Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın

Transkript

Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Hakemli Elektronik Dergi
Sayı:35 / Naci BOSTANCI Özel Sayısı - Güz / 2012
Mehmet YÜKSEL
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
Aylin AYDOĞAN
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım
Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
Gökçe BAYDAR
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
Ahmet TARHAN
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler
Modellerinden Bakmak
Doğan AYDOĞAN
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI’ya Armağan
E-ISSN: 2147-4524
Hakemli Elektronik Dergi
Güz 2012, Sayı 35
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
G.Ü. İletişim Fakültesi Adına Sahibi
Rektör
Prof. Dr. Süleyman BÜYÜKBERBER
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dekan Vekili
Prof. Dr. Zakir AVŞAR
Editör
Doç. Dr. Selda BULUT
Editör Yardımcıları
Öğr. Gör. Dr. Serpil AYDOS
Dr. Ayşe Elif EMRE KAYA
Dr. İbrahim Hakan DÖNMEZ
Yayın Kurulu
Doç. Dr. Murat S.ÇEBİ
Doç. Dr. Serdar ÖZTÜRK
Doç. Dr. Cem YAŞIN
Doç. Dr. Gülcan SEÇKİN
Doç. Dr. Muharrem ÇETİN
Yrd. Doç. Dr. Sirel GÖLÖNÜ
Yrd. Doç. Dr. Erol İLHAN
Yrd. Doç. Dr. M.Can DOĞAN
Yayın Kurulu Sekreteryası
Arş. Gör. Çağrı KADEROĞLU BULUT
Arş. Gör. Eda TURANCI
Arş. Gör. Emrah ÖZTÜRK
İngilizce Editör Yardımcısı
Arş. Gör. Emrah AYAŞLIOĞLU
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Zakir AVŞAR Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Suat ANAR Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. Necdet ATABEK Anadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Ümit ATABEK Yaşar Üniversitesi
Prof. Dr. Bilal ARIK Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Ayhan BİBER Kastamonu Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet YÜKSEL Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Burhan AYKAÇ Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Özlen ÖZGEN Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hasan BACANLI Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Seçil BÜKER Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hamza ÇAKIR Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Dilruba ÇATALBAĞ Galatasaray Üniversitesi
Prof. Dr. Yusuf DEVRANMarmara Üniversitesi
Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Suat GEZGİN İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Nilgün GÜRKAN PAZARCI Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Nurettin GÜZ Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Süleyman İRVAN Doğu Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet KALENDER Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Kurtuluş KAYALI Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Fahrettin KORKMAZ Atatürk Üniversitesi
Prof. Dr. Hale KÜNÜÇEN Başkent Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet TOLUNGÜÇ Başkent Üniversitesi
Doç. Dr. Mustafa YAĞBASAN Fırat Üniversitesi
Doç. Dr. Fatma GEÇİKLİ Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. Ersin ÖZARSLAN Gazi Üniversitesi
Doç. Dr. Haluk EMİNOĞLUBilkent Üniversitesi
Yayın Türü: Yılda iki kez yayınlanan ulusal, hakemli, yaygın, süreli bir elektronik dergidir.
Yönetim Merkezi ve Adresi
Tel
Faks
Web
E-posta
: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
: 90 312 216 22 07 – 90 312 216 22 56
: 0 312 212 1832
: http://iletisimdergisi.gazi.edu.tr
: [email protected] - [email protected]
Taranan İndexler
TÜBİTAK/ULAKBİM SBVT tarafından taranmakta ve dizinlenmektedir.
EBSCO tarafından taranmakta ve dizinlenmektedir.
İÇİNDEKİLER
Mehmet YÜKSEL
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
1-18
Aylin AYDOĞAN
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
19-41
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım
Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
42-60
Gökçe BAYDAR
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
61-78
Ahmet TARHAN
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler
Modellerinden Bakmak
79-101
Doğan AYDOĞAN
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
102-120
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
121-134
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
135-146
Prof. Dr. M. Naci Bostancı’ya Armağan...
Salı Toplantıları
Prof. Dr. Naci BOSTANCI ile Söyleşi
150-165
Zakir AVŞAR
Bilimden Edebiyata ve Siyasete Bir Güzel İnsan:
M. Naci BOSTANCI
166-167
Ayhan BİBER
Hocam Naci BOSTANCI
168-169
Hamza ÇAKIR
Gerçek Bir Aydın…
170-171
M. Bilal ARIK
Bir Yazının Peşinde
172-174
Selda BULUT
Editörden….
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi’nin 35. sayısında, hakemlerimiz tarafından
yayınlanmaya değer bulunan sekiz özgün makale yer almaktadır. Ayrıca derginin bu sayısı
Naci Bostancı Özel Sayısı olarak belirlendiği için Naci Hoca’ya hitaben yazılmış dört
yazının yanı sıra Salı Toplantıları etkinliği de kendisinin katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
Makalelerden ilki, Prof.Dr.Mehmet Yüksel’in, Hukuk Kültürü Kavramına
Sosyolojik Bir Bakış başlıklı yazıdır. Çalışmada, Türkiye’de büyük ölçüde toplumun
ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel boyutlarından tamamen bağımsız bir pozitivist
hukuk anlayışının hakim olduğu belirtilmektedir. Bu anlamda, hukukun bir sosyal kurum
ve toplumsal sistemin bir alt sistemi olarak, toplumsal yapıyı oluşturan diğer toplumsal
kurumlarla ve toplumsal sistem içerisindeki diğer öğelerle karşılıklı ilişki ve etkileşim
halinde bulunduğu dikkate alınmaz. Hukukun, gruplar, sınıflar ve kültürler üstü bir alan
olarak algılandığı belirtilen çalışmada, böylece hukuku uygulamakla görevli aktörlerin
ve kurumların bakış açılarının ve zihniyetlerinin de hukuk dünyasına bir etkisi olmadığı
yanılmasının ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Tüm bu gerekçeler bağlamında yazar,
hukuk kültürünü sosyolojik açıdan incelemenin gerekliliğine işaret ederek hukukla kültür
arasında karmaşık bir diyalektik ilişki olduğuna dikkat çekmektedir.
Arş.Gör.Dr.Aylin Aydoğan tarafından yazılan ikinci makalenin başlığı, İletişim
Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği’dir. Çalışmada
internet gazeteciliğinin geleneksel gazetecilikten farkı anlamında, yapılan çalışmaların
ve alana ilişkin yeni kuramsal yaklaşımların gerekliliğinin altı çizilmektedir. Makale,
internet gazeteciliği üzerine yapılan son dönem çalışmalar hakkında kapsamlı bir analiz
sunarken, gerek habercilik kaynakları ve profesyoneller gerekse kullanıcılara ilişkin
geliştirilen yeni yaklaşımlara yer vermektedir.
Dergide yer alan üçüncü makale ise Yrd.Doç.Dr.Fulya Şen ve Prof.Dr.Zakir
Avşar’a aittir. Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme başlıklı makalede, eleştirel
ekonomi politik yaklaşımın ilkeleri temel alınarak günümüzdeki medyanın haber üretim
süreci, ekonomi haberleri örneğinde analiz edilmektedir. Çalışmada özellikle ekonomi
politik yaklaşımların kuramsal tartışması karşılaştırmalı bir analizi yapılırken ampirik
tekniklerin de gerekliliğine işaret edilmektedir.
Arş.Gör.Gökçe Baydar tarafından yazılan dördüncü makale, Evden Çalışanların
Gündelik Yaşam Pratikleri ismini taşımaktadır. Çalışmada küreselleşme ve neoliberalizm
politikalarıyla birlikte esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan çalışma
yaşamı olgusu ele alınmaktadır. Özellikle iletişim teknolojilerinin mümkün kıldığı bu
yaygın çalışma biçimi ve emek arasındaki ilişki, katılımcı ve derinlemesine görüşme
tekniği uygulanarak toplanan ampirik veriler ışığında analiz edilmektedir.
Yrd.Doç.Dr.Ahmet Tarhan’a ait Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya
Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak başlıklı makalede ise
kamu kurumlarının, iletişim teknolojilerinin sağladığı olanaklardan halkla ilişkiler
uygulamalarında, hangi şekilde yararlandıkları ortaya konulmaktadır. Çalışmada
I
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Editörden
özelikle sosyal medya uygulamalarından birisi olan Twitter hesabı bulunan büyükşehir
belediyelerinin iletişim süreçleri analiz edilmektedir.
Dr. Doğan Aydoğan’a ait olan altıncı makalenin başlığı, Kültürel Dönüşüm ve
Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın’dır. Çalışma kadın, beden ve ailenin, toplumsal dönüşüm
süreçlerinde nasıl algılandıklarına ilişkin sosyolojik analizleri barındırmaktadır. Buna
bağlı olarak kadına yönelik şiddetin tarihsel ve toplumsal koşulları ortaya konulmaktadır.
Ayrıca, kadına ve bedene yönelik şiddetin toplumsal olarak üretildiği milliyetçi söyleme
göre iktidar kavramının kuruluşu ve şiddetin bir araç olarak kullanılmasına dikkat
çekilmektedir.
Makalelerden yedincisi ise Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
başlığı ile M.Mücahit Küçükyılmaz ve Hakan Çopur’a aittir. Çalışmada, gazetecilik
pratiği üzerine elde edilen birikimler betimleyici bir analizle ortaya konulmaktadır.
Ayrıca, özellikle dış haberciliğe dair saptanan sorunlara ilişkin sunulan önerilerle çalışma,
gazetecilik alanında, akademi dışı çalışmaların da önemi ve gerekliliğine bir kez daha
vurgu yapılmaktadır.
Dergide yer alan son çalışma ise Hüseyin Karakuş ve Ece Karakuş’a aittir.
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği başlıklı
çalışmada yoksulların medyadaki temsillerinin; bir yandan “görünmezleştirilme” şeklinde
sunulduğu diğer yandan ise görsel bir show malzemesi olarak ele alındığı, eleştirel bir
bakışla analiz edilmektedir.
Dergimizin bu sayısının son bölümü, uzun yıllar fakültemizin Halkla İlişkiler ve
Tanıtım Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan ve 2011 yılında emekli olan Siyaset Bilimci
Naci Bostancı’ya ayrılmışatır. Buna göre Salı Toplantısı da Prof.Dr.Naci Bostancı’ın
katılımı ile “Siyaset ve Siyaset Bilimi” üzerine gerçekleştirilmiştir. Ayrıca bu bölümde
yine Naci Hoca’ya hitaben; Prof.Dr. Zakir Avşar, Prof.Dr.Hamza Çakır, Prof.Dr.Ayhan
Biber ve Prof.Dr.Bilal Arık tarafından kaleme alınan yazılara yer verilmiştir. Kendilerine
katkılarından dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz…
Ayrıca, Dergimize emeği geçen tüm yazarlara ve yoğun çalışmalarından zaman
ayırarak hakemlik yapan tüm hocalara katkılarının devamı dileğiyle teşekkürlerimi ve
saygılarımı sunuyorum.
Doç. Dr. Selda BULUT
Sayı 35 /Güz 2012
II
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış1
A Sociological Overview of the Concept of Law Culture
Mehmet YÜKSEL
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected]
Anahtar Kelimeler:
hukuk-kültür ilişkisi,
kültür ve hukuk, hukuk
kültürü, hukuk kültürü
kavramı, pozitif hukuk
Keywords:
law-culture relationship,
culture and law, law
culture, the concept of
law culture, positive law.
Öz
Bugün, gerek hukuk teorisinde gerekse hukuk pratiğinde pozitivist hukuk
anlayışı başat konumunu halen sürdürmektedir. “Yasa önünde eşitlik”, “yasal
yönetim” ve “yargı bağımsızlığı” gibi hususları öne çıkaran bu anlayış; kesinlik,
belirlilik, öngörülebilirlik ve hesaplanabilirlik gibi değerleri vurgulamaktadır. Söz
konusu anlayış çerçevesinde hukuk, sosyal ve kültürel boyutundan soyutlanarak
bir kavramlar, kurallar ve kurumlar bütünü olarak kavramlaştırılmaktadır. Böylesi
bir yaklaşım, hukuku, bünyesinde işlerlik kazandığı toplumsal sistemden ve
kültürden bağımsız bir şekilde ele alarak, bir toplumun hukuk düzenini ve hayatını
yeterince anlamayı ve açıklamayı önlemektedir. Hukukun toplumsal sistemin bir
alt sistemi ve genel kültürel yapının bir alt bileşeni olarak analiz edilmesi, “hukuk
kültürü” ve “hukuk kültürü kavramı” üzerinde yoğunlaşmayı zorunlu kılmaktadır.
İşte bu çalışmanın amacı, hukuk-kültür ilişkisine, etkileşmesine ve çatışmasına
dikkati çekerek “hukuk kültürü” ve “hukuk kültürü kavramı” konusundaki
sosyolojik literatüre katkıda bulunmaktır.
Abstract
Today, the understanding of positivist law remains in a dominant position
in both theory and practice of law. This approach, which brings topics such as
“equality by the means of law”, “juridical management” and “independence
of laws” to the fore, emphasizes values such as “certainity”, “specificity”,
“predictibility” and “accountability”. In this perspective, Law is abstracted from
its social and cultural dimensions and conceptualized as a whole body of concepts,
norms and instituitons. Such approach considers law by isolating it from the social
system and culture, in which it operates and as a result prevents a comprehensive
explanation and understanding of a law system in a particular society. The act
of analyzing Law as a subsystem of a social system and a component of a more
general system makes it necessary to concentrate on “Law Culture” and “the
concept of Law Culture”. The aim of this study is to draw attention to issues
such as the interaction, relationship and the conflicts between law and culture and
contribute to the sociological literature on “Law Culture” and “the concept of Law
Culture”.
1. 26-29 Kasım 2012 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen “Hukuka Felsefi ve
Sosyolojik Bakışlar-VI Sempozyumu”na sunulan “Hukuk Kültürü Kavramına
Sosyolojik Bir Bakış” başlıklı bildiri metninin geliştirilmiş versiyonudur.
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
Giriş
Türkiye’de hukukun tanımlanması ve kavramlaştırılması hususunda, genel
olarak, hem doktrin bağlamında hem de hukuk pratiği bakımından pozitivist bir hukuk
anlayışının egemen olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hukuk fakültelerinde “hukuka giriş”
mahiyetinde okutulmakta olan “Hukuka Giriş”, “Hukuk Başlangıcı”, “Hukukun Temel
Kavramları” ve “Hukukun Temel İlkeleri” gibi başlıklar taşıyan ders kitaplarında; hukuk,
esas olarak, “bireyler arası ilişkileri ve birey ile devlet ilişkisini düzenleyen, arkasında
devletin örgütlü gücü bulunan, maddi müeyyidelere sahip kurallar bütünü” olarak
tanımlanmaktadır. Hukukun, toplumsal yapının temel bir kurumu olduğu; bu niteliği
ile sosyal düzeni sağlayan asıl sosyal kurumlardan birini teşkil ettiği, genel toplumsal
sistemin bir alt sistemi olduğu neredeyse hiç belirtilmez. Hukuk, büyük ölçüde, toplumun
ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel boyutlarından tamamen bağımsız kendi içinde bir
bütünlüğü ve sistematiği olan bir olgu olarak kavramlaştırılır.
Aynı eğilim, “hukuk sistemi” kavramlaştırmasında da söz konusudur. Gerek Türk
Hukuk Sistemi gerekse Türk hukukunun bir parçası olduğu “Kıta Avrupası Hukuk
Sistemi” de benzer şekilde kavramlaştırılıp sınıflandırılır. Bu sınıflandırma yapılırken;
daha ziyade hukuk hayatında yer alan yasama ve yargı gibi temel organlarla, mevcut şekli
ve maddî hukuk kuralları bütünü dikkate alınır. Hukukun bir sosyal kurum ve toplumsal
sistemin bir alt sistemi olarak, toplumsal yapıyı oluşturan diğer toplumsal kurumlarla ve
toplumsal sistem içindeki diğer öğelerle bir karşılıklı ilişki ve etkileşim halinde bulunduğu
dikkate alınmaz. Başka bir deyişle, diğer bütün sosyal olgular gibi hukukun da toplumsal
bir bağlama sahip olduğu ve bu yönüyle sosyo-kültürel boyutları bulunan bir olgu
olduğu düşünülmez. Sistematik bir şekilde hukukun bir kavramlar, kurallar, prosedürler
ve kurumlar bütünü olduğu vurgulanır. Bundan dolayı da Türk Hukuk Sistemi, Fransız
Hukuk Sistemi, Alman Hukuk Sistemi gibi aslında çok farklı özelliklere sahip hukuklar,
sanki aralarında hiç esaslı farklılıklar yokmuş gibi, hepsi birden “Kıta Avrupası Hukuk
Sistemi” başlığı altına yerleştirilip sınıflandırılır.
Hukuk pratiğinde rol sahibi olan avukatlar, savcılar, yargıçlar, polisler, icra daireleri
personeli ve cezaevi çalışanları gibi aktörlerin de, ağırlıklı olarak, hukuku, adeta insanlar,
gruplar, sınıflar ve kültürler üstü bir alan olarak algılayıp anlamlandırdıkları sıkça
gözlenen bir husustur. Böylesi bir algı ve anlamlandırmada, hukuku uygulamakla görevli
kişilerin, makamların ve organların kültürünün, bakış açısının, örgüt ikliminin ve zihniyet
dünyasının hukukun işleyişinde herhangi bir role sahip olduğu neredeyse hiç göz önüne
alınmaz.
Oysa hukukun, bünyesinde yer aldığı toplumsal bütünle ve o bütünün kültürü
ve zihniyet dünyası ile ilişkisi ve etkileşimini anlamaksızın yapılacak analizler ve
değerlendirmeler, hiç kuşkusuz eksik kalacaktır. Sadece, toplumsal bütünün kültürü
üzerinden yoğunlaşan bir analiz de eksik kalmaya mahkum olacaktır. Bir toplumun
mensuplarının ortaklaşa paylaştıkları kültürel değerler ve davranış kalıpları yanında, farklı
gruplara, alanlara ve bilgilere ait alt kültürler de söz konusudur. Örneğin, batı kültürü–
doğu kültürü, burjuva kültürü–işçi kültürü, siyasal kültür ve hukuk kültürü gibi. Hukuka
sosyo–kültürel çerçevede yaklaşım kapsamında, hem genel olarak hukukçu olmayan
2
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
kimselerin hukuka ilişkin bakış açıları ve değerlendirme tarzları, hem de bizzat hukuk
alanındaki profesyonellerin bakış, duyuş, düşünüş ve davranış tarzları hukuk pratiğinde
önemli bir yere sahiptir. İşte, böylesi çok yönlü ve kapsamlı bir analiz bakımından “hukuk
kültürü kavramı”nı sosyolojik açıdan incelemek büyük bir öneme haizdir.
Kültür ve Kültür Kavramı
Kültür, neredeyse her yerde başvurulan ya da kullanılan bir kavram olmakla birlikte,
çoğu zaman açıklaması yapılan bir kavram değildir. Toplumsal yaşamın farklı alanlarında
kültür kavramı, çok değişik ve çeşitli anlamlarda kullanılır: Kolektif kimlik, ulus, etnisite,
şirket politikası, örgüt iklimi, sanat ve edebiyat, yaşam tarzı, ritüel ve kitlesel ölçekte
üretilen popüler eserler anlamlarında olduğu gibi (Mezey, 2003: 37).
Kültür, geniş anlamda, insanların belli bir toplumda ne yaptıklarına, onu niçin
yaptıklarına, yapıp eyledikleri ile yarattıkları dünyaya bakılarak anlaşılır. Başka bir
ifadeyle kültür, insanların amaçlı etkinlikleri yanında, toplumsal alışkanlıkları ve pratikleri
ile vücuda getirdikleri insan yaratımı bir olgudur. Kültür, hem insanların anlam ve değer
dünyalarını yansıtan, hem de bunlar tarafından şekillendirilen bir oluşumdur. Bundan
dolayıdır ki, hiçbir kültür, insanların amaçlarını ve hedeflerini, onların neyin iyi-kötü,
doğru-yanlış, adil-adil olmayan, değerli-değersiz olduğu konusundaki kavrayışları ile
bunların anlamının ve değerinin nihai kaynakları hakkındaki inançları incelenmeksizin
anlaşılamaz (George, 2003: 3).
Williams’a göre kültür, zamanımızda ayrı bir halkın ya da başka bir toplumsal
grubun “bütün bir yaşam biçimi”ni ifade eder. Bugün kültürün en yaygın kabul gören
anlamı budur. Buna göre kavram, genel bir “anlamlandırma sistemi olarak, sadece
geleneksel sanatların ve entelektüel üretim biçimlerinin ifadesi olmaktan çıkarak,
sanat ve felsefeyi de içerecek şekilde dilden gazeteciliğe, moda ve reklamcılığa kadar,
bütün imgesel pratikleri ve alanları kapsar hale gelmiştir” (1993: 9-11). Williams’ın
yaklaşımında kültür, sosyal bakımdan sadece sanat ve öğrenme etkinlikleri bağlamında
değil, aynı zamanda toplumsal kurumlarda ve alelade insan davranışlarında gözlenen
belli anlamların, değerlerin ve özgül bir yaşam tarzının tasviri olarak kavramlaştırılabilir.
Böyle bir tanımdan hareketle yapılacak kültür analizi, belli bir yaşam tarzındaki açık veya
örtük değerlerin ve anlamların, yani kültürün berraklaştırılması anlamına gelir. Kültür
kavramı, her zaman kendi gelişimini etkileyen ilgilerden, çıkarlardan ve ideolojilerden
arınık olmayıp onların derin izlerini taşır. Williams’ın sosyal kültür tanımından hareketle
kültür, anlamı üretilen, icra edilen, dönüştürülen, itiraz ya da mücadele edilen paylaşılmış
bir anlamlı pratikler seti olarak tanımlanabilir (Mezey, 2003: 42).
Durkheim’a göre, toplumsal olgular; “bireyin dışında bulunan ve sahip oldukları
zorlayıcı güç sayesinde kendilerini bireye empoze eden davranış, düşünüş ve duyuş
tarzlarından” ibarettirler. Bu davranış ve düşünüş tarzlarından bazıları, tekrarlanma
sonucunda, zamanla tortulaşırlar ve kendilerini yansıtan tekil olaylardan soyutlanarak bir
tür istikrarlılık kazanırlar. Böylece kendilerine özgü bir bütünlüğe ve forma bürünürler,
yani tek tek bireysel olgulardan farklı kendilerine özgü bir realite meydana getirirler. Bu
bağlamda hukuk kurallarından, ahlak kurallarından, din kurallarından oluşan realitelerden
ya da kolektif alışkanlıklardan söz edilebilir (Durkheim, 1986: 38-42). Antropolog Taylor,
Sayı 35 /Güz 2012
3
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
kültürün ünlü ve halen de geçerli bir tanımını yapmıştır: Kültür ya da uygarlık, bir toplum
üyesi olarak insanoğlunun kazandığı (iktisap ettiği) bilgi, sanat, ahlak, gelenekler ve
benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür (Güvenç, 1985:
22). Durkheim’ın toplumsal olgu tanımını Taylor’un kültür tanımı ile birleştiren Duverger
kültürü şöyle tanımlar: “Kültür, bir insan topluluğundan beklenilen davranışları tayin
eden rolleri oluşturan, düzenlenmiş (coordone) bir davranışlar, düşünceler ve duyuşlar
bütünüdür (Duverger, 1975: 111-113).
Yukarıda zikredilen açıklamalardan hareketle kültürü, özetle, insanlar arası ilişki ve
etkileşimlerle yaratılan ve paylaşılan, insanların duyuş, düşünüş ve davranış tarzlarının
şekillenmesinde rol oynayan bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, örf ve adetler bütünü olarak
tanımlayabiliriz.
Her toplumun mensuplarının paylaştıkları ortak değerlerden, normlardan ve davranış
tarzlarından oluşan bir kültürden söz edilebilir. Ancak bu, o toplumun bünyesindeki tüm
bireylerin, grupların ve kesimlerin söz konusu kültürü eşit bir şekilde yarattıkları ve
paylaştıkları, onu aynı ölçüde benimsedikleri anlamına gelmez. Aksi halde, “alt kültür”
ve “karşıt kültür” gibi kavramları açıklamak mümkün olmayacağı gibi; sanat kültürü,
din kültürü, hukuk kültürü, iktisadi kültür ve siyasal kültür gibi kavramlaştırmaların
da bir anlamı kalmaz. Oysa, toplumsal yaşamın farklı kurumsal ve etkinlik alanlarında
yaşanan ilişki ve etkileşimlere bağlı olarak, diğerlerinden nispeten farklı duyuş, düşünüş
ve davranış tarzları ortaya çıkar. Bu da farklı kurumların ve grupların kültürlerinden söz
etmeye imkan verir.
Kültür, bir bakıma, toplumların gerek bilinçli, gerek bilinçsiz belleğidir. Ancak tüm
kültürler, aynı zamanda sürekli bir evrim de geçirirler. Hiç kuşkusuz bu evrimin hızı ve
kapsamı, yere ve zamana göre değişir. Kültürel alandaki değişim 20. yüzyılda büyük bir artış
göstermiştir. Daha önceleri, kültürlerin evrimi, olağandışı durumlar bir yana bırakılırsa,
bir insanın yaşamı boyunca algılanabilecek nitelikte değildi. Oysa bugün, neredeyse tüm
insanlar, önemli kültürel dönüşümleri gündelik yaşantılarında hissetmektedirler. Örneğin,
hukukun başlangıçta tek kaynağı örf-adetlerdi ve bu niteliğiyle hukuk, toplumun genel
değer ve norm sisteminin ayrılmaz bir parçasıydı, sözlü olarak yaşatılıp aktarılmaktaydı.
Tarihsel süreçte, zamanla kanun koyucu konumundaki kimselerin veya kurumların yasalar
veya derlemeler şeklinde yeni bir takım düzenlemeler yapabilecekleri, kurallar ihdas
edebilecekleri esası benimsendi (XII. Levha Kanunu, Solon Kanunları ve Hammurabi
Kodu gibi). Böylece, yasalar ve yargı kararları da norm yaratan başlıca kaynaklar haline
gelmeye başladı. Günümüzde bir yandan yeni yasaların sayısı artarken; diğer yandan eski
kararlar sıkıca gözden geçirilmekte ve değiştirilmektedir. Yeni norm yaratan ve eskileri
yürürlükten kaldıran mekanizmalar, edebiyat, felsefe ve sanat gibi alanlara nazaran, hukuk
alanında daha ileri ve daha resmi bir nitelik taşımaktadır (Duverger, 1975: 125-127).
Özetle, günümüzün modern toplum şartlarında hukuk, bir sosyal kurum ve toplumsal
yaşamın temel etkinlik alanlarından biri olarak diğerlerinden ayrı önemli bir alan haline
gelmiştir. Bu özelliğinden dolayı, artık ayrı bir hukuk alanından ve hukuk kültüründen
rahatlıkla söz edebiliriz.
4
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
Her kültür, toplum halinde yaşayan insanların, ilişki ve etkileşimlerini belirleyen
bir modeller bütünüdür. Ancak bu kültürel bütün de alt-bütünlere veya alt gruplara ayrılır.
Örneğin, kuzey kültürü, güney kültürü, batı kültürü, doğu kültürü ve Akdeniz kültürü gibi.
Yine, sosyal tabakalaşmadan hareketle yapılan burjuva kültürü ve işçi kültürü sınıflaması
gibi. Aynı şekilde, toplumsal hayatın bazı alanlarında yaşanan yoğun ilişki ve etkileşimler
çerçevesinde ortaya çıkan alt-bütünlerden de söz edilebilir; siyasal kültür, iktisadi kültür,
sanat kültürü ve din kültürü gibi (Duverger, 1975: 128). Bu çerçevede, herhangi bir
toplum ya da kültürün hukuksal yanları bir araya geldiğinde, nispeten sistematik ve tutarlı
bir bütün oluşturduğu takdirde; bu bütünü ifade etmek üzere “hukuk kültürü” kavramını
kullanabiliriz. Sosyolojik açıdan toplumun temel sosyal kurumlarından biri olarak hukuk,
toplumsal sistemin bir alt-sistemini oluştururken; antropolojik açıdan kültürün ya da
kültürel bütünün bir alt-kültür alanını ifade eder.
Hukuk-Kültür İlişkisi
Hukukun hem bir kültür yaratıcısı, hem de bir kültür nesnesi olduğu söylenebilir.
Genel olarak hukuk, birey ve grup kimliğini, sosyal pratikleri ve kültürel simgelerin
anlamını şekillendirir. Sosyal pratikler ve kültürel simgeler de aynı zamanda hukuku
meşrulaştırarak, sosyal bakımdan istenir kılarak, siyaseten uygulanabilir hale getirerek,
mevcut durumu değiştirerek hukuku şekillendirir. Hukuk, bir sosyal pratik olduğu kadar
bir toplumsal varoluş tarzıdır da. Hukuk, kültürel anlamları düzenleyen ve yeniden
düzenleyen; parlamenterler, yargıçlar, vatandaşlar gibi farklı öznelere sahip bir kurumsal
kültürel aktör olarak da görülebilir (Mezey, 2003: 45).
İlk bakışta hukuk, kültür ile zıtlık içinde de değerlendirilebilir. Hukuk, sadece
anayasalarda, yasalarda, yargısal kararlarda ortaya çıkan bir olgu olarak düşünüldüğünde;
toplumsal uyuşmazlıkları çözmeye çalışan bir prosedürler ya da formaliteler bütünü veya
bir kurallar ve haklar seti olarak görüldüğünde kültür ile zıt bir konumda ele alınmış olur.
Böyle yaklaşıldığında hukuk, nadiren kültürel bütünün ya da sistemin bir bileşeni olarak
kavranır. Başka bir deyişle, hukuk ve kültür farklı eylem dünyaları olarak kavramlaştırılır
ve ancak oldukça marjinal sayılabilecek düzeyde biri diğeriyle ilişkilendirilir. Örneğin,
beysbol oynama veya beysbol oyununu seyretme gibi kültürel etkinliklerin bazı hukuki
sonuçları olabileceği genel olarak düşünülmez. Benzer şeklide, beysbolu anti-tröst
yasalarından hariç bırakmak üzere açılan bir davanın da kültürel bazı sonuçları ya da
boyutları olabileceği düşünülmez. Oysa, bir oyunun hukuki boyutları, bir davanın da
kültürel boyutları olabileceğini tahayyül etmediğimiz takdirde, hukuka bakış açımızı
oldukça yoksullaştırmış oluruz. Aksine, beysbol oyununu hukuki yanları bulunan bir
etkinlik, hukuki bir davayı da kültürel yönleri ve sonuçları bulunan bir hadise olarak
tasavvur ettiğimizde hukuk hakkındaki anlayışımızı zenginleştirmiş oluruz (Mezey,
2003: 37).
Aslında, hukuk ile kültür arasında karmaşık bir diyalektik ilişki vardır. Yani, hukuk
ile kültür arasında karmaşık bir iç içelik söz konusudur. Biri diğerinden önce olmadığı
gibi, sonra da değildir. Hukuk, kültürün oluşumuna katkıda bulunurken kültür de hukuku
etkiler ve şekillendirir. Hukuk ile kültür arasında; birbirini karşılıklı olarak enforme
eden, biçimlendiren ve güçlendiren bir ilişki veya etkileşim vardır. Hukuk, mevcut
Sayı 35 /Güz 2012
5
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
kültürü sadece yapıcı tarzda etkilemez; aynı zamanda yıkıcı tarzlarda da şekillendirebilir.
Örneğin, hukukun kölelik müessesesine müdahale etmeyi reddetmesi, ırkçı nitelikteki
bir üstünlük-astlık ideolojisi tarafından kuşatılan bir kültürün sürdürülmesine katkıda
bulunur. Tersini yaptığında ise, zamanla ırkçı önyargıları azaltan, nispeten daha eşitlikçi
bir kültürel anlayışın serpilmesine katkıda bulunur (George, 2003: 16). Kısacası, hukuktan
tamamen arınmış bir saf kültürden söz edemeyiz. Aynı şeklide, ahlak, hukuk ve kültüründe
birlikte düşünülmesi gerekir. Hukuk, uygar yaşamın zorunlu şartlarından birisidir. Hukuk
yoluyla adil ve özgür bir düzene katkıda bulunabileceği gibi, adaletsizlik ve baskıya da
yol açılabilir. Bunun içindir ki, hukukun adalet, ahlak ve kültürel boyutu olduğu hiçbir
zaman gözden kaçırılmamalıdır.
Hukuk ile kültür ilişkisine değişik açılardan bakılarak farklı kavramlaştırmalara
gidilebilir: 1) Hukuk, bir kültürün pasif yansıması, o kültürün iktidar yapılarının
cisimleşmiş hali ve onların değer tercihlerinin bir ifadesi olarak işler. Bu anlamıyla hukuk,
kültürün sadece pasif bir imajı veya yansımasıdır. Yani hukuk, kültürün formelleşmiş
bir analojisidir. Yalnızca bir kültür tarafından yetkilendirildiği kadarını yapar ve o
kültürün kimliğini muhafaza etme görevini üstlenir. 2) Hukuk, kültür ile interaktif bir
ilişki içinde bulunarak, kültürden etkilenerek ve karşılık olarak iktidarın paylaşımını ve
değer kalıplarını etkileyerek işler. Bu kavrayış; hukuk-kültür ilişkisinin ve etkileşiminin
dinamik yanlarını vurgular. Hukuku kültür ile olan karışlıklı bağları temelinde tasavvur
eder ve hukukun farklı hukuk sistemlerinde toplumsal değişme sürecinde nasıl bir rol
oynadığı hususuna odaklanır. 3) Hukuk, kültürle ilişkisinde otonom bir şekilde, kendi içsel
mantığını geliştirerek ve belli çizgiler boyunca ilerleyen bir gelişme göstererek işler. Bu
anlayış, özellikle hukukun kültürel hayatın diğer alanlarından büyük ölçüde farklılaşmış
olduğu yapılardaki hukuk-kültür ilişkisini analiz etmek bakımından elverişli bir perspektif
ortaya koyar. Hukuk sistemi ağırlıklı olarak profesyonel eğitim görmüş seçkin bir kesime
dayanıyorsa, yüksek ölçüde rasyonalize olup teknik nitelikte bir prosedürler bütününe
sahipse, hukuk kendisini kültürel bağlamdan önemli ölçüde soyutlama eğiliminde
olacaktır. Bu bakışda hukuku, kültürden etkilenen değil, etkileyen veya belirleyen bir
faktör olarak görme eğilimi güçlüdür (Falk, 1961: 13-16).
Hukuk-kültür ilişkisine farklı bir şeklide yaklaşan Bork’a göre hukuk, günümüzde
ahlaki bir kaos durumunda bulunuyor. Bu düzensizliğin esas kaynaklarından biri,
seçilmiş temsilciler ile atanmış yargıçlar arasındaki önemli ayrıma dikkat etmekteki
kusur veya başarısızlıktır. Bu konudaki kusur ya da başarısızlık, sadece meşruiyeti
tartışmalı anayasal kararlara yol açmıyor, aynı zamanda kültürel yönelimde de keskin bir
farklılığa sebep oluyor. Bu durum, yargıçlar ile parlamenterlerin farklı kültürel değerlere
sahip olmalarından ve farklı seçmen gruplarına veya hedef kitlelere cevap vermelerinden
kaynaklanmaktadır. Mahkemeler ve parlamentolar arasındaki çatışma, günümüzde “kültür
savaşı” olarak adlandırılan olgunun da bir görünümüdür (Bork, 2003: 19). Bu noktadan
hareketle denebilir ki; her zaman ve her yerde geçerli mutlak bir kültürel bütünden ve
uyumdan söz edilemeyeceği gibi, aynı şekilde yekpare bir hukuk kültüründen de söz
edilemez. Hukuku yaratma, uygulama ve icra etme sürecinde rol oynayan aktörler olarak
yasama, yürütme ve yargı organlarının farklı kültürel değerlere ve tercihlere sahip olması,
toplumsal hayatın bir gerçeği ve gereğidir.
6
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
Kültür terimine, genellikle, kolektif inançlara, değerlere ve geleneklere işaret
etmek üzere başvurulmaktadır. Belli bir toplumun veya sosyal topluluğun karakteristiğini
oluşturan bu öğeler, belli bir devamlılığa sahip olmakla beraber toplumsal değişmeden
muaf da değildirler. Bu konudaki temel mesele, hukukun ne ölçüde kültürle bezeli ya da
kültüre gömülü olduğu ve ne ölçüde kültürden bağımsız ya da serbest olduğudur. Aynı
şekilde, hukukun mevcut şartlara ne kadar uyarlanabilir teknik bir araç olduğu ve ne ölçüde
kültürel koşulların veya zihniyetin bir ifadesi olduğudur. Kültür-hukuk ilişkisi hakkında
böylesi bir tartışma, hem hukuki sistemler arasındaki nakiller ve bunların uyumu açısından,
hem de hukuk doktrinleri ve kültür ilişkisi bakımından önemlidir. Burada cevap aranması
gereken temel sorular şunlar olmaktadır: Hukuki anlayış ve yorumlar, kültürel kavrayış
ve anlayışlara bağımlı mıdır? Nihai aşamada hukuki etkililik, kültürel şartlar tarafından
mı belirlenmektedir? Yasa önünde eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri, bireyler yanında
sosyal grupları hak ve sorumluluk sahibi kültürel özneler olarak tanıyabilir mi? Eğer
hukuk devleti, benzer durumlar karşısında benzer muamele ihtiyacının öğretisel anlamda
kabulü anlamına geliyorsa veya hukuk önünde herkese bir örnek uygulama anlamına
geliyorsa, böyle bir doktrin değişik sosyal grupların çıkarlarını ve taleplerini olduğu gibi
tanıyabilir mi? Buradaki mesele, kendi kavramsal yapısı içinde hukukunu kültürü tanıması
meselesidir. Bu durumda da şu sorunun cevaplandırılması gerekmektedir: Kültür, zorunlu
olarak hukuk doktrinine tamamen yabancı ve ona görünmeyen bir olgu mudur? Kültürel
faktörü dikkate almayan bir hukuk, kendi egemenlik alanında kültürel farklılığı veya
çeşitliliği değil, kültürel bir örnekliği varsaymış olur. Böyle bir varsayıma sahip olan
hukuk, bir örnek olarak gördüğü kültürün doğası hakkında düşünme ihtiyacı duymaz.
Bu durumda şu sorular gündeme gelir: Kültür, tamamen görünmez olabilir mi veya onu
tümüyle görmezlikten gelmek mümkün müdür? Kültür kavramına kesin ya da değişmez
bir anlam yüklenebilir mi? Oysa hukuk ve kültür, aynı anda hem kurucu hem de belirleyici
olarak hukuk hakkındaki tartışmalarla bağlantılıdırlar. Örneğin, Feminizm ve Eleştirel
Irk Teorileri, hukukun sosyal ilişkilerin anlamını belirleme, sosyal kurumların işleyişini
etkileme ve kişisel kimliği tanımlama gücünü vurgularlar. Bu, sadece vatandaşlık olarak
veya bir hukuki süje olarak hukuki kişiliğin tanımlanması meselesi değildir. Hukuk, aynı
zamanda, anne, göçmen, etnik grup üyesi gibi sosyal statülere iliştirilmiş beklentileri,
sorumlulukları ve sınırlamaları da belirler. Böylece, sosyal statülerin kültürel anlamını
yaratmaya da katkıda bulunur. Söz konusu teorilerinden başkaca tartışmalarda da sık sık
hukukun anlam inşa edici, kimlik belirleyici kapasitesi vurgulanır (Cotterrell, 2004: 2-3).
Hukukun anlam yaratma kapasitesine ve kuruculuk işlevine somutluk kazandırmak
üzere şu örnekler zikredilebilir: ABD’nin Massachusetts eyaletindeki bir mahkeme,
görmekte olduğu davada, burada yaşayan Mashpee’lerin bir kabile olup olmadığına karar
verme sorumluluğunu üstlendi. Bunu yaparken; onların kolektif kimliğini, yaratabileceği
dramatik sonuçlarıyla birlikte tanımlamış oldu. Yapılan tanım, Mashpee kültürüne
tamamen yabancı olan ırk ve liderlik gibi kavramları, Mashpee topluluğuna ve bölgesine
ait özgül olgularla birleştirdi. Bu şekilde uygulanan hukuk eliyle, egemen kültürün başta
mülkiyet olmak üzere ilgili kavramları, söz konusu kavrama yabancı bir gruba ve kültüre
dikte edilmiş oldu. Burada ortaya çıkan sonuç, kültürel farklılığın egemen hukukun
tanımlarına ve hükümlerine uydurulmasıdır. Başka bir deyişle, mahkeme, kendi baskın
kültür ve hukuk anlayışını onlara dayatmış oldu. Böylece hukuk, ötekilerin kültürel
Sayı 35 /Güz 2012
7
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
anlamlarını belirli bir anlayışın çerçevesi içine sokarak kontrol etmenin bir aracı haline
getirildi. Üstelik örneğimizde olduğu gibi, hukuku yorumlayanlar, her zaman sadece
hukuk profesyonelleri de değildir. Hukukçu olmayan vatandaşlar da potansiyel hukuk
yorumlayıcılarıdırlar. Bizatihi hukuk profesyonellerinin kendileri de homojen bir grup
oluşturmazlar. Bu gruplar içinde; günümüzde giderek artan ölçülerde toplumsal cinsiyet,
ırk, etnisite, cinsel yönelim vb. gibi faktörler bağlamında farklı yorumların yapıldığı,
değişik kararların ve tercihlerin ortaya çıktığı gözlenebilir. Başka deyişle, hukuku
yorumlayan profesyonel gruplar, sosyal ve kültürel farklılığın kalıplaşmış çeşitliliğini
yansıtırlar. Hukuki pozitivizmin yükselişi, dikkati, hukukun kültürel temellerinden ziyade
onun yasama sürecindeki politik kaynaklarına çekerek kültürel değişimin sonuçlarını
görmezlikten geldi. Bu eğilim epeyce etkili olmakla beraber, yakın zamanda, yukarıda da
belirtildiği üzere, toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk, etnisite, cinsel yönelim ve din gibi sosyokültürel değişkenler, hukuki çalışmaların ve tartışmaların konusu haline geldi (Cotterrell,
2004: 4-5).
Son dönemlerde, hukuk-kültür ilişkisi konusunda yapılan araştırmaların bir kısmı
da popüler kültür-hukuk ilişkisi hakkında yoğunlaşmış bulunmaktadır. Bu araştırmalar,
özellikle popüler kültür hakkındaki giderek gelişen literatürle ilgilenmektedirler.
Popüler kültür kavramına; genellikle, filmler, televizyon kanalları, tiyatrolar, romanlar,
magazinler, gazeteler ve reklamlar yoluyla ortaya konan imajların sunumunu ifade etmek
üzere başvurulmaktadır. Birçok araştırmacı, hukukun nasıl sunulduğu veya gözüktüğü
hususuyla ilgilenmekte ve bu çerçevede; hukukun genel kamusal imajların bir parçası
olarak, popüler kavrayışlar bağlamında kitle medyasında nasıl sunulduğunu ve filtre
edildiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bir kültürel projeksiyon olarak hukuk hakkındaki
asıl mesele, sadece hukuk doktrini ve pratiğine bakmakla kavranamaz. Sosyal olarak
inşa edilmiş imajların ve kurgusal anlatıların da incelenmesi gerekir. Çünkü, popüler
kültür bağlamında medyanın tasvir ettiği hukuk portresi, mevcut kültürel varsayımları
da şekillendirir. Burada belirtilmesi gerekli bir diğer husus ise, hukukçuların hukuk
hakkındaki kavrayışlarına ve tecrübelerine radikal bir şekilde aykırı olarak, hukukun
vatandaşlar tarafından farklı bağlamda nasıl anlaşılıp tecrübe edildiğidir (Cotterrell, 2004:
5). Buraya kadar üzerinde durulan noktalar, hukukun kültür ile ne denli ilişkili olduğunu
ve bunun çağdaş toplum şartlarındaki giderek artan büyüklüğünü, karmaşıklığını ve
farklılığını ortaya koymaktır.
Hukuk-kültür ilişkisine uluslararası hukuk açısından da bakılabilir. Özellikle,
II. Dünya Savaşı’ndan sonra, giderek evrensel bir nitelik kazanmaya başlayan “insan
hakları” fikri, “kültür” ya da “kültürel” olarak adlandırılan olay ve olgular karşısında
zaman zaman zıt bir konum işgal edebiliyor. Başka deyişle, evrenselleşen insan hakları
anlayışı ile yere ve zamana bağlı göreceli bir karaktere sahip kültür arasında yer yer
uyumsuzluklar, çelişkiler ve hatta çatışmalar gözlenebilmektedir.
Burada yanıtlanması gereken kimi sorular şunlardır: İnsan hakları ile kültürel
pratik arasında bir çatışma vuku bulduğunda yapılması gereken nedir? Örneğin,
evrensel insan hakları hukuku ile Afrika’daki kadınların sünnet edilmesi olgusu nasıl
bağdaştırılabilecektir? Aynı şekilde, insan hakları kodları ile Suudi Arabistan’da
kadınların araba kullanmalarına izin verilmemesi arasındaki uyumsuzluğu gidermek
8
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
için ne yapılmalıdır? Bu türden sorular karşısında çok sayıda çağdaş insan, temel insan
haklarının yerel ve özgül alanı, yani kültürel olanı aşması veya ona üstün sayılması
gerekliliğini ifade ederek, bir kültürel pratik ile temel insan haklarından biri ihlal
ediliyorsa bu durumda insan hakları esas alınmalıdır diyecektir. Bizim insan hakları
ihlali olarak gördüğümüz davranışlar ve eylemler, belli bir kültüre mensup kişilerce öyle
görülmüyorsa, bu durumda hukuk ile kültür arasındaki sınırı nereden çizeceğiz? Kültürel
değişkenlerin, bazı yönetimler veya gruplar tarafından, yapmış oldukları ihlalleri bir
meşrulaştırma, savunma veya özür aracı haline getirmeleri karşısında ne yapılacaktır?
Özellikle otoriter rejimler, kendi tiranlıkları eleştirildiği, kendi yaptıkları insan hakları
ihlalleri gündeme getirildiği zaman, hemen “kültür” diye seslerini yükseltmektedirler.
Örneğin; kadınların sünnetinin Afrika kültürünün, kadınlara araba sürme yasağının da
Suudi kültürünün bir parçası olduğu yüksek sesle dile getirilmektedir. İnsan hakları
yanında, yine giderek evrensel kabul gören demokratik standartlar karşısında, hükümetler
bunların kendi kültürlerine uygun düşmediğini, kendi insanlarının henüz bunlara hazır
olmadığını belirtmektedirler (Friedman, 1997: 380-87).
Günümüzde insan hakları hukuku ve demokratik siyasal değerler ve normlar bir
tarafta dururken; örf-adetler, dinsel inançlar ve ibadetler, kısacası, kültürel değişkenler
karşı tarafta durmaktadır. Bir yandan da her insanın kendi tercihleri doğrultusunda yaşama
ve sevme hakkı, kendi kültürünü yaşama ve ondan yararlanma hakkı olduğu ve bunların
temel insan hakları arasında olduğu kabul edilmektedir. Böyle bir durum karşısında, kendi
kültürünü yaşama hakkı ile kadınların sünnet olgusu nasıl bağdaştırılabilecektir?
Hukuk Kültürü Kavramına Bakış
John Bell, hukuk kültürünü, hukuksal kurumların işleyişiyle ve hukuki metinlerin
yorumuyla bütünleşmiş değerlerin, pratiklerin ve kavramların özgül bir tarzı veya
bütünlüğü olarak tanımlar. Hukuk kültürü açısından hukuk kavramı, hukukun sadece
bir kurallar ve kavramlar setinden daha fazla bir şey olduğunu vurgular. Buna, kültür
olarak hukuk kavramı da denebilir. Hukuk kültürü, aynı zamanda hukuk toplumunda
bir sosyal pratik anlamına da gelir. Sosyal pratik olarak hukuk, hukuk kurallarının ve
kavramlarının gerçek anlamını, onların toplum hayatındaki ağırlığını, yerini ve rolünü
belirler. Özetle hukuk, ne sadece bir kavramlar ve kurallar setidir, ne de soyut veya izole
halde bulunan bir sosyal pratiktir. Hukuk ve hukuksal pratik, ait oldukları toplumun
kültürünün birer görünümüdürler. Hukuk kültürü, içinde bulunduğu toplumun daha genel
kültürünün bir parçasıdır. Bu kültürün bilgisine ve kavrayışına sahip olmaksızın hukuksal
sosyal pratiği anlamak mümkün olmaz. Hukuk sistemlerini sınıflandırma, bir anlamda
hukuksal toplumları ve kültürleri ayırt etmek anlamına gelir. Farklı hukuk sistemlerini
karşılaştırma ve birbirinden ayırma, ancak bu hukuk düzenlerini ve hukuk kültürlerini, ait
oldukları daha geniş toplumsal kültür bağlamına yerleştirmekle mümkün olabilir. “RomaGermen”, “Common Law” ve “Sosyalist” hukuk sistemleri gibi sınıflandırmalara bu
açıdan bakmak gerekir (Hoecke ve Warrington, 1998: 498). Ancak, bu hukuk sistemleri
arasındaki sınırlar büyük ölçüde ülkeseldir. Hukuksal güç, siyasal sınırları izler ve yargısal
alanlara bölünmüştür. Her bağımsız ülke, kendine ait hukuk kurallarına ve düzenine
sahiptir. Belli bir ülkedeki hukuk kuralları, bunları uygulayan ve icra eden müesseselerle
ulusal bir hukuk düzeni oluşturur (Friedman, 1996: 28). Bu ulusal hukuk düzenleri de
Sayı 35 /Güz 2012
9
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
daha büyük birimler veya “hukuki aileler” olarak gruplandırılarak yukarıda zikredilen
“hukuk sistemleri” kavramlaştırmasına gidilmektedir. Burada yapılan sınıflandırmanın;
daha ziyade siyasal ve ülkesel boyutlu olduğunu, “hukuk kültürü” boyutuna yeterince
dikkate almayan bir gruplandırma olduğunu da belirtmemiz gerekir.
“Hukuk kültürü” teriminin “Common Law” hukuk sistemleri içinde bir statüsü
olmadığı gibi, bu sistemdeki hukukçular arasında yaygın kullanımı olan bir terim de
değildir. Kıta Avrupa’sında ise “hukuk kültürü” terimi, hemen Tarihsel Hukuk Okulu’nu
çağrıştırır. Bu okul, Avrupa’yı ve dünyayı birçok kültürün mekanı olarak görür. Buna göre
her toplum ya da kültür, kendi ayırt edici ruhuna sahip olup bu ruhu yansıtan bir hukuk
sistemine sahiptir. “Common Law” hukuk sistemine sahip ülkelerde “hukuk kültürü”
terimi, oldukça yakın bir geçmişe sahiptir. Bu gelişmede ABD’de ünlü hukuk sosyologu
Lawrence M. Friedman’ın çalışmaları önemli bir rol oynamıştır. Modernleşme sürecine
ilişkin tartışmalar bağlamında Batı tipi hukuk, geleneksel toplumların modernleşmesinin
zorunlu ve bütünleyici bir parçası olarak yüceltildi. Başta Friedman olmak üzere, kimi
hukukçular ve hukuk akademisyenleri, Batı tipi hukukun sadece hükümetler eliyle
çıkarılan bir hukuk kodundan veya başka bir aileden aktarılan yasalar bütününden
ibaret görülemeyeceğini vurgulamaktadırlar. Başka bir ifadeyle, söz konusu hukuki
düzenlemelerin bünyesinde yer aldığı toplumun bir bütün olarak hukuk kültürüne, sosyal
gelenekler setine, hukuka ilişkin tutum ve beklentilere, hukuk kurallarına, hukuk mesleğine
ve bağımsız yargıya saygı göstermeye, hukukun bağlayıcılığının benimsenmesine, hukuki
değerlerin, normların ve prosedürlerin içselleştirilmesine dayandığını ileri sürmektedirler
(Tay, 1983: 16-7). Batı hukukunun sadece, bir kavramlar, kurallar, prosedürler, müesseseler
bütünü olmadığını aynı zamanda sosyal ve kültürel boyutu bulunan bir olgu olduğunu
dile getirmektediler. Kısacası, her toplumun ayırt edici bir kültüre ve hukuk kültürüne
sahip olduğunu, hukukun kültürel boyutunun da diğer boyutları kadar önemli olduğunu
vurgulamaktadırlar.
Hukuk kültürü terimini kullanma çerçevesindeki tartışmaların çoğu, değişik hukuk
sistemlerinin veya düzenlerinin farklı kültürel ve ideolojik ön kabullere dayandığını;
bu kültürel ve ideolojik değişkenlerin “kitaplardaki hukuk”un işleyişini şu veya bu
yönde ciddi bir şekilde etkilediğini ve hukukun belli bir sosyo-kültürel çerçevede hayat
bulduğunu ortaya koymaya çalıştı. Kıta Avrupası’ndaki hukuk kültürü kavramı, hukukun
tarihsel ve toplumsal bir bağlam içinde şekillenen tutumlar, inançlar ve davranışlar
çerçevesinde şekillendiği hususuna dayalı olarak gelişmektedir. Günümüzde İngiltere
ve özellikle Amerika’da kullanılan hukuk kültürü kavramının gerisinde, Batı hukuk
geleneğinin ve ideolojisinin, daha geniş kültürel boyutu yeterince dikkate almadığı veya
bunu ihmal ettiği yönündeki eleştiriler vardır. Çünkü egemen Batı yaklaşımı, Batı’ya
özgü bir değerler setini diğer ülkelere empoze etmeye çalışmış, hukuku modernleşmenin
veya ekonomik kalkınmanın hizmetinde teknolojik bir araç olarak görmüştür (Tay, 1983:
17-8).
Hukuk kültürünü, en genel anlamda, hukuksal boyutu bulunan sosyal tutum
ve davranışların nispeten düzenlilik gösteren kalıplaşmış hali olarak da tanımlamak
mümkündür. Hukuk kültürünün ayırt edici bileşenleri olarak; hukukçuların sayısı ve
rolleri gibi hususların, hukuki kurumlardan ve olgulardan, dava ve mahkumiyet oranları
10
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
gibi ölçülerden, yargı mensuplarının istihdam tarzları ve denetimleri gibi uygulamalardan
hukuki meselelerde ve yargı sürecinde etkili olan düşüncelere, değerlere, arzu, inanç ve
zihniyetlere kadar uzanan birçok etmenden söz edilebilir. Bütün bunlar, hukuk kültürünün
görece somut ve açık veya nispeten muğlak bileşenleri olup hukuk hayatında etkilidirler.
Aşağıdaki soruları da bu bağlamda düşünmek gerekir: Niçin belli bir ülkede meseleleri
ya da ihtilafları yargıya götürme oranları çok yüksek iken, başkalarında bu oranlar
düşük kalmaktadır? Bazı toplumlarda skandal haline gelen ve resmi işleme tabi tutulan
bir cinsellik mevzuu, diğerlerinde niçin sadece evlilik bağına sadakatsizlik kapsamında
değerlendirilmektedir? Bu tür sorular bizi, hukuk ile toplum ve kültür ilişkisi üzerinde
daha fazla düşünmeye, hukuk kültürünün etki ve sınırlarını araştırmaya, hukuk kültürü
kavramının sınırları ve boyutları üzerinde daha fazla tartışmaya sevk etmektedir (Nelken,
2004: 1-2). Bir hukuk kültürü, bünyesinde bulunduğu toplumun kültürel değerlerini
yansıtabileceği gibi, her kültür de kendi bünyesindeki yasaları ve normları içselleştirebilir.
Günümüzde giderek küresel düzeyde yaygınlaşan ve belirginleşen bir uluslararası
hukuk kültürünün varlığından söz edilmektedir. Bugün, en azından kısmen de olsa,
kendimizi ortakça paylaşılan bir hukuk kültürüne sahip sayıyoruz. Bu, bizi hem kendi
toplumumuzun geçmişinden hem de başka toplumların kültüründen farklı kılmaktadır.
Bundan böyle kendimizi, böyle bir kültürü oluşturan değerlerin, perspektiflerin, dilin,
terminolojinin, literatürün bir parçası veya sahibi olarak görmeye başlıyoruz (Franck,
1999: 271). Franck “kültür kültür” (culture culture) terimi ile “hukuk kültürü” (legal
culture) terimi arasında ayrım yapar. “Kültür kültür” terimi; ırk, din, etnisite ve ulusal
kimlik gibi öğelerin özgül bütünlüğünün kavramsal bileşimini ifade etmek için kullanır.
Bunlar, insanların kimliklerinin tanımlayıcı öğeleridir. Bir kimsenin çok tabakalı veya
çok katmanlı kimliği, onun eşzamanlı olarak hem hukuk kültürü hem de kültür kültürü
tarafından tanımlanmasına imkan verir. Uluslararası hukuk kültürü, bir genelliğin
kültürüdür. Bu kültür, hakların ve ödevlerin eşit ve evrensel uygulanmasına bağlılıkla dile
getirilir. Bu, uluslararası hukukun normatif evrenselliğine ve normatif eşitliğine bağlılık
anlamına gelir. Normatif eşitlik, özellikle insan hakları bağlamında hem devletlere hem
de kişilere uygulanır. II. Dünya Savaşı’ndan beri, normatif evrensellik, giderek artan
ölçülerde hem hakların hem de sorumlulukların taşıyıcısı olarak kabul edilen bireylere de
uygulanmaktadır. Örneğin, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin
2. maddesi, bütün insanları, aralarındaki ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal fikir, ulusal
ve sosyal köken, mülkiyet ve doğum gibi durumlarını dikkate almaksızın eşit kabul
etmektedir (Franck, 1999: 271-72).
Hukuki kurumların ve fikirlerin nakli ya da yer değiştirmesi, sınır aşan bir nitelik
kazanmış olup hukuki gelişim sürecinde doğal bir aşama niteliğindedir. Üstelik, bu sadece
günümüzde mevcut bir olgu değil, hem geçmişte görülen hem de gelecekte daha çok
görülecek bir harekettir. Aslında hukukun tarihi, büyük ölçüde, aynı zamanda hukuksal
nakillerin ya da göçlerin de tarihidir. Kuşkusuz bir hukuk sisteminin üç bileşeninden
“yapı” ve “madde”nin (içerik) nakli, değerlerin ve “hukuk kültürü”nün naklinden daha
kolaydır. Çünkü hukuk kültürü, bizzat toplumsal kültürel yapısının bir parçasıdır. Nakil
ya da yer değiştirmeler konusundaki güçlükler, tekniklerin ve formların nakli hususunda
değildir. Asıl zorluk, değerlerin ve içeriğin akışından kaynaklanmaktadır. Bir nakil olayı
gerçekleştiğinde, nakledilendeki değişme, mevcut geleneklere uyma yönünde olabilir.
Sayı 35 /Güz 2012
11
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
Mevcut gelenekler de, karşılık olarak, yapı ve maddenin işleyişi üzerinde ciddi etkilerde
bulunabilir (Örücü, 2002:205-22).
Friedman da hukuk kültüründe yaşanan yoğun değişime dikkati çekmektedir. O’na
göre hukuk kültüründeki değişikliklerin gerisinde birçok faktör bulunmaktadır; ailedeki,
ekonomideki ve teknolojideki değişiklikler gibi. Toplumsal değişme süreci, hukuk
kültürünü yeni kanaat ve fikir kalıpları üretmek üzere etkilemektedir. Bundan böyle tek
bir hukuksal veya ahlaki standardın olduğu veya olması gerektiği fikri, giderek gözden
düşmektedir. Tek bir resmi standardın çökmekte olduğu kabul edildiğinde; aynı zamanda
popüler eşitlik teorisinde, hukuk teori ve pratiğinde de bir değişim gerçekleşmektedir.
19. yüzyıldaki başat teori olan hukuki eşitlik teorisi, aşağı yukarı bu türden fikirlere
dayanıyordu. Örneğin, ABD’de, tek bir ahlaki kod ve standart vardı. Tek bir egemen
veya üstün bir dil ve din söz konusuydu. Saygınlığın ve liyakatin tek bir mihenk taşı
vardı. Aslında, gerçek hayatta başka diller, dinler ve standartlar vardı. Azınlık dillerine
ve dinlerine tolerans göstermek, bunlara zulmetmemek Amerikan örneğinin özgül bir
karakteridir. İnsanlar Tanrı’ya, tanrılara inanabilirler, ibadet edebilirler veya hiçbirine
inanmayabilirler. Ancak ABD, halen de azınlık mensuplarına ait bir ülke değildir.
O, çoğunluğa ait olup baskın grup Kuzey Avrupa’dan gelmiş olan beyaz erkeklerdir.
Diğerleri, bu gerçeği bir norm olarak kabul etmelidirler. 19. yüzyılın hukuku, oldukça
geniş sahaları tek bir resmi ahlaki kodu destekleyen özgül bir hukuk kültürüne dayalıydı.
Ancak, modern bir haklar rejimi bu şekilde işleyemez. Haklar, öznel açıdan ya tümüyle
ya da hiç olarak hissedilir. Bazı haklar, eşit inandırıcılık veya ikna gücüyle diğerleriyle
çatışır. Bundan böyle hukuk, bir semboller ve anlamlar sisteminden daha fazla bir şey
olarak ciddi bir şekilde incelenmelidir. Hukuk, aynı anda, hem bir araçsal sistemdir hem
de anlam yüklü bir sistemdir (Friedman, 1984: 28-34).
Hukuk Kültürü Kavramına Teorik Yaklaşımlar
Burada özellikle ünlü hukuk sosyologları Lawrence M. Friedman ile Roger
Cotterrell’ın hukuk kültürü kavramına yaklaşımları üzerinde durulacaktır.
Friedman’a (1989) göre hukuk kültürü, belli bir toplumdaki insanlar tarafından
hukuk hakkında sahip olunun fikirleri, tutumları, değerleri ve kanaatleri ifade eder.
Aslında bir toplumda yaşayan herkes, eğitim, suç, ekonomik sistem, toplumsal cinsiyet
ilişkileri ve din gibi hususlara ilişkin fikirlere, tutumlara, değerlere ve kanaatlere sahiptir.
Hukuk kültürü kavramı, özellikle içeriği bakımından hukuksal olarak değerlendirilen
fikirlere, tutumlara, değerlere ve kanaatlere göndermede bulunur. Örneğin, mahkemelere,
adalet sistemine, polise, yüksek mahkemelere, avukatlara, yargı mensuplarına vb. ilişkin
fikirler, tutumlar ve kanaatler gibi. Hukuk kültürüne ilişkin sorulması gereken ilk soru
şu olmalıdır: Hangi problemler ve kurumlar, “hukuksal” olarak tanımlanacaktır? Ayrıca,
bu tanımlar neye göre nasıl yapılacaktır? Hukuk kültürü ile popüler kültür ilişkisi nedir?
sorularına da cevap aranmalıdır.
Popüler kültür terimi, daha genel anlamda, sade vatandaşlar veya kimseler (yani
entelektüellerin veya aydınların kültürü dışında kalanlar, yüksek kültüre mensup
12
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
olmayanlar) tarafından sahip olunan değerlere ve normlara göndermede bulunur. Popüler
kültür terimi, daha dar anlamda, kitaplar, şarkılar, filmler, oyunlar, televizyon şovları
ve benzerleri kapsamında ifade bulan değerlere ve normlara göndermede bulunur. Aynı
şekilde “popüler hukuk kültürü” hakkında da iki anlamda söz edilebilir: Bir kimse,
hukukçu kimliğine sahip olmayan, aydın veya entelektüel tabakasına ait olmayan sade
insanların hukuk hakkındaki fikirlerinden, tutumlarından ve kanaatlerinden bahsedebilir.
Örneğin, bir su tesisatçısı, sekreter veya yatırımcının mahkemeler, hukuk ve hukukçular
hakkında düşünceleri, şüphesiz hukukçuların, yargıçların ve hukuk akademisyenlerinin
düşüncelerinden farklı olacaktır. Yine bir kimse, hukuk kültürü terimini, genel bir dinleyici
veya izleyiciye ulaşmayı hedefleyen kitaplar, şarkılar, filmler, oyunlar ve televizyon
şovlarında ortaya konan hukuka ve hukukçulara ilişkin tutum ve kanaatlere referansta
bulunmak üzere kullanabilir. “Popüler kültür” ve “popüler hukuk kültürü” terimleri, ilk
anlamlarında sosyal hukuk teorileri geliştirmekte temel bir öneme haizdir. Bu teoriler,
tümüyle ya da büyük ölçüde “hukuki otonomi” kavramını reddeden teorilerdir. Başka
deyişle bu teoriler, hukuk sistemi dışında kalan diğer etkenleri, nedensel faktörleri
araştırarak hukuk olgusunu açıklamaya çalışırlar. Bunlar hukuku, bağımlı değişken
olarak alırlar; toplumun hukuk dışında gördüğü ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal
öğelerin oluşturduğu sistemlere veya alt sistemlere, hukuki düzenlemeleri ve kurumları
şekillendirmede başat bir yer verirler. Hukuki olan ile olmayan, hukuki olan ile sosyal
olan arasında, bir tür anlamlı sınırlar bulunduğunu varsayarlar (Friedman, 1989: 1580).
Friedman’a göre hukuk sistemi, toplumun bir parçası olup kendi başına hareket
eden veya işleyen bir sistem değildir. Hukuk dışındaki toplumsal baskılar veya talepler,
hukuk sistemini harekete geçirir ve onu işler halde tutar. Örneğin, bir mahkeme, kendi
mekanında oturur, dava dosyalarının önüne gelmesini bekler. Eğer hiç kimsenin hakarete
veya iftiraya uğradığı konusunda bir şikayeti veya talebi yoksa, mahkemenin de böyle bir
hususa ilişkin herhangi bir kararı olamaz. Bir hukuk istemi, “yapı”, “içerik” ve “kültür”
gibi üç temel bileşenden oluşur. Hukuksal yapı içinde; kurumlar, örgütler, görevliler,
bunların organizasyon şeması ve hiyerarşisi vardır. Hukuk sisteminin bir diğer bileşeni
olarak “hukuksal içerik”, maddi hukuk ve usul hukuku kurallarını ifade eder. Bu iki
öğenin yanında talep unsurunu yaratan, yani sisteme girdi olarak gelecek öğeyi içeren
bileşen vardır, buna da “hukuk kültürü” denir. Hukuk kültürü, hukuk hakkındaki fikirleri,
tavırları, inançları, beklentileri ve düşünceleri ifade eder. Örneğin, iki komşu arasında
çıkan geçit hakkına ilişkin bir ihtilaf halini düşünelim. Böyle bir durum karşısında
taraflar, aralarındaki uyuşmazlığı değişik şekillerde çözebilirler; biri diğerine arazisinde
yol verebilir, meseleyi halletmek üzere akil bir insana veya hatırı sayılır bir kimseye
başvurabilirler, yazı tura atabilirler veya mahkemeye gidebilirler. Olay, bir kan davasına
da dönüşebilir. Onların bu alternatiflerinden hangisine yöneleceklerini etkileyen birçok
değişken vardır. Mahkemeye başvurma maliyetini düşünebilirler, mahkeme sürecinin
uzun olabileceğini hesaba katabilirler. Hukuksal içerik hakkında bilgi almak üzere
veya dava sonucunun maddi hukuk karşısındaki ne olabileceği hakkında bir avukata
gidebilirler. Hukuk kültüründen kaynaklanabilen etkenler de söz konusu olabilir;
mahkemeye başvurmanın içinde bulundukları sosyo-kültürel ortamda olağan bir şey olup
olmadığını değerlendirebilirler? Komşularının dava yolu için ne düşüneceğini dikkate
alabilirler? Mahkemelere ve yargıçlara ilişkin kanaatleri ve güvenleri gibi hususlar da bu
Sayı 35 /Güz 2012
13
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
süreçte etkili olabilir. Hukuk, hukukçular ve mahkemeler hakkındaki mevcut bilgileri;
hukuk ve yargı sistemine karşı önceden oluşmuş yargıları varılacak sonuçta belirleyici
olabilir. Bütün bunlar, “hukuk kültürü”ne ilişkin öğeler olup insan tutum ve davranışlarını
etkileme potansiyeline sahiptir (Friedman, 1997: 7).
Hukuk kültürü hakkında biraz bilgi veya kavrayış sahibi olmaksızın sadece “yapı”
ve “içerik”e odaklanma, insan eliyle üretilmiş ancak hayatiyeti olmayan bir ürün üzerinde
odaklanmaya dönüşür. Oysa, insanların hukuku, hukuki kavramları ve mekanizmaları,
hukuki süreçleri nerede, ne zaman, niçin ve nasıl kullandıklarını belirleyen asıl faktörün
hukuk kültürü olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, kültürel faktörler, statik bir
normlar bütününü ve yapıyı, yaşayan bir hukuki varlığa dönüştüren esaslı bileşenlerdir.
Hukukun “yapı” ve “içerik” unsurlarına, hukuk kültürünü eklemek, bir saati veya
makineyi kurup işler hale getirmeye benzer. İşte bu nedenledir ki, sadece “yapı” ve
“içerik” öğesine bağlı kalıp “hukuk kültürü”nü dikkate almayan hukuk sistemleri (Kıta
Avrupa’sı, Common Law, İslam ve Sosyalist hukuk sistemleri gibi) sınıflaması yetersiz
kalmak durumundadır (Friedman, 1977: 76).
Friedman, hukuk kültürü hakkında ikili bir ayrıma gider. Her bir ayrımın farklı
bir değerler, tutumlar ve kanaatler kümesine işaret ettiğini ifade eder: Genel kamunun
hukuka yönelik değer ve tutumlarını “genel hukuk kültürü” olarak adlandırır. Hukuk
alanındaki avukatların, yargıçların ve diğer profesyonellerin hukuka ilişkin tutumlarını
ve değerlerini ifade etmek üzere de “içsel hukuk kültürü” deyimine başvurur. Genel
hukuk kültürü, bir örnek olmaktan uzak olup farklı düzeylerde varolabilir. Örneğin,
genel anlamda Fransız ve Nijerya hukuk kültüründen söz edilebilir. Ancak bu, Fransız
ve Nijerya hukuk kültürü içinde, aynı zamanda farklı bölgesel, yerel, grupsal tavırlar ve
değerler bulunmadığı anlamına gelmez. Genel hukuk kültürü, belli bir toplumda mevcut
olan farklı kültürlerin ortak yanlarını temsil eder. Her ülkenin siyasal sınırları az ya da çok
yapay bir nitelik taşır. Neredeyse her siyasal toplumda tek dilden, tek ırktan, tek kültür
grubundan daha fazlası söz konusudur. Örneğin Hindistan’da, onlarca dil ve kültür grubu
varlığını sürdürmektedir. Hiç kuşkusuz, çoğu zaman, farklı kültür gruplarının kültürleri
kadar hukuk kültürleri de vardır (Friedman, 1977: 76).
Cotterrell, Friedman’ın hukuk kültürüne ilişkin teorik tartışmasında bir
karakterizasyon çeşitliliği önerdiğini belirterek şöyle devam eder: Hukuk kültürü, hukuk
sistemine yönelik kamusal bilgiye, tutumlara ve davranış kalıplarına göndermede bulunur.
Hukuk kültürü, genel anlamda, kültürle organik bir şekilde ilişkili örf ve adetlerin bir
bütünü niteliğinde olabilir. Bu yönüyle hukuk kültürü, genel kültürün bir parçasıdır.
Fikirler, örf ve adetler, yapma ve düşünme tarzları, genel kültürün parçalarıdırlar. Genel
kültürün bu bileşenleri, sosyal güçleri belli tarzlarda hukuka yakınlaştırabileceği gibi
ondan uzaklaştırabilir de. Burada vurgu, hem ilişkili davranış kalıpları hem de fikirler
demeti üzerindedir. Daha yeni veya sonraki formülasyonlarda hukuk kültürü, sadece
düşünsel boyutuyla öne çıkar ve davranışsal öğeler gözden uzak tutuluyormuş gibi
görünür. Hukuk kültürü, toplumdaki tavırları, değerleri ve fikirleri içerir. Yani şahısların
hukuka, hukuk sistemine ve onun değişik parçalarına ilişkin fikirlerinden, inançlarından
veya değerlerinden meydana gelir. Başka deyişle, belli bir toplumda insanlar tarafından
benimsenen hukuk hakkındaki fikirler, tutumlar, beklentiler ve düşünceler “hukuk
14
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
kültürü”nü oluşturur. Cotterrell’a göre, bu formülasyonların muğlaklığı, kavramın tam
olarak neyi kapsadığını, kavramın farklı öğeleri arasındaki ilişkinin ne olduğunu anlamayı
zorlaştırmaktadır. Ayrıca hukuk kültürü kavramı, sadece hukukun içinde varolduğu
düşünülen genel bir düşünceler, inançlar, pratikler ve kurumlar bütününe göndermede
bulunmak için de kullanılmaktadır ve bu haliyle kavram, türev bir kategori haline
getirilmiş olmaktadır (Cotterrell, 2006: 83).
Bazı tartışmalarda, genel kültür kavramını, Friedman’ın yukarıda zikredilen bir
anlamda kullandığı iddia edilse de veya Friedman öyle bir izlenim bırakmış olsa da, esas
olarak böyle bir değerlendirme Friedman’ın amaçları bakımından yetersiz kalır. O’na
göre kültür kavramı, görünmeyen bir objenin gölgesi veya bir şeyi yansıtan bir kalıp
gibi görülemez. Hukuk kültürü, salt bir toplumdan daha fazla anlama sahiptir. Bizatihi
hukuk kültürünün kendisi, hukuki gelişmenin nedensel bir faktörü olarak değerlendirilir.
En azından nihai anlamda, hukuk kültürünü, hukuku yaratan ya da yapan bir olgu
olarak görür. Bundan dolayı da, hukuk kültürü kavramını, hukuk sosyolojisinde teorik
açıklamanın temel bir öğesi olarak düşünür. İşte bu nedenlerle, söz konusu kavram daha
net bir tanımlamayı gerektirir.
Cotterrell’a göre, “hukuk kültürü” kavramının tanımında; hukuk kültürünün
varyasyonları ve bunların ilişkileri, hukuk kültürünün nedensel (causal) anlamı ve
mekanizmaları ile kavramın açıklayıcı önemi üzerinde durulmalıdır (2006: 83-6):
1) Hukuk kültürünün varyasyonları ve bunların ilişkileri: Her ulus, bir hukuk
kültürüne sahiptir. Hukuk kültürü, bütünüyle bir hukuk sisteminin temel eğilimlerini,
onun egemen fikirlerini, tarzını, havasını ve kokusunu tasvir edebilir. Her ülke veya
toplum, kendi hukuk kültürüne sahip olabilir ve hiçbir zaman bunlardan biri diğeriyle
tam benzer de olamaz. Diğer yandan modernitenin hukuk kültüründen veya modern
hukuk kültüründen, Batı hukuk kültüründen ve henüz doğmakta olan bir dünya
hukuk kültüründen söz edilmektedir. Hatta ülkeler veya milletler bünyesinde hukuk
kültürlerinin çokluğundan da söz edilmektedir. Friedman da daha sonraki çalışmalarında
hukuk kültürlerinin çoğulluğu fikrini güçlü bir şekilde vurgulamıştır. Örneğin, ABD’de
zenginlerin ve fakirlerin; siyahların, beyazların ve Asyalıların; demir çelik işçilerinin
ve muhasebecilerin; erkeklerin, kadınların ve çocukların farklı kendine özgü hukuk
kültürleri vardır. Karmaşık yapılı bir toplum, aynı zamanda karmaşık bir hukuk kültürüne
de sahip toplumdur. Kısacası, Amerikan hukuk kültürü, tek bir kültür olmayıp birden
çok kültürdür. Hukuki liberallerin, muhafazakarların ve bunların farklı grupları ve alt
gruplarının hukuk kültürleri de söz konusudur.
Cotterrell’a göre, hukuk kültürü kavramı iki şekilde esnetilebilir: 1) Ulusların
veya devletlerin hukuk sistemlerinin sınırları tarafından kapsanmayan oldukça geniş
tarihsel eğilimlerin veya hareketlerin tanınmasına ve karşılaştırılmasına işaret etmek
için kullanılabilir. 2) Alışılmış ya da bilindik hukuki çoğulluk temalarının kabulüne
yönelik olarak başvurulabilir. Hukuk kültürü kavramı, tek boyutlu bir kavram olarak
düşünülmemelidir; devletlerin hukuk sistemlerinin kurumlarıyla, pratikleriyle ve
bilgisiyle ilişki içindedir. Bu ilişki içindeki kapsamı ve etkisiyle, değişen içeriğiyle kültür
düzenlerinin çoklu çakışmasına işaret eder. Oldukça esnek bir hukuk kültürü fikri, esas
Sayı 35 /Güz 2012
15
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
olarak kavramını teorik uygulaması bakımından ciddi sorunlar çıkarmaktadır. Örneğin,
devletlerin hukuk sistemlerinin özgül yanları ile hukuk kültürü ilişkisi sorgulandığı,
özel veya spesifik sorular sorulduğu zaman böyle bir durum ortaya çıkar. Hukuk kültürü
kavramı, genel anlamda kültürün birçok düzeyine ve bilgisine gönderme yapıyorsa,
böyle bir kavram teorik bir bileşen olarak karşılaştırmalı hukuk sosyolojisinde nasıl
kullanılabilecektir sorusunu da yanıtlamak gerekecektir.
Görüleceği üzere Friedman, değişik hukuk kültürü düzeylerini ve bölgelerini baştan
başa kesen temel hukuk kültürü dikotomilerini ısrarla tasvir eder. Friedman, geniş bir
şekilde, bir toplumun uzmanlaşmış hukuki görev yapan mensupları ile bunların dışında
kalanların hukuk kültürü arasında ayrım yapar. O’na göre, hukuk profesyonellerinin
hukuk kültürü, oldukça önemli olup “içsel hukuk kültürü”nü temsil eder. Bunların dışında
kalanların kültürü ise, “dışsal, popüler veya alelade hukuk kültürü”dür. Bütün bu çabalara
rağmen, “içsel hukuk kültürü” ile “dışsal hukuk kültürü” arasındaki ilişki belirsiz ya da
muğlak kalmaya devam ediyor. İçsel hukuk kültüründen ne anlaşılması gerektiği açık
değildir. Bu durum, sosyolojik bakımdan özellikle önemlidir. Ayrıca, hukuk sistemindeki
talep kalıpları üzerinde büyük bir etkiye sahip olan profesyonellerin tutumlarının ve
davranışlarının niçin büyük bir etkiye sahip olduğu da açık değildir. Oysa bu, hukuk
sistemlerinin işleyişini anlamak bakımından önemlidir. Friedman’a göre, hukukçuların
hukuki düşüncesi zorunlu olarak kendi kültürüne bağlı olup kültür, hukuki düşüncenin
hangi limitler içinde değişebileceğini belirler. İçsel hukuk kültürü, dışsal hukuk kültürünün
temel eğilimlerini yansıtır. İçsel ve dışsal hukuk kültürü arasındaki sosyolojik ilişkiyi
açıklamaktaki yetersizliğin, hukuk kültürünün kullanılışlığı bakımından ciddi sonuçları
vardır. Yukarıda da belirtildiği üzere, Friedman, hukuk kültürünün çoğul düzeylerinin
ve bölgelerinin farklılığını vurgular. Ancak buna rağmen, hukuk kültürü kavramını
kullanmaya devam eder. Kavramı, farklı fikir, pratik, değer ve gelenek gibi öğelerin
birliğini ima eden bir şekilde kurgular.
2) Hukuk kültürünün nedensel anlamı ve mekanizmaları: Friedman’a göre
hukuk kültürü kavramı, hukuk sisteminin içinde işlemekte olduğu sosyal şartları
belirlemede yaşamsal bir öneme sahiptir. Hukuk kültürü, insanların hukuku, hukuki
kurumları ve hukuki süjeleri ne zaman, niçin ve nerede kullanacağını, diğer kurumları
ne zaman kullanacağını veya hiçbir şey yapmayacağını belirler. Hukuk kültürü, hareket
halindeki her şeyin ve hukuki işleyişin açıklanması bakımından temel değişkeni oluşturur.
Hukukun profiline hukuk kültürünün eklenmesi, bir saati kurmaya veya bir makineyi fişe
takarak çalıştırmaya benzer. Sosyal faktörler, hukuk sistemi üzerinde değişime yönelik bir
etki yaratır, ancak hukuk sistemi üzerinde doğrudan işlemez. Hukuk kültürü, çıkarların ve
ilgilerin taleplere dönüşmesine ve aktarılmasına imkan sağlar. Hukuk kültürü, bu talepleri
şekillendirmeye çalışır ve hukuk sisteminin bunlara hangi tarzda cevaplar vereceğini de
belirler. Hukuk kültürü, hem içsel hem de dışsal olarak yapılar inşa etmek üzere işler.
Bunlar, bizzat hukuk sisteminin yapılarıdır.
3) Hukuk kültürü kavramının açıklayıcı önemi: Hiç kuşkusuz Friedman, genel
olarak hukuk kültürü kavramının muğlaklığını kabul eder. Söz konusu kavram, bir
soyutlama olup kaygan bir niteliğe sahiptir. Buna rağmen, niçin bu kavram üzerinde ısrar
edilmektedir. Kavram, bilimsel bir fonksiyondan ziyade sanatsal olarak hizmet eder ve
genel eğilimlerin izlenmesine imkan tanır.
16
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Mehmet YÜKSEL
Sonuç
Günümüzde, hukukun kültürel boyutunu dikkate almaksızın kültür–hukuk ilişkisi ve
etkileşimi hakkında yapılan çalışmaların, bir toplumun hukukunu ve hukuk uygulamasını
anlamak ve kavramak bakımından oldukça yetersiz kaldığı konusunda giderek artan bir
kabulün varlığına tanık olmaktayız. Bu çerçevede; hukuka ilişkin sosyolojik analizlerin,
gerek Kıta Avrupası’nda gerekse Anglo–Sakson dünyada kültürel boyutu analizlerine
katarak ve “hukuk kültürü” üzerinde yoğunlaşarak “hukuk kültürü kavramı”nı işlediğini
görmekteyiz. Bundan böyle hukuk, sadece bir kavramlar, kurallar ve kurumlar bütünü
olarak sunulmamaktadır. Aynı şekilde “hukuk sistemleri”nin yalnızca mevcut kurallar
ve organlar bağlamında sınıflandırılması da eleştirilmekte ve böylesi sınıflamalara
sosyo–kültürel boyutun mutlaka dahil edilmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Aksi halde,
aralarında dünya kadar farklılıklar bulunan gelişmiş bir kapitalist ülke ile azgelişmiş bir
üçüncü dünya ülkesinin hukuklarını aynı sistem içinde benzer konuma getirmek gibi bir
yanılgının kaçınılmaz olduğu belirtilmektedir.
Hukuksal boyut ile kültürel boyut arasındaki ilişkiler ve zaman zaman gözlenen
çatışmalar dikkate alınmaksızın, gerek ulusal hukuk düzenlerinde gerekse uluslararası
hukuk veya küresel hukuk alanında ortaya çıkabilen birçok sorunun ve gerilimin
yeterince anlaşılıp açıklanabileceği söylenemez. Hukukun, sosyal ve kültürel boyutundan
soyutlanarak, sadece bir soyut normlar, ilkeler ve standartlar olarak kavramlaştırılması
ve bunun ulusal ve küresel düzeyde farklı dünya görüşlerine, bakış açılarına ve taleplere
sahip değişik kimselere, gruplara, topluluklara ve örgütlere dayatılması, beraberinde
çok ciddi tartışmaları da getirmektedir. Örneğin, ulusal hukuk düzeninin normları ve
standartları ile yerel kültürel değerler ve kalıplar çatıştığı zaman ne yapılacaktır? Aynı
şekilde, uluslararası insan hakları standartları ve kodları ile ulusal ya da yerel değerler ve
normlar çeliştiğinde nasıl bir tavır alınacaktır? Bu tartışmaların yeterince zenginleşmesi
ve daha kapsamlı bir çerçevede sürdürülmesi açısından da “hukuk kültürü” konusunda
yapılacak çalışmalar büyük bir öneme haiz bulunmaktadır.
KAYNAKÇA
Bork, Robert H. (2003). “The Judge’s Role in Law and Culture”, Ave Maria Law
Review. Vol. 1, No. 1:19-29.
Cotterrell, Roger (2004). “Law in Culture”, Ratio Juris. Vol. 17, No. 1:1-14.
Cotterrell, Roger (2006). Law, Culture and Society: Legal Ideas in the Mirror of
Social Theory. England: Ashgate Publishing Company.
Durkheim, Emile (1986). Sosyolojik Metodun Kuralları. Çev. Enver Aytekin.
İstanbul: Sosyal Yayınlar.
Duverger, Maurice (1975). Siyaset Sosyolojisi: Çev. Şirin Tekeli. İstanbul: Varlık
Yayınları.
Sayı 35 /Güz 2012
17
Hukuk Kültürü Kavramına Sosyolojik Bir Bakış
Falk, Richard A. (1961). “The Relations of Law to Culture, Power, and Justice”,
Ethics, Vol. 72, No. 1:12-27.
Franck, Thomas (1999). “The Legal Culture and the Culture Culture”, Am. Soc’y
Int’l L. Proc. 271-278.
Friedman, Lawrence (1977). Law and Society: An Introduction, New Jersey:
Prentice-Hall, Inc.
Friedman Lawrence (1984). “Two Faces of Law”, Wis. L. Rev: 13-36.
Friedman, Lawrence M. (1989). “Law, Lawyers, and Popular Culture”, Yale Law
Journal, Vol. 98: 1579-1606.
Friedman, Lawrence M. (1996). “Hukuk Kültürü ve Toplumsal Gelişme”, Çev. M.
Tevfik Özcan. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı 14:27-36.
Friedman Lawrence (1997). “The War of the Worlds: a Few Comments on Law,
Culture, and Rights”, W. Res. L. Rev. No. 47: 379-387.
George, Francis Cardinal (2003). “Law and Culture”, Ave Maria Law Review, Vol.
1, No. 1: 1-17.
