Avrupa - Hayatım Futbol
Transkript
Avrupa - Hayatım Futbol
5 - Sayı 7 29 Mart 2013 E D N Ü T S Ü N I R A L T U L U B A AVRUPA’D A D N I T L A N i N i T N E L K E B A D ’ ANADOLU isi ve eşleşmesi Terim-Mourinho ilişk leri ve fazlası… Lazio’nun bilinmeyen Avrupa futbolu ve Ballon d’Or geleneği Macaristan sonrası A Milli Takım Diyarbakır futbolu Düğün ve Taziye M I T A Y A H #75 F L O B T U Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editör Uğur Karakullukçu Yazarlar Alper Öcal Emre Özcan Güner Çalış İsmail Şayan Mustafa Demirtaş Özgehan Şenyuva Salih Demirci Serkan Öztürk Avrupa Yıllar evvel elemelede havlu atar ve ‘Annemizin ligi’ne geri dönerdik. Kolay değil, 20 yıl sonra Türkiye bu kadar erken havlu atıyor -atmanın eşiğine geliyor- ama bu kez sadece lige değil, Avrupa kupalarına da dönüyoruz. Galatasaray ve Fenerbahçe önce hafta sonu lig maratonuna sonra da Avrupa’da çeyrek final maçlarına çıkacaklar. Her ne kadar iki kulüp birbirinin ardına sıralansa da sezon sonunda tarihin en düşük puanlı şampiyonuna sahip olabiliriz. Hayatım Futbol bu hafta bunun nedenlerini, Aslan ile Kanarya’nın rakipleri Real Madrid ile Lazio’yu ele aldı. Hayatım Futbol’un 75. sayısında ayrıca; Diyarbakır’ın düşeni ve çıkanı, Ballon d’Or geleneği, U20’nin yıldızı Hakan Çalhanoğlu’nu, A Milli Futbol Takımı’nın Macaristan maçı değerlendirmesini bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #75 Bu Sayıda Avrupa Özel Avrupa’da zirve, Anadolu’da darbe Avrupa-lig çelişkisinin sebepleri… Hasta gözlerini açtı ama… Nuri, Modric ve ötesi Real Madrid doğru orta ikilinin peşinde… Almanlar O’nun, O Armanın Peşinde Usta-Çırak Terim-Mourinho ilişkisi ve eşleşmesi Klose’yi arayan takım: Lazio Fenerbahçe’nin rakibi mercek altında Petkovic ile Kocaman Birbirine hiç yabancı olmayan iki teknik adam Milli Takım doğru yolu geç buldu Büyüteç’te bu kez Hakan Çalhanoğlu var Düğün ve Taziye Diyarbakır futbolunda hüzün ve sevinç bir arada Hop Hop, Altın Top Avrupa futbolu ve Ballon d’Or geleneği Salih Demirci Hasta gözlerini açtı ama… Milli Takım Uzun süre sonra ilk kez arzu ettiği oyunu ortaya koyan Türkiye, buna rağmen Macaristan’dan istediğini alamadı. Hasta gözlerini açmış olabilir ama hayati tehlike sürüyor. HF # 75 A Milli Takım yine kazanamadı ve temsil ettiği umutsuz ruh halini bir adım daha öteye taşıdı. Belki tam da en doğru zamandı, bir şeyleri değiştirmek için uygun mevsimi yaşıyorken 3 puan yeni bir dönemin başladığını müjdelerdi. Diğer yanda Hollanda kazanıp, kim var kim yok süpürmeye devam ederken grubun puan tablosunun 10-10-9 olarak gözükmesi oyunu yeniden başlatabilirdi. bakınca çoktan kaybettik; ancak bu yenilgi Kadıköy’de Macaristan ile berabere kalınca yaşanmadı. Çok daha öncesinde, deplasmanda alınan farklı Macaristan mağlubiyeti ve evimizdeki Romanya hezimetiyle birlikte gerçekleşti. Bu maçların öncesinde, kadro seçimlerinde ve sahadaki oyunda yapılan hatalar sonucunda ortaya apaçık bir başarısızlık çıktı. Şimdilerde bir şeyler değişti, ama iş işten geçti. Beceremedik, bu sefer de taçtan gol yedik. Hâlbuki geçmişteki maçlara göre çok daha etkili, maçı uzun süre domine eden bir oyun oynamıştık, lakin yine kazanamadık. Sonradan oyuna giren Daniel Böde’nin attığı piyango golle 2014 Dünya Kupası umutlarımız dağın ardına gitti ve görünen o ki, ‘6 yılda bir kez’ ritüelini gerçekleştirmek de mümkün olmayacak. Güçlü orta saha Azıcık da olsa bir umut olsa da hissiyata Yine de söylemek gerekir ki, yıllardır özlenen orta saha geçtiğimiz Salı günkü Macaristan maçında kendini gösterdi. Selçuk İnan’ın savunma önünde pozisyon aldığı üçlüyü tamamlayan Nuri Şahin ve Alper Potuk, her ne kadar bireysel olarak kendilerini fazla göstermeseler de ürettikleri toplam güç ile takımın oyunu kontrol etmesini sağladılar. Marco Aurelio’nun transferi ile yaşanan kırılma, bir ihtimal Macaristan maçıyla onarıldı. İçerisine Emre Belözoğlu, Hamit Altıntop ve Mehmet Topal’ın da dâhil olduğu orta saha alternatiflerimiz kuşkusuz heyecan verici. Üstelik arkadan Oğuzhan Özyakup ve Salih Uçan da gümbür gümbür geliyorlar. Keşfedilen güçlü bileşimin bundan sonra ne kadar işe yarayacağı şüpheli, olmadı 2016’ya kısmet… Türkiye çoğunlukta Macaristan maçında görünen bir başka ilgi çekici durum, A Milli Takım’ın ilk 11’inde uzun süredir hiç olmadığı kadar altyapı eğitimini Türkiye’de almış oyuncunun bulunmasıydı. Öyle ki yalnızca Hasan Ali Kaldırım ve Nuri Şahin, Almanya doğumluydu; ilk 11’in geri kalanı ‘has yerliler’den oluşuyordu. Deplasmandaki Macaristan maçında ise bu durum neredeyse tam tersiydi. Söz konusu karşılaşmanın ilk 11’inde futbol eğitimini yurtdışında almış oyuncuların sayısı 7’ye ulaşmıştı. Zira bu durum, yakın zamanda kapanacağı görünen Abdullah Avcı dönemine damga vuran ilginç kadro tercihlerinin açıklanması bakımında dikkat değer bir referans noktası. Takımlarında düzenli forma bulmamalarına karşın A Milli Takım formasını düzenli olarak giydiğine çok kez şahit olduğumuz gurbetçiler, anlaşılan artık -belli ölçüde- gözden düştüler. Yahut bu tercihlerin bambaşka sebepleri vardır, belki bir gün milletçe öğreniriz. Milli Takım Küçük hesaplar HF # 75 Sonuçta kötü sonuçlar alındı ve yaptığınız tercihlerin yaslandığı dayanakları tabela bu haldeyken kimse dikkate almaz. Aynı şekilde Macaristan maçında en az 60 dakika etkili futbol oynayan takım da alkışlanmaz. Gerçek şu ki, kalitemizin altındaki takımların gerisinde kaldık ve Hollanda’yı geçmek gibi yüksek bir hedefle başladığımız elemelerde hâlihazırda çuvalladık. Bu kadar kötü olmamalıydı. Diğer taraftan çok iyi olması için de yeterince olumlu sebep yok. Oyuncu yetiştiremiyoruz, çelişkilerimiz var. Sorunlarımız, başarısızlıklarımızın esas sebepleri geçmişten geliyor. Çözemiyoruz, makyajlıyoruz. Üstelik, daima sahip olduğumuz yüksek sinerjiyi de artık kaybettik. Alt yaş kategorileriyle, özellikle de bu yaz evinde bir şampiyona oynayacak olan U-20 takımıyla avunmak zorundayız. Bir ihtimal Hollanda, tıpkı Romanya’yı iki maçta da yendiği gibi Macaristan’ı da bir kez daha yener ve ola ki, Romanya ile Macaristan bir kez daha berabere kalırlarsa, tüm maçlarını kazanarak son güne gelecek olan Türkiye’nin bir şansı olur. Hollanda galibiyeti ile Brezilya’ya gitmek güzel ve uzak bir hayal… Avrupa’da çeyrek final Avrupa Kupaları’nda bu hafta çeyrek final heyecanı yaşanıyor. Temsilcilerimiz Galatasaray ve Fenerbahçe’nin de oynayacağı haftada mücadelelerin hepsi iyi futbol vaat ediyor. 2 Nisan Salı günü açılacak perdede Paris Saint-Germain evinde Barcelona’yı, Bayern Münih de Juventus’u konuk edecek. Fransa’daki dev mücadelede ligimizde artık alışkanlık halini alan erteleme veya ceza kaldırmayı bu kez UEFA kullandı ve Ibrahimovic’in cezasını kaldırdı. Zlatan Barcelona’ya karşı sahada. 3 Nisan’da gecenin maçı Real Madrid ile temsilcimiz Galatasaray arasında oynanacak. Her iki takımda da şimdilik eksik bulunmuyor. 4 Nisan’da ise Fenerbahçe sahaya çıkıyor, hem de seyircisiyle! İstanbul’un dışında Londra’da Chelsea-Rubin ve Tottenham-Basel, Lizbon’da Benfica-Newcastle maçları oynanacak. HF # 75 ŞAMPİYONLAR LİGİ AVRUPA LİGİ 2 Nisan 21.45 Paris Saint-Germain – Barcelona Bayern Münih – Juventus 3 Nisan 21.45 Malaga – Dortmund Real Madrid – Galatasaray 4 Nisan 22.05 Fenerbahçe – Lazio Chelsea – Rubin Kazan Tottenham – Basel Benfica – Newcastle Uğur Karakullukçu Avrupa’da Zirve, Anadolu’da Darbe Avrupa Özel Galatasaray ile Fenerbahçe, Avrupa’da Türkiye’ye tarihinin en başarılı sezonunu yaşatırken bir yandan ligde teklemeye devam ediyor. Tarihin en düşüklü puanlı şampiyonluklarından biri ufukta gözükürken bu çelişkili durumun sebeplerini sorguladık. HF # 75 Gençlerbirliği karşısında avucunun içine kadar gelen farkı açma fırsatını evinde kaçırabilecek kadar beceriksizken sadece birkaç gün sonra Bundesliga’nın tozunu atan, haftasonu ezeli rakibi Dortmund’u harcamış Schalke 04’ü deplasmanda yenmek… Ya da Kasımpaşa’ya travmatik bir şekilde 2-0 mağlup olduktan sonra Mönchengladbach’ı Almanya’da 4’lemek. Birkaç gün içerisinde tüm algı ve beklentileri zorlayan, neredeyse çift kişilikliymiş hissi veren takımlarımız Avrupa’da çeyrek final görecek kadar ileriye gitti, belki daha da gidecek. Öte yandan bunları kendileri yapmamışçasına ligde beklentilerin epey altında bir seyir izleniyor, 2012/13 sezonu tarihin en düşük puanlı şampiyonluğuna doğru yelken açmış durumda. Her açıdan ilginç ve kaydadeğer bu çelişkili sezonu motivasyon, ruh ya da bizim ülkemize özgü ‘daha çok istemek’ gibi hayali kavramlar ya da daha açık olmak gerekirse teranelerle açıklamaktan ötesine geçmeye ihtiyaç var. Neden böyle? Kadrolar daha güçlü ama… Avrupa’da gelen başarının en başta belki de en temel ve aleni sebebin altını çizmek gerek. Takımlarımız açık şekilde yakın tarihin en güçlü kadrolarına sahipler. Galatasaray’ın sadece ve sadece iki sezon önce tarihinin en kötü oyuncu grubun a sahip olup olmadığı tartışılırken Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline gelişinde aslan payı bu başarılı kadro değişiminin. Bu kadar radikal ve sert bir geçişi başarıyla yöneten Fatih Terim’le birlikte Selçuk İnan, Burak Yılmaz gibi yerli, özellikle ilk sezon performanslarıyla göz dolduran Felipe Melo, Emmanuel Eboue, Fernando Muslera gibi yabancı transferleri takıma kısa sürede güçlü bir iskelet kazandırıldı ve bugünün yolu açıldı. Fenerbahçe’nin de 2011 yazında kaybettiği yabancı oyuncuların yerine Moussa Sow, Dirk Kuyt gibi isimleri koyması şüphesiz Avrupa yürüyüşünde sarı-lacivertlilere önemli katkı yaptı. Peki kısa süreli performans değişikliklerini, ligdeki puan kayıplarını neye bağlamak gerek, ligde nerede kalıyor bu güçlendirilmiş kadrolar? Avrupa Özel Savunma odaklı büyükler HF # 75 Bu farklılığı ya da