Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Transkript
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Hakemli Elektronik Dergi Sayı:35 / Naci BOSTANCI Özel Sayısı - Güz / 2012 Mehmet YÜKSEL Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış Aylin AYDOĞAN İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme Gökçe BAYDAR Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri Ahmet TARHAN Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Doğan AYDOĞAN Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI’ya Armağan E-ISSN: 2147-4524 Hakemli Elektronik Dergi Güz 2012, Sayı 35 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi G.Ü. İletişim Fakültesi Adına Sahibi Rektör Prof. Dr. Süleyman BÜYÜKBERBER Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dekan Vekili Prof. Dr. Zakir AVŞAR Editör Doç. Dr. Selda BULUT Editör Yardımcıları Öğr. Gör. Dr. Serpil AYDOS Dr. Ayşe Elif EMRE KAYA Dr. İbrahim Hakan DÖNMEZ Yayın Kurulu Doç. Dr. Murat S.ÇEBİ Doç. Dr. Serdar ÖZTÜRK Doç. Dr. Cem YAŞIN Doç. Dr. Gülcan SEÇKİN Doç. Dr. Muharrem ÇETİN Yrd. Doç. Dr. Sirel GÖLÖNÜ Yrd. Doç. Dr. Erol İLHAN Yrd. Doç. Dr. M.Can DOĞAN Yayın Kurulu Sekreteryası Arş. Gör. Çağrı KADEROĞLU BULUT Arş. Gör. Eda TURANCI Arş. Gör. Emrah ÖZTÜRK İngilizce Editör Yardımcısı Arş. Gör. Emrah AYAŞLIOĞLU Danışma Kurulu Prof. Dr. Zakir AVŞAR Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Suat ANAR Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Necdet ATABEK Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Ümit ATABEK Yaşar Üniversitesi Prof. Dr. Bilal ARIK Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ayhan BİBER Kastamonu Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet YÜKSEL Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Burhan AYKAÇ Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Özlen ÖZGEN Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Hasan BACANLI Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Seçil BÜKER Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Hamza ÇAKIR Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Dilruba ÇATALBAĞ Galatasaray Üniversitesi Prof. Dr. Yusuf DEVRANMarmara Üniversitesi Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Suat GEZGİN İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Nilgün GÜRKAN PAZARCI Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Nurettin GÜZ Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Süleyman İRVAN Doğu Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet KALENDER Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Kurtuluş KAYALI Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Fahrettin KORKMAZ Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Hale KÜNÜÇEN Başkent Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet TOLUNGÜÇ Başkent Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa YAĞBASAN Fırat Üniversitesi Doç. Dr. Fatma GEÇİKLİ Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. Ersin ÖZARSLAN Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Haluk EMİNOĞLUBilkent Üniversitesi Yayın Türü: Yılda iki kez yayınlanan ulusal, hakemli, yaygın, süreli bir elektronik dergidir. Yönetim Merkezi ve Adresi Tel Faks Web E-posta : Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara : 90 312 216 22 07 – 90 312 216 22 56 : 0 312 212 1832 : http://iletisimdergisi.gazi.edu.tr : [email protected] - [email protected] Taranan İndexler TÜBİTAK/ULAKBİM SBVT tarafından taranmakta ve dizinlenmektedir. EBSCO tarafından taranmakta ve dizinlenmektedir. İÇİNDEKİLER Mehmet YÜKSEL Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış 1-18 Aylin AYDOĞAN İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği 19-41 Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme 42-60 Gökçe BAYDAR Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri 61-78 Ahmet TARHAN Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak 79-101 Doğan AYDOĞAN Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın 102-120 M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım 121-134 Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği 135-146 Prof. Dr. M. Naci Bostancı’ya Armağan... Salı Toplantıları Prof. Dr. Naci BOSTANCI ile Söyleşi 150-165 Zakir AVŞAR Bilimden Edebiyata ve Siyasete Bir Güzel İnsan: M. Naci BOSTANCI 166-167 Ayhan BİBER Hocam Naci BOSTANCI 168-169 Hamza ÇAKIR Gerçek Bir Aydın… 170-171 M. Bilal ARIK Bir Yazının Peşinde 172-174 Selda BULUT Editörden…. İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi’nin 35. sayısında, hakemlerimiz tarafından yayınlanmaya değer bulunan sekiz özgün makale yer almaktadır. Ayrıca derginin bu sayısı Naci Bostancı Özel Sayısı olarak belirlendiği için Naci Hoca’ya hitaben yazılmış dört yazının yanı sıra Salı Toplantıları etkinliği de kendisinin katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Makalelerden ilki, Prof.Dr.Mehmet Yüksel’in, Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış başlıklı yazıdır. Çalışmada, Türkiye’de büyük ölçüde toplumun ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel boyutlarından tamamen bağımsız bir pozitivist hukuk anlayışının hakim olduğu belirtilmektedir. Bu anlamda, hukukun bir sosyal kurum ve toplumsal sistemin bir alt sistemi olarak, toplumsal yapıyı oluşturan diğer toplumsal kurumlarla ve toplumsal sistem içerisindeki diğer öğelerle karşılıklı ilişki ve etkileşim halinde bulunduğu dikkate alınmaz. Hukukun, gruplar, sınıflar ve kültürler üstü bir alan olarak algılandığı belirtilen çalışmada, böylece hukuku uygulamakla görevli aktörlerin ve kurumların bakış açılarının ve zihniyetlerinin de hukuk dünyasına bir etkisi olmadığı yanılmasının ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Tüm bu gerekçeler bağlamında yazar, hukuk kültürünü sosyolojik açıdan incelemenin gerekliliğine işaret ederek hukukla kültür arasında karmaşık bir diyalektik ilişki olduğuna dikkat çekmektedir. Arş.Gör.Dr.Aylin Aydoğan tarafından yazılan ikinci makalenin başlığı, İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği’dir. Çalışmada internet gazeteciliğinin geleneksel gazetecilikten farkı anlamında, yapılan çalışmaların ve alana ilişkin yeni kuramsal yaklaşımların gerekliliğinin altı çizilmektedir. Makale, internet gazeteciliği üzerine yapılan son dönem çalışmalar hakkında kapsamlı bir analiz sunarken, gerek habercilik kaynakları ve profesyoneller gerekse kullanıcılara ilişkin geliştirilen yeni yaklaşımlara yer vermektedir. Dergide yer alan üçüncü makale ise Yrd.Doç.Dr.Fulya Şen ve Prof.Dr.Zakir Avşar’a aittir. Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme başlıklı makalede, eleştirel ekonomi politik yaklaşımın ilkeleri temel alınarak günümüzdeki medyanın haber üretim süreci, ekonomi haberleri örneğinde analiz edilmektedir. Çalışmada özellikle ekonomi politik yaklaşımların kuramsal tartışması karşılaştırmalı bir analizi yapılırken ampirik tekniklerin de gerekliliğine işaret edilmektedir. Arş.Gör.Gökçe Baydar tarafından yazılan dördüncü makale, Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri ismini taşımaktadır. Çalışmada küreselleşme ve neoliberalizm politikalarıyla birlikte esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan çalışma yaşamı olgusu ele alınmaktadır. Özellikle iletişim teknolojilerinin mümkün kıldığı bu yaygın çalışma biçimi ve emek arasındaki ilişki, katılımcı ve derinlemesine görüşme tekniği uygulanarak toplanan ampirik veriler ışığında analiz edilmektedir. Yrd.Doç.Dr.Ahmet Tarhan’a ait Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak başlıklı makalede ise kamu kurumlarının, iletişim teknolojilerinin sağladığı olanaklardan halkla ilişkiler uygulamalarında, hangi şekilde yararlandıkları ortaya konulmaktadır. Çalışmada I İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Editörden özelikle sosyal medya uygulamalarından birisi olan Twitter hesabı bulunan büyükşehir belediyelerinin iletişim süreçleri analiz edilmektedir. Dr. Doğan Aydoğan’a ait olan altıncı makalenin başlığı, Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın’dır. Çalışma kadın, beden ve ailenin, toplumsal dönüşüm süreçlerinde nasıl algılandıklarına ilişkin sosyolojik analizleri barındırmaktadır. Buna bağlı olarak kadına yönelik şiddetin tarihsel ve toplumsal koşulları ortaya konulmaktadır. Ayrıca, kadına ve bedene yönelik şiddetin toplumsal olarak üretildiği milliyetçi söyleme göre iktidar kavramının kuruluşu ve şiddetin bir araç olarak kullanılmasına dikkat çekilmektedir. Makalelerden yedincisi ise Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım başlığı ile M.Mücahit Küçükyılmaz ve Hakan Çopur’a aittir. Çalışmada, gazetecilik pratiği üzerine elde edilen birikimler betimleyici bir analizle ortaya konulmaktadır. Ayrıca, özellikle dış haberciliğe dair saptanan sorunlara ilişkin sunulan önerilerle çalışma, gazetecilik alanında, akademi dışı çalışmaların da önemi ve gerekliliğine bir kez daha vurgu yapılmaktadır. Dergide yer alan son çalışma ise Hüseyin Karakuş ve Ece Karakuş’a aittir. Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği başlıklı çalışmada yoksulların medyadaki temsillerinin; bir yandan “görünmezleştirilme” şeklinde sunulduğu diğer yandan ise görsel bir show malzemesi olarak ele alındığı, eleştirel bir bakışla analiz edilmektedir. Dergimizin bu sayısının son bölümü, uzun yıllar fakültemizin Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan ve 2011 yılında emekli olan Siyaset Bilimci Naci Bostancı’ya ayrılmışatır. Buna göre Salı Toplantısı da Prof.Dr.Naci Bostancı’ın katılımı ile “Siyaset ve Siyaset Bilimi” üzerine gerçekleştirilmiştir. Ayrıca bu bölümde yine Naci Hoca’ya hitaben; Prof.Dr. Zakir Avşar, Prof.Dr.Hamza Çakır, Prof.Dr.Ayhan Biber ve Prof.Dr.Bilal Arık tarafından kaleme alınan yazılara yer verilmiştir. Kendilerine katkılarından dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz… Ayrıca, Dergimize emeği geçen tüm yazarlara ve yoğun çalışmalarından zaman ayırarak hakemlik yapan tüm hocalara katkılarının devamı dileğiyle teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum. Doç. Dr. Selda BULUT Sayı 35 /Güz 2012 II İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış1 A Sociological Overview of the Concept of Law Culture Mehmet YÜKSEL Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected] Anahtar Kelimeler: hukuk-kültür ilişkisi, kültür ve hukuk, hukuk kültürü, hukuk kültürü kavramı, pozitif hukuk Keywords: law-culture relationship, culture and law, law culture, the concept of law culture, positive law. Öz Bugün, gerek hukuk teorisinde gerekse hukuk pratiğinde pozitivist hukuk anlayışı başat konumunu halen sürdürmektedir. “Yasa önünde eşitlik”, “yasal yönetim” ve “yargı bağımsızlığı” gibi hususları öne çıkaran bu anlayış; kesinlik, belirlilik, öngörülebilirlik ve hesaplanabilirlik gibi değerleri vurgulamaktadır. Söz konusu anlayış çerçevesinde hukuk, sosyal ve kültürel boyutundan soyutlanarak bir kavramlar, kurallar ve kurumlar bütünü olarak kavramlaştırılmaktadır. Böylesi bir yaklaşım, hukuku, bünyesinde işlerlik kazandığı toplumsal sistemden ve kültürden bağımsız bir şekilde ele alarak, bir toplumun hukuk düzenini ve hayatını yeterince anlamayı ve açıklamayı önlemektedir. Hukukun toplumsal sistemin bir alt sistemi ve genel kültürel yapının bir alt bileşeni olarak analiz edilmesi, “hukuk kültürü” ve “hukuk kültürü kavramı” üzerinde yoğunlaşmayı zorunlu kılmaktadır. İşte bu çalışmanın amacı, hukuk-kültür ilişkisine, etkileşmesine ve çatışmasına dikkati çekerek “hukuk kültürü” ve “hukuk kültürü kavramı” konusundaki sosyolojik literatüre katkıda bulunmaktır. Abstract Today, the understanding of positivist law remains in a dominant position in both theory and practice of law. This approach, which brings topics such as “equality by the means of law”, “juridical management” and “independence of laws” to the fore, emphasizes values such as “certainity”, “specificity”, “predictibility” and “accountability”. In this perspective, Law is abstracted from its social and cultural dimensions and conceptualized as a whole body of concepts, norms and instituitons. Such approach considers law by isolating it from the social system and culture, in which it operates and as a result prevents a comprehensive explanation and understanding of a law system in a particular society. The act of analyzing Law as a subsystem of a social system and a component of a more general system makes it necessary to concentrate on “Law Culture” and “the concept of Law Culture”. The aim of this study is to draw attention to issues such as the interaction, relationship and the conflicts between law and culture and contribute to the sociological literature on “Law Culture” and “the concept of Law Culture”. 1. 26-29 Kasım 2012 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen “Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar-VI Sempozyumu”na sunulan “Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış” başlıklı bildiri metninin geliştirilmiş versiyonudur. Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış Giriş Türkiye’de hukukun tanımlanması ve kavramlaştırılması hususunda, genel olarak, hem doktrin bağlamında hem de hukuk pratiği bakımından pozitivist bir hukuk anlayışının egemen olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hukuk fakültelerinde “hukuka giriş” mahiyetinde okutulmakta olan “Hukuka Giriş”, “Hukuk Başlangıcı”, “Hukukun Temel Kavramları” ve “Hukukun Temel İlkeleri” gibi başlıklar taşıyan ders kitaplarında; hukuk, esas olarak, “bireyler arası ilişkileri ve birey ile devlet ilişkisini düzenleyen, arkasında devletin örgütlü gücü bulunan, maddi müeyyidelere sahip kurallar bütünü” olarak tanımlanmaktadır. Hukukun, toplumsal yapının temel bir kurumu olduğu; bu niteliği ile sosyal düzeni sağlayan asıl sosyal kurumlardan birini teşkil ettiği, genel toplumsal sistemin bir alt sistemi olduğu neredeyse hiç belirtilmez. Hukuk, büyük ölçüde, toplumun ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel boyutlarından tamamen bağımsız kendi içinde bir bütünlüğü ve sistematiği olan bir olgu olarak kavramlaştırılır. Aynı eğilim, “hukuk sistemi” kavramlaştırmasında da söz konusudur. Gerek Türk Hukuk Sistemi gerekse Türk hukukunun bir parçası olduğu “Kıta Avrupası Hukuk Sistemi” de benzer şekilde kavramlaştırılıp sınıflandırılır. Bu sınıflandırma yapılırken; daha ziyade hukuk hayatında yer alan yasama ve yargı gibi temel organlarla, mevcut şekli ve maddî hukuk kuralları bütünü dikkate alınır. Hukukun bir sosyal kurum ve toplumsal sistemin bir alt sistemi olarak, toplumsal yapıyı oluşturan diğer toplumsal kurumlarla ve toplumsal sistem içindeki diğer öğelerle bir karşılıklı ilişki ve etkileşim halinde bulunduğu dikkate alınmaz. Başka bir deyişle, diğer bütün sosyal olgular gibi hukukun da toplumsal bir bağlama sahip olduğu ve bu yönüyle sosyo-kültürel boyutları bulunan bir olgu olduğu düşünülmez. Sistematik bir şekilde hukukun bir kavramlar, kurallar, prosedürler ve kurumlar bütünü olduğu vurgulanır. Bundan dolayı da Türk Hukuk Sistemi, Fransız Hukuk Sistemi, Alman Hukuk Sistemi gibi aslında çok farklı özelliklere sahip hukuklar, sanki aralarında hiç esaslı farklılıklar yokmuş gibi, hepsi birden “Kıta Avrupası Hukuk Sistemi” başlığı altına yerleştirilip sınıflandırılır. Hukuk pratiğinde rol sahibi olan avukatlar, savcılar, yargıçlar, polisler, icra daireleri personeli ve cezaevi çalışanları gibi aktörlerin de, ağırlıklı olarak, hukuku, adeta insanlar, gruplar, sınıflar ve kültürler üstü bir alan olarak algılayıp anlamlandırdıkları sıkça gözlenen bir husustur. Böylesi bir algı ve anlamlandırmada, hukuku uygulamakla görevli kişilerin, makamların ve organların kültürünün, bakış açısının, örgüt ikliminin ve zihniyet dünyasının hukukun işleyişinde herhangi bir role sahip olduğu neredeyse hiç göz önüne alınmaz. Oysa hukukun, bünyesinde yer aldığı toplumsal bütünle ve o bütünün kültürü ve zihniyet dünyası ile ilişkisi ve etkileşimini anlamaksızın yapılacak analizler ve değerlendirmeler, hiç kuşkusuz eksik kalacaktır. Sadece, toplumsal bütünün kültürü üzerinden yoğunlaşan bir analiz de eksik kalmaya mahkum olacaktır. Bir toplumun mensuplarının ortaklaşa paylaştıkları kültürel değerler ve davranış kalıpları yanında, farklı gruplara, alanlara ve bilgilere ait alt kültürler de söz konusudur. Örneğin, batı kültürü– doğu kültürü, burjuva kültürü–işçi kültürü, siyasal kültür ve hukuk kültürü gibi. Hukuka sosyo–kültürel çerçevede yaklaşım kapsamında, hem genel olarak hukukçu olmayan 2 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL kimselerin hukuka ilişkin bakış açıları ve değerlendirme tarzları, hem de bizzat hukuk alanındaki profesyonellerin bakış, duyuş, düşünüş ve davranış tarzları hukuk pratiğinde önemli bir yere sahiptir. İşte, böylesi çok yönlü ve kapsamlı bir analiz bakımından “hukuk kültürü kavramı”nı sosyolojik açıdan incelemek büyük bir öneme haizdir. Kültür ve Kültür Kavramı Kültür, neredeyse her yerde başvurulan ya da kullanılan bir kavram olmakla birlikte, çoğu zaman açıklaması yapılan bir kavram değildir. Toplumsal yaşamın farklı alanlarında kültür kavramı, çok değişik ve çeşitli anlamlarda kullanılır: Kolektif kimlik, ulus, etnisite, şirket politikası, örgüt iklimi, sanat ve edebiyat, yaşam tarzı, ritüel ve kitlesel ölçekte üretilen popüler eserler anlamlarında olduğu gibi (Mezey, 2003: 37). Kültür, geniş anlamda, insanların belli bir toplumda ne yaptıklarına, onu niçin yaptıklarına, yapıp eyledikleri ile yarattıkları dünyaya bakılarak anlaşılır. Başka bir ifadeyle kültür, insanların amaçlı etkinlikleri yanında, toplumsal alışkanlıkları ve pratikleri ile vücuda getirdikleri insan yaratımı bir olgudur. Kültür, hem insanların anlam ve değer dünyalarını yansıtan, hem de bunlar tarafından şekillendirilen bir oluşumdur. Bundan dolayıdır ki, hiçbir kültür, insanların amaçlarını ve hedeflerini, onların neyin iyi-kötü, doğru-yanlış, adil-adil olmayan, değerli-değersiz olduğu konusundaki kavrayışları ile bunların anlamının ve değerinin nihai kaynakları hakkındaki inançları incelenmeksizin anlaşılamaz (George, 2003: 3). Williams’a göre kültür, zamanımızda ayrı bir halkın ya da başka bir toplumsal grubun “bütün bir yaşam biçimi”ni ifade eder. Bugün kültürün en yaygın kabul gören anlamı budur. Buna göre kavram, genel bir “anlamlandırma sistemi olarak, sadece geleneksel sanatların ve entelektüel üretim biçimlerinin ifadesi olmaktan çıkarak, sanat ve felsefeyi de içerecek şekilde dilden gazeteciliğe, moda ve reklamcılığa kadar, bütün imgesel pratikleri ve alanları kapsar hale gelmiştir” (1993: 9-11). Williams’ın yaklaşımında kültür, sosyal bakımdan sadece sanat ve öğrenme etkinlikleri bağlamında değil, aynı zamanda toplumsal kurumlarda ve alelade insan davranışlarında gözlenen belli anlamların, değerlerin ve özgül bir yaşam tarzının tasviri olarak kavramlaştırılabilir. Böyle bir tanımdan hareketle yapılacak kültür analizi, belli bir yaşam tarzındaki açık veya örtük değerlerin ve anlamların, yani kültürün berraklaştırılması anlamına gelir. Kültür kavramı, her zaman kendi gelişimini etkileyen ilgilerden, çıkarlardan ve ideolojilerden arınık olmayıp onların derin izlerini taşır. Williams’ın sosyal kültür tanımından hareketle kültür, anlamı üretilen, icra edilen, dönüştürülen, itiraz ya da mücadele edilen paylaşılmış bir anlamlı pratikler seti olarak tanımlanabilir (Mezey, 2003: 42). Durkheim’a göre, toplumsal olgular; “bireyin dışında bulunan ve sahip oldukları zorlayıcı güç sayesinde kendilerini bireye empoze eden davranış, düşünüş ve duyuş tarzlarından” ibarettirler. Bu davranış ve düşünüş tarzlarından bazıları, tekrarlanma sonucunda, zamanla tortulaşırlar ve kendilerini yansıtan tekil olaylardan soyutlanarak bir tür istikrarlılık kazanırlar. Böylece kendilerine özgü bir bütünlüğe ve forma bürünürler, yani tek tek bireysel olgulardan farklı kendilerine özgü bir realite meydana getirirler. Bu bağlamda hukuk kurallarından, ahlak kurallarından, din kurallarından oluşan realitelerden ya da kolektif alışkanlıklardan söz edilebilir (Durkheim, 1986: 38-42). Antropolog Taylor, Sayı 35 /Güz 2012 3 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış kültürün ünlü ve halen de geçerli bir tanımını yapmıştır: Kültür ya da uygarlık, bir toplum üyesi olarak insanoğlunun kazandığı (iktisap ettiği) bilgi, sanat, ahlak, gelenekler ve benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür (Güvenç, 1985: 22). Durkheim’ın toplumsal olgu tanımını Taylor’un kültür tanımı ile birleştiren Duverger kültürü şöyle tanımlar: “Kültür, bir insan topluluğundan beklenilen davranışları tayin eden rolleri oluşturan, düzenlenmiş (coordone) bir davranışlar, düşünceler ve duyuşlar bütünüdür (Duverger, 1975: 111-113). Yukarıda zikredilen açıklamalardan hareketle kültürü, özetle, insanlar arası ilişki ve etkileşimlerle yaratılan ve paylaşılan, insanların duyuş, düşünüş ve davranış tarzlarının şekillenmesinde rol oynayan bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, örf ve adetler bütünü olarak tanımlayabiliriz. Her toplumun mensuplarının paylaştıkları ortak değerlerden, normlardan ve davranış tarzlarından oluşan bir kültürden söz edilebilir. Ancak bu, o toplumun bünyesindeki tüm bireylerin, grupların ve kesimlerin söz konusu kültürü eşit bir şekilde yarattıkları ve paylaştıkları, onu aynı ölçüde benimsedikleri anlamına gelmez. Aksi halde, “alt kültür” ve “karşıt kültür” gibi kavramları açıklamak mümkün olmayacağı gibi; sanat kültürü, din kültürü, hukuk kültürü, iktisadi kültür ve siyasal kültür gibi kavramlaştırmaların da bir anlamı kalmaz. Oysa, toplumsal yaşamın farklı kurumsal ve etkinlik alanlarında yaşanan ilişki ve etkileşimlere bağlı olarak, diğerlerinden nispeten farklı duyuş, düşünüş ve davranış tarzları ortaya çıkar. Bu da farklı kurumların ve grupların kültürlerinden söz etmeye imkan verir. Kültür, bir bakıma, toplumların gerek bilinçli, gerek bilinçsiz belleğidir. Ancak tüm kültürler, aynı zamanda sürekli bir evrim de geçirirler. Hiç kuşkusuz bu evrimin hızı ve kapsamı, yere ve zamana göre değişir. Kültürel alandaki değişim 20. yüzyılda büyük bir artış göstermiştir. Daha önceleri, kültürlerin evrimi, olağandışı durumlar bir yana bırakılırsa, bir insanın yaşamı boyunca algılanabilecek nitelikte değildi. Oysa bugün, neredeyse tüm insanlar, önemli kültürel dönüşümleri gündelik yaşantılarında hissetmektedirler. Örneğin, hukukun başlangıçta tek kaynağı örf-adetlerdi ve bu niteliğiyle hukuk, toplumun genel değer ve norm sisteminin ayrılmaz bir parçasıydı, sözlü olarak yaşatılıp aktarılmaktaydı. Tarihsel süreçte, zamanla kanun koyucu konumundaki kimselerin veya kurumların yasalar veya derlemeler şeklinde yeni bir takım düzenlemeler yapabilecekleri, kurallar ihdas edebilecekleri esası benimsendi (XII. Levha Kanunu, Solon Kanunları ve Hammurabi Kodu gibi). Böylece, yasalar ve yargı kararları da norm yaratan başlıca kaynaklar haline gelmeye başladı. Günümüzde bir yandan yeni yasaların sayısı artarken; diğer yandan eski kararlar sıkıca gözden geçirilmekte ve değiştirilmektedir. Yeni norm yaratan ve eskileri yürürlükten kaldıran mekanizmalar, edebiyat, felsefe ve sanat gibi alanlara nazaran, hukuk alanında daha ileri ve daha resmi bir nitelik taşımaktadır (Duverger, 1975: 125-127). Özetle, günümüzün modern toplum şartlarında hukuk, bir sosyal kurum ve toplumsal yaşamın temel etkinlik alanlarından biri olarak diğerlerinden ayrı önemli bir alan haline gelmiştir. Bu özelliğinden dolayı, artık ayrı bir hukuk alanından ve hukuk kültüründen rahatlıkla söz edebiliriz. 4 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL Her kültür, toplum halinde yaşayan insanların, ilişki ve etkileşimlerini belirleyen bir modeller bütünüdür. Ancak bu kültürel bütün de alt-bütünlere veya alt gruplara ayrılır. Örneğin, kuzey kültürü, güney kültürü, batı kültürü, doğu kültürü ve Akdeniz kültürü gibi. Yine, sosyal tabakalaşmadan hareketle yapılan burjuva kültürü ve işçi kültürü sınıflaması gibi. Aynı şekilde, toplumsal hayatın bazı alanlarında yaşanan yoğun ilişki ve etkileşimler çerçevesinde ortaya çıkan alt-bütünlerden de söz edilebilir; siyasal kültür, iktisadi kültür, sanat kültürü ve din kültürü gibi (Duverger, 1975: 128). Bu çerçevede, herhangi bir toplum ya da kültürün hukuksal yanları bir araya geldiğinde, nispeten sistematik ve tutarlı bir bütün oluşturduğu takdirde; bu bütünü ifade etmek üzere “hukuk kültürü” kavramını kullanabiliriz. Sosyolojik açıdan toplumun temel sosyal kurumlarından biri olarak hukuk, toplumsal sistemin bir alt-sistemini oluştururken; antropolojik açıdan kültürün ya da kültürel bütünün bir alt-kültür alanını ifade eder. Hukuk-Kültür İlişkisi Hukukun hem bir kültür yaratıcısı, hem de bir kültür nesnesi olduğu söylenebilir. Genel olarak hukuk, birey ve grup kimliğini, sosyal pratikleri ve kültürel simgelerin anlamını şekillendirir. Sosyal pratikler ve kültürel simgeler de aynı zamanda hukuku meşrulaştırarak, sosyal bakımdan istenir kılarak, siyaseten uygulanabilir hale getirerek, mevcut durumu değiştirerek hukuku şekillendirir. Hukuk, bir sosyal pratik olduğu kadar bir toplumsal varoluş tarzıdır da. Hukuk, kültürel anlamları düzenleyen ve yeniden düzenleyen; parlamenterler, yargıçlar, vatandaşlar gibi farklı öznelere sahip bir kurumsal kültürel aktör olarak da görülebilir (Mezey, 2003: 45). İlk bakışta hukuk, kültür ile zıtlık içinde de değerlendirilebilir. Hukuk, sadece anayasalarda, yasalarda, yargısal kararlarda ortaya çıkan bir olgu olarak düşünüldüğünde; toplumsal uyuşmazlıkları çözmeye çalışan bir prosedürler ya da formaliteler bütünü veya bir kurallar ve haklar seti olarak görüldüğünde kültür ile zıt bir konumda ele alınmış olur. Böyle yaklaşıldığında hukuk, nadiren kültürel bütünün ya da sistemin bir bileşeni olarak kavranır. Başka bir deyişle, hukuk ve kültür farklı eylem dünyaları olarak kavramlaştırılır ve ancak oldukça marjinal sayılabilecek düzeyde biri diğeriyle ilişkilendirilir. Örneğin, beysbol oynama veya beysbol oyununu seyretme gibi kültürel etkinliklerin bazı hukuki sonuçları olabileceği genel olarak düşünülmez. Benzer şeklide, beysbolu anti-tröst yasalarından hariç bırakmak üzere açılan bir davanın da kültürel bazı sonuçları ya da boyutları olabileceği düşünülmez. Oysa, bir oyunun hukuki boyutları, bir davanın da kültürel boyutları olabileceğini tahayyül etmediğimiz takdirde, hukuka bakış açımızı oldukça yoksullaştırmış oluruz. Aksine, beysbol oyununu hukuki yanları bulunan bir etkinlik, hukuki bir davayı da kültürel yönleri ve sonuçları bulunan bir hadise olarak tasavvur ettiğimizde hukuk hakkındaki anlayışımızı zenginleştirmiş oluruz (Mezey, 2003: 37). Aslında, hukuk ile kültür arasında karmaşık bir diyalektik ilişki vardır. Yani, hukuk ile kültür arasında karmaşık bir iç içelik söz konusudur. Biri diğerinden önce olmadığı gibi, sonra da değildir. Hukuk, kültürün oluşumuna katkıda bulunurken kültür de hukuku etkiler ve şekillendirir. Hukuk ile kültür arasında; birbirini karşılıklı olarak enforme eden, biçimlendiren ve güçlendiren bir ilişki veya etkileşim vardır. Hukuk, mevcut Sayı 35 /Güz 2012 5 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış kültürü sadece yapıcı tarzda etkilemez; aynı zamanda yıkıcı tarzlarda da şekillendirebilir. Örneğin, hukukun kölelik müessesesine müdahale etmeyi reddetmesi, ırkçı nitelikteki bir üstünlük-astlık ideolojisi tarafından kuşatılan bir kültürün sürdürülmesine katkıda bulunur. Tersini yaptığında ise, zamanla ırkçı önyargıları azaltan, nispeten daha eşitlikçi bir kültürel anlayışın serpilmesine katkıda bulunur (George, 2003: 16). Kısacası, hukuktan tamamen arınmış bir saf kültürden söz edemeyiz. Aynı şeklide, ahlak, hukuk ve kültüründe birlikte düşünülmesi gerekir. Hukuk, uygar yaşamın zorunlu şartlarından birisidir. Hukuk yoluyla adil ve özgür bir düzene katkıda bulunabileceği gibi, adaletsizlik ve baskıya da yol açılabilir. Bunun içindir ki, hukukun adalet, ahlak ve kültürel boyutu olduğu hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır. Hukuk ile kültür ilişkisine değişik açılardan bakılarak farklı kavramlaştırmalara gidilebilir: 1) Hukuk, bir kültürün pasif yansıması, o kültürün iktidar yapılarının cisimleşmiş hali ve onların değer tercihlerinin bir ifadesi olarak işler. Bu anlamıyla hukuk, kültürün sadece pasif bir imajı veya yansımasıdır. Yani hukuk, kültürün formelleşmiş bir analojisidir. Yalnızca bir kültür tarafından yetkilendirildiği kadarını yapar ve o kültürün kimliğini muhafaza etme görevini üstlenir. 2) Hukuk, kültür ile interaktif bir ilişki içinde bulunarak, kültürden etkilenerek ve karşılık olarak iktidarın paylaşımını ve değer kalıplarını etkileyerek işler. Bu kavrayış; hukuk-kültür ilişkisinin ve etkileşiminin dinamik yanlarını vurgular. Hukuku kültür ile olan karışlıklı bağları temelinde tasavvur eder ve hukukun farklı hukuk sistemlerinde toplumsal değişme sürecinde nasıl bir rol oynadığı hususuna odaklanır. 3) Hukuk, kültürle ilişkisinde otonom bir şekilde, kendi içsel mantığını geliştirerek ve belli çizgiler boyunca ilerleyen bir gelişme göstererek işler. Bu anlayış, özellikle hukukun kültürel hayatın diğer alanlarından büyük ölçüde farklılaşmış olduğu yapılardaki hukuk-kültür ilişkisini analiz etmek bakımından elverişli bir perspektif ortaya koyar. Hukuk sistemi ağırlıklı olarak profesyonel eğitim görmüş seçkin bir kesime dayanıyorsa, yüksek ölçüde rasyonalize olup teknik nitelikte bir prosedürler bütününe sahipse, hukuk kendisini kültürel bağlamdan önemli ölçüde soyutlama eğiliminde olacaktır. Bu bakışda hukuku, kültürden etkilenen değil, etkileyen veya belirleyen bir faktör olarak görme eğilimi güçlüdür (Falk, 1961: 13-16). Hukuk-kültür ilişkisine farklı bir şeklide yaklaşan Bork’a göre hukuk, günümüzde ahlaki bir kaos durumunda bulunuyor. Bu düzensizliğin esas kaynaklarından biri, seçilmiş temsilciler ile atanmış yargıçlar arasındaki önemli ayrıma dikkat etmekteki kusur veya başarısızlıktır. Bu konudaki kusur ya da başarısızlık, sadece meşruiyeti tartışmalı anayasal kararlara yol açmıyor, aynı zamanda kültürel yönelimde de keskin bir farklılığa sebep oluyor. Bu durum, yargıçlar ile parlamenterlerin farklı kültürel değerlere sahip olmalarından ve farklı seçmen gruplarına veya hedef kitlelere cevap vermelerinden kaynaklanmaktadır. Mahkemeler ve parlamentolar arasındaki çatışma, günümüzde “kültür savaşı” olarak adlandırılan olgunun da bir görünümüdür (Bork, 2003: 19). Bu noktadan hareketle denebilir ki; her zaman ve her yerde geçerli mutlak bir kültürel bütünden ve uyumdan söz edilemeyeceği gibi, aynı şekilde yekpare bir hukuk kültüründen de söz edilemez. Hukuku yaratma, uygulama ve icra etme sürecinde rol oynayan aktörler olarak yasama, yürütme ve yargı organlarının farklı kültürel değerlere ve tercihlere sahip olması, toplumsal hayatın bir gerçeği ve gereğidir. 6 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL Kültür terimine, genellikle, kolektif inançlara, değerlere ve geleneklere işaret etmek üzere başvurulmaktadır. Belli bir toplumun veya sosyal topluluğun karakteristiğini oluşturan bu öğeler, belli bir devamlılığa sahip olmakla beraber toplumsal değişmeden muaf da değildirler. Bu konudaki temel mesele, hukukun ne ölçüde kültürle bezeli ya da kültüre gömülü olduğu ve ne ölçüde kültürden bağımsız ya da serbest olduğudur. Aynı şekilde, hukukun mevcut şartlara ne kadar uyarlanabilir teknik bir araç olduğu ve ne ölçüde kültürel koşulların veya zihniyetin bir ifadesi olduğudur. Kültür-hukuk ilişkisi hakkında böylesi bir tartışma, hem hukuki sistemler arasındaki nakiller ve bunların uyumu açısından, hem de hukuk doktrinleri ve kültür ilişkisi bakımından önemlidir. Burada cevap aranması gereken temel sorular şunlar olmaktadır: Hukuki anlayış ve yorumlar, kültürel kavrayış ve anlayışlara bağımlı mıdır? Nihai aşamada hukuki etkililik, kültürel şartlar tarafından mı belirlenmektedir? Yasa önünde eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri, bireyler yanında sosyal grupları hak ve sorumluluk sahibi kültürel özneler olarak tanıyabilir mi? Eğer hukuk devleti, benzer durumlar karşısında benzer muamele ihtiyacının öğretisel anlamda kabulü anlamına geliyorsa veya hukuk önünde herkese bir örnek uygulama anlamına geliyorsa, böyle bir doktrin değişik sosyal grupların çıkarlarını ve taleplerini olduğu gibi tanıyabilir mi? Buradaki mesele, kendi kavramsal yapısı içinde hukukunu kültürü tanıması meselesidir. Bu durumda da şu sorunun cevaplandırılması gerekmektedir: Kültür, zorunlu olarak hukuk doktrinine tamamen yabancı ve ona görünmeyen bir olgu mudur? Kültürel faktörü dikkate almayan bir hukuk, kendi egemenlik alanında kültürel farklılığı veya çeşitliliği değil, kültürel bir örnekliği varsaymış olur. Böyle bir varsayıma sahip olan hukuk, bir örnek olarak gördüğü kültürün doğası hakkında düşünme ihtiyacı duymaz. Bu durumda şu sorular gündeme gelir: Kültür, tamamen görünmez olabilir mi veya onu tümüyle görmezlikten gelmek mümkün müdür? Kültür kavramına kesin ya da değişmez bir anlam yüklenebilir mi? Oysa hukuk ve kültür, aynı anda hem kurucu hem de belirleyici olarak hukuk hakkındaki tartışmalarla bağlantılıdırlar. Örneğin, Feminizm ve Eleştirel Irk Teorileri, hukukun sosyal ilişkilerin anlamını belirleme, sosyal kurumların işleyişini etkileme ve kişisel kimliği tanımlama gücünü vurgularlar. Bu, sadece vatandaşlık olarak veya bir hukuki süje olarak hukuki kişiliğin tanımlanması meselesi değildir. Hukuk, aynı zamanda, anne, göçmen, etnik grup üyesi gibi sosyal statülere iliştirilmiş beklentileri, sorumlulukları ve sınırlamaları da belirler. Böylece, sosyal statülerin kültürel anlamını yaratmaya da katkıda bulunur. Söz konusu teorilerinden başkaca tartışmalarda da sık sık hukukun anlam inşa edici, kimlik belirleyici kapasitesi vurgulanır (Cotterrell, 2004: 2-3). Hukukun anlam yaratma kapasitesine ve kuruculuk işlevine somutluk kazandırmak üzere şu örnekler zikredilebilir: ABD’nin Massachusetts eyaletindeki bir mahkeme, görmekte olduğu davada, burada yaşayan Mashpee’lerin bir kabile olup olmadığına karar verme sorumluluğunu üstlendi. Bunu yaparken; onların kolektif kimliğini, yaratabileceği dramatik sonuçlarıyla birlikte tanımlamış oldu. Yapılan tanım, Mashpee kültürüne tamamen yabancı olan ırk ve liderlik gibi kavramları, Mashpee topluluğuna ve bölgesine ait özgül olgularla birleştirdi. Bu şekilde uygulanan hukuk eliyle, egemen kültürün başta mülkiyet olmak üzere ilgili kavramları, söz konusu kavrama yabancı bir gruba ve kültüre dikte edilmiş oldu. Burada ortaya çıkan sonuç, kültürel farklılığın egemen hukukun tanımlarına ve hükümlerine uydurulmasıdır. Başka bir deyişle, mahkeme, kendi baskın kültür ve hukuk anlayışını onlara dayatmış oldu. Böylece hukuk, ötekilerin kültürel Sayı 35 /Güz 2012 7 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış anlamlarını belirli bir anlayışın çerçevesi içine sokarak kontrol etmenin bir aracı haline getirildi. Üstelik örneğimizde olduğu gibi, hukuku yorumlayanlar, her zaman sadece hukuk profesyonelleri de değildir. Hukukçu olmayan vatandaşlar da potansiyel hukuk yorumlayıcılarıdırlar. Bizatihi hukuk profesyonellerinin kendileri de homojen bir grup oluşturmazlar. Bu gruplar içinde; günümüzde giderek artan ölçülerde toplumsal cinsiyet, ırk, etnisite, cinsel yönelim vb. gibi faktörler bağlamında farklı yorumların yapıldığı, değişik kararların ve tercihlerin ortaya çıktığı gözlenebilir. Başka deyişle, hukuku yorumlayan profesyonel gruplar, sosyal ve kültürel farklılığın kalıplaşmış çeşitliliğini yansıtırlar. Hukuki pozitivizmin yükselişi, dikkati, hukukun kültürel temellerinden ziyade onun yasama sürecindeki politik kaynaklarına çekerek kültürel değişimin sonuçlarını görmezlikten geldi. Bu eğilim epeyce etkili olmakla beraber, yakın zamanda, yukarıda da belirtildiği üzere, toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk, etnisite, cinsel yönelim ve din gibi sosyokültürel değişkenler, hukuki çalışmaların ve tartışmaların konusu haline geldi (Cotterrell, 2004: 4-5). Son dönemlerde, hukuk-kültür ilişkisi konusunda yapılan araştırmaların bir kısmı da popüler kültür-hukuk ilişkisi hakkında yoğunlaşmış bulunmaktadır. Bu araştırmalar, özellikle popüler kültür hakkındaki giderek gelişen literatürle ilgilenmektedirler. Popüler kültür kavramına; genellikle, filmler, televizyon kanalları, tiyatrolar, romanlar, magazinler, gazeteler ve reklamlar yoluyla ortaya konan imajların sunumunu ifade etmek üzere başvurulmaktadır. Birçok araştırmacı, hukukun nasıl sunulduğu veya gözüktüğü hususuyla ilgilenmekte ve bu çerçevede; hukukun genel kamusal imajların bir parçası olarak, popüler kavrayışlar bağlamında kitle medyasında nasıl sunulduğunu ve filtre edildiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bir kültürel projeksiyon olarak hukuk hakkındaki asıl mesele, sadece hukuk doktrini ve pratiğine bakmakla kavranamaz. Sosyal olarak inşa edilmiş imajların ve kurgusal anlatıların da incelenmesi gerekir. Çünkü, popüler kültür bağlamında medyanın tasvir ettiği hukuk portresi, mevcut kültürel varsayımları da şekillendirir. Burada belirtilmesi gerekli bir diğer husus ise, hukukçuların hukuk hakkındaki kavrayışlarına ve tecrübelerine radikal bir şekilde aykırı olarak, hukukun vatandaşlar tarafından farklı bağlamda nasıl anlaşılıp tecrübe edildiğidir (Cotterrell, 2004: 5). Buraya kadar üzerinde durulan noktalar, hukukun kültür ile ne denli ilişkili olduğunu ve bunun çağdaş toplum şartlarındaki giderek artan büyüklüğünü, karmaşıklığını ve farklılığını ortaya koymaktır. Hukuk-kültür ilişkisine uluslararası hukuk açısından da bakılabilir. Özellikle, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, giderek evrensel bir nitelik kazanmaya başlayan “insan hakları” fikri, “kültür” ya da “kültürel” olarak adlandırılan olay ve olgular karşısında zaman zaman zıt bir konum işgal edebiliyor. Başka deyişle, evrenselleşen insan hakları anlayışı ile yere ve zamana bağlı göreceli bir karaktere sahip kültür arasında yer yer uyumsuzluklar, çelişkiler ve hatta çatışmalar gözlenebilmektedir. Burada yanıtlanması gereken kimi sorular şunlardır: İnsan hakları ile kültürel pratik arasında bir çatışma vuku bulduğunda yapılması gereken nedir? Örneğin, evrensel insan hakları hukuku ile Afrika’daki kadınların sünnet edilmesi olgusu nasıl bağdaştırılabilecektir? Aynı şekilde, insan hakları kodları ile Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmalarına izin verilmemesi arasındaki uyumsuzluğu gidermek 8 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL için ne yapılmalıdır? Bu türden sorular karşısında çok sayıda çağdaş insan, temel insan haklarının yerel ve özgül alanı, yani kültürel olanı aşması veya ona üstün sayılması gerekliliğini ifade ederek, bir kültürel pratik ile temel insan haklarından biri ihlal ediliyorsa bu durumda insan hakları esas alınmalıdır diyecektir. Bizim insan hakları ihlali olarak gördüğümüz davranışlar ve eylemler, belli bir kültüre mensup kişilerce öyle görülmüyorsa, bu durumda hukuk ile kültür arasındaki sınırı nereden çizeceğiz? Kültürel değişkenlerin, bazı yönetimler veya gruplar tarafından, yapmış oldukları ihlalleri bir meşrulaştırma, savunma veya özür aracı haline getirmeleri karşısında ne yapılacaktır? Özellikle otoriter rejimler, kendi tiranlıkları eleştirildiği, kendi yaptıkları insan hakları ihlalleri gündeme getirildiği zaman, hemen “kültür” diye seslerini yükseltmektedirler. Örneğin; kadınların sünnetinin Afrika kültürünün, kadınlara araba sürme yasağının da Suudi kültürünün bir parçası olduğu yüksek sesle dile getirilmektedir. İnsan hakları yanında, yine giderek evrensel kabul gören demokratik standartlar karşısında, hükümetler bunların kendi kültürlerine uygun düşmediğini, kendi insanlarının henüz bunlara hazır olmadığını belirtmektedirler (Friedman, 1997: 380-87). Günümüzde insan hakları hukuku ve demokratik siyasal değerler ve normlar bir tarafta dururken; örf-adetler, dinsel inançlar ve ibadetler, kısacası, kültürel değişkenler karşı tarafta durmaktadır. Bir yandan da her insanın kendi tercihleri doğrultusunda yaşama ve sevme hakkı, kendi kültürünü yaşama ve ondan yararlanma hakkı olduğu ve bunların temel insan hakları arasında olduğu kabul edilmektedir. Böyle bir durum karşısında, kendi kültürünü yaşama hakkı ile kadınların sünnet olgusu nasıl bağdaştırılabilecektir? Hukuk Kültürü Kavramına Bakış John Bell, hukuk kültürünü, hukuksal kurumların işleyişiyle ve hukuki metinlerin yorumuyla bütünleşmiş değerlerin, pratiklerin ve kavramların özgül bir tarzı veya bütünlüğü olarak tanımlar. Hukuk kültürü açısından hukuk kavramı, hukukun sadece bir kurallar ve kavramlar setinden daha fazla bir şey olduğunu vurgular. Buna, kültür olarak hukuk kavramı da denebilir. Hukuk kültürü, aynı zamanda hukuk toplumunda bir sosyal pratik anlamına da gelir. Sosyal pratik olarak hukuk, hukuk kurallarının ve kavramlarının gerçek anlamını, onların toplum hayatındaki ağırlığını, yerini ve rolünü belirler. Özetle hukuk, ne sadece bir kavramlar ve kurallar setidir, ne de soyut veya izole halde bulunan bir sosyal pratiktir. Hukuk ve hukuksal pratik, ait oldukları toplumun kültürünün birer görünümüdürler. Hukuk kültürü, içinde bulunduğu toplumun daha genel kültürünün bir parçasıdır. Bu kültürün bilgisine ve kavrayışına sahip olmaksızın hukuksal sosyal pratiği anlamak mümkün olmaz. Hukuk sistemlerini sınıflandırma, bir anlamda hukuksal toplumları ve kültürleri ayırt etmek anlamına gelir. Farklı hukuk sistemlerini karşılaştırma ve birbirinden ayırma, ancak bu hukuk düzenlerini ve hukuk kültürlerini, ait oldukları daha geniş toplumsal kültür bağlamına yerleştirmekle mümkün olabilir. “RomaGermen”, “Common Law” ve “Sosyalist” hukuk sistemleri gibi sınıflandırmalara bu açıdan bakmak gerekir (Hoecke ve Warrington, 1998: 498). Ancak, bu hukuk sistemleri arasındaki sınırlar büyük ölçüde ülkeseldir. Hukuksal güç, siyasal sınırları izler ve yargısal alanlara bölünmüştür. Her bağımsız ülke, kendine ait hukuk kurallarına ve düzenine sahiptir. Belli bir ülkedeki hukuk kuralları, bunları uygulayan ve icra eden müesseselerle ulusal bir hukuk düzeni oluşturur (Friedman, 1996: 28). Bu ulusal hukuk düzenleri de Sayı 35 /Güz 2012 9 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış daha büyük birimler veya “hukuki aileler” olarak gruplandırılarak yukarıda zikredilen “hukuk sistemleri” kavramlaştırmasına gidilmektedir. Burada yapılan sınıflandırmanın; daha ziyade siyasal ve ülkesel boyutlu olduğunu, “hukuk kültürü” boyutuna yeterince dikkate almayan bir gruplandırma olduğunu da belirtmemiz gerekir. “Hukuk kültürü” teriminin “Common Law” hukuk sistemleri içinde bir statüsü olmadığı gibi, bu sistemdeki hukukçular arasında yaygın kullanımı olan bir terim de değildir. Kıta Avrupa’sında ise “hukuk kültürü” terimi, hemen Tarihsel Hukuk Okulu’nu çağrıştırır. Bu okul, Avrupa’yı ve dünyayı birçok kültürün mekanı olarak görür. Buna göre her toplum ya da kültür, kendi ayırt edici ruhuna sahip olup bu ruhu yansıtan bir hukuk sistemine sahiptir. “Common Law” hukuk sistemine sahip ülkelerde “hukuk kültürü” terimi, oldukça yakın bir geçmişe sahiptir. Bu gelişmede ABD’de ünlü hukuk sosyologu Lawrence M. Friedman’ın çalışmaları önemli bir rol oynamıştır. Modernleşme sürecine ilişkin tartışmalar bağlamında Batı tipi hukuk, geleneksel toplumların modernleşmesinin zorunlu ve bütünleyici bir parçası olarak yüceltildi. Başta Friedman olmak üzere, kimi hukukçular ve hukuk akademisyenleri, Batı tipi hukukun sadece hükümetler eliyle çıkarılan bir hukuk kodundan veya başka bir aileden aktarılan yasalar bütününden ibaret görülemeyeceğini vurgulamaktadırlar. Başka bir ifadeyle, söz konusu hukuki düzenlemelerin bünyesinde yer aldığı toplumun bir bütün olarak hukuk kültürüne, sosyal gelenekler setine, hukuka ilişkin tutum ve beklentilere, hukuk kurallarına, hukuk mesleğine ve bağımsız yargıya saygı göstermeye, hukukun bağlayıcılığının benimsenmesine, hukuki değerlerin, normların ve prosedürlerin içselleştirilmesine dayandığını ileri sürmektedirler (Tay, 1983: 16-7). Batı hukukunun sadece, bir kavramlar, kurallar, prosedürler, müesseseler bütünü olmadığını aynı zamanda sosyal ve kültürel boyutu bulunan bir olgu olduğunu dile getirmektediler. Kısacası, her toplumun ayırt edici bir kültüre ve hukuk kültürüne sahip olduğunu, hukukun kültürel boyutunun da diğer boyutları kadar önemli olduğunu vurgulamaktadırlar. Hukuk kültürü terimini kullanma çerçevesindeki tartışmaların çoğu, değişik hukuk sistemlerinin veya düzenlerinin farklı kültürel ve ideolojik ön kabullere dayandığını; bu kültürel ve ideolojik değişkenlerin “kitaplardaki hukuk”un işleyişini şu veya bu yönde ciddi bir şekilde etkilediğini ve hukukun belli bir sosyo-kültürel çerçevede hayat bulduğunu ortaya koymaya çalıştı. Kıta Avrupası’ndaki hukuk kültürü kavramı, hukukun tarihsel ve toplumsal bir bağlam içinde şekillenen tutumlar, inançlar ve davranışlar çerçevesinde şekillendiği hususuna dayalı olarak gelişmektedir. Günümüzde İngiltere ve özellikle Amerika’da kullanılan hukuk kültürü kavramının gerisinde, Batı hukuk geleneğinin ve ideolojisinin, daha geniş kültürel boyutu yeterince dikkate almadığı veya bunu ihmal ettiği yönündeki eleştiriler vardır. Çünkü egemen Batı yaklaşımı, Batı’ya özgü bir değerler setini diğer ülkelere empoze etmeye çalışmış, hukuku modernleşmenin veya ekonomik kalkınmanın hizmetinde teknolojik bir araç olarak görmüştür (Tay, 1983: 17-8). Hukuk kültürünü, en genel anlamda, hukuksal boyutu bulunan sosyal tutum ve davranışların nispeten düzenlilik gösteren kalıplaşmış hali olarak da tanımlamak mümkündür. Hukuk kültürünün ayırt edici bileşenleri olarak; hukukçuların sayısı ve rolleri gibi hususların, hukuki kurumlardan ve olgulardan, dava ve mahkumiyet oranları 10 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL gibi ölçülerden, yargı mensuplarının istihdam tarzları ve denetimleri gibi uygulamalardan hukuki meselelerde ve yargı sürecinde etkili olan düşüncelere, değerlere, arzu, inanç ve zihniyetlere kadar uzanan birçok etmenden söz edilebilir. Bütün bunlar, hukuk kültürünün görece somut ve açık veya nispeten muğlak bileşenleri olup hukuk hayatında etkilidirler. Aşağıdaki soruları da bu bağlamda düşünmek gerekir: Niçin belli bir ülkede meseleleri ya da ihtilafları yargıya götürme oranları çok yüksek iken, başkalarında bu oranlar düşük kalmaktadır? Bazı toplumlarda skandal haline gelen ve resmi işleme tabi tutulan bir cinsellik mevzuu, diğerlerinde niçin sadece evlilik bağına sadakatsizlik kapsamında değerlendirilmektedir? Bu tür sorular bizi, hukuk ile toplum ve kültür ilişkisi üzerinde daha fazla düşünmeye, hukuk kültürünün etki ve sınırlarını araştırmaya, hukuk kültürü kavramının sınırları ve boyutları üzerinde daha fazla tartışmaya sevk etmektedir (Nelken, 2004: 1-2). Bir hukuk kültürü, bünyesinde bulunduğu toplumun kültürel değerlerini yansıtabileceği gibi, her kültür de kendi bünyesindeki yasaları ve normları içselleştirebilir. Günümüzde giderek küresel düzeyde yaygınlaşan ve belirginleşen bir uluslararası hukuk kültürünün varlığından söz edilmektedir. Bugün, en azından kısmen de olsa, kendimizi ortakça paylaşılan bir hukuk kültürüne sahip sayıyoruz. Bu, bizi hem kendi toplumumuzun geçmişinden hem de başka toplumların kültüründen farklı kılmaktadır. Bundan böyle kendimizi, böyle bir kültürü oluşturan değerlerin, perspektiflerin, dilin, terminolojinin, literatürün bir parçası veya sahibi olarak görmeye başlıyoruz (Franck, 1999: 271). Franck “kültür kültür” (culture culture) terimi ile “hukuk kültürü” (legal culture) terimi arasında ayrım yapar. “Kültür kültür” terimi; ırk, din, etnisite ve ulusal kimlik gibi öğelerin özgül bütünlüğünün kavramsal bileşimini ifade etmek için kullanır. Bunlar, insanların kimliklerinin tanımlayıcı öğeleridir. Bir kimsenin çok tabakalı veya çok katmanlı kimliği, onun eşzamanlı olarak hem hukuk kültürü hem de kültür kültürü tarafından tanımlanmasına imkan verir. Uluslararası hukuk kültürü, bir genelliğin kültürüdür. Bu kültür, hakların ve ödevlerin eşit ve evrensel uygulanmasına bağlılıkla dile getirilir. Bu, uluslararası hukukun normatif evrenselliğine ve normatif eşitliğine bağlılık anlamına gelir. Normatif eşitlik, özellikle insan hakları bağlamında hem devletlere hem de kişilere uygulanır. II. Dünya Savaşı’ndan beri, normatif evrensellik, giderek artan ölçülerde hem hakların hem de sorumlulukların taşıyıcısı olarak kabul edilen bireylere de uygulanmaktadır. Örneğin, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 2. maddesi, bütün insanları, aralarındaki ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal fikir, ulusal ve sosyal köken, mülkiyet ve doğum gibi durumlarını dikkate almaksızın eşit kabul etmektedir (Franck, 1999: 271-72). Hukuki kurumların ve fikirlerin nakli ya da yer değiştirmesi, sınır aşan bir nitelik kazanmış olup hukuki gelişim sürecinde doğal bir aşama niteliğindedir. Üstelik, bu sadece günümüzde mevcut bir olgu değil, hem geçmişte görülen hem de gelecekte daha çok görülecek bir harekettir. Aslında hukukun tarihi, büyük ölçüde, aynı zamanda hukuksal nakillerin ya da göçlerin de tarihidir. Kuşkusuz bir hukuk sisteminin üç bileşeninden “yapı” ve “madde”nin (içerik) nakli, değerlerin ve “hukuk kültürü”nün naklinden daha kolaydır. Çünkü hukuk kültürü, bizzat toplumsal kültürel yapısının bir parçasıdır. Nakil ya da yer değiştirmeler konusundaki güçlükler, tekniklerin ve formların nakli hususunda değildir. Asıl zorluk, değerlerin ve içeriğin akışından kaynaklanmaktadır. Bir nakil olayı gerçekleştiğinde, nakledilendeki değişme, mevcut geleneklere uyma yönünde olabilir. Sayı 35 /Güz 2012 11 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış Mevcut gelenekler de, karşılık olarak, yapı ve maddenin işleyişi üzerinde ciddi etkilerde bulunabilir (Örücü, 2002:205-22). Friedman da hukuk kültüründe yaşanan yoğun değişime dikkati çekmektedir. O’na göre hukuk kültüründeki değişikliklerin gerisinde birçok faktör bulunmaktadır; ailedeki, ekonomideki ve teknolojideki değişiklikler gibi. Toplumsal değişme süreci, hukuk kültürünü yeni kanaat ve fikir kalıpları üretmek üzere etkilemektedir. Bundan böyle tek bir hukuksal veya ahlaki standardın olduğu veya olması gerektiği fikri, giderek gözden düşmektedir. Tek bir resmi standardın çökmekte olduğu kabul edildiğinde; aynı zamanda popüler eşitlik teorisinde, hukuk teori ve pratiğinde de bir değişim gerçekleşmektedir. 19. yüzyıldaki başat teori olan hukuki eşitlik teorisi, aşağı yukarı bu türden fikirlere dayanıyordu. Örneğin, ABD’de, tek bir ahlaki kod ve standart vardı. Tek bir egemen veya üstün bir dil ve din söz konusuydu. Saygınlığın ve liyakatin tek bir mihenk taşı vardı. Aslında, gerçek hayatta başka diller, dinler ve standartlar vardı. Azınlık dillerine ve dinlerine tolerans göstermek, bunlara zulmetmemek Amerikan örneğinin özgül bir karakteridir. İnsanlar Tanrı’ya, tanrılara inanabilirler, ibadet edebilirler veya hiçbirine inanmayabilirler. Ancak ABD, halen de azınlık mensuplarına ait bir ülke değildir. O, çoğunluğa ait olup baskın grup Kuzey Avrupa’dan gelmiş olan beyaz erkeklerdir. Diğerleri, bu gerçeği bir norm olarak kabul etmelidirler. 19. yüzyılın hukuku, oldukça geniş sahaları tek bir resmi ahlaki kodu destekleyen özgül bir hukuk kültürüne dayalıydı. Ancak, modern bir haklar rejimi bu şekilde işleyemez. Haklar, öznel açıdan ya tümüyle ya da hiç olarak hissedilir. Bazı haklar, eşit inandırıcılık veya ikna gücüyle diğerleriyle çatışır. Bundan böyle hukuk, bir semboller ve anlamlar sisteminden daha fazla bir şey olarak ciddi bir şekilde incelenmelidir. Hukuk, aynı anda, hem bir araçsal sistemdir hem de anlam yüklü bir sistemdir (Friedman, 1984: 28-34). Hukuk Kültürü Kavramına Teorik Yaklaşımlar Burada özellikle ünlü hukuk sosyologları Lawrence M. Friedman ile Roger Cotterrell’ın hukuk kültürü kavramına yaklaşımları üzerinde durulacaktır. Friedman’a (1989) göre hukuk kültürü, belli bir toplumdaki insanlar tarafından hukuk hakkında sahip olunun fikirleri, tutumları, değerleri ve kanaatleri ifade eder. Aslında bir toplumda yaşayan herkes, eğitim, suç, ekonomik sistem, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve din gibi hususlara ilişkin fikirlere, tutumlara, değerlere ve kanaatlere sahiptir. Hukuk kültürü kavramı, özellikle içeriği bakımından hukuksal olarak değerlendirilen fikirlere, tutumlara, değerlere ve kanaatlere göndermede bulunur. Örneğin, mahkemelere, adalet sistemine, polise, yüksek mahkemelere, avukatlara, yargı mensuplarına vb. ilişkin fikirler, tutumlar ve kanaatler gibi. Hukuk kültürüne ilişkin sorulması gereken ilk soru şu olmalıdır: Hangi problemler ve kurumlar, “hukuksal” olarak tanımlanacaktır? Ayrıca, bu tanımlar neye göre nasıl yapılacaktır? Hukuk kültürü ile popüler kültür ilişkisi nedir? sorularına da cevap aranmalıdır. Popüler kültür terimi, daha genel anlamda, sade vatandaşlar veya kimseler (yani entelektüellerin veya aydınların kültürü dışında kalanlar, yüksek kültüre mensup 12 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL olmayanlar) tarafından sahip olunan değerlere ve normlara göndermede bulunur. Popüler kültür terimi, daha dar anlamda, kitaplar, şarkılar, filmler, oyunlar, televizyon şovları ve benzerleri kapsamında ifade bulan değerlere ve normlara göndermede bulunur. Aynı şekilde “popüler hukuk kültürü” hakkında da iki anlamda söz edilebilir: Bir kimse, hukukçu kimliğine sahip olmayan, aydın veya entelektüel tabakasına ait olmayan sade insanların hukuk hakkındaki fikirlerinden, tutumlarından ve kanaatlerinden bahsedebilir. Örneğin, bir su tesisatçısı, sekreter veya yatırımcının mahkemeler, hukuk ve hukukçular hakkında düşünceleri, şüphesiz hukukçuların, yargıçların ve hukuk akademisyenlerinin düşüncelerinden farklı olacaktır. Yine bir kimse, hukuk kültürü terimini, genel bir dinleyici veya izleyiciye ulaşmayı hedefleyen kitaplar, şarkılar, filmler, oyunlar ve televizyon şovlarında ortaya konan hukuka ve hukukçulara ilişkin tutum ve kanaatlere referansta bulunmak üzere kullanabilir. “Popüler kültür” ve “popüler hukuk kültürü” terimleri, ilk anlamlarında sosyal hukuk teorileri geliştirmekte temel bir öneme haizdir. Bu teoriler, tümüyle ya da büyük ölçüde “hukuki otonomi” kavramını reddeden teorilerdir. Başka deyişle bu teoriler, hukuk sistemi dışında kalan diğer etkenleri, nedensel faktörleri araştırarak hukuk olgusunu açıklamaya çalışırlar. Bunlar hukuku, bağımlı değişken olarak alırlar; toplumun hukuk dışında gördüğü ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal öğelerin oluşturduğu sistemlere veya alt sistemlere, hukuki düzenlemeleri ve kurumları şekillendirmede başat bir yer verirler. Hukuki olan ile olmayan, hukuki olan ile sosyal olan arasında, bir tür anlamlı sınırlar bulunduğunu varsayarlar (Friedman, 1989: 1580). Friedman’a göre hukuk sistemi, toplumun bir parçası olup kendi başına hareket eden veya işleyen bir sistem değildir. Hukuk dışındaki toplumsal baskılar veya talepler, hukuk sistemini harekete geçirir ve onu işler halde tutar. Örneğin, bir mahkeme, kendi mekanında oturur, dava dosyalarının önüne gelmesini bekler. Eğer hiç kimsenin hakarete veya iftiraya uğradığı konusunda bir şikayeti veya talebi yoksa, mahkemenin de böyle bir hususa ilişkin herhangi bir kararı olamaz. Bir hukuk istemi, “yapı”, “içerik” ve “kültür” gibi üç temel bileşenden oluşur. Hukuksal yapı içinde; kurumlar, örgütler, görevliler, bunların organizasyon şeması ve hiyerarşisi vardır. Hukuk sisteminin bir diğer bileşeni olarak “hukuksal içerik”, maddi hukuk ve usul hukuku kurallarını ifade eder. Bu iki öğenin yanında talep unsurunu yaratan, yani sisteme girdi olarak gelecek öğeyi içeren bileşen vardır, buna da “hukuk kültürü” denir. Hukuk kültürü, hukuk hakkındaki fikirleri, tavırları, inançları, beklentileri ve düşünceleri ifade eder. Örneğin, iki komşu arasında çıkan geçit hakkına ilişkin bir ihtilaf halini düşünelim. Böyle bir durum karşısında taraflar, aralarındaki uyuşmazlığı değişik şekillerde çözebilirler; biri diğerine arazisinde yol verebilir, meseleyi halletmek üzere akil bir insana veya hatırı sayılır bir kimseye başvurabilirler, yazı tura atabilirler veya mahkemeye gidebilirler. Olay, bir kan davasına da dönüşebilir. Onların bu alternatiflerinden hangisine yöneleceklerini etkileyen birçok değişken vardır. Mahkemeye başvurma maliyetini düşünebilirler, mahkeme sürecinin uzun olabileceğini hesaba katabilirler. Hukuksal içerik hakkında bilgi almak üzere veya dava sonucunun maddi hukuk karşısındaki ne olabileceği hakkında bir avukata gidebilirler. Hukuk kültüründen kaynaklanabilen etkenler de söz konusu olabilir; mahkemeye başvurmanın içinde bulundukları sosyo-kültürel ortamda olağan bir şey olup olmadığını değerlendirebilirler? Komşularının dava yolu için ne düşüneceğini dikkate alabilirler? Mahkemelere ve yargıçlara ilişkin kanaatleri ve güvenleri gibi hususlar da bu Sayı 35 /Güz 2012 13 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış süreçte etkili olabilir. Hukuk, hukukçular ve mahkemeler hakkındaki mevcut bilgileri; hukuk ve yargı sistemine karşı önceden oluşmuş yargıları varılacak sonuçta belirleyici olabilir. Bütün bunlar, “hukuk kültürü”ne ilişkin öğeler olup insan tutum ve davranışlarını etkileme potansiyeline sahiptir (Friedman, 1997: 7). Hukuk kültürü hakkında biraz bilgi veya kavrayış sahibi olmaksızın sadece “yapı” ve “içerik”e odaklanma, insan eliyle üretilmiş ancak hayatiyeti olmayan bir ürün üzerinde odaklanmaya dönüşür. Oysa, insanların hukuku, hukuki kavramları ve mekanizmaları, hukuki süreçleri nerede, ne zaman, niçin ve nasıl kullandıklarını belirleyen asıl faktörün hukuk kültürü olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, kültürel faktörler, statik bir normlar bütününü ve yapıyı, yaşayan bir hukuki varlığa dönüştüren esaslı bileşenlerdir. Hukukun “yapı” ve “içerik” unsurlarına, hukuk kültürünü eklemek, bir saati veya makineyi kurup işler hale getirmeye benzer. İşte bu nedenledir ki, sadece “yapı” ve “içerik” öğesine bağlı kalıp “hukuk kültürü”nü dikkate almayan hukuk sistemleri (Kıta Avrupa’sı, Common Law, İslam ve Sosyalist hukuk sistemleri gibi) sınıflaması yetersiz kalmak durumundadır (Friedman, 1977: 76). Friedman, hukuk kültürü hakkında ikili bir ayrıma gider. Her bir ayrımın farklı bir değerler, tutumlar ve kanaatler kümesine işaret ettiğini ifade eder: Genel kamunun hukuka yönelik değer ve tutumlarını “genel hukuk kültürü” olarak adlandırır. Hukuk alanındaki avukatların, yargıçların ve diğer profesyonellerin hukuka ilişkin tutumlarını ve değerlerini ifade etmek üzere de “içsel hukuk kültürü” deyimine başvurur. Genel hukuk kültürü, bir örnek olmaktan uzak olup farklı düzeylerde varolabilir. Örneğin, genel anlamda Fransız ve Nijerya hukuk kültüründen söz edilebilir. Ancak bu, Fransız ve Nijerya hukuk kültürü içinde, aynı zamanda farklı bölgesel, yerel, grupsal tavırlar ve değerler bulunmadığı anlamına gelmez. Genel hukuk kültürü, belli bir toplumda mevcut olan farklı kültürlerin ortak yanlarını temsil eder. Her ülkenin siyasal sınırları az ya da çok yapay bir nitelik taşır. Neredeyse her siyasal toplumda tek dilden, tek ırktan, tek kültür grubundan daha fazlası söz konusudur. Örneğin Hindistan’da, onlarca dil ve kültür grubu varlığını sürdürmektedir. Hiç kuşkusuz, çoğu zaman, farklı kültür gruplarının kültürleri kadar hukuk kültürleri de vardır (Friedman, 1977: 76). Cotterrell, Friedman’ın hukuk kültürüne ilişkin teorik tartışmasında bir karakterizasyon çeşitliliği önerdiğini belirterek şöyle devam eder: Hukuk kültürü, hukuk sistemine yönelik kamusal bilgiye, tutumlara ve davranış kalıplarına göndermede bulunur. Hukuk kültürü, genel anlamda, kültürle organik bir şekilde ilişkili örf ve adetlerin bir bütünü niteliğinde olabilir. Bu yönüyle hukuk kültürü, genel kültürün bir parçasıdır. Fikirler, örf ve adetler, yapma ve düşünme tarzları, genel kültürün parçalarıdırlar. Genel kültürün bu bileşenleri, sosyal güçleri belli tarzlarda hukuka yakınlaştırabileceği gibi ondan uzaklaştırabilir de. Burada vurgu, hem ilişkili davranış kalıpları hem de fikirler demeti üzerindedir. Daha yeni veya sonraki formülasyonlarda hukuk kültürü, sadece düşünsel boyutuyla öne çıkar ve davranışsal öğeler gözden uzak tutuluyormuş gibi görünür. Hukuk kültürü, toplumdaki tavırları, değerleri ve fikirleri içerir. Yani şahısların hukuka, hukuk sistemine ve onun değişik parçalarına ilişkin fikirlerinden, inançlarından veya değerlerinden meydana gelir. Başka deyişle, belli bir toplumda insanlar tarafından benimsenen hukuk hakkındaki fikirler, tutumlar, beklentiler ve düşünceler “hukuk 14 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL kültürü”nü oluşturur. Cotterrell’a göre, bu formülasyonların muğlaklığı, kavramın tam olarak neyi kapsadığını, kavramın farklı öğeleri arasındaki ilişkinin ne olduğunu anlamayı zorlaştırmaktadır. Ayrıca hukuk kültürü kavramı, sadece hukukun içinde varolduğu düşünülen genel bir düşünceler, inançlar, pratikler ve kurumlar bütününe göndermede bulunmak için de kullanılmaktadır ve bu haliyle kavram, türev bir kategori haline getirilmiş olmaktadır (Cotterrell, 2006: 83). Bazı tartışmalarda, genel kültür kavramını, Friedman’ın yukarıda zikredilen bir anlamda kullandığı iddia edilse de veya Friedman öyle bir izlenim bırakmış olsa da, esas olarak böyle bir değerlendirme Friedman’ın amaçları bakımından yetersiz kalır. O’na göre kültür kavramı, görünmeyen bir objenin gölgesi veya bir şeyi yansıtan bir kalıp gibi görülemez. Hukuk kültürü, salt bir toplumdan daha fazla anlama sahiptir. Bizatihi hukuk kültürünün kendisi, hukuki gelişmenin nedensel bir faktörü olarak değerlendirilir. En azından nihai anlamda, hukuk kültürünü, hukuku yaratan ya da yapan bir olgu olarak görür. Bundan dolayı da, hukuk kültürü kavramını, hukuk sosyolojisinde teorik açıklamanın temel bir öğesi olarak düşünür. İşte bu nedenlerle, söz konusu kavram daha net bir tanımlamayı gerektirir. Cotterrell’a göre, “hukuk kültürü” kavramının tanımında; hukuk kültürünün varyasyonları ve bunların ilişkileri, hukuk kültürünün nedensel (causal) anlamı ve mekanizmaları ile kavramın açıklayıcı önemi üzerinde durulmalıdır (2006: 83-6): 1) Hukuk kültürünün varyasyonları ve bunların ilişkileri: Her ulus, bir hukuk kültürüne sahiptir. Hukuk kültürü, bütünüyle bir hukuk sisteminin temel eğilimlerini, onun egemen fikirlerini, tarzını, havasını ve kokusunu tasvir edebilir. Her ülke veya toplum, kendi hukuk kültürüne sahip olabilir ve hiçbir zaman bunlardan biri diğeriyle tam benzer de olamaz. Diğer yandan modernitenin hukuk kültüründen veya modern hukuk kültüründen, Batı hukuk kültüründen ve henüz doğmakta olan bir dünya hukuk kültüründen söz edilmektedir. Hatta ülkeler veya milletler bünyesinde hukuk kültürlerinin çokluğundan da söz edilmektedir. Friedman da daha sonraki çalışmalarında hukuk kültürlerinin çoğulluğu fikrini güçlü bir şekilde vurgulamıştır. Örneğin, ABD’de zenginlerin ve fakirlerin; siyahların, beyazların ve Asyalıların; demir çelik işçilerinin ve muhasebecilerin; erkeklerin, kadınların ve çocukların farklı kendine özgü hukuk kültürleri vardır. Karmaşık yapılı bir toplum, aynı zamanda karmaşık bir hukuk kültürüne de sahip toplumdur. Kısacası, Amerikan hukuk kültürü, tek bir kültür olmayıp birden çok kültürdür. Hukuki liberallerin, muhafazakarların ve bunların farklı grupları ve alt gruplarının hukuk kültürleri de söz konusudur. Cotterrell’a göre, hukuk kültürü kavramı iki şekilde esnetilebilir: 1) Ulusların veya devletlerin hukuk sistemlerinin sınırları tarafından kapsanmayan oldukça geniş tarihsel eğilimlerin veya hareketlerin tanınmasına ve karşılaştırılmasına işaret etmek için kullanılabilir. 2) Alışılmış ya da bilindik hukuki çoğulluk temalarının kabulüne yönelik olarak başvurulabilir. Hukuk kültürü kavramı, tek boyutlu bir kavram olarak düşünülmemelidir; devletlerin hukuk sistemlerinin kurumlarıyla, pratikleriyle ve bilgisiyle ilişki içindedir. Bu ilişki içindeki kapsamı ve etkisiyle, değişen içeriğiyle kültür düzenlerinin çoklu çakışmasına işaret eder. Oldukça esnek bir hukuk kültürü fikri, esas Sayı 35 /Güz 2012 15 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış olarak kavramını teorik uygulaması bakımından ciddi sorunlar çıkarmaktadır. Örneğin, devletlerin hukuk sistemlerinin özgül yanları ile hukuk kültürü ilişkisi sorgulandığı, özel veya spesifik sorular sorulduğu zaman böyle bir durum ortaya çıkar. Hukuk kültürü kavramı, genel anlamda kültürün birçok düzeyine ve bilgisine gönderme yapıyorsa, böyle bir kavram teorik bir bileşen olarak karşılaştırmalı hukuk sosyolojisinde nasıl kullanılabilecektir sorusunu da yanıtlamak gerekecektir. Görüleceği üzere Friedman, değişik hukuk kültürü düzeylerini ve bölgelerini baştan başa kesen temel hukuk kültürü dikotomilerini ısrarla tasvir eder. Friedman, geniş bir şekilde, bir toplumun uzmanlaşmış hukuki görev yapan mensupları ile bunların dışında kalanların hukuk kültürü arasında ayrım yapar. O’na göre, hukuk profesyonellerinin hukuk kültürü, oldukça önemli olup “içsel hukuk kültürü”nü temsil eder. Bunların dışında kalanların kültürü ise, “dışsal, popüler veya alelade hukuk kültürü”dür. Bütün bu çabalara rağmen, “içsel hukuk kültürü” ile “dışsal hukuk kültürü” arasındaki ilişki belirsiz ya da muğlak kalmaya devam ediyor. İçsel hukuk kültüründen ne anlaşılması gerektiği açık değildir. Bu durum, sosyolojik bakımdan özellikle önemlidir. Ayrıca, hukuk sistemindeki talep kalıpları üzerinde büyük bir etkiye sahip olan profesyonellerin tutumlarının ve davranışlarının niçin büyük bir etkiye sahip olduğu da açık değildir. Oysa bu, hukuk sistemlerinin işleyişini anlamak bakımından önemlidir. Friedman’a göre, hukukçuların hukuki düşüncesi zorunlu olarak kendi kültürüne bağlı olup kültür, hukuki düşüncenin hangi limitler içinde değişebileceğini belirler. İçsel hukuk kültürü, dışsal hukuk kültürünün temel eğilimlerini yansıtır. İçsel ve dışsal hukuk kültürü arasındaki sosyolojik ilişkiyi açıklamaktaki yetersizliğin, hukuk kültürünün kullanılışlığı bakımından ciddi sonuçları vardır. Yukarıda da belirtildiği üzere, Friedman, hukuk kültürünün çoğul düzeylerinin ve bölgelerinin farklılığını vurgular. Ancak buna rağmen, hukuk kültürü kavramını kullanmaya devam eder. Kavramı, farklı fikir, pratik, değer ve gelenek gibi öğelerin birliğini ima eden bir şekilde kurgular. 2) Hukuk kültürünün nedensel anlamı ve mekanizmaları: Friedman’a göre hukuk kültürü kavramı, hukuk sisteminin içinde işlemekte olduğu sosyal şartları belirlemede yaşamsal bir öneme sahiptir. Hukuk kültürü, insanların hukuku, hukuki kurumları ve hukuki süjeleri ne zaman, niçin ve nerede kullanacağını, diğer kurumları ne zaman kullanacağını veya hiçbir şey yapmayacağını belirler. Hukuk kültürü, hareket halindeki her şeyin ve hukuki işleyişin açıklanması bakımından temel değişkeni oluşturur. Hukukun profiline hukuk kültürünün eklenmesi, bir saati kurmaya veya bir makineyi fişe takarak çalıştırmaya benzer. Sosyal faktörler, hukuk sistemi üzerinde değişime yönelik bir etki yaratır, ancak hukuk sistemi üzerinde doğrudan işlemez. Hukuk kültürü, çıkarların ve ilgilerin taleplere dönüşmesine ve aktarılmasına imkan sağlar. Hukuk kültürü, bu talepleri şekillendirmeye çalışır ve hukuk sisteminin bunlara hangi tarzda cevaplar vereceğini de belirler. Hukuk kültürü, hem içsel hem de dışsal olarak yapılar inşa etmek üzere işler. Bunlar, bizzat hukuk sisteminin yapılarıdır. 3) Hukuk kültürü kavramının açıklayıcı önemi: Hiç kuşkusuz Friedman, genel olarak hukuk kültürü kavramının muğlaklığını kabul eder. Söz konusu kavram, bir soyutlama olup kaygan bir niteliğe sahiptir. Buna rağmen, niçin bu kavram üzerinde ısrar edilmektedir. Kavram, bilimsel bir fonksiyondan ziyade sanatsal olarak hizmet eder ve genel eğilimlerin izlenmesine imkan tanır. 16 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Mehmet YÜKSEL Sonuç Günümüzde, hukukun kültürel boyutunu dikkate almaksızın kültür–hukuk ilişkisi ve etkileşimi hakkında yapılan çalışmaların, bir toplumun hukukunu ve hukuk uygulamasını anlamak ve kavramak bakımından oldukça yetersiz kaldığı konusunda giderek artan bir kabulün varlığına tanık olmaktayız. Bu çerçevede; hukuka ilişkin sosyolojik analizlerin, gerek Kıta Avrupası’nda gerekse Anglo–Sakson dünyada kültürel boyutu analizlerine katarak ve “hukuk kültürü” üzerinde yoğunlaşarak “hukuk kültürü kavramı”nı işlediğini görmekteyiz. Bundan böyle hukuk, sadece bir kavramlar, kurallar ve kurumlar bütünü olarak sunulmamaktadır. Aynı şekilde “hukuk sistemleri”nin yalnızca mevcut kurallar ve organlar bağlamında sınıflandırılması da eleştirilmekte ve böylesi sınıflamalara sosyo–kültürel boyutun mutlaka dahil edilmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Aksi halde, aralarında dünya kadar farklılıklar bulunan gelişmiş bir kapitalist ülke ile azgelişmiş bir üçüncü dünya ülkesinin hukuklarını aynı sistem içinde benzer konuma getirmek gibi bir yanılgının kaçınılmaz olduğu belirtilmektedir. Hukuksal boyut ile kültürel boyut arasındaki ilişkiler ve zaman zaman gözlenen çatışmalar dikkate alınmaksızın, gerek ulusal hukuk düzenlerinde gerekse uluslararası hukuk veya küresel hukuk alanında ortaya çıkabilen birçok sorunun ve gerilimin yeterince anlaşılıp açıklanabileceği söylenemez. Hukukun, sosyal ve kültürel boyutundan soyutlanarak, sadece bir soyut normlar, ilkeler ve standartlar olarak kavramlaştırılması ve bunun ulusal ve küresel düzeyde farklı dünya görüşlerine, bakış açılarına ve taleplere sahip değişik kimselere, gruplara, topluluklara ve örgütlere dayatılması, beraberinde çok ciddi tartışmaları da getirmektedir. Örneğin, ulusal hukuk düzeninin normları ve standartları ile yerel kültürel değerler ve kalıplar çatıştığı zaman ne yapılacaktır? Aynı şekilde, uluslararası insan hakları standartları ve kodları ile ulusal ya da yerel değerler ve normlar çeliştiğinde nasıl bir tavır alınacaktır? Bu tartışmaların yeterince zenginleşmesi ve daha kapsamlı bir çerçevede sürdürülmesi açısından da “hukuk kültürü” konusunda yapılacak çalışmalar büyük bir öneme haiz bulunmaktadır. KAYNAKÇA Bork, Robert H. (2003). “The Judge’s Role in Law and Culture”, Ave Maria Law Review. Vol. 1, No. 1:19-29. Cotterrell, Roger (2004). “Law in Culture”, Ratio Juris. Vol. 17, No. 1:1-14. Cotterrell, Roger (2006). Law, Culture and Society: Legal Ideas in the Mirror of Social Theory. England: Ashgate Publishing Company. Durkheim, Emile (1986). Sosyolojik Metodun Kuralları. Çev. Enver Aytekin. İstanbul: Sosyal Yayınlar. Duverger, Maurice (1975). Siyaset Sosyolojisi: Çev. Şirin Tekeli. İstanbul: Varlık Yayınları. Sayı 35 /Güz 2012 17 Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış Falk, Richard A. (1961). “The Relations of Law to Culture, Power, and Justice”, Ethics, Vol. 72, No. 1:12-27. Franck, Thomas (1999). “The Legal Culture and the Culture Culture”, Am. Soc’y Int’l L. Proc. 271-278. Friedman, Lawrence (1977). Law and Society: An Introduction, New Jersey: Prentice-Hall, Inc. Friedman Lawrence (1984). “Two Faces of Law”, Wis. L. Rev: 13-36. Friedman, Lawrence M. (1989). “Law, Lawyers, and Popular Culture”, Yale Law Journal, Vol. 98: 1579-1606. Friedman, Lawrence M. (1996). “Hukuk Kültürü ve Toplumsal Gelişme”, Çev. M. Tevfik Özcan. