
5
38
RAMAZAN HEDiYELERİ VE BÜYÜK BA(;IŞLAR
Yakın zamanlara kadar vekil, vezir ve zengin semt.
lerinde kendilerine yakınlığı olanlara Ramazanlarda
hediyeler verilir ve din adamı olacak öğrencilere, tek­
ketere erzak gönderilirdi. Bu münasebetle Ramazan
yaklaşınca bir takım yiyecek maddelerinin tedarik ve
137
da�ıtılması kibar konaklarının başlıca ödevlerinden bi­
riydi.
Mısırlı Fazıl Mustafa Paşa 1862 yılında Milli Eği­
tim
Bakanlığından Maliy� Bakanh�ına atandığından
o senenin Ramazanında, Bakanlığın odacılarına yüzbin
kuruş Ramazaniye dağıttırmışt.ı
1863 yılı Ramazanının
yaklaştığında da Hidiv İs·
mail Paşa'nın gönderip dağıttırdığı para ve erzakın
cins ve miktarı da aşağıda sıralanmıştır.)
Daptılan yerler
Tekketere
Medreselere
Şeker
40 Kantar
30 Kantar
ölçek
10 kantar 43 ölçek
42.500
80 Kantar 296 ölçek
251.000
Boğaziçi semtlerinde
Galata, Tophane, Fındıklı
Kasımpaşa
Eyüp ve Eğrikapı
Silivri Kapı
Yedikule
Ötede heride kalmış olduğu
Toplam
Hidiv, Yenikapı
100
50
20
18
10
10
17
14
14
83.000
43.000
15.000
15.000
10.000
10.000
12.500
10.000
10.000
Üsküdar mahallelerine
haber verileniere
Pirlnç Nakit kunı!J
ölçek
ölçek
ölçek
ölçek
ölçek
ölçek
ölçek
ölçek
Mevlevihanesinin sema'lıane
ve
hücrelerinin tamiri için bin kese gönderdiği gibi, 1866
tarihinde meydana gelen Hocapaşa yangnınında bir
138
defada verdiği bin beşyüz kese akçeden başka, bu yan­
gında evi barkı yanıp büsbütün kül olmuş ve · tutulan
defterine göre tutarı sekiz bin beşyü:z kişiye varan ih­
tiyaç sahiplerinin her kişisine altı ay kış, ayda alttnı­
şar kuruş ile otuzar okka pirinç ve ikişer okka da sa­
de yağ vermiş ve Sultan Abdülaz.izin hastalıktan iyi­
leşınesi şerefine olmak üzere beşyüz bin kuruş gönde­
rip, fakiriere dağıttınnıştı.)
Ramazan'1 !lrda Şehzadelerin dairelerine ve sul tan
sarayiarına ve eski padişah eşierine ve bunlann yalı­
larına, bir takıin halk ve bazı ilim adamları, şeyh ve
dervişler iftara gidip, derecelerine göre hediyeler alır­
lar, rütbe ve memuriyet sahibi olanlar da zamanın ba­
kan ve vezirlerinin
konaklarına gitmeği
kendilerine
resmi bir ödev sayardı.
Mahalli adet gereğince, iftara gidecekler, ezana beş
on dakika kala geldiklerinden, halbuki, hangi akşam
ne kadar misafir geleceği beÜi olmadığı için, bundan
başka ayrıca ve saray konak kapılanna üçer beşer sof­
ralık da fakir kimseler toplandığından, gerek misa­
firterin
ağırlanması ve gerek fukaranın
dayurulması
için Ramazan . akşamlan her mutfakda normalinden
fazla yemek bulundurmak mecburiyeti vardı. Bundan
ötürü kahya efendiler, vekilharçlar ve katipleri Rama­
zan'ın yaklaşması ile, buna göre ihtiyaçlarını tespit
ederek, kilercilere, kahvecilere, çubukçularla, aşçılara,
tablakarlara, ayvazlara, yarnaklara talimat verir ve bun­
lar olmayan konaklara bu gibi elemanlar tedarik edi­
lirdi. Harem dairelerine de bu nispette iftara gelenler
olduğundan, onlar da ayrıca tedarikde kusur etmez­
lerdi.
139
BESTEKAR DEDE EFENDiYE OYNANMAK
iSTENEN OYUN
Büyük yerlerin
hepsinde teravih
namazlarının,
�yin ve ilahiler ile kıllınması �det oldu�dan, her dai­
re mevcut imarnından başka, bilhassa Ramazan ayı
için, Kuran-ı Kerimi güzel okuyan imamlar ve musiki­
de ihtisası olan, güzel sesli beşer altışar da müezzin
seçip ahrlardı.
Teravih için her akşam konakların geniş divanha­
nelerine halılar ve seecadeler serilir, beşizli şamdan­
lar salonun münasip yerlerine yerleştirilirdi. Şehzade
dairelerinde, sultan saraylarında, bazı büyük konak­
larda harem ile . sel�lık arasını ayırmak için sofalara
büyük kafesler çekilir, kafesin arka tarafından da hiz­
metçiler için yere sırmalı seecadeler sererler. Müez­
zinler yatsı vakti olunca, çifte ezan okurlar. Misafir­
ler ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlar­
lar. Müezzin efendiler arka safda cemaatın toplanma­
sını bekleder. Saflar yavaş yavaş dolar. Ayinler ve ila­
hilerle namaz kılınır. Yatsı namazında belirli bir bes­
te takip edilmez ise de, teravih namazının her dört
rek�tı kıhndıkça
müezzinler t�rafından
il�hiler ve
ayinler yüksek sesle okunur. İlk dört rekat bitince,
saba veya düg�h ve yahut da bestenigar ve ikinci dört
rekatta hüzam, üçüncü dört rekatta ekseriya farah­
nak, dördüncüde mutlaka Eviç, beşineide de acem bes­
telerinden ilahi okumak, imarnın da mihrabda okunan
ilahinin bestesine uygun olarak okumaya devam etme­
si şarttı. Şeyhülislam Cemalettin Efendi Şeyhülislam
bulunduğu müddetçe, fetva kapısında ve oradan ayrıl-
140
dıktan sonra da yalısında bu şekildeki iftar ve teravih
adetlerini devam ettirmişti. Meşhur Kırımlı Ahmet Ka­
mil Efendiden sonra Sultan İkinci Mahmud'un imam­
lığına tayin olunan Alıdulkerim Efendi ile, o aralık Sul­
tan
Mahmud'un müezzin başlığında
bulunan meşhur
musiki üstadı Dede Efendi arasında kırgınhk varmış._
Bir
Ramazan
ha, acemlerin
günü,
Abdulkerim.
Efendi,
saltanatınız hakkındaki
Padişa­
ihaneti her­
kes tarafından bilinmekte bulunduğu halde, Dede Efen­
di bunu düşünerek, teravih namazında acem besteden
ilahi okumamak ve buna karşılık Şevkefza bestesini
tercih etmek lazım gelirken, kendisinin şevkefza beste­
sini kullanmaya bilgisi kafi gelmemesi bu davranışına
sebep olmaktadır» cevabını
verince; padişah,
Dede
Efendinin sanatındaki iktidar: derecesini bildiği için ve
ayrıca kendisi de bir musikişinas olduğu cihetle, bu hu­
susta bir kanaati de mevcut bulunduğundan bir gece
bir sınav yapılmasına karar verir. Fakat bu karar
Dede Efendiye duyurulmaz.
Gece, teravih namazı kılınn:ken, dördüncü dört re
kattan sonra, Eviç bestesinden ilahi okunduğu sırada,
karar gereğince, Sultan Mahmut tarafından gönderilen
biri, müezzinlerin yanına gelerek, Dede Efendiye, acem
makamını değil, Şevkefzayı kullanması fermanını teb­
liğ eder.
O zamana kadar Şevkefza bestesinden hiç bir ila­
hi yapılmamış
olduğundan ne yapacaklarını
şaşıran
müezziri efendiler, Dede Efendinin yüzüne hayretle ba­
karla�en, içlerinden biri Dede Efendinın işareti üzeri·
ne Şevkefzadan tekbir getirm·eğe başladığı gibi, ima-
141
mm da fatiha-i şerifi Şevkefza makamından okumak­
ta olduğunu anlamışlar, Dede Efendi «hele bir namazı
kılalım da, bakalım» demiş ve dört rekat teravih nama­
zı kıhnıncaya kadar Şevkefza makamından bir ilahi
bestelemiş ve selam verilir verilmez hemen ilahiye baş­
layıvermiş. Arkadaşlarının hemen hepsi musiki ilmin­
de birer üstad olduklarından , Dede Efendiye kulak ve·
rerek, ağız kalabalığı ile ilahiyi güzelce okuyup _bitir­
mişler. Padişahın da takdirlerini kazanmışlardır.
·.
BVYVK KONAKLARDA TERAVİH NAMAZLAlll
VE BAZI ADETLER
Bazı büyük konaklarda bulunan müezzin efendi­
ler, geceleri konaklarda kalırlar. Ev sahipleri müez­
zin efendileri getirterek güzel fasıllar yaptırırlar. Sa­
burdan sonra, sabah namazından evvel,
imam efendi
tarafından mukabele okunduğunaan, ekseri imamlar,
güzel sesli olduklarından bu okurnada dinleyenleri vee­
de getirirlerdi.
Bütün konaklarda teravih namazından sonra tep­
silerle şerbet dağıtılması da adetti. Ondan sonra çu·
buklar tazelenir, kahveler gelir, bir yandan da teravih­
den sonra ziyaretçiler sökün ederdi. Konaklar geceleri
dolar dolar boşalır, Şefler maiyyetterindeki memurları;
kalem amirleri katipleri, tüccar ve esnaf takımı kalfa
ve çırak gibi adamlarını, özellikle herkes haline göre,
eşini dostunu, akrabasını, komşularını iftara davet et­
meleri adet olduğundan, aşçısı erkek olanlar bir çırak,
kadın aşçısı ol;mlar da ayrıca bir erkek aşçı tedarik
cderlerdi.
•
•
..
'
.
-
.,.
"'"
.,.._
-
-.,.;.
.
.
.
'
--
1
-
.
---
.
1
1
,.
.,.. ı ! ı
•
1
ll
. .
•
•
jı
ı
\
.
'
•
..
'
•
ı
Tipik ve tal'ihz ahşap evierden biri. . .
..
\fl
)
,.,
.,
..
.
.
ı
•
143
Aşçılann ücreti ·R amazan için iki misli verilir di.
En fakirin bile iftar tepsisinde çeşitli, reçeller, zeytin­
ler, peynir, pastırma, sucuk gibi çerezler bulunur, bu
sebeple şekerci dükkaniarında ufak tabaklarla reçel
numuneleri, şerhetlik şekerler, şurup şişeleri, reçel ka­
vanoz1�ı vitrinlerde yer afırdı.
TVTON KAHVE VE ENFİYE İSTANBUL'A
NE ZAMAN GELDi?
İstanbul'da tekel usulünün konulduğu 1871 tarihine
kadar tütüncü dükkanlannda, tütünler terazi ile t�rtı­
lıp, açık olarak satılmakta ve herkes içeceği tütünü
muayene ettikten sonra saun alırdı. Bu yüzden tütün­
cüler gerek zengin ve kibar ve gerekse halkın Ramazan­
lık tütünlerini çeşit çeşit kıyıp, hazırlardı. Tütünün İs­
tanbul'a getirilmesi 1687 tarihinde olup, önceden ilaç
için getirilmiş ve 1735 tarihine doğru kullanılması yay­
gınlaşmış olduğu söylenir. TiryakHer Ramazanda ken­
dilerine mahsus tütünleri satın almakta çok titiz dav­
ranırlardı.
Eskiden (Berş) adı verilen bir çeşit keyif verici
macun kullanan tiryak.iler mevcut · imiş. Bu macunu
icad eden meşhur tabib Yusuf Sinan Rahiki adında bi­
risi olup, önceleri Mahmutpaşa civarında bir dükk.an
açarak, yaptığı macunlan bu dükkanda satınağa baş­
lamış. Kendisi de buna benzer keyif verici şeylerin
müptelası olduğu için macununa
(Rahiki)
adı veril­
mişti. Yusuf Sinan ölüm tarihi olan 1546 yılında Beşiktaş'da Yahya Efendi dergahı bahçesine gömüldüğü (Ha.
dikatül Cevami) de yazılmaktadır.
.
144
1656 tarihinde vefat eden (Esami-i kütüp ve Fez­
leke-i Cihannüma) sahibi Katip Çelebi müstear ismiyle
b;linen Mustafa Efendi (Mizan-ül Hak) isimli nsalesin­
de tütün bahsinde Dördüncü Muradın yasaklaması sebe­
biyle, halk tütün yapraklarını ufalıyarak, burunlarına
çeker oldular piye yazdığına bakılırsa, o vakiter İstan­
bul'da enfiye bilinmiyor manası anlaşılmaktadır. Hal­
buki Üsküdarlı Hasip efendi (vefiyat-ı meşhure) sinde
enfiyenin İstanbul'da 1640 tarihinde kullanılmaya b�ş­
lanıldığını yazmasına göre, Dördüncü Murat zamanın­
da'da bir dereceye kadar enfiyenin bilindiği anlaşılır,
diye Süleyman Faik Efendi Mecmuasında bir not gö­
rümüştür. Enfiyeyi evvela bir Musevi Galata'da Kur­
şuolu mahzen civarında bir dükkan açarak, (Burun
otu) adı ile satmaya başladığı ve Bulgaristan'da da çam
yaprağından bir çeşit enfiye yapılarak {Purunt) adı ile
satıldığı söylenir. Gariptir ki, Araplar hala enfiyeye
burun otundan türeyen (Burunot) derler. Bizde her ne­
dense bu isim unutulup, yerine enfiye getirilmiştir.
Kanuni ömürlerinin sonlarında bütün bu gibi ke­
yif verici şeylerden kaçındıklarından, istanbul meyha­
nelerinin hepsini kapamış ve bu işlere bakan makam­
ları lağvetmiştir. Bunun üzerine zamanın şairlerinden
birisi :
Bir sayha erlp vücud-u humann .alametl,
Çökmüştü başıma cümle clhanın kasavetl,
Aldım başımda yoktu mahmur ldJm kati,
Bir nlda erişti, dedi gör bu muslbetl,
Humlar şlkeste cam tehi, yok vücudu mey,
Kıldın esir-I kahve bizi hey zemane hey!
beytini söylemiş olduğu, tarihlerde kaydedilmektedir.
145
Peçevi tarihinin birinci cildinin 363 üncü sayfa­
sında, kahvenin kullanılmaya başlandığı tarihi 1554 yı­
lında olup, o vakte kadar İstanbul'da kahve, kahvehane
yokmuş. Ancak o tarihden sonra Halep'den Hakim ve
Şam'dan da Şems adlarında iki kişi gelerek, Tahtaka·
le'de birer dükkan açtıkları ve burada kahveeilik yap­
tıklan ve bundan sonra buralara yavaş yavaş keyi( eh­
li, katipler, şairler ve devrin ileri gelenleri toplana­
narak, kimi tavla, kimi Satranç oynamakta, bir kısmı
da
kitap ve divan
okudukları
bilinmektedir.
Her
yeni şeye itiraz etmeyi hastalık derecesinde adet edin­
miş olan alimler ise, kömür derecesine varan bir mad­
denin kullanılması haramdır, diye fetvalar vermişler
ise: de yayılmasına ve kullanılmasına mani olarnamış­
lar
ve
halk arasında sevilmesinin önüne geçememiş­
lerdir. Kahve bundan sonra, kibar meclislerinde de
fagfuri ve çini fincanlar ve gümüş kafe.sli zarflar için­
de kullanılmaya başlamıştır.
Bir zamanlar İran şairlerinden Hikmeti adında bir
zat bu kahvelerden birine gidip otuı-muş. Kahveci de
Usulen kahve pişirip getirmiş.
Kahve
nıy·l siyah anı içmez Hlkmeti
Kahveci de hiddetlenerek o da şaire şu sözlerle
karşılık vermiş.
Buna
ehl-1 lrfan şe�tl derler, Iç anasam .......... .
dllfmln nlkbetl
.
•.
Son zamanlarda Direklerarasında meşhur Hacı Re­
şid'in çayhanesi il.e bez fabrikası kapı çuhadarı olduğu
halde, yalnız Ramazan-ı Şe:rife mahsus olmak üzere,
F:
10
146
yine Direkler arasında bir dükkan kiralayan meşhur
Hacı Murad'ın pişirdiği kahveler pek nefis oldu� gi­
bi, yapmacık olan mddetleri de meşhurdu.
Ramazan hazıı:lıklarına katılanların başlıcalann­
dan bir takımı da, geceleri fazla ra!bet gören Karagöz
ve Orta Oyunu, çalgı ve sonralan tiyatrocul.ardı. Ge­
rek bunlar ve. gerek geceleri çarşı hamamlarının açıl­
masına bazı seneler sekizinde, bazı seneler de onunda
izin verilirdi. Bazı kimseler buna bir matta veremez,
eter bir mahzunı yoksa neden sekize veya on'a kadar
yasaklanıyor · da, on'dan sonra izin veriliyor? diye söy- .
lenirlerdi. Bu izin gecikmesini m�kul bir sebebe bağ­
layamayanlar herhalde bunun sebebi bir görenek olsa
diye düşünüp ·hüküm verirlerdi. .Nitekim sonralan Ra. mazamn ilk akşamından itibaren bu gibi yerlere izin
verilrneğe başlandı.
. Bir de Ram azan gec�lerinde en fazla kalabalık olan
yerler Aksaray, Divanyolu, Tophane, Şehzadebaşı, Di­
reklerarası, Galata'daki Çeşme Meydanı gibi caddeler
olup, bu caddelerde bulunan kahveler ve çaycı dükkan·
lan�da ve tulumbacı kahvelerinde büyük hazırlıklar
yapılır ve Ramazan geceleri dükkaniann içerisi hınca­
hınç dolardı. Garsonlar bellerinde peŞtimallar olduğu
halde, ellerindeki maşaları şakırdatarak, dört tarafa
seğirtip:
- Buyurun ağalar, buyurun. Sözleriyle devamlı
müşteri ça�nrlar ve bir taraftan da çubuk, kahve,
nargile ve ateş yetiştirrneğe çalışırlardı.
Bunun için kahveterin sahipleri garsonlann genç
ve çevik ve bu işlerde yatkın olmasına çok dik·k�t eder-
147
lerdi. ,Bu gibi kahvelerin bazılarında saz şairleri, bazı­
larında da zurna veya klarnet, çifte nara darbuka, ma­
şah· zil gibi çalgılar bulundurulurdu.
Sonraları münasip yerlerde kıraathaneler açılarak,
Ramazan geceleri zamanın en seçkin müzisyenleri ve
okuyucuları, incesazlar bulundurulmaya başlandı.
Ramazan'ın ilk günü bütiin devlet daireleri tatil
edilir, gazeteler çıkma:idı. Ramazanlarda bütün re.smi
dairelere memurlar sıra ile devam ederlerdi. Bunun
için aynca bir de nöbet eelveli düzenlenerek, çalışma
odalarına asılırdı. Kış Ramazanlarında günler kısa ol­
duğu için, resmi dairelerin gece açık bulundurulduğu
da bilinmektedir. Hatta 1863 yılı Ramazan'ında Bab-ı
Ser Askeri ve Tophane Müşiriyet daireleri geceleri açık
bulundurulup, gündüzleri kapatılmıştı.
Camii şeriflerde namazdan sonra mukabele oku­
yan hafızlar, Ramazan'a onbeş gün kalarak mukabele­
ye başlarlardı. Sultan Beyazıt, Fatih, ca.mileri avlula­
rında her Ramazan sergiler açılması adet olduğundan
bu sergilerde teşhir olunacak eşyalar hazırlanırdı. Bu
sergiler evkaf tarafından toptan artırmaya çıkarılır ve
üzerine kalan müteahhit sergiye katılacak
firmalara
yerleri ayrı ayrı kiralardı. 1861 yılı Ramazan'ında Be­
yazıt sergisinin kira bedeli 4300 kuruşta Sahaf Kay­
seri'li Mehmet efendide kalmıştı.
Zamanın şairleri, sadrıazam ve Şeyhülislam ve ve­
kil ve vezirlere takdim olunmak üzere Ramazaniye Ka­
sideler yazmakla uğraşırlardı.
Şair merhum
Saib'in
Ramazaniye Kasi�esi pek nıeşhur ve şairterin arasın­
da da pek makbuldu. Hatta Çaytak Tevfik bey (İstan-
148
bul'da Bir Sene) ismiyle yazdığı kitabında Ramazan ge­
celerini çok iyi tasvir etmiştir.
RAMAZANIN İLK GtiN'O NASIL TESPİT EDİLİRDİ?
Ramazan'ın ilk gününü tespit etme meselesi İstan­
bul Kadılığına ait bir ödev olduğundan (yevm i şek) (1)
gecesi İstanbul Kadısı ile memurlarının Şeyhülislam
Kapısında hazır bulunmaları lazım geldiğinden, o ak­
şam için Kadı efendi dairesinde, diyanet işleri memur­
larına mükemmel bir ziyafet çekmesi adet idi. Urya­
ni Zade merhum Ahmet Esat Efendi, Şeyhülislam bu­
_lunduğu zaman, İstıanl;?ul Kadısı bulunan Gelenbevi
Zade Hayrullah Efendi, Ramazan'a bir kaç gün kala,
bu ziyafetin tertibi hakkında o vakitler vakayı katibi
bulunan Naf.iz Efendi ile konuşarak, gerek yorgancı
çarşısından getirtilecek mobilya kirası, gerekse yiye­
cek ve sairenin tedarik ve satın alınması için yetmiş,
seksen lira arasında bir paranın lazım olacağını anla­
ması üzerine, sırf bu yükden kurtulabilmek için, bir
çare düşünerek, derhal biniş'ini giyinip Şeyhülislam'ın
huzuruna çıkar. Önce sudan havadan konuştuktan son­
ra, bir münasebet düşürerek (Canım efendim, Hamir,
Karib ile Bait
arasında
devran ederse,
Karibe mi
(1) EDer Şaban aıtının yirmidokuzuncu gününün akşamı
auın görllldüDü ispat edilirse, ertesi günü ramazan
tldn olunur. ispat olunmadıDı halde, Şaban otuz gün
sayılarak artık ayın görlllmestne Züzum kalmadığın·
dan (yevm-i Şek) Şaban auının otuzuncu günü de·
mek olurdu.
149
atfolunur, yoksa
Baide mi?)
diye bir soru
sorar.
Seyhülislam Efendi de sualden kasdedilen neticeyi an­
Jamayarak birdenbir� (Karibe atfolunur) diye cevap ve­
rince, bunu bir fırsat kabul ederek (Allah ömürler ver­
sin, öyle ise arzum yerini buldu. Ramazan yaklaştı. İki
üç gece sonra ayın sabit olması için dairede kalınaca­
ğından ve şimdiye kadar İstanbul Kadılan bu kaideyi
bilmeqiklerinden yemekleri evlerinden, mobilyaları da
yorgancı çarşısından getirtirlermiş. Bizim ev Fatih ci­
varında, halbuki sizin mutfağınız İstanbul Kadılığı dai­
resinin b.i.tiş.iğinde bulunduğundan yenmesi adet olan
yemek ve sairenin efendimize ait olması lazım gelir.
Bundan bana düşecek vazife sadece bu güzel yemek­
lerden tatmak olacakdır. Bu sebeple kahyanıza ferman
buyurun tedarikini görsün) demiş ve Şeyhülislam da
çaresiz razı olmakla mobilya masrafı yapmamak için
de Kadılık dair�sinde yapılacak merasirnin bu defalık
Şeyhülislam dairesinde
yapılmasını .emir buyurarak,
bu ziyafete zamanın bir çok ileri gelenlerini çağırmış­
lardı.
O akşam oğlu Halid Molla Bey ile beraber ben de
orada bulundum. Doğrusu yemekler gayet nefis ve çok­
ça olmakla beraber, çok da güzel tertiplenmişti. Her­
kes bol bol yedi, içti. Yemekten sonra misafirler, dai­
resinin büyük odasına alındılar. O vakit odanın döşe­
meleri henüz sandalye ve kanapelere dönmemiş ve es­
ki şekilde köşe · sedirleri, çuha ve çatma yastıklarla
döşeli idi. Renk renk kürkler içinde, yeşil ve beyaz
imameli uzun kır ve beyaz sakallı yüksek mevkiler sa­
hibi kimseler ve aralarında çenber sakallı, alaturka
setreli mülkiyelilerin bu sedirler üzerinde, kimi dizi-
ıso
ni dikmiş, kimi diz çökmüş, kimi de ba�daş kurmuş
oduklan halde, vakurane oturup, uzun
çubuklannın
dumanlarını savururlardı. Manzara hakikaten pek hoş
ve heybetli idi.
İstanbul'da zahmetsizce ayı görebilmek
.
mümkün
olan yerler Harbiye Nezareti meydanında bulunan yangın kulesi, Süleymaniye ve Fatih, Cerrahpaşa, Sultan
Selim, Edirne Kapısı camilerinin minareleri olduğun­
dan, buralara gönderilmiş olan memurlar ve bu me·
murlann yaruna katılan camiierin hademeleri ile baz,
dikkatli
meraklılardan
Ramazan
ayını
görenler,
gelip kadılığa ha�r verdikleri zaman, çubukl�r kal­
kar herkes daha resmi bir vaziyet alırdı. O gece Şey-.
,hülislamın işareti üzerine odaya iki adam girdi. Bir davanın anlatılması icabettiğinden iki taraf teşkil edildi.
•
Biri ötekinden bir müddet evvel satmış olduğu bir .mercan tesbih bedelinden. yüz kuruş alacağı olduğunu
ileri sürdü. . B.u �lacağını girecek olan Ramazan ayının .
. ilk gecesi almak üzere .aralarında kararlaştırdıklarını
söyledi. Halbuki borcun vadesi, Ramazan'ın girmesi ile
· gelmiş . olduğundan bu alaca�inı vermeyen borçludan
davacı olduğunu ileri sürdü. Di�er taraf ise borc:unu
.
kabul ·ederek, ancak henüz ramazan girmedi� için öde­
me zamanının gelmediğini iddia etti. Kadı efendi da­
vacıdan şahit istedi. Yeni ayın hilalini görenler huzu­
ra gelip, borçlunun yüzüne karşı, bu akşam ezandan
üç dakika sonra minareden ayı gördük. Bu gece Ra­
mazanın ilkjdir. Biz şahadet ederiz dediler. Şahitlerin
dinienitmesine pek ziyade dikkat edildiğinden, . hatta
bir aralık yapılan teklif üzerine, o zaman Şeriye Tet­
kikat Meclisi Başkanlığında bulunan Halit Efendi, ayın
ısı
.
görülen şeki
l hakkında şahitlere sorular sordu. Bundan sonra tezkiye naibi ve di�er memurlar gizli ve
açık oylarla şaJıitlerin şahadetlerini ve davanın sabit
oluşunu iki taraf yüzüne söylediklerinden, Kadı efendi
Ramazan'ın girişini kabul ederek davayı alacaklıllıln
lehine karara bağladı. Muhakemenin başlamasından
itibaren, son bulduğu ana kadar Fetvakapısı kapatıl- ·
mış ve dışarıya hiç bir suretle bir haber ulaştıolma­
masına son derece dikkat· sarfedilmişti. Ramazan'ın gi­
rişinin kabulünü bekleyen Süleymaniye camii mahya. cı başısı bile. kapıda alıkonularak Vakayi katibi tara­
fından muhakeme neticesini bildiren illmm taiızim ve
defterine kaydedildikten sonra Ramazan'ın sabit oldu­
ğu ve o gece keyfiyetiİı ilan edilmesi ve ferdası günün
Ramazan olacağının makamata bildirilmesi hakkında
diğer bir ilam-ı şer'i tanzim ve Kadı efendi tarafından
mühürlendikten sonra, kapılann açılmasına izin veril­
di. Mahyacı �aşı tarafından da tahta kutu içinde bu­
lunan kandil ile dairenin b�nek taşından Süleymaniye
camii minarelerinde bekleyen kandilcilere işaret verildi. Birinci ilam mahkemede · saklanarak, ikinci ilam
Şeyhülislama arz edilmek üzere Kadı tarafından mü­
hürleiıerek Vakayi Katibi Efendiye teslim edildi ve
Sadrıazam'a gönderildi. Vakayı katibine mahk�menin
baş mübaşiri ile bir kaç çuhadar refakat etmekteydi.
.
•
.
.
Yakın zamanlara kadar Sadnazamlar bu suretle ge­
len Vakayi katipierine ve beraberindekilere hediye�er
ve paralar verirlerdi. Hatta Mekteb-i Nevvab Müdür­
lüğünde bulunan Osman Efend·i, Vakayi Katipli� za­
manında Merhum Ali Paşa'dan elli altın aldığını söy. lemişti.
152
Süleymaniye camii kandilcileri aldıkları işaret üze-.
rine, kandilleri yakmış ve be�çiler davullarını çalarak,
Ramazan'ın başladığını mahalleleri halkına duyurmuş·
lardı.
Eskiden Dördüncü Murat zamanında Bağdat fet­
hedildiği zaman son gülleyi atan top padişah sarayın­
da özel bir daireye yerleştirilmiş olduğundan, daime
.
dolu durur ve yalnız senede bir defa Ramazan'ın ilanında atılırdı.
RAMAZAN TEBRiKLERi, SEViNCi, ŞEHRİN
AYDINLATILMASI
Ramazan'ın ilanından dolayı bütün İslamların bü­
yüklü küçüklü sevinç ile birbirlerini tebrik etmeleri
adetti. Kahve peykelerinde çubuk ve nargilelerini içen
ağır başlı, beyaz veyıa abani sarıklı, derviş kıyafetli
veya fesli dindar adamlar, .yerli ve dışarılıklı satıcılar,
babalarla çocuklar, fenerleri ellerinde olarak akın akın
camilere koşarlar, saf saf, ha,ıin hazin Kur'an okunma­
sını ve müezzinlerin yüksek perdeden okudukları eza­
nı dinler ve namazlarını kılarak dua ederlerdi. Tera­
vihden sonra, herkes bir birini tebrik ederdi.
Minarelerde temcitler okunınaya ve (Merhaba ya
Şehri Ramazan) ve (Safa Geldin ya şehr-i Ramazan)
gibi cümlelerle Selatin camilerinde
malıyalar kurul­
maya başlardı. Mahyaların, Ramazan'ın onbeşine kadar
buna benzer sözlerle,
onbeşinden
sonra da münasip
tesimlerle süslenmesi adetti.
Büyük camilerio minarelerinde kandil uçurtmala­
rı bulunurdu. Bu uçurtmalar iplerinin bir ucu mina·
153
reterin şerefelerine, diğer ucu da cami avlusunun şe­
refeye karşı bir yerinde yüksek bir yere bağlanır, uç�rt­
macı teravih'den sonra bunu
uçurtmaya başlar,
se­
yirciler cami avlusunda, birikir, uçurtmacı da o sırada
kandil ipini avluya bağlı
olduğu yere kadar
sahve­
rirdi. Seyirciler de kandil kutusunun bir tarafına şe­
ker veya kurabiye gibi şeyler koyup, uçurtmacıya he.
.
diye gönde�irlerdi. Camilerin, hele Ayasofya camiinin
kubbeye kadar olan kısmındaki kandiller ortadaki top
karidillerle beraber yakılır, içlednde de mahya kuru­
turdu.
İsta'nbul'da, Avrupa'da olduğu gibi, gece hayatı ol­
madağından, yatsıdan sonra herkes evinde uykuya dal­
dığı halde, Ramazan geceleri halk sokaklara dökülür,
.
kahveler, dükkanlar salıura kadar açık bulunurdu.
Bunların kandilleri, fanuslan,
lambaları ile caddeler
aydınanır, bazı kahveterin önüne resimlerle süslü ve
kağıttan yapılmış fenerler konur, aileler Ramazan geeelerinde birbirlerine
misafir giderlerdi.
,
Bu sebeple
ıssız olan arka sokaklar bile karşılıklı evlerin kafesleri
arasından sızan ışıklarta aydınlanırdı.
İstanbul çocukları yazımız kısmında anlatıldığı gi­
bi, mahalle
aralarının
Ramazc:yı gecelerinde
aydınla­
ttlması hususunda çocukl,arın gayretleri de inkar edi­
lemez.
Geceleri sokakların aydınlık bulunması · her husus·
ta iyi olduğl�ndan, çarşılarda bulunan dükkaniarın önü.
ne karidil asılması ve kimseyi zorlamadan, istekli olan­
ların evlerinin kapılarına fener asmaları 1846 yılında
ilan edidiği gibi, 1856 tarihinde de Dolmabahçe Gaz-
154
hanesinden Beyo�lu caddesine havagazı boruları çekil­
mek suretiyle bu cadde ışıklandırılmıştı. İstanbul Üsküdar ve Bo�aziçi köylerinin sulu
gazla aydınlatıl­
ması için beher lamhaya yirmiki buçuk kuruş alınmak
ve bu para mahalle imamları tarafından toplanmak
ve Zabtiye veznesine teslim edilmek üzere 1864 yılın­
da Mösyö Hirş adında bir ecnebiye taahhüt ettiril­
mişti.
Ramazan geceleri
caddelerin kalabalı�ı,
sahur
vaktına kadar devam eder, herkes istedi� yerde ge­
zip, istedi�i e�lenceye giderek vakit geçiiİrdi. Büyükler
de Vükela konaklarına giderler ve karşılıklı birbirleri­
ni konaklarda ziyaret ederek. vakit geÇirir-lerdi. Bu gi­
bi toplantılarda ekseriyetle hoş sohbet misafirler de
bulunur, böyle meclisierin e�encelerine doyum olmaz­
dı.
Halkımızın bazılan da sabah namazlarını büyük
camilerde kılınayı adet ettiklerinden, semtlerine göre,
Ayasofya, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih, Eyüp camileri­
ne giderlerdi. Ekseri halk sabah namazından sonra
yatıp uyku ile gününü geçirmek isterdi. Maa-ma-fih adet
de�şikli�inden dolayı önceleri kimi uyumaya çalışıp
da, uyuyamadı�ından, gözleri kızarm�ş ve kimisi tir­
yakilik titizliği ile, evde kavga çıkarmış olduğundan,
hiddetle sokağa fırlarmış. tık günlerinde .herkeste bir
değişiklik meydana gelir, bazıları Ramazan'ın intizamı
bilimiyledir derlerdi.
DAVULCULAR, HUZUR DERSLERİ
Ramazan gelmesiyle davul sesleri de beraber ge­
lirdi. Her
gece
sahur
vaktine
kadar yakın mahaJle
155
bckçiler.i, davul
çalarak mahallelerini
dolaşır ve ara­
da b,ir davul kesip (sahur vaktidir, saatler sekize geli­
yor) diye bağırıp, davul çalarlardı. Unkapanı kahvele­
rinde ha.inallar davul çalmaya Ramazan'ın ilk gece­
sinden başlar, ikinci, üçüncü geceler bekçiler ücretle
•
tuttukları tekerlemecileri .)'anlarına alarak mahallesinde bulunan konaklann ve evlerin kapılarında durup:
Besmel�yle çıi:tım yola,
Sehbn verdim sata sola.
Benim mürüvvetU efendim,
Devletiniz daim ola.
başlangıcı ile bir takım tekerlerneler söylerler, bunlar­
la hanımlar ve çocuklar eğenirdi. Hele:
HalayıkJar, ha1ayıklar,
Ocak başmda sayıklar.
Davulun sesini duyunca,
Plrlnçln taşın ayıklar.
gibilerine çok gülerlerdi.
Selçuki Sutanı Aa-addin
tarafı:.Jdan hediye edilen
davul Bursa'da Orhan Gazi türbesinde asılı olduğu hal­
de, Bursa'hlarca büyük yangın denilen 1801 tarihinde
meydana gelen yangında yanmış olduğu rivayet edi­
lir. Bu olay davulun milli bir yadigar olmasından do­
layı üzülmeğe değer:
Ramazan gecelerinde çocukların (Helesa) tekerle­
meleri de v.ardı. (Uzunçarşı çamur olmuş',
baldavalar
hamur olmuş, tiryakller mahmur olmuş, Helesa, He­
lesa ) güftelerini yüksek sesle avaz avaz söylerlerdi.
••
156
Ramazan-ı $erifde padişah sarayında Huzur Der­
gisi adı ile bir meclis kurulmak adetti. Her meclisde
ülemadan bir ve müde11rislerden yedişer, sekizer din�
Ieyici bulunup, bir müderris tarafından bir kaç Ayeti
Kerime okunur ve manası anlatılır bunlarla dinleyici­
ler arasında sualli cevaph bir münazara olurou. So­
nunda da bu mesele bir neticeye bağlanınca, padişah
tarafından hepsine ihsanlartla bulunulurdu.
Bu gibi münazaraların yapılması bir .edeb ve ter­
biye dahilinde olmasına çok dikkat edildiği halde, bazı
hoca efendiler konu dışına çıkarak işi şahsiyete dök­
tükleri de çok kerre görülen şeylerdendi.
Bu münazaraları Sultan Üçüncü Mus tafa esaslan­
dırmış, onun zamanında bir müderris. ile beş muhatap
bulunması usul kabul edilmiş idi, sonraları bu sayılar
artırılmıştır.
Ramazan'ın birinci günü başlar, sekizinci günü
son bulurdu. Sultan Il. Hamid bu usulü �eğiştirip,
sekiz müderrisin her birini istediği gün toplardı.
İSTANBUL SERGİSİ
1862 tarihinde Sultan Ahmet meydanında, şimdiki
parkın bulunduğu yerde kurulan (Osmanlı Sergisi)
nin açılış töreni Ramazan'a rastladığı için, bu törenin
Ramazan'ın on'una rastlayan Cuma günü yapılması ka­
rarlaştırılmış, Ayasofya camiinde tertip olunan selamlık
. resminden sonra yapılmıştı. O vakit Sadrezarn Mısırlı
Kamil Paşa, Dış İşleri Bakanı Ali Paşa ve Serasker
de Fuat Paşa idi.
157
Mısır valisi İsmail Paşa 1862 de Mısır valiliğine
atandığından d<;»layı İstanbul'da bulunmaktaydı. O da
bu törende hazır bulunmuştu. Padişah tarafından ken­
disine Ramazan h�diyesi olarak kırk kıratlık pırlan­
tadan yapılmış bir yüzük, Serasker Fuat Paşa'ya da
kıymetli bir saat hediye ve ihsan edilmişti.
PADiŞAHIN İFI'ARA GİTIİGİ KONAKLAR
O Ramazan Sultan Abdulaziz bir akşam sergide
bulunan hususi dairelerinde, iftar etmiş, babası Sultan
Mahmud'un adeti olduğu üzere bir akşam da kendi­
sini memnun etmek ve mükafatlandırmak maksadiyle
Sadrıazam Kamil Paşa'nın Konağına iftara gitmişti.
Sadnazam, padiŞaha Şeyh hattı ile gayet güzel bezenmiş bir Kur'an-ı Keıim hediye etmişti.