bir açıdan çelişkiyi yaratan neden aslında İstanbulluların Avrupa’da çok daha rahat oynayabilmesinde yatıyor. Geçen yıl şampiyonluğa yürürken hücum performansından ziyade orta sahada rakibi fizik olarak boğan ve bu şekilde sonuca giden Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde bu kadar boğucu bir oyunu doğal olarak sergileyemese de topla çok oynayıp pasif bir savunma anlayışını, ‘en iyi savunma hücumdur’ düsturunu belleyip rakibin hücum kapasitesini minimize etmeye çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı olmayı bildi. Fenerbahçe’nin kabuk değişimi ise çok daha keskin ve belirgin. Avrupa’da kendini geriye atıp harika bir alan savunması yapan, bloklar arasındaki mesafeyi daraltıp rakiplerine fırsat tanımamayı öncelik olarak belirleyen Fenerbahçe, özellikle grup aşaması sonrası Avrupa Ligi’nin en kısır maçlarını yaratmasına karşın bu yolla sonuç alma becerisi olduğunu net şekilde gösterdi. Aldıkları tek mağlubiyetin prestij maçı olan Mönchengladbach mücadelesi olduğunu da hatırlamak gerek. Bireysel olarak savunmada eksik ve gedikleri bulunmasına karşın genel oyun planlarıyla başarılı savunma stratejilerine sahip Galatasaray ile Fenerbahçe, hücumda da daha geniş alanlar bularak, baskınlar yaparak sonuca gidebilme şansına sahip oluyor. Sadece bu sezon da değil, ligde nal toplayan Rijkaard Galatasaray’ının o sezon Avrupa Ligi şampiyonluğuna yürüyen Atletico’yu elemeye bir düdük kadar yakın olduğunu, bir önceki sezon neredeyse sopalarla kovalanan Skibbe’nin Hamburg turunu neredeyse cebe koymuş şekilde Bülent Korkmaz’a güçlü bir son 8 adayı bıraktığını anımsamak gerek. Halbuki bu takımların ligde aldığı dereceler ortada ve Avrupa’da işlerlik gösteren bu fikrin ligde bir karşılığı olmadığını defalarca gördük. Avrupa Özel Ligin karakteri HF # 75 Süper Lig’deki hemen her takım bu iki ekibe karşı derinde pozisyon alıp maçı kilitleme ve hızlı oyuncularla skora gitme düşüncesinde. Bu da artık yıllar içinde ligin karakteri haline gelmiş durumda. Bütçeler arttıkça daha kaliteli hücum oyuncularıyla oynayabilen Süper Lig takımları, zirveyi hedefleyen takımların üretme zorunluluğundan artık daha kolay besleniyor ve gol bulmakta zorlanmıyor. Ligin en düşük bütçeli ekibi olarak öne çıkan Akhisar Belediyespor’un forvet hattında dahi Yunanistan Milli Takımı oyuncusu Theofanis Gekas gibi bir golcü var. Doğal olarak Avrupa’da başarılı olan planlarını uygulamakta güçlük çeken takımlar ligde 5-10 sene önceki puanları bulmakta güçlük çekiyorlar. Bu açıdan 2005/06 sezonundan bu yana kat edilen mesafe sadece zirve takımlarda değil, ligin kalanı adına da aynı şey söylenebilir. Sert, savunmaya yönelik, temposu Avrupa’ya göre düşük bir lige sahip olabiliriz ancak bu oynanan maçların kalitesizliğini göstermiyor. Oksimoron denebilecek bu iki kulvardaki çelişki üzerine Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi her koşulda zirveye oynama zorunluluğu olan takımlar kafa yormalı ve dersler çıkarmalı. Şampiyonlar Ligi’nde Topla Oynama Yüzdeleri Sıra TakımYüzde 1Barcelona74.1 2 Bayern Münih 57.7 3Porto56 4 Schalke 04 54 10 Galataaray53.3 Güner Çalış Nuri, Modric ve doğru ikiliyi yaratmak Avrupa Özel Luka Modric’in Şampiyonlar Ligi son 16 eşleşmesi kısa sürede Manchester United karşısında gösterdiği etki Real Madrid’in bitmek bilmeyen orta saha tartışmalarına yeni bir boyut kazandırdı. HF # 75 Nuri Şahin’in Borussia Dortmund sonrası düşüşe geçen kariyeri, Madrid’e gelir gelmez yaşadığı uzun süreli sakatlık ve Real’deki forma rekabetiyle açıklanıyor. “Nuri Real Madrid’e Bundesliga’nın en iyi oyuncusu olarak gelmişti; fakat burada ciddi bir sakatlık geçirdi ve geri geldiğinde de Alonso veya Khedira’dan birini kesecek kadar güçlü görünmüyordu.” Real Madrid Nuri’den kısa vadede umudunu kestiğinden olacak, ertesi yıl bir kez daha orta saha transferi yapmış ve bu sefer çok daha büyük oynayarak Luka Modric’i almıştı. Modric, Premier League’de üst düzeyde geçirdiği sezonlar, yaşı ve oyun tarzıyla Nuri’den daha komple bir oyuncu olarak 33 milyon pound gibi bir bonservis ücretiyle geliyordu; dolayısıyla onun yaşattığı hayal kırıklığı daha büyük olacaktı. İlk vakitler oynadığı futbol Nuri’den hallice, çok etkisizdi. Öyle ki, Marca’daki ankette La Liga’nın en kötü transferi olarak oylanıyordu. Aylar sonraysa, ikinci yarıda oyuna girip Manchester United’ı yıkan golü Modric atacaktı. Ondan beklendiği gibi, Madrid’in oyununu geriden farklılaştıran isim olarak. Barça’nın antitezi olarak Real İki başlı bir lig olan La Liga’da Mourinho’nun Real Madrid’i yıllar içinde Barcelona’nın antitezi olarak gelişiyor ve bu durum, zaman içinde Barcelona dışındaki takımlarla oynarken bir sorun hâline geliyordu. Real Madrid’in özellikle bu sene geride bekleyip kontra hücum düşünen takımlara karşı zorlanışı ve Manchester United eşleşmesinde yapamadıkları, yakın zamandan hatırlatıcı olabilir. Bir bütün olarak, bu yapının oluşmasında ön üçlü kadar orta ikili de etkiliydi; hatta muhtemelen daha çok. Xabi Alonso Avrupa Özel Liverpool’da benzer yapıda oynayan biri olarak dünyanın en iyi uzun pasörüydü ve Khedira da takımın motoru. Khedira dikey gidiş gelişleriyle hem önde hem arkada oyunun akıcılığını sağlıyordu fakat o da kapanan takımlara karşı farklı meziyetler sunabilecek biri değildi. Oyundaki dinamizmi hızlı ama kısa paslarla sağlayabilecek, bilinen şekliyle alan-veren oyuncu, Real Madrid’in monotonlaşan oyununa çare olabilecek işte böyle birisiydi. Nuri ve Modric bu amaçla alındılar: Kısa vadede bir B planı sunmak ve uzun vadede Xabi Alonso’nun halefini bulmak gerekiyordu. HF # 75 Alonso-Khedira merkezi, ayrı ayrı oyuncu kalitelerinin haricinde bir bütün olunca iki kat yıkılması zor hâle geliyor. Nuri’nin Madrid’de yapamamasından bahsederken, Modric’i de göz önüne alarak bu duruma ayrıca dikkat çekmek gerekiyordu. Nihayetinde Modric’in United maçında etkisini gösterebilmesi de ancak bilinen ekstrem şartlarda gerçekleşmişti. Sezon başı Modric, Khedira’nın yerine oynarken orta saha oyundan düşüyor; çünkü basitçe açıklamak gerekirse Modric, Khedira’nın yaptığı motor görevini gerçekleştiremiyordu. Takımın geri kalanının hüviyeti ve Alonso’nun rolü değişmediğinden, Khedira’dan belki de yalnızca bu alanda geride olan, yani top kazanma ve Xabi Alonso’nun yanında önemli ölçüde alan kapatabilme görevinde geride olan Modric, bu yüzden ekstra özelliklerini gösterecek platformu yaratamıyor ve takımın kurgusu da bozuluyordu. Premier League’de en önemli olarak dinamik ve iki yönlü bir oyuncu haline gelen Modric yine de göreve adapte olamamıştı. Layıkıyla sezon açılışı Manchester’daki son 30 dakikaya kadar beklemek zorunda kaldı. Modric’in ilk zamanlarında Manchester City karşısında Mesut’un yerinde, yani ikilinin önündeki oyuncu olarak başladığındaki başarılı performansıysa bu açıklamaları örnekleyen önemli bir ayrıntı. Modric burada başarısız olsaydı, şablonsal yükümlülüklerden yakınması pek yakışık almayacaktı. Fakat bir diğer önemli konu da, Modric’in bu rolde kullanıldığı zaman üçüncü bir orta saha olarak –orta ikiliyi destekleyici, pres yapan, sürekli geri gelen ve pas alan- Real’e ciddi bir avantaj sağladığıydı. Nihayetinde Mesut bu rolü gerçekleştiremiyordu. Modric’in geçen sezonki eşleşmede büyük zorluklar yaratan ‘üçüncü orta saha’ Kroos sonrası alındığını düşünenler haksız değiller. Nuri neden yapamadı? Peki hikayenin yan karakteri hakkında akıllara gelen şu: Suçlu biraz da Nuri’den başka şeylerse, niçin Liverpool’da kendini gösterememişti? Ne yazık ki ‘şansı’ orada da yaver gitmedi diyerek, yine kendi dışındaki nedenlere yüklenmek yanlış olmayacak. Bunu hafife almamak gerekiyor; çünkü Nuri Şahin’i en iyi anlayan ve onu en verimli şekilde kullanan Klopp’un yokluğunda, oyununda henüz belli eksikleri olan Nuri Şahin’i ‘her mevkinin adamı’ olarak kullanmak mümkün olmuyor. Xabi Alonso’nun Liverpool’da En iyi kontratak takımı Real Madrid Real Madrid rakiplerine açık da verebilen bir ekip Avrupa Özel Sessiz lider Sami Khedira HF # 75 Fikri yazının tamamına serpiştirmeye çalıştık, ama henüz net değilse bir kez daha tekrarlayalım: Modric’i veya bir başkasını takıma monte edememe meselesi, aslında Khedira’nın yerini dolduramamaktan kaynaklanıyor. Modric’in ceza sahası dışından attığı goller ve paslar harika olabilir, fakat Khedira’nın varlığında Real’in daha güçlü bir takım olduğu gerçeği değişmiyor. Onun yer tutuşları, top kazanışları, basit ama her geçen gün gelişen ‘stratejik’ oyunu Real’i daha ‘güçlü’ bir takım yapıyor. Aslında onun için değeri bilinmiyor demek doğru olmaz, keza Khedira’nın sakatlıktan dolayı maç kaçırdığı dönemde Real Madrid Dortmund’a mağlup olurken, o dönemde yapılan ankette Marca okuyucularının %63’ü Khedira’nın orta ikilide yer alması gerektiğini oyluyordu. Khedira’yı bırakalım kendisi anlatsın. “Mourinho bana ‘biraz geri çık, daha akıllıca oyna, kafanı kullan!’ dedi. Takıma en iyi şekilde yardım etmek için yorgunluktan kendimi kaybedene kadar koşturmam gerektiğini düşünürdüm. Neyse ki Mourinho bunun doğru olmadığını, takıma yarardan çok zarar dahi verdiğini gösterdi. O beni bir stratejist hâline getirdi.” kendini tanıtamadığını düşünün, iyi bir pasör ve oyun kurucu olması başka bir takımda ön alanda oynamasını mantıklı kılacak mıydı? Nuri, geçtiğimiz günlerde AS gazetesine pozisyonunun dışında oynatılmaktan yakınıyordu: “Ben Liverpool’da başarısız olmadım. Brendan Rodgers beni 10 numara olarak oynatmak istedi ama ben forvetlerin arkasında oynamıyordum. Ona niçin orada oynadığımı sorduğumda bana bir cevap verememişti. Yine de herhangi bir pişmanlığım yok, Anfield’da oynamak harika bir deneyimdi. Tanrı’ya şükür –tahmin edeceğiniz üzere haber olan kısım burasıydıRodgers’dan kurtuldum.” Nuri’yi ne Rodgers ne de Abdullah Avcı tam olarak anlayabildi. Bu hocaların ikisi de değerli olabilir, lakin Nuri’nin oynayabileceği bilahare bölge de ancak geride olabilir. Hocaların topa sahip olarak futbol oynamak istemeleri ve Nuri’nin de doğru kullanıldığında oyunu geriden kuran ve takıma zeka katan yapısıysa sanırım buradaki en büyük paradoks. Modric’de olduğu gibi onun için de bir kıvılcım, yeniden kendini evinde hissedeceği bir şablon ümit ediyoruz. Modric neler katabilir? Modric’in Real için Nuri’ye göre en önemli artısı müthiş esnekliği. Vakti zamanında Arsene Wenger’in ‘çok küçük’ olduğu için reddettiği ‘küçük Mozart’ lakaplı futbolcu İngiltere’ye ilk geldiğinde 4’lü orta sahanın solunda kullanılmıştı. Bu bölgede ada futboluna adaptasyonu sağlanan oyun kurucu, çok geçmeden merkeze geçti ve yanına da Wilson Palacios, Scott Parker gibi ‘motor’ oyuncuları aldı. Lakin şöyle bir fark var: Xabi’nin aksine, Modric’in iki yönlü oyunu ve dinamizmi günden güne gelişiyor; aslında buna bağlı olarak yanındaki partneri de değişiyordu. Palacios topla ilişkisi herhangi bir kaleciden iyi olmayan bir oyuncuyken, Scott Parker nihayetinde İngiliz milli takımında görev alan değerli bir iki yönlü oyuncuydu. Dolayısıyla orta saha 1 + 1 şeklinde bir ayrışmadan ziyade ‘çift pivot’ denen yapıya benziyordu. Modric Madrid’e ilk geldiğinde beklenen muhtemelen buna benzer bir şeydi; keza Khedira’nın yerine oynatılıyordu. Yani alanları kapatan oyuncu olarak. Sonra Xabi’yle uyuşamadığı görüldü. Yine de, Modric’in orta ikilide, forvet arkasında hatta belli maçlarda kanatta görev alabilecek olması onu en kötü ihtimalle önemli bir joker haline getiriyor. Takımda temelli yer almasıysa, Alonso’nun yerine başlaması veya tamamen farklı bir ikili oluşturmayla sağlanabilir. Zira Mourinho’nun çokça kereler kullandığı Essien-Modric ikilisi (veya United maçı sonrası bu yıl ilk kez Pepe-Modric orta sahasıyla lig maçına çıkması) bu fikri destekler şekilde. Modric iki yönlü bir oyuncu olabilir ama bu yönünü göstermesi için en azından biraz daha aktif bir yardımcıya ihtiyaç duyduğu açık. Avrupa Özel Son olarak, ‘çift pivot’ denilen yapıysa über bir anlayışı temsil ediyor. Arsenal gerçekten Invincibles’a yaklaştığı dönemde Wilshere-Song ikilisinin önünde Fabregas’ı kullanırken, iki oyuncu da öne dribbling yapabiliyor, oyun kurabiliyor ve top kazanabiliyordu. Roller daha çok anlık pozisyona göre belirleniyordu ve müthiş tempolu ve kısmen anarşik bir takım ortaya çıkıyordu. Neticede Alex Song bir defansif orta saha olmak için fazla disiplinsizdi, aynı, bu sebepten Barcelona’dan gönderilen Yaya Toure gibi. Eğer uyum sağlarlarsa, gelecekte İlkay ve Nuri’yi dahi bu şekilde kullanılırken görebiliriz. Tabi eğer Nuri orada kalmaya karar verir ve Klopp makinaya ‘hâlâ’ eklenecek bir şeyler olduğunu düşünürse! HF # 75 Emre Özcan Usta-Çırak Porto ve Galatasaray’da başardıklarıyla benzeşen iki karakter olan Jose Mourinho ile Fatih Terim, bu Çarşamba Santiago Bernabeu’da birbirlerini alt etmeye çalışacaklar. Avrupa Özel “Önce Parma, sonrasında Galatasaray ve şimdi de bizim yaptığımız Avrupa’nın zirvesinde işlerin biraz değiştiğini gösteriyor olabilir.” (2003 UEFA Kupası şampiyonluğu sonrasında basına yaptığı bir açıklamadan...) HF # 75 “Galatasaray’ın çok fantastik bir teknik direktörü var. Gerçek bir motivatör ve çok değerli bir teknik adam. Kendisi çok yakın arkadaşım, bu nedenle de iyi işler yapmasını umuyorum.” (25 Ağustos 2011) “Galatasaray’ın başına geçmek mi? Onlar zaten mükemmel bir teknik direktöre sahip, bana ihtiyaçları yok.” (23 Mayıs 2012) “Galatasaray eşleşmesinin kolay olduğunu düşünenler futboldan anlamıyor. Karşımızda Burak Yılmaz, Didier Drogba, Wesley Sneijder, Selçuk İnan ve en önemlisi de Fatih Terim olacak.” (15 Mart 2013) Premier League’de görev yaptığı süre boyunca “Big Four” grubundaki rakipleri Sir Alex Ferguson, Arsene Wenger ve Rafael Benitez’le haftada en az bir polemiğe giren ve futbolda akıl oyunlarının öncülüğünü yapan isimlerden biri olan Jose Mourinho’nun “Söz konusu Fatih Terim olunca içine girdiği dostane tavırların altında yatan nedir?” sorusu bugüne kadar fazla dillendirilmedi. Sürekli rekabet elbette futbolda da gerçek yaşamda olduğu gibi bazı duyguları öldürür. Ancak Jose Mourinho, Fatih Terim’le hiçbir sezon aynı lig içerisinde yer almadı. Avrupa mücadelesinde de ilk kez bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde karşı karşıya mücadele edecek bu iki yakın arkadaşın görüntü itibarıyla fazlasıyla az şey paylaştığı futbol dünyasında Portekizli teknik adama “dostum” kelimesini sarf ettiren motivasyon nedir? Ya da ikilinin yolları daha önce bir şekilde kesişmiş olabilir mi? Terim’in başyapıtı Bu soruların muhtemelen birden fazla cevabı var. Fatih Terim’in 1996-2000 arasında Galatasaray’da yaptıkları bugüne kadar ağırlıkla motivasyonun ürünü olarak görüldü. Ama gerek kadro planlaması, gerek eldeki oyuncu havuzundan yaratılan sistem ve taktik ayrıntılar ortaya dönemin önemli güçlerinden birini çıkardı. 1980’li yılların ortasında hüküm sürmeye başlayıp, 1990 Dünya Kupası’yla birlikte Avrupa’ya iyice hakim olan 3-5-2 ve varyasyonlarına 1994’te Carlos Dunga’nın önlibero pozisyonuna geçmesiyle verilen cevap, dörtlü defansın temelini biraz daha sağlamlaştırdı. Arsene Wenger başta olmak üzere büyük taktisyenlerin beklerin rollerini revize ederek 4-4-2’yi tekrar öne çıkarması 2000’lere gelirken futbolu tekrar büyük değişime uğratmıştı. Türkiye’yse birçok kez olduğu gibi bu gelişmeleri yine geriden takip etti. 95/96 sezonundaki tek sıkımlık Fenerbahçe sezonu dışında yerleşik bir dörtlü defans kültürü olmayan Türkiye’de, elinde Gheorghe Popescu gibi safkan bir libero varken üçlü defansı kullanmayıp evrimin başlangıç halkası olmayı istemek tek başına büyük bir taktik cesaretti. Fatih Terim’in bunun üzerine kurduğu yapı ve orta saha merkezinde tercih ettiği bütünlük, ülke sınırlarına fazla gelen mantalitesiyle birlikte dönemin en özel takımlarından birini ortaya çıkardı. Avrupa Özel Benzersiz merkez orta saha HF # 75 Terim’in sahanın her yerinde pres isteyen, savunmayı öne çıkaran ve daima hücum isteyen tavrı Türkiye için büyük farklılıktı ve bunun yansımalarını ülke içinde bugün bile görmek mümkün. Ama o Galatasaray’ın tüm rakipler üzerinde fark yaratan alamet-i farikası önde Hakan Şükür’ün başlattığı presi devam ettiren ve görüntü itibarıyla Hagi’nin arkasında yer alan Suat-Emre-Okan üçlüsünden oluşan merkez orta sahaydı. O günün klasik 4-4-2’leri arasında, merkezdeki oyuncu sayısı hakkındaki tartışmalar sürerken, üç iç oyunculu ve görev tanımları fazlasıyla özgürlüğe dayalı bu merkez orta sahaya dönemin Inter teknik direktörü Marcello Lippi’ye “ilham verici” dedirtmişti. 4-3-1-2 ARİF HAKAN ŞÜKÜR HAGI EMRE OKAN SUAT HAKAN ÜNSAL CAPONE BÜLENT POPESCU TAFFAREL Zaten Lippi’nin Inter’de görev yaptığı dönemde Terim’in kurduğu yapının en önemli elemanları Emre ve Okan’a imza attırması da (oyuncular bunu hep reddetse de), bu taktiğin evrenselliğini sağlamlaştırıyordu. 4-3-1-2 DERLEI CAPUCHO Usta Terim–Çırak Mourinho? Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kaldırışından üç sezon sonra Porto’nun teknik direktörü Jose Mourinho’nun Portekiz’de yaptıkları biraz tanıdıktı. Porto’yla gittiği Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yolunda, iki büyük kupayı geçmişte kazananların yolunu iyi incelediğini söyleyen Jose Mourinho’nun Galatasaray’ın elmas 4-4-2’sine (4-3-1-2) benzer bir yapıda oluşturduğu görülüyordu. Hakan Ünsal ve Capone/Fatih Akyel’le benzer rollere sahip, önleri açık ve hücuma sürekli destek vererek oyuna genişlik kazandıran bekler (Nuno Valente ve Paolo Ferreira, aynı Hakan Ünsal ve Fatih Akyel gibi ülke ve o sistem dışında başarılı olamadılar), orta saha yuvarlağına yakın kurulan savunma ve özellikle UEFA Kupası döneminde sürekli hücumu düşünen bir Porto. Bir sezon sonra Şampiyonlar Ligi yolunda Mourinho’nun çok daha düşük tempoda ve kendi kalesi önünde bekleyerek, kontratak temelli futbolla elde ettiği en büyük kupanın gölgesi altında bu benzerlik fazlasıyla gözardı ediliyordu. DECO MANICHE ALENICHEV COSTINHA NUNO VALENTE CARVALHO JORGE COSTA FERREIRA VITOR BAIA 4-3-3 Avrupa Özel 4-3-3’le benzerliklere devam HF # 75 Suat, Emre, Okan, Hagi dörtlüsüne benzer Costinha, Maniche, Alenichev, Deco’yla gelen başarıların bir sonraki duraktaki yansıması da 2000’li yılların ortasında 4-33’ü uzun bir aradan sonra tekrar dünyada bir numaralı sistem haline getiren Jose Mourinho’ydu. Frank Rijkaard’ın 4-3-3 görünümlü 4-2-3-1’inden ziyade saf 4-3-3’ü ilk kez Chelsea’de dünya futboluna sunan Mourinho’nun üç merkezli yapıyı devam ettirerek son 10 yılın taktiksel gelişimine damga vurmasına yine Hagi’nin sıklıkla sağ kenara gitmesi sonrasında Arif’i terse gönderen Fatih Terim ve Emre, Okan, Suat’lı Galatasaray merkezi üzerinden bir okuma yapmak da mümkün olabilir. Ya da olmaz. Bugüne kadar teknik direktörlük melekelerine dair Fatih Terim gibi ARİF HAKAN ŞÜKÜR HAGI EMRE OKAN SUAT HAKAN ÜNSAL CAPONE BÜLENT POPESCU TAFFAREL fazlasıyla benmerkezci olup gerçek ustası Bryan Robson dışında kimsenin adını ağzına dahi almayan Jose Mourinho’nun başarı yolunda bambaşka faktörlerin öne çıkmış olma ihtimali mevcut. Belki de Mourinho için en büyük başarısından sadece üç sene önce Galatasaray’ın yaptıklarının hiç önemi yoktu. Fakat ya olduysa? Günün en büyük taktik dehalarının başında gelen Mourinho’nun aklına düşen çok küçük bir bilgi kırıntısının altında Fatih Terim’in imzası varsa? Ortaya çıkan sonsuz saygının altında Fatih Terim’in küçük bir dönem için Mourinho’nun ustası olma ihtimali yatıyor mudur? Geldikleri nokta itibarıyla futbol mantaliteleri derin