Ege Üniversitesi Bologna Süreci Uyum Çalışmaları - Ege-book

Transkript

Ege Üniversitesi Bologna Süreci Uyum Çalışmaları - Ege-book
Merhaba
Sekizinci sayımızla ikinci yılımızı doldurmuş
olduk. Rektörümüz Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ın
talimatı ile başlamıştık. Önce acemiydik. Bütün
ekip heyecanlıydı. Bir hayali gerçekleştirmek
üzere bir serüvene başlamıştık çünkü. İlk birkaç
sayıdan sonra EGEDEN kendi tarzını yarattı. Okuyan ve inceleyenlerden gelen ve bizi cesaretlendiren tepkilerin bunda payı büyük oldu.
Bu sayımızda da yine beğenerek okuyacağınızı umduğumuz dosyalara ve incelemelere
yer verdik. Kapak konumuzu oluşturan Kemeraltı dosyamıza, akademisyen, araştırmacı ve
sivil toplum temsilcileri bazı dostlarımızın çok
önemli destekleri oldu. Kemeraltı’nın dünü de
bugünü de çok önemliydi. İzmir’in tarihini ve bir
şehir olarak güzelliğini Kemeraltı’na değinmeden anlatmak mümkün değildi. Kemeraltı’nın
geçirdiği dönüşüm İzmir’in ekonomik, siyasal ve
sosyal değişimi ile yakından ilişkiliydi şüphesiz.
Olabildiğince fazla açıdan ele almaya çalışsak
da ancak bir kısmını yansıtabildiğimiz Kemeraltı
ile ilgili dosyamız şehrimizin kimliği ve önemine
dikkat çekme amacına yönelikti.
Şehrimizin ve ülkemizin kültürel zenginliklerini incelemek çok heyecan verici bir uğraşı.
Antakya’dan sonra şimdi de Mardin incelemesi,
EGEDEN’in sayfalarını süslemekte.
Mardin, büyülü bir şehir. Sokaklarında
dört dil konuşulan ve farklı dinlerin yaşadığı
ve bunların bazılarının direndiği ve bazılarının
yok olmaya yüz tuttuğu bu şehrimiz, bilhassa
sosyal bilimciler için bir laboratuvar niteliğini
korumakta.
Bir ülkedeki farklı kültürlerden haberdar
olmak, onları tanımak ve onlara dokunmak,
çeşitli nedenlerle kültürler arasında artan
mesafenin azalmasına katkı yapabilir. Çok
iddialı olmamak kaydıyla Mardin ve Midyat’ta
gerçekleştirdiğimiz incelemeler ile ülkemizin
sahip olduğu zenginliklerin bir kısmını sizlerle
paylaşmaya çalıştık. Amacımız yok olmaya yüz
tutan veya direnen kültürleri yüceltmek veya
çok kültürlülük tartışmasını açmak değil kuşkusuz. Farklı diller ve farklı inançların yaşadığı
bu coğrafyada, çeşitli dramlara tanıklık etmek
veya bu doğrultuda öyküler derlemek ya da
farklı kültürlerin küreselleşme ve metropolleşme karşısında yaşadığı kendini koruma
çabalarından söz etmek de mümkündür. Veya
bu iki yaklaşımı bir arada kullanmak da.
Biz EGEDEN ekibi olarak yola çıkarken,
Murathan Mungan’dan okumalar yaparak başladık işe. Önce böyle sevdik Mardin’i. Belki de
ilk kez, henüz görmediğimiz bir şehri özledik.
Mungan’dan mı etkilendik kim bilir, Mardin’de
gökyüzünün mavisi bize daha farklı gözüktü.
Yıldızlar da daha parlak ve yakın... Dönerken
“rüyadan kovulmuş” gibi hissettik kendimizi.
Birçok şeyin eksik kaldığını düşünmek bu duygumuzu beslemiş olabilir.
Bakalım sizlerde ne gibi etkiler bırakacak
Mardin ve Midyat dosyamız.
Üniversitemizin çeşitli bölümlerinden
hocalarımızın, bu sayıda yer verdiğimiz çeşitli
konulardaki makale ve incelemelerin her biri,
adeta tek başına inceleme dosyası olacak ağırlıkta gözüktü bize.
Araştırırken, röportaj yaparken, fotoğraf
çekerken ve yayına hazırlarken biz büyük keyif
aldık. Sekiz sayı boyunca bu derginin kendi
kimliğini ve tarzını oluşturmasına katkı yapan
ve destek olan Rektörümüz Prof. Dr. Candeğer
Yılmaz, en büyük cesaretlendiricimiz oldu.
Saha çalışmasından ofis çalışmasına kadar çok
büyük emek veren ve birlikte aynı heyecanı
paylaştığımız genç arkadaşlarımızın her birinin
özel çabaları her türlü takdiri hak ediyor.
Hepsine, herkese teşekkür ediyorum.
İÇİNDEKİLER
Ege Üniversitesi Adına
İmtiyaz Sahibi
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz
Yayın Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Atilla Silkü
Sorumlu Müdür
Prof. Dr. M. Bülent Özkan
Genel Yayın Yönetmenleri
Yrd. Doç. Dr. Engin Önen
Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı
Yayın Kurulu Üyeleri
Prof. Dr. Şevket Toker, Uzm. Dr. E. Figen İnan
Özlem Arınık Topuz, Ali İhsan Mimtaş,
Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol
Muhabir ve Fotoğrafçılar
Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş,
Ender Özbay, Gamze Karademir Erol,
Konuk Yazarlar
Prof. Dr. Beno Kuryel, Prof. Dr. Nuri Bilgin, Prof. Dr. Süheyda Atalay,
Prof. Dr. Tayfun Özkaya, Doç. Dr. Eşref Abay,
Yard. Doç. Dr. Oktay Gökdemir, Arş. Gör. Olcay Pullukçuoğlu Yapucu,
Arş. Gör. Pınar Uğurlar, Adalet Demir, Ahmet Uhri, İhsan Çetin
ve Nedim Atilla
Redaksiyon
Prof. Dr. Şevket Toker
Öğr. Gör. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu, Arş. Gör. Göksu Çiçekli Koç
Tasarım
Gamze Karademir Erol, Erhan Çukurlu,
Reklam Sorumlusu
EÜ Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Reklam Rezervasyon
Ege Üniversitesi Rektörlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne
(0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya
[email protected] e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.
Yönetim Yeri
Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir
Tel: (0 232) 388 01 10
www.egeburada.ege.edu.tr
Basım Yeri
Arkadaş Matbaacılık Ltd. Şti.
1258 Sokak No:22 Kahramanlar/İzmir
Tel: 0 (232) 425 08 71
Basım Tarihi: Nisan 2011
Yayın Türü
Yerel, Süreli, Üç Aylık
04
26
04
Ege’den Bir Köşe
Ege Ajans
11
Gündem Ege
Mardin
40
30
30
36
23
Söyleşi
Başdiyakon
İsa Gülten:
“İçten sevelim”
11
Farklılığın
zenginliğe
dönüştüğü yer:
Midyat
66
76
44
36
59
Gündem Ege
Kemeraltı
42
Söyleşi
Papaz Gabriel Akyüz
Süryaniler’i
anlatıyor
59
Çevre
Tohum Takas Şenliği
Makale
İzmir ve İzmirlilere
İlişkin Algı
Söyleşi
Yezidiler
Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır.
2
42
50
50
Kemeraltı
havraları
48
Makale
Kemeraltı Esnaf
Derneği Başkanı
Üniversitemiz
Kazıları
Beycesultan
Kazıları
Makale
Menderes’in
Şatoları
78
76
Makale
Kemeraltı
Meyhaneleri
YAZ 2010
3
Üniversite ile medya arasındaki köprü:
Ege Ajans 25 yaşında
Ege Üniversitesi’nin
haber ajansı Ege Ajans
25. yılını kutluyor.
Medya sektöründeki pek
çok gazetecinin
ilk haberlerini yaptığı
yer olan ve bugüne
kadar 2500’ü aşkın
öğrencinin geçtiği,
Türkiye’nin bir üniversite
bünyesindeki ilk haber
ajansı olan Ege Ajans,
gümüş yılını bir törenle
kutladı. Biz de Egeden
Ekibi olarak bu
kutlamalara, dergi
ekibimizin değerli
üyesi, Ege Ajans Müdürü
Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan
Kavaklı’yla yaptığımız
röportaj aracılığıyla
katılıyoruz.
Nice yıllara Ege Ajans!
4
Hocam, Ege Ajans’ın kuruluşunu bize
biraz anlatır mısınız?
1987’de, ben burada öğretim görevlisi olarak dışarıdan ders veriyordum. O
zaman burası (İletişim Fakültesi) yüksekokul statüsündeydi, ben de Gazetecilik
ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu’ndan
mezunum. Ege Ajans 2 Şubat 1987
tarihinde kuruldu. O dönemin rektörü
Prof. Dr. Sermed Akgün Hocamız, okul
müdürümüz Prof. Dr. Özcan Özal’dan bir
haber merkezi kurmasını istemiş. Özcan
Bey de bana iletince bu isteği, “Madem
ki böyle bir şey yapılacak daha köklü bir
şey yapılsın öğrencilerimiz de istifade
etsin, bir haber ajansı kuralım” dedim.
Bir çalışma yapıp getirmemi istedi,
ben de o heyecanla gidip bir yönerge
hazırladım. O gün senato toplantısından önce, Özcan Bey Rektöre çalışmayı
veriyor, o da “Çok güzel hemen kuralım”
diyor ve senatoya girip senato üyelerine
bir haber ajansının kurulduğunu müjdeliyor. Bunun üzerine Özcan Bey beni aradı ve “Ajans kuruldu, haydi başla” dedi
ama, yer yok, yurt yok, araç-gereç yok...
Şimdi Ajansın haber geçtiğimiz odası
ajansa tahsis edildi. 16 metrekarelik bu
odada bir koltuk, iki sandalye, bir masa
ve bir daktilo verildi. Daktiloyla yazdığımız haberleri teksir makinesiyle çoğaltıp
gazetelere elden dağıtıyorduk.
Ajansın kuruluşunda, temelinde yatan
amaçlar neydi?
Hem üniversitenin haberleri sağlıklı
biçimde medyaya aktarılsın ve kamuoyu doğru bilgilensin, hem de Gazetecilik
Bölümü öğrencileri burada uygulama
yapsınlar. Gazetelerin yetiştirilecek
eleman alma şansı çok yok. Biz burada
yetiştirip, haber yazar duruma getirip
öyle mezun ediyoruz öğrencilerimizi.
O zaman öğrencilerin yönetmeliklerinde bir değişiklik yapmak gerekti ve
Gazetecilik Bölümü öğrencileri için ayrı
bir staj yönergesi hazırlandı. Üçüncü
sınıfta yaptıkları stajlarının dışında
kredili olmayan ama mecburi olan Ege
Ajans Stajı getirildi. Öğrenciler, üç veya
dördüncü sınıfta her yarı yıl bir hafta
zorunlu Ege Ajans stajı almaya başladı.
Bu sene gazetecilik bölümüne diğer 3
bölüm de eklendi. Buranın bir işlevi de
istihdam sorununa çare olması. İzmir
medyasında çalışanların yüzde 85’i
bizim öğrencimizdir.
O zamanki koşullarda medyanın ve
üniversitenin durumundan bahseder
misiniz?
O zamanki teknolojik koşullarda
medya da tabii ki bu kadar gelişmiş
değildi. Ege Ajans o zaman Türkiye’de
üniversite bünyesinde kurulan ilk haber
ajansıydı. Gazeteler ofsete geçmişti,
ancak bilgisayar teknolojisine tam geçtikleri söylenemezdi. Ufak tefek hazırlıklar yapılıyordu. Bazı gazeteler öncülük
yapıyordu, mesela Yeni Asır’da bilgisayara geçilmişti; diğerlerindeyse haber
elektronik daktiloda yazılıyor, mum
makinelerinden geçirilip pikaj kartonun
üzerine yapıştırılıyordu ve ordan da film
çekilip ve o filmle kalıp oluşturuluyor idi.
Bugüne göre çok iptidai bir sistemdi. Bizde başlarda faks da yoktu, haberlerimizi
teksir makinesiyle çoğalttıktan sonra el
ile gazete gazete, televizyon televizyon
dolaşıp dağıtıyorduk. Sonra faks geldi
ki bu bizim için bir çağ atlamaydı. Elle
dağıtma zorunluluğu ortadan kalktı ama
resimli olanları yine elden dağıtıyorduk. Fotoğraflar için küçük bir karanlık
oda oluşturduk, ya karta basıyorduk
ya da filmi habere iliştiriyorduk. Sonra
bilgisayar aşamasına geçtik, çıktıları artık
bilgisayardan alıyorduk ve yazılar daha
okunaklı oluyordu. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle, gazeteler de bu işi
doğru uygulayan konuma geldi, zamanla haberleri internet aracılığıyla geçmeye
başladık. Ege Üniversitesi bilgisayar ağı
o dönemde Türkiye’deki en gelişmiş
ağdı. Biz de bu imkandan yararlandık.
Bu sefer hepten uçtuk, çünkü faksla 2-3
saatte geçen haberleri artık 2-3 dakikada
geçiyorduk ve aynı anda geçebiliyorduk.
Haber ajansı sisteminin özelliği de budur,
büyük-küçük gazete ayrımı yapmadan
haberi hepsine aynı anda geçmek…
Fotoğraf konusu da artık sorun olmuyordu. Daha sonra Sanayi Odası’nın bir
ödül töreninde önceki Rektörümüz Prof.
Dr. Ülkü Bayındır Hocamıza, televizyon
için çalışan habercilerden bir tanesi “Çok
güzel haberler geçiyorsunuz ama bizde
görüntü esas, görüntülü haber geçemez
misiniz?” diye sordu. Ülkü Hocam bana
“Becerebilir miyiz?” diye sorunca, ben
de imkan sağlandığı takdirde yapabileceğimizi söyledim. Radyo Televizyon ve
Sinema Bölümü’ndeki uzman arkadaşları
bir araya getirdik ve kamera ve diğer
teknik gereklilikler için görüşlerini aldık.
3-4 seçenekli bir proje hazırladılar. Bunu
Rektörümüze götürdük, artılarını eksilerini sunduk. Hoca bana “10 gün müsa-
Ege Ajans ekibi, staj yapan gazetecilik bölümü öğrencileriyle birlikte.
ade edin” dedi, 10 gün sonra arayıp bir
gelişme olup olmadığını sorduğumda,
ihtiyacımız olan kamera ve donanım için
çoktan siparişi verdiğini öğrendik. Bundan sonra görüntülü haber de vermeye
başladık. Link hattımız olmadığı için
önceki gibi elden kasetle dağıtıyorduk
haberleri. Biraz daha gelişme kaydedildi
ve şimdi cd’yle gönderiyoruz. Bir sistem
çalışmamız var, onu başarabilirsek doğrudan linkle dağıtacağız. Haber yazımında da o zamandan bu yana değişiklikler
oldu. 70’lere kadar haberlerde –miş’li
geçmiş zaman kullanılıyordu. Sonra
Anadolu Ajansı dilini değiştirdi, şimdiki
zaman, –di’li geçmiş zaman ve gelecek
zaman kipleri kullanılır oldu. Bunun
daha etkili olduğu görüşü hakim. Çünkü
insanlar olayın tanığından haber almak
istiyor, oysa –miş’li geçmiş zamanda
üçüncü şahıs tarafından aktarılıyor.
Şu andaki yürüttüğünüz faaliyetlerden
bahseder misiniz?
Şimdi artılardan bir tanesi radyomuz.
Radyoya da belli saatlerde üniversite ve
kent haberlerini veriyoruz. Radyomuza
da buradan haber hizmeti sunmuş oluyoruz. Tıp Fakültesi’nin çıkardığı gazetenin hazırlanmasına da yardım ediyoruz.
Egeden’e de haber veriyoruz. Basın
toplantıları olduğunda, kamuoyuna
duyuru yapılması gerektiğinde devreye
giriyoruz. Basına çağrı yapıyoruz. Ulaşımlarını sağlıyoruz. Bu açıdan baktığımızda
üniversite ile medya arasındaki köprü
olarak halkla ilişkiler faaliyeti de yürütmüş oluyor Ege ajans.
Basın açısından öne çıkan haberleri
görüntülü olarak da dağıtıyorsunuz
değil mi?
Ortalama dört haberden bir ya da
ikisini görüntülü gönderiyoruz, İzmir’de
dört tane televizyona bunları mutlaka
iletiyoruz. Bazı ajanslardan da talep
geliyor. Sağ üst köşede Ege Ajans logosu
ile hepsine veriyoruz haberimizi. Bazı
ajanslar logosuz isteyebiliyor, bazıları da
zaman zaman bizim verdiğimiz haber
üzerine gelip çekimleri kendileri yapıyorlar. Yılda 500’ün üzerinde görüntülü
haberimiz oluyor.
Profesyonel bir çalışma sistemi düşünüldü mü hiç? Yani, üniversite için, yine
öğrencilere ve eğitime dönmek üzere
maddi geliri olan bir ajans fikri değerlendirildi mi?
Yazılı ve görüntülü haberlerimiz
satılabilirdi, ama o zaman amatör ruh
ortadan kalkar. Biz bu amatör ruh hiç
kaybolmasın istiyoruz. Biz kendi kendimizle yarışıyoruz.
Burada muhabirler genelde öğrenciler… Onlarla çalışmak nasıl?
Öğrencilerimiz cıvıl cıvıl, gençliğin
enerjilerinden yararlanıyoruz. Tabii
öğrencilerle çalışmanın zorlukları da
var güzellikleri de… Bazıları ilk defa
haber yazıyor. Bazıları cümle kurmayı
bile burada öğreniyor. Her haberi, onu
hazırlayan öğrencilerimizin yanında
okuyup hatalarını gösteriyoruz. Kırmızı
kalem düzeltme kalemidir. İlk haberleri
gelincik tarlası gibi oluyor. Yavaş yavaş
düzeltmeler azalıyor. Mesela bugün dört
öğrenci haber getirdi, üçünün haberine
hiç dokunmadım. Bu seviyeye gelmişse
artık, o öğrenci gazetelerde görev alabilir
demektir. Geçtiğimiz haberlere öğrencilerimizin adını yazıyoruz. Biz bunlardan
çok mutlu oluyoruz. Öğrenciler yaratıBAHAR 2011
5
cılıklarını da katıyor haberlere. Severek
çalışıyorlar, görev olarak değil. Kapımız
bütün öğrencilere açık. Başarılı olanlar
olduğunda, gazetelerden gelen taleplere
onları yönlendiriyoruz. Bizim burada bir
özgeçmiş dosyamız var.
Eski öğrencilerle şimdikileri kıyaslar
mısınız? Dil açısından mesela...
Eskiler Türkçe’ye daha hakimdi,
şimdikiler yabancı dile daha hakimler.
Bunun eksileri de var artıları da. Bir
kere Türkiye’de habercilik yapıyorsanız
Türkçe’ye hakim olmak zorundasınız.
Burada haber yazdıkça geliştiriyorlar.
Zaman zaman İngilizce yapılan etkinlikler oluyor. Burada yabancı dilin iyi olması
avantaj. Dili iyi olan öğrencilerimiz bu
haberleri izliyor.
İzmir’de basın çalışanlarının çoğunun
Ege Üniversitesi mezunu olduğunu
görüyoruz.
İzmir medya sektöründeki istihdamın
yüzde 85’inin kaynağının okulumuz olmasıyla övünüyoruz. İstanbul’da sektörde İletişim Fakültesi mezunu oranı yüzde
20’yi geçmiyor. Bunun iki sebebi var; biz
burada piyasaya uygun eleman yetiştiriyoruz ve piyasayla uyum içindeyiz. Türkiye’de
56 İletişim Fakültesi var ve
aslında bunlardan bir tanesi
tüm Türkiye’nin ihtiyaçlarını
karşılayacak durumda.
Ege Ajans bir uygulama yeri
olarak karşımıza çıkıyor.
Burası bir dersin değil
birkaç dersin uygulama yeri.
Basın haberciliğinin, ajans
haberciliğinin, polis adliye
muhabirliğinin ilk uygulama
yeri burası.
Polis adliye muhabirliği mi?
6
Evet, mesela kaçakçılık şubesinden
arıyorlar, “Bir çete yakalandı bir grup şu
saatte hakim huzuruna çıkacaklar” diye.
Arkadaşlarımızı gönderiyoruz, haberini
yapıyorlar, basına geçiyoruz. Çocuklar o
kadar alıştılar ki. Onlara “fotoğraf makineniz bir aksesuarınız değil, bir uzvunuz”
diyorum. Anlık olayları yakalamak için
makinenin yanlarında olması gerekiyor.
Geçenlerde Bornova’da bir trafik kazası
oldu. İki öğrencimiz ayrı ayrı telefon
açtı, “Hocam kaza var çekelim mi” diye.
Çektiler ve tüm basından önce ordaydık,
bütün basın bizim haberimizi kullandı.
Manşette bizim haberimiz yer aldı.
Her konuda haber üretiliyor mu
burada?
Mesafeli olduğumuz tek haber alanı
siyaset. Bu konuda herkese eşit mesafede olmak gerekir. Mesela GDO’lu ürünlerin zararlı olduğunu savunanlar da var,
açlık sorununu çözeceğini düşünenler
de. Böyle bir haber yapacaksak iki tarafın
da görüşünü alıyoruz.
Ajans haberlerini manşetlerde de
görüyoruz…
Ajanstan gönderilen haberlerin haftada en az iki tanesi yerel gazetelerde ve
ulusal gazetelerin yerel eklerinde manşet
olarak veriliyor. Bu ajansımızın değerli
haberler ürettiğini gösterir. Zaman
zaman bölge eklerine gençlik üniversite
sayfaları hazırlıyoruz.
Ajansın ilkeleri neler?
Sistem olarak belgeli habercilik
yapmaya çalışıyoruz. Bunu tüm basın
dünyası bildiği için güvenilir bir ajans konumundayız. Hiçbir haberimiz sorgulanmıyor. Çünkü biz bir üniversite ajansıyız
ve en doğruyu vermek zorundayız. Basın
etiğine çok önem veriyoruz. Özel habere
saygı duyuyoruz. Burada biz hiçbir şeyi
sansürlemeden ama sorumluluk bilinci
içinde veriyoruz. Bazı haberler vardır,
medyada manşet olarak çıkacaktır ama
vermezsiniz. Eğer o haber kamu yararı
ilkesi açısından olumsuzsa göndermezsiniz. Zaten gazeteler sorumluluk bilinciyle
hareket ederse basın özgürlüğünü hak
ederler. Sorumlu davranmayan bir medya kuruluşunun özgürlük hakkı yoktur.
Medya mensupları kampüste haber
yaparken nasıl destek oluyorsunuz?
Üniversite uzmanlar cenneti ,her
alanda soru sorabileceğiniz kimseler var.
Gelen taleplere göre, gazeteciyle onları
buluşturuyoruz ve bir kaynağı sadece
bir gazeteciyle paylaşıyoruz. Konunun
uzmanını arıyoruz, gazetenin dileğini
iletiyoruz, aracılığı yapıp geri çekiliyoruz.
Biz hiçbir ajansla, basın kurumuyla yarış
içinde değiliz. Yarış kendimizle. Güveni
muhafaza etmeye çalışıyoruz. Amacımız
daha iyi daha olgun haberler vermek…
Medyanın 4. kuvvet olduğunu düşünüyor musunuz?
Maalesef gücünü gittikçe yitirdiğini
düşünüyorum. Bunun çeşitli nedenleri
var. Balbay’ın “Medyanın Gücü mü Güçlerin Medyası mı” diye bir sorgulaması var.
Eskiden medyanın gücü
vardı, şimdi güçlerin
medyası var.
İyi bir gazeteci nasıl
olmalı sizce?
Arka planı iyi olmalı,
derin bir kültüre sahip olmalı. Bir olayın geçmişini
bilmezsek iyi yorumlayamayız. Kültür sanatla ilgili
bir birikim yoksa, sıradan
bir sergi açılışında bile
doğru şeyler aktarılamaz.
Öğrencilerimiz dolu. EÜ
İletişim Fakültesi’ne iyi
öğrenciler geliyor.
Ajans haberciliğinde ağdalı haber
yerine kuru haber vermek gerekir.
Fazla edebiyat yapmadan… Yorum
yok kesinlikle, yorumu alanında uzman
hocalarımıza yaptırıyoruz. Gazeteci
profesyoneldir, profesyonel gazeteci
yorum yapmaz. Bugün a gazetesinde
öbür gün c gazetesinde görev yapar.
Belli bir konuda uzmanlaşan gazeteciler
de olabilir ama uzmanlık söz konusu
değilse gazetecinin yorum yapma hakkı
yoktur. Kamu yararı için böyle olması
gerekir. Ayrıca ateşin ortasında kalmadıkça gazeteci olunmaz. Gazetecilik sadece
bilgi değil aynı zamanda yetenek işidir.
Haber kokusunu alamıyorsanız, çark sizi
atar dışarı.
Ege Ajans’ın yeni projeleri var mı?
2010 yılında medyaya 5 bin 373
haber geçtik ve geçilen haberler 15
bin sayfada yayın imkanı buldu. Önümüzdeki dönemlerde daha kapsamlı
bir ajans oluşturmak istiyoruz imkanlar
ölçeğinde. Ajanslarda nöbetçi muhabir
vardır, telsiz dinler, hastanelerde nöbetçi
muhabirler vardır. Biz de EÜ Tıp Fakültesi
Hastanesi’nde öğrencilerimize bunu
yaptırmak istiyoruz. Yani yaşayarak
öğrenmelerini istiyoruz. Üniversitemizin
daha önce işbirliği protokolü imzaladığı
Azerbaycan Bakü Slavyan Üniversitesi ve
Kırgızistan Manas Üniversitesi’yle haber
takası yapma hazırlığı içindeyiz. Rektörlüğümüz izin verdiği takdirde KKTC’nin
devlet ajansı olan TAK Ajans’la da aynı şekilde haber takası yapma arzusundayız.
Siz çok seviyorsunuz mesleği değil mi?
Sevmesem yapamazdım. Ege Ajans’
tan önce bir ulusal gazetede yazı işlerinde görev yapıyordum. Tercüman’da 26 yıl
çalıştım. Oradan ’92de emekli olduktan
sonra burada resmi olarak başladım.
Fakültenin 42 yıllık geçmişinin 36 yılında
ben buradayım, öğrenci ve öğretim
görevlisi olarak. Gazetecilik yaptığım
dönemde de sözleşmeli olarak gelip
ders veriyordum. O zaman sabaha kadar
gazete akşama kadar ajans... Gazeteciliği
de çok seviyorum öğretmenliği de…
Gazetecilik kurallarına uygun yapılırsa
çok mukaddes bir iştir. Sorunu olanlar, çözümsüzler gazeteciye giderler.
Sorunlarını çözmesine yardım ettiğinizde
ilahlaşırsınız. Bu, sevgiyle karışık bir saygıdır. İnsanların tebessüm eden yüzünü
gördüğünüz zaman o sevgi sizi daha
fazla çalışmaya iter. Yorgunluklarınızı
atarsınız. Mal-mülk sahibi olayım diyorsanız gazeteciliğe bulaşmayın, çünkü bu
meslek çok fazla para getirmez. Karnınızı
doyurursunuz. Meslek hayatı boyunca
hep uçlarda yaşarsınız. Sabah cumhurbaşkanıyla röportaj yaparsınız akşam bir
dilenciyle görüşebilirsiniz. İnsanların ulaşamadığı çok yere çok rahat ulaşırsınız.
Birtakım kişilerden randevu almak kolay
olur, kapılarını açarlar ama bu da haber
kaynağı ile güven ilişkinize bağlıdır.
Ege Ajans’ta bir gün nasıl geçiyor?
Burada küçük bir kadroyla çok
yüksek bir tempoda çalışıyoruz. Sabah
geliyoruz akşamdan hazırladığımız
haberleri kontrol ediyoruz, radyoya
geçilecek olanları. Gazetelere bakıyoruz,
önemli olaylara. Sonra 9 buçuğa kadar
haberlerin yayın kuruluşlarına ulaşması
gerekiyor. O saatten sonra doğan önemli
haber varsa, gazetelerin yöneticilerine
ulaşıyoruz. Öğrenciler günün haberlerine
gidiyor. Vaktimiz olduğu ölçüde sabahları haber toplantısı yaparak gündemi
paylaşıyoruz. Öğrencilerin kendi yaratıcılıklarının ürünü olan haber önerilerini
değerlendiriyoruz uygun görürsek ona
gönderiyoruz. Mümkün olduğu kadar
acil haberler için burada birkaç arkadaşımızı tutuyoruz. Haberden gelen yazıyor,
çıktı alıyor, bana gösteriyor, fotoğraflarını
yüklüyorlar, isimlendiriyorlar ve sonra
basına geçiliyor. Öğleden sonra olan
haberleri ya ambargolu gönderiyoruz
ya da ertesi gün sabah erkenden. Yani
sektörün işleyiş tarzına paralel şekilde
çalışmaya çalışıyoruz.
Aynı zamanda sosyal sorumluluk projelerine öncü oluyorsunuz?
2002 yılında “Kazalar olmasın insanlar ölmesin” diye bir trafik kampanyası
başlattık. 2003 yılı başında da Başbakan
böyle bir projeyi ortaya attı. Biz o dönem
projemizi bitirmek üzereydik. Projeyle
İzmir’de yayaların karıştığı trafik kazalarında ölüm oranını yüzde 42-75 oranında
düşürdük. Öğrenciler afişler hazırladı,
Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü
o afişleri dağıttı. Pankartlar, panolar,
sloganlar geliştirildi. Biz de içindeydik.
Bu sonucun da amaçla örtüştüğü bir
durum. Daha sonra organ bağışıyla ilgili
bir kampanya yaptık; tişörtler bastırdık,
broşürler dağıtıldı, televizyonlarda bilgilendirme toplantıları yaptık, toplumu
bilgilendirdik. O dönem sevilen dizilerde
muhakkak bizim öğrencilerimizden birisi
vardı, onlar da destek oldu, senaryolarında konuya yer verdiler. Hepsi de yardım
etti. İki kampanya için de konserler
düzenledik. İnsani olaylardı bunlar ve
öğrencilerimiz çok sahiplendi. Tüm
Türkiye’de yapılan organ bağışının yüzde
56’sı Ege Üniversitesi’ne yapıldı.
Hayvan barınaklarıyla ilgili bir kampanya yaptık, hayvanlar barınakta açtı.
Bir haftada 1200 kilo sadece kuru mama
toplandı. Düzenli olarak barınağa ekmek
götürecek sponsorlar bulundu. Üniversitede artan yemekler oraya gönderilmeye başlandı. Çok ilginçtir, yemekleri
götürdüğümüzde en başta yemediler,
önce yanımıza gelip kendilerini sevdirdiler. Demek ki sevgi ihtiyacı daha fazlaydı.
Öğrencilerde bu duyarlılığı uyandırmak
önemli. Gazeteci duyarlı davranırsa, insanların da duyarlı davranmasını sağlar.
Gazetecilik mesleğinin prestijinde bir
değişim olduğunu düşünüyor musunuz?
2001’de 4 bin gazeteci işten çıkarıldı.
Ciddi bir prestij kaybı oldu ama eski
günlere dönülebilir. Daha önce gazete
delil olarak sunulabiliyordu artık itibar
edilmiyor. Gazeteleri eski prestijli yerine
buradan mezun olanlar getirecek. Topluma yararı olmayan haberleri elemek yayın müdürünün elinde. Sektörde iletişim
fakültesi öğrencileri yaygınlaştıkça bu
sorunlar çözülecek. Basın İlan Kurumu da
bu konuda kolaylık sağladı; asgari kadroda iletişim mezunlarının ilan almak için
bekleme süresi 6 ay, diğerlerinin 1,5 yıl.
BAHAR 2011
7
Krippel’in az bilinen
bir heykeli üzerine
Ahmet UHRİ
Ali İhsan Mimtaş
1
923 yılında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
yapılan ilk Atatürk Heykelinin
İstanbul’da Sarayburnu’nda bulunan
heykel olduğu görüşü yaygındır.
Avusturyalı Heykeltıraş Heinrich
Krippel’e ait bu heykel 3 Ekim 1926
tarihinde tamamlanarak açılışı yapılmıştır. Ancak aşağıda daha ayrıntılı
açıklanacağı gibi bu heykelden önce
yapılmış olabileceği konusunda güçlü
kanıtlar bulunan bir heykel daha
bulunmakta. İzmir’de bulunan ve
yine Krippel’e ait bu Atatürk heykeli okuyacağınız yazının konusunu
oluşturacak.
Yakın zamanlarda İletişim
Yayınları’ndan çıkan Aylin Tekiner’e ait
Atatürk Heykelleri Kült, Estetik, Siya-
set adlı kitapta da Sarayburnu’ndaki
heykelin ilk olduğu belirtilmekte.
Konusunda belki de bir ilki gerçekleştirerek Atatürk heykellerini sadece
estetik değil ideolojik ve
kültsel açıdan da inceleyen kitabın verdiği
bilgilere göre; Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Heinrich
Krippel, Pietro Canonica, Anton Hanak
ve Joseph Thorak
gibi heykeltıraşlara
Türkiye’nin değişik
yerlerine dikilmek
üzere Atatürk heykelleri siparişi verilmiştir.
Krippel’in eseri olup
Türkiye’de değişik yerlere konulan altı adet heykel bulunmaktadır. Bunlar; yukarıda
da sözü edilen ve 3
Ekim 1926 tarihinde
açılışı yapılan Sarayburnu Atatürk Anıtı,
29 Ekim 1926 tarihinde açılan Konya
Atatürk Anıtı, 24
Kasım 1927 tarihli
Ulus Zafer/Yenigün
Anıtı, 15 Ocak 1932
tarihinde açılan
Samsun Atatürk/
Onur Anıtı, 24 Mart 1936 tarihinde
açılışı yapılan Afyon Utku/Zafer Anıtı
ve 1938 tarihli Ankara Sümerbank
içindeki Oturan Atatürk Anıtı’dır. Bu
altı eserin dışında araştırmacıların
fazlaca dikkatini çekmemiş, açılış tarihiyle belki de Türkiye’deki ilk Atatürk
Anıtı olabilecek ve yine Krippel’e ait
bir anıt daha bulunmaktadır.
Şu anda İzmir Bornova’da, Ege
Üniversitesi Rektörlüğü bahçesinde
bulunan bu heykelin dikiliş tarihi, kaidesindeki yazıya göre Haziran 1926.
İzmir Ziraat Mektebi’ni ziyaret eden
Atatürk’ün bu ziyareti anısına dikildiği
de kaidesinde yazmakta.
Ancak öncelikle Ege
Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan
bu Ziraat Mektebi hakkında kısaca
bilgi vermek istiyorum. İzmir’de ilk
Ziraat Mektebi 1912 yılında o zamanki adıyla Seydiköy’de yani Gaziemir’de
açılır ve I.Dünya Savaşı nedeniyle de
bir süre sonra kapanır. Sonrasında
kurulan yeni Ziraat Mektebi ise Yard.
Doç.Dr.Erkan Serçe’nin bu konuda
yazdığı bir makalede aşağıdaki gibi
anlatılır:
“Kurtuluş Savaşı’nın insan gücünü
Anadolu köylüsünden sağlayan Ankara
yönetiminin, savaştan başarıyla çıktıktan sonra ilk el attığı konulardan biri ziraat eğitimi oldu. 1922’de Anadolu’nun
çeşitli yerlerinde ‘Mıntıka Ziraat
Mektepleri’ açıldı. Ege Bölgesi’nin merkezi olan İzmir, yine ziraat eğitiminin
merkezi olarak seçilmişti. Ancak bu kez
okulun yeri Bornova’ydı.
Bornova’da demiryolu istasyonunun hemen karşısında açılan İzmir
Mıntıka Ziraat Mektebi amacını tek
cümlede şöyle açıklıyordu: ‘Kimseye
muhtaç olmaksızın kendi hayatını
kendi kazanan, müstakil dimağlı, hür
ve cüretli, yalnız vatana tapar gençler
yetiştirmektir’.”
Okul kuruluş amacına ulaştı mı
bilinmez ama aynı yerde 1955 yılında
kurulan Ege Üniversite’sinin ilk iki
Fakültesi Ziraat ve Tıp Fakülteleridir.
Erkan Serçe’nin yazısından anlaşıldığı
üzere 1922 yılında kurulan bu okulun
1925 yılında Mustafa Kemal tarafından ziyaret edildiği de bilinmekte.
15-Ekim-1925 tarihinde ziyaret edilen
okulun hatıra defterine Mustafa Kemal tarafından yazılanlar ise şöyle:
“İzmir Ziraat Mektebi muktedir
ellerde feyizli eserini göstermiştir.
Ziyaretimden memnunum.
Gazi Mustafa Kemal”
Mustafa Kemal’in çıktığı yurt
gezisi sırasında uğradığı yerlerde
okul ve spor kulüplerini ziyaret ettiği
de bilinen bir gerçektir. Aynı şekilde,
Mustafa Kemal’in İzmir’i ziyaret ettiği
13-15 Ekim tarihlerinde de sadece Ziraat Mektebi’ni değil, İzmir’deki Karşıyaka Spor Kulübü ve İzmir Kız Lisesi’ni
de ziyaret ettiği Baykal’a dayanarak
söylenebilir. İşte bu ziyaretlerden
sonra İzmir Ziraat Mektebi bir çalışma
yaparak 1926 yılının Haziran ayında
okulun bahçesine bir Atatürk heykeli
diktiği, Bornova’daki heykelin kaide-
sinde yazılanlardan anlaşılmaktadır.
Heykelin kaidesi üzerinde Osmanlıca
olarak şunlar yazmaktadır:
“Türkiye’nin büyük dahi ve
halaskârı, Türk çiftçisinin ulu rehberi,
Cumhurreisimiz büyük Gazi Mustafa
Kemal Paşa hazretlerinin İzmir Ziraat
Mektebi’ni teşrifleri hatıra-i şükranıdır.
Haziran 1926”
Ancak tarihlerden de anlaşılacağı gibi Mustafa Kemal’in ziyaretiyle
heykelin dikiliş tarihi arasında yaklaşık
sekiz aylık bir fark bulunmaktadır.
Heykelin dikildiği tarihin daha sonra
olması belki de ortada bir yanlışlık
olabileceği izlenimini uyandırmakla
birlikte; Mustafa Kemal’in uğradığı
okul veya diğer kuruluşların hatıra
defterlerine yazdıkları bu anakronizmi açıklayabilecek gibi gözükmektedir. Zira Mustafa Kemal’in İzmir’i
bir sonraki ziyareti 24 Haziran 1926
tarihi olup, aynı tarihte tekrar Karşıyaka Spor Kulübüne uğradığı yine
Baykal’ın makalesinde geçen alıntıdan anlaşılmaktadır. Bir diğer deyişle
Mustafa Kemal heykelin dikildiği
tarihlerde İzmir’e gelmiş ancak Ziraat
Mektebi’ne uğramış olsa bile belki
de hatıra defterini imzalamamış ya
da İzmir’de bulunduğu halde okula
hiç uğramamış olabilir. Bu konuda
ileri sürülebilecek bir diğer öneri ise
Tekiner’in de isabetle saptadığı gibi
Mustafa Kemal’in sağlığında dikilen
heykellerinin hiçbirinin açılışına
katılmamış olmasıdır. Tekiner, bunun
BAHAR 2011
9
Tarihin dokunulabildiği kent
MARDİN
temel nedeni konusunda yaptığı
yorumda; Mustafa Kemal’in kendi
heykellerinin açılışına katılmayarak
halk nezdinde, anıtlarının, kendinden
bağımsız bir girişim hatta bir hediye
olarak algılanmasını kolaylaştırmak
olduğunu belirtmekte ve bunun da
imgenin zenginleşmesini sağlayarak
kutsiyet yolunu açtığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in
Ziraat Mektebi’ndeki heykelinin
açılışına İzmir’de o tarihlerde bulunmuş olsa da katılmaması olağan
karşılanmalıdır. Bir diğer ilgi çekici
nokta ise Mustafa Kemal’in 1926 Haziran ayındaki İzmir ziyaretinin, İzmir
Suikastı’na denk gelmesidir. İzmir Suikastı sanıkları 15 Haziran’da Mustafa
Kemal daha Balıkesir’deyken yakalanmış ve kendisi 16 Haziran’da İzmir’e
gelerek 9 Temmuz’a kadar İzmir’de
kalmıştır. Bu olayın konuyla doğrudan
ilgisi olmasa bile ilgi çekici bir nokta
olduğundan dikkate alınabilir.
Sonuç olarak Haziran 1926 tarihinde açılışı yapılan Bornova’daki bu
heykel belki de Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde dikilen ilk Atatürk heykeli
olabilir. Bununla birlikte bu heykelin
ilk heykel oluşu Atatürk heykelleriyle
ilgili olarak Tekiner tarafından ileri
sürülen ideolojik saptamayı gölgelememekte hatta bence kuvvetlendirmektedir. Bu düşüncemin nedenini
açıklamak için öncelikle Sarayburnu
Atatürk Anıtı üzerine yapılan yoruma
bakmakta yarar var. Tekiner’in Sarayburnu Atatürk Anıtı üzerine yaptığı
yorumlarda aslında Atatürk anıtlarının
kültsel bağlamda ne anlama geldiğini
de irdelemekte ve anıtlar için yapılan
mekânsal tercihlerin, anıtın teknik
rasyonalitesinin ötesine geçen bir
anlam arz ettiğini de belirterek; imgesimge, hatırla(t)ma-bellek, göstergegörselleşme ve kültleştirme öğeleri, kendilerini bu mekânsal uğrak
üzerinden konumlandırır demektedir.
Bu saptama üzerinden İzmir Bornova
Ziraat Mektebi anıtını incelediğimizde
10
de belki aynı sonuçlara varılabilir.
Eser kaidesiyle beraber 2.45m
yüksekliğinde olup, mermer kaide
1,60m, büst kısmı ise 85cm’dir. Kare
planlı kaide, altta 94x94 cm genişliğinde başlamakta, dört ana bölümden oluşmakta, üç ve dördüncü
bölüm arasında alttan bir palmet
bezemesi ile desteklenmiş ve üzerinde belki de bir vazo ya da ona
benzer bir sunu gerecinin bulunabileceği bir sunakla devam ederek
70x70cm’lik dördüncü bölümle sona
ermektedir. Dördüncü katın üzerinde de heykelin konulduğu düzlem
vardır. Bronz döküm olduğu anlaşılan
büstün arkasında bakana göre sol
tarafta Krippel imzası okunmakta
olup, eserde Atatürk gömlek, kravat,
yelek ve ceketli olarak sivil kıyafetli
ve elleri göğsün hemen altında üst
üste gelecek şekilde betimlenmiştir.
Heykele bakana göre sol el sağ elin
üzerine yerleştirilmiş ve bilekten kavrar şekilde betimlenmiştir. Heykelin
sivil kıyafetli oluşu ve bu heykelden
sonra yapılmış olabilecek Sarayburnu
Atatürk Anıtı’nın da sivil kıyafetli bir
Atatürk’ü betimlemesi Cumhuriyet ile
bir devrim niteliği kazanan giyim-kuşamdaki değişimin bir simgesi gibidir.
Dolayısıyla her iki heykel de aynı göstergebilimsel anlama sahip olabilir.
Dolayısıyla Bornova Ziraat Mektebi
heykelinin imge-simge, hatırla(t)
ma-bellek, gösterge-görselleşme ve
kültleştirme öğeleri açısından Sarayburnu Atatürk Anıtı’nın yüklendiği
anlamların yerel düzeydeki bir öncülü
olabileceği yorumu yapılabilir. Dikildiği mekân bağlamında endüstriyel
bir tarım toplumu imgesi bu heykelde
simgeleşirken, kaidede yazan Ziraat
Mektebi’ni ziyaret anısına dikildiği
ibaresi hatırla(t)ma-bellek anlamındaki tamamlayıcı öğe olarak kabul
edilebilir. Bunun yanı sıra sivil kıyafet,
giyim-kuşam değişimi göstergesinin
görselleşmiş halidir. Ancak heykelin
Sarayburnu Anıtı’na göre oldukça
küçük oluşu, onun kültleştirme amaçlı
dikilmediğini ve belki de yukarıda
da değinildiği gibi bütün bu anlamları yüklenecek Sarayburnu Atatürk
Anıtı’nın yerel düzeydeki öncülü olduğu saptamasını güçlendirmektedir.
Ayrıca, Bornova’daki büstün Krippel’in
Sarayburnu anıtını yapmadan önce
küçük bir deneme ya da eskiz olarak
yapmış olabileceği fikrine de sıcak
bakmak gerekebilir.
Bu bağlamda Krippel’in bu eserinin Atatürk heykelleri içinde ilk olarak
dikilen olma olasılığı dışında ayrı bir
yeri olabileceğini iddia etmek için
yine de erken olduğunu düşünmekteyim. Heykelin gerçekten Krippel’e
mi ait olduğu konusu da stil kritik
uzmanlarınca değerlendirildikten,
göstergebilimsel açıdan heykelin
yüklendiği anlamlar tam olarak
anlaşıldıktan ve yerel tarih araştırmacılar konuya tarihsel açıdan yeni
belgelerle katkıda bulunduktan sonra
bu konuda kesin bir yargıya varılması
gerektiğini de belirtmeliyim.
Mardin’de ben taşların dilini öğrendim. Gökyüzünün yakınlığını ve
uçsuzluğunu. Sapakları, açmazları, dorukları, yalnızlıkları...
Uzun yaz geceleri dışarıda, avluda yanyana serilmiş yataklara yatar,
yıldızları sayarak uyurduk. Bizler serin fısıltılarla uykuya
dalarken, parmaklarımız yıldızlarda kalırdı.
Yıldızlar bir daha hiç o kadar
parlak olmadılar.
Murathan Mungan, Paranın Cinleri
BAHAR 2011
11
Ender ÖZBAY
“Kartal Yuvası”ndan “Turuncu Efsun”a
“Çenber-a Ezidan”da
İç içe Siluetler
G
enel bir halet-i ruhiyedir;
doğada, aynı çayırda, aynı
ormanda yaşayan binbir
çeşit çiçek, ot ve ağacın varlığı bize
çok büyük bir hayret vermez de, aynı
kasabada, aynı ülkede ve dahi aynı
dünyada yaşayan bizden başka ve
farklı binbir çeşit topluluğun varlığına
kimi zaman hayret ederiz. Çiçeklerin,
otların, ağaçların binbir çeşit ve iç içe
durumu bize bir zenginlik ve çoğulluk
hissi verirken, binbir farklı insan topluluğu, neden, kimileyin tedirginlik bile
verir? Biliriz ki ormanı orman yapan bu
çeşitli çoğulluktur. Ama düşünmeyiz
ki toplumu toplum, insanlığı insanlık
yapan o etkileşimli farklılıklardır.
Bir kitap adı anımsıyorum: “Tarih Kötüdür”... Sorumuzun yanıtı bu
mudur acaba? Çıkar çekişmelerinin
kitleleri birbirine karşı piyon haline
getirdiği, aslında enfes bir çeşni ve
etkileşimli bir toplumsal gelişim
dinamiği olan farklılıkları, körlemesine
12
bir çatışma gerekçesine dönüştürdüğü
tarih, evet kötüdür. Şimdi biz insanlar
galiba yoğurdu üfleyerek yiyoruz...
Fakat ilerleyen teknolojik imkanlar,
türlü iletişim olanakları, körlüğümüzü
ve “yoğurttan korkma” eğilimimizi
değiştirme olanağıdır da, biz istersek.
Komşum olan bir teyze, “Yahu şu
Kürtleri çok merak ederim, neye benzerler?” diye soruyordu bana, her gün
onlarca Kürt gördüğünü, belki onlarla
konuşup alışveriş ettiğini bilmeden.
Çok samimi olduğumuz bir çalışma
arkadaşım, kötü bir şeyden bahsederken “... haşa Araplar gibi...” diyordu,
Arap asıllı olduğumdan bihaber... Bir
öğretmenimiz Ermenilere karşı dikkatli
olmamızı öğütlüyordu, sınıfta -sevdikleri arasında- Ermeni çocuklar olduğundan habersiz...
Yrd. Doç. Dr. Engin Önen’in yönetiminde, Antakya’daki farklılıklara
mercek tutmaya çalışarak başlayan ve
şimdi Mardin-Midyat dolaylarındaki
araştırma ile sürdürdüğümüz çalışma
sürecinde, farklı insanlarla her görüşmeden sonra, bilinçli-bilinçsiz bunları
geçirdim aklımdan...
Zihnimizde bulanıp-bulandırılıp
bir kargaşaya dönen ve körü körüne
işleyen “kabullenmeyiş” süreci, bir
sayrılıktan ibaret aslında. Gerçek ve
sağlıklı bir “aidiyet” hissi, o çoğulluk
potasında eriyebildiğimizde; ülkemizdeki ve dünyadaki farklılıkların, ayrı
ayrı halkalardan oluşan zincir misali
olduğunu ayrımsayıp, bir halka olma
bilincini kuşandığımızda mümkündür
ancak.
Mezopotamya’nın Kapısı Kartal Yuvası
Teknolojinin azametinden kendimize pay biçip diyelim ki: Koca bir
kartal olup süzülüyoruz dağların üstünden ve Kızıltepe düzlüğüne gölge
düşürüp konuyoruz usulca Mardin’in
yamacına... Mardin’e varır varmaz,
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden
mezun, şu anda da Mardin Artuklu
Üniversitesi’nde araştırma görevlisi
olan Özge Cengiz Aydın’la haberleşiyoruz; Özge bir süre bize mihmandarlık ediyor.
Bünyesinde, bu şehre yaraşan
Yaşayan Diller Enstitüsü kapsamındaki
Kürt Dili ve Kültürü, Süryani Dili ve Kültürü, Arap Dili ve Kültürü gibi anabilim
dallarını barındıran Mardin Artuklu
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar
Bedii Omay ile kısa bir görüşme yapıp
bilgi aldıktan sonra, heyecanla şehri
keşfe çıkıyoruz...
Kıvrıla kıvrıla uzayıp, birbirine
bağlanıp, şehri dolanan, gah inişli,
gah yokuşlu ve gahi abbaraların
içinde bir dehlize dönüşen taş döşeli
dar sokaklarda yürümek, Binbir Gece
Masalları’nın satırlarında gezinmekle
özdeştir adeta.
Abartı değil; taşın bir dile dönüştüğü mimari doku, evleri, camileri, medreseleri, kiliseleri, çeşmeleri, konakları,
abbaraları ve dahi sokaklarıyla, ayrı
birer şiirsel anlatımın bir arada olduğu
bir destan gibidir. Bir bakıma da şehrin
giysisi, belki de teni olan taş dokunun
dilinden anlayıp, “destanı” okuyabilmek için, şehrin kalbine yönelmek, insanlarını, insanlarının yaşamını, tarihini
bilmek gerekir.