•
Vak'ayı Hayriyeden sonra Sultan Mahmud bHhas­
sa Ramazanlarda Sadnazam ve Şeyhülislam ve diğer
vekillerine, evlerine, giderek onları memnun etmeyi
adet etmişlerdi. Halen Şeyhülislam kapısında olduğu
gibi, Sadrıazam da Bab-ı Ali'de ve Serasker de Bab-ı
Seraskeri'de aileleri ile birlikte oturduklarından 1833
senesi Ramazan'ında bir akşam Bah-ı Ali'de Sadrıa­
zamın ve bir akşam Bab-ı Fetva'da Şeyhülislam Ab­
dulvehhap efendinin ve yine bir akşam da Bab-ı Se�
raskeride Husrev Paşa'nın, keza bir akşam Kapdan-ı
Derya Çengeloğlu Tahir Paşa'nın Hoca Paşa civarında
bulunan konağında ve bir akşam da Tophane Müşiri
Halil Rıfat Paşa'nın Fındıklı'da muvakkat olarak otur­
duğu sahilhanede 1ftar etmişler ve bu iftarlarıri hep­
sinde teravih namazlarını da kılarak dönmüşlerdi. 1834
158
yılı Ramazanında Bab-ı
Seraskeride iftar edip,
killerle birlikte teravih
namazını Beyazıt
ve­
camiinde
kılmışlardı. İkinci Sultan Mahmut halkın halil)i ince·
lemek ve hele Ramazan keyiflerini görüp anlamayı adet
haline getirdikleri için, Ramazan günlerinde Beşiktaş
Sarayından İstanbul tarafına geçer,
Kapalı Çarşı'da
Kalpakçılar başında bir tuhafiyeci dükkanında ve Be­
yazıt'da Tütüncü dükkanında oturarak, gelip geçenle­
ri seyreder ve cami içinde dolaşarak, bazı hafız ve
vaizleri dinler, bazan da kendileri katip kıyafetine gi­
·rerek, meşhur müsabibi Sait Efendi ile birlikte teb­
dil gezerlerdi.
CAMİ ÖNLERiNDEKi SERGİLERDE NELER
SATILIRDI
Hidiv İsmail Paşa 1862 yılı Ramazan;ında İstan­
bul'da bulundu� için Yeni cami, Beyazıt v.e Mirgün
camilerinde Mısır'dan özel olarak getirtilen hafızl�n
gidip dinlerdi, Fuat Paşa ilk sadrazam oldu� sırada
Nu:ru Osmaniye camiinde zamanın en tanınmış alimle­
rinden Murat Molla
dergahı postuişini
Reisülkurra
Feyzullah Efendi ile Hafız Galip Efendiyi vaiz ve Kur'·
'
anı-ı Kerimi güzel okuyan iki de hafız tayin eylediklerinden, Kapıcı ricali evvela Nuruosmaniye camiine ge­
lirler, sonra çarşı içi yolu ile Beyazıt camii şerifine
teşrif ederler, bazıları da sergilerde
vakit geçirerek,
hoş sohbet kişilerin Ramazan hikayelerini dinler, gah
sergi eşyasını gözden geçirirler, beğendiklerini iftar vak­
ti konağa getirmesi için satıcısına tenbihde . bulunur­
Jardı. Sergiciler de hem iftarda kalır, hem de getirdik-
159
leri eşyabın parasını diş kirası ile birlikte fazlası ile
alırlardı. Bu eşya, Hafız Osman, Rakım ve Celaleddin
gibi meşhur hattatların yazıları ve nefis kitapları veya
bazı antika ve eski madeni tabaklar, saksonya kaseler,
çubuk takımları gibi şeylerdi. Bazi kimseleri
Rama­
zanlarda tesbih merakı da bir hayli meşgul ederdi. Al-:
tın Kamçılı Mercan, Öd Ağacı, Anber gibi tesbihler de
bu alış verişlere dabildi.
.
Bir eski mecmuada gözüme iliştiğine göre, müşte­
rinin ilgisini çekmek için Tesbilıçi Emir adında bir.
ı.at, dükkanı önünd,e: (Tesbihim bi.rer pareye) diye ba­
ğırırmış. Ne garip bir tesadüftür ki, bu (Tesbihim bi­
rer pareye) tabiri bu zatın ölümüne tarih olmuş. Müs-
·
takim Zade merhum kendi zamanından evvelki bir çok
vak'a· ve olaylara tarih söylemek adetinde
bulundu­
ğundan, kendinin belki pek gençliği zamanına rastlayan
bu tesbilıçi Emir'in ölümüne de şu: (Yüz çevirdi hayf
tesbilıçi fenadan beka'ya 1157-1744)
beytini tarih dü­
şünnüştür.
Tesbih yapan esnafın yaptıklan teshipleri dükkan­
Iarında satmak adet olduğuna göre, bu tesbilıçi Emir'­
in böyle özel çağırışla tesbih satması, kendisinin ya
Beyazıt, yahut Fatih camilerinden birinin avlusunda
her zaman rastladığımız esnafdan olduğu sanılmakta­
dır. Bundan anlaşılıyor ki, bu iki cami-i şerif avlula·
nnda sergi açılmak adeti 1744 yılından önce başlamış
oluyor.
Beyoğlundan ecnebiler .eşleriyle birlikte bu sergi­
leri gezmek için gelirler, hatta beğendikleri eşyayı da
satın alırlardı. Bazı laubali kimseler de, sergilerde otu- ·
160
ran mevki sahibi ve kibar tanıdıklarının yanına gelir­
ler, onları etekliyerek, riyakar cümlelerle, çeşitli şak­
labanlıklar, dalkavukluklar yaparlar, karşılarındakileri
tuhaflık ve hazır cevaplılıklarla güldürerek, tesbih, çu­
buk, ağızlık gibi hediyeler satın aldır.ırlardı. Bu gibi
adamlar sonraları tütün sergisinden tütün ve sigara
l)aketleri hediyesine kadar tenezzül eder oldular.
Hereke ve Feshane fabrikalarının dokuduğu ku­
maşları sergileyen yerlerle, Çinli tüccarların Çin'den
getirdikleri çay, yemek ve sofra takımları ile, İran ve
yerli dokuma halı, kilim ve seccade sergilerinde de çok
güzel eserler bulunurdu.
İşte camiler de hele Beyazıt ve Fatih Camiinir:ı içi
ve dışı halkla hıncahı·nç dolu olduğu gibi, Sultanahmet
ve Şehzade, Laleli Camileri de kadınlarla dolar ve bü­
tün gün evvela Kapahçarşı, sonra Beyazıt Meydanı ve
daha sonra Şehzadebaşı Direklerarası caddeleri kadın
erkek yayalar ve arabalılardan geçilmez bir halde ka­
labalık olurdu. Zeynep Hanım konağından Şehzade ka­
rakoluna kadar arabalar ve yayalar durmadan piyasa
ederlerdi.
Ramazanda konuşulan sözlerin hemen hepsi, fa­
lan camide falan hafızın sesi çok güzel. falan yerdeki
.hatibin hutbesine doyulmuyor, falan hocanın münase­
betsizliği çekilmez gibi sözlerdi. Bir vakitler Beyazıt
Ca�ii şerifinde Kayserili bir vaiz türemişti. Herif ga­
yet şaklaban olduğundan, çok kişi eğlenmek için onun
vaazına koşarlardı. Vaiz sırasında (rakıya verin ağız­
lar, tütüne verin savrun, hocaya gelince bağırın, alın
mı cenneti) diye elini rahleye vurur bağırır, herkesi
•
'
'
•
"'..
·� ...
..
•
•
'1(;.
•
i•
"
c
'
".
.
.
.
..,
••
•
...
..
,.
•
•
•
•
•
•
�
r.
'
l
,
,-ll
.
'
'
f_
.'
.. •
A
'
.. 1
·J·
•
•
•'
•
•
•
"
•
'
.
<
,. .;,­
,.
••
•
•
Batılı ressam/annfırçası ile canlandırılan bir köşe
F
ıı
162
güldürürdü. Şeyh Şallafe denilen mukallit bir herifin
de Galata'da Arap Camiinde kürsüye çıkıp (yarın ruz-i
kıyamette Hallac-ı Mansur dünyayı böyle atacak) baş­
langıcı ile hallaç taklidi yaptığı ve karşılığında zama­
nın modern yaşayan kişilerinden bir hayli balışişler
aldığı meşhurdur.
*
Fatma Sultanın ilk kocası Reşit Paşa Zade merhum
Ali Galip Paşa ekseriya gelip bu Kayserili herifi din­
ler ve ağaları eliyle hediyeler verirdi... Bir ramazan,
Paşa, elinde gördüğüm inci tesbihinin, kayınpederleri
Sultan Abdülmecid hazretleri tarafından ramazan he­
diyesi olarak ihsan buyurolduğunu söylemişlerdi.
Şehzade Camiinde başında sarık, arkasında biniş
oldu� halde 1863 senesi ramazan-ı şerifinde ikindiden
sonra Ali Suavi Efendi vaaza çıkmıştı. O tarihte yaşı
otuz kadardı. İslam hukukunu çok iyi anlatıyor diye
dindaşlarımızdan birçok kişi vaazında hazır bulunu­
vorl=-rdı.
OSMANLI
SERGtst DEDİKODUSU
.
Her şeyin bir kusurunu bulup karşı koymayı ken­
disine adet edinmiş olan kişiler her devirde eksik ol­
. madığı ve hele ramazanlarda dillerine bir şey dolayıp,
ukalalık etmeye bayıldıkları gibi 1862 Ramazamnda en
çok söz ve dedikodu · konusu olan da Osmanlı Sergisi
olmuştu. Mesela Meclis-i Vala
.
Mazbata Odası
.
şefle-
noden Arif Beyin Peyk-i Zafer kalyonunun resmi ile
yine Refik Beyin, içine bazı yapma çiçekler koyarak
yaptığı sürahinin sergiye konulması
hususlarına iti­
raz edildi. Çünkü sergi.ntn açılmasından maksat
gö-
163
rülmemiş şeylerin teşhiri olmayıp, asıl maksat, mem­
leketin toprak ürünlerini ve
fa·brikalann imalatını
göstermek hususlanndan ibaret olduğunu söyleyerek
bk hayli konuşmalar geçti. Hattil ramazan içinde Va­
lide Sultan�n sergi dairesine gelip, kadınlar gününün
açılış törenini yapması ve Sergi Komisyonu Reisi Mısır­
lı Mustafa Fazıl Paşaya ve üyelerden Fuat Paşa Zade
.
.
Nazım ve kapı kethudası Azmi Beylere birer mücevherli enf.iye kutusu hediye etmeleri bile (ikinci açılış
töreni) denilerek, alay ve itiraz konusu oldu.
RAMAZAN
GÜNLERİ NASIL
Halkımızın
biribi.rine,
VAKİT
GEÇİRİLİRDİ?
•Nasıl vakit geçiriyorsu­
nuz?• sorusundan da anlaşılaca� gibi, ramazan günle­
rinde birinci derecede aranılan şey vaktini hoş geçir­
mek için kendine e�lence aramak oldu�dan ramazan
günlerinde vakit geçirmek için belirli yerlerden biri de
Kapalıçarşıdaki Sandal Bedesteni idi. Vaktiyle bedes­
ten dolaptannın her birinde bi�kaç bin keselik
kıy­
metli eşya bulunurdu. Buraya ekseriya aziedilmiş vekillerle, bazı mecl.is azaları ve kapı kethudaları gibi,
ödevleııi hafif olan eski adamlar gelirler, dolap adı ve­
rilen dükkaniarda oturarak, birbirleriyle sohbet eder­
lerdi. Bunlar eski maden ve Saksonya tabak ve kase­
leri, buhurdan, güJabdan, şamdan· gibi gümüş takım­
larını ve Lahur şalları v� nadide saatlan ve diter kıy­
metli eşyayı gözden geçirirler ve bu eşyadan · her biri
hakkında birbirlerine bilgi verirlerdi. İçlerinde bu eş.­
yaJardan beğendiklerini alanlar da olurdu.
164
İşte gündüzleri cainilerin ziyareti, bedesten ve ca·
mi sergilerinin gezilmesi, yaşltiann ve a�rbaşlılann
Kalpakçılarbaşı, Beyazıt ve Şehzadebaşı gibi caddelerli
gezilmesi de gençleı in e�lencesiydi. Akşamlan birbir
lerini iftara davet ve geceleri kahvelerde top�nıp soh
bet etmek veya oyun oynamak da başka bir e�lencc
teşkil ederdi.
Aksaray, Şehzadebaşı, Tophane gibi caddelerde ra·
. mıazan geceleri insan bir ceryana kapılır, adeta hesaplı
adım atmak icab ederdi. O zamanlar caddeler daha
dar ve e� bü�rü olduğundan dolayı, omuz kakma­
sından, dirsek çarpmasından, ayak çiğnemesinden kur­
tulmak mümkün olmaz, hele dalgın bulunmaya hiç gel­
mezdi. Alabildi�ne yüriiyenlerden birinin çarpmasiy­
le insan sendeleyip, şerbetçi tablasına çarpar, manav
dükkanlannın önüne atılmış karpuz kabukianna basa­
rak aya�ı kayar, düşer, yaya kaldınmlarına çıkmak da
mümkün olamaz, çünkü kahveciler, çaycılar iskemle ve
sandalyelerle doldurmuş olurlardı.
Büyük caddelerde ve bazı boş arsalarda, denne
çatma barakalarda Pandomima ve atcambazı tiyatrolannın orkestralan, orta oyunlarının zurna gürültüleri,
hovarda kahvelerinin darbuka, çifte nara, klarnet patır­
tılan, çaycılann (buyurun beyim) sesleri, (haniya buz
gibi limonatam) ba�rışları, hayale, karagöze davetleri
devam ederdi. Çaycı ve berber dükkanlannın önünde­
ki sandalyalarda oturan beyler ve efendiler arasında
(İskilip hamndaki incesaz hakikaten çok güzel, hele
keman taksimi insanı mest ediyor... Bugünkü Ceride-i
Havadis'i -Havadis Gazetesi- okudunuz mu?) sözleri
•
165
işitilirdi. BeyoAiunda Naum'un tiyatrosundan
zikasından söz edilirdi.
KAHVE
ve
mu­
SOHBETI.ERI NASIL OLURDU?
Mahallelerıin kibardan geçinen· ihtiyar kahvelerin­
de biri: eKatir şeytan sebep oldu, bu gece teravih na­
mazını kaçırdıkıt bir başkasc eSimitleri kasap dükka­
nında unutmuşum. Geri dönmeye .mecbur olduin. Kar­
deş sokaklarm kalabalı�an geçilmiyor ki, iftara ye­
tişemedim, yolda
top
atıldı• bir üçüncüsü:
eCenab-ı
Hak taksiratımızı affetsin, dünya öyle bir detişti kb,
başka biri tarafindan: eKış ramua�ı mı iyidir., yaz ra­
mazaİıı mı?• diye sorulan suale ukalidan biri: eBana
kalırsa sonbahar ramazam hoştur. Havalar orta,
gün­
ler kısa, sebze ve meyve bob cevabını verir. Öteden
bir hkracı: eBektaşiye, ramazam mı seversin, bayramı
mı diye sormuşlar, ramazam cevabını vermiş. Ne için
dediklerinde, yenir de, onun için cevabını vermiş• fık­
rasını anlatır. Bir aralık sohbet tütünlerin fiyat ve ne­
faseti meselesine gelir. Geveze ihtiya� birisi: eKoska'
da tütüncü bir Ali Bayrakdar vardı, sat ise kulaklan
çmlasın, öldüyse Mevla rahmet eylesin. Bizim Tatar­
ağası Hüseyin Ağanm eski dostu}'du. Ramazanlık tü­
tünlerimizi
ona
ısmarlardı. Bir ramazan, eğer paraya
kıyabilirsen Mekkizade için hazırladıiım tütünden sa­
na biraz vereyim, fakat bir okkası için üç kuruşunu
alınm, dedi. Ben de
sardı; ne bileyim o
neydi? Oç
ne
olursa olsun, dedim, kağıda
zamanlar
okkalar da mı ziyade idi,
aylık çocuk kadar paketi kucağıma verdi.
Sana yalan, bana gerçek, kahvede çubuğu doldurdum,
166
mis: · gibi kokusu etrafa yayıldı. Bütün ahbap birer ne­
fes çektiler. Herkes (o, oo) diye şaşırdılar. Allah gani
gani rahmet etsin, merhum Hacı Gamnfer Ağa: •Öyle
ama bir okka tütün için de üç kuruş verilmez. Böyle
şeyler zenginlere göredir. Her ne ise ramazanlarda bir
defa için zarar yok» diye nasihat etmişti. Hey gidi gün· ler hey » Bir başkası: •Mevlana şimdi bohça tütünle­
rinin alasını Ulah Boyar'ları içiyor. Tüccar denk denk
tütUnlerini oraya gönderiyorlar» gibi taktakiyat yapılır­
..
dı.
Bazı mahalle kahvelerinde de bu gibi konuşmalar
ile boşuna vakit kaybetmemek için kitap okunurdu.
Kahveci tarafından salıaflardan kira ile (Kan Kalesi),
(Hamzaname), (Battal Gazi) gibi kitaplar te!iarik edilir,
kahveye gelenlerin içinde okuması olan' bir müşteri
okuyup, diğerleri dinlerlerdi. Kahveci, kitap okuyan
müşteriden kahve parası almaz, okumayı üzerine alan
müşteri de, kitabın bazı yerlerini okuyamayıp hecele­
ye heceleye söktürebilditi kadar okurdu. İkide birde
kahveci çırağı, kahvenin şurasına, burasına konulmuş
olan y·ağ mumlarının fitilini, ona mahsus makas ile
kesrnek için peyketeri dolaşırdı. Bazı semtlerde gençle­
rin kahvesi ayndır. Geceleri yüzük oyunu, tuğra oyu­
nu gibi oyunlar oynarlar, çekişirlet; buralarda kavga
gürültü eksik olmazdı.
BtiYtiK KONAKlAaDA İFrAR ZİYAFETLERİ
Bab-ı Ali havadisini, devlet adamlannın sırlarını,
kibar dedikodularını bir an önce haber a�mayı kendi­
ne iş güç ed.inmiş olan birtakım eski valiler ve memur­
lar ikindiden sonra cami avlularında halka olarak bir-
167
birlerine bilgi Sıatarlar, ve filan paşanın hala iftanna
gidemedim, pek ayıp oldu. Diğeri, fakir bu akşam Şe­
rif hazretlerinin iftanna niyet ettim. Bir başkası, fi·
lan paşaya dün sergide rastladım, ramazan geleli gö­
rüşemedik buyurdular. Utancımdan yerlere girdim; gi­
bi sözlerle övünürlerdi.
Diğer taraftan paşalar,
konaklarının kalabalığın­
dan söz ederek; «dün akşam bizde kırk sofra kurul­
muş, artık buna dayanılmaz• diye şikayette bulunur­
lardı. Hatta sonraları ramazan gelmeden evvel, Proto­
kol Müdüriyetinden gazetelere verilen ilanda, rütbe ve
memuriyet sahibi olanlar, ramazanda veldl konaklan­
na
iftara gitmeleri bir resmi ödev sanılmakta ise de,
bu ziyaretler,
her.kese Zahmet ve külfet verdi�nden,·
din öğrencileri ve dervi�ler hariç, hiç kimsenin, davet
olunroadıkça iftara gitmemeleri ve isteyenlerin birbir­
lerini davet edebilecekleri konusunda resmen beyan­
da bulunurlar, fakat bunun asla tesiri görülmezdi.
O vakitler, vekil ve vezıirlerin bu gibi hallerini ya­
kından tetkik edenler, bu paşalar, her ne kadar iftar­
cılann çokluğundan şikayet etmekte iseler de, aslında
gelenlerin çokluğu nispetinde memnuniyederi artmak­
tadır. Çünkü, herbirilerinin halk tirerindeki itibarlari­
nın derecesi, kendilerini ziyaret edenlerin adediyle öl­
çüldü�nden, bunu
itibarianna ölçü saymaktaydılar.
Bu sebeple şikayetleri içten değildir.
Sultan sarayiarına ve eski kadın efendilerin yalı­
larına iftara gidenlerin itibarlı olanlarını baş ağanın
odasına, daha kijçük rütbede bulunanlan, diğer
ha­
rem ağalan ve baltacılar odalanna alırlard�. İftard3n
168
sonra harem ağaları vasıtasiyle Sultan ve Kadın Efen·
dilere saygıları ilet.ilir,
karşılığında iltifatla beraber,
derecelerine göre hediye veya para alırlardı. Bunu ge­
tiren harem ağası, hediye veya parayı teslim etmeden
önce, öpüp başına koyduktan sonra verir. Alan da, al.
dığını öpüp başına koyı;naya mecburdu.
İFTAR SOFRALARININ ÖZELLİ�İ
.
Ramazan akşamları verilen iftar ziyafetlerinin, di-
ğer zamanlarda verilen ziyafetlerden başlıca farkı, if­
tar kahvaltısı kısmı olup, halkımızın birbirlerini ifta·
ra davetlerind.e, yemeğin cinsine ve netasetine dikkat
edilmekle beraber, kalıvaltı tepsisinin en küçük tefer­
ruatına kadar. intizamına başkaca bir önem verilirdi.
Reçellerin çeşidi, peynir, hayvar, zeytin, sucuk, pas­
tırma gibi çerezler, ufak tabaklada tepsiye yerleştiri·
tip sinilerin ortasına konulurdu. Mevsimin çeşitli mey­
veleri ve salatalar da bunlara mahsus tabaklar içinde,
tepsinin etrafına, muntazam şekilde konulutdu. Zem­
zem fincanlan, Medine hurması, hardal tabakları kon,
mak suretiyle, iftar sofrası tamamlan,ırdı. Çekirdeğinin
yemekiere düşmemesi maksadiyle, aslında sofranın süs­
lenmesine yardım olmak için, limonlar ortasından ke­
silip, tüller fçinde ipek ve renkli kurdelalarla bağlana­
rak ufak tabaklara konulduğu da görülmüştür.
İçme suları kapalı ve tabaklı Saksonya bardaklar­
la hizmetçilerin elinde tutulurdu.
Çatal, kaşık, bıçak gibi şeylerin ramazan.da kuBa·
nılması münasip görülmediğinden, kullanmayı adet et­
miş olanlar da, halkın ayıplamasına hedef olmamak
·
169
için, bunlann yerine
mercan
saplı, fildişi, sedef ve ba­
ğadan yapılmış yahut siyah ve beyaz cilalı tahta ka­
şıklar kullamrlardı. Gerek bu kaşıklar, getek has pide
ve francala, çörek ve sirnitler sofranın kenarına dizi­
lirdi.
Bir de,
ramazanın başlangıcından sonuna kadar,
halkımızda işkembe çorbasma bir düşkünlük vardı. Ve-·
li Efendi Zadenin bindi derisinden
işkeınbe ·çorbası
yaptırması hikayesinden de anlaşıla� gibi, zengin ve
fakir herkes sofrasında işkembe çorbası bulundurmak
isterdi. lftara beş on dakik.a kalarak, çorba tasını alıp,
işkembeci dükkfmına giderler, hatta nöbete yatarlardı.
Konaklardan uşaklar, ayvazlar kapaklı çorba kiseleri.
ni getirip, kazanın etrahna dizilirlerdi.
Yemetin sonunda mutlaka
hoşaf
bulundurmak
adet olup, elınastraş kaseler içinde, dökme tepsilere .
konulup, kenarlarına, içieri ufak kase kadar çukur ve
saplan bağa veya fildişinden yapılmış kaşıklar konul.
mak suretiyle ·hazırlanırdı. Yaz mevsiminde kaselere
buz da konurdu.
Eskiden herkes minderlerde halka olarak oturup
yemek yediklerinden, sofralar alçak iskemierler üzeri­
ne, sarı veya bakır siniler konulmak suretiyle hazırla­
mr ve peşkir denilen dokuma bezi, peçete yerine kul.
lamlırdı. Hatta hizmetç.ilerin ayaktan,
peşkirleri her-
kesin dizlerine rasttatmak şartı ile atmalan birer hü-
170
ner sayılırdı (1). Ezana birkaç dakika kalarak
sofra
başına. gitmek, iftann şartlarından idi. Misafirler sof­
ranın etrafında otururlar, ortada çıt yok, herkes bir­
birine küsmüş gibi, yüzler samurtkan beklerler.
Su­
samlı simitlerin, bademli çörekle·rin, kazan yağlılarının
misk gibi kokusu ve o muntazam iftar sofrasının sey­
rine doyulmazdı. Bunların içinde herkesin bir imren­
diği olacağından velev iki üç dakika da olsa, oruç ha'­
liyle sabır ve tahammül istenildiği için, sofradakilerin
kimi saate bakar, kimisi gözlerini kapayıp, hayale da­
lardı. Top atılması ile beraber, oruçlar açılır. O mükel­
lef sofraya bir hücumdur başlar; çorbalar, yumurta­
lar, etler, börekler, tatlılar, birbirini takip ederdi. Bel­
demiz adeti gereğince, hele ramazanlarda yemekierin
çokluğu, ınİsafirlerin ağırlamasına bir çeşit ölçü ka­
bul edildiğinden, yemekierin arkasının alınmasına ka­
dar beklemek, tiryakile:rin hesaplarına gelmediğinden,
çoğu özür dileyerek sofradan kalkardı.
Vekil, vezir ve büyüklerio konaklarının bir çoğun­
da yemeğe ara verilmek usulü kabul edilmiş olduğun­
dan, iftar vaktine birkaç dakika kala, hazır bulunanla-
(1)
Hizmetçilik mesle#ine girecek olo.nlar evvelo. çırak
olarak konaklara girerler, kovuşlarda gedikli ağala·
ra hizmet ederek, bu peşkir atmak ve uzun çubuk·
ları doldurup, bir elinde çubuk diğer elinde parlo.·
tılmış sarı tabla ile g6tilrllp ve bir dizi ilzerine çiS­
kilp, içecek adamın tam ağzı hizasına rastlo.mak
şartiyle, çubuk ver:mek ve ortada yakılmış olan yağ
ve bal mumlarının ilç beş dakikada bir ona mah­
sus makas ile söndilrmeden titiZlerini kesmek gibi
bir takım hizmetler öğrenirlerdl.
171
rın önlerine ufak tepsilerde reçel, peynir ve zeytin gi­
bi kalıvaltı ve bir iki ufak kase de çorba konurdu. İf­
tardan sonra nargHe, çubuk, kahve, enfiye ve afyon gi­
bi keyif verici şeylerle, keyıifler yerine getirilirdi.
Ak­
şam namazları cemaatle kılmırdı. Mükellef giyinip ku­
şanmış olan iç ağaları hizmete hazır bir durumda bek­
lerlerdi. Gerçi yemekten önce ve sonra leğen ve· ibrik­
lerle eller yıkanmak adet ise de, yemekierin ellerle yen­
mesi çirkin göründüğünden, sonraları yavaş yavaş ça­
tal, kaşık bulundurulması da yaygınlaşmıştı. Vaktiyle
öd ve amber yakılarak her tarafı
kokulara boğmak
adetti Büyl\k dairelerde kahve, çubuk gelmesinde de
bir çeŞit teşrifat vardı. Evvela ·çubuklar uzun olmak ve
kıymetli kehribar ve süslü imamelerle bez�nmiş bu­
lunmak, mevcut misafirlere bir anda ve.rilmek şart idi.
Hatta hariciye teşrifatçısı Kamil Bey, hizmetkarların
çubuk getinnesinden lci.naye: «Bu kargılı heı.iiflerden ne
vakit kurtulacağız?) derd.i. Kahve takımını,,
.,,
dairenin
kahveci başısı getirip, odanın münasip yerinde durur,
kahve ibriği soğumamak için, stil tabir olunan . gümüş
zincirli ateşiikiere konulurdu. Bu stili taşıyan yamak
da kahveıcİbaşının yanında bulunur. Ne kadar misafir
varsa, o kadar · da ağa, kahvecibaşının etl"afına dizilir­
di. Tepsinin üzerinde bulunan sırmalı örtüyü kıdemli
.
iç ağası kaldırıp, kahvecibaşının omuzuna kor, sonra
ağalar kafesli gümüş zarflarla fincanları alıp, ateşlik
üzerinde bulunan ibrikten kahveyi koydurup,
zarfın
ucundan tutmak şartiyle, yine bir anda misafirlere verirlerdi.
.•
172
ZIYARET EDİLEN YERLER
Ramazan Adetlerinden biri de, cami ve mezarları
ziyaret etmekti. Bilhassa Fethiye ve Kariye, Tokludede
Camileri gibi kiliseden bozma camileri ve Hazret-i Ha­
lid · ile birlikte savaşa gelen Esbab-ı Kirarn türbeleri­
ni ziyaret ve meselA Fethiye Camii, fetih sırasında kili­
se olarak bırakılmış binalardan olmasma ra�men, 1591
tarihlerinde meydana gelen bir münakaşa üzerine, na­
sıl olup da Uristiyaniardan alınarak, Üçüncü Murat ta­
rafından oamie tebdil olunduiu, tarihlerde yazıldı� an­
latılırdı. Akşam Hz. Halit türbesinde iftar ve bazı dost
evlerinde veya kebapçı dükkAnlannda veya kaymak­
çılarda yemek yiyip, Eyüp Camiinde teravih kılarlar­
dı. Yenikapı Mevlevihanesi, Sünbül Efendi, Kocamus­
tafapaşa dergAhlan gibi tanınmış tektelere iftara gi·
derler ve tanınmış kimselerden ekserisi, Enderun'da
bulunan Hırka-i Saadet dairesinde (1) ve Kadir gece­
leri de Ayasofya Camiinde iftar ederlerdi. Eski Ali Pa­
şada bulunan Hırb-4 Şerifi ziyaret ve �le namazını
kılarak, itindiye Fatih'e gelmek ve ramazanın ilk cu­
masını Ayasofya, ikincisini Eyüp Sultan, üçüncüsünü
de Fatih ve son cumasını mutlaka Süleymaniye Cami­
lerinde kılmak halkımızın ramazana mahsus ldetlerin­
dendi.
(1)
BırkiM Saadet:
Peygamberimfzin BırkaBı ile da1uı
bazı m1lbarek ewmıın bulundflDu daire.
Oamanlı
padişaJılan 'her Ramazan'ın onbepn'de b1lyilk mera­
ıbn ile Bırka-t Saadet Dairesini ziyaret ederlerdi.
.
(N.A.B.)
173
Bir zamanlar devlet büyüklerinden bazıları Harbi­
ye Nezareti meydanında yangın kulesinde (Beyazİt Ku­
lesi) iftar etmeyi adet etmişlerdi. Bu adet bir hayli se­
neler
sürmüş,
hatta
dört beş
defasında ben
de hazır
bulunınuştuın.
(
-
-
-
--.,
••
-
•
1
� ....·'
.
, ---. -""->
·: �..
�
.....
_
.
. .
•-::> iZ
_ _
-. ---=-"
--.
-
-- -..
Vinçlerle kaldırılacak ağırlıkta/ci yükleri rahatça
taşıyabilen sırık hamalları. .
ALE:tviDAR VAKASINI ATA BEY
NASIL ANLATIRDI?
Bu
saydığım iftarların başlıcalarından biri,
Ende­
run iftarı olup, ben oraya da nice yıllar birtakım kirn­
selerle birlikte gitmiş olduğum cihetle, gördüğüm ve
•
c;;:J
-�=
_::;:. .
174
işittiğim şeyleri yazıyorum. Ramazanın onbeşinci gü­
nü Hırka-i Şeri f ziyareti töreni dolayısıyle, emanetler
açılmış olduğundan Enderun iftarına onbeşinden son­
ra gidilirse tamamİyle ziyaret edilmiş olacağından ilmi­
ye ve mülkiye mensupları vekil ve. ileri gelenlerden
çoğu bu zamanı. seçerlerdi. Enderun Tarihi sahibi ve
Cezayir Bahrisefit eski mutasarrıfı Ahmet Ata Bey, En­
derundan yetişmiş ve sarayın eski adetlerine vakıf ol­
duğundan, her gidişimizde bizimle olurdu. Ata Bey, o
tarihlerde yetmiş, yetmişbeş yaşlarında olduğundan,
gerek babası enderunlu Tayyar :efend.iden işittiği ve
gerek kendisinin gördüğü saray vak'alarını, yer ve şek­
lini göstermek suretiyle anlatırdı. Nitekim Üçüncü Se­
lim'i şehit ettikten sonra, Sultan Mahmud'a da suikast
yapmaya giden Sultan Mustafa'lı Abdulfettah ve ben­
zeri mel'unlara babası Tayyar Efendinin rastladığı ye­
ri ve orada onlara nasihat etmeye kalkmışken (Bu da
Sultan Selim taraftarı imiş) diye hücum etmeleri üze­
rine, ellerinden nasıl kurtulduğunu, Üçüncü Selim'in
kanlar içinde şilte ile kuşhane kapısından arz odası
önünde cesedini Alemdar Mustafa · Paşanın kucaklayı­
şı ve Sul.tan Mahmud'un Cevri Kalfa tarafından yük­
lükten dama çıkarılarak kurtarıldığını, Sultan Musta­
fa'nın padişahhğı bırakmamak için, ısrar ettiği, anne­
sinin Alemdan azarladığını, harem kapısını gösterip
vak'alan birer ·birer izah eder ve ramazanın onbeşin­
de sabah namazı vakti has odahların gül suları ve sün­
gerler ile Hırka-i Saadet salonunu nasıl sildiklerini ve
Hırka-i Saadet'in yakasında bulunan düğmenin gül su­
yu ile ıslatılıp, hemen amberli ateş kabına gösterile­
rek, ne şekilde . kurutulduğunu birer birer tarif ve en-
175
derun ağaları eliyle misk ve amber ve çeşitli baharat­
tan toplanmış ve padişah macunu denilen tatlıdan kah.
vecibaşı eliyle, kahveden evvel sadrazam ve şeyhülis­
lam · ve diğer vezirlere ikram olunduğunu, anlatırdı.
Alemdarın halk arasında Arslanhane denilen Arz­
hane meydanına geldiğinde, adet üzere tatlı ve kahve
vermek için, kahvecibaşı o telaş arasında bulunamadı­
ğından ve sarayca eski adederin muhafazasına çok dik­
kat edildiğinden, babası Tayyar Efendinin tatlı hakka­
sını bulup, kahve ile birlikte bu zatlara takdim eyle­
diği, en küçük teferruatına kadar tarif ve beyan eder
ve hele emanetler ziyaretinde ve hazinenin gezilmesin­
de pek etraflı bilgi ve tafsilat verirdi. Söyledikçe bir
taraftan da gözleri yaşanrdı. Kendisi, saray eskilerin­
den olduğundan, ağalardan büyük saygı görür ve birço­
ğu gelip elini öperlerdi. Sultanların resmi günlerde gi­
yindikleri alay elbiselerini sandıklardan çıkanp, özel
olarak yaptırılan ca·mekanlar içinde, mankentere giydirip, üzerlerine de yaftalar astırıp, teşhir ettirmesin­
den dolayı, Hazine Kethüdası Hasan Beyi de rahmet­
le ananın. (Bu Hasan Bey, Sultan Aziz'in saltanatının
başlannda başmüsabiplik etmiş, sonraları vezir rütbe­
sine kadar ulaşmış ve Bağdat, Selanik Valilikleri ile,
Şiıra-yı Devlet Mülkiye Dairesi
üyeliğinde bulunmuş
olan Hasan Refik Paşadır) İftar vaktinin yaklaştığın­
da Hırka-i Saadet dairesine gelinip herkes kendi ale­
minde içi ve vicdanı ile başbaşa . kalırdı. Ezan okunur,
oruçlar zemzemle açılıp, akşam namazı kılınır; sonra
Hazine Kethüdalığı dairesinde yemek yenirdi.
176
ENDERUN VE BEYAZlT KULESiNDE İFrAR
Dotrusu, gerek iftariyenin, gerek yemekierin lez­
zetini söylemedikçe geçemeyece�im. Enderun ağalan­
nın her biri, bir çeşit tatlı kaynatmakta ve yemek pi­
şirmede maharet sahibi idi. Hele meyvelerin mevsi­
minde. çeşitli sübye, reçel, murabba, şekerleme vesaire
gibi şeyler kaynatmak eski adetleri icabındandı. Hatta
Enderun · yuiİ'iurta:sı ve sütlü Frenk arpası aşuresi ve
kayınaklı meyve tatlısı, halk arasında meşhurdur. El­
hasıl salatalarına varıncaya kadar içilecek ve yiyile­
cek şeylerin benzerine çok az rastlanır cinsden idi.
Yatsı vakti · yaklaşınca Enderun a�lannın en güzel
seslileri gayet yüksek perdeden çifte ezan okumalann­
dan ve büyük bir cemaat ile, ayin ve ilahilerle Hırka-i
Saadet dairesinde kılınacak teravihde o güzel sesli
imam ve müezzin efendilerin okumalan insanda başka
bir alem yaratırdı.
Yangın kulesi iftan, ramazanın yirmisinden sonraya bırakılırdı. Sebebi de yıldızlar ve minarelerde kandillerin seyrinin, ayın karanlık oldu� bir zamana rastla­
tılması içindi. Çünkü Adalar ve Marmara Denizi ile
Osküdar ve Bo�içi ve Kadıköy, Fenerbahçe, Bakır­
köy, Yeşilköy taraflarının grup sırasında seyri ne ka­
dar boşa giderse, İstanbul ve Osküdar, Tophane taraf­
larının tepelere do� ilerlemiş olan cami minareleri­
nin kandil ve mahyalarının, denizde vapur ve gemile·
rin fenerlerinin ışığı ile, gökte yıldıziann ışıklan birbi­
rine karışmış gibi gayet hoş bir görüntü meydana ge­
tirir.
•
177
O zamanlar, birçoklan bu kule iftarına katılmayı
arzu ettiklerinden, pek çok kişilerle eğlenceli alemler
yapıhrdı. Kararlaştırılan akşam için, lazım gelenlere
haber verilirdi. Ali ve Fuat ve Mısırlı Kamil ve Fazıl
Mustafa Paşalar gibi büyükler çağırılır ve şayet gel­
mezlerse, hisselerine düşen yemekleri göndermeleri
bildirilirdi. Gerçi bu zatlardan hiçbiri davete gelmezler,
fakat yemekleri de gönderirlerdi.
•
Kararlaştırılan günün akşamı, Beyazıt Camiinde
toplanmış olanlar, yavaş yavaş kuleye çıkmakta ve bir
taraftan da ayvazlar yemek kablarını çıkarmakta bulu·
nurlardı. Oruç haliyle çıkmak gerçi zahmetlice olurdu.
Fakat çıktıktan sonra da, etrafın güzelliği, çekilen zah­
meti insana unuttururdu.
O tarihlerde yaşı daksanı geçmiş, fakat vücudu
dinç, sağlığı yerinde bir Memiş Ef. vardı. Bu zat Ende­
run'dan çırak olmuş ve halince hoş sohbet bir adam
idi. Yıldız ilmine ve namra çok inandığından, mesela
Sünbüle burcu iyi bir burçtur. Yağmur yağar, mavi
gözlÜlerin daha çok nazan değer diye daima sakınır­
dı. Her sene kule iftarına çıkıldıkça, Memiş Efendinin
de birlikte bulunmasını, herkes arzu ettiğinden, rica
ve ısrar ederler, mutlaka çıkarmaya kandırırlardı. Bir
sene mavi gözlü olduğu için, Memiş Efendinin hiç sev­
ınediği Tersane Tulumbacıba�ısı Kaymakam Raşit Be­
yi de çağırmışlar. Raşit Bey gelip de (Vay Memiş, bu
sene de mi çıktın?) �emesi üzerine, zavallı adam çok
telaşlanmış, (Hayır, kendim çıkmadım. Kule a�ları be­
ni ekmek zembili ile yukanya çektiler) diye tevil et·
meye, bir taraftan da bir şeyler okuyup üflemeye baş­
laması görülecek şeydi. Ve soranlara böyle söylemesiF: 12
178
ni herkese sıkı sıkı tembih etmiş ve o seneden sonra
da korkusundan bir daha kule iftaı:ı davetine gelme·
mişti.
Yaz ramazanlarında vekil, vezir ve kibarlar, yalı­
larında bulunduklanndan, vezirler beşer, bala'lar dör­
der, ula evveli üçer, ula sanisi ve mütemayizlerin iki­
şer çifte kayıklara himneleri teşrifat usulünden oldu­
ğundan, velev mülkiyede de olsa, vekillik makamında
bulunan vezirlerin ma.iyetlerinde. bir yaver. ve ikişer de
çavuş bulunması yin� teşrifat .icabından idi (vekillere
ait vapurun tahsisinden önce). Akşam üzeri takım ta·
kım kayıklar birbirini takip eder ve vezir kayıklarında
tüfekli ve palaskalı çavuşlar kıç üstünde, yaver de pa­
şa ile. ambarda otururdu. Kayıkta bulıman ağalardan
biri efendisinin çubuğunu doldurup vermek, öteki de
şemsiye
tutmak
ödeviyle
mükeleftiler.
