amerikan istisnacılığının sonu

Transkript

amerikan istisnacılığının sonu
> DÜBAM
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
Peter Beinart
> 2014 ŞUBAT
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
http://www.dunyabulteni.net/dubam
DÜBAM
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
Genel Yayın Yönetmeni
Akif EMRE
Yayın Koordinatörü
Aynur ERDOĞAN
Çeviren
Sedcan ALTUNDAL
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
4
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
Amerikan istisnacılığının sonu
5
> 2014 ŞUBAT
Muhafazakârlar, Obama ulusal düzeyde siyaset sahnesine çıktığından beri onun
Amerika’nın geleneksel yaşam tarzı için nasıl bir tehlike arz ettiğini en iyi şekilde
açıklamanın yollarını arıyorlar. Sekülarizm? Sınandı. Sosyalizm? Tabii ki! Denizaşırı
ülkelerde Amerika’nın büyüklüğü için “özür dileme” eğilimi? O da tamam. Peki, bunların
hepsi birbirine nasıl bağlanacak?
Bu konuları aşamalı olarak bir araya getirici bir içerik izlendi. “Obama’nın programına
dair tartışmaların merkezinde”, Rich Lowry ve Ramesh Ponnuru’nun 2010’da National
Review’de yayımlanan “Amerikan istisnacılığının varlığını sürdürmesi”ne dair yazdıkları
etkileyici bir makale bulunuyordu. Sonunda, sözü edilen tehlikeyi kapsamlı ve tarihsel
olarak yeterince yankı uyandıracak bir terimle ifade etmenin yolu bulunmuştu: Amerikan
istisnacılığı! Bunun bir yıl sonrasında Newt Gingrich, Nation Like No Other: Why
American Exceptionalism Matters (Diğerlerinden Farklı Bir Ulus: Amerikan İstisnacılığının
Önemi) adlı yazısında, hükümetin Amerika’yı özel kılan ilkelerden uzak bir yolda, korku
verici bir biçimde kaybolduğuna dair uyarılarda bulunuyordu. Mitt Romney, 2012’deki
seçim kampanyası boyunca sıklıkla başvurduğu bir sloganda: “Obama’da bizlerin sahip
olduğu Amerikan istisnacılığı duygusu yok” diyordu. Araştırma şirketi Factiva’ya göre,
Bush yönetimi boyunca “Amerikan istisnacılığı” terimi tüm dünyadaki İngilizce yayınlarda
yaklaşık 3,000 defa kullanılmıştı; Obama’nın başkan olmasından bugüne kadar olan
süreçte yayımlanan yazılarda ise aynı terim 10,000 defadan fazla kullanıldı.
Liberallere göre, Obama’nın Amerikan istisnacılığı için bir tehdit unsuru olduğu
suçlaması saçmaydı. Her şeyden önce, “Yeryüzündeki herhangi bir ülkede, benimkine
benzer bir hikâye mümkün olmazdı” diyen yine Obama’nın kendisiydi. Bununla birlikte,
Washington Post’un muhafazakâr köşe yazarı Kathleen Parker, Obama’yı 2011’de ulusa
seslendiği kongre konuşmasında “Amerikan istisnacılığı” ifadesini kullanmadığı için ağır
bir şekilde eleştriyordu. Görünen o ki, Obama’nın aynı konuşmada Amerika’yı nitelemek
için kullandığı“Yeryüzündeki en büyük ulus” ve “dünyanın ışık kaynağı” gibi ifadeler yeterli
olmamıştı. Liberal Post Blog yazarı Greg Sargent’a göre ise tüm bu tartışma “saçma”,
“özcü” ve “sonu gelmeyen ahmakça” bir hal almıştı.
Ancak bu, o kadar da doğru sayılmaz. Amerikan istisnacılığı tehlike altında, derken
muhafazakârların bildikleri bir şey var. Temel konularda Amerika daha az istisnai olmakta.
Gingrich ve destekçilerinin yanıldığı nokta ise, bu azalışın nedeninin Obama olduğudur.
Tam aksine, Obama’nın “başkanlığı bu istisnacılığın azalmasının sonucudur. İronik bir
biçimde, Amerikan istisnacılığının erezyona uğramasından endişe eden muhafazakârlar,
bu erozyondan en fazla sorumlu olan kişilerdir.
Amerikan istisnacılığını neyin tehdit ettiğini anlamak isteyen biri, öncelikle “çağın
kazananları” kavramının ne anlama geldiğini sorgulamalıdır. Amerikan istisnacılığı,
basit bir ifadeyle, yalnızca Amerika’nın diğer ülkelerden farklı olduğu anlamına gelmez.
Son tahlilde, her bir ülke diğerinden farklıdır. Amerikan istisnacılığı, Amerika’nın işleri
yapış biçiminin o işlerin küresel düzende yapılış biçiminden farklılık arz etmesidir. Bu,
küresel düzende bir istisna olmak anlamına gelir. 1830’larda Amerika’nın biricikliğinin
tarihini yazmış Alexis de Tocqueville’den, “aynı tarihi” eleştren Joseph Stalin’e ve
Soğuk Savaş süresince bunun üzerinde durmuş Louis Hartz gibi sosyal bilimcilere kadar
hemen herkese göre, bir işi/işleri farklı bir kurulu düzende yapmak, herzaman Avrupa’yı
tanımlayan bir özellik olmuştur. Bir başka ifadeyle Amerika’yı istisnai kılan özellik, Eski
Dünya [Avrupa-Asya-Afrika] gibi davranmayı reddedişi olmuştur. Amerikalı tarihçi Joyce
Appleby’ın da yazdığı gibi: “İstisnacılık, Eurocentrism’in1 [Avrupamerkezcilik] Amerika’ya
özgü biçimidir.”
Amerika ve Avrupa zamanla değiştikçe, istisnacıların iddia ettiği özellikler de bizleri
onlardan ayırmaya başladı. Bununla birlikte, bugünün Sağ kanadı için üç temel özellik
söz konusu: resmi dine, Amerika’nın dünyaya özgürlük yayma konusundaki misyonuna
ve Amerika’nın sınırlı devlet müdehalesi ve serbest girişimciliğe olanak tanıması
sayesinde herkesin başarılı olabileceği sınıfsız bir toplum olduğuna dair inanç. Ne yazık
ki, muhafazakârın söz konusu üç konuda da inançları hızlıca tükeniyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Antiklerikalizmin2 Yükselişi
Araştırmacılar, sekülarizmin modernlikle birlikte geldiğini savunan Avrupalı
varsayıma Amerika’nın bir istisna teşkil ettiğini yıllar içerisinde gördüler. Tocqueville’in
ifadesiyle: “Hiristiyanlık dininin insanoğlu ruhu üzerinde etkisini Amerika’da olduğu
kadar sürdürdüğü başka bir ülke yoktur.” Martin Lipset, 1996’da yayımlanan American
Exceptionalism: A Double-Edged Sword (Amerikan İstisnacılığı: İki Tarafı Keskin Bıçak)
adlı kitabında Karl Marx’ın Amerika için kullandığı “rakipsiz bir biçimde dindarlığın ülkesi”
ifadesini alıntılıyor ve bunun hala geçerli olduğunu savunuyordu. Lipset, kitabında
1
2
Eurosentrism: Başka kültürleri Avrupalı değerlerini referans alarak kritik etmek.