Güvenç, Bozkurt (1985). Kültür Konusu ve Sorunlarımız, İstanbul: Remzi Kitabevi
Yayını.
Hoecke, Mark Van and Mark Warrington (1998). “Legal Cultures, Legal Paradigms
and Legal Doctrine: Towards a New Model for Comparative Law”, International and
Comparative Law Quarterly, Vol. 47: 495-536.
Mezey, Naomi (2003). “Law as Culture”, Cultural Analysis, Cultural Studies and
the Law, Austin Saraf ve Jonathan Simon (der.), London: Duke University Press: 37-73.
Nelken, David (2004). “Using The Concept of Legal Culture”, Austl. J. Lag. Phil.,
Vol. 29, No. 1: 1-26.
Örücü, Esin (2002). “Law as Transpotion”, Int’l and Comp. L. Q. 205-223.
Tay, Alice Erh-Soon (1983). “Law and ‘Legal Culture’” Aust’. Soc. Leg. Phil., No.
27: 15-6.
Williams, Raymond (1993). Kültür, Çev. Suavi Aydın. Ankara: İmge Kitabevi
Yayını.
18
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal
Çalışmaların Eksikliği
Internet Journalism in Communication Research: The Lack of Contextual Studies
Aylin AYDOĞAN
Arş. Gör. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected]
Anahtar Kelimeler:
internet gazeteciliği, web
2.0, weblog, kullanıcının
ürettiği içerik,
çokluortam, etkileşim,
bağlanabilirlik,
sosyal medya, haber
toplayıcılar.
Keywords:
Internet journalism,
web 2.0, weblog,
user generated
content, multimedia,
interactivity,
hypertextuality,
social media, news
aggregators.
Öz
İnternet, sivil kullanıma açılması ve ticarileştirilmesi, kullanımının
yaygınlaşması gibi gelişmeler sonrasında medya metinlerinin sunumu için yeni bir
mecra olarak belirmiş ve hızla gazetecilik için kullanılmaya başlamıştır. 1990’ların
ikinci yarısından itibaren de hem internet gazeteciliği örnekleri niceliksel olarak
artmış hem de internetin habere, gazetecilik içeriğine erişim amacıyla kullanımı
yaygınlaşmıştır. Aynı tarihlerde internet gazeteciliği iletişim araştırmaları içinde
de popüler bir çalışma alanı olarak belirmiştir. Bu yazıda iletişim araştırmaları
içinde internet gazeteciliğini ele alan çalışmalar “işlevsel” bir sınıflandırma
çerçevesinde incelenmiştir. Yazıda sonuç olarak iletişim araştırmaları içinde
internet gazeteciliğine ilişkin “ideal bir model sunulduğu” belirtilmekte ve bu
modelin eksiklikleri tartışılmaktadır.
Abstract
Internet, with the advances such as availability for public use,
commercialization and access by wider audiences, emerged as a new medium
for distribution of media texts and immediately began to be used for journalistic
purposes. By mid-90’s, both the number of internet journalism examples and use
of internet for accessing news and related journalistic content increased. Also by
the 90’s internet journalism appeared as a popular topic in communication studies.
The paper explores internet journalism studies in communication field through a
“functional” classification. Eventually the paper claims an “ideal model of internet
journalism” constructed in communication field and discusses the shortcomings of
this model.
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
Giriş
İnternet, sivil kullanıma açılması, ticarileştirilmesi, ticari web tarayıcılarının
yaygınlaşması gibi gelişmelerle zamansal paralellik içinde 1990’ların başında
gazeteciliğin yeni mecrası olarak belirmiş ve hızla bu amaçla kullanılmaya başlamıştır.
İnternetin “haber üretimi ve habere erişim için kurumsallaşmış bir mecra” olması,
habere, gazetecilik içeriğine erişim amacıyla kullanımının yaygınlaşması 1990’ların
ikinci yarısından itibaren iletişim araştırmaları içinde alana yönelik ilgiyi arttırmıştır
(Mitchelstein ve Boczkowski, 2009: 563).1
Kopper vd. (2000: 501-502, 510-511) 1990’lı yıllarda tamamlanan araştırmaları
inceledikleri yazın değerlendirmesi niteliğindeki çalışmalarında internet gazeteciliğine
ilişkin araştırmaların büyük oranda ticari araştırma şirketleri, medya kuruluşları ve onlara
bağlı araştırma birimleri tarafından yapıldığını, üniversitelerin ise bu alanda çok etkin
olamadığını belirtmiştir. Bu nedenle de “üretilen bilgi belirli kesimlerin elinde” toplanmış;
araştırmalar ürün analizleri, pazar ve kullanıcı araştırmaları, mesleki değişimler, kalite
değerlendirmeleri gibi konularda yoğunlaşmıştır. Araştırmalarda yoğun olarak internetin
gazeteciliğe getirdiği olanaklardan ve internet gazeteciliğinin potansiyellerinden en
iyi nasıl yararlanılabileceği ve internet gazeteciliğinden nasıl gelir elde edilebileceği
sorularına cevap aranmıştır. Bu sınırlılığın aşılabilmesi için Kopper vd. (2000: 510511) internetin “haber medyasının koşullarını ve yapısını etkilediğini” dikkate alan,
iletişim araştırmalarının geleneksel araştırma yöntemlerine ve yaklaşımlarına, mevcut
internet gazeteciliği örneklerini inceleyen araştırmalara sıkışıp kalmayan ve daha makro
düzeyde sorular soran araştırmaların yapılmasını önermiştir. Deuze (2008: 199-200) ise
“basılı gazeteciliğin belirlediği araştırma, eğitim, gazetecilik rutini ve gazetecilik pratiği
standartlarının” internet gazeteciliği araştırmalarını etkilediğini, internet gazeteciliği
yazınında “basılı yanlılığının (print bias)” bulunduğunu belirtmiştir. Basılı yanlılığı
özellikle internetin haber üretimi ve sunumu için kullanılmasının medya profesyonellerinin
günlük pratikleriyle birleşmesini inceleyen çalışmalarda belirgindir ve bu birleşme çeşitli
ülkelerde profesyonellerle yapılan yoklamaların yöntem olarak kullanıldığı çalışmalarla
incelenmiştir. Ayrıca bu birleşmenin etkilerinin “bilgisayar destekli muhabirliği (computer
assisted reporting) içerecek şekilde” tartışıldığı araştırmalar da yapılmıştır. Ancak bu
araştırmaların çoğu basılı gazetelere bağlı çevrimiçi (online) gazetecilik birimleriyle ya
da basılı gazetelere ait internet siteleriyle sınırlı kalmıştır. Bu nedenle de internetin haber
üretimi ve sunumu için kullanılmasının medya profesyonellerinin günlük rutinleriyle
birleşmesi basılı gazeteciliğin yerleşik işleyişiyle ve normlarıyla karşılaştırılarak yapılan
bir analizin ötesine geçememiştir (Deuze 2008: 199-200).
Boczkowski’ye göre ise (2002: 297) 1990’ların sonlarından itibaren yapılan
çalışmalarda araştırmacılar internet gazeteciliğinin iletişim araştırmalarında bir
yenilenme gerektirdiğinin altını çizmektedir. Ancak internet gazeteciliğine ilişkin
kuramsallaştırma çabaları “eşik bekçiliği, gündem koyma, kullanımlar ve doyumlar
1 İletişim alanının önemli dergilerinin birbiri arkasına internet gazeteciliği temalı özel sayılar yayımlamaları
alana ilişkin akademik ilginin artışına örnek gösterilebilir. Bu özel sayılardan bazıları için bkz. The Electronic
Journal of Communication, 1997 7(2), 7(3) ve 7(4); Journal of Computer-Mediated Communication, 1998 4(1);
Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies, 1998 4(4) ve 2004 10(4);
Gazette: The International Journal for Communication Studies, 2005 67(1); Scan: Journal of Media Arts Culture,
2006 3(1); Journalism Studies, 2008 9(5) ve 2010 11(4); Journalism Practice, 2008 2(3) ve 2010 4(3).
20
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
gibi iletişim araştırmalarının yerleşik modellerine ve kuramlarına” yaslanmanın ötesine
geçememiştir. Boczkowski’ye (2002: 297) göre internet gazeteciliğinin iletişim alanının
yerleşik kuramlarından hareketle incelenmesi de değerlidir ancak internet gibi yeni
iletişim teknolojileriyle oluşan ortamının analizi iletişim araştırmalarının geleneksel
yaklaşımlarından farklılaşmayı gerektirmektedir ve internet gazeteciliği çalışmaları da
“alana ilişkin çok disiplinli bir teorinin geliştirilmesini” hedeflemelidir.
İnternet gazeteciliği yazının biçimlenmesinde Domingo’nun (2008: 15; 2005: 4,
35) dikkat çektiği nokta ise ABD’nin interneti haber medyası olarak kullanmadaki öncü
rolüdür. Bu durum Avrupa’daki ve başka bölgelerdeki internet gazeteciliği araştırmalarını,
araştırmacıların teorik ve metodolojik tercihlerini belirli bir düzeye kadar da olsa
etkilemiştir. Domingo’ya göre (2008: 15-16; 2005: 2-8) internet gazeteciliği yazınının ilk
örneklerinde araştırmacılar teknolojik gelişme ve bunun içerik üretimine ve sunumuna
getirdiği olanakları merkeze almıştır. İnternet gazeteciliği yazınında birinci dalga2
olarak sınıflandırılan bu çalışmalarda internetin etkileşim (interactivity), bağlanabilirlik
(hypertextuality) ve çokluortam (multimedia) özelliklerinin internet gazeteciliğinde
kullanılmasının potansiyel sonuçları ütopik bir yaklaşımla kavranmış ve bu üç özelliğin
uygulamalarda mutlaka kullanılması gerektiği belirtilmiştir. İnternet gazeteciliği yazınında
teknolojik belirlenimciliğin ağırlığını “internet gazeteciliğine tekno-yaklaşım” olarak
adlandıran Steensen (2011: 312) de internetin etkileşim, bağlanabilirlik ve çokluortam
özelliklerinin internet gazeteciliğinin ayırt edici özellikleri olarak kavrandığını ve bu üç
özelliğin gazetecilik açısından barındırdığı potansiyellerin mevcut örneklere ne derece
yansıtıldığının incelendiğini belirtmiştir.
Yukarıda kısaca aktarılan yazın değerlendirmesi niteliğindeki çalışmaların
iki noktada ortaklaştığı görülmektedir. Birincisi internet gazeteciliğinde teknolojik
gelişmenin ve internetin teknolojik özelliklerinin üretimde ve sunumda belirleyici olarak
görülmesidir. İkincisi ise araştırmacıların internet gazeteciliğinin iletişim araştırmalarında
bir yenilenme gerektirdiğini belirtmeleri ancak iletişim araştırmalarının geleneksel
kavramlarının ve araştırma yöntemlerinin internet gazeteciliği yazınında ağırlıklı bir
konuma sahip olduğunu tespit etmeleridir. Bu, Boczkowski’nin (2002: 297) 2000’lerin
başında internet gazeteciliği çalışmalarının ulaşması gereken düzey olarak belirttiği “çok
disiplinli bir teorinin geliştirilmesi” hedefinden uzak olunduğunu; başlı başına kuramsal
bir olgunluğa ise henüz erişilemediğini göstermektedir.
Bu yazı, alana ilişkin bilgi birikiminin tamamını değerlendirme iddiası taşımamakla
birlikte, internet gazeteciliğine ilişkin çalışmaların iletişim araştırmalarındaki konumunu
işlevsel olduğu düşünülen bir sınıflandırma çerçevesinde değerlendirmektedir.
Tanımlayan, sınıflandıran ve süreç dönüşümü odaklı olarak yapılan sınıflandırmanın
birbirini dışlayan kategoriler temelinde yapılan bir sınıflandırma olmadığını yazının bir
sınırlılığı olarak belirtmek gerekir. İnternet gazeteciliği özelinde neden-sonuç düzeyinde
kesin çizgilerle birbirinden ayrıştırılabilen bir sınıflandırma yapmak olanaklı da değildir.
Örneğin, internet gazeteciliğinde profesyonellerin üretim ve sunum sürecindeki rollerinin
2 Domingo (2005: 2) internet gazeteciliği yazınının üç dalgada geliştiğini belirtmiştir. İkinci dalga internet siteleri,
kullanıcılar ve internet gazeteciliğinde profesyonelliğin incelendiği görgül araştırmaları kapsamaktadır. Birinci
dalgadaki beklentilerle mevcut uygulamaların karşılaştırılması bu çalışmaların konuları arasındadır. Üçüncü
dalgayı ise çevrimiçi haber merkezlerinde yapılan etnografik araştırmalar oluşturmaktadır.
Sayı 35 /Güz 2012
21
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
değişimi, sahip olmaları beklenen yeni mesleki beceriler ve haber merkezlerinin
değişimi kullanıcı katılımının artmasıyla olduğu kadar çokluortam niteliğinde üretimin
ve sunumun artan önemiyle de ilişkilidir. Benzer şekilde internet gazeteciliğinin sosyal
ağlarla ve paylaşım siteleriyle birleşmesi de artan kullanıcı katılımının hem bir gereği hem
de bir sonucu durumundadır. Dolayısıyla tanımlayan, sınıflandıran ve süreç dönüşümü
odaklı çalışmaların internet gazeteciliğinin özellikleri, gazetecilikte yaşanan değişimler
ve bu değişimlerin dinamikleri gibi noktalarda birbirleriyle çakıştığı açıktır. Yazının
temel amacı internetin teknolojik özelliklerinin içerik üretimine ve sunumuna getirdiği
olanakları merkeze alan, internet gazeteciliğinin nasıl yapılması gerektiğini açıklamaya
ve ideal bir internet gazeteciliği modeli kurmaya odaklanan bu bağlamda da betimleyici
ve normatif olmaktan öteye geçemeyen bir yaklaşımın internet gazeteciliğinin bütüncül
ve gerçekçi bir analizini sunmaktan uzak olduğunu açığa çıkartmaktır. Bu amaçla
yazının sonuç bölümünde internet gazeteciliğinin ideal modelinin eksiklikleri sıralanmış;
bütüncül bir analizin gerçekleştirilebilmesi için teknolojik değişimi dikkate alan ancak bu
değişimin belirleyiciliğine ve sonuçlarına odaklanmak yerine, internet gazeteciliğini bir
endüstri olarak kavrayıp alandaki farklı aktörlerin etkinliklerinin internet gazeteciliğinin
gelişmesinde ve biçimlenmesindeki rolünü dikkate alan, internet gazeteciliğini içinde
gerçekleştiği koşullarla birlikte değerlendirilen bağlamsal çalışmalara ihtiyaç olduğu
tartışılmıştır.
İnternet Gazeteciliğini Tanımlayan Çalışmalar
İletişim araştırmalarında internet gazeteciliğini tanımlayan çalışmaların
gazetecilikte köklü bir dönüşümün başladığının iddia edildiği ve internet gazeteciliğinin
farklılıklara sahip olmakla birlikte gazeteciliğin yerleşik normlarını ve işlevlerini
geçersizleştirmediğinin belirtildiği iki ana başlığı vardır.
İnternetle gazetecilikte köklü bir dönüşümün başladığının iddia edildiği çalışmalarda,
merkezinde yeni iletişim teknolojilerinin ve bunların teknolojik özelliklerinin gazetecilikle
birleşmesinin bulunduğu, haber üretiminin ve sunumunun bu birleşmeye göre şekillendiği
“yeni bir gazetecilik biçiminin” doğduğu belirtilmektedir. Örneğin, Pavlik (2001: xi)
internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikte “kuruşluk gazetelerin doğuşundan
sonraki en temel” değişimi başlattığını ve “bağlamsallaştırılmış (contextualized)
gazetecilik” olarak nitelendirilebilecek yeni bir gazetecilik biçiminin doğduğunu
belirtmiştir. Ayırt edici özellikleri habere küresel düzeyde erişim, etkileşim, çokortamlılık
(multimediality), kişiselleştirme, anlık haber üretimi olan bağlamsallaştırılmış gazetecilik
internet gibi yeni iletişim teknolojilerinin gazeteciliğin dört aşamasını değiştirmesiyle
ortaya çıkmaktadır (Pavlik, 2001: 4). İlk aşama medya profesyonellerinin işlerini yapma
biçimi, gazeteciliğin günlük rutinidir. Konuşma tanıma araçları (speech recognition
tools) ve mobil gazeteci çalışma istasyonları (mobile journalist workstation) gibi yeni
sayısal araçlar ve bunların dizüstü bilgisayarlarla ve avuç içi kişisel sayısal aygıtlarla
(personal digital appliance) internete bağlanabilmesi haberin toplanması, işlenmesi ve
aktarılması aşamalarına yeni olanaklar getirmiştir. Profesyoneller bu yeni sayısal araçları
kullanarak olay yerinden daha hızlı haber aktarabilmekte ve haber merkezine bağımlı
22
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
olmadan çalışabilmektedir. Ayrıca tartışma listeleri, resmi kurumların web sayfalarındaki
bilgi, belge ve istatistikler, kişisel web sayfaları gibi çevrimiçi kaynaklar profesyonellerin
enformasyona erişimini kolaylaştırmış ve haber kaynaklarının çeşitlenmesini sağlamıştır.
Yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikte değiştirdiği diğer iki aşama ise haber ve haber
endüstrisinin yapısıdır. Buna göre kişiselleştirme, etkileşim ve çokluortam özellikleri
kullanıcıların habere müdahale edebilmesini, üretim sürecine dahil olabilmesini ve
haberin metin, ses, görüntü ve hareketli görüntü gibi farklı medya formatlarında bir
başka ifadeyle çokluortam niteliğinde sunulabilmesini sağlamıştır. Ayrıca yeni iletişim
teknolojileri üretim ve sunum aşamalarını hızlandırmış;3 habere küresel düzeyde,
anında erişim başlamıştır. Bu değişimler aynı zamanda haber merkezlerinin hiyerarşik
yapılanmasının yerine daha yatay ilişkilerin kurulduğu, editoryal birim ile yönetim
birimini ayıran sınırların aşındığı ve haber merkezlerinin mekan düzenlemesinin yeniden
organize edildiği kurumsal değişimleri de beraberinde getirmiştir. Endüstrinin değişimi
ise serbest çalışan profesyonellerin ve kullanıcıların internet gazeteciliği için üretim ve
sunum yapmaları, benzer şekilde geleneksel medyada çalışan profesyonellerin de zaman
zaman internet için haber üretmeleri olarak belirtilmiştir (Pavlik, 2001: xiii; 2000: 229234; 1999: 54-58). Yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikte değiştirdiği dördüncü aşama
ise Pavlik (2000: 234-236; 1999: 58) tarafından “kullanıcılar, rakipler, reklam verenler ve
haber kaynakları” gibi farklı kesimlerle kurulan ilişki olarak belirtilmiştir. Kullanıcıların
kendi ilgi alanlarına uygun yayınlara yönelmeleri, kullanıcılarla haber kuruluşları ve
profesyonellerle haber kaynakları arasındaki coğrafi engellerin geçersizleşmesi ve haber
kaynaklarının sahip oldukları enformasyonu profesyonellere ihtiyaç duymadan internette
paylaşabilmesi bu değişimin göstergeleri olarak sıralanmıştır. Bu dört aşamada ortaya
çıkan değişimlerden hareketle de Pavlik (2001: 4-5, 15, 20-22) internet gazeteciliğini,
çokluortam haber üretimi ve sunumu yapılan, haberin farklı kaynaklarla ve haberlerle
bağlantılandırıldığı, kullanıcının üretime ve sunuma katılımını sağlayacak etkileşim ve
kişiselleştirme özelliklerinin kullanıldığı, zaman sınırlılığı olmayan, dinamik bir üretim
ve sunum sürecine sahip “bağlamsallaştırılmış gazetecilik” olarak tanımlamıştır.
Deuze (2004: 140-141; 2003: 205-206) internet gazeteciliğini basılı gazetecilik,
radyo ve televizyon gazeteciliğinin dışında “dördüncü tür gazetecilik” olarak nitelendirmiş
ve çokluortam gazeteciliği ya da gazetecilikte çokortamlılık ile internet gazeteciliği
arasındaki ayrımı vurgulamıştır. Buna göre, çokluortam gazeteciliği farklı medya
formatlarında kodlanmış içeriğin bir web sayfasından sunulabilmesi ve hangi medya
formatında kodlandığından bağımsız olarak içeriğin web sayfası, radyo, gazete gibi farklı
mecralardan sunulabilmesi olmak üzere iki farklı biçimde uygulanabilir. Teknolojik
yöndeşme sonucu (convergence)4 olanaklı hale gelen çokluortam gazeteciliği ile internet
gazeteciliği belirli ortaklıklara sahiptir ancak çokortamlılık internet gazeteciliğinin bir
özelliği, potansiyelidir. Tek başına internet gazeteciliğinin tanımlayıcı bir unsuru değildir.
Ayrıca internetin, profesyonellerin günlük rutiniyle birleşmesi de internet gazeteciliğine
3 Yeni iletişim teknolojilerinin üretim ve sunum için kullanılabilecek zamanın kısalması yönünde baskı yaratması
(Çaplı, 2002: 74-75) ve internet gazeteciliğinde hızın rekabetin gereklerinden biri olarak görülmesi etik ihlallere
neden olabilmektedir. Yeni iletişim teknolojileri, internet gazeteciliği ve gazetecilik etiği konulu bir yazı için bkz.
Geray ve Aydoğan, 2010.
4 Yöndeşme, enformasyon ve iletişim teknolojileri, telekomünikasyon ve geleneksel medya alanlarında yaşanan
ve daha önceleri bu alanları teknolojik, ekonomik/sektörel ve düzenleme politikaları düzeylerinde birbirinden
ayıran sınırların aşınmasını ifade eder (Aydoğan, 2005: 260).
Sayı 35 /Güz 2012
23
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
eşitlenmemelidir. Bu iki noktadan hareketle Deuze (2004: 141; 2003: 205-206) internet
gazeteciliğinin tanımlayıcı unsurunu “internete özel profesyonel gazetecilik” yapılması
olarak belirtmiş ve internet gazeteciliğini “çokluortam, bağlanabilirlik ve etkileşim
özelliklerinin üretimde ve sunumda kullanıldığı ve üretimin özellikle internetin grafik
arayüzü olan web üzerinden sunmak amacıyla yapıldığı” gazetecilik olarak tanımlamıştır.
Boczkowski (2004: 64-65) ise internet gazeteciliğini sayısallaşma, çokortamlılık
ve kişiselleştirme gibi teknolojik özelliklerin basılı gazeteciliğin yerleşik üretim ve
sunum sürecini ve bu sürecin örgütlenme biçimini değiştirmesinden, basılı gazeteyi bir
“ürün olarak belirleyen ve sınırlandıran niteliklerin” geçersizleştirmesinden hareketle
açıklamıştır.
Tablo 1. Boczkowski’nin Basılı Gazete İnternet Gazeteciliği Karşılaştırması
Basılı Gazete
Genel ilgiye yönelik haber
Fiziksel olarak sınırlı
Mekân sınırlı
Zamansal olarak sınırlı
1- Belirli bir süreye bağlı
olma
2- Sabit üretim döngüsü
Format sınırlı
Profesyonel
Genellikle durağan
İnternet Gazeteciliği
Özelleştirilmiş haber ve kişiselleştirme
Fiziksel olarak sınırsız
Mekân sınırsız (ağ yapılanması)
Zamansal olarak sınırsız
1- Belirli bir süreye bağımlı olmama (arşiv)
2- Çeşitli üretim döngüleri (güncelleme)
Format sınırsız (çokortamlılık)
Kullanıcının ürettiği içerik
Genellikle dinamik
Kaynak: Boczkowski, 2004: 65.
Basılı gazete ile internet gazeteciliği arasındaki farklardan ilki basılı gazetelerin
toplumun geneli için haber üretimi ve sunumu yapmalarına karşın internet gazeteciliğinde
kullanıcıların farklı ihtiyaçlarını ve ilgilerini karşılayan, daha dar kullanıcı topluluklarına
yönelik üretimin ve sunumun yapılmasıdır. Basılı gazetenin içeriğini ve biçimsel
özelliklerini belirleyen sayfa sayısı, sayfada habere ayrılabilecek yer gibi sınırlılıklar da
internet gazeteciliğinde geçersizleşmiştir. Ayrıca kullanıcıların içeriği kişiselleştirmesine
olanak tanıyan uygulamalar ve özellikler internet gazeteciliğinin üretim ve sunum
süreciyle birleşmiştir. Bir diğer fark ise basılı gazetelerin yerel, bölgesel ya da ulusal
olmalarına karşın internet gazeteciliğinde hem yerel hem de küresel kullanıcıya yönelik
üretim ve sunum yapılmasıdır. İnternet gazeteciliği basılı gazeteden “zamana bağımlılık”
noktasında da ayrılmaktadır. İnternet gazeteciliğinde üretim ve sunum günün her saatine
yayılabilmektedir. Bir başka fark ise basılı gazetedeki format sınırlılığının internet
gazeteciliğinde geçersizleşmesi, farklı medya formatlarında kodlanmış haberin aynı web
sayfasında sunulabilmesidir. Ayrıca internet gazeteciliğinde profesyoneller tarafından
üretilen haberin sunulması biçimindeki işleyişle kullanıcıların da üretime ve sunuma
katılabildiği işleyiş birleşmiştir. Bu değişim de yazar tarafından internet gazeteciliğinde
etkileşimin basitçe geri besleme olarak kavranamayacağının göstergesi ve profesyonellerin
“tek haber kaynağı” olmaktan çıkmalarının nedeni olarak kavranmıştır. Boczkowski
(2004: 64-65) basılı gazete ile internet gazeteciliği arasındaki bu farklılıklardan hareketle
internet gazeteciliğini “durağan” biçimdeki basılı gazeteciliğin karşısında “dinamik” bir
gazetecilik olarak açıklamıştır.
24
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
İnternet gazeteciliğinin geleneksel mecralardaki gazetecilikten farklılaşan
ancak gazeteciliğin yerleşik normlarının ve işlevlerinin geçersizleşmediğini5 belirtilen
tanımlayıcı bir çalışma ise Beckett ve Mansell (2008) tarafından yapılmıştır. İnternet
gibi yeni iletişim teknolojilerinin gazetecilikle birleşmesi geçmişte yaşananlardan farklı
değişimlere neden olmuştur. Ağ yapılanmasına sahip yeni iletişim teknolojileri üzerinden
gerçekleştirilen ve temel özelliklerini teknolojik değişimin belirlediği, haberin toplanma,
işlenme ve aktarılma aşamalarının merkezinde sayısal ve çevrimiçi teknolojilerin
bulunduğu “ağlaşmış (networked) gazetecilik” ortaya çıkmıştır (Beckett ve Mansell,
2008: 93). Ağlaşmış gazetecilikte internet, gazeteciliğin “yeni, çevrimiçi döneminin” tek
mecrası olarak görülmese de sayısal ağ yapılanmasının en yaygın mecrası olması nedeniyle
özel bir öneme sahiptir ve “webloglar,6 web sayfaları, yeni çevrimiçi sosyal ağlar ya da
siber topluluklar gibi internet uygulamaları” ağlaşmış gazetecilik açısından önemlidir
(Beckett ve Mansell, 2008: 93). Ağlaşmış gazetecilikle gazeteciliğin “haber verme,
analiz, yorum, seçme, düzenleme ve aktarma” gibi temel işlevleri geçersizleşmemiştir.
Aksine bu temel işlevler saklı tutulmakta; değişim bu işlevlerin yapılma biçiminde ortaya
çıkmaktadır. Bu çerçevede de ağlaşmış gazetecilik günün her saati üretim ve sunum
yapılabilen, etkileşimli, profesyonellerle kullanıcıların ortak çalıştığı, görece düşük
maliyetli, karar alma süreçlerinin daha az merkezi olduğu ve yatay bir örgütlenmenin
bulunduğu gazetecilik olarak tanımlamıştır (Beckett ve Mansell, 2008: 93-94).
İnternet gazeteciliğinin özgün niteliklerinin olduğunu ancak bunların gazetecilikte
bir “paradigma değişiminin” başladığını söylemek için yeterli olmadığını belirten
Elliot’a göre ise (2009: 28-29), profesyonellerin yerleşik haber değeri çerçevesinde
haber toplayıp aktarması biçimindeki işleyiş internet gazeteciliğinde, özellikle de son
dakika gelişmelerinde, kullanıcıların da olay yerinden kişisel iletişim araçlarıyla kayıt
yapabildikleri ve profesyonellere ihtiyaç duymadan internette paylaşabildikleri bir
işleyişle birleşmiştir. Kullanıcıların üretime ve sunuma katılmaları profesyonellerin haberi
doğrulamak için akredite kaynaklara başvurmalarının değişimini, internet gazeteciliğinin
kullanıcıları da kapsar şekilde “açık kaynaklı” ve “istekli herkesten gelecek geri beslemeye”
açık olarak yapılmasını gerektirmektedir. Elliot’ın (2009: 31) belirttiği bir diğer değişim
ise internet gazeteciliğinde üretimin ve sunumun geleneksel mecralardaki gazetecilikle
karşılaştırıldığında daha hızlı olmasıdır ve bu bazı durumlarda haberi doğrulama ilkesinin
geri planda bırakılmasını göze almayı gerektirmektedir. Bu değişimler Elliot’a göre (2009:
34) geleneksel mecralardaki gazetecilik ile internet gazeteciliği arasında üretimin ve
sunumun farklılaştığının göstergeleridir ancak gazetecilikte bir “paradigma değişimi”nin
yaşandığını belirtmek için yeterli değildir. İnternet gazeteciliği, gazeteciliğin yerleşik
işleyişinden farklılaşabilmektedir ancak bu temel ilkelerden ve normlardan kopuşa işaret
etmemektedir. İnternet gazeteciliğine yönelik Elliot’un (2009: 38) özellikle vurguladığı
nokta bir paradigma değişiminin yaşanıp yaşanmadığından bağımsız olarak yazarın
ifadesiyle “dönemin paradigması ne olursa olsun” mesleğin değerlerinin, ilkelerinin ve
normlarının devam ettiğidir.
5 Gazeteciliğin yerleşik normlarının mecra temelinde değişmediği iletişim çalışmalarında yeni iletişim
teknolojilerinin doğuşuyla birlikte başlayan bir tartışma değildir. Yeni ortaya çıkan teknolojilerin gazetecilikteki
etkisinin format değişikişliğiyle sınırlı kaldığını belirten bir çalışma için bkz. İnal, 1996: 21.
6 Weblogların yaygın kullanımı blog şeklindedir. Bu kullanım bir weblog yazarının kelimeyi “we blog” şeklinde
cümle olarak kullanmasıyla ortaya çıkmıştır (Atikkan ve Tunç, 2011: 20; Kaplan ve Haenlein, 2010: 60).
Sayı 35 /Güz 2012
25
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
İnternet Gazeteciliğini Sınıflandıran Çalışmalar
İletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliğini sınıflandıran çalışmalar ağ
ortamında habere ve/veya gazetecilik içeriğine erişim için kullanılabilecek kaynakları
üretim ve sunum sürecinin özellikleri temelinde sınıflandıran çalışmaları kapsamaktadır
ve bu çalışmalar ağ ortamında habere erişim için kullanılabilecek kaynakların çeşitliliğini
gösterir niteliktedir. İlgili yazın içinde sıklıkla yararlanılan sınıflandırma ise Deuze’un
(2003: 205; 2001) “Çevrimiçi Gazetecilik Tipolojisi” başlıklı çalışmasıdır. Şekil 1’den de
takip edilebileceği üzere yazar internet üzerinde ana akım haber siteleri, dizin ve kategori
siteleri, eleştiri ve yorum siteleri ve paylaşım ve tartışma siteleri olmak üzere 4 farklı
haber ve/veya gazetecilik içeriği kaynağı belirlemiştir.
Şekil 1. Deuze’un Çevrimiçi Gazetecilik Tipolojisi
Editoryal İçerik Üzerinde Yoğunlaşma
Ana Akım Haber
Siteleri
Siteleri
Dizin ve Kategori
Siteleri
Siteleri
Eleştiri ve Yorum
Siteleri
Siteleri
Paylaşım ve
Tartışma Siteleri
Tartışma Siteleri
Kamusal İlişkisellik (Connectivity) Üzerinde Yoğunlaşma
Aracılanmış (moderated) Katılımcı İletişim
Aracılanmamış (unmoderated) Katılımcı İletişim
Kaynak: Deuze, 2003: 205; 2001.
Bunlar içinde en yaygın olanı ana akım haber siteleridir. Deuze (2003: 208;
2001) tipolojisinde ana akım nitelendirmesini yaygın kullanım olan egemen medya
kuruluşlarını ifade eder biçimde kullanmamıştır. Çevrimiçi gazetecilik tipolojisinde ana
akım haber siteleri hem medya kuruluşları hem de bu kuruluşlardan bağımsız kişi ya
da kurumlar tarafından gazetecilik yapmak amacıyla kurulan siteleri kapsamaktadır.
Yazar medya kuruluşlarına ait olan ve genellikle geleneksel medyadaki bir yayının
internete aktarılmasıyla kurulanları ana akım haber sitelerinin “yaratıcısı (originator)”,
medya kuruluşlarından bağımsız, geleneksel medyada bir karşılığı olmayanları ise “net
temelli/merkezli (net-native)” olarak nitelendirmiştir. Ana akım haber siteleri üretimde
ve sunumda gazeteciliğin yerleşik editoryal işleyişini uygulaması nedeniyle “haber
sunumunda, haber değerinde ve kullanıcıyla kurulan ilişkide” geleneksel mecralardaki
26
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
gazeteciliğe en yakın siteler olarak nitelendirilmiştir. Ana akım haber sitelerinde üretim
ve sunum genellikle iki yolla yapılmaktadır. İlki, geleneksel medya kuruluşlarına ait ana
akım haber siteleri tarafından uygulanan ve geleneksel mecrada ilişkili olunan yayına ait
haberin internette yeniden yayınlanmasıdır. İkincisi ise her iki gruptaki ana akım haber
sitelerinin uyguladığı özgün haber üretimidir (Deuze, 2003: 208; 2001).
Dizin ve kategori siteleri ise genellikle arama motorları, pazarlama şirketleri ya
da bağımsız kurum ya da kişiler tarafından kurulan sitelerdir. Bunlar temelde internet
üzerindeki başka yayınlara bağlantı (link) vererek haber toplamakta ve bunları konu, coğrafi
konum, bağlantı verilen yayın gibi kategoriler altında düzenleyerek yayınlamaktadır
(Deuze, 2003: 209, 2001). Stanyer’in (2009: 205) çevrimiçi haber toplayıcılar (online
news aggregators) olarak adlandırdığı ya da toplanmış haber portalları (aggregated news
portals), ağ haber toplayıcıları, ağ haber yayıncıları olarak da adlandırılan (Geray, 2011;
Thurman, 2007: 292) dizin ve kategori siteleri başka sitelere bağlantı vermenin dışında
toplanan haberin editoryal olarak yeniden işlenmesi, özgün haber üretimi gibi yollarla
da üretim ve sunum yapabilmektedir. Dolayısıyla dizin ve kategori sitelerinin homojen
olmadıklarını belirtmek gerekir. News.yahoo.com ve news.aol.com gibi siteler hem
ağ ortamındaki başka kaynaklara bağlantı vermekte hem de topladığı haberi editoryal
olarak yeniden işlemektedir. Drudgereport.com özgün haber üretimi de yapmaktadır
(Carlson, 2007: 1019; Thurman, 2007: 292; Deuze, 2003: 209, 2001). Dizin ve kategori
sitelerinin bir başka ifadeyle haber toplayıcıların en bilinenlerinden news.google.com
ise ayrıksı bir örnektir. Eylül 2002’de kurulan site “bilgisayar algoritması temelinde”7
çalışmaktadır. İnsan müdahalesi olmadan internetteki farklı kaynaklardan toplanan
haberin başlığı ve ilk birkaç satırı algoritmanın belirlediği sıralamaya göre news.google.
com’un ana sayfasında otomatik olarak gösterilmektedir (Carlson, 2007: 1019). Sitenin
işleyişi, editoryal müdahalenin olmaması, politik yanlılığın aşılması, farklı kaynaklardan
haberlerin tek bir sayfadan takip edilebilmesi, kişiselleştirme özelliği ve insan emeği
ile yapılamayacak kadar yoğun bir işin bilgisayar dolayımıyla yapılabilmesi gibi
gerekçelerle savunulmaktadır (Google News, 2011; Carlson, 2007: 1021-1024). Sitenin
algoritma temelinde çalışmasını eleştirenler ise haberi sıralamanın gazeteciliğin özü
olduğunu belirtmektedir. Buna göre bir yığın içinden günün en önemli gelişmesinin ne
olduğunu gösteren ölçüt sıralamadır; haberin sayfada yerleştirildiği yerdir. Bu nedenle de
algoritmanın yaptığı sıralama kullanıcılara günün en önemli haberini sunmaktan uzaktır.
Sitenin işleyişine yönelik “denge kurmayı amaçlayan” bakış açısı ise news.google.com’un
profesyoneller tarafından üretilen haberi sunduğu dolayısıyla da insanların ve bilgisayarın
birlikte çalıştığı, gazeteciliğe değer katan bir sistemin ortaya çıktığını belirtmektedir
(Carlson, 2007: 1021-1024).
Çevrimiçi gazetecilik tipolojisinde üçüncü grup eleştiri ve yorum siteleri, dördüncü
grup ise paylaşım ve tartışma siteleridir. Eleştiri ve yorum siteleri ağırlıklı olarak medya
endüstrisi ve profesyoneller hakkında bilgi ve eleştiri yayınlayan sitelerdir ve “gazetecilik
hakkında gazetecilik” olarak da nitelendirilir. Paylaşım ve tartışma siteleri ise üretimin
7 News.google.com, 2010’da “Editörlerin Seçimi” uygulamasıyla gerçek kişiler tarafından seçilen haberleri de
ana sayfasında göstermeye başlamıştır. Uygulama, editörlerin kendi yayınlarından seçtikleri ve öne çıkarmak
istedikleri özgün haberlerin news.google.com’un ABD yayınında ana sayfasının sağ kısmında logoyla birlikte
sunulması biçiminde çalışmaktadır. Uygulamayı ilk kullananlar arasında The Wall Street Journal ve The Guardian
yer almıştır (Google, 2011).
Sayı 35 /Güz 2012
27
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
ve sunumun genellikle kullanıcıların gönderdiği haber, yorum ve görüş temelli olduğu;
editoryal kontrolün en az, internetin etkileşim özelliğinin de mümkün olan en fazla
düzeyde uygulandığı sitelerdir. Bu nedenle de paylaşım ve tartışma siteleri internet
gazeteciliğinin iyi örneklerindendir (Deuze, 2003: 210-211; 2001).
İnternet gazeteciliğinin sınıflandırılması, ağ ortamında haber ve gazetecilik
içeriğine erişim için kullanılabilecek kaynakların çeşitliliğinin yanı sıra internetteki
farklı haber sitelerine bağlantı vererek haber toplama, özgün haber üretimi, kullanıcıların
gönderdiği haberleri ve yorumları yayınlama gibi farklı üretim ve sunum yollarının
internet gazeteciliğinde birlikte kullanılabildiğini de göstermektedir. Habere ve/veya
gazetecilik içeriğine erişim amacıyla kullanılan çevrimiçi kaynaklara yakın zamanda
webloglar da eklenmiştir ve internet gazeteciliğini sınıflandıran çalışmaların bir diğer
başlığını da bu birleşme oluşturmaktadır. Webloglar “içeriğin ters kronolojik sıraya
göre listelendiği ve sık güncellenen web sayfaları” ya da kişisel web günlükleri olarak
açıklanmaktadır (Lomborg, 2009). Weblogların gazetecilikle birleşmesinin bir biçimi
haber ve ilişkili gazetecilik içeriğini barındırmalarında somutlaşmaktadır. Örneğin\ 2008
yılında kişisel weblogların %42’sinin haber içeriği barındırdığı açıklanmıştır (Technorati,
2009).8 Bir diğeri ise doğrudan gazetecilik yapmak amacıyla kurulan webloglar
dolayımıyla, weblogların internet gazeteciliğinde üretimin ve sunumun bir “formatı”
haline gelmesidir. Domingo ve Heinonen (2008: 6-11) gazetecilik yapmak amacıyla
kurulan weblogların “gazetecilik rutinini ve kodlarını takip etmedikleri durumda bile
güncel hakkında olabildiğince çok insana bilgi aktarmaları; tartışma ve yorumları
mümkün olan en fazla insana ulaştırmaları” bağlamında geleneksel gazeteciliğe benzer
bir görevi yerine getirerek gazetecilikle ilişkilendirilen toplumsal rolü benimsediklerini
belirtmiştir. Doğrudan gazetecilik yapmak amacıyla kurulan webloglar diğer çevrimiçi
haber kaynakları gibi kurumsal medyaya bağlı ya da kurumsal medyadan bağımsız
olabilmektedir. Yurttaş weblogları, medya kuruluşlarından bağımsız, profesyonel
düzeyde içerik üreticisi olmayan kişiler tarafından hazırlanan webloglardır. Kullanıcı
weblogları olarak adlandırılabilecek ikinci grup webloglar da benzer şekilde profesyonel
olmayanlar tarafından hazırlanmaktadır. Ancak bunlar medya kuruluşlarına ait internet
siteleri üzerinden yayın yapmakta; kurumsallaşmış medyaya ait internet siteleri kullanıcı
webloglarını barındırmaktadır. Gazeteci weblogları ve medya weblogları ise doğrudan
profesyoneller tarafından hazırlanmaktadır. Gazeteci weblogları profesyonellerin kişisel
webloglarıdır ve çalışılan kurumun internet sitesiyle ya da diğer webloglarıyla bağlantısı
yoktur. Medya weblogları ise bir medya kuruluşu için profesyoneller tarafından ve
profesyonel üretim ve sunum süreci içinde hazırlanan webloglardır. Medya weblogları
haber değeri yüksek, özel olayların ve alanında uzman gazetecilerin hazırladıkları özel
haberlerin ana haber sitesinde yayınlandıktan sonra detaylandırılması, gündemdeki önemli
olaylara ilişkin bir tartışma platformunun oluşturulması gibi amaçlarla kurulmaktadır
(Domingo ve Heinonen, 2008: 7-9).
8 2002’den itibaren weblogları kayıt altına alan Tecnorati şirketi 2004’ten itibaren de Blogosferin Durumu (State
of the Blogosphere) başlıklı yıllık raporlar serisini yayınlamaktadır. Şirket 2009’dan sonra profesyonel, para
kazanma amacıyla hazırlanan weblogları da listelemektedir.
28
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
Süreç Dönüşümü Odaklı İnternet Gazeteciliği Çalışmaları
İletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliği çalışmalarının bir diğer hattı
ise gazetecilikte süreç dönüşümünü inceleyen çalışmalardır. Bu çalışmaların hareket
noktası teknolojik gelişimin ve yeni iletişim teknolojilerinin doğuşunun iletişim alanında
teknolojik ilerlemenin ötesinde değişimlere neden olduğu iddiasıdır. Buna göre teknolojik
gelişim ve yeni iletişim teknolojileri, temel özellikleri kullanıcının içerik üretim ve
sunum sürecinin aktif bir katılımcısı olması, metin temelli içeriğin karşısında çokluortam
içeriğin yükselmesi ve üretimde ve sunumda profesyonellere bağımlılığın kırılması olan
“yeni bir iletişim ortamının” (Brandtzaeg, 2008: 14-15) doğuşunu sağlamıştır. Bu “yeni
iletişim ortamının” gerektirdiği biçimde gazeteciliğin değişimi ve bu değişimin uğrakları
olarak kullanıcının ürettiği içerik (user generated content) ile birleşme, gazetecilikte
profesyonelliğin ve haber merkezlerinin değişimi süreç dönüşümü odaklı internet
gazeteciliği çalışmaları içinde ele alınmaktadır.
Brandtzaeg (2008: 14) kullanıcının ürettiği içerik kavramını “yenilikçi kullanıcılar”
ifadesiyle internetteki “yeni ve üretken kullanım kalıpları” olarak açıklamıştır. Örnebring
(2008: 772) ise kullanıcılarla profesyoneller arasında içerik üretiminde ve sunumundaki
sınırların bulanıklaşmasına dikkat çekmiş ve kullanıcının ürettiği içerik kavramını
internet gazeteciliğinde kullanılan etkileşim ve katılım temelli uygulamaları da kapsar
biçimde kullanmıştır. Benzer şekilde Hermida ve Thurman (2008: 344) da kullanıcının
içerik üretmesini “sıradan insanların profesyonellerin ürettiği yayınlara katılma veya
katkı sunma olanağını da kapsayan bir süreç” olarak tanımlamıştır. Kullanıcının özgün
içerik üretmesine vurgu yapan bir çalışmada (OECD, 2007) ise “profesyonel rutin ve
pratiklerden bağımsız olarak üretilen ve belirli bir oranda yaratıcı çaba içeren internet
üzerindeki kamuya açık içerik” tanımı geliştirilmiştir. Kamuya açık olma üretilen içeriğin
internette paylaşılmasını; yaratıcı çaba içerme ise içeriğin özgünlüğünü, kullanıcının
içeriği kendisinin üretmesini ya da profesyoneller tarafından üretilmiş içeriği işleyerek
yeni bir içeriğe dönüştürmesini ifade etmektedir. Profesyonellikten bağımsızlık ise ticari
bir kurum ile ilişkinin ve gelir amacının olmamasını ifade etmektedir (OECD, 2007: 1718).
Kullanıcının ürettiği içerik kavramı, internet gazeteciliğinde kullanılan etkileşim
ve katılım temelli uygulamaları da kapsayan geniş tanımı içinde düşünüldüğünde habere
yorum yazma, haberi elektronik posta yoluyla bir başkasına gönderme, habere puan
verme, haber sitelerindeki çevrimiçi anketlere katılma, haberi etiketleme (tagging) vb.
biçimlerle başlangıcından itibaren internet gazeteciliğinin bir parçasıdır (Aydoğan, 2009:
191-191; Hermida ve Thurman, 2008: 345). Doğrudan kullanıcı tarafından üretilen
özgün içeriğin internette gazetecilikle birleşmesinin ise çeşitli biçimleri bulunmaktadır.
Bunlardan bir tanesi -internet gazeteciliğinin sınıflandırılmasında da aktarıldığı üzerehem kişisel weblogların hem de gazetecilik webloglarının ağ ortamında habere ve/
veya gazetecilik içeriğine erişimin yaygın birer platformu haline gelmesidir. Özellikle
de içeriği kullanıcılar tarafından oluşturulan ve kurumsal haber siteleri üzerinden yayın
yapan kullanıcı weblogları profesyonel üretim süreciyle kullanıcının ürettiği özgün içeriği
birleştirme çabasının tipik bir biçimidir. Bir diğeri ise ağırlıklı olarak kullanıcının ürettiği
Sayı 35 /Güz 2012
29
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
içeriği barındıran ve web 2.0,9 ya da sosyal medya olarak adlandırılan Facebook, Youtube,
Twitter, MySpace, Tumblr, Linkedln gibi sosyal ağlar, paylaşım siteleri ve mikrobloglar gibi
internette içerik üretiminin ve sunumunun yeni biçimleriyle/platformlarıyla birleşmedir.
Bu platformlar da webloglar gibi hem habere ve/veya gazetecilik içeriğine erişmek
amacıyla yaygın bir şekilde kullanılmakta hem de internet haber siteleri profesyonel üretim
süreçleriyle bu platformlar olabildiğince birleştirilmektedir. Bu amaçla profesyonellerin
ürettiği haberin ve/veya gazetecilik içeriğinin kullanıcılar tarafından bu platformlarda
paylaşılmasına izin veren özellikler ve uygulamalar haber sitelerinde kullanılmakta;
medya kuruluşları da bu platformlarda kurumsal sayfalar, hesaplar açarak içeriklerini bir
kez daha dolaşıma sokmaktadır.10
Gazetecilikte profesyonelliğin değişimini inceleyen süreç dönüşümü odaklı
çalışmalarda, profesyonellik tanımının değişimi ve internet gazeteciliği için profesyonellik
tanımı yapılmasının sınırlayıcı olması, internet gazeteciliğinin yeni mesleki becerilere
sahip profesyoneller gerektirmesi ve bu bağlamda da gazetecilik alanında yerleşik iş
tanımlarının değişmesi başlıkları tartışılmaktadır.
İnternet gazeteciliğinde profesyonellik tanımının değişimini ele alan çalışmaların
vurgusu artan kullanıcı katılımı ve kullanıcıların ürettiği içeriğin internette profesyonel
gazetecilikle birleşmesidir. Bardoel’e (1996: 284-296) göre internet gibi yeni iletişim
teknolojileri kullanıcıların basılı medyadan görsel medyaya yöneldikleri ve kullanıcıların
iletişim sürecinde daha aktif olduğu, profesyonellerin aracılığına bağımlılığın kırıldığı,
yatay, etkileşimli, aracısız bir iletişim ortamı yaratmıştır. Böylesi bir iletişim ortamında
da hem profesyoneller “enformasyon sunum zincirinin ikame edilemez bir parçası”
olmaktan çıkmış hem de internet gibi yeni iletişim teknolojileri üzerinden gerçekleştirilen
gazetecilikte profesyonellik değişmiştir. Bardoel (1996: 296-297) bu değişimi “yeni
gazetecilik biçimleri” olarak nitelendirdiği “konumlandırıcı gazetecilik (orientating
journalism)” ve “araçsal gazetecilik (instrumental journalism)” üzerinden tartışmıştır.
Konumlandırıcı gazetecilik profesyonellere “toplumun geneline olaylara ilişkin arka
plan bilgisinin yanı sıra açıklama ve yorum” sunma rolünü de yüklemektedir. Araçsal
gazetecilikte ise profesyonellerin rolü “ilgilenen müşterilere düzenli olarak işlevsel ve
uzmanlık gerektiren enformasyon” sağlamaktır. Profesyonelliğin değişimini tartışan
bir başka yazar olan Trench (2003: 208) de benzer şekilde artan kullanıcı katılımı
nedeniyle profesyonellerin üretimde ve sunumda sahip oldukları kontrolü yitirmeye
başlamalarından, profesyonellerin aracılığına bağımlılığın kırılmasından hareket
etmiştir. Ayrıca yeni iletişim ortamında kullanıcılar artan enformasyon miktarı ve
çeşitlenen kaynaklar içinden kendi ilgi alanlarına ve tercihlerine uygun olanları tercih
edebilmektedir. Bu değişimler profesyonellere, “olayları tekrar aktarmak yerine mevcut
bolluk içinde okurları/kullanıcıları konumlandırma” görevini yüklemektedir. Bir başka
ifadeyle Trench’e göre (2003: 208) yeni iletişim ortamında profesyonellerin üretim
9 2000’li yıllarda webin yeni bir dönemine girildiğini, internet iletişiminde paylaşım ve katılımın arttığı bir
dönemin başladığını ifade etmek için kullanılan web 2.0 kavramını tartışan bir yazı için bkz. Aydoğan ve Başaran,
2012: 230-240.
10 Bu platformların gazetecilikle birleşmesi medya kuruluşlarının kurumsal yayın ilkelerini içeren metinleri
yenilemelerine de neden olmuştur. Örneğin Reuters, Gazetecilik El Kitabı (Handbook of Journalism) başlıklı
kurumsal yayın ilkeleri metnine sosyal medyaya ve paylaşım sitelerine ilişkin kuralları da eklemiştir (Wright,
2010). Benzer şekilde BBC ve AP de çalışanlarının bu platformları kullanırken dikkat etmeleri gerekenleri içeren
resmi kullanım kılavuzu yayınlamıştır (Hamilton, 2011).
30
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
ve sunum sürecindeki konumu aktaran olmaktan çıkmış; “konuya ilişkin farklı bakış
açılarını, gösteren bir bütünü sunan ve kullanıcıya rehberlik eden” bir konuma kaymıştır.
İnternet gazeteciliğinde profesyonelliğin rehberlik etme doğrultusunda değişmesi
gerektiği Beckett ve Mansell (2008: 96, 97) tarafından da vurgulanmıştır. Kullanıcıların
iletişim sürecinde daha aktif olmaları, üretimin ve sunumun daha katılımcı olması hem
kullanıcılarla ilişkiye geçmenin yeni yollarının bulunmasını ve etkileşim olanaklarının
üretimde ve sunumda kullanılmasını hem de haber kuruluşlarının ve profesyonellerin neyin
haber olduğunu belirleyen ve haberi üretip dağıtan olmaktan çıkmalarını gerektirmektedir.
Haber kuruluşları ve profesyoneller haberin dolaşımını yönetecek, kullanıcıların habere
erişimlerinde aracılık edecek şekilde de çalışmalıdır.
İnternet gazeteciliğinde profesyonellik çerçevesi kurulmasının sınırlandırıcı
olduğunu belirten çalışmalar ise, geleneksel medyayı da kapsar biçimde, profesyonelliği
kuran net, üzerinde uzlaşılmış bir tanımın varlığı tartışmalıyken (Singer, 2003:
143, 147; Bardoel ve Deuze, 2001: 92-93) internet gazeteciliğinde profesyonelliğin
tanımlanmasının daha da tartışmalı olduğunu belirtmektedir. Buna göre, “gazeteciliğin
temel işlevleri olan haber toplama, seçim, yazma ve düzeltme faaliyetlerinden en az
birinde ve kurumsallaşmış bir haber merkezine veya editoryal yapılanmaya bağlı olarak
ücret karşılığında çalışılması” gibi profesyonellik ölçütleri (Deuze, 1999: 376-377)
internet gazeteciliğinde tartışmalı hatta geçersizdir. Bu durum özelikle bir kuruma bağlı
olmadan üretim ve sunum yapanların örneğin weblog yazarlarının resmi kurumların
organizasyonlarını takip etmek üzere davet almaları üzerinden örneklendirilmektedir.
Ayrıca kullanıcıların üretime ve sunuma katıldığı, üretimin ve sunumun profesyonellerin
tekelinden çıktığı, üretici ve kullanıcı arasındaki sınırların bulanıklaştığı, profesyonellerin
eşik bekçiliği rolünün aşındığı bir üretim ve sunum sürecine ilişkin profesyonellik sınırı
çizmenin gereksiz olduğu belirtilmektedir (Friend ve Singer, 2007: 38-40).
İnternet gazeteciliğinde profesyonelliğin değişimini, yeni mesleki becerilerin
gerekmesi ve bu çerçevede de alanda yeni iş tanımlarının ortaya çıkması bağlamında
tartışan çalışmaların hareket noktası ise internet gazeteciliğinde çokluortam üretimin
ve sunumun ve kullanıcı katılımının öneminin artmasıdır. İnternet gazeteciliği,
profesyonellerin “haberin hangi medya formatında kodlanıp sunulduğu takdirde daha iyi
aktarılmış olacağına” karar verebilmelerini ve bu farklı medya formatlarının gerektirdiği
sayısal donanımları ve bilgisayar yazılımlarını kullanabilmelerini (Yıldırım, 2010:
244-245; Deuze, 2003: 205; 2001) gerektirmektedir. Ayrıca internet gazeteciliğinde
profesyonellerin ağ ortamında haberin dolaşımını yönetecek, gazeteciliği sosyal ağlarla
birleştirerek yapabilecek becerilere de sahip olması beklenmektedir. Bu çerçevede
iletişim alanında çalışacak kişilerin “çoğul becerili (multi-skilled)” olmaları, temel
gazetecilik becerilerine ek olarak yeni medyanın gerektirdiği mesleki becerilere de
sahip olmaları istenmektedir (Geray, 2008b). Bu değişim, iletişim alanındaki yerleşik
iş tanımlarını da etkilemiş; geleneksel olarak yapılan işe ya da sahip olunan beceriye
göre endüstrideki işlerin tanımlanması değişmeye başlamıştır. İnternet gibi yeni iletişim
teknolojileri üzerindeki üretim ve sunum sürecinde çalışanlar kendi çalışma alanlarını
“geleneksel medyanın, internet üzerinden dağıtımla ve bilgisayar temelli teknolojilerle
yöndeşmesini de içerir biçimde metin, ses ve görüntü üretimi ve sunumu olarak” tarif
etmeye başlamıştır (Christopherson, 2004: 544-545, 547-548). Bu değişim mevcut
Sayı 35 /Güz 2012
31
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
uygulamalarla da birleşmiş; gazeteciliğin yerleşik iş tanımlarından farklı, sosyal medya
editörü, sosyal medya analisti, arama motoru optimizasyonu (search engine optimization)
uzmanı gibi iş tanımlarına sahip profesyoneller haber merkezlerinde istihdam edilmeye
başlamıştır.11
Gazetecilikte süreç dönüşümü odaklı çalışmalarda tartışılan bir diğer değişim
olan haber merkezlerinin değişiminde ise yeni iletişim ortamının gerektirdiği üretim ve
sunum sürecinin gazeteciliğin yerleşik kurumsal örgütlenmesiyle yapılamayacağı, haber
merkezlerinin çokluortam üretime ve sunuma, sosyal ağlarla birlikte çalışmaya uygun
şekilde düzenlenmesi gerektiği belirtilmektedir. Haber merkezlerinin bu doğrultudaki
değişiminde yöndeşme ve tümleşik haber merkezi olmak üzere iki model uygulanmaktadır.
Yöndeşme sonucu medya endüstrisinde hız kazanan sektörel değişim, alanda
yaşanan birleşme ve satın almalar gazetecilerin günlük pratiklerine televizyon, gazete,
internet ve radyo gibi farklı mecralar için üretim ve sunum yapma zorunluluğunu
getirmiş; “çapraz medya gazeteciliği (cross-media journalism)”, “yöndeşmiş gazetecilik
(converged journalism)” uygulamaları hayata geçirilmeye başlamıştır (Erdal, 2009: 216).
Quandt ve Singer (2009: 131-132) haber merkezlerinin yöndeşmesi konusunda detaylı
bir model sunarak bu değişimi tartışmıştır. Buna göre haber merkezlerinde yöndeşme
genellikle, gazete profesyonellerin televizyon için, televizyon profesyonellerinin de gazete
için üretim ve sunum yapmaları ve her iki mecrada çalışanların da bağlı bulundukları
grubun bir internet yayınına katkıda bulunmaları biçiminde işlemektedir. Böylesi bir
biçim “tam yöndeşmeden” uzaktır ve temel güdü gelişmekte olan teknolojiye ve bununla
ilişkili artan kullanıcı beklentilerine cevap verebilmektir. Medya kuruluşlarının teknoloji
ve kullanıcı merkezli baskıyla baş edebilmelerinin en kolay yolu da bu tür bir yöndeşme
biçimini uygulamaları ve sahibi oldukları bir mecrada üretilen içeriği kendilerine bağlı
başka bir mecrada kullanma doğrultusunda haber merkezlerini yapılandırmalarıdır.
İkinci ve daha yaygın olarak nitelendirilen biçimde ise profesyonellerden, bir tanesi
çevrimiçi olmak üzere iki ayrı mecra için içeriği işlemeleri beklenmektedir. Böylesi bir
yapılanmada profesyonellerin belirli bir mecra için içerik üretmek yerine, bir havuzdan
içeriği alarak onu internet, cep telefonu gibi çevrimiçi mecralarda sunabilmek için farklı
medya formatlarına göre işlemeleri temelinde haber merkezinde yöndeşme modeli
hayata geçirilmektedir. Üçüncü biçimde ise “çevrimiçi aktarma platformu üzerinde tam
yöndeşme” hedeflenmektedir ve bu biçim içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde ağırlıklı
olarak internet üzerinde gerçekleşmektedir. Profesyonellerden internetin temel teknolojik
özelliklerine ve sosyal bir platform olmasına uyum göstererek çokluortam niteliğinde,
farklı mecralarda sunulabilecek üretim yapmaları beklenmektedir. Bu biçimde mecra
temelli ayrım ve bu ayrıma göre örgütlenmiş haber merkezleri ortadan kalkmaktadır.
Quandt ve Singer tarafından (2009: 131-132) üçüncü biçim olarak nitelendirilen bu
yöndeşme modeli uygulamada tümleşik haber merkezinde somutlaşmaktadır. Yöndeşmiş
gazeteciliğin tam tümleşmeye doğru evrildiği model, tümleşik haber merkezleri ise
“medya kuruluşlarındaki fiziksel her türlü ayrımın ortadan kaldırılıp tek bir fiziki ortam
içinde çoklu platformlar için haber üretiminin” yapıldığı; gazete, televizyon, internet için
ayrı haber merkezlerinin, ayrı birimlerin olmadığı ve profesyonellerin bir haber merkezi
11 İnternet gazeteciliğinde profesyonelliğin değişimine ilişkin daha detaylı bir tartışma için bkz. Aydoğan,
2012.
32
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
içinde çokluortam niteliğinde üretim ve sunum yaptıkları (Geray, 2008c) bir yapılanmadır.
Tümleşik haber merkezi hız, çokluortam içerik üretiminin ve sunumunun kurum içinde
yapılabilmesi, üretilen içeriğin kullanıcının ürettiği içerikle birleştirilebilmesi ve
kullanıcıyla etkileşimin arttırılabilmesi gibi noktalardan hareketle internet gazeteciliğinin
“en iyi şekilde yapılabilmesinin yolu” imasını da barındırmaktadır.
Gazetecilikte süreç dönüşümü odaklı çalışmalar ağ ortamında gazeteciliğin
kullanıcıyla kurulan ilişki, profesyonellik ve kurumsal örgütlenme gibi düzeylerde
bütünsel bir değişim yaşadığını belirtmektedir. Bu değişim sonucunda da ağ ortamında
gazeteciliğin aldığı biçim Geray (2008a) tarafından “teknolojik yöndeşmenin sağladığı
ortam içinde yeni bir kullanıcı profilinin oluştuğu, üretimde ve sunumda bu kullanıcı
profilinin tercihlerinin ve isteklerinin de karşılanmasını gerektiren, haberin ötesinde haber
ve hizmet toplamının oluşturduğu içeriğin etkileşimli ve çokluortam niteliğinde sunulduğu”
ağ ortamında “melez yayınlara” dönüşmüş bir gazetecilik olarak açıklanmıştır.12
İnternet gazeteciliğinin daha demokratik ve katılımcı bir gazetecilik olma
potansiyeli iletişim araştırmaları içinde internet gazeteciliğini ele alan her üç ana gruptaki
çalışmalarda da -temel sorunsal olmamakla birlikte- ele alınmaktadır. Yeni iletişim
teknolojileri kitle iletişim araçlarıyla karşılaştırıldığında görece düşük maliyet, sansür
ve denetim zorluğu gibi avantajlara sahip olması, eşitsiz de olsa hızla yaygınlaşmaları
ve etkileşim özelliği dolayımıyla küresel düzeyde örgütlenmiş dev holdinglerinin
belirleyiciliği altındaki iletişim sürecinin karşısında, ona alternatif bir iletişim sürecinin
mecrası olarak görülmektedir. Bu bağlamda da internet gazeteciliğinin daha demokratik
ve katılımcı bir gazetecilik olma, geleneksel mecralardaki gazeteciliğin yanlılığını aşma
ve geleneksel medyada temsil olanağı bulamayanlara seslerini duyurma olanağı sunma
potansiyeli, alternatif medya, yurttaş gazeteciliği, katılımcı gazetecilik, radikal medya,
etkileşimli gazetecilik vb. kavramlarla birlikte tartışılmaktadır (Aydoğan ve Başaran,
2012). Genellikle birbiri yerine geçecek şekilde ve alternatif medya genelleştirmesiyle
kullanılmalarına rağmen bu kavramlar arasında fark vardır. Farklılaşma kullanıcıların
haber üretimine ve sunumuna katılabilme düzeyinden, üretimin ve sunumun
profesyonellerle birlikte yapılıp yapılmadığından, ticari medya kuruluşlarıyla ilişkinin
olup olmamasından kaynaklanmaktadır. Örneğin\ yurttaş gazeteciliği kullanıcıların
haber üretimi ve sunumu yapmalarını ve kurumsallaşmış medyadan bağımsız olmayı
ifade ederken (Nip, 2006: 218; Gillmor, 2004) etkileşimli gazeteciliğin ve katılımcı
gazeteciliğin medya kuruluşlarından bağımsız olma gibi bir vurgusu yoktur. Katılımcı
gazetecilikte medya kuruluşunun kullanıcıların üretime ve sunuma katılmalarına olanak
sunması etkileşimli gazetecilikte ise kullanıcıların geri besleme sunma, habere yorum
yapma gibi uygulamaları kullanabilmeleri yeterli görülmektedir (Nip, 2006: 216218). Alternatif medya tartışmaları ise yeni iletişim teknolojilerinin geliştirilmesiyle
başlamadığı gibi sadece ticari medya sisteminden bağımsız bir üretim ve sunum sürecini
de ifade etmemektedir. Alternatif medya “yerleşik ve kurumsallaşmış siyaseti açıkça
reddeden veya ona meydan okuyan” (Mutlu, 2004: 21-22) bir içerik üretim ve sunum
sürecini, medyanın yapılanmasının ve içeriğinin bu doğrultuda olması gerektiğini içeren
bir tartışmadır. Bu nedenle de toplumsal muhalefetle yakından ilişkilidir.
12
Vurgular tarafımdan eklenmiştir.
Sayı 35 /Güz 2012
33
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
İnternet gazeteciliğinin daha demokratik bir gazetecilik olma potansiyeline ilişkin
tartışmalarda asıl dikkat çekici olan ise bu beklentinin hem ticari medya kuruluşlarının
hem de ticari medya sistemini eleştiren kesimlerin söylemine yerleşmiş olmasıdır. Ticari
medya sistemini eleştirenler internet üzerinde gazeteciliğin tekrar kamu faydası için
yapılabileceğine inanmaktadır. Ticari medya kuruluşları ise interneti “geniş, yeni bir
pazar, elverişli bir dağıtım sistemi ve kamu gazeteciliğinden doğru açığa çıkan eleştirileri
bastırmaya yarayacak meşru bir söylemin yolu” olarak kullanmaktadır (Scott, 2005: 9192).
Sonuç
İletişim araştırmalarında internet gazeteciliğini 1970’li ve 80’li yıllarda haber
merkezlerinin editoryal işleyişinin bilgisayarlaşmasından (Törenli, 2005: 172-173;
Garrison, 1998: 19) farklı olarak, gazeteciliğin üzerinde yapıldığı yeni mecranın
teknolojik özelliklerinin gerektirdiği biçimde şekillenen, üretimin ve sunumun işleyişinin,
kullanıcıyla kurulan ilişkinin, haber merkezlerinin yapılanmasının, profesyonellerin
üretim ve sunum sürecindeki rollerinin ve sahip olmaları gereken mesleki becerilerin
değiştiği, yeni bir gazetecilik olarak nitelendiren çalışmalar yoğunluktadır. Dahlgren’in
(1996: 60, 63-64) ifadesiyle belirtmek gerekirse “belirli teknolojik koşulların ve belirli
bir kurumsal ve örgütsel yapılanmanın” biçimlendirdiği bir pratik olarak gazetecilik,
internet gibi yeni bir mecra üzerinden yapılmaya başladığında bu yeni mecranın
özellikleri ve bunların iletişim alanına getirdiği olanaklar doğrultusunda biçimlenmiştir.
İnternet gazeteciliğinin kendisine özgü bir “medya mantığı” vardır ve internetin birbiriyle
ilişkili etkileşim, bağlanabilirlik, çokluortam, arşivleyebilme, sayısallaşma özellikleri
“internet gazeteciliğinin medya mantığının merkezinde yer alarak internet gazeteciliğinin
formatlarını” belirlemektedir (Dahlgren, 1996: 63-64). İletişim araştırmalarında internet
gazeteciliğini böyle bir yaklaşımla ele alan çalışmalar teknolojik belirlenimciliğe
yaslanmakta ve internet gazeteciliğinin “ideal bir modelini” sunmaya odaklanmaktadır.
Bu ideal model, belirli bir zamana ve yere bağlı olmayan ve teknolojik gelişmenin getirdiği
olanakların içerik üretiminde ve sunumunda kullanılıp bunun gerektirdiği değişimlerin
haber merkezlerinde ve kurumsal örgütlenmede uygulanmasıyla hayata geçirilebilecek
bir internet gazeteciliği betimlemektedir. İnternet gazeteciliğinin ideal modeli ayrıca
yeni iletişim teknolojilerinin kitle iletişiminden içerik, üretim ve tüketim aşamalarında
farklılaşan yeni bir iletişim ortamı yarattığı ve gazeteciliğin bu yeni iletişim ortamının
gerektirdiği şekilde değişmesinin kaçınılmaz olduğu argümanıyla da desteklenmektedir.
İnternet gazeteciliğinin ideal modeli internet gazeteciliğine ilişkin sınırlı bir
açıklama sunmanın ötesine geçememektedir. Her şeyden önce ideal model internet
gazeteciliğini medya endüstrisinin dışında konumlandırmaktadır. Dolayısıyla da internet
gazeteciliğinin alandaki aktörler açısından yarattığı fırsatlar ve tehditler, aktörlerin
bu fırsatlar ve tehditler karşısındaki konumlanışları analiz dışında kalmakta; internet
gazeteciliğinin içinde gerçekleştiği koşulların internet gazeteciliğinin gelişimiyle ve
yapılma biçimiyle ilişkisi dikkate alınmamaktadır.
İnternet gazeteciliğinin ideal modelinin bir diğer sınırlılığı ise internet gibi yeni
iletişim teknolojilerinin medya içeriğinin üretim ve tüketim süreçlerine getirdiği
34
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
olanakları ve sunumda yaşanan teknolojik değişimleri dikkate alırken internetin medya
metinlerinin dağıtımı için yeni bir altyapı olmasının medya endüstrisi açısından etkisini
göz ardı etmesidir. Medya içeriğinin, metinlerinin internet gibi yeni bir altyapı üzerinden
dağıtılmaya başlaması içeriğin üretim ve sunum süreçlerine ilişkin endüstrinin sahip
olduğu “yerleşik kuralları” etkilemiştir. Özellikle internetin teknolojik yöndeşme sonucu
farklı iletişim biçimlerini ve medya formatlarını üzerinde buluşturan ortak bir platform
olması “içerikle dağıtım teknolojisi arasında daha önceleri mevcut olan ve farklı mecraların
tüketim kalıpları ve iş mantığı üzerindeki temel kısıtlılıkları oluşturan ayrımları” geçersiz
kılmış, bu da medya içeriğinin dağıtımında “medya endüstrisinin yerleşik iş yapma
biçimini” etkilemiştir. Ayrıca internet, iletişim sürecinde tarafların birbirleriyle doğrudan
iletişime geçebilmeleri, medya metinlerinin daha seçici tüketimi, editoryal süreçle
reklam arasındaki sınırın aşınması, pazara giriş maliyetinde ucuzlama, medya içeriğinin
yerleşik tüketim kalıplarının (pattern) değişmesi gibi noktalarda da medya içeriğinin
üretimiyle ve dağıtımıyla ilişki içermekte ve bu alanlarda endüstrinin yerleşik kurallarını
ve iş mantığını etkilemektedir (Sparks, 2004: 311-316). Schiller (1999: 97-99) medya
tarihinin, “dağıtım üzerindeki kontrolün pazar kontrolünü sağladığını” gösteren örnekler
içerdiğini ve medya endüstrisinin internet üzerinden içerik üretimine ve sunumuna
yatırım yapmaya başlamasında da bu yeni dağıtım altyapısını kontrol etme istekliliğinin
belirleyici olduğunu belirtmiştir. Buna göre internet sadece yeni bir dağıtım altyapısı olarak
belirmesiyle medya endüstrisinin yerleşik yapılanmasına karşı bir tehdit yükseltmemiş,
aynı zamanda daha önceleri ayrı olan medya ürünlerini ve programlarını ortak bir platform
üzerinde buluşturması nedeniyle, medya ürünlerine ve programlarına ilişkin yerleşik gelir
yöntemlerinin ağ üzerinde nasıl devam ettirilebileceği sorusunu da doğurmuştur. Böylesi
bir değişim içinde medya endüstrisi hem gelir elde edebilme sorunuyla hem de internet
içeriği alanına yaptığı yeni yatırımların mevcut içerik yatırımlarını etkilemesinin nasıl
engellenebileceği sorunuyla karşı karşıya kalmıştır (Schiller, 1999: 97-99).
İnternet gazeteciliğinin ideal modeli, iletişim alanında üretim, dağıtım ve tüketim
aşamalarında yaşanan değişimleri teknolojik gelişimle açıklama noktasında “önceki
iletişim araçları sistemlerinden kesin bir kopuşun” yaşandığı iddiasını da içermektedir
ve bu özellikle yeni iletişim teknolojileriyle “ekonomik ve politik seçkinlerin iktidarının
gerilediğinin ve kullanıcıların kontrolü ele aldıklarının” belirtildiği iyimser beklentilerin
dayanağı durumundadır. Teknolojik belirlenimciliğin yeni bir biçiminin üretilmesi olan
bu durum yeni iletişim teknolojilerinin etkileşim gibi özelliklerinin ve bu teknolojiler
üzerinden sunulan yeni içerik ve hizmetlerin içinde bulunduğumuz dönemde internet
üzerindeki etkin pazarlama faaliyetleriyle birleşerek artan ticarileşmenin parçası
olduklarını ve medya endüstrisinde bu bağlamda bir devamlılık yaşandığını gözden
kaçırmaktadır (Murdock, 2004: 21).
Bu eksiklikler çerçevesinde bakıldığında internet gazeteciliğinin ideal modeli,
internet gazeteciliğini, kuramsal öncülü sanayi sonrası toplum tartışmaları olan
enformasyon toplumu yaklaşımı çerçevesinde yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerini,
bu teknolojiler üzerinden sunulan yeni hizmetleri ve küresel düzeyde “serbest” akan
enformasyonu uygulandıkları her alandaki değişimlerin temel belirleyeni olarak kavrayan
evrimci yaklaşımın (Başaran, 2010: 67, 72; Geray, 2003: 123; Kumar, 1999: 26, 31) içine
yerleştirmenin ötesine geçememektedir.
Sayı 35 /Güz 2012
35
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
İnternet gazeteciliğinin ideal modeline mesafeli, internet gazeteciliğinin yapılma
biçimini ve internet gazeteciliğinde farklı dönemlerde yükselen farklı eğilimleri bütüncül
bir şekilde analiz edebilmek için iletişim çalışmaları içinde internet gazeteciliğine
ilişkin bağlamsal çalışmaların geliştirilmesi gerekir. Bağlamsal çalışmalar her şeyden
önce teknolojik değişim ve gelişmelerin iletişim alanındaki yansımalarını tamamen göz
ardı etmeyen ancak indirgemeci de olmayan bir bakış açısıyla internet gazeteciliğinin
teknolojik çerçevesini oluşturan teknolojik değişim sürecini tarihsel bağlamı içinde
ve içerdiği ticarileşme, şirket kontrolünün genişlemesi gibi dinamikleri dikkate alarak
değerlendirilmelidir.
Bağlamsal çalışmaların dikkate alması gereken bir diğer nokta ise internet
gazeteciliğinde içerik üretim ve sunum süreçlerindeki uygulamaların ya da ideal model
çerçevesinde uygulanması gerektiği belirtilen özelliklerin teknolojik gelişmeleri takip
etme dışında asıl olarak internet içerik ve reklam endüstrisindeki gelişmelerle, endüstrinin
talepleriyle bağlantılı olduğudur. Bu noktada özellikle kullanıcının ürettiği içerikle
birleşme, çoklu ortam içerik üretimine ve sunumuna yönelme gibi internet gazeteciliğinin
“olmazsa olmazlarının” internet gazeteciliği gelir modelleriyle ve geliri en çoğa çıkartma
arzusuyla ilişkisi dikkate alınmalıdır.
İnternet gazeteciliğinin idealize edilmesi yerine internet gazeteciliğine ilişkin
bağlamsal çalışmaların iletişim alanında yükselmesi, internet gazeteciliğini teknolojik
gelişmenin doğal bir sonucu olarak kavramak yerine doğuşunda, gelişiminde ve
biçimlenmesinde piyasa koşullarının ve medya endüstrisindeki yeniden yapılanmaların
etkisinin görülebildiği, internet gazeteciliği etrafında kurulan katılımcı ve demokratik bir
gazetecilik olma, büyük medya kuruluşlarının alandaki hakimiyetinin sona ermesi gibi
iyimser beklentilerin daha gerçekçi değerlendirilebildiği, bu beklentilerin kendiliğinden
değil kamu faydasını dikkate alan politikaların uygulanmasıyla gerçekleşebileceğini
dikkate alan, internet gazeteciliğini bir endüstri olarak kavrayan bütüncül ve gerçekçi bir
bakış açısına sahip analizlerin yapılmasını sağlayacaktır.
Kaynakça
Allan, Stuart, (2006). Online News: Journalism and the Internet, Berkshire: Open
University Press.
Atikkan, Z. ve Tunç, A. (2011). Blogdan Al Haberi: Haber Blogları, Demokrasi ve
Gazeteciliğin Geleceği Üzerine, İstanbul: YKY.
Aydoğan, Aylin, (2012). “İnternet Gazeteciliğinde Profesyonelliğin Değişimi”, Ömer
Özer (der.), Haberi Eleştirmek: Araştırma Alanlarına Göre Eleştirel Haber Çalışmaları, İstanbul:
Literatürk, s.305-331.
Aydoğan, A. ve Başaran, F., (2012). “Yeni Medyayı Alternatif Medya Bağlamında
Anlamak”, Ömer Özer (der.), Alternatif Medya Alternatif Gazetecilik: Türkiye’de
Alternatif Gazetecilik Üzerine Değerlendirmeler, İstanbul: Literatürk, s.213-246.
36
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
Aydoğan, Aylin, (2009). “Analyzing Corporatization of User Generated Content in
Case of Turkey”, Bartolomeo Sapio vd. (der.), The Good, the Bad and the Challenging:
The User and the Future of Information and Communication Technologies, Slovenia:
ABS-Center, s.190-195.
Aydoğan, Aylin, (2005). “İnternet’te Geleneksel Medya”, Funda Başaran ve Haluk
Geray (der.), İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve
İnternet, Ankara: Siyasal Kitabevi, s.259-285.
Bardoel, J. ve Deuze, M., (2001). “Network Journalism: Converging Competences
of Media Professionals and Professionalism”, Australian Journalism Review, 23(2), s.91103.
Bardoel, Jo, (1996). “Beyond Journalism: A Profession between Information
Society and Civil Society”, European Journal of Communication, 11(3), s.283-302.
Başaran, Funda, (2010). İletişim Teknolojileri ve Toplumsal Gelişme: Yayılmanın
Ekonomi Politiği, Ankara: Ütopya.
Beckett, C. ve Mansell, R., (2008). “Crossing Boundaries: New Media and
Networked Journalism”, Communication, Culture & Critique, 1(1), s.92-104.
Boczkowski, Pablo J., (2004). Digitizing the News: Innovation in Online
Newspapers, Massachusetts: MIT Press.
Boczkowski, Pablo J., (2002). “The Development and Use of Online Newspapers:
What Research Tells Us and What We Might Want to Know”, Leah A. Lievrouw ve Sonia
Livingstone (der.), The Handbook of New Media, London: Sage, s.270-286.
Brandtzaeg, Petter Bae, (2008). “The Innovators in the New Media Landscape:
User Trends and Challenges in the Broadband Society”, Bartolomeo Sapio vd. (der.),
The Good, the Bad and the Unexpected: The User and the Future of Information and
Communication Technologies, Luxembourg: Office for Official Publications of the
European Communities, s.14-28.
Carlson, Matt, (2007). “Order versus Access: News Search Engines and the
Challenge to Traditional Journalistic Roles”, Media, Culture & Society, 29(6), s.10141030.
Çaplı, Bülent, (2002). Medya ve Etik, Ankara: İmge Kitabevi.
Christopherson, Susan, (2004). “The Divergent Worlds of New Media: How Policy
Shapes Work in the Creative Economy”, Review of Policy Research, 21(4), s.543-558.
Dahlgren, Peter, (1996). “Media Logic in Cyberspace: Repositioning Journalism
and Its Publics”, Javnost - The Public, 3(3), s.59-72.
Deuze, Mark, (2008). “Epilogue: Toward a Sociology of Online News”, Chris
Paterson ve David Domingo (der.), Making Online News: The Ethnography of New Media
Production, New York: Peter Lang, s.199-209.
Sayı 35 /Güz 2012
37
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
Deuze, Mark, (2004). “What is Multimedia Journalism?”, Journalism Studies, 5(2),
s.139-152.
Deuze, Mark, (2003). “The Web and its Journalisms: Considering the Consequences
of Different Types of Newsmedia Online”, New Media & Society, 5(2), s.203-230.
Deuze, Mark, (2001). “Online Journalism: Modelling the First Generation of News
Media on the World Wide Web”, First Monday, 6(10).
Deuze, Mark, (1999). “Journalism and the Web: An Analysis of Skills and Standards
in an Online Environment”, International Communication Gazete, 61(5), s.373-390.
Domingo, D. ve Heinonen, A., (2008). “Weblogs and Journalism: A Typology to
Explore the Blurring Boundaries”, Nordicom Review, 29(1), s.3-15.
Domingo, David, (2008). “Inventing Online Journalism: A Constructivist Approach
to the Development of Online News”, Chris Paterson ve David Domingo (der.), Making
Online News: The Ethnography of New Media Production, New York: Peter Lang, s.1528.
Domingo, David, (2005). “The Difficult Shift from Utopia to Realism in the
Internet Era. A Decade of Online Journalism Research: Theories, Methodologies, Results
and Challenges”, http://www.makingonlinenews.net/docs/domingo_amsterdam2005.pdf
(Erişim: 5 Nisan 2011).
Elliott, Deni, (2009). “Essential Shared Values and 21st Century Journalism”, Lee
Wilkins ve Clifford G. Christians (der.), The Handbook of Mass Media Ethics, New York:
Routledge, s.28-39.
Erdal, Ivar John, (2009). “Cross-Media (Re)Production Cultures”, Convergence:
The International Journal of Research into New Media Technologies, 15(2), s.215-231.
Friend, C. ve Singer J. B., (2007). Online Journalism Ethics: Traditions and
Transitions, New York: M.E. Sharpe Inc.
Garrison, Bruce, (1998). “Coping with New Technologies in the Newsroom”,
Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies, 4(4),
s.18-25.
Geray, Haluk, (2011). “Dünyada Gazetecilik ve Teknoloji (2)”, http://www.birgun.
net/writer_index.php?category_code=1186995173&news_code=1294926373&day=13
&month=01&year=2011#.UIU2mG9OufU (Erişim: 13 Ocak 2011).
Geray, H. ve Aydoğan A., (2010). “Yeni İletişim Teknolojileri ve Etik”, Bülent
Çaplı ve Hakan Tuncel (der.), Televizyon Haberciliğinde Etik, Ankara: Fersa Matbaacılık,
s.305-321.
Geray, Haluk, (2008a). “Yeni Çağın Gazeteciliği (2)”, http://www.birgun.net/
writer_index.php?category_code=1186995173&news_code=1207184445&year=2008&
month=04&day=03#.UHQz35hOufU (Erişim: 3 Nisan 2008).
38
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
Geray, Haluk, (2008b). “Yeni Çağın Gazeteciliği (3)”, http://www.birgun.net/
writer_index.php?category_code=1186995173&news_code=1207788060&year=2008&
month=04&day=10#.UMWkYeQyJEU (Erişim: 10 Nisan 2008).
Geray, Haluk, (2008c). “2008’de Haber Merkezleri (3)”, http://www.birgun.net/
writer_2008_index.php?category_code=1186995173&news_code=1225928962&year=
2008&month=11&day=06#.UMXNuOQyJEV (Erişim: 6 Kasım 2008).
Geray, Haluk, (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni
Medya Politikaları, Ankara: Ütopya.
Gillmor, Dan, (2004). We the Media: Grassroots Journalism by the People, for the
People, Sebastopol: O'Reilly Media, Inc.
Google, (2011). “Google News Highlights Unique Content With Editors’s Picks”,
http://googleblog.blogspot.com/2011/08/google-news-highlights-unique-content.html
(Erişim: 25 Temmuz 2011).
Google News, (2011). “About Google News”, http://www.google.com/intl/en_us/
about_google_news.html (Erişim: 16 Mayıs 2011).
Hamilton, Chris, (2011): “Updated Social Media Guidance for BBC Journalists”,
http://bbc.in/opA4mZ (Erişim: 11 Eylül 2011).
308.
Hermida, Alfred, (2010). “Twittering the News”, Journalism Practice, 4(3), s.297-
Hermida, A. ve Thurman N., (2008). “A Clash of Cultures: The Integration of UserGenerated Content within Professional Journalistic Frameworks at British Newspaper
Websites”, Journalism Practice, 2(3), s.343-356.
İnal, Ayşe, (1996). Haberi Okumak, İstanbul: Temuçin.
Kaplan, A. M. ve Haenlein, M., (2010). “Users of the World, Unite! The Challenges
and Opportunities of Social Media”, Business Horizons, 53(1), s.59-68.
Kopper, G. G. vd., (2000). “Research Review: Online Journalism-A Report on
Current and Continuing Research and Major Questions in the International Discussion”,
Journalism Studies, 1(3), s.499-512.
Kumar, Krishan, (1999). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma: Çağdaş
Dünyanın Yeni Kuramları, Mehmet Küçük (çev.), Ankara: Dost.
Lomborg, Stine, (2009). “Navigating the Blogosphere: Towards a Genre-based
Typology of Weblogs”, First Monday, 14(5).
Mitchelstein, E. ve Boczkowski, P. J., (2009). “Between Tradition and Change: A
Review of Recent Research on Online News Production”, Journalism, 10(5), s.562-586.
Murdock, Graham, (2004). “Past the Posts: Rethinking Change, Retrieving
Critique”, European Journal of Communication, 19(1), s.19-38.
Sayı 35 /Güz 2012
39
İletişim Araştırmalarında İnternet Gazeteciliği: Bağlamsal Çalışmaların Eksikliği
Mutlu, Erol, (2004). İletişim Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat.
Nip, Joyce Y. M., (2006). “Exploring the Second Phase of Public Journalism”,
Journalism Studies, 7(2), s.212-236.