Zaman tüneli gibi, sonu gelmez,
dolambaçlı, dehlizli sokaklar boyunca
birer avlu bellediğimiz Sümer, Hitit,
Asur, Arami, Roma, Bizans, Selçuklu,
Artuklu, Akkoyunlu, Osmanlı ve dahi
Arap, Türk, Kürt, Süryani, Yezidi ve
hatta Sünni, Ortodoks, Süryani Kadim,
Şafi... kapılarından baş uzatıp, selam
verip - selam alıp; içinde gezindiğimiz
“destan” şehrin adlarını işittik efsunlanarak: Erdope, Tidu, Merdin, Merdo,
Merdi, Merda, Merde, Maridin, Kartal Yuvası... Bu adlar, “destanın” başka başka
“yazarları” olan bu uygarlık, kültür ve
dinlerin imzası niteliğindedir adeta.
Fokur fokur insan kaynayan,
Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice dil
ve lehçelerinin birbirine karıştığı uğul
uğul çarşının içinden ilerleyip, sokaklar
boyunca kıvrılıp, bir yapının avlusundan ötekinin bahçesine geçerek, dik
merdivenlerden tırmanarak, yukarılara doğru gidiyoruz... Akşamüstü,
zafer takı gibi bir anıtsal taçkapıdan
bahçesine girdiğimiz, günümüzde
de Kız Meslek Lisesi olarak işlevini
sürdüren Osmanlı devri eseri Mardin
İdadi Mektebi’nin paydos saatine denk
geliyoruz. Öğrencilerle hareketlenen
bahçenin diğer yanından, yokuş yukarı
Zinciriye Medresesi’ne uzanıyoruz.
Yamacın dimdik yükselen kayalıklara dönüşmeye başladığı yerde,
1385’ten beridir sırtını dağa yaslayıp
şehri ve engin ovayı seyre durmuş Zinciriye Medresesi, taçkapısı ve dilimli iki
kubbesi ile dikkati üzerinde topluyor.
İki katlı ve iki avlulu olan yapı, eyvan
esasına dayanan plan
kurgusu içinde, eyvanın
içinden avlu ortasındaki
havuza doğru, doğumyaşam-ölüm metaforu
olarak şekillenen çeşme-oluk-havuz unsurları ile suyun şenlendirdiği revaklı mekan bugün
bir seyirlik dinlence
alanı olarak değerlendiriliyor. Çeşitli birimlerin,
öğrenci hücrelerinin
bulunduğu üst kat
mekanları ise, medresenin, günümüzde de, ilk
kuruluşuna uygun bir
amaç doğrultusunda
yaşatılmasına vesile
olan M.A.Ü. Yaşayan
Diller Enstitüsü’nü barındırmak kıvanç ve sevinciyle dolmuş halde
selamlıyor konuklarını.
Medrese’nin avlusundan koca ovayı
seyran eyliyoruz; mih-
Yan sayfa: Mardin’den Mezopotamya
Ovası’nın görünüşü.
Üstte:Modernvegereksinimlereuygun
iç mekan tasarımına karşın geleneksel
mimariyeuygundüzenlenmişanacephesiyle
Mardin Artuklu Üniversitesi binası.
Altta: 13. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen
ŞehidiyeCamisi’nin1916’dayaptırılmışolan
minaresi. Ötede U şeklindeki planıyla
Şahtana Ailesi Konağı...
BAHAR 2011
13
mandarımız Özge “İşte bu da deniz!..”
diyor, tepkimizi ölçen gülümser bir
tavırla. Suriye’ye varıncaya üstünde güneşin yangın olup tutuştuğu
göz alabildiğine uzanan topraklar,
Mezopotamya’nın başlangıcı...
Mezopotamya’nın, olanca tarihsel
anlamı ve imgesel yüküyle, ne demek
olduğunu bilmeyen bir insanı bile
dehşete düşürecek bu enginlik, bilen
insana ne yapar? Yürek sineye sığmaz
olur... Peki ya “deniz”?.. Gün boyunca
güneşin kavurduğu topraklar üzerine
akşam serinliği çökmeye başladığında
havada öyle bir yoğuşma oluşuyor
ki, ufuklara uzanan enginliği puslu
bir deniz görünümü kaplıyor; dağ
yamacına dizili terasların sakinleri de
“deniz”e nazır akşam sofralarında bir
araya geliyor.
14
Bu tatlı şaşkınlığı bölüp mantıksal
toparlamalar yapmaya çalışıyorum:
Kuzeyde Diyarbakır ve Batman’dan bu
yana dalga dalga dağlarıyla bölgeye
sokulan zorlu Anadolu Coğrafyasının
ansızın dinginleştiği uçsuz bir düzlüğün, Mezopotamya’nın kıyısındayız...
Tamam diyorum, “Mezopotamya’nın
Kapısı” budur, bundandır!.. Hem de,
buradan, iki gözü insanın, iki kartal
gibi süzer koca ovayı. Burası, bu muhkem yer, ovaya hakim olan “kartalın”
yuvası olur... Buraya hakim olan,
ovanın kartalı olur. Ve hem de şu sarp
kayalara oturan kale, bu yüce doruk,
kartallara yaraşır...
Mardin, mimari dokusu içinde çokkültürlülüğü ete kemiğe büründüren
yapı repertuvarına ev sahipliği yapmaya
devam ediyor bin yılı aşkın zamandır.
Bu doruğun ‘kartalı’ her kim
olmuşsa, öncekinin yapıtlarına saygılı
davranmış, kentin mevcut dokusuna,
kendine özgü olanları eklemiştir. Böylelikle, ortak bir taş dilinin egemenliğinde, yapı türlerinde kimliği dışa
vuran ayrıntı zenginliği, geniş süsleme
ve biçim repertuvarını oluşturmuştur.
6. yüzyıl yapısı olan Kırklar
Kilisesi’nde buluştuğumuz Bizanslılar (Süryani Kadim); 10. yüzyıl yapısı
Kale’de buluştuğumuz Hamdaniler;
Zinciriye Medresesi’nde, görkemli
minaresiyle çok uzaklardan yerini belli
eden 11. yüzyıl yapısı Ulu Cami’de,
13. yüzyıl yapısı Şehidiye Camii ve
Medresesi’nde, 12. yüzyıl yapısı Sitti
Radviyye Medresesi’nde buluştuğumuz Selçuklular-Artuklular, dil birliği
edip, onlardan sonra geleceklere her
“Mardin’debeniençokheyecanlandıranşey,sanırım
tarihinelletutulurluğu.Şehrindokusununve
mimarisinin,birgiziimleyipsonrasaklaması.Zamanı
elinizletutmanıza,onadokunmanızaolanakveren
bulabirentgörünüşlüşehrin,labirentliğihemtarihi
içinde,hemkendimekanıiçindesözkonusu...”diyor
Murathan Mungan ‘Paranın Cinleri’ adlı
kitabında. Şehri adım adım gezerken, tarihe
ellerimizledokunurkenbusatırlarakatılmamanın
olanaksız olduğunu düşünüyoruz.
Üstteki:Mardin’inbirlabirentiandıransokaklarında
sıkça,“abbara”denilentonozludehlizlerbulunur.
Suriyeşehirlerindederastlananbuuygulama,sokak
üstünü bir mekan olarak değerlendirme
düşüncesininyanısıra,sokaktahareketedenlere
havakoşullarındankorunmaimkanısağlama
amacınadayöneliktir.Budar,yokuşlu,basamaklı
sokakyapısıMardin’ingündelikhayatında,kimi
belediyefaaliyetlerivetaşımaişleriiçin,eşekleri
hayati derecede önemli kılıyor. Bu sokakların
kamyonu,taksisi,servisi,çekicisi,hamalıeşeklerdir.
BAHAR 2011
15
yönüyle oturmuş, dillere destan bir
kent hazırlamışlardı aslında. Sonra
gelen Safevi ve ardından Türkiye
Cumhuriyeti’ne varıncaya dek devam edecek olan Osmanlılar da, hali
hazırda kurulu olan kentin güzelliğine
katkılar koymaya devam etmişler. İşin
güzeli, Osmanlı hükümdarlığı altında,
Mardin,“gecegerdanlık,gündüzseyranlık”...
yörenin farklı kültür ve inanışlardaki
yerli sakinleri de kendi yapılaşmalarını
devam ettirebilmişler. Örneğin Meryem Ana Kilisesi 1860’ta inşa edilmiştir.
Eklemek gerekir ki, mesela; sokaktan yüksek bir duvarla ayrılan bir
avlunun etrafında L ya da U kurgusu
ile konumlanmış (işlemeli taş kemerlerden, türlü dekoratif unsurlardan mahrum bırakılmamış)
mekanlarıyla nispeten küçük
konutların mütevazı görkemi,
bugün PTT binası olan Süryani
Şahtana Ailesi Konağı’nın azametinin gölgesinde kalmaz.
Mardin’in “kalbini“ dinleyip,
‘destan’ı anlayabilmek yolunda,
önce Kırklar Kilisesi’ne gidip,
Süryani tarihi, kültürü, müziği ve edebiyatı konularında
araştırma ve yayınları bulunan, Süryani cemaatinin ileri
gelenlerinden Hori Episkopos
Gabriel Akyüz ile görüşüyoruz.
Bizi, tadilatı süren Kırklar
Kilisesi’nin avlusunda karşılayan Akyüz, alt katı ayrı bir
girişe sahip ikamet yeri, üst
katı ise metropolitlik makamı
olan binada, Metropolitlik
Makamı’nda kabul ediyor ve
sorularımıza uzun soluklu, içtenlikli
sohbetiyle karşılık veriyor. Mardin’de
iki bin yılı aşkın bir yerleşikliği olan
çokkültürlü yapının en nüfuzlu unsurlarından biri olan Süryani toplumunun
doğru biçimde tanınma, bilinme özlemini yansıtan açıklamalarıyla Gabriel
Akyüz, yazımızın başında belirttiğim o
içten içe işleyen ‘farklılık’ tedirginliğimizi sevgiye ve huzura dönüştüren bir
kilise babası edasında konuşuyor. Bilgi,
birikim ve deneyimiyle meraklarımızı
giderirken, önem verdikleri farklılıkları
ve bozulmasına göz yummak istemedikleri geleneklerini de belirtmekten
çekinmiyor; asla yapmacık ‘hoşgörü’
rollerine yanaşmıyor, gerçekçi cümleler kuruyordu. Saygı, sevgi, ikame
ve idame çerçevelerini mantıklı bir
şekilde ortaya koyuyor; bir aradalığın
asimilasyon gibi sonuçlar doğurmaması gerektiğini vurguluyor ve en
nihayet, gitmek için hareketlendiğimizde sevgiyi öğütlüyordu. O anda
orada bulunmak, Gabriel Akyüz ile
bu sohbeti gerçekleştirebilmiş olmak
bize son derece mutluluk ve huzur
veriyordu. Gerçekten Mardin’in kalbine
inmeye başladığımızı hissediyorduk.
Bu samimi diyalogun verdiği güvenle,
saatler sonra Kırklar Kilisesi’ne kendi
BAHAR 2011
17
başıma uğrayıp “Gabriel Amca”dan
bir kitabını imzalamasını isteyebildim
çekinmeden.
Biraz sonra Deyr’ul-Zafaran
Manastırı’nda rehberlik görevi de olan
Süryani genci Alexander İlker Bayruğ
ile bir sohbete oturuyoruz. Alex’in
gençliğinin ve resmiyetten uzaklığının rahatlığı egemen oluyor sohbete.
Episkopos Gabriel Akyüz ile yaptığımız
sohbettin ardından aklımıza takılan
soru işaretlerini gidermemize yardımcı
oluyor Alex, ama daha da önemlisi,
az sonra hem bize Manastırı gezdirirken, hem de çarşıda bir süre refakatte
bulunurken, gündelik yaşamına ve
düşüncesine yakından, doğrudan
temas edebildiğimiz, giderek de sevgi,
18
dostluk, teklifsizlik hissini karşılıklı
geliştirebildiğimiz bir insan oluyor.
Mardin’de birazcık daha derinleştiğimizi hissediyoruz.
Deyr’ül-Zafaran
Şehrin 4 kilometre kadar güneyinde, bin beş yüz yılı aşkın zamandır
sırtını yasladığı tepelere yarenlik etmiş,
zamanla aşık atmış Deyr’ül-Zafaran
Manastırı’na Alex’in sağladığı kolaylıklarla giriyoruz.
Taşın diline sadık, özenli ustaların marifetiyle, sanki aynı dönemde
bütünlük içinde yapılmış gibi görünen
manastırın, aslında 5. yy. ile 18. yy.
arasında değişik inşa evreleri geçirdiğini biliyoruz.
Dört yandan surları andıran kalın
duvarlarla çevrili yapının devasa kapısı
bir giriş eyvana; eyvan da merdivenlerle ön avluya açılıyor. Mekanlara ulaşımı
sağlayan asıl avluya bir kapıdan daha
geçilerek varılıyor. Bu avluya girer
girmez sağda, zemin altına doğru merdivenli dar bir geçitle inilen, manastırın
[ve Mardin’in de] en eski yapıtlarından
biri olan, Şemsi’lere ait Güneş Tapınağı,
harç kullanılmadan, devasa boyutta,
üstü geniş, altı dar prizmatik taşların
sıkıştırma usulü yerleştirilmesiyle
yapılmış ilginç bir üst örtüye sahip. Bu
Güneş Tapınağı’nın üstünde başlayan
yapılaşma, Romalılarca bir kale kompleksi olarak geliştirilmiş; ardından
manastır yapılaşma evresi gelmiştir.
İlk olarak Mor Şleymun Manastırı adıyla bilinen; ardından 793’ten
itibaren büyük tadilatlar başlatan
Mardin-Kefertüth Metropoliti Aziz
Hananyo’nun adıyla; 15. yy.’dan sonra
da, çevrede yetişen safran bitkisi
dolayısıyla “diyar’ül-safran” [zafaran]
adıyla anılan manastır, tarihi boyunca
Süryani Kilisesi’nin dini eğitim merkezlerinden biri olmuş.
Üç katlı olan yapıda, ortada üstü
açık avluyu U şeklinde saran mekanlar arasında, idari odalar ve mutfak
haricinde, bazı azizlerin kemiklerini ve
Manastır’da görev yapmış din büyüklerinin (patrik, metropolit) mezarlarını
içeren Azizler Evi (Beth Kadişe); 491518 yılları arasında, Süryani mimar
kardeşler Theodosius ve Theodore
tarafından inşa edilen Mor Hananyo
Kilisesi (Kubbeli Kilise), Apsis (mihrap
nişi) kısmında Bizans dönemine ait
mozaikler bulunan Meryem Ana Kilisesi
bulunur. Üst katta ruhanilerin ikamet
ettikleri hücreler ve müştemilat yer alır.
Manastırda, ahşap, taş, fildişi malzemelerden yapılmış birbirinden ilginç
ve değerli dini eşyaların yanı sıra özel
bir önem taşıyan, Patrik 4. Petrus’un
1876’da İngiltere’den getirttiği ve
1953’e kadar kullanılmış olan matbaadır.
Manastırın sırtını verdiği tepelerin
sarp kayaları içine oyulmuş münzevi
mağaraları, Hıristiyanlık’ın ilk zamanlarında gelişen fakat sonraları da değişik
inziva ritüellerine dönüşen münzeviliğin evleri… Doktrin olarak sonraları
manastır yaşam biçiminin gelişmesinde de etkileri olan, “hermit” denilen
münzevi keşişlerin mesken tuttuğu
çok önemli mağaralar bunlar. Manastır ile mağaraların bu yakınlığı, ilk
evrelerde “Lavra” denilen ve keşişlerin
tek başına, yoksunluk içinde ruhunu
yetkinleştirme çabası içinde sürdürdükleri çileli yaşamın gitgide tek bir
mekanda (manastır) birlikte ve kurallı
yaşamaya dönüştüğü evrimsel süreci
düşündürüyor.
Kabaca, batıdan Mardin, kuzeyden
(Dicle hattı boyunca) Diyarbakır-Hasankeyf, doğudan Cizre ve güneyden
Nusaybin ile sınırlayabileceğimiz;
Arapça ve Süryanice bir katışımla “tur”
(dağ) ve “abdin” (inananlar-münzeviler)
sözcüklerinden türetilmiş bir kültürel
adlandırmayla Turabdin olarak bilinen
bu bölgede, yüzlerce münzevi mağarası, kilise ve manastır bulunuyor. İki
bin yıldır Süryaniler’in dua, ilahi ve çan
sesleri yankılanan dağların ortasında Deyr’ül-Zafaran, günümüzde de,
Mardin Metropoliti’nin ikametgahı
olup yaşayan bir manastırdır. Ve bizler
burada, -aralarında uzak ülkelerden
inzivaya gelenlerin de bulunduğuavluda sohbet eden, tefekkür eden
ruhanilerle de selamlaşıp, Manastırın
idari başkanı, manastır vakfının ikinci
başkanı ve de Mardin Belediye Başkan
Vekili olan Suphi Uslan ile makamında
görüşme olanağı buluyoruz.
Oldukça olumlu, konuksever bir
karşılamanın ardından, Uslan, bir
kültür için dilin önemini vurgulayarak,
üniversitede açılmış olan enstitüden
kaynaklı memnuniyetini dillendiriyor.
Ayrıca kendisinin belediyedeki görevinden hareketle, bu kadar nüfuzlu
olan Süryani toplumunun ilk defa böyle doğrudan bir temsiliyet kazanmış
olduğunu da mutlulukla vurguluyor.
Şehre dönüyoruz… Akşam…
Cercis Murat Konağı’nın terasında,
Mezopotamya’nın kapısında, “kartal
yuvası”nda, tadına doyulmaz mezelerden tadıp, “deniz” seyrediyoruz….
Birbirinin ışığını, havasını çalmayan
saygılı binalar, karanlık çöktükçe, başı
kale olan bir gövdenin boynunda
ışıktan bir gerdana dönüşüyor. Binbir
masalın birbirine bağlandığı “destan”, akşamleyin, Kürdü, Arabı, Türkü,
Süryanisi, Yezidisi ile kol kola halayların
çekildiği, kadehlerin tokuşturulduğu,
hatta az sonra valinin de katıldığı,
her masadan sırayla, türlü dillerden
türkülerin çağrılıp alkışlandığı tarifsiz
bir eğlenceye dönüşüyor. Bizi 17.-18.
yüzyılla kucaklaştıran Osmanlı şehir içi
hanı Surur Hanı’ndayız; iki katlı mekan
sırasının önünde yer alan çapraz
tonozlu revakların sardığı dikdörtgen
avluda, her dilden türkülerle çağlayan
sevi ırmağının coşkusu ve bir aradalığın aidiyet hissiyle gülümsüyoruz
birbirimize; ey şimdi bizim de eklendiğimiz şehir-i kadim, daim olasın!..
Böyle deyip bitiremem. Eklemek
gerek: Bu şehri kuran, var eden,
çarşıda, atölyelerde görüp maharetine hayran olduğumuz ama işlerinin
eskisi kadar iyi olmadığını öğrenip
üzüldüğümüz elekçiler, semerciler,
BAHAR 2011
19
BirSüryanieviolanİshakŞabanoğluKonağı’nın
beşik tonozlu en üst kat odasının
duvar süslemeleri.
kuyumcular, bakırcılar, tütüncüler,
terziler, oyacılar, sabuncular, dülgerler, doğramacılar, taşçılar... Alıcıya
kendi ürettiğini sunan zanaat erbabı
ve esnaflar… UNESCO Dünya Kültür
Mirası listesine aday olan kentte son
zamanlarda yükselen turizm furyasına bağlı olarak, üretim faaliyetlerine
oranla turistik mekan işletmeciliğinin
rağbet kazandığını gözlemliyoruz.
Yer yer, yöreye özgü telkari işlerinin
dahi Ankara ve İstanbul’daki
atölyelerden getirilir olduğunu
öğreniyoruz. Daim olabilmen için,
her sokağınla bir dize olup destan
gibi yücelebilmen için ey şehir,
elekçilerin, semercilerin, kuyumcuların, terzi, sabuncu, bakırcı,
dülger ve taşçıların kaim olmalı!
gümüşten tellerle incecik örerler sevginin, özlemin çehresini, taşın suretine
yüreğin türlü heyecanı nakış nakış
işlerler... Burada insanlar Arapça kızar,
Kürtçe söyleşir, Süryanice sevinir ve
geleni Türkçe ağırlarlar...
Konaklayacağımız yer, günümüzde
Midyat Kaymakamlığı’na bağlı ziyaret
mekanlarından biri olan ve bazı dizi
filmlerin çekim mekanı olarak da
kullanılan Çevre Kültür Evi - Konuk Evi;
Deyr’ul-Umur (Mor
Gabriel) Manastırı
Bir Turuncu Efsun:
Midyat
Mardin’den kara yoluyla
Midyat’a uzanan yol boyunca
heyecan ve merak demleniyor
kalbimizde. Akşamüstü güneşin
turuncuya boyadığı şehre giriyoruz. Meydanda, kentin toplumsal
ana bileşenlerinin simgelendiği
bir saat kulesi dikkatimizi çekiyor;
kaidenin bir yüzünde cami, bir
yüzünde kilise, bir yüzünde
tavus kuşu, bir yüzünde de siyasi
sınırlarıyla belirlenmiş Türkiye
kabartmaları, adeta, şehre yeni
gelen konukları kentin sosyal
yapısından haberdar ediyor.
Midyat… Burada mekanla
insan söyleşip, zamanda bir yola
çıkarlar birlikte, her vakit. Burada eller
20
Midyat’ı kuşbakışı izlemek için de ideal
olan rüya gibi bir yapı. İncelikli taş
süslemeleri, planı, türlü yapı unsurları
ile büyülü bir atmosfer içindeki bu
Süryani konutu, aslında, sahibinden
satın alınarak kamulaştırılan, TBMM,
Midyat Kaymakamlığı ve ÇEKÜL Vakfı
işbirliği ile 2000’de restore edilen İshak
Şabanoğlu Konağı’dır.
Kapıda bizi karşılayan görevli
Zeki Güneş, 3 gün boyunca bir arada
olacağımız, söyleşeceğimiz, konakta
komşuluk edeceğimiz kişi aynı zamanda. Kürtçe, Arapça ve Süryanice’nin bir
arada, tadında ve ketsizken çınladığı
bu şehrin kalbine inmenin yordamını biliyoruz; Zeki Amca’dan da yol
yordam soruşturup, vakit yitirmeden,
Midyat’ın 23 km güneydoğusunda
bulunan kadim manastıra doğru yola
çıkıyoruz:
MorGabrielManastırı’nınönavlusunda
ekibimiz.
Deyr’ul-Umur, yerleşim birimlerinden uzak, tek başına, uçsuz
bucaksız, tepeli-vadili dalga dalga
araziler içindeki konumuyla,
sükunet içindeki boşlukta, insanı,
kendini yeniden tanımlamaya
zorlayan bir tanrısal ululukta
ağırlıyor. Hıristiyanlık’ın yayıldığı
ilk yıllardan itibaren oluşmaya
başlayan doktrinler içinde en
yaygın ve güçlü hale gelen, “tek
başına yaşamak” (mono) kökeninden türeyen ‘monastisizm’, Filistin
bölgesinden Anadolu’ya doğru,
yöresel farklılıklarla yorumlanıp,
devasa yapı kompleksleriyle hayata geçiriliyordu. Tanrısal inziva
fikriyatına karşın, sundukları
ahlaki-sosyal öğretiler ve yaygınlıklarıyla toplum yaşamını ve
dolayısıyla politikayı da doğrudan etkileyen manastırlar, olanca
sosyo-politik örüntüsüyle birlikte
Hıristiyanlık tarihinin kodlandığı
bir olgu ve kavramı ifade eder
aslında.
Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından 397’de, tüm Hıristiyan dünyasının ilk manastırlarından biri olarak
kurulmuş olan Deyr’ul-Umur da, faaliyetini hala sürdüren; her bakımdan
gerçekten hala yaşayan, bu yüzden
tarihi-sosyal-kültürel açıdan her türlü
‘okuma’yı mümkün ve verimli kılan bir
manastır; bir ‘dünya kültür mirası’…
Turabdin Metropoliti Mor Timotheos Samuel Aktaş’ın resmi ikametgahı olan ve hali hazırda 75 kişinin
yaşadığı manastır kompleksi, mimari
görkemini çeşitli dönemlerdeki ekleme ve onarımlarla kazanmıştır. Kompleks, avlular merkez alınarak, liturjik
gereklikler (dini uygulama esasları)
ve ritüel (törensel uygulamalar) sırası
gözetilerek, birbirine geçiş bağlantıları
olan katholikon (ana kilise), vaftizhane, trapeza (yemekhane-mutfak),
katakomb-mezar şapeli karışımı sayılabilecek olan Azizler Evi ve Meryem
Ana kilisesi; üst katlarında bulunan
idare, çalışma-okuma bölümleri ve
ruhaniler için konaklama bölümleri
ile ilgilileri için güzide -yaşayan- bir
manastır özelliğinde.
Burada görüşme yapacağımız
Başdiyakon İsa Gülten de, Süryani dili,
edebiyatı ve kültürü üzerine yaptığı
çalışmalarla Suriye’de verilen bir onur
ödülüne layık görülmüş, faaliyetleriyle, bilgi ve birikimiyle tanınmış;
sonradan önemli görevlere gelen çok
sayıda kişiyi yetiştirmiş saygıdeğer bir
kişiliktir.
Birinci avluya açılan görkemli portalin önünde, iyi giyimli, ağırbaşlı bir
genç, Kuryakos Acar karşılıyor bizi ve
üst kat birimlerindeki bir idari odaya,
Başdiyakon İsa Gülten’e götürüyor…
Yoğunluğu içinde İsa Bey’in bize
ayırdığı yarım saatlik zaman diliminde
samimi dille güzel bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Yöredeki göç olgusuna
bağlı olarak azalan nüfus, asimilasyon
ve 1164 yıllık manastıra ait arazilerin
mülkiyetiyle ilgili işleyen bir dava,
sohbetin üzüntü ve şikayet bölümünü oluşturuyor. İsa Bey, gelenekler
konusunda, asimilasyon ve nüfus azlığı
olgularına dayandırarak, başka etnik
ya da dinsel gruplarla evlilik ilintisi
kurmaya sıcak bakmadıklarını belirtiyor; fakat genel beşeri ilişkiler için
İsa Mesih’in “Komşunu kendin gibi sev”
[Matta 22:39] ve “İnsanların size nasıl
davranmasını istiyorsanız, siz de onlara
öyle davranın!”[Luka 6:31] sözlerini
düstur olarak koyuyor. Süryani Dili
ve Kültürü Anabilim Dalı konusunun
abartılmaması gerektiğini, bunun
nicedir yapılması gereken ve dünya
üniversitelerinde zaten bulunan bir
uygulama, bir bölüm olduğunu dile
getiriyor. Episkopos Akyüz’ün makamında ve Deyr’ül-Zafaran’da olduğu
gibi, bu mekanda gördüğümüz
Atatürk fotoğrafı dikkatimizi çekiyor;
bunu, laiklik, eşitlik, hürriyet, vatandaşlık ilke ve kavramlarını esas haline
getirmesi nedeniyle Atatürk’e duydukları saygı ve bağlılıkla açıklıyor. Gülten,
vatandaş-devlet ilişkisinin dini, etnik,
kültürel farklılıklar önemli olmaksızın
işlemesi gerektiğinin altını çiziyor; bir
yandan da bölgedeki baskınlığını sürdüren feodal yapının kırılması gerektiğine dikkat çekiyor. Sohbet sonunda,
problemlere korkuyla yaklaşmamak
gerektiğini, korkunun çözüm getirmeyip başka korkuları getireceğini; ama
sevgi ile hareket edip çözüme cesaretle yönelmek gerektiğini, (belki de kendini de) öğütler bir edayla vurguluyor.
Sohbetin ardından, bize manastırı
gezdiren Kuryakos, yetkin rehberliği ve
sempatik kişiliğiyle bizde iz bırakırken;
manastır mekanlarının azameti içimize
işliyor.
Çenber-a Ezidan
Midyat’a girmeden, Güven Köyü
tabelasına uyarak, şehrin 5 km kadar
güneydoğusundaki Bağcın Köyü’nü
bulmaya çalışıyoruz; bu kez görüşmeye çabaladığımız: Yezidiler…
Yellerin meskeni olmuş evler arasında insan sıcaklığıyla can bulduğu
belli olanına yöneliyor ve köy muhtarı
Ebuzeyd Atalam’ı buluyoruz. Yılardır
BAHAR 2011
21
samimi olduğumuz biriymiş gibi sevecenlik ve canlılık gösteren Ebuzeyd
Amca, belli ki yolumuzu heyecanla
gözlemiş; masaya dizili duran çaylar,
neskafeler, kolalar, bardaklar, bisküviler
misafirini nicedir bekler gibiydi… 7-8
ihtiyarın yaşadığı bu uzak köy, nicedir,
Yezidi Çemberi (Çeber-a Ezidan) gibi bir
kaderle kuşatılmış Yezidi toplumunun
durumuna genelgeçer bir örnek teşkil
ediyor… Rüzgarın ağulu ıslığı, Şair
Baba’nın deyişiyle, “topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadı...”ndan
başka şey mi sanki? Bir de, evet, belki,
çemberin içinde kalakalanın feryadı…
M.Mungan’dan nakledilen “Çember,
çemberi çizen için komedi, içindeki
içinse dramdır ama eğer biri kendini
çember içine almışsa bu trajedidir.”
sözlerinde çalkalanan bilincim, tümünü bir yana bırakıp, çemberden nasıl
çıkılacağını sorguluyor aslında…
Candan ve gülümser haliyle içimizi
ısıtan Ebuzeyd Atalam ise bu konuda pek umutlu değil. Giderek yok
olacağız, diyor. Bitecek, diyor… Acaba
kendini çember içinde hisseden bu
Yezidi’nin mi düşünceleri daha gerçek,
avutucu sözlere sarınıp umutlu çözümlere inanan biz gezginlerin mi?..
Konuklarla azıcık şenlenen bu
yürekleri yine aynı yalnızlığa terk edip
gitmek zorundayız…
Midyat’a, İshak Şabanoğlu
Konağı’na, geçici evimize dönüyoruz… Akşamleyin konağın büyüsünde
çayla tatlanan bir sohbete başlıyoruz
Zeki Güneş’le. O da farklı bir bileşenin
mensubu: Şafi-Kürt. Onun da sitemleri
çok ve de çok haklı. Şiveli, tedirgin,
içten sitemlerinde acılı anılar (özellikle batıdaki kentlere gittiklerinde),
insan yerine konulmamaklı, fukaralıklı
öyküler var… Şimdilerde bölgeye bir
“barış” atmosferi hakim, durum iyice,
ama, “Ekmek!” diyor, “Geçim!” diyor,
“Okul!” diyor, “Sağlık!” diyor adam;
doğru ya, bunlar olmazsa kötülüğün
üstümüze bir yorgan gibi örtülmesini
kim, nasıl engelleyebilir! “Onun Sünni,
benim Şafi, ötekinin Süryani, berikinin
Mıhallemi olması, neyi değiştirir, ne
önemi var? Şurda hepimiz yaşam kavgasında… Hepimiz aynı taştan örülmüş evlerde, aynı toprağın üstünde,
yan yana, can cana…” diyor adam…
Sesi ırmak olup akıyor geceye… Zeki
Amca’nın bizi yönlendirdiği esnaf Zeyni Gökçe ise, bir Mıhallemi… Arapça
konuşan, Süryani kökenli oldukları
22
iddia edilen, Müslüman-Sünni olan
bir grubun mensubu… Farklılıkların
iç içeliğine şaşırmamıza bile şaşıracak
denli içselleştirmiş “bir aradalık”ı. Daha
ne denir?..
İshak Şabanoğlu Konağı’nın en
üst katında, alt bölümü dışbükey bir
istiridye kabuğuna benzeyen ince motifli minik balkonda, sanki bir kayığın
içinde karanlık deryaya serpişmiş sihirli
ışıkların peşi sıra kürek çeker gibi seyr-i
Midyat halindeyim… Dilimin tutukluğu, düşüncemin aksaklığı, “kavramanın” eşiğinde olduğumdan mıdır?
Bölük pörçük ayrımsayıp “Taş haberli
mi göğsüne işli
yapraklardan
dallardan?” diyorum… “Ateşin ve
güneşin çocukları” diyorum…
“Efsunlu bir şehir
kurmuşlar, şehri
bir efsunla boyamışlar…”
Sarımsı katori
taşından (kalker)
yapı cephelerini
adeta haykıran
birer insan yüzü
kılan oya gibi
işli sütunçeleri ve bir kez
yakalanan bakışı
bırakmamacasına ayrıntılarına çekip
dolaştıran kabartmalı-oymalı türlü
süslemeleri gözlerimle okşuyorum,
vakur ve saygılı… Karanlığın karnında
ürpertmeyen ama heybeti karşısında
insanı tutsak kılan Bethil Kilisesi’nin silüeti, neden, Süryani halkının tarihteki
durumunu andırıyor bana… Ve tabii,
diğerlerinin de… Şaşalı, tantanalı,
kanlı tarihin içinde vakur, metin, sessiz
ve ama heybetli bir silüet!... Hani başta
dediğimiz gibi, ‘Kötü’ olan tarihin bir
“Çenber-a Ezidan”a hapsettiği bu iç içe
silüetlerdir ki, ne yok, ne var… Derken,
‘çember’in içinden bir sitemli ses, “Ne
ettin bana, ne ölebildim, ne yaşayabildim!” diye ünlüyor, çan ve ezan
sesleriyle aralanan şafakta esrirken
özüm… Ayılıyorum; turuncu efsunun
içindeki ağulu yoksulluğa umarsız
kalmıyorum. Yoksullukla kamçılanmış,
cehaletle perçinlenmiş kem gözü, art
niyeti, niyetsiz daveti, davetsiz ‘nezareti’ görmezlikten gelmiyorum. Bunları
da yazıyorum. Bunları da yazıyorum:
Bir kentin yüzü, insanlarının
yüzüdür. Öyle ki, evlerin, sokakların,
kapıların, pencerelerin alnına bilerekbilmeyerek kendi suretini nakşeder
insan. Kendi yüreğini, sesini... bu yüzden her evin bir şarkısı vardır, derinden
ve ancak yürekle sezilen. Her sokağın,
mahallenin ve kentin bir yürekten
geçip us’ta şavkıyan bir öyküsü vardır...
Midyat’ın şarkısında, kayanın bedenine çalıp çekici allı pullu, şen konaklar
yaratan ellerin sihrini duyduk; ve öyküsünde, telkâri deyip, gümüşün bağrına
basıp ateşi, ince ince tel eyleyen, tel tel
koru evirip çevirip kız saçı gibi ören,
simyaya ermiş ellerin sihrini gördük.
Midyat, bilerek-bilmeyerek çoğulluğun ve zamanın örsünde dövülmüş
bilgeliğin ezgisiyle çınlıyordu şafakta.
Tarihi özümleyip bir rüyaya yatıyorum:
Gün dönerken, yürüyoruz turuncu
sokaklarda… Ansızın bir çan sesiyle
Süryani Kadim; apansız bir ezanla
Müslüman katarları; bal rengi gözleri
ve yanık tenleriyle Med atlıları; içli bir
ezgi gibi ağır aksak Arap kervanları;
gökkuşağı giyinmiş, yüzünde dövmelerle Yezidi obaları; çekik gözleri,
mağrur bakışlarıyla Türkmen boyları;
lime lime tabanlarıyla / bölük bölük
geliyorlar; ve taş ustaları çekici çalıp;
demirci ustaları körüğü üfleyip, kor kor
demiri örse yatırıyorlar; gümüşün ve
kumaşın simyacıları ince-işlek nakışlıyorlar sevinci... Göçü göçe ulayan
umutlarla; bendirleri, kudümleri, zilleri,
türküleri, ağıtları ve kutsal sözleriyle
katar katar geliyorlar; burası “Matiate” deyip, külünk ve çekiç seslerine/
alevden ezgilerine uyanan esmer
tenli, çıplak toprağın yüzüne Midyat’ı
dikiyorlar.
Papaz Gabriel Akyüz
Süryanileri anlatıyor
SÖYLEŞİ
Mardin’in “Eski şehir”
nastırlara taşındı. 969’
“Süryaniler, Süryani müziği ile tanınmış.
olarak tabir edilen
da Patrik VII. Yuhanna
Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışından bu yana,
tarihi merkezinde
zamanında Malatya’
ilk kez Süryaniler müziği kilisede kullanmışlar.
bulunan Mor Behnam
ya yerleşti. 1058’ de
Süryaniler İncil’e çok sadık kaldıkları için
(Kırklar) Kilisesi’nin
özellikle Melkit Rum
yazar-çevirmen papa- halk müziğini haram gördüler, hep kilise makamlarıyla Ortodoksların baskı ve
saldırılarından dolayı
zı Gabriel Akyüz’le
kilise müziğinde zirveye ulaştılar.
Diyarbakır’a alındı.
yaptığımız röportajŞimdiki nesil ‘Biz dilimizle bir şarkı söylerken
da, sadece çok merak
1293 yılına kadar hem
günah mı işliyoruz? Türkçe veya Kürtçe veya Arapça
edilen Süryani külDiyarbakır hem de
şarkı söyleyeceğimize Süryanice şarkı söyleyelim’
türüyle değil, HıristiDeyr-ul Zafaran Madiyerek yeni yeni bir halk müziği oluşturdular.
nastırı merkez olarak
yan-İslam felsefesine
kullanıldı. Suriye’deki
dair farklılıklarla
Suriye’de ve Avrupa’da çok yaygınlaştı.
geçmişi 1932 yılından
da ilgili pek çok şey
Halk müziği müzisyenlerimiz çoğalıyor,
sonra.
öğrendik. Görüştüğüyeni besteler yeni şarkılar üretiyor.
Önen: Süryaniler
müz çoğu Süryani’nin
Edebiyatımız çok zengin, çok eski.
farklı bir kültürü temsil
söyleminde olduğu
Tüm Mezopotamya’da gelişiyor.”
ediyor ama mesela
gibi Akyüz ile görüşHıristiyan olduklarını
memizde de barış ve
biliyoruz. Genel Hıristiumut kavramları öne
yan dünyasından bir farkları var mı?
çıkıyor.
Demet Altuntaş: Patrikhane hakEngin Önen: Süryaniler Mardin’de kında bilgi verir misiniz?
Süryanilerin kendine özgü özelliknüfus olarak çok ama sanırım esas
leri var, hem Hıristiyanlık öncesi hem
Süryani Patrikliği’nin ilk merkezi
merkez Suriye olsa gerek…
Hıristiyanlık sonrası. “Süryani” bir etnik
Antakya’ dır. Mor Petrus (Şemun)
Suriye’ye taşınması yeni oldu. 70gurubu temsil eden sözcüktür. Süryatarafından M.S. 37- 43 yılları arasında
80 yıllık bir geçmişi var. Fakat Süryani
niler tarih boyunca isim değiştirerek
kuruldu. 518 yılına kadar Antakya’da
Kilisesi’nin merkezi Antakya. Kilisemikalan Patriklik merkezi daha sonra bazı bu güne kadar gelmişler. Hıristiyanlızin genel adı Antakya Süryani Kadim
ğın ortaya çıkması ile birlikte yine bir
siyasi görüşlerden ve baskılardan doisim değişikliğine giderek varlıklarını
Ortodoks Kilisesi.
layı geçici olarak birçok yerlere ve maBAHAR 2011
23
sürdürdüler. Süryaniler Yahudilerle,
Araplarla, Filistinlilerle akraba sayılır.
Süryanilerin Hıristiyanlığı kabul etmeden önceki ismi Arami. Bir çok isim
değişti. Ta Sümerlerden başlayarak bir
millet olarak, bağımlı olarak; halk aynı
ama isim değiştirerek devam ediyorlar.
2000 yıldan beri diyebiliriz Süryani ismiyle kendilerini tanıtmakta. Toplumlar Hıristiyanlığa geçiş yaparken her
toplum kendi kilisesine adını vermiştir,
Süryani Kilisesi, Ermeni Kilisesi, Arap
Kilisesi gibi.
Peki Süryanilerin Hıristiyanlığa
geçişinin sonuçları neler oldu? Bu
bölgedeki etkileri, rolleri nasıl oldu?
Hıristiyanlıkta ilk reformları
Süryaniler yapmıştır. İncili tercüme
etmekten tut, müziği kiliseye almaktan, kadın haklarına kadar Süryanilerin
etkisi olan pek çok yenilik oldu. 2.
yüzyıla doğru Süryani medeniyeti
zirvedeydi. Hıristiyanlık öncesi 1500
yıllarında Süryani ataları deniz yoluyla
Yunan adalarına geçip onlara alfabeyi öğrettiler, Yunanlılar alfabe nedir
bilmezken Süryaniler oraya götürüp
öğrettiler. Süryaniler 2. yüzyıldan 12.
yüzyıla kadar 50 üniversite açmışlar
Mezopotamya’da ve bütün Yunan
bilim eserlerini Süryanice’ye tercüme etmişler. Bugün birçok Yunanca
kelimeyi Süryanice’de görmekteyiz.
Ayrıca Süryaniler Yunan eserlerini
Süryanice’den Arapça’ya çevirdiler. Biz
Türkleri de Hıristiyanlaştırdık o tarihte
24
sadece Arapları değil. Büyük bir
sivil faaliyette bulunduk, Hıristiyanlığı Moğolistan’a, Çin’e kadar
götürdük. Orda çıkan eserler bunu
kanıtlıyor. Ayrıca, ilk defa Hıristiyanlıkta siyasetle dini birbirinden
ayırdık.
Önen: Farklı dinlerin, etnik
grupların Atatürk’ün laiklik görüşü
içinde biraz yakınlığı olabilir diye
akıl yürütüyorum. Mesela Alevilerin Atatürk’e düşkünlüğü bu laiklik
görüşüyle açıklanabilir.
Burası resmi kurum değil ama
Atatürk posterleri var. Devletin
bağlantısı anlamında. Ama zorunluluk değil. İncil’in emri gereğidir
devlete riayet. İncil’e göre devlet
“yer yüzünde Allah’ı temsil eden
medeni bir kuruluş”tur. Devlete
karşı gelen Allah’ın hükmüne karşı
gelir. Yani burada bizim Hıristiyanlık felsefemize göre iki kural
vardır, biri dinsel biri bedensel.
Bizim görevimiz ruhsal olarak insanları
yönetmek. Ne öğretiyoruz onlara?
Onları kötülüklerden uzaklaştırmak,
iyi ahlak vermek, birlik ve barış içinde
yaşamak… Devlet de insanların barış,
huzur ve güven içinde yaşamalarını
sağlamak için çalışır. Nasıl ki bir insan
suç işlerse devlet onu tutuklar, mahkemeye gönderir, ceza evine atar, cezası
bittikten sonra serbest bırakır.
Bizde de aynı şekilde…
İslamiyet’te olmadığı için
bize tuhaf geliyor. Ama bizde
vardır. Bir günah işlediği
zaman, suç işlediği zaman biz
onu cezalandırıyoruz. Aforoz
ediyoruz. Aforoz bir idamdır.
Her ne kadar o insan bedensel olarak yaşıyorsa da ruhen
ölmüş sayılır.
Önen: Peki bu iki şeyi,
devlet ile dini, bir arada
yaşatmak nasıl mümkün?
İki kurumun birlikte
çalışması gerekir. Birbirimize
yardımcı olduktan sonra zaten halk arasında bir problem
çıkmış olması mümkün olamaz. Ben senin mevkiine göz
dikersem o zaman ne olur?
Sana karşı olmamam gerekir,
senin de aynı şekilde beni koruman gerekir. Ben bir ruhani
olarak kalkıp kiliseyi, dini,
İncil’i siyasete alet edersem,
çıkarlarım doğrultusunda kullanırsam
o zaman büyük bir felaket olur.
Önen: Süryanilik bir din, bir inanç
sistemi, bir cemaati var ama aynı
zamanda bir ulus, bir kültür dini ve
dili olan bir kültür…
Her şeyi vardır. Süryaniler gibi her
şeye sahip olan toplum yoktur. Şimdi
Türkler diyelim şimdiye kadar alfabeleri yok. Dünyada ne kadar Türk halkı var
150 milyon belki daha fazla ama alfabeleri yok. Kürtlerin yok. Biz Süryaniler
küçük bir grup kalmamıza rağmen
dünyanın ilk alfabesini kullanıyoruz.
Ender Özbay: Peki Süryaniler niçin küçülüyor? 1960 yıllarında bölgeden büyük bir göç başladı. Ekonomik
nedenler mi, farklı sıkıntılar mı vardı?
Kaybetmelerinin sebebi siyasete
müdahale etmemeleri, inanç gereği
dinlerine sadık kalmaları. Kilise insanlara siyaseti yasaklamıyor. Bunu yanlış
lanse etmeyelim. “Politikaya girmek
günahtır, yasaktır” demiyor. Politika
kutsal bir görevdir. Allah’ı yeryüzünde
temsil etmektir.
Özbay: Vaktiyle Süryaniler karşılaştıkları problemlere politikayla çözüm aramaktansa buralardan gitmeyi
mi tercih ettiler?
Evet.
Önen: Kültürlerin yaşamasının
çeşitli koşulları var; yeniden üretmek,
çağa uyarlamak gibi. Sizin diliniz nasıl
devam ediyor? Tehtid altında mı?
O konuda dünyanın en bağnaz
grubu Süryanilerdir. Evlilik kutsal bir
sırdır bu şekilde kabul etmekteyiz.
Kilisenin 7 sırrı vardır ve evlilik de o
sırlar arasında yer almaktadır. Kutsal bir sırdır, boşanma yoktur. Zina
dışında boşanmak yasak, iki eş almak
yasak. Bu iki ilkeyi ihlal edenleri aforoz
ediyoruz. Süryani olmayanlarla evlilik
konusunda diyoruz ki kimse kimseyi
asimile etmesin. Şimdi biz ailece Süryanice konuştuğumuz için babadan
oğula geçiyor. Bir de kilisede öğretmekteyiz. Bütün dualarımız Süryanice
olduğu için biz bu dili mutlaka ve
mutlaka öğretmeliyiz çocuklarımıza,
yoksa dualar olmaz. Bir kısmımız, yurt
dışına gidenler unutmuş ama biz hala
Süryanice konuşmaktayız.
Altuntaş: Bir Müslüman Süryani
olabilir mi?
Süryani olmaz Hıristiyan olabilir.
Bir Müslüman Hıristiyan olabilir, bir
Hıristiyan Müslüman olabilir ama
Süryani Türk olamaz, bir Türk Arap
olamaz, Arap Kürt olamaz.
Önen: Millet ve din özleşleştirmesi
var sanırım? Diğerlerinde yok, mesela
Türkler için bunu söyleyemeyiz. Farklı
etnik şeyleri var…
Şimdi Süryaniler Hıristiyanlığa
tümüyle geçiş yaptıkları için artık
Süryaniler özleşleştirilmiş. İslamiyet
ortaya çıktığında Süryanilerin hepsi
Hıristiyandı.
Önen: Yaşayan Diller Enstitüsü kuruldu, Süryani diliyle ilgili bir bölüm
açılıyor, sizinle bir bağlantısı var mı?
İlk kez Türkiye’de böyle bir şey
oluyor. Kürt Dili Bölümü faaliyete geçti
Süryanice daha geçmedi, hocaları
bekliyoruz önümüzdeki aylarda gelecek kürsüyü kurmak için.
Önen: Bunun dil ve kültürlerin
yaşaması için olumlu bir gelişme
olduğunu hepimiz kabul ediyoruz.
Devletin bu konuda yapması gereken başka şeyler var mı sizce?
Ne kadar yaparsa azdır bizim için.
Altuntaş: Kaç Süryani var
Mardin’de ve Türkiye’de?
Şimdi bölgede 4000 Süryani çıkar.
5-6 manastırımız var. Kilise farklı
manastır farklı. Kilise daha çok var.
İstanbul’da 10 bin civarında Süryani
vardır, Antakya’da da asimile olan Süryanilerimiz vardır.
Ne olduklarını şu an bilmiyorlar.
Asimilasyonu bu yüzden tehlikeli
görüyoruz.
Önen: Bugüne gelirsek, nasıl
yan yana yaşayacağız, kültürü kapalı
yaşama şansımız yok herhalde bu
çağda…
Birbirimize saygı göstererek, birbirimizi ezmeyerek, kabul ederek. Eğer
ben Allah’ı seviyorsam seni sevmem
gerekir, insanları sevmem gerekir.
“Allah hep iyilik emreder, kötülük
şeytandandır” diyoruz. Bizim felsefemiz bu, İslam Felsefesi bazı konularda
değişiyor, kötülük ve iyilik Allah’tandır
diyorlar. Biz onu kabul etmiyoruz
“İyilik Allahtan kötülük
şeytandandır” diyoruz.
Allah bize akıl verdi
özgürlük ve irade verdi,
iyiyi ve kötüyü birbirinden ayıran bir mantık
verdi. Kendi irademizle
iyilik veya kötülük yapıyoruz. İnsanlar onun
için özgürdür. Eğer o
özgürlük söz konusu
olmasa o zaman Allah
niçin bizi sorgulasın
yaptığımız kötülüklerden?
BütünSüryaniKiliselerinde,manastırlarında
Atatürk portresi bulunuyor.
Mor Behnam (Kırklar) Kilisesi
5. yüzyılda yapılmış olan Kilise Şehir Merkezi’nde
Şar Mahallesi’ndedir. Kilisede üç giriş kapılı ince taş
işçiliği ile işlenmiş mihrapları, dört yüz yıllık ahşap mihrap
kapıları, 1500 yıllık kök boya ile baskı perdeleri, geniş avlusu
içinde çan kulesi evi ve adeta dantel gibi işlenmiş
taş oymacılığı örneklerinin yer aldığı divan mevcuttur.
1170 yılında kırk şehitlere ait kemikler bu kiliseye getirilmiştir.
Bugün Mardin Metropolitlik Kilisesi’dir.
BAHAR 2011
25
SÖYLEŞİ
Müslümanlarla yanyana ibadet etmek isteyen bir başdiyakon:
“Sevelim, ama yalandan
değil içten sevelim”
H
akkında çok az şey bildiğimiz kültürleri anlamak ve
olabildiği kadar anlatmak için çıktığımız bu yolculukta karşımıza çıkan en güçlü duygu belki de İsa
Gülten’in öfkesi, kırgınlığı ve bunlara rağmen umudu yaşatma konusundaki direnciydi. Dosyanın, Ender Özbay’ın
kaleme aldığı giriş yazısında, hakkında ayrıntılı bilgiyi
bulabileceğiniz Mor Gabriel Manastırı’nda (Deyr-ul Umur)
bilgi aldığımız Başdiyakon Gülten’in anlattıkları, bu safran
rengi şehrin gizemini bir parça daha aydınlattı. Kendi dilinde eğitim görebilmek için Suriye’ye gitmek zorunda kalmış
olan, bu eğitimini maddi olarak kendi ifadesiyle “Bir Amerikalı misyonere minnet ederek” sağlayabilen Gülten’in lafta
değil “gerçek” hoşgörü beklentisini, “sevin ve korkmayın”
çağrısını, kendi vurgularını değiştirmeden ama biraz kısaltarak Egeden okuyucularının ilgisine sunuyoruz.