çizgilerle ayrılsa da, bazı keskin hatlar bu iki teknik adamın kariyerlerinde birkaç kesişim noktası çıkartıyor olabilir. öteye gidememesine rağmen hayatı hakkındaki gerçekler öğrenildikçe ne kadar farklı ve özel biri olduğu fark edilen Jose Mourinho’nun özel saygısını elde etmek, tek başına Fatih Terim’in kazandığı birçok başarıdan değerli olabilir. Avrupa Özel Aslında aynı kişiler HF # 75 Yukarıda yazılanların gerçekle hiçbir alakası olmasa dahi Jose Mourinho ve Fatih Terim kişilik yönünden birbirine fazlasıyla benzeşiyorlar. Büyük başarıların getirdiği egolarıyla ruhlarını besleyen, karizmatik, motivatör ve etkileyici figürler. Saha içinde zirveye çıkarken birey yönetimi ve idari konularda çakarak orta düzey kariyeri bile göremeyen sayısız teknik adamın olduğu futbol dünyasında gerçek farkı, büyük taktik zekalarına rağmen saha dışında ve bu kişiliklerinden faydalanarak çıkarıyor olabilirler. Bu nedenle birbirlerini çok iyi anlıyorlar ve belki de bu nedenle toplam paylaşımları bugüne kadar fazlasıyla sınırlı olmasına rağmen birbirlerini rahatlıkla dostları olarak görebiliyorlar. “Dostlarım beni seçmez, ben onları seçerim” diyen Jose Mourinho’nun Fatih Terim’i kendi yanında görmesinde tüm taktik konular bir yana üç yıl arayla düşük profil iki kulüple bir numaraya çıkılması ve Fatih Terim’in çok daha önce ortaya gerçek bir örnek ve başarı yolu koyması dahi tek başına geçerlilik yaratabilir. Bu özel ilişki hakkında dışarıdan yapılabilecek saptamaların şu an için varsayım olmadan ileri gitmesi, iki hocadan biri konuyla ilgili ayrıntıya girmeden mümkün değil. Fakat bugüne kadar gösterdikleriyle toplumun genelinde basit bir narsistten Hikayesi bol eşleşme Jose Mourinho ve Fatih Terim’in dostlukları dışında Real Madrid – Galatasaray eşleşmesi kendi içinde sayısız hikayeye sahip ve bu mücadele bu yönüyle dahi oldukça özel. Jose Mourinho’nun teknik direktörlük kariyeri boyunca belki de en özel hoca – futbolcu ilişkisine sahip olduğu Didier Drogba dışında kulüp kariyeri itibarıyla Inter’de zirveye çıkardığı Sneijder’le de karşı karşıya gelecek olması, Hamit Altıntop’un Schalke’den sonra Galatasaray öncesi forma giydiği Real Madrid’e karşı da mücadele etmesi, Türk – Alman pasaportu tartışmalarında bir dönem burada adı herkesten çok geçmiş olan Mesut Özil’in ilk kez bir Türk kulübüne karşı oynaması ve şu an için Şampiyonlar Ligi gol krallığında ilk iki sırada olmaları dışında oyuna bakışları ve fiziksel benzerlikleriyle de dış basında dikkat çekmeye başlayan Ronaldo – Burak mücadelesi altı farklı hikayeyi tek eşleşmede manşete çıkarma gücüne sahip. Real Madrid ve Galatasaray’ın çeyrek finaldeki iki maçı Avrupa’da son yılların en bol malzemeleri mücadelelerine sahne olabilir. Emre Özcan Klose’yi arayan takım Avrupa Özel Fenerbahçe’nin tarihinin ilk UEFA Avrupa Ligi çeyrek finalinde eşleştiği Lazio, içinde bulunulan durum itibarıyla çok geniş skalada değerlendirilebilecek bir takım. Aynı Galatasaray çektiği Real Madrid gibi 7 takım içinde en zor üçüncü takım görülmelerinden başlayıp son 3 sezonda Serie A’daki gelişimleri üzerinden artılarını saymanın yanı sıra, son dönemde içinde bulundukları düşüşün nedenleri üzerinden iki uca da gidilebilecek Lazio, kuşkusuz fazlasıyla zor bir rakip ama Fenerbahçe için iki uçtan hangisine yakın olan takımın karşımıza çıkacağı da çoğunlukla Vladimir Petkovic’in tercihleri üzerinden şekillenecek. HF # 75 EKSiLERi fazlasıyla daralmış bir Lazio hücum hattının ortaya çıkmasına neden olacak gibi görünüyor. Form durumu - Kadro darlığı Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi son 16 maçlarından önce çekilen kuralar araya iki aylık bir süre atar ve bu nedenle takımları o anki form durumlarıyla değerlendirmek doğru olmaz. Galatasaray’ın Schalke eşleşmesinde birinci elden yaşadığı bu durumun Fenerbahçe uyarlaması da Lazio eşleşmesinde öne çıkıyor. Bunun yanında özellikle savunma hattında cezalar ve sakatlıklar nedeniyle oluşan erozyon, son 4 maçın üçüncü Lorik Cana’nın tandemde yer almasına neden oldu. Andre Dias’ın geçirdiği sakatlık sonrasında Fenerbahçe karşısında iki maçta da oynamasının zor olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte defans bölgesinde yaşayacakları sorun beklenenden çok daha büyük olabilir. Son iki sezonda Edoardo Reja yönetiminde tekrar zirve ve Avrupa takımı haline gelen Lazio’da bu sezona Vladimir Petkovic’in harika girişi, Reja’nın sadece 1 ay boyunca hissedebildiği şampiyonluk ateşini ve söylemlerinin Roma ekibi için daha çok ve uzun süreli ön planda olmasına neden oldu. Fakat Napoli’yle birlikte Juventus’a karşı en büyük dezavantajı kadro genişliği olan Lazio’nun yeni yılla birlikte yaşadığı tam anlamıyla serbest düşüş. Tüm bunların üzerine eklenen Olimpico’nun Tottenham maçında Roma sokaklarında ve statta yaşananlar nedeniyle kapatılması, Fenerbahçe’nin son iki turda yaşadığı dezavantajı bu kez avantaj olarak kullanmasına neden olacak. Avrupa Özel Ve sakatlıklar HF # 75 Ocak ortasından beri Lazio oynadığı son 9 lig maçında sadece 1 galibiyet alabildi ve bu maçların altısında rakiplerine mağlup oldu. Ocak ayında yaşadığı küçük sakatlıktan döndükten sonra Şubat başında diz bağlarından ciddi bir şekilde sakatlanan Miroslav Klose’nin yokluğu takımı en çok etkileyen faktör oldu. Oynadığı 20 Serie A maçında 10 gole imza atan Alman golcünün efektif nokta santrfor oyunu, düşük tempoya dayalı ve az pozisyon üretimine sahip takımın yaşadığı kayıplarda birincil derecede etkili. Geçtiğimiz Pazartesi günü son kontrolleri yapılan Klose’nin antrenmanlara yeni başlaması sebebiyle Fenerbahçe’ye karşı oynama şansı epey düşük. Onun yerine oynaması beklenen Floccari’nin geçirdiği sakatlık ve Klose’nin gidişi sonrasında Şubat ayında kadroya katılan Louis Saha’nın Avrupa’da oynayamaması Fenerbahçe karşısında sadece Libor Kozak’a sahip, Lazio’nun bir diğer golcüsü Floccari Fenerbahçe’ye karşı forma giyemeyecek. ARTILARI Pragmatist Petkovic Samsunspor’da Adnan Sezgin’le yaşadığı klasik bir idareci – antrenör çatışmasının takım bozucu etkisiyle (Bkz. 54. Sayı) kariyerinin en kısa ve büyük başarısızlığını yaşayan Vladimir Petkovic, Türkiye seferinden edindiği tecrübeyi Lazio’da kullanıyor olabilir. Bellinzona ve Young Boys dönemlerinde hep akıcı, pozisyon üstünlüğüne ve pasa dayalı, savunmayı fazlasıyla önde kurarak açık bir hücum futbolu oynatan Petkovic’in Samsunspor’daki ürkek döneminden sonra Lazio’da ligin karakteristiğine uygun olarak savunma önlemlerini ön plana alan bir sistem inşa ederek başarıya ulaşması ilgi çekici. Boşnak teknik adam, İtalya’ya bu ülkeden bir şeyler götürmüş olabilir mi? Muhtemelen ve bunlar onda saklı ama Cristian Ledesma’nın “Takımın üstündeki hakimiyeti inanılmaz” diyerek nitelemeye çalıştığı Petkovic’in ayrıntılara önem veren yapısı pragmatist olduğu kadar aynı zamanda efektif bir takımın da ortaya çıkmasını sağlamış gibi görünüyor. serbestiyi oyuncudan almadan daha geniş bir alanda oynamasını istemesi Lazio kariyerinde en verimli Hernanes’in ortaya çıkmasını sağladı. Mehmet Topal’ın sakatlığı ve Emre Belözoğlu’nun yokluğu, savunma ve orta saha arasına sızmayı çok seven Hernanes için önemli boşlukları da beraberinde getirebilir. Dikkat edilmesi gereken: Candreva Vladimir Petkovic’in 4-1-4-1’inde sağ kenarda yer alarak hem merkez çoklayıcısı, hem de üstün teknik ve şut yetenekleriyle hücum destekçisi Antonio Candreva, 4 gol ve 4 asistle istatistiğe de önemli katkı yapmayı başardı. Sürekli içeri kat eden yapısıyla savunmanın dengesini bozan Candreva’nın dışa doğru attığı çalımlar üzerinden çıkardığı şutlar da rakip bekler açısından oyuncuyu fazlasıyla tahmin edilemez bir konuma sokuyor. Lazio’da gösterdiği zirve performans sonrasında İtalya milli takımına Cesare Prandelli tarafından seçilen oyuncunun 4-3-3 sistemi devam etmesi durumunda İtalya’da da düzenli bir onbir oyuncusu olması muhtemel. Avrupa Özel Güçlü merkez ve Hernanes HF # 75 Sezonun genelinde 4-1-4-1 oynayan Lazio’da savunma önünde yer alan Cristian Ledesma’yla onun önünde yer alan Hernanes ve Gonzalez’le birlikte oluşan üçlü takımın en kaliteli bölgesi. Hem Serie A’da, hem de Avrupa’da farkı yaratan güçlü merkezle birlikte Vladimir Petkovic’in tempo ve mantalite geçişlerine uygun hale gelen takımında Hernanes’in varlığıysa Lazio’yu başkalaştırıyor. Serie A’ya savunma önü oyuncusu olarak geldikten sonra özellikle geçtiğimiz sezon Edoardo Reja’yla birlikte forvet arkasında ‘supporter’ rolüne soyunan oyuncu, son iki sezonda attığı 19 golle önemli bir skor opsiyonu olabileceğini de göstermişti. Vladimir Petkovic’in iki uç pozisyon arasında bir geçiş oyuncusu gibi kullanıp, yine Reja’nın verdiği Brezilya’da forma giyerken Fenerbahçe’nin de gündemine gelen Hernanes, Lazio’nun en etkili silahlarından. NE OLUR? Avrupa Özel Fenerbahçe’nin çok formda bir rakiple karşı karşıya olmadığı aşikar. Sakatlıklar, formsuzluk, seyircisiz deplasman maçı Lazio’yu Fenerbahçe için ideal konuma götürüyor olabilir. Ama gerek geçtiğimiz sezonki Samsunspor tecrübesinden, gerek Young Boys eşleşmesinden Aykut Kocaman’ı ve Fenerbahçe’yi oldukça iyi tanıyan bir futbol aklına karşı mücadele edecek olmak önemli bir dezavantaj. Lazio, yaşadığı tüm sıkntılara rağmen bu sezon Serie A’nın en iyi takımlarından biri olmayı başardı ve muhtemelen Miroslav Klose dışında bunu sağlayan oyuncuların tamamı Fenerbahçe karşısında sahada olacak. Vladimir Petkovic, Walter Mazzarri kadar büyük bir Avrupa HF # 75 rotasyoncusu değil ama lige ve Şampiyonlar Ligi biletine daha ciddi bakışı şu ana kadar Lazio’nun bazı maçlarında enteresan kadroları da beraberinde getirdi. Bu durum Fenerbahçe karşısında devam edebilir mi? Boşnak teknik adamın iddialı açıklamaları bu ihtimali azaltıyor. İki düşük tempocu takımın mücadelesi iki 90 dakika boyunca zaman zaman izlemesi zor anları da beraberinde getirecek ama Fenerbahçe, bugüne kadar gösterdiği bozan takım özelliğinin İtalya’daki ustalarından biriyle karşı karşıya gelecek. Bu anlamda Lazio’nun stili Fenerbahçe’ye her ne kadar uygun gibi görünse de futbolda gerçek görünenden her zaman için farklıdır. Alper Öcal Petkovic ile Kocaman Avrupa Özel UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final biletine talip olan Lazio ile Fenerbahçe’nin hocaları birbirine hiç yabancı değil. HF # 75 Lazio belki 90’ların sonundaki efsane döneminden uzakta ama son üç sezonda Avrupa’daki grafiğini düzenli olarak yükseltiyor. 