OECD, (2007). Participative Web and User-Created Content: Web 2.0, Wikis and
Social Networking, Paris.
Örnebring, Henrik, (2008). “The Consumer as Producer-of What?”, Journalism
Studies, 9(5), s.771-785.
Pavlik, John Vernon, (2001). Journalism and New Media, New York: Columbia
University Press.
Pavlik, John Vernon, (2000). “The Impact of Technology on Journalism”, Journalism
Studies, 1(2), s.229 -237.
Pavlik, John Vernon, (1999). “New Media and News: Implications for the Future of
Journalism”, New Media & Society, 1(1), s.54-59.
Schiller, Dan, (1999). Digital Capitalism, USA: MIT Press.
Scott, Ben, (2005). “A Contemporary History of Digital Journalism”, Television
and New Media, 6(1), s. 89-126.
Singer, Jane B., (2003). “Who are these Guys?: The Online Challenge to the Notion
of Journalistic Professionalism”, Journalism, 4(2), s.139-163.
Sparks, Colin, (2004). “The Impact of the Internet on the Existing Media”, Andrew
Calabrese ve Colin Sparks (der.), Toward a Political Economy of Culture: Capitalism
and Communication in the Twenty-First Century, Maryland: Rowman & Littlefield
Publishers, s.307-326.
Stanyer, James, (2009). “Web 2.0 and the Transformation of News and Journalism”,
Andrew Chadwick ve Philip N. Howard (der.), Routledge Handbook of Internet Politics,
New York: Routledge, s.201-213.
Steensen, Steen, (2011). “Online Journalism and the Promises of New Technology”,
Journalism Studies, 12(3), s.311-327.
Technorati, (2009). “State of the Blogosphere: 2009”, http://technorati.com/socialmedia/feature/state-of-the-blogosphere-2009 (Erişim: 22 Ekim 2010).
Thurman, Neil, (2007). “The Globalization of Journalism Online: A Transatlantic
Study of News Websites and their International Readers”, Journalism, 8(3), s.285-307.
Törenli, Nurcan, (2005). Bilişim Teknolojileri Temelinde Haber Medyasının Yeniden
Biçimlenişi: Yeni Medya, Yeni İletişim Ortamı, Ankara: Bilim ve Sanat.
Trench, Brian, (2003). “New Roles for Users in Online News Media? Exploring
the Application of Interactivity through European Case Studies”, Jan Servaes (der.), The
European Information Society: A Reality Check, Bristol: Intellect, s.205-223.
40
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Aylin AYDOĞAN
Yıldırım, Besim, (2010). “Gazeteciliğin Dönüşümü: Yöndeşen Ortam ve Yöndeşik
Gazetecilik”, Selçuk İletişim, 6(2), s.230-253.
Quandt, T. ve Singer, J. B., (2009). “Convergence and Cross-Platform Content
Production”, Karin Wahl-Jorgensen ve Thomas Hanitzsch (der.), The Handbook of
Journalism Studies, New York: Routledge, s.130-144.
Wright, Dean, (2010). “Social Media: Some Principles and Guidelines”, http://reut.
rs/946smW (Erişim: 2 Şubat 2011).
Sayı 35 /Güz 2012
41
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları:
Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
The Reflections of Neo-Liberal Policies to the News Media in Turkey: A Study on Economy News of Mainstream Media
Fulya ŞEN
Yrd. Doç. Dr., Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected]
Zakir AVŞAR
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, E-posta: [email protected]
Anahtar Kelimeler:
neoliberalizm, medya
endüstrisi, anaakım
medya, kamusal
sorumluluk
Keywords:
neoliberalism, media
industry, mainstream
media, public
responsibility
Öz
Medya, toplumsal yapının siyasî ve ekonomik yeniden üretiminin önemli
araçlarından biri olarak meta üretimi kuralları içinde hareket etmektedir. Türkiye’de
medya, ekonomik ilişkiler ağı içinde siyasî iktidara bağımlı bir durumdadır. Güç/
iktidar ilişkileriyle örülü toplumsal alana ilişkin anlam çerçeveleri oluşturan
haberlerin, bu egemen ilişkileri sorgulayan ve eleştiren bir içerikten yoksun olduğu
görülmektedir. Ekonomi haberlerinin çerçevesi, medyanın ekonomik ve sosyal
haklara odaklı çoğulcu ve eşitlikçi bir anlayışı dışladığını ve neoliberal ideoloji ile
uyumlu olduğunu göstermektedir. Bu çalışmanın amacı, günümüzde demokratik
bir toplumda medyanın rolünü tartışmak, sermayenin kontrolünde olan medyanın
kamusal sorumluluk anlayışından uzaklaştığını ve sınıf temelli eşitsizlikleri haber
konusu yapmadığını ortaya koymaktır. Bu çalışmada, neoliberalizme eklemlenmiş
anaakım medyayı temsil eden Hürriyet ve Sabah’ın ekonomi haberleri konular ve
aktörler açısından incelenmiştir.
Abstract
Media is one of the most important means of political and ideological
reproduction of social structure and has moved within rules of commodity
production. Media depends on political power in network of economic relations
in Turkey. It is seen that news which constructs the frame of meaning related
to public sphere surrounded by power relations lacks a content questioning and
criticizing dominant relationship. The frame of economy news shows that media
excludes pluralist and egalitarian understandings focused on economic and social
rights and conforms with neoliberal ideology. The aim of this study is to debate
the role of media in a democratic society today and to prove that media under the
control of capital has become far from the understanding of public responsibility
and been unable to deal with issues of inequality based on class. In this sudy,
economy news of Hürriyet and Sabah newspapers, representing mainstream
media integrated with neoliberalism, is examined in terms of topics and actors.
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
Giriş
Günümüzde günlük yaşam pratiklerine daha fazla nüfuz eden ve tüm toplumsal
ilişkileri etkileyen medya, toplumsal denetimin ve değişimin başlıca araçlarından biri
olarak önemli bir güç ve iktidar kaynağıdır. Modern toplumlarda bireyler kendi deneyimleri
dışında kalan dünyayı büyük ölçüde medyanın kendilerine sunduğu çerçeveler içinde
kavramakta ve anlamlandırmaktadır. Bir üst yapı kurumu olarak ideoloji üretmesinin
yanı sıra medya, ekonomik bir etkinlik alanı oluşturmakta ve teknik alt yapısı, istihdam
potansiyeli, üretim ve tüketim süreçleriyle serbest piyasa sisteminde yer alan diğer ticarî
kuruluşlarla aynı mantığa göre işlemektedir. 1980’lerden sonra dünyaya egemen olan
neoliberalizme dayalı küreselleşme sürecinde medya-sermaye-devlet üçgeninde yeni bir
endüstri inşa edilmiştir. Gelinen noktada medya, topluma haber ve bilgi aktarma işleviyle
yüklü kamusal hizmet üreten bir kurum olmaktan uzaklaşmış, kamusal sorumluluğunu
yerine getirmekle yükümlü gazetecilik mesleğinin pratikleri dönüşüme uğramıştır.
Böyle bir ortamda medyanın toplumsal rolünün sorgulanması gerekmektedir (Kaya,
2009). Türkiye’de 1980’den sonra uygulanan neoliberal politikalar sonucunda medya
sektöründe sahiplik yapısı büyük ölçüde değişmiştir. 1990’larda radyo ve televizyon
yayıncılığında devlet tekelinin sona ermesinin ardından, büyük holdingler dikey ve yatay
birleşmeler aracılığıyla sektörün tüm alanlarına egemen olmaya başlamıştır. Medya
sektöründe çapraz birleşmeleri engelleyen, basın özgürlüğünü ve medyada çoğulculuğu
güvence altına alan ve medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmelerini engelleyen yasal
düzenlemelerin eksikliği nedeniyle büyük sermaye grupları ve iktidar arasında organik
ilişkiler ağı oluşmuştur.
Neoliberalizmin kamu sektörünü radikal bir biçimde dönüştürmesiyle birlikte
özellikle yayıncılık alanı olmak üzere pek çok alanda kamu hizmeti ve kamu yararı
anlayışı da terk edilmiştir. Medya sermayesi, tekelleşme ve uluslararasılaşma yönünde
bir eğilim göstermiş ve bunun sonucunda alternatif medya olanakları zayıflamıştır.
Büyük sermayenin oyun alanının genişlemesi sürecinde medyadaki çalışma ilişkilerinin
yapısı da değişmiş ve sendikasızlaştırma politikaları egemen olmuştur. Bu süreçte,
medya yöneticilerinden oluşan yeni bir sınıf yaratılmış ve bu sembolik seçkinler,
medyanın ideolojik işlevlerine yeni bir boyut getirmiştir. Bütün bunlar, toplumsal
eşitlik ve özgürlük gibi temel değerler üzerinde aşındırıcı bir etki yapmıştır. Yeni medya
düzeninde neoliberal politikalara karşı çıkabilecek toplumsal güçler ekonomik, siyasî
ve ideolojik olarak bu alanın dışına itilmişlerdir. Sektördeki yoğunlaşmanın gazetecilik
pratiklerini değiştirmesiyle birlikte haber medyası, medya yöneticileri ile ekonomik
ve siyasî iktidarın etki alanına girmiştir. Güç/iktidar ilişkileriyle örülü toplumsal alana
ilişkin anlam çerçeveleri oluşturan ve mevcut güç/iktidar ilişkilerini yeniden üreten haber
metinleri, bu egemen ilişkileri sorgulayan ve eleştiren bir içerikten yoksundur. Anaakım
medyanın hak ihlallerini haber yapmaması ve madunları (yoksulları, kadınları, çocukları)
temsil etmemesi demokrasilerde medyanın kamusal sorumluluğu üzerinde düşünmek
için tartışılması gereken temel sorunlardır. Ekonomi haberlerinde sendikalar, işçi hakları,
sosyal güvenlik, yoksulluk gibi konular yerine iş ve finans dünyası, kamu-özel sektör
işbirliği gibi daha çok sermaye kesimine yönelik konulara yer verilmektedir. Ekonomi
haberlerinin çerçevesi, medyanın ekonomik ve sosyal haklara odaklı çoğulcu ve eşitlikçi
bir anlayışı dışladığını ve neoliberal ideoloji ile uyumlu olduğunu göstermektedir.
43
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
Bu çalışmanın amacı, medyanın bir endüstriye dönüşmesiyle birlikte kamusal
sorumluluk anlayışının nasıl içinin boşaltıldığını ortaya koymak, böylece günümüzde
medyanın demokrasiye katkılarını tartışmak ve toplumsal eşitlik idealinin medya eliyle
nasıl zayıflatıldığını göstermektir. Bu tartışma; medya sermayesinin oluşumunu, yapısal
özelliklerini, medya aktörlerinin sınıfsal konumunu ve siyasî iktidarla organik ilişkilerini
temel alan eleştirel ekonomi-politik bir perspektiften yapılmıştır. Bu çalışmada,
neoliberalizme eklemlenmiş yeni medya düzenini temsil eden anaakım medyanın
ekonomi haberlerinin bir haritası çıkartılmaya çalışılmıştır. Medyanın ekonomik ve siyasî
alanda etkin bir rol oynadığını, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi ve yeniden üretilmesi
sürecinde egemen ideolojiyi temsil ettiğini göstermesi açısından ekonomi haberleri önemli
bir veri sunmaktadır. Bu çerçevede, anaakım/egemen medyanın ekonomi haberlerinde işçi
hakları ve çalışma ilişkileri gibi temel ekonomik haklara ilişkin sorunlara yer vermediği,
bunun yerine finans, sigortacılık, enerji, inşaat, iletişim, v.s. sektörlerindeki dev yatırımlar,
CEO’lar, yabancı ortaklıklar ve reklamverenlerin yeni ürün ve hizmetleri gibi tamamen
sermaye kesimine odaklanan bir haber anlayışını benimsediği varsayımından hareketle,
emek süreçlerine ilişkin dışlayıcı tutumu tartışılmış ve Türkiye’de medya endüstrisinin
ana aktörlerinden olan ve sermaye medyasını temsil eden Hürriyet ve Sabah’ın ekonomi
haberleri ele alınmıştır. Anaakım medyanın kamusal sorumluluk anlayışından nasıl
uzaklaştığı, ekonomik ve siyasî iktidar odaklarıyla olan organik bağı nedeniyle bağımsız
olma karakterini nasıl yitirdiği ve sınıf temelli eşitsizlikleri haberin dışında tutarak
egemen ideolojiyi nasıl yeniden ürettiği sorularına cevap aramak amacıyla ekonomi
haberlerinde öne çıkan temalar, konu başlıkları ve aktörler içerik çözümlemesi yöntemiyle
incelenmiştir.
Kuramsal Çerçeve: Medya ve Toplum İlişkisine İki Farklı Yaklaşım
Bir kurum olarak medyanın toplumdaki rolü ve işlevi, iletişim disiplini içinde
önemli bir araştırma ve tartışma konusu olmuştur. Egemen paradigmaya göre medya,
hükümetlerin baskılarını kısıtlayan etkili bir veto aracı ve Batılı parlamenter demokrasilerde
hükümetler ve başkanlar elinde siyasî gücün yoğunlaşmasının güçlü katalizörlerinden
biri olarak görülmektedir (Helms, 2008). Toplumsal denetimin ve değişmenin başlıca
araçlarından olan ve bir güç/iktidar kaynağı olarak görülen medya, kamusal olayların
yer aldığı bir alan oluşturmaktadır. Toplumsal yaşamda gerçekliğin ne olduğu konusunda
tanımlar medya aracılığıyla oluşturulmakta ve aktarılmaktadır. Medya, topluma sürekli
bir anlamlar sistemi sunmaktadır. Medyaya bakışın kuramsal çerçevesini oluşturan önemli
damarlardan biri, liberal-çoğulcu bir toplum idealini simgeleyen kuramsal öncüllere
dayanan liberal-çoğulcu/anaakım yaklaşımdır. Anaakım yaklaşıma göre medya toplumun
aynasıdır. Yani, medya toplumdaki olay ve olguları yurttaşlara yansıtır, dış dünyadaki
olaylarla ilgili bilgileri rasyonel davranabilen bireylere sunarak genel çıkarın oluşmasına
çalışır. Her düşüncenin özgürce dile getirilmesi ve iletişimin özgürce gerçekleştirilmesi
liberal öğretinin özü ve gereği olmaktadır. Toplumsal yaşamın günlük akışı içinde
bunu sağlamanın yolu iletişimin çoğulcu bir çerçeveye oturtulmasıdır. Liberal anlayışa
uygun olarak düzenlenen bir iletişim sisteminin iki temel öğesi bulunmaktadır: Bunlar;
serbest dolaşım ve özel girişimciliktir. Liberal yaklaşımda basın özgürlüğünün temeline
Sayı 35 /Güz 2012
44
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
yerleştirilen her türlü düşüncenin serbestçe ifade edilmesi ve girişim serbestliği ilkelerinin
bir arada bulunması bir çelişki yaratmaktadır. Çünkü, birincisi tekelleşmeyi reddetmekte,
diğeri ise tekelleşmeye zemin hazırlamaktadır (Kaya, 1999, 2009).
Liberal kuram, medyanın kamu politikaları üzerinde dönüştürücü bir etki
yapması, özgür basın idealinin demokratik yurttaşlığı geliştirmesi ve siyasî otoritelerin
hesapverebilirliğini teşvik etmesi ideallerine dayanmakta ve bu yaklaşıma göre
demokrasilerde dinamik bir düşünce ortamı özgür basın tarafından yaratılmaktadır.
Basının hem yurttaşların siyasî ilgilerini uyandırarak hem de hükümeti sorumlu tutmaları
için onlara gerekli bilgiyi sağlayarak demokrasiyi geliştirmesi gerekmektedir (Entman,
1989). Amerika’da “özgür basın”ın özgür olamadığını belirten Entman’a göre, izleyicinin
sınırlı zevkleriyle sınırlanan ve bilgi kaynağını siyasî elitlerden oluşturan bağımlı bir
haber sisteminde fikirlerin serbest pazarından söz etmek mümkün değildir. Gazetecilik
pratiğinde, bir yurttaşlık eğitimcisi ve demokrasinin bekçisi olarak özgür basın ideali
yetersiz kalmakta ve rekabetin serbest pazar içinde demokrasiyi beslediği görüşü de bir
çelişkiyi içermektedir. Buna göre, özgür basın idealleri, halkın her zamankinden daha fazla
siyasete katılmasını sağlamamış, tam tersine Amerikalıların siyaset hakkında geçmişe
kıyasla daha fazla bilgi sahibi olmadığı ve oy verme oranının da düştüğü görülmüştür
(1989: 3-4).
Basın ve iletişim özgürlüğünün ilkeleriyle ilgili tartışmalar ve mücadele biçimleri
modern demokratik toplumun doğuş evresinde belirmiştir. Basın özgürlüğü, Batılı
toplumlarda demokratik mücadele geleneğinin önemli aşamalarından biri olmuştur.
Liberal demokrasi kuramında basın; kamu çıkarını gözetmesi, kamu yararına hizmet
etmesinde ve halk iradesinin ortaya çıkmasında ve serbestçe oluşmasında bir araç olması
bakımından meşru bir temele oturtulmuştur. Basın, 19.yy’ın ilk yarısından itibaren kamu
yararının bekçisi olarak özgür bilgi akışının sağlanması, keyfi iktidarların sınırlanması ve
kamu yararının çoğaltılması fonksiyonunu üstlenmiştir. Basın özgürlüğü mücadelesinin
yoğunlaştığı 19.yy’da basının kurumsallaşmasına yönelik eleştiriler de belirli bir yer
tutmaktadır. Basım tekniklerinin geliştirilmesi sonucunda yayıncılığın daha fazla sermaye
gerektiren bir etkinlik haline gelmesi, reklam ve ilan gelirlerinin artması ve gazetelerde
özel çıkarların daha fazla görünür olması sonucunda basına yönelik eleştiriler de artmıştır.
Bu eleştirilerdeki vurgu, basının özel çıkarların güdümüne girdiği ve siyasî-kültürel
aydınlatma işlevlerini yerine getirmek yerine halkı eğlendirdiği yönündedir (Köker,
1998: 131-133).
John Keane’in (1993) belirttiği gibi liberal düşünürler, basın özgürlüğünü bir
negatif özgürlük olarak tanımlamışlardır. Bu özgürlük, bireylerin veya bireylerden oluşan
grupların önceden bir dış engelleme olmaksızın düşüncelerini dile getirme özgürlüğüdür
ve sadece bu özgürlüğü tüm diğer bireylere garanti eden ve hükümet tarafından
yaptırımlarıyla uygulanan yasalara tabidir. Keane, özgürlüğe bu şekilde yaklaşan –erken
dönem- liberal kuramcıların ve özellikle faydacıların önceden göremedikleri gelişmeleri
ve tartışmaksızın benimsedikleri kabulleri sorgularken, gazeteciliğin tanımına, her şeyi
bilen gören ve rasyonel karar alabilen bir birey varsayımının egemen olduğunu; ayrıca,
serbest piyasaya ve rekabet koşullarına aşırı güvenmenin, ileride mülkiyette oluşacak
yoğunlaşmaları tamamen gözden kaçırdığını belirtmiştir. Keane’e göre, pazar liberalizmi
45
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
iletişim özgürlüğü ile çelişkilidir. Liberallerin çoğu sansürsüz bir özgür iletişim pazarını
savunmakla birlikte, yurttaşların hukuk devletini genişletme, siyasal erkin keyfiliğine ve
gizliliğine set çekme çabalarına karşı olumsuz bir tutum takınmaktadır. Pazar liberalizmi
ayrıca, pazara girmek isteyenlere karşı engeller koyarak, tekellere izin vererek ve
seçenekleri sınırlayarak kamusal yarar kavramından uzaklaşmaktadır. Encabo (1997:289291), liberal siyaset kuramının özgür basın idealinin temelinde yer alan enformasyon
hakkına vurgu yaparak, demokratik bir devleti niteleyen üç klasik gücün -yasama,
yürütme, yargı- ve özellikle yasamanın yalnızca editörlerin ve gazetecilerin ifade
özgürlüğünün çerçevesini güvence altına almanın ötesinde, aynı zamanda yurttaşların
doğru, tarafsız ve dürüst enformasyon alma hakkını korumakla da görevli olduğunu
belirtmektedir. Enformasyon hakkı, yurttaşların bireysel ve toplumsal gelişimlerindeki
en önemli öğelerden biridir. Buna göre, kamusal veya özel medya, enformasyonu başlı
başına bir amaç olarak değil, bireyin ve toplumun gelişimine katkıda bulunmanın bir aracı
olarak kabul etmelidir. Medyanın görevi kamuoyunu önceden belirlemek ve yaratmak
olmamalı; medya, kamuyu ilgilendiren konulara ilişkin çeşitli enformasyonu ve kanıları
aktarmalı, yurttaşların kendi kanılarını serbestçe oluşturmasına hizmet etmelidir.
Kapitalist siyasal sistemde basın, dördüncü güç olarak halk için gözetleyici
anlamında kullanılmaktadır. Dördüncü güç kavramıyla basına burjuva siyasal yapısının
üç ana bölümü içinde kendi başına halkın gözü ve kulağı olma, doğruyu ve haklıyı
temsil etme, siyasal gücü denetleme ve gözetleme rolü verilmiştir. Basın, toplumum
üretim ilişkileri yapısı dışında bu ilişkilerin belirleyiciliğinden bağımsız bir biçimde ele
alınmıştır. Kitle iletişiminin dördüncü güç olması fikri nesnellik ve tarafsızlık ideolojisine
dayandırılmaktadır (Erdoğan, 1999). Whitten-Woodring’e (2009: 599-601) göre, medya
ve hükümet ilişkilerinde medyanın en önemli rolü bir “bekçi köpeği” (watchdog) gibi
hükümeti izlemek ve eleştirmektir. Medya bu fonksiyonunu yerine getirdiğinde, siyasî
tartışmalar için bir forum yaratmış olacaktır, ancak özgür medyanın etkileri demokrasinin
düzeyine bağlı olarak değişebilmektedir. Yasal, siyasal ve ekonomik çevrelerden oluşan
profesyonel bir ortamda faaliyet gösteren haber medyasının özgürlüğünü, siyasal ve yasal
koşulların yanı sıra ekonomik ortam da büyük ölçüde etkilemektedir. Özellikle, medya
sahipliği haberler üzerinde kısıtlayıcı bir etki yapmaktadır; ancak burada devlet mülkiyeti
ile özel mülkiyetin denk olmadığını belirtmek gerekir. Örneğin BBC, hükümet fonlarına
bağımlı olmakla birlikte editoryal bağımsızlığa sahiptir. Buna karşılık, özel mülkiyet
medya özgürlüğünü garanti etmemektedir. Medya mülkiyetindeki artan yoğunlaşma,
duyulmayan seslerin dışarıda bırakılması ve daha fazla kâr getiren haberlere yer verilmesi
sonucunu doğurmaktadır.
Çoğulcu liberal yaklaşım, medyanın kamusal sorumluluğunu ve denetleme işlevini
yerine getirebilmesi için profesyonellik pratikleri/kodları geliştirmiştir. Gazetecilik meslek
kodlarının en bilineni ve tekrarlananı haberin nesnellik ve gerçeklik taşıdığı iddiasıdır.
Gazetecilik meslek ilkeleri haberin nesnel olabileceği ve gerçekliği yansıtabileceği
mitini desteklemektedir. Haberin bizatihi seçmeye dayalı ve kurucu bir pratik olması
nesnel haber iddiasını geçersiz kılmaktadır. Haberin liberal tasarımında nesnellik ve
tarafsızlık, habere konu olan olayın taraflarının dengeli bir biçimde yer almasıyla
sağlanmaya çalışılmaktadır. Medya kuruluşları tarafsızlık görüntüsü altında aslında kendi
Sayı 35 /Güz 2012
46
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
görüşlerinin satışını yapmaktadır. Haberde dengelilik adına birbiriyle çatışan bütün farklı
çıkarları temsil eden tarafların görüşleri sunulduğunda da haberde görüşlerine öncelik
verilen kişilerin durum tanımları belirleyici olmaktadır. Böylece, gazetecilik mesleğinin
profesyonellik kodları, kurgulamaya yönelik belirli özellikleri sürekli kullanarak (5N1K
kuralı) içeriği günlük olaylara göre çeşitlendirmektedir (Dursun, 2005: 78-80).
Çoğulcu liberal yaklaşım yansıtmacı bir temsil anlayışı üzerine kurulmuştur.
Geleneksel basın etiğinin temelini oluşturan yansıtmacı temsil anlayışı, haber medyasını,
gerçeklerin temsil edildiği ortam olarak gören “ayna” metaforuyla açıklamakta, başka
bir ifadeyle “medya dünyaya açılan penceremizdir” yaklaşımını bir ön kabul olarak
benimsemektedir. Geleneksel etik anlayışın bir diğer unsuru olan dengeli habercilik, olay/
olgu haberciliği ile değil, konu/sorun (issue) haberciliği ile gerçek anlamına kavuşacaktır.
Sorunların karşıt kutuplar içinde ele alınması dengeyi sağlamak için yeterli değildir. Asıl
önemli olan, temsilde eşitliği sağlayabilmektir. Ancak, rutin haber toplama pratikleri ve
yaygın haber değerleri, ayrıca haberciliğin belkemiği olan olgu/olaya dayanma (facticity)
ilkesi, dengeli haberciliğin önünde bir engel oluşturmaktadır (İnal, 2009a: 257, 262).
İnal’a göre, çoğulcu liberal yaklaşımın haber toplama ve yazma pratikleri gazetecileri
kaynaklara bağımlı bir konuma getirirken, pek çok haber doğrudan haber kaynaklarının
eylemleri ve açıklamalarıyla şekillenmektedir. İktidar konumunda olan haber
kaynaklarının söylemleri ve durum tanımları haber olurken, gazetecilerin benimsedikleri
ve günlük haber yazma pratikleri içine yerleşmiş olan alıntılama ve aktarma biçimleri bu
söylemlere güç kazandırmakta ve çoğu durumda habercileri var olan iktidar yapılarının
hegemonyalarını tesis etmekte bir aracı konumuna getirmektedir (2009b: 36).
Geleneksel bakış açısının kusurlarına değinen Curran (1997: 172), geleneksel
düşüncenin, modern liberal demokrasinin inşa ettiği blokları görmezden geldiğini
ve bu nedenle medyanın bunlarla nasıl ilişkilendirileceği ve performansını nasıl
geliştirebileceği konusunda söyleyecek yapıcı hiçbir şeyi olmadığını belirtmektedir.
Geleneksel yaklaşımın ikinci eksikliği ise enformasyon ve temsil arasında yapay bir
ayrım yapmasıdır. Enformasyonu toplumsal bağlamından koparan liberal yaklaşım,
medyanın bilgilendirme rolünü başarıyla yerine getirdiğini öne sürmektedir. Ancak,
medyanın bilgilendirme rolü asla bilgisel değildir, aynı zamanda rakip çıkar gruplarının
retoriksel iddiaları arasında karar vermektir. Medyadaki çeşitlilik akılcı bir tartışmayı
geliştirme niteliğine sahip değildir. Klasik liberal modelin üçüncü sınırlılığı, kamusal
söylemin akılcılığını abartmasıdır. Kamuoyu oluşturma süreci akılcı olmayan öğeleri de
içermektedir. Geleneksel modelin dördüncü eksikliği de yasal yayın yapma hakkı ile bu
hakkın kullanılmasını sınırlayan ekonomik gerçeklik arasında bir ayrım yapmamasıdır.
Pazara girişteki sınırlamalar, bireysel ifade özgürlüğünü ve toplumdaki farklı grupların
medya aracılığıyla kamusal alana erişmesini kısıtlamıştır.
Modern toplumda demokratik meşruiyet ilkesi olarak kamusallık, devlet aygıtları
ve onların icraatları için örgütlenme ilkesi olarak gelişmiş; idarenin, parlamentonun ve
mahkemelerin yani tüm devlet işlerinin halka, onun bilgi ve denetimine açık olması
anlamına gelmiştir. Demokratik ilke olarak kamusal alan, yurttaşların ortak meselelerini,
eşit ve özgür katılımla tartıştıkları yerdir. Toplumdaki demokratik katılım ve eleştirel
söylem alanı olarak kamusal alanın genişliğini ve sınırlarını, düşünce, ifade, bilgiye
47
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
erişme, tartışma, toplanma, örgütlenme ve tanınma özgürlüklerinin gelişmişliği ve ayırt
etmeksizin herkesi kapsayıcılığı belirlemektedir. 1980’lerde uygulanmaya başlanan
neoliberal politikalar, kamu yararı ve sosyal adalet kategorilerinin yanı sıra emek
kategorisinin de siyasî, hukukî ve toplumsal söylemden dışlanmasına neden olmuştur.
Burjuva liberal siyaset tasarımında ekonomik eşitsizlik ve sınıfsal uzlaşmazlık sorunu,
ekonomi ve siyaset alanlarının birbirinden ayrılması ve kanun önünde eşit sayılan
yurttaşların siyasî katılımını garanti altına alan düzenlemeler yapılması yoluyla
çözülmüş, basına da kamu gözcüsü rolü biçilerek ekonomik demokrasinin olmadığı
yerlerde toplumsal sorunlar siyasî katılım ve hukuk mücadelesi bağlamında ele alınmış,
demokratik hukuk devleti burjuva kamusal alanın temel ilkesini oluşturmuştur. Kamuoyu
esas olarak bireysel kanaatlerin toplamı ve egemen medyanın oluşturduğu gündem olarak
anlaşılmış, medya ekonomi-politik çıkarlarla iç içe geçerek kamusalın içini boşaltmıştır
(Özbek, 2010: 31-35).
Çoğunluğun katılımından daha çok egemen sınıflarla meşgul olan mevcut medya
pratiği ve etiği, hem toplumda hem de zihinlerde açık bir kamusal alanın bulunmayışının
bir göstergesidir. Kamusal söylemin biçimlendirilmesinde önemli bir aktör olan medya,
hükümetle halk arasındaki bu alanda yer almaktadır. Sahici bir kamusal alan siyasetçilerin
ve gazetecilerin dar bir alanı değil, devletle özel yaşam arasında yer alan devasa bir alandır.
İlke olarak, bu alana sadece medyanın eşik bekçileri değil, her yurttaş girebilmelidir.
Tam bir kamusal alanda her yurttaş birer olgu toplayıcısı ve fikir savunucusu olabilmeli
ve günümüzde gazetecilerin temel görevi gibi görünen şeyleri yapabilmelidir (Peters
ve Cmiel, 1997: 276-278). Curran’a göre, demokratik bir medya sistemi için ön koşul
toplumdaki tüm çıkar gruplarının medyada temsil edilmesidir. Medya, çıkar gruplarının
kamusal alana katılmalarını kolaylaştırmalı, kamuoyunu ilgilendiren tartışmalara katkı
yapabilmelerine ve kamu politikalarının şekillendirilmesinde söz sahibi olmalarına
olanak sağlamalıdır. Medyanın temel görevi, demokratik kurallar içinde yarışan çıkarlara
hakemlik etmek ve demokratik tartışmaları desteklemek biçiminde tanımlanmalıdır
(1993: 217).
Curran (1993), liberal ve Marksist yaklaşımların güçlü yaklaşımlarını bir araya
getirerek üçüncü bir yol olarak ortaya koyduğu radikal demokratik yaklaşımında,
medyanın rolünün klasik liberalizmin tanımladığından çok daha öteye gitmesini
savunmaktadır. Liberal açıklamaların çoğunda kamusal alan siyasal alanla eşitlenmekte,
medyanın kamusal rolü hükümetle ilişkisi açısından tanımlanmaktadır. Buna karşılık,
radikal yorumcular, kamusal alanın liberal tanımını destekleyen kamusal ve özel alan
arasındaki geleneksel ayrımı reddetmekte ve medyanın aracı rolünün iktidar ilişkisinin
söz konusu olduğu tüm alanlara uzandığını kabul etmektedirler. Geleneksel liberaller
medyanın serbest pazar sistemi içinde düzenlenmesi gerektiğine inanmaktadırlar, çünkü
onlara göre serbest pazar medyanın devletten bağımsızlığının garantisidir. Diğer taraftan,
radikal demokratlar ise medyanın düzenlenmesinde serbest pazarın uygun bir temel
olamayacağını ve bunun egemen sınıfların çıkarlarına uygun olacak şekilde çarpıtılan
bir sisteme dönüştüğünü savunmaktadır. Pazar sisteminin ideolojik ve kültürel çeşitliliği
daraltması, temsil edici olmaması ve büyük aktörlere alan açması nedeniyle oldukça
kusurlu olduğunu belirten Curran (1993: 238), alternatif bir yol olarak kolektivist
yaklaşımı önermektedir. Bu yaklaşımın avantajı, sınırlı mali kaynaklara sahip olanların
Sayı 35 /Güz 2012
48
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
medyanın kontrolünde pay sahibi olmasını sağlamasıdır. Kolektif düzenlemeler, medya
çıktılarında çeşitliliği ve çoğulculuğu da sağlayabilecektir. Curran’ın idealize ettiği
model, kurallara bağlanmış bir pazar ekonomisidir.
1980’lere kadar haber medyası, halkın haber alma özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile
birlikte, bunların temel koşulu olarak “bağımsızlık” nosyonlarına dayanan liberal çoğulcu
paradigma çerçevesinde tanımlanmış ve meşruiyet alanını oluşturmuştur. 80’lerdeki
dönüşüm sürecinde devletten, sermayeden veya belirli çıkar gruplarından bağımsız bir
medya kavramı, yeni hegemonya projesine çok da uygun bir alan sağlamamış; ancak,
kapitalist üretim tarzı içinde “devletten bağımsız”, “tarafsız”, “kamu bekçisi” gibi
nitelemelerle tanımlanan bir bağımsızlık miti, aktif rıza üretimi için oldukça işlevsel
olmuştur. Liberal çoğulcu yaklaşıma göre; medyanın bağımsızlığı açısından temel
sorun, patronun veya devletin müdahalesidir. Ancak, sorun, gazetecinin haberi yazarken
devletin veya patronun doğrudan müdahalesine maruz kalması değildir. Ancak meseleyi
“dışarıdan, doğrudan müdahale” gibi sunmak, doğrudan müdahalenin gözükmediği her
yerde gazeteci bağımsızlığından, objektif ve tarafsız haberden bahsetme ve çoğu kez
manipülasyonu gizleme, örtbas etme imkânı sağlamaktadır. Liberal anlatıda maskelenen
en önemli olgusal gerçek, anaakım medyanın ekonomik bir işletme olarak kâr güdüsüyle
hareket etmesidir. Kâr amaçlı bir kurum, “kamu çıkarı” kavramıyla çelişmektedir (Adaklı,
2009: 80-81).
Liberal çoğulcu yaklaşımın siyaset ve medyayı iki ayrı bütünlük, birbirinden
bağımsız iki kuvvet olarak ele alan yaklaşımı, habercilik işinin siyasal ve ekonomik
iktidar ilişkilerinin yeniden üretiminde ne kadar önemli bir rolü olduğunu sorgulama
dışında bırakmıştır (İnal, 2009b: 37). Medyaya daha çok iletme, aktarma, nakletme,
yansıtma aracı olarak bakan liberal çoğulcu yaklaşımdan farklı olarak, iletişimi daha geniş
toplumsal ilişkiler ağı içinde ortak anlam haritaları üretme/yeniden üretme aracı olarak
gören eleştirel yaklaşımların bir kısmı mülkiyet ve kontrole, kurumlara ve kurumsal
pratiklere, bir kısmı ise yazılı ve görsel metinlere odaklanmıştır. Kejanlıoğlu, anaakım
yaklaşımın ayna metaforuna karşılık, gerçekliği yansıtacağı iddia edilen aynanın, biz ona
baktığımız sırada zaten medyanın teknolojik niteliği, kurumsal işleyişi ve metin sunumu
düzeylerinde kırıldığını belirtmiştir. Artık aynanın/medyanın dünyası, gerçekliğin aynası
ve aynısı olmaktan çıkmıştır (2003: 75-82).
Eleştirel ekonomi-politik yaklaşım, ideolojiye değil, ekonomik temele yaptığı
vurguyla kapitalist üretim dinamiklerine yönelmiş, ekonomik ve sınıfsal ilişkilerin
belirleyici olduğu görüşünü savunmuştur. Eleştirel ekonomi politik, iletişimsel etkinliğin,
maddi ve simgesel kaynakların eşit olmayan paylaşımı tarafından yapılandırılma tarzıyla
ilgilenmektedir. Kültürün eleştirel bir ekonomi politiği için medyanın gelişmesi, şirket
menzilinin genişlemesi, metalaştırma ve devlet/hükümet müdahalesinin değişen rolü olmak
üzere dört farklı tarihsel sürece özel bir önem atfedilmektedir. İletişimin ekonomi-politiği
ise, kültürel üretim ve dağıtım üzerinde kontrol uygulayan güçlerin etkinlik alanlarındaki
değişimlerin kamusal alanı nasıl sınırlandırdığını veya özgürleştirdiğini araştırmaktadır.
Bu noktada iki temel konu üzerinde durulmaktadır: Birincisi, bu tür kurumların mülkiyet
yapısının ve etkinlikler üzerindeki kontrolünün yarattığı sonuçlardır. İkincisi de devlet
düzenlemesi ile iletişim kurumları arasındaki ilişkinin içeriğidir (Golding ve Murdock,
49
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
1997: 55-62). Medyanın mülkiyet yapısındaki değişimlerin sonuçlarından biri, medya
kurumlarının ait oldukları dev kartellerin etkinliklerini araştırmaktan veya eleştirmekten
kaçınmaları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Medyanın mülkiyet yapısındaki değişimler,
medyanın hükümetle ilişkilerini de etkilemektedir. Medya kartelleri, hükümet üzerinde
popüler bir denetim kaynağı olmaktan çok, devlet üzerinde dolaylı etkide bulunan
başat ekonomik güçlerin araçlarından biri haline gelmektedir. Medyanın kapitalizmle
bütünleşmesi, sermayeyi destekleyen söylemlerin onaylanması sürecini beraberinde
getirmektedir (Curran, 1997: 148-149).
Ekonomi-politik, kültürün yöneten-yönetilen ilişkisi içinde üretildiği ve bu nedenle
de var olan güç yapılarını yeniden ürettiği veya onlara karşı direndiği gerçeğine dikkat
çekmektedir. Ekonomi ve politik kavramlarına yapılan göndermeler, kültürün üretim ve
dağıtımının devlet, ekonomi, toplumsal ilişki ve pratikler ile medya gibi örgütler arasındaki
ilişkilerden meydana gelen özgül bir ekonomik sistem içinde yer aldığı gerçeğine vurgu
yapmaktadır. Kapitalist toplumlar kültürel üretimi kâr ve pazar merkezli kılabilmek
uğruna, kurum ve pratikleri, metalaşmanın ve sermaye birikiminin mantığına uygun
olarak yapılandıran başat bir üretim tarzına göre örgütlenmişlerdir. Ekonomi-politik
sadece ekonomiye değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliğin ekonomik, politik ve diğer
boyutlarına da göndermede bulunmaktadır (Kellner, 2008: 151). Garnham (2001, 2008),
ekonomi politiği üretim araçlarına erişimin ve ekonomik artı ürünün dağılımının yapısını
anlamanın bir anahtarı olarak görmektedir. Kültürel materyalizm kavramlaştırmasında,
sembolik değişimin toplumsal sürecinin indirgenemez maddi belirleyiciliğine ve kapitalist
üretim tarzının genel gelişimi içinde meta üretimi ve değişimi alanıyla birlikte gelen
bu süreçlerin etkilerine odaklanmaktadır. Bir medya sistemi, ulus devletlerin içinde ve
arasında ekonominin gelişme durumu ve yapısı, devletin biçimi, sınıf ilişkilerinin niteliği
ve egemen ve/veya bağımlı devletler arasındaki ilişkiler tarafından belirlenmektedir.
Kültürel yeniden üretimin doğrudan maddi belirleyiciler tarafından yönetildiğini
öne süren Garhnam’a göre, TV haberleri genel olarak meta üretimi içinde belirlenmekte
ve siyaset içinde ideolojik bir işlevi yerine getirmektedir. Tekelci kapitalizm içinde kitle
iletişim araçlarının en önemli özelliklerinden biri ekonomi aracılığıyla ideolojik ve siyasî
bir tahakküm kurmasıdır. Garnham, üretim, tüketim ve yeniden üretim süreçlerinde
medyanın rolünü anlamak için sermaye birikiminde devletin rolü, kamu ve özel sektör
arasındaki ilişki ve üretken emeğin sorunları gibi ekonomi politiğin temel konularıyla
yüzleşmek gerektiğine dikkat çekmektedir (1979: 126, 145). Medya ürününün içeriğini
merkeze koymanın ve bu içeriği üretim tarzı ile ilişkilendirmeden tek başına ideolojik
yapıyı öne çıkarmanın yanlış olduğunu belirten Erdoğan’a göre, Türkiye’de medyada
çalışanların ücret politikalarını belirleyen faktörler metinsel ilişkiler değil, belli bir yer
ve zamandaki pazar yapısıdır. Ekonomiyle, kültürle, ideolojiyle ve siyasetle iç içe olan
örgütlü bir pazar yönetimi etkinliği olan kitle iletişimini incelemek, kitle iletişiminin
toplumsal üretim tarzları ve ilişkileri içinde konumlandırılmasını gerektirmektedir (2001:
281). Medya, kitleler üzerinde ideolojik bir güç olarak eşitsizliğin yeniden üretilmesinde,
kapitalist toplumsal ilişkilerin meşrulaştırılmasında ve toplumsal düzenin sürdürülmesinde
ideolojik bir rol üstlenmektedir (Miller, 2002).
Haber üretim süreçleri, haber metninin yapısı üzerinde belirleyici bir etkiye
Sayı 35 /Güz 2012
50
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
sahiptir. Haber yapımı sürecinde muhabirler bağlı oldukları kurumun politikalarına ve
önceliklerine göre hareket etmekte, ayrıca haber konusuna kendi değer yargıları ve dünya
görüşünün getirdiği çerçevelendirme içinden bakmaktadır. Gazeteciliğin kapitalist bir
ekonomik sistemde yapılması birtakım öncelikleri dayatmaktadır. Özetle, gazeteciliğin
rutin pratiklerinden kaynaklanan yere ve zamana ilişkin sınırlılıklar ile kapitalist bir
ekonomik yapının medya kuruluşlarının ayakta kalabilmesine yönelik baskısı haberin
anlatısal özelliklerini belirleyen iki temel dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır (Dursun,
2005). Eleştirel ekonomi-politik yaklaşımın temsilcilerinden Herman ve Chomsky’nin
“propaganda modeli”ne göre (2002: 2), haber mesajlarını değiştiren ve deforme eden
filtreler bulunmaktadır. Bu filtreler şu şekilde işlemektedir: 1) Egemen medya kuruluşlarının
sahiplik yapısı, büyüklüğü ve kâr odaklı olması; 2) Medyanın reklam gelir kaynakları; 3)
Hükümet ve iş dünyası temsilcileri ile uzmanlardan oluşan güvenilir haber kaynakları; 4)
Bir kontrol mekanizması olarak anti-komünizm. Bu unsurlar etkileşim içinde birbirlerini
güçlendirmekte ve haber hammaddesi sırasıyla bu filtrelerden geçirilmektedir.
İdeoloji, reklamverenler, mülkiyet ve organizasyon yapısı gibi faktörler medyanın
çoğulculuğunu ve kalite düzeyini sınırlandırmaktadır. Eleştirel yaklaşımlara göre, medya
içerikleri varlıklı sınıfların ve seçkinlerin gücünü yeniden üretmektedir. Devlete ait medya
varlığını sürdürmek için üst düzey devlet yetkililerine bağlı iken, ticarî medya reklam
verenlere bağlıdır. Medya içeriği kurumsal reklamverenlerin özel talepleri doğrultusunda
biçimlendirilebilmektedir. Medya üzerindeki bir diğer etki medya mülkiyetinin
yoğunlaşmasıdır. Büyük medya şirketlerinin sahipleri kişisel inanç ve değerleri
doğrultusunda medya içeriklerini etkileyebilmektedir. Haber organizasyonunun editoryal
tarafı ile işletme tarafı arasındaki sınır çizgisi kaybolmakta, medya imparatorluğunun
büyümesi için ticarî unsurlar daha öne geçebilmektedir. Üst düzey şirket yöneticileri,
medya çalışanlarının editoryal kaygılarıyla daha az uyum içinde olmakta, tüketim kültürü
yaratmak için reklamverenlerin ihtiyaçlarını yansıtan sulandırılmış ve homojonize
bir içeriğe yönelmektedir. Medyadaki bu yoğunlaşma, çoğulculuğun önünde bir engel
oluşturmaktadır (Woods, 2007). Medyadaki yoğun rekabet, çoğulcu içeriği garanti
etmemektedir. Medya sahipliği kurallarının da tek başına çoğulculuğu korumak için yeterli
olmadığı görülmekte ve bu nedenle içerik, kaynak ve dağıtım düzeylerinde çoğulculuğun
önemi üzerinde durulmaktadır. Medyada çoğulculuk konusu genel bir kabul görmekle
birlikte, kamu yayıncılığının geliştirilmesi dışında, uluslararası düzeyde de bağlayıcı
bir karar bulunmamaktadır. Avrupa Birliği’nde de medyada yoğunlaşma ve tekelleşme
konusunda özel bir düzenleme bulunmamakta, konu topluluk hukuku, rekabet ve medya
hukuku çerçevesinde ele alınmaktadır (Avşar, 2004).
Gazeteciliğin nasıl işlediği sorusuna medya sosyologlarının verdiği cevaplardan biri
olan makro-kurumsal yaklaşıma göre, devlet yapısının ve haber kuruluşlarının ekonomik
temelleri haberlerin oluşumunu ve içeriğini belirlemektedir. Anaakım haber medyasının
genel olarak birer işletme olduklarını ve hükümetten göreceli olarak bağımsız olduklarında
bile, ticarî örgütlenme veya bağımsız kamusal mülkiyete ait olsalar da, hükümetin
amaçları ve eylemleri ile iç içe geçmiş olduklarını söylemek mümkündür (Schudson
ve Waisbord, 2010: 377, 382). Starr’a göre (2012: 235-236), post-endüstriyel dünyada
haber medyası uzun vadeli ciddi bir krizle karşı karşıyadır. İnternetin, yeni medyanın
ve dijital devrimin gelişmesi, daha açık bir kamusal alanın oluşması ve demokratik
51
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
değerlerin güçlenmesi açısından bir fırsat olarak görülmüştür. Bu bakış açısına göre,
özgür bir basın ve demokrasi post-endüstriyel dünyada birlikte gelişebilecektir. Bazı
sosyal bilimcilerin bu iyimser yaklaşımı haber medyası yöneticileri ve profesyonelleri
tarafından da paylaşılmaktadır. Bu eğilim, 20.yy’ın son on yılında ekonomik olarak
gelişmiş toplumlarda desteklenmiştir. Ancak son yıllarda yaşanan dönüşümle birlikte,
gazetecilikte karanlık bir süreç başlamış, maliyetleri ve profesyonel istihdamı azaltma
eğilimi ortaya çıkmıştır. Zengin demokrasilerde gazete, dergi ve diğer haber medyası
gelirlerine ilişkin veriler, 20.yy’ın son otuz yılındaki büyüme modelinin 2000 yılında
zirveye çıktığını ve son on yılda düştüğünü göstermektedir. Haber medyasının postendüstriyel toplumda demokrasiyi geliştireceğine dair iyimser yaklaşım, ekonomik
gerçeklikleri dikkate almamakta, haberin bir kamu malı olduğu ve sistematik olarak
piyasada üretildiği gerçeğini göz ardı etmektedir.
Türkiye’de Medya Endüstrisinin Görünümü ve Anaakım Medyada Ekonomi
Haberlerinin Sunumu
Türkiye’de 1980’lerden itibaren farklı medya ortamlarının farklı sanayi kollarıyla
bütünleşmesi sürecinde ortaya çıkan mülkiyet ve kontrol ilişkileri, neoliberal ekonomi
politikaları bağlamında Türkiye’nin girdiği yeni sermaye birikimi sürecinden bağımsız
değildir. Türkiye’de medya sektöründeki yoğunlaşma, 1990’lı yıllardan itibaren büyük
bir ivme kazanmış, gazeteci ailelerin kontrolündeki geleneksel medya sahipliği, yerini
medya dışı sektörlerde faaliyet gösteren sermaye gruplarının egemen olduğu yeni
medya sahipliğine bırakmıştır. Şirket evlilikleri ve çapraz mülkiyet ile karakterize
olan yeni medya sahipliği, tüm dünyada farklı bir iletişim ortamına işaret etmektedir.
Yeni iletişim teknolojileri ile beslenen medya endüstrisi, yeni bir ekonomik, siyasî ve
kültürel ortamın temel unsuru haline gelmektedir. Türkiye’de medya sektöründe faaliyet
gösteren büyük sermaye gruplarının gazete yayıncılığı, haber ajansı hizmetleri, kitap ve
dergi yayıncılığı, dağıtımcılık, reklam-ilan dağıtımcılığı, televizyon yayıncılığı, radyo
yayıncılığı, televizyon yapımcılığı gibi alanlarda ticarî faaliyetlerinin yanı sıra bankacılık
ve finans, pazarlama, otomotiv, turizm, sağlık, enerji, telekomünikasyon, sigorta, inşaat
gibi birçok sektörde girişimleri bulunmaktadır. Bu profil, medya içerikleri üzerinde
oldukça belirleyici olmaktadır (Adaklı, 2001, 2006).
Türkiye’de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren medya sektöründeki istihdam
politikalarında (Anadolu Ajansı ve Cumhuriyet hariç) sendika yer almamaktadır. Bu
koşullar altında iş güvencesi olmayan gazetecilerin özerkliği çok sınırlı olmakta, medya
sahiplerinin ve reklamcıların baskılarına karşı durmaları zorlaşmaktadır. Ayrıca, editoryal
özerklikten de söz etmek mümkün değildir. Türkiye’de pek çok editör, meslekten çok
medya sahibiyle özdeşleşmekte, bunun yanı sıra muhabirler de kendilerine oto-sansür
uygulayabilmektedir (Gencel Bek, 2010: 116). Arsan (2011), haber medyasında
sansür ve oto-sansür sorununu ele aldığı ampirik araştırmasında, gazetecilerin günlük
haber pratiğinde kamu yararı içeren bazı olayları habere dönüştürmekte tereddüt edip
etmediklerine ilişkin bir soruya %91,4 oranında “evet” cevabı verdiklerini bulgulamıştır.
Bu sonuç, “gazetecilerin kamunun ihtiyacı olan önemli olayları/durumları habere
Sayı 35 /Güz 2012
52
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
dönüştür(e)mediklerini” göstermektedir. Gazeteciler, kamu yararı içeren olayları/
durumları/açıklamaları neden habere dönüştüremediklerinin gerekçelerini ise; iç
siyasî baskılar, medya sahibinin finansal çıkarları ve reklam verenlerin baskısı olarak
sıralamışlardır. Gazetecilerin çok önemli olduğunu düşündükleri haberlerin editoryal
süreçte sansürleneceğini düşündüklerinden, bu tür haberleri yapmaya dahi kalkışmadıkları
anlaşılmaktadır.
Adaklı (2010: 75), 1980’den sonra yeniden şekillenen “basın” döneminin yerini
“medya” dönemine bırakmasıyla oluşan “yeni medya mimarisi” olarak adlandırdığı
süreçte öne çıkan unsurları şu şekilde belirtmektedir: 80’li yıllarda henüz basın olarak
varlık gösteren sektör, zamanla başka mecralarla buluşmuş ve büyük sermayenin önemli
bir bileşeni olmuştur. Bununla bağlantılı olarak, medya sektörüne hem ekonomik, hem
de siyasî olarak güçsüz grupların katılması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Medya
sektöründe emek gücünün çalışma koşulları, özlük hakları oldukça gerilemiş, sendikaya
üyelik koşulları da son derece zorlaşmıştır. Medya içeriklerinde sansasyon ve manipülasyon
daha da yaygınlaşmıştır. Medya yöneticileri ve köşe yazarları, burjuvanın önemli
temsilcileri ve ideologları olarak medyayı ekonomik ve siyasî yönden şekillendirmeye
başlamıştır. Bu süreç, çeşitli iletişim olanakları yaratan yeni iletişim teknolojilerinin
gelişmesini sağlarken, ancak etkin bir alternatif medya olanağını zayıflatmış ve etik
kodların sürekli aşınmasına yol açmıştır.
Ekonomik baskılar, parçalanmış medya ortamında geniş halk kitlelerini
birleştirmenin zorluğu ve devlet ile özel sektörün güçlü çıkarları karşısında diğer
kaynakların kamuoyu üzerinde daha az etkiye sahip olması gibi nedenler, özgün habercilik
kapasitesini zayıflatmaktadır. Medyanın kurumsal kapasitesindeki bu bozulma demokrasi
açısından da bir sorun teşkil etmektedir. Daha az haber, daha yerleşik siyasal liderler
yaratmakta ve bu da muhtemelen gücün kötüye kullanılması sonucunu doğurmaktadır
(Starr, 2012: 240). Medya ürünlerinin metalaşması, başka bir ifadeyle ekonomik saikle
sermaye birikimi için medya/kültür ürünlerinin üretimi, toplumların ideolojik yeniden
üretim süreçlerine de hizmet etmektedir. Medya ekonomik yapının olduğu kadar kültürü
ve ideolojiyi içeren üst yapının da önemli bir parçasıdır. Medyada yeniden üretim iç içe
iki daireden oluşmaktadır. İçteki daire ekonomik yeniden üretim sahasına denk düşerken,
onu çevreleyen ikinci daire ise siyasî-ideolojik yeniden üretim sahasını içermektedir
(Sönmez, 2010). Bu iç içe geçmiş yapısıyla medya, hem üretim ilişkilerinde, hem de
ideoloji üretiminde önemli bir aktördür. Liberal-çoğulcu yaklaşımın, medyanın bağımsız
ve özerk olduğu yönündeki tezleri pratikte karşılığını bulmamaktadır. Kaya’nın da belirttiği
gibi (2009: 20), Türkiye’de çok sık örneğine rastlandığı üzere, bir medya grubuna bağlı
bir veya birkaç yayın kuruluşunun mevcut siyasî iktidara karşı duruşunu değiştirmesi ve
sert muhalefet yapmaya başlaması bir çıkar çatışmasına işaret etmektedir. İhtilaflı konuda
yapılan pazarlıkta anlaşılmış olmanın bir sonucu olarak da eleştirilen siyasî parti aynı
yayın kuruluşunda övülebilmektedir. Bütün bunlar, medya-sermaye-devlet ilişkisinin
nerede başlayıp başladığı ve sonlandığı ayırt edilemeyen; sımsıkı ama kimi zaman ve
yerde tersine sarılmış; karmakarışık bir iktidar yumağı olduğunu göstermektedir.
Medyanın hızla serbestleştirilmesi ve büyük yatırım gerektirmesi sebebiyle az
53
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
sayıda aktörün kontrolsüzce sektöre girişinden kaynaklanan kartellerin oluşması, bu
alanı yönetmek üzere yasal düzenleme yapılması ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyaç,
Türkiye’nin ilk özel yayıncılık yasasının1 (3984 sayılı Kanun) kabul edilmesi ve “radyo
ve televizyonların düzenlenmesi ve denetlenmesi” amacıyla Radyo ve Televizyon
Üst Kurulu’nun (RTÜK) kurulması ile sonuçlanmıştır. Ayrıca, radyo ve televizyon
kuruluşlarının yayın hizmetlerine ilişkin son düzenlemede2, yabancı sermaye payına ilişkin
kısıtlama genişletilmiştir. Söz konusu sermaye sınırı yüzde 50’ye çıkartılmış, yabancı
gerçek ve tüzel kişilerin en fazla iki medya hizmet sağlayıcı kuruluşa ortak olmasına izin
verilmiştir. Türkiye’de medya pazarındaki rekabette reklam gelirleri önemli bir kalem
oluşturmaktadır. Medya üzerindeki reklam baskısı yolsuzlukların, işten çıkarmaların,
grevlerin veya sendikasızlaştırma stratejilerinin haberleştirilmesine de engel olmaktadır.
Hatta gazeteciler kendi özlük hakları veya işten çıkarılan ve sendikasızlaştırılan
meslektaşları ile ilgili haber yapamamaktadırlar (Kurban ve Sözeri, 2012). Türkiye’deki
büyük sermaye gruplarına ait medya kuruluşları; başta emek-sermaye ilişkilerine yönelik
haber, yorum ve her türlü aktarımlarında olmak üzere, toplumsal gelişmeler karşısında
sermayeden yana bir tutum takınmakta; grev, çalışma yaşamı, işsizlik, işten çıkarma v.b.
gibi ekonomik haklara ilişkin konularda sessiz kalırken, özelleştirme gibi siyasî iktidarların
sermayenin lehine olan politikalarını tam bir mutabakat içinde desteklemektedir (Kaya,
2009).
Bu temel tezlerden hareketle, bu çalışmada Türkiye’nin büyük sermaye gruplarına
ait iki farklı gazetenin internet sitelerindeki ekonomi haberleri incelenmiştir. Sermaye
medyasını temsil eden ve sektörün güçlü aktörlerinden olan Doğan Grubu’na ait Hürriyet
ve Çalık Grubu’na ait Sabah’ta, bu medya gruplarının medya dışı sektörlerdeki büyük
yatırımları ve ekonomik faaliyetleriyle de Türkiye’deki medya sahipliği profilinin temel
özelliklerini taşımaları nedeniyle seçilmiştir. Bu bağlamda, bir haftalık bir çözümlemenin
yeterli olacağı düşünülmüş ve 23-30 Eylül 2012 tarihleri arasındaki ekonomi haberleri ele
alınmış ve çalışmada içerik çözümlemesi yöntemi kullanılmıştır. İçerik çözümlemesinde
elde edilen veriler üzerinden nitel çözümlemeler yapılmıştır. Eylül ayının son haftasının
seçilmesinin nedeni, bu dönemde ekonomideki olumsuz göstergelere ilişkin ekonomi
yönetiminin farklı açıklamalar yapması ve zam haberlerinin üst üste gelmesidir. Ayrıca,
1-30 Kasım 2012 tarihleri arasındaki bir aylık sürede ise Hürriyet ve Sabah internet
sitelerinde neoliberal politikaların merkezinde yer alan özelleştirmelere ve neoliberal
politikaların yarattığı işsizlik ve yoksulluk sorununa ilişkin haberlerin niceliksel dağılımı
ortaya koyulmuştur. Bu dağılımı ortaya koymak amacıyla, “özelleştirme”, “işsizlik” ve
“yoksulluk” anahtar sözcükleri ile arama yapılmış, bu sözcükleri içeren haber başlıkları
çözümlemeye dâhil edilmiştir.
Bu çalışmada, ekonomi haberlerinde toplumun ezilen sınıflarının refah hakları
ile çalışan kesimin sosyal güvenlik ve özlük haklarına ilişkin sorunlar yerine daha
çok sermaye kesiminin beklentilerine uygun olarak iş dünyası, bankacılık-finans
çevreleri, yatırım araçları, borsa, döviz gibi konular ekseninde egemen ekonomik
düzenin devamına ve yeniden üretimine yönelik bir içerik oluşturulduğu ve ekonomi
1 Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, No. 3984, 13.04.1994, Resmi Gazete, No.
21911, 20.04.1994. Bu Kanun, 15.02.2011 tarihinde kabul edilen yeni yayın yasası ile yürürlükten kaldırılmıştır.
2 Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun, No. 6112, 15.02.2011, Resmi Gazete,
No. 27863, 03.03. 2011.
Sayı 35 /Güz 2012
54
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
haberlerinin temel aktörlerinin de büyük sermaye sahipleri, ulusal ve uluslararası finans
kuruluşlarının üst düzey yöneticileri ve siyasî iktidarın temsilcileri olduğu varsayımından
hareket edilmektedir. Çözümleme kapsamında ilk olarak anaakım medyanın ekonomi
haberlerinde hangi konulara ağırlıklı olarak yer verildiği, ikinci olarak da hangi aktörlerin
öne çıkarıldığına ilişkin bulgular ortaya koyulmuştur. Haberlerin konu dağılımı Tablo
1’de sunulmuştur:
Tablo 1. Ekonomi Haberlerinin Konularına Göre Dağılımı
Gazeteler
(İnternet
sitesi)
Bankacılıkfinans
haberleri
İş dünyası
ve
sektörel
yatırım
haberleri
Hürriyet
Sabah
Toplam
7
23
30
42
87
129
Döviz,
faiz,
borsa,
altın
haberleri
İşçi
hakları,
emek
sorunları,
yoksulluk
haberleri
Çalışma
yaşamı,
sosyal
güvenlik
hakları,
işsizlik
haberleri
2
21
23
1
4
5
7
11
18
Zam,
vergi,
harç,
enflasyon,
uygulama
değişikliği
vs.
enformatif
haberler
14
20
34
Haberlerin konularına göre dağılımına bakıldığında, ekonomi haberlerinde iş
dünyası ve sermaye yatırımları ile ilgili haberlerin ağırlıklı olarak yer aldığı görülmektedir.
Sermaye gruplarını ve neoliberal ekonomik sistemin bileşenlerini temsil eden haberlerin
sayıca fazla olması çalışmanın temel argümanlarını desteklemektedir. Anaakım medyada
emekçi sınıfların, çalışma yaşamına ilişkin temel sorunların, işsizlerin ve yoksulların
neredeyse hiç yer almamasını, medyanın kapitalist üretim biçiminin bir parçası olarak
egemen ideolojiyi yeniden üretmesinin bir sonucu olarak eleştirel ekonomi politik bir
perspektifle açıklamak mümkündür. Farklı medya gruplarına ait olmakla birlikte, sermaye
medyasını temsil etmeleri nedeniyle her iki gazetenin de benzer bir haber panoraması
sunması, tekelleşmenin haber içeriklerinde yarattığı türdeşleşme ile açıklanabilir.
İncelenen gazetelerde çalışma yaşamı ve işsizlik kategorisinde yer alan haberlerin,
kategori başlığına uygun düşmekle birlikte, daha çok kamuda ve özel sektördeki işe alım
duyuruları, emeklilere ödenecek maaş farkı, Avrupa ülkelerindeki işten çıkarmalar ve
işsizlik rakamları ile ilgili olduğu görülmektedir. Türkiye’deki işten çıkarmalar, işsizlik
oranları veya iş güvenliği, işçi hakları, esnek çalışma sistemi gibi çalışma yaşamına ilişkin
sorunlar haberlerde temsil edilmemektedir. Ayrıca, ekonomi haberlerinde sosyal güvenlik
başlığı altında yer alan haberlerin çoğunun, 1 Ocak 1988 ve sonrası doğan ve Genel
Sağlık Sigortası prim borcu tahakkuk eden 1 milyon 153 bin 595 kişi ile ilgili olduğunu
da belirtmek gerekmektedir. Zam, vergi ve harçlar gibi ekonomik sistemle ilgili veriler
haberlerde bilgi amaçlı olarak sunulmakta, zamlara ilişkin sorgulayıcı ve eleştirel bir dil
kullanılmamaktadır.
55
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
Tablo 2. Ekonomi Haberlerinin Görüşlerine Öncelik Verilen Aktörlere Göre
Dağılımı
Gazeteler
sitesi)
(İnternet
Hürriyet
Sabah
Toplam
İktidar partisini temsil
eden siyasetçiler
10
24
34
İş dünyasından
yöneticiler/ patronlar
15
13
28
2
2
Çalışan kesimler,
işçiler, sendika
temsilcileri, işsizler,
yoksullar
Haberlerde işlenen konular kadar öne çıkartılan ve görüşlerine yer verilen aktörlerin
kimler olduğu da haberin ürettiği egemen anlamları ve ideolojiyi göstermesi açısından
önemlidir. Konu dağılımına paralel olarak aktörlerin dağılımı da toplumdaki güç ve iktidar
ilişkilerini yansıtmaktadır. Siyasî iktidarın ve sermaye sınıfının temsilcileri haberlerde
görüşlerine öncelik verilen durum tanımlayıcıları olarak karşımıza çıkmakta; haberler,
onların eylem ve söylemleri üzerine inşa edilmektedir. Sıradan insanlara ve toplumun
güçsüz kesimlerine bir aktör olarak haberlerde yer verilmemektedir. Çalışma kapsamında
incelenen gazetelerde sadece iki haber bu kategoriye dahil edilebilmiştir. Bu haberlerden
biri, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yoksulluk puanı uygulamasını, diğeri ise
TESK (Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu) Başkanının son dönemde yapılan
zamlara gösterdiği tepkiyi içermektedir.
Tablo 3. “Özelleştirme”, “İşsizlik” ve “Yoksulluk” Sözcüklerine Göre
Haberlerin Niceliksel Dağılımı
Gazeteler
(İnternet sitesi)
Hürriyet
Sabah
Toplam
Özelleştirme Haberleri
11
13
24
2
2
İşsizlik-Yoksulluk
Haberleri
Araştırma kapsamında yer alan gazetelerin internet haberlerinde “özelleştirme”,
“işsizlik” ve “yoksulluk” anahtar sözcükleri ile arama yapılmış ve bu aramanın sonucunda
her iki gazetede özelleştirme konulu haberlerin yoğun bir biçimde yer aldığı, buna karşılık
işsizlik ve yoksulluk konulu haberlere neredeyse hiç yer verilmediği görülmüştür. Sermaye
gruplarını temsil eden anaakım medya, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini bir ekonomik
büyüme ve verimlilik ölçütü olarak sunmakta ve neoliberalizmin kamu hizmetlerinin
özelleştirilmesi gerektiği yönündeki egemen söylemini yeniden üretmektedir. Örneğin,
“Akdeniz Elektrik’e bu kez 546 milyon dolar” (hurriyet.com.tr, 13.11.2012) başlıklı haber
elektrik hizmetlerinin özelleştirilmesi ile ilgilidir. Sabah’ta yer alan “Özelleştirmeden 3
milyar dolar geldi” (sabah.com.tr, 30.11.2012) başlıklı haberde ise özelleştirmelerin devlete
gelir getiren verimli bir yöntem olduğu vurgulanmakta ve bir olumlama göze çarpmaktadır.
Anaakım
medyanın, özelleştirmelerin yurttaşlar ve emekçi kesimler açısından
doğuracağı sonuçları “kamu yararı” perspektifinden değerlendirmediği görülmektedir.
Sayı 35 /Güz 2012
56
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
Hürriyet’te yer alan “Şehit ateşi bu yoksul eve düştü” (hurriyet.com.tr,
10.11.2012) başlıklı haberde yoksulluk bir toplumsal sorun olarak tespit edilmek
yerine bir şehit ailesinin sosyo-ekonomik yapısını nitelemek amacıyla kullanılmıştır.
“İşsizlik Ağustos’ta yüzde 8.8 oldu” (hurriyet.com.tr, 15.11.2012) başlıklı haberde ise
Türkiye İstatistik Kurumu’nun resmî açıklaması çerçevesinde işsizlik oranının düştüğü
belirtilmiştir. İşsizlik bir ekonomik ve toplumsal bir sorun olarak ele alınmamış, geçen
yılın aynı döneme göre yüzde 0,4 puanlık düşüş olması bir olumlama çerçevesinde
sunulmuştur. Sabah’ta ise “işsizlik” ve “yoksulluk” sözcükleri ile yapılan aramada
herhangi bir habere rastlanmamıştır. Neoliberal politikaların yarattığı derin toplumsal
eşitsizlikler, haberler aracılığıyla normalleştirilmekte ve temel yurttaşlık hakları içinde
yer alan refah hakları üzerinde medyada bir mücadele alanı oluşturulmamaktadır.
Sonuç
Küreselleşme sürecinin temelini oluşturan neoliberal politikalar, yeni bir
birikim modeli yaratmıştır. Bu dönemi karakterize eden başlıca unsurlar; sermaye
hareketlerinin serbestleşmesi ve mali sermayenin öne çıkması, esnek üretim ve esnek
çalışma, özelleştirme ve taşeronlaştırmadır. Refah devleti sürecinde sendikaların da
içinde olduğu bir kurallar bütününe göre yürüyen üretim faaliyeti, neoliberal yönetim
zihniyeti çerçevesinde sermaye tarafından tek taraflı olarak yeniden şekillendirilmiş
ve tamamen kuralsızlık üzerine inşa edilmiştir. Neoliberal politikalar, tüm dünyada
işsizlik, yoksullaşma, kamu hizmetlerinden yoksun kalma ve dışlanma gibi sorunlara
yol açmıştır. Neoliberalizm sürecinde sermayenin faaliyetlerini ve serbest dolaşım
olanaklarını koordine etmek amacıyla devletin müdahalesi gerekmiştir. Düzenleyici
devlet anlayışı ile medya alanında yoğunlaşmanın ve yeni bir sahiplik yapısının önü
açılmıştır. Kitle iletişimi faaliyeti toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel bir bağlamda
gerçekleştirilmektedir. Medya kuruluşlarının kendi örgüt politikaları ile ulusal ve
uluslararası politikalar arasında güçlü bağlar bulunmakta ve kitle iletişim sisteminde
egemen olan tekelleşme, toplumun genel çıkarlarıyla bağdaşmayan bir yapı oluşturmaktadır.
Türkiye’de 1990’lardan sonra medya sektöründeki yoğunlaşma süreci hızlanmış
ve medya dışı sektörlerdeki büyük sermaye gruplarının medyaya egemen olduğu yeni bir
sahiplik yapısı ortaya çıkmıştır. Yatay ve dikey birleşmelerle büyüyen medya, siyasî iktidarın
hegemonik bir aracı olarak kamusal sorumluluk ve toplumsal denetim gibi demokratik
işlevlerini yitirmiştir. Çapraz mülkiyet yapısı ile karakterize olan medya sektöründeki
sermaye grupları, aynı zamanda kamu sektöründeki ihale ve özelleştirme süreçlerinde
de önemli birer aktör konumundadır. Bu çalışmada konular ve aktörler açısından
incelenen ekonomi haberleri, medya-sermaye-devlet arasındaki ilişkileri ve anaakım
medyanın egemen ideolojiye eklemlendiğini açıkça göstermektedir. Büyük sermayenin
kontrolünde olan haber medyasında modern devletin kazanımları olan ekonomik ve
sosyal haklar haber konusu yapılmamakta, bu alanlardaki eşitsizlikler sistemin doğal
bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Medya sektöründeki yoğunlaşma ve mülkiyet
ilişkileri, medyanın kamu yararını gözetmesinin ve hükümeti denetlemesinin önünde bir
engel oluşturmakta, medya eşitsizlikleri yeniden üreten yapıların bir parçası olmaktadır.
57
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
Türkiye’deki medya ortamının çoğulculaşması ve demokratikleşmesi için
çoksesliliğin medyada yaygınlaşması sağlanmalıdır. Günümüzde medya endüstrisinin
temel sorunu, ekonomik bağımlılığın gazetecilerin özerkliğine olan olumsuz etkileridir.
Neoliberalizm sürecindeki egemen medya düzeni, editoryal bağımsızlığı olanaksız
hale getirmekte, gazetecilerin örgütsüz çalışma ilişkileri içinde istihdam edilmesi ve iş
güvencelerinin olmaması haberlerde eleştirel bakışı ortadan kaldırmakta ve gazetecilerin
bağlı bulundukları medya grubunun çıkarlarına göre hareket etmelerine neden olmaktadır.
Haber içeriklerinde belirli konuların öne çıkartılması, kamu yararını ilgilendiren ve
demokrasinin temelini oluşturan ekonomik ve sosyal güvenlik haklarına ilişkin sorunların
haber çerçevesinin dışında tutulması demokratik bir toplumda medyanın kamusal
sorumluluk bilincinden kopması anlamına gelmektedir. Sermaye sınıfı ve siyasî iktidar
arasındaki güçlü ittifak; haber medyasında tek yönlü ve türdeş bir içeriğin oluşturulması,
egemen ideolojinin medya aracılığıyla meşrulaştırılması ve yeniden üretilmesi sonucunu
doğurmaktadır.
Özgür ve bağımsız medyanın gelişmesinin önündeki engelleri anlamak ve
açıklamak için medya politikalarının irdelenmesi önemli bir başlangıç noktasıdır.
Kamusal sorumluluğu, demokratik bir toplum inşasında kitle iletişim araçlarının en
önemli görevlerinden biridir. Medyanın, toplumun egemen sınıflarının dışında kalan
güçsüz kesimlerin temsiline yer açması, bu kesimlerin ekonomik ve sosyal sorunlarını
ve sınıfsal boyutu olan hak ihlallerini sorunlaştırması ve yurttaşların bilgisine sunması
demokrasinin gelişmesi açısından çok önemlidir. Siyasetçilerin, medya çalışanlarının,
sendikaların, sivil toplum örgütlerinin ve tüm yurttaşların; kamu yararı ve kamusal
sorumluluk bilincine sahip, iktidarla organik bağı olmayan, toplumun her kesiminin
temsiline ve katılımına açık ve sermaye tekelinden bağımsız çoğulcu ve demokratik bir
medya ortamının yasal temellerinin oluşturulması için mücadele etmesi demokrasi adına
atılmış büyük bir adım olacaktır.
Kaynakça
Adaklı, Gülseren, (2001). “Yayıncılık Alanında Mülkiyet ve Kontrol”, Medya
Politikaları, B. Kejanlıoğlu, S. Çelenk, G. Adaklı (der.), Ankara: İmge Kitabevi, s.145204.
Adaklı, Gülseren, (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi: Neoliberalizm Çağında
Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Adaklı, Gülseren, (2009). “Gazetecilik Etiğini Belirleyen Yapısal Unsurlar:
Mülkiyet ve Kontrol Sorunu”, Televizyon Haberciliğinde Etik, Bülent Çaplı ve Hakan
Tuncel (der.), Ankara: Fersa Matbaacılık, s.61-96.
Adaklı, Gülseren, (2010). “Neoliberalizm ve Medya: Dünyada ve Türkiye’de
Medya Endüstrisinin Dönüşümü”, Mülkiye, Cilt: XXXIV, Sayı: 269, s.67-84.
Arsan, Esra, (2011). “Sivil İtaatsizlik Bağlamında Bir Araştırma: Gazeteci Gözüyle
Sansür ve Otosansür”, Cogito, Sayı: 67,YKY, İstanbul.
Sayı 35 /Güz 2012
58
Türkiye’de Neoliberal Politikaların Haber Medyasına Yansımaları: Anaakım Medyanın Ekonomi Haberleri Üzerine Bir İnceleme
Avşar, Zakir, (2004). “Medyada Yoğunlaşma ve Şeffaflaşma: Yasal Düzenlemeler,
Beklentiler, Sorun Alanları”, İletişim Araştırmaları Dergisi, 2(2), s.87-112.
Curran, James, (1993). “Kamusal Bir Alan Olarak Medyayı Yeniden Düşünmek”,
Süleyman İrvan (çev.), İLEF Yıllık, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları,
s.215-243.
Curran, James, (1997). “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme”, Medya,
Kültür, Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Ark Yayınları, s.139-197.
Dursun, Çiler, (2005). “Haber ve Habercilik/Gazetecilik Üzerine Düşünmek”
Gazetecilik ve Habercilik, Sevda Alankuş (der.), İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları,
s.69-90.
Encabo, Manuel Nunez, (1997). “Gazetecilik Etiği ve Demokrasi”, Medya, Kültür,
Siyaset, Süleyman İrvan (der.) içinde, Ankara: Ark Yayınları, s.283-298.
Entman, Robert M., (1989). Democracy Without Citizens: Media and the Decay of
Amerikan Politics, Oxford University Press, New York.
Erdoğan, İrfan, (1999). “Dördüncü Gücün İlettiği: Amerikan Örneği”, Medya Gücü
ve Demokratik Kurumlar, Korkmaz Alemdar (haz.), İstanbul: Afa Yayıncılık, s.33-42.
Garnham, Nicholas, (1979). “Contribution to a political economy of masscommunication”, Media, Culture & Society, 1, pp.123-146.
Garnham, Nicholas, (2001). “Bir Kültürel Materyalizm Teorisine Doğru”, Praksis
(4), s.126-143.
Garnham, Nicholas, (2008). “Ekonomi Politik ve Kültürel Çalışmalar: Uzlaşma mı
Boşanma mı?”, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar, Sevilay Çelenk (der.),
Ankara: De Ki Yayınları, s.115-129.
Gencel Bek, Mine, (2010). “Karşılaştırmalı Perspektiften Türkiye’de Medya
Sistemi”, Mülkiye, Cilt: XXXIV, Sayı: 269, s. 101-125.
Golding, P. ve Murdock, G., (1997). “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”, Medya,
Kültür, Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Ark Yayınları, s.49-76.
Helms, Ludger, (2008). “Governing in the Media Age: The Impact of the Mass
Media on Executive Leadership in Contemporary Democracies”, Government and
Opposition, Vol. 43, No. 1, pp. 26–54.
Herman, E. and Chomsky, N., ([1988] 2002). Manufacturing Consent: The Political
Economy of the Mass Media, New York: Pantheon.
İnal, Ayşe, (2009a). “Haber Medyası ve Seçim Kampanyaları”, Televizyon
Haberciliğinde Etik, Bülent Çaplı ve Hakan Tuncel (der.), Ankara: Fersa Matbaacılık,
s.251-267.
İnal, Ayşe (2009b). “Tarihsel Gelişimi İçinden Gazetecilik Etiğini Yeniden
Düşünmek”, Televizyon Haberciliğinde Etik, Bülent Çaplı ve Hakan Tuncel (der.),
Ankara: Fersa Matbaacılık, s.27-44.
59
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Fulya ŞEN, Zakir AVŞAR
Kaya, Raşit, (1999). “Medya, Toplum, Siyaset”, Medya Gücü ve Demokratik
Kurumlar, Korkmaz Alemdar (haz.), İstanbul: Afa Yayıncılık, s.23-32.
Kaya, Raşit, (2009). İktidar Yumağı: Medya-Sermaye-Devlet, Ankara: İmge
Kitabevi.
Keane, John, (1993). Medya ve Demokrasi, Haluk Şahin (çev.), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Kejanlıoğlu, Beybin D., (2003). “Medya-Toplum İlişkisi ve Küreselleşmenin Yerel
Medyaya Sunduğu Olanaklar”, Medya ve Toplum, Sevda Alankuş (der.), İstanbul: IPS
İletişim Vakfı Yayınları, s.75-93.
Kellner, Douglas, (2008). “Ayrımın Üstesinden Gelmek: Kültürel Çalışmalar ve
Ekonomi-Politik”, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar, Sevilay Çelenk
(der.), Ankara: De Ki Yayınları, s.147-172.
Köker, Eser, (1998). Politikanın İletişimi İletişimin Politikası, Ankara: Vadi
Yayınları.
Kurban, D. ve Sözeri, C., (2012). İktidarın Çarkında Medya: Türkiye’de Medya
Bağımsızlığı ve Özgürlüğü Önündeki Siyasi, Yasal ve Ekonomik Engeller, İstanbul:
TESEV Yayınları.
Miller, David, (2002). “Media Power and Class Power: Overplaying Ideology”,
Socialist Register, Vol. 38, pp.245-264.
Özbek, Meral, (Ed.) (2010). “Kamusal Alanın Sınırları”, Kamusal Alan, İstanbul:
Hil Yayın.
Peters, J.D. ve Cmiel, K., (1997). “Medya Etiği ve Kamusal Alan”, Medya, Kültür,
Siyaset, Süleyman İrvan (der.), Ankara: Ark Yayınları, s.255-282.
Schudson, M. ve Waisbord, S., (2010). “Haber Medyasının Siyasal Bir Sosyolojisine
Doğru”, Siyaset Sosyolojisi: Devletler, Sivil Toplumlar ve Küreselleşme, Soner Torlak
(ed.)”, Ankara: Phoenix Yayınevi, s.377-392.
Sönmez, Mustafa, (2010). “Medyada İstanbul İktidarı”, Mülkiye, Cilt: XXXIV,
Sayı: 269, s.85-99.
Starr, Paul, (2012). “An Unexpected Crisis: The News Media in Postindustrial
Democracies”, The International Journal of Press/Politics, 17(2), pp.234-242.
Whitten-Woodring, Jenifer, (2009). “Watchdog or Lapdog? Media Freedom,
Regime Type, and Government Respect for Human Rights”, International Studies
Quarterly, 53, pp.595–625.
Woods, Joshua, (2007). “Democracy and the press: A comparative analysis of
pluralism in the international print media”, The Social Science Journal, 44, pp. 213-230.
İnternet Kaynakları
http://www.hurriyet.com.tr/anasayfa/, (Erişim Tarihi: 02.12.2012).
http://www.sabah.com.tr/, (Erişim Tarihi: 02.12.2012).
Sayı 35 /Güz 2012
60
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri1
Everyday Life Practices of Home-Office Workers
Gökçe BAYDAR
Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi - E-posta:[email protected]
Anahtar Kelimeler:
evden çalışma, yeni
ekonomi, orta sınıf,
gündelik yaşam, iletişim
teknolojileri.
Keywords:
home-office, new
economy, middle
class, everyday life,
communication
technologies.
Öz
Günümüzde küreselleşme ve neoliberalleşme gibi olgular ile beraber esnek
çalışma biçimleri yaygınlaşmış ve daha görünür hale gelmiştir. Yeni kapitalizmin
bu esnek çalışma türlerinden biri de görece yeni bir çalışma biçimi olan ve
çoğunlukla iletişim teknolojileri ile ilişkilendirilen evden çalışma biçimidir. Bu
araştırma, evden çalışmanın çalışanlar tarafından nasıl deneyimlendiğini ortaya
çıkarmak amacındadır. Evden çalışmada ön plana çıkan iki temel alan çevirmenlik
ve tasarımcılık işlerinin çoğu zaman yüksek eğitim veya teknik bilgi gerektirmesi,
beyaz yakalı sınıfa da işaret etmektedir. Bu nedenle araştırmada sınıfsal boyut
göz önünde bulundurulmuş, orta sınıfın eğilimlerini tartışmanın da yolu açılmıştır.
Araştırma kapsamında 12 evden çalışan ile derinlemesine görüşme yapılmış,
gündelik yaşam pratikleri ortaya çıkarılmıştır. Bu temel soru kapsamında aynı
zamanda evden çalışanların esnek zaman kullanımını da içeren çalışma koşulları,
esnek zamanlı çalışmaya karşı getirdikleri oto-disiplin pratikleri, kendi yaşamlarına
ve işlerine ilişkin algıları, iletişim teknolojilerinin gündelik yaşamlarındaki
konumu, sınıf habituslarıyla paralel olarak benlik sunumları, meslektaşlarıyla bir
kolektivite yaratıp yaratmadıkları hakkında verilere de ulaşılmıştır.
Abstract
Today, flexible workstyles have spread and become more visible along
with the phenomenon like globalization and neo-liberalization. One of the flexible
workstyles of the new capitalism is home-office which is considerably new and
often associated with communication technologies. This research intends to reveal
how home-office is experienced by workers. Two main working fields that stand
out for home-office work are; translation and designing, which also indicate to
white-collar class as they most often require higher education and know-how.
Thus, the class dimension was considered in this research which have also paved
the way for discussing middle class tendencies. Within the scope of the research,
in-depth interviews were conducted with 12 participants and their daily practices
were broughtout. Within the scope of this main question, data were obtained
regarding the working conditions of home-office workers including flexible time
utilization, self-discipline practices they use against flexible time working, their
self-presentation parallel to their class habitus and whether they create collectivity
with their colleagues or not.
1 Bu makale, “Home Office Çalışanların Gündelik Yaşamda Yeni Medya Kullanımı” başlıklı yüksek lisans tezi
kapsamında yapılan saha araştırması verilerinin bir kısmının kullanılmasıyla oluşturulmuştur. Makalede kullanılan
verilerin bir kısmı, LaborComm 2012’de (Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı) yapılan aynı başlıklı sunumda
yer almıştır.
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
Giriş
Günümüzde yeni kapitalizm ve küreselleşmenin bir parçası olan neoliberalleşme
stratejileri, kapitalizmin amaçlarına daha hızlı yanıt verebilmek amacıyla serbestleşme
ve esneklik ilkeleri etrafında şekillenmektedir. Bu şekilde neoliberal stratejiler üretimde
ve istihdamda esnekliği, dolayısıyla esnek çalışma biçimlerini de gündeme getirmiştir.
Yarı-zamanlı çalışmak, fazla mesai çalışmak, evden çalışmak gibi standart dışı çalışma
biçimleri esnek kapitalizmin daha fazla ihtiyaç duyduğu emek ilişkileri olmakta, bu da
esnek çalışma biçimlerini daha görünür hale getirmektedir. Yeni kapitalizmin yükselttiği
beyaz yakalılar da günümüzde neoliberal stratejilerin sonucu esnekleşen emek süreçlerini
deneyimlemektedirler. Zaman zaman kendileri de İnternet siteleri ve bloglar gibi iletişim
teknolojileri aracılığıyla örgütlenmekte ve kendi görünürlüklerini sağlamaktadırlar. Kendi
İnternet sitesinde güvencesizlik ve esnek çalışmaya karşı çıktıklarını ve mücadelenin
gerekliliğini belirten Bilişim ve İletişim Çalışanları Dayanışma Ağı (BİÇDA, 2012)
ve blog üzerinden sesini duyurarak beyaz yakalının iş bulma sorunlarının ardındaki
dinamikler üzerinde durmayı hedefleyen ve devam eden işlerindeki endişe ve performans
değerlendirmesi gibi konulara ilişkin atölyeler gerçekleştiren Plaza Eylem Platformu bu
gruplara örnektir (Plaza Eylem Platformu, 2012).
Hem beyaz yakalı olmak ile ilişkilendirilen, hem de kurumsal mekâna ve saatlere
bağlı olmadığı için esnek olan ve iletişim teknolojileriyle mümkün olduğu iddia edilen
evden çalışma biçimi de gitgide şirketlerin iş ilanlarında aradığı bir çalışma şekli olmakta
(kariyer.net, 2012), gazetelerin kariyer sayfalarında (Hürriyet, 10 Ağustos 2011) veya
haberlerde yer almakta, tartışmalara konu olmaktadır. Çoğunlukla özel kurumların, hatta
bazı kamu kuruluşlarının çalışanlarına belli günlerde evden çalışmayı önermesi (Radikal,
12 Şubat 2012) ve bağımsız şekilde evden çalışanlar üzerine olan tartışmalar, evden
çalışmayı incelemek doğrultusunda temel motivasyon olmuştur.