Şemsiye
renginin kırmızJdan başka olmak şarttı. Çünkü kırmızı
şemsiye tutmak padişahlara mahsustu. Bir de sarayın
veya vekilierden birinin yalısı önünden geçerken, şem­
siyeyi kapamak saygı gere�-i idi. Kayıkçıların elbisesi
bürümcekten gömlek, beyaz şalvar ve beyaz çarapiar­
dan ibaret iken, sonralan sırmalı kolsuz yeleği göm­
lek üzerine giydirmek de adet olmuştu.
Çok defa yolda top atıldı� için, ihtjyaten kayıkta
•
iftarlık bulundurulur ve iftardan sonra kısa çubuklar
yakılır, yahya çıktıktan sonra,
akşam namazı kılına­
rak, ondan sonra yemek yen.irdi.
Ramazan gecelerinde yalı önleri ikişer üçer çifte
misafir kayıklan ile dolardı . . . Yaz ramazanlannda Ka­
�ıthane, İmrahor Köşkü, Küçüksu, Çubuklu gibi mesi-
179
relerde, takım takı.m iftıarlar edilir, rnektap gecelerin­
de ilahilerle. terav"ihler kıhnırdı.
ve Abdülaziz devirlerinde her· sene kaAbdülmecit
.
dir alayı Tophane'de Nusretiye Camiinde yapıldığından
saat kuiesi ve Talimhane Meydanı, karadan ve denizden padişahın geçeceği yollar kandil ve fenerlede donanıp top, fişek ve çeş.itli · maytaplarla aydınlatıhr ve
bu donanınayı seyretmek için; Tophane Meydanı ara­
batarla dolar ve harem arabaiarı Talimhane Meydanı­
na alınır, karşısındaki sıra dükkaniarın üzerlerindeki
odalar kiralanarak baştan başa dolardı. Talimhaneye
bakan evler, misafirleri alamayacak derecelerde olurdu.
Eyüp ve hele Ayasofya Camileri sabaha kadar açık bu- .
lundurulup, şeyhler ve ilim adamları zikir ve tevhldle
· meşgul olurlardı. O koca Ayasofya Camii hınca hınç
dolmuş bulunurdu. Kıadir Gecesi, minareler baştan başa kandil ile donatılmak, o geceye mahsus saygı alametlerinden idi.
.
.
.
.
•
•
Kadir akşamları, çok kişi iftarı Ayasofya Camiin­
de etmeyi adet etmişlerdi. Bunlardan biri de Mısırlı
Fazıl Mustafa Paşa idi. Alıhapları ile beraber camide
iftar eder ve şimdiki Adiiye (933'de yandı, şimdi ye­
rinde yeşil saha var) dairesinin üst kat odalarında ye­
mek yenirdi.
Ben de birkaç defa bulundum. Mustafa Paşa daire­
sinin gerek ramazanlarda, gerek diğer günlerde yemek­
leri, diğer vekillerin dairelerinde çıkan yemekierin
hiçbirisine benzemez, çünkü, Türk aşçısı, Frenk aşçısı
yemeklerinden başka, diğer deniz mahsullerinden, ki­
lercibaşı pirtakım yemekler daha hazırlardı. Yemek-
180
ler gayet lezzetli, kaplar büyük ve porsiyonlar çoktu.
· İftarlardan başka sahur yemekleri de, konuşolmaya de­
ğer. Dana, hindi ve av etlerinden yapılmış soğuk ye­
mekler verildiğinden, birçok kişi sahur yemeğine de
giderlerdi. Mustafa Paşa dairesinde usta, kalfa ve çı­
rak olarak kırkbeş Türk aşçısı olduğu ve o nispette ala­
franga ve kadın aşçılan bulunduğu ve hele Karanfil
kalfanın haremde pişirdiği yemekierin lezzeti, o za­
manları bilenlerin mahlmudur. Camilerde mukabele
okuyan hafız efendilerin ekserisi kadir akşamlan ikin­
di namazından sonra haüm dualarinı indirmiş ve hal­
kın birçoğu bayram tedarikiyle meşgul olduklarından ·
gerek oamilerde, gerek sergilerde, eski kalabalık kal­
maz, arefe gününe kadar, oralara bir sessizlik 'çöker­
di. Hele arefe günü sergicilerin sergilerini bozmakta ol­
dukları görüldükçe, ve ayın göründüğü gecelerde (El­
veda ya şehr-i ramazan) ibareli ve köprü resimli malı­
yalar, herkeste bir hüzün ve elem yaratırdı. Sadaka­
lar, fitreler verilir. (Allah nicelerine yetişrnek nasip ey­
lesin) duaları, dudaktan duda� gezerdi.
Eskiden beri bizde garip adetlerden biri de, bay­
ram tebriki meselesidir. Evet insan, hısım akrabasını,
dostunu, amirlerini ziyaret etmesi lAzımdır. Fakat büyükçe zatlardan tanıdı� ne kadar insan varsa, hepsinin evine gidilmesi şaşılacak şeydir. Gittikleri büyük
zatlar gelenlerin çoğunu layıkı ile tanımadıklarıdan,
sormaya mecbur kaldıklarını bilirim. Birtakım teşri­
fat arasında kof ve boş laflar ile saygılarını sunma
ödevini yapıyor gibi görünüyorlardı. Bu eski adetler
uJruna birçok da II16sraftan çıkarlar. Kapı kapı dola­
şırlar. ct�Je yaparsın, gitmesen olmaz; adet yerini bul•
181
sun» derler. Gittikleri yerlerde, bu kalabalıktan bez..
miş olanların çoğu, bayram tatillerinde, eğer mevsim
icabı konakta iseler, yahlara, yalıda iseler,- konaklara
savuşurardı.
O büyüklerden birtakımı da el ve etek öptürmek­
ten hoşlandıkları için, böyle resmi günlerde evlerinde
bulunmayı tercih ederlerdi. Artık odalar, salonlar do­
lar dolar boşalır. Sürü sürü ziyaretçilerin
birtakımı
evsahibinin yanına kabul edilir; diğer takım çıkar, bir
kısmı da odalarda kabul edilmelerini bekleyerek, va­
kit geçirirler. Bu ziyaretçiler arasında, evsahibinin me­
mur olduğu · daire ile ilgili olan halk, iş sahipleri, iç
ağalarından çok saygı görürler, karşılığında da hatırı
sayılır balışişler alırlardı.
•
•
•
Istanbul
Eğlenceleri
-
Geçmiş
-
zamanlarda yaptığımız harplerin mağlı1bi­
yetlerinden doğan üzüntüler, Kırım Muharebesinde İn­
giltere ve Fransa ile yaptığımız ittifak sonunda kazan­
dığımız galibiyetle gerek halk ve gerek hükümet erka­
nı, huzur ve sükı1na kavuştu. Batı mimarisi örnek alı­
narak yalılar, köşkler, konaklar yapıldı ve bu binala­
rın içi de, batı stiline uygun döşendi. Alafranga sofra­
lar, sazlı sözlü pek parlak ziyafetlere heves edildi. Vak- ·
tiyle yapılan helva sohbetlerine karşı ( 1 ) Galata ve
(1) Helva sohbetleri Istanbul'un lqş eğlencelerinden
biri idi. Bu eğlenceler, bilhassa Ihrahim Paşa dev­
rinde en tatlı toplantılardan oluyordu. Şairin şu:
Nevbaharın gerçi seyri gülşeni sahrası var
Faslı sermanın vetakin sohbeti helvası var
beyti, kış geceleri sohbetinin bahar eğlencelerini
aralmadığını ne güzel anlatıyor. Bu sohbetler Ihra­
him Pa
;a 'nın Şehzadebaşı 'ndaki Konağında, damadı
Musta
f
a Paşa'nın Demirkapı 'da, diğer damadı Sacla­
ret Kethüdası Mehmet Paşa'nın Cağaloğlundaki ko­
naklarınd.a yapılırdı. Helva sohbetlerinde çok defa
Padişah Uçüncü Ahmet de bulunurdu.
·
184
Beyoğlu'nda alafranga eğlenceler tertip edilmeye baş­
landı. 1856 ve 1857 yıllarında Nişantaşı'nda iki defa pa­
dişah çocuklannın zifaf ve sünnet düğünleri tertip
edildi ki, her ikisi (1) de son derece şatafatlı idi. Bunlan
gören halk da, aynı ölçüde sefahata özendi, o kadar ki,
yeniden bir Ule Devri hayatı başladı.
SONNET D0t.';ONO NASIL OLMUŞTU?
(Bu düA\in, istanbul'da göriilmemlş bir düA\indü.
O kadar ki, yapılan masraf, devlet bütçeslnl sarsmış­
tı. Bu bakımdan, All Rıza Bey'in birkaç satu1a kaydet.
tlği düğünü, Mustafa Ragıp Esattı'nın (Bir Devrln Ta­
rihini Konaldardan Dlnleyellm) başbkb yazı sertsinden
Son Posta 8 Mayıs 1944 �ynen nakledlyonız.)
-
«Hünkarın .iki büyük oğlu Murad (Beşinci Sultan
Murad) ve Abdülhamid (İkinci Sultan Abdülhamid)
Efendiler, delikanlı yaşta ve daha evvel sünpet olduk­
larından bu «suru hümayun» Şehzade Mehmet Reşat
(Beşinci Sultan Mehmet), Kemalettin (2) ve Süleyman
(I)
(2)
1856 tarihinde yapılan düğün Şeh=ade Reşat, Burha­
rıeddin
ve
Kenıaleddin
Efendilerin
sünnet
düğünü
idi. 1857 yılmda Sultan Mecidin kı:;ı Cemile Sulta­
nın Fethi Paşa:;ade Cemal/eddin Paşa'ya, gene Abdül­
nıecidin diğer kı:;ı Mürıire Sultanırı Mısır Valisi İb­
rahim Paşa ile evlerıdirilnıeleri düğünü idi. Birinci
düğün oniki giin, İkincisi onbeş giin sürmiiştü.
Kemaleddin Efendi, 1908 meşrutiyetinden evvel vefat
etmiştir. Sadra:;am Mahmut Şevket Paşa 'nm 29 Ma­
yıs 1329 (1913) de kat/i münasebetiyle idanı edilen
eski sadr/i.:;amlardan Tumıs/u Hayrettirı Paşa Zade
Dam.ad Salih Paşafrıın :::;evcesi Mürıire Sultanın baba­
sıdır.
185
(1) Efendilerin sünnet olmaları
mişti: (1274
1858).
şerefine tertip
edil­
-
ŞEHZADELERİN
S'ÜNNET
DÖGÜNO
1277 Recebinde dünyaya gelen padişahın son oğlu
Mehmed Vahidettin Efendi (Altıncı Mehmed) o tarih­
te henüz doğmamıştı.
Sünrıet düğünü için münasip görülen saha, o va­
kitler (Sakızağacı) denilen Teşvildye Camiinin etrafın­
daki arazi ile Ihlamurun Nişantaşı tarafındaki sırtlan­
nı teşkil ederek bıııgün (Topağacı) adını taşıyan düz­
lükten ibaretti. Sultan Mecid düğünün tam bir şaşaa
içinde yapılmasını emrettiği için bu geniş sahaya -bir
karış toprak kalmamak şartiyle- binlerce l:ran, İzmir
-
.
.
halısı serilmişti. Sarayda bulunan eski tarihi çadırlardan başka düğün münasebetiyle bilhassa yaptırılan ga­
yet süslü çadırlar kurulmuştu. Çok pahalı ve kıymetli
kumaşlardan yapılan ve göz alıcı bir güzellikteki
yüz­
lerce çadırın bir araya gelmesi, renkli bir ordugah te­
sirini veriyordu. Düğünde geceleri yapılacak eğlenceler
ve verilecek ziyafetler için rengarenk avizeler içinde on­
binlerce mumun ışığı, gündüz aydınlığını verecek ka·
dar kuvvetli idi. Bu münasebetle, düğünün devam et­
tiği müddetçe, bütün şehir de baştan başa donanmıştı.
(l)
.
Süleyman Efendi, Geçen Umumi Harbin başkuman­
dan vekili ve Harbiye Nazın Enver Paşa'nın refikası
Naciye Sultanın babasıdır. Meşrutiyetin il4nından
sonra ölmüştür.
186
Çoğu payitaht
halkından olmak
üzere memleke­
tin her tarafından getirtilen onbin çocuk da, şehzade­
lerle beraber sünnet edilmişti. Bu çocukların fakir ta­
bakalara mensup olmalarına dikkat edilmekle beraber
arada saray mensuplarının ve devlet memurlannın da
çocukları vaııdı. Kurulan çadırlardan bir kısmı sünnet­
li çocukların yataklanna, üst tarafı da davedilerin zi­
yafet sofarlariyle istirahatlerine tahsis edilmişti. Ça­
dırlann kapladığı sahanın dışında da binlerce insa­
nın hep birden oturabiieceği uzunlukta sofralar ha­
zırlanmıştı. Sünnet olacak şehzadelerin çadın, d�n
yerinin tam ortasında, padişaha, vükelA ve sefirlere
mahsus çachrlann
bulunduğu kısmı işgal
ediyordu.
Şehzadelerin elbisesi, kü11klü kişmir kumaşlardan ya­
pılmış, başlannda hazinenin en kıymetli elmas, züm­
rüd, yakut ve incilerinden yapılmış sorguçlu
takke­
ler vardı.
HER S'ONNETLİ ÇOCUCA BEŞER ALTIN
HEDİYE EDİLMİŞTİ
Şehzadelerin. şerefine sünet edilen on bin çocuk­
tan her biri iç çamaşınndan kundura ve elbisesine ka­
dar baştan başa giydirilmiş, bunlara düğün hediyesi
olarak Padişah tarafından beşer altın ihsan · edilmişti.
Düğüne devrin bütün vükelası, vezirleri, devlet ricali,
memurlar sureti mahsusada davet edilmişlerdi. Davet­
liler, rütbe ve memuriyet derecelerine. göre ayn ayrı
günlerde düğüne iştirak etmişlerdi. Düğün sahasında
müslüman kadınları bulunmadığından vükela ve ile­
ri gelen devlet adamlannın refikaları da ayrıca Dolma-
187
.
.
bahçe Sarayında, «Ha�mi hümayunıt daki ziyafetlerde
bulunmuşlardı. Kadın davetliler, başta olmak üzere,
sünnet edilen şehzadelerin anneleri tarafından karşı­
lanarak ikram edilmiŞlerdi.
.
Padişah İstanbul'daki yabancı devletlerin bütün
. . elçileriyle kadınlı, erkekli bütün maiyetlerini, ecnebi
devletleri tebaalarınıiı ileri gelenlerini, patıiklerle İstan­
bul hahıambaşısını, · ruhani reisieri ve içtimat mevkii
olan gayrimüslimleri, zevceleriyle beraber, davet et­
miştL Muteber dav�tlilerin getirdikleri çok kıymetli,
yüksek fiyatlı nadide ·hediyeler şehzadelere ikram
edilmiş ikinci derecedeki davetlilerin hediyeleri de
di�er sünnetli çocuklara da�tılmıştı. Bu suretle padi­
şah tarafından ihsan edilen beşer altından başka al­
tın murassa saat ve emsali hediyelere konan diler
sünnetli çocuklar da vardL
.
;,
J>üiünde çocuk_hırı ve davetiileri �lendirmek için
mevcut bütün vasıtalardan istifade edilmişti. Sahanın
ortasmda ecnebi bi! canbaz kum.panyası, İstanbul hal­
kının o zamana kadar gönnedi� marifetlerle umumi
atakayı Çekiyordu. Ayrıca payıtahtın orta oyun, Ka­
ragöz ve hokkabaz heyetleri de birer birer hünerlerini
gÖsteriyorlaJ1dı. Bundan başka Sultan Mecidin Dalma­
bahçede yaptırdı� yemi tiyatro için Viyana'dan getiri­
len bir trup, burada temsiller vermiş, halka Avrupa
tarzındaki tiyatro}ru tanıttınnıştı. eNişantaşı Suru Hümayunu• on iki gün geeeli · gündüzlü devam etmişti.
Düiünün gayet parlak olmasına bilhassa dikkat edil­
di�nden, hiç fasıla verilmeksizin, bütün dü�n müd­
detince· yapılan şenlikler, ellenceler ve verilen ziyafet­
ler (Binbir gece. masalları) nı andıran şaşaa ve tanta.
'.
188
na içinde geçmişti. Sarayın ve bükflmetin resmi da­
vetlilerden başka hemen
bütün payitaht halkı
akın
akın gelmiş, göz kamaştıncı eğlence ve şenliklere iş­
tirak etmişlerdi. Bunula beraber düğüne davetsiz ola­
rak gelenler de yemeksiz, ikramsız bırakılmamışlar­
dı. Davetliler için kurulan sofralam saraydaki (Mat­
bahı amire) de yapılan en nefis yemekler yetiştiril­
diği gibi halka verilecek yemek
matbab . çadırları kurulmuş,
yüzlerce yemek
kaynatılmıştı. Yemekler, tatlısiyle,
şitli
olarak hazırlanmıştı.
için de lhlamur'da
kazanı
böreğiyle pek çe­
Bütün bu yemekleri
ha­
zırlamak için bin ikiyüz aşçı ve yamağı çalaştırılmış,
İstanbul'daki aşçılar yetmediği için civar vilayetler­
den yemek pişirmesini bilen kimseler getirilmişti. On­
iki gün içinde, yarım milyon kişiden fazla insanın ye­
mek yediği tahmin ediliyordu.
Padişahın bu görülmemiş cömert ihsanı,
Nişantaşı'ndaki düğün
sahasına
münhasır
yalnız
değildi.
Başta payitaht olduğu halde imparatorluğun en uzak
bucağındaki askere de bu münasebetle ziyafetler ve­
rilmişti.
DÜ(;ÜN MALİ ÇÖKÜNTÜLER YAPMIŞTI
Maamafih bu kadar debdebeli yapılan bu düğün,
devletin adeta mali yıkımına vesile olmuştu.
o tarihteki hadiseleri
Nitekim
hikaye eden vak'anüvis
Lütfi
Efendi bakınız ne diyor:
•Senet sabıka� icJ1a .edilen Sunı bümayunlar Ue
hususatı saireden dolayı teraküm eden borçlardan
189
başka dairei hümayun halkının bir ınüddetenberi itl·
yad etmiş olduklan lsrafat
.
ve
yolsuz müba�t, tedl-
müteassir birçok düyunu lntaç etmişti. Düyunu
yesi
mezkiıJI merbun ve emanet olarak
bir tak•m
selat ire deyn senettatının çotu eicndljl tüc<=M
kerierin kasalanna geçmişti.•
Lütfi Tarihi israfın önünü almak
miinl·
ve
ban­
üzer-e sonradan
devletçe alınan tedbirleri de hikaye etmektedir.
İşte Osmanlı tarihinde pek az benzerine tesadüf
edilen bu düğün yüzündendir ki, halk -belki de, şeh·
rin fetihindenberi pek
ziyaretçiye tesadüf edilen­
az
buralarını tanımağa başlamış ve bu tarihten sonradır
ki, (Nişantaşı) adını taşıyan bir semtin şehrin güzel,
havadar tepeleri üstünde bulunduğunu görmüştü.»
(Mustafa
Ragıp Esatlı'nın
yaz•sı burada bitmekte­
dir ve Balıkhane Nannnm yazısına devam etmekte-
ylz.)
.
.
Saadabad kasrile teferruatı 1730 tarihinde Patrona
vakasında tahrip edilmiş ve yıllarca harabe halinde
kalmıştır. 1871 tarihinde
Üçüncü
Selim bu binalan
yeniden inşa ettirmiş ve bahar mevsimlerini
burada
geçirmeye başlamıştır. Sultan Mahmut 1828 tarihinde
çağlıyanları ve kasırlan tamir ettirmiş bunlara ilave­
ten çadır köskü yeniden inşa
Abdülazizin
rada
sünnet
yapılmıştır.
Saadabadda
edilmiştir.
düğünleri 1835
Saray
geçirmeyi
mensuplan
adet
haline
Mescit ve
tarihinde
bu­
İlkbaharları
getirmiş!erdi.
Bir gün harem halkı çağlayanlarda eğlenirken bir cü­
ce
ile bir cariye derede boğulduğundan Sultan Mah­
mut bu adeti kaldırmıştır.
190
Silahtar Ağa yakınında hala temelleri bulunan sa­
ray ile çiftlik İkinci Mahmut'un kızlarından Mehmet
Ali Paşa'nın eşi Adile Sultana aitti. Sultan her sene
balıarı bu sarayda geçirirdi. Kağıthane yokuşunun he­
men alt başında bulunan ve Atiye Sultana ait · olan
•
köşk ve çiftlik Sultanın ölümünden sonra Şehzade
Harnit sık sık bu köşke gelir� çiftlik hayatı yaşamak,
tan zevk alırdı. Tahta çıktıktan sonra . çiftlik te geçirdiği güzel günleri Şeyhülislam Esat Efendiye anlatır­
mış. İşte eskiden zengin ve fakir herkes kağıthane ci­
varını çok sever gezmek ve eğlenmek için oraya gider­
di. Hasköy ve Ayvansaray sahillerinden itibaren Ka­
ğıthane'ye kadar olan sahilerde yükselen saraylar,
köşkler ve lale bahçeleri gözler önüne bir hayal alemi
•
sererdi. Haliç'in o zamanki manzarası hayal edilerek
şimdiki harap durumuna bakılacak olursa üzülmernek
kabil değildir.
HALİÇ MESİRELERİ
İstanbul halkı bilhassa İlkbaharda kır eğlencele­
rine p·ek ziyade düşkündü. Kıştan bıkan lstanbul'lular,
İlkbaharın başladığı Nevruz (1) gününü evde ve kah­
velerde geçirmeyi büyük bir kayıp sayarlar, her fır­
satta kırlara ve çayırlara koşarlardı. likbahar gelince
açık havalarda Eyüp'e giderlerdi. Kadınlar türbe bab-
(1)
Eskiden Nevruz günü (22 Mart) Yeniçeri Ağası Vü·
kelaya ziyafet verirdi. Baharattan şekerli macun
yapılıp yenmesi adet idi. (N.A.B.)
192
çesinde, erkekler kebapçı ve kaymakçı dükkaniarında
toplanır yemeklerini yedikten sonra eğlencelere baş­
larlardı. Gene kadınlar salıncak sallanır, birbirini gı­
dıklar ve kulaklanna bir şeyler söyleyerek gülrnekten
katıbrlardı. Erkekler Cuma namazından sonra bostan
iskelesinde sıra kahvelerde oturup dağiann zümrüt
gibi yeşilliğini, çiçekleri ve derenin güzel manzarasını
seyre dalarlardı. Eyüp'ün üst tarafında, Rami çiftliği
arkasındaki küçük köyde işçiler ocağı dairesi vardı.
Bu bina bugün dahi mevcuttur. Vaktiyle bu işçiler sa­
raya lazım olan koyunları odatır ve muhafaza ederler­
di. Bu ocak işçileri · kendilerine mahsus büyÜk püskül­
tü fes giyerierdi ve kırk kişiden ibaretti. Bunlann pi­
şirdi�i döner ·ve kuyu kebaplan pek meşhur ve gayet
lezetli olduğu için bu yemekleri sevenler ta uzaklar­
dan at ve arabalarta gelirlerdi. Kebaplan nefis koyun
yoğurdu ile kırların ve çayırların güzel manzarasına
baka baka yerlerdi.
•
•
ATLARlN ÇAYIRA ÇIKMASI ADETLERİ
İlkbaharda saraya ait atların Kağıthane çayırma
çıkanldığı gün Arpa Emini (1) tarafından İmrahor
Köşkünde padişaha bir ziyafet verilmesi adet haline
·
(ıJ
Arpa Emini, saray ahırlanna ltızunalu ot ve arpa ile
ha11tJ(Jn levazımını temin eden: Arpa Emininin mai­
yetinde 200 kadar arpacı bulunurdu. Sulh Z4tnanl4nnda sarayda oturur, harplerde cephede hayvanla·
nn yiyeceDfni temin ederdi. (N.A.B.)
193
gelmişti . Köşkün civarında tmrahor ağa
(1)
ve onun
emrindeki vazifeliler için çadırlar kurulurdu. Bu zi­
yafete vezirler de davet edilirdi. Çayıra getirilen hay.
vanlar misafirler tarafından seyir edilirdi. Bir de çayıı
mevsiminin sonunda zamanın büyükleri ve kibarları
İmrahor Ağaya misafir giderler ve orada tertip olupan
ziyafetlerde köçekler oynar, geceleri meşalelerin ışı­
ğında türlü eğlenceler yapıhrdı.
Padişah, saray mensubları ve devlet büyüklerinin
hayvanları için Kağıthane, Alibeyköyu, Veli Efendi ve .
Çırpıcı çayırları, Büyük ve Küçük Çekmece göllerin­
den Kestane köy sahiline kadar uzanan bölgeler · ile
Boğaz içinde, Büyükdere
Beykoz
çayın,
Sultaniye,
Çubuklu, Kadıköy'de, Uzun çayır, Yoğurtçu çayırları
ayrılmıştı. Ötedenberi bu çayırlardan vekillerin, vezir�
terin hayvanları da faydalanırdı. Çayır mevsimi gelin­
ce bu gibi kimselerin hayvanları için ayrılmış olan
yerlerin hududunu gösteren mühürlü müsaade tezke­
releri saraydan ilgili olanlara gönderilirdi. Çayıra çı­
kıhrken hayvanların alnına çiçekli · otlarla süslenmiş
oymalı sorguçlar konurdu. Dairenin İmrahor Ağası ve
diğer Ağalar b�şta olmak. üzere her hayvanı bir kişi
tutar, yürüyüş başl:ardı. Teşkil edilen
gayda'lar çalıp bora teperek
alaylar yolda
ilerler, çayır
yerine ge­
Iirlerdi. Çayırda Amirler ve seyisler için çadırlar ku­
rulur, geceleri meşaleler yakılır, 40 gün müddetle eğ­
lenceler tertip edilirdi.
(1)
İmrahor, Padişah ahırının en büyük amiri.. Çayır ve
korulann mesul nazın idi. (N.A.B.)
F: 13
194
EYÜP OYUNCAKÇlLARI
Eyüp, kebap ve kaymağı gibi vaktiyle Oyuncakçı­
ları jle de ş.öhret yapmıştı. Vapur iskelesinden Büyük
Cami caddesine sapılınca türbe bahçesine kadar sıra
sıra dükkanıarın hepsi oyuncakçı idi. Bu dükkaniarda
satılan oyuncaklar şunlardı: Kırmızı tüylü koyun, ku­
zu, ağaç parçalarının i.çi oyulmak suretiyle vücude ge­
tirilmiş ve
.üzerlerine al ve yeşil boyaları
sürülmüş
.
sandallar, padişah kayıkları, boyalı aynalar, beşikler
fırıldaklar,
iki üç şerefeli camisiz minareler, tahta kı.
lıçlar, kamış tüfekler, davullar, tefler, düdüklü fın.ldaklar, çekirgeler, hacı yatmazlar, toprak testiler bar­
daklar gibi şeylerdi.
Bu oyuncakçılar daima aynı oyuncakları yaptık­
larından ve hiç bir yenilik getiremediklerinden Avru­
pa'dan gelen oyuncaklar yanında pek basit oldukları
ve alıcı bulamadıklanndan dükkaniarını kapamak zo­
runda kalmışlardır.
KOÇU ARABALARI
Kadınların erkekler gibi hayvana binmeleri yasak­
lanmış olduğundan kadınlar ötedenberi arabaya biner­
lerdi. Harem-i · Hümayun, Vezirlerin ve Devletin ileri
gelenlerinin eşleri, büyük dört tekerlekli, yüksekçe,
etrafı tahtadan yapılmış ve üzeri eğri tabir olunan bir
çok çenber ile çevrili pencereleri kafesli, yaysız Koçu
ismi verilen araba.lara binerlerdi. Koçu'ların içi kadi­
fe ve diğer kıymetli kumaşlarla döşenirdi. Arabanın
dört bir yanındaki tahtalar dıştan boyanır, oymah yal-
195
dızlı çiçek resimleriyle süslenirdi. Binrnek ve inmek
için küçük merdivenleri vardı. Bilahare yaylı araba­
lar çıktığından Koçu'lar kullanılmaz oldu. Koçu'lar­
dan sonra imaHıtına başlanılan yaylı arabalar, Hento,
Talika (katip odası) gibi çeşitli isimler almışlardır.
Şekilleri muhtelifti. Kupa, Lando, isınindeki arabalar
daha sonraları şöhret bulmuştur. Kadınlarımızın kö-'
rüklü faytona binmeleri yakın zamanda başlamıştır.
Hatta erkekler bile faytonun körüğünü aşağı indirip
açıkta oturmayı hafiflik kabul ederlerdi.
YtiKSEK RtiTBELİLERİN ARABALARA BİNMELERİ
Eskiden İstanbul'da yüksek makamları işgal eden
memurlar mutlaka ata binerierdi (1) yüksek rütbeli
Devlet memurlarının ata binmelen bir kanun ve pro­
tokol'la tayin edilmişti. Devlet memurlanndan ata biiı­
rnek hakkını kanunen haiz olmayanlar zaruret halin­
de bile memuriyete yaya gidip gelme mecburiyetinde
imişler.. Divan-ı Hümayun kalemi amirlerinden Ha­
kani Mehmet Bey Hilye ismindeki (2) eserini 1598 ta-
(1)
Sultan İbrahim, bazen Koçu'ya ve bazen de Tahtı·
revana binerek şehirde gezerdi. Eski padişahların da
K.oçu'ya bindikleri görülmüş ise de resmi günlerde,
hele alaylarda ve selii.mlık günlerinde mutlaka hay·
vana binerlerdi. Sultan Aziz'in son yıUarına kadar
bayram, mevlit alaylarında devlet büyükleri, padişah
ile birlikte hayvana binerek yürürlerdi.
(2) Bu Hakani Mehmet Bey, Peygamberimizin Şemaili
Şerifini nazım olarak kaleme almıştır. Manzumenin
adı Hilye'dir. Halk ağzında -Hilye·i Hakani- denir.
196
rihinde ikmal edip padişaha takdim etmiş eser çok
beğeniimiş mükflfata layık görülerek ne gibi bir dileği
olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiş: _ «İhtiyanm,
evim Edirnekapısı civanndadır, memuriyetime hay­
vanla gidip gelmeme müsaade buyrulmasını istirham
ederim» demiş. Dile� incelenmiş, isteğinin kanuna
uygun olmadığı neticeSine vanlmış, fakat Bab-ı Ali ci­
varında kendisine Devletçe bir ev satın alınıp arma­
ğan edilmiştir. İstanbul şehri içinde Hıristiyanlann da
Müslümanlar gibi ata binmeleri yasaklanmıştı. Yalnız
yabancı devletlerin sefaret ve konsolosluk memurlan­
nın hayvana binmelerine müsaade . edilmiştir. Ahali­
den ihtiyar ve hasta olan Müslümanların merkebe bin­
melerine müsaade olunurdu. Halil Paşa'nın Serasker­
liği zamanında dişçi Mikail ismindeki Hıristiyana, ih­
tiyar ve alil olmasından dolayı aşağıda yazılı izin tez·
keresi verilmiştir.
Dişçi Mikail nam zimmi (1) alil ve ihtiyar olup
yürüyemediğinden merkep suvar olmasını bilistida
ruhsat verilmiş olmakla, merkum bundan böyle. rea­
yaya (2). mahsus takım ile merkebe bindiği halde asa­
kir-i nizarniye zabitanf ve karakol memurları tarafından mürnanaat olunmamak ve icabı halinde ibraz kı-
(1)
Zimmi, Hristiyan olup Osmanlı tabiiyetini kabul eden
kimse.. Bunlar dinlerinde ticaretlerinde serbest idi­
ler, fakat vergi öderlerdi. 1855 tarihinde Islahat Fer­
manı ile vergi askerlik bedeline çevrilmiş, 1908 Meş­
rutiY,etinden sonra bu gibiler de askere alındığından
bedel de kaldırılmıştır. (N.A.B.)
(2)
Reaya, Osmanlı tebaasından müstahsil köylü. (N.A.B.)
·
197
lınmak için canib-i Seraskerimizden işbu tezkere mer­
kuma ita kılındı.
Mühür ve İmza
KAD lNLARIMIZlN ESKİ KIYAFETLERİ
Vaktiyle kadınlannuz ferace ve yaşmak giyerlerdi. Elbiseleri kışın çuha yazın ipekli ince kıımaştan
ve içieri de· sandal denilen bir nevi beyaz atlastan ya­
pılırdı. Ayaklanna san sahtiyan'dan papuş giyerlerdi.
(Bu papuşlar ökçesiz,: altı düz ve koncu olan ön tarafı
daha uzun bir nevi mest olup Mercan teriikierine ben­
zerdi) sonraları feraceleri, Merinos, Lahurdaki, Şala­
ki, Atlas ve bunlara benzer kumaşlardan yapılmaya
başlandı. Papuş'lann içine işlemeli astarlar kondu.
Bunları ince beyaz çoraplarla giymeye başladılar.
Yaşmaklar için daha ince tülbentler kullanıldı.
Hatta (Gençliğim var isterim! elbette . bir al ferace
ince yaşmak eldiven) şarkısı da o zariıalar çıkmıştı.
Kadınlarımız yaşmaklan, yüzü örtrnekten ziyade bir
süs olarak kullanırlardı. O, ince yaşmaklan yüzleri­
nin güzelliğini gizlemezdi. O renk renk feraceler ne
hoş görünürdü.
Bir zamanlar d�nlerde giyilen içi dışı . sırma iş­
lemeli (şıp şıp) namiyle bir takım terlikler moda ol­
muştu. Hatta gelinler için hususi olamk yaptınlan şıp
şıplann yüzlerine
işlenmiş olan sırmalann
arasına,
baş ve gerdana konan inci, yakut, zümrüt, pırlanta gi­
bi kıymetli mücevhetat da yerleştirilirdi.
,
Kadınlar
Mesire
y e
nasıl
giderlerdi
·-.
•
J
:ı
,
•
,
..
. •
•
••
.
'
1
•..
"'
.......
ince
· ! · ·
.:
t:"<
Hıristiyan
yerine
·
kadınlar
.,
..:.;
sokağa
tülbentten baş
çıktıklarında
örtüsü
örterlerdi.
yaşmak
Ayakla­
rına Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Museviler mavi
terlik giyerlerdi.
16
ncı
asırda
İstanbul
kadınlarının
uzun
ferace
giyip başlarına tülbent sarıp, yüzlerine kıl peçe tak­
tıkları ve
Selamiye
isminde
bir
entari giydikleri
met Rasim Beyin Osmanlı Tarihinde yazılıdır.
1 1 44 tarihinde
Birinci
Sultan
Ah·
Mahmut zamanında
kadınların pek çoğu başlarına fes veya başlık giyerler
ve
bunların
lardı.
le
üzerine
Mahmut bu
ve
bağlar­
Yakaları atlas ve etekleri küçük Necef taşlariy­
süslü yün ve
1831
nakışlı yazma yemeniler
çuhadan feraceler giyerlerdi.
kıyafetleri uygun
bulmayıp
Sultan
yasaklamıştır.
tarihinde III'ncü Osman zamanında kadınların şal
elvan ferace
giymeleri
emir
edilmiştir.
Kadınları­
mıZin vakit vakit kıyafet ve tuvalederiyle meşgul ol­
mak
adeti
yerinde
bir
müdahale
olmamakla
şeriat hükümlerinin uygulanması hükümete ait oldu-
beraber
200
ğundan bu yola gidilmiştir. Ebüzziya Tevfik Bey Tas­
vir-i Efkar Gazetesinde şöyle yazmıştı: (Bugünkü ha­
nımlanmızın tuvalederini
Avrupa'lı
kadınlannkine
benzetmek, yeldimıe yerine manto giymek, saçlarını
Avrupa modasına uydurmak, ufacık adımlar atmak
suretiyle yürürneğe kalkışmaları
görünmüyor.
hoş
Çünkü her milletin kadınlannın kendine mahsus bir
yürüyüşü olduğu gibi, evvelce de İslam kadınlannın
kendine mahsus güzel bir yürüyüşleri vardı. O ağır
ağır sahna salma ne kadar hoş bir yürüyüştü) diye
fikirlerini açıklamıştı.
KADlNLAR MESİRE YERLERiNE NASIL
GİDERLERDİ?
Kadınlar kır gezintileri
sırasında lüzumlu olan
bir çok eşyayı beraberlerinde götürürlerdi. Bir aile­
nin hususi kayığı olmasa da zarif ve değerli kumaş­
tan bir kayık takımı, al renkli ehram, gümüş ve ar­
mudi seyir aynası, gümüş su tası ve sürahisi, iki gözlü
bulunurdu.
Venedik sepeti, sefer tası, sofra takımı
Kayık döşemeleri, üç parmak kalınlığında kenarlan
çifte fitilli bir tane pamuk şilte ve yine çifte fitilli üç
tane yastıktan ibaretti. Gezme yerine denizden gıdil­
diği zaman kayığın kıç üstüne al ehram serilir ehra­
mın saçakları deniz sulanna temas
edercesine kayı­
ğını iki tarafına salıverilirdi.
HAFI'A TATİLLERİ
Başlangıçta Osmanlı Devleti ve İslam ahali hafta­
nın belirli günü tatil yapmazdı. Tatil ve dinlenme için
201
böyle bir gün ayrılmamıştı. Fakat gayri Müslimlerin
haftanın bir gününü dinlenme ve ibadet günü olarak
seçtiklerini gören ve bunun lüzumuna inanan Müslü­
manlar da haftanın yalnız Perşembe gününü tatil gü­
nü olarak ilan ettiler. Bu Perşembe günü tatilleri tan­
zimata kadar devam etti. 1241-1822 tarihinden sonra res­
mi daire�er ve Müslümanlar için Cuma gününün ta­
til günü olmasına karar verildi.
Cami ve Medreselerimizde çok eskiden beri uygu­
lanan ve haftanın Salı ve Cuma günlerinde iki defa
yapılan tatillerin, hangi tarihte ve kimler tarafından
.kabul edilerek yürürlüğe
konduğu
malum
değildir.
1825 tarihinden sonra Cuma tatillerinde İstanbul hal­
kı kendilerine göre eğlenceler, ziyaretler ve toplantı­
lar yapmaya başladı.
KAGITHANE ALEMLERİ
Kağıthane deresinin içeriye doğru kısmının iki ta­
rafındaki sahil
rıhtımları
•
Fuat Paşa
Sadnazam ol-
duğu zaman yapılırdı. Paşa Kağıthanenin pek değedi
ve imara layık bir yer olduğundan bahs eder, en güzel
yerlerden biri de Kağıthane
köprüsünün
ortasından
çağlayanlara doğru bakılan yerdir, derdi.
İlkbaharda
su ile tamamen dolan dere yatağından akan suların
çağlayanlardan beyaz köpükler saçarak mermerler üze­
rinden akıp gidişi ve yeşil çayırlar arasında beyaz, pen­
be, san mor renkli çiçeklerin rüzgarla bir o yana bir
bıi yana sallanması kalbiere tazelik ve ferahlık verir­
di. Kağıthane'nin en hareketli, en parlak zamanı İlk-
202
bahar mevsiminin Cuma günleri idi. Pazar günü gi­
denlerin çoğu Hıristiyandı.