Kamusal ve politik yaşam veya bir kişinin günlük hayatı üzerindeki, kurumsal dini
güçlere ve etkilere karşıt olan tarihsel bir harekettir.
6
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
7
> 2014 ŞUBAT
Amerika’nın “Hristiyan âleminin en dindar ülkesi” olmayı sürdürdüğünü yazıyordu.
Bugünün muhafazakârları, kendilerini sıklıkla Obama’nın iddia edilen seküleştirici
tutumunun karşısında bu dini istisnacılığın savunucuları olarak görüyorlar. Gringrich, 2011
adaylık toplantısında: “Bugünkü başkanımız, yaratıcının bizlere bahşettiği en azından
dört özelliği açıklayamayacak durumda olsa da gerçek Amerikan istisnacılığını farklı kılan,
bizlerin tarihte gücü doğrudan Tanrı’dan alan tek toplum olmamızdır” diyordu.
Ancak Gingrich’in savunduğu istisnai Amerikan dindarlığı, önemli ölçüde insan
elinden çıkmış tarihsel bir üründür. 1972’de Amerika’da herhangi bir dinsel aidiyeti
reddedenlerin oranı 20’de 1 iken, bugün 5’te 1’dir. Otuz yaş altı Amerikalılar arasında
ise bu oran 3’te 1. Pew Araştırma Merkezi’nin verilerine göre 1980 sonrası doğumlu
Amerikalıların % 30’undan fazlası, “dini inanç ve değerlerin Amerika’nın başarısında
çok önemli olduğu fikrini”, kendilerinden önceki kuşaklara kıyasla daha az savunuyorlar.
Genç Amerikalılar, kiliseye yalnızca önceki kuşaklara göre çok daha az sıklıkta gidiyor
değiller; aynı zamanda genç Amerikalıların geçmişte gittiğinden de daha az gidiyorlar.
Pew, Amerikalıların [90 sonrası kuşağın] yaşları ilerledikçe de daha fazla [dini] aidiyet
hissetmediğini belirtiyor. Bu, Amerika’daki dini aidiyette görülen azalmanın gelecekte de
tersine dönmeyeceği anlamına geliyor.
Gençler arasındaki uçurum bir şekilde kapansa da Amerikalılar, Tanrı’nın
hayatlarındaki önemini belirtmeye Avrupalılardan çok daha fazla eğilimliler. Ancak konu
Tanrı’ya inançtan kiliseye geldiğinde, Amerikanın ünlü istisnacılığı somut bir şekilde yok
olmaktadır. World Religion Database’e (Dünya Din Veritabanı) göre 1970’te Avrupalıların
herhangi bir dini kimlikten kaçınma oranı Amerikalılardan %16 daha fazlaydı. 2010’da
ise bu fark %1’in altına düştü. Pew verilerine göre bugün Amerikalılar, Almanlar ya da
Fransızlardan daha fazla dini bağlılık belirtseler de İtalyan ya da Danimarkalılardan daha
az dini pratiklerini yerine getirmekteler.
Daha ilginç olanı ise bu değişimin nedeni: Bugün dini bağlılıktan kaçınan Amerikalıların
çoğu ne ateist ne de agnostik. Birçoğu dua ediyor. Bir başka ifadeyle, Amerikalılar dini
reddetmiyor; kiliseyi reddediyorlar. Bu durumun birden fazla açıklaması var. Princeton
Üniversitesi’nden Robert Wuthnow’ın After the Baby Boomers (Soğuk Savaş Yıllarında
Doğanların Ardından) adlı kitabında belirttiği gibi: bekâr ve çocuk sahibi olmayanlar,
evlilere göre kiliseye daha az gidiyorlar. Aynı zamanda, çalışan kadınlar da çalışmayan
kadınlara oranla kiliseye daha az gidiyorlar. Kadınların daha geç evlenmesi, daha geç
çocuk sahibi olması ve ev dışında çalışması gibi unsurlar dikkate alındığında, kiliseye
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
gitme oranındaki düşüş de anlaşılır bir hal alıyor.
Ancak, dine olan bağlılığın azalmasının aile ve iş yaşamına dair kalıpların değişmesinin
dışında nedenleri de var. Bu nedenlerden biri de siyaset. 20. yüzyılın ortalarında
liberaller neredeyse muhafazakârlar kadar kiliseye gidiyorlardı. Ancak 1970’ler den
itibaren Hristiyan/Dindar Sağ kanadın kürtaj, feminizm, eşcinsel hakları gibi konularda
benimsedikleri katı tutum nedeniyle liberaller, resmi Hristiyanlığı muhafazakâr siyaset
üzerinden tanımlamaya başladılar. Geçtiğimiz birkaç yılda Hristiyan Sağ’ın eşcinsel evlilik
karşısında takındığı tutum, özellikle gençlere yabancılaştığını bir kez daha kanıtlıyordu.
Sosyolog Mitchel Hout ve Claude Fisher, Hristiyan Sağ’ın eylemleri,
Amerika’daki dini ılımlı ve liberalleri herhangi bir dini tercihlerinin olmadığını bildirme
istisnacılığın dü- konusunda kışkırttı. Robert D. Putnam ve David E. Campbell, American
Grace: How Religion Divides and United Us (Amerika’nın Erdemi: Dinin
şüşünden en fazla Bizleri Ayrıştırması ve Biraraya Getirmesi Üzerine) adlı kitaplarında “genç
sorumlu olanlar, Amerikalıların dini, yargılayıcı, homofobik, ikiyüzlü ve fazla siyasal”
Amerika gençliğinin bulduklarına dair bir araştırmayı alıntılıyorlardı. Pew’e göre bugün dini
bağlılık hissetmeyenler, büyük oranda liberal, eşcinsel evlilik yanlısı ve
resmi Hristiyanlık kiliseyi siyasete fazla müdahil olmakla eleştirenler ve tesadüfî olmayan bir
ile sağ-kanat politi- biçimde geç Amerikalılardan oluşuyor.
Diğer bir ifadeyle, uzun yıllarca Avrupa ile ilişkilendirilen bir olgu
kalarını özdeşleştir- bugünün Amerikasında yükselişte: Anti-klerikalizm. Siyaset bilimci James
mesine neden olan Q. Wilson, 2006’da Amerikan istisnacılığı üzerine yazdığı bir makalede,
Avrupa’da resmi devlet dinlerinin varlığının sekülerlerin Hristiyanları
muhafazakârlardır. “siyasal düşmanlar” olarak görmesine neden olduğunu belirtmekteydi.
Wilson, Amerika’nın kilise ve devleti ayırarak, bu siyasal dine biçim verme savaşının önüne
geçtiğini savunuyordu. Ancak Hristiyan Sağ bugün Amerika siyasetinde, kiliseden bile
bağımsız olarak, din karşıtlığını bir anlamda kışkırtan, neredeyse partizan bir rolü temsil
eder konumda; ki bu, uzun yıllar Eski Dünya ile ilişkilendirilmiş bir durumdu. Hristiyan
Sağ’ın din konusundaki tutumunun Obama için olumlu sonuçları olduğu görünüyor.