26
Süryanilerin dillerini yaşatmalarıyla
ilgili ciddi bir çaba içinde olduğunu
biliyoruz. Sizin de Süryanice’yle ilgili
bir ödülünüz var. Bu konu hakkında
bilgi alabilir miyiz sizden?
Türkiye çapında o konu çok zayıf.
İlgilenen yok maalesef. Süryanice,
Turabdin dediğimiz bu bölgede, yukarı
Mezopotamya’da en eski dillerinden
biridir. Bu dil artık yok olmaya mahkum
hem nüfus baz alındığında hem de ilgi
yok. Hükümetlerden ilgi olmadı şimdiye kadar. İhmal edildi. Şimdi Mardin’de
bir bölüm açılacak (Egeden: Artuklu
Üniversitesi bünyesindeki Yaşayan
Diller Enstitüsü’nden bahsediyor). “Size
Süryanice bölüm açıyoruz” diye büyütüyorlar bu işi. Dünyanın önde gelen
üniversitelerinde yıllardan beri böyle
bölümler var. Eski diller, ölmüş diller
diyorlar. Dili yaşatmak için bir şeyler
yapıyorlar. Dünyayı bilen, tanıyan
Cambridge, Oxford gibi üniversitelerde tüm bölümler zaten mevcuttur,
Eski Yunanca olsun Eski Latince olsun.
Yetersiz bulsanız da sizi memnun
etmiyor mu bu gelişme?
Bana bir papaz mı yetiştirecek?
Oxford Üniversitesi’nden ünlü Sürolog
Prof. Dr. Sebastian Brock da bu dili konuşamaz, sadece yazabilir ve en alası
budur. Ondan başka dünyada yok, tek
bir kişi…
Dilin yaşaması sadece üniversiteyle
olmaz değil mi? İlkokul eğitimi ve
aile de önemli…
İlkokuldan başlar. Gerçekçi olsak
böyle olmazdı. Eski bir dil seni korkutuyorsa… Hz. İsa’nın dili ölüyor soran
yok. Kime zararı var Süryanice’nin?
Oğlumu Oxford’a, Cambridge’e
göndermem lazım dilini öğrenmesi
için. Ben Lübnan’da okudum ilahiyatı,
çünkü okul yok maalesef ülkemizde.
Bir sürü insana muhtaç oldum. Babam
beni okutamazdı. Amerikalı bir misyonere muhtaç oldum. Kimin minneti?
Bir Amerikalı’nın. Eh, devletim beni
yabancı görüyor… Türk’ün kültürü o
kültürlerin üstündedir. Ayasofya kimin
Mor Gabriel kimin kültürüdür? Taştan
korkmayın olduğu gibi kalsın. Gelsin
orda ibadetini etsin. Beraberce ibadetimizi etmezsek hoşgörü diye bir şey
yok. Kardeşçe beraber yan yana dua
ettiğimiz zaman Allah bizi işitir.
Yan yana yaşama sorunu politik bir
sorun aslında. Farklı inançlardan
insanlar olarak yan yana yaşayabilme modeli ne sizce?
Mesela Suriye’de dinler daha rahattır. Yılda bir iki kere gidiyoruz. Tahsilimi
orada gördüğüm için de biliyorum. Bir
cenazede bakıyorsun tüm Müslüman
din adamları, Hıristiyan din adamlarıyla yan yana Fatiha okuyabiliyor.
Türkiye’de maazallah düşünün... On yıl
önce bir şeyhimiz vefat etmişti, Kaya-
pınar Köyü’nde. O adamı, hayatımda
bir defa gördüm, dedi ki “Babamın
ruhuna mezarında kendi dilinizde dua
okumanız lazım”. Mest olduk Metropolitle birlikte.
Mıhallemiler kimdir?
Kök olarak Süryanidir. Kendileri
diyorlar “Biz Hz Muhammed’in takipçisiyiz”; oysa bakıyorsun siması, ismi
Süryani. Birkaç baba gitsen hepsi Süryani ismidir. Tabi insan, biliyorsunuz,
okumayınca unutuyor.
Ne zorluyor sizi?
Biz buradayız, burayı seviyoruz. Bu
ülkenin çocuklarıyız. Yasalara saygımız
var. Tüm dinlere inançlara çok saygımız var. Ama bir düşün, dinin yok,
siyasi partilerde, parlamentoda hiçbir
temsilcin yok. İsveç’te 30 yıllık Süryanilerin mazisi var, son seçimlerde 5 kişi
parlamentoda var. Çabalar gerçekçi
olmalı. Askere gidiyoruz, “gayrimüslimler tehlikeli”. Siyasalarla değil genelgelerle idare ediliyor bu ülke. Üç oğlum
askere gitti, şeker gibi geçti onlarınki.
Ben çok acı çektim sürgünden sürgüne
askerde. Başımın ucunda nöbetçi bekliyordu. Yani o kadar tehlikeli imişim.
Ona rağmen bizim de katkımız olsun.
Çünkü hepimiz çekiyoruz. Türkiye’de
hiç kimse rahat değil. Türban için
yapılanlar da gülünç. Ne giyerse giysin
yav… İsteyerek başını örterse örtsün.
Fakat bir ayrım gruplaşma olmasın. İşte
onun için biz çektik ve hala çekiyoruz.
Manastır’dan son 2 yılda kadastro
geçti. 1612 yıldır Manastır bu tarlaları biçip ekiyor, değil mi ki yasalarda
diyor, “20 yıl bir yeri kullandın mı orası
senindir”+. Dava daha devam ediyor.
Tüm vatandaşlardan adalet bekliyoruz.
Hoşgörü ne demek? Lafa kalmasın.
BAHAR 2011
27
Yandaki:MezarlıkBölümü’ndedinadamlarının
otururvaziyettevedoğuyönünebakacakşekilde
gömüldüğü topraksız mezarlar bulunuyor.
Fotoğraftagörülenyanyana2bölümdenoluşan
Azizler Evi’nde ise 12 bin azizin
toplu gömüldüğü 15 mezar var.
Rehberimiz Kuryakos Acar, Azizler Evi’nde
yerde bulunan 2 mezardan birinin,
manastıra ismini veren Mor Gabriel’e
ait olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Mor Gabriel, tevazu sebebiyle,
mezarının ayaklar altında olmasını istemiş.”
Alttaki:Manastırdabulunanelyazmasıİnciller,
burayı daha özel kılıyor.
Birbirimizi sevelim sayalım ve her
vatandaş eşit muamele görsün.
Cumhuriyet dönemi boyunca
homojen bir toplum yaratılmaya
çalışmasının sonucu bu. Sosyal hayatta diğer gruplarla ilişkilerinizde
dışlanma hissettiniz mi?
Midyat biliyorsunuz Süryaniler’e
alışkındır. Biz azınlık değilken ben
sadece 30 aile Müslüman gördüm
Midyat’ta. 30 yıl önce şimdinin tersiydi.
Çoğumuzun bağları var, birisinin ninesi
Süryani’ymiş. Fakat sosyal hayatta
diğer kesimden sivil ilişkiler Midyat’ta
sıfır. Çünkü onlar da baskı altında.
Dün Kürt bir vatandaş ile sohbet ettik. “Çok rahatız. Ben bir gayrimüslimle iş ortaklığı kurabilirim” dedi.
Fakat Süryani’yi yutmak da çok
rahat, onun için çok nadir görürsün. Bir
iki kişi görüyorum onlar da korkuyorlar.
Çünkü bu tür olaylar olmuş. Yani ortaklık kurmak az değil. İşte bunu Müslüman kesimden bekliyoruz. Değişme
bekliyoruz. Artık zamanı geldi. Bu
artık ben Müslüman’ım her şey bana
mubahtır demesin. “Bu Süryani’dir,
zayıftır, arkası yoktur” demesin. Misal
olarak bir Hıristiyan’ın borcu varsa tüm
Hıristiyanlar sorumludur o adamdan.
Böyle olur mu? Hemen tüm Süryanilere yapıştırıyorlar.
Süryaniler de kapalı bir yaşam mı
sürdürüyorlar sosyalleşme açısından. Mesela evlilik, kız alıp verme
açısından Süryani olmayanlarla
ilişkileriniz nasıl?
Onlar küçük yaşta kızlarımızı kaçırıyorlar, bir şey olmuyor. Eğer bir Süryani
bir Müslüman’ı kaçırırsa olmaz. Yaşatmazlar. Ya da dünyanın sonuna kadar
28
kaçacak... Kaçsa da aile sorumludur,
aile kalmaz. İlişkiler daha güzel
daha rahat olsun. Bunu istiyoruz
her kesimden, hele üniversitelerden.
Umutlu musunuz?
Her zaman umutluyuz. Umudu
kaybeden bir insan ölsün dünyada.
Umut demek yüce Allah’ın gücüne
inanmak demektir. Umudumuzu,
inancımızı kaybetmememiz lazım.
Ve bu ülke hepimize yeter. Amerika
birkaç yıllık bir ülkedir. Koskoca
Osmanlı İmparatorluğu var. Birbirimize sahip çıkalım, birbirimizi sevelim, içten sevelim. Böyle aldatmaca
değil. Reisicumhurumuz başbakanımız
sadece Müslümanlar’ın başbakanı olmasın, reisicumhuru olmasın. Bana da
desin paskalya bayramını kutluyorum.
Ben de onun vatandaşıyım benimle
ilgilensin bana da baksın, havraya da
baksın, camiye de baksın. Zorluklar var
işte. Bir manastırımızı, 1600 yıllık bir
yerimizi tamir etmeye kalksak izin yok.
Zorluk… Bir de yük olmuyoruz. Yurt
dışına kaçan insanlarımızın yardımıyla
onu onarıyoruz. Sadece istiyorsa bir
teknik eleman versin razıyız. Oraya
buraya izin için gideceksin, sonunda
izin de yok... Bunlar kalksın artık. O
eseri ayakta tutmak için Türkiye’de
ayak tutmak için… Türkiyemiz için
tüm vatandaşlarımız için… Allah’ın her
hafta sonu binlerce insan bu manastırı görmeye geliyor. Ekmek kapısı bu
Midyat’ta da..
(Röportaj bitiyor, ses kayıt cihazı
açık, bizi yolcu ederken İsa Bey son
bir şey söylüyor)
Sevin ve korkmayın.
BAHAR 2011
29
Yezidi köyü muhtarı Ebuzeyd Atalam:
“Hiçbir Yezidi ‘bizden değildir’
diyerek insan öldürmemiştir”
Y
ezidilere ulaşmanın, söyleşi yapıp bilgi almak için
Yezidi olan birilerini bulmanın kolay olmayacağını
bildiğimiz halde, araştırma ve soruşturmalarımızdaki
ısrarı sürdürüyoruz. Mardin Artuklu Üniversitesi’nden aldığımız bazı bilgilerin ve isimlerin peşine düşüyoruz. Midyat’ta
ulaştığımız Yılmaz Bey’in yönlendirmesiyle ilçenin güneydoğusunda bulunan bir köyü aramaya koyuluyoruz. Midyat-Mardin karayolu üzerinde 1-2 km yol alıp Güven Köyü
tabelasına uyarak esmer ve kıraç araziler içinde, sabırla ilerlediğimiz 3-4 km’lik bir “traktör yolu”nun sonunda toprak
damlı, balçık sıvalı, kutu gibi evleri görüp köye vardığımızı
anlıyoruz. Yaklaştıkça, pencere ve kapıları olmayan, yellerin
meskeni olmuş dilsiz evler, gelişimize büsbütün umarsız halde çıkıyor karşımıza. Köyün girişinde biri kadın, biri erkek iki
yaşlı insan el sallayarak selamlıyor bizi. Bir umutla daha çok
insan göreceğimizi zannediyoruz. Bir iki defa cep telefonuyla
Ender ÖZBAY
Gamze KARADEMİR
30
konuştuğumuz köy muhtarı Ebuzeyd Atalam’ı bulmak pek
de zor olmuyor, çünkü içinde insan yaşadığı besbelli olan ev
adeta ‘gel gel’ ediyor bize... Daha ilk andan, sanki on yıllık
tanıdığımızmış gibi bir sevecenlik ve canlılık gösteren Ebuzeyd Amca, iki yakasında kutu gibi taş evler dizili olan vadiye
nazır evinin geniş salonunda ağırlıyor bizi. Eşiyle birlikte
yalnız yaşadıklarını, eşinin, biraz rahatsız olduğu için bize
katılamayacağını belirtiyor. Yolumuzu heyecanla gözlemiş
olduğu besbelli; masada misafirini hazır bekleyen çaylar,
neskafeler, kolalar, bardaklar, bisküviler bunun işareti.
Nazım Hikmet’in deyişiyle, yelinin ıslığında “topraksız
insanın ve insansız toprağın feryadı...” işitilen, yüreği ağuya
kesmiş bu coğrafyada, bir zamanlar yörenin en kalabalık
Yezidi köyü olduğu söylenen, eski ve asıl adıyla Bağcın (ya
da Bacın) Köyü’ndeyiz. Daha çok anlamak, aslını astarını
bilmek isteğiyle soru boca ediyoruz Atalam’ın üstüne...
Engin Önen: Siz buranın muhtarısınız ama, gördüğümüz kadarıyla köyde
yaşayan pek az… Nüfusunuz ne kadar?
Ebuzeyd Atalam: 5-6 ev var…
Aralıklarla gelip gidiyorlar… Midyat’ta
olan var; başka yerde de… Şu tepenin
arkasında da bir ev var… Benim yaşımda insanlar var… Burada sürekli yaşayan
5-6 tane ev var…
Önen: Mesela otuz-kırk yıl önce, 70’li
yıllarda, burada nüfus durumu nasıldı?
Atalam: Burada yaşayan 250 hane
vardı… Midyat’ta 50-60 hane vardı…
Belki 10 bin küçükbaş hayvan vardı… O
karşıdaki tepe var ya, orası hep zeytinlikti… Hatta oranın fotoğrafı vardı; ona
istinaden ben dava açtım hatta, ağaçlar
için… Zararımız vardır, tazminat istiyoruz, diye… Şimdi Avrupa’da 1000 kadar
hane var… 1985 ile ‘90’lar
arasında gittiler… Ben de
1993’te gittim, Almanya’ya;
köy tamamen boşaldı.
Yokluğumuzda elektrik
direklerini bile kesip götürmüşler, kim götürdüyse…
2001’e kadar kimse yoktu
burada…
Ender Özbay: Köyün
boşalması, o askeri operasyon, çatışma süreçleriyle
alakalı herhalde, değil mi?
Çok zor günler geçirdiniz sanırım.
Atalam: Ooo, çook zor günler geçirdik çok! Tabiî ki çatışmalardan. Benden
sonra, burada [kalan] bir kişi vardı, onu
götürmüşler, öldürüp atmışlar…
Özbay: Buralarda, Midyat-Mardin
çevresinde kaç tane Yezidi köyü var?
Atalam: Burada, Midyat’a bağlı, 4
köy, iki de mezra var. Ama boşalmış köyler de çok… Midyatlı Yezidiler’in sayısı
3000 falan vardır; Avrupa’dakilerle… Şu
anda Midyat’takiler, ihtiyar 5-6 kişi…
Önen: Listede kaç kişi gözüküyor
köyde? Mesela seçimde sandık oluyor
mu burada?
Atalam: Programa alınmıştı ama
şimdi çıkarmışlar; güya para az gelmiş;
en az nüfuslu köy bizimkisi olduğu
için… Listede 5-6 ev gözüküyor. Seçimde sandık konuyor yani… Esas seçmenimiz, 24 falandı; gidenler oldu; seçim
günü 8 kişi kalmıştık burada…
Önen: Gidenler nereye gidiyor daha
çok?
Atalam: Almanya’ya…
Önen: Yazın da geliyorlar o halde...
Atalam: Tabii! Yazın burası kalabalıktır; yüz kişi kadar gelir… Bizim evde bile
bir 20-25 kişi bulunur o vakit…
Özbay: Köyde yeni inşaatlar ilişti
gözümüze, kim yapıyor bunları? Demek
ki bir yatırım var köye; demek bir geri
dönüş isteği var…
Atalam: Var tabii. Avrupa’dakiler
yapıyor binaları. İzne gelenler, dönmek
isteyenler… Ama, Avrupa’ya alışmışlar;
“önce her şey tamamlansın, altyapı
olsun, elektrik olsun da sonra gelelim”
istiyorlar. Kaymakamlık ise, “Hani nüfusunuz, hele bir gelsinler, görelim, sonra
yapalım.” diyor…
Önen: Peki şimdi siz burada yalnız
mı yaşıyorsunuz? Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Atalam: Eşimle birlikte, evet… Bizim
çocuklar Almanya’da. Yazın, torunlarla
birlikte epey kalabalık geliyorlar… 20
gün falan kalıyorlar. Geçimim… Çocuklar para gönderiyor. Yoksa ne yapabilirim ki, tek başıma burada…
Önen: Burada eskiden ne yapılıyordu, gençliğinizde; tarım, hayvancılık?..
Atalam: Bağlar vardı. Tabii hayvancılık da. Evlerde bulundurulmak üzere
şarap yapılırdı.
Önen: Sizin inancınızda içki, Müslümanlık’taki gibi haram mı?
Atalam: Haramdır. Ama son zaman
larda yeme-içme konuları biraz daha
serbestleşti. Mesela eskiden bir Yezidi’ye
Yezidilerin Din, Kültür ve Gelenekleri
Ön Not: Yezidiler, yüzyıllar boyunca kendini kapalı tutmuş, inanç vecibelerini gizlemiş; tarih içinde, başkaları tarafından kaynağı ve niteliği pek anlaşılmayan ‘farklılık’ları
nedeniyle dışlanmış, ‘ayrıksılığa’ tahammülsüz iktidarlarca baskı ve kıyım görmüş bir
topluluktur. Gizliliklerine ve söz konusu tarihsel nedenlere bağlı olarak, haklarındaki
bilgiler, zaman ve coğrafyaya bağlı farklılıklar gösterebildiği gibi, yanlış derlenmiş ya da
abartılmış da olabilir. Konuya ilgi duyan okuyucu ve araştırıcılar, bilgileri kıyaslı değerlendirmeli ve yine de genelgeçerliğinden kesin bir eminlik içinde olmamalıdır.
İslam Ansiklopedisi’nin verdiği bilgiye göre “Yezidilik, eski İran, Hint ve Asur inançlarının karışımından sentezlenmiş bir dindir. İnancın kökeni yeterince açık değildir. Paganizm
(ay ve güneş tapıncı), Sabiilik (ruh göçü ve benzeri inanışlar), Şamanizm (rüya tabiri, dans
ve defin ritüeli), Yahudilik (haram yiyecekler), Hıristiyanlık (vaftiz, nikâh, ekmek ve şarap
ayini, nikâhta kilise dahil kutsal yerleri ziyaret, şarap içmek), Manilik (irfan), Zerdüştilik
(iyi-kötü mücadelesi), İslam (sünnet, oruç, hac, kurban), Sufi Rafızilik (sır saklama ve sufi
şeyhleri) gibi dinleri barındırır.”
Esasta antik kökenlere uzanan Yezidilik sistematik olarak Şeyh Adiy bin Musafir ile
başlar. Lübnan’ın ünlü Bekaa Vadisi’nde bir köyde 1075 yılında doğan Şeyh Adiy, Emevi
hanedanı soyundan olup Bağdat’ta meşhur İslam âlimi İmam Gazali’den sufilik dersleri
almış; Hacc’a gitmiş, İkitad-ü Ehli Sünnet ve’l Cemaat isimli kitabında tasavvuf konularını işlemiştir. Ömür boyu Sufilik hırkasını çıkarmayan Şeyh Adiy, Hakkâri’nin Kuzey Irak
tarafındaki Sincar bölgesine yerleşmiş, halen tüm Yezidilerin kutsal hac yeri sayılan ve
türbesinin de bulunduğu Laleş Vadisi’nde 1162 yılında vefat etmiştir. Kendisine Tanrıinsan, peygamber ve evliya gözüyle bakılır.
Yezidi adının kaynağı net değildir; ancak bunun sanıldığı gibi Muaviye oğlu Yezid’le
ilgili olmadığı kesindir. İnanç mensupları kendilerini“ezdi/izdi/ezi/izi”diye adlandırır;
Kürtçe’de Tanrı anlamına gelen ‘yezd/yezdan’ kökenine bağlar.
Yezidiler, Tanrı-melek mertebesine koydukları ‘şeytan’ın adını anmadan, onun için
‘ismi güzel melek’ derler. ‘Şeytan’ sözcüğü içinde geçen “t” ve “ş” harflerinin telaffuzu da
yasaktır.
Yezidiler ‘ateşperest’ ve ‘şeytanperest’ değildir, sadece Kötülük Tanrısı olarak gördükleri Şeytan’dan (Azazil; Tavus Melek) korkar, ona saygı duyarlar. Yezidilere göre Azazil
başlangıçta Tanrı’yla birlikte oluşan ilk varlıktı. Kibre kapılınca yedi bin yıl cehennemde
kaldı, yedi küp dolusu gözyaşı dökünce Tanrı ona acıyıp bağışladı, kendisinden Melek
Tavus isimli Melek-Tanrı’yı yarattı. İnanışa göre küplerdeki gözyaşları, cehennem ateşini
söndürmek üzere muhafaza edilmektedir.
Semavi bir üslupta yazılmış, ilahın Yezidilere hitab ettiği vahiy dili egemen, yaradılış,ruhgöçüvb.konularıiçerenKitab’ül-CilveveYezidicemaatinintarihine,gelenek-görenek ve yaşam, dini merasim ve kurallara dair dünyevi nitelikli içeriği olan Mıshef-ı Reş
adlarını taşıyan iki kutsal kitapları bulunmaktadır. Büyük bir gizlilikle korunan ve yabancılar bir tarafa, sıradan Yezidilere dahi verilmesi yasak olan bu kitaplardan Kitab’ül-Cilve
109 satır, Kürtçe dilindeki Mıshef-ı Reş ise 152 satırdır.
Katı bir kast sistemine sahip olan Yezidilerin üst mertebedeki din adamına “Şeyh”
denir. Ruhaniler, Şeyh ve Pir diye iki ana kategoriye ayrılır. Şeyhler, cemaatin din ve
dünya işlerini düzenler. Aralarında Baba Şeyh mertebesindeki en yaşlı, en ulu kişiyi seçerler. Seçim ‘Mir’ denilen, hiyerarşinin tepesindeki dünyevi lider tarafından onaylanır.
Baba Şeyh’in evlenmesi kesinlikle yasaktır. Üç yüz aristokrat aileden gelen şeyhler kendi
aralarında evlenir. Şeyh yardımcıları konumundaki “Pir”lerin en büyüğü Baba Çavuş’tur.
Laleş’teki kutsal tapınağın korunmasından sorumludur ve evlenmesi yasaktır. Pirler,
Laleş’e hac ziyaretine gelenlerin ihtiyaçlarını karşılamak, nikâh kıyma, ölü definlerine
yardım etmenin dışında dünya işleriyle pek uğraşmazlar; tefekkür ve duaya dalarlar.
‘Kavval’ lakabıyla üçüncü mertebede yer alanlar iki ana aileden gelir; hac zamanı flüt,
def çalar, ilahi okurlar. Bir de ‘rısım’ adı verilen Yezidi zekâtı ile ‘şerbik’ diye bilinen sadaka
toplama zamanı, kutsal MelekTavus ikonasını (pirinçten yapılma heykel,kaide) alıp,
köy köy dolaşırlar.
31
Dördüncü sırada ‘fakir’ler bulunur; kırmızı şerit geçirilmiş siyah cübbe giyerler, kırmızı
beyaz kuşak takar, siyah sarık sararlar. Fakirler fakirlerle evlenir. Dervişler gibi terk-i diyar
eyleyip Şeyh Adiy türbegâhını mekân tutan‘koçek’ler, Şaman’ların işlevini görür; Tanrısal
Melek Tavus ile telepati yoluyla iletişim kurar, rüya uykusuna yatıp rüya tabiri yaparlar.
Yezidiler arasında her kademedeki din adamı, kendine denk sınıftan evlenir. Daha aşağıdakilerle evlenmeleri yasaktır. Fakirat denen genç kız ve dullardan oluşan takım ise rahibe
konumunda olup tapınak hizmetlerinde çalışır.
Yezidiler, güneş doğarken ve batarken ona yönelirler; sabah güneşi üç adam boyu yükselmeden ve akşam güneşi batmaya üç adam boyu kalana kadar mutlaka dua edilmelidir.
Üç defa rükûa varırlar. Dua, sol el sağ elin içine gelecek şekilde ve göbek hizasında
yapılır. Bu ibadet gizlidir. Bir Yezidi ibadet ederken, başka dinden biri görürse, rükûa varmaz ve sadece avucunun içini güneş ışığına tuttuktan sonra elini ağzına götürüp öper.
Yezidilerin bu yüzden güneşe taptıkları düşünülmüşse de onlar “güneş ve aydınlığın efendisiyüceTanrıMelekTavus”aduaederveŞeyhAdiy’izikrederler.HerYezidi,“Tanrım,önce
yetmiş iki millete, sonra da bana iyilik ver. Tanrımız yıkıcı değil yapıcıdır. O halde yeryüzüne mutluluk için geldik. ...Güneş üstünde yükseldi ey sefil kişi. Kalk da ibadetini yap. Tanrı
birdir!.. ” diyerek başladığı duayı gönlünce sürdürür. Yezidiler, yılda bir kez Laleş’e giderek
hac ibadetini yerine getirir.
Belli dönemlerde oruç tutar ve ardından bayram ederler. Yezidiler’in birçok bayramı
vardır. ‘Sere sela’ denilen yılbaşı, nisan ayının ilk çarşambasına denk düşer ki, bir çeşit
Nevruz ve bahar bayramıdır. ‘Yek Gulan’ yani 1 Mayıs bayramı, belki de en eski çalışmaemek bayramı olarak kutlanır. Zira, kırsal alanda çoban, ırgat, nöker gibi çalışanlarla sözlü
anlaşma yapıldıktan sonra gerçekleştirilen şölendir. ‘İyd-i Blenda’daha çok ulular adına
yapılır. ‘İyd-i Cemaa’, en kalabalık bayramdır. Herkes katılır. Yapılan özel ekmeklerin bir
kısmı fakirlere, bir kısmı da damızlık boğalara yedirilir. Uykuya dalan kitleler, gecenin bir
yarısında toplu bağırış ve haykırışlarla uyanıp helak oluncaya kadar ayinsel dans yapar,
ilahiler, türküler söylerler.
Yezidiler’in çok değişik gelenek ve görenekleri vardır. Ateş, salt nur yani ışık saçan
bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Aslında Yezidiler, inançları gereği
hiçbir şeye tükürmezler. Ezaya, cefaya katlanmak pahasına hiçbir şeye zarar vermemeyi
yeğ tutarlar. Ölü definleri de ilginçtir: Cenaze sırasında davul zurna veya çalgı çalınır. Erkek
ölünün başının altına bir taş, kadının ise ayak ve kafa kısmına olmak üzere iki taş konulup
yüzlerigüneşeçevrilir.Ölüye,Kürtçe‘Qewle Ser Merg’adıverilen50dörtlüktenoluşanbir
ağıt yakılır. Yedi günden fazla yas tutulmaz; ölünün yedisi, ayı ve yıldönümü yâd edilir.
Yezidiler ruh göçüne inanırlar. Buna‘gras guhıri’(gömlek değiştirme) derler. İyi insanların
ruhları çocuklara ve ulu kişilere, kötü insanlarınki de eşek, katır, köpek gibi aşağı varlıklara
geçermiş.
Yezidiler’de en ilginç olgulardan biri “çember” konusudur. Yezidi inancında, Etrafına
çember çizilmiş bir Yezidi, çember çizen tarafından silininceye kadar içinden çıkamaz. Bu
o kadar büyük bir günah, o kadar ihlal edilemez bir uygulamadır ki, o kişi taşlanacak ya
da öldürülecek de olsa çemberin içinde kalakalır. “Çenber-a-Ezidan”da denilen Yezidi
Çemberi’nin inançsal kökenleri hakkında tutarlı ve doyurucu bilgiler bulunmamaktadır.
Genelgeçer tutarlılıkta olmasa da,Yezidilerin benimsedikleri Xass (Khass) adlı bir kadın peygamber (ermiş) de ilginç olan bir başka şeydir.
İran, Irak, Ermenistan ve Gürcistan’a dağılmış yaklaşık 200 bin kişilik Yezidi topluluğu Türkiye’de Beşiri, Kurtalan, Bismil, Midyat, İdil, Cizre, Nusaybin, Viranşehir, Suruç ve
Bozova’nın 80 küsur köyünde barınıyordu. Türkiye Yezidileri, 1980 başlarında 60 bin kadar nüfusa sahipti. Bugünkü sayıları ancak üç dört bin kadardır. Osmanlı devrinde 14 ile
19. yüzyıllar arasında toplam 26 fermana (kıyım emri) maruz kalmış olan bu topluluk,
1980’lere gelindiğinde de güvenlik sorunu ve politik-ekonomik nedenlere bağlı olarak,
batıya, çoğunlukla Avrupa’ya göçmüştür. Çoğunluğu Almanya ve İsveç’te olmak üzere,
Türkiyeli Yezidiler’in Avrupa’daki nüfusu 80 bini bulmaktadır.
KAYNAKÇA
BULUT, Faik, “Yezidiler: Güneşe Yakaranlar”, Atlas Dergisi, S.89, Ağustos 2000.
BULUT, Faik, “Ortadoğu’nun Solan Renkleri”, Berfin Yayınları, 2. Basım, İst, 2003.
32
deselerdi ki domuz eti ye, bu ölümden
daha beter bir şeydi… Ama bakıyorsun
ki birçok şey yeniyor artık. Zaman değiştikçe… Esasında bu, Müslümanlık’tan da
değil, Yahudilik’ten gelme… Çoğu şey
zaten Yahudilik’ten geçti bize… Kadınların taşlanması da [recm] Yahudilik’ten
geçti buraya…
Önen: Türkçe dışında kullandığınız
bir dil var mı?
Atalam: Evet, Kürtçe.
Özbay: Peki, şehirle, bu bölgedeki
diğer cemaatlerle iletişiminiz, ilişkileriniz
nasıl?.. Biz gerçi Midyat’ta Yılmaz Bey’le
de biraz konuştuk, bilgi aldık, ama
sizden de duymak istiyoruz…
Atalam: İlişkilerimiz iyidir, çok iyi!
Şimdi mesela, Yılmaz Bey’i çocuğum
kadar seviyorum; o da beni çocuğummuş gibi sever. Bana amca diyor… Çok
iyiyiz. Ama eskiden sanki daha iyiydi…
Biz de göremedik o zamanları gerçi…
Şimdi bakıyorum da, bu memleket
ne çektiyse din meselesinden çekti.
Alevi-Sünni, Hıristiyan-Müslüman diye,
yok Ermeni, yok Yezidi falan diye hep
birbirlerini öldürdüler… Herkes “benim
yolum iyidir, doğru olan benim yolumdur, gel benim yoluma gir” hesabıyla
hareket ediyor. Esasında “din” böyle bir
şey değil! Allah’ın yarattıklarına hürmet
edeceksin ki Allah seni sevsin. Sen önce
diğerlerine saygı göstereceksin ki Allah’a
yakın olabilesin. Oysa taraflar, [birbirlerini kendi taraflarına çekemediklerinde]
öldürmeye kadar gidiyor… Allah için
hareket ettiğini söyleyip, Allah’ın yarattığını öldürüyor.
Önen: Maalesef… Peki, köyünüzde
din nedir, ibadet nasıldır?
Atalam: Şöyle, bizim dinde ibadet,
usul olarak iki vakit yapılır; sabah ve
akşam… Güneş doğarken ve batarken,
güneşe dönerek… Birçok kişi bir araya
gelip birlikte ibadet edebilir; ama tek
bir kişi de, istediği yerde, istediği zaman
ibadetini yapabilir. Ama bütün bunlar mecburi değildir. Yaparsan sevap
kazanırsın, ama yapmazsan da günah
değil…
Önen: Ne yapılıyor? Güneşe karşı
nasıl bir ritüel?.. Özel hareketleri, duruşu
vs. var mı?
Atalam: Dua şeklinde… Fakat özünde, amaç saygı ve sevgi bildirmek…
Önen: O halde, din adamı diye bir
şey yok sizde...(?)
Atalam: Şeyhler var, Pirler var… Pir,
“dinin ustası” demektir. Pirler sadece
Pir soyundan evlenirler. Pirlik, aileden
geçer… Şeyhler ise, tarikatlerde olduğu
gibi… Bilinçaltı bir şeyler görür; Allah’a
yakındır… Öyle bir şey…
Özbay: Kavvallar, Köçekler ve başka
sınıflar da var ama...
Atalam: Kavvallar… Belli zamanlarda, en üstte İlah bulunan yedi tane
çizgisi [yedi kademeli] olan, Tavus-i
Melek’in temsilini [heykel, ikona] köy
köy gezdirirler. İnsanlar da gelip ona
saygı gösterirler, öperler… O yedi çizgi,
yedi meleği simgeler… ve İlah’ı… Bir de
zekat ve sadaka toplarlar… Görevleri
budur. Köçekler, rüyaya yatarlar; rüya
yoluyla uhrevi tarafla bağlantı kurarlar.
Rüyaları tabir ederler… Onlar mürittir,
bizden evlenebilirler, biz de onlardan
evlenebiliriz… Ama bu işlerde çok sahtekarlıklar da var. Müslümanlarda da var.
Her dinde benzer bir sahtekarlık var.
Önen: Pirler, Şeyhler öğretilerini
nasıl aktarıyorlar? İnsanlar onun evine
gidip mi bir şeyler öğreniyor? Çünkü
cami yok, kilise yok… İbadeti insanlar
doğada, tek başlarına yapıyor. Belli bir
mekan yok..
Atalam: Şeyhlerin görevi tarikattadır esas. Fakat Pirler, dediğim gibi, dinin
‘usta’sıdır… Ama açıkçası, şimdi mesela
ben de Pirler kadar biliyorum.
Önen: Okuyarak mı ediniyorlar o
bilgileri..? Bir kaynaktan mı geliyor bu
bilgiler?
Atalam: Yok yok yok, okuyarak
değil… Sülaleden geliyor..
Özbay: Kutsal kitaplar okunuyor mu
peki? Dinsel sınıfa tabi olmayan sizler
okuyor musunuz kitabı? Mıshef-ı Reş ve
Kütab’ül-Cilve’yi?..
Atalam: Yok yok! Mıshef-ı Reş…
Şeyh Adiy’nin kitabıdır… Valla, hele bir
elimize geçse… Şimdiye kadar yasaktı.
Önen: Şeyhlerin aynı zamanda,
büyük toprakları, mülkleri var mı?
Atalam: Tabii tabii var?
Önen: Yezidilik nerede, hangi bölgede yaygındır daha çok? Nüfusunuz ne
kadardır?
Atalam: Harran civarı, Irak… Genel
olarak Ortadoğu… Ama az kaldık,
bitiyoruz… Tarikatların kuralları yok etti
bizleri… Diyorlar ki sizden olmayanlarla
evlenmeyeceksiniz! Peki ne olacak? Bir
kız bir oğlanı, bir oğlan bir kızı sevdiği
zaman ne olacak? Benim babamın
öz amcasının oğlu, Müslüman bir kızı
kaçırdı, gitti Müslüman oldu. Çünkü
Yezidilik’e gelme imkanı yok artık. Kabul
edilmez. Mecburen kaçıp gidiyor. Böyle
çok örnek var, yüzlerce…
Özbay: Sizin çocuklarınız, torunlarınız Yezidi kültürünü, inancını sürdürüyor
mu?
Atalam: Ölüyor… Onlar zaten
Avrupa’da yavaş yavaş kültürlerini
kaybediyorlar… Zaten Avrupa’da
Hıristiyanlar ve Müslümanlar da esas
kültürlerini kaybediyorlar… Aslında,
Müslümanlar’da ve Hıristiyanlar’da da
öyle… İncil’de diyor ki: “Karını boşamayacaksın! Bu tek sebeple olabilir ancak!..
Zina yaparsa…” Fakat demiyor ki, eğer
erkek zina yaparsa kadın erkeği boşayabilir!.. Onu bir Hıristiyan din adamına
sordum Almanya’da…E dedi, “o zaman
ancak o kadar yapabiliyordu.” Bakıyorum
da yurdundan kopup gidenlere, mesela,
bize yakın olan Ortodoks bir kasaban
14 kişi karısını boşadı… Eskiden böyle
şeyler olmazdı…
Önen: Dediklerinize bakarsak; karşı
mısınız, kadın-erkek ayırımı yok mu
sizde?
Atalam: Yok. Zaman içinde bazı
etkilerle hemen hemen Müslümanlık’ın
bir tarikatı gibi olmuşuz bazı konularda, ama; mesela bizde kuma getirmek
yoktur.
Önen: Kadın, erkeklerin olduğu
ortama girebilir mi?
Atalam: Tabii! Hiç, hiç sorun yok bu
konuda; yasak yok. Hiç yok.
Özbay: O halde Yezidilik’te bölgeden bölgeye farklılıklar var; Irak Yezidileri, Harran Yezidileri ve bu bölgenin
Yezidileri arasında farklar var, değil mi?
Atalam: Var, nereden biliyorsun?
Özbay: Okuyup, araştırdıklarıma
bakarak söylüyorum.
Atalam: Biz Irak’takilere göre daha
modern sayılırız. Onlar çok tutucu.
Onlar gibi değiliz biz. Bakın benim
için, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan hiç
fark etmez; benim için önemli olan
insan! Dini hiç önemli değil. Allah beni,
yaptıklarım için cezalandırsın; eğer suç
işlersem, dinimden dolayı beni affetmesin! Açıkça söylüyorum, dini kimliğim[in
sağlayacağı bir ayrıcalık] beni cennete
götürmesin; suç işlemişsem Allah beni
gerektiği gibi cezalandırsın! Başka bir
şey istemiyorum. Onlar ise, bizim gibi
değil. Bir hikaye vardır: Adamın eşeği
bir Müslüman’ın çeşmesinden su içmiş,
adam eşeğini öldürmüş; “Sen Müslüman
mı olacaksın!” diye. Çok aşırıdır onlar.
Özbay: Harran’dakiler nasıl?
Atalam: Onlar da bizim gibi hemen
hemen. Rusya’da yaşayanlar bizden de
ilerici… Suriye’dekiler de medenidir.
Türkiye’de yaşayan Yezidiler hemen
hemen birbirine benzer.
Özbay: Türkiye’de, değişik yerlerdeki
BAHAR 2011
33
Yezidiler arasında bir haberleşme, bir
dernek, bir birlik var mı?
Atalam: Dernek yok. Haberleşme
var. Eskiyi bilmem ama şimdi var…
Harran’da da çok az Yezidi kaldı. Haberleşme, iş münasebetiyle falan oluyor…
Önen: Nasıl yaşayacak bu kültür?
Kayıp mı olacak?
Atalam: Benim fikrim o ki, kaybolacak. Giden çok ama gelen az ise zaten
kaybolur.
Özbay: Kültürel bazı unsurları
sormak istiyorum… Size özgü giyimkuşam… Mesela bir bilezikte de olabilir,
bir giyside de, gökkuşağını simgeleyen
yedi renge yer verildiğini okumuştum…
Atalam: Eskiden, biliyorsunuz, bütün toplulukların, milletlerin, mezheplerin giyimleri arasında farklar vardı; bizim
de farkımız vardı. Bütün Yezidiler beyaz
giyerlerdi. Kadınlar da erkekler de…
Yakasız beyaz mintanlar… Giyimde her
şeyin beyaz olması gerekirdi, muhakkak.
Çünkü kefen beyazdır. Yani, sağ iken
kefen giyiyor Yezidiler! Saflığı, temizliği
gösterir hem de. Ama dediğin renkler
de vardı, doğru. Ama renkli bir şey
giyersen de, altında muhakkak beyaz bir
şey olmalı! Bu kıyafet, eskiden kişilerin
tanınmasında da önemli olurdu, anlardın, bu Yezidi’dir...
Önen: Bayanlardaki dövmeler peki?
Urfa’da da var.
Atalam: Bu güzellik için yapılan bir
34
şey. Müslümanlar da, Hıristiyanlar
da, Yezidiler de yapıyordu bu bölgede. Şimdi artık kimse yapmıyor.
“Güzellik” değişti artık…
Özbay: Türküleriniz, şarkılarınız
var mı kültürünüze özgü? Dua ederken bir usul, bir makam var mıdır?
Atalam: Kürtçe şarkı ve türkülerimiz var. Duada makam falan yok.
Özbay: Yezidilik, bir milliyete mi
özgü? Kürtler haricinde, mesela Arap
Yezidiler de var mı?
Atalam: Yezidilik İbrahim’den
önce vardı. Yezidilik “Ezdai”liktir.
Ezda Allah demektir… Yani, Ez–Da:
Beni yaratan (bkz. dipnot 1). İşte,
ta yaradılışta… Daha dinler yoktu;
peygamberler yoktu; İbrahim’den
önce…
Özbay: Kaynaklar Yezidilik’i Şeyh
Adiy’e bağlıyor… Bu doğru değil mi?
Atalam: Hayır. O bir Şeyh’tir.
Daha dün o! Yezidilik, yani Ezdailik,
İbrahim’den önce vardı. Ahmet
Cevdet Paşa’nın kitabında (bkz. dipnot 2), “Peygamberlerin Sesi, Tavus
Felek’in Tarihi”… Oku; Yezidilik’in ne
olduğunu anlayacaksın. O Medine’de
yaşayan insanların yarısı Yahudi idi, yarısı Ezdai… Yani özel bir milleti yok… Türk
olabilir, Arap olabilir, Kürt olabilir…
Özbay: Ama şu anda, durum
farklı galiba değil mi? Bir Müslüman,
bir Hıristiyan karar değiştirip Yezidilik’e
geçemez. Bir Yezidi de fikir değiştirip
Hıristiyan olamaz, değil mi?
Atalam: Tam doğru söyledin!
Yahudilik’te… Yakup Filistin’e geldiğinde Filistin kralı bir parça yer veriyor ona.
Aradan zaman geçiyor… Takup’un kızı
ile o kralın oğlu birbirlerini seviyorlar;
Yakup’a diyorlar ki, yahu kızını ver bizim
oğlana, ne istersen vereceğiz... Yahu
diyor, yakışmaz bana!.. Biz sünnetliyiz.
Halk diyecek ki Yakup kızını sünnetsize verdi. Tamam, biz de sünnet
olacağız, diyorlar. Olmaz, bize
yakışmaz, diyor Yakub… Birbirlerini
öldürüyorlar sonra… Yakup kaçıyor
Mısır’a… Siz daha iyi bilirsiniz. Yani,
kendilerine yakıştıramıyorlar bu
evliliği… Senin dinin başkadır, sana
kız vermiyoruz, diyorlar. Bu vardı eskiden. Şimdi, zaman ilerleyince biraz
değişti. Ama yine de başka dinden
birisi Yezidilik’e sonradan gelemez.
Ama bence, en tehlikeli şeyler bunlar! Bu bir tehlikedir; “benim dinim
senin dininden daha iyi”, “benim
ırkım daha iyi”, “benim kafam daha
iyi”, “bana göre hareket et, ben seni yöneteceğim”, “benim söylediğim türküyü
beğeneceksin”… Böyle olursa, işte o zaman kavga olur. Hiçbir çare kalmaz ki!..
Bu iyi bir şey değil. Doğru bulmuyorum.
Ben senin gibi düşünmeyebilirim. Bu
çok normaldir. Ben bir Şeyh’e söyledim;
dedim ki: “Siz yanlış yapıyorsunuz; farz
edelim bir Müslüman aileden geliyorum, 18-19 yaşıma erdim, baktım ki
Müslümanlık bana göre değil, Yezidilik’i
doğru buldum ve size geldim; dedim
ki, ben de Yezidi olacağım, bu dine
geçmek istiyorum. Siz de diyorsunuz
ki, seni kabul etmiyorum! O kişi Allah’ın
yanına gittiği zaman, Allah derse ki, söz
misal: Sen niye Müslümanlık’ta kaldın,
niye geçmedin Yezidilik’e? O zaman
kim cezalandırılır? Sen mi, o çocuk mu?”
Bunlara cevap veremezler. Hesaplarına
gelmez. Menfaattir dünyada, güçtür
geçerli olan… Kim güçlü ise o haklı
oluyor. Kim güçlü ise o doğru söylüyordur. Kim güçsüz ise o yalan söylüyordur.
Boşunadır!
Özbay: Güneşe dönüp ibadete
başladığınızda, herkes sadece içinden
geçtiği gibi mi dua eder, yoksa bazı
standart şeyler de var mı?
Atalam: Var, standart şeyler var;
fakat onu uygulayamıyoruz pek. Ama
Allah’ım bana güç ver gibisinden ayrıca
dua edersin. Kendine göre…
Önen: Düğünler nasıldır sizde, bayramlar nasıldır?
Atalam: Aynı aynı, düğünler bölgede ki Müslümanlar’da nasıl ise, aynı…
Bayramlar, tabii ayrı… Aralık’ın, eski
hesaba göre 1. haftasından itibaren on
iki gün oruç… Bitişi muhakkak Cuma’ya
rast gelecek şekilde ayarlanır; üçüncü
hafta, Cuma günü; Perşembe gününü
Cuma’ya bağlayan gece bayram…
Yemekler yapılır, hava iyiyse geniş
yerlere, meydanlara çıkılıp bayramlaşılır.
Bayramın adı Batismin… Orucumuz
Müslümanlar’ınki gibidir. Bu çevrede,
diğer yöre bayramları da iki hafta sonra;
yılbaşı; eski hesaba göre… Bir başka
bayram, Tavus Bayramı, Nisan’ın ilk
çarşambasına rastlar.
Şunu da söyleyeyim: Bizim bazı
farklı görüşlerimiz vardır; tabii iki din
arasında çelişki olabilir… Bize göre, her
insan Allah’ın yaratığı, düşünen, yemek
yiyen, zürriyeti dünyaya gelen… Tabi
Allah bundan hesap sorar. Kim olursa…
Düşünen, iyilikle kötülüğü birbirinden
ayırabilen, kim olursa olsun, Allah’a hesap verir. Kuldur… İşte o, bizim için kurtarıcı olamaz; o da iyi bir yaratıktır, fakat
bize menfaati dokunmaz… Bize göre, 7
tane melek, bunların başında da Tavus-i
Melek vardır. İbrahim’den sonra malum
peygamberler geldi dünyaya. Bize
göre Allah emir verdi; “Adem ile Havva
Cennet’te yemek yedi, kovuldu…”; biz
buna inanmıyoruz. Allah’tan habersiz
böyle bir şey imkansız, diyoruz. “Şeytan
kandırdı” falan… Peki Allah, şimdi altı
milyar insanın ne yaptığını biliyor da,
yani, o zaman Cennet’teki bu iki kişiden
hiç mi haberi olmadı? Uyumuş mudur,
olur mu hiç?!
Esasen Yezidiliğin bazı özelliklerini
çok beğenirim: Bugüne kadar hiçbir
Yezidi kimseyi öldürmemiştir, “bizden
değildir” diyerek… Ama Alevi-Sünni,
Ortodoks-Katolik, Müslüman-Hıristiyan
arasında öyle beter savaşlar, vurup
kırmalar var ki tarihte… Tabii şunun
da önemli bir etkisi var: Kurallara göre
zaten kimse sonradan Yezidi olamaz, bu
yüzden zaten kimseyi kendimize kazanmak gibi bir tasamız da olmaz ki.
Özbay: Siz Yezidiler, bildiğim
kadarıyla, cefakar bir milletsiniz; ezaya
katlanır, fazla ses etmezsiniz…
Atalam: Aslında bütün demokratların durumu da böyledir. Bak, biz
milyonlarca idik, bir avuç kaldık… Bu
dünyada insancıl olursan, alla vekil [Tanrı şahidimdir ki!] kendini kurtaramazsın!
Biraz dikkatli olursan, kendini zar zor
kurtarabilirsin belki… Bir bakarsın
yanındaki insan ihanet eder, bakarsın
devlet zulmeder, bakarsın… Gözünü
dört açacaksın!..
Önen: Bir dönemin ruhu da yansıyor
sözlerinizden… ‘73-74 yıllarında burada
Ecevit’e mi çıktı oylar?
Atalam: Ben 61’de askerlikten
geldim, 63’te seçim oldu, oy kullandım. Ta 80’e kadar Ecevit’ten başkasına
vermedim. Bazı yıllar, alla vekil Ecevit’e
benim oyumdan başka oy çıkmadı. Ama
sonraları vazgeçtim; o da değişti, fazla
milliyetçi oldu. Ben milliyetçilikten pek
hoşlanmam. Açıkçası, şimdi biri çıkıp
“Yezidiler bütün milletlerden üstündür!”
dese, ben de derim ki: “Hadi oradan!”
Önen: Yezidiler kime oy verdi o
zaman? Adalet Partisi’ne mi?
Atalam: E tabi, o zamanlar zaten
herkes aşiretlere bağlıydı. Aşiretin
başı nereye ise herkes oraya… Hiç
unutmam, o zamanlar bir kaymakam vardı, Setrettin Yedidağ… Çok
severdim onu. Bir gün buraya gelip,
dedi ki: “Bakın, devlet ile aranıza
kimseyi koymayın, siz kendiniz karar
verin, isteğiniz ne ise ona verin…
Eğer Türkçe bilmiyorsanız, mecbur,
tercüman getirtip derdinizi anlatın.”
Ben o adamın söylediklerini benimsedim, bugüne kadar… Bakın, köyün
yoluna bakın, traktör bile zorlanıyor,
biz adamın dediğini yapsaydık bu
yol vallahi çoktan asfalt olurdu…
Midyat’ınkırsaldokusuiçindekiYezidiköylerinin
tümü,eğimlibirarazininyamacınakurulmuş,
konutlar,cephelerigüneşebakacakşekilde
konumlandırılmıştır.Altkattakievindamı,
bazenüstkattakievinterasıolacakşeklinde
tasarlanmıştır.Buevlerde,Midyatmerkezindeki
konutlardaolduğugibibiravludüzenlemesi
yoktur.Hayvancılığınönemliyerişgaletmesinedeniyle,ahırileyaşammekânlarıiçiçegeçerek,
aynıçatınınaltındatoplanabilmektedir.Arazi
durumunagöre1veya2katlıolankonutlarda,
penceresayısınınsıklığıvedamaçıkmayısağlayantaşbasamaklımerdivenler,gözeçarpanen
karakteristiközelliklerdendir.Yeryeranakayave
doğalmağaralarıdadeğerlendiren,taşvetoprak
malzemeilemeydanagetirilenbumimari,
kapıvepencereleringüneşeyönlendirilmesi
esasınıönealan,simetrikdüzendetekcepheile
tevazuyubenimseyenbirdüşünceyedayanmaktadır.Evlerde,mekanıkadınlarbölümüvekabul
odasıolarakayıranbirbölmeunsurunun(bazen
hareketlibirçitin)bulunduğuveevhalkının
yaşadığıoda(mezul),ahır(koz)vekiler(qadur)
gibianabölümlerbulunur.Evlerinüstörtüsü
basıkveyuvarlaktonozdur.Kapıvepencere
açıklıklarıgenellikletaştanbirdüzatkı(lento)ile
geçilmiştir;ancak,basıkveyuvarlakkemerlikapı
vepencereörnekleridevardır.Kimiyapılarda,
giriş-dağılımmekanıişlevinde,yuvarlakkemerli
genişeyvanlargözlenmiştir.Bazıyapıların
lentolukapılarınıçerçeveleyendekoratifkemer
düzenlemelerineveiçmekanlardaisekemerli
yüklük ve ocaklara rastlanmıştır.