Kağıthane'ye karadan ve denizden gidenlerin ço­
ğu Eyüp yolunu tercih ederlerdi. Eğlencesi de deniz­
den gidilmesinde idi. Kağıthane sefasına meraklı olan­
lar gayet hafif ve narin kayıklar yaptırırlar, ikişer ve­
ya üçer çifte olan bu kayıkiann yollu ve zarif olması­
na itina ederlerdi. Hususi kayığı olmayanlar birkaç
gün evvelinden bazı iskelelerden Cuma günü için ka­
yıklar kiralarlar, bilhassa gençler süslü ve narin san­
dallarda kürek çekmeye özenirleııdi. Gezme günleri gö­
nüller ferah, kasavetten uzak, ııahat ve huzur içinde
olurdu. -Cuma günleri herkes erkenden hazırlığını gö­
rür, karadan gidecekler araba ve hayvanlanna, deniz­
den gidecekler de kayıkianna binerek Kağıthane'nin
yolunu tutarlardı. Tabanlal1lna güvenenler yaya ola­
rak giderler, çalgıcı, satıcı, dilenciler daha evvel dav­
ranıp muşterilerini orada beklerlerdi.
Kağıthane'nin birinci köprüsünden itibaren içeri­
ye doğru salıilin bir tarafı kadınlara, diğer tarafı er­
keklere ve iç kısmındaki top ağaçların altı da arabah­
Iara mahsus idi. Bu bölgelerde herkes beğendiği yere
yerleşir, gezer, yürür zevkine bakardı. Artık çayırlar,
bayırlar baştan başıa insanlarla dolar, derenin iki sahi�
li de kayıklarla kapandığından yanaşmak mümkün ol­
maz, kayıkları olduğu yerden kımıldatmak pek müş­
kül olurdu.
Gezmeye gelenicnn çoğu yemeklerini bir gün ev­
velinden hazırlardı. Kuzu söğüşü, zeytinyağlı yaprak
dolması, sütlü irriıik helvası gibi soğuk yemeklerini
203
tencerelerde, sefer taslarında getirirler.di. Zengi_nlerip
yemeklerini uşaklar ayrı kayıktarla taşır. Orta halli­
�er bindikleri kayıktann kıç altına yerleştirerek ge­
tirirlerdi. İkişer veya üçer çifte olan zengin kayıkla­
rmda sağ ve sol itibariyle iki hanım yan yana, bir ca­
riye de karşılarmda, kıç üstü denen küpeşteye, bir ha�
rem ağası veya harem kahyası, veyahut bir gidiş ağa­
sı bağdaş kurup otururdu. Anbarlarda oturmak orta
halli bir ailede dahi ,kibarlığa aykın sayılırdı. Sul�
tan Aziz tahta ilk çıktığı senelerde her İlkbalıarı Sa­
adabad'da geçinneyi adet haline getirmişti.
Sultan Aziz Cuma günleri selamlık merasimini
oradaki camide yapar,· askere kuzu yedirirdi. Bu tö­
ren pek parlak olduğundan seyirci halk erkenden ca­
miye koşardı. Selamlık törenine katılan yüksek rüt­
beli Devlet memurlariyle, Müşirler ve askeri amirler
Cuma günleri giyilen üniformalan, nişanlan ile padi­
şabın önünden geçen alaylann başında giderlerdi. En
önde bando-mızıka olduğU halde kıt'alar takım takım
geçerken gururlanan halk hep bir ağızdan (Padişahım
çok yaşa) diye bağırıp alkış' tutardı.
(Sultan Aziz'in tahta çıktığı ilk yıllarda ahalinin
kendisine pek fazla sevgi ve hürmeti vardı. Padişah
1862 tarihinde Mısır'ı ziyaretten döndüğünde büyük
şenlikler hiçbir zaman hiç bir makamın nüfuz ve em­
riyle olmamıştır. Sadece halkın içten gelen arzusu ile
olmuştur. O sıralarda yaşamış olanlar bu beyanıniın
doğruluğunu tasdik . ederler. Bir haftadan ziyade de­
vam eden törenierin nihayetinde, şehrin seçkin kişi­
leri Benebi Devlet memurları ve din adamları bir he-
•
•
•
...
-
..
..:.
..
.
·-·
.
.
:..
.-
-
..._
..
.
-
-
.....
..,__
_
?
.
...
)
/
�
·
�
•
'
'"' .
.
.
•
-
·
"'
�
.
.
•
•
.
.
. - --
.
""' .......
- -
•
.�
,
_
•
•
'
-
Süslü kayıklar, tabiatm eşsi= gü:;ellikleri ile be=erımiş
Kağıthane deresinde.
205
yet halinde. Kağıthane sarayına giderek padişahın res­
minin çıkarılmasını istirham etmişlerdi.)
Seyircilerin kimisi Cuma namazını Hazreti Halit'­
te kılıp biraz gezinmek ve tabiatın güzelliğini görmek
için gelmiştir. Kimisi şuradan buradan ele geçirdiği
araba veya h�yvana binerek halka zengin gör.ünmek
hevesiyle gelmiştir. Peder veya kain pederlerin nüfuzu
sayesinde yüksek rütbelere çabuk erişen subaylar pek
güzel atlar üzerinde ecnebi subaylar gibi caka satar­
lardı. Yakışıklı gençler haddinden fazla süslenir yük­
sek tabakaya mensup hanımiara kendilerini beğendir­
mek hülyasiyle konaklara ait arabalann arasında do­
laşırlardı. Gezme uğruna saçtıklan altınlada bazı ha­
fif meşrep kadınların gözlerini kamaştıran bir takım
mirasyedi beyler herkesin hayranlıkla baktığı araba­
lara kurularak dolaşırlardı. Kimisi kendisine
yüz
ver­
meyen komşusu hanımı hafif meşrep bir halde Y.aka­
lamak ve bu suretle münasebet temin etmek için o
kadını . takip eder gizlice göz altında bulundururdu.
Her rastgeldiği
kadına laf atan bazı
kopuklar
ara­
baların çıkardığı toz duman içinde göz hareketleriy­
le kadınlara işaret verrneğe çalışırlardı. · Aybaşı kibar­
ları, cebi delik beyler pek centilmen tavırlar takma­
rak kadınlara laf atarlar, bazı kadınlar hoşlarına git­
meyen bu gibi sarkıntıhklara:, şemsiyeleriyle yüzleri­
ni kapayıp mukabele ederlerdi. Hovardahğı ile tanınmış oln erkekler açık meŞre-p genç kadınlara musal­
lat olurlar veya dost tuttukları kadınlan ba�kı altın.
da tutmak için haşin tavırlar,. takınır, bıyık bükerek
etrafı gözden geçirirlerdi.
206
Çopur yüzlü kapısız uşaklar dal fesli ve kovalı
(1) çuha şalvarlı, beyaz dizlikli, çapraz yelekli, bağn
baldırı çıplak tulumbacı kabadayıları, başında salta
markalı, yardan ayrıldım biçiminde ipekli mendil sa­
rılmış, y�lın ayak kaldırım hovardalan kadınlara sade
söz atmakla kalmazlar elleriyle sarkıntılıkta bulunur
türlü kepazelikler yaparlardı.
Lacivert
dizlikli baldırı yün
tozluklu pos bıyık
helvacılar, Anadolu dayıları, yüzünü yağlı düzgünle
badana eden şıllıklara yılışır ve peşlerine düşerlerdi.
Kendini uslu akıllı ve ağır başlı göstermek isteyen sa­
kallı bazı sinsiler münasip yerlerde gizlenip saman
altından su yürütürlerdi.
Hanımlar dere kıyısının kadınlara
mahsus olan
kısmında kayığın ehramını, döşemesini derenin kena­
rına serip otururlardı. Gümüş s'u tasını ve sürahisini
önlerine, sefer tasını Venedik sepetini yanlarına, sa­
rı papuşlarını ehramın altına korlar yerler,
içerler,
ara sıra kalkıp gezerler, küçük çocuğu olanlar iki ağa·
cm arasına salıncak kurup çocuklarını
uyuturlardı.
Şenlikleri uzaktan seyir etmeyi arzu edenler yamaç­
Iara çıkarlardı. Çilekçi, portakalcı, kuzu kestaneci, hel­
vacı, macuncu, riıuhallebici, dondurmacı leblebici, si-
(1)
Bu Kovalı denilen şalvar, iç donu üstüne dizlik de­
nilen beyaz bezden şalvar giyip onun üstüne de on­
dan daha geniş fakat çuhadan yapılmış şalvardır ki,
kuşağın hizasından itibaren boyu diz kapağına ka­
dar gelir gayet geniş ağı iki bacak arasında salıve­
rilir. Yürüdükçe Karaman koyununun kuyruğu gibi
iki tarafa sallanır ve bu sallanması süs sayılır.
207
gara kağıdı. ve kibrit satan Yahudi çocuklan yüksek
sesle bağırarak halkı rahatsız ederlerdi.
Ayıcı çingenenin etrafını ayıdan ürken köpekler
sarar ve devamlı havlarlardı. İçkili bir halde ata bi­
nen bazı kişiler ağır giden hayvanlan mahmuzlayarak
yarış etmeye çalışırlardı. Bir defasında at koştur-anlar­
dan biri yere düşerken muhallebicinin tablfisına çarp­
mış muhallebiler dökülmüş, yarı çıplak hırpaniler toz­
lar içinde muhallt'bileri kapışmışlardı.
Gösterişi seven bazı zengin şımank beyler önünü
ardını görmeden tozu dumana katarak fayton sürer,
bazan bir çocuğu çiğner. O, kalabalık ara,sında zabıta
memurları öteye beriye koşup meseleyi örtbas ederler,
ne ise ehemmiyetli bir şey yok! diyerek imtiyazlı ki­
şileri adeta korurlardı.
Derenin erkeklere mahsus olan kenannda bulu­
nanların kimi çalgı çaldırır, kimi çingene kadını oy­
natır, kimi hokkabaz, kimi ayı ve maymun seyir eder.
Kimisi de Bulgara gayda çaldırır bora teptirirdi. Ka­
bak çalan Arap Mısır'a kaçtım kurtulamadım» türkü­
sü ile tanburunu çalar oynardı.
Modayı takip eden ve Avrupa'lı gibi yaşamaya ve
giyinmeye özeneo bazı beyler Kağıthane'nin bu man­
zarasını barbarlık addederler ve ayıplarlardı. Mavi yel­
dirmeli, rastıkh, alınları
ladin'li, parmakları
kınalı
Ayvansaray, Sulukule yosmaları ellerini çarparak ve
arsız gülerek (Beyefendiler Kağıthane sefası şarkı söy­
ley�lim) deyip göbek atmaları ve bahşiş almadan git­
memeleri bu centilmenleri bir kat daha kızdırırdı.
208
· KAGITHANE DÖNÜŞÜ EGLENCELERİ
Akşam güneşi batmaya başlarken emniyet görev­
lileri halk'a · evlerine dönme zaman�n geldiğini hatır­
latırlar, ihtarı dinlemiyenleri Kağıthane'yi terke icbar
ederlerdi. O zamanlarda yaşayanların bildiği gib i dö­
nüş gidiş gibi dağınık olmaz planlı ve eğlenceli olur­
du. Asıl eğlenceler dönüşte yapılırdı. Ecnebiler san­
dallarla, Sefaret memurlan elçi kayıklariyle dönüşü
seyre çıkarlardı.
Boğaziçi'nin büyük kayıkları, allı yeşilli bayraklar
ve renk renk kağıt fenerlerle donatılmış olduğu halde
zurna havası tutturarak kayıkların kıç üstünde oy­
nar böylece Boğaz'a doğru yol alırlardı.
Mahalle tulumbacılan darbuka, maşalı zil, çığırt­
ma'dan meydana gelen çalgı takımlariyle hovarda ağ­
zı maniler söyleyerek geçerlerdi. Bal ve Yağ Kapanları
hamallar:ı salapurya'lara dalarlar davul . ve düdüklerle
memleket türküleri söylerler, çalıp çağırarak gider­
lerdi. Bir takım beyterin teşkil ettiği musiki heyetle­
ri, kayık ve sandallarını birbirine yaiı.aştınp fasla baş­
larlar, kendilerini kadın ve erkek sandallan da yakm­
dari takip . ederdi. Bazı sandal meraklısı pehlivan ya­
pılı delikanlılar narin sandallarda kürek çekerek bir­
birleriyle yarışırlardı. Mektep çocukları da dere ke­
narlarındadaki sazlardan külalılar yapıp başianna ge­
çirirler güler oynarlardı. Bazı kimseler deredeki ada­
cıklara sandallarını yanaştınr dönüş şenliklerini bura­
dan seyir ederlerdi. Atlılar, arabalılar yollarda gah eğ­
looir gah giderler bir kısmı da yol kenarındaki Silah­
tar Ağa meyhanelerine uğrar, kısa bir tezgah başı ale­
mi yaparlardı.
209
Bu suretle akıp giden deniz ve kara yolcularının
hepsi Bahariye'de toplanırlardı. Bu kalabalık Baha­
riye deresinde o hale gelirdi ki, kayıktan kayığa geçi­
lir olurdu.
dünyayı
Her kafadan
tutardı.
Biraz
bir
sonra
ses
çıkar,
oradan
heyheyler
da
hareket
başlardı. Cuma'ları Bahariye'ye gelen Saray'lılar, Ba,
hariye Kasrında o zaman türemiş bulunan Ulahlılar
•
adı verilen orkestra takımını köşkün bahçesine alıp
çaldınrlar, bu ahenk ortalığa başka bir parlaklık ve­
rirdi.
Bu gün Bahariy'de mevcut harap yalılar o zaman
zenginlerin marnur yalılan idi. Cuma'ları yalıların iç­
leri ve dışları kibar, hatta Vekil ve Vezir mis-afirlerle
hıncahınç .dolar, karşılarındaki adalar da türlü çiçek­
lerle bezenmiş olduğundan misafirterin bir takımı da
bu adalara geçip neşeli sohbetler, gürültülü kahkaha­
larla Kağıthane dönüşünü seyrederlerdi.
İşte bu hayhuylar ve neşeli eğlenceler İnkılaplar­
dan sonra yapılan şenlikleri andınrdı. Şu kadar ki,
İnkılap şenliklerinde söylenen Milli marşlar yerine o
zamanlar aşıkane şarkılar duyulurdu.
Kağıthane'ye gidemeyen civar ahalisinden birçok
kadınlar çoluk çocuklan ile Fener ve Cibali iskelesi
meydanında toplanırlardı.
Buralann deniz kenarlan
her zaman süprüntü yığınları ile dolu ()lduğu için kö­
pekler burunları ile deşip koklarken birbirleri ile hır­
laşırlardı. Bu iğrenç mezbeleden Kağıthane dönüşünü
seyredeceğiz diye birikenler, taşlar, direkler ve toprak
üstüne çömelerek bayağı
satıcıların bayat
yemişle­
rini alıp yerlerdi. Halk dilinde buralara (Bitli Kağıt
hane) denilirdi.
F: 14
İstanbul'un Gezme. Yerleri
İstanbul'un ağırbaşlı ve servet sahibi kişileri ka­
labalıktan sıkıldıklarından Cuma ve Pazar günleri Ka­
ğıthaneye gitmezlerdi. Şayet o günlerde gitmek mec­
buriyeti olursa Alibeyköyü ve Çoban Çeşmesi semti­
ne giderlerdi. Şimdi kodaman dediğimiz bu kişilerin re­
dingot ceket, pantolon ve yelek giyenleri, Avrupalığı
taklit ediyor diye ayıplanırlardı. Bunların meclisinde
bulunan gençler iki diz üzerine oturmaya mecbur tu­
tulur veya bağdaş kurup otururlardı. Ayaklarının· biri­
ni uzattıkları takdirde hoş görülmezler kıyametler ko­
partılıJTdı. O zamanın gençlerin bunların hücumuna he­
def olmamak için kıyafet bakımından onlara benze­
mek mecburiyelinde idiler. Şimdi kodaman dediğimiz
bu kabil kimselerden Mülkiye sınıfına mensup olan­
lar Vaka"i Hayriye�den sonra eski kıyafetlerini değiş-
212
tirmişler ve kavuklarını çıkarınışlardı. Başlarına ma­
vi ipek, püskütlü fesin içine ·beyaz takke ve sırtianna
düz yakalı ve uzun etekli setre üstüne paçası bol pan­
tolon, Hind ve Şam kumaşından veya şaldan
kollu
mintan giyer boyunlarına dört köşe mendil büyüklü­
ğünde siyah · canfes veya beyaz tülbent boyunbağı bağ­
.
larlardı. Bu adamlar zamanın getirdiği her türlü ye-
nilikiere karşı olurlar, gençleri de yeniliğe uymaktan
alakoymak istei'lerdi. llmiye takımı Vaka-i Hayriyeden
dört yıl sonra kavuklarm1 çıkarmışlardır. Bunların
kavuklan
1879
tarihinde iıname'ye çevrilmiştir. Sırt­
larına mevsim küıtii üzerine
çim çak'ır
bol bln1ş giyip eUft bi­
ve ayaklarına sarı mest pabuç giyerlerdi.
· Esnaf takımı başla:fına Acem şah veya ebani sa­
nk sararlar, ağı bol şalvar salta, bedeni darca Mısri
tabir olunan cübbe, ayaklarına burnu sivri kırmızı ye­
meni giyerler ve bu yemenilerden altı nalçalı olanla­
rına katır tabir ederlerdi. Sonraları ekserisi sarığı dal
fese, yemenileri rugan iskarpine çevirdiler. Esnaf ya­
zıcılan bel kuşaklan arasına gümüş divit takarlardı.
Yukanda bahsettiğimiz kodaman . kişiler
Kağıt­
hane tarafianna gittiklıerinde oralarda gezinmeyi ha­
fiflik sayarlardı. Bunlar ya derenin kenarlarında ve­
ya çayınn etrafındaki aPÇlann altında kaba hasırla­
n, seccadeleri serip otururlar, tirkeş ismi verilen kısa
ve yolculukta kullanılan birbirine geçme çubuklarını
tüttürürler derenin ve çayırın güzel manzarasım se­
yire dalar keyiflenirlerdi. Şakalar, havai konuşmalar
yaparlar, tavla ve satranç gibi oyuntarla hoş vakitler
geçirirlerdi . Bunların seyir yerlerinde en ziyade· önem
verdikleri, yemek-içmek hususlan olurdu. Çayırda ku-
213
zu çevirirler., püryan, kuyu, testi kebabları pişirtirler,
ekserisi aşçılannı da beraberlerinde getirilerdi. Aşçı­
ları olmıyanların yemek mer-aklısı arkadaşlan yemek­
Ierin pişmesiyle yakından ilgilenirlerdi . Taz:! yaprak
dolması, sütlü irmik helvası
ve
mevsim meyvalarını
seyir yerine getirirlerdi. Çeşitli ve gayet bol olan ye­
mekler bir halka teşkil edilerek yenilirdi. Kendiledn­
den sonra hizmetçiler, arabacılar, yerlerdi. Çubuklar,
nargileler· içilir, namaz vakitlednde abdest alınıp ça­
yıra seecadeler serilir topluca namaz kılınırdı . Akşam
namazından evvel evlere dönüş başlardı. Baiılan ak­
şam yemeklerini de çayırda yiyip dönüşü mehtaph ge­
cede yapmayı arzu ederlerdi.
İstanbul'un en meşhur seyir yet'i Kağıthane'dir.
Çünkü diğer mesirelere göre şehre yakındır. İstenir.;
se BeyoğLu tarafından bile yaya gidilip gelinir. Burada
dere, deniz, çayır, orman gibi insaniann hoşlandığı
nimetierin hepsi bir aradadır. Bu sebeple tabiatı se­
venlerin aradığı bir yerdir. Sahası gayet _geniştir. He­
men hemen İstanbul halkının üçte birini içine alır.
O zamana gör� tabii en kalabalık günlerde bile ziya­
retçiLer kendilerine oturacak ve eğlenecek yer bula­
bilirlerdi. Aynı zamanda yiyecek içecek ile gidip gelmek
isteyenler için en az masraflı yeroir.
Elhasıl Kağıtha­
ne herkesin işine ve kesesine uygun ve elverişlidir.
Bir zamanlar Hasköy'ün üst kısmında bulunan
Aynalıkavak bahçesi de ·mesire yeri idi. En fazla Bey­
oğlu halkı buraya Pazar günleri giderdi. Meşhur Bes­
tekar Latif Ağanın şu güfte ile bir şarkısı vardır. (Pek
müteferrih yer değildir
Ihlamur, şimdi
Boğaziçine
ı::
1:3
._
�
6'
..ı.:
�
�
0...
�
,S
,...
-
•
..
<.>
._
c
;:...,
"'
s
"'
.
..
';;
::,
"'
-
.
..,
:::
215
gitsek bu Pazar). Bilahare Ateş Mehmet Paşa'nın do­
nanma komutanlığı zamanında halka kapatılan bu yer
Iersaneye verildi.
Veli Efendi, Çırpıcı, Çörekçi, Bayrampaşa İstan­
bul'umuzun pek eski mesire yerleridir. Bizans zama­
nında da buraları mesire yeri idi. O zamanlar bu yer­
lerin çevresi ormanlar ve bahçelerle kaplı imiş. Say­
fiyeye gitmeyenler ekseriya Kağıthane mevsimi geçin­
ce buralara rağbet ederlerdi.
ÜSKÜDAR VE BoGAZİÇİ MESİRELERİ
Eskiden mesire yerlerine gidenler her seyir yeri için
öteden beri geçerli olan adetlere uymaya
kendilerini
mecbur görürlerdi. Mesela, Fenerbahçe'ye gidecekler
evvela Merdiven Köyü'ne uğrar çayırda yemeklerini
yedikten sonra Fenerbahçe'ye giderlerdi. Dönüşte Hay­
darpaşa çayırında dolaşıp, akşama Selimiye'deki · Du­
vardibi mesiresine gelirlerdi. O zamanlar Fenerbahçe'-
. nin gezi günleri Pazartesi ve Perşembe idi. Burası et­
rafı deriiiİe çevrili sadece bir yerden karaya bağlı kü­
çük bir yarım ada olduğu için, ziyaretçilere ferahlık
veren bir mesire yeri idi. Dördüncü Murat zamanında
buraya bir fener kulesi ile bir saray inşa edilmiş ve
Üçüncü Ahmet zamanında bu yapılar yenileştirilmiş
ve genişletilmiş ise de, bilhassa saray zamanla harap
olmuş, sadece havuz yerleri ortada kalmıştır. 1834 ta­
rihinde Boğaz'lara fenerler konmuş, bu meyanda Fe­
nerbahçe kulesine de 25 mil uzaktan görülebilecek bir
fener monte edilmiştir.
216
Anadolu tren yollarının inşasından evvel Haydar­
paşa çayırı geniş bir mesire yeri idi. Sultan Mecid'in
.şehzadeleri Murat ve Harnit Efendilerin sünnet düğün­
leri 1846 tadhinde bu çayırda yapılmıştır.
·
Sabahları çok erkenden ava çıkan Sultan Avcı
Mehmet gayet sarp tepelerde kuş ve diğer ,hayvanla­
rı avlarmış. Bir gün yolu ·�üçük Çamlıca'ya düşmüş,
orada içtiği su pek hoşuna gitmiş. 1653 tarihinde o
suyun başında bir çeşme yaptırmış. Bu çeşme taşın­
da Padişahın ismi yazılıd.ır. Bundan sonra 1660 tari­
hinde Büyük Çamlıca'da da bir çeşme yaptırmış. Ha­
kan yaz aylarında bağlarda gezer, kirazı da çok se­
vermiş. O vakitler Beylerbeyi ve Çengelköyü'ndeki ki­
raz bahçeleri pek meşhur olduğundan çocuklariyle bu­
ralarda haftalarca kalırmış.. O zamanlar Çamlıca'la­
rın seyir günü ol.madığından, asude bir gezinti İsti­
yenler Küçük Çamhca'yı tercih ederlerdi.
Büyük Çamlıca çok eskidenberi seyir yeri olarak
kabul . edilmiştir. Ziyaret Pazar günü yapıhrdı. Seyir­
ciler evvela Çamhca'ya giderler, bundan sonra Bağlar­
başı bölgesine arabatarla inerlerdL 1867 tarihinde Bağ­
larbaşı bölgesinde bir belediye bahçesi açıldı. Halk
bahçede eğlenir, harem arabaları da bahç·enin etrafın­
da dolaşırdı. Geceleri bahçenin sayısız fenerleri, fa­
nusları etrafa ışık saçar ortalık gündüz gibi olurdu
ki kalabalık tarif edilmez bir hal alırdı. Gece yarısına
doğru beyaz yeldirmelere bürünmüs güzel hanımlar
arabalarından inip bahçenin parmaklıkları dışında gö­
ze çarpmayan loş yerlerde süslü beylerle gezerlerdi.
Burada kadınlar ve erkekLer arasında güzel giyinme­
miş hiç kimse göze çarpmazdı. Mısırlı Fazıl Mustafa
217
Paşa orada köşkü olduğu için bu bahçenin imar ve
tanzimi ile devamlı olarak meşgul olurdu. Her hafta
Cumartesi akşamları kaldığı iki gece köşkü zamanın
şairleri1 alimleri ve musiki üstadları ile dolardı. Mer­
hum şair Şinasi ömrünün son zamanlannı bu bahçe­
nin ziyaretine tahsis etmiş gibi idi. Merhum şair Na­
mık Kemal de buraları çok severdi.
Çamlıcalar arasında olduğu için Kısıkh ismi veri­
len semtteki çeşmenin suyu gayet lezzetlidir. Onun
yakınmda Sankaya denilen yerde III üncü Selim'in
ilk imaını Derviş Efendinin bağını Hakan annesi için
satın alıp bu yere yeniden bir köşk inşa ettirmiştir.
Bilahare bu köşk Sultan Mahmut'un hemşiresi Esma
Sultana tahsis edilmiştir. Sultan Mahmut oraya bir ni­
şangah inşa ettirmiş, bir- zaman sonra kendisi bu köşk­
te vefat etmiştir. Şimdi türbesinin bulunduğu yer, vak­
tiyle Esma Sultan Sarayı'nın arsası olduğu rivayet
edilmektedir.
Kayışdağı, Alemdağı, Taşdelen şehriınİzin baş­
lıca mesire yerleri idi. Üsküdar halkından hali vakti
yerinde olanlar bu seintlere aile ve ahbaplarmı yanla­
rına alarak atlar ve arbalarla giderlerdi. Ekseriya ha­
nende ve sazendeleri de beraberlerinde götürürler, ge­
celeri oralarda, geç vakitlere kadar eğlenirlerdi. Eski­
den Kayışdağmın ismi Kayışpınan imiş. Bimns zama­
nında dağın zirvesinde bir manastır olduğu söylenir.
Bina kalıntıları bugün dahi mevcuttur.
Vaktiyle Alemdağı Harem-i Hümayun'a ait bir
bölge idi. Haremin idaresi görevini Dar Üs-saade Ağa­
sı yapardı. 1834 tarihinde Kızlar Ağası ' vazifesini ya­
pan Abdullah Ağa Alemdağında Sultan Mahmut'a bir
218
ziyafet vermişti. Hakan, şehzadeleri ınabeyn kıhiplc­
ri, Kurena beylerini de alıp gelmiş ve bir gece kalmış,
ertesi günü Taşdelen suyu menbaına kadar gidilmişti.
Harem-i Hümayun ise Taşdelen'e götürülmeyip iki ge­
ce
Sultan
Çiftliği
ismindeki
yerde
dinlenmeleri
için bırak�lmıştı. Hakan büyük evliyalardan Sarı Gazi
Türbesini ziyaret ve Tophane Nazırı Ali Saip Efendi'­
nin o civarda bulunan çiftliğinde istirahat etmişti.· Pa­
dişah ertesi günü çiftlikten hareketle Yakacık Köyü'­
ne gitmiş, bir gece de orada kalmıştır.
Bu Sarı Gazi, Sarı Kadı Fatih Sultan Mehmet Han
Gazi ile beraber gelenlerden olup 1480 tarihinde vefat
etmiştir. Üsküdar'da eski Valde Camiini yaptıran ve
III üncü Sultan Murat'ın annesi Nur Banu Sultan
bir mescit inşa ettirip bu semti ihya etmiştir. Bir müd­
det sonra minber·i de lll üncü Sultan Mustafa'nın ya·
zı hocası Bosnevi Osman Efendi zamanında yapılmış­
tır.
İSTANBUL'UN GEZME YERİ VE GEZME ADETLERİ
Hükumet'in İstanbul seyir yerleri hakkında 1861
tarihinde neşrettiffi tembihname sureti.dir:
Yaz mevsimlerinde herkesin seyir yerlerine gitme­
si esk-i bir adettir. Bu yerlere ırz ve edebiyle gidip
gelenlere hükumetten müsaade veııileceği tabiidir. Fa­
kat bu vesile ile edep ve nizarn dışına çıkan, yurdun
•
nizarniarına muhalif hareket etmek katiyen caiz olamaz. Bu gibi hallere başvuranların cezalandırılacağı­
na dair tanzim ve ilan olunan tembihnamedir.
219
İstanbul'da Veliefendi, Çırpıcı çayırları, Bayram­
paşa, Üsküdar, Çamlıca, Merdiven Köyü, Haydarpaşa,
Duvardibi, Beylerbeyi ve Havuzbaşı pıesirelerine Cu�
ma ve Pazar günleriyle diğer adi günlerde herkes girle­
bilecektir.
-·
Fakat erkek ve kadınlar için özel yerter bulundu­
ğundan kadın ve erkek karmak!arışık oturmayacak ve
oturamayacaktır. Şayet bunun aksine hareket edenler
olursa Kanunun 254. maddesine göre cezalandırılacak­
tır.
İstanbul Boğaziçi ve Üsküdar seyir yerlerinden
bazısı sırf Cuma günleri kadınla�a ve Pazar günleri
erkeklere mahsus olduğu için bundan böyle İstanbul'­
da Kağıthane'ye Üsküdar'da Modaburnu, Fenerbahçe'­
si, Beşiktaş'ta Hacıhüseyin Bağı, Ihlamur, Küçükçift­
lik; Beyoğlu'nda Taksimönü; Boğaziçi'nde Küçük ve
Büyüksular, Çubuklu, Hünkar iskelesi, Arnavutköyü
akıntısına Cuma vesair günlerde gidilebilir. Ancak Pa­
zarlan İslam hatunları gidemiyecektir. Şayet giden­
ler olursa yukarıda adı geçen kanun gereğince ceza­
landırılacaktır.
Üsküdar'da Bağlarbaşı civarında Maşatlık denilen
yer ile Bostancıbaşı Köprüsü arasında bu kerre açı­
lan Çiftehavuzlar, Serbostanbağı ve Sultantepesi ci­
varında Susuzbağ ve Kuzguncuk üzerindeki Arapzade
Bağı, Maslak, Şişli, Levent Çiftliği, Pangaltı Zincirli­
kuyu öteden beri seyir yeri olmadığından herhangi
gun olursa olsun İslam kadınlarının araba ile durması
ve sereserpe oturması tamamen ve kesin olarak ya­
saktır.
220
Adı geçen yerlerde, gerek yollarda erkek ve kadın
seyircilerden sefilıçe ve edep dışı hareket edenler ve
gelip geçeniere laf atanlar olursa adı geçen
kanunun
202. maddesi uyarınca cezalandırılacaktır.
Yukarıda yazılı mesirelerin hangisinde olursa ol­
sun içki içenler ve rezalet çıkaranlar da cezalandırıla­
caktır.
Mesirelere gelecek satıcı, çalgıcı, arahacı takımı
edepli hareket etmek zorunda olduğu için şayet söz­
le ve hareketle rezilce hareket edecek olurlarsa bu gi­
biler de kanunen cezalandırılacaktır.
Rütbe sahibi ve itibartı bulunanlar dahi bu ya­
saklara riayet etmezlerse onları rütbeleri kurtararnı­
yacaktır (1).
Saat ı ı 'de seyir yerlerinde kadınlardan hiç kimse
kalmıyacaktır. İşbu mesirelerde
gezdirilen nizarniye
askerleri ve zaptiye kollan ırz sahiplerinin sırf gezin­
ti ve İstirabati için vazifelendirildiklerinden bunlara
görevleri sırasında hakaret edenler oluıiSa aynı ka­
nunun 116. maddesine uyularak cezalandırılacaktır.
BENTLER ALEMi , İSTANBUL SULARI
Bir zamanlar İstanbul'lutarla hatırlı yabancılardan
bir çoklaq Belgrat ormanlannı gezinti yeri yapmışlar�
(1)
Vaktiyle rütbe sahibi olanları zabıta, rütbesine hür­
meten kaldırmayıp başka
çareZere
başvururlardı.
Bu da rütbe sahiplerinin halka üstün
tutulmasına
kabul etr.ıek demekti. Rütbe sahiperi de bu sebep­
le halkın üstünde sayılırlardı.
221
dı. (Bu ormanlann, İstanbul sularına hakim durumda
olduğu için İstanbul'lularca ayrıca önemi vardır.)
Cuma, Pazar günleri Büyükdere yoluyla Sultan
Mahmut ve Valide bentlerine yemekler ve ıarabalarla
giderler.
Bazıları da Mayıs içinde Belgrat köylerinde evler
kiralayarak haftalarca otururlardı. Gerçekte babarda
bentleri, ormanları seyretmek, güneşin doğuşundan ve
batışından ve bu manzaraların güzelliğinden yararlan­
mak için oralarda birkaç gün kalmaya değer.
O zamaniann din ve siyaset adamlarından kimse­
lerle her yıl bahar mevsiminde Belgrat köyünde bir
ev kiralayıp 8-10 gün kadar oturmayı adet etmiştik (1).
Buralardan dönüşümüz de anlatılınaya değer. Ba­
zı yıllar Eyüp'ten hayvaniara binerek Silahtarağa, Ka­
ğıthane, Cenderboğazı yoluyla dönerdik. Bazan da Bü­
yükdere yoluyla arabalarta dönülürdü.
Kırk yılı geçen S\1 Nezareti Başkatipliğinde hiz­
met etmek suretiyle Benllerin bütün özelliklerini bi­
len Emin Efendi ile suyolcu ustalarının ileri gelenle­
rinden «Taksim ustası• Tahsin Bey merhumlar her
gidişimizde beraber bulunurdu. Onların bilgilerinden
yararlanırdık.
Kağıthane'nin rağbette olduğu . yıllarda hepimiz
adeta bir .kervan halinde bir araya· getirdik. Ve; süva-
(l)
Selim II zamanında su kemerleri makbul bir mesi­
re iken padişah bahar mevsimlerinde buraya sıkça
gelir, şair Baki ve CeUU gibi nedimleriyle hoşça vakit geçirirmiş
·
222
riocağı yoldaşlarından bir ağa çağırarak kervanımıza
rehberlik et.tirirdik. Yolda gerekli gördüğümüz yerler·
de yemek · yer ve dinlenirdik.
yolculuk yapardık.
Böylece eğlenceli bir
Büyükdere yoluyla dönüldüğü yıllarda (1) çayırın
sahil boyunda bulunan seddin üzerinde yemekler yer,
sonra tekrar arabalara binerdik.
Yolda . zümrüt gibi çimenler, sarı, mor ve pembe
çiçeklerin çekiciliği, bir tarafta da göklere yükselen
orman ağaçlarının
rin
uzun
demler
taze
yaprakları arasında bülbülle·
çeken derin. nağmeleri
hepimizi
mest ve hayran ederdi.
Bentlere gitmeyi alışkanlık haline getirenler hoş
sohbet zatlar olduğu için o zamanlar kalbler ferah,
gönüller rahat olduğu için bentlerin her birinde or­
manların koyu gölgelerinde ne lezzetli alemler edilmiş,
ne şen ve mutlıı günler geçirilmişti.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
Bugün yerle bir olan o nadir kişilerin hayali hala
batınindan çıkmamıştır.
· Benim gibi yaşları ilerlemiş olanlar ömürlerinin
gamlı geçen günlerini
yaşanmamış sayarak üzülür­
ler. Hatta o mutsuz günlerin hatırlanınası bile kendi­
lerini üzer. Ama yine de hayatlarında geçirdikleri gü­
zel zamanlannı hikaye etmekten de zevk alırlar . Çün­
kü en tatlı eğlenceler arasında geçen neş'eli zaman­
larının hatıralarıdır.
(1)
Bu yol 1870 yılında yapılmıştır. Açılış merasimi Ma·
yıs içinde bir Cuma gününe rastlaşılarak ormanda
Vükelaya parlak bir ziyafet verilmişti
223
Bir qe ihtiyarların UZUJl ömür hakkındaki arzu­
larında da bir başkalık vardır. Mesela şu fani dünya­
dan nasibini almış ve hayatın lezzetinden zevk alacak
en güzel günleri tükenmiş olduğu halde ·yine de hayata
muhabbetle bağlanırlar.
Böyleleri takatıeri kesilmiş olduğu için vakit olur
ki, dünyadan bezmiş gibi görünürler.
Fakat gerçek
böyle değildir. _İhtiyarlığın bin türlü zahmetine katla­
nırlar da yine yaşamak isterler. Hatta, insaniann öm­
rünün yüzyirmi yıl olduğu hakkındaki söylentilerle
teselli bulurlar.
Gerçekte Cenabı Hakkın değişmeyen takdiri gere­
ğince vücut yıpranmış olsa bile mükemmel gıda alın­
dığı ve teneffüs ettiği hava latif olduğu takdirde muay­
yen ömrü bile aştığı görulüp işitilmektedir;
Yaşı yüzotuz'a varan Belgrat Köylü Yenako'nun
durumunu belirtmek isterim. Evkaf tarihinde de yazı­
.
lı olduğu gibi Sultan Mahmut'un yaptırdığı Yeni Bendili hitamında Evkaf Nazırlığında bulunan devlet ri­
calinden Mehmet Şevki Efendi idaresinde bir ziyafet
verilmiş. Bu ziyafette Sultan Mahmut da hazır bulun­
muş-, açılış töre-nini yapmıştır.
Açılış töreqinden sonra diğer bentleri de seyret­
miştir. Bu arada havuzculardan Yenako'ya hayvania­
nna rehberlik ettirmiştir. Bu sırada Yenako'nun bent.
ler hakkında verdiği bilgiler padişahın pek hoşuna
.
gitmiş ve herifi benllerin başhavuzcusu tayin etmiştir.
İşte bu ihtiyar bizim Belgrat Köyü'ne gidişimiz
tarihlerinde de h�yatta idi. Ve her gidişimizde yanımı­
za gelir, köylüler adına «Hoş Geldiniz» derdi .
224
Yenako bünyece pek zayıftı ve elinde değnek taş�­
ması belinin bükülmüş olması seksen'ine vardığını gös­
terirdi. «Kaçan ki Sultan Mahmut Efendimiz» diye sö­
ze başlar, sorular sorulur, tafsilat alınır, hesaplar ya­
pıldığı zaman heritin yaşı yüzotuz'u bulurdu.
Üçüncü Selim'in tahta çıkışından, Levent Çiftli­
ğinde Nizam-ı Cedit askerinin taliminden, Kabakçı.
Alemdar ve Yeniçeri vakalarından aklının erdiği ka·
darını söyler ve hayatı süresince çektiği çilelerden ve
ettiği zevklerden bahisler açar, artık havuzlan dolaş­
maya muktedir ol·amadığmdan yakınırdı. · «Ne anam
kaldı, ne babam» diye de esef ederdi. Yüz yıl önceki
bilgi ve görgülerini sayıp dökmesine baktlırsa hafızasmın bozulmadığı anlaşılı:ııdı.
.
.
.
Bu adam nice yıllar bentler civarını karış karış
ölçmüş, biçmiş ve oralann adeta canlı bir coğrafyası
kesilmişti.
Çok kereler bendere yaptığım seyahat sırasındaki
müşahelerimle beraber gerek Emin Efendi, gerek Tah­
sin Bey gibi yetenekli kişilerden ve okuduğum kitap­
lardan İstanbul suları hakkında edindiğim bazı bilgi­
leri de oralara olan sevgim dolayısiyle belirtmek arzu­
sunda bulundum. Bu gil>i yalın bilgiler zaten değerden
yoksun olduğu için okumak külfetine katlananların
görecekleri noksanları ihtiyarlığıma
bağışlamalarım
dilerim.