Evden çalışanlar, yeni kapitalizm ve küreselleşmenin esneklik ilkesini en belirgin
olarak deneyimleyen gruptur; çünkü hem zamanı hem mekânı esnek kullanmaktadırlar.
Başka bir deyişle evden çalışanlar “bütün esnek zamanlı çalışanlar içinde en esneği”
(Sennett, 2010: 61) olarak tanımlanabilir. Evden çalışmak aynı zamanda genişleyen
iş alanlarından biri olarak görülebilir; çünkü ofis, atölye gibi geleneksel olarak işyeri
kabul edilen mekânların dışında, örneğin evde, bile işin yapıldığına işaret eder. İşin evde
yapılabilirliğini sağlayanın iletişim teknolojileri olması, evden çalışmayı bu teknolojilerin
bireysel kullanımlarıyla beraber ele almayı gerektirir. Başka bir deyişle evdeyken
iş bağlantılarının kurulması ve işin öğrenilmesi/yapılması aşamasında yeni iletişim
teknolojilerinin rolü büyüktür. Bu araştırmada evden çalışanlar ile ifade edilen, evden iş
yapan, dolayısıyla zaman ve mekân kullanımında standart çalışma biçiminden farklılaşan
ve yeni iletişim teknolojileriyle bağı yüksek olan insanlardır. Ayrıca araştırmada katılımcı
olan evden çalışanlar bağımsız olarak çalışmakta, kalıcı bir işçi-işveren ilişkisine
girmemektedirler. Bu açıdan kapitalizmin öngördüğü esneklik, evden çalışanlar açısından
belirsizlik olarak deneyimlenmekte, iş olumsal bir karaktere bürünmektedir.
62
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
Evden çalışma biçiminin küreselleşme ve değişen emek biçimleri ile ilişkisini
değerlendirmek ve gündelik yaşamda nasıl deneyimlendiğini ortaya çıkarmak amacıyla
yapılan bu araştırma, bu açıdan meselenin hem teorik hem pratik boyutunu ele almıştır.
Yeni kapitalizm ve onun yükselttiği esneklik ilkesi, evden çalışmayı mümkün kılan
sınıfsal boyut, iletişim teknolojileri ve emeğin geçirdiği dönüşüme ilişkin teorik boyutun
yanı sıra, gündelik yaşamdaki pratiklere de odaklanılmıştır. Bu şekilde giderek daha
görünür olan standart-dışı bir çalışma şeklinin gündelik yaşamda nasıl deneyimlendiğini
ve bu deneyimlerin teorik açıklamalardan ne ölçüde farklılaştığını ortaya çıkarmak
amaçlanmıştır.
Evden çalışmayı incelemek için, iletişim teknolojileri ve emek arasındaki ilişki
üzerinde durulması gerektiği açıktır. Yeni iletişim teknolojileri ve emek arasındaki ilişki
Türkiye’de de araştırmalara konu olmuş, bu teknolojilerin yarattığı iş olanaklarının
kimler tarafından kullanıldığı sorgulanmıştır. Uzmanlık gücüne sahip olan erkeklerin
çoğunlukta olduğu bir grubun bu iş olanaklarını kullandığı ve bu açıdan teknolojinin
emekle ilişkisinde cinsiyetçilik olduğu iddiası mevcuttur (Gencel-Bek ve Binark,
2000: 18). Teknolojiyle emeğin arasındaki ilişki ve değişime ilişkin araştırmaların
yanı sıra emeğin örgütlenmesinde teknolojinin mücadele içinde nasıl bir yeri olduğunu
araştıran çalışmalar da yapılmıştır (Yücesan-Özdemir, 2010). Ekonominin ve iletişim
teknolojilerinin geçirdiği dönüşüm ile yükselen beyaz yakalılar, onların çalışma şartları
ve örgütlenmeleri de araştırma konusu olmaya devam etmektedir.
Buna rağmen, emeğin deneyimlediği görece yeni çalışma biçimleri arasında
evden çalışmayı konu alan Türkiye’deki araştırmaların çoğunda bu çalışma biçimine
organizasyonel açıdan yaklaşılmış, evden çalışma “verimlilik”, “maliyet minimizasyonu”,
“kâr” gibi kavramlar ekseninde ele alınmış, evden çalışanların bu çalışma biçimine
yüklediği anlamlara ve gündelik yaşam deneyimlerine odaklanılmamıştır. Bu araştırma
evden çalışanların gündelik yaşam deneyimlerini ortaya çıkararak meseleyi kültürel
boyutuyla ele alması ve iletişim teknolojilerinin de rolüyle değişen emek süreçlerinin
niteliğine ilişkin bir farkındalık yaratması açısından önemlidir.
Bu doğrultuda araştırmanın kapsamı, Ankara’da yaşayan evden çalışanlar olarak
belirlenmiş, ortaya çıkarılması amaçlanan soru doğrultusunda niteliksel araştırma yöntemi
kullanılmış, Ocak 2012-Mayıs 2012 tarihleri arasında 12 katılımcı ile derinlemesine
görüşme gerçekleştirilmiştir. Katılımcıların belirlenmesi aşamasında evden çalışmayı
mümkün kılan işler ve meslekler açısından bir ayrıma gidilmemiş, evden çalışmayı
tanımlayan esas unsurların esnek zaman ve esnek mekân kullanım pratikleri olduğu göz
önünde bulundurulmuştur. Belirli bir meslek veya işe odaklanmayan bu araştırma iki
çevirmen, bir danışman ve dokuz tasarımcının katılımıyla gerçekleşmiştir.
Derinlemesine görüşmeler yoluyla aynı zamanda evden çalışanların esnek zaman
kullanımını da içeren çalışma koşulları, esnek zamanlı çalışmaya karşı getirdikleri otodisiplin pratikleri, geleceğe ilişkin beklentileri, sınıf habituslarıyla paralel olarak benlik
sunumları, meslektaşlarıyla bir kolektiviteye girip girmedikleri hakkında da verilere
ulaşılmıştır. Bu veriler, analizi oluşturan iki alt başlık altında aktarılmıştır. Araştırmanın
ilk bölümünde, araştırmanın çıkış noktasını mümkün kılan kavramsal tartışmalara
Sayı 35 /Güz 2012
63
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
yer verilmiştir. Yeni ekonomi ve esneklik, bu çalışma biçimini mümkün kılan sınıfsal
boyut nedeniyle orta sınıflar, kaçınılmaz olarak ele alınan gündelik yaşam ve benlik
kavramları üzerinde durulmuştur. Kültürel bir yaklaşımdan hareket eden bu araştırmada
kültürel açıklamaları mümkün kılan kavramlara yer verildiği ve kavramların kültürel
açıklamalarının önemli olduğu vurgulanmalıdır.
Yöntemden sonra yer alan analiz bölümü ise iki ayrı alt başlığa ayrılmıştır.
Gündelik yaşam pratiklerinin sınırlarını çizmenin zorluğuna rağmen, toplanan veriler
analizi kolaylaştırmak için Gündelik Yaşam Pratikleri ve İş ile İlgili Pratikler olarak
sınıflandırılmıştır. Sonuç bölümünde ise bu saha araştırması ile elde edilen verilerin
kavramsal çerçeve ile ne ölçüde benzerlik gösterdiği ve kavramsal çerçeveden ne ölçüde
farklılaştığı tartışılmıştır. Bu şekilde gündelik yaşam pratiklerinin kuramdan ayrıldığı
noktaları açığa çıkarmanın önemi vurgulanmıştır. Son olarak, bu alanda yapılacak sonraki
araştırmalar için öneriler sunulmuştur.
Kavramsal Çerçeve
Yeni Ekonomi ve Esneklik
Esneklik kavramı kaynağını 1990’ların sonlarında Batı Avrupa ve Kuzey
Amerika’da ortaya çıkarak yayılan Yeni Ekonomi akımından alır (Bora ve Erdoğan,
2011: 20-1). Yeni Ekonomi, değişen dünya düzenini tanımlamak için kullanılan
kavramlardan biridir ve birçok kavramla yakın ilişki içindedir. Bazılarına göre içinde
bulunduğumuz çağ; “dijital, bilgi-yoğun, glokal, yenilik ekonomisinde filizlenen bir
network çağıdır” (Carayannis ve Sagi, 2001: 501) ve bu açıdan geçmişten farklıdır. Bu
tanıma yakın olarak yeni ekonomi teriminin de esas vurgusu, enformasyon teknolojilerine
ve ekonominin enformasyon sektörü üzerindedir (Neumark ve Reed, 2004: 2). Yeni
ekonomi kavramının enformasyonelleşme, küreselleşme ve network ile ele alarak bu
özellikler üzerinde durulmasını mümkün kılan en önemli isim Castells’tir. Castells’e
göre enformasyon teknolojileri bir devrim niteliğindedir. 1970’lerde doğan bu devrim,
enformasyon teknolojilerinin etrafında örgütlenmiş yeni bir teknoloji paradigmasının
işlemesi sonucu maddi kültürümüzün değişim geçirmesiyle anılan bir kesintidir ve
Sanayi Devrimi boyutunda tarihsel bir olaydır (Castells, 2008: 38-9). Bu devrim, yeni
ve farklılaşan bir ekonominin doğumuna kaynaklık etmiştir. Bu yeni ekonomideki birim
veya ajanların üretkenlik ve rekabetinin temel olarak bilgi-yoğun enformasyon üretimi ve
uygulamalarına bağlı olması, ekonominin enformasyonelleşmesi anlamına gelir (Castells,
2010: 77).
Bununla ilişkili olarak, firmalar 1980’ler ve 1990’larda özelleşme, yoğunlaşma
ve küreselleşme sonucu artan bir rekabetle yüzyüze geldiği için (Hudson, 2002: 39),
Yeni Ekonomi fenomeni küreselleşme ve neoliberalleşme gibi akımlarla da beraber
düşünülmelidir. Bu dinamiklerle şekillenen yeni ekonomide rekabet avantajı fikirler
sayesinde edinilir, şirketlerin hızlıca büyümesi ile yenilik arasında sıkı bir ilişki vardır.
Bilgi (knowledge) ve uzmanlık içsel olarak geliştirilmek yerine hızlıca dışardan
edinilebilir. Rekabet avantajı, esneklikten ve piyasadan yanıt almaktan (responsiveness)
64
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
gelir. Bu dönüşlülük, yeni ekonomideki şirketler açısından enformasyonu önemli kılan bir
özelliktir (Carayannis ve Sagi, 2001: 502). Bu İnternet bağlantılı, bilgi yoğun, networking
işlerin yükselişe geçmesiyle Yeni Ekonomi akımı bir beyaz yakalı efsanesinin oluşumuna
yardım etmiştir (Bora ve Erdoğan, 2011: 20-1). Başka bir deyişle, ekonominin rekabet
açısından geçirdiği değişim, bilgi-yoğun işleri önemli kılarak bu işleri yapabilecek beyaz
yakalı işçileri de önemli bir konuma yerleştirmiştir.
Yeni ekonominin dayandığı en önemli ilkelerden biri olan esneklik, Fordist üretim
ve istihdam şekillerindeki katı düzenlemelerin esnekleştirilmesi ve dönüştürülmesini ifade
eder (Sayer, 1989: 667-8). Buna üretilecek miktarın önceden katı şekilde düzenlenmesinin
esnekleştirilmesi ve çalışanların çalışma düzenlerini esnekleştirmek dâhildir. Üretimde
ve istihdamda değişiklikleri ifade eden kavram olarak esneklik, bu şekilde farklı insanlar
için farklı şeyler ifade eder (Bradley, 2009: 79). Örneğin esneklik bir işletme veya birey
ile ilişkili olarak kullanıldığında taşıdığı anlamlar farklılaşır. Esneklik çoğu zaman şirket
için başarı anahtarı olarak gösterilirken, işi gerçekten yapanın çalışan kişi olduğunu
ve esnekliğin emek gücü için bireysel bir boyutunun var olduğunu hatırlamak gerekir
(Skorstad, 2009: 18). Bu açıdan bireyin deneyimlediği haliyle esneklik, zamanın ve
mekânın standart dışı şekilde esnek kullanımı ile tanımlanabilir. Bu araştırmadaki evden
çalışanlar da standarda bağlı olmayan çalışma saatleri ve çalışma yeri nedeniyle esnek
çalışanlar içinde en esneğidir. Otonom çalıştıkları için çalışma zaman ve mekânlarını
değerlendirmede bireysel olarak sorumludurlar (Osnowitz, 2005: 84). Aynı zamanda
home-office olarak adlandırılan evden çalışma türü, zihinsel emeği ve teknik bilgiyi
gerektirmesi nedeniyle orta sınıfa işaret eder.
Orta Sınıf ve Gayrimaddi Emek
Yeni ekonominin beyaz yakalı efsanesinin oluşumuna yardım ettiğine değinilmişti.
Ekonominin yükselttiği beyaz yakalılığı, bu bağlamda ayrıntılandırmak gerekir. Beyaz
yakalılık, mavi yakalılıktan farklı olarak zihinseldir ve dünyayı temsil eden soyutlamaların
ve sembollerin manüpulasyonunu içerir, soyut teknik veya bilgiyi içeren formel bir eğitim
gerektirir (Scultze, 2000: 5). Bu soyut ve teknik bilginin işaret ettiği orta sınıflılık, evden
çalışma biçimini orta sınıf ve gayrimaddi emek kavramlarıyla ele almayı mümkün kılar.
Orta sınıfı tanımlamak için, kısaca sınıf kavramına değinmek gerekir. Sınıfı iş
bölümü ve istihdam ilişkilerinde gören yapısal yaklaşımın izleri Marx ve Weber’e kadar
götürülebilse de, bu araştırma için önemli olan sınıf kavramının kültürel tanımlarıdır. Bu
anlamda sınıfı kültürel olarak ele alan önemli isimlerden biri olan Bourdieu, sınıf tahliline
meslek ve gelirin yanı sıra hayat tarzına işaret eden unsurlar, beğeniler, eğitim vasıfları,
toplumsal cinsiyet ve yaşı dâhil eder. Ona göre sınıf ilişkilerinin yalnızca ekonomik değil,
simgesel boyutu da vardır. Bu nedenle kültürel pratiklerin temelde yatan sınıf ayrımlarının
gösterenleri olduğunu düşünür (Swartz, 2011: 206; 200).
Bourdieu, her toplumsal sınıfın ve sınıf kesiminin özgül bir pratikler kümesi
doğuran kendine has bir habitusu olduğunu ve bu sınıf habituslarının ürettiği ayırt edici
yaşam tarzı tipleri olduğunu savunur (Swartz, 2011: 203). Sınıf ile ilgili yaptığı en önemli
Sayı 35 /Güz 2012
65
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
çalışma olan Distinction’da Bourdieu, Fransa’daki üç sınıflı yapıya ilişkin bir inceleme
yapar ve bu sınıfların habituslarını inceleyerek ürettiği ayırt edici yaşam tarzı tiplerini
açıklar (Bourdieu, 1984). Söz konusu eserde Bourdieu orta sınıfı ele alırken yeni hizmet
ekonomisinin eski burjuva görev etiği standartlarını reddeden ve hedonistik etiğe yönelen
bir yeni orta sınıf oluşturduğunu ima eder (Bourdieu, 1984: 310-1). Bu araştırma için de
orta sınıfın ürettiği özgül pratikler ve yaşam tarzı içinde evden çalışma biçimini ele almak
önemlidir.
Evden çalışanların emeğinin zihinsel yönü ise, bu çalışma biçimini gayrimaddi
emek kavramı ile beraber ele almayı mümkün kılmıştır. Gayrimaddi emek basitçe, “bir
hizmet, bir kültürel ürün, bilgi ya da iletişim gibi maddi olmayan mallar üreten emek”tir
(Hardt ve Negri, 2008: 305). Kavram bunun ötesinde, bilgi-yoğun işlerin yükselişe
geçmesiyle üretimde zihinsel özelliklerin oynadığı rolün artması ile ilişkilidir. İtalyan
Marxistlerin kullandığı bir kavram olarak gayrimaddi emek, emeğin iki farklı yönüne
işaret eder: Bir açıdan, metanın enformasyonel içeriğini ve endüstriyel sektörlerdeki
işçilerin emek süreçlerinde gerçekleşen değişiklikleri ifade eder. Diğer yanda, metanın
kültürel içeriğini üreten faaliyete işaret ederek, gayri maddi emeğin normalde “çalışma”
olarak adlandırılmayacak bir faaliyetler serisini içerdiği anlamına gelir (Lazzarato, 1996:
134). Evden çalışanlar bağlamında gayri maddi emek tartışmasının ikinci vurgusu anlam
kazanır. Emeğin “çalışma” olarak adlandırılmayacak bu tür faaliyetleri içermeye başlaması,
Marazzi’nin de dikkat çektiği iş ve işçi ayrımının ortadan kalkmasıyla ilişkilidir:
Günümüzde çalışmaya dair yapılan kapitalist düzenleme bu ayrımı ortadan
kaldırmayı, iş ve işçiyi iç içe geçirmeyi, işçilerin bütün hayatlarını işe sürmeyi
hedeflemektedir. Profesyonel niteliklerden çok beceriler ve bunlarla birlikte de işçilerin
duyguları, hisleri, mesai sonrası hayatları; yani dilsel topluluğun bütün hayatı işe
sürül(mektedir) (Marazzi, 2010: 43).
Evden çalışanların da gündelik yaşamda esnek zaman ve mekan kullanması çalışma
zamanı ve boş zamanı bulanıklaştıran bir unsur olmakta ve gayrimaddi emek tartışmasının
da işaret ettiği gibi normalde emeğin “çalışma” sayılmayan faaliyetleri de içermesiyle
sonuçlanmaktadır. Araştırma kapsamında görüşülen evden çalışanlar, analiz kısmında
değinileceği gibi normalde çalışma sayılmayan “iş ile ilgili hayaller” nedeniyle de boş
zamanlarını çalışma yaşamlarını besleyecek faaliyetlerle geçirmektedirler.
Gündelik Yaşam, Sınıf Habitusu ve Benlik
İş faaliyetlerinin yürütüldüğü yerin ev olması, ev ve iş alanları arasındaki sınırın
belirsizleşmesine neden olarak bu insanların gündelik yaşamlarının nasıl etkilendiği
sorusunu gündeme getirir (de Jong ve Mante-Meijer, 2008: 171). Başka bir deyişle, evden
çalışma şeklindeki esnek zaman ve mekan kullanımı, çalışma saatlerinin de esnekleşerek
gündelik yaşamı işgal ettiği izlenimini doğurur. Bu açıdan, çalışma şeklini incelemek
için gündelik yaşam pratiklerine odaklanmak kaçınılmaz olacaktır. Bu noktada gündelik
yaşamı belirlemenin zorluğuna değinmek gerekir. Lefebvre gündelik yaşamın çalışmada
mı yoksa serbest zamanda mı, aile ve özel yaşamda mı yoksa kültürün dışındaki ‘yaşamsal
66
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
deneyim’ anlarında mı olduğunu sorar ve gündelik yaşamın bu üç alanın tümünde birden
gelişerek tümü tarafından içerildiği yanıtını vererek bu unsurların beraber incelenmesi
gerektiğini belirtir (Aktaran: Köse, 2008: 15).
Gündelik yaşamı anlam inşası alanı olarak ele alan yaklaşımlardan biri olan sosyal
fenomenoloji, anlam inşasında bireyin aktif özneliğine vurgu yaparak gündelik yaşamın
anlamının, birey-öznelerin ona atfettikleri anlamdan ayrılamaz olduğunu savunur
(Bennett, 2005: 3). Bu açıdan, birçok deneyimin sosyal ve kültürel olduğunu belirtir. Bu
yaklaşıma göre gündelik yaşam, üyeleri tarafından kanıksanmış bir dünyadır (Gardiner,
2000: 5). Bu kanıksanmışlık, rutinlere işaret eder. Rutinleri ve onlara bireylerin yüklediği
anlamları ortaya çıkarmak, parçası olunan daha büyük süreçleri anlamanın yolu olabilir.
Simmel’in belirttiği gibi, hayat ağlarının anlaşılır kılınması için, başka bir deyişle
makroskobik hayat unsurlarını anlamak için, hayatın esas temeli olan ve makroskobik
hayat unsurlarını sadece bir arada tutan en küçük unsurlar arasında cereyan eden sayısız
etkileşime de bakmak gerekir (Simmel, 2009: 219).
Gündelik yaşam pratiklerinin başka bir önemi, insanların farklı gündelik yaşamlar
sürmesinin farklı sosyal pozisyonlarına bağlı olmasıdır (Inglis, 2005: 3). Sosyal
pozisyon, doğrudan sınıfsal bir gönderme içerir ve özellikle Bourdieu’nun sınıf anlayışını
çağrıştırır; çünkü Bourdieu’ya göre kültürel pratikler, temelde yatan sınıf ayrımlarının
göstergesidir (Bourdieu, 1984; akt: Swartz, 2011: 202). Bourdieu, benzer toplumsal
yatkınlıklara sahip her türlü birey grubunu toplumsal sınıf olarak tanımlar: sınıflar aynı
habitusa sahip biyolojik bireyler kümesidir (Aktaran: Swartz, 2011: 215). Bu tanımda
da açık olduğu üzere Bourdieu’nun habitus kavramı basitçe bir yatkınlık olarak ifade
edilse de, bireylerin bir yandan ‘kendileri haline gelmesini’ sağlayan şeydir, bir yandan da
bireylerin pratiklerle ilişkilenme şeklini ifade eder (Webb vd., 2002: xii). Habitus, çoğu
insan eyleminin bilinçli bir hesaplama olmadan gerçekleştiğini öne süren bir kavramdır
(Swartz ve Zolberg, 2005:6). Bu açıdan habitus kimliğin bir sosyal formudur, ve daha
önemlisi kültürel bir etkendir. Başka bir deyişle, sosyal ilişkilerin yeniden üretilmesine ve
belirlenmesine yardım eden kültürel pratiklerin temelidir (Webb vd., 2002: 117). Habitus
düzenlenmiş eğilim olarak, birçok pratiğin kaynağıdır (Lamaison ve Bourdieu, 1986:
114). Bourdieu, habitusu yaşam tarzı alanını temsil edilen sosyal dünya olarak belirttiği
için (Bourdieu, 1984: 170), sosyal dünya ile yaşam tarzı arasında bağ kuran kavramın
habitus olduğu söylenebilir. Bu açıdan sınıf habitusu, bireylerin sınıfsal kimlikleri ile
ilişkilendirilebilecek gündelik pratikleri analiz etmede faydalı bir kavram olacaktır.
Gündelik yaşam kavramını bu araştırma için önemli kılan unsurlardan birisi de,
bireyin tutarlı bir kimlik ve kendilik geliştirdiği yerin gündelik yaşam olmasıdır (Gardiner,
2000: 76). Bu yüzden benlik ve benlik sunumu da doğrudan gündelik yaşam içinde kendine
yer bulur. Goffman da bireylerin gündelik düzende performansta bulunduğu sosyal
yaşamın dünyaya bir sahne olarak bakmayı mümkün kıldığını belirtir (Aktaran: Low,
2006: 613). Bu performansı tanımlarken ise, kişisel vitrin, dramatik canlandırma, idealize
etme gibi kavramlar kullanır (Goffman, 2004). Birey gündelik yaşamda benliğini kişisel
bir vitrinde sunar. Benlik sunumunu bu araştırma bağlamında sınıf habitusu ile beraber
ele almak gerekir; çünkü belli bir sınıfın kendini sunma biçimindeki yatkınlık ve orta
sınıf insanların benlik sunumundaki birbirine benzerliğin ortaya çıkarılması önemlidir.
Sayı 35 /Güz 2012
67
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
Goffman herhangi bir birey grubu veya sınıfınca sahnelenen farklı rutinler demetini ele
alırken bu sınıfın üyelerinin esas olarak belli rutinlere bağlanma ve diğer rutinlere daha
az önem verme eğiliminde olduğunu bulgular. Örneğin bir profesyonel, sokakta veya
evinde çok alçakgönüllü davranmaya razı olabilir ancak onun için profesyonel yeterlilik
gösterdiği sosyal çevrede etkili bir görüntü ortaya koymak daha önemlidir. Davranışını
bu gösteriye göre ayarlar ve mesleki itibarının kaynağı olan rutini önemser (Goffman,
2004: 43).
Yöntem
Bu araştırma, temel sorusu ve amacı gereği kaçınılmaz olarak niteliksel araştırma
yöntemi ile ele alınmıştır. Niteliksel araştırma yöntemi, ne ve nasıl sorularına yanıt arar
ve “anlamak” amacını taşır (Kümbetoğlu, 2005: 34). Araştırılan grubu anlamak, onların
anlamlarını açığa çıkarmayı gerekli kılar. Bu anlamları ortaya çıkarmak doğrultusunda,
incelenen ortamın yerleşiklerinin kendi durumunu nasıl tanımladığı önem kazanır. Kendi
tanımları, kendi eylemlerinin doğasını ve anlamlarını belirlediği kadar ortamı da açıklar
(Berg, 2001: 9). Bu açıdan evden çalışanların gündelik yaşam pratiklerini anlamak için,
kendi durumlarını nasıl tanımladıkları önem kazanmaktadır. Bu doğrultuda, veri toplama
tekniği onların anlatılarına yer verecek bir yönde şekillenmiştir.
Derinlemesine görüşme tekniğinin kullanıldığı bu araştırma, derinlemesine
görüşmenin bağlama özgü, performatif ve aktif bir metin olduğunu göz önünde
bulundurmuştur. Başka bir deyişle, anlamların görüşme sırasında inşa edildiği, (Denzin,
2001: 25) bu yüzden görüşmenin bir veri toplama tekniğinden öte aynı zamanda bir veri
oluşturma tekniği olduğunu vurgulamak gerekir. Ocak 2012-Mayıs 2012 tarihleri arasında
12 katılımcı1 ile derinlemesine görüşme gerçekleştirilmiş, veriler analizi kolaylaştırmak
için Gündelik Yaşam Pratikleri ve İş Pratikleri olarak iki grupta ele alınmıştır. Görüşmeler
çoğunlukla 60-70 dakika civarı sürmüş, araştırmanın konusu gereği evin önemli bir
konumda bulunması nedeniyle görüşmeler mümkün olduğunca katılımcıların evlerinde
gerçekleştirilmiştir. Bu şekilde katılımcıların çalışma ve yaşama alanlarına doğrudan
tanıklık etmek mümkün olmuştur. Katılımcıların yaptıkları işler, yaşları, eğitim durumları
ve medeni durumları şu şekildedir:
Tablo 1 Katılımcıların Sosyo-Demografik Özellikleri
Katılımcı
İş
Eğitim
Durumu
Yaş
Ahmet
Çevirmen
23
Betül
Yazılım/Tasarım
28
Can
Çevirmen
25
Üniversite mezunuFransız Dili ve
Edebiyatı Bölümü
Teknik Yüksek
Okul mezunu
Üniversite mezunuİngiliz Dil Bilimi
Bölümü
1 Katılımcıların isimleri, gizliliği korumak için değiştirilmiştir.
68
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Medeni
Durum
Bekar, ailesi ile
yaşıyor
Evli
Bekar, ailesi ile
yaşıyor
Gökçe BAYDAR
Cem
Emre
Gizem
Hazer
İbrahim
3D modelleme
/ illüstrasyon/
animasyon
Yazılım / web
tasarım
İllustrasyon /
web görseli
3D modelleme /
web tasarım
Dergi tasarımı
/ katalog,
broşür…
27
Harp Okulu- terk
Üniversite- Grafik
Bölümü öğrencisi
28
Lise mezunu
23
Yüksek Lisans
öğrencisi- Resim
30
Lise mezunu
34
Lise mezunu
Evli, 2 çocuğu var
Bekar, kız arkadaşı
ile yaşıyor.
Bekar, ablası ile
yaşıyor.
Bekar, ailesi ile
yaşıyor.
Bekar, ailesi ile
yaşıyor.
Mert
Web tasarımı
28
Lise mezunu
Bekar, ailesi ile
yaşıyor.
Nermin
Mevzuat
danışmanlığı
55
Üniversite mezunuİşletme
Boşanmış, 3 çocuğu
var, tek başına
yaşıyor.
Onur
Web tasarımı /
film
25
Üniversite
öğrencisi – Radyo
TV Bölümü
Bekar, ailesi ile
yaşıyor.
Tolga
Web tasarımı
36
Üniversite mezunuGrafik Tasarım
Bölümü
Bekar, ailesi ile
yaşıyor.
Gündelik Yaşam Pratikleri
İşi Evden Yapmak ve İletişim Teknolojilerinin Konumu
Katılımcıların hepsi, işi yapmayı mümkün kılan bağlantılarını İnternet, telefon
gibi teknolojiler üzerinden gerçekleşmektedir. İşi yapıp göndermek İnternet üzerinden
olmakta ve işe yardımcı diğer kaynaklar (çevirmenler için İnternet sözlükleri, tasarımcılar
için tutoriallar vb.) İnternette bulunmaktadır. Bu yüzden işi evden devam ettirebilmenin
önemli bir etkeni olarak iletişim teknolojilerini göstermişlerdir. Ayrıca İnternetin çok
önemli olduğuna vurgu yaparken İnterneti hız ve kolaylık ile ilişkilendirmişlerdir. Betül,
Hazer, Nermin, İnternetin mesafeleri azalttığına dolayısıyla zamanı daha iyi kullanmayı
mümkün kıldığına değinmiştir. İşi müşteriye elden teslim etmek durumunda harcanacak
zaman, iş İnternet yoluyla gönderildiğinde harcanmamış olmaktadır.
Ayrıca e-posta üzerinden iş halletmenin başka bir kolaylığından Nermin, Betül ve
Tolga bahsetmiştir. Telefonda konuşulduğunda unutulabilecek ayrıntıların yazılı kaydının
e-posta olarak bulunmasını olumlu değerlendirmektedirler. Böylece ayrıntılara yeniden
göz atarak hızlı şekilde ilerleyebilmenin ve zamanı verimli kullanabilmenin mümkün
olduğunu belirtmişlerdir.
Sayı 35 /Güz 2012
69
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
İş ve Boş Zaman Ayrımının Bulanıklaşması: İletişim Teknolojilerinin ve
Gayrimaddi Emeğin Rolü
Araştırma kapsamında görüşülen katılımcılar, kurumsal çalışma saatlerine sahip
olmadıklarını ve bunun esnekliğini net şekilde ifade etmişlerdir. Zaman esnekliğini
olumlu ve olumsuz değerlendiren iki gruptan bahsedilebilir. Bu esnekliği “özgürlük”,
“rahatlık”, “lüks” gibi kavramlarla değerlendirenler için Bourdieu’nun belirttiği gibi
özgürlük beğenisinin geliştiği bir orta sınıfın habitusundan bahsetmek mümkündür. Diğer
tarafta evden çalışmayı zor bulan Tolga, disipline olamama sorunundan bahsederek evi
“rehavet” olarak tanımlamıştır. Can da benzer şekilde kendi iş yaşamını “serbest... ama
fazla serbest” olarak tanımlarken disipline olamamanın ve iş-boş zaman arası sınırları
belirlemenin zorluğuna değinmiştir: “Bizim iş durumundan dolayı her zaman boş zaman
neredeyse, bilgisayar başında çalışırken bile, hani işi yaparken bile boş zaman gibi bir
şey”.
Bu iş ve boş zaman sınırlarının belirsizliğinde etkili olan başka bir noktayı gayrimaddi
emek ile ilişkilendirmek mümkündür. Kendilerine boş zaman aktiviteleri sorulduğunda,
iş ile ilgili İnternet sitelerini kullandıklarından, iş ile ilgili kitaplar okuduklarından ve
kendilerine ait projeleri geliştirmek için ayrıca çalıştıklarını belirtmişlerdir. Emre, Gizem,
Cem, İbrahim, Mert, Hazer gibi tasarımcılar tasarım işini mümkün kılan bilgileri edinmek
için boş zamanlarını da ayırıyorlar, çevirmen olan Ahmet de Fransızca’sını taze tutmak
için bu dilde kitaplar okumaktadır. Bu doğrultuda Marazzi’nin belirttiği gibi (Marazzi,
2011: 43) hayallerin ve duygulanımların da iş yaşamına koşulduğu bir hayat sürmekte
ve iş ile boş zamanı birbirinden net şekilde ayıramamaktadırlar. Hatta günde 10-12 saat
çalışmalarına rağmen bunu iş yoğunlaşması olarak tanımlamayan Emre ve İbrahim,
bunun nedeni olarak işi çok sevmelerini göstermişlerdir.
Bu sınırların bulanıklaşmasında önemli başka bir unsur iletişim teknolojileri
üzerinedir. Bilgisayar üzerinden iş yapıyor olmak, çoğunlukla ara verdiğinde bile
bilgisayar başında olmak anlamına gelmektedir ve bu yüzden iş ile boş zaman arası sınırları
keskin şekilde hissedemediklerini aktarmışlardır. Hatta Emre bu durumu “trajik” olarak
tanımlamıştır. Ayrıca birçok görüşmeci boş zaman aktiviteleri olarak adlandırılabilecek
İnternet siteleri ve sosyal medya kullanımlarının iş ile kesiştiğine dair örnekler vermişler
ve bu kullanımları anlatırken “beslenmek”, “ilham almak”, “kendi reklamını yapma” gibi
amaçlara sahip olduklarını belirtmişlerdir. Bu da gayrimaddi emek tartışmasının işaret
ettiği şekilde, işin doğası gereği mesai sonrası duygulanımlarını da içermesiyle paralellik
göstermektedir.
Oto-disiplin Pratikleri: İş Rejiminin İnşası
Bu sınırların belirsizliğiyle baş etmek için kendilerine belli disiplin pratikleri
belirlediklerini belirtmek gerekir. Özellikle evde çalışmayı olumlu değerlendirenlerden
bazıları, çalışma öncesi veya arasında geliştirdikleri rutinlerle evde disipline olmanın
çözümünü bulmuş durumdadırlar. Örneğin 2 yıldır evli olan Betül her sabah pilates
yapmadan çalışmaya oturmadığını, İbrahim her sabah işe gider gibi sabah 7’de kalktığını
ve öğle arası verdiğinde eşiyle bir Türk kahvesi içtiğini, Mert de benzer şekilde sabah
70
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
erkenden kalktığını ve işe başlamadan önce mutlaka kahvaltı yaptığını belirtmiştir. Başka
bir deyişle, katılımcıların çoğu sınırları belirsizleşen iş ve boş zaman arasında, sınırları
kendi rutinlerine ve kendi düzen anlayışlarına dayandırarak çizmektedirler. Kendi
çalışma düzenlerine ilişkin sorular sorulduğunda “düzen” ve “disiplin”in önemini hepsi
vurgulamıştır. Öte yandan kendilerini disipline etmeyi başaramadığını belirtenler için iş
yaşamı farklı şekilde deneyimleniyor gibi görünmektedir. Hazer iş geldiğinde gerekirse 3
gün uyumadan çalıştığını, Can hep işi son güne bıraktığını, Tolga ise evdeki “rehavet”in
zorluğunu aktarmıştır. Ayrıca Gizem disipline olmanın zorluğunu evde ailesiyle yaşıyor
olması ile ilişkilendirmiş ve ondan evin diğer işleriyle ilgili beklenen sorumlulukların
kendi işlerine odaklanmada zorluk yarattığını belirtmiştir.
Dış Dünya ve Yakın Çevre ile Uzlaşma Pratikleri
Laegran, iletişim teknolojileri yoluyla işi evden yapan ve zaman kullanımında
serbestiye sahip olan evden çalışanların dışardaki dünya ile belli ölçüde bir uzlaşmaya
girmek zorunda olduğundan bahseder (Laegran, 2008: 1995). İşin evde olması nedeniyle
deneyimlenen standart-dışı zaman kullanımı, standart zaman kullanan dış dünya ile
iletişimi zorlaştırır. Örneğin bir evden çalışanın çalışma saatleri resmi kurumların ve bu
kurumlarda çalışanların çalışma saatlerinden farklılık gösterir. Bu da evden çalışanların
sosyal yaşam için dış dünyanın zaman kullanımına belli durumlarda belli derecelerde
ayak uydurmasını gerektirir. Evden çalışanların zaman kullanımındaki bu farklılık ile
uzlaşma derecesi ise kişiden kişiye değişiklik gösterebilir.
Görüşmecilerdeki dış dünya ile uzlaşma pratikleri ise çoğunlukla kendi sosyal
yaşantıları ve iş bağlantıları ile ilgili sorulara verdikleri yanıtlarda ortaya çıkmıştır.
Arkadaşlarıyla ne sıklıkla ve hangi zamanlarda görüştüklerine ilişkin sorularda genellikle
kurumsal zaman çizelgesine bağlı olarak çalışan arkadaşlarına ve iş yaşantılarında standart
zamanı kullanan kurumlara göre buluşma günlerini ve saatlerini ayarladıklarından
bahsetmişlerdir. Örneğin bir şirkete mevzuat danışmanlığı yapan 55 yaşındaki Nermin,
tüm arkadaşlarının çalışması nedeniyle onlarla mecburen hafta sonu görüştüğünü, Betül
ise akşam çalışmayı sevmesine rağmen standart çalışma saatleri kullanan eşi ile zaman
geçirmek için kendine akşamları çalışmama kuralı koyduğunu belirtmiştir.
Aynı zamanda bir oto-disiplin pratiği olarak değerlendirilebilecek ortak bir uzlaşma
pratiği ortaya çıkmıştır. Çalışanların çoğu, pazar günü çalışmadıklarını veya bunun için
uğraştıklarını anlatmışlardır. Özellikle evli ve iki çocuğu olan İbrahim pazar çalışmamaya
ve ailesiyle zaman geçirmeye dikkat etmektedir. Emre, Mert ve Tolga ise bazen pazar
günleri telefonu kapadığını veya müşteriden telefon geldiğinde meşgule düşürdüklerini
aktarmıştır. Katılımcılar arasındaki ortak vurgu, tatil olması gereken bir günün sınırlarının
iyi belirlenmesi gerektiği ve bunun pazar olabileceği üzerinedir. Emre bunun nedenini
anlatırken, aslında dış dünya ile bir uzlaşma pratiği olduğunu da aktarmıştır: “Pazarı
tercih etmemin nedeni, diğer insanların da pazar günü tatil olduğu için. Ortak bir günde
buluşmak adına”.
Sayı 35 /Güz 2012
71
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
Orta Sınıfın Dil Kullanımı ve Benlik Sunumu
Derinlemesine görüşmeler aracılığıyla ortaya çıkan başka bir bulgu, kullandıkları
dilin ve benlik sunumlarının orta sınıf habitusuna denk düşmesidir. Katılımcıların çoğu
görüşmeler sırasında Goffman’ın belirttiği gibi (2004: 43) mesleki yeterliliğin kaynağı
olan rutini benimsediler. Başka bir deyişle, çoğu zaman kendi yaşamlarıyla ilgili doğrudan
bir soru sorulduğunda bile yaptıkları iş, çalışma şekilleri ve daha genel olarak sektör
üzerine olan düşüncelerini aktararak kendi mesleki yeterliliklerini ön plana çıkarmışlardır.
Bunları ön plana çıkarırken kurdukları anlatılar, işlerinin, sektörün ve sistemin hakikatini
aktarma iddiasındadır.
Bu anlatılar ile ilgili önemli bir nokta, kendi yaşamlarını veya duygularını değil,
duyguları hakkındaki düşüncelerinden bahsederek dolaylı bir söylem üretmeleridir. Bu
aslında orta sınıfa ait dilsel sermaye ile de beraber düşünülebilir. Düşünceler dolayımıyla
anlatı kurmak, orta sınıfın duygularını gizleyerek düşüncelerini ön plana çıkarmak
yönündeki dilsel mekanizmayı kullandığı yönündeki tespite (Erdoğan, 2011: 85) denk
düşer. Bu bağlamda dilin bu şekilde kullanımı, orta sınıf habitusunun getirdiği bir benlik
sunumu olarak değerlendirilebilir.
İş ile İlgili Pratikler
İşe Başlama: İşin Zanaat Yönü
İşe başlamaları ile ilgili bir ortak nokta, işin merak ve ilgi ile alaylı şekilde
öğrenilmesidir. Katılımcılar arasında bu açıdan mesleklerine göre bir farklılaşmadan
bahsedilebilir. Çeviri ve danışmanlık işini yapan 3 katılımcı, üniversitelerin ilgili
bölümlerinden mezun olmuşlar; ancak tasarımcılar çoğunlukla yaptıkları işin kurumsal
eğitimini almamışlardır. Bu işe alaylı olarak girmişler, çoğu “usta” olarak bahsettiği
insanlardan işi öğrenmişlerdir. Hazer bunu şöyle ifade etmiştir: “işle ilgilenen üstadlarla
hafta sonları toplantıları yaptık. O toplantılarda (...) soru sorarak öğrendik. Alaylı bir
şekilde geliştirdiğimiz bir şey.”
Tasarımcıların çoğu 20’li yaşlarında olmasına rağmen neredeyse çocukluktan
itibaren uzun yıllar boyunca işi öğrenmek ve geliştirmek için çabalamışlardır. Cem ve
Onur, İnternette bu işi anlatan tutorialları izlemiş, Hazer, Onur, Mert ve İbrahim usta
olarak gördüğü insanlar sayesinde işi geliştirmiştir. Bu durum göz önünde bulundurulursa
yaşadıkları usta-çırak ilişkisinin, işe başlamadaki merak, ilgi ve severek yapmanın işin
bir zanaat yönü olduğuna kanıt sayılabilir. Bu kendini geliştirme çabası ve işi severek
yapmak Sennett’in “bir işi sadece iyi yapmak için uğraşmak” olarak tanımladığı zanaate
uygun düşer (Sennett, 2011).
Yaptıkları İşe Bakış: Sanat Vurgusu
Evden çalışanların gündelik yaşam pratikleriyle ilgili olan önemli bir nokta,
onların kendi anlamlarını ortaya çıkarmaktır. Onların anlamları sayesinde kendi gündelik
yaşamlarını anlamak mümkün olacaktır. Bu doğrultuda kendi yaptıkları işe yönelik
algıları önemlidir. Tasarımcıların yaptığı web temelli işlerin teknolojilerle olan sıkı bağı,
72
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
bu işlerin tasarım olduğunu unutturur nitelikte olsa da tasarım işiyle uğraşan katılımcılarda
tasarım işinin bir sanat gibi algılanması gerektiğine yönelik vurgu çok belirgindir. Hazer
“tasarım programlarıyla 3 boyutlu şekilde sanatsal ürünler yapmaya başladım” şeklinde
ifade ederken Emre de “zihinsel bir yaratı” olarak bahsetmiştir: “Şimdi işin kötü tarafı sen
tasarım yapıyorsun tamam mı? Yeni yaratıda bulunuyorsun. Bunun için kafanın gerçekten
rahat olması lazım.”
Kendi yaptıkları işten bir sanat olarak bahsetmeleri, iş ile ilgili karşılaştıkları
sorunları aktardıklarında da ortaya çıkmıştır. Yaptıkları tasarımın ne kadar iyi olduğunu
değerlendirme konusunda yeterli görmedikleri müşterilerle çalışmak durumunda
kaldıklarını anlatarak bu durumdan şikayet etmişlerdir. Bu durum, Onur, Mert, Tolga’nın
anlatılarında büyük yer kaplamıştır. Resim bölümü öğrencisi Gizem de kendi işini
sanat olarak görmekte ve bunu anlamayan müşterilerden bahsetmektedir. Müşterilerin
“tasarım”dan anladığı şeyin kişisel bir yaratı olmadığını, ancak kendilerinin tasarım
işini kişisel bir yaratı olarak tanımladıklarını ve bu iki tanımın çeliştiğini aktarmışlardır.
Çoğu kendini “sanatçı” kimliğiyle tanımlamakta, belki de bu yüzden kurumsal bir yerde
çalışmayı tercih etmemektedirler. Onlara göre emir almak ve çalışma saatlerinin katılığı,
sanat yapan bir insan için uygun değildir.
Sınıf Aidiyeti Hissetmemek ve Kolektiviteden Uzaklık, Birey Olma Vurgusu
Sennett, Karakter Aşınması (2010) adlı eserinde geleneksel modellerde insanların
uzun bir süre aynı yerde çalışmasına bağlı olarak o kuruma bir aidiyet ilişkisi
geliştirdiklerinden, ancak bunun günümüzde kapitalizmin aldığı ivme ve yön yüzünden
değiştiğini anlatır. İnsanlar artık uzun süre aynı yerde kalmayarak iş deneyimlerinde
çeşitliliği sağlamak, ve yeteneklerini sık sık yenilemek zorundadırlar. Bir kuruma olan
aidiyetten çok kendi bireysel özelliklerinin ön plana çıktığı bir düzenin içindedirler.
Bu nedenle insanlar kendilerini ait oldukları meslekle değil, kendi bireysel becerilerle
tanımlamaya başlarlar. Buna uygun olarak emek gücünün deneyimlediği sınıf
aidiyetlerinde de bir değişiklik olduğu söylenebilir. Bir sınıfa özgü olan mesleklerin
de değişime uğraması ve işin sınıfı belirlemedeki gücünün bu şekilde azalması, bireyin
kendi işine ve sınıfına bir aidiyet geliştirmesini de zorlaştırır. Sennett’a benzer olarak
Thrift ve Johnston geleneksel modellerde insanların bir sınıfa dahil olup onun değerlerini
öğrenerek tavır ve davranışlarını yaşamları boyunca ona göre düzenlediğinden, ancak
artık bunun değişmiş olduğundan bahseder (Aktaran: Savage, 2003: 15).
Görüşülen evden çalışanlar arasında kurumsal iş deneyimine sahip olanların
neredeyse hepsi bu saptamayı haklı çıkaracak şekilde çalışmış oldukları yerlere bir
aidiyet geliştirmekten çok kendi bireysel yeteneklerini yenilemedeki hızın ve bireysel
çalışmanın verimine odaklandıklarını ve bunu yaparken kendi para ve zamanlarını
harcadıklarını aktarmışlardır. Bu da aslında birey olmaya odaklandıklarını ve bir işyeri
ile bağ kurmadıklarını gösterir niteliktedir.
Birey vurgusunun yükseldiği bu anlatılarda ilginç olan başka bir nokta, sektörle ve
çalışma koşulları ile ilgili yaklaşık aynı sorunlardan bahsetmelerine rağmen ortak bir hak
Sayı 35 /Güz 2012
73
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
mücadelesinin akla gelmemesidir. BİÇDA (Bilişim ve İletişim Çalışanları Derneği Ağı)
gibi oluşumlar bu alanda çalışanların iletişim teknolojileri yoluyla bir araya gelebildiğine
ilişkin önemli örnekler olsalar da, araştırma kapsamında görüşülen katılımcılar bu tip
oluşumlardan haberdar değildirler ve bir araya gelme düşüncesi görüşmelerde çoğunlukla
ortaya atılmamıştır. Katılımcıların kendi evlerinde olmasından dolayı ortak bir meslek
tahayallünün oluşmadığı ve birey olma vurgusuyla kendi bireysel çözümlerini üretmiş
olmaları, bu kolektiviteden uzaklığın nedeni olarak gösterilebilir.
Sonuç
Evden çalışma biçiminde ev ve iş yaşamının birbirine girmesinin yarattığı analiz
zorluğu, bu çalışma biçimiyle ilişkili konuları analiz edebilmek için doğrudan gündelik
yaşama bakmayı gerekli kılmıştır. Bu doğrultuda bu çalışmanın bir bölümü saha
araştırması olarak tasarlanmış ve gündelik yaşamda evden çalışanların bu çalışma biçimini
nasıl deneyimlediğini ortaya çıkarmak amaçlanmıştır. Gündelik yaşam pratiklerinin
ortaya çıkarılması, kuramsal açıklamalarla bir karşılaştırma yapma imkanını sunmuştur.
Araştırmanın sorusu niteliksel araştırmayı gerekli kılmış, derinlemesine görüşme yoluyla
veriler toplanmış/oluşturulmuştur.
Esnek zamanlı evden çalışmanın önemli bir nedeni, katılımcılar açısından özgürlük
beğenisi gibi görünmektedir. Emir almak istememek, kendi işini yapıyor olmak ve
zaman kullanımındaki serbesti, onların anlatılarında özgürlük kavramı ile ilişkilenmiştir.
Çalışma yaşamlarını bu şekilde kurarak oluşturdukları yaşam tarzı, Bourdieu’nun orta
sınıf habitusu ile beraber değerlendirdiği özgürlük beğenisini destekler niteliktedir.
Katılımcılar kendi boş zamanlarından bahsederken iş ve boş zaman ayrımının
belirsizliğine değinmiş, veya işin boş zamanda da var olduğundan söz etmişlerdir. Bu
durum da, işin artık mesai sonrası duygulanımları da kapsayacak şekilde genişlediği bir
gayrimaddi emek ile gerçekleştirilmesinin sonucu olarak değerlendirilebilir. İş ile ilgili
hayaller, gelecek planları veya işi geliştirmek için sarf ettikleri çabanın boş zamanda
gerçekleşmesi, işin artık mesai sonrasını da içerdiğini gösterir.
Saha araştırması sayesinde bulgulanan önemli noktalardan biri, evden çalışma
biçiminin teknolojik bir determinizmle açıklanmasının yanlışlığını ortaya koyacak
niteliktedir. Çoğunlukla iletişim teknolojileri ile beraber ele alınmış tasarımcılık işinin
tek bir teknoloji boyutu olmadığı hatırlanmış, hatta işin öğrenilmesi ve geliştirilmesinde
gösterilen çaba ve usta-çırak ilişkisi nedeniyle bu işlerde bir zanaat yönünün olduğu ortaya
çıkmıştır. Kurumsal bir eğitimden geçmeden çoğunlukla usta-çırak ilişkisiyle ve uzun
yıllar içinde merak ve ilgi ile öğrenilen bu iş dalı, günümüzde araştırmanın kapsamını
da aşan ve zanaatin öldüğüne ilişkin daha geniş saptamayı yeniden tartışmaya açabilir
niteliktedir. Katılımcıların kendilerinin de işlerini bir “sanat”, “zihinsel yaratı” olarak
görmeleri bu saptamayı pekiştirmektedir.
Bu araştırma kapsamında eksik kalan önemli bir boyut, evden çalışma biçiminin
toplumsal cinsiyet boyutudur. Katılımcılar arasındaki üç kadın sayesinde toplumsal
cinsiyet ile açıklanabilecek bazı farklılıklar olduğunun izine rastlanılsa da, sonraki
74
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
çalışmaların bu boyutu öne çıkaracak şekilde tasarlanması ve daha derinlikli analizlerde
bulunulması mümkündür. Bunun yanı sıra, evden çalışanların bu araştırmada kendi
çalışma yaşamlarına ilişkin algı büyük ölçüde ortaya çıkarılmış olsa da, görece yeni olan
ve giderek daha fazla görünür hale gelen bu çalışma biçimine yönelik yakın çevrelerinin
algısını ortaya çıkaracak araştırmalar da daha geniş analizi mümkün kılabilir. Bu şekilde
evden çalışma biçimine yönelik algı ve evden çalışanların gündelik yaşamda yakın
çevrelerine yönelik benlik sunumu karşılaştırılarak, gündelik yaşamdaki etkileşimin iki
farklı yönü ele alınabilir.
Kaynakça
Bennett, Andy, (2005). Culture and Everyday Life, London, Thousand Oaks, New
Delhi: Sage Publications.
Berg, Bruce L., (2001). Qualitative Research Methods For The Social Sciences. 4th
Edition. Boston, London, Toronto, Sydney, Tokyo, Singapore: Allynand Bacon.
BİÇDA
(Bilişim ve İletişim Çalışanları Derneği
bilisimcalisanlari.net, (Erişim Tarihi: 30.11.2012)
Ağı), (2012). www.
Bora, T. ve Erdoğan, N., (2011). “Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin Mahcup YoksullarıYeni Kapitalizm Yeni İşsizlik ve Beyaz Yakalılar”, Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi
Erdoğan, İlknur Üstün (Der.), Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği.
İstanbul: İletişim Yayınları, s. 13-43.
Bourdieu, Pierre, (1984). Distinction: A Social Critique of Judgement of Taste,
Richard Nice (Çev.), Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press.
Bradley, Harriet, (2009). “Whose Flexibility? British Employees’ Responses to
Flexible Capitalism”, Egil J. Skorstad ve Helge Ramsdal (Ed.), Flexible Organizations
and the New Working Life: A European Perspective. Farnham, Surrey, England: Ashgate,
s. 79-97.
Carayannis, E. ve Sagi, J., (2001). “New vs. Old Economy: Insights on
Competitiveness in the Global IT Industry”. Technovation 21 (2001), s. 501–514.
Castells, Manuel, (2008). Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür / Ağ
Toplumunun Yükselişi, (Cilt 1). Ebru Kılıç, (Çev.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.
Castells, Manuel, (2010). “The Rise of the Network Society-The Information
Age:Economy”, Society and Culture Volume I, 2nd Edition. Blackwell Publishing.
De Jong, A. ve Mante-Meijer, E., (2008). “Teleworking Behind the Front Door:
The Patterns and Meaning of Telework in the Everyday Lives of Workers”, Eugene Loos,
Leslie Haddon ve Enid Mante-Meijer (Ed.), The Social Dynamics of Information and
Communication Technology. Hampshire: Ashgate, s. 171-190.
Sayı 35 /Güz 2012
75
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
Denzin, Norman, (2001). “The Reflexive İnterview and a Performative Social
Science”, Qualitative Research. 1: (1), s. 23-46.
Erdoğan, Necmi, (2011). “Hadım Edilen Karakter ve Sancılı Dil”, Tanıl Bora, Aksu
Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün (Der.), Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı
İşsizliği, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 75-115.
Gardiner, Michael E., (2000). Critiques of Everyday Life, London, New York:
Routledge.
Gencel-Bek, M. ve Binark, M., (2000). Medya ve Cinsiyetçilik. Ankara Üniversitesi
Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi.
Goffman, Erving, (2004). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, Barış Cezar (Çev.),
İstanbul: Metis Yayınları.
Hardt, M., ve Negri, A., (2008). İmparatorluk, Abdullah Yılmaz (Çev.), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Hudson, Marie, (2002). “Flexibility and the Reorganisation of Works”, Brendan
Burchell, David Ladipo ve Frank Wilkinson (Ed.), Job Insecurity and Work Intensification.
London ve New York: Routledge, s. 39-61.
Hürriyet, 10 Ağustos 2011, “Son Moda Çalışma Şekli: Home Ofis” http://www.
hurriyetaile.com/evliyiz/kariyer/son-moda-calisma-sekli-homeofis_3436.html (Erişim
Tarihi: 08.07.2012).
Inglis, David, (2005). Culture and Everyday Life, London, New York: Routledge.
Kariyer.net, 12 Temmuz 2012, “Home Office Finansal Danışman İş İlanı - Tüm
Türkiye” (Ref:HO-FD-01), http://www.kariyer.net/is-ilani/avivasa-emeklilik-ve-hayata-s-/home-office-finansal-danisman-tum-turkiye-is-ilani/835301/?tmpsno=1.
(Erişim
Tarihi: 12.07.2012)
Köse, Hüseyin, (2008). “Lefebvre ve Modern Dünyada Gündelik Hayat”, İletişim
Kuram ve Araştırma Dergisi, Güz 27, s. 7-27.
Kümbetoğlu, Belkıs, (2005). Sosyolojide ve Antropolojide Niteliksel Yöntem ve
Araştırma, İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Laegran, Anne Sofie, (2008). “Domesticating Home Anchored Work: Negotiating
Flexibility When Bringing ICT Based Work Home in Rural Communities”, Geoforum
39, s. 1991–1999.
Lamaison, P. ve Bourdieu, P., (1986). “From Rules to Strategies: An Interview with
Pierre Bourdieu”, Cultural Anthropology, 1, (1), s. 110-120.
Lazzarato, Maurizio, (1996). “Immaterial Labour”, Paolo Virno ve Michael
Hardt (Ed.), Radical Thought in Italy: A Potential Politics, Minneapolis: University of
Minnesota Press, s. 132-146.
76
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gökçe BAYDAR
Low, Kelvin E. Y., (2006). “Presenting The Self, The Social Body, and TheOlfactory:
Managing Smells in Everyday Life Experiences”. Sociological Perspectives, 49, (4),
(Winter), s. 607-631.
Marazzi, Christian, (2010). Sermaye ve Dil, Ahmet Ergenç (Çev.), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Neumark, D. ve Reed, D., (2004). “Employment Relationships in the New
Economy”, Labour Economics 11, s. 1– 31.
Osnowitz, Debra, (2005). “Managing Time in Domestic Space: Home-Based
Contractors and Household Work”. Gender and Society, 19,(1), (Feb.), s. 83-103.
Plaza Eylem Platformu, (2012). http://plazaeylemplatformu.wordpress.com/
(Erişim Tarihi: 30.11.2012).
Radikal, 12 Şubat 2012. “Home Office’Uygulamasına Mevzuat Engeli”, http://
www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1078480&Category
ID=80 (Erişim Tarihi: 08.07.2012).
Savage, Mike, (2003). “Class Analysis and Social Research”, Tim Butler ve
Mike Savage, (Ed.). Social Change and the New Middle Classes. London, New York:
Routledge, s. 15-26.
Sayer, Andrew, (1989). “Postfordism in Question”, International Journal of Urban
and Regional Research, 13(4), s. 666-695.
Scultze, Ulrike, (2000). “A Confessional Account of an Etnography About
Knowledge Work”, MIS Quarterly, 24,(1), (Mar.), s. 3-41.
Sennett, Richard, (2010). Karakter Aşınması, Barış Yıldırım (Çev.), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Sennett, Richard, (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü, Aylin Onacak (Çev.), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Simmel, Georg, (2009). Bireysellik ve Kültür, Tuncay Birkan (Çev.), İstanbul: Metis
Yayınları.
Skorstad, Egil J., (2009). “The Ambiguity of Flexibility”, Egil J. Skorstad ve
Helge Ramsdal (Ed.), Flexible Organizations and the New Working Life: A European
Perspective. Farnham, Surrey, England: Ashgate, s. 17-43.
Swartz, D. ve Zolberg, V., (2005). “Introduction: Drawing Inspiration From
Bourdieu”, David L. Swartz ve Vera L. Zolberg (Ed.), After Bourdieu: Influence, Critique,
Elaboration, New York, Boston, Dordrecht, London, Moscow: Kluwer Academic
Publishers, s. 1-17.
Sayı 35 /Güz 2012
77
Evden Çalışanların Gündelik Yaşam Pratikleri
Swartz, David, (2011). Kültür ve İktidar: Pierre Bourdieu’nun Sosyolojisi, Elçin
Gen (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.
Webb, J., Schirato, T. ve Danaher, G., (2002). Understanding Bourdieu. Australia:
Allen ve Unwin.
Yücesan-Özdemir, Gamze, (2010). Emek ve Teknoloji- Türkiye’de Sendikalar ve
Yeni İletişim Teknolojileri. İstanbul: Tan Kitabevi.
78
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla
İlişkiler Modellerinden Bakmak
Looking at the Social Media Implementations of Metropolitan Municipality from Public Relations Models
Ahmet TARHAN
Yrd. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi - E-Posta:[email protected]
Anahtar Kelimeler:
büyükşehir belediyesi,
sosyal medya, twitter,
halkla ilişkiler, halkla
ilişkiler modelleri.
Öz
Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler kamu kuruluşlarının halkla
ilişkiler uygulamaları için yeni fırsatlar sunmaya başlamıştır. Sosyal medya
araçları içerisinde yer alan Twitter aracılığıyla belediyeler, faaliyetleri hakkında
vatandaşlarını bilgilendirme olanağına sahip olmuştur. Ayrıca vatandaşlar, kuruma
gitmeksizin bir takım istek, beklenti, önerilerini iletilebilme sorularına belediye
yetkililerince yanıtlar bulma kolaylığına da kavuşmuşlardır. Bu yönüyle sosyal
medya uygulamalarından Twitter, taraflar arası diyalog kurma ve geliştirmeye
yardımcı olduğu gibi iki yönlü simetrik modelin uygulanabilirliğini de
arttırmaktadır.
Araştırmaya kurumsal Twitter hesabı bulunan 9 büyükşehir belediyesi dahil
edilmiş; ilgili belediyelerin 1 Haziran 2012 - 31 Ağustos 2012 tarihleri arasında
resmi hesaplarındaki 3302 mesaj, içerik çözümlemesi yöntemiyle incelenmiştir.
Araştırma sonucunda, büyükşehir belediyelerinin hesaplarındaki mesajların daha
çok hafta içi günlerde ve mesai saati dışında alınıp gönderildiği, hesaplardaki
mesajların daha çok ulaşım, hizmet, altyapı, etkinlik ve sosyal belediyecilik ile ilgili
olduğu belirlenmiştir. Ayrıca araştırma bulgularında, büyükşehir belediyelerinin
kurumsal hesaplarındaki mesajların büyük bir bölümünün kamuyu bilgilendirme
modeli çerçevesindeki duyurular olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Keywords:
metropolitan
municipality, social
media, twitter, public
relations, public
relations models.
Abstract
The developments in knowledge and information technologies started
to provide new opportunities for public relations implementations of public
institutions. Twitter one of the most popular social networking sites have the
possibility of informing citizens about actions and serves of metropolitan
municipalities. Beside this, citizens have reached the possibility of sharing
their expectations, demands, problems, suggestions with public institutions by
using Twitter. In this context, Twitter can assist citizens for contacting public
institutions and developing relations and this increases the applicability of twoway symmetrical model.
9 Metropolitan municipalities which have Twitter account were included
in the survey. 3302 Twitter messages in the official accounts of these metropolitan
municipalities were analyzed between the dates of 1 June - 31 August 2012 by
using content analysis method. According to results of the survey, messages
were generally sent and received in week days and out of working times. These
messages were generally about transportation, services, activities, basic facilities
and social business of governing a city. Moreover, according to findings, it is seen
that messages in the official Twitter accounts of 9 metropolitan municipalities are
notices as part of public information model.
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
Giriş
Bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, sadece insanların günlük
yaşantılarını etkilemekle kalmamış aynı zamanda devletler ve vatandaşlar arasındaki
etkileşimi de dönüşüme uğratmıştır (Chun vd., 2010: 1). Günümüzde kamu kurumları,
internet hizmetlerinden (world wide web, e-posta, posta listeleri ve tartışma grupları)
vatandaşlarla bağlantı kurma, vatandaşları bilgilendirme ve vatandaşlarla etkileşimi
artırmada yararlanmaktadır. Bunu da bilgisayarlar, mobil telefonlar, kablosuz iletişim,
taşınabilir multimedya araçlarıyla yine internet üzerinden gerçekleştirilebilmektedir
(Mälkiä ve Savolainen, 2003: 7).
Yerel düzeyde vatandaşa en yakın yönetim birimi olarak nitelenebilecek
belediyeler, halkla ilişkiler açısından hedef kitleleriyle iletişimi geliştirmede tanıma ve
tanıtma faaliyetlerinde web sayfalarından faydalanmakta (Tarhan, 2007); birincil hedef
kitleleri olan kanaat önderi olarak nitelenebilecek mahalle muhtarlarıyla iletişimi sürekli
kılma ve güncel bir takım gelişmelerden haberdar etmede ise, SMS hizmetlerinden
yararlanmaktadırlar (Kalender ve Tarhan, 2009).
Yeni iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin belediyelere son yıllarda
sunduğu olanaklardan bir diğeri de, sosyal medya uygulamalarıdır. Bilgi, deneyim ve bakış
açılarının paylaşımıyla ilişkilendirilen sosyal medya (Weinberg, 2009: 1), başlangıçta
arkadaşların arkadaşlarla bağlantısı için tasarlanmış, daha sonra özel, kamu ve kar amacı
gütmeyen kuruluşların hedef kitleleriyle çevrimiçi iletişimini sağlayan ve önemi giderek
artan araçlara dönüşmüştür (Wigand, 2010: 563).
Sosyal medya kullanımındaki bu gelişmeler, yerel düzeyde vatandaşlara en
yakın kamu yönetim birimi olan belediyelerce de dikkate alınmış; alınan kararların ve
gerçekleştirilen hizmetlerin duyurulması yanında alınacak kararlara ve gerçekleştirilecek
uygulamalara vatandaşı dahil etmede yeni bir yol olarak benimsenmeye başlamıştır.
Çalışma, sosyal medyanın önemli ve günümüzde yaygın olarak kullanılan
araçlarından biri olan Twitter’dan büyükşehir belediyelerinin yararlanma düzeyi üzerine
odaklanmaktadır. Vatandaşları bilgilendirme, onların istek, beklenti, öneri ve soru(n)
larına yanıtlar geliştirme ve alınacak kararlarda vatandaşları da karar alma süreçlerine
dahil etmede belediyelerin kurumsal Twitter hesaplarından ne ölçüde yararlandıkları
sorgulanmaktadır. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarını daha çok
duyuru amaçlı mı yoksa karşılıklı diyalogu geliştirme yönünde mi kullandığı, Grunig
ve Hunt’ın dört halkla ilişkiler modelinden kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü
simetrik model açısından ele alınmaktadır.
Halkla İlişkiler Modelleri
Grunig 1976 yılındaki çalışmasında, Washington - Baltimore bölgesinde yer alan
216 kuruluşun basın bülteni yazma, informel ve formel araştırma yürütme ve yönetime
önerilerde bulunma gibi 16 halkla ilişkiler etkinliğinin ne sıklıkta uygulandığını
ölçümlemiştir. Thayer’in kavramsallaştırmasından da esinlenerek bu 16 halkla ilişkiler
80
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
uygulamasını senkronik ve diyakronik modellerin temsili olarak iki temel boyuta
indirgemiştir. Buna göre; senkronize iletişimin amacı, kuruluşun yararı için kamunun
davranışını “senkronize” etmek; diyakronik iletişimin amacı ise, hem kurumun hem
de kamunun yararı için çalışmaları düzenlemektir (Grunig ve Grunig, 1989: 30). 1984
yılına gelindiğinde Grunig ve Hunt, bu iki kavramın yeterince modelleri anlatmadığını
düşünerek Managing Public Relations kitabında halkla ilişkiler benzeri uygulamaların
tarih boyunca gerçekleşmiş olduğunu kabul ederek halkla ilişkilerin tarihsel gelişim
aşamalarını da ortaya koyan dört halkla ilişkiler modelini ortaya koymuştur (Grunig vd.,
2002: 308).
Amaçları, uygulandığı organizasyon yapıları ve başarılarının değerlendirilme
ölçütlerine göre farklılaşan dört halkla ilişkiler modeli; (1) basın ajansı ve duyurum
modeli, (2) kamuyu bilgilendirme modeli, (3) iki yönlü asimetrik model ve (4) iki yönlü
simetrik model olarak belirlenmiştir (Grunig ve Hunt, 1984: 13-14).
Bu dört modelin halkla ilişkiler uygulamalarını gerçekten temsil edip etmediğini
ortaya koymak amacıyla bir araştırma programı gerçekleştirilmiş ve bu dört modelin
altında yatan temel iki değişken belirlenmiştir. Bunlar; yön ve amaçtır. Yön, bir modelin
tek veya çift yönlü olma derecesini ifade ederken; amaç ise, modelin asimetrik mi yoksa
simetrik mi olduğunu ifade etmektedir. Tek yönlü iletişim bir monologdur ve bilgi yaymaya
yaramaktadır. Çift yönlü iletişim ise, bir diyalogu ifade etmekte ve bilgi değiş tokuşunda
kullanılmaktadır. Asimetrik iletişim dengesizdir ve örgütü olduğu gibi bırakarak kamuyu
değiştirmeye çalışmaktadır. Simetrik iletişim ise, dengelidir ve örgütle kamu arasındaki
ilişkiyi değişime uğratmaktadır (Grunig ve Grunig, 2005: 311). Grunig ilk tipolojisinde
modeller ve modellerdeki iletişim akışını; basın ajansı ve tanıtım (tek yönlü asimetrik),
kamuyu bilgilendirme (tek yönlü simetrik), iki yönlü asimetrik ve iki yönlü simetrik olarak
belirlerken (Grunig ve Grunig, 1989: 30), daha sonra kamuyu bilgilendirme modelini de
asimetrik bir model olarak değerlendirmektedir (Grunig, 1990: 21).
Çalışma, ülkemizdeki büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarındaki
mesajların kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü simetrik model çerçevesinde
değerlendirmesini içerdiğinden bu iki model hakkında bilgi verilecektir.
Halkla ilişkilerin önemli bir modeli olarak kamuyu bilgilendirme modeli, 1900’lerin
başı ile 1920’lere kadar olan dönemi kapsamaktadır (Grunig ve Hunt, 1984: 25). “Bir
kişinin/kuruluşun kendisi ve faaliyetleri hakkında hedef kitlesine bilgi vermesi olarak”
tanımlanabilen kamuyu bilgilendirme modelinde (Okay ve Okay, 2002: 124), halkla
ilişkiler profesyonelleri, hedef kitleyi etkileme ve ikna etmekten ziyade, geniş halk
kesimlerini bilgilendirmeyi amaçlamaktadır (Seitel, 2004: 56). Kamuyu bilgilendirme
modelinde, bilginin bir kişiye ya da tüm topluma yayılması temel amaç iken; bu
mesajların doğruluğu ise, büyük önem taşımaktadır (Harrison, 2004: 46). Tarihsel öncüsü
Ivy Leadbetter Lee olan model, günümüzde yerel ve merkezi kamu kuruluşlarınca
kullanılmaktadır (Fawkes, 2001: 10). Ayrıca dernekler, kar amacı gütmeyen kuruluşlar
ve eğitim kuruluşları da sıklıkla bu modelden yararlanmaktadırlar (Varol, 2002: 62).
Bunun yanında günlük hava tahminlerini ileten televizyon ve radyo programları,
yasamaya ilişkin yeni bir takım düzenlemelerin hükümet sözcüsü tarafından kamuoyuna
Sayı 35 /Güz 2012
81
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
aktarılarak bilgilendirmesi de yine bu model kapsamında gerçekleştirilen faaliyetler
olarak değerlendirilebilir (Tarhan, 2008: 132).
Halkla ilişkilerin ideal modeli olarak tanımlanan iki yönlü simetrik model
(Fawkes, 2001: 11), 1960’lar ve 1970’lerden günümüze kadar gelen bir model olarak
değerlendirilmektedir (Grunig ve Hunt, 1984: 25). İki tarafın da diyalogda göreceli olarak
eşit ve birbirini etkileme yeteneğinin olduğu ve değişimin gerçekleştiği karşılıklı anlayış
ilkesine dayanmaktadır (Davis, 2006: 127). Burada kuruluş ve hedef kitlesi arasında
arabulucu bir rol üstlenen halkla ilişkiler uzmanının yaklaşımı her iki kesime yönelik
dengeli ve simetriktir (Seitel, 2004: 56). Önde gelen tarihi figür olarak Edward Bernays
görülürken günümüzde profesyonel uygulayıcılar ve akademisyenlerin bu modeli
temsil eden gruplar olduğu ifade edilmektedir (Harrison, 2004: 46). Günümüzdeki
uygulamalarına bakıldığında ise, modelin en çok yasama ve yürütme organlarındaki
düzenlemelere tabi kuruluşlarca uygulandığı ifade edilmektedir. Çünkü kurumlar, onlara
karşı sorumlu davranmak ve hesap verebilir olmak durumundadırlar (Varol, 2002: 62).
Ayrıca farklı görüş ve kitleleri temsil eden üyelerden oluşan, yapılacak çalışmalara
ilişkin görüşlerini ifade etme ve karşılıklı tartışma sonucunda karara varılarak belediye
tarafından uygulamaya konulan İl Genel Meclisi’ndeki toplantılar da yine bu modelin
günümüzdeki uygulamalarına örnek olarak verilebilir (Tarhan, 2008: 137).
Her iki model amaçları ve yararlandıkları iletişim biçimi bakımından
karşılaştırıldığında; kamuyu bilgilendirme modelinin temel amacının ikna amacı
taşımayan bilgi yaymak olduğu iki yönlü simetrik modelde ise temel amacın, kuruluş ve
hedef kitle arasında ortak bir zeminin yakalanması olduğu görülmektedir. İletişimin biçimi
bakımından değerlendirildiğinde ise, kamuyu bilgilendirme modelinin kuruluşlardan
hedef kitlelerine tek yönlü olarak işlediği, iki yönlü simetrik modelde ise, diyaloga
dayalı iletişim biçiminde yönetimin hedef kitlesinden aldığı feedback’lerden etkilenerek
politikalarına yön vermesi söz konusudur (Peltekoğlu, 2009: 128).
Mikroblog Uygulaması Olarak Twitter
Çevrimiçi iletişim, katılım ve işbirliğine olanak sağlayan bir araç olarak sosyal
medya kategorisi içerisinde değerlendirilebilen (Newson vd., 2009: 49-50) ve 2006 yılında
kurulan Twitter, kullanıcıların iletileri gönderme ve gönderilen iletileri okumalarını
sağlayan bir sosyal ağ ve mikroblog hizmetidir (Wigand, 2010: 564).
2004 yılında teknolojiye meraklı aktivist bir grup tarafından siyasi bir takım kararları
protesto etmek amacıyla cep telefonlarına kısa mesajla geniş kitlelere fikirlerini ulaştırma
amacıyla başlatılan ve TXTmob olarak adlandırılan araçtan esinlenerek ortaya çıkan
Twitter 2006 yılında yazılım mühendisi Jack Dorsay tarafından kurulmuştur (Zarrella,
2010: 33). Twitter gibi mikroblog hizmetlerinin kullanımında son yıllarda katlanarak bir
artış görülmektedir. Kurulduktan yaklaşık üç yıl sonra 2009’un ilk çeyreğinde Twitter’a
kayıtlı kullanıcı sayısı 14 milyonu bulmuştur (Weinberg, 2009: 125). Günümüzde ise, 500
milyon civarındaki Twitter kullanıcısı (en.wikipedia.org, 2012) herhangi bir konudaki
görüşlerini iletmek ve günlük aktiviteleriyle ilgili yapmak istediği duyurular için 140
karakterlik mesajların milyonlarcasını göndermektedir.
82
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Twitter’ın Bileşenleri ve İşleyiş Biçimi
Sosyal medya araçları arasında popüler bir mikroblog servisi olarak hizmet sunan,
insanın gerçek hayatta içinde bulunduğu anda ne yaptığını, onu izleyenlere kısa mesajlarla
özetlediği, durumunu paylaştığı bir platform olan Twitter (Sayımer, 2008: 128), kurumlar
açısından ise, acil durumlarda ve gerçek zamanlı raporlamalarda anlık mesajlaşma
amacıyla kullanılan bir araç olarak ifade edilmektedir (Dadashzadeh, 2010: 83). Hem
bireysel hem de kurumsal anlamda mesaj iletmeye olanak tanıyan Twitter, teknik olarak
başlıca aşağıdaki bileşenlerden oluşmaktadır:
Tweet: Bir kullanıcı tarafından gönderilen, “Şu an ne yapıyorsun?” sorusuna karşılık
gelen ve 140 karakterle sınırlandırılmış belirli bir zamanda gönderilen mesajlardır (Cho
ve Park, 2012: 13). Tweet, sosyal medyanın bir microblog uygulaması olan Twitter’ın
mesaj iletme kutusundan 140 karakterle sınırlanmış iletiler olarak da ifade edilebilir.
Kişi ve kurumların mevcut durumlarını, görüşlerini ve gerçekleştirdikleri uygulamaları
aktarabildikleri takipçilerini harekete geçirici bir bileşen olma özelliği taşımaktadır.
Retweet: Diğer kullanıcıların yazdıkları iletilere cevap olarak yazılan bu
uygulamada iletiyi kopyalamak için RT koyulmalı ve özgün yazar ile mesajı (örn. RT
@kullanıcı mesajı) şeklinde yer verilmelidir (Boyd vd., 2010: 3). Bir anlamda mesajı
yönlendirmek için kullanılan bir fonksiyon olarak da değerlendirilebilen retweet (Cho
ve Park, 2012: 13), bir mesajın, Twitter aracılığıyla viral olarak çok sayıda insana
ulaştırılmasına da katkı sağlamaktadır (Zarrella, 2010: 41). Özellikle kişiler ve kurumlar,
Twitter aracılığıyla kendileri hakkında dile getirilen olumlu görüş ve değerlendirmeleri
daha geniş kitlelerle paylaşmak ve kitlelerin gözünde olumlu bir izlenim oluşturabilmek
amacıyla bu bileşenden fazlasıyla yararlanmaktadır.
Replies: Bire bir iletişimin bir biçimi olarak hedeflenmiş cevaplara karşılık
gelmektedir. Bir kullanıcı, mesajı alıcıya göstermek için önce “@ID” işaretlemesi
yapmakta ve daha sonra cevaplarını hedef kullanıcıya iletmektedir (Cho ve Park, 2012:
13). Bir tweette “@kullanıcı adı” mesaj gönderen kişinin diyalog kurduğu kişiye karşılık
gelmekte ve o kişinin cevaplar sekmesinde görünmektedir. Aynı şekilde bir kullanıcı
veya kurumun adı bu şekilde yer aldığında ilgili linke tıklayarak Twitter oturumunda
ilgili kullanıcı ve kurum kendisiyle ilgili olarak nelerden söz edildiğini görebilmektedir
(Zarrella, 2010: 41). Kişi ve kurumlar açısından değerlendirildiğinde, kendilerine
yöneltilen istek, şikayet, soru ve öneri gibi bir takım mesajlara bu yol kullanarak yanıt
verebilmektedirler. Özellikle halkla ilişkiler modelleri açısından değerlendirildiğinde iki
yönlü simetrik modelin işleyiş sürecine yakın bir iletişim biçiminden burada söz etmek
mümkündür.
Kullanıcılar: Twitter katılımcıları
“@kullanıcı” söz dizimi şeklinde yer
almakta ve diğer kullanıcılara ulaşmada kullanılacak adresleri temsil etmektedir
(örn. @amandapalmer). Kullanıcılar kimi zaman bir başka mesaja gönderme yapmak
için de (örn. Ben, bugün @Oprah showu gördüm.) yine bu kullanıcı adreslerinden
yararlanabilmektedirler (Boyd vd., 2010: 2). Twitter mesajlarında doğrudan kullanıcılara
erişimde ve gönderme yapmada kullanılan bu yöntemle kişi ve kurumlar başka kullanıcılara
veya kurum temsilcilerinin hesaplarına göndermeler yapılabilmekte eğer isterse
kullanıcılara bu bileşeni kullanarak doğrudan ilgili kişilere erişimi sağlayabilmektedirler.
Sayı 35 /Güz 2012
83
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
Takip ettikleri, Twitter hesabı olan kişi veya kurumların başka kullanıcılara bir
çeşit üyelik ya da abonelik uygulamasıyla bağlanmasına ve onlardan gelen iletilere açık
olunmasına karşılık gelirken; takipçiler ise, Twitter’da sizin sayfanıza üye ya da abone
olan Twitter kullanıcılarına karşılık gelmektedir (Cho ve Park, 2012: 13). Twitter üzerinde
bir kişi ya da kurum takip edildiğinde, o kişinin veya kurumun paylaştığı tüm tweetler
takipçileri tarafından görülebilmektedir. Takipçi sayısı arttıkça gönderilen tweetlerin
ulaşacağı kişi sayısı da artmaktadır (Zarrella, 2010: 39). Daha fazla kişiye ulaşma amacı
taşıyan ünlü kişiler veya çeşitli kurumlar takipçi sayılarının arttırılmasına büyük önem
vermektedir. Çünkü artan her takipçi, iletilerin daha geniş kitlelere ulaşması anlamına
gelmektedir.
Favoriler ise, web tarayıcılarındaki sık kullanılanlar fonksiyonuna benzer bir işlev
görmektedir. Eğer kullanıcılar bir mesajı saklamak istiyorlarsa Twitter hesaplarında favori
olarak belirleyebilirler (Cho ve Park, 2012: 13).
URL kullanımı: Twitter’da mesaj uzunluğunun 140 karakterle sınırlı olması
nedeniyle URL kullanımını teşvik etmiştir (Wigand, 2010: 564). İstenilen web sayfasına
yönlendirmeyi içeren URL’ler uzun olduğundan onlarda da kısaltmalara gidilmiştir
(Boyd vd., 2010: 2-3). Bu hizmetle ilgili yönlendirilmesi düşünülen web sitesine ilişkin
URL girildiğinde, orijinal adresin çok daha kısa bir versiyonuna dönüştürülmekte; kişiler
ve kurumlar ziyaretçileri bu bileşen aracılığıyla orijinal adrese yönlendirebilmektedirler
(Zarrella, 2010: 49). Kişiler ve kurumlar gerçekleştirdikleri faaliyetlerle ilgili kısa bir
takım notları Twitter’dan paylaşsa da daha geniş bilgi alma gereksinimi duyan hedef
kitlelerine yönelik bireysel web sayfasına veya kurumsal web sayfasına yönlendiren URL
kullanımını sıklıkla tercih etmektedirler.
Hashtags: Anahtar kelimeler kullanarak özgürce web içeriğini oluşturmak için
kullanıcıları belirli bir konu üzerinde odaklamak için hashtags olarak ifade edilen
konuların başında “#konu” işareti konularak gerçekleştirilmektedir (Boyd vd., 2010: 2).
Tweetleri kategorize etmeyi sağlayan uygulama (Cho ve Park, 2012: 13), aynı zamanda
Twitter içinde bilgi aramayı kolaylaştırmak için de sıklıkla kullanılmaktadır (Lovejoy vd.,
2012: 314). Ağırlıklı olarak konferanslar, haber değeri taşıyan olaylar (Weingberg, 2009:
146), siyasi olayları ve konuları ifade etmek için kullanılan hashtagslara tıklandığında
ilgili konu başlığına ilişkin tweetler görülmektedir (Zarrella, 2010: 47).
Kullanıcılar, mesajları; Twitter web sayfası, kısa mesaj (SMS) ve harici bir takım
uygulamalarla gönderip alabilir. Twitter web sayfası aracılığıyla gönderilen mesajların bir
maliyeti yokken; SMS veya harici bir takım uygulamalarla mesajlar iletilmek istendiğinde
telefon servis sağlayıcılara ücret ödemek gerekmektedir (Wigand, 2010: 564). Bunun
yanında kullanıcılar bir profil resmi koyabilir, fakat sadece kullanıcı sayfasında ve arkadaş
çevresiyle sınırlı olarak herkesin erişimine izin vermeyebilir (Case ve King, 2011: 95).
Kurumlar, kurumsal kimlik uygulaması olarak kurumsal logolarına yer verebilecekleri
gibi tanınırlık ve bilinirlik oluşturma adına üst yöneticilerinin fotoğraflarına da yer
verebilir.
Sosyal medya siteleri bilgilerin hızlı alışverişinin yanı sıra, bilgilerin hızla
yayılmasına olanak sağlamaktadır. Twitter, kolay sindirilebilir bilgi parçacıklarıyla
84
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
mesajın boyutunu sınırlayarak bilgi alışverişindeki hızı artırmaktadır Kimi zaman 140
karakter anlamlı bilgiler için çok kısa olduğu hissi uyandırsa da (Lovejoy vd., 2012: 313),
internete bağlı bir cep telefonuyla bireyler nerde olurlarsa olsunlar geliştirilen bir takım
arayüz programlarıyla kullanıcıların Twitter mesajlarına gerçek zamanlı erişebilme ve
yanıt verebilme olanağına sahip olması nedeniyle (Newson vd., 2009: 67) pek çok kurum
tarafından kullanılan bir uygulama olarak dikkat çekmektedir.
Twitter’ın Belediyelerin Halkla İlişkilerinde Sağlayacağı Avantajlar
Belediyelerin Twitter kullanımları, vatandaşlarla iletişim ve işbirliği sağlamada
benzersiz bir ortam olarak görülmektedir (Wigand, 2010: 566). Bu yönüyle Twitter,
anlık iletiler göndererek özel bir takım etkinliklerin vatandaşlara duyurulmasında
ve gerçekleştirilen etkinliklerin vatandaşlarca nasıl algılandığının tespit edilmesine
olanak sağlayan bir uygulamadır (Bonsón vd., 2012: 125). Twitter, iki yönlü iletişime
vatandaşları teşvik edebileceği gibi vatandaşlardan geri dönüşüm olmaksızın belediyelerin
gerçekleştirecekleri/gerçekleştirdikleri uygulamalar konusunda haberdar etmede
geleneksel araçlar dışında bir başka yol olarak da kullanılabilmektedir (Landsbergen,
2010: 145). Bu yönüyle değerlendirildiğinde Twitter, hem vatandaşları bir takım
gelişmelerden haberdar etmede geleneksel medya yanında kullanılan bir araç olabilir hem
de vatandaşların istek, öneri, beklenti, soru ve şikayetlerini öğrenme ve bunlara getirilen
çözümlerin yine vatandaşlarla paylaşılmasına olanak sağlayabilir.
Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarından yararlanma nedenleri
kısaca şöyle sıralanabilir (van Dijck, 2011: 337; Wigand, 2010: 565):
— Telefonda ya da kısa konuşma gibi fakat tek bir kişiye ya da web sayfası ara
yüzüne bağlı olmayan sohbet ve diyalog özelliği,
— Belli kullanıcılarla işbirliği ve değişimi mümkün kılması,
— Bloglardaki gibi öz ifade ve öz iletişimi mümkün kılması,
— Statü güncelleme ve kontrol etmeye olanak tanıması,
— Bilgi ve haber paylaşımı olanağı sunması,
— Konum, ilgi alanları ve bağlantılara bağlı olarak pazarlama ve reklam.
— Mesajların iletilmesinde gayri resmi iletişime olanak tanıması,
— Vatandaşların ilgili birimler ve yetkililere kolay erişimi mümkün kılması.