2008’de hiçbir dini pratikte bulunmadığını bildirenlerin %38’i, 2012’de ise %28’i Obama’ya
oy verdi. Ancak, dini bağlılıta olan azalmanın nedeni Obama değil. Amerika’daki dini
istisnacılığın düşüşünden en fazla sorumlu olanlar, Amerika gençliğinin resmi Hristiyanlık
ile sağ-kanat politikalarını özdeşleştirmesine neden olan muhafazakârlardır.
8
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
Başka Ülkelerin İç İşlerine Müdahale Etmeme Politikası3
Eğer Amerikan istisnacılığının kazananları, dini, eski dünya [Avrupa-Asya-Afrika]
ve yeni dünya [Amerika] arasına hat çeken bir ayrım olarak görüyorlarsa bu, onların
Amerika’nın denizaşırı özel misyonunu başka bir şekilde gördükleri anlamına gelir.
Romney, 2011’de: “İnanıyorum ki, biz dünyada benzersiz bir yazgısı ve rolü olan, insanlık
onurunun ve özgürlüğün büyük ülkesiyiz” diyordu. Washington’daki birçok muhafazakâr,
Amerika’nın bu benzersiz rolünün beraberinde benzersiz sorumluluklar getirdiğine
inanıyorlar: Kötülük kazanıyorken biz bir köşede bekleyemeyiz. Bu rol, sorumluluğun
yanında benzersiz ayrıcalıkları da beraberinde getiriyor: ötekilerin ne düşündükleri
bizi bağlamıyor. George W. Bush’un 2004’te ulusa seslendiği konuşmada belirttiği gibi,
Amerika’nın kendisini korumak ve dünyadaki misyonunu gerçekleştirmek için diğer
ülkelerden alacağı bir “izin belgesine” ihtiyacı yoktur.
Bununla birlikte genç Amerikalılar, söz konusu istisnai küresel rolü benimsemede
yaşça büyük nesillere göre daha az istekliler. Bu gençler, Amerika’nın denizaşırı rolleri
daha az üstlenmesini ve Amerika’nın her ne yapıyorsa daha uzlaşmacı bir şekilde
yapmasını istiyorlar. Örnek vermek gerekirse, “kendi çıkarları riske atılsa dahi Amerika,
müttefiklerinin çıkarlarını da hesaba katmalı.” diyen 30 yaş altı Amerikalıların oranı, buna
katılan daha yaşlı Amerikalıların oranından %23 daha fazla. Pew’in yaptığı araştırmaya
göre bu gençler, 50 yaş üstü Amerikalılara göre Birleşmiş Milletler’e de %24 oranında
daha olumlu bakıyorlar. Pew’in 17 ülkede gerçekleştirdiği araştırma gösteriyor ki; genç ve
yaşlılar arasındaki bu farkın en fazla olduğu ülke Amerika. Konu dini aidiyete geldiğinde
ise Amerika’daki nesiller arasındaki bu uçurumun, Amerikalılar ve Avrupalılar arasındaki
uçurumu da ortadan kaldırdığı görünmektedir. Pew’in 2011’de 50 yaş üstü katılımcılarla
yaptığı araştırmaya göre, “Amerika’nın savaşa girmeden önce BM’nin onayını alması
gerekmez.” diyenlerin oranı, aynı şeyi Britanya için söyleyen Britanyalıların oranından
%29 fazlaydı. Aynı soruya yanıt veren 30 yaş altı katılımcılar arasındaki fark ise yalnızca
%8’di.
Genç Amerikalıların çok yanlılığı tek yanlılıktan daha az benimsedikleri bir durumda,
bu denli temel bir dönüşüm mümkün olmazdı. Ancak, muhafazakârlar için Amerika’nın
dünyadaki istisnai/ayrıcalıklı rolü yalnızca denizaşırı ülkelerde yaptıklarıyla ilgili değil.
Denizaşırı ülkelerde yaptıklarımız kendimize olan inancın göstergesidir. Başkanlık
seçimlerinde Romney’in Obama’nın Amerika’nın küresel kabahatleri için varsayılan
özür dileme eğilimi karşısında öne çıkardığı sloganın “Özür Yok: Amerika’ya İnan” olması
tesadüf değildi. Lowry ve Ponnuru’un ifadesiyle, Obama Amerikan istisnacılığı için tehdit
Noninterventionism.
9
> 2014 ŞUBAT
3
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
unsuru olmasının nedeni, onun Amerika’nın kendisine olan “güveni” tehdit etmesiydi.
İşlerin ilginç bir hal almaya başladığı nokta da burası. Zira muhafazakârlar, Amerika’nın
dünya gücü olduğuna dair inancın azalmasını toplum olarak kendimize olan güvenin
azalmasına bağlıyorlardı. Bu güveni en önce yitirenlerse gençlerdi. 2013’te Public
Religion Research Institute (Devlet Din Araştırmaları Kurumu) tarafından yapılan bir
ankete göre, 65 yaş üstü Amerikalıların nedereyse 3’te 2’si “Amerikalı olmaktan odukça
gurur duyuyorum” derken, bu oran 30 yaş altı Amerikalılar arasında 5’te 2’den daha azdı.
Pew’in 2011’deki araştırmasına göre ise, “Amerika dünyadaki en büyük ülkedir” diyen
gençlerin oranı, aynı konuda olumlu fikir bildiren 75 yaş ve üstü Amerikalılara göre %40
daha az.
Aslında genç Amerikalılar, artık Avrupalı akranlarına göre daha fazla “ özgüven”
sahibi değiller. Pew, 2011’de katılımcılara kendi kültürlerinin diğer kültürlerden daha
üstün olup olmadığını sorduğunda “evet” yanıtı veren 50 yaş üstü Amerikalıların oranı,
Britanyalı, Fransız ve İspanyol akranlarına göre %15 daha fazlaydı. Buna karşın, 30 yaş altı
Amerikalıların aynı soruya “evet” yanıtı verme oranı Avrupalı akranlarının daha altındaydı.
Amerika nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan ve orta yaşlarına yaklaşmakta olan
bu gençlerle birlikte Amerikalılar, ulusal üstünlük iddia etme konusunda Avrupalılara
oranla gittikçe daha temkinli bir tutum benimsiyorlar. Pew’in 2002’de yaptığı araştırma,
Amerikalıların aynı konuda görüş bildiren Almanlardan %20 oranında daha fazla kendi
kültürlerinin diğer ulusların kültürlerinden daha üstün olduğunu bildirdiğini gösteriyordu.
Bu fark 2011’de %2’ye düştü.
Bu değişimin nedenlerinden biri demografiyle ilgili. Devlet Din Araştırlamarı
Kurumu’na göre, geç nufusu Amerika’da yaşlılara oranla daha büyük olan Afro-Amerikan
ve Hispanik gençlerin, kendilerini “Birleşik Devletler’den aşırı derecede onur duyuyor”
olarak tanımlama oranı beyaz Amerikalılara göre daha düşük. Amerika’daki tek taraflı dış
politika ve aşırı yurtseverliğe [patriotizm] kuşkuyla yaklaşan bu gençler, aynı zamanda
kapsamlı ulusal ve uluslararası eğilimler üzerine de daha fazla kafa yoruyorlar. Söz konusu
gençler, Amerika’nın görece denizaşırı gücünün düşüşte olduğu bir çağda yaşıyorlar.