Dipnotlar:
1.Kürtçede“ez”,bendemektir.“Dan”,vermek
fiilidir.Ezdakelimesindeki“da”,“dan”filinin-di’li
geçmişzamançekimidir.Kalıpanlamıyla“Ezda”,
“beniveren/yaratan”anlamınagelmektedir.
2.Uzakbirdağköyünde,kısıtlıimkanlardadoğupbüyümüşolanEbuzeydAtalam’ınadınıyanlış
dahatırlasa,bukaynağıbiliyorolmasıtakdire
şayandır.Bkz.AhmetTeymurPaşa,Yezidilerve
YezidiliğinDoğuşu,çev.E.Tanrıverdi,AtaçYayınları,
İst. 2008.
BAHAR 2011
35
Farklılığın zenginliğe
dönüştüğü yer: Midyat
İhsan ÇETİN
Demet ALTUNTAŞ
Ender ÖZBAY
Gamze KARADEMİR EROL
Midyat’ın, telkari takıların satıldığı
dükkanlarla dolu ana caddesi.
36
M
idyat, sosyal yapısı
itibariyle çok renkli bir
bahçeye benzer. İçinde
farklı dil ve inanca sahip birçok etnik
grubu barınır: Kürtler, Araplar olarak
da bilinen Mhalmiler, Türkler, Süryaniler, Seyyidler olarak bilinen Becırmaniler, Yezidiler, Kareçiler olarak da
isimlendirilen Mıtırplar. Tüm bu topluluklar ona farklı renk ve kokularda
zenginlik katar. Midyat aynı zamanda
İslam, Hıristiyanlık ve Yezidilik gibi üç
farklı dini geçmişten bugüne kadar
bünyesinde barındıran bir merkez olması
bakımından “Küçük
bir Kudüs”e benzer.
Bunun yanında ilçe
Süryaniler için kutsal
olan ve “ibadet edenlerin dağı” anlamına
gelen Tur Abdin’in
merkezini oluşturur. Yezidiler için ise
Midyat, gerçek bir
memlekete ve nihai
bir varış noktasıdır;
Avrupa ülkelerinde
vefat eden her bir
Yezidi’nin her koşulda Midyat’a getirilmesi gibi. Midyat’ta yaşıyor iseniz
veya hayatınızın en azından bir bölümünü orada geçirmişseniz, ikinci ve
hatta üçüncü bir dili konuşabilmeniz
işten bile değildir. Kendi anadilinizle
birlikte ilköğretimle başlayan eğitim
sürecinde Türkçe’yi, sokakta birlikte
oyun oynadığınız farklı etnik kimliğe sahip arkadaşınızdan da (Kürtçe,
Arapça veya Süryanice) onun anadilini öğrenirsiniz. Böylece, zahmetsizce,
özel bir çaba sarf etmeden birden
fazla dili konuşabilir hale gelirsiniz.
Çokdilli olursunuz. Zenginleşirsiniz. Bundan sonra Bedri Rahmi’nin
şiirinde salık verdiği, en az üç dilde
düşünecek, rüya görecek ve en okkalı
küfürleri edebileceksiniz. Yani, şairin
deyimiyle; üç dilde ana avrat dümdüz
gidebileceksiniz.
Midyat’ta çokdillilik öyle bir
düzeydedir ki, kişi karşısındakinin
bildiği veya tercih ettiği dil ile diyaloğu geliştirir. Bazen de aynı diyalog
içinde birden fazla dil kullanılır, diller
arasında geçişler yapılır. Söylenecek
söz, verilecek mesaj en iyi hangi dilde
yapılacaksa o dil tercih edilir. Bu diyaBAHAR 2011
37
log Türkçe başlamışsa, Arapça veya
Kürtçe dilleriyle devam edebilir.
Midyat’a uğramış iseniz ezan sesi
ile çan sesinin iç içe geçen büyülü
sesini ardı sıra duyabilirsiniz. Davetli
olun-olmayın akşam gideceğiniz bir
düğünde, düğün sahiplerinin Arapça
konuşan Mhalmiler, düğünde çalınan
müziğin ise Kürtçe olduğuna şahit
olacaksınız. Bir etnik topluluğun başka bir etnik grubun dilini ve müziğini
bu denli sahiplenmiş olduğunu, onu
bu denli kendinden bir parça saydığını görüp, belki şaşıracaksınız. Farklı
kültürel kimliklere mensup insanların,
–sözlerini anlayın veya anlamayınduyduğunda insanı yerinden kaldıran, Mıtırpların son derece neşeli ve
canlı müziği eşliğinde omuz omuza
“çep” oynadığına tanık olduğunuzda
aralarına siz de katılmak isteyebileceksiniz.
Taşın, kuyumcu hassasiyetiyle
işlenip, evlerin özenle dekore edildiği
Midyat sokaklarında yürürken, Müslüman bir Kürt erkeğinin, komşusu
Hıristiyan Süryani bir kadına “teyze”
manasında Kürtçe “dayımın eşi!” (jen
xale!) diye hitap ettiğini duyabileceksiniz. Midyatlı insanlarla sohbet
ederseniz, bayram, taziye, sohbet gibi
olaylar sebebiyle etnik topluluklar
arasında ziyaretlerin olağan olduğunu öğreneceksiniz. Hıristiyanların paskalya bayramını kutlayan Müslüman
bir Kürt veya Mhalmi’nin, Ramazan
ve Kurban bayramlarında Süryaniler
tarafından ziyaret edildiği ve bayramlarının kutlandığını duyacaksınız.
Sohbetinizde ayrıca Midyat’ta eski
tarihlerde daha güçlü olan “İsa Begi
(İsa taraftarı)-Halil Begi (Halil taraftarı),
Bekşuri-Heferki, Mahmutki-Atmanki”
gibi yerel örgütlenmelerin etnik veya
dinsel kimliğe veya konuşulan dile
göre şekillenmediğini, daha çok güçlü bir soydan gelen liderin etrafında
farklı etnik ve inanç grubundan insanları toplanması sonucunda oluştuğu
bilgisini edinebileceksiniz. Sözgelimi,
karşıt iki hizbi oluşturan Bekşuri ve
Heferki saflarında Müslüman Kürtler,
Yezidiler ve Süryaniler ayrı saflarda ve
karışık halde bulunabilmekteydi.
Sohbetin ardından, gümüşün
dantel inceliğiyle işlendiği, telkari
sanatıyla yapılmış çeşit çeşit takıların
sergilendiği kuyumcu dükkânlarının
sıralandığı Midyat çarşısında, gümüş
veya altın takı almak için gezinirken,
38
alışveriş yapmak isteyen birisinin gideceği dükkânın sahibinin etnik veya
dinsel kimliğine dikkat etmediğini
gözlemleyebileceksiniz. Dahası, Müslümanların paralarını Hıristiyanlara
emanet etme alışkanlıklarının eski bir
gelenek olduğunu öğreneceksiniz.
Tüm bunlar size farklı kültürel
kimliklerin Midyat’ta yaşayan insanlar
arasında sosyal, ekonomik ve kültürel
ilişkilerin kurulmasında örseleyici bir
faktör olmadığını gösterecek ve sizi
Midyat’ın Türkiye’de çokkültürlülüğün
en iyi örneklerinden birisi olduğuna
ikna edecektir. Midyat’ın bu çokkültürlü yapısı aldığı göçler sonucunda
sonradan oluşmuş yeni bir yapı değildir. Bu yapı uzun bir tarihsellik içinde
oluşmuş ve bu süreç içerisinde yurttaşların farklılıklarla birlikte yaşamayı,
farklılığa saygı duyulması gerektiğini
içselleştirebilmelerini sağlamış bir
özelliktedir.
Bu yönüyle de Midyat, birçok türün kendi kokusunu saldığı bir çiçek
bahçesini andırır.
BAHAR 2011
39
İzmir ve İzmirliler’e ilişkin algı ve temsiller
Prof. Dr. Nuri BİLGİN
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arş. Gör. Pınar UĞURLAR
Gediz Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi
K
onutlardan işyerlerine, köylerden kentlere
kadar içinde bulunduğumuz, yaşamımızın geçtiği, olayların cereyan ettiği tüm
mekânlar, geometrik – fiziksel mekânlardan farklı
psiko-sosyal mekânlardır ve bu anlamda sosyal
olarak inşa edilmişlerdir. Yaşadığımız yerler psikososyal, sembolik ve kültürel anlamlarla yüklüdür.
Bu husus, sosyal objelerin sahip olduğu anlam
katmanlanmasının, bir başka deyişle düz anlam ve
yan anlam ayrımının, mekân konusunda da geçerli
olduğunu göstermektedir. Belirli bir mekân parçası,
sözlük anlamının işaret ettiği yapısal-işlevsel anlamın dışında, daima, az ya da çok zengin bir çağrışım
setine sahiptir. Bunların oluşturduğu anlam halesi,
onun yan anlamlarıdır. Kordon (İzmir), düz anlamında bir sahil şeridini ifade ederken, yan anlamında
zenginlik ve refahı, eğlence yerlerini, şık mağazaları,
akşam gezintilerini, martıları, deniz kenarında gezen
âşıkları, fayton gezilerini, buzlu badem satıcılarını,
vb. çağrıştırabilir. Bu çağrışımlar seti, kişilere göre
değiştiği gibi, sosyal gruplara göre de farklılaşabilir. Bu çerçevede düzenlediğimiz iki aşamalı bir
araştırmada İzmirli olmanın ve dolayısıyla İzmirli’nin
nasıl algılandığının ve sosyal düşüncenin özel bir
kanalı durumundaki Ekşi Sözlük’ün kuruluşundan bu
yana geçen 10 yıllık döneminde yapılan girişlerinde
(entry) İzmir’in ve İzmirli tipinin nasıl inşa edildiğinin
belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın ilk
aşamasında 46 kişiden “Size göre İzmirli kimdir?
Nasıl biridir?” sorusunun hemen akıllarına getirdiği
nitelikleri belirtmeleri istenmiştir. Serbest çağrışım
yoluyla elde edilen niteliklerin dökümünden
sonra hazırlanan ve 30 sıfat çiftinden oluşan bir
anlam ölçeği listesinde yer alan sıfatlara yakından
bakıldığında, bunların daha ziyade ‘değerlendirme’
faktörü etrafında odaklaştığı söylenebilir. ‘Etkinlik’
faktörünün (hızlı-yavaş gibi) ve ‘güç’ faktörünün
(zengin-fakir gibi), listede daha az sıfatla temsil
edilmesi, hedef kavramın insan (İzmirli) olması
nedeniyle beklenen bir durumdur. Hedef kavram
insan olduğunda, toplumdaki yaygın ön yargılar
ve stereotipler nedeniyle ideolojik veya ekonomik
temelli normatif yargılar devreye girmektedir.
“İzmir esas olarak
‘kadın’dır”
Araştırma kapsamında 360’ı kadın ve 250’si
erkek olmak üzere toplam 610 katılımcıya yöneltilen
“Size göre İzmirli kimdir? Nasıl biridir?” sorusunun
cevapları değerlendirildiğinde İzmirli algısına dair
40
şu ifadeler ortaya çıkmaktadır: “İzmirli moderndir,
yenilikçidir, dışa dönüktür, sıcakkanlıdır, eğlencelidir; doğaldır; bilgilidir, yurtseverdir, beceriklidir”.
Bununla birlikte kadınlar anlam ölçeğinde İzmirlilere
erkeklerden daha olumlu değerler atfetmektedirler;
yani İzmir moderndir, ama kadınlara göre “daha” moderndir vs. Listedeki özelliklerin kadınsı çağrışımları
oldukça belirgindir. Bu anlamda İzmirli denince
‘İzmirli kadınların’ (İzmir kızlarının) düşünülmüş
olma ihtimali mevcuttur. Her kentin nüfusunda
ilke olarak kadın ve erkek sayısı eşit olsa da, sosyal
muhayyilede, bazı kentler kadınlarıyla anılır veya
kadın çağrışımları daha güçlüdür. Nitekim, medyada
dolaşan imaj ve temsiller, İzmirliler arasında kadınları öne çıkarmakta ve İzmir, özellikle ‘kızlarının
güzelliği’ ile anılmaktadır. Bunun gerçeği yansıtıp
yansıtmamasıyla ilgilenmeksizin denilebilir ki sosyal
düşüncede İzmirli, esas olarak ‘kadın’dır. Bu görüşü
destekleyen bir veri, çeşitli kentlerimizin kadınlarıyla (veya genel kullanımıyla “kızlarıyla”) ilgili Ekşi
Sözlük girişlerinin karşılaştırılmasında bulunabilir.
Türkiye’deki büyük kentlerin kızlarına ilişkin girişlere
bakıldığında, Ağustos-2009 itibariyle Ekşi Sözlük’te;
İstanbullu kızlar, 1 sayfa, Ankaralı kızlar 2 sayfa,
Bursalı kızlar 1 sayfa, Adanalı kızlar 2 sayfa, Konyalı
kızlar yarım sayfa yer tutarken; İzmirli kızlar 14 sayfa
yer tutmaktadır. Görüldüğü üzere İzmirli kadınlara
ilişkin girişler, diğer kentlerinkilerden kat be kat daha
fazladır. Üstelik genel olarak İzmirliler hakkındaki
beyanlarda da, “İzmir’in kızları” en belirgin temalar
arasında yer almaktadır. Cahit Külebi’nin “İzmir’in
denizi kız, kızı deniz / Sokakları hem kız, hem deniz
kokar” dizeleri bir slogan gibi sık sık dile getiril-
mektedir. Bu konuda dikkate değer bir bulgu da
tarihçilerden gelmektedir; Cadoux (2003: 357-358)
Roma İmparatorluğunun Doğu Eyaletlerinin MS
ikinci yüzyıldaki durumunu incelerken, İmparator L.
Verus döneminde, İzmirli kadınların güzelliğini dile
getiren bazı konuşmalara işaret etmektedir.
Ekşi Sözlük’te İzmir ve
İzmirliler
İzmirlilere ilişkin algı ve temsillerimiz, dış bir
gerçekliği saptamadan ziyade, aktif bir anlam inşa
etme sürecinin ürünleridir. Modern mimari ve şehirciliğin tekbiçimlileştirici etkisi altında, yeni kentlerin
giderek daha büyük bir oranda birbirine benzemesinin, söylem düzeyindeki farklılaşmayı daha da
önemli kılması düşüncesinden hareket edildiğinde,
Ekşi Sözlük ve benzeri platformlarda belirli bir kent
hakkındaki söylemlerin incelenmesi, anlamlı bir çaba
olarak görünmektedir. İzmir, Ekşi Sözlük’ün önemli
bir giriş konusu / teması olarak görünmektedir.
Ağustos-2009 sonu itibariyle; İzmir için 72 sayfada
1800 giriş (3.7), Ankara için 78 sayfada 1936 giriş
(4.4), İstanbul için 82 sayfada 2034 giriş (12.5),
Bursa için 12 sayfada 284 giriş (2.4), Adana için
19 sayfa 452 giriş (2) ve Konya için 11 sayfada 264
(1.9) girişin yapıldığı görülmektedir. Bu sayılar kent
nüfuslarına orantılandığında, İzmir’in diğer kentlerle
kontrastı artmaktadır. Bir şehrin diğerleri arasında
öne çıkması veya ayrıcalıklı bir düşünce konusu
olması, onun genelde kamuoyuna da yansıyan bazı
ayırt edici özellikler taşımasını veya farklı bir durumu
olması veya farklı bir olay yaşamasını gerektirir.
İzmir’i bu anlamda özel kılan bazı olaylar var: Bunlardan biri genel seçimlerde Türkiye genelinden farklı
bir tablo çizmesi; bir diğeri ise İzmir’e ‘gavur’ sıfatının
yakıştırılmasıdır. İstatistiksel anlamda normdan
sapan davranış veya eğilimler nedeniyle (örneğin
2002 Genel Seçimlerinde Genç Parti’nin İzmir’de %
18’le ikinci olması veya 2007 Genel Seçimlerinde,
ülke genelindeki eğilimin aksine CHP’nin I. parti
olduğu birkaç ilden biri olması), İzmir ‘mevzuu
bahis’ olmaktadır. Bu davranışlardan rahatsız olanlar
bunu bir ‘fırsat’ gibi kullanmak isterken, söz konusu
davranışların aktörleri, bunlara sahip çıkmakta ve
eleştirilere karşı savunmaya girmektedir.
Ekşi Sözlük’e İzmir hakkında giriş yazanların
bariz tavrı, İzmir’i yüceltme ve savunma tavrıdır. Bu
savunma tavrı bazen, İzmirlilerin, sözlük yazarının
kendi değerler sistemine göre olumsuz gördüğü bazı
olay veya gruplara, “uyuz keçi” muamelesi yapmasına sebep olabilmekte ve dışarıdan bu “ötekileştirme”
olarak görülüp tepkiye yol açabilmektedir. Aslında,
bu tavrın ötekileştirmekten ziyade, iç grup homojenliğini koruma kaygısından beslendiğini düşünmek
makul görünmektedir. Ekşi Sözlük yazarları içerisinde
İzmir’e dıştan gelenler veya geçici bir süre İzmir’de
kalanlar arasında önemli bir eğilim gözlenmektedir.
Bu yazar grubu, kenti ve kentlileri“Üniversite sebebiyle 4 senemi geçirdiğim, birçok dost kazandığım,
sözlükle tanıştığım, güldüğüm ağladığım şehir. Ayrılmak çok zor olacak çünkü şimdiden özledim İzmir’i”
örneğinde görüldüğü gibi otobiyografik bellekleri
üzerinden anlatmaktadırlar. Bu eğilim daha az da
olsa İzmirlilerde de görülmektedir.
Yaşam alanlarımız, tek tek bir anlam taşımaktan
çok, kendilerinin dışında var olan bir anlamlar ağı
veya ızgarası içinde yer alırlar. Tek tek kentlere ilişkin
stereotipler, belirli bir kentin bir veya birkaç özelliğini
tüm kente bağlayan bir sembolizm halinde görülür:
Paris’in bir aşk şehri, Şikago’nun mafya merkezi
veya Zürih’in bankalar ve bankerler kenti olarak
stereotipleştirilmesi, bunun örneklerindendir. Bazen
bir film veya bir olay, tüm kente damgasını vurabilir:
Çeşitli filmler arasında Casablanca, Kahire’nin Mor
Gülü ve Venedikte Ölüm filmleri adı geçen kentlerin,
Roma ve Dolce Vita filmleri Roma’nın, atom bombası
Hiroşimanın, Kennedy suikastı Dallas’ın sembolü
haline gelmiştir. Kafka’nın Prag’la, Freud’un
Viyana’yla çağrışımı da bu olgunun tezahürleridir.
Işıklı kumarhaneler Las Vegas’ın, Big Ben saat kulesi
Londra’nın, Eiffel Kulesi Paris’in, Özgürlük Anıtı ve
gökdelenler New York’un, Ayasofya ve Sultanahmet
Camii İstanbul’un, Mevlana Külliyesi Konya’nın, vb.
amblemleri olmuştur. İzmir’le ilgili ne tür semboller
kullanılmaktadır? Ekşi Sözlük yazarlarının İzmir’e
dair yazdıklarına frekans açısından bakınca ortaya
çıkan tablo, İzmir’in ayırt edici özelliklerinin, turizm
danışma bürolarının veya turist rehberlerinin
anlayışıyla örtüşmediği ortaya çıkmaktadır. Turizm
görevlileri, hem genelgeçer, hem de sosyal arzulanırlığı olduğuna inandıkları özellikleri öne çıkarmakta,
ancak daha konjonktürel ve kişisel motiflerle hareket
eden sözlük yazarları, bu kaygıları paylaşmamaktadır. Örneğin pek çok İzmir broşüründe yer alan ve
İzmir’in sembolü gibi görülen Saat Kulesi, Ekşi Sözlük
yazarları tarafından kayda değer bulunmamaktadır.
Ekşi Sözlük – “İzmir” yazarlarının pek çoğu
İzmir’i anlatırken hem kendilerini ve hem de grup aidiyeti ekseninde ‘memleketleri’ni anlatmaktadır. Bu,
doğal bir durumdur, çünkü bir kenti sahiplenmek, bu
kent ile kendi kimliği / benliği arasında bir bağ kurmak demektir. Analiz edilen girişlerde, ‘memleketim’,
‘İzmir’im’, ‘Kentim/şehrim’, ‘evim/yuvam’ sözcüklerini
kullananların toplam sayısı 350’ye yakındır. Bu
demektir ki yaklaşık her 5 kişiden 1’i aidiyet vurgusu
yapmaktadır. Fakat kentle özdeşleşme veya kente
bağlılık belirten başka ifadelerin de olduğu dikkate
alınırsa, aidiyet vurgusunun daha da güçlü olduğu
söylenebilir: “doğduğum, büyüdüğüm, çocukluğumun şehri...” veya “hayatı anlamaya başladığım,
hayatımın sona ermesini istediğim yer” vb.
Çeşitli kentlerde yaşayanların kentlerini yüceltme eğilimlerinin, kent ile sosyal ve kişisel kimlikleri
arasındaki ilişkiden kaynaklandığı öne sürülebilir.
Nitekim araştırmamızın ilk aşamasında belirlediğimiz üzere İzmirli profilinin büyük oranda olumlu
özelliklerle donatılması ve ikinci aşamada gözden
geçirdiğimiz üzere, Ekşi Sözlük’te İzmir konusundaki
girişlerin -anlaşıldığı kadarıyla çoğu İzmirli olan yazarlarının İzmir ve İzmirliler hakkında yüceltici ve
savunucu tutumları bu eğilimin en açık göstergeleridir. ‘Biz’in yeri olarak kentin ve ‘biz’ olarak kentlilerin,
diğer kentlere ve kentlilere göre farklılaştırılması,
iç-grup tarafgirliği varsayımına uygun olarak bu
temelde açıklanabilir.
Ekşi Sözlük’te İzmir hakkında yer alan girişler
Sözlük yazarlarının girişlerde dile getirdiği
özelliklerin frekansına faktör analizi anlayışına
uygun olarak belirli bir tema etrafında bakınca
karşımıza şu tablo çıkmaktadır:
Coğrafya, tabiat ve iklim boyutu: Deniz
(388 kez) Sıcak (223 kez), Güneş (112 kez), Ege
(91 kez), Yağmur (48 kez), Körfez (22 kez), Sahil
(21 kez), İmbat (17 kez) ve diğerleri (deprem,
sel, adalar)
İzmir’in çevre beldeleri boyutu: Urla
(88 kez), Çeşme (72 kez), Foça (24 kez), Efes
(19 kez), Bergama (11 kez), Tire (11 kez) ve
diğerleri (Alaçatı, Seferihisar, Ödemiş, Dikili,
Bayındır, Gümüldür, Aliağa, vb)
Semt, mahalle ve yerler boyutu: Kordon
(169 kez), Karşıyaka (112 kez ), Alsancak (92
kez), Konak (48 kez), Bornova (51 kez), Fuar (30
kez), Kemeraltı (25 kez) , Bayraklı (23 kez), Bostanlı (22 kez), Buca (19 kez), Göztepe (14 kez),
Balçova (11 kez) , Pasaport (10 kez) ve diğerleri
(Narlıdere, İnciraltı, Çiğli, Mavişehir, vb)
Kızlar ve aşk boyutu: Kız/lar ( 518 kez), Aşk
(272 kez), Âşık/lar (166 kez), Kadın (144 kez),
Genç/lik (37 kez), Sevgili (22 kez), Erkek (18
kez) vb.
Yaşam keyfi ve zevkler boyutu: Balık (114
kez), Gece (151 kez), Rakı (63 kez), Boyoz (39
kez), Kumru (32 kez), Gevrek (32 kez), Tatil (37
kez), Zevk (23 kez) ve diğerleri (midye, yaşama,
hayat, cafe, bar, restoran, vb. )
Kent ve insan özellikleri boyutu: Şehir
(1123 kez), İnsan (612 kez), Kent (192 kez),
Belediye (129 kez), Aydın (180 kez), Rahat (112
kez), Özlem (110 kez), Mutluluk (67 kez), Gurur
(56 kez), İş/siz (54 kez), Cumhuriyet (47 kez),
Modern (37 kez), Güven/li/k (34 kez), Trafik (30
kez), Temiz (28 kez), Avrupa/lı (25 kez), Ucuz
(20 kez), Laiklik (19 kez) ve diğerleri (demokrasi, kozmopolit, çağdaş, yol, cadde, vb)
Sık rastlanan diğer bazı sözcükler: Güzel
(691 kez), Seçim/ler (162 kez), Hayat (147 kez),
Yaşam (137 kez), AKP (144 kez), CHP (114 kez),
Koku (110 kez), Arkadaş (72 kez), Canım (56
kez), Üniversite (46 kez), Dost (43 kez) vb.
* Bu yazı, Bilgin ve Uğurlar’ın “İzmir ve İzmirlilere İlişkin Algı ve Temsiller” konulu araştırmasının
Egeden Dergisi için hazırlanmış özetidir.
BAHAR 2011
41
İzmir’in kalbi: KEMERALTI
Yard. Doç. Dr. Oktay GÖKDEMİR
İzmir Büyükşehir Belediyesi
Ahmet Piriştina Kent Arşivi
ve Müzesi Müdürü
42
A
dını, bugün Kemeraltı Camisi olarak
da bilinen Ahmet Ağa Camii’nin inşası
sırasında yapılan bir kemerden alan ‘Kemeraltı’; içinde barındırdığı tarihsel ve kültürel değerlerle İzmir’in en önemli sembol mekânlarından
birisidir. İmparatorluktan Cumhuriyet’e, Doğu
Akdeniz liman kentlerinin incisi İzmir’in ticari ve
kültürel yaşamında önemli bir pay sahibi olan
Kemeraltı; 17.yüzyıldan beri kervanlarla taşınan
ticari emtianın ihraç edildiği bir liman işlevi gören
‘iç liman’ın ticaret merkezi olma özelliğini taşıyordu. 1852’de çıkan bir yangından sonra
ağır zarar gören Kemeraltı, bu tarihten
itibaren İtalyan Mimar Storari tarafından
yapılan bir plan çerçevesinde yeniden düzenlenmişti. Sokakları, hanları, çeşmeleri,
otelleri ile İzmir’in ekonomik ve sosyal
yaşamına damgasını vuran Kemeraltı,
içinde barındırdığı Elhamra Sineması
ve Milli Kütüphane binalarıyla kültürel
açıdan da İzmir’in en hareketli ve canlı
mekânlarından birisiydi. 1840’lı yıllarda
İzmir’e gelen bir seyyahın anılarında
19.yüzyıl İzmir’i ve Kemeraltı’na ilişkin şu
sözler yer almaktaydı:
“…. Eski İzmir. Yahudi kızları, Adalılar,
Giritliler, Ermeniler, Çingeneler, Kürtler, Boşnaklar,
Arnavutlar, Rumelililer; dostluklar, yoksulluklar,
dayanışmalar, susam yağında pişen pamuk yumuşaklığındaki lokmalar, her ölünün ardından gözyaşı
yerine dökülen irmik helvaları, ıspanaklı boyozlar,
tava yumurtaları, fırında ayvalar… Eteklerinde
kavrulmuş tuzlu karpuz çekirdekleriyle kadınlardan
bir çıt çıt korosu.”
Dünyanın bilinen en eski çarşılarından birisi
olan Kemeraltı, aynı zamanda doğu-batı ticaretinin en önemli kesişme noktalarındandı. Doğudan
kervanlarla gelen ticari emtianın batıya aktarıldığı
önemli bir kavşak işlevi gören Kemeraltı, tarihi
İpek Yolu’nun da son bulduğu bir yerdi. Önceleri
Venedik, Ceneviz gibi denizci İtalyan kent devletlerinin Doğu dünyası ile olan ticaretinde önemli
bir işlev gören, 16. yüzyıldan itibaren de Levant
ticaretinin uğrak merkezlerinden birisi haline
gelen bu önemli çarşı, Batı Avrupa pazarının da
bir anlamda başlangıç noktasını teşkil etmekteydi.
İzmir’in 17. yüzyıldan başlayarak Doğu Akdeniz’in
en parlak liman kentlerinden biri haline gelmesinde Kemeraltı’nın ayrı ve özellikli bir yeri vardı.
Bütün bunlarla birlikte Kemeraltı, İzmir kent tarihi
için sadece ticari etkinliklerin gerçekleştirildiği bir
yer özelliği göstermez. Kemeraltı aynı zamanda
kamusal alanda hizmet gösteren binalarıyla, kentin
kültürel yaşamına zenginlik katan mekânlarıyla,
cami, sinagog, kilise gibi üç dini içinde barındıran
kutsal alanlarıyla İzmir’in bir hoşgörü merkezi
özelliğini de bünyesinde barındırmaktadır.
Tarihsel süreç içerisinde Kemeraltı, hızlı ve
çarpık kentleşmenin yaratmış olduğu sorunların
da etkisiyle eski önemini kaybetmeye başlamıştı.
Sibel Ecemiş Kılıç ve Muhammet Aydoğan’ın da
belirttikleri üzere günümüzde tüm dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de tarihsel değerlerin kaybolması ve
kentlerin günden güne aynılaşarak kimliksiz hale
gelmesi, mekân ve kent üzerine düşünenlerin ortak
kaygısı olmuştu. İzmir ölçeğinde bu kaygı büyük
ölçüde Kemeraltı tarihi kent merkezine dönük
olarak yoğunlaşmaktadır; ancak, ülke genelinde
kentleşme sürecinde İzmir’in de yaşadığı hızlı büyüme nedeniyle bazı fonksiyonlar, (otogar, adliye,
depolama, imalat, konaklama) yer değiştirerek
kent merkezini boşaltmıştır. Birçok sanayileşmiş ülkede benzerleri yaşanan ‘merkezin sanayisizleşmesi
ve daha sonra metropolün merkezliğini kaybetmesi’ yani desantrilazyon süreci Kemeraltı’nı, İzmir’in
ticari yükünü taşıyan bir merkez olmaktan çıkarmış
ve çok fonksiyonlu bir perakende ticaret alanına
dönüştürmüştür. Diğer yandan özellikle kent
çeperlerinde ortaya çıkan büyük marketler, plazalar
ve ticaret merkezleri kent merkezindeki perakende
ticaretin niteliğinde ve kullanım biçiminde farklılaşmalara yol açmıştır. Böylece Kemeraltı fiziki,
çevresel, işlevsel ve ekonomik anlamda eskime
sürecine girmiş ve içerisinde birçok önemli sorunu
barındırır hale gelmiştir.
Şimdilerde Kemeraltı, tarihsel ve kültürel
birikimine ve zenginliğine yeniden kavuşabilmenin
heyecanını yaşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi,
Konak Belediyesi ve Kemeraltı Esnaf Derneğinin öncülüğünde, Kemeraltı’nı canlandırabilmek, tarihsel
ve kültürel dokusuna sahip çıkabilmek ve İzmir’in
prestij mekanlarından birisi haline getirebilmek
amacıyla uygulama alanına konulan ‘Yeniden
Kemeraltı Projesi’ dünyanın bu en eski çarşısında
yeniden bir hareketlilik ve canlılık yaratmaya
namzet!.. Zira, içinde 300’ü aşkın meslek kolunun
ticaret yaptığı, hafta içi 150-200; hafta sonları ise,
450-500 bin kişinin ziyaret ederek dolaştığı ve
alışveriş yaptığı bu görkemli çarşı, aynı zamanda
yaklaşık 75 bin kişiye de istihdam olanağı sunarak;
şehrin iktisadi açıdan kalkınmasını sağlayan bir
bölge olma özelliğini sürdürmek amacında!..
Sonuç olarak, Havra Sokağı, Kestane Pazarı,
Hisarönü, Kızlarağası Hanı gibi içinde tarih ve kültür
kokan mekânlarıyla ve yüzlerce yıllık birikimiyle
Kemeraltı, geçmişten günümüze İzmir’in tarihsel
belleği olma onurunu ve gururunu bugün de
taşıyor. Bu projeyle birlikte dünyanın en büyük
açık hava çarşısı ve İzmir’in kalbi eski canlılığına
yeniden kavuşacağı günleri özlemle bekliyor.
BAHAR 2011
43
Kemeraltı esnafının tarihsel ve kültürel yapısına sahip çıkma mücadelesi:
İzmir Tarihi Kemeraltı
Esnaf Derneği
Kentin tarihsel dokusu konusunda duyarlı esnafların
sivil toplum girişimi olan
İzmir Tarihi Kemeraltı Esnaf
Derneği’nin Başkanı Mehmet Gülaylar ile görüştük.
Korumak istedikleri yapıların çok güzel bir örneği
olan 3. Beyler’deki tarihi
binadaki Dernek merkezinde söyleştiğimiz Gülaylar,
günde ortalama 250 bine
yakın kişinin geldiği, bölge
için ekonomik ve kültürel değeri olan Kemeraltı
Çarşısı’nın turizm açısından
da “bütüncül” projelerin
uygulamasıyla çok iyi noktalara geleceğine inanıyor.
44
Dernek 2004’te kurulmuş. Daha
önce yok muydu böylesi bir dernek?
Derneğimiz 7 yıldan beri var.
Dernekler sorunların, ihtiyaçların
olduğu yerde birliktelik anlamında
gerek duyulan kurumlar oluyor. İlk
dernek aslında rahmetli Başkan İhsan
Alyanak tarafından kurulmuş. O zaman çarşının bir açılma projesi vardı.
Zamanın esnafları bu projeye, yıkım
kararlarına karşı çıkmak için bir sivil
toplum hareketi başlatmışlardı. Sonra
Ali Büge diye bir arkadaşımız dernekleşme çabasına girişti. Mehmet Özer
de denedi dernekleşmeyi. Bu girişimlerin ardından 2004 yılında gene
esnaflar bir araya geldi. Öncesinde
vakıf kuruldu. Esnaf derneği olunca
diğer sivil toplum kuruluşlarından
çok destek göremiyorsunuz. Esnaf
bir şekilde odalarda ya da birliklerde
örgütlü, yani ya Ticaret Odası’na ya
da Esnaf Birliği’ne üyedir. Sivil toplum
kuruluşları genelde başka yere üye
olmayan insanları bir araya getirir.
Derneğin üyeleri kimler?
Herkes üye değil. Oda olmadığı
için zorunluluk yok, gönüllülük var.
Yöneticiler ve resmi iradeye sesini
duyurmak isteyen 24 kadar arkadaş
ile başladık. O dönemde çığırtkanlık,
kapkaç gibi sorunlarla gündemler
vardı. Bireysel sesimizin yetmediğine
inandığımız noktada 2004’te dernekleştik. Çarşı içersindeki sorunlarımızı
idareye anlatmaya geldik. Birtakım
projelerimiz oldu, kabul edilenler
oldu. Demokrasinin yerleşmesi
yönündeki çalışmalar, dernekler
yasasının rahatlatılması yeni olaylar...
Toplumda çalışacak, üretecek insanların bulunması süreç gerektiriyordu.
Kuruluş amacınız nedir? Olaylar
karşısında direnç sağlamak adına
esnafın ilgisi var mı?
Esnaf içersinde şu anda 9 bin tane
firmamız çalışıyor. Çarşı Akdeniz’de
faaliyet gösteren liman çarşıları içinde
en büyüğü. Fakat dediğim gibi 2 tane
kuruluşa zaten üyelik var. Üçüncü
bir örgütlenme modeli zor. Sorunlarını oralarda anlattığına inanan bir
kesimimiz var. 440 tane üyemiz var.
İletişimde sıkıntı çekiyoruz.
Esnaf Odası ve Ticaret Odası’yla
yardımlaşma söz konusu mu?
Burada sıkıntı yaşıyoruz. Ortak
faydalarımız talepler noktasında ayrıFırsat kaçtı mı?
boş bırakmışız, ciddi bir göç geldiği
şıyor. Çiğli’deki, Alsancak’taki esnafın
Bence kaçmadı. Çünkü hakikaten
zaman -ki gelmiş- kentin en kıymetli
beklentileriyle buradakiler farklı. Biz
geçmişe biraz 40-50 seneye göre
alanları göç ile dolmuş. Bir de şu var;
disiplinli bir çarşı arzu ediyoruz, tarihi
bakarsak kent merkezinin iş merkezi
Kemeraltı Anafartalar Cad. gibi
çarşı olduğu için. Çevresini bilen, taolarak bütünleşmiş olduğu bir 50 sealgılanıyor. Oysa Basmane’den başlarihe saygılı, sattığının üründen fazlası
nemiz var. Bir dolu çarşılar yaratılmış,
yıp devam eden Damlacık’la birlikte
olduğunu bilen bir esnaf türünü arzu
gıda çarşısı gibi. Ayakkabıcılarımız
dönen 272 hektarlık bir alandır
ediyoruz. Ama burası aldığı göçle bu
gitti... Nihayetinde doktorlarımız muKemeraltı. Burada katlar çıkarak değil
tarihi yapıyı esnaflıkla birkendi mahalle kültürünü
likte örseleyen bir esnaf
devam ettirebilseydik…
türü oluşturmuş. Bununla
Engin Önen:
Şimdi çarşının hep ön
sadece dernek mücadele
yüzünü görüyoruz, alttaki
“Doktorlar ve diğer bazı meslek grupları
edemez.
buzdağını görmezden
Kemeraltı İzmir’in semboşalttı çarşıyı. Ancak hâlâ devam eden
gelmişiz. Bu tip imar
bol mekanlarından birisi.
meslek grupları da var. Mesela burası,
çalışmaları planlamalar
İzmir deyince, aslınyapılmadı. Neyse ki burası
tarihi olarak hep kuyumcular merkeziydi
da Ege Bölgesi deyince
sit alanı olarak kaldığı
Kemeraltı çok önemli.
ve bu özelliği korunuyor hâlâ.
için yapılaşmaya giremeİzmir geçmişte fuarlarıyBir de çok merkezi bir alan olduğu için
diler. Yani, bitmedi her
la, liman kenti olmasıyla
her halükarda çeşitli potansiyeller
şey. Belediye binasının
bölge için önemli bir
arkasında bir dolu bina
merkez haline gelmiş.
gündemde oluyor. Mesela,
tarihi dokuyu kapattı.
Kemeraltı’na biraz daha
sokak kahvehaneleri gibi bir kültür oluşmuş
Çılgın projeler çıktı, başka
büyük bakmak lazım.
belki sigara yasaklarının da beslediği,
yerlerden kopyala yapıştır
İzmir dışından da, mesela
modeller… Hala bir dolu
ara sokaklarda kahve çay içilen yerler...
Denizli’den Muğla’dan
tarihi evimiz ve bunları
gelen üretici ve tüketiSonuç olarak çarşı, mekan olarak
gün yüzüne çıkartacak
cilerin buluşma noktası
kendini korusa da fonksiyon olarak
projelere ihtiyacımız var.
Kemeraltı.
Bir restorasyon çalışması
değişebilir, yenilenebilir.”
Küreselleşme ve ticavardı, onun etkileri nasıl
ret tarzının değişmesi
oldu?
ile birlikte İzmir ivme
ayenehanelerini taşıdılar. Konut alanŞimdi ana hedef aslında 1300
kaybederken, İstanbul daha önemli
larımız vardı, insanlarımız yaşıyordu
metrelik Anafartalar Caddesi’nin
hale geldi. Ege’nin ithalat ihracatı
burada, kentin çeşitli yerlerine gittiler. sonuna kadar olan dış cephe düzenburadan yönetiliyordu şimdi küreKent merkezinin boşaltılması yönünlemesi... Projenin 4. etabı bitti.
selleşmeyle birlikte bu yapı değişti.
de bir irade var, bununla ilgili bir dolu Sizce iyi bir başlangıç sayılabilir mi
Öte yandan bu alışveriş merkezleri
bu dış cephe düzenlemeleri?
olayı ortaya çıktı. Kemeraltı bundan proje var. Bu projelerin en can alıcı
noktası, herhangi bir planlamayla
Her şey iyidir, düne göre bugün
doğrudan etkilenen bir yer. Eski
geleceğe yönelik olarak belirlenmiş
daha güzeldir ama benim kendi önegeleneksel yapısı yani esnafı da
bütünlüklü amaç ve yöntemleri içerrim, merkezden içeri doğru dağılmayı
kaybolmaya başladı. Kemeraltı mememesi. Agora, Tilkilik gibi alanları
beklemek yerine; çevreyi düzeltip
kan olarak da kendini koruyamadı.
BAHAR 2011
45
merkeze doğru düzeltmek. Çünkü
siz merkezdeki güzelliği arttırdıkça sokak içlerinin değeri düşüyor,
sokakların içindeki insanlar merkezdeki insanları çekmek için çığırtkan
tutuyorlar. Oysa çevredeki dış tarafı
düzeltip merkezde buluşmak gerek.
Şimdi Damlacık ve etrafındaki alanları
turizm alanına çevirirseniz merkez
otomatik olarak düzelecek. Ana
caddeyi düzelterek sadece bir vitrin
yaratmış olduk.
Buranın esnafı da değişti tüketici
profili de değişti değil mi? Tüketicileri Kemeraltı’na daha az gelir hale
getiren ne oldu?
Şimdi biz maalesef bütüncül
bakmadığımız, sorunu çığırtkanlık
gibi şeylere endekslediğimiz için
bunun sebeplerini yanlış yerde
arıyoruz. Türkiye’nin işsizlik vakası
var, kolay para kazanma ihtiyacı var.
Çoğu yerde ücretsiz otopark hizmeti
verilen alışveriş merkezleri kuruluyor.
Yani cevap, tüketicinin beklentilerinin
karşılanmaması.
Bugün tüketicinin Kemeraltı’na
gelme sebebi ne peki?
Ne ararsan bulabilme imkanı,
çünkü inanılmaz bir çeşitlilik var. Her
46
şeyi burada uygun fiyata
bulabileceğini biliyor
tüketici.
Kemeraltı deyince akla
ne geliyor? Kaybolan
mesleklerden biraz daha
bahseder misiniz?
Şu anda bir tane
tenekecimiz kaldı. Bakır
imalatçılarımız var. Örücüler var, tadilatçılar... Bir
alışveriş merkezinde bunları bulamazsınız. Alışveriş
merkezlerinde aynı ulusal
markaları aynı dizaynda
farklı isimlerde görüyoruz.
Buradaysa kendince marka olmuş isimler var. Çok
sevdiğiniz ama yırtılan
giysinizi ördürebilirsiniz.
Antikacılarımız var, değerli
taş satıcılarımız var.
Bir yandan bazı meslekler yok oluyor, bazıları da
buradan çıkıyor dünyaya yayılıyor.
İlk satış yeri Kemeraltı’nda hala
hizmet veren Özsüt buna bir örnek
mesela.
Eczacıbaşı var yine buradan
başlayıp büyük bir firmaya dönüşen,
ama onlar Sıhhat Eczanesi’nin olduğu
mülkü sattılar. Bizim aslında kızdıklarımız da var. Çarşıda faaliyet gösteren insanların yüzde 70’i kiracı. Esas
çarşıyı güzel yapması gerekenlerse
buradaki mülk sahipleri. Buradan
çıkan ve dünyaya yayılan firmalara iş
düşüyor aslında. Sahiplenme noktasında, Beyoğlu örneği önümüzde
duruyor.
Beyoğlu’nda bundan 20 yıl önce
ciddi bir kriz yaşadı, orası insanların
gezinmeye korktuğu bir döküntü
alanıydı. Vitali Bey ciddi bir emek
verdi ve Beyoğlu bugün kültür, sanat
ve yaşam merkezi oldu. Bir tekstil tüccarının orada dükkan açarak sahiplenmesi çok güzel sonuçlar doğurabiliyor. Toplumun ne kadar katmanı
varsa desteklemeli, insanlar sadece
kasasına düşen parayı görmemeli.
Elitler şehir merkezini terk ediyor,
ülkelerini de terk ediyor. Oysa ki
elitlerin Kemeraltı’na İzmir’e sahip
çıkması gerekir. Hem ekonomik hem
entelektüel anlamda elitler, şehir
merkezini sadece tüketici bir potansiyel olarak görüyor. Oysa kültürüne, tarihine sahip çıkmak gerekir.
Sadece esnafın çarşısı olarak
bakmak tarihe büyük saygısızlık.
“Çarşı güzelleşsin Forum Bornova
gibi olsun” diyorlar. Oysa çarşıyı güzel
yapan Zaim Ustası, Hasan Ustası…
Öteki türlü biz ya taşeronlaşıyoruz ya
da büyük markalarda işçileşiyoruz.
Türkiye’nin kendi esnaf dinamizmi
var, Avrupa’da bu yok. Bize dayatılan
model ise “marka değeriniz nedir?”
oluyor.
Böyle bir esnaflık kurumunun direnmesi için hangi kaynaklardan destek
gelmeli?
Yereldeki esnaf ve yereldeki zengin destek olmalı. Siz gelip “duvarları
açalım, markaları getirelim” derseniz
olmaz. Burada yaşayan bir ortam var,
canlılık varken, siz bunları bırakıp
kurgulanmış bir çarşıyı yerleştireceksiniz... Ben bunu istemiyorum. Planlı bir
çerçeve içinde buradaki Akdeniz kültürünün, tarihsel dokunun varlığının
devamının sağlanması gerekiyor. Bu
çerçeveyi oluşturmak için işin içinde
üniversite de olacak, belediye de olacak... Biz diyoruz ki “gelin bize karışın”.
Elbirliğiyle bu çarşıların bir çerçevesini
çekelim. Çağın gerekliliği ne varsa
yapılmalı. Mesela esnaf özel tasarımlar
yapabilir. Yaşamın içerisinde kendisini
güncelleyebilir esnaf. Rekabetin getirdiği şartlara ayak uydurabilir.
Kemeraltı’nın sorunları ve çözümlerine dair başka neler söyleyebilirsiniz?
Çığırtkanlık gibi sorunlar detay,
sorun da çözüm de bütünsel. Bununla
uğraşmak kolaycılık. Kemeraltı’nın
özgün sınırı Basmane’den başlar. O
zamanlar Fevzipaşa, İkiçeşmelik, Gazi
Bulvarları yok’. ’50’lerde İkiçeşmelik
Caddesi’yle çarşı ikiye bölünmüş.
Kimse bunu bilmiyor. Bu bölünmüş
haliyle bugün Agora’ya gelen turistin
Kemeraltı’na aktarılması imkansız.
Kentsel yenilemeyi maalesef yapamamışız.
Bu bölünmüş bölgeler arasında geçişi sağlamak için bir alt geçit çözümü
düşünülebilir mi?
Yer altı geçiti çözüm olabilir. Proje
öyle olmalı ki Agora’dan Kemeraltı’na
yürünebilmeli. Böyle bir kent merkezi
hayal ediyoruz. Tarihsel dokuya uygun
oteller, butik oteller yapılabilir. Kemeraltı bize pırlanta gibi gelirken herkese
böyle değerli gelmiyor. Burada çok
güzel tarihi evler var ama parası olan
Mavişehir’den almayı tercih ediyor.
Gayrimüslüm esnaflar da ağırlıkta
mı Kemeraltı’nda?
Çarşıda gayrimüslim esnaf muhtemelen 100-150 civarındadır. Genelde
kuyumcular.
Tenekeci Emin Usta
TenekecilikbabamesleğiEminUsta’nın.HavraSokağı’ndakiküçücükdükkanındasütgüğümü,darıtavaları,
parakoymakiçinkumbaralar,tavukyemlikleri,kahveocaklarındakullanılankahveaskılarıüretiyor.“Tek
tükgelenlereburadaveriyoruz.Ahımşahımbirtalepyok.Evdeoturuphanımlakavgaedeceğimizeburada
vakitgeçiriyoruz”diyorUsta.60senedirKemeraltı’ndaesnafolduğunubelirtiyorvetalepazolsadahalindenmemnungözüküyor:“Buradakiesnaflarınhepsiefendiinsanlardır.Yabancı,dışardangelmelerdeolsa
hepsi kardeşimiz. Belediyeler burayı düzenlemeye koydular, bir sorunumuz yok”.
BAHAR 2011
47
Kemeraltı meyhaneleri
radaki bu lokantanın daha sonraki
sahipleri ünlü bestecimiz Ahmed
Adnan Saygun’un ailesi olacaktır.
1950’lerin Kemeraltı’na Şair Çınar
Çığ’ın gözünden bakmak gerek:
“1950’lerde Konak’ın girişinde Ali
Galip’in hemen yanında Can Meyhanesi vardı. Sonra yine Konak’taki
Alay Meyhanesi, Yeşil Papağan ve Bohem Meyhanesi, İzmir’de iz bırakmış
meyhanelerdir. Daha sonraki yıllarda
da, Veysel Çıkmazı’ndaki meyhaneler
ile Beyler Sokağı’ndaki ünlü Bodrum
Meyhanesi önemli mekânlardı.”
Veysel Çıkmazı
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA Arşivi’nden
48
16
. yüzyılın sonlarından
itibaren ticari faaliyeti
hızla artan İzmir, kısa
süre içinde bu yeni işlevine uygun
bir örgütlenmeye uğradı. Bugünkü
Kemeraltı Caddesi’nin sınırlarını
belirlediği ‘İç Liman’ çevresi, ticari
gelişmenin ihtiyaçları doğrultusunda
mekânlarla doldu. Diğer taraftan gerek bu ticari hareketliliğe bağlı olarak
kente yerleşenlerin, gerek İzmir’e
geçici olarak yolu düşenlerin ihtiyaçlarını karşılayacak sektörler de oluştu.
Oteller, yeme-içme mekânları,
meyhaneler gibi… Altlarında birer de
meyhane olan oteller ise pek gözdeydi. İbrahim Bey’in ‘Kemahlı Oteli’,
Kilimcizade Ahmed Bey’in ‘Hacı Hasan
Oteli’ ve ‘Ekmekçibaşı Oteli’ gibi…
Ahmed ve Halim beylere ait olan
Ekmekçibaşı Oteli’nin lokantası,
öğlenleri tencere yemekleri pişiren
bir esnaf lokantasıydı; akşamları ise
meyhane olarak hizmet verirdi ve
otelden daha ünlüydü. Ünlü ‘Sakızlı
Rakısı’nı üreten ailenin ‘Halk Oteli’ ise,
Kestelli Yokuşu’nda idi. Ahmet Raşit
Bey’in işlettiği meyhane ‘Başdurak’ ta,
İzmir’in çevre ilçelerine gideceklerin
‘yolluk’ aldıkları bir yerdi.
