SURİYE`DE YAŞANAN KANLI DEĞİŞİM

Transkript

SURİYE`DE YAŞANAN KANLI DEĞİŞİM
Sayı:
405 – EYLÜL 2012
SURİYE’DE YAŞANAN
KANLI DEĞİŞİM SÜRECİ
Zihinsel Perişanlıklar ve Mezhep Holiganlıkları
ATASOY MÜFTÜOĞLU
Hakikate Karşı Duranlar
MURAT KİRİŞCİ
Müslüman Olmam Neyi Gerektirir?
Aylık Dergi 6 TL
DİLEK BUZ
İslamcılıktan Ne Anlamalıyız?
HÜSEYİN BÜLBÜL
!"#$%&Ô'$()$
*$åÔ#Ô+,-.$)/0-1$2Ô3-*$åÔ#Ô+
!"#$%&'()Ô*&æ+*(,-&./"0(1&2(3%&
4"56*51&7(1%&8#9&::;<&2(å(-#å-=;æ+6(1>=?5-9&@:A:%BA<&C@&BD&E(F9&@:A:%B:G&AC&BH
Selam İle
Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi sizlerle olsun....
Değerli okuyucularımız!
Adına terör denilen düşük
yoğunluklu savaş Türkiye’nin
başını ağrıtmaya devam ediyor.
Askeri hedeflere yapılan saldırıların halk üzerindeki yılgınlık/
tedhiş etkisi sürerken, Ramazan
bayramının ikinci gününde (20
Ağustos) Gaziantep’te meydana
gelen patlama daha büyük etki
yaptı.
Biz İktibas dergisi olarak belirtmek gereği duyuyoruz ki, bu tür
terör eylemleri ile hiçbir dava
kazanılamaz, hiçbir davanın
haklılığı ispatlanamaz. Zaten
terör bir hak arama ve hak alma
yöntemi olamaz. Terörle sadece
bilinçsiz, hesapsız ve ölçüsüzce
bir yerlere zarar verilir. Terör zarar verirken haklı-haksız gibi bir
ayrım yapmaz. Zaten haklı-haksız ayrımının kıstasları Hak’lılar
tarafından belirlenmemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin
haksız, adaletsiz, İslamsız politikaları gibi terör örgütünün
eylemleri de sadece Türkiye’de
yaşayan insanları birbirlerine
düşman etmeye yaramaktadır.
Göz göre göre bir toplum etnik
kamplaşmalara ayrıştırılmaktadır. On yıllar içerisinde Türkiye
toplumunu oluşturan iki önemli
etnik unsurun birbirini ötekileştirmesi, birbirine adeta düşman
yapılması istenmektedir. Böyle
bir proje bulunmaktadır. Bu
projeyi işte, ‘Kürt sorunu’ denilen olaydan kesinlikle ayırmak
gerekmektedir. Bu ayrım siyasî
bir körlükle yapılamaz. Bu siyasî
körlüğü öncelikle siyasal sistem
üretmekte, PKK gibi terör örgütleri de bundan beslenmektedir.
İnsanların etnik kökenlerinden
hareketle politika belirlemek
büyük bir ahlaksızlıktır. Irkları,
kavim ve kabileleri aşağılayanlara Allah’ın ve bütün lanet edicilerin laneti revadır. Türkiye gibi
büyük imparatorluklara şahit
olmuş bir bölgede, bir toplumun
dilini, hem de adeta çözümü
imkânsız bir meseleymiş gibi
sorunlaştırmak siyasal açıdan
büyük bir tükenmişliğin, daha
doğrusu hıyanetin ifadesidir.
Dillerimizin ve derilerimizin
farklılığı Allah’ın ayetlerindendir; insanların birbirlerinden
uzaklaşmalarının değil, yaklaşmalarının vesilesidir. Bir kavim,
kafa yapısı, dili ve rengi bizimkinden ayrı diye horlanamaz.
Ancak, bir kavim, -haklı veya
haksız- birtakım haklarını ararken, haksız yöntemlerle de hareket edemez. Haklı iken haksız,
mazlumken zalim olamaz, olmamalıdır. Kürt halkı terör örgütü
ve terör yöntemi ile yollarını
kesin olarak ayırmalıdır; ayırdığına dair beyanını yüksek sesle
duyurmalıdır. Gaziantep’te patlayan bomba, yeryüzünün -hemen hemen tamamı Müslüman
coğrafyası olmak üzere- pek çok
yerinde olduğu gibi, büyük-küçük, kadın-erkek, zalim-mazlum
ayrımı yapmamıştır. Yapması da
beklenmez.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla
terör eylemleri sadece bir tek
işe yaramaktadır: Türk ve Kürt
halkının kardeşlik, dostluk duyguları tamamen bitirilmek istenmektedir. Her bir bomba her iki
halka, “siz kardeş değilsiniz, siz
birbirinize düşmansınız” diye
bir propaganda yapmaktadır.
Müslümanlar olarak geçmişten
beri kardeş kavgalarından çok
çektik. Allah’a iman eden, Allah’ı
razı etmeyi hayatının birinci hedefi yapan herkes bu gerçek fitne ateşini söndürmenin yollarını
aramalıdır. Bu minvalde, “ben
mü’minlerdenim” diyen herkesi,
Âl-i İmran suresinin 103. ayeti
üzerine bir kez daha eğilmeye
davet ediyoruz. ABD ve Avrupa
sistemi bizi, ellerinde tuttukları
demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi her tarafı pislikli değnekleriyle itekleye itekleye bir
ateş çukurunun kenarına kadar
sürükledi. Artık tam ateş çukurunun kenarındayız. Düşmeden
önce son bir kez daha durup
birbirimize, ötekileştirdiğimiz
kardeşlerimizin gözlerine bakalım; onlar da bizim gözlerimize
baksınlar. Bu ateş çukurlarından
sadece ve sadece Allah’ın, Rabbimizin uyarıları ile kurtulabiliriz.
Kürt ve Türk halkının birbirine
beyinsizce düşman edilmesinden sadece büyük şeytan ABD
ve onun ortakları küçük şeytanlar sevinecektir.
Değerli okuyucularımız!
Ramazan ayında bir ‘İslamcılık’
tartışmasıdır yaşandı. İslamcılık
kavramı çerçevesinde, bazı bildik kanaatler yinelendi. Yapılan
tartışmalar siz okuyucularımıza
hemen hiçbir heyecan vermedi.
Niçin? Bunun elbette belli bazı
sebepleri var.
Bizzat İslamcılık tartışmasını
başlatanlar başta olmak üzere,
aslında pek çok insan, İslam’ı siyasetten tard etmeyi ‘İslamcılık’
olarak sunmaktadır. Bir biçimde
sistemin bir parçası olmaya
talip; sisteme, bütünüyle küfre
karşı kesin, açık ve tok sesle
itiraz etmeden, sistemin yırtıkpırtığını dikmeye talip, sistemin
içinde -velev ki bir iskemleye
ilişmiş olarak da olsa- yer tutmak isteyen sözde ‘İslamcı’ bir
anlayış kamuoyuna matah bir
şeymiş gibi arz edilmektedir.
İslamcılık tartışmasının fitilini
ateşleyenler değil, bizzat fitili
itina ile yerleştirenler zaten yıllardır İslam’ın siyasal talebinin
olmadığı lafını gevelemekle
meşguller. Bu zümre, İslam’ı,
siyasal iktidara renk katan, o ceberut, yüzünde secde izi taşımayan abdestsiz-namazsız yönetim
Selam İle
imajını secde iziyle(!) yumuşatılmış, beğenilir, kabul edilir bir
hale getirmek istemektedirler.
Bunun adına da İslamcılık demektedirler. Bunun içindir ki,
sizlere ve bizlere hiçbir heyecan
vermemiştir tartışmalar.
Bu birinci halkanın dümen
suyuna kapılmakta zorluk çekmeyen ikinci dalga ise, artık
Kur’an’ın Müslümanlara devlet
kurmayı önermediğini, bu şekilde bir tane bile ayet bulunmadığını, ülkenin en çok izlenen
TV’lerinde seslendirmekte bir
beis görmez noktaya gelmişlerdir.
Değerli okuyucularımız!
İslam bir Din’dir. Din demek hayat nizamı demektir, yaşam biçimi demektir. Allah katında geçerli olan yegâne Din İslam’dır.
İslam, Allah’ın biz kullarına,
bizim hayatımızı tanzim etmeye
yönelik nizamıdır. Ahlakıyla,
siyasetiyle, ticaretiyle, estetiğiyle, toplumsal ve ferdî hayatıyla
İslam bir bütündür. İslam’ın
(Kur’an’ın) devlet kurmayı, müminlerin önüne birinci ve en acil
bir hedef olarak koymadığı doğrudur. Çünkü devlet (yönetim
anlamında) bir sürecin sonucudur. Önce yeryüzünde İslam’a
iman eden bir mü’min topluluğun (ümmetin) olması gerekir.
Bu mü’min topluluğun çabalarıyla tevhid ve şirk arasındaki
keskin ayrımın belirginleşmesi
gerekir. Tevhidi iyi kavramış
ve Allah’a yürekten iman etmiş
İslam ümmetinin Allah yolunda sây ü gayret etmesi (cihad)
sonucunda Allah onlara İslamî
bir yönetim tesis etmeyi nasip
edebilir de, etmeyebilir de. Ama
Müslümanlar bilirler ki, böyle
bir yönetim İslam’ın kesin olarak
nihai hedefidir. Bu hedefi, “ben
Müslümanların ilkiyim” diyen
hiçbir insanın sulandırması ve
üzerine gölge düşürmesi kabul
edilebilir bir şey değildir.
2
Kur’an, yeryüzünde iktidar sahibi olmuş müminlere namaz,
zekât, marufun emredilmesi
ve münkerin nehyedilmesi gibi
dört büyük görev tevdi etmektedir. (Hac, 41). Bu dört görev,
iktidarın yapması gerekenlerdir.
Aynı zamanda iktidar olmanın
sebepleridir de.
Kendi siyasal çizgisini değiştirse de, tevhid-şirk zıtlığına dair
tahammül sınırını genişletse de,
kendini Müslüman olarak tanımlayan hiç kimsenin, İslam’ın
iktidar talebi bulunmadığını
söylemeye hakkı yoktur. Bu tür
söylemlerin, sistemde bir şekilde kendine yer açmak, mevcut
hareket imkânlarını daha da
genişletmek(!) gibi saiklere yaslandığını, aklı olan herkes bilir.
Ama bilinmelidir ki, Allah’ın
rızası daha büyük, O’nun gazabı
da daha çetindir; çekinmeye,
korkmaya en layık olan odur.
Dergimizin kurucusu merhum
Ercümend Özkan, bugün kendisini İslamcılığın son savunma
mevzii gibi lanse edenleri, şâribü’l-leyl ve’n-nehâr bazı entelektüellerle düşüp kalktıkları için
fikri, zikri, duruşu v.d. bozulmuş
olmakla eleştirirdi. İşte o bozulmanın (fesadın), bozuk (fasid)
ve bozucu (ifsad edici) ürünleri
bugün bize ‘İslamcılık’ adına arz
edilmektedir. Fakat bunların da
uyarılması, Allah’tan korkmaya
davet edilmesi, yine ben müslümanım diyenlere düşmektedir.
Bu fasid ve müfsid siyasal hezeyanları Allah’ın Kitabı ile inzar
etmek yerine, “Kur’an devlet
kurmayı önermez” gibi saçma
sapan sözlerle onların değirmenine su taşımak, Müslümanların
işi olamaz.
Şaribü’l-leyl ve’n-nehâr entelektüellerden kötü huy kapanlar
bugün artık, gece kâim, gündüz
saim(!) sözde dindarlarla birtakım toplantıları birlikte tedvir
ediyorlar ve artık bizzat kıbleye
yönelenlerin eliyle bu şerefli
İslam Dini tahrifata maruz kalıyor.
Hak geldiği için batılın yok
olduğunu, batılın yok olmaya
mahkûm olduğunu “ben Müslümanım” diyen kimseler nasıl
bilmez? Hakkın, yani İslam’ın
sadece ve sadece insanın bu
dünyasını tanzim etmeye talip
olduğunu, dünyada izzetin ve
şerefin tamamen Allah’a atfedilmesi gerekliliğini, bir inanmış
kimse nasıl bilmez? Dünyanın
bu tanzimatının ve bu izzet ve
şerefin içine, dünyada siyasal
bir iktidar kurmak da dâhildir.
Siyasal iktidarı ele geçirmemiş
bir İslamlaşma süreci eksiktir,
nakıstır.
İşte bu manada, İslam’ın toplumu yönetmeye talip olması,
müslümanca bir toplum kurulması, kısacası dünyayı yönetme talebi anlamında İslam’ın
talepleri kıyamete kadar devam
edecektir. Bu, yedi deniz ve bir
o kadarı daha mürekkep, bütün
ağaçlar kalem olması halinde,
denizin tükeneceği ama Allah’ın
hikmetlerinin tükenmeyeceği
hakikati kadar açık ve kesindir.
Dolayısıyla biz Müslümanlar,
hem nefsimizde, hem ailemizde,
hem de bütün bir ülke üzerinde
Allah’ın ahkâmının hayat tarzına
dönüşmesi için vüs’atimizin tamamı oranında çaba harcamakla
mükellefiz. Hangi ülke üzerinde
yaşıyorsak, orasını ‘darul İslam’
haline getirmek biz müminlerin
boynunun borcudur.
İşte bu düşünceler ve duygular
çerçevesinde sizlere yine okumaya değer bir dergi sunduğumuzun kıvancı ile sizi elinizdeki
sayımızla baş başa bırakıyor, bir
sonraki ayda buluşuncaya kadar
selametle kalın diyoruz.
İktibas
İçindekiler
YIL: 32 SAYI:404AĞUSTOS 2012
Selam İle .......................................................................................................1
KURUCUSU
Ercümend ÖZKAN
Yorum
SAHİBİ
Anlam Basın Yayın
San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına
Zafer ÇAM
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Hüseyin BÜLBÜL
YAYIN KURULU
Mehmed DURMUŞ
Abdullah PAMUK
Yüksel İSMAİLOĞLU
İSTİŞARE KURULU
Şükrü HÜSEYİNOĞLU
Bünyamin ZERAN
Mustafa ATAV
Mustafa BOZACIOĞLU
SANAT-EDEBİYAT
Elif İSMAİLOĞLU
KAPAK – DİZGİ – TASARIM
İktibas
BASKI
Bizim Repro Ltd. Şti.
Büyük San. 1. Cd.
No: 99/2 İskitler/ANKARA
0312 341 10 20
YAYIN TÜRÜ
Yerel Süreli Yayın
YILLIK ABONE
2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar)
Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL.
Yurtdışı: 45 Euro
E-Dergi (PDF): 30 TL.
HAVALE İÇİN
ANLAM Basın Yayın Ltd.
Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi
IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08
TL için
: 0015808 nolu hesap
Euro için : 0041388 nolu hesap
Yurt Dışı : Koksal Akyildiz
Banka Adı : Sparkasse Essen
Konto Nummer: 8157059
BLZ 36050105
IBAN: DE62360501050008157059
POSTA ÇEKİ HESABI
Anlam Basın Yayın Ltd. Şti.
Posta Çeki: 150179
İLETİŞİM
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA
Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61
Dergimizde yayınlanan yazılardan
yazı sahipleri sorumludur.
web: www.iktibasdergisi.com
e-mail: [email protected]
Suriye’de Yaşanan Kanlı Değişim Süreci ve Müslümanlar .................4
Abdullah
Pamuk
Kavram
Eğlence ...................................................................................................12
Tarık
Özkan
Düşünce
Zihinsel Perişanlıklar ve Mezhep Holiganlıkları ..............................16
Atasoy
Müftüoğlu
Hakikate Karşı Duranlar ......................................................................23
Murat
Kirişci
Dağların Bile Kabul Etmediği Sorumluluğu Siz Kabul Ettiniz
Bunun Farkında mısınız?.....................................................................26
Osman
Coşkun
Bunları Yazmak, Bunları Söylemek Zorunda mıydın? ....................29
Mustafa
Atav
Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? ..................................................35
Dilek
Buz
Eğitimden Öğütüme .............................................................................40
Mustafa
Bozacıoğlu
“Şam’ın Faziletleri” Rivayetleri ve Tashih Edilmeyi Bekleyen Hadis
Anlayışları ..............................................................................................44
Şükrü
Hüseyinoğlu
Modern Hayatlar İçinde Kendi Mağaramıza Çekilebilme
Gerekliliği ..............................................................................................47
Bünyamin
Zeran
Bir Dergi - Bir Alıntı
İslâmcılık Modern Dünyayı Nasıl Anlamlandırıyor -II- .................50
Abdurrahman
Arslan/Umran/Temmuz 2012
Sanat – Edebiyat
Bu Gidiş Nereye! ...................................................................................60
Murat
Kirişci
Şair, Şiir, Şiir Şölenleri ..........................................................................61
Mehmet
Mortaş
Ayı Oynatmak Yasak Ama Çocuk Oynatmak Değil ........................62
Sevda
Türküsev/Sonsayfa.com
Mektuplara Cevaplar
İslamcılıktan Ne Anlamalıyız?......... ...................................................63
Hüseyin
Bülbül
Gündem ......................................................................................................69
Çizgibas.......................................................................................................80
Yorum
SURİYE’DE
YAŞANAN KANLI
DEĞİŞİM SÜRECİ VE
MÜSLÜMANLAR
ABDULLAH PAMUK
S
uriye’deki değişim
süreci bölgede
oluşmakta olan yeni
dengeler açısından
kritik öneme sahiptir.
Lübnan’daki dengeler,
Irak’ın geleceği, İsrail’in
güvenlik kaygısı;
özellikle de küresel
güçler tarafından
çevrelenmeye çalışılan
İran stratejik direnç
hatlarının kırılması ve
Türkiye’nin bölgeyle
ilgili vizyonu içinde
Suriye’nin durumu çok
önemlidir.
4
Suriye’de de tıpkı Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da olduğu gibi ideolojik ekseni bilinen bir değişim
süreci yaşandığından hiç şüphe
yok. Değişen dünya ve bölge
şartlarının zorladığı böyle bir
“demokratik değişim” sürecinin
Suriye’de çok daha sancılı, kanlı
olması ve uzun sürmesinin iç ve
dış nedenleri olduğu bilinmektedir. Bunlardan birincisi, hiç
şüphesiz azınlık Baas-Nusayrî
rejiminin yapısal olarak esneklik
kabiliyetinin fazla olmaması
ve sabıkalı geçmişi nedeniyle
demokratik değişim sürecini
göze alamamasıdır. İkincisi,
başta İran olmak üzere Rusya ve
benzer kaygıları olan ülkelerin
bölgeyle özellikle de Suriye ile
ilgili stratejik kaygılarının söz
konusu olması ve küresel küfrün
başat gücü ABD’nin de birkaç
nedenle bu sürecin uzamasında
yarar görmesi, süreçle ilgili beklentileridir. Dolayısıyla bahse
konu değişim ve dönüşüm sürecinin en zor, en çetin/kanlı ve
komplikasyonları en fazla olan
ülkesinin Suriye olması kaçınılmazdır…
Suriye’nin stratejik önemi, I.
Dünya savaşı sonrası çizilen
sınırlarının özellikle sorun
üretecek bir şekilde çizilmeye
çalışılmış olması, dolayısıyla iç
dengeleri süreç ile beraber küresel ve bölgesel güçlerin aldıkları
pozisyonlar gelişmelerin seyrindeki önemli etkenler olmuştur
hiç şüphesiz. Dolayısıyla Suriye’deki değişim süreci bölgede
oluşmakta olan yeni dengeler
açısından kritik öneme sahiptir.
Lübnan’daki dengeler, Irak’ın geleceği, İsrail’in güvenlik kaygısı;
özellikle de küresel güçler tarafından çevrelenmeye çalışılan
İran stratejik direnç hatlarının
kırılması ve Türkiye’nin bölgeyle
ilgili vizyonu içinde Suriye’nin
durumu çok önemlidir. Bilhassa İran ve Türkiye açısından
Suriye’deki başarı ya da başarısızlık, daha çok önemlisi bölge
insanında oluşturacakları intiba
bundan sonraki politikalarını
da bir şekilde etkileyecektir. Bu
çerçevede İran ve yeni Türkiye’nin doğru değerlendirilmesi;
ideolojik nitelikleri, birlikte
hareket ettikleri küresel odaklarla ilişkilerinin konjonktürel
mi, ilkesel mi olduğunun doğru
okunması gerekir. Reaksiyoner
ve duygusal tepkilerle yüzeysel
yaklaşımlarla Suriye üzerinden
bölgede ne olup bittiğini anlama
imkanı yoktur…
Öyleyse Suriye’deki değişim ve
dönüşüm sürecinin niteliği, geçirdiği aşamaları ve bahse konu
iki ülkenin konuya hangi ölçütlerle ve kaygılarla yaklaştıklarını
hatırlamamızda yarar vardır.
Bilindiği gibi Müslümanların
çoğunlukta olduğu coğrafyada
değişim süreci başladığında
krallıklar, otoriter yönetimler ve
onların arkasındaki küresel küfre karşı duyulan haklı tepkilerin
yanı sıra kendilerini İslam ile
tavsif eden insanımızın düşünsel
savrulmalarına, vizyonsuzluğuna, yıkılan düzenlerin yerine
kurulması planlanan rejimlerin
niteliği konusundaki kayıtsızlığa, bilinçsizliğe şahit olduk.
Hâlbuki Tunus’la başladığı kabul
edilen bölgedeki değişim ve
dönüşüm sürecinin öncesinde
Türkiye’deki rejimin değişen
dünya ve bölge şartlarına paralel
yeniden yapılandırılma sürecine
ve bu süreçte insanımızın referansındaki netliğin giderek kaybolmasına, ilkesiz değişimlere
ve savrulmalara tanık olduk…
Ancak görüldü ki Türkiye’de
yaşananlar Tunus, Mısır, Libya
ve daha yumuşak bir geçiş süreci
Haziran 2012
Yorum
yaşamakta olan bölge ülkelerindeki tecrübe insanımızı düşündürmemiş, duygusal ve reaksiyoner yaklaşımların ötesinde
ciddi değerlendirmeler yapmaya
sevk etmemiş…
Değişen dünya şartlarının bölgede oluşturduğu ‘demokratik’
değişim ve dönüşüm atmosferinde, ABD ve müttefikleri
Irak’ta tepeden inme değişim
süreci ile bir taraftan, çıkarlarını korumak, egemenliklerini
bir şeklide devam ettirmek
adına insanımızı katlederken
diğer yandan da İran’ın stratejik
müttefiki olan Suriye’yi tehdit
etmekteydi. Ve bu sürecin Türkiye ve Irak ile sınırlı olmadığını, tüm bölgenin yeni şartlara
uygun bir değişim süreci yaşayacağını öngören bir stratejik
yaklaşımın sonucuydu bu tehdit.
ABD’nin bu tehdidi ve Suriye’yi
“şer üçlüsü” içinde değerlendirmesinin ortaya çıkardığı gerginlik ve muhtemel yansımalarından sadece İran tedirgin olmadı.
Aynı zamanda küresel sistemin
bölgedeki “model ülke”si haline
gelen yeni Türkiye de bu gelişmelerden rahatsız oldu. Zira
yeni Türkiye’nin misyonunu
yerine getirebilmesi ve hedeflerine ulaşabilmesi için bölgedeki
değişim sürecinin çatışmasız
olması, bölgeyi kaosa sürükleyecek savaşların olmaması gerekmekteydi; istikrar yeni Türkiye
için hayati öneme sahipti ve
bunun için gereğini yapması
lazımdı. ABD’nin başta olmak
üzere müttefiklerini ikna ederek kendi geleceği için stratejik
öneme sahip Suriye’deki değişim
sürecinin barışçıl yollarla gerçekleşmesi için bir rol üstlendi.