Kaynaşma ve çeşitliliğin geçmişe oranla daha fazla vurgulandığı bir eğitim sisteminden
geçiyorlar. Bu durum, onların Amerika’nın diğer uluslardan üstün olduğu savı hakkında
rahatsız hissetmelerinin bir diğer nedeni olabilir.
Bu uzun vadeli eğilimler önemli olsa da Amerika’nın dünyadaki istisnacı rolü
konusunda yaşanan ani dönüşümü açıklamaktan uzaklar. Bu açıklamayı bulabileceğimiz
kişi ise: George W. Bush.
Karl Mannheim’ın 1920’lerdeki yazılarından bu yana sosyologlar, insanların yaşadıkları
olaylardan en çok ergenliğin son yılları ve yirmili yaşların başlarında, ailelerinden
10
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
11
> 2014 ŞUBAT
ayrılmaya başlayıp ama öncesinde kendi hayat tarzlarını ve tutumlarını oluşturmaya
başladıklarında etkilendiklerini gözlemlediler. Birçok gencin bu esnek yılları Bush
başkanlığına denk geldi. Genç Amerikalıların isyan ettikleri, Bush’un söz konusu agresif,
özellikle de Irak Savaşı’nda görünür bir hal alan, kısıtlanamayan Amerika vizyonuydu.
Aslında genç Amerikalılar, Bush başkanlığında gerçekleşen Irak işgaline başlangıçta
nüfusun geri kalanına oranla daha fazla destek veriyorlardı. Ancak, gençlerin hayal
kırıklığına uğraması fazla uzun sürmedi ve gözlerinin açıldığı çok net bir biçimde
kanıtlandı. 2002 ve 2008 arasında, Irak Savaşı’na destek veren daha yaşlı Amerikalıların
oranında %15 düşüş yaşandı. 30 yaş altı Amerikalı gençler arasında savaşa destek
oranındaki düşüş ise daha dramatikti: %47. Genç Amerikalıların savaş aleyhinde tavır
almaları, Bush’un beraberinde sorumluluk ve ayrıcalıkları da getiren
istisnacı Amerika vizyonuna karşı cephe almalarına da neden oldu. Bu Genç Amerikalıların
gençler, daha temelde, aşırı yurtseverlikle birlikte gelen “Biz dünyanın
resmi dine karşı cephe
bir numarasıyız” kibrine karşı cephe almışlardı. Yıllardır televizyonda
yayımlanan komedi programı [The Daily Show] gençler arasında almalarında olduğu
oldukça izlenen Jon Stewart’ın 2004’te yazdığı Amerika adlı kitap
gibi, Amerika’nın
hakında yorum yapan izleyicilerinden biri: “Bizim yurtsever kibrimizin
ironi uğruna feda edilmeyecek hiçbir yanı yok.” diyordu. Bunun bir yıl istisnacı dış politikasonrasında Stewart’ın meslektaşı Stephen Colbert, programında [The sına karşı da cephe
Colbert Report] çıplak bir şekilde Amerika bayrağına sarılmış halde
gösteriliyordu. Pew verilerine göre, 2003 ve 2011 yılları arasında, almalarının, şüphesiz
kendisini “oldukça yurtsever” olarak tanımlayan “yaşlıların” oranı %3 ki, Obama’nın poliazalma gösterdi. Bu orandaki düşüş, 1990 sonrası doğumlularda ise
tik kariyeri üzerinde
%10 seviyesindeydi.
Genç Amerikalıların resmi dine karşı cephe almalarında olduğu olumlu etkileri oldu.
gibi, Amerika’nın istisnacı dış politikasına karşı da cephe almalarının,
şüphesiz ki, Obama’nın politik kariyeri üzerinde olumlu etkileri oldu. Obama, Irak Savaşı’na
karşı olmadan ve savaşın yıkıcılığının farkında olmadan Başkanlık bir yana, Demokratların
adayı dahi olamazdı. Obama, savaş karşıtı seçmenlerden %54’ünün oyunu alarak John
McCain’in önüne geçti. Bununla birlikte, gittikçe azalan dini aidiyet konusunda olduğu
gibi, Obama’nın başkanlığı azalan Amerikan istisnacılığının da nedeninden çok sonucu
oldu. Eğer halk arasında Amerika’nın küresel sahnede oyunu kendi belirlediği kurallarla
oynamadığına dair şikâyetlere yanıt verme sorumluluğu hissetmesi gereken biri varsa,
o kişi, bugün düşüşte olan Amerikan istisnacılığından yakınan muhafazakâr siyasetçi ve
uzmanların desteğini almış George Bush’tur.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Sınıf Bilinci
Amerikan istisnacılığının üçüncü, en temel ve bugüne ait anlamı ne din ne de dış
politikayla ilgili: Bu anlam [ekonomik] hareketlilikle ilgilidir. 19.’dan itibaren yabancı
araştırmacılar, beyaz Amerikalıların, Avrupalılara kıyasla, içine doğdukları sınıfın daha az
mahkûmu olduğuna dair gözlemlerde bulunmaya başladılar. Amerika’nın fakir beyazları,
Avrupa’nınkilerden daha kolay bir biçimde ailelerin [ekonomik] durumlarının üzerine
çıkabiliyor; durağan, mağdur bir işçi sınıfını oluşturmuyorlardı. Sosyalizm onlar için
daha az ilgi çekiciydi. Princeton Üniversitesi’nden tarihçi Daniel Rodgers’ın ifadesiyle:
“Sosyalizmin Amerika’daki zayıflığı, bir başka konunun ispatı olarak görülmekteydi; ki bu,
kast ve sınıf sisteminin yerini bir başka şeyin almasıydı.”
Bugünün muhafazakârlarının büyük bir bölümü, istisnailik hikâyesini dillerine dolamış
durumdalar. 2011’de Paul Ryan: “Bu ülkede bir sınıfa mensup olmak, değişmez bir nitelik
değildir” diyordu. Lowry ve Ponnuru: “Amerika, uzun süreli işsiz kitlelerin alt sınıflara
sıkıştığı Avrupa’nın aksine, bir yukarı doğru hareketlilik ülkesidir.” diyor ve ekliyordu:
“Amerika’da durumundan gerçekten hoşnut olmayan bir proleterya bulunmuyordu;
zira proleterya zengin olmuştu.”
Bununla birlikte, Obama’nın hükümete bel bağlamayı teşvik edip, bireysel girişimin
önünü tıkadığını düşünen muhafazakârlar, onun Amerika’yı Avrupalılaştırmasından
endişe etmekteler. Önceki seçimlerdeki Cumhuriyetçi Başkan adayı Michele Bachmann,
Obama’nın Amerikalıları [hükümete] bağımlı bir hale getirdiği konusunda uyarıyordu. Bill
O’Reilly, Obama’nın seçimi kazandığı gece Fox TV’de yayımlanan programında umutsuzca:
Artık Amerika geleneksel Amerika değildir; insanlar, devletin varlığından kaynaklanan
hakları olduklarını hissediyorlar” diyordu.
