Avrupa - Hayatım Futbol

Transkript

Avrupa - Hayatım Futbol
5
- Sayı 7
29 Mart 2013
E
D
N
Ü
T
S
Ü
N
I
R
A
L
T
U
L
U
B
A
AVRUPA’D
A
D
N
I
T
L
A
N
i
N
i
T
N
E
L
K
E
B
A
D
’
ANADOLU
isi ve eşleşmesi
Terim-Mourinho ilişk
leri ve fazlası…
Lazio’nun bilinmeyen
Avrupa futbolu ve
Ballon d’Or geleneği
Macaristan sonrası
A Milli Takım
Diyarbakır futbolu
Düğün ve Taziye
M
I
T
A
Y
A
H
#75 F
L
O
B
T
U
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editör
Uğur Karakullukçu
Yazarlar
Alper Öcal
Emre Özcan
Güner Çalış
İsmail Şayan
Mustafa Demirtaş
Özgehan Şenyuva
Salih Demirci
Serkan Öztürk
Avrupa
Yıllar evvel elemelede havlu atar ve ‘Annemizin ligi’ne geri
dönerdik. Kolay değil, 20 yıl sonra Türkiye bu kadar erken havlu
atıyor -atmanın eşiğine geliyor- ama bu kez sadece lige değil,
Avrupa kupalarına da dönüyoruz. Galatasaray ve Fenerbahçe
önce hafta sonu lig maratonuna sonra da Avrupa’da çeyrek final
maçlarına çıkacaklar. Her ne kadar iki kulüp birbirinin ardına
sıralansa da sezon sonunda tarihin en düşük puanlı şampiyonuna
sahip olabiliriz. Hayatım Futbol bu hafta bunun nedenlerini,
Aslan ile Kanarya’nın rakipleri Real Madrid ile Lazio’yu ele aldı.
Hayatım Futbol’un 75. sayısında ayrıca; Diyarbakır’ın düşeni ve
çıkanı, Ballon d’Or geleneği, U20’nin yıldızı Hakan Çalhanoğlu’nu,
A Milli Futbol Takımı’nın Macaristan maçı değerlendirmesini
bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#75
Bu Sayıda
Avrupa Özel
Avrupa’da zirve,
Anadolu’da darbe
Avrupa-lig çelişkisinin
sebepleri…
Hasta gözlerini
açtı ama…
Nuri, Modric ve ötesi
Real Madrid doğru orta
ikilinin peşinde…
Almanlar O’nun,
O Armanın Peşinde
Usta-Çırak
Terim-Mourinho ilişkisi
ve eşleşmesi
Klose’yi arayan takım: Lazio
Fenerbahçe’nin rakibi
mercek altında
Petkovic ile Kocaman
Birbirine hiç yabancı olmayan
iki teknik adam
Milli Takım doğru yolu geç buldu
Büyüteç’te bu kez
Hakan Çalhanoğlu var
Düğün ve Taziye
Diyarbakır futbolunda hüzün ve
sevinç bir arada
Hop Hop, Altın Top
Avrupa futbolu ve
Ballon d’Or geleneği
Salih Demirci
Hasta gözlerini açtı ama…
Milli Takım
Uzun süre sonra ilk kez arzu ettiği oyunu ortaya koyan Türkiye, buna rağmen
Macaristan’dan istediğini alamadı. Hasta gözlerini açmış olabilir ama hayati
tehlike sürüyor.
HF
#
75
A Milli Takım yine kazanamadı ve temsil ettiği
umutsuz ruh halini bir adım daha öteye taşıdı.
Belki tam da en doğru zamandı, bir şeyleri
değiştirmek için uygun mevsimi yaşıyorken 3
puan yeni bir dönemin başladığını müjdelerdi.
Diğer yanda Hollanda kazanıp, kim var kim
yok süpürmeye devam ederken grubun puan
tablosunun 10-10-9 olarak gözükmesi oyunu
yeniden başlatabilirdi.
bakınca çoktan kaybettik; ancak bu yenilgi
Kadıköy’de Macaristan ile berabere kalınca
yaşanmadı. Çok daha öncesinde, deplasmanda
alınan farklı Macaristan mağlubiyeti ve
evimizdeki Romanya hezimetiyle birlikte
gerçekleşti. Bu maçların öncesinde, kadro
seçimlerinde ve sahadaki oyunda yapılan hatalar
sonucunda ortaya apaçık bir başarısızlık çıktı.
Şimdilerde bir şeyler değişti, ama iş işten geçti.
Beceremedik, bu sefer de taçtan gol yedik.
Hâlbuki geçmişteki maçlara göre çok daha
etkili, maçı uzun süre domine eden bir oyun
oynamıştık, lakin yine kazanamadık. Sonradan
oyuna giren Daniel Böde’nin attığı piyango golle
2014 Dünya Kupası umutlarımız dağın ardına
gitti ve görünen o ki, ‘6 yılda bir kez’ ritüelini
gerçekleştirmek de mümkün olmayacak.
Güçlü orta saha
Azıcık da olsa bir umut olsa da hissiyata
Yine de söylemek gerekir ki, yıllardır özlenen
orta saha geçtiğimiz Salı günkü Macaristan
maçında kendini gösterdi. Selçuk İnan’ın
savunma önünde pozisyon aldığı üçlüyü
tamamlayan Nuri Şahin ve Alper Potuk, her
ne kadar bireysel olarak kendilerini fazla
göstermeseler de ürettikleri toplam güç ile
takımın oyunu kontrol etmesini sağladılar.
Marco Aurelio’nun transferi ile yaşanan
kırılma, bir ihtimal Macaristan maçıyla onarıldı.
İçerisine Emre Belözoğlu, Hamit Altıntop ve
Mehmet Topal’ın da dâhil olduğu orta saha
alternatiflerimiz kuşkusuz heyecan verici.
Üstelik arkadan Oğuzhan Özyakup ve Salih
Uçan da gümbür gümbür geliyorlar. Keşfedilen
güçlü bileşimin bundan sonra ne kadar işe
yarayacağı şüpheli, olmadı 2016’ya kısmet…
Türkiye çoğunlukta
Macaristan maçında görünen bir başka ilgi
çekici durum, A Milli Takım’ın ilk 11’inde uzun
süredir hiç olmadığı kadar altyapı eğitimini
Türkiye’de almış oyuncunun bulunmasıydı.
Öyle ki yalnızca Hasan Ali Kaldırım ve Nuri
Şahin, Almanya doğumluydu; ilk 11’in
geri kalanı ‘has yerliler’den oluşuyordu.
Deplasmandaki Macaristan maçında ise bu
durum neredeyse tam tersiydi. Söz konusu
karşılaşmanın ilk 11’inde futbol eğitimini
yurtdışında almış oyuncuların sayısı 7’ye
ulaşmıştı.
Zira bu durum, yakın zamanda kapanacağı
görünen Abdullah Avcı dönemine damga
vuran ilginç kadro tercihlerinin açıklanması
bakımında dikkat değer bir referans noktası.
Takımlarında düzenli forma bulmamalarına
karşın A Milli Takım formasını düzenli olarak
giydiğine çok kez şahit olduğumuz gurbetçiler,
anlaşılan artık -belli ölçüde- gözden düştüler.
Yahut bu tercihlerin bambaşka sebepleri vardır,
belki bir gün milletçe öğreniriz.
Milli Takım
Küçük hesaplar
HF
#
75
Sonuçta kötü sonuçlar alındı ve yaptığınız
tercihlerin yaslandığı dayanakları tabela bu
haldeyken kimse dikkate almaz. Aynı şekilde
Macaristan maçında en az 60 dakika etkili
futbol oynayan takım da alkışlanmaz. Gerçek
şu ki, kalitemizin altındaki takımların gerisinde
kaldık ve Hollanda’yı geçmek gibi yüksek bir
hedefle başladığımız elemelerde hâlihazırda
çuvalladık. Bu kadar kötü olmamalıydı. Diğer
taraftan çok iyi olması için de yeterince
olumlu sebep yok. Oyuncu yetiştiremiyoruz,
çelişkilerimiz var. Sorunlarımız,
başarısızlıklarımızın esas sebepleri geçmişten
geliyor. Çözemiyoruz, makyajlıyoruz. Üstelik,
daima sahip olduğumuz yüksek sinerjiyi de
artık kaybettik. Alt yaş kategorileriyle, özellikle
de bu yaz evinde bir şampiyona oynayacak olan
U-20 takımıyla avunmak zorundayız.
Bir ihtimal Hollanda, tıpkı Romanya’yı iki
maçta da yendiği gibi Macaristan’ı da bir kez
daha yener ve ola ki, Romanya ile Macaristan
bir kez daha berabere kalırlarsa, tüm maçlarını
kazanarak son güne gelecek olan Türkiye’nin
bir şansı olur. Hollanda galibiyeti ile Brezilya’ya
gitmek güzel ve uzak bir hayal…
Avrupa’da çeyrek final
Avrupa Kupaları’nda bu hafta çeyrek final heyecanı yaşanıyor. Temsilcilerimiz Galatasaray ve
Fenerbahçe’nin de oynayacağı haftada mücadelelerin hepsi iyi futbol vaat ediyor.
2 Nisan Salı günü açılacak perdede Paris Saint-Germain evinde Barcelona’yı, Bayern Münih de
Juventus’u konuk edecek. Fransa’daki dev mücadelede ligimizde artık alışkanlık halini alan
erteleme veya ceza kaldırmayı bu kez UEFA kullandı ve Ibrahimovic’in cezasını kaldırdı. Zlatan
Barcelona’ya karşı sahada.
3 Nisan’da gecenin maçı Real Madrid ile temsilcimiz Galatasaray arasında oynanacak. Her iki
takımda da şimdilik eksik bulunmuyor.
4 Nisan’da ise Fenerbahçe sahaya çıkıyor, hem de seyircisiyle! İstanbul’un dışında Londra’da
Chelsea-Rubin ve Tottenham-Basel, Lizbon’da Benfica-Newcastle maçları oynanacak.
HF
#
75
ŞAMPİYONLAR LİGİ
AVRUPA LİGİ
2 Nisan
21.45
Paris Saint-Germain – Barcelona
Bayern Münih – Juventus
3 Nisan
21.45
Malaga – Dortmund
Real Madrid – Galatasaray
4 Nisan
22.05
Fenerbahçe – Lazio
Chelsea – Rubin Kazan
Tottenham – Basel
Benfica – Newcastle
Uğur Karakullukçu
Avrupa’da Zirve, Anadolu’da Darbe
Avrupa Özel
Galatasaray ile Fenerbahçe, Avrupa’da Türkiye’ye tarihinin en başarılı
sezonunu yaşatırken bir yandan ligde teklemeye devam ediyor. Tarihin en
düşüklü puanlı şampiyonluklarından biri ufukta gözükürken bu çelişkili
durumun sebeplerini sorguladık.
HF
#
75
Gençlerbirliği karşısında avucunun içine kadar
gelen farkı açma fırsatını evinde kaçırabilecek
kadar beceriksizken sadece birkaç gün sonra
Bundesliga’nın tozunu atan, haftasonu ezeli
rakibi Dortmund’u harcamış Schalke 04’ü
deplasmanda yenmek… Ya da Kasımpaşa’ya
travmatik bir şekilde 2-0 mağlup olduktan
sonra Mönchengladbach’ı Almanya’da 4’lemek.
Birkaç gün içerisinde tüm algı ve beklentileri
zorlayan, neredeyse çift kişilikliymiş hissi veren
takımlarımız Avrupa’da çeyrek final görecek
kadar ileriye gitti, belki daha da gidecek. Öte
yandan bunları kendileri yapmamışçasına ligde
beklentilerin epey altında bir seyir izleniyor,
2012/13 sezonu tarihin en düşük puanlı
şampiyonluğuna doğru yelken açmış durumda.
Her açıdan ilginç ve kaydadeğer bu çelişkili
sezonu motivasyon, ruh ya da bizim ülkemize
özgü ‘daha çok istemek’ gibi hayali kavramlar
ya da daha açık olmak gerekirse teranelerle
açıklamaktan ötesine geçmeye ihtiyaç var.
Neden böyle?
Kadrolar daha güçlü ama…
Avrupa’da gelen başarının en başta belki de
en temel ve aleni sebebin altını çizmek gerek.
Takımlarımız açık şekilde yakın tarihin en güçlü
kadrolarına sahipler. Galatasaray’ın sadece ve
sadece iki sezon önce tarihinin en kötü oyuncu
grubun a sahip olup olmadığı tartışılırken
Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline gelişinde aslan
payı bu başarılı kadro değişiminin. Bu kadar
radikal ve sert bir geçişi başarıyla yöneten Fatih
Terim’le birlikte Selçuk İnan, Burak Yılmaz
gibi yerli, özellikle ilk sezon performanslarıyla
göz dolduran Felipe Melo, Emmanuel Eboue,
Fernando Muslera gibi yabancı transferleri
takıma kısa sürede güçlü bir iskelet kazandırıldı
ve bugünün yolu açıldı. Fenerbahçe’nin de 2011
yazında kaybettiği yabancı oyuncuların yerine
Moussa Sow, Dirk Kuyt gibi isimleri koyması
şüphesiz Avrupa yürüyüşünde sarı-lacivertlilere
önemli katkı yaptı. Peki kısa süreli performans
değişikliklerini, ligdeki puan kayıplarını neye
bağlamak gerek, ligde nerede kalıyor bu
güçlendirilmiş kadrolar?