Ve Suriye’nin değişip dönüşmesi
için dört aşamalı bir tutum sergiledi. Stratejisindeki kaçınılmaz
değişikliklerine ve henüz sonuç
İktibas
alınamamış olunmasına rağmen
yeni Türkiye’nin izlediği yol tutarlıydı. Batı kulübünün bir parçası, NATO üyesi laik-demokratik bir ülke olan yeni Türkiye bu
niteliklerinin yanında bölgedeki
misyonu gereği dört aşamalı bir
hareket tarzı ortaya koydu.
Suriye’deki değişimin seyrini bir
ulusal güvenlik sorunu olarak
da algılayan yeni Türkiye birinci
aşamada uyguladığı politika ve
misyonuna paralel yaklaşımıyla
beklenenin ötesinde bir mesafe
aldı. Ne var ki Suriye’deki Baas
yönetiminin esnekliğinin olmaması, gelecek kaygıları ve bu
ülkedeki statükodan çıkarları
olan devletlerin baskıları sonuç
almasını engelledi... İkinci aşamada ise Arap Birliği örgütü ile
birlikte inisiyatif geliştirmeye
çalıştı Türkiye. Süreç ilerledikçe
kaçınılmaz olarak gelişmelere
arzu etmediği zeminlerde de
angaje olan Türkiye, üçüncü
aşamada Arap birliği ile birlikte
sorunu BM’e taşıdı. Bu girişim
de ABD’nin iç ve dış nedenlerle sürecin yavaş işlemesinden
rahatsızlık duymaması, hatta
tüm katliamlara rağmen karakterine uygun bir şekilde bu
gelişmelerden stratejik bazı
çıkarlar devşirmek istemesi;
keza soruna stratejik çıkarlar
perspektifinde yaklaşan Rusya
ve Çin’in tatmin edilememesi
nedenleriyle akamete uğradı…
Artık yeni Türkiye gelişmelerin
kontrolünü kaybetmiş ve taraflığı belirginleşmişti. Nitekim
dördüncü aşamada, “Suriye’nin
Dostları” toplantılarında açıkça
muhalif unsurlara sistematik
desteğini ortaya koydu… Ancak
gelişmeler istemediği pozisyona sürüklese de yeni Türkiye,
misyonu gereği kontrollü bir
hareket tarzını elden bırakmamaya çalıştı; buna karşın sert bir
S
uriye’deki değişimin
seyrini bir ulusal
güvenlik sorunu
olarak da algılayan
yeni Türkiye birinci
aşamada uyguladığı
politika ve misyonuna
paralel yaklaşımıyla
beklenenin ötesinde
bir mesafe aldı. Ne
var ki Suriye’deki
Baas yönetiminin
esnekliğinin olmaması,
gelecek kaygıları ve bu
ülkedeki statükodan
çıkarları olan
devletlerin baskıları
sonuç almasını
engelledi.
5
İktibas
Yorum
siyasal dil kullanmaktan da kendini alamadı… Mevcut uluslar
arası sistemin açmazları ve güç
dengeleri çerçevesinde gündeme
gelen Annan Planı ise Suriye’deki gelişmelere etkin müdahaleyi
çıkarları için henüz gerekli görmeyen ABD ve AB’nin Rusya’yı
sürece dahil etme çabasıydı.
Ama Esed yönetimine zaman
kazandırmanın ötesinde bir işe
yaramadı; şehirler ağır silahlarla
ve uçaklarla bombalanmaya,
insanlar katledilmeye devam
edildi. Çünkü Batı medeniyetinin temsilcisi uluslar arası güç
odaklarının sorunlara yaklaşımları çıkar merkezliydi; insan
merkezli değil…
s
uriye‘nin Dostları(?!)
toplantıları, Annan
Planı ve Cenevre
toplantısı… Süreç
kanlı bir şekilde devam
ederken nasıllığı hala
tartışılan Türk uçağının
düşürülmesi bir dönüm
noktası oldu. Aynı
zamanda bu olayın
taşıdığı mesaj sürecin
geldiği aşamayla ilgili
ciddi tartışmaları da
beraberinde getirdi.
6
“Suriye‘nin Dostları”(?!) toplantıları, Annan Planı ve Cenevre
toplantısı… Süreç kanlı bir
şekilde devam ederken nasıllığı
hala tartışılan Türk uçağının
düşürülmesi bir dönüm noktası
oldu. Aynı zamanda bu olayın
taşıdığı mesaj sürecin geldiği
aşamayla ilgili ciddi tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu
eylem, muhaliflerin direncini
kırma girişimi ve onlara adeta
“Türkiye’den size fayda yok” mesajı vermek olarak okundu. Tabii
bu eylemin, Suriye’yi stratejik
olarak destekleyen güçlerin Türkiye’nin politikalarından rahatsız olduklarının bir göstergesi
olarak da yorumlandı. Bununla
da yetinilmedi; AKP hükümetine muhalif iç ve dış unsurlar,
içinde bulundukları pozisyon
gereği, Türkiye’nin uçağının düşürülmesi nedeniyle NATO’nun
4. maddesi çerçevesindeki girişimlerini özellikle 5. maddeye
doğru çekmemesini tahrik edici
yayınlarla eleştirdiler. Ve bizce
ıskalanmaması gereken bir arka
plana sahip bir hamleyle AKP
hükümetini hedef alan yeni bir
oyun kurgulamaya çalıştılar;
ama başarılı olamadılar…
Zaman zaman belirttiğimiz gibi
yeni Türkiye’ye yönelik bu tür
kurgular yakın geçmişte başarılı
olmuş veya olmamış operasyonlar dikkatli bir şekilde değerlendirilmelidir. İstikrarsızlaştırma,
bir tür muhalefet ve mesaj verme aracı olarak kullanılan bu
operasyonların arkasındaki dış
ve iç odaklar bilinmeden yüzeysel yorumlarla konuya angaje
olunmamalıdır…
Türk uçağının düşürülmesinden
kısa bir süre sonra Baas yönetiminin üst düzey kadrolarını
hedef alan Ulusal Güvenlik
binasına yönelik bombalı saldırının Esad yönetimini ciddi
olarak sarstığı, rejime destek
veren unsurların bir kısmını
dahi yeni bir karara zorladığı
söylenebilir. Ayrıca bu sofistike
eylem, bazılarının absürt bir
iddia olarak dile getirdikleri
gibi Türkiye’nin bir misillemesi
değilse de istihbarat örgütlerinin
desteğiyle muhaliflerin gerçekleştirdiği anlaşılan bu operasyonun bir yerinde Türkiye’nin
bulunduğunun ortaya çıkması
da hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.
Zira Türkiye Suriye’deki savaşa
tam anlamıyla angaje olmuş
durumdadır ve geleceği açısından zorunlu gördüğü bu sürecin
olumsuz yansımalarını da somut
olaylarla yaşamaktadır…
Bu arada önemli bir hususun
altını çizmemiz gerekir. AKP
hükümetinin her yaptığına muhalefet eden sistem-içi unsurların pozisyonları gereği ortaya
koydukları derinliksiz, tutarsız
ve konjonktürel değerlendirmeleri bir tarafa… AKP’nin ideolojik eksenini, yeni Türkiye’nin
konumu ve misyonunu yanlış
Yorum
okumaya devam eden, “sistemiçi”ne girdikçe hatalı okumaları derinleşen, ne yazık ki bir
kısmının sistem-içi taraflardan
biri haline geldiği bir vasatta
Müslümanların kafa karışıklığı
giderek tehlikeli sonuçlar doğurmaya başladı. AK Parti ve benzerlerini ehven-i şerci mantık
ile olumlayan, Müslümanların
zihinlerini çevrelemeye yönelik
projenin parçası bir rejimi algılamada, bir refikimizin sorunlu
ama bu çarpıklığı anlatmada
kullanışlı olabilecek ironik bir
ifadesiyle “Müslümanlar’ın iktidarıyla İslam’ın iktidarını birbirine karıştıranlar” Suriye gibi
karmaşık sorunlarda bir türlü
dengeyi yakalayamamaktalar.
Henüz İslam’ı net bir şeklide
kavrayamadığı halde sorunlu
tarihimizin bir hastalığı olan
mezhepçilik ekseninde olaylara
yaklaşanları Allah (cc) ıslah
etsin; neye hizmet ettiklerinin
farkında değiller. Ama daha da
önemlisi, söz konusu çevrelerin
kafa karışıklığı ve temel referansımıza bakış konusundaki ciddi
sıkıntıların dikkate alınmaması
ve tavır konulmaya gerek duyulmamasıdır.
Müslümanların Kafa Karışıklığı
Bu kafa karışıklıkları ve duruştaki ciddi sorunlar sadece Türkiye
vb. değişim ve dönüşüm süreci
yaşayan ülkelerde söz konusu
olmamakta; İran gibi devrimle
birlikte kendisini uluslar arası
sistemin dışında konumlandıran, din anlayışı Müslümanların
sorunlu tarihinin bütün hastalıklarını içinde barındırsa da temel referansı İslam olan bir devlette de gündeme gelmektedir.
İran ki, devrim sonrası (Humeyni döneminde) ortaya koyduğu
politikalarla, küresel küfrün
karşısındaki net duruşuyla aklı
İktibas
başında bütün Müslümanların
takdirini kazanmıştı. Her ne
kadar İran, İmam’dan sonra
Müslümanlarla bağ kurmada,
ilişkilerde ciddi sıkıntılar yaşasa
da hala bölge ve Müslümanlar
için önemli bir güç; hataları
nedeniyle mutlaka eleştirilmesi,
ama ötekileştirilmemesi gereken
özgün bir sistem.
Ne yazık ki Müslümanlar için
hayati öneme sahip bu devlet,
ciddi güvensizlik ve belirsizlikler
yaşıyor; geçmişinin aksine özellikle son dönemlerde basiretsiz,
kendi geleceğini ve Müslümanların bölgedeki durumunu tehlikeye sokacak tavırlar, politikalar
belirliyor. Daha çok ulusal çıkarları ve konjonktürel stratejik
hesapları öne çıkaran pragmatik
refleksler ortaya koyuyor. Bu, bir
taraftan dünya istikbarının çevrelemeye, yok etmeye çalıştığı
İran’ı zayıf düşürüyor, diğer taraftan Müslümanlar arasındaki
ihtilafları körüklemek için fırsat
kollayanlara imkan sağlıyor.
Aynı zamanda ilkesel ve ahlaki
kaygılarla stratejik çıkarları bir
arada götürme becerisi ve basireti gösteremeyen İran yönetimi,
koruyamayacağı çok net ortaya
çıkan “stratejik direnç hattı”
gerekçesine takılarak küresel
küfrün istediği mezhebi profili
öne çıkarılan bir ülke görüntüsüyle adeta geleceğini tehlikeye
sokmaya devam ediyor.
Daha önce de dikkatinize sunduğumuz gibi İran, öncelikle
bölgede yaşanılan ve ideolojik
ekseni bilinen değişim ve dönüşüm sürecini doğru okuyamamış, bu süreci değerlendirmede
çifte standart kullanarak tutarsız
bir tavır geliştirmişti. Libya’da
yaşadığı kafa karışıklığından
sonra Suriye’de vizyonsuz bir
politika izledi. Koruyamayacağı
H
er ne kadar İran,
İmam’dan sonra
Müslümanlarla bağ
kurmada, ilişkilerde
ciddi sıkıntılar yaşasa
da hala bölge ve
Müslümanlar için
önemli bir güç; hataları
nedeniyle mutlaka
eleştirilmesi, ama
ötekileştirilmemesi
gereken özgün bir
sistem. Ne yazık
ki Müslümanlar
için hayati öneme
sahip bu devlet,
ciddi güvensizlik ve
belirsizlikler yaşıyor;
7
İktibas
S
uriye’de insani
ve stratejik
müdahale birbirine
karışmakta. Muhakkak
İran’ın Akdeniz ve
Doğu Akdeniz’deki
stratejisi için Suriye
çok önemli. Aynı
zamanda bölgede net
bir duruş sergilemeye
çalıştıklarına şahid
olduğumuz Hamas ve
Hizbullah için de bu
ülke stratejik öneme
sahiptir. Ancak bu
gerçekliklere takılarak
hatalı ve başarılı olması
mümkün gözükmeyen
bir politikada ısrar,
İran ve Müslümanların
geleceğini tehdit
etmektedir.
8
Yorum
stratejik çıkarlarını ön plana
koyarak hem kendi sistemini
hem de ciddi Müslümanları zor
durumda bıraktı. Bununla da
kalmayarak hatasında ısrar ile
Suriye’de yaptığı hatanın Lübnan’da da karşısına olumsuzluk
olarak çıkmasını engelleyecek
düzeltmeyi yapmadı. En kötüsü
de küresel küfür ile birlikte kendilerini İslam ile tavsif eden, ancak İran’ın Müslümanlar için ne
kadar önemli olduğunun farkında olmayan ve mezhep eksenli
düşünen çevrelerce, stratejik
kaygılarla ortaya koyduğu hatalı
politikalar sanki mezhebi hassasiyetle üretilmiş gibi gösterildi.
Kısmen de başarılı olundu. Aynı
zamanda İran yıllardır ortaya
koyduğu basiretli politikalarla
sağladığı istikrarını zedeledi, en
son Lübnan’da Hizbullah’ın elde
ettiği ciddi zaferi gölgeledi…
dile getirmektedir. Ahmedinejad
yönetiminin Suriye politikasına
karşı olduğunu da belirten Şeriati, “Allah’ın izniyle er ya da geç
Suriye halkının kazanacağı”nın
da altını çizdi. Aynı zamanda
Lübnan’daki Hizbullah’ı da
eleştiren Şeriati, “Hizbullah da
Hamas gibi halkın yanında yer
almalıydı; halkın yanında yer almamak ile çok büyük hata yaptı” dedi. Keza Lübnan Yüksek Şii
Konseyi üyesi Seyyid Hani Fahs
da Hasan Nasrallah ve Nebih
Berri’nin Suriye konusundaki
görüşlerine katılmadığını belirterek, “Suriye’deki olaylar konusunda İran’ın yaptığı açıklamalar
Şiilerin tamamının görüşünü
yansıtmıyor. Birçok Şii İran’ın
Suriye konusundaki tutumunu
desteklememektedir.” şeklinde
konuyla ilgili kanaatlerini ortaya
koymuş oldu…
Bu tür kaygılar ve eleştiriler
sadece bizim gibi düşünen Müslümanlarca gündeme getirilmemekte; Nebevi mücadelenin/
duruşun ne anlama geldiğinin
bilincinde, Müslümanların
birliğinin (ama ne üzere?) ne
kadar önemli olduğunun farkında, mezhep eksenli düşünce
ve yaklaşımların bütün Müslümanlar açısından ne kadar
tehlikeli ve anlamsız olduğunun
ayırdında olan Müslümanlarca
da gündeme getirilmektedir.
Suriye’de yaşanan katliamlara
dikkat çeken ve İran’daki mevcut yönetimin Esed-Baas rejimi
yanında yer almasını kınayan
eski Cumhurbaşkanı Hatemi’nin
yardımcılığı ve sözcülüğünü
yapmış olan Muhammed Şeriati, el-Cezire’de katıldığı bir
programda, “Suriye’de mezhep
savaşı çıkarılmaya çalışılıyor”
fitnesine karşı, Suriye’de mezhep
savaşı olmadığını, bu söylemin
bir dezenformasyon olduğunu
Evet, Suriye’de insani ve stratejik
müdahale birbirine karışmakta.
Muhakkak İran’ın Akdeniz ve
Doğu Akdeniz’deki stratejisi
için Suriye çok önemli. Aynı
zamanda bölgede net bir duruş
sergilemeye çalıştıklarına şahid
olduğumuz Hamas ve Hizbullah
için de bu ülke stratejik öneme
sahiptir. Ancak bu gerçekliklere takılarak hatalı ve başarılı
olması mümkün gözükmeyen
bir politikada ısrar, İran ve Müslümanların geleceğini tehdit
etmektedir. Eğer hatada ısrar
devam ederse korkulur ki daha
geniş bir bantta Müslümanları
karşı karşıya getirebilecek tehlikeli bir potansiyel tetiklenmek
istenilebilir…
Esad Sonrası Suriye Tasavvurları
Suriye’deki gelişmelerin insani
ve ahlaki boyutu muhakkak
çok önemli, ama en az onun
kadar önemli bir başka boyutu
Yorum
da bölgede kurulmaya çalışılan
yeni düzenin niteliği konusunda
Müslümanların kafa karışıklığı,
çarpık yaklaşımlarıdır.
Suriye’deki gelişmeler gerçekten
vahim gözükmekte; hepimizin
canını yakıcı korkunç katliam
devam etmektedir. Küresel ve
bölgesel güçlerin arasındaki
dengeler gözetilmeye, ortak bir
nokta kullanmaya çalışılırken
bölgesel bir güç ve Müslümanlar
açısından göz ardı edilmeyecek
bir devlet olan İran’ın kendi
hataları ve bazı Müslümanların
geleceğe yönelik ilkesiz, vizyonsuz bakış açıları bu ülkeyi
Suriye’deki sürecin dışına sürüklemektedir. Başta ABD olmak
üzere küresel küfür, bölgeye yeni
bir düzen vermek, bölgedeki
çıkarlarını ve egemenliklerini
devam ettirmek, en önemlisi
de Müslümanları daha sofistike
yöntemlerle kontrol altına almak isterlerken malum odaklar,
olumsuz propaganda ile İran’ı
öne çıkartmakta; İran’ın körfez
bölgesi ve bütün Orta Doğu’da
“hegemonik” emelleri olduğunu
iddia etmekte ve bu ironik, manipülatif propagandaları ABD
ve İsrail’in kontrolünde ve /
veya onlara yakın uluslar arası
ve ulusal medya kanallarıyla
pompalanmaktadır. Hatta daha
da ileri gidilerek, İran’ın hatalı
politikaları ve Müslümanların
kafa karışıklığından yararlanarak İran’ı çevrelemeye ve bu
bağlamda bölgedeki işbirlikçi
ülkeleri blok halinde hareket
etmeleri için cesaretlendirmeye
ve askeri olarak güçlendirmeye
çalışmaktalar…
Bölge yeniden dizayn ediliyor;
güç dengeleri yeniden oluşmakta. Netleşmeye başlayan
güç dengelerinde yeni Türkiye
önemli bir bölgesel güç/aktör
İktibas
olarak öne çıkarılmaktadır. Ve
yeni Türkiye küresel güçlerle
paralel hareket etmekte, temel
politikalarında onlarla ters
düşmemeye özen gösterme
gereği duymakta. Dolayısıyla
Suriye’nin geleceğinin belirlenmesinde en güçlü ve öne çıkan
aktör yeni Türkiye olmaktadır.
Bugün Suriye’deki mevcut rejimin yerinde kalacağı üzerine
hiçbir güç hesap yapmamaktadır. Tartışmalar daha çok yeni
düzenin nasıl kurulacağıyla
ilgilidir. Bu çerçevede yapılan
tartışmalarda ise iki unsur öne
çıkarılmakta. Birincisi yeni
Türkiye’nin Suriye üzerindeki
etkisinden rahatsız olan odakların bölgede Kürtler üzerinde
oluşturmaya çalıştıkları ve konjonktürel olarak sık sık gündeme
taşıdıkları, daha çok beklenti ve
temennilerini yansıtan senaryolar. İkincisi ise yeni Suriye’yi
oluşturacak bileşenlerin kendilerinin bölgesel hesaplarıyla
uyumlu olup olmayacağı kaygısı
taşıyan bölgesel ve küresel güçlerin senaryoları.
Birinci kesimde yer alan ülkelerin senaryoları bizce bölge
gerçekleriyle uyuşmamaktadır.
Çünkü yeni Türkiye artık Kürtleri bir tehdit unsuru olarak
görmekten öte, bazı çekinceleri
olsa da onları peşine takmak
ve misyon gereği değişik Kürt
unsurlarıyla derin ilişkiler geliştirmek niyetinde. Ve bu konuda
küresel güç ABD ile ciddi mutabakatlara varmış durumda.
Kısaca yeni Türkiye artık terörle
mücadele ile Kürtlerin bölgedeki
pozisyonunun nasıl olacağını
birlikte değerlendirmekte. Dolayısıyla Suriye’deki kanlı değişim
sürecinin geldiği bu aşamada,
Esad yönetiminin stratejik kaygılarla PKK’nın Suriye uzantısı
B
ugün Suriye’deki
mevcut rejimin
yerinde kalacağı
üzerine hiçbir güç
hesap yapmamaktadır.
Tartışmalar daha çok
yeni düzenin nasıl
kurulacağıyla ilgilidir.
Bu çerçevede yapılan
tartışmalarda ise iki
unsur öne çıkarılmakta.
9
İktibas
T
ekrar edelim,
değişen dünya ve
bölgesel şartlarda yeni
Türkiye’nin konumu
ve misyonu, küresel
odaklarca kabul
edilen stratejik önemi
devam ettiği sürece
bölgede Türkiye’ye
rağmen bir Kürt devleti
kurulamaz…
10
Yorum
PYD’ye bazı bölgeleri teslim
etmesi ve PKK’ya verilen silah
desteğiyle düşman olarak gördüğü Türkiye’yi rahatsız etmesi
yanlış okunmamalıdır. Hele hele
kaos döneminden yararlanarak
Suriye’nin kuzeyinde etkin olan
PYD ve birlikte hareket ettiği
PKK’nın Türkiye’nin bazı bölgelerinde uyguladığı ve sonuçsuz
kalmaya mahkum stratejisini
dikkate alarak Irak’ın kuzeyindeki benzer yeni bir yapılanmanın oluşturduğundan bahsetmek bir yorum, tesbit olmanın
ötesinde anlam taşımaktadır.
Konjonktürel gelişmelerle giderek sıklaşan AKP muhalifliği
ile olayların analizini birbirine
karıştıran acar gazetecilerin,
liberal solcu entelektüellerin ve
malum odakların sesi ajanların
iddiaları, senaryolarıdır bunlar.
Zira Suriye’deki ne etnik dağılım
ne de coğrafi kompozisyon bu
tür gelişmelere müsait değildir.
Daha önce Esad yönetimi ile
birlikte hareket eden Kürt unsurlarının yaşanılan süreçten
yararlanarak bölgedeki Kürtleri baskı altında tutmasından
kaynaklanan konjonktürel
gelişmelerdir yaşananlar. Ancak giderek netleşen bölgesel
denge arayışları ve yeni Türkiye
ile ABD’nin birlikte hareketine
rağmen Barzani’nin dönemsel
şartların cazibesine kapılması ve
ütopyasını gerçekleştirmek adına adımlar atma ihtimali başta
Türkiye olmak üzere birçok
bölgesel aktörü rahatsız etmiş
gözükmektedir. Aksi iddia edilse
de Davutoğlu’nun Kuzey Irak
Bölgesel Yönetimi’ne yaptığı
ziyaret ve hemen peşindeki Kerkük çıkarması bu analizi doğrulamaktadır.