2009/10 sezonunda gruplardan çıkamayan, 2010/11’de şampiyon Atletico Madrid’e 32’ler turunda elenen mavi beyazlı ekip, bu sezon çeyrek finale kadar ulaşmayı başardı. Fenerbahçe’ye göre daha zorlu bir yoldan gelen Lazio, grup aşamasında Tottenham ve Panathinaikos, eleme turlarında ise iki Alman kulübü Mönchengladbach ve Stuttgart karşısında hiç kaybetmedi. Bu başarının arkasında Türkiye’de başarısız bir Samsunspor deneyimi yaşayan Boşnak teknik adam Vladimir Petkovic var. Vladimir Petkovic’in yolu sadece Samsunspor ile değil, Young Boys’u çalıştırdığı dönemde de Fenerbahçe ile kesişmiş ve 2009/10 sezonu 3. ön eleme turunda temsilcimizi elemeyi başarmıştı. Aykut Kocaman üç defasında da galibiyet alamadığı Petkovic’in takımları karşısında bu kez kazanabilecek mi? Bu sorunun cevabı yakında sır olmaktan çıkacak ama iki teknik direktörün hikâyesi eşleşmenin seyriyle ilgili ufak ipuçları vermekten geri kalmıyor. Takım planlaması Boşnak teknik adamın en dikkat çekici taraflarından biri futbol algısının sabit ve normatif değil pozitif olması. Her takıma uyguladığı bir reçetesi yok. Zeman gibi delicesine hücum eden, ya da Mourinho gibi, kendi söylemi üzerinden gücünü savunmadan alan takımların hocası diye etiketlemek zor. Esnek bir bakış açısı var. Bellinzona ve Young Boys döneminde önde prese başlayıp topa sahip olan, dominant, tempolu, ofansif, akıcı, göz okşayan takımlar yaratan Petkovic; Lazio döneminde ise sıkıcı denebilecek derecede gösterişsiz, gerektiğinde topu rakibe vermekte tereddüt etmeyen, ikinci bölgede prese başlayan, merkez odaklı, durağan, denge gözeten ama efektif bir yapı kurdu. Petkovic bu esnekliğe rağmen takımını rotaya sokarken hep aynı metodu kullanıyor. Hangi takımı çalıştırırsa çalıştırsın eksikleri saptayıp, yama geliştirmektense; takımın güçlü yönlerine odaklanıp mükemmelleştirmeye çalışıyor. Böylece daha istikrarlı bir sezon geçiriyorlar. Avrupa Özel Aykut Kocaman ise olmazsa olmazlara sahip bir profil çiziyor. Aklındakini takımlarına uydurmaya çalışan ve transfer başta olmak üzere tüm hamlelerini buna göre yapan bir tarzı var. Ben bunu kendi tabiriyle antrenör takımı ideasının yansıması olarak görüyorum. HF # 75 Fenerbahçe’nin tam 3 sezondur sezon başlarında oyun olarak bocalamasında bu katı yaklaşımın payı yadsınamaz. Kaldı ki, Kocaman’ın takımlarına dikte ettiği oyunu geriden başlatan, pas odaklı, topa sahip olan, kontrollü anlayış süreçle olgunlaşacak zaten. Petkovic’in Kocaman’a karşı hiç kaybetmemesinde aradaki manevra farkını ve bu yaklaşım farkını net olarak hissedebilmek mümkün. Young Boys ve Samsunspor maçlarının sezon başında olması da Petkovic’in şansıydı. Fakat karşısında, bu kez ritmini bulmuş bir Aykut Kocaman ve Fenerbahçe bulacak Petkovic. Diziliş ve tercihler Petkovic oyuna bakışındaki esnek tarzını, rakip analiziyle harmanlayıp maçtan maça takımının dizilişini revize edebiliyor. Ana şablon olarak Bellinzona’da 4-4-2, Young Boys’da 3-4-3 tercih eden Petkovic, Lazio’da ise sezon genelinde 4-1-4-1 üzerinden takımını oynattı. Öte yandan 4-4-2 ve 3-5-2 türevlerini de kullandığı maçlar oldu. Boşnak hoca ligde, takımdaki taşları yerinden oynatmayı sevmiyor ama Avrupa Kupaları’nda rakibin zaaflarına ve güçlü yönlerine göre cesaretle rotasyona gitti. Kadrodaki atlet, hızlı, tempolu oyuncu azlığı; Lazio’yu saha parselizasyonunu öne çıkaran, düşük tempoda, oyunun merkeze sıkıştığı maçlara itiyor. Ledesma, Hernanes ve Gonzalez çarkı yürüten orta saha üçlüsü ve yarı sahada yapılan pres, Lazio’nun bugüne kadar kupada hiç kaybetmemesinde yabana atılmayacak bir etkiye sahip. Fenerbahçe’nin savunmadan top çıkarma zaafını Petkovic ne kadar görür bilinmez; ama Emre’nin yokluğunda aynı sorunun orta sahada da yaşandığı düşünülürse, o mevkideki bireysel performans eşleşmede taktik olarak x faktör. Avrupa Özel Zira Lazio, bu sene, başta Stuttgart maçı olmak üzere rakip hataları kovalayarak ve saha yerleşimindeki kalitesi sayesinde çok gol buldu. HF # 75 Aykut Kocaman ise anlayışın yanı sıra, diziliş konusunda meslektaşına göre yine daha katı. 4-2-3-1’ten şaşmıyor. Maç içinde, skora rağmen pek nadir değişikliğe gidiyor. Daha istikrarlı bir takım tercih ediyor. Tempo konusunda tıpkı Lazio gibi sıkıntı var ama bu bilinçli yerleştirilmiş bir anlayıştan çok kadrodaki arıza ve eksiklerle ilgili. Petkovic bu zaafı Young Boys eşleşmesinde iyi kullanmıştı ama Lazio’da tempo yapacak bir görüntü yok. Bilakis, Fenerbahçe bu kez doğru tercihlerle tempoyu arttırabilecek rotasyona sahip. Beşiktaş, Trabzon, Bursa maçlarındaki hareketlilik Petkovic’in hiç hoşuna gitmeyecek cinsten. Tarz ve karakter Aykut Kocaman’ın kulübedeki edası çok eleştiriliyor. Öfke ya da rahatlamadan, sevinç ya da hüzünden aşırı tepki verdiği an yok gibi. Oyuna olan ihtiyatlı bakışı kenardaki duruşuna, rakibi yücelten, baskıyı oyuncularının üstünde toplayan, net bir iddia koymaktan kaçınan demeçlerine, futbolcu iletişimine, medyayla olan mesafeli ilişkisine dek her alanda yansıyor. Tarihi boyunca duygularını mantığının önüne koyan, cazibe merkezi olmayı sürdürmüş ve her zaman iddialı olan Fenerbahçe gibi bir camiada böylesine soğukkanlı, kimilerince silik bir görüntü sergilemek gerçekten sıra dışı. Petkovic bu anlamda çok daha farklı bir profil. Özgüvenini sergilemekten çekinmiyor. İsviçre’de çalıştığı dönemde motivasyon becerisiyle ün salan Petkovic, 8 dil bildiği düşünülürse bu konuda pek sıkıntı yaşamadığı aşikâr. Avrupa Özel Boşnak hoca aynı zamanda baskıyı üzerine alıyor ve iddialı konuşmayı seviyor. Lazio’ya imza attığında ilk demeci: “Ben bir kazananım, yenilgiye tahammül edemem” olmuştu. Tottenham maçından önce yapılan basın toplantısında, bir muhabirin sorduğu, “Endişe duyuyor musunuz?” sorusuna ise, “Endişe mi? Tottenham’dan çekinmiyorum. Biz Lazio’yuz, çıkıp kazanırız” şeklinde yanıt vermişti. Fenerbahçe eşleşmesiyle ilgili bu hafta gazetelerde çıkan ‘gözdağı’ demeçleri de hepimizin malumu. HF # 75 Aykut Kocaman hayatını göz önünde yaşamayı sevmezken, Petkovic tam aksine ortalıkta görünmekten çekinmiyor. Hayır işleri de buna dahil. Bellinzona’nın başındayken sabah 7’den öğlen 3’e kadar peşinde basın, Caritas hayır örgütü için mesai yapıyor ve işsizlerle gönüllü aktivitelere katılıyordu. Sonuç Arjantin’de Dünya Kupası kazanan iki takımın ideolojisinin, teknik direktörleri Menotti ve Bilardo’nun ismiyle hatırlandığı düşünülürse; UEFA Avrupa Ligi çeyrek finalinde sadece takımların değil, farklı tarzda iki teknik adam profili olan Kocaman ve Petkovic’in de çarpışacağını söylemek yanlış olmaz. Serkan Öztürk DÜĞÜN ve TAZiYE Türkiye Diyarbakır’da hem sevinç hem üzüntü hakim. Yılların efsanesi Diyarbakırspor 4 yılda tepetaklak olup amatör kümeye düşerken, alttan bir zamanların küçük kardeşi Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor şimdiden 2. Lig’e çıkmayı garantiledi. HF # 75 Son 20 yıla bakıldığında, Türk futbol kamuoyunun nereye oturtacağını ve nasıl davranması gerektiğini tam olarak bilemediği konuların başında Diyarbakırspor geliyor. Özellikle doksanların ikinci yarısında gündemi en çok meşgul eden konularından biri Doğu kulüplerinin devletin belirli kademelerince kollandığı, üst liglerde tutulmaları için futboldışı metotların devreye sokulduğu iddialarıydı. Bir nevi ‘Ellerine silah alacaklarına, düz ovada maç yapsınlar’ ifadesiyle kodlanan bu anlayışa göre hem bu kulüpler sürekli denetim altında tutularak ‘zararlı unsurların’ eline geçmesine engel olunacak, hem de yöre halkının ilgisi artan silahlı çatışmalardan spor düzlemine kaydırılmış ve halka ‘Biz de aynı ulusal yarışın bir parçasıyız’ duygusu aşılanmış olacaktı. Vanspor’un, Siirt JetPaspor’un dönemsel çıkışları gibi, Diyarbakırspor’un Süper Lig’e uzanan yolculuğu da yıllarca bu argümanlarla açıklanmaya çalışıldı. Diyarbakırspor’un Süper Lig’e yükselmesiyle Türkiye sonuçlanan ve üzerine halen belgeseller çekilen, yazılar yazılan tartışmalı Altay maçının bıraktığı buruk tadın da etkisiyle ‘devletin takımı’ damgası yiyen kulüp; bir yandan da gittiği hemen pek çok deplasmanda ötekileşmeye, hakarete, şiddete maruz kaldı. Adeta artan çatışmalara yönelik tepkinin futbol alanındaki paratoneri işlevi gören kulübün taraftarları ve sporcuları, ‘PKK dışarı’ tezahüratları eşliğinde hakarete uğradı, otobüsleri taşlandı, taraftarları dayak yedi. Bir kulüp hem ‘devletin kulübü’ muamelesini, hem de ‘PKK’nın kulübü’ muamelesi aynı anda, aynı yerlerde görebiliyordu. HF # 75 Beş yıl süren Süper Lig maratonunun ardından 1. Lig’e düşen Diyarbakırspor iki sezonluk ‘başaltı takımı’ pozisyonundan sonra 2008/09 sezonunda yeniden Süper Lig’in kapısını araladı. Artık Diyarbakırspor için yeni bir dönem başlamıştı. Bütçenin üzerinde yapılacak şişkin transferler, har vurup harman savuran yönetim anlayışı, dağ biriken borçlarla geçecek çile dolu yılların başlangıç noktası olan bu dönem iyi idare edilebilseydi, belki de Diyarbakırspor’un yazgısı çok farklı şekillenecek ve bugün bambaşka bir Diyarbakırspor yazıyor olacaktık. Ancak bu yükseliş döneminde yapılan hatalar ne yazık ki fırsatın kabusa dönüşmesinin, raydan çıkışın giderek önlenemez bir hale gelişinin kilometre taşı olarak şekillendi. Aynı dönem devletin terörle mücadele ve spor politikalarındaki değişim sonucu olarak Diyarbakırspor yönetiminin sivil ellere geçtiği, kulübün ‘Devletin kulübü’ algısının yavaş yavaş değişmeye başlamasının da gerçekleştiği dönemdir. 