Avrupa Özel
Savunma odaklı büyükler
HF
#
75
Bu farklılığı ya da bir açıdan çelişkiyi yaratan
neden aslında İstanbulluların Avrupa’da
çok daha rahat oynayabilmesinde yatıyor.
Geçen yıl şampiyonluğa yürürken hücum
performansından ziyade orta sahada rakibi
fizik olarak boğan ve bu şekilde sonuca giden
Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde bu kadar
boğucu bir oyunu doğal olarak sergileyemese
de topla çok oynayıp pasif bir savunma
anlayışını, ‘en iyi savunma hücumdur’
düsturunu belleyip rakibin hücum kapasitesini
minimize etmeye çalıştı. Bunda da büyük
ölçüde başarılı olmayı bildi. Fenerbahçe’nin
kabuk değişimi ise çok daha keskin ve belirgin.
Avrupa’da kendini geriye atıp harika bir alan
savunması yapan, bloklar arasındaki mesafeyi
daraltıp rakiplerine fırsat tanımamayı öncelik
olarak belirleyen Fenerbahçe, özellikle grup
aşaması sonrası Avrupa Ligi’nin en kısır
maçlarını yaratmasına karşın bu yolla sonuç
alma becerisi olduğunu net şekilde gösterdi.
Aldıkları tek mağlubiyetin prestij maçı olan
Mönchengladbach mücadelesi olduğunu da
hatırlamak gerek.
Bireysel olarak savunmada eksik ve gedikleri
bulunmasına karşın genel oyun planlarıyla
başarılı savunma stratejilerine sahip
Galatasaray ile Fenerbahçe, hücumda da
daha geniş alanlar bularak, baskınlar yaparak
sonuca gidebilme şansına sahip oluyor.
Sadece bu sezon da değil, ligde nal toplayan
Rijkaard Galatasaray’ının o sezon Avrupa
Ligi şampiyonluğuna yürüyen Atletico’yu
elemeye bir düdük kadar yakın olduğunu, bir
önceki sezon neredeyse sopalarla kovalanan
Skibbe’nin Hamburg turunu neredeyse cebe
koymuş şekilde Bülent Korkmaz’a güçlü bir son
8 adayı bıraktığını anımsamak gerek. Halbuki
bu takımların ligde aldığı dereceler ortada ve
Avrupa’da işlerlik gösteren bu fikrin ligde bir
karşılığı olmadığını defalarca gördük.
Avrupa Özel
Ligin karakteri
HF
#
75
Süper Lig’deki hemen her takım bu iki ekibe
karşı derinde pozisyon alıp maçı kilitleme ve
hızlı oyuncularla skora gitme düşüncesinde.
Bu da artık yıllar içinde ligin karakteri haline
gelmiş durumda. Bütçeler arttıkça daha kaliteli
hücum oyuncularıyla oynayabilen Süper
Lig takımları, zirveyi hedefleyen takımların
üretme zorunluluğundan artık daha kolay
besleniyor ve gol bulmakta zorlanmıyor.
Ligin en düşük bütçeli ekibi olarak öne çıkan
Akhisar Belediyespor’un forvet hattında dahi
Yunanistan Milli Takımı oyuncusu Theofanis
Gekas gibi bir golcü var. Doğal olarak Avrupa’da
başarılı olan planlarını uygulamakta güçlük
çeken takımlar ligde 5-10 sene önceki puanları
bulmakta güçlük çekiyorlar. Bu açıdan
2005/06 sezonundan bu yana kat edilen
mesafe sadece zirve takımlarda değil, ligin
kalanı adına da aynı şey söylenebilir. Sert,
savunmaya yönelik, temposu Avrupa’ya göre
düşük bir lige sahip olabiliriz ancak bu oynanan
maçların kalitesizliğini göstermiyor. Oksimoron
denebilecek bu iki kulvardaki çelişki üzerine
Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi her
koşulda zirveye oynama zorunluluğu olan
takımlar kafa yormalı ve dersler çıkarmalı.
Şampiyonlar Ligi’nde Topla
Oynama Yüzdeleri
Sıra
TakımYüzde
1Barcelona74.1
2 Bayern Münih
57.7
3Porto56
4 Schalke 04
54
10
Galataaray53.3
Güner Çalış
Nuri, Modric
ve doğru ikiliyi
yaratmak
Avrupa Özel
Luka Modric’in Şampiyonlar Ligi son
16 eşleşmesi kısa sürede Manchester
United karşısında gösterdiği etki
Real Madrid’in bitmek bilmeyen orta
saha tartışmalarına yeni bir boyut
kazandırdı.
HF
#
75
Nuri Şahin’in Borussia Dortmund sonrası
düşüşe geçen kariyeri, Madrid’e gelir gelmez
yaşadığı uzun süreli sakatlık ve Real’deki forma
rekabetiyle açıklanıyor. “Nuri Real Madrid’e
Bundesliga’nın en iyi oyuncusu olarak gelmişti;
fakat burada ciddi bir sakatlık geçirdi ve geri
geldiğinde de Alonso veya Khedira’dan birini
kesecek kadar güçlü görünmüyordu.”
Real Madrid Nuri’den kısa vadede umudunu
kestiğinden olacak, ertesi yıl bir kez daha orta
saha transferi yapmış ve bu sefer çok daha
büyük oynayarak Luka Modric’i almıştı. Modric,
Premier League’de üst düzeyde geçirdiği
sezonlar, yaşı ve oyun tarzıyla Nuri’den daha
komple bir oyuncu olarak 33 milyon pound gibi
bir bonservis ücretiyle geliyordu; dolayısıyla
onun yaşattığı hayal kırıklığı daha büyük
olacaktı. İlk vakitler oynadığı futbol Nuri’den
hallice, çok etkisizdi. Öyle ki, Marca’daki
ankette La Liga’nın en kötü transferi olarak
oylanıyordu. Aylar sonraysa, ikinci yarıda oyuna
girip Manchester United’ı yıkan golü Modric
atacaktı. Ondan beklendiği gibi, Madrid’in
oyununu geriden farklılaştıran isim olarak.
Barça’nın antitezi olarak Real
İki başlı bir lig olan La Liga’da Mourinho’nun
Real Madrid’i yıllar içinde Barcelona’nın antitezi
olarak gelişiyor ve bu durum, zaman içinde
Barcelona dışındaki takımlarla oynarken bir
sorun hâline geliyordu. Real Madrid’in özellikle
bu sene geride bekleyip kontra hücum düşünen
takımlara karşı zorlanışı ve Manchester United
eşleşmesinde yapamadıkları, yakın zamandan
hatırlatıcı olabilir. Bir bütün olarak, bu yapının
oluşmasında ön üçlü kadar orta ikili de etkiliydi;
hatta muhtemelen daha çok. Xabi Alonso
Avrupa Özel
Liverpool’da benzer yapıda oynayan biri olarak
dünyanın en iyi uzun pasörüydü ve Khedira da
takımın motoru. Khedira dikey gidiş gelişleriyle
hem önde hem arkada oyunun akıcılığını
sağlıyordu fakat o da kapanan takımlara
karşı farklı meziyetler sunabilecek biri değildi.
Oyundaki dinamizmi hızlı ama kısa paslarla
sağlayabilecek, bilinen şekliyle alan-veren
oyuncu, Real Madrid’in monotonlaşan oyununa
çare olabilecek işte böyle birisiydi. Nuri ve
Modric bu amaçla alındılar: Kısa vadede bir B
planı sunmak ve uzun vadede Xabi Alonso’nun
halefini bulmak gerekiyordu.
HF
#
75
Alonso-Khedira merkezi, ayrı ayrı oyuncu
kalitelerinin haricinde bir bütün olunca iki kat
yıkılması zor hâle geliyor. Nuri’nin Madrid’de
yapamamasından bahsederken, Modric’i de
göz önüne alarak bu duruma ayrıca dikkat
çekmek gerekiyordu. Nihayetinde Modric’in
United maçında etkisini gösterebilmesi de
ancak bilinen ekstrem şartlarda gerçekleşmişti.
Sezon başı Modric, Khedira’nın yerine oynarken
orta saha oyundan düşüyor; çünkü basitçe
açıklamak gerekirse Modric, Khedira’nın
yaptığı motor görevini gerçekleştiremiyordu.
Takımın geri kalanının hüviyeti ve Alonso’nun
rolü değişmediğinden, Khedira’dan belki
de yalnızca bu alanda geride olan, yani top
kazanma ve Xabi Alonso’nun yanında önemli
ölçüde alan kapatabilme görevinde geride
olan Modric, bu yüzden ekstra özelliklerini
gösterecek platformu yaratamıyor ve takımın
kurgusu da bozuluyordu. Premier League’de
en önemli olarak dinamik ve iki yönlü bir
oyuncu haline gelen Modric yine de göreve
adapte olamamıştı. Layıkıyla sezon açılışı
Manchester’daki son 30 dakikaya kadar
beklemek zorunda kaldı.
Modric’in ilk zamanlarında Manchester City
karşısında Mesut’un yerinde, yani ikilinin
önündeki oyuncu olarak başladığındaki
başarılı performansıysa bu açıklamaları
örnekleyen önemli bir ayrıntı. Modric burada
başarısız olsaydı, şablonsal yükümlülüklerden
yakınması pek yakışık almayacaktı. Fakat
bir diğer önemli konu da, Modric’in bu rolde
kullanıldığı zaman üçüncü bir orta saha olarak
–orta ikiliyi destekleyici, pres yapan, sürekli
geri gelen ve pas alan- Real’e ciddi bir avantaj
sağladığıydı. Nihayetinde Mesut bu rolü
gerçekleştiremiyordu. Modric’in geçen sezonki
eşleşmede büyük zorluklar yaratan ‘üçüncü
orta saha’ Kroos sonrası alındığını düşünenler
haksız değiller.
Nuri neden yapamadı?
Peki hikayenin yan karakteri hakkında
akıllara gelen şu: Suçlu biraz da Nuri’den
başka şeylerse, niçin Liverpool’da kendini
gösterememişti? Ne yazık ki ‘şansı’ orada da
yaver gitmedi diyerek, yine kendi dışındaki
nedenlere yüklenmek yanlış olmayacak.
Bunu hafife almamak gerekiyor; çünkü Nuri
Şahin’i en iyi anlayan ve onu en verimli şekilde
kullanan Klopp’un yokluğunda, oyununda
henüz belli eksikleri olan Nuri Şahin’i ‘her
mevkinin adamı’ olarak kullanmak mümkün
olmuyor. Xabi Alonso’nun Liverpool’da
En iyi kontratak takımı Real Madrid
Real Madrid rakiplerine açık da verebilen bir ekip
Avrupa Özel
Sessiz lider Sami Khedira
HF
#
75
Fikri yazının tamamına serpiştirmeye
çalıştık, ama henüz net değilse bir kez
daha tekrarlayalım: Modric’i veya bir
başkasını takıma monte edememe
meselesi, aslında Khedira’nın yerini
dolduramamaktan kaynaklanıyor.
Modric’in ceza sahası dışından attığı goller
ve paslar harika olabilir, fakat Khedira’nın
varlığında Real’in daha güçlü bir takım
olduğu gerçeği değişmiyor. Onun yer
tutuşları, top kazanışları, basit ama her
geçen gün gelişen ‘stratejik’ oyunu Real’i
daha ‘güçlü’ bir takım yapıyor. Aslında
onun için değeri bilinmiyor demek doğru
olmaz, keza Khedira’nın sakatlıktan
dolayı maç kaçırdığı dönemde Real Madrid
Dortmund’a mağlup olurken, o dönemde
yapılan ankette Marca okuyucularının
%63’ü Khedira’nın orta ikilide yer alması
gerektiğini oyluyordu. Khedira’yı bırakalım
kendisi anlatsın.
“Mourinho bana ‘biraz geri çık, daha
akıllıca oyna, kafanı kullan!’ dedi.
Takıma en iyi şekilde yardım etmek için
yorgunluktan kendimi kaybedene kadar
koşturmam gerektiğini düşünürdüm. Neyse
ki Mourinho bunun doğru olmadığını,
takıma yarardan çok zarar dahi verdiğini
gösterdi. O beni bir stratejist hâline getirdi.”
kendini tanıtamadığını düşünün, iyi bir pasör
ve oyun kurucu olması başka bir takımda ön
alanda oynamasını mantıklı kılacak mıydı?
Nuri, geçtiğimiz günlerde AS gazetesine
pozisyonunun dışında oynatılmaktan
yakınıyordu:
“Ben Liverpool’da başarısız olmadım. Brendan
Rodgers beni 10 numara olarak oynatmak istedi
ama ben forvetlerin arkasında oynamıyordum.
Ona niçin orada oynadığımı sorduğumda
bana bir cevap verememişti. Yine de herhangi
bir pişmanlığım yok, Anfield’da oynamak
harika bir deneyimdi. Tanrı’ya şükür –tahmin
edeceğiniz üzere haber olan kısım burasıydıRodgers’dan kurtuldum.”