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı 14:27-36. Friedman Lawrence (1997). “The War of the Worlds: a Few Comments on Law, Culture, and Rights”, W. Res. L. Rev. No. 47: 379-387. George, Francis Cardinal (2003). “Law and Culture”, Ave Maria Law Review, Vol. 1, No. 1: 1-17. Güvenç, Bozkurt (1985). Kültür Konusu ve Sorunlarımız, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayını. Hoecke, Mark Van and Mark Warrington (1998). “Legal Cultures, Legal Paradigms and Legal Doctrine: Towards a New Model for Comparative Law”, International and Comparative Law Quarterly, Vol. 47: 495-536. Mezey, Naomi (2003). “Law as Culture”, Cultural Analysis, Cultural Studies and the Law, Austin Saraf ve Jonathan Simon (der.), London: Duke University Press: 37-73. Nelken, David (2004). “Using The Concept of Legal Culture”, Austl. J. Lag. Phil., Vol. 29, No. 1: 1-26. Örücü, Esin (2002). “Law as Transpotion”, Int’l and Comp. L. Q. 205-223. Tay, Alice Erh-Soon (1983). “Law and ‘Legal Culture’” Aust’. Soc. Leg. Phil., No. 27: 15-6. Williams, Raymond (1993). Kültür, Çev. Suavi Aydın. Ankara: İmge Kitabevi Yayını. 18 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği Internet Journalism in Communication Research: The Lack of Contextual Studies Aylin AYDOĞAN Arş. Gör. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected] Anahtar Kelimeler: internet gazeteciliği, web 2.0, weblog, kullanıcının ürettiği içerik, çokluortam, etkileşim, bağlanabilirlik, sosyal medya, haber toplayıcılar. Keywords: Internet journalism, web 2.0, weblog, user generated content, multimedia, interactivity, hypertextuality, social media, news aggregators. Öz İnternet, sivil kullanıma açılması ve ticarileştirilmesi, kullanımının yaygınlaşması gibi gelişmeler sonrasında medya metinlerinin sunumu için yeni bir mecra olarak belirmiş ve hızla gazetecilik için kullanılmaya başlamıştır. 1990’ların ikinci yarısından itibaren de hem internet gazeteciliği örnekleri niceliksel olarak artmış hem de internetin habere, gazetecilik içeriğine erişim amacıyla kullanımı yaygınlaşmıştır. Aynı tarihlerde internet gazeteciliği iletişim araştırmaları içinde de popüler bir çalışma alanı olarak belirmiştir. Bu yazıda iletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliğini ele alan çalışmalar “işlevsel” bir sınıflandırma çerçevesinde incelenmiştir. Yazıda sonuç olarak iletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliğine ilişkin “ideal bir model sunulduğu” belirtilmekte ve bu modelin eksiklikleri tartışılmaktadır. Abstract Internet, with the advances such as availability for public use, commercialization and access by wider audiences, emerged as a new medium for distribution of media texts and immediately began to be used for journalistic purposes. By mid-90’s, both the number of internet journalism examples and use of internet for accessing news and related journalistic content increased. Also by the 90’s internet journalism appeared as a popular topic in communication studies. The paper explores internet journalism studies in communication field through a “functional” classification. Eventually the paper claims an “ideal model of internet journalism” constructed in communication field and discusses the shortcomings of this model. İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği Giriş İnternet, sivil kullanıma açılması, ticarileştirilmesi, ticari web tarayıcılarının yaygınlaşması gibi gelişmelerle zamansal paralellik içinde 1990’ların başında gazeteciliğin yeni mecrası olarak belirmiş ve hızla bu amaçla kullanılmaya başlamıştır. İnternetin “haber üretimi ve habere erişim için kurumsallaşmış bir mecra” olması, habere, gazetecilik içeriğine erişim amacıyla kullanımının yaygınlaşması 1990’ların ikinci yarısından itibaren iletişim araştırmaları içinde alana yönelik ilgiyi arttırmıştır (Mitchelstein ve Boczkowski, 2009: 563).1 Kopper vd. (2000: 501-502, 510-511) 1990’lı yıllarda tamamlanan araştırmaları inceledikleri yazın değerlendirmesi niteliğindeki çalışmalarında internet gazeteciliğine ilişkin araştırmaların büyük oranda ticari araştırma şirketleri, medya kuruluşları ve onlara bağlı araştırma birimleri tarafından yapıldığını, üniversitelerin ise bu alanda çok etkin olamadığını belirtmiştir. Bu nedenle de “üretilen bilgi belirli kesimlerin elinde” toplanmış; araştırmalar ürün analizleri, pazar ve kullanıcı araştırmaları, mesleki değişimler, kalite değerlendirmeleri gibi konularda yoğunlaşmıştır. Araştırmalarda yoğun olarak internetin gazeteciliğe getirdiği olanaklardan ve internet gazeteciliğinin potansiyellerinden en iyi nasıl yararlanılabileceği ve internet gazeteciliğinden nasıl gelir elde edilebileceği sorularına cevap aranmıştır. Bu sınırlılığın aşılabilmesi için Kopper vd. (2000: 510511) internetin “haber medyasının koşullarını ve yapısını etkilediğini” dikkate alan, iletişim araştırmalarının geleneksel araştırma yöntemlerine ve yaklaşımlarına, mevcut internet gazeteciliği örneklerini inceleyen araştırmalara sıkışıp kalmayan ve daha makro düzeyde sorular soran araştırmaların yapılmasını önermiştir. Deuze (2008: 199-200) ise “basılı gazeteciliğin belirlediği araştırma, eğitim, gazetecilik rutini ve gazetecilik pratiği standartlarının” internet gazeteciliği araştırmalarını etkilediğini, internet gazeteciliği yazınında “basılı yanlılığının (print bias)” bulunduğunu belirtmiştir. Basılı yanlılığı özellikle internetin haber üretimi ve sunumu için kullanılmasının medya profesyonellerinin günlük pratikleriyle birleşmesini inceleyen çalışmalarda belirgindir ve bu birleşme çeşitli ülkelerde profesyonellerle yapılan yoklamaların yöntem olarak kullanıldığı çalışmalarla incelenmiştir. Ayrıca bu birleşmenin etkilerinin “bilgisayar destekli muhabirliği (computer assisted reporting) içerecek şekilde” tartışıldığı araştırmalar da yapılmıştır. Ancak bu araştırmaların çoğu basılı gazetelere bağlı çevrimiçi (online) gazetecilik birimleriyle ya da basılı gazetelere ait internet siteleriyle sınırlı kalmıştır. Bu nedenle de internetin haber üretimi ve sunumu için kullanılmasının medya profesyonellerinin günlük rutinleriyle birleşmesi basılı gazeteciliğin yerleşik işleyişiyle ve normlarıyla karşılaştırılarak yapılan bir analizin ötesine geçememiştir (Deuze 2008: 199-200). Boczkowski’ye göre ise (2002: 297) 1990’ların sonlarından itibaren yapılan çalışmalarda araştırmacılar internet gazeteciliğinin iletişim araştırmalarında bir yenilenme gerektirdiğinin altını çizmektedir. Ancak internet gazeteciliğine ilişkin kuramsallaştırma çabaları “eşik bekçiliği, gündem koyma, kullanımlar ve doyumlar 1 İletişim alanının önemli dergilerinin birbiri arkasına internet gazeteciliği temalı özel sayılar yayımlamaları alana ilişkin akademik ilginin artışına örnek gösterilebilir. Bu özel sayılardan bazıları için bkz. The Electronic Journal of Communication, 1997 7(2), 7(3) ve 7(4); Journal of Computer-Mediated Communication, 1998 4(1); Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies, 1998 4(4) ve 2004 10(4); Gazette: The International Journal for Communication Studies, 2005 67(1); Scan: Journal of Media Arts Culture, 2006 3(1); Journalism Studies, 2008 9(5) ve 2010 11(4); Journalism Practice, 2008 2(3) ve 2010 4(3). 20 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN gibi iletişim araştırmalarının yerleşik modellerine ve kuramlarına” yaslanmanın ötesine geçememiştir. Boczkowski’ye (2002: 297) göre internet gazeteciliğinin iletişim alanının yerleşik kuramlarından hareketle incelenmesi de değerlidir ancak internet gibi yeni iletişim teknolojileriyle oluşan ortamının analizi iletişim araştırmalarının geleneksel yaklaşımlarından farklılaşmayı gerektirmektedir ve internet gazeteciliği çalışmaları da “alana ilişkin çok disiplinli bir teorinin geliştirilmesini” hedeflemelidir. İnternet gazeteciliği yazının biçimlenmesinde Domingo’nun (2008: 15; 2005: 4, 35) dikkat çektiği nokta ise ABD’nin interneti haber medyası olarak kullanmadaki öncü rolüdür. Bu durum Avrupa’daki ve başka bölgelerdeki internet gazeteciliği araştırmalarını, araştırmacıların teorik ve metodolojik tercihlerini belirli bir düzeye kadar da olsa etkilemiştir. Domingo’ya göre (2008: 15-16; 2005: 2-8) internet gazeteciliği yazınının ilk örneklerinde araştırmacılar teknolojik gelişme ve bunun içerik üretimine ve sunumuna getirdiği olanakları merkeze almıştır. İnternet gazeteciliği yazınında birinci dalga2 olarak sınıflandırılan bu çalışmalarda internetin etkileşim (interactivity), bağlanabilirlik (hypertextuality) ve çokluortam (multimedia) özelliklerinin internet gazeteciliğinde kullanılmasının potansiyel sonuçları ütopik bir yaklaşımla kavranmış ve bu üç özelliğin uygulamalarda mutlaka kullanılması gerektiği belirtilmiştir. İnternet gazeteciliği yazınında teknolojik belirlenimciliğin ağırlığını “internet gazeteciliğine tekno-yaklaşım” olarak adlandıran Steensen (2011: 312) de internetin etkileşim, bağlanabilirlik ve çokluortam özelliklerinin internet gazeteciliğinin ayırt edici özellikleri olarak kavrandığını ve bu üç özelliğin gazetecilik açısından barındırdığı potansiyellerin mevcut örneklere ne derece yansıtıldığının incelendiğini belirtmiştir. Yukarıda kısaca aktarılan yazın değerlendirmesi niteliğindeki çalışmaların iki noktada ortaklaştığı görülmektedir. Birincisi internet gazeteciliğinde teknolojik gelişmenin ve internetin teknolojik özelliklerinin üretimde ve sunumda belirleyici olarak görülmesidir. İkincisi ise araştırmacıların internet gazeteciliğinin iletişim araştırmalarında bir yenilenme gerektirdiğini belirtmeleri ancak iletişim araştırmalarının geleneksel kavramlarının ve araştırma yöntemlerinin internet gazeteciliği yazınında ağırlıklı bir konuma sahip olduğunu tespit etmeleridir. Bu, Boczkowski’nin (2002: 297) 2000’lerin başında internet gazeteciliği çalışmalarının ulaşması gereken düzey olarak belirttiği “çok disiplinli bir teorinin geliştirilmesi” hedefinden uzak olunduğunu; başlı başına kuramsal bir olgunluğa ise henüz erişilemediğini göstermektedir. Bu yazı, alana ilişkin bilgi birikiminin tamamını değerlendirme iddiası taşımamakla birlikte, internet gazeteciliğine ilişkin çalışmaların iletişim araştırmalarındaki konumunu işlevsel olduğu düşünülen bir sınıflandırma çerçevesinde değerlendirmektedir. Tanımlayan, sınıflandıran ve süreç dönüşümü odaklı olarak yapılan sınıflandırmanın birbirini dışlayan kategoriler temelinde yapılan bir sınıflandırma olmadığını yazının bir sınırlılığı olarak belirtmek gerekir. İnternet gazeteciliği özelinde neden-sonuç düzeyinde kesin çizgilerle birbirinden ayrıştırılabilen bir sınıflandırma yapmak olanaklı da değildir. Örneğin, internet gazeteciliğinde profesyonellerin üretim ve sunum sürecindeki rollerinin 2 Domingo (2005: 2) internet gazeteciliği yazınının üç dalgada geliştiğini belirtmiştir. İkinci dalga internet siteleri, kullanıcılar ve internet gazeteciliğinde profesyonelliğin incelendiği görgül araştırmaları kapsamaktadır. Birinci dalgadaki beklentilerle mevcut uygulamaların karşılaştırılması bu çalışmaların konuları arasındadır. Üçüncü dalgayı ise çevrimiçi haber merkezlerinde yapılan etnografik araştırmalar oluşturmaktadır. Sayı 35 /Güz 2012 21 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği değişimi, sahip olmaları beklenen yeni mesleki beceriler ve haber merkezlerinin değişimi kullanıcı katılımının artmasıyla olduğu kadar çokluortam niteliğinde üretimin ve sunumun artan önemiyle de ilişkilidir. Benzer şekilde internet gazeteciliğinin sosyal ağlarla ve paylaşım siteleriyle birleşmesi de artan kullanıcı katılımının hem bir gereği hem de bir sonucu durumundadır. Dolayısıyla tanımlayan, sınıflandıran ve süreç dönüşümü odaklı çalışmaların internet gazeteciliğinin özellikleri, gazetecilikte yaşanan değişimler ve bu değişimlerin dinamikleri gibi noktalarda birbirleriyle çakıştığı açıktır. Yazının temel amacı internetin teknolojik özelliklerinin içerik üretimine ve sunumuna getirdiği olanakları merkeze alan, internet gazeteciliğinin nasıl yapılması gerektiğini açıklamaya ve ideal bir internet gazeteciliği modeli kurmaya odaklanan bu bağlamda da betimleyici ve normatif olmaktan öteye geçemeyen bir yaklaşımın internet gazeteciliğinin bütüncül ve gerçekçi bir analizini sunmaktan uzak olduğunu açığa çıkartmaktır. Bu amaçla yazının sonuç bölümünde internet gazeteciliğinin ideal modelinin eksiklikleri sıralanmış; bütüncül bir analizin gerçekleştirilebilmesi için teknolojik değişimi dikkate alan ancak bu değişimin belirleyiciliğine ve sonuçlarına odaklanmak yerine, internet gazeteciliğini bir endüstri olarak kavrayıp alandaki farklı aktörlerin etkinliklerinin internet gazeteciliğinin gelişmesinde ve biçimlenmesindeki rolünü dikkate alan, internet gazeteciliğini içinde gerçekleştiği koşullarla birlikte değerlendirilen bağlamsal çalışmalara ihtiyaç olduğu tartışılmıştır. İnternet Gazeteciliğini Tanımlayan Çalışmalar İletişim araştırmalarında internet gazeteciliğini tanımlayan çalışmaların gazetecilikte köklü bir dönüşümün başladığının iddia edildiği ve internet gazeteciliğinin farklılıklara sahip olmakla birlikte gazeteciliğin yerleşik normlarını ve işlevlerini geçersizleştirmediğinin belirtildiği iki ana başlığı vardır. İnternetle gazetecilikte köklü bir dönüşümün başladığının iddia edildiği çalışmalarda, merkezinde yeni iletişim teknolojilerinin ve bunların teknolojik özelliklerinin gazetecilikle birleşmesinin bulunduğu, haber üretiminin ve sunumunun bu birleşmeye göre şekillendiği “yeni bir gazetecilik biçiminin” doğduğu belirtilmektedir. Örneğin, Pavlik (2001: xi) internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikte “kuruşluk gazetelerin doğuşundan sonraki en temel” değişimi başlattığını ve “bağlamsallaştırılmış (contextualized) gazetecilik” olarak nitelendirilebilecek yeni bir gazetecilik biçiminin doğduğunu belirtmiştir. Ayırt edici özellikleri habere küresel düzeyde erişim, etkileşim, çokortamlılık (multimediality), kişiselleştirme, anlık haber üretimi olan bağlamsallaştırılmış gazetecilik internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin gazeteciliğin dört aşamasını değiştirmesiyle ortaya çıkmaktadır (Pavlik, 2001: 4). İlk aşama medya profesyonellerinin işlerini yapma biçimi, gazeteciliğin günlük rutinidir. Konuşma tanıma araçları (speech recognition tools) ve mobil gazeteci çalışma istasyonları (mobile journalist workstation) gibi yeni sayısal araçlar ve bunların dizüstü bilgisayarlarla ve avuç içi kişisel sayısal aygıtlarla (personal digital appliance) internete bağlanabilmesi haberin toplanması, işlenmesi ve aktarılması aşamalarına yeni olanaklar getirmiştir. Profesyoneller bu yeni sayısal araçları kullanarak olay yerinden daha hızlı haber aktarabilmekte ve haber merkezine bağımlı 22 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN olmadan çalışabilmektedir. Ayrıca tartışma listeleri, resmi kurumların web sayfalarındaki bilgi, belge ve istatistikler, kişisel web sayfaları gibi çevrimiçi kaynaklar profesyonellerin enformasyona erişimini kolaylaştırmış ve haber kaynaklarının çeşitlenmesini sağlamıştır. Yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikte değiştirdiği diğer iki aşama ise haber ve haber endüstrisinin yapısıdır. Buna göre kişiselleştirme, etkileşim ve çokluortam özellikleri kullanıcıların habere müdahale edebilmesini, üretim sürecine dahil olabilmesini ve haberin metin, ses, görüntü ve hareketli görüntü gibi farklı medya formatlarında bir başka ifadeyle çokluortam niteliğinde sunulabilmesini sağlamıştır. Ayrıca yeni iletişim teknolojileri üretim ve sunum aşamalarını hızlandırmış;3 habere küresel düzeyde, anında erişim başlamıştır. Bu değişimler aynı zamanda haber merkezlerinin hiyerarşik yapılanmasının yerine daha yatay ilişkilerin kurulduğu, editoryal birim ile yönetim birimini ayıran sınırların aşındığı ve haber merkezlerinin mekan düzenlemesinin yeniden organize edildiği kurumsal değişimleri de beraberinde getirmiştir. Endüstrinin değişimi ise serbest çalışan profesyonellerin ve kullanıcıların internet gazeteciliği için üretim ve sunum yapmaları, benzer şekilde geleneksel medyada çalışan profesyonellerin de zaman zaman internet için haber üretmeleri olarak belirtilmiştir (Pavlik, 2001: xiii; 2000: 229234; 1999: 54-58). Yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikte değiştirdiği dördüncü aşama ise Pavlik (2000: 234-236; 1999: 58) tarafından “kullanıcılar, rakipler, reklam verenler ve haber kaynakları” gibi farklı kesimlerle kurulan ilişki olarak belirtilmiştir. Kullanıcıların kendi ilgi alanlarına uygun yayınlara yönelmeleri, kullanıcılarla haber kuruluşları ve profesyonellerle haber kaynakları arasındaki coğrafi engellerin geçersizleşmesi ve haber kaynaklarının sahip oldukları enformasyonu profesyonellere ihtiyaç duymadan internette paylaşabilmesi bu değişimin göstergeleri olarak sıralanmıştır. Bu dört aşamada ortaya çıkan değişimlerden hareketle de Pavlik (2001: 4-5, 15, 20-22) internet gazeteciliğini, çokluortam haber üretimi ve sunumu yapılan, haberin farklı kaynaklarla ve haberlerle bağlantılandırıldığı, kullanıcının üretime ve sunuma katılımını sağlayacak etkileşim ve kişiselleştirme özelliklerinin kullanıldığı, zaman sınırlılığı olmayan, dinamik bir üretim ve sunum sürecine sahip “bağlamsallaştırılmış gazetecilik” olarak tanımlamıştır. Deuze (2004: 140-141; 2003: 205-206) internet gazeteciliğini basılı gazetecilik, radyo ve televizyon gazeteciliğinin dışında “dördüncü tür gazetecilik” olarak nitelendirmiş ve çokluortam gazeteciliği ya da gazetecilikte çokortamlılık ile internet gazeteciliği arasındaki ayrımı vurgulamıştır. Buna göre, çokluortam gazeteciliği farklı medya formatlarında kodlanmış içeriğin bir web sayfasından sunulabilmesi ve hangi medya formatında kodlandığından bağımsız olarak içeriğin web sayfası, radyo, gazete gibi farklı mecralardan sunulabilmesi olmak üzere iki farklı biçimde uygulanabilir. Teknolojik yöndeşme sonucu (convergence)4 olanaklı hale gelen çokluortam gazeteciliği ile internet gazeteciliği belirli ortaklıklara sahiptir ancak çokortamlılık internet gazeteciliğinin bir özelliği, potansiyelidir. Tek başına internet gazeteciliğinin tanımlayıcı bir unsuru değildir. Ayrıca internetin, profesyonellerin günlük rutiniyle birleşmesi de internet gazeteciliğine 3 Yeni iletişim teknolojilerinin üretim ve sunum için kullanılabilecek zamanın kısalması yönünde baskı yaratması (Çaplı, 2002: 74-75) ve internet gazeteciliğinde hızın rekabetin gereklerinden biri olarak görülmesi etik ihlallere neden olabilmektedir. Yeni iletişim teknolojileri, internet gazeteciliği ve gazetecilik etiği konulu bir yazı için bkz. Geray ve Aydoğan, 2010. 4 Yöndeşme, enformasyon ve iletişim teknolojileri, telekomünikasyon ve geleneksel medya alanlarında yaşanan ve daha önceleri bu alanları teknolojik, ekonomik/sektörel ve düzenleme politikaları düzeylerinde birbirinden ayıran sınırların aşınmasını ifade eder (Aydoğan, 2005: 260). Sayı 35 /Güz 2012 23 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği eşitlenmemelidir. Bu iki noktadan hareketle Deuze (2004: 141; 2003: 205-206) internet gazeteciliğinin tanımlayıcı unsurunu “internete özel profesyonel gazetecilik” yapılması olarak belirtmiş ve internet gazeteciliğini “çokluortam, bağlanabilirlik ve etkileşim özelliklerinin üretimde ve sunumda kullanıldığı ve üretimin özellikle internetin grafik arayüzü olan web üzerinden sunmak amacıyla yapıldığı” gazetecilik olarak tanımlamıştır. Boczkowski (2004: 64-65) ise internet gazeteciliğini sayısallaşma, çokortamlılık ve kişiselleştirme gibi teknolojik özelliklerin basılı gazeteciliğin yerleşik üretim ve sunum sürecini ve bu sürecin örgütlenme biçimini değiştirmesinden, basılı gazeteyi bir “ürün olarak belirleyen ve sınırlandıran niteliklerin” geçersizleştirmesinden hareketle açıklamıştır. Tablo 1. Boczkowski’nin Basılı Gazete İnternet Gazeteciliği Karşılaştırması Basılı Gazete Genel ilgiye yönelik haber Fiziksel olarak sınırlı Mekân sınırlı Zamansal olarak sınırlı 1- Belirli bir süreye bağlı olma 2- Sabit üretim döngüsü Format sınırlı Profesyonel Genellikle durağan İnternet Gazeteciliği Özelleştirilmiş haber ve kişiselleştirme Fiziksel olarak sınırsız Mekân sınırsız (ağ yapılanması) Zamansal olarak sınırsız 1- Belirli bir süreye bağımlı olmama (arşiv) 2- Çeşitli üretim döngüleri (güncelleme) Format sınırsız (çokortamlılık) Kullanıcının ürettiği içerik Genellikle dinamik Kaynak: Boczkowski, 2004: 65. Basılı gazete ile internet gazeteciliği arasındaki farklardan ilki basılı gazetelerin toplumun geneli için haber üretimi ve sunumu yapmalarına karşın internet gazeteciliğinde kullanıcıların farklı ihtiyaçlarını ve ilgilerini karşılayan, daha dar kullanıcı topluluklarına yönelik üretimin ve sunumun yapılmasıdır. Basılı gazetenin içeriğini ve biçimsel özelliklerini belirleyen sayfa sayısı, sayfada habere ayrılabilecek yer gibi sınırlılıklar da internet gazeteciliğinde geçersizleşmiştir. Ayrıca kullanıcıların içeriği kişiselleştirmesine olanak tanıyan uygulamalar ve özellikler internet gazeteciliğinin üretim ve sunum süreciyle birleşmiştir. Bir diğer fark ise basılı gazetelerin yerel, bölgesel ya da ulusal olmalarına karşın internet gazeteciliğinde hem yerel hem de küresel kullanıcıya yönelik üretim ve sunum yapılmasıdır. İnternet gazeteciliği basılı gazeteden “zamana bağımlılık” noktasında da ayrılmaktadır. İnternet gazeteciliğinde üretim ve sunum günün her saatine yayılabilmektedir. Bir başka fark ise basılı gazetedeki format sınırlılığının internet gazeteciliğinde geçersizleşmesi, farklı medya formatlarında kodlanmış haberin aynı web sayfasında sunulabilmesidir. Ayrıca internet gazeteciliğinde profesyoneller tarafından üretilen haberin sunulması biçimindeki işleyişle kullanıcıların da üretime ve sunuma katılabildiği işleyiş birleşmiştir. Bu değişim de yazar tarafından internet gazeteciliğinde etkileşimin basitçe geri besleme olarak kavranamayacağının göstergesi ve profesyonellerin “tek haber kaynağı” olmaktan çıkmalarının nedeni olarak kavranmıştır. Boczkowski (2004: 64-65) basılı gazete ile internet gazeteciliği arasındaki bu farklılıklardan hareketle internet gazeteciliğini “durağan” biçimdeki basılı gazeteciliğin karşısında “dinamik” bir gazetecilik olarak açıklamıştır. 24 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN İnternet gazeteciliğinin geleneksel mecralardaki gazetecilikten farklılaşan ancak gazeteciliğin yerleşik normlarının ve işlevlerinin geçersizleşmediğini5 belirtilen tanımlayıcı bir çalışma ise Beckett ve Mansell (2008) tarafından yapılmıştır. İnternet gibi yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikle birleşmesi geçmişte yaşananlardan farklı değişimlere neden olmuştur. Ağ yapılanmasına sahip yeni iletişim teknolojileri üzerinden gerçekleştirilen ve temel özelliklerini teknolojik değişimin belirlediği, haberin toplanma, işlenme ve aktarılma aşamalarının merkezinde sayısal ve çevrimiçi teknolojilerin bulunduğu “ağlaşmış (networked) gazetecilik” ortaya çıkmıştır (Beckett ve Mansell, 2008: 93). Ağlaşmış gazetecilikte internet, gazeteciliğin “yeni, çevrimiçi döneminin” tek mecrası olarak görülmese de sayısal ağ yapılanmasının en yaygın mecrası olması nedeniyle özel bir öneme sahiptir ve “webloglar,6 web sayfaları, yeni çevrimiçi sosyal ağlar ya da siber topluluklar gibi internet uygulamaları” ağlaşmış gazetecilik açısından önemlidir (Beckett ve Mansell, 2008: 93). Ağlaşmış gazetecilikle gazeteciliğin “haber verme, analiz, yorum, seçme, düzenleme ve aktarma” gibi temel işlevleri geçersizleşmemiştir. Aksine bu temel işlevler saklı tutulmakta; değişim bu işlevlerin yapılma biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede de ağlaşmış gazetecilik günün her saati üretim ve sunum yapılabilen, etkileşimli, profesyonellerle kullanıcıların ortak çalıştığı, görece düşük maliyetli, karar alma süreçlerinin daha az merkezi olduğu ve yatay bir örgütlenmenin bulunduğu gazetecilik olarak tanımlamıştır (Beckett ve Mansell, 2008: 93-94). İnternet gazeteciliğinin özgün niteliklerinin olduğunu ancak bunların gazetecilikte bir “paradigma değişiminin” başladığını söylemek için yeterli olmadığını belirten Elliot’a göre ise (2009: 28-29), profesyonellerin yerleşik haber değeri çerçevesinde haber toplayıp aktarması biçimindeki işleyiş internet gazeteciliğinde, özellikle de son dakika gelişmelerinde, kullanıcıların da olay yerinden kişisel iletişim araçlarıyla kayıt yapabildikleri ve profesyonellere ihtiyaç duymadan internette paylaşabildikleri bir işleyişle birleşmiştir. Kullanıcıların üretime ve sunuma katılmaları profesyonellerin haberi doğrulamak için akredite kaynaklara başvurmalarının değişimini, internet gazeteciliğinin kullanıcıları da kapsar şekilde “açık kaynaklı” ve “istekli herkesten gelecek geri beslemeye” açık olarak yapılmasını gerektirmektedir. Elliot’ın (2009: 31) belirttiği bir diğer değişim ise internet gazeteciliğinde üretimin ve sunumun geleneksel mecralardaki gazetecilikle karşılaştırıldığında daha hızlı olmasıdır ve bu bazı durumlarda haberi doğrulama ilkesinin geri planda bırakılmasını göze almayı gerektirmektedir. Bu değişimler Elliot’a göre (2009: 34) geleneksel mecralardaki gazetecilik ile internet gazeteciliği arasında üretimin ve sunumun farklılaştığının göstergeleridir ancak gazetecilikte bir “paradigma değişimi”nin yaşandığını belirtmek için yeterli değildir. İnternet gazeteciliği, gazeteciliğin yerleşik işleyişinden farklılaşabilmektedir ancak bu temel ilkelerden ve normlardan kopuşa işaret etmemektedir. İnternet gazeteciliğine yönelik Elliot’un (2009: 38) özellikle vurguladığı nokta bir paradigma değişiminin yaşanıp yaşanmadığından bağımsız olarak yazarın ifadesiyle “dönemin paradigması ne olursa olsun” mesleğin değerlerinin, ilkelerinin ve normlarının devam ettiğidir. 5 Gazeteciliğin yerleşik normlarının mecra temelinde değişmediği iletişim çalışmalarında yeni iletişim teknolojilerinin doğuşuyla birlikte başlayan bir tartışma değildir. Yeni ortaya çıkan teknolojilerin gazetecilikteki etkisinin format değişikişliğiyle sınırlı kaldığını belirten bir çalışma için bkz. İnal, 1996: 21. 6 Weblogların yaygın kullanımı blog şeklindedir. Bu kullanım bir weblog yazarının kelimeyi “we blog” şeklinde cümle olarak kullanmasıyla ortaya çıkmıştır (Atikkan ve Tunç, 2011: 20; Kaplan ve Haenlein, 2010: 60). Sayı 35 /Güz 2012 25 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği İnternet Gazeteciliğini Sınıflandıran Çalışmalar İletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliğini sınıflandıran çalışmalar ağ ortamında habere ve/veya gazetecilik içeriğine erişim için kullanılabilecek kaynakları üretim ve sunum sürecinin özellikleri temelinde sınıflandıran çalışmaları kapsamaktadır ve bu çalışmalar ağ ortamında habere erişim için kullanılabilecek kaynakların çeşitliliğini gösterir niteliktedir. İlgili yazın içinde sıklıkla yararlanılan sınıflandırma ise Deuze’un (2003: 205; 2001) “Çevrimiçi Gazetecilik Tipolojisi” başlıklı çalışmasıdır. Şekil 1’den de takip edilebileceği üzere yazar internet üzerinde ana akım haber siteleri, dizin ve kategori siteleri, eleştiri ve yorum siteleri ve paylaşım ve tartışma siteleri olmak üzere 4 farklı haber ve/veya gazetecilik içeriği kaynağı belirlemiştir. Şekil 1. Deuze’un Çevrimiçi Gazetecilik Tipolojisi Editoryal İçerik Üzerinde Yoğunlaşma Ana Akım Haber Siteleri Siteleri Dizin ve Kategori Siteleri Siteleri Eleştiri ve Yorum Siteleri Siteleri Paylaşım ve Tartışma Siteleri Tartışma Siteleri Kamusal İlişkisellik (Connectivity) Üzerinde Yoğunlaşma Aracılanmış (moderated) Katılımcı İletişim Aracılanmamış (unmoderated) Katılımcı İletişim Kaynak: Deuze, 2003: 205; 2001. Bunlar içinde en yaygın olanı ana akım haber siteleridir. Deuze (2003: 208; 2001) tipolojisinde ana akım nitelendirmesini yaygın kullanım olan egemen medya kuruluşlarını ifade eder biçimde kullanmamıştır. Çevrimiçi gazetecilik tipolojisinde ana akım haber siteleri hem medya kuruluşları hem de bu kuruluşlardan bağımsız kişi ya da kurumlar tarafından gazetecilik yapmak amacıyla kurulan siteleri kapsamaktadır. Yazar medya kuruluşlarına ait olan ve genellikle geleneksel medyadaki bir yayının internete aktarılmasıyla kurulanları ana akım haber sitelerinin “yaratıcısı (originator)”, medya kuruluşlarından bağımsız, geleneksel medyada bir karşılığı olmayanları ise “net temelli/merkezli (net-native)” olarak nitelendirmiştir. Ana akım haber siteleri üretimde ve sunumda gazeteciliğin yerleşik editoryal işleyişini uygulaması nedeniyle “haber sunumunda, haber değerinde ve kullanıcıyla kurulan ilişkide” geleneksel mecralardaki 26 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN gazeteciliğe en yakın siteler olarak nitelendirilmiştir. Ana akım haber sitelerinde üretim ve sunum genellikle iki yolla yapılmaktadır. İlki, geleneksel medya kuruluşlarına ait ana akım haber siteleri tarafından uygulanan ve geleneksel mecrada ilişkili olunan yayına ait haberin internette yeniden yayınlanmasıdır. İkincisi ise her iki gruptaki ana akım haber sitelerinin uyguladığı özgün haber üretimidir (Deuze, 2003: 208; 2001). Dizin ve kategori siteleri ise genellikle arama motorları, pazarlama şirketleri ya da bağımsız kurum ya da kişiler tarafından kurulan sitelerdir. Bunlar temelde internet üzerindeki başka yayınlara bağlantı (link) vererek haber toplamakta ve bunları konu, coğrafi konum, bağlantı verilen yayın gibi kategoriler altında düzenleyerek yayınlamaktadır (Deuze, 2003: 209, 2001). Stanyer’in (2009: 205) çevrimiçi haber toplayıcılar (online news aggregators) olarak adlandırdığı ya da toplanmış haber portalları (aggregated news portals), ağ haber toplayıcıları, ağ haber yayıncıları olarak da adlandırılan (Geray, 2011; Thurman, 2007: 292) dizin ve kategori siteleri başka sitelere bağlantı vermenin dışında toplanan haberin editoryal olarak yeniden işlenmesi, özgün haber üretimi gibi yollarla da üretim ve sunum yapabilmektedir. Dolayısıyla dizin ve kategori sitelerinin homojen olmadıklarını belirtmek gerekir. News.yahoo.com ve news.aol.com gibi siteler hem ağ ortamındaki başka kaynaklara bağlantı vermekte hem de topladığı haberi editoryal olarak yeniden işlemektedir. Drudgereport.com özgün haber üretimi de yapmaktadır (Carlson, 2007: 1019; Thurman, 2007: 292; Deuze, 2003: 209, 2001). Dizin ve kategori sitelerinin bir başka ifadeyle haber toplayıcıların en bilinenlerinden news.google.com ise ayrıksı bir örnektir. Eylül 2002’de kurulan site “bilgisayar algoritması temelinde”7 çalışmaktadır. İnsan müdahalesi olmadan internetteki farklı kaynaklardan toplanan haberin başlığı ve ilk birkaç satırı algoritmanın belirlediği sıralamaya göre news.google. com’un ana sayfasında otomatik olarak gösterilmektedir (Carlson, 2007: 1019). Sitenin işleyişi, editoryal müdahalenin olmaması, politik yanlılığın aşılması, farklı kaynaklardan haberlerin tek bir sayfadan takip edilebilmesi, kişiselleştirme özelliği ve insan emeği ile yapılamayacak kadar yoğun bir işin bilgisayar dolayımıyla yapılabilmesi gibi gerekçelerle savunulmaktadır (Google News, 2011; Carlson, 2007: 1021-1024). Sitenin algoritma temelinde çalışmasını eleştirenler ise haberi sıralamanın gazeteciliğin özü olduğunu belirtmektedir. Buna göre bir yığın içinden günün en önemli gelişmesinin ne olduğunu gösteren ölçüt sıralamadır; haberin sayfada yerleştirildiği yerdir. Bu nedenle de algoritmanın yaptığı sıralama kullanıcılara günün en önemli haberini sunmaktan uzaktır. Sitenin işleyişine yönelik “denge kurmayı amaçlayan” bakış açısı ise news.google.com’un profesyoneller tarafından üretilen haberi sunduğu dolayısıyla da insanların ve bilgisayarın birlikte çalıştığı, gazeteciliğe değer katan bir sistemin ortaya çıktığını belirtmektedir (Carlson, 2007: 1021-1024). Çevrimiçi gazetecilik tipolojisinde üçüncü grup eleştiri ve yorum siteleri, dördüncü grup ise paylaşım ve tartışma siteleridir. Eleştiri ve yorum siteleri ağırlıklı olarak medya endüstrisi ve profesyoneller hakkında bilgi ve eleştiri yayınlayan sitelerdir ve “gazetecilik hakkında gazetecilik” olarak da nitelendirilir. Paylaşım ve tartışma siteleri ise üretimin 7 News.google.com, 2010’da “Editörlerin Seçimi” uygulamasıyla gerçek kişiler tarafından seçilen haberleri de ana sayfasında göstermeye başlamıştır. Uygulama, editörlerin kendi yayınlarından seçtikleri ve öne çıkarmak istedikleri özgün haberlerin news.google.com’un ABD yayınında ana sayfasının sağ kısmında logoyla birlikte sunulması biçiminde çalışmaktadır. Uygulamayı ilk kullananlar arasında The Wall Street Journal ve The Guardian yer almıştır (Google, 2011). Sayı 35 /Güz 2012 27 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği ve sunumun genellikle kullanıcıların gönderdiği haber, yorum ve görüş temelli olduğu; editoryal kontrolün en az, internetin etkileşim özelliğinin de mümkün olan en fazla düzeyde uygulandığı sitelerdir. Bu nedenle de paylaşım ve tartışma siteleri internet gazeteciliğinin iyi örneklerindendir (Deuze, 2003: 210-211; 2001). İnternet gazeteciliğinin sınıflandırılması, ağ ortamında haber ve gazetecilik içeriğine erişim için kullanılabilecek kaynakların çeşitliliğinin yanı sıra internetteki farklı haber sitelerine bağlantı vererek haber toplama, özgün haber üretimi, kullanıcıların gönderdiği haberleri ve yorumları yayınlama gibi farklı üretim ve sunum yollarının internet gazeteciliğinde birlikte kullanılabildiğini de göstermektedir. Habere ve/veya gazetecilik içeriğine erişim amacıyla kullanılan çevrimiçi kaynaklara yakın zamanda webloglar da eklenmiştir ve internet gazeteciliğini sınıflandıran çalışmaların bir diğer başlığını da bu birleşme oluşturmaktadır. Webloglar “içeriğin ters kronolojik sıraya göre listelendiği ve sık güncellenen web sayfaları” ya da kişisel web günlükleri olarak açıklanmaktadır (Lomborg, 2009). Weblogların gazetecilikle birleşmesinin bir biçimi haber ve ilişkili gazetecilik içeriğini barındırmalarında somutlaşmaktadır. Örneğin\ 2008 yılında kişisel weblogların %42’sinin haber içeriği barındırdığı açıklanmıştır (Technorati, 2009).8 Bir diğeri ise doğrudan gazetecilik yapmak amacıyla kurulan webloglar dolayımıyla, weblogların internet gazeteciliğinde üretimin ve sunumun bir “formatı” haline gelmesidir. Domingo ve Heinonen (2008: 6-11) gazetecilik yapmak amacıyla kurulan weblogların “gazetecilik rutinini ve kodlarını takip etmedikleri durumda bile güncel hakkında olabildiğince çok insana bilgi aktarmaları; tartışma ve yorumları mümkün olan en fazla insana ulaştırmaları” bağlamında geleneksel gazeteciliğe benzer bir görevi yerine getirerek gazetecilikle ilişkilendirilen toplumsal rolü benimsediklerini belirtmiştir. Doğrudan gazetecilik yapmak amacıyla kurulan webloglar diğer çevrimiçi haber kaynakları gibi kurumsal medyaya bağlı ya da kurumsal medyadan bağımsız olabilmektedir. Yurttaş weblogları, medya kuruluşlarından bağımsız, profesyonel düzeyde içerik üreticisi olmayan kişiler tarafından hazırlanan webloglardır. Kullanıcı weblogları olarak adlandırılabilecek ikinci grup webloglar da benzer şekilde profesyonel olmayanlar tarafından hazırlanmaktadır. Ancak bunlar medya kuruluşlarına ait internet siteleri üzerinden yayın yapmakta; kurumsallaşmış medyaya ait internet siteleri kullanıcı webloglarını barındırmaktadır. Gazeteci weblogları ve medya weblogları ise doğrudan profesyoneller tarafından hazırlanmaktadır. Gazeteci weblogları profesyonellerin kişisel webloglarıdır ve çalışılan kurumun internet sitesiyle ya da diğer webloglarıyla bağlantısı yoktur. Medya weblogları ise bir medya kuruluşu için profesyoneller tarafından ve profesyonel üretim ve sunum süreci içinde hazırlanan webloglardır. Medya weblogları haber değeri yüksek, özel olayların ve alanında uzman gazetecilerin hazırladıkları özel haberlerin ana haber sitesinde yayınlandıktan sonra detaylandırılması, gündemdeki önemli olaylara ilişkin bir tartışma platformunun oluşturulması gibi amaçlarla kurulmaktadır (Domingo ve Heinonen, 2008: 7-9). 8 2002’den itibaren weblogları kayıt altına alan Tecnorati şirketi 2004’ten itibaren de Blogosferin Durumu (State of the Blogosphere) başlıklı yıllık raporlar serisini yayınlamaktadır. Şirket 2009’dan sonra profesyonel, para kazanma amacıyla hazırlanan weblogları da listelemektedir. 28 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN Süreç Dönüşümü Odaklı İnternet Gazeteciliği Çalışmaları İletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliği çalışmalarının bir diğer hattı ise gazetecilikte süreç dönüşümünü inceleyen çalışmalardır. Bu çalışmaların hareket noktası teknolojik gelişimin ve yeni iletişim teknolojilerinin doğuşunun iletişim alanında teknolojik ilerlemenin ötesinde değişimlere neden olduğu iddiasıdır. Buna göre teknolojik gelişim ve yeni iletişim teknolojileri, temel özellikleri kullanıcının içerik üretim ve sunum sürecinin aktif bir katılımcısı olması, metin temelli içeriğin karşısında çokluortam içeriğin yükselmesi ve üretimde ve sunumda profesyonellere bağımlılığın kırılması olan “yeni bir iletişim ortamının” (Brandtzaeg, 2008: 14-15) doğuşunu sağlamıştır. Bu “yeni iletişim ortamının” gerektirdiği biçimde gazeteciliğin değişimi ve bu değişimin uğrakları olarak kullanıcının ürettiği içerik (user generated content) ile birleşme, gazetecilikte profesyonelliğin ve haber merkezlerinin değişimi süreç dönüşümü odaklı internet gazeteciliği çalışmaları içinde ele alınmaktadır. Brandtzaeg (2008: 14) kullanıcının ürettiği içerik kavramını “yenilikçi kullanıcılar” ifadesiyle internetteki “yeni ve üretken kullanım kalıpları” olarak açıklamıştır. Örnebring (2008: 772) ise kullanıcılarla profesyoneller arasında içerik üretiminde ve sunumundaki sınırların bulanıklaşmasına dikkat çekmiş ve kullanıcının ürettiği içerik kavramını internet gazeteciliğinde kullanılan etkileşim ve katılım temelli uygulamaları da kapsar biçimde kullanmıştır. Benzer şekilde Hermida ve Thurman (2008: 344) da kullanıcının içerik üretmesini “sıradan insanların profesyonellerin ürettiği yayınlara katılma veya katkı sunma olanağını da kapsayan bir süreç” olarak tanımlamıştır. Kullanıcının özgün içerik üretmesine vurgu yapan bir çalışmada (OECD, 2007) ise “profesyonel rutin ve pratiklerden bağımsız olarak üretilen ve belirli bir oranda yaratıcı çaba içeren internet üzerindeki kamuya açık içerik” tanımı geliştirilmiştir. Kamuya açık olma üretilen içeriğin internette paylaşılmasını; yaratıcı çaba içerme ise içeriğin özgünlüğünü, kullanıcının içeriği kendisinin üretmesini ya da profesyoneller tarafından üretilmiş içeriği işleyerek yeni bir içeriğe dönüştürmesini ifade etmektedir. Profesyonellikten bağımsızlık ise ticari bir kurum ile ilişkinin ve gelir amacının olmamasını ifade etmektedir (OECD, 2007: 1718). Kullanıcının ürettiği içerik kavramı, internet gazeteciliğinde kullanılan etkileşim ve katılım temelli uygulamaları da kapsayan geniş tanımı içinde düşünüldüğünde habere yorum yazma, haberi elektronik posta yoluyla bir başkasına gönderme, habere puan verme, haber sitelerindeki çevrimiçi anketlere katılma, haberi etiketleme (tagging) vb. biçimlerle başlangıcından itibaren internet gazeteciliğinin bir parçasıdır (Aydoğan, 2009: 191-191; Hermida ve Thurman, 2008: 345). Doğrudan kullanıcı tarafından üretilen özgün içeriğin internette gazetecilikle birleşmesinin ise çeşitli biçimleri bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi -internet gazeteciliğinin sınıflandırılmasında da aktarıldığı üzerehem kişisel weblogların hem de gazetecilik webloglarının ağ ortamında habere ve/ veya gazetecilik içeriğine erişimin yaygın birer platformu haline gelmesidir. Özellikle de içeriği kullanıcılar tarafından oluşturulan ve kurumsal haber siteleri üzerinden yayın yapan kullanıcı weblogları profesyonel üretim süreciyle kullanıcının ürettiği özgün içeriği birleştirme çabasının tipik bir biçimidir. Bir diğeri ise ağırlıklı olarak kullanıcının ürettiği Sayı 35 /Güz 2012 29 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği içeriği barındıran ve web 2.0,9 ya da sosyal medya olarak adlandırılan Facebook, Youtube, Twitter, MySpace, Tumblr, Linkedln gibi sosyal ağlar, paylaşım siteleri ve mikrobloglar gibi internette içerik üretiminin ve sunumunun yeni biçimleriyle/platformlarıyla birleşmedir. Bu platformlar da webloglar gibi hem habere ve/veya gazetecilik içeriğine erişmek amacıyla yaygın bir şekilde kullanılmakta hem de internet haber siteleri profesyonel üretim süreçleriyle bu platformlar olabildiğince birleştirilmektedir. Bu amaçla profesyonellerin ürettiği haberin ve/veya gazetecilik içeriğinin kullanıcılar tarafından bu platformlarda paylaşılmasına izin veren özellikler ve uygulamalar haber sitelerinde kullanılmakta; medya kuruluşları da bu platformlarda kurumsal sayfalar, hesaplar açarak içeriklerini bir kez daha dolaşıma sokmaktadır.10 Gazetecilikte profesyonelliğin değişimini inceleyen süreç dönüşümü odaklı çalışmalarda, profesyonellik tanımının değişimi ve internet gazeteciliği için profesyonellik tanımı yapılmasının sınırlayıcı olması, internet gazeteciliğinin yeni mesleki becerilere sahip profesyoneller gerektirmesi ve bu bağlamda da gazetecilik alanında yerleşik iş tanımlarının değişmesi başlıkları tartışılmaktadır. İnternet gazeteciliğinde profesyonellik tanımının değişimini ele alan çalışmaların vurgusu artan kullanıcı katılımı ve kullanıcıların ürettiği içeriğin internette profesyonel gazetecilikle birleşmesidir. Bardoel’e (1996: 284-296) göre internet gibi yeni iletişim teknolojileri kullanıcıların basılı medyadan görsel medyaya yöneldikleri ve kullanıcıların iletişim sürecinde daha aktif olduğu, profesyonellerin aracılığına bağımlılığın kırıldığı, yatay, etkileşimli, aracısız bir iletişim ortamı yaratmıştır. Böylesi bir iletişim ortamında da hem profesyoneller “enformasyon sunum zincirinin ikame edilemez bir parçası” olmaktan çıkmış hem de internet gibi yeni iletişim teknolojileri üzerinden gerçekleştirilen gazetecilikte profesyonellik değişmiştir. Bardoel (1996: 296-297) bu değişimi “yeni gazetecilik biçimleri” olarak nitelendirdiği “konumlandırıcı gazetecilik (orientating journalism)” ve “araçsal gazetecilik (instrumental journalism)” üzerinden tartışmıştır. Konumlandırıcı gazetecilik profesyonellere “toplumun geneline olaylara ilişkin arka plan bilgisinin yanı sıra açıklama ve yorum” sunma rolünü de yüklemektedir. Araçsal gazetecilikte ise profesyonellerin rolü “ilgilenen müşterilere düzenli olarak işlevsel ve uzmanlık gerektiren enformasyon” sağlamaktır. Profesyonelliğin değişimini tartışan bir başka yazar olan Trench (2003: 208) de benzer şekilde artan kullanıcı katılımı nedeniyle profesyonellerin üretimde ve sunumda sahip oldukları kontrolü yitirmeye başlamalarından, profesyonellerin aracılığına bağımlılığın kırılmasından hareket etmiştir. Ayrıca yeni iletişim ortamında kullanıcılar artan enformasyon miktarı ve çeşitlenen kaynaklar içinden kendi ilgi alanlarına ve tercihlerine uygun olanları tercih edebilmektedir. Bu değişimler profesyonellere, “olayları tekrar aktarmak yerine mevcut bolluk içinde okurları/kullanıcıları konumlandırma” görevini yüklemektedir. Bir başka ifadeyle Trench’e göre (2003: 208) yeni iletişim ortamında profesyonellerin üretim 9 2000’li yıllarda webin yeni bir dönemine girildiğini, internet iletişiminde paylaşım ve katılımın arttığı bir dönemin başladığını ifade etmek için kullanılan web 2.0 kavramını tartışan bir yazı için bkz. Aydoğan ve Başaran, 2012: 230-240. 10 Bu platformların gazetecilikle birleşmesi medya kuruluşlarının kurumsal yayın ilkelerini içeren metinleri yenilemelerine de neden olmuştur. Örneğin Reuters, Gazetecilik El Kitabı (Handbook of Journalism) başlıklı kurumsal yayın ilkeleri metnine sosyal medyaya ve paylaşım sitelerine ilişkin kuralları da eklemiştir (Wright, 2010). Benzer şekilde BBC ve AP de çalışanlarının bu platformları kullanırken dikkat etmeleri gerekenleri içeren resmi kullanım kılavuzu yayınlamıştır (Hamilton, 2011). 30 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN ve sunum sürecindeki konumu aktaran olmaktan çıkmış; “konuya ilişkin farklı bakış açılarını, gösteren bir bütünü sunan ve kullanıcıya rehberlik eden” bir konuma kaymıştır. İnternet gazeteciliğinde profesyonelliğin rehberlik etme doğrultusunda değişmesi gerektiği Beckett ve Mansell (2008: 96, 97) tarafından da vurgulanmıştır. Kullanıcıların iletişim sürecinde daha aktif olmaları, üretimin ve sunumun daha katılımcı olması hem kullanıcılarla ilişkiye geçmenin yeni yollarının bulunmasını ve etkileşim olanaklarının üretimde ve sunumda kullanılmasını hem de haber kuruluşlarının ve profesyonellerin neyin haber olduğunu belirleyen ve haberi üretip dağıtan olmaktan çıkmalarını gerektirmektedir. Haber kuruluşları ve profesyoneller haberin dolaşımını yönetecek, kullanıcıların habere erişimlerinde aracılık edecek şekilde de çalışmalıdır. İnternet gazeteciliğinde profesyonellik çerçevesi kurulmasının sınırlandırıcı olduğunu belirten çalışmalar ise, geleneksel medyayı da kapsar biçimde, profesyonelliği kuran net, üzerinde uzlaşılmış bir tanımın varlığı tartışmalıyken (Singer, 2003: 143, 147; Bardoel ve Deuze, 2001: 92-93) internet gazeteciliğinde profesyonelliğin tanımlanmasının daha da tartışmalı olduğunu belirtmektedir. Buna göre, “gazeteciliğin temel işlevleri olan haber toplama, seçim, yazma ve düzeltme faaliyetlerinden en az birinde ve kurumsallaşmış bir haber merkezine veya editoryal yapılanmaya bağlı olarak ücret karşılığında çalışılması” gibi profesyonellik ölçütleri (Deuze, 1999: 376-377) internet gazeteciliğinde tartışmalı hatta geçersizdir. Bu durum özelikle bir kuruma bağlı olmadan üretim ve sunum yapanların örneğin weblog yazarlarının resmi kurumların organizasyonlarını takip etmek üzere davet almaları üzerinden örneklendirilmektedir. Ayrıca kullanıcıların üretime ve sunuma katıldığı, üretimin ve sunumun profesyonellerin tekelinden çıktığı, üretici ve kullanıcı arasındaki sınırların bulanıklaştığı, profesyonellerin eşik bekçiliği rolünün aşındığı bir üretim ve sunum sürecine ilişkin profesyonellik sınırı çizmenin gereksiz olduğu belirtilmektedir (Friend ve Singer, 2007: 38-40). İnternet gazeteciliğinde profesyonelliğin değişimini, yeni mesleki becerilerin gerekmesi ve bu çerçevede de alanda yeni iş tanımlarının ortaya çıkması bağlamında tartışan çalışmaların hareket noktası ise internet gazeteciliğinde çokluortam üretimin ve sunumun ve kullanıcı katılımının öneminin artmasıdır. İnternet gazeteciliği, profesyonellerin “haberin hangi medya formatında kodlanıp sunulduğu takdirde daha iyi aktarılmış olacağına” karar verebilmelerini ve bu farklı medya formatlarının gerektirdiği sayısal donanımları ve bilgisayar yazılımlarını kullanabilmelerini (Yıldırım, 2010: 244-245; Deuze, 2003: 205; 2001) gerektirmektedir. Ayrıca internet gazeteciliğinde profesyonellerin ağ ortamında haberin dolaşımını yönetecek, gazeteciliği sosyal ağlarla birleştirerek yapabilecek becerilere de sahip olması beklenmektedir. Bu çerçevede iletişim alanında çalışacak kişilerin “çoğul becerili (multi-skilled)” olmaları, temel gazetecilik becerilerine ek olarak yeni medyanın gerektirdiği mesleki becerilere de sahip olmaları istenmektedir (Geray, 2008b). Bu değişim, iletişim alanındaki yerleşik iş tanımlarını da etkilemiş; geleneksel olarak yapılan işe ya da sahip olunan beceriye göre endüstrideki işlerin tanımlanması değişmeye başlamıştır. İnternet gibi yeni iletişim teknolojileri üzerindeki üretim ve sunum sürecinde çalışanlar kendi çalışma alanlarını “geleneksel medyanın, internet üzerinden dağıtımla ve bilgisayar temelli teknolojilerle yöndeşmesini de içerir biçimde metin, ses ve görüntü üretimi ve sunumu olarak” tarif etmeye başlamıştır (Christopherson, 2004: 544-545, 547-548). Bu değişim mevcut Sayı 35 /Güz 2012 31 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği uygulamalarla da birleşmiş; gazeteciliğin yerleşik iş tanımlarından farklı, sosyal medya editörü, sosyal medya analisti, arama motoru optimizasyonu (search engine optimization) uzmanı gibi iş tanımlarına sahip profesyoneller haber merkezlerinde istihdam edilmeye başlamıştır.11 Gazetecilikte süreç dönüşümü odaklı çalışmalarda tartışılan bir diğer değişim olan haber merkezlerinin değişiminde ise yeni iletişim ortamının gerektirdiği üretim ve sunum sürecinin gazeteciliğin yerleşik kurumsal örgütlenmesiyle yapılamayacağı, haber merkezlerinin çokluortam üretime ve sunuma, sosyal ağlarla birlikte çalışmaya uygun şekilde düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Haber merkezlerinin bu doğrultudaki değişiminde yöndeşme ve tümleşik haber merkezi olmak üzere iki model uygulanmaktadır. Yöndeşme sonucu medya endüstrisinde hız kazanan sektörel değişim, alanda yaşanan birleşme ve satın almalar gazetecilerin günlük pratiklerine televizyon, gazete, internet ve radyo gibi farklı mecralar için üretim ve sunum yapma zorunluluğunu getirmiş; “çapraz medya gazeteciliği (cross-media journalism)”, “yöndeşmiş gazetecilik (converged journalism)” uygulamaları hayata geçirilmeye başlamıştır (Erdal, 2009: 216). Quandt ve Singer (2009: 131-132) haber merkezlerinin yöndeşmesi konusunda detaylı bir model sunarak bu değişimi tartışmıştır. Buna göre haber merkezlerinde yöndeşme genellikle, gazete profesyonellerin televizyon için, televizyon profesyonellerinin de gazete için üretim ve sunum yapmaları ve her iki mecrada çalışanların da bağlı bulundukları grubun bir internet yayınına katkıda bulunmaları biçiminde işlemektedir. Böylesi bir biçim “tam yöndeşmeden” uzaktır ve temel güdü gelişmekte olan teknolojiye ve bununla ilişkili artan kullanıcı beklentilerine cevap verebilmektir. Medya kuruluşlarının teknoloji ve kullanıcı merkezli baskıyla baş edebilmelerinin en kolay yolu da bu tür bir yöndeşme biçimini uygulamaları ve sahibi oldukları bir mecrada üretilen içeriği kendilerine bağlı başka bir mecrada kullanma doğrultusunda haber merkezlerini yapılandırmalarıdır. İkinci ve daha yaygın olarak nitelendirilen biçimde ise profesyonellerden, bir tanesi çevrimiçi olmak üzere iki ayrı mecra için içeriği işlemeleri beklenmektedir. Böylesi bir yapılanmada profesyonellerin belirli bir mecra için içerik üretmek yerine, bir havuzdan içeriği alarak onu internet, cep telefonu gibi çevrimiçi mecralarda sunabilmek için farklı medya formatlarına göre işlemeleri temelinde haber merkezinde yöndeşme modeli hayata geçirilmektedir. Üçüncü biçimde ise “çevrimiçi aktarma platformu üzerinde tam yöndeşme” hedeflenmektedir ve bu biçim içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde ağırlıklı olarak internet üzerinde gerçekleşmektedir. Profesyonellerden internetin temel teknolojik özelliklerine ve sosyal bir platform olmasına uyum göstererek çokluortam niteliğinde, farklı mecralarda sunulabilecek üretim yapmaları beklenmektedir. Bu biçimde mecra temelli ayrım ve bu ayrıma göre örgütlenmiş haber merkezleri ortadan kalkmaktadır. Quandt ve Singer tarafından (2009: 131-132) üçüncü biçim olarak nitelendirilen bu yöndeşme modeli uygulamada tümleşik haber merkezinde somutlaşmaktadır. Yöndeşmiş gazeteciliğin tam tümleşmeye doğru evrildiği model, tümleşik haber merkezleri ise “medya kuruluşlarındaki fiziksel her türlü ayrımın ortadan kaldırılıp tek bir fiziki ortam içinde çoklu platformlar için haber üretiminin” yapıldığı; gazete, televizyon, internet için ayrı haber merkezlerinin, ayrı birimlerin olmadığı ve profesyonellerin bir haber merkezi 11 İnternet gazeteciliğinde profesyonelliğin değişimine ilişkin daha detaylı bir tartışma için bkz. Aydoğan, 2012. 32 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN içinde çokluortam niteliğinde üretim ve sunum yaptıkları (Geray, 2008c) bir yapılanmadır. Tümleşik haber merkezi hız, çokluortam içerik üretiminin ve sunumunun kurum içinde yapılabilmesi, üretilen içeriğin kullanıcının ürettiği içerikle birleştirilebilmesi ve kullanıcıyla etkileşimin arttırılabilmesi gibi noktalardan hareketle internet gazeteciliğinin “en iyi şekilde yapılabilmesinin yolu” imasını da barındırmaktadır. Gazetecilikte süreç dönüşümü odaklı çalışmalar ağ ortamında gazeteciliğin kullanıcıyla kurulan ilişki, profesyonellik ve kurumsal örgütlenme gibi düzeylerde bütünsel bir değişim yaşadığını belirtmektedir. Bu değişim sonucunda da ağ ortamında gazeteciliğin aldığı biçim Geray (2008a) tarafından “teknolojik yöndeşmenin sağladığı ortam içinde yeni bir kullanıcı profilinin oluştuğu, üretimde ve sunumda bu kullanıcı profilinin tercihlerinin ve isteklerinin de karşılanmasını gerektiren, haberin ötesinde haber ve hizmet toplamının oluşturduğu içeriğin etkileşimli ve çokluortam niteliğinde sunulduğu” ağ ortamında “melez yayınlara” dönüşmüş bir gazetecilik olarak açıklanmıştır.12 İnternet gazeteciliğinin daha demokratik ve katılımcı bir gazetecilik olma potansiyeli iletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliğini ele alan her üç ana gruptaki çalışmalarda da -temel sorunsal olmamakla birlikte- ele alınmaktadır. Yeni iletişim teknolojileri kitle iletişim araçlarıyla karşılaştırıldığında görece düşük maliyet, sansür ve denetim zorluğu gibi avantajlara sahip olması, eşitsiz de olsa hızla yaygınlaşmaları ve etkileşim özelliği dolayımıyla küresel düzeyde örgütlenmiş dev holdinglerinin belirleyiciliği altındaki iletişim sürecinin karşısında, ona alternatif bir iletişim sürecinin mecrası olarak görülmektedir. Bu bağlamda da internet gazeteciliğinin daha demokratik ve katılımcı bir gazetecilik olma, geleneksel mecralardaki gazeteciliğin yanlılığını aşma ve geleneksel medyada temsil olanağı bulamayanlara seslerini duyurma olanağı sunma potansiyeli, alternatif medya, yurttaş gazeteciliği, katılımcı gazetecilik, radikal medya, etkileşimli gazetecilik vb. kavramlarla birlikte tartışılmaktadır (Aydoğan ve Başaran, 2012). Genellikle birbiri yerine geçecek şekilde ve alternatif medya genelleştirmesiyle kullanılmalarına rağmen bu kavramlar arasında fark vardır. Farklılaşma kullanıcıların haber üretimine ve sunumuna katılabilme düzeyinden, üretimin ve sunumun profesyonellerle birlikte yapılıp yapılmadığından, ticari medya kuruluşlarıyla ilişkinin olup olmamasından kaynaklanmaktadır. Örneğin\ yurttaş gazeteciliği kullanıcıların haber üretimi ve sunumu yapmalarını ve kurumsallaşmış medyadan bağımsız olmayı ifade ederken (Nip, 2006: 218; Gillmor, 2004) etkileşimli gazeteciliğin ve katılımcı gazeteciliğin medya kuruluşlarından bağımsız olma gibi bir vurgusu yoktur. Katılımcı gazetecilikte medya kuruluşunun kullanıcıların üretime ve sunuma katılmalarına olanak sunması etkileşimli gazetecilikte ise kullanıcıların geri besleme sunma, habere yorum yapma gibi uygulamaları kullanabilmeleri yeterli görülmektedir (Nip, 2006: 216218). Alternatif medya tartışmaları ise yeni iletişim teknolojilerinin geliştirilmesiyle başlamadığı gibi sadece ticari medya sisteminden bağımsız bir üretim ve sunum sürecini de ifade etmemektedir. Alternatif medya “yerleşik ve kurumsallaşmış siyaseti açıkça reddeden veya ona meydan okuyan” (Mutlu, 2004: 21-22) bir içerik üretim ve sunum sürecini, medyanın yapılanmasının ve içeriğinin bu doğrultuda olması gerektiğini içeren bir tartışmadır. Bu nedenle de toplumsal muhalefetle yakından ilişkilidir. 12 Vurgular tarafımdan eklenmiştir. Sayı 35 /Güz 2012 33 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği İnternet gazeteciliğinin daha demokratik bir gazetecilik olma potansiyeline ilişkin tartışmalarda asıl dikkat çekici olan ise bu beklentinin hem ticari medya kuruluşlarının hem de ticari medya sistemini eleştiren kesimlerin söylemine yerleşmiş olmasıdır. Ticari medya sistemini eleştirenler internet üzerinde gazeteciliğin tekrar kamu faydası için yapılabileceğine inanmaktadır. Ticari medya kuruluşları ise interneti “geniş, yeni bir pazar, elverişli bir dağıtım sistemi ve kamu gazeteciliğinden doğru açığa çıkan eleştirileri bastırmaya yarayacak meşru bir söylemin yolu” olarak kullanmaktadır (Scott, 2005: 9192). Sonuç İletişim araştırmalarında internet gazeteciliğini 1970’li ve 80’li yıllarda haber merkezlerinin editoryal işleyişinin bilgisayarlaşmasından (Törenli, 2005: 172-173; Garrison, 1998: 19) farklı olarak, gazeteciliğin üzerinde yapıldığı yeni mecranın teknolojik özelliklerinin gerektirdiği biçimde şekillenen, üretimin ve sunumun işleyişinin, kullanıcıyla kurulan ilişkinin, haber merkezlerinin yapılanmasının, profesyonellerin üretim ve sunum sürecindeki rollerinin ve sahip olmaları gereken mesleki becerilerin değiştiği, yeni bir gazetecilik olarak nitelendiren çalışmalar yoğunluktadır. Dahlgren’in (1996: 60, 63-64) ifadesiyle belirtmek gerekirse “belirli teknolojik koşulların ve belirli bir kurumsal ve örgütsel yapılanmanın” biçimlendirdiği bir pratik olarak gazetecilik, internet gibi yeni bir mecra üzerinden yapılmaya başladığında bu yeni mecranın özellikleri ve bunların iletişim alanına getirdiği olanaklar doğrultusunda biçimlenmiştir. İnternet gazeteciliğinin kendisine özgü bir “medya mantığı” vardır ve internetin birbiriyle ilişkili etkileşim, bağlanabilirlik, çokluortam, arşivleyebilme, sayısallaşma özellikleri “internet gazeteciliğinin medya mantığının merkezinde yer alarak internet gazeteciliğinin formatlarını” belirlemektedir (Dahlgren, 1996: 63-64). İletişim araştırmalarında internet gazeteciliğini böyle bir yaklaşımla ele alan çalışmalar teknolojik belirlenimciliğe yaslanmakta ve internet gazeteciliğinin “ideal bir modelini” sunmaya odaklanmaktadır. Bu ideal model, belirli bir zamana ve yere bağlı olmayan ve teknolojik gelişmenin getirdiği olanakların içerik üretiminde ve sunumunda kullanılıp bunun gerektirdiği değişimlerin haber merkezlerinde ve kurumsal örgütlenmede uygulanmasıyla hayata geçirilebilecek bir internet gazeteciliği betimlemektedir. İnternet gazeteciliğinin ideal modeli ayrıca yeni iletişim teknolojilerinin kitle iletişiminden içerik, üretim ve tüketim aşamalarında farklılaşan yeni bir iletişim ortamı yarattığı ve gazeteciliğin bu yeni iletişim ortamının gerektirdiği şekilde değişmesinin kaçınılmaz olduğu argümanıyla da desteklenmektedir. İnternet gazeteciliğinin ideal modeli internet gazeteciliğine ilişkin sınırlı bir açıklama sunmanın ötesine geçememektedir. Her şeyden önce ideal model internet gazeteciliğini medya endüstrisinin dışında konumlandırmaktadır. Dolayısıyla da internet gazeteciliğinin alandaki aktörler açısından yarattığı fırsatlar ve tehditler, aktörlerin bu fırsatlar ve tehditler karşısındaki konumlanışları analiz dışında kalmakta; internet gazeteciliğinin içinde gerçekleştiği koşulların internet gazeteciliğinin gelişimiyle ve yapılma biçimiyle ilişkisi dikkate alınmamaktadır. İnternet gazeteciliğinin ideal modelinin bir diğer sınırlılığı ise internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin medya içeriğinin üretim ve tüketim süreçlerine getirdiği 34 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN olanakları ve sunumda yaşanan teknolojik değişimleri dikkate alırken internetin medya metinlerinin dağıtımı için yeni bir altyapı olmasının medya endüstrisi açısından etkisini göz ardı etmesidir. Medya içeriğinin, metinlerinin internet gibi yeni bir altyapı üzerinden dağıtılmaya başlaması içeriğin üretim ve sunum süreçlerine ilişkin endüstrinin sahip olduğu “yerleşik kuralları” etkilemiştir. Özellikle internetin teknolojik yöndeşme sonucu farklı iletişim biçimlerini ve medya formatlarını üzerinde buluşturan ortak bir platform olması “içerikle dağıtım teknolojisi arasında daha önceleri mevcut olan ve farklı mecraların tüketim kalıpları ve iş mantığı üzerindeki temel kısıtlılıkları oluşturan ayrımları” geçersiz kılmış, bu da medya içeriğinin dağıtımında “medya endüstrisinin yerleşik iş yapma biçimini” etkilemiştir. Ayrıca internet, iletişim sürecinde tarafların birbirleriyle doğrudan iletişime geçebilmeleri, medya metinlerinin daha seçici tüketimi, editoryal süreçle reklam arasındaki sınırın aşınması, pazara giriş maliyetinde ucuzlama, medya içeriğinin yerleşik tüketim kalıplarının (pattern) değişmesi gibi noktalarda da medya içeriğinin üretimiyle ve dağıtımıyla ilişki içermekte ve bu alanlarda endüstrinin yerleşik kurallarını ve iş mantığını etkilemektedir (Sparks, 2004: 311-316). Schiller (1999: 97-99) medya tarihinin, “dağıtım üzerindeki kontrolün pazar kontrolünü sağladığını” gösteren örnekler içerdiğini ve medya endüstrisinin internet üzerinden içerik üretimine ve sunumuna yatırım yapmaya başlamasında da bu yeni dağıtım altyapısını kontrol etme istekliliğinin belirleyici olduğunu belirtmiştir. Buna göre internet sadece yeni bir dağıtım altyapısı olarak belirmesiyle medya endüstrisinin yerleşik yapılanmasına karşı bir tehdit yükseltmemiş, aynı zamanda daha önceleri ayrı olan medya ürünlerini ve programlarını ortak bir platform üzerinde buluşturması nedeniyle, medya ürünlerine ve programlarına ilişkin yerleşik gelir yöntemlerinin ağ üzerinde nasıl devam ettirilebileceği sorusunu da doğurmuştur. Böylesi bir değişim içinde medya endüstrisi hem gelir elde edebilme sorunuyla hem de internet içeriği alanına yaptığı yeni yatırımların mevcut içerik yatırımlarını etkilemesinin nasıl engellenebileceği sorunuyla karşı karşıya kalmıştır (Schiller, 1999: 97-99). İnternet gazeteciliğinin ideal modeli, iletişim alanında üretim, dağıtım ve tüketim aşamalarında yaşanan değişimleri teknolojik gelişimle açıklama noktasında “önceki iletişim araçları sistemlerinden kesin bir kopuşun” yaşandığı iddiasını da içermektedir ve bu özellikle yeni iletişim teknolojileriyle “ekonomik ve politik seçkinlerin iktidarının gerilediğinin ve kullanıcıların kontrolü ele aldıklarının” belirtildiği iyimser beklentilerin dayanağı durumundadır. Teknolojik belirlenimciliğin yeni bir biçiminin üretilmesi olan bu durum yeni iletişim teknolojilerinin etkileşim gibi özelliklerinin ve bu teknolojiler üzerinden sunulan yeni içerik ve hizmetlerin içinde bulunduğumuz dönemde internet üzerindeki etkin pazarlama faaliyetleriyle birleşerek artan ticarileşmenin parçası olduklarını ve medya endüstrisinde bu bağlamda bir devamlılık yaşandığını gözden kaçırmaktadır (Murdock, 2004: 21). Bu eksiklikler çerçevesinde bakıldığında internet gazeteciliğinin ideal modeli, internet gazeteciliğini, kuramsal öncülü sanayi sonrası toplum tartışmaları olan enformasyon toplumu yaklaşımı çerçevesinde yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerini, bu teknolojiler üzerinden sunulan yeni hizmetleri ve küresel düzeyde “serbest” akan enformasyonu uygulandıkları her alandaki değişimlerin temel belirleyeni olarak kavrayan evrimci yaklaşımın (Başaran, 2010: 67, 72; Geray, 2003: 123; Kumar, 1999: 26, 31) içine yerleştirmenin ötesine geçememektedir. Sayı 35 /Güz 2012 35 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği İnternet gazeteciliğinin ideal modeline mesafeli, internet gazeteciliğinin yapılma biçimini ve internet gazeteciliğinde farklı dönemlerde yükselen farklı eğilimleri bütüncül bir şekilde analiz edebilmek için iletişim çalışmaları içinde internet gazeteciliğine ilişkin bağlamsal çalışmaların geliştirilmesi gerekir. Bağlamsal çalışmalar her şeyden önce teknolojik değişim ve gelişmelerin iletişim alanındaki yansımalarını tamamen göz ardı etmeyen ancak indirgemeci de olmayan bir bakış açısıyla internet gazeteciliğinin teknolojik çerçevesini oluşturan teknolojik değişim sürecini tarihsel bağlamı içinde ve içerdiği ticarileşme, şirket kontrolünün genişlemesi gibi dinamikleri dikkate alarak değerlendirilmelidir. Bağlamsal çalışmaların dikkate alması gereken bir diğer nokta ise internet gazeteciliğinde içerik üretim ve sunum süreçlerindeki uygulamaların ya da ideal model çerçevesinde uygulanması gerektiği belirtilen özelliklerin teknolojik gelişmeleri takip etme dışında asıl olarak internet içerik ve reklam endüstrisindeki gelişmelerle, endüstrinin talepleriyle bağlantılı olduğudur. Bu noktada özellikle kullanıcının ürettiği içerikle birleşme, çoklu ortam içerik üretimine ve sunumuna yönelme gibi internet gazeteciliğinin “olmazsa olmazlarının” internet gazeteciliği gelir modelleriyle ve geliri en çoğa çıkartma arzusuyla ilişkisi dikkate alınmalıdır. İnternet gazeteciliğinin idealize edilmesi yerine internet gazeteciliğine ilişkin bağlamsal çalışmaların iletişim alanında yükselmesi, internet gazeteciliğini teknolojik gelişmenin doğal bir sonucu olarak kavramak yerine doğuşunda, gelişiminde ve biçimlenmesinde piyasa koşullarının ve medya endüstrisindeki yeniden yapılanmaların etkisinin görülebildiği, internet gazeteciliği etrafında kurulan katılımcı ve demokratik bir gazetecilik olma, büyük medya kuruluşlarının alandaki hakimiyetinin sona ermesi gibi iyimser beklentilerin daha gerçekçi değerlendirilebildiği, bu beklentilerin kendiliğinden değil kamu faydasını dikkate alan politikaların uygulanmasıyla gerçekleşebileceğini dikkate alan, internet gazeteciliğini bir endüstri olarak kavrayan bütüncül ve gerçekçi bir bakış açısına sahip analizlerin yapılmasını sağlayacaktır. Kaynakça Allan, Stuart, (2006). Online News: Journalism and the Internet, Berkshire: Open University Press. Atikkan, Z. ve Tunç, A. (2011). Blogdan Al Haberi: Haber Blogları, Demokrasi ve Gazeteciliğin Geleceği Üzerine, İstanbul: YKY. Aydoğan, Aylin, (2012). “İnternet Gazeteciliğinde Profesyonelliğin Değişimi”, Ömer Özer (der.), Haberi Eleştirmek: Araştırma Alanlarına Göre Eleştirel Haber Çalışmaları, İstanbul: Literatürk, s.305-331. Aydoğan, A. ve Başaran, F., (2012). “Yeni Medyayı Alternatif Medya Bağlamında Anlamak”, Ömer Özer (der.), Alternatif Medya Alternatif Gazetecilik: Türkiye’de Alternatif Gazetecilik Üzerine Değerlendirmeler, İstanbul: Literatürk, s.213-246. 36 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN Aydoğan, Aylin, (2009). “Analyzing Corporatization of User Generated Content in Case of Turkey”, Bartolomeo Sapio vd. (der.), The Good, the Bad and the Challenging: The User and the Future of Information and Communication Technologies, Slovenia: ABS-Center, s.190-195. Aydoğan, Aylin, (2005). “İnternet’te Geleneksel Medya”, Funda Başaran ve Haluk Geray (der.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s.259-285. Bardoel, J. ve Deuze, M., (2001). “Network Journalism: Converging Competences of Media Professionals and Professionalism”, Australian Journalism Review, 23(2), s.91103. Bardoel, Jo, (1996). “Beyond Journalism: A Profession between Information Society and Civil Society”, European Journal of Communication, 11(3), s.283-302. Başaran, Funda, (2010). İletişim Teknolojileri ve Toplumsal Gelişme: Yayılmanın Ekonomi Politiği, Ankara: Ütopya. Beckett, C. ve Mansell, R., (2008). “Crossing Boundaries: New Media and Networked Journalism”, Communication, Culture & Critique, 1(1), s.92-104. Boczkowski, Pablo J., (2004). Digitizing the News: Innovation in Online Newspapers, Massachusetts: MIT Press. Boczkowski, Pablo J., (2002). “The Development and Use of Online Newspapers: What Research Tells Us and What We Might Want to Know”, Leah A. Lievrouw ve Sonia Livingstone (der.), The Handbook of New Media, London: Sage, s.270-286. Brandtzaeg, Petter Bae, (2008). “The Innovators in the New Media Landscape: User Trends and Challenges in the Broadband Society”, Bartolomeo Sapio vd. (der.), The Good, the Bad and the Unexpected: The User and the Future of Information and Communication Technologies, Luxembourg: Office for Official Publications of the European Communities, s.14-28. Carlson, Matt, (2007). “Order versus Access: News Search Engines and the Challenge to Traditional Journalistic Roles”, Media, Culture & Society, 29(6), s.10141030. Çaplı, Bülent, (2002). Medya ve Etik, Ankara: İmge Kitabevi. Christopherson, Susan, (2004). “The Divergent Worlds of New Media: How Policy Shapes Work in the Creative Economy”, Review of Policy Research, 21(4), s.543-558. Dahlgren, Peter, (1996). “Media Logic in Cyberspace: Repositioning Journalism and Its Publics”, Javnost - The Public, 3(3), s.59-72. Deuze, Mark, (2008). “Epilogue: Toward a Sociology of Online News”, Chris Paterson ve David Domingo (der.), Making Online News: The Ethnography of New Media Production, New York: Peter Lang, s.199-209. Sayı 35 /Güz 2012 37 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği Deuze, Mark, (2004). “What is Multimedia Journalism?”, Journalism Studies, 5(2), s.139-152. Deuze, Mark, (2003). “The Web and its Journalisms: Considering the Consequences of Different Types of Newsmedia Online”, New Media & Society, 5(2), s.203-230. Deuze, Mark, (2001). “Online Journalism: Modelling the First Generation of News Media on the World Wide Web”, First Monday, 6(10). Deuze, Mark, (1999). “Journalism and the Web: An Analysis of Skills and Standards in an Online Environment”, International Communication Gazete, 61(5), s.373-390. Domingo, D. ve Heinonen, A., (2008). “Weblogs and Journalism: A Typology to Explore the Blurring Boundaries”, Nordicom Review, 29(1), s.3-15. Domingo, David, (2008). “Inventing Online Journalism: A Constructivist Approach to the Development of Online News”, Chris Paterson ve David Domingo (der.), Making Online News: The Ethnography of New Media Production, New York: Peter Lang, s.1528. Domingo, David, (2005). “The Difficult Shift from Utopia to Realism in the Internet Era. A Decade of Online Journalism Research: Theories, Methodologies, Results and Challenges”, http://www.makingonlinenews.net/docs/domingo_amsterdam2005.pdf (Erişim: 5 Nisan 2011). Elliott, Deni, (2009). “Essential Shared Values and 21st Century Journalism”, Lee Wilkins ve Clifford G. Christians (der.), The Handbook of Mass Media Ethics, New York: Routledge, s.28-39. Erdal, Ivar John, (2009). “Cross-Media (Re)Production Cultures”, Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies, 15(2), s.215-231. Friend, C. ve Singer J. B., (2007). Online Journalism Ethics: Traditions and Transitions, New York: M.E. Sharpe Inc. Garrison, Bruce, (1998). “Coping with New Technologies in the Newsroom”, Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies, 4(4), s.18-25. Geray, Haluk, (2011). “Dünyada Gazetecilik ve Teknoloji (2)”, http://www.birgun. net/writer_index.php?category_code=1186995173&news_code=1294926373&day=13 &month=01&year=2011#.UIU2mG9OufU (Erişim: 13 Ocak 2011). Geray, H. ve Aydoğan A., (2010). “Yeni İletişim Teknolojileri ve Etik”, Bülent Çaplı ve Hakan Tuncel (der.), Televizyon Haberciliğinde Etik, Ankara: Fersa Matbaacılık, s.305-321. Geray, Haluk, (2008a). “Yeni Çağın Gazeteciliği (2)”, http://www.birgun.net/ writer_index.php?category_code=1186995173&news_code=1207184445&year=2008& month=04&day=03#.UHQz35hOufU (Erişim: 3 Nisan 2008). 