İstanbul'un arazisi kumlu ve kireçli olduğu için
kuyulardan çıkan sular acıdır. Bizans zamanmda aha­
liye lazım olan tatlı suyu şehir içinde muhtelif yer­
lerdeki büyük sarnıçlarda saklarlardı. .Bu sarnıçlar
225
üstü açık ve etrafı duvarlı, içi çukur bir nevi havuz
gibiydi. .
Edirnekapı'sı civannda Çukur Bostanlar bu gibi
sarmçlardandır. Benzerleri Binbirdirek gibi üstü ka­
palı sarnıçlardandı. Fetihten önce mevcut olan su yol­
ları, su hazineleri fetih sırasında harap olduğu için
tatlı su ihtiyacı bir kat daha önem kazanmıştır.
Kanuni Süleyman lstanbul'u bu ihtiyaçtan kurtar­
mak için uygun yerlerde kırk adet çeşme yapılmasını
emretmiştir. Bu çeşmelere getirilecek suyun nereler­
den tedarik olunabileceğinin tahkik olunarak netice­
nin bildirilmesini ünlü mimar Sinan'a havale etmiş­
tir. 'Sinan da, Ayvaz Köyü civarında Bakraç ve Ort�
dereleri ve bazı menba sularını toplayıp Kurt Kemeri
adiyle yaptırdığı kemer üzerinden bu sulan geçirmiş­
tir.
Ayrıca, Eyüp'te İslambey Mahallesinde Yenikub­
be'ye kadar yolda rastladığı. Cebeciköy ve Balıkdere
önlerinde imal ettiği filtre, yani süzgeçten geçirerek
uygun yerlerde inşa ettiği kırk adet çeşme ile yüzon lü­
le su akıtmaya muvaffak olmuştur. Bundan dolayı da
bu suya Kırkçeşme adı verilmiştir.
Bu suların mecrası membalanndan Cebeci Köyü­
ne (1) kadar tamamen Mimar Sinan tarafından inşa
edilmiştir. Cebeci Köyü'nden Ayasofya'daki taksim ye­
rine kadar fetihten önce mevcut ve marnur iken fe-
(1)
Bu. Cebeci Kl:)yü boşken Cebecibaşılardan biri ora­
da bir ev yaptırdıktan sonra btr mahalle haline gel­
miştir. Buraya Savaklar mahallesi de denilir.
F : 15
.
tih sırasında kısım kısım tahrip edilerek muattal hale gelmiş olan eski mecra dahi tadil edilerek ve geniş­
letilerek yine Mi�r Sinan tarafından onanldı�
da
rivayetler arasındadır.
Eyüp'te Kubbe-i Cedit ve E�rikapı dışında kale
duvarına bitişik Taksim hazinesi, Tezgabçılar ve A,ya­
sofya ve Sulukule ile civanndaki Taksim hazinesi yer­
leri ve Yeni Sarayın (Topkapı Sarayı'mn) yüksek yer­
lerine mahsus Kırkçeşme suyUııun akıtıldı�ı kuyula­
rın dolabı, bu dolaba ba�lı ve su hizmetine memur
bostancılara mahsus dolap � binalan
tamamen
Mimar Sinan tarafından yapdmıştır.
(Yazar, konuyu burada noktalayarak cistitrad• (1)
adı. altında Mimar Sinan'ın k.işili�ne sözü getiriyor.)
(Mimar Sinan Edirne'deki İkinci Selim Camiini
İstanbul'da Süleymaniye ve di�er camilerle daha ni.ce
ünlü kişilerin hayratlannı inşa ederek gelmiş geçmiş
· mimarlara üstünlü�ü ispat etmiştir. Sultan Süley­
man'dan, Hind hükümdarlarından biri mimar istedi�
zaman Mimar Sinan'ın çıraklanndan Musta Usta gön­
'derilmiştir. Bu ustanın orada «tarz-ı rumi» üzre bi­
nalar inşa etti�i Netayicülvukuat'ta yazılıdır.
Mimar Sinan 81 cami, dörtyüzü geçen bina ve
Çekmece Köpriisü'nü de inşa etmiştir. Öldü� zaman
yüz yaşını geçmişti. Süleymaniye'deki mezannın du­
varlan üzerinde şahsi�ti yazılıdırl
«Dinsizli�· töhmetiyle katledilen meşhur Mimar
Davut A�a, Sultanahmet Miman Mehmet Kasım, Mi­
mar Sinan'ın yetiştirdi� çıraklardandır.
(1)
lstfdrad: Sözün sırası gelmişken
227
· Osmanlı .mimarlığını kurmakta başan gösteren ve
cmucitlik» şerefini kazanan, Bursa'da Yeşil Camii
şerifin yapıcısı İlyas Ebu Ali adındaki zat imiş. Ondan
sonra dört, beş mimar daha gelmiş ise de bunlardan
kemal derecesine ulaşan Mimar Sinan imiş. (Kendisi
Kayseriye'li ve do�mu 1489'dur. İlk önce Ayazpaşa
Camiini inşa etmiş imiş.)
İstanbul'da su azlığı dolayısiyle bu şehirde otur­
maya rağbet etmezlerken Kanuni'nin Kırkçeşme suyu­
nu akıtması üzerine halk İstanbul'a akın etmeye baş­
lamıştır. Bu yiizdec şehrin nüfusu çoğalmış, gıda ve­
sair zaruri ihtiyaçlarının tedariki devlete bir yük ol­
maya başlamıştır. Bu yüzden Kanuni'nin İstanbul'a su
getirdi�e pişman olduğu bile rivayet edilir.
İstanbul nüfusunun günden güne artması üzeri­
ne yüzon lüle su dahi İstanbul'un ihtiyacına yetme­
ıneye başlamıştır. Bu defa da gerekli olan suyun baş­
ka taraflardan getirtUmesi çareleri aranılmıştır. · Kı- ·
şın yağan kar ve yağmur sulan kabarıp çoşarak et­
raf köyleri ve tarlalan harap ettiği için hem bu kar
ve yağmur sularından faydalanmak, hem de tahriba­
tın önünü almak çareleri de düşünülmüştür. Suların
yayıldığı vadilerin öriüne büyük setler çekilerek su­
lar biriktirilmiş, önüne bir de kanal açılıp buna da
«bent» namı verilmiştir.
Bent inş-ası çin tercih edilen vadiler, uzun ve
dar olanları ve yukarı kısmında solda mecra olacak
kollan bulunanlandı�. Bent duvarlarının uzunluğu sek­
senden yüzyirmi . kademe kadar yüksekliği yirmi'den
otuz kademe kadardır. Duvarların dışına· mermerler
kapiatılıp kenarlanna kitabeler konulmuştur.
228
Sular fazla gelip de bentleri doldurunca fazlası
bendin Üstünde açılmış olan deliklerden çıkar ve .bent
suları künkler ve demir borularla akar.
.
Her bendin aşaAısında deminten birer kapı vardır.
Sular bu kapılardan kanallara tak�im olunur. Bu su­
lar bir dağdan bir dağa köprü olarak inşa edilen ke­
merlerden geçer. Su yollarından künklerin geçtiği yer­
lere bahçe yapmak, ağaç dikmek ve ev inşa etmek ya­
saklanmıştır.
Birinci Ahmet Belgrat Köyü'ndeki Büyük Bendi
ve Üçüncü Mustafa da 1766 tarihinde Evhadeddin de­
resindeki Ayvaz Bendini; İkinci Osman Belgrat Kö­
yü'nde · Topuz Bendini; İkinci Mahmut Belgrat Köyü'n­
deki Kirazlı Bendini inşa ettirmişlerdir. İstanbul'a ka­
dar başka başka kanal inşası külfetine lüzum kalma­
mak için yaptırdıklan bent sularını Kanuni'nin esas
kanalına akıtmışlardır.
İstanbul tarafındaki bu dört bent sularının ayrı­
ca adı olmadığı ve Kırkçeşme sularına karışıp gittiği
için hepsi Kırkçeşme suyu adı ile anılmışlardır.
Beyoğlu ve Boğaziçi'nin Yeniköy'den başlayan Ru­
meli cilwti bentleri üç adettir. Bunun biri Birinci
Mahmut tarafından Bahçe Köyü'nde inşa ettiri­
len Topuzlu, diğeri Üçüncü Selim'in validesi Mihrimalı
Sultanın yine Bahçeköyü'nde inşa ettirdiği Valide
Bendi, üçüncüsü de İkinci �ahmut tarafından inşa
ettinimiş olan yeni benttir.
Bu üç bent inşa olunınazdan evvel Birinci Mah­
mud'un Validesi Saliha Sultan Büyükdere üzerinde
«Kılıçpınarı» adiyle anılan yer civarında bazı memba
229
lardan hasıl oi.an sulan toplayarak ve müstakil yol ya.
parak Taksim'e kadar getirmeye muvaffak olmuştur.
Saliha Sultan Yeniköy'den Beyoğlu taraflarına ka­
dar uygun yerlerde çeşmeler inşa ettirmiştir. Bu ara­
da Galata'da Azapkapısı'ndaki büyük ve süslü çeşme
ile sebili yaptırmıştır.
Saliha Sultan, çeşme ve sebili yaptırdıkları sırada
üzerinde bir okul inşa ettinnekle beraber ayrıca Arap
Camiini de yeniden genişlettirmiştir.
Kaptanıderya Cezayir'li Gazi Hasan Paşa, Kasım­
paşa civan ile kışla ve hastaneye su getirtmek için
Birinci Mahmut'tan müsaade istemiŞtir. Sultan Mah­
mut da:
«Suyunu bulsun,
çeşme
vesaire
sonra yapılsın»
Diye irade ettiğinden Hasan Paşa da Topuzlu ben·
dinin üzerine dört arşın daha ilave ettirmiştir. Bu su­
retle de yinniiki masura
suyun ihsan
huyurulduğu
Beyoğlu Taksim'i· kitabesinde yazılıdır.
İstanbul cihetinde Kırkçeşme sdyu akıttiarnıyan
yüksek yerlere akıtı.lan sular Halkah suyudur. Fatih,
adına yaptırdığı camide abdest alınmasını sağlamak
için Edirnekapısı dışında Bayrampaşa civarında Şa­
dırvankolu, Turunçlu memba sularını, müstakil yol
yapıırarak cami şadırvanına getirtmiştir.
.
.
Cami civa-
rındaki medrese öğrencileri ile haderne ve cemaat için
yaptırttığı Karaman Hamarnı da bu sudan yararlan­
mıştır. Yeni Saray'ın (Topkapı Sarayı) yüksek yerleri
dahi Halkalı suyundan faydalanmıştır.
Sultan Beyazıt, Kanuni, Birinci Mahmut,
-
Birinci
Ahmet, Köprülü Mehmet Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa,
230
Koca Mustafa Paşa, Mihrimalı Sultan ve daha sair hay·
rat sahibi de o civarda başka başka membalar aça·
rak ve ayrı ayn kanallar yaparak ve bunları esas mec­
ra ile birleştirerek cami ve mescitlerine su satlamış­
lardır. Bunlar inşa olundukları zaman umum yekfuıu
ellibeş altmış lüleye vardııı halde halen otuz otuzbeş
ve belki daha noksan bir dereceye düştüiii rivayet
edilmektedir.
Üsküdar ve Boğaziçi'nin Anadolu cihetindeki su·
lar da bu gibi memba sulandır. Fakat ayrıca bentleri
yoktur. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın Osküdar
tarafında kırk bu kadar adet çeşme yaptırdığı, Küçük
Çamhca havalisinde su yolları açtırdıp rivayet edi·
lir. · Sonralan Elmah suyu,· o havali su ihtiyacını kar­
şılamıştır.
Fatih'in hayl\ltından olan Turunçlu suyunun sur
dışında ve içinde yapılan ana yollarla Belgrat Köyü
civarından sur içine kadar su lağamları, bentleri, ke.
merteri ve Kanlıkavak civarında Kanuninin vakfından
çeşmelere ve sahilhanelere kadar su yollan ve llltm­
larını Evkaf Nezareti tamir ettirmiştir.
ŞEHRE VERİLEN SU MİKTARI
Dışarıdan duyduğuma göre bu husustaki tamir
masrafları için harcanan para, 1845 taribinde çocuk
bırakmadan ölen Şeyhülislam Mekkizade Mustafa
Asım Efendi'nin bıraktığı külliyeıli para, sayısız mü·
.�vherlerinden elde edilen servetmiş. Bu Şeyhülislam
Mustafa Asım Efendi pek kibar bir zat imiş. Servet
231
ve samanı da pek çokmuş. Hatta anlatıldığına göre
Şeyhillislamın Konağı odunluğuna atılmış olarak bu­
lunan yamru yumru bir mangal, önceleri adi dökme
sanılmış, sonradan şüphe üzerine muayene ettirildiği
zaman saf altından yapıldığı anlaşılmış.
İstanbul cihetinde bulunan bentlerin suyu o cihe­
ti bir dereceye kadar idare etmekte ise de karşı ta­
raftaki bentlerin sulan yetmediğinden vaktiyle .pek
çok su sıkıntısı çekilirdi.
(Bazı senelerde olduğu gibi 1863 tarihinde de bir
süre yağmur yağmamıştı.
Bundan dolayı lstanbul'a
tatlı su benderinden yalnız Ki razlı ve Ayvaz Bendie­
rinde bir miktar su kalmış ve umumi ihtiyacı karşı­
layamaz olmuştur. Bunun üzerine ihtiyati bir tedbir
olmak üzere Kasım'a kadar idare olunmak üzere ca­
mi, çeşme vesair hayrat yerlerine ayrılmış olan
le
su
70 lüleye
indirilmiş;
mamlardan askerler için
Ayasofya
hamamlanyla,
tatlı su ile
90
lü­
çalışan ha­
Türbe, Balat, B�yazıt ve
idaresine
olan hamamJ.ar istisna edilmiştir.
yeterli
kuyulan
Diğer akan sulann
muvakketen kesilmesi, su yolcular ve hamamcılar ta­
rafından tembih bilatma su açıldığı takdirde kanunun
254. maddesi gereğince bir adet Mecidiye altını para
cezası alıoacalı hakkında
keyfiyet
Meclisçe karar verilmekle
10 Teşrinievveı (Ekim)
sene 1863 tarihinde
ilan edilmişti.)
Beyoğlu tanıfına ait üç bendin suları aşağıda gös­
terildiği gibi dağıtılır:
232
Beber Gün Lülıe
4,2
1,2
6
4
3
9
1
12
2
4
25
Yeniköy
Çiftlik ve Maslak tarafına
Mirgün, Boyacıköy, Balta Limanı cihetine
Arnavutköy, Kuruçeşmeye
Ortaköy tarafına
Çırağan Sarayına
Ishakiye mahallesine
Beşiktaş, Dolmabahçe, Sarayına
Tataviaya
Kışla ve· hastahanelere
Beyoğlu Taksim'ine
72
Levent Çiftliği memban-idan Galatasarayına
3
75
Beyoğlu taksimine verildiği beyan olunan 25 lüle
suyun Taksim'den tevzii:
S
Tersane ve Kasımpaşa'ya
Kabataş ve Tophane'ye
12
Beyoğlu ve Galata tarafianna
8
25
Yukarıda Beyoğlu ve Galata tarafına verildiği gös­
terilen 8 lüle su 31 çeşmeye ve 74 eve tevzi olunmuştur.
�.
Taksim suyundan Beyoğlu Belediye. Dairesi dahilinde bulunan yerlere dağıtımı yukanda yazılı cetvel­
de gösterilen 75 lüle s-udan adam başına üç okka su
isabet eylediği ve adı geçen daire içinde bulunan ha-
233
nelerde bile. SOO küsur adet sarnıç olup birbiri Uzeri­
ne ya� yairnurdan beş parmak su buhara çevrile­
rek 16 parmak biriktili cihetle, adı geçen dairede
adam başına birbuçuk kıyye (1) su düşmektedir. Mev­
cut kuyulardan beş kıyye, Çainlıca Ve Karakulak gibi
membalardan naklolunan tatlı sudan da yanm kıyye
isabet ederek, bu hesapta beher kişiye yemek · çamaşır,
içecek vesair için beş kıyye acı ve beş k:ıyye tatlı su ki,
toplam olarak 10 kıyye su isabet etmektedir. · Halbuki
bir adam için ortalama 15 kı.yye suya ihtiyaç bulunmak­
tadır. Gerçi adı geçen üç bendin sulan vaktiyle Bey­
o�lu vesaireye yeterli ise de o zamanlar buralann nü­
fusu çotcıldıktan sonra zamanında yairnur y�sa, üç
bent tamamen dolsa, yollarda bozukluk olmasa, lü­
zumsuz yere bir katre su sarfolunmasa bile adı geçen
yerlerde yine de su sıkıntısı çekileeeli yapılan tahki, katla anlaşılmış.
(Abdülbiz bu su sıkıntısını şehzadeli� zamanın·
dan bildili için tahta çıktı�m ikinci ayında bir sa­
lı günü vapurla Büyükdere'ye, oradan da bir faytonla
bendere gitmiş, tetkik etmiş, buralann haritalarının
yapılmasını maiyetinde bulunan müheııdislere emret­
miş ve bunların tamir ve temizlenmesinde muvaffak
olmuştu.)
Bir aralık Darboğaz denilen yere yeni bir bent ya­
pılıiıası hakkında bir hayli müzakereler ve teşebbüs­
ler de yapılmıştır. Fakat müsbet bir sonuç ·alınamamış­
tır. Sonralan Terkos Su Kumpanyası bu· su sıkıntısı·
nı gidenniştir.
(1)
Kı1111e: Zamanın IJ� birimi, okka (400 dfrhem)
234
SARAYlARA VERILEN SU
Yıldız Sarayı'na benderden su gelirdi. Fakat za.
manla saray kalabalıklaştı� için çok miktarda suya
ihtiyaç hasıl olmuştur. Yıldız Sarayı'nın dışında bir­
çok yerlere makineler konularak ihtiyaç giderilmiş ise
de sonralan bahçeye yapılan büyük havuza, B.eyoğlu . .
ve Tophane ahalisine mahsus taksim suyunun hepsi
akıtılmıştır. Ahalinin susuzluktan şikayeti üzerine Ka­
ğıthane civannda mevcut membalardan su getirilerek
bu yerlerde çeşmeler açılmıştır.
Eskiden Su Nazırının maiyetinde cSakalar Ocağı•
namiyle bir ocak vardı. Bu ocak Ayasofya Camünde Şe­
kercikapısı tabir olunan büyük kapının .karşısında Eğ­
ri Fatibi Üçüncü Mebmeein
türbesine bitişik köşe­
deydi. Ocak halkının vazifesi İstanbul içinde yangın çı­
karsa· beygirlere yüklü kırbalariyle derhal yangın ye­
rine yetişip tutumbalara su taşımaktı. Sakalar da bu
hizmetlerine karşılık çeşmelerinden su alıp ahaliye sa­
tarlardı. Vaktiyle İstanbul sakalan iki kısma aynlmış­
tı. Bunlardan bir kısmı at sakalan, diğer kısmı da
mahalle sakalan idi. Sonraları
mahalle sakalan
da
yangılara gitmeye başladılar ve çeşmeler.inin su hazne­
lerini kilitleyip ahaliye satar oldular.
Ahalinin kendi ihtiyaçları için akşamları
ancak
iplik kadar su verirlerdi. Mahalle halkından hali vak­
ti yerinde olanlar bahçelerinin sulanması için geceleri
sulan açıp hortumtarla
kendi havuzlarına
dan su satın almayı adet ettiler.
sakalar­
235
Bir de Eyüp'te Gümüşsuyu Ocagı vardı. Bu ocak
halkının vazifesi dahi padişaha mahsus kahvenin su­
yunu Gümüşsuyundan taşımaktı.
Zabitleri Bostancı­
başı, amirleri de sarayın k.ahvecibaşısı idi.
Bentlerin su fazlasını satın almak için dilekçe ve­
renlere, yolun tesviyesi masrafhlrı satın alana ait ol­
mak üzere bir masura . su için altı bin kuruş «muac­
cele» ve yıllık otuz kuruş «icarei müeccele» takdiriyle
satın alınması ya da kiralanması ve teferruatı nizam­
name iktizasındandı. Sonraları bazı yerlerde bir ma­
sura suyun onbeşbin kuroşa ve daha ziyadeye alınıp sa­
tılmakta oldu� haber alınmıştır.
Bu yüzden hayrat
sularıyle diger yerlerdeki suların tertip ve miktarının
azalmasını korumak için bir düzene konulması gerek­
miştir. Buna göre hamam gibi daimi su harcayan yer­
lere beher masurasına onbeş bin; İstanbul'daki Kırk­
çeşme sularına oniki bin, Halkalı sulanna onbeş bin;
Bogaziçi taraflarındaki yerli sulara onar bin kuruş fi­
yat takdir olunmuştur.
İSTANBUL'DA SARAY VE KONAKLARDA
14536 HAMAM
VARDI
Vaktiyle yapılan umumi bir sayımda İstanbul'da
sultanlar, kibarlar konaklannda
14536 adet hamam
varmış. Altmışbeşi sur haricinde ve doksan adedi de
•
dahilinde olmak üzere, halk için de yüzellibeş adet
çarşı hamarnı mevcut imiş. Onbeş bini geçen çeşme,
ikiyüz sebil, yüz ayazma, altıyüz bin su kuyusu vannış.
Bazı taraftan alınan bilgilere göne halen İstanbul­
da mevcut olan çarşı hamamlannın miktarı yüzaltmı�
adede varmaktadır. Eskiden zenginlerin konaklannda
birer hamam bulunmak şarttı. Çoğunda büyük sarnıçlar da vardı.
Kumbaralıane kışiasma ait olmak üzere Sadabat­
taki Ayaza� membaından kışlaya gelinceye kadar­
ki · su yolları 1647 tarihinde Tophane Nazın Vekili
Arif Bey marifetiyle inşa ettirilerek bu kışlaya su ve­
rilmiştir.
İkinci Mahmut zamanı din adamlanndan kalen·
der bir zatın, bir mecliste, Kanuni'nin fetihlerind� ve
hayradanndan babsolunurken Yeniçeri tayfasının fe­
sat ve mel'anetlerini ima kasdiyle:
«Kanuni Süleyman'ın hayn şerrine mukabil olmaz.
Hatta İstanbul'a getirdiği su, icad eylediği · Yeniçeri
taifesinin yestehlediği kazuratı bile temizlemez» deme­
sinin bir hayli gülüşmelere sebep olduğunu Süleyman
Faik Efendi mecmuasında görmüştüm. Bir vesile ile
«Netayicülvukuat»ta da yazıldığı gibi Yeniçeri ocağı
nizamlannın fesat başlangıcı, ocağın icadından 250 300 yıl geçtikten sonra vaki olmuştur.
Kitabın müellifi der ki, «Bunlann şekavetleri ve
cahilce hareketleri inkar edilem�zse de, bu gibi gülünç
hale sokulmak istenilen adamlar başka bir milletten
olmayıp bizim cedlerimizdir. Onun için bunlara o de­
rece sataşmak reva değildir.» Müellifin bu düşüncesi­
ne tamamen iştirak ederim.
.
.
K�ragöz Hayal Oyunu
<
>
·
Evvelce İstanbul ahalisinin başlıca eğlenceleri ha­
yal, ortaoyunu, meddah, canbaz, hokkabaz, köçek, in­
cesaz takımları idi. Bunların pazar yerleri İstanbul'da
Kadıköyü'nde olduğundan ihtiyacı olanlar oraya mü­
racaat ederlerdi. 1861 tarihinde adı geçen han yandığı
için Baltacı Ham bunlar için pazar yeri yapıldı.
Kadınlar cemiyetinde çengiler icrayı sanat eder­
lerdi. Zevk erbabının bir de meyhane alemleri vardı.
Sonralan garp medeniyetine uyulmak istenildiği için
alafranga eğlencelere heves olunmaya başladı . .Galata
ve Beyoğlu alemler.ine rağbet çoğaldı.
Bu saydığım eğlenceterin geçmişi İli mahiyetlerini, .
ahlak bakımından iyi ve kötü taraflarını, Galata ve
Beyoğlu eğlencelerini ve bunlara halkımızın düşkün­
lüklerini kısım kısım arz ve beyan etmek istedim.
Zaman geçtikçe asıl maksadından çıkmış olduğu
için bugün o şaşaah tiyatrolam düşkün olanların nef­
retle reddetmekte oldukları hayal oyunu vaktiyle ger­
çek bir temsil gibi ulvi ·bir maksada
dayanarak icat
olunmuştur.
Şamdanizade Tarihi'nin birinci cildinin 261. sayfa­
smda şunlar yazılıdır:
«283 sene, Şeyh Ayni Abdullah Küşteri Hazretleri
irşat edeceği zevata gece perde kurup arkasma mum
238
yakıp bay-i huy ettirdikten sonra mumu söndürdükte
karanlıkta bu suretler kaybolacak, bu dünyada her ne
kadar rahat, alış · veriş, harp, kıtal, zevk-u safa, elem
bu give gam ve ibadet ve can çekişme zubur ettikte
•
bi zıll-ü hayale benzer deyu temsil etmişti. Sonra zıll-ü
hayal oyununu bulup dütün ve helva geceleri vakit
geçirmek için vesile yaptılar. Ukin hasiret ebli yine
basiret"göziyle nazar kıldıkta şeybin kerametiyle irşad
olur.•
Bursa Mebusu Tahir Beyefendi tarafından yazılan
bir makale ile Maarif Meclisi eski azasından
Ziya
Beyefendinin bana gönderdi� cevabi yazısı bu hayal
oyunu hakkında etraflı bilgileri taşımaktadır. Bunun
sUretini ve hayal oyunculannın
meşhurlanndan tah­
kik edebildikJ�rimin isimleriyle sanatlarını ve maha­
ret derecelerini aşaAtya yazdım:
TAHİR BEYİN YAZDIKIARI
Yüksek tabaka arasında «Hayal•, halk ve çocuk­
lar arasında «Karagöz• denilir, terbiye ve edep dahi­
linde oynatılır. Hele oyuncu olan kimse nüktedan bu·
lunursa çoğu zaman ibret alıcı ve uyancı olur. Hatta
ibr.et göziyle bakılırsa hayatin oynatılınasına cevaz bu­
lunduğu hakkında din adamlarının fetvası bile vardır.
Kibarlar arasındaki şöhreti dolayısıyle
bu oyun
«vahdeh nokta-i nazanndan icat edilmiştir. İcat eden
de Bursa'da Hükumet Caddesinde medfun Şeyh Kuşteri
namında bilgin bir zat imiş. Rivayete göre Yıldırım
Bayezit devrinde •Hacı İvazıo, «Hacı Evhah, halk di­
linde «Hacivat ve Karagözıo namlarında iki nüktecinin
şakaları Şeyh Kuşteri tarafından hayalde gösterilem
meydana gelmiştir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin
654.
sayfasından
itibaren
Karagöz
birinci cildinin
oyununa
dair
bir nevi hurafeyi andınr nakillere göre Hacivat'ıri Ala­
eddini Selçuki zamarnnda Mekke ile Bursa arasında
gidip gelen Bursalı biri oldulu, Arap eşkıyası tarafın­
df:Ul katlolundulu, Bedrihanin'de gömüldüjü
ve
Ka­
ragöz'ün de Kırkkiliseli (Kırklareli) olup lmparator Kos­
tanlin'in postacısı old$ ve bunlann konuşmalan ha­
yal perdesinde gösterilerek Bayezid'in huzurunda ic·
rayı sanat eyledikleri anlatılır. Fakat İmam Şu'rani,
Şeyh
Ekber'in cFütuhat-ı Mekke•sinin 317. bölümünden
naklen halkın hicabı arkasında olarak Cenab-ı Hakkın
hakikaten fail-i muhtar oldu�tınu bilmek isteyen ha­
yal-i settare ile suretlerine nazar etsin diyerek başla­
dıklan bapta hayal oyununa düşkünlükleri ve vukuf
ebiinin bu oyundan
ince manalar çıkarttıklarını mu­
fassal olarak beyan eyledikleline ve şeybin vefatı ise
herhalde Şeyh Kuşteri'den evvel, yani
hi
638 (1240) tari­
olduğuna nazaran bu oyunun Muhiddin-i Arabinin
vatanı olan Endülüs kıtasındaki Araplar arasında da­
hi «Settare• adiyle meşhur olduğu anlaşılır.
Bir nüshası Ragıp Paşa Kütüphanesinde mevcut
olan Arapça cTayf-ül Hayala adındaki eser de bu hu­
susta yararlıdır.
Her ne hal ise bu oyun hakkında birçok manzu­
me yazılmıştır. Karagözün mezan Mevlid yazan meş-.
hur Süleyman Dede merhumun yakınında ve Çekirge'­
ye giden yolun sağ cihetinde görülmektedir. Mezar ta­
şının
üzerinde şu manzume vardır:
240
Nakş-ı sun'un remzeder hüsnünde rüyet perdesi
H!ce-i bükm-i ezeldendir hakikat perdesi
Sireti surette mümkündür temaşa eylemek
Hail olmaz ehl-i irfana hasiret perdesi
Her neye im'an ile baksan olur iş aşiklr
Kılmış istila cihanı hab-ı gaflet perdesi
Bu hayal alemi gözden geçirmektir hüner
Nioe kara gözleri mahvetti suret perdesi
Şeın'i aşkla yandınp tasvir-i oisminden. geçen
Ademi amed-i şadetmekte azimet perdesi
Haıigi zılle iltica etsen fena bulmaz acep
Oynatan üstadı gör kurmuş muhabbet perdesi
Dergehi Ali Abada müstakim ol Kemteri
Gösterir vahdet eyleyen kelktıkta kesret perdesi
Şeyh Küşteri'nin ününe cGülşen•. adındaki eseri
de delildir. O eserden (aşa�daki beyt) nakledilmiştir:
Ademsin ol adeın(ıe sende sakin
Bulunmaz vacibe malflm ve mümkün
Aşa�daki manzume de hayal oyunu hakkında söylenmiş ibretli bir eserdir:
Bu perde çeşm-i ehl-i zahire bir nakş-ı surettir
Rümuz erbabına amma ki temsil-i hakikattir
Cihana benzetip Şeyh Küşteri bu perdeyi kurmuş
Müşabih eylemiş ecnasa tasviri ne dikkattir
Hevadar safaya neşve babşeyler bunun seyri
Hakikat-bin olan erbab-ı tab'a ayn-ı ibrettir .
Ne var bilmez veray-i perdede kimsedir tahkik
Lisan-ı hal ile hal-i cihanı bir bitAyettir
.
.
241
· Eğer dikkat olursa Karagöz'le Hacı İvaz'ın
Malik-i fehıneden ebl-i kemale başka balettir
Nice mana olur melhuz tahtında seyret
Nitatın anlasun ehli deyu arz-ı nezakettir
Sönünce şem' eşhas. sureta nabut olur birden
Cihanın bi beka olduğuna işte işarettir
Diğeri:
Şern'ai şari yanınca cilvezardır perdemiz
Pertev-i feyz-i safalar ruşenadır perdemiz
Her dakika calib-i hayret rnena7Jr arzeder
Bir temaşahane-i ibretnürnadır perdemiz
Di�er.
Şem'amızda pertev-i feyz-i hakikat aşikar
Hayre-saz dide-i ehl-i dehadır perdemiz
Dideler ruşen gönüller ievkyab olsun bu şeb
İnşirah e�y-i bezme aşinadır perdemiz
Gelse ol çeşm-i siyahım handeler peyda olur
Cilvegah-ı şahid-i zevk-u safadır perdemiz
*
Bu bahis hakkında Mülga Meclis-i
hasından muallim Ziya Beyefendinin
gönderdiği tezkerenin suretini aşağıya
Kebir-i Maarif
J�ana cevaben
derceyledim:
«Meşhur Karagöz oyununun icadı Bursa'da Bele­
diye Bahçesi karşısında gömülü olan Şeyh Küşteri'ye
isnat edildi� ve muharrirlerimizden, müelliflerimiz­
den Qirço!c ünlü zatın da, buna inandıklan beyan-ı ali­
siyle bu hususta başkaca bilgi ve mütalaam varsa bildiP:16
242
rilınesi cemelpiray-i tizim olan tezkere-i devletlerindeıt
emir buyunılmuştur.
Bendeniz
yiiksek
emirlerine uymayı bir şeref te­
likki eyleditim için cevabamı takdime
cesaret
ettim:
Sultan-ül Evliya. ınürebbiyüJAri.fin fahrülınuhakkı­
ldn batm-l veliyet-i Muhammediye
muhiyyül milleti
veddin Ebu Abdullah Muhammet bin Ali ibnilarabi-et.
TaHil-Hatemi el-Endülüsi Radıyallahü-anhu ve arda
H�tlerinin cFütııhat-1 Mekkiye• ismindeki yüksek
eserlerini dikkatle mütalAa etmiştim, Bu kitap baka­
ik-ı nisabm üçyüzonyedinci babı ki onyedinci fıkrası­
nın soıulannıza tam cevap teşkil edc:o:tini hatırladı­
lundan o fı.krayı aynene teroeme ederek aşa�ya alı­
yor ve ten:emenin sonunda da babsimize ait bir iki
düşünce arzediyorum. Bu suretle hakibtm meydana
çıbnasma hizmet etmipem kendimi bahtiyar. addeder
ve her halde cbet.ay-i mubasin-i enzar-ı devletlerine
arz-ı iftikar• eylerim.
Hazret-i Şeyh buyuruyorlar ki:
(Bizim bu meselede ima ettiliıniz şeyin bakikati­
ni bilınek murad eden. ba,.ı penlesiDe. oradaki suret­
Iere ve o suretlerden söyleyene batsm ki küçük ço­
cuklar bu, perelenin mahiyetinden ve onun arkasında
durup eşbası oynatan ve şahısiann dilinden söyleyen
zatten habersizdir, onu görmezler.
Dünyada da hakikat, bunun aynıdır, insanların ço­
iu. farzetti�nıiz küçük çocuklar gibidir. Bunun sebe­
bi açıktır.
Görülür ki, küçiik çocukhr hayal meclisinde sevi­
nirler, sevinçlerinden güler, oynarlar. Gaflet erbabı ise
. .
243
hayal meclisini sırf vakit geçirecek adi bir eğlence sa­
yarlar.
Alimler ise bundan ibret alırlar; onlar bilirler ki,
hayal perdesi ancak bir misaldir.
•
Bunun için önce hayal perdesinde Vassaf denilen
zat gözükür, söz söylemeye başlar, ilahi azameti dile
getirir. Kendisinden sonra hayal perdesine birbiri ar­
dınca her sınıftan gelen suretler ile mükaleme ve mu­
havere eyler. Seyredenler bildirir ki: «Hak Taala bu per­
deyi kullarına bundan ibret alsınlar diye nasip eyle­
mişlerdir.
Bununla beraber hayal perdesinde gizli hakikatle­
ri gaflet erbabı gülünç bir eğlence sayar.
İşte bundan sonra Vassaf
perdeden kaybolur.
Vassaf dediğimiz zat, bizce Adem aleyhisselamdır. cFü­
tuhat-ı Mekkiye•nin terceme eylediğimiz şu bahsini
okuyan· Orhan Gazi zamanı ricalinden olan Şeyh Küş.
teri'nin Karagöz oyununun mucidi olamayacağını tes­
Urnde teredqüt etmezler. Zira Şeyh-ül Ekber efendimiz
Kitab-ı Fütuhat'ı 599 (1202) taribinde Mekke-i Mükerre­
me'de bulundukları sırada telif buyurmuşlardır;
bu
sabittir. Tabiatiyle bahsettikleri hayatin de ondan ev­
vel mevdut olması zaruridir.
Müellifin Şam'da oturduklan sırada, yani
600
(1203) tarihlerinden sonra bir kere daha Fütuhat nüs­
hasını yazmış bulunmalannın esas meseleye hiçbir te­
siri olamaz.
Şeyh Küşteri ise 761 yılında vefat etmiş olan Or­
han Gazi asnnda yaşamış bir zattır. Kendisinin o ta­
rihten birbuçuk asır evvel mevcudiyeti bilinen bir oyu-
244
.
nun icat hakkına sahip olmasına nasıl ihtimal verile·
bilir? Kaldı ki Fütuhat'ın satırlarında bimz dikkat edi­
lirse bu oyunun Fütuhat'ın telif tatibinden de çok za­
maiı evvel Arap diyannda mevcut ve meşhur oldu�
anlaşılır.
Buna binaen denilebilir ki, Osmanlı medeniyetinin
zuhur ve intişan üzerine Bursa'ya gelmiş olan Şeyh
Küşteri, evvelce Arap diyannda görüp belledi� oyu­
nu -Osmanlı medeniyetini teşkil eden heyetin kabili­
yetini görerek- o sırada Arapçadan Türkçeye nakil ve
terceme· etmiştir.
İşte Şeyh Küşteri olsa olsa Osmanlılık dünyasın­
da bunun ilk önce nakli ve neşri hak ve şerefini mu­
Bu
hafaza edebilir. Esasında icadına sahip olamaz.
Acizleri Arap medeniyetine ait tafsilltı maalesef görüp
mütalAa etmeye muvaffak olamadım. Ümit ederim ki
göremedi�miz eserlerde bu oyunu icat edene ve icat
tarihine ait tafsillt da vardır.
lAkin şurası gayrikabil-i jnklrdır ki, Osmanlı mü­
elliflerinden, Şeyh KUşteri'nin mucitli�ine inananlar
kütüphanelerimizde ve memleketimizde nüshası pek
çok olan Fütühat'ı da okumaya muvaffak olamamışlar­
dır.•
Yukandaki tafsillttan anlaşıldı�na göre hayal
oyunu çok zaman evvelmevcut olup fakat Orhan Gazi
asn ricalinden Şeyh Küşteıi, Osmanlılann kabiliyetle­
rine göre de�ştirmiş, düzenlemiş, Yıldınm Bayezit za. manında da bitişara başlamıştır
•
.
Tarihler, Bayezit'in birçok nedimleri oldu�nu yazarlar. Bunlardan Kör Hasan adında bir zat, bu sana­
tı çok iyi .biliriniş ve. padişahin huzurunda oynatırmış.
245
Kör Hasan'ın torunlarından Mehmet Çelebi de ha­
yal oynatmakta pek ünlü imiş. Haftada birkaç gece
Dördüncü Murad'ın huzurunda Karagöz oynatırmış.
Yedi yaşında tahta çıkan Avcı Mehmet hayal oyu­
nunu sevdilinden Bekçi Mehmet adında bir hayal
oyuncusu, padişahın mizacına göre bazı değişiklikler
yaparak onu eitlendirinniş. Bu bekçi Mehmet 1659 ta­
rihinde vefat etmiştir. Sonralan Şerbetçi Emin adında
biri şöhret yapmış.
·
Üçüncü Selim ıamanında yetişen Kasımpaşalı Ha­
fız Bey ve İkinci Mahmudun nedimlerinden Sait Efendi
benzeri az bulunur hay�l oyunculan imiş.
Bu hafız Beyi, Beylerbeyi yalılanndan birinde ya­
pılacak sünnet düllinüne peylemişler. o cemiyette bir .
unutkaniıiın hatasını hemen düzeltip maharetini yine
ispat etmiş. Böyle olduitu halde Üçüncü Selim huzu­
runda Karagöz oynatırken yaptıAı bir gaf yüzünden
oyunu hemen tatil etmiş ve sanatı da bırakmıştır.