Nuri’yi ne Rodgers ne de Abdullah Avcı tam
olarak anlayabildi. Bu hocaların ikisi de değerli
olabilir, lakin Nuri’nin oynayabileceği bilahare
bölge de ancak geride olabilir. Hocaların topa
sahip olarak futbol oynamak istemeleri ve
Nuri’nin de doğru kullanıldığında oyunu geriden
kuran ve takıma zeka katan yapısıysa sanırım
buradaki en büyük paradoks. Modric’de olduğu
gibi onun için de bir kıvılcım, yeniden kendini
evinde hissedeceği bir şablon ümit ediyoruz.
Modric neler katabilir?
Modric’in Real için Nuri’ye göre en önemli artısı müthiş esnekliği. Vakti zamanında Arsene
Wenger’in ‘çok küçük’ olduğu için reddettiği ‘küçük Mozart’ lakaplı futbolcu İngiltere’ye ilk
geldiğinde 4’lü orta sahanın solunda kullanılmıştı. Bu bölgede ada futboluna adaptasyonu
sağlanan oyun kurucu, çok geçmeden merkeze geçti ve yanına da Wilson Palacios, Scott
Parker gibi ‘motor’ oyuncuları aldı. Lakin şöyle bir fark var: Xabi’nin aksine, Modric’in iki yönlü
oyunu ve dinamizmi günden güne gelişiyor; aslında buna bağlı olarak yanındaki partneri
de değişiyordu. Palacios topla ilişkisi herhangi bir kaleciden iyi olmayan bir oyuncuyken,
Scott Parker nihayetinde İngiliz milli takımında görev alan değerli bir iki yönlü oyuncuydu.
Dolayısıyla orta saha 1 + 1 şeklinde bir ayrışmadan ziyade ‘çift pivot’ denen yapıya benziyordu.
Modric Madrid’e ilk geldiğinde beklenen muhtemelen buna benzer bir şeydi; keza Khedira’nın
yerine oynatılıyordu. Yani alanları kapatan oyuncu olarak. Sonra Xabi’yle uyuşamadığı
görüldü.
Yine de, Modric’in orta ikilide, forvet arkasında hatta belli maçlarda kanatta görev alabilecek
olması onu en kötü ihtimalle önemli bir joker haline getiriyor. Takımda temelli yer almasıysa,
Alonso’nun yerine başlaması veya tamamen farklı bir ikili oluşturmayla sağlanabilir. Zira
Mourinho’nun çokça kereler kullandığı Essien-Modric ikilisi (veya United maçı sonrası bu yıl ilk
kez Pepe-Modric orta sahasıyla lig maçına çıkması) bu fikri destekler şekilde. Modric iki yönlü
bir oyuncu olabilir ama bu yönünü göstermesi için en azından biraz daha aktif bir yardımcıya
ihtiyaç duyduğu açık.
Avrupa Özel
Son olarak, ‘çift pivot’ denilen yapıysa über bir anlayışı temsil ediyor. Arsenal gerçekten
Invincibles’a yaklaştığı dönemde Wilshere-Song ikilisinin önünde Fabregas’ı kullanırken, iki
oyuncu da öne dribbling yapabiliyor, oyun kurabiliyor ve top kazanabiliyordu. Roller daha çok
anlık pozisyona göre belirleniyordu ve müthiş tempolu ve kısmen anarşik bir takım ortaya
çıkıyordu. Neticede Alex Song bir defansif orta saha olmak için fazla disiplinsizdi, aynı, bu
sebepten Barcelona’dan gönderilen Yaya Toure gibi. Eğer uyum sağlarlarsa, gelecekte İlkay
ve Nuri’yi dahi bu şekilde kullanılırken görebiliriz. Tabi eğer Nuri orada kalmaya karar verir ve
Klopp makinaya ‘hâlâ’ eklenecek bir şeyler olduğunu düşünürse!
HF
#
75
Emre Özcan
Usta-Çırak
Porto ve Galatasaray’da başardıklarıyla benzeşen iki karakter olan Jose
Mourinho ile Fatih Terim, bu Çarşamba Santiago Bernabeu’da birbirlerini alt
etmeye çalışacaklar.
Avrupa Özel
“Önce Parma, sonrasında Galatasaray ve şimdi
de bizim yaptığımız Avrupa’nın zirvesinde
işlerin biraz değiştiğini gösteriyor olabilir.” (2003
UEFA Kupası şampiyonluğu sonrasında basına
yaptığı bir açıklamadan...)
HF
#
75
“Galatasaray’ın çok fantastik bir teknik
direktörü var. Gerçek bir motivatör ve çok değerli
bir teknik adam. Kendisi çok yakın arkadaşım,
bu nedenle de iyi işler yapmasını umuyorum.”
(25 Ağustos 2011)
“Galatasaray’ın başına geçmek mi? Onlar zaten
mükemmel bir teknik direktöre sahip, bana
ihtiyaçları yok.” (23 Mayıs 2012)
“Galatasaray eşleşmesinin kolay olduğunu
düşünenler futboldan anlamıyor. Karşımızda
Burak Yılmaz, Didier Drogba, Wesley Sneijder,
Selçuk İnan ve en önemlisi de Fatih Terim
olacak.” (15 Mart 2013)
Premier League’de görev yaptığı süre boyunca
“Big Four” grubundaki rakipleri Sir Alex
Ferguson, Arsene Wenger ve Rafael Benitez’le
haftada en az bir polemiğe giren ve futbolda
akıl oyunlarının öncülüğünü yapan isimlerden
biri olan Jose Mourinho’nun “Söz konusu Fatih
Terim olunca içine girdiği dostane tavırların
altında yatan nedir?” sorusu bugüne kadar
fazla dillendirilmedi. Sürekli rekabet elbette
futbolda da gerçek yaşamda olduğu gibi
bazı duyguları öldürür. Ancak Jose Mourinho,
Fatih Terim’le hiçbir sezon aynı lig içerisinde
yer almadı. Avrupa mücadelesinde de ilk kez
bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde karşı karşıya
mücadele edecek bu iki yakın arkadaşın
görüntü itibarıyla fazlasıyla az şey paylaştığı
futbol dünyasında Portekizli teknik adama
“dostum” kelimesini sarf ettiren motivasyon
nedir? Ya da ikilinin yolları daha önce bir şekilde
kesişmiş olabilir mi?
Terim’in başyapıtı
Bu soruların muhtemelen birden fazla cevabı
var. Fatih Terim’in 1996-2000 arasında
Galatasaray’da yaptıkları bugüne kadar
ağırlıkla motivasyonun ürünü olarak görüldü.
Ama gerek kadro planlaması, gerek eldeki
oyuncu havuzundan yaratılan sistem ve
taktik ayrıntılar ortaya dönemin önemli
güçlerinden birini çıkardı. 1980’li yılların
ortasında hüküm sürmeye başlayıp, 1990
Dünya Kupası’yla birlikte Avrupa’ya iyice
hakim olan 3-5-2 ve varyasyonlarına 1994’te
Carlos Dunga’nın önlibero pozisyonuna
geçmesiyle verilen cevap, dörtlü defansın
temelini biraz daha sağlamlaştırdı.
Arsene Wenger başta olmak üzere büyük
taktisyenlerin beklerin rollerini revize ederek
4-4-2’yi tekrar öne çıkarması 2000’lere
gelirken futbolu tekrar büyük değişime
uğratmıştı. Türkiye’yse birçok kez olduğu
gibi bu gelişmeleri yine geriden takip etti.
95/96 sezonundaki tek sıkımlık Fenerbahçe
sezonu dışında yerleşik bir dörtlü defans
kültürü olmayan Türkiye’de, elinde Gheorghe
Popescu gibi safkan bir libero varken üçlü
defansı kullanmayıp evrimin başlangıç
halkası olmayı istemek tek başına büyük bir
taktik cesaretti. Fatih Terim’in bunun üzerine
kurduğu yapı ve orta saha merkezinde tercih
ettiği bütünlük, ülke sınırlarına fazla gelen
mantalitesiyle birlikte dönemin en özel
takımlarından birini ortaya çıkardı.
Avrupa Özel
Benzersiz merkez orta saha
HF
#
75
Terim’in sahanın her yerinde pres isteyen,
savunmayı öne çıkaran ve daima hücum
isteyen tavrı Türkiye için büyük farklılıktı
ve bunun yansımalarını ülke içinde bugün
bile görmek mümkün. Ama o Galatasaray’ın
tüm rakipler üzerinde fark yaratan alamet-i
farikası önde Hakan Şükür’ün başlattığı
presi devam ettiren ve görüntü itibarıyla
Hagi’nin arkasında yer alan Suat-Emre-Okan
üçlüsünden oluşan merkez orta sahaydı. O
günün klasik 4-4-2’leri arasında, merkezdeki
oyuncu sayısı hakkındaki tartışmalar
sürerken, üç iç oyunculu ve görev tanımları
fazlasıyla özgürlüğe dayalı bu merkez orta
sahaya dönemin Inter teknik direktörü
Marcello Lippi’ye “ilham verici” dedirtmişti.
4-3-1-2
ARİF
HAKAN
ŞÜKÜR
HAGI
EMRE
OKAN
SUAT
HAKAN
ÜNSAL
CAPONE
BÜLENT
POPESCU
TAFFAREL
Zaten Lippi’nin Inter’de görev yaptığı
dönemde Terim’in kurduğu yapının en önemli
elemanları Emre ve Okan’a imza attırması
da (oyuncular bunu hep reddetse de), bu
taktiğin evrenselliğini sağlamlaştırıyordu.
4-3-1-2
DERLEI
CAPUCHO
Usta Terim–Çırak Mourinho?
Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kaldırışından
üç sezon sonra Porto’nun teknik direktörü
Jose Mourinho’nun Portekiz’de yaptıkları
biraz tanıdıktı. Porto’yla gittiği Şampiyonlar
Ligi şampiyonluğu yolunda, iki büyük kupayı
geçmişte kazananların yolunu iyi incelediğini
söyleyen Jose Mourinho’nun Galatasaray’ın
elmas 4-4-2’sine (4-3-1-2) benzer bir yapıda
oluşturduğu görülüyordu. Hakan Ünsal ve
Capone/Fatih Akyel’le benzer rollere sahip,
önleri açık ve hücuma sürekli destek vererek
oyuna genişlik kazandıran bekler (Nuno
Valente ve Paolo Ferreira, aynı Hakan Ünsal
ve Fatih Akyel gibi ülke ve o sistem dışında
başarılı olamadılar), orta saha yuvarlağına
yakın kurulan savunma ve özellikle UEFA
Kupası döneminde sürekli hücumu düşünen
bir Porto. Bir sezon sonra Şampiyonlar Ligi
yolunda Mourinho’nun çok daha düşük
tempoda ve kendi kalesi önünde bekleyerek,
kontratak temelli futbolla elde ettiği en
büyük kupanın gölgesi altında bu benzerlik
fazlasıyla gözardı ediliyordu.
DECO
MANICHE
ALENICHEV
COSTINHA
NUNO
VALENTE CARVALHO JORGE
COSTA
FERREIRA
VITOR BAIA
4-3-3
Avrupa Özel
4-3-3’le benzerliklere devam
HF
#
75
Suat, Emre, Okan, Hagi dörtlüsüne benzer
Costinha, Maniche, Alenichev, Deco’yla
gelen başarıların bir sonraki duraktaki
yansıması da 2000’li yılların ortasında 4-33’ü uzun bir aradan sonra tekrar dünyada
bir numaralı sistem haline getiren Jose
Mourinho’ydu. Frank Rijkaard’ın 4-3-3
görünümlü 4-2-3-1’inden ziyade saf 4-3-3’ü
ilk kez Chelsea’de dünya futboluna sunan
Mourinho’nun üç merkezli yapıyı devam
ettirerek son 10 yılın taktiksel gelişimine
damga vurmasına yine Hagi’nin sıklıkla
sağ kenara gitmesi sonrasında Arif’i terse
gönderen Fatih Terim ve Emre, Okan, Suat’lı
Galatasaray merkezi üzerinden bir okuma
yapmak da mümkün olabilir.
Ya da olmaz. Bugüne kadar teknik
direktörlük melekelerine dair Fatih Terim gibi
ARİF
HAKAN
ŞÜKÜR
HAGI
EMRE
OKAN
SUAT
HAKAN
ÜNSAL
CAPONE
BÜLENT
POPESCU
TAFFAREL
fazlasıyla benmerkezci olup gerçek ustası
Bryan Robson dışında kimsenin adını ağzına
dahi almayan Jose Mourinho’nun başarı
yolunda bambaşka faktörlerin öne çıkmış
olma ihtimali mevcut. Belki de Mourinho için
en büyük başarısından sadece üç sene önce
Galatasaray’ın yaptıklarının hiç önemi yoktu.
Fakat ya olduysa? Günün en büyük taktik
dehalarının başında gelen Mourinho’nun
aklına düşen çok küçük bir bilgi kırıntısının
altında Fatih Terim’in imzası varsa? Ortaya
çıkan sonsuz saygının altında Fatih Terim’in
küçük bir dönem için Mourinho’nun ustası
olma ihtimali yatıyor mudur? Geldikleri
nokta itibarıyla futbol mantaliteleri derin
çizgilerle ayrılsa da, bazı keskin hatlar bu iki
teknik adamın kariyerlerinde birkaç kesişim
noktası çıkartıyor olabilir.