38 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN Geray, Haluk, (2008b). “Yeni Çağın Gazeteciliği (3)”, http://www.birgun.net/ writer_index.php?category_code=1186995173&news_code=1207788060&year=2008& month=04&day=10#.UMWkYeQyJEU (Erişim: 10 Nisan 2008). Geray, Haluk, (2008c). “2008’de Haber Merkezleri (3)”, http://www.birgun.net/ writer_2008_index.php?category_code=1186995173&news_code=1225928962&year= 2008&month=11&day=06#.UMXNuOQyJEV (Erişim: 6 Kasım 2008). Geray, Haluk, (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları, Ankara: Ütopya. Gillmor, Dan, (2004). We the Media: Grassroots Journalism by the People, for the People, Sebastopol: O'Reilly Media, Inc. Google, (2011). “Google News Highlights Unique Content With Editors’s Picks”, http://googleblog.blogspot.com/2011/08/google-news-highlights-unique-content.html (Erişim: 25 Temmuz 2011). Google News, (2011). “About Google News”, http://www.google.com/intl/en_us/ about_google_news.html (Erişim: 16 Mayıs 2011). Hamilton, Chris, (2011): “Updated Social Media Guidance for BBC Journalists”, http://bbc.in/opA4mZ (Erişim: 11 Eylül 2011). 308. Hermida, Alfred, (2010). “Twittering the News”, Journalism Practice, 4(3), s.297- Hermida, A. ve Thurman N., (2008). “A Clash of Cultures: The Integration of UserGenerated Content within Professional Journalistic Frameworks at British Newspaper Websites”, Journalism Practice, 2(3), s.343-356. İnal, Ayşe, (1996). Haberi Okumak, İstanbul: Temuçin. Kaplan, A. M. ve Haenlein, M., (2010). “Users of the World, Unite! The Challenges and Opportunities of Social Media”, Business Horizons, 53(1), s.59-68. Kopper, G. G. vd., (2000). “Research Review: Online Journalism-A Report on Current and Continuing Research and Major Questions in the International Discussion”, Journalism Studies, 1(3), s.499-512. Kumar, Krishan, (1999). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma: Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Mehmet Küçük (çev.), Ankara: Dost. Lomborg, Stine, (2009). “Navigating the Blogosphere: Towards a Genre-based Typology of Weblogs”, First Monday, 14(5). Mitchelstein, E. ve Boczkowski, P. J., (2009). “Between Tradition and Change: A Review of Recent Research on Online News Production”, Journalism, 10(5), s.562-586. Murdock, Graham, (2004). “Past the Posts: Rethinking Change, Retrieving Critique”, European Journal of Communication, 19(1), s.19-38. Sayı 35 /Güz 2012 39 İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği Mutlu, Erol, (2004). İletişim Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat. Nip, Joyce Y. M., (2006). “Exploring the Second Phase of Public Journalism”, Journalism Studies, 7(2), s.212-236. OECD, (2007). Participative Web and User-Created Content: Web 2.0, Wikis and Social Networking, Paris. Örnebring, Henrik, (2008). “The Consumer as Producer-of What?”, Journalism Studies, 9(5), s.771-785. Pavlik, John Vernon, (2001). Journalism and New Media, New York: Columbia University Press. Pavlik, John Vernon, (2000). “The Impact of Technology on Journalism”, Journalism Studies, 1(2), s.229 -237. Pavlik, John Vernon, (1999). “New Media and News: Implications for the Future of Journalism”, New Media & Society, 1(1), s.54-59. Schiller, Dan, (1999). Digital Capitalism, USA: MIT Press. Scott, Ben, (2005). “A Contemporary History of Digital Journalism”, Television and New Media, 6(1), s. 89-126. Singer, Jane B., (2003). “Who are these Guys?: The Online Challenge to the Notion of Journalistic Professionalism”, Journalism, 4(2), s.139-163. Sparks, Colin, (2004). “The Impact of the Internet on the Existing Media”, Andrew Calabrese ve Colin Sparks (der.), Toward a Political Economy of Culture: Capitalism and Communication in the Twenty-First Century, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, s.307-326. Stanyer, James, (2009). “Web 2.0 and the Transformation of News and Journalism”, Andrew Chadwick ve Philip N. Howard (der.), Routledge Handbook of Internet Politics, New York: Routledge, s.201-213. Steensen, Steen, (2011). “Online Journalism and the Promises of New Technology”, Journalism Studies, 12(3), s.311-327. Technorati, (2009). “State of the Blogosphere: 2009”, http://technorati.com/socialmedia/feature/state-of-the-blogosphere-2009 (Erişim: 22 Ekim 2010). Thurman, Neil, (2007). “The Globalization of Journalism Online: A Transatlantic Study of News Websites and their International Readers”, Journalism, 8(3), s.285-307. Törenli, Nurcan, (2005). Bilişim Teknolojileri Temelinde Haber Medyasının Yeniden Biçimlenişi: Yeni Medya, Yeni İletişim Ortamı, Ankara: Bilim ve Sanat. Trench, Brian, (2003). “New Roles for Users in Online News Media? Exploring the Application of Interactivity through European Case Studies”, Jan Servaes (der.), The European Information Society: A Reality Check, Bristol: Intellect, s.205-223. 40 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Aylin AYDOĞAN Yıldırım, Besim, (2010). “Gazeteciliğin Dönüşümü: Yöndeşen Ortam ve Yöndeşik Gazetecilik”, Selçuk İletişim, 6(2), s.230-253. Quandt, T. ve Singer, J. B., (2009). “Convergence and Cross-Platform Content Production”, Karin Wahl-Jorgensen ve Thomas Hanitzsch (der.), The Handbook of Journalism Studies, New York: Routledge, s.130-144. Wright, Dean, (2010). “Social Media: Some Principles and Guidelines”, http://reut. rs/946smW (Erişim: 2 Şubat 2011). Sayı 35 /Güz 2012 41 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme The Reflections of Neo-Liberal Policies to the News Media in Turkey: A Study on Economy News of Mainstream Media Fulya ŞEN Yrd. Doç. Dr., Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected] Zakir AVŞAR Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected] Anahtar Kelimeler: neoliberalizm, medya endüstrisi, anaakım medya, kamusal sorumluluk Keywords: neoliberalism, media industry, mainstream media, public responsibility Öz Medya, toplumsal yapının siyasî ve ekonomik yeniden üretiminin önemli araçlarından biri olarak meta üretimi kuralları içinde hareket etmektedir. Türkiye’de medya, ekonomik ilişkiler ağı içinde siyasî iktidara bağımlı bir durumdadır. Güç/ iktidar ilişkileriyle örülü toplumsal alana ilişkin anlam çerçeveleri oluşturan haberlerin, bu egemen ilişkileri sorgulayan ve eleştiren bir içerikten yoksun olduğu görülmektedir. Ekonomi haberlerinin çerçevesi, medyanın ekonomik ve sosyal haklara odaklı çoğulcu ve eşitlikçi bir anlayışı dışladığını ve neoliberal ideoloji ile uyumlu olduğunu göstermektedir. Bu çalışmanın amacı, günümüzde demokratik bir toplumda medyanın rolünü tartışmak, sermayenin kontrolünde olan medyanın kamusal sorumluluk anlayışından uzaklaştığını ve sınıf temelli eşitsizlikleri haber konusu yapmadığını ortaya koymaktır. Bu çalışmada, neoliberalizme eklemlenmiş anaakım medyayı temsil eden Hürriyet ve Sabah’ın ekonomi haberleri konular ve aktörler açısından incelenmiştir. Abstract Media is one of the most important means of political and ideological reproduction of social structure and has moved within rules of commodity production. Media depends on political power in network of economic relations in Turkey. It is seen that news which constructs the frame of meaning related to public sphere surrounded by power relations lacks a content questioning and criticizing dominant relationship. The frame of economy news shows that media excludes pluralist and egalitarian understandings focused on economic and social rights and conforms with neoliberal ideology. The aim of this study is to debate the role of media in a democratic society today and to prove that media under the control of capital has become far from the understanding of public responsibility and been unable to deal with issues of inequality based on class. In this sudy, economy news of Hürriyet and Sabah newspapers, representing mainstream media integrated with neoliberalism, is examined in terms of topics and actors. Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme Giriş Günümüzde günlük yaşam pratiklerine daha fazla nüfuz eden ve tüm toplumsal ilişkileri etkileyen medya, toplumsal denetimin ve değişimin başlıca araçlarından biri olarak önemli bir güç ve iktidar kaynağıdır. Modern toplumlarda bireyler kendi deneyimleri dışında kalan dünyayı büyük ölçüde medyanın kendilerine sunduğu çerçeveler içinde kavramakta ve anlamlandırmaktadır. Bir üst yapı kurumu olarak ideoloji üretmesinin yanı sıra medya, ekonomik bir etkinlik alanı oluşturmakta ve teknik alt yapısı, istihdam potansiyeli, üretim ve tüketim süreçleriyle serbest piyasa sisteminde yer alan diğer ticarî kuruluşlarla aynı mantığa göre işlemektedir. 1980’lerden sonra dünyaya egemen olan neoliberalizme dayalı küreselleşme sürecinde medya-sermaye-devlet üçgeninde yeni bir endüstri inşa edilmiştir. Gelinen noktada medya, topluma haber ve bilgi aktarma işleviyle yüklü kamusal hizmet üreten bir kurum olmaktan uzaklaşmış, kamusal sorumluluğunu yerine getirmekle yükümlü gazetecilik mesleğinin pratikleri dönüşüme uğramıştır. Böyle bir ortamda medyanın toplumsal rolünün sorgulanması gerekmektedir (Kaya, 2009). Türkiye’de 1980’den sonra uygulanan neoliberal politikalar sonucunda medya sektöründe sahiplik yapısı büyük ölçüde değişmiştir. 1990’larda radyo ve televizyon yayıncılığında devlet tekelinin sona ermesinin ardından, büyük holdingler dikey ve yatay birleşmeler aracılığıyla sektörün tüm alanlarına egemen olmaya başlamıştır. Medya sektöründe çapraz birleşmeleri engelleyen, basın özgürlüğünü ve medyada çoğulculuğu güvence altına alan ve medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmelerini engelleyen yasal düzenlemelerin eksikliği nedeniyle büyük sermaye grupları ve iktidar arasında organik ilişkiler ağı oluşmuştur. Neoliberalizmin kamu sektörünü radikal bir biçimde dönüştürmesiyle birlikte özellikle yayıncılık alanı olmak üzere pek çok alanda kamu hizmeti ve kamu yararı anlayışı da terk edilmiştir. Medya sermayesi, tekelleşme ve uluslararasılaşma yönünde bir eğilim göstermiş ve bunun sonucunda alternatif medya olanakları zayıflamıştır. Büyük sermayenin oyun alanının genişlemesi sürecinde medyadaki çalışma ilişkilerinin yapısı da değişmiş ve sendikasızlaştırma politikaları egemen olmuştur. Bu süreçte, medya yöneticilerinden oluşan yeni bir sınıf yaratılmış ve bu sembolik seçkinler, medyanın ideolojik işlevlerine yeni bir boyut getirmiştir. Bütün bunlar, toplumsal eşitlik ve özgürlük gibi temel değerler üzerinde aşındırıcı bir etki yapmıştır. Yeni medya düzeninde neoliberal politikalara karşı çıkabilecek toplumsal güçler ekonomik, siyasî ve ideolojik olarak bu alanın dışına itilmişlerdir. Sektördeki yoğunlaşmanın gazetecilik pratiklerini değiştirmesiyle birlikte haber medyası, medya yöneticileri ile ekonomik ve siyasî iktidarın etki alanına girmiştir. Güç/iktidar ilişkileriyle örülü toplumsal alana ilişkin anlam çerçeveleri oluşturan ve mevcut güç/iktidar ilişkilerini yeniden üreten haber metinleri, bu egemen ilişkileri sorgulayan ve eleştiren bir içerikten yoksundur. Anaakım medyanın hak ihlallerini haber yapmaması ve madunları (yoksulları, kadınları, çocukları) temsil etmemesi demokrasilerde medyanın kamusal sorumluluğu üzerinde düşünmek için tartışılması gereken temel sorunlardır. Ekonomi haberlerinde sendikalar, işçi hakları, sosyal güvenlik, yoksulluk gibi konular yerine iş ve finans dünyası, kamu-özel sektör işbirliği gibi daha çok sermaye kesimine yönelik konulara yer verilmektedir. Ekonomi haberlerinin çerçevesi, medyanın ekonomik ve sosyal haklara odaklı çoğulcu ve eşitlikçi bir anlayışı dışladığını ve neoliberal ideoloji ile uyumlu olduğunu göstermektedir. 43 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR Bu çalışmanın amacı, medyanın bir endüstriye dönüşmesiyle birlikte kamusal sorumluluk anlayışının nasıl içinin boşaltıldığını ortaya koymak, böylece günümüzde medyanın demokrasiye katkılarını tartışmak ve toplumsal eşitlik idealinin medya eliyle nasıl zayıflatıldığını göstermektir. Bu tartışma; medya sermayesinin oluşumunu, yapısal özelliklerini, medya aktörlerinin sınıfsal konumunu ve siyasî iktidarla organik ilişkilerini temel alan eleştirel ekonomi-politik bir perspektiften yapılmıştır. Bu çalışmada, neoliberalizme eklemlenmiş yeni medya düzenini temsil eden anaakım medyanın ekonomi haberlerinin bir haritası çıkartılmaya çalışılmıştır. Medyanın ekonomik ve siyasî alanda etkin bir rol oynadığını, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi ve yeniden üretilmesi sürecinde egemen ideolojiyi temsil ettiğini göstermesi açısından ekonomi haberleri önemli bir veri sunmaktadır. Bu çerçevede, anaakım/egemen medyanın ekonomi haberlerinde işçi hakları ve çalışma ilişkileri gibi temel ekonomik haklara ilişkin sorunlara yer vermediği, bunun yerine finans, sigortacılık, enerji, inşaat, iletişim, v.s. sektörlerindeki dev yatırımlar, CEO’lar, yabancı ortaklıklar ve reklamverenlerin yeni ürün ve hizmetleri gibi tamamen sermaye kesimine odaklanan bir haber anlayışını benimsediği varsayımından hareketle, emek süreçlerine ilişkin dışlayıcı tutumu tartışılmış ve Türkiye’de medya endüstrisinin ana aktörlerinden olan ve sermaye medyasını temsil eden Hürriyet ve Sabah’ın ekonomi haberleri ele alınmıştır. Anaakım medyanın kamusal sorumluluk anlayışından nasıl uzaklaştığı, ekonomik ve siyasî iktidar odaklarıyla olan organik bağı nedeniyle bağımsız olma karakterini nasıl yitirdiği ve sınıf temelli eşitsizlikleri haberin dışında tutarak egemen ideolojiyi nasıl yeniden ürettiği sorularına cevap aramak amacıyla ekonomi haberlerinde öne çıkan temalar, konu başlıkları ve aktörler içerik çözümlemesi yöntemiyle incelenmiştir. Kuramsal Çerçeve: Medya ve Toplum İlişkisine İki Farklı Yaklaşım Bir kurum olarak medyanın toplumdaki rolü ve işlevi, iletişim disiplini içinde önemli bir araştırma ve tartışma konusu olmuştur. Egemen paradigmaya göre medya, hükümetlerin baskılarını kısıtlayan etkili bir veto aracı ve Batılı parlamenter demokrasilerde hükümetler ve başkanlar elinde siyasî gücün yoğunlaşmasının güçlü katalizörlerinden biri olarak görülmektedir (Helms, 2008). Toplumsal denetimin ve değişmenin başlıca araçlarından olan ve bir güç/iktidar kaynağı olarak görülen medya, kamusal olayların yer aldığı bir alan oluşturmaktadır. Toplumsal yaşamda gerçekliğin ne olduğu konusunda tanımlar medya aracılığıyla oluşturulmakta ve aktarılmaktadır. Medya, topluma sürekli bir anlamlar sistemi sunmaktadır. Medyaya bakışın kuramsal çerçevesini oluşturan önemli damarlardan biri, liberal-çoğulcu bir toplum idealini simgeleyen kuramsal öncüllere dayanan liberal-çoğulcu/anaakım yaklaşımdır. Anaakım yaklaşıma göre medya toplumun aynasıdır. Yani, medya toplumdaki olay ve olguları yurttaşlara yansıtır, dış dünyadaki olaylarla ilgili bilgileri rasyonel davranabilen bireylere sunarak genel çıkarın oluşmasına çalışır. Her düşüncenin özgürce dile getirilmesi ve iletişimin özgürce gerçekleştirilmesi liberal öğretinin özü ve gereği olmaktadır. Toplumsal yaşamın günlük akışı içinde bunu sağlamanın yolu iletişimin çoğulcu bir çerçeveye oturtulmasıdır. Liberal anlayışa uygun olarak düzenlenen bir iletişim sisteminin iki temel öğesi bulunmaktadır: Bunlar; serbest dolaşım ve özel girişimciliktir. Liberal yaklaşımda basın özgürlüğünün temeline Sayı 35 /Güz 2012 44 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme yerleştirilen her türlü düşüncenin serbestçe ifade edilmesi ve girişim serbestliği ilkelerinin bir arada bulunması bir çelişki yaratmaktadır. Çünkü, birincisi tekelleşmeyi reddetmekte, diğeri ise tekelleşmeye zemin hazırlamaktadır (Kaya, 1999, 2009). Liberal kuram, medyanın kamu politikaları üzerinde dönüştürücü bir etki yapması, özgür basın idealinin demokratik yurttaşlığı geliştirmesi ve siyasî otoritelerin hesapverebilirliğini teşvik etmesi ideallerine dayanmakta ve bu yaklaşıma göre demokrasilerde dinamik bir düşünce ortamı özgür basın tarafından yaratılmaktadır. Basının hem yurttaşların siyasî ilgilerini uyandırarak hem de hükümeti sorumlu tutmaları için onlara gerekli bilgiyi sağlayarak demokrasiyi geliştirmesi gerekmektedir (Entman, 1989). Amerika’da “özgür basın”ın özgür olamadığını belirten Entman’a göre, izleyicinin sınırlı zevkleriyle sınırlanan ve bilgi kaynağını siyasî elitlerden oluşturan bağımlı bir haber sisteminde fikirlerin serbest pazarından söz etmek mümkün değildir. Gazetecilik pratiğinde, bir yurttaşlık eğitimcisi ve demokrasinin bekçisi olarak özgür basın ideali yetersiz kalmakta ve rekabetin serbest pazar içinde demokrasiyi beslediği görüşü de bir çelişkiyi içermektedir. Buna göre, özgür basın idealleri, halkın her zamankinden daha fazla siyasete katılmasını sağlamamış, tam tersine Amerikalıların siyaset hakkında geçmişe kıyasla daha fazla bilgi sahibi olmadığı ve oy verme oranının da düştüğü görülmüştür (1989: 3-4). Basın ve iletişim özgürlüğünün ilkeleriyle ilgili tartışmalar ve mücadele biçimleri modern demokratik toplumun doğuş evresinde belirmiştir. Basın özgürlüğü, Batılı toplumlarda demokratik mücadele geleneğinin önemli aşamalarından biri olmuştur. Liberal demokrasi kuramında basın; kamu çıkarını gözetmesi, kamu yararına hizmet etmesinde ve halk iradesinin ortaya çıkmasında ve serbestçe oluşmasında bir araç olması bakımından meşru bir temele oturtulmuştur. Basın, 19.yy’ın ilk yarısından itibaren kamu yararının bekçisi olarak özgür bilgi akışının sağlanması, keyfi iktidarların sınırlanması ve kamu yararının çoğaltılması fonksiyonunu üstlenmiştir. Basın özgürlüğü mücadelesinin yoğunlaştığı 19.yy’da basının kurumsallaşmasına yönelik eleştiriler de belirli bir yer tutmaktadır. Basım tekniklerinin geliştirilmesi sonucunda yayıncılığın daha fazla sermaye gerektiren bir etkinlik haline gelmesi, reklam ve ilan gelirlerinin artması ve gazetelerde özel çıkarların daha fazla görünür olması sonucunda basına yönelik eleştiriler de artmıştır. Bu eleştirilerdeki vurgu, basının özel çıkarların güdümüne girdiği ve siyasî-kültürel aydınlatma işlevlerini yerine getirmek yerine halkı eğlendirdiği yönündedir (Köker, 1998: 131-133). John Keane’in (1993) belirttiği gibi liberal düşünürler, basın özgürlüğünü bir negatif özgürlük olarak tanımlamışlardır. Bu özgürlük, bireylerin veya bireylerden oluşan grupların önceden bir dış engelleme olmaksızın düşüncelerini dile getirme özgürlüğüdür ve sadece bu özgürlüğü tüm diğer bireylere garanti eden ve hükümet tarafından yaptırımlarıyla uygulanan yasalara tabidir. Keane, özgürlüğe bu şekilde yaklaşan –erken dönem- liberal kuramcıların ve özellikle faydacıların önceden göremedikleri gelişmeleri ve tartışmaksızın benimsedikleri kabulleri sorgularken, gazeteciliğin tanımına, her şeyi bilen gören ve rasyonel karar alabilen bir birey varsayımının egemen olduğunu; ayrıca, serbest piyasaya ve rekabet koşullarına aşırı güvenmenin, ileride mülkiyette oluşacak yoğunlaşmaları tamamen gözden kaçırdığını belirtmiştir. Keane’e göre, pazar liberalizmi 45 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR iletişim özgürlüğü ile çelişkilidir. Liberallerin çoğu sansürsüz bir özgür iletişim pazarını savunmakla birlikte, yurttaşların hukuk devletini genişletme, siyasal erkin keyfiliğine ve gizliliğine set çekme çabalarına karşı olumsuz bir tutum takınmaktadır. Pazar liberalizmi ayrıca, pazara girmek isteyenlere karşı engeller koyarak, tekellere izin vererek ve seçenekleri sınırlayarak kamusal yarar kavramından uzaklaşmaktadır. Encabo (1997:289291), liberal siyaset kuramının özgür basın idealinin temelinde yer alan enformasyon hakkına vurgu yaparak, demokratik bir devleti niteleyen üç klasik gücün -yasama, yürütme, yargı- ve özellikle yasamanın yalnızca editörlerin ve gazetecilerin ifade özgürlüğünün çerçevesini güvence altına almanın ötesinde, aynı zamanda yurttaşların doğru, tarafsız ve dürüst enformasyon alma hakkını korumakla da görevli olduğunu belirtmektedir. Enformasyon hakkı, yurttaşların bireysel ve toplumsal gelişimlerindeki en önemli öğelerden biridir. Buna göre, kamusal veya özel medya, enformasyonu başlı başına bir amaç olarak değil, bireyin ve toplumun gelişimine katkıda bulunmanın bir aracı olarak kabul etmelidir. Medyanın görevi kamuoyunu önceden belirlemek ve yaratmak olmamalı; medya, kamuyu ilgilendiren konulara ilişkin çeşitli enformasyonu ve kanıları aktarmalı, yurttaşların kendi kanılarını serbestçe oluşturmasına hizmet etmelidir. Kapitalist siyasal sistemde basın, dördüncü güç olarak halk için gözetleyici anlamında kullanılmaktadır. Dördüncü güç kavramıyla basına burjuva siyasal yapısının üç ana bölümü içinde kendi başına halkın gözü ve kulağı olma, doğruyu ve haklıyı temsil etme, siyasal gücü denetleme ve gözetleme rolü verilmiştir. Basın, toplumum üretim ilişkileri yapısı dışında bu ilişkilerin belirleyiciliğinden bağımsız bir biçimde ele alınmıştır. Kitle iletişiminin dördüncü güç olması fikri nesnellik ve tarafsızlık ideolojisine dayandırılmaktadır (Erdoğan, 1999). Whitten-Woodring’e (2009: 599-601) göre, medya ve hükümet ilişkilerinde medyanın en önemli rolü bir “bekçi köpeği” (watchdog) gibi hükümeti izlemek ve eleştirmektir. Medya bu fonksiyonunu yerine getirdiğinde, siyasî tartışmalar için bir forum yaratmış olacaktır, ancak özgür medyanın etkileri demokrasinin düzeyine bağlı olarak değişebilmektedir. Yasal, siyasal ve ekonomik çevrelerden oluşan profesyonel bir ortamda faaliyet gösteren haber medyasının özgürlüğünü, siyasal ve yasal koşulların yanı sıra ekonomik ortam da büyük ölçüde etkilemektedir. Özellikle, medya sahipliği haberler üzerinde kısıtlayıcı bir etki yapmaktadır; ancak burada devlet mülkiyeti ile özel mülkiyetin denk olmadığını belirtmek gerekir. Örneğin BBC, hükümet fonlarına bağımlı olmakla birlikte editoryal bağımsızlığa sahiptir. Buna karşılık, özel mülkiyet medya özgürlüğünü garanti etmemektedir. Medya mülkiyetindeki artan yoğunlaşma, duyulmayan seslerin dışarıda bırakılması ve daha fazla kâr getiren haberlere yer verilmesi sonucunu doğurmaktadır. Çoğulcu liberal yaklaşım, medyanın kamusal sorumluluğunu ve denetleme işlevini yerine getirebilmesi için profesyonellik pratikleri/kodları geliştirmiştir. Gazetecilik meslek kodlarının en bilineni ve tekrarlananı haberin nesnellik ve gerçeklik taşıdığı iddiasıdır. Gazetecilik meslek ilkeleri haberin nesnel olabileceği ve gerçekliği yansıtabileceği mitini desteklemektedir. Haberin bizatihi seçmeye dayalı ve kurucu bir pratik olması nesnel haber iddiasını geçersiz kılmaktadır. Haberin liberal tasarımında nesnellik ve tarafsızlık, habere konu olan olayın taraflarının dengeli bir biçimde yer almasıyla sağlanmaya çalışılmaktadır. Medya kuruluşları tarafsızlık görüntüsü altında aslında kendi Sayı 35 /Güz 2012 46 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme görüşlerinin satışını yapmaktadır. Haberde dengelilik adına birbiriyle çatışan bütün farklı çıkarları temsil eden tarafların görüşleri sunulduğunda da haberde görüşlerine öncelik verilen kişilerin durum tanımları belirleyici olmaktadır. Böylece, gazetecilik mesleğinin profesyonellik kodları, kurgulamaya yönelik belirli özellikleri sürekli kullanarak (5N1K kuralı) içeriği günlük olaylara göre çeşitlendirmektedir (Dursun, 2005: 78-80). Çoğulcu liberal yaklaşım yansıtmacı bir temsil anlayışı üzerine kurulmuştur. Geleneksel basın etiğinin temelini oluşturan yansıtmacı temsil anlayışı, haber medyasını, gerçeklerin temsil edildiği ortam olarak gören “ayna” metaforuyla açıklamakta, başka bir ifadeyle “medya dünyaya açılan penceremizdir” yaklaşımını bir ön kabul olarak benimsemektedir. Geleneksel etik anlayışın bir diğer unsuru olan dengeli habercilik, olay/ olgu haberciliği ile değil, konu/sorun (issue) haberciliği ile gerçek anlamına kavuşacaktır. Sorunların karşıt kutuplar içinde ele alınması dengeyi sağlamak için yeterli değildir. Asıl önemli olan, temsilde eşitliği sağlayabilmektir. Ancak, rutin haber toplama pratikleri ve yaygın haber değerleri, ayrıca haberciliğin belkemiği olan olgu/olaya dayanma (facticity) ilkesi, dengeli haberciliğin önünde bir engel oluşturmaktadır (İnal, 2009a: 257, 262). İnal’a göre, çoğulcu liberal yaklaşımın haber toplama ve yazma pratikleri gazetecileri kaynaklara bağımlı bir konuma getirirken, pek çok haber doğrudan haber kaynaklarının eylemleri ve açıklamalarıyla şekillenmektedir. İktidar konumunda olan haber kaynaklarının söylemleri ve durum tanımları haber olurken, gazetecilerin benimsedikleri ve günlük haber yazma pratikleri içine yerleşmiş olan alıntılama ve aktarma biçimleri bu söylemlere güç kazandırmakta ve çoğu durumda habercileri var olan iktidar yapılarının hegemonyalarını tesis etmekte bir aracı konumuna getirmektedir (2009b: 36). Geleneksel bakış açısının kusurlarına değinen Curran (1997: 172), geleneksel düşüncenin, modern liberal demokrasinin inşa ettiği blokları görmezden geldiğini ve bu nedenle medyanın bunlarla nasıl ilişkilendirileceği ve performansını nasıl geliştirebileceği konusunda söyleyecek yapıcı hiçbir şeyi olmadığını belirtmektedir. Geleneksel yaklaşımın ikinci eksikliği ise enformasyon ve temsil arasında yapay bir ayrım yapmasıdır. Enformasyonu toplumsal bağlamından koparan liberal yaklaşım, medyanın bilgilendirme rolünü başarıyla yerine getirdiğini öne sürmektedir. Ancak, medyanın bilgilendirme rolü asla bilgisel değildir, aynı zamanda rakip çıkar gruplarının retoriksel iddiaları arasında karar vermektir. Medyadaki çeşitlilik akılcı bir tartışmayı geliştirme niteliğine sahip değildir. Klasik liberal modelin üçüncü sınırlılığı, kamusal söylemin akılcılığını abartmasıdır. Kamuoyu oluşturma süreci akılcı olmayan öğeleri de içermektedir. Geleneksel modelin dördüncü eksikliği de yasal yayın yapma hakkı ile bu hakkın kullanılmasını sınırlayan ekonomik gerçeklik arasında bir ayrım yapmamasıdır. Pazara girişteki sınırlamalar, bireysel ifade özgürlüğünü ve toplumdaki farklı grupların medya aracılığıyla kamusal alana erişmesini kısıtlamıştır. Modern toplumda demokratik meşruiyet ilkesi olarak kamusallık, devlet aygıtları ve onların icraatları için örgütlenme ilkesi olarak gelişmiş; idarenin, parlamentonun ve mahkemelerin yani tüm devlet işlerinin halka, onun bilgi ve denetimine açık olması anlamına gelmiştir. Demokratik ilke olarak kamusal alan, yurttaşların ortak meselelerini, eşit ve özgür katılımla tartıştıkları yerdir. Toplumdaki demokratik katılım ve eleştirel söylem alanı olarak kamusal alanın genişliğini ve sınırlarını, düşünce, ifade, bilgiye 47 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR erişme, tartışma, toplanma, örgütlenme ve tanınma özgürlüklerinin gelişmişliği ve ayırt etmeksizin herkesi kapsayıcılığı belirlemektedir. 1980’lerde uygulanmaya başlanan neoliberal politikalar, kamu yararı ve sosyal adalet kategorilerinin yanı sıra emek kategorisinin de siyasî, hukukî ve toplumsal söylemden dışlanmasına neden olmuştur. Burjuva liberal siyaset tasarımında ekonomik eşitsizlik ve sınıfsal uzlaşmazlık sorunu, ekonomi ve siyaset alanlarının birbirinden ayrılması ve kanun önünde eşit sayılan yurttaşların siyasî katılımını garanti altına alan düzenlemeler yapılması yoluyla çözülmüş, basına da kamu gözcüsü rolü biçilerek ekonomik demokrasinin olmadığı yerlerde toplumsal sorunlar siyasî katılım ve hukuk mücadelesi bağlamında ele alınmış, demokratik hukuk devleti burjuva kamusal alanın temel ilkesini oluşturmuştur. Kamuoyu esas olarak bireysel kanaatlerin toplamı ve egemen medyanın oluşturduğu gündem olarak anlaşılmış, medya ekonomi-politik çıkarlarla iç içe geçerek kamusalın içini boşaltmıştır (Özbek, 2010: 31-35). Çoğunluğun katılımından daha çok egemen sınıflarla meşgul olan mevcut medya pratiği ve etiği, hem toplumda hem de zihinlerde açık bir kamusal alanın bulunmayışının bir göstergesidir. Kamusal söylemin biçimlendirilmesinde önemli bir aktör olan medya, hükümetle halk arasındaki bu alanda yer almaktadır. Sahici bir kamusal alan siyasetçilerin ve gazetecilerin dar bir alanı değil, devletle özel yaşam arasında yer alan devasa bir alandır. İlke olarak, bu alana sadece medyanın eşik bekçileri değil, her yurttaş girebilmelidir. Tam bir kamusal alanda her yurttaş birer olgu toplayıcısı ve fikir savunucusu olabilmeli ve günümüzde gazetecilerin temel görevi gibi görünen şeyleri yapabilmelidir (Peters ve Cmiel, 1997: 276-278). Curran’a göre, demokratik bir medya sistemi için ön koşul toplumdaki tüm çıkar gruplarının medyada temsil edilmesidir. Medya, çıkar gruplarının kamusal alana katılmalarını kolaylaştırmalı, kamuoyunu ilgilendiren tartışmalara katkı yapabilmelerine ve kamu politikalarının şekillendirilmesinde söz sahibi olmalarına olanak sağlamalıdır. Medyanın temel görevi, demokratik kurallar içinde yarışan çıkarlara hakemlik etmek ve demokratik tartışmaları desteklemek biçiminde tanımlanmalıdır (1993: 217). Curran (1993), liberal ve Marksist yaklaşımların güçlü yaklaşımlarını bir araya getirerek üçüncü bir yol olarak ortaya koyduğu radikal demokratik yaklaşımında, medyanın rolünün klasik liberalizmin tanımladığından çok daha öteye gitmesini savunmaktadır. Liberal açıklamaların çoğunda kamusal alan siyasal alanla eşitlenmekte, medyanın kamusal rolü hükümetle ilişkisi açısından tanımlanmaktadır. Buna karşılık, radikal yorumcular, kamusal alanın liberal tanımını destekleyen kamusal ve özel alan arasındaki geleneksel ayrımı reddetmekte ve medyanın aracı rolünün iktidar ilişkisinin söz konusu olduğu tüm alanlara uzandığını kabul etmektedirler. Geleneksel liberaller medyanın serbest pazar sistemi içinde düzenlenmesi gerektiğine inanmaktadırlar, çünkü onlara göre serbest pazar medyanın devletten bağımsızlığının garantisidir. Diğer taraftan, radikal demokratlar ise medyanın düzenlenmesinde serbest pazarın uygun bir temel olamayacağını ve bunun egemen sınıfların çıkarlarına uygun olacak şekilde çarpıtılan bir sisteme dönüştüğünü savunmaktadır. Pazar sisteminin ideolojik ve kültürel çeşitliliği daraltması, temsil edici olmaması ve büyük aktörlere alan açması nedeniyle oldukça kusurlu olduğunu belirten Curran (1993: 238), alternatif bir yol olarak kolektivist yaklaşımı önermektedir. Bu yaklaşımın avantajı, sınırlı mali kaynaklara sahip olanların Sayı 35 /Güz 2012 48 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme medyanın kontrolünde pay sahibi olmasını sağlamasıdır. Kolektif düzenlemeler, medya çıktılarında çeşitliliği ve çoğulculuğu da sağlayabilecektir. Curran’ın idealize ettiği model, kurallara bağlanmış bir pazar ekonomisidir. 1980’lere kadar haber medyası, halkın haber alma özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile birlikte, bunların temel koşulu olarak “bağımsızlık” nosyonlarına dayanan liberal çoğulcu paradigma çerçevesinde tanımlanmış ve meşruiyet alanını oluşturmuştur. 80’lerdeki dönüşüm sürecinde devletten, sermayeden veya belirli çıkar gruplarından bağımsız bir medya kavramı, yeni hegemonya projesine çok da uygun bir alan sağlamamış; ancak, kapitalist üretim tarzı içinde “devletten bağımsız”, “tarafsız”, “kamu bekçisi” gibi nitelemelerle tanımlanan bir bağımsızlık miti, aktif rıza üretimi için oldukça işlevsel olmuştur. Liberal çoğulcu yaklaşıma göre; medyanın bağımsızlığı açısından temel sorun, patronun veya devletin müdahalesidir. Ancak, sorun, gazetecinin haberi yazarken devletin veya patronun doğrudan müdahalesine maruz kalması değildir. Ancak meseleyi “dışarıdan, doğrudan müdahale” gibi sunmak, doğrudan müdahalenin gözükmediği her yerde gazeteci bağımsızlığından, objektif ve tarafsız haberden bahsetme ve çoğu kez manipülasyonu gizleme, örtbas etme imkânı sağlamaktadır. Liberal anlatıda maskelenen en önemli olgusal gerçek, anaakım medyanın ekonomik bir işletme olarak kâr güdüsüyle hareket etmesidir. Kâr amaçlı bir kurum, “kamu çıkarı” kavramıyla çelişmektedir (Adaklı, 2009: 80-81). Liberal çoğulcu yaklaşımın siyaset ve medyayı iki ayrı bütünlük, birbirinden bağımsız iki kuvvet olarak ele alan yaklaşımı, habercilik işinin siyasal ve ekonomik iktidar ilişkilerinin yeniden üretiminde ne kadar önemli bir rolü olduğunu sorgulama dışında bırakmıştır (İnal, 2009b: 37). Medyaya daha çok iletme, aktarma, nakletme, yansıtma aracı olarak bakan liberal çoğulcu yaklaşımdan farklı olarak, iletişimi daha geniş toplumsal ilişkiler ağı içinde ortak anlam haritaları üretme/yeniden üretme aracı olarak gören eleştirel yaklaşımların bir kısmı mülkiyet ve kontrole, kurumlara ve kurumsal pratiklere, bir kısmı ise yazılı ve görsel metinlere odaklanmıştır. Kejanlıoğlu, anaakım yaklaşımın ayna metaforuna karşılık, gerçekliği yansıtacağı iddia edilen aynanın, biz ona baktığımız sırada zaten medyanın teknolojik niteliği, kurumsal işleyişi ve metin sunumu düzeylerinde kırıldığını belirtmiştir. Artık aynanın/medyanın dünyası, gerçekliğin aynası ve aynısı olmaktan çıkmıştır (2003: 75-82). Eleştirel ekonomi-politik yaklaşım, ideolojiye değil, ekonomik temele yaptığı vurguyla kapitalist üretim dinamiklerine yönelmiş, ekonomik ve sınıfsal ilişkilerin belirleyici olduğu görüşünü savunmuştur. Eleştirel ekonomi politik, iletişimsel etkinliğin, maddi ve simgesel kaynakların eşit olmayan paylaşımı tarafından yapılandırılma tarzıyla ilgilenmektedir. Kültürün eleştirel bir ekonomi politiği için medyanın gelişmesi, şirket menzilinin genişlemesi, metalaştırma ve devlet/hükümet müdahalesinin değişen rolü olmak üzere dört farklı tarihsel sürece özel bir önem atfedilmektedir. İletişimin ekonomi-politiği ise, kültürel üretim ve dağıtım üzerinde kontrol uygulayan güçlerin etkinlik alanlarındaki değişimlerin kamusal alanı nasıl sınırlandırdığını veya özgürleştirdiğini araştırmaktadır. Bu noktada iki temel konu üzerinde durulmaktadır: Birincisi, bu tür kurumların mülkiyet yapısının ve etkinlikler üzerindeki kontrolünün yarattığı sonuçlardır. İkincisi de devlet düzenlemesi ile iletişim kurumları arasındaki ilişkinin içeriğidir (Golding ve Murdock, 49 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR 1997: 55-62). Medyanın mülkiyet yapısındaki değişimlerin sonuçlarından biri, medya kurumlarının ait oldukları dev kartellerin etkinliklerini araştırmaktan veya eleştirmekten kaçınmaları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Medyanın mülkiyet yapısındaki değişimler, medyanın hükümetle ilişkilerini de etkilemektedir. Medya kartelleri, hükümet üzerinde popüler bir denetim kaynağı olmaktan çok, devlet üzerinde dolaylı etkide bulunan başat ekonomik güçlerin araçlarından biri haline gelmektedir. Medyanın kapitalizmle bütünleşmesi, sermayeyi destekleyen söylemlerin onaylanması sürecini beraberinde getirmektedir (Curran, 1997: 148-149). Ekonomi-politik, kültürün yöneten-yönetilen ilişkisi içinde üretildiği ve bu nedenle de var olan güç yapılarını yeniden ürettiği veya onlara karşı direndiği gerçeğine dikkat çekmektedir. Ekonomi ve politik kavramlarına yapılan göndermeler, kültürün üretim ve dağıtımının devlet, ekonomi, toplumsal ilişki ve pratikler ile medya gibi örgütler arasındaki ilişkilerden meydana gelen özgül bir ekonomik sistem içinde yer aldığı gerçeğine vurgu yapmaktadır. Kapitalist toplumlar kültürel üretimi kâr ve pazar merkezli kılabilmek uğruna, kurum ve pratikleri, metalaşmanın ve sermaye birikiminin mantığına uygun olarak yapılandıran başat bir üretim tarzına göre örgütlenmişlerdir. Ekonomi-politik sadece ekonomiye değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliğin ekonomik, politik ve diğer boyutlarına da göndermede bulunmaktadır (Kellner, 2008: 151). Garnham (2001, 2008), ekonomi politiği üretim araçlarına erişimin ve ekonomik artı ürünün dağılımının yapısını anlamanın bir anahtarı olarak görmektedir. Kültürel materyalizm kavramlaştırmasında, sembolik değişimin toplumsal sürecinin indirgenemez maddi belirleyiciliğine ve kapitalist üretim tarzının genel gelişimi içinde meta üretimi ve değişimi alanıyla birlikte gelen bu süreçlerin etkilerine odaklanmaktadır. Bir medya sistemi, ulus devletlerin içinde ve arasında ekonominin gelişme durumu ve yapısı, devletin biçimi, sınıf ilişkilerinin niteliği ve egemen ve/veya bağımlı devletler arasındaki ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Kültürel yeniden üretimin doğrudan maddi belirleyiciler tarafından yönetildiğini öne süren Garhnam’a göre, TV haberleri genel olarak meta üretimi içinde belirlenmekte ve siyaset içinde ideolojik bir işlevi yerine getirmektedir. Tekelci kapitalizm içinde kitle iletişim araçlarının en önemli özelliklerinden biri ekonomi aracılığıyla ideolojik ve siyasî bir tahakküm kurmasıdır. Garnham, üretim, tüketim ve yeniden üretim süreçlerinde medyanın rolünü anlamak için sermaye birikiminde devletin rolü, kamu ve özel sektör arasındaki ilişki ve üretken emeğin sorunları gibi ekonomi politiğin temel konularıyla yüzleşmek gerektiğine dikkat çekmektedir (1979: 126, 145). Medya ürününün içeriğini merkeze koymanın ve bu içeriği üretim tarzı ile ilişkilendirmeden tek başına ideolojik yapıyı öne çıkarmanın yanlış olduğunu belirten Erdoğan’a göre, Türkiye’de medyada çalışanların ücret politikalarını belirleyen faktörler metinsel ilişkiler değil, belli bir yer ve zamandaki pazar yapısıdır. Ekonomiyle, kültürle, ideolojiyle ve siyasetle iç içe olan örgütlü bir pazar yönetimi etkinliği olan kitle iletişimini incelemek, kitle iletişiminin toplumsal üretim tarzları ve ilişkileri içinde konumlandırılmasını gerektirmektedir (2001: 281). Medya, kitleler üzerinde ideolojik bir güç olarak eşitsizliğin yeniden üretilmesinde, kapitalist toplumsal ilişkilerin meşrulaştırılmasında ve toplumsal düzenin sürdürülmesinde ideolojik bir rol üstlenmektedir (Miller, 2002). Haber üretim süreçleri, haber metninin yapısı üzerinde belirleyici bir etkiye Sayı 35 /Güz 2012 50 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme sahiptir. Haber yapımı sürecinde muhabirler bağlı oldukları kurumun politikalarına ve önceliklerine göre hareket etmekte, ayrıca haber konusuna kendi değer yargıları ve dünya görüşünün getirdiği çerçevelendirme içinden bakmaktadır. Gazeteciliğin kapitalist bir ekonomik sistemde yapılması birtakım öncelikleri dayatmaktadır. Özetle, gazeteciliğin rutin pratiklerinden kaynaklanan yere ve zamana ilişkin sınırlılıklar ile kapitalist bir ekonomik yapının medya kuruluşlarının ayakta kalabilmesine yönelik baskısı haberin anlatısal özelliklerini belirleyen iki temel dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır (Dursun, 2005). Eleştirel ekonomi-politik yaklaşımın temsilcilerinden Herman ve Chomsky’nin “propaganda modeli”ne göre (2002: 2), haber mesajlarını değiştiren ve deforme eden filtreler bulunmaktadır. Bu filtreler şu şekilde işlemektedir: 1) Egemen medya kuruluşlarının sahiplik yapısı, büyüklüğü ve kâr odaklı olması; 2) Medyanın reklam gelir kaynakları; 3) Hükümet ve iş dünyası temsilcileri ile uzmanlardan oluşan güvenilir haber kaynakları; 4) Bir kontrol mekanizması olarak anti-komünizm. Bu unsurlar etkileşim içinde birbirlerini güçlendirmekte ve haber hammaddesi sırasıyla bu filtrelerden geçirilmektedir. İdeoloji, reklamverenler, mülkiyet ve organizasyon yapısı gibi faktörler medyanın çoğulculuğunu ve kalite düzeyini sınırlandırmaktadır. Eleştirel yaklaşımlara göre, medya içerikleri varlıklı sınıfların ve seçkinlerin gücünü yeniden üretmektedir. Devlete ait medya varlığını sürdürmek için üst düzey devlet yetkililerine bağlı iken, ticarî medya reklam verenlere bağlıdır. Medya içeriği kurumsal reklamverenlerin özel talepleri doğrultusunda biçimlendirilebilmektedir. Medya üzerindeki bir diğer etki medya mülkiyetinin yoğunlaşmasıdır. Büyük medya şirketlerinin sahipleri kişisel inanç ve değerleri doğrultusunda medya içeriklerini etkileyebilmektedir. Haber organizasyonunun editoryal tarafı ile işletme tarafı arasındaki sınır çizgisi kaybolmakta, medya imparatorluğunun büyümesi için ticarî unsurlar daha öne geçebilmektedir. Üst düzey şirket yöneticileri, medya çalışanlarının editoryal kaygılarıyla daha az uyum içinde olmakta, tüketim kültürü yaratmak için reklamverenlerin ihtiyaçlarını yansıtan sulandırılmış ve homojonize bir içeriğe yönelmektedir. Medyadaki bu yoğunlaşma, çoğulculuğun önünde bir engel oluşturmaktadır (Woods, 2007). Medyadaki yoğun rekabet, çoğulcu içeriği garanti etmemektedir. Medya sahipliği kurallarının da tek başına çoğulculuğu korumak için yeterli olmadığı görülmekte ve bu nedenle içerik, kaynak ve dağıtım düzeylerinde çoğulculuğun önemi üzerinde durulmaktadır. Medyada çoğulculuk konusu genel bir kabul görmekle birlikte, kamu yayıncılığının geliştirilmesi dışında, uluslararası düzeyde de bağlayıcı bir karar bulunmamaktadır. Avrupa Birliği’nde de medyada yoğunlaşma ve tekelleşme konusunda özel bir düzenleme bulunmamakta, konu topluluk hukuku, rekabet ve medya hukuku çerçevesinde ele alınmaktadır (Avşar, 2004). Gazeteciliğin nasıl işlediği sorusuna medya sosyologlarının verdiği cevaplardan biri olan makro-kurumsal yaklaşıma göre, devlet yapısının ve haber kuruluşlarının ekonomik temelleri haberlerin oluşumunu ve içeriğini belirlemektedir. Anaakım haber medyasının genel olarak birer işletme olduklarını ve hükümetten göreceli olarak bağımsız olduklarında bile, ticarî örgütlenme veya bağımsız kamusal mülkiyete ait olsalar da, hükümetin amaçları ve eylemleri ile iç içe geçmiş olduklarını söylemek mümkündür (Schudson ve Waisbord, 2010: 377, 382). Starr’a göre (2012: 235-236), post-endüstriyel dünyada haber medyası uzun vadeli ciddi bir krizle karşı karşıyadır. İnternetin, yeni medyanın ve dijital devrimin gelişmesi, daha açık bir kamusal alanın oluşması ve demokratik 51 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR değerlerin güçlenmesi açısından bir fırsat olarak görülmüştür. Bu bakış açısına göre, özgür bir basın ve demokrasi post-endüstriyel dünyada birlikte gelişebilecektir. Bazı sosyal bilimcilerin bu iyimser yaklaşımı haber medyası yöneticileri ve profesyonelleri tarafından da paylaşılmaktadır. Bu eğilim, 20.yy’ın son on yılında ekonomik olarak gelişmiş toplumlarda desteklenmiştir. Ancak son yıllarda yaşanan dönüşümle birlikte, gazetecilikte karanlık bir süreç başlamış, maliyetleri ve profesyonel istihdamı azaltma eğilimi ortaya çıkmıştır. Zengin demokrasilerde gazete, dergi ve diğer haber medyası gelirlerine ilişkin veriler, 20.yy’ın son otuz yılındaki büyüme modelinin 2000 yılında zirveye çıktığını ve son on yılda düştüğünü göstermektedir. Haber medyasının postendüstriyel toplumda demokrasiyi geliştireceğine dair iyimser yaklaşım, ekonomik gerçeklikleri dikkate almamakta, haberin bir kamu malı olduğu ve sistematik olarak piyasada üretildiği gerçeğini göz ardı etmektedir. Türkiye’de Medya Endüstrisinin Görünümü ve Anaakım Medyada Ekonomi Haberlerinin Sunumu Türkiye’de 1980’lerden itibaren farklı medya ortamlarının farklı sanayi kollarıyla bütünleşmesi sürecinde ortaya çıkan mülkiyet ve kontrol ilişkileri, neoliberal ekonomi politikaları bağlamında Türkiye’nin girdiği yeni sermaye birikimi sürecinden bağımsız değildir. Türkiye’de medya sektöründeki yoğunlaşma, 1990’lı yıllardan itibaren büyük bir ivme kazanmış, gazeteci ailelerin kontrolündeki geleneksel medya sahipliği, yerini medya dışı sektörlerde faaliyet gösteren sermaye gruplarının egemen olduğu yeni medya sahipliğine bırakmıştır. Şirket evlilikleri ve çapraz mülkiyet ile karakterize olan yeni medya sahipliği, tüm dünyada farklı bir iletişim ortamına işaret etmektedir. Yeni iletişim teknolojileri ile beslenen medya endüstrisi, yeni bir ekonomik, siyasî ve kültürel ortamın temel unsuru haline gelmektedir. Türkiye’de medya sektöründe faaliyet gösteren büyük sermaye gruplarının gazete yayıncılığı, haber ajansı hizmetleri, kitap ve dergi yayıncılığı, dağıtımcılık, reklam-ilan dağıtımcılığı, televizyon yayıncılığı, radyo yayıncılığı, televizyon yapımcılığı gibi alanlarda ticarî faaliyetlerinin yanı sıra bankacılık ve finans, pazarlama, otomotiv, turizm, sağlık, enerji, telekomünikasyon, sigorta, inşaat gibi birçok sektörde girişimleri bulunmaktadır. Bu profil, medya içerikleri üzerinde oldukça belirleyici olmaktadır (Adaklı, 2001, 2006). Türkiye’de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren medya sektöründeki istihdam politikalarında (Anadolu Ajansı ve Cumhuriyet hariç) sendika yer almamaktadır. Bu koşullar altında iş güvencesi olmayan gazetecilerin özerkliği çok sınırlı olmakta, medya sahiplerinin ve reklamcıların baskılarına karşı durmaları zorlaşmaktadır. Ayrıca, editoryal özerklikten de söz etmek mümkün değildir. Türkiye’de pek çok editör, meslekten çok medya sahibiyle özdeşleşmekte, bunun yanı sıra muhabirler de kendilerine oto-sansür uygulayabilmektedir (Gencel Bek, 2010: 116). Arsan (2011), haber medyasında sansür ve oto-sansür sorununu ele aldığı ampirik araştırmasında, gazetecilerin günlük haber pratiğinde kamu yararı içeren bazı olayları habere dönüştürmekte tereddüt edip etmediklerine ilişkin bir soruya %91,4 oranında “evet” cevabı verdiklerini bulgulamıştır. Bu sonuç, “gazetecilerin kamunun ihtiyacı olan önemli olayları/durumları habere Sayı 35 /Güz 2012 52 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme dönüştür(e)mediklerini” göstermektedir. Gazeteciler, kamu yararı içeren olayları/ durumları/açıklamaları neden habere dönüştüremediklerinin gerekçelerini ise; iç siyasî baskılar, medya sahibinin finansal çıkarları ve reklam verenlerin baskısı olarak sıralamışlardır. Gazetecilerin çok önemli olduğunu düşündükleri haberlerin editoryal süreçte sansürleneceğini düşündüklerinden, bu tür haberleri yapmaya dahi kalkışmadıkları anlaşılmaktadır. Adaklı (2010: 75), 1980’den sonra yeniden şekillenen “basın” döneminin yerini “medya” dönemine bırakmasıyla oluşan “yeni medya mimarisi” olarak adlandırdığı süreçte öne çıkan unsurları şu şekilde belirtmektedir: 80’li yıllarda henüz basın olarak varlık gösteren sektör, zamanla başka mecralarla buluşmuş ve büyük sermayenin önemli bir bileşeni olmuştur. Bununla bağlantılı olarak, medya sektörüne hem ekonomik, hem de siyasî olarak güçsüz grupların katılması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Medya sektöründe emek gücünün çalışma koşulları, özlük hakları oldukça gerilemiş, sendikaya üyelik koşulları da son derece zorlaşmıştır. Medya içeriklerinde sansasyon ve manipülasyon daha da yaygınlaşmıştır. Medya yöneticileri ve köşe yazarları, burjuvanın önemli temsilcileri ve ideologları olarak medyayı ekonomik ve siyasî yönden şekillendirmeye başlamıştır. Bu süreç, çeşitli iletişim olanakları yaratan yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesini sağlarken, ancak etkin bir alternatif medya olanağını zayıflatmış ve etik kodların sürekli aşınmasına yol açmıştır. Ekonomik baskılar, parçalanmış medya ortamında geniş halk kitlelerini birleştirmenin zorluğu ve devlet ile özel sektörün güçlü çıkarları karşısında diğer kaynakların kamuoyu üzerinde daha az etkiye sahip olması gibi nedenler, özgün habercilik kapasitesini zayıflatmaktadır. Medyanın kurumsal kapasitesindeki bu bozulma demokrasi açısından da bir sorun teşkil etmektedir. Daha az haber, daha yerleşik siyasal liderler yaratmakta ve bu da muhtemelen gücün kötüye kullanılması sonucunu doğurmaktadır (Starr, 2012: 240). Medya ürünlerinin metalaşması, başka bir ifadeyle ekonomik saikle sermaye birikimi için medya/kültür ürünlerinin üretimi, toplumların ideolojik yeniden üretim süreçlerine de hizmet etmektedir. Medya ekonomik yapının olduğu kadar kültürü ve ideolojiyi içeren üst yapının da önemli bir parçasıdır. Medyada yeniden üretim iç içe iki daireden oluşmaktadır. İçteki daire ekonomik yeniden üretim sahasına denk düşerken, onu çevreleyen ikinci daire ise siyasî-ideolojik yeniden üretim sahasını içermektedir (Sönmez, 2010). Bu iç içe geçmiş yapısıyla medya, hem üretim ilişkilerinde, hem de ideoloji üretiminde önemli bir aktördür. Liberal-çoğulcu yaklaşımın, medyanın bağımsız ve özerk olduğu yönündeki tezleri pratikte karşılığını bulmamaktadır. Kaya’nın da belirttiği gibi (2009: 20), Türkiye’de çok sık örneğine rastlandığı üzere, bir medya grubuna bağlı bir veya birkaç yayın kuruluşunun mevcut siyasî iktidara karşı duruşunu değiştirmesi ve sert muhalefet yapmaya başlaması bir çıkar çatışmasına işaret etmektedir. İhtilaflı konuda yapılan pazarlıkta anlaşılmış olmanın bir sonucu olarak da eleştirilen siyasî parti aynı yayın kuruluşunda övülebilmektedir. Bütün bunlar, medya-sermaye-devlet ilişkisinin nerede başlayıp başladığı ve sonlandığı ayırt edilemeyen; sımsıkı ama kimi zaman ve yerde tersine sarılmış; karmakarışık bir iktidar yumağı olduğunu göstermektedir. Medyanın hızla serbestleştirilmesi ve büyük yatırım gerektirmesi sebebiyle az 53 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR sayıda aktörün kontrolsüzce sektöre girişinden kaynaklanan kartellerin oluşması, bu alanı yönetmek üzere yasal düzenleme yapılması ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyaç, Türkiye’nin ilk özel yayıncılık yasasının1 (3984 sayılı Kanun) kabul edilmesi ve “radyo ve televizyonların düzenlenmesi ve denetlenmesi” amacıyla Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) kurulması ile sonuçlanmıştır. Ayrıca, radyo ve televizyon kuruluşlarının yayın hizmetlerine ilişkin son düzenlemede2, yabancı sermaye payına ilişkin kısıtlama genişletilmiştir. Söz konusu sermaye sınırı yüzde 50’ye çıkartılmış, yabancı gerçek ve tüzel kişilerin en fazla iki medya hizmet sağlayıcı kuruluşa ortak olmasına izin verilmiştir. Türkiye’de medya pazarındaki rekabette reklam gelirleri önemli bir kalem oluşturmaktadır. Medya üzerindeki reklam baskısı yolsuzlukların, işten çıkarmaların, grevlerin veya sendikasızlaştırma stratejilerinin haberleştirilmesine de engel olmaktadır. Hatta gazeteciler kendi özlük hakları veya işten çıkarılan ve sendikasızlaştırılan meslektaşları ile ilgili haber yapamamaktadırlar (Kurban ve Sözeri, 2012). Türkiye’deki büyük sermaye gruplarına ait medya kuruluşları; başta emek-sermaye ilişkilerine yönelik haber, yorum ve her türlü aktarımlarında olmak üzere, toplumsal gelişmeler karşısında sermayeden yana bir tutum takınmakta; grev, çalışma yaşamı, işsizlik, işten çıkarma v.b. gibi ekonomik haklara ilişkin konularda sessiz kalırken, özelleştirme gibi siyasî iktidarların sermayenin lehine olan politikalarını tam bir mutabakat içinde desteklemektedir (Kaya, 2009). Bu temel tezlerden hareketle, bu çalışmada Türkiye’nin büyük sermaye gruplarına ait iki farklı gazetenin internet sitelerindeki ekonomi haberleri incelenmiştir. Sermaye medyasını temsil eden ve sektörün güçlü aktörlerinden olan Doğan Grubu’na ait Hürriyet ve Çalık Grubu’na ait Sabah’ta, bu medya gruplarının medya dışı sektörlerdeki büyük yatırımları ve ekonomik faaliyetleriyle de Türkiye’deki medya sahipliği profilinin temel özelliklerini taşımaları nedeniyle seçilmiştir. Bu bağlamda, bir haftalık bir çözümlemenin yeterli olacağı düşünülmüş ve 23-30 Eylül 2012 tarihleri arasındaki ekonomi haberleri ele alınmış ve çalışmada içerik çözümlemesi yöntemi kullanılmıştır. İçerik çözümlemesinde elde edilen veriler üzerinden nitel çözümlemeler yapılmıştır. Eylül ayının son haftasının seçilmesinin nedeni, bu dönemde ekonomideki olumsuz göstergelere ilişkin ekonomi yönetiminin farklı açıklamalar yapması ve zam haberlerinin üst üste gelmesidir. Ayrıca, 1-30 Kasım 2012 tarihleri arasındaki bir aylık sürede ise Hürriyet ve Sabah internet sitelerinde neoliberal politikaların merkezinde yer alan özelleştirmelere ve neoliberal politikaların yarattığı işsizlik ve yoksulluk sorununa ilişkin haberlerin niceliksel dağılımı ortaya koyulmuştur. Bu dağılımı ortaya koymak amacıyla, “özelleştirme”, “işsizlik” ve “yoksulluk” anahtar sözcükleri ile arama yapılmış, bu sözcükleri içeren haber başlıkları çözümlemeye dâhil edilmiştir. Bu çalışmada, ekonomi haberlerinde toplumun ezilen sınıflarının refah hakları ile çalışan kesimin sosyal güvenlik ve özlük haklarına ilişkin sorunlar yerine daha çok sermaye kesiminin beklentilerine uygun olarak iş dünyası, bankacılık-finans çevreleri, yatırım araçları, borsa, döviz gibi konular ekseninde egemen ekonomik düzenin devamına ve yeniden üretimine yönelik bir içerik oluşturulduğu ve ekonomi 1 Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, No. 3984, 13.04.1994, Resmi Gazete, No. 21911, 20.04.1994. Bu Kanun, 15.02.2011 tarihinde kabul edilen yeni yayın yasası ile yürürlükten kaldırılmıştır. 2 Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun, No. 6112, 15.02.2011, Resmi Gazete, No. 27863, 03.03. 2011. Sayı 35 /Güz 2012 54 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme haberlerinin temel aktörlerinin de büyük sermaye sahipleri, ulusal ve uluslararası finans kuruluşlarının üst düzey yöneticileri ve siyasî iktidarın temsilcileri olduğu varsayımından hareket edilmektedir. Çözümleme kapsamında ilk olarak anaakım medyanın ekonomi haberlerinde hangi konulara ağırlıklı olarak yer verildiği, ikinci olarak da hangi aktörlerin öne çıkarıldığına ilişkin bulgular ortaya koyulmuştur. Haberlerin konu dağılımı Tablo 1’de sunulmuştur: Tablo 1. Ekonomi Haberlerinin Konularına Göre Dağılımı Gazeteler (İnternet sitesi) Bankacılıkfinans haberleri İş dünyası ve sektörel yatırım haberleri Hürriyet Sabah Toplam 7 23 30 42 87 129 Döviz, faiz, borsa, altın haberleri İşçi hakları, emek sorunları, yoksulluk haberleri Çalışma yaşamı, sosyal güvenlik hakları, işsizlik haberleri 2 21 23 1 4 5 7 11 18 Zam, vergi, harç, enflasyon, uygulama değişikliği vs. enformatif haberler 14 20 34 Haberlerin konularına göre dağılımına bakıldığında, ekonomi haberlerinde iş dünyası ve sermaye yatırımları ile ilgili haberlerin ağırlıklı olarak yer aldığı görülmektedir. Sermaye gruplarını ve neoliberal ekonomik sistemin bileşenlerini temsil eden haberlerin sayıca fazla olması çalışmanın temel argümanlarını desteklemektedir. Anaakım medyada emekçi sınıfların, çalışma yaşamına ilişkin temel sorunların, işsizlerin ve yoksulların neredeyse hiç yer almamasını, medyanın kapitalist üretim biçiminin bir parçası olarak egemen ideolojiyi yeniden üretmesinin bir sonucu olarak eleştirel ekonomi politik bir perspektifle açıklamak mümkündür. Farklı medya gruplarına ait olmakla birlikte, sermaye medyasını temsil etmeleri nedeniyle her iki gazetenin de benzer bir haber panoraması sunması, tekelleşmenin haber içeriklerinde yarattığı türdeşleşme ile açıklanabilir. İncelenen gazetelerde çalışma yaşamı ve işsizlik kategorisinde yer alan haberlerin, kategori başlığına uygun düşmekle birlikte, daha çok kamuda ve özel sektördeki işe alım duyuruları, emeklilere ödenecek maaş farkı, Avrupa ülkelerindeki işten çıkarmalar ve işsizlik rakamları ile ilgili olduğu görülmektedir. Türkiye’deki işten çıkarmalar, işsizlik oranları veya iş güvenliği, işçi hakları, esnek çalışma sistemi gibi çalışma yaşamına ilişkin sorunlar haberlerde temsil edilmemektedir. Ayrıca, ekonomi haberlerinde sosyal güvenlik başlığı altında yer alan haberlerin çoğunun, 1 Ocak 1988 ve sonrası doğan ve Genel Sağlık Sigortası prim borcu tahakkuk eden 1 milyon 153 bin 595 kişi ile ilgili olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Zam, vergi ve harçlar gibi ekonomik sistemle ilgili veriler haberlerde bilgi amaçlı olarak sunulmakta, zamlara ilişkin sorgulayıcı ve eleştirel bir dil kullanılmamaktadır. 55 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR Tablo 2. Ekonomi Haberlerinin Görüşlerine Öncelik Verilen Aktörlere Göre Dağılımı Gazeteler sitesi) (İnternet Hürriyet Sabah Toplam İktidar partisini temsil eden siyasetçiler 10 24 34 İş dünyasından yöneticiler/ patronlar 15 13 28 2 2 Çalışan kesimler, işçiler, sendika temsilcileri, işsizler, yoksullar Haberlerde işlenen konular kadar öne çıkartılan ve görüşlerine yer verilen aktörlerin kimler olduğu da haberin ürettiği egemen anlamları ve ideolojiyi göstermesi açısından önemlidir. Konu dağılımına paralel olarak aktörlerin dağılımı da toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerini yansıtmaktadır. Siyasî iktidarın ve sermaye sınıfının temsilcileri haberlerde görüşlerine öncelik verilen durum tanımlayıcıları olarak karşımıza çıkmakta; haberler, onların eylem ve söylemleri üzerine inşa edilmektedir. Sıradan insanlara ve toplumun güçsüz kesimlerine bir aktör olarak haberlerde yer verilmemektedir. Çalışma kapsamında incelenen gazetelerde sadece iki haber bu kategoriye dahil edilebilmiştir. Bu haberlerden biri, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yoksulluk puanı uygulamasını, diğeri ise TESK (Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu) Başkanının son dönemde yapılan zamlara gösterdiği tepkiyi içermektedir. Tablo 3. “Özelleştirme”, “İşsizlik” ve “Yoksulluk” Sözcüklerine Göre Haberlerin Niceliksel Dağılımı Gazeteler (İnternet sitesi) Hürriyet Sabah Toplam Özelleştirme Haberleri 11 13 24 2 2 İşsizlik-Yoksulluk Haberleri Araştırma kapsamında yer alan gazetelerin internet haberlerinde “özelleştirme”, “işsizlik” ve “yoksulluk” anahtar sözcükleri ile arama yapılmış ve bu aramanın sonucunda her iki gazetede özelleştirme konulu haberlerin yoğun bir biçimde yer aldığı, buna karşılık işsizlik ve yoksulluk konulu haberlere neredeyse hiç yer verilmediği görülmüştür. Sermaye gruplarını temsil eden anaakım medya, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini bir ekonomik büyüme ve verimlilik ölçütü olarak sunmakta ve neoliberalizmin kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi gerektiği yönündeki egemen söylemini yeniden üretmektedir. Örneğin, “Akdeniz Elektrik’e bu kez 546 milyon dolar” (hurriyet.com.tr, 13.11.2012) başlıklı haber elektrik hizmetlerinin özelleştirilmesi ile ilgilidir. Sabah’ta yer alan “Özelleştirmeden 3 milyar dolar geldi” (sabah.com.tr, 30.11.2012) başlıklı haberde ise özelleştirmelerin devlete gelir getiren verimli bir yöntem olduğu vurgulanmakta ve bir olumlama göze çarpmaktadır. Anaakım medyanın, özelleştirmelerin yurttaşlar ve emekçi kesimler açısından doğuracağı sonuçları “kamu yararı” perspektifinden değerlendirmediği görülmektedir. Sayı 35 /Güz 2012 56 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme Hürriyet’te yer alan “Şehit ateşi bu yoksul eve düştü” (hurriyet.com.tr, 10.11.2012) başlıklı haberde yoksulluk bir toplumsal sorun olarak tespit edilmek yerine bir şehit ailesinin sosyo-ekonomik yapısını nitelemek amacıyla kullanılmıştır. “İşsizlik Ağustos’ta yüzde 8.8 oldu” (hurriyet.com.tr, 15.11.2012) başlıklı haberde ise Türkiye İstatistik Kurumu’nun resmî açıklaması çerçevesinde işsizlik oranının düştüğü belirtilmiştir. İşsizlik bir ekonomik ve toplumsal bir sorun olarak ele alınmamış, geçen yılın aynı döneme göre yüzde 0,4 puanlık düşüş olması bir olumlama çerçevesinde sunulmuştur. Sabah’ta ise “işsizlik” ve “yoksulluk” sözcükleri ile yapılan aramada herhangi bir habere rastlanmamıştır. Neoliberal politikaların yarattığı derin toplumsal eşitsizlikler, haberler aracılığıyla normalleştirilmekte ve temel yurttaşlık hakları içinde yer alan refah hakları üzerinde medyada bir mücadele alanı oluşturulmamaktadır. Sonuç Küreselleşme sürecinin temelini oluşturan neoliberal politikalar, yeni bir birikim modeli yaratmıştır. Bu dönemi karakterize eden başlıca unsurlar; sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve mali sermayenin öne çıkması, esnek üretim ve esnek çalışma, özelleştirme ve taşeronlaştırmadır. Refah devleti sürecinde sendikaların da içinde olduğu bir kurallar bütününe göre yürüyen üretim faaliyeti, neoliberal yönetim zihniyeti çerçevesinde sermaye tarafından tek taraflı olarak yeniden şekillendirilmiş ve tamamen kuralsızlık üzerine inşa edilmiştir. Neoliberal politikalar, tüm dünyada işsizlik, yoksullaşma, kamu hizmetlerinden yoksun kalma ve dışlanma gibi sorunlara yol açmıştır. Neoliberalizm sürecinde sermayenin faaliyetlerini ve serbest dolaşım olanaklarını koordine etmek amacıyla devletin müdahalesi gerekmiştir. Düzenleyici devlet anlayışı ile medya alanında yoğunlaşmanın ve yeni bir sahiplik yapısının önü açılmıştır. Kitle iletişimi faaliyeti toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel bir bağlamda gerçekleştirilmektedir. Medya kuruluşlarının kendi örgüt politikaları ile ulusal ve uluslararası politikalar arasında güçlü bağlar bulunmakta ve kitle iletişim sisteminde egemen olan tekelleşme, toplumun genel çıkarlarıyla bağdaşmayan bir yapı oluşturmaktadır. Türkiye’de 1990’lardan sonra medya sektöründeki yoğunlaşma süreci hızlanmış ve medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının medyaya egemen olduğu yeni bir sahiplik yapısı ortaya çıkmıştır. Yatay ve dikey birleşmelerle büyüyen medya, siyasî iktidarın hegemonik bir aracı olarak kamusal sorumluluk ve toplumsal denetim gibi demokratik işlevlerini yitirmiştir. Çapraz mülkiyet yapısı ile karakterize olan medya sektöründeki sermaye grupları, aynı zamanda kamu sektöründeki ihale ve özelleştirme süreçlerinde de önemli birer aktör konumundadır. Bu çalışmada konular ve aktörler açısından incelenen ekonomi haberleri, medya-sermaye-devlet arasındaki ilişkileri ve anaakım medyanın egemen ideolojiye eklemlendiğini açıkça göstermektedir. Büyük sermayenin kontrolünde olan haber medyasında modern devletin kazanımları olan ekonomik ve sosyal haklar haber konusu yapılmamakta, bu alanlardaki eşitsizlikler sistemin doğal bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Medya sektöründeki yoğunlaşma ve mülkiyet ilişkileri, medyanın kamu yararını gözetmesinin ve hükümeti denetlemesinin önünde bir engel oluşturmakta, medya eşitsizlikleri yeniden üreten yapıların bir parçası olmaktadır. 57 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR Türkiye’deki medya ortamının çoğulculaşması ve demokratikleşmesi için çoksesliliğin medyada yaygınlaşması sağlanmalıdır. Günümüzde medya endüstrisinin temel sorunu, ekonomik bağımlılığın gazetecilerin özerkliğine olan olumsuz etkileridir. Neoliberalizm sürecindeki egemen medya düzeni, editoryal bağımsızlığı olanaksız hale getirmekte, gazetecilerin örgütsüz çalışma ilişkileri içinde istihdam edilmesi ve iş güvencelerinin olmaması haberlerde eleştirel bakışı ortadan kaldırmakta ve gazetecilerin bağlı bulundukları medya grubunun çıkarlarına göre hareket etmelerine neden olmaktadır. Haber içeriklerinde belirli konuların öne çıkartılması, kamu yararını ilgilendiren ve demokrasinin temelini oluşturan ekonomik ve sosyal güvenlik haklarına ilişkin sorunların haber çerçevesinin dışında tutulması demokratik bir toplumda medyanın kamusal sorumluluk bilincinden kopması anlamına gelmektedir. Sermaye sınıfı ve siyasî iktidar arasındaki güçlü ittifak; haber medyasında tek yönlü ve türdeş bir içeriğin oluşturulması, egemen ideolojinin medya aracılığıyla meşrulaştırılması ve yeniden üretilmesi sonucunu doğurmaktadır. Özgür ve bağımsız medyanın gelişmesinin önündeki engelleri anlamak ve açıklamak için medya politikalarının irdelenmesi önemli bir başlangıç noktasıdır. Kamusal sorumluluğu, demokratik bir toplum inşasında kitle iletişim araçlarının en önemli görevlerinden biridir. Medyanın, toplumun egemen sınıflarının dışında kalan güçsüz kesimlerin temsiline yer açması, bu kesimlerin ekonomik ve sosyal sorunlarını ve sınıfsal boyutu olan hak ihlallerini sorunlaştırması ve yurttaşların bilgisine sunması demokrasinin gelişmesi açısından çok önemlidir. Siyasetçilerin, medya çalışanlarının, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin ve tüm yurttaşların; kamu yararı ve kamusal sorumluluk bilincine sahip, iktidarla organik bağı olmayan, toplumun her kesiminin temsiline ve katılımına açık ve sermaye tekelinden bağımsız çoğulcu ve demokratik bir medya ortamının yasal temellerinin oluşturulması için mücadele etmesi demokrasi adına atılmış büyük bir adım olacaktır. Kaynakça Adaklı, Gülseren, (2001). “Yayıncılık Alanında Mülkiyet ve Kontrol”, Medya Politikaları, B. Kejanlıoğlu, S. Çelenk, G. Adaklı (der.), Ankara: İmge Kitabevi, s.145204. Adaklı, Gülseren, (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi: Neoliberalizm Çağında Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri, Ankara: Ütopya Yayınevi. Adaklı, Gülseren, (2009). “Gazetecilik Etiğini Belirleyen Yapısal Unsurlar: Mülkiyet ve Kontrol Sorunu”, Televizyon Haberciliğinde Etik, Bülent Çaplı ve Hakan Tuncel (der.), Ankara: Fersa Matbaacılık, s.61-96. Adaklı, Gülseren, (2010). “Neoliberalizm ve Medya: Dünyada ve Türkiye’de Medya Endüstrisinin Dönüşümü”, Mülkiye, Cilt: XXXIV, Sayı: 269, s.67-84. Arsan, Esra, (2011). “Sivil İtaatsizlik Bağlamında Bir Araştırma: Gazeteci Gözüyle Sansür ve Otosansür”, Cogito, Sayı: 67,YKY, İstanbul. Sayı 35 /Güz 2012 58 Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme Avşar, Zakir, (2004). “Medyada Yoğunlaşma ve Şeffaflaşma: Yasal Düzenlemeler, Beklentiler, Sorun Alanları”, İletişim Araştırmaları Dergisi, 2(2), s.87-112. Curran, James, (1993). “Kamusal Bir Alan Olarak Medyayı Yeniden Düşünmek”, Süleyman İrvan (çev.), İLEF Yıllık, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, s.215-243. Curran, James, (1997). “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme”, Medya, Kültür, Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Ark Yayınları, s.139-197. Dursun, Çiler, (2005). “Haber ve Habercilik/Gazetecilik Üzerine Düşünmek” Gazetecilik ve Habercilik, Sevda Alankuş (der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları, s.69-90. Encabo, Manuel Nunez, (1997). “Gazetecilik Etiği ve Demokrasi”, Medya, Kültür, Siyaset, Süleyman İrvan (der.) içinde, Ankara: Ark Yayınları, s.283-298. Entman, Robert M., (1989). Democracy Without Citizens: Media and the Decay of Amerikan Politics, Oxford University Press, New York. Erdoğan, İrfan, (1999). “Dördüncü Gücün İlettiği: Amerikan Örneği”, Medya Gücü ve Demokratik Kurumlar, Korkmaz Alemdar (haz.), İstanbul: Afa Yayıncılık, s.33-42. Garnham, Nicholas, (1979). “Contribution to a political economy of masscommunication”, Media, Culture & Society, 1, pp.123-146. Garnham, Nicholas, (2001). “Bir Kültürel Materyalizm Teorisine Doğru”, Praksis (4), s.126-143. Garnham, Nicholas, (2008). “Ekonomi Politik ve Kültürel Çalışmalar: Uzlaşma mı Boşanma mı?”, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar, Sevilay Çelenk (der.), Ankara: De Ki Yayınları, s.115-129. Gencel Bek, Mine, (2010). “Karşılaştırmalı Perspektiften Türkiye’de Medya Sistemi”, Mülkiye, Cilt: XXXIV, Sayı: 269, s. 101-125. Golding, P. ve Murdock, G., (1997). “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”, Medya, Kültür, Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Ark Yayınları, s.49-76. Helms, Ludger, (2008). “Governing in the Media Age: The Impact of the Mass Media on Executive Leadership in Contemporary Democracies”, Government and Opposition, Vol. 43, No. 1, pp. 26–54. Herman, E. and Chomsky, N., ([1988] 2002). Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media, New York: Pantheon. İnal, Ayşe, (2009a). “Haber Medyası ve Seçim Kampanyaları”, Televizyon Haberciliğinde Etik, Bülent Çaplı ve Hakan Tuncel (der.), Ankara: Fersa Matbaacılık, s.251-267. İnal, Ayşe (2009b). “Tarihsel Gelişimi İçinden Gazetecilik Etiğini Yeniden Düşünmek”, Televizyon Haberciliğinde Etik, Bülent Çaplı ve Hakan Tuncel (der.), Ankara: Fersa Matbaacılık, s.27-44. 