Muhafazakârlar, Amerika’nın ekonomik olarak artık istisnai [ayrıcalıklı] olmadığı
konusunda kaygılanmakta haklılar. Konu hakkında yapılan birçok araştırma gösteriyor
ki; Amerika’da artık, yukarı doğru [ekonomik] hareketlilik Avrupa ülkelerinin
birçoğunda olduğundan daha az mümkün. Bununla birlikte, eğer Amerika’daki istisnai
ekonomik hareketlilik bir mit ise bu, birçok “yaşlı” Amerikalının hala inandığı bir
mittir. Pew’in 2011’de yaptığı ankete göre: Zenginliğin bulunulan konuma gelmek
için çok çalışmak, tutku ve alınan eğitim yerine, doğru insanları tanımak ve zengin
bir ailenin içine doğmaktan kaynaklandığını düşünen genç Amerikalıların oranı, yaşlı
Amrikalılardan %14 daha fazla. Genç Amerikalılar, Amerika’daki ekonomik hareketsizliği
içselleştirdikçe, ülkenin önüne geçtiği varsayılan sınıf bilincini de geliştiriyorlar. 2011’de
Pew, Amlerikalılara kendilerini “bir şey sahibi” olarak tanımlayıp tanımlamadıklarını
sordu. Yaşlı Amerikalıların %27’si tanımladıklarını söylerken, bu oran genç Amerikalılar
arasında %4 sınırındaydı. İstisnacı anlatının ana konusunu, Amerikalıların tamamamının
12
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
13
> 2014 ŞUBAT
kendilerini, ekonomik zenginliklerinden bağımsız bir biçimde, “orta sınıf” olarak nitelediği
savı oluşturmaktadır. Uzmanlar da, bunun büyük ölçüde doğru olduğunu düşünüyorlar.
Pew’in 2012’deki araştırmasına göre, yaşlı Amerikalılar arasında kendisini “orta sınıf”
olarak tamınlayanların oranı, “alt sınıf” olarak tanımlayanlardan %43 daha fazla. Genç
Amerikalılar arasında kendisini “orta sınıf” olarak tanımlayanların oranıyla “alt sınıf”
olarak tanımlayanların oranı ise neredeyse aynı.
İstisnacı anlatının en son açmazı ise genç Amerikalıların, kavramdan kastettiklerinin
ne olduğu net olmasa da, “sosyalizme” dair gittikçe büyüyen ilgilerini ifade etmeleridir.
2011’de yapılan Pew araştırması gösterdi ki; 30 yaş üstü Amerikalılar arasında “sosyalizim
mi, kapitalizm mi?” sorusuna kapitalizm yanıtı verenlerin oranı %27 daha fazla olsa da,
bu oran 30 yaş altı Amerikalılar arasında küçük bir farkla sosyalizm lehine. 90 ve sonrası
doğumlular arasında, devlet kaynaklı daha fazla sosyal hizmet sağlanmalı diyenlerin
oranı, 90 öncesi doğumlulara oranla %36 daha fazla.
Söz konusu genç Amerikalılar yaşlandıkça, ekonomik hareketlilikleri artık istisnai
olmayan Amerikalıların, bir bütün olarak, sınıfa dair tutumu da daha az istisnai bir
hal alıyor. 2008 ve 2011 yılları arasında kendisini “herhangi bir şeye sahip olmamak”
üzerinden tanımlayanların oranı iki katına çıktı. Bu oran, 1988’de 5’te 1’den az iken,
2011’de 3’te 1’in üzerine çıktı. 1988’de, yılda 30,000$’ın altında geliri olan Amerikalılar
arasında, “bir şey sahibiyim” diyenlerin oranı [2011’e kıyasla] %18 daha fazlaydı. 2011’de
ki enflasyon düzenlemesinin ardından bu oranlar tersine döndü: En fakir tabakayı
oluşturan Amerikalılar arasında, kendisini “hiçbir şey sahibi” olarak tanımlayanların oranı
%15 daha fazla çıktı. Amerikalıların kapitalizm hakkındaki görüşleri de daha az istisnai
bir hal alıyor. GlobeScan’in 2003’teki araştırmasında, “dünyanın geleceği ele alındığında,
serbest pazar ekonomisi en iyi sistemdir” diyen Amerikalıların oranı, bunu söyleyen
İtalyan, Britanyalı, Kanadalı ve Almanların oranından %14 daha fazlaydı. 2010’da ise bu
fark %2’ye düşmüştü.
Bu eğilimleri kabul eden muhafazakârlar ise söz konusu durumu Obama’nın izlediği
politikalara bağlamaktalar. Onlara göre Obama’nın izlediği politikalar, Amerikalıların kök
salmış bireyselliklerinin içini boşaltıyor ve onları hükümet sadakasına alıştırmaktadır.
Lowry ve Ponnuru, “Politik eğilimler sola doğru bir kayışı işaret ediyor; ancak Obama,
bu eğilimlerdeki ekonomiye dair tutum değişiminin bundan çıkar sağlayanlardan daha
az belirleyicisidir” diyordu. Obama’nın serbest piyasa aracılığıyla yükselemeyeceğini
düşünen Amerikalıların oylarını kazandığı kesinlikle doğru. 2012 seçimlerinde Obama,
Amerika’daki ekonomik sistemin zenginlerin lehine işlediğini düşünenlerden Romney’in
aldığından %45 daha fazla oy aldı. Ancak birçok Amerikalı, bunun nedeninin Obama
olmadığını düşünüyor. Bir asırdan uzunca bir süredir yorumcular, Amerika’da kapitalizme
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
olan desteği ve insanların ekonomik sistem ile barışık olmalarını ülkedeki söz konusu
istisnai yukarı doğru hareketliliğe bağlamaktaydılar. Amerikalıların yukarı doğru
hareketliliklerinin ne zaman zayıfladığı net değil. Bununla birlikte bu zayıflamanın, son
tahlilde, Amerika’da sınıf lehine tutumların kuvvetlenmesine neden olması şaşırtıcı değil.
İstisnacıların sorması gereken soru: Amerika’nın neden bir zamanlar ekonomik
hareketliliğiyle övünen bir ülkeyken, bugün modern dünyanın izinden gittiğidir. Tek
ebeveynli ailelerin bunda açık bir rolü var. İki ebeveynli ailelerin fakir çocuklarının,
yukarı doğru hareketlilikte tek ebeveynli çocuklardan daha “başarılı” olmaları da bunu
göstermektedir. Fakirleri orta sınıftan ayıran barınma modelleri de, fakir ailelerin çocukları
için yukarı doğru hareketlilik konusunda diğer bir engel oluşturuyor. Bu hikâyenin büyük
bir bölümünü ekonomik eşitsizlik oluşturuyor. Ottawa Üniversitesi’nden Miles Corak’ın
çalışmaları açıkça gösteriyor ki; eşitsizliğin yüksek seviyede olduğu ülkelerde düşük
seviyede hareketlilik gözlenmektedir. Aynı durum Birleşik Devletler için de söz konusu:
Ekonomik olarak iyi durumda olan [desteklenen] şehirlerde fakirlerin yükselmesi daha
muhtemel olmaktadır.