İlk iki aktivite, belirli insanların kendi aralarında oluşturduğu iki yönlü iletişimi
içermektedir. Üçüncü ve dördüncü aktivite ise, bir kişiden birden çok kişiye iletişimi
mümkün kılmaktadır. Beşinci ve altıncı aktivite ise, çok kişiden çok kişiye bir iletişim
olanağını sağlamakta ve çoklu iletişimi içermektedir (van Dijck, 2011: 337). Yukarıda yer
verilen son iki aktivite ise, genel anlamda sosyal medya aracı olarak Twitter’ın sağlamış
olduğu olanakları içermektedir. Mesajların iletişimindeki gayri resmi iletişim bir anlamda
kamu kurumlarının insani yönünün ön plana çıkarılmasına ve kamu kurumlarının
erişilemez birimler olduğu yönündeki geleneksel kabulleri ortadan kaldırmaya
dönüktür. Vatandaşların ilgili birimlere ve yetkililere kolay erişimi ise, mesai saatlerine
bağımlılık ve kuruma bizzat başvuru gereksiniminin ortadan kaldırması özelliğinden
kaynaklanmaktadır. Bu yönüyle Twitter, hem belediyelerin gerçekleştirilen uygulamalar
hakkında vatandaşları bilgilendirmesi hem de karar alma süreçlerine vatandaşların dahil
edilerek onlarla işbirliğinin geliştirilmesinde önemli fırsatlar sunmaktadır.
Sayı 35 /Güz 2012
85
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
Sosyal ağ siteleri gibi, bir ağ aracığıyla profiller bağlanır, fakat dolaylı olmaktan
ziyade doğrudan bir bağlantı sağlar. Katılımcılar “takip et” linki ile birbirine bağlanabilir,
hareketleri görebilir ve tweetler gönderebilir; fakat diğer kullanıcılarla karşılıklı olarak
bir hareket ve etkileşim söz konusu değildir (Boyd vd., 2010: 2). Bu özelliğinden ötürü
her ne kadar kullanıcılar arasında karşılıklı anlık bağlantıyı kurmadığı için asimetrik bir
bağlantıya olanak sağladığı ifade edilse de (Cho ve Park, 2012: 12), özellikle vatandaşların
belediyelerin Twitter hesaplarından herhangi bir aracı olmaksızın doğrudan ilgili kurumlara
ulaşma imkanı olması, geleneksel tek yönlü araçlardan farklı olarak, vatandaşlara kendini
ifade edebilme, istek ve şikayetlerini dile getirebilme, hatta karar alma süreçlerinde aktif
rol alabilme olanağını sunması nedeniyle halkla ilişkiler modelleri açısından simetrik
bir iletişimin varlığından söz edilebilir. Rybalko ve Seltzer (2010: 337)’in, Twitter gibi
sosyal ağ sitelerinin kuruluşların hedef kitlelerini diyaloga teşvik etmede geniş yelpazede
olanaklar sunabileceğine işaret etmesi de bu savı destekler niteliktedir.
Kurumların Twitter Kullanımlarına İlişkin Literatürdeki Bazı Araştırma
Bulguları
Kamu kurumları tarafından sosyal medyanın kullanımına odaklanan araştırmalar
bir hayli sınırlıdır (Landsbergen, 2010: 137). Sınırlı da olsa bu alanda özellikle
kuruluşların Twitter kullanım düzeyleri, hangi amaçlarla bu sosyal medya aracından
yararlandıkları gibi bazı verileri içeren araştırmalar ve önemli bulgularına yer vermekte
yarar bulunmaktadır. Araştırmaların bir kısmı doğrudan kullanıcıya yöneltilen bir takım
soruları ve kullanıcıların Twitter’ı kullanım amaçları üzerine yoğunlaşırken; bir kısmı ise
özel, kamu ve kar amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşlarının bu sosyal medya aracından
yararlanma düzeylerini belirlemeye yöneliktir. Literatürde yer alan araştırmalardan ve
önemli bulgularından bazıları kronolojik sırasıyla aşağıda sunulmaktadır: .
Eyrich ve arkadaşları (2008), halkla ilişkiler uygulayıcılarının sosyal medya
kullanım düzeylerini belirlemeye dönük 924 kişiye e-mail yoluyla anket uygulanmış
ve 283 halkla ilişkiler uygulayıcısı söz konusu ankete katılarak görüş beyan etmiştir.
Halkla ilişkiler uygulayıcıları arasında en popüler araç 272 kişi (% 96.1) ile e-mail olarak
belirlenmiştir. Bunu, 188 kullanıcı (% 68.2) ile intranet, 118 kullanıcı (% 41.7) ile bloglar
ve 111 kullanıcı (% 39.1) ile video konferanslar izlemiştir. Twitter’ı da içeren mikroblog
uygulamaları ise sadece 5 kişi (% 1.7) ile son sıralarda yer almıştır.
Honeycutt ve Herring (2009), Twitter’ın taraflar arası işbirliğini geliştirmedeki
katkısını belirlemek amacıyla gerçekleştirdikleri çalışmada; Twitter’ın mevcut
tasarımının işbirliğini geliştirmekten ziyade ağırlıklı olarak bir başka kullanıcıya
doğrudan ileti göndermede kullanıldığını tespit etmişlerdir. Bu bulguyla birlikte
yazarlar, bazı katılımcıların Twitter’ın işbirliği için tasarlanmadığını iddia etmelerine
karşın Twitter’da gerçekleştirdikleri uzun konuşmaların Twitter’ın informel işbirliği
avantajından yararlanıldıklarının ve işbirliğini geliştirilmesinde için önemli bir araç
olarak görüldüklerinin kanıtı olduğunu ifade etmişlerdir.
86
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Raybalko ve Seltzer (2010), Fortune 500 şirketlerinden 93 şirketin kurumsal Twitter
hesabı olduğunu belirlemiş ve her bir şirkete 10 adet bireysel mesaj gönderilmiştir.
Toplamda 930 mesaj analize tabi tutulmuştur. Buna göre, diyaloga dayalı iletişimde
kuruluşların büyük bir bölümünün (% 61) Twitter kullandığı, daha az bir bölümünün ise
(% 39) iletişimde diyaloga dayalı yönelime sahip olmadığı belirlenmiştir.
Onat (2010: 118), ülkemizde faaliyet gösteren 5 çevre sivil toplum örgütünün sosyal
medya kullanım düzeylerini Facebook ve Twitter özelinde değerlendirmiştir. Araştırma
bulgularına göre, geleneksel medyayla eşgüdümlü yürütülen birtakım çabalarla sosyal
medyanın sağladığı çift yönlü simetrik halkla ilişkiler modeline uygun sonuçların
hedeflendiği, fakat bunlara kısmen ulaşılabildiğini belirlemiştir. Ayrıca, sivil toplum
örgütlerinin duyarlılık oluşturma, tanınma, duyurum ve iletişim kurma gibi hedeflerine
sosyal medya aracılığıyla ulaştıklarını; sanal olmayan gerçek dünyada eylemlere katılım
ve bağışların artırılması konusunda ise sosyal medyanın kısmen etkili olduğu sonucuna
ulaşmıştır.
Waters ve Jamal (2011), gerçekleştirdikleri araştırmada Birleşik Devletlerde faaliyet
gösteren 200 kar amacı gütmeyen kuruluşun 81’inin aktif olarak Twitter kullandığını
belirlemişlerdir. Bunlardan üçte biri olan ve rastlantısal olarak seçilen 27 kuruluşun Twitter
hesapları 2010 Mart ayı boyunca takip edilmiştir. Araştırma sonucunda, kurumların
Twitter’ı iki yönlü iletişimden ziyade daha çok tek yönlü olarak mesajların iletilmesinde
kullandıkları belirlenmiştir.
Bonsón ve arkadaşları (2012), 15 Avrupa Birliği ülkesinin beş büyük yerel yönetim
birimleri üzerinde gerçekleştirdikleri araştırmanın bulgularına göre, yerel yönetimlerin
büyük bir bölümü şeffaflığı artırmada sosyal medya araçlarını ve web 2.0 uygulamalarını
kullanmaktadır. Fakat yerel düzeyde kurumsal iletişimi ve e-katılıma teşvik için web 2.0
uygulamalarının kullanımı hala emekleme aşamasındadır.
Kore hükümeti Gıda, Tarım, Orman ve Balıkçılık Bakanlığı’nın 10 Şubat - 14
Temmuz 2010 tarihleri arasındaki Bakanlık Twitter hesabının incelendiği çalışmada,
toplam 1336 mesajın gönderildiği, favorilere 202 mesajın eklendiği, 8773 takipçi
tarafından takip edildiği ve Twitter hesabında 8245 de takip edilen olduğu belirlenmiştir.
Hesaptaki karşılıklılık derecesi % 98.2’ye ulaşırken bunlardan 830’u cevaplar, 217’si
retweet ve 214’ü ise hashtags olarak belirlenmiştir. Analiz sonucunda Twitter’ın etkin
bir bilgi dağıtım kanalı olmasının yanında sosyalleşme odaklı bir iletişim alanı olarak
karşılıklı değiş tokuş işlevini yerine getiren sosyal medyanın yenilikçi bir iletişim aracı
olduğu da belirlenmiştir (Cho ve Park, 2012).
Linvill ve arkadaşları (2012), 60 devlet üniversitesi ve 53 sanat kolejinin Twitter
hesaplarına 10’ar mesaj göndermiştir. Toplamda 1130 mesaj, diyaloga dayalı iletişimi
geliştirmede bu sosyal medya aracından ne düzeyde yararlanıldığı sorgulanmıştır. Buna
göre, bu eğitim kurumları Twitter aracılığıyla hedef kitleyle diyalog yolunu geliştirmekten
ziyade; kurumsal bilgileri içeren mesajları 1007 (% 89.1), genel hedef kitleye iletmede
kullandıklarını tespit etmişlerdir. Bunun yanında 54 (% 4.8) mesajın aday öğrencilere, 69
(% 6.1) mesajın öğrencilere, 18 (% 1.6) mesajın fakültelere, 19 (% 1.7) mesajın mezunlara
ve 54 (% 4.8) mesajın da velilere iletilmek üzere gönderildiği tespit edilmiştir.
Sayı 35 /Güz 2012
87
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
Lovejoy ve arkadaşları (2012), kar amacı gütmeyen 73 kuruluşun 4655 Twitter
mesajını analiz etmiştir. Ülkenin en büyük kar amacı gütmeyen kuruluşlarının paydaş
katılımını en üst düzeye çıkarmak için Twitter’dan yararlanmadığını belirlemiştir. Kar
amacı gütmeyen kuruluşların toplam Twitter mesajlarından % 20’sinden daha azı karşılıklı
diyalogu geliştirmeyi içerirken yaklaşık % 16’sı ise belirli kullanıcılar için dolaylı
bağlantıyı sağlamaya yöneliktir. Bu yönüyle araştırmaya konu olan kar amacı gütmeyen
kuruluşlar, Twitter’ı daha çok tek yönlü bir iletişim kanalı olarak kullanmaktadırlar.
Sandoval-Almazan ve arkadaşları (2012), Meksika’nın Twitter ve Facebook hesabı
bulunan 23 yerel yönetim birimi ile bir federal yönetim biriminin portallarını bilgi
akışı ve katılım düzeyleri açısından incelemişlerdir. Araştırma sonucunda vatandaşların
sosyal medya ağlarını çok sınırlı düzeyde kullandıkları, bilgi akışının çok zayıf olduğu
ve vatandaşların katılım düzeylerinin ise kısıtlı olduğu belirlenmiştir. 23 yerel yönetim
portalından çoğunun ilk aşama olarak değerlendirilen bilgi değişimi aşamasında olduğu
tespit edilmiştir.
Literatürdeki araştırmalar ve araştırmalardan elde edilen veriler ışığında bu
araştırmada yanıtları aranacak sorular şöyledir:
Araştırma Sorusu 1. Büyükşehir belediyelerinin Twitter hesaplarının dağılımı
nasıldır?
Araştırma Sorusu 2. Kurumsal Twitter hesabı bulunan belediyelerin gönderdiği
tweet, takip ettiği kurum veya kişi, takipçi sayılarının dağılımları nasıldır?
Araştırma Sorusu 3. Kurumsal Twitter hesabı bulunan büyükşehir belediyelerinin
gönderdiği mesajların haftanın günleri ve gün içindeki saatlere göre dağılımı nasıldır?
Araştırma Sorusu 4. Kurumsal anlamda hedef kitlelere gönderilen mesajların konu
başlıklarına göre dağılımlara nasıldır?
Araştırma Sorusu 5. Kurumsal Twitter hesaplarından benimsenen biçimsel mesaj
iletme biçimlerinin dağılımları nasıldır?
Araştırma Sorusu 6. Kurumsal Twitter hesapları daha çok kamuyu bilgilendirme
modeli çerçevesinde bilgilendirmeye mi yoksa iki yönlü simetrik model çerçevesinde
etkileşim sağlamaya dönük mü işletilmektedir?
88
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Yöntem
Araştırmanın evrenini ülkemizde 2012 yılı itibariyle hizmet sunan 16 büyükşehir
belediyesi oluştururken; örneklem ise, kurumsal anlamda Twitter hesabı bulanan 9
büyükşehir belediyesinden oluşmaktadır (Tablo 1).
Tablo 1. Büyükşehir Belediyelerinin Twitter Hesaplarının Dağılımı
TWITTER HESAPLARININ DAĞILIMI
BÜYÜKŞEHİR
BELEDİYESİ
BİREYSEL
KURUMSAL
Adana BB
VAR
VAR
Ankara BB
VAR
VAR
Antalya BB
VAR
VAR
Bursa BB
VAR
VAR
Diyarbakır BB
VAR
VAR
Erzurum BB
VAR
YOK
Eskişehir BB
VAR
YOK
Gaziantep BB
VAR
YOK
Mersin BB
VAR
YOK
İstanbul BB
VAR
VAR
İzmir BB
YOK
YOK
Kayseri BB
VAR
YOK
Kocaeli BB
YOK
VAR
Konya BB
VAR
VAR
Sakarya BB
VAR
VAR
Samsun BB
VAR
YOK
TOPLAM
14
9
KURUMSAL TWITTER ADRESİ
http://twitter.com/adana_bld
http://twitter.com/ankarabld
http://twitter.com/antalyabb
http://twitter.com/bursabuyuksehir
https://twitter.com/diyarbakirbb
http://twitter.com/istanbulbld
http://twitter.com/kocaelibld
http://it.twitter.com/Konyabuyuksehir
http://twitter.com/sakaryabb
-
Yapılan inceleme sonrasında; Adana Büyükşehir Belediyesi, Ankara Büyükşehir
Belediyesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi,
Konya Büyükşehir Belediyesi ve Sakarya Büyükşehir Belediyesi olmak üzere toplam
9 büyükşehir belediyesinin kurumsal Twitter hesabı olduğu; Erzurum Büyükşehir
Belediyesi, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, Mersin
Büyükşehir Belediyesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kayseri Büyükşehir Belediyesi ve
Samsun Büyükşehir Belediyesi olmak üzere 5 büyükşehir belediyesinin ise kurumsal
Twitter hesabına sahip olmadığı belirlenmiştir
Çalışmada halkla ilişkiler açısından kamuyu bilgilendirme modeli ve iki yönlü
simetrik model perspektifinden büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında
yer alan mesajlar inceleneceğinden belediye başkanlarına ait olan Twitter hesaplarındaki
mesajlar araştırma dışında tutulmuştur. Çünkü halkla ilişkiler birimlerince kurumsal
hesaplardan aktarılan mesajların daha çok bilgilendirme amaçlı mı yoksa etkileşim amaçlı
mı kullanıldığı çalışmada cevabı aranan temel sorular arasında yer almaktadır.
Sayı 35 /Güz 2012
89
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
Araştırmada Türkiye’de faaliyet gösteren 9 büyükşehir belediyesinin kurumsal
Twitter hesaplarında yer alan mesajlar, 1 Haziran 2012 - 31 Ağustos 2012 tarihleri arasında
haftanın hangi günlerinde, günün hangi saatlerinde, hangi konu başlıklarında gönderildiği
ve kamuyu bilgilendirmeye mi yoksa kamunun istek, beklenti, şikayet, soru ve önerileri
üzerine odaklanan iki yönlü simetrik anlayışla diyalogu geliştirmeye mi daha çok hizmet
ettiği gibi konular açısından içerik analizi yöntemiyle ele alınmıştır.
Analizlerde öncelikle ülkemizde faaliyet gösteren büyükşehir belediyelerinin
kurumsal hesaplarının olup olmadığı ve bu hesaplara ulaşılabilecek adresler belirlenmiştir.
Daha sonra kurumsal hesabı bulunan 9 büyükşehir belediyesinin göndermiş olduğu toplam
mesaj sayısı, takip ettiği kurum veya kişi sayısı, takipçi sayıları, favorileri, kurumsal
logonun kurumsal hesaplarda yer alıp almadığı ile kurumsal iletişim adresine yer verilip
verilmediği gibi konular hesapların biçimsel özelliklerinin ortaya konulması açısından
incelenmiştir.
Analizler, büyükşehir belediyelerinin hesaplarında yer alan mesajların haftanın
hangi günlerinde ve günün hangi saatlerinde iletildiğiyle sürdürülmüştür. Özellikle sosyal
medyanın kurumsal mesai saatleri dışında da işleyebilen bir araç olduğu göz önünde
bulundurulduğunda bu verilerin sorgulanması belediyelerin Twitter’ı mesai saatleri
dışında ne ölçüde etkin kullandığını ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
Çalışmada sorgulanan bir başka konu da, büyükşehir belediyelerinin Twitter
hesaplarına gelen konuların belediyelerin hangi faaliyet alanıyla ilgili olduğudur.
Hesaplarda yer alan mesajlar konu başlıklarına göre sınıflandırılmış ve daha çok
belediyenin hangi faaliyet alanıyla ilgili olduğu sorusuna yanıt aranmıştır.
Analizler, belediyelerin Twitter hesaplarında yer alan mesajların kamuyu
bilgilendirme modeli çerçevesinde herhangi bir konu, alınan bir karar ve bir uygulamaya
ilişkin bilgi vermeye dönük mü olduğu yoksa belediyelerin hizmet alanıyla ilgili soru,
istek, teşekkür, beklenti ve eleştiri gibi daha çok belediye hizmetinden yararlanan
vatandaşların tepkilerini içeren ve bunlara ilişkin belediyenin vermiş olduğu cevaplara
mı odaklandığı konusuyla sonlandırılmıştır.
Bulgular
Büyükşehir Belediyelerinin Twitter Hesaplarının Genel Görünümü
Türkiye’de faaliyet gösteren 9 büyükşehir belediyesinin kurumsal hesaplarının genel
görünümü Tablo 2’de sunulmaktadır. Buna göre, ülkemizde faaliyet gösteren 9 büyükşehir
belediyesinin kurumsal hesabı bulunmaktadır. Bu belediyeler alfabetik sırasıyla; Adana
Büyükşehir Belediyesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi,
Bursa Büyükşehir Belediyesi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Konya Büyükşehir Belediyesi ve Sakarya
Büyükşehir Belediyesi’dir.
90
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Tablo 2. Büyükşehir Belediyelerinin Twitter Hesaplarının Genel Görünümü
FAVORİLER
LİSTELER
KURUMSAL
LOGO
WEB
SAYFASINA
İLİŞKİN BİLGİ
520
940
-
-
VAR
VAR
Ankara BB
397
4.451
107
-
VAR
VAR
Antalya BB
2.092
3.617
4.987
11
-
VAR
VAR
Bursa BB
435
74
2.063
-
-
VAR
VAR
Diyarbakır BB
241
17
2.217
-
-
VAR
VAR
İstanbul BB
4.519
86
19.040
2
-
VAR
VAR
Kocaeli BB
764
989
1.898
1
-
VAR
VAR
Konya BB
472
1
2.510
-
-
VAR
VAR
Sakarya BB
4
18
100
-
-
VAR
VAR
TAKİP
ETTİKLERİ
Adana BB
BÜYÜKŞEHİR
BELEDİYESİ
TWEETLER
TAKİPÇİLERİ
KURUMSAL TWITTER HESAPLARININ YAPISI
Kurumsal Twitter hesabı bulunan 9 büyükşehir belediyesinin 23 Eylül 2012 tarihi
itibariyle incelendiğinde en fazla tweet 4.519 ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne aittir.
Bunu, 2.092 tweetle Antalya Büyükşehir Belediyesi ve 764 tweetle Kocaeli Büyükşehir
Belediyesi takip etmektedir. Belediyeler tarafından takip edilen kurum veya kişilerin
Twitter hesapları açısından değerlendirildiğinde 3.617 ile Antalya Büyükşehir Belediyesi
başı çekerken; bunu, 989 ile Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ve 86 ile de Bursa Büyükşehir
Belediyesi izlemektedir. Burada Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Twitter’ı takip ettiği
kurum ve kişi sayısı bakımından değerlendirildiğinde belediye tarafından bir haber
kaynağı olarak bu kişi ve kurumlardan yararlanıldığı söylenebilir. Takipçiler açısından
değerlendirildiğinde 19.040 takipçiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ilk sırada yer
alırken; 4.987 takipçiyle Antalya Büyükşehir Belediyesi ve 4.451 ile Ankara Büyükşehir
Belediyesi yer almaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin diğer belediyeleri geride
bırakan bir rakamda takipçisinin olması, İstanbul kent nüfusunun kalabalık olması ve
hizmet sunan belediyenin aldığı karar ve uygulamalardan haberdar olmak istemesi bir
neden olarak ifade edilebilir. Kurumsal Twitter hesabı bulunan büyükşehir belediyelerinin
tümünün, resmi Twitter hesabı olduğu için kurumsal logolarına yer verdiği ve daha
ayrıntılı bilgi verme olanağı sunan ve kontrol edilebilen bir araç olan web sayfalarının da
linkine hesaplarında yer verdiği görülmektedir.
Belediyelerin Twitter Hesaplarında Görülen Tweetlerin Zamana Göre Dağılımları
Belediyelerin kurumsal Twitter hesaplarında görülen mesajların gönderildiği gün
ve gün içindeki saatler de çalışmada sorgulanan bir başka noktadır. Sosyal medyanın
belediyeler açısından sağladığı yararların başında mesai saatlerine bağımlı olmaksızın
hedef kitleleriyle iletişimi sürdürebilme ve onlardan gelebilecek bir takım istek, şikayet,
öneri ve beklentilerine ilişkin diyalog geliştirebilme olanağını sunmasıdır. Tablo 3’de
Sayı 35 /Güz 2012
91
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
büyükşehir belediyelerinin kurumsal hesaplarındaki mesajların mesai saatleri içerisinde
mi yoksa mesai saatleri dışında mı gönderildiğine yer verilmektedir.
Tablo 3. Belediyelerin Twitter Hesaplarındaki Mesajların Zamana Göre Dağılımı
TEMMUZ
AĞUSTOS
HAZİRAN
TEMMUZ
AĞUSTOS
TOPLAM
MESAİ SAATLERİ
DIŞINDA
HAZİRAN
MESAİ SAATLERİ
İÇİNDE
Adana Büyükşehir Belediyesi
2
2
8
76
84
127
299
Ankara Büyükşehir Belediyesi
16
25
70
48
176
177
512
Antalya Büyükşehir Belediyesi
11
18
9
190
264
156
648
Bursa Büyükşehir Belediyesi
-
2
-
1
-
4
7
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
3
12
5
39
91
51
201
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
245
54
150
297
241
302
1289
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi
6
7
1
61
84
73
232
Konya Büyükşehir Belediyesi
5
1
-
1
36
31
114
Sakarya Büyükşehir Belediyesi
-
-
-
-
-
-
0
288
121
243
753
976
921
3302
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
TOPLAM
Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajların
gönderilme zamanı incelendiğinde yoğunluğun mesai saatleri dışındaki zaman dilimlerini
kapsadığı görülmektedir. Belediyelerin Haziran, Temmuz ve Ağustos ayları içerisinde
kurumsal Twitter hesaplarına gelen ve belediyelerce gönderilen mesajların zaman
dilimlerine bakıldığında 652 (% 19.7) mesajın mesai saatleri içerisinde gönderildiği
veya alındığı, 2650 (% 80.3) mesajın ise mesai saatleri dışında gönderildiği veya alındığı
belirlenmiştir. Bulgularda dikkat çeken kurum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’dir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kurumsal Twitter hesabındaki mesajların 449 (%
34.8)’u mesai saatleri içerisinde; 840 (% 65.2)’ı ise mesai saatleri dışında gönderilmiş
veya alınmıştır. Bu yönüyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin mesai saatleri içerisindeki
mesaj dağılımı genel ortalamanın üzerinde yer almaktadır. Bulgularda dikkat çeken
bir diğer nokta ise, araştırmanın gerçekleştirildiği zaman aralığı içerisinde kurumsal
Twitter hesabı olmasına karşın Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nin hiçbir mesajının yer
almayışıdır.
92
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Tablo 4. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Mesajların Günlere Göre Dağılımı
TEMMUZ
AĞUSTOS
HAZİRAN
TEMMUZ
AĞUSTOS
TOPLAM
HAFTASONU
HAZİRAN
HAFTAİÇİ
Adana Büyükşehir Belediyesi
60
74
89
18
12
46
299
Ankara Büyükşehir Belediyesi
63
193
197
2
7
50
512
Antalya Büyükşehir Belediyesi
184
266
142
17
16
23
648
Bursa Büyükşehir Belediyesi
1
2
1
-
-
3
7
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
34
76
46
8
27
10
201
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
488
249
86
54
46
66
1289
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi
62
86
71
5
5
3
232
Konya Büyükşehir Belediyesi
39
28
25
7
9
6
114
Sakarya Büyükşehir Belediyesi
-
-
-
-
-
-
0
931
974
957
111
122
207
3302
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
TOPLAM
Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan mesajların
zamana göre dağılımında incelenen bir diğer konu da haftanın günlerine göre dağılım
olmuştur. Burada da temel olarak daha çok haftaiçi mi bu mesajların gönderildiği veya
alındığı yoksa daha çok hafta sonu mu bu sosyal medya aracından yararlandığı konusu
sorgulanmıştır. Tablo 4 incelendiğinde büyükşehir belediyelerinin Twitter hesabından
gönderilen ve alınan mesajların büyük bir bölümünün haftaiçi zaman diliminde yer
aldığı belirlenmiştir. Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında yer alan
mesajların 2862 (% 86.6)’sının hafta içi; 440 (% 13.4)’sının ise haftasonu gönderildiği
belirlenmiştir.
Bulgular mesajların gönderildiği veya alındığı gün açısından değerlendirildiğinde
mesajların daha çok haftaiçi günlerde geldiği ve gönderildiğini göstermektedir. Her ne
kadar haftasonu gönderilen mesajlar az olsa da (440; % 13.4) genellikle mesai dışında
gönderilen mesajların çokluğu (2650; % 80.2) sosyal medyanın özellikle kurumsal
iletişim açısından kullanımında kurumları ve kurumların hedef kitlelerini mesai saatlerine
bağımlılıktan kurtardığı sonucu çıkarılabilir. Bu durum, kurumlara vatandaşların istek,
şikayet, öneri ve soru(n)lar gibi konularda doğrudan kuruma gitmelerine gerek olmaksızın
kendilerini ifade edebilme ve bir takım şikayetlerini dile getirebilme olanağı sunması
açısından önemli ölçüde verimlilik sağlayacaktır.
Belediyelerin Twitter Hesaplarında Yer Alan Mesajların Konulara Göre
Dağılımları
Büyükşehir belediyelerinin Twitter hesaplarında yer alan konuların neler olduğu,
daha çok hangi konularda bu sosyal medya aracından yararlanıldığı konusu da araştırma
kapsamında sorgulanan bir başka nokta olmuştur (Tablo 5). Twitter hesaplarında yer
alan mesajların konulara göre dağılımına bakıldığında mesajların ağırlıklı olarak ulaşım
(563; % 17.05), hizmet (531; % 16.08), altyapı (489; % 14.8), etkinlik (400; % 12.11) ve
Sayı 35 /Güz 2012
93
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
sosyal belediyecilik (186; % 5.6) konularıyla ilgili olduğu görülmektedir. Belediyelerin
Twitter hesaplarında yer alan mesajlarda en düşük oranları ise; bağış, proje, ihale, ödülbaşarı mesajlarını içeren diğer mesajlar (47; % 1.4), taziye mesajları (40; % 1.2) ve
belediye başkanının katılacağı televizyon programını duyuran mesajlar (25; % 0.75)
oluşturmaktadır.
ADANA BB
ANKARA BB
ANTALYA BB
BURSA BB
DİYARBAKIR BB
İSTANBUL BB
KOCAELİ BB
KONYA BB
SAKARYA BB
TOPLAM
Tablo 5. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Yer Alan Mesajların Konulara Göre
Dağılımı
Açılış ve Temel
Atma Törenleri
4
-
7
-
8
36
8
1
-
64
Altyapı
48
235
91
-
24
79
6
6
-
489
Denetim
6
9
29
1
6
72
-
-
-
123
Duyuru
19
4
3
-
1
44
58
1
-
140
Eğitim
22
4
33
-
35
21
13
6
-
134
Etkinlik
78
21
113
1
3
88
32
44
-
400
Hizmet
4
1
115
3
8
191
30
9
-
531
İletişim
7
5
8
-
4
25
1
1
-
111
Kutlama
6
1
8
-
3
15
4
7
-
64
Sosyal Belediyecilik
2
24
2
-
19
55
16
8
-
186
Spor
10
1
15
1
2
22
17
1
-
69
Taziye Mesajı
10
-
12
-
1
17
-
-
-
40
Toplantı
2
-
4
-
16
48
4
6
-
80
Tv Programı
1
-
-
-
2
11
-
11
-
25
Ulaşım
-
15
51
-
-
495
1
1
-
563
Ziyaret
48
-
21
-
37
53
4
7
-
170
Kent Tanıtımı
3
-
-
1
12
12
37
1
-
66
Diğer (Bağış, Proje,
İhale,Ödül Başarı vb)
9
2
26
-
-
5
1
4
-
47
299
512
648
7
201
1289
232
114
0
3302
MESAJLARIN
İÇERİKLERİ
TOPLAM
Belediyelerin temel hizmet alanlarına ilişkin ulaşım, hizmet, altyapı, sosyal
etkinlikler ve sosyal belediyecilik gibi alanların yoğunlukta olması hem belediyenin
kurum olarak vatandaşları bilgilendirme açısından bu alanlara önem verdiğini hem de
94
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
belediyeden hizmet alan vatandaşların istek, öneri, şikayet, soru ve beğenilerini dile
getirdiği konu başlıklarının da bunlar üzerine yoğunlaştığını göstermektedir.
Konularına göre mesajlar değerlendirildiğinde burada da öne çıkan belediye ulaşım
hizmetine ilişkin 495 (% 14.9) mesajla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’dir. İstanbul gibi
kalabalık bir metropolün en önemli sorunlarından birisi şüphesiz ulaşımdır. Belediye,
daha çok mesajlarında ana arterlerde meydana gelen bir takım trafik kazalarını, herhangi
bir etkinlik dolayısıyla ulaşıma kapalı olacak yolları ve ulaşım alanında yapılan hizmetler
ile vatandaşlarca dile getirilen şikayet, öneri ve soruları cevaplamaya odaklanmıştır.
Belediyelerin Twitter Hesaplarında Görülen Mesajların İletişimsel Yönü
Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarında görülen mesajların amaç
ve yönü halkla ilişkiler modellerinden kamuyu bilgilendirme ve iki yönlü simetrik model
açısından incelenmiştir. Bu değerlendirmeye geçmeden önce kısaca belediyelerin Twitter
hesaplarında yer alan mesajların içerik açısından ve kullanılan teknik açısından özelliklerine
değinmekte yarar bulunmaktadır. Buna göre, belediyelerin gönderdiği mesajların
içerikleri değerlendirildiğinde özellikle 140 karakterlik kısıtlamanın olması nedeniyle
belediyelerin çoğunlukla mesajlarında URL kullandıkları (1309; % 39.6) belirlenmiştir.
Bunun dışında belediyeler herhangi bir konuda vatandaşlarını bilgilendirmek amacıyla
duyurulardan (455; % 13.7) ve mesajların içeriğine hiçbir müdahale etmeden doğrudan
gönderme olanağı tanıyan retweetlerden (308; % 9.3) yararlanmaktadır.
Gönderilen mesajların iletişim modeli açısından değerlendirildiğinde URL
kullanımı, duyuru ve retweet tekniklerinin esasında tek yönlü bir süreç olduğu söylenebilir.
Bu tekniklerin özellikle belediyenin gerçekleştirmeyi düşündüğü veya hayata geçirdiği bir
takım uygulamaları, etkinlikleri, hizmetleri, altyapı çalışmalarını, kutlamaları ve sosyal
belediyecilik adına attığı adımlardan hedef kitlelerini haberdar etmeye yönelik kullandığı
görülmektedir. Halkla ilişkiler modelleri açısından ele alındığında ise, bunun daha çok
kamuyu bilgilendirme modeli çerçevesinde iletilen mesajlar olduğu söylenebilir.
Belediyenin iki yönlü iletişim modeline uygun olarak ortaya koyduğu mesaj
biçimleri incelendiğinde ise dağılımın, cevap (685; % 20.7), soru (145; % 4.3), eleştiri
(117; % 3.5), şikayet (97; % 2.9), istek (87; % 2.6), teşekkür (73; % 2.2) ve öneri (26; %
0.78) olarak gerçekleştiği belirlenmiştir.
Vatandaşların belediyenin sosyal medya aracı olan Twitter hesabından istek, şikayet,
eleştiri, öneri, beğeni ve bir takım uygulamalara ilişkin sorularını içeren ve vatandaşların
göndermiş olduğu mesajlara belediye tarafından gönderilen yanıtlar ise daha çok iki
yönlü ve tarafların eşit olduğu ve diyalog geliştirmeye dönük bir halkla ilişkiler modeline
karşılık geldiğinden iki yönlü simetrik model çerçevesinde ele alınabilir.
Sayı 35 /Güz 2012
95
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
URL
KULLANIMI
DUYURU
RETWEET
İSTEK
ŞİKAYET
ÖNERİ
TEŞEKKÜR
SORU
CEVAP
ELEŞTIRI
TOPLAM
Tablo 6. Belediyelerin Twitter Hesaplarında Görülen Tweetlerin Teknik Özellikleri
Adana BB
232
-
31
4
3
4
7
3
13
2
299
Ankara BB
88
4
-
32
38
1
23
588
251
17
512
Antalya BB
281
22
75
19
25
7
18
28
173
-
648
1
-
1
-
-
-
-
2
3
-
7
Diyarbakır BB
152
9
32
-
-
-
-
-
8
-
201
İstanbul BB
310
339
152
32
31
4
23
54
237
97
1289
Kocaeli BB
163
68
-
-
-
-
1
-
-
-
232
Konya BB
82
13
17
-
-
-
1
-
-
1
114
Sakarya BB
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
0
TOPLAM
1309
455
308
87
97
26
73
145
685
117
3302
Bursa BB
Genel olarak dağılımlar ele alındığında büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter
hesaplarında yer alan mesajların büyük bir bölümünün belediyenin gerçekleştireceği
veya gerçekleştirdiği uygulamalar, alınan veya alınacak kararlar gibi konularda
vatandaşları bilgilendirmeye dönük tek yönlü mesajları içeren URL kullanımı, duyuru
ve retweet uygulamalarına 2072 (% 62.7) odaklandığı görülmektedir. Bununla birlikte
cevap, soru, eleştiri, şikayet, istek, teşekkür ve öneri gibi daha çok vatandaşların
kendilerini ifade edebildikleri ve belediyelerin de bu mesajlara yanıtlar verdiği iki yönlü
ve diyalog geliştirmeye dönük simetrik iletişime yönelik ise, toplamda 1230 (% 37.3)
mesaj bulunmaktadır. Bulgular Linvill ve arkadaşları (2012)’nın devlet üniversiteleri
ve sanat kolejlerinin Twitter uygulamalarını içeren toplam 113 kuruma gerçekleştirdiği
araştırmanın sonuçlarıyla, Waters ve Jamal (2011)’ın Birleşik Devletlerde kar amacı
gütmeyen 27 kuruluşa dönük gerçekleştirdikleri araştırmanın bulgularıyla, Cho ve Park
(2012)’ın Kore hükümeti Gıda, Tarım, Orman ve Balıkçılık Bakanlığı’nın Twitter hesabını
incelediği araştırmada elde edilen sonuçlar ile Sandoval-Almazan ve arkadaşlarının
(2012), Meksika’daki 23 yerel yönetim ve bir fedaral yönetim portalının Twitter ve
Facebook hesaplarını inceledikleri araştırma bulgularıyla örtüşmektedir.
Bulgular değerlendirildiğinde, vatandaşlara mesai saati gözetmeksizin haftanın
yedi günü, günün yirmidört saati ilgili kuruma gitmeksizin erişim ve kendini ifade
etme olanağı tanıyan Twitter’dan büyükşehir belediyelerince vatandaşlarla diyalog
kurma ve diyalog geliştirme yönünde yeterince yararlanılmadığı belirlenmiştir. Diyalog
kurma ve geliştirmeye dönük uygulamalardaki oranların yeterli düzeyde olmayışı; bu
teknolojiden hali hazırda her yaş grubunun yararlanamaması, sosyo-ekonomik açıdan ağ
erişim maliyetlerinin hala yüksek oluşu ve kurumlar tarafından yeni hayata geçirilen bir
uygulama olmasından kaynaklanabilir.
96
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Sonuç ve Öneriler
Belediyelerin halkla ilişkiler birimleri, yeni iletişim teknolojileriyle hedef
kitlelerine daha yakın olabilme ve onlara doğrudan aracı olmaksızın erişebilme olanağını
elde etmiş bulunmaktadır. Kimi zaman kontrol edilebilen bir araç olarak değerlendirilen
web sayfaları aracılığıyla kimi zamansa GSM teknolojisi aracılığıyla SMS göndererek
gerçekleştirdikleri bir takım faaliyetler, alınan kararlar ve bazı etkinlikler konusunda
hedef kitlelerini haberdar etmede yararlanmaktadırlar. Başlangıçta sadece bilgi vermeye
odaklanan ve hedef kitlelerin istek, beklenti, öneri ve şikayet gibi unsurlarından yoksun
olan ağ teknolojilerinde web sayfalarına e-postanın eklenmesiyle iki yönlü etkileşimli bir
iletişim biçimi de mümkün hale gelmiştir. Son yıllarda ağ teknolojileri yeni bir imkanı
daha kuruluşların halkla ilişkiler birimlerine tanımaya başlamıştır: Sosyal Medya. Sosyal
medya aracılığıyla kuruluşların halkla ilişkiler birimleri belirli niteliklere sahip hedef
kitlelerini sadece bilgilendirmeye dönük duyurularını değil; aynı zamanda hedef kitlesinin
istek, öneri, şikayet ve beklentilerini de her hangi gereksinim duymaksızın alabilme ve
bunlara yanıt verebilme olanağına kavuşmuştur. Bu özelliğine karşın ülkemizde faaliyet
gösteren 16 büyükşehir belediyesinden sadece 9’unun kurumsal anlamda bu hizmetten
yararlandığı belirlenmiştir.
Bulgularda öne çıkan sonuçlardan biri, büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter
hesaplarındaki mesajların büyük bir bölümü haftaiçi günlerde yer almakla birlikte daha
çok mesajların gönderildiği ve alındığı saat dilimleri mesai saati dışını göstermektedir. Bu
durum, sosyal medyanın belediyelere 7/24 erişimi mümkün kıldığının ve mesai saatleri
dışında da kurumun iletişime açık halkla ilişkiler birimlerinin hayata geçirildiğinin
göstergesidir.
Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarındaki mesajların konulara
göre dağılımlarına bakıldığında ise, ağırlıklı olarak mesajların ulaşım, hizmet, altyapı,
etkinlik ve sosyal belediyecilik konuları üzerine odaklandığı belirlenmiştir. Bu durum,
belediyenin hem ulaşım, su, doğalgaz, park-bahçe düzenlemesi gibi temel konularda
duyuru çalışmaları yaptığını ve vatandaşların istek, öneri, şikayet ve sorularının bu
konular üzerine odaklandığını göstermektedir. Bununla birlikte hedef kitlelerin sadece
hizmet sunma yanında sosyal hayata ilişkin bir takım beklentilerinin varlığı da araştırma
bulgularına yansımıştır. Konser, kongre, sempozyum, tiyatro gibi etkinlikler ile sosyal
belediyecilik alanındaki sunulan mesajlar da Twitter hesabında önemli yer tutmaktadır.
Büyükşehir belediyelerinin kurumsal Twitter hesaplarına ilişkin en önemli
bulgulardan biri, alınan ve gönderilen mesajların halkla ilişkiler modellerinden kamuyu
bilgilendirme modeli ve iki yönlü simetrik model açısından değerlendirilmesiyle ilgilidir.
Mesajların büyük bir bölümünün (% 62.7), belediyelerin aldığı kararlar ve hayata
geçirdiği uygulamaların vatandaşlara aktarılmasına yönelik tek yönlü olduğu ve kamuyu
bilgilendirme modeli çerçevesinde gerçekleştiği belirlenmiştir. Vatandaşların istek, öneri,
beklenti, şikayet ve soruları ve bunlara verilen cevapları kapsayan diyalogu geliştirmeye
yönelik iki yönlü simetrik model çerçevesinde değerlendirilebilecek mesajların oranı
ise, % 37.3 olarak belirlenmiştir. Bu durum, ilgili kuruma gitmeksizin ve vatandaşların
belediye görevlisiyle muhatap olma gereksinimini ortadan kaldırarak özgürce kendini
Sayı 35 /Güz 2012
97
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
ifade edebilmesine olanak tanıyan ve halkla ilişkiler modellerinden iki yönlü simetrik
modelin hayata geçirilmesine olasılığını artıran sosyal medyadan hem belediyelerin hem
de vatandaşların yeterli düzeyde yararlanmadığını göstermektedir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde belediyelerin vatandaşla etkileşimine olanak
tanıyan yeni iletişim teknolojilerini çok da etkin bir şekilde kullanmadığı ve vatandaşları
alacağı kararlar ve hayata geçireceği uygulamalarla ilgili karar süreçlerine dahil
edemediği görülmektedir. Vatandaşlara yönetim bakımından en yakın düzeyde yer alan
yerel yönetimlerin hizmetleri daha etkin bir şekilde götürebilmesi ve halkta memnuniyet
düzeyini artırabilmesi ancak vatandaşların ilgili hizmetlere ve kararlara ilişkin görüşlerini
öğrenmesinden ve hatta karar alma süreçlerine vatandaşları da dahil etmesinden
geçmektedir. Bunun için belediyelerin sosyal medyadan en iyi şekilde yararlanarak
vatandaşların fikrine başvurması ve alınacak kararlara vatandaşları da ortak etmesi
gerekmektedir.
Kuruluşlar açısından vatandaşların kuruma gelme gereksinimini ortadan kaldırarak
verimliliğin artırılmasına ve işlem maliyetlerinin azaltılmasına imkan sağlayan, alınacak
karalar ve gerçekleştirilmesi planlanan uygulamalar konusunda vatandaşların görüşlerini
alarak halkın memnuniyet düzeyini artırma olanağı sunan sosyal medyanın vatandaşlarca
kullanımını teşvik etmeye dönük çalışmalar yapılmalıdır. Alınacak çeşitli kararlar öncesi
sosyal medya üzerinden şeffaf anketler düzenleyerek buradaki sonuçlara göre bir takım
uygulamalar hayata geçirilebilir. Böylelikle sadece hizmetleri duyuran tek yönlü bir
halkla ilişkiler anlayışı yerine halkın görüşlerine göre politikalarına yön veren iki yönlü
simetrik halkla ilişkiler anlayışına doğru bir dönüşümün gerçekleşmesi sağlanabilir.
Bunun yanında sosyal medya araçlarına ilişkin hesap adreslerinin vatandaşlara
halkın yoğun olarak bulunduğu bir takım iletişim mecralardan duyurulması ve belediyenin
kentin belli noktalarına sadece ilgili araçlara erişimi sağlayan kiosk tarzı bir takım araçları
seferber etmesi vatandaş için ve vatandaşa daha yakın bir belediyecilik anlayışının
geliştirilmesinde katkı sağlayacaktır.
Çalışma sadece kamu kuruluşları statüsünde olan büyükşehir belediyelerinin
kurumsal Twitter hesaplarını ele almıştır. Özellikle bundan sonraki çalışmalar için kamu
kuruluşları, kar amacı güden kuruluşlar ve kar amacı gütmeyen sivil toplum örgütlerinin
Twitter’dan nasıl yararlandıklarını belirlemeye dönük çalışmalar yapılabilir. Böylelikle
farklı alanlarda hizmet sunan kuruluşların ilgili sosyal medya aracından hangi amaçlarla,
hangi konularda ve halkla ilişkiler modelleri açısından daha çok hangi modele uygun bir
şekilde bu aracı işlettiği konusunda karşılaştırmalar yapma olanağı elde edilmiş olacaktır.
98
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Kaynakça
Bonsón, E., Torres, L., Royo, S. ve Flores, F., (2012). “Local e-Government 2.0:
Social Media and Corporate Transparency in Municipalities”, Government Information
Quarterly, 29, 123-132.
Boyd, D., Golder, S. ve Lotan, G., (2010). “Tweet, Tweet, Retweet: Conversational
Aspects of Retweeting on Twitter”, Proceedings of the 43rd Hawaii Interanational
Conference on System Sciences, IEEE Computer Society, 1-10.
Case, C. J. ve King, D. L., (2011). “Twitter Usage in the Fortune 50: A Marketing
Opporutinity?”, Journal of Marketing Development and Competitiveness, 5 (3), 94-103.
Cho, S. E. ve Park, H. W., (2012). “Government Organizations’ Innoveative Use
of the Internet: The Case of the Twitter Activity of South Korea’s Ministry for Food,
Agriculture, Forestry and Fisheries”, Scientometrics, 90, 9-23.
Chun, S. A., Shulman, S., Sandoval, R. ve Hovy, E., (2010). “Government 2.0:
Making Connections Between Citizens, Data and Government”, Information Polity, 15,
1-9.
Dadashzadeh, Mohammad, (2010). “Social Media in Government: From
eGovemment to eGovemance”, Journal of Business & Economics Research, 8 (11), 8186.
Davis, Anthony, (2006). Halkla İlişkilerin ABC’si, İstanbul: Kapital Medya
Hizmetleri A.Ş.
Eyrich, N., Padman, M. L. ve Sweetser, K. D., (2008). “PR Practitioners’ Use of
Social Media Tools and Communication Technology”, Public Relations Review, 34, 412414.
Fawkes, Johanna, (2001). “What is Public Relations?”, Alison Theaker (ed), The
Public Relations Handbook, London: Routledge Taylor & Francis Group, 3-12.
Grunig, James E., (1990). “Theory and Practice of Interactive Media Relations”,
Public Relations Quarterly, 35 (3), 18-23.
Grunig, J. E. ve Grunig, L. A., (2005). “Halkla İlişkiler ve İletişim Modelleri”,
James E. Grunig (ed), Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik, E. Özsayar
(çev.), İstanbul: Rota Yayınları, 307-348.
Grunig, J. E. ve Grunig, L. S., (1989). “Toward a Theory of the Public Relations
Behavior of Organizations: Review of a Program of Research”, James E Grunig ve Larissa
Schneider Grunig (eds), Public Relations Research Annual, Vol I, New Jersey: Lawrance
Erlbaum Associates, Hillsdale, 27-63.
Grunig, J. E. ve Hunt, T., (1984). Managing Public Relations, Belmont:Wadswort/
Thomson Learning.
Sayı 35 /Güz 2012
99
Büyükşehir Belediyelerinin Sosyal Medya Uygulamalarına Halkla İlişkiler Modellerinden Bakmak
Grunig, L. A., Grunig, J. E. ve Dozier, D. M., (2002). Excellent Public Relations
and Effective Organizations - A Study of Communication Management in Three Countries,
New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates, Inc.
Harrison, Shirley, (2004). Public Relations: An Interaction, Cornwall: Thomson
Learning.
Honeycutt, C. ve Herring, S. C., (2009). “Beyond Microblogging: Conversation
and Collaboration via Twitter”, Proceedings of the Forty-Second Hawai’i International
Conference on System Sciences, 1-10.
Kalender, A. ve Tarhan, A., (2009). “Belediyelerin Kamuyu Bilgilendirme Amaçlı
SMS Kullanımına Muhtarların Bakışı Üzerine Bir Araştırma”, Selçuk İletişim, 5 (4), 1835.
Landsbergen, David, (2010). “Government as Part of the Revolution: Using Social
Media to Achieve Public Goals”, Electronic Journal of e-Government, 8 (2), 134-146.
Linvill, D. L., McGee, S. E. ve Hicks, L. K., (2012). “College’s and Universities’
Use of Twitter: A Content Analysis”, Public Relations Review, 1-3.
Lovejoy, K., Waters, R. D. ve Saxton, G. D., (2012). “Engaging Stakeholders
Through Twitter: How Nonprofit Organizations Are Getting More Out of 140 Characters
or Less”, Public Relations Review, 38, 313-318.
Mälkiä, M. ve Savolainen, R., (2003). “eTransformation in Government, Politics
and Society: Conceptual Framework and Introduction”, Mälkiä Matti, Anttiroiko AriVeikko ve Reijo Savolainen (eds), eTransformation in Governance New Directions in
Government and Politics, Hershey: Idea Group Inc Publishing, 1-21.
Newson, A., Houghton, D. ve Patten, J., (2009). Blogging and Other Social Media:
Exploiting the Technology and Protecting the Enterprise, Cornwell: Gower Publishing
Limited.
Okay, A. ve Okay, A., (2002). Halkla İlişkiler Kavram, Strateji ve Uygulamaları,
İstanbul: Der Yayınları.
Onat, Ferah, (2010). “Bir Halkla İlişkiler Uygulama Alanı Olarak Sosyal Medya
Kullanımı: Sivil Toplum Örgütleri Üzerine Bir İnceleme”, İletişim Kuram ve Araştırma
Dergisi, Güz 2010, Sayı: 31, 103-121. Peltekoğlu, Filiz B., (2009). Halkla İlişkiler Nedir?, İstanbul: Beta Yayınları.
Raybalko, S. ve Seltzer, T., (2010). “Dialogic Communication in 140 Characters
or Less: How Fortune 500 Companies Engage Stakeholders Using Twitter”, Public
Relations Review, 36, 336-341.
Sandoval-Almazan, R., Rogel, R. M. N. ve Díaz, M. del R. G., (2012). “Facebook
& Twitter in Public Administration: The Case of Mexican Local Governments”, http://
mejoratugobierno.org/iceg/wpcontent/uploads/2012/03/SandovalTWTinLocalGovvProceedings.pdf, Erişim Tarihi: 15.08.2012.
100 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Ahmet TARHAN
Sayımer, İdil, (2008). Sanal Ortamda Halkla İlişkiler, İstanbul: Beta Yayınları.
Seitel, Fraser. P., (2004). The Practice of Public Relations, New Jersey: Pearson
Perntice Hall.
Tarhan, Ahmet, (2007). “Halkla İlişkilerde Tanıma ve Tanıtma Aracı Olarak İnternet:
Belediyelerin Web Sayfaları Üzerine Bir Analiz”, Selçuk İletişm, 4 (4), 75-95.
Tarhan, Ahmet, (2008). “Halkla İlişkiler Modelleri”, Ahmet Kalender ve Mehmet
Fidan (der.), Halkla İlişkiler, Konya: Tablet Yayınları, 121-144.
Van Dijck, José, (2011). “Tracing Twitter: The Rise of a Microblogging Platform”,
International Journal of Media & Cultural Politics, 7 (3), 333-348.
Varol, Muharrem, (2002). Siyaset ve Halkla İlişkiler, Bişkek: Kırgızistan - Türkiye
Manas Üniversitesi Yayını.
Waters, R. D. ve Jamal, J. Y., (2011). “Tweet, Tweet, Tweet: A Content Analysis of
Nonprofit Organizations’ Twitter Updates”, Public Relations Review, 37, 321-324.
Weinberg, Tamar, (2009). The New Community Rules: Marketing On The Social
Web, Sebastopol: O’Reilly Media, Inc.
Wigand, F. Dianna Lux, (2010). “Twitter in Government: Building Relationships
One Tweet at a Time”, 7th International Conference on Information Technology, IEEE
Computer Society, 563-567.
Inc.
Zarrella, Dan, (2010). The Social Media Marketing, Sebastopol: O’Reilly Media,
İnternet Kaynakları
http://twitter.com/adana_bld
http://twitter.com/ankarabld
http://twitter.com/antalyabb
http://twitter.com/bursabuyuksehir
https://twitter.com/diyarbakirbb
http://twitter.com/istanbulbld
http://twitter.com/kocaelibld
http://it.twitter.com/Konyabuyuksehir
http://twitter.com/sakaryabb
http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_social_networking websites, Erişim Tarihi: 01 Ekim
2012.
Sayı 35 /Güz 2012
101
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Cultural Transformation and Women as An Object of Violence
Doğan AYDOĞAN
Dr., Kastamonu Üniversitesi Kastamonu Meslek Yüksek Okulu,
E-posta: [email protected]
Anahtar Kelimeler:
kentleşme, kültürel
dönüşüm, seksüel
yeniden yapılanma,
kadın, şiddet, iktidar
Keywords:
urbanisation, cultural
transformation, sexual
reconstruction, woman,
violence, power
Öz
Kentleşme ve iletişim biçimlerindeki dönüşüm, kültürel yapıda ve insan
ilişkilerinde de büyük bir dönüşümü barındırmaktadır. Bu yeniden yapılanma
süreci geleneksel aile kurumu üzerinde büyük bir baskı uygularken, kadının
toplumsal konumundaki dönüşüm erkek kimliği üzerine büyük bir baskıya yol
açarak, kadına yönelik şiddet olaylarının artmasına neden olmaktadır. Kitle iletişim
araçlarında yer alan orta ve üst sınıfa ait kültürel/cinsel yapılanma ile toplumun
içinde bulunduğu reel durum arasında bir uyumsuzluk vardır. Bu durum kültürel,
bireysel bir çatışmaya yol açmaktadır. Çatışmanın kökeninde yatan ruhsal güdü,
öteki üzerinden kurgulanan bireyselliğin krize girmesinden kaynaklanmaktadır.
Aile gibi sabit bir toplumsal kurum sarsıldığında öteki cinsiyet üzerinden kurulan
bireysel kimlik, şiddete yönelmektedir. Bütün bu süreçte göz ardı edilen olgu,
sınıflar arası kültürel farklılığın bir çatışmaya dönüşmesi ve kadına yönelik şiddetin
sınıfsal olanla ilgisidir. Bu makale, kentleşme ve iletişim araçları üzerinden bir
okumayla seksüel yeniden yapılanma çağında aile kurumu üzerine kavramsal bir
perspektif oluşturmaya çalışmaktadır.
Abstract
Transformation of the urbanization and communication involves a huge
transformation at the cultural structure and human relationships. While this
brand new restructure process applies a big pressure on the traditional family, the
transformation of the social status of women pressures the identity of men and
it causes the raise of the voilence against the women. There is a inconsistency
between the reality and the cultural/sexual structure of the upper and the middle
class at the communication tools, and this situation causes a cultural and individual
conflict. The spiritual motion at the origin of this conflict results from the crisis of
the individualism that is fictionalised based on the other. When a social settlement
like family gets distressed, the individual identity which is based on the other
gender tends to violence. The phenomenon which has been ignored during all this
process is the transformation of the cultural differences between the social classes
into conflict and the relationship between the voilence against the women and the
class . This paper tries to settle a conseptual perspective about the family in the
sexual reconstruction age by reading the urbanisation and communication tools.
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Giriş
Kadın, beden ve ailenin toplumsal konumu, üretim ve iletişim araçları tarafından
belirlenerek toplumsal yaşantıda biçimlenir. Endüstriyel devrimler ve kentleşme, bu
ölçekte kadın-erkek ilişkilerinde sürekli bir yeniden yapılanmayı barındırmaktadır.
Yerel yapıların kapalı toplumsal yaşantısı kentleşme ile birlikte aşınırken, makinenin
ve ardından bilgi işlem teknolojilerinin üretimde kas gücüne yönelik ihtiyacı azaltması,
erkeğin kadın karşısındaki avantajlı konumunu aşındırmaktadır. Bununla birlikte Türkiye
gibi endüstriyel dönüşümünü geç yaşayan bir ülkede tarımsal, endüstriyel ve postendüstriyel yaşantı biçimleri bir arada yer almaktadır. Bu çerçevede kültür endüstrisinde
yer alan tüketime ve hazza dayalı söylem ile toplumun büyük bir kısmı arasında var
olan sosyo-ekonomik uyuşmazlık, erkek iktidarındaki aşınma ile birlikte kadına ve
bedene yönelik şiddet vakalarını arttırmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri büyük bir hızla
dönüşüp kas gücüne ve toplumsal kontrole dayalı erkek iktidarını hızla aşındırırken,
sinema ve televizyon anlatıları ortaya çıkan bunalıma, kendi izler kitleleri ve üretim
süreçleri çerçevesinde farklı tepkiler doğurmaktadır.
Üretim ve iletişim araçlarındaki dönüşüm, kentleşme, kültürel dönüşüm ve
toplumsal ilişkilerin mekândan bağımsız hale gelişi diğer bütün örgütlerde olduğu gibi
aile üzerinde de yoğun bir etki doğurmaktadır. Bütün bu olguların beden, aşk ve şiddet gibi
olgular üzerinde yoğun ve değişik yönlere dağılan etkisi görülmektedir. Geç kapitalizm
koşullarında örgütlü kapitalizmin verili yapıları aşınmakta, risk ve kaygı gibi olgular yeni
dinamikler içinde gündelik hayata içselleşmektedir. Aile; tüketim, haz, risk ve kaygı gibi
unsurların bireysel yaşantıda kendini hissettirdiği temel örgüt ve yaşantı olarak ön plana
çıkmaktadır.
Baba, beden ve kadın üçgeninde aile, anlatılarda çatışmanın etrafında döndüğü temel
kavram olarak belirmektedir. Türk Sineması’nın geleneksel anlatı çatısını da bu çerçeve
oluşturmaktadır fakat seksenlere kadar melodram türünün olanakları altında çözülen
çatışmalar, romantik bir aşk imgesini barındırırken doksan sonrası Türk Sineması’nda
aşk ve kadının yerini babanın yokluğu, aranışı almıştır.
Bu çerçevede öncelikle kadın ve beden olgusunu etkileyen faktörler, ardından
bu dönüşümün kadına yönelik şiddet vakaları ve ‘erkeklik’ olgusu ile ilişkisi ortaya
konacaktır. Son olarak ortaya çıkan bunalımın farklı gelenek ve finansman yapısına sahip
anlatılarda nasıl dile getirildiği, anlatının nasıl ve ne ölçüde farklılaştığı ortaya konacaktır.
Bu çerçevede endüstriyel bir ürün olarak Çocuklar Duymasın televizyon dizisi ve sanatsal,
toplumsal bir sorgulamaya yönelen Hayat Var (2008-Reha Erdem) filmleri incelenecektir.
Kadın ve Bedenin Toplumsal Konumunu Etkileyen Faktörler
Kadın, beden, aşk ve evlilik gibi kavramlar sosyolojik altyapı tarafından belirlenerek
gündelik hayata işlenir. Bu noktada ‘aşk nedir’ ve ‘sosyolojik olarak ne işe yarar’ gibi
soruların cevaplanması gerekmektedir. Aşk kavramı, elbette sınırlı bir çalışma için
çok geniş bir yelpazeye dağılır. Bu noktada aşk kavramı, çalışma bağlamında ‘iktidar’
103 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
ve ‘şiddet’ ile ilişkilendirilerek spekülatif bir biçimde ele alınacaktır. Aşk, sevgiden1
farklı olarak güce, arzuya ve iktidara dayalı bir ruh halidir. Aşk aracılığı ile eksiklik,
anlamsızlık, dünyaya fırlatılmışlık üzerine bir güç uygulanarak ruhsal mekanizma için
rahatlatıcı/yapıcı bir otorite oluşturulur. Ancak, aşkın ruhsal mekanizmada yarattığı
otorite kültür tarafından üretilir. Sosyolojik gerçeklik kendi koşullarına uyumlu bir
aşk kavramı üretir. Her çağ, kendi olanakları ölçüsünde kadını, evliliği, eşitliği, bu
çerçevede aşkı dile getirebilir ve sanatçı bu olanakları deneyimleyerek aşkı dile getirebilir
(Fischer, 2010: 46). Modern çağda ise kentleşme ve bireyselleşme süreci içinde aşk ve
taşıdığı anlam çok daha özgün bir konum arz eder. Kan bağına veya geleneğe dayalı
anlamlandırma pratiklerinden arınan birey, kendini anlamlandırmak ve bir cemaate
bağlılık hissetmek üzere topluluk düzeyinde ulus ve sınıf gibi değişik hayali cemaatlere
bağlanır (Wagner, 2003: 111). Bireysel ölçekte ise romantik aşk, kentleşme sürecinde
yok olan biricikliği elde etmek ve anlamlı bir varlık olduğunu hissedebilmek üzere sık
sık başvurulan bir anlamlandırma pratiği olarak ortaya çıkar (Giddens, 2004: 124). Yerel
yaşamın sınırlı dünyası ve doğal ilişkileri içinde biricikliğini koruyan birey, endüstriyel
üretim ve kentleşme olgusu ile biricikliğinden koparak, standartlaşmış bir yaşantıda özel
bir konumu olmayan tekil ve sıradan bir varlığa dönüşür. Ortaya çıkan kültürel yapı ve
gündelik hayatta aşk ve aşka dayalı evlilik, ev, mahrem yaşam, sanayi devrimi işçisi için
manevi bir sığınak alanı haline gelmiştir (Sennett, 1999: 38). Kentleşme, kentleşmeye
dayalı pratikler ve kent yaşamındaki dönüşümler bu bağlamda kadın ve ailenin konumunu
belirleyen temel dinamikleri üretmektedir. Kentleşme, tarımsal üretim ve bu üretime dayalı
kültürel pratikleri aşındırarak bireylerin yeni bir kültürel biçimlenme ile bir araya gelişini
barındırmaktadır. Bu süreçte geleneğe dayalı evliliğin yerini romantik aşka dayalı evliliğe
bırakması, kadın ve beden üzerine geleneksel toplumun atfettiği konumlandırmanın
aşınmasını barındırmaktadır. Bununla birlikte kentleşme, biçimselleşmeyi de bünyesinde
taşır.
Simmel (2005: 99); kentli bireyin tinsel yaşamına yönelik incelemesinde, kentin
birbirini tanımayan büyük nüfusları bir araya getirerek, insandaki biriciklik hissini
yok ettiğini ve farklılaşma arzusunun bu gerilimden doğduğunu belirtmektedir. Birey,
tanımadığı yabancılar arasında sürekli bir gerilim yaşamakta, moda ise biçimsel bir
iletişim şekli olarak benzerlikler içinde farklılığın söylemini üretmektedir. Biçim,
kişi ile birlikte var olarak bireyin gerçekleştirdiği, ancak varlığı ile bireyin yaşantısını
şekillendiren vazgeçilmez bir pratiğe dönüşür. İçeriğin süreklilik arz edemeyeceği ve
kendini ifade edemeyeceği bir ortamda bedenlerin ve giyimlerin biçimleri ile moda, kent
yaşamının vazgeçilmez bir unsuruna dönüşür. Kent yaşamı, varlığı ile bedene dair bir
biçimselleşmeyi zorlar ve kültürel alana işler.
Bu noktada iletişim araçlarında yaşanan dönüşüme ayrıca göz atmak gerekmektedir.
Görsel iletişim, sözlü ve yazılı iletişimden farklı olarak içeriği biçime dönüştürür. Mesajı
alan ve veren iletişim aracının iki boyutlu yüzeyinde, görüntü aracılığı ile karşılaşır. Kitle
iletişim araçlarının işlevi yalnız içeriğinde değil, aracın biçimsel özelliklerinin içerik ile
işbirliği yaparak belirli bir ideolojik sürecin izlerini, içeriğini pekiştirmesindedir (Çakır,
2008). İletişimin bir yüzey üzerinden görüntüler aracılığı ile gerçekleşmesi, kendi içinde
1 Bu noktada alma ve elde etmeye dayalı aşk ile Fromm’un (1995: 13) işaret ettiği şekli ile verme, birlikte üreterek
yapılanmaya dayalı sevgi arasında bir farklılık olduğunun altı çizilmelidir.
Sayı 35 /Güz 2012
104
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
büyük bir dönüşümü sergiler. Sesin kulağa hitap edişini, dolayısı ile zamana yayılmışlığını,
kendi bünyesinde barındıran sözün işaretlenmiş biçimi olarak yazı ile imajın doğrudan
göze hitap etmesi arasında belirgin bir farklılık vardır (Ellul, 2004). Sözlü iletişim ve
uzantısı olarak yazılı iletişimde öncül olan kavramdır ve betimleme yolu ile kavram
belirgin bir nesneye ulaşmaya çalışır. Görsel iletişimde ise öncül olan nesnedir; kavram,
nesnenin öncüllüğüne mahkûm hale gelir. İki iletişim biçiminin kendi kültürü ve yarattığı
bireyi söz konusudur. Bu nedenle kent kültüründeki biçimselleşme, görsel iletişim
araçlarındaki yaygınlaşma ile birlikte vurguyu içerikten biçime, yazının kalıcılığından,
görüntünün anlık uyarımına taşır. Altmışlardan sonra artarak doksanlı yıllarda tam olarak
yerleşen kentleşme ve iletişim araçlarında biçime, tüketime yönelik vurgu beden üzerinde
temel bir belirleyici olarak ortaya çıkarken, aşk kavramının pratik ve içeriğinin şeklini
de oluşturmaktadır. Aşkta vurgu içerikten biçime, kalıcılıktan geçiciliğe, anlamdan anlık
ilgi ve baştan çıkarılmaya kaymaktadır. Böylece kentleşme, tüketim kültürü ve iletişim
biçiminin görselleşmesi, aile kurumunun temsil ettiği cinsel otorite üzerinde büyük bir
baskı oluşturmaktadır.
Aile kurumuna yönelik formları belirleyen en önemli toplumsal yapılanma,
çalışma ahlakı tarafından belirlenir. Çalışma ahlakı, aynı zamanda bireylerin zamansal,
mekânsal ve düşünsel yaşamlarını biçimlendirerek toplumun geneline yayılan bir etkiyi
barındırmaktadır. Endüstriyel üretim, uzmanlaşmaya dayalı standart bir üretim sürecini
örgütlerken, bireylerde öngörülebilir bir gelecek algısı ve rutine dayalı bir yaşam biçimi
yaratmıştır. Ancak endüstri sonrası toplumlarda bürokratik piramide dayalı iş örgütlenmesi
yerini küçülme ve esnekleşmeye dayalı iş örgütlenmesine bırakmaktadır. Bu örgütlenme
biçimi, kendi koşullarına uygun birey ve kültürü oluşturmaktadır. İş yaşamında hazzın
ertelenerek ödüllendirileceğine yönelik vurgunun anlık tatmin, esnek ve dönüşebilen
yaratıcılığa kayması (Sennett, 2011); iletişim araçlarında yaşanan görselleşme ve
hızlanma ile birleşerek kültürel ortamda hazzın ertelenemez bir unsur olarak ortaya
çıkışını içermektedir. Bekleme kültüründen, anlık zamanın yayılışına geçişte boşanma,
hane halkı arasında çözülme ve evli kadınların evlilik dışı ilişki isteklerinde belirgin bir
artış gözlenmektedir. Kuşaklar boyunca azalan güven duygusu ile birlikte yerleşikleşen
kullan-at kültüründe ürünler, imajlar ve bedenler değerini çok daha hızlı kaybetmektedir.
Bu durum hızlanan iş döngüsü, yeni nesnelerdeki artış ve esnek teknoloji ile ilgilidir (Urry,
1999: 294). Görsel iletişimin etkisi ile geç kapitalizmin tüketim kültürü ve çalışma ahlakı,
bedenleri artan oranda bir nesneye dönüştürerek toplumsal yapılanmada ve cinsellikte
büyük bir dönüşüme yol açmaktadır.
Buna karşın Türkiye koşullarında, post-fordizme veya esnekleşmeye uygun olmayan
yaşam olanaklarında kullan-at kültürü ile tanışarak aile ilişkilerinden vazgeçen, katı bir
sosyo-ekonomik toplumsallığa mahkûm erkek ve kadınlar için süreç belirgin bir yıkıma
dönüşmektedir. Şiddet, bu noktada içten patlayan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu noktada medyadan yayılan Batılı orta sınıf kültürü ile Türkiye toplumunun sosyoekonomik koşulları arasındaki farklılık vurgulanmalıdır. İletişim araçları aracılığı ile
Batılı beden motifleri ve yaşantılarını deneyimleyen bireyler geleneğin sağladığı çerçeve
ile bir çatışmaya girmektedir. Bu durum, bireysel ve toplumsal ölçekte kültür çatışmasına,
cinsel kimlik bunalımlarına ve dolaylı olarak şiddete yol açmaktadır.
105 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
Görsel iletişim araçları kendi doğası gereği bedenin sergilendiği, estetize
edildiği ve özgürleştiği2 bir yaşantıyı sergilemektedir. İletişim aracının yüzeyi, mesajı
verenler tarafından, mesajı alanların idealleştirilmiş ve estetize edilmiş fantezileri ile
donatılmaktadır3. Görsel iletişim araçlarında oluşturulan söylem; moda, tüketim, arzu,
haz ve bedenin düzenlenmiş özgürlüğü gibi yaşantıları alt sınıflara taşımakta ve kültürel
örüntüde bir dönüşüme yol açmaktadır. Ne var ki Türkiye’de ortaya konulan yaşantı
biçiminin karşılığı olan kültür ve bu kültürü taşıyacak olan ekonomik yapılanma sınırlı
ölçüde kaldığı için, aile alt sınıfa mensup kadın ve erkek bireyler için büyük oranda
vazgeçilmezliğini korumaktadır. Somut ve soyut modernliğe eklemlenmemiş ‘erkek’ için
kadın üzerinde kurulan iktidar, simgesel varlık algısının tek yolu iken, kadın için erkek
egemen otoritenin sağladığı ekonomik ve sosyal güvence, yaşam için tek pratik yoldur.
İletişim araçlarından saçılan yeni tüketim kültürü, alt sınıf bireyleri üzerinde eksiklik,
tamamlanmamışlık gibi hisleri belirgin biçimde arttırmaktadır. Sürekli göz önünde duran
davet, arzunun sesi ve gösterilen bütün çabaya rağmen aşılamayan eksiklik, süreklilik arz
eden mahrumiyet, arzu ve tüketim süreçlerinin dışında kalmışlık, alt sınıfa ait bireyler
üzerinde büyük bir psikolojik baskıya dönüşmektedir. Bu duruma eşlik eden kadının
özgürleşme talebi, varlığını ancak kadına uyguladığı iktidar aracılığı ile duyumsayabilen
alt sınıf erkeği için bir yok olmayı barındırırken, birçok durumda kadın, özgürleşme
talebinin içeriğini dolduracak ekonomik ve bilişsel-mesleki niteliğe sahip olmamaktadır.
Sonuç olarak ortanın üstü sınıfın yaşamına öykünen alt sınıf mensupları üzerinde kültür,
büyük bir baskı aracına dönüşmektedir. Artan şiddet olaylarının arkasında bu gerilimin
varlığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Aile ve bedenin mekâna dayalı düzenlenişini etkileyen bir diğer faktör, iletişim
araçlarının mobilleşmesidir. Mekânı aşan iletişim araçları, seksüel davranışlarda bir
farklılaşmayı barındırmaktadır. Weiss (2011), cinsellik tarihini teknolojik yeniden
yapılanmalar ölçeğinde altı periyoda bölmektedir:
1 – Tarih öncesinden günümüze; mağara resimleri, fahişelik, haremler, mastürbasyon,
2 – 1890’dan geç 1970’lere; fotografik porno, film, striptiz, yetişkin kitapları,
3- 1977 – 1990; videokasetler ve telefonda seks,
4- 1990 – 2004; ilan panoları, sanal konuşma odaları, pornografik web siteleri, web
kameraları, interaktif seks, çevrimiçi cinsellik siteleri,
5- 2004’ten günümüze; görüntülü cep telefonları, sosyal paylaşım siteleri, üç
boyutlu sanal seks, seksoyazışma (sexting)4,
6- Görünen gelecekte ortaya çıkması beklenen; sanal seks (Virtual Sex)5.
2 Bu özgürlük, biçim değiştiren bir iktidarın gözetimi altındadır. Bu noktada kadın bedeni, bakışı başka yöne
çekerek olguların arkasındaki ekonomik süreçlerin algılanmasını engellemektedir. Kadın bedeni, tüketim
ekonomisi içinde en yüksek meta ve değişim değerine dönüşür (Lefebvre, 2007: 189).
3 Talep ve sunum karşılıklı olarak birbirini besleyerek süreci karşılıklı bir etkileşime dönüştürmektedir.
4 ‘Sex’ ve ‘writing’ kelimelerinin birleşmesi ile üretilen kelime; mobil telefonlar arası cinsel içerikli yazı ve
fotoğraf yollamak.
5 Gerçeklikten ayırt edilemeyen seks oyun ve oyuncakları.
Sayı 35 /Güz 2012
106
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Teknoloji, tarihsel ölçekte beden ve cinselliğe dayalı pratiklerin dönüşümünde büyük
bir etki yaratmaktadır. Mekâna dayalı davranış ve ilişkiler iletişim araçları ölçeğinde yerini
mekândan bağımsız örüntülere bırakmaktadır. Aile kurumunun mekâna dayalı varlığını
hangi gerekçelerle, ne kadar koruyabileceği sorgulanmaya muhtaç görünmektedir. Bu
noktada, insan ilişkilerinin toplumsal boyutunu düzenleyen hukuk kurumunun yerleşik
mekanizmaları işlevsiz kalmaktadır6.
İnsan parmağının bir uzantısı olarak doğa karşısında güç kazanmasını sağlayan
‘araç’, bedenin diğer uzuvlarının uzantısı olmayı da talep etmektedir. Tekniğin
dijitalleşmesi ile bedenin fizikiliğinden kaynaklanan kurumların aşınması ve biçim
değiştirmesi kaçınılmaz gelişmeler olarak görünmektedir. Bu durumda geleceğin
örüntülerinin aile üzerinden değil, bir ihtimal olarak geçici sözleşmelerle bir araya gelen
ve kolayca dağılan ilişkiler üzerinden düşünülmesinde fayda var gibi görünmektedir.
Bugün İngiltere’deki çiftlerin üçte biri evlilik dışı bir arada yaşamaktadır. Sorumluluk
ve kalıcı ilişkinin sıkıntılı halinden geçici olanın akışkan yapısına doğru bir dönüşüm söz
konusudur (Bauman, 2011: 29). Aile kurumu yerine tekil bireylerden ve geçici ilişkilerden
oluşacak bir geleceğin nasıl oluşacağı ve neleri barındırabileceği düşünülmeye muhtaçtır.
Bu noktada geleceğe yönelik bir çıkarım yapmadan önce var olan bunalımın Türkiye
özelinde kültürel yapıda nasıl şekillendiği ve farklı finansman yapısına sahip anlatılarda
nasıl ele alındığı incelenmelidir. Bu noktada hedef kitlesi gereği bunalımı gizlemeye
çalışan bir anlatı olarak Çocuklar Duymasın dizisi ile bunalımı ve otorite arayışını sınıf
ve cinsiyet düzeyinde ele alan Hayat Var filmi ele alınacaktır.
Anlatılarda Aile, Kadın ve Otorite Arayışı
Baba ile beden ve aşk kavramları arasında var olan karşıtlık; kadına yönelik
şiddet vakaları ve erkek otoritesinin durumu açısından önemli bir konum arz etmektedir.
Erkeklik, kadın bedeni ve otorite arasındaki karşıtlıkların ortaya konabilmesi için bu
kavramların geleneksel söylem içinde nasıl konumlandığının açıklanması gerekmektedir.
Parla (2009: 19-21), toplumsal dönüşümün belirgin bir kırılma yaşadığı Tanzimat
Dönemi romanına yönelik incelemesinde kadın, şehvet ve bedenin, babanın yokluğunda
aileleri parçalayan, oğlu yoldan çıkaran tehlikeli bir unsur olarak belirdiğini ortaya
koymuştur. Bu romanlara öğretici bir ses tonu hâkimdir. Bu dönem romancıları,
savundukları cemaatçi değerleri Batı’ya karşı koruyabilecek epistemolojik bir temelden,
kudretli bir baba otoritesinden yoksundur (Gürbilek, 2004: 52). Bütünselleştirici
modernleşme ideolojileri ölçeğinde Batı’nın medeniyet ve teknolojik bilgiye, Doğu’nun
hars ve ahlaka indirgendiği bu söylem; kadın bedeni, namus, vatan ve iktidar gibi
kavramlarla örülmüştür. Ataerkil toplumun milliyetçi-eril dili, toplumun devamlılığı ve
saflığı açısından kadın bedeni ile vatan arasında analojik bir dil üretmektedir. Bu süreçte
kadın bedeni, namus ve aile üzerinden oluşturulan aile-toplum miti kadın bedenine
yönelik duygusal ve ahlaki bir yatırım üretir. Bedenini özgürce kullanan şehvetli ve
kozmopolitizme yakın kentli kadın, milliyetçi ideolojilerin devamlılık ve aileye dayalı
söyleminin dışında kalır. Bu kadın tipi, milliyetçi kadın mitinin karşıt kutbunu oluşturur.
6 Eşini çok sevdiğini ancak internet üzerinden aldattığını söyleyen bir kadın, bir köşe yazarına şu soruyu
sormaktadır; sanal sevgililerim oldu ancak kocamı fiziki olarak aldatmadım, eşim bana aldatmaya dayalı boşanma
davası açabilir mi? (Hortoğlu, 2011).
107 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
Ataerkil milliyetçi söylem, özneyi ‘öteki’ üzerinden kurarken, etkenlik ve edilgenlik
gibi karşıtlıkları erkeklik, kadınlık ve iktidarsızlık gibi analojiler ile birlikte kullanıma
sokar. İktidar olamamak, otorite kuramamak bir yokluk, edilgenlik, erkek olamamak
meselesine dönüşür. Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli nokta, kadına-nesneye
yönelik iktidarın öteki olarak diğer özneye-erkeğe karşı kurulduğudur. ‘Erkeklik’,
erkekliğin yalnızca kadınlık ile ilişkisinden doğan bir kategori değil, aynı zamanda
erkeğin kendi cinsiyetindeki bireyler ile ilişkisi tarafından belirlenmektedir (Onur ve
Koyuncu, 2004). Milliyetçi söylemde eril dilin kodları aynı biçimde kullanılır; kadın
ve namus olarak vatan diğer özneye karşı korunarak iktidar-erkeklik üretilir. Baba ise
değerler sistemini kuran ve iktidarı elinde bulunduran ‘devlet’ ile özdeşleşir. Bu noktada
eril milliyetçi söylemde, baba ve şehvetli kadın tam bir karşıtlık oluşturur.
Geleneksel toplumda verili olarak gelen erkeklik konumlandırmasının modern
toplumda rekabete açılması erkek kimliği üzerinde büyük bir bunalıma yol açmaktadır.
Haset, kıskançlık ve iktidarsız nefret; Habil ile Kabil öyküsünde olduğu gibi öteki iktidar
karşısında duyulan bir kayıptan kaynaklanmaktadır. Arzu nesnesi için diğer özne ile
girilen rekabet veya rekabete girmenin imkânsızlığı sonucu nesnenin kaybı, nesneye
ulaşamama, bir nefret ve psikolojik öz-zehirlenmeye yol açar (Girard, 2007: 30-31).
Kadına yönelik birçok şiddet vakasında, kadının geleneksel otoriteyi reddedişi ve verili
erkekliğin geçerliliğini koruyamayışı dikkat çekmektedir. Şiddeti bir iktidar aracı olarak
kullanan birçok örnek “onu çok seviyordum” gibi bir karşılık vermektedir7. “Ya benimsin
ya toprağın” şeklinde kültürde içselleşmiş olan bu anlayışın iktidar-sızlık ile yakın bir
ilişkisi söz konusudur. Nesne üzerinde verili kabul edilen iktidarın kaybı ve rekabete
açılışı, geleneksel erkek kimliği üzerinde büyük bir yıkım gerçekleştirmekte ve çözüm
olarak şiddeti ortaya çıkarmaktadır. Şiddet ise kültür tarafından meşru görüldüğünde
kolayca ortaya çıkarak bir iktidar aracına dönüşmektedir. Kadına yönelik şiddet, kadın
bedeni söz konusu olduğunda toplum tarafından üretilmekte ve çoğaltılmakta, bireysel
iktidar arayışı toplumsal göstergelerin açtığı yolda ilerlemektedir. Kadın bedeni üzerinden
kurulan erkeklik algısı, yerleşik konumlandırmaların aşınması durumunda kolayca şiddete
dönüşebilmektedir. Geleneksel anlayışın kadın bedenine yönelik erkeklik algısı ve şiddeti
meşrulaştırması, şiddetin çok daha yaygın bir biçimde yaşanmasına yol açmaktadır.
Televizyon Anlatılarında Kadın, Beden ve Şiddet
Sinema ve televizyon anlatıları, yukarıda bahsedilen bunalıma üretim koşulları
çerçevesinde farklı söylemlerle yaklaşmaktadır. Sinemadan bağımsız biçimde televizyon
anlatısı olarak diziler incelendiğinde, bu yapımlar izler kitlesi nedeniyle aileye
yönelirken, izlenirliğin devamlılığı açısından cinsellik ya da tatmin olgusunu ön plana
çıkarmaktadır. Doksan sonrası diziler arasında dikkat çeken özgün yapımlar göz önünde
bulundurulduğunda -İkinci Bahar, Süper Baba, Çocuklar Duymasın- kadının toplumsal
konumundaki dönüşüm ve arzulanan baba otoritesinin ön planda olduğu görülmektedir.
Bununla birlikte 2000’li yıllarda özgün öykü üretmedeki yetersizlikler sonucu, edebiyat
tarihinin özgün eserlerinin genellikle cinsellik temasının ön plana çıkarılarak televizyona
7 Kadına yönelik şiddet olayları çerçevesinde öne çıkan Ayşe Paşalı vakasında, Paşalı’yı öldüren koca Yetkin “22
yıllık eşimdi. Kendisini çok seviyorum. Pişmanım” demiştir (Milliyet, 15 Nisan 2011). Bu şekilde ayrılık ve kadını
yok etme şeklinde gerçekleşen şiddet vakaları, toplam şiddet vakaları içinde önemli bir alan kaplamaktadır.
Sayı 35 /Güz 2012
108
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
aktarıldığı görülmektedir. Babanın konumu ve cinsellik/tensellik iki karşı kutup olarak
anlatılarda yerini almaktadır. Tanzimat’tan bugüne kadar kültürel karşıtlığın iki temsilcisi
ve ayrı ucu konumunu üstlenen baba ve beden karşıtlığının; doksan sonrası kültür
endüstrisi ürünlerinde de aynı karşıtlık içinde yer aldığı görülmektedir. Romantik aşka,
tenselliğe ve evliliğe yönelik talep artarken; yasa kurucu babaya, babanın yokluğunda
melankoliye ve şiddete yönelik eğilimler de aynı derecede belirgindir. Yukarıda adı geçen
televizyon dizileri göz önünde bulundurulduğunda toplumsal cinsiyet rollerinde yaşanan
dönüşümün ortaya çıkardığı bunalım gerçek veya sözleşmeli babaların kurdukları otorite
aracılığı ile aşılmaktadır. Buna karşın sinema anlatılarında kadın ve aile yok denecek kadar
azdır. 1990 sonrası Türk Sineması’nda öyküler, genel olarak babanın varlık ya da yokluğu
ile şekillenmektedir. Bu noktada üretim ve finansman koşulları, öyküyü belirleyen temel
dinamik olarak belirmektedir. Bireysel olarak veya devlet ve Avrupa Birliği tarafından
fonlanan, doğrudan aileye ve tatmine yönelmeyen sinema anlatıları, bir baba simülasyonu
ve tatmin yaratmak yerine, sorgulama ve melankoliye yönelmektedir. İzlenme oranları ve
reklam gelirleri ile fonlanan televizyon yapımları ise izleyicinin devamlılığı için tatmin
duygusunu yaratmakta ve baba motifini üretmektedir. Baba, bu dizilerde geleneksel yapısı
içinde yer almamakta; daha çok gerçek ve nesnel bir dayanağı olmayan ‘baba konumu’ ve
otoritesi simüle edilmektedir.
Çocuklar Duymasın dizisinin senaryo yapısı kadın, beden ve iktidar konularına
yönelik çatışma ve uzlaşı noktalarının anlaşılmasında oldukça verimli bir zemin
oluşturmaktadır. Dizinin yarattığı uzlaşı mekanizmaları, muhafazakâr erkek egemen
otoritenin bunalımlarını değişik mekanizmalarla gölgelemekte ve anlatının bunalımla
olan yakın ilişkisini saklamaktadır. Her ne kadar yapım bir sit com (durum komedisi)
olsa da arka planda seyreden bunalım, kendini birçok biçimde ele vermektedir. Öncelikle
ana karakterler ve neyi temsil ettikleri bu konuda önemli ipuçları sağlamaktadır. Dizideki
temel çatışma Meltem ve Haluk karakterleri arasındadır. Bununla birlikte çatışmaların
sebebi ve uzlaşım mekanizmalarının işlediği karakter, Meltem karakteridir; onun talepleri,
duyarlılıkları ve tatmin edilmesi dizinin temel motifidir. Meltem, iktidar karşısında nesne
gibi görünmektedir ancak olayları yönlendiren özne konumundadır.
Karakterler incelendiğinde Meltem karakteri sinema ve televizyon anlatı
geleneğimizde özgün bir yer oluşturmaktadır. Gerçekçiliği veya karakterin derinliği
burada önemli bir konu değildir. Meltem karakterinde önemli olan; kültürel çatışmada
yer alan, ‘anne kadın’ ve ‘fahişe kadın’ ayrımlarını kendi bünyesinde uzlaştırmasıdır.