2009/10 sezonuna Süper Lig’de başlayan Diyarbakırspor için sonun başlangıcı bu sezon oldu. Yetersiz bir kadroyla Süper Lig’de tutunamayan Yeşil-Kırmızılılar, ertesi yıl sezonun ikinci yarısında gelen transfer yasağı ve mevcut futbolcuların peş peşe sözleşme fesihleriyle 1. Lig’de de tam bir hüsran yaşadı. 32 maçta yalnızca 1 galibiyet alarak açık ara Diyarbakırspor’un efsane yıllarını başlatan kadro. 3. Lig’den takımı 2. Lig’e taşıyan bu kadro ertesi sene de takımı 1. Lig’e taşımayı başardı. Diyarbakırspor’un son Süper Lig macerasından… Tazemeta, Trabzonsporlu Serkan Balcı’yla mücadele ediyor. 2. Lig’e düştüler. Yalnızca iki sezon önce Süper Lig’de top koşturan Diyarbakır ekibi için artık tek hedef 2. Lig’de tutunabilmekti. Bu dönem kulübün başlıca gündemini yıllarca ötelenen borçlarla oluşan enkazın altından kalkmak, kulübün kapalı olan transfer tahtasını yeniden açabilmek oluşturuyordu. Ancak daha Kasım ayında Süper Lig’deyken Türkiye transfer edilen ve şehirde yalnızca 3 ay kalıp toplamda 5 maça çıkan Amir Megahed’in alacakları için yaptığı girişimlerin sonucu kulübün FIFA nezdinde de transfer yasağıyla karşılaşması son umut kırıntılarını bitirmişti. Beyaz Grup’ta Tokatspor’la birlikte son haftaya kadar sürdürdüğü ligde kalma mücadelesini kaybeden Diyarbakırspor 3. Lig’e düştü. Bu aynı zamanda 3. Lig’deki yaş sınırı uygulaması nedeniyle elde son kalan bir iki tecrübeli futbolcunun da oynayamayacak olması ve yola tamamen altyapı oyuncularıyla devam edilmesi anlamına geliyordu. 3. Lig’de de işler hiç kolay olmayacaktı. (2011/12 sezonu aynı zamanda Diyarbakır Kayapınar Belediyespor’un ve Erganispor’un da 3. Lig’den BAL’a düşmesiyle Diyarbakır futbolu için tam bir karabasan halini alacaktır) HF # 75 Ağırlığını 1993 - 1994 - 1995 doğumlu oyuncuların oluşturduğu kadrosuyla, sınırlı imkanlarına rağmen profesyonel liglerde tutunma mücadelesi veren Diyarbakırspor için sezon yine kabus gibi başladı. İlk 6 haftada 0 çeken Diyarbakırspor 7. haftadaki Maltepespor maçına, deplasman giderlerini karşılayamadığı gerekçesiyle çıkmayınca hem -3 puana düştü, hem de moral motivasyon açısından çok ağır bir darbe aldı. Buna rağmen ilk puanını 10. haftada, ilk galibiyetini ise 12. haftada almayı başaran Kırmızı-Yeşilliler, ilk devreyi 6 puanla sondan bir üst sırada tamamladı. Devre arasında transfer yasağının aşılabilmesi için son umutlar tükenip takımda biraz önplana çıkabilmiş 4 as futbolcunun da ‘en azından deplasman giderlerini karşılanması’ için transferlerine izin verilmesiyle adeta takımın Bölgesel Amatör Lig’e gidişi de facto olarak ilan edildi. Artık Diyarbakır yerel medyasında her maç öncesi “Diyarbakırspor bu hafta maça çıkmayacak” haberleri çıkmaya başladığı günler gelmişti. 27. haftaya kadar dayanabilen kulüp Kocaelispor maçına çıkmayınca ikinci kez 3 puan silme cezasıyla karşılaştı ve kesin olarak amatöre düştü. Böylelikle 4 senede 4 lig birden düşerek Süper Lig’de başlayan hikaye Bölgesel Amatör Lig’le sonlanmış oldu. Uğur Dündar, Kasım 2009’da Diyarbakırspor forması giyerek Ana haber bültenini sundu, özellikle deplasmanlarda ‘PKK’ damgası yiyen kulübe destek oldu. Belediye takımı geliyor Diyarbakırspor’un dibe çöktüğü 2012/13 sezonunda bir başka Diyarbakır kulübü gösterdiği başarıyla Diyarbakır futbolunun bayrağını devraldı. 1990’da Diyarbakırspor’a altyapı oluşturma gayesiyle belediye bünyesinde, Diskispor ismiyle kurulan kulüp 1993/94’te 3. Lig’e çıkmayı başararak ilk kez profesyonel liglerde boy gösterdi. 2. Lig’e yükseldiği 2006/07 sezonuna kadar bu ligde inişli çıkışlı bir grafik sergileyen Diskispor, 3 yıl süren 2. Lig macerasının ardından, Diyarbakırspor’un Süper Lig’den 1. Lig’e düştüğü yıl olan 2009/10 sezonunda yeniden 3. Lig’e düşmekten kurtulamadı. İki yıl üst üste 2. Lig’in kapısından play-off’larda dönen (yeni ismiyle) Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor, 2012/13 sezonuna şampiyonluk iddiasıyla girdi. Sezon başında Diyarbakır spor kamuoyunda farklı fikirlerin ve görüş ayrılıklarının gündeme geldiği dönemler olarak tarihe geçti. Şehrin bir kısım ileri gelenleri Belediye’nin Diyarbakırspor’a yeterli ilgi göstermediğini, Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’a yatırım yapmak yerine kentin futbol alanındaki en önemli markası olan Diyarbakırspor’un yaşatılması için fedakarlık yapılması gerektiğini savunurken diğer kesim Kırmızı-Yeşilli kulübün (sonu kulübe kayyum atanmasına varacak) Sayıştay kontrolüne alınan hesapları sonucu çok ağır faturaların çıkacağını, Diyarbakırspor’un mevcut haliyle ‘kurtarılamaz’ olduğunu, çözümün iki kulübün birleşmesi olduğunu savunuyordu. Hatta bir ara iki kulübün birleşerek 3. Lig’de Diyarbekirspor adı altında tek bir Diyarbakır kulübünün mücadele etmesi gündeme geldiyse de girişimler sonuç vermedi ve sezona iki ayrı çatı altında başlandı. Türkiye Müthiş başlangıç: 12’de 12 HF # 75 Sezona bir önceki sezonun ikinci yarısından beri takımın başında olan tecrübeli teknik adam Turhan Özyazanlar yönetiminde giren Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor elindeki bütçeyi akılcı kullanarak abartılı meblağlar yerine hesaplı ancak kaliteli transferler yaparak 3. Lig için kalburüstü bir kadro kurdu. (Bu transfer döneminde Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’un 3. Lig’den Süper Lig’e oyuncu veren üç kulüpten biri olduğunu da not düşelim: Abdülaziz Demircan > Kardemir Karabükspor) Üst liglerden isim yapmış pahalı oyuncular yerine daha ziyade bu ligin istikrarlı oyuncularına yönelen kulüp, sezon başı tahminlerinde de pek çok gözlemcilerin favorileri arasında yer alıyordu. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, haftalarca en yakın rakibine +10 puan fark atarak zirvede kalması herkes için sürpriz oldu. İlk 12 maçında 12 galibiyet alarak inanılması güç bir istatistiğe imza atan Sarı-Kırmızılılar, sonraki 5 maçta 8 puan bıraksa da sezonun ilk devresini 8 puan farkla lider olarak tamamladı. Ara transferde elindeki güçlü kadroyu 2. Lig standardındaki isimlerle takviye eden Diyarbakır Büyükşehir Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor Teknik Direktörü Turhan Özyazanlar. Belediyespor, ilk 3 maçta gelen 9 puanın ardından tam 6 kez üst üste beraberlik alsa da takipçileri İstanbulspor ve Fatih Karagümrük’le arasındaki puan farkını hiç 10’un altına düşürmedi. Son 2 haftada aldığı iki 6-0’lık galibiyet ve sezonun bitmesine 6 hafta kala arada bulunan 11 puanlık fark takımın yeniden havasını bulduğunun, dahası şampiyonluğun artık hiç olmadığı kadar yakın olduğunun en büyük kanıtı… Yılların Diyarbakırspor’u amatöre doğru yol alıp kentin futbol bayrağını Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor devralırken Diyarbakırlı futbolseverler de karmaşık duygular içerisinde. Şehrin genelinde her iki takım da desteklenip sahiplenilse de, esas olarak gönüllerde yatan aslan Diyarbakırspor. Taraftarın ezici bir çoğunluğu kulübün yönetimi devlet tarafından tahkim edilirken de, kulüp şehrin sivil kesimince idare edilirken de Diyarbakırspor sevgisinden hiç vazgeçmedi. Her şeye rağmen Diyarbakır’ın bir kulübünün 2. Lig’e bu derece yakın olması onlar için sevindirici bir durum ancak Diyarbakırspor’un içine düştüğü (ve kolay kolay kurtulamayacak gibi görünen) hal karşısında Diyarbakırlı futbolseverin ruh hali için sanırım en doğru ifade ‘buruk bir sevinç’. Türkiye Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’u önceki yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyespor’u amatörden 2. Lig’e taşıyan, Alibeyköy’le 3. Lig, Güngören Belediyespor’la 2. Lig şampiyonluğu yaşayan Turhan Özyazanlar çalıştırıyor. Şehir Stadı’nda oynarken 5-6 binlere kadar çıkan taraftar desteği maçların yeniden oynanmaya başladığı Diski Stadı’nın sınırlı kapasitesi nedeniyle 1.000 kişi seviyesinde seyrediyor. Kulübün yönetimine Büyükşehir Belediye yönetimi hakim durumda. HF # 75 Geçtiğimiz sezon takımın kalesini koruyan Abdülaziz Demircan’ın Kardemir Karabükspor’a transfer olmasıyla Denizli Belediyespor’dan gelerek kaleyi devralan Burak Onur takımın başarısında önemli pay sahibi olan oyunculardan. Geçtiğimiz sezon Boluspor’dan kiralanan ve gösterdiği performans üzerine bu sezon başında bonservisi alınan 1990 doğumlu stoper Kamil İçer takımın en fazla süre alan ismi. Bu sezon şampiyonluğa koşan takımın en önemli gol silahı, sezon başında amatöre düşen Diyarbakır Kayapınar Belediyespor’dan transfer edilen Emrah Metoğlu. Orta sahanın yükünü çeken isimse 16 kez genç milli formayı giymiş, Fenerbahçe altyapı çıkışlı Hüsnü Zeybekoğlu. Sol kanatta görev yapan Erhan Eren de bu sezonki performansıyla dikkat çekiyor. Devre arasında Altay’dan transfer edilen Nezir Özer de hücum gücüne önemli bir katkı sağladı. Savunmanın ortasında ve ön liberoda oynayabilen İbrahim Keleş, sağ bek Ercüment Balıkçı, orta sahanın ortasında ve sağında görev alan Sercan Özdem, forvet arkası ve forvette forma bulan Serdar Deniz ile Yeni Malatyaspor’dan kiralanan stoper Samet Yeniceli ve orta saha Yusuf Yağmur da bu sezon takımın başarısında önemli pay sahibi diğer isimler. Rafet İyem’in şubat ayındaki istifasından bu yana teknik direktörlük koltuğu boş bulunan Diyarbakırspor maçlarını Atatürk Stadı’nda birkaç bin seyirci önünde oynuyor. Bu sezon takımın en önemli gol ayağı olan Murat Kürüm’ü Elazığ Belediyespor’a, orta saha oyuncusu İrfan Haluk