Bunun nedenlerinden biri “fırsat istifçiliği”dir. Geçtiğimiz yıllarda, en zengin tabakayı
oluşturan Amerikalılar ve diğerleri arasındaki uçurum çarpıcı bir biçimde derinleşti. Zengin
Amerikalılar söz konusu nakit akışını, çocuklarının mevcut durumlarını sürdürebilmeleri
için özel fırsatlar yaratarak değerlendirdiler. 1970’lerde ulusal bir endüstriye dönüşen
[üniversite] sınav hazırlık sürecini ya da zengin ailelerin, çocuklarının en iyi devlet
okullarına gidebilmeleri için aldıkları evleri ve onlara sağladıkları staj imkânlarını düşünün.
70’lerin başlarında zengin aileler, çocuklarının eğitimi için fakir ailelerden yedi kat daha
fazla para harcıyorlardı. Bugün ise bir yedi kat daha fazla harcamaktalar. Bunda kültürün
büyük bir rolü var. Eğer zengiler eğitime önem vermeseydiler, eğitim için bu kadar para da
harcamazlardı. Ancak son döneme kadar, bu denli harcama yapabilecek paraları da yoktu.
Stanford Üniversitesi sosyoloji bölümümden Pablo Mitnik, Erin Cumberworth ve David
Grusky yayımladıkları bir yazıda: “Eşitsizlik, çocukları için savurganca harcama yapabilecek
kaynaklara sahip ayrıcalıklı aileler için bulunmayı arzu ettikleri sınıfsal konumu muhafaza
edebilme şansını arttırmaktadır.” diyorlardı. Bu savurganca harcamanın Amerika’daki
yukarı doğru hareketliliğe sekte vurup vurmadığı bir yana, bu durum Amerika’yı diğer
gelişmiş ülkelere göre hareketlilik konusunda kesinlikle aşağıya çektiği açıktır.
Muhafazakâr istisnacıların sorması gereken ancak sormaktan kaçındıkları diğer
bir soru: Hızlıca artan eşitsizliğin arkasında ne var? Neden 1970’lerde en zengin %1’I
oluşturan Amerikalılar milli gelirin yaklaşık %11’ini alıyorlarken, bu oran bugün iki katına
çıktı? Küreselleşme ve teknoloji şüphesiz ki bu sorulara verilecek yanıtların bir bölümünü
oluşturuyor. Kol gücüyle çalışan bir Amerikalıysan, dünyadaki diğer düşük ücretli işçilerle
14
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
rekabet halindesindir. Yüz yıl öncesinde bu kadar gelişmesi hayal dahi edilemeyen
[rekabet etmek zorunda olduğun] makinalardan bahsetmiyorum dahi! Bu rekabet,
üniversite mezunu olmayan Amerikalıların maaşlarını aşağıya çekmekte ve zenginle fakir
arasındaki uçurumu derinleştirmektedir.
Kürelleşme ve teknolojiyle açıklanamayan şey, eşitsizliğin aynı yapısal gücün söz
konusu olduğu Amerika’da Avrupa’ya göre neden daha fazla olduğudur. Gerçekten
de Amerika’daki eşitsizlik, eğer vergi ve harcamalar konusundaki
hükümet politikalarını hariç tutarsak, neredeyse İsveç, Norveç ve Küreselleşme ve
Daninarka’daki eşitsizlikle aynı; hatta Amerika, Finlandiya, Almanya
ve Britanya’dan biraz daha eşit bir toplum. Hükümet politikalarını da teknoloji eşitsizliğin
dikkate aldığınızda ise Amerika, Batılı ülkeler arasındaki en eşitsizlikçi artmasına her yerde
ülke konumunundadır. Bu gösteriyor ki, küreselleşme ve teknoloji
neden oluyor olsa
eşitsizliğin artmasına her yerde neden oluyor olsa da, Avrupa’ya
kıyasla Amerika’da eşitsizliğin daha fazla artmasına neden olmaktadır. da, Avrupa’ya kıyasla
Zira, zenginden fakire yeniden dağıtım süreci Amerika’da daha az
Amerika’da eşitsizliğin
işlemektedir.
Bu noktada yeniden muhafazakârlardan bahsetmek gerekir; daha fazla artmasına
zira 80’lerde Ronald Reagan, 90’larda Newt Gingrich ve 2000’lerde neden olmaktadır.
George W. Bush gibi onların kazanan isimlerinin izlediği birçok politika
eşitsizliğin artmasına neden oldu. 1970’lerin ortasında, federal Zira, zenginden fakire
hükümetin düzenli gelirlerden aldığı tavan vergi oranı %70, uzun yeniden dağıtım süredönemli sermaye kazancından aldığı taban vergi oranı ise yaklaşık
ci Amerika’da daha az
%40’tı. Bush yönetiminde bu oran düzenli gelirliler için %35’e, uzun
dönemli sermaye kazancı elde edenler için ise %15’e düştü. (Bu işlemektedir.
oranlar Obama başkanlığında düzenli gelirliler için yaklaşık %40, uzun
dönemli sermaye kazancı 400,000$’ın üzerinde olan kişiler için ise %20 olarak belirlendi.)
Vergi politikasındaki bu büyük değişim, yoksullukla mücadele kapsamında yapılan
harcamalarla dengelendi. Bu harcamaların 1970’lerden bu yana artış göstermesinin
sebebi, çok hızlı artış gösteren sağlık hizmetleri bedellerinin Medicaid4 harcamalarının da
artmasına neden olmasıdır. Ancak, bu artış dikkate alınsa dahi, Amerika hala eşitsizlikle
mücadelede diğer gelişmiş ülkelerin sarfettiğinden çok daha az çaba sarfetmektedir.
Akademisyenlerin gittikçe daha çok inandıkları gibi, ekonomik eşitsizlik ile kireçlenmiş
sınıf ilişkileri arasında diyalektik bir ilişki olduğuna inanıyorsanız, bu, yıllarca uygulanan
4
15
> 2014 ŞUBAT
Amerika hükümetinin, sağlık hizmeti masraflarını karşılayamayacak durumda olanlar
için destek sağladığı sistem.
muhafazakâr politikaların Amerika’da vuku bulan görece ekonomik hareketsizliğin nedeni
olduğuna da inandığınızı gösterir.
Söz konusu durum, genç Amerikalıların, serbest piyasa ekonomisinde içine
doğdukları koşulların üzerine çıkabileceklerine dair olan inaçlarını da zayıflattı. Konu
yukarı doğru hareketliliği de ihtiva eden Amerikan Rüyası’na geldiğinde ise, resmi din ve
Amerika’nın dünyadaki özel misyonuna dair olan inancın azalması konularında olduğu
gibi, muhafazakârlar Amerikan istisnacılığının altının oyulmasından şikâyet ederken
kendilerinin buna neden olduklarında oynadıklarına benzer bir rol oynadılar.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Hristiyan Sağ, İncil
diliyle konuşan ancak
politik hareket eden
siyasal nufuzlu kişiler
tarafından yönetilen
Cumhuriyetçi Parti’nin
bir kanadına dönüştü. Buna yanıt olarak
birçok genç Amerikalı,
kiliseden uzaklaştı ve
Cumhuriyetçi Parti
karşıtı oy vermeye
başladı.