Yine Sakızlı Saadettin’in sahibi
olduğu ‘Selim Misafirhanesi’nin bir
bölümü, Kemeraltı esnafının devam
ettiği bir meyhane idi. ‘Gaffarzade
Oteli’ni ise Abdullah Bey işletirdi (Bu
otelin altında bulunan meyhanedeki
muhabbetlere kulak kabartan Giritli
bir kayıkçı, 1926 yılında Atatürk’e
yapılacak olan bir suikastı, dönemin
Valisi Kâzım Paşa’ya bildirmişti).
‘Güzel İzmir Oteli’nin altında
Müdür Ali Bey’in işlettiği mekân, daha
çok ‘tektekçi’ olarak bilinirdi ve yarım
saatte bir kalkan ‘Göztepe Tramvayı’nı
bekleyenler için de idealdi. Nuri
Meserretçioğlu’na ait olan ve Mevlevi
dergâhından gelenlerin de buluşup
yemek yedikleri ‘Meserret Oteli’nde,
zaman zaman Neyzen Tevfik de ney
üflerdi. Sahibi de Mevlevi olan Hacı
İsmail Dede’nin ‘Muhabbet Lokantası’ ise, Kestelli Yokuşu’nun ‘İzmir
Mevlevihanesi’ne en yakın noktasındaydı. Başdurak Caddesi, 65 numa-
Kemeraltı’nda sadece meyhane
olarak hizmet veren yerlerin bulunduğu çıkmaz sokak ise, o zamanlar
Veysel Bey tarafından yönetildiği için
Veysel Hamamı Sokağı diye bilinirdi;
ancak 1960 yılında hamam kapanınca
kısaca Veysel Çıkmazı olarak anılır
oldu. Cumhuriyet Dönemi öncesinde
burada, rakıları kadar şarapları ve
biraları ile de meşhur ‘Bahçeli Gazino’
çok ünlüydü. Cumhuriyet’ten sonra,
bu sokakta ilk meyhaneyi 1926’da
Halit Ferit Bey ‘Adalar Meyhanesi’
adıyla açtı. Aynı yerde bugün de bir
meyhane var ve ‘Ferit Baba Meyhanesi’ olarak biliniyor; Beşir Çamlı ve
ortakları tarafından işletiliyor.
1998’de ölen Ferit Baba ise, Ferit
Bey’in oğludur. ‘Ferit Baba’nın müdavimleri arasında, her akşam evine gitmeden önce bir tek atan Halikarnas
Balıkçısı ile kendine özel yaptırdığı
köftesiyle meşhur gazeteci Özdemir
Hazar da vardır. (Nedim Atilla tarafından Ege TV’ye bu meyhanenin 25
dakikalık bir belgeseli de çekilmiştir).
1960-80 yılları arasındaki süreç, Veysel
Çıkmazı’nın ‘altın çağı’dır…
Bir ara meyhane sayısı 15’e kadar
çıkmıştır. Şükran Oteli’nin bu sokağa
da bakan meyhanesi ise 1998’e kadar
hizmet vermiştir. Mirası bölüşemeyen
dokuz ortağın anlaşamaması sebebiyle kapanmış ve yerine işporta mal-
zemeleri satan bir dükkân açılmıştır.
Son olarak 1995’te düzenlenen “İzmir
Yemekleri ve İzmir Şarkıları” gecelerine de ev sahipliği yapan mekân,
güzel bahçesiyle hâlâ hafızalardan
silinmemiştir.
Veysel Çıkmazı’nın önemli lokantaları ‘Tek Nal’, ‘Karadeniz’, ve ‘Ay’
isimlerini taşırdı. Geleneksel Kemeraltı meyhane kültürünü yakın zamana
kadar yaşatabilen tek yer, Mezarlıkbaşı’ndaki son bahçeli meyhane Yalova
oldu; ne yazık ki o da 2004 yılında
kapandı. Bu meyhane ilk açıldığında
‘Yaluva’ adını taşıyordu.
Daha sonra bir ‘akşamcı’
öğretmen, ismi düzeltmelerini söyleyince adı ‘Yalova’
olarak düzeltildi (Yalova
Meyhanesi: Kaynak kişi, eski
Göztepeli milli futbolcu
Cenap Öztezel).
Bodrum Meyhanesi’nin
ise İzmir’in entelektüel yaşamında ayrı bir yeri vardır.
Kemeraltı’ndaki İkinci Beyler Sokağı’nın ünlü Bodrum
Meyhanesi, bir zamanlar
Halikarnas Balıkçısı ve
bohem arkadaşlarının buluşma mekânıydı. Şimdi yerinde yeller esiyor... İzmir’in
edebiyat dünyasının kalbi
bir zamanlar bu mütevazı
meyhanede atardı. Şair ve
yazar Hüseyin Yurttaş, Bodrum Meyhanesi’nin kurucusu Mustafa Eradan ile oğlu
Tahir Eradan’ı ve oranın simgesi Kemal Öztürk’ü (Eczacı
Kemal) hayırla yâd ediyor.
Hele Tahir Eradan’ın coşunca müşterilerine rakı ısmarlayışını unutamıyor ve ekliyor: “Rakı ısmarlayan meyhaneci nerede görülmüştür? Tahir’in
yaptığı ibretlik bir tutumdu. Bir
dönem her akşam uğrardık Bodrum’a.
Çoğunlukla bankoda ayaküstü yarım
şişe parlatıp karanlığa karışırdık.”
1999’da önce fast-food dönerci
oldu, ardından da kapandı. Bodrum
Meyhanesi 2005’te eski geleneksel
usulde eski bir garson olan Halit
tarafından Bornova’da açıldı ve Şubat
2010’da da ‘Register’ aldı.
BAHAR 2011
49
Kemeraltı havraları
İzmirlileri Kemeraltı’na çeken en
önemli unsurlardan biridir Havra Sokağı.
İzmirli burada taze sebze meyveyi,
Ege’nin onlarca çeşit zeytinini-peynirini, kalamarından deniz balığına tüm
deniz ürünlerini ve daha nicesini her
daim uygun fiyatlarla bulabileceğini
bilir. Bir ucu Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın
en fazla arşınlanan yolu olan Anafartalar Caddesi’nde diğer ucu İkiçeşmelik
tarafında olan sokak, İngilizce kaynaklarda Synagogue Street olarak geçer.
İşte Havra Sokağı’nı önemli kılan tarihi
ve kültürel özelliği isminin kaynağında
saklıdır: İsmini Yahudilerin toplanma
ve ibadet yeri olan “havra”dan almıştır.
Bugün dördü aktif olan dokuz havranın
ve İspanya’dan göç etmiş Yahudilerin
(Sefaradların) 1990’lara kadar yaşadığı
özgün mimarili fakat artık yıkılmak
üzere olan “aile evleri”nin bulunduğu bu
Yahudi Mahallesi’ni, Kemeraltı sarıp sarmalayarak saklıyor. Yahudi Cemaatinden
iki hanımefendi, Sara Pardo ve Ester Cen
ile yaptığımız röportaj sonrası Sinyora
Sinagogu’ndan sokağa çıkınca bu sarıp
sarmalamayı, koruyup kollamayı yaşayarak görüyoruz: Sinagogun karşısındaki
genç esnaf, ibadet yerinin duvarlarının
yanına dökülmüş çöpleri göstererek
“Abla, bu çöpleri buraya dökmemeleri
için fidan getirelim dikelim bu köşeye.
50
Biz de elimizden geleni yapalım” diyor.
Ayaküstü çözümler üstüne söyleşiyorlar, İzmir Yahudileri üzerine çok önemli
bir eser yazmış olan Sara Hanım ile
Müslüman esnaf. Ester Hanım son dönemde sinagogları gezmek isteyenlerin
sayısındaki artıştan çok mutlu olduğunu
belirtirken “Dışardan Yahudi cemaati çok
kapalı görünüyor.
Halbuki biz öyle
bir eğilim içinde
değiliz” diye
konuşuyor. Sara
Hanım da tüm
sevecenliğiyle
ekliyor: “Toplayın gençleri
gelin. Anlatalım
sorulara cevap
verelim.” İnançlarında misyonerliğin olmadığı,
kimseyi değiştir-
mek istemeyen, dini kimliklerini diğer
dinlerde de olduğu gibi artık daha çok
gelenek-görenek anlamında yaşayan ve
“Biz Türk’üz, sadece dinimiz farklı” diyen
İzmir Yahudilerinin bu iki temsilcisi
ısrarla müslümanlarla ve Türk toplumuyla benzerliklerini, hatta aynılıkları
vurguluyor.
Uzun yıllar turist rehberliği yapmış olan ve halen gönüllü tanıtım
hizmeti veren Sara Pardo, İspanya ve
Portekiz’den göç etmek zorunda kalan
ve Sefaradlar olarak bilinen İspanya
Yahudilerinin Osmanlı Devleti tarafından önce -tekstil dokumacılığında iyi
oldukları için- Selanik, Edirne, İstanbul
ve Safed’e yerleştirildiklerini, daha
sonra da Tire ve Manisa’ya göç ettiklerini söylüyor. Yazdığı kitapta İzmir’deki
Yahudi varlığının MÖ 6. yüzyıla kadar
dayandığını anlatan Pardo, Sefaradlar
geldiğinde Manisa’da Romanoit denen
bir Yahudi kolonisinin bulunduğunu
belirtiyor. Çoğunu Sefaradlar oluştursa
da, Konversoları ve ticaret veya başka
sebeplerle göç eden diğer Yahudileri
de kapsayan bir Yahudi Cemaati’nin
İzmir’de oluşması 17. yüzyılın başlarına
denk geliyor. Ege Denizi’ndeki adaların
birer birer Osmanlı’ya geçmeye başladığı bu dönemde, ticaret açısından çok
önemli bir karakol olan Sakız Adası’nın
da Osmanlı İmparatorluğu tarafından
ele geçirilmesinin İzmir açısından bir
milat olduğunu söylüyor Pardo. Çünkü
Sakız’da ikamet eden tüm Avrupa konsolosları (tüccarlar) o dönemde küçük ve
kimsenin olmadığı bir liman olan İzmir’e
geliyor, ki Pardo bu iç limanı anlamadan Kemeraltı’nın anlaşılamayacağını
vurguluyor. Bu dönemde İzmir’in transit
liman olarak Avrupa’nın gözbebeği haline gelmesine paralel olarak, iç limanın
kıyısındaki bölge, şimdiki Kemeraltı, bir
ticaret merkezi haline gelmeye başlıyor.
1960’lara kadar Yahudi ailelerin
Kemeraltı ve buraya yakın yerlerde,
özellikle Agora ve Tilkilik’te oturduğu
bilgisini alıyoruz. Yahudilikte öğle duası
olduğu için Kemeraltı’ndaki iş yerlerine yakın Sinagoglar inşa etmişler. 17.
yüzyılda bölgeyle birlikte cemaat da
gelişmiş lakin yüzyılın sonunda Sabetay
Sevi olayları ve 1688 depremi ile cemaat
hem ekonomik açıdan gerilemiş hem de
içe kapanmış. O dönemdeki gerilemeyi
eğitimin gerilemesine bağlayan Pardo,
dönemi anlatırken şunları söylüyor: “Yabancılar şehri ele geçiriyor çünkü sen iyi
okumazsan başkaları ele geçirir. Sahte
Mesih olayları olunca cemaat kendini
kapatıyor. Cemaat bütün öğrenimleri
okulları durdurunca gerileme başlıyor.
Rumlar bundan faydalanıp işleri kapmaya başlamış”.
Ester Hanım havralar hakkında bilgi
verirken, cemaatlerinin küçülmesinden
de dem vuruyor: “Bizde hep beraber
ibadet edilir. Havranın asıl maksadı
toplanmaktır. Eskiden hazanların (dua
okuyan güzel sesli kişiler) olduğu bölüm
ortadaydı, cemaat etraftaki sedirlere
otururdu. Halen iki sinagogumuz bu
şekilde bir oturma düzenine sahip. Her
ay bir bayramımız var. Her Cuma günü
bayramların kraliçesi Şabat var. Şu anda
dokuz havradan dördü faal durumda.
Devamlı ibadet edilmiyor ama iki tanesi
öğlen dualarına açılıyor. İki tanesi de Cumartesi sabah açılıyor. Bir tanesi kapalı
bir ödenek bulursak onu müze haline
getirme hayalimiz var. Çünkü ziyaretçilerden çok talep var. Sinagogda ibadet
SaraPardo(soldaki)veEsterCen,Yahudiler’inİzmir’deyaşamaktançokmemnunolduğunu
belirtiyorvesözlerinişöylesürdürüyorlar:“MüslümanlarveYahudileriçiçeyiz.Birbirimizden
çokdafarklıdeğilizaslında.Bayramlarımızbileçokbenzer.Kendimihiçfarklıhissetmiyorum.
İzmir zatenTürkiye’de özel bir kent, bu özelliğin keyfiniYahudiler de çıkarıyor tabii”.
etmek için en az 10 erkek olması gerekir.
Bugün maalesef çok toparlanamıyor, ancak 10-12 kişi toparlanıyor. Çoğu zaman
öğlenle akşam ibadeti birleştiriliyor”.
La Sinyora
(GiveretHanımefendi) Havrası
La Sinyora Havrası İzmir antik
havralarının simgesi niteliğindedir.
Adından da anlaşılacağı
gibi bir kadın tarafından
veya onun bağışlarıyla
yaptırılmıştır. Yaygın
görüş bu kadının Donna
Gracia Mendes olduğu ve
1510-1569 yılları arasında
yaptırıldığı yönündedir.
Bahçesindeki Turunç ağacının meyvelerinin, çocuk
sahibi olamayan kadınlara umut olduğu yönünde
bir rivayet vardır. Havra,
Anafartalar Caddesi’ne
ve 927 Sokağa cephe
veren parselde Havra
Sokağı’nda konumlanmaktadır.
Algaze (Kaal Kadoş)
Havrası
Kuzeyinde Shalom
güneybatısında Sinyora
Giveret Havralarının konumlandığı Algaze Havrası 1724 yılında Algazi
ailesi tarafından yaptırılmıştır. Günümüzde yapı
tek katlıdır. İtalyan etkisi
BAHAR 2011
51
ile 20. yüzyılda plan şeması değiştirilmemiştir ancak kadınların ibadet ettikleri
Mehizah bölümü kaldırılmıştır. Havranın
927 Sokak’a bakan avlu duvarları masif
ve yüksektir.
Şalom (Barış)Aydınlılar Havrası- Neve Şalom
İzmir’in en otantik, en çok tarih
kokan havrası Şalom’dur. Algaze
Havrası’nın karşısında yer alır. Yapı 1500
yıllarında yapılmıştır ve 1841 yılındaki
büyük İzmir yangını havranın önünde
durdurulmuştur. Yapının giriş kapısında
bu olayı anlatan bir kitabe bulunmaktadır. Yapıya küçük bir bahçeden girilmektedir. Üstünde eskiden çok daha büyük
olduğu belli olan bir demir suka (çardak,
çadır) ve ortasında da bir taç bulunur.
Dünyada var olan tek taçlı suka olduğu iddia edilmektedir. Taç, yani Keter,
Tanrı’nın krallığını simgeler. Romalılar
zamanından beri bir Yahudi kolonisinin
yaşadığı pek çok kaynakça tarafından
teyit edilmiş olan Aydın, 1922’de Yunan
ordusu tarafından yakılınca buradaki
Yahudilerin büyük bir kısmı İzmir’e göç
etmiştir. İzmir’e gelen bu Aydınlı Yahudilere Şalom Havrası tahsis edildiği için
bu havra 1998 yılında kapanana kadar
Aydınlı aileler tarafından kullanılmıştır.
Etz Ha Hayim ( Hayat Ağacı)
Havrası
Bu sinagogun Bizans devrinden kalma bir sinagog olduğu söylenmektedir.
Diğer havralar gibi muhtelif tarihlerde
gerçekleşen yangınlarda defalarca yanmış ve tekrar tekrar inşa edilmiştir.
52
MADENi YAĞ
SEKTÖRÜNDE
La Hevra - Talmut Tora Havrası
Antik Anadolu havralarının tipik bir
örneği olan ve yapılış tarihi 17. yüzyıla
dayanan çok eski bir havra olan
Le Hevra, Havra Sokağı’nın
göbeğinde yer alır. Bir zamanlar büyük bir bahçenin içinde
İzmir’in en büyük ve en güzel
havralarından biri iken 1999 yılında tavanı çöktü ve takip eden
yıllarda harabeye dönüştü.
Bet Hillel Havrası
Bu havra Palaçi ailesinin
evindeydi. Bir oda büyüklüğündeki havra 1986 yılında boşaltıldıktan sonra 2006 yılında tavanı
çökmüştür ve bugün sadece
dört duvarı durmaktadır.
Bikur Holim Havrası
Yapı İkiçeşmelik Caddesi
üzerinde yer almaktadır. Bikur Holim
Havrası 1724 yılında Hollanda asıllı
İzmirli bir Yahudi olan Salamon de
Ciaves tarafından yaptırılmıştır. Bu tarihte yapının bitişiğinde bulunan ev ve
dükkanlar gelir getirmeleri için havraya
bağlanmıştır. Yapının önünde bulunan
tek katlı ek yapılar havrayı İkiçeşmelik
Caddesi’nden ayırmaktadırlar Fakat tek
katlı olduklarından görünmesini engellememektedirler.
Los Foresteros-Orahim Havrası
Foresteros Havrası’nın ilk Sabetay Sevi olayları sebebiyle şehre göç
akınının başladığı yıllarda yapıldığı
tahmin ediliyor. Başta İtalyan Frankoslar
olmak üzere, birçok yabancı pasaportlu
tarafından kullanılan havra, 1841 yangınından sonra havraların tekrar inşa
edilmesiyle herkes tarafından kullanılmaya başladı. Bu havranın bir duvarı
Sinyora’ya bir duvarı Algazi’ye ve bir
duvarı da La Hevra’ya bitişiktir. Şu anda
boş ve koruma altındadır.
KRALLIĞIMIZIN
iLANIDIR!
Petrol Ofisi Madeni Yağları,
2010 yılı pazar lideri.*
Tüm Türkiye’ye ve özveriyle çalışan Petrol Ofisi ailesine teşekkür ederiz.
*Kaynak: 2010 PETDER toplam madeni yağ satış verisi.
PO maxima ve MAXIMUS,
Petrol Ofisi tescilli markalarıdır.
Nice yollara.
BAHAR 2011
53
Ege Üniversitesi öğrencileri
topluma hizmet üretiyor
Ege Üniversitesi öğrencileri, 2009-2010
akademik yılı başından beri “Topluma
Hizmet Uygulamaları” adı altında sosyal
sorumluluk projeleri üretiyor.
Ege Üniversitesi Rektörlüğü Topluma
Hizmet Uygulamaları Koordinatörlüğü
eşgüdümünde geçen yıl 3500 öğrenci
tarafından eğitim, sağlık, çocuk, kadın,
yaşlılar, çevre ve teknoloji gibi konularda
141 proje üretilmişken bu yıl ise bu sayı
güz dönemi sonunda 2900 öğrencinin
katılımıyla 250 projeye ulaştı. Bahar
döneminde Ege Üniversitesi’nin
2100 öğrencisi daha topluma hizmet için
projeler üretiyor olacak.
İ
nsanın eylemleri konusunda
hesap verme mecburiyeti olarak
tanımlanan sorumluluk, modern
toplumlarda sosyal yaşamın merkezi
kavramlarından birini oluşturuyor.
Bireyler gibi kurumlar da içinde
yaşadıkları toplum, ülke ve vatandaşlara karşı çeşitli sorumluluklara sahip.
Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarının, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin,
çevresel ve toplumsal sorunların ve
teknolojik tehditlerin arttığı günümüzde sosyal sorumluluk kavramı
tüm bu sorunlarla başa çıkmak adına
daha da önem kazanmış bir kavram
olarak karşımıza çıkıyor.
Bu noktadan hareketle Ege
Üniversitesi de çevresel ve toplumsal sorunların çözümüne katkıda
bulunmak ve bu anlayışla yaşamayı
alışkanlık haline getirecek bireylerin yetişmesini sağlamak amacıyla
birikimini harekete geçirdi. Bu amaçla
geçtiğimiz öğretim yılında başlatılan
uygulamayla Ege Üniversitesi’nde 1
ve 2. sınıf öğrencileri Topluma Hizmet
Uygulamaları adıyla anılan bir ders
alıyor. Sosyal, ekonomik ve kültürel
konulara duyarlı bireyleri topluma
54
kazandırmayı amaçlayan bu uygulama kapsamında derslerde projeler
planlayan öğrenciler, yardımlaşma ve
dayanışma duygularını içselleştiriyorlar. Ayrıca, topluma karşı sorumluluklarını da öğrencilik dönemlerinden
itibaren yerine getirmeye başlıyorlar.
Başta üniversiteler olmak üzere kamu kurumları ve sivil toplum
kuruluşlarının sosyal sorumluluk
anlayışının kazanılması, yürütülmesi
ve sürdürülmesinde kilit role sahip
oldukları düşüncesiyle başlatılan bu
ders uygulamasında Ege Üniversitesi
öğrencileri bizzat kendileri topluma
hizmet projeleri planlayıp hayata
geçiriyor.
Ege Üniversitesi öğrencilerinin
bilgi ve birikimlerini kullanacakları bir
toplumsal hizmet projesinde yer almalarını sağlayarak sosyal sorumluluk
bilincini ve duygusunu geliştirmek
ve üniversitenin halkla bütünleşerek
birikimi halka aktarmasını sağlamak amacıyla başlatılan uygulama
sayesinde 2009-2010 eğitim yılında
üniversitenin öğretim elemanları
başkanlığında 3 bin 500 öğrenciden
oluşan gönüllü ordusu çalışmalar
yürüttü. Bu yıl bu sayı bahar dönemi
sonunda 5 bine ulaştı.
Öğrenciler tarafından geçen
öğretim yılında eğitim, sağlık, çocuk,
kadın, yaşlılar, çevre ve teknoloji
gibi günümüzün temel toplumsal
problemlere yönelik 141 proje hayata
geçirildi. Bu projelerden fakülte/yüksekokul/meslek yüksekokulu bazında
ilk 3 seçilerek belirlenen projeler Ege
Üniversitesi Sosyal Sorumluluk Proje
Koordinatörlüğü tarafından değerlendirildi. Bu projeler arasından 3’ü
ödüle, 4’ü mansiyona uygun görüldü.
Birincilik ödülünü alan “Küçük
İlkyardımcı” projesini Ege Üniversitesi Atatürk Sağlık Hizmetleri Meslek
Yüksekokulu’nun Paramedik Bölümü
öğrencileri İzmir İl Sağlık Müdürlüğü
ile ortaklaşa gerçekleştirdi. Proje kapsamında, pilot okul olarak belirlenen
İzmir Çamdibi İlköğretim Okulu
öğrencilerine, belirlenen ilkyardım
konularında pratik uygulamaları
da içeren bir eğitim verildi. “Küçük
İlkyardımcı Eğitimi” adı verilen eğitimde öğrencilere ilkyardım nedir, ne
amaçla yapılır gibi konuların yanı sıra
yanıklar, donmalar ve yaralanmalar
gibi durumlarda acil uygulanması gerekenler hakkında da
bilgi verildi. Öğrenciler 112 Acil
Servis’in aranması konusunda
uyarılırken acil servis gelene
kadar yapılabilecekler hakkında bilgilendirildi. Proje sonunda eğitime katılan gönüllü İzmir
Çamdibi İlköğretim Okulu öğrencilerine rozet, şapka ve ilkyardım çantaları
törenle dağıtıldı.
Projeler arasında ikincilik ödülüne
layık görülen ise “Nazar Köy” Projesi
oldu. Eğitim Fakültesi öğrencilerinin
gerçekleştirdiği bu proje kapsamında anaokulu bulunmayan Nazar
Köy’de anaokulu açılması için köy
muhtarı ile görüşülerek çalışmalara
başlandı. Eğitim Fakültesi öğrencileri
tarafından düzenlenen kermesle
projenin bütçesi oluşturuldu. Köyde
bulunan eski bir kahve, elde edilen
gelirle düzenlenerek anaokuluna
dönüştürüldü. Projeyi yürüten Eğitim
Fakültesi öğrencilerinin asıl görevi
anaokulu kurulduktan sonra başladı.
Öğrenciler, haftada üç gün bu okula
giderek, köyde bulunan anaokulu
düzeyindeki çocuklara öğretmenlik
yapmıştı. Böylece öğrenciler mesleki
öğrenimlerini hayata geçirme ve
deneyimlerini arttırma fırsatı bulurken, köydeki çocukların da gelişimine
katkı sağlamış oldu. Sosyal sorumluluk projelerinin önemli temellerinden
biri olan sürdürülebilirlik problemi de
Nazar Köy’de açılan anaokuluna, Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmen
atanmasıyla çözümlendi.
Üçüncülük ödülünün sahibi
ise Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü öğrencileri tarafından hayata geçirilen “Hikayemi
Dinler misin” projesi idi. Psikiyatrik
teşhis almış hastalara karşı toplumun
oluşturduğu ön yargıların kırılması ve
bu hastaların sosyal hayatta kendilerine bir yer edinmelerinin sağlanması
amacıyla başlatılan proje kapsamında
öğrenciler Ege Üniversitesi Psikiyatri
servisinde yatan hastalarla çalıştılar.
Serviste yatan hastalardan okumayazma bilmeyenlere okuma-yazma
öğretmeye, bilenlere ise kitap okuma
ile sosyal hayata tutunmanın yolları
anlatılmaya çalışıldı. Projede görev
alan öğrenciler serviste yatan hastalarla diyalog kurmaya çalışarak onların sosyal-toplumsal hayatla aralarında bir köprü görevi görmeye çalıştı.
Normalde toplum tarafından dışlanan
bu bireylerle iletişim kurabilmek için
öğrenciler önce psikiyatrik birtakım
bilgiler edinmek üzere konunun uzmanlarından eğitim aldılar. Bu eğitimler sonrasında hastaların hikayelerini
dinleyerek, onlara sürekli iletişimde
oldukları doktorlar, hemşireler, hasta
bakıcılar dışında normal insanlarla da
iletişim kurmalarına olanak
sağlanlanmaya çalışıldı.
2010-2011 öğretim
yılında Tıp Fakültesi, Fen
Fakültesi, EczacılıkFakültesi,
Ziraat Fakültesi, Bayındır
Meslek Y.O., Ege Meslek Y.O.,
Ödemiş Meslek Y.O, Bergama Meslek Y.O.,Tire Kutsan
Meslek Y.O.’nda da Toplumsal
Hizmet Uygulamaları dersinin
verilmeye başlamasıyla Ege
Üniversitesi bünyesinde topluma hizmet üretmek üzere
çalışmalar yapan gönüllü sayısı yaklaşık 5 bine ulaştı. Güz
dönemi sonunda 2 bin 900
öğrenci katılımı ile 250 proje
üretildi. Bahar dönemini
sonunda da 2 bin 100 öğrenci
katılımıyla yeni projeler üretilmiş olacak.
Topluma hizmet projeleri
hakkında bilgi almak için
Prof. Dr. Aylin Göztaş
Ege Üniversitesi Rektörlüğü
Topluma Hizmet Uygulamaları
Koordinatörü
Tel: 0 232 3111637
[email protected]
Suna Yüce
Araştırmacı
Tel: 0 232 3115379
Fax: 0 232 3392555
[email protected]
www.oidb.ege.edu.tr
BAHAR 2011
55
Bologna süreci ve Ege Üniversitesi’nde
Bologna süreci uyum çalışmaları
Prof. Dr. Süheyda ATALAY
Ege Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi
Kimya Mühendisliği Bölümü
B
ologna Süreci ilk kez 25 Mayıs 1998
tarihinde Sorbonne Üniversitesi’nin 800.
kuruluş yıl dönümünde Fransa, İtalya,
Almanya ve İngiltere Eğitim Bakanları’nın Avrupa
Yükseköğrenim Sistemi yapısının uyumlulaştırılması amacıyla Sorbonne’da gerçekleştirdikleri toplantı
sonrasında yayımlanan Sorbonne Ortak Bildirgesi
ile ortaya çıkmıştır.
Haziran 1999 tarihinde 29 Avrupa ülkesinin
yükseköğretimden sorumlu bakanlarının imza
attıkları Bologna Bildirgesi’yle Bologna Süreci
resmen başlamıştır. Bilgi tabanlı bir toplum ve
bilgi temelli bir ekonominin oluşturulması
amacıyla Avrupa’da ortak bir Yükseköğretim Alanı
yaratılması hedeflenmiştir. Sürecin temel hedefleri
bu Bildirge ile ilan edilmiştir. Bu hedefler kısaca
aşağıdaki gibi sıralanabilir:
•Kolay anlaşılır ve birbiriyle karşılaştırılabilir
yükseköğretim diploma ve dereceleri oluşturmak,
•Yükseköğretimde lisans ve yüksek lisans
olmak üzere iki aşamalı derece sistemine geçmek
(2003 Berlin Bildirgesi’nde yükseköğretimin
mevcut iki aşamasının yanı sıra, üçüncü aşama olan
doktora düzeyini de içermesinin gerekliliği üzerinde fikir birliğine varılmış, dolayısıyla bu tarihten
itibaren üç aşamalı derece sistemine geçiş Bologna
Süreci’nin ana hedefleri arasında yerini almıştır),
•Ortak bir kredi sistemini (AKTS :Avrupa Kredi
Transfer Sistemi (ECTS : European Credit Transfer
System) uygulamak,
•Öğrencilerin ve öğretim elemanlarının hareketliliğini sağlamak ve yaygınlaştırmak,
•Yükseköğretimde kalite güvencesi sistemleri
ağını uygulamak ve yaygınlaştırmak,
•Yükseköğretimde Avrupa boyutunu geliştirmek.
Avrupa’nın 2010 yılı için koyduğu bu hedeflerin temeli Bologna Bildirgesi’nden önceye dayanır:
İlk olarak 18 Eylül 1988 yılında Bologna’da Magna
Charta Universitatum adıyla bilinen Üniversiteler
Anayasası 2 sayfalık bir metin olarak hazırlanmış ve
388 Avrupa üniversite rektörü tarafından onaylanmıştır. Bu metinde göze çarpan üç temel görüş :
•Geleceği, kültürel, bilimsel ve teknolojik
gelişmeler belirleyecek,
•Topluma hizmet üniversitelerin de bir
fonksiyonu,
56
•Çevreye duyarlı kuşaklar yetiştirilmesi
hedeflenmeli,
dört temel prensip:
•Özerklik,
•Öğretim ve araştırma birlikteliği,
•Öğretim ve araştırmada özerklik,
•İnsancıl anlayış bulunmaktadır.
Bologna Süreci’nin izlenmesi, iki yılda bir
yapılan ve sürece dahil olan ülkelerin yükseköğretimden sorumlu bakanlarının bir araya geldikleri
Bologna Bakanlar Toplantıları ve ülkelerin temsilcilerinin oluşturduğu Bologna İzleme Grubu (BFUG:
Bologna Follow-Up Group) ile olmaktadır.
Bologna Bildirgesi’ni sırasıyla Prag (2001),
Berlin (2003), Bergen(2005), Londra (2007),
Leuven (2009), ve Budapeşte/Viyana (2010)
bildirgeleri takip etmiş ve her bildirge ile Bologna
Süreci’nin faaliyet alanı biraz daha genişlemiş ve
ayrıntılandırılmıştır. En son Kazakistan’ın da sürece
dahil olmasıyla, Avrupa Birliği ülkeleri ile birlikte
47 ülke bu sürece üye olmuştur. Yükseköğretimin
küresel boyuta ulaştırılmasında bütün üye ülkeler
için uygun araçlar sunan Bologna Süreci çalışmalarına Türkiye 2001 yılında Prag toplantısında dahil
olmuştur.
Bologna Süreci ana eylem başlıkları aşağıda
olduğu gibidir:
1. Kolay anlaşılabilir ve karşılaştırılabilir bir
akademik derece sistemi
• 2/3 kademeli (Lisans, Yüksek Lisans, Doktora)
yükseköğretim sistemi
• Kademeler arası geçiş
• Ulusal yeterlilikler Çerçevesi
2. Kalite güvencesi
• Avrupa ilke ve standartları ile uyumlu Ulusal
Kalite Güvence Sistemi
• Öğrenci Katılımı
• Uluslararası Katılım
3. Diplomaların ve öğrenim sürelerinin
tanınması
• Diploma eki (DS: Diploma Supplement)
• Lizbon Tanıma Sözleşmesi
• AKTS (ECTS: European Credit Transfer System)
4. Yaşam Boyu Öğrenme
• Esnek Öğrenme (informal, nonformal öğrenme) ile kazanılan yeterliliklerin tanınması
5. Ortak Dereceler
• Ortak derecelerin oluşturulması ve tanınması
Kısaca Bologna Süreci, Avrupa Ülkeleri’nde
kendi içinde uyumlu, birbirlerini karşılıklı olarak
anlayan, tamamlayan ve rekabet gücü yüksek bir
“Avrupa Yükseköğretim Alanı” oluşturulmasıdır.
Bu sürecin, ülkelerin ulusal şartları ve kültürleriyle uyumlu olmak kaydıyla, Avrupa genelinde
ortak deneyimlerin paylaşılması, ortak hedeflere
ulaşmak üzere işbirliği yapılması ve birbirinin
deneyiminden faydalanılması yoluyla gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Bu süreç, yeni bir sistemin
uyarlaması değil, var olan sistemlerin ortak bir
paydada buluşturulmasından ibaret olan bir
‘yenilenme’ hareketidir. Bologna Süreci, sürekli geliştirilen ve dinamik bir özellik taşımaktadır. Sürecin
nihai hedeflerinin 2020 yılına kadar tamamlanması
gündemdedir.
Bologna Süreci çalışmalarına bağlı olarak ülkemizde gerçekleştirilen başlıca gelişmeleri aşağıdaki
gibi özetlemek mümkündür:
•Türkiye, Avrupa Bölgesi’nde Yükseköğretimle
ilgili belgelerin tanınmasına ilişkin sözleşme
olarak tanımlanan “Lizbon Tanıma Sözleşmesi”
ni 01.12.2004 tarihinde imzalamış ve Sözleşme
01.03.2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme
ile ulusal mevzuat arasındaki uyuşmazlıkları
kaldırmak amacıyla yeni “Yurt Dışı Yükseköğretim
Diplomaları Denklik Yönetmeliği” hazırlanmış ve 11
Mayıs 2007 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.
•Türkiye ENIC (European Network of National
Information Centers)/ NARIC (National Academic
Recognition Information Centers) Merkezi, Yükseköğretim Kurulu bünyesinde yapılandırılmış ve
2003 yılından itibaren ENIC/NARIC iletişim ağının
bir parçası olarak faaliyet göstermektedir.
•Türkiye’de Diploma Eki uygulamasına
Yükseköğretim Kurulu’nun 11.03.2005 tarihli
genel kurul toplantısında almış olduğu karara göre
2005-2006 öğretim yılı itibariyle başlanmıştır.
Buna göre, 2005-2006 akademik yılından itibaren
yükseköğretim kurumları mezun olan öğrencilerine
diplomalarına ek olarak , yaygın olarak konuşulan
bir Avrupa dilinde hazırlanmış Diploma Eki vermek
zorundadır.
•Bologna Süreci’nin Türkiye’de uygulanması
aşamasında AKTS önemli bir çalışma alanıdır. Bu
kapsamda, yükseköğretim kurumlarında hem
AKTS’nin uygulanışından , hem de öğrencilerin
AKTS hakkında bilgilendirilmesinden sorumlu
olmak üzere AKTS kurum koordinatörleri ve her
fakülte/bölüm için de ayrı AKTS bölüm koordinatörleri belirlenmiştir.
•“Yükseköğretim Kurumlarında Akademik
Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Yönetmeliği”
Yükseköğretim Kurulu tarafından 20 Eylül 2005
tarihinde eğitim, öğretim, araştırma faaliyetlerinin
kalitesinin geliştirilmesi ve değerlendirilmesi
amacıyla, Avrupa Kalite Güvencesi Standart ve
İlkeleri’ne de uygun olacak şekilde yayınlanmıştır. İlgili yönetmelik çerçevesinde; Ulusal
Boyutta:Yükseköğretim Akademik Değerlendirme
ve Kalite Geliştirme Komisyonu (YÖDEK) ve Yükseköğretim Kurumlarında: Yükseköğretim Kurumu
Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme
Kurulları (ADEK) oluşturulmuştur.
•Türkiye’de Yükseköğretim alanında yeterliliklerin (herhangi bir yükseköğretim derecesini başarı
ile tamamlayan bir kişinin neleri bilebileceği, neleri
yapabileceği ve nelere yetkin olacağı) çerçevesini
tanımlayan TÜRKİYE Yükseköğretim Yeterlilikler
Çerçevesi’nin (TYYÇ) Yükseköğretim Kurulu
tarafından onaylanması 21.01.2010 tarihli Genel
Kurul kararı ile olmuştur. TYYÇ kapsamında Temel
Alan Yeterlilikleri’nin tanımlanması Ocak 2011’de
tamamlanmıştır. Bu kapsamda tüm yükseköğretim
kurumlarındaki programların program yeterliliklerini 2012 yılının sonuna kadar tamamlaması
beklenmektedir.
•Öğrencilerin yükseköğretim yönetimine katılması ve karar süreçlerinde “eşit paydaş” olarak yer
alması anlamına gelen öğrenci katılımı çalışmaları
Ulusal Öğrenci Konseyi ve Yükseköğretim Kurumları
Öğrenci Konseyleri tarafından yürütülmektedir.
Ulusal Öğrenci Konseyi 20 Eylül 2005 tarihinde resmi gazetede yayımlanan “Yükseköğretim Kurumları
Öğrenci Konseyleri ve Ulusal Öğrenci Konseyi
Yönetmeliği” ne göre kurulmuştur. Ulusal Öğrenci
Konseyi’nin Avrupa Öğrenci Birliği’nin (ESU) üyesi
olması, öğrencilerimize uluslararası gelişmeleri
izlemeleri ve bu doğrultuda gelişme göstermeleri
için bir fırsat ve katkı sağlayacaktır.
•Bologna Süreci’nin önemli bir eylem alanı
olan hareketliliğin desteklenmesi kapsamında yurt
dışı hareketlilik için ERASMUS değişim programı,
yurt içi hareketlilik için FARABİ değişim programı
ilk sırada yer almaktadır. Bunun yanı sıra mesleki
eğitim için Leonardo, gençlik projeleri için YOUTH,
lisansüstü programlar için ERASMUS MUNDUS ve
Jean Monnet bursları hareketlilik için desteklenen
programlar arasındadır.
•Ortak program oluşturma için yasal zemin:
Yurt dışı için 28 Aralık 2006 tarih ve 26390 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik olan
“Yükseköğretim Kurumlarının Yurt Dışındaki
Kapsama Dahil Yükseköğretim Kurumlarıyla Ortak
Eğitim ve Öğretim Programları Tesisi Hakkında
Yönetmelik” ve yurtiçi için 22 Şubat 2007 tarih
ve 26442 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanan
yönetmelik olan “Yükseköğretim Kurumlarının
Yurt İçindeki Yükseköğretim Kurumlarıyla Ortak
Lisansüstü Eğitim ve
Öğretim Programları Tesisi
Hakkında Yönetmelik” ile
sağlanmaktadır.
•Yükseköğretim
Kurulu, 20.11.2008 tarihli Genel Kurul kararı ile
kurum içindeki Bologna
çalışmalarının yeniden
yapılandırılmasını ve sürdürülebilir gelişmesini
yönlendirmek ve eşgüdümü sağlamak amacıyla
tüm yükseköğretim kurumlarında Bologna Eşgüdüm Komisyonları kurulmasını kararlaştırmıştır.
“ Ege Üniversitesi Bologna
Süreci Uyum Çalışmaları “
Bologna Süreci alt eylemi olan “hareketliliğin
teşvik edilmesi” kapsamında Türkiye’de başlatılan
çalışmaların yansımaları Ege Üniversitesi’nde
ERASMUS Programında pilot projede yer alması
ile 2003 yılında başlamıştır. Türkiye’nin ilk Erasmus
öğrencileri Ege Üniversitesi’nden Portekiz Porto
Üniversitesi’ne gönderilmiştir. Bu tarihten sonra
öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği giderek artan
bir ivme ile sürdürülmüş ve bugün 23 Avrupa Birliği
üye ülkesi ile 325 ikili anlaşma sayısına ulaşılmıştır. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği Ege
Üniversitesi’nin uluslararasılılaşma hedefi içinde en
öncelikli konularından birisini oluşturmaktadır.
Uluslararası olarak tanınan bir üniversite olma
yolunda kararlı adımlarla yürüyen Ege Üniversitesi
dünya çapında uluslararasılılaşma çalışmaları ile
BAHAR 2011
57
tanınan üniversitelerle ortak akademik çalışmalar,
değişim programları ve çift diploma programları yürütmek için ikili anlaşmalar yapmaktadır.
Böylelikle hem Ege Üniversitesi öğrencileri hem de
anlaşma yapılan üniversitelerin öğrencileri farklı
bir kültürü tanıma ve başka bir ülkede akademik
çalışmalar yapma imkanı bulmaktadır.
Bologna Süreci’nin tanınma ile ilgili sunduğu
araçlardan birisi olan Diploma Eki çalışmaları
Ege Üniversitesi’nde 2003 yılında başlatılmıştır.
Diploma Eki üniversiteler tarafından diplomanın
yani sıra verilen tamamlayıcı bir belgedir. Diploma
Eki’nde, alınan derece ile ilgili bilgiler, derecenin
düzeyi, içeriği ve kullanım alanları, ilave olarak,
ulusal eğitim sistemi ve üniversitenin eğitim ve
değerlendirme sistemi ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Altyapısını ve hazırlıklarını kısa zamanda
tamamlayan Ege Üniversitesi ilk olarak 1 Kasım
2004 tarihi itibariyle Avrupa Komisyonuna Diploma
Eki Etiketi (DS-Diploma Supplement Label) başvurusunu yapmıştır ve Türkiye’de Diploma Eki Etiketi
alan ilk 2 üniversiteden birisi olmuştur. 11 Mayıs
2009 tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından ikinci
kez Diploma Eki Etiketi ile ödüllendirilmiştir. Ege
Üniversitesi bu ödüle layık görülen 7 üniversiteden
birisi, Avrupa genelinde ise 52 üniversiteden birisi
olmuştur.
Bologna Süreci’nin öne çıkardığı ortak kredi
sistemi olan AKTS (ECTS) ile ilgili çalışmalar da
Ege Üniversitesi’nde 2003 yılında başlatılmıştır.
Üniversitemizde oluşturulan Bologna Eşgüdüm
Komisyonu, Bologna Süreci’nin daha yakından
takip edilerek sürecin ana başlıklarının üniversite
bünyesinde çalışılması noktasında faaliyet göstermektedir. Üniversitemizde Bologna Süreci’nin
Yeterlilikler başlığındaki çalışmaları sistematik
olarak 2010 Ocak ayında farkındalık seminerleri
ile başlatılmış ve “ Ege Üniversitesi Bologna Süreci
Uyum Çalışmaları Rehberi ” hazırlanmıştır. Farklı
hedef gruplarına bir dizi seminerler verilmiştir.
2003 yılında başlatılan AKTS çalışmalarından farklı
bir şekilde AKTS/Öğrenme Çıktıları/İş Yükü ve
buna bağlı olarak Öğrenci Merkezli Eğitim konuları
vurgulanmış ve eğitim planlarının bu duruma göre
gözden geçirilmesi istenmiştir. Enstitü/Fakülte/YO/
Bölüm ve MYO/Program düzeylerinde gerçekleştirilen çalışmaların aktarılacağı veri tabanı için
program hazırlıkları ile ilgili olarak Öğrenci İşleri
Daire Başkanlığı ve UNİPA ile birlikte çalışılmıştır.
Bologna Süreci hazırlıkları kapsamında
üniversitemizde eğitim-öğretim veren bütün ön
lisans, lisans ve lisansüstü programlarını yürüten
birimler çalışmalarını aşağıdaki alt başlıklarda
sürdürmektedir:
1.Üniversitemizin misyon, vizyon ve hedefleri
ile iç ve dış paydaşların görüşleri dikkate alınarak
nasıl bir mezun profilinin amaçlandığını gösteren
Program Eğitim Amaçları’ nın hazırlanması,
2.Programın eğitim amaçlarına ulaşabilmek
için mezunların ne tür yeterliliklere (qualifications)
58
sahip olmaları gerektiğinin açıklandığı Program
Çıktılarının (Program Yeterlilikleri’ni) belirlenmesi,
3.Belirlenen program çıktılarına ulaşmak için
“Eğitim Planları” nın gözden geçirilmesi,
4.Eğitim Planlarında yer alan her bir ders için
“Öğrenme Çıktıları (Öğrenme Kazanımları)”nın
yazılması,
5.Her bir derse ilişkin Öğrenme Çıktıları’nın
Program Çıktıları’ndan hangisi/lerini sağladığını
belirleyerek Ders Öğrenme Çıktıları ile Program
Çıktıları’nın ilişkilendirilmesi,
6.Ders öğrenme çıktılarını göz önüne alarak
üniversitemizce belirlenen ortak formata uygun
olarak ders öğretim planlarının hazırlanması,
7.Ders öğrenme çıktılarına ulaşabilmek için
gerekli iş yükü ve AKTS kredisinin hesaplanması,
8.Her programın, programlarını tanıtıcı bilgiyi
ve ders öğretim planlarını Türkçe ve İngilizce olarak
hazırlaması.
Bu başlıklar Üniversitemiz Akademik Birimlerinde çalışılmakta ve dağılımı aşağıdaki tabloda
olduğu gibi verilen derslerin öğrenme çıktılarına
bağlı olarak tanımlarının hazırlanması ve veri
tabanına aktarılması çalışmaları sürdürülmektedir.
Akademik Birim
Ders Sayısı
Enstitü
8722
Fakülte
6073
Yüksekokul
1953
Meslek Yüksekokulu
4281
TOPLAM 21029
Üniversitemizde Bologna Süreci Uyum
Çalışmalarını yürütmek üzere alt komisyon
oluşturulmuştur ve komisyon üyeleri sorumlu
oldukları birimlerdeki çalışmaları “akran danışmanlığı” şeklinde yürütmektedirler. Komisyon
üyeleri, danışmanlık yaptıkları birimlerde gerek
ders öğretim planlarının hazırlanması gerekse veri
tabanına aktarım esnasında ortaya çıkan güçlük ve
sorunları ilgili birimlere aktarma ve çözüm üretme
konusunda katkı sağlamaktadırlar.
15 Mart 2011 tarihi itibariyle üniversitemizde
okutulan bütün derslerin ders öğretim planlarının tamamlanması hedeflenmektedir. Böylece
Üniversitemizde okutulmakta olan derslerde ne
okutulduğu, nasıl okutulduğu ve değerlendirmenin
ne şekilde yapıldığı hem kendi öğrencilerimizin,
hem de üniversitemize ilgi gösteren yur tiçi ve yurt
dışındaki kurumların öğrenci ve öğretim üyelerinin
görebileceği bir ortamda sergilenecektir. Belirtilen
başlıklarda açıklanan hususların yerine getirilmesi
ile mezunların yeterlilikleri şeffaf ve karşılaştırılabilir bir şekilde tanımlanmış olacaktır ve böylece
mezunlarımızın istihdam edilebilirliğine objektif
ve olumlu yansımaları olacaktır.
Kalite geliştirme çalışması kapsamındaki bu
çalışmaların değerlendirilmesi ve etiketlenmesi için
en geç 15 Mayıs 2011 tarihine kadar “AKTS Etiketi
(ECTS Label)” için öğrenci hareketliliğinde kullanılan diğer belgelerle birlikte Türkiye Ulusal Ajansı’na
başvuruda bulunulacaktır. Başvuru ulusal düzeyde
değerlendirildikten sonra başarılı bulunursa Avrupa
Komisyonu’na iletilecektir ve son karar Avrupa
Komisyonu tarafından verilecektir.
Özetlenen başlıklardaki iyileştirmelerin
gerçekleştirilmesi çalışmaların tamamlandığı anlamına gelmemektedir. Bologna Süreci’nin dinamik
yapısını da dikkate alarak üniversitemizde sürdürülebilir gelişme ve kalite güvencesi kültürünün
yerleştirilmesi nihai hedef olarak düşünülmelidir.
Gerçekleştirilen çalışmaların gözden geçirilmesi
ve dış ve iç paydaşlardan alınan geri bildirimlerle
program çıktıları ve ders programlarının tekrar
düzenlenmesi ve bu amaçla üniversitemizde uygun
iyileştirme çevrim ve mekanizmalarının kurulması
bir sonraki aşama olarak planlanmaktadır.
KAYNAKLAR
1- “Yükseköğretimde Yeniden Yapılanma: 66
Soruda Bologna Süreci Uygulamaları”, YÖK
Yayınları, Kasım 2010.
2- http://www.yok.gov.tr
3- http://www.ehea.info
ÇEVRE
Yerel tohumlar
yaşayacak, yaşatılacak
Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA
Ege Üniversitesi
Ziraat Fakültesi
Tarım Ekonomisi Bölümü
Seferihisar kapalı pazar yerinde
5 Eylül’de uzun masa sıralarının iki
yanında köylüler ve hobistler (kendi
ihtiyaçları için bahçe yapanlar) küçük
tohum zarfları içinde yerel tohumları
takas ediyorlardı. Komşumuz Yunanistan
dâhil birçok ülkede on yılları aşkın bir
süredir yapılmakta olan tohum takası
etkinliklerine İzmir öncülük ediyor.
Seferihisar Tohum Takas Şenliği, geçen
yıl 29 Eylül’de Torbalı’da gerçekleşen
takas şenliğinden sonra Türkiye’deki
ikincisi oldu. Bir araya gelen Seferihisar,
Karaburun, Mordoğan, Urla belediyeleri,
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir şubesi,
Yadem (Yağcılar ve Demirciler Çevre
Derneği, Karaot Köyü Tohum Derneği,
Ekolojik Üreticiler Derneği, Slow Food
Dernekleri, GDO’ya Hayır Platformu ve
Köy Kalkınma Kooperatifleri İzmir Birliği
bu güzel şenliği gerçekleştirdi. Şenliğe
Türkiye’nin birçok yerinden kişiler ve
örgütler katıldı.