59 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR Kaya, Raşit, (1999). “Medya, Toplum, Siyaset”, Medya Gücü ve Demokratik Kurumlar, Korkmaz Alemdar (haz.), İstanbul: Afa Yayıncılık, s.23-32. Kaya, Raşit, (2009). İktidar Yumağı: Medya-Sermaye-Devlet, Ankara: İmge Kitabevi. Keane, John, (1993). Medya ve Demokrasi, Haluk Şahin (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Kejanlıoğlu, Beybin D., (2003). “Medya-Toplum İlişkisi ve Küreselleşmenin Yerel Medyaya Sunduğu Olanaklar”, Medya ve Toplum, Sevda Alankuş (der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları, s.75-93. Kellner, Douglas, (2008). “Ayrımın Üstesinden Gelmek: Kültürel Çalışmalar ve Ekonomi-Politik”, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar, Sevilay Çelenk (der.), Ankara: De Ki Yayınları, s.147-172. Köker, Eser, (1998). Politikanın İletişimi İletişimin Politikası, Ankara: Vadi Yayınları. Kurban, D. ve Sözeri, C., (2012). İktidarın Çarkında Medya: Türkiye’de Medya Bağımsızlığı ve Özgürlüğü Önündeki Siyasi, Yasal ve Ekonomik Engeller, İstanbul: TESEV Yayınları. Miller, David, (2002). “Media Power and Class Power: Overplaying Ideology”, Socialist Register, Vol. 38, pp.245-264. Özbek, Meral, (Ed.) (2010). “Kamusal Alanın Sınırları”, Kamusal Alan, İstanbul: Hil Yayın. Peters, J.D. ve Cmiel, K., (1997). “Medya Etiği ve Kamusal Alan”, Medya, Kültür, Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Ark Yayınları, s.255-282. Schudson, M. ve Waisbord, S., (2010). “Haber Medyasının Siyasal Bir Sosyolojisine Doğru”, Siyaset Sosyolojisi: Devletler, Sivil Toplumlar ve Küreselleşme, Soner Torlak (ed.)”, Ankara: Phoenix Yayınevi, s.377-392. Sönmez, Mustafa, (2010). “Medyada İstanbul İktidarı”, Mülkiye, Cilt: XXXIV, Sayı: 269, s.85-99. Starr, Paul, (2012). “An Unexpected Crisis: The News Media in Postindustrial Democracies”, The International Journal of Press/Politics, 17(2), pp.234-242. Whitten-Woodring, Jenifer, (2009). “Watchdog or Lapdog? Media Freedom, Regime Type, and Government Respect for Human Rights”, International Studies Quarterly, 53, pp.595–625. Woods, Joshua, (2007). “Democracy and the press: A comparative analysis of pluralism in the international print media”, The Social Science Journal, 44, pp. 213-230. İnternet Kaynakları http://www.hurriyet.com.tr/anasayfa/, (Erişim Tarihi: 02.12.2012). http://www.sabah.com.tr/, (Erişim Tarihi: 02.12.2012). Sayı 35 /Güz 2012 60 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri1 Everyday Life Practices of Home-Office Workers Gökçe BAYDAR Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi - E-posta:[email protected] Anahtar Kelimeler: evden çalışma, yeni ekonomi, orta sınıf, gündelik yaşam, iletişim teknolojileri. Keywords: home-office, new economy, middle class, everyday life, communication technologies. Öz Günümüzde küreselleşme ve neoliberalleşme gibi olgular ile beraber esnek çalışma biçimleri yaygınlaşmış ve daha görünür hale gelmiştir. Yeni kapitalizmin bu esnek çalışma türlerinden biri de görece yeni bir çalışma biçimi olan ve çoğunlukla iletişim teknolojileri ile ilişkilendirilen evden çalışma biçimidir. Bu araştırma, evden çalışmanın çalışanlar tarafından nasıl deneyimlendiğini ortaya çıkarmak amacındadır. Evden çalışmada ön plana çıkan iki temel alan çevirmenlik ve tasarımcılık işlerinin çoğu zaman yüksek eğitim veya teknik bilgi gerektirmesi, beyaz yakalı sınıfa da işaret etmektedir. Bu nedenle araştırmada sınıfsal boyut göz önünde bulundurulmuş, orta sınıfın eğilimlerini tartışmanın da yolu açılmıştır. Araştırma kapsamında 12 evden çalışan ile derinlemesine görüşme yapılmış, gündelik yaşam pratikleri ortaya çıkarılmıştır. Bu temel soru kapsamında aynı zamanda evden çalışanların esnek zaman kullanımını da içeren çalışma koşulları, esnek zamanlı çalışmaya karşı getirdikleri oto-disiplin pratikleri, kendi yaşamlarına ve işlerine ilişkin algıları, iletişim teknolojilerinin gündelik yaşamlarındaki konumu, sınıf habituslarıyla paralel olarak benlik sunumları, meslektaşlarıyla bir kolektivite yaratıp yaratmadıkları hakkında verilere de ulaşılmıştır. Abstract Today, flexible workstyles have spread and become more visible along with the phenomenon like globalization and neo-liberalization. One of the flexible workstyles of the new capitalism is home-office which is considerably new and often associated with communication technologies. This research intends to reveal how home-office is experienced by workers. Two main working fields that stand out for home-office work are; translation and designing, which also indicate to white-collar class as they most often require higher education and know-how. Thus, the class dimension was considered in this research which have also paved the way for discussing middle class tendencies. Within the scope of the research, in-depth interviews were conducted with 12 participants and their daily practices were broughtout. Within the scope of this main question, data were obtained regarding the working conditions of home-office workers including flexible time utilization, self-discipline practices they use against flexible time working, their self-presentation parallel to their class habitus and whether they create collectivity with their colleagues or not. 1 Bu makale, “Home Office Çalışanların Gündelik Yaşamda Yeni Medya Kullanımı” başlıklı yüksek lisans tezi kapsamında yapılan saha araştırması verilerinin bir kısmının kullanılmasıyla oluşturulmuştur. Makalede kullanılan verilerin bir kısmı, LaborComm 2012’de (Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı) yapılan aynı başlıklı sunumda yer almıştır. Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri Giriş Günümüzde yeni kapitalizm ve küreselleşmenin bir parçası olan neoliberalleşme stratejileri, kapitalizmin amaçlarına daha hızlı yanıt verebilmek amacıyla serbestleşme ve esneklik ilkeleri etrafında şekillenmektedir. Bu şekilde neoliberal stratejiler üretimde ve istihdamda esnekliği, dolayısıyla esnek çalışma biçimlerini de gündeme getirmiştir. Yarı-zamanlı çalışmak, fazla mesai çalışmak, evden çalışmak gibi standart dışı çalışma biçimleri esnek kapitalizmin daha fazla ihtiyaç duyduğu emek ilişkileri olmakta, bu da esnek çalışma biçimlerini daha görünür hale getirmektedir. Yeni kapitalizmin yükselttiği beyaz yakalılar da günümüzde neoliberal stratejilerin sonucu esnekleşen emek süreçlerini deneyimlemektedirler. Zaman zaman kendileri de İnternet siteleri ve bloglar gibi iletişim teknolojileri aracılığıyla örgütlenmekte ve kendi görünürlüklerini sağlamaktadırlar. Kendi İnternet sitesinde güvencesizlik ve esnek çalışmaya karşı çıktıklarını ve mücadelenin gerekliliğini belirten Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı (BİÇDA, 2012) ve blog üzerinden sesini duyurarak beyaz yakalının iş bulma sorunlarının ardındaki dinamikler üzerinde durmayı hedefleyen ve devam eden işlerindeki endişe ve performans değerlendirmesi gibi konulara ilişkin atölyeler gerçekleştiren Plaza Eylem Platformu bu gruplara örnektir (Plaza Eylem Platformu, 2012). Hem beyaz yakalı olmak ile ilişkilendirilen, hem de kurumsal mekâna ve saatlere bağlı olmadığı için esnek olan ve iletişim teknolojileriyle mümkün olduğu iddia edilen evden çalışma biçimi de gitgide şirketlerin iş ilanlarında aradığı bir çalışma şekli olmakta (kariyer.net, 2012), gazetelerin kariyer sayfalarında (Hürriyet, 10 Ağustos 2011) veya haberlerde yer almakta, tartışmalara konu olmaktadır. Çoğunlukla özel kurumların, hatta bazı kamu kuruluşlarının çalışanlarına belli günlerde evden çalışmayı önermesi (Radikal, 12 Şubat 2012) ve bağımsız şekilde evden çalışanlar üzerine olan tartışmalar, evden çalışmayı incelemek doğrultusunda temel motivasyon olmuştur. Evden çalışanlar, yeni kapitalizm ve küreselleşmenin esneklik ilkesini en belirgin olarak deneyimleyen gruptur; çünkü hem zamanı hem mekânı esnek kullanmaktadırlar. Başka bir deyişle evden çalışanlar “bütün esnek zamanlı çalışanlar içinde en esneği” (Sennett, 2010: 61) olarak tanımlanabilir. Evden çalışmak aynı zamanda genişleyen iş alanlarından biri olarak görülebilir; çünkü ofis, atölye gibi geleneksel olarak işyeri kabul edilen mekânların dışında, örneğin evde, bile işin yapıldığına işaret eder. İşin evde yapılabilirliğini sağlayanın iletişim teknolojileri olması, evden çalışmayı bu teknolojilerin bireysel kullanımlarıyla beraber ele almayı gerektirir. Başka bir deyişle evdeyken iş bağlantılarının kurulması ve işin öğrenilmesi/yapılması aşamasında yeni iletişim teknolojilerinin rolü büyüktür. Bu araştırmada evden çalışanlar ile ifade edilen, evden iş yapan, dolayısıyla zaman ve mekân kullanımında standart çalışma biçiminden farklılaşan ve yeni iletişim teknolojileriyle bağı yüksek olan insanlardır. Ayrıca araştırmada katılımcı olan evden çalışanlar bağımsız olarak çalışmakta, kalıcı bir işçi-işveren ilişkisine girmemektedirler. Bu açıdan kapitalizmin öngördüğü esneklik, evden çalışanlar açısından belirsizlik olarak deneyimlenmekte, iş olumsal bir karaktere bürünmektedir. 62 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR Evden çalışma biçiminin küreselleşme ve değişen emek biçimleri ile ilişkisini değerlendirmek ve gündelik yaşamda nasıl deneyimlendiğini ortaya çıkarmak amacıyla yapılan bu araştırma, bu açıdan meselenin hem teorik hem pratik boyutunu ele almıştır. Yeni kapitalizm ve onun yükselttiği esneklik ilkesi, evden çalışmayı mümkün kılan sınıfsal boyut, iletişim teknolojileri ve emeğin geçirdiği dönüşüme ilişkin teorik boyutun yanı sıra, gündelik yaşamdaki pratiklere de odaklanılmıştır. Bu şekilde giderek daha görünür olan standart-dışı bir çalışma şeklinin gündelik yaşamda nasıl deneyimlendiğini ve bu deneyimlerin teorik açıklamalardan ne ölçüde farklılaştığını ortaya çıkarmak amaçlanmıştır. Evden çalışmayı incelemek için, iletişim teknolojileri ve emek arasındaki ilişki üzerinde durulması gerektiği açıktır. Yeni iletişim teknolojileri ve emek arasındaki ilişki Türkiye’de de araştırmalara konu olmuş, bu teknolojilerin yarattığı iş olanaklarının kimler tarafından kullanıldığı sorgulanmıştır. Uzmanlık gücüne sahip olan erkeklerin çoğunlukta olduğu bir grubun bu iş olanaklarını kullandığı ve bu açıdan teknolojinin emekle ilişkisinde cinsiyetçilik olduğu iddiası mevcuttur (Gencel-Bek ve Binark, 2000: 18). Teknolojiyle emeğin arasındaki ilişki ve değişime ilişkin araştırmaların yanı sıra emeğin örgütlenmesinde teknolojinin mücadele içinde nasıl bir yeri olduğunu araştıran çalışmalar da yapılmıştır (Yücesan-Özdemir, 2010). Ekonominin ve iletişim teknolojilerinin geçirdiği dönüşüm ile yükselen beyaz yakalılar, onların çalışma şartları ve örgütlenmeleri de araştırma konusu olmaya devam etmektedir. Buna rağmen, emeğin deneyimlediği görece yeni çalışma biçimleri arasında evden çalışmayı konu alan Türkiye’deki araştırmaların çoğunda bu çalışma biçimine organizasyonel açıdan yaklaşılmış, evden çalışma “verimlilik”, “maliyet minimizasyonu”, “kâr” gibi kavramlar ekseninde ele alınmış, evden çalışanların bu çalışma biçimine yüklediği anlamlara ve gündelik yaşam deneyimlerine odaklanılmamıştır. Bu araştırma evden çalışanların gündelik yaşam deneyimlerini ortaya çıkararak meseleyi kültürel boyutuyla ele alması ve iletişim teknolojilerinin de rolüyle değişen emek süreçlerinin niteliğine ilişkin bir farkındalık yaratması açısından önemlidir. Bu doğrultuda araştırmanın kapsamı, Ankara’da yaşayan evden çalışanlar olarak belirlenmiş, ortaya çıkarılması amaçlanan soru doğrultusunda niteliksel araştırma yöntemi kullanılmış, Ocak 2012-Mayıs 2012 tarihleri arasında 12 katılımcı ile derinlemesine görüşme gerçekleştirilmiştir. Katılımcıların belirlenmesi aşamasında evden çalışmayı mümkün kılan işler ve meslekler açısından bir ayrıma gidilmemiş, evden çalışmayı tanımlayan esas unsurların esnek zaman ve esnek mekân kullanım pratikleri olduğu göz önünde bulundurulmuştur. Belirli bir meslek veya işe odaklanmayan bu araştırma iki çevirmen, bir danışman ve dokuz tasarımcının katılımıyla gerçekleşmiştir. Derinlemesine görüşmeler yoluyla aynı zamanda evden çalışanların esnek zaman kullanımını da içeren çalışma koşulları, esnek zamanlı çalışmaya karşı getirdikleri otodisiplin pratikleri, geleceğe ilişkin beklentileri, sınıf habituslarıyla paralel olarak benlik sunumları, meslektaşlarıyla bir kolektiviteye girip girmedikleri hakkında da verilere ulaşılmıştır. Bu veriler, analizi oluşturan iki alt başlık altında aktarılmıştır. Araştırmanın ilk bölümünde, araştırmanın çıkış noktasını mümkün kılan kavramsal tartışmalara Sayı 35 /Güz 2012 63 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri yer verilmiştir. Yeni ekonomi ve esneklik, bu çalışma biçimini mümkün kılan sınıfsal boyut nedeniyle orta sınıflar, kaçınılmaz olarak ele alınan gündelik yaşam ve benlik kavramları üzerinde durulmuştur. Kültürel bir yaklaşımdan hareket eden bu araştırmada kültürel açıklamaları mümkün kılan kavramlara yer verildiği ve kavramların kültürel açıklamalarının önemli olduğu vurgulanmalıdır. Yöntemden sonra yer alan analiz bölümü ise iki ayrı alt başlığa ayrılmıştır. Gündelik yaşam pratiklerinin sınırlarını çizmenin zorluğuna rağmen, toplanan veriler analizi kolaylaştırmak için Gündelik Yaşam Pratikleri ve İş ile İlgili Pratikler olarak sınıflandırılmıştır. Sonuç bölümünde ise bu saha araştırması ile elde edilen verilerin kavramsal çerçeve ile ne ölçüde benzerlik gösterdiği ve kavramsal çerçeveden ne ölçüde farklılaştığı tartışılmıştır. Bu şekilde gündelik yaşam pratiklerinin kuramdan ayrıldığı noktaları açığa çıkarmanın önemi vurgulanmıştır. Son olarak, bu alanda yapılacak sonraki araştırmalar için öneriler sunulmuştur. Kavramsal Çerçeve Yeni Ekonomi ve Esneklik Esneklik kavramı kaynağını 1990’ların sonlarında Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ortaya çıkarak yayılan Yeni Ekonomi akımından alır (Bora ve Erdoğan, 2011: 20-1). Yeni Ekonomi, değişen dünya düzenini tanımlamak için kullanılan kavramlardan biridir ve birçok kavramla yakın ilişki içindedir. Bazılarına göre içinde bulunduğumuz çağ; “dijital, bilgi-yoğun, glokal, yenilik ekonomisinde filizlenen bir network çağıdır” (Carayannis ve Sagi, 2001: 501) ve bu açıdan geçmişten farklıdır. Bu tanıma yakın olarak yeni ekonomi teriminin de esas vurgusu, enformasyon teknolojilerine ve ekonominin enformasyon sektörü üzerindedir (Neumark ve Reed, 2004: 2). Yeni ekonomi kavramının enformasyonelleşme, küreselleşme ve network ile ele alarak bu özellikler üzerinde durulmasını mümkün kılan en önemli isim Castells’tir. Castells’e göre enformasyon teknolojileri bir devrim niteliğindedir. 1970’lerde doğan bu devrim, enformasyon teknolojilerinin etrafında örgütlenmiş yeni bir teknoloji paradigmasının işlemesi sonucu maddi kültürümüzün değişim geçirmesiyle anılan bir kesintidir ve Sanayi Devrimi boyutunda tarihsel bir olaydır (Castells, 2008: 38-9). Bu devrim, yeni ve farklılaşan bir ekonominin doğumuna kaynaklık etmiştir. Bu yeni ekonomideki birim veya ajanların üretkenlik ve rekabetinin temel olarak bilgi-yoğun enformasyon üretimi ve uygulamalarına bağlı olması, ekonominin enformasyonelleşmesi anlamına gelir (Castells, 2010: 77). Bununla ilişkili olarak, firmalar 1980’ler ve 1990’larda özelleşme, yoğunlaşma ve küreselleşme sonucu artan bir rekabetle yüzyüze geldiği için (Hudson, 2002: 39), Yeni Ekonomi fenomeni küreselleşme ve neoliberalleşme gibi akımlarla da beraber düşünülmelidir. Bu dinamiklerle şekillenen yeni ekonomide rekabet avantajı fikirler sayesinde edinilir, şirketlerin hızlıca büyümesi ile yenilik arasında sıkı bir ilişki vardır. Bilgi (knowledge) ve uzmanlık içsel olarak geliştirilmek yerine hızlıca dışardan edinilebilir. Rekabet avantajı, esneklikten ve piyasadan yanıt almaktan (responsiveness) 64 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR gelir. Bu dönüşlülük, yeni ekonomideki şirketler açısından enformasyonu önemli kılan bir özelliktir (Carayannis ve Sagi, 2001: 502). Bu İnternet bağlantılı, bilgi yoğun, networking işlerin yükselişe geçmesiyle Yeni Ekonomi akımı bir beyaz yakalı efsanesinin oluşumuna yardım etmiştir (Bora ve Erdoğan, 2011: 20-1). Başka bir deyişle, ekonominin rekabet açısından geçirdiği değişim, bilgi-yoğun işleri önemli kılarak bu işleri yapabilecek beyaz yakalı işçileri de önemli bir konuma yerleştirmiştir. Yeni ekonominin dayandığı en önemli ilkelerden biri olan esneklik, Fordist üretim ve istihdam şekillerindeki katı düzenlemelerin esnekleştirilmesi ve dönüştürülmesini ifade eder (Sayer, 1989: 667-8). Buna üretilecek miktarın önceden katı şekilde düzenlenmesinin esnekleştirilmesi ve çalışanların çalışma düzenlerini esnekleştirmek dâhildir. Üretimde ve istihdamda değişiklikleri ifade eden kavram olarak esneklik, bu şekilde farklı insanlar için farklı şeyler ifade eder (Bradley, 2009: 79). Örneğin esneklik bir işletme veya birey ile ilişkili olarak kullanıldığında taşıdığı anlamlar farklılaşır. Esneklik çoğu zaman şirket için başarı anahtarı olarak gösterilirken, işi gerçekten yapanın çalışan kişi olduğunu ve esnekliğin emek gücü için bireysel bir boyutunun var olduğunu hatırlamak gerekir (Skorstad, 2009: 18). Bu açıdan bireyin deneyimlediği haliyle esneklik, zamanın ve mekânın standart dışı şekilde esnek kullanımı ile tanımlanabilir. Bu araştırmadaki evden çalışanlar da standarda bağlı olmayan çalışma saatleri ve çalışma yeri nedeniyle esnek çalışanlar içinde en esneğidir. Otonom çalıştıkları için çalışma zaman ve mekânlarını değerlendirmede bireysel olarak sorumludurlar (Osnowitz, 2005: 84). Aynı zamanda home-office olarak adlandırılan evden çalışma türü, zihinsel emeği ve teknik bilgiyi gerektirmesi nedeniyle orta sınıfa işaret eder. Orta Sınıf ve Gayrimaddi Emek Yeni ekonominin beyaz yakalı efsanesinin oluşumuna yardım ettiğine değinilmişti. Ekonominin yükselttiği beyaz yakalılığı, bu bağlamda ayrıntılandırmak gerekir. Beyaz yakalılık, mavi yakalılıktan farklı olarak zihinseldir ve dünyayı temsil eden soyutlamaların ve sembollerin manüpulasyonunu içerir, soyut teknik veya bilgiyi içeren formel bir eğitim gerektirir (Scultze, 2000: 5). Bu soyut ve teknik bilginin işaret ettiği orta sınıflılık, evden çalışma biçimini orta sınıf ve gayrimaddi emek kavramlarıyla ele almayı mümkün kılar. Orta sınıfı tanımlamak için, kısaca sınıf kavramına değinmek gerekir. Sınıfı iş bölümü ve istihdam ilişkilerinde gören yapısal yaklaşımın izleri Marx ve Weber’e kadar götürülebilse de, bu araştırma için önemli olan sınıf kavramının kültürel tanımlarıdır. Bu anlamda sınıfı kültürel olarak ele alan önemli isimlerden biri olan Bourdieu, sınıf tahliline meslek ve gelirin yanı sıra hayat tarzına işaret eden unsurlar, beğeniler, eğitim vasıfları, toplumsal cinsiyet ve yaşı dâhil eder. Ona göre sınıf ilişkilerinin yalnızca ekonomik değil, simgesel boyutu da vardır. Bu nedenle kültürel pratiklerin temelde yatan sınıf ayrımlarının gösterenleri olduğunu düşünür (Swartz, 2011: 206; 200). Bourdieu, her toplumsal sınıfın ve sınıf kesiminin özgül bir pratikler kümesi doğuran kendine has bir habitusu olduğunu ve bu sınıf habituslarının ürettiği ayırt edici yaşam tarzı tipleri olduğunu savunur (Swartz, 2011: 203). Sınıf ile ilgili yaptığı en önemli Sayı 35 /Güz 2012 65 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri çalışma olan Distinction’da Bourdieu, Fransa’daki üç sınıflı yapıya ilişkin bir inceleme yapar ve bu sınıfların habituslarını inceleyerek ürettiği ayırt edici yaşam tarzı tiplerini açıklar (Bourdieu, 1984). Söz konusu eserde Bourdieu orta sınıfı ele alırken yeni hizmet ekonomisinin eski burjuva görev etiği standartlarını reddeden ve hedonistik etiğe yönelen bir yeni orta sınıf oluşturduğunu ima eder (Bourdieu, 1984: 310-1). Bu araştırma için de orta sınıfın ürettiği özgül pratikler ve yaşam tarzı içinde evden çalışma biçimini ele almak önemlidir. Evden çalışanların emeğinin zihinsel yönü ise, bu çalışma biçimini gayrimaddi emek kavramı ile beraber ele almayı mümkün kılmıştır. Gayrimaddi emek basitçe, “bir hizmet, bir kültürel ürün, bilgi ya da iletişim gibi maddi olmayan mallar üreten emek”tir (Hardt ve Negri, 2008: 305). Kavram bunun ötesinde, bilgi-yoğun işlerin yükselişe geçmesiyle üretimde zihinsel özelliklerin oynadığı rolün artması ile ilişkilidir. İtalyan Marxistlerin kullandığı bir kavram olarak gayrimaddi emek, emeğin iki farklı yönüne işaret eder: Bir açıdan, metanın enformasyonel içeriğini ve endüstriyel sektörlerdeki işçilerin emek süreçlerinde gerçekleşen değişiklikleri ifade eder. Diğer yanda, metanın kültürel içeriğini üreten faaliyete işaret ederek, gayri maddi emeğin normalde “çalışma” olarak adlandırılmayacak bir faaliyetler serisini içerdiği anlamına gelir (Lazzarato, 1996: 134). Evden çalışanlar bağlamında gayri maddi emek tartışmasının ikinci vurgusu anlam kazanır. Emeğin “çalışma” olarak adlandırılmayacak bu tür faaliyetleri içermeye başlaması, Marazzi’nin de dikkat çektiği iş ve işçi ayrımının ortadan kalkmasıyla ilişkilidir: Günümüzde çalışmaya dair yapılan kapitalist düzenleme bu ayrımı ortadan kaldırmayı, iş ve işçiyi iç içe geçirmeyi, işçilerin bütün hayatlarını işe sürmeyi hedeflemektedir. Profesyonel niteliklerden çok beceriler ve bunlarla birlikte de işçilerin duyguları, hisleri, mesai sonrası hayatları; yani dilsel topluluğun bütün hayatı işe sürül(mektedir) (Marazzi, 2010: 43). Evden çalışanların da gündelik yaşamda esnek zaman ve mekan kullanması çalışma zamanı ve boş zamanı bulanıklaştıran bir unsur olmakta ve gayrimaddi emek tartışmasının da işaret ettiği gibi normalde emeğin “çalışma” sayılmayan faaliyetleri de içermesiyle sonuçlanmaktadır. Araştırma kapsamında görüşülen evden çalışanlar, analiz kısmında değinileceği gibi normalde çalışma sayılmayan “iş ile ilgili hayaller” nedeniyle de boş zamanlarını çalışma yaşamlarını besleyecek faaliyetlerle geçirmektedirler. Gündelik Yaşam, Sınıf Habitusu ve Benlik İş faaliyetlerinin yürütüldüğü yerin ev olması, ev ve iş alanları arasındaki sınırın belirsizleşmesine neden olarak bu insanların gündelik yaşamlarının nasıl etkilendiği sorusunu gündeme getirir (de Jong ve Mante-Meijer, 2008: 171). Başka bir deyişle, evden çalışma şeklindeki esnek zaman ve mekan kullanımı, çalışma saatlerinin de esnekleşerek gündelik yaşamı işgal ettiği izlenimini doğurur. Bu açıdan, çalışma şeklini incelemek için gündelik yaşam pratiklerine odaklanmak kaçınılmaz olacaktır. Bu noktada gündelik yaşamı belirlemenin zorluğuna değinmek gerekir. Lefebvre gündelik yaşamın çalışmada mı yoksa serbest zamanda mı, aile ve özel yaşamda mı yoksa kültürün dışındaki ‘yaşamsal 66 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR deneyim’ anlarında mı olduğunu sorar ve gündelik yaşamın bu üç alanın tümünde birden gelişerek tümü tarafından içerildiği yanıtını vererek bu unsurların beraber incelenmesi gerektiğini belirtir (Aktaran: Köse, 2008: 15). Gündelik yaşamı anlam inşası alanı olarak ele alan yaklaşımlardan biri olan sosyal fenomenoloji, anlam inşasında bireyin aktif özneliğine vurgu yaparak gündelik yaşamın anlamının, birey-öznelerin ona atfettikleri anlamdan ayrılamaz olduğunu savunur (Bennett, 2005: 3). Bu açıdan, birçok deneyimin sosyal ve kültürel olduğunu belirtir. Bu yaklaşıma göre gündelik yaşam, üyeleri tarafından kanıksanmış bir dünyadır (Gardiner, 2000: 5). Bu kanıksanmışlık, rutinlere işaret eder. Rutinleri ve onlara bireylerin yüklediği anlamları ortaya çıkarmak, parçası olunan daha büyük süreçleri anlamanın yolu olabilir. Simmel’in belirttiği gibi, hayat ağlarının anlaşılır kılınması için, başka bir deyişle makroskobik hayat unsurlarını anlamak için, hayatın esas temeli olan ve makroskobik hayat unsurlarını sadece bir arada tutan en küçük unsurlar arasında cereyan eden sayısız etkileşime de bakmak gerekir (Simmel, 2009: 219). Gündelik yaşam pratiklerinin başka bir önemi, insanların farklı gündelik yaşamlar sürmesinin farklı sosyal pozisyonlarına bağlı olmasıdır (Inglis, 2005: 3). Sosyal pozisyon, doğrudan sınıfsal bir gönderme içerir ve özellikle Bourdieu’nun sınıf anlayışını çağrıştırır; çünkü Bourdieu’ya göre kültürel pratikler, temelde yatan sınıf ayrımlarının göstergesidir (Bourdieu, 1984; akt: Swartz, 2011: 202). Bourdieu, benzer toplumsal yatkınlıklara sahip her türlü birey grubunu toplumsal sınıf olarak tanımlar: sınıflar aynı habitusa sahip biyolojik bireyler kümesidir (Aktaran: Swartz, 2011: 215). Bu tanımda da açık olduğu üzere Bourdieu’nun habitus kavramı basitçe bir yatkınlık olarak ifade edilse de, bireylerin bir yandan ‘kendileri haline gelmesini’ sağlayan şeydir, bir yandan da bireylerin pratiklerle ilişkilenme şeklini ifade eder (Webb vd., 2002: xii). Habitus, çoğu insan eyleminin bilinçli bir hesaplama olmadan gerçekleştiğini öne süren bir kavramdır (Swartz ve Zolberg, 2005:6). Bu açıdan habitus kimliğin bir sosyal formudur, ve daha önemlisi kültürel bir etkendir. Başka bir deyişle, sosyal ilişkilerin yeniden üretilmesine ve belirlenmesine yardım eden kültürel pratiklerin temelidir (Webb vd., 2002: 117). Habitus düzenlenmiş eğilim olarak, birçok pratiğin kaynağıdır (Lamaison ve Bourdieu, 1986: 114). Bourdieu, habitusu yaşam tarzı alanını temsil edilen sosyal dünya olarak belirttiği için (Bourdieu, 1984: 170), sosyal dünya ile yaşam tarzı arasında bağ kuran kavramın habitus olduğu söylenebilir. Bu açıdan sınıf habitusu, bireylerin sınıfsal kimlikleri ile ilişkilendirilebilecek gündelik pratikleri analiz etmede faydalı bir kavram olacaktır. Gündelik yaşam kavramını bu araştırma için önemli kılan unsurlardan birisi de, bireyin tutarlı bir kimlik ve kendilik geliştirdiği yerin gündelik yaşam olmasıdır (Gardiner, 2000: 76). Bu yüzden benlik ve benlik sunumu da doğrudan gündelik yaşam içinde kendine yer bulur. Goffman da bireylerin gündelik düzende performansta bulunduğu sosyal yaşamın dünyaya bir sahne olarak bakmayı mümkün kıldığını belirtir (Aktaran: Low, 2006: 613). Bu performansı tanımlarken ise, kişisel vitrin, dramatik canlandırma, idealize etme gibi kavramlar kullanır (Goffman, 2004). Birey gündelik yaşamda benliğini kişisel bir vitrinde sunar. Benlik sunumunu bu araştırma bağlamında sınıf habitusu ile beraber ele almak gerekir; çünkü belli bir sınıfın kendini sunma biçimindeki yatkınlık ve orta sınıf insanların benlik sunumundaki birbirine benzerliğin ortaya çıkarılması önemlidir. Sayı 35 /Güz 2012 67 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri Goffman herhangi bir birey grubu veya sınıfınca sahnelenen farklı rutinler demetini ele alırken bu sınıfın üyelerinin esas olarak belli rutinlere bağlanma ve diğer rutinlere daha az önem verme eğiliminde olduğunu bulgular. Örneğin bir profesyonel, sokakta veya evinde çok alçakgönüllü davranmaya razı olabilir ancak onun için profesyonel yeterlilik gösterdiği sosyal çevrede etkili bir görüntü ortaya koymak daha önemlidir. Davranışını bu gösteriye göre ayarlar ve mesleki itibarının kaynağı olan rutini önemser (Goffman, 2004: 43). Yöntem Bu araştırma, temel sorusu ve amacı gereği kaçınılmaz olarak niteliksel araştırma yöntemi ile ele alınmıştır. Niteliksel araştırma yöntemi, ne ve nasıl sorularına yanıt arar ve “anlamak” amacını taşır (Kümbetoğlu, 2005: 34). Araştırılan grubu anlamak, onların anlamlarını açığa çıkarmayı gerekli kılar. Bu anlamları ortaya çıkarmak doğrultusunda, incelenen ortamın yerleşiklerinin kendi durumunu nasıl tanımladığı önem kazanır. Kendi tanımları, kendi eylemlerinin doğasını ve anlamlarını belirlediği kadar ortamı da açıklar (Berg, 2001: 9). Bu açıdan evden çalışanların gündelik yaşam pratiklerini anlamak için, kendi durumlarını nasıl tanımladıkları önem kazanmaktadır. Bu doğrultuda, veri toplama tekniği onların anlatılarına yer verecek bir yönde şekillenmiştir. Derinlemesine görüşme tekniğinin kullanıldığı bu araştırma, derinlemesine görüşmenin bağlama özgü, performatif ve aktif bir metin olduğunu göz önünde bulundurmuştur. Başka bir deyişle, anlamların görüşme sırasında inşa edildiği, (Denzin, 2001: 25) bu yüzden görüşmenin bir veri toplama tekniğinden öte aynı zamanda bir veri oluşturma tekniği olduğunu vurgulamak gerekir. Ocak 2012-Mayıs 2012 tarihleri arasında 12 katılımcı1 ile derinlemesine görüşme gerçekleştirilmiş, veriler analizi kolaylaştırmak için Gündelik Yaşam Pratikleri ve İş Pratikleri olarak iki grupta ele alınmıştır. Görüşmeler çoğunlukla 60-70 dakika civarı sürmüş, araştırmanın konusu gereği evin önemli bir konumda bulunması nedeniyle görüşmeler mümkün olduğunca katılımcıların evlerinde gerçekleştirilmiştir. Bu şekilde katılımcıların çalışma ve yaşama alanlarına doğrudan tanıklık etmek mümkün olmuştur. Katılımcıların yaptıkları işler, yaşları, eğitim durumları ve medeni durumları şu şekildedir: Tablo 1 Katılımcıların Sosyo-Demografik Özellikleri Katılımcı İş Eğitim Durumu Yaş Ahmet Çevirmen 23 Betül Yazılım/Tasarım 28 Can Çevirmen 25 Üniversite mezunuFransız Dili ve Edebiyatı Bölümü Teknik Yüksek Okul mezunu Üniversite mezunuİngiliz Dil Bilimi Bölümü 1 Katılımcıların isimleri, gizliliği korumak için değiştirilmiştir. 68 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Medeni Durum Bekar, ailesi ile yaşıyor Evli Bekar, ailesi ile yaşıyor Gökçe BAYDAR Cem Emre Gizem Hazer İbrahim 3D modelleme / illüstrasyon/ animasyon Yazılım / web tasarım İllustrasyon / web görseli 3D modelleme / web tasarım Dergi tasarımı / katalog, broşür… 27 Harp Okulu- terk Üniversite- Grafik Bölümü öğrencisi 28 Lise mezunu 23 Yüksek Lisans öğrencisi- Resim 30 Lise mezunu 34 Lise mezunu Evli, 2 çocuğu var Bekar, kız arkadaşı ile yaşıyor. Bekar, ablası ile yaşıyor. Bekar, ailesi ile yaşıyor. Bekar, ailesi ile yaşıyor. Mert Web tasarımı 28 Lise mezunu Bekar, ailesi ile yaşıyor. Nermin Mevzuat danışmanlığı 55 Üniversite mezunuİşletme Boşanmış, 3 çocuğu var, tek başına yaşıyor. Onur Web tasarımı / film 25 Üniversite öğrencisi – Radyo TV Bölümü Bekar, ailesi ile yaşıyor. Tolga Web tasarımı 36 Üniversite mezunuGrafik Tasarım Bölümü Bekar, ailesi ile yaşıyor. Gündelik Yaşam Pratikleri İşi Evden Yapmak ve İletişim Teknolojilerinin Konumu Katılımcıların hepsi, işi yapmayı mümkün kılan bağlantılarını İnternet, telefon gibi teknolojiler üzerinden gerçekleşmektedir. İşi yapıp göndermek İnternet üzerinden olmakta ve işe yardımcı diğer kaynaklar (çevirmenler için İnternet sözlükleri, tasarımcılar için tutoriallar vb.) İnternette bulunmaktadır. Bu yüzden işi evden devam ettirebilmenin önemli bir etkeni olarak iletişim teknolojilerini göstermişlerdir. Ayrıca İnternetin çok önemli olduğuna vurgu yaparken İnterneti hız ve kolaylık ile ilişkilendirmişlerdir. Betül, Hazer, Nermin, İnternetin mesafeleri azalttığına dolayısıyla zamanı daha iyi kullanmayı mümkün kıldığına değinmiştir. İşi müşteriye elden teslim etmek durumunda harcanacak zaman, iş İnternet yoluyla gönderildiğinde harcanmamış olmaktadır. Ayrıca e-posta üzerinden iş halletmenin başka bir kolaylığından Nermin, Betül ve Tolga bahsetmiştir. Telefonda konuşulduğunda unutulabilecek ayrıntıların yazılı kaydının e-posta olarak bulunmasını olumlu değerlendirmektedirler. Böylece ayrıntılara yeniden göz atarak hızlı şekilde ilerleyebilmenin ve zamanı verimli kullanabilmenin mümkün olduğunu belirtmişlerdir. Sayı 35 /Güz 2012 69 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri İş ve Boş Zaman Ayrımının Bulanıklaşması: İletişim Teknolojilerinin ve Gayrimaddi Emeğin Rolü Araştırma kapsamında görüşülen katılımcılar, kurumsal çalışma saatlerine sahip olmadıklarını ve bunun esnekliğini net şekilde ifade etmişlerdir. Zaman esnekliğini olumlu ve olumsuz değerlendiren iki gruptan bahsedilebilir. Bu esnekliği “özgürlük”, “rahatlık”, “lüks” gibi kavramlarla değerlendirenler için Bourdieu’nun belirttiği gibi özgürlük beğenisinin geliştiği bir orta sınıfın habitusundan bahsetmek mümkündür. Diğer tarafta evden çalışmayı zor bulan Tolga, disipline olamama sorunundan bahsederek evi “rehavet” olarak tanımlamıştır. Can da benzer şekilde kendi iş yaşamını “serbest... ama fazla serbest” olarak tanımlarken disipline olamamanın ve iş-boş zaman arası sınırları belirlemenin zorluğuna değinmiştir: “Bizim iş durumundan dolayı her zaman boş zaman neredeyse, bilgisayar başında çalışırken bile, hani işi yaparken bile boş zaman gibi bir şey”. Bu iş ve boş zaman sınırlarının belirsizliğinde etkili olan başka bir noktayı gayrimaddi emek ile ilişkilendirmek mümkündür. Kendilerine boş zaman aktiviteleri sorulduğunda, iş ile ilgili İnternet sitelerini kullandıklarından, iş ile ilgili kitaplar okuduklarından ve kendilerine ait projeleri geliştirmek için ayrıca çalıştıklarını belirtmişlerdir. Emre, Gizem, Cem, İbrahim, Mert, Hazer gibi tasarımcılar tasarım işini mümkün kılan bilgileri edinmek için boş zamanlarını da ayırıyorlar, çevirmen olan Ahmet de Fransızca’sını taze tutmak için bu dilde kitaplar okumaktadır. Bu doğrultuda Marazzi’nin belirttiği gibi (Marazzi, 2011: 43) hayallerin ve duygulanımların da iş yaşamına koşulduğu bir hayat sürmekte ve iş ile boş zamanı birbirinden net şekilde ayıramamaktadırlar. Hatta günde 10-12 saat çalışmalarına rağmen bunu iş yoğunlaşması olarak tanımlamayan Emre ve İbrahim, bunun nedeni olarak işi çok sevmelerini göstermişlerdir. Bu sınırların bulanıklaşmasında önemli başka bir unsur iletişim teknolojileri üzerinedir. Bilgisayar üzerinden iş yapıyor olmak, çoğunlukla ara verdiğinde bile bilgisayar başında olmak anlamına gelmektedir ve bu yüzden iş ile boş zaman arası sınırları keskin şekilde hissedemediklerini aktarmışlardır. Hatta Emre bu durumu “trajik” olarak tanımlamıştır. Ayrıca birçok görüşmeci boş zaman aktiviteleri olarak adlandırılabilecek İnternet siteleri ve sosyal medya kullanımlarının iş ile kesiştiğine dair örnekler vermişler ve bu kullanımları anlatırken “beslenmek”, “ilham almak”, “kendi reklamını yapma” gibi amaçlara sahip olduklarını belirtmişlerdir. Bu da gayrimaddi emek tartışmasının işaret ettiği şekilde, işin doğası gereği mesai sonrası duygulanımlarını da içermesiyle paralellik göstermektedir. Oto-disiplin Pratikleri: İş Rejiminin İnşası Bu sınırların belirsizliğiyle baş etmek için kendilerine belli disiplin pratikleri belirlediklerini belirtmek gerekir. Özellikle evde çalışmayı olumlu değerlendirenlerden bazıları, çalışma öncesi veya arasında geliştirdikleri rutinlerle evde disipline olmanın çözümünü bulmuş durumdadırlar. Örneğin 2 yıldır evli olan Betül her sabah pilates yapmadan çalışmaya oturmadığını, İbrahim her sabah işe gider gibi sabah 7’de kalktığını ve öğle arası verdiğinde eşiyle bir Türk kahvesi içtiğini, Mert de benzer şekilde sabah 70 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR erkenden kalktığını ve işe başlamadan önce mutlaka kahvaltı yaptığını belirtmiştir. Başka bir deyişle, katılımcıların çoğu sınırları belirsizleşen iş ve boş zaman arasında, sınırları kendi rutinlerine ve kendi düzen anlayışlarına dayandırarak çizmektedirler. Kendi çalışma düzenlerine ilişkin sorular sorulduğunda “düzen” ve “disiplin”in önemini hepsi vurgulamıştır. Öte yandan kendilerini disipline etmeyi başaramadığını belirtenler için iş yaşamı farklı şekilde deneyimleniyor gibi görünmektedir. Hazer iş geldiğinde gerekirse 3 gün uyumadan çalıştığını, Can hep işi son güne bıraktığını, Tolga ise evdeki “rehavet”in zorluğunu aktarmıştır. Ayrıca Gizem disipline olmanın zorluğunu evde ailesiyle yaşıyor olması ile ilişkilendirmiş ve ondan evin diğer işleriyle ilgili beklenen sorumlulukların kendi işlerine odaklanmada zorluk yarattığını belirtmiştir. Dış Dünya ve Yakın Çevre ile Uzlaşma Pratikleri Laegran, iletişim teknolojileri yoluyla işi evden yapan ve zaman kullanımında serbestiye sahip olan evden çalışanların dışardaki dünya ile belli ölçüde bir uzlaşmaya girmek zorunda olduğundan bahseder (Laegran, 2008: 1995). İşin evde olması nedeniyle deneyimlenen standart-dışı zaman kullanımı, standart zaman kullanan dış dünya ile iletişimi zorlaştırır. Örneğin bir evden çalışanın çalışma saatleri resmi kurumların ve bu kurumlarda çalışanların çalışma saatlerinden farklılık gösterir. Bu da evden çalışanların sosyal yaşam için dış dünyanın zaman kullanımına belli durumlarda belli derecelerde ayak uydurmasını gerektirir. Evden çalışanların zaman kullanımındaki bu farklılık ile uzlaşma derecesi ise kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Görüşmecilerdeki dış dünya ile uzlaşma pratikleri ise çoğunlukla kendi sosyal yaşantıları ve iş bağlantıları ile ilgili sorulara verdikleri yanıtlarda ortaya çıkmıştır. Arkadaşlarıyla ne sıklıkla ve hangi zamanlarda görüştüklerine ilişkin sorularda genellikle kurumsal zaman çizelgesine bağlı olarak çalışan arkadaşlarına ve iş yaşantılarında standart zamanı kullanan kurumlara göre buluşma günlerini ve saatlerini ayarladıklarından bahsetmişlerdir. Örneğin bir şirkete mevzuat danışmanlığı yapan 55 yaşındaki Nermin, tüm arkadaşlarının çalışması nedeniyle onlarla mecburen hafta sonu görüştüğünü, Betül ise akşam çalışmayı sevmesine rağmen standart çalışma saatleri kullanan eşi ile zaman geçirmek için kendine akşamları çalışmama kuralı koyduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda bir oto-disiplin pratiği olarak değerlendirilebilecek ortak bir uzlaşma pratiği ortaya çıkmıştır. Çalışanların çoğu, pazar günü çalışmadıklarını veya bunun için uğraştıklarını anlatmışlardır. Özellikle evli ve iki çocuğu olan İbrahim pazar çalışmamaya ve ailesiyle zaman geçirmeye dikkat etmektedir. Emre, Mert ve Tolga ise bazen pazar günleri telefonu kapadığını veya müşteriden telefon geldiğinde meşgule düşürdüklerini aktarmıştır. Katılımcılar arasındaki ortak vurgu, tatil olması gereken bir günün sınırlarının iyi belirlenmesi gerektiği ve bunun pazar olabileceği üzerinedir. Emre bunun nedenini anlatırken, aslında dış dünya ile bir uzlaşma pratiği olduğunu da aktarmıştır: “Pazarı tercih etmemin nedeni, diğer insanların da pazar günü tatil olduğu için. Ortak bir günde buluşmak adına”. Sayı 35 /Güz 2012 71 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri Orta Sınıfın Dil Kullanımı ve Benlik Sunumu Derinlemesine görüşmeler aracılığıyla ortaya çıkan başka bir bulgu, kullandıkları dilin ve benlik sunumlarının orta sınıf habitusuna denk düşmesidir. Katılımcıların çoğu görüşmeler sırasında Goffman’ın belirttiği gibi (2004: 43) mesleki yeterliliğin kaynağı olan rutini benimsediler. Başka bir deyişle, çoğu zaman kendi yaşamlarıyla ilgili doğrudan bir soru sorulduğunda bile yaptıkları iş, çalışma şekilleri ve daha genel olarak sektör üzerine olan düşüncelerini aktararak kendi mesleki yeterliliklerini ön plana çıkarmışlardır. Bunları ön plana çıkarırken kurdukları anlatılar, işlerinin, sektörün ve sistemin hakikatini aktarma iddiasındadır. Bu anlatılar ile ilgili önemli bir nokta, kendi yaşamlarını veya duygularını değil, duyguları hakkındaki düşüncelerinden bahsederek dolaylı bir söylem üretmeleridir. Bu aslında orta sınıfa ait dilsel sermaye ile de beraber düşünülebilir. Düşünceler dolayımıyla anlatı kurmak, orta sınıfın duygularını gizleyerek düşüncelerini ön plana çıkarmak yönündeki dilsel mekanizmayı kullandığı yönündeki tespite (Erdoğan, 2011: 85) denk düşer. Bu bağlamda dilin bu şekilde kullanımı, orta sınıf habitusunun getirdiği bir benlik sunumu olarak değerlendirilebilir. İş ile İlgili Pratikler İşe Başlama: İşin Zanaat Yönü İşe başlamaları ile ilgili bir ortak nokta, işin merak ve ilgi ile alaylı şekilde öğrenilmesidir. Katılımcılar arasında bu açıdan mesleklerine göre bir farklılaşmadan bahsedilebilir. Çeviri ve danışmanlık işini yapan 3 katılımcı, üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun olmuşlar; ancak tasarımcılar çoğunlukla yaptıkları işin kurumsal eğitimini almamışlardır. Bu işe alaylı olarak girmişler, çoğu “usta” olarak bahsettiği insanlardan işi öğrenmişlerdir. Hazer bunu şöyle ifade etmiştir: “işle ilgilenen üstadlarla hafta sonları toplantıları yaptık. O toplantılarda (...) soru sorarak öğrendik. Alaylı bir şekilde geliştirdiğimiz bir şey.” Tasarımcıların çoğu 20’li yaşlarında olmasına rağmen neredeyse çocukluktan itibaren uzun yıllar boyunca işi öğrenmek ve geliştirmek için çabalamışlardır. Cem ve Onur, İnternette bu işi anlatan tutorialları izlemiş, Hazer, Onur, Mert ve İbrahim usta olarak gördüğü insanlar sayesinde işi geliştirmiştir. Bu durum göz önünde bulundurulursa yaşadıkları usta-çırak ilişkisinin, işe başlamadaki merak, ilgi ve severek yapmanın işin bir zanaat yönü olduğuna kanıt sayılabilir. Bu kendini geliştirme çabası ve işi severek yapmak Sennett’in “bir işi sadece iyi yapmak için uğraşmak” olarak tanımladığı zanaate uygun düşer (Sennett, 2011). Yaptıkları İşe Bakış: Sanat Vurgusu Evden çalışanların gündelik yaşam pratikleriyle ilgili olan önemli bir nokta, onların kendi anlamlarını ortaya çıkarmaktır. Onların anlamları sayesinde kendi gündelik yaşamlarını anlamak mümkün olacaktır. Bu doğrultuda kendi yaptıkları işe yönelik algıları önemlidir. Tasarımcıların yaptığı web temelli işlerin teknolojilerle olan sıkı bağı, 72 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR bu işlerin tasarım olduğunu unutturur nitelikte olsa da tasarım işiyle uğraşan katılımcılarda tasarım işinin bir sanat gibi algılanması gerektiğine yönelik vurgu çok belirgindir. Hazer “tasarım programlarıyla 3 boyutlu şekilde sanatsal ürünler yapmaya başladım” şeklinde ifade ederken Emre de “zihinsel bir yaratı” olarak bahsetmiştir: “Şimdi işin kötü tarafı sen tasarım yapıyorsun tamam mı? Yeni yaratıda bulunuyorsun. Bunun için kafanın gerçekten rahat olması lazım.” Kendi yaptıkları işten bir sanat olarak bahsetmeleri, iş ile ilgili karşılaştıkları sorunları aktardıklarında da ortaya çıkmıştır. Yaptıkları tasarımın ne kadar iyi olduğunu değerlendirme konusunda yeterli görmedikleri müşterilerle çalışmak durumunda kaldıklarını anlatarak bu durumdan şikayet etmişlerdir. Bu durum, Onur, Mert, Tolga’nın anlatılarında büyük yer kaplamıştır. Resim bölümü öğrencisi Gizem de kendi işini sanat olarak görmekte ve bunu anlamayan müşterilerden bahsetmektedir. Müşterilerin “tasarım”dan anladığı şeyin kişisel bir yaratı olmadığını, ancak kendilerinin tasarım işini kişisel bir yaratı olarak tanımladıklarını ve bu iki tanımın çeliştiğini aktarmışlardır. Çoğu kendini “sanatçı” kimliğiyle tanımlamakta, belki de bu yüzden kurumsal bir yerde çalışmayı tercih etmemektedirler. Onlara göre emir almak ve çalışma saatlerinin katılığı, sanat yapan bir insan için uygun değildir. Sınıf Aidiyeti Hissetmemek ve Kolektiviteden Uzaklık, Birey Olma Vurgusu Sennett, Karakter Aşınması (2010) adlı eserinde geleneksel modellerde insanların uzun bir süre aynı yerde çalışmasına bağlı olarak o kuruma bir aidiyet ilişkisi geliştirdiklerinden, ancak bunun günümüzde kapitalizmin aldığı ivme ve yön yüzünden değiştiğini anlatır. İnsanlar artık uzun süre aynı yerde kalmayarak iş deneyimlerinde çeşitliliği sağlamak, ve yeteneklerini sık sık yenilemek zorundadırlar. Bir kuruma olan aidiyetten çok kendi bireysel özelliklerinin ön plana çıktığı bir düzenin içindedirler. Bu nedenle insanlar kendilerini ait oldukları meslekle değil, kendi bireysel becerilerle tanımlamaya başlarlar. Buna uygun olarak emek gücünün deneyimlediği sınıf aidiyetlerinde de bir değişiklik olduğu söylenebilir. Bir sınıfa özgü olan mesleklerin de değişime uğraması ve işin sınıfı belirlemedeki gücünün bu şekilde azalması, bireyin kendi işine ve sınıfına bir aidiyet geliştirmesini de zorlaştırır. Sennett’a benzer olarak Thrift ve Johnston geleneksel modellerde insanların bir sınıfa dahil olup onun değerlerini öğrenerek tavır ve davranışlarını yaşamları boyunca ona göre düzenlediğinden, ancak artık bunun değişmiş olduğundan bahseder (Aktaran: Savage, 2003: 15). Görüşülen evden çalışanlar arasında kurumsal iş deneyimine sahip olanların neredeyse hepsi bu saptamayı haklı çıkaracak şekilde çalışmış oldukları yerlere bir aidiyet geliştirmekten çok kendi bireysel yeteneklerini yenilemedeki hızın ve bireysel çalışmanın verimine odaklandıklarını ve bunu yaparken kendi para ve zamanlarını harcadıklarını aktarmışlardır. Bu da aslında birey olmaya odaklandıklarını ve bir işyeri ile bağ kurmadıklarını gösterir niteliktedir. Birey vurgusunun yükseldiği bu anlatılarda ilginç olan başka bir nokta, sektörle ve çalışma koşulları ile ilgili yaklaşık aynı sorunlardan bahsetmelerine rağmen ortak bir hak Sayı 35 /Güz 2012 73 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri mücadelesinin akla gelmemesidir. BİÇDA (Bilişim ve İletişim Çalışanları Derneği Ağı) gibi oluşumlar bu alanda çalışanların iletişim teknolojileri yoluyla bir araya gelebildiğine ilişkin önemli örnekler olsalar da, araştırma kapsamında görüşülen katılımcılar bu tip oluşumlardan haberdar değildirler ve bir araya gelme düşüncesi görüşmelerde çoğunlukla ortaya atılmamıştır. Katılımcıların kendi evlerinde olmasından dolayı ortak bir meslek tahayallünün oluşmadığı ve birey olma vurgusuyla kendi bireysel çözümlerini üretmiş olmaları, bu kolektiviteden uzaklığın nedeni olarak gösterilebilir. Sonuç Evden çalışma biçiminde ev ve iş yaşamının birbirine girmesinin yarattığı analiz zorluğu, bu çalışma biçimiyle ilişkili konuları analiz edebilmek için doğrudan gündelik yaşama bakmayı gerekli kılmıştır. Bu doğrultuda bu çalışmanın bir bölümü saha araştırması olarak tasarlanmış ve gündelik yaşamda evden çalışanların bu çalışma biçimini nasıl deneyimlediğini ortaya çıkarmak amaçlanmıştır. Gündelik yaşam pratiklerinin ortaya çıkarılması, kuramsal açıklamalarla bir karşılaştırma yapma imkanını sunmuştur. Araştırmanın sorusu niteliksel araştırmayı gerekli kılmış, derinlemesine görüşme yoluyla veriler toplanmış/oluşturulmuştur. Esnek zamanlı evden çalışmanın önemli bir nedeni, katılımcılar açısından özgürlük beğenisi gibi görünmektedir. Emir almak istememek, kendi işini yapıyor olmak ve zaman kullanımındaki serbesti, onların anlatılarında özgürlük kavramı ile ilişkilenmiştir. Çalışma yaşamlarını bu şekilde kurarak oluşturdukları yaşam tarzı, Bourdieu’nun orta sınıf habitusu ile beraber değerlendirdiği özgürlük beğenisini destekler niteliktedir. Katılımcılar kendi boş zamanlarından bahsederken iş ve boş zaman ayrımının belirsizliğine değinmiş, veya işin boş zamanda da var olduğundan söz etmişlerdir. Bu durum da, işin artık mesai sonrası duygulanımları da kapsayacak şekilde genişlediği bir gayrimaddi emek ile gerçekleştirilmesinin sonucu olarak değerlendirilebilir. İş ile ilgili hayaller, gelecek planları veya işi geliştirmek için sarf ettikleri çabanın boş zamanda gerçekleşmesi, işin artık mesai sonrasını da içerdiğini gösterir. Saha araştırması sayesinde bulgulanan önemli noktalardan biri, evden çalışma biçiminin teknolojik bir determinizmle açıklanmasının yanlışlığını ortaya koyacak niteliktedir. Çoğunlukla iletişim teknolojileri ile beraber ele alınmış tasarımcılık işinin tek bir teknoloji boyutu olmadığı hatırlanmış, hatta işin öğrenilmesi ve geliştirilmesinde gösterilen çaba ve usta-çırak ilişkisi nedeniyle bu işlerde bir zanaat yönünün olduğu ortaya çıkmıştır. Kurumsal bir eğitimden geçmeden çoğunlukla usta-çırak ilişkisiyle ve uzun yıllar içinde merak ve ilgi ile öğrenilen bu iş dalı, günümüzde araştırmanın kapsamını da aşan ve zanaatin öldüğüne ilişkin daha geniş saptamayı yeniden tartışmaya açabilir niteliktedir. Katılımcıların kendilerinin de işlerini bir “sanat”, “zihinsel yaratı” olarak görmeleri bu saptamayı pekiştirmektedir. Bu araştırma kapsamında eksik kalan önemli bir boyut, evden çalışma biçiminin toplumsal cinsiyet boyutudur. Katılımcılar arasındaki üç kadın sayesinde toplumsal cinsiyet ile açıklanabilecek bazı farklılıklar olduğunun izine rastlanılsa da, sonraki 74 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR çalışmaların bu boyutu öne çıkaracak şekilde tasarlanması ve daha derinlikli analizlerde bulunulması mümkündür. Bunun yanı sıra, evden çalışanların bu araştırmada kendi çalışma yaşamlarına ilişkin algı büyük ölçüde ortaya çıkarılmış olsa da, görece yeni olan ve giderek daha fazla görünür hale gelen bu çalışma biçimine yönelik yakın çevrelerinin algısını ortaya çıkaracak araştırmalar da daha geniş analizi mümkün kılabilir. Bu şekilde evden çalışma biçimine yönelik algı ve evden çalışanların gündelik yaşamda yakın çevrelerine yönelik benlik sunumu karşılaştırılarak, gündelik yaşamdaki etkileşimin iki farklı yönü ele alınabilir. Kaynakça Bennett, Andy, (2005). Culture and Everyday Life, London, Thousand Oaks, New Delhi: Sage Publications. Berg, Bruce L., (2001). Qualitative Research Methods For The Social Sciences. 4th Edition. Boston, London, Toronto, Sydney, Tokyo, Singapore: Allynand Bacon. BİÇDA (Bilişim ve İletişim Çalışanları Derneği bilisimcalisanlari.net, (Erişim Tarihi: 30.11.2012) Ağı), (2012). www. Bora, T. ve Erdoğan, N., (2011). “Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin Mahcup YoksullarıYeni Kapitalizm Yeni İşsizlik ve Beyaz Yakalılar”, Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün (Der.), Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 13-43. Bourdieu, Pierre, (1984). Distinction: A Social Critique of Judgement of Taste, Richard Nice (Çev.), Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press. Bradley, Harriet, (2009). “Whose Flexibility? British Employees’ Responses to Flexible Capitalism”, Egil J. Skorstad ve Helge Ramsdal (Ed.), Flexible Organizations and the New Working Life: A European Perspective. Farnham, Surrey, England: Ashgate, s. 79-97. Carayannis, E. ve Sagi, J., (2001). “New vs. Old Economy: Insights on Competitiveness in the Global IT Industry”. Technovation 21 (2001), s. 501–514. Castells, Manuel, (2008). Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür / Ağ Toplumunun Yükselişi, (Cilt 1). Ebru Kılıç, (Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Castells, Manuel, (2010). “The Rise of the Network Society-The Information Age:Economy”, Society and Culture Volume I, 2nd Edition. Blackwell Publishing. De Jong, A. ve Mante-Meijer, E., (2008). “Teleworking Behind the Front Door: The Patterns and Meaning of Telework in the Everyday Lives of Workers”, Eugene Loos, Leslie Haddon ve Enid Mante-Meijer (Ed.), The Social Dynamics of Information and Communication Technology. Hampshire: Ashgate, s. 171-190. Sayı 35 /Güz 2012 75 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri Denzin, Norman, (2001). “The Reflexive İnterview and a Performative Social Science”, Qualitative Research. 1: (1), s. 23-46. Erdoğan, Necmi, (2011). “Hadım Edilen Karakter ve Sancılı Dil”, Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün (Der.), Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 75-115. Gardiner, Michael E., (2000). Critiques of Everyday Life, London, New York: Routledge. Gencel-Bek, M. ve Binark, M., (2000). Medya ve Cinsiyetçilik. Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi. Goffman, Erving, (2004). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, Barış Cezar (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Hardt, M., ve Negri, A., (2008). İmparatorluk, Abdullah Yılmaz (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Hudson, Marie, (2002). “Flexibility and the Reorganisation of Works”, Brendan Burchell, David Ladipo ve Frank Wilkinson (Ed.), Job Insecurity and Work Intensification. London ve New York: Routledge, s. 39-61. Hürriyet, 10 Ağustos 2011, “Son Moda Çalışma Şekli: Home Ofis” http://www. hurriyetaile.com/evliyiz/kariyer/son-moda-calisma-sekli-homeofis_3436.html (Erişim Tarihi: 08.07.2012). Inglis, David, (2005). Culture and Everyday Life, London, New York: Routledge. Kariyer.net, 12 Temmuz 2012, “Home Office Finansal Danışman İş İlanı - Tüm Türkiye” (Ref:HO-FD-01), http://www.kariyer.net/is-ilani/avivasa-emeklilik-ve-hayata-s-/home-office-finansal-danisman-tum-turkiye-is-ilani/835301/?tmpsno=1. (Erişim Tarihi: 12.07.2012) Köse, Hüseyin, (2008). “Lefebvre ve Modern Dünyada Gündelik Hayat”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Güz 27, s. 7-27. Kümbetoğlu, Belkıs, (2005). Sosyolojide ve Antropolojide Niteliksel Yöntem ve Araştırma, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Laegran, Anne Sofie, (2008). “Domesticating Home Anchored Work: Negotiating Flexibility When Bringing ICT Based Work Home in Rural Communities”, Geoforum 39, s. 1991–1999. Lamaison, P. ve Bourdieu, P., (1986). “From Rules to Strategies: An Interview with Pierre Bourdieu”, Cultural Anthropology, 1, (1), s. 110-120. Lazzarato, Maurizio, (1996). “Immaterial Labour”, Paolo Virno ve Michael Hardt (Ed.), Radical Thought in Italy: A Potential Politics, Minneapolis: University of Minnesota Press, s. 132-146. 76 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gökçe BAYDAR Low, Kelvin E. Y., (2006). “Presenting The Self, The Social Body, and TheOlfactory: Managing Smells in Everyday Life Experiences”. Sociological Perspectives, 49, (4), (Winter), s. 607-631. Marazzi, Christian, (2010). Sermaye ve Dil, Ahmet Ergenç (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Neumark, D. ve Reed, D., (2004). “Employment Relationships in the New Economy”, Labour Economics 11, s. 1– 31. Osnowitz, Debra, (2005). “Managing Time in Domestic Space: Home-Based Contractors and Household Work”. Gender and Society, 19,(1), (Feb.), s. 83-103. Plaza Eylem Platformu, (2012). http://plazaeylemplatformu.wordpress.com/ (Erişim Tarihi: 30.11.2012). Radikal, 12 Şubat 2012. “Home Office’Uygulamasına Mevzuat Engeli”, http:// www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1078480&Category ID=80 (Erişim Tarihi: 08.07.2012). Savage, Mike, (2003). “Class Analysis and Social Research”, Tim Butler ve Mike Savage, (Ed.). Social Change and the New Middle Classes. London, New York: Routledge, s. 15-26. Sayer, Andrew, (1989). “Postfordism in Question”, International Journal of Urban and Regional Research, 13(4), s. 666-695. Scultze, Ulrike, (2000). “A Confessional Account of an Etnography About Knowledge Work”, MIS Quarterly, 24,(1), (Mar.), s. 3-41. Sennett, Richard, (2010). Karakter Aşınması, Barış Yıldırım (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Sennett, Richard, (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü, Aylin Onacak (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Simmel, Georg, (2009). Bireysellik ve Kültür, Tuncay Birkan (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Skorstad, Egil J., (2009). “The Ambiguity of Flexibility”, Egil J. Skorstad ve Helge Ramsdal (Ed.), Flexible Organizations and the New Working Life: A European Perspective. Farnham, Surrey, England: Ashgate, s. 17-43. Swartz, D. ve Zolberg, V., (2005). “Introduction: Drawing Inspiration From Bourdieu”, David L. Swartz ve Vera L. Zolberg (Ed.), After Bourdieu: Influence, Critique, Elaboration, New York, Boston, Dordrecht, London, Moscow: Kluwer Academic Publishers, s. 1-17. Sayı 35 /Güz 2012 77 Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri Swartz, David, (2011). Kültür ve İktidar: Pierre Bourdieu’nun Sosyolojisi, Elçin Gen (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları. Webb, J., Schirato, T. ve Danaher, G., (2002). Understanding Bourdieu. Australia: Allen ve Unwin. Yücesan-Özdemir, Gamze, (2010). Emek ve Teknoloji- Türkiye’de Sendikalar ve Yeni İletişim Teknolojileri. İstanbul: Tan Kitabevi. 78 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Looking at the Social Media Implementations of Metropolitan Municipality from Public Relations Models Ahmet TARHAN Yrd. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi - E-Posta:[email protected] Anahtar Kelimeler: büyükşehir belediyesi, sosyal medya, twitter, halkla ilişkiler, halkla ilişkiler modelleri. Öz Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler kamu kuruluşlarının halkla ilişkiler uygulamaları için yeni fırsatlar sunmaya başlamıştır. Sosyal medya araçları içerisinde yer alan Twitter aracılığıyla belediyeler, faaliyetleri hakkında vatandaşlarını bilgilendirme olanağına sahip olmuştur. Ayrıca vatandaşlar, kuruma gitmeksizin bir takım istek, beklenti, önerilerini iletilebilme sorularına belediye yetkililerince yanıtlar bulma kolaylığına da kavuşmuşlardır. Bu yönüyle sosyal medya uygulamalarından Twitter, taraflar arası diyalog kurma ve geliştirmeye yardımcı olduğu gibi iki yönlü simetrik modelin uygulanabilirliğini de arttırmaktadır. Araştırmaya kurumsal Twitter hesabı bulunan 9 büyükşehir belediyesi dahil edilmiş; ilgili belediyelerin 1 Haziran 2012 - 31 Ağustos 2012 tarihleri arasında resmi hesaplarındaki 3302 mesaj, içerik çözümlemesi yöntemiyle incelenmiştir. Araştırma sonucunda, büyükşehir belediyelerinin hesaplarındaki mesajların daha çok hafta içi günlerde ve mesai saati dışında alınıp gönderildiği, hesaplardaki mesajların daha çok ulaşım, hizmet, altyapı, etkinlik ve sosyal belediyecilik ile ilgili olduğu belirlenmiştir. Ayrıca araştırma bulgularında, büyükşehir belediyelerinin kurumsal hesaplarındaki mesajların büyük bir bölümünün kamuyu bilgilendirme modeli çerçevesindeki duyurular olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Keywords: metropolitan municipality, social media, twitter, public relations, public relations models. Abstract The developments in knowledge and information technologies started to provide new opportunities for public relations implementations of public institutions. Twitter one of the most popular social networking sites have the possibility of informing citizens about actions and serves of metropolitan municipalities. Beside this, citizens have reached the possibility of sharing their expectations, demands, problems, suggestions with public institutions by using Twitter. In this context, Twitter can assist citizens for contacting public institutions and developing relations and this increases the applicability of twoway symmetrical model. 9 Metropolitan municipalities which have Twitter account were included in the survey. 3302 Twitter messages in the official accounts of these metropolitan municipalities were analyzed between the dates of 1 June - 31 August 2012 by using content analysis method. According to results of the survey, messages were generally sent and received in week days and out of working times. These messages were generally about transportation, services, activities, basic facilities and social business of governing a city. Moreover, according to findings, it is seen that messages in the official Twitter accounts of 9 metropolitan municipalities are notices as part of public information model. Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Giriş Bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, sadece insanların günlük yaşantılarını etkilemekle kalmamış aynı zamanda devletler ve vatandaşlar arasındaki etkileşimi de dönüşüme uğratmıştır (Chun vd., 2010: 1). Günümüzde kamu kurumları, internet hizmetlerinden (world wide web, e-posta, posta listeleri ve tartışma grupları) vatandaşlarla bağlantı kurma, vatandaşları bilgilendirme ve vatandaşlarla etkileşimi artırmada yararlanmaktadır. Bunu da bilgisayarlar, mobil telefonlar, kablosuz iletişim, taşınabilir multimedya araçlarıyla yine internet üzerinden gerçekleştirilebilmektedir (Mälkiä ve Savolainen, 2003: 7). Yerel düzeyde vatandaşa en yakın yönetim birimi olarak nitelenebilecek belediyeler, halkla ilişkiler açısından hedef kitleleriyle iletişimi geliştirmede tanıma ve tanıtma faaliyetlerinde web sayfalarından faydalanmakta (Tarhan, 2007); birincil hedef kitleleri olan kanaat önderi olarak nitelenebilecek mahalle muhtarlarıyla iletişimi sürekli kılma ve güncel bir takım gelişmelerden haberdar etmede ise, SMS hizmetlerinden yararlanmaktadırlar (Kalender ve Tarhan, 2009). Yeni iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin belediyelere son yıllarda sunduğu olanaklardan bir diğeri de, sosyal medya uygulamalarıdır. Bilgi, deneyim ve bakış açılarının paylaşımıyla ilişkilendirilen sosyal medya (Weinberg, 2009: 1), başlangıçta arkadaşların arkadaşlarla bağlantısı için tasarlanmış, daha sonra özel, kamu ve kar amacı gütmeyen kuruluşların hedef kitleleriyle çevrimiçi iletişimini sağlayan ve önemi giderek artan araçlara dönüşmüştür (Wigand, 2010: 563). Sosyal medya kullanımındaki bu gelişmeler, yerel düzeyde vatandaşlara en yakın kamu yönetim birimi olan belediyelerce de dikkate alınmış; alınan kararların ve gerçekleştirilen hizmetlerin duyurulması yanında alınacak kararlara ve gerçekleştirilecek uygulamalara vatandaşı dahil etmede yeni bir yol olarak benimsenmeye başlamıştır. Çalışma, sosyal medyanın önemli ve günümüzde yaygın olarak kullanılan araçlarından biri olan Twitter’dan büyükşehir belediyelerinin yararlanma düzeyi üzerine odaklanmaktadır. Vatandaşları bilgilendirme, onların istek, beklenti, öneri ve soru(n) larına yanıtlar geliştirme ve alınacak kararlarda vatandaşları da karar alma süreçlerine dahil etmede belediyelerin kurumsal Twitter hesaplarından ne ölçüde yararlandıkları sorgulanmaktadır. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarını daha çok duyuru amaçlı mı yoksa karşılıklı diyalogu geliştirme yönünde mi kullandığı, Grunig ve Hunt’ın dört halkla ilişkiler modelinden kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü simetrik model açısından ele alınmaktadır. Halkla İlişkiler Modelleri Grunig 1976 yılındaki çalışmasında, Washington - Baltimore bölgesinde yer alan 216 kuruluşun basın bülteni yazma, informel ve formel araştırma yürütme ve yönetime önerilerde bulunma gibi 16 halkla ilişkiler etkinliğinin ne sıklıkta uygulandığını ölçümlemiştir. Thayer’in kavramsallaştırmasından da esinlenerek bu 16 halkla ilişkiler 80 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN uygulamasını senkronik ve diyakronik modellerin temsili olarak iki temel boyuta indirgemiştir. Buna göre; senkronize iletişimin amacı, kuruluşun yararı için kamunun davranışını “senkronize” etmek; diyakronik iletişimin amacı ise, hem kurumun hem de kamunun yararı için çalışmaları düzenlemektir (Grunig ve Grunig, 1989: 30). 1984 yılına gelindiğinde Grunig ve Hunt, bu iki kavramın yeterince modelleri anlatmadığını düşünerek Managing Public Relations kitabında halkla ilişkiler benzeri uygulamaların tarih boyunca gerçekleşmiş olduğunu kabul ederek halkla ilişkilerin tarihsel gelişim aşamalarını da ortaya koyan dört halkla ilişkiler modelini ortaya koymuştur (Grunig vd., 2002: 308). Amaçları, uygulandığı organizasyon yapıları ve başarılarının değerlendirilme ölçütlerine göre farklılaşan dört halkla ilişkiler modeli; (1) basın ajansı ve duyurum modeli, (2) kamuyu bilgilendirme modeli, (3) iki yönlü asimetrik model ve (4) iki yönlü simetrik model olarak belirlenmiştir (Grunig ve Hunt, 1984: 13-14). Bu dört modelin halkla ilişkiler uygulamalarını gerçekten temsil edip etmediğini ortaya koymak amacıyla bir araştırma programı gerçekleştirilmiş ve bu dört modelin altında yatan temel iki değişken belirlenmiştir. Bunlar; yön ve amaçtır. Yön, bir modelin tek veya çift yönlü olma derecesini ifade ederken; amaç ise, modelin asimetrik mi yoksa simetrik mi olduğunu ifade etmektedir. Tek yönlü iletişim bir monologdur ve bilgi yaymaya yaramaktadır. Çift yönlü iletişim ise, bir diyalogu ifade etmekte ve bilgi değiş tokuşunda kullanılmaktadır. Asimetrik iletişim dengesizdir ve örgütü olduğu gibi bırakarak kamuyu değiştirmeye çalışmaktadır. Simetrik iletişim ise, dengelidir ve örgütle kamu arasındaki ilişkiyi değişime uğratmaktadır (Grunig ve Grunig, 2005: 311). Grunig ilk tipolojisinde modeller ve modellerdeki iletişim akışını; basın ajansı ve tanıtım (tek yönlü asimetrik), kamuyu bilgilendirme (tek yönlü simetrik), iki yönlü asimetrik ve iki yönlü simetrik olarak belirlerken (Grunig ve Grunig, 1989: 30), daha sonra kamuyu bilgilendirme modelini de asimetrik bir model olarak değerlendirmektedir (Grunig, 1990: 21). Çalışma, ülkemizdeki büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarındaki mesajların kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü simetrik model çerçevesinde değerlendirmesini içerdiğinden bu iki model hakkında bilgi verilecektir. Halkla ilişkilerin önemli bir modeli olarak kamuyu bilgilendirme modeli, 1900’lerin başı ile 1920’lere kadar olan dönemi kapsamaktadır (Grunig ve Hunt, 1984: 25). “Bir kişinin/kuruluşun kendisi ve faaliyetleri hakkında hedef kitlesine bilgi vermesi olarak” tanımlanabilen kamuyu bilgilendirme modelinde (Okay ve Okay, 2002: 124), halkla ilişkiler profesyonelleri, hedef kitleyi etkileme ve ikna etmekten ziyade, geniş halk kesimlerini bilgilendirmeyi amaçlamaktadır (Seitel, 2004: 56). Kamuyu bilgilendirme modelinde, bilginin bir kişiye ya da tüm topluma yayılması temel amaç iken; bu mesajların doğruluğu ise, büyük önem taşımaktadır (Harrison, 2004: 46). Tarihsel öncüsü Ivy Leadbetter Lee olan model, günümüzde yerel ve merkezi kamu kuruluşlarınca kullanılmaktadır (Fawkes, 2001: 10). Ayrıca dernekler, kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve eğitim kuruluşları da sıklıkla bu modelden yararlanmaktadırlar (Varol, 2002: 62). Bunun yanında günlük hava tahminlerini ileten televizyon ve radyo programları, yasamaya ilişkin yeni bir takım düzenlemelerin hükümet sözcüsü tarafından kamuoyuna Sayı 35 /Güz 2012 81 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak aktarılarak bilgilendirmesi de yine bu model kapsamında gerçekleştirilen faaliyetler olarak değerlendirilebilir (Tarhan, 2008: 132). Halkla ilişkilerin ideal modeli olarak tanımlanan iki yönlü simetrik model (Fawkes, 2001: 11), 1960’lar ve 1970’lerden günümüze kadar gelen bir model olarak değerlendirilmektedir (Grunig ve Hunt, 1984: 25). İki tarafın da diyalogda göreceli olarak eşit ve birbirini etkileme yeteneğinin olduğu ve değişimin gerçekleştiği karşılıklı anlayış ilkesine dayanmaktadır (Davis, 2006: 127). Burada kuruluş ve hedef kitlesi arasında arabulucu bir rol üstlenen halkla ilişkiler uzmanının yaklaşımı her iki kesime yönelik dengeli ve simetriktir (Seitel, 2004: 56). Önde gelen tarihi figür olarak Edward Bernays görülürken günümüzde profesyonel uygulayıcılar ve akademisyenlerin bu modeli temsil eden gruplar olduğu ifade edilmektedir (Harrison, 2004: 46). Günümüzdeki uygulamalarına bakıldığında ise, modelin en çok yasama ve yürütme organlarındaki düzenlemelere tabi kuruluşlarca uygulandığı ifade edilmektedir. Çünkü kurumlar, onlara karşı sorumlu davranmak ve hesap verebilir olmak durumundadırlar (Varol, 2002: 62). Ayrıca farklı görüş ve kitleleri temsil eden üyelerden oluşan, yapılacak çalışmalara ilişkin görüşlerini ifade etme ve karşılıklı tartışma sonucunda karara varılarak belediye tarafından uygulamaya konulan İl Genel Meclisi’ndeki toplantılar da yine bu modelin günümüzdeki uygulamalarına örnek olarak verilebilir (Tarhan, 2008: 137). Her iki model amaçları ve yararlandıkları iletişim biçimi bakımından karşılaştırıldığında; kamuyu bilgilendirme modelinin temel amacının ikna amacı taşımayan bilgi yaymak olduğu iki yönlü simetrik modelde ise temel amacın, kuruluş ve hedef kitle arasında ortak bir zeminin yakalanması olduğu görülmektedir. İletişimin biçimi bakımından değerlendirildiğinde ise, kamuyu bilgilendirme modelinin kuruluşlardan hedef kitlelerine tek yönlü olarak işlediği, iki yönlü simetrik modelde ise, diyaloga dayalı iletişim biçiminde yönetimin hedef kitlesinden aldığı feedback’lerden etkilenerek politikalarına yön vermesi söz konusudur (Peltekoğlu, 2009: 128). Mikroblog Uygulaması Olarak Twitter Çevrimiçi iletişim, katılım ve işbirliğine olanak sağlayan bir araç olarak sosyal medya kategorisi içerisinde değerlendirilebilen (Newson vd., 2009: 49-50) ve 2006 yılında kurulan Twitter, kullanıcıların iletileri gönderme ve gönderilen iletileri okumalarını sağlayan bir sosyal ağ ve mikroblog hizmetidir (Wigand, 2010: 564). 2004 yılında teknolojiye meraklı aktivist bir grup tarafından siyasi bir takım kararları protesto etmek amacıyla cep telefonlarına kısa mesajla geniş kitlelere fikirlerini ulaştırma amacıyla başlatılan ve TXTmob olarak adlandırılan araçtan esinlenerek ortaya çıkan Twitter 2006 yılında yazılım mühendisi Jack Dorsay tarafından kurulmuştur (Zarrella, 2010: 33). Twitter gibi mikroblog hizmetlerinin kullanımında son yıllarda katlanarak bir artış görülmektedir. Kurulduktan yaklaşık üç yıl sonra 2009’un ilk çeyreğinde Twitter’a kayıtlı kullanıcı sayısı 14 milyonu bulmuştur (Weinberg, 2009: 125). Günümüzde ise, 500 milyon civarındaki Twitter kullanıcısı (en.wikipedia.org, 2012) herhangi bir konudaki görüşlerini iletmek ve günlük aktiviteleriyle ilgili yapmak istediği duyurular için 140 karakterlik mesajların milyonlarcasını göndermektedir. 