Tekrar edelim, değişen dünya
ve bölgesel şartlarda yeni Türkiye’nin konumu ve misyonu,
küresel odaklarca kabul edilen
stratejik önemi devam ettiği sürece bölgede Türkiye’ye rağmen
bir Kürt devleti kurulamaz…
Bunu çok iyi bilen tecrübeli bir
gazetecinin, bu süreçte istense
de istenmese de “defacto yönetimler oluşacak; Kürtler de
tümüyle hükmettikleri alanları
kendileri yönetecekler…” türünden yorumdan çok temenni
cümleleri kurması bizce manidardır ve arka planı doğru
okunması gerekir. Ki kendisi
de mızrağın çuvala sığmadığını
söz konusu cümleler ağzından
çıktıktan sonra fark etmiş olacak ki; bu bağımsız Kürt devleti
ya da ikinci Kürdistan demek
değil; birleşik Suriye gerçekleştiğinde Kürt özerk bölgesinin
temellerinin atılması demektir,
açıklamasını yapmak zorunluluğu duymakta. Ama karşısındaki
şahıs üstadın öyle bir gazına
gelmiş olacak ki “efendim bu
hükümet Kürt sorununu çözmezse PKK bu hükümeti çözer
mi?” diye sorabilmektedir. Bu
bağlamda Suriye’de bir mezhep
çatışmasından söz etmek de
doğru bir yaklaşım değildir; bir
zorlamadır. Suriye’deki rejimin
ordusu ile bu ordudan kopan
unsurlarla değişimci unsurların
oluşturduğu Hür Suriye Ordusu
arasındaki çatışmanın “alt metni” Sünni-Nusayri mezhepsel
çatışma olarak okunmalı türünden değerlendirmelerde dönemsel temennilerden öte geçmeyecek sığ yorumlardır. Belki
bu tür bir yorum Suriye’den çok
Lübnan için geçerli görülebilir.
Ancak Lübnan’da bu çerçevede
küçük çatışmalar gündeme gelse
de bölgedeki denge arayışlarının
Yorum
niteliği uzun süreli bir mezhep
çatışmasına müsaade etmez.
Baas rejiminin silahlı kuvvetleri
muhalif güçler karşısında giderek etkinliğini kaybetmekte, ağır
silahları ve hava kuvvetlerini
kendi halkına karşı kullanarak
ayakta kalmaya çalışmaktadır.
Öyle ki Esad yönetiminin gerek
psikolojik, gerek ekonomik ve
gerekse de askeri olarak yolun
sonuna yaklaştığını gösteren
birçok gelişme yaşanmasına
rağmen bu güne kadar çökmemesinin asıl nedeninin iç ve dış
konjoktür olduğu bilinmektedir.
Yani Esad yönetimini ayakta
tutan, stratejik direnç hattını
korumak adına İran’ın hatalı
politikalarında ısrarı ve bölgedeki varlığını ve çıkarlarını
devam ettirmek adına hamleler
yapan ve son zamanlarda söylemi farklılaşmış olsa da bunun
politika değişikliğine henüz yansımadığı Rusya’nın tavrı değil.
Asıl belirleyici unsur, bölgedeki
çıkar alanlarının giderek daraldığını hisseden batılı devletler
ve iç ve dış nedenlerle sürecin
uzamasında yarar uman, bu
kanlı süreçten stratejik yararlar
üretmeyi ihmal etmeyen küresel
küfrün başat gücü ABD’nin ayak
sürümesidir. Söylemleri ve diplomatik girişimleriyle muhaliflerin yanında gözüken; değişim
sürecinin bölgesel çıkarları için
önemsediğinde şüphe olmayan
ABD’nin Türkiye üzerinde ve
başka kanallarla muhaliflere
gönderdiği silah yardımının
da abartıldığı gibi olmadığı
iddia edilmektedir. Yani Esad
yönetimine çeşitli yaptırımlar
uyguladığı bilinen ABD’nin rejimi devirmek için tüm gücüyle
yüklendiğini söylemek zor.
Beklenildiği üzere ABD oradaki
katliamın önlenmesinden, insani kaygılardan çok kendi den-
İktibas
gelerini ve stratejik hesaplarını
önceleyen bir yaklaşım sergilemektedir. Bu dönemde ABD, bir
taraftan değişim sürecinin kontrolünü elinde tutmaya çalışırken
öte taraftan da başta İran’ın
hatalı politikaları olmak üzere
çeşitli fırsatlardan yararlanarak
kamuoyunun algısını yönetmeye çalışmaktadır. İddia edildiği
gibi Obama ne Türkiye’yi savaşa
itmeye çalışıyor ne de değişim
sürecini tam anlamıyla desteklemek için uygun vasatın oluştuğu
düşüncesinde…
Tahran-Ankara hattında yaşanan hareketlilikler, Hillary
Clinton’ın Ankara ziyaretiyle
daha da hızlanacak gibi görünse
de, Fransa Dışişleri Bakanı’nın
Türkiye ziyareti ve Fransa’nın
ilgili Dışişleri Bakanlarını BM
çatısı altında Suriye konulu bir
toplantıya çağırması ve İslam
İşbirliği Teşkilatı Suriye’nin üyeliğini askıya alsa da henüz gündemde dikkate değer bir gelişme
gözükmemektedir. ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton’ın son
Türkiye ziyaretiyle “uçuşa kapalı
hava sahası” güvenli bölgeler
oluşturması seçenekleri masada
ama ABD, “bekle-gör” politikasına devam etmekte; kozmetik
(görünüşte) bazı adımlar atıyor
izlenimini verse de durum bu.
Ankara ile “operasyonel planlama”, “askeri istihabarat paylaşımı” ve diğer çalışma grupları
oluşturduğu açıklaması da yeni
bir duruma işaret etmemektedir. Zira bu türden çalışmaların
iki ülke arasında uzun süredir
devam ettiği, konunun takipçilerince bilinmektedir.
Bu arada Ankara ile Washington
arasında “Esad sonrası nasıl bir
Suriye?” sorusuna cevap olacak
ciddi çalışmaların yapıldığı ve
bunun konuyla ilgili diğer aktör-
lerce yakından takip edildiğinden de şüphe yok…
Ezcümle, Suriye ile ilgili gelişmeleri yorumlamaya çalıştığımız bundan önceki dört yazıda
da belirttiğimiz gibi İran’ın
başlangıçta stratejik kaygılarla
yaptığı hatayı anlamamız mümkün. Ama zamanla isabetsizliği
anlaşılan bu hatalı politikada ısrarı anlamak gerçekten çok güç.
Ancak Müslümanların, bölge
için stratejik öneme sahip İran’ı
hedef tahtasına oturtmaları ve
küresel küfrün bu ülkeyi çevreleme politikasına istemeyerek de
olsa yardımcı olacak aşırı tepki
koymaları ise kesinlikle doğru
bir tavır değildir; düşmanları
sevindirir. Ancak İran’ın ve/veya
Müslüman örgütlerin yaptıkları
hatanın sadece yanlış sahiplerini
ilzam etmeyeceği, yansımaların
tüm Müslümanları etkileyeceği
bilinciyle hareket edilmesi ve en
etkin şekilde uyarılması gerekmektedir.
“Birlik… Ama ne üzerine?” kaygısını taşıyan tüm Müslümanların kısır çekişmelerden, dönemsel krizlerin ortaya çıkardığı kafa
karışıklığından sıyrılarak asıl
meselelerimiz konusuna yoğunlaşmaları artık kaçınılmaz hale
gelmiştir. Bizim kontrolümüz
dışında bir süreç yaşanmakta ve
bu sürecin hedefi değişen dünya
şartlarında Müslümanları kontrol
altında tutmaktır. O sorunlu,
ironik ve bugünü anlamak için
gerekli gördüğümüz çarpıcı
tespit üzerinden tekrar düşünüldüğünde içinde bulunduğumuz
zillet ve vahamet çok daha iyi
anlaşılacaktır: “Müslümanlar(!?)
yönetimde ama İslam iktidar
değil!”
[email protected]
11
Kavram
EĞLENCE
TARIK ÖZKAN
k
ur’an, insan
için en önemli
şeylerin yani iman
mevzularının, din’in,
ahiret hayatının,
namazın v.b.
değerlerin eğlence
edinilmesini, alaya
alınmasını şiddetle
eleştirmektedir.
Kur’an’ın bu eleştirileri
düşündürücüdür.
12
Eğlence kelimesi eğlenmek
fiilinden türemiş isimdir. Eğlenmek fiili sözlükte neşeli, hoşça
vakit geçirmek; bir kimsenin
herhangi bir kusuru veya zayıf
noktası ile alay etmek; bir yerde
durmak, beklemek, oyalanmak
gibi birbirinden kısmen farklı anlamlar ifade etmektedir.
Türkçe eğlence kelimesinin
Arapçadaki karşılığı ise ‘lehiv’dir
(lehvün). Kuran’da ‘lehiv’ (lehvün) kelimesi genellikle ‘leib’
(laıbun) yani oyun kelimesiyle
birlikte zikredilmektedir. ‘Eğlence’ anlamındaki lehiv kelimesi
Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle
birlikte birçok kez kullanılmıştır.
Hüzüv ve istihza sözcükleri ise
alay etmek, maskaraya almak
anlamındadır. İngilizcede ‘entertainment’ sözcüğü eğlence
anlamına gelmektedir. Eğlence
endüstrisi (entertainment industry) olarak da yaygın bir şekilde
kullanılmaktadır.
Kur’an’da eğlence ve/veya oyun
(lehvün-laıbun) konusu ayetlerde şu şekilde yer bulmaktadır:
Dünya hayatı ancak bir oyun ve
eğlencedir. (Enam, 32; Ankebut,
64; Muhammed, 36; Hadid,
20). Dinlerini eğlence edinenlerle Peygamber’in (dolayısıyla
mü’minlerin de) bir işi olamaz!
(“Dinlerini eğlence edinenleri
bırak.”) (Enam, 70; Araf, 51).
Müslümanlar, Ehli Kitap’tan onların dinini (İslam’ı) alaya alan,
namazı alay ve eğlence konusu
edinenleri dost edinmemek hususunda uyarılırlar. (Maide, 58).
Kıyamet gününün gelmesini
imkânsız gören kâfirler ahiret
gününde yaptıkları kötülükler
onları kuşatacak, ahirete kavuşmayı unuttukları gibi Allah
da o gün onları unutacaktır,
onların yeri ateştir. Çünkü
onlar Allah’ın ayetleri ile alay
etmişlerdi. (Casiye, 35). Onlar
bu dünya hayatında boş yere
oyalanıp durmaktadırlar. (Bel
hum fî-şekkin yel’abûn) (Duhan,
9). ‘Lehve’l-hadîs’ deyimi, alay,
maskaralık, eğlence içerikli ‘boş
laf ’ demektir ve insanları Allah
yolundan saptırmak ve Allah
yoluyla alay etmek maksadıyla
“boş sözü satın almak” şeklinde
kullanılmıştır. (yeşterî lehve’lhadîs). (Lokman, 6). Oysa herkes bilmelidir ki Allah gökleri ve
yeri oyun ve eğlence olsun diye
yaratmamıştır. Hiç düşünmez
mi insan: eğer Allah -haşa- eğlence edinmek isteseydi, onu
kendi Katı’ndan edinir/yaratırdı.
(Enbiya, 16-17; Duhan, 38).
Görüldüğü üzere Kur’an, insan
için en önemli şeylerin yani
iman mevzularının, din’in,
ahiret hayatının, namazın v.b.
değerlerin eğlence edinilmesini,
alaya alınmasını şiddetle eleştirmektedir. Kur’an’ın bu eleştirileri
düşündürücüdür. Buna göre
“dinlerini eğlence edinenleri”,
“namazı eğlence edinenleri”,
“ayetleri eğlence edinenleri” ve
“Allah yolunda olmayı eğlence
edinenleri” acı bir azap beklemektedir.
Çok benzer biçimlerde dört ayrı
ayette geçen “dünya hayatı ancak
bir oyun ve eğlencedir” ifadesi,
üzerinde düşünülmesi gereken
önemli bir konudur. Allah neden ahiretin tarlası olan dünya
hayatını bir oyun ve eğlence
olarak adlandırmıştır? Bu dünya
hayatı değil midir ki biz Müslümanlar işleyeceğimiz hayırlar ve
uzak duracağımız şerler sonucunda Allah’ın vaadi olan, içinde
ebedi olarak kalacağımız Cennet
nimetine kavuşmayı umacağız.
Öyleyse Allah’ın dünya hayatını
bir oyun ve eğlence olarak nitelendirmesindeki muradı nedir?
Acaba bazı Müslümanların an-
Kavram
ladığı gibi oyun ve eğlence uzak
durulması gereken haramlar
mıdır, yoksa vahiyde kast edilen
çok ciddi bir iş olan kulluk görevinin unutulup dünya hayatının
insanı Rabbini zikretmekten,
her ne yapar yahut uzak durursa
O’nun rızası için bu şekilde davranmasından alıkoyan bir meşgaleye mi dönüşmesidir?
Bu soruların cevabı söz konusu
ifadenin yer aldığı dört ayetin,
yine aynen baş taraflarında olduğu gibi devamında neredeyse
aynı kelimelerle ifade edilen
bölümlerinde çok net bir şekilde
verilmektedir. “Bu dünya hayatı
ancak bir oyun ve eğlencedir.
Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.” (Ankebut, 64).
Allah bu dünya hayatını gerçek
ve kalıcı olan ahiret hayatına
nispetle bir oyun ve eğlence olarak nitelendirmektedir. Dünya
hayatını, ahiret yurduna varmayacakmış gibi yaşayan, yaptıklarının herhangi bir sonucu
olmayacakmış gibi davrananlar
için bir oyun ve eğlence olarak
tanımlamaktadır.
Allah dünya hayatının bir oyun
ve eğlence olduğunu ifade ederken bunun, ahiret yurdunu hesaba katmadan yaşayanlar için
böyle olduğunu, Müslümanlar
içinse, tam tersine dünya hayatının bir oyun ve eğlence olmadığını kastetmektedir. Ahiret
hayatının gerçek olduğunu ve
gerçek mutluluğun orada elde
edileceğini bilen Müslüman
için, dünya hayatı gayet ciddi bir
iştir ve kulluğunun gereklerini
yerine getirerek Rabbini razı
edebilmesinin yegâne zeminidir.
Bu durumda ayet, söylediği ve
söylemediği iki anlam içermektedir denilebilir. Dünya hayatını
oyun ve eğlence edinenlerin
ahiret yurdunun gerçekliğini
İktibas
bilmediklerini vurgulamanın
yanı sıra, tersten okunduğunda,
ahiret hayatının varılacak gerçek
menzil olduğunu bilenler için
dünya hayatının bir oyun ve
eğlence yeri olmadığını ortaya
koymaktadır. Varacak hedefimenzili olana yolda eğlenmek,
oyalanmak olmaz. Asr suresinde
belirtilen “Zamana and olsun,
insan hüsran içindedir” ifadesi
ancak hayatı kulluk bilincinden
uzak, oyun ve oyalanma içinde
yaşayanlar içindir. Bu gibilerin
geçirdikleri her an aleyhlerine
işlemekte, Allah’ın vaadi olan
azaba bir adım daha yaklaşmaktadırlar.
Batı düşünce sisteminde eğlence
(entertainment) kavramının
oldukça özel ve önemli bir yeri
vardır. Zira seküler ve dinden
uzak bir hayatın genel ifadesi
olan modernizm tam da Allah’ın
kastettiği türden bir eğlence
anlayışına sahiptir. Dünyaya bir
kez gelen insanın, buradan ancak elde edebileceği tüm hazları
yaşayarak maksimum faydayı temin edeceği varsayılmış, bunun
yolu olarak da her türlü eğlencenin hayatın amacına dönüştürüldüğü bir dünya görüşü ortaya
çıkmıştır. İnsan ne kadar çok
tüketirse, ne kadar çok hazza
muttali olursa o kadar amacına
ulaşmış demektir. Tüm bunları
sağlamanın yolu da Allah’ı unutturan, insanı varlık sebebini ve
ahiretini düşünmekten alıkoyan,
geçici zevkler peşinde koşturan
bir hayat biçimidir. İşte böyleleri
için dünya hayatı gerçekten bir
oyun, eğlence ve oyalanmadan
ibarettir. Varmaktan kaçamayacakları bir sona, kendilerine
verilen mühletin dolmasına kadar kendilerinden geçmişçesine
eğlenecekler ama sonunda mut-
a
llah dünya
hayatının bir oyun
ve eğlence olduğunu
ifade ederken bunun,
ahiret yurdunu hesaba
katmadan yaşayanlar
için böyle olduğunu,
Müslümanlar içinse,
tam tersine dünya
hayatının bir oyun ve
eğlence olmadığını
kastetmektedir. Ahiret
hayatının gerçek
olduğunu ve gerçek
mutluluğun orada
elde edileceğini bilen
Müslüman için, dünya
hayatı gayet ciddi bir
iştir ve kulluğunun
gereklerini yerine
getirerek Rabbini razı
edebilmesinin yegâne
zeminidir.
13
İktibas
laka Allah’ın vaadi olan azaba
kavuşacaklardır.
Modernizm, insan hayatını
çalışma, dinlenme ve eğlenme
gibi temel bazı bölümlere ayırır.
İnsanlar çalışabilmek için dinlenir, eğlenebilmek için çalışırlar. Hayatın amacının, insanın
mutluluğu olarak tanımlandığı
ve mutluluğa erişmenin de eğlenceden geçtiği varsayımıyla,
hedef çalışarak elde edilenlerle
eğlenmektir. İnsanoğlunun
kötü ve sapkın yanının tüm
karakteristik özelliklerini açığa çıkarmayı başaran modern
dünya görüşü bunu başarmak
için türlü araçlar geliştirmiştir.
Bu araçların en önemlilerinden
olan eğlenceyle, insanı Allah’ı
zikretmekten alıkoymanın ötesinde başka bazı kazanımlar da
elde etmektedir.
Günümüzde eğlence kavramı
hayatımızın orta yerine yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Eğlenmenin en tabii haklardan
biri olduğu öngörüsüyle insanlar
sürekli olarak modern eğlence
araçlarını kullanmaya ve bunları
tüketmeye sevk edilmektedir.
Küfrün, bu şekilde hedeflediği
insanı yoldan çıkartmak, Rabbini ve onun rızasını düşünmekten alıkoymak, varlığı ve hayatı
sorgulamaya fırsat bulabilme
ihtimali bulunan zaman dilimlerini, derhal başka şeylerle doldurarak tefekkürden, varlığının
sebebini düşünmeye ve anlamaya çalışabileceği imkânlardan
onu yoksun bırakmaktır. Tam
da ayette ifadesini bulan bir oyalanma, düşünmek ve akletmek
yerine durumun vahametini
fark etmesini ve bununla yüzleşmesini engellemeye dönük bir
faaliyetler bütününe dönüşmüştür. Küfrün bu konuda geldiği
seviye ve elde ettiği başarı(!)sı
14
Kavram
g
ünümüzde
eğlence kavramı
hayatımızın orta
yerine yerleştirilmeye
çalışılmaktadır.
Eğlenmenin en tabii
haklardan biri olduğu
öngörüsüyle insanlar
sürekli olarak modern
eğlence araçlarını
kullanmaya ve bunları
tüketmeye sevk
edilmektedir.
kesinlikle yadsınamaz. Oldukça
fazla mesafe kat ettiği aşikârdır.
Temelde insanı tefekkürden alıkoyarak rıza-i ilahiye yönlenmesini engelleyen eğlencenin bunu
iş edinenlere sağladığı bir diğer
önemli sonuç da maddi imkânlardır. Bugün egemen güçler,
elde ettikleri hâkim konumun
devamını temin için insanların
elindeki her türlü maddi kaynağı
ele geçirecek yollar bulmakta
oldukça mahirdirler. Bunların
başlıcalarından olan eğlence
araçları sayesinde, hem kendi
toplumlarının hem de dünyanın
kaynaklarını ustalıkla kendi
kasalarına aktarmaktadırlar.
Düşünelim ki dünya üzerinde
Disneyland turizmi denilen,
dünyanın farklı ülkelerinde
kurulmuş devasa büyüklükteki
oyun parkları ve bunların civar
ülkelerden dahi ciddi miktarlarda turist çekerek insanları eğlendirme, hoşça vakit geçirtme
bahanesiyle milyar dolarlık kazançlar elde etmektedirler. Disney ve benzeri eğlence markalarının eğlence parkları, çizgi film
kahramanları, bunların lisanslarını üzerlerinde bulunduran ve
neredeyse hiç birimizin çocuklarını bunları almaktan ya da bize
aldırtmaktan alıkoyamadığımız
oyuncakları ile devasa bir eğlence ekonomisi oluşturulmuştur.
Dünya üzerinde kumarın en
büyük merkezi Las Vegas’tır ve
filmlerde bir rüya mekânı olarak
bize sunulur. Dünyanın dört bir
tarafındaki kumarbazlar buralara akın eder ve ülkelerinden
kazandıkları servetlerini bu
kumarhanelerde eğlence ve sefa
sürerek eritirler.
İnsanı tefekkürden alıkoyan,
maddi imkânlarını emerek yok
eden eğlence sektörü bununla
da yetinmez. Bu sektörün arka
planındaki güç sahipleri elde
ettikleri bu faydalara aynı zamanda zihin yönlendirme de
diyebileceğimiz türde bir boyut
ilave etmişlerdir. Bugün eğlence
adı altında bizlere sunulan her
türlü faaliyet aslında belirli bir
hayat tarzının insanlara hoş
gösterilmesi ve özendirilmesi
amacını gütmektedir. Kendi
değer yargıları ve dünya görüşlerini, en yakışıklı ve en güzel
oyuncularla süsledikleri filmleri
aracılığıyla, evlerimize her gün
tonlarca pislik akıtan televizyon
programlarıyla, çocuklarımızı
ve hatta çoğu zaman yetişkinlerimizi dahi günlerce haftalarca
oyalayan bilgisayar oyunlarıyla,
toplumsal bir çılgınlık hali içerisinde takip ettiğimiz spor müsabakalarıyla ve buna benzer daha
pek çok eğlence aracıyla zihnimizin içine sokmakta ve kalplerimize yerleştirmektedirler.
Çoğu zaman güç ile edemedikleri pek çok kazanıma bu sayede
kolayca ve çok da fazla emek
harcamadan sahip olabilmektedirler. Buradaki temel amaç bu
yöntemle kendi dünya görüşle-
Kavram
rini bizim kültürümüze, günlük
yaşantımıza enjekte etmektir.
Bir toplumun pek çok nesil sonrasında ve uzun yıllar içerisinde
ortaya çıkardığı kültür, ancak bu
yolla bu kadar hızlı tüketilip içi
boşaltılabilir. Bunun sağladığı
faydaları uzunca bir süredir
tecrübe eden Batı, insanın tüm
zaaflarını da kullanarak kendi
değerlerini yerleşik kültür ile
değiştirmek için uğraşmaktadır.
Bu konuda gereken savunma
mekanizmalarından uzunca bir
süredir kendini mahrum bırakmış olan Müslüman topluluklar
da bu etkiye, maalesef sonuna
kadar açık hale gelmişlerdir.
Artık neyin İslami ve Kur’an’a
uygun olduğu veya olmadığının
kararını dahi veremez hale gelmişlerdir. Bu durumdan çıkışın
reçetesi de yine Kur’an’a ve Peygamber’in onu açıklayan ve pratize eden örnekliğinde saklıdır.
Tehlike büyüktür, tuzaklar çoktur, ancak çözüm farkındalıkla
başlamaktadır. Biz Müslümanlar
olarak, adil ve inansın-inanmasın her ferdin içerisinde yaşayabileceği iyi bir düzen kurmak
için tüm bu tuzaklara karşı hazırlıklı olmalıyız.