öteye gidememesine rağmen hayatı
hakkındaki gerçekler öğrenildikçe ne kadar
farklı ve özel biri olduğu fark edilen Jose
Mourinho’nun özel saygısını elde etmek,
tek başına Fatih Terim’in kazandığı birçok
başarıdan değerli olabilir.
Avrupa Özel
Aslında aynı kişiler
HF
#
75
Yukarıda yazılanların gerçekle hiçbir alakası
olmasa dahi Jose Mourinho ve Fatih
Terim kişilik yönünden birbirine fazlasıyla
benzeşiyorlar. Büyük başarıların getirdiği
egolarıyla ruhlarını besleyen, karizmatik,
motivatör ve etkileyici figürler. Saha içinde
zirveye çıkarken birey yönetimi ve idari
konularda çakarak orta düzey kariyeri bile
göremeyen sayısız teknik adamın olduğu
futbol dünyasında gerçek farkı, büyük
taktik zekalarına rağmen saha dışında ve
bu kişiliklerinden faydalanarak çıkarıyor
olabilirler. Bu nedenle birbirlerini çok iyi
anlıyorlar ve belki de bu nedenle toplam
paylaşımları bugüne kadar fazlasıyla sınırlı
olmasına rağmen birbirlerini rahatlıkla
dostları olarak görebiliyorlar. “Dostlarım
beni seçmez, ben onları seçerim” diyen Jose
Mourinho’nun Fatih Terim’i kendi yanında
görmesinde tüm taktik konular bir yana
üç yıl arayla düşük profil iki kulüple bir
numaraya çıkılması ve Fatih Terim’in çok
daha önce ortaya gerçek bir örnek ve başarı
yolu koyması dahi tek başına geçerlilik
yaratabilir. Bu özel ilişki hakkında dışarıdan
yapılabilecek saptamaların şu an için
varsayım olmadan ileri gitmesi, iki hocadan
biri konuyla ilgili ayrıntıya girmeden mümkün
değil. Fakat bugüne kadar gösterdikleriyle
toplumun genelinde basit bir narsistten
Hikayesi bol eşleşme
Jose Mourinho ve Fatih Terim’in
dostlukları dışında Real Madrid –
Galatasaray eşleşmesi kendi içinde
sayısız hikayeye sahip ve bu mücadele
bu yönüyle dahi oldukça özel. Jose
Mourinho’nun teknik direktörlük
kariyeri boyunca belki de en özel hoca
– futbolcu ilişkisine sahip olduğu Didier
Drogba dışında kulüp kariyeri itibarıyla
Inter’de zirveye çıkardığı Sneijder’le
de karşı karşıya gelecek olması,
Hamit Altıntop’un Schalke’den sonra
Galatasaray öncesi forma giydiği Real
Madrid’e karşı da mücadele etmesi,
Türk – Alman pasaportu tartışmalarında
bir dönem burada adı herkesten çok
geçmiş olan Mesut Özil’in ilk kez bir
Türk kulübüne karşı oynaması ve şu
an için Şampiyonlar Ligi gol krallığında
ilk iki sırada olmaları dışında oyuna
bakışları ve fiziksel benzerlikleriyle de
dış basında dikkat çekmeye başlayan
Ronaldo – Burak mücadelesi altı farklı
hikayeyi tek eşleşmede manşete
çıkarma gücüne sahip. Real Madrid ve
Galatasaray’ın çeyrek finaldeki iki maçı
Avrupa’da son yılların en bol malzemeleri
mücadelelerine sahne olabilir.
Emre Özcan
Klose’yi arayan takım
Avrupa Özel
Fenerbahçe’nin tarihinin ilk UEFA Avrupa Ligi çeyrek finalinde eşleştiği Lazio,
içinde bulunulan durum itibarıyla çok geniş skalada değerlendirilebilecek
bir takım. Aynı Galatasaray çektiği Real Madrid gibi 7 takım içinde en zor
üçüncü takım görülmelerinden başlayıp son 3 sezonda Serie A’daki gelişimleri
üzerinden artılarını saymanın yanı sıra, son dönemde içinde bulundukları
düşüşün nedenleri üzerinden iki uca da gidilebilecek Lazio, kuşkusuz fazlasıyla
zor bir rakip ama Fenerbahçe için iki uçtan hangisine yakın olan takımın
karşımıza çıkacağı da çoğunlukla Vladimir Petkovic’in tercihleri üzerinden
şekillenecek.
HF
#
75
EKSiLERi
fazlasıyla daralmış bir Lazio hücum hattının
ortaya çıkmasına neden olacak gibi görünüyor.
Form durumu - Kadro darlığı
Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi son
16 maçlarından önce çekilen kuralar araya iki
aylık bir süre atar ve bu nedenle takımları o
anki form durumlarıyla değerlendirmek doğru
olmaz. Galatasaray’ın Schalke eşleşmesinde
birinci elden yaşadığı bu durumun Fenerbahçe
uyarlaması da Lazio eşleşmesinde öne çıkıyor.
Bunun yanında özellikle savunma hattında
cezalar ve sakatlıklar nedeniyle oluşan erozyon,
son 4 maçın üçüncü Lorik Cana’nın tandemde
yer almasına neden oldu. Andre Dias’ın
geçirdiği sakatlık sonrasında Fenerbahçe
karşısında iki maçta da oynamasının zor
olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte defans
bölgesinde yaşayacakları sorun beklenenden
çok daha büyük olabilir.
Son iki sezonda Edoardo Reja yönetiminde
tekrar zirve ve Avrupa takımı haline gelen
Lazio’da bu sezona Vladimir Petkovic’in
harika girişi, Reja’nın sadece 1 ay boyunca
hissedebildiği şampiyonluk ateşini ve
söylemlerinin Roma ekibi için daha çok ve uzun
süreli ön planda olmasına neden oldu. Fakat
Napoli’yle birlikte Juventus’a karşı en büyük
dezavantajı kadro genişliği olan Lazio’nun yeni
yılla birlikte yaşadığı tam anlamıyla serbest
düşüş.
Tüm bunların üzerine eklenen Olimpico’nun
Tottenham maçında Roma sokaklarında ve
statta yaşananlar nedeniyle kapatılması,
Fenerbahçe’nin son iki turda yaşadığı
dezavantajı bu kez avantaj olarak kullanmasına
neden olacak.
Avrupa Özel
Ve sakatlıklar
HF
#
75
Ocak ortasından beri Lazio oynadığı son 9
lig maçında sadece 1 galibiyet alabildi ve bu
maçların altısında rakiplerine mağlup oldu.
Ocak ayında yaşadığı küçük sakatlıktan
döndükten sonra Şubat başında diz
bağlarından ciddi bir şekilde sakatlanan
Miroslav Klose’nin yokluğu takımı en çok
etkileyen faktör oldu. Oynadığı 20 Serie A
maçında 10 gole imza atan Alman golcünün
efektif nokta santrfor oyunu, düşük tempoya
dayalı ve az pozisyon üretimine sahip takımın
yaşadığı kayıplarda birincil derecede etkili.
Geçtiğimiz Pazartesi günü son kontrolleri
yapılan Klose’nin antrenmanlara yeni
başlaması sebebiyle Fenerbahçe’ye karşı
oynama şansı epey düşük. Onun yerine
oynaması beklenen Floccari’nin geçirdiği
sakatlık ve Klose’nin gidişi sonrasında Şubat
ayında kadroya katılan Louis Saha’nın
Avrupa’da oynayamaması Fenerbahçe
karşısında sadece Libor Kozak’a sahip,
Lazio’nun bir diğer golcüsü Floccari
Fenerbahçe’ye karşı forma giyemeyecek.
ARTILARI
Pragmatist Petkovic
Samsunspor’da Adnan Sezgin’le yaşadığı
klasik bir idareci – antrenör çatışmasının takım
bozucu etkisiyle (Bkz. 54. Sayı) kariyerinin en
kısa ve büyük başarısızlığını yaşayan Vladimir
Petkovic, Türkiye seferinden edindiği tecrübeyi
Lazio’da kullanıyor olabilir. Bellinzona ve
Young Boys dönemlerinde hep akıcı, pozisyon
üstünlüğüne ve pasa dayalı, savunmayı
fazlasıyla önde kurarak açık bir hücum
futbolu oynatan Petkovic’in Samsunspor’daki
ürkek döneminden sonra Lazio’da ligin
karakteristiğine uygun olarak savunma
önlemlerini ön plana alan bir sistem inşa
ederek başarıya ulaşması ilgi çekici. Boşnak
teknik adam, İtalya’ya bu ülkeden bir şeyler
götürmüş olabilir mi? Muhtemelen ve bunlar
onda saklı ama Cristian Ledesma’nın “Takımın
üstündeki hakimiyeti inanılmaz” diyerek
nitelemeye çalıştığı Petkovic’in ayrıntılara
önem veren yapısı pragmatist olduğu kadar
aynı zamanda efektif bir takımın da ortaya
çıkmasını sağlamış gibi görünüyor.
serbestiyi oyuncudan almadan daha geniş bir
alanda oynamasını istemesi Lazio kariyerinde
en verimli Hernanes’in ortaya çıkmasını
sağladı. Mehmet Topal’ın sakatlığı ve Emre
Belözoğlu’nun yokluğu, savunma ve orta saha
arasına sızmayı çok seven Hernanes için önemli
boşlukları da beraberinde getirebilir.
Dikkat edilmesi gereken: Candreva
Vladimir Petkovic’in 4-1-4-1’inde sağ kenarda
yer alarak hem merkez çoklayıcısı, hem de
üstün teknik ve şut yetenekleriyle hücum
destekçisi Antonio Candreva, 4 gol ve 4 asistle
istatistiğe de önemli katkı yapmayı başardı.
Sürekli içeri kat eden yapısıyla savunmanın
dengesini bozan Candreva’nın dışa doğru
attığı çalımlar üzerinden çıkardığı şutlar da
rakip bekler açısından oyuncuyu fazlasıyla
tahmin edilemez bir konuma sokuyor. Lazio’da
gösterdiği zirve performans sonrasında İtalya
milli takımına Cesare Prandelli tarafından
seçilen oyuncunun 4-3-3 sistemi devam etmesi
durumunda İtalya’da da düzenli bir onbir
oyuncusu olması muhtemel.
Avrupa Özel
Güçlü merkez ve Hernanes
HF
#
75
Sezonun genelinde 4-1-4-1 oynayan Lazio’da
savunma önünde yer alan Cristian Ledesma’yla
onun önünde yer alan Hernanes ve Gonzalez’le
birlikte oluşan üçlü takımın en kaliteli bölgesi.
Hem Serie A’da, hem de Avrupa’da farkı
yaratan güçlü merkezle birlikte Vladimir
Petkovic’in tempo ve mantalite geçişlerine
uygun hale gelen takımında Hernanes’in
varlığıysa Lazio’yu başkalaştırıyor.
Serie A’ya savunma önü oyuncusu olarak
geldikten sonra özellikle geçtiğimiz sezon
Edoardo Reja’yla birlikte forvet arkasında
‘supporter’ rolüne soyunan oyuncu, son
iki sezonda attığı 19 golle önemli bir skor
opsiyonu olabileceğini de göstermişti. Vladimir
Petkovic’in iki uç pozisyon arasında bir geçiş
oyuncusu gibi kullanıp, yine Reja’nın verdiği
Brezilya’da forma giyerken Fenerbahçe’nin
de gündemine gelen Hernanes, Lazio’nun en
etkili silahlarından.
NE OLUR?
Avrupa Özel
Fenerbahçe’nin çok formda bir rakiple karşı
karşıya olmadığı aşikar. Sakatlıklar, formsuzluk,
seyircisiz deplasman maçı Lazio’yu Fenerbahçe
için ideal konuma götürüyor olabilir. Ama gerek
geçtiğimiz sezonki Samsunspor tecrübesinden,
gerek Young Boys eşleşmesinden Aykut
Kocaman’ı ve Fenerbahçe’yi oldukça iyi tanıyan
bir futbol aklına karşı mücadele edecek
olmak önemli bir dezavantaj. Lazio, yaşadığı
tüm sıkntılara rağmen bu sezon Serie A’nın
en iyi takımlarından biri olmayı başardı ve
muhtemelen Miroslav Klose dışında bunu
sağlayan oyuncuların tamamı Fenerbahçe
karşısında sahada olacak. Vladimir Petkovic,
Walter Mazzarri kadar büyük bir Avrupa
HF
#
75
rotasyoncusu değil ama lige ve Şampiyonlar
Ligi biletine daha ciddi bakışı şu ana kadar
Lazio’nun bazı maçlarında enteresan
kadroları da beraberinde getirdi. Bu durum
Fenerbahçe karşısında devam edebilir mi?
Boşnak teknik adamın iddialı açıklamaları bu
ihtimali azaltıyor. İki düşük tempocu takımın
mücadelesi iki 90 dakika boyunca zaman
zaman izlemesi zor anları da beraberinde
getirecek ama Fenerbahçe, bugüne kadar
gösterdiği bozan takım özelliğinin İtalya’daki
ustalarından biriyle karşı karşıya gelecek. Bu
anlamda Lazio’nun stili Fenerbahçe’ye her ne
kadar uygun gibi görünse de futbolda gerçek
görünenden her zaman için farklıdır.