82 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Twitter’ın Bileşenleri ve İşleyiş Biçimi Sosyal medya araçları arasında popüler bir mikroblog servisi olarak hizmet sunan, insanın gerçek hayatta içinde bulunduğu anda ne yaptığını, onu izleyenlere kısa mesajlarla özetlediği, durumunu paylaştığı bir platform olan Twitter (Sayımer, 2008: 128), kurumlar açısından ise, acil durumlarda ve gerçek zamanlı raporlamalarda anlık mesajlaşma amacıyla kullanılan bir araç olarak ifade edilmektedir (Dadashzadeh, 2010: 83). Hem bireysel hem de kurumsal anlamda mesaj iletmeye olanak tanıyan Twitter, teknik olarak başlıca aşağıdaki bileşenlerden oluşmaktadır: Tweet: Bir kullanıcı tarafından gönderilen, “Şu an ne yapıyorsun?” sorusuna karşılık gelen ve 140 karakterle sınırlandırılmış belirli bir zamanda gönderilen mesajlardır (Cho ve Park, 2012: 13). Tweet, sosyal medyanın bir microblog uygulaması olan Twitter’ın mesaj iletme kutusundan 140 karakterle sınırlanmış iletiler olarak da ifade edilebilir. Kişi ve kurumların mevcut durumlarını, görüşlerini ve gerçekleştirdikleri uygulamaları aktarabildikleri takipçilerini harekete geçirici bir bileşen olma özelliği taşımaktadır. Retweet: Diğer kullanıcıların yazdıkları iletilere cevap olarak yazılan bu uygulamada iletiyi kopyalamak için RT koyulmalı ve özgün yazar ile mesajı (örn. RT @kullanıcı mesajı) şeklinde yer verilmelidir (Boyd vd., 2010: 3). Bir anlamda mesajı yönlendirmek için kullanılan bir fonksiyon olarak da değerlendirilebilen retweet (Cho ve Park, 2012: 13), bir mesajın, Twitter aracılığıyla viral olarak çok sayıda insana ulaştırılmasına da katkı sağlamaktadır (Zarrella, 2010: 41). Özellikle kişiler ve kurumlar, Twitter aracılığıyla kendileri hakkında dile getirilen olumlu görüş ve değerlendirmeleri daha geniş kitlelerle paylaşmak ve kitlelerin gözünde olumlu bir izlenim oluşturabilmek amacıyla bu bileşenden fazlasıyla yararlanmaktadır. Replies: Bire bir iletişimin bir biçimi olarak hedeflenmiş cevaplara karşılık gelmektedir. Bir kullanıcı, mesajı alıcıya göstermek için önce “@ID” işaretlemesi yapmakta ve daha sonra cevaplarını hedef kullanıcıya iletmektedir (Cho ve Park, 2012: 13). Bir tweette “@kullanıcı adı” mesaj gönderen kişinin diyalog kurduğu kişiye karşılık gelmekte ve o kişinin cevaplar sekmesinde görünmektedir. Aynı şekilde bir kullanıcı veya kurumun adı bu şekilde yer aldığında ilgili linke tıklayarak Twitter oturumunda ilgili kullanıcı ve kurum kendisiyle ilgili olarak nelerden söz edildiğini görebilmektedir (Zarrella, 2010: 41). Kişi ve kurumlar açısından değerlendirildiğinde, kendilerine yöneltilen istek, şikayet, soru ve öneri gibi bir takım mesajlara bu yol kullanarak yanıt verebilmektedirler. Özellikle halkla ilişkiler modelleri açısından değerlendirildiğinde iki yönlü simetrik modelin işleyiş sürecine yakın bir iletişim biçiminden burada söz etmek mümkündür. Kullanıcılar: Twitter katılımcıları “@kullanıcı” söz dizimi şeklinde yer almakta ve diğer kullanıcılara ulaşmada kullanılacak adresleri temsil etmektedir (örn. @amandapalmer). Kullanıcılar kimi zaman bir başka mesaja gönderme yapmak için de (örn. Ben, bugün @Oprah showu gördüm.) yine bu kullanıcı adreslerinden yararlanabilmektedirler (Boyd vd., 2010: 2). Twitter mesajlarında doğrudan kullanıcılara erişimde ve gönderme yapmada kullanılan bu yöntemle kişi ve kurumlar başka kullanıcılara veya kurum temsilcilerinin hesaplarına göndermeler yapılabilmekte eğer isterse kullanıcılara bu bileşeni kullanarak doğrudan ilgili kişilere erişimi sağlayabilmektedirler. Sayı 35 /Güz 2012 83 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Takip ettikleri, Twitter hesabı olan kişi veya kurumların başka kullanıcılara bir çeşit üyelik ya da abonelik uygulamasıyla bağlanmasına ve onlardan gelen iletilere açık olunmasına karşılık gelirken; takipçiler ise, Twitter’da sizin sayfanıza üye ya da abone olan Twitter kullanıcılarına karşılık gelmektedir (Cho ve Park, 2012: 13). Twitter üzerinde bir kişi ya da kurum takip edildiğinde, o kişinin veya kurumun paylaştığı tüm tweetler takipçileri tarafından görülebilmektedir. Takipçi sayısı arttıkça gönderilen tweetlerin ulaşacağı kişi sayısı da artmaktadır (Zarrella, 2010: 39). Daha fazla kişiye ulaşma amacı taşıyan ünlü kişiler veya çeşitli kurumlar takipçi sayılarının arttırılmasına büyük önem vermektedir. Çünkü artan her takipçi, iletilerin daha geniş kitlelere ulaşması anlamına gelmektedir. Favoriler ise, web tarayıcılarındaki sık kullanılanlar fonksiyonuna benzer bir işlev görmektedir. Eğer kullanıcılar bir mesajı saklamak istiyorlarsa Twitter hesaplarında favori olarak belirleyebilirler (Cho ve Park, 2012: 13). URL kullanımı: Twitter’da mesaj uzunluğunun 140 karakterle sınırlı olması nedeniyle URL kullanımını teşvik etmiştir (Wigand, 2010: 564). İstenilen web sayfasına yönlendirmeyi içeren URL’ler uzun olduğundan onlarda da kısaltmalara gidilmiştir (Boyd vd., 2010: 2-3). Bu hizmetle ilgili yönlendirilmesi düşünülen web sitesine ilişkin URL girildiğinde, orijinal adresin çok daha kısa bir versiyonuna dönüştürülmekte; kişiler ve kurumlar ziyaretçileri bu bileşen aracılığıyla orijinal adrese yönlendirebilmektedirler (Zarrella, 2010: 49). Kişiler ve kurumlar gerçekleştirdikleri faaliyetlerle ilgili kısa bir takım notları Twitter’dan paylaşsa da daha geniş bilgi alma gereksinimi duyan hedef kitlelerine yönelik bireysel web sayfasına veya kurumsal web sayfasına yönlendiren URL kullanımını sıklıkla tercih etmektedirler. Hashtags: Anahtar kelimeler kullanarak özgürce web içeriğini oluşturmak için kullanıcıları belirli bir konu üzerinde odaklamak için hashtags olarak ifade edilen konuların başında “#konu” işareti konularak gerçekleştirilmektedir (Boyd vd., 2010: 2). Tweetleri kategorize etmeyi sağlayan uygulama (Cho ve Park, 2012: 13), aynı zamanda Twitter içinde bilgi aramayı kolaylaştırmak için de sıklıkla kullanılmaktadır (Lovejoy vd., 2012: 314). Ağırlıklı olarak konferanslar, haber değeri taşıyan olaylar (Weingberg, 2009: 146), siyasi olayları ve konuları ifade etmek için kullanılan hashtagslara tıklandığında ilgili konu başlığına ilişkin tweetler görülmektedir (Zarrella, 2010: 47). Kullanıcılar, mesajları; Twitter web sayfası, kısa mesaj (SMS) ve harici bir takım uygulamalarla gönderip alabilir. Twitter web sayfası aracılığıyla gönderilen mesajların bir maliyeti yokken; SMS veya harici bir takım uygulamalarla mesajlar iletilmek istendiğinde telefon servis sağlayıcılara ücret ödemek gerekmektedir (Wigand, 2010: 564). Bunun yanında kullanıcılar bir profil resmi koyabilir, fakat sadece kullanıcı sayfasında ve arkadaş çevresiyle sınırlı olarak herkesin erişimine izin vermeyebilir (Case ve King, 2011: 95). Kurumlar, kurumsal kimlik uygulaması olarak kurumsal logolarına yer verebilecekleri gibi tanınırlık ve bilinirlik oluşturma adına üst yöneticilerinin fotoğraflarına da yer verebilir. Sosyal medya siteleri bilgilerin hızlı alışverişinin yanı sıra, bilgilerin hızla yayılmasına olanak sağlamaktadır. Twitter, kolay sindirilebilir bilgi parçacıklarıyla 84 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN mesajın boyutunu sınırlayarak bilgi alışverişindeki hızı artırmaktadır Kimi zaman 140 karakter anlamlı bilgiler için çok kısa olduğu hissi uyandırsa da (Lovejoy vd., 2012: 313), internete bağlı bir cep telefonuyla bireyler nerde olurlarsa olsunlar geliştirilen bir takım arayüz programlarıyla kullanıcıların Twitter mesajlarına gerçek zamanlı erişebilme ve yanıt verebilme olanağına sahip olması nedeniyle (Newson vd., 2009: 67) pek çok kurum tarafından kullanılan bir uygulama olarak dikkat çekmektedir. Twitter’ın Belediyelerin Halkla İlişkilerinde Sağlayacağı Avantajlar Belediyelerin Twitter kullanımları, vatandaşlarla iletişim ve işbirliği sağlamada benzersiz bir ortam olarak görülmektedir (Wigand, 2010: 566). Bu yönüyle Twitter, anlık iletiler göndererek özel bir takım etkinliklerin vatandaşlara duyurulmasında ve gerçekleştirilen etkinliklerin vatandaşlarca nasıl algılandığının tespit edilmesine olanak sağlayan bir uygulamadır (Bonsón vd., 2012: 125). Twitter, iki yönlü iletişime vatandaşları teşvik edebileceği gibi vatandaşlardan geri dönüşüm olmaksızın belediyelerin gerçekleştirecekleri/gerçekleştirdikleri uygulamalar konusunda haberdar etmede geleneksel araçlar dışında bir başka yol olarak da kullanılabilmektedir (Landsbergen, 2010: 145). Bu yönüyle değerlendirildiğinde Twitter, hem vatandaşları bir takım gelişmelerden haberdar etmede geleneksel medya yanında kullanılan bir araç olabilir hem de vatandaşların istek, öneri, beklenti, soru ve şikayetlerini öğrenme ve bunlara getirilen çözümlerin yine vatandaşlarla paylaşılmasına olanak sağlayabilir. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarından yararlanma nedenleri kısaca şöyle sıralanabilir (van Dijck, 2011: 337; Wigand, 2010: 565): — Telefonda ya da kısa konuşma gibi fakat tek bir kişiye ya da web sayfası ara yüzüne bağlı olmayan sohbet ve diyalog özelliği, — Belli kullanıcılarla işbirliği ve değişimi mümkün kılması, — Bloglardaki gibi öz ifade ve öz iletişimi mümkün kılması, — Statü güncelleme ve kontrol etmeye olanak tanıması, — Bilgi ve haber paylaşımı olanağı sunması, — Konum, ilgi alanları ve bağlantılara bağlı olarak pazarlama ve reklam. — Mesajların iletilmesinde gayri resmi iletişime olanak tanıması, — Vatandaşların ilgili birimler ve yetkililere kolay erişimi mümkün kılması. İlk iki aktivite, belirli insanların kendi aralarında oluşturduğu iki yönlü iletişimi içermektedir. Üçüncü ve dördüncü aktivite ise, bir kişiden birden çok kişiye iletişimi mümkün kılmaktadır. Beşinci ve altıncı aktivite ise, çok kişiden çok kişiye bir iletişim olanağını sağlamakta ve çoklu iletişimi içermektedir (van Dijck, 2011: 337). Yukarıda yer verilen son iki aktivite ise, genel anlamda sosyal medya aracı olarak Twitter’ın sağlamış olduğu olanakları içermektedir. Mesajların iletişimindeki gayri resmi iletişim bir anlamda kamu kurumlarının insani yönünün ön plana çıkarılmasına ve kamu kurumlarının erişilemez birimler olduğu yönündeki geleneksel kabulleri ortadan kaldırmaya dönüktür. Vatandaşların ilgili birimlere ve yetkililere kolay erişimi ise, mesai saatlerine bağımlılık ve kuruma bizzat başvuru gereksiniminin ortadan kaldırması özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu yönüyle Twitter, hem belediyelerin gerçekleştirilen uygulamalar hakkında vatandaşları bilgilendirmesi hem de karar alma süreçlerine vatandaşların dahil edilerek onlarla işbirliğinin geliştirilmesinde önemli fırsatlar sunmaktadır. Sayı 35 /Güz 2012 85 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Sosyal ağ siteleri gibi, bir ağ aracığıyla profiller bağlanır, fakat dolaylı olmaktan ziyade doğrudan bir bağlantı sağlar. Katılımcılar “takip et” linki ile birbirine bağlanabilir, hareketleri görebilir ve tweetler gönderebilir; fakat diğer kullanıcılarla karşılıklı olarak bir hareket ve etkileşim söz konusu değildir (Boyd vd., 2010: 2). Bu özelliğinden ötürü her ne kadar kullanıcılar arasında karşılıklı anlık bağlantıyı kurmadığı için asimetrik bir bağlantıya olanak sağladığı ifade edilse de (Cho ve Park, 2012: 12), özellikle vatandaşların belediyelerin Twitter hesaplarından herhangi bir aracı olmaksızın doğrudan ilgili kurumlara ulaşma imkanı olması, geleneksel tek yönlü araçlardan farklı olarak, vatandaşlara kendini ifade edebilme, istek ve şikayetlerini dile getirebilme, hatta karar alma süreçlerinde aktif rol alabilme olanağını sunması nedeniyle halkla ilişkiler modelleri açısından simetrik bir iletişimin varlığından söz edilebilir. Rybalko ve Seltzer (2010: 337)’in, Twitter gibi sosyal ağ sitelerinin kuruluşların hedef kitlelerini diyaloga teşvik etmede geniş yelpazede olanaklar sunabileceğine işaret etmesi de bu savı destekler niteliktedir. Kurumların Twitter Kullanımlarına İlişkin Literatürdeki Bazı Araştırma Bulguları Kamu kurumları tarafından sosyal medyanın kullanımına odaklanan araştırmalar bir hayli sınırlıdır (Landsbergen, 2010: 137). Sınırlı da olsa bu alanda özellikle kuruluşların Twitter kullanım düzeyleri, hangi amaçlarla bu sosyal medya aracından yararlandıkları gibi bazı verileri içeren araştırmalar ve önemli bulgularına yer vermekte yarar bulunmaktadır. Araştırmaların bir kısmı doğrudan kullanıcıya yöneltilen bir takım soruları ve kullanıcıların Twitter’ı kullanım amaçları üzerine yoğunlaşırken; bir kısmı ise özel, kamu ve kar amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşlarının bu sosyal medya aracından yararlanma düzeylerini belirlemeye yöneliktir. Literatürde yer alan araştırmalardan ve önemli bulgularından bazıları kronolojik sırasıyla aşağıda sunulmaktadır: . Eyrich ve arkadaşları (2008), halkla ilişkiler uygulayıcılarının sosyal medya kullanım düzeylerini belirlemeye dönük 924 kişiye e-mail yoluyla anket uygulanmış ve 283 halkla ilişkiler uygulayıcısı söz konusu ankete katılarak görüş beyan etmiştir. Halkla ilişkiler uygulayıcıları arasında en popüler araç 272 kişi (% 96.1) ile e-mail olarak belirlenmiştir. Bunu, 188 kullanıcı (% 68.2) ile intranet, 118 kullanıcı (% 41.7) ile bloglar ve 111 kullanıcı (% 39.1) ile video konferanslar izlemiştir. Twitter’ı da içeren mikroblog uygulamaları ise sadece 5 kişi (% 1.7) ile son sıralarda yer almıştır. Honeycutt ve Herring (2009), Twitter’ın taraflar arası işbirliğini geliştirmedeki katkısını belirlemek amacıyla gerçekleştirdikleri çalışmada; Twitter’ın mevcut tasarımının işbirliğini geliştirmekten ziyade ağırlıklı olarak bir başka kullanıcıya doğrudan ileti göndermede kullanıldığını tespit etmişlerdir. Bu bulguyla birlikte yazarlar, bazı katılımcıların Twitter’ın işbirliği için tasarlanmadığını iddia etmelerine karşın Twitter’da gerçekleştirdikleri uzun konuşmaların Twitter’ın informel işbirliği avantajından yararlanıldıklarının ve işbirliğini geliştirilmesinde için önemli bir araç olarak görüldüklerinin kanıtı olduğunu ifade etmişlerdir. 86 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Raybalko ve Seltzer (2010), Fortune 500 şirketlerinden 93 şirketin kurumsal Twitter hesabı olduğunu belirlemiş ve her bir şirkete 10 adet bireysel mesaj gönderilmiştir. Toplamda 930 mesaj analize tabi tutulmuştur. Buna göre, diyaloga dayalı iletişimde kuruluşların büyük bir bölümünün (% 61) Twitter kullandığı, daha az bir bölümünün ise (% 39) iletişimde diyaloga dayalı yönelime sahip olmadığı belirlenmiştir. Onat (2010: 118), ülkemizde faaliyet gösteren 5 çevre sivil toplum örgütünün sosyal medya kullanım düzeylerini Facebook ve Twitter özelinde değerlendirmiştir. Araştırma bulgularına göre, geleneksel medyayla eşgüdümlü yürütülen birtakım çabalarla sosyal medyanın sağladığı çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modeline uygun sonuçların hedeflendiği, fakat bunlara kısmen ulaşılabildiğini belirlemiştir. Ayrıca, sivil toplum örgütlerinin duyarlılık oluşturma, tanınma, duyurum ve iletişim kurma gibi hedeflerine sosyal medya aracılığıyla ulaştıklarını; sanal olmayan gerçek dünyada eylemlere katılım ve bağışların artırılması konusunda ise sosyal medyanın kısmen etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır. Waters ve Jamal (2011), gerçekleştirdikleri araştırmada Birleşik Devletlerde faaliyet gösteren 200 kar amacı gütmeyen kuruluşun 81’inin aktif olarak Twitter kullandığını belirlemişlerdir. Bunlardan üçte biri olan ve rastlantısal olarak seçilen 27 kuruluşun Twitter hesapları 2010 Mart ayı boyunca takip edilmiştir. Araştırma sonucunda, kurumların Twitter’ı iki yönlü iletişimden ziyade daha çok tek yönlü olarak mesajların iletilmesinde kullandıkları belirlenmiştir. Bonsón ve arkadaşları (2012), 15 Avrupa Birliği ülkesinin beş büyük yerel yönetim birimleri üzerinde gerçekleştirdikleri araştırmanın bulgularına göre, yerel yönetimlerin büyük bir bölümü şeffaflığı artırmada sosyal medya araçlarını ve web 2.0 uygulamalarını kullanmaktadır. Fakat yerel düzeyde kurumsal iletişimi ve e-katılıma teşvik için web 2.0 uygulamalarının kullanımı hala emekleme aşamasındadır. Kore hükümeti Gıda, Tarım, Orman ve Balıkçılık Bakanlığı’nın 10 Şubat - 14 Temmuz 2010 tarihleri arasındaki Bakanlık Twitter hesabının incelendiği çalışmada, toplam 1336 mesajın gönderildiği, favorilere 202 mesajın eklendiği, 8773 takipçi tarafından takip edildiği ve Twitter hesabında 8245 de takip edilen olduğu belirlenmiştir. Hesaptaki karşılıklılık derecesi % 98.2’ye ulaşırken bunlardan 830’u cevaplar, 217’si retweet ve 214’ü ise hashtags olarak belirlenmiştir. Analiz sonucunda Twitter’ın etkin bir bilgi dağıtım kanalı olmasının yanında sosyalleşme odaklı bir iletişim alanı olarak karşılıklı değiş tokuş işlevini yerine getiren sosyal medyanın yenilikçi bir iletişim aracı olduğu da belirlenmiştir (Cho ve Park, 2012). Linvill ve arkadaşları (2012), 60 devlet üniversitesi ve 53 sanat kolejinin Twitter hesaplarına 10’ar mesaj göndermiştir. Toplamda 1130 mesaj, diyaloga dayalı iletişimi geliştirmede bu sosyal medya aracından ne düzeyde yararlanıldığı sorgulanmıştır. Buna göre, bu eğitim kurumları Twitter aracılığıyla hedef kitleyle diyalog yolunu geliştirmekten ziyade; kurumsal bilgileri içeren mesajları 1007 (% 89.1), genel hedef kitleye iletmede kullandıklarını tespit etmişlerdir. Bunun yanında 54 (% 4.8) mesajın aday öğrencilere, 69 (% 6.1) mesajın öğrencilere, 18 (% 1.6) mesajın fakültelere, 19 (% 1.7) mesajın mezunlara ve 54 (% 4.8) mesajın da velilere iletilmek üzere gönderildiği tespit edilmiştir. Sayı 35 /Güz 2012 87 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Lovejoy ve arkadaşları (2012), kar amacı gütmeyen 73 kuruluşun 4655 Twitter mesajını analiz etmiştir. Ülkenin en büyük kar amacı gütmeyen kuruluşlarının paydaş katılımını en üst düzeye çıkarmak için Twitter’dan yararlanmadığını belirlemiştir. Kar amacı gütmeyen kuruluşların toplam Twitter mesajlarından % 20’sinden daha azı karşılıklı diyalogu geliştirmeyi içerirken yaklaşık % 16’sı ise belirli kullanıcılar için dolaylı bağlantıyı sağlamaya yöneliktir. Bu yönüyle araştırmaya konu olan kar amacı gütmeyen kuruluşlar, Twitter’ı daha çok tek yönlü bir iletişim kanalı olarak kullanmaktadırlar. Sandoval-Almazan ve arkadaşları (2012), Meksika’nın Twitter ve Facebook hesabı bulunan 23 yerel yönetim birimi ile bir federal yönetim biriminin portallarını bilgi akışı ve katılım düzeyleri açısından incelemişlerdir. Araştırma sonucunda vatandaşların sosyal medya ağlarını çok sınırlı düzeyde kullandıkları, bilgi akışının çok zayıf olduğu ve vatandaşların katılım düzeylerinin ise kısıtlı olduğu belirlenmiştir. 23 yerel yönetim portalından çoğunun ilk aşama olarak değerlendirilen bilgi değişimi aşamasında olduğu tespit edilmiştir. Literatürdeki araştırmalar ve araştırmalardan elde edilen veriler ışığında bu araştırmada yanıtları aranacak sorular şöyledir: Araştırma Sorusu 1. Büyükşehir belediyelerinin Twitter hesaplarının dağılımı nasıldır? Araştırma Sorusu 2. Kurumsal Twitter hesabı bulunan belediyelerin gönderdiği tweet, takip ettiği kurum veya kişi, takipçi sayılarının dağılımları nasıldır? Araştırma Sorusu 3. Kurumsal Twitter hesabı bulunan büyükşehir belediyelerinin gönderdiği mesajların haftanın günleri ve gün içindeki saatlere göre dağılımı nasıldır? Araştırma Sorusu 4. Kurumsal anlamda hedef kitlelere gönderilen mesajların konu başlıklarına göre dağılımlara nasıldır? Araştırma Sorusu 5. Kurumsal Twitter hesaplarından benimsenen biçimsel mesaj iletme biçimlerinin dağılımları nasıldır? Araştırma Sorusu 6. Kurumsal Twitter hesapları daha çok kamuyu bilgilendirme modeli çerçevesinde bilgilendirmeye mi yoksa iki yönlü simetrik model çerçevesinde etkileşim sağlamaya dönük mü işletilmektedir? 88 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Yöntem Araştırmanın evrenini ülkemizde 2012 yılı itibariyle hizmet sunan 16 büyükşehir belediyesi oluştururken; örneklem ise, kurumsal anlamda Twitter hesabı bulanan 9 büyükşehir belediyesinden oluşmaktadır (Tablo 1). Tablo 1. Büyükşehir Belediyelerinin Twitter Hesaplarının Dağılımı TWITTER HESAPLARININ DAĞILIMI BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ BİREYSEL KURUMSAL Adana BB VAR VAR Ankara BB VAR VAR Antalya BB VAR VAR Bursa BB VAR VAR Diyarbakır BB VAR VAR Erzurum BB VAR YOK Eskişehir BB VAR YOK Gaziantep BB VAR YOK Mersin BB VAR YOK İstanbul BB VAR VAR İzmir BB YOK YOK Kayseri BB VAR YOK Kocaeli BB YOK VAR Konya BB VAR VAR Sakarya BB VAR VAR Samsun BB VAR YOK TOPLAM 14 9 KURUMSAL TWITTER ADRESİ http://twitter.com/adana_bld http://twitter.com/ankarabld http://twitter.com/antalyabb http://twitter.com/bursabuyuksehir https://twitter.com/diyarbakirbb http://twitter.com/istanbulbld http://twitter.com/kocaelibld http://it.twitter.com/Konyabuyuksehir http://twitter.com/sakaryabb - Yapılan inceleme sonrasında; Adana Büyükşehir Belediyesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Konya Büyükşehir Belediyesi ve Sakarya Büyükşehir Belediyesi olmak üzere toplam 9 büyükşehir belediyesinin kurumsal Twitter hesabı olduğu; Erzurum Büyükşehir Belediyesi, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, Mersin Büyükşehir Belediyesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kayseri Büyükşehir Belediyesi ve Samsun Büyükşehir Belediyesi olmak üzere 5 büyükşehir belediyesinin ise kurumsal Twitter hesabına sahip olmadığı belirlenmiştir Çalışmada halkla ilişkiler açısından kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü simetrik model perspektifinden büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajlar inceleneceğinden belediye başkanlarına ait olan Twitter hesaplarındaki mesajlar araştırma dışında tutulmuştur. Çünkü halkla ilişkiler birimlerince kurumsal hesaplardan aktarılan mesajların daha çok bilgilendirme amaçlı mı yoksa etkileşim amaçlı mı kullanıldığı çalışmada cevabı aranan temel sorular arasında yer almaktadır. Sayı 35 /Güz 2012 89 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Araştırmada Türkiye’de faaliyet gösteren 9 büyükşehir belediyesinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajlar, 1 Haziran 2012 - 31 Ağustos 2012 tarihleri arasında haftanın hangi günlerinde, günün hangi saatlerinde, hangi konu başlıklarında gönderildiği ve kamuyu bilgilendirmeye mi yoksa kamunun istek, beklenti, şikayet, soru ve önerileri üzerine odaklanan iki yönlü simetrik anlayışla diyalogu geliştirmeye mi daha çok hizmet ettiği gibi konular açısından içerik analizi yöntemiyle ele alınmıştır. Analizlerde öncelikle ülkemizde faaliyet gösteren büyükşehir belediyelerinin kurumsal hesaplarının olup olmadığı ve bu hesaplara ulaşılabilecek adresler belirlenmiştir. Daha sonra kurumsal hesabı bulunan 9 büyükşehir belediyesinin göndermiş olduğu toplam mesaj sayısı, takip ettiği kurum veya kişi sayısı, takipçi sayıları, favorileri, kurumsal logonun kurumsal hesaplarda yer alıp almadığı ile kurumsal iletişim adresine yer verilip verilmediği gibi konular hesapların biçimsel özelliklerinin ortaya konulması açısından incelenmiştir. Analizler, büyükşehir belediyelerinin hesaplarında yer alan mesajların haftanın hangi günlerinde ve günün hangi saatlerinde iletildiğiyle sürdürülmüştür. Özellikle sosyal medyanın kurumsal mesai saatleri dışında da işleyebilen bir araç olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu verilerin sorgulanması belediyelerin Twitter’ı mesai saatleri dışında ne ölçüde etkin kullandığını ortaya koyması açısından önem taşımaktadır. Çalışmada sorgulanan bir başka konu da, büyükşehir belediyelerinin Twitter hesaplarına gelen konuların belediyelerin hangi faaliyet alanıyla ilgili olduğudur. Hesaplarda yer alan mesajlar konu başlıklarına göre sınıflandırılmış ve daha çok belediyenin hangi faaliyet alanıyla ilgili olduğu sorusuna yanıt aranmıştır. Analizler, belediyelerin Twitter hesaplarında yer alan mesajların kamuyu bilgilendirme modeli çerçevesinde herhangi bir konu, alınan bir karar ve bir uygulamaya ilişkin bilgi vermeye dönük mü olduğu yoksa belediyelerin hizmet alanıyla ilgili soru, istek, teşekkür, beklenti ve eleştiri gibi daha çok belediye hizmetinden yararlanan vatandaşların tepkilerini içeren ve bunlara ilişkin belediyenin vermiş olduğu cevaplara mı odaklandığı konusuyla sonlandırılmıştır. Bulgular Büyükşehir Belediyelerinin Twitter Hesaplarının Genel Görünümü Türkiye’de faaliyet gösteren 9 büyükşehir belediyesinin kurumsal hesaplarının genel görünümü Tablo 2’de sunulmaktadır. Buna göre, ülkemizde faaliyet gösteren 9 büyükşehir belediyesinin kurumsal hesabı bulunmaktadır. Bu belediyeler alfabetik sırasıyla; Adana Büyükşehir Belediyesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Konya Büyükşehir Belediyesi ve Sakarya Büyükşehir Belediyesi’dir. 90 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Tablo 2. Büyükşehir Belediyelerinin Twitter Hesaplarının Genel Görünümü FAVORİLER LİSTELER KURUMSAL LOGO WEB SAYFASINA İLİŞKİN BİLGİ 520 940 - - VAR VAR Ankara BB 397 4.451 107 - VAR VAR Antalya BB 2.092 3.617 4.987 11 - VAR VAR Bursa BB 435 74 2.063 - - VAR VAR Diyarbakır BB 241 17 2.217 - - VAR VAR İstanbul BB 4.519 86 19.040 2 - VAR VAR Kocaeli BB 764 989 1.898 1 - VAR VAR Konya BB 472 1 2.510 - - VAR VAR Sakarya BB 4 18 100 - - VAR VAR TAKİP ETTİKLERİ Adana BB BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ TWEETLER TAKİPÇİLERİ KURUMSAL TWITTER HESAPLARININ YAPISI Kurumsal Twitter hesabı bulunan 9 büyükşehir belediyesinin 23 Eylül 2012 tarihi itibariyle incelendiğinde en fazla tweet 4.519 ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne aittir. Bunu, 2.092 tweetle Antalya Büyükşehir Belediyesi ve 764 tweetle Kocaeli Büyükşehir Belediyesi takip etmektedir. Belediyeler tarafından takip edilen kurum veya kişilerin Twitter hesapları açısından değerlendirildiğinde 3.617 ile Antalya Büyükşehir Belediyesi başı çekerken; bunu, 989 ile Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ve 86 ile de Bursa Büyükşehir Belediyesi izlemektedir. Burada Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Twitter’ı takip ettiği kurum ve kişi sayısı bakımından değerlendirildiğinde belediye tarafından bir haber kaynağı olarak bu kişi ve kurumlardan yararlanıldığı söylenebilir. Takipçiler açısından değerlendirildiğinde 19.040 takipçiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ilk sırada yer alırken; 4.987 takipçiyle Antalya Büyükşehir Belediyesi ve 4.451 ile Ankara Büyükşehir Belediyesi yer almaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin diğer belediyeleri geride bırakan bir rakamda takipçisinin olması, İstanbul kent nüfusunun kalabalık olması ve hizmet sunan belediyenin aldığı karar ve uygulamalardan haberdar olmak istemesi bir neden olarak ifade edilebilir. Kurumsal Twitter hesabı bulunan büyükşehir belediyelerinin tümünün, resmi Twitter hesabı olduğu için kurumsal logolarına yer verdiği ve daha ayrıntılı bilgi verme olanağı sunan ve kontrol edilebilen bir araç olan web sayfalarının da linkine hesaplarında yer verdiği görülmektedir. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Görülen Tweetlerin Zamana Göre Dağılımları Belediyelerin kurumsal Twitter hesaplarında görülen mesajların gönderildiği gün ve gün içindeki saatler de çalışmada sorgulanan bir başka noktadır. Sosyal medyanın belediyeler açısından sağladığı yararların başında mesai saatlerine bağımlı olmaksızın hedef kitleleriyle iletişimi sürdürebilme ve onlardan gelebilecek bir takım istek, şikayet, öneri ve beklentilerine ilişkin diyalog geliştirebilme olanağını sunmasıdır. Tablo 3’de Sayı 35 /Güz 2012 91 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak büyükşehir belediyelerinin kurumsal hesaplarındaki mesajların mesai saatleri içerisinde mi yoksa mesai saatleri dışında mı gönderildiğine yer verilmektedir. Tablo 3. Belediyelerin Twitter Hesaplarındaki Mesajların Zamana Göre Dağılımı TEMMUZ AĞUSTOS HAZİRAN TEMMUZ AĞUSTOS TOPLAM MESAİ SAATLERİ DIŞINDA HAZİRAN MESAİ SAATLERİ İÇİNDE Adana Büyükşehir Belediyesi 2 2 8 76 84 127 299 Ankara Büyükşehir Belediyesi 16 25 70 48 176 177 512 Antalya Büyükşehir Belediyesi 11 18 9 190 264 156 648 Bursa Büyükşehir Belediyesi - 2 - 1 - 4 7 Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi 3 12 5 39 91 51 201 İstanbul Büyükşehir Belediyesi 245 54 150 297 241 302 1289 Kocaeli Büyükşehir Belediyesi 6 7 1 61 84 73 232 Konya Büyükşehir Belediyesi 5 1 - 1 36 31 114 Sakarya Büyükşehir Belediyesi - - - - - - 0 288 121 243 753 976 921 3302 BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ TOPLAM Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajların gönderilme zamanı incelendiğinde yoğunluğun mesai saatleri dışındaki zaman dilimlerini kapsadığı görülmektedir. Belediyelerin Haziran, Temmuz ve Ağustos ayları içerisinde kurumsal Twitter hesaplarına gelen ve belediyelerce gönderilen mesajların zaman dilimlerine bakıldığında 652 (% 19.7) mesajın mesai saatleri içerisinde gönderildiği veya alındığı, 2650 (% 80.3) mesajın ise mesai saatleri dışında gönderildiği veya alındığı belirlenmiştir. Bulgularda dikkat çeken kurum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’dir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kurumsal Twitter hesabındaki mesajların 449 (% 34.8)’u mesai saatleri içerisinde; 840 (% 65.2)’ı ise mesai saatleri dışında gönderilmiş veya alınmıştır. Bu yönüyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin mesai saatleri içerisindeki mesaj dağılımı genel ortalamanın üzerinde yer almaktadır. Bulgularda dikkat çeken bir diğer nokta ise, araştırmanın gerçekleştirildiği zaman aralığı içerisinde kurumsal Twitter hesabı olmasına karşın Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nin hiçbir mesajının yer almayışıdır. 92 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Tablo 4. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Mesajların Günlere Göre Dağılımı TEMMUZ AĞUSTOS HAZİRAN TEMMUZ AĞUSTOS TOPLAM HAFTASONU HAZİRAN HAFTAİÇİ Adana Büyükşehir Belediyesi 60 74 89 18 12 46 299 Ankara Büyükşehir Belediyesi 63 193 197 2 7 50 512 Antalya Büyükşehir Belediyesi 184 266 142 17 16 23 648 Bursa Büyükşehir Belediyesi 1 2 1 - - 3 7 Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi 34 76 46 8 27 10 201 İstanbul Büyükşehir Belediyesi 488 249 86 54 46 66 1289 Kocaeli Büyükşehir Belediyesi 62 86 71 5 5 3 232 Konya Büyükşehir Belediyesi 39 28 25 7 9 6 114 Sakarya Büyükşehir Belediyesi - - - - - - 0 931 974 957 111 122 207 3302 BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ TOPLAM Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajların zamana göre dağılımında incelenen bir diğer konu da haftanın günlerine göre dağılım olmuştur. Burada da temel olarak daha çok haftaiçi mi bu mesajların gönderildiği veya alındığı yoksa daha çok hafta sonu mu bu sosyal medya aracından yararlandığı konusu sorgulanmıştır. Tablo 4 incelendiğinde büyükşehir belediyelerinin Twitter hesabından gönderilen ve alınan mesajların büyük bir bölümünün haftaiçi zaman diliminde yer aldığı belirlenmiştir. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajların 2862 (% 86.6)’sının hafta içi; 440 (% 13.4)’sının ise haftasonu gönderildiği belirlenmiştir. Bulgular mesajların gönderildiği veya alındığı gün açısından değerlendirildiğinde mesajların daha çok haftaiçi günlerde geldiği ve gönderildiğini göstermektedir. Her ne kadar haftasonu gönderilen mesajlar az olsa da (440; % 13.4) genellikle mesai dışında gönderilen mesajların çokluğu (2650; % 80.2) sosyal medyanın özellikle kurumsal iletişim açısından kullanımında kurumları ve kurumların hedef kitlelerini mesai saatlerine bağımlılıktan kurtardığı sonucu çıkarılabilir. Bu durum, kurumlara vatandaşların istek, şikayet, öneri ve soru(n)lar gibi konularda doğrudan kuruma gitmelerine gerek olmaksızın kendilerini ifade edebilme ve bir takım şikayetlerini dile getirebilme olanağı sunması açısından önemli ölçüde verimlilik sağlayacaktır. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Yer Alan Mesajların Konulara Göre Dağılımları Büyükşehir belediyelerinin Twitter hesaplarında yer alan konuların neler olduğu, daha çok hangi konularda bu sosyal medya aracından yararlanıldığı konusu da araştırma kapsamında sorgulanan bir başka nokta olmuştur (Tablo 5). Twitter hesaplarında yer alan mesajların konulara göre dağılımına bakıldığında mesajların ağırlıklı olarak ulaşım (563; % 17.05), hizmet (531; % 16.08), altyapı (489; % 14.8), etkinlik (400; % 12.11) ve Sayı 35 /Güz 2012 93 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak sosyal belediyecilik (186; % 5.6) konularıyla ilgili olduğu görülmektedir. Belediyelerin Twitter hesaplarında yer alan mesajlarda en düşük oranları ise; bağış, proje, ihale, ödülbaşarı mesajlarını içeren diğer mesajlar (47; % 1.4), taziye mesajları (40; % 1.2) ve belediye başkanının katılacağı televizyon programını duyuran mesajlar (25; % 0.75) oluşturmaktadır. ADANA BB ANKARA BB ANTALYA BB BURSA BB DİYARBAKIR BB İSTANBUL BB KOCAELİ BB KONYA BB SAKARYA BB TOPLAM Tablo 5. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Yer Alan Mesajların Konulara Göre Dağılımı Açılış ve Temel Atma Törenleri 4 - 7 - 8 36 8 1 - 64 Altyapı 48 235 91 - 24 79 6 6 - 489 Denetim 6 9 29 1 6 72 - - - 123 Duyuru 19 4 3 - 1 44 58 1 - 140 Eğitim 22 4 33 - 35 21 13 6 - 134 Etkinlik 78 21 113 1 3 88 32 44 - 400 Hizmet 4 1 115 3 8 191 30 9 - 531 İletişim 7 5 8 - 4 25 1 1 - 111 Kutlama 6 1 8 - 3 15 4 7 - 64 Sosyal Belediyecilik 2 24 2 - 19 55 16 8 - 186 Spor 10 1 15 1 2 22 17 1 - 69 Taziye Mesajı 10 - 12 - 1 17 - - - 40 Toplantı 2 - 4 - 16 48 4 6 - 80 Tv Programı 1 - - - 2 11 - 11 - 25 Ulaşım - 15 51 - - 495 1 1 - 563 Ziyaret 48 - 21 - 37 53 4 7 - 170 Kent Tanıtımı 3 - - 1 12 12 37 1 - 66 Diğer (Bağış, Proje, İhale,Ödül Başarı vb) 9 2 26 - - 5 1 4 - 47 299 512 648 7 201 1289 232 114 0 3302 MESAJLARIN İÇERİKLERİ TOPLAM Belediyelerin temel hizmet alanlarına ilişkin ulaşım, hizmet, altyapı, sosyal etkinlikler ve sosyal belediyecilik gibi alanların yoğunlukta olması hem belediyenin kurum olarak vatandaşları bilgilendirme açısından bu alanlara önem verdiğini hem de 94 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN belediyeden hizmet alan vatandaşların istek, öneri, şikayet, soru ve beğenilerini dile getirdiği konu başlıklarının da bunlar üzerine yoğunlaştığını göstermektedir. Konularına göre mesajlar değerlendirildiğinde burada da öne çıkan belediye ulaşım hizmetine ilişkin 495 (% 14.9) mesajla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’dir. İstanbul gibi kalabalık bir metropolün en önemli sorunlarından birisi şüphesiz ulaşımdır. Belediye, daha çok mesajlarında ana arterlerde meydana gelen bir takım trafik kazalarını, herhangi bir etkinlik dolayısıyla ulaşıma kapalı olacak yolları ve ulaşım alanında yapılan hizmetler ile vatandaşlarca dile getirilen şikayet, öneri ve soruları cevaplamaya odaklanmıştır. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Görülen Mesajların İletişimsel Yönü Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında görülen mesajların amaç ve yönü halkla ilişkiler modellerinden kamuyu bilgilendirme ve iki yönlü simetrik model açısından incelenmiştir. Bu değerlendirmeye geçmeden önce kısaca belediyelerin Twitter hesaplarında yer alan mesajların içerik açısından ve kullanılan teknik açısından özelliklerine değinmekte yarar bulunmaktadır. Buna göre, belediyelerin gönderdiği mesajların içerikleri değerlendirildiğinde özellikle 140 karakterlik kısıtlamanın olması nedeniyle belediyelerin çoğunlukla mesajlarında URL kullandıkları (1309; % 39.6) belirlenmiştir. Bunun dışında belediyeler herhangi bir konuda vatandaşlarını bilgilendirmek amacıyla duyurulardan (455; % 13.7) ve mesajların içeriğine hiçbir müdahale etmeden doğrudan gönderme olanağı tanıyan retweetlerden (308; % 9.3) yararlanmaktadır. Gönderilen mesajların iletişim modeli açısından değerlendirildiğinde URL kullanımı, duyuru ve retweet tekniklerinin esasında tek yönlü bir süreç olduğu söylenebilir. Bu tekniklerin özellikle belediyenin gerçekleştirmeyi düşündüğü veya hayata geçirdiği bir takım uygulamaları, etkinlikleri, hizmetleri, altyapı çalışmalarını, kutlamaları ve sosyal belediyecilik adına attığı adımlardan hedef kitlelerini haberdar etmeye yönelik kullandığı görülmektedir. Halkla ilişkiler modelleri açısından ele alındığında ise, bunun daha çok kamuyu bilgilendirme modeli çerçevesinde iletilen mesajlar olduğu söylenebilir. Belediyenin iki yönlü iletişim modeline uygun olarak ortaya koyduğu mesaj biçimleri incelendiğinde ise dağılımın, cevap (685; % 20.7), soru (145; % 4.3), eleştiri (117; % 3.5), şikayet (97; % 2.9), istek (87; % 2.6), teşekkür (73; % 2.2) ve öneri (26; % 0.78) olarak gerçekleştiği belirlenmiştir. Vatandaşların belediyenin sosyal medya aracı olan Twitter hesabından istek, şikayet, eleştiri, öneri, beğeni ve bir takım uygulamalara ilişkin sorularını içeren ve vatandaşların göndermiş olduğu mesajlara belediye tarafından gönderilen yanıtlar ise daha çok iki yönlü ve tarafların eşit olduğu ve diyalog geliştirmeye dönük bir halkla ilişkiler modeline karşılık geldiğinden iki yönlü simetrik model çerçevesinde ele alınabilir. Sayı 35 /Güz 2012 95 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak URL KULLANIMI DUYURU RETWEET İSTEK ŞİKAYET ÖNERİ TEŞEKKÜR SORU CEVAP ELEŞTIRI TOPLAM Tablo 6. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Görülen Tweetlerin Teknik Özellikleri Adana BB 232 - 31 4 3 4 7 3 13 2 299 Ankara BB 88 4 - 32 38 1 23 588 251 17 512 Antalya BB 281 22 75 19 25 7 18 28 173 - 648 1 - 1 - - - - 2 3 - 7 Diyarbakır BB 152 9 32 - - - - - 8 - 201 İstanbul BB 310 339 152 32 31 4 23 54 237 97 1289 Kocaeli BB 163 68 - - - - 1 - - - 232 Konya BB 82 13 17 - - - 1 - - 1 114 Sakarya BB - - - - - - - - - - 0 TOPLAM 1309 455 308 87 97 26 73 145 685 117 3302 Bursa BB Genel olarak dağılımlar ele alındığında büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajların büyük bir bölümünün belediyenin gerçekleştireceği veya gerçekleştirdiği uygulamalar, alınan veya alınacak kararlar gibi konularda vatandaşları bilgilendirmeye dönük tek yönlü mesajları içeren URL kullanımı, duyuru ve retweet uygulamalarına 2072 (% 62.7) odaklandığı görülmektedir. Bununla birlikte cevap, soru, eleştiri, şikayet, istek, teşekkür ve öneri gibi daha çok vatandaşların kendilerini ifade edebildikleri ve belediyelerin de bu mesajlara yanıtlar verdiği iki yönlü ve diyalog geliştirmeye dönük simetrik iletişime yönelik ise, toplamda 1230 (% 37.3) mesaj bulunmaktadır. Bulgular Linvill ve arkadaşları (2012)’nın devlet üniversiteleri ve sanat kolejlerinin Twitter uygulamalarını içeren toplam 113 kuruma gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçlarıyla, Waters ve Jamal (2011)’ın Birleşik Devletlerde kar amacı gütmeyen 27 kuruluşa dönük gerçekleştirdikleri araştırmanın bulgularıyla, Cho ve Park (2012)’ın Kore hükümeti Gıda, Tarım, Orman ve Balıkçılık Bakanlığı’nın Twitter hesabını incelediği araştırmada elde edilen sonuçlar ile Sandoval-Almazan ve arkadaşlarının (2012), Meksika’daki 23 yerel yönetim ve bir fedaral yönetim portalının Twitter ve Facebook hesaplarını inceledikleri araştırma bulgularıyla örtüşmektedir. Bulgular değerlendirildiğinde, vatandaşlara mesai saati gözetmeksizin haftanın yedi günü, günün yirmidört saati ilgili kuruma gitmeksizin erişim ve kendini ifade etme olanağı tanıyan Twitter’dan büyükşehir belediyelerince vatandaşlarla diyalog kurma ve diyalog geliştirme yönünde yeterince yararlanılmadığı belirlenmiştir. Diyalog kurma ve geliştirmeye dönük uygulamalardaki oranların yeterli düzeyde olmayışı; bu teknolojiden hali hazırda her yaş grubunun yararlanamaması, sosyo-ekonomik açıdan ağ erişim maliyetlerinin hala yüksek oluşu ve kurumlar tarafından yeni hayata geçirilen bir uygulama olmasından kaynaklanabilir. 96 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Sonuç ve Öneriler Belediyelerin halkla ilişkiler birimleri, yeni iletişim teknolojileriyle hedef kitlelerine daha yakın olabilme ve onlara doğrudan aracı olmaksızın erişebilme olanağını elde etmiş bulunmaktadır. Kimi zaman kontrol edilebilen bir araç olarak değerlendirilen web sayfaları aracılığıyla kimi zamansa GSM teknolojisi aracılığıyla SMS göndererek gerçekleştirdikleri bir takım faaliyetler, alınan kararlar ve bazı etkinlikler konusunda hedef kitlelerini haberdar etmede yararlanmaktadırlar. Başlangıçta sadece bilgi vermeye odaklanan ve hedef kitlelerin istek, beklenti, öneri ve şikayet gibi unsurlarından yoksun olan ağ teknolojilerinde web sayfalarına e-postanın eklenmesiyle iki yönlü etkileşimli bir iletişim biçimi de mümkün hale gelmiştir. Son yıllarda ağ teknolojileri yeni bir imkanı daha kuruluşların halkla ilişkiler birimlerine tanımaya başlamıştır: Sosyal Medya. Sosyal medya aracılığıyla kuruluşların halkla ilişkiler birimleri belirli niteliklere sahip hedef kitlelerini sadece bilgilendirmeye dönük duyurularını değil; aynı zamanda hedef kitlesinin istek, öneri, şikayet ve beklentilerini de her hangi gereksinim duymaksızın alabilme ve bunlara yanıt verebilme olanağına kavuşmuştur. Bu özelliğine karşın ülkemizde faaliyet gösteren 16 büyükşehir belediyesinden sadece 9’unun kurumsal anlamda bu hizmetten yararlandığı belirlenmiştir. Bulgularda öne çıkan sonuçlardan biri, büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarındaki mesajların büyük bir bölümü haftaiçi günlerde yer almakla birlikte daha çok mesajların gönderildiği ve alındığı saat dilimleri mesai saati dışını göstermektedir. Bu durum, sosyal medyanın belediyelere 7/24 erişimi mümkün kıldığının ve mesai saatleri dışında da kurumun iletişime açık halkla ilişkiler birimlerinin hayata geçirildiğinin göstergesidir. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarındaki mesajların konulara göre dağılımlarına bakıldığında ise, ağırlıklı olarak mesajların ulaşım, hizmet, altyapı, etkinlik ve sosyal belediyecilik konuları üzerine odaklandığı belirlenmiştir. Bu durum, belediyenin hem ulaşım, su, doğalgaz, park-bahçe düzenlemesi gibi temel konularda duyuru çalışmaları yaptığını ve vatandaşların istek, öneri, şikayet ve sorularının bu konular üzerine odaklandığını göstermektedir. Bununla birlikte hedef kitlelerin sadece hizmet sunma yanında sosyal hayata ilişkin bir takım beklentilerinin varlığı da araştırma bulgularına yansımıştır. Konser, kongre, sempozyum, tiyatro gibi etkinlikler ile sosyal belediyecilik alanındaki sunulan mesajlar da Twitter hesabında önemli yer tutmaktadır. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarına ilişkin en önemli bulgulardan biri, alınan ve gönderilen mesajların halkla ilişkiler modellerinden kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü simetrik model açısından değerlendirilmesiyle ilgilidir. Mesajların büyük bir bölümünün (% 62.7), belediyelerin aldığı kararlar ve hayata geçirdiği uygulamaların vatandaşlara aktarılmasına yönelik tek yönlü olduğu ve kamuyu bilgilendirme modeli çerçevesinde gerçekleştiği belirlenmiştir. Vatandaşların istek, öneri, beklenti, şikayet ve soruları ve bunlara verilen cevapları kapsayan diyalogu geliştirmeye yönelik iki yönlü simetrik model çerçevesinde değerlendirilebilecek mesajların oranı ise, % 37.3 olarak belirlenmiştir. Bu durum, ilgili kuruma gitmeksizin ve vatandaşların belediye görevlisiyle muhatap olma gereksinimini ortadan kaldırarak özgürce kendini Sayı 35 /Güz 2012 97 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak ifade edebilmesine olanak tanıyan ve halkla ilişkiler modellerinden iki yönlü simetrik modelin hayata geçirilmesine olasılığını artıran sosyal medyadan hem belediyelerin hem de vatandaşların yeterli düzeyde yararlanmadığını göstermektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde belediyelerin vatandaşla etkileşimine olanak tanıyan yeni iletişim teknolojilerini çok da etkin bir şekilde kullanmadığı ve vatandaşları alacağı kararlar ve hayata geçireceği uygulamalarla ilgili karar süreçlerine dahil edemediği görülmektedir. Vatandaşlara yönetim bakımından en yakın düzeyde yer alan yerel yönetimlerin hizmetleri daha etkin bir şekilde götürebilmesi ve halkta memnuniyet düzeyini artırabilmesi ancak vatandaşların ilgili hizmetlere ve kararlara ilişkin görüşlerini öğrenmesinden ve hatta karar alma süreçlerine vatandaşları da dahil etmesinden geçmektedir. Bunun için belediyelerin sosyal medyadan en iyi şekilde yararlanarak vatandaşların fikrine başvurması ve alınacak kararlara vatandaşları da ortak etmesi gerekmektedir. Kuruluşlar açısından vatandaşların kuruma gelme gereksinimini ortadan kaldırarak verimliliğin artırılmasına ve işlem maliyetlerinin azaltılmasına imkan sağlayan, alınacak karalar ve gerçekleştirilmesi planlanan uygulamalar konusunda vatandaşların görüşlerini alarak halkın memnuniyet düzeyini artırma olanağı sunan sosyal medyanın vatandaşlarca kullanımını teşvik etmeye dönük çalışmalar yapılmalıdır. Alınacak çeşitli kararlar öncesi sosyal medya üzerinden şeffaf anketler düzenleyerek buradaki sonuçlara göre bir takım uygulamalar hayata geçirilebilir. Böylelikle sadece hizmetleri duyuran tek yönlü bir halkla ilişkiler anlayışı yerine halkın görüşlerine göre politikalarına yön veren iki yönlü simetrik halkla ilişkiler anlayışına doğru bir dönüşümün gerçekleşmesi sağlanabilir. Bunun yanında sosyal medya araçlarına ilişkin hesap adreslerinin vatandaşlara halkın yoğun olarak bulunduğu bir takım iletişim mecralardan duyurulması ve belediyenin kentin belli noktalarına sadece ilgili araçlara erişimi sağlayan kiosk tarzı bir takım araçları seferber etmesi vatandaş için ve vatandaşa daha yakın bir belediyecilik anlayışının geliştirilmesinde katkı sağlayacaktır. Çalışma sadece kamu kuruluşları statüsünde olan büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarını ele almıştır. Özellikle bundan sonraki çalışmalar için kamu kuruluşları, kar amacı güden kuruluşlar ve kar amacı gütmeyen sivil toplum örgütlerinin Twitter’dan nasıl yararlandıklarını belirlemeye dönük çalışmalar yapılabilir. Böylelikle farklı alanlarda hizmet sunan kuruluşların ilgili sosyal medya aracından hangi amaçlarla, hangi konularda ve halkla ilişkiler modelleri açısından daha çok hangi modele uygun bir şekilde bu aracı işlettiği konusunda karşılaştırmalar yapma olanağı elde edilmiş olacaktır. 98 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Kaynakça Bonsón, E., Torres, L., Royo, S. ve Flores, F., (2012). “Local e-Government 2.0: Social Media and Corporate Transparency in Municipalities”, Government Information Quarterly, 29, 123-132. Boyd, D., Golder, S. ve Lotan, G., (2010). “Tweet, Tweet, Retweet: Conversational Aspects of Retweeting on Twitter”, Proceedings of the 43rd Hawaii Interanational Conference on System Sciences, IEEE Computer Society, 1-10. Case, C. J. ve King, D. L., (2011). “Twitter Usage in the Fortune 50: A Marketing Opporutinity?”, Journal of Marketing Development and Competitiveness, 5 (3), 94-103. Cho, S. E. ve Park, H. W., (2012). “Government Organizations’ Innoveative Use of the Internet: The Case of the Twitter Activity of South Korea’s Ministry for Food, Agriculture, Forestry and Fisheries”, Scientometrics, 90, 9-23. Chun, S. A., Shulman, S., Sandoval, R. ve Hovy, E., (2010). “Government 2.0: Making Connections Between Citizens, Data and Government”, Information Polity, 15, 1-9. Dadashzadeh, Mohammad, (2010). “Social Media in Government: From eGovemment to eGovemance”, Journal of Business & Economics Research, 8 (11), 8186. Davis, Anthony, (2006). Halkla İlişkilerin ABC’si, İstanbul: Kapital Medya Hizmetleri A.Ş. Eyrich, N., Padman, M. L. ve Sweetser, K. D., (2008). “PR Practitioners’ Use of Social Media Tools and Communication Technology”, Public Relations Review, 34, 412414. Fawkes, Johanna, (2001). “What is Public Relations?”, Alison Theaker (ed), The Public Relations Handbook, London: Routledge Taylor & Francis Group, 3-12. Grunig, James E., (1990). “Theory and Practice of Interactive Media Relations”, Public Relations Quarterly, 35 (3), 18-23. Grunig, J. E. ve Grunig, L. A., (2005). “Halkla İlişkiler ve İletişim Modelleri”, James E. Grunig (ed), Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik, E. Özsayar (çev.), İstanbul: Rota Yayınları, 307-348. Grunig, J. E. ve Grunig, L. S., (1989). “Toward a Theory of the Public Relations Behavior of Organizations: Review of a Program of Research”, James E Grunig ve Larissa Schneider Grunig (eds), Public Relations Research Annual, Vol I, New Jersey: Lawrance Erlbaum Associates, Hillsdale, 27-63. Grunig, J. E. ve Hunt, T., (1984). Managing Public Relations, Belmont:Wadswort/ Thomson Learning. Sayı 35 /Güz 2012 99 Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak Grunig, L. A., Grunig, J. E. ve Dozier, D. M., (2002). Excellent Public Relations and Effective Organizations - A Study of Communication Management in Three Countries, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates, Inc. Harrison, Shirley, (2004). Public Relations: An Interaction, Cornwall: Thomson Learning. Honeycutt, C. ve Herring, S. C., (2009). “Beyond Microblogging: Conversation and Collaboration via Twitter”, Proceedings of the Forty-Second Hawai’i International Conference on System Sciences, 1-10. Kalender, A. ve Tarhan, A., (2009). “Belediyelerin Kamuyu Bilgilendirme Amaçlı SMS Kullanımına Muhtarların Bakışı Üzerine Bir Araştırma”, Selçuk İletişim, 5 (4), 1835. Landsbergen, David, (2010). “Government as Part of the Revolution: Using Social Media to Achieve Public Goals”, Electronic Journal of e-Government, 8 (2), 134-146. Linvill, D. L., McGee, S. E. ve Hicks, L. K., (2012). “College’s and Universities’ Use of Twitter: A Content Analysis”, Public Relations Review, 1-3. Lovejoy, K., Waters, R. D. ve Saxton, G. D., (2012). “Engaging Stakeholders Through Twitter: How Nonprofit Organizations Are Getting More Out of 140 Characters or Less”, Public Relations Review, 38, 313-318. Mälkiä, M. ve Savolainen, R., (2003). “eTransformation in Government, Politics and Society: Conceptual Framework and Introduction”, Mälkiä Matti, Anttiroiko AriVeikko ve Reijo Savolainen (eds), eTransformation in Governance New Directions in Government and Politics, Hershey: Idea Group Inc Publishing, 1-21. Newson, A., Houghton, D. ve Patten, J., (2009). Blogging and Other Social Media: Exploiting the Technology and Protecting the Enterprise, Cornwell: Gower Publishing Limited. Okay, A. ve Okay, A., (2002). Halkla İlişkiler Kavram, Strateji ve Uygulamaları, İstanbul: Der Yayınları. Onat, Ferah, (2010). “Bir Halkla İlişkiler Uygulama Alanı Olarak Sosyal Medya Kullanımı: Sivil Toplum Örgütleri Üzerine Bir İnceleme”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Güz 2010, Sayı: 31, 103-121. Peltekoğlu, Filiz B., (2009). Halkla İlişkiler Nedir?, İstanbul: Beta Yayınları. Raybalko, S. ve Seltzer, T., (2010). “Dialogic Communication in 140 Characters or Less: How Fortune 500 Companies Engage Stakeholders Using Twitter”, Public Relations Review, 36, 336-341. Sandoval-Almazan, R., Rogel, R. M. N. ve Díaz, M. del R. G., (2012). “Facebook & Twitter in Public Administration: The Case of Mexican Local Governments”, http:// mejoratugobierno.org/iceg/wpcontent/uploads/2012/03/SandovalTWTinLocalGovvProceedings.pdf, Erişim Tarihi: 15.08.2012. 100 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Ahmet TARHAN Sayımer, İdil, (2008). Sanal Ortamda Halkla İlişkiler, İstanbul: Beta Yayınları. Seitel, Fraser. P., (2004). The Practice of Public Relations, New Jersey: Pearson Perntice Hall. Tarhan, Ahmet, (2007). “Halkla İlişkilerde Tanıma ve Tanıtma Aracı Olarak İnternet: Belediyelerin Web Sayfaları Üzerine Bir Analiz”, Selçuk İletişm, 4 (4), 75-95. Tarhan, Ahmet, (2008). “Halkla İlişkiler Modelleri”, Ahmet Kalender ve Mehmet Fidan (der.), Halkla İlişkiler, Konya: Tablet Yayınları, 121-144. Van Dijck, José, (2011). “Tracing Twitter: The Rise of a Microblogging Platform”, International Journal of Media & Cultural Politics, 7 (3), 333-348. Varol, Muharrem, (2002). Siyaset ve Halkla İlişkiler, Bişkek: Kırgızistan - Türkiye Manas Üniversitesi Yayını. Waters, R. D. ve Jamal, J. Y., (2011). “Tweet, Tweet, Tweet: A Content Analysis of Nonprofit Organizations’ Twitter Updates”, Public Relations Review, 37, 321-324. Weinberg, Tamar, (2009). The New Community Rules: Marketing On The Social Web, Sebastopol: O’Reilly Media, Inc. Wigand, F. Dianna Lux, (2010). “Twitter in Government: Building Relationships One Tweet at a Time”, 7th International Conference on Information Technology, IEEE Computer Society, 563-567. Inc. Zarrella, Dan, (2010). The Social Media Marketing, Sebastopol: O’Reilly Media, İnternet Kaynakları http://twitter.com/adana_bld http://twitter.com/ankarabld http://twitter.com/antalyabb http://twitter.com/bursabuyuksehir https://twitter.com/diyarbakirbb http://twitter.com/istanbulbld http://twitter.com/kocaelibld http://it.twitter.com/Konyabuyuksehir http://twitter.com/sakaryabb http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_social_networking websites, Erişim Tarihi: 01 Ekim 2012. Sayı 35 /Güz 2012 101 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın Cultural Transformation and Women as An Object of Violence Doğan AYDOĞAN Dr., Kastamonu Üniversitesi Kastamonu Meslek Yüksek Okulu, E-posta: [email protected] Anahtar Kelimeler: kentleşme, kültürel dönüşüm, seksüel yeniden yapılanma, kadın, şiddet, iktidar Keywords: urbanisation, cultural transformation, sexual reconstruction, woman, violence, power Öz Kentleşme ve iletişim biçimlerindeki dönüşüm, kültürel yapıda ve insan ilişkilerinde de büyük bir dönüşümü barındırmaktadır. Bu yeniden yapılanma süreci geleneksel aile kurumu üzerinde büyük bir baskı uygularken, kadının toplumsal konumundaki dönüşüm erkek kimliği üzerine büyük bir baskıya yol açarak, kadına yönelik şiddet olaylarının artmasına neden olmaktadır. Kitle iletişim araçlarında yer alan orta ve üst sınıfa ait kültürel/cinsel yapılanma ile toplumun içinde bulunduğu reel durum arasında bir uyumsuzluk vardır. Bu durum kültürel, bireysel bir çatışmaya yol açmaktadır. Çatışmanın kökeninde yatan ruhsal güdü, öteki üzerinden kurgulanan bireyselliğin krize girmesinden kaynaklanmaktadır. Aile gibi sabit bir toplumsal kurum sarsıldığında öteki cinsiyet üzerinden kurulan bireysel kimlik, şiddete yönelmektedir. Bütün bu süreçte göz ardı edilen olgu, sınıflar arası kültürel farklılığın bir çatışmaya dönüşmesi ve kadına yönelik şiddetin sınıfsal olanla ilgisidir. Bu makale, kentleşme ve iletişim araçları üzerinden bir okumayla seksüel yeniden yapılanma çağında aile kurumu üzerine kavramsal bir perspektif oluşturmaya çalışmaktadır. Abstract Transformation of the urbanization and communication involves a huge transformation at the cultural structure and human relationships. While this brand new restructure process applies a big pressure on the traditional family, the transformation of the social status of women pressures the identity of men and it causes the raise of the voilence against the women. There is a inconsistency between the reality and the cultural/sexual structure of the upper and the middle class at the communication tools, and this situation causes a cultural and individual conflict. The spiritual motion at the origin of this conflict results from the crisis of the individualism that is fictionalised based on the other. When a social settlement like family gets distressed, the individual identity which is based on the other gender tends to violence. The phenomenon which has been ignored during all this process is the transformation of the cultural differences between the social classes into conflict and the relationship between the voilence against the women and the class . This paper tries to settle a conseptual perspective about the family in the sexual reconstruction age by reading the urbanisation and communication tools. Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın Giriş Kadın, beden ve ailenin toplumsal konumu, üretim ve iletişim araçları tarafından belirlenerek toplumsal yaşantıda biçimlenir. Endüstriyel devrimler ve kentleşme, bu ölçekte kadın-erkek ilişkilerinde sürekli bir yeniden yapılanmayı barındırmaktadır. Yerel yapıların kapalı toplumsal yaşantısı kentleşme ile birlikte aşınırken, makinenin ve ardından bilgi işlem teknolojilerinin üretimde kas gücüne yönelik ihtiyacı azaltması, erkeğin kadın karşısındaki avantajlı konumunu aşındırmaktadır. Bununla birlikte Türkiye gibi endüstriyel dönüşümünü geç yaşayan bir ülkede tarımsal, endüstriyel ve postendüstriyel yaşantı biçimleri bir arada yer almaktadır. Bu çerçevede kültür endüstrisinde yer alan tüketime ve hazza dayalı söylem ile toplumun büyük bir kısmı arasında var olan sosyo-ekonomik uyuşmazlık, erkek iktidarındaki aşınma ile birlikte kadına ve bedene yönelik şiddet vakalarını arttırmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri büyük bir hızla dönüşüp kas gücüne ve toplumsal kontrole dayalı erkek iktidarını hızla aşındırırken, sinema ve televizyon anlatıları ortaya çıkan bunalıma, kendi izler kitleleri ve üretim süreçleri çerçevesinde farklı tepkiler doğurmaktadır. Üretim ve iletişim araçlarındaki dönüşüm, kentleşme, kültürel dönüşüm ve toplumsal ilişkilerin mekândan bağımsız hale gelişi diğer bütün örgütlerde olduğu gibi aile üzerinde de yoğun bir etki doğurmaktadır. Bütün bu olguların beden, aşk ve şiddet gibi olgular üzerinde yoğun ve değişik yönlere dağılan etkisi görülmektedir. Geç kapitalizm koşullarında örgütlü kapitalizmin verili yapıları aşınmakta, risk ve kaygı gibi olgular yeni dinamikler içinde gündelik hayata içselleşmektedir. Aile; tüketim, haz, risk ve kaygı gibi unsurların bireysel yaşantıda kendini hissettirdiği temel örgüt ve yaşantı olarak ön plana çıkmaktadır. Baba, beden ve kadın üçgeninde aile, anlatılarda çatışmanın etrafında döndüğü temel kavram olarak belirmektedir. Türk Sineması’nın geleneksel anlatı çatısını da bu çerçeve oluşturmaktadır fakat seksenlere kadar melodram türünün olanakları altında çözülen çatışmalar, romantik bir aşk imgesini barındırırken doksan sonrası Türk Sineması’nda aşk ve kadının yerini babanın yokluğu, aranışı almıştır. Bu çerçevede öncelikle kadın ve beden olgusunu etkileyen faktörler, ardından bu dönüşümün kadına yönelik şiddet vakaları ve ‘erkeklik’ olgusu ile ilişkisi ortaya konacaktır. Son olarak ortaya çıkan bunalımın farklı gelenek ve finansman yapısına sahip anlatılarda nasıl dile getirildiği, anlatının nasıl ve ne ölçüde farklılaştığı ortaya konacaktır. Bu çerçevede endüstriyel bir ürün olarak Çocuklar Duymasın televizyon dizisi ve sanatsal, toplumsal bir sorgulamaya yönelen Hayat Var (2008-Reha Erdem) filmleri incelenecektir. Kadın ve Bedenin Toplumsal Konumunu Etkileyen Faktörler Kadın, beden, aşk ve evlilik gibi kavramlar sosyolojik altyapı tarafından belirlenerek gündelik hayata işlenir. Bu noktada ‘aşk nedir’ ve ‘sosyolojik olarak ne işe yarar’ gibi soruların cevaplanması gerekmektedir. Aşk kavramı, elbette sınırlı bir çalışma için çok geniş bir yelpazeye dağılır. Bu noktada aşk kavramı, çalışma bağlamında ‘iktidar’ 103 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN ve ‘şiddet’ ile ilişkilendirilerek spekülatif bir biçimde ele alınacaktır. Aşk, sevgiden1 farklı olarak güce, arzuya ve iktidara dayalı bir ruh halidir. Aşk aracılığı ile eksiklik, anlamsızlık, dünyaya fırlatılmışlık üzerine bir güç uygulanarak ruhsal mekanizma için rahatlatıcı/yapıcı bir otorite oluşturulur. Ancak, aşkın ruhsal mekanizmada yarattığı otorite kültür tarafından üretilir. Sosyolojik gerçeklik kendi koşullarına uyumlu bir aşk kavramı üretir. Her çağ, kendi olanakları ölçüsünde kadını, evliliği, eşitliği, bu çerçevede aşkı dile getirebilir ve sanatçı bu olanakları deneyimleyerek aşkı dile getirebilir (Fischer, 2010: 46). Modern çağda ise kentleşme ve bireyselleşme süreci içinde aşk ve taşıdığı anlam çok daha özgün bir konum arz eder. Kan bağına veya geleneğe dayalı anlamlandırma pratiklerinden arınan birey, kendini anlamlandırmak ve bir cemaate bağlılık hissetmek üzere topluluk düzeyinde ulus ve sınıf gibi değişik hayali cemaatlere bağlanır (Wagner, 2003: 111). Bireysel ölçekte ise romantik aşk, kentleşme sürecinde yok olan biricikliği elde etmek ve anlamlı bir varlık olduğunu hissedebilmek üzere sık sık başvurulan bir anlamlandırma pratiği olarak ortaya çıkar (Giddens, 2004: 124). Yerel yaşamın sınırlı dünyası ve doğal ilişkileri içinde biricikliğini koruyan birey, endüstriyel üretim ve kentleşme olgusu ile biricikliğinden koparak, standartlaşmış bir yaşantıda özel bir konumu olmayan tekil ve sıradan bir varlığa dönüşür. Ortaya çıkan kültürel yapı ve gündelik hayatta aşk ve aşka dayalı evlilik, ev, mahrem yaşam, sanayi devrimi işçisi için manevi bir sığınak alanı haline gelmiştir (Sennett, 1999: 38). Kentleşme, kentleşmeye dayalı pratikler ve kent yaşamındaki dönüşümler bu bağlamda kadın ve ailenin konumunu belirleyen temel dinamikleri üretmektedir. Kentleşme, tarımsal üretim ve bu üretime dayalı kültürel pratikleri aşındırarak bireylerin yeni bir kültürel biçimlenme ile bir araya gelişini barındırmaktadır. Bu süreçte geleneğe dayalı evliliğin yerini romantik aşka dayalı evliliğe bırakması, kadın ve beden üzerine geleneksel toplumun atfettiği konumlandırmanın aşınmasını barındırmaktadır. Bununla birlikte kentleşme, biçimselleşmeyi de bünyesinde taşır. Simmel (2005: 99); kentli bireyin tinsel yaşamına yönelik incelemesinde, kentin birbirini tanımayan büyük nüfusları bir araya getirerek, insandaki biriciklik hissini yok ettiğini ve farklılaşma arzusunun bu gerilimden doğduğunu belirtmektedir. Birey, tanımadığı yabancılar arasında sürekli bir gerilim yaşamakta, moda ise biçimsel bir iletişim şekli olarak benzerlikler içinde farklılığın söylemini üretmektedir. Biçim, kişi ile birlikte var olarak bireyin gerçekleştirdiği, ancak varlığı ile bireyin yaşantısını şekillendiren vazgeçilmez bir pratiğe dönüşür. İçeriğin süreklilik arz edemeyeceği ve kendini ifade edemeyeceği bir ortamda bedenlerin ve giyimlerin biçimleri ile moda, kent yaşamının vazgeçilmez bir unsuruna dönüşür. Kent yaşamı, varlığı ile bedene dair bir biçimselleşmeyi zorlar ve kültürel alana işler. Bu noktada iletişim araçlarında yaşanan dönüşüme ayrıca göz atmak gerekmektedir. Görsel iletişim, sözlü ve yazılı iletişimden farklı olarak içeriği biçime dönüştürür. Mesajı alan ve veren iletişim aracının iki boyutlu yüzeyinde, görüntü aracılığı ile karşılaşır. Kitle iletişim araçlarının işlevi yalnız içeriğinde değil, aracın biçimsel özelliklerinin içerik ile işbirliği yaparak belirli bir ideolojik sürecin izlerini, içeriğini pekiştirmesindedir (Çakır, 2008). İletişimin bir yüzey üzerinden görüntüler aracılığı ile gerçekleşmesi, kendi içinde 1 Bu noktada alma ve elde etmeye dayalı aşk ile Fromm’un (1995: 13) işaret ettiği şekli ile verme, birlikte üreterek yapılanmaya dayalı sevgi arasında bir farklılık olduğunun altı çizilmelidir. Sayı 35 /Güz 2012 104 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın büyük bir dönüşümü sergiler. Sesin kulağa hitap edişini, dolayısı ile zamana yayılmışlığını, kendi bünyesinde barındıran sözün işaretlenmiş biçimi olarak yazı ile imajın doğrudan göze hitap etmesi arasında belirgin bir farklılık vardır (Ellul, 2004). Sözlü iletişim ve uzantısı olarak yazılı iletişimde öncül olan kavramdır ve betimleme yolu ile kavram belirgin bir nesneye ulaşmaya çalışır. Görsel iletişimde ise öncül olan nesnedir; kavram, nesnenin öncüllüğüne mahkûm hale gelir. İki iletişim biçiminin kendi kültürü ve yarattığı bireyi söz konusudur. Bu nedenle kent kültüründeki biçimselleşme, görsel iletişim araçlarındaki yaygınlaşma ile birlikte vurguyu içerikten biçime, yazının kalıcılığından, görüntünün anlık uyarımına taşır. Altmışlardan sonra artarak doksanlı yıllarda tam olarak yerleşen kentleşme ve iletişim araçlarında biçime, tüketime yönelik vurgu beden üzerinde temel bir belirleyici olarak ortaya çıkarken, aşk kavramının pratik ve içeriğinin şeklini de oluşturmaktadır. Aşkta vurgu içerikten biçime, kalıcılıktan geçiciliğe, anlamdan anlık ilgi ve baştan çıkarılmaya kaymaktadır. Böylece kentleşme, tüketim kültürü ve iletişim biçiminin görselleşmesi, aile kurumunun temsil ettiği cinsel otorite üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır. Aile kurumuna yönelik formları belirleyen en önemli toplumsal yapılanma, çalışma ahlakı tarafından belirlenir. Çalışma ahlakı, aynı zamanda bireylerin zamansal, mekânsal ve düşünsel yaşamlarını biçimlendirerek toplumun geneline yayılan bir etkiyi barındırmaktadır. Endüstriyel üretim, uzmanlaşmaya dayalı standart bir üretim sürecini örgütlerken, bireylerde öngörülebilir bir gelecek algısı ve rutine dayalı bir yaşam biçimi yaratmıştır. Ancak endüstri sonrası toplumlarda bürokratik piramide dayalı iş örgütlenmesi yerini küçülme ve esnekleşmeye dayalı iş örgütlenmesine bırakmaktadır. Bu örgütlenme biçimi, kendi koşullarına uygun birey ve kültürü oluşturmaktadır. İş yaşamında hazzın ertelenerek ödüllendirileceğine yönelik vurgunun anlık tatmin, esnek ve dönüşebilen yaratıcılığa kayması (Sennett, 2011); iletişim araçlarında yaşanan görselleşme ve hızlanma ile birleşerek kültürel ortamda hazzın ertelenemez bir unsur olarak ortaya çıkışını içermektedir. Bekleme kültüründen, anlık zamanın yayılışına geçişte boşanma, hane halkı arasında çözülme ve evli kadınların evlilik dışı ilişki isteklerinde belirgin bir artış gözlenmektedir. Kuşaklar boyunca azalan güven duygusu ile birlikte yerleşikleşen kullan-at kültüründe ürünler, imajlar ve bedenler değerini çok daha hızlı kaybetmektedir. Bu durum hızlanan iş döngüsü, yeni nesnelerdeki artış ve esnek teknoloji ile ilgilidir (Urry, 1999: 294). Görsel iletişimin etkisi ile geç kapitalizmin tüketim kültürü ve çalışma ahlakı, bedenleri artan oranda bir nesneye dönüştürerek toplumsal yapılanmada ve cinsellikte büyük bir dönüşüme yol açmaktadır. Buna karşın Türkiye koşullarında, post-fordizme veya esnekleşmeye uygun olmayan yaşam olanaklarında kullan-at kültürü ile tanışarak aile ilişkilerinden vazgeçen, katı bir sosyo-ekonomik toplumsallığa mahkûm erkek ve kadınlar için süreç belirgin bir yıkıma dönüşmektedir. Şiddet, bu noktada içten patlayan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada medyadan yayılan Batılı orta sınıf kültürü ile Türkiye toplumunun sosyoekonomik koşulları arasındaki farklılık vurgulanmalıdır. İletişim araçları aracılığı ile Batılı beden motifleri ve yaşantılarını deneyimleyen bireyler geleneğin sağladığı çerçeve ile bir çatışmaya girmektedir. Bu durum, bireysel ve toplumsal ölçekte kültür çatışmasına, cinsel kimlik bunalımlarına ve dolaylı olarak şiddete yol açmaktadır. 105 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN Görsel iletişim araçları kendi doğası gereği bedenin sergilendiği, estetize edildiği ve özgürleştiği2 bir yaşantıyı sergilemektedir. İletişim aracının yüzeyi, mesajı verenler tarafından, mesajı alanların idealleştirilmiş ve estetize edilmiş fantezileri ile donatılmaktadır3. Görsel iletişim araçlarında oluşturulan söylem; moda, tüketim, arzu, haz ve bedenin düzenlenmiş özgürlüğü gibi yaşantıları alt sınıflara taşımakta ve kültürel örüntüde bir dönüşüme yol açmaktadır. Ne var ki Türkiye’de ortaya konulan yaşantı biçiminin karşılığı olan kültür ve bu kültürü taşıyacak olan ekonomik yapılanma sınırlı ölçüde kaldığı için, aile alt sınıfa mensup kadın ve erkek bireyler için büyük oranda vazgeçilmezliğini korumaktadır. Somut ve soyut modernliğe eklemlenmemiş ‘erkek’ için kadın üzerinde kurulan iktidar, simgesel varlık algısının tek yolu iken, kadın için erkek egemen otoritenin sağladığı ekonomik ve sosyal güvence, yaşam için tek pratik yoldur. İletişim araçlarından saçılan yeni tüketim kültürü, alt sınıf bireyleri üzerinde eksiklik, tamamlanmamışlık gibi hisleri belirgin biçimde arttırmaktadır. Sürekli göz önünde duran davet, arzunun sesi ve gösterilen bütün çabaya rağmen aşılamayan eksiklik, süreklilik arz eden mahrumiyet, arzu ve tüketim süreçlerinin dışında kalmışlık, alt sınıfa ait bireyler üzerinde büyük bir psikolojik baskıya dönüşmektedir. Bu duruma eşlik eden kadının özgürleşme talebi, varlığını ancak kadına uyguladığı iktidar aracılığı ile duyumsayabilen alt sınıf erkeği için bir yok olmayı barındırırken, birçok durumda kadın, özgürleşme talebinin içeriğini dolduracak ekonomik ve bilişsel-mesleki niteliğe sahip olmamaktadır. Sonuç olarak ortanın üstü sınıfın yaşamına öykünen alt sınıf mensupları üzerinde kültür, büyük bir baskı aracına dönüşmektedir. Artan şiddet olaylarının arkasında bu gerilimin varlığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Aile ve bedenin mekâna dayalı düzenlenişini etkileyen bir diğer faktör, iletişim araçlarının mobilleşmesidir. Mekânı aşan iletişim araçları, seksüel davranışlarda bir farklılaşmayı barındırmaktadır. Weiss (2011), cinsellik tarihini teknolojik yeniden yapılanmalar ölçeğinde altı periyoda bölmektedir: 1 – Tarih öncesinden günümüze; mağara resimleri, fahişelik, haremler, mastürbasyon, 2 – 1890’dan geç 1970’lere; fotografik porno, film, striptiz, yetişkin kitapları, 3- 1977 – 1990; videokasetler ve telefonda seks, 4- 1990 – 2004; ilan panoları, sanal konuşma odaları, pornografik web siteleri, web kameraları, interaktif seks, çevrimiçi cinsellik siteleri, 5- 2004’ten günümüze; görüntülü cep telefonları, sosyal paylaşım siteleri, üç boyutlu sanal seks, seksoyazışma (sexting)4, 6- Görünen gelecekte ortaya çıkması beklenen; sanal seks (Virtual Sex)5. 2 Bu özgürlük, biçim değiştiren bir iktidarın gözetimi altındadır. Bu noktada kadın bedeni, bakışı başka yöne çekerek olguların arkasındaki ekonomik süreçlerin algılanmasını engellemektedir. Kadın bedeni, tüketim ekonomisi içinde en yüksek meta ve değişim değerine dönüşür (Lefebvre, 2007: 189). 3 Talep ve sunum karşılıklı olarak birbirini besleyerek süreci karşılıklı bir etkileşime dönüştürmektedir. 4 ‘Sex’ ve ‘writing’ kelimelerinin birleşmesi ile üretilen kelime; mobil telefonlar arası cinsel içerikli yazı ve fotoğraf yollamak. 5 Gerçeklikten ayırt edilemeyen seks oyun ve oyuncakları. Sayı 35 /Güz 2012 106 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın Teknoloji, tarihsel ölçekte beden ve cinselliğe dayalı pratiklerin dönüşümünde büyük bir etki yaratmaktadır. Mekâna dayalı davranış ve ilişkiler iletişim araçları ölçeğinde yerini mekândan bağımsız örüntülere bırakmaktadır. Aile kurumunun mekâna dayalı varlığını hangi gerekçelerle, ne kadar koruyabileceği sorgulanmaya muhtaç görünmektedir. Bu noktada, insan ilişkilerinin toplumsal boyutunu düzenleyen hukuk kurumunun yerleşik mekanizmaları işlevsiz kalmaktadır6. İnsan parmağının bir uzantısı olarak doğa karşısında güç kazanmasını sağlayan ‘araç’, bedenin diğer uzuvlarının uzantısı olmayı da talep etmektedir. Tekniğin dijitalleşmesi ile bedenin fizikiliğinden kaynaklanan kurumların aşınması ve biçim değiştirmesi kaçınılmaz gelişmeler olarak görünmektedir. Bu durumda geleceğin örüntülerinin aile üzerinden değil, bir ihtimal olarak geçici sözleşmelerle bir araya gelen ve kolayca dağılan ilişkiler üzerinden düşünülmesinde fayda var gibi görünmektedir. Bugün İngiltere’deki çiftlerin üçte biri evlilik dışı bir arada yaşamaktadır. Sorumluluk ve kalıcı ilişkinin sıkıntılı halinden geçici olanın akışkan yapısına doğru bir dönüşüm söz konusudur (Bauman, 2011: 29). Aile kurumu yerine tekil bireylerden ve geçici ilişkilerden oluşacak bir geleceğin nasıl oluşacağı ve neleri barındırabileceği düşünülmeye muhtaçtır. Bu noktada geleceğe yönelik bir çıkarım yapmadan önce var olan bunalımın Türkiye özelinde kültürel yapıda nasıl şekillendiği ve farklı finansman yapısına sahip anlatılarda nasıl ele alındığı incelenmelidir. Bu noktada hedef kitlesi gereği bunalımı gizlemeye çalışan bir anlatı olarak Çocuklar Duymasın dizisi ile bunalımı ve otorite arayışını sınıf ve cinsiyet düzeyinde ele alan Hayat Var filmi ele alınacaktır. Anlatılarda Aile, Kadın ve Otorite Arayışı Baba ile beden ve aşk kavramları arasında var olan karşıtlık; kadına yönelik şiddet vakaları ve erkek otoritesinin durumu açısından önemli bir konum arz etmektedir. Erkeklik, kadın bedeni ve otorite arasındaki karşıtlıkların ortaya konabilmesi için bu kavramların geleneksel söylem içinde nasıl konumlandığının açıklanması gerekmektedir. Parla (2009: 19-21), toplumsal dönüşümün belirgin bir kırılma yaşadığı Tanzimat Dönemi romanına yönelik incelemesinde kadın, şehvet ve bedenin, babanın yokluğunda aileleri parçalayan, oğlu yoldan çıkaran tehlikeli bir unsur olarak belirdiğini ortaya koymuştur. Bu romanlara öğretici bir ses tonu hâkimdir. Bu dönem romancıları, savundukları cemaatçi değerleri Batı’ya karşı koruyabilecek epistemolojik bir temelden, kudretli bir baba otoritesinden yoksundur (Gürbilek, 2004: 52). Bütünselleştirici modernleşme ideolojileri ölçeğinde Batı’nın medeniyet ve teknolojik bilgiye, Doğu’nun hars ve ahlaka indirgendiği bu söylem; kadın bedeni, namus, vatan ve iktidar gibi kavramlarla örülmüştür. Ataerkil toplumun milliyetçi-eril dili, toplumun devamlılığı ve saflığı açısından kadın bedeni ile vatan arasında analojik bir dil üretmektedir. Bu süreçte kadın bedeni, namus ve aile üzerinden oluşturulan aile-toplum miti kadın bedenine yönelik duygusal ve ahlaki bir yatırım üretir. Bedenini özgürce kullanan şehvetli ve kozmopolitizme yakın kentli kadın, milliyetçi ideolojilerin devamlılık ve aileye dayalı söyleminin dışında kalır. Bu kadın tipi, milliyetçi kadın mitinin karşıt kutbunu oluşturur. 6 Eşini çok sevdiğini ancak internet üzerinden aldattığını söyleyen bir kadın, bir köşe yazarına şu soruyu sormaktadır; sanal sevgililerim oldu ancak kocamı fiziki olarak aldatmadım, eşim bana aldatmaya dayalı boşanma davası açabilir mi? (Hortoğlu, 2011). 107 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN Ataerkil milliyetçi söylem, özneyi ‘öteki’ üzerinden kurarken, etkenlik ve edilgenlik gibi karşıtlıkları erkeklik, kadınlık ve iktidarsızlık gibi analojiler ile birlikte kullanıma sokar. İktidar olamamak, otorite kuramamak bir yokluk, edilgenlik, erkek olamamak meselesine dönüşür. Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli nokta, kadına-nesneye yönelik iktidarın öteki olarak diğer özneye-erkeğe karşı kurulduğudur. ‘Erkeklik’, erkekliğin yalnızca kadınlık ile ilişkisinden doğan bir kategori değil, aynı zamanda erkeğin kendi cinsiyetindeki bireyler ile ilişkisi tarafından belirlenmektedir (Onur ve Koyuncu, 2004). Milliyetçi söylemde eril dilin kodları aynı biçimde kullanılır; kadın ve namus olarak vatan diğer özneye karşı korunarak iktidar-erkeklik üretilir. Baba ise değerler sistemini kuran ve iktidarı elinde bulunduran ‘devlet’ ile özdeşleşir. Bu noktada eril milliyetçi söylemde, baba ve şehvetli kadın tam bir karşıtlık oluşturur. Geleneksel toplumda verili olarak gelen erkeklik konumlandırmasının modern toplumda rekabete açılması erkek kimliği üzerinde büyük bir bunalıma yol açmaktadır. Haset, kıskançlık ve iktidarsız nefret; Habil ile Kabil öyküsünde olduğu gibi öteki iktidar karşısında duyulan bir kayıptan kaynaklanmaktadır. Arzu nesnesi için diğer özne ile girilen rekabet veya rekabete girmenin imkânsızlığı sonucu nesnenin kaybı, nesneye ulaşamama, bir nefret ve psikolojik öz-zehirlenmeye yol açar (Girard, 2007: 30-31). Kadına yönelik birçok şiddet vakasında, kadının geleneksel otoriteyi reddedişi ve verili erkekliğin geçerliliğini koruyamayışı dikkat çekmektedir. Şiddeti bir iktidar aracı olarak kullanan birçok örnek “onu çok seviyordum” gibi bir karşılık vermektedir7. “Ya benimsin ya toprağın” şeklinde kültürde içselleşmiş olan bu anlayışın iktidar-sızlık ile yakın bir ilişkisi söz konusudur. Nesne üzerinde verili kabul edilen iktidarın kaybı ve rekabete açılışı, geleneksel erkek kimliği üzerinde büyük bir yıkım gerçekleştirmekte ve çözüm olarak şiddeti ortaya çıkarmaktadır. Şiddet ise kültür tarafından meşru görüldüğünde kolayca ortaya çıkarak bir iktidar aracına dönüşmektedir. Kadına yönelik şiddet, kadın bedeni söz konusu olduğunda toplum tarafından üretilmekte ve çoğaltılmakta, bireysel iktidar arayışı toplumsal göstergelerin açtığı yolda ilerlemektedir. Kadın bedeni üzerinden kurulan erkeklik algısı, yerleşik konumlandırmaların aşınması durumunda kolayca şiddete dönüşebilmektedir. Geleneksel anlayışın kadın bedenine yönelik erkeklik algısı ve şiddeti meşrulaştırması, şiddetin çok daha yaygın bir biçimde yaşanmasına yol açmaktadır. Televizyon Anlatılarında Kadın, Beden ve Şiddet Sinema ve televizyon anlatıları, yukarıda bahsedilen bunalıma üretim koşulları çerçevesinde farklı söylemlerle yaklaşmaktadır. Sinemadan bağımsız biçimde televizyon anlatısı olarak diziler incelendiğinde, bu yapımlar izler kitlesi nedeniyle aileye yönelirken, izlenirliğin devamlılığı açısından cinsellik ya da tatmin olgusunu ön plana çıkarmaktadır. Doksan sonrası diziler arasında dikkat çeken özgün yapımlar göz önünde bulundurulduğunda -İkinci Bahar, Süper Baba, Çocuklar Duymasın- kadının toplumsal konumundaki dönüşüm ve arzulanan baba otoritesinin ön planda olduğu görülmektedir. Bununla birlikte 2000’li yıllarda özgün öykü üretmedeki yetersizlikler sonucu, edebiyat tarihinin özgün eserlerinin genellikle cinsellik temasının ön plana çıkarılarak televizyona 7 Kadına yönelik şiddet olayları çerçevesinde öne çıkan Ayşe Paşalı vakasında, Paşalı’yı öldüren koca Yetkin “22 yıllık eşimdi. Kendisini çok seviyorum. Pişmanım” demiştir (Milliyet, 15 Nisan 2011). Bu şekilde ayrılık ve kadını yok etme şeklinde gerçekleşen şiddet vakaları, toplam şiddet vakaları içinde önemli bir alan kaplamaktadır. Sayı 35 /Güz 2012 108 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın aktarıldığı görülmektedir. Babanın konumu ve cinsellik/tensellik iki karşı kutup olarak anlatılarda yerini almaktadır. Tanzimat’tan bugüne kadar kültürel karşıtlığın iki temsilcisi ve ayrı ucu konumunu üstlenen baba ve beden karşıtlığının; doksan sonrası kültür endüstrisi ürünlerinde de aynı karşıtlık içinde yer aldığı görülmektedir. Romantik aşka, tenselliğe ve evliliğe yönelik talep artarken; yasa kurucu babaya, babanın yokluğunda melankoliye ve şiddete yönelik eğilimler de aynı derecede belirgindir. Yukarıda adı geçen televizyon dizileri göz önünde bulundurulduğunda toplumsal cinsiyet rollerinde yaşanan dönüşümün ortaya çıkardığı bunalım gerçek veya sözleşmeli babaların kurdukları otorite aracılığı ile aşılmaktadır. Buna karşın sinema anlatılarında kadın ve aile yok denecek kadar azdır. 1990 sonrası Türk Sineması’nda öyküler, genel olarak babanın varlık ya da yokluğu ile şekillenmektedir. Bu noktada üretim ve finansman koşulları, öyküyü belirleyen temel dinamik olarak belirmektedir. Bireysel olarak veya devlet ve Avrupa Birliği tarafından fonlanan, doğrudan aileye ve tatmine yönelmeyen sinema anlatıları, bir baba simülasyonu ve tatmin yaratmak yerine, sorgulama ve melankoliye yönelmektedir. İzlenme oranları ve reklam gelirleri ile fonlanan televizyon yapımları ise izleyicinin devamlılığı için tatmin duygusunu yaratmakta ve baba motifini üretmektedir. Baba, bu dizilerde geleneksel yapısı içinde yer almamakta; daha çok gerçek ve nesnel bir dayanağı olmayan ‘baba konumu’ ve otoritesi simüle edilmektedir. Çocuklar Duymasın dizisinin senaryo yapısı kadın, beden ve iktidar konularına yönelik çatışma ve uzlaşı noktalarının anlaşılmasında oldukça verimli bir zemin oluşturmaktadır. Dizinin yarattığı uzlaşı mekanizmaları, muhafazakâr erkek egemen otoritenin bunalımlarını değişik mekanizmalarla gölgelemekte ve anlatının bunalımla olan yakın ilişkisini saklamaktadır. Her ne kadar yapım bir sit com (durum komedisi) olsa da arka planda seyreden bunalım, kendini birçok biçimde ele vermektedir. Öncelikle ana karakterler ve neyi temsil ettikleri bu konuda önemli ipuçları sağlamaktadır. Dizideki temel çatışma Meltem ve Haluk karakterleri arasındadır. Bununla birlikte çatışmaların sebebi ve uzlaşım mekanizmalarının işlediği karakter, Meltem karakteridir; onun talepleri, duyarlılıkları ve tatmin edilmesi dizinin temel motifidir. Meltem, iktidar karşısında nesne gibi görünmektedir ancak olayları yönlendiren özne konumundadır. Karakterler incelendiğinde Meltem karakteri sinema ve televizyon anlatı geleneğimizde özgün bir yer oluşturmaktadır. Gerçekçiliği veya karakterin derinliği burada önemli bir konu değildir. Meltem karakterinde önemli olan; kültürel çatışmada yer alan, ‘anne kadın’ ve ‘fahişe kadın’ ayrımlarını kendi bünyesinde uzlaştırmasıdır. Erkek egemen algıda yer alan; evine bağlı, namuslu (cinsel arzuları belirsiz), çocuk sahibi ‘anne kadın’ imgesi ile güzel, irade sahibi, talepkâr ve tehditkâr ‘fahişe kadın’ imgesi Meltem karakterinde bir uzlaşıya ulaşmaktadır. “Çocuk da yaparım kariyer de” şeklinde özetlenebilecek bu yapı erkek kimliği için önemli bir arzu nesnesi olarak belirmekte; parçalanmışlığı yok etmektedir. Meltem karakterinde, anne kadın ve fahişe kadın ayrılığı/çatışması çözülmüş ve erkek karakter için idealize edilmiş bir arzu nesnesi olarak belirmiştir. Bu biçimde idealize edilen kadın karakter sadece erkek seyirci için değil aynı zamanda kadın seyirci içinde bir arzu nesnesidir. Geleneksel yapılardan kurtulmak isteyen ancak erkek egemen yapılanmanın maddi ve simgesel dayanaklarından da faydalanmaya devam etmek isteyen kadın kimliği için Meltem ve temsil ettiği toplumsal rol, bir çözüm olarak belirmektedir. Meltem karakteri, bu yapısı ile bunalımın sansürlendiği temel 109 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN mekanizmayı üretir; eğitimi, gelir durumu, hoşnutsuzları ve yaşam tarzı ne olursa olsun geleneğin sınırlarını aşındırmaz veya aşmaz. Meltem, özgürlüğünü bu sınırlar içinde tutar, bu yapısı ile karakter yapısal bir bunalımın bireysel çözümünü oluşturmaktadır. Geleneksel bir erkek gibi görünen Haluk karakteri de ilk planda görünenin aksine bir uzlaşı karakteridir. Maskülen erkek kimliğini temsil eden Haluk, aile dışı yaşantısında şiddete yatkın bir görünüm sergiler. Bu şekli ile güçlü bir erkek modelini oluşturan Haluk karakteri, ev içindeki uyumlu ve şiddetten uzak yapısı ile bir uzlaşı karakterine dönüşür. Haluk, senaryoda hiçbir zaman talep ederek, düzeni değiştirerek çatışma oluşturan ve çözüme ulaştıran bir karakter değildir. Haluk figürünün senaryodaki görevi; Meltem karakterinin taleplerine ilk planda karşı çıkmak ve nihayetinde uyum sağlayarak çözümü oluşturmaktır. Haluk, bu şekli ile olaylar karşısında biçimlenen, olayları etkileyemeyen, bir ‘negatif özne’ olarak belirir8. Bu şekli ile Haluk karakteri, Meltem karakteri karşısında edilgendir ve yardımcı karakter görevini üstlenir. Haluk karakterinde kristalleşen, maskülen ve uyumlu erkek motifi, Meltem karakterinin birleştirdiği iki kimlik gibi yeni bir uzlaşı alanı sağlar. ‘Sert görünümünün altında yatan pamuk gibi kalbi’ ile aile kurumunun simgesel otoritesini üstlenebildiği gibi dış dünyaya karşı koruyucu ve yasa koyucu bir baba/erkek rolünü de sergilemektedir. Bununla birlikte gelenekten aldığı kimliği Meltem karakterinin dayatmaları karşısında sürekli tahrip edilmektedir, erkekliği sürekli üretilmek durumundadır. Sürekli karşı çıkarak ve reddederek ürettiği söylem düzeyindeki erkeklik öykü sonunda uzlaşı ile onaylanır, sürdürülür. Bununla birlikte senaryo ilerlemez; ilk günkü konu ile sürüp gitmekte olan konu aynıdır. Çatışan kimlikler yeni bir görünüm sergilemez, sürekli bir şimdiki zamana takılmışçasına aynı kurgu, her bölümde başlamakta ve sona ermektedir. Bu noktada beliren soru; Haluk karakterinin negatif özne olmasına rağmen; sürekli karşı çıkan, sonuçta durumu onaylayarak veren el konumuna gelmesi ne anlama gelmekte ve öykü neden ilerlememektedir? Bu durum, otoritenin ve babanın simülasyonundan kaynaklanmaktadır. Baba ve erkek iktidarı, dönüşen toplumsal yapıda -dizideki karakterler de hizmetler sınıfını temsil etmektedir- güçlerini sırf ‘adlandırmalarından’ almaktadır ve bütün uzlaşı denemelerine rağmen iktidar, belirgin bir biçimde aşınmaktadır. Geleneksel değerlerle hareket eden erkek ve kadın seyirci içinse mutlu sonun, tatminin yaşanabilmesi; otorite boşluğunun bir otorite simülasyonuyla ikame edilmesi ile mümkündür. Bu sebeple öykü içinde vermek zorunda olan el, veren ele dönüştürülerek, otorite varmış gibi yapılmaktadır. Güncel olanla geleneksel olanın çatışması, gelenekselliğin onayından geçirilerek çözüme ulaştırılmaktadır. Bu biçimi ile öykü içinde çatışmalar, toplumsal cinsiyet rollerine dayalı kimlik karmaşası tahrik edilmeden çözüme ulaştırılmaktadır. Katharsis için otoritenin simülasyonunu zorunlu kılan nedir? Baba ve otorite, toplumsal bir varlık olarak insan için simgesel bir dayanak noktasıdır. Yasanın oluşması ve uygulanması için anlam parametrelerini oluşturan bir eksene, babanın adına ihtiyaç vardır. Baba yasayı uygulama gücünü –otoritesini- güç kullanabilme yeteneğinden – iktidarından- almaktadır. Babanın iktidar araçları kadın lehine dönüşürken, otoritesi biçimselleşmektedir. Bu biçimselleşmiş otorite varlığının sebebi olarak gerçek bir 8 Olaylar karşısında edilgen, olaylar tarafından yönlendirilen ‘negatif olarak kurulmuş özne’ kavramını Yoshimoto, Japon filmlerinde modernlik ve modernleşme arasındaki uyuşmazlıklar ve gerilimleri kavramsallaştırmak için kullanmıştır (Aktaran: Suner, 2006: 187). Sayı 35 /Güz 2012 110 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın dayanak noktası bulamamakta, bu noktada otoritenin sürekli simüle edilerek yeniden üretilmesi gerekmektedir. Otorite, böylece bir simülakr’a dönüşmektedir. Sinema ve televizyon anlatılarında babaya yönelik talepteki artış ve televizyon anlatılarında babanın sürekli simüle edilmesinin altında, baba otoritesindeki bu aşınma yatmaktadır. Otoritenin toplumsal ve bireysel ölçekte sarsılması neyin iyi, neyin kötü olduğuna yönelik ayrımı yok etmektedir. Bu durum, içinde bulunulan değerler karmaşasını yatıştırıcı bir unsur olarak baba/otorite arzusunu doğurmaktadır (Erşen, 2008). Otorite yokluğu ile şiddet arasında belirgin bir ilişki vardır; otorite salt tahakkümden farklı olarak bir korumayı da içerir. Otorite, değişik biçimlere bürünen şiddetin/gücün olanakları ile düzeni sağlamaktadır. Otorite, egemen olmak, yargıda bulunmak gibi işlevleri ile ‘anlam’ın oluşumunu sağlar (Sennett, 1999: 54). Toplumsal kurumların ve bedenlerin, otorite tarafından belirlenemediği durumda şiddet en yalın hali ile ortaya çıkarak, iktidar arzusunun ve iktidarsızlığın en temel göstereni olmaktadır. Kadına yönelik şiddet olaylarındaki artış ile erkek egemen iktidar ve otoritede yaşanan belirgin aşınma arasında doğrusal bir orantı vardır. “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet” adlı araştırmada (Başbakanlık, 2009: 119), şiddetin nedenlerini ve içeriğini anlamak için erkeklerle yapılan görüşmelerde bir katılımcı9 şiddet ve iktidar arasındaki ilişkiyi şu şekilde belirtmektedir; … Şimdi şiddet, hani kodum mu oturturum manasına gelen bi şey midir, yoksa şiddet hani birinin o güce sahip olması, potansiyel, yani Türkçe’de güzel bi şey var, kudrettir aslında o. Kudrete sahip olması ve kudreti de birinin tanımasıdır. Aslında karşılıklı bir ilişkidir o… Yıllardan beri hani benim babamın şöyle bi baktığı anda annemin kaçması mıdır? Veya işte babam bana baktığı anda toparlanıp şöyle durmam mıdır? Şimdi o şiddetin kendisi buysa eğer, yani o güç sahibi olma, o kudret sahibi olma ve herkesin de onu tanımasıysa şiddet, o şiddeti yani şu an, erkekler de biraz kadınlar kadar yaşıyor. Nerde yaşıyo? İş hayatında yaşıyo, evde yaşıyo, kadın işte o gücü empoze ediyo, böyle yapacaksın, şöyle yapacaksın, bilmem nenin kocası şuraya gelmiş, bilmem nenin şuraya gitmiş, şu buzdolabını değiştirelim, bilmem neyi değiştirelim. Şimdi bu şiddet değil mi yani? Ben bu şiddeti yaşamıyo muyum?… O toplumsal olarak veriliydi, kudret sahibi olarak biz doğuyorduk. Yani ev, aile reisi olarak doğuyorduk. Ama şimdi bir isyan var, bu açık… Karşı taraftan bir isyan var. Yani senin o kudretini, senin gücünü tanımıyo. Neden tanımıyo? Neden tanımıyo, işte medyayı okuyo mu okuyo, bi şeyler öğreniyo, kendine bakıyo […] Senin kudretini tanımama noktasında bi çatışma doğuyo, o çatışmadan bence çok farklı bir toplumsallaşma ortaya çıkacak”10. Örnek araştırmadaki katılımcının altını çizdiği gibi geleneksel toplumda erkeklik, verili olarak gelmekte; geç kapitalizm koşullarındaysa sürekli ele geçirilmek zorunda olunan bir görünüm arz etmektedir. Bu durum, kadın üzerinden inşa edilen erkekliğin bir rekabet ortamına açıldığına, erkek kimliği üzerinde kaygı üretici bir iktidar olarak belirdiğine işaret etmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, erkeklik yalnızca kadına yönelik 9 Katılımcı 25-30 yaş arası, en fazla beş yıllık evli, lise ve üzeri eğitimlidir. Anlam ve yazım yanlışlıkları alıntılanan kaynağa aittir. 10 İtalik vurgu bana aittir. 111 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN bir iktidar değil, diğer özneye yönelik bir kimlik inşasıdır. Örnek dizideki cinsiyet ve güç konumlandırması da bu şekildedir. İktidar Normal kadın (Meltem) Maskülen Erkek/ Taşfırın Haluk Baskın kadın (Dominant Gönül) İktidar İktidarsız Erkek/ Zero Tuna Şekil-1: Çocuklar Duymasın dizisinde cinsiyet ve güç konumlandırması Dizide herhangi bir betimleyici olmadan normal kabul edilen Meltem ile baskın kadın olarak kabul edilen dominant Gönül arasında içerik ve söylem olarak bir fark yoktur. Kadın karakterler arasındaki adlandırma farkı, karşılarındaki erkeğin kendileri karşısındaki konumları ile ilgilidir. Aynı kadın kimliği (zero; olmayan, sıfır) erkek kimliği karşısında dominant; sert erkek karşısında normal kabul edilmektedir. Burada kadın kimliğine farklı içerikler yükleyen, erkeğin yapısındaki farklılıktan kaynaklanmakta ve kadın karşısındaki konum, erkekler arasında bir iktidar olma-olamama meselesine dönüşmektedir. Örnek dizide kadın ve erkek karakterler üzerinden yaratılan uzlaşılar, öykünün hiç ilerlemeyen yapısı ve karakterlerin dönüşmezliği, çatışmayı gizlemekte, kültürel bir tıkanmaya işaret etmektedir. Çocuklar Duymasın söylemi, bu kültürel krize verilecek yanıtı kuracak öznenin bulunmayışından kaynaklanmaktadır. Evlilik programlarındaki artışa karşılık11, medyada ve toplumda görülen boşanma ve şiddet olaylarındaki artış, geleneksel aile kurumunun bunalımına işaret etmektedir. Erkek lehine düzenlenmiş bir aile yaşantısından, eşitliğe dayalı bir aile yaşantısına geçileceğine yönelik beklenti; bedenin yüzeyselleşmesi, aşk ve toplumsal ilişkilerin geçiciliğine yönelik saptama ile birlikte düşünüldüğünde ‘aile’ kavramı ile birlikte düşünme alışkanlığından kaynaklanıyor görünmektedir. Sinema Anlatısında Kadın, Beden ve Şiddet Televizyon anlatılarının simülasyon mekanizması ile mutlu sona taşıdığı çatışmalar, doğrudan aileyi hedeflemeyen ve bireysel yapımlara dayalı doksan sonrası Türk sinemasında çatışma bağlamının farklı bir boyutta ele alınmasına ve aşk, aile gibi kurumların reddedilmesine yol açmıştır. Doksanlara kadar erkek lehine çözümler üreten, melodram ağırlıklı Türk sineması doksan sonrasında aşk filmlerini bırakmıştır, 11 Geleneksel ilişkilerin aile kurma ve sürdürme işlevini yerine getiremiyor oluşu, evliliği kültür endüstrisinde metalaşan bir ürün seviyesine çekmiştir. Bu durum, evlilik ve gittikçe estetize edilen düğün seremonisinin, belirgin bir biçimde tüketim nesnesine dönüştüğüne işaret etmektedir. Sayı 35 /Güz 2012 112 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın bu dönemde Türk sinemasında aşk neredeyse hiç yoktur. Bunun yerini değerleri yerli yerine oturtacak babanın arandığı, içinde kadın yer almayan ‘erkek filmleri’ doldurmuştur (Ulusay, 2004). Bu filmlerde fahişelik, belirgin bir gerilim unsuruyken, yaşanan tutkular tek yönlü, erkekliğe dair ve tekinsizdir, mutlu son yoktur (Çiçekoğlu, 2007: 143). Üretilen filmlerin önemli bir bölümünde aşk ve evlilik söz konusu değildir, aşk ve evlilik ancak güldürü niteliği taşıyan komedi filmlerinde kendine yer bulabilmektedir. Erkek ağırlıklı Türk sineması düşünüldüğünde bu durum erkek algısının, kadındaki dönüşümü içselleştirerek kabul etmek yerine, kadının varlığını reddetmeyi ve kadını ancak bedeni ile var olabilen bir tüketim nesnesine indirgediğini işaret etmektedir. Kadın, beden ve aşkın reddedildiği bu panoramada Türk sinemasında kent dışı ve geçmişi imgeleyen filmlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Var olan duruma karşı özerk bir düşünce üretemeyen erkek egemen algı, kentin bedenlere özgürlük tanıyan olanaklarına karşı kırsal yaşamda, geleneğin gücünü koruduğu bir yaşam fantezisini üretmiştir. Ek olarak, tek başına geçmiş ve geleneğin gündelik hayatı tanımlamaya gücünün yetmediği durumda yasa kurucu bir babaya yönelik talep, babanın aranışı ve bulunamayışından doğan melankoli doksan sonrası sinema anlatılarında ön plana çıkmıştır. Doksan sonrası Türk sinemasında öncelikli olarak ‘erkeklik krizi’ şeklinde beliren aile ve otoriteye yönelik bunalım, süreç sonunda erkek egemen toplumsal düzeneklerin koruyucu düzeneklerinin dışında kalan kadınları da konu edinen filmler ortaya koymuştur. Bu noktada Hayat Var filmi toplumsal cinsiyet bunalımlarını, sınıf kavramı ile birlikte kent içinde ele alarak oldukça verimli bir dil oluşturmaktadır. Bu filmde yönetmen, kadın bedeni ve yuvaya yönelik romantik kategorileri tekrar üretir ancak geçmiş, kent dışı kırsal yaşam veya yuvaya yönelik özlem gibi motifleri tersyüz ederek bir özgürleşme, yuvadan kaçış talebine dönüştürür. İçe-kapanma ve bütünlüğe ulaşmaya dayalı ruh halinin yerini dışa açılma ve belirsizlik alır. Öykü, mekâna ve toplumsal cinsiyete dair söylemini romantik imgelem klasik kategorilerinden ve merkez-çevre ilişkilerinden ayrıştırarak sınıfsal ve cinsel düzeyde ele alır. Romantizmin kent dışına ve geçmişe yönelerek aşmaya çalıştığı bunalımı, şimdiki zamanda ve merkezde sergiler. Hayat ve annesiz aile, İstanbul’un merkezi noktasında dışarıda kalmanın bunalımını yaşamaktadır. Dışarıda kalmışlık ve merkezi otoritenin güvenli sınırlarına girememek, mekânsal bir konumdan arındırılarak, geç kapitalizmin koşullarına uygun bir biçimde merkezde sınıfsal ve cinsel kategorilerle birlikte ele alınır. Öyküde üç ayrı baba figürü vardır; Hayat’ın babası, dedesi ve annenin yeni kocası. Baba, Boğaz’da illegal işler yapmakta ve ailenin geçimini bu şekilde sağlamaktadır. Hayat’ın annesi, babasını terk ederek bir polisle evlenmiştir ve Hayat’ın babası ile annenin yeni kocası arasında bir karşıtlık kurulur. Hayat, annenin kurduğu ortalama sürdürülebilir yaşantının ve iç mekânın sürekli dışına itilir. Polis babanın, kendi çocuğu karşısında gösterdiği babalık ile Hayat’ın arayıp bulamadığı baba/otorite figürü arasında bir karşıtlık vardır. Sınıfsal olarak dışarıda kalmak, babayı ve erkekliği yok etmiştir, Hayat’ın babası olaylara etkisi olmayan, edilgen bir negatif özne konumundadır. Hayat’ın toplumla yüzleştiği, ilişkiye girdiği tek mekân okuldur. Ancak pis kokusu, dağınıklığı, tembelliği nedeni ile okul ortamında da sürekli dışlanır. Arkadaşları ile iletişim kurmak isteyen Hayat, arkadaşlarına cinsel taciz karşılığı edindiği çikolata ve gofretlerden dağıtır. Ancak arkadaşları Hayat ile iletişim kurmak yerine, yeniden çikolata ve gofret talep ederler. Hayat için aile ve okul(toplum) gibi klasik modernliğin örgütleri, aidiyet ve koruma sağlayan işlevsel mekanizmalar üretmez. 113 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN Hayat için baba figürü, varlığı ile değil, yokluğu ile vardır. Bu durum sınıfsal bir süreklilik arz eder. Etkisiz ve bakıma muhtaç bir dede, yasadışı işlerle parçalanmış ailesini geçindirmeye çalışan bir baba söz konusudur. Anne figürünün olmadığı ev ortamında Hayat, erken yaşta büyümek zorunda kalmış bir çocukluğu sergilemektedir. Çocuk ve kadın rollerini aynı anda üstlenmek zorunda kalan Hayat, yaşantısını düzenleyecek bir otorite figürü aramaktadır. Ara sıra gittiği annesinin evinde üvey babanın henüz konuşamayan oğlu ile kurduğu sürekli iletişim ile Hayat’ın içinde bulunduğu durum arasında tam bir karşıtlık söz konusudur. Hayat iletişim kurmaz, öykü boyunca mırıldanma sesleri ile görünür, sorulara genel olarak vücut dili ile cevap verir. Bu karşıtlık ve dışlanmışlıktan nefret eden Hayat, evde geçen bir sahnede masanın üzerinde yer alan silahı, üvey baba ve üvey kardeşe çevirir. Annenin durumu görüp Hayat’ı yere itelediği sahnede Hayat, şaka yaptığını belirtse de kendi hayatında olmayan otorite figürü ile kendini dışlayan otorite arasında gördüğü fark ve gösterdiği haset, öykü içinde hissettirilmektedir. Otorite olamayan baba ve dışlayıcı iktidar arasında Hayat, çaresiz kalmıştır. Bir yanda otoritesini kuramayan birincil ilişkilere dayalı baba figürü, diğer yanda Hayat ile arasında bir sorumluluk bağı olmayan dışlayıcı otorite figürü, akışkan modernliğin çifte iktidar yapısını ortaya koymaktadır. Sürdürülemeyen birincil ilişkilere dayalı otorite ve dışlayıcı iktidar tarafından içeri alınmamak aynı anda gerçekleşmektedir. Hayat, kendini dışlayan iktidar figürünün dikkatini sadece bedenini sergileyerek çekmektedir, bütün dışlanma anlarında bu protestosunu kullanır. Elinde bedeninin muhalif tavrı dışında hiçbir unsur yoktur. Her iki otorite figürünün ortada bıraktığı Hayat, hayatını düzene sokacak bir figüre/otoriteye ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada pek ideal bir karakter olmasa da babasını döven, yabancı bir adama yönelir. Bu adamı takip eden Hayat, adama evlenme teklif eder. Teklifi geri çevrilen Hayat, denize atlayarak intihar eder, öykü içinde belirtilmeyen bir biçimde kurtulur. Sınıfsal, ailevi ve toplumsal birlikteliklerden dışlanan Hayat, evine hapsolmuş gibidir. Ata-erkil algıda devamlılığın ve güvenli bir mekânın simgesi konumundaki ev, Hayat ölçeğinde buhranın, sıkışmışlığın mekânına dönüşür. Ancak babanın hapse girmesi ile zaten yaşanabilir olmayan gündelik yaşam bitme noktasına, birincil ilişkiler tamamen parçalanma noktasına gelir. Hayat, dışlandığı anne evine gitmez, hasta dedesini eve kilitleyerek yuvayı terk eder. Buna karşın geleneğin ve modern ilişkilerin içine yerleşmiş olan cinsiyetçi yapı, öyküye yayılır. Hayat’ın komşusu olan kadın, on yaşlarında tecavüze uğramıştır. Yeşilçam filmleri ve arabesk şarkılarla resmedilen bu kadın figürü, cinsel bir ötekiliğin üstlenicisi konumundadır. Hayat’la çok fazla ilgilenen bu kadın lezbiyen eğilimler sergilemekte ve Hayat’ı taciz etmektedir. Bir diğer taciz vakası markette gerçekleşir. Dedesine rakı almaya çalışan Hayat, market sahibi tarafından taciz edilir. Böylece yönetmen, cinsel tacizi geleneğin ve yerel ilişkilerin içine yerleştirir. Taciz karşılığı market sahibi, Hayat’a çikolata hediye eder ancak Hayat, çikolataları avuçlayarak poşete atar. Böylece, Hayat’ın bedeninin metaya, paraya dönüşebilme kabiliyeti sergilenir, Hayat, tacizi ücretlendirir12. Komşu ve esnaf tacizini aile içi taciz izler. Hayat’ın annesinin eve temizliğe geldiği 12 Kadın bedeninin paraya dönüşümü, erkekliğe ve babanın aranışına yönelik birçok filmde belirgin bir motif olarak yer almaktadır. Eşkıya (1996-Yavuz Turgul) filminde Emel ve Keje karakterleri paraya dönüşür, Masumiyet (1997-Zeki Demirkubuz) filminde Uğur’un bedeni paranın ve geçimin kaynağıdır. Hayat Var filminde göze çarpan unsur Hayat karakterinin bedenin paraya dönüşebilme kabiliyetini bilmesi ve bilinçli olarak kullanmasıdır. Küçük yaşına rağmen beden ve para ilişkisini içselleştirmiş görünmektedir. Sayı 35 /Güz 2012 114 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın sahnede yatalak dede, eski gelininin kollarını okşar. Kadın, bu duruma şaşırmaz; böylece tacizin ilişkide yerleşik bir hal olduğu anlaşılır. Kadının evi terk edişinin babanın askerde olduğu dönemde gerçekleştiği belirtilir. Bu durum terk edişin; babanın yokluğunda dedenin artan tacizlerinden kaynaklandığı izlenimini verir. Bu çerçevede taciz; geleneğin, mahallenin ve ailenin içine yerleştirilir. Aynı zamanda toplumsal ve ekonomik olanın dışında olan Hayat, yalnızca beden konumuna iner. Tecavüz sahnesinde bu durumun altı çizilir. Market sahibinin tecavüz ettiği Hayat, üst açıdan doğanın içinde yalnızca bir beden olarak resmedilir. Bununla birlikte cinsellik, kadın bedeni ve para arasında kurulan ilişki, tüm toplumsal yaşama yayılmıştır. Baba, Boğaz’a demirlemiş uzun yol gemilerine kadın götürmektedir. Bir diğer tecavüz sahnesi de gemide gerçekleşir. Babanın gemiye teslim ettiği hayat kadınını gemiciler, birkaç saat sonra denize atar. Gemiciler, para vermek istememiş ve sonuç olarak ortaya çıkan şiddet sahnesini yaratmışlardır. Aynı zamanda Baba, zaman zaman eve turist getirmekte ve ev, fuhuş amaçlı kullanılmaktadır. Geleneksel anlayışta aidiyet, saflık ve kutsallığın mekânı olarak kurgulanan ev, öyküde günah, taciz ve fuhuşla birlikte resmedilir. Geleneksel ve modern ilişkilerin tamamına yayılan bedene yönelik vurgu ve bunalım, geleneksel-modern geriliminin yerine sınıfsal bir boyut kazanır. Öykü içindeki tüm kadınlar, taciz ve tecavüz vakaları ile anılır. Alt sınıftan bir kadın ancak beden boyutunda var olabilmektedir. Bu durum, babanın hayat kadını arkadaşı ve Hayat arasında geçen bir diyalogda altı çizilerek belirtilir. Hayat kadınının rujunu süren Hayat’a kadın; “Çok güzelsin be kız, yakında sen bizim işleri elimizden alırsın” der. Hayat için, bedenini metaya dönüştürmek dışında bir ufuk görünmemektedir. Hayat da bu durumu, kabullenmiş gibidir. Tecavüz sahnesinin ardından Hayat’ı bularak evine götüren komşu kadın, Hayat’a “ağlama canım benim, bir tanem” derken, Hayat “ağlamıyorum” şeklinde cevap verir. Gerçekten tecavüze ağlamayan Hayat, dedesinden kendine nüksetmiş olan ve süreklilik arz eden nefes alma krizlerinden birini geçirmektedir. Parçalanmış aile yapısı ve işlevsiz toplumsallık bir araya geldiğinde Hayat, gündelik hayatını sürdürmeye çalışan yalın bir beden konumundadır. Hayat ve yaşadığı çevre modern mekânın ortasında bir ilkel durum arz etmektedir. Kedisine çöplerin arasında mama arayan Hayat, birçok kez çimenlerin arasından süzülerek kendisini takip eden kamera tarafından görüntülenir. Modernlikten uzak; ilkel ve doğal durumunun içinde resmedilen Hayat, içinde biriken şiddeti sık sık bir hindiye boşaltır. Hayat’ın şiddetini yöneltebildiği tek unsur, bu hindidir. Hayat’ın ilkelliğe ve doğallığa yakınlığı söz düzeyinde de görülür. Konuşma sorunu yaşamayan Hayat pek konuşmaz, bunun yerine ses bandında sürekli bir mırıldanma sesi vardır. Dilin toplumsal yönü göz önünde bulundurulduğunda; Hayat’ın bu mırıldanışı bir ilkelliği ve toplum öncesi bir çocukluğu simgelemektedir. Hayat’ın çocukluğu, ilkel ve toplumsallaşmamış yönü, birçok kez görüntü ile de verilir. Ek olarak merkez, iç; Boğaz’da geçen öyküde çok uzak resmedilir. Merkezde geçen sürdürülebilir yaşamlar, öyküde hiç görünmez. Hayat’ın doğal duruma, doğaya ve ilkelliğe yakınlığına karşın İstanbul ve şehir neredeyse yoktur. Hayat, neredeyse hiç cadde ve sokak kullanmaz. Okul ve ev arasında sürekli babasının kayığı ile yolculuk yapar. Ara sıra göründüğü okul yolundaki; sokak ve caddeler ise yaşanan bir kentten çok bir savaş alanını andırır; sisli ve dumanlı yollar, yıkık dökük binalar… Hayat, kente ve caddelere ilk 115 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN defa babasının kendini almaya gelmediği sahnede girer. Karanlık, karışık ve gürültülü olan caddelerde Hayat’ın ve seyircinin ilgisini çekebilecek tek unsur, renkli ışıklarla süslenmiş arabesk kaset tezgâhıdır. İç ve dış kategorilerini böylece mekânsal boyuttan koparan film, bu kategorileri sınıfsal ve cinsel temele aktarır. Bu noktada arabesk müzik, simgesel bir önem kazanır. Yetmişli yılların yükselen eğilimi olarak arabesk, genel olarak Anadolu’dan İstanbul’a göç eden kırsal kesim insanlarının kendini ifade etme biçimini adlandırmak için kullanılmaktaydı. Ancak öykü içinde arabesk, kadınlık, altsınıflık ve edilgenlik düzeyinde ele alınmaktadır. Hayat ve İstanbullu babası arabesk dinler ve söylerler. Böylece arabesk, İstanbullular için kullanılarak mekânsal-yöresel niteliğini kaybeder. Genel bir dışarıda kalma durumunun ifadesine dönüşür. Mahalleli genç, kendini Hayat’a arabesk şarkılarla ifade etmeye çalışır. Öykünün sonunda çocuk, Hayat’ın yanına gelir, Hayat’ın; “İstanbullu musun?” sorusuna çocuk, omzunu silkeleyerek “Hayır” şeklinde cevap verir. Gülümseyen Hayat, çocukla birlikte bir tekneye binerek yuvadan uzaklaşır. Dede, evin içinde kilitlidir ve baba hapistedir. Doğal ve modern ilişkilerin tüm güvencesinden yoksun kalan Hayat için arabesk ve dışarıda kalmışlık genel durumdur; film, kentten ve yuvadan uzaklaşma anında çalan arabesk şarkı ile biter. Bu sırada bütün toplumsal örüntülerinden dışlanan, mahrum kalan Hayat ve arkadaşı, yeni toplumsallığı ve kimlik biçimlerini işaret eden bir biçimde sahnelenir. Birincil ve ikincil ilişkilerden boşalan alan, kitlesel kimlik biçimleri ile doldurulmuştur; aile, gelenek veya toplumsallığın yerini moda ve futbol alır. Çocuğun yüzü sarı-lacivertken, Hayat bütün yüzünü ruj ile boyar. Film, böylece doksanların başından sonra erkekleri konu edinen ataerkilliğin krizini sınıfsal bir düzeye yayar ve ataerkil güvenceden yoksun kalan kadınların krizine yönelir. Bu filmden yaklaşık on yıl önce çekilen Tabutta Röveşata (1996- Derviş Zaim) filminde, toplumsal ilişkilerin dışında kalan, kendine toplumsal bir aidiyet kuramayan Mazlum, uyuşturucu bağımlısı bir kadınla birlikte İstanbul’dan kaçmaya çalışırken, bu kez Hayat, benzer bir sahnede tanımadığı bir erkek çocuğu ile birlikte İstanbul’dan kaçmaya çalışmaktadır. Doksanların başında sinemaya yansıyan otorite arzusu ve ataerkilliğin krizi, on yıl sonra Hayat Var filmi ile kadın karakter üzerinden sinemaya yansımaktadır. Öykü içinde baba, otorite ve aile figürünün belirsizliği isimler düzeyinde de belirtilir. Öyküde Hayat dışında kimsenin adı verilmez, Hayat’ın adı da simgesel düzeydedir. Bireysel yalnızlık, tehdit ve kaygı bu isim üzerinden gündelik hayatın geneline yayılır. Sonuç Modern toplumun bireye sunduğu yalnızlık, işsizlik, yoksulluk ve göç gibi özbenliğe yönelik modern şiddet, tüketim toplumu insanını sürekli bir çıkmaza sürüklemektedir (Oktik, 2008). Bu modern şiddet; öz yıkım, otoritenin güvencesi ve öngörülebilir bir geleceğin çökmesi durumunda bireyin kendisine ve ötekine yönelik şiddet arzusunu tetiklemektedir. Günümüzde kadına yönelik şiddette beliren olgu ise, toplumu yönlendiren iktidarın mekânsal olarak belirsizliği ve sınıfsal mücadelenin parçalı yapısında şiddetin doğrudan diğer kimliğe yönelmesidir. Habil ile Kabil öyküsünde şiddet, doğrudan muktedir olana yönelerek, kendi iktidarını tekrar elde etmeye yönelir. Günümüzde ise muktedir olan ile güce maruz kalan arasında mekânsal olarak aşılamaz bir mesafe vardır. Akışkan Sayı 35 /Güz 2012 116 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın kapitalizm koşullarında iktidar kendini fiziksel olarak göstermez, iletişim ve üretim araçları aracılığı ile toplumun yüzeyine yayarak herkesi kendi anlamsal pratiklerine dahil olmaya davet eder. İktidara yönelemeyen, varlığını keşfedemeyen edilgen özne, büyük bir baskı ile karşı karşıya kalmaktadır. Habil ile Kabil öyküsünde olduğu gibi; eksiklik, kıskançlık, haset ve yarattığı öz-zehirlenme şiddetin temel kaynağıdır ancak şiddetin yönü diğer özneden, nesneye kaymıştır. Araçlar aracılığı ile yaratılan farklılık ve bu farklılık karşısında edilgen konumda olanın yaşadığı eksiklik, şiddetin temel motivasyonudur. Bu durumda doğa karşısında sürekli farklılaşan insanlık, şiddeti yapılandırarak konumlandırmakta, öz-saygının azlığı şiddeti doğurmaktadır. Habil’in sesinin şehevi ve baştan çıkarıcı simülasyonu ile Kabil’in ortaya koyduğu şiddet ve nefretin sesi, toplumsal gerilimin iki ayrı ucunu oluşturmaktadır. Rekabete açılan erkeklik ve sınıfsal konum arasında var olan eşgüdüm, geleneğin koruyucu duvarlarının aşındığı durumda alt sınıf erkek üyeleri üzerinde büyük bir bunalıma yol açarak şiddete dönüşmektedir. Bu noktada altını çizmek istediğim unsur, kadına yönelik şiddetin sınıfsal bir yön içerdiği ve kültür endüstrisinde yer alan yaşantı ile alt sınıfların sosyo-ekonomik gerçekliğin uyuşmazlığı sonucu, sınıfa dayalı kültürel bunalımların kadın bedenine yönelik cinsiyetçi bir şiddete dönüştüğüdür. Kentsel mekânda sınıflar arası gettolaşma ve işgücünün kuralsızlaşması sınıfsal ayrılıkları derinleştirirken, gündelik yaşamın katı kurallarına mahkûm alt sınıfların cinsel kimlikleri, kitle iletişim araçları aracılığı ile tahrik edilmektedir. Bu noktada ortaya çıkan erkeklik krizi, kendini kadın bedenini yok etmeye dayalı bir şiddetle ortaya koymaktadır. Sınıfsal olarak ezilmişlik, birey olamamak, öz-saygının yitimi; güç uygulanabilen tek nesne olarak kadın bedenini hedef haline getirmektedir. Diğer yandan ortaya çıkan bastırılmış gündelik yaşamda göze çarpan diğer unsur; haz ve eğlenceye yönelik artan taleptir. Gündelik hayat baskılandıkça ve rutin toplumsal bir hal aldıkça, kültür endüstrisi haz ve arzuyu üretmektedir. Rekabetin ve sahiplenmenin temel prensip olduğu kapitalist Avrupa modernliği için kıtlık, eksiklik yadsınamaz bir gerçektir. Mekânsal yayılma daraltılarak mekân; zaman kısıtlanarak boş zaman; yabancılaşma yaratılarak, bütünlük; cinsellik bastırılarak, beden artan oranda ihtiyaç/arzu nesnesi ve ticari meta haline gelmiştir. Fiziksel dünyada baskılanan hazzın imgesi, iletişim araçlarında bolluk biçiminde kendini göstermektedir. Aynı kaynaktan beslenen bu iki kutup arasında ise, toplumsal gruplar ve birliktelikler ölçeğinde tercüme mekanizmaları bulunmamakta, şiddet, disiplin ve hazzın aynı kaynaktan beslenen etkileri dile getirilememektedir. İktidarın parçalanmış dinamikleri altında toplumsal ilgisizlik yerleşerek, siyasal bir eylem birliğini imkânsız kılmaktadır. Sanayileşme sonrasının kentli insanları, gündelik yaşamlarını belirleyen yeni bir durumla karşı karşıyadır. Çevre- merkez, kır-kent, etnisite, toplumsal cinsiyet ve ulusalcılık gibi karşıtlıklar, sınıf kavramı ile ayrışmakta ve yeni harmanlar oluşturmaktadır (Süalp, 2004, 117). Sınıfsal konumlanmalar ve örgütlü pratiklerin aşındığı bu durumda, geç kapitalistleşmenin ve hızlı modernleşmenin şiddeti karşısında toplumsal, kültürel ve imgesel yurtsuzlaşmaya uğrayan, mülksüzleşen yığınların yüzü geçmişe dönük, baskıcı ve nevrotik güç istencini temsilen, intikamcı bir ruh hali olarak Kutsal Mazlumluk söylemi yükselen ve siyasallaşan bir söylem olarak belirmektedir (Açıkel, 1996). Batı karşısında kendini ezik ve intikamcı bir ruh hali ile kurgulayan bu söylem, ‘batılılaşmak ve aynı kalmak’ gerilimine takılı olarak var olmaktadır. Bu süreçte özün ve kendiliğin taşıyıcısı olarak doğulu kadın motifi 117 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN ile arzunun ve hazzın taşıyıcısı olarak batılı kadın figürü karşıtlık içindedir. Aynı kalmanın imkânsızlığı, arzunun cezbedici sesi ve istikrarsızlaşan gündelik yaşam karşısında ortaya çıkan şiddet ise, yine kendini kadın bedeni üzerinden üretmektedir. “Kapitalizmin eşitsiz ve baskıcı gelişimi, modern mazlumluk söylemlerinin ortaya çıkış koşullarını da barındırıyor. Bu yönüyle, geç modernleşen ülkeler, kapitalist kalkınma paradigmaları ve onun patolojik sonuçları açısından (göç, işsizlik, kötü çalışma koşulları, yoksulluk, gelir dağılımının eşitsiz dağılımı vb.) ‘çağdaş mazlumluk söylemlerinin’ de mecralarıdır” (Açıkel, 1996). Ekonomik ve siyasal edilgenlik sonucu ortaya çıkan bu nevrotik ruh halinin ortaya çıkardığı şiddetin nesnesi ise (özellikle iktidarın kendini iletişim araçları ve dijital banka ağları ile mekânda yaydığı akışkan modernlik koşullarında) sürekli ‘kadın’ olmaktadır. Sonuç olarak, iletişim ve ulaşım araçlarının olanaklarında küresel bir yüzeye yayılan iktidar, yaratılan anlam kirliliğinde bütün toplumları kendi egemenliği altına almakta ve etkilerini değişik biçimlerde dünyaya yaymaktadır. Geleceğe yönelik bütün ekonomik, politik ve kültürel dönüşüm süreçlerinin tıkanması, son yıllarda artan oranda ‘geçmişi’ gündeme taşımaktadır. Bu durum, ileriye bakamayışın ürünüdür. Geçmiş bazen keyfiyete varacak ölçüde seçmeci bir şekilde araçsallaştırılırken; ekonomi, siyaset, kültür ve ilgili bütün mekanizmalar, geçmişle olan bağlarını koparma eğilimindedir. Sürekli geleneğe dönerek gündelik hayatı dizginlemeye çalışan bir toplum, özerkliğini kullanmaktan çekinen, onu nasıl kullanacağını bilmeyen bir toplumun işaretidir (Bauman, 2000: 148). Aklın ve etiğin ideali, bütünlüğe ulaşma arzusu ile araçların yarattığı gerçekliğin bütünlüğünü bozmadaki başarısı, düşüncenin yaşadığı gerilimi oluşturur ve sanat bu gerilimde yeşerir. Sessiz ve gittikçe işlevsizleşen bir geçmişten onay alarak varlığını ispat etmeye çalışan düşünce, sesli ve görüntülü bir şimdiki zamanda Habil’in görünmeyen sesi ve Kabil’in görünen vahşeti ile hesaplaşmak, fiilen her gün bu soyut ve somut şiddeti yaşayan bireyler için çözüm önerileri sunmak durumundadır. Politik düşünce toplumda kendine bir yer bulmak istiyorsa gücünü çözülmekte olan bir gelenekten almayan, özerk bir dil üretmek durumundadır. Aksi durumda aktif politika ve siyasal eylem, küresel ölçekte yaşandığı gibi sonu şiddete varan kimlik söylemlerini aşmayı başaramayacaktır. Kaynakça Açıkel, Fethi, (1996). “Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 70, s.153-198. Bauman, Zygmunt, (2000). Siyaset Arayışı, Tuncay Birkan (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Bauman, Zygmunt, (2011). Yaşam Sanatı, Akın Sarı (Çev.), İstanbul: Versus Yayıncılık. Çakır, Süreyya, (2008). “Medya ve Şiddet”, Doğu Batı, 43, s.161-182. Çiçekoğlu, Feride, (2007). Vesikalı Şehir, İstanbul : Metis Yayınları. Ellul, Jacques, (2004). Sözün Düşüşü, Hüsamettin Arslan (Çev.), İstanbul: Paradigma Yayınları. Sayı 35 /Güz 2012 118 Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın Erşen, Özge, (2008). “Psikanalitik Bir Deneme Şiddet: Öteki'nin Yıkımı”, DoğuBatı, 43, s.129-138. Fischer, Ernst, (2010). Sanatın Gerekliliği, Cevat Çapan (Çev.), İstanbul: Payel Yayınları. Fromm, Erich, (1995). Sevme Sanatı, Yurdanur Salman (Çev.), İstanbul: Payel Yayınevi. Giddens, Anthony, (2004). Modernliğin Sonuçları, Ersin Kuşdil (Çev.), İstanbul : Ayrıntı Yayınları. Girard, René, (2007). Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, Arzu Etensel İldem (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Gürbilek, Nurdan, (2004). Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis Yayınları. Hortoğlu, Cengiz, (2011.12.18). "Sanal aşklarımı öğrenen eşim, aldatmadan dava açabilir mi?", http://gundem.milliyet.com.tr/sanal-asklarimi-ogrenen-esim--aldatmadandava-acabilir-mi-/cengiz hortoglu/ gundem/ gundemyazardetay/ 18. 12.2011/1477416/ default.htm Erişim: 21,12 2011. Lefebvre, Henri, (2007). Modern Dünyada Gündelik Hayat, Işın Gürbüz (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Milliyet, (2011). "Cezayı Duyunca 'Onu Seviyorum' Dedi" http:// gundem. milliyet. com.tr/cezayi-duyunca-onu-seviyorum dedi/ gundem/ gundemdetay / 15.04. 2011/ 1377758/default.htm Erişim: 16.12.2011. Oktik, Nurgün, (2008). “Bireysel Bir Şiddet Olarak İntiharın Sosyolojik Açılımı”, Doğu Batı, 43, s.199-220. Onur, H. ve Koyuncu, B., (2004). "‘Hegemonik’ Erkekliğin Görünmeyen Yüzü: Sosyalizasyon Sürecinde Erkeklik Oluşumları ve Krizleri Üzerine Düşünceler” Toplum ve Bilim,101 , s.31-49. Parla, Jale, (2009). Babalar ve Oğullar, İstanbul: İletişim Yayıncılık. Sennett, Richard, (1999). Gözün Vicdanı, Süha Sertabiboğlu ve Can Kurultay (Çev.), İstanbul : Ayrıntı Yayınları. Sennett, Richard, (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü, Aylin Onacak (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Simmel, Georg, (2005). Modern Kültürde Çatışma, Tanıl Bora, Nazile Kalaycı ve Elçin Gen (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları. Akbal Süalp, Z. Tül, (2004). Zamanmekan Kuram ve Sinema, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Suner, Asuman, (2006). Hayalet Ev, İstanbul: Metis Yayınları. T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, (2009). Türkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet, Ankara. 119 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Doğan AYDOĞAN Ulusay, Nejat, (2004). “Günümüz Türk Sinemasında ‘Erkek Filmleri’nin Yükselişi ve Erkeklik Krizi”, Toplum ve Bilim,101, s.144-160. Urry, John, (1999). Mekanları Tüketmek, Rahmi G. Öğdül (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Wagner, Peter, (2003). Modernliğin Sosyolojisi, Mehmet Küçük (Çev.), İstanbul: Doruk Yayıncılık. Weiss, Robert, (2011). "Sexual Addiction, Smart Phones and Social Networking – Finding Solutions", http://blogs.psychcentral.com/sex/2011/06/sexual-addiction-smartphones-and-social-networking-–-finding-solutions/ Erişim: 21.12.2011. Sayı 35 /Güz 2012 120 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Foreign Coverage in Turkish Media: A Critical Perspective M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Müdür, T.C. Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanlığı, E-posta: [email protected] Hakan ÇOPUR, Uzman, T.C. Cumhurbaşkanlığı, Kurumsal İletişim Başkanlığı, E-posta: [email protected] Anahtar Kelimeler: türk basını, dış habercilik, medya etiği. Keywords: turkish press, foreign coverage, media ethics. Öz Bu çalışma, Türk basınında dış haberciliğin niteliği, algılanışı, alanı, işleyiş mekanizmaları ve son dönemdeki gelişimi/zenginleşmesi üzerine yapılmış bir analizdir. Bu analizde, genel anlamda, Türk basınının nasıl bir dış habercilik algısına sahip olduğu, dış haberciliğin kalitesine ilişkin temel sorunlar, dış habercilik-etik ilişkisi vb. konular ele alınmaktadır. Çalışmada, Türkiye’de dış haberciliğin niteliğiyle ilgili iki temel sorun alanı olduğu bulgulanmaktadır. Birincisi, dış haberciliğin daha nitelikli yapılabilmesini engelleyen alanda uzman haberci sayısının azlığı (genel olarak uzmanlık eksikliği), ikincisi ise dış haberciliği perdeleyen/gölgeleyen ideolojik ve/veya politik bakış açıları meselesidir. Abstract This study is an analysis based on the quality, perception, scope, process mechanisms and the recent progress/enrichment of foreign coverage in Turkish media. This analysis is structured on how media perceives the field of foreign coverage, the issues about the quality of foreign coverage, the relations between foreign coverage and ethics, etc. The study claims that there are two basic dynamics affecting the quality of foreign coverage in Turkey. The first one is the lack of journalists who have expertise on the field; and the other one is the ideological and/or political points of view. Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Giriş Matbaanın icadı, hiç şüphesiz, insanlık tarihi açısından son derece önemli bir adımdır. Yazılı kültürün toplumsallaşması ve bilginin daha geniş kitlelere taşınabilmesi ile bilginin kullanımına ilişkin daha demokratik ve katılımcı bir tablonun ortaya çıkması beklenirdi. Ancak modern dönemin belki de en önemli karakteristik özelliklerinden birisi olarak bilgi, zaman içinde, bir iktidar aracına dönüştü ya da dönüştürüldü. Bu bağlamda, haberin bilgiye özdeş kabul edildiği modern dönem, haberin de bir iktidar aracı haline dönüşmesine zemin hazırladı. Dolayısıyla haberin üretim ve yayılma süreçleri, aynı zamanda bilginin iktidar aracına dönüşmesiyle ilgili süreçler haline geldi. Dış politika ile iç politikanın artık ayrılamayacak kadar bütünleşik hale geldiği bir dönemde dış habercilik, ülkelerin kaderlerini etkileyebilecek ölçüde önemli bir meslek alanına dönüştü. Esasen dış habercilik, alan gazeteciliği kavramıyla yakından ilgilidir. Belirli bir alanda çalışmayı ifade eden alan gazeteciliği, ancak 20. yüzyılın başında şekillenmeye ve zaman içinde zenginleşmeye başladı. Alan gazeteciliğinin bir sonucu olarak dış habercilik, dünya haberlerini konu edinen ve dünya haberciliği veya ‘dış politika haberciliği’ gibi isimlerle de tanımlanan bir habercilik alanı olarak ortaya çıktı (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 19). Hiç şüphesiz iki dünya savaşı gibi tüm dünyayı ilgilendiren ve devletlerarası ilişkilerde yapısal dönüşümleri beraberinde getiren süreçler, dış haberciliğin önem kazanıp gelişmesine zemin hazırladı. Dış haberciliğin, ulus devletin ana öznesi olduğu bir uluslararası ilişkiler sisteminde kendine ait bir alan oluşturduğunu söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Zira ulus devletler arasındaki savaş, barış, egemenlik, siyasi rejim, diplomatik ilişkiler, uluslararası hukuk vb. alanlardaki enformasyon akışı ile şekillenmeye başlayan bu alan, dış habercilik şemsiyesi altında ilgili ülkeler arasındaki ikili ve çoklu ilişkileri yansıtan bir ayna görevi görmeye başladı. Televizyon ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla beraber, dış habercilik aynasına sokaktaki vatandaş da daha fazla bakmaya ve olup bitenleri daha yakından takip etmeye başladı. Ancak, elbette, bu aynaya bakmak ile gerçekleri görmenin aynı şey olup olmadığını ayrıca tartışmakta yarar olduğu aşikârdır. 20. yüzyılın ortalarından itibaren gücünü hissettiren küreselleşme sürecinde, Marshall McLuhan’ın dediği gibi “sır ortadan kalkmakta ve herkes herkesin haberine vâkıf olmaktadır” (2005: 72). Ancak herkesin habere vâkıf olduğu bir enformasyon döneminde dahi sahici/gerçek bilgiye nasıl ulaşılabileceği konusu, dış haberciliğinin temel sorun alanlarından biri olarak orta yerde durmaktadır. Şüphesiz son on yıllık dönem, Türk dış politikasının yapısal anlamda değişim ve dönüşüm geçirdiği tarihi bir süreç olarak dikkatle izlenmelidir. 11 Eylül sonrası uluslararası sistemde hala bir düzenin inşa edilemediği ve çok kutuplu bir sistemin biçimlendiği kaotik bir dönüşüm çağındayız. Böyle bir dönemde Türkiye, sahip olduğu tüm insani, tarihî, coğrafi, ekonomik ve diğer alanlardaki birikimini en etkin şekilde kullanarak yeni oluşmakta olan uluslararası düzenin önemli ve kurucu aktörlerinden biri olarak yerini alma 122 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR çabasındadır1. Küresel ve bölgesel belirsizliklerin yoğun olduğu bu yeniden yapılanma sürecinde Türkiye, 1990’lı yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde proaktif, özgüven sahibi ve kurucu bir dış politika yürütmektedir. Her ne kadar son iki yıldır Arap Baharı çerçevesinde yaşananlar ve özellikle Suriye’deki gelişmeler, Türk dış politikasının ciddi testleri olsa ve yol haritasındaki hedefleri zorlaştıracak unsurlar içerse de, Türkiye’nin bölgedeki en önemli bölgesel güçlerden biri olduğu konusunda birçok kişi hemfikirdir2. 1990’larda dönemsel olarak kendisini hissettiren, ama daha net ve sınırları belli şekilde 2002 sonrasında gündeme gelen bu proaktif ve dinamik dış politika yaklaşımı, Türkiye’nin başta yakın komşularıyla olmak üzere tüm ikili ilişkilerine ciddi bir derinlik kazandırmaktadır (Davutoğlu, 2010). Bu bakımdan, yeni dış politika yaklaşımının Türk basınında nasıl anlaşıldığı/okunduğu konusu, önemle üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bu yeni dış politika yaklaşımının, artı ve eksileriyle, Türk basınında ne ölçüde doğru okunduğu konusunda birçok tartışma vardır. Türk basınında dış haberciliğin kalitesi, niteliği, derinliği ve zenginliği gibi temel sorgulama alanlarında somut örneklere bakıldığı zaman ciddi problemlerin bulunduğu ve bu bağlamda reformlara ihtiyaç duyulduğu, tam da bu işin mutfağında çalışan uzman kişilerce dile getirilmektedir (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 75-82). Ancak, Türk dış politikasındaki hızlı dönüşümü yakalayabilmek ve bölgesinde aktif roller alan Türkiye’nin ihtiyacını karşılayabilmek için yazılı ve görsel Türk medyası da kayda değer bir dönüşüm ve gelişim süreci içindedir. Bununla beraber, Türk medyasındaki mevcut dış habercilik kalitesinin (uluslararası habercilik standartları açısından değerlendirildiğinde) hala istenen düzeyde olmadığı söylenebilir. Türk basın tarihi üzerine, az da olsa, nitelikli çalışmalar varken3, özelde dış habercilikle ilgili derinlikli ve somut araştırmalara dayanan araştırma/yayın neredeyse yok gibidir4. Böyle bir ortamda bu makale, az sayıdaki bu araştırmaları da kullanarak, Türk basınında dış haberciliğin durumu, dış haberciliğin işleyiş mekanizması ve medyada dış haberciliğin nasıl algılandığı üzerine yoğunlaşmayı amaçlamaktadır. Makalenin son bölümünde ise, Türkiye’de daha nitelikli ve sağlıklı bir dış haberciliğin nasıl yapılabileceği üzerine bazı çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu bağlamda öncelikle Türkiye’de dış haberciliğin genel görünümü, ve Türk basınında dış haberciliğin temel sorun alanlarının neler olduğu, ardından ‘Türkiye’de dış haberlerin nasıl oluştuğu’ anlatılacaktır. Son olarak ise, Türkiye’de daha nitelikli dış habercilik için ‘sonuç ve çözüm önerileri’ne yer verilecektir. 1 Türkiye’nin son dönem dış politikası ve bunun küresel dönüşümün içindeki yerine ilişkin tartışmalar için bkz. F. Stephen Larrabee, Troubled Partnership: US-Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change, RAND Corporation, 2010; Cengiz Çandar, “Turkey’s Soft Power Strategy: A New Vision for a Multi-Polar World”, SETA Policy Brief, No. 38, 2009; Fuat Keyman, “Turkish Foreign Policy in the Era of Global Turmoil”, SETA Policy Brief, No. 39, 2009. 2 Türk dış politikasının mevcut durumu ve önündeki zorlukların farklı açılardan teorik değerlendirme ve tartışmaları için bkz. Ertan Efegil ve Rıdvan Kalaycı, Dış Politika Teorileri Bağlamında Türk Dış Politikasının Analizi, Nobel Yayıncılık, 2012. 3 Türk basınının dönüşüm sürecini en iyi anlatan çalışmalardan biri olan Hıfzı Topuz’un kitabı, Osmanlı son döneminden başlayarak 2000’lerin başına kadarki Türk basınındaki dönüşümleri ele almaktadır: Hıfzı Topuz, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2003. 4 Türkiye’de dış habercilikle ilgili derli toplu ilk kaynak olma özelliğini taşıyan çalışma için bkz. Mücahit Küçükyılmaz ve Hakan Çopur, Türk Basınında Dış Habercilik, Ankara: SETA Yayınları, 2010. Bu çalışma, yurt içi ve yurt dışında 60’ın üzerinde, alanında uzman kişiyle yapılan derinlemesine mülakat ve örnek olaylar üzerinden içerik analiz yöntemine dayanan bir araştırmadır. Sayı 35 /Güz 2012 123 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Türkiye’de Dış Haberciliğin Genel Görünümü Ortaya çıktığı dönemden beri Türkiye’de medya, devlet/siyaset kurumlarıyla yakın ilişki içinde olan ve biraz da buna bağlı olarak iç siyaset haberlerinin hâkim olduğu bir yapı olagelmiştir. Bu durum, iç politikayı haberlerin merkezine konumlandırırken, diğer haber alanlarının bu merkezin etrafında, onu ikame edecek şekilde, yerleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Dönemsel olarak (örneğin Turgut Özal dönemi) dış politika haberleri, iç politika haberlerinin gölgesinden kurtulmaya çalışmış olsa da, toplamda, dış habercilik uzun yıllar ötelenmiş bir alan olarak kalmıştır. Ancak son yıllarda Türk dış politikasında gözlemlenen aktif ve çok yönlü diplomasi yaklaşımı, gözlerin biraz daha dışarıya çevrilmesine ve dolayısıyla dış haberciliğin de daha revaçta bir alan haline gelmesine imkân vermiştir. Giderek daha çok aktörle daha çeşitli ilişkiler geliştiren bir Türkiye profili, medyanın da dış habercilik alanına daha fazla ilgi göstermesini ve daha fazla sayfa ayırmasını zorunlu kılmıştır. İstanbul-Ankara Merkezleri: Türkiye’de dış habercilik, biri İstanbul ve diğeri Ankara olmak üzere iki ana merkezde yapılmaktadır. Ankara, daha çok diplomasi muhabirlerinin olduğu ve ilgili bakanlık ve yabancı ülke misyonlarıyla ilişkiler çerçevesinde ilerleyen bir dış habercilik sürecine sahiptir. Ulusal gazete ve televizyonların ana merkezi olan İstanbul’da ise dış haberciler, hem Ankara’dan (ve varsa başka ülkelerdeki muhabirlerinden) gelen, hem de ulusal ve uluslararası ajanslardan aldıkları haberleri değerlendirerek nihai haberleri üretmektedirler. Türkiye’de dış haberci olabilmek, gazete veya televizyonların dış haberler birimlerinde çalışabilmek için aranan temel koşullar arasında, iyi derecede yabancı dil(ler) bilmek, tercihen iletişim veya uluslararası ilişkiler bölümlerinden mezun olmak, iyi bir temel eğitim almış olmak ve kendini yetiştirmiş olmak gibi nitelikler sayılmaktadır (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 10-12). Ancak bu vasıflarla medyada dış haberler ya da dış politika bölümlerine giren gençlerin, çalışırken kendilerini geliştirme imkânı bulamadıkları, yeteri kadar okumaya fırsat ve zamanlarının olmadığı, meslek içi eğitim olanaklarının sınırlı olduğu, yurtdışı gezilere pek gidemedikleri ve belki de en önemlisi alanda uzmanlaşmaya önem verilmediği için dış haberciliğin bir kolunda uzmanlaşamadıkları da, yine medyanın mutfağında çalışan kişilerce, ifade edilmektedir (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 59-60). Uzman Gazetecilik: Türkiye’de dış haberciliğin genel durumunu ortaya koyabilmek için tartışılması gereken en önemli sorun alanı muhtemelen uzman gazetecilik eksikliğidir. Dış habercilik, hem kendi ülkenizin diplomasi yaklaşımını ve diğer ülkelerle ilişkilerini okuyup analiz etmeyi, hem de uluslararası politikada olan biteni ve ülkenizin bu süreçteki yerini anlamayı gerektiren bir uzmanlık alanıdır. Dolayısıyla, ister gazetecilikten isterse dışarıdan gelmiş olsun, dış haberci olacak kişilerin bu alana dair temel bilgilere mutlaka sahip olmaları ve süreçleri çok iyi takip etmeleri gerekmektedir. Aksi halde dış habercilik, ya ajanslardan gelen haberlerin Türkçeye çevrilmesinden, ya da Ankara’daki diplomasi muhabirinin gönderdiği bilgileri haber olarak girmekten ibaret dar bir alana sıkışmaktadır. 124 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR Köşe Yazarı-Editör-Muhabir İlişkisi Türkiye’de dış haberciliğin niteliği ve kalitesi haberlerin üretim sürecine, muhabir ile editör arasındaki ilişkiye, bu ilişki sonucunda ortaya çıkan ürüne üst düzey yöneticilerden (dış haber müdürü, haber müdürü veya genel yayın yönetmeni) müdahale olup olmadığına ve köşe yazarının bu sürece katkısına bağlıdır. Son dönemde farklı ülkelerde de daimi muhabir bulundurmaya başlayan gazete ve televizyonlar dış habercilik açısından daha şanslılar; zira sadece bu muhabirlerin ilettiği haberler dahi ciddi miktarda haber birikimine imkân tanımaktadır. Bu konuda daha zayıf olan görsel ve yazılı basın organları ise, dış habercilikte daha çok ajans bağımlısı bir tablo çizmektedir. Türkiye’de dış politika yazan köşe yazarları genelde gazetenin dış haberler servisinden bağımsız olarak yazılarını yazmaktadır. Dış politika yazarlarına ilişkin birkaç önemli konu vardır; birincisi bu kişilerin sadece dış politika yazıp yazmamaları, ikincisi alanda ne derece bilgili/uzman oldukları, üçüncüsü dış politikaya ideolojik kalıplarla bakıp bakmadıkları ve dördüncüsü de olması gerekenden fazla yazıp yazmadıklarıdır. Türkiye’de sürekli dış politika yazan köşe yazarları olduğu gibi, bazen dış politika bazen de iç politika (hatta daha farklı sahalarda da) yazan köşe yazarlarının olduğu görülmektedir. Mutlak bir ayırım yapılmasa bile köşe yazarlarının belirli bir uzmanlık alanında yazmaları daha nitelikli dış politika analizlerinin ortaya çıkmasının önünü açacaktır. Dış politika üzerine yazan köşe yazarlarının alana dair uzmanlıkları ve yazma sıklıkları da önemli hususlardır. Yurtdışındaki örneklere5 bakıldığında ve Türkiye’deki köşe yazarlarının haftada 3–4 gün, hatta 5 gün yazdıkları düşünüldüğünde, kendini tekrar etme, kendini yenileyememe ve yazma yorgunluğu gibi sorunların ortaya çıktığı görülmektedir. Bunun yanında, yazarların ideolojik bir bakış açısıyla yazıp yazmadıkları meselesi, iç siyasetteki kadar olmasa da, zaman zaman kendini göstermektedir. Sonuç olarak, alanı iyi tanıyan, nitelikli ve istikrarlı olarak sadece dış politika yazan ve ideolojik önyargıları olmayan köşe yazarlığının, Türkiye pratiğinde eksikliği hissedilen bir ideal olduğu söylenebilir. Dış haberin oluşumunda, yayın organının merkezinde genelde bir editör, süreçleri yürütür. Bu süreçte muhabir ile editör arasında yakın bir ilişki vardır. Dış haber editörleri (ya da bazı gazetelerde dış haber müdürleri) başta Ankara’daki diplomasi muhabiri olmak üzere varsa yurt dışındaki muhabirlerden günlük olarak gelen haberleri seçer, editöryal süreçten geçirir ve baskıya/yayına hazır hale getirir. Ankara’daki diplomasi muhabirleri başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere ilgili diğer bakanlıklardan ve yabancı ülke temsilciliklerinden haber toplarlar. Bunun için de bu haber kaynaklarıyla belirli bir ilişki kurmuş olmaları gerekir. Ancak İstanbul’daki dış haberler bölümünde uluslararası politikaya ilişkin haberlerin çoğu ajanslardan ya da internet kaynaklarından temin edilerek, Türkçeye tercüme edilmekte ve bu şekilde habere dönüştürülmektedir. Bu bakımdan İstanbul’da dış haberciliğin büyük oranda bir ‘tercüme’ işi olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. 5 Özellikle Türkiye’de daha yakından takip edilen uluslararası gazetelerdeki köşe yazarlarının yazma sıklığı göz önüne alındığında (ortalama haftada 2 kez) Türkiye’de haftada 4-5 gün yazan köşe yazarlarının sık yazdığı sonucuna ulaşılabilir. Somut örnekler için şu gazetelere bakılabilir: The New York Times, The Washington Post, The Guardian, The Independent, Le Monde Diplomatique, Bild. Sayı 35 /Güz 2012 125 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım “İletişimci” mi, “Uluslararası İlişkilerci” mi Daha İyi?: Türkiye’de dış haberciliğin genel durumuna ilişkin tartışmalardan biri de, iletişimcilerin mi yoksa uluslararası ilişkilercilerin mi bu işi daha iyi yapabileceği konusudur. Bir görüşe göre, iletişim fakültelerinden (gazetecilik vb. bölümlerden) mezun olanlar, işin doğasını bilmeleri sebebiyle, bu işi daha iyi yapabilirler; iletişim mezunu olanların bazılarının tek eksiği, yabancı dil sorunlarının olmasıdır. Diğer bir yaklaşıma göre ise, dış politika okuyarak gelmeleri, yabancı dil bilmeleri ve Türk dış politikasıyla ilgili alanları daha yakından takip etmeleri nedeniyle uluslararası ilişkiler mezunları daha iyi dış haberci olabilmektedir. Her iki görüşün de kendine göre haklılık payı vardır. Ancak son yıllarda uluslararası ilişkiler mezunlarının dış haberler bölümlerinde daha fazla yer almaya başladığı, bir başka deyişle, gazete ve televizyonlarda uluslararası ilişkiler mezunlarının daha fazla tercih edildiği gözlemlenmektedir. Burada, uluslararası ilişkiler mezunlarının hem yabancı dil bakımından daha iyi durumda olmalarının, hem de doğrudan alana ilişkin bilgiyle gelmelerinin etkin olduğu söylenmektedir (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 61). Türk Basınında Dış Haberciliğin Temel Sorun Alanları Dünyada dış habercilik, 1. Körfez Savaşı’ndan itibaren dönüşmeye başlamış, internetin ve internet-tabanlı iletişim araçlarının zaman içinde devreye girmesiyle daha aktif ve zengin bir dış habercilik tablosu ortaya çıkmıştır. Her haberin herkesi ilgilendirdiği ve internetin daha yoğun bir iletişim aracı olarak kullanıldığı bir dönemde sosyal medya da sürece dâhil olarak dış haberciliğin doğasını etkileyecek ölçüde önemli bir etki yapmıştır (Shirky, 2010). Artık dış gibi algılanan konular/ alanlar birçok ülkenin iç meselesi haline gelmiştir (Archetti, 2010: 567-588). Böyle bir küresel bilgi akışı çağında dış habercilik adına önemli gelişmeler kaydetmiş olan Türk medyasının yine de kurumsallaşma adına atması gereken adımlar olduğu görülmektedir. Bunda medyadaki mülkiyet yapılanması, iç politikadaki ayrışmanın medyaya yansımaları, finansal imkân ve yetkinlikler ve yetersiz uzmanlaşma gibi temel sorunların etkili olduğu görülmektedir. Bu yapısal meselelerin nasıl ve hangi zaman diliminde çözümleneceğine bağlı olarak Türk basınında dış habercilik de yapısal bir dönüşüm sürecinden geçmektedir6. Türkiye’de dış haberciliğin işleyişiyle ilgili en temel iki problem alanından bahsedilebilir; birincisi nitelikli dış habercilik yapılmasını engelleyen teknik ve meslekî sorunlar, diğeri de tüm imkânlar yerinde olsa bile son dönem Türkiye’sini ve dünya sistemindeki değişimleri okumak, anlamak ve anlamlandırmakta yaşanan sıkıntılar ve yetersizliklerdir. Bugün ulusal medyanın önde gelen birçok mensubu, son dönem Türk dış politikasındaki değişimleri medyanın yeterince doğru ve zamanında okuyamadığı kanaatini taşımaktadır (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 75-82). Bu tespitin temel sebepleri arasında uzman gazetecilik ve alana hâkimiyet sorunu, ideolojik-politik etkiler ve altyapı eksikliği gibi maddeler sayılmaktadır. Bu maddeler, aynı zamanda Türkiye’deki dış haberciliğin temel sorun alanları olarak da nitelendirilebilir. 6 Türkiye’de medyanın son dönemde yaşadığı dönüşüm sürecine ilişkin farklı görüş ve tartışmalar için bkz. D. Beybin Kejanlıoğlu, Türkiye’de Medyanın Dönüşümü, Ankara: İmge Yayınları, 2004; L. Doğan Tılıç, 2000’ler Türkiye’sinde Gazetecilik ve Medyayı Anlamak, İstanbul: Su Yayınları, 2001; “Medya Dosyası”, Anlayış, Sayı 27, Ağustos 2005. 126 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR Alana Hâkimiyet ve Uzman Gazetecilik Sorunu Türk basınında dış haberciliğin belki de en önemli sorun alanı, uzman gazetecilik konusundaki eksikliklerdir. Son yıllarda hızlı bir biçimde, başta komşu ülkeler olmak üzere, yakın ve uzak bölgelerde etkinliğini artıran Türk dış politikasını takip edip anlamak ve habere dönüştürmek için belli ölçülerde o bölgeleri bilen/tanıyan uzman gazetecilere ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak uzun yıllardır dış haberciliğe yeterince yatırım yapmamış olan Türk basını, şimdi bu uzman gazetecilik eksikliğini derinden hissetmektedir. Birçok ulusal gazetede sadece bir sayfa ayrılan dış haberler, büyük bölümü ajanslardan çevrilmiş dünya haberleri ve (varsa) Ankara’daki diplomasi muhabirinden gelen haberlerle doldurulmaktaydı. Bu durum, Türk basınının dış haberciliğe yeterince önem vermediğinin açık bir göstergesidir. Örneğin, yıllarca medyada Arapça veya Farsça bilen uzman gazeteci sayısı bir elin parmakları kadar bile değildi. Hatta belki Arapça bilen gazeteci profili eksi bir profil olarak not edilmekteydi bazı medya gruplarında. Bu yüzünü sadece Batı’ya dönmüş medya duruşu, ancak son yıllarda ciddi biçimde kırılmaya başlamış ve Doğu dillerini bilen uzman gazeteci ihtiyacı yavaş yavaş giderilmeye çalışılmıştır. Ancak hâlâ birçok eksiğin olduğu açıktır. Esasen sadece bölgeleri veya bölge dillerini bilmek de her zaman yeterli olmayabilir. Örneğin İran’la ilgili ve doğalgaz üzerinden işleyen bir sürece dair haber yapacak muhabirin bu ilişkileri okuyabilmek için bir ölçüde enerji alanıyla ilgili bilgiye de sahip olması gerekmektedir. Aynı şeyi Türk-Amerikan askeri ilişkilerine dair de söylemek mümkündür; burada da savunma sanayi ve askeri ihalelerle ilgili temel bilgilere sahip bir uzman gazeteciye ihtiyaç olacaktır. Belli bir alana dair nitelikli bilgiye sahip olmak için, sadece yabancı dil bilmek yeterli değildir. Bunun da ötesinde, mümkünse, akademik bir arka plana veya alana ilişkin okumalara gereksinim duyulmaktadır. Dış haberler bölümlerinde uluslararası ilişkilercilerin son dönemde daha fazla tercih edilmesi, bu kişilerin sadece yabancı dil bilmeleriyle değil, aynı zamanda alana dair temel bilgilere sahip olmalarıyla ilgilidir. Uzman ve alana hâkim gazeteci noktasındaki bazı temel sorunlar göze çarpmaktadır. Öncelikle üniversiteden yeni mezun kişilerin medya sektörü içinde kendilerini geliştirme ve bir alanda uzmanlaşma imkânları sorgulanmalıdır. Açıkçası bu konu, tartışılmaya açıktır ve birçok gazeteci bu noktada medyanın ciddi bir açığının olduğu kanaatine sahiptir (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 89-91). Bir diğer sorun alanı, medyanın bu hususta uzun yıllardır yapısal adımlar atmamış olmasıdır. Bu sorun, medyanın uzman gazeteciliğe daha fazla önem vermesi ve bu alana yatırım yapmasıyla zaman içinde aşılabilir bir sorundur. Uzman ve alana hâkim kişilerin medyada çalışmayı ne ölçüde tercih ettikleri meselesi de diğer bir sorunlu husustur. Bu mesele, iyi yetişmiş ve uzmanlığı olan kişilerin medyada maddi ve manevi iş tatmininin sağlanmasıyla aşılabilecek bir konudur. Mevcut koşullarda dış haberciliğe yatırım yapmak zor ve pahalı bir iş olup, medya sahiplerinin öncelikleri arasında pek yer almamaktadır. Özellikle yabancı ülkelerde daimi muhabir bulundurmak ticari kaygıları yüksek olan medya grupları için zorlayıcı bir konu olagelmiştir. Son dönemde yayın hayatına başlayan bazı kanalların yatırımları ve diğer bazı haber kanallarının bu yöndeki çabaları ile dünyanın farklı bölgelerindeki muhabir sayısı Sayı 35 /Güz 2012 127 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım artmaktadır. Daha önce daimi muhabir bulunmayan birçok Ortadoğu ve Asya ülkesinde artık daimi muhabirler çalışmaktadır. Bu duruma paralel olarak nitelikli dış habercilerin yetişmesi için son dönemde bilhassa Arapça bilen ve Ortadoğu’yu takip edip analiz edebilecek genç elemanların medyada yer almaya başladığı gözlemlenmektedir. Ancak mevcut koşullarda nitelikli kişilerin medyada yer almak için bugünkünden daha iyi bir istihdam politikasına ihtiyaç olduğu konusunda hemen herkes hemfikirdir. Gerek çalışma koşulları, gerekse ücretler noktasında medya mensupları arasında tam bir iş tatmini yoktur. Özellikle mesleğe yeni başlayan muhabir düzeyindeki elemanlar için medya mensubu olmak, dışarıdan göründüğünden daha zor ve meşakkatli bir iştir. Ancak Türk medyasındaki yapısal sermaye dönüşümleri ve sektöre yeni oyuncuların girmesi gibi temel faktörlerin, medya mensuplarının daha iyi şartlarda çalışmalarını sağlayacak bir zemin oluşturduğu söylenebilir. Dolayısıyla Türkiye’de dış haberciliğin geleceği açısından ümitvar olmak için yeterli nedenler vardır. İdeolojik-Politik Etkiler Medya sadece bir gösterim aracı değildir; mevcut teknolojik ve iletişimsel devrim çağında medya adeta bir ‘ideolojik yeniden-üretim’ aracı haline gelmiştir (Hall, 1996: 137). Bu yeniden üretim mekanizmasıyla medya, kendi gerçeğini yaratmaya ya da yarattığı gerçeğin ideolojik promosyonunu yapmaya açık hale gelir. Siyaset kurumuyla ve siyasetçilerle doğal olarak yakın ilişkisi olan medya, hem bu ilişkiden çıkar devşirebilir, hem de ideolojik benzerlik temelinde bir pozisyon alabilir (Halimi, 1999;Tılıç, 2001). Türkiye gibi sancılı bir ulus devletleşme süreci geçirmiş/geçirmekte olan bir ülkede, medyanın çağdaşlaştırma misyonu sebebiyle çoğu zaman ideolojik bir zeminde hareket etmesi çok da anormal olmasa gerek. Ancak sorun şu ki, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisiyle paralel olarak işlev gören medya, biraz da bu sebeple halktan kopuk ve hatta bazen halka rağmen bir eylem alanı olmuştur (Duran, 2000). Müesses nizamın yanında habercilik yapan medyanın büyük bölümü, farklı toplumsal kesimlerin temsilcilerinin siyasal alanda icracı oldukları dönemlerde yine bu sebeple bocalamış ve çoğu zaman tercihlerini devletten/rejimden/sistemden yana kullanmıştır. En yakın ve canlı örneğini 28 Şubat döneminde gözlemlediğimiz bu yaklaşımın haberciliğe nasıl yansımış olabileceğini anlamak zor olmasa gerek (Karalı, 2005; Arikan, 2011). Türk siyasetindeki mevcut kutuplaşmanın ideolojik kökenlerine dair birçok tartışma yapılabilir. Ancak yine “Türk Basınında Dış Habercilik” araştırmasına göre; gazetecilerin çoğu, 2000’li yıllarda dış habercilik açısından ideolojik/politik etkiler başlığı altında ideolojik duruşlardan ziyade, politik etkilere vurgu yapmaktadır (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 82-84). Burada ideolojilerin artık eskisi gibi net ayrımlara dayanmaması, Türkiye’deki siyasal yapılanmanın/partilerin keskin ideolojik ayrımlarla ifade edilememesi ve son dönem Türk siyasetinin ideolojik olmaktan çok politik ayrımlara dayanması gibi birtakım temel nedenler sayılabilir. Tanımı her ne olursa olsun, Türk medyasının son 10 yılda, Türk siyasetindeki ayrışmaya paralel bir biçimde ayrıştığını gözlemlemek mümkündür. Bu sebeple bu bölümde ideolojik etkilerden çok politik etkilere atıf yapılmaktadır. Son dönemde Türk basını, hükümete yakın medya grupları ve hükümete mesafeli medya grupları şeklinde genel olarak iki kategoride nitelendirilebilir. Bu ayrım elbette 128 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR tartışılabilir; ama güncel durumu açıklayan bir nitelemedir. Güncel politika üzerinde ortaya çıkan ayrışmalar somut örnekler üzerinden görülürken bir medya organının ideolojik anlamda nerede durduğunu anlamak için daha uzun süreli yayıncılık yaklaşımlarına bakmak gerekmektedir. 