Erkek egemen algıda yer alan; evine bağlı, namuslu (cinsel arzuları belirsiz), çocuk sahibi
‘anne kadın’ imgesi ile güzel, irade sahibi, talepkâr ve tehditkâr ‘fahişe kadın’ imgesi
Meltem karakterinde bir uzlaşıya ulaşmaktadır. “Çocuk da yaparım kariyer de” şeklinde
özetlenebilecek bu yapı erkek kimliği için önemli bir arzu nesnesi olarak belirmekte;
parçalanmışlığı yok etmektedir. Meltem karakterinde, anne kadın ve fahişe kadın
ayrılığı/çatışması çözülmüş ve erkek karakter için idealize edilmiş bir arzu nesnesi olarak
belirmiştir. Bu biçimde idealize edilen kadın karakter sadece erkek seyirci için değil aynı
zamanda kadın seyirci içinde bir arzu nesnesidir. Geleneksel yapılardan kurtulmak isteyen
ancak erkek egemen yapılanmanın maddi ve simgesel dayanaklarından da faydalanmaya
devam etmek isteyen kadın kimliği için Meltem ve temsil ettiği toplumsal rol, bir çözüm
olarak belirmektedir. Meltem karakteri, bu yapısı ile bunalımın sansürlendiği temel
109 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
mekanizmayı üretir; eğitimi, gelir durumu, hoşnutsuzları ve yaşam tarzı ne olursa olsun
geleneğin sınırlarını aşındırmaz veya aşmaz. Meltem, özgürlüğünü bu sınırlar içinde
tutar, bu yapısı ile karakter yapısal bir bunalımın bireysel çözümünü oluşturmaktadır.
Geleneksel bir erkek gibi görünen Haluk karakteri de ilk planda görünenin aksine
bir uzlaşı karakteridir. Maskülen erkek kimliğini temsil eden Haluk, aile dışı yaşantısında
şiddete yatkın bir görünüm sergiler. Bu şekli ile güçlü bir erkek modelini oluşturan Haluk
karakteri, ev içindeki uyumlu ve şiddetten uzak yapısı ile bir uzlaşı karakterine dönüşür.
Haluk, senaryoda hiçbir zaman talep ederek, düzeni değiştirerek çatışma oluşturan ve
çözüme ulaştıran bir karakter değildir. Haluk figürünün senaryodaki görevi; Meltem
karakterinin taleplerine ilk planda karşı çıkmak ve nihayetinde uyum sağlayarak çözümü
oluşturmaktır. Haluk, bu şekli ile olaylar karşısında biçimlenen, olayları etkileyemeyen,
bir ‘negatif özne’ olarak belirir8. Bu şekli ile Haluk karakteri, Meltem karakteri karşısında
edilgendir ve yardımcı karakter görevini üstlenir. Haluk karakterinde kristalleşen,
maskülen ve uyumlu erkek motifi, Meltem karakterinin birleştirdiği iki kimlik gibi
yeni bir uzlaşı alanı sağlar. ‘Sert görünümünün altında yatan pamuk gibi kalbi’ ile aile
kurumunun simgesel otoritesini üstlenebildiği gibi dış dünyaya karşı koruyucu ve yasa
koyucu bir baba/erkek rolünü de sergilemektedir. Bununla birlikte gelenekten aldığı
kimliği Meltem karakterinin dayatmaları karşısında sürekli tahrip edilmektedir, erkekliği
sürekli üretilmek durumundadır. Sürekli karşı çıkarak ve reddederek ürettiği söylem
düzeyindeki erkeklik öykü sonunda uzlaşı ile onaylanır, sürdürülür. Bununla birlikte
senaryo ilerlemez; ilk günkü konu ile sürüp gitmekte olan konu aynıdır. Çatışan kimlikler
yeni bir görünüm sergilemez, sürekli bir şimdiki zamana takılmışçasına aynı kurgu, her
bölümde başlamakta ve sona ermektedir.
Bu noktada beliren soru; Haluk karakterinin negatif özne olmasına rağmen; sürekli
karşı çıkan, sonuçta durumu onaylayarak veren el konumuna gelmesi ne anlama gelmekte
ve öykü neden ilerlememektedir? Bu durum, otoritenin ve babanın simülasyonundan
kaynaklanmaktadır. Baba ve erkek iktidarı, dönüşen toplumsal yapıda -dizideki karakterler
de hizmetler sınıfını temsil etmektedir- güçlerini sırf ‘adlandırmalarından’ almaktadır ve
bütün uzlaşı denemelerine rağmen iktidar, belirgin bir biçimde aşınmaktadır. Geleneksel
değerlerle hareket eden erkek ve kadın seyirci içinse mutlu sonun, tatminin yaşanabilmesi;
otorite boşluğunun bir otorite simülasyonuyla ikame edilmesi ile mümkündür. Bu
sebeple öykü içinde vermek zorunda olan el, veren ele dönüştürülerek, otorite varmış
gibi yapılmaktadır. Güncel olanla geleneksel olanın çatışması, gelenekselliğin onayından
geçirilerek çözüme ulaştırılmaktadır. Bu biçimi ile öykü içinde çatışmalar, toplumsal
cinsiyet rollerine dayalı kimlik karmaşası tahrik edilmeden çözüme ulaştırılmaktadır.
Katharsis için otoritenin simülasyonunu zorunlu kılan nedir? Baba ve otorite,
toplumsal bir varlık olarak insan için simgesel bir dayanak noktasıdır. Yasanın oluşması
ve uygulanması için anlam parametrelerini oluşturan bir eksene, babanın adına ihtiyaç
vardır. Baba yasayı uygulama gücünü –otoritesini- güç kullanabilme yeteneğinden –
iktidarından- almaktadır. Babanın iktidar araçları kadın lehine dönüşürken, otoritesi
biçimselleşmektedir. Bu biçimselleşmiş otorite varlığının sebebi olarak gerçek bir
8 Olaylar karşısında edilgen, olaylar tarafından yönlendirilen ‘negatif olarak kurulmuş özne’ kavramını Yoshimoto,
Japon filmlerinde modernlik ve modernleşme arasındaki uyuşmazlıklar ve gerilimleri kavramsallaştırmak için
kullanmıştır (Aktaran: Suner, 2006: 187).
Sayı 35 /Güz 2012
110
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
dayanak noktası bulamamakta, bu noktada otoritenin sürekli simüle edilerek yeniden
üretilmesi gerekmektedir. Otorite, böylece bir simülakr’a dönüşmektedir. Sinema ve
televizyon anlatılarında babaya yönelik talepteki artış ve televizyon anlatılarında babanın
sürekli simüle edilmesinin altında, baba otoritesindeki bu aşınma yatmaktadır. Otoritenin
toplumsal ve bireysel ölçekte sarsılması neyin iyi, neyin kötü olduğuna yönelik ayrımı
yok etmektedir. Bu durum, içinde bulunulan değerler karmaşasını yatıştırıcı bir unsur
olarak baba/otorite arzusunu doğurmaktadır (Erşen, 2008).
Otorite yokluğu ile şiddet arasında belirgin bir ilişki vardır; otorite salt tahakkümden
farklı olarak bir korumayı da içerir. Otorite, değişik biçimlere bürünen şiddetin/gücün
olanakları ile düzeni sağlamaktadır. Otorite, egemen olmak, yargıda bulunmak gibi
işlevleri ile ‘anlam’ın oluşumunu sağlar (Sennett, 1999: 54). Toplumsal kurumların ve
bedenlerin, otorite tarafından belirlenemediği durumda şiddet en yalın hali ile ortaya
çıkarak, iktidar arzusunun ve iktidarsızlığın en temel göstereni olmaktadır. Kadına
yönelik şiddet olaylarındaki artış ile erkek egemen iktidar ve otoritede yaşanan belirgin
aşınma arasında doğrusal bir orantı vardır. “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet”
adlı araştırmada (Başbakanlık, 2009: 119), şiddetin nedenlerini ve içeriğini anlamak için
erkeklerle yapılan görüşmelerde bir katılımcı9 şiddet ve iktidar arasındaki ilişkiyi şu
şekilde belirtmektedir;
… Şimdi şiddet, hani kodum mu oturturum manasına gelen bi şey midir, yoksa şiddet
hani birinin o güce sahip olması, potansiyel, yani Türkçe’de güzel bi şey var, kudrettir
aslında o. Kudrete sahip olması ve kudreti de birinin tanımasıdır. Aslında karşılıklı bir
ilişkidir o… Yıllardan beri hani benim babamın şöyle bi baktığı anda annemin kaçması
mıdır? Veya işte babam bana baktığı anda toparlanıp şöyle durmam mıdır? Şimdi o
şiddetin kendisi buysa eğer, yani o güç sahibi olma, o kudret sahibi olma ve herkesin
de onu tanımasıysa şiddet, o şiddeti yani şu an, erkekler de biraz kadınlar kadar yaşıyor.
Nerde yaşıyo? İş hayatında yaşıyo, evde yaşıyo, kadın işte o gücü empoze ediyo, böyle
yapacaksın, şöyle yapacaksın, bilmem nenin kocası şuraya gelmiş, bilmem nenin şuraya
gitmiş, şu buzdolabını değiştirelim, bilmem neyi değiştirelim. Şimdi bu şiddet değil mi
yani? Ben bu şiddeti yaşamıyo muyum?… O toplumsal olarak veriliydi, kudret sahibi
olarak biz doğuyorduk. Yani ev, aile reisi olarak doğuyorduk. Ama şimdi bir isyan var, bu
açık… Karşı taraftan bir isyan var. Yani senin o kudretini, senin gücünü tanımıyo. Neden
tanımıyo? Neden tanımıyo, işte medyayı okuyo mu okuyo, bi şeyler öğreniyo, kendine
bakıyo […] Senin kudretini tanımama noktasında bi çatışma doğuyo, o çatışmadan bence
çok farklı bir toplumsallaşma ortaya çıkacak”10.
Örnek araştırmadaki katılımcının altını çizdiği gibi geleneksel toplumda erkeklik,
verili olarak gelmekte; geç kapitalizm koşullarındaysa sürekli ele geçirilmek zorunda
olunan bir görünüm arz etmektedir. Bu durum, kadın üzerinden inşa edilen erkekliğin
bir rekabet ortamına açıldığına, erkek kimliği üzerinde kaygı üretici bir iktidar olarak
belirdiğine işaret etmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, erkeklik yalnızca kadına yönelik
9 Katılımcı 25-30 yaş arası, en fazla beş yıllık evli, lise ve üzeri eğitimlidir. Anlam ve yazım yanlışlıkları
alıntılanan kaynağa aittir.
10 İtalik vurgu bana aittir.
111 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
bir iktidar değil, diğer özneye yönelik bir kimlik inşasıdır. Örnek dizideki cinsiyet ve güç
konumlandırması da bu şekildedir.
İktidar
Normal kadın (Meltem)
Maskülen Erkek/ Taşfırın Haluk
Baskın kadın (Dominant Gönül)
İktidar
İktidarsız Erkek/ Zero Tuna
Şekil-1: Çocuklar Duymasın dizisinde cinsiyet ve güç konumlandırması
Dizide herhangi bir betimleyici olmadan normal kabul edilen Meltem ile baskın
kadın olarak kabul edilen dominant Gönül arasında içerik ve söylem olarak bir fark
yoktur. Kadın karakterler arasındaki adlandırma farkı, karşılarındaki erkeğin kendileri
karşısındaki konumları ile ilgilidir. Aynı kadın kimliği (zero; olmayan, sıfır) erkek kimliği
karşısında dominant; sert erkek karşısında normal kabul edilmektedir. Burada kadın
kimliğine farklı içerikler yükleyen, erkeğin yapısındaki farklılıktan kaynaklanmakta
ve kadın karşısındaki konum, erkekler arasında bir iktidar olma-olamama meselesine
dönüşmektedir.
Örnek dizide kadın ve erkek karakterler üzerinden yaratılan uzlaşılar, öykünün
hiç ilerlemeyen yapısı ve karakterlerin dönüşmezliği, çatışmayı gizlemekte, kültürel bir
tıkanmaya işaret etmektedir. Çocuklar Duymasın söylemi, bu kültürel krize verilecek
yanıtı kuracak öznenin bulunmayışından kaynaklanmaktadır. Evlilik programlarındaki
artışa karşılık11, medyada ve toplumda görülen boşanma ve şiddet olaylarındaki artış,
geleneksel aile kurumunun bunalımına işaret etmektedir. Erkek lehine düzenlenmiş
bir aile yaşantısından, eşitliğe dayalı bir aile yaşantısına geçileceğine yönelik beklenti;
bedenin yüzeyselleşmesi, aşk ve toplumsal ilişkilerin geçiciliğine yönelik saptama ile
birlikte düşünüldüğünde ‘aile’ kavramı ile birlikte düşünme alışkanlığından kaynaklanıyor
görünmektedir.
Sinema Anlatısında Kadın, Beden ve Şiddet
Televizyon anlatılarının simülasyon mekanizması ile mutlu sona taşıdığı
çatışmalar, doğrudan aileyi hedeflemeyen ve bireysel yapımlara dayalı doksan sonrası
Türk sinemasında çatışma bağlamının farklı bir boyutta ele alınmasına ve aşk, aile
gibi kurumların reddedilmesine yol açmıştır. Doksanlara kadar erkek lehine çözümler
üreten, melodram ağırlıklı Türk sineması doksan sonrasında aşk filmlerini bırakmıştır,
11 Geleneksel ilişkilerin aile kurma ve sürdürme işlevini yerine getiremiyor oluşu, evliliği kültür endüstrisinde
metalaşan bir ürün seviyesine çekmiştir. Bu durum, evlilik ve gittikçe estetize edilen düğün seremonisinin, belirgin
bir biçimde tüketim nesnesine dönüştüğüne işaret etmektedir.
Sayı 35 /Güz 2012
112
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
bu dönemde Türk sinemasında aşk neredeyse hiç yoktur. Bunun yerini değerleri yerli
yerine oturtacak babanın arandığı, içinde kadın yer almayan ‘erkek filmleri’ doldurmuştur
(Ulusay, 2004). Bu filmlerde fahişelik, belirgin bir gerilim unsuruyken, yaşanan tutkular
tek yönlü, erkekliğe dair ve tekinsizdir, mutlu son yoktur (Çiçekoğlu, 2007: 143).
Üretilen filmlerin önemli bir bölümünde aşk ve evlilik söz konusu değildir, aşk ve evlilik
ancak güldürü niteliği taşıyan komedi filmlerinde kendine yer bulabilmektedir. Erkek
ağırlıklı Türk sineması düşünüldüğünde bu durum erkek algısının, kadındaki dönüşümü
içselleştirerek kabul etmek yerine, kadının varlığını reddetmeyi ve kadını ancak bedeni
ile var olabilen bir tüketim nesnesine indirgediğini işaret etmektedir.
Kadın, beden ve aşkın reddedildiği bu panoramada Türk sinemasında kent dışı ve
geçmişi imgeleyen filmlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Var olan duruma karşı özerk
bir düşünce üretemeyen erkek egemen algı, kentin bedenlere özgürlük tanıyan olanaklarına
karşı kırsal yaşamda, geleneğin gücünü koruduğu bir yaşam fantezisini üretmiştir. Ek
olarak, tek başına geçmiş ve geleneğin gündelik hayatı tanımlamaya gücünün yetmediği
durumda yasa kurucu bir babaya yönelik talep, babanın aranışı ve bulunamayışından
doğan melankoli doksan sonrası sinema anlatılarında ön plana çıkmıştır. Doksan sonrası
Türk sinemasında öncelikli olarak ‘erkeklik krizi’ şeklinde beliren aile ve otoriteye yönelik
bunalım, süreç sonunda erkek egemen toplumsal düzeneklerin koruyucu düzeneklerinin
dışında kalan kadınları da konu edinen filmler ortaya koymuştur. Bu noktada Hayat Var
filmi toplumsal cinsiyet bunalımlarını, sınıf kavramı ile birlikte kent içinde ele alarak
oldukça verimli bir dil oluşturmaktadır. Bu filmde yönetmen, kadın bedeni ve yuvaya
yönelik romantik kategorileri tekrar üretir ancak geçmiş, kent dışı kırsal yaşam veya
yuvaya yönelik özlem gibi motifleri tersyüz ederek bir özgürleşme, yuvadan kaçış
talebine dönüştürür. İçe-kapanma ve bütünlüğe ulaşmaya dayalı ruh halinin yerini dışa
açılma ve belirsizlik alır. Öykü, mekâna ve toplumsal cinsiyete dair söylemini romantik
imgelem klasik kategorilerinden ve merkez-çevre ilişkilerinden ayrıştırarak sınıfsal ve
cinsel düzeyde ele alır. Romantizmin kent dışına ve geçmişe yönelerek aşmaya çalıştığı
bunalımı, şimdiki zamanda ve merkezde sergiler. Hayat ve annesiz aile, İstanbul’un
merkezi noktasında dışarıda kalmanın bunalımını yaşamaktadır. Dışarıda kalmışlık ve
merkezi otoritenin güvenli sınırlarına girememek, mekânsal bir konumdan arındırılarak,
geç kapitalizmin koşullarına uygun bir biçimde merkezde sınıfsal ve cinsel kategorilerle
birlikte ele alınır.
Öyküde üç ayrı baba figürü vardır; Hayat’ın babası, dedesi ve annenin yeni kocası.
Baba, Boğaz’da illegal işler yapmakta ve ailenin geçimini bu şekilde sağlamaktadır.
Hayat’ın annesi, babasını terk ederek bir polisle evlenmiştir ve Hayat’ın babası ile
annenin yeni kocası arasında bir karşıtlık kurulur. Hayat, annenin kurduğu ortalama
sürdürülebilir yaşantının ve iç mekânın sürekli dışına itilir. Polis babanın, kendi çocuğu
karşısında gösterdiği babalık ile Hayat’ın arayıp bulamadığı baba/otorite figürü arasında
bir karşıtlık vardır. Sınıfsal olarak dışarıda kalmak, babayı ve erkekliği yok etmiştir,
Hayat’ın babası olaylara etkisi olmayan, edilgen bir negatif özne konumundadır. Hayat’ın
toplumla yüzleştiği, ilişkiye girdiği tek mekân okuldur. Ancak pis kokusu, dağınıklığı,
tembelliği nedeni ile okul ortamında da sürekli dışlanır. Arkadaşları ile iletişim kurmak
isteyen Hayat, arkadaşlarına cinsel taciz karşılığı edindiği çikolata ve gofretlerden
dağıtır. Ancak arkadaşları Hayat ile iletişim kurmak yerine, yeniden çikolata ve gofret
talep ederler. Hayat için aile ve okul(toplum) gibi klasik modernliğin örgütleri, aidiyet ve
koruma sağlayan işlevsel mekanizmalar üretmez.
113 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
Hayat için baba figürü, varlığı ile değil, yokluğu ile vardır. Bu durum sınıfsal bir
süreklilik arz eder. Etkisiz ve bakıma muhtaç bir dede, yasadışı işlerle parçalanmış ailesini
geçindirmeye çalışan bir baba söz konusudur. Anne figürünün olmadığı ev ortamında
Hayat, erken yaşta büyümek zorunda kalmış bir çocukluğu sergilemektedir. Çocuk ve kadın
rollerini aynı anda üstlenmek zorunda kalan Hayat, yaşantısını düzenleyecek bir otorite
figürü aramaktadır. Ara sıra gittiği annesinin evinde üvey babanın henüz konuşamayan
oğlu ile kurduğu sürekli iletişim ile Hayat’ın içinde bulunduğu durum arasında tam bir
karşıtlık söz konusudur. Hayat iletişim kurmaz, öykü boyunca mırıldanma sesleri ile
görünür, sorulara genel olarak vücut dili ile cevap verir. Bu karşıtlık ve dışlanmışlıktan
nefret eden Hayat, evde geçen bir sahnede masanın üzerinde yer alan silahı, üvey baba ve
üvey kardeşe çevirir. Annenin durumu görüp Hayat’ı yere itelediği sahnede Hayat, şaka
yaptığını belirtse de kendi hayatında olmayan otorite figürü ile kendini dışlayan otorite
arasında gördüğü fark ve gösterdiği haset, öykü içinde hissettirilmektedir.
Otorite olamayan baba ve dışlayıcı iktidar arasında Hayat, çaresiz kalmıştır. Bir
yanda otoritesini kuramayan birincil ilişkilere dayalı baba figürü, diğer yanda Hayat ile
arasında bir sorumluluk bağı olmayan dışlayıcı otorite figürü, akışkan modernliğin çifte
iktidar yapısını ortaya koymaktadır. Sürdürülemeyen birincil ilişkilere dayalı otorite ve
dışlayıcı iktidar tarafından içeri alınmamak aynı anda gerçekleşmektedir. Hayat, kendini
dışlayan iktidar figürünün dikkatini sadece bedenini sergileyerek çekmektedir, bütün
dışlanma anlarında bu protestosunu kullanır. Elinde bedeninin muhalif tavrı dışında
hiçbir unsur yoktur. Her iki otorite figürünün ortada bıraktığı Hayat, hayatını düzene
sokacak bir figüre/otoriteye ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada pek ideal bir karakter
olmasa da babasını döven, yabancı bir adama yönelir. Bu adamı takip eden Hayat, adama
evlenme teklif eder. Teklifi geri çevrilen Hayat, denize atlayarak intihar eder, öykü içinde
belirtilmeyen bir biçimde kurtulur. Sınıfsal, ailevi ve toplumsal birlikteliklerden dışlanan
Hayat, evine hapsolmuş gibidir. Ata-erkil algıda devamlılığın ve güvenli bir mekânın
simgesi konumundaki ev, Hayat ölçeğinde buhranın, sıkışmışlığın mekânına dönüşür.
Ancak babanın hapse girmesi ile zaten yaşanabilir olmayan gündelik yaşam bitme
noktasına, birincil ilişkiler tamamen parçalanma noktasına gelir. Hayat, dışlandığı anne
evine gitmez, hasta dedesini eve kilitleyerek yuvayı terk eder.
Buna karşın geleneğin ve modern ilişkilerin içine yerleşmiş olan cinsiyetçi yapı,
öyküye yayılır. Hayat’ın komşusu olan kadın, on yaşlarında tecavüze uğramıştır. Yeşilçam
filmleri ve arabesk şarkılarla resmedilen bu kadın figürü, cinsel bir ötekiliğin üstlenicisi
konumundadır. Hayat’la çok fazla ilgilenen bu kadın lezbiyen eğilimler sergilemekte
ve Hayat’ı taciz etmektedir. Bir diğer taciz vakası markette gerçekleşir. Dedesine rakı
almaya çalışan Hayat, market sahibi tarafından taciz edilir. Böylece yönetmen, cinsel
tacizi geleneğin ve yerel ilişkilerin içine yerleştirir. Taciz karşılığı market sahibi, Hayat’a
çikolata hediye eder ancak Hayat, çikolataları avuçlayarak poşete atar. Böylece, Hayat’ın
bedeninin metaya, paraya dönüşebilme kabiliyeti sergilenir, Hayat, tacizi ücretlendirir12.
Komşu ve esnaf tacizini aile içi taciz izler. Hayat’ın annesinin eve temizliğe geldiği
12 Kadın bedeninin paraya dönüşümü, erkekliğe ve babanın aranışına yönelik birçok filmde belirgin bir motif
olarak yer almaktadır. Eşkıya (1996-Yavuz Turgul) filminde Emel ve Keje karakterleri paraya dönüşür, Masumiyet
(1997-Zeki Demirkubuz) filminde Uğur’un bedeni paranın ve geçimin kaynağıdır. Hayat Var filminde göze çarpan
unsur Hayat karakterinin bedenin paraya dönüşebilme kabiliyetini bilmesi ve bilinçli olarak kullanmasıdır. Küçük
yaşına rağmen beden ve para ilişkisini içselleştirmiş görünmektedir.
Sayı 35 /Güz 2012
114
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
sahnede yatalak dede, eski gelininin kollarını okşar. Kadın, bu duruma şaşırmaz; böylece
tacizin ilişkide yerleşik bir hal olduğu anlaşılır. Kadının evi terk edişinin babanın askerde
olduğu dönemde gerçekleştiği belirtilir. Bu durum terk edişin; babanın yokluğunda
dedenin artan tacizlerinden kaynaklandığı izlenimini verir. Bu çerçevede taciz; geleneğin,
mahallenin ve ailenin içine yerleştirilir. Aynı zamanda toplumsal ve ekonomik olanın
dışında olan Hayat, yalnızca beden konumuna iner. Tecavüz sahnesinde bu durumun
altı çizilir. Market sahibinin tecavüz ettiği Hayat, üst açıdan doğanın içinde yalnızca bir
beden olarak resmedilir. Bununla birlikte cinsellik, kadın bedeni ve para arasında kurulan
ilişki, tüm toplumsal yaşama yayılmıştır. Baba, Boğaz’a demirlemiş uzun yol gemilerine
kadın götürmektedir. Bir diğer tecavüz sahnesi de gemide gerçekleşir. Babanın gemiye
teslim ettiği hayat kadınını gemiciler, birkaç saat sonra denize atar. Gemiciler, para
vermek istememiş ve sonuç olarak ortaya çıkan şiddet sahnesini yaratmışlardır. Aynı
zamanda Baba, zaman zaman eve turist getirmekte ve ev, fuhuş amaçlı kullanılmaktadır.
Geleneksel anlayışta aidiyet, saflık ve kutsallığın mekânı olarak kurgulanan ev, öyküde
günah, taciz ve fuhuşla birlikte resmedilir.
Geleneksel ve modern ilişkilerin tamamına yayılan bedene yönelik vurgu ve
bunalım, geleneksel-modern geriliminin yerine sınıfsal bir boyut kazanır. Öykü içindeki
tüm kadınlar, taciz ve tecavüz vakaları ile anılır. Alt sınıftan bir kadın ancak beden
boyutunda var olabilmektedir. Bu durum, babanın hayat kadını arkadaşı ve Hayat
arasında geçen bir diyalogda altı çizilerek belirtilir. Hayat kadınının rujunu süren Hayat’a
kadın; “Çok güzelsin be kız, yakında sen bizim işleri elimizden alırsın” der. Hayat için,
bedenini metaya dönüştürmek dışında bir ufuk görünmemektedir. Hayat da bu durumu,
kabullenmiş gibidir. Tecavüz sahnesinin ardından Hayat’ı bularak evine götüren komşu
kadın, Hayat’a “ağlama canım benim, bir tanem” derken, Hayat “ağlamıyorum” şeklinde
cevap verir. Gerçekten tecavüze ağlamayan Hayat, dedesinden kendine nüksetmiş olan ve
süreklilik arz eden nefes alma krizlerinden birini geçirmektedir.
Parçalanmış aile yapısı ve işlevsiz toplumsallık bir araya geldiğinde Hayat, gündelik
hayatını sürdürmeye çalışan yalın bir beden konumundadır. Hayat ve yaşadığı çevre modern
mekânın ortasında bir ilkel durum arz etmektedir. Kedisine çöplerin arasında mama
arayan Hayat, birçok kez çimenlerin arasından süzülerek kendisini takip eden kamera
tarafından görüntülenir. Modernlikten uzak; ilkel ve doğal durumunun içinde resmedilen
Hayat, içinde biriken şiddeti sık sık bir hindiye boşaltır. Hayat’ın şiddetini yöneltebildiği
tek unsur, bu hindidir. Hayat’ın ilkelliğe ve doğallığa yakınlığı söz düzeyinde de görülür.
Konuşma sorunu yaşamayan Hayat pek konuşmaz, bunun yerine ses bandında sürekli bir
mırıldanma sesi vardır. Dilin toplumsal yönü göz önünde bulundurulduğunda; Hayat’ın
bu mırıldanışı bir ilkelliği ve toplum öncesi bir çocukluğu simgelemektedir. Hayat’ın
çocukluğu, ilkel ve toplumsallaşmamış yönü, birçok kez görüntü ile de verilir.
Ek olarak merkez, iç; Boğaz’da geçen öyküde çok uzak resmedilir. Merkezde
geçen sürdürülebilir yaşamlar, öyküde hiç görünmez. Hayat’ın doğal duruma, doğaya ve
ilkelliğe yakınlığına karşın İstanbul ve şehir neredeyse yoktur. Hayat, neredeyse hiç cadde
ve sokak kullanmaz. Okul ve ev arasında sürekli babasının kayığı ile yolculuk yapar. Ara
sıra göründüğü okul yolundaki; sokak ve caddeler ise yaşanan bir kentten çok bir savaş
alanını andırır; sisli ve dumanlı yollar, yıkık dökük binalar… Hayat, kente ve caddelere ilk
115 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
defa babasının kendini almaya gelmediği sahnede girer. Karanlık, karışık ve gürültülü olan
caddelerde Hayat’ın ve seyircinin ilgisini çekebilecek tek unsur, renkli ışıklarla süslenmiş
arabesk kaset tezgâhıdır. İç ve dış kategorilerini böylece mekânsal boyuttan koparan film,
bu kategorileri sınıfsal ve cinsel temele aktarır. Bu noktada arabesk müzik, simgesel bir
önem kazanır. Yetmişli yılların yükselen eğilimi olarak arabesk, genel olarak Anadolu’dan
İstanbul’a göç eden kırsal kesim insanlarının kendini ifade etme biçimini adlandırmak için
kullanılmaktaydı. Ancak öykü içinde arabesk, kadınlık, altsınıflık ve edilgenlik düzeyinde
ele alınmaktadır. Hayat ve İstanbullu babası arabesk dinler ve söylerler. Böylece arabesk,
İstanbullular için kullanılarak mekânsal-yöresel niteliğini kaybeder. Genel bir dışarıda
kalma durumunun ifadesine dönüşür. Mahalleli genç, kendini Hayat’a arabesk şarkılarla
ifade etmeye çalışır. Öykünün sonunda çocuk, Hayat’ın yanına gelir, Hayat’ın; “İstanbullu
musun?” sorusuna çocuk, omzunu silkeleyerek “Hayır” şeklinde cevap verir. Gülümseyen
Hayat, çocukla birlikte bir tekneye binerek yuvadan uzaklaşır. Dede, evin içinde kilitlidir
ve baba hapistedir. Doğal ve modern ilişkilerin tüm güvencesinden yoksun kalan Hayat
için arabesk ve dışarıda kalmışlık genel durumdur; film, kentten ve yuvadan uzaklaşma
anında çalan arabesk şarkı ile biter. Bu sırada bütün toplumsal örüntülerinden dışlanan,
mahrum kalan Hayat ve arkadaşı, yeni toplumsallığı ve kimlik biçimlerini işaret eden bir
biçimde sahnelenir. Birincil ve ikincil ilişkilerden boşalan alan, kitlesel kimlik biçimleri
ile doldurulmuştur; aile, gelenek veya toplumsallığın yerini moda ve futbol alır. Çocuğun
yüzü sarı-lacivertken, Hayat bütün yüzünü ruj ile boyar.
Film, böylece doksanların başından sonra erkekleri konu edinen ataerkilliğin
krizini sınıfsal bir düzeye yayar ve ataerkil güvenceden yoksun kalan kadınların krizine
yönelir. Bu filmden yaklaşık on yıl önce çekilen Tabutta Röveşata (1996- Derviş Zaim)
filminde, toplumsal ilişkilerin dışında kalan, kendine toplumsal bir aidiyet kuramayan
Mazlum, uyuşturucu bağımlısı bir kadınla birlikte İstanbul’dan kaçmaya çalışırken, bu kez
Hayat, benzer bir sahnede tanımadığı bir erkek çocuğu ile birlikte İstanbul’dan kaçmaya
çalışmaktadır. Doksanların başında sinemaya yansıyan otorite arzusu ve ataerkilliğin
krizi, on yıl sonra Hayat Var filmi ile kadın karakter üzerinden sinemaya yansımaktadır.
Öykü içinde baba, otorite ve aile figürünün belirsizliği isimler düzeyinde de belirtilir.
Öyküde Hayat dışında kimsenin adı verilmez, Hayat’ın adı da simgesel düzeydedir.
Bireysel yalnızlık, tehdit ve kaygı bu isim üzerinden gündelik hayatın geneline yayılır.
Sonuç
Modern toplumun bireye sunduğu yalnızlık, işsizlik, yoksulluk ve göç gibi özbenliğe
yönelik modern şiddet, tüketim toplumu insanını sürekli bir çıkmaza sürüklemektedir
(Oktik, 2008). Bu modern şiddet; öz yıkım, otoritenin güvencesi ve öngörülebilir bir
geleceğin çökmesi durumunda bireyin kendisine ve ötekine yönelik şiddet arzusunu
tetiklemektedir. Günümüzde kadına yönelik şiddette beliren olgu ise, toplumu yönlendiren
iktidarın mekânsal olarak belirsizliği ve sınıfsal mücadelenin parçalı yapısında şiddetin
doğrudan diğer kimliğe yönelmesidir. Habil ile Kabil öyküsünde şiddet, doğrudan muktedir
olana yönelerek, kendi iktidarını tekrar elde etmeye yönelir. Günümüzde ise muktedir
olan ile güce maruz kalan arasında mekânsal olarak aşılamaz bir mesafe vardır. Akışkan
Sayı 35 /Güz 2012
116
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
kapitalizm koşullarında iktidar kendini fiziksel olarak göstermez, iletişim ve üretim
araçları aracılığı ile toplumun yüzeyine yayarak herkesi kendi anlamsal pratiklerine dahil
olmaya davet eder. İktidara yönelemeyen, varlığını keşfedemeyen edilgen özne, büyük
bir baskı ile karşı karşıya kalmaktadır. Habil ile Kabil öyküsünde olduğu gibi; eksiklik,
kıskançlık, haset ve yarattığı öz-zehirlenme şiddetin temel kaynağıdır ancak şiddetin yönü
diğer özneden, nesneye kaymıştır. Araçlar aracılığı ile yaratılan farklılık ve bu farklılık
karşısında edilgen konumda olanın yaşadığı eksiklik, şiddetin temel motivasyonudur.
Bu durumda doğa karşısında sürekli farklılaşan insanlık, şiddeti yapılandırarak
konumlandırmakta, öz-saygının azlığı şiddeti doğurmaktadır. Habil’in sesinin şehevi ve
baştan çıkarıcı simülasyonu ile Kabil’in ortaya koyduğu şiddet ve nefretin sesi, toplumsal
gerilimin iki ayrı ucunu oluşturmaktadır. Rekabete açılan erkeklik ve sınıfsal konum
arasında var olan eşgüdüm, geleneğin koruyucu duvarlarının aşındığı durumda alt sınıf
erkek üyeleri üzerinde büyük bir bunalıma yol açarak şiddete dönüşmektedir. Bu noktada
altını çizmek istediğim unsur, kadına yönelik şiddetin sınıfsal bir yön içerdiği ve kültür
endüstrisinde yer alan yaşantı ile alt sınıfların sosyo-ekonomik gerçekliğin uyuşmazlığı
sonucu, sınıfa dayalı kültürel bunalımların kadın bedenine yönelik cinsiyetçi bir şiddete
dönüştüğüdür. Kentsel mekânda sınıflar arası gettolaşma ve işgücünün kuralsızlaşması
sınıfsal ayrılıkları derinleştirirken, gündelik yaşamın katı kurallarına mahkûm alt
sınıfların cinsel kimlikleri, kitle iletişim araçları aracılığı ile tahrik edilmektedir. Bu
noktada ortaya çıkan erkeklik krizi, kendini kadın bedenini yok etmeye dayalı bir şiddetle
ortaya koymaktadır. Sınıfsal olarak ezilmişlik, birey olamamak, öz-saygının yitimi; güç
uygulanabilen tek nesne olarak kadın bedenini hedef haline getirmektedir.
Diğer yandan ortaya çıkan bastırılmış gündelik yaşamda göze çarpan diğer
unsur; haz ve eğlenceye yönelik artan taleptir. Gündelik hayat baskılandıkça ve rutin
toplumsal bir hal aldıkça, kültür endüstrisi haz ve arzuyu üretmektedir. Rekabetin ve
sahiplenmenin temel prensip olduğu kapitalist Avrupa modernliği için kıtlık, eksiklik
yadsınamaz bir gerçektir. Mekânsal yayılma daraltılarak mekân; zaman kısıtlanarak boş
zaman; yabancılaşma yaratılarak, bütünlük; cinsellik bastırılarak, beden artan oranda
ihtiyaç/arzu nesnesi ve ticari meta haline gelmiştir. Fiziksel dünyada baskılanan hazzın
imgesi, iletişim araçlarında bolluk biçiminde kendini göstermektedir. Aynı kaynaktan
beslenen bu iki kutup arasında ise, toplumsal gruplar ve birliktelikler ölçeğinde tercüme
mekanizmaları bulunmamakta, şiddet, disiplin ve hazzın aynı kaynaktan beslenen etkileri
dile getirilememektedir. İktidarın parçalanmış dinamikleri altında toplumsal ilgisizlik
yerleşerek, siyasal bir eylem birliğini imkânsız kılmaktadır. Sanayileşme sonrasının
kentli insanları, gündelik yaşamlarını belirleyen yeni bir durumla karşı karşıyadır.
Çevre- merkez, kır-kent, etnisite, toplumsal cinsiyet ve ulusalcılık gibi karşıtlıklar, sınıf
kavramı ile ayrışmakta ve yeni harmanlar oluşturmaktadır (Süalp, 2004, 117). Sınıfsal
konumlanmalar ve örgütlü pratiklerin aşındığı bu durumda, geç kapitalistleşmenin ve
hızlı modernleşmenin şiddeti karşısında toplumsal, kültürel ve imgesel yurtsuzlaşmaya
uğrayan, mülksüzleşen yığınların yüzü geçmişe dönük, baskıcı ve nevrotik güç istencini
temsilen, intikamcı bir ruh hali olarak Kutsal Mazlumluk söylemi yükselen ve siyasallaşan
bir söylem olarak belirmektedir (Açıkel, 1996). Batı karşısında kendini ezik ve intikamcı
bir ruh hali ile kurgulayan bu söylem, ‘batılılaşmak ve aynı kalmak’ gerilimine takılı
olarak var olmaktadır. Bu süreçte özün ve kendiliğin taşıyıcısı olarak doğulu kadın motifi
117 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
ile arzunun ve hazzın taşıyıcısı olarak batılı kadın figürü karşıtlık içindedir. Aynı kalmanın
imkânsızlığı, arzunun cezbedici sesi ve istikrarsızlaşan gündelik yaşam karşısında ortaya
çıkan şiddet ise, yine kendini kadın bedeni üzerinden üretmektedir. “Kapitalizmin
eşitsiz ve baskıcı gelişimi, modern mazlumluk söylemlerinin ortaya çıkış koşullarını da
barındırıyor. Bu yönüyle, geç modernleşen ülkeler, kapitalist kalkınma paradigmaları
ve onun patolojik sonuçları açısından (göç, işsizlik, kötü çalışma koşulları, yoksulluk,
gelir dağılımının eşitsiz dağılımı vb.) ‘çağdaş mazlumluk söylemlerinin’ de mecralarıdır”
(Açıkel, 1996). Ekonomik ve siyasal edilgenlik sonucu ortaya çıkan bu nevrotik ruh
halinin ortaya çıkardığı şiddetin nesnesi ise (özellikle iktidarın kendini iletişim araçları ve
dijital banka ağları ile mekânda yaydığı akışkan modernlik koşullarında) sürekli ‘kadın’
olmaktadır.
Sonuç olarak, iletişim ve ulaşım araçlarının olanaklarında küresel bir yüzeye yayılan
iktidar, yaratılan anlam kirliliğinde bütün toplumları kendi egemenliği altına almakta ve
etkilerini değişik biçimlerde dünyaya yaymaktadır. Geleceğe yönelik bütün ekonomik,
politik ve kültürel dönüşüm süreçlerinin tıkanması, son yıllarda artan oranda ‘geçmişi’
gündeme taşımaktadır. Bu durum, ileriye bakamayışın ürünüdür. Geçmiş bazen keyfiyete
varacak ölçüde seçmeci bir şekilde araçsallaştırılırken; ekonomi, siyaset, kültür ve ilgili
bütün mekanizmalar, geçmişle olan bağlarını koparma eğilimindedir. Sürekli geleneğe
dönerek gündelik hayatı dizginlemeye çalışan bir toplum, özerkliğini kullanmaktan
çekinen, onu nasıl kullanacağını bilmeyen bir toplumun işaretidir (Bauman, 2000:
148). Aklın ve etiğin ideali, bütünlüğe ulaşma arzusu ile araçların yarattığı gerçekliğin
bütünlüğünü bozmadaki başarısı, düşüncenin yaşadığı gerilimi oluşturur ve sanat bu
gerilimde yeşerir. Sessiz ve gittikçe işlevsizleşen bir geçmişten onay alarak varlığını ispat
etmeye çalışan düşünce, sesli ve görüntülü bir şimdiki zamanda Habil’in görünmeyen
sesi ve Kabil’in görünen vahşeti ile hesaplaşmak, fiilen her gün bu soyut ve somut şiddeti
yaşayan bireyler için çözüm önerileri sunmak durumundadır. Politik düşünce toplumda
kendine bir yer bulmak istiyorsa gücünü çözülmekte olan bir gelenekten almayan, özerk
bir dil üretmek durumundadır. Aksi durumda aktif politika ve siyasal eylem, küresel
ölçekte yaşandığı gibi sonu şiddete varan kimlik söylemlerini aşmayı başaramayacaktır.
Kaynakça
Açıkel, Fethi, (1996). “Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, 70,
s.153-198.
Bauman, Zygmunt, (2000). Siyaset Arayışı, Tuncay Birkan (Çev.), İstanbul: Metis
Yayınları.
Bauman, Zygmunt, (2011). Yaşam Sanatı, Akın Sarı (Çev.), İstanbul: Versus
Yayıncılık.
Çakır, Süreyya, (2008). “Medya ve Şiddet”, Doğu Batı, 43, s.161-182.
Çiçekoğlu, Feride, (2007). Vesikalı Şehir, İstanbul : Metis Yayınları.
Ellul, Jacques, (2004). Sözün Düşüşü, Hüsamettin Arslan (Çev.), İstanbul:
Paradigma Yayınları.
Sayı 35 /Güz 2012
118
Kültürel Dönüşüm ve Şiddetin Nesnesi Olarak Kadın
Erşen, Özge, (2008). “Psikanalitik Bir Deneme Şiddet: Öteki'nin Yıkımı”, DoğuBatı, 43, s.129-138.
Fischer, Ernst, (2010). Sanatın Gerekliliği, Cevat Çapan (Çev.), İstanbul: Payel
Yayınları.
Fromm, Erich, (1995). Sevme Sanatı, Yurdanur Salman (Çev.), İstanbul: Payel
Yayınevi.
Giddens, Anthony, (2004). Modernliğin Sonuçları, Ersin Kuşdil (Çev.), İstanbul :
Ayrıntı Yayınları.
Girard, René, (2007). Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, Arzu Etensel İldem
(Çev.), İstanbul: Metis Yayınları.
Gürbilek, Nurdan, (2004). Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis Yayınları.
Hortoğlu, Cengiz, (2011.12.18). "Sanal aşklarımı öğrenen eşim, aldatmadan dava
açabilir mi?", http://gundem.milliyet.com.tr/sanal-asklarimi-ogrenen-esim--aldatmadandava-acabilir-mi-/cengiz hortoglu/ gundem/ gundemyazardetay/ 18. 12.2011/1477416/
default.htm Erişim: 21,12 2011.
Lefebvre, Henri, (2007). Modern Dünyada Gündelik Hayat, Işın Gürbüz (Çev.),
İstanbul: Metis Yayınları.
Milliyet, (2011). "Cezayı Duyunca 'Onu Seviyorum' Dedi" http:// gundem. milliyet.
com.tr/cezayi-duyunca-onu-seviyorum dedi/ gundem/ gundemdetay / 15.04. 2011/
1377758/default.htm Erişim: 16.12.2011.
Oktik, Nurgün, (2008). “Bireysel Bir Şiddet Olarak İntiharın Sosyolojik Açılımı”,
Doğu Batı, 43, s.199-220.
Onur, H. ve Koyuncu, B., (2004). "‘Hegemonik’ Erkekliğin Görünmeyen Yüzü:
Sosyalizasyon Sürecinde Erkeklik Oluşumları ve Krizleri Üzerine Düşünceler” Toplum
ve Bilim,101 , s.31-49.
Parla, Jale, (2009). Babalar ve Oğullar, İstanbul: İletişim Yayıncılık.
Sennett, Richard, (1999). Gözün Vicdanı, Süha Sertabiboğlu ve Can Kurultay
(Çev.), İstanbul : Ayrıntı Yayınları.
Sennett, Richard, (2011). Yeni Kapitalizmin Kültürü, Aylin Onacak (Çev.), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Simmel, Georg, (2005). Modern Kültürde Çatışma, Tanıl Bora, Nazile Kalaycı ve
Elçin Gen (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.
Akbal Süalp, Z. Tül, (2004). Zamanmekan Kuram ve Sinema, İstanbul: Bağlam
Yayıncılık.
Suner, Asuman, (2006). Hayalet Ev, İstanbul: Metis Yayınları.
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, (2009). Türkiye'de Kadına
Yönelik Aile İçi Şiddet, Ankara.
119 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Doğan AYDOĞAN
Ulusay, Nejat, (2004). “Günümüz Türk Sinemasında ‘Erkek Filmleri’nin Yükselişi
ve Erkeklik Krizi”, Toplum ve Bilim,101, s.144-160.
Urry, John, (1999). Mekanları Tüketmek, Rahmi G. Öğdül (Çev.), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Wagner, Peter, (2003). Modernliğin Sosyolojisi, Mehmet Küçük (Çev.), İstanbul:
Doruk Yayıncılık.
Weiss, Robert, (2011). "Sexual Addiction, Smart Phones and Social Networking
– Finding Solutions", http://blogs.psychcentral.com/sex/2011/06/sexual-addiction-smartphones-and-social-networking-–-finding-solutions/ Erişim: 21.12.2011.
Sayı 35 /Güz 2012
120
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Foreign Coverage in Turkish Media: A Critical Perspective
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ,
Müdür, T.C. Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanlığı, E-posta: [email protected]
Hakan ÇOPUR,
Uzman, T.C. Cumhurbaşkanlığı, Kurumsal İletişim Başkanlığı, E-posta: [email protected]
Anahtar Kelimeler:
türk basını, dış
habercilik, medya etiği.
Keywords:
turkish press, foreign
coverage, media ethics.
Öz
Bu çalışma, Türk basınında dış haberciliğin niteliği, algılanışı, alanı,
işleyiş mekanizmaları ve son dönemdeki gelişimi/zenginleşmesi üzerine yapılmış
bir analizdir. Bu analizde, genel anlamda, Türk basınının nasıl bir dış habercilik
algısına sahip olduğu, dış haberciliğin kalitesine ilişkin temel sorunlar, dış
habercilik-etik ilişkisi vb. konular ele alınmaktadır. Çalışmada, Türkiye’de dış
haberciliğin niteliğiyle ilgili iki temel sorun alanı olduğu bulgulanmaktadır.
Birincisi, dış haberciliğin daha nitelikli yapılabilmesini engelleyen alanda uzman
haberci sayısının azlığı (genel olarak uzmanlık eksikliği), ikincisi ise dış haberciliği
perdeleyen/gölgeleyen ideolojik ve/veya politik bakış açıları meselesidir.
Abstract
This study is an analysis based on the quality, perception, scope, process
mechanisms and the recent progress/enrichment of foreign coverage in Turkish
media. This analysis is structured on how media perceives the field of foreign
coverage, the issues about the quality of foreign coverage, the relations between
foreign coverage and ethics, etc. The study claims that there are two basic dynamics
affecting the quality of foreign coverage in Turkey. The first one is the lack of
journalists who have expertise on the field; and the other one is the ideological
and/or political points of view.
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Giriş
Matbaanın icadı, hiç şüphesiz, insanlık tarihi açısından son derece önemli bir
adımdır. Yazılı kültürün toplumsallaşması ve bilginin daha geniş kitlelere taşınabilmesi
ile bilginin kullanımına ilişkin daha demokratik ve katılımcı bir tablonun ortaya çıkması
beklenirdi. Ancak modern dönemin belki de en önemli karakteristik özelliklerinden birisi
olarak bilgi, zaman içinde, bir iktidar aracına dönüştü ya da dönüştürüldü. Bu bağlamda,
haberin bilgiye özdeş kabul edildiği modern dönem, haberin de bir iktidar aracı haline
dönüşmesine zemin hazırladı. Dolayısıyla haberin üretim ve yayılma süreçleri, aynı
zamanda bilginin iktidar aracına dönüşmesiyle ilgili süreçler haline geldi. Dış politika ile
iç politikanın artık ayrılamayacak kadar bütünleşik hale geldiği bir dönemde dış habercilik,
ülkelerin kaderlerini etkileyebilecek ölçüde önemli bir meslek alanına dönüştü.
Esasen dış habercilik, alan gazeteciliği kavramıyla yakından ilgilidir. Belirli bir
alanda çalışmayı ifade eden alan gazeteciliği, ancak 20. yüzyılın başında şekillenmeye ve
zaman içinde zenginleşmeye başladı. Alan gazeteciliğinin bir sonucu olarak dış habercilik,
dünya haberlerini konu edinen ve dünya haberciliği veya ‘dış politika haberciliği’ gibi
isimlerle de tanımlanan bir habercilik alanı olarak ortaya çıktı (Küçükyılmaz ve Çopur,
2010: 19). Hiç şüphesiz iki dünya savaşı gibi tüm dünyayı ilgilendiren ve devletlerarası
ilişkilerde yapısal dönüşümleri beraberinde getiren süreçler, dış haberciliğin önem
kazanıp gelişmesine zemin hazırladı.
Dış haberciliğin, ulus devletin ana öznesi olduğu bir uluslararası ilişkiler sisteminde
kendine ait bir alan oluşturduğunu söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Zira ulus devletler
arasındaki savaş, barış, egemenlik, siyasi rejim, diplomatik ilişkiler, uluslararası hukuk vb.
alanlardaki enformasyon akışı ile şekillenmeye başlayan bu alan, dış habercilik şemsiyesi
altında ilgili ülkeler arasındaki ikili ve çoklu ilişkileri yansıtan bir ayna görevi görmeye
başladı. Televizyon ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla beraber,
dış habercilik aynasına sokaktaki vatandaş da daha fazla bakmaya ve olup bitenleri
daha yakından takip etmeye başladı. Ancak, elbette, bu aynaya bakmak ile gerçekleri
görmenin aynı şey olup olmadığını ayrıca tartışmakta yarar olduğu aşikârdır. 20. yüzyılın
ortalarından itibaren gücünü hissettiren küreselleşme sürecinde, Marshall McLuhan’ın
dediği gibi “sır ortadan kalkmakta ve herkes herkesin haberine vâkıf olmaktadır” (2005:
72). Ancak herkesin habere vâkıf olduğu bir enformasyon döneminde dahi sahici/gerçek
bilgiye nasıl ulaşılabileceği konusu, dış haberciliğinin temel sorun alanlarından biri olarak
orta yerde durmaktadır.
Şüphesiz son on yıllık dönem, Türk dış politikasının yapısal anlamda değişim ve
dönüşüm geçirdiği tarihi bir süreç olarak dikkatle izlenmelidir. 11 Eylül sonrası uluslararası
sistemde hala bir düzenin inşa edilemediği ve çok kutuplu bir sistemin biçimlendiği
kaotik bir dönüşüm çağındayız. Böyle bir dönemde Türkiye, sahip olduğu tüm insani,
tarihî, coğrafi, ekonomik ve diğer alanlardaki birikimini en etkin şekilde kullanarak yeni
oluşmakta olan uluslararası düzenin önemli ve kurucu aktörlerinden biri olarak yerini alma
122 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
çabasındadır1. Küresel ve bölgesel belirsizliklerin yoğun olduğu bu yeniden yapılanma
sürecinde Türkiye, 1990’lı yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde proaktif, özgüven sahibi ve
kurucu bir dış politika yürütmektedir. Her ne kadar son iki yıldır Arap Baharı çerçevesinde
yaşananlar ve özellikle Suriye’deki gelişmeler, Türk dış politikasının ciddi testleri olsa
ve yol haritasındaki hedefleri zorlaştıracak unsurlar içerse de, Türkiye’nin bölgedeki en
önemli bölgesel güçlerden biri olduğu konusunda birçok kişi hemfikirdir2.
1990’larda dönemsel olarak kendisini hissettiren, ama daha net ve sınırları belli
şekilde 2002 sonrasında gündeme gelen bu proaktif ve dinamik dış politika yaklaşımı,
Türkiye’nin başta yakın komşularıyla olmak üzere tüm ikili ilişkilerine ciddi bir derinlik
kazandırmaktadır (Davutoğlu, 2010). Bu bakımdan, yeni dış politika yaklaşımının Türk
basınında nasıl anlaşıldığı/okunduğu konusu, önemle üzerinde durulması gereken bir
noktadır. Bu yeni dış politika yaklaşımının, artı ve eksileriyle, Türk basınında ne ölçüde
doğru okunduğu konusunda birçok tartışma vardır. Türk basınında dış haberciliğin kalitesi,
niteliği, derinliği ve zenginliği gibi temel sorgulama alanlarında somut örneklere bakıldığı
zaman ciddi problemlerin bulunduğu ve bu bağlamda reformlara ihtiyaç duyulduğu,
tam da bu işin mutfağında çalışan uzman kişilerce dile getirilmektedir (Küçükyılmaz ve
Çopur, 2010: 75-82). Ancak, Türk dış politikasındaki hızlı dönüşümü yakalayabilmek ve
bölgesinde aktif roller alan Türkiye’nin ihtiyacını karşılayabilmek için yazılı ve görsel
Türk medyası da kayda değer bir dönüşüm ve gelişim süreci içindedir. Bununla beraber,
Türk medyasındaki mevcut dış habercilik kalitesinin (uluslararası habercilik standartları
açısından değerlendirildiğinde) hala istenen düzeyde olmadığı söylenebilir.
Türk basın tarihi üzerine, az da olsa, nitelikli çalışmalar varken3, özelde dış
habercilikle ilgili derinlikli ve somut araştırmalara dayanan araştırma/yayın neredeyse
yok gibidir4. Böyle bir ortamda bu makale, az sayıdaki bu araştırmaları da kullanarak,
Türk basınında dış haberciliğin durumu, dış haberciliğin işleyiş mekanizması ve medyada
dış haberciliğin nasıl algılandığı üzerine yoğunlaşmayı amaçlamaktadır. Makalenin son
bölümünde ise, Türkiye’de daha nitelikli ve sağlıklı bir dış haberciliğin nasıl yapılabileceği
üzerine bazı çözüm önerileri tartışılmaktadır. Bu bağlamda öncelikle Türkiye’de dış
haberciliğin genel görünümü, ve Türk basınında dış haberciliğin temel sorun alanlarının
neler olduğu, ardından ‘Türkiye’de dış haberlerin nasıl oluştuğu’ anlatılacaktır. Son
olarak ise, Türkiye’de daha nitelikli dış habercilik için ‘sonuç ve çözüm önerileri’ne yer
verilecektir.
1 Türkiye’nin son dönem dış politikası ve bunun küresel dönüşümün içindeki yerine ilişkin tartışmalar için bkz. F.
Stephen Larrabee, Troubled Partnership: US-Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change, RAND
Corporation, 2010; Cengiz Çandar, “Turkey’s Soft Power Strategy: A New Vision for a Multi-Polar World”, SETA
Policy Brief, No. 38, 2009; Fuat Keyman, “Turkish Foreign Policy in the Era of Global Turmoil”, SETA Policy
Brief, No. 39, 2009.
2 Türk dış politikasının mevcut durumu ve önündeki zorlukların farklı açılardan teorik değerlendirme ve
tartışmaları için bkz. Ertan Efegil ve Rıdvan Kalaycı, Dış Politika Teorileri Bağlamında Türk Dış Politikasının
Analizi, Nobel Yayıncılık, 2012.
3 Türk basınının dönüşüm sürecini en iyi anlatan çalışmalardan biri olan Hıfzı Topuz’un kitabı, Osmanlı
son döneminden başlayarak 2000’lerin başına kadarki Türk basınındaki dönüşümleri ele almaktadır: Hıfzı Topuz,
II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2003.
4 Türkiye’de dış habercilikle ilgili derli toplu ilk kaynak olma özelliğini taşıyan çalışma için bkz. Mücahit
Küçükyılmaz ve Hakan Çopur, Türk Basınında Dış Habercilik, Ankara: SETA Yayınları, 2010. Bu çalışma, yurt içi
ve yurt dışında 60’ın üzerinde, alanında uzman kişiyle yapılan derinlemesine mülakat ve örnek olaylar üzerinden
içerik analiz yöntemine dayanan bir araştırmadır.
Sayı 35 /Güz 2012
123
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Türkiye’de Dış Haberciliğin Genel Görünümü
Ortaya çıktığı dönemden beri Türkiye’de medya, devlet/siyaset kurumlarıyla yakın
ilişki içinde olan ve biraz da buna bağlı olarak iç siyaset haberlerinin hâkim olduğu bir
yapı olagelmiştir. Bu durum, iç politikayı haberlerin merkezine konumlandırırken, diğer
haber alanlarının bu merkezin etrafında, onu ikame edecek şekilde, yerleştirilmesine
zemin hazırlamıştır. Dönemsel olarak (örneğin Turgut Özal dönemi) dış politika
haberleri, iç politika haberlerinin gölgesinden kurtulmaya çalışmış olsa da, toplamda,
dış habercilik uzun yıllar ötelenmiş bir alan olarak kalmıştır. Ancak son yıllarda Türk
dış politikasında gözlemlenen aktif ve çok yönlü diplomasi yaklaşımı, gözlerin biraz
daha dışarıya çevrilmesine ve dolayısıyla dış haberciliğin de daha revaçta bir alan haline
gelmesine imkân vermiştir. Giderek daha çok aktörle daha çeşitli ilişkiler geliştiren bir
Türkiye profili, medyanın da dış habercilik alanına daha fazla ilgi göstermesini ve daha
fazla sayfa ayırmasını zorunlu kılmıştır.
İstanbul-Ankara Merkezleri: Türkiye’de dış habercilik, biri İstanbul ve diğeri
Ankara olmak üzere iki ana merkezde yapılmaktadır. Ankara, daha çok diplomasi
muhabirlerinin olduğu ve ilgili bakanlık ve yabancı ülke misyonlarıyla ilişkiler
çerçevesinde ilerleyen bir dış habercilik sürecine sahiptir. Ulusal gazete ve televizyonların
ana merkezi olan İstanbul’da ise dış haberciler, hem Ankara’dan (ve varsa başka
ülkelerdeki muhabirlerinden) gelen, hem de ulusal ve uluslararası ajanslardan aldıkları
haberleri değerlendirerek nihai haberleri üretmektedirler.
Türkiye’de dış haberci olabilmek, gazete veya televizyonların dış haberler
birimlerinde çalışabilmek için aranan temel koşullar arasında, iyi derecede yabancı
dil(ler) bilmek, tercihen iletişim veya uluslararası ilişkiler bölümlerinden mezun
olmak, iyi bir temel eğitim almış olmak ve kendini yetiştirmiş olmak gibi nitelikler
sayılmaktadır (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 10-12). Ancak bu vasıflarla medyada dış
haberler ya da dış politika bölümlerine giren gençlerin, çalışırken kendilerini geliştirme
imkânı bulamadıkları, yeteri kadar okumaya fırsat ve zamanlarının olmadığı, meslek
içi eğitim olanaklarının sınırlı olduğu, yurtdışı gezilere pek gidemedikleri ve belki de
en önemlisi alanda uzmanlaşmaya önem verilmediği için dış haberciliğin bir kolunda
uzmanlaşamadıkları da, yine medyanın mutfağında çalışan kişilerce, ifade edilmektedir
(Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 59-60).
Uzman Gazetecilik: Türkiye’de dış haberciliğin genel durumunu ortaya koyabilmek
için tartışılması gereken en önemli sorun alanı muhtemelen uzman gazetecilik eksikliğidir.
Dış habercilik, hem kendi ülkenizin diplomasi yaklaşımını ve diğer ülkelerle ilişkilerini
okuyup analiz etmeyi, hem de uluslararası politikada olan biteni ve ülkenizin bu süreçteki
yerini anlamayı gerektiren bir uzmanlık alanıdır. Dolayısıyla, ister gazetecilikten isterse
dışarıdan gelmiş olsun, dış haberci olacak kişilerin bu alana dair temel bilgilere mutlaka
sahip olmaları ve süreçleri çok iyi takip etmeleri gerekmektedir. Aksi halde dış habercilik,
ya ajanslardan gelen haberlerin Türkçeye çevrilmesinden, ya da Ankara’daki diplomasi
muhabirinin gönderdiği bilgileri haber olarak girmekten ibaret dar bir alana sıkışmaktadır.
124 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
Köşe Yazarı-Editör-Muhabir İlişkisi
Türkiye’de dış haberciliğin niteliği ve kalitesi haberlerin üretim sürecine,
muhabir ile editör arasındaki ilişkiye, bu ilişki sonucunda ortaya çıkan ürüne üst düzey
yöneticilerden (dış haber müdürü, haber müdürü veya genel yayın yönetmeni) müdahale
olup olmadığına ve köşe yazarının bu sürece katkısına bağlıdır. Son dönemde farklı
ülkelerde de daimi muhabir bulundurmaya başlayan gazete ve televizyonlar dış habercilik
açısından daha şanslılar; zira sadece bu muhabirlerin ilettiği haberler dahi ciddi miktarda
haber birikimine imkân tanımaktadır. Bu konuda daha zayıf olan görsel ve yazılı basın
organları ise, dış habercilikte daha çok ajans bağımlısı bir tablo çizmektedir.
Türkiye’de dış politika yazan köşe yazarları genelde gazetenin dış haberler
servisinden bağımsız olarak yazılarını yazmaktadır. Dış politika yazarlarına ilişkin birkaç
önemli konu vardır; birincisi bu kişilerin sadece dış politika yazıp yazmamaları, ikincisi
alanda ne derece bilgili/uzman oldukları, üçüncüsü dış politikaya ideolojik kalıplarla
bakıp bakmadıkları ve dördüncüsü de olması gerekenden fazla yazıp yazmadıklarıdır.
Türkiye’de sürekli dış politika yazan köşe yazarları olduğu gibi, bazen dış politika bazen
de iç politika (hatta daha farklı sahalarda da) yazan köşe yazarlarının olduğu görülmektedir.
Mutlak bir ayırım yapılmasa bile köşe yazarlarının belirli bir uzmanlık alanında yazmaları
daha nitelikli dış politika analizlerinin ortaya çıkmasının önünü açacaktır. Dış politika
üzerine yazan köşe yazarlarının alana dair uzmanlıkları ve yazma sıklıkları da önemli
hususlardır. Yurtdışındaki örneklere5 bakıldığında ve Türkiye’deki köşe yazarlarının
haftada 3–4 gün, hatta 5 gün yazdıkları düşünüldüğünde, kendini tekrar etme, kendini
yenileyememe ve yazma yorgunluğu gibi sorunların ortaya çıktığı görülmektedir. Bunun
yanında, yazarların ideolojik bir bakış açısıyla yazıp yazmadıkları meselesi, iç siyasetteki
kadar olmasa da, zaman zaman kendini göstermektedir. Sonuç olarak, alanı iyi tanıyan,
nitelikli ve istikrarlı olarak sadece dış poli­tika yazan ve ideolojik önyargıları olmayan
köşe yazarlığının, Türkiye pratiğinde eksikliği hissedilen bir ideal olduğu söylenebilir.
Dış haberin oluşumunda, yayın organının merkezinde genelde bir editör, süreçleri
yürütür. Bu süreçte muhabir ile editör arasında yakın bir ilişki vardır. Dış haber editörleri
(ya da bazı gazetelerde dış haber müdürleri) başta Ankara’daki diplomasi muhabiri
olmak üzere varsa yurt dışındaki muhabirlerden günlük olarak gelen haberleri seçer,
editöryal süreçten geçirir ve baskıya/yayına hazır hale getirir. Ankara’daki diplomasi
muhabirleri başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere ilgili diğer bakanlıklardan ve yabancı
ülke temsilciliklerinden haber toplarlar. Bunun için de bu haber kaynaklarıyla belirli bir
ilişki kurmuş olmaları gerekir. Ancak İstanbul’daki dış haberler bölümünde uluslararası
politikaya ilişkin haberlerin çoğu ajanslardan ya da internet kaynaklarından temin
edilerek, Türkçeye tercüme edilmekte ve bu şekilde habere dönüştürülmektedir. Bu
bakımdan İstanbul’da dış haberciliğin büyük oranda bir ‘tercüme’ işi olduğunu söylemek
pek de yanlış olmaz.
5 Özellikle Türkiye’de daha yakından takip edilen uluslararası gazetelerdeki köşe yazarlarının yazma sıklığı
göz önüne alındığında (ortalama haftada 2 kez) Türkiye’de haftada 4-5 gün yazan köşe yazarlarının sık yazdığı
sonucuna ulaşılabilir. Somut örnekler için şu gazetelere bakılabilir: The New York Times, The Washington Post, The
Guardian, The Independent, Le Monde Diplomatique, Bild.
Sayı 35 /Güz 2012
125
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
“İletişimci” mi, “Uluslararası İlişkilerci” mi Daha İyi?: Türkiye’de dış
haberciliğin genel durumuna ilişkin tartışmalardan biri de, iletişimcilerin mi yoksa
uluslararası ilişkilercilerin mi bu işi daha iyi yapabileceği konusudur. Bir görüşe göre,
iletişim fakültelerinden (gazetecilik vb. bölümlerden) mezun olanlar, işin doğasını
bilmeleri sebebiyle, bu işi daha iyi yapabilirler; iletişim mezunu olanların bazılarının
tek eksiği, yabancı dil sorunlarının olmasıdır. Diğer bir yaklaşıma göre ise, dış politika
okuyarak gelmeleri, yabancı dil bilmeleri ve Türk dış politikasıyla ilgili alanları daha
yakından takip etmeleri nedeniyle uluslararası ilişkiler mezunları daha iyi dış haberci
olabilmektedir. Her iki görüşün de kendine göre haklılık payı vardır. Ancak son yıllarda
uluslararası ilişkiler mezunlarının dış haberler bölümlerinde daha fazla yer almaya
başladığı, bir başka deyişle, gazete ve televizyonlarda uluslararası ilişkiler mezunlarının
daha fazla tercih edildiği gözlemlenmektedir. Burada, uluslararası ilişkiler mezunlarının
hem yabancı dil bakımından daha iyi durumda olmalarının, hem de doğrudan alana ilişkin
bilgiyle gelmelerinin etkin olduğu söylenmektedir (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 61).
Türk Basınında Dış Haberciliğin Temel Sorun Alanları
Dünyada dış habercilik, 1. Körfez Savaşı’ndan itibaren dönüşmeye başlamış,
internetin ve internet-tabanlı iletişim araçlarının zaman içinde devreye girmesiyle
daha aktif ve zengin bir dış habercilik tablosu ortaya çıkmıştır. Her haberin herkesi
ilgilendirdiği ve internetin daha yoğun bir iletişim aracı olarak kullanıldığı bir dönemde
sosyal medya da sürece dâhil olarak dış haberciliğin doğasını etkileyecek ölçüde önemli
bir etki yapmıştır (Shirky, 2010). Artık dış gibi algılanan konular/ alanlar birçok ülkenin
iç meselesi haline gelmiştir (Archetti, 2010: 567-588). Böyle bir küresel bilgi akışı
çağında dış habercilik adına önemli gelişmeler kaydetmiş olan Türk medyasının yine de
kurumsallaşma adına atması gereken adımlar olduğu görülmektedir. Bunda medyadaki
mülkiyet yapılanması, iç politikadaki ayrışmanın medyaya yansımaları, finansal imkân
ve yetkinlikler ve yetersiz uzmanlaşma gibi temel sorunların etkili olduğu görülmektedir.
Bu yapısal meselelerin nasıl ve hangi zaman diliminde çözümleneceğine bağlı olarak
Türk basınında dış habercilik de yapısal bir dönüşüm sürecinden geçmektedir6.
Türkiye’de dış haberciliğin işleyişiyle ilgili en temel iki problem alanından
bahsedilebilir; birincisi nitelikli dış habercilik yapılmasını engelleyen teknik ve meslekî
sorunlar, diğeri de tüm imkânlar yerinde olsa bile son dönem Türkiye’sini ve dünya
sistemindeki değişimleri okumak, anlamak ve anlamlandırmakta yaşanan sıkıntılar ve
yetersizliklerdir. Bugün ulusal medyanın önde gelen birçok mensubu, son dönem Türk
dış politikasındaki değişimleri medyanın yeterince doğru ve zamanında okuyamadığı
kanaatini taşımaktadır (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 75-82). Bu tespitin temel sebepleri
arasında uzman gazetecilik ve alana hâkimiyet sorunu, ideolojik-politik etkiler ve altyapı
eksikliği gibi maddeler sayılmaktadır. Bu maddeler, aynı zamanda Türkiye’deki dış
haberciliğin temel sorun alanları olarak da nitelendirilebilir.
6 Türkiye’de medyanın son dönemde yaşadığı dönüşüm sürecine ilişkin farklı görüş ve tartışmalar için bkz. D.
Beybin Kejanlıoğlu, Türkiye’de Medyanın Dönüşümü, Ankara: İmge Yayınları, 2004; L. Doğan Tılıç, 2000’ler
Türkiye’sinde Gazetecilik ve Medyayı Anlamak, İstanbul: Su Yayınları, 2001; “Medya Dosyası”, Anlayış, Sayı 27,
Ağustos 2005.
126 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
Alana Hâkimiyet ve Uzman Gazetecilik Sorunu
Türk basınında dış haberciliğin belki de en önemli sorun alanı, uzman gazetecilik
konusundaki eksikliklerdir. Son yıllarda hızlı bir biçimde, başta komşu ülkeler olmak
üzere, yakın ve uzak bölgelerde etkinliğini artıran Türk dış politikasını takip edip anlamak
ve habere dönüştürmek için belli ölçülerde o bölgeleri bilen/tanıyan uzman gazetecilere
ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak uzun yıllardır dış haberciliğe yeterince yatırım yapmamış
olan Türk basını, şimdi bu uzman gazetecilik eksikliğini derinden hissetmektedir. Birçok
ulusal gazetede sadece bir sayfa ayrılan dış haberler, büyük bölümü ajanslardan çevrilmiş
dünya haberleri ve (varsa) Ankara’daki diplomasi muhabirinden gelen haberlerle
doldurulmaktaydı. Bu durum, Türk basınının dış haberciliğe yeterince önem vermediğinin
açık bir göstergesidir. Örneğin, yıllarca medyada Arapça veya Farsça bilen uzman gazeteci
sayısı bir elin parmakları kadar bile değildi. Hatta belki Arapça bilen gazeteci profili eksi
bir profil olarak not edilmekteydi bazı medya gruplarında. Bu yüzünü sadece Batı’ya
dönmüş medya duruşu, ancak son yıllarda ciddi biçimde kırılmaya başlamış ve Doğu
dillerini bilen uzman gazeteci ihtiyacı yavaş yavaş giderilmeye çalışılmıştır. Ancak hâlâ
birçok eksiğin olduğu açıktır.
Esasen sadece bölgeleri veya bölge dillerini bilmek de her zaman yeterli olmayabilir.
Örneğin İran’la ilgili ve doğalgaz üzerinden işleyen bir sürece dair haber yapacak
muhabirin bu ilişkileri okuyabilmek için bir ölçüde enerji alanıyla ilgili bilgiye de sahip
olması gerekmektedir. Aynı şeyi Türk-Amerikan askeri ilişkilerine dair de söylemek
mümkündür; burada da savunma sanayi ve askeri ihalelerle ilgili temel bilgilere sahip
bir uzman gazeteciye ihtiyaç olacaktır. Belli bir alana dair nitelikli bilgiye sahip olmak
için, sadece yabancı dil bilmek yeterli değildir. Bunun da ötesinde, mümkünse, akademik
bir arka plana veya alana ilişkin okumalara gereksinim duyulmaktadır. Dış haberler
bölümlerinde uluslararası ilişkilercilerin son dönemde daha fazla tercih edilmesi, bu
kişilerin sadece yabancı dil bilmeleriyle değil, aynı zamanda alana dair temel bilgilere
sahip olmalarıyla ilgilidir.
Uzman ve alana hâkim gazeteci noktasındaki bazı temel sorunlar göze çarpmaktadır.
Öncelikle üniversiteden yeni mezun kişilerin medya sektörü içinde kendilerini geliştirme
ve bir alanda uzmanlaşma imkânları sorgulanmalıdır. Açıkçası bu konu, tartışılmaya
açıktır ve birçok gazeteci bu noktada medyanın ciddi bir açığının olduğu kanaatine sahiptir
(Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 89-91). Bir diğer sorun alanı, medyanın bu hususta uzun
yıllardır yapısal adımlar atmamış olmasıdır. Bu sorun, medyanın uzman gazeteciliğe daha
fazla önem vermesi ve bu alana yatırım yapmasıyla zaman içinde aşılabilir bir sorundur.
Uzman ve alana hâkim kişilerin medyada çalışmayı ne ölçüde tercih ettikleri meselesi de
diğer bir sorunlu husustur. Bu mesele, iyi yetişmiş ve uzmanlığı olan kişilerin medyada
maddi ve manevi iş tatmininin sağlanmasıyla aşılabilecek bir konudur. Mevcut koşullarda
dış haberciliğe yatırım yapmak zor ve pahalı bir iş olup, medya sahiplerinin öncelikleri
arasında pek yer almamaktadır. Özellikle yabancı ülkelerde daimi muhabir bulundurmak
ticari kaygıları yüksek olan medya grupları için zorlayıcı bir konu olagelmiştir.
Son dönemde yayın hayatına başlayan bazı kanalların yatırımları ve diğer bazı
haber kanallarının bu yöndeki çabaları ile dünyanın farklı bölgelerindeki muhabir sayısı
Sayı 35 /Güz 2012
127
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
artmaktadır. Daha önce daimi muhabir bulunmayan birçok Ortadoğu ve Asya ülkesinde
artık daimi muhabirler çalışmaktadır. Bu duruma paralel olarak nitelikli dış habercilerin
yetişmesi için son dönemde bilhassa Arapça bilen ve Ortadoğu’yu takip edip analiz
edebilecek genç elemanların medyada yer almaya başladığı gözlemlenmektedir. Ancak
mevcut koşullarda nitelikli kişilerin medyada yer almak için bugünkünden daha iyi
bir istihdam politikasına ihtiyaç olduğu konusunda hemen herkes hemfikirdir. Gerek
çalışma koşulları, gerekse ücretler noktasında medya mensupları arasında tam bir iş
tatmini yoktur. Özellikle mesleğe yeni başlayan muhabir düzeyindeki elemanlar için
medya mensubu olmak, dışarıdan göründüğünden daha zor ve meşakkatli bir iştir. Ancak
Türk medyasındaki yapısal sermaye dönüşümleri ve sektöre yeni oyuncuların girmesi
gibi temel faktörlerin, medya mensuplarının daha iyi şartlarda çalışmalarını sağlayacak
bir zemin oluşturduğu söylenebilir. Dolayısıyla Türkiye’de dış haberciliğin geleceği
açısından ümitvar olmak için yeterli nedenler vardır.
İdeolojik-Politik Etkiler
Medya sadece bir gösterim aracı değildir; mevcut teknolojik ve iletişimsel devrim
çağında medya adeta bir ‘ideolojik yeniden-üretim’ aracı haline gelmiştir (Hall, 1996:
137). Bu yeniden üretim mekanizmasıyla medya, kendi gerçeğini yaratmaya ya da
yarattığı gerçeğin ideolojik promosyonunu yapmaya açık hale gelir. Siyaset kurumuyla ve
siyasetçilerle doğal olarak yakın ilişkisi olan medya, hem bu ilişkiden çıkar devşirebilir,
hem de ideolojik benzerlik temelinde bir pozisyon alabilir (Halimi, 1999;Tılıç, 2001).
Türkiye gibi sancılı bir ulus devletleşme süreci geçirmiş/geçirmekte olan bir ülkede,
medyanın çağdaşlaştırma misyonu sebebiyle çoğu zaman ideolojik bir zeminde
hareket etmesi çok da anormal olmasa gerek. Ancak sorun şu ki, Cumhuriyet’in kurucu
ideolojisiyle paralel olarak işlev gören medya, biraz da bu sebeple halktan kopuk ve hatta
bazen halka rağmen bir eylem alanı olmuştur (Duran, 2000). Müesses nizamın yanında
habercilik yapan medyanın büyük bölümü, farklı toplumsal kesimlerin temsilcilerinin
siyasal alanda icracı oldukları dönemlerde yine bu sebeple bocalamış ve çoğu zaman
tercihlerini devletten/rejimden/sistemden yana kullanmıştır. En yakın ve canlı örneğini 28
Şubat döneminde gözlemlediğimiz bu yaklaşımın haberciliğe nasıl yansımış olabileceğini
anlamak zor olmasa gerek (Karalı, 2005; Arikan, 2011).
Türk siyasetindeki mevcut kutuplaşmanın ideolojik kökenlerine dair birçok tartışma
yapılabilir. Ancak yine “Türk Basınında Dış Habercilik” araştırmasına göre; gazetecilerin
çoğu, 2000’li yıllarda dış habercilik açısından ideolojik/politik etkiler başlığı altında
ideolojik duruşlardan ziyade, politik etkilere vurgu yapmaktadır (Küçükyılmaz ve Çopur,
2010: 82-84). Burada ideolojilerin artık eskisi gibi net ayrımlara dayanmaması, Türkiye’deki
siyasal yapılanmanın/partilerin keskin ideolojik ayrımlarla ifade edilememesi ve son
dönem Türk siyasetinin ideolojik olmaktan çok politik ayrımlara dayanması gibi birtakım
temel nedenler sayılabilir. Tanımı her ne olursa olsun, Türk medyasının son 10 yılda,
Türk siyasetindeki ayrışmaya paralel bir biçimde ayrıştığını gözlemlemek mümkündür.
Bu sebeple bu bölümde ideolojik etkilerden çok politik etkilere atıf yapılmaktadır.
Son dönemde Türk basını, hükümete yakın medya grupları ve hükümete mesafeli
medya grupları şeklinde genel olarak iki kategoride nitelendirilebilir. Bu ayrım elbette
128 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
tartışılabilir; ama güncel durumu açıklayan bir nitelemedir. Güncel politika üzerinde
ortaya çıkan ayrışmalar somut örnekler üzerinden görülürken bir medya organının
ideolojik anlamda nerede durduğunu anlamak için daha uzun süreli yayıncılık
yaklaşımlarına bakmak gerekmektedir. 2002 yılından bu yana AK Parti iktidarda olduğu
ve bugüne kadar da girdiği her seçimi kazandığı için bu partinin iktidarına yakın ve
uzak olan medya grupları arasında politik bir farklılaşma zemini ortaya çıkmıştır. Bu
farklılaşmaların yansımalarını iç siyaset haberlerinde olduğu kadar dış habercilikte de
görmek mümkündür. Aynı haberin hükümete yakın medya grupları ve hükümete mesafeli
medya grupları arasında farklı şekilde okunması ve yansıtılması son dönemde sıkça
karşılaşılan bir durumdur. Örneğin İran’la ilgili bir haber gündeme geldiğinde bu haberi
ele alış ve yansıtış biçiminden yola çıkarak bir medya organının durduğu yeri anlamak
mümkündür. Esasen Türkiye’nin lehine olabilecek bir durum, İran’la yakın ilişkileri
Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırıyormuş gibi bir hava ile verilebilmektedir. Aylarca
tartışılan ‘eksen kayması’ meselesi, Türk basınının dış habercilikteki ideolojik/politik
pozisyonlarını gösteren onlarca örnekle doludur. Hâlbuki eksen kayması tartışmasının
kökeni ve kullanılış biçimine bakıldığında, Türk medyasının daha tarafsız olması gereken
bir dış politika tartışması olduğu görülmektedir7. Türkiye-İsrail ilişkileri kötüleşirken
bazı medya organlarının, Türkiye’nin İsrail politikasını eleştiren ve genellikle dışarıdan
beslenen haberler yapmaları bu duruma örnek olarak verebilir. ABD’deki Yahudi lobisine
yakınlığıyla bilinen bir gazetede Türkiye’nin dış politikasını ağır bir biçimde eleştiren
bir yazıdaki argümanların, ertesi gün Türk basınındaki bazı gazete ve televizyonlarda
aynı şekilde kullanılması, dış haberciliğin işleyiş mekanizmasıyla ilgili sorunlara
işaret etmektedir. Toplamda bu ve benzeri örnekler, farklı medya gruplarının politik
pozisyonlarının birer uzantısı olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’de Dış Haber Nasıl Oluşur?
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de dış haberlerin oluşum sürecinde
iki ana kaynak olduğu görülmektedir: ulusal/uluslararası ajanslar ve muhabirler. Ancak
son dönemde, kısmen de olsa, sosyal medyanın da yavaş yavaş bir haber kaynağı
kimliğine bürünmeye başladığı söylenebilir (Shirky, 2010). Türkiye’de öne çıkan ulusal
ajanslar şunlardır: Anadolu Ajansı (AA), Doğan Haber Ajansı (DHA), İhlas Haber Ajansı
(İHA) ve Cihan Haber Ajansı (Cihan). Türkiye’de yoğun olarak kullanılan uluslararası
haber ajansları arasında şunlar öne çıkmaktadır: Associated Press (AP), Reuters ve
Agence France-Presse (AFP). Muhabirlerden kasıt ise öncelikle Ankara’daki diplomasi
muhabirleri ve varsa yabancı ülkelerdeki muhabirlerdir. Uzun yıllar Washington, Brüksel,
Londra, Paris ve Berlin gibi sadece Batı başkentlerinde ve belki ilaveten Moskova’da
muhabir bulunduran Türk medyası, son dönemlerde Bağdat, Şam, Tahran, Kudüs, Kahire
ve Doha gibi önemli Ortadoğu başkentlerinde de daimi muhabir bulundurmaya başladı.
Bununla birlikte, özellikle TRT’nin, dünyanın önemli birçok başkentinde daimi muhabir
bulundurmaya başlaması, özellikle Orta Doğu, Asya ve Afrika gibi coğrafyalarda da
muhabir görevlendirmesi, çok boyutlu hale gelen Türk dış politikasının medyadaki bir
yansıması olarak değerlendirilebilir.
7 Eksen kayması tartışmaları bağlamında Türk dış politikası analizleri için bkz. Mensur Akgün, “Turkey: What
Axis Shift”, Le Monde Diplomatique English, July 2010; Keyman, “Turkish Foreign Policy in the era of Global
Turmoil”, Veysel Ayhan, “The Debate of Axis Shift and Turkey-Middle East Relations”, Today’s Zaman, June 21,
2010.
Sayı 35 /Güz 2012
129
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Esasen içinde bulunduğumuz dönüşüm/geçiş süreci, ajansların yoğun olarak
kullanıldığı zayıf dış habercilik döneminden, yerinde muhabirlerin de yoğun olarak
kullanılmaya başladığı aktif dış habercilik dönemine geçişin işaretlerini barındırmaktadır.
Ajanslar ekonomik olarak ucuz, ulaşılabilirlik açısından kolay ve kullanıma hazır
olmaları sebebiyle, daha pahalı ve zor olan yerinde habercilikle kıyaslandığında daha
çok tercih edilmektedir. Ancak bu yaklaşımın biraz da kolaycılık olduğu söylenebilir.
Dış politikadaki aktivizmin olağanüstü arttığı son yıllarda artık bu tür bir dış habercilik
anlayışının Türk medyasını taşıyabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla dış politikanın
eskisinden çok daha fazla hayatımızın merkezine girdiği bu dönemde medyanın yerinde
habercilik için daha fazla temsilciye ve muhabire ihtiyaç duyması kaçınılmazdır.
Ajanslardan (genelde İngilizceden) tercüme edilerek hazırlanan ve muhabirlerden
gelen haberler genellikle bir haber editörünün masasında buluşur. Burada televizyonun/
gazetenin yayın politikasına, haber yoğunluğuna ve habercilik tarzına göre seçici bir
gözle editöryal olarak gözden geçirilir. Gerekli düzeltmeler bazen doğrudan editör
eliyle, bazen de muhabirle karşılıklı görüşme sonucunda yapılır. Çoğu gazetede editörün
üzerinde bir dış haberler müdürü vardır ve bu kişi gazetenin o günkü yayın politikasına
ve yayın toplantısında konuşulanlara uygun olarak gerekli düzenlemeyi yapar. Esasen
tüm bu akış içerisinde içsel bir oto sansür olabilir ve muhabirden haber müdürüne kadar
her pozisyondaki kişiler, içinde bulunduğu medya grubunun genel perspektifine uygun
olarak haber üretebilirler. Bu bir sansür değildir; daha çok otomatik işleyen bir algılama
sürecidir. Dolayısıyla aynı olaya bakan iki farklı muhabir iki farklı haber yapabilir ve bunu
kişisel özelliklerden çok bağlı bulunan medya grubunun pozisyonuyla ilişkili düşünmek
daha doğrudur (Küçükyılmaz ve Çopur, 2010: 44-45).
Sonuç ve Çözüm Önerileri
Türk basınında dış habercilik, dış politikanın ülke gündemini belirlediği ölçüde
önem atfedilen bir alan olarak nitelendirilir. Son yıllarda Türk dış politikasındaki
genişleme ve derinleşme, tüm artı ve eksileriyle birlikte, anlaşılması görece daha zor ve
daha ciddi analiz edilmesi gereken bir durumu beraberinde getirdi. Medyanın bu yeni
durumla yüzleşmek ve kendini buna göre modifiye etmekten başka seçeneği olamaz;
dolayısıyla buna göre her geçen gün dış habercilik konusuna daha fazla eğilen bir medya
yelpazesi görüyoruz.
Türkiye son dönemde birçok alanda önemli mesafeler kateden toplumsal bir
kalkınma sürecinin içinden geçmektedir. Medya da bu süreçten payına düşeni almakta,
daha nitelikli dış habercilik yapmak adına ciddi adımlar atmaktadır. Ancak mevcut
tabloda Türkiye’de dış haberciliğin bazı temel sorunlarının olduğu ve bu sorunlara yapısal
çözümler üretilmesi gerektiği de açıktır. Makalenin bu son bölümünde belli başlıklar
altında çözüm önerileri dile getirilmektedir.