Alper Öcal
Petkovic ile Kocaman
Avrupa Özel
UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final biletine talip olan Lazio ile Fenerbahçe’nin
hocaları birbirine hiç yabancı değil.
HF
#
75
Lazio belki 90’ların sonundaki efsane
döneminden uzakta ama son üç sezonda
Avrupa’daki grafiğini düzenli olarak yükseltiyor.
2009/10 sezonunda gruplardan çıkamayan,
2010/11’de şampiyon Atletico Madrid’e
32’ler turunda elenen mavi beyazlı ekip, bu
sezon çeyrek finale kadar ulaşmayı başardı.
Fenerbahçe’ye göre daha zorlu bir yoldan
gelen Lazio, grup aşamasında Tottenham
ve Panathinaikos, eleme turlarında ise iki
Alman kulübü Mönchengladbach ve Stuttgart
karşısında hiç kaybetmedi. Bu başarının
arkasında Türkiye’de başarısız bir Samsunspor
deneyimi yaşayan Boşnak teknik adam
Vladimir Petkovic var.
Vladimir Petkovic’in yolu sadece Samsunspor
ile değil, Young Boys’u çalıştırdığı dönemde de
Fenerbahçe ile kesişmiş ve 2009/10 sezonu 3. ön
eleme turunda temsilcimizi elemeyi başarmıştı.
Aykut Kocaman üç defasında da galibiyet
alamadığı Petkovic’in takımları karşısında bu kez
kazanabilecek mi? Bu sorunun cevabı yakında
sır olmaktan çıkacak ama iki teknik direktörün
hikâyesi eşleşmenin seyriyle ilgili ufak ipuçları
vermekten geri kalmıyor.
Takım planlaması
Boşnak teknik adamın en dikkat çekici
taraflarından biri futbol algısının sabit ve
normatif değil pozitif olması. Her takıma
uyguladığı bir reçetesi yok. Zeman gibi
delicesine hücum eden, ya da Mourinho gibi,
kendi söylemi üzerinden gücünü savunmadan
alan takımların hocası diye etiketlemek zor.
Esnek bir bakış açısı var.
Bellinzona ve Young Boys döneminde önde
prese başlayıp topa sahip olan, dominant,
tempolu, ofansif, akıcı, göz okşayan takımlar
yaratan Petkovic; Lazio döneminde ise sıkıcı
denebilecek derecede gösterişsiz, gerektiğinde
topu rakibe vermekte tereddüt etmeyen,
ikinci bölgede prese başlayan, merkez odaklı,
durağan, denge gözeten ama efektif bir yapı
kurdu.
Petkovic bu esnekliğe rağmen takımını rotaya
sokarken hep aynı metodu kullanıyor. Hangi
takımı çalıştırırsa çalıştırsın eksikleri saptayıp,
yama geliştirmektense; takımın güçlü yönlerine
odaklanıp mükemmelleştirmeye çalışıyor.
Böylece daha istikrarlı bir sezon geçiriyorlar.
Avrupa Özel
Aykut Kocaman ise olmazsa olmazlara sahip
bir profil çiziyor. Aklındakini takımlarına
uydurmaya çalışan ve transfer başta olmak
üzere tüm hamlelerini buna göre yapan bir tarzı
var. Ben bunu kendi tabiriyle antrenör takımı
ideasının yansıması olarak görüyorum.
HF
#
75
Fenerbahçe’nin tam 3 sezondur sezon
başlarında oyun olarak bocalamasında bu
katı yaklaşımın payı yadsınamaz. Kaldı ki,
Kocaman’ın takımlarına dikte ettiği oyunu
geriden başlatan, pas odaklı, topa sahip olan,
kontrollü anlayış süreçle olgunlaşacak zaten.
Petkovic’in Kocaman’a karşı hiç
kaybetmemesinde aradaki manevra farkını ve
bu yaklaşım farkını net olarak hissedebilmek
mümkün. Young Boys ve Samsunspor
maçlarının sezon başında olması da Petkovic’in
şansıydı. Fakat karşısında, bu kez ritmini
bulmuş bir Aykut Kocaman ve Fenerbahçe
bulacak Petkovic.
Diziliş ve tercihler
Petkovic oyuna bakışındaki esnek tarzını,
rakip analiziyle harmanlayıp maçtan maça
takımının dizilişini revize edebiliyor. Ana
şablon olarak Bellinzona’da 4-4-2, Young
Boys’da 3-4-3 tercih eden Petkovic, Lazio’da
ise sezon genelinde 4-1-4-1 üzerinden takımını
oynattı. Öte yandan 4-4-2 ve 3-5-2 türevlerini
de kullandığı maçlar oldu. Boşnak hoca ligde,
takımdaki taşları yerinden oynatmayı sevmiyor
ama Avrupa Kupaları’nda rakibin zaaflarına ve
güçlü yönlerine göre cesaretle rotasyona gitti.
Kadrodaki atlet, hızlı, tempolu oyuncu azlığı;
Lazio’yu saha parselizasyonunu öne çıkaran,
düşük tempoda, oyunun merkeze sıkıştığı
maçlara itiyor. Ledesma, Hernanes ve Gonzalez
çarkı yürüten orta saha üçlüsü ve yarı sahada
yapılan pres, Lazio’nun bugüne kadar kupada
hiç kaybetmemesinde yabana atılmayacak bir
etkiye sahip.
Fenerbahçe’nin savunmadan top çıkarma
zaafını Petkovic ne kadar görür bilinmez; ama
Emre’nin yokluğunda aynı sorunun orta sahada
da yaşandığı düşünülürse, o mevkideki bireysel
performans eşleşmede taktik olarak x faktör.
Avrupa Özel
Zira Lazio, bu sene, başta Stuttgart maçı
olmak üzere rakip hataları kovalayarak ve saha
yerleşimindeki kalitesi sayesinde çok gol buldu.
HF
#
75
Aykut Kocaman ise anlayışın yanı sıra, diziliş
konusunda meslektaşına göre yine daha katı.
4-2-3-1’ten şaşmıyor. Maç içinde, skora rağmen
pek nadir değişikliğe gidiyor. Daha istikrarlı bir
takım tercih ediyor.
Tempo konusunda tıpkı Lazio gibi sıkıntı var
ama bu bilinçli yerleştirilmiş bir anlayıştan çok
kadrodaki arıza ve eksiklerle ilgili. Petkovic bu
zaafı Young Boys eşleşmesinde iyi kullanmıştı
ama Lazio’da tempo yapacak bir görüntü yok.
Bilakis, Fenerbahçe bu kez doğru tercihlerle
tempoyu arttırabilecek rotasyona sahip.
Beşiktaş, Trabzon, Bursa maçlarındaki
hareketlilik Petkovic’in hiç hoşuna gitmeyecek
cinsten.
Tarz ve karakter
Aykut Kocaman’ın kulübedeki edası çok
eleştiriliyor. Öfke ya da rahatlamadan, sevinç
ya da hüzünden aşırı tepki verdiği an yok gibi.
Oyuna olan ihtiyatlı bakışı kenardaki duruşuna,
rakibi yücelten, baskıyı oyuncularının üstünde
toplayan, net bir iddia koymaktan kaçınan
demeçlerine, futbolcu iletişimine, medyayla
olan mesafeli ilişkisine dek her alanda yansıyor.
Tarihi boyunca duygularını mantığının önüne
koyan, cazibe merkezi olmayı sürdürmüş ve
her zaman iddialı olan Fenerbahçe gibi bir
camiada böylesine soğukkanlı, kimilerince
silik bir görüntü sergilemek gerçekten sıra
dışı. Petkovic bu anlamda çok daha farklı bir
profil. Özgüvenini sergilemekten çekinmiyor.
İsviçre’de çalıştığı dönemde motivasyon
becerisiyle ün salan Petkovic, 8 dil bildiği
düşünülürse bu konuda pek sıkıntı yaşamadığı
aşikâr.
Avrupa Özel
Boşnak hoca aynı zamanda baskıyı üzerine
alıyor ve iddialı konuşmayı seviyor. Lazio’ya
imza attığında ilk demeci: “Ben bir kazananım,
yenilgiye tahammül edemem” olmuştu.
Tottenham maçından önce yapılan basın
toplantısında, bir muhabirin sorduğu, “Endişe
duyuyor musunuz?” sorusuna ise, “Endişe
mi? Tottenham’dan çekinmiyorum. Biz
Lazio’yuz, çıkıp kazanırız” şeklinde yanıt
vermişti. Fenerbahçe eşleşmesiyle ilgili bu
hafta gazetelerde çıkan ‘gözdağı’ demeçleri de
hepimizin malumu.
HF
#
75
Aykut Kocaman hayatını göz önünde yaşamayı
sevmezken, Petkovic tam aksine ortalıkta
görünmekten çekinmiyor. Hayır işleri de buna
dahil. Bellinzona’nın başındayken sabah 7’den
öğlen 3’e kadar peşinde basın, Caritas hayır
örgütü için mesai yapıyor ve işsizlerle gönüllü
aktivitelere katılıyordu.
Sonuç
Arjantin’de Dünya Kupası kazanan iki takımın
ideolojisinin, teknik direktörleri Menotti ve
Bilardo’nun ismiyle hatırlandığı düşünülürse;
UEFA Avrupa Ligi çeyrek finalinde sadece
takımların değil, farklı tarzda iki teknik
adam profili olan Kocaman ve Petkovic’in de
çarpışacağını söylemek yanlış olmaz.
Serkan Öztürk
DÜĞÜN ve TAZiYE
Türkiye
Diyarbakır’da hem sevinç hem üzüntü hakim. Yılların efsanesi Diyarbakırspor
4 yılda tepetaklak olup amatör kümeye düşerken, alttan bir zamanların
küçük kardeşi Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor şimdiden 2. Lig’e çıkmayı
garantiledi.
HF
#
75
Son 20 yıla bakıldığında, Türk futbol
kamuoyunun nereye oturtacağını ve nasıl
davranması gerektiğini tam olarak bilemediği
konuların başında Diyarbakırspor geliyor.
Özellikle doksanların ikinci yarısında gündemi
en çok meşgul eden konularından biri Doğu
kulüplerinin devletin belirli kademelerince
kollandığı, üst liglerde tutulmaları için
futboldışı metotların devreye sokulduğu
iddialarıydı. Bir nevi ‘Ellerine silah alacaklarına,
düz ovada maç yapsınlar’ ifadesiyle kodlanan
bu anlayışa göre hem bu kulüpler sürekli
denetim altında tutularak ‘zararlı unsurların’
eline geçmesine engel olunacak, hem de yöre
halkının ilgisi artan silahlı çatışmalardan spor
düzlemine kaydırılmış ve halka ‘Biz de aynı
ulusal yarışın bir parçasıyız’ duygusu aşılanmış
olacaktı. Vanspor’un, Siirt JetPaspor’un
dönemsel çıkışları gibi, Diyarbakırspor’un
Süper Lig’e uzanan yolculuğu da yıllarca
bu argümanlarla açıklanmaya çalışıldı.
Diyarbakırspor’un Süper Lig’e yükselmesiyle
Türkiye
sonuçlanan ve üzerine halen belgeseller
çekilen, yazılar yazılan tartışmalı Altay
maçının bıraktığı buruk tadın da etkisiyle
‘devletin takımı’ damgası yiyen kulüp; bir
yandan da gittiği hemen pek çok deplasmanda
ötekileşmeye, hakarete, şiddete maruz kaldı.
Adeta artan çatışmalara yönelik tepkinin
futbol alanındaki paratoneri işlevi gören
kulübün taraftarları ve sporcuları, ‘PKK dışarı’
tezahüratları eşliğinde hakarete uğradı,
otobüsleri taşlandı, taraftarları dayak yedi. Bir
kulüp hem ‘devletin kulübü’ muamelesini, hem
de ‘PKK’nın kulübü’ muamelesi aynı anda, aynı
yerlerde görebiliyordu.
HF
#
75
Beş yıl süren Süper Lig maratonunun ardından
1. Lig’e düşen Diyarbakırspor iki sezonluk
‘başaltı takımı’ pozisyonundan sonra 2008/09
sezonunda yeniden Süper Lig’in kapısını
araladı. Artık Diyarbakırspor için yeni bir dönem
başlamıştı. Bütçenin üzerinde yapılacak şişkin
transferler, har vurup harman savuran yönetim
anlayışı, dağ biriken borçlarla geçecek çile dolu
yılların başlangıç noktası olan bu dönem iyi
idare edilebilseydi, belki de Diyarbakırspor’un
yazgısı çok farklı şekillenecek ve bugün
bambaşka bir Diyarbakırspor yazıyor olacaktık.
Ancak bu yükseliş döneminde yapılan hatalar
ne yazık ki fırsatın kabusa dönüşmesinin,
raydan çıkışın giderek önlenemez bir hale
gelişinin kilometre taşı olarak şekillendi.
Aynı dönem devletin terörle mücadele ve
spor politikalarındaki değişim sonucu olarak
Diyarbakırspor yönetiminin sivil ellere geçtiği,
kulübün ‘Devletin kulübü’ algısının yavaş yavaş
değişmeye başlamasının da gerçekleştiği
dönemdir.