Eğlence sektörünün kullandığı
araçların yaygınlığı hemen hiçbirimizin kendimizi bunlarla
muhatap olmaktan tamamen
kurtaramayacağımız bir hale
gelmiştir. Küreselleşme denilen
yeni dünya düzeni içerisinde
küfür odakları dünyanın her
köşesini avucunun içi gibi bilir
ve etki edebilir hale getirmek suretiyle dünyanın geriye kalanını
büyük bir zulme maruz bırakmaktadırlar. Biz Müslümanlar
olarak önümüze konulan her
şeyi mutlak bir biçimde Allah’ın
rızasına uygunluk bakımından
gözden geçirmeli ve buna göre
İktibas
K
üreselleşme
denilen yeni
dünya düzeni
içerisinde küfür
odakları dünyanın her
köşesini avucunun
içi gibi bilir ve etki
edebilir hale getirmek
suretiyle dünyanın
geriye kalanını büyük
bir zulme maruz
bırakmaktadırlar.
seçerek kullanmalıyız. Eğlence
aracı olarak bize sunulan bir
sinema filmi bizim üzerimizde
hedeflenen etkiyi uyandıramamalıdır. Kendimizi korumaya
çalıştığımız gibi özellikle bu
etkilere fıtratları gereği çok açık
olan çocuklarımızı, tüm ailemizi
ve etrafımızdakileri uyarmak ve
gücümüz yettiğince korumak
konusunda uyanık ve kararlı
olmalıyız.
Bununla beraber ‘eğlence’
kavramı bağlamında tümüyle
karamsar bir tablo çizmememiz
gerektiğini de unutmamalıyız.
Kur’an’da oyun ve eğlence ifadelerinin geçtiği ayetler dikkatle
incelendiğinde bizatihi eğlence
kavramına olumsuz bir anlam yüklenmediği, fakat ciddi
konuların eğlenceye ve alaya
alınmasının kerih olarak görüldüğü fark edilecektir. İnsan
fıtratında eğlenceye ilişkin bir
eğilim mevcuttur. Ancak hemen
her konuda olduğu gibi ‘eğlence’ meselesine de bizler İslami
ölçüler çerçevesinde yaklaşmak
durumundayız. Öncelikle, Müslümanın ‘eğlence’den anladığı ile
gayrı müslimin anladığı elbette
birbirinden farklıdır. Bir Müslümanın, insanı günaha götü-
ren, şatafat ve gösteriş yüklü,
sadelikten uzak, Allah’ı hatırdan
çıkarmaya sevk eden eğlenceyle
işi olamaz. Müslüman, her işini
Allah rızasını hedefleyerek yapar
ve çalışma dışındaki zamanında
da yine O’nu razı edecek şekilde vakit geçirmeye gayret eder.
Bununla beraber, bir Müslüman
için de hayatta gülmeyi gerektirecek, kendisini günlük hayatın
stresinden uzaklaştıracak, hayata gülümseyerek bakmasını
sağlayacak bir atmosferi terennüm etmek mubahtır. Kısacası
Müslümanlar için mubah olan,
harama kaçmayan, günah denemeyecek eğlence türü vardır.
Bir piknik bile bir tür eğlencedir. Aslında eğlence teriminin
Müslüman dimağlarda bıraktığı
olumsuz hissin farkındayız fakat
isimlendirme bizleri yanlış bir
bakış açısına sevk etmemelidir.
Mesela bir düğün merasiminin,
tıpkı bir cenaze ortamı gibi olması beklenemez. Müslüman
toplumlar düğünlerinde pekâlâ
kendi inanç ve fıkıhlarıyla çelişmeyen ‘eğlence’ biçimleri geliştirmişlerdir. İşte bir Müslüman
ailenin düğününde, o ortamın
düğün olduğunu hatırlatıcı neler
yapılabiliyorsa o, Müslümanlar
için meşru ‘eğlence’dir. Son zamanlarda hemen herkesin müşteki olduğu düğünlerdeki gayrı
İslami ortamlar elbette sözünü
ettiğimiz meşruiyetin kapsamına dâhil değildir.
Sözün özü, Allah’ın kulları için
helal kıldığı hiçbir şeyi kimse
haram kılma yetkisine sahip
değildir.
Müslümanın matemi gibi, neşeli
günleri de Dini ile uyumlu olmak durumundadır.
15
Düşünce
ZİHİNSEL
PERİŞANLIKLAR
VE MEZHEP
HOLİGANLIKLARI
ATASOY MÜFTÜOĞLU
h
er durumda
ve her duruma
itaat geleneğinin/
zihniyetinin eleştiriye
ve muhalefete
tahammülü yok. Bunun
yanında “ehven-i şer”
tercihi gibi ilkesizliği,
politikasızlığı,
ikiyüzlülüğü
meşrulaştıran bir başka
geleneğimiz olduğunu
da kaydedelim.
16
Olaylara, gelişmelere duygusal ya da ideolojik klişelerle
yaklaştığımızda, hiçbir şekilde
sağlıklı sonuçlar elde edemeyiz.
Tarih boyunca yaşadığımız bilinç parçalanmaları, siyasal güç
parçalanmaları, güç rekabetleri,
İslam imparatorluklarını, devletlerini, İslamî bünyeyi çok ciddi
bir biçimde zayıflattı. Kültürel
bütünlüğün kaybıyla birlikte
evrensel ufkumuzu kaybettik.
16ncı yüzyılla birlikte ekonomik/politik/küresel değişimi,
yeni keşifleri, yeni zenginlik
girişimlerini gereği gibi takip
edememek, analiz edememek,
değişen dünyanın dışında/uzağında kalmak; toplumlarımızı
sömürge olmaya açık olacak
kadar güçsüzleştirdi. Her alanda
zenginlik üreten, yeni kurumlar,
yeni yapılar, yeni bilgiler/fikirler
üreten bir dünya karşısında her
alanda mevcut olanı tüketen bir
dünyaya dönüştük.
Günümüzde de toplumlarımız
bilgi üreten bir dünya karşısında
teslimiyeti seçmiş durumdadır. Daha çok üreten modern/
seküler/liberal kültür, doğal
olarak İslamî içerik üretemeyen
toplumlarımızı istediği yönde
dönüştürebilmektedir. Toplumlarımız bugün küresel-neoliberal dünyanın ürettiği değerler
ve kültürlerin etkisi altındadır.
Dünyayı daha çok ticari akıl yönetmektedir. Ticari akıl, insanları sorumlu davranmaya değil,
girişimci olmaya sevk etmektedir. Neoliberal özgürlük yaklaşımı, bir ahlaka sahip olmadığı
için, yalnızca kişisel çıkarlara
hizmet ediyor. Toplumlarımız
küresel neoliberal saldırılar
karşısında savunmasızdır. Bu
saldırılar nedeniyle toplumlarımız ahlakî altüst oluşlar yaşıyor.
İletişimin, sermayenin, büyük
şirketlerin ve tüketicilerin sı-
nırsız dünyası hepimizin her
alanda yeni değerlendirmeler
yapmamızı gerektiriyor. Neoliberal saldırılar sebebiyle büyük
bir anlam yoksulluğu yaşıyoruz,
anlam üretmeyi başaramıyoruz.
İslam toplumlarında, bütün
İslamî yapıların, cemaatlerin,
düşünce ve kültür adamlarının,
cemaat liderlerinin, statükonun
çizdiği sınırlar içerisinde hareket
etmek, bu sınırları takdis etmek
gibi yapısal bir sorunu var. Her
durumda ve her duruma itaat
geleneğinin/zihniyetinin eleştiriye ve muhalefete tahammülü
yok. Bunun yanında “ehven-i
şer” tercihi gibi ilkesizliği, politikasızlığı, ikiyüzlülüğü meşrulaştıran bir başka geleneğimiz
olduğunu da kaydedelim. Bu
durum biz Müslümanları gerçek
bir var oluşa sahip olmaktan
alıkoyuyor. Sözünü ettiğimiz
gelenekler/zihniyetler sebebiyle,
hiçbir şekilde bilinçli bir farkındalık oluşturamıyoruz. Fikirlere
değil de, kişilere odaklandığımız
için, her durumda kendimizi
dar bir alana kapatıyoruz.
İslamî meşruiyet referanslarımızı kaybettik.
Avrupa kavram ve kurumlarının ötesini düşünmeye cesaret
edemiyoruz. Kendi kavramlarımızla nasıl düşüneceğimizi
bilmiyoruz. Hayatın bütün
alanlarını içerisine alan, İslamî
dünya görüşünü ve hayat tarzını somutlaştıran bir çerçeveye,
programa ve uygulamaya sahip
olduğumuzu iddia edemeyiz.
Bugünün dünyasında İslam’ın
yalnızca manevi zenginlik üretmesi isteniyor.
Temel İslami ilkeleri/ölçütleri/
değerleri/kavram ve kurumları
gerçekliğe dönüştürmek üzere
ortaya koyduğumuz bir müca-
Düşünce
delemiz yok. Gündelik ahlak’la
sınırlı bir dindarlık biçimiyle
yetiniyoruz. Bu nedenledir ki;
onurlu/özgür bir duruş noktası
belirleyemiyoruz. İslam düşüncesinin, duygulara/duygusallıklara/hamasete teslim olması
nedeniyle, gerçek konuşmalar,
gerçek tartışmalar gerçekleştiremiyoruz. Bugünün gerçeklerine
karşı kayıtsızız. Etnik köken/
hizip/mezhep sarhoşlukları sebebiyle hiçbir çözümleme üretemiyoruz. Hamasî bir retorik
hepimizi gerçek çabalardan alıkoyuyor. Hakikati temsil etmek
yerine, taraftarları temsil etmek
gibi bir ahlaksızlık yayılıyor.
Hangi yorum temsil ediyor olursa olsun, her türlü dar kafalılık,
dilini ve söylemini kontrol edemez. Bu nedenle de bu tür dar
kafalılıklar küstahlığı ve kabalığı
seçer. Bu tür bir dar kafalılık/
hizipçilik, kalabalıkları heyecana sevk etmek, ne pahasına
olursa olsun taraftar toplamak,
taraftarlara ucuz umutlar telkin
etmek için çaba harcar.
Müslümanlar olarak gücümüzün/imkânlarımızın farkında
olsaydık, harekete geçebilecektik. Korkularımız sebebiyle hep
ikili, çelişkili hayatlar sürdürüyoruz. Korkularımız her zaman
zalimlere cesaret veriyor. Hangi
nedenle olursa olsun, korku’ya
mahkûm olanların, hiçbir biçimde özgür olamayacaklarını
unutuyoruz. Bütün koşullara
boyun eğen, hiçbir duruma itiraz etmeyen, sorgulamayan, hayır demeyen kişiliklerden özne
olmaları beklenemez. Hayatımız
üzerinde ahlakî bir denetim
yok artık, yalnızca finansal bir
denetim var. Bugünün dünyasında enformasyon ve iletişim
yoğunlukları yaşanırken, her tür
düşünme faaliyeti yüzeyselleşiyor. Enformasyon ve iletişim
İktibas
yoğunlaştıkça bütün nitelikler
birer birer kayboluyor; dostluklar, sahici ilişkiler kayboluyor,
bütün bu ilişkilerin yerini online
ilişkiler alıyor. Küresel-kapitalist sistem bütün toplumları
bir fabrika gibi düşünüyor, bir
fabrikayı yönetir gibi yönetmeye
çalışıyor. Sermaye hayatımızın
bütün boyutlarını bir şekilde
sömürüyor. Güvenlik rejimleri
nerede olursak olalım, hepimizi gözetim altında tutabiliyor.
Siyaset, adaletle yönetmek gibi
temel bir ilkeden uzaklaşıyor,
teknik bir sorun gibi algılanıyor.
Modern-seküler bilim sermayenin ve kapitalizmin hizmetinde
olduğu gibi, demokrasiler de
kapitalist piyasaların hizmetinde
bulunuyor. Piyasa hayatın tüm
boyutlarını istila ediyor.
Sermaye her şeyi araçsallaştırıyor.
Bütün derinliklerin, anlamların, bilgeliklerin, niteliklerin,
yoğunlukların buharlaştığı bir
zamanda/dünyada/toplumda tek
kaygı, günü yaşamak kaygısıdır.
Hayatı günü yaşamakla sınırlı
hale getiren sistem, zihnimizi
de bir biçimde yönlendiriyor.
Zihinlerimiz genel geçer algılama biçimleri doğrultusunda
şekilleniyor. Genel geçer algılama biçimleri etkisiz, yersiz,
boş varoluşlar oluşturuyor.
Gerçekleri olduğu gibi görmeyi
başaramıyoruz. Gerçeklerin çok
uzağında yaşıyoruz. Düşüncesiz
umutlar gibi, umutsuz düşünceler de yanıltıcı/aldatıcı sonuçlar
doğuruyor. Temelsiz/ucuz iyimserlikler toplumları kötürümleştiriyor. Kendi yöntemleriyle
büyülenenler, kendi yorumlarını
mutlaklaştıranlar çevrelerini
göremeyecek ölçüde ahlakî bir
körleşme yaşıyor. Tevhidi düşüncede yaşanan parçalanma ve
çözülmeler, tevhidi dünya görüşüne bağlı olduğunu iddia eden
M
üslümanlar
olarak
gücümüzün/
imkânlarımızın farkında
olsaydık, harekete
geçebilecektik.
Korkularımız sebebiyle
hep ikili, çelişkili
hayatlar sürdürüyoruz.
Korkularımız her zaman
zalimlere cesaret
veriyor. Hangi nedenle
olursa olsun, korku’ya
mahkûm olanların,
hiçbir biçimde özgür
olamayacaklarını
unutuyoruz.
17
İktibas
U
lus devletlerin
belirleyici
bir güç haline
gelmesi ile birlikte
toplumlarımız önce
kimliksizleştirildiler.
Kimliksizleştirme
süreçleri,
kişiliksizleştirme
süreçlerine dönüştü.
Bu noktada sahte/
taklit/kopya kimlikler
icat edildi. Ulus
devletlerin her projesi,
Müslümanları ümmet
bütünlüğünden
uzaklaştırdı. Bugün,
Neonurcu akım
örneğinde de
görülebileceği üzere,
İslamî cemaatler
milli kutsallar icat
ettiler, milliyetçilikleri
kutsallaştırdılar.
18
Düşünce
kişiliklerde de parçalanma ve
çözülmelere neden oluyor.
inşa ederek, onararak mümkün
olabilir.
Tarihten çekilmiş bir medeniyetin mağlup çocukları olduğumuz halde, medeniyet üzerinde
çok spekülatif bir dil kullanıyoruz. İslamî bağlamda bir medeniyete sahip olmadığımızın
farkında değiliz. Bir medeniyete
sahip olsaydık Müslümanlar
arası ilişkiler/tartışmalar medeni
insanlara yakışır ölçüde olacaktı,
bütün tartışmalar terbiye sınırları içerisinde yapılacaktı.
Medya tiranları, finans tiranları,
dini hayata musallat olan bütün
tiranlar ufkumuzu kapatıyor,
bu nedenle de karşı karşıya
bulunduğumuz olaylarla ilgili
olarak eleştirel bir duruş gerçekleştiremiyoruz, özgür bir
vizyon oluşturamıyoruz. İslam
algısı/tasavvuru bugün maalesef,
milliyetçilik-sağcılık-muhafazakârlık-gelenekçilik-görenekçilik-hizipçilik-mezhepçilik-polülizm-hamaset-köylülükle malul
hale gelmiştir. Çok daha vahim,
çok daha beter bir durum dikkatlerimizden kaçıyor. Cemaathizmet olarak anılan topluluk
Amerika’da Siyonist ve Evangelist lobilerin talepleri/beklentileri/önerileri doğrultusunda hareket edebiliyor. Bu çok kirli ilişki
biçimi Neonurcu akımın kötü
yola düştüğünü gösteriyor.
Kalabalıkların onayını almak,
ilgisini çekmek için oluşturulan
dinî bir tasavvur ile yeni bir kültür üretilemez. Bir kültürün ve
medeniyetin tarihe yeniden dönebilmesi için, evrensel düşünce
ve insanlık ufkunu kuşatabilen,
öncü düşünürlerin, bilgelerin,
filozofların, âlimlerin, müctehidlerin yetkin kadrolar halinde
yetiştirilmeleri ve sorumluluk
yüklenmeleri gerekir. Henüz bir
tartışma terbiyesine bile sahip
olmayan, lümpen İslamcıların,
lümpen devrimcilerin hiçbir
kültürel inşa’ya katkıları olamaz.
Irkçılıkların, milliyetçiliklerin,
mezhepçiliklerin, kabileciliklerin ve bunlar arasında halen
sürdürülen kanlı çatışma ve
rekabetlerin, iç savaşların gerçek
olduğu bir dünyada ne uygarlıktan ne de medeniyetten asla
söz edilemez. Modern zamanlar
boyunca “uygarlık” kavramı hep
terörize edici bir slogan olarak
varlığını sürdürdü, bugün de
sürdürüyor. Kendi inançlarını,
düşüncelerini, İslam algısını,
dünya görüşü ve hayat tarzını
özgürleştirmeyi başaramayan
toplumların bir medeniyetten
söz etmeleri kadar büyük bir çelişki olamaz. Her alanda sağlıklı
yorumlar yapabilmemiz zihinsel
ve kültürel dünyamızı yeniden
İslami bilinci, tevhid ve ümmet
bilincini toplumsallaştırmayı
başaramadığımız için, hiçbir
bağımlılık biçimine son veremiyoruz. Bu bağımlılık ilişkileri
sebebiyle, İslamî algı ve tasavvur
laik/milliyetçi/ideolojik yapıların baskısından kurtulamıyor.
Ulus devletlerin belirleyici bir
güç haline gelmesi ile birlikte
toplumlarımız önce kimliksizleştirildiler. Kimliksizleştirme
süreçleri, kişiliksizleştirme süreçlerine dönüştü. Bu noktada
sahte/taklit/kopya kimlikler
icat edildi. Ulus devletlerin her
projesi, Müslümanları ümmet
bütünlüğünden uzaklaştırdı. Bugün, Neonurcu akım örneğinde
de görülebileceği üzere, İslamî
cemaatler milli kutsallar icat ettiler, milliyetçilikleri kutsallaştırdılar. Türkiye’de yaşandığı üzere
Müslümanlar da, Kürt sorunu
etrafında ulus devlet aklına tabi
oldular, bu akla inandılar. Bugün
Düşünce
İslamî cemaatler, cemaat liderlerine kurumsal/siyasal alanlar
hakkında görüş belirtmekten
imtina ediyor, kişisel dindarlıkla
ilgili çalışmalar yapıyor, kişisel
ibadetler bağlamında yorumlar
üretiyor. Herhangi bir cemaete
katılan bireyler kişisel ve benlik
duygularını kaybediyor. Cemaat/hizip disiplini düşünmeye
ve sorgulamaya izin vermiyor.
Her cemaat mensubu bu cemaat
liderlerinin nihai hakikati temsil
ettiğine inanıyor.
Karanlıkların içerisinde kayboluyoruz.
İnsan olarak yaşamak yerine,
nesne/eşya gibi yaşıyoruz.
Ne isteyeceğimizi bilmiyoruz.
Toplumsal-kitlesel ayaklanmaların yaşandığı Ortadoğu ülkelerinde kitleler diktatörlükleri
reddediyor; ancak, reddettikleri
yapıların yerine yeni bir yapı
koyamıyor, öneremiyor, yeni bir
sistem inşa edemiyor. Bu ülkelerde ayaklanmalar kurucu-inşa
edici bir süreci başlatamadı. Siyasal bir program oluşturamadı.
Emperyalizmin geçici bir ideoloji olmadığını hatırlamak ve
hatırlatmak gerekiyor.
Ortadoğu’ya yönelik emperyalist
yeniden şekillendirme girişimleri “demokratikleştirme” üst
başlığı altında sürdürülüyor.
Bölgede Sünni kökenli İslamî
oluşumlar/akımlar/partiler
küresel sisteme dâhil edilirken,
sistem karşıtı Şii unsurlar/hareketler etkisizleştiriliyor, marji-
İktibas
nalleştiriliyor. Küresel sistem bu
defa mezhepleri çatıştırıyor.
Mezheplerin çatıştığı, çatıştırılabildiği bir dünya korkunç bir
dünyadır.
Mezheplerin çatışma halinde
olduğu, çatışmaya açık olduğu
bir dünyada ümmet’i gerçek
kılmamız mümkün olamaz.
Evrensel ahlakî yasalar, ahlak
merkezli bir uygarlık, medeniyet
olmadığı için, bugün görüldüğü
üzere her yerde faşizm, her yerde zulüm ve kötülük hüküm-ferma olabiliyor. Günümüzde yalnızca propaganda amaçlı olarak
gündemde tutulan çok kültürlülüğün teorik bir çerçeveden ibaret olduğunu görebilmeliyiz. Tek
model, tek uygarlık, tek paradigmanın şiddet yoluyla dayatıldığı
bir dünyada karşılıklı anlayıştan,
diyalog ya da hoşgörüden söz
etmek kadar büyük bir saçmalık
olamaz. Tek biçimlileştirilmeye
çalışılan bir dünyada bütün bu
kavramlar içi boş sloganlar olmaktan öteye geçemez.
Bugünün dünyasında yürürlükte
olan pek çok kavram emperyalist dünya sisteminin ihtiyaçları/
çıkarları doğrultusunda üretilmiş kavramlardır. Bu kavramlar
emperyalist sömürüyü meşrulaştırmak üzere kullanılıyor.
Faşist/ırkçı bir uygarlık anlayışı,
Avrupalıların hayatlarını değerli/önemli bulurken, Müslüman
hayatlara hiçbir şekilde saygı
duymuyor. Avrupa, İslam’ı tarihsel bir dışsallık ve dinî fanatizm
şeklinde kurguladığı için, ırkçı
kategoriler hiç değişmiyor. İnsanlığını yitirmiş bir “uygarlık”,
uygarlık misyonu maskesi altında, “özgürlük” maskesi altında,
barbarlığını sürdürüyor.
Modern-seküler-liberal “insan hakları” retoriği kesinlikle
Müslümanları kapsamıyor.
Arakanlı Müslümanlara yönelik
Budist terörü konusunda Batı
dünyasından gerçek bir tepki
yükselmiyor. Her zaman olduğu
gibi bugün de mağdurları Müslümanlar olduğunda, hiçbir katliam/soykırım modern tarihin
kaydına girmiyor. İnsan hakları
dili propaganda aracı olan bir
dildir. Bütün dünyada Müslümanların propagandadan ibaret
bir dil aracılığıyla sistematik bir
biçimde aldatıldıklarını hatırlamak gerekir.
Zihinsel bağımsızlık, zihinsel
cesaret, üretkenlik, özgürlük.,
derinlik, nitelik, bütünlük, kuşatıcılık ve irade olmaksızın,
asıl önemlisi dayanışma bilinci
olmaksızın yeni bir tarih başlatmak mümkün olmayacak. Statükoların sınırlarını aşabilmek için
kararlılık içerisinde zihinsel bir
irade gerekir. Kimi korkularla
malul bulunan kişilikler/cemaatler bu korkuları sebebiyle statükolarla bütünleşiyor. Zihinleri
pek çok korku ile malul bulunan
kişiliklerin/cemaatlerin gücü/
etkisi korkusu kadardır.
İslam toplumlarında, milliyetçi akımlar çok derin çelişkiler
içerir. Bu akımlar bir yanda emperyalizme karşı bir uyanıştan
söz ederken, bir diğer yanda da
batılılaşma yönünde girişimler
başlatırlar. Ortadoğu’da içerisinde bulunduğumuz dönemde
gerçekleşen ayaklanmalarda
görülebileceği üzere, Arap-İslam toplumları, İran ve Türkiye
de dâhil olmak üzere, özellikle
genç kuşaklar Batılı düşüncelere maruz kaldılar, onlar gibi
düşünmeye başladılar. Bugün,
Batı’ya muhalefet eden unsurlar, bu muhalefetlerini batılı bir
retorikle gündeme getiriyor.
Ortadoğu’da yaşanan ayaklanmalar düşünceye yansıtılamadı.