Nitelikli Dış Habercilik Konusu
Dış habercilik, özünde dış haberciler tarafından icra edilen ve insani unsurların
yoğun olarak yer aldığı bir alandır. Dolayısıyla nitelikli dış habercilik ile nitelikli dış
130 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
haberci arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır. Nitelikli dış habercilik için yapılabilecek
temel değerlendirmeler ve çözüm önerileri şunlardır:
- Dış haberciliği biraz daha öznesi insan/toplum olan bir habercilik anlayışına
yaklaştırmak önemli bir adım olarak görünmektedir. Böylece diplomasinin görece ciddi
ve mesafeli dili, daha sıcak ve insani/toplumsal bir dile dönüştürülebilir.
- Kaynaklar birinci elden toplanmalı ve özellikle Batılı kaynaklardan yapılan
tercümelerin ağırlığı azaltılmalıdır. Dış haberciliğin kalitesi için dış habercinin alana
ilişkin maddi bilgilere sahip olması ve haberi insanlara doğru ve hızlı biçimde iletmesi
önceliklidir. Sadece ajanslardan beslenerek yapılan dış habercilik yetersizdir; mümkün
olduğunca olay yerinde muhabir olmalıdır ki, gerçekleri hedef kitleye yerinden
aktarabilsin.
- Dış haberciliği yerel bakış açısıyla sınırlı kalarak yapmamak, habercilik kalitesi
adına çok önemlidir. Her şeye Türk gözlüğüyle bakmak yerine, daha evrensel düşünebilmek
ve farklı toplumları anlamaya, tanımaya çalışmak gerekmektedir.
- Birikimli ve iyi yetişmiş kişileri muhabir, köşe yazarı ve yorumcu olarak dış
habercilik alanına kazandırmak meslekteki kalitenin yükselmesi açısından çok önemlidir.
- Soğuk Savaş sonrası yaşanan değişimi ve bu çerçevede Türk dış politikasında
ortaya çıkan yeni tavır ve tutumları, karşıt veya destek olmaktan bağımsız bir biçimde,
doğru okumak gerekmektedir. Bunun için de eski tabu, korku ve kalıpları bir kenara
koyarak araştırmacı gazeteciliğe dayanan ve nitelikli muhabir olmanın, uzmanlaşmanın
ve konuya hâkim olmanın işin merkezinde olduğu bir dış habercilik tarzının benimsemesi
zorunlu bir ihtiyaçtır.
- Kaynak ve hedef kitle ile ilişkilerde etik ilkelere azami dikkat edilmelidir. Aynı
şekilde dış haberlerin magazin boyutunun öne çıkarılarak verilmesi de pek çok kişi
tarafından bir ‘sorun’ olarak görülmektedir.
- Türk basınının dış habercilik alanına ciddiyetle yaklaşması ve teknik konular
kadar beşeri sermayeye de yatırım yapması gerekmektedir.
- Medya mensupları üzerinde haberin içeriğini ve veriliş tarzını etkileyecek iç veya
dış baskıların olmaması gerekmektedir. Sansür ve psikolojik baskı ihtimalinin olduğu
mesleki ortamda nitelikli bir dış habercilik yapılması oldukça güçtür.
- Medyadaki karar verici editöryal yapıların içinde dış habercilerin de bulunması,
dış haberlerin kendi mantığıyla, doğru ve etkili biçimde verilmesi bakımından önemlidir.
- Dış haberde kullanılan dil ve üslup, nitelikli ve anlaşılır olmalıdır. Habere
kaynaklık eden olay veya mekân ile ilgili daha derinlikli bilgilerin analitik ve okunaklı
bir üslupla sunulması gerekmektedir.
Sayı 35 /Güz 2012
131
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Nitelikli Eleman Meselesi
Nitelikli dış habercilik, ancak nitelikli elemanlarla mümkündür. Nitelikli elemanlar
için aranan temel şartlar; okuma, anlama, yazma ve konuşma düzeyinde iyi derecede
yabancı dil bilgisine, yurt dışı deneyimine ve dış haberciliği besleyen kültürel-entelektüel
birikime sahip olmayı ifade etmektedir. Bu şartların gerçekleştirilebilmesi için
üniversitelerdeki eğitim sistemi, medya sermaye sistemi ve mevcut çalışma ortamının
nitelikli dış habercileri teşvik edecek bir anlayışla yapılandırılması gerekmektedir. Bunun
için şu noktalara dikkat çekilmelidir:
- Türk medyasının mülkiyet yapısındaki dönüşümün sadece sermayenin
çeşitlenmesi düzeyinde kalmayıp çoğulculuk, çok seslilik ve kamu yararı lehine de
şekillenmesi, özel olarak dış habercilik ve dış habercilerin daha nitelikli hale gelmesinde
yararlı olacaktır.
- Muhabire ve muhabirliğe verilen önem arttırılmalı; muhabirlerin özlük hakları ve
mesleki standartları editör ve köşe yazarları ile karşılaştırıldığında zayıf kalmamalıdır.
- Dış habercilerin eğitim sürecinde veya daha geç de olsa mesleki pratik sırasında,
belirli coğrafyalar üzerinde uzmanlaşması sağlanmalıdır. Örneğin, Ortadoğu uzmanı olan
bir dış habercinin İngilizcenin yanında Arapça, Farsça, İbranice ve Kürtçeyi bilmesi;
Kafkas uzmanı olanın Rusça, Gürcüce ve bazı etnik dilleri bilmesi, dahası o bölgelerde
bulunması mesleğin niteliğine ciddi katkı sağlayacaktır.
- Dış habercilerin mevcut yabancı dil bilgilerini sürekli olarak geliştirmesi ve ona
ilaveten farklı yabancı diller öğrenmesi için basın kuruluşları teşvik edici olmalıdır.
Dil okulları ve yurt dışı eğitim programları düzenleyen kurumlar ile uygun şartlarda
anlaşmalar yapılması düşünülebilir.
- İletişim fakülteleri ve uluslararası ilişkiler bölümlerinde dış politika haberciliği
alanına ilişkin yönlendirme ve branşlaşmalar lisans döneminden itibaren planlanmalıdır.
- Kurum içi eğitim programlarıyla meslekte tecrübeli yabancı gazetecilerin konuk
edilmesi, çoğu genç olan Türk dış haberciler açısından olumlu modelleme sonuçları
doğurabilir.
Kamu Gücü ve Diğer Aktörlerin Rolü
Türkiye’de uzun dönemler, genel siyasi süreçlerin akışına uygun olarak medyada
da kutuplaşmalar söz konusu olmuştur ve bu durum bugün için de geçerlidir. Dolayısıyla
Türkiye’de devlet ile medya arasındaki ilişkiler, çoğu zaman basın özgürlüğü, medyanın
siyaset angajmanı, ideolojik yakınlık-uzaklık vb. konular üzerinden gündeme gelmektedir.
Kamu gücü devreye girdiğinde basın özgürlüğü ve bağımsızlığıyla ilgili tartışmaların da
gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Ancak halen modernleşme sürecine uyum sağlamaya
çalışan toplumlarda medyanın teknik ve etik gelişimini gerçekleştirmesi için kamu erkinin
bazı rolleri oynaması kabul edilmesi gereken bir durumdur.
Türkiye’de medya, önceleri devlet eliyle inşa edilmiş, zaman içinde özel kanallarla
çeşitlenmiş ve son yıllarda internet medyasının ve sosyal medyanın da devreye girmesiyle
132 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ, Hakan ÇOPUR
tamamen farklı bir boyuta taşınmıştır. Bu çok hızlı dönüşüm geçiren medya sektörünün
hem toplumla, hem de devletle kuracağı ilişkileri ve taşıdığı sorumluluğu evrensel
standartlarda gerçekleştirebilmesi için, kamu gücünün yasal, sivil toplumun pratik
denetimine zaman zaman ihtiyaç duyulmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken husus,
kamu gücünün geliştirme amacıyla denetim mekanizmasını kullanması, gözetleme, sansür
veya benzeri etki mekanizmalarından kaçınması gerektiğidir. Bunun yanında sivil toplum
kuruluşlarının medya özgürlüğü ya da medya etiği gibi hassas konularda göstereceği
duyarlılık da, en az ilgili kamu kurumları kadar, önemli ve gereklidir. Türkiye’deki dış
habercilik ortamının genel durumu göz önüne alındığında, kamu ve diğer aktörlerin
sağlayacağı katkılar şu şekilde ortaya çıkmaktadır:
- Türkiye’de medya ile devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi maksadıyla Siyasi
Partiler Kanunu, Basın Kanunu ve Seçim Kanunu üzerinde demokratikleştirici reformlar
yapılmalıdır. Zira hukuk devleti ne ölçüde güçlenirse aynı ölçüde Türkiye’de basın da
güçlenecek ve o zaman daha iyi dış habercilik yapılabilecektir.
- Kamu gücü, Türkiye’de gazeteciliğe ve yayıncılığa uluslararası standartlarda
bir seviye getirebilir. Kamu gücünün medyaya müdahale etmeden geliştirici bir işlev
görmesi, sadece dış habercilik adına değil genel anlamda habercilik adına önemli bir
aşama olacaktır.
- Dışişleri Bakanlığı’nın düzenli, hızlı ve ayrımsız bir biçimde habercileri
bilgilendirmesi, kişisel ilişkilerle yetinmeyip kamu diplomasisi yürütecek kurumsal bir
yapı oluşturması gerekmektedir.
- Kamu gücü ve siyasiler çoğu zaman gazeteciler için haber kaynağıdır. Ancak
Ankara’da yürütülen bu dış habercilik tarzı, gazetecinin kaynağın güdümüne girmesi
sonucunu doğurmamalıdır. Bunun için basın mensuplarına olduğu kadar kamu
görevlilerine de sorumluluk düşmektedir.
- Toplumdaki ilgili paydaşların demokratik mecralarda katılımcı olması, RTÜK ve
sivil toplum örgütleri aracılığıyla bireysel ve organize tepkilerini ortaya koymaları da
medya mensuplarının kendilerini yeniden düzenlemeleri açısından etkili olacaktır.
- Sivil toplum kuruluşlarının medya özgürlüğü ve etiği gibi konularda devreye girip
toplumsal faydayı/iyiyi gözeterek farkındalık yaratmaları yerinde olacaktır.
Kaynakça
Archetti, Cristina, (2010). “Comparing International Coverage of 9/11: Towards an
Interdisciplinary Explanation of the Construction of News”, Journalism, 11(5), ss. 567588.
Arikan, Nuraydın, (2011). 28 Şubat Sürecinde Medya: Arena Programı ve Medyanın
Siyasal Sürece Etkileri, İstanbul: Okur Kitaplığı.
Çandar, Cengiz, (2009). “Turkey’s Soft Power Strategy: A New Vision for a Multipolar World”, SETA Policy Brief, 38.
Sayı 35 /Güz 2012
133
Türk Basınında Dış Habercilik: Eleştirel Bir Yaklaşım
Davutoğlu, Ahmet, (2010). “Turkey’s Zero Problems Foreign Policy”, Foreign
Policy.
Duran, Ragıp, (2000). Apoletli Medya, İstanbul: Belge Yayınları.
Efegil, E. ve Kalaycı, R., (2012) Dış Politika Teorileri Bağlamında Türk Dış
Politikasının Analizi. İstanbul: Nobel Yayıncılık.
Ergül, Hakan, (2000). Televizyonda Haberin Magazinelleşmesi, İstanbul:İletişim
Yayınları.
Halimi, Serge, (1999). Düzenin Yeni Bekçileri. İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Hall, Stuart, (1996). “Encoding-Decoding”, S. Hall, D. Hobson, A. Lowe, P. Willis
(Der.), Culture, Media, Language, London: Routledge.
Karalı, Hamit, (2005). Medya İmparatorluğu: İhtilaller, İhaleler ve 28 Şubat.
İstanbul: Truva Yayınları.
Kejanlıoğlu, D. Beybin, (2004). Türkiye’de Medyanın Dönüşümü. Ankara: İmge
Yayınları.
Keyman, Fuat, (2009). “Turkish Foreign Policy in the Era of Global Turmoil”,
SETA Policy Brief, 39.
Küçükyılmaz, M. ve H. Çopur (2010). Türk Basınında Dış Habercilik, Ankara:
SETA Yayınları.
Larrabee, F. Stephen, (2010). Troubled Partnership: US-Turkish Relations in an
Era of Global Geopolitical Change, RAND Corporation.
McLuhan, Marshall, (2005). Yaradanımız Medya: Medyanın Etkileri Üzerine Bir
Keşif Yolculuğu, Çev. Ünsal Oskay. İstanbul: Merkez Kitaplar.
Medya Dosyası (2005) Anlayış, 27.
Shirky, Clay, (2010). “The Political Power of Social Media”, Foreign Affairs.
Tılıç, L. Doğan, (2001). 2000’ler Türkiye’sinde Gazetecilik ve Medyayı Anlamak,
İstanbul: Su Yayınları.
Topuz, Hıfzı, (2003). II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, İstanbul:
Remzi Kitabevi.
134 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi - Sayı 35 /Güz 2012
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Süreli Elektronik Dergi
Copyright - 2012 Bütün Hakları Saklıdır
E-ISSN: 2147-4524
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı
Örneği
Representation of Poverty in Media: The Sample of Kimse Yok mu Gönüllüler Program
Hüseyin KARAKUŞ
Kamu Yönetimi Uzmanı, Milli Eğitim Bakanlığı, E-posta:[email protected]
Ece KARAKUŞ
Yüksek Lisans Öğrencisi, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Medya ve Kültürel
Çalışmalar Programı, E-posta:[email protected]
Anahtar Kelimeler:
Öz
yoksulluk, televizyon
Bu çalışmanın konusu, yoksulluğun medyada temsilidir. Bu çalışmada,
programları, temsil,
kimse yok mu gönüllüler. yoksulluğun temsili günümüzde en yaygın ve etkin kitle iletişim araçlarından
biri olan televizyon üzerinden ele alınacaktır. Çalışmada, Kimse Yok mu
Gönüllüler adlı reality-show programı örneği üzerinden yoksulluğun televizyon
programlarında temsili incelenecektir. Televizyonun yoksulluğa ve yoksullara
dair oluşturduğu söylemin nasıl inşa edildiği, programın 2011 yılında, STV’de
yayınlanmış 4 bölümü (23- 30 Mayıs, 6 Haziran ve 5 Temmuz 2011) etrafında
değerlendirilecektir. Yoksulluğun konu edildiği istisnai programlardan olan Kimse
yok mu Gönüllüler ilk defa 2001 yılında yayınlanmış, farklı format ve sunucularla
2011 yılına kadar çeşitli aralıklarla yayın hayatına devam etmiştir. Program uzun
soluklu olması bakımından incelenmeye değerdir. Çalışma kapsamında, program
aktörlerine (dışses-sunucular-yoksullar) ait ifadeler analiz edilerek, yoksulluğun
ve yoksulların programda nasıl temsil edildiği incelenmiştir. “Hayırseverliğin”
yoksullukla mücadelede tek çözüm olarak sunulduğu programa ilişkin, yapılan
içerik analizine bağlı olarak ortaya çıkan sonuç, yoksulluk sorununun toplumsal bir
sorun olarak ele alınmaması ve yoksulluğun kişisel geçici çözümlerle giderilmeye
çalışılmasıdır.
Keywords:
poverty, television
programs,
representation, kimse
yok mu gönüllüler
Abstract
This study encompasses the representation of poverty in media. In this
study, the representation of the poverty in the charity program, namely Kimse
Yok mu Gönüllüler, will be analyzed. To do this, four episodes of the program
aired on May, 23-30; June, 6 and July, 5 2011 on STV will try to be scrutinized.
Kimse Yok mu Gönüllüler as one of the rare programs in Turkish television that
represents the poor was first broadcast in 2001, and continued till 2011 with
various modifications. The program is worth being analyzed in terms of its being
a long-running TV show. In this sense, the article surveys the representation of the
poor and poverty in the show through an analysis of expressions belonging to the
program components (voice-over, hosts, the poor). The result of the conducted
analysis demonstrates that in the program, which put extensive emphasize on the
charity in the fight against poverty, the problem of poverty is reduced into personal
stories and the struggle against poverty is reduced to temporary changes made in
the lives of the poor.
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
Giriş
Spivak’ın (akt. Erdoğan, 2007b), maduniyet çalışmaları açısından ön gördüğü
üzere, yoksul-madun özne, kendini aracısız olarak temsil edebilme yeteneğinden
yoksundur. Yoksullar, seslerini duyurabilecek yeteneklere ve donanımlara sahip
olmadıklarından, bir aracıya ihtiyaç duyarlar. Günümüzde, bu aracı olma görevini
büyük ölçüde medya üstlenmiştir. Bu bakımdan medyada yer bulan yoksullara yönelik
temsiller, toplumun onlara yönelik algı ve tutumlarında belirleyici rol oynamaktadır. Öte
yandan yoksullar, medyada temsil edilme konusunda dezavantajlı bir konumdadır. Öyle
ki yoksullar, bir taraftan medyada “görünmezleştirilirken”, diğer taraftan, özellikle de
televizyon bağlamında, “görsel bir show”un parçası haline gelmektedir:
Yoksulluk temsilleri açısından paradoksal gibi görünen eğilimler, yoksulluğun
görünmezleştirilmesi ile görselleştirilmesi veya seyirlik hale getirilmesi, sosyal hizmet uzmanı
Abdullah Karatay’ın deyişiyle “görüntü kirliliği” (özellikle sokakta yaşayan ve çalışan
çocuklar bağlamında) olarak addedilmesi ile “ağır çekim”e konu olarak vicdan ve merhamet
duygularını uyarması, tehlikeyle özdeşleştirilmesi ile acz, çaresizlik ve edilgenlik çerçevesi
içinde sunulması karmaşık bir şekilde birbirine eklemleniyor (Erdoğan, 2007a: 308).
Bu çalışmanın sorunsalını, Erdoğan’ın deyişiyle “ağır çekim”e konu olan yoksullar
oluşturmaktadır. Bu çalışmada, Kimse Yok mu Gönüllüler adlı reality-show programı
örneği üzerinden yoksulların medyadaki temsili ele alınacak, yoksulların ve yoksulluğun
sunuluş tarzları üzerinde durulacaktır. Programın yoksulluğa ve yoksullara dair oluşturduğu
söylem, programın 2011 yılında, STV’de yayınlanmış 4 bölümü (23- 30 Mayıs, 6 Haziran
ve 5 Temmuz 2011) etrafında değerlendirilecektir. Yoksulluğun konu edildiği istisnai
programlardan olan Kimse yok mu Gönüllüler ilk defa 2001 yılında yayınlanmış, farklı
format ve sunucularla 2011 yılına kadar çeşitli aralıklarla yayın hayatına devam etmiştir.
Program uzun soluklu olması bakımından incelenmeye değerdir. Çalışma kapsamında
program aktörlerine (dışses, sunucular, yoksullar) ait ifadeler analiz edilerek, yoksulluğun
ve yoksulların programda nasıl temsil edildiği üzerinde durulacaktır.
Türkiye Medyasının Yoksulluğa ve Yoksullara Yaklaşımı
“Tinerci vahşeti”, “Sahipsiz canavarlar”, “Beşiktaş’ta tinerci çocukların
dehşeti”… (Aydın, 2009: 43). Bir yanda “cep telefonu için Emre’yi öldüren” tinerci
çocuk, öbür yanda “ekmek parası için bisikletini satan Ulaş” (Kimse Yok mu Gönüllüler,
23.05.2011 ). Medyada yoksul-madun kesime dair rastladığımız, “öteki Türkiye”ye
ait iki farklı imge: “tinerci çocuk” ve “Ulaş”. İkisi de yoksul. İkisi de çocuk. İkisi de
“televizyon kamerasında cisimleşen bakışın nesnesi” (Erdoğan, 2007a: 307). Tek farkla:
ismi dahi telaffuza gerek görülmeyen “tinerci çocuk”, korkunun; çocuk yaşta “dünyanın
ağırlığını” sırtında taşımak zorunda kalan “Ulaş” ise merhametin nesnesidir. “Tinerci
çocuk” “arsız ve talepkar bakışlarıyla cüzdanımıza seslenirken” (Gürbilek, 2001: 50);
“Ulaş” göz pınarlarında birikmiş yaşlarla “vicdanlarımıza” seslenir. “Nerede ve nasıl
harekete geçeceği belli olmayan” tinerci çocuk izleyicinin huzursuzluğunu arttırırken;
babasının tedavisi için bisikletini satmak zorunda kalan Ulaş, büyümüş de küçülmüş
tavırlarıyla ekran başındakilerin takdirini kazanır. Peki, ama ikisi de yoksul çocuk olan
136 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
“tinerci çocuk” ve “Ulaş”ı birbirinden ayıran ne? Nasıl oluyor da Ulaş’ın tuvaletini “ağır
çekim”de izleyen televizyon seyircisi, “tinerci çocuğun” ismini dahi duymaya gerek
duymuyor?
Günümüzde “yoksul-madunlar yalnızca açlık, sağlık, soğuktan donma vb.
tehlikelerle değil; aynı zamanda onurlarına, özsaygılarına ve özgüvenlerine yönelen bir
tehditle, sembolik şiddetle karşı karşıyadırlar” (Erdoğan, 2007c: 66). Bora’nın (2005)
deyişiyle medya, “yaşadığımız zamanın en önemli hikâye üreticisi” olarak bu süreçte
merkezi bir rol oynar, öyle ki yoksullar, medyadaki temsil ediliş biçimleriyle “aşağılama”,
“damgalama” ve “değersizleştirme” söyleminin bir parçası haline gelmektedir.
“Yoksulluk konusunun televizyon programlarına konu olması, 1980’li yıllardan
sonra yaşanan ekonomik gelişmelerin ışığında televizyon dünyasında yaşanan türsel
gelişmelerle birlikte, özellikle 90’lı yıllarda gündeme gelmiştir” (Akçelik, 2010: 91).
Ardı ardına kurulan özel TV kanallarıyla altın çağına giren Türkiye medyası, 1990’lı
yıllarla birlikte “meşru çoğunlukların nazarında gayrı-meşru bir nitelik taşıyan, tehlikeli
bulunan, merak edilen kültürel kimlikleri (ötekileri) gösterime sokarak onlara aleniyet
kazandırmıştır” (Kural, 1995: 91). Rating yarışındaki payını arttırmaya çalışan özel
kanallar, “öteki”nin peşine düşmüş; Kural’ın (1995: 91) da belirttiği üzere “devlet
kanallarının görmezden geldiği, yok saydığı İslami kesim aydınları ya da Kürt aydınları,
politikacıları, Alevi dedeleri, tarikat liderleri, medyumlar, cinci hocalar, fahişeler,
çingeneler ve diğerleri özel kanalların birinden diğerine adeta gezintiye çıkarılmışlardır”.
Reality showlar ortaya çıkmış, talk showlar ve izleyici katılımlı tartışma programları
artmış, “bütün kanallar daha önce gösterilmedik, konuşulmadık ne varsa peşine
düşmeye başlamıştır” (Kural, 1995: 91). Bu “gösteri”den yoksulluk da payına düşeni
almış; “yoksulluk konusu 90’lı yıllardaki kriz konjonktürü ile birlikte “öteki Türkiye”
tartışmalarıyla sıkça gündeme gelmeye başlamıştır” (Aktaran: Akçelik, 2010: 91).
“Neo-liberal ortodoksinin toplumsal dışlama ve marjinalleştirme süreçlerinden”
payına düşeni alan yoksul-madun kesim, sayıca çokluklarına rağmen azınlık olarak
gösterilen bir kesim haline dönüşmüştür (Erdoğan, 2007b: 30). Bu süreçte medya ise
merkezi bir rol oynamış; yoksulluk, medyada görünmezleştirilirken, diğer yandan
televizüel temsiller aracılığıyla “seyirlik hale getirilmiştir”. Bununla birlikte “yoksulluğu
isyan, şiddet, suç vb. eğilimlerle bitiştiren bir kriminal söylem” medyada yavaş yavaş
yerleşirken, yoksullar üçüncü sayfa haberlerinin vazgeçilmez aktörlerine dönüşmüştür
(Erdoğan, 2007a: 308). Yoksullar, “gün geçtikçe artan bir biçimde düşmanca bir söylemle
kapkaççı, potansiyel ya da fiili suçlu gibi sembolik şiddet içeren imgelerle, fobik temsillerle”
anılmaya başlanmıştır (Bayrak, 2007: 34). Champagne’in (Aktaran: Erdoğan, 2007a:
307) deyimiyle “kendi temsillerini denetlemeye en az muktedir olan” yoksul-madunlar,
“toplumsal hafızaya giderek korktuğumuz, tehdit unsuru olarak gördüğümüz bir kültürel
grubun üyeleri olarak inşa edilirken” (Bayrak, 2007: 34), Yeşilçam’ın romantize edilmiş
“köprü altı çocukları” yerini “tinerci çocuk” imgesine bırakmıştır. “Artık ‘çocuk’ olmanın
masumiyetinden, dolayısıyla esirgeyiciliğinden soyundurulan yoksul çocuklar, o büyük
tehdit imgesinin unsurlarına dönüşmüşlerdir. ‘Tinerciler’ ya da ‘kapkaççı’lardır artık
onlar” (Bora, 2005). Öyle ki toplumsalın inşasına katkıda bulunan medyanın nazarında,
“bir ismi olmayan ya da sadece takma isimleri olan binlerce çocuktan biridirler yalnızca”
Sayı 35 /Güz 2012
137
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
(Aydın, 2009: 46). Öte yandan, alttan alta işlenen “yoksulsan senin kabahatin” fikri ile
yoksul-madunlar, yetersizlikleri ile anılan; “Türkiye’deki talan sisteminden kendilerine
pay düşeceği günü bekleyen” (Erdoğan, 2007d: 13) bir kesim olarak medyada yer
bulmaya başlamıştır. Bora’nın (2005) da dikkati çektiği üzere ,“adaletin ve insanlığın
sembolü” olarak nitelendirilen yoksul yerini, “başarısızlığı, mağduriyeti ve muhtaçlığı ile
tanımlanan yoksula bırakırken; Yeşilçam’ın “yoksul ama gururlu Yaşar usta”sının yerini,
“ağır çekim”1in yoksulları almıştır.
Anlatı Türü Olarak Reality Showlar: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı
Kendi hayatlarının olmasa bile, “ağır çekim”in baş aktörleri: ‘makbul yoksullar’
“Yoksulluğun toplumsal, ekonomik ve siyasal bağlamından söz edilmeksizin
meşrulaştırıldığı ve doğallaştırıldığı yardım programları” (Çamur, 2004: 119), 1990’ların
sonlarından başlayarak, Türkiye’deki özel televizyon kanallarının vazgeçilmezleri arasına
girmiştir:
‘Elegan’, müstesna muhitlerde geçen televizyon dizilerinin veya medyatik- kamusalpolitik dillerin dünyasından dışlanan yoksullar, cinayet haberlerinin ‘sapık’ katil zanlıları veya
çaresizlik, içinde kıvranan muhtaç kişiler olarak yeniden perspektife dâhil ediliyor (Erdoğan,
2007a: 308).
“‘Elegan’, müstesna muhitlerde geçen televizyon dizilerinden dışlanan yoksullar”
TGRT’de Yetiş Bacım, STV’de Yolcu, ATV’de Yarınlar Umut Olsun, Kanal 7’de Deniz
Feneri, STV’de Kimse Yok Mu programları aracılığıyla görünmeye başlamıştır (Akçelik,
2007: 93). Öte yandan, yoksulluk teması, yardım dağıtan “hayır programlarının” yanında
eğlence programlarının da gündeminde yer almış; televizyonda yarışma formatında
ekrana gelen Çarkıfelek, Biri Bizi Gözetliyor, Dokun Bana, Sabah Sabah Seda Sayan gibi
farklı programlar yoksullara hediye, para ödülü vb. şekillerde yardım dağıtarak, yoksulluk
konusunu işlemişlerdir (Akçelik, 2007: 93-94). Böylelikle, medyada büyük ölçüde
duyulmayan madunun sesine tanıklık etmeye başlamıştır televizyon izleyicisi (Çamur,
2004: 121). Bu noktada sorulması gereken ise, “ağır çekimi” hak eden sesin maduna mı,
yoksa “egemen ideolojiye” mi ait olduğu; Spivak’ın deyişle, “ağır çekim”in baş aktörleri
olan madun-yoksul öznenin bu programlarda gerçekten konuşup konuşamadığıdır
(Aktaran: Erdoğan, 2007b: 43).
Kimse Yok mu Gönüllüler Programı
Kimse Yok mu Gönüllüler, yardım programları arasında “seküler” bir “saadet
zinciri” oluşturan Yarınlar Umut Olsun, Yoksa Rüya mı? vb. programlara karşın,
Deniz Feneri örneğinde olduğu üzere, İslami duyarlılıktan beslenmesi bakımından bir
1Erdoğan, yoksulluk programlarının görsel dilinin önemli bir bileşeni olarak “ağır” ve yakın çekimi vurgular.
Erdoğan’a göre “ağır çekim” dünyanın ağırlığını sırtında taşımanın görsel metaforu olarak işler. “Ağır çekim” bir
taraftan yoksulların hareketsizliğini, çaresizliğini vurgularken, öte yandan “izleyicinin hayırseverlik duygularını
harekete geçirmeye matuf bir görsel dil sağlar”. Bu tür programlarda kullanılan yakın çekim ise seyircinin vicdanını
harekete geçirmek için yoksulların “solgun yüzlerini, sakat ayaklarını mercek altına alır” (2007a).
138 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
farklılık göstermektedir (Erdoğan, 2007a: 309). İlk defa 2001 yılında Perihan Savaş’ın
sunuculuğunda bir televizyon programı olarak başlayan Kimse yok mu Gönüllüler, sonra
“Kimse Yok mu Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği” adı altında bir organizasyona
dönüşmüştür.“Yoksulların karanlık dünyalarını aydınlatmak” sloganı ile yayın hayatına
başlayan program başlangıcından beri STV’de yayımlanmaktadır. İlkin, “yoksul aileler”
ve “hayırseverlerin” buluşturulduğu programda her hafta iki ailenin sorunlarına çözüm
aranırken; 2003 yılı itibariyle, programın set ve görsel dilinde değişiklikler yapılarak
programda dini söylemler ağırlıklı olarak kullanılmaya başlamıştır (Çamur, 2004: 67).
Program son olarak ise, 2011 yılında Ahmet Bozkuş ve Cengiz Toraman’ın sunuculuğunda,
“Onlar, yokluklara, acılara, yoksulluklara karşı bir ışık yakmak için geliyorlar” sloganı
ile ekrana gelmiştir. Program Erdoğan’ın Deniz Feneri için yaptığı analizden pek de uzak
değil aslında, öyle ki Kimse Yok mu Gönüllüler “bir program olarak yalnızca yoksullara
yardım etmiyor; aynı zamanda yoksulluğu belirli bir söylemsel komplekse yerleştirerek
yeniden sunuyor” (2007a: 309). Öyle ki bu çalışmanın asıl sorunsalı olan medyada
yoksulluğun ve yoksulun temsilini daha iyi anlayabilmek için programın içeriğine,
anlatısal yapısına ve program aktörlerinin söylemlerine daha yakından bakmak gerekir.
Programda yoksul ailenin evi ziyaret edilmeden önce sunucuların gidilecek şehre
olan yolculuğu Anadolu’dan görüntüler şeklinde ekrana getirilmektedir. Bu yolculuk kara
yolu ile gerçekleşmekte ve “böylelikle de yapılan işin ne kadar meşakkatli ve fedakarâne
olduğuna işaret edilmektedir” (Akçelik, 2010: 112). Yolculuk esnasında sunucular
karşılaştıkları insanlarla konuşmaktadırlar. Bu karşılaşma genellikle sunucuların mola
verdikleri yerde olmakla beraber, kimi zaman da tesadüflere (!) dayanır. Anadolu insanı
ile yapılan bu sohbetler aracılığıyla Anadolu’nun güzellikleri ve Anadolu insanının sahip
olduğu vasıflar yüceltilirken; ele alınan kanaatkâr ideal insan modelleri ile ekranları
başında programı seyreden insanlara mutlu olmaları, hallerine şükredip, ne olursa olsun
hayata tutunmaları gerektiği mesajı verilmektedir (Akçelik, 2010: 112). Örneğin, 23
Mayıs 2011 tarihinde yayınlanan programda, Sivas’a yapılan yolculuk sırasında peynir
satıcısı Mehmet Bey ve oğlu Kemal’le karşılaşılır. Bu rastlantı dış sesin söyleminde şu
şekilde yer bulur: İyiliğe niyet edip yola çıktığımız zaman karşımıza çıkan her şey iyiliğe
dönüşür. Herkes iyiliğe vesile olur. Bir peynir satıcısı olan Mehmet Bey ve oğlu Kemal
gibi.
Mehmet Bey ve oğlu köylerine bırakılmak üzere arabaya alınırken, seyirci
Mehmet Bey’in zorlu hayat mücadelesine tanıklık eder. “Elinde avucundaki ile az da
olsa yetinen” Mehmet Bey’in hikâyesinden seyircinin çıkarması gereken sonuç ise
programın sunucuları tarafından dile getirilir:“Kıt kanaat geçiniyorlar. Ama geçiniyorlar.
Ama mutlular”. Böylelikle de seyirciye hallerine şükretmeleri gerektiği; ille de mutlu
Sayı 35 /Güz 2012
139
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
olmak için büyük şeylere sahip olmak gerekmediği, mesajı verilir2. Şehre varıldığında,
yoksul ailenin evine gidilir; sözde hiçbir şeyden haberi olmayan aile fertleri kapıyı
açtıklarında büyük bir sürpriz (!) ile karşılaşırlar. “Yardım melekleri”ni karşılarında
gören yoksullar şaşkınlıklarını gizleyemezler. Kısa süreli yaşanan bu şaşkınlığın ardından
ise, sıra programın en can alıcı kısmına gelir. Yoksul ailenin dertlerinin, sıkıntılarının
dile getirildiği bu bölümde, “yoksulluğun dramatikleştirilmesinde en temel araçlar olan
ağır çekim, yakın çekim ve görüntülere eşlik eden müzikle birlikte yardımseverlerin
‘vicdanına’ seslenilirken” (Çamur, 2004: 120), akan gözyaşları yoksulun acınası halini
daha da acıklı hale getirir. Erdoğan’ın da dikkati çektiği üzere (2007a: 310):
Yoksulluk programlarının dilinde ağır çekimi hak edenler yoksullar ve onların
acıklı halidir. Böylece, normal gösterimde yoğun bir duygusallık yaratmayabilecek
şeyler bile ağır çekim sayesinde dramatikleşir. Ağır çekim “dünyanın ağırlığı”nı sırtında
taşımanın görsel metaforu olarak işler. Hareketlerin yavaşlığı, yoksulların edilgenliğini,
çaresizliğini ve hareketsizliğini vurgulayan ve izleyicinin şefkatine ve hayırseverlik
duygusunu harekete geçirmeye matuf bir görsel dil sağlar. Öte yandan, görüntülenen
yoksulların aşağı doğru eğik olan bakışları ile kameranın yukarıdan aşağı bakan optiği
de toplumsal topografyayı televizüel dile tahvil eder.
Öte yandan yoksulun yaşadığı mekân, yoksulluğun dramatikleştirilmesinde önemli
bir rol oynar. Kamera da cisimleşen bakışın nesnesi yalnızca yoksulun kendisi değil, aynı
zamanda yaşadığı mekândır. Kamera aracılığıyla, izleyici yoksul ailenin en mahremine
-yatak odasından tuvaletine, banyosuna- girer. Evin sağlıksız koşulları kameranın yakın
ve ağır çekimiyle izleyiciyle buluşur. Böylelikle de yoksulun mahremiyeti tamamıyla yok
sayılır. Örneğin, sunucuların “şu anda hayatınızda ne olsa siz daha rahat edersiniz?”
sorusunu Ebru Hanım “eşimin temiz bir yerde banyo yapması beni çok mutlu eder” (Kimse
Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011) diye yanıtlarken, kamera yakın çekimde Ebru Hanım ve
ailesinin tuvaletine odaklanmıştır. 05.07.2011 (Kimse Yok mu Gönüllüler) tarihli bölümde
2 Verilen bu mesajların ne kadar etkili olduğunu görmek açısından izleyici yorumlarına bakmakta fayda var.
Programın internet üzerinden yayınlanan (www.kure.tv) bölümlerinin altında yapılan yorumlar, verilen bu
mesajların izleyici üzerinde başarılı olabildiğini göstermektedir. Her ne kadar verilen bu mesajların her izleyici
üzerinde aynı etkiyi yarattığı iddia edilemese de, mesajların etkinliği açısından şu yorumlara bakmakta fayda var
(imla ve yazım hataları aynen alınmıştır):
Kimse Yok mu Gönüllüler 23.05.2011 tarihli yayın üzerine, Berre isimli izleyicinin yorumu:
“çok güzel bi bölümdü. Beni en çok zehra ve tuğbanın durumu duygulandırdı. onları görünce şunu daha iyi anladım. gerçekten nankörüz. yürümenin, konuşmanın değerini hiç bilmiyoruz. elimizdekilerle mutlu olmak yerine boş işlerle uğraşıyoruz. boş şeyler için yıpratıyoruzz kendimizi”.
Kimse Yok mu Gönüllüler 23.05.2011 tarihli yayın üzerine, Feyza isimli izleyicinin yorumu:
“aglayarak izledik.bu proglamlar sayesnde ne zor hayatların oldugunu anlıyorum. şükretmmz gerektğni daha iyi anlıyorum.allah emeği geçen herkesden razı olsn... iyi çalışmalar...”.
Kimse Yok mu Gönüllüler 30.05.2011 tarihli yayın üzerine, Nazlı isimli izleyicinin yorumu:
“her bölümünde ne kadar nankör veya şükürsüz olduğumuzu fark ediyor ve aslında yakınılan bazı şeylerin aslında
birer nimet olduğunu anlıyorum allah razı olsun emeği geçen herkesten”.
Kimse Yok mu Gönüllüler 05.07.2011 tarihli yayın üzerine, Feyza isimli izleyicinin yorumu:
“sitem hanımın hikayesi çok içler acısı.yüzü gülerken kalbi ağlıyor onun...meryem hanımın hikayeside çok etkiledi
bizi. özelliklede o sözü. sağlıgınızın kıymetini bilin. ama kaybedince anlıyor insan elindekinin degerini. mevlam
elimizdekileri kaybetmeden kıymet bilmeyi kendisine kul olmayı nasib etsin. çocukların yurtta kalışı komşularının
ona yardım etmesi. bunlar ne kadar zor... insan o kadar boş şeyler için üzülüyor ki böyle proglamları izledikçe
daha iyi anlıyoruz bu gerçegi. ayrıca cengiz abiyle ahmet abiye çok gıpta ediyoruz şehir şehir dolaşıyorlar o kadar
dua alıyorlar. allah emeklerinizin karşılıgını fazlasıyla versin. selam ve dua ile”. 140 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
ise dışses sakat olan Sitem Hanım ve ailesinin öyküsünü anlatırken, kamera bu seferde
yoksul ailenin mutfağına girer. Sitem Hanım yerde bir leğenin içinde bulaşıkları yıkarken,
izleyici de ailenin mutfağının sağlıksız koşullarına şahitlik eder.
Yoksulluğun dramatikleştirilmesinde, teknik detaylar kadar, programda inşa edilen
“çocuk” imgesi de önemli bir yer teşkil eder. Programda aktarılan mağduriyet hikâyeleri,
çocuklar üzerinden daha etkili bir hal alır. Yoksul çocuklar, yardımseverlerin vicdanını
harekete geçirmek için önemlidir. Öyle ki “ekmek parası için bisikletini satmak zorunda
kalan Ulaş’ın” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011) hikâyesi ya da “henüz ABC okuması
gerekirken, acının ve kederin romanını yazmış bir çocuğun gözyaşları” (Kimse Yok mu
Gönüllüler, 06.06.2011) karşısında yardımseverlerin sessiz kalması söz konusu değildir.
Örneğin; “9 yaşında bir kız çocuğu olan İrem’in” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011)
mektubu karşısında sunucular, son model minibüslerine atlayarak, Bursa’ya doğru yola
koyulurken; seyirci de İrem’in mektubunu dinler. İrem’in yürek burkan(!) mektubunda
ise paradoksal bir yan vardır: İrem’in mektubunda bahsettikleri -arkadaşlarının onu
fakir diye çağırması- yoksulun gündelik hayatta nasıl damgalandığını, nasıl sembolik
şiddete uğradığını gösterir. Öte yandan bunun televizyon ekranlarında dile getirilmesi;
örneğin İrem’in televizyon ekranları aracılığıyla telaffuz edilen sözleri “yağmur yağınca
ayaklarım ıslak ağlaya ağlaya okula gidiyorum; arkadaşlarım benimle dalga geçiyor
bilgisayarım yok diye” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011), yoksulun dışarıda ve
azınlıkta hissetmesine neden olan sembolik şiddete katkıda bulunmaktadır.
Programda yoksulluk sorunu barınma, eğitim, beslenme, sağlık temaları etrafında
değerlendirilirken; bu sorunların tamamı aynı yoksul aile üzerinden ele alınabilmektedir:
Sunucu 1: Bir liste yapalım.
Sunucu 2: Yapalım abi.
Sunucu 1: Neye ihtiyaç var. Bizden ne istiyorlar, bizim gördüğümüz ihtiyaçlar
neler? Bir eve ihtiyaç var.
Sunucu 2: Ki hakikaten de var yani şöyle bir bakınca.
Sunucu 1: Çocuğun okulu bırakması…
Sunucu 2: Çok önemli abi.
Sunucu 1: Okul diyelim o zaman, onu ayrı bir düşünelim.
Sunucu 2: Kirasını ödeyemiyor; sonra elektrik faturası, su faturası var daha. Biz ona
fatura diyelim. Sonra şey. Küçük kızın gözünde bir sorun varmış.
Sunucu 1: O zaman onu bir uzmana gösterelim (Kimse Yok mu Gönüllüler,
30.05.2011).
Programda ailelerin yoksulluk sebeplerinin başında hastalık gelmektedir. Öyle ki
ziyaret edilen evlerin neredeyse hepsinde hasta bireylerle karşılaşılır: Ebru Hanım’ın
epilepsi hastası kocası (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011), doğum yaptıktan
sonra sakat kalan Sitem Dulda, bacak kemikleri çıkarılarak yerine protez bacak takılan
Meryem Hanım (Kimse Yok mu Gönüllüler 05.07.2011). Hastalıkla birlikte işsizlik ya da,
kâğıt toplayarak kazandığı 400 lira ile ailesinin geçimini sağlamaya çalışan İlhan Bey
örneğinde olduğu üzere (Kimse Yok mu Gönüllüler 05.07.2011), elde edilen gelirin aile
Sayı 35 /Güz 2012
141
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
için yeterli olmaması; özellikle kadınlar bağlamında, boşanma sonucu mağduriyetlerin
ortaya çıkması; evlenirken ailelerden habersiz olarak kaçarak evlenilmesi de programda
rastlanılan yoksulluk sebeplerindendir:
Dışses: Koskoca bir hatadan ibaret olan ikinci bir evlilik, evlendikten çok sonra öğrendiği acı bir gerçek. Yıllar süren imtihan, yokluk, hayal kırıklığı. Şimdi ise payına
düşen çocuklarının karnını doyuracak ekmek parası bulma çabası (Kimse Yok mu
Gönüllüler, 30.05.2011).
Nevin Hanım: Abi ilk eşimden ayrıldım ben. Sonra baya bir durdum evlenmedim.
Sonra dediler, yalnızsın gençsin, evlilik yap dediler. Bir cahillik yaptım. Evlendim. Adam
evliymiş. Sonradan öğrendim karısı akıl hastanesindeymiş. İki çocuğum oldu ondan. Bize
hiç bakmadı. Terk etti bizi (Kimse Yok mu Gönüllüler, 30.05.2011).
Dışses: Sevdiği adamla kaçarak evlenmişti. Hataydı. Önce eşinin geçirdiği iş kazası,
ardından ona bakmak için verdiği çaba ve yaşadığı acılar sonucunda kansere yakalandı.
Hasta olduğunu öğrendiğinde dayak ve eziyet dolu bir hayatın tam ortasında kalakalmıştı.
İntihara kalkıştı, başaramadı ve ihanetin en büyüğüne uğrayan genç kadın eşinden ayrıldı.
Bu ayrılık ona zorluk, yoksulluk ve imtihanla dolu bir yaşam bıraktı. Her zamanki gibi
bundan en çok çocuklar zarar gördü (Kimse Yok mu Gönüllüler, 20.06.2011). Programa dair ortaya çıkan sonuçlardan biri de, yoksulluk halinin bir imtihan
olduğuna, yaşanan durumun bir anlamda kader olduğuna vurgu yapılmasıdır. Daha önce
de belirtildiği üzere, Kimse Yok mu Gönüllüler İslami bir söyleme ve vurguya sahiptir.
Dışsesin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere programda dine ait olan imtihan, kader
gibi kavramlara başvurulmaktadır. Öte yandan; programdaki yoksullara yönelik dini
söylemler, tevekkül ve sabır gibi kavramlar etrafında telaffuz edilirken; bunların uzantısı
olarak “yoksulluk ciddi bir eylemsizlikle temsil edilir”. Yoksullara sürekli sabırlı olmaları
öğütlenir, böylelikle de feraha kavuşma sözü verilir (Akçelik, 2010: 131):
Dışses: Bir fedakârlık öyküsü… Boşandığı eşine bakan Ebru Hanım’ın hikâyesi…
Ebru Hanım sabırdan yaratılmış vakur ruhuyla göğüs germiş zorluklara. Kimselere
duyurmadan, şikâyetçi olmadan tevekkül etmiş (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011).
Dışses: Dünyada sıkıntılara sabredenler için hazırlanmış köşkler ve saraylar ötelerde onları beklemektedir aslında (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
Feraha kavuşmanın yolu ise, hayırseverlikten geçer. Programda verilen mesaj
“yoksulluğun hayırseverlik ahlâkı ile çözümlenebileceği” yönündedir. Programda yoksul
ailenin ihtiyaçları yardımsever mahalleli esnafı ve komşular sayesinde karşılanır, böylelikle
de toplumdaki birlik ve beraberliğin, dayanışma ruhunun canlandırılmış olduğu vurgulanır
(Akçelik, 2010: 123). Yoksulluğun büyük ölçüde hayırseverlikle çözülebileceğine dair
verilen mesaj, dışsesin söyleminde kendini şu şekilde göstermektedir:
Dışses: İstatistikler, ne de büyük rakamlarla ülkemizdeki fakirlik oranını, işsizliği,
yoksulluğu bildirirler. Hâlbuki bir ülkenin gerçeğini öğrenmek için sayılara değil, sokağa
çıkmaya gerek var. Uzağa gitmeye gerek yok kendi mahallemizdeki kapıları çalıp hal
hatır sorup, gönül almaya ihtiyacımız var. O zaman keşfederiz o kapıların ardındaki
gerçek dünyayı (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
142 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
Dışses: İhtiyaç sahiplerinin duası altın gibidir. Heybemize doldurup o duaları
çarşıya pazara çıkarız. Satıcılara o altınlardan veririz aldıklarımızın karşılığında. Üstünü
almayız. Üstüne daha çoğunu vermeye çalışırız hatta. Sonra o altın değerindeki dualar
kime nasip olmuşsa… (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
Öte yandan programda söz konusu olan “hayırseverlik ahlâkı”, İslam’daki
“sağ elin verdiğini sol el bilmez” (Çamur, 2004: 53) anlayışı ile bir çelişki oluşturur.
Örneğin, yardımların program esnasında duyurulması bir yana; programda yardım
yapan esnafın iş yeri tabelasının gösterilmesinden, dükkânın adının telaffuz edilmesine
kadar farklı biçimlerle; esnafın, hayırseverin reklamı açıkça yapılmaktadır. Örneğin:
“Kilo market olarak, ailenin bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacağız” ya da “Çocuklar
ANAFEN Dershanesi’ne gidecekler” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011) sözleri bu
dayanışmanın karşılıksız olmadığını açıkça göstermektedir. Ancak yardımseverlerin bu
alışverişten yalnızca maddi değil; aynı zamanda manevi bir çıkarları da söz konusudur.
Yoksullar,”ahlâki olarak çöküntüye uğramış” zenginlerin kurtuluşudur aynı zamanda:
Dışses: Bazen bir yumru gibi boğazımıza oturur bencillik. Kalbimiz cömertçe
vermek istese de nefsimiz vermez. Ya elimdeki biterse diye kaygılanırız, yaradanın
verdiğimiz her şeyin yerine yenilerini koyacağını aklımızdan çıkarırız. Hepimiz insanız.
Belki böyle zamanlarda çıkmıştır Sitem Hanım ve onun öyküsü
(Kimse Yok mu
Gönüllüler, 05.07.2011).
Dışses: Bir iyilik teklifimiz var size. Bundan sonra ikincileri ayrı paketleyip ihtiyaç
sahibi bir ailenin kapısına bırakın. Göreceksiniz işte o zaman paylaşmanın tadı kalacak
damağınızda. Pişirdiklerinizi afiyetle yerken, bedeninizden çok ruhunuzu doyuracaksınız
(Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011).
Bu örneklerden çıkarılacak bir başka sonuç ise, programda “yoksulun” ancak bir
nesne pozisyonunda yer almasıdır. “Yoksullar yardımseverlerin yaptığı yardımın nesnesi
olarak inşa edilirken” (Çamur, 2004: 119); yardımseverler, çaresiz durumdaki yoksulun
hayatında belirleyen öznelere dönüşür. Kendi hayatının aktörü olmaktan çıkan yoksul,
belirlenen pasif bir nesne konumundadır. Tıpkı dışsesin söyleminde de vurgulandığı
üzere, yoksulun büyük hayalleri yoktur, çünkü yoksul hayallerini gerçekleştirecek
konumdan uzaktır: “Hayalleri yok, beklentileri yalnızca şu oldukları durumdan daha
kötüye gitmemek” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011). Yoksulun hayalleri, ancak
yardımseverin ‘bamteline’ dokunduğu ölçüde gerçekleşir:
Dışses: Karşımıza bir peynir satıcısı çıkar bamtelimize dokunur. Merakımızı
bastıramaz yollara düşüp izini buluruz. Bir armağan vermek isteriz ona ömrü boyunca
unutamayacağı bir armağan. Biraz mutluluk katmalıyız hayatına o zorluklar içerisinde
hayatını devam ettirirken yoksul ömrünün, yoksulluğu da sıkıntıyı da, darlığı da bir
günlüğüne unutur. Davullar çaldırır. Halaylar kurar, şarkılar söyleriz birlikte. Evin
oğlunun hiç gerçekleşmeyecek sandığı hayalini gerçekleştiririz. Bu eve çerçeveleri
umuttan yapılmış bir pencere açarız (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011).
Sunucu: Meryem Hanım’ın halini gözlerimizle görmek, feryatlarını kulaklarımızla
duymak bize bir şeyler yapmamızı bir kez daha hatırlattı. Harekete geçme zamanı bizim
için (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
Sayı 35 /Güz 2012
143
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
Programın anlatısı dâhilindeki yoksullar, bu örneklerden de anlaşılacağı üzere
ciddi bir edilgenlikle temsil edilir. Programda, uğruna “harekete geçmeye” layık görünen
yoksullar, kaderlerine razı olan, şikâyet etmeden sabırla bekleyen “makbul yoksullardır”
(Çamur, 2004: 118). Makbul olmayan yoksullara karşı (tinerci çocuk örneğinde olduğu
üzere), makbul yoksullar isyan etmez; tevekkülle ödüllendirilecekleri günü beklerler.
Örneğin, kâğıt toplayarak ailesinin geçimini sağlayan İlhan Bey, yardımseverlerin
merhametini hak eden makbul yoksullardandır: “Rahatım, çok şükür, sağlığım yerinde.
Ben mutluyum. Yaşantım iyi. Hiç şikâyetim yok” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
İlhan Bey’in sefalet karşısındaki davranışı, dışsesin de takdirini kazanır:
Dışses: Hayat bizi ezdi diyor, İlhan Bey. Oysa o ezilmiyor. Tersine sabrı, asaleti ve
şükür dolu haliyle biz onun karşısında eziliyoruz (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
Dışses: Biz bundan daha kötü durumda da olabilirdik diyen adam sokaklarda
kağıt toplayan, günde 3 kere eve gelerek işleri yapan, çocuklarının yemeklerini yapan,
bulaşıklarını yıkayan bir merhamet timsali. Eski eşinden yediği darbeye rağmen yeniden
evlenen, üstelik tüm varlığını karısının tedavisine feda eden çileli baba yine de bilmiyor
şükürsüzlük etmeyi (Kimse Yok mu Gönüllüler, 05.07.2011).
Özellikle isyankârlık makbul yoksullarla bağdaştırabilecek bir karakter özelliği
değildir:
Sunucu: İlk eşi tarafından terk ediliyor. Daha sonra yeniden evleniyor ve yeni
eşinden 2 çocuk daha oluyor. O da terk edip gidiyor. Aile mağdur kalıyor. Şu anda da
devam eden bir yoksulluk var. Yine bu kadar sıkıntıya rağmen ayakta duran bir anne var.
Hiçbir şekilde bir isyan, yanlış bir yol düşüncesi yok. Plastik topluyor, karton topluyor,
simit satıyor ve geçimini sağlıyor (Kimse Yok mu Gönüllüler, 06.06.2011).
Sunucular ile “hastalığına rağmen hep şükreden” Meryem Hanım arasındaki diyalog
ise, yoksulluğun “makbul” olanının, kadere razı olmak olduğunu hatırlatıyor izleyiciye:
Meryem: Rabbim hediyesi, rabbim böyle uygun görmüş. Verdiği hediyesine sahip çıkarım inşallah.
Sunucu: Nasıl hediye gözüyle bakıyorsun?”
Meryem: Rabbim uygun gördükten sonra benim isyan etmem abes kaçmaz mı?.
Öte yandan, programda güçlü bir karakter sahibi olmak, yardımsever, dürüst ve
kanaatkâr olmakla birlikte, başkalarını düşünmek, yoksul-madun kesimin vazgeçilmez
karakter özelliklerindendir. Örneğin; Ebru Hanım (Kimse Yok mu Gönüllüler,
23.05.2011), sunucuların epilepsi hastası kocasını nasıl hastaneye götürdüğünü sorması
üzerine; komşularının yardım ettiğini, ambulans hizmeti olduğu halde onu neden tercih
etmediğini şu sözlerle açıklar: “Ambulans hizmeti varmış da. Ben kullanmıyorum. O an
bizden başka aciliyeti olan hastaya lazım olur diye.” Makbul yoksullar açısından bir başka
nokta ise, yoksulun isteklerini dillendirmesinin söz konusu olmamasıdır. Yoksul, ona
sorulduğu takdirde bile isteklerini telaffuz etmekten çekinir, öyle ki “ekmek parası için
bisikletini satmak zorunda kalan Ulaş” (Kimse Yok mu Gönüllüler, 23.05.2011), sunucu
ağabeylerinden bisiklet istediği için annesi tarafından azarlanmaya mahkûmdur. “Makbul
144 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Hüseyin KARAKUŞ, Ece KARAKUŞ
yoksul çocuklar” olarak Ulaş ve kardeşinden beklenen sessizliklerini korumalarıdır, ta ki
gözyaşları onlar adına konuşup, yardımseverlerin vicdanını harekete geçirinceye kadar.
Sonuç
Bu çalışmada yoksulluğun televizyondaki temsili, yardım programları üzerinden
ele alınmıştır. Bu kapsamda Kimse Yok mu Gönüllüler yardım programı üzerinden,
yoksulluğun ve yoksulların televizyondaki temsiller aracılığıyla nasıl yeniden inşa
edildiğine değinilmeye çalışılmıştır. Erdoğan’ın deyişiyle “yoksulluğun kendisinin bir
gösteriye dönüştürüldüğü” (2007a: 311) programlardan biridir Kimse Yok mu Gönüllüler.
“Masalsı olmayanın” (Çelenk, 2010: 20) ekranlardan dışlandığı, yoksulların medyada
“görünmez kılındığı” bir ortamda; Kimse Yok mu Gönüllüler, yoksulluğu ve yoksulları
konu etmesi bakımından önemli olmakla birlikte; ortaya çıkan sonuç, bu temsilin pek
de yoksulların hayrına olmadığı yönündedir. Program, yoksulluğu siyasal, ekonomik,
toplumsal bir sorun olarak tanımlamaktan çok uzaktır. Programda, “hayırseverlik”
ve “dayanışma”, yoksullukla mücadelede yegâne çözüm olarak sunulurken; bu geçici
çözümlerle yoksulluk sorununa çare aranmaktadır. Programda yoksulların barınma,
eğitim ve gıda sorunları esnaf ve mahalleli yardımlaşması, dayanışması yoluyla
çözülmeye çalışılmaktadır. Fakat programda sunulan bu çözümler, kalıcı olmaktan ziyade
geçicidir. Her ne kadar bu yardımlaşma yoluyla, programdaki yoksul ailelerin hayatları
bir süreliğine de olsa refaha kavuşsa da, programdan sonraki süreçte yoksullara ne olduğu,
büyük bir muammadır. Öyle ki programda yoksulların, genellikle bir yıllık kiraları, gıda
ya da yoksul çocukların bir dönemlik dershane masrafları karşılanmaktadır. Öte yandan
yoksullar; programda ele alınan cefakâr ama mutlu, şükretmeyi bilen, kanaatkâr insan
modelleri ile idealize edilirken; aynı zamanda büyük bir edilgenlik ile temsil edilirler.
Yapılan yardımların nesnesi olarak sunulan yoksullar kendi hayatlarının aktörleri olmaktan
çok uzaktır. Yoksullardan beklenen, sabır ve tevekküle, “mutlu son”a ulaşacakları günü
beklemeleridir. Ancak buradaki “mutlu son”, masallardaki gibi “sonsuza” kadar sürmez.
Programdaki yoksulların “mutluluğu” yalnızca bir yılla sınırlıdır; öyle ya yoksulun yeni
evinin yalnızca bir yıllık kirası ödenmiştir.
Kaynakça
Akçelik, Ayşe B., (2010). Televizyon Programlarında Yoksulluğun Temsili: Kimse
Yok mu, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Aydın, Delal, (2009). “Tinercilerin Bir Korku Nesnesi Olarak Temsili”, Toplum ve
Kuram, No. 2, s:43-52.
Bayrak, Sümbül, (2007). Doksanlı Yıllardan Günümüze Türkiye’de Yoksulluk
Kavramının Medyada Ele Alınış Biçimleri, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Bora, Aksu, (2005). “Yoksul Çocukların Medyada Temsili”. http:/ /bianet. org/
bianet/ bianet/ 70342-yoksul-cocuklarin-medyada-temsili. Erişim Tarihi: 8 Haziran 2012.
Çamur, Aysel, (2004). Charity programmes: representation of poverty in Turkish
television, Yüksek Lisans Tezi, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sayı 35 /Güz 2012
145
Yoksulluğun Medyadaki Temsili: Kimse Yok mu Gönüllüler Programı Örneği
Çelenk, Sevilay, (2010). “Aşk-ı Memnu’dan Aşkı Memnu’ya Yerli Dizi
Serüvenimiz”, Birikim, No. 256, s:18-28.
Erdoğan, Necmi, (2007a). “Ağır Çekim Yoksulluk”, Yoksulluk Halleri. Necmi
Erdoğan (ed). İstanbul: İletişim Yayınları, s:307-313.
Erdoğan, Necmi, (2007b). “Garibanların Dünyası: Türkiye’de Yoksulların Kültürel
Temsilleri Üzerine İlk Notlar”, Yoksulluk Halleri. Necmi Erdoğan (ed). İ s t a n b u l :
İletişim Yayınları, s:29-46.
Erdoğan, Necmi, (2007c). “Yok-sanma: Yoksulluk- Maduniyet ve ‘Fark Yaraları’”, Yoksulluk Halleri. Necmi Erdoğan(ed). İstanbul: İletişim Yayınları, s:47-97.
Erdoğan, Necmi, (2007d). “Yoksulları Dinlemek”, Yoksulluk Halleri. Necmi
Erdoğan (ed), İstanbul: İletişim Yayınları, s:13-26.
Gürbilek, Nurdan, (2001). “Acıların Çocuğu”, Kötü Çocuk Türk, İstanbul:
Metis.
Kural, Sevda A., (1995). “Türkiye’de Medya, Hegemonya ve Ötekinin Temsil”,
Toplum ve Bilim, No. 67, s:76-108.
Samanyolu TV, (2012). Kimse Yok mu Gönüllüler. h t t p : / / w w w . k u r e . t v /
aktualite/961-kimse-yok-mu-gonulluler/kimse-yok-mu gonulluler. Erişim Tarihi: 8
Haziran 2012.
146 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Prof. Dr. M. Naci Bostancı’ya Armağan
Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı
Prof. Dr. Naci Bostancı, 02.08.1957
tarihinde
Amasya’da
doğmuştur.
Lisansını, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi (1980), yüksek lisans
(1984) ve doktora eğitimini (1987) ise,
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde
tamamlamıştır. 1984 yılında Gazi
Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde göreve asistan olarak başlayan Bostancı, 2009-2011
yılları arasında dekan olarak görev yapmıştır. 2011 Milletvekili Genel Seçimleri’nde
Amasya milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir.
Siyaset bilimi, siyasal iletişim alanlarında çok saygın bir bilim insanı olan Prof.
Dr. Naci Bostancı, çok sayıda kitap ve makale kaleme almıştır:
Kitaplar:
Kültür ve Değişme, Damla Yayınevi, İstanbul 1987.
Kadrocular, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990.
Toplum, Kültür Ve Siyaset, Vadi Yayınları, Ankara 1995.
Cumhuriyet’in Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1996.
Işığın Gölgesi (Roman), Ötüken Yayınları, İstanbul 1996.
Siyaset, Medya ve Ötesi, Vadi Yayınları, Ankara 1998.
Bir Kolektif Bilinç Olarak Milliyetçilik, Doğan Kitap, İstanbul 1999.
Cumhuriyetimiz , Vadi Yayınları, Ankara 2002.
Siyasetin Arka Yüzü, Alternatif, Ankara 2002.
Hayatın Kıyısına Düşen (Roman), Alternatif, Ankara 2002.
Dipnot , Alternatif, Ankara 2004.
Televizyon Dilindeki İslam, Odak Yayınları, Ankara 2005.
Siyaset Günlüğü, Ufuk Kitapları, İstanbul 2007.
Portreler, Ufuk Kitapları, İstanbul 2008.
Cumhuriyeti Anlamak, Timaş Yayınları, İstanbul 2008.
Kuma Yazılanlar, Özgür Yayınları, İstanbul 2011.
Siyaset ve Medya Alacakaranlığın İki Atlısı, Özgür Yayınları, İstanbul 2011.
Makaleler:
“Kalkınma ve Çağdaşlaşma Meseleleri”, Milli Kültür, 69, Şubat 1990.
“Bilgi Yılı ve Bilgi Toplumu”, Milli Kültür, S.76 Eylül 1990, 1991.
“Türkiye Sosyal Araştırmalar İçin Zengin Bir Ülkedir”, Milli Kültür S.83, Nisan 1991.
“Kırlık Alanlarda Aile Yapısı”, Aile Yıllığı, 1991, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
(Tebliği, Makale olarak basıldı),1992.
“Propaganda”, Türkiye Günlüğü, S.21, (Kış 1992).
“Milli Kültür”, Türk Yurdu, S. 58, Haziran 1992.
“Demokrasinin Objektif Şartları Açısından Türkiye”, İletişim Dergisi, 1992.
“Türkiye’de Temel Hak ve Hürriyetler”, Yeni Toplum, S.2 1992.
“Türk Kültürü Mevcut Sınırların Ötesinde Etkilidir”, Türk Yurdu, S.62, Ekim 1992.
“Milli Kültür Milli Kimlik”, Türk Yurdu, Şubat 1993.
“Devlet, Devletin Memuru, Devletin Dili”, Türk Yurdu, Haziran 1993.
“Siyasal Kampanyalar ve Profesyoneller”, Türkiye Günlüğü, S.26, (Ocak-Şubat 1994).
“Öncesi ve Sonrasında 27 Mart”, Türkiye Günlüğü, S.27 (Mart-Nisan 1994).
“Radyo Televizyon Yasası, Yasalar, Teknoloji, Güç İlişkileri”, Türkiye Günlüğü, S.28 (MayısHaziran 1994).
“RP’yi Anlamak”, Türkiye Günlüğü, S.38, (Ocak-Şubat 1996).
“Basın ve Özgürlük”, Türkiye Günlüğü, S.41 (Temmuz Ağustos 1996).
“Öfkenin Politik Anlamı”, Türkiye Günlüğü, S.42 (Eylül Ekim 1996).
“Zeki Müren ve Medyanın Kalbindeki İroni”, Yeni Türkiye, S.11 Eylül -Ekim 1996.
“Medya Ulus İlişkisi”, Yeni Türkiye, S.12, Kasım –Aralık, 1996.
“Türk Siyasetinin Geleneksel Bölünmesi ve Bugünkü Durum”, Türkiye Günlüğü, S.45 (MartNisan 1997).
“Siyasetin Sanal Evreni”, Son Duvar, S.3, Mayıs 1997.
“Sivil Toplum, Devlet ve Türkiye”, Yeni Türkiye, S.18, Kasım-Aralık 1997.
“Gelin Dediğimi Yapın”, Son Duvar, S.8, Aralık 1997.
“Öğrencilikten Kurtuluş Ütopyacılığına”, Türkiye Günlüğü, S.46, (Yaz 1997).
“Şiirle Karşılama”, Son Duvar, S.5, Ağustos 1997.
“Artık Herşeyi Açıkça Konuşmanın Zamanı Geldi: Ben Bir Demokrasi Düşmanıyım”, Yeni
Türkiye, S.17, Eylül-Ekim 1997.
“Eski Sinemalar”, Son Duvar, S.6, Eylül 1997.
“Ucuz Roman”, Son Duvar, S.7, Ekim 1997.
“Toplumumuzda İnanç-Bilim Anlayışı/Tartışma”, İslami Araştırmalar, S.1-2, 1998.
“Aile Değerleri ve TV’nin Etkisi”, III Aile Şurası Tebliğleri, 1998.
“Bütün Kötülüklerin Anası Medya/Şiddet ve Cinsellik”, Türkiye Günlüğü, S.49 (Ocak-Şubat
1998).
“Farklı Hakikatlerin Dünyasına Doğru”, Yeni Türkiye, S.19, Ocak-Şubat 1998.
“Babam Bir Eski Tüfek Olsaydı”, Son Duvar, S.10, Şubat 1998.
“Futbolun Anlattığı”, Düşünen Siyaset, Mart 1999.
“Etnisite, Modernizm ve Milliyetçilik”, Türkiye Günlüğü, S.50, (Mart-Nisan 1998).
“Bir Paradoks Alanı Olarak İnsan Hakları”, Yeni Türkiye, S.22 Temmuz Ağustos 1998.
“75. Yıl ve Janus” Türk Yurdu, S. 134, Ekim 1998.
“Sahte Liberalizm” Yeni Türkiye, S.25, Ocak Şubat 1999.
148 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
“Hikayesi Modernlikte Saklı Milliyetçilik”, Türk Yurdu, S.139-141, Mart- Mayıs 1999.
“Seçimler ve Ülkenin Geleceği”, Türkiye Günlüğü, S.55, (Mart-Nisan 1999).
“18 Nisan Seçimleri Üzerine Ropörtaj”, Yeni Dünya, S.6, Haziran 1999.
“Devlet Söyleminde Kürt Sorunu”, Türkiye Günlüğü, S.56, (Yaz 1999).
“Zihin Coğrafyamızdaki Osmanlı”, Yeni Türkiye, S.28, Temmuz Ağustos 1999.
“Ekrandaki Deprem”, İletişim, Yaz 1999/3.
“Daha Çok Teoloji Değil Daha Çok Sosyoloji”, Türkiye Günlüğü, S.57, Eylül-Ekim 1999.
“Aydın ve Demokrasi”, Yeni Türkiye, S.29, Eylül-Ekim 1999.
“Gözün Vicdanı”, Virgül, S.23, Ekim 1999.
“Ya Benimsin Ya Toprağın”, Birikim, S.128, Aralık 1999.
“Şiddetin Uzun Yüzyılı Sürüyor”, Virgül, S.25, Aralık 1999.
“Acelen Ne Bekle Firuze”, İletişim, Kış 2000.
“Hayat Hikayesi Olarak Ben”, Virgül, S. 29, Nisan 2000.
“Siyasetin Arka Yüzü”, Türkiye Günlüğü, S. 60, Mart-Nisan 2000.
“Özal’ın Anlamı”, Türkiye Günlüğü, S.59, Ocak Şubat 2000.
“Gündelik Hayatın Kılcal Damarlarında Şekillenen Kimlik”, Karizma, Temmuz-Ağustos-Eylül
2001.
“Onurlu Mağlubun Temsilcisi”, Karizma, Ekim-Kasım-Aralık 2001.
“Krizin Aydınlığındaki Türkiye”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 65, Bahar 2001.
“Savaşın Diğer Yüzü”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 66, Yaz 2001.
“Kafa Karıştıran Kültür”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 67, Güz 2001.
“Filistin Bir Kelime”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 68, Kış 2002.
“Terörün Hiyeroglifini Okumak”, Karizma, Ocak-Şubat-Mart, Sayı: 9, 2002.
“Her Zaman Tam Bağımsızlık”, Karizma, Nisan, Mayıs, Haziran, Sayı: 10, 2002.
“Futbol Bağları”, Karizma, Temmuz-Ağustos-Eylül, Sayı: 11, 2002.
“Hayatın Kardeşi Ölüm”, Karizma, Ekim -Aralık 2002.
“Seçimler ve AKP,” Türkiye Günlüğü, Sayı 70, 2002.
“Siyasette Yeni Dönem ve AKP”, Türk Yurdu, Aralık 2002 .
“Gelecek Üzerine Konuşmak”, Türkiye Günlüğü, Sayı:77, Yaz 2004.
“Küreselleşmenin Alacakaranlığındaki Milli Devlet”, Türk Yurdu, Kasım 2004.
“Bir Çaresiz Stratejinin Adı Olarak Türkiyelilik”, Türk Yurdu, Aralık 2004.
“Siyasetin Hakikat İnşacısı Olarak Dil”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 2 sayı 5, Güz 2005.
“Millete Aidiyet Etnik Kimlikle İlişkiyi Ortadan Kaldırır”, Türk Yurdu, Sayı 221.
“Demokrasi Kuralların ve İlkelerin Rejimidir”, Türk İş Dergisi, Sayı 376, 2007.
“Dink Cinayeti ve Toplumsal Yarılma” ,Türk Yurdu, Sayı 235, 2007.
“Seçimin Dinamikleri AKP’nin Başarısı”, Türk Yurdu, Sayı: 240, 2007.
Prof. Dr. Naci Bostancı, bunların yanı sıra çok sayıda ulusal ve uluslararası
toplantıda tebliğler sunmuş, Milliyet, Radikal, Yeni Şafak, Zaman gibi ulusal gazetelerde
çeşitli makaleler ve yazılar yayınlamıştır. Ayrıca TRT 1, TRT 2, CNN Türk, Star, TGRT,
Flash, Kanal 7, TV 8, Samanyolu televizyonlarında Türkiye gündemindeki konularla
ilgili programlar hazırlamış, yorum yapmış, açık oturumlara konuşmacı olarak katılmıştır.
Sayı 35 /Güz 2012
149
Salı Toplantıları
Naci Bostancı ile “Siyaset ve Siyaset Bilimi” Üzerine
Güzel bir konferans salonu burası, bizim dönemimizde yapmıştık.
Daha sonraki yöneticiler de tabi her dönemde olduğu gibi yeni katkılarla
fakülteyi güzelleştiriyorlar. Güzel bir mekan her zaman eğitim öğretim
için daha iyidir; aydınlık, hoş, insanların rahat edeceği bir mekan.
Ne de olsa ilim yapmak aynı zamanda bir ambiyans işidir. Atmosfer
olmaksızın ilim yapmak ve maddi dünyadan koparak soyut düşünceye
geçmek kolay olmuyor.
İnsanı rahatsız eden çirkin bir
çevre, doğrusu ilim yapmaya çok uygun
değildir. Hele ki, eğer kafanızda birtakım
mukayeseler varsa. Özel üniversitelerin
fakültelerinin devletten daha güzel olduğu
ve orada şık bir hayatın sürdüğü, buradaysa
maraba katının iş gördüğü şeklinde bir
anlayış söz konusuysa, o zaman insanda ilim
yapmak için biraz şevk de azalmış oluyor.
Ama Allah’a şükür bu fakülte, her dönem
yapılan katkılar ve hizmetlerle benzerleri
bakımından gayet iyi, bir bakıma da onların
önünde bir fakülte oldu. Bunu sadece maddi
çerçevesi bakımından demiyorum, aynı
zamanda çok kıymetli hocaları bakımından
da söylüyorum. 26 yıl burada çalışınca,
hocalık yapınca, bunu söylemeye de
hakkım olduğunu düşünüyorum. Buradaki
insan kalitesi ve onların öğrencileriyle olan
ilişkileri, 26 yıllık tecrübeden bakıldığında,
hem eğitim-öğretim bakımından hem de
insan ilişkileri bakımından hakikaten son
derece iyi.
Siyaset Bilimi ve Pratik Siyaset
Üzerine…
2011 yılında Türkiye’de genel
seçimler oldu. Bu genel seçimlere doğru
ben de siyaset bilimi hocalığından pratik
siyasetin içine transfer oldum. Aslında
insan her zaman siyasetin içindedir,
siyasetin dışında bir alan yoktur. Fizikte
hava neyse toplumsal alanda da siyaset
öyledir. İnsan ilişkilerinden tutun da en
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
mahrem dediğimiz özel ilişki alanlarına
kadar her alanda siyasetin, daha da
özetleyecek olursak iktidar ilişkilerinin ve
ona ilişkin tüm tekniklerin, tüm repertuarın
yeni bir anlamı vardır.
Ben de siyasetin dışında değildim.
Hem siyaset bilimi hocası olmam
dolayısıyla okur-yazarlığımız hem de
aynı zamanda içinde yaşadığımız ülkeye,
oradaki gelişmelere karşı çeşitli düzeylerde
hissettiğimiz sorumluluk gereği, yıllar
içerisinde hem pratik gelişmeleri takip ettim
hem de bugün yaşananın da bir parçasını
oluşturduğu insanlığın o ortak tarihine
ilişkin okumalarım oldu. Bunca yıl okuyup
çalışıp sınıflarda öğrencilerle birlikte
öğrenmeye devam ettikten sonra anladım
ki; onu da hemen belirteyim, hocalar
için aslında en iyi öğrenme mekanları
öğrencileriyle birlikte o dersleri işleme
süreçleridir, insanlar sadece öğretmezler
aynı zamanda öğrenirler. Zaten öğrenme
ve öğretme işi karşılıklı bir şekilde, birisi
öğretiyor birisi öğreniyor olarak yaşanırsa,
insanlar öyle konumlanırlarsa oradan çok
esinleyici, taraflar bakımından çok faydalı
bir öğrenme işi olmaz. Muhakkak biraz
kimin öğrettiğinin kimin öğrendiğinin
belirsizleştiği bir alan gerekir. Bu fakültede
de, Gazi’de de böyle bir eğilim vardır, ben
de doğrusu öğrencilerimden öğrendim,
aynı zamanda öğretmeye çalıştım, beraber
bir yolculuk gibi gördüm bu süreci.
Sonra pratik siyasete Mart ayı
itibariyle intikal ettik. Şunu gördüm,
insanın başına iki husus geliyor - “başa
gelmek” diye bir tabir vardır ya- bunlardan
birincisi, insanın evlenme konusu başına
gelir, ikincisi de siyaset. Gördüm ki o da
başa geliyor. Evlenme konusu nasıl başa
gelir onu söyleyeyim; benim bir kardeşim
var, Almanya’da. Yıllar önce “artık
evleneyim” diye düşündü ve kendisine
göre ideal bir eş tarif etti. Ona göre ideal
151 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
eş uzun boylu, Türkiye’deki mankenlere
benzeyen son derece güzel bir kızdı ve o
çerçevede biz eş adayı aramaya başladık.
“Kesinlikle” -özellikle biraz da boy
meselesine takmıştı, kendisi de 1.80 küsur
boyunda- “boyu bana yakın olsun” diye
düşünüyordu ama kardeşim gitti 1.60’ın
altında bir kızla evlendi. Evlenmek böyle
bir şey, başa geliyor. Kiminle evleneceğinizi
bilemiyorsunuz. Kafanızdan birçok soyut
fikir geçirebilirsiniz, sonra pratik sizi alıp
götürür. Siyasetin de öyle olduğunu gördüm.
Aslında milletvekili olmak, meclise gitmek
çok aklımda olan bir şey değildi. Öyle
görüyorum ki, bazı insanlar bulundukları
yerlerde çok çeşitli teknikler ve ilişki
biçimleriyle vekilliğe ilişkin bir hazırlık
yapıyorlar. Doğrusu benim öyle bir çabam
olmadı. İşte, üniversitede okur-yazarlık,
gazetelerde yazı, televizyonlarda konuşma,
böyle bir hayat gidecek diye düşünüyordum.
Üstelik insan bir siyasi partiye girdiğinde
kamuoyu artık ne söylersen söyle seni o
siyasi partinin propagandacısı gibi görmeye
başlıyor. Aslında dün söylediklerinden
farklı konuşmasan bile “işte falan partinin
milletvekili konuşuyor” diye bakıyorlar.
Vardır ya söylemde, kim konuşuyor
diye onun kimliği üzerinden anlamak,
dolayısıyla bir siyasi partiye girmek de
böyle bir anlam taşıyor. O yüzden de biraz
mesafeli durmaya çalışıyorum.
Fakat sonra girmek durumunda
kaldık siyasete. “Bunda da bir hayır vardır”
diye son anda müracaatımızı yaptık. Sonra
pratik siyasetin güzergahında ilerlemeye
başladık. Pratik siyasetin güzergahı, halkın
arasına karışmak, onlarla görüşmek, çeşitli
toplantılara katılmak, kendini tanıtmak
ve sonra vekil olarak mecliste görev
yapmak. Tabi uzun yıllar siyasete ilişkin
okumaları olan birisi olarak pratik siyasete
ilişkin güçlüklerin hakkından geleceğime
güvencim tamdı. Böyle bir kendime
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
güven duygusuyla birlikte sahaya çıktım
diyebilirim. Sahaya çıkmak… Amasya’ya
gittiğimde; Amasya yüz binin biraz altında
nüfusu olan, toplam 3 milletvekili bulunan,
ortasından Yeşilırmak’ın geçtiği, iki
tarafında yalçın kayaların, -ismi Harşena,
birtakım turistik tesisler de o dağın ismini
almışlar- bulunduğu çok güzel bir şehirdir.
Eğer gitmediyseniz gidip görmenizi tavsiye
ederim. Bunu Amasya milletvekili olarak
söylemiyorum. Amasya’nın güzelliğini
size intikal ettirmek isteyen bir insanın
kanaatiyle ifade ediyorum. Çok da eski,
tarihi bir yer. Her yerden tarih fışkırıyor.
Amasya’ya gittiğimde; baktım,
3 vekillik için 22 tane aday adayı var.
Ben de aday adaylarından birisiyim.
Bir organizasyon yapmışlar; çeşitli
ilçeleri dolaşıp işte “aday adayı olduk,
meziyetlerimiz
şöyle”
gibi
beşer
dakikalık konuşma yapıyorsunuz. Beş
dakikada insan ne anlatabilir, ben hep
uzun konuşmalara alışmışım. Beş dakika
içerisinde, bakıyorum diğer arkadaşlar
anlatıyor “ben şuyum, şöyle yapacağım,
şu tür hizmetleri göreceğim” falan diye.
“Siyaset bilimi hocasıyım, profesörüm”
diye başlasam ayıp olacak. Daha baştan
hani “işin profesörü gelmiş, kenara çekilin”
gibi bir hava doğacak. O yüzden diyorum
ki, “üniversiteden geliyorum. Üniversitede
hocaydım, oradan geliyorum”. Branşımı
da söylemiyorum. Sonra da “Türkiye’nin
durumu şu, şunları yapacağız” tarzında
konuşuyorum. İlk gittiğimde basına bir
açıklama da yapılıyor “aday adayı oldum,
Amasya halkımızın desteğini beklerim”
diye. Diğer aday adayları bu konuşmayı beş
dakika içinde yapmışlar. Basın mensupları
falan geliyor. Ben girdim, bir saatlik bir
konuşma yaptım, herkes çok sıkıldı. Bu
bir saatlik konuşmada da sıkılanlar ayrıca
beni karşılamaya ve desteklemeye gelmiş
arkadaşlar, sıkılanlar çeşitli ilçelerden
gelmiş arkadaşlar.
Bunun anlamı şu, söyleyeceğim;
benim babam postanede memurdu.
Amasya’da doğdum. Sabah Suluova’ya
inmiştik. Suluova Amasya’nın ikinci büyük
ilçesidir. Çocukluğumuz, gençliğimiz
oralarda geçmişti. “Türkiye’de siyasetin
yeri nedir”, bu soruya cevap oluşturacak
mahiyette örnek olsun diye bir kasabanın
değişim profili üzerinden Türkiye’nin
değişimini anlatmaya çalıştım: 40 yıl
önce Suluova nasıl bir yerdi, ne kadar
küçük, dünyası dar, caddeleri olmayan,
küçük sokaklarında insanların bir nevi
sinerek yürüdüğü, kamusal mekanlarının
bulunmadığı, basma perdeli evlerde
akşamın erken indiği bir kasaba anlatısı.
Hatta elektrik, bugün anladığımız manada
ulusal şebeke bulunmadığı için yerel
şebekeler üzerinden şehre verilirdi ve
Suluova ilçesi de mazotla çalışan bir
jeneratörden gece 12’ye kadar elektrik alırdı.
Gece stop ederlerdi, sonra da gaz lambası
başlardı. Burada herhalde gaz lambasını
hatırlayanlar ön sıralarda oturuyorlar.
Diğerleri de bilirler ama tahmin ediyorum
lüks restoranların duvarlarında süsleme
eşyası olarak. Böylelikle bağlamı değişmiş
nesnelerin aslında asıl anlamlarına ilişkin
hiçbir şey ima etmediklerini de belirteyim.
Bağlam değişti miydi anlam da değişiyor.
Lüks bir restoran duvarındaki lambanın
ne hatırası olabilir insanlar üzerinde?
Mesela bazıları da döven koyuyorlar veya
bahçesine at arabası koyuyor içine de çiçek
saksıları koyuyor. Oysa, ben hatırlıyorum,
at arabasıyla güzel yolculuklar olurdu ama
bahçedeki çiçek dikilmiş at arabasıyla
ilişkili bir şey değil bu. 40 yıl sonra
Suluova’nın ne hale geldiğini anlattım,
“her ne kadar Suluova’dan bahsediyorsam
da siz bunu bütün Türkiye olarak anlayın.
Çünkü Türkiye bir kasabalar ülkesidir”
diye beyan da ettim. Bir saatlik sıkıcı
Sayı 35 /Güz 2012
152
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
konuşmadan sonra herkesle kucaklaşıp
kafaları da tokuşturarak, biz böyle küt küt
vuruyoruz. Kafa ne kadar şiddetli vurulursa,
bu aynı zamanda seni o kadar güçlü bir
şekilde destekledikleri anlamına geliyor.
Oradakilerin de benim destekçilerim
olduğunu düşünürseniz, kafamı korumak
amacıyla siyasette ilk öğrendiğim birtakım
teknikler oldu. Mesafeli bir şekilde
bulunmak, arada mümkünse bir kişinin
olduğu, kafanın yetişmediği, böylelikle
darbenin daha düşük bir dozla kafanıza
indiği bir mesafede olmak önemli. Tabi her
vuran sanki bir kere vurduğunu düşünüyor
ama sürekli bu kafaya vuruluyor.
Adamlardan birisi kafasını oldukça güçlü
bir şekilde vurduktan sonra kulağıma
eğilip dedi ki “hep Suluova Suluova
deyip durma, biraz da Taşova de” dedi.
Taşova da Amasya’nın başka bir ilçesidir.
Sonra anladım, neden başbakan her
gittiği mitingde başlıyor ilçeleri saymaya.
Bahsedeceksin, ismini zikredeceksin,
yoksa sadece bir ilçeden aday olmuş gibi
yanlış bir izlenim doğurabilirsin.
Sonra, bir başka yerde toplantı
oluyor. Ben gayet rahat üniversitede ya
da uluslararası bir toplantıda, ulusal bir
toplantıda oturur gibi, işin fikre ait olduğunu
varsayıp bedensel olarak huzur ve rahatlık
içerisinde yayılmış bir vaziyette otururken
birden dikkat ettim, bizim diğer aday
adayları gayet askeri bir disiplin içerisinde
oturuyorlar. Tek yayılmış olan benim.
Ben böyle resme bakarken birisi arkadan
kulağıma eğilip “Hocam biraz toplansanız”
dedi. Tabi ki orada toplanmadım ama
diğer yerlerde daha derli toplu bir şekilde
oturdum. Nasıl oturduğunuz aynı zamanda
siyasal anlamlar taşıyor. Teorik olarak her
şeyin siyasete ilişkin olduğundan bahsedip
ve bağlamın anlamı tayin ettiğini söyleyip
sonra da sanki orası konferans alanıymış
gibi kaykılmak tabi ki uygun değil.
153 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Böyle dolaşırken Merzifon ilçesinde
kendimizi tanıtıyoruz yine beş dakika.