2009/10 sezonuna Süper Lig’de başlayan
Diyarbakırspor için sonun başlangıcı bu
sezon oldu. Yetersiz bir kadroyla Süper Lig’de
tutunamayan Yeşil-Kırmızılılar, ertesi yıl
sezonun ikinci yarısında gelen transfer yasağı
ve mevcut futbolcuların peş peşe sözleşme
fesihleriyle 1. Lig’de de tam bir hüsran yaşadı.
32 maçta yalnızca 1 galibiyet alarak açık ara
Diyarbakırspor’un efsane yıllarını başlatan
kadro. 3. Lig’den takımı 2. Lig’e taşıyan bu
kadro ertesi sene de takımı 1. Lig’e taşımayı
başardı.
Diyarbakırspor’un son Süper Lig
macerasından… Tazemeta, Trabzonsporlu
Serkan Balcı’yla mücadele ediyor.
2. Lig’e düştüler. Yalnızca iki sezon önce
Süper Lig’de top koşturan Diyarbakır ekibi için
artık tek hedef 2. Lig’de tutunabilmekti. Bu
dönem kulübün başlıca gündemini yıllarca
ötelenen borçlarla oluşan enkazın altından
kalkmak, kulübün kapalı olan transfer
tahtasını yeniden açabilmek oluşturuyordu.
Ancak daha Kasım ayında Süper Lig’deyken
Türkiye
transfer edilen ve şehirde yalnızca 3 ay kalıp
toplamda 5 maça çıkan Amir Megahed’in
alacakları için yaptığı girişimlerin sonucu
kulübün FIFA nezdinde de transfer yasağıyla
karşılaşması son umut kırıntılarını bitirmişti.
Beyaz Grup’ta Tokatspor’la birlikte son haftaya
kadar sürdürdüğü ligde kalma mücadelesini
kaybeden Diyarbakırspor 3. Lig’e düştü. Bu
aynı zamanda 3. Lig’deki yaş sınırı uygulaması
nedeniyle elde son kalan bir iki tecrübeli
futbolcunun da oynayamayacak olması ve yola
tamamen altyapı oyuncularıyla devam edilmesi
anlamına geliyordu. 3. Lig’de de işler hiç kolay
olmayacaktı. (2011/12 sezonu aynı zamanda
Diyarbakır Kayapınar Belediyespor’un ve
Erganispor’un da 3. Lig’den BAL’a düşmesiyle
Diyarbakır futbolu için tam bir karabasan halini
alacaktır)
HF
#
75
Ağırlığını 1993 - 1994 - 1995 doğumlu
oyuncuların oluşturduğu kadrosuyla, sınırlı
imkanlarına rağmen profesyonel liglerde
tutunma mücadelesi veren Diyarbakırspor için
sezon yine kabus gibi başladı. İlk 6 haftada 0
çeken Diyarbakırspor 7. haftadaki Maltepespor
maçına, deplasman giderlerini karşılayamadığı
gerekçesiyle çıkmayınca hem -3 puana düştü,
hem de moral motivasyon açısından çok ağır
bir darbe aldı. Buna rağmen ilk puanını 10.
haftada, ilk galibiyetini ise 12. haftada almayı
başaran Kırmızı-Yeşilliler, ilk devreyi 6 puanla
sondan bir üst sırada tamamladı. Devre
arasında transfer yasağının aşılabilmesi için
son umutlar tükenip takımda biraz önplana
çıkabilmiş 4 as futbolcunun da ‘en azından
deplasman giderlerini karşılanması’ için
transferlerine izin verilmesiyle adeta takımın
Bölgesel Amatör Lig’e gidişi de facto olarak
ilan edildi. Artık Diyarbakır yerel medyasında
her maç öncesi “Diyarbakırspor bu hafta maça
çıkmayacak” haberleri çıkmaya başladığı günler
gelmişti. 27. haftaya kadar dayanabilen kulüp
Kocaelispor maçına çıkmayınca ikinci kez 3
puan silme cezasıyla karşılaştı ve kesin olarak
amatöre düştü. Böylelikle 4 senede 4 lig birden
düşerek Süper Lig’de başlayan hikaye Bölgesel
Amatör Lig’le sonlanmış oldu.
Uğur Dündar, Kasım 2009’da Diyarbakırspor
forması giyerek Ana haber bültenini sundu,
özellikle deplasmanlarda ‘PKK’ damgası yiyen
kulübe destek oldu.
Belediye takımı geliyor
Diyarbakırspor’un dibe çöktüğü 2012/13
sezonunda bir başka Diyarbakır kulübü
gösterdiği başarıyla Diyarbakır futbolunun
bayrağını devraldı. 1990’da Diyarbakırspor’a
altyapı oluşturma gayesiyle belediye
bünyesinde, Diskispor ismiyle kurulan kulüp
1993/94’te 3. Lig’e çıkmayı başararak ilk kez
profesyonel liglerde boy gösterdi. 2. Lig’e
yükseldiği 2006/07 sezonuna kadar bu ligde
inişli çıkışlı bir grafik sergileyen Diskispor,
3 yıl süren 2. Lig macerasının ardından,
Diyarbakırspor’un Süper Lig’den 1. Lig’e
düştüğü yıl olan 2009/10 sezonunda yeniden
3. Lig’e düşmekten kurtulamadı. İki yıl üst üste
2. Lig’in kapısından play-off’larda dönen (yeni
ismiyle) Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor,
2012/13 sezonuna şampiyonluk iddiasıyla girdi.
Sezon başında Diyarbakır spor kamuoyunda
farklı fikirlerin ve görüş ayrılıklarının gündeme
geldiği dönemler olarak tarihe geçti.
Şehrin bir kısım ileri gelenleri Belediye’nin
Diyarbakırspor’a yeterli ilgi göstermediğini,
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’a yatırım
yapmak yerine kentin futbol alanındaki
en önemli markası olan Diyarbakırspor’un
yaşatılması için fedakarlık yapılması gerektiğini
savunurken diğer kesim Kırmızı-Yeşilli
kulübün (sonu kulübe kayyum atanmasına
varacak) Sayıştay kontrolüne alınan hesapları
sonucu çok ağır faturaların çıkacağını,
Diyarbakırspor’un mevcut haliyle ‘kurtarılamaz’
olduğunu, çözümün iki kulübün birleşmesi
olduğunu savunuyordu. Hatta bir ara iki
kulübün birleşerek 3. Lig’de Diyarbekirspor adı
altında tek bir Diyarbakır kulübünün mücadele
etmesi gündeme geldiyse de girişimler sonuç
vermedi ve sezona iki ayrı çatı altında başlandı.
Türkiye
Müthiş başlangıç: 12’de 12
HF
#
75
Sezona bir önceki sezonun ikinci yarısından
beri takımın başında olan tecrübeli teknik
adam Turhan Özyazanlar yönetiminde giren
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor elindeki
bütçeyi akılcı kullanarak abartılı meblağlar
yerine hesaplı ancak kaliteli transferler yaparak
3. Lig için kalburüstü bir kadro kurdu. (Bu
transfer döneminde Diyarbakır Büyükşehir
Belediyespor’un 3. Lig’den Süper Lig’e
oyuncu veren üç kulüpten biri olduğunu da
not düşelim: Abdülaziz Demircan > Kardemir
Karabükspor) Üst liglerden isim yapmış
pahalı oyuncular yerine daha ziyade bu ligin
istikrarlı oyuncularına yönelen kulüp, sezon
başı tahminlerinde de pek çok gözlemcilerin
favorileri arasında yer alıyordu. Ancak
doğrusunu söylemek gerekirse, haftalarca en
yakın rakibine +10 puan fark atarak zirvede
kalması herkes için sürpriz oldu. İlk 12 maçında
12 galibiyet alarak inanılması güç bir istatistiğe
imza atan Sarı-Kırmızılılar, sonraki 5 maçta 8
puan bıraksa da sezonun ilk devresini 8 puan
farkla lider olarak tamamladı. Ara transferde
elindeki güçlü kadroyu 2. Lig standardındaki
isimlerle takviye eden Diyarbakır Büyükşehir
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor Teknik
Direktörü Turhan Özyazanlar.
Belediyespor, ilk 3 maçta gelen 9 puanın
ardından tam 6 kez üst üste beraberlik alsa da
takipçileri İstanbulspor ve Fatih Karagümrük’le
arasındaki puan farkını hiç 10’un altına
düşürmedi. Son 2 haftada aldığı iki 6-0’lık
galibiyet ve sezonun bitmesine 6 hafta kala
arada bulunan 11 puanlık fark takımın yeniden
havasını bulduğunun, dahası şampiyonluğun
artık hiç olmadığı kadar yakın olduğunun en
büyük kanıtı…
Yılların Diyarbakırspor’u amatöre doğru
yol alıp kentin futbol bayrağını Diyarbakır
Büyükşehir Belediyespor devralırken Diyarbakırlı
futbolseverler de karmaşık duygular içerisinde.
Şehrin genelinde her iki takım da desteklenip
sahiplenilse de, esas olarak gönüllerde
yatan aslan Diyarbakırspor. Taraftarın ezici
bir çoğunluğu kulübün yönetimi devlet
tarafından tahkim edilirken de, kulüp şehrin
sivil kesimince idare edilirken de Diyarbakırspor
sevgisinden hiç vazgeçmedi. Her şeye rağmen
Diyarbakır’ın bir kulübünün 2. Lig’e bu derece
yakın olması onlar için sevindirici bir durum
ancak Diyarbakırspor’un içine düştüğü (ve
kolay kolay kurtulamayacak gibi görünen) hal
karşısında Diyarbakırlı futbolseverin ruh hali
için sanırım en doğru ifade ‘buruk bir sevinç’.
Türkiye
Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’u önceki
yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyespor’u
amatörden 2. Lig’e taşıyan, Alibeyköy’le 3. Lig,
Güngören Belediyespor’la 2. Lig şampiyonluğu
yaşayan Turhan Özyazanlar çalıştırıyor. Şehir
Stadı’nda oynarken 5-6 binlere kadar çıkan
taraftar desteği maçların yeniden oynanmaya
başladığı Diski Stadı’nın sınırlı kapasitesi
nedeniyle 1.000 kişi seviyesinde seyrediyor.
Kulübün yönetimine Büyükşehir Belediye
yönetimi hakim durumda.
HF
#
75
Geçtiğimiz sezon takımın kalesini koruyan
Abdülaziz Demircan’ın Kardemir Karabükspor’a
transfer olmasıyla Denizli Belediyespor’dan
gelerek kaleyi devralan Burak Onur takımın
başarısında önemli pay sahibi olan
oyunculardan. Geçtiğimiz sezon Boluspor’dan
kiralanan ve gösterdiği performans üzerine bu
sezon başında bonservisi alınan 1990 doğumlu
stoper Kamil İçer takımın en fazla süre alan
ismi. Bu sezon şampiyonluğa koşan takımın
en önemli gol silahı, sezon başında amatöre
düşen Diyarbakır Kayapınar Belediyespor’dan
transfer edilen Emrah Metoğlu. Orta sahanın
yükünü çeken isimse 16 kez genç milli formayı
giymiş, Fenerbahçe altyapı çıkışlı Hüsnü
Zeybekoğlu. Sol kanatta görev yapan Erhan
Eren de bu sezonki performansıyla dikkat
çekiyor. Devre arasında Altay’dan transfer
edilen Nezir Özer de hücum gücüne önemli
bir katkı sağladı. Savunmanın ortasında ve
ön liberoda oynayabilen İbrahim Keleş, sağ
bek Ercüment Balıkçı, orta sahanın ortasında
ve sağında görev alan Sercan Özdem, forvet
arkası ve forvette forma bulan Serdar Deniz ile
Yeni Malatyaspor’dan kiralanan stoper Samet
Yeniceli ve orta saha Yusuf Yağmur da bu sezon
takımın başarısında önemli pay sahibi diğer
isimler.
Rafet İyem’in şubat ayındaki istifasından bu
yana teknik direktörlük koltuğu boş bulunan
Diyarbakırspor maçlarını Atatürk Stadı’nda
birkaç bin seyirci önünde oynuyor. Bu sezon
takımın en önemli gol ayağı olan Murat
Kürüm’ü Elazığ Belediyespor’a, orta saha
oyuncusu İrfan Haluk İldiz’i Konyaspor’a,
sol bek Hikmet Arslan’ı da Adıyamanspor’a
kaptıran Kırmızı-Yeşilli ekipte orta saha
oyuncuları 1989 doğumlu Murat Akçan ve 1994
doğumlu Bilal Dikici dikkati çeken isimlerin
başında geliyor.
*Diyarbakırspor’u anlamak için tam anlamıyla “rehber”
bir kitap niteliğinde olan Faruk Arhan’ın “Düğünde
Kalabalık Taziyede Yalnız” kitabından esinle. (İletişim
Yayınları, 2012)
Emrah Çalışlar bu sezonun parlayan isimlerinden.