19
İktibas
Düşünce
Yeni bir anlam sistemi oluşturulamadı. Yeni bir siyasal süreci
başlatamadı. İran, kendi devrimini kendi kültürü ile gerçekleştirmişti. Bugünkü ayaklanmalar
Batı kültürünün, küresel etkileri
altında gerçekleşiyor. İran İslam
Devrimi küresel sisteme karşı,
kapitalist diktatörlüğe karşı ilk
büyük ayaklanma özelliğini gösteriyor.
G
ünümüzde, biz
Müslümanlar
maalesef, başkaları
tarafından dayatılan
rencide edici
kendilikler yaşıyoruz.
Başkaları nasıl
olmamızı istiyorsa
öyleyiz. İslamî
unsurların, cemaatlerin,
mezheplerin her
birinin kendilerine
özgü, bir başka grupla
paylaşmadıkları
kendi bencil/narsist
gündemleri var. Bu
durum kabul edilemez.
20
Bugünün biz Müslümanlar açısından en çarpıcı gerçeği ya da
derin çelişkisi şudur: içerisinde
Müslümanların yaşadığı toplumlar var, ancak Müslümanların oluşturduğu İslamî toplumlar yok. Kendisi olma bilincini
yitiren, kimliğinin bilincinde
olmayan bireyler ve toplumlar
İslamî sorumlulukların hakkını
veremiyor. Bu nedenledir ki,
düşünme tarzımız, hayat tarzımız İslamî ilkelere göre bir bütünlüğü yansıtmıyor. Düşünme
ihtiyacı duymayan, düşünsel
merak içerisinde olmayan, sorgulama ihtiyacı duymayan, soru
sorma yeteneğine sahip olmayan
bireyler ve toplumlar bilincin
kötürümleşmesine, çölleşmesine
neden olurlar.
Müslümanlar olarak halen karşı
karşıya bulunduğumuz utanç
verici, aldatıcı, yüz kızartıcı
etnik-hizipçi-mezhepçi karşıtlıklar, aşırılıklar ve çatışmalar
nedeniyle hiçbir şekilde ve hiçbir zaman evrensel bir iddiada
bulunamayız, evrensel çözümlemeler yapamayız, evrensel bir
İslamî tasavvur oluşturamayız.
Bir insanın, bir hareketin ufkunun ve ilgilerinin herhangi bir
etnisiteyle, yerellikle, hiziple,
mezheple, tek yorumla, tek
akılla sınırlandırılması demek,
umutsuz bir taşralılığa mahkûm
olması demektir. Taşralılığa
mahkûm olan bir zihniyet dün-
yasının evrensel çapta etkiler
uyandırabilecek bir kültür
(medeniyet) inşa etmesi düşünülemez. Karşı karşıya bulunduğumuz taşralılık (köylülük)
sebebiyle bugün bir yanda İslam
ulusallaştırılırken, bir diğer
yanda İslamî hareketler/partiler
neoliberal gündemle uzlaşıyor.
Neoliberal gündemle uzlaşmak,
yalnızca bir ekonomik sistemle
uzlaşmak anlamına gelmiyor.
Çünkü neoliberalizm aynı zamanda ahlaksız bir hayat tarzı
olarak, dünya görüşü olarak
sunuluyor.
Günümüzde, biz Müslümanlar
maalesef, başkaları tarafından
dayatılan rencide edici kendilikler yaşıyoruz. Başkaları nasıl
olmamızı istiyorsa öyleyiz. İslamî unsurların, cemaatlerin,
mezheplerin her birinin kendilerine özgü, bir başka grupla
paylaşmadıkları kendi bencil/
narsist gündemleri var. Bu durum kabul edilemez. Bu asla
onaylanamaz tablo sebebiyle ortak bir varoluşa, ortak bir bilince
ve duyarlılığa sahip değiliz.
Çok ucuz iyimserlikler içerisindeyiz.
Eleştirel bir iyimserlik içerisinde
bulunmayı hiç düşünmüyoruz.
Eskimiş ezberleri tüketmeye
devam ediyoruz.
Zihinsel anlamda büyük bir perişanlık içerisindeyiz. Entelektüel dünyamızda büyük bir ıssızlık
ve sükût yaşanıyor. Hayatın her
alanında batı dünyasının tarihsel
birikimi doğrultusunda yapılan
kavramsallaştırmalarla kendimizi ifade etme çalışıyoruz. Devlet
hayatı, siyaset hayatı, ekonomik
hayat, kültür hayatı bu kavramlar merkezinde şekilleniyor. Bu
kavramların izin verdiği ölçüde,
bu kavramların müsamahasına
Düşünce
sığınarak İslamî bir konum kazanmaya çalışıyoruz.
Moden-seküler bilinci sorgulamaya cesaret edemiyoruz.
Küre’nin küreselleştiği, her şeyin ekonomiye indirgendiği bir
dünyada rekabet ve serbest piyasa ekonomisi tek belirleyicidir.
Bu durum, bütün değer sistemlerini ve insani dünyaları alt-üst
etmektedir. Siyaset her ülkede,
küresel finans piyasalarının denetimi altındadır.
Bütün demokrasiler büyük bir
gösterişten ibarettir.
İslam toplumları dehşetengiz
gerçekliklerle karşı karşıyadır.
İçerisinde yaşadığımız küresel
süreçlere bilinçli bir biçimde
tanıklık ederek, tarihi gerçeklere
uyanmak durumunda bulunuyoruz. İslam dünyası tablosu
belirsiz ve karmaşıktır. Düşünce
hayatımız, entelektüel hayatımız
belirsizlik denizinde yüzmektedir.
Bütün bir Ortadoğu’yu içerisine
alan istikrarsızlık, kuşatma, belirsizlik, gerilim ve karşıtlıklar
emperyalist dünya tarafından
kışkırtılmaktadır. Suriye’ye tahmil edilen iç savaş emperyalist
gündem ve çıkarlar doğrultusunda sürdürülmektedir. Bu
gündem Müslümanlar tarafından gereği gibi tartışılmamış,
teşrih edilmemiştir. Her tür
mezhep karşıtlığı/gerilimi hangi
mezhep adına sürdürülüyor
olursa olsun utanç vericidir.
Hiçbir tartışma hangi mezhep
adına olursa olsun, mezhep
merkezli bir yaklaşımla sürdürülmemelidir. Her şeyden önce
ve her durumda Müslümanız
ve daha sonra gerekiyorsa eğer
mezhep yorumlarına başvurabiliriz. Amerika’nın Şii dünya
ve hareketlilik karşısında Sünni
İktibas
bir çizgi/hat gerçekleştirmek
üzere yoğun çalışmalar yaptığı
hatırlanmalıdır. Sünni dünya bir
kez daha Amerikan himayesine
açık hale gelmektedir. Suriye’de
sürdürülmekte bulunan kirli/
kanlı iç savaşta muhalif unsurların emperyalistler tarafından
icat edildiğini, yönlendirildiğini,
silah/mühimmat/eğitim ve benzeri gibi yollarla desteklendiğini,
Suriye’nin geleceğini Suriye halkının ya da muhaliflerin değil,
emperyalist dünyanın biçimlendireceğini söylemek seküler/
milliyetçi Baas tiranlığını desteklemek anlamına gelmez. Hiçbir Müslüman hiçbir gerekçeyle
Baasçı olarak suçlanamaz. Suriye’de muhalefet ortak/toplu bir
irade ve duyarlılık oluşturmayı
başaramamıştır. Muhalefetin
yüze yakın parçadan oluştuğu
hatırlanmalıdır. Suriye halkı iç
savaşla ilgili olarak kendi iradesini yansıtmamıştır. Muhalifler
arasında bir ittifak ve uzlaşma
olmadığı gibi ortak bir program
da yoktur. Suriye’de yaşananlar
etrafında hizip çıkarı adına,
mezhep çıkarı adına manipülasyon ve aldatmacaya tevessül
etmek ahlaksızlıktır. Suriye’de
yaşananlarla ilgili olarak muhalif
unsurları eleştirmek İran adına
konuşmak, İran perspektiflerini
paylaşmak olarak yorumlanamaz. İran’a karşı sürdürülen
kuşatma dikkate alındığında
İran-Suriye ilişkilerini anlamak
hiç de zor olmasa gerektir. Medya tarafından üretilen çarpıtmalar, medyatik dramatizasyonlar
konusunda her zaman dikkatli
olabilmeliyiz. Medya ve iletişim
sistemi bütünüyle bayağılaşmış, savaşlar bile seyirlik hale
getirilmiştir. Suriye konusunda
Türkiye’nin küresel tahakküm
sistemiyle birlikte hareket ediyor
olması yanlıştır, büyük bir talihsizliktir. Suriye’de akan kanlar
S
uriye’nin geleceğini
Suriye halkının ya
da muhaliflerin değil,
emperyalist dünyanın
biçimlendireceğini
söylemek seküler/
milliyetçi Baas
tiranlığını desteklemek
anlamına gelmez.
Hiçbir Müslüman hiçbir
gerekçeyle Baasçı
olarak suçlanamaz.
Suriye’de muhalefet
ortak/toplu bir irade ve
duyarlılık oluşturmayı
başaramamıştır.
Muhalefetin yüze yakın
parçadan oluştuğu
hatırlanmalıdır. Suriye
halkı iç savaşla ilgili
olarak kendi iradesini
yansıtmamıştır.
21
İktibas
S
iyasal ahlak ve
ilke noktasından
bakıldığında
bugünün dünyası sıfır
noktasında bulunuyor.
Günümüzde militarist/
faşist her askeri
girişim “demokrasinin
yayılması”
retoriği altında
gerçekleştiriliyor
Geçmişte sömürgecilik
“uygarlaştırma
misyonu” klişesi altında
sürdürülüyordu, bugün
de “demokratikleştirme
misyonu” klişesi altında
sürdürülüyor.
ve büyüyen acılardan, Suriye’de
kentlerin/tarihsel/kültürel varlıkların tahribatından Türkiye
de sorumludur. Türkiye’nin, biz
Suriye halkının yanındayız yönündeki dış politika tercihi ikna
edici olmaktan çok uzaktır.
Eleştirel olmayan heyecanlar,
duygusallıklar hepimizi çok ciddi bir biçimde yanıltıyor. Dünya
olayları etrafında kuşatıcı bir
siyasal farkındalığa, sorgulayıcı
bir duruşa, eleştirel bir tavra
ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
Siyasal ahlak ve ilke noktasından bakıldığında bugünün dünyası sıfır noktasında bulunuyor.
Günümüzde militarist/faşist her
askeri girişim “demokrasinin
yayılması” retoriği altında gerçekleştiriliyor. Geçmişte sömürgecilik “uygarlaştırma misyonu”
klişesi altında sürdürülüyordu,
bugün de “demokratikleştirme
22
Düşünce
misyonu” klişesi altında sürdürülüyor. Modern uygarlık barbarlık biçiminde, hayâsızlık ve
sapkınlık biçiminde temsil ediliyor. Sömürgecilik tarihi sömürdüğü, halen sömürmeye devam
ettiği toplumlarda etnik-mezhepsel-kültürel farklılıklar oluşturmuş ve bunları kurumsallaştırmıştır. Bu yüzden, bugün
toplumlarımız ithal yasalar, ithal
zihniyet ve yaklaşımlar aracılığıyla yönetiliyor. Müslümanlar
olarak bizler, toplumsal ve siyasal anlamda özgün ve özgür bir
model oluşturmayı başaramıyoruz. Bu nedenledir ki, tarihin bu
çok kanlı döneminde siyasal ve
toplumsal bir kazanımdan söz
edemiyoruz. Bugünü biçimlendirecek İslamî bir dil’e, bilince,
bilgi ve birikime sahip olmadığımızı itiraf edebilmeliyiz.
İslamî düşüncelerimizi İslamî
pratiklerle buluşturamıyoruz.
Avrupa paradigmalarıyla düşündüğümüz için kendimiz olmayı
başaramıyoruz. Aziz İslam’ı ve
İslamcı mücadeleyi, hasım ve
rakip ideolojiler, Siyonistler ve
Evangelistler nasıl tanımlıyorsa, bizler de öyle tanımlamaya
çalışıyoruz. Sağcı/solcu/nurcu/
muhafazakâr aydınlar zihinsel
sömürge durumunu sürdürdükleri, düşünsel komadan çıkamadıkları için, İslamcı düşünceyi/
davayı/kavgayı emperyalistler
gibi ve onların yaklaşımlarıyla
değerlendiriyor. Bizimle aynı
hakikat algısına sahip olmayanların yorumlarını paylaşmak
kadar büyük bir zillet olamaz.
Bağımsız İslamî yorumlar, bağımsız İslamcılık yorumları
bilinç yoğunlukları ister, cesaret
yoğunlukları ister, siyasal cesaret
ister. Koşullar doğrultusunda
tercihler yaptığımız yol, yöntem,
tarz belirlediğimiz için hiçbir
şekilde sahici olamıyoruz. Koşullara göre vaziyet alanlar sa-
hicilikten uzaklaşıyor. Koşullara
göre vaziyet alanlar İslam’ı kendi
çıkarları doğrultusunda, kendi
konumlarına uygun bir biçimde,
keyfi bir biçimde tanımlıyor.
Düşünce hayatımız, kültür hayatımız zihinsel soykırıma maruz
bırakıldığı için, İslamî özgürlük
talebinde bulunamıyoruz. Aziz
İslam’ın dünyaya/hayata/tarihe/
topluma-siyasete yönelik içeriğini inkâr ederek “din işi gönül
işi” tarzında basit, ucuz, bayağı,
kolaycı tekerlemelere başvuruyoruz. Zihinleri sömürgeleştirilenler, İslam’ı bütün boyutlarıyla
bütün iddialarıyla sahiplenmeye
cesaret edemeyenler, kişisel
dindarlığa sığınıyor ya da İslam’ı
yerel bir folklöre/kültüre/geleneğe indirgeyerek temsil etmeye
çalışıyor.
İçerisinde bulunduğumuz zihinsel perişanlık, hizipçilik,
mezhepçilik, hizip-mezhep
holiganlığı, cesaretsizlik, teslimiyetçilik sebebiyle, bugün
Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere toplumumuz
muhafazakâr-seküler-liberal bir
dönüşüm yaşıyor. Bu nedenle de
toplumlarımız köklü bir değişim
arzusu ve iradesine sahip bulunmuyor. Aydınlarımız başka bir
dünyanın, İslamî bir dünyanın
mümkün olabileceğine inanmıyor.
Gerçek bir devrim, her alanda
kökten, kuşatıcı, derinlikli bir
değişimle mümkün olabilir.
Gerçek bir devrim bütün bir
varoluşumuzu yenileyerek, yeniden inşa ederek gerçekleştirilebilir.
Düşünce
HAKİKATE KARŞI
DURANLAR
MURAT KİRİŞCİ
T
üm bağlardan
ve zihinsel
tıkanıklıklardan
kurtulup bilime ve akla
bağlanarak geçmişle
bağlarını kopartan
bir dönemin keskin
pozitivist dilinden
vazgeçen yeni dönem
yeni bir kopuşla
kendini tanımlamakta,
kutsalsızlığı, sabitsizliği,
hakikatsizliği ve
hakikatin bilgisine
ulaşılamayacağı
inancını bir erdem gibi
sunmaktadır.
İktibas
Günümüz neoliberal anlayışının en önemli açılımı “özgürlük” telakkisi içinde her fikrin,
her isteğin, her beklentinin
açık bir şekilde ifadelendirilmesi ve her ifadelendirmenin
neoliberal düşünceye zarar
vermediği sürece hayat içerisinde yer bulabilmesidir. Bu
anlayışa göre, her yol mubah
her fikir kendi çapında saygın,
bununla beraber hakikat algısı değişken ve görelidir; yani
zaman ve mekâna ve hatta her
bireyin kendi durumuna göre
değişebilir.
Modern dönemin anlayışının
tersine bugünün neoliberal
fikrine göre din bile değerlidir,
ancak bu görece dünyanın
şemsiyesi altında kültürel bir
kod olmak, şemsiyenin herhangi bir dalı kalmak kaydıyla.
Bu anlayış, kapitalizm ile görelilik bileşkesinde varoluşunu
tanımlamakta ve epistemolojisini bu bileşkeye göre belirlemektedir. Göreliliğin tanımı
içindeki bu epistemolojik
altyapı insanların yaşadıkları
hayatın, mekânların ve zamanın bilgiyi ürettiği, bunların
dışında ek bir bilgi kaynağı gerekmediğini ortaya koyar. Böylece din de dâhil olmak üzere
hiçbir yapı hakikati dış bir kaynaktan alamaz, sadece yaşanan
gerçeklik hakikati belirler ve
bu durumun dışına çıkmak
abestir. O halde hakikat geçici
bir süreçtir, daimi olma imkânı yoktur. Dolayısıyla bilgi de
geçicilik ifade eder, tarihsel bir
niteliğe kavuşur, sabit bir noktası ve değeri kalmamıştır.
Bu yeni düşünceye göre, hakikatin subjektifliği insanı, hayatı, toplumu belirler, fakat geleceğe ait hiçbir şey söylemez;
geleceği insanın kendisinin belirleyeceğini ve bu belirlemenin önceye dair olmayacağını
ifade eder. Kendini hakikatin
varlığından soyutlayan ve böyle bir telakki üretmeyi yanlış
gören neoliberal düşünce, insanları “özgürleştirici” bir misyon yüklendiğini iddia ederek
gizli bir hakikat algısını topluma benimsetmektedir. Tek bir
doğrunun olamayacağı görelilik ilkesiyle hayatı belirlerken
demokratik düşüncenin tek
doğru olduğu ve insanlığın tek
hakikati olacağını zoraki zihinlere sokar, insanları etkiler ve
onların gönüllü bir demokrasi
havarisi olmasını sağlar. Önceki dönemde tek bir hakikatin
var olduğu görüşünün yerine
ikame olunan bu hakikatsizlik
anlayışı bir kısır döngü gibi
kendi ortaya koyduğu hakikati
hayatın rolü olarak ifade eder.
Ortaya çıkan bu çelişki ise
gözü boyanmış, düşünceleri
çalınmış, zihinleri bulandırılmış insanlar tarafından anlaşılamaz, aksine demokrasinin
biricikliği, getirdiği “özgürlük”
anlayışı ile ne kadar mükemmel olduğuna inanmaktan
kendilerini alamazlar.
Tüm bağlardan ve zihinsel tıkanıklıklardan kurtulup bilime
ve akla bağlanarak geçmişle
bağlarını kopartan bir dönemin keskin pozitivist dilinden
vazgeçen yeni dönem yeni bir
kopuşla kendini tanımlamakta,
23
İktibas
Düşünce
kutsalsızlığı, sabitsizliği, hakikatsizliği ve hakikatin bilgisine
ulaşılamayacağı inancını bir
erdem gibi sunmaktadır. Tıpkı
bir önceki dönemde olduğu
gibi bu dönem de insanı yeni
bir maceraya sürüklerken
fıtrata atıf yapmayı es geçer,
varoluşun hikmetini düşünmenin gereksizliğine inanır
ve inandırır. Böylece yeni bir
sapkınlık türü oluşturur; bu,
köklü bir şekilde kopuş ve dönüşümdür, bir önceki dönemin
kodlarından çok daha muğlak
ama çok daha münafıkça bir
bakışla. Bu dönemin en vahim
etkilerinin başında Müslümanların, dünyevi bir mantıkla
ahlaki ve insani değerleri yok
ederek inşa edilen “özgürlük”
tanımlamalarının içinde dine,
dindarlığa ve dindarlara nefes
aldıracak bir alan araması gelmektedir.
Neoliberal hayatın bir başka
yönü insanla, hayatla ilgili gizli
olan her şeyi ortaya dökecek
bir açıklığa sahip olmasıdır.
Bu işlevsel yönüyle mahrem
olan her şeyi bozar, detaylarına kadar her şeyi görsel bir
malzeme haline getirir ve her
konunun toplumsal eleştiriye
tabi kılınmasını sağlar. Nitekim akıl her şeyin merkezidir,
bugünün yaşanmasını sağlayan
ana motor görevi görür ve her
şeyi eleştirmeye hak sahibidir.
Böylece toplum, “özgürleşir”
ve dönüşür, kalıplarından kurtulur, tartışılmaz olanı tartışır,
değişmezleri ortadan kaldırır,
mahalle baskılarına savaş açar,
sürekli değişir, gelişir, kutsalları aklın gücünün yanında söndürür ve yok eder ve görünmemesi gereken her şeyi görünür
kılar, alenileştirir. Sabit bir
hakikat olamayacağına inanan
bu görüş hayatı göreli hale
getirirken hakikate tartışarak,
eleştirerek yaklaşır ve böylece
tanrılaşarak varoluşa, bilgiye,
tarihe ve toplumsal yapıya kendisi karar verir.
Siyasi alanı da “özgürleştiren”
bu düşünce, insanlar için en
iyiye ulaşmış günü tanımlar
(tarihin sonu gelmiştir artık)
ve demokrasiden başka bir tercihin imkânını olamayacağını
ifade eder. İnsanlar “özgürce”
demokrasiyi seçerler, sanki
başka bir seçenek varmış gibi.
Bu seçim sonrasında insanlar
kendisiyle çelişen bir şekilde
“özgürce” bireyciliklerinin sınırsızlığını elde etmiş ve haz
dünyasının içine akmış olurlar
ki bu kabul grupların, cemaatlerin, toplumların ve insanların
beraberce yaşamalarının, dayanışma kültürünün, ahengin
yok olması anlamına gelmektedir. Demokratik süreç bireyleri
güçlendirip yalnızlaştırdığı için
toplumun yok oluşuna karşı
bireylerin yapay bir şekilde
diyalogunu kurmaya ve hayat
içerisinde uyum ve hoşgörüyle
yaşamalarını sağlayacak düzenlemelere gidiyor ki bu da
kendi “özgürlük” tanımıyla
kesin bir şekilde çelişiyor. Bu
haliyle onur kırıcı, izzeti yok
edici bir şekilde bireyselleştirdiği insanların iradelerine
ipotek koyuyor, onları hiçe
sayıyor.
Görelilikle beraber dönemin
kapitalist sunumuna tabi olan
insan tüketimi bir ibadet haline getirmekte ve bu ibadetin
hakikatin gerçeği olduğuna
hükmetmektedir. İnsanın
bu tabiiyetin arka planında
tüketimi ortaya çıkaran üretici sanayinin de kutsanması
'D÷ÕVWDQdHWLQND\D=DPDQ$÷XVWRV
24
Düşünce
gelmektedir. Bu kutsamanın
görünmeyen kitabı ve toplumsal uzlaşısı ise “ilerleme”dir.
Toplumun devinimi, sürekli
gelişimi, ilerlemesi şarttır,
çünkü durmak ve büyük işler
yapmaktan uzak kalmak hayatı
gelişim ilkesinden uzaklaştıracaktır. Toplumun bu hareketi
yani “durmadan yola devam
etmesi” ilerleme mitinin en
orijinal halidir.
Yoğun bir ilerleme miti üzerine kurulan düşünceyle hayatı
bir egemenlik nesnesi şeklinde
gören insan bu durumun doğal
sonucu olarak kendisini de
nesne konumuna düşürmekte,
manevi bir çürümeyle doğal ve
insani olanı bozmakta, insani
yeteneklerin ve algıların da
çürümesini beraberinde getirmektedir. Üretilen hayat, problemi tanımlarken problemin
insan için ürettiği bataklığın
üzerini örterek insani bakışın
acizleşmesini sağlamaktadır.
İlerleme algısının insanı körelten, hantallaştırıcı ve düşünceyi donuklaştıran bir başka
yönü de uzmanlaşmadır ki bu
yapı sistemi bütünsel bir bakışla inceleyemez, analiz edemez
ve yorumlayamaz, yani temel
bütünlüğü ortadan kaldırarak
düşünsel bir yoksunluk yaşatır. Buna rağmen ironik bir
biçimde uzmanlaşma kendini
tanımlarken biricik, benzersiz,
ilerlemeci, rasyonel ve akıl
yoluyla kendini yeniden üretebilen, yenileyebilen ve sorun
olduğunda onarabilen olarak
tanımlar.