Şimdiden çeşitli illerden ve ilçelerden arkadaşlar yeni takas şenlikleri
yapma arzularını belirttiler. Bu işe
soyunacakların önünde Torbalı ve Seferihisar örnekleri var. Etkinlikler sırasında
çekilmiş filmlerin incelenmesi çok yararlı
olur. Panelde konuşan köylü kadınlar
yerel tohumların ürünlerinin lezzetli
olduğunu söylediler. Bunların kimyasal
tarım ilaçları, kimyasal gübreler olmaksızın ve sulanmadan yetiştirilebildiğini
dile getirdiler.
Türkiye’nin bir kısmı dünyada tarımın
on bin yıl önce ilk defa geliştirildiği verimli hilal denilen bölgenin bir parçasını
oluşturuyor. Buğday ilk defa ülkemizde
çeşitli otların ıslah edilmesi ile geliştirildi.
Panelde konuşan Cenk Durmuşkahya
Hititlerin buğdaya ziz dediğini açıkladı.
Bolu ve Kastamonu’da yetiştirilen bir
yerel buğday çeşidinin adının da iza
olduğu bir katılımcı tarafından söylendi.
Sözcüklerin benzerliğine dikkat çekildi.
İşte dört yıl önce kabul edilen tohum
kanunu bu on bin yıllık zenginliğimizi
yok edecek gibi görünüyor. Bu şenlik bu
gidişe bir dur deme çabasıydı.
On bin yıl önce bereketli hilal
denilen bölgede muhtemelen bir kadın
barınağına dönerken sendeledi ve
elindeki tohumlardan bir kısmı yere döküldü. Daha sonra buğdayın atası olan
bu bitkiler çimlendi ve tarım denilen ve
BAHAR 2011
59
iyisiyle kötüsüyle uygarlık denilen süreci başlatan büyük buluş başlamış oldu.
(Madele, 2002,1) Modern buğdayların
atası olan ve ülkemizde kaplıca olarak
bilinen (T. monococcum) einkorn hâlâ
dağlık bölgelerde yetiştirilmektedir.
On bin yıl önceki genetik materyalden
bugünkü çeşitlere geçişte o günlerden bugüne gelmiş geçmiş çiftçilerin
yaptığı seçilimin önemi inkâr edilemez.
Bu uzun konuya sadece buğdaydan ve
sadece bir özellik için bir örnek verelim.
Tarım devrimi başında, aslında yabancı
ot olan buğdayın ataları olgunlaşınca
başakları çatlayarak tohumlarını yere
saçıyordu. Bu şüphesiz hasadı olanaksızlaştırıyordu. Çiftçiler bu başaklar
arasında çatlayıp tohumlarını saçmayanları seçmek suretiyle on bin yıl süren bir
ıslah sürecini başlatmış oldular. Bütün
bu buğday, arpa, çeltik ve diğer bitkiler
binlerce yıllık bu tarım devrimi içinde tohumun içine yataklanmış olan büyük ve
zengin çiftçi bilgisini temsil etmektedir.
Modern bitki ıslahçıları bunu bazen unuturlar ve kendilerini yeniliklerin ve fikri
mülkiyetin tek kaynağı olarak görürler.
1960 sonrası yeşil devrim diye adlandırılan süreçte çiftçiler tohumlar üzerindeki güçlerini kaybetmeye başladılar.
Daha sonra büyük ulusötesi firmalar
tohumlar üzerindeki hegemonyalarını
arttırdılar. Bu sürecin ekolojik, ekonomik
ve sosyal maliyetinin hayli ağır olduğu
anlaşılmaya başlamıştır.
Dünya tohum ticaretinde büyük bir
tekelleşme eğilimi görülmektedir. Önde
gelen on tohum firmasının dünya ticari
tohum pazarındaki payı %57 olmuştur.
İlk firmanın payı yaklaşık beşte birdir. Bu
firma aynı zamanda GDO’lu tohum da
üretmektedir. Bu firmaların çoğu aynı
zamanda tarım kimyasalları veya ilaçları
dediğimiz herbisit (ot öldürücü), fungisit
(mantar öldürücü), insektisit (böcek
öldürücü) üreticileri ve satıcılarıdır. Tarım
kimyasalları üretiminde ise on firmanın
payının %84 olduğu görülmektedir.
Tohum firmalarından ilk onda yer alan
firmaların dördü aynı zamanda tarım
kimyasalları üreten ilk on firma arasındadır. Tohum piyasası tekeller ile büyüme
eğilimi göstermesinin yanında, tarım
kimyasalları ve GDO araçlarının birlikte
kullanılması firmalara bir çarpan etkisi
de kazandırabilmektedir. Firmaların
tohum çeşitlerinin ancak kimyasal ilaç
ve gübrelerle yetiştirilebilecek özellikte
ıslah edilmeleri çiftçileri tarım ilaçlarını
almaya zorlamaktadır. GDO’lu tohumlar
60
bu firmalara daha da üstün yeni bir güç
kazandırmaktadır. Örneğin GDO yöntemleriyle herbisite dayanıklı bir mısır
çeşidi geliştirilmektedir. Ancak kullanılacak herbisit firmanın marka herbisitidir.
Dolayısıyla tohum ve herbisit beraberce
pazarlanmakta, birbirlerinin satışını
arttırmaktadır.
Ulusötesi bu dev firmalar böylece
tohum, tarım kimyasalları ve GDO’yu
birlikte kullanarak tarım alanında tarihin
tanık olmadığı bir hegemonyaya doğru
gitmektedirler. Ancak bu başarılarının
sağlamlaşması için tarım politikalarını ve
yasaları da (tohum yasası bunlardan biri)
istedikleri yönde oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Bütün dünyada yerel tohumlar
kaybolmaktadır. ABD’de birçok sebze
tohumu çeşidi yüzde 95’lere kadar varan
oranlarda yeryüzünden silinmiştir. Geriye şirket tohumları kalıyor. Genellikle
yerel tohumlar dağ köylerinde kalmıştır.
Ova köyleri endüstriyel tarıma ve şirket
tohumlarına epeyce teslim olmuştur.
Şüphesiz şirket tohumlarının yayılmasını
açıklayan birçok neden var. Ancak şirket
tohumları ile yapılan endüstriyel tarımın
(kimyasal tarım ilaçları ve kimyasal
gübrelerle yapılan tarım) geleceği yok.
Topraklar kirleniyor, kanser ve diğer
hastalıklar insanları sapır sapır döküyor.
Diğer yandan küresel iklim değişikliği
yerel tohumları her bakımdan üstün
hale getirebilir. Çünkü yerel tohumlar
iklim değişikliklerine daha çabuk uyum
gösterebiliyor. Bu tohumları da genellikle yaşlı kadınların sakladığı görülüyor.
Bunlardan biri öldüğünde bütün tohum
sandığının çöpe dökülmesi işten bile
değil. Bu nedenle yerel tohumların kaybolmalarını önlemek için zamanımız daralıyor. Şirketler tohumlara sahip çıkıyor.
Patent bunlardan biridir. Hâlbuki “yaşam
patentlenemez”. Patent, tohum çeşitleri-
ni, yani yaşamı metalaştırmak demektir.
Bu tohumları para ile satmaktan farklı
bir şeydir. Birileri çoğalttıkları tohumları
satabilirler. Patentte ise şirketler belli
bir çeşit üzerinde fikri mülkiyet hakkı
istiyorlar. O tohum çeşidi onların oluyor.
Sanayiden örnek verelim. Bir şirket
diyelim ilk kez faks makinesi geliştirdi.
Bu makine daha önce yoktu. Şirket bu
makine üzerinde fikri mülkiyet hakkı iddia edebiliyor. Bunu bir dereceye kadar
anlayabiliyoruz. Bir parantez açalım. Bu
görüş bile eleştiriliyor. Faks makinesini
geliştirmek için mutlaka başka bilgilere
ihtiyaç var. Bu bilgileri üretenler bunlara
karşı hiçbir bedel talep etmiyorlar. Ayrıca
bu fikri mülkiyet hakları tüm insanlığın
çıkarlarına aykırı olabiliyor. Aids ilaçlarının patentlenmesi ile ilgili tartışmaları
hatırlayın. Tekrar konumuza dönersek,
hayata ait olan on bin yıldır binlerce
kuşak köylü tarafından geliştirilmiş
tohum çeşitlerini ele alarak, ona birkaç
gen sokarak veya çıkararak nasıl şirketler
bu tohum çeşitleri ve genleri üzerinde
fikri mülkiyet hakkı (yani patent) iddia
edebiliyorlar? Bunun anlamı hayatın
yağmalanmasıdır.
Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları
ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen
merkezlerindeki tohumlara istedikleri
gibi el koymuşlardır ve koymaya devam
etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati
çeşidi pirincine el koyarak kendi adına
patent çıkartmıştır.
Köy çeşitleri, köy popülâsyonları,
köy ekotipleri bütün dünyada büyük
bir önem kazanmakta. Bunlara İngilizce
heirloom deniyor. Şirket tohumlarına
köylüler satın tohum demekte. Tohum
ve hayvanlar bütün bir insanlığa aittir.
İtiraz ettiğimiz şirketlerin bunlara sahip
çıkma çabalarıdır. Domates, biber, pat-
lıcan, tütün gibi birçok bitki Anadolu’ya
Amerika’dan geldi. Domatesin gelişinin
üzerinden henüz 100 yıl geçti. Patlıcan ve biberin ise 300 yıl önce geldiği
tahmin ediliyor. Diğer yandan on bin yıl
önce Anadolu’da geliştirilen buğday buradan bütün dünyaya yayıldı. Kim bunların üzerinde hak iddia edebilir? Bunlar
bütün bir insanlığa aittir. Bizim yapacağımız yerel tohumların kaybolmadan
üretilmesi ve gelişmesini sağlamaktır.
Yerel tohumlarımızın kaydının devletin
yanında çeşitli düzeylerde ve özellikle
çiftçi ve çevre örgütleri elinde tutulması
son derece önemlidir. Bunların olabildiğince özellikleri kaydedilmeli, yapılabildiği ölçüde gen haritaları çıkarılmalıdır.
Bunlarla yapılan yemekler kitaplara vb.
geçirilmelidir. Yoksa bunların çalınması
ve patentlenmesi işten bile değildir.
Dört yıl önce çıkarılan tohum
kanunu ise durumu daha da kötüye
götürüyor. Yerel tohumlar bu yasa ile
adeta uyuşturucu madde gibi yasa dışı
ilan edildi desek yanlış olmaz. Türkiye’de
31.10.2006’da TBMM’den geçerek
kanunlaşan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu köy ekotipleri, köy popülasyonları
şeklinde tanımlanan genetik materyalin
ticaretini yasaklamaktadır. Kanunun 5.
maddesi “Bakanlık tarafından, bitkisel ve
tarımsal özellikleri belirlenerek, sadece
kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir.” 7. Maddesi ise
“yurt içinde sadece kayıt altına alınmış
çeşitlere ait tohumlukların ticaretine
izin verilir” demektedir. Kanunda “tescil”
şöyle tanımlanmaktadır: “Tescil: Yurt içinde veya yurt dışında ıslah edilen veya
bulunan ve geliştirilen bitki çeşitlerinin
farklı, yeknesak ve durulmuş olduğunun
ve/veya biyolojik ve teknolojik özellikleri
ile hastalık ve zararlılara dayanıklılığının
ve tarımsal değerlerinin tespit edilerek
kütüğe kaydedilmesidir”. Durulmuşluk
ise çeşidin, tekrarlanan üretimlerden
sonra veya belirli çoğaltım dönemleri
sonunda ilgili özellikleri değişmeksizin
aynı kalmasıdır. Farklılık: Bir çeşidin,
müracaatının yapıldığı tarihte herkesçe
bilinen çeşitlerden, tescile esas özelliklerden, en az bir tanesi bakımından
farklılık göstermesini tanımlamaktadır.
Köy popülâsyonları, köy ekotipleri ise
mutlaka farklı, durulmuş veya yeknesak
olmak zorunda değildir. Genetik açıdan
varyasyon (farklılaşma) bulunmaktadır
ve bu aslında iyidir. Örneğin Torbalı dağ
köylerinde ilginç bir patlıcan görüyoruz.
Aynı tarlada üretilen patlıcanların hiç
biri diğerine benzemiyor. Renkleri sarı,
mor, beyaz, siyah olabiliyor. Kimi uzun,
kimi kısa olabiliyor. Bu farklılıklar bizim
için çok iyi iken, tohumu metalaştırmak isteyenler, bu özellikleri bu yerel
tohumlukların tohum olarak satılmamaları için gerekçe olarak kullanabilecektir.
Her şeyi bu arada tohumu metalaştırmaya çalışan bu işleyiş aslında üretici
ve tüketicisiyle milyonlarca insanın
çıkarlarına aykırı hareket edebilmektedir.
Yerel tohumların bu özellikleri biyoçeşitlilik açısından zenginliklerini ortaya
koymaktadır. Aynı tarladaki bitkilerin
ve ürünlerin arasındaki farklılıklar iklim,
zararlı ve hastalıklardaki değişimlere
tohumun uyumunu kolaylaştırmaktadır. Evrim ile tohum yaşamaya, başarılı olmaya devam edebilmektedir.
Şirketlerin tohum çeşitleri ise sık sık
başarısız olmakta, yaşayabilmeleri için;
kimyasallara, suya ve ağır makinelere
ihtiyaç duymaktadırlar. Tohum Kanunu
genetik kaynaklardan elde edilen yerel
tohumların çiftçiler arasında değişimine
açık olmakla birlikte ticaretine yasak
getirmektedir. Benzer özellikler birçok
diğer ülke yasasında da bulunmaktadır.
Bu yasalarla ulusötesi tohum şirketleri
hegemonyalarını pekiştirecek yeni bir
güç kazanmış olmaktadırlar.
Yerel tohumlardan üretilen ürünler
daha çok besleyicidir. Hiç kimyasal ilaç
ve gübre kullanılmadan yetiştirilebilmektedir. Daha az su ile veya sulamadan
da yetiştirilebilenleri vardır. Küresel iklim
değişikliğine karşı kurtarıcı olabileceklerdir. Bitki ıslahçısı bilim insanları ve
köylüler el ele katılımcı ıslah yaklaşımı
(participatoy breeding) ile kimsenin malı
olmayan özgür tohumlar geliştirebilirler.
ABD’de yapılan bir araştırma ile
1950–1999 yılları arasındaki 50 yıllık süre
içinde 43 sebze ve meyvede 13 besin
maddesinin değerlerindeki değişimler
incelenmiştir. Besin değerleri düzeylerinde 1999’da 1950’ye göre düşmeler görülmüştür. Örneğin ıspanakta
askorbik asitte (C vitamini) düşme oranı
%52’dir. Soğanda ise bu düşme %28’dir.
Demir oranındaki düşüşler soğanda
%56, ıspanakta ise %10 olmuştur.
Araştırmacılar bitkilerin besin içeriklerindeki değişimleri aradan geçen bu süre
içinde çeşitlerdeki farklılık ile açıklamışlardır. Islah çalışmalarında verim artışı
sağlanırken besin maddelerinde düşüş
gerçekleşmektedir. Aynı şekilde büyüme
hızı ile zararlı ve hastalıklara dayanıklılık, verimle zararlı otlara dayanıklılık
arasında ters yönde ilişki vardır. Bu
nedenle endüstriyel çeşitlerle yapılan
tarım nerede ise kaçınılmaz olarak tarım
kimyasalları ile gerçekleştirilebilmekte,
endüstriyel tarımı güçlendirmektedir.
Araştırmacılar brokoli, patates vb. birçok
üründe değişik çeşitleri kullanarak aynı
koşullar altında yapılan denemelerde
antioksidanlarda görülen farklılıkların
çeşitlerden kaynaklandığını belirtmektedirler.
TBMM 2006 yılında daha çok yabancı büyük tohum şirketlerinin egemenliğini pekiştiren ve yerel tohumların
satışını yasaklayan tohumculuk yasasını
kabul etmişti. Anayasa Mahkemesinde
açılan dava dört yılı aşkın bir süreden
sonra 13 Ocak 2011’de karara bağlandı
ve 21 Ocak 2011 de Resmi Gazete’de
yayımlandı. Karar özet olarak, küçük bir
istisna ile başvurunun reddi anlamına
geliyor. Tohum kanunu değiştirilmelidir.
Yerel tohumların kaybolmaması için
tohum takası şenlikleri gibi etkinlikler
yapılmalıdır. Yerel düzeyde tohum ağları,
dernekleri kurulmalıdır. Yerel tohumlardan kimyasal ilaç ve gübre olmaksızın
üretilen ürünler köy pazarlarında veya
tüketim kooperatiflerinde satılmalıdır.
Bunlara belediyeler öncülük yapmalıdır.
BAHAR 2011
61
Aşçı Zehra – Sanayici Hayriye
Bornova’nın güçlü kadınları
BABAMDAN DİNLEDİKLERİM
Adalet DEMİR
B
ugünkü gazetelerden birinde (Habertürk,
s.6, 4 Ocak 2011), “Kadınsın dediler, kredi
vermediler” başlıklı bir haber okudum. Bornova Sosyal Yardımlaşma Vakfına, “İş kurma kredisi” için
başvuran 45 yaşındaki bir kadının talebi, şu yanıtla
reddedilmiş: “Kadınlar kafeterya açamaz. Siz de kadın
olduğunuz için kredi talebiniz kabul edilmedi.”
Haberin altında, “ özrü kabahatinden büyük”
bir dolu açıklama verilmiş ama ne çare? Belli ki tarih
öncesinden bu yana, Kibele’den Afrodite’ye, Asena’dan
Athena’ya, Meryem Ana’ya kadar birçok kadına tapındıklarını erkek cinsi çoktan unutmuş ya da unutmaya
çalışmaktadır. Biz onları ne kadar zayıf- naif, ne kadar
hassas ve kırılgan da görsek, dünyalarımızın merkezinde
yine de kadınlarımız yaşar. Üstelik bizi ve çocuklarını
koruyup kollamak amacıyla, gerekirse aslan gibi, kaplan
gibi saldırıp, karşılarındaki kim olursa olsun, tırnaklarıyla, emekleriyle, alınterleriyle tuttuklarını koparırlar;
hakettiklerini alırlar; zalimin zulmünden korkmazlar.
Bornova’da, bu kadınlardan birçok örnek vardır herhalde. Ama ben size, babamdan sıklıkla dinlediğim, Bornova tarihinin en ünlü iki güçlü kadınından söz edeceğim.
Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ikisi de tuttuğunu
koparan, ailelerini besleyip kollayan, hiçbir adama sırtını
dayamayan, kendilerine iyi kötü birer meslek edinmiş,
ekmeğini taştan çıkaran kadınlardı. Öylesine güçlü ve
öylesine kararlıydılar ki, eşleri iri kıyım, işsiz, yoksul ya
da çok varlıklı ve güçlü olsalar bile, her zaman öne atılan
onlar olurlardı.
Bornova’nın bu şanlı kadınlarının biri aşçı, öteki
fabrikatördü. Ne kişilikleri, ne aile yapıları ve ne de
sosyal durumları birbirine tıpatıp benzerdi. Ancak her
iki de eşlerine ve çocuklarına düşkündüler. Kendi işlerini
kendileri edinmiş: sosyal yaşamda aranan birer isim
olmuşlardı. Ekonomik durumları giderek güçleniyor,
yoksullukla mücadelede eşlerinden daha cesur
davranıyorlardı. En belirgin özellikleri, yerleşik düzene
kafa tutabilmeleriydi. Her biri, birer militan gibi savaşıp
hakkını söke söke alabiliyordu. Bunlardan biri Aşçı
Zehra, diğeri Sanayici Hayriye idi.
Aşçı Zehra, üç yaşından beri anasız babasız
büyümüş, analığı tarafından köle gibi çalıştırılmış ama
genç kızlığa adım atmak üzereyken şansı gülmüş ve
kendisini, Muğla Valisi Müştak Beyin sevgili eşi Dilgişat
Hanımın Mutfağında buluvermiş (Attar, Bornovalı,
2009, İzmir: Ege Üniversitesi Kütüphanesi). Aşçı yamağı
olarak girdiği evden, meslek sahibi bir genç kız olarak
Kadri Çavuş ile evlenip çıkmış. Beş çocuk doğurmuş
ama gelin geldiği evi ve iki bebesini selde yitirmiş. Hiç
yılmamış, Kızılay’ın verdiği destekle kendisine yeni bir
ev kurmuş. Eşi, iki metre boyunda dev gibi bir adammış
62
ama savaş yorgunuymuş. Zaten kişilik bakımından da
öyle civa gibi yerinden fırlayan biri değilmiş. Evinin ekmeğini temin etmek için gündelikçi olarak çalışıyor ama
karaborsacılara karşı savaş açmayı, aklının ucuna bile
getirmiyormuş. Onlar kravatlı, temiz- pak adamlarmış:
üstelik iktidardaki tek partiyi destekliyor görünüyorlarmış. Kurtuluş Savaşı Gazisi Kadri Çavuş, hakkını almak
için bile olsa Milli Şefe karşı gelmek istemiyormuş. Zaten
onun gibi bir baldırı çıplağa kim kulak verirmiş? Zehra
susup oturacak, kaderine razı olacak bir kadın değilmiş.
Çocuklarını giydirip okula gönderebilmek , donlarınıgömleklerini dikebilmek için Amerikan bezine şiddetle
ihtiyacı varmış ama elindeki karnesiyle girdiği kuyrukta,
ne zaman sıra ona gelse, manifaturacı ellerini yana
açıyor ve “bitti” diyormuş.
Savaş yıllarında yalnızca un değil, bildiğiniz
Amerikan bezi bile karaborsaya düşmüştü. Her şey
karneye bağlanmıştı. Gaz, şeker, ekmek, ilaç karaborsadaydı. Ama parası olan, hemen her şeyi bulabiliyordu.
Memurlar, gereksinimlerini kendi iş yerlerinden
alabiliyordu. Halka karne veriliyor, gerek duydukları
her ne ise ve eğer kalmış ise ihtiyaçları karşılanmaya
çalışılıyordu. Zehra Ana, elinde karnesi olduğu halde,
bir türlü Amerikan Bezi alamadı; gitti geldi, gitti geldi
ve sonunda yaygarayı bastı. Çocukları okula çıplak mı
gönderecekti? Arkasında uzayıp giden kuyruğa baktı ve
doğru Nahiye Müdürüne gitti. (Attar, Bornovalı, 2009,
s.8O). O yıllarda Bornova, henüz küçük bir nahiye idi.
Ancak her yerde olduğu gibi halk, Bornova’da Nahiye
Müdüründen, Jandarma Komutanından, polisten, hatta
öğretmenden bile çekinirdi. Zehra’nın tepesi öylesine
atmıştı ki, korkup çekinmek aklının ucuna bile gelmedi.
Nahiye Müdürü sanki babasının oğluydu, daldı içeri.
Odacı arkasından bakakaldı. Aksanlı Türkçesiyle, açtı
ağzını, yumdu gözünü:
-”Sen, Ziya Tekin’le ortak çalışıyorsun? Nah işte
karnem burda. Günaydın Tecimevi denen manifaturacıda kuyruğa giriyom. Tam sıra bana geliyo, bez bitiyo. Siz
beni aptal sanıyo? Ver benim bezimi, yoksa, seni de onu
da gazatalara çıkaracam.
Nahiye Müdürü dondu kaldı. O sırada odasında
bulunan hatırlı konuklarıyla göz göze geldi. Tepesi
atmış bu göçmen kadında cahil cesareti vardı. Gerçi
kamuoyundaki yaygın söylenti, karaborsacılığın devlet
görevlileri eliyle güçlendiği yolundaydı. Nahiye Müdürü
de bu söylentileri duymuş olmalıydı. Artık günahı
boynuna, ya başı derde girsin istemedi ya da vatandaşa
yardımcı olmak istedi. Tek soru sormadan bir not yazıp
Zehra’ya uzattı: “Bunu Ziya Tekin’e ver, ihtiyacın kadar
bezi versin sana.”
“Zor, fırın deldirir” derler: Zehra aynı hızla
Günaydın Tecimevi’ne ulaştı. Bu kez kuyruğa girmeden
alışverişini bitirdi. Ah, keşke bu dünyaya erkek olarak
gelseydi. Bak o zaman, bu karaborsacıların hepsini
yaptıklarına pişman ediyor muydu, etmiyor muydu?
Aşçı Zehra, ekmeğini taştan çıkaran bir kadındı.
Boş oturduğu görülmüş şey değildi. İşsizliğin, yokluğun
kol gezdiği zor yıllarda bile, ailesini doyurmanın bir
yolunu bulurdu. Elinde birkaç torbayla sokağa çıkar,
mevsimine göre çeşit çeşit ot toplayıp eli- kolu dolu
eve dönerdi. Birini haşlayıp salata yapar, birini kavurup
üzerine yumurta kırar, diğerini de eğer elinde biraz
un varsa böreğe katardı. O yıl hastalık vurmamışsa,
bahçesinde mutlaka birkaç tavuğu yemlenir, her gün
folluktan birkaç yumurta alınırdı. Ancak özellikle çocukları küçükken, onları nadiren günde üç öğün besleme
şansına sahip olabilirdi. Hele sabah kahvaltısının adı
bile bilinmezdi. Çünkü Aşçı Zehra, asla işsiz kalmaz; kör
karanlıkta, Alliottiler’in alışverişini yapmak üzere çarşıya
çıkardı. Çarşı esnafı, onun pazarlık etmeyeceğini bildiği
için saygıda kusur etmez, onu görür görmez “buyur ana”
diye selamlardı. Aynı saygıyı Alliotti Ailesi de gösterdiği
için, onları kendi ailesi gibi benimsemişti. Aliberti, iki
misli haftalık önerdiği halde, onun aşçısı olmayı reddetti: “Ben burada rahatım, Alliotti’yi bırakmam, bana
ana diyor” dedi. Nitekim yıllar sonra Alliotti, Zehra’nın
en küçük oğlunun da patronu olacak ve ona alışveriş
yapmanın kurallarını öğretecekti.
Aşçı Zehra, gençliğinde de yaşlılığında da kimseye
boyun eğmeyen güçlü bir kadındı. Kızılay Mahallesinde
iş arayan kadınlara aşçılık mesleğini öğretir, sonra
da onların her birine Bornova’nın varlıklı ailelerinin
evlerinde iş bulurdu. Yaşlandığı zaman ise mahallenin
yetim kızlarına çeyiz ısmarlar, ödemeyi ise artık varlıklı
bir işadamı olan oğluna yaptırırdı: “Falancanın kızı evleniyor. Ona yatak yorgan ısmarlamıştım. Yarın ödemeyi
yap da kız eşyalarını yerleştirsin” derdi. Yaptığı yemeğin
tadına doyum olmazdı. Onu iyi tanıyorum, babam gibi
ben de onunla gurur duyuyorum. Çünkü Aşçı Zehra
benim “babaannemdi”Torunları, torunlarının çocukları,
bir ordu gibi Bornova’da yaşıyorlar.
Sanayici Hayriye, babamın Bornova’da tanıdığı
en güçlü kadınlardan biridir ama diğerlerine benzer
fazla bir yönü yoktur. Ataları Girit’ten değil, Orta
Asya’dan göç etmek zorunda bırakılmıştır. Çekik
gözleri nedeniyle Bornova’da hep “Tatar Hayriye” olarak
anılmıştır. Bornova’nın içinde, Kızılay Mahallesi’nde
değil, Bornova’nın çok dışındaki büyük bir av köşkünün
müştemilatında, basit bir bekçi kulübesinde, köşkün
bahçıvanı olan yakınıyla birlikte yaşamıştır. Aşçılık
Zehra’nın kendi seçtiği ve iddialı olduğu, az kazansa
da başarıyla sürdürdüğü mesleği idi. Oysa Hayriye,
sanayici olmak için herhangi bir çaba harcamamıştı.
Bu meslek ona, büyük ikramiye gibi gelmiş, kucağına
düşüvermişti. Babamın çocukluğunda, o yıllarda küçük
bir nahiye olan Bornova’da (1930’ların ortaları), henüz
bir duvar gazetesi bile yoktu ama fısıltı gazetesi, her
devirde olduğu gibi etkili bir haber yayma aracıydı.
Hepsi yabancı uyruklu zengin tüccarlara ve sanayicilere
ait olan köşklerde hizmet eden yoksul göçmenler,
Kızılay Mahallesi’nde oturuyorlardı. Kadınlar köşklerin
iç hizmetlerinde aşçı, garson, kamarot ve temizlik
görevlisi olarak çalışıyorlardı. Erkeklerse dış hizmetleri
görüyorlardı. Onlar şoför, bahçıvan ya da bekçiydiler. En
az birkaç dönüm bahçe içindeki bu muhteşem konutlarda çalışmak bir ayrıcalıktı. Çünkü Bornova’da işveren,
parmakla sayılacak kadar azdı.
Sonuç olarak herkes, büyük patron Giraud’nun,
yoksul bir Türk’le evlendiğini duydu. Üstelik bu kadın
Müslüman’dı. Görülmüş şey değildi. Giraud, birkaç
yüzyıl önce İzmir’e gelip yerleşmiş saygın, köklü ve
varlıklı bir Levanten ailenin son reisiydi. Fransız asıllıydı
ama soy ağacında İngiliz kanı da vardı. “Levanten”, Avrupalıların birbirleriyle, bazen de Anadolu Ortodokslarıyla
(Rumlarla) yaptıkları evliliklerden doğan çocuklara
verilen bir sıfattı. Belki de bu nedenle, aynı köşkte birkaç
dil (İngilizce, Yunanca, İtalyanca, Fransızca, Almanca)
birden konuşulabilirdi. Giritli göçmenlerin Levanten
evlerinde iş bulmaları, bu nedenle çok kolay oluyordu.
Çünkü Yunanca konuşabiliyorlardı.
Son yüzyılın Osmanlı Türkiye’sinde asıl efendiler,
Levantenlerdi. Devlet yönetiminde görev almıyorlar,
askerlik yapmıyorlar, hatta kapitülasyonlar yüzünden
vergi bile ödemiyorlardı. Tam 400 yıldır, Chios’u (Sakız
Adası’nı) geçiş noktası olarak kullanıp İzmir’e geliyorlar;
kendi ülkelerindeki mimari tarzlarına uygun görkemli
konaklar, köşkler yapıp yerleşiyorlardı. Bankacılık
onların elindeydi; devlet yöneticilerine kredi vermeyi
reddettikleri bile oluyordu. İthalat, ihracat yapıyorlar;
ticareti, deniz ulaşımını, sanayi tesislerini ellerinde
bulunduruyorlardı. En son gelişmeleri onlar biliyorlardı,
çünkü eğitimliydiler. Spor tesisleri kuruyorlar, tiyatroya,
sinemaya gidiyorlar, kendi evlerinde birer kütüphaneye
sahip olabiliyorlardı. Yeraltı kaynaklarımızı bile onlar
buluyor; tarımda, mimarlıkta, akla gelebilecek her alanda kalıcı eserler ortaya koyuyorlardı. Içlerinden biri, bir
padişahı konağında ağırlıyordu. Bir diğeri, İzmir Valisinin
de katıldığı baloda, önemli konukları eğlendiriyordu.
Aralarında Osmanlı’nın “Amirallik” rütbesine layık gördüğü kişiler bile vardı. Her şeyden önce “Patron” dular,
işverendiler. Sonu gelmez savaşlar yüzünden eğitimsiz
ve becerisiz kalmış Türkler için ekmek kapısı yaratıyorlardı. Saygı görmeyi hak ediyorlardı. Nitekim İzmir’de
birkaç zengin Türk vardı ama onlar da “Tilkilik” denen
semte sıkışmış kalmışlardı: Evliyazadeler, Fesçizadeler
(annemin dedesi) gibi adlarla anılıyorlardı. Türklerin
ticaret yapması, Levantenlerden destek almalarına
bağlıydı. Ülkenin asıl efendileri Türkler değil, Levanten
işadamlarıydı. Her biri birer beyefendi görünümündeydi. Ancak aralarından bazıları işgal güçlerini gizlice ya
da açıkça desteklediler, güya sermayelerini korudular.
İzmir’in kurtuluşunda, Ermeni çetelerin çıkardığı yangın-
da onlar da tüm servetlerini yitirip kaçtılar.
Cumhuriyet’in ilanından sonra İzmir’de kalan Levanten sayısı oldukça azalmıştı. Türklerle evlenmedikleri
için kimliklerini koruyorlar ve asimile olmuyorlardı. Ama
sonunda kural bozuldu. Hem de ne bozulma. Hayriye,
Giraud Ailesi’ne gelin geldi (Öndeş, 2010, s. 7-12, 299).
Bunu, herkes yadırgadı.
Babamın çocukluğunda Bornova’da yaşayan pek
çok Levanten aileden en ünlüleri şunlardı: Whittall,
Aliberti, Aliotti, Arcas, Baltazzi, Bragiotti, Febes, Pellegrini, Pennetti, Sponza ve Giraud. Çoğu Ege Üniversitesi
Rektörlüğü tarafından restore edilen Levanten Köşkleri,
bugün bile eski görkemli yıllarını anlatabilmektedir.
Yoksul göçmen kızı Hayriye, böyle bir köşkün hanımı olmayı, rüyasında bile göremezdi. Üstelik, yerli bile değildi
ama Öndeş (2010), Hayriye’ye ilişkin en ufak bir bilgi
vermemiş. Levantenler’in Türkler’le evlenmeme kuralını
yıkıp asimile olmalarının önündeki engeli aşan ilk kadın
olması bakımından Tatar Hayriye’nin tarihi bir kimlik
olduğunu kabul etmek ve onu tanımak gerekir. Üstelik
evlendiği adam, acemi bir delikanlı değil, çapkınlıklarıyla ünlü (Öndeş, 2010, s. 239), deneyimli, varlıklı
ve kültürlü bir adamdır. İzmir’in en köklü Hıristiyan
ailelerinden birinin son reisidir. Oğulları, fabrikalarını
yönetmektedir. Atatürk, bir Giraud yatında dolaşarak,
Ilıcadaki yalısında kalarak bu aileyi onurlandırmıştır.
(Egeden, Yıl:2, Sayı:1, Yaz 2010, s.37)
Kimse nedenini tam olarak çözemese bile,
Giraud’nun kendisinden 20 yaş küçük ve avantajsız
bir kadınla evlenmeyi -gerçekten- istediği çok açıktır.
Hayriye’nin her arzusunu yerine getirmektedir. Önce
çocuklarının annesinden boşanmış, sonra din değiştirip
Müslüman olmuştur. Sünnet olmayı bile kabul etmiştir.
Bu olay, (ilk ve son olarak) Levanten tarihine geçmiştir.
Büyük bir aşk mı, tutku mu, yoksa samimi bir inanç ve
din değişikliği midir, anlaşılamamıştır.
Giraud Köşkü’nün yeni hanımı, artık Hayriye imiş.
Bir yıl sonra Edmund Giraud, nur topu gibi bir oğula
sahip olmuş. Hayriye Hanım, evinde olduğu kadar
fabrikaların yönetiminde de söz sahibiymiş. Eşiyle, sanki
arkadaşmış gibi şakalaştığı konuşulmaktaymış. Belli
ki mutluymuşlar. Hayriye oğlunu “Osman”, ağabeyleri
ise “Osmond” olarak çağırırmış. Osman, babamdan üç
sınıf altta ama aynı okulda okuyormuş. Bazı günler, gri
bir Ford otomobilin arkasında oturan Hayriye Hanım,
oğlunu almak için Kars İlkokulu’nun kapısına gelip
beklermiş. Bazı günlerde de arabasından inip sağa
sola emirler verirmiş. Babamın çocukluğunda, pek az
özel araç olduğundan “Gri Ford” unutulmazmış. Üstelik
sürücüsü Kızılay Mahallesi’nde oturuyormuş: Arnavut
Hasan. Zamanın Başbakanı Adnan Menderes, 1955’te
Ege Üniversitesi’nin açılışını yapmaya geldiğinde,
Giraud Köşkü’nde kalarak bu aileyi onurlandırmıştır.
Zaten Bornova’da, o tarihte, bir tek otel bile yoktur.
Bornova’nın en varlıklı ailesi olarak bu görevin
Giraud’dan beklendiği açıktır. Hayriye Hanım’ın ev sahibesi olarak başarılı olduğu, uzun süre konuşulmuştur.
Hayriye Hanım’ın mutluluğu ne yazık ki uzun sürmemiş; çok sevdiği eşini, 1963 yılında toprağa vermiştir.
Ancak Edmund H.Giraud’u seven sadece o değildir.
Adamın ilk eşinden olan Giraudlar, Osman’ın ağabeyleri,
baba Giraud için kilisede de dini tören yapmada ısrarcı
olmuşlar ve bunu gerçekleştirmişlerdi. Ancak eşini Müslüman mezarlığında toprağa vermeden önce Hayriye
Hanım, camideki bütün dini vecibeleri yerine getirmişti.
Kadıncağız, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada
da eşini yanında istiyordu. Nitekim birkaç yıl sonra
Hayriye Hanım da gözlerini yumdu. Hiçbir engel onları
ayıramadı: Hayriye Hanım, eşine daima sahip çıktı. O, ne
istediğini bilen ve elde eden güçlü bir kadındı.
Şark Sanayi, Alsancak’ta; Pamuk Mensucat, Halkapınar Deresi’nin kıyısındaydı (şimdiki Gıda Çarşısının
yanı). Kızılay Mahallesi sakinleri, Pamuk Mensucat’ta
çalışırdı. Gülcemal Hanım, Mustafa Topçubaşı, Recep
Dağdeviren, Halihuti Hüseyin, Şükrü Bora, Kuko Hasan,
Kamber Acar ve Amcam Haydar Demir, babamın ilk
aklına gelen isimlerdi. Şef Mehmet Özkasap’tı. Haydar
Demir ile Kamber Acar, sendika temsilcileriydiler. Ne
yazık ki Edmund M. Giraud’un ölümünden sonra, fabrika
yönetiminde aşılmaz sorunlar başlamış olmalı; işçiler
tensikata uğradı (işten çıkarma). Herkes başının çaresine
bakmak zorunda kaldı. Kimisi bakkal dükkanı, kimisi
kahve açtı. Amcam Haydar, Bornova Belediyesi’nde
çalışmaya başladı: Ambar Ayniyat Muhasibi oldu.
Düzen bozuldu, Hayriye Hanım’ın gücü bile fabrikaları
kurtarmaya yetmedi. Pamuk Mensucat’ı, Kula Mensucat
satın aldı.
BAHAR 2011
63
Halil İbrahim Kütüphanesi
Başlarda haftada
2 gün hastalara
kitap dağıtan
Halil İbrahim
Kütüphanesi
artık hafta
içi her
gün gezici
kitap servisi
sunuyor.
64
K
endisi de bir kitap kurdu olan
Halil İbrahim Bey’in bir hayali
ile başlamış her şey. Bir filmde hapishanedeki mahkumlara kitap
dağıtıldığını görünce kendi çalıştığı iç
hastalıkları servisinde sağlık sorunları
nedeniyle kalmak zorunda olan hastalara ve refakatçilerine kitap dağıtmak gelmiş aklına. Uzunca bir süre
kendi deyimiyle “çekinmiş” bu fikri
hocalarına açmaya... Fakat sonunda
2005 yılında Tıp Fakültesi İç Hastlıkları
Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Fehmi
Akçiçek’le paylaşmış düşüncesini:
“Bizim serviste yatan hastalar ve refakatçiler zamanlarını bomboş geçiriyorlar. Mesai saatlerimin dışında, bir
araba yapıp gönüllü olarak hastalara
kitap dağıtmak isiyorum.”
Prof.Dr. Akçiçek’in de büyük bir
hevesle bu işe destek olmasıyla, Halil
İbrahim ...., kitap dağıtmak için nasıl
bir araba yapılabilir diye kütüphaneleri dolaşmış önce. Kendisi evinden
getirdiği kitaplara hocaların getirdiklerini de eklemiş ve Pazartesi ve
perşembe günleri mesai sonrası İç
Hastalıkları Servisi’nde odaları gezmeye başlamış.
“Keşke eğitime bizim de bir
katkımız olsa düşüncesiyle” başladığı
bu gönüllü kitap dağıtımına artık her
gün mesai bitimi devam ediyor Halil
İbrahim Bey... “Geçen gün 17 kitap
verdim. Bu çok iyi bir sayı. Bir günde
ne kadar çok kitap verirsem o kadar
mutlu oluyorum” diyor ve hemen
ekliyor: “Ama günde bir tane de versem dağıtıma çıkarım. Benim dileğim
okuyan insan sayısının artması…”
Başlarda hastaların ücretli zannetiği bu kitap dağıtımını duyurmak ve hastaların dikkatini çekmek için küçük
de bir zil edinmiş... Bir yandan zili çalıp bir yandan da
“Ücretsiz kitap servisi” diyerek hastaların dikkatini çekmeyi başarmış. Önceleri hastaların “ücretsiz kitap olur
mu” sorularıyla karşılaşmış ama bunun bir ödünç verme
sistemi olduğunu, okuduktan sonra kitabı geri vermeleri
gerektiğini anlatmış hastalara... Ama bir üzüntüsü var Halil
İbrahim Bey’in. Bazı hastalar bitiremedikleri için yanlarına
alıyorlarmış kitapları hastaneden ayrılırken... “Keşke tekrar
kontrole geldiklerinde ya da kitabı bitirdiklerinde geri
getirseler... Kitapların okunması, eve götürülmesi hoşuna
gidiyor Halil İbrahim Bey’in, ama burada kitap soran başka
hastalar olduğunun da unutulmamasını istiyor.
Rüya tabirlerinden klasiklere oldukça geniş bir yelpazede 2
bin kitap yer alıyor Halil İbrahim
Kütüphanesi’nde. Üstelik kütüphaneden sadece hastalar değil, doktorlar, hemşireler ve diğer hastane
personeli de faydalanabiliyor. Bazen
aranan kitabı evdeki kendi kütüphanesinden temin ediyor Halil İbrahim
Bey. Ancak son çıkan kitapları okurlara sunmakta zorlanıyor Halil İbrahim
Kütüphanesi. Okuyucuların tercihleri
ise farklı farklı... Rüya tabirleri mesela
bir hastanın sorusu üzerine eklenmiş
kütüphaneye. Bunun yanı sıra dünya
klasiklerini soranlar olduğu gibi çok
satanları da soranlar oluyormuş.
BAHAR 2011
65
BEYCESULTAN KAZILARI
Doç. Dr. Eşref ABAY
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü
B
atı Anadolu’nun en büyük
höyüklerinden biri olan
Beycesultan, Denizli ili Çivril
İlçesi’nde, ilçe merkezinden 5 km güneybatıda, Çivril-Denizli karayolunun
hemen sağında yer alır. Adını, üzerinde
türbesi bulunan Anadolu Alpereni
Beyce Sultan’dan alan höyük, doğu-batı yönünde yaklaşık 800 metre çapında
olup ova seviyesinden itibaren 25
metre yüksekliğe sahiptir. Yukarı Menderes Havzası gibi stratejik bir coğrafi
bölgede bulunan yerleşim yerinde ilk
kazı çalışmaları, 1954 yılında Ankara
İngiliz Arkeoloji Enstitüsü adına Seton
Lloyd ve James Mellaart tarafından
başlatılmıştır. Bölgenin tarih öncesi
çağlarını araştırmayı ve özellikle M.Ö.
2. binyılda Hitit ve Mısır yazılı kaynaklarında sözü geçen ve Batı Anadolu’da
yer aldığı düşünülen Arzawa Ülkeleri
ile ilgili belgelere ulaşmayı amaçlayan bu kazı çalışmaları, 1959 yılında
herhangi bir yazılı belgeye ulaşılamadan sonlandırılmıştır. Söz konusu
çalışmaları sonucunda, yerleşimde Geç
Kalkolitik Çağdan (M.Ö. 4000) başlayıp Geç Tunç Çağ (M.Ö. 1200) sonuna
kadar kesintisiz devam eden 40 kültür
tabakası tespit edilmiştir.
Bu çalışmalar sırasında yerleşimde
ilk iskânın başladığı Geç Kalkolitik
66
Çağ’a ait tabakalar, oldukça dar bir
alanda araştırıldığından dönemin kültürünü anlamamıza yarayacak kadar
veri elde edilememiştir. Bu döneme ait
tabakalarda yalnızca megaron planlı
yapıların varlığı ve bu yapıların içlerinde ocakların, kilden sekilerin ve siloların bulunduğu tespit edilebilmiştir.
Erken Tunç Çağ olarak adlandırılan
M.Ö. 3. bin yıllarda Anadolu, Suriye
ve Mezopotamya arasında gelişen
ticari ve siyasi ilişkilerin oluşturduğu
etkileşim ve zenginlik, tüm Anadolu’daki yerleşimlerde olduğu gibi
Beycesultan’da da etkisini göstermiştir.
Kazılarda tespit edilen mermer idoller,
tunçtan yapılmış eserler ve çarkın se-
ramik yapımında kullanılması bu ilişkilerin göstergesi olmalıdır. Bu dönemle
birlikte Beycesultan’da tapınaklar inşa
edilmeye başlamıştır. Batı Anadolu’da
ilk tapınak örneklerini oluşturan Beycesultan tapınakları genel olarak önde
kutsal oda ve arkada rahip odasından
oluşur. Kutsal odada kilden steller,
tanrıyı sembolize eden çift boynuzlar
ve bunlara bitişik daire şeklinde kilden
sunaklar yer alır. Duvarlar boyunca kilden sekiler, silolar, çok sayıda sunu ve
ayinlerde kullanıldığı anlaşılan çanak
çömlekler, tapınak odaları içinde tespit
edilen buluntuları oluşturur.
Batı Anadolu’nun genelinde ve
Beycesultan’da Erken Tunç Çağlarda
görülen bu zenginliği ve gelişmiş şehir
kültürünü oluşturan halkların kimler
olduğu, bu dönemlerde Anadolu’da
yazının henüz kullanılmaması sebebi
ile bilinmemektedir. Fakat bu dönemin
son çeyreğinde (yaklaşık olarak M.Ö.
2300) bölgeye Luviler olarak adlandırılan ve Hititler gibi Hint-Avrupalı
olan kavmin geldiği bilinmektedir.
Beycesultan’da bu dönemde görülen
yangın ve yıkımın sebebi bu kavmin
bölgeye gelmesi olarak gösterilmiştir.
Hitit yazılı kaynakları ve Batı
Anadolu’da tespit edilen Luvi hiyeroglif yazısı ile yazılmış kaya anıtları, bu
kavme ait grupların Batı Anadolu’nun
büyük bir kısmına yayıldığını ve M.Ö. 2.
binyılda burada Assuwa, Mira, Kuwaliya, Seha Nehri Ülkesi, Wiluşa gibi yerel
beylikler kurduklarını göstermektedir.
Hitit kaynaklarında “Arzawa Ülkesi” ya
da “Arzawa Ülkeleri” olarak adlandırılan
Batı Anadolu topraklarında kurulmuş
bu beyliklerin lokalizasyonu ile ilgili
henüz kesin veriler elde edilememiş
olsa da, Beycesultan’ın söz konusu
bu beyliklerden Kuwaliya Ülkesi’nin
başkenti olduğu tahmin edilmektedir.
Beycesultan’nın M.Ö. 2. binyılın ilk
yarısına, Orta Tunç Çağ dönemine
tarihlenen tabakalarında (V-IV tabakalar) tespit edilen kamusal yapılar
buranın önemli bir şehir olduğunu
doğrulamaktadır. Bu kamusal yapılar
içinde en dikkati çeken, höyüğün
doğu konisi üzerinde geniş bir alanda
açığa çıkarılan ve “Yanık Saray” olarak
adlandırılan V. tabakadaki yapı kompleksidir. İlk dönem İngiliz kazıları sırasında büyük bir kısmı açığa çıkarılmış
olan söz konusu saray yapısı, portikolu
büyük bir avlunun etrafında inşa
edilmiş mekânlardan ve koridorlardan
oluşmaktadır. İki katlı olduğu tahmin
edilen yapının kuzeyinde, güneyinde,
batısında ve doğusunda birer giriş tespit edilmiş olup ana girişinin henüz kazılmamış olan güneybatı kısmında olabileceği tahmin edilmektedir. Yıkıntılar
arasında tespit edilen boya kalıntıları,
söz konusu yapının bazı mekânlarının,
çağdaşı Yakındoğu saraylarında olduğu gibi duvar resimleri ile süslendiğini
göstermektedir. Etrafı bir sur duvarı
ile çevrelenmiş, oldukça zengin ve iyi
planlanmış bir şehir görünümü veren
Beycesultan’ın bu dönemde birçok kez
Hititlerin saldırılarına maruz kaldığı ve
yıkıldığı tahmin edilmektedir. Defalarca tekrar inşa edilen yerleşim M.Ö.
2. binyılın son çeyreğine tarihlenen
Geç Tunç Çağ’da da küçük saray ve
ikiz tapınaklar gibi kurumsal yapıları
ile şehir karakterini korumaya devam
etmiştir. Bu dönemde yaklaşık 3 metre
genişliğinde ve çakıl döşeli caddelerin
doğu-batı yönünde şehri boydan boya
geçecek şekilde planlandığı ve bu
caddeler üzerinde çok odalı, zengin
evlerin ve dükkânların bulunduğu
görülmektedir.
İngiliz kazılarının sonuçları Geç
Tunç Çağ’ın sonunda, yaklaşık olarak M.Ö. 1200’lü yıllardan itibaren
Beycesultan’ın bölgenin merkezi olma
özelliğini yitirdiğini ve takip eden
dönemlerde şehir karakterini kaybedip bir köy yerleşimine dönüştüğünü
işaret etmektedir.
Yeni Dönem Kazı
Çalışmaları
2007 yılında T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü’nden alınan kazı
izniyle, Beycesultan Höyüğü’nde 48 yıl
aradan sonra kazı çalışmaları Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü adına tekrar
başlatılmıştır. Beycesultan Höyüğü’nde
kazı çalışmalarına başlamamızın temel
üç amacı bulunmaktadır. Amaçlarımızdan ilki, Beycesultan’ın içinde yer aldığı
Anadolu’nun önemli kültür bölgelerinden birisi olan Yukarı Menderes
Havzası’nın tarihini, kültürlerini ve bu
kültürlerin ekonomik ve siyasi gelişmişliklerini araştırmaktır. İlk dönem
İngiliz kazılarının kısa süreli olması, dar
alanlarda yapılması, çalışmalarda eski
kazı yöntemlerinin uygulanmış olması,
disiplinler arası çalışmaya önem
verilmemesi, araştırılan dönemlerde
toplumsal ve siyasal analizler yapmaya yarayacak verileri ortaya koyamamıştır. Beycesultan kazılarını tekrar
başlatmamızın bir diğer amacı bölgesel kronolojinin oluşturulmasıdır.