Geçmişe Yönelim
Her üç konuda da muhafazakârların uyguladıkları politikaların ters
tepmesi bir umut kaynağı olabilir. Bu, Amerika’nın eşsiz değerlerine olan
inancı yeniden sağlamayabilir; ancak, ilk aşamada yitirilmiş bazı inançlara
dair eğilimi tersine çevirebilir.
Söz konusu geriye dönüş dinle başlayabilir. Bazılarına göre, dini
aidiyetsizlikteki artış Amerikan geleneklerinden korkutucu bir şekilde
uzaklaşma anlamına gelmektedir. Bununla birlikte söz konusu durum,
Amerikan Hristiyanlık’ının gereksinimleri için de aşılması gereken bir sorun
halini alabilir.
Tarihsel olarak Amerika dinin devletten bağımsız oluşunun faydalarını
gördü. Ancak son yıllarda bu bağımsızlıktan ödün verildi. Hristiyan Sağ, İncil
diliyle konuşan ancak politik hareket eden siyasal nufuzlu kişiler tarafından
yönetilen Cumhuriyetçi Parti’nin bir kanadına dönüştü. Buna yanıt olarak
birçok genç Amerikalı, kiliseden uzaklaştı ve Cumhuriyetçi Parti karşıtı oy
vermeye başladı.
Gençlerin [kiliseye] yabancılaşmasının dini liderleri etkilemesi sonucu,
kilise ve yandaş politikacılar arasındaki iç içe geçmişliğin sorgulanmasının
önü açıldı. Protestan ilkelere aşırı bağlılığıyla bilinen ve Ralph Reed, John
Ashcroft, William Bennett, George W. Bush gibi isimlerle birlikte çalışmış David Kuo:
“Komşularıma ya da bir yabancıya, Hz.İsa’nın yolundan gidebilmek için elimden gelenin
en iyisini yapmaya çalışıyorum, dediğimde benim hakkımda ilk akıllarına gelenler
politikayla ilgili oluyor. Çevre sorunlarını umursamadığımı, Irak’taki savaşı desteklediğimi
ya da kürtaja karşı olduğumu düşünüyorlar. İnsanların benim inancımla özdeşleştirdikleri
şeyler bunlar.” diye yazmıştı kitabında. 2006’da yayımlanan kitabında bu durumdan
duyduğu rahatsızlığını: “Hristiyanlar için politikanın çekiciliğinden vazgeçip, bir adım geri
atma vakti gelmiştir.” sözleriyle ifade ediyordu David Kuo.
16
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
17
> 2014 ŞUBAT
Yapılacak ilk iş bu. Nüfuzlu bir protestan papazı olan John S. Dickerson’a göre,
Politikadan dünyadaki fakirlere yardıma kadar, Hristiyanlığın yönü birçok konuda olumlu
anlamda değişiyor. Papa Francis’den etkilenen Paul Ryan gibi Katolik Cumhuriyetçilerin
önde gelen isimleri, ticaret odasının lobi çalışmalarını kutsayan bir Hristiyanlığın seküler
topluma gerçek anlamda meydan okuyup okuyamayacağını ya da Amerika’nın dinsel
aidiyetini yitirmiş gençlerini yeniden kazanıp kazanamayacağını sorguluyor.
Şu ana kadar bu dönüşümün dinsel aidiyetsizliğin önüne geçtiğine dair bir emare
bulunmamakta. Amerikalı Katolikler tarafından oldukça takdir edilen Papa Francis
dahi, bu gençlerin kilise sıralarına geri dönmesini sağlayamadı. Yine de Amerika’daki
kilisenin önde gelenlerinin bu yumuşak başlılığı ve özeleştiri yapmaları sağlıklı adımlar.
Sorgulamayan ancak kiliseye düzenli gidenlerin aksine, Amerikalılar hakkındaki söz
konusu kalıp yargıları sarsacak genç insanların ortaya çıkmaması pek mümkün değil.
Dahası, Tanrı sevgisini değil ancak partizan bir kiliseyi reddeden bu gençler, dini kurumlar
için devlet gücünün cezbediciliğini kabul etmeyen bir seçmen kitlesi oluşturabilirler.
Amerikan dini istisnacılığının da bir bakıma bununla ilgili olduğu varsayılıyordu.
Amerika’nın dünyada özel bir misyonu olduğuna dair görüşe karşı yükselen akım da
cesaretlendirici olabilir. Geçtiğimiz on yılda yasalarla meşrulaştırılan bu özel misyon,
Irak ve Afganistan’ın işgali ve başarısız yeniden inşa süreci gibi, Amerika’ya para ve kan
kaybına mal oldu. Bu misyon, özellikle işkence konusunda olmak üzere uluslararası norm
ihlallerini dahi meşrulaştırdı ve Amerika’nın manevi otoritesini sarstı. Yine de, bırakın
Amerikan erdemliliğini, Amerika’nın açgözlü birçok eliti, ülkenin gücünün sınırlarını kabul
etmemekte ısrarlılar.
Daha makul ve uzlaşmacı bir dış politika arzulayan genç insanlar, geçmiş çağın erdemini
yeniden yakalamaya çalışıyorlar. 1950’lerde Kore’deki acı verici ve ağır bedellere mal
olan savaşın ardından Dwight Eisenhower, gördüğü her komünistin üzerine birliklerini
göndermenin Amerika’nın ekonomik gücünü, demokratik karakterini hatta askeri
“kazanımlarını” zedeleyeceği konunda uyarıyordu. Bugün hem daha küçük ve daha düşük
bütçeli askeriye istekleri hem de sorgulanmayan hükümet egemenliği eleştirileriyle genç
Amerikalılar, Bush’un ekonomik ve manevi etkileri hala devam eden “teröre karşı şavaş”
açılımı konusunda en hassas gurubu oluşturmaktalar. Eisenhower’ın aldatılıyor olma
korkusu, Birleşik Devletler askerlerini Viyetnam’a göndermesi konusundaki çağrılara
direnmesini sağladı. Bugün, Amerika İran’la olası bir savaşın önüne geçmeli, diyen genç
Amerikalıların oranı yaşlı Amerikalılardan %30 daha fazla.
Söz konusu daha makul bir dış politika vizyonunun altında yatan ise kendi içerisinde
daha makul bir Amerika düşüncesidir. Bu makullük, Lowry ve Ponnuru gibi muhafazakârlara
“özgüven yokluğu” gibi görünebilir; ancak genç Amerikalılar, geçmiş zamanlardaki
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
anlayışı geri kazanmak istiyorlar. 1947’de, politikacıların Amerika’nın demokrasi kültürü
ile Sovyet totalitarizmi belası arasına gittikçe keskinleşen bir çizgi çektikleri dönemde,
George Kennan National War College’deki (Ulusal Savaş Okulu) öğrencilere: “Hepimizin
içinde, çok derinlerde bir yerde, birazcık totaliterlik vardır” diyordu. Kennan ve 20.
yüzyılın Kennan’la benzer bir zihniyeti paylaşan Walter Lippmann, Reinhold Niebuhr
gibi entellektielleri, Amerika’nın siyasal sisteminin Sovyetler Birliği’ninkinden üstün
olduğunu düşünüyorlardı. Bununla birlikte, paradoksal bir biçimde, Amerika’yı üstün
kılanın yanılabilirliğinin farkında olmasından kaynaklandığını savunuyorlardı. S.S.C.B.’nin
aksine Amerika, liderlerinin eylemlerini ne kadar iyi niyetle hareket ettiklerinden bağımsız
olarak yasal sistemle sınırlandırıyordu. Bu durum, daha küçük ulusların Amerika’nın
eylemleriyle ilgili söz söyleme hakkı olduğu Birleşmiş Milletler ve NATO gibi kurumların
inşasına yardımcı oldu ve Sovyetler Birliği’nden farklı olarak Amerika’ya müttefikleri
arasında bir meşruiyet kazandırdı.