İldiz’i Konyaspor’a, sol bek Hikmet Arslan’ı da Adıyamanspor’a kaptıran Kırmızı-Yeşilli ekipte orta saha oyuncuları 1989 doğumlu Murat Akçan ve 1994 doğumlu Bilal Dikici dikkati çeken isimlerin başında geliyor. *Diyarbakırspor’u anlamak için tam anlamıyla “rehber” bir kitap niteliğinde olan Faruk Arhan’ın “Düğünde Kalabalık Taziyede Yalnız” kitabından esinle. (İletişim Yayınları, 2012) Emrah Çalışlar bu sezonun parlayan isimlerinden. Mustafa Demirtaş Almanlar O’nun, Büyüteç O Armanın Peşinde HF # 75 Bazen havada süzülen bir uzun top görürsünüz… Gittiği yönde biri olup, olmadığını bilemezsiniz bulunduğunuz açıdan. Ancak o top, ‘güvenilir’ bir ayaktan çıktıysa; mutlaka belli bir adresinin olduğunu bilirsiniz… 90’lı yılların başında Almanya’ya göç eden Bayburtlu bir ailenin “gurbette” dünyaya gelen oğulları Hakan Çalhanoğlu da o ‘ayağına güvenilir’ orta sahalardan biri… Sezon başında Hamburg’a transfer olan ancak eski kulübü Karlsruher’de kiralık olarak bırakılan Hakan, buradaki 12 gol, 12 asistlik performansıyla adını daha gür duyurmaya başladı. Hakan, U-20 Milli Takımımızın bu yaz oynanacak turnuvada en kilit isimlerinden biri olacak. Ancak, yeteneklerinden artık iyice emin olan Almanya da onun peşini kolay kolay bırakacağa benzemiyor. Zira milli takım seçimi için üzerindeki yoğun baskılar sürmekte… Kendi kulübünde sağ kanat veya forvet arkası, U-20’de ise orta saha oynayan Hakan, mevkisel bazdaki ‘çok yönlülüğünü’ oyun stiline de yansıtmış durumda. Kendisinin bir Barcelona hayranı olması, bunda en büyük etkenlerden biridir elbet… Oradaki ‘topu almadan önce doğru karar alma ve uygulama’ felsefesini benimsemiş görünüyor. Elbette bu yolda ona yardımcı olacak doğuştan gelme bir yetenek olduğu da bir gerçek... Artıları Kendisine dar alanda avantaj sağlayacak, yüzünü rahatlıkla rakip kaleye çevirebilecek ince bileklere sahip en başta… Aynı zamanda topla uzayan bir oyuncu olması, Karlsruher’deki o 12 gol, 12 asistlik sağ kanat performansını tesadüf olmaktan çıkarıyor. Ancak onu asıl farklı kılan şeyler; oyun görüşü ve her iki ayağıyla da kısa veya uzun paslar atabilesi. O nedenle zamanla daha bir orta saha gibi gelişmesi, hatta Pirlo gibi ‘derindeki oyun kurucu’ modeline evirilmesi; onu gelecekte çok daha paha biçilmez kılacaktır. İlk resmi golünü bir frikikle bulan Hakan, zamanla o konuda bir usta olduğunu kanıtladı. Hem plase hem de Cristiano Ronaldo’dan aşina olduğumuz “ölü yaprak vuruşu” ile çok sayıda frikik golüne, tehlikesine imza atabiliyor. Büyüteç Eksileri Elbette öyle bir bölge için sadece yetenek yetmez; kendisini hep oyunun içinde tutacak bir zihne, mantaliteye ihtiyacı var. Ancak o konuda biraz eksik gözüküyor. Özellikle U20 milli takımıyla sahaya çıktığı maçlarda, bazen ortalıkta gözükmeyebiliyor. Oysaki adı üstünde bu mevkinin, “oyun kurucu”… Toptan saklandığı her oyun, zaten hiç kurulmamış demek olacaktır. Aynı şekilde onu hem kondisyon olarak maçtan koparmayacak, hem de ikili mücadelelerde ona avantaj sağlayacak biraz daha güçlü bir fiziğe ihtiyacı var. HF # 75 Bahsetmeye değer… Oğuzhan Özyakup (Beşiktaş): Gerçek anlamda profesyonel kariyerine adım attığı ilk durak olan Beşiktaş’ta ortaya koyduğu performansla başarılı bir çaylak sezonuna imza atan 1992 doğumlu Oğuzhan, yaşıtları arasında da fazlasıyla sivrildiğini Makedonya U-21 karşısında da gösterdi. Türkiye U-21, nam-ı diğer Ümit Milli Takım formasıyla 2 gole imzasını koyan, bir asist yaptığı gibi bir de gole dönüşen penaltı pozisyonunun yaratıcısı pozisyonundaki Oğuzhan, Barcelona patentli rakip 10 numara David Babunski’ye göre fazlasıyla dominanttı. 5-3 biten maçta attığı aşırtma golüyle gözlere de hitap eden Oğuzhan hakkında görüşlerine başvurduğumuz geçici Türkiye U-21 hocası Okan Burak da birçok futbolseverle aynı fikirde: Oğuzhan A milli takıma çok yakın. Ahmet Kamil Çörekçi (Kayserispor): 5-3 sona eren karşılaşmada dikkat çeken tek isim Oğuzhan değildi. Kayserispor’un sağ beki Ahmet Kamil Çörekçi, ileri çıkışlarıyla göz doldurdu, doğrudan asist yapmasa da birçok gol pozisyonunun ana tetikleyicisi oldu. Ülkede çekilen sağ bek kıtlığı da düşünüldüğünde bu kadar başarılı bindirme yapan bir bekin A milli düzeyde bile şans bulma ihtimali hiç de az değil. Gelişimini takip etmekte fayda var. UĞUR KARAKULLUKÇU Özgehan Şenyuva AVRUPA FUTBOLU VE BALLON D’OR GELENEĞİ F.R.E.E. Kick HOP HOP ALTIN TOP HF # 75 2012 FIFA Ballon d’Or Dünya’da Yılın Oyuncusu ödülünü Arjantinli Lionel Messi aldı. Messi’nin Cristiano Ronaldo ile olan amansız rekabetinden ödül gecesinde giydiği (Ankara ağzı ile söyleyecek olursam) denişik puantiyeli ceketine kadar ödülün farklı boyutları basın yayın camiasını hayli meşgul etti. Mart ayının sonunda ise, Jose Mourinho’nun ödül için kullanılan oylarla ilgili şüphelerini dile getirmesi ile Ballon d’Or tekrar gündeme geldi. Hazır konu hafızalarda taze iken, bu ödülün yarım asrı aşan tarihine ve Avrupa futbolu için temsil ettiklerine bir bakalım istedik. 20-22 Şubat 2013 tarihlerinde FREE projesi olarak Stuttgart Almanya’da futbol tarihi konferansımızı düzenledik. Aynı zamanda FREE projesi direktörü olan Prof. Albrecht Sonntag, bu konferansta Ballon d’Or tarihi ile ilgili kapsamlı araştırmasının ilk bulgularını sundu. Kendisine bu yazıyı için paylaştığı veriler ve notlar için buradan teşekkürlerimi iletmek isterim. Konferansın programı ve sunuş notlarına www.free-project.eu sayfasından ulaşabilirsiniz. Messi hangi ödülü kazandı? Dikkatli futbol takipçileri piyasada bir ödülisim karışıklığı olduğunun farkına varmışlardır. 2012 yılında Messi dünyada yılın oyuncusuna verilen FIFA Ballon d’Or ödülünü kazandı. FIFA Ballon d’Or ödülünü Messi daha önce 2010 ve 2011 yıllarında da kazanmıştı. Peki haberlerde neden Messi’nin bu ödülü 4. kez kazandığı yazılmaktaydı? Her üniversitenin öğrenci topluluklarının yaptığı gibi kafasına göre ödül veren kurumlar mı söz konusuydu? Durum gerçekte tam tersi: İki farklı geleneksel ödül, FIFA’nın 1991 yılından itibaren vermeye başladığı FIFA Dünyanın En İyi Oyuncusu Ödülü ile, Fransız spor gazetesi France Football’un 1956’da dağıtmaya başladığı Ballon d’Or (Altın Top) ödülleri 2010 yılında birleştirilmiş ve FIFA Ballon d’Or ismi ile dağıtılmaya başlanmıştır. Messi, 2012, 2011 ve 2010 yıllarında işte bu birleşmiş FIFA Ballon d’Or ödüllerini, 2009 yılında ise o yıl son kez verilen FIFA Yılın Oyuncusu ödülünü ve FIFA Ballon d’Or ödüllerini ayrı ayrı kazanma başarısını göstermiştir. 1956-2009: Bir Avrupa Geleneği Ballon d’Or F.R.E.E. Kick 2010 yılında birleştirilen iki ödülün daha köklü geçmişi olan ve daha tanınanı tabii ki Ballon d’Or idi. Zaman içinde şanlı geçmişi solan ve 2010 yılında daha zengin ve biraz da sonradan görme FIFA’nın kanatları altına girmesine rağmen asaletinden birşey kaybetmeyen bu ödül, yarım asır boyunca Avrupa futbol coğrafyasında tüm futbolcuların rüyalarını süslemiş ve her yıl kazananıyla kaybedeniyle futbol camiasını hakkında konuşturmayı başarmıştır. HF # 75 1956 yılında Fransız gazeteci/yayıncı Gabriel Hanot’un fikir babası olduğu Ballon d’Or ödülü, Fransız haftalık spor gazetesi France Football tarafından verilmeye başlanmıştır. 1956 yılında Avrupa’nın en iyi futbolcusuna verilecek bir ödülün ortaya çıkması zamanlama açısından şaşırtıcı değildir; 1955/56 sezonu aynı zamanda ilk kulüpler arası Avrupa Şampiyonası’nın, yani günümüz Şampiyonlar Ligi’nin atasının oynandığı ilk sezon olmuştur. Bu Şampiyonlar Ligi fikrinin de Gabriel Hanot tarafından ortaya atıldığını ve bu fikri editörü olduğu France Football gazetesinin günlük kardeşi olan L’Equipe vasıtasıyla yaygınlaştırdığını söylersek, Ballon d’Or ödülünün ortaya çıkışının Avrupa futbol tarihindeki yerini vurgulamış oluruz herhalde. Her ne kadar ilk Şampiyonlar Kupasını Real Madrid, Stade de Reims Champagne karşısında 4-3’lük zaferi ile kazanmış olsa da, tarihin ilk Ballon d’Or ödülü bir İngiliz efsanesine, Sir Stanley Matthews’e veriliyordu. İngiltere şampiyonunun düzenlenen ilk Şampiyonlar İlk ödülü alan 41 yaşındaki Sir Stanley Matthews kazanmıştı. Kupasına katılmadığını düşünürsek, Sir Stanley Matthews’un bu ödüle sadece o yıl gösterdiği performanstan ötürü değil, uzun futbol kariyerini taçlandırmak amacıyla layık görüldüğünü söyleyebiliriz. Zaten Stanley Matthews ödülü aldığında 41 yaşındaydı ve ödülü alan en yaşlı oyuncu ünvanını hala elinde tutmakta. Ballon d’Or ödüllerini, France Football gazetesi yazarları kendi aralarında kafalarına göre vermiyor, ödülü alacak oyuncu Avrupa’nın farklı ülkelerinden gelen spor yazarlarından oluşan bir jüri tarafından belirleniyordu. Bu jüri ile ilgili iki konu bizim için önemli: Birincisi, her ülkeden sadece bir gazeteci sadece bir oy verebiliyordu. Büyük veya küçük ülke ayrımı böylece ortadan kalkıyor ve her ülkenin sesi, en azından futbol alanında, eşit biçimde çıkıyordu. İkinci önemli konu ise, 1950’lerin ortasından itibaren Avrupa’yı etkisi altına alan Soğuk Savaş bu ödülü etkilemiyor ve Demir Perde en azından futbol alanında Doğu ile Batıyı bölemiyordu. Futbolun siyaset üstü birleştiriciliği ortaya çıkıyor ve jüri üyeleri hem Doğu hem de Batı bloğunun temsilcilerinden oluşuyor ve Ballon d’Or hem Doğu hem Batı bloğundan futbolculara veriliyordu. Siz Avrupalılar hepiniz, biz Latinler tek! F.R.E.E. Kick Ballon d’Or bir Avrupa ödülü olarak tasarlanmıştı. 1956-1994 yılları arasında bu ödüle sadece Avrupa Ligleri’nde oynayan Avrupalı oyuncular aday olabiliyordu. Bu nedenle, Pele’nin ismi bu ödülle hiç anılmadı, hem Avrupalı değildi, hem de Avrupa’da oynamıyordu. Diego Maradona ise, Avrupa’da uzun yıllar oynamasına rağmen, Latin Amerika kontenjanına takılıyor ve hayatında eksik kalan çok ender başarılardan biri Ballon d’Or oluyordu. 