·Hayalcilik, çok uyanık bulunmayı gerektiren ince
bir sanattır. Buna ait iki biklyeyi yazmayı uygun gör­
düm:
IlAFIZ
BEYİN
BAŞARISININ
CEMIYETrEIC.t
HtKAYESt
Hafız'ın semti ·Kasımpaşa olduitu için eskiden be­
ri usul oldulu üzere yardakçı1an, takımJan alıp cemi­
yete giderler. Kendisi de d$Jca levazımı hazır bu­
lurmuş. O gün için adamianna tembih etmek hatırın-
24e
dan çıkmış. Kendisi cuma akşamı yalnız otarak Bey­
lerbeyi'ne gitmiş. Yarda�çılarını
orada göremeyince
aklı başından gitmiş. Ne çare ki, o tarihte şirket va­
purlan da yok. İskele kayığı ile Kasımpaşa'ya kadar
gidip dönünceye kadar sabah olacak. Bir çare düşün­
müş. Cemiyetin daire müdürünü bulup işi gizlice an.
.
tatmış. Kendisine yalnız perde kurmak için bir yatak
çarşafı ve aktarlarda satılan Karagözle Hacivat iste­
miş. Istekleri yerine getirilmiş.
Vakta ki, oyun başlamış, Hacivatla Karagöz mey·
dana gelmişler, muhavereye tutuşmuşlar. Gülmeler de
yükselmiş. Muhavere kızıştıkça da kahkahalar ayyuka
çıkmış. Hazır bulunanlar gülrnekten çatlamak derece­
sine gelmiş. Hiç kimse vaktin nasıl geçtiıinin farkına
varamamış.
Neticede bir münasebetine getirip Hacıvat'ın K.a­
ragöz'e hitaben:
«Artık .Karagöz senin etti�n kusurlar için lazım
gelen cezayı inşallah diğer bir cemiyette tertip ede.
rim. Bu akşam bu kadarla iktifa edelim• demesi üze­
rine, evsahibi derhal Hafız'a hücum ile:
cNe demek efendim, seninle sabaha kadar üç oyun
üzerine pazarlık etmiştik. Daha henüz birine bile baş­
lamaksızın oyuna son vermek istiyorsun. Mukavele­
ınizi tamamen �yerine getirmeye me.cbursun• diye va­
ki olan ısrarına karşı Hafız:
«Evet efendim, mukavelemiz öyleydi. I:akat hayal,
geceye mahsus bir eğlencedir. Gündüz kabil ise mu­
kaveleyi icraya hazırım» diyerek pencerenin perdesi·
ni kaldırınca, herkes sabah olduğunu görmüş. İşte, yal­
nız muhavere ile sabaha kadar vakit geçirtmeye ko-
247
Jayca muvaffak olunamayacaAı düşünülürse Hayali Ha­
fız'ın sanatın�aki kudreti anlaşılır.
DİL TAKILMASI FlKRASI
Hafız Bey bir gece Üçüncü Selim'in huzurunda ha­
yal oynatır. Oyun. Karagöz'ün ağalıAıdır. Rethudası
Hacivat, birtakım köleler ve earlyeler satmalarak Ka­
ragöz ağanın konağına getirir. Ağa. Selim adındaki kö­
lelerden birine yüksek sesle seslenir:
c
Selim!•
Üçüncü Selim Jatife olsun ·diye hemen cevap verir:
«Buyurun! •
Bunun üzerine Hacivat. Karagöz'ün karşısına ge­
Jip:
•Eeeey Karagöz. huzur-i şabanede bir sürç-i Jisan
ettin ki, hiçbir zaman affı kabil değildir. Şevketmeap
efendimiz sana hacca ruhsat buyurdular. Artık tövbe-.
kar olup Hacca gideceksin.•
ve derhal perdenin arkasındaki mumu püf di­
ye söndürür. Üçüncü Selim telaş edip:
Der
cHafız, valiahi gücenmedim. Muradım bir latife
idi. Kesme, oyuna devam eyle• derse de Hafız:
cCenabı Hak, ömri şevketinizi artırsın. Efendimiz
kin sanat itibariyle bu ha­
kusuromu af buyurduntiz: Ia
ta benden çıkmamalı idi. Madem ki çıktı. artık benim
asla meziyetim kalmadı• cevabını verir ve tövbe edip
Hacca gider.
HAYALl SAİT EFENDI
Hayali Sait Efendiye gelince: Bu zat pek de�erli
bir hayali imiş. Önceleri Üçüncü Selim fasıl takımında
neyzen ve giriftzen:0 aynı zamanda da zarif ve nükte­
danmış. Bu ytızden meşhur Veliefendizade Emin, dev­
let müşaviri Halet Efendi, Hoca Numan, Hatif, Yeni­
kapı Mevlevi Şeyhi Abdilibaki efendiler ve Keçecizade
İzzet Molla Efendi gibi nice zarif zatın meclislerinde
bulunmuş ve sohbetlerinden yararlanarak İkinci Mah­
mud'a musahip olmuştur.
Bazı olaylardan dolayı padişahın gazabına
. u�­
yan birçok adamın kurtarılması,nda tesir-i oldu�nu ri­
vayet ederler. Yine. musahiplerden Abdi Bey merhum­
la padişahın huzurunda geçen konuşmaları ve birçok
menkıbeleri halkın dilinde hala dolaşır.
Sait Efendi, Serasker Müsteşarı esbak Ahmet Bey
merhumun pederleridir.
Sultan Mahmud'un ölümün­
den sonra emekliye ayrılmış, Bahariye'deki sahilhane­
sinde olurmuş ve 1855 yılında vefat etmiştir. Bahariye
Caddesinde İplikhane Kışiası büyük kapısının karşı­
sında gömülüdiir. Abdi Bey merhum da, Üçüncü Selim
fasıl takımı çavuşlarından olup cKüpeli Çavuş• laka·
bını taşırmış. Bu zat, 1835 tarihinde Ramazanın birin­
ci günü vefat etmiş, Hazret-i Halid türbesinin Şahsul­
tan İmareti karşısındaki kabrine gömülmüştür.
Orta Oyunlan
Orta oyunları, hayal oyununun daha genişi ve bil­
hassa tabiilik halinde olarak 1591 tarihlerinden sonra
tertip edildi. Dördüncü Murad .v e Deli İbrahim devir­
lerinde de umumi rağbet kazandı. Ve ikişeryüz kişilik
oniki kol ortaoyunculan yetiştirildiği rivayet edilmek­
tedir.
Yakın zamanlara kadar ortaoyuncuları
«Zuhuri
Kolu», «Han Kolu», «Kirli Kol», «Yoran Kolu» adlariy­
le birçok koliara ayrılmıştı. Bunlar yaz mevsiminde
Modaburnu, Yoğurtçuçayırı, Göksu, Çubuklu ve daha
bu gibi seyir yerlerinde; kış m�vsiminde de İskilip Ha­
nı, Kadripaşa Ham gibi üstü örtülü yerlerde, resmi zi­
yafetlerde, kibarlann cemiyetlerinde oynarlardı.
Ortaoyunlarının muzikası eski usftl üzere zurna,
çiftenara, davutdan mürekkeptir. Fakat her . şahıs ne
taklidine çıkarsa, o taklide mahsus parçayı çalmak ve
oyunun saza ait kısmını idare etmek zurnacıya ait ol­
duğu için, her zurna çalan ortaoyunlarında icray-ı sa­
nat edemez. Çünkü evvelce meşk etmek şarttır. Orta­
oyunlannda eski usul gereğince önce saz köçek hava­
ları çalmaya başlar. Tam takım olmak üzere 12 kişi­
den ibaret köçekler raksa çıkarlar. Sivri külahlı bir
güldürücü de elinde şakşak olduğu halde oyunculan
25(t
takip eder. Buna «pusatçı• denir. Vazifesi raks sırasın­
da tuhaflık etmektir.
Sonra kol takımının hepsi curcunaya çıkarlar. Cur·
cumacilann başlannda uzun ve kısa sivri külalllar ve
sırtlannda acayip elbiseler bulunur. «Çıngıraklı Kuk­
la•, cBurunsuz Beşe•, «Kambur Cüce•, cToparlak Kö­
aiJı.dan:
se• gibi garip garip isimlerle ça�nlırlar.
Hepsi bir
•Dalda bir keçi, sivridir kıçı, kahpenin piçi, bun. da bir iş var• tekerlemesini sazla beraber söyleyerek
cala ala hey-den ibaret nakarat esnasında maskara şe­
Idiler alırlar ve tabiatın ne kadar biçimsiz mahlitku
varsa, onu taklit ederlerdi.
Bunlardan sonra başında dilimli bir kavuk ve sırtmda tenarianna kürk çevrilmiş bir cübbe, · altında
çakşır, ayakJannda san mest papuç olduğu ve elinde
cpastab tabir olunıan cşakşak» olduğu halde vakannı
muhafaza eden bir adam tavriyle a�r a�r pişekar
meydana gelir; yerle beraber temenna edip:
,
eFilan oyunun taklidini aldım, usul ve ahenk ile
efendilerime temaşa ettireyim.•
Der ve elindeki şakşak ile zurnacıya «çal• işareti�
ni verir ve artık oyuna başlanmış sayılır.
Oyunun başından nihayetine kadar oyuna çıkan
muhtelif şahısların hepsi önce pişekar'a müracaat eder­
ler. Bunlann her birine başka başka meram anlatmak
.ve aralanndaki macerayı idare etmek ve bahis konu­
su olan meseleyi hal ve fasleylemek pişekar'a ait bulun­
dulundan, ortaoyunculan arasında peşikarlık mühim
bir vazife sayılır.
251
Sonraları curcunaya çıkmak adeti oyundan çıka­
rıldı. Köçekler de, resmen kaldırıldı. Zenneler rakse­
derek çıkarlardı. Sonraları bu raks usulü de terkedildi.
Vaktiyle, ortaoyunculan içinde mükemmel mukal­
Iitler vardı. Arap, Uz, Rum, Ermeni, Arnavut, Yahudi
taklitlerini, Türk kolunun envaını, Çıtaklan, Boşnak­
ları güzel taklit ederlerdi.
Sultan Aziz, tahta çıktı�ı sıralarda ortaoyuncuları­
mn ünlülerini Müzika-i Hümayuna aldı. O vakit bun­
ları milletin ahlakına hizmet edecek yolda tanzim ve
ıslah etmek arzusunda olduğtı rivayet olunmuştu. Hal·
buki sonradan Mabeyn katiplerinden Ziya Bey (Paşa)
ve Bahriye miralaylarından (albaylarından) Mabeyn-i
Hümayuna memur DUaver Paşazade Muhtar Bey gibi
nedimlerin teşvikiyle bunları Ali, Fuat ve Mısırlı Ka­
mil Paşalar vesair vükelanın şekline sokup bunların
taklidini yaptırıp e�lendiği rivayet olunur. Devlet
adamları, hükümdarlarını taklit eyledikleri için bu gi­
bi e�lencelerin do� olmadı�ı söylenirdi.
VEHBİ
MOLLA
HİKAYESİ
Bu Vehbi Molla, Ebulenf denmekle meşhurdu. Zi­
ra burnu o kadar büyüktü ki, benzeri pek azdı. Ken­
disi ilimden anlamaz, ilim adamları yanına giyimine dik­
kat etmez kıyafette getirdi, hemen parlamaya hazır, si­
nirli bir adamdır. Dahil olduğu mecliste mutlaka bir
münakaşa vesilesi bulur, hiddet bulıranları arasında
şuna buna atar, tutardı.
252
.Şahsına mahs�s bu hiddeti tuhaf ve e�enceli ol·
dulu için devrinin vükela ve kibarlannca makbul bir
nedim sayılırdı.
Mizah gazetelerimizden Çaylak Gazetesi başyazan
Tevfik Bey memurnun pederi, Gümrük tahsildarlı�n­
dan emekli Mustafa Efendi nüktedan bir zattı. Bir ak·
şam, merhum Şevket Paşanın konaiında Vehbi Molla­
ya yaptı� muzipli� ifade etmişti. Bu Şevket Paşa, Jlte·
şit Paşa yetiştinnelerinden olup vaktiyle BabıAli'de
beylikçilik, müsteşarlık gi·bi önemli memuriyetlerde ve
bazı valiliklerde bulunmuştur. Konağı, Mahmutpaşa
hamarnı yanındaydı. Bu konak, sokak kapısından ge­
ride ve bahçe duvan içinde olduiundan, önce bahçeye,
sonra da kon.aia girilirdi. Bir akşam Mustafa Efendi
konata 8idip Paşa ile otururlarken, çubukçusu, çanta­
cısı ve seyisi yanında oldulu ve mükemmel bir hay­
vana bindili halde Vehbi Mollanın bahçe kapısından
içeri girdilini görürler.
Paşa, Mustafa Efendiye:
eBu akşam Mollaya bir muziplik yapabilir misin ?•
der. Mustafa Efendi de:
•Hay hay, yalnız benim kim olduiumu sual edin­
ce, musiki ustalanndan olduiumu ve sarayda bulundu­
iumu söyleyiniz. Başka bir şey katınayınızıt diye ce­
vap verir. Molla Efendi de, oda kapısından içeri girer;
derhal ayata kalkarlar.
Teşrifat gereiince, sırtındaki binişi aldınrlar. Çu­
buklar, kahveler ısmarlanır, sohbete başlanılır.
O tarihlerde, bu Mustafa Efendi, kır sakallı, alt­
mış, altmışbeş yaşlannda bir adam oldulu halde ken­
disini daha yaşlı ve ağırbaşlı bir tarzda gösterir.
253
Molla Efendi bunu ilk defa görünce cam sıkılır.
Bir aralık Mustafa Efendinin dışarıya çıkmasını fırsat
bilip:
c Bana her zaman sıkça sıkça gelmezsin
dersin.
Geldilimde d� birtakım mendebur herifleri karşuna
dizersin. Böyle herifler yanmda rakı içmek şöyle dur­
sun, lAubali sohbet bile meslelime aykırıdır. Bu herif
de kim?• diye sual eder. Paşa, Mustafa Efendinin öğ­
rettili gibi söyler ve:
cSıkılmaya yer yoktur• diye cevap verir ve Mus­
tafa Efendinin istediği gibi tanıtır. Molla Efendi de ra­
hatlar.
Mustafa Efendi odaya girince de:
cZatıMinizi şimdiye kadar tanımak şerefine
maz­
tıar olamadığıma müteessifim. Bu akşam birlikte bu­
lunduğumuzdan dolayı kendimi bahtiyar addeylerim•
gibi başlangıçlardan sonra, musiki bilgisinden faydalanmak ümidinde bulundu�nu anlatır.
·
Mustafa Efendi, takındığı eski devir .adamı tavn­
nı muhafaza ederek söze başlar:
•Efendim, 75 yaşındayım. Üçüncü Selim devri mu9i.�i muallimlerinin çoğuna yetiştim. Bir hayli şeyler
geçtim. Ferahnak makamının mucidi, büyük pederim
.
'
Şakir Ağadır. Fakir ol vakitler 20 - 25 yaşlannda idim.
Yalnız merhumdan geçtiğim nakış, beste, seın.ai otuz
kadar parçayı geçer. Ferahfeza takımını bestelediğim
zaman merhumun takdirini kazanmıştım.
HAla sahafları ve kütüphaneleri dolaşır, musikiye
dair elime nadir bir eser geçerse istifade etmeye çalı­
şınm. EUi yıldır heveskarane musiki talimi ile meş-
254
gulüm. Halen muzika-i Hümayunun fasıl takımianna
muallimlik ediyorum. Şimdiki musiki muallimlerinin
çoğu eski eserler şöyle dursun, yenilerini bile do�ru dü­
rüst talim edemiyorlar.
İçlerinde öyleleri var ki, güfteleri bile do�ru te­
Jaffuz edemiyorlar. Ço� cahil ve hodbin. Talebeleriy­
le u�raşmak tarafına yanaşmıyorlar.
efendim ah! İnsan, sanatının işıkı olmalı. Saz­
larda, bestelerde sühuletten ziyade sanat aranmalıdır.
Bendenizin musikiyi öÇenmek ve öÇetmek sevdasın�
dan başka bir emelim yoktur. Ne çare ki, işret gibi
bir bela ile deingiizar oldu�ndan, şu son zamanlarda
sesimin eski halaveti kalmadı• diye verdi� izahatı,
Molla Efendi dinleyince:
Ah
cAmanın ben bu akşam bir musiki hazinesine ma­
lik olmuşwn da haberim yok» diyerek, daha nice İstir­
hamlar ederek lut�nu sabırsızlıkla bekledi�i söyler.
. «Öyleyse, efendim müsaade buyurun da, bir ka­
deh rakı içeyim• der. Kalkar, tepsinin başında kadeh­
ler tokuşturulur, çubuklar tazelenir. . Molla, luttunu
bekledi�ni tekrar eder·. Mustafa Efendi:
. «Başı�la beraber, fakat korkanın ki, bu akşam
efendimizi yorgunl�m dolayısiyle gere� kadar hoş­
nut edemeyece�. Zira dün akşam Ihlamur Kasr-ı Hü­
mayununda Şevketmeap efendimiz, küme faslı ferman
buyurmuşlardı. Bendeniz de, vazife gere� beraber bu­
lundum. Fasıl, bahçede oldu. Yan geceye kadar de­
vam etti. Bizler, padişahın iznini beklerken, kurena­
dan bir bey geldi:
•Mus�fa, sine kemanı ile, bir saba 'taksim etsin•
iradesini tebli� etli. Bu da bendenizi gere�i gibi yordu.
255
Bilhassa gecenin rutubeti ve ihtiyarlık... Bu bakımdan
söyleyeceğim bestenin perdesi biraz pesten olacaktır.
Artık kusura bakılmamasmı rica ederim• demesi Uze­
rine, Molla'da istek, bir kat daha artar. O nispette de
ricalar ve istirhamda bulunur, başlayacak zanniyle · de
dinleyenlere mahsus
bir
tavırla gözlerini yumup aşıka­
ne alılar çekmeye başlar.
Halbuki Mustafa Efendi, yine rakıya kalkar. Bi­
raz zaman daha geçer. Bu defa söz, geçmişteki musiki
ustalannın hangisinin hangisine üstün olduğu konusu­
na gelir. Ve konu, sazlardan hangisinin daha makbul
ve müessir olduğuna adar.
Bu bahis de bir hayli devam eder. Mustafa Efendi
başlayacakmış gibi, hangi makamın arzu huyuruldu­
ğunu sual eder.
Bu kere de, musikide hangi saatte hangi maka­
mın okunmasının uygun olacağı bahsi
sürüp gider.
Mustafa Efendi, ltri merhumunun bu mesele hakkın­
daki düşüncelerini uzun boylu hikaye ettikten
sonra
kendi düşüncelerini de aynı uzunlukta anlatır.
Mustafa Efendinin musiki bilgisi hakkında Molla
Efendiye kanaat gelir. Fakat sabn da o kerte tüken- .
meye başlar. .
Mustafa Efendi, tekrar rakıya kalkar, çubuklar ta­
zelenir. Beriden Molla da
hamurdanarak patlamaya
hazır bir bomba haline gelir. Bu hali farkeden Musta­
fa Efendi, hanendelere mahsus bir vaziyet alır: Ses ka­
zımak için birkaç defa öksürür. Elini çenesine koyar,
çirkin sesiyle avazı çıktığı kadar danalar gibi bağır­
maya ve:
256
Adalarda kalan yavrum
türkiisünü çağırmaya başlayınca Molla neye uğradığı­
nı bilmeyerek yerinden fırlar:
«Anladım kerata, kes . . . Akşamdan beri yemediğin
bok kalmadı. Sonunda yapacağın bu muydu?ıo deyince,
Mustafa Efendi:
«Vay, beğenmediniz mi?ıo der.
«Kim be�enir ki, ben beğeneceğim?ıo
demesine
karşı:
«Öyleyse beğendirinceye kadar söyleyeceğim» de­
yip devam eder.
«Aman sus, beğendimıo dediğinde de:
«Madem ki, beğendiniz söyleyece�m» der, durma­
dan bağırır. Molla'da buna tahammül kabil mi? Göz­
ler ateş kesilir, çehre mosmor . . . Küfür tufanını ağız
dolusu savurur. Beriki yine ara vermez, bağınr.
cHerif sus, kan beynime çıktı, çildıracağımıo deme­
si de kar etmez. Hiddetinden kavuğu, cübbeyi atar,
çubuğu çeker, Mustafa Efendiye hücum eder. Çubuk
parçalanır, imamesi kınlır.
Molla zıp zıp sıçrar, ter - ter tepinir. O telaş ara­
sında işret masası alt - üst olur, devrilir. Tabaklar, s�­
rahiler kadehler şaıkır şakır kınlır, ortaıya yayılır.
Molla bir aralık evsahibine de hücuin eder.
Ev
sahibi harerne kaçar.
«İbadullah, şu herif bu gece ölümüme sebep ola­
cak. Can kurtaran yok mu?-. diye avaz avaz bağırır. Bu
haykırdıkça, heriki daha ziyade bağınr. Harem,
lamlık, konak halkı:
se­
257
cNe oluyor?» diye birbirine karışır. Uşaklar odaya
koşar, güç bel! Mustafa'yı sustururlar. Bir yandan da
ibrik getirip Molla Efendinin yüzünü gözünü yıkarlar.
Ve bin müşkül!tla hiddetini dindirmeye muvaffak
olurlar.
. Mustafa Efendi, bu fıkrayı nakletti�i zaman:
.
cMolla Efendi, o tarihten sonra bana nerede rast­
lasa, başın.ı sallayarak:
cYezid, imansız herif; beni deli edecektin» diye
hiddetlenirdi demişti. Molla Efendiyi en ziyade kızdı­
ranlardan biri de, Bebekli Saip Bey merhumdu. Hat­
tA bir sünnet dü�nünde Vehbi Molla, beline kuşan­
dılı yarım top şah göstererek, güya b�şkalannıı:ı haset
damarlarını kabartmak istediği sırada Saip Bey yük·
sek sesle:
cHey Yarabbi, hey Ulu Rabbim!» diye ba�ırınca,
herkes susar ve bütün gözler onun .üzerine çevrilir ve
beklerneye başlarlar. Saip Bey de, ellerini kaldırıp:
«İlAhi Rabbim, Bedesten kapılannda şu herifi,
elinde şal olarak «Aman beylerim efendilerim,. üç gün­
dür açım. Elimde şu şaldan başka bir şeyim kalmadı.
Bugün on paraya sahip de�ilim. Allah için olsun bu şa­
la ne verirseniz sadaka yerine geçecektir• dediğini ba­
na göster• deyince:
·
«Vay kerata . . . » deyip, çubuğu çekerek, Saip Beyin
üzerine yürümüştü.
Bu Vehbi Molla Efendi, 1877 yılında vefat eyledi.
.
Çamlıca'da Bektaşi tekkesinde gömülüdür.
O devrin kibar meclis ve manfillerinde daha bir­
çok zarif nedimler vardı.
P:17
258
Bu zatların tatlı latifeleri,- nükteli sözleri, o mec.
lislere neşe katardı. Hafız Ömer Faiz Efendi, Şair Kan­
healı Nihat Bey, Şeyh Cemal Efendi, Billurl Mehmet
Efendi bu kişilerin başında sayıhrdı.
Bilhassa Hafız Ömer Efendinin fıkraları meşhur­
dur. Fuat Paşa merhum, Abdülaziz'in maiyetind,e 1862
tarihinde Mısır'a giderken Hafız Ömer Efendiyi de pa­
dişaha tanıtmak istemiş.
Kendisinden izin aldıktan
sonra Mısır yolculuğuna onun da katılmasını sağlamış.
Vapuı'da Hafız Ömer Efendiye bir iki fıkra aniattırarak
padişahın memnunluğunu kazanmış. Naklettiği fıkra·
tardan birisi «Çala Mehterbaşı» fıkrasıdır. Bu fıkra­
dan hasıl olan neş-enin derecesi hakkında bir fikir ve­
rebilmek için bulasasını aşağıya kaydediyorum:
'
ÇALA MEHTERBAŞI FlKRASI
Vaktiyle valinin biri, yani Kaba Hakkı Paşa, me­
muriyet yerine vardiğı zaman, . iskeleye çıkar. İstikbal
için eyalet memurlan ve ahali iskele meydanında ha­
zır bulunurlar. Mehterhane (1) de şöyle bir tarafta yer
alır.
İskele meydanmda binek taşı olmadığı için, bu ta­
şın hizmetini görmek üzere, büyük bir üzüm küfesini
ters olarak uygun bir yere koyarlar. Üstüne de çuha
örterler.
(1)
Mehterhane denilen bu resmf mıızika tabl, davul,
m1lteaddit zurna, nekkare, çiften.:ra, kiJsden m1lrek·
kepttr.
259
Vali Paşa, beygirine binrnek için küfenin üzerine
ç�kmasiyle beraber «çala mehterbaşı» kumandası da
verilir. Mehterhane de, çalmaya başlar. Halbuki paşa,
küfenin üstünden hayvanın üzengisine ayağını ataca�ı
sırada, küfe çürük oldu�u için dibi çöker, Vali Paşa,
bo�azına kadar küfenin içine gömülür.
•
Zavallı adam Qirdenb-ire neye u�radı�ını bilmez.
Avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar. Fakat mehterha.
nenin güriiltüsünden sesini kimseye duyuramaz. Ça­
balar, 'çırpınır, küfe altüst olur ve devrilir. İçinde paşa
olduğu halde yuvarlanmaya, hayvan da, küfeden ürküp
kişnemeye ve etrafa çifte atmaya başları. Yakınında
olanlar da telaşa düşer, şaşınr.
«Bre tutun, vurun» kumandalan verilir. Mehter­
hane gürültüsünden halk ne olduğunu anlayamaz. Bir­
birine karışır. Mahallin . sekbanları, hayvanın yularını
yakalar. Birtakımı da küfeye hücum ederler. Kimi pa­
şanın sakalından yakalayıp kafasını dışanya çekmeye
uğraşır. Bin müşkülatla paşayı kurtarmaya muvaffak
olurlar.
Biçare adamın sakalının yarısı kopmuş, yüzü gö­
zü bereler, kanlar içinde kalmış: bağırmaktan bo�azı
tıkanmış, kallavisi, erkan kürkü lime lime olmuş ol­
duğu halde, güç bela hayvana bindirilip kona�a geti­
rilir.
Fıkra bundan ibarettir. Fakat Hafız Ömer Efendi
öyle güzel nakleder ve olayın kahramanlarını gözönün­
de öylesine canfandınr ki, gülmernek kabil olmazdı.
Abdülaziz Mısır'a . giderken İzmir'e u�raması ve
cuma selamlık resminin orada yapılması kararlaştırı-
260
tır. Padişahı görmek üzere İzmir ve cıvarından binler­
ce ahali İzmir rıhtımında toplanır.
.Padişah, iskeleye çıkıp üzeri al çuha ile kaplı bi­
nek taşından hayv<J:na binmesiyle beraber muzika çal­
maya başlar. Burada padişaha bir gülme gelir ki, bir
türlü kendini tutmaz. Ellerini yüzüne tutmak gibi bir­
takım tedbirlerde bulunursa da, fayda vermez. Hat­
ta padişahın yanındakilerin birçoğu bu halin farkına
varırlar.
Her ne hal ise, camie varılınca padişah, Fuat Pa­
şayı yanına çağırır:
y
«Binek taşından ha vanın üzengisine ayağıını ata­
cağım esnada Hafız Efendinin fıkrası batınma geldi,
üzüm küfesi olmasın diye ayağırola yoklamaya mec­
bur oldum ve gülrnekten de kendimi bir türlü alıkoya­
madım» buyururlar.
Şu izahattan da anlaşılır ki padişah, Hafız Efendi­
nin hikayelerinden pok hoşlanmıştır. Fakat şehzadelik­
leri zamanından beri dairesinde bulunan
ve tahta çık.
.
tıktan sonra da deniz albaylığı riitbesiyle maiyete alınan DUaverpaşazade Muhtar Bey, Hafız Efendinin pa­
.
dişaha sokulmasını kendi mevkii için zararlı görür:
«Ali ve Fuat Paşa'larin maksatlan kendi adamla­
rını maiyet-i şahanelerinde bulundura�k casusluk et­
tirmektir.»
Diye fitnelediği Hafız Efendi, padişahın etrafından
uzaklaştırılmıştır.
·
Ali Paşa ilk defa sadrazam olduğu vakit 37 yaşın­
daydı. Abdülmecit kendisine sefaret teklif ettiğinde:
«Aman efendimiz, henüz kırk yaşına girmedim.
Zaten de o makamın ehli değilim.»
261
Diye itizar ettiği zaman padişah:
.
« İnşaallah bu makamda saç sakal ağartırsınız•
Buyurmuştur. Henüz bir ay olmaksızın bir Cuma
günü Boğaziçi'nde Boyacıköyü'nde o zaman oturduğu
yalının arka· tarafındaki köşkte bazı ahbaplariyle bu­
lunurken Başınabeynci Neşet Bey gelip s8:daret müh­
rünü elinden alır.
•
•
Ali Paşa bundan tabii müteessir olur. Meclisin neşesi bozulur. · Hazır bulunaniann bu üzüntüsü bir sü­
re devam eder. O aralık Hafız Efendi söze başlar:
«Bizim saraylı, yani karısı, her
ne
zaman kederli
fena bir haber versem «of aman öldüm öldüm» der
de ölmezdi. Müsaade huyurulursa gideyim de · haber
vereyim. Belki bu defa salıiden ölür, ben de kurtu· lurum».
Der ve paşa da kahkahaları sahverir, meclisin es­
ki neşesi de yerine gelir.
Hafız Ömer Efendi çağdaşların
nüktedanlarına
daha üstün görünürdü. Hele bir· takım hikayeleri var­
dı ki, her biri roman yazariarına bile sermaye teşkil
ederdi. (1)
(1)
Ha/ız ömer Efendinin eşi eski saraylılardandı. Yaşı
da efendiden birkaç yaş fazla oldu(Ju siiylenirdi. Ken­
disi gayet şen ve sohbeti hoş bir kadındı. Sık sık sa·
raya aldınlırdı. Hele tkinci Mahmud'un kızı Adile
Sultanın pek sevgilisiydi. Ço(Ju kez onun sarayı'nda
bulunurdu. Efendi ile hanım saraylarda, konaklarda
bulunduklan için çoğu uzun zaman birbirlerini oiir·
medikleri olurdu.
'
.
,,
'
1
\"
• •
\
1
1 '
1
1
•
1
f..
\
'1
�.
.
. .•
•
' '
.
•
'
1
1
1
�·
.
. ..
·,
••
'
•
1
1
' lı
1
•
1
263
Merhumun nice yıllar meclislerinde bulunmuş ve
hikayelerinin bir çoğunu dinlemiştim. Mesela «Sera­
serci Arif Ağa», «Kazaz Artin», «İş Eri Ahmet Ağa•,
«Habip Odabaşııo, «Kaptan Paşa Çıplağııo, «Abdullah
Çavuş» gibi geçmişlerimizin hayat tarzını dile getiren
milli hikayeJet geçmişin meçhulleri arasında kaybo­
lup gidiyor. Buna ise gönlüm razı olmuyor. Fakat
lezzetleri bozulmasın diye bunlan yazmaya kendimde
kudret göremiyorum.
Bununla beraber şu beceriksizliğimle beraber
merhumun doğrulu�a inandığı «Çifte yeniçeriağasııo
hikayesini geçende karalamıştım. Fakat masal gibi
oldu; lezzeti bozuldu. Gençlerimizden bir himmet ehli
tiyatro şekline sokarsa hoş olur sanırım.
ŞAİR NiHAT BEY
Şair Nihat Bey gençliğinden beri güzel şiirler söy­
ler, fakat mahareti daha çok hiciv konusundaydı. Sö­
zünü asla saklamaz, kimseden korkmazdı. Allah bilir
ya biraz da hak hukuk tanımaz oldu� için büyükler
dilinden korkardı.
.
Reşit Paşa merhum Nihat Beye çok yüz verirdi.
Ali Paşa ona iltifat ederdi. Fakat Fuat Paşa, babası
İzzet Molla ile olan dostluğuna rağmen Nihat Beyi pek
o kadar iplemezdi. Nihat Bey genç bir şairken lzzet
Molla ile iyi görüşürlermiş.
Mısır Valisinin daveti üzerine bir süre Mısır'da
oturmuştu. Kendisinin birçok menkıbeleri halk dilin­
de dolaşır.
264
İlk defa «Evkaf-ı Hamidiye mütevelli kaymaka­
mı olan mirahu�i şehriyari» Mustafa Ağa ki «Ağa ba­
bası» demekle · meşhur olan ve rnüteaddit valilikler·
de buluiıan Mustafa Paşadır). Bu Nihat Bey'in büyük
pederi olduğu Evkaf tarihinde yazılıdır.
Reşit Paşa kendisine o kadar yüz verdiği ve her
türlü nimete boğduğu halde Paşa'nın vefatından son­
ra mezar taşının somakiden mi, yoksa mermerden mi
yaptınlması söyleşildiği, konuşulduğu sırada hazır bu­
lunan Nihat Bey:
«Bana kalırsa biraz pahahca olur ama cehennem
taşından yaptırmalı.»
Deyip hazırlarının gülüşmesini, bazılarının da si­
nirlenmesini mucip olmuş.
Fakat her halde «Geldi kafiye, gitti safiye» fehva­
sınca şairlik edeyim derken nimete karşı gelmiştir.
Bir Ramazan günü akşamüstü Beyazıt sergisinde
birçok kibarlar hazır olduğu halde orada bulunan ve
daha o vakit başı sanklı Reşit Paşa kitapÇısı olan Cev­
det Efendi (Paşa) söylediği hikayeyi biraz uzatmış, pa­
şaların yanında oturımakta olan Nihat Bey:
«Baks�n a hocai . Ramazan günü saat onbirden son­
ra bu kadar uzun hikaye dinlenmez. Fıkranın gülüne�ek yeri neresi ise söyle de bitir.»
·
Diye Cevdet Efendiyi bozmuş. Bundan sonra Cev­
det Efendi �ergiden çıkarken:
.
.
«Suhtayi tersledim, dersini verdim.»
Dedikten sonrtl orada hazır bulunan Hafız Ömer
Efe-ndiye dönüp:
265
«Su paşaları görüyor musun, işte bunların hepsi
benden korkarlar. Ama benim topum mu var: tüfe­
ğim mi var? Hayır dilimden korkarlar.»
Dediğini Hafız Efendi söylerdi..
MUSAHİPLER, NEDİMLER, MEDDARLAR
Hulefay-i Abbasiye vesair İslam mülükleri ·hiz­
metlerinde «musahip» ünvaniyle nedimler kullanılmış
olduğti rivayet olunur. Osmanlılığın ilk kuruluşundan
Yıdınm Heyazıt devrine kadar nedim kullanan olup
olmadığı meçhuldür. Fakat Beyazıt'ın birçok nedimle­
ri vardı. Hatta bunlardan birinin, seksen kadının ate­
şe atılıp cezalandınlması hakkındaki iradeyi geri al­
dırmaya muvaffak olduğu tarihlerde yazılıdır. Yıldı­
rım'ın devrinde yetişen nedimlerden Alımedi adında­
ki şair ki;
Gün yüzü takvimine ey dil nazat' kıl elPlma
Ey başmda fttneler vardır hazer kıl dainaa
matlah gazelin sahibidir. Alımedi'nin bir aralık
Timurlenk'e de nediı:nlik ettiğini tarihler yazmaktadır:
Sicilliosmani, nedimterin en alasır.ın İncili Çavuş
olduğunu kaydeder. Kendisi Divan-ı Hümayun emek­
tarlarındandır. Adı Mehmet veya Mustafa'dır. Gayet
nedim bir adam olduğundan Dördüncü Murad'a mu­
sahip olmuş ve bir aralık sefaretle İran'a da gidip
gelmiş olduğunu ve mezannın Sultanahmet civarında
Firuzağa Camii yakınında bulunduğunu yine Sicillios­
mani yazmıştır. Halbuki Edirnekapısı haricinde şair
Haki Efendinin mezarı karşısındaki makberde bulu-
266
nan bir mezar taşı kitabesinde merhum İncili Çavuş
ruhu için fatiha ibatesi ve 1631 tarihi yazılı olup «Hü­
lasa-tül-Eser» nam kitapta da hal tercemesi yazılıdır.
İncili Çavuş'un Diyarıbekir'e iki saat mesafede In­
eili Köyünden olduğunu Bursa eski mebusu Tahir Bey,
Ali Emiri Efendiden·. rivayeten beyan eylemişti.
Meddalıların meşhurlanndan bir de Tıflı Efendi­
dir. Kendisi Bayramiye tarikatındandır. Çağının en ün­
lü şairlerindendi. Tezkire-i Salim'de eserleri yazılıdır.
Tıflı Efendi'den sonra yine şairlerden «Medhi»
takma adını kullanan Bursa'lı Nuhzade Mustafa Çe­
lebi vardır. Kadı iken inesleği terkedip meddalı ol�
muştur. Vefatı 1680 tarihindedir.
İBRAHiM PAŞA'NIN EN MEŞHUR MEDDAHI
1747 tarihlerinde Dilencioğlu ve Şekerci Salih,
1863 tarihinden sonra da Kör Osman, Aşık Hasan, Piç
Emin, Nazif Tesbihçioğlu, musahip Nuri ve Kız Ah­
met birbirini takiben varlıklannı göstermişlerdir. Fa­
kat Piç Emin'le Kız Ahmet, adı geçenlerin hepsinden
üstünmüş. O kadar ki bu ikisine «Nadire-i dehr», ya­
ni dünyanın yetiştirdiği nadir kişilerden · denilirmiş.
Şu mısra onlar için söylenmiştir:
Do�r Piç Emln'i Kız Ahmet
Piç Emin'in · vefatı 1837 tarihindedir. Kız Ahmet'in
bir aralık padişaha da nedimlik yaptığı rivayet edil­
mektedir.
Nedim durumundaki meddahiann meşhurlarından
1810-1811 tarihlerinde hayatta olan kör hafızlardır. Bun­
ların biri hakkında Sururi Hezeliyatı'nda:
267
«B�nun iki gözü kör bir gözü kör şeytanın
Yani şeytandan eşed dense seza kör Hafız
Kıtası münderiçtir. Daha sonraları Laleli Müezzin-'
başısı Hacı Müezzin ve Mustafa Reis ve İvazoğlu ki,
bunların her biri bir türlü hüner sahibi idiler.
Kör .hafızlardan biri güzel macera nakleder, Arap­
ça, Farsça, Türkçe dillerinde konuya uygun beyitler
okur, aynı zamanda her konuda fikir yürütebilirdi.
Ayrıca, hiçbir manası olmıyan vezinli ve kafiyeli şiir­
ler okur, yani uydururdu. Okuduğu beyitlerin belien­
roesi ve yazılması da mümkün olamazdı.
Okumaya
başladığı zaman asla duraksamaz ve düşünmez, hep­
sini kendisi uydururdu.
Hacı Müezzin iyi bir taklitçiydi.
Mustafa Reis,
İvazoğlu ise değirmen çevirmekle ustaydılar. Bu de­
ğirmen çevirme taklidi, bir kase içinde üç cevizi tah­
ta kaşıkla çevirdikçe hasıl olan sesi değirmen sesine
benzetrnektir.
Abdülaziz devri.nde Saraya alınan Kurban Oseb'in
karnından konuşması da meşhurdur.
ü
r1
Üçüncü Ahmet asnnda İstanbul halkı zevk, sefa
ve refah içinde ömür sürmüşlerdir. O zamanın bü­
yükleri, zenginleri, sefirleri ve zevkisetim sahibi olan
ahatisi musikiye karşı hevesli idiler. Yegane hüner mu­
siki idi. O asnn ilim adamlarından olup sonradan da
Şeyhülislam olan İshak Efendi ve onun küçük bira­
deri sonralan Şeyhülislamlık payesine yükselen mu­
şikiye olan derin vukuf ve malumatiyle şöhrete eren
meşhur şaire Fitnat
hamının babası
Esat Mehmet
Efendi «<TRABÜL ASAR» isimli bir hanendeler tez­
keresi yazmış ve bunda
hal
Osmanlı musikişinaslarının
tercümlerini dere etmiştir. Uşşak faslında «CE­
MALİN GÜLŞENINDE BU SAADET• ve aksak
se­
mainin bestekarı da adı geçen Esat Efendidir.