Mustafa Demirtaş
Almanlar O’nun,
Büyüteç
O Armanın Peşinde
HF
#
75
Bazen havada süzülen bir uzun top
görürsünüz… Gittiği yönde biri olup, olmadığını
bilemezsiniz bulunduğunuz açıdan. Ancak o
top, ‘güvenilir’ bir ayaktan çıktıysa; mutlaka
belli bir adresinin olduğunu bilirsiniz… 90’lı
yılların başında Almanya’ya göç eden Bayburtlu
bir ailenin “gurbette” dünyaya gelen oğulları
Hakan Çalhanoğlu da o ‘ayağına güvenilir’ orta
sahalardan biri…
Sezon başında Hamburg’a transfer olan
ancak eski kulübü Karlsruher’de kiralık olarak
bırakılan Hakan, buradaki 12 gol, 12 asistlik
performansıyla adını daha gür duyurmaya
başladı. Hakan, U-20 Milli Takımımızın bu yaz
oynanacak turnuvada en kilit isimlerinden
biri olacak. Ancak, yeteneklerinden artık iyice
emin olan Almanya da onun peşini kolay kolay
bırakacağa benzemiyor. Zira milli takım seçimi
için üzerindeki yoğun baskılar sürmekte…
Kendi kulübünde sağ kanat veya forvet arkası,
U-20’de ise orta saha oynayan Hakan, mevkisel
bazdaki ‘çok yönlülüğünü’ oyun stiline de
yansıtmış durumda. Kendisinin bir Barcelona
hayranı olması, bunda en büyük etkenlerden
biridir elbet… Oradaki ‘topu almadan önce
doğru karar alma ve uygulama’ felsefesini
benimsemiş görünüyor. Elbette bu yolda ona
yardımcı olacak doğuştan gelme bir yetenek
olduğu da bir gerçek...
Artıları
Kendisine dar alanda avantaj sağlayacak,
yüzünü rahatlıkla rakip kaleye çevirebilecek
ince bileklere sahip en başta… Aynı zamanda
topla uzayan bir oyuncu olması, Karlsruher’deki
o 12 gol, 12 asistlik sağ kanat performansını
tesadüf olmaktan çıkarıyor. Ancak onu asıl
farklı kılan şeyler; oyun görüşü ve her iki
ayağıyla da kısa veya uzun paslar atabilesi.
O nedenle zamanla daha bir orta saha gibi
gelişmesi, hatta Pirlo gibi ‘derindeki oyun
kurucu’ modeline evirilmesi; onu gelecekte çok
daha paha biçilmez kılacaktır.
İlk resmi golünü bir frikikle bulan Hakan,
zamanla o konuda bir usta olduğunu kanıtladı.
Hem plase hem de Cristiano Ronaldo’dan aşina
olduğumuz “ölü yaprak vuruşu” ile çok sayıda
frikik golüne, tehlikesine imza atabiliyor.
Büyüteç
Eksileri
Elbette öyle bir bölge için sadece yetenek
yetmez; kendisini hep oyunun içinde tutacak
bir zihne, mantaliteye ihtiyacı var. Ancak
o konuda biraz eksik gözüküyor. Özellikle
U20 milli takımıyla sahaya çıktığı maçlarda,
bazen ortalıkta gözükmeyebiliyor. Oysaki adı
üstünde bu mevkinin, “oyun kurucu”… Toptan
saklandığı her oyun, zaten hiç kurulmamış
demek olacaktır. Aynı şekilde onu hem
kondisyon olarak maçtan koparmayacak, hem
de ikili mücadelelerde ona avantaj sağlayacak
biraz daha güçlü bir fiziğe ihtiyacı var.
HF
#
75
Bahsetmeye değer…
Oğuzhan Özyakup (Beşiktaş): Gerçek
anlamda profesyonel kariyerine adım attığı
ilk durak olan Beşiktaş’ta ortaya koyduğu
performansla başarılı bir çaylak sezonuna
imza atan 1992 doğumlu Oğuzhan,
yaşıtları arasında da fazlasıyla sivrildiğini
Makedonya U-21 karşısında da gösterdi.
Türkiye U-21, nam-ı diğer Ümit Milli Takım
formasıyla 2 gole imzasını koyan, bir asist
yaptığı gibi bir de gole dönüşen penaltı
pozisyonunun yaratıcısı pozisyonundaki
Oğuzhan, Barcelona patentli rakip 10
numara David Babunski’ye göre fazlasıyla
dominanttı. 5-3 biten maçta attığı aşırtma
golüyle gözlere de hitap eden Oğuzhan
hakkında görüşlerine başvurduğumuz
geçici Türkiye U-21 hocası Okan Burak da
birçok futbolseverle aynı fikirde: Oğuzhan
A milli takıma çok yakın.
Ahmet Kamil Çörekçi (Kayserispor): 5-3
sona eren karşılaşmada dikkat çeken tek
isim Oğuzhan değildi. Kayserispor’un sağ
beki Ahmet Kamil Çörekçi, ileri çıkışlarıyla
göz doldurdu, doğrudan asist yapmasa da
birçok gol pozisyonunun ana tetikleyicisi
oldu. Ülkede çekilen sağ bek kıtlığı
da düşünüldüğünde bu kadar başarılı
bindirme yapan bir bekin A milli düzeyde
bile şans bulma ihtimali hiç de az değil.
Gelişimini takip etmekte fayda var.
UĞUR KARAKULLUKÇU
Özgehan Şenyuva
AVRUPA FUTBOLU VE BALLON D’OR GELENEĞİ
F.R.E.E. Kick
HOP HOP ALTIN TOP
HF
#
75
2012 FIFA Ballon d’Or Dünya’da Yılın
Oyuncusu ödülünü Arjantinli Lionel Messi aldı.
Messi’nin Cristiano Ronaldo ile olan amansız
rekabetinden ödül gecesinde giydiği (Ankara
ağzı ile söyleyecek olursam) denişik puantiyeli
ceketine kadar ödülün farklı boyutları basın
yayın camiasını hayli meşgul etti. Mart ayının
sonunda ise, Jose Mourinho’nun ödül için
kullanılan oylarla ilgili şüphelerini dile getirmesi
ile Ballon d’Or tekrar gündeme geldi. Hazır
konu hafızalarda taze iken, bu ödülün yarım
asrı aşan tarihine ve Avrupa futbolu için temsil
ettiklerine bir bakalım istedik.
20-22 Şubat 2013 tarihlerinde FREE projesi
olarak Stuttgart Almanya’da futbol tarihi
konferansımızı düzenledik. Aynı zamanda
FREE projesi direktörü olan Prof. Albrecht
Sonntag, bu konferansta Ballon d’Or tarihi ile
ilgili kapsamlı araştırmasının ilk bulgularını
sundu. Kendisine bu yazıyı için paylaştığı veriler
ve notlar için buradan teşekkürlerimi iletmek
isterim. Konferansın programı ve sunuş
notlarına www.free-project.eu sayfasından
ulaşabilirsiniz.
Messi hangi ödülü kazandı?
Dikkatli futbol takipçileri piyasada bir ödülisim karışıklığı olduğunun farkına varmışlardır.
2012 yılında Messi dünyada yılın oyuncusuna
verilen FIFA Ballon d’Or ödülünü kazandı. FIFA
Ballon d’Or ödülünü Messi daha önce 2010 ve
2011 yıllarında da kazanmıştı. Peki haberlerde
neden Messi’nin bu ödülü 4. kez kazandığı
yazılmaktaydı? Her üniversitenin öğrenci
topluluklarının yaptığı gibi kafasına göre ödül
veren kurumlar mı söz konusuydu?
Durum gerçekte tam tersi: İki farklı geleneksel
ödül, FIFA’nın 1991 yılından itibaren vermeye
başladığı FIFA Dünyanın En İyi Oyuncusu
Ödülü ile, Fransız spor gazetesi France
Football’un 1956’da dağıtmaya başladığı
Ballon d’Or (Altın Top) ödülleri 2010 yılında
birleştirilmiş ve FIFA Ballon d’Or ismi ile
dağıtılmaya başlanmıştır. Messi, 2012, 2011 ve
2010 yıllarında işte bu birleşmiş FIFA Ballon
d’Or ödüllerini, 2009 yılında ise o yıl son
kez verilen FIFA Yılın Oyuncusu ödülünü ve
FIFA Ballon d’Or ödüllerini ayrı ayrı kazanma
başarısını göstermiştir.
1956-2009: Bir Avrupa
Geleneği Ballon d’Or
F.R.E.E. Kick
2010 yılında birleştirilen iki ödülün daha köklü
geçmişi olan ve daha tanınanı tabii ki Ballon
d’Or idi. Zaman içinde şanlı geçmişi solan ve
2010 yılında daha zengin ve biraz da sonradan
görme FIFA’nın kanatları altına girmesine
rağmen asaletinden birşey kaybetmeyen
bu ödül, yarım asır boyunca Avrupa futbol
coğrafyasında tüm futbolcuların rüyalarını
süslemiş ve her yıl kazananıyla kaybedeniyle
futbol camiasını hakkında konuşturmayı
başarmıştır.
HF
#
75
1956 yılında Fransız gazeteci/yayıncı Gabriel
Hanot’un fikir babası olduğu Ballon d’Or ödülü,
Fransız haftalık spor gazetesi France Football
tarafından verilmeye başlanmıştır. 1956 yılında
Avrupa’nın en iyi futbolcusuna verilecek bir
ödülün ortaya çıkması zamanlama açısından
şaşırtıcı değildir; 1955/56 sezonu aynı zamanda
ilk kulüpler arası Avrupa Şampiyonası’nın,
yani günümüz Şampiyonlar Ligi’nin atasının
oynandığı ilk sezon olmuştur. Bu Şampiyonlar
Ligi fikrinin de Gabriel Hanot tarafından
ortaya atıldığını ve bu fikri editörü olduğu
France Football gazetesinin günlük kardeşi
olan L’Equipe vasıtasıyla yaygınlaştırdığını
söylersek, Ballon d’Or ödülünün ortaya çıkışının
Avrupa futbol tarihindeki yerini vurgulamış
oluruz herhalde.
Her ne kadar ilk Şampiyonlar Kupasını Real
Madrid, Stade de Reims Champagne karşısında
4-3’lük zaferi ile kazanmış olsa da, tarihin
ilk Ballon d’Or ödülü bir İngiliz efsanesine,
Sir Stanley Matthews’e veriliyordu. İngiltere
şampiyonunun düzenlenen ilk Şampiyonlar
İlk ödülü alan 41 yaşındaki Sir Stanley
Matthews kazanmıştı.
Kupasına katılmadığını düşünürsek, Sir
Stanley Matthews’un bu ödüle sadece o yıl
gösterdiği performanstan ötürü değil, uzun
futbol kariyerini taçlandırmak amacıyla layık
görüldüğünü söyleyebiliriz. Zaten Stanley
Matthews ödülü aldığında 41 yaşındaydı ve
ödülü alan en yaşlı oyuncu ünvanını hala elinde
tutmakta.
Ballon d’Or ödüllerini, France Football gazetesi
yazarları kendi aralarında kafalarına göre
vermiyor, ödülü alacak oyuncu Avrupa’nın
farklı ülkelerinden gelen spor yazarlarından
oluşan bir jüri tarafından belirleniyordu. Bu
jüri ile ilgili iki konu bizim için önemli: Birincisi,
her ülkeden sadece bir gazeteci sadece bir oy
verebiliyordu. Büyük veya küçük ülke ayrımı
böylece ortadan kalkıyor ve her ülkenin sesi, en
azından futbol alanında, eşit biçimde çıkıyordu.
İkinci önemli konu ise, 1950’lerin ortasından
itibaren Avrupa’yı etkisi altına alan Soğuk Savaş
bu ödülü etkilemiyor ve Demir Perde en azından
futbol alanında Doğu ile Batıyı bölemiyordu.
Futbolun siyaset üstü birleştiriciliği ortaya
çıkıyor ve jüri üyeleri hem Doğu hem de
Batı bloğunun temsilcilerinden oluşuyor ve
Ballon d’Or hem Doğu hem Batı bloğundan
futbolculara veriliyordu.
Siz Avrupalılar hepiniz, biz Latinler tek!
F.R.E.E. Kick
Ballon d’Or bir Avrupa ödülü olarak
tasarlanmıştı. 1956-1994 yılları arasında bu
ödüle sadece Avrupa Ligleri’nde oynayan
Avrupalı oyuncular aday olabiliyordu. Bu
nedenle, Pele’nin ismi bu ödülle hiç anılmadı,
hem Avrupalı değildi, hem de Avrupa’da
oynamıyordu. Diego Maradona ise, Avrupa’da
uzun yıllar oynamasına rağmen, Latin Amerika
kontenjanına takılıyor ve hayatında eksik
kalan çok ender başarılardan biri Ballon d’Or
oluyordu. 1994 öncesi Avrupalı olmayan hiçbir
oyuncuya bu ödülün verilmediğini unutan (ya
da hiç bilmeyen) bazıları ise Messi-Maradona
karşılaştırması yaparken utanmadan
Maradona’nın bu ödülü hiç almamış olmasını
bir kanıt olarak sunmaya çalışmaya devam
ediyorlar.
HF
#
75
İşin aslında Latin Amerikalı futbolcular bu
ödüle çok uzun süre yabancı kalmıyorlardı.