Gerek ilk dönem Beycesultan kazıları,
gerekse bölgede yapılmış diğer kazı
çalışmaları henüz Batı Anadolu kronoloji tartışmalarına kesin bir çözüm
getirmemiştir. Modern arkeolojinin
yöntemlerine ve disiplinler arası arkeolojik araştırmalara ağırlık vererek yürüttüğümüz yeni dönem Beycesultan
kazı çalışmaları, ilerleyen yıllarda söz
konusu bu tartışmalara önemli katkılar
sağlayacaktır. Yeni Dönem Beycesultan
kazı çalışmalarının bir diğer amacı
ise, bölgenin M.Ö. 2. binyıla ait siyasi
ve kültürel tarihinin araştırılmasıdır.
Bugüne kadar Batı Anadolu’da birkaç
kaya kabartması ve hiyeroglif yazıt dışında henüz kazılarda ortaya çıkarılmış
yazılı bir belge bulunmamaktadır. İlk
Beycesultan kazılarında açığa çıkarılan
saray yapısı, yerleşimin büyüklüğü ve
konumu Beycesultan höyüğünün o
dönemde önemli bir merkez olabileceğine işaret etmektedir. Bu sebeple
Beycesultan’da yürüttüğümüz kazı
BAHAR 2011
67
çalışmalarının bölgenin M.Ö. 2. binyıldaki siyasi tarihine ışık tutacak yazılı
kaynaklara ulaşmamızı sağlayacağını
düşünmekteyiz.
2010 yılı itibari ile halen devam
etmekte olan kazı çalışmaları, ağırlıklı
olarak yerleşimin batı konisi üzerinde
20x30 m genişliğinde bir alanda (N27
ve M27 plankareleri) yürütülmektedir. Bu çalışmalar sonucunda, henüz
Selçuklu-Beylikler, Bizans ve Geç Tunç
Çağ’a ait kültür tabakaları açığa çıkarılmış ve araştırılmıştır. Yerleşimin en geç
kültür dönemini oluşturan SelçukluBeylikler Dönemi’ne ait kalıntıların
höyüğün yüzeyinde olması, bunların
modern tarım faaliyetlerinden olumsuz etkilenmelerine sebep olmuştur.
Büyük tahribatın görüldüğü bu
döneme ait tabakalarda çok az mimari
kalıntı tespit edilebilmiştir. Parçalar
halinde açığa çıkarılan taş duvar kalıntıları bu dönemdeki mimari gelenek
ve yerleşim planı hakkında yeterli bilgi
sunmaktan uzaktırlar. Buna rağmen
bu tabakalarda tespit edilen sikkeler,
zengin seramik repertuvarı ve küçük
buluntular yerleşimin bu dönemde
çevre bölgeler ile yoğun ilişkiler içinde
olduğunu gösterir niteliktedir.
Yeni dönem kazıları sonucu
Beycesultan’da açığa çıkarılan ikinci
kültür evresi Bizans Dönemi’ne aittir.
Selçuklu-Beylikler Dönemi’ne ait
kalıntıların kaldırılması sonucu açığa
çıkarılan bu dönem tabakalarında
kuzey-güney, doğu-batı yönünde
uzanan, taş döşemeli iki sokak etrafında yer alan iki yapı kompleksi tespit
edilmiştir. Bu dönem boyunca üç kez
yıkılıp tekrar inşa edilmiş olan bu yapı
komplekslerinin henüz kazılmamış
alanlara doğru genişlediği görülmektedir. Ağırlıklı olarak taştan inşa edilmiş
olan yapılarda kiremit parçalarının,
taşlar arasında örgü malzemesi olarak
kullanıldığı “almaşık örgü duvar” adı
verilen duvar tekniği de uygulanmıştır.
Dönemin sonlarında ise taş temel üzerine kerpiç kullanımının tercih edildiği
görülmektedir. Yapıların tabanları
40x40 cm boyutlarında fırınlanmış kerpiçlerle kaplanmış ve duvarları kil ile
sıvanmıştır. Mekânlar içinde ve zemin
altına gömülü olarak bulunan büyük
depo küpleri içlerinde arpa, ekmeklik
buğday ve burçak tespit edilmiştir. Bu
döneme ait tabakalarda tespit edilen
seramik örnekleri çoğunlukla günlük
kullanıma yönelik, pişirme kapları ve
68
depolama kaplarından oluşmaktadır.
Bizans Dönemi için karakteristik olan
ve büyük Bizans Merkezlerinde sıkça
görülen kaliteli yeşil sırlı seramikler,
oldukça sınırlı sayıda ele geçmiştir. Tamamı astarsız ve perdahsız olan günlük kullanıma yönelik seramikler içinde
çanak ve çömleklerden oluşan pişirme
kapları ve yivli amphoralar çoğunluktadır. Mekânlar içinde tespit edilen
sikkeler arasında yer alan elektron bir
sikkenin Nicephorus III Botaniates’e ait
olduğu ve 1078-1081 yılları arasına tarihlendiği anlaşılmıştır. Gerek
amphoralar gerekse elektron sikke
bu döneme ait tabakaların M.S. 9.-12.
yüzyıla tarihlenmesi gerektiğini göstermektedir. Metal çiviler, cam, kil, fildişi
ve kemikten yapılmış küçük buluntular, altın yüzük dışında bu dönemde
dikkat çeken bir başka buluntuyu 13
cm. boyutunda kemik üzerine işlenmiş
bir figürin oluşturmaktadır. Arka yüzü
işlenmeden bırakılmış bir kemiğin ön
yüzüne ayakta durur vaziyette haçlı
atkısı ile bir piskopos tasvir edilmiştir.
Betim alçak kabartma ve yer yer kazımalarla oluşturulmuştur. Gövdenin alt
kısmında sonradan özensizce kazınmış
ve Basileos [ΒΑΣΙΛΕΟΣ] ismini içeren
bir yazıt bulunmaktadır. Bu yazıt figür
üzerine sonradan kazınmış olsa da
söz konusu bu figürünin Bizans kilise
babaları arasında tasvir edilen Kayserili
piskopos Büyük Basileos (y. 329-379)
olabileceğini ifade eder. Kemik eserler
arasında şimdilik benzerini bilmediğimiz bu eser, Prof. Dr. Zeynep Mercangöz tarafından işçilikteki ayrıntılar ve
stil özellikleri dikkate alınarak M.S.
11.-12. yüzyıllara tarihlendirilmiştir.
M.S. 1176 yılında Anadolu Selçuklu
Sultanı II. Kılıçarslan ile Bizans imparatoru I. Manuel Komnenos arasında
yapılmış olan Miryokefalon savaşının
Beycesultan’a yakın Düzbel Mevkiinde
ya da Küfü Çayı Vadisi’nde yapıldığı
tahmin edilmektedir. Selçukluların
zaferi ile sonuçlanan bu savaş sonrasında Selçukluların bölgeye yerleşmesi
Beycesultan’da Bizans Dönemi’nin
sona ermesine sebep olmuş olmalıdır.
2009 ve 2010 yıllarında yerleşimde araştırmaya başladığımız
Geç Tunç Çağ evresi gerek mimari
kalıntıları gerekse diğer buluntuları
ile yerleşimin planlanması ve bölgenin tarihi süreci ile ilgili yeni veriler
ortaya koymaktadır. N27 ve M27 plan
karelerine denk gelen kazı alanında
Bizans yapı kalıntılarının kaldırılması
sonucu açığa çıkarılan bu döneme ait
tabakalardan henüz ikisi araştırılmış-
tır. Söz konusu tabakalardan en üste
olanı Bizans Dönemi çöp çukurları
ve inşa faaliyetleri tarafından yoğun
olarak tahrip edildiğinden sadece bir
yapıya ait olduğu anlaşılan taş temel
üzerine kerpiçten inşa edilmiş duvar
kalıntıları korunmuştur. Bu tabakanın
hemen altında açığa çıkarılan Geç Tunç
Çağ’ın erken tabakası ise son derece iyi
korunmuştur. Söz konusu bu tabakaya ait mimari yapılar tüm yerleşimi
kapladığını tahmin ettiğimiz büyük bir
yangın ile yıkılmışlardır. Kazı alanımız içinde açığa çıkardığımız mimari
yapılar doğu-batı yönünde uzanan bir
sokağın güneyinde yer alan tapınak,
depo binası ve evlerden oluşmaktadır.
Bu yapılara ait bazı mekânların yangın
sonrası terk edildiği bazılarının ise çeşitli değişiklikler ve onarımlar yapılarak
tekrar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Taş
temel üzerine kerpiçten inşa edilmiş
olan yapıların duvarları yarım metre
kalınlığında olup kalın bir kil sıva ile
sıvanmışlardır. Mekânların zeminlerinde de kalın kil sıvaya rastlanmaktadır.
Mekânların birçoğunun içinde zengin
buluntular yanında, yangın sonucu
oluşmuş yıkımın ve tahribatın izleri
görülmektedir. Her mekânda tespit
ettiğimiz çok sayıdaki insan iskeleti ve
bazı iskeletlerin tahıl ambarları içinde
ve depo küpleri içinde saklanır vaziyette bulunmaları söz konusu bu yangının
bir istila sonucu oluşmuş olma ihtimalini artırmaktadır. Bazı iskeletlerin
kafatasının içinde kömürleşmiş beyin
kalıntıları saptanmıştır. Mekânlar içinde
tespit ettiğimiz depo küpleri içindeki
tahıl örneklerinden elde ettiğimiz C14
tarihlemeleri söz konusu istilanın M.Ö.
1430 yıllarında olduğuna işaret etmektedir. Bu istila Hitit yazılı kaynaklarında
bahsi geçen Hitit kralı II. Tudhaliya’nın
Arzawa Ülkeleri’ne seferinin bir sonucu
olabilir. Büyük bir yangınla yıkılmış
olan bu tabakanın mimari yapıları
arasında en dikkati çeken yapı 2,50 m x
4,00 m boyutlarındaki megaron formlu
tapınaktır. Bir ön oda (ante) ve kutsal
odadan (cella) oluşan yapının kutsal
odasının ortasında bir sunak yer alır.
Girişin tam karşısında inşa edilmiş olan
sunak, dikdörtgen şekilli bir panelden,
bu panelin hemen önünde bir platform üzerinde yükselen tanrı sembolü
iki standarttan ve standartların hemen
güneyinde bir kısmı platform içine
gömülmüş bir sunu kabından oluşmaktadır. Üst kısımları boynuz şeklinde
tasarlanmış olan standartların üzerinde iç içe konsantrik dairelerden oluşan
baskı bezemeler bulunmaktadır. Kutsal
oda içinde üzerinde şematize insan
yüzü olan bir çömlek, iki adet boynuz
şeklinde yapılmış kap desteği ve birçok
tüm kap tespit edilmiştir. Tapınağın ön
odasında ise ritüellerde kullanıldığını
tahmin ettiğimiz çok sayıda yüksek
ayaklı kadeh, ağırşaklar ve bir çok aşık
kemiği tespit edilmiştir.
Söz konusu tapınak dışında
tapınağın doğusunda, içinde büyük
depo küplerinin bulunduğu bir depo
binası, bir avlu ile caddeye açılan bir
eve ait mekânlar bu döneme ait tespit
ettiğimiz diğer mimari yapılardır.
Söz konusu evin yaşam alanı olarak
kullanılmış mekânı içinde depo kapları,
ocak, öğütme taşları ve duvarlar boyunca uzanan sekileri bulunmaktadır.
Bu mekânın güney duvarı üzerinde
bir kapı ile ulaşılan küçük depo odası
içinde büyük depo küpleri ve duvarlara bitiştirilmiş ambarlar yer alır. Birçok
mekânını tespit ettiğimiz yapının
tamamı henüz açığa çıkarılamamıştır.
Söz konusu yapılardan tespit edilen
çok sayıda çanak ve çömlek örneği dışında, çarık biçimli tören kabı ve deniz
kabuğundan kolye örnekleri dikkati
çekmektedir.
2007 yılı kazı çalışmalarında yerleşimin batısında ova içinde yapılan
incelemelerde modern tarım faaliyetleri sonucu tahrip olmuş küp ve taş
sandık şeklinde bir dizi mezar tespit
edilmiştir. Söz konusu mezarlardan
küp mezarlar Tunç Çağlar’a ve Demir
Çağa tarihlenirken taş sandık mezarlar
Bizans Dönemi’ne aittir. Mezarların
farklı dönemlere tarihlenmeleri bu
alanın her dönemde yerleşimin mezarlık alanı olarak kullanılmış olduğunu
göstermektedir. Ağız kısmı doğuya
gelecek şekilde doğu-batı doğrultulu
olarak yerleştirilmiş küpler içine, gömüler hocker pozisyonunda yatırılmış
olup küplerin ağız kısımları yassı bir taş
ile kapatılmıştır. Doğu-batı yönünde
konulmuş Taş Sandık mezarlarda ise
ölüler sırt üstü yatırılmış olup baş batı
yönündedir. Mezarlarda ölü hediyesi
olarak boncuklar, bronz ve gümüş yüzükler ile saç iğneleri tespit edilmiştir.
Henüz dördüncü yılını dolduran
Beycesultan kazı çalışmalarının ilk
sonuçları Batı Anadolu arkeolojisi için
önemli veriler ortaya koymaktadır.
Özellikle Geç Tunç Çağ tabakalarından elde ettiğimiz C14 tarihlemeleri,
şimdiden İngiliz kazılarının ağırlıklı
olarak rölatif tarihleme metotlarını
kullanarak yapmış oldukları tarihlerin
yeniden değerlendirilmesi gerektiğini
ortaya koymuştur. Tespit ettiğimiz yeni
tarihler Batı Anadolu Geç Tunç Çağ
kronolojisinin doğru kurgulanmasına
önemli katkılar sunacaktır. Ayrıca Geç
Tunç Çağ tabakalarında bir cadde üzerinde evler ile birlikte tespit ettiğimiz
tapınak yapısı yerleşimin sadece bir
alanında tapınakların inşa edildiği şeklindeki öngörülerin doğru olmadığını,
tapınakların şehrin muhtelif yerlerinde
bulunabileceğini göstermektedir.
Gelecek yıllarda Beycesultan’da yürüteceğimiz kazı çalışmalarımızın Batı
Anadolu’nun tarih öncesi kültürlerini
daha iyi anlamamızı ve Batı Anadolu
tarihi coğrafyasını kurgulamamız için
gerekli verileri ve yazılı belgeleri sağlayacağına inanmaktayız.
BAHAR 2011
69
TIP DÜNYASINDAN
“Palyatif bakım bir
insanlık hakkıdır”
A
hasta yakınları ne yapacağını
cı çeken ve başkalaTürkiye’nin ilk Palyatif Bakım
bilemez bir halde çaresizce
rının yardımına muhUygulama ve Araştırma Merkezi Ege sağa sola koştururlar. Hasta
taç hastalara yönelik
acı çeker, ağrı çeker. Hasta
kapsamlı bir çalışma ne yazık ki
Üniversitesi’nde açıldı
beslenemez ve hastanın
yok. Çevremizde zaman zaman
psikolojisi bozulur.
duyduğumuz “Doktorlar da
Ona yardım eden aile yakınları,
ümidi kesti ve eve gönderdiler” cümHangi hastalar veya hastalık türleri
lesi hastaların bir nevi kaderlerine terk palyatif bakımın alanına giriyor?
hastanın annesi, babası, kardeşi hepsi
edilmesi anlamına geliyor. Gelişmiş
Palyatif bakım kapsamında çizilen
ağır bir psikolojik yük çekerler. Tabii
ülkelerde bir insan hakkı olarak uyguçerçeve nedir?
bu öncelikle kanser hastaları için gelanan palyatif bakım ise hastalar kadar
Hayatı tehdit edici hastalığı olan
çerli bir şey. Alhzhemier hastalarının
hasta yakınlarına da yardımcı olacak
hastalar düşünün. Bu hastalar kanser,
da benzer şekilde bakımları zor. Evde
nitelikte. Türkiye’de ilklere alışık olan
alhzehimer, diyabet veya felç hastala- bakılması gereken kişiler. HastaneEge Üniversitesi palyatif bakım ile ilgili rı olabilir. Yatalak hastalar olabilir.
lerde bu kişiler için yer ve yatak yok.
Türkiye’nin ilk araştırma ve uygulama
Birde hayatının son dönemine
Bu kişiler ile ilgilenecek doktor da
merkezini açarak yine bir ilki gerçekyaklaşmış ölüme yakın hastalar
bulamazsınız. Çünkü bakımları çok
leştirdi. Ülkemizde hayal aşamasını
olabilir. Tabii bunlar arasında en çok
kronik ve süreğendir. Felç hastaları
da burada örnek olarak verilebilir.
geçerek uygulama aşamasına gelen
problemle karşılaştığımız kanser
Felç olan, konuşamayan, vücudunun
palyatif bakımı Türkiye’nin ilk palyatif
hastaları oluyor.
büyük bir kısmını hareket ettiremebakım araştırma ve uygulama Merkez
Bu kanser hastaları özellikle hasyen yatağa bağımlı hastalar. Bunları
Müdürü Doç.Dr. Rüçhan Uslu ile kotalıkları ilerlediği ve artık tıbbi olarak
nuştuk. Palyatif bakımın bir insan hak- pek bir şey yapılması mümkün olmadüşündüğünüz zaman bu hastaların
kı olduğunu belirten Doç.Dr. Uslu “Hiç
genel ihtiyaçları var. Başta ağrı tedadığı zaman bu kişilere yardım edecek
kimseye hayır diyemeyeceğiniz bir şey insan pek bulamıyorsunuz. Hastalar,
visi, beslenmelerinin ayarlanması,
bu. Devletseniz, sağlık bakanlığıysanız hayatının son döneminde oldukları
rehabilitasyonlarının yapılması, psikoya da sosyal güvenlik kuruluşuysanız
zaman genelde doktorlar ve hastane- sosyal sorunlarının giderilmesi. Bu
bu hizmeti vermek zorundasınız” diye
nedenle baktığımız zaman paliyatif
ler bu hastaları pek kabul etmezler.
ekliyor.
Evlerine gönderirler. Hasta ve
bakım otomatikman bir insan hakkı
70
durumuna geliyor. Zaten şu anda sırf
insan olmanızdan dolayı bu hakka
sahipsiniz. Bu devletin bir vatandaşıysanız devlet veya sosyal güvenlik
kurumu size bu hizmeti vermek zorunda. Ancak tabi şöyle bir program
var ülkelerin gelişmişlik düzeylerine
paralel olarak yeterli ekonomik güce
ve yeterli personel sayısına ulaşmadan bu hizmetleri vermeye kalkışmak
hayal olur. Bunun bir Afrika ülkesinde
yapılmasını bekleyemezsiniz. Çünkü
zaten orada bir tane aspirin bulmak
bile çok büyük bir şey.
Bir ülkenin temel sağlık hizmetlerinin verebiliyor olması palyatif
bakımı uygulamasında önemli bir
etken mi?
Temel sağlık hizmeti veremeyen
hiç kimse palyatif bakımı gündemine
alamaz. O nedenle palyatif bakım
merkezlerinin yüzde 90’ı şu anda
Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da
ve Fransa’da bulunuyor. Yani çok zengin, temel sağlık sistemini oturtmuş
ülkelerde var. Bizim gibi ülkelerde hiç
yok.
Ege Üniversitesi Palyatif Bakım Uygulama ve Araştırma Merkezi bunun
ilk örneği mi olacak?
Türkiye’de kapsamlı olarak resmi
bir şekilde bir üniversiteye bağlı olarak açılan ilk palyatif bakım merkezi
olacağız.
Peki bu merkezde ne tür çalışmalar
yapılacak?
Bu merkezde özellikle uygulama
yapacağız. Araştırma ve bilimsel
faaliyetlerimiz de olacak. Şu anki
pozisyonumuz Ege Üniversitesi Tülay
Aktaş Onkoloji Hastanesi’nde öncelikle kanser hastalarına hizmet vermek
üzere 7 yataklı bir bölüm açıyoruz.
Amacımız palyatif bakım hastalarını
bir hastaneye toplamak değil. Özellikle akut ihtiyaçları olan hastaları yani
beslenmelerinin ayarlanması, ağrılarının giderilmesi gereken ve pisko-sosyal sorunlarının giderilmesi gereken
hastaları hastanede kısa süreli yatırıp
daha sonra bu hastalara evde bakım
hizmeti verebilmeyi amaçlıyoruz.
Periyodik dönemler halinde hastalara evde bakım hizmeti verilecek mi?
Evet verilecek. Hastaların durumlarına göre mesela bir hasta için 3
günde bir gidilmesi yeterli olabilir. Bir
hasta için her gün gitmek gerekebilir.
Bir hasta için günde iki defa gitmek
gerebilir. Buna uygun bir ekip oluşturarak bu durumu bir programa bağlayacağız. Özellikle Bornova’da pilot
bir bölge seçip bu tür bakıma ihtiyacı
olan hastaların evde bakımlarını sağlamaya çalışacağız. Yani hastaların bu
hizmeti öncelikle evlerinde almalarını
sağlamayı hedefliyoruz.
Yani hastaları kaderlerine terk etmeyeceksiniz…
Evet hastaları kaderlerine terk
etmeyeceğiz. Aileleri yalnız bırakmayacağız.
Ailelere ne tür bir hizmet vermeyi
düşünüyorsunuz?
Bu tür durumlarda en çok sıkıntıyı
çeken ailelerdir. Eşiniz, çocuğunuz
ağrı çekiyor, beslenemiyor, uyuyamıyor… Bütün psikolojik yükü sizin
üzerinizde siz de ne yapacağınızı
bilemiyorsunuz. Bu insanın dengesini
bozan korkunç bir şey. Ayrıca eskiden
evde bakım hizmetleri sosyal güvenlik kuruluşları tarafından ödenmiyordu. Şu an ödenir hale geldi. Bu durum
bizim için büyük bir imkan. Yani SGK
evde bakım hizmetlerinde masrafları
karşılar hale geldi. Ki Sağlık Bakanlığı da bu yönde teşvik edici bir rol
üstleniyor. Çünkü hastanelerde hasta
bakmak son derece pahalı. Halbuki
evde bakım hizmeti çok daha ucuz ve
çok daha kolay olacak.
Peki neler yapacağız. Öncelikle
akut problemi olan hastaların ihtiyaçlarını karşılamak, sonra evde onların
bakımlarını devam ettirmek ve hasta
yakınlarını eğitmeyi amaçlıyoruz.
Hasta yakınlarına hasta bakımı eğitiminin yanında onlara psikolojik
destek de verilecek mi?
Hasta yakınları aslında ne yapacaklarını bilemediklerinden büyük
oranda sıkıntı çekiyorlar. Hasta yakınlarına hastaya nasıl bakacaklarını,
hastanın altını nasıl değiştireceklerini
ya da hastanın serumunu ne zaman
vereceklerini öğreteceğiz. Hasta
yakınlarına; hasta nasıl rehabilite
edilir, hastaya nasıl jimnastik yaptırılır,
hastaya nasıl masaj yapılır… gibi eğitimler vereceğiz. Aynı zamanda hasta
yakınlarına psikolojik danışmanlık
hizmeti de verilecek. Bu psikolojik
danışmanlık, sosyal hizmet uzmanı
düzeyinde olabileceği gibi psikolog
veya gerekiyorsa psikiyatrist düzeyinde de olabilecek.
O zaman araştırma uygulama
merkezinin hasta ve hasta yakınları
olmak üzere iki yönü var. Peki ya
eğitim ayağı, bu konuda neler yapmayı planlıyorsunuz?
Bu konuda çalışacak olan personele öncelikle bölgemizde ve
Türkiye’de seminerler, dersler, konferanslar vermek ana hedeflerimizden
bir tanesi. Palyatif bakım konusunda
bilimsel araştırmalar yapmak hedeflerimizden bir diğeri.
Üniversite olmamızdan dolayı
BAHAR 2011
71
önceliği her zaman eğitim ve bilimsel
araştırmalara vermeliyiz. Bu konuların arkasından hasta bakımı geliyor.
Merkezimizde bu yapıyı sağlamaya
yönelik çalışmalar yürütülecek. TC
Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire
Başkanlığı ile birlikte Türkiye’deki palyatif bakım organizasyonun yerleştirilmesi, tüm Türkiye’de yaygınlaştırılması, burada hizmet verecek ekiplerin
ve doktorların ve diğer sağlık personelinin eğitilmesi için ortak çalışma
yürütüyoruz. Şu anda neredeyse
bütün Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na
yardımcı olacağız. Tabii bunu Sağlık
Bakanlığı organize ediyor. Biz ise
onlara destek veriyoruz. Bakanlık
ile koordineli bir çalışma yapıyoruz.
Avrupa Birliği müsedebatı insan
hakları ileri düzey ülkelerin yasaları ve
gereklilikleri nedeniyle bu uygulama
Türkiye’de olmak zorunda. Bunu yapmaya mecburuz, yapacağız; başka çaremiz yok. Çünkü palyatif bakım insan
olmaktan doğan bir hak. Bu, doğal ve
hiç kimseye hayır diyemeyeceğiniz bir
şey. Devletseniz, sağlık bakanlığıysanız ya da sosyal güvenlik kuruluşuysanız bu hizmeti otomatikman vermek
zorundasınız. Bunların olabilmesi için
öncelikle sağlık sisteminizin iyi işlerlik
kazanmış olması gerekiyor. Ki son 10
yıldaki gelişmelerle sağlık sisteminde
giderek artan bir iyileşme söz konusu.
Bunun sonucunda artık bu tür hizmetleri de verme konusunda çabamız
var. Harekete geçtik. Oluşturmaya
çalışacağız.
Geç olsa da bir farkındalık var
diyebilir miyiz? Bunları konuşuyor
olmamız bile önemli?
Evet farkındalık var. Ve bunları
konuşuyor olmamız çok önemli. Yani
bundan 10 yıl önce siz bunu konuşsaydınız size gülerlerdi. Hayalperest
olduğunuzu düşünürlerdi. Yani biz
bunu 15 yıldır konuşuyoruz belki ama
daha önce hayal olarak düşünülen
şeyler şu anda pratiğe geçebilecek
düzeye geldi. Bu çok güzel bir şey.
Merkez sadece yatalak hastalar için
mi hizmet verecek?
Son dönemde ülke nüfusunun ve
İzmir’in bazı bölgelerinde yaşlı nüfus
72
Psikanalitik Denemeler...
Prof. Dr. Beno KURYEL
Ege Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi
Kimya Mühendisliği Bölümü
B
oranının giderek arttığı belirtiliyor...
Kronik hastalığı olan herkes için hizmet verilecek. Hastaların illa ölümcül
bir hastalığa yakalanması gerekmiyor.
Bakıma ve desteğe ihtiyacı olan herkesten bahsediyoruz. Bu, çocuk ,genç
veya yaşlı olabilir.
Ya engelliler?
Engelli de olabilir. Hani bu şekilde
herkese bakacağız anlamına gelmiyor. Tabii seçici olmak zorundayız.
Herkese bakacağız dersek bunu
karşılama imkanımız yok. Bu kadar
personel bulmak şu an için çok zor.
Bu girişimi şu an için bir kıvılcım olarak düşünün. Ama bu kıvılcım olmak
zorunda. Bu sesler gelişecek. Bunu
devlet yapacak. Ve her hastanenin
kendi bölgesinde aynı 112 sistemi
gibi ambulanslar oluşturulacak. Tıpkı
ambulanslar gibi herkesin bir istasyonu ve belli bir bölgesi olacak. Sağlık
ekipleri kurulacak. Lazım olduğunda
veya belli bir program dahilinde gidilerek hastaya bakım hizmeti verilecek.
Bu yapılmak zorunda.
Bahsettiklerinizi sağlık alanında
gerçekleştirilen bir reform olarak da
nitelendirebilir miyiz?
Tabii ki de diyebiliriz. Büyük devletsen, sosyal bir devletsen bunu yapacaksın. Türkiye isen bu organizasyonu gerçekleştireceksin. Bu projenin
finansmanını ve ekibini hazırlayacaksın. Onlara gerekli eğitimleri vererek
bu hizmeti sağlayacaksın. Ki biz şu
anda bu hizmeti kendi çapımızda
yapıyoruz. Yapmaya başlıyoruz. Ayrıca
TC Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş
Daire Başkanlığı ile de tüm Türkiye’ye
yaygınlaştırma konusunda işbirliği
yaparak onlara destek oluyoruz. Bu
Türkiye’deki bir üniversitede ilk defa
kurulan bir merkez olacak. Şu an için
ülkemizde böyle bir merkez de yok.
Ege Üniversitesi’nde bu çalışmayı
kaç kişilik bir ekip yürütüyor?
Şu anda 10 kişilik bir ekip yürütüyor. Bu hastaların ihtiyaçları tek
bir hekim tarafından çözülebilecek
ihtiyaçlar değil. Yani ekipte psikiyatrist, beslenme uzmanı, ağrı uzmanı,
fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı,
genel cerrah, çocuk hastalıkları uzmanı, onkoloji ve dahiliye uzmanları,
pratisyen hekimler, hemşireler, sağlık
memurları var. Yani bu bir hekimin
tek başına yapabileceği bir uygulama
değil. Bu hizmet, ekip çalışmasını
ve eğitimi gerektiren bir organizasyon. Bir futbol takımı gibi hazırlık ve
antrenman gerektiren bir durum. Eğitimler yapılacak, taktikler öğretilecek,
ondan sonra sahaya çıkılacak.
Peki bir sene içerisinde ulaşmayı
planladığınız hasta sayısı nedir?
Böyle bir hedefiniz var mı?
Öncelikle yatan hasta sayımıza
bakmamız gerekiyor. Bornova’yı pilot
bölge olarak düşünüyoruz. Yani 1000
kişi kadar olabilir. Gücümüz doğrultusunda küçük çapta başlamak
zorundayız. Zaten belli bir tecrübeye
eriştikten sonra ekipler ekipleri eğitirler. Yani ben burada organizasyonu
gerçekleştirdikten sonra Bornova’da
bulunan bir başka hastaneyi eğiteceğim. Onlar bir çevre oluşturacak. İzmir
Devlet Hastanesi, Karşıyaka Devlet
Hastanesi, Bayraklı Hastanesi, aile hekimleri de eğitilecek. Bu işin içerisinde
aile hekimleri de var.
irçok yazımda bilim ve matematiği
bir kültür olarak incelemeye çalıştım.
Kültürel bir sürece ait eserler olduklarını
öne sürdüm. Araştırmalarım, bilim ve matematiğin değerlerden bağımsız olduğunu savunan
görüşlerin eleştirel çözümlenmesine yönelik oldu.
Toplumsal yaşamımızda öylesine kalıplar vardır ki,
bizi kapsayan kültürel atmosferin dışında görürüz
onları. Bilim ve matematik de onlardan sadece ikisi.
İki sağlam ezber. Bunun yanında niceleri kültürel
örgünün renklerini oluşturmaya devam eder. Örneğin, kıskançlık olgusuna bir göz atalım. Dirençli
bir ezber. İçimizde kıpır kıpır. Farklı maskelerle, onu
ortalığa çıkarmakta oldukça başarılıdır insan türü.
Kıskançlık tipik bir kalıptır. İki kutup arasında
kalıcı bir yere sahiptir. Kutuplardan birisi, erdemsel
yöndür. Kıskançlığın olumsuz yönleri sergilenir
bu bölümde. Kıskançlık süreklilik arzeder. Bu
sürekliliği yeniden üretmenin yolu, geçici olarak
olumsuzlanmasıdır. Aynı zamanda kıskançlığın
tahrip gücünü dengelemek ve zararlarını en aza
indirmek için de devrededir bu kutup. Örneğin, bir ailede iki kardeş arasındaki aleni çıkar
çatışmasından doğacak kıskançlık asitinin dozunu
ayarlamak gibi. Ayıplanır kıskançlık. Daha açık bir
deyişle baskılanır. Erdemlerle üstü örtülür. Öteki
kutup ise, ortak bir kıskançlık duygusunu savunan
ve kıskançlığı olumlayan bölmedir. Hep birlikte
kıskanabilmek için tahsis edilmiş uygun bir oyun
alanıdır burası. Bu bölümde kıskanmak “serbesttir.” Mesela, yüceltilen bir değer olan “sevgi”yi
destekleyen bir konumdadır kıskançlık. “Seven
insan kıskanır...” sözü çok vecizdir. Benzerleri çoktur.
“Sana kıskançlıkla bağlıyım...” sözü gibi. Böylece
kıskançlık, olumlu bir havada cereyan eden bir
kemirme sürecine işaret eder. Kıskanılmak istemek
öne çıkar. Kıskanılmayan bir “sevgili” kara kara
düşünmeye başlar. Ne hoş...
Kıskançlık kültürel bir süreçte insanı kuşatır.
O birey, bunun farkında değildir. Kendisine yabancılaşmıştır. Sevgililik aidiyetinin kurallarını, doğal
zannederek. Doğasına uzak düşmüştür. Kıskançlık
kemirgen bir asit gibi insanı yaşamdan düşürürken,
tutsaklığın erdemine sarılır. Bu asit yağmurundan
kurtulmanın yolu aranmaz. Devreye başka bir
yön girer. Kıskanan birey, çektiği acıyı bir kültürel
devinim olarak algılamaz. Bunun nedeni olarak
kıskandığı ötekini suçlar. Suçlu arar. Böylece hesap
sormak gündeme gelir. Ne garip bir tecelli değil
mi? İki sevgili, doğal olanın manyetik çekiminde
uzanan ellerini romansın melodilerinde ve arzunun
şiirlerinde birleştirecekleri anda, kıskançlık ani bir
dalış yapar araya. Uzanan ellerin habersizliğinde,
sahiplenme duygularının taşıdığı kemirici asit,
kıskançlığı bir kurum olarak ruhumuza geçirir. Başlayan şarkının adı, dayanaksız sözler ve kurgulardır.
Nam-ı diğer, spekülasyonlardır. Artık bundan sonraki hikayeler hepinizin malumudur... Empati ne
mümkün? Sevmek, karşısındakini borçlu kılıyorsa
kıskançlık endamının arzındadır. Sahiplenme, bu
asitin bir tezahürüdür. Ya da tersi...
Kıskançlık kurumsaldır toplumsal yaşamımızda. Örgütlü bir duyguya işaret eder. Kurumsal
olduğu içindir ki, kültürel bir bileşendir. İlginç bir
özelliği, kıskançlık duygusunu yaşamakta olan bireyin bunu yadsımasıdır. Yadsımak, sade bir “kıskanmıyorum” demeye tekabül etmez. Kıskanmayı haklı
gösterecek gerekçeler yapılanmaya başlar. Örneğin,
rekabete dayalı bir öğretim dizgesinde öğrencilerin
birbirinden defter, kitap ve ders notlarını saklaması
gibi. Kıskançlık bir duyguya indirgenemez. Bir
süreçtir. Ortam koşullarınca belirlenir. Kurumsaldır,
kültüreldir. Yaşama ilişkindir. Eğer ölçme ve değerlendirmede rekabeti destekleyen öğeler varsa,
her öğrenci yarışta öne çıkmak için bencilleşir.
Kıskanmak, o koşullarda olumlanır. Geçerli bir
boyut olur. Bir de, işbirliksel öğrenimde bilginin
birlikte üretildiği bir ortama bakalım. Bu koşullarda
ortaya çıkan kıskançlık nitel ve nicel olarak farklıdır.
İlkinde savunulabilirken, ikincisinde savunulamaz.
Hangi durumun daha iyi, güzel ve uygun olduğunu
tartışmıyorum. Kıskançlığın kültürel süreçlerde
belirlendiğinin altını çiziyorum.
Kıskançlık en çok yaşadığımız, ancak en çok
da sakladığımızı sandığımız bir olgudur. Herkes
sakladığını sandığı için bunu konuşmaz. Ne
estetik değil mi? Kendi kendimizi aldatıp dururuz
oracıklarda. Böylece ezberler tartışılmaz. Daha da
güçlenirler. Sonra da, teknolojinin çirkin yüzündeki
asit yağmurları gibi ruhumuz da bu metafordan
nasibini alır.
Narsizm ve Kıskançlık
Kıskacı
Kıskaç sözcüğünü kullanarak dolaysız bir
olumsuzluğu ifade etmiyorum. Bir olguyu ya da
olguları, olumlu-olumsuz kısır döngüsünde izah
etmek olanaksız. Doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü gibi ikilemler arasında darallar yaşadığımız gibi.
Kıskaç sözcüğü, karşılıklı ve sağlam bir etkileşime
işaret etmekte. Birbirini besleyen bir duygu
karmaşası. Mükemmel bir ezber. Günlük yaşamda,
elbette ekonomik ve var kalma uğraşları öne çıkar.
Bunları yadsımak mümkün değil. Ayrıca, gündemi
oluşturan siyasal örgüler de zihnimizi haklı olarak
epeyce işgal eder. Kıskançlık gibi konular gündemin
arka sayfasında kalmış gibi olur. Ancak, ruhsal
BAHAR 2011
73
dünyamızın, rüyalarımızda bile uyanık olduğunu
düşünürsek, düşünselliğimizin ve üzerine oturduğu
mizaç karmaşasının da bir gündemi olacağını
kabul edebiliriz. Farklı yaklaşımların, bir dünya
görüşü olarak ekonomizmde ortak paydaları olması
şaşırtıcı değildir. Psikanaliz gibi bir çözümleme
uğraşının da hep göz ardı edilmesi buna göre hiç
şaşırtıcı değildir. Herkes duyguları bağlamında
kendisini haklı görür. Böylece öteki/ötekiler, haksız
olma referansını oluşturur. Dedikodu dediğimiz
toplumsal süreç bir kültür olarak elbette gökten
zembille inmemiştir. Hiçbir inceleme ve araştırma yapmadan bireyin kendisini haklı görmesi
toplumca paylaşılan bir narsizimden başka bir şey
olabilir mi? Toplumca paylaşılınca, akan sular durur.
Tartışılacak birşey kalmamıştır çünkü. Kıskaç bu
durum için uygun bir metafordur işte.
Narsizm, mitolojiden gelen bir sözcük. Bilinen
ve söylenceye dayanan bu öykünün kısaca altını
çizeyim. Ekho, çok güzel bir peri kızıdır. Kendisine
aşık olan binlercesine aldırmamaktadır. Ancak,
birgün Narkissos adında çok yakışıklı bir avcıya
rastlar ve aşık olur. Narkissos karşılık vermez. Ekho
aşkından erir gider. Olimpos dağını mekân edinen
tanrılar bu adamı cezalandırmaya karar verirler.
Kaderi çizilmiş Narkissos, avdan dönerken yorgun
ve susamış bir halde nehrin kenarına gelir. Su
içmek için eğildiğinde kendi yüzünü ve bedenini
görür. Daha önce farkına varamadığı bu güzellik
karşısında büyülenerek kendisine aşık olur. Yerinden kalkamaz ve içine kapanır. Ne yer ne içer ve
kara sevdanın sularında eriyip gider. Rivayet edilir
ki, öldükten sonra bedeni çiçeklere dönüşür. Bugün
bildiğimiz nergis çiçeği adını buradan alır.
Kıskançlık duyguları rahatsız edicidir. İnsan
her rahatsızlığını gidermeye, onu telafi etmeye
çalışır. Kıskançlığı telafi etmenin yollarından
birisi narsist duygulardır. Birey dünyayı kendisine
74
indirger. Böylece rahatlar. Kendisine yönelik
bir hayranlık telafi edici olmakla birlikte yeni
bir rahatsızlığa götürür bireyi. Bu da, aşağılık
duygusudur. Bu duygu, kıskançlığı besleyen
bir kaynaktır. Böylece, ruhsal dünyamızda
birbirini etkileyen zıtlıklar ortaya çıkar.
Bu zıtlıklar birbirini besler. Yaşamın böyle
olduğuna ilişkin ön yargılar oluşur. Kendine
hayranlıkla, eksiklenme duyguları zıt ama
simetrik değildir. Simetrik olsaydı aralarında
çatışma olmazdı. Asimetrik yapılanma, çatışmayı doğurur. Bu duygu çatışmasında mizaç
örülür. Mizaç bireyin ruhsal resmidir. Böyle
olunca, bu konuda kendisine yönelen eleştirilere direnç gösterir. Kendisini çözümlemeye
yönelik tepkiler ya da abartılı hayranlıklar
oluşur. Bunlar aktarımlardır. İnsanı anlamak,
bu direnç ve aktarımların çözümlenmesine
çalışıldığı sahnede oynanır. Bu harika oyunun
adı psikanalizdir.
Anne ve babalarımızın çocuklarını
abartarak sevmesi, onları, diğer yaşıtlarına
göre üstün görmeleri ve tüm bunları çocuklarına hissettirmeleri narsizmin temellerini atmaz
mı? Aşkın ızdıraba dönüşmesi, narsist duyguların
asimetrik zıtlağından kaynaklanmaz mı? Aşık olan
bireyde baskılanan narsist duygular, kendisini aşık
olduğu kişiye indirgemesine neden olur. Böylece,
aşkın bir aktarım olduğuna ilişkin ipuçları ele geçer.
Izdırabından kurtulmak için aşk, toplumsal olarak
yüceltilir. Aşık olana bir destek oluşur. Böylece, aşk
tartışılmaz bir ezber olmaya devam eder. Özgüveni
ele alalım biraz da. Sözcük olarak çok şanslı. Herkesin tartışmasız sevdiği bir kelime. Sağlam bir ezber.
Özgüvenin özellikle çocuklarda, narsist duyguların
öne çıkacağını neden düşünmeyiz? Kendisine
yönelik yapay bir güven baskısının güzel bir resmi,
çocukların aynanın önünde saçlarını düzeltirken
sahneye çıkan yüz mimikleridir. Öğretmen ve öğrenci arasındaki uçurumlar, narsizmin bahçesinden
gelen nergis çiçekleriyle süslü değil midir?
Psikanalizin özellikle öğretim süreçlerinde ele
alınmasında büyük yarar vardır. Özgüvenin yerine
insanın kendisini tanımaya çalışması, kendine özgü
doğal özelliklerinin farkına varması, bu farkındalık
içinde kendisini sorgulayabilmesi zor ama harika
bir edimdir...
Yalnızlığa Dair...
Gündelik yaşam çok çabuk geçiyor. İnsan,
güneşin doğuşu ile batışı arasında geçen zamanın
kısalığından şikayetçi. Akıp gittiği sanılan
dakikaların cenderesinde sıkışan ruhların bir çığlığı
gibi. Güneşin batışını, devinen yaşamın göreli
zamanında yarınlara taşıyor. Geçen saniyeler her
bireyde farklı seyrediyor. Peki, şikayetler neden
ortak? Neden aynı kapıya çıkan serzenişler bunlar?
Farklılık, görece olanın içinde mi eriyor? İzafiyet,
farklı yaşam öykülerini neden ortak kılıyor? Bu
sorulara, verilecek yanıtların tümü korkarım yine
göreceli, yine izafi olacak.
Görecelik, her bireyin farklı oluşunda bir
renktir. Ancak, her bireyin farklılığını ortak kılan
ise egodur. Ego, gerçekliğin simgeselliğe koşan
yolun tam ortasında. Bir aynaya bakışın ilk anı gibi.
Birey aynadan bakarak kendisinin farkına varır.
Yanılsanmış bir farkındalıktır bu. Koşup koşarak
ulaşılamayan bir imge. Ulaşılamadığı için de yalnızlık bulutları doluşur egonun çevresinde. Ego asla
yalnız değildir. Fakat, kendisini hep yalnız hisseder.
Bu his bir sanıştır. Zannedilenin içinde yanılsanmış
bir ruh vardır.
Doğuşun kaynağındaki gerçeklik ve doğal
olan olgusallık, kültürün bezediği yaşama karışır.
Aynadan bakışın imgesinde egonun yolu açılır. İmgeselden simgesele geçiştir bu. Ego, öteki egolarla
paylaşır gününü. Öteki var olduğu için ego vardır.
Birey, kişiselliğini öteki üzerinden tanımlar. Bilerek
yaptığı bir şey değildir bu. Bilinç dışının diliyle oluşan bir tasarımdır açıkçası. Birey, yanılsanmışlığın
içinde yine ötekinin kilometre taşında yalnızlaşır.
Öyle bir duygulanımdır bu. Görece farklı egoların
ortak kültürüdür yalnızlık. Aynı kapıya çıkan serzenişlerin haykırışları yankılanır benliğimizde. Geçen
zamanın izafi boyutunda her birey, tüm ötekilerle
bir ideolojiyi paylaşır. Yapıçözüme ulaştıramadığı
yalnızlık kültüründe ideolojisini kurar. Bilinç dışının
dilinde yapılanan bu duygu, ortak bir olgunun
doğuşuna tanıklık eder.
Simgelerle çevrilidir etrafımız. Gösterilenler
sahnededir her daim. Yalnızlık bir gösterilendir.
Kültürün işaret ettiği bir gösterilen. Kültür de
doğaya yabancılaşmanın bir gösterilenidir aslında.
Sabit olmayan, devinen bir gösteren-gösterilen
ilişkisi. Karşılıklı bir etkileşim içinde yalnızlığın atkısı örülür. Bu atkıda farklılık ve çeşitlilik vardır. Her
yalnızlığın bir öyküsü yazılır. Her bireyde yalnızlık
kendi şiirinde yaşar. Tüm ilişkilerde zorunluluk ve
görevdir birlikte olduğunu yalnız bırakmamak. Bir
erdeme işaret eder bu durum. Yalnızlığı yaşatmamak bir vazifeye dönüşür. Hesap sorulan ve verilen
ya da verilmesi istenen bir yaşam tarzı inşa edilir.
Yalnızlığın ve tekilliğin doğal yapısından, simgeselliğin kurduğu yaşama adım atar her bebek.
Büyümek, aynada gördüğü imgesinden yola çıkmaktır. Aynada kendisini gören ego, simgeselliğin
karmaşık renk tayflarında ötekinin ya da ötekilerin
anımsattığı yalnızlıkla tanışır. Annesinden kopuşun
ansal darbesinde yalnızlığın tohumları ekilir.
Bilinç dışının dilini çözmek varılamayan bir
duraktır. Bilinç dışının yapıçözümüne başvurmak
ezberleri tartışmaya açmaktır. Yapıçözüm bir sürece
tekabül eder. Bilinç dışının dilini konuşuruz hep.
Ama bilmeden, farkında olmadan. Yalnızlık üzerinden nice kaygı ve baskıyı yaşar insanlar. Çünkü,
kullandığı o dilin farkında değildir. Kaygının, özgürlüğün baş dönmesi olduğunu hatırlarsak eğer, bir
kültür olarak yalnızlığın ve yanılsanmış duygulanımların farkındalığına kürek çekmek ne hoş olur
değil mi? Kürekler kısmen boşuna çekilse de...
Kutular ve Sayıların
Gizemi
Çokluğu algılamakla, çokluğa anlam vermek
farklı renkte zihinsel süreçlerdir. Buna rağmen,
zihnin bütünsel rengi içinde birlikte ve karşılıklı
etkileşerek durur. Anlam vermek yaşama ilişkindir.
Yaşama ilişkin olması, kültüre bağlı olduğunu
gösterir. Çokluk ve hiçliği algılamak var oluşumuzla ilgilidir. Ancak, çokluğu saymak kültürel bir
edimdir. Sayı kavramı, kültürel bir üründür. Sayı
kavramı, zihnimizin bir buluşudur. Çokluğu algılamakla saymaya başlamak ortak olmasına rağmen
ilki matematiksel yetilerimizi diğeri ise bu yetiler
yardımı ile kurulan matematiksel sistemi gösterir.
İnsanın sayılarla ilişkisi tarih kadar eskidir.
Sayılar etrafımızdaki çokluğa bir anlam verir. Bunun
yanında, ilginç bir veçheye de sahiptir bence. Şöyle
ki: Etrafımızdaki çokluk sürekli bir değişim içindedir.
Sayı algısıyla, değişimin farkındalığını oluştururuz.
Psikanalitik olarak ele aldığımızda, geçmiş, şimdi
ve gelecek, sayılara çok yer verir. Böylesi bir yer alış,
sayıların gizemli kılınmasına neden olur. Astrolojinin
temel çıkış noktası bu değil midir? Doğa ve yaşamda
sürekli bir dönemsellik vardır. Dönemsellik, belirli
zaman aralıklarında bir yinelenme demektir. Doğum
günü örneğin... Belirli bir ayın belirli bir günü, sayı
ile özdeşleşir. Birey sayıya indirgenir. Yoğun ama sığ
bir anlayışla, narsistik bir gizem içinde sayı öne çıkar.
Kutlanan her edimin, sayılarla ilgisi vardır. Evrende,
kaotik de olsa, dönemselliği bozan sapmalar da bulunsa, dönemsellik insan yaşamının kısa örgüsünde
düzeni anıştırır. Bilmem kaçıncı ayın kaçıncı günü,
dönemsel olarak yeniden uğrar yaşamımıza. O sayı
ile arz-ı endam eder yılın bir durağında. “Doğum
günün kutlu olsun...” ifadesi dönemselin içinde gizli
ve de gizemli bir işleyişin kutsallığının kabulüdür.
Doğum gününü kutlamayan bir yakına ya da bir
arkadaşa serzenişte bulunmanın psikanalizcesi
varlığına gösterilmeyen saygıdır. Ölüm korkusuna
alınan ruhsal önlemlerin ve de telafi edici tasarımların es geçildiği anlamına gelir bu saygısızlık, bu
saymamazlık.
Dönemsellik sürecinde mevsimlerin, hasatların,
yağmurların karşılandığı duraklar ve geçmişi
yeniden üreten ritüellerin belirli günleri vardır.
Yaşamı tasavvur etmek, var kalmak için yapılagelen
tasarımlarının üretilmesinde bu kültürel ve ideolojik
yapı taşlarına rastlarız. Tasarım bir öngörüdür. Yaşama çizilen sınır ve özgürlüktür. Beklentiler, uğurlar,
hissiyatlar içinde yakalandığı varsayılan kader
çizgileri... Bu satırlar okunurken eski zamanlardan
söz ettiğim sanılabilir. “Ol mahiler ki, derya içredirler,
deryayı bilmezler...” olduğumuz için kendimizi bu
sayılar denizinden vareste tutabiliriz. Ama öyle değil
tabii ki. Sayıların egemen olduğu birçok yarışma
var gündeme damgasını vuran. Yöneteni, oyuna
katılanı, yarışanı, içinden ve dışından izleyeniyle bir
ritüel. Yaşandığı sürenin dışında, gündelik yaşamda
da tartışması devam eden bir süreç. Kutudan çıkacak
sayının, kutu sahibini doğrudan sorumlu tuttuğu bir
ortam. Kutusundan “küçük” çıkanın kendisini uğurlu
atmosferin dingin gururu ile öne çıkarırken, “büyük”
çıkaran, kötü ruhun lanetlediği bir duygulanım
içinde sinerek özür diler duruma düşebiliyor. Büyük
sayıyı şeytandan kaçırabilen ile şeytana uyup büyük
sayının ateşinde arkadaşını yakanlar ayinin sürükleyici senaryosunda rol alıyorlar. Sayı fetişizminin
ilginç örneklerinden birisi. Sayıların gizeminde
saklı bir fetişizm. Kutudan çıkacak sayı, sayarak
karşılanıyor. Uzay araçlarının fırlatılmasında geriye
yapılan sayım gibi... hangi sayıdan geriye sayılacak
olması da bir uğur meselesi. İstatiktiksel bir birikime
de sahne oluyor bu ritüel... Geriye sayımda başlanan
sayıya bağlı olarak kaç kez küçük çıktığına ilişkin
bir muhasebe. Bu kaba ve ham istatistikle gelecek
okunmaya çalışılıyor. Doğrusal bir regresyon ile veciz
tahminlerin havada uçuştuğu güzide bir sahne. Neden geriye sayılıyor acaba? Sayı, kutudan doğuyor.