Yine o devrio ileri gelen ilim adamlanndan iken
iki defe bilfiil Rumeli sadaretine şeref veren Abdülba­
ki Arif Efendi musikide kemali haiz ve neyzenlikte de
emsalsizdi. Vücude
getirdiği rivayet olunan
bestele- ·
rini kendisi neşre taraftar olmamış ve talebelerince
de neşirlerine himmet edilmemiş olduğu iç-in musiki
eserlerinden bu zamana birşey intikal etmemiştir.
Merhum şiir ve inşat'ta: da tam bir üstattı. Naz­
mettiği gayet metin ve yakıcı (MİRACİYE) sini her
sene Mirac ·Kandili gecesinde tertibini itiyad ettiği bü-
270
.
yük topluluk ile EYYÜBÜL'ENSARi türbei şerifesinde okuttururmuş. Böyle bir mübarek manzumenin
besteli olacağı ve bestesinin de kendisi tarafından bağ­
lanmış bulunacağı tabiidir. Bu miraciye (REİSÜLKÜT­
.
TAP ARIF EFENDl DlVANI) namiyle neşredilrÖ.iştir.
Seyyid Vehbi'den (Gidip Arif Efendi, ismi kaldı
.
Dehre baki) mısraından da hesap edilerek anlaşıldığı
gibi 1718 tarihinde vefat etmiştir. Rahmetullahü aleyh.
.
Şöhretli musiki üstadı ltri Mustafa Efendi vefat
edeli henüz pek az zaman geçmiş olduğundan bizzat
ondan ve hatta Hafız Yusuf'tan meşk etmiş musiki
üstadları o zamanlar pek çoktu. Recep Çelebi, Çengi
Recep, La'li Çelebi, Kara tsrnail Ağa, Tosunzade, Na­
ne Çelebi, Seyyid Nuh gibi zevatın eserlerinden olan
karlar, nakışlar, besteler, semailer ve şarkılardan ba­
zıları hala kulaklarımıza şevk vermektedir. Şimdi ta­
savvuru bile bizi neş'eye boğan Saadabad zevkleri,
Boğaziçi mehtap alemleri, kış gecelerinin helva soh·
·betleri eğlencelerinde · musiki erbabına meyil gösterir­
ler, hüner ve marifetlerine göre bol bol atifette bulun­
makta cömertler birbirleriyle yarış ederlerdi. O zaman­
lar İstanbul ahalisinin her sınıf halkı arasında yegane
zevk, musiki idi. Sarayıhümayun meş khanesinin en mü. terakki zamanı da Üçüncü SELİM devridir derler. Sultan Üçüncü SELİM Suzidilara makamının mucididir.
Bu makamda bestelediği Ayinişerif nefis eserlerden bi­
ridir.
Bu suzidilara makamında iki beste, iki semai, rastı
cedid'te, pesendide'de, mahurda, arazbar'da, şehnazda,
·
271
muhayyer
sünbülede,
tahir'de,
tahirbuselik'te,
bUzzam
ve şevk-ü tarab, şevk-efza fasınannda b.esieledikleri
şarkılarının pek üstadane olduğu musiki
er-babınca
malfımdur.
Üçüncü Selim, musiki seslerini şehzadeliği zama­
nında Birinci Harnit'in Baş Müezzini Hafız Ahmet Ka­
mil Efendi'den ve bilahare Sadullah Ağadan, Tanburu
da Ortaköylü İshak'dan meşkeylemişti. Yukanda adı
geçen Ahmet Kamil Efendi Üçüncü Selim'in cülusun
da İkinci İmamlığa tayin olunmuş ve İkinci Mahmut
asrında da Birinci İmam olmuştur.
«Osmanlı Müellifleri» adlı kitapta yazıldığına gö­
re Üçüncü Selim'in bestelediği (Suzidilara) ayinişe­
rifi ile yine bu makamda olan peşrevlerini Yenikapı
Mevlevhanesi şeyhi iken 1811 tarihinde vefat eden Ab­
dülbaki Dede Efendi notaya alarak padişaha sunmuş­
tu. Bu AbdülbClki Efendi, musiki fenninde çok geniş
bilgi sahibi olup notanın usul ve kaidelerinden bahse­
den bir risale telif etmiş, isfahan, acembuselik ma­
kamlannda iki ayin ve bir hayli semaHer bestelemiŞtir.
Şark musikisinin nazariyatma hakkiyle vakıf olan­
lardan bir de Galata Mevlevihanesi Şeyhi merhum
Ataullah Efendi idi.
Enderunuhümayun hadernesinden
olup
Üçüncü
Selim meşkhanesinde tahsil edenlerden biri de «Cen. net Filizi» denilen Kerim Efendidir. Kerim Efendi, se­
si gibi lehçesi de güzel olduğundan halk arasında ııCen.
net Filizi» lakabiyle anılırmış. Musiki'deki ihtisası do­
layısıyle müezzinbaşı olmuş ve İkinci Mahmut'un cü­
lusunda İkinci İmam, sonra da Birinci İmamlığa
fi ettirilmiştir.
ter­
.
.
272
Üçüncü Selim'in musiki muallimerinden Sadullah
Ağanın musiki bilgisiyle beraber sert ve namuslu bir
z�t olması hasebiyle hakkındaki itimada binaen Ha­
remi Hümayun'da bulunan cariyelere musiki talimine
memur olrriuş ve bu sıralarda cariyelerden biriyle se­
vişmiştir. Hadise padişahın kulağına gitmiş, gazaba
gelerek idamını ferman buyurmuş ise de üstad'ın Padi­
şah Hazretlerinin fevkalade sevgisini kazanmış olma­
.
sından ve günün birinde affa uğrayacağı \!mit edildi­
ğinden idam hükmünün infazında acele edilmesi son­
radan pişmanlığı mucib olabileceği düşünülerek hapis­
te gizlenmesi münasip görülmüştür. Nitekim, Sadul­
lah Ağa birkaç gün devam e-den hapis müddetinde mu­
siki fennince kıymeti pek yüksek olan «BEYATİ ARA­
BAN faslım yazarak talebelerine talim etmiş ve bir
»
akşam padişahın huzurundcı. icra edilen şenlikte bu
fasıl da okunmuştur. Bu renkli makam faslın nağme­
ler ve bestesindeki ince üslup padişah'ın nazan dik­
katini celb ederek «bu eserin bestekan kimdir?• diye
sordukları zaman, kendi ustaJan Sadullah Ağa cevabı
verilince birden eski gazabı geçmiş, böyle kamil bir
üstadın idamı hakkındaki fermanından dolayı esef ve
pişmanlıklarını belirtmişti. Bunu fırsat bilerek idam
fermanının henüz icra edilemediği v� Sadullah Ağa'­
nın hayatta ve hapiste bulunduğu bildirilmiş. Bunun
üzerine Üçüncü Selim memnun olarak derhal tahliye­
si ile beraber· sevgilisi olan . cariye ile de evlenınesini
ferman ve ayni zamanda üstadın hayatını kuJ1aranla­
rı da mükafatlandırmıştır. Bestenin güftesi şudur:
·
273
·Pac:l1falum, lütfedip mesnını fAdeyle beni,
Naümldlm, bir nazar kıl bennurAdeyle beni,
Hatırınıdan bir nefes gitmez, duayı Devletin,
Sen ele ey kimkerem lütfunla şideyle beni.
Ortaköy'lü İshak, Tahir Ağa ve Keçi Arif Ağa için
tanburilerin en iyileri olduklarında bütün sazendeler­
müttefiktirler.
Zeki Mehmet Ağa İkinci Mahmut fasıl takımının
en güzidelerindendi. Zeki Mehmet Ağa Zade Osman
Bey de Abdülmecit ve Abdülaziz fasıl takımlarından­
dır. Osman Bey'in SABA PEŞREVİ meşhurdur. Defte­
ri Hakani Muhasebeciliğinde iken vefat eden Kamil
Efendi tanınmış tanburilerdendi: Ekseriya Sadrazam­
lardan Şirvanizade Rüştü Paşa ve Şeyhülislam Sahip
İsmail Molla'nın sahilhanelerinde bulunurdu.
Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Celal Efendi, meş­
hur Ali Efendi ve son zamanlarda şöhret sahibi olan
Cemil Bey mükemmel birer tanburi idiler. (Cemil Bey'­
in üstadane bilgisi Tanbur ve Kemençe'de tecelli et­
mişti. Viyolonselle yaptı� taksim dinleyenleri hayran
ederdi.)
Ney, Keman, Kemençe ve Tanbur meşki biraz zor
olmakla beraber Osmanlı musikisinde kalplerimize
tesir eden sazlardandır. Eski devlet ricalinden Süley­
man Efendi yazdı� mecmua'sında 1824 tarihlerinde
Kütahya'lı Hüseyin Ağa isminde bir santuriden bah­
seder.
Bu Süleyman Efendi, Saray fasıl takımına da
alınmıştı. Süleyman Efendi «Bu adam gayet kaba bir
Türk ve lisanı da galiz olup bu halleri musiki ile asla
münasebettar değil iken Santur'u gayet güzel çalardı»
P: 18
274
der. Süphan Allah! ne garip halimiz var. Türk ırkına
mensup Anadolu halkını zeka ve irfandan mahrum
addettiğimiz ve bu gibi şeyleri Türklere layık görmedi­
ğimiz için buna bile şaşıyoruz. Bunun doğru bir tarafı
mevcut farzolunca bile münasip bir lisanla yazılabi­
lirdi.
Üçüncü Selim asrından beri gelip geçen mu�iki
muallimlerinin maruf olanlarından isimlerini tahkik
edebildiklerimi aşağıya dere ettim. Bu zatlan, musi­
kiye intisaplan dolayısiyle memleketimize 'hizmet
edenlerden addeder ve kendilerini rahmetle yad ey­
lerim.
Eyüp'lü Hafız Ahmet Efendi, Müezzin Hüsnü Ağa,
Çilingiroğlu Ahmet Ağa, Muhittin Ağa, Suyolcuzade Sa­
lih Efendi. (Bu zatlar musikide asnn nadir yetiştirdi­
ği kimselerdenmişler).
Sait Ağa, Tulum Abdi, Şişman Hoca Mehmet Efen­
di, Kitapçı Hafız, Şehlevendim, Haf.ız Abdullah Ağa,
Kömürcüzade Hafız Efendi, Hamamcızade Derviş ls­
mail (bunlar da asırlannın şöhretlilerinden olup bun­
lardan Hafız ile Şehlevendim'in bilgileriyle birlikte
sesleri de yüksek, diğerlerinin ise bilgileri seslerine
galip imiş). Şakir Ağa (ferahnak makamının yaratı­
cısı olup :ilmi ve arnelisinde mahir, keman ve tan·
bur gibi sazlarda çok geniş bilgiye sahip olup kendi­
si Müezzinbaşı olduğu cihetle lmaını Sultani olama­
dığından mesleğini terk eyleyip vergi tarhı işlerine in­
tisap etmiştir.)
Varda Kosta Ahmet Ağa, Mehmet Arif Ağa, Abdül­
halim Ağa (bu zevat da maruf bestedlermiş).
275
Kırımi Halil Efendi (Kur'anı Kerim'i kendine has
bir tarzda okurmuş.)
Üçüncü Selim küme faslım ekseriya Topkapı Sa­
rayında (serdap)'da (1) icra ettirirmiş. Bir akşam mu­
tad olduğu gibi fasıl icrası ferman huyurulmuş ise de
fasıl takımının mühim bir uzvu olan tanburi İshak bul­
durulamamış ve çaresiz
kalınarak fasıla
başlanmış.
Sonradan İshak gelmiş ise de Kızlar Ağası hiddet gös­
tererek artık fasla başlandığını
söyleyerek serdaha
girmesine müsaade etmemiş, İshak Efendi ısrar etmiş
ve ikisi arasında zuhur eden tartışma kavgaya dön­
müş bu da padişahın kulağına gitmiş. Bunun üzerine
derhal İshak Efendi çağınlarak fasla iştirak ettirilmiş
ve bununla beraber
hiçbir meziyeti olmadığı
halde
İshak gibi kemal erbabı bir san'atkara gösterdiği mua­
meleden dolayı Kızlar Ağası azarlanmıs.
Ben fakir bu Serdabı bir defa ziyaret etmiştim.
Ferahlık
veren,
şe
sofa
bir
odada
eski
üç
ve
taraflı bir
yanlarda
usul birer
lar, kanepe, sandalyeler,
daire
birer
sedir
ve
idi.
oda
Dört kö-.
olup
çatma
her
yastık­
yerlerde Mısir hasın döşeli
idi. Sofada bulunan aynanıri önüne konmuş saatin üze­
rinde süslü elbiseler giydirilmiş erkek ve kadın kuk·
laları bulunuyordu, bunlar hakkında malumat edinmek
istedim, çalgısını kurdular, kuklalar da, çift çift rak­
sa başladılar. Çalgı değiştikçe kuklannın dansları da
de�şiyordu. Bu marifetli saatin büyük Napolyon ta-
(1)
Üçiincil Selimin annest lçin yaptırdı� kiişk.
yolunun geçtiD-i yerde idi. (N.A.B.)
Tren
276
rafından Sultana hediye edilmiş oldu�nu hikaye et­
tiler.
Rumeli tren yolunun Sirkeci'ye uzatılınası Sultan
Aziz tarafından istenmişti. Yol üzerindeki Serdap da
oradan kaldırılacaktı. O vakitler buna eskilerden bir­
çok zevat itiraz etmişlerdi. Birinci Harnit asrında sa­
ray hademeleri arasında
çıraklık
yapmış ve ikinci
Mahmut'un berberbaşısı iken tekaüt edilmiş yaşlılar­
dan bir Muhsin efendi vardı. Serctabın oradan kaldı­
rıldığı tarihte hayatta idi.
Üçüncü Selim ve İkinci
Mahmut'un serdap dahilindeki musiki alemlerini hi­
kaye eder ve Serdabın kaldırılmasından esef duyardı.
Fakat bu teessüfü daha ziyade Serdabın yakınındaki
şimşirliğin kaldırılmasındandı. Çünkü kendisinin riva­
yetine göre
Peri .Padişahlan
şirliğe gelir, divan kurar,
seher vakitleri
maiyyeti efradına
şim­
emirler
verirmiş. Şimdi Serdapla beraber şişmirlik de kaldın­
lınca Peri Padişahının da divan yeri kaldınlmış olaca­
ğından bundan sonra nerede divan kuracağını düşü­
ntir ve maazallah bunun akıbetinin pek tehlikeli ola­
cağını yanıp yakılarak söyler dururdu.
Eskiler arasında adı geçen Ali Hoca
ve
Gaiata
Mevlevihanesi Neyzenbaşısı Yusuf Dede eski üstadlar­
dan olup; Dördüncü Murat
Yusuf Dede'nin
Ney'ini
fevkaJacte �akdir ettiğinden onu Enderunuhümayun'a
almış ve padişahın .ölümünden sonra da Yusuf Dede
Beşiktaş Mevlevihanesi'ne şeyh olmuştur.
Maruf neyzenlerden biri de (Ak Molla) Ömer Efen­
di imiş. Bu zat benzeri olmayan bir hattat olmakla be·
raber musiki fenninde zamanının imaını addolunur-
277
muş. Semti, Boğaziçi'nde İncir Köyü olup her sabah
seher vakti kalkar yanın saat kadar dem üfler tam
demini doldurduktan sonra evic makamında
l.AT) verirmiş. Kendisi Eyüp civarında
(ESSA·
Şeyh Murat
Dergahı Şeyhi Ali Sım Efendi'nin halifesi olduğu için
1777 tarihinde vefat edince mezkur Dergahın kapısı
karşısında bulunan kabristana, defnedilmiştir.
Vezirlerden Selim Paşa'nın Kandilli'li imam diye
maruf imaını (Ak Molla), Ömer Efendi'nin talebesi ve
mükemmel neyzenlerden Qiri imiş. Bir akşam
asrın
zarif kişilerinden ve musiki erbabından mürekkep bir
sohbet ve yarenlik toplantısında musiki üstadlarınçl3:n
Mevlevi meşhur ama Şeyda Hafız da bulunmuş, hazır
bulunanlardan biri Şeyda Hafız'a hitaben (içimizde si­
zin tekkeler üstadından meşk etmemiş ve şimdiye ka­
dar Ney'ini sizlerden kimseye işittirmemiş bir adam
vardır, isterseniz size Ney üflesin) demiş. Seyda Ha­
fız da bunu
memnuniyetle
karşılayınca
Kandilli'li
İmam Ney'i alıp üstadı (AK MOLLA) tarzında dem
üflemeye başlayınca Şeyda
can
ve gönülden dinleye­
rek taksim ve peşreve geçişinde göz yaşlannı zapt ede­
miyerek (sen bunu kimden öğrendin, üstadın kimdir?)
demiş. İmam da, o tarihlerde (AK MOLLA) vefat ede­
li otuz seneyi geçmiş olması münasebeti ile, üstadını
gizleyerek (ben Ney meşk_ �deli kırk �ene oldu) ceva­
bını verince Şeyda (şüphem yoktur ki sen AK MOL­
LA'nın talebesinin) demiş ve onun usulünde Ney ile
Essalat üflemesini rica etmiş,
İmam da muvafakat
278
ederek üfleyince Şeyda yine bir hayli ağlayıp AK MO!..
LA'nın vasıflanna dair bir hayli tafsilat vermiş olduğu
S�leyman Faik Bey mecmuasında yazılıdır.
Eğrikapı haricinde Savaklar Dergahı Şeyhi Sey­
yid Mehmet Efendi'nin oğullarından
Mehmet
Nuri
Efendi Mevlevi tarikatından olup gayet güzel güfteci
ve usulcü bir zatmış. Kendisi erbabızevkten olup dai­
ma bu dergahta kalır ve çok kimselecin sevgisini eel­
bettiğinden her mecliste bulunurmuş, sonralan meş­
hur Halet Efendi'den de pek çok ikram ve itibar gör­
müş ve bu münasebetle Halet Efendi bu Dergahı ye­
ııileştirmiştir. Mehmet Nuri Efendi meraklı bir zat ol­
duğundan berbere tıraş olmaz, kendi kendine ve ma­
kasla traş olur ve böylece kah sakallı gezer kah da tıraş
olmuş görünürmüş.
Halet Efendi'nin katlinden kırk gün geçince Meh­
met Nuri Efendi'nin de ölmüş olduğu Hadika'da ya­
zılıdır.
Galata, Beşiktaş, Kasımpaşa Mevlevihaneleri ney­
zenbaşısı ve Enderunuhümayunda
ney muallimi Çal­
tı Derviş Mehmet Efendi benzeri az bulunur neyzen­
lerdendi. 1798 tarihinde vefat etmiştir.
O
tarihlerde
Derviş Emin ve Derviş Sait de Ney'de Çallı'dan aşağı
değillermiş.
ı 824
tarihlerinden sonra maharet ve me­
lekeleri meydana çıkmış bulunan Beşiktaş neyzenba­
şısı Şeyh Mehmet Efendizade ile Mecnun Derviş
ts­
mail için gerek Dem'leri ve gerekse okuyuş ve ahenk­
leri itibarı ile evvelkilere üstün diyenler bulunurmuş.
Reisül ulema merhum Mustafa İzzet Efendi'nin musiki
fennindeki ihtisası meşhurdur. Bu zat güzel sese ma-
279
lik olmakla bernber ney üfl.emekte de e.msali nadir­
dir. Kendisi Eyüp Camiişerifi hatibi iken Abdülmecit
Han'ın cülusunda bir Cuma selamlığı bu cami'de icra
edileceğinden dolayı hutbenin okunınası da kendisine
ferman huyurulmuş ve padişahın takdirlerine mazhar
olarak İkinci İmam nasbolunmuş ve sonra da Birinci
İmamlığa terfi ettirilmiştir. Mustafa lzzet Efendi mU:.
siki dersini evvela padişahın musahibi ve nefis musi­
ki eserlerinden sayılan (aldım hayali perçemin ey malı
dideme) hüzzam murabbaının bestekarı Kömürcüzade
Hafız Efendi'den meşk eylemiş ve ilk defa meşk etti­
ği bir kıt'a na'tı şerifi bahçe kapısında bulunan Hida­
mahfele çı�
yet Caıniişerifindeki selamlık resminde
kıp yüksek sesle okuduğundan Sultan Mahmut fevka:
Iade haz duyarak Enderunhümayuna
çırak olmasını
irade buyurmuş ve çok zaman orada neyzenlik ve ha­
nendelikde bulunmuş. Hattat Vasıf Efendi'den sülüs
ve nesih, Yesaıizade lzzet Efendi'den de taliki hatlan­
m meşk edip icazet alarak emsaline tefevvuk etmiştir.
Ney'ini Hakan fevkalade takdir ettiği için her fasılda
bulunurmuş. İkinci Mahmut asrı sonuna kadar fasıl
takımı padişahın huzurunda yapılır ve bazen hariçte
bulunan hanende ve sazendelerden maruf olanları da
eelbedHip fasılda bulundurulurlarmış.
Abdülmecit Han devrinde Muzika fasıl takımında
bulunup Abdülaziz'in tahta geçişinden e·vvel icra olunan
tensikatta tekaüt edilen Kolağası Salih Efendi mükem­
mel neyzen olduğundan Beşiktaş Mevlevihanesi ney­
zenbaşısı olmuş idi.
•
Üsküdar'lı Salim Bey ve Bahariye Mevlevihanesi
postnişini Hüseyin Efendi merhumlar da sonradan ye-
280
tişen neyzenlerdendi. Hüseyin Efendi'nin üstadı, Sul­
tan Abdülmecit yakınlanndan olup bilahare Abdül­
aziz'in «Muzikaihümayun» a aldığı merhum Yusuf Pa­
şa'dır.
KemanHerden Mustafa Ağa ile Hızır Ağazade Sait
Bey ve Miron, Kör Corci ve Todoraki birbirini taki­
ben şöhret yapmışlar. Ali Ağa ile Miron'un daha çok
tercih edildiğini söylerler. Meşhur Tahir Suselik peş­
revinin bestecisi Kemani Rıza Efendi musikideki ih­
tisası dolayısiyle nam vermiş olduğundan Haremihü­
mayun fasıl takımında keman muallimi olmuştur.
Meşhur bestekar merhum Hacı Arif Bey Keman! Kör
Sübuh'u takdir ederdi. Saray Muzikasında Kemani Ra­
fet Ağa'nın musiki bilgisi malıdut olmakla beraber ke­
man çalmakta emsali nadirdi.
İsmail Dede Efendi Mevlevi irfan sahiplerinden
olup Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut zamanlannda
Saray'da fasıl takımında ve müezzinbaşılıkta bulun­
muş, Abdülmecit Han'ın cülusundan evvel vefat et­
miştir. Beste, semai ve şarkıları pek çok ve pek mak­
buldür. Padişah'ın baş müezzini Miralay Rafet Bey
merhumun büyük babalarıdır. Otuz-kırk kadar senıai
ve yirmibeşi mütecaviz bestesi Haşimbey Mecmua­
sında yazılırdı. Gelip geçmiş meşhur bestekarlann
hepsinden çok eseri· vardır. 1845 tarihinde vefat et­
miştir. ITRİ'den · sonra DEDE EFENDİ kadar musikide kemal mertebesine kimse varamamıştır, diyorlar.
,
Kasidecizade İmaınıevvel Nuri Efendi, Basmacı­
zade Abdi Efendi, Dellalzade, Müezzinbaşı İsmail Efen­
di, mecmua sahibi Haşim Bey, Hacı Arif Bey, Yağlık-
281
cızade Hacı Ahmet Efendi: (bu zatların musiki bilgile­
ri ve hüsnü tabiatları meşhur olup bestelerlikleri şar­
kılar herkesin takdirine mazhar ..:iurdu.)
Zekai Dede Efendi, Behlül Efendi, Kadıköylü Ali
Bey, Yeniköylü Hasan Efendi, Medeni Aziz Efendi,
Bolahenk Nuri Bey; · (bunlar mahir üstadlardan olup
yakın zamana kadar hayatta idiler, yerlerini boş bı­
raktılar.)
Tanzimatı Hayriye'den yani yenileşme devrimizden
sonra zenginlerimiz Batı medeniyetine temayülleriyle
beraber Osmanlı Musikisine rağbet ve bu musiki er­
babına hürmet hususunda muhafazakar idiler. Donan­
ma şenliklerinde ve resmi ziyaretlerde alafranga mu­
zikalar kabul ediidiyse de hususi eğlencelerde yine Os­
manlı ·musikisini tercih ederlerdi. İstanbul'da konak­
l;ır, Boğaziçi'nde yalılar ve köşkler daimi birer şenlik
yeri idi. Asrın en seçkin hanende ve sazendeleri hafta
geçmez çağırılır ve h�le mehtab gecelerinde kayıklar
ve sandallarla sabahlara kadar gezip dolaşılarak hey­
heylerio akisleri semaya yükselirdi. Saz olduğu haber
alınan yahlann önlerinde kadın ve erkek kayık ve san­
dallan toplanırlar, fasıl aralarında mukallitler . taklit­
ler yaparlar, zevk ve cümbüş ve kahkahalı gülüşler
dünya'yı tutardı. (0 ne neşe veren nümayişlerdi)
Büyük ilim adamlarından ve musiki üstadlanndan
meşhur· Yağlıkcızade Hacı Ahmet Efendi, Ali Paşa'nın
kitapçısı , tanınmış muallimlerden Behlül Efendi de
müezzinbaşısı idiler. KUR'ANI KERlM'i gayet hazin
ve tatlı okuyan asnn en güzide musikişinaslarından
Aşki Efendi Mısırlı Kamil Paşa'nın imaını idi. Meşhur
bestekar Enderuni Kadıköylü Ali Bey sarayda hizme-
282
tini terk ile Kamil Paşa dairesine intisap etmişti. Mı­
sırlı Halim Paşa'nın yalısı musiki erbabının ziyaret­
gahı idi. Halim Paşa, Deliaizade İsmail, mecmua sahibi
Haşim Bey, Yağlıketzade Ahmet Efendi, Tanburi Os�
man Bey; Zekai Dede Efendi gibi musiki erbabını ya­
lısına davet edip nice geçmiş eserleri ihtiva eden NO­
TA MECMUASI için çalışmalar yapardı. Bu hususta­
ki fedakarlığı ile mJ,lSiki!J1ize büyük hizmetleri do­
kunmuştur. BüyÜli.: damadı Ali Rıfat Bey de, asrımı­
zm vücudiyle iftihar ettiği ve mümtaz musik.işinaslar­
dandır.
Zekai Dede Efendi ve maruf musikişinaslardan
Muytabzade Ahmet Efendi daima Mısırlı Fazıl Musta­
fa Paşa'nın dairesinde kalır ve yaşarlardı.
Bu saydığım zatlar musiki fenninin en seçkin si­
maları idiler. O zamanlar şehrimizin gayrimüslim
ıenginlerinden bazıları da Osmanlı musikisine meyil­
li ve meraklı idiler. Köçeoğu Agop Efendi ve ·meşhur
Tülbentçi Andrias Efendi ve oğlu bu cümledendir.
Boğaziçi yalılarında,
Bunlar Beyoğlu konaklannda,
Çamhca köşklerinde toplanır musiki ziyafetleri verir­
lerdi.
Musevilerin musikiye karşı hayranlıklan umumi
gibidir: Kadınlan bile besteler, semailer okurlardı.
Burada Kıpti takımını da belirtıneden geçmek in­
safsızlık olur zannındayım. Bunların eğlenceye meyil
ve düşkünlükleri ve bulundukları meclisin keyifleome
ve neş'elerunesine hizmetleri inkar edilemez. Hamza'.
nın Lavtası, Abdülaziz Han devrinde saraya alınan
283
Emin Ağa'nın Kemanı, oğlu Ahmet Bey'in-İsmet ve
Mustafa Ağalann sesleri ve Memduh ve İhsan ve Bül·
bül Salih Efendilerin Keman'daki maharetleri herke·
sin takdirini ka.-sanmıştı. Elhasıl o zamanlar Istanbul'­
un en hücra semtlerinde bulunan evlerde bile oynak
şarkılar, Kanun, Ud ve Santur sesleri işitilirdi.
.
Cevdet Tarihinin onbirinci cildi ekinde meşhur Halet Efendi ile Berberbaşı Ali Ağa arasında cereyan eden
gizli muhabere tezkerlerinin suretleri dere edilmiştir.
Bu tezkerelerden, Halet Efendi'nin yazdığı bir yazıda
sarayın önünden padişah'ın kulağına sesler gelmiş ve
bunun Gülhanhane hadernesinden Hüseyin olduğu ha­
ber verilmiş olması üzerine bu adam derhal çağınla­
rak birkaç beste ve şarkı söylettirHip Enderunhüma­
yun Seferli Koğuşuna alınmış. Halbuki buraya soydan zadegandan olaniann çırak olmalan Sultan Sü­
leyman'ın koyduğu kanunda açıklandığının sarih bu­
lunduğu beyan edilerek bu yolda bir fesat tohumu his­
sedildiğinden bu adamın def edilmesi
cevaben gelen
tezkereden
bildirilmiş ve
padişahın baş
bademesi
Ömer Ağa, padişahı ikna ederek bu adamın yüz kuruş
maaşla saraydan ihraç edilmesi temin edilmiştir.
Tophane'de Kadiri dergahı şeyhi Şerafettin Efen­
di Abdülaziz Han'a ikinci Imam olmadan önce,
bir
mukabele günü bu dergaha gitmiştim. Şeyh Efendi'nin
odasındaki mevcut zevat arasında ihtiyar ve üstü ba­
şı eskice derviş kıyafetli biri vardı. Mukabele'ye giril­
diğinde bu adam doğruca zikredenlerin yanma gitti ve
284
oturdu. Zikircilerin. başı kendisine bir durak verdi,
ihtiyar başını daima salladığından kolunu, yere başını
da omuzuna dayayarak okumaya başladı. Boğuk sa­
dasiyle ağlar gibi söyleyişi ve müteakiben Resullullah'ın
güzelliğine taallük eden kasideleri okuyuşu sırasında
şahsına mahsus ruh okşayan nağmelerinin tesiri zikre­
denleri ALLAH ALLAH diye çoşturup haykırtıyor ve is­
tisnasız herkes kendini başka bir alemde buluyordu.
Mukabeleden sonra merhum Şeyh Efendi'den soruş­
turctum ve meşhur Külhanbeyi Derviş Hüseyin oldu­
ğunu öğrendim. Bir de şarkı okumasını bütün hazır
bulunanlar, rica ettik. (Hüsnünde var iken ol afitabın)
şarkısını okudu ve ayrıca kendi seçtiği (Madraya var­
dın mı) şarkısını da ilave etti. İcra ettiği inletici ve
ince nağmelerin taklidi kabil olamaz. Hasılı bu ihti­
yarın musiki üslubu ve söyleyiş tarzı kadar hazin ve
rikkatli bir tarzda okuyana hala tesadÜf edemedim.
Kendisi söyledi; Ayasofya Kürsü Şeyhi merhum Ömer
Efendi (bu adamı pamuklara sanp öyle muhafaza et­
meli) demiş. Saray'a dahil oluşunu da kendisi şöyle
nakl ve hikaye etti: Bir kış akşamı idi, Gedikpaşa
Hamarnı külhamndan arkadaşlarla Balıkpazan'na inip
bir sandal çaldık ve uskumru avına çıktık. Sarayın
önünde balık avlarken dalgınlıkla kuzu'yu okumuştum.
Saraydan üç çifte bir kayık indi. Yukarı aşağı gidip
kimseyi bulamayınca yanımıza geldi, muzip bir arka­
daşım suallerine cevaben benim okuduğumu söyledi.
İnkara mecalim yoktu, yalvardım yakardım olmadı.
Beni kayığa aldılar, üstüm başım ıslak ve yırtık pır­
.tık elbiselerimle saraya götürdüler. Büyük bir sofada
bana yine. kuzu'yu okuttular, ondan sonra Endenm'a
285
çırak oldum. Meşkhanede meşk ettirdiler. Bir .aralık
çıkmıştım yine aldılar, dedi. Maamafih o seksenlik ih­
tiyann şivesi ve ifade tarzı vaktiyle bir külhanbeyi ol­
duğunu belli ediyordu.
HOKKABAZLAR
Hicri 1000 (1591) tarihlerinde Hakkabaz mevcut-.
muş. Hatta Samurleaş namiyle anılan bir musevinin
idaresi altında ikiyüz mosevi'den mürekkep bir hok­
kabaz hey'eti tarafından çeşitli hünerler gösterilirmiş.
Asnmızdaki
Hakkabaz takımı sünnet düğünlerine
mahsus olup yakın zamanlara kadar bazı mesirlocde
san'atlannı icra ederlerdi. Bunlann hokkabazlıkta gös­
terdikleri hünerler basit şeyler olup buna rağmen
(amman benim Pehlivanım-buyur ustacığım) mukad­
demesiyle başlayan konuşmaları ve konuşma sırasın­
daki telaş ve yaygaralan boşa gider gülünür.
***
Elli sene evvel lstanbul'a Herman isimli bir Al­
Hünerlerini Beyoğlu'ndaki
man hokkabaz. gelmişti.
Naum Tiyatrosunda gösteriyordu. Bir akşam ben de
gidip seyretmiştim. Bunun aletsiz olarak ortaya çıkıp
gösterdiği hokkabazhğı herkesin hayretini mucip ol­
du ve (cehalet zamanında vuku bulsa kerametine ve­
renler bulunurdu) diyenler olmuştu. Oyun kağıtlannı
ve sair eşyayı uçurmak, seyircilerden alınan mendil ve
saatleri parça parça edip yaktıktan sonra yine eski
hallerine çevirip iade etmek ve kağıt ile kahve , süt
286
imal etmek, içi boş şapkadan çeşitli eşyalar çıkarıp
uçurarak sahiplerine iade etmek ve seyircilerin başla­
nndan yüzlük altınlar toplamak gibi envai türlü hü­
nerler göster.mişti. Hele Japonya'nın Kelebek oyunu­
nu göstereceği söylendiği mman kağıttan yapılma on-.
iki tane Kelebeği eline alıp yelpaze ile uçurmağa baş­
lardı. Bunlar adeta canlı Kelebekler gibi uçarak hiç
yere düşmemişler ve alçaldıklarında Hakkabaz yelpa­
re
ile bunları havalandırmış ve Kelebekler de böylece
çırpma çırpma mütemad�yen uçtukları için bu hal
seyircilerin fevkalade hoşlar-ına gitmişti.
***
TAVŞAN oGLANLARI
Raks bizde pek eskidir. Köçekler ve Tavşan Oğ­
lanlar tabir edilen rakkasların köçek raksları eskiden
serbest olduğundan ve şimdiki gibi İstanbul'da ba­
lolar, tiyatrolar ve suvareler gibi eğlenceler olmadığın­
dan bütün yaz Silahtarağa ve Karaağaç mesirelerinde
her gece sabahlara kadar köçek oynatma eğlenceleri
olur ve resmi ziyafetlerde, bayramlarda
Hünkar ve
Sultan Saraylarında, padişahların ziyafet ve düğünle­
rinde, sair cemiyetlerde ve kış gecelerinde, helva soh­
betleri ziyafetlerinde Köçekler raksederler.di. Raks es­
nasında kadife üstüne sırma işlemeti mintan ve sır­
ma saçaklı canfes eteklik giyerler, bellerine sırma ke­
mer takarlar, başları açık ve saçlar.ı uzundur. Par­
maklarında perçemden yapılmış zil bulunur. Tavşan
oğlanları da siyah çuhadan topuklarına kadar uzun ·
287
şalvar ve sırtıarına yine çuhadan dar camedan giyer,
bellerine şal sarar ve başlarına da ufak fesler giyer­
lerdi. Rask ederken sazın usulüne uyarak zil wrmak
ve ayak atmak şart olduğundan rakkaslar uzun müd­
det meşkhanelerde ders görürlerdi.
Eskiden İslam, isevi ve musevi, kıpti gibi muhtelif
millet ve mezhepten rakkaslar bulunurdu. Sonraları
yalnız Rumiara inhisar etti. 1856 tarihinde meşhur
İstefanaki Bey'in vaki ihtan üzerine Reşit Paşa tara­
fından resmen kaldırıldı. Bu köçekler kış mevsimlerin­
de Tavşan kıyafeti ile ekseriya meyhanelerde bulunup
zevk ve sefahat erbabının sakilik hizmetini görürler
ve s
i tekli olanların karşısında
da bu kıyafetleriyle
raks ederlerdi.
MEYHANE ALEMLERİ
Eskiden
meyhanelere
Şerbethane tabir edilirdi.
Bunların en rağbette ve tutunmuş olanlarında da ay­
ni isim kullanılırdı. Şerbethaneler ekseriya daimi olup
muvakkaten açılmalarına da sonraları izin verilmeye
başlandı. Bu ş.erbeth.aneler Bahkpazarı'nda, Zindan­
kapısı'nda, Asmaaltında, Ketencilerde Mahmutpaşa'da,
Tavukçularda, İskender Boğazında, Gedikpaşa, Kum­
kapı'da, Yenikapı'da, Langa'da, Samatya'da, Yediku­
le'de, Karagümrük'te Topkapı�da, Tefki.ır Sarayı'nda,
Balat dışı ve dahilinde Fener'de, Cibali'de, Unkapa­
nı'nda, Keresteciler'de, Galata'da, Beyoğlu'nda,
Has­
köy'de, Kadıköy'de bulunup herbiri bir ustanın ida­
resi altında idi ki bunlara Meyhaneci Ustası denilir.
Bunların başlıcalan Gümüş Halkalı, Kılıçlı,
Asmah
288
gibi isimlerle yad edil1rdi. İstanbul'da halkımızın iç­
kiye düşkünlüğü en ziyade Üçüncü Selim asnndadır.
Başta padişah olduğu halde devrin en meşhur adam­
ları bile işret müptelası idiler. Meyhaneler birer za­
rif insanlar meclisi addolunurdu.
Fakat
buralarda
türlü türlü uygunsuzluklar da olurdu. Henüz genç de­
nilecek yaşta bulunan, meybane müdavimlerinin ç�
ğu yakalarını ölümün pençesine terk ederlerdi. Ka­
nuni Sultan Süleyman zamanında işretin men'i irade­
si çıktığı vakit zarif şairlerden biri: «Humlar şikeste
cam tehi yok vücudu mey,
Ettin esiri kahve bizi hey zemane hey.» Meşhur
beytini söylediği gibi o zaman hayatta bulunan meş­
hur Hayali de:
eŞiındi mezmull!.u cihan oldu ise bide yine,
Vakt ola rehne kona lurka ve seccade yine.»
tini söylemişti.
Bey­
Çaylak Gazetesi muharrirliğini yaptığından dolayı
(Çaylak Tevfik) diye şöhret bulan ve hakikaten tatlı
dilli ve emsali bulunmaz bir insan olan merhumun
(İstanbul'da bir sene) isimli kitabında da yazdığı veç­
hile Şerbethanelerin Meyhane olduklarına alrunet ola­
tak sokak kapısının üst duvarına bir levha asılırmış.
Kapıdan içeri girildiğinde önce tezgah göze çarpar.
Te.zgahın üzerinde Rakı ve Şarap kadehleri, su kupa­
ları, ufak tabaklar içinde Fasulya ve Lahana haşla­
maları, Leblebi, Kabak Çekirdeği gibi mezeler bulu­
nur, bu mezeler dünya gamını başından atmak ve bi­
raz kendini avutmak hülyası ile ayakta birkaç kadeh
atıp gidenler içindir. Bu hale erbabı, tezgah başı ale­
mi tabir ederler. Bu alemle iktifa edenler uzun uza-
289
dıya meyhane'de oturmaya halleri ve vakitleri müsait
olmayanlardır. Hatta bu takımdan bazıları ağızları­
mn kokusunu belli etmemek için çiğ nohut ve kuru
kahve, günlük, kakule, karanfil gibi şeyler yemeye bile kendilerini mecbur tutarlardı.