Real Madrid’in efsane oyuncusu Alfredo Di
Stefano, Arjantin doğumlu olmasına ve 6 kez
Arjantin Milli Takımı formasını giymesine
rağmen, aynı zamanda İspanya vatandaşı da
olması nedeniyle 1957 yılında Ballon d’Or ile
ödüllendiriliyor ve bu ödüle 1959 yılında tekrar
layık görülüyordu. Arjantin doğumlu ve Arjantin
vatandaşı olan bir futbolcunun bu ödülü
kazanması ise ancak 2009 yılında Lionel Messi
ile oluyordu.
Futbol camiası yaşanan coğrafi genişlemeye
ve farklı kıtalardan gelen yetenek abidesi
oyunculara ise daha fazla kayıtsız kalamıyor
ve 1994 yılında Ballon d’Or kuralları
değiştiriliyordu. Yeni kurallara göre, Avrupa
Ligleri’nde oynayan herhangi bir futbolcu, hangi
ülkenin vatandaşı olduğuna bakılmaksızın
ödüle aday gösterilebiliyordu. Zaten bu kural
değişikliğini takip eden ilk yıl olan 1995’de
ödülü Liberyalı George Weah alıyordu. George
Weah’ın bu ödülü, Avrupa ve hatta Dünya
futbolunu derinden etkileyecek olan Bosman
kararının Avrupa Adalet Divanı’ndan çıktığı
ayda almış olması ise kaderin garip bir cilvesi
olsa gerek. Bosman kararını takiben Avrupa’da
serbest bırakılan oyuncu hareketliliği futbolun
sınırlarını geri dönmemecesine yıkıyordu, tıpkı
Weah’ın bir Avrupa geleneği olan Ballon d’Or
alan ilk Avrupa dışı futbolcu olması gibi.
Latin Amerikalı oyuncular da 1995 sonrasında
varlıklarını ispat ediyorlardı. Brezilyalı 4 oyuncu
bu ödülü 5 kez alırken (Ronaldo 1997 ve 2002,
Rivaldo 1999, Ronaldinho 2005, Kaká 2007),
Arjantinli Messi 2009 yılından itibaren adı
değişse bile bu ödüle abone oluyordu.
2007 yılında ise ödül artık tüm dünya liglerine
ve oyuncularına açılıyor ve jüri sayısı ise tüm
dünyadan gazetecilerin katılımı ile 96’ya
çıkıyordu.
Kimler geldi kimler geçti
Her ne kadar bir Fransız gazetesi tarafından
verilse ve adı Fransızca olsa da Fransız
oyuncuların bu ödülde avantajlı olduklarını
iddia etmek mümkün değil. 1956-2009 yılları
arasında bu ödül 4 Fransız oyuncuya 6 kez
veriliyordu (Kopa 1958, Platini 1983, 1984
ve 1985, Papin 1991, Zidane 1998). Bu ödüle
ambargo koyanlar ise 7 ödülle Batı Alman ve
Hollandalı futbolcular oluyordu (Almanya:
G. Müller 1970, Beckenbauer 1972 ve 1976,
Rummenigge 1980 ve 1981, Matthäus 1990,
Sammer 1996) (Hollanda: Cruyff 1971, 1973 ve
1974, Gullit 1987, Van Basten 1988, 1989 ve
1992).
Doğu Bloğu futbol efsaneleri de bu ödülü
zaman zaman ülkelerine götürüyor ve Soğuk
Savaş’ın en şiddetli yıllarında siyasi olarak
bölünmüş Avrupa’nın ortak kültürel hafızasına
adlarını yazdırıyorlardı. Baskıcı rejimlerin her
türlü toplumsal ilişkiyi engellemeye çalıştığı
dönemlerde bile, Lev Yaşin (SSCB-Rusya),
Albert (Macaristan), Masopust (Çekoslovakya),
Blokhine, Belanov (SSCB-Ukrayna) gibi isimler
oynadıkları güzel futbol ile Ballon d’Or ödülünü
kazanıyor ve hayatın Demir Perde’nin her iki
tarafında da devam ettiğini hatırlatıyorlardı.
Her ne kadar oyuncuların ülkeleri farklı olsa da,
aynı çeşitliliğin kulüp düzeyinde de olduğunu
söylemek mümkün değil. Ballon d’Or kazanan
futbolcuların ödülü aldıkları yıl oynadıkları
takımlar sıralandığında belirli takımların
tartışılmaz bir üstünlüğü söz konusu.
Barcelona, Juventus ve Milan kulüplerinde
oynayan futbolculara 8’er Altın Top ödülü
giderken, onları 6 ödül ile Real Madrid ve 5
ödülle Bayern Münih takip etmekte.
2010: Yeni kurallar yeni bir başlangıç
F.R.E.E. Kick
2010 yılında, France Football gazetesinin sahibi
Amaury grubu, FIFA ile imzaladığı protokol
ile Ballon d’Or ödülünü ve tüm isim haklarını
oluşturulan yeni ödüle devrediyordu. FIFA’nın
1991 yılından itibaren vermekte olduğu FIFA
Dünyanın En İyi Oyuncusu Ödülü ile birleştirilen
Ballon d’Or, FIFA Ballon d’Or ismi ile tüm
dünyaya açılıyor ve kadın futbolcular da Ballon
d’Or eksenine dahil ediliyordu, ancak önemli
bir ayrıntı ile. Erkek oyuncular FIFA Ballon d’Or
ödülü alırken, kadın futbolcular FIFA Dünya’da
Yılın Kadın Oyuncusu ödülünü alıyorlar.
HF
#
75
FIFA Ballon d’Or ödülünün jürisi de
küreselleşmeye uygun bir hale geliyor ve spor
gazetecilerinin tekelinden çıkarılıyordu. FIFA
Ballon d’Or jürisi üçlü bir yapıdan oluşmakta:
FIFA üyesi her federasyona (Bağımsız ülke
olmadan da UEFA ve FIFA üyesi olmak
mümkün. Kafası karışanlar gene bu köşede
daha önce yayınlanan FIFA, Birleşmiş Milletler
ve Kosova Cumhuriyeti yazısına bakabilirler)
bağlı milli takım teknik direktörleri bir oy; milli
takım kaptanları bir oy ve spor yazarlarından
bir gazeteci de bir oy kullanma hakkına
sahipler. Lionel Messi’nin kazandığı 2012
oylamasında Türkiye A Milli Futbol Takımı
teknik direktörü sıfatı ile Abdullah Avcı, Türkiye
A Milli Futbol Takımı kaptanı olarak Emre
Belözoğlu ve gazeteci Selçuk Manav (France
Football gazetesinin Türkiye temsilcisi olması
nedeniyle) oy kullanmışlardır. İlginç bir not
verelim, bu üç ismin de ilk tercihi Lionel Messi
değildir.
Ballon d’Or’u kazanan ilk Afrikalı George
Weah.
teknolojiler sayesinde geniş kitlelere ulaşması
ve küresel oyuncu hareketliliği bu ödüle
duyulan ilgiyi arttırmış durumda. Eskiden
insanların ancak radyodan dinleyebildikleri veya
bir gün sonra gazeteden okuyabildikleri goller
ve oyuncular artık milyarlara canlı ulaşmakta.
Youtube oyunculara adanmış video kliplerle
dolup taşmakta ve takım tutar gibi oyuncu
tutanlar çoğalmakta. Messi-Cristiano Ronaldo
tarzı kapışmalar ise ilgiyi daha da arttırmakta.
Avrupa ortak kültür hafızasında önemli bir
yeri olan Ballon d’Or ödülü yeni formatıyla
yeni efsaneler yaratmaya ve konuşulmaya
devam ediyor. FIFA’nın sahip olduğu geniş
ağlar, hemen her maçın ve oyuncunun yeni
Sonuç yerine bir bilgi notu ile bitirelim: tarih
boyunca bu ödül genellikle ileri uçta oynayan
ve gol atan oyunculara verilmiş. Oyunbozan
kalecilerden bu ödülü alan tek kişi ise Lev
Yaşin, o da 1963 yılında.
Avrupa eksenli dünya kapsamlı
Ancak gerçek olan, bu ödülün hala Avrupa
temelli olması… Özellikle Şampiyonlar Ligi
performansının temel alındığı ise saklanmayan
bir sır. Milli takımı ile henüz bir başarıya
ulaşamamış Messi’nin bu ödüle ambargo
koyması bu açıdan bakıldığında bir tesadüf
değil. Oyuncular ve jüri dünyanın farklı
köşelerinden gelseler de, ana sahne hala
Avrupa...
France Football Ballon d’Or
Kazanan Futbolcular
Ballon d’Or’u kazanan tek kaleci Lev Yaşin.
F.R.E.E. Kick
Platini üst üste 3 kez Ballon d’Or’u kazanınca.
HF
#
75
Football Research in an Enlarged Europe FREE, Avrupa Komisyonu 7. Çerçeve Programı
tarafından desteklenen bir Avrupa araştırma
projesidir. 8 ülkeden 10 üniversitenin yürüttüğü
FREE projesine Türkiye’den ODTÜ Avrupa
Çalışmaları Merkezi’nden
(www.ces.metu.edu.tr) Y.Doç.Dr. Özgehan
Şenyuva ve Y. Doç. Dr. Başak Z. Alpan
katılmaktadır. Proje hakkında daha fazla bilgiye
www.free-project.eu sayfasından ve @Free_
project_eu twitter hesabından ulaşabilirsiniz.
2009 - Lionel Messi
2008 - C. Ronaldo
2007 - Kaka
2006 - F.Cannavaro
2005 - Ronaldinho
2004 - A. Shevchenko
2003 - P. Nedved
2002 - Ronaldo
2001 - M.Owen
2000 - L. Figo
1999 - Rivaldo
1998 - Z. Zidane
1997 - Ronaldo
1996 - M. Sammer
1995 - G. Weah
1994 - H. Stoitchkov
1993 - R. Baggio
1992 - M. Van Basten
1991 - J-P. Papin
1990 - L. Matthaeus
1989 - M. Van Basten
1988 - M. Van Basten
1987 - R. Gullit
1986 - I. Belanov
1985 - M. Platini
1984 - M. Platini
1983 - M. Platini
1982 - P. Rossi
1981 - K-H. Rummenigge
1980 - K-H. Rummenigge
1979 - K. Keegan
1978 - K. Keegan
1977 - A. Simonsen
1976 - F. Beckenbauer
1975 - O. Blokhin
1974 - J. Cruyff
1973 - J. Cruyff
1972 - F. Beckenbauer
1971 - J. Cruyff
1970 - G. Müller
1969 - G. Rivera
1968 - G. Best
1967 - F. Albert
1966 - B.Charlton
1965 - Eusebio
1964 - D. Law
1963 - L. Yaşin
1962 - J. Masopust
1961 - O. Sivori
1960 - L. Suarez
1959 - A. Di Stefano
1958 - R. Kopa
1957 - A. Di Stefano
1956 - S. Matthews
FIFA VİRÜSÜ
Deyimi literatüre katan İspanyollar. Son
dönemde milli maç haftaları sonrası çıkan
sürpriz sonuçlarda akla gelen ilk söz bu. Üç
temel sebep var ki birincisi sakatlıklar. Milli
takımdan sakat dönen oyuncuların çokluğu
kulüpler için hemen akla virüsü getiriyor.
İkincisi işin moral tarafı. Milli takımıyla
turnuva şansını kaybeden ya da kritik maçı
kazanamayan oyuncuların bu virüsün
etkisinden kulüplerinde oynadıkları ilk maçta
çıkamadıkları belirtiliyor. Üçüncüsü ise
yorgunluk ve bir arada antrenman yapamama.
Zor ve tempolu bir maçın ardından uzun
deplasman dönüşlerinin yanısıra takım olmayı
henüz oturtamamış kulüp kadrolarında bu
virüsün etkili olduğu söyleniyor.
Elbette ki virüsten beklenen sonuçlar
gelmeyince bahsediliyor. İstenen sonuçlar
alınmışsa kimsenin aklına virüsün geldiği yok.
Kuponlarınızı yaparken FIFA virüsüne de dikkat
etmeyi unutmayın.
İNGİLTERE
193
Sunderland-Man Utd
MS
2
1,45
235
Swansea-Tottenham
İY
0
2,10
236
West Ham-WBA
2,5G A
1,70
306
Everton-Stoke
2,5G A 1,60
Toplam Oran:
8,28
İSPANYA
293
Celta Vigo-Barcelona
TGS
333
Zaragoza-Real Madrid
HMS 2
2,00
2,5GA
1,70
457 A.Madrid-Valencia
4-6
2,05
Toplam Oran:
6,97
İTALYA
211
Lazio-CataniaMS
11,85
Mevzubahis
ALMANYA
224
Schalke-Hoffenheim
TGS
2-3
222
Freiburg – M’gladbach
2,5G A
1,70
420
Wolfsburg-Nürnberg
2,5G A
1,65
436
G. Fürth - E. Frankfurt
2,5G A
1,55
Toplam Oran:
8.04
FRANSA
328Ajaccio-Toulouse İY 0 1,75
HF
#
75
1,85
329Bordeaux-Lorient MS 1
1,75
406
2,5G A 1,50
HMS1
2,05
Nice-Marsilya
456 Lyon-Socheaux
Toplam Oran:
9,42
212Palermo-Roma
MS2 1,85
214Udinese-Bologna
MS1
1,80
341
Torino-Napoli2,5G
A
1,55
Toplam Oran:
9,24

Benzer belgeler