Kutu, anaç. Sayıyı doğuruyor. Kutu sayı fetişizminin
taşıyıcısı. Ana metaforu yerinde. Sıfıra doğru geriye
sayım doğumun metaforu. Sürecin sonuna geliş
bu. Sıfırda sonlanan süreç, sayıyı dünyaya getiriyor.
Çıkan sayı, hayırlı bir evlat da olabiliyor hayırsız biri
de. Ritüeli yöneten bireye olan derin hayranlık...
Freud’un “Totem ve Tabu”sunu anımsamamak
olanaksız. Kritik bir anda açılacak kutunun etrafında
kenetlenen insanlar yaşanabilecek bir heyecan
doruğuna sinerji yaratıyor.
Sayıların gizeminde somutlaşan bir fetişizmi
besleyen diğer bir fetiş de para. Fetişin, Türkçesi
çok yerinde bir sözcük. Tapınç… Araçsal kültürün
en güçlü tapıncı, para. Sayı ve para uyumlu bir çift.
Sayıdaki gizemle paradaki güç iyi bir ikili. Etkin bir
ideoloji. Paraya ulaşmanın yolunda sayıya duyulan
saygı, sayıları fetişleştiriyor. Batıl olan her ölçütle
zenginlik kazanıyor. Zihinleri paralize eden bir uğurkader ortaklığında gerçekleşen bir ritüel. Sayının
metalaştırdığı zihinler, paranın cazibesi ile yoğun bir
heyecan geçirmekte. Sayının karşısında yabancılaşan düşünsel süreçler, sayıların gizemli dünyasında “bilgin” kesilebiliyorlar. Varlığımız paranın
araçsallığında şeyleşebiliyor. Bu sürükleyici oyunda,
para eşittir sayı, sayı eşittir gizem, gizem eşittir
itaat, itaat eşittir yabancılaşma, yabancılaşma eşittir
şeyleşme, şeyleşme eşittir para… Kısır döngünün,
uğur makinasının lunaparkına dönmüş duygular,
umutlar, yabansıl gurur tabloları. Mükemmel bir
senaryo… Ortak kaderin yanılsanmış dayanışmasında ortak istek ve hedeflerin kutuların doğumuna
olumlu bir etki yapacağına derin bir inanç. Bu ruhsal
durum sevgi metaforuna saplanıp kalıyor. Herkes
birbirini çok seviyor. Canını arkadaşları için vereceğini belirten ifadeler ortalıkta uçuşuyor. Sevgi devreye
girince, kutsal aile tabloları da duvarları süslüyor.
Paraya tapan bir sayısallığın içinde küçücük çocuklar,
yakınlarının küçük bir sayı hırsının motoruyla
kürsülere tırmandıklarına tanık olabiliyor. Bu hırsın
beslendiği metalaşmış yaşamın şeyleşen sayıların
ağırlığında çocuklar da nasibini alıyor. İnsanı borçlu
kılan sevgi sorunsalında sayılara umut bağlayan
ve böylelikle şeyleşen ruhlar, paranın iktidarında
yarışıyorlar. Ne diyelim, “başarı dileklerimle…”
BAHAR 2011
75
Menderes’in Şatoları
Arş. Gör. Olcay
PULLUKÇUOĞLU YAPUCU
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Gamze KARADEMİR EROL
A
ntikite insanının sahip olduklarını korumak, savunmak ve tehlikeyi önceden fark
edebilmek amacıyla askeri üsler, kaleler
yapması oldukça eski bir tekniktir. Büyük kalelerin
olmadığı, daha küçük askeri birliklerin konuşlandığı
bölgelerde gözetleme kuleleri de aynı amaçla kullanılır. Ulaşılması güç yüksekliklerde inşa edilen kulelerin büyük olasılıkla haberleşme ile ilgili işlevleri de
vardır. Bu oldukça pratik bir yöntemdir. Anadolu’da
bu amaçlarla kullanıldığı tahmin edilen Hellenistik
dönem, hatta daha öncesine tarihlenen savunma,
gözetleme ve haberleşme kuleleri bulunmaktadır.
Kuleleri, önemli geçiş noktalarında, antik rotalarda,
önemli kentlerin bağlantı noktalarında ve stratejik
bölgelerde görmek mümkün olabilmektedir. Her
ne kadar başlangıçta askeri kaygılarla inşa edilse de
kule, yüzyıllar içinde farklı amaç ve tekniklerle yenilenmiş, farklı amaçlara hizmet etmiş bir yapı tarzıdır.
Britanya, Güneybatı ve Güney Avrupa, Balkanlar ve
Anadolu’dan Kafkaslar’a uzanan bir hat içinde aslında Roma İmparatorluğu’nun hakimiyet bölgesinde
bu tarz kuleler bulunur. Roma İmparatorluğu’nun
geniş coğrafyasında yolların, askeri geçiş noktalarının güvenliği, devlet politikası olarak büyük önem
taşımıştır. İmparatorluğun yıkılması, erken ortaçağda otoritenin varlığının bir ürünü olan güvenlik ve
76
asayişin büyük ölçüde ortadan kalkmasına ve eski
imparatorluk coğrafyasında güvenliğin önemli bir
sorun olarak baş göstermesine neden oldu. 11. ve
12. yüzyıllarda merkezi otoritenin zayıflaması ile
yeniden şekillenen düzende krallara bağlı feodal
beyler vardı, özellikle de kendi topraklarının
bulunduğu kırsal bölgede oldukça etkindiler.
Sahip oldukları, yönettikleri bölgelerde kendi
otoritelerini kurmak için ellerindeki gücü herkesin
bilmesi ve görmesi gerekliydi. Tehlikenin çokluğu,
işgücü ve emek kaynağı olan köylünün ve tarım
arazilerinin korunmasını çok önemli bir konu
olarak ortaya çıkardı. 14. yüzyıla gelindiğinde
çiftlik arazilerinin duvar ile çevrilmesi kural
haline geldi ve bu arazilerde bir kule de bulunurdu. Böylelikle saldırı anında içine sığınılan,
genellikle sırtını dağlara yaslayan, yiyecek
depoları olan, surlu, mazgallı müstahkem
yapılar ortaçağın simgelerinden biri oldu.
Kırsal bölgede arazi sahibinin topraklarını
duvarla çevirerek, gözetleme kuleleri yaptırması böylelikle gelebilecek tehlikeyi önceden
görebilmesi, güvenliğin endişe yarattığı ortamlarda pratik bir yöntem olarak ortaya çıktı.
Ancak kulelerin, ortaçağlarda imparatorluk
binalarında, feodal lordların malikanelerinde, piskoposluk binalarında ve manastırlarda kullanılması
belli bir saygınlığın ve gücün göstergesi haline
gelmesinde de etkindir. Ortaçağ dünyasını yöneten
kurumların ve saygın, etkin, güçlü karakterlerinin
özel yaşam alanlarına da eklenen bu yapı, armalar,
flamalar gibi başka sembollerin de yardımıyla soyluluğun ve farklılığın göstergesi haline geldi. Özellikle
feodal beyin şatosu sıradan halk ile daha yakından
ilişkilidir. Kırsal bölge halkının, kralın sarayını,
askerlerini, soyluluk ve güçle ilgili simgelerini her
zaman görme olasılığı yoktur. Ancak otoritenin kırsaldaki uzantısı feodal lord ve
onun temsil ettiği
kavramlar köylüler için, olsa yaşamın bir parçasıdır.
Köylü lord için çalışır; evinde ona hizmet eder, atlarına bakar, çamaşırlarını yıkar vs. Kırsal bölgede inşa
edilen ve kuşaklar boyunca aynı soydan lordların evi
olarak kullanılan şatolar, doğal olarak bölge halkı
için gücün ve ihtişamın simgesidir. Lordun evi çok
büyüktür ama onu “sıradan” olmaktan kurtaran ve
geçmiştekine benzer askeri yararları da sağlayan
kulelerdir. Lord sahip olduklarını korumak için kalesine, şatosuna giriş-çıkışı denetler, bu yüzden asma
köprüler, gözetleme kuleleri bir askeri zorunluluktur.
Ama kralın, piskoposun, manastırın da kullandığı bu
yapı feodallerin de diğerlerinden farklı olmadıklarını
göstermelerini sağlar. Kulelerin zindan ya da hapishane olarak kullanımı da söz konusudur. Yargılama
yetkisi de olan lord suçluları kendi mülkü olan kulede
cezalandırabilir. Büyücünün kuleye kapattığı, kahraman şövalye tarafından kurtarılan prenses masalları
ortaçağın “karanlık” imgeleminde yerini alır. Kulenin
sahibi, kral, lord, piskopos hatta büyücü de olsa erk
sahibidir bina da korkulan, korkutan ve ulaşılması
güç bir yapıdır, içinde ne olacağı belli değildir.
Ortaçağ’da feodal beylerin kırsal bölgedeki
malikaneleri, bölgenin ileri gelenlerine ilham verdi.
Onların yaşam tarzına öykündüler, taştan evler
yaptırıp, hem savunma hem de yiyecek depolamaya
yarasa da aynı zamanda saygınlık göstergesi olan
kuleler diktirdiler. Kuleler yüzyıllar boyunca özellikle
kırsal bölge halkı için gerçekten de erk sembolü oldu.
Yerel yöneticiler, kentin ileri gelenleri, büyük toprak
sahipleri tarafından benzer amaçlarla kullanıldı.
Anadolu’nun ortaçağına hakim güçlerden Bizans
İmparatorluğu döneminde de kuleler, hem ayrıcalık
hem de özerklik göstergesi olarak kullanıldı.
Menderes havzasında tarımsal işletme-feodal
bey ilişkisi ile ilgili daha eski veriler bölgenin ortaçağ
mirasını algılamak için yararlı olacaktır. Latinlerin
önce İstanbul’u ardından Anadolu’yu işgal ettiği
13. yüzyıl başlarında, Bizans kırsal aristokratlarıyla
giriştikleri mücadele bölgede etkin yerel güçler
hakkında önemli ip uçları verir. Laskarisler döneminde Anadolu kökenli olduğu sanılan Thedoros
Mankaphas Alaşehir bölgesinin yerel hakimidir. Manuel Mavrozomes, Denizli ve Honaz’dan başlayarak,
Menderes vadisi boyunca ve nehrin denize karıştığı
noktaya kadar toprakların sahibi Peloponnes kökenli
bir aristokrattır., Sabbas Asidenos Sampson Dağları
civarında toprak sahibidir. Bizans’ın toprak ve askeri aristokrasisinin temsilcileri sayılabilecek bu üç
önemli karakter bölgede bağımsızlık mücadelelerini
sürdürdüler ve büyük olasılıkla maddi izler de bıraktılar. Bu dönemin kulelerini de Bafa Gölü civarında
Pınarcık ( Mersinet) yakınlarında görmek mümkündür. İlk kez 19. yüzyılda, bölgede kazı yapan Alman
arkeolog Thedore Wiegand keşfettiği kuleleri savunma ve haberleşme kuleleri olarak değerlendirmişti.
Ancak, düzlük hatta çukur sayılabilecek tarımsal
bölgede bulunan alçak duvarlarla çevrili bu kuleler,
A. Arel tarafından Laskarisler dönemine tarihlenme
eğilimindedir ve tarım işletmelerinin bir parçası olan
eski geleneğin bir ürünü olarak değerlendirilir. Ayrıca
günümüzde var olmayan ancak seyahatnamelerden
varlığını öğrendiğimiz benzer yapılar da vardır. Yolu
Batı Anadolu’dan geçen Charles Texier Kuşadası-Efes
güzergahında, halkın ve yer gösteren çobanların
“Çakır Ali Şatosu” adını verdiği kuleli bir yapıdan söz
eder; çok eski dönemlerden kalmış olması muhtemel
duvarların çevrelediği bir avlu ve duvarlarda bulunan
kuleyi tasvir eder, kulenin içinde de bir sarnıç ya da
kuyunun bulunduğunu belirtir. Bu yapının üzerinde
bulunduğu kayalık bölgeyi ele geçirilmesi imkansız
biçimde koruduğunu ve üç kat istihkam çizgisi
seçilebildiğini de ekler.
Batı Anadolu’da günümüzde bazı kuleli
yapıların varlığını koruyor olması konunun ilgiyi
hak ettiğini düşündürür. Özellikle Küçük Menderes
bölgesi, Büyük Menderes ve Gediz havzaları arasında
geçit karakterinde olduğundan dar vadiler ve stratejik tepeler Helenistik dönemden itibaren büyük blok
taşlarla yapılmış gözetleme
kuleleri ve kalelerle donanmıştır. Büyük Menderes
havzasında da 19. yüzyıldan
çok öncelere tarihlenen
benzer yapıların olduğunu
arkeolojik araştırmalar da
ortaya koymaktadır. Ayda
Arel’in çalışmalarının yanı
sıra ayrıca 2003-2008 yılları
arasında bölgede tarafımızdan yürütülen alan araştırması Menderes havzasında
maddi varlığını sürdüren
benzer yapıların olduğunu
ortaya koydu. Buna göre
Menderes bölgesinde kule
tipi yapılar arasında; Nazilli
Esenköy’de Arpaz Beyler
Konağı Kulesi, Bozdoğan
Hisar Mahallesi sırtlarındaki
Helenistik Kule, Koçarlı’da
Cihanoğlu Kulesi ve Konağı,
Dedeköy’de Cihanoğlu
Çiftliği’nin Kulesi, Yenipazar
Donduran Kulesi, Mersinet
Kulesi, Ortakent Mustafa
Paşa Kulesi, Menderes
dışında Foça, Çeşme, Çandar-
lı’daki kuleler sayılabilir. Menderes bölgesindeki araştırmalarımız özellikle iki kulenin özel bir ilgiyi hak ettiğini ve 18.-19.
yüzyıllardaki gelişmelerle ilişkilendirilebileceğini
gösterdi. Bunlar, Nazilli Esenköy’de bulunan Arpaz
Kulesi ve Koçarlı’da bulunan Cihanoğlu Kulesi’dir. Bu
yıllarda Osmanlı hakimiyetindeki Batı Anadolu topraklarında ortaçağın kuleli müstahkem yapılarının
inşa edilmesi ya da var olanların kullanılması neden
ve nasıl mümkün oldu, bu nasıl bir gereksinimden
kaynaklandı, ortaçağ lordunun yüzyıllar öncesinde
kalan “modası geçmiş” evinin benzerlerinin Menderes bölgesinde nasıl bir işlevi vardı? Bu soruların
cevabını verebilmek için bu eski yapıyı kullanan
BAHAR 2011
77
grubu tanımlamak yararlı olur. Öncelikle bu yapıların
sahipleri sıradan insanlar değildir. Cihanoğulları ve
Arpaz aileleri bölgenin sayılan, ileri gelen aileleri
olma özelliğini günümüzde de sürdürür. Osmanlı
sisteminin, bilinen anlamıyla aristokrasi sınıfının
gelişmesine izin vermeyen katı kuralları vardır, ancak özellikle bu iki aileyi diğerlerinden ayıran ortak
özellikler olmalıdır ve bu özelliklerin kökeni bölgenin
geçmişindedir. Kaldı ki bey, hanedan, asil, şövalye,
derebey gibi kavramlar bölgenin geçmişinde de var
olan, halk için de yabancı olmayan kavramlardır.
Yukarıda adlarını saydığımız Bizans derebeyleri de
Aydınoğulları, Menteşeoğulları beyleri de bölgede
yaşadı. Ancak onlar ya aristokrattı ya da hükümdardı,
feodal Bizans ortaçağında veya merkezi otoritenin
olmadığı bir ortamda yaşadılar. 18.-19. yüzyıl
Anadolu’su bu kavramların varlığının muhtemel
olduğu bir yer midir?
Osmanlı yöneticileri köylülüğün elindeki
toprağın varlıklı yerel seçkinlerin eline geçmemesi
konusunda titiz davransalar da sistemi korumak her
zaman mümkün olamadı. 18. yüzyıla gelindiğinde
başkentten uzaklarda Anadolu ve Rumeli’de ayan adı
ile anılan bir grup seçkin siyasi alanda güç kazanmaya başladı. Ayan, herhangi bir kent, topluluk ya da
bir devrin ileri gelenleri, belli başlıları ve büyükleri
anlamındadır. Vücuh, eşraf, erkan, ekabir, hanedan
vb. sözcükler de aynı anlamda kullanılır. Kentlerdeki
78
ayan ve eşraf önde gelen hatırı sayılır
kişilerdir. Osmanlı kent toplumunda
hem reayanın temsilcisi hem de
devlet buyruklarının uygulanmasında
resmi görevlilere yardımcı olan bu
gruba ayan ve eşraf adı verilmektedir.
Ayandan biri şehir kethüdası olarak
atanır. Şehir kethüdası şehir halkının temsilcisi durumundadır. Bu
yardımından ötürü şehir kethüdası
askeri sınıfa dahildir. Askeri sınıfın
yararlandığı bütün ayrıcalıklardan
onlar da yararlanır.
Ayanlık Avrupa’daki feodaliteye benzer özellikler gösterir.
Osmanlı sistemi, ticaret ve zanaat
yoluyla bir sermaye birikimine
izin vermez. Uluslararası ticaret
daha çok yabancı sermayenin
elindedir. Yabancı sermayenin
rekabeti ve merkezi yönetimin
üretim üzerindeki sıkı denetimi özel sermayenin hareketini
baskılar. Bu koşullarda belli
başlı üretim aracı olarak
toprak, ayanın zenginliğinin de kaynağıdır. Taşralı
seçkinler ellerindeki sermayeyi, toprakları büyük
ölçüde gasp etmekte kullandı. Bu gasp tımarlara
ait ve reaya tarafından ekilip biçilen toprakların ya
doğrudan doğruya ya da çeşitli tefecilik yollarıyla ele
geçirilmesi veya miri toprakları kiralayarak üzerinde
büyük güç ve denetim kurmalarıyla oldu. Zamanla
ayanlar yerel kadı ve yöneticileri saf dışı ederek
yörenin tek hakimi haline geldi. Artık devlet, asker
ve vergi toplamayla ilgili isteklerini yerel yöneticilere
değil, ayanlara yolluyordu. Ayan aileleri arasındaki
güç mücadelesi askeri örgütlenmeyi gerektiriyordu
ve bu durum ayanların müstahkem yapılar yapmalarına ve kendi silahlı güçlerini oluşturmalarına
neden oldu. Bazı güçlü ayan ailelerinin elinde yirmi
bin silahlı asker bulunabiliyordu. Ayanların görevi
halkın güvenliğini sağlamak olsa da çoğu kez halka
zulüm yaptıkları gerçektir. 18.yüzyıl sonlarıyla 19.
yüzyılın başlarında Anadolu ve Rumeli’de ayanların
gücü arttı. Anadolu’da Karaosmanoğulları, Çapanoğulları, Tuzcuoğulları, Katipoğulları başlıca ayanlık
aileleridir. Ayanların en güçlüleri ise Rumeli’dedir.
III. Selim’in hükümdarlığı döneminde ( 1789-1807)
reform denemeleri ile iç karışıklıklar bir arada var
oldu ve doruk noktasına ulaştı. Çözüm yöntemlerinin pek etkili olamadığı bu dönemde taşralı
seçkinler güçlerini arttırdı. II. Mahmut’un tahta
geçmesindeki rolleri sayesinde, Alemdar Mustafa
Paşa’nın kişiliğinde, ayanların devlet içindeki etkisi
oldukça önemli bir noktaya geldi ve Sened-i İttifak
ile resmi bir hal aldı. Ama II. Mahmut’un güçlü bir
merkezi yapı kurma girişimleri ayanların gücünü
en azından resmi açıdan kırdı. Ancak 19. yüzyıl ve
sonrasında da adı ayan, eşraf, bey, elit her ne olursa
olsun taşra ileri geleni varlığını, gücü elinden alınsa
da korudu. Avrupa’da feodalite çoktan sona ermişti,
ancak Osmanlı topraklarında güçlenen bu topluluk
feodal lordların bazı özelliklerini üzerinde taşıyordu.
Geniş toprakları, silahlı adamları, önemli servetleri,
kapı halkları ve sahip olduklarını korumak için müstahkem binaları vardı. Nazilli Esenköy’deki kulenin
ve Arpaz Beyler Konağı’nın sahibi olan Arpaz Ailesi
Gedik Ahmet Paşa soyundan geldiklerini ve paşaya
tımar olarak verilen arazileri işlettiklerini kuşaktan
kuşağa aktarmıştır. Oldukça büyük bir tarım arazisine
hakim bir konumda da Arpaz Beyler Konağı bulunur.
Bu konak Antik Karya kenti Harpasa Kalesi’nin
bulunduğu Hisar tepesinin eteklerindedir. Konak bulunduğu yerden tarım arazisini de rahatlıkla kontrol
edebilecek durumdadır. Ayrıca konağın ve kulenin
bulunduğu yapılar topluluğu her ikisinden de eskiye
tarihlenen bir duvarla çevrilmiştir. Ancak bu yapıların
başka ve daha eski yapıların üzerine inşa edilip
edilmediği net değildir. Kulelin karşısında bulunan
konak 19. yüzyıl başlarında yenilenmiştir, geçmişte
bugün artık var olmayan bir açılır-kapanır köprü
ile kuleye geçilmekteydi. Kule 19. yüzyıl başlarında
Arpaz Beyi Hacı Hasan tarafından Rodos’tan getirilen
ustalara yaptırılmıştır, yüzyıl sonuna kadar da
hapishane olarak kullanılmış bir bodrumu vardır. Asıl
katta bir oturma bölümü ihtiyaçlar için hamam ve
tuvaletler ve gözetleme için kullanılan mazgallı teras
katı bulunur. Kulede asma köprüyü açma-kapama
için kullanılan makara yuvaları tespit edilmiştir. Bu
köprü saldırı anında bey ailesini ve ev halkını güvenli
kuleye götürebilmek için kullanılmıştır. Arpaz Beylerinin hakimiyet bölgesinde eşkıyalık hareketleri hiç
azımsanmayacak miktardadır. Özellikle 19. yüzyıl eşkıyalığın arttığı, güvenliğin herkes için büyük sorun
olduğu bir dönemdir. Bu yüzden beylerin kendileri
ve yakınları için tedbir alması şarttır. Çünkü eşkıyalık
önemli ölçüde bölgenin varlıklı ailelerini hedef alır.
Rivayete göre Atçalı Kel Mehmet, Arpaz beylerinin
kır bekçiliğini yapan bir yetimdir. Oldukça sıkıntılı bir
hayatı vardır, beylerin zulmünden şikayetçidir, bir
gün yaşlı ve hasta bir köpeğin, hayatta kalabilmek
için daha güçlü köpeklerle canı pahasına mücadele
ettiğini görür. O andan sonra o da mücadeleye karar
verir ve dağa çıkar, bir süre sonra çevresinde çok sayıda silahlı adam toplanır ve isyan başlatırlar. Atçalı
kendisini Aydın valisi ilan eder, devletin hizmetinde
olduğunu ancak zulme karşı olduğunu her fırsatta
belirtir. Tahmin edileceği gibi saldırdığı ilk yerlerden
biri Arpaz Beylerinin kulesidir. Asma köprünün ne
denli pratik bir işlevi olduğu da böylelikle anlaşılır bir
hal alıyor. Ayrıca kulenin bey konağının bulunduğu
yerde yolcuların ve misafirlerin ağırlandığı bir başka
yapının varlığı söz konusudur. Bu yapılar topluluğu
büyük tarım işletmelerinin ve ayan çiftliklerinin
yapı tarzına oldukça uygundur. Ayrıca sahipleri de
birer yönetici, buyuran, doyuran, cezalandıran,
güçlü, kudretli ve zengin sıfatlarına uygun hayatlar
sürdürmüş izlenimi veriyor. Menderes bölgesinde
ve Batı Anadolu’da hakim eski hanedan ailelerinin
herhalde en ünlüsü Karaosmanoğlu hanedanıdır.
Bu ailenin etki-yetki alanı Manisa çevresi olduğu
için konumuz dışındadır. Menderes vadisinin 19.
yüzyılda en ünlü hanedan aileleri Cihanoğulları ve
İlyaszadeler’dir. Bu eski ve köklü aileler Osmanlı belgelerinde de “hanedan” olarak adlandırılır, özellikle
Cihanoğulları Ailesi’nin yaşlı fertlerinin atalarının
topraklarında halen yaşıyor olması nedeniyle aile
bölge halkı tarafından halen tanınır ancak bölgede
Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebaasından
başka ünlü aileler de 19. yüzyılda etkinliklerini
sürdürdü. Osmanlı Ermeni milletinden Latifyan
Ailesi, Balkapanlıoğlu Ailesi, Pişmişoğlu Ailesi, baba
ve oğulları farklı uyruklu olmakla beraber kökende
Anadolulu oldukları düşünülen Fotyadi Ailesi 19.
yüzyılda Menderes bölgesinin büyük toprak sahibi
güçlü aileleridir. Ancak bunları hanedan olarak değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bu yüzyılın farklı
koşullarında tarım dışı kaynaklardan da beslenerek
güç ve zenginliğini artıran özellikleri vardır . Aydın
ve çevresinde ise özellikle Büyük Menderes’in güneyinde Koçarlı ve Sobice’de, sahip oldukları ihtişamlı
kaleleri, geniş toprakları ve Avrupa derebeylerinin
şatolarını andıran kuleli evleriyle Cihanoğulları
bölgenin eski hanedanlarındandır. Çeşitli faaliyet
alanlarının yanında daha çok tarım ile uğraştığını
tahmin ettiğimiz bu ailenin 19. yüzyılda devletin
gözünde itibarlarının sürdüğünü ve ayrıca aile
üyelerinden Cihanzade Selatin Bey’in Zaptiye Meclisi
Azalığı gibi bir resmi görev alması bir çeşit yönetici
rolünü üstlendiklerini ve bunların devlet ile uzlaşma
içinde olduklarını düşündürür. Ailenin resmi veya
gayri resmi görevlerinin daha sonra da sürdüğü
anlaşılıyor. Bir yandan Sobice’deki tarlalarını işleyen
aile, bir yandan da memuriyetler alarak devlet ile
iyi ilişkilerini sürdürür. Merkez kaza Güzelhisar’a da
yerleşen aile üyeleri güçlerini burada da sergiler ve
hanlar yaptırarak ticarete katılır, camiler yaptırarak
halkın sempatisini kazanırlar. Bu yerel hanedan –her
ne kadar gücü kırılmış da olsa- yanında olacağı iş birliği yapacağı “tarafı” seçmiş görünüyor. Hatta bunun
karşılığında, aile reisinin yokluğundan faydalanarak
Güzelhisar’daki topraklarına müdahale etmeye
kalkan bir başka yerel gücü, örneğin Türkmenzade
Ailesi’ni devlet yardımıyla bertaraf etmeyi başardı.
Cihanoğulları özellikle tarım kaynaklı gelir
sahibidir. Zeytincilik ve zeytinyağı üretimiyle de
yoğun olarak ilgileniyor olmalılar, yukarıdaki resimde
görülen Koçarlı Cincin Köyündeki kalelerinin önünde
halen yağhanelere ait alet edevat yerindedir. Koçarlı
ve Sobice’de tarlaları hatta 200 dönüm de ormanları
vardır. Bu gibi aileler, zenginlik kaynakları olan
geniş topraklarını malikane usulü ile ele geçirerek
büyük tarım işletmelerine dönüştürdüler . 19. yüzyıl
boyunca tarımın ticarileşmesi ile de büyük servet
edindiler, idari ve ekonomik kontrol sağladılar. Çok
sayıda silahlı adamı olan bu beyler özel konutlarında
da güvenliğe öncelik verdiler. Kuleli yapılar güvenlik
için oldukça uygundur. Cihanoğulları’nın Cincin
köyündeki kaleleri ve Koçarlı’daki kuleli konakları
bu yapıların örnekleridir. Koçarlı’daki kule öncelikle
tarım arazisiyle bağlantılı bir yerde değildir, hatta
kasabanın içindedir, bodrum dahil üç katlıdır içinde
konforlu yaşamı sürdürebilecek bir çok oda bulunur,
kulenin içindeki barok ve rokoko tarzı süslemeler
ince işçilik belki de bulunduğu yerle ilgilidir, konfor
için hamam da kuleye dahil edilmiştir ve kule bugün
artık var olmayan asıl konakla bağlantılıdır. Prof. A.
Arel kulenin farklı zamanlarda değişiklikler geçirdiğini belirtmektedir. İç dekorasyonunun özenli bir
işçilikle yapıldığından ve bu işlemlerin 19. yüzyılda
yapılmış olma olasılığından da söz eder. En üst
katında bulunan ve tamamen mazgallarla çevrili bir
gözetleme terası Cihanoğulları’nın güvenlikle ilgili
sorunları olabildiğini de gösterir.
Bölgede etkin bir başka hanedan da İlyaszade
Ailesi’dir. Söke ve Kuşadası’nda etkin bu ailenin de
Kemer çiftliği gibi geniş toprakları vardır ama tek ilgi
alanları tarım değildir, ticaretle ilgilidirler. Zamanla
devletin merkezileşmesi politikası karşısında kan
kaybetmiş olabilirler ama bölge halkının gözünde
onlar her zaman bir hanedan olarak kaldılar.
Hatta bu durum yaşadıkları bölge halkı için de
geçerli olmalı, İlyaszadeler’den birinin haremi olan
Hoşyar Hanım’ın muhacirlerin iskanında adeta bir
yerel otoritenin temsilcisi olarak büyük gayretler
göstermesi, belki de perişan durumdaki muhacirlere
sahip olduğu evlerini açıp, yemek vermesi, hasta,
yaşlı ve çocuklara yardım etmesi, devletin yapmaya
çalıştıklarını yapması, geleneksel kurallar çerçevesinde bulunduğu bölgeyi ve ailesinin gücünü temsil
ettiğini düşündürür. Bunun karşılığında Hoşyar Hanım devletin takdirini kazandı. Ayrıca İlyaszadeler’in
de devlet görevi veya bazı rütbeler alarak eski
prestijlerini başka kimliklerle devam ettirdikleri
söylenebilir. Aynı aileden Mehmet Sırrı Bey’in Rikab-ı
Hümayun Kapıcıbaşılığı rütbesi almış olması bu gibi
ailelerin Tanzimat sonrası yapılanmada bazı görevler
ve rütbelerle iş başında olduklarını gösteriyor. İlyaszadelerin günümüze ulaşmış bir kuleli yapısı yoktur.
Ancak çağdaşları olan diğer beyler gibi onların da
kale ve kule yaptırmış olmaları olasılığı vardır.
Menderes bölgesinde günümüzde de varlığını
sürdüren iki kulenin sahipleri bölgenin eski hanedan
aileleridir. “Buyuran, doyuran ve yargılayan” özellikleri olan bu hanedanlar özellikle tarım kaynaklı
gelirlerle zengin oldular. Bu yüzden topraklarının ve
ailelerinin güvenliği oldukça önemli bir konuydu.
Bunu sağlamak için bölge geleneğinde de yeri olan
müstahkem yapı tipolojisini kullanmaları oldukça
anlaşılır. Ancak zamanlama konusunda bazı şüpheler
elbette vardır. Ortaçağın bu “moda” yapı tipi, içinde
geliştiği ortamın koşullarına son derece uygun
olabilir, sahipleri de aynı ortamdan beslenen birer
karakterdir. Ancak 19. yüzyıl Anadolu’sunda bu
tarzda yapıların gerekliliği, üstelik devlet dışında
yerel güçler için gerekliliği çok daha anlamlıdır. Bu
müstahkem yapılar, ortaçağ derebeyinin hemen her
türlü özelliğini gösterebilen yerel hanedanların gücü
ve ayanlık kavramının geldiği nokta hakkında da fikir
verebilir. Çok kısa bir zaman dilimi içinde de olsa,
Ortaçağ Avrupa’sı derebeyleri benzeri karakterler
Osmanlı topraklarında da var oldu. Merkezi otoritenin zayıflaması bu konuda belirleyicidir. Devletin,
bölgedeki eski hanedan ailelerinin ellerinden
ayrıcalıklarını alarak ayanlığın gücünü kırmasından
sonra, bu hanedanların bir yandan bulundukları
bölgede ellerinde bulunan toprakları işlerken, bir
yandan da bürokraside görev alarak, devletle bir
tür uzlaşma içine girdikleri düşünülebilir. Zaman
zaman para sıkıntısı çekerek Ermeni tefecilerden
borç almak zorunda kalsalar bile bölge halkı için hep
güçlü izlenimlerini korumuş olmalılar. GüzelhisarAydın’da han, hamam, konak; kendi memleketleri
olan Sobice ve Koçarlı’da geniş arazilerin sahibi olan
Cihanoğulları hanedanın üyeleri 1908 seçimlerinde
mebus olmayı düşündüklerine göre siyasi ve sosyal
bakımdan hâlâ oldukça güçlü olmalılar. Saraydan
rütbeler de almış bu gibi aile üyelerinin taşrada kökleşmiş, herkesçe bilinen güçleri kolaylıkla yok edilmiş
ve yerel hanedanlar gerçekten de basit birer çiftçi
ailesine dönüştürülmüş müdür? Bu güçlere, Osmanlı
taşrasının kolları bürokrasiye de uzanan burjuvazisi
demek doğru olabilir mi?
BAHAR 2011
79
Yörük Ali Efe’nin evi
Z
eybek ve zeybeklik, Ege’nin
sosyal ve
kültürel tarihinde önemli
bir yere sahiptir. Başlangıç
tarihi kesin olarak bilinmemekle
birlikte varlığını 16. yüzyıldan
itibaren ortaya koyan somut
belgeler vardır.
Kökenleri ile ilgili çok sayıda
farklı görüş bulunan zeybeklerin
icratları da farklı açılardan değerlendirilmektedir. Kimilerine
göre paşa ve ayanların kapısında
ücretli koruyucu, ayan kolcusu
olarak kimilerine göre dağa
çıkan suçlu ve kanun kaçakları;
baskı gören ve ezilen halkı ayan,
voyvoda ve mültezim zulmüne
karşı korumaya kalkışan silahlı
aktif eylem adamları; zenginden alıp fakire veren, kendince
adalet dağıtan sevimli eşkıyalar;
adaletsizliğe ve haksızlığa uğradıkları gerekçesiyle yönetime
başkaldıran eylemciler; yönetimin zaafından yararlanarak
yöreye egemen olmak isteyen
liderler; Balkan ve OsmanlıRus Savaşları’nda devletin
silahlı askerleri; Milli
80
Mücadele’de bağımsızlık yanlısı kurtuluş savaşçıları olarak tanınmaktadırlar. Aydın yöresinde namı ile ün salmış
en önemli efelerden birisi Yörük Ali
Efe’dir. 1895 yılında Aydın İli Sultanhisar İlçesi Kavaklı Köyü’nde dünyaya
gelmiş olan Yörük Ali Efe, ondokuz
yaşına geldiğinde, ağır sınavlardan
geçirilerek Aydın Dağları’nda dolaşan
Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin grubuna
kabul edilmiştir. Kısa zamanda Efe’nin
ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak grupta ikinci adam
konumuna yükselen Yörük Ali, Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin Bozdoğan
Kavakdere baskınında ölmesi üzerine
Yörük Ali Efe olarak grubun başına
geçmiş; dört yıldan fazla dağlarda dolaşarak, bu süre içinde daima ezilenin,
mağdur edilenin, güçsüzün yanında
olmuş, haklı olarak halk tarafından
sevilmiş, itibar ve destek görmüştür.
Düşmanın İzmir, ardından Aydın
ve Nazilli’yi işgal ettiği 1919 yılında
dağlardan inen Yörük Ali Efe, 16
Haziran’da Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve
bazı arkadaşları ile birlikte, Aydın
İli’nin Çine İlçesi Yağcılar Köyü’nde
toplanarak, Sultanhisar İlçesinde iki
kilometre uzaklıkta Malkoç demiryolu köprüsü yanındaki güçlü ve tam
teçhizatlı düşman karakoluna baskın
yapmıştır. Karakolu tümüyle imha
eden Yörük Ali Efe ve arkadaşları,
oldukça önemli cephane ve erzak ele
geçirmiştir.
Batı ve Güney Anadolu’da düzenli,
bilinçli ve milli şuurla düşmana yapılan ilk baskın olma özelliğini taşıyan
bu baskında elde edilen başarı yöre
halkına ümit ve cesaret vermiş, düşmanın yurttan kovulabileceğine olan
inancını arttırmış ve Yörük Ali Efe’nin
liderliğini perçinlemiştir. Düşman
beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılmış, Nazilli’deki kuvvetlerini
Aydın istikametine çekmiştir. Ne yazık
ki çevreyi yakarak, yıkarak masum insanları öldürerek ... daha sonra 57. Tümen Kumandanı Albay Şefik Aker’in
başkanlığında kurulan harp meclisinde oy birliği ile alınan karar uyarınca
Aydın, Yörük Ali Efe emrindeki kuvvetler tarafından kurtarılmıştır. Ancak
takviye kuvvetlerle güçlenen düşman
ordusu Aydın’ı ikinci kez işgal etmiştir.
Artık kanlı savaşlar başlamıştır. Köşk,
Umurlu ve Dörtyol Cephesi kurularak
olağanüstü cesaretle, donanımlı ve
sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratılmıştır.
Böylece düzenli ordu kuruluna kadar
yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu
içlerine ilerlemesi engellenmiştir.
Düzenli ordunun kurulması
üzerine Yörük Ali Efe emrindeki savaş
deneyimi çok iyi olan büyük bir grup,
her ferdinin istek ve sevgisiyle ordu
ile bütünleşmiştir. Yörük Ali Efe de
savaş sona erene kadar Milli Aydın
Cephesi Komutanı olarak, vatani
görevini sürdürmüştür.
Kurtuluş savaşındaki rolü ile ilgili
olarak yapılan övgülere “Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin
birçoğunu bana ve başkalarına mal
ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş
kişinin böyle büyük davalarda ne
ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan
muhabbeti taşıyan her vatansever o
günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim
gibi duymuş ondan sonra da bizimle
beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta
hata vardır. Bir elin şamatası olur
mu ki?” şeklinde yanıt veren Yörük
Ali Efe alçak gönüllü bir insan olarak
tanınmıştır. TBMM tarafından İstiklal
Madalyası ile ödüllendirilmiş, kendisi
için yakılan türküde “Hey gidinin Efesi
– Efelerin Efesi” olarak tanımlanan Kuva-yı Milliye’nin bu
değerli komutanı Yörük Ali Efe,
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra altı
sene İzmir’de yaşamış, daha
sonra 1928 yılında Kurtuluş
Savaşı’nda bir süre karargah
olarak kullandığı Yenipazar’a
taşınmış, 1951 senesinde,
tedavi için gittiği Bursa’da vefat
etmiştir. Yörük Ali Efe “Halkı
iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orda rahat
ederim” diyerek Yenipazar’a
gömülmeyi vasiyet etmiştir.
Yörük Ali Efe’nin mezarı, 2000
yılında Bakanlar Kurulu Kararı
ile Yenipazar Yörük Ali Efe
Caddesi üzerinde bulunan ve
19. yüzyıl sonunda yapıldığı
tahmin edilen Yörük Ali Efe’ye
ait evin bahçesine taşınmıştır.
2001 yılında müze olarak ziyarete açılan bu ev 1980’li yıllarda çıkan bir yangınla tamamen
yanmış, yangından sonra bina
ve bahçesi kendi kaderine
terkeldilmiştir. 1995 yılında
Aydın Valiliği Kültür Komisyonu, Milli
Mücadelede işgalci güçlere karşı silahlı direnişin Aydın’daki önderi Yörük
Ali Efe’nin evinin restore edilip, Müze
eve olarak yeniden yaşama geçirilmesini ve gelecek kuşaklara aktarılması
için çalışma başlatılmasının ardından
harap durumda olan bina ve bahçenin tamamı temizlenmiş, daha sonra
temelden itibaren aslına uygun hazırlanan restorasyon projesi ile bina
yeniden yapılmış, sığınak onarılmış,
eski bademlik evi olarak bilinen müş-
temilat binası da onarılıp kır kahvesine
dönüştürülmüştür. Evin Restorasyon
çalışmalarının tamamlanmasından
sonra varislerinden Yörük Ali Efe’nin
özel eşyaları derlenmiş, eve yerleştirilmiş, ayrıca Prof. Dr. Tankut Öktem’e
yaptırılan Yörük Ali Efe’nin heykeli de
bahçedeki yerini almıştır.
Yörük Ali Efe Müzesi, efenin eşyalarının yanı sıra çok sayıda fotoğrafı ve
kitabı da ziyaretçilerle buluşturmaktadır.
BAHAR 2011
81
Ege Üniversitesi 55. Yıl Kimyasal Tekstil Muayenesi Laboratuvarı açıldı
Yeniliğin yolunda stratejik adımlar
E
ge Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi Tekstil Mühendisliği
Bölümü’nde yenilenen 55. Yıl
Kimyasal Tekstil Muayenesi Laboratuvarı, Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Candeğer Yılmaz, Rektör Yardımcıları
Prof. Dr. Süer Anaç, Prof. Dr. Atilla Silkü ve öğretim elemanlarının katıldığı
törenle açıldı. Ege Üniversitesi’nin Tıp
ve Ziraat alanında öncülüğüne dikkat
çeken Prof. Dr. Yılmaz üniversitenin
tekstil alanında da önderlik ve yıldızlaşma yolunda olduğunu belirtti. Ege
Üniversitesi Tekstil ve Konfeksiyon
Araştırma-Uygulama Merkezi Müdürü
Prof. Dr. Faruk Bozdoğan, “Marka olmak
hedefimiz” dedi.
E
ge Üniversitesi, yönetim, planlama ve
eğitim stratejisine yön
vermek için çalışmalar yaptı. “EÜ
Stratejik Yönetim ve Planlama
Çalıştayı”nda üniversitenin dinamikleri ve yeni stretejileri gözden geçirildi. “EÜ Eğitim Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı”nda
ise eğitim alanındaki gelişmeler,
Türkiye’deki yüksek öğretim
ortamının dinamikleri, Avrupa
Yükseköğrenim Alanı’na katılım
nedeniyle hayata geçirilmesi
gerekenler tartışıldı.
EÜ Stratejik Yönetim
ve Planlama Çalıştayı
Ege Üniversitesi, stratejik yönetim ve planlama çalışmalarının yeni
dönemine başlamak, “değişimi” Ege
Üniversitesi’nin vazgeçilmez dinamikleri arasına katabilmek, yeni bir arayış
ve farklı hedefler ile daha pozitif bir
yapılanmaya ulaşabilmek amaçlarıyla 26-27 Şubat 2011 tarihlerinde
“EÜ Stratejik Yönetim ve Planlama
Çalıştayı”nı gerçekleştirdi. Küresel
çağın rekabet koşulları ve teknolojik
gelişmeleri bağlamında Ege Üniversitesi’ nin dinamiklerinin ve yeni
stratejilerin gözden geçirildiği “arama
konferansı” nda, insan kaynakları
gibi stratejik açıdan önemli pek çok
konu ele alınırken, odak noktası
üniversitenin mevcut durumunun ve
“Hedefimiz marka olmak”
geleceğe dair stratejilerin belirlenmesiydi. EÜ Basın ve Halkla İlişkiler
Müdürlüğü’nün organizasyonunda
gerçekleşen etkinliğe EÜ Üst Yönetimi ile fakülte dekanları katıldı.
Çalıştayın yönetmenliğini EÜ İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi Yönetim ve
Organizasyon Anabilim Dalı Başkanı
Doç. Dr. Jülide Kesken yaparken; 2
gün süren etkinlikte Ege Üniversitesinin vizyonu ve temel hedeflerinin
ana hatları ortak katılımlı karar alma
yöntemi ile çizilmeye çalışıldı.
EÜ Eğitim Stratejik Planı
Hazırlık Çalıştayı
Ege Üniversitesi’nde eğitim ile
ilgili vizyon geliştirme ve önümüzdeki dönem stratejik planında kullanılabilecek yöntem ve süreç önerilerini
oluşturmak amaçlarıyla EÜ Eğitim
Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı
düzenlendi. Ege Üniversitesi’nin
mevcut eğitim - öğretim uygulamalarından yola çıkarak; eğitim
alanındaki gelişmeler, Türkiye’deki yüksek öğretim ortamının dinamikleri, Avrupa Yükseköğrenim Alanı’nın yeniden
yapılandırılması çalışmalarına
katılım nedeniyle hayata geçirilmesi gerekenleri; bilimsel,
demokratik ve katılımcı bir
süreçte değerlendirerek yöntem ve
süreç önerileriyle birlikte vizyon geliştirmek amaçlarıyla 9 Şubat 2011, Çarşamba günü gerçekleştirilen toplantı
ile çalışmalarına başlayan EÜ Eğitim
Stratejik Planı Hazırlık Çalışma Grubu’
nun ilk arama toplantısı olan Çalıştay
5-6 Mart 2011 tarihleri arasında tüm
ilgilileri bir araya getirdi. EÜ Tıp Fakültesi Tıp Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı
Doç. Dr. Halil İbrahim Durak’ın yönetmenliğinde gerçekleşen EÜ Eğitim
Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı’na
EÜ Üst Yönetimi, Bologna Eşgüdüm,
Eğitim ve Otomasyon Komisyonları
üyeleri, tüm fakültelerin eğitimden
sorumlu dekan yardımcıları ve yüksekokul-meslek yüksekokullarının yine
eğitimden sorumlu müdür yardımcıları ile, Fen Bilimleri, Sağlık Bilimleri ve
Sosyal Bilimler Enstitülerinin müdür
yardımcıları katıldı. Ayrıca EÜ Sürekli
Eğitim Merkezi ve Bilgi ve İletişim
Teknolojileri Uygulama ve Araştırma
Merkezi Müdürleri ile Bilim - Teknoloji
Uygulama Araştırma Merkezi Müdür
Yardımcısı da katılım gösterenler
arasındaydı. Öğrenci Konseyi temsilcilerinin de hazır bulunduğu “Arama
Toplantısı”nda, Ege Üniversitesi’nin
eğitim alanındaki tüm dinamikleri
gözden geçirildi ve katılan her birim
kendilerini tanıtıcı bilgileri aktardı.
Nitelikli ara eleman
yetiştirilmesi önemli
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, “Son zamanlarda tekstil alanında dalgalanma
ve sessizleşme yaşandı, az üretim olsa
da yeniden çiçek açacak bir tekstilimiz
var. Ben çok ümitliyim, tekstilden
de beklentilerim giderek artıyor”
dedi. Nitelikli ara eleman yetiştirmenin öneminden de bahseden
Prof. Dr. Yılmaz, Türkiye’deki yatırımcıların en büyük sorununun bu
olduğunu vurguladı.
Prof. Dr. Yılmaz şu ana kadarki
görev süresince genelde üniversite
içinde süren inşaat alanları hakkında yorumlar yapıldığına dikkat
çekerek “Bugün buraya geldik
ve her şey ne kadar güzel olmuş
diyorum. Neyin inşaatını yapıyoruz,
laboratuvarların, dersliklerin, öyleyse iyi yapmışız, yapmaya da devam
ediyoruz” dedi.
Ege Üniversitesi Tekstil ve Konfeksiyon Araştırma-Uygulama Merkezinin önceki Müdürü Prof. Dr. Necdet
Seventekin’e emeklerinden dolayı
plaket veren Prof. Dr. Yılmaz, ardından
açılış kurdelesini kesti.
Analizler uluslararası
standartlarda yapılıyor
1988 yılında kurulan ve Türk
üniversiteleri içinde, bu alanda faaliyet
gösteren ilk merkez olan Tekstil ve
Konfeksiyon Araştırma-Uygulama
Merkezi, Türkiye’nin en geniş ve en
tecrübeli tekstil konfeksiyon öğretim
elemanı kadrosu ile hizmet veriyor.
Fiziksel ve kimyasal tekstil muayeneleri laboratuvarlarında analizler
uluslararası standartlara uygun olarak
yapılıyor. Diğer yandan merkeze
bağlı olarak çalışan Tekstil Uygulama
İşletmesi(Pilot işletme), aynı zamanda
Tekstil Mühendisliği’nin eğitim ve
uygulamalarında da kullanılıyor. 45
bin metrekarelik alan üzerine kurulan
işletme, Pamuk ipliği, yün ipliği, dokuma ve dokuma hazırlık, örme, dokusuz
yüzeyler, tekstil terbiyesi ve konfeksiyon birimlerinden oluşuyor.
Merkez geçmişte başarıyla sonuçlanan çalışmaları sonucu TÜRKAK (Türk
Akreditasyon Kurumu) tarafından
akredite oldu. EÜ Tekstil Mühendis-
liği Bölümü akredite deney sayısını
artırmak için 6 deneyle daha TÜRKAK’a
başvurdu. Milli Savunma Bakanlığı,
Emniyet Genel Müdürlüğü, PTT ve
belediyeler gibi birçok kamu kurum ve
kuruluşlarına hizmette bulunan laboratuvarlar, lif, iplik ve kumaş formundaki
çeşitli tekstil materyallerinin, çeşitli
tekstil yardımcı madde ve kimyasallarının, ulusal ve uluslararası standartlarda analizini yapıyor. Kimyasal
Tekstil muayeneleri laboratuvarına
bağımlı olarak çalışan Eko-Tekstiller
Laboratuvarında ise bio-pamuk
(organik pamuk) üretiminden
başlanarak hem insan ekolojisi hem
de ekolojik üretim konularında
araştırma- geliştirme çalışmaları
yapılırken, bu konuda danışmanlık
ve yayın hizmetleri de veriliyor.
Central Union Sertifikasyon Ltd.
Şti. Firması ile yapılan çalışma sonucunda “Organik Ürün Sertifikası”
alacak firmalara da danışmanlık hizmeti veriliyor. Türk üniversiteleri içerisinde
ilk ve tek olan Yıkama Laboratuvarlarında çeşitli deterjan ve çamaşır sularının
performans testleri yapılırken, yine
kimyasal tekstil muayenelerine bağlı
olarak çocuk bezi ve bayan pedlerinin
de performansları ölçülebiliyor.
Açılış sonrası laboratuvarı gezen
Prof. Dr. Yılmaz, katılımcılarla birlikte
merkezin dünü ve bugünü arasındaki
değişimi anlatan sunumu izledikten
sonra emeği geçen herkese teşekkür
etti.
BAHAR 2011
83
Yard.Doç.Dr.Şebnem SOYGÜDER
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü Fotoğrafçılık ve Grafik Anabilim Dalı
84
BAHAR 2011
85

Benzer belgeler