2002 yılından bu yana AK Parti iktidarda olduğu ve bugüne kadar da girdiği her seçimi kazandığı için bu partinin iktidarına yakın ve uzak olan medya grupları arasında politik bir farklılaşma zemini ortaya çıkmıştır. Bu farklılaşmaların yansımalarını iç siyaset haberlerinde olduğu kadar dış habercilikte de görmek mümkündür. Aynı haberin hükümete yakın medya grupları ve hükümete mesafeli medya grupları arasında farklı şekilde okunması ve yansıtılması son dönemde sıkça karşılaşılan bir durumdur. Örneğin İran’la ilgili bir haber gündeme geldiğinde bu haberi ele alış ve yansıtış biçiminden yola çıkarak bir medya organının durduğu yeri anlamak mümkündür. Esasen Türkiye’nin lehine olabilecek bir durum, İran’la yakın ilişkileri Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırıyormuş gibi bir hava ile verilebilmektedir. Aylarca tartışılan ‘eksen kayması’ meselesi, Türk basınının dış habercilikteki ideolojik/politik pozisyonlarını gösteren onlarca örnekle doludur. Hâlbuki eksen kayması tartışmasının kökeni ve kullanılış biçimine bakıldığında, Türk medyasının daha tarafsız olması gereken bir dış politika tartışması olduğu görülmektedir7. Türkiye-İsrail ilişkileri kötüleşirken bazı medya organlarının, Türkiye’nin İsrail politikasını eleştiren ve genellikle dışarıdan beslenen haberler yapmaları bu duruma örnek olarak verebilir. ABD’deki Yahudi lobisine yakınlığıyla bilinen bir gazetede Türkiye’nin dış politikasını ağır bir biçimde eleştiren bir yazıdaki argümanların, ertesi gün Türk basınındaki bazı gazete ve televizyonlarda aynı şekilde kullanılması, dış haberciliğin işleyiş mekanizmasıyla ilgili sorunlara işaret etmektedir. Toplamda bu ve benzeri örnekler, farklı medya gruplarının politik pozisyonlarının birer uzantısı olarak değerlendirilebilir. Türkiye’de Dış Haber Nasıl Oluşur? Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de dış haberlerin oluşum sürecinde iki ana kaynak olduğu görülmektedir: ulusal/uluslararası ajanslar ve muhabirler. Ancak son dönemde, kısmen de olsa, sosyal medyanın da yavaş yavaş bir haber kaynağı kimliğine bürünmeye başladığı söylenebilir (Shirky, 2010). Türkiye’de öne çıkan ulusal ajanslar şunlardır: Anadolu Ajansı (AA), Doğan Haber Ajansı (DHA), İhlas Haber Ajansı (İHA) ve Cihan Haber Ajansı (Cihan). Türkiye’de yoğun olarak kullanılan uluslararası haber ajansları arasında şunlar öne çıkmaktadır: Associated Press (AP), Reuters ve Agence France-Presse (AFP). Muhabirlerden kasıt ise öncelikle Ankara’daki diplomasi muhabirleri ve varsa yabancı ülkelerdeki muhabirlerdir. Uzun yıllar Washington, Brüksel, Londra, Paris ve Berlin gibi sadece Batı başkentlerinde ve belki ilaveten Moskova’da muhabir bulunduran Türk medyası, son dönemlerde Bağdat, Şam, Tahran, Kudüs, Kahire ve Doha gibi önemli Ortadoğu başkentlerinde de daimi muhabir bulundurmaya başladı. Bununla birlikte, özellikle TRT’nin, dünyanın önemli birçok başkentinde daimi muhabir bulundurmaya başlaması, özellikle Orta Doğu, Asya ve Afrika gibi coğrafyalarda da muhabir görevlendirmesi, çok boyutlu hale gelen Türk dış politikasının medyadaki bir yansıması olarak değerlendirilebilir. 7 Eksen kayması tartışmaları bağlamında Türk dış politikası analizleri için bkz. Mensur Akgün, “Turkey: What Axis Shift”, Le Monde Diplomatique English, July 2010; Keyman, “Turkish Foreign Policy in the era of Global Turmoil”, Veysel Ayhan, “The Debate of Axis Shift and Turkey-Middle East Relations”, Today’s Zaman, June 21, 2010. Sayı 35 /Güz 2012 129 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Esasen içinde bulunduğumuz dönüşüm/geçiş süreci, ajansların yoğun olarak kullanıldığı zayıf dış habercilik döneminden, yerinde muhabirlerin de yoğun olarak kullanılmaya başladığı aktif dış habercilik dönemine geçişin işaretlerini barındırmaktadır. Ajanslar ekonomik olarak ucuz, ulaşılabilirlik açısından kolay ve kullanıma hazır olmaları sebebiyle, daha pahalı ve zor olan yerinde habercilikle kıyaslandığında daha çok tercih edilmektedir. Ancak bu yaklaşımın biraz da kolaycılık olduğu söylenebilir. Dış politikadaki aktivizmin olağanüstü arttığı son yıllarda artık bu tür bir dış habercilik anlayışının Türk medyasını taşıyabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla dış politikanın eskisinden çok daha fazla hayatımızın merkezine girdiği bu dönemde medyanın yerinde habercilik için daha fazla temsilciye ve muhabire ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Ajanslardan (genelde İngilizceden) tercüme edilerek hazırlanan ve muhabirlerden gelen haberler genellikle bir haber editörünün masasında buluşur. Burada televizyonun/ gazetenin yayın politikasına, haber yoğunluğuna ve habercilik tarzına göre seçici bir gözle editöryal olarak gözden geçirilir. Gerekli düzeltmeler bazen doğrudan editör eliyle, bazen de muhabirle karşılıklı görüşme sonucunda yapılır. Çoğu gazetede editörün üzerinde bir dış haberler müdürü vardır ve bu kişi gazetenin o günkü yayın politikasına ve yayın toplantısında konuşulanlara uygun olarak gerekli düzenlemeyi yapar. Esasen tüm bu akış içerisinde içsel bir oto sansür olabilir ve muhabirden haber müdürüne kadar her pozisyondaki kişiler, içinde bulunduğu medya grubunun genel perspektifine uygun olarak haber üretebilirler. Bu bir sansür değildir; daha çok otomatik işleyen bir algılama sürecidir. Dolayısıyla aynı olaya bakan iki farklı muhabir iki farklı haber yapabilir ve bunu kişisel özelliklerden çok bağlı bulunan medya grubunun pozisyonuyla ilişkili düşünmek daha doğrudur (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 44-45). Sonuç ve Çözüm Önerileri Türk basınında dış habercilik, dış politikanın ülke gündemini belirlediği ölçüde önem atfedilen bir alan olarak nitelendirilir. Son yıllarda Türk dış politikasındaki genişleme ve derinleşme, tüm artı ve eksileriyle birlikte, anlaşılması görece daha zor ve daha ciddi analiz edilmesi gereken bir durumu beraberinde getirdi. Medyanın bu yeni durumla yüzleşmek ve kendini buna göre modifiye etmekten başka seçeneği olamaz; dolayısıyla buna göre her geçen gün dış habercilik konusuna daha fazla eğilen bir medya yelpazesi görüyoruz. Türkiye son dönemde birçok alanda önemli mesafeler kateden toplumsal bir kalkınma sürecinin içinden geçmektedir. Medya da bu süreçten payına düşeni almakta, daha nitelikli dış habercilik yapmak adına ciddi adımlar atmaktadır. Ancak mevcut tabloda Türkiye’de dış haberciliğin bazı temel sorunlarının olduğu ve bu sorunlara yapısal çözümler üretilmesi gerektiği de açıktır. Makalenin bu son bölümünde belli başlıklar altında çözüm önerileri dile getirilmektedir. Nitelikli Dış Habercilik Konusu Dış habercilik, özünde dış haberciler tarafından icra edilen ve insani unsurların yoğun olarak yer aldığı bir alandır. Dolayısıyla nitelikli dış habercilik ile nitelikli dış 130 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR haberci arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır. Nitelikli dış habercilik için yapılabilecek temel değerlendirmeler ve çözüm önerileri şunlardır: - Dış haberciliği biraz daha öznesi insan/toplum olan bir habercilik anlayışına yaklaştırmak önemli bir adım olarak görünmektedir. Böylece diplomasinin görece ciddi ve mesafeli dili, daha sıcak ve insani/toplumsal bir dile dönüştürülebilir. - Kaynaklar birinci elden toplanmalı ve özellikle Batılı kaynaklardan yapılan tercümelerin ağırlığı azaltılmalıdır. Dış haberciliğin kalitesi için dış habercinin alana ilişkin maddi bilgilere sahip olması ve haberi insanlara doğru ve hızlı biçimde iletmesi önceliklidir. Sadece ajanslardan beslenerek yapılan dış habercilik yetersizdir; mümkün olduğunca olay yerinde muhabir olmalıdır ki, gerçekleri hedef kitleye yerinden aktarabilsin. - Dış haberciliği yerel bakış açısıyla sınırlı kalarak yapmamak, habercilik kalitesi adına çok önemlidir. Her şeye Türk gözlüğüyle bakmak yerine, daha evrensel düşünebilmek ve farklı toplumları anlamaya, tanımaya çalışmak gerekmektedir. - Birikimli ve iyi yetişmiş kişileri muhabir, köşe yazarı ve yorumcu olarak dış habercilik alanına kazandırmak meslekteki kalitenin yükselmesi açısından çok önemlidir. - Soğuk Savaş sonrası yaşanan değişimi ve bu çerçevede Türk dış politikasında ortaya çıkan yeni tavır ve tutumları, karşıt veya destek olmaktan bağımsız bir biçimde, doğru okumak gerekmektedir. Bunun için de eski tabu, korku ve kalıpları bir kenara koyarak araştırmacı gazeteciliğe dayanan ve nitelikli muhabir olmanın, uzmanlaşmanın ve konuya hâkim olmanın işin merkezinde olduğu bir dış habercilik tarzının benimsemesi zorunlu bir ihtiyaçtır. - Kaynak ve hedef kitle ile ilişkilerde etik ilkelere azami dikkat edilmelidir. Aynı şekilde dış haberlerin magazin boyutunun öne çıkarılarak verilmesi de pek çok kişi tarafından bir ‘sorun’ olarak görülmektedir. - Türk basınının dış habercilik alanına ciddiyetle yaklaşması ve teknik konular kadar beşeri sermayeye de yatırım yapması gerekmektedir. - Medya mensupları üzerinde haberin içeriğini ve veriliş tarzını etkileyecek iç veya dış baskıların olmaması gerekmektedir. Sansür ve psikolojik baskı ihtimalinin olduğu mesleki ortamda nitelikli bir dış habercilik yapılması oldukça güçtür. - Medyadaki karar verici editöryal yapıların içinde dış habercilerin de bulunması, dış haberlerin kendi mantığıyla, doğru ve etkili biçimde verilmesi bakımından önemlidir. - Dış haberde kullanılan dil ve üslup, nitelikli ve anlaşılır olmalıdır. Habere kaynaklık eden olay veya mekân ile ilgili daha derinlikli bilgilerin analitik ve okunaklı bir üslupla sunulması gerekmektedir. Sayı 35 /Güz 2012 131 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Nitelikli Eleman Meselesi Nitelikli dış habercilik, ancak nitelikli elemanlarla mümkündür. Nitelikli elemanlar için aranan temel şartlar; okuma, anlama, yazma ve konuşma düzeyinde iyi derecede yabancı dil bilgisine, yurt dışı deneyimine ve dış haberciliği besleyen kültürel-entelektüel birikime sahip olmayı ifade etmektedir. Bu şartların gerçekleştirilebilmesi için üniversitelerdeki eğitim sistemi, medya sermaye sistemi ve mevcut çalışma ortamının nitelikli dış habercileri teşvik edecek bir anlayışla yapılandırılması gerekmektedir. Bunun için şu noktalara dikkat çekilmelidir: - Türk medyasının mülkiyet yapısındaki dönüşümün sadece sermayenin çeşitlenmesi düzeyinde kalmayıp çoğulculuk, çok seslilik ve kamu yararı lehine de şekillenmesi, özel olarak dış habercilik ve dış habercilerin daha nitelikli hale gelmesinde yararlı olacaktır. - Muhabire ve muhabirliğe verilen önem arttırılmalı; muhabirlerin özlük hakları ve mesleki standartları editör ve köşe yazarları ile karşılaştırıldığında zayıf kalmamalıdır. - Dış habercilerin eğitim sürecinde veya daha geç de olsa mesleki pratik sırasında, belirli coğrafyalar üzerinde uzmanlaşması sağlanmalıdır. Örneğin, Ortadoğu uzmanı olan bir dış habercinin İngilizcenin yanında Arapça, Farsça, İbranice ve Kürtçeyi bilmesi; Kafkas uzmanı olanın Rusça, Gürcüce ve bazı etnik dilleri bilmesi, dahası o bölgelerde bulunması mesleğin niteliğine ciddi katkı sağlayacaktır. - Dış habercilerin mevcut yabancı dil bilgilerini sürekli olarak geliştirmesi ve ona ilaveten farklı yabancı diller öğrenmesi için basın kuruluşları teşvik edici olmalıdır. Dil okulları ve yurt dışı eğitim programları düzenleyen kurumlar ile uygun şartlarda anlaşmalar yapılması düşünülebilir. - İletişim fakülteleri ve uluslararası ilişkiler bölümlerinde dış politika haberciliği alanına ilişkin yönlendirme ve branşlaşmalar lisans döneminden itibaren planlanmalıdır. - Kurum içi eğitim programlarıyla meslekte tecrübeli yabancı gazetecilerin konuk edilmesi, çoğu genç olan Türk dış haberciler açısından olumlu modelleme sonuçları doğurabilir. Kamu Gücü ve Diğer Aktörlerin Rolü Türkiye’de uzun dönemler, genel siyasi süreçlerin akışına uygun olarak medyada da kutuplaşmalar söz konusu olmuştur ve bu durum bugün için de geçerlidir. Dolayısıyla Türkiye’de devlet ile medya arasındaki ilişkiler, çoğu zaman basın özgürlüğü, medyanın siyaset angajmanı, ideolojik yakınlık-uzaklık vb. konular üzerinden gündeme gelmektedir. Kamu gücü devreye girdiğinde basın özgürlüğü ve bağımsızlığıyla ilgili tartışmaların da gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Ancak halen modernleşme sürecine uyum sağlamaya çalışan toplumlarda medyanın teknik ve etik gelişimini gerçekleştirmesi için kamu erkinin bazı rolleri oynaması kabul edilmesi gereken bir durumdur. Türkiye’de medya, önceleri devlet eliyle inşa edilmiş, zaman içinde özel kanallarla çeşitlenmiş ve son yıllarda internet medyasının ve sosyal medyanın da devreye girmesiyle 132 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR tamamen farklı bir boyuta taşınmıştır. Bu çok hızlı dönüşüm geçiren medya sektörünün hem toplumla, hem de devletle kuracağı ilişkileri ve taşıdığı sorumluluğu evrensel standartlarda gerçekleştirebilmesi için, kamu gücünün yasal, sivil toplumun pratik denetimine zaman zaman ihtiyaç duyulmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken husus, kamu gücünün geliştirme amacıyla denetim mekanizmasını kullanması, gözetleme, sansür veya benzeri etki mekanizmalarından kaçınması gerektiğidir. Bunun yanında sivil toplum kuruluşlarının medya özgürlüğü ya da medya etiği gibi hassas konularda göstereceği duyarlılık da, en az ilgili kamu kurumları kadar, önemli ve gereklidir. Türkiye’deki dış habercilik ortamının genel durumu göz önüne alındığında, kamu ve diğer aktörlerin sağlayacağı katkılar şu şekilde ortaya çıkmaktadır: - Türkiye’de medya ile devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi maksadıyla Siyasi Partiler Kanunu, Basın Kanunu ve Seçim Kanunu üzerinde demokratikleştirici reformlar yapılmalıdır. Zira hukuk devleti ne ölçüde güçlenirse aynı ölçüde Türkiye’de basın da güçlenecek ve o zaman daha iyi dış habercilik yapılabilecektir. - Kamu gücü, Türkiye’de gazeteciliğe ve yayıncılığa uluslararası standartlarda bir seviye getirebilir. Kamu gücünün medyaya müdahale etmeden geliştirici bir işlev görmesi, sadece dış habercilik adına değil genel anlamda habercilik adına önemli bir aşama olacaktır. - Dışişleri Bakanlığı’nın düzenli, hızlı ve ayrımsız bir biçimde habercileri bilgilendirmesi, kişisel ilişkilerle yetinmeyip kamu diplomasisi yürütecek kurumsal bir yapı oluşturması gerekmektedir. - Kamu gücü ve siyasiler çoğu zaman gazeteciler için haber kaynağıdır. Ancak Ankara’da yürütülen bu dış habercilik tarzı, gazetecinin kaynağın güdümüne girmesi sonucunu doğurmamalıdır. Bunun için basın mensuplarına olduğu kadar kamu görevlilerine de sorumluluk düşmektedir. - Toplumdaki ilgili paydaşların demokratik mecralarda katılımcı olması, RTÜK ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla bireysel ve organize tepkilerini ortaya koymaları da medya mensuplarının kendilerini yeniden düzenlemeleri açısından etkili olacaktır. - Sivil toplum kuruluşlarının medya özgürlüğü ve etiği gibi konularda devreye girip toplumsal faydayı/iyiyi gözeterek farkındalık yaratmaları yerinde olacaktır. Kaynakça Archetti, Cristina, (2010). “Comparing International Coverage of 9/11: Towards an Interdisciplinary Explanation of the Construction of News”, Journalism, 11(5), ss. 567588. Arikan, Nuraydın, (2011). 28 Şubat Sürecinde Medya: Arena Programı ve Medyanın Siyasal Sürece Etkileri, İstanbul: Okur Kitaplığı. Çandar, Cengiz, (2009). “Turkey’s Soft Power Strategy: A New Vision for a Multipolar World”, SETA Policy Brief, 38. Sayı 35 /Güz 2012 133 Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım Davutoğlu, Ahmet, (2010). “Turkey’s Zero Problems Foreign Policy”, Foreign Policy. Duran, Ragıp, (2000). Apoletli Medya, İstanbul: Belge Yayınları. Efegil, E. ve Kalaycı, R., (2012) Dış Politika Teorileri Bağlamında Türk Dış Politikasının Analizi. İstanbul: Nobel Yayıncılık. Ergül, Hakan, (2000). Televizyonda Haberin Magazinelleşmesi, İstanbul:İletişim Yayınları. Halimi, Serge, (1999). Düzenin Yeni Bekçileri. İstanbul: Evrensel Basım Yayın. Hall, Stuart, (1996). “Encoding-Decoding”, S. Hall, D. Hobson, A. Lowe, P. Willis (Der.), Culture, Media, Language, London: Routledge. Karalı, Hamit, (2005). Medya İmparatorluğu: İhtilaller, İhaleler ve 28 Şubat. İstanbul: Truva Yayınları. Kejanlıoğlu, D. Beybin, (2004). Türkiye’de Medyanın Dönüşümü. Ankara: İmge Yayınları. Keyman, Fuat, (2009). “Turkish Foreign Policy in the Era of Global Turmoil”, SETA Policy Brief, 39. Küçükyılmaz, M. ve H. Çopur (2010). Türk Basınında Dış Habercilik, Ankara: SETA Yayınları. Larrabee, F. Stephen, (2010). Troubled Partnership: US-Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change, RAND Corporation. McLuhan, Marshall, (2005). Yaradanımız Medya: Medyanın Etkileri Üzerine Bir Keşif Yolculuğu, Çev. Ünsal Oskay. İstanbul: Merkez Kitaplar. Medya Dosyası (2005) Anlayış, 27. Shirky, Clay, (2010). “The Political Power of Social Media”, Foreign Affairs. Tılıç, L. Doğan, (2001). 2000’ler Türkiye’sinde Gazetecilik ve Medyayı Anlamak, İstanbul: Su Yayınları. Topuz, Hıfzı, (2003). II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi. 134 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012 Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Süreli Elektronik Dergi Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır E-ISSN: 2147-4524 Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği Representation of Poverty in Media: The Sample of Kimse Yok mu Gönüllüler Program Hüseyin KARAKUŞ Kamu Yönetimi Uzmanı, Milli Eğitim Bakanlığı, E-posta:[email protected] Ece KARAKUŞ Yüksek Lisans Öğrencisi, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Medya ve Kültürel Çalışmalar Programı, E-posta:[email protected] Anahtar Kelimeler: Öz yoksulluk, televizyon Bu çalışmanın konusu, yoksulluğun medyada temsilidir. Bu çalışmada, programları, temsil, kimse yok mu gönüllüler. yoksulluğun temsili günümüzde en yaygın ve etkin kitle iletişim araçlarından biri olan televizyon üzerinden ele alınacaktır. Çalışmada, Kimse Yok mu Gönüllüler adlı reality-show programı örneği üzerinden yoksulluğun televizyon programlarında temsili incelenecektir. Televizyonun yoksulluğa ve yoksullara dair oluşturduğu söylemin nasıl inşa edildiği, programın 2011 yılında, STV’de yayınlanmış 4 bölümü (23- 30 Mayıs, 6 Haziran ve 5 Temmuz 2011) etrafında değerlendirilecektir. Yoksulluğun konu edildiği istisnai programlardan olan Kimse yok mu Gönüllüler ilk defa 2001 yılında yayınlanmış, farklı format ve sunucularla 2011 yılına kadar çeşitli aralıklarla yayın hayatına devam etmiştir. Program uzun soluklu olması bakımından incelenmeye değerdir. Çalışma kapsamında, program aktörlerine (dışses-sunucular-yoksullar) ait ifadeler analiz edilerek, yoksulluğun ve yoksulların programda nasıl temsil edildiği incelenmiştir. “Hayırseverliğin” yoksullukla mücadelede tek çözüm olarak sunulduğu programa ilişkin, yapılan içerik analizine bağlı olarak ortaya çıkan sonuç, yoksulluk sorununun toplumsal bir sorun olarak ele alınmaması ve yoksulluğun kişisel geçici çözümlerle giderilmeye çalışılmasıdır. Keywords: poverty, television programs, representation, kimse yok mu gönüllüler Abstract This study encompasses the representation of poverty in media. In this study, the representation of the poverty in the charity program, namely Kimse Yok mu Gönüllüler, will be analyzed. To do this, four episodes of the program aired on May, 23-30; June, 6 and July, 5 2011 on STV will try to be scrutinized. Kimse Yok mu Gönüllüler as one of the rare programs in Turkish television that represents the poor was first broadcast in 2001, and continued till 2011 with various modifications. The program is worth being analyzed in terms of its being a long-running TV show. In this sense, the article surveys the representation of the poor and poverty in the show through an analysis of expressions belonging to the program components (voice-over, hosts, the poor). The result of the conducted analysis demonstrates that in the program, which put extensive emphasize on the charity in the fight against poverty, the problem of poverty is reduced into personal stories and the struggle against poverty is reduced to temporary changes made in the lives of the poor. Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği Giriş Spivak’ın (akt. Erdoğan, 2007b), maduniyet çalışmaları açısından ön gördüğü üzere, yoksul-madun özne, kendini aracısız olarak temsil edebilme yeteneğinden yoksundur. Yoksullar, seslerini duyurabilecek yeteneklere ve donanımlara sahip olmadıklarından, bir aracıya ihtiyaç duyarlar. Günümüzde, bu aracı olma görevini büyük ölçüde medya üstlenmiştir. Bu bakımdan medyada yer bulan yoksullara yönelik temsiller, toplumun onlara yönelik algı ve tutumlarında belirleyici rol oynamaktadır. Öte yandan yoksullar, medyada temsil edilme konusunda dezavantajlı bir konumdadır. Öyle ki yoksullar, bir taraftan medyada “görünmezleştirilirken”, diğer taraftan, özellikle de televizyon bağlamında, “görsel bir show”un parçası haline gelmektedir: Yoksulluk temsilleri açısından paradoksal gibi görünen eğilimler, yoksulluğun görünmezleştirilmesi ile görselleştirilmesi veya seyirlik hale getirilmesi, sosyal hizmet uzmanı Abdullah Karatay’ın deyişiyle “görüntü kirliliği” (özellikle sokakta yaşayan ve çalışan çocuklar bağlamında) olarak addedilmesi ile “ağır çekim”e konu olarak vicdan ve merhamet duygularını uyarması, tehlikeyle özdeşleştirilmesi ile acz, çaresizlik ve edilgenlik çerçevesi içinde sunulması karmaşık bir şekilde birbirine eklemleniyor (Erdoğan, 2007a: 308). Bu çalışmanın sorunsalını, Erdoğan’ın deyişiyle “ağır çekim”e konu olan yoksullar oluşturmaktadır. Bu çalışmada, Kimse Yok mu Gönüllüler adlı reality-show programı örneği üzerinden yoksulların medyadaki temsili ele alınacak, yoksulların ve yoksulluğun sunuluş tarzları üzerinde durulacaktır. Programın yoksulluğa ve yoksullara dair oluşturduğu söylem, programın 2011 yılında, STV’de yayınlanmış 4 bölümü (23- 30 Mayıs, 6 Haziran ve 5 Temmuz 2011) etrafında değerlendirilecektir. Yoksulluğun konu edildiği istisnai programlardan olan Kimse yok mu Gönüllüler ilk defa 2001 yılında yayınlanmış, farklı format ve sunucularla 2011 yılına kadar çeşitli aralıklarla yayın hayatına devam etmiştir. Program uzun soluklu olması bakımından incelenmeye değerdir. Çalışma kapsamında program aktörlerine (dışses, sunucular, yoksullar) ait ifadeler analiz edilerek, yoksulluğun ve yoksulların programda nasıl temsil edildiği üzerinde durulacaktır. Türkiye Medyasının Yoksulluğa ve Yoksullara Yaklaşımı “Tinerci vahşeti”, “Sahipsiz canavarlar”, “Beşiktaş’ta tinerci çocukların dehşeti”… (Aydın, 2009: 43). Bir yanda “cep telefonu için Emre’yi öldüren” tinerci çocuk, öbür yanda “ekmek parası için bisikletini satan Ulaş” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011 ). Medyada yoksul-madun kesime dair rastladığımız, “öteki Türkiye”ye ait iki farklı imge: “tinerci çocuk” ve “Ulaş”. İkisi de yoksul. İkisi de çocuk. İkisi de “televizyon kamerasında cisimleşen bakışın nesnesi” (Erdoğan, 2007a: 307). Tek farkla: ismi dahi telaffuza gerek görülmeyen “tinerci çocuk”, korkunun; çocuk yaşta “dünyanın ağırlığını” sırtında taşımak zorunda kalan “Ulaş” ise merhametin nesnesidir. “Tinerci çocuk” “arsız ve talepkar bakışlarıyla cüzdanımıza seslenirken” (Gürbilek, 2001: 50); “Ulaş” göz pınarlarında birikmiş yaşlarla “vicdanlarımıza” seslenir. “Nerede ve nasıl harekete geçeceği belli olmayan” tinerci çocuk izleyicinin huzursuzluğunu arttırırken; babasının tedavisi için bisikletini satmak zorunda kalan Ulaş, büyümüş de küçülmüş tavırlarıyla ekran başındakilerin takdirini kazanır. Peki, ama ikisi de yoksul çocuk olan 136 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ “tinerci çocuk” ve “Ulaş”ı birbirinden ayıran ne? Nasıl oluyor da Ulaş’ın tuvaletini “ağır çekim”de izleyen televizyon seyircisi, “tinerci çocuğun” ismini dahi duymaya gerek duymuyor? Günümüzde “yoksul-madunlar yalnızca açlık, sağlık, soğuktan donma vb. tehlikelerle değil; aynı zamanda onurlarına, özsaygılarına ve özgüvenlerine yönelen bir tehditle, sembolik şiddetle karşı karşıyadırlar” (Erdoğan, 2007c: 66). Bora’nın (2005) deyişiyle medya, “yaşadığımız zamanın en önemli hikâye üreticisi” olarak bu süreçte merkezi bir rol oynar, öyle ki yoksullar, medyadaki temsil ediliş biçimleriyle “aşağılama”, “damgalama” ve “değersizleştirme” söyleminin bir parçası haline gelmektedir. “Yoksulluk konusunun televizyon programlarına konu olması, 1980’li yıllardan sonra yaşanan ekonomik gelişmelerin ışığında televizyon dünyasında yaşanan türsel gelişmelerle birlikte, özellikle 90’lı yıllarda gündeme gelmiştir” (Akçelik, 2010: 91). Ardı ardına kurulan özel TV kanallarıyla altın çağına giren Türkiye medyası, 1990’lı yıllarla birlikte “meşru çoğunlukların nazarında gayrı-meşru bir nitelik taşıyan, tehlikeli bulunan, merak edilen kültürel kimlikleri (ötekileri) gösterime sokarak onlara aleniyet kazandırmıştır” (Kural, 1995: 91). Rating yarışındaki payını arttırmaya çalışan özel kanallar, “öteki”nin peşine düşmüş; Kural’ın (1995: 91) da belirttiği üzere “devlet kanallarının görmezden geldiği, yok saydığı İslami kesim aydınları ya da Kürt aydınları, politikacıları, Alevi dedeleri, tarikat liderleri, medyumlar, cinci hocalar, fahişeler, çingeneler ve diğerleri özel kanalların birinden diğerine adeta gezintiye çıkarılmışlardır”. Reality showlar ortaya çıkmış, talk showlar ve izleyici katılımlı tartışma programları artmış, “bütün kanallar daha önce gösterilmedik, konuşulmadık ne varsa peşine düşmeye başlamıştır” (Kural, 1995: 91). Bu “gösteri”den yoksulluk da payına düşeni almış; “yoksulluk konusu 90’lı yıllardaki kriz konjonktürü ile birlikte “öteki Türkiye” tartışmalarıyla sıkça gündeme gelmeye başlamıştır” (Aktaran: Akçelik, 2010: 91). “Neo-liberal ortodoksinin toplumsal dışlama ve marjinalleştirme süreçlerinden” payına düşeni alan yoksul-madun kesim, sayıca çokluklarına rağmen azınlık olarak gösterilen bir kesim haline dönüşmüştür (Erdoğan, 2007b: 30). Bu süreçte medya ise merkezi bir rol oynamış; yoksulluk, medyada görünmezleştirilirken, diğer yandan televizüel temsiller aracılığıyla “seyirlik hale getirilmiştir”. Bununla birlikte “yoksulluğu isyan, şiddet, suç vb. eğilimlerle bitiştiren bir kriminal söylem” medyada yavaş yavaş yerleşirken, yoksullar üçüncü sayfa haberlerinin vazgeçilmez aktörlerine dönüşmüştür (Erdoğan, 2007a: 308). Yoksullar, “gün geçtikçe artan bir biçimde düşmanca bir söylemle kapkaççı, potansiyel ya da fiili suçlu gibi sembolik şiddet içeren imgelerle, fobik temsillerle” anılmaya başlanmıştır (Bayrak, 2007: 34). Champagne’in (Aktaran: Erdoğan, 2007a: 307) deyimiyle “kendi temsillerini denetlemeye en az muktedir olan” yoksul-madunlar, “toplumsal hafızaya giderek korktuğumuz, tehdit unsuru olarak gördüğümüz bir kültürel grubun üyeleri olarak inşa edilirken” (Bayrak, 2007: 34), Yeşilçam’ın romantize edilmiş “köprü altı çocukları” yerini “tinerci çocuk” imgesine bırakmıştır. “Artık ‘çocuk’ olmanın masumiyetinden, dolayısıyla esirgeyiciliğinden soyundurulan yoksul çocuklar, o büyük tehdit imgesinin unsurlarına dönüşmüşlerdir. ‘Tinerciler’ ya da ‘kapkaççı’lardır artık onlar” (Bora, 2005). Öyle ki toplumsalın inşasına katkıda bulunan medyanın nazarında, “bir ismi olmayan ya da sadece takma isimleri olan binlerce çocuktan biridirler yalnızca” Sayı 35 /Güz 2012 137 Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği (Aydın, 2009: 46). Öte yandan, alttan alta işlenen “yoksulsan senin kabahatin” fikri ile yoksul-madunlar, yetersizlikleri ile anılan; “Türkiye’deki talan sisteminden kendilerine pay düşeceği günü bekleyen” (Erdoğan, 2007d: 13) bir kesim olarak medyada yer bulmaya başlamıştır. Bora’nın (2005) da dikkati çektiği üzere ,“adaletin ve insanlığın sembolü” olarak nitelendirilen yoksul yerini, “başarısızlığı, mağduriyeti ve muhtaçlığı ile tanımlanan yoksula bırakırken; Yeşilçam’ın “yoksul ama gururlu Yaşar usta”sının yerini, “ağır çekim”1in yoksulları almıştır. Anlatı Türü Olarak Reality Showlar: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Kendi hayatlarının olmasa bile, “ağır çekim”in baş aktörleri: ‘makbul yoksullar’ “Yoksulluğun toplumsal, ekonomik ve siyasal bağlamından söz edilmeksizin meşrulaştırıldığı ve doğallaştırıldığı yardım programları” (Çamur, 2004: 119), 1990’ların sonlarından başlayarak, Türkiye’deki özel televizyon kanallarının vazgeçilmezleri arasına girmiştir: ‘Elegan’, müstesna muhitlerde geçen televizyon dizilerinin veya medyatik- kamusalpolitik dillerin dünyasından dışlanan yoksullar, cinayet haberlerinin ‘sapık’ katil zanlıları veya çaresizlik, içinde kıvranan muhtaç kişiler olarak yeniden perspektife dâhil ediliyor (Erdoğan, 2007a: 308). “‘Elegan’, müstesna muhitlerde geçen televizyon dizilerinden dışlanan yoksullar” TGRT’de Yetiş Bacım, STV’de Yolcu, ATV’de Yarınlar Umut Olsun, Kanal 7’de Deniz Feneri, STV’de Kimse Yok Mu programları aracılığıyla görünmeye başlamıştır (Akçelik, 2007: 93). Öte yandan, yoksulluk teması, yardım dağıtan “hayır programlarının” yanında eğlence programlarının da gündeminde yer almış; televizyonda yarışma formatında ekrana gelen Çarkıfelek, Biri Bizi Gözetliyor, Dokun Bana, Sabah Sabah Seda Sayan gibi farklı programlar yoksullara hediye, para ödülü vb. şekillerde yardım dağıtarak, yoksulluk konusunu işlemişlerdir (Akçelik, 2007: 93-94). Böylelikle, medyada büyük ölçüde duyulmayan madunun sesine tanıklık etmeye başlamıştır televizyon izleyicisi (Çamur, 2004: 121). Bu noktada sorulması gereken ise, “ağır çekimi” hak eden sesin maduna mı, yoksa “egemen ideolojiye” mi ait olduğu; Spivak’ın deyişle, “ağır çekim”in baş aktörleri olan madun-yoksul öznenin bu programlarda gerçekten konuşup konuşamadığıdır (Aktaran: Erdoğan, 2007b: 43). Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Kimse Yok mu Gönüllüler, yardım programları arasında “seküler” bir “saadet zinciri” oluşturan Yarınlar Umut Olsun, Yoksa Rüya mı? vb. programlara karşın, Deniz Feneri örneğinde olduğu üzere, İslami duyarlılıktan beslenmesi bakımından bir 1Erdoğan, yoksulluk programlarının görsel dilinin önemli bir bileşeni olarak “ağır” ve yakın çekimi vurgular. Erdoğan’a göre “ağır çekim” dünyanın ağırlığını sırtında taşımanın görsel metaforu olarak işler. “Ağır çekim” bir taraftan yoksulların hareketsizliğini, çaresizliğini vurgularken, öte yandan “izleyicinin hayırseverlik duygularını harekete geçirmeye matuf bir görsel dil sağlar”. Bu tür programlarda kullanılan yakın çekim ise seyircinin vicdanını harekete geçirmek için yoksulların “solgun yüzlerini, sakat ayaklarını mercek altına alır” (2007a). 138 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ farklılık göstermektedir (Erdoğan, 2007a: 309). İlk defa 2001 yılında Perihan Savaş’ın sunuculuğunda bir televizyon programı olarak başlayan Kimse yok mu Gönüllüler, sonra “Kimse Yok mu Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği” adı altında bir organizasyona dönüşmüştür.“Yoksulların karanlık dünyalarını aydınlatmak” sloganı ile yayın hayatına başlayan program başlangıcından beri STV’de yayımlanmaktadır. İlkin, “yoksul aileler” ve “hayırseverlerin” buluşturulduğu programda her hafta iki ailenin sorunlarına çözüm aranırken; 2003 yılı itibariyle, programın set ve görsel dilinde değişiklikler yapılarak programda dini söylemler ağırlıklı olarak kullanılmaya başlamıştır (Çamur, 2004: 67). Program son olarak ise, 2011 yılında Ahmet Bozkuş ve Cengiz Toraman’ın sunuculuğunda, “Onlar, yokluklara, acılara, yoksulluklara karşı bir ışık yakmak için geliyorlar” sloganı ile ekrana gelmiştir. Program Erdoğan’ın Deniz Feneri için yaptığı analizden pek de uzak değil aslında, öyle ki Kimse Yok mu Gönüllüler “bir program olarak yalnızca yoksullara yardım etmiyor; aynı zamanda yoksulluğu belirli bir söylemsel komplekse yerleştirerek yeniden sunuyor” (2007a: 309). Öyle ki bu çalışmanın asıl sorunsalı olan medyada yoksulluğun ve yoksulun temsilini daha iyi anlayabilmek için programın içeriğine, anlatısal yapısına ve program aktörlerinin söylemlerine daha yakından bakmak gerekir. Programda yoksul ailenin evi ziyaret edilmeden önce sunucuların gidilecek şehre olan yolculuğu Anadolu’dan görüntüler şeklinde ekrana getirilmektedir. Bu yolculuk kara yolu ile gerçekleşmekte ve “böylelikle de yapılan işin ne kadar meşakkatli ve fedakarâne olduğuna işaret edilmektedir” (Akçelik, 2010: 112). Yolculuk esnasında sunucular karşılaştıkları insanlarla konuşmaktadırlar. Bu karşılaşma genellikle sunucuların mola verdikleri yerde olmakla beraber, kimi zaman da tesadüflere (!) dayanır. Anadolu insanı ile yapılan bu sohbetler aracılığıyla Anadolu’nun güzellikleri ve Anadolu insanının sahip olduğu vasıflar yüceltilirken; ele alınan kanaatkâr ideal insan modelleri ile ekranları başında programı seyreden insanlara mutlu olmaları, hallerine şükredip, ne olursa olsun hayata tutunmaları gerektiği mesajı verilmektedir (Akçelik, 2010: 112). Örneğin, 23 Mayıs 2011 tarihinde yayınlanan programda, Sivas’a yapılan yolculuk sırasında peynir satıcısı Mehmet Bey ve oğlu Kemal’le karşılaşılır. Bu rastlantı dış sesin söyleminde şu şekilde yer bulur: İyiliğe niyet edip yola çıktığımız zaman karşımıza çıkan her şey iyiliğe dönüşür. Herkes iyiliğe vesile olur. Bir peynir satıcısı olan Mehmet Bey ve oğlu Kemal gibi. Mehmet Bey ve oğlu köylerine bırakılmak üzere arabaya alınırken, seyirci Mehmet Bey’in zorlu hayat mücadelesine tanıklık eder. “Elinde avucundaki ile az da olsa yetinen” Mehmet Bey’in hikâyesinden seyircinin çıkarması gereken sonuç ise programın sunucuları tarafından dile getirilir:“Kıt kanaat geçiniyorlar. Ama geçiniyorlar. Ama mutlular”. Böylelikle de seyirciye hallerine şükretmeleri gerektiği; ille de mutlu Sayı 35 /Güz 2012 139 Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği olmak için büyük şeylere sahip olmak gerekmediği, mesajı verilir2. Şehre varıldığında, yoksul ailenin evine gidilir; sözde hiçbir şeyden haberi olmayan aile fertleri kapıyı açtıklarında büyük bir sürpriz (!) ile karşılaşırlar. “Yardım melekleri”ni karşılarında gören yoksullar şaşkınlıklarını gizleyemezler. Kısa süreli yaşanan bu şaşkınlığın ardından ise, sıra programın en can alıcı kısmına gelir. Yoksul ailenin dertlerinin, sıkıntılarının dile getirildiği bu bölümde, “yoksulluğun dramatikleştirilmesinde en temel araçlar olan ağır çekim, yakın çekim ve görüntülere eşlik eden müzikle birlikte yardımseverlerin ‘vicdanına’ seslenilirken” (Çamur, 2004: 120), akan gözyaşları yoksulun acınası halini daha da acıklı hale getirir. Erdoğan’ın da dikkati çektiği üzere (2007a: 310): Yoksulluk programlarının dilinde ağır çekimi hak edenler yoksullar ve onların acıklı halidir. Böylece, normal gösterimde yoğun bir duygusallık yaratmayabilecek şeyler bile ağır çekim sayesinde dramatikleşir. Ağır çekim “dünyanın ağırlığı”nı sırtında taşımanın görsel metaforu olarak işler. Hareketlerin yavaşlığı, yoksulların edilgenliğini, çaresizliğini ve hareketsizliğini vurgulayan ve izleyicinin şefkatine ve hayırseverlik duygusunu harekete geçirmeye matuf bir görsel dil sağlar. Öte yandan, görüntülenen yoksulların aşağı doğru eğik olan bakışları ile kameranın yukarıdan aşağı bakan optiği de toplumsal topografyayı televizüel dile tahvil eder. Öte yandan yoksulun yaşadığı mekân, yoksulluğun dramatikleştirilmesinde önemli bir rol oynar. Kamera da cisimleşen bakışın nesnesi yalnızca yoksulun kendisi değil, aynı zamanda yaşadığı mekândır. Kamera aracılığıyla, izleyici yoksul ailenin en mahremine -yatak odasından tuvaletine, banyosuna- girer. Evin sağlıksız koşulları kameranın yakın ve ağır çekimiyle izleyiciyle buluşur. Böylelikle de yoksulun mahremiyeti tamamıyla yok sayılır. Örneğin, sunucuların “şu anda hayatınızda ne olsa siz daha rahat edersiniz?” sorusunu Ebru Hanım “eşimin temiz bir yerde banyo yapması beni çok mutlu eder” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011) diye yanıtlarken, kamera yakın çekimde Ebru Hanım ve ailesinin tuvaletine odaklanmıştır. 05.07.2011 (Kimse Yok mu Gönüllüler) tarihli bölümde 2 Verilen bu mesajların ne kadar etkili olduğunu görmek açısından izleyici yorumlarına bakmakta fayda var. Programın internet üzerinden yayınlanan (www.kure.tv) bölümlerinin altında yapılan yorumlar, verilen bu mesajların izleyici üzerinde başarılı olabildiğini göstermektedir. Her ne kadar verilen bu mesajların her izleyici üzerinde aynı etkiyi yarattığı iddia edilemese de, mesajların etkinliği açısından şu yorumlara bakmakta fayda var (imla ve yazım hataları aynen alınmıştır): Kimse Yok mu Gönüllüler 23.05.2011 tarihli yayın üzerine, Berre isimli izleyicinin yorumu: “çok güzel bi bölümdü. Beni en çok zehra ve tuğbanın durumu duygulandırdı. onları görünce şunu daha iyi anladım. gerçekten nankörüz. yürümenin, konuşmanın değerini hiç bilmiyoruz. elimizdekilerle mutlu olmak yerine boş işlerle uğraşıyoruz. boş şeyler için yıpratıyoruzz kendimizi”. Kimse Yok mu Gönüllüler 23.05.2011 tarihli yayın üzerine, Feyza isimli izleyicinin yorumu: “aglayarak izledik.bu proglamlar sayesnde ne zor hayatların oldugunu anlıyorum. şükretmmz gerektğni daha iyi anlıyorum.allah emeği geçen herkesden razı olsn... iyi çalışmalar...”. Kimse Yok mu Gönüllüler 30.05.2011 tarihli yayın üzerine, Nazlı isimli izleyicinin yorumu: “her bölümünde ne kadar nankör veya şükürsüz olduğumuzu fark ediyor ve aslında yakınılan bazı şeylerin aslında birer nimet olduğunu anlıyorum allah razı olsun emeği geçen herkesten”. Kimse Yok mu Gönüllüler 05.07.2011 tarihli yayın üzerine, Feyza isimli izleyicinin yorumu: “sitem hanımın hikayesi çok içler acısı.yüzü gülerken kalbi ağlıyor onun...meryem hanımın hikayeside çok etkiledi bizi. özelliklede o sözü. sağlıgınızın kıymetini bilin. ama kaybedince anlıyor insan elindekinin degerini. mevlam elimizdekileri kaybetmeden kıymet bilmeyi kendisine kul olmayı nasib etsin. çocukların yurtta kalışı komşularının ona yardım etmesi. bunlar ne kadar zor... insan o kadar boş şeyler için üzülüyor ki böyle proglamları izledikçe daha iyi anlıyoruz bu gerçegi. ayrıca cengiz abiyle ahmet abiye çok gıpta ediyoruz şehir şehir dolaşıyorlar o kadar dua alıyorlar. allah emeklerinizin karşılıgını fazlasıyla versin. selam ve dua ile”. 140 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ ise dışses sakat olan Sitem Hanım ve ailesinin öyküsünü anlatırken, kamera bu seferde yoksul ailenin mutfağına girer. Sitem Hanım yerde bir leğenin içinde bulaşıkları yıkarken, izleyici de ailenin mutfağının sağlıksız koşullarına şahitlik eder. Yoksulluğun dramatikleştirilmesinde, teknik detaylar kadar, programda inşa edilen “çocuk” imgesi de önemli bir yer teşkil eder. Programda aktarılan mağduriyet hikâyeleri, çocuklar üzerinden daha etkili bir hal alır. Yoksul çocuklar, yardımseverlerin vicdanını harekete geçirmek için önemlidir. Öyle ki “ekmek parası için bisikletini satmak zorunda kalan Ulaş’ın” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011) hikâyesi ya da “henüz ABC okuması gerekirken, acının ve kederin romanını yazmış bir çocuğun gözyaşları” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011) karşısında yardımseverlerin sessiz kalması söz konusu değildir. Örneğin; “9 yaşında bir kız çocuğu olan İrem’in” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011) mektubu karşısında sunucular, son model minibüslerine atlayarak, Bursa’ya doğru yola koyulurken; seyirci de İrem’in mektubunu dinler. İrem’in yürek burkan(!) mektubunda ise paradoksal bir yan vardır: İrem’in mektubunda bahsettikleri -arkadaşlarının onu fakir diye çağırması- yoksulun gündelik hayatta nasıl damgalandığını, nasıl sembolik şiddete uğradığını gösterir. Öte yandan bunun televizyon ekranlarında dile getirilmesi; örneğin İrem’in televizyon ekranları aracılığıyla telaffuz edilen sözleri “yağmur yağınca ayaklarım ıslak ağlaya ağlaya okula gidiyorum; arkadaşlarım benimle dalga geçiyor bilgisayarım yok diye” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011), yoksulun dışarıda ve azınlıkta hissetmesine neden olan sembolik şiddete katkıda bulunmaktadır. Programda yoksulluk sorunu barınma, eğitim, beslenme, sağlık temaları etrafında değerlendirilirken; bu sorunların tamamı aynı yoksul aile üzerinden ele alınabilmektedir: Sunucu 1: Bir liste yapalım. Sunucu 2: Yapalım abi. Sunucu 1: Neye ihtiyaç var. Bizden ne istiyorlar, bizim gördüğümüz ihtiyaçlar neler? Bir eve ihtiyaç var. Sunucu 2: Ki hakikaten de var yani şöyle bir bakınca. Sunucu 1: Çocuğun okulu bırakması… Sunucu 2: Çok önemli abi. Sunucu 1: Okul diyelim o zaman, onu ayrı bir düşünelim. Sunucu 2: Kirasını ödeyemiyor; sonra elektrik faturası, su faturası var daha. Biz ona fatura diyelim. Sonra şey. Küçük kızın gözünde bir sorun varmış. Sunucu 1: O zaman onu bir uzmana gösterelim (Kimse Yok mu Gönüllüler, 30.05.2011). Programda ailelerin yoksulluk sebeplerinin başında hastalık gelmektedir. Öyle ki ziyaret edilen evlerin neredeyse hepsinde hasta bireylerle karşılaşılır: Ebru Hanım’ın epilepsi hastası kocası (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011), doğum yaptıktan sonra sakat kalan Sitem Dulda, bacak kemikleri çıkarılarak yerine protez bacak takılan Meryem Hanım (Kimse Yok mu Gönüllüler 05.07.2011). Hastalıkla birlikte işsizlik ya da, kâğıt toplayarak kazandığı 400 lira ile ailesinin geçimini sağlamaya çalışan İlhan Bey örneğinde olduğu üzere (Kimse Yok mu Gönüllüler 05.07.2011), elde edilen gelirin aile Sayı 35 /Güz 2012 141 Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği için yeterli olmaması; özellikle kadınlar bağlamında, boşanma sonucu mağduriyetlerin ortaya çıkması; evlenirken ailelerden habersiz olarak kaçarak evlenilmesi de programda rastlanılan yoksulluk sebeplerindendir: Dışses: Koskoca bir hatadan ibaret olan ikinci bir evlilik, evlendikten çok sonra öğrendiği acı bir gerçek. Yıllar süren imtihan, yokluk, hayal kırıklığı. Şimdi ise payına düşen çocuklarının karnını doyuracak ekmek parası bulma çabası (Kimse Yok mu Gönüllüler, 30.05.2011). Nevin Hanım: Abi ilk eşimden ayrıldım ben. Sonra baya bir durdum evlenmedim. Sonra dediler, yalnızsın gençsin, evlilik yap dediler. Bir cahillik yaptım. Evlendim. Adam evliymiş. Sonradan öğrendim karısı akıl hastanesindeymiş. İki çocuğum oldu ondan. Bize hiç bakmadı. Terk etti bizi (Kimse Yok mu Gönüllüler, 30.05.2011). Dışses: Sevdiği adamla kaçarak evlenmişti. Hataydı. Önce eşinin geçirdiği iş kazası, ardından ona bakmak için verdiği çaba ve yaşadığı acılar sonucunda kansere yakalandı. Hasta olduğunu öğrendiğinde dayak ve eziyet dolu bir hayatın tam ortasında kalakalmıştı. İntihara kalkıştı, başaramadı ve ihanetin en büyüğüne uğrayan genç kadın eşinden ayrıldı. Bu ayrılık ona zorluk, yoksulluk ve imtihanla dolu bir yaşam bıraktı. Her zamanki gibi bundan en çok çocuklar zarar gördü (Kimse Yok mu Gönüllüler, 20.06.2011). Programa dair ortaya çıkan sonuçlardan biri de, yoksulluk halinin bir imtihan olduğuna, yaşanan durumun bir anlamda kader olduğuna vurgu yapılmasıdır. Daha önce de belirtildiği üzere, Kimse Yok mu Gönüllüler İslami bir söyleme ve vurguya sahiptir. Dışsesin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere programda dine ait olan imtihan, kader gibi kavramlara başvurulmaktadır. Öte yandan; programdaki yoksullara yönelik dini söylemler, tevekkül ve sabır gibi kavramlar etrafında telaffuz edilirken; bunların uzantısı olarak “yoksulluk ciddi bir eylemsizlikle temsil edilir”. Yoksullara sürekli sabırlı olmaları öğütlenir, böylelikle de feraha kavuşma sözü verilir (Akçelik, 2010: 131): Dışses: Bir fedakârlık öyküsü… Boşandığı eşine bakan Ebru Hanım’ın hikâyesi… Ebru Hanım sabırdan yaratılmış vakur ruhuyla göğüs germiş zorluklara. Kimselere duyurmadan, şikâyetçi olmadan tevekkül etmiş (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011). Dışses: Dünyada sıkıntılara sabredenler için hazırlanmış köşkler ve saraylar ötelerde onları beklemektedir aslında (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Feraha kavuşmanın yolu ise, hayırseverlikten geçer. Programda verilen mesaj “yoksulluğun hayırseverlik ahlâkı ile çözümlenebileceği” yönündedir. Programda yoksul ailenin ihtiyaçları yardımsever mahalleli esnafı ve komşular sayesinde karşılanır, böylelikle de toplumdaki birlik ve beraberliğin, dayanışma ruhunun canlandırılmış olduğu vurgulanır (Akçelik, 2010: 123). Yoksulluğun büyük ölçüde hayırseverlikle çözülebileceğine dair verilen mesaj, dışsesin söyleminde kendini şu şekilde göstermektedir: Dışses: İstatistikler, ne de büyük rakamlarla ülkemizdeki fakirlik oranını, işsizliği, yoksulluğu bildirirler. Hâlbuki bir ülkenin gerçeğini öğrenmek için sayılara değil, sokağa çıkmaya gerek var. Uzağa gitmeye gerek yok kendi mahallemizdeki kapıları çalıp hal hatır sorup, gönül almaya ihtiyacımız var. O zaman keşfederiz o kapıların ardındaki gerçek dünyayı (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). 142 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ Dışses: İhtiyaç sahiplerinin duası altın gibidir. Heybemize doldurup o duaları çarşıya pazara çıkarız. Satıcılara o altınlardan veririz aldıklarımızın karşılığında. Üstünü almayız. Üstüne daha çoğunu vermeye çalışırız hatta. Sonra o altın değerindeki dualar kime nasip olmuşsa… (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Öte yandan programda söz konusu olan “hayırseverlik ahlâkı”, İslam’daki “sağ elin verdiğini sol el bilmez” (Çamur, 2004: 53) anlayışı ile bir çelişki oluşturur. Örneğin, yardımların program esnasında duyurulması bir yana; programda yardım yapan esnafın iş yeri tabelasının gösterilmesinden, dükkânın adının telaffuz edilmesine kadar farklı biçimlerle; esnafın, hayırseverin reklamı açıkça yapılmaktadır. Örneğin: “Kilo market olarak, ailenin bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacağız” ya da “Çocuklar ANAFEN Dershanesi’ne gidecekler” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011) sözleri bu dayanışmanın karşılıksız olmadığını açıkça göstermektedir. Ancak yardımseverlerin bu alışverişten yalnızca maddi değil; aynı zamanda manevi bir çıkarları da söz konusudur. Yoksullar,”ahlâki olarak çöküntüye uğramış” zenginlerin kurtuluşudur aynı zamanda: Dışses: Bazen bir yumru gibi boğazımıza oturur bencillik. Kalbimiz cömertçe vermek istese de nefsimiz vermez. Ya elimdeki biterse diye kaygılanırız, yaradanın verdiğimiz her şeyin yerine yenilerini koyacağını aklımızdan çıkarırız. Hepimiz insanız. Belki böyle zamanlarda çıkmıştır Sitem Hanım ve onun öyküsü (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Dışses: Bir iyilik teklifimiz var size. Bundan sonra ikincileri ayrı paketleyip ihtiyaç sahibi bir ailenin kapısına bırakın. Göreceksiniz işte o zaman paylaşmanın tadı kalacak damağınızda. Pişirdiklerinizi afiyetle yerken, bedeninizden çok ruhunuzu doyuracaksınız (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011). Bu örneklerden çıkarılacak bir başka sonuç ise, programda “yoksulun” ancak bir nesne pozisyonunda yer almasıdır. “Yoksullar yardımseverlerin yaptığı yardımın nesnesi olarak inşa edilirken” (Çamur, 2004: 119); yardımseverler, çaresiz durumdaki yoksulun hayatında belirleyen öznelere dönüşür. Kendi hayatının aktörü olmaktan çıkan yoksul, belirlenen pasif bir nesne konumundadır. Tıpkı dışsesin söyleminde de vurgulandığı üzere, yoksulun büyük hayalleri yoktur, çünkü yoksul hayallerini gerçekleştirecek konumdan uzaktır: “Hayalleri yok, beklentileri yalnızca şu oldukları durumdan daha kötüye gitmemek” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Yoksulun hayalleri, ancak yardımseverin ‘bamteline’ dokunduğu ölçüde gerçekleşir: Dışses: Karşımıza bir peynir satıcısı çıkar bamtelimize dokunur. Merakımızı bastıramaz yollara düşüp izini buluruz. Bir armağan vermek isteriz ona ömrü boyunca unutamayacağı bir armağan. Biraz mutluluk katmalıyız hayatına o zorluklar içerisinde hayatını devam ettirirken yoksul ömrünün, yoksulluğu da sıkıntıyı da, darlığı da bir günlüğüne unutur. Davullar çaldırır. Halaylar kurar, şarkılar söyleriz birlikte. Evin oğlunun hiç gerçekleşmeyecek sandığı hayalini gerçekleştiririz. Bu eve çerçeveleri umuttan yapılmış bir pencere açarız (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011). Sunucu: Meryem Hanım’ın halini gözlerimizle görmek, feryatlarını kulaklarımızla duymak bize bir şeyler yapmamızı bir kez daha hatırlattı. Harekete geçme zamanı bizim için (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Sayı 35 /Güz 2012 143 Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği Programın anlatısı dâhilindeki yoksullar, bu örneklerden de anlaşılacağı üzere ciddi bir edilgenlikle temsil edilir. Programda, uğruna “harekete geçmeye” layık görünen yoksullar, kaderlerine razı olan, şikâyet etmeden sabırla bekleyen “makbul yoksullardır” (Çamur, 2004: 118). Makbul olmayan yoksullara karşı (tinerci çocuk örneğinde olduğu üzere), makbul yoksullar isyan etmez; tevekkülle ödüllendirilecekleri günü beklerler. Örneğin, kâğıt toplayarak ailesinin geçimini sağlayan İlhan Bey, yardımseverlerin merhametini hak eden makbul yoksullardandır: “Rahatım, çok şükür, sağlığım yerinde. Ben mutluyum. Yaşantım iyi. Hiç şikâyetim yok” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). İlhan Bey’in sefalet karşısındaki davranışı, dışsesin de takdirini kazanır: Dışses: Hayat bizi ezdi diyor, İlhan Bey. Oysa o ezilmiyor. Tersine sabrı, asaleti ve şükür dolu haliyle biz onun karşısında eziliyoruz (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Dışses: Biz bundan daha kötü durumda da olabilirdik diyen adam sokaklarda kağıt toplayan, günde 3 kere eve gelerek işleri yapan, çocuklarının yemeklerini yapan, bulaşıklarını yıkayan bir merhamet timsali. Eski eşinden yediği darbeye rağmen yeniden evlenen, üstelik tüm varlığını karısının tedavisine feda eden çileli baba yine de bilmiyor şükürsüzlük etmeyi (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Özellikle isyankârlık makbul yoksullarla bağdaştırabilecek bir karakter özelliği değildir: Sunucu: İlk eşi tarafından terk ediliyor. Daha sonra yeniden evleniyor ve yeni eşinden 2 çocuk daha oluyor. O da terk edip gidiyor. Aile mağdur kalıyor. Şu anda da devam eden bir yoksulluk var. Yine bu kadar sıkıntıya rağmen ayakta duran bir anne var. Hiçbir şekilde bir isyan, yanlış bir yol düşüncesi yok. Plastik topluyor, karton topluyor, simit satıyor ve geçimini sağlıyor (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011). Sunucular ile “hastalığına rağmen hep şükreden” Meryem Hanım arasındaki diyalog ise, yoksulluğun “makbul” olanının, kadere razı olmak olduğunu hatırlatıyor izleyiciye: Meryem: Rabbim hediyesi, rabbim böyle uygun görmüş. Verdiği hediyesine sahip çıkarım inşallah. Sunucu: Nasıl hediye gözüyle bakıyorsun?” Meryem: Rabbim uygun gördükten sonra benim isyan etmem abes kaçmaz mı?. Öte yandan, programda güçlü bir karakter sahibi olmak, yardımsever, dürüst ve kanaatkâr olmakla birlikte, başkalarını düşünmek, yoksul-madun kesimin vazgeçilmez karakter özelliklerindendir. Örneğin; Ebru Hanım (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011), sunucuların epilepsi hastası kocasını nasıl hastaneye götürdüğünü sorması üzerine; komşularının yardım ettiğini, ambulans hizmeti olduğu halde onu neden tercih etmediğini şu sözlerle açıklar: “Ambulans hizmeti varmış da. Ben kullanmıyorum. O an bizden başka aciliyeti olan hastaya lazım olur diye.” Makbul yoksullar açısından bir başka nokta ise, yoksulun isteklerini dillendirmesinin söz konusu olmamasıdır. Yoksul, ona sorulduğu takdirde bile isteklerini telaffuz etmekten çekinir, öyle ki “ekmek parası için bisikletini satmak zorunda kalan Ulaş” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011), sunucu ağabeylerinden bisiklet istediği için annesi tarafından azarlanmaya mahkûmdur. “Makbul 144 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ yoksul çocuklar” olarak Ulaş ve kardeşinden beklenen sessizliklerini korumalarıdır, ta ki gözyaşları onlar adına konuşup, yardımseverlerin vicdanını harekete geçirinceye kadar. Sonuç Bu çalışmada yoksulluğun televizyondaki temsili, yardım programları üzerinden ele alınmıştır. Bu kapsamda Kimse Yok mu Gönüllüler yardım programı üzerinden, yoksulluğun ve yoksulların televizyondaki temsiller aracılığıyla nasıl yeniden inşa edildiğine değinilmeye çalışılmıştır. Erdoğan’ın deyişiyle “yoksulluğun kendisinin bir gösteriye dönüştürüldüğü” (2007a: 311) programlardan biridir Kimse Yok mu Gönüllüler. “Masalsı olmayanın” (Çelenk, 2010: 20) ekranlardan dışlandığı, yoksulların medyada “görünmez kılındığı” bir ortamda; Kimse Yok mu Gönüllüler, yoksulluğu ve yoksulları konu etmesi bakımından önemli olmakla birlikte; ortaya çıkan sonuç, bu temsilin pek de yoksulların hayrına olmadığı yönündedir. Program, yoksulluğu siyasal, ekonomik, toplumsal bir sorun olarak tanımlamaktan çok uzaktır. Programda, “hayırseverlik” ve “dayanışma”, yoksullukla mücadelede yegâne çözüm olarak sunulurken; bu geçici çözümlerle yoksulluk sorununa çare aranmaktadır. Programda yoksulların barınma, eğitim ve gıda sorunları esnaf ve mahalleli yardımlaşması, dayanışması yoluyla çözülmeye çalışılmaktadır. Fakat programda sunulan bu çözümler, kalıcı olmaktan ziyade geçicidir. Her ne kadar bu yardımlaşma yoluyla, programdaki yoksul ailelerin hayatları bir süreliğine de olsa refaha kavuşsa da, programdan sonraki süreçte yoksullara ne olduğu, büyük bir muammadır. Öyle ki programda yoksulların, genellikle bir yıllık kiraları, gıda ya da yoksul çocukların bir dönemlik dershane masrafları karşılanmaktadır. Öte yandan yoksullar; programda ele alınan cefakâr ama mutlu, şükretmeyi bilen, kanaatkâr insan modelleri ile idealize edilirken; aynı zamanda büyük bir edilgenlik ile temsil edilirler. Yapılan yardımların nesnesi olarak sunulan yoksullar kendi hayatlarının aktörleri olmaktan çok uzaktır. Yoksullardan beklenen, sabır ve tevekküle, “mutlu son”a ulaşacakları günü beklemeleridir. Ancak buradaki “mutlu son”, masallardaki gibi “sonsuza” kadar sürmez. Programdaki yoksulların “mutluluğu” yalnızca bir yılla sınırlıdır; öyle ya yoksulun yeni evinin yalnızca bir yıllık kirası ödenmiştir. Kaynakça Akçelik, Ayşe B., (2010). Televizyon Programlarında Yoksulluğun Temsili: Kimse Yok mu, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Aydın, Delal, (2009). “Tinercilerin Bir Korku Nesnesi Olarak Temsili”, Toplum ve Kuram, No. 2, s:43-52. Bayrak, Sümbül, (2007). Doksanlı Yıllardan Günümüze Türkiye’de Yoksulluk Kavramının Medyada Ele Alınış Biçimleri, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Bora, Aksu, (2005). “Yoksul Çocukların Medyada Temsili”. http:/ /bianet. org/ bianet/ bianet/ 70342-yoksul-cocuklarin-medyada-temsili. Erişim Tarihi: 8 Haziran 2012. Çamur, Aysel, (2004). Charity programmes: representation of poverty in Turkish television, Yüksek Lisans Tezi, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü. Sayı 35 /Güz 2012 145 Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği Çelenk, Sevilay, (2010). “Aşk-ı Memnu’dan Aşkı Memnu’ya Yerli Dizi Serüvenimiz”, Birikim, No. 256, s:18-28. Erdoğan, Necmi, (2007a). “Ağır Çekim Yoksulluk”, Yoksulluk Halleri. Necmi Erdoğan (ed). İstanbul: İletişim Yayınları, s:307-313. Erdoğan, Necmi, (2007b). “Garibanların Dünyası: Türkiye’de Yoksulların Kültürel Temsilleri Üzerine İlk Notlar”, Yoksulluk Halleri. Necmi Erdoğan (ed). İ s t a n b u l : İletişim Yayınları, s:29-46. Erdoğan, Necmi, (2007c). “Yok-sanma: Yoksulluk- Maduniyet ve ‘Fark Yaraları’”, Yoksulluk Halleri. Necmi Erdoğan(ed). İstanbul: İletişim Yayınları, s:47-97. Erdoğan, Necmi, (2007d). “Yoksulları Dinlemek”, Yoksulluk Halleri. Necmi Erdoğan (ed), İstanbul: İletişim Yayınları, s:13-26. Gürbilek, Nurdan, (2001). “Acıların Çocuğu”, Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis. Kural, Sevda A., (1995). “Türkiye’de Medya, Hegemonya ve Ötekinin Temsil”, Toplum ve Bilim, No. 67, s:76-108. Samanyolu TV, (2012). Kimse Yok mu Gönüllüler. h t t p : / / w w w . k u r e . t v / aktualite/961-kimse-yok-mu-gonulluler/kimse-yok-mu gonulluler. Erişim Tarihi: 8 Haziran 2012. 146 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Prof. Dr. M. Naci Bostancı’ya Armağan Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı Prof. Dr. Naci Bostancı, 02.08.1957 tarihinde Amasya’da doğmuştur. Lisansını, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi (1980), yüksek lisans (1984) ve doktora eğitimini (1987) ise, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamlamıştır. 1984 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde göreve asistan olarak başlayan Bostancı, 2009-2011 yılları arasında dekan olarak görev yapmıştır. 2011 Milletvekili Genel Seçimleri’nde Amasya milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir. Siyaset bilimi, siyasal iletişim alanlarında çok saygın bir bilim insanı olan Prof. Dr. Naci Bostancı, çok sayıda kitap ve makale kaleme almıştır: Kitaplar: Kültür ve Değişme, Damla Yayınevi, İstanbul 1987. Kadrocular, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990. Toplum, Kültür Ve Siyaset, Vadi Yayınları, Ankara 1995. Cumhuriyet’in Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1996. Işığın Gölgesi (Roman), Ötüken Yayınları, İstanbul 1996. Siyaset, Medya ve Ötesi, Vadi Yayınları, Ankara 1998. Bir Kolektif Bilinç Olarak Milliyetçilik, Doğan Kitap, İstanbul 1999. Cumhuriyetimiz , Vadi Yayınları, Ankara 2002. Siyasetin Arka Yüzü, Alternatif, Ankara 2002. Hayatın Kıyısına Düşen (Roman), Alternatif, Ankara 2002. Dipnot , Alternatif, Ankara 2004. Televizyon Dilindeki İslam, Odak Yayınları, Ankara 2005. Siyaset Günlüğü, Ufuk Kitapları, İstanbul 2007. Portreler, Ufuk Kitapları, İstanbul 2008. Cumhuriyeti Anlamak, Timaş Yayınları, İstanbul 2008. Kuma Yazılanlar, Özgür Yayınları, İstanbul 2011. Siyaset ve Medya Alacakaranlığın İki Atlısı, Özgür Yayınları, İstanbul 2011. Makaleler: “Kalkınma ve Çağdaşlaşma Meseleleri”, Milli Kültür, 69, Şubat 1990. “Bilgi Yılı ve Bilgi Toplumu”, Milli Kültür, S.76 Eylül 1990, 1991. “Türkiye Sosyal Araştırmalar İçin Zengin Bir Ülkedir”, Milli Kültür S.83, Nisan 1991. “Kırlık Alanlarda Aile Yapısı”, Aile Yıllığı, 1991, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu (Tebliği, Makale olarak basıldı),1992. “Propaganda”, Türkiye Günlüğü, S.21, (Kış 1992). “Milli Kültür”, Türk Yurdu, S. 58, Haziran 1992. “Demokrasinin Objektif Şartları Açısından Türkiye”, İletişim Dergisi, 1992. “Türkiye’de Temel Hak ve Hürriyetler”, Yeni Toplum, S.2 1992. “Türk Kültürü Mevcut Sınırların Ötesinde Etkilidir”, Türk Yurdu, S.62, Ekim 1992. “Milli Kültür Milli Kimlik”, Türk Yurdu, Şubat 1993. “Devlet, Devletin Memuru, Devletin Dili”, Türk Yurdu, Haziran 1993. “Siyasal Kampanyalar ve Profesyoneller”, Türkiye Günlüğü, S.26, (Ocak-Şubat 1994). “Öncesi ve Sonrasında 27 Mart”, Türkiye Günlüğü, S.27 (Mart-Nisan 1994). “Radyo Televizyon Yasası, Yasalar, Teknoloji, Güç İlişkileri”, Türkiye Günlüğü, S.28 (MayısHaziran 1994). “RP’yi Anlamak”, Türkiye Günlüğü, S.38, (Ocak-Şubat 1996). “Basın ve Özgürlük”, Türkiye Günlüğü, S.41 (Temmuz Ağustos 1996). “Öfkenin Politik Anlamı”, Türkiye Günlüğü, S.42 (Eylül Ekim 1996). “Zeki Müren ve Medyanın Kalbindeki İroni”, Yeni Türkiye, S.11 Eylül -Ekim 1996. “Medya Ulus İlişkisi”, Yeni Türkiye, S.12, Kasım –Aralık, 1996. “Türk Siyasetinin Geleneksel Bölünmesi ve Bugünkü Durum”, Türkiye Günlüğü, S.45 (MartNisan 1997). “Siyasetin Sanal Evreni”, Son Duvar, S.3, Mayıs 1997. “Sivil Toplum, Devlet ve Türkiye”, Yeni Türkiye, S.18, Kasım-Aralık 1997. “Gelin Dediğimi Yapın”, Son Duvar, S.8, Aralık 1997. “Öğrencilikten Kurtuluş Ütopyacılığına”, Türkiye Günlüğü, S.46, (Yaz 1997). “Şiirle Karşılama”, Son Duvar, S.5, Ağustos 1997. “Artık Herşeyi Açıkça Konuşmanın Zamanı Geldi: Ben Bir Demokrasi Düşmanıyım”, Yeni Türkiye, S.17, Eylül-Ekim 1997. “Eski Sinemalar”, Son Duvar, S.6, Eylül 1997. “Ucuz Roman”, Son Duvar, S.7, Ekim 1997. “Toplumumuzda İnanç-Bilim Anlayışı/Tartışma”, İslami Araştırmalar, S.1-2, 1998. “Aile Değerleri ve TV’nin Etkisi”, III Aile Şurası Tebliğleri, 1998. “Bütün Kötülüklerin Anası Medya/Şiddet ve Cinsellik”, Türkiye Günlüğü, S.49 (Ocak-Şubat 1998). “Farklı Hakikatlerin Dünyasına Doğru”, Yeni Türkiye, S.19, Ocak-Şubat 1998. “Babam Bir Eski Tüfek Olsaydı”, Son Duvar, S.10, Şubat 1998. “Futbolun Anlattığı”, Düşünen Siyaset, Mart 1999. “Etnisite, Modernizm ve Milliyetçilik”, Türkiye Günlüğü, S.50, (Mart-Nisan 1998). “Bir Paradoks Alanı Olarak İnsan Hakları”, Yeni Türkiye, S.22 Temmuz Ağustos 1998. “75. Yıl ve Janus” Türk Yurdu, S. 134, Ekim 1998. “Sahte Liberalizm” Yeni Türkiye, S.25, Ocak Şubat 1999. 148 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi “Hikayesi Modernlikte Saklı Milliyetçilik”, Türk Yurdu, S.139-141, Mart- Mayıs 1999. “Seçimler ve Ülkenin Geleceği”, Türkiye Günlüğü, S.55, (Mart-Nisan 1999). “18 Nisan Seçimleri Üzerine Ropörtaj”, Yeni Dünya, S.6, Haziran 1999. “Devlet Söyleminde Kürt Sorunu”, Türkiye Günlüğü, S.56, (Yaz 1999). “Zihin Coğrafyamızdaki Osmanlı”, Yeni Türkiye, S.28, Temmuz Ağustos 1999. “Ekrandaki Deprem”, İletişim, Yaz 1999/3. “Daha Çok Teoloji Değil Daha Çok Sosyoloji”, Türkiye Günlüğü, S.57, Eylül-Ekim 1999. “Aydın ve Demokrasi”, Yeni Türkiye, S.29, Eylül-Ekim 1999. “Gözün Vicdanı”, Virgül, S.23, Ekim 1999. “Ya Benimsin Ya Toprağın”, Birikim, S.128, Aralık 1999. “Şiddetin Uzun Yüzyılı Sürüyor”, Virgül, S.25, Aralık 1999. “Acelen Ne Bekle Firuze”, İletişim, Kış 2000. “Hayat Hikayesi Olarak Ben”, Virgül, S. 29, Nisan 2000. “Siyasetin Arka Yüzü”, Türkiye Günlüğü, S. 60, Mart-Nisan 2000. “Özal’ın Anlamı”, Türkiye Günlüğü, S.59, Ocak Şubat 2000. “Gündelik Hayatın Kılcal Damarlarında Şekillenen Kimlik”, Karizma, Temmuz-Ağustos-Eylül 2001. “Onurlu Mağlubun Temsilcisi”, Karizma, Ekim-Kasım-Aralık 2001. “Krizin Aydınlığındaki Türkiye”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 65, Bahar 2001. “Savaşın Diğer Yüzü”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 66, Yaz 2001. “Kafa Karıştıran Kültür”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 67, Güz 2001. “Filistin Bir Kelime”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 68, Kış 2002. “Terörün Hiyeroglifini Okumak”, Karizma, Ocak-Şubat-Mart, Sayı: 9, 2002. “Her Zaman Tam Bağımsızlık”, Karizma, Nisan, Mayıs, Haziran, Sayı: 10, 2002. “Futbol Bağları”, Karizma, Temmuz-Ağustos-Eylül, Sayı: 11, 2002. “Hayatın Kardeşi Ölüm”, Karizma, Ekim -Aralık 2002. “Seçimler ve AKP,” Türkiye Günlüğü, Sayı 70, 2002. “Siyasette Yeni Dönem ve AKP”, Türk Yurdu, Aralık 2002 . “Gelecek Üzerine Konuşmak”, Türkiye Günlüğü, Sayı:77, Yaz 2004. “Küreselleşmenin Alacakaranlığındaki Milli Devlet”, Türk Yurdu, Kasım 2004. “Bir Çaresiz Stratejinin Adı Olarak Türkiyelilik”, Türk Yurdu, Aralık 2004. “Siyasetin Hakikat İnşacısı Olarak Dil”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 2 sayı 5, Güz 2005. “Millete Aidiyet Etnik Kimlikle İlişkiyi Ortadan Kaldırır”, Türk Yurdu, Sayı 221. “Demokrasi Kuralların ve İlkelerin Rejimidir”, Türk İş Dergisi, Sayı 376, 2007. “Dink Cinayeti ve Toplumsal Yarılma” ,Türk Yurdu, Sayı 235, 2007. “Seçimin Dinamikleri AKP’nin Başarısı”, Türk Yurdu, Sayı: 240, 2007. Prof. Dr. Naci Bostancı, bunların yanı sıra çok sayıda ulusal ve uluslararası toplantıda tebliğler sunmuş, Milliyet, Radikal, Yeni Şafak, Zaman gibi ulusal gazetelerde çeşitli makaleler ve yazılar yayınlamıştır. Ayrıca TRT 1, TRT 2, CNN Türk, Star, TGRT, Flash, Kanal 7, TV 8, Samanyolu televizyonlarında Türkiye gündemindeki konularla ilgili programlar hazırlamış, yorum yapmış, açık oturumlara konuşmacı olarak katılmıştır. Sayı 35 /Güz 2012 149 Salı Toplantıları Naci Bostancı ile “Siyaset ve Siyaset Bilimi” Üzerine Güzel bir konferans salonu burası, bizim dönemimizde yapmıştık. Daha sonraki yöneticiler de tabi her dönemde olduğu gibi yeni katkılarla fakülteyi güzelleştiriyorlar. Güzel bir mekan her zaman eğitim öğretim için daha iyidir; aydınlık, hoş, insanların rahat edeceği bir mekan. Ne de olsa ilim yapmak aynı zamanda bir ambiyans işidir. Atmosfer olmaksızın ilim yapmak ve maddi dünyadan koparak soyut düşünceye geçmek kolay olmuyor. İnsanı rahatsız eden çirkin bir çevre, doğrusu ilim yapmaya çok uygun değildir. Hele ki, eğer kafanızda birtakım mukayeseler varsa. Özel üniversitelerin fakültelerinin devletten daha güzel olduğu ve orada şık bir hayatın sürdüğü, buradaysa maraba katının iş gördüğü şeklinde bir anlayış söz konusuysa, o zaman insanda ilim yapmak için biraz şevk de azalmış oluyor. Ama Allah’a şükür bu fakülte, her dönem yapılan katkılar ve hizmetlerle benzerleri bakımından gayet iyi, bir bakıma da onların önünde bir fakülte oldu. Bunu sadece maddi çerçevesi bakımından demiyorum, aynı zamanda çok kıymetli hocaları bakımından da söylüyorum. 26 yıl burada çalışınca, hocalık yapınca, bunu söylemeye de hakkım olduğunu düşünüyorum. Buradaki insan kalitesi ve onların öğrencileriyle olan ilişkileri, 26 yıllık tecrübeden bakıldığında, hem eğitim-öğretim bakımından hem de insan ilişkileri bakımından hakikaten son derece iyi. Siyaset Bilimi ve Pratik Siyaset Üzerine… 2011 yılında Türkiye’de genel seçimler oldu. Bu genel seçimlere doğru ben de siyaset bilimi hocalığından pratik siyasetin içine transfer oldum. Aslında insan her zaman siyasetin içindedir, siyasetin dışında bir alan yoktur. Fizikte hava neyse toplumsal alanda da siyaset öyledir. İnsan ilişkilerinden tutun da en Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine mahrem dediğimiz özel ilişki alanlarına kadar her alanda siyasetin, daha da özetleyecek olursak iktidar ilişkilerinin ve ona ilişkin tüm tekniklerin, tüm repertuarın yeni bir anlamı vardır. Ben de siyasetin dışında değildim. Hem siyaset bilimi hocası olmam dolayısıyla okur-yazarlığımız hem de aynı zamanda içinde yaşadığımız ülkeye, oradaki gelişmelere karşı çeşitli düzeylerde hissettiğimiz sorumluluk gereği, yıllar içerisinde hem pratik gelişmeleri takip ettim hem de bugün yaşananın da bir parçasını oluşturduğu insanlığın o ortak tarihine ilişkin okumalarım oldu. Bunca yıl okuyup çalışıp sınıflarda öğrencilerle birlikte öğrenmeye devam ettikten sonra anladım ki; onu da hemen belirteyim, hocalar için aslında en iyi öğrenme mekanları öğrencileriyle birlikte o dersleri işleme süreçleridir, insanlar sadece öğretmezler aynı zamanda öğrenirler. Zaten öğrenme ve öğretme işi karşılıklı bir şekilde, birisi öğretiyor birisi öğreniyor olarak yaşanırsa, insanlar öyle konumlanırlarsa oradan çok esinleyici, taraflar bakımından çok faydalı bir öğrenme işi olmaz. Muhakkak biraz kimin öğrettiğinin kimin öğrendiğinin belirsizleştiği bir alan gerekir. Bu fakültede de, Gazi’de de böyle bir eğilim vardır, ben de doğrusu öğrencilerimden öğrendim, aynı zamanda öğretmeye çalıştım, beraber bir yolculuk gibi gördüm bu süreci. Sonra pratik siyasete Mart ayı itibariyle intikal ettik. Şunu gördüm, insanın başına iki husus geliyor - “başa gelmek” diye bir tabir vardır ya- bunlardan birincisi, insanın evlenme konusu başına gelir, ikincisi de siyaset. Gördüm ki o da başa geliyor. Evlenme konusu nasıl başa gelir onu söyleyeyim; benim bir kardeşim var, Almanya’da. Yıllar önce “artık evleneyim” diye düşündü ve kendisine göre ideal bir eş tarif etti. Ona göre ideal 151 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi eş uzun boylu, Türkiye’deki mankenlere benzeyen son derece güzel bir kızdı ve o çerçevede biz eş adayı aramaya başladık. “Kesinlikle” -özellikle biraz da boy meselesine takmıştı, kendisi de 1.80 küsur boyunda- “boyu bana yakın olsun” diye düşünüyordu ama kardeşim gitti 1.60’ın altında bir kızla evlendi. Evlenmek böyle bir şey, başa geliyor. Kiminle evleneceğinizi bilemiyorsunuz. Kafanızdan birçok soyut fikir geçirebilirsiniz, sonra pratik sizi alıp götürür. Siyasetin de öyle olduğunu gördüm. Aslında milletvekili olmak, meclise gitmek çok aklımda olan bir şey değildi. Öyle görüyorum ki, bazı insanlar bulundukları yerlerde çok çeşitli teknikler ve ilişki biçimleriyle vekilliğe ilişkin bir hazırlık yapıyorlar. Doğrusu benim öyle bir çabam olmadı. İşte, üniversitede okur-yazarlık, gazetelerde yazı, televizyonlarda konuşma, böyle bir hayat gidecek diye düşünüyordum. Üstelik insan bir siyasi partiye girdiğinde kamuoyu artık ne söylersen söyle seni o siyasi partinin propagandacısı gibi görmeye başlıyor. Aslında dün söylediklerinden farklı konuşmasan bile “işte falan partinin milletvekili konuşuyor” diye bakıyorlar. Vardır ya söylemde, kim konuşuyor diye onun kimliği üzerinden anlamak, dolayısıyla bir siyasi partiye girmek de böyle bir anlam taşıyor. O yüzden de biraz mesafeli durmaya çalışıyorum. Fakat sonra girmek durumunda kaldık siyasete. “Bunda da bir hayır vardır” diye son anda müracaatımızı yaptık. Sonra pratik siyasetin güzergahında ilerlemeye başladık. Pratik siyasetin güzergahı, halkın arasına karışmak, onlarla görüşmek, çeşitli toplantılara katılmak, kendini tanıtmak ve sonra vekil olarak mecliste görev yapmak. Tabi uzun yıllar siyasete ilişkin okumaları olan birisi olarak pratik siyasete ilişkin güçlüklerin hakkından geleceğime güvencim tamdı. Böyle bir kendime Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine güven duygusuyla birlikte sahaya çıktım diyebilirim. Sahaya çıkmak… Amasya’ya gittiğimde; Amasya yüz binin biraz altında nüfusu olan, toplam 3 milletvekili bulunan, ortasından Yeşilırmak’ın geçtiği, iki tarafında yalçın kayaların, -ismi Harşena, birtakım turistik tesisler de o dağın ismini almışlar- bulunduğu çok güzel bir şehirdir. Eğer gitmediyseniz gidip görmenizi tavsiye ederim. Bunu Amasya milletvekili olarak söylemiyorum. Amasya’nın güzelliğini size intikal ettirmek isteyen bir insanın kanaatiyle ifade ediyorum. Çok da eski, tarihi bir yer. Her yerden tarih fışkırıyor. Amasya’ya gittiğimde; baktım, 3 vekillik için 22 tane aday adayı var. Ben de aday adaylarından birisiyim. Bir organizasyon yapmışlar; çeşitli ilçeleri dolaşıp işte “aday adayı olduk, meziyetlerimiz şöyle” gibi beşer dakikalık konuşma yapıyorsunuz. Beş dakikada insan ne anlatabilir, ben hep uzun konuşmalara alışmışım. Beş dakika içerisinde, bakıyorum diğer arkadaşlar anlatıyor “ben şuyum, şöyle yapacağım, şu tür hizmetleri göreceğim” falan diye. “Siyaset bilimi hocasıyım, profesörüm” diye başlasam ayıp olacak. Daha baştan hani “işin profesörü gelmiş, kenara çekilin” gibi bir hava doğacak. O yüzden diyorum ki, “üniversiteden geliyorum. Üniversitede hocaydım, oradan geliyorum”. Branşımı da söylemiyorum. Sonra da “Türkiye’nin durumu şu, şunları yapacağız” tarzında konuşuyorum. İlk gittiğimde basına bir açıklama da yapılıyor “aday adayı oldum, Amasya halkımızın desteğini beklerim” diye. Diğer aday adayları bu konuşmayı beş dakika içinde yapmışlar. Basın mensupları falan geliyor. Ben girdim, bir saatlik bir konuşma yaptım, herkes çok sıkıldı. Bu bir saatlik konuşmada da sıkılanlar ayrıca beni karşılamaya ve desteklemeye gelmiş arkadaşlar, sıkılanlar çeşitli ilçelerden gelmiş arkadaşlar. Bunun anlamı şu, söyleyeceğim; benim babam postanede memurdu. Amasya’da doğdum. Sabah Suluova’ya inmiştik. Suluova Amasya’nın ikinci büyük ilçesidir. Çocukluğumuz, gençliğimiz oralarda geçmişti. “Türkiye’de siyasetin yeri nedir”, bu soruya cevap oluşturacak mahiyette örnek olsun diye bir kasabanın değişim profili üzerinden Türkiye’nin değişimini anlatmaya çalıştım: 40 yıl önce Suluova nasıl bir yerdi, ne kadar küçük, dünyası dar, caddeleri olmayan, küçük sokaklarında insanların bir nevi sinerek yürüdüğü, kamusal mekanlarının bulunmadığı, basma perdeli evlerde akşamın erken indiği bir kasaba anlatısı. Hatta elektrik, bugün anladığımız manada ulusal şebeke bulunmadığı için yerel şebekeler üzerinden şehre verilirdi ve Suluova ilçesi de mazotla çalışan bir jeneratörden gece 12’ye kadar elektrik alırdı. Gece stop ederlerdi, sonra da gaz lambası başlardı. Burada herhalde gaz lambasını hatırlayanlar ön sıralarda oturuyorlar. Diğerleri de bilirler ama tahmin ediyorum lüks restoranların duvarlarında süsleme eşyası olarak. Böylelikle bağlamı değişmiş nesnelerin aslında asıl anlamlarına ilişkin hiçbir şey ima etmediklerini de belirteyim. Bağlam değişti miydi anlam da değişiyor. Lüks bir restoran duvarındaki lambanın ne hatırası olabilir insanlar üzerinde? Mesela bazıları da döven koyuyorlar veya bahçesine at arabası koyuyor içine de çiçek saksıları koyuyor. Oysa, ben hatırlıyorum, at arabasıyla güzel yolculuklar olurdu ama bahçedeki çiçek dikilmiş at arabasıyla ilişkili bir şey değil bu. 40 yıl sonra Suluova’nın ne hale geldiğini anlattım, “her ne kadar Suluova’dan bahsediyorsam da siz bunu bütün Türkiye olarak anlayın. Çünkü Türkiye bir kasabalar ülkesidir” diye beyan da ettim. Bir saatlik sıkıcı Sayı 35 /Güz 2012 152 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine konuşmadan sonra herkesle kucaklaşıp kafaları da tokuşturarak, biz böyle küt küt vuruyoruz. Kafa ne kadar şiddetli vurulursa, bu aynı zamanda seni o kadar güçlü bir şekilde destekledikleri anlamına geliyor. Oradakilerin de benim destekçilerim olduğunu düşünürseniz, kafamı korumak amacıyla siyasette ilk öğrendiğim birtakım teknikler oldu. Mesafeli bir şekilde bulunmak, arada mümkünse bir kişinin olduğu, kafanın yetişmediği, böylelikle darbenin daha düşük bir dozla kafanıza indiği bir mesafede olmak önemli. Tabi her vuran sanki bir kere vurduğunu düşünüyor ama sürekli bu kafaya vuruluyor. Adamlardan birisi kafasını oldukça güçlü bir şekilde vurduktan sonra kulağıma eğilip dedi ki “hep Suluova Suluova deyip durma, biraz da Taşova de” dedi. Taşova da Amasya’nın başka bir ilçesidir. Sonra anladım, neden başbakan her gittiği mitingde başlıyor ilçeleri saymaya. Bahsedeceksin, ismini zikredeceksin, yoksa sadece bir ilçeden aday olmuş gibi yanlış bir izlenim doğurabilirsin. Sonra, bir başka yerde toplantı oluyor. Ben gayet rahat üniversitede ya da uluslararası bir toplantıda, ulusal bir toplantıda oturur gibi, işin fikre ait olduğunu varsayıp bedensel olarak huzur ve rahatlık içerisinde yayılmış bir vaziyette otururken birden dikkat ettim, bizim diğer aday adayları gayet askeri bir disiplin içerisinde oturuyorlar. Tek yayılmış olan benim. Ben böyle resme bakarken birisi arkadan kulağıma eğilip “Hocam biraz toplansanız” dedi. Tabi ki orada toplanmadım ama diğer yerlerde daha derli toplu bir şekilde oturdum. Nasıl oturduğunuz aynı zamanda siyasal anlamlar taşıyor. Teorik olarak her şeyin siyasete ilişkin olduğundan bahsedip ve bağlamın anlamı tayin ettiğini söyleyip sonra da sanki orası konferans alanıymış gibi kaykılmak tabi ki uygun değil. 