İktibas
Bütün bu tanımlamalara, hayata akseden ve hayatı insanlığa
zehir eden tarza rağmen dünya
üzerinde uzun yıllardır hakikate saldıran, bozmaya çalışan
ve karşı duranların tüm sözleri
tükendi ve bitti. Hakikat kendi
yatağında akarken akıntının
önüne kurdukları barikatlar
yıkıldı, hakikati yok saydılar,
olmadı. Aydınlanmadan günümüze kadar daraltılan ufuklar,
aralara koyulan sınırlar, karartılan ruhlar insanlığı puslu,
kirli ve ahlaksız bir yöne doğru
akıttı. Bu noktada Müslüman
zihni tahrip eden bu ve benzeri
her tür kavramın izafileştiriciliğine karşın dikkatli, uyanık
bir şekilde duyarlılık ve hassasiyetle durmak, kavramların
ardında yatan tarihi perspektifi, felsefeyi, bu felsefenin insan,
varlık ve bilginin kaynağını
tanımlamasını iyi anlamak dönüştürücü etkiyi azaltacak ve
kısa bir süre sonra yok etmeye
imkân sağlayacaktır.
Toplumsal gerçekliğin her şeyin belirleyicisi olduğu ve her
tür sapkınlığı toplumun kabulleri dolayısıyla onaylayıp meşrulaştırdığı düzen içerisinde
dinin bir toplumsal proje biçiminde değerlendirildiği ya da
bir sosyal teoriyle açıklandığı
bir dönemde, hakikatin sıkıştırıldığı epistemolojik alandan
çıkartılması ve vahyin özgün
duruşunun ortaya koyulması
nebevi bir duruştur ve bu duruş hayatın batıla adanmasının
önündeki en önemli engeldir.
[email protected]
Y
oğun bir ilerleme
miti üzerine
kurulan düşünceyle
hayatı bir egemenlik
nesnesi şeklinde gören
insan bu durumun
doğal sonucu
olarak kendisini de
nesne konumuna
düşürmekte, manevi
bir çürümeyle doğal ve
insani olanı bozmakta,
insani yeteneklerin ve
algıların da çürümesini
beraberinde
getirmektedir.
25
İktibas
DAĞLARIN BİLE
KABUL ETMEDİĞİ
SORUMLULUĞU
SİZ KABUL ETTİNİZ
BUNUN FARKINDA
MISINIZ?
OSMAN COŞKUN
K
ul olmanız
hasebiyle sınırsız
bir özgürlük sahibi
değilsinizdir. Çünkü
yaratılmışsınız o
halde sizi yaratana
karşı mutlaka
sorumlusunuzdur. Bu
sorumluluk duygusu
insanoğlunun hem
bu dünyada hem
de ahirette mutlu
ve şerefli bir hayat
yaşamasının da
teminatı olacaktır.
26
Düşünce
Sorumluluk: Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın
sonuçlarını üstlenmesidir. (Türk
Dil Kurumu) Yaratılmışlar içerisinde insanoğluna ait bir özellik
olan sorumluluk aynı zamanda
kul olmanın da bir gereğidir. Yaratılmışlığı ve kulluğu kabul ediyor iseniz mutlaka sorumlusunuz demektir. Aksi davranmak
sizi bu sorumluktan kurtarmaz.
Kul olmanız hasebiyle sınırsız
bir özgürlük sahibi değilsinizdir.
Çünkü yaratılmışsınız o halde
sizi yaratana karşı mutlaka sorumlusunuzdur. Bu sorumluluk
duygusu insanoğlunun hem bu
dünyada hem de ahirette mutlu
ve şerefli bir hayat yaşamasının
da teminatı olacaktır. Özellikle
insanoğlu kendisine verilip başka hiçbir canlıya verilmeyen akıl
nimeti dolayısıyla hem bu dünyada hem de ahirette sorguya
çekilip hesap verecektir. Bu konuyla ilgili olarak yüce rabbimiz
bakın ne buyuruyor: “Sonra o
gün nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.’’ (Tekasür -8)
Sorumlu tutulmasının da sebebi
sahip olduğu aklı sayesinde
kendi dışındaki yaratılmışların
bir kısmına ya tamamına hakim
olmuş ya da kısmen hakimiyeti
altına almış olmasıdır. Böyle bir
özelliğe sahip olmanın da elbette
artıları ve eksileri olacaktır. Akıl
nimetinin insanoğluna yüklediği sorumlulukların başında
kendisine o aklı veren kendisini
hiç yoktan var eden rabbine
karşı sorumluluklarını yerine
getirmesi olacaktır. Bizler insanoğlu olarak rabbimizin bize
vermiş olduğu bütün nimetlerin
orijinalini aslında bozduk, fıt-
ratıyla oynadık, diğer bir ifade
ile yaratılmışların genleri ile
oynadık aklımız hariç onu ya az
kullandık ya da bizim adımıza
başkalarının kullanımına sunduk dolayısıyla onun orijinalini
bozmadan bu dünyadan göçüp
gidiyoruz ne acı değil mi? Şimdi
sorumlu olduğumuz otoriteler
nelerdir? Kısaca onlar üzerinde
durmaya çalışalım.
1)Âlemlerin rabbi olan Allah’a
karşı sorumluluklarımız gelmektedir. Peki, nedir bu sorumluluklar? Bunun cevabı da kısa
ve öz, lafı uzatmaya hiç gerek
yok: Sadece Allah’ı rab olarak bilip ona gereği gibi iman edecek,
onun dışındaki ilahlık iddiasında bulunan bütün sahte ilahları
reddedecek. Bu görevi yerine
getirmeden hiçbir sorumluluktan kurtulamaz. Diğer bütün
sorumluklardan kurtulmasının
olmazsa olmaz şartı budur. Çünkü o bilecek ki otoritesine teslim
olunacak tek güç âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Sahip olduğu
maddi ve manevi her türlü nimetin vericisi Allah’tır. Bu nimetler ne kendinde olan özel bir
yetenekten ne de birilerin yüzü
suyu hürmetine verilmemiştir.
Böyle bilip böyle inanacaktır.
Yaptığı bütün işleri sadece Allah
için yapacak, dini de sadece Allah’a has kılarak dünyadaki hayatını devam ettirecek. İzzet ve
şerefi sadece Allah, O’nun resulü
ve Müminlerin yanında arayacak. Kâfir ve müşriklerin yanında izzet ve şeref aramayacaktır.
Hayatının tamamını Allah’a
adayacak ve Allah için yaşayacak. Bununla ilgili olarak yüce
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “De
ki: Şüphesiz benim namazım da
Düşünce
diğer ibadetlerim de, yaşamım
da, ölümüm de âlemlerin Rabbi
Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların
ilkiyim.’’ (Enam-162-163)
Bu ayetleri duyan herkesin durup düşünüp sorumluluğunu
idrak etmesi gerekmez mi? Bu
ilahi emirler ile müminlerin
kalplerinin titreme zamanı hala
gelmedi mi? Her gün kıldıkları
beş vakit namazın her rekâtında
okudukları “sadece sana kulluk
eder, sadece senden yardım isteriz’’ dedikleri halde kendileri
gibi sonradan yaratılmışlardan
nasıl yardım isteyip onları yüce
ve bir olan Allah’a eşler koşarlar?
Bu halleri mi onları dünya ve
ahiret saadetine eriştirecek bu
amelleri ile mi cennete girecekler. Heyhat ne kadar da uzak.
İslam’ı ölü merasimleri dinine
çevirip ve sadece ‘kıl beşi kurtar başı’ mantığı ile insanlara
lanse eden bu günümüz dünya
Müslümanları sorumluluktan
kurtulup hesabı basit vereceklerine gerçekten inanıyorlar mı?
İslam’ın sadece ibadet boyutunu
öne çıkararak bireysel dindarlığı
önemseyen iyi ve ahlaklı, sadece
önüne bakan, kendisini kimin
veya kimlerin idare ettiğine bakmayan, idarecisi zalimler bile
olsa “Birlik ve beraberlik çok
önemlidir. Allah bugünümüzü
aratmasın” diyerek seküler ve
Allah düşmanı olan sistemlere,
kıldıkları beş vakit namazlarında dua eden ve adı Müslümana
çıkmış bu topluluklar sorumluluktan kurtulup hesabı basit
vereceklerine gerçekten inanıyor
iseler bu onların sadece zanlarına tabi olmaları demektir ki: zan
İktibas
ise hakikatten hiçbir şey ifade
etmez.
2-Bugün Müslümanların sorumlu oldukları ikinci merci ise
Allah’ın gönderdiği ve kıyamet
günü de hesaba çekeceği Kur’an’ı
Kerim’dir. Yazımıza başlık olarak
seçtiğimiz ve bizi böyle bir yazı
yazmaya sevk eden olay aslında
Kur’an’ın şu ayetleri olmuştur:
“Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağın
üzerine indirseydik, elbette onu
Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün.
İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”
(Haşır -21) Allah birçok konuyu
biz insanların anlaması açısından benzetme yoluyla anlatmıştır ve bunların da misalleri
Kur’an’da çoktur. Bizim konumuz bu olmadığından oraya
girmeyeceğiz. Evet, Allah yukarıya mealini verdiğimiz ayetle
ne anlatmak istiyor bunun üzerinde kısaca duralım: Bu konu
ile ilgili Rahmetli Seyyid Kutup
Fizilal-il Kur’an isimli eserinde şöyle bir tespitte bulunarak
konunun daha iyi anlaşılması
noktasında yardımcı olmuştur:
“Haşr suresinin ilgili ayeti bu
gerçeği ortaya koyan bir tablodur. Gerçekten bu Kur’an’ın öyle
bir ağırlığı öyle bir gücü ve etkisi
vardır ki onu gerçek anlamıyla
algılayan, anlayan hiç bir varlık
yerinde duramaz, ona dayanamaz. Hz. Ömer “Andolsun Tur’a
yayılmış derilere yazılmış Kitaba, onarılan eve, yükseltilen tavana, dalan denize andolsun ki,
Rabbinin azabı kesin gelecektir.
Onu savacak kimse de yoktur’’
ayetlerini okuyan bir adamın
sesini işittiğinde öyle sarsılmış,
öyle irkilmişti ki bir duvara da-
A
llah bu günümüzü
aratmasın
diyerek seküler ve
Allah düşmanı olan
sistemlere, kıldıkları
beş vakit namazlarında
dua eden ve adı
Müslümana çıkmış
bu topluluklar
sorumluluktan
kurtulup hesabı
basit vereceklerine
gerçekten inanıyor
iseler bu onların sadece
zanlarına tabi olmaları
demektir ki: zan ise
hakikatten hiçbir şey
ifade etmez.
27
İktibas
Ö
nce kendi
nefsimize sonra
da en yakın akrabadan
başlayarak yaşayanlara
okumamız gereken bu
kitabı hep başkalarına
okuduk. Hatta hızımızı
alamayarak onu bir
mezarlık ve ölü kitabı
haline getirdik. Hayatı
yönetip yönlendirmesi
gereken bu kitabı
dokunulmaz bir totem
haline getirdik sürekli.
28
Düşünce
yanmış, sonra da zar zor kendini
evine atmıştı. Meydana çıkan
rahatsızlığından dolayı bir ay
boyunca evine ziyaretçi gidip
gelmemiştir. İnsanın vicdanının
açık olduğu bir zaman diliminde
Kur’an gerçeğinden bir şeyle
karşılaşması, onu ciddi biçimde
sarsar ve içini ürpertir. Orada
değişimler ve dönüşümler meydana getirir. Tıpkı mıknatıs ve
elektriğin maddeler dünyasında
cisimleri etkilediği gibi. Hatta
daha da fazla… (Adı geçen eser
cilt 9, sayfa 605, Dünya yayıncılık). Kur’an’ın insana yüklemesi
gereken sorumluluk bu iken
acaba bu ayete göre biz işin
neresindeyiz? Hz. Ömer misali
Kur’an’ı duyunca sarsılıp hasta
mı oluyoruz? Yoksa egomuzu
mu tatmin ediyoruz?
Sahabeyi sahabe yapıp gökteki
yıldızlar misali ile açıklayan Allah Resulü herhalde onların bu
hallerine şahit oluyordu. Peki,
bugün bizler ne yaptık? Bizler
bize sorumluluk yükleyen o
kitabı sorumlu tutar hale geldik.
Nasıl mı? ‘Biz onu anlayamayız,
Kur’an’ı anlamak nere biz nere’...
Önce kendi nefsimize sonra da
en yakın akrabadan başlayarak
yaşayanlara okumamız gereken
bu kitabı hep başkalarına okuduk. Hatta hızımızı alamayarak
onu bir mezarlık ve ölü kitabı
haline getirdik. Hayatı yönetip
yönlendirmesi gereken bu kitabı
dokunulmaz bir totem maline
getirdik sürekli. Kur’an’ı anlamak isteyenler ile onlar arasına
engeller koyduk. Mesela Allah
namaz için abdest almayı şart
koşarken biz Kur’an abdest alınmadan okunmaz, Kur’an’ı anladığı dilden okuyanlara Kur’an
okumuş olmazsın diye onların
Kur’an’la tanışıp buluşmalarına
mani olduk. Okumamız, anlamamız ve yaşamamız gereken
Kur’an olması gerekirken maalesef ondan önce bir takım
kitapların okunması gerektiğini
empoze ettik. Allah’ın ‘sizleri
sorumlu tutacağım’ dediği kitaba hiç çalışmadık. Bu olumsuz
örnekleri daha da çoğaltmak
mümkün iken bu kadarıyla yetinip “Ne yaparız da Kur’an’a karşı
sorumluluğumuzu yerine getiririz?” sorusunun cevabını vermeye çalışalım. Öncelikle Kur’an’ın
Allah tarafından gönderildiğine
kesin olarak iman etmeliyiz.
Onda hiçbir beşerin sözünün olmadığını, tamamının Allah sözü
olduğunu kesin olarak kabul
etmeliyiz. O’nun kolay ve anlaşılır (Kamer- 17), içerisinde hiçbir
çelişkinin olmadığını (Nisa -82)
hükümlerinin mutlaka yaşanılan
hayata uygulanması gerektiği
(Nur- 1), ölülerin değil dirilerin
kitabı olduğunu (Yasin–70),
onu mutlaka anladığımız dilden
düşünerek anlayarak okumamız
gerektiğini (Yusuf-2), helalin
ve haramın belirlendiği (Nahl116), kendisinde şüphenin olmadığı (Bakara-2) bir kitap gözü
ile bakıp yaklaştığımız zaman
Kur’an’a karşı sorumluluktan bir
nebze olsun kurtulur ve hesabı
kolay verenlerden oluruz inşallah. Allah’ın Resullerine karşı
sorumluluklarımız nelerdir konusunu bundan sonraki bir yazı
konusunda işlemek üzere hepinizi Allah’a emanet ediyorum.
Selam ve Dua ile.
[email protected]
Düşünce
BUNLARI YAZMAK,
BUNLARI SÖYLEMEK
ZORUNDA MIYDIN?
MUSTAFA ATAV
İktibas
Dezenformasyona tabi tutulduğu yani türlü manipülasyonlarla çarpıtılıp kirletildiği artık
herkesçe bilinen enformasyon
ağından dolayı sağlıklı olarak
değerlendirme ihtimalimizin
zor olduğu bir konuyu; yani ister
domino etkisi deyin, ister kelebek etkisi deyin ama son tahlilde isim babası Batı Dünyası olan
ve Arap Baharı denilen Ortadoğu’daki gelişmeleri yorumlamak adına klavyenin tuşlarına
basmanın öyle kolay olmadığını
baştan söyleyelim.
Hem de ya Baasçı ya NATO’cu
diye suçlanmak ya da İrancı diye
mezhebi anlamda kategorize
edilmek ve bütün bunların hâsılası olarak neredeyse zalimden
yana addedilip tekfir edilmek
riski söz konusuyken. Ki görüntülere, yazılanlara ve bu istikamette yapılan hararetli tartışmalara bakılırsa taraflar açısından
ayniyle vaki bu dediklerim…
Ş
u ana kadar
yaşanan süreç,
binlerce insanın
katledilmesi, yer
ve yurtlarından
sürgün edilmeleri,
baskı ve işkenceye
tabi tutulmaları
hasebiyle tam bir
zulmün karşılığıdır ki
hiçbir Müslümanın
bu durumu yok
sayması, vicdan
ve merhametten
yoksun bir şekilde ele
alması asla ve asla
düşünülemez.
Peki, gerçekten “Arap Baharı”
mı?
Başkalarını bilmem, ismi bile
ırkçılığı, kavmiyetçiliği yani ötekini yani sömürge merkezlerini
ve dahası Batının hegemonyasını, genelde doğu, özelde Müslümanların yaşadığı coğrafyalar
üzerindeki kirli hesaplarını,
kaosu çağrıştırıyor bende.
Herhalde bu tür endişelerden
dolayıdır, oralarda gelişen halk
ayaklanmalarına Müslümanlar
tarafından “intifada” hareketi
adı konulması da tesadüf olmasa
gerek.
Şu ana kadar yaşanan süreç, binlerce insanın katledilmesi, yer ve
yurtlarından sürgün edilmeleri,
baskı ve işkenceye tabi tutulmaları hasebiyle tam bir zulmün
karşılığıdır ki hiçbir Müslüma-
nın bu durumu yok sayması,
vicdan ve merhametten yoksun
bir şekilde ele alması asla ve asla
düşünülemez.
Bu saatten sonra da oralarda
bahar havası mı mukim kıldırılacak yoksa zemheriye mi teslim
edilecek yaşayan görecek. Ama
her ne kadar komploculuğa,
edilgenliğe, teslimiyetçiliğe yorulsa da ve bu bağlamda “Ne
yani Müslümanlar bu kadar aciz
mi?” diye tepki içeren soruyla
karşılık verilse de küresel sermayenin yani hegemonyanın
kazanacağı şimdilik muhakkak
gibi. Kastettiğim şekil, palyatif
değişiklikler değil, bunun altını
çizelim.
Şimdi birileri bana bir tek örnek
gösterebilir mi, küresel hegemonya temsilcilerinin el attığı
yerlerde, vazgeçtik vahyi ilkelerle şekillenmiş bir yönetimden
(Bunu yerleşik halkın ve periferideki İslami hareketlerin sürece
dahil olma iddiasından mülhem
söylüyorum), seküler anlamda
bile arzu edilen huzur vaki olmuş mudur?
Yıllardır gözümüzün önünde cereyan etmiyor mu olaylar? Güya
diktatörleri devirip, Demokrasi
vaadi ile gittikleri yerlerde insanları toplu katliamlara maruz
bırakan, oralarda daha çok ayrılığı tetikleyici işler yapan; kalkıp
gittiklerinde de harap edilmiş
bir coğrafya; değerleriyle, nesepleriyle oynanmış insanlar
bırakan hangi devletlerdir? O
diktatörleri yıllar evvelinden
oralarda kimler ikame etti, demokrasi yeni mi keşfedildi de
malum rejimlerden birden rahatsız olundu?
Mesela Irak! Gün geçmiyor ki
gazetelerin satır aralarında(!)
29
İktibas
B
ir başka gariplik de
daha düne kadar
tüm yazıp çizmelerinde
ve tüm söylemlerinde
Batı tandanslı her şeye
mesafeli bakanların;
oraya ait devlet, kurum
ve kuruluşları Haçlı
ordusu, zulmün ve
sömürünün kaynağı
olarak görenlerin,
bugün o kuruluşlardan
medet umar hale
gelmeleridir.
Düşünce
orayla ilgili ölüm haberleri
gelmesin. Hala kıyımlar, hala
zulüm söz konusu ve böyle
giderse daha da sürecek; ama
rivayet odur ki IMF orada Ortadoğu merkezli para akışını
koordine edecek MB’sını çoktan
kurmuş bile. Benzer durum
yani MB’sı inşası Libya için de
dile getiriliyor. Petrol şirketleri
şimdi daha emin ellerde ve para
akışı yönünde hiç bir sıkıntı
yaşanmıyormuş! Yıkılan, harap
edilen coğrafyanın (Bir başka
baharda yıkmak üzre!) yeniden
inşası için uluslararası çalışan
şirketlerin sıraya girdiği bir
vakıadır. Birçoğu da Türkiye’de
vazife alanlar. Küresel sermayenin yani ekonomik gücü elinde
tutanların arzusu istikametinde
paranın güvenle seyr-i seferi
herhalde bu olsa gerektir.
Malum yerlerde yaşamadık, elan
da yaşamıyoruz lakin bu dediklerimiz, bilirkişilerin yazdıklarının, haber kanalları vasıtasıyla
uzman stratejist ve analistlerden(!), dahası ekonomistlerden
dinlediklerimizin bize göre hülasası. Demem o ki nerede küresel aktörler var, nerede NATO
müdahil, nerede ABD ve diğerleri rol kesiyor, işte orada kaos,
işte orada katliam, işte orada
değerlerin, İslami hassasiyetlerin
tüketimi ve tabii ki küresel sermayenin zafer çığlıkları var.
Bir başka gariplik de daha düne
kadar tüm yazıp çizmelerinde ve
tüm söylemlerinde Batı tandanslı her şeye mesafeli bakanların;
oraya ait devlet, kurum ve kuruluşları Haçlı ordusu, zulmün ve
sömürünün kaynağı olarak görenlerin, bugün o kuruluşlardan
medet umar hale gelmeleridir.
Hem de demokrasi, laiklik, liberalizm gibi kavramların derin-
30
liklerindeki felsefeyi görmezden
gelip güya ıslah ederek!
Yine sorayım, Tunus’ta, Libya
ve Mısır’da İslami hareketlerin
idealleri bağlamında maksat
hâsıl olmuş mudur? Yoksa Batıyla barışık, uzlaşmacı, laik,
demokratik, liberal ve dahası
kapitalist algı ve yönetim biçimleri mi hüküm ferma kılınmaya
mı çalışılmaktadır? Veya öncelik
esasına göre nasıl bir sistematik
yapı, nasıl bir toplumsallaşma
istenmesi noktasına henüz gelinmemiş midir?
Doğrudur, diktatörler hizaya çekilmiş, M. Kaddafi linç
edilmiş, H. Mübarek zelil bir
şekilde son demlerini yaşamaya
bırakılmıştır. Lakin yine kaos
yine niza vardır. NATO, BM gibi
ve bilhassa AKP kadrosunca
da geçmişte Batı kulübü kabul
edilenlerin aktörleri yine işin
başındadırlar.
En iyileri de ABD ve NATO’ya
yani küresel sömürü odaklarına
İslam Şeriatıyla yönetilen bir
devlet modeli öngörmedikleri
konusunda, laik, demokratik bir
yönetim oluşturma bağlamında
teminat vermekle meşguller.
Ki onların kullandığı veya tesis
etmeyi arzu ettikleri demokrasinin, bizim bildiğimiz demokrasiden farklı olduğunun söylendiğini herhalde birçoğumuz ya
duymuştur ya da bir yerlerden
okumuştur!
Mazur görülsün, medyayı birlikte takip ediyoruz; Mısır, orada
seçim olması hasebiyle bir müddet gündeme dahil edildi ama
ne Tunus ne de Libya eskiden
olduğu gibi artık anılmıyorlar. Çok çok daha öncesinden
Cezayir’i hatırlayanımız var
mı? Irak’tan dem vurmuştum,
Düşünce
Afganistan ne âlemde? Filistin
zafere mi ulaştı, İsrail hüsrana
mı uğradı? Bütün bu çatışmalar
da İsrail’in fonksiyonu ne, bilen
veya olabildiğince gerçeklikle
dile getiren var mı? S. Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn
krallıklarla, diktatörlüklerle,
emirliklerle yönetilmiyorlar mı,
demokrasi onlar için gerekmiyor
mu? Zulmün bir başka türevleri
hüküm sürmüyor mu zikrettiğimiz yerlerde? O coğrafyalarda
bu budur diyebileceğimiz bir
İslami, bir siyasi yapılaşma söz
konusu mudur; yoksa böyle bir
beklentinin gereği mi yoktur?