Dedim ki, “ben 26 yıl hocalık yaptım,
alanım da siyaset bilimiydi”, orada
söyledim alanımı. “Hani profesör olmuşuz,
gelelim şu memlekete bir hayrımız olsun,
biraz da siyasete hizmet edelim. Ama
gördüm ki vallahi de billahi de siz benden
daha profesörsünüz, hepiniz, bütün halk”
dedim. “Ben şimdi geldim ve anladım ki
yeniden benim burada bir lisans eğitimi
almam lazım”. Evet, hakikaten sürecin çok
öğretici olduğunu söyleyebilirim. Benim
için bir tarafıyla lisans eğitimi, çünkü insan
ilişkileri siyasetin pratiği içerisinde son
derece farklı ve renkli özellikler taşıyor.
“Tanrılar Meclis’e
vermişler galiba…”
bir
ceza
Değerli arkadaşlar, mecliste göreve
başladık. Genel kurul salonuna girdim.
Kutsal mekan, biliyorsunuz başkalarını
sokmuyorlar. Vekil olmanız lazım, ama
yukarıdan, basın kısmından girebilir
ve oradan agorayı görebilirsiniz. Vekil
olduğunuzda alttan da girebilirsiniz.
Genel kurula girdik. Bir süre “acaba
nerede oturmalıyım” diye düşündüm.
Herkesin belli bir yeri yok. Oturduğun yer
önemli ama meclisin en merkezi ve asıl
atardamarının attığı yer kürsüdür. Kürsü
zaten mekan olarak da en merkezi yerde
bulunur. Herkes kürsüden konuşmak ister.
Geri kalanlar da onu dinlemek istemezler
ama herkes konuşmak ister ve genellikle
-eğer meclis televizyonunu izliyorsanızaslında halka konuştuklarını varsayarlar
televizyon üzerinden. Böyle bir konuşma
tarzı, böyle bir anlatım tarzı vardır. Fakat
kürsüden yapılan konuşmalar muhalefetin
ya da iktidarın yaptığı konuşmaya göre
farklı etkiler doğuruyor. Mesela “şöyle yan
tarafa oturayım” dedim. Baktım oradan
salonun gerçekliğine çok nüfuz etmek
mümkün değil. “Ön tarafta ne oluyor” diye
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
ön tarafa oturdum, tam kürsünün karşısına.
Bir muhalefet milletvekili konuşuyordu:
“Alçaklar, soysuzlar, çaldınız, çırptınız!”
Benim gözüme baka baka konuşuyor.
Dedim ki “burası tekin değil, buradan
şiddet çıkar, maraza çıkar. Ben buradan
eleştirel bir mesafeye kaçayım”. En arkaya
geçtim. Baktım ki orası gayet güzel. Önde
konuşan kişi sana konuşuyormuş gibi
olmuyor. Aradaki mesafe insanın kendini
koruyabileceği bir mesafe. Kaldı ki kürsüde
konuşan muhalif milletvekiline karşı çok
duygulansan ve hislerini ifade için kavga
etmeye kalkışsan, aradaki mesafeyi aşmak
belli bir zahmet ve engel doğuracağı için
böyle bir durum da söz konusu değil. En
arkaya geçtim, orası yaylacıların kısmıymış.
En arkada hem meclis çalışmalarını takip
etme hem de bol bol kitap okuma imkanı
buldum. Mesela okuduğum kitaplardan
birisi Churchill’in hayat hikayesiydi.
Büyük boy, 1200 sayfaydı, iyi bir kitaptı.
Arada sırada vekiller gelirdi; “bunu mu
okuyorsun?”, “sen bunu bitirecek misin?”,
“bunu gerçekten burada mı okuyorsun?”
gibi sorular sordular ama bitirdim. Çok
güzel bir kitap, İş Bankası Yayınları’ndan
çıkmış. İnsan mecliste olunca, meclisin
hep yanında yöresinde olmuş, başbakanlık
yapmış, bakanlık yapmış önemli ve tarihi
bir şahsiyetin hayatını başka türlü okuyor.
Yani mekanında okuyormuş gibi oluyorum.
Mekanında kimi kitapları okumak hoştur.
Mesela Kırgızistan’da Issık Gölü’ne
gittiğimde orada da Cengiz Aytmatov’un
Toprak Ana’sını, Beyaz Gemi’sini
okumuştum. O da bir bakıma mekanı
sayılır. Beyaz Gemi hemen Issık Gölü’nün
kenarında geçer. Issık Gölü böylelikle
hem edebi anlatım hem de tabiat anlatımı
üzerine sık sık konuşur.
Böylelikle mecliste en arka yerde
kendime bir yer bulmuş oldum. İlk
bir ay içerisinde mecliste ne olduğunu
anlayamadım. Bakıyorum bakıyorum, bir
türlü olaylara nüfuz edemiyorum. Çünkü
meclis açılıyor, muhalefet grupları önerge
veriyorlar. Onlar üzerine konuşuluyor.
Sonra biz iktidar partisi olarak o önergeyi
reddediyoruz. Sonra ikinci grubunki
konuşuluyor, onu da reddediyoruz. Üçüncü
konuşuluyor, onu da reddediyoruz. Sonra
meclis kapanıyor. Bir ay böyle geçti. Bizim
Avni Bey var Amasya milletvekili, onun
ikinci dönemi, tecrübeli bir şahıs. “Avni
Bey” dedim, “biz burada ne yapıyoruz?”
Avni Bey gayet veciz bir şekilde durumu
özetledi: “Ne konuşacağımız hakkında
konuşuyoruz ama bir yere vardıramıyoruz”
dedi. Ne konuşacağımız hakkında bir ay
konuştuk ama konuşma işini beceremedik.
Bunu görünce aklıma eski Yunan
mitolojisindeki tanrıların cezalandırma
usulü geldi: Tanrılar bir adamı en ağır
şekilde cezalandırmaya karar vermişler.
Onu deniz kıyısında kumların üzerinde
önüne iki fıçı koyarak cezalandırmışlar.
Fıçılardan birisi kum dolu diğeri boşmuş.
Cezalandırılan kişi, ömrü boyunca kum
dolu fıçıdaki kumu diğerine boşaltacak,
sonra onu da diğerine boşaltacak, sonra
diğerine boşaltacak ve bunu hep yapacak.
İnsan bir iş yaptığında sonuçta bir anlam
üretmek ister. Eğer anlam üretemiyorsanız
buna yabancılaşma derler. Kendine,
hayatına, her şeye yabancılaşırsın. Zaten
cezanın da en büyük ceza oluşu bedensel
güç harcanması dolaysıyla değil, yaptığın
işin bir anlamının olmaması dolaysıyladır.
Hiçbir şey yapmamakla ölesiye çalışmak
arasında bir fark yok. Dedim ki “tanrılar
buraya bir ceza vermişler galiba, kumun
Sayı 35 /Güz 2012
154
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
üzerindeki insanlar gibiyiz”. Sonra bunu tane siyasi partinin sözcüleri, akademik
başka vekil arkadaşlarımla da paylaştım. geleneğe uyarak söyleyeyim, neredeyse
Hepsinin çok hoşuna gitti, “evet” dediler.
kendilerini yerden yere atıyorlardı: “Van
Van Van, öldürdünüz, yaktınız, kötü işler
Neyse ki bir ay sonra durumu
yaptınız” vs. diye. O günlerde bir de
toparladık. Meclis çalışma saatlerini
kapalı oturum oldu terörle ilgili. Kapalı
uzattık. Muhalefetin önergelerini yine
oturumda da ben konuşma yapmıştım.
reddettik. Sonra iktidarın önergelerine
Benim konuşmam iktidar konuşması
gelince onları konuştuk. Böylelikle ne
olduğu için, parti grubu adına, sonlardaydı.
konuşacağımız belli oldu. Tanrıların
Kapalı oturumlarda neler konuşulduğunu
cezasından da kurtulmuş olduk. Tabi şunu
anlatmak yasaktır on yıl, biliyorsunuz. Ben
gördüm; meclis genel kurul salonu tam bir
ne konuşulduğunu anlatmayacağım zaten.
drama yeri ve insanların iki tür hayatı var.
Ama ne konuşulmadığını anlatacağım:
Bir meclis genel kurulunda, kameraların
Sürekli kürsüye geldiklerinde çok dramatik
kendi üzerlerinde olduğunda bir siyasal
bir şekilde Van’dan bahseden ve kendilerini
asabiye duygusuyla yapmış oldukları
yere atanlar ve oradakilere rahmet dilemek
tutumlar ve davranışlar, bir de arka tarafta
için yarışanlar, bu konuya ilişkin tek
kuliste, lokantalarda çeşitli mekanlardaki
kelime etmediler. Çünkü kamera onları
insani ilişkiler. Meclis kürsüsüne çıkıp
çekmiyordu. Çok ilginç, ne söylenmediğini
“alçaklar, satılmışlar, ülkeyi sattınız her şeyi
konuşmuş oldum böylelikle. Bu zaten
rezil ettiniz, millet inim inim inliyor, şöyle
yasağa girmiyor.
perişan ettiniz” filan diyen arkadaş biraz
sonra gelip kolunuza giriyor, “ya” diyor,
Meclis Komisyonları Ne İş Yapar?
“çok feci ama siyaset, bunlar olacak, gel bir
Değerli
arkadaşlar,
mecliste
yemek yiyelim”. “Bir dakika ne diyorsun,
çalışmaya başladıktan sonra birkaç tane
biraz önce sen neler söylüyordun şimdi ne
komisyona da girdik, bunlardan birisi
yapıyorsun”. Buna “kamusal ikiyüzlülük”
İnsan Hakları Komisyonu (İHK), bir
diyorlar. O yüzden meclisteki o bağırmalar
diğeri AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
çağırmalar var ya, hoplamalar zıplamalar,
Teşkilatı) Komisyonu, bir diğeri Milli
“çok alındım, çok sinirlendim, çok kızdım,
Eğitim Komisyonu, Meclis Kültür ve Sanat
bana ne söyledin sen” gibi. Bunların hepsi
Komisyonu, bir de darbeleri araştırmak için
en azından, dikkatli bir ifade kullanmam
kurulan komisyonda görev aldık. Darbe
gerekirse, şimdilik benim görebildiğim
komisyonu görevini neticelendirdi, diğer
ölçüde artistlik bir faaliyet. Tabi insanlar
komisyonlarda çalışmalarımız sürüyor.
zaman zaman kızıyorlar, sinirleniyorlar.
Öyle de davranıyorlar ama daha çok siyasal
İnsan Hakları Komisyonu (İHK)
asabiye duygusunun ve “ne yapmalıyım” hakikaten önemli bir yer. Bizde bir
sorusunun cevabı mahiyetinde teşekkül zamanlar
insan
hakları
denilince,
eden davranışlar bunlar.
insanların doğru dürüst iş bulamadıkları
ve hayatlarının tüp fiyatına olduğu bir
Van’da deprem olmuştu. Van depremi
ülkede insan haklarından bahsetmenin çok
olduktan sonra özellikle muhalefet partileri
fantastik olduğu varsayılırdı. Ama şimdi
Van’daki depremzedelerle ilgilenilmediği,
o kanaatten sarfınazar edilmiş görünüyor.
onların çok perişan oldukları, yıkıldıkları
İnsanlar bu meseleyi önemsiyorlar.
mahvoldukları yolunda çok dramatik
Yaygınlık kazanmış, hassasiyet gelişmiş.
anlatımlar yapıyorlardı. Özellikle bir
155 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
Türkiye’nin yaşadığı hukuk olaylarının
da bunda payı var muhakkak. 1992’de
kurulmuş bu komisyon. 92’den bu yanaişte yirmi, yirmi bir yıl olacak- önemli işler
gerçekleştirmiş. Bizim dönemimizde de
ceza vermeye ilişkin bir alt komisyon var.
Kadın-erkek fırsat eşitliği konusunda ayrı
bir komisyon var. Aile içi şiddet konusunda
ayrı bir komisyon var. Terörün doğurmuş
olduğu sosyal maliyete yönelik biz bir alt
komisyon oluşturduk. Birkaç cümle ondan
da bahsedeceğim.
Tabi
siyasetteki
konuşmalarla
akademik
dünyadaki
konuşmalar
arasındaki farka dair bir anekdot anlatmak
istiyorum: İnsan Hakları Komisyonu’nda
aile içi şiddet konusunda bir alt komisyon
kurulmasını tartışıyoruz. Komisyonlarda
iktidar ve muhalefet temsil edilir. İnsan
Hakları Komisyonu’nun 26 üyesi var. 16
üyesi iktidardan, 10 üyesi de muhalefet
partilerinin temsilcilerinden müteşekkil.
BDP’den bir kişi, MHP’den üç kişi
galiba, altı tanesi CHP’den, 16 tanesi de
AKP’den. Bunlar oranlara göre tayin
ediliyor. Aile içi şiddet konusunda “İHK
olarak ne yapmalıyız” diye tartışıyoruz,
konuşuyoruz. Gazeteciler falan da izliyor
tartışmaları. Ben dedim ki “eğer biz
bu alt komisyonun adını aile içi şiddeti
inceleyen bir komisyon olarak koyarsak,
bu beraberinde bazı problemler getirir.
“Ne gibi” dediler. “Birincisi, boşanmış
ama birlikte yaşayan, hala aile olarak
tanımlanabilecek insanlar olabilir. Bunlar
eğer böyle bir çatı altında şiddet yaşarlarsa
gelip bize şikayet etmeyecekler mi”
dedim. “Aile içi şiddet dersek, bunlar
hukuken aile değil. İkincisi, serbest
birliktelik şeklinde örnekler var mı var,
bu insanlar eğer şiddet görürlerse İHK’ya
gelip müracaat edemeyecekler mi? Bizim
adımız İHK. Ailenin ne olduğuna ilişkin
bir tanım geliştirip ‘kardeşim sadece bunlar
müracaat edebilir, diğerleri ne yaparsa
yapsın’ mı diyeceğiz yoksa bu insanları
da İnsan Hakları Komisyonu olarak takip
edecek miyiz? Dedim. “Hatta, herhalde
örnekleri vardır, siz de bilirsiniz, eşcinsel
birliktelikleri olanları düşünmek lazım
gelir diye düşünüyorum” dedim. “Böyle
bir durumda bu insanlardan bize, beraber
yaşadığı kişiden şiddet gördüğüne dair
müracaat olursa ne yapacaksınız” dedim,
“bunu nereye koyacaksınız? Bunlar normal
olarak düşünülmesi gereken hususlar”.
Akademik bir zihin çeşitli sorgulamalarla
çalışıyor tabi. Ben böyle söyledim, ertesi
gün gazetelerde şöyle çıktı: “Bostancı’dan
eşcinsellere destek!”, “AKP’de çatlak!”.
Siyasette akademik bir hassasiyetle yapmış
olduğunuz değerlendirmelerin nasıl siyasal
bir bağlamda kılık değiştirerek karşınıza
çıktığını görüyorsunuz. Tabi bu arada
çeşitli sitelerde övgüler almaya başladım,
tehlikeli övgüler; “vay AKP’de de böyle
medeni insanlar olur muymuş” gibi.
İHK’da teröre ilişkin bir alt komisyon
oluşturduk. Bu komisyonu oluştururken
kastımız şuydu: 30 yıllık süre içerisinde
hayatını kaybetmiş çok sayıda insan var
ve bunlar politik olarak farklı yerlerde
duruyorlar. Ama sonuçta bu ülkenin
insanları. Hayatını kaybetmiş her insan
demek, aynı zamanda onun acısını taşıyan
ve hayatta olan başka insanlar demektir. Bu
ülkenin toprakları içinde, burada yaşayan,
burada soluk alıp veren, siyasal sürecin
bir parçası olan, toplumsal hayatın bir
parçası olan ama yakınını kaybetmiş yaralı
insanlar var ve bunlara ilişkin aslında
kamuoyunun çok fazla bir bilgisi yok.
Yakınlarını kaybedenler, şehit aileleri, sivil
vatandaşlarımız özellikle, gazetelerde ve
televizyonlarda manşet oluyorlar o dramatik
sahneler çok seyirlik olduğu için. Burası
iletişim fakültesi ve kameranın arkasındaki
o aklın neye odaklandığını bilirsiniz. Son
Sayı 35 /Güz 2012
156
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
derece dramatik özelliklerinin kendisine
kazandırdığı bir hale üzerinden seyirlik
duruma gelen bu görüntüler, televizyonlarda
en pornografik şekilde verilir. Pornografi
biliyorsunuz ölçüsünü değiştirmektir,
şeklin ölçüsünü değiştirmektir. Böyle,
gözyaşlarına yapılan zoom, “kendisini
tabutun üzerine attı”, şöyle dedi böyle dedi
türü ifadeler. En çarpıcı olanı yakalarsanız
bu sizin gazetecilik yapmış olduğunuz
anlamına geliyor.
Benzeri bir örneği bu büyük
depremden
hatırlarsınız:
Gazeteciler
kameralarla ve mikrofonlarla enkazların
arasında dolaşıyorlardı ki “dramatik
bir görüntü yakalayabilir miyiz” diye.
Mesela enkazın altında kalmış, canhıraş
bir şekilde bağıran, gözleri yuvalarından
fırlamış bir insan resmi çizseler, bir
görüntüsünü aktarsalar, canlı bir şekilde
birisinin kurtuluşunu verseler haber yapmış
olacaklar. Verdiler de zaten. İlk gün böyle
görüntüler veriliyor, sonra kamuoyu için
başka görüntüler geliyor. Ama o insanlar için
hayat devam ediyor. O insanlar, yakınlarını
kaybetmiş olanlar, daha sonraki günlerde
de o acıyla düşünüyorlar. Hissettikleri
yaşadıkları her neyse onunla birlikte
günleri deviriyorlar, geceleri deviriyorlar.
Bu insanlar ne yaşar, ne düşünür, acılarını
nasıl göğüslerine bastırırlar? Aynı zamanda
geçen zaman içinde bu acılarla baş
edebiliyorlar mı? Ne de olsa terörün önemli
motivasyon kaynaklarından birisi çekilen
acılardır. Yani o acılar aynı zamanda
şiddet sarmalının devamı için bir gerekçe,
bir meşruluk oluşturur. Acaba hakikaten
acı çeken insanlar şiddet sarmalını
destekleyecek tarzda bir öfke, bir kızgınlık,
bir intikam, “kanımıza karşı kan görmek
istiyoruz” diyen bir tutum çerçevesinden
mi bakıyorlar hayata, geçmişi öyle mi
değerlendiriyorlar?
Aynı zamanda çocuğu dağa çıkmış,
157 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
orada hayatını kaybetmiş aileler var. Taş
atan çocuklar diye adlandırılanlar, hapse
atılanlar, onların aileleri var. Acaba bu terör
meselesi iki farklı gerçeklik mi oluşturmuş?
Bir tarafta PKK ile çok yakın ilişkisi
içerisinde çocuğuna “hadi oğlum git dağa,
orada biraz kurşun sık gel” diyen aileler
mi var? Diğer tarafta da şehitlerimizin,
sivil vatandaşlarımızın olduğu bir başka
bağlam ve ortada keskin bir hat. Böyle bir
ayrım mı söz konusu yoksa bir belirsizlik
mi orada var? Ayrıca Türkiye’deki genel
kamuoyu, dağa çıkmış, dağda hayatını
kaybetmiş insanların ailelerine ilişkin çok
fazla bilgi sahibi de değil. Televizyonlar
çok vermez onları, gazetelerde çıkmazlar
ama bir geçeklik var. Bu insanlar Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı. Burada yaşıyorlar
ve her ne yaşıyorlarsa onunla birlikte
toplumsal-politik sistemin bir parçası
oluyorlar. Bu da bizim gerçekliğimiz. Biz
aynı zamanda “bu alanı da görelim, bu
alandaki insanları da tanıyalım. Bu alandaki
insanlar ne düşünüyorlar bakalım” dedik.
Köyleri boşaltılmış, göç ettirilmişler.
Batıya göç etmişler. Nasıl bakıyorlar
Türkiye’ye, devlete? Bu meseleleri nasıl
değerlendiriyorlar? Çünkü eğer teröre
ilişkin gerçekçi, nüfuz edici, farklı çevreleri
kucaklayıcı bir çözüm geliştirilecekse, o
zaman terörün saflaştırdığı bu farklı kanalları
hesaba katan bir dil ve tutum üzerinden
gerçekleştirilecek. Biz de bunu anlayalım
diye böyle bir komisyon oluşturduk. 200
kadar görüşme yaptık. Bunlardan bir kısmını
Ankara’da yaptık, geldiler. Bir kısmını da
Tunceli, Siirt, Batman, Diyarbakır, İzmir,
Manisa, Aydın ve Denizli gibi illerde,
yani iki farklı bölgede yaptık. Komisyon
başlangıçta farklı partilerden müteşekkil
bir komisyondu: 4 tane AKP’den, 2 tane
CHP’den, 1 MHP’den, 1 de BDP’den
üyesi vardı. Görüşmeler sürdükçe partiler
arasındaki fark da kaybolmaya başladı.
Oradaki insanlarla karşılaştıkça, onlar bize
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
hayatlarını, neler yaşadıklarını anlatmaya
başladıkça, o siyasal pozisyonlara ilişkin
belirgin farklılıklar, bu meseleyi belli
bir biçimde telaffuz etme şekli de biraz
değişmeye başladı. Çünkü çok farklı
politik pozisyonlarda olan insanların
size neler yaşadıklarını, başlarına neler
geldiğini, neler olup bittiğini anlattıklarında
görüyorsunuz ki bir karşıtlık, keskin bir
hatla birbirinden ayrılmış iki farklı dünya,
bu insanların bu şekilde konumlandığı bir
gerçeklik söz konusu değil, belirsizlik var.
Bir adam anlatıyor: “Diyarbakır’da,
biz” diyor “filan köyde kalırdık. Geceleri
PKK’lılar gelip ‘bize ekmek vereceksiniz,
biz buradan geçtikçe bizi destekleyeceksiniz’
diye talepte bulunuyorlar. Silahımız yok,
bir şeyimiz yok. Biz de ekmek veriyoruz.
Gündüz olunca asker geliyor, diyor ki
‘PKK’lılara ekmek vermeyeceksiniz, köyü
boşaltacaksınız’. “Köyü boşaltalım ama
nereye gidelim? Bize bir yer gösterin,
çalışacak bir yer gösterin, gidelim. Köyü
de göstermiyorlar” diyor. “Sonra köyü
boşalttık” diyor. “Boşalttırdılar köyü.
Askerler geldi. Köyü boşalttık hepimiz
gittik. Şehre geldik. Ne yapacağımızı
bilmiyoruz. Kardeşim ‘bari ben gideyim
Antalya’da çalışayım, biraz para kazanırım’
dedi. Antalya’ya gitti. İki ay sonra beni
aradı; ‘iş bulamadım ben. Geri döneceğim
ama geri dönecek param bile yok. Otobüs
parası yok. Bana bir bilet gönder, ben
geleyim’ dedi. Ben de ona bir bilet
gönderdim. Bilet aldım otobüse biner diye,
ama gelmedi” diyor. “Sonra öğrendim,
dağa çıkmış” diyor. Şimdi bu çocuk dağa,
PKK’nın direktörlüğü çerçevesinde mi
çıktı? Aslında PKK ile mücadelede lojistik
destek sağlamasın diye boşaltılan bir köy,
sonuçta o sosyal mağduriyeti üzerinden
PKK’ya rant kazandırıyor.
Aslında şiddet marifetiyle sonuç
almak isteyen ve insanlarda bir ulusal
bilinç uyandırmak isteyen örgütler şu
hesabı yapıyorlar; ölürken de öldürürken
de kazanalım, iki yönde de kazanalım.
Öldürürken nasıl kazanalım? Çünkü
eğer yeni bir ulus kuracaksanız, bir
ülkenin içindeki egemen ulus anlayışının
dışında kendinizi onlardan ayırarak yeni
bir ulus şeklinde inşa edeceksiniz. Bu
ayırma işini hançerle yapmalısınız. Güzel
konuşmalarla olmaz. Çünkü iki kaynaşmış
varlığı birbirinden ayıracaksanız bunu
bıçakla yaparsınız, kan akar. Kan nasıl
akar? Ayrılalım ayrılalım demekle
ayrılamazsanız, zaten bu coğrafyanın sosyal
realitesi de öyle konuşarak falan ayrılmaya
çok müsait değildir. Avrupa’daki gibi
gettoların içinde olsa, başka. Çekoslovakya
ayrıldı, Norveç ve İsveç ayrıldı ama kimin
Türk kimin Kürt olduğu belli değilse bunu
ayırmak zor.
O zaman önce karşı taraf diye
tanımladığın insanları öldürmeye başlarsın.
Askerini, polisini, sivil vatandaşını, doğum
yerine bakar öldürürsün. Böylelikle bir
toplumsal tepki ve nefret dalgası doğurmak
istersin. İnsanlar şöyle düşünsünler diye
beklersin: “Et ve tırnak gibi miyiz?
Hayır değiliz. Biz farklıyız, çünkü onlar
bizi öldürüyorlar”. Her cenaze töreni
işte o hançerin işleyişine ilişkin bir
hesaptır. Terör örgütleri her zaman zayıf
olan örgütlerdir. Zaten teröre müracaat
etmelerinin nedeni zayıflıklarıdır. Zayıf
olan örgütler tıpkı uzakdoğu sporlarında
olduğu gibi rakiplerinin gücünü kullanmak
isterler. Rakiplerinin duyarlılıklarını,
onların davranışlarını, kitlesel olarak
eylemlerini, onların bir nevi içgüdüsel
olarak yapacakları refleksleri kullanmak
isterler. Onların bir çekiç gibi, ulus
inşa etmek isteyen insanların kafalarına
inmelerini beklerler. Yani bir nevi, aşkın
bir biçimde Türk milliyetçiliği iddiası
üzerinden, öfke ve nefret içerisinde eyleme
Sayı 35 /Güz 2012
158
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
geçilmesini beklerler ve onlarla simbiyotik
bir ittifak içinde davranırlar: “Vurun,
daha iyi vurun! Vurun ki bunlar adam
olsun, vurun ki bunlar sizin yumruklarınız
altında Kürtlüklerini öğrensinler”. Aynı
zamanda dağa çıkarttıkları insanların
ölümleri üzerinden en etkileyici siyasal
propagandayı yaparlar. Çünkü dönüp o
insanlara ne kadar konuşsanız “biz ayrı bir
ulusuz, bağımsız devlet kuracağız” falan
diye, dinler geçer adam. Ama ne zaman o
ailenin salonuna beyaz kefeni içerisinde
kendi çocuklarını gönderirsin, o zaman
işte o aile kendisine şunu sorar: “Benim
çocuğumu kim vurdu? Niye vuruldu, nasıl
oldu?” Bunlar, eğer çocuğunuz vurulmuşsa
sonraki sorulardır: “Kim vurdu benim
çocuğumu? Diğerleri vurdu. Ben de öyleyse
devletin düşmanıyım”. Bekledikleri budur.
O yüzden ölürken de öldürürken de
kazanmak isterler. Öldürürken karşı tarafa
da intibak etmek isterler. Ölürken kendi
doğal çevreleri olarak gördükleri insanlara
da intibak etmek isterler. Her ulusçuluk bir
inşadır, bunu hiç unutmayın. Yani PKK’nın
şiddet marifetiyle kurmaya çalıştığı ulus,
aslında Kürtlükle çok ilgisi olan bir ulus
değildir. Modern icat, yeni bir Kürtlüktür.
Buna göre, zaten Kürt iseniz ama PKK’lı
değilseniz Kürt değilsinizdir. Kürt olmak
için aynı zamanda PKK’lı olmanız
gerekmektedir.
Değerli arkadaşlar; çocuğu dağa
çıkmış, kendisi PKK’ya yakın duruyor,
öyle birisi de geldi. Çocuğunun birisi
dağda ölmüş, bir başka çocuğu dağda
devam ediyor. Bir başka çocuğu hapiste,
kendisi de tam PKK’lı. Meclis’e geldi.
O zaman gazeteler falan çok göstermişti
bu olayı. “Selamünaleyküm” diye geldi.
“Aleykümselam” dedik, “otur bakalım”.
“Biz” dedi, “Seyit soyundan geliyoruz”.
Bir dua okudu, sonra dinledik. O adamın
da istediği sonuçta bu işlerin olmaması.
159 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
“Nasıl olacaksa olsun, burada görev
devlete düşüyor, devlet yapsın” dedi. Bu
kadar işin göbeğinde olan bir insanın da
sonuçta rol biçtiği çevre devletin kendisi
oluyor. Peki devlet aklı nasıl çalışmalı?
Devlet aklı bütün bu acıları, herkesi, bütün
yaşananları kendi gerçekliğinde görerek
çalışmalı. Emin olun şurada birçok hususu
anlatmıyorum. Raporda yer alacak bunlar.
Rapora da yazdık ama şunu söyleyeyim, bu
acılardan geçen insanların öfkesi, nefreti,
kızgınlığı, bir kabilevi anlayış içerisinde
öç alma duygusu yok. Dolayısıyla bunu,
Türkiye’nin aslında bu acılarının son
bulması bakımından önemli bir avantaj
olarak görüyoruz. Herhalde bu yöndeki
çalışmalara İHK’nın yaptığı bir katkı
şeklinde görmek mümkün olacak bunu.
Tabi, bu yöndeki çalışmalarımız devam
edecek.
Çalışma yürüttüğümüz bir diğer
komisyon olarak, Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Teşkilatı’ndan bahsettim. Orada
da çok çeşitli uluslar arası toplantılara
katılıyoruz. 56 ülke var. Şunu memnuniyetle
söyleyeyim; bu 56 ülke, Almanya, ABD vs,
Avrupalı ülkeler, Türkiye’ye son derece
saygılılar. Bir zamanlar Türkiye’ye hasta
adam muamelesi yapılıyordu hakikaten.
Pasaport falan çok adam yerine konmazdı.
Onun çok değiştiğini görüyorum çok
çeşitli davranışlardan, tutumlardan. Bir
tane Hollandalı milletvekili vardır, zaman
zaman bizim gazetelerde bahsederler.
Adam İslam ve Türk düşmanı birisidir,
ırkçı bir partinin milletvekili. Hollanda
komisyonunun başındaki kişi de Coşkun
isminde bir Türk. O da Türk kökenli
Hollanda milletvekili. Komisyon renkli
bir komisyon. Bizim komisyon gibi.
Bizde de muhalefet var iktidar var, orada
da öyle. Homojen bir komisyon değil
ama bu ırkçı milletvekili muhakkak
her toplantıda Türkler ve İslamiyet
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
aleyhine hiçbir analize dayanmayan, argo
küfür olarak anlaşılabilecek bir dilde
konuşmalar yapıyor. Bir toplantıda böyle
bir konuşma yaptı: “Emperyalist Osmanlı
İmparatorluğu’nu yeniden canlandırıyorlar,
neo-Osmanlılar bunlar. Kadına değer
vermeyen İslamcı anlayış güç kazanıyor,
teröristler!” dedi. Malum bildiğimiz
replik. Salonda bir kişi bile alkışlamadı.
Böyle konuşmaya başladığında İtalyan ve
İngiliz komisyon başkanı bizim yanımıza
geldiler: “Allah aşkına bu deliyi dikkate
almayın, havayı bozmayalım. Bu böyle
saçmalayacak. Görüyorsunuz kimse de
itibar etmiyor” dediler. Görüldüğü gibi,
böyle bir dilin karşılığı yok. Bu durum,
hem dilin karşılığının olmayışından hem
de Türkiye’nin itibarından. Geçmişte olsa
böyle bir konuşma en azından biraz alkış
alırdı, destek alırdı. Bu konuşmayı yapan
Hollandalı parlamenter, konuşmasının
ardından hemen twitter’ına bakıyor,
facebook’una bakıyor. Yaptığı konuşmayı
naklen yayınlamaya çalışıyor. Sosyal
medyadan da tepkileri almaya uğraşıyor.
Aslında onu motive eden biraz da sosyal
medya ile kurmuş olduğu bu sıkı ve sıcak
bağlar. Aynı zamanda siyaset-sosyal medya
ilişkisi, çalışacaklar için ilginç bir alan
oluşturabilir: Vekillerimiz de, biliyorsunuz,
bol bol twit atıyorlar. Benim de bir twitter
hesabım var.
Bir de vekil olarak çalışma
sürecinden bahsedeyim. Bir milletvekilinin
hayatı, haftada üç gün 15.00-19.00
arasında mesai diye düşünüyordum ama
öyle olmadığını gördüm. Gece sabahlara
kadar süren oturumlar, milletin yarı uykulu
yarı uyanık bir vaziyette oy kullanmaları
vs. günlerce süren tartışmalar. Temel
mantık şu arkadaşlar; iktidar iş yapmaya
çalışır, muhalefet de engellemeye çalışır.
Mümkünse meclis hiç çalışmasın,
kapansın. Sürekli yoklama isterler meclis
kapansın diye. Mümkünse iktidarın
önergeleri gelmesin. Mümkünse memleket
çok dramatik bir şekilde olsun, çünkü her
krizden bir iktidar çıkar. Taş mı atmışlar,
“mümkünse bir taş da ben atsam mı”,
“acaba iktidar için olumsuz bir şey olur
mu” mantığı söz konusu. Atar mı atmaz mı
o ayrı, muhalefetin aklı böyle çalışır.
İktidarın aklı da, şu işi de yapalım
bu işi de yapalım şeklindedir. Ne de olsa
iktidar, işleri ondan soruyorlar. Şunu
düzeltelim bunu düzeltelim diye çalışır.
Ama her yerde iktidar ve muhalefetin
temel yaklaşımı budur. Muhalefet sürekli
kötüler, iktidar da sürekli her şeyin iyi
olduğunu anlatır. Tabi Türkiye’de her şey
cennet değil elbette, ama makul ölçülerde
iyi. İktidarın temsilcisi olarak söylüyorum
bunu. Hem sonra bütün problemlerin bittiği
bir hayat olmaz. Eğer insanların, ülkelerin
bütün problemleri biterse bu psikiyatrik
sonuçlar doğurur, biliyorsunuz. Problemsiz
bir insan demek hasta bir insan demektir,
ne yapacağını bilemez. Bazı insanlar
emekli olunca çabucak ölürler. Çünkü
artık hayatlarında çözecekleri problem
kalmamıştır. Karl Popper’ın dediği gibi
- bir kitabının adı öyle- “Hayat Problem
Çözmektir”. Bu yüzden iktidarımız
hayat problem çözmektir esprisini
unutmaksızın
problemleri
çözmeye
çalışıyor. Ama muhalefete göre hiçbir
problemi çözmüyoruz. Aksine problem
üretiyoruz. “Memleket fena. Geçmişten
daha kötü, herkes kan ağlıyor”, böyle bir
anlatım tarzı var. Ama sonuçta herkes nasıl
görüyorsa öyle anlatıyor. Halk da kendisine
anlatılan hikayelere bakıyor. Hangisini
daha gerçekçi bulursa bir bakıma ona göre
pozisyon alıyor. Belki, siyasi dillerin ne
ölçüde gerçekliğe tekabül ettiği üzerine
bir okuma yapılacaksa, bunu seçimler
üzerinden değerlendirmek gerekir.
Sayı 35 /Güz 2012
160
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
Evet, çok ana hatlarıyla bu şekilde
toparlamış olayım. Aslında buraya
gelirken kafamda bambaşka bir konuşma
yapmak vardı. Türkiye’nin yakın dönemde
yaşadığı, yakın dönemde dediğim son 30
yılda yaşadığı sosyal ve politik dönüşüme
ilişkin bir anlatım gerçekleştirecektim.
Ama aklınıza bir kasaba üzerinden bunu
yapacağım gelmesin. Fakat konuşmacılar
için, salona girdikten sonra oradaki ilham
verici atmosfer onların diskurlarını tayin
eder. Ben de bir hayli konuşmalar yapmış
birisi olarak hep kafamda başka fikirlerle
salona gelirim, salonda başka fikirler
konuşurum. Giderken de aklımda hep
böyle karmakarışık fikirler olur. Şu anki
resmim de böyledir efendim. Saygılarımla,
sağ olun.
Soru: Hocam öncelikle hoş geldiniz.
Yanlış anlamadıysam 3-4 komisyonda
çalışıyorsunuz. Bu komisyonlarla ilgili
-tabi sizi tenzih ederek söylüyorum amabazı konularda pek netice alınmadığını
görüyoruz. Mesela benim aklımda
kalan şöyle bir söz var, sanırım rahmetli
Ecevit söylemişti: “Eğer bir sorunun
çözümsüzlüğe ulaşmasını istiyorsanız ya da
üstünün kapatılmasını istiyorsanız derhal
hakkında mecliste bir komisyon kurdurun.”
Mesela Susurluk Komisyonu, -meşhur
olduğu için aklımda bunlar kalmış- faili
meçhul komisyonlar, işte birkaç komisyon,
en son kurulan anayasa komisyonu vb.
Merak ediyorum, nasıl iktidar muhalefet
bir araya gelip de komisyondan bir
anayasa çıkaracak? Ben başbakanın daha
önceki birkaç konuşmasını dinlediğimde
buradan bir şey çıkmayacağını anladım.
Bir de bu komisyonların en son yaptırımı
ne oluyor, nasıl bir çözüm oluşuyor bunu
merak ediyorum. Bir de son olarak bir
şey daha soracağım; ODTÜ olaylarıyla
ilgili. Üniversitelerdeki olaylarla ilgili
sizin fikirlerinizi merak ediyorum.
161 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Üniversitelerin bir ideolojik yapısı olmalı
mı, üniversitedeki öğrenciler siyaset
yapmalı mı ya da nasıl yapmalı? Bununla
ilgili görüşlerinizi merak ediyorum.
Naci Bostancı: İkinci soru tabi ayrı bir
konuşmayı gerektiriyor. Ne de olsa yanlış
anlaşılmak istemem beş dakika konuşarak.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum
ben. Orada da ilk derslerden birisinde buna
benzer bir şey sormuşlardı; “bir atı kesin
de bir komisyona verin, ondan size deve
çıkarsınlar” diye. Ama komisyonları iki
türlü düşünmek mümkün: Birincisi, işlerin
havale edildiği ve gelmesinin beklenmediği
komisyonlar, bir de iş yapan komisyonlar.
Meclisteki daimi komisyonlardır bu
söylediklerim.
Onlar
önemli
işler
gerçekleştirirler. Tasarılar gelir, kanunlar
gelir, onları görüşürler, kavga dövüşlerini
yaparlar ama sonuçta çıkartırlar. Mesela
bütçe planlama komisyonu olmadan bütçe
çıkmaz. Her şey orada söylenir. Bir de
genel kurulda söylenir tabi. Milli Eğitim
Komisyonu’nda eğitime ilişkin problemler
konuşulur. Susurluk komisyonu çok önemli
bir iş yaptı o döneme ilişkin. Aslında
o raporlara bakılırsa görülür. Burada,
netice derken ne bekliyoruz? İskender’in
kılıcı tarzında bir netice bekliyorsak
demokrasilerde çok İskender’in kılıcı
işlemez. Ama dönüşümün, değişimin bir
parçası olarak o komisyon çalışmalarında
yerlerini alırlar.
Anayasa komisyonu da böyledir. Tabi
anayasa yapmak, komisyon marifetinden
önce bir politik uzlaşma meselesidir. Eğer
öyle bir uzlaşma var ise komisyonlar daha
fonksiyonel bir şekilde çalışabilirler. Benim
düşündüğüm ve beklediğimden daha iyi
bir performans gösterdiğini söyleyebilirim
anayasa komisyonunun. Bu bahsettiğim
sürekli komisyonlar çok önemli işler
yapıyorlar.
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
Darbe komisyonunda bulunduk. O
da süreli bir komisyondu. İyi bir çalışma
yaptı, iki cilt kitap çıkarttı. Türkiye’nin
60 yıllık dönemine ilişkin çok verimli bir
çalışma olduğu kanaatindeyim ama geçmiş
dönemde iktidar ilişkileri çok alacakaranlık
bir anlamda yaşandığı için hepsine öyle
bir hamlede nüfuz ederek ne olup bittiğini
anlamak mümkün değil. Komisyonun
kralı olsanız yine ulaşamayacağınız
bilgiler ve belgeler olur. Komisyonlar her
şeyi halledemezler zaten. Aynı zamanda
da akademisyenler, gazeteciler herkes
çalışacak. Bu çerçevede, bu işin beli
bağlanacak.
Şu ODTÜ’deki meseleye gelince;
öğrenciler tabi ki siyasetle uğraşırlar. Her
alanda siyaset varken “hey öğrenciler siz
siyasetle uğraşmayın” demek bir çelişki
oluşturur. Ama siyasetle uğraşmak, kanı
kaynamak, kitlelerin gücünden kendilerinde
bir İskender kılıcı rahmi üretmek, “haydi
gençler bir araya geldik, bir araya gelmişken
şu memleketin bütün problemlerini
yürüyerek ve eylemli bir şekilde çözelim”
duygusu uyandırmak veya böyle bir
duyguyla davranmak noktasında biraz
problemler başlıyor. Kitle eylemlerini de
anlarım. Yani yürürsün, başbakanı protesto
edersin, sesini çıkartırsın ama yakıp yıkma,
başkalarına zarar verme işini anlamam.
Kitleler, fitili kısa, fünyeleri ateşlenmeye
hazır ve arkasında da hayli dinamit yükü
bulunan yapılardır. Hele heyecan verici bir
siyasi hikaye üzerine kitle oluşturduysan.
Bu durumda kitleler, bir sel gibi bendini
yıkıp her türlü kötülüğün üstesinden
gelmek, her işi halletmek, mümkün olan
her türlü gücü kendine katmak ve kendisini
tarihin bir faili olarak görmek eğilimi
içerisine girer. ODTÜ’de biraz böyle bir
hava oluşmuş.
her türlü fikirlerini söyleyebilirler ama
öğrenci kardeşlerim her şeyden önce,
kesinlikle, her ne olacaklarsa onu iyi
öğrenmeye çaba göstermeliler diye
düşünüyorum. Sosyalist mi olacaksın,
ol kardeşim. Ama lütfen sosyalizmin ne
olduğunu, hangi tarihsel aşamalardan
geçtiğini bil. Kautsky neydi, Bernstein
neydi, Marks’la niye anlaşamadılar,
birinci komün, bunlara ilişkin okumaların
olsun. Biraz Marks’ı anla, yani bu işlerin
babasını. Yetmez, aynı zamanda sosyal
bilimlere, onların çeşitli disiplinlerinin
insana ve onun yeryüzündeki hikayesine
ilişkin okumaların olsun. İslamcı mı
olacaksın, milliyetçi mi olacaksın, ol. Ama
bu alana ilişkin müthiş bir müktesebat var,
bir repertuar var. Bunları oku, öyle ol. Ne
olacaksan onun iyisini ol.
“İnsanlar kendi aralarından birini
seçip ona yönetme hakkını vermekten
nefret ederler”
Her ne kadar vekil olduğunuzda
girdiğiniz çeşitli mekanlarda izzeti ikram
ile karşılandığınızı sanıyorsanız da
iktidar ilişkilerinin o tuhaf dünyasında
asıl efendilerimizin onlar olduğunu,
kendilerini öyle gördüklerini ve size de
öyle baktıklarını fark ediyorsunuz. Mesela,
adam çıkıyor geliyor, “Sayın vekilim!”
diye. “Eyvah!” diyorum. İfade biçimi her
ne kadar sempatik, sevgi dolu, kucaklayıcı
olsa da daha girişten size bir iş yaptırmak
istediğini, sizi yönlendirmek istediğini,
aslında o sizi yüceltirken, “Siz başımızın
tacı” vs. derken biraz sonra, küçük bir işi
halletmeniz için bir girizgah oluşturduğunu
anlıyorsunuz. Sizi manipüle ediyor.
Beni arıyorlar, “kimsiniz?” diyorum.
“Beni tanımadın mı” diyor. “Sesinizi bir
yerden çıkartıyorum” -çıkartmam lazımdiyorum. “Hani” diyor “köye gelmiştin,
Dediğim gibi; öğrenciler eylem
falan köye, ben de orada çeşmenin yanında
yapabilirler, elbette siyasetle uğraşabilirler,
Sayı 35 /Güz 2012
162
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
duruyordum”. Çeşme? Köy? “Ha” diyorum
“sen o musun?”. “Ben oyum” diyor,
“nasılsın vekilim?” Bu ifade, yakınlık ifade
ediyor aynı zamanda. Böylece çok yakın
olduğumuzu anlatıyor. “Sağ ol” diyorum,
“sen nasılsın?” “Teşekkürler, ben iyiyim
ama daha iyi olacağım” diyor. “Anladım,
daha iyi olacaksın ama nasıl? Anlat”
diyorum. “Bizim oğlan okulu bitirdi”, “ne
güzel, üniversiteyi bitirdiğine göre hayırlı
bir evlat” diyorum. “Bak sonra bana geç
müracaat etti falan demeyin. Ellerinizden
öper, bekliyor” diyor. “Neyi bekliyor”
diyorum, “işe koyacaksın” diyor. “Çok akıllı
çocuk, çok iyi bir okul bitirdi”. “Nereyi
bitirdi?” diyorum. Bir okul ismi söylüyor,
çıkaramıyorum. “Çok akıllı olduğuna göre
KPSS’den iyi bir puan almıştır” diyorum,
“yok” diyor, “talihsizlik oldu 70’in altında”
diyor. “Ne yapacağız” diyorum, “ee artık
sen bir şey yapacaksın” diyor. Eğer sen bir
şey yapabilirsen, ki yapma imkanın yok,
seni sevmeye devam edecek. Yapmazsan
kötü.
Arıyor mesela biri, “bizim kızın
tayini nedir, nerden gelecek, nasıl olacak”
diye başlıyor. Ondan sonra “ben” diyor,
“partinin bayrağını şöyle salladım
böyle salladım, şöyle koşturdum böyle
koşturdum”. Diyorum ki, “partiye gönül
vermişsin ne güzel, ama eğer bayrak
salladım diye kızın tayinine ilişkin bir
şey benden istiyorsan yapmam” diyorum.
“Yok” diyor, “tabi ki, öyle bir şey olur mu?
Biz, gönül verdiğimiz için bayrağı salladık,
ama bizim kızın tayini?” “Bir dakika”
diyorum, “biz bir dahaki sefere konuşalım
bunu” diyorum. “Şimdi sen benim asabımı
bozdun, böyle bir şey olabilir mi, al gülüm
ver gülüm ilişkisi yok” diyorum. O zaman
sallama bir daha bayrağı. Şimdi bu bir dil
tabi, yani “partinin bayrağını salladım,
hadi benim işimi yap”. Zannetmeyin ki
sadece iktidar partisinde, her yerde böyle.
163 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
“İşe girmek istiyorum” diyor, “güzel, nedir
niteliklerin?” diyorum. “İşte kaç zamandır
giremiyorum işe. İki tane çocuk var,
onlara bakıyorum. Hastayım, böbreklerim
çalışmıyor”. “Bir dakika” diyorum, “bu
senin hikayen, niteliklerin ne? KPSS var
mı” diyorum. “KPSS’ye girmedim ama
çok fenayım. Kirayı ödeyemedim”. Kendi
hikayesini anlatıyor. Ne kadar acındırırsa, ne
kadar dramatik bir şekilde anlatırsa o ölçüde
netice alıyor. Açıyor telefonu, “vekilim!”,
“buyur” diyorum. “Biraz borcum var,
ödeyemiyorum” diyor. “Ne yapacağız?”
diyorum. “Bana biraz para göndersene”
diyor, “ne kadar göndereyim?” diyorum.
“Şöyle 5 bin falan göndersen yeter” diyor,
“borcumu kapatırım”. “Sonra” diyorum,
“sonra ne?” diyor, “niye göndermiyorsun?”
diyor.
Van’da deprem oldu. Ertesi gün
kuliste bir gazeteci “ee sayın vekilim”
diye geldi. “Buyur” diyorum. “Herhalde
bir maaşı Van’a bağışlarsın artık” diye
soruyor. Ben de dedim ki “herhalde
Van’daki deprem yetmedi, bizim hanede
de bir deprem yapacaksın”. Yani, “vekilse,
para alıyorsa, hak etmiyordur” gibi bir
düşünce var. Oraya buraya bağış yapacak,
ya Van’a gönderecek ya bağış yapacak.
“Sen” diyorum, “doktorları aradın mı?”
“Hangi doktoru?” diyor. “Doktorlar
kazançlarından depreme verecekler mi”
diyorum, “öyle bir şey olur mu?” diyor. “E,
beni neden aradın?” diyorum, “Çünkü sen
siyasetin içindesin” diyor. Bir de böyle bir
şey var.
Bizim bu memur emeklisi maaşlarına
ilişkin bir düzenleme tartışması olmuştu.
Başbakanlık müsteşarına endeksliymiş,
onun %42’si ediyormuş. Çok da aklım
hesaba ermiyor, sonra cumhurbaşkanına
endekslediler maaşları. Miktar aynı olmakla
birlikte %45’i yaptılar. Yani neticede çok
değişmedi maaş. Ama o dönemde çok çeşitli
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
haberler oluştu, televizyonlarda konuşuldu
vs. Halk katında nasıl anlaşıldı? Amasya’ya
gittiğimde, partimizin binasında halkımızla
birlikte oturuyoruz. İşte anlatıyoruz
“bütçe oldu, şu oldu, bu gelişti” falan.
Yüzlerde muzip bir ifade, “asıl sadede gel”
havasında. “Haa” dedim, “siz maaşlara
gelmek istiyorsunuz”. “He” dedi birisi,
“ne yaptınız?”. “Ne yapmışız?” dedim.
“Maaşlarınıza %200 zam yapmışsınız”
dedi. “Yani, vekil maaşları %200 zamlı mı
olmuş” diye sordum. “Evet” dedi, “biz öyle
biliyoruz”. “Başka?” dedim, “oran bilen
var mı?”. Birisi kaldırdı “%200 olmamış
canım, %100 yapmışlar” dedi. Birisi “yok,
%60 yapmışlar” dedi. Bir başkası “%60
değil de %45 arttırmışlar”, bir başkası
“emeklilere %2 size % 45 arttırdınız, öyle
mi? Haram olsun!” dedi. “Yahu” dedim,
“bir dakika”. Zaten milletvekili olunca
otomatik olarak “maaşına zam yapar”
anlayışı var ya, meselenin ne olduğunu
teknik olarak anlattım. Yani “müsteşara
endeksliydi. Sonra cumhurbaşkanına
endekslendi. Müsteşara endeksli hali
%42’ye tekabül ediyordu. Bunu %45’e
çıkardılar ama %45 zam değil, %3’lük bir
oynama oldu emekli maaşlarında. Ama
sonuçta cumhurbaşkanı maaşı yılda bir
defa arttırılır, memurlar iki defa arttırılır.
Aynı hesaba geliyor sonuç olarak” dedim,
inanmadılar. Ve üstelik “bu sadece emekli
maaşlarına ilişkin, milletvekili maaşları
değişmedi” dedim, inanmadılar.
“Milletvekili maaşlarına %200 zam
yapmışlar” algısı kaldı, niçin? Çünkü bu,
insanların çok inanmak istediği bir dedikodu
gibi duruyor. Siyasetçi kötüdür. Maaşına
zam yapar. Memleketle de ilgilenmez vs.
Van depremine ilişkin taleple bu mesele
aslında birbirini teyit eder. Bunun arkasında
da şu vardır, bir anekdotla tamamlayayım:
Aslında insanlar kendi aralarından birini
seçip ona güç vermekten, yönetme hakkını
vermekten nefret ederler. Hiç hoşlanmazlar.
Çünkü herkes eşitken birisi çıkacak onların
başına yönetici olacak. Eskiden beri,
antropoloji çalışmaları da bize gösterir:
Kabileler birilerinin eline yetki verirken
mutlak suretle onu aynı zamanda bir bakıma
cezalandıran, sınırlayan işler yapmışlardır.
Bakın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer
seçildiğinde, aslında ismi çok dolaşmıyordu,
sonra bir anayasa atma meselesi falan oldu,
rivayet olunur ki -doğru mu bilmiyorum,
gazeteci arkadaşlar bilirler- Hüsamettin
Özkan Sezer’e “Nankör kedi, seni biz
seçtik!” falan tarzında bir şey söylemiş,
gazetelere çıkmıştı. Yani “biz seni seçtik.
Biz, seçenler, seçerek her ne kadar iktidar
biçimini ters yüz ettiysek de, asıl efendini
unutma” diyen bir yaklaşım söz konusu.
İnsan bir başkasına bu gücü
verdiğinde ondan aynı zamanda rahatsız
olur. Bir türlü cumhurbaşkanı seçememiştik,
onu da hatırlayın. Kime güç vereceğiz?
Kabilelerde de öyledir. Başka örneklerle
başınızı şişirmeyeyim. Kabilelerin nasıl
yaptığıyla ilgili tek bir örnek anlatacağım:
Uganda’da 19.yy’da kral öldüğünde
yaşlılar kurulu yeni bir kral seçiyor.
Konuşuyorlar konuşuyorlar, kabilenin
içinden birini yeni kral olarak seçiyorlar.
Sonra dışarı çıkıyorlar, yeni krala tebliğ
edecekler. Heyet dışarı çıkınca halk anlıyor
ki yeni kral seçildi, ama kimin seçildiğini
bilmiyorlar. Heyetin arkasına takılıyorlar,
heyet önde halk arkada yeni krala doğru
gidiyorlar. Nihayet yeni kral seçilen kişinin
yanına varıyorlar, heyet tebliğ ediyor:
“Biliyorsun kral öldü. Yaşlılar kurulu
tartıştı konuştu, seni krallığa layık buldu.
Bundan sonra kabilenin kralı sensin”. Bu
tebliğ yapıldıktan sonra arkadan gelen
halk, yeni seçilen kralı dövmeye başlıyor,
“seni alçak, sen kimsin ki kral oluyorsun,
vurun!” Hakaretler, sopalar, her türlü
aşağılamalar. Sonra döve döve bahtsız kralı
Sayı 35 /Güz 2012
164
Salı Toplantıları : Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI ile Siyaset ve Siyaset Bilimi Üzerine
köy meydanına götürüyorlar ve perişan bir
şekilde tahtına oturtuyorlar. Ondan sonra
diyorlar ki “artık kral sensin, biz de emir
kuluyuz. Sana güç veriyoruz ama bundan
nefret ediyoruz. Seni bir güzel dövelim biz
en iyisi, bir baştan hıncımızı alalım ve aynı
zamanda sen yarın kral olduğunda bize
baktıkça ‘beni döven insanlar’ diye hatırla
ve kafanda o eşitlikçi ilişkiyi kur”. O
yüzden bir güzel sopa atıyorlar. Vekillik işi
de böyledir. Tabi biz çok medenileştik. Bu
dövme işini doğrudan sopayla yapmıyoruz.
Aday olduğumda fark ettim; gazetelerde
haberler çıkıyor, “bürokratlar adaylık
kuyruğunda!” diye. Gazetelerden birinin
haberi böyleydi. Şimdi ben de tam istifa
edeceğim. Dedim ki “şimdi ben de kuyruğa
geçmiş oluyorum”. Hani, bir kuyruğa
geçmek utanç verici bir şey. “Vekillik
beklentisiyle kuyruğa geçen adam”
oluyorsun, kategori bu. Bu da bizim dövme
biçimimiz: “Demek vekil olacaksın öyle
mi, biz seni önce genel anlatı içerisinde bir
benzetelim!”
Evet, çok teşekkür ediyorum. Sağ
olun, hoşça kalın.
165 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Bilimden Edebiyata ve Siyasete Bir Güzel İnsan:
M. Naci BOSTANCI
B. Zakir AVŞAR
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Değerli bir bilim insanı, dost, arkadaş, ağabey olarak tanıdım
Prof. Dr. M. Naci Bostancı’yı. İlk tanıştığımızda henüz O Gazi
Üniversitesi’nde asistan idi. Ben ise Ankara Üniversitesi’nde lisans
öğrencisi idim. Dergi toplantıları yapardık: 1984-85 yılları. Sanırım
rahmetli Hüseyin Çelikcan’a ait bir büro idi, Maltepe’de ilk toplandığımız
yer.
Buraya gelenlerin önemli bir kısmı,
12 Eylül 1980 darbesinin sıcak etkilerini
yaşamış, bir süre Mamak’ta kalmış, kaçak
gezmiş veya Mamak’taki ve kaçaktaki
arkadaşlarının ve ailelerinin sıkıntılarını
sırtlanmış genç, yiğit, ruhlu insanlardı.
Bugün hepsi kamuoyunun yakından
bildiği, tanıdığı, bilim, edebiyat ve
siyaset dünyamızın yıldızlaşan isimleri…
Kemal Görmez, Vedat Bilgin, Mümtaz’er
Türköne, Şükrü Karaca, Nihat Genç, Lütfü
Şahsuvaroğlu, Serdar Sağlam, Peyami
Çelikcan ilk fırsatta sıralayacağım isimler…
Daha sonraki yıllarda ise Töre’de, Doğuş
Edebiyat Dergisi’nde ve Yeni Düşünce’de
hep ya sohbet maksatlı ya da yine yazı-çizi
odaklı görüştük. Benim ve benim gibi pek
çok insan için Naci Ağabey oldu. Sakin,
efendi tavrı, güleryüzlü ve her zaman
hoşgörülü yaklaşımıyla hemen herkesin
keyif aldığı, bilgilendiği ve hatta kendi
yakın arkadaşlarının bile zevk ve gıpta ile
dinlediği Naci Ağabey’in sohbetlerini her
zaman sevdim.
Hiç unutmam, 1996 yılı idi, M. Naci
Bostancı ismini bir romanın kapağında
gördüm: Işığın Gölgesi. Ötüken Neşriyat’tan
çıkan bu kitabı hemen aldım. Sanırım
sabaha kadar da okudum. Daha doğrusu
bitirmeden bırakmadım elimden. Sonra da
çevremdeki kişilere tavsiye ettim… Naci
Ağabey, kendisinin, arkadaşlarının, hatta
babamın, babamın arkadaşlarının, benim,
benim arkadaşlarımın romanını yazmıştı…
Maviler, Maviciler; Kırmızılar, Kırmızıcılar
vardı. Sonra bir düdükle ortada ne mavi
ne kırmızı ne mavici, ne kırmızıcı bırakan
Sarılar. Sarıların üzerinde de Öz Sarılar…
Tahmin edeceğiniz gibi, öncesi ve sonrası
ile aslında 12 Eylül’ü yazıyordu.
Zakir AVŞAR
Ciddi, çalışkan ve verimli bir
bilim insanı olan Naci Ağabey’imin
romancı yönü de gerçekten etkileyici idi.
Ülkemizde ne zaman bir kaos, kargaşa
ortamı olsa, ne zaman demokrasinin inkıtaa
uğrama emareleri belirse aklıma hep
Işığın Gölgesi gelir. Ne zaman, bir hassas
noktamız kaşınsa ve bizleri birer renk
içine hapsetmek ve kendimizi o renklerle
ifade etmemiz istense aklıma hep Latifler
gelir, Metinler gelir, Atalar gelir, Hasanlar
gelir; herkesin gizli sevdası olan Hülyalar
gelir… Romanda olan olmayan, ama hayat
hikâyemizde zaten var olan binlerce isim
gelir. Yaşayanlar gelir, yaşamayanlar gelir.
Kör karanlıkta bir kurşunla can verenler
gelir, sabaha karşı ipe çekilenler gelir.
Kaçak göçek yaşayanlar gelir. Hayatları
kırılan aynalar gibi darmadağın olanlar
gelir…
İrtibatımız, hiç kopmadı. O her zaman
güzel ağabey olarak huzur ve güven veren
şahsiyeti ile geçmişte bir şekilde birlikte
olduğu herkesle olduğu gibi benimle de
ilişkilerini bize faydalı olacak şekilde
devam ettirdi.
Yıllar sonra, aynı fakültede kader
bizi bu kez mesai arkadaşı ve meslektaş
olarak buluşturdu. Fakülte’ye geldiğimde
Naci Ağabey dekanımızdı. Her zamanki
sakin, hoşgörülü, dost tavırları dekanlığı
döneminde
Fakülte’deki
çalışma
arkadaşlarımızın işyeri huzurunu o
kanaatteyim ki, evlerine de götürdükleri bir
iklimi bize yaşattı.
Şimdi ise siyasette. Aslında ilk
gençlik yıllarından itibaren içinde yer
aldığı, 12 Eylül zorunluluğunu saymazsak,
akademik faaliyetleri nedeniyle fiili
katkılarını biraz ertelediği, bir nevi doğal
Tabii Işığın Gölgesi tek romanı
iklimi sayılacak bir âleme yine sakin ama
olmadı. Hayatın Kıyısına Düşen’le devam
nitelikli katkı veren bir kıymet olarak
etti başarılı romancılığı. Denemeleri
yeniden dönmüş durumda.
yayınlandı. Mesleki ve siyasi kitapları
ile olgun hocalığını gösterdi. Pek çok
Elbette ki, değerli ağabeyimi anlatmak
gazetede yazdı. Yazıları hep hayat tarzının öyle birkaç satırla yapılabilecek bir iş
ve olaylara yaklaşımının bir uzantısı olarak değil. Veya bu dergi çerçevesinde yazan
zihinlerde yer etti: Hoşgörünün, sevginin, değerli arkadaşlarımızın değerlendirmeleri
çoğulculuğun, farklılıklara tahammülün, ile sınırlı kalacak değil. Mamafih biraz
özgürlüklere kararlılıkla sahip çıkmanın zamandan kaynaklanan sorunlar, diğer
sesi olarak…
yandan kendisinin Fakültemizden ayrılışına
müteakip arkasından bilime eşsiz katkılarını
Televizyonlara çıktı, programlar
anmak; ama bir o kadar da Fakülte’de
yaptı. Tartışmalarda yer aldı, en heyecanlı,
bizlere bıraktığı iklime teşekkürlerimizi
kimsenin kimseyi dinlemediği, kendisinden
ifa zorunluluğu ile elinizdeki bu mütevazı
başka kimsenin söyleyeceği sözünün
çalışmayı sizlere sunmayı arzu ettik.
bulunmadığını düşünen tartışmacıların
Akademik dergimizin 35. Sayısını “Prof.
arasında dahi o büyük bir sükûnetle,
Dr. M. Naci Bostancı’ya Armağan” olarak
kendinden ve sözünün kıymetinden emin
çıkarmaya karar verdik.
konuştu, kendisini dinletti. Hep bir tarzı
ve adabı oldu. Naci Ağabeyi, yazdıklarını
Değerli Prof. Dr. M. Naci Bostancı’ya,
okurken de, televizyonlarda seyrederken Yüce Allah’tan sağlıklı, mutlu ve huzurlu
de, hatta birlikte katıldığımız panel, bir hayat temenni ediyorum. Eminim ki
sempozyum vs. türü toplantılarda da hep ilmi hayatı kadar parlak ve verimli bir
ilgiyle dinledim, haz aldım.
siyasi hayatı olacak; aziz milletimize ve
ülkemize hayırlı hizmetlerde bulunacaktır.
167 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Hocam Naci BOSTANCI
Ayhan BİBER
Prof. Dr. , Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Prof. Dr. M. Naci BOSTANCI yani Naci Hocam, sosyal bilimlerin;
siyaset, sosyoloji, iletişim, edebiyat gibi önemli alanlarında derinliği
olan bir insandır. Eğer dilinin bağını çözmeyi başarırsanız, ki bunu en
iyi yapanlardan birisinin ben olduğumu söyler kendisi, bir deryanın
kenarında olduğunuzu, idrak kanallarınızda bir tıkanıklık söz konusu
değilse, anlamanız çok uzun sürmez. Artık iş tasınızın büyüklüğüne
kalmıştır. Bilindiği gibi herkes, deryadan ancak tası kadar su
alabilmektedir.
Üniversiteye adım attığında, “mutlak
hakikatin” bilgisine nail olacağını,
mağaranın dışındaki “gerçek” görüntülere
ulaşabileceğini sanan öğrenciler için Naci
Hoca ciddi bir yabancılaştırma efektidir. Bir
süre sonra her şeyin insanla ilgili olduğunu,
insanın tutum ve davranışlarının, zihinsel
kodlarının onun var oluş koşullarından,
algılama biçiminden, gereksinimlerinden,
beklentilerinden ayrı düşünülemeyeceğini,
insan söz konusu olduğunda “iki kere
ikinin bu odada dört ederken yan odada
beş edebileceğini” kavramaya, bilimsel
yöntemin sadece kaba bir pozitivizmden
ibaret olmadığının ayrımına varmaya
başlarsınız. Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi’ne bir şekilde yolu düşmüş,
Naci Hoca ile tanışma olanağı bulmuş çok
kişi için Hoca, önemli bir kırılma noktası
olmuştur. Hoca’nın rahle-i tedrisatından
geçmiş olanların; O’nun dünyayı, oturduğu
odadan, odasına gelen birkaç kişiden ibaret
sayan veya yıllar önce okuduğu bir kaç kitap
ile Nirvanaya ulaştığını, aydınlandığını
sanan, feneri önüne tutması gerekirken,
gözüne tutma “başarısını” gösteren,
akademik unvanları kazanç kapısı olarak
gören, maddi anlamda kazanç sağlamayan
hiçbir faaliyete yan gözle bile bakmayan
iş adamı formatındaki hocalardan çok
farklı olduğunu fark etmeleri çok uzun
sürmemiştir.
Ayhan BİBER
Aralarında benim de bulunduğum,
lisansüstü eğitimini Gazi Üniversitesi’nde,
iletişim alanında tamamlayan birçok
kişi için Naci BOSTANCI bir şans
olmuştur. Birçok yazarın, düşünürün
önemli eserleri ile tanışmamızı sağlamış,
olaylara, olgulara, meselelere başka türlü
bakılabileceğini göstermiştir. İdeolojilerin
sizi körleştirmesine, insani özelliklerinize
yabancılaştırmasına izin vermeyin diyen
Hocamız, ifrat ile tefrit arasında oldukça
geniş bir gri alan olduğunu, bu alanda
bilgelik tanrıçası Minerva’nın Baykuşu’nun
bile rahatlıkla kanat çırpabileceğini
anlatmaktan, dengenin, uzlaşının insan
ilişkilerindeki önemini göstermekten hiç
bıkmamış, geri durmamıştır.
döndürür, ninelerimizin altında saman
yakarak sacda pişirdikleri yufkaların ne
kadar lezzetli olduğundan her seferinde
mutlaka özlemle söz ederdik.
Yıllarca, çok zorunlu olmadıkça
uçaklardan uzuk durmuş, uçak korkusunu
yenememiş, benim gibi tedirgin birisini
bile Naci Hocam tek sözcük sarf etmeden,
kalıcı bir şekilde sakinleştirmeyi, uçakta
kitap okuyan hatta uyuyan birisi haline
getirmeyi başarmıştır. Çok sarsıntılı uçak
yolculuklarında bile en ufak bir tedirginlik
belirtisi göstermeden, şöminenin yanındaki
berjer koltukta otururmuşcasına elindeki
kitabı okumaya devam eden hocamın
sükûneti karşında çok etilenmiş olmalıyım
ki birkaç uçuştan sonra tüm korkularımı
Hitabeti kadar kalemi de güçlü olan yenip,
sakince
oturma
alışkanlığı
Naci Hocam’ın romanlarında cümleler kazandığımı, büyük bir memnuniyet ve
bir kehribar tesbihin taneleri gibi arda minnetle hala hatırlamaktayım.
arda öylesine uyumlu dizilmiştir ki tüm
2011 yılında yapılan seçimlerle
kitabı, bir solukta bitirme hevesine kapılır
parlamenter olan Hocam, Üniversite için
insan. Yaşamın diyalektik boyutuna vurgu
ne kadar büyük bir kayıpsa, Türk Siyaseti
yaptığı romanlarında Hocam; her gölgenin
için de aynı derecede büyük bir kazançtır.
özünde ışığın çocuğu olduğunu, aydınlıkla
karanlığı, acıyla sevinci, yükselişle
İyi ki varsın Hocam, iyi ki sizi
çöküşü, iyilikle kötülüğü birlikte tanımış tanımışız…
olan kişilerin hayatı gerçek anlamada
yaşamış sayılacağını çarpıcı bir şekilde
anlatmaktadır.
Şehir dışındaki konferans, panel gibi
akademik etkinlikler vesilesiyle Hocamla
birlikte yaptığımız yolculuklar, birer
türkü şölenine dönüşmüştür çoğunlukla.
Bir çanta dolusu CD ile çıktığımız bu
yolcuklarda, dinlediğimiz bir birinden
güzel türküleri yapısöküme tabi tutarak, bu
türkülerin oluşumunda etkili olan kolektif
acıları, sevinçleri, olayları anlamaya çalışır,
zamanın nasıl akıp gittiğini, yolların nasıl
bittiğini anlamazdık. Yakınından geçtiğimiz
köylerden gelen yanmış saman kokusu,
her seferinde bizi çocukluk günlerimize
169 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Gerçek Bir Aydın…
Hamza ÇAKIR
Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi
Bir dost için yazı yazmanın ne kadar zor olduğunu bilgisayarın
başına geçince anladım. Aslında bu zorluk, deryayı tariften kaynaklanıyor
olsa gerek. Hangi yönünü yazmalıydım. 12 Eylül ihtilal dönemi
siyasi anekdotlarını mı, bilge kişiliğini mi, insanlığını mı? Benim için
hangisini yazmaya kalksam zordu çünkü sizden istisna bir insan için
tuşlara dokunmanız isteniyordu.
İstisnanın bir hediye olduğuna siz
de inanır mısınız bilemem ama benim
için Naci Bostancı böyle birisi. Okuyup
düşünen, sorgulayan, yaşamın kendisini
belirleme gücüne sahip olan, yaşamı
sevgiyle kucaklayan sözünü ettiğim.
Yüzlerce kişiyle tanışmış olabiliriz
yaşamımız sürecinde ama sadece bir elin
beş parmağını geçmeyecek kişiden bu
şekilde bahsedebiliriz belki de. Hele bir
de söz konusu vasıflara mazhar birisi sizin
hayatınızın bir yerlerindeyse, kanaatimce
şanslı bir kişi olduğunuz aşikârdır. Gramsci,
halkın ilkel tutkularını anlamayanları, halkla
arasında duygusal bir bağ kuramayanları,
toplumla arasında bir mesafe olanları,
aydın sınıfında görmemektedir. Ayrıca
düşünürün kişiliğinin deney kabında değil,
değiştirmeye çalıştığı ve kendisinden
tepki gördüğü, böylece sürekli bir
özeleştiri yaratan kültürel ortamla olan
etkin ilişkisinde gerçekleşeceğini belirtir.
Dolayısıyla gerçek aydınlar fildişi
kulelerden ahkâm kesen kişiler değil; bilgi
ile halk arasında köprü görevi görenlerdir.
İşte sayın Naci Bostancı böylesine müstesna
bir akademisyen, siyasetçi ve müstesna bir
beyefendidir. Aynı zamanda müstesna bir
dosttur. Dostluk, sorgulanması o kadar güç
ve bence bir o kadar anlamsız ki aslında,
onun için bu kavramın açıklanması da aynı
güçlüğü taşıyor. Yine de en çok gereksinim
duyduğunuz anda aradaki mesafelere
bakmadan, zaman mefhumuna takılmadan
arayacağınız ilk kişi olsa gerek dost.
Naci Bostancı, işte böyle bir dost. Fiili
akademisyenlik dönemlerinde gerek jüri
üyeliği, gerekse yüksek lisans ve doktora
düzeyindeki dersleri yürütme isteğimizi
hiçbir zaman kırmadan “olur Hamzacığım”
Hamza ÇAKIR
diyebilen bir dost. Vekil olduğu günden
bugüne dek de 7/24 aradığımızda da aynı
zerafet ve bilge kişiliği ile yol gösterici bir
dost. Sana sonsuz teşekkürler…
bütün bilim insanlarının özellikle de
iletişimcilerin, edebiyat ve dilbilimi ile
sıkı bir ilişki kurması gerektiğine inanır.
Bizatihi kendisinin edebi eserlerinin olması
bu inancın göstergesidir. Eserlerinde hem
Duygularımla karışık içimdeki Naci
dünya edebiyatının hem Türk edebiyatının
Bostancı’yı karınca kaderince anlatmaya
izlerini görmek mümkündür.
çalışacağım ama Orhan Veli’nin dediği
gibi “kelimelerin kifayetsiz” geleceğinden
Tebessüm güzeldir ancak bir
eminim ve şimdiden özür diliyorum. Bence iletişimci de çok daha anlam kazanmaktadır.
kitapları, makaleleri ve köşe yazılarıyla Naci Çinlilerin “Yüzü gülmeyen dükkân
Bostancı, üniversite odalarında, kitapların açmasın” atasözü ve “tebessüm sadakadır”
arasında kaybolmamış aydınlarımızdan hadisi, kişilerarası iletişimin temel taşları
bir tanesi. Yaşadığı toplumu ve sorunlarını gibidir. Konuşurken bile tebessümü etmeyi
çok iyi bilen, tahlil eden ve analizlerini bir an için bırakmayan Naci Hoca, bu
topluma katmadeğer olarak sunabilen ender yönüyle sürekli pozitif enerji yaymaya,
kişilerden. Jargonlara sıkışıp kalmayan, onu ziyarete giden tanıdık veya yabancı
akademik olduğu kadar, yediden yetmişe herkesin mutluluk hissetmesini sağlamaya
herkese ulaşmayı hedefleyen tarzı gerçek çalışır. Naci Bostancı, dinlerken aynı
bir aydını işaret etmektedir. Cemil Meriç, şekilde tebessüm ederek dinler. Muhatabına
aydınların zamanın irfanına sahip olmaları jest ve mimikleriyle, duruşu ve bakışıyla
gerektiğini düşünür. Aydın veya entelektüel hâsılı kelam her haliyle adeta “ben seni
kişi ülke­sinin dilini, dinini, edebiyatını, dinliyorum” diye mesaj verir. Her kim
tarihini bilecek, aynı zamanda dünyadaki olursa olsun karşısındakine saygıda kusur
belli başlı düşünce akımlarına yabancı etmeden davranmaya çalışır. Farklı fikirlere
olmayacaktır. Bu anlayış tıpkı Mevlana’nın saygısını en güzel şekilde dinleyerek
“pergelin bir ayağı sabittir ama diğer gösterir. Farklılıkları rahmet gören bir
ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım” diye anlayışa sahiptir. Bu kişisel özelliklerinden
söylediği pergel metaforu gibidir. Meriç, dolayı onun gibi düşünmeyen, inanmayanlar
aynı zamanda aydınların, peşin hükümlere hatta rakipleri bile ona saygıda kusur
iltifat etmemesi ve olayları kendi kafa­sıyla etmemişlerdir. Bu durum Naci Hoca’yı tüm
inceleyip değerlendirmesi gerektiğinden Türkiye’de saygıdeğer kılmıştır. Toplumda
bahseder. Sayın Hocam Naci Bostancı, farklılıkların karşılıklı tahammülsüzlük,
siyaset öncesi ve sonrası gerek kitaplarında, kamplaşma ve kavga ortamları sıkça
makalelerinde, köşe yazılarında, gerekse görülmektedir. Bu bağlamda saygı
televizyon programlarında bu soruna farklı siyasetinin en önemli mimarlarından birisi
perspektifler getirmeye çalışmakta olan bir Prof. Dr. Naci Bostancı’dır. Akademik
aydınımızdır. Öyle ki sadece ülkenin büyük kimliğiniz ve siyasi arenada oynadığınız
sorunlarına görüş, öneri getirmekle kalmaz; başrolde hep başarıya mazhar oldunuz.
aynı zamanda sokakta karşılaştığı bir olayı, Yayınlarınızdaki ve söylemlerinizdeki o
gazetede gördüğü bir haberi, dinlediği bir kıvrak zekâ, o dil ve üslup zenginliği, o
şarkıyı, geçmişinden bir hatırayı, bir masalı, görünen gerçekliğin gerisindeki gerçeği su
bir kıssayı, bir televizyon programını, yüzüne çıkarma becerisi, o sağlam mantık
önemli gün ve geceleri, yazılan bir kitabı, ve ifade gücü her zaman farklılığınızı açık
herhangi bir ünlüyü veya sıradan bir insanı yüreklilikle ortaya çıkarmanızı sağladı.
akademik bir üslupla analiz edebilen bir İyilerin zaferi için sözünü esirgemeyen
aydın. Yazdıklarına buram buram edebiyat yürekli dostum, yolunuzun her daim açık
sinmiştir. Bu bağlamda Naci Bostancı, olması dileklerimle…
171 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
“Bir Yazının Peşinde”
M. Bilal ARIK
Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi
Naci Bostancı’nın ismi ilk kez Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin
İletişim dergisindeki bir yazıyı okuduğum zaman düştü belleğime.
Sezen Aksu ile ilgili bir yazıydı, “Acelen ne bekle Firuze” derken
yazar; öylesine özel noktalara değinmiş, kelimelerini öylesine özenle
seçmiş, ardarda öylesine güzel bütünlemişti ki, doktora sonrası yoğun
okumalarımda benim için son derece aydınlatıcı ve keyifli bir deneyim
olmuştu o metni okumak.
Yazı karşısındaki şaşkınlığım, metnin
yazarının bir akademisyen olduğunu
öğrendiğimde daha da artmıştı. Hem de bir
profesördü. Akademisyenlik ciddiyetinin
dışında -ne güzel- tam da hayatın
göbeğinden, kendi deneyimlerinden yola
çıkılarak yazılan bu yazı benim kişisel
yolculuğum için önemli bir mihenk
taşıydı. İstanbul İletişim’in yüksek tavanlı
odalarında sevgili dostum Mete Çamdereli
ile konuşurken, “Bir akademisyen Naci
Bostancı gibi olmalı bence” dedim, tek
bir yazısına inanarak. “Onun gibi hayatın
içinden, akademik olma kompleksine
kapılmadan, duyarlılıklarımızın peşinden
gitmeliyiz asıl” diye sürdürdüm tespitimi.
Mete Bey de düşüncemi onayladı, “Ben
tanıştım kendisiyle, Gazi İletişim’de hoş bir
sohbet gerçekleştirdik, çok nazik ve samimi
biri. Yazılarını okuyorum, haklısın” dedi.
Onun da yolu, benim yürümek istediğim
yoldu; gerçi o yola hiç yaklaşamadım ben,
işlerden güçlerden ama; bir gün o yola
dönebilirsem eğer orada sevgili hocam
Naci Bostancı ve dostum Mete Çamdereli
ile karşılaşmak çok heyecan verici olacak
benim için.
“Bir akademisyen nasıl olmalı”
sorusunun kendimce yanıtını bulmuştum.
Naci Hoca gibi olmak, önemli bir yazınsal
hedef olmuştu benim için. Bir yazı beni ona
bağlamış, bir yazı benim düşünce ufkum
için bir deniz feneri olmuştu. Gel zaman
M. Bilal ARIK
git zaman yolum Anadolu’nun bozkırına
düştü. Çok deneyimlendiğim, beslendiğim,
mutlu olduğum Konya’da da Naci
Hoca’nın izleri ile karşılaştım. Öğrencileri
ile tanıştım. Hepsi ondan saygıyla sevgiyle
bahsediyorlardı. Naci hocanın kendilerine
yönelik etkilerinden bahsettiler sık sık.
Hoca, başta Ayrıntı Yayınları’nın gerçekten
de eşsiz kitaplarının pek çoğunu onlara
okutmuş ve onların düşünce evrenlerinin
sınırlarını genişletmişti. 14 haftalık klasik
ders müfredatına sadık kalmamış, kitaplarla
dolu bir evrenin anahtarını vermişti onlara;
tabii ki anlayanlar için. Proust’tan, Oğuz
Atay’a, Tanpınar’dan Carr’e varıncaya
değin pek çok yazar onun derslerinin
başkahramanı olmuştu. İletişimin sanatla,
edebiyatla, tarihle ve siyasetle ilişkisi, onun
derslerinde belirginleşiyor ve akademinin
hissiz dünyası onun önerdiği metinlerle
yeşeriyordu. Ben hiç öğrencisi olmadım
ama; galiba düşünce dünyasının temeline
hayatı koymuştu Naci Hoca. Herhangi bir
kurama bağlı kalmaksızın hayatı seçmişti
kendince ve kendi kahramanlarının
peşinden gitmiş, yürüme çilesini çekebilen
öğrencilerini
roman
kahramanları
üzerinden -bence fevkalade- eğitmişti.
Hoca’nın dersinden geçmekle yetinmeyen
öğrencilerinin
ufukları
genişlemiş,
Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık,
pek çok teorisyenden daha yol gösterici
olmuştu artık onların hayatlarında.
Sonra bir gün, hiç alakasız bir
yerde, nihayet tanıştık Naci Hocam’la.
Abant’taki bir toplantıda kader bizi karşı
karşıya getirdi. Naci Hocam’ın sözleriyle,
“sanki yıllardır tanışıyormuş gibi” kısa
sürede kaynaştık, muhabbete ulaştık. Sonra
birkaç kez Konya’da ağırladık Hocamız’ı.
Özellikle Selçuk İletişim’in, ardından
Erciyes İletişim’in gelişimine omuz
verdiğine, genç akademisyenleri yapıcı bir
şekilde desteklediğine şahit oldum. Onlarca
173 İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
akademisyenin yolu bir şekilde Naci Hoca
ile kesişmişti, attıkları pek çok adımda
onun katkısı yadsınamazdı.
Ben Ankara’ya geçtiğimde, bu kez
aynı kurumun çatısı altında mesai arkadaşı
olduk. Sevgiye, saygıya, muhabbete
dayalı ilişkimiz daha da gelişmişti. Onu
o zaman insan olarak daha da yakından
tanıma fırsatı buldum. Gazetede köşesi,
haftalık televizyon programı ve birçok
sivil toplum kuruluşuyla diyaloğu onu pek
çok akademisyenden farklılaştırıyordu.
Halkla teması yoğun olan hocamızın iyi
öğrencilerini yetiştirmeye devam etmekle
beraber, toplumun farklı katmanlarından
da ciddi oranda takipçileri bulunuyordu.
Özellikle haftalık yazıları akademiden
çok farklı ortamlarda yankı buluyordu.
Hocam, çoğumuzun yapamadığını yapıyor,
siyasete, yaşama dair cesur tespitlerde
bulunuyor ve bazıları yüzümüze tokat
gibi çarpıyordu. Kevin Carter’ın meşhur
“Akbaba ve Çocuk” fotoğrafını ve Somali
izlenimlerini anlattığı yazıyı daha dün gibi
hatırlıyorum: “Fotoğrafa dokunuyorum.
Yılları ve mesafeleri aşamam çocuk. Yine
de bu beni kurtarmıyor. Seni böylesine
diz çöktüren hikâyeyi bilmem beni
kurtarmıyor. Evet, senin ülkeni sömürdüler,
senin atalarını köle yaptılar, vurdular,
öldürdüler, topraklarını talan ettiler,
emeğini kanla, ateşle kendi ekmeklerine
katık yaptılar. Senin tarihin zincirlerin,
esaretin, en acımasız sömürünün tarihi...
Bugün orada bir lokma ekmekten yoksun
öylesine yıkılmanın nedeni topraklarının
bereketsizliği, senin yol yöntem bilmemen
değil. Sen atalarından zorla çalınmış bir
geçmişin bedelini ödüyorsun. O akbabadan
çok daha önce senin ülkene yırtıcı pençeleri
ve gagaları, askerleri, topları, tüfekleri olan
başkaları geldiler. Onlar bu akbabadan
daha zalimdiler. Akbaba bekliyor, onlar
beklemediler. Sen bunları bilmiyorsun
Bir Yazının Peşinde
doğru, ben biliyorum, ama bunu bilmek
beni kurtarmıyor çocuk. Sen orada öylece
dururken ben yanında olmalıydım, bu
küçük dünyada bir yerlerdeysem, soluk
alıyorsam, elimde ekmeğim, sana koşacak
gücüm varsa bunu yapmalıydım. Kimseyi
suçlamıyorum, sömürgecileri bile, çünkü
onların varlığı vicdanımın üstüne çektiğim
perdeye dönüşmemeli, beni beraat
ettirmemeli, masumiyetimi teminat altına
almamalı. O fotoğrafı gördüğüm andan beri
biliyorum ki, hiçbir mazeretle, gerekçeyle
kaçamayacağım şekilde bu benim suçum.
Mea culpa.”
Hocam’ın bendeki yansıması böyle.
Bu tarz bir yazı yazmak, benim için kolay
değil, çok hazırlıksız yakalandığımı itiraf
etmeliyim. Bir dönem yardımcılığını da
yapma onurunu yaşadığım Naci Hocam’a
bana, akademiye ve ülkemize kattığı
değerlerden dolayı teşekkür ederken, bu
güzel vesileyi yaratan Zakir Avşar Hocam’a
da buradan selamlarımı gönderiyorum.
Sonra yaşamı bir miktar değişti
Hocam’ın. Yıllardır oturduğu, Gazi’deki
kuytu ve köşe odasından çıktı, daha büyük,
okulun en büyük odasına geçti. Sessiz,
sakin ve kendinden emin tavrıyla, havanın
fırtınaya dönebileceği bir ortamda çok
kişiye güven verdi. Gereksiz çatışmalara
ve huzursuzluğa imkan tanımadı.
Ardından Meclis’e gitti Naci Hocam.
Siyasetin sıkışık ve dar dehlizlerinde,
sıradanlaşan akademisyenlerden olmadı.
Başkalarının dilini konuşayım derken,
kendi dilini kaybetmedi. Kendi söylemini
usul usul siyasetçilere ve tüm Türkiye’ye
kabul ettirdi. Yaklaşımı, mesafesi ve
serinkanlı tutumuyla farkını çok kısa süre
içinde hissettirdi. Amasya halkıyla da
yakın ilişki kurmayı da ihmal etmedi bu
arada. Yıllardır teorisini yaptığı siyasete,
tüm yönleriyle çok çabuk adapte oldu.
Varlığı pek çok insana umut oldu. Amasyalı
köylülerle, siyasete mesafeli insanları aynı
çizgide sabitledi: “Evet, Naci Bostancı çok
iyi oldu” dedirtti. Onların “mebusu”, bizim
hocamızdı ve konuşmak, ahkam kesmek
yerine elini taşın altına koymuş, “bu ülke”
için koşturuyordu. Memnunduk, “bir
vatandaş olarak” onu Meclis’te görmek
bizi memnun ediyordu…
Sayı 35 /Güz 2012
174

Benzer belgeler