153 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Böyle dolaşırken Merzifon ilçesinde kendimizi tanıtıyoruz yine beş dakika. Dedim ki, “ben 26 yıl hocalık yaptım, alanım da siyaset bilimiydi”, orada söyledim alanımı. “Hani profesör olmuşuz, gelelim şu memlekete bir hayrımız olsun, biraz da siyasete hizmet edelim. Ama gördüm ki vallahi de billahi de siz benden daha profesörsünüz, hepiniz, bütün halk” dedim. “Ben şimdi geldim ve anladım ki yeniden benim burada bir lisans eğitimi almam lazım”. Evet, hakikaten sürecin çok öğretici olduğunu söyleyebilirim. Benim için bir tarafıyla lisans eğitimi, çünkü insan ilişkileri siyasetin pratiği içerisinde son derece farklı ve renkli özellikler taşıyor. “Tanrılar Meclis’e vermişler galiba…” bir ceza Değerli arkadaşlar, mecliste göreve başladık. Genel kurul salonuna girdim. Kutsal mekan, biliyorsunuz başkalarını sokmuyorlar. Vekil olmanız lazım, ama yukarıdan, basın kısmından girebilir ve oradan agorayı görebilirsiniz. Vekil olduğunuzda alttan da girebilirsiniz. Genel kurula girdik. Bir süre “acaba nerede oturmalıyım” diye düşündüm. Herkesin belli bir yeri yok. Oturduğun yer önemli ama meclisin en merkezi ve asıl atardamarının attığı yer kürsüdür. Kürsü zaten mekan olarak da en merkezi yerde bulunur. Herkes kürsüden konuşmak ister. Geri kalanlar da onu dinlemek istemezler ama herkes konuşmak ister ve genellikle -eğer meclis televizyonunu izliyorsanızaslında halka konuştuklarını varsayarlar televizyon üzerinden. Böyle bir konuşma tarzı, böyle bir anlatım tarzı vardır. Fakat kürsüden yapılan konuşmalar muhalefetin ya da iktidarın yaptığı konuşmaya göre farklı etkiler doğuruyor. Mesela “şöyle yan tarafa oturayım” dedim. Baktım oradan salonun gerçekliğine çok nüfuz etmek mümkün değil. “Ön tarafta ne oluyor” diye Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine ön tarafa oturdum, tam kürsünün karşısına. Bir muhalefet milletvekili konuşuyordu: “Alçaklar, soysuzlar, çaldınız, çırptınız!” Benim gözüme baka baka konuşuyor. Dedim ki “burası tekin değil, buradan şiddet çıkar, maraza çıkar. Ben buradan eleştirel bir mesafeye kaçayım”. En arkaya geçtim. Baktım ki orası gayet güzel. Önde konuşan kişi sana konuşuyormuş gibi olmuyor. Aradaki mesafe insanın kendini koruyabileceği bir mesafe. Kaldı ki kürsüde konuşan muhalif milletvekiline karşı çok duygulansan ve hislerini ifade için kavga etmeye kalkışsan, aradaki mesafeyi aşmak belli bir zahmet ve engel doğuracağı için böyle bir durum da söz konusu değil. En arkaya geçtim, orası yaylacıların kısmıymış. En arkada hem meclis çalışmalarını takip etme hem de bol bol kitap okuma imkanı buldum. Mesela okuduğum kitaplardan birisi Churchill’in hayat hikayesiydi. Büyük boy, 1200 sayfaydı, iyi bir kitaptı. Arada sırada vekiller gelirdi; “bunu mu okuyorsun?”, “sen bunu bitirecek misin?”, “bunu gerçekten burada mı okuyorsun?” gibi sorular sordular ama bitirdim. Çok güzel bir kitap, İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış. İnsan mecliste olunca, meclisin hep yanında yöresinde olmuş, başbakanlık yapmış, bakanlık yapmış önemli ve tarihi bir şahsiyetin hayatını başka türlü okuyor. Yani mekanında okuyormuş gibi oluyorum. Mekanında kimi kitapları okumak hoştur. Mesela Kırgızistan’da Issık Gölü’ne gittiğimde orada da Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sını, Beyaz Gemi’sini okumuştum. O da bir bakıma mekanı sayılır. Beyaz Gemi hemen Issık Gölü’nün kenarında geçer. Issık Gölü böylelikle hem edebi anlatım hem de tabiat anlatımı üzerine sık sık konuşur. Böylelikle mecliste en arka yerde kendime bir yer bulmuş oldum. İlk bir ay içerisinde mecliste ne olduğunu anlayamadım. Bakıyorum bakıyorum, bir türlü olaylara nüfuz edemiyorum. Çünkü meclis açılıyor, muhalefet grupları önerge veriyorlar. Onlar üzerine konuşuluyor. Sonra biz iktidar partisi olarak o önergeyi reddediyoruz. Sonra ikinci grubunki konuşuluyor, onu da reddediyoruz. Üçüncü konuşuluyor, onu da reddediyoruz. Sonra meclis kapanıyor. Bir ay böyle geçti. Bizim Avni Bey var Amasya milletvekili, onun ikinci dönemi, tecrübeli bir şahıs. “Avni Bey” dedim, “biz burada ne yapıyoruz?” Avni Bey gayet veciz bir şekilde durumu özetledi: “Ne konuşacağımız hakkında konuşuyoruz ama bir yere vardıramıyoruz” dedi. Ne konuşacağımız hakkında bir ay konuştuk ama konuşma işini beceremedik. Bunu görünce aklıma eski Yunan mitolojisindeki tanrıların cezalandırma usulü geldi: Tanrılar bir adamı en ağır şekilde cezalandırmaya karar vermişler. Onu deniz kıyısında kumların üzerinde önüne iki fıçı koyarak cezalandırmışlar. Fıçılardan birisi kum dolu diğeri boşmuş. Cezalandırılan kişi, ömrü boyunca kum dolu fıçıdaki kumu diğerine boşaltacak, sonra onu da diğerine boşaltacak, sonra diğerine boşaltacak ve bunu hep yapacak. İnsan bir iş yaptığında sonuçta bir anlam üretmek ister. Eğer anlam üretemiyorsanız buna yabancılaşma derler. Kendine, hayatına, her şeye yabancılaşırsın. Zaten cezanın da en büyük ceza oluşu bedensel güç harcanması dolaysıyla değil, yaptığın işin bir anlamının olmaması dolaysıyladır. Hiçbir şey yapmamakla ölesiye çalışmak arasında bir fark yok. Dedim ki “tanrılar buraya bir ceza vermişler galiba, kumun Sayı 35 /Güz 2012 154 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine üzerindeki insanlar gibiyiz”. Sonra bunu tane siyasi partinin sözcüleri, akademik başka vekil arkadaşlarımla da paylaştım. geleneğe uyarak söyleyeyim, neredeyse Hepsinin çok hoşuna gitti, “evet” dediler. kendilerini yerden yere atıyorlardı: “Van Van Van, öldürdünüz, yaktınız, kötü işler Neyse ki bir ay sonra durumu yaptınız” vs. diye. O günlerde bir de toparladık. Meclis çalışma saatlerini kapalı oturum oldu terörle ilgili. Kapalı uzattık. Muhalefetin önergelerini yine oturumda da ben konuşma yapmıştım. reddettik. Sonra iktidarın önergelerine Benim konuşmam iktidar konuşması gelince onları konuştuk. Böylelikle ne olduğu için, parti grubu adına, sonlardaydı. konuşacağımız belli oldu. Tanrıların Kapalı oturumlarda neler konuşulduğunu cezasından da kurtulmuş olduk. Tabi şunu anlatmak yasaktır on yıl, biliyorsunuz. Ben gördüm; meclis genel kurul salonu tam bir ne konuşulduğunu anlatmayacağım zaten. drama yeri ve insanların iki tür hayatı var. Ama ne konuşulmadığını anlatacağım: Bir meclis genel kurulunda, kameraların Sürekli kürsüye geldiklerinde çok dramatik kendi üzerlerinde olduğunda bir siyasal bir şekilde Van’dan bahseden ve kendilerini asabiye duygusuyla yapmış oldukları yere atanlar ve oradakilere rahmet dilemek tutumlar ve davranışlar, bir de arka tarafta için yarışanlar, bu konuya ilişkin tek kuliste, lokantalarda çeşitli mekanlardaki kelime etmediler. Çünkü kamera onları insani ilişkiler. Meclis kürsüsüne çıkıp çekmiyordu. Çok ilginç, ne söylenmediğini “alçaklar, satılmışlar, ülkeyi sattınız her şeyi konuşmuş oldum böylelikle. Bu zaten rezil ettiniz, millet inim inim inliyor, şöyle yasağa girmiyor. perişan ettiniz” filan diyen arkadaş biraz sonra gelip kolunuza giriyor, “ya” diyor, Meclis Komisyonları Ne İş Yapar? “çok feci ama siyaset, bunlar olacak, gel bir Değerli arkadaşlar, mecliste yemek yiyelim”. “Bir dakika ne diyorsun, çalışmaya başladıktan sonra birkaç tane biraz önce sen neler söylüyordun şimdi ne komisyona da girdik, bunlardan birisi yapıyorsun”. Buna “kamusal ikiyüzlülük” İnsan Hakları Komisyonu (İHK), bir diyorlar. O yüzden meclisteki o bağırmalar diğeri AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği çağırmalar var ya, hoplamalar zıplamalar, Teşkilatı) Komisyonu, bir diğeri Milli “çok alındım, çok sinirlendim, çok kızdım, Eğitim Komisyonu, Meclis Kültür ve Sanat bana ne söyledin sen” gibi. Bunların hepsi Komisyonu, bir de darbeleri araştırmak için en azından, dikkatli bir ifade kullanmam kurulan komisyonda görev aldık. Darbe gerekirse, şimdilik benim görebildiğim komisyonu görevini neticelendirdi, diğer ölçüde artistlik bir faaliyet. Tabi insanlar komisyonlarda çalışmalarımız sürüyor. zaman zaman kızıyorlar, sinirleniyorlar. Öyle de davranıyorlar ama daha çok siyasal İnsan Hakları Komisyonu (İHK) asabiye duygusunun ve “ne yapmalıyım” hakikaten önemli bir yer. Bizde bir sorusunun cevabı mahiyetinde teşekkül zamanlar insan hakları denilince, eden davranışlar bunlar. insanların doğru dürüst iş bulamadıkları ve hayatlarının tüp fiyatına olduğu bir Van’da deprem olmuştu. Van depremi ülkede insan haklarından bahsetmenin çok olduktan sonra özellikle muhalefet partileri fantastik olduğu varsayılırdı. Ama şimdi Van’daki depremzedelerle ilgilenilmediği, o kanaatten sarfınazar edilmiş görünüyor. onların çok perişan oldukları, yıkıldıkları İnsanlar bu meseleyi önemsiyorlar. mahvoldukları yolunda çok dramatik Yaygınlık kazanmış, hassasiyet gelişmiş. anlatımlar yapıyorlardı. Özellikle bir 155 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine Türkiye’nin yaşadığı hukuk olaylarının da bunda payı var muhakkak. 1992’de kurulmuş bu komisyon. 92’den bu yanaişte yirmi, yirmi bir yıl olacak- önemli işler gerçekleştirmiş. Bizim dönemimizde de ceza vermeye ilişkin bir alt komisyon var. Kadın-erkek fırsat eşitliği konusunda ayrı bir komisyon var. Aile içi şiddet konusunda ayrı bir komisyon var. Terörün doğurmuş olduğu sosyal maliyete yönelik biz bir alt komisyon oluşturduk. Birkaç cümle ondan da bahsedeceğim. Tabi siyasetteki konuşmalarla akademik dünyadaki konuşmalar arasındaki farka dair bir anekdot anlatmak istiyorum: İnsan Hakları Komisyonu’nda aile içi şiddet konusunda bir alt komisyon kurulmasını tartışıyoruz. Komisyonlarda iktidar ve muhalefet temsil edilir. İnsan Hakları Komisyonu’nun 26 üyesi var. 16 üyesi iktidardan, 10 üyesi de muhalefet partilerinin temsilcilerinden müteşekkil. BDP’den bir kişi, MHP’den üç kişi galiba, altı tanesi CHP’den, 16 tanesi de AKP’den. Bunlar oranlara göre tayin ediliyor. Aile içi şiddet konusunda “İHK olarak ne yapmalıyız” diye tartışıyoruz, konuşuyoruz. Gazeteciler falan da izliyor tartışmaları. Ben dedim ki “eğer biz bu alt komisyonun adını aile içi şiddeti inceleyen bir komisyon olarak koyarsak, bu beraberinde bazı problemler getirir. “Ne gibi” dediler. “Birincisi, boşanmış ama birlikte yaşayan, hala aile olarak tanımlanabilecek insanlar olabilir. Bunlar eğer böyle bir çatı altında şiddet yaşarlarsa gelip bize şikayet etmeyecekler mi” dedim. “Aile içi şiddet dersek, bunlar hukuken aile değil. İkincisi, serbest birliktelik şeklinde örnekler var mı var, bu insanlar eğer şiddet görürlerse İHK’ya gelip müracaat edemeyecekler mi? Bizim adımız İHK. Ailenin ne olduğuna ilişkin bir tanım geliştirip ‘kardeşim sadece bunlar müracaat edebilir, diğerleri ne yaparsa yapsın’ mı diyeceğiz yoksa bu insanları da İnsan Hakları Komisyonu olarak takip edecek miyiz? Dedim. “Hatta, herhalde örnekleri vardır, siz de bilirsiniz, eşcinsel birliktelikleri olanları düşünmek lazım gelir diye düşünüyorum” dedim. “Böyle bir durumda bu insanlardan bize, beraber yaşadığı kişiden şiddet gördüğüne dair müracaat olursa ne yapacaksınız” dedim, “bunu nereye koyacaksınız? Bunlar normal olarak düşünülmesi gereken hususlar”. Akademik bir zihin çeşitli sorgulamalarla çalışıyor tabi. Ben böyle söyledim, ertesi gün gazetelerde şöyle çıktı: “Bostancı’dan eşcinsellere destek!”, “AKP’de çatlak!”. Siyasette akademik bir hassasiyetle yapmış olduğunuz değerlendirmelerin nasıl siyasal bir bağlamda kılık değiştirerek karşınıza çıktığını görüyorsunuz. Tabi bu arada çeşitli sitelerde övgüler almaya başladım, tehlikeli övgüler; “vay AKP’de de böyle medeni insanlar olur muymuş” gibi. İHK’da teröre ilişkin bir alt komisyon oluşturduk. Bu komisyonu oluştururken kastımız şuydu: 30 yıllık süre içerisinde hayatını kaybetmiş çok sayıda insan var ve bunlar politik olarak farklı yerlerde duruyorlar. Ama sonuçta bu ülkenin insanları. Hayatını kaybetmiş her insan demek, aynı zamanda onun acısını taşıyan ve hayatta olan başka insanlar demektir. Bu ülkenin toprakları içinde, burada yaşayan, burada soluk alıp veren, siyasal sürecin bir parçası olan, toplumsal hayatın bir parçası olan ama yakınını kaybetmiş yaralı insanlar var ve bunlara ilişkin aslında kamuoyunun çok fazla bir bilgisi yok. Yakınlarını kaybedenler, şehit aileleri, sivil vatandaşlarımız özellikle, gazetelerde ve televizyonlarda manşet oluyorlar o dramatik sahneler çok seyirlik olduğu için. Burası iletişim fakültesi ve kameranın arkasındaki o aklın neye odaklandığını bilirsiniz. Son Sayı 35 /Güz 2012 156 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine derece dramatik özelliklerinin kendisine kazandırdığı bir hale üzerinden seyirlik duruma gelen bu görüntüler, televizyonlarda en pornografik şekilde verilir. Pornografi biliyorsunuz ölçüsünü değiştirmektir, şeklin ölçüsünü değiştirmektir. Böyle, gözyaşlarına yapılan zoom, “kendisini tabutun üzerine attı”, şöyle dedi böyle dedi türü ifadeler. En çarpıcı olanı yakalarsanız bu sizin gazetecilik yapmış olduğunuz anlamına geliyor. Benzeri bir örneği bu büyük depremden hatırlarsınız: Gazeteciler kameralarla ve mikrofonlarla enkazların arasında dolaşıyorlardı ki “dramatik bir görüntü yakalayabilir miyiz” diye. Mesela enkazın altında kalmış, canhıraş bir şekilde bağıran, gözleri yuvalarından fırlamış bir insan resmi çizseler, bir görüntüsünü aktarsalar, canlı bir şekilde birisinin kurtuluşunu verseler haber yapmış olacaklar. Verdiler de zaten. İlk gün böyle görüntüler veriliyor, sonra kamuoyu için başka görüntüler geliyor. Ama o insanlar için hayat devam ediyor. O insanlar, yakınlarını kaybetmiş olanlar, daha sonraki günlerde de o acıyla düşünüyorlar. Hissettikleri yaşadıkları her neyse onunla birlikte günleri deviriyorlar, geceleri deviriyorlar. Bu insanlar ne yaşar, ne düşünür, acılarını nasıl göğüslerine bastırırlar? Aynı zamanda geçen zaman içinde bu acılarla baş edebiliyorlar mı? Ne de olsa terörün önemli motivasyon kaynaklarından birisi çekilen acılardır. Yani o acılar aynı zamanda şiddet sarmalının devamı için bir gerekçe, bir meşruluk oluşturur. Acaba hakikaten acı çeken insanlar şiddet sarmalını destekleyecek tarzda bir öfke, bir kızgınlık, bir intikam, “kanımıza karşı kan görmek istiyoruz” diyen bir tutum çerçevesinden mi bakıyorlar hayata, geçmişi öyle mi değerlendiriyorlar? Aynı zamanda çocuğu dağa çıkmış, 157 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi orada hayatını kaybetmiş aileler var. Taş atan çocuklar diye adlandırılanlar, hapse atılanlar, onların aileleri var. Acaba bu terör meselesi iki farklı gerçeklik mi oluşturmuş? Bir tarafta PKK ile çok yakın ilişkisi içerisinde çocuğuna “hadi oğlum git dağa, orada biraz kurşun sık gel” diyen aileler mi var? Diğer tarafta da şehitlerimizin, sivil vatandaşlarımızın olduğu bir başka bağlam ve ortada keskin bir hat. Böyle bir ayrım mı söz konusu yoksa bir belirsizlik mi orada var? Ayrıca Türkiye’deki genel kamuoyu, dağa çıkmış, dağda hayatını kaybetmiş insanların ailelerine ilişkin çok fazla bilgi sahibi de değil. Televizyonlar çok vermez onları, gazetelerde çıkmazlar ama bir geçeklik var. Bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Burada yaşıyorlar ve her ne yaşıyorlarsa onunla birlikte toplumsal-politik sistemin bir parçası oluyorlar. Bu da bizim gerçekliğimiz. Biz aynı zamanda “bu alanı da görelim, bu alandaki insanları da tanıyalım. Bu alandaki insanlar ne düşünüyorlar bakalım” dedik. Köyleri boşaltılmış, göç ettirilmişler. Batıya göç etmişler. Nasıl bakıyorlar Türkiye’ye, devlete? Bu meseleleri nasıl değerlendiriyorlar? Çünkü eğer teröre ilişkin gerçekçi, nüfuz edici, farklı çevreleri kucaklayıcı bir çözüm geliştirilecekse, o zaman terörün saflaştırdığı bu farklı kanalları hesaba katan bir dil ve tutum üzerinden gerçekleştirilecek. Biz de bunu anlayalım diye böyle bir komisyon oluşturduk. 200 kadar görüşme yaptık. Bunlardan bir kısmını Ankara’da yaptık, geldiler. Bir kısmını da Tunceli, Siirt, Batman, Diyarbakır, İzmir, Manisa, Aydın ve Denizli gibi illerde, yani iki farklı bölgede yaptık. Komisyon başlangıçta farklı partilerden müteşekkil bir komisyondu: 4 tane AKP’den, 2 tane CHP’den, 1 MHP’den, 1 de BDP’den üyesi vardı. Görüşmeler sürdükçe partiler arasındaki fark da kaybolmaya başladı. Oradaki insanlarla karşılaştıkça, onlar bize Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine hayatlarını, neler yaşadıklarını anlatmaya başladıkça, o siyasal pozisyonlara ilişkin belirgin farklılıklar, bu meseleyi belli bir biçimde telaffuz etme şekli de biraz değişmeye başladı. Çünkü çok farklı politik pozisyonlarda olan insanların size neler yaşadıklarını, başlarına neler geldiğini, neler olup bittiğini anlattıklarında görüyorsunuz ki bir karşıtlık, keskin bir hatla birbirinden ayrılmış iki farklı dünya, bu insanların bu şekilde konumlandığı bir gerçeklik söz konusu değil, belirsizlik var. Bir adam anlatıyor: “Diyarbakır’da, biz” diyor “filan köyde kalırdık. Geceleri PKK’lılar gelip ‘bize ekmek vereceksiniz, biz buradan geçtikçe bizi destekleyeceksiniz’ diye talepte bulunuyorlar. Silahımız yok, bir şeyimiz yok. Biz de ekmek veriyoruz. Gündüz olunca asker geliyor, diyor ki ‘PKK’lılara ekmek vermeyeceksiniz, köyü boşaltacaksınız’. “Köyü boşaltalım ama nereye gidelim? Bize bir yer gösterin, çalışacak bir yer gösterin, gidelim. Köyü de göstermiyorlar” diyor. “Sonra köyü boşalttık” diyor. “Boşalttırdılar köyü. Askerler geldi. Köyü boşalttık hepimiz gittik. Şehre geldik. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kardeşim ‘bari ben gideyim Antalya’da çalışayım, biraz para kazanırım’ dedi. Antalya’ya gitti. İki ay sonra beni aradı; ‘iş bulamadım ben. Geri döneceğim ama geri dönecek param bile yok. Otobüs parası yok. Bana bir bilet gönder, ben geleyim’ dedi. Ben de ona bir bilet gönderdim. Bilet aldım otobüse biner diye, ama gelmedi” diyor. “Sonra öğrendim, dağa çıkmış” diyor. Şimdi bu çocuk dağa, PKK’nın direktörlüğü çerçevesinde mi çıktı? Aslında PKK ile mücadelede lojistik destek sağlamasın diye boşaltılan bir köy, sonuçta o sosyal mağduriyeti üzerinden PKK’ya rant kazandırıyor. Aslında şiddet marifetiyle sonuç almak isteyen ve insanlarda bir ulusal bilinç uyandırmak isteyen örgütler şu hesabı yapıyorlar; ölürken de öldürürken de kazanalım, iki yönde de kazanalım. Öldürürken nasıl kazanalım? Çünkü eğer yeni bir ulus kuracaksanız, bir ülkenin içindeki egemen ulus anlayışının dışında kendinizi onlardan ayırarak yeni bir ulus şeklinde inşa edeceksiniz. Bu ayırma işini hançerle yapmalısınız. Güzel konuşmalarla olmaz. Çünkü iki kaynaşmış varlığı birbirinden ayıracaksanız bunu bıçakla yaparsınız, kan akar. Kan nasıl akar? Ayrılalım ayrılalım demekle ayrılamazsanız, zaten bu coğrafyanın sosyal realitesi de öyle konuşarak falan ayrılmaya çok müsait değildir. Avrupa’daki gibi gettoların içinde olsa, başka. Çekoslovakya ayrıldı, Norveç ve İsveç ayrıldı ama kimin Türk kimin Kürt olduğu belli değilse bunu ayırmak zor. O zaman önce karşı taraf diye tanımladığın insanları öldürmeye başlarsın. Askerini, polisini, sivil vatandaşını, doğum yerine bakar öldürürsün. Böylelikle bir toplumsal tepki ve nefret dalgası doğurmak istersin. İnsanlar şöyle düşünsünler diye beklersin: “Et ve tırnak gibi miyiz? Hayır değiliz. Biz farklıyız, çünkü onlar bizi öldürüyorlar”. Her cenaze töreni işte o hançerin işleyişine ilişkin bir hesaptır. Terör örgütleri her zaman zayıf olan örgütlerdir. Zaten teröre müracaat etmelerinin nedeni zayıflıklarıdır. Zayıf olan örgütler tıpkı uzakdoğu sporlarında olduğu gibi rakiplerinin gücünü kullanmak isterler. Rakiplerinin duyarlılıklarını, onların davranışlarını, kitlesel olarak eylemlerini, onların bir nevi içgüdüsel olarak yapacakları refleksleri kullanmak isterler. Onların bir çekiç gibi, ulus inşa etmek isteyen insanların kafalarına inmelerini beklerler. Yani bir nevi, aşkın bir biçimde Türk milliyetçiliği iddiası üzerinden, öfke ve nefret içerisinde eyleme Sayı 35 /Güz 2012 158 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine geçilmesini beklerler ve onlarla simbiyotik bir ittifak içinde davranırlar: “Vurun, daha iyi vurun! Vurun ki bunlar adam olsun, vurun ki bunlar sizin yumruklarınız altında Kürtlüklerini öğrensinler”. Aynı zamanda dağa çıkarttıkları insanların ölümleri üzerinden en etkileyici siyasal propagandayı yaparlar. Çünkü dönüp o insanlara ne kadar konuşsanız “biz ayrı bir ulusuz, bağımsız devlet kuracağız” falan diye, dinler geçer adam. Ama ne zaman o ailenin salonuna beyaz kefeni içerisinde kendi çocuklarını gönderirsin, o zaman işte o aile kendisine şunu sorar: “Benim çocuğumu kim vurdu? Niye vuruldu, nasıl oldu?” Bunlar, eğer çocuğunuz vurulmuşsa sonraki sorulardır: “Kim vurdu benim çocuğumu? Diğerleri vurdu. Ben de öyleyse devletin düşmanıyım”. Bekledikleri budur. O yüzden ölürken de öldürürken de kazanmak isterler. Öldürürken karşı tarafa da intibak etmek isterler. Ölürken kendi doğal çevreleri olarak gördükleri insanlara da intibak etmek isterler. Her ulusçuluk bir inşadır, bunu hiç unutmayın. Yani PKK’nın şiddet marifetiyle kurmaya çalıştığı ulus, aslında Kürtlükle çok ilgisi olan bir ulus değildir. Modern icat, yeni bir Kürtlüktür. Buna göre, zaten Kürt iseniz ama PKK’lı değilseniz Kürt değilsinizdir. Kürt olmak için aynı zamanda PKK’lı olmanız gerekmektedir. Değerli arkadaşlar; çocuğu dağa çıkmış, kendisi PKK’ya yakın duruyor, öyle birisi de geldi. Çocuğunun birisi dağda ölmüş, bir başka çocuğu dağda devam ediyor. Bir başka çocuğu hapiste, kendisi de tam PKK’lı. Meclis’e geldi. O zaman gazeteler falan çok göstermişti bu olayı. “Selamünaleyküm” diye geldi. “Aleykümselam” dedik, “otur bakalım”. “Biz” dedi, “Seyit soyundan geliyoruz”. Bir dua okudu, sonra dinledik. O adamın da istediği sonuçta bu işlerin olmaması. 159 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi “Nasıl olacaksa olsun, burada görev devlete düşüyor, devlet yapsın” dedi. Bu kadar işin göbeğinde olan bir insanın da sonuçta rol biçtiği çevre devletin kendisi oluyor. Peki devlet aklı nasıl çalışmalı? Devlet aklı bütün bu acıları, herkesi, bütün yaşananları kendi gerçekliğinde görerek çalışmalı. Emin olun şurada birçok hususu anlatmıyorum. Raporda yer alacak bunlar. Rapora da yazdık ama şunu söyleyeyim, bu acılardan geçen insanların öfkesi, nefreti, kızgınlığı, bir kabilevi anlayış içerisinde öç alma duygusu yok. Dolayısıyla bunu, Türkiye’nin aslında bu acılarının son bulması bakımından önemli bir avantaj olarak görüyoruz. Herhalde bu yöndeki çalışmalara İHK’nın yaptığı bir katkı şeklinde görmek mümkün olacak bunu. Tabi, bu yöndeki çalışmalarımız devam edecek. Çalışma yürüttüğümüz bir diğer komisyon olarak, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’ndan bahsettim. Orada da çok çeşitli uluslar arası toplantılara katılıyoruz. 56 ülke var. Şunu memnuniyetle söyleyeyim; bu 56 ülke, Almanya, ABD vs, Avrupalı ülkeler, Türkiye’ye son derece saygılılar. Bir zamanlar Türkiye’ye hasta adam muamelesi yapılıyordu hakikaten. Pasaport falan çok adam yerine konmazdı. Onun çok değiştiğini görüyorum çok çeşitli davranışlardan, tutumlardan. Bir tane Hollandalı milletvekili vardır, zaman zaman bizim gazetelerde bahsederler. Adam İslam ve Türk düşmanı birisidir, ırkçı bir partinin milletvekili. Hollanda komisyonunun başındaki kişi de Coşkun isminde bir Türk. O da Türk kökenli Hollanda milletvekili. Komisyon renkli bir komisyon. Bizim komisyon gibi. Bizde de muhalefet var iktidar var, orada da öyle. Homojen bir komisyon değil ama bu ırkçı milletvekili muhakkak her toplantıda Türkler ve İslamiyet Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine aleyhine hiçbir analize dayanmayan, argo küfür olarak anlaşılabilecek bir dilde konuşmalar yapıyor. Bir toplantıda böyle bir konuşma yaptı: “Emperyalist Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırıyorlar, neo-Osmanlılar bunlar. Kadına değer vermeyen İslamcı anlayış güç kazanıyor, teröristler!” dedi. Malum bildiğimiz replik. Salonda bir kişi bile alkışlamadı. Böyle konuşmaya başladığında İtalyan ve İngiliz komisyon başkanı bizim yanımıza geldiler: “Allah aşkına bu deliyi dikkate almayın, havayı bozmayalım. Bu böyle saçmalayacak. Görüyorsunuz kimse de itibar etmiyor” dediler. Görüldüğü gibi, böyle bir dilin karşılığı yok. Bu durum, hem dilin karşılığının olmayışından hem de Türkiye’nin itibarından. Geçmişte olsa böyle bir konuşma en azından biraz alkış alırdı, destek alırdı. Bu konuşmayı yapan Hollandalı parlamenter, konuşmasının ardından hemen twitter’ına bakıyor, facebook’una bakıyor. Yaptığı konuşmayı naklen yayınlamaya çalışıyor. Sosyal medyadan da tepkileri almaya uğraşıyor. Aslında onu motive eden biraz da sosyal medya ile kurmuş olduğu bu sıkı ve sıcak bağlar. Aynı zamanda siyaset-sosyal medya ilişkisi, çalışacaklar için ilginç bir alan oluşturabilir: Vekillerimiz de, biliyorsunuz, bol bol twit atıyorlar. Benim de bir twitter hesabım var. Bir de vekil olarak çalışma sürecinden bahsedeyim. Bir milletvekilinin hayatı, haftada üç gün 15.00-19.00 arasında mesai diye düşünüyordum ama öyle olmadığını gördüm. Gece sabahlara kadar süren oturumlar, milletin yarı uykulu yarı uyanık bir vaziyette oy kullanmaları vs. günlerce süren tartışmalar. Temel mantık şu arkadaşlar; iktidar iş yapmaya çalışır, muhalefet de engellemeye çalışır. Mümkünse meclis hiç çalışmasın, kapansın. Sürekli yoklama isterler meclis kapansın diye. Mümkünse iktidarın önergeleri gelmesin. Mümkünse memleket çok dramatik bir şekilde olsun, çünkü her krizden bir iktidar çıkar. Taş mı atmışlar, “mümkünse bir taş da ben atsam mı”, “acaba iktidar için olumsuz bir şey olur mu” mantığı söz konusu. Atar mı atmaz mı o ayrı, muhalefetin aklı böyle çalışır. İktidarın aklı da, şu işi de yapalım bu işi de yapalım şeklindedir. Ne de olsa iktidar, işleri ondan soruyorlar. Şunu düzeltelim bunu düzeltelim diye çalışır. Ama her yerde iktidar ve muhalefetin temel yaklaşımı budur. Muhalefet sürekli kötüler, iktidar da sürekli her şeyin iyi olduğunu anlatır. Tabi Türkiye’de her şey cennet değil elbette, ama makul ölçülerde iyi. İktidarın temsilcisi olarak söylüyorum bunu. Hem sonra bütün problemlerin bittiği bir hayat olmaz. Eğer insanların, ülkelerin bütün problemleri biterse bu psikiyatrik sonuçlar doğurur, biliyorsunuz. Problemsiz bir insan demek hasta bir insan demektir, ne yapacağını bilemez. Bazı insanlar emekli olunca çabucak ölürler. Çünkü artık hayatlarında çözecekleri problem kalmamıştır. Karl Popper’ın dediği gibi - bir kitabının adı öyle- “Hayat Problem Çözmektir”. Bu yüzden iktidarımız hayat problem çözmektir esprisini unutmaksızın problemleri çözmeye çalışıyor. Ama muhalefete göre hiçbir problemi çözmüyoruz. Aksine problem üretiyoruz. “Memleket fena. Geçmişten daha kötü, herkes kan ağlıyor”, böyle bir anlatım tarzı var. Ama sonuçta herkes nasıl görüyorsa öyle anlatıyor. Halk da kendisine anlatılan hikayelere bakıyor. Hangisini daha gerçekçi bulursa bir bakıma ona göre pozisyon alıyor. Belki, siyasi dillerin ne ölçüde gerçekliğe tekabül ettiği üzerine bir okuma yapılacaksa, bunu seçimler üzerinden değerlendirmek gerekir. Sayı 35 /Güz 2012 160 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine Evet, çok ana hatlarıyla bu şekilde toparlamış olayım. Aslında buraya gelirken kafamda bambaşka bir konuşma yapmak vardı. Türkiye’nin yakın dönemde yaşadığı, yakın dönemde dediğim son 30 yılda yaşadığı sosyal ve politik dönüşüme ilişkin bir anlatım gerçekleştirecektim. Ama aklınıza bir kasaba üzerinden bunu yapacağım gelmesin. Fakat konuşmacılar için, salona girdikten sonra oradaki ilham verici atmosfer onların diskurlarını tayin eder. Ben de bir hayli konuşmalar yapmış birisi olarak hep kafamda başka fikirlerle salona gelirim, salonda başka fikirler konuşurum. Giderken de aklımda hep böyle karmakarışık fikirler olur. Şu anki resmim de böyledir efendim. Saygılarımla, sağ olun. Soru: Hocam öncelikle hoş geldiniz. Yanlış anlamadıysam 3-4 komisyonda çalışıyorsunuz. Bu komisyonlarla ilgili -tabi sizi tenzih ederek söylüyorum amabazı konularda pek netice alınmadığını görüyoruz. Mesela benim aklımda kalan şöyle bir söz var, sanırım rahmetli Ecevit söylemişti: “Eğer bir sorunun çözümsüzlüğe ulaşmasını istiyorsanız ya da üstünün kapatılmasını istiyorsanız derhal hakkında mecliste bir komisyon kurdurun.” Mesela Susurluk Komisyonu, -meşhur olduğu için aklımda bunlar kalmış- faili meçhul komisyonlar, işte birkaç komisyon, en son kurulan anayasa komisyonu vb. Merak ediyorum, nasıl iktidar muhalefet bir araya gelip de komisyondan bir anayasa çıkaracak? Ben başbakanın daha önceki birkaç konuşmasını dinlediğimde buradan bir şey çıkmayacağını anladım. Bir de bu komisyonların en son yaptırımı ne oluyor, nasıl bir çözüm oluşuyor bunu merak ediyorum. Bir de son olarak bir şey daha soracağım; ODTÜ olaylarıyla ilgili. Üniversitelerdeki olaylarla ilgili sizin fikirlerinizi merak ediyorum. 161 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Üniversitelerin bir ideolojik yapısı olmalı mı, üniversitedeki öğrenciler siyaset yapmalı mı ya da nasıl yapmalı? Bununla ilgili görüşlerinizi merak ediyorum. Naci Bostancı: İkinci soru tabi ayrı bir konuşmayı gerektiriyor. Ne de olsa yanlış anlaşılmak istemem beş dakika konuşarak. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum ben. Orada da ilk derslerden birisinde buna benzer bir şey sormuşlardı; “bir atı kesin de bir komisyona verin, ondan size deve çıkarsınlar” diye. Ama komisyonları iki türlü düşünmek mümkün: Birincisi, işlerin havale edildiği ve gelmesinin beklenmediği komisyonlar, bir de iş yapan komisyonlar. Meclisteki daimi komisyonlardır bu söylediklerim. Onlar önemli işler gerçekleştirirler. Tasarılar gelir, kanunlar gelir, onları görüşürler, kavga dövüşlerini yaparlar ama sonuçta çıkartırlar. Mesela bütçe planlama komisyonu olmadan bütçe çıkmaz. Her şey orada söylenir. Bir de genel kurulda söylenir tabi. Milli Eğitim Komisyonu’nda eğitime ilişkin problemler konuşulur. Susurluk komisyonu çok önemli bir iş yaptı o döneme ilişkin. Aslında o raporlara bakılırsa görülür. Burada, netice derken ne bekliyoruz? İskender’in kılıcı tarzında bir netice bekliyorsak demokrasilerde çok İskender’in kılıcı işlemez. Ama dönüşümün, değişimin bir parçası olarak o komisyon çalışmalarında yerlerini alırlar. Anayasa komisyonu da böyledir. Tabi anayasa yapmak, komisyon marifetinden önce bir politik uzlaşma meselesidir. Eğer öyle bir uzlaşma var ise komisyonlar daha fonksiyonel bir şekilde çalışabilirler. Benim düşündüğüm ve beklediğimden daha iyi bir performans gösterdiğini söyleyebilirim anayasa komisyonunun. Bu bahsettiğim sürekli komisyonlar çok önemli işler yapıyorlar. Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine Darbe komisyonunda bulunduk. O da süreli bir komisyondu. İyi bir çalışma yaptı, iki cilt kitap çıkarttı. Türkiye’nin 60 yıllık dönemine ilişkin çok verimli bir çalışma olduğu kanaatindeyim ama geçmiş dönemde iktidar ilişkileri çok alacakaranlık bir anlamda yaşandığı için hepsine öyle bir hamlede nüfuz ederek ne olup bittiğini anlamak mümkün değil. Komisyonun kralı olsanız yine ulaşamayacağınız bilgiler ve belgeler olur. Komisyonlar her şeyi halledemezler zaten. Aynı zamanda da akademisyenler, gazeteciler herkes çalışacak. Bu çerçevede, bu işin beli bağlanacak. Şu ODTÜ’deki meseleye gelince; öğrenciler tabi ki siyasetle uğraşırlar. Her alanda siyaset varken “hey öğrenciler siz siyasetle uğraşmayın” demek bir çelişki oluşturur. Ama siyasetle uğraşmak, kanı kaynamak, kitlelerin gücünden kendilerinde bir İskender kılıcı rahmi üretmek, “haydi gençler bir araya geldik, bir araya gelmişken şu memleketin bütün problemlerini yürüyerek ve eylemli bir şekilde çözelim” duygusu uyandırmak veya böyle bir duyguyla davranmak noktasında biraz problemler başlıyor. Kitle eylemlerini de anlarım. Yani yürürsün, başbakanı protesto edersin, sesini çıkartırsın ama yakıp yıkma, başkalarına zarar verme işini anlamam. Kitleler, fitili kısa, fünyeleri ateşlenmeye hazır ve arkasında da hayli dinamit yükü bulunan yapılardır. Hele heyecan verici bir siyasi hikaye üzerine kitle oluşturduysan. Bu durumda kitleler, bir sel gibi bendini yıkıp her türlü kötülüğün üstesinden gelmek, her işi halletmek, mümkün olan her türlü gücü kendine katmak ve kendisini tarihin bir faili olarak görmek eğilimi içerisine girer. ODTÜ’de biraz böyle bir hava oluşmuş. her türlü fikirlerini söyleyebilirler ama öğrenci kardeşlerim her şeyden önce, kesinlikle, her ne olacaklarsa onu iyi öğrenmeye çaba göstermeliler diye düşünüyorum. Sosyalist mi olacaksın, ol kardeşim. Ama lütfen sosyalizmin ne olduğunu, hangi tarihsel aşamalardan geçtiğini bil. Kautsky neydi, Bernstein neydi, Marks’la niye anlaşamadılar, birinci komün, bunlara ilişkin okumaların olsun. Biraz Marks’ı anla, yani bu işlerin babasını. Yetmez, aynı zamanda sosyal bilimlere, onların çeşitli disiplinlerinin insana ve onun yeryüzündeki hikayesine ilişkin okumaların olsun. İslamcı mı olacaksın, milliyetçi mi olacaksın, ol. Ama bu alana ilişkin müthiş bir müktesebat var, bir repertuar var. Bunları oku, öyle ol. Ne olacaksan onun iyisini ol. “İnsanlar kendi aralarından birini seçip ona yönetme hakkını vermekten nefret ederler” Her ne kadar vekil olduğunuzda girdiğiniz çeşitli mekanlarda izzeti ikram ile karşılandığınızı sanıyorsanız da iktidar ilişkilerinin o tuhaf dünyasında asıl efendilerimizin onlar olduğunu, kendilerini öyle gördüklerini ve size de öyle baktıklarını fark ediyorsunuz. Mesela, adam çıkıyor geliyor, “Sayın vekilim!” diye. “Eyvah!” diyorum. İfade biçimi her ne kadar sempatik, sevgi dolu, kucaklayıcı olsa da daha girişten size bir iş yaptırmak istediğini, sizi yönlendirmek istediğini, aslında o sizi yüceltirken, “Siz başımızın tacı” vs. derken biraz sonra, küçük bir işi halletmeniz için bir girizgah oluşturduğunu anlıyorsunuz. Sizi manipüle ediyor. Beni arıyorlar, “kimsiniz?” diyorum. “Beni tanımadın mı” diyor. “Sesinizi bir yerden çıkartıyorum” -çıkartmam lazımdiyorum. “Hani” diyor “köye gelmiştin, Dediğim gibi; öğrenciler eylem falan köye, ben de orada çeşmenin yanında yapabilirler, elbette siyasetle uğraşabilirler, Sayı 35 /Güz 2012 162 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine duruyordum”. Çeşme? Köy? “Ha” diyorum “sen o musun?”. “Ben oyum” diyor, “nasılsın vekilim?” Bu ifade, yakınlık ifade ediyor aynı zamanda. Böylece çok yakın olduğumuzu anlatıyor. “Sağ ol” diyorum, “sen nasılsın?” “Teşekkürler, ben iyiyim ama daha iyi olacağım” diyor. “Anladım, daha iyi olacaksın ama nasıl? Anlat” diyorum. “Bizim oğlan okulu bitirdi”, “ne güzel, üniversiteyi bitirdiğine göre hayırlı bir evlat” diyorum. “Bak sonra bana geç müracaat etti falan demeyin. Ellerinizden öper, bekliyor” diyor. “Neyi bekliyor” diyorum, “işe koyacaksın” diyor. “Çok akıllı çocuk, çok iyi bir okul bitirdi”. “Nereyi bitirdi?” diyorum. Bir okul ismi söylüyor, çıkaramıyorum. “Çok akıllı olduğuna göre KPSS’den iyi bir puan almıştır” diyorum, “yok” diyor, “talihsizlik oldu 70’in altında” diyor. “Ne yapacağız” diyorum, “ee artık sen bir şey yapacaksın” diyor. Eğer sen bir şey yapabilirsen, ki yapma imkanın yok, seni sevmeye devam edecek. Yapmazsan kötü. Arıyor mesela biri, “bizim kızın tayini nedir, nerden gelecek, nasıl olacak” diye başlıyor. Ondan sonra “ben” diyor, “partinin bayrağını şöyle salladım böyle salladım, şöyle koşturdum böyle koşturdum”. Diyorum ki, “partiye gönül vermişsin ne güzel, ama eğer bayrak salladım diye kızın tayinine ilişkin bir şey benden istiyorsan yapmam” diyorum. “Yok” diyor, “tabi ki, öyle bir şey olur mu? Biz, gönül verdiğimiz için bayrağı salladık, ama bizim kızın tayini?” “Bir dakika” diyorum, “biz bir dahaki sefere konuşalım bunu” diyorum. “Şimdi sen benim asabımı bozdun, böyle bir şey olabilir mi, al gülüm ver gülüm ilişkisi yok” diyorum. O zaman sallama bir daha bayrağı. Şimdi bu bir dil tabi, yani “partinin bayrağını salladım, hadi benim işimi yap”. Zannetmeyin ki sadece iktidar partisinde, her yerde böyle. 163 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi “İşe girmek istiyorum” diyor, “güzel, nedir niteliklerin?” diyorum. “İşte kaç zamandır giremiyorum işe. İki tane çocuk var, onlara bakıyorum. Hastayım, böbreklerim çalışmıyor”. “Bir dakika” diyorum, “bu senin hikayen, niteliklerin ne? KPSS var mı” diyorum. “KPSS’ye girmedim ama çok fenayım. Kirayı ödeyemedim”. Kendi hikayesini anlatıyor. Ne kadar acındırırsa, ne kadar dramatik bir şekilde anlatırsa o ölçüde netice alıyor. Açıyor telefonu, “vekilim!”, “buyur” diyorum. “Biraz borcum var, ödeyemiyorum” diyor. “Ne yapacağız?” diyorum. “Bana biraz para göndersene” diyor, “ne kadar göndereyim?” diyorum. “Şöyle 5 bin falan göndersen yeter” diyor, “borcumu kapatırım”. “Sonra” diyorum, “sonra ne?” diyor, “niye göndermiyorsun?” diyor. Van’da deprem oldu. Ertesi gün kuliste bir gazeteci “ee sayın vekilim” diye geldi. “Buyur” diyorum. “Herhalde bir maaşı Van’a bağışlarsın artık” diye soruyor. Ben de dedim ki “herhalde Van’daki deprem yetmedi, bizim hanede de bir deprem yapacaksın”. Yani, “vekilse, para alıyorsa, hak etmiyordur” gibi bir düşünce var. Oraya buraya bağış yapacak, ya Van’a gönderecek ya bağış yapacak. “Sen” diyorum, “doktorları aradın mı?” “Hangi doktoru?” diyor. “Doktorlar kazançlarından depreme verecekler mi” diyorum, “öyle bir şey olur mu?” diyor. “E, beni neden aradın?” diyorum, “Çünkü sen siyasetin içindesin” diyor. Bir de böyle bir şey var. Bizim bu memur emeklisi maaşlarına ilişkin bir düzenleme tartışması olmuştu. Başbakanlık müsteşarına endeksliymiş, onun %42’si ediyormuş. Çok da aklım hesaba ermiyor, sonra cumhurbaşkanına endekslediler maaşları. Miktar aynı olmakla birlikte %45’i yaptılar. Yani neticede çok değişmedi maaş. Ama o dönemde çok çeşitli Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine haberler oluştu, televizyonlarda konuşuldu vs. Halk katında nasıl anlaşıldı? Amasya’ya gittiğimde, partimizin binasında halkımızla birlikte oturuyoruz. İşte anlatıyoruz “bütçe oldu, şu oldu, bu gelişti” falan. Yüzlerde muzip bir ifade, “asıl sadede gel” havasında. “Haa” dedim, “siz maaşlara gelmek istiyorsunuz”. “He” dedi birisi, “ne yaptınız?”. “Ne yapmışız?” dedim. “Maaşlarınıza %200 zam yapmışsınız” dedi. “Yani, vekil maaşları %200 zamlı mı olmuş” diye sordum. “Evet” dedi, “biz öyle biliyoruz”. “Başka?” dedim, “oran bilen var mı?”. Birisi kaldırdı “%200 olmamış canım, %100 yapmışlar” dedi. Birisi “yok, %60 yapmışlar” dedi. Bir başkası “%60 değil de %45 arttırmışlar”, bir başkası “emeklilere %2 size % 45 arttırdınız, öyle mi? Haram olsun!” dedi. “Yahu” dedim, “bir dakika”. Zaten milletvekili olunca otomatik olarak “maaşına zam yapar” anlayışı var ya, meselenin ne olduğunu teknik olarak anlattım. Yani “müsteşara endeksliydi. Sonra cumhurbaşkanına endekslendi. Müsteşara endeksli hali %42’ye tekabül ediyordu. Bunu %45’e çıkardılar ama %45 zam değil, %3’lük bir oynama oldu emekli maaşlarında. Ama sonuçta cumhurbaşkanı maaşı yılda bir defa arttırılır, memurlar iki defa arttırılır. Aynı hesaba geliyor sonuç olarak” dedim, inanmadılar. Ve üstelik “bu sadece emekli maaşlarına ilişkin, milletvekili maaşları değişmedi” dedim, inanmadılar. “Milletvekili maaşlarına %200 zam yapmışlar” algısı kaldı, niçin? Çünkü bu, insanların çok inanmak istediği bir dedikodu gibi duruyor. Siyasetçi kötüdür. Maaşına zam yapar. Memleketle de ilgilenmez vs. Van depremine ilişkin taleple bu mesele aslında birbirini teyit eder. Bunun arkasında da şu vardır, bir anekdotla tamamlayayım: Aslında insanlar kendi aralarından birini seçip ona güç vermekten, yönetme hakkını vermekten nefret ederler. Hiç hoşlanmazlar. Çünkü herkes eşitken birisi çıkacak onların başına yönetici olacak. Eskiden beri, antropoloji çalışmaları da bize gösterir: Kabileler birilerinin eline yetki verirken mutlak suretle onu aynı zamanda bir bakıma cezalandıran, sınırlayan işler yapmışlardır. Bakın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer seçildiğinde, aslında ismi çok dolaşmıyordu, sonra bir anayasa atma meselesi falan oldu, rivayet olunur ki -doğru mu bilmiyorum, gazeteci arkadaşlar bilirler- Hüsamettin Özkan Sezer’e “Nankör kedi, seni biz seçtik!” falan tarzında bir şey söylemiş, gazetelere çıkmıştı. Yani “biz seni seçtik. Biz, seçenler, seçerek her ne kadar iktidar biçimini ters yüz ettiysek de, asıl efendini unutma” diyen bir yaklaşım söz konusu. İnsan bir başkasına bu gücü verdiğinde ondan aynı zamanda rahatsız olur. Bir türlü cumhurbaşkanı seçememiştik, onu da hatırlayın. Kime güç vereceğiz? Kabilelerde de öyledir. Başka örneklerle başınızı şişirmeyeyim. Kabilelerin nasıl yaptığıyla ilgili tek bir örnek anlatacağım: Uganda’da 19.yy’da kral öldüğünde yaşlılar kurulu yeni bir kral seçiyor. Konuşuyorlar konuşuyorlar, kabilenin içinden birini yeni kral olarak seçiyorlar. Sonra dışarı çıkıyorlar, yeni krala tebliğ edecekler. Heyet dışarı çıkınca halk anlıyor ki yeni kral seçildi, ama kimin seçildiğini bilmiyorlar. Heyetin arkasına takılıyorlar, heyet önde halk arkada yeni krala doğru gidiyorlar. Nihayet yeni kral seçilen kişinin yanına varıyorlar, heyet tebliğ ediyor: “Biliyorsun kral öldü. Yaşlılar kurulu tartıştı konuştu, seni krallığa layık buldu. Bundan sonra kabilenin kralı sensin”. Bu tebliğ yapıldıktan sonra arkadan gelen halk, yeni seçilen kralı dövmeye başlıyor, “seni alçak, sen kimsin ki kral oluyorsun, vurun!” Hakaretler, sopalar, her türlü aşağılamalar. Sonra döve döve bahtsız kralı Sayı 35 /Güz 2012 164 Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine köy meydanına götürüyorlar ve perişan bir şekilde tahtına oturtuyorlar. Ondan sonra diyorlar ki “artık kral sensin, biz de emir kuluyuz. Sana güç veriyoruz ama bundan nefret ediyoruz. Seni bir güzel dövelim biz en iyisi, bir baştan hıncımızı alalım ve aynı zamanda sen yarın kral olduğunda bize baktıkça ‘beni döven insanlar’ diye hatırla ve kafanda o eşitlikçi ilişkiyi kur”. O yüzden bir güzel sopa atıyorlar. Vekillik işi de böyledir. Tabi biz çok medenileştik. Bu dövme işini doğrudan sopayla yapmıyoruz. Aday olduğumda fark ettim; gazetelerde haberler çıkıyor, “bürokratlar adaylık kuyruğunda!” diye. Gazetelerden birinin haberi böyleydi. Şimdi ben de tam istifa edeceğim. Dedim ki “şimdi ben de kuyruğa geçmiş oluyorum”. Hani, bir kuyruğa geçmek utanç verici bir şey. “Vekillik beklentisiyle kuyruğa geçen adam” oluyorsun, kategori bu. Bu da bizim dövme biçimimiz: “Demek vekil olacaksın öyle mi, biz seni önce genel anlatı içerisinde bir benzetelim!” Evet, çok teşekkür ediyorum. Sağ olun, hoşça kalın. 165 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Bilimden Edebiyata ve Siyasete Bir Güzel İnsan: M. Naci BOSTANCI B. Zakir AVŞAR Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Değerli bir bilim insanı, dost, arkadaş, ağabey olarak tanıdım Prof. Dr. M. Naci Bostancı’yı. İlk tanıştığımızda henüz O Gazi Üniversitesi’nde asistan idi. Ben ise Ankara Üniversitesi’nde lisans öğrencisi idim. Dergi toplantıları yapardık: 1984-85 yılları. Sanırım rahmetli Hüseyin Çelikcan’a ait bir büro idi, Maltepe’de ilk toplandığımız yer. Buraya gelenlerin önemli bir kısmı, 12 Eylül 1980 darbesinin sıcak etkilerini yaşamış, bir süre Mamak’ta kalmış, kaçak gezmiş veya Mamak’taki ve kaçaktaki arkadaşlarının ve ailelerinin sıkıntılarını sırtlanmış genç, yiğit, ruhlu insanlardı. Bugün hepsi kamuoyunun yakından bildiği, tanıdığı, bilim, edebiyat ve siyaset dünyamızın yıldızlaşan isimleri… Kemal Görmez, Vedat Bilgin, Mümtaz’er Türköne, Şükrü Karaca, Nihat Genç, Lütfü Şahsuvaroğlu, Serdar Sağlam, Peyami Çelikcan ilk fırsatta sıralayacağım isimler… Daha sonraki yıllarda ise Töre’de, Doğuş Edebiyat Dergisi’nde ve Yeni Düşünce’de hep ya sohbet maksatlı ya da yine yazı-çizi odaklı görüştük. Benim ve benim gibi pek çok insan için Naci Ağabey oldu. Sakin, efendi tavrı, güleryüzlü ve her zaman hoşgörülü yaklaşımıyla hemen herkesin keyif aldığı, bilgilendiği ve hatta kendi yakın arkadaşlarının bile zevk ve gıpta ile dinlediği Naci Ağabey’in sohbetlerini her zaman sevdim. Hiç unutmam, 1996 yılı idi, M. Naci Bostancı ismini bir romanın kapağında gördüm: Işığın Gölgesi. Ötüken Neşriyat’tan çıkan bu kitabı hemen aldım. Sanırım sabaha kadar da okudum. Daha doğrusu bitirmeden bırakmadım elimden. Sonra da çevremdeki kişilere tavsiye ettim… Naci Ağabey, kendisinin, arkadaşlarının, hatta babamın, babamın arkadaşlarının, benim, benim arkadaşlarımın romanını yazmıştı… Maviler, Maviciler; Kırmızılar, Kırmızıcılar vardı. Sonra bir düdükle ortada ne mavi ne kırmızı ne mavici, ne kırmızıcı bırakan Sarılar. Sarıların üzerinde de Öz Sarılar… Tahmin edeceğiniz gibi, öncesi ve sonrası ile aslında 12 Eylül’ü yazıyordu. Zakir AVŞAR Ciddi, çalışkan ve verimli bir bilim insanı olan Naci Ağabey’imin romancı yönü de gerçekten etkileyici idi. Ülkemizde ne zaman bir kaos, kargaşa ortamı olsa, ne zaman demokrasinin inkıtaa uğrama emareleri belirse aklıma hep Işığın Gölgesi gelir. Ne zaman, bir hassas noktamız kaşınsa ve bizleri birer renk içine hapsetmek ve kendimizi o renklerle ifade etmemiz istense aklıma hep Latifler gelir, Metinler gelir, Atalar gelir, Hasanlar gelir; herkesin gizli sevdası olan Hülyalar gelir… Romanda olan olmayan, ama hayat hikâyemizde zaten var olan binlerce isim gelir. Yaşayanlar gelir, yaşamayanlar gelir. Kör karanlıkta bir kurşunla can verenler gelir, sabaha karşı ipe çekilenler gelir. Kaçak göçek yaşayanlar gelir. Hayatları kırılan aynalar gibi darmadağın olanlar gelir… İrtibatımız, hiç kopmadı. O her zaman güzel ağabey olarak huzur ve güven veren şahsiyeti ile geçmişte bir şekilde birlikte olduğu herkesle olduğu gibi benimle de ilişkilerini bize faydalı olacak şekilde devam ettirdi. Yıllar sonra, aynı fakültede kader bizi bu kez mesai arkadaşı ve meslektaş olarak buluşturdu. Fakülte’ye geldiğimde Naci Ağabey dekanımızdı. Her zamanki sakin, hoşgörülü, dost tavırları dekanlığı döneminde Fakülte’deki çalışma arkadaşlarımızın işyeri huzurunu o kanaatteyim ki, evlerine de götürdükleri bir iklimi bize yaşattı. Şimdi ise siyasette. Aslında ilk gençlik yıllarından itibaren içinde yer aldığı, 12 Eylül zorunluluğunu saymazsak, akademik faaliyetleri nedeniyle fiili katkılarını biraz ertelediği, bir nevi doğal Tabii Işığın Gölgesi tek romanı iklimi sayılacak bir âleme yine sakin ama olmadı. Hayatın Kıyısına Düşen’le devam nitelikli katkı veren bir kıymet olarak etti başarılı romancılığı. Denemeleri yeniden dönmüş durumda. yayınlandı. Mesleki ve siyasi kitapları ile olgun hocalığını gösterdi. Pek çok Elbette ki, değerli ağabeyimi anlatmak gazetede yazdı. Yazıları hep hayat tarzının öyle birkaç satırla yapılabilecek bir iş ve olaylara yaklaşımının bir uzantısı olarak değil. Veya bu dergi çerçevesinde yazan zihinlerde yer etti: Hoşgörünün, sevginin, değerli arkadaşlarımızın değerlendirmeleri çoğulculuğun, farklılıklara tahammülün, ile sınırlı kalacak değil. Mamafih biraz özgürlüklere kararlılıkla sahip çıkmanın zamandan kaynaklanan sorunlar, diğer sesi olarak… yandan kendisinin Fakültemizden ayrılışına müteakip arkasından bilime eşsiz katkılarını Televizyonlara çıktı, programlar anmak; ama bir o kadar da Fakülte’de yaptı. Tartışmalarda yer aldı, en heyecanlı, bizlere bıraktığı iklime teşekkürlerimizi kimsenin kimseyi dinlemediği, kendisinden ifa zorunluluğu ile elinizdeki bu mütevazı başka kimsenin söyleyeceği sözünün çalışmayı sizlere sunmayı arzu ettik. bulunmadığını düşünen tartışmacıların Akademik dergimizin 35. Sayısını “Prof. arasında dahi o büyük bir sükûnetle, Dr. M. Naci Bostancı’ya Armağan” olarak kendinden ve sözünün kıymetinden emin çıkarmaya karar verdik. konuştu, kendisini dinletti. Hep bir tarzı ve adabı oldu. Naci Ağabeyi, yazdıklarını Değerli Prof. Dr. M. Naci Bostancı’ya, okurken de, televizyonlarda seyrederken Yüce Allah’tan sağlıklı, mutlu ve huzurlu de, hatta birlikte katıldığımız panel, bir hayat temenni ediyorum. Eminim ki sempozyum vs. türü toplantılarda da hep ilmi hayatı kadar parlak ve verimli bir ilgiyle dinledim, haz aldım. siyasi hayatı olacak; aziz milletimize ve ülkemize hayırlı hizmetlerde bulunacaktır. 167 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Hocam Naci BOSTANCI Ayhan BİBER Prof. Dr. , Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI yani Naci Hocam, sosyal bilimlerin; siyaset, sosyoloji, iletişim, edebiyat gibi önemli alanlarında derinliği olan bir insandır. Eğer dilinin bağını çözmeyi başarırsanız, ki bunu en iyi yapanlardan birisinin ben olduğumu söyler kendisi, bir deryanın kenarında olduğunuzu, idrak kanallarınızda bir tıkanıklık söz konusu değilse, anlamanız çok uzun sürmez. Artık iş tasınızın büyüklüğüne kalmıştır. Bilindiği gibi herkes, deryadan ancak tası kadar su alabilmektedir. Üniversiteye adım attığında, “mutlak hakikatin” bilgisine nail olacağını, mağaranın dışındaki “gerçek” görüntülere ulaşabileceğini sanan öğrenciler için Naci Hoca ciddi bir yabancılaştırma efektidir. Bir süre sonra her şeyin insanla ilgili olduğunu, insanın tutum ve davranışlarının, zihinsel kodlarının onun var oluş koşullarından, algılama biçiminden, gereksinimlerinden, beklentilerinden ayrı düşünülemeyeceğini, insan söz konusu olduğunda “iki kere ikinin bu odada dört ederken yan odada beş edebileceğini” kavramaya, bilimsel yöntemin sadece kaba bir pozitivizmden ibaret olmadığının ayrımına varmaya başlarsınız. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne bir şekilde yolu düşmüş, Naci Hoca ile tanışma olanağı bulmuş çok kişi için Hoca, önemli bir kırılma noktası olmuştur. Hoca’nın rahle-i tedrisatından geçmiş olanların; O’nun dünyayı, oturduğu odadan, odasına gelen birkaç kişiden ibaret sayan veya yıllar önce okuduğu bir kaç kitap ile Nirvanaya ulaştığını, aydınlandığını sanan, feneri önüne tutması gerekirken, gözüne tutma “başarısını” gösteren, akademik unvanları kazanç kapısı olarak gören, maddi anlamda kazanç sağlamayan hiçbir faaliyete yan gözle bile bakmayan iş adamı formatındaki hocalardan çok farklı olduğunu fark etmeleri çok uzun sürmemiştir. Ayhan BİBER Aralarında benim de bulunduğum, lisansüstü eğitimini Gazi Üniversitesi’nde, iletişim alanında tamamlayan birçok kişi için Naci BOSTANCI bir şans olmuştur. Birçok yazarın, düşünürün önemli eserleri ile tanışmamızı sağlamış, olaylara, olgulara, meselelere başka türlü bakılabileceğini göstermiştir. İdeolojilerin sizi körleştirmesine, insani özelliklerinize yabancılaştırmasına izin vermeyin diyen Hocamız, ifrat ile tefrit arasında oldukça geniş bir gri alan olduğunu, bu alanda bilgelik tanrıçası Minerva’nın Baykuşu’nun bile rahatlıkla kanat çırpabileceğini anlatmaktan, dengenin, uzlaşının insan ilişkilerindeki önemini göstermekten hiç bıkmamış, geri durmamıştır. döndürür, ninelerimizin altında saman yakarak sacda pişirdikleri yufkaların ne kadar lezzetli olduğundan her seferinde mutlaka özlemle söz ederdik. Yıllarca, çok zorunlu olmadıkça uçaklardan uzuk durmuş, uçak korkusunu yenememiş, benim gibi tedirgin birisini bile Naci Hocam tek sözcük sarf etmeden, kalıcı bir şekilde sakinleştirmeyi, uçakta kitap okuyan hatta uyuyan birisi haline getirmeyi başarmıştır. Çok sarsıntılı uçak yolculuklarında bile en ufak bir tedirginlik belirtisi göstermeden, şöminenin yanındaki berjer koltukta otururmuşcasına elindeki kitabı okumaya devam eden hocamın sükûneti karşında çok etilenmiş olmalıyım ki birkaç uçuştan sonra tüm korkularımı Hitabeti kadar kalemi de güçlü olan yenip, sakince oturma alışkanlığı Naci Hocam’ın romanlarında cümleler kazandığımı, büyük bir memnuniyet ve bir kehribar tesbihin taneleri gibi arda minnetle hala hatırlamaktayım. arda öylesine uyumlu dizilmiştir ki tüm 2011 yılında yapılan seçimlerle kitabı, bir solukta bitirme hevesine kapılır parlamenter olan Hocam, Üniversite için insan. Yaşamın diyalektik boyutuna vurgu ne kadar büyük bir kayıpsa, Türk Siyaseti yaptığı romanlarında Hocam; her gölgenin için de aynı derecede büyük bir kazançtır. özünde ışığın çocuğu olduğunu, aydınlıkla karanlığı, acıyla sevinci, yükselişle İyi ki varsın Hocam, iyi ki sizi çöküşü, iyilikle kötülüğü birlikte tanımış tanımışız… olan kişilerin hayatı gerçek anlamada yaşamış sayılacağını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. Şehir dışındaki konferans, panel gibi akademik etkinlikler vesilesiyle Hocamla birlikte yaptığımız yolculuklar, birer türkü şölenine dönüşmüştür çoğunlukla. Bir çanta dolusu CD ile çıktığımız bu yolcuklarda, dinlediğimiz bir birinden güzel türküleri yapısöküme tabi tutarak, bu türkülerin oluşumunda etkili olan kolektif acıları, sevinçleri, olayları anlamaya çalışır, zamanın nasıl akıp gittiğini, yolların nasıl bittiğini anlamazdık. Yakınından geçtiğimiz köylerden gelen yanmış saman kokusu, her seferinde bizi çocukluk günlerimize 169 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Gerçek Bir Aydın… Hamza ÇAKIR Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Bir dost için yazı yazmanın ne kadar zor olduğunu bilgisayarın başına geçince anladım. Aslında bu zorluk, deryayı tariften kaynaklanıyor olsa gerek. Hangi yönünü yazmalıydım. 12 Eylül ihtilal dönemi siyasi anekdotlarını mı, bilge kişiliğini mi, insanlığını mı? Benim için hangisini yazmaya kalksam zordu çünkü sizden istisna bir insan için tuşlara dokunmanız isteniyordu. İstisnanın bir hediye olduğuna siz de inanır mısınız bilemem ama benim için Naci Bostancı böyle birisi. Okuyup düşünen, sorgulayan, yaşamın kendisini belirleme gücüne sahip olan, yaşamı sevgiyle kucaklayan sözünü ettiğim. Yüzlerce kişiyle tanışmış olabiliriz yaşamımız sürecinde ama sadece bir elin beş parmağını geçmeyecek kişiden bu şekilde bahsedebiliriz belki de. Hele bir de söz konusu vasıflara mazhar birisi sizin hayatınızın bir yerlerindeyse, kanaatimce şanslı bir kişi olduğunuz aşikârdır. Gramsci, halkın ilkel tutkularını anlamayanları, halkla arasında duygusal bir bağ kuramayanları, toplumla arasında bir mesafe olanları, aydın sınıfında görmemektedir. Ayrıca düşünürün kişiliğinin deney kabında değil, değiştirmeye çalıştığı ve kendisinden tepki gördüğü, böylece sürekli bir özeleştiri yaratan kültürel ortamla olan etkin ilişkisinde gerçekleşeceğini belirtir. Dolayısıyla gerçek aydınlar fildişi kulelerden ahkâm kesen kişiler değil; bilgi ile halk arasında köprü görevi görenlerdir. İşte sayın Naci Bostancı böylesine müstesna bir akademisyen, siyasetçi ve müstesna bir beyefendidir. Aynı zamanda müstesna bir dosttur. Dostluk, sorgulanması o kadar güç ve bence bir o kadar anlamsız ki aslında, onun için bu kavramın açıklanması da aynı güçlüğü taşıyor. Yine de en çok gereksinim duyduğunuz anda aradaki mesafelere bakmadan, zaman mefhumuna takılmadan arayacağınız ilk kişi olsa gerek dost. Naci Bostancı, işte böyle bir dost. Fiili akademisyenlik dönemlerinde gerek jüri üyeliği, gerekse yüksek lisans ve doktora düzeyindeki dersleri yürütme isteğimizi hiçbir zaman kırmadan “olur Hamzacığım” Hamza ÇAKIR diyebilen bir dost. Vekil olduğu günden bugüne dek de 7/24 aradığımızda da aynı zerafet ve bilge kişiliği ile yol gösterici bir dost. Sana sonsuz teşekkürler… bütün bilim insanlarının özellikle de iletişimcilerin, edebiyat ve dilbilimi ile sıkı bir ilişki kurması gerektiğine inanır. Bizatihi kendisinin edebi eserlerinin olması bu inancın göstergesidir. Eserlerinde hem Duygularımla karışık içimdeki Naci dünya edebiyatının hem Türk edebiyatının Bostancı’yı karınca kaderince anlatmaya izlerini görmek mümkündür. çalışacağım ama Orhan Veli’nin dediği gibi “kelimelerin kifayetsiz” geleceğinden Tebessüm güzeldir ancak bir eminim ve şimdiden özür diliyorum. Bence iletişimci de çok daha anlam kazanmaktadır. kitapları, makaleleri ve köşe yazılarıyla Naci Çinlilerin “Yüzü gülmeyen dükkân Bostancı, üniversite odalarında, kitapların açmasın” atasözü ve “tebessüm sadakadır” arasında kaybolmamış aydınlarımızdan hadisi, kişilerarası iletişimin temel taşları bir tanesi. Yaşadığı toplumu ve sorunlarını gibidir. Konuşurken bile tebessümü etmeyi çok iyi bilen, tahlil eden ve analizlerini bir an için bırakmayan Naci Hoca, bu topluma katmadeğer olarak sunabilen ender yönüyle sürekli pozitif enerji yaymaya, kişilerden. Jargonlara sıkışıp kalmayan, onu ziyarete giden tanıdık veya yabancı akademik olduğu kadar, yediden yetmişe herkesin mutluluk hissetmesini sağlamaya herkese ulaşmayı hedefleyen tarzı gerçek çalışır. Naci Bostancı, dinlerken aynı bir aydını işaret etmektedir. Cemil Meriç, şekilde tebessüm ederek dinler. Muhatabına aydınların zamanın irfanına sahip olmaları jest ve mimikleriyle, duruşu ve bakışıyla gerektiğini düşünür. Aydın veya entelektüel hâsılı kelam her haliyle adeta “ben seni kişi ülkesinin dilini, dinini, edebiyatını, dinliyorum” diye mesaj verir. Her kim tarihini bilecek, aynı zamanda dünyadaki olursa olsun karşısındakine saygıda kusur belli başlı düşünce akımlarına yabancı etmeden davranmaya çalışır. Farklı fikirlere olmayacaktır. Bu anlayış tıpkı Mevlana’nın saygısını en güzel şekilde dinleyerek “pergelin bir ayağı sabittir ama diğer gösterir. Farklılıkları rahmet gören bir ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım” diye anlayışa sahiptir. Bu kişisel özelliklerinden söylediği pergel metaforu gibidir. Meriç, dolayı onun gibi düşünmeyen, inanmayanlar aynı zamanda aydınların, peşin hükümlere hatta rakipleri bile ona saygıda kusur iltifat etmemesi ve olayları kendi kafasıyla etmemişlerdir. Bu durum Naci Hoca’yı tüm inceleyip değerlendirmesi gerektiğinden Türkiye’de saygıdeğer kılmıştır. Toplumda bahseder. Sayın Hocam Naci Bostancı, farklılıkların karşılıklı tahammülsüzlük, siyaset öncesi ve sonrası gerek kitaplarında, kamplaşma ve kavga ortamları sıkça makalelerinde, köşe yazılarında, gerekse görülmektedir. Bu bağlamda saygı televizyon programlarında bu soruna farklı siyasetinin en önemli mimarlarından birisi perspektifler getirmeye çalışmakta olan bir Prof. Dr. Naci Bostancı’dır. Akademik aydınımızdır. Öyle ki sadece ülkenin büyük kimliğiniz ve siyasi arenada oynadığınız sorunlarına görüş, öneri getirmekle kalmaz; başrolde hep başarıya mazhar oldunuz. aynı zamanda sokakta karşılaştığı bir olayı, Yayınlarınızdaki ve söylemlerinizdeki o gazetede gördüğü bir haberi, dinlediği bir kıvrak zekâ, o dil ve üslup zenginliği, o şarkıyı, geçmişinden bir hatırayı, bir masalı, görünen gerçekliğin gerisindeki gerçeği su bir kıssayı, bir televizyon programını, yüzüne çıkarma becerisi, o sağlam mantık önemli gün ve geceleri, yazılan bir kitabı, ve ifade gücü her zaman farklılığınızı açık herhangi bir ünlüyü veya sıradan bir insanı yüreklilikle ortaya çıkarmanızı sağladı. akademik bir üslupla analiz edebilen bir İyilerin zaferi için sözünü esirgemeyen aydın. Yazdıklarına buram buram edebiyat yürekli dostum, yolunuzun her daim açık sinmiştir. Bu bağlamda Naci Bostancı, olması dileklerimle… 171 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi “Bir Yazının Peşinde” M. Bilal ARIK Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Naci Bostancı’nın ismi ilk kez Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin İletişim dergisindeki bir yazıyı okuduğum zaman düştü belleğime. Sezen Aksu ile ilgili bir yazıydı, “Acelen ne bekle Firuze” derken yazar; öylesine özel noktalara değinmiş, kelimelerini öylesine özenle seçmiş, ardarda öylesine güzel bütünlemişti ki, doktora sonrası yoğun okumalarımda benim için son derece aydınlatıcı ve keyifli bir deneyim olmuştu o metni okumak. Yazı karşısındaki şaşkınlığım, metnin yazarının bir akademisyen olduğunu öğrendiğimde daha da artmıştı. Hem de bir profesördü. Akademisyenlik ciddiyetinin dışında -ne güzel- tam da hayatın göbeğinden, kendi deneyimlerinden yola çıkılarak yazılan bu yazı benim kişisel yolculuğum için önemli bir mihenk taşıydı. İstanbul İletişim’in yüksek tavanlı odalarında sevgili dostum Mete Çamdereli ile konuşurken, “Bir akademisyen Naci Bostancı gibi olmalı bence” dedim, tek bir yazısına inanarak. “Onun gibi hayatın içinden, akademik olma kompleksine kapılmadan, duyarlılıklarımızın peşinden gitmeliyiz asıl” diye sürdürdüm tespitimi. Mete Bey de düşüncemi onayladı, “Ben tanıştım kendisiyle, Gazi İletişim’de hoş bir sohbet gerçekleştirdik, çok nazik ve samimi biri. Yazılarını okuyorum, haklısın” dedi. Onun da yolu, benim yürümek istediğim yoldu; gerçi o yola hiç yaklaşamadım ben, işlerden güçlerden ama; bir gün o yola dönebilirsem eğer orada sevgili hocam Naci Bostancı ve dostum Mete Çamdereli ile karşılaşmak çok heyecan verici olacak benim için. “Bir akademisyen nasıl olmalı” sorusunun kendimce yanıtını bulmuştum. Naci Hoca gibi olmak, önemli bir yazınsal hedef olmuştu benim için. Bir yazı beni ona bağlamış, bir yazı benim düşünce ufkum için bir deniz feneri olmuştu. Gel zaman M. Bilal ARIK git zaman yolum Anadolu’nun bozkırına düştü. Çok deneyimlendiğim, beslendiğim, mutlu olduğum Konya’da da Naci Hoca’nın izleri ile karşılaştım. Öğrencileri ile tanıştım. Hepsi ondan saygıyla sevgiyle bahsediyorlardı. Naci hocanın kendilerine yönelik etkilerinden bahsettiler sık sık. Hoca, başta Ayrıntı Yayınları’nın gerçekten de eşsiz kitaplarının pek çoğunu onlara okutmuş ve onların düşünce evrenlerinin sınırlarını genişletmişti. 14 haftalık klasik ders müfredatına sadık kalmamış, kitaplarla dolu bir evrenin anahtarını vermişti onlara; tabii ki anlayanlar için. Proust’tan, Oğuz Atay’a, Tanpınar’dan Carr’e varıncaya değin pek çok yazar onun derslerinin başkahramanı olmuştu. İletişimin sanatla, edebiyatla, tarihle ve siyasetle ilişkisi, onun derslerinde belirginleşiyor ve akademinin hissiz dünyası onun önerdiği metinlerle yeşeriyordu. Ben hiç öğrencisi olmadım ama; galiba düşünce dünyasının temeline hayatı koymuştu Naci Hoca. Herhangi bir kurama bağlı kalmaksızın hayatı seçmişti kendince ve kendi kahramanlarının peşinden gitmiş, yürüme çilesini çekebilen öğrencilerini roman kahramanları üzerinden -bence fevkalade- eğitmişti. Hoca’nın dersinden geçmekle yetinmeyen öğrencilerinin ufukları genişlemiş, Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık, pek çok teorisyenden daha yol gösterici olmuştu artık onların hayatlarında. Sonra bir gün, hiç alakasız bir yerde, nihayet tanıştık Naci Hocam’la. Abant’taki bir toplantıda kader bizi karşı karşıya getirdi. Naci Hocam’ın sözleriyle, “sanki yıllardır tanışıyormuş gibi” kısa sürede kaynaştık, muhabbete ulaştık. Sonra birkaç kez Konya’da ağırladık Hocamız’ı. Özellikle Selçuk İletişim’in, ardından Erciyes İletişim’in gelişimine omuz verdiğine, genç akademisyenleri yapıcı bir şekilde desteklediğine şahit oldum. Onlarca 173 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi akademisyenin yolu bir şekilde Naci Hoca ile kesişmişti, attıkları pek çok adımda onun katkısı yadsınamazdı. Ben Ankara’ya geçtiğimde, bu kez aynı kurumun çatısı altında mesai arkadaşı olduk. Sevgiye, saygıya, muhabbete dayalı ilişkimiz daha da gelişmişti. Onu o zaman insan olarak daha da yakından tanıma fırsatı buldum. Gazetede köşesi, haftalık televizyon programı ve birçok sivil toplum kuruluşuyla diyaloğu onu pek çok akademisyenden farklılaştırıyordu. Halkla teması yoğun olan hocamızın iyi öğrencilerini yetiştirmeye devam etmekle beraber, toplumun farklı katmanlarından da ciddi oranda takipçileri bulunuyordu. Özellikle haftalık yazıları akademiden çok farklı ortamlarda yankı buluyordu. Hocam, çoğumuzun yapamadığını yapıyor, siyasete, yaşama dair cesur tespitlerde bulunuyor ve bazıları yüzümüze tokat gibi çarpıyordu. Kevin Carter’ın meşhur “Akbaba ve Çocuk” fotoğrafını ve Somali izlenimlerini anlattığı yazıyı daha dün gibi hatırlıyorum: “Fotoğrafa dokunuyorum. Yılları ve mesafeleri aşamam çocuk. Yine de bu beni kurtarmıyor. Seni böylesine diz çöktüren hikâyeyi bilmem beni kurtarmıyor. Evet, senin ülkeni sömürdüler, senin atalarını köle yaptılar, vurdular, öldürdüler, topraklarını talan ettiler, emeğini kanla, ateşle kendi ekmeklerine katık yaptılar. Senin tarihin zincirlerin, esaretin, en acımasız sömürünün tarihi... Bugün orada bir lokma ekmekten yoksun öylesine yıkılmanın nedeni topraklarının bereketsizliği, senin yol yöntem bilmemen değil. Sen atalarından zorla çalınmış bir geçmişin bedelini ödüyorsun. O akbabadan çok daha önce senin ülkene yırtıcı pençeleri ve gagaları, askerleri, topları, tüfekleri olan başkaları geldiler. Onlar bu akbabadan daha zalimdiler. Akbaba bekliyor, onlar beklemediler. Sen bunları bilmiyorsun Bir Yazının Peşinde doğru, ben biliyorum, ama bunu bilmek beni kurtarmıyor çocuk. Sen orada öylece dururken ben yanında olmalıydım, bu küçük dünyada bir yerlerdeysem, soluk alıyorsam, elimde ekmeğim, sana koşacak gücüm varsa bunu yapmalıydım. Kimseyi suçlamıyorum, sömürgecileri bile, çünkü onların varlığı vicdanımın üstüne çektiğim perdeye dönüşmemeli, beni beraat ettirmemeli, masumiyetimi teminat altına almamalı. O fotoğrafı gördüğüm andan beri biliyorum ki, hiçbir mazeretle, gerekçeyle kaçamayacağım şekilde bu benim suçum. Mea culpa.” Hocam’ın bendeki yansıması böyle. Bu tarz bir yazı yazmak, benim için kolay değil, çok hazırlıksız yakalandığımı itiraf etmeliyim. Bir dönem yardımcılığını da yapma onurunu yaşadığım Naci Hocam’a bana, akademiye ve ülkemize kattığı değerlerden dolayı teşekkür ederken, bu güzel vesileyi yaratan Zakir Avşar Hocam’a da buradan selamlarımı gönderiyorum. Sonra yaşamı bir miktar değişti Hocam’ın. Yıllardır oturduğu, Gazi’deki kuytu ve köşe odasından çıktı, daha büyük, okulun en büyük odasına geçti. Sessiz, sakin ve kendinden emin tavrıyla, havanın fırtınaya dönebileceği bir ortamda çok kişiye güven verdi. Gereksiz çatışmalara ve huzursuzluğa imkan tanımadı. Ardından Meclis’e gitti Naci Hocam. Siyasetin sıkışık ve dar dehlizlerinde, sıradanlaşan akademisyenlerden olmadı. Başkalarının dilini konuşayım derken, kendi dilini kaybetmedi. Kendi söylemini usul usul siyasetçilere ve tüm Türkiye’ye kabul ettirdi. Yaklaşımı, mesafesi ve serinkanlı tutumuyla farkını çok kısa süre içinde hissettirdi. Amasya halkıyla da yakın ilişki kurmayı da ihmal etmedi bu arada. Yıllardır teorisini yaptığı siyasete, tüm yönleriyle çok çabuk adapte oldu. Varlığı pek çok insana umut oldu. Amasyalı köylülerle, siyasete mesafeli insanları aynı çizgide sabitledi: “Evet, Naci Bostancı çok iyi oldu” dedirtti. Onların “mebusu”, bizim hocamızdı ve konuşmak, ahkam kesmek yerine elini taşın altına koymuş, “bu ülke” için koşturuyordu. Memnunduk, “bir vatandaş olarak” onu Meclis’te görmek bizi memnun ediyordu… Sayı 35 /Güz 2012 174