İki genç adam olarak Lippmann ve Nieburh’un büyük öngörüsü tehlikeli bir hal almıştı:
Woodrow Wilson’ın savaşı sonlandırmak için bir savaş ve sınıf baskısını sonlandırmak
için bir sosyalist devrim hayali! Bu, onların Amerika’nın yalnızca içsel olarak iyilik yaptığı
varsayımıyla önünü açmak yerine, kötülük yapma kapasitesini sınırlama konusunda siyasal
mücadele vermenin önemini kavramalarını sağlamıştı. Genç Amerikalılar muhtemelen
Bush’un 11 Eylül sonrası yaptığı efsanevi yalanlarla dolu, acımasız ve devletin düştüğü
acizliği gösteren konuşmasını izlemişlerdir. Aynı gençler, muhtemelen, Amerika’nın
meşhur kapitalist sisteminin krize girişiyle Amerika’nın yanılabilirliğini de kendileri
değerlendirme fırsatı buldular. En azından öyle umalım! Zira Niebuhr ve Lippmann’ın
anladığı gibi, Amerika’nın eski dünyanın talancı imparatorluklarından daha iyi istisnai bir
güç olmayı sürdürüp sürdürmediğini anlamanın en iyi yolu, bizlerin özsel olarak hiçbir
şekilde daha iyi olmadığımızı unutmamaktan geçer.
Üçüncü beklenmedik sonuç hepsinden daha önemli olabilir. Amerikalılar ekonomik
hareketliliği önemseme konusunda haklılar. Bununla birlikte Amerika’da hala istisnai
ekonomik hareketlilik olduğunu miti, bu hareketliliği yeniden gerçek kılmak için kullanılan
bir uyuşturucu haline geldi. Yeni seçilen New York belediye başkanı Bill de Blasio okul
öncesi ve sonrası programlar için kaynak yaratma amacıyla zenginlerden alınan vergilerin
yükseltilmesi çağrısı yapmasının hemen ardından, New York şehir hayatının doğal,
sınıfsız gerçekliğine leke düşürmüş gibi “sınıf savaşı” yapmakla suçlandı. Öngörülen
vergi düzeninin Amerikalı ailelerin %0,1’ini etkileyecek olmasına rağmen! Veraset vergisi
üzerindeki tartışmalar, Amerika’da insanların çocuklarına milyonlarca dolarlık servet
bıraktıkları mitsel Amerika’yı ve Horatio Alger’ın girişkenlik ve çok çalışmayla zengin olan
yine mitsel karakterlerini hatırlatıyor.
18
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
<
1970’lerden bu yana muhafazakâr hareket, “sınıfsız Amerika” mitini yukarı doğru
zenginliği yeniden dağıtmak, en azından diğer ülkelere göre, sınıf ayrımlarını katılaştırmak
için kullanıyorlardı. Genç Amerikalıların daha eşit ve hareketli istisnai bir Amerika
hafızalarının olamaması ve gerçekliği daha net görmeleri şaşırtıcı değil. Tam da bu
gerçekliği görebilmeleri sebebiyle onu değiştirme konusunda daha istekliler. 90 sonrası
doğumlular, diğer tüm yaş gruplarının aksine İşgal hareketine5 büyük bir destek verdiler.
90 sonrası doğumlular daha büyük bir seçmen kitlesi haline geldikçe -2012’de %29’u
seçmendi, 2016’da %36’sının, 2020’de ise %39’unun seçmen olması öngörülüyorAmerika’daki sınıfsal hareketsizliği kabul eden ve bunu değiştirmeye çabalayan
politikacıların ortaya çıkmasını sağlıyorlar. Bu tarz bir çabanın kilit noktasını ise fakir
öğrencilerin üniversiteye gitme oranını arttırmaktan geçiyor. Üniversite diploması
almak herhangi birinin en fakir tabakadan en zengin tabakaya geçme şansını dört
katına çıkarıyor. Ancak, fakir öğrencilerin birçoğunun üniversiteye gitme şansı ilkokulu
bitirmelerinin ardından sonlanıyor. Zengin ailelerin çocukları dördüncü sınıf itibariyle,
fakir ailelerin çocuklarının sekizinci sınıfta geldikleri seviyeye geliyorlar.
Fransa ve Danimarka örneklerinde olduğu gibi kapsamlı bir okul öncesi eğitimin, bu
uçurumun kapanmasında etkili olabildiği görülmektedir. Brooking Institution araştırması
gösterdi ki; düşük gelirli ailelerin çocuklarının yüksek standartta okul öncesi eğitim
almaları, gelecekteki hayat boyu kazançlarını 100,000$’a kadar arttırabiliyor. Bu veriler
üzerine deBlasio, geliri 500,000$’ın üzerinde olanlardan alınacak vergilerle New York’ta
okul öncesi eğitimi yaygınlaştırmayı önerdi. New York Eyalet Valisi Andrew Cuomo,
bunun da bir adım ötesine geçerek, tüm Birleşik Devletler’de okul öncesi eğitimin
yaygınlaştırılacağı sözünü verdi. Başkan Obama da son kongre konuşmasında benzer bir
teklif sundu. Bu çabalar hala direnişle karşılaşmalarına rağmen ayakta durabiliyorlar ise
bunun sebebi, Amerika’nın, tüm şakşakçıların tersini iddia etmelerine rağmen, yüksek
seviyede hareketli bir ülke olmadığına dair farkındaliğın artmasıdır. Mitt Romney’e göre
hükümetin bu ve benzeri ulusal mitlere yabancılaşması, “Amerika’ya olan inancın”
rahatsız edici bir şekilde reddi anlamını taşıyor olabilir. Ancak Thomas Edison’un bir
zamanlar dediği gibi: “Hoşnutsuzluk, ilerleme için gerekli olan ilk şeydir.” Amerika’nın
yeni nesili, kendimizle ilgili anlattığımız avutucu hikâyeleri sorgulayıp, uzun ve zor bir iş
başararak Amrerika’yı yeniden istisnai kılabilirler.
Kaynak: http://www.nationaljournal.com/
19
> 2014 ŞUBAT
5
Dünya genelinde 2008-2012 Küresel Ekonomik Kriz nedeniyle başlayan toplumsal
ve küresel protesto hareketi.
> DÜBAM DOSYASI
AMERİKAN İSTİSNACILIĞININ SONU
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
> 2014 ŞUBAT
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
20
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net

Benzer belgeler