1994 öncesi Avrupalı olmayan hiçbir oyuncuya bu ödülün verilmediğini unutan (ya da hiç bilmeyen) bazıları ise Messi-Maradona karşılaştırması yaparken utanmadan Maradona’nın bu ödülü hiç almamış olmasını bir kanıt olarak sunmaya çalışmaya devam ediyorlar. HF # 75 İşin aslında Latin Amerikalı futbolcular bu ödüle çok uzun süre yabancı kalmıyorlardı. Real Madrid’in efsane oyuncusu Alfredo Di Stefano, Arjantin doğumlu olmasına ve 6 kez Arjantin Milli Takımı formasını giymesine rağmen, aynı zamanda İspanya vatandaşı da olması nedeniyle 1957 yılında Ballon d’Or ile ödüllendiriliyor ve bu ödüle 1959 yılında tekrar layık görülüyordu. Arjantin doğumlu ve Arjantin vatandaşı olan bir futbolcunun bu ödülü kazanması ise ancak 2009 yılında Lionel Messi ile oluyordu. Futbol camiası yaşanan coğrafi genişlemeye ve farklı kıtalardan gelen yetenek abidesi oyunculara ise daha fazla kayıtsız kalamıyor ve 1994 yılında Ballon d’Or kuralları değiştiriliyordu. Yeni kurallara göre, Avrupa Ligleri’nde oynayan herhangi bir futbolcu, hangi ülkenin vatandaşı olduğuna bakılmaksızın ödüle aday gösterilebiliyordu. Zaten bu kural değişikliğini takip eden ilk yıl olan 1995’de ödülü Liberyalı George Weah alıyordu. George Weah’ın bu ödülü, Avrupa ve hatta Dünya futbolunu derinden etkileyecek olan Bosman kararının Avrupa Adalet Divanı’ndan çıktığı ayda almış olması ise kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Bosman kararını takiben Avrupa’da serbest bırakılan oyuncu hareketliliği futbolun sınırlarını geri dönmemecesine yıkıyordu, tıpkı Weah’ın bir Avrupa geleneği olan Ballon d’Or alan ilk Avrupa dışı futbolcu olması gibi. Latin Amerikalı oyuncular da 1995 sonrasında varlıklarını ispat ediyorlardı. Brezilyalı 4 oyuncu bu ödülü 5 kez alırken (Ronaldo 1997 ve 2002, Rivaldo 1999, Ronaldinho 2005, Kaká 2007), Arjantinli Messi 2009 yılından itibaren adı değişse bile bu ödüle abone oluyordu. 2007 yılında ise ödül artık tüm dünya liglerine ve oyuncularına açılıyor ve jüri sayısı ise tüm dünyadan gazetecilerin katılımı ile 96’ya çıkıyordu. Kimler geldi kimler geçti Her ne kadar bir Fransız gazetesi tarafından verilse ve adı Fransızca olsa da Fransız oyuncuların bu ödülde avantajlı olduklarını iddia etmek mümkün değil. 1956-2009 yılları arasında bu ödül 4 Fransız oyuncuya 6 kez veriliyordu (Kopa 1958, Platini 1983, 1984 ve 1985, Papin 1991, Zidane 1998). Bu ödüle ambargo koyanlar ise 7 ödülle Batı Alman ve Hollandalı futbolcular oluyordu (Almanya: G. Müller 1970, Beckenbauer 1972 ve 1976, Rummenigge 1980 ve 1981, Matthäus 1990, Sammer 1996) (Hollanda: Cruyff 1971, 1973 ve 1974, Gullit 1987, Van Basten 1988, 1989 ve 1992). Doğu Bloğu futbol efsaneleri de bu ödülü zaman zaman ülkelerine götürüyor ve Soğuk Savaş’ın en şiddetli yıllarında siyasi olarak bölünmüş Avrupa’nın ortak kültürel hafızasına adlarını yazdırıyorlardı. Baskıcı rejimlerin her türlü toplumsal ilişkiyi engellemeye çalıştığı dönemlerde bile, Lev Yaşin (SSCB-Rusya), Albert (Macaristan), Masopust (Çekoslovakya), Blokhine, Belanov (SSCB-Ukrayna) gibi isimler oynadıkları güzel futbol ile Ballon d’Or ödülünü kazanıyor ve hayatın Demir Perde’nin her iki tarafında da devam ettiğini hatırlatıyorlardı. Her ne kadar oyuncuların ülkeleri farklı olsa da, aynı çeşitliliğin kulüp düzeyinde de olduğunu söylemek mümkün değil. Ballon d’Or kazanan futbolcuların ödülü aldıkları yıl oynadıkları takımlar sıralandığında belirli takımların tartışılmaz bir üstünlüğü söz konusu. Barcelona, Juventus ve Milan kulüplerinde oynayan futbolculara 8’er Altın Top ödülü giderken, onları 6 ödül ile Real Madrid ve 5 ödülle Bayern Münih takip etmekte. 2010: Yeni kurallar yeni bir başlangıç F.R.E.E. Kick 2010 yılında, France Football gazetesinin sahibi Amaury grubu, FIFA ile imzaladığı protokol ile Ballon d’Or ödülünü ve tüm isim haklarını oluşturulan yeni ödüle devrediyordu. FIFA’nın 1991 yılından itibaren vermekte olduğu FIFA Dünyanın En İyi Oyuncusu Ödülü ile birleştirilen Ballon d’Or, FIFA Ballon d’Or ismi ile tüm dünyaya açılıyor ve kadın futbolcular da Ballon d’Or eksenine dahil ediliyordu, ancak önemli bir ayrıntı ile. Erkek oyuncular FIFA Ballon d’Or ödülü alırken, kadın futbolcular FIFA Dünya’da Yılın Kadın Oyuncusu ödülünü alıyorlar. HF # 75 FIFA Ballon d’Or ödülünün jürisi de küreselleşmeye uygun bir hale geliyor ve spor gazetecilerinin tekelinden çıkarılıyordu. FIFA Ballon d’Or jürisi üçlü bir yapıdan oluşmakta: FIFA üyesi her federasyona (Bağımsız ülke olmadan da UEFA ve FIFA üyesi olmak mümkün. Kafası karışanlar gene bu köşede daha önce yayınlanan FIFA, Birleşmiş Milletler ve Kosova Cumhuriyeti yazısına bakabilirler) bağlı milli takım teknik direktörleri bir oy; milli takım kaptanları bir oy ve spor yazarlarından bir gazeteci de bir oy kullanma hakkına sahipler. Lionel Messi’nin kazandığı 2012 oylamasında Türkiye A Milli Futbol Takımı teknik direktörü sıfatı ile Abdullah Avcı, Türkiye A Milli Futbol Takımı kaptanı olarak Emre Belözoğlu ve gazeteci Selçuk Manav (France Football gazetesinin Türkiye temsilcisi olması nedeniyle) oy kullanmışlardır. İlginç bir not verelim, bu üç ismin de ilk tercihi Lionel Messi değildir. Ballon d’Or’u kazanan ilk Afrikalı George Weah. teknolojiler sayesinde geniş kitlelere ulaşması ve küresel oyuncu hareketliliği bu ödüle duyulan ilgiyi arttırmış durumda. Eskiden insanların ancak radyodan dinleyebildikleri veya bir gün sonra gazeteden okuyabildikleri goller ve oyuncular artık milyarlara canlı ulaşmakta. Youtube oyunculara adanmış video kliplerle dolup taşmakta ve takım tutar gibi oyuncu tutanlar çoğalmakta. Messi-Cristiano Ronaldo tarzı kapışmalar ise ilgiyi daha da arttırmakta. Avrupa ortak kültür hafızasında önemli bir yeri olan Ballon d’Or ödülü yeni formatıyla yeni efsaneler yaratmaya ve konuşulmaya devam ediyor. FIFA’nın sahip olduğu geniş ağlar, hemen her maçın ve oyuncunun yeni Sonuç yerine bir bilgi notu ile bitirelim: tarih boyunca bu ödül genellikle ileri uçta oynayan ve gol atan oyunculara verilmiş. Oyunbozan kalecilerden bu ödülü alan tek kişi ise Lev Yaşin, o da 1963 yılında. Avrupa eksenli dünya kapsamlı Ancak gerçek olan, bu ödülün hala Avrupa temelli olması… Özellikle Şampiyonlar Ligi performansının temel alındığı ise saklanmayan bir sır. Milli takımı ile henüz bir başarıya ulaşamamış Messi’nin bu ödüle ambargo koyması bu açıdan bakıldığında bir tesadüf değil. Oyuncular ve jüri dünyanın farklı köşelerinden gelseler de, ana sahne hala Avrupa... France Football Ballon d’Or Kazanan Futbolcular Ballon d’Or’u kazanan tek kaleci Lev Yaşin. F.R.E.E. Kick Platini üst üste 3 kez Ballon d’Or’u kazanınca. HF # 75 Football Research in an Enlarged Europe FREE, Avrupa Komisyonu 7. Çerçeve Programı tarafından desteklenen bir Avrupa araştırma projesidir. 8 ülkeden 10 üniversitenin yürüttüğü FREE projesine Türkiye’den ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nden (www.ces.metu.edu.tr) Y.Doç.Dr. Özgehan Şenyuva ve Y. Doç. Dr. Başak Z. Alpan katılmaktadır. Proje hakkında daha fazla bilgiye www.free-project.eu sayfasından ve @Free_ project_eu twitter hesabından ulaşabilirsiniz. 2009 - Lionel Messi 2008 - C. Ronaldo 2007 - Kaka 2006 - F.Cannavaro 2005 - Ronaldinho 2004 - A. Shevchenko 2003 - P. Nedved 2002 - Ronaldo 2001 - M.Owen 2000 - L. Figo 1999 - Rivaldo 1998 - Z. Zidane 1997 - Ronaldo 1996 - M. Sammer 1995 - G. Weah 1994 - H. Stoitchkov 1993 - R. Baggio 1992 - M. Van Basten 1991 - J-P. Papin 1990 - L. Matthaeus 1989 - M. Van Basten 1988 - M. Van Basten 1987 - R. Gullit 1986 - I. Belanov 1985 - M. Platini 1984 - M. Platini 1983 - M. Platini 1982 - P. Rossi 1981 - K-H. Rummenigge 1980 - K-H. Rummenigge 1979 - K. Keegan 1978 - K. Keegan 1977 - A. Simonsen 1976 - F. Beckenbauer 1975 - O. Blokhin 1974 - J. Cruyff 1973 - J. Cruyff 1972 - F. Beckenbauer 1971 - J. Cruyff 1970 - G. Müller 1969 - G. Rivera 1968 - G. Best 1967 - F. Albert 1966 - B.Charlton 1965 - Eusebio 1964 - D. Law 1963 - L. Yaşin 1962 - J. Masopust 1961 - O. Sivori 1960 - L. Suarez 1959 - A. Di Stefano 1958 - R. Kopa 1957 - A. Di Stefano 1956 - S. Matthews FIFA VİRÜSÜ Deyimi literatüre katan İspanyollar. Son dönemde milli maç haftaları sonrası çıkan sürpriz sonuçlarda akla gelen ilk söz bu. Üç temel sebep var ki birincisi sakatlıklar. Milli takımdan sakat dönen oyuncuların çokluğu kulüpler için hemen akla virüsü getiriyor. İkincisi işin moral tarafı. Milli takımıyla turnuva şansını kaybeden ya da kritik maçı kazanamayan oyuncuların bu virüsün etkisinden kulüplerinde oynadıkları ilk maçta çıkamadıkları belirtiliyor. Üçüncüsü ise yorgunluk ve bir arada antrenman yapamama. Zor ve tempolu bir maçın ardından uzun deplasman dönüşlerinin yanısıra takım olmayı henüz oturtamamış kulüp kadrolarında bu virüsün etkili olduğu söyleniyor. Elbette ki virüsten beklenen sonuçlar gelmeyince bahsediliyor. İstenen sonuçlar alınmışsa kimsenin aklına virüsün geldiği yok. Kuponlarınızı yaparken FIFA virüsüne de dikkat etmeyi unutmayın. İNGİLTERE 193 Sunderland-Man Utd MS 2 1,45 235 Swansea-Tottenham İY 0 2,10 236 West Ham-WBA 2,5G A 1,70 306 Everton-Stoke 2,5G A 1,60 Toplam Oran: 8,28 İSPANYA 293 Celta Vigo-Barcelona TGS 333 Zaragoza-Real Madrid HMS 2 2,00 2,5GA 1,70 457 A.Madrid-Valencia 4-6 2,05 Toplam Oran: 6,97 İTALYA 211 Lazio-CataniaMS 11,85 Mevzubahis ALMANYA 224 Schalke-Hoffenheim TGS 2-3 222 Freiburg – M’gladbach 2,5G A 1,70 420 Wolfsburg-Nürnberg 2,5G A 1,65 436 G. Fürth - E. Frankfurt 2,5G A 1,55 Toplam Oran: 8.04 FRANSA 328Ajaccio-Toulouse İY 0 1,75 HF # 75 1,85 329Bordeaux-Lorient MS 1 1,75 406 2,5G A 1,50 HMS1 2,05 Nice-Marsilya 456 Lyon-Socheaux Toplam Oran: 9,42 212Palermo-Roma MS2 1,85 214Udinese-Bologna MS1 1,80 341 Torino-Napoli2,5G A 1,55 Toplam Oran: 9,24