Suriye, son durakmış gibi ele
alınmaya çalışılıyor ama bölünmeye dair gelen son haber ve
yorumlardan mülhem, sürecin
başka gelişmelere gebe olduğu
tez ve iddiaları da gündemde.
Bazılarına göre sonrasında İran
ve Türkiye de benzer sürece dahil edilecek. Küresel hegemonya
açısından, önce parçalamak yani
toplumları ırkçılık, ulusçuluk,
mezhepçilik gibi aidiyet nevinden unsurlar üzerinden ayrıştırmak, sonra da kolayca yutmak
genel taktik değil midir zaten?
Şimdi de bir Güney Asya ülkesi
olan Myanmar’ın bir bölgesi
yani Arakan!
Kaçımız biliyordu dünyanın bir
tarafında bu isimle anılan bir
bölge olduğunu ve orada Müslümanların yaşadığını? Hatta
çoktandır insanlara zulmün reva
görüldüğünü?
Yazık! Haberlere göre (Maalesef
sadece haber değeri var!) insanlar, Müslümanlar orada da yakılıyor, orada da yerlerinden ve
yurtlarından ediliyorlar. Açlık ve
yoksulluk diz boyu, tecavüz ve
soykırım bir fiil işletiliyor; hem
İktibas
de güya insanı merkeze alan,
hiçbir heves ve ihtirası öncelemeyen, dünya zevklerine tamah
edilmemesini öngören yani
Nirvana’yı hedefleyen Budistler
tarafından!
Hadi görelim! Mevcut iktidar şu
zulmün kısaltılmış hali olan NATO’yu, oradaki ve sair yerlerdeki
zulmü engellemesi için de müdahil kılsın! Kaldı ki Arakan ve
sair yerlerdeki yaşanan zulümler
haberlerden de anlaşılacağı üzre
yeni de değil, çoktandır bilinen
bir durummuş ama Dünyanın
dikkati asıl bal ve kaymağın olduğu yerlerde!
Elbette ki Arakan’a yani oradaki
mazlum insanlara da yardım
edilecektir ve medya bir müddet
onu da gündemde tutacaktır
ama sonrasında yine başka
gündemleri servis edip hafızaları yanıltma peşine düşecektir,
tabiatı bunu ona dayatmaktadır
çünkü.
Bu küçük hatırlatmaların akabinde, daha çok İran merkezli
dile getirilen, elan yaşanan
olaylara, zulme haklı olarak
karşı çıkan halklardan, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde
istikamet verildiği iddiasının da
yabana atılmaması gerektiğini
söylersek umarım garip kaçmaz.
D
aha çok İran
merkezli
dile getirilen, elan
yaşanan olaylara,
zulme haklı olarak
karşı çıkan halklardan,
Müslümanlardan
bağımsız bir şekilde
istikamet verildiği
iddiasının da yabana
atılmaması gerektiğini
söylersek umarım garip
kaçmaz.
Bu şu demek değildir elbette:
Zulme ses çıkarılmasın, Müslümanlar olarak gelişmeler karşısında tepkisiz kalınsın ve hiç
mücadele edilmesin!
Geçmişe, ders alma kabilinden
tekraren vurgu yaparsak ABD,
NATO ve BM’nin doğrudan
müdahale ettiği Irak, Afganistan, Cezayir gibi bölgelerde hiç
de istenilenin olmadığı ayan
beyan ortadadır.
31
İktibas
İ
ran ve devrimi,
şimdilerde Ulusalcı
ve mezhepçi olarak
değerlendirilen
siyasal atraksiyonları
nedeniyle ve Suriye’ye
destek çıktığı iddiaları
sebebiyle olabildiğince
itibarsızlaştı,
itibarsızlaştırıldı.
Bu arada
itibarsızlaştırılmaya
çalışılan sadece İran
yönetimi ve devrimi
değil, bilelim; denildiği
gibi ulusalcı ve
mezhebi kaygılar ön
plana çıksa da İslam’ın,
Müslümanların bizatihi
kendisidir.
Düşünce
Bütün bu gelişmelere, devlet ve
toplum olarak küresel anlamda
kuşatma altına alınmaya çalışıldığından ve kuşatmak isteyenler
tarafından bölünüp parçalanma
riskiyle karşı karşıya kaldığından bahisle yaklaşan İran açısından yaşanan olaylar, yukarıda da
dediğim gibi sadece ve sadece
halklar nezdinde zulme karşı
gelmek olarak değerlendirilmemektedir. Yani İran’a göre daha
çok küresel aktörlerin, istihbarat teşkilatlarının, lobilerin
ve yerli işbirlikçilerin işidir; bu
sebepledir ki Müslüman halklar
ve örgütler bir dizi oyuna getirilmektedirler. Bu tuzaklar, hile
ve desiseler karşısında İran da
kendini korumaya almaktadır ki
söylemleri zaten bu yöndedir.
Bu yaklaşımı bir başka anlamda
teyid eder mahiyette not olarak
zikredelim: Bir üstadın dediğine
göre de “1979’da vuku bulan İslam Devrimi nedeniyle Batı yani
Hıristiyan dünyası ve Yahudi
locaları İran’dan intikam almaya
çalışmaktadırlar”. Herhalde bu
iddia da hafife alınacak cinsten
filan değildir.
Dikkat edilirse, İslam inkılabını gerçekleştirmesi hasebiyle
neredeyse bir fenomen haline
gelen İran ve devrimi, şimdilerde Ulusalcı ve mezhepçi olarak
değerlendirilen siyasal atraksiyonları nedeniyle ve Suriye’ye
destek çıktığı iddiaları sebebiyle
olabildiğince itibarsızlaştı, itibarsızlaştırıldı. Bu arada itibarsızlaştırılmaya çalışılan sadece
İran yönetimi ve devrimi değil,
bilelim; denildiği gibi ulusalcı ve
mezhebi kaygılar ön plana çıksa
da İslam’ın, Müslümanların bizatihi kendisidir.
Bu yorumlardan hareketle
söylersek, olayları kendi ka-
32
bullerimizin dışında, bir de
sair yerlerden nasıl görünüyor
noktasında ele almakta pekâlâ
fayda mülahaza edilebilir diye
düşünüyorum.
Örneğin, Ortadoğu bahanesiyle
medyadaki tartışmalarda işlenen
konular nelerdir?
Müslümanların edilgenliği, demokrasiyi içselleştirememeleri,
Batı değerlerine(!) bağnazca
karşı gelmeleri, kendi aralarında
bir türlü vahdet sağlayamamaları vs. değil midir? Bu tartışmalar
bağlamında demokrasi ve laiklik
Ortadoğu için önerilen yegâne
sistemler olarak ele alınmamışlar mıdır? Hem Cumhurbaşkanı
hem Başbakan hem de Dışişleri
Bakanı Ortadoğu gezilerinde bu
minvalde telkin ve tavsiyelerde
bulunmamışlar mıdır? Nitekim
son gelişmelere istinaden yapılan söyleşilerde yine benzer şeyler dile getirilmemiş midir?
Peki, Türkiye’nin yani şimdiki
iktidarın Ortadoğu’da yaşanan
bu gerilimdeki yeri ne?
Dışişlerine bakılırsa Türkiye Ortadoğu’nun hamisi yani sigortası
ve her ne denildiyse onlar bir bir
gerçekleşti. Mesela Tunus, mesela Libya, mesela Mısır TC’nin ve
bilhassa NATO’nun tavsiyeleri
istikametinde vaziyet aldıklarından kazandılar! Suriye rejimi de
bu kabulden hareketle biteviye
uyarılıyor. Türkiye bütün bunları söylerken tabii ki arkasında
NATO ve BM, yanında da ABD
var. Bu bağlamda üzülerek söyleyelim ki AKP, adeta küresel
hegemonyanın sözcüsü gibidir.
Küresel gücü desteğine alan
bir iktidar, bu cesaretle dün
aile dostu ve kanka ama şimdi
muhalif olarak gördüğü Suriye
rejimine neler söylemez ki?
Düşünce
Esed yani Suriye rejimi zalim,
el hak doğru ama oraları adeta
bir mikser gibi türlü oyunlarla
karıştırdığı söylenen küresel
güçlerin asıl aktörlerine de bir
söz söyleseler, bir sitemde bulunsalar ya! Bütün dünyayı istila
altına almaya ve sömürmeye
çalışan bu güçlerden başkası
mı? Nitekim onlarca irili ufaklı
devlet ve topluluklar onların
egemenliği altında yaşam sürdürmüyorlar mı? Ve daha dün
bunları kitap ve makalelerinde,
işin de hakkını vererek bir bir
işleyen Dışişleri Bakanından
başkası mıydı?
İktidar veya Başbakan tarafından ABD’ye, Obama’ya zalim
denildiğine hiç şahit olundu
mu? Aksine bir zamanlar aynen
Esed için sarf ettiği gibi kardeşim, kankam diyen Başbakandan başkası mıydı?
Keza Libya’da ne işleri var dedikleri NATO’yu, BM’i sonrasında
baskılanarak, terbiye edilerek
çaresizce vazife almaya çağıranlar kimlerdir?
Hakeza çağırdıklarına, dün arş-ı
alayı sarsarcasına Haçlı ordusu
diye hitap edenler bunlar değil
miydi?
Oysaki Ortadoğu’daki diktatörler uzaydan gelmediler, nevzuhur değildiler, yıllardır toplumların başında insanlara zulümle
iştigal ediyorlardı. Yani Müslümanlara işkence yapmaları, toplu katliama maruz bırakmaları
(örneğin Hama gibi) yeni bir
durum değildi. Hal böyleyken
Suriye rejimi yine yıllardır yakın
komşu, kadim dost, kardeş görülüyor, bu zeminden hareketle
siyasi ve ekonomik anlaşmalar
yapılıyor, ticari ilişkiler bu sayede zenginleştiriliyordu.
İktibas
Madem öyle şu soruyu sorma
hakkı doğmaz mı bize?
O zamanlar değil de küresel
güçlerin vazgeçmesine istinaden
mi Suriye birden Türkiye’nin de
hasmı oluverdi? Eğer böyleyse,
bu Türkiye siyasetinin dışarıdan
güdülenmesinin, iktidardakilerin de bir piyon gibi kullanılması anlamına gelmez mi?
Yine İran, düne kadar dost,
müttefik bir ülkeydi, orada Müslüman kardeşlerimiz yaşıyordu.
ABD’nin kuklası olan Şah’a karşı
geliştirilen kıyamdan yani İslam
inkılâbından her zaman sitayişle
bahsediliyordu. Şimdi sormak
gerek: İç politikaları gereği kendisini korumak amaçlı Suriye’ye
destek verdiğinden mi, yoksa
ABD istediği için mi İran’la muhalif duruma düşüldü?
Türkiye, Suriye’deki karmaşaya
karşılık kendi iç disiplinini muhafaza etmek, sınırlarını korumak için politika üretmiyor mu?
Hal böyleyken İran’ın da kendi
iç dünyası, kendi insanı, siyaseti
ve geleceği için aynı endişeyi
taşıma hakkı yoktur diyebilir
miyiz?
Daha bir dünya soru sorulabilir
yani işin içinde küresel güç merkezli hinoğlu hinlikler aranabilir
elbette; lakin böylesi soru ve
mülahazalara, taşın altına elini
sokmaktan imtina edenlerin,
inancı istikametinde risk faktörünü göze alamayanların yani
fildişi kulelerden ahkâm kesenlerin, yani hayattan kopuk yaşayıp mücadeleden kaçanların,
insanların katliamlarına seyirci
kalanların insaf ve merhametten
uzak yorumları olarak bakıldığı
da bir realitedir.
S
uriye rejimi yine
yıllardır yakın
komşu, kadim dost,
kardeş görülüyor, bu
zeminden hareketle
siyasi ve ekonomik
anlaşmalar yapılıyor,
ticari ilişkiler bu sayede
zenginleştiriliyordu.
Madem öyle şu soruyu
sorma hakkı doğmaz
mı bize? O zamanlar
değil de küresel
güçlerin vazgeçmesine
istinaden mi Suriye
birden Türkiye’nin de
hasmı oluverdi?
33
İktibas
Düşünce
Ne yazık ki bu böyledir ve bizim
engelleyebileceğimiz bir şey de
değildir.
Bize göre ortada küresel güç ve
sermayenin yeniden yapılanması diye bir şey var. Başta da dile
getirdiğimiz gibi bu istikamette
rol kesmeye talip olan ve artık
ama küresel ama yerel anlamda
gücü yadsınamaz olan medyanın, türlü manipülasyonlarla ve
görsel efektlerle de zenginleştirdiği haberler doğrultusunda ileri
sürülen bir dolu iddialar var.
Ve bu iddiaları da insanlar kaçınılmaz olarak kendi durdukları
zaviyeden değerlendirmektedirler ki ne kadar isabetli tespitlerde bulunulduğunu da zaman
gösterecektir veya yaşayan görecektir.
Buradan cesaretle söyleyeyim
ki hiç kimse zaaflardan malul
değildir, bu sebeple bir takım
hassasiyetlere dikkat çekmek
durumundayım: Herkesin malumu olduğu üzre, Ortadoğu
olaylarını yorumlama konusunda Müslümanlar arasında
farklılıklar ortaya çıkmış ve bu
farklılıklardan dolayı da sapık-
lık, zalimlik, merhametsizlik,
Baasçılık, mezhepçilik gibi
insanların birbirlerine yönelik
ithamları havalarda uçuşturulmuştur. Oysa bir Müslüman, bu
gibi ithamlardan dolayı Allah’a
sığınmalıdır.
Ve zaten bu Müslümanlığımızın
olmazsa olmazıdır. Kabul edelim
ki Müslümanların birbirlerine
durmaları, yıllardır inancımızın,
siyasi basiretimizin gereği olarak eleştirdiğimiz gayr-i İslami
dünya görüşü sahiplerini yani
emperyalizmin taraftarlarını ve
yerli işbirlikçilerini memnun
etmekten başka hiçbir şeye yaramayacaktır. Buna fırsat vermemek de yine İslami ve dahi siyasi
bilincin gereğidir.
Sonuç olarak: Ortadoğu’da ve
dünyanın diğer bölgelerinde
zulüm olduğu bir realitedir.
Bu zulmü gerçekleştirenler de
bazılarınca sloganik ve komploculuk olarak görülse de ABD’dir,
NATO’dur, BM’dir yani küresel
güçler, küresel sermaye ve nihayetinde yerli işbirlikçilerdir.
Bu durum zaten çoktandır tescil
edilmiştir, aksini iddia etmenin
+DVOHW6R\|]0LOOL\HW$÷XVWRV
34
de bana göre hiç bir anlamı
yoktur.
Buna mukabil elbette ki insanlar, en azından Ortadoğu’da olduğu gibi zulme karşı bir direnç
gösterme, bir karşı mücadele
geliştirmek zorundadırlar. Nitekim malum yerlerde direnç
gösterenlerin bir tarafı da Müslümanlardır. Üzerinde tartışılan
ve haliyle arzu edilen de odur
ki gösterilen bunca çabanın,
ödenen bunca bedelin akabinde
inşa edilecek sistem, toplumsal
yapı vahyi ilkelerle şekillensin.
Küresel tehditler karşısında erteleyici ve uzlaşmacı girişimlerin
yarın tekrar benzer zulümlere
gebe olmadığını ve bu minval
üzre inşa edilmiş yapıların böylelikle yıkılmayacağını kim garanti edebilir?
Son tahlilde söylenebilecek şey
şudur: Müslümanların, Suriye dahil Ortadoğu ülkelerine
özellikle tavsiye edilen ve gayr-i
vahyi bir arka planı, felsefesi
ve yaptırımı olan demokrasi,
laiklik, liberalizm gibi profan
algılarla bezenmiş ideoloji ve
yönetim biçimleri konusunda
ihtiyatlı davranmaları İslam’ın
ve Hz. Muhammed örnekliğinin
bize göre bir gereğidir. Bu zulüm
ortamı içerisinde, bu kuşatma ve
baskılar altında dikkat çekmeye
çalıştığımız hususun ikamesi
elbette zordur ve belki de dile
getirilmesi dahi mümkün değildir ama her ne kadar olayları dışarıdan gözlüyor ve yorumluyor
olsak da bizim temennimiz de
budur. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının, vakt-i zamanında
ortaya koyduğu vahyi mücadele
örnekliğinden, dediğimizin hilafına veriler ortaya çıkarılıyorsa
onu da bilmem.
[email protected]
Düşünce
MÜSLÜMAN
OLMAM NEYİ
GEREKTİRİR?
DİLEK BUZ
İktibas
Nasıl Müslüman olunacağını
hepimiz biliyoruz. En temel haliyle İslam’ın-imanın şartlarını
biliriz. Bu şartları kabul ve taahhüt ettiğimizde İslam oluruz.
Ancak iman edişimizin-İslam
oluşumuzun yaşadığımız çağda bize ne gibi sorumluluklar
yüklediğinin, bu sorumlulukları
hangi yöntemle hayata geçireceğimizin konuşulması gerekiyor.
Konumuzu bir başlıkta toplayacak olursak bu başlık sanırım şu
olurdu:
“Müslüman olmam neyi gerektirir”
Bu başlık aynı zamanda, 2009
yılında vefat eden yazar-düşünür Fethi Yeken’in bir kitabının
ismidir. Bu başlıktaki eserinden
birçok Müslüman faydalanmıştır. Kendisine Allah’tan rahmet
dilerim.
Bu konuyu dört ana başlıkta ve
alt başlıklarda inceleyeceğiz.
1/Doğru bilginin kaynağı
B
u başlık aynı
zamanda, 2009
yılında vefat eden
yazar-düşünür
Fethi Yeken’in bir
kitabının ismidir. Bu
başlıktaki eserinden
birçok Müslüman
faydalanmıştır.
Kendisine Allah’tan
rahmet dilerim.
Tarih boyunca insanlık âleminin
çözemediği bir sorundur doğru
bilginin kaynağı. En çok filozoflar durmuştur bu konunun üzerinde. Cevap olarak kimisi akıl
(rasyonalizm) demiştir, kimisi
bilim-deney (ampirizm) demiştir, kimisi insan, kimisi, toplum,
kimisi devlet demiştir. Doğru
cevabın bulunamadığını hatta
olamayacağını iddia edenler de
olmuştur.
Filozofların düşünceleri-tartışmaları bir yana, doğru bilginin kaynağına, ilahi dinler
doğrudan Allah’ın sözü (vahy)
olarak bakmışlardır. Allah’ın
sözlerine vahiy diyoruz. Tarih
boyunca kabul görmüş tüm
ilahi dinlerde vahiyler, doğru
bilginin kaynağının yegâne sahibi kendileri olduklarını ifade
etmişlerdir. Ancak zamanla
bu dinlerin müntesipleri farklı
kaynaklardan da istifade etmeye
başlamışlardır. Önceleri elçiye
ait söz ve davranışları vahyin
yanına koymuşlar. Sonra da
seçkin sınıf olan din adamları
ve siyasi otoritelerin tercihleri
ağır basmaya başlamıştır vahyin
yanında. Dolayısıyla doğru bilginin kaynağı kabul edilen vahiy
ayetlerinin yargılarına eklemeler, çoğaltmalar, kısaltmalar,
budamalar yapılmış ve böylece
asıl olan bozulmuştur. Yaratan
bu gerçeği sonraki vahiylerinde, muhataplarına hatırlatarak
yeniden vahiyler göndermiştir.
Bu durum son Peygamberle
birlikte nihayete ermiş, son kutsal kitap olan Kur’an-ı Kerim’le
son bulmuştur. Bu Kitabın doğru bilginin kaynağı olduğu ve
kendisinden öte inanılacak söz
olmadığı (Casiye-6), korunup
bozulamayacağı (Hicr-9) haber
verilmiştir.
Hepimiz de iman ederiz ki bu
kitap Allah’tandır ve doğru bilginin kaynağıdır. Metin olarak
korunmuş ve tahrifattan uzak
kalmıştır. Ancak yanına eklemeler ve çıkarmalar yapılarak
özün saptırılması İslam toplumları için de gerçeklik ifade eder.
Bugün mevcut uygulamalarda
kabul gören dinde kaynaklar
Kur’an, sünnet, icma ve kıyas
olarak dört başlık altında incelenmektedir. Maalesef dinde
kaynağın tek olduğu, Kur’an
dışındakilerin birer yöntem olduğu gerçeği gözden kaçmıştır.
Geleneksel sıralamada da olsa
ilk sırada görülen Kur’an gerçek
hayattaki uygulamalarda sadece
yardımcı kaynak, dayandırma
noktası, mevcut fikrin destekçisi durumuna düşürülmüştür.
İddialar, söz ve fiiller, hadis ve
muhtelif söylemler, icmaî karar-
35
İktibas
lar, muhtelif duyumlar ve tarihi
bilgilerin destekçisi olmanın
ötesinde hayatın içinde yer edinememiştir. Çoğu zaman âlim,
şeyh, imam, halife olarak isimlendirilen kişilerin gölgesinde
bırakılmıştır.
İslami mezhepler, cemaatler,
düşünce ekolleri ve hareket erbapları kaynak olarak Kur’an’ı
görmedikleri ve o söz etrafında
birleşmedikleri (Âl-i İmran-64)
sürece asla sıratı müstakim üzere olmayacaklardır. Fert bazında
da aranılan bilgi için tüm ön
kabuller, hazır edinilmiş bilgiler,
muhtelif söylentiler ve genel
kabul görmüş yargıların tahakkümünden kurtularak Allah’ın
sözüne kulak verilmelidir. Onun
sözlerinden daha güzeli olamaz.
(Nisa-122)
Konumuzu teşkil eden sorumuza dönecek olursak, ilk madde
olarak diyebiliriz ki, Müslüman
olmam kaynak olarak Kur’an’ı
kabul etmemi gerektirir.
2/Doğru bilginin işlenmesi,
anlaşılması, pratiğe dönüşmesi
bağlamında durum tespiti ve
çözümlemelerim
Doğru bilginin kaynağı olarak
vahyin kabul edilmesinden
sonra, Kur’an’ın istediği şekilde
onu okumak gerekir. Bıkmadan,
ömür boyu, usul usul, geceleri
okuyarak, gereği gibi düşünerek,
anlamaya çalışarak, anlayabildiklerimizi amele dönüştürerek,
sabırla ve şüphe etmeden okumalıyız. Bu okumalar, İslam’ın
ilk nesli gibi bizi yeniden inşa
etmeye başlayacaktır. Ancak
burada çeşitli sorunlarla karşılaşacağız. Hangi bilgi olursa
olsun bir seviyeden başlar ve
kademe kademe yükselmeye
çalışır. Vahiyle muhatap olmaya
başlayan bir kimse, düşüncesine
36
Düşünce
İ
içinde kendi konumumuzu
tespit etmeliyiz. Bu şunun için
önemlidir. İslam dini, bir felsefi
akım ya da sofistike bir ruh
eğitim programı değildir. Onu
tasavvuf ya da ruhbanlıkla asla
karıştırmamalıyız. Din en kısa
tanımıyla yaşam biçimidir ve İslam dini kişinin iç dünyasından
başlayarak tüm dünyayı aslına
döndürmeye kararlı bir yaşamı
Müslümanlara vazife olarak
yükler. (Bakara-193) Bütün bir
yaşamı içine alan (En’am-162),
kapsamlı bir yürüyüş olan İslam
dinini bilinçli tercih etmiş her
Müslüman hareket noktasında
ciddi bir durum tespiti yapmalıdır. Hem maddi hem de manevi
gücünün sınırlarını bilmeli, sorumluluklardan kaçmadan ama
gücünün üzerinde de yük almadan harekete başlamalıdır.