·
Meyhanelerin içinde riıkılar ve şaraplar,
küplerde muhafaza edilir, fıçılardan
büyük
kovalara aktar­
mak için meyhane miçolan denilen hizmetçiler fıçı­
nın ağzına merdivenle çıkarlardı. Meyhanelerin raf­
larında birçok şarap ve rakı şişeleri diziimiş ve duvar­
lara birtakım kabadayı resimleri asılmıştır.
Akşam­
cılar için meyhanenin münasip yerlerine tahta sofra­
lar konulmuş ve etrafiarına dört ayaklı hasır iskemie­
ler dizilmiştir. Yukarı katlarında şirvanlar ve birer
ikişer döşeli odalar bulunur, böyle yerler zengin ve se­
fahat düşkünü kimselerin
eğlencelerine mahsustur.
Meyhanelerde aşçı ve mezeci tezgahlan da vardır, bun­
lar kekikli külbastı, sarma, midye-ciğer tavaları, balık
•
ızgarası ve sair deniz mahsülleri salatası gibi mezeleri o kadar lezzetli yapariardı ki, yemekle doyulmazdı.
.
.
Meyhanelerin müteaddit hizmetçileri olduğu gibi çu­
buklara ateş koymak için de ayrıca ikişer çocuk bulu­
nur, kerahat vaktinden evvel hizmetçiler sofraları si­
ler ve süprürürler. Toprak şamdanlara mumları dikip,
sofraların ortasına kor, kökden içieri oyulmuş tuz ku­
tulannı, meyhaneci tarafından parasız olarak
hazır­
lanan meze tabaklarını rakı şişe ve kadeh1.erini sofra­
ya dizer. Meyhane ustası da hususi mevkiinde oturup
müşterilerin gelmelerini bekler.
Sofraların mumları­
nı yakmak ve müşterilere hoş geldinde bulunmak bu
ustaya aittir. Akşamcılardan bazıları ş�eleri, kadehleF: 19
290
ri, bardakları, tabakları filan tekrar kendi elleriyle
yıkayıp kendi temiz mendilleriyle kurularları Hatta
Damacana'dan şişelere rakı koymak hizmetini de ken­
dileri ifa ve_ kullanacakları -huniyi yıkamak itiyadında
olanlan vardır.
Meyhane müşterilerinden bazıları Nargile müpte­
lası olduAtı cihetle meyhanecinin hazırladJğı Nargileyi
hemen içivermez. Kollarını dirsekierine kadar sıvayıp
Nargile'nin sürahisini, seri'ni, lülesini ve marpucunu
bizzat uğraşarak temizler. Sürahisine suyu kendi kor.
Lüleyi kendi doldurur, kendi ateşler. Hatta bazıları
' marpuç başlarını ağızlarına temas ettirmek isteme­
diğinden bir kağıt parçasını zıvana gibi başlığın deli·· ·
ğine sokmuş olduAtı halde içer. Keyif malzemesinin
temini ni�peten daha kolay olan tütün liryakilerin­
den bazıları meyhane ve kahvehane gibi umuma mah­
sus yerlerin çubuklarını kullanmak istemediklerinden
kendi çubukl<irını beraber taşımağa mecburdular. Bu
gibi yerlere devam edenl�r orta halli adamlar olup
maiyetlerinde hizmetkarları olmadığından taşıdıkla·
n çubuklar geçme tabir olunan çubuklardı. Bu geç­
meler birer. karış boyunda üç parça çubuğun zıvanalı
vidalarla birbirine eklenmelerinden müteşekkildi. Lülesi, imamesi beraber olarak çuha'dan bir kese içinde
olduğu . halde kaput, cübbe, saku gibi . elbiselerin al­
tında kaytanla belde asılı olarak saklanırdı.
,
Meyhane müdavıimlerinden tabiat sahibi ve hal ve
vakti müsait o}anlar akşamlan yollan üzerinde rast­
ladıklan Kayısı, Şeftali, Armut, Portakal ve benzeri
mezeliğe elverişli meyvalardan, Sucuk, Pastırma, Hav­
yar gibi çerezlerden yeteri kadar alarak meyhaneye
,.,....l ı1 1
,,...�
i
J
'
;
.
.·;
,.
ı
\
.
.
'.
.
.
• \•
'
'
.
(
1
'
..
\
•
'"
:) '
�
f
.
1
•.' �
'f ,.,�
.
'
'1
�!''. •\
!\
•
1
,'
.
.
•
.
_.
'
'
\
•
.
i
'
'
1
i
t
' '
1
•J
r
292
getirir. Bazıları meyhanede pişirtmek üzere Lüfer, Kı­
lıç, Barbunya gibi mevsim balıkları da alıp gelirler.
Keyif ehli birer ikişer kapıdan içeri girdikçe hizmet­
çilerden piri derhal (buyrun efendim buyrun) diyerek
karşılar, elinde böyle bir mezelik göı;düğü gibi hemen
koşup elinden alır soyar, temizler veya ayıklar, pişi­
rilecek olanları ise pişirtir, tabaklara koyar. Meyhane
hizmetkarlarının sür'at ve maharet ve bilhassa müŞ­
terilerin hoşnudiyetlerini celp için mizaca göre hareket
etmeleri lazımdır. Binaenaleyh meyhanelerde hizmet
etmek her hizmetkarın harcı değildir.
•
Kayseri'nin kuşgönü tabir edilen meşhur akik gi­
bi pastırması ve ala ince doğranmış sucuklan, temiz­
lenip ayıklanmış olan Sardalya ve Likornoz gibi tuzlu
balıklar, siyah ve beyaz · havyarlar ve dumanı tüterek
getirilen sıcak ızgara balıkları, envai türlü meyveler­
le süslenmiş sofraların etrafında herkes' kendi eşi dos- ·
tu ve ahbabı ile yerini alır ve artık kendi arzu ve gönül
isteğine göre hazırlanan Nargileleri foku�datmaya ve
çubukları tellendirmeye ve kadehleri doldurup boşalt­
maya bu suretle emeklerinin mükafatını görmeye baş­
larlar. Herşeyi hoş gören meslekleri icabı herkes, bir­
birine mezelerinden ikram etmek teamülüne riayet
ederler. Hatta diğer sofralarda bulunan göz aşinalanna
rakı ile meze ısmarlayarak samirniyet ve muhabbetleri­
ni ibraz edenleri de olur.
-
Akş�mcılar arasında nükteci, fıkracı ve şair kişiler
bulunduğu gibi güzel sesli musikişinaslar, keman çalanlar, neyzenler, güfteciler ve taklit yapan tuhaf kim­
seler de bulunurdu. Bu gibi insaniann arasında muho
..
•
<:i
�ı:::
<:ı
.,
ı:::
"'
�
�
�
·-
:...
"'
.....
·-
-
' '
' .
.
�
-
.
�ı\
ı
J
·'
'
)_.ı ,
1
.
1' .'if'/ , ı1\ ':' iT:.,b
, o/.
. -1.' '"
, ' ,' ., .J.
�r·
!
-ı
,O f ı ' ,, .
;
'
1
'ı
.
.
•l
1
•
·' · ·' ' ,1 itlJ•
r
:1
1
.
'
.. .. .
a
'
•
·
•
1
'
.
•
1
1
1
.
...
...
.
�
11 '' ,,
'
1'
'
ı
ı:::
"'
'
�
.....
-�
<:ı
�
..ı::
:::1
ı:ı:ı
•
294
taç kişiler·· de bulunduğundan böylelerinin meyhane
masrafları kudreti müsait bazı akşamcılar tarafından
ödenirdi. Bu suretle hem kendileri e�lenir hem de on·
ıann · keyif_lerini yerine getirirlerdi. İçki aleminin ga·
rip hallerinden biri de ayık iken hasis olan bir adamın
içki �ırasında cömert olmasıdır
•
.
Eyüp'ün kebab ve kaymağı gibi Yedikule'nin de
«BAŞ• ı maruftu. Bu suretle Samatya meyh�neleri ak.
şamları ve tatil günleri pek eğlenceli olurdu.
Uzak
yakın demeyip İstanbul'un her tarafından gelirlerdi.
Meyhane müdavimlerinin sarhoşlukları kötü olanlar·
dan meclisi allak bullak edenler de olur, _, böylelerini
kapı dışarı ederlerdi. Vak'ayı Hayriyye denilen Yeni·
çeri ocağının lağvedilmesi
hadisesinden evvel meyha­
ne'lerin münasip bir yerine büyük bir çıngırak asılır
ve meyhane kapısına da akşamları nöbetçi bir hiz·
metkar konulurniuş. Bunun sebebi de, meyhane ka·
ptsının önünden bir mbit geçecek olursa, hizmetkarın
çıngırağı çekip derhal meyhane kapısının kapatılması
imiş. Zabit geçtikten sonr:> kapı yine açılımuş.
Eskiden müskiratın men'i hakkında pek sıkı ka·
yıtlarda bulunurlarmış. Memleketin asayişine memur
olan Yeniçeri Ağası sokak ve pazarları dolaşırken, şe.
hirde ve şehirin etrafında sarhoşlan arar ve tuttuğu
sarhoşun _itibarı yoksa ona meşru hakkı olan sopayı
vurur, dirlik sahibi kişi ise
zabitine gönderip şer'i
haddin vurolmasını oiıa havale edermiş. İşte bu çın­
gırağın bir hizmeti de, keyf ehli muhabbete koyulduk­
lanndan dağılma vakti geldiğinip farkında olamadık-
. larından paydos zamanının geldiğini bunlara �aber
vermek için çıngırak çahnırmış.
295
Akşamcıların bir de sabahçıları vardır ki, mah­
murluk bozmak denird-t Akşamdan içkiyi ve mezele­
ri fazla kaçıranlar sabahlan mide bozukluğu, vücut
kınklığı ve baş ağrılan ile yataktan kalktıktanndan
renkleri soluk, gözleri bulanık olur.
·
Bu fenalığı gidermek için tekrar rakı içerler, · fa­
kat bu sabah rakı'sının ilk kadehine biraz limon sı­
karlar, akıllannca sağlıklannı korumaya riayet etmiş
olurlardı.
Meyhanelerden kalkıp evlerine gelmek için her­
kes semtlisi ile birleşir, sohbet edf,rek gelirler. Maa­
mafih gece va�ti sokaklarda yağmur ve çamurlu ha­
valarda evlerine varana kadar yollarda çekilen zorluklar tahammülün üstündedir. A�şamcılann bu dönüş. lerine dair pek çok hikayeler anlatırlar.
•
Akşamcılar Ramazan-ı Şerif'e hürmeten içkiyi mu­
vakkaten terk ederler. Eskiden bu muvakkat terk şek­
li üç kısma · ayrılmı�tı, hatta birbirlerine bu hususta
(ipci n1isin, kandilci misin, topcu musun?) diye so­
rarlardı. Çünkü ipci takımı Ramazan-ı Şerif'e onbeş
gün kala S�latin camilerinde mahya iplerinin kurul­
duğunu gördüklerinde, kandilci kısmı bütün Rama­
zan'da minare'lerin kandilerini gördüklerinde, topcu
takımı da imsak topunu işittiklerinde içki içmeyi terk
ederlerdi.
Bayram gelince evvela topçulaı · Bayram Namazını
kılıp çoluk çocuğu ile bayramlaştıktan sonra doğruca,
müşterisi bulunduğu meyhaneye gider. B\t birinci kıs­
mı teşkil eden müşterilere meyhaneciler, horozlardan
mürekkep mükemmel bir sofra hazırlarlardı. Kandil-
296
.
ci kısmına mensup olanlar Bayram'ın birinci günü
akşamı içkiye başlarlar. İpci takım.ı da Bayram'a hür­
meten üç . gün içki içmeyip dördüncü günü akşamı
meyhane'lere devama başlarlar. Akşamcılar içinde sa­
çı sakalı ağarı,nış beli bükülmüş olanlar bulunduğu
gibi Vak'ayı Hayriyyeden sonralan genç yaşlarda olan­
lar bile görülmeğe başlamıştı
Bu akşamcılar içinde sarhoşluğu kötü olaniann
halleri de teessüfe şayandır. Mesela bütün Ramazan
evinin yiyeceğini, çoluk çocuğunun bayramlıklannı
gücü nispetinde tedarik ederek onları h�şnut etmeğe
çalıştığı halde, Bayı'B.m günüden itibarert ağız eğri, göz
eğri, göz şaşı evine gelip zavallılara kan kusturan ba­
ba, ayık zamanında bir öf bile demediği halde sarhoş
haliyte anasıriı, kard�şledni dövenler çok görülmüştür.
.
.
Meyhanelerde bir sofraya oturarak etraftakiİere
göz gezdirirler. Kendilerinden ziyade onlarla meşgul
olurlar. Mesela karşılıklı iki sofrada oturanlar arasın­
da (sen bana baktın, benimle eğlendin) gibi sebeplerle
habbeyi kubbe yapıp bir çok kavgalar çıkar ki bu da
sarhoşluk icaplarıdır. Beraber bulunduğu sofrayı her­
hangi bir husustan dolayı terk edip diğer birinin sof­
rasına giden arkadaşının bu hareketine kendince bir
takım manalar vermesinden dolayı bir takıin kavga­
lar cıkar.
�
Servetini dalkavuklariyle meyhanelerde .yok eden
mirasyedi düşkünleri de çok görülmüştür.
Eskiden
umumi olarak meyhan.elerin kapatıldığı ve içkinin
men'edildiği olmuş, fakat bütün bu kayıtlara ra�en
içkiye müptela olanlar yine bu iptiladan vaz geçme·
297
mişler, herhalde içmenin bir kolayını
rini çatmışlardır.
Daıhıp
keyifleri­
Revaç bade'ye fartı yasağdır bais,
Haris olur kişi men' olunduğu fiile.
Yeni nesiimizin eksensinde içkiye karşı bir nefret
hissolunuyor ve içkisiz eğlencelerde daha ziyade ince­
lik ve zarafet görülüyor. Bu hal doğrusu teşekküre şa­
vandır.
'
CANBAZLAR
Şurada burada san'atını icra eden Canbaz'lardan
başka olarak, eskiden Kocamustapaşa semtinde Can­
baziye denilen yerde Eşref Ağa'nın ve onun ölümün­
den sonra da oğlu Mehmet Ali ustanın idaresinde bir
canbaz kumpanyası vardı, hususi günü . de Pazar gün­
leri idi. İstanbul'un her tarafından dalgalar halinde
gelen halk bunları seyrederlerdi. Bu kumpanya bir ne­
vi ocak olduğundan saray eğlencelerinde ve sai r şen­
lik günlerinde bir dağdan bir dağ'a veya bir dağ'dan
bir ova'ya, menzU ipi denilen minare yüksekliğinde ip
kurup üstünde çeşitli hünerler icra ederlerdi. Mer­
hum Yusuf İzzettin Efendinin 1870 tarihinde Dotma­
bahçe'de icra edilen sünnet · düğününde Saray Muzı­
kası Kışiası'nın bulunduğu dağdan Dolmabahçe Sara­
yı'nın önünde bulunan saat kulesi meydanına kadar
menzil ipi kurup hünerlerini göstermişlerdi. Hatta bir
gün iki elinde iki kılıç olduğu halde ipin
üzerine çı­
kan canbaz ortasına geldiğinde, o vakitler ecel beşi­
�i namı verilen ve uçları menzil ipine bağlı bulunan
298
salıncak uzerinde envai türlü hünerler
gösterdikten
sonra ayaklarını salıncak ipin� iliştirip başaşağı ken·
disini koyuverdiğini gören halk, düştü zanniyle büyük
helecana kapılmıştı. Hele kadın seyircilerin fe.ryadı
ayyuka çıkmıştı. Bu kumpanya saray düğününün sonu­
na kadar hergün başka başka hünerler göstermişti.
Bir de Gedikpaşa'da hususi bir Tiyatro inşa edil­
miş olup burada meşhur Sülya'nın at canbazı kumpan­
yası hünerlerini icra etmiştir.
KADlN ÇENGİLERİ
Kadınlar cemiyetinde saİı'atını
ıç- ;. �
eden çengi­
ler de orta oyuncularında olduğu gibi bir çok kollara
ayrılmıştır. Kolbaşı ve muavini ile beraber bir kol
oniki kadından ibaret olup refaketlerinde ikisi daire,
birisi keman ve biri de çiftenara (Nekkare) çalmak
üzere dört de sıracı dedikleri çalgıcıları ve birkaç da
yardakÇiları bulunur. Bunlar tam kol olarak oyuna
gittikleri zaman orta oyunlannda kullanılan menteşe­
li tahta edevat ve ona göre elbiseler de birlikte götü­
rülür. Kolbaşı hamının evinde hususi bir de meşkha­
ne olduğundan Çengiliğe heves edenler bu meşkha­
nede talim ederek otuz, otuzbeş yaşianna kadar san'•
atiarını icra ederler. İçlerinde kırkını aşan yosmaları
da bulunur. Kolbaşı ve muavirıi hanımların yaşları
altınışı bulmuşsa
.
Ağır Ezgi denilen ilk raksa çık-
maları usulleri icabındandır.
.
Bunların bulundukları .
başlıca yer Tahtakale Kadınlar Hamarnı olup derme
çatmalan Ayvansaray'da Kıpti mahallesindedir.
Bir
çengi kolu tutmak isteyen eğlenti sahibesi hangi kolu
299
isterse bir kadını yollar bu kadın kolbaşı hanımı bu­
lur, pazarlığa girişir. Pazarlık iki şarttan biri seçil­
mek esası üzerinden yapılır, o da fasıllar sona erdik­
çe def tutup para toplamak veya toplamamak şekille­
ri olup, · kibarcası misafirleri iz'ac etmemek için pa­
ra toplattırmamaktır. Raks esnasında hoşuna gidip
bahşiş vermek veya altın yapıştırmak isteyen misa­
firler arzularında serbest bırakılır. Hangi şart inti­
hap edilmiş olursa olsun oyun esnasında icab ettik­
çe düğün sahibesi hanımlar tarafından mutad olduğu
üzere basma veya .sair kumaşlardan askı asılmak ve
bahşiş verilmek mecburi idi.
. Eğlenti günü belirli vaidtte en önde, yelpazeli, yaş­
ınaklı ve san çizmeli kolbaşı hanım ve muavini ve on­
ları takiben ince yaşmaklı, renk renk feraceli çen­
g.iler ve arkada kılıfları içinde sazlan ellerinde oldu­
ğu halde sıracılar ve hizmetçiler ve yardakçılar, da­
ha arkada oyun edevatı ve elbise bobçaları taşıyan ha­
mallar olduğu halde yola düzülürler. Küçük çerkez
cariye de kolbaşı hamının yakı takımı sarılı (1), bob­
ca kol�uğunda, siyah çuhadan yapılmış, kenarları
zımbalı uzun çubuk kesesi elinde olarak kolbaşı ha­
nımın peşinde gider. Çengilerin eski hallerini bilenler
bu edalı yasmaların nasıl açık saçık tazeler oldukla­
rını ve sokaklar vaziyet ve tavırlarının ve yürüyüşle­
rinin ne derece serbest bulunduğunu hatırlar. Sokak­
ta giderlerken havai erkeklerden sarkıntılığa cür'et
(1)
Eskiden kadın ve erkek başlannın ekserisi yerli ya·
kı açarak daima işlettrlerdi.
300
edenlere
müstahak
oldukları
de güçlük çekmezler.
cevapları
yetiştirme­
Hele sıracılar bu gibi
cevap­
larda asla ihmal ve müsamahada bulunmazlardı. Dü­
ğün evine geldiklerinde, alt katta çengilere ayrı bir
oda gösterilmesi şarttır. Çengiler odalarına girdikten,
yaşınaklarını ve feracelerini çıkardıktan sonra odanın
kapısı çevrilir. Artık bu odaya, soyunmuş olanlardan
başkasının girmesi memnudur ve caiz değildir.
Soy­
gun · namı verilen Jsadınlar orta yaşlı, üstleri
başları
düzgünce etekleri belinde,
serbest
lisanları yerinde
kadınlar olduklarından misafir hanımların i'zaz ve ik­
ramı ve her birerlerinin kendilerince
bilinen teşrifat
usulüne göre yedifilmeleri hususlarında ınaharet gös­
tererek ev salıibesinin vereceği ücretten başka misa­
tilerden de dolgunca «Soygun bahşişleri» hak etmeğe
çalışırlar. Bazı hoppa mizaçlı tazeler kapının anahtar
deliğinden çengileri gözetlernek isterler. Bunu soygun­
lardan biri görürse ayıplar v� tekdir ederek men'eder.
Düğün evinde iki hanım arasında, «oda kapısının ka­
palı tutulmasının sebebi olarak
içerde çengiler içki
içerler ve oyuna öyle çıkarlarmış derler, günahları üst­
lerinde kalsın, neme lazım ben
görmedim,
gördüm
dersem iki elim yanıma gelecek» diye bir söz geçti­
ğini çocukluğumda işitmiştim.
Misafirlerden sonra
çengilere de yemek
verilir.
Bundan sonra oyuna çıkma hazırlıkları başlar. Bir­
çok düzgün ve rastık kutuları, pomat, lavanta şişele­
ri, sürme kalemleri, taraklar, ufak süngerler, saç ma­
şaları meydana çıkar.
ların karşısına geçerler.
El aynaları ellerinde
ayna­
Beyazlıklar, allıklar içirile
301
içirile sürülür. Kaşlara rastıklar, gözlere sürmeler çe­
kilir. Rastıktan püskünne benler yapılır.
Çehrenin sun'i güzelikleri tamamlandıktan sonra
oyun esvaplarını, hazırlayan kadının yardımı ile en ince
içiikiere varıncaya kadar herşey başka başka değişti­
rilir. Saçlar taramp kurdelelerle ayrılarak gelişigüzel
·
salıverilir. Göğsü yanın yarım açık
olmak üzere tül
gömlek ve üstüne pullu kadifeden camadanlı yelek
ve tennure biçiminde sırma saçaklı canfes eteklik gi­
yip bellerine sırma kemer. takarlar, ayaklarına «Filer»
denilen oyun terliği giyerler ve bu terlikler ipek kur­
delelerle beyaz çoraplar üzerine bağlamr.
tuvaleti yaşı ile mütenasip ve
babayanidir. Vakıa oyun . esvabı giyerse de raksa ka­
Kolbaşı hamının
kül üstüne hotozla çıkar. Bu hotoz tepesi oymalı, püs­
kül, kağıtlı ma:vi ipek püskül etrafına yaylı fes ve fes'­
in kenarına oyalı yazma yemeniden bir çatkı çevril­
miş ve bu · çatkının münasip yerlerine (pat iğne yıldız,
yarım ay, divanhane çivisi) denilen elmaslar, parmak­
lara gül yüzükler takılmıştır. Dut veya zümrüt kü­
peleri kulağa takmazlar, toplu iğne ile hotozun bir ta­
rafına şöyle bir iliştirirler. Bu da incelik alametidir.
(Eski kadınlarımız çengilere, hamam ustalanna ve
bunlarla sıkıfıkı canciğer olan bazı mirasyedi hamm­
lara ince takım (Zürafa) derlerdi. Bu ince takım ka­
dınlar arasında (zürafalığa) alarnet olmak üzere kenar­
ları (ciğer deldi), köşeleri (ah ah) işlemeli mendil bağ­
larlardı. Bu kısım kadınlar cemiyet hayatınıa muha­
lif bir ha�at geçirirler, erkeklerden zevk almazlar.
Bunların birbirleriyle sohbetlerinde dahi bir başkalık
302
vardır. Ne tatlı diller dökerler, ne kadar herkesin mi­
zacını okşayacak şekilde laflan vardır. Gene kendileri­
ne mahsus edatariyle imalı, nükteli şakalar, yabancı­
ların yanında rumuzlarla merarolarım ifade edişleri,
kuşdili (1) ile konuşmalar birbirini kovalar. . Fakat bu
suretle aralarında cereyan eden haller o kadar gizli o
derece nükteli şeylerdir ki, her göz görmeye, her ku­
lak işitmey� muktedir olamaz, meğer ki yine
kendi
cinslerinden olmalıdır. Bunlar kendi kendilerine kal­
dıkça aşıkane beyitler, kıt'alar okuyarak iç yüzlerini
meydana kor ve gizli sırlannı açığa vunırlardı.
Bu
manzumeler (Karanfilsin karann yok, gonca gülsün
tımarın yok. Ben seni çoktan severim, senin benden
haberin yok). gibi şeylerdir.
Kolbaşı ve muavini ve çengilerin
hepsi hazırlan­
dıktan sonra sıracılar yukan .kata çıkıp kendileri için
aynlan ve tahsis olunan mahalle otururlar. Davetlile•
rin kimi sediriere yastanır, kimisi · sandalye ve kanepelere kurulup güler yüzle oyunun başlamasını bek­
lerler. Müteakiben verilen işaret üzerine raksın baş.
langıcında okunınası mutad şarkıyı okurlardı. Önce
kolbaşı hanım iki eliyle temenna ve maiyeti de ona
uyarak avuçları için�e tuttuklan çarparalan birbirine ·
çarparak ve. çıkan ses ile şarkının usulünde tempo tu­
tarak başta kolbaşı hanım oldu� halde birbirlerini
takip ederek ortada devir yaparlar. Bu devre (�r ez­
gi) denilir. Yalnız kollar yukan kalkmış ve beden
(1)
Elli altmış yıl öncesine kadar bazı kadınlar (Kuş·
dtli) de<likleri dili konuşurlardı.
303
tabii vaziyetinde olduğu halde gayet ağır ve temkinli
icra olunur. Bu dört devir (zevkimiz dört üstüne) dar­
'bı meselinden kinayedir, bu da bir fasıl kabul edilir.
İkinci fasla parmaklara zil takmak suretiyle çı­
karlar. Bu fasıldan itibaren kolbaşı hanım ve muavini
oyuna çıkmazlar, raksı oyuncubaşı idare eder. Göbek
atmalar, topuktan çatmalar, hoplamalar, kendini at­
malar, omuzdan titremeler hep bu ikinci fasıldan iti­
baren icra edilir. Sıracılann (bir hocalım var ya kime)
allı pulluya ya hey (1) diyerek yaptıkları pohpohlar
neş'elere bir kata daha güzellik verir.
Üçüncü fasıl Tavşan raksıdır. Bu raks'da kadife­
den yapılmış erkek biçimi Kovalı şalvar ve o renkte
dar camedan ve başianna dal fes giyip bellerine şal
kuşanırlar. Fesin altından saçlar gelişi güzel salıveril­
miştir. Parmaklarında yine zil bulunur.
Bazı zengin ve mirasyedi hanımların çengilerden
gönüllüsü vardır. Hafif meşrep güzel kadınlara zen­
gin erkek aşıkJ;ır lazım olduğu gibi zürftfalık alemin­
de de çengilere ·zengin hanımlardan sevdalılar lazım­
dır. Oyun arasında çengiler bu gibi hanımiara tebes­
sümler ve elleriyle, gözleriyle gizli şeyler söyler ve sır­
lar ifşa ederler. Raks esnasında altın yapıştınlırken
fıskoslar bile olur. Fakat bunlar misafirler arasındaki
-- -------
(1)
Ayvansaray yakınmda bir Hoca Ali Mescidi vardır.
Bu mescidirı nıerdiverıi bitişiğirıde kendisi gömülü­
dür. İkinci Selim minherini tamir ettirmiştir. Kema­
rıı
Menıduh
tarafından
tamir ettiri/diğini duymuş­
tum.
304
mütec.essis hanımlar tarafından gizlice ve inceden in­
ceye seyredildiklerinin farkında olmazlar, bu hanım­
lar da ayni fasileden ince hanımlardır. Oyunda cömert­
lik arttıkça ince hanımlar arasında rekabet hissi de
çoğalır ve çengilere altın yapıştırmalar, sıracılara sık_.
ca balışişler birbirini takip eder. Kıskançlık galeyanı
ile kapiarına sığmayacak hale gelirler. Ruhlarından.
fışkıran alı'lar ve hey hey naralan devam eder. Mani­
ler.ı smarlanıp niyetler tutulur, çengilerle sıracılar kar�
şılıklı divanlar, koşmalar söylerler, ara nağmelerinde
ayaklar adeta uçar gibi döner, sanki görünmez olur.
Sıracılar (amman aş:ığıdan) diyerek ve (yallah yallah
yallah) nakaratiyle sürekli alkışlarla raksı bir kat da- ·
ha kızıştırırlar. Belden aşmış aşırma saçlar hopladık­
ça havalanır, ikişer ikişer bora tepilerek bu fasla da
nihayet verilir.
Dördüncü fasılda raks yoktur. Çengilerin güzel
seslileri sıracılann yanında oturup hanendelik eder­
ler. Mükemmel bir küme faslı olur. O tiz perdede ya­
kıcı ve tahr.ik
edici, te'sirli seslerle okunan şarkılada
.
.
oynak divanlar insanı mest ederdi. Dördüncü fasılda
.
kalyoncu veya hamam oyunu gibi taklitli oyunlar çı­
karırlardı. Kalvoncu oyun�nda meydana getirilen te­
kerlekli gemiyi çekerken (heyamola, yisa yisa, eyyam
ola yel esa) tekerlemesinin biri tek olarak, nakaratını
ise hepsi bir ağızdan çalgının da iştirakiyle söyleyerek
gemiyi yürütmeleri çok eğlenceli olurdu. Bir de bu
oyunun kahramanı olan kalyoncu rolü çengiler ara­
sında mühim bir vazife sayılırdı. Çünkü levend endam·
lı ve gösterişli bir babayiğitin bütün vaziyet ve tavır­
Jarını canlandırmak her kadının karı değildir.
305
Başındak: kalyoncu kalpağı �aşının üstüne yıkıl­
mış, sırmalı şalvar üstüne beline sardığı şalın müı:ıa­
sip yerlerine yatağan bıÇağı, piştov, kama ve emsali
.
silahlar· sokulmuş, sırma cepken, kartal kanat omuza
atılmış olduğu ve bir· elinde rakı şişesi diğer elinde
bıçağının kabzası bulunduğu halde yıkıla yıkıla kal- ·
yoncu ortaya çıkar. Saz da (bir gemim var salıverdim
engine) şarkısım çalıp söylemeye ba·şlar. Kalyoncu ra­
kibini yumruklamak, · ezmek, çiğnemek, öldürmek is­
ter ve (bıçağım · hakkı için) diyerek attığı naralar or­
talığı velveleye verirdi.
Hamam oyununda ise Kilcinin Merkeb'i yulanndan çekerek hamam'ın ·önünden geçerken sevgilisi ha•
yanık
mam'da olduğu için meşhur kuzu'yu yamk
okuyarak (kilci geldi kil alın, kil) diyerek kil satması
hoşa giderdi. Tiz perdeden oynak sesle · sabaha karşı
okunan yakıcı nağmelerde başka bir tesir vardır.
.
Bir zamanlar kolbaşı olan kadınların en meşhuru
Yıldız Kamer'di. Kendisi zurna da çalardı. Çengilerin
şöhretlileri cıcŞaheste, Tosun Paşa kızı Hayriye, . Kü­
Paşa dairesine
. çükpazarh Naile, Hancı Kızı Zehra1
. intisab etmişlerden Fatma, Aksaray'lı Mahbub idiler.
Naile için şu güfte ile yapılmış bir şarkı da vardır:
• • •
·
·
(Sarı papuç işleme, etrafı gümüşleme, gerdanıni
dişleme, Nailem, Nailem, · Küçükpazar'lı Nailem.) Bu
şarkı Haşim Bey M�cmuasında kayıihdır.
GALATA ve BEYoGLU ALEMLERİ :
·
Galata Sarayı karşısında bulunan Hıristaki Çarşı­
sının bulunduğu mahal vaktiyle Naum'un Tiyatrosu'F: 20
·
306
nun olduğu yerdi. Tiyatronun cephesi caddeye ·nazır
olup altmışdört tarihlerinde
(1847)
inşa olunmuştu.
Bur çarşı yeri tamamiyle Tiyatro binaları olup bü·
yüklük ve inşa tarzlarındaki güzellik itibariyle mü·
kemmel bir OPERA binası idi.
1856
tarihinde Dolma·
bahçe Gazhanesi Hazinesi'nden verilmek. üzere Beyoğ­
lu sokaklannın her tarafı aydıntatıldığı sırada bu Ti·
yatro'nun içi de havaga�ı ile aydınlatılmıştı. Sahibin·
den her sene iki bin lira kadar bir kira bedeli karşı­
lığında kiraya verilir ve hatta perde aralannda kah·
ve sigara ve sair meşrubatın içildiği salonu kiralayan·
dan da ayrıca beş bin kuruş ahnırdı. Dört kişilik bir
loca için giriş bedeli ayrı olmak üzere vasati olarak
ikiyüzelli kuruş civarında bir ücret alınırdı. Her sene
kiracısı taııafında� Avrupa'dan Opera Kumpanyalan
getirtilir ve Teşrinievvel (Ekim) başlarında faaliyete
başlayarak bütün kış oyunlarına devam ederler ve bü·
tün sefirler, Beyoğlu'nun itibarh kimseleri,
vekiller,
devlet ricali ve kibarlar vesair halk gelip seyredelerdi.
Senede bir kaç defa Sultan Abdülmecit ve cülusu
sıralarında Abdülaziz defalarca gelmişlerdi. 1870 tari·
hinde vukubulan büyük Beyoğlu yangın"ında bu Ti·
yatro da yandığı için yerine şimdiki çarşı inşa edildi.
.
Bu tiyatroda Fransızca ve İtalyan'ca opera, dram
ve komedi gibi oyunlar icra olunurdu. Bu oyunlara
rağbet edenlerden ecnebi lisanlarına aşina olmayan­
lar, oyunların garp fıkralarından istifade edip hisse
sahibi olmadıklarından kumpanya bu hususu dikkate
alarak (Riyakar) ve (Müseyyip) isimli hikayeleri İtal-
307
yan'cadan 'fürkçe'ye tercüme ve tab ettirmişti. 1857 ta­
rihinde bu tercümeler tiyatroya gelenlere bir bedel
mukabilinde dağıt.dırdı. Opera kumpanyası artistie­
rinden onyedi'si seçkin baş okuyucu, yirmisi usul tu­
tan okuyucu, yirmiyedisi kadınh erkekli rakkaslar,
otuzbeşi de saz takımı idi.
Bugün kullanılan nota'nın işaretlerini altıyüz se·
ne evvel Boris namında bir rahip ioe;ad. etmiş. Maama­
fih meşhur hekim İbn.i Sina'nın (Şifa) adlı kitabının
Riyaziyat kısmının musiki bahsinde tabii seslerin de­
rece ve basamakları hakkında mühim bilgiler vardır
ki, bunlar nota'nın esası demektir.
Sonraları Naum Tiyatrosundan başka Beyoğlu'nda
Şark Tiyatrosu namiyle Karabet Papazyan Efendi ta­
rafından açılmış olan tiyatro'da komedi ve pandami­
ma kumpanyalan san'atlannı icra edcrlerdi. İstanbul
tarafında Gedikpaşa Tiyatrosu da sonralan sirk ha­
linden tiyatro şekline çevrilerek Papazyan ve Fasul­
yaciyan Efendilerin ve daha sonraları Güllü Agop
Efendi'nin kumpanyalan tarafından san'atlarının ic­
rası için kullanılmaya ve bazı ediplerimizin eserleri
de bu tiyatro'da oynan.mağa başlanmıştı. Ne çare ki
sonraları merhum Namtk Kemal Bey'in «VATAN YA­
HUT SİLİSTRE» si Gedikpaşa Tiyatrosunda oynandı­
ğı gece ,gençlerin ve bilhassa mekteplilerin galeyanı
ve «YAŞA KEMAL» seda ları nazarı dikkati çektiğin­
den ertesi günü Kemal Bey ile arkadaşları sürgün edil­
dilerdi. Hele Sultanharnit · devrinde buna benzer milli
tiyatro eseri yazmak ve oynatmak adeta yasaktı. Gül­
lü Agop Efendi saraya alındı, kumpanyası da dağıtıl-
308
dı ve sonra da tiyatro yıktınldı. İşte o zamanlar orta
oyunlannı tiyatro şekHne çevirmeye başladılar, lakin
bunları milletin ahlakına hizmet edecek yolda tanzim
\·e islah etmediler. Bir tarafta, Galata ve Beyoğlu ta­
.
raflarında kumarhaneler ve şehveti gıcıklayıcı resim­
lerle süslenmiş gazinolar, balozlar, kafeşantanlar yavaş
yavaş açılmakta ve bunlar sabahlara kadar açık bu­
lundunılmakta idi.
Gençlerimizin alafrangalığa rağbetleri gittikçe art­
tı, Şampanya, Konyak, Apsent, Viski ve muhtelif . mey­
ve ve çiçek kokularını havi şişeleri, yaldızlı etiketler­
le tezyin edilmiş Likörleri bol bol kullanmağa başla..
'
dılar. Yerli ve ecnebi kantarla (,lolu senel�ler gün.
den güne çoğaldı. Hele Kamaval zamanlan Galata ve
· -
Beyoğlu tarafianna akan bir avareler seli hasıl oldu.
Konak ve kira arabalan etrafa zifoslar saçarak son
hızla gençleri o tarafiara taşırlardı.
Balolar gazinalar atız ağıza dolu olup buralarda
sabahlamak da adet oldu. Umumhanelerdeki cicili bi­
cili kızların sürünmüş oldukları lavanta kokuları genç­
leri mest ve şakraklıklan da gönüllerini cezb ederek
aşk ve alaka saikası ve kıskançlık parlayışı ile her şe­
yi yapmağa hazır bir hale gelirler. Bu yüzden nice
feci vak'alar birbirini takip ederdi. Hele İstanbul'un
her tarafına dal hudalt saran ku�ar belasına da hal­
kımızın büyük bir kısmı kapıldı. Zengin gençler ser­
vetlerini, aylıkçı takımı maaşlaqnı, esnaf ve işçi gü:.
ruhu kazançlannı hep Galata ve Beyoğlu alemlerine
sarfettiler.
İstanbul'umuzun bir çok yeı ll ve dışarlıklı genç­
leri şehvet duygularına mağlup olarak hep bu mihver
309
etrafında dolaşır ve envai türlü rezaleti irtikap eder­
lerdi.
Kargir mağazalar, çiftlikler, hanlar, hamamlar, ya­
lılar, konaklar ellerinden çıktı, çoğu sarraftara ban­
kertere intikal etti. O eski «Hayriye Tüccan» .namı
ortadan kalktı, belki bilenler bile kalmadı. «Kapan Tüc­
carı» denilen un, yağ ve bal kapanları tüccarı abani
Sarıktı Hacı Hafız Hacı Salih Efendiferin, Hacı Veli,
Hacı Yusuf Ağa'ların dolap ticaretleri evlatlarının ve
torunlarının sefil emelleri yüzünden yabancılara kaptı- .
rıldı.
Çift ve çubuk sahibi ·çok zengin ağaların öldükten sonra kalan mirasları yadellere geçti. Bir zaman- .
, lar frenkler arasında darbımesel olan o eski Türk kuv­
veti de kalmadı. Yanağından kan damlayan dağ gibi
babayiğitlerimizi belsoğukluğu, firengi hastalıkları
kemirip bitirdi. Memleketimiz hastalıklı bir nesle
mesken oldu. .
Bugün millet fertlerinin bir kısmı hastanelerde, bir
kısmı hapishanelerde, bir kısmı da sefaletin pençesi al­
tında inliyor. İşte garp medeniyetini taklit etmek su­
retiyle iktibas etmekliğimizin neticesi buralara vardı.
Vakıa sonraları aklımız başımıza gelmeye ve iktisat
usullerinin kıymeti takdir olunmaya başlandı. Lakin
ba'delharab el Basra (Basra harap olduktan sonra.)
<
•
kapak düzeni;
NECATi ONAT
FiYATI :
10
TL. j

Benzer belgeler