Vahyin anlam ve pratiğine ulaşmış bir Müslüman için durum
tespiti ve çözümlemeler önem
arz etmeye başlar. Bununla ilgili şunları söyleyebiliriz. Duha
suresi 7. ayette Rabbimiz, Peygamber’e hitaben “Rabbin seni
sapmış bulup da doğru yola
iletmedi mi?” diye sorar. Burada
Peygamber’in aşağılanması ya
da suçlanması söz konusu değildir elbette. Bir durum tespiti
vardır. Vahye ulaşmamış hiç
kimse doğru yol üzere değildir
ve sapmış sayılır. Bizler bu bağlamda, okuduğumuz ayetlerde
kendimizi bulmalıyız ve hem
hayatın içinde hem de Kur’an’ın
Buraya kadar söylediklerimizi
somutlaştırarak daha anlaşılır
kılmaya çalışalım. Kur’an tedricen ve ihtiyaca göre inmiş bir
kitaptır. Bunun için ayetin hükmü, şartları oluştuğunda kişiyi
sorumlu tutar. Vakti gelmeden
öğle namazını eda edemezsiniz.
Akitlerini bozmadıkları sürece anlaşma halinde bir kavme
savaş açamazsınız. Açlıkla yüz
yüze gelmeden domuz eti yeme
ruhsatını kullanamazsınız. Zalim olmadıkları sürece kâfir bir
topluluğa savaş açamazsınız.
Öğretilenlerin dışında ibadet usulleri icat edemezsiniz.
Mümin bir topluluk iseniz istişaresiz hareket edemezsiniz.
Bireysel çıkarları ümmetin
menfaatlerinin önünde tutamazsınız. Eşlerinizi ve çocuklarınızı
başıboş bırakamazsınız. Nemelazımcılık ve vurdumduymazlık
yapamazsınız. Kısacası eğitim
durumumuz, maddi yeterliliğimiz, mesleki konumumuz,
kişisel yeteneklerimiz ve her
temel olarak, sahip olduğu eski
inancını ve yaşantısını alacak
olursa, sorunları çok daha fazla
olacaktır.
Vahyin bin yılı aşan mesajına
tarihsel ya da modernist gözle bakmaksızın, sanki hemen
şimdi, tam olarak da bize iniyormuş gibi okuyacak olursak
anlaşılması daha kolay olacaktır.
Böylece manaya sokuşturulan
birçok safsata ve anlam karmaşasından arınmış ve vahye en saf
haliyle ulaşmış oluruz. Anlamı
açıklanmış olan bilginin pratiğe
dönüşmesi de bizim gayretimize
bakar.
slami mezhepler,
cemaatler, düşünce
ekolleri ve hareket
erbapları kaynak olarak
Kur’an’ı görmedikleri
ve o söz etrafında
birleşmedikleri (Âl-i
İmran-64) sürece asla
sıratı müstakim üzere
olmayacaklardır.
Düşünce
türlü kazanımlarımız, Kur’an
ölçeğinde tespit edilerek, yaşadığımız dünyaya siyasi ve içtimai
şahitliğimizi en güzel şekilde
icra etmeliyiz. Yine bu bağlamda
yaşadığımız toplumu analiz ederek onlarla Kur’an’ın öngördüğü
şekilde bir ortak yaşam kurmalı
ya da açık bir şekilde ayrışmalıyız. Kısacası Müslüman olmam
kendimi ve toplumu tanımayı
gerektirir.
3/İnandığım değerlerin aile
hayatımda, meslek hayatımda
ve sosyal hayatımda yaşanması
a-Şahitlik
Şahitlik, görmek, bilmek, tanık olmak, ispatlamak, ortaya
çıkarmak, düşünsel ve eylemsel yaşayarak göstermek gibi
manalara gelir. İslam dinine
göre şahitlik, Allah’ın kullarına
vazettiği yaşam şeklinin, kulları
üzerinde hayat bulması ve bunu
çevresindeki tüm insanların,
kurumların, otoritelerin bilmesidir. Böylece Allah’ın şu emri
yerine gelmiş olur: “Böylece biz
sizi, insanlara şahid (ve örnek)
olmanız için orta bir ümmet
kıldık; Peygamber de üzerinizde
bir şahid olsun.” (Bakara-143).
Peygamber efendimizin şahitliği
nasıl yürüyen Kur’an olarak tanımlanmışsa bizler de yürüyen
Kur’an’lar olmalıyız. Bu bizim
şahitlik-kulluk görevimizdir.
Bu cümleden de şu sonuç çıkar:
Her birimiz sınav mülakatında
gibi sürekli izleniyoruz, dinleniyoruz. Her bir eylemimiz,
düşüncemiz, tavrımız, birlikte
yaşadığımız toplum için canlı
tanıklık demektir. Dolayısıyla
keyfi ve ferdi davranışlarımızı
bir tarafa koyarak birer elçi gibi
davranmalıyız. Neticede hepimiz birer elçiyiz. Öyleyse Müslüman olmam şahitlik yapmamı
gerektirir.
İktibas
b-Sosyolojik, kültürel, psikolojik, ekonomik kriterleri dikkate
almak
İnsanlar müthiş bir yaşam
zenginliği ile yaratılmışlardır.
Duyguları, düşünceleri, zevkleri,
tercihleri insanları tarih içerisinde çeşitli kılmıştır. Yaşadıkları
coğrafyaların, geçim kaynaklarının, doğa olaylarının etkisiyle
insanlar arasında farklı kültürler, yaklaşımlar, hassasiyetler
oluşmuştur. Bu durum bir olayı-bilgiyi farklı anlamaya, farklı
oranlarda tepki göstermeye,
kabullenmeye ya da reddetmeye
sebep teşkil edebilir. Hatta aynı
kültürün veya benzer yaşam
koşullarına ait insanların bile
düşünsel ve hissel yapılarının
farklılığı, ciddi oranda etki-tepki
farklılığına neden olabilir. Bu
nedenle Müslüman bir kimse,
şahitliğini matematiksel bir formül gibi düşünmez ve yaşamaz,
insanlardan da bunu beklemez.
Bu bilgi birçok sorunu çözüme
kavuşturur. Aile içi ilişkilerimizde, meslek hayatımızda
karşılaştığımız binlerce insanla
olan ilişkimizde, sokakta çarşıda
pazarda, zenginde fakirde, eğitimli ile eğitimsizde, boş gezenle
yoğun çalışanda, mizacı sert
olanla mülayim olanda, soru
sormayanla şüphecide, şahitliğimizin eşit oranda ve aynı şekilde
karşılık bulacağını beklememeliyiz. Bizler de imkânlarımız
doğrultusunda yaşadığımız toplumun gerçekliğini göz önünde
bulundurarak üslup ve tavır
geliştirmeli, vahyin anlatımında
itici, ters ve uyumsuz duruma
düşmemeliyiz. Aksi halde en
yakınımızda olan eşlerimize ve
çocuklarımıza bile sözlerimizi
işittiremeyiz. Müslüman olmam
hikmetli, ferasetli, doğru ve güzel sözlü olmamı gerektirir.
İ
slam dinine göre
şahitlik, Allah’ın
kullarına vazettiği
yaşam şeklinin, kulları
üzerinde hayat bulması
ve bunu çevresindeki
tüm insanların,
kurumların, otoritelerin
bilmesidir. Böylece
Allah’ın şu emri yerine
gelmiş olur: “Böylece
biz sizi, insanlara şahid
(ve örnek) olmanız
için orta bir ümmet
kıldık; Peygamber de
üzerinizde bir şahid
olsun.” (Bakara-143)
37
İktibas
D
inin asıl talebi,
her durumda
dürüst-doğru yol üzere
olmak (Hud-112) ve
şahitliğin gereğini
yapmaktır. Ancak bu
üstün çabanın (cihad)
neticesi somut bir
başarı ise bunu da asla
gözden kaçırmamalıyız.
Çünkü Rabbimiz
yeryüzünden fitnenin
kaldırılması ve dinin
Allah’a has kılınması
için tüm gücümüzle
çalışmamızı emrederek
gayet somut bir görev
yüklemiştir bizlere.
c-Kâr-zarar, başarı-sonuç yaklaşımları
Kapitalist ve dünyevi yaklaşımlar başarıyı her zaman somut sonuçlar olarak görmüşlerdir. Onlara göre eğer somut bir kazanç
ortaya çıkmışsa ancak o zaman
başarılı sayılabilirsiniz. Çünkü
ertelenmiş olan (ahiret) ve somut görülemeyen bir kâr, kâr
değildir onlara göre. Bu durum,
onların ahiret inancı taşımadıklarından ileri gelir. Kur’an’da da
Rabbimiz Peygamberimizi “Sana
düşen ancak uyarmaktır, onları hidayete erdirecek olan sen
değilsin” diye uyarmıştır. (Naziat-45; Bakara-272) Demek ki
asıl olan sorumlulukların yerine
getirilmesidir. İşte bu durum
(sorumlulukların yerine getirilmesi) başarı sayılır ve netice
olarak Allah’ın rızası ve cennet
kazanılır.
38
Düşünce
Burada bir noktaya dikkat etmek lazım. Dinin asıl talebi, her
durumda dürüst-doğru yol üzere olmak (Hud-112) ve şahitliğin
gereğini yapmaktır. Ancak bu
üstün çabanın (cihad) neticesi
somut bir başarı ise bunu da asla
gözden kaçırmamalıyız. Çünkü
Rabbimiz yeryüzünden fitnenin
kaldırılması ve dinin Allah’a has
kılınması için tüm gücümüzle
çalışmamızı emrederek gayet somut bir görev yüklemiştir bizlere. Ancak bunun için de gerekli
bir yöntem-metot (tevhid) tayin
etmiştir. Somut sonuç, ancak bu
ilkelerle meşruiyet kazanır ve o
durumda başarı kabul edilebilir
olur. Müslüman olmam, meşru
yollardan başarılı olmamı gerektirir.
4/İnancın siyasi boyutunu
yaşamak
Tarih boyunca tağuti güçler,
yeryüzünde otorite kurmaya
çalışmışlardır ve iktidarlarını
halka dikte etmişlerdir. Bazı
durumlarda vahyi ayetler ve
doğadaki ayetler karşısında çaresiz kalmışlar ve yaratıcı olarak
Allah’ı kabul etmişlerdir. Ancak
yönetici ve hüküm koyucu olarak (ilah) Allah’ı kabul etmemişlerdir. Zira bu durum onların
haksız iktidarlarının sonu olacaktı. Bu durumu saptırmak için
insanlığın ilk dönemlerinden bu
yana siyasi erkle imani erki ayırt
etmişlerdir ve bunu halka çeşitli
yöntemlerle (tasavvuf-yanlış hadis-yanlış icma-kıyas) anlatmışlardır. Bugün laiklik dediğimiz
kavramla, dinle devlet-dünya
işlerinin ayrılığı iddia ediliyor,
din sadece bireysel ibadetlere ve
birtakım ruhani inanışlara hapsetmeye çalışılıyor. Bu saçmalık
bizzat dinin tanımı ile çelişir.
Zira din en kısa ve öz tanımıyla
yaşam biçimidir.
İslam dininin yegâne kaynağı
Kur’an-ı Kerim yani Allah’ın
aramızdaki sözleri bize, bireysel
ve toplumsal ahlak kurallarını,
hukuk kurallarını, otoritenin
egemenlik sınırlarını bildirmiştir. Bu sınırların ihlali durumunda ne tür yaptırımlar-cezalar
uygulanacağını bildirmiştir.
Yasama yürütme ve yargı siyasi
erke işaret eder ki İslam bu üç
kurumu ve işletilmesini kendisinin dışında kabul etmez. Bu
sınırları aşanları tağut olmakla,
şirk koşmakla tanımlar ve affedilemez olduklarını bildirir.
Her çağ için İslam toplumlarının etrafında toplanacağı bir
siyasi bakış vardır ki Müslüman
olmam bu siyasi bakışı yakalamamı ve asla şirke düşmememi gerektirir. Bu bakış açısını
kazanmamda aşağıdaki birkaç
maddelik konuya dikkat etmek
gerekir.
a-İçinde bulunulan çağı ve kavramlarını bilmek
İslam’ın siyasi bakışını ve içinde
yaşanılan çağa ne gibi bir sözünün olduğunu anlayabilmek
için, çağı ve kavramlarını bilmek, hatta iyi bilmek gerekir.
Örneğin, İslam toplumlarının
genelinde put denildiğinde hala
taş, tahta ve topraktan yapılıp tapınılan şeyler akla gelmektedir.
Burada asıl olan put kavramının
özelliklerini taşıyan bugünkü
yapılar, kurumlar, kişiler nedir,
kimdir biliniyor olunmasıdır.
Her siyasi otoritenin meşruiyet
kazanmaya çalıştığı kavramları
vardır. Bu kavramlar toplum
nazarında kabul görür ve böylece iktidarı meşru sayılır. Tağuti
otoriteyi hükümsüz kılan Allah’ın ayetlerinin doğru anlaşılması ve anlatılabilmesi için söz
konusu kavramlar öğrenilmeli,
Düşünce
irdelenmeli ve asılsızlıkları ortaya çıkarılmalıdır. Müslüman
olmam yaşadığım çağı anlamamı-bilmemi zorunlu kılar.
Çağımızın kavramlarına örnek
verecek olursak şunlar sayılabilir: demokrasi, kapitalizm,
sosyalizm, modernizm, postmodernizm, liberalizm, globalizm,
sekülerizm, faşizm, epikürizm,
hedonizm, laiklik, bireysellik,
asrilik, medenilik vs. vs.
b-İslam’ın değerlerini tanımak
ve kavramlarını bilmek
İslam bir siyasi oluşumun adı
değildir. İslam bir dindir. Ancak
doğası gereği İslam bir yaşam
biçimidir ve bu durum ortaya
siyasi bir bakış çıkarır. Bu bakış
Müslüman’a, nefis terbiyesi ve
ruhi gelişim, malla ve bedenle
yapılan ibadetler, ahiret inancı
ve imanın şartları dışında toplumsal yaşama ve hukuk kurallarını kazandırır. Ekonomik
yasalardan miras paylaşımına,
evlenme ve boşanmadan ülkeler
arası ilişkilere, savaş hukukundan barış zamanlarına, lider
seçiminden biat şartlarına kadar
birçok kavramı içinde barındıran İslam’ın siyasi hedeflerini
bilebilmek için temel kavramlarını tanımalıyız. Bu sayede
dini doğru şekilde anlayabilir
ve anlatabiliriz. Zira bir yaşamıyapıyı-dini en iyi sahip olduğu
kavramlar izah edecektir.
c-Hikmetle hareket etmek
Hikmet, işleri en doğru ve en
uygun biçimde yapmak, bir şeyi
yerli yerine koymak, eşyanın
hakikatlerini bilmek, akıllıca
konuşmak, iddiaların delile dayanması ve görüşlerin isabetli
olması, akıl ve ilimle hakka
isabet etmek gibi manalara gelir.
Bu tanımlar bize gösteriyor ki
İktibas
her bir Müslümanın hikmete
çok ihtiyacı vardır.
İlmin ve yeterliliklerin, hikmetle
amele dökülmesi, İslam ümmeti
için büyük kazanç saylayacaktır.
Bu nedenle günlük yaşantımızda
ve ileriye dönük planlarımızda,
aceleci ve keyfi, tutarsız ve zayıf
kararlar yerine istişareler ile sağlamlaştırılmış hikmetle bezenmiş ameller ortaya koymalıyız.
Bugün, Müslümanların tağuti
düzenlere karşı çeşit çeşit tavırları, dünyadaki savaş ve açlıkla
boğuşan Müslüman toplumlara
yardım anlayışları, zamanın
gereği eğitim ve meslek anlayışı
farklılıkları ve yanlış eğitim uygulamaları, cihad ve sabır anlaşmazlıkları, cemaatçi ve tarafgir
yaklaşımları onları hikmetten
uzaklaştırmıştır ve ortaya güçlü
ve iyi bir amel koyamamalarına
sebep olmuştur.
5/Sonuç
Buraya kadar söylediklerimizi
toparlayacak olursak, Müslüman-mümin olmaya aday isek
en başta bu dinin kaynağının
Kur’an olduğunu bileceğiz.
Sonra bu kitabı kendi öğrettiği
şekilde bıkmadan tekrar tekrar
okuyarak anlamaya ve yaşamaya
çalışacağız. Bu durum zamanla
bizi kendimize ve toplumumuza
daha duyarlı hale getirecek ve
hem bireysel kararlarımızı hem
de siyasi tarafımızı şekillendirip
bizi iyi bir mücahit olmaya sevk
edecektir. Bu durumda da ölçüyü kaçırmadan, sağlam bir ilimle hareket ederek, kendimizi,
eşimizi, çocuklarımızı, komşu
ve akrabalarımızı neticede tüm
toplum ve dünyayı kurtarmayafitneden arındırmaya yönelik
hikmetle, sabırla çalışmamız
gerekecektir. Şahitlik görevimizi
ancak bu şekilde yerine getiririz
B
ugün,
Müslümanların
tağuti düzenlere karşı
çeşit çeşit tavırları,
dünyadaki savaş
ve açlıkla boğuşan
Müslüman toplumlara
yardım anlayışları,
zamanın gereği
eğitim ve meslek
anlayışı farklılıkları
ve yanlış eğitim
uygulamaları, cihad ve
sabır anlaşmazlıkları,
cemaatçi ve
tarafgir yaklaşımları
onları hikmetten
uzaklaştırmıştır ve
ortaya güçlü ve iyi bir
amel koyamamalarına
sebep olmuştur.
ki kurtuluşumuz da buradan
geçmektedir.
Şunu da belirtmek zorundayım
ki burada anlattıklarımızla asla
konuyu maddelere hapsetmek,
konuyu sınırlandırmak gibi
bir gayretimiz ya da cüretimiz
olamaz. Bu konuyu en doğru
yine Kur’an-ı Kerim cevaplayacaktır. Bizim çalışmamız sadece
yorumdur ve inancımın gereği
olan küçük bir çabadır.
Son olarak, buraya kadar söylediklerim içerisinde ne kadar
doğru ve güzel söz var ise Allah’a
aittir. Tüm yanlışlar, hatalar,
kusurlar bana aittir. Sizi Allah’a
emanet ediyorum.
[email protected]
39
İktibas
EĞİTİMDEN
ÖĞÜTÜME
MUSTAFA BOZACIOĞLU
K
ur’an’ın müfredatı
doğrultusundaki
eğitime tabi olanlar
asla cahil olmazlar.
Yalnız, ona teslim
olmayıp kitaba
uymadan, kitabına
uydurmaya çalışanlar,
amaçları farklı olanlar
müstesna! Böyleleri de
kaç diploma, ne kadar
titr sahibi olurlarsa
olsunlar; cahildirler!
40
Düşünce
Eğitim önemli! Asla ihmal edilemez, edilmemelidir. Eğitim,
öğretimden her zaman bir adım
önde gelir, gelmelidir. Eğitmek,
asla ‘eğmek’, tesviyeden geçirmek, tek tipleştirmek, hizaya
sokmak, kalıba almak olarak
düşünülmemelidir. Düşünce ve
fikir ameliyesi ile iradenin kullanılması, farkındalık ve bilinçli
tercihlerde bulunabilme melekesi; bunun yol ve yöntemleri
olarak düşünülmelidir.
Eğitemediğiniz insanları öğretemezsiniz! Eğitmek kısaca
‘öğrenmeyi öğret/n/mek’ olarak
düşünülmelidir. İşe öğretmekle
başlamak, ‘neden ve niçin’ suallerini dikkate almadan ‘nasıl’ ile
yetinmek anlamına gelir. Muradı ve maksadı kavramadan,
içeriğe dikkat etmeden, şekli bir
dönüşüm, malumat yüklemesi
ve ezberleme işidir; eğitimi dikkate almadan öğretime odaklanmak… Şartlandırma, şablona
sıkıştırma, sorgulamadan, ‘acaba’ diyemeden, dogmatik bir ön
ve son kabul manasına gelir aynı
zamanda… Kitlesel bir iştir ve
de! Değişim değil, dönüşüm/
dönüştürme, kişi veya kuruma
kul kılma faaliyetidir, eğitimden
soyutlandığı zaman.
Eğitim bir terbiye işidir oysa!
Adab ile ilgilidir! İradeyi dışlamaz, bilinci köreltmez, körü
körüne ve dogmatik bir itaati
salık vermez! Hakkı dik tutmak,
hakkın dışında bir değer tanımayarak Hakk’ın dışında hiçbir
gücün önünde eğilmemek eğitimin en üst ve asli boyutudur, bizim talim terbiye anlayışmızda!
Bu üst değer, hayatımızın diğer/
tali davranış, duruş ve düşünüşlerine rengini verir, yönünü ve
sınırlarını belirler. Bu ‘mekteplilik ve alaylılık’ formülünden ayrı
bir durumdur! Algıları, ilgileri,
kişilikleri, tercihleri dumura
uğratmaz! M. Önal Mengüşoğlu
ağabeyimizin deyimiyle ‘ceplerden çok zihinleri dolduracak bir
meslek edindirme işidir’! Asıl
yarışı hiç akıldan çıkarmadan,
tevhid ve adalet üzere, icabında
diplomaları da yırtma cesareti
göstererek, salih amel eyleme
işidir! ‘Bu kadar cahillik, ancak
eğitimle olur!’ sözü esasen, ‘…
öğretimle olur!’ şeklinde tashih
edilmelidir.
Kur’an’ın müfredatı doğrultusundaki eğitime tabi olanlar
asla cahil olmazlar. Yalnız, ona
teslim olmayıp kitaba uymadan,
kitabına uydurmaya çalışanlar,
amaçları farklı olanlar müstesna! Böyleleri de kaç diploma,
ne kadar titr sahibi olurlarsa
olsunlar; cahildirler! Kur’an’ın
‘..kitap yüklü eşekler’ nitelemesi
benzeri…
Bugün okullar formu, formaliteleri, tek tipleştirici ve yanlış
yarışa şartlandırıcı yapısı ile ve
de kimseye hayrı dokunmayıp
zararı saymakla bitmeyecek,
insan ve dünya merkezli çıkış
ve bakış açısıyla, bu tarzda yapboza döndürülen sözde müfredatıyla adeta ‘öğütüm’ işlevi
görmektedir! Her türlü dayatması ile hiyerarşisi ile, içerikten
şekle kadar tek düze yapısı ile,
ilahi şiarları dikkate almadanki
kul/kulluk sınırlamaları ile, tek
dünyalı bakışı ile, cari sistemin
çok uzağında ve fakat gölgesinde belirlenmiş kalıplara göre
düşündürtme anlayışı ile ve
daha bir sürü sayılabilecek nedenden dolayı adeta açık hava
hapishanesi fonksiyonu icra
etmektedir. Bugün seçmeli rüşveti ile(!) Kur’an’ın anlaşılmayan
ve süreci tersine değiştirmesi
mümkün olmayan bir tarzda
müfredata girecek olması ve
Hz. Peygamber’in hayatının da
ne şekilde programa katılacağı
Düşünce
(sireti ve Kur’an endeksli hayatı
ile mi, yoksa şekil ve şemaili ile
mi?) dahi muamma iken -kaldı
ki şu haliyle biraz ondan, biraz
bundan tarzı bir eklektik, tavizci
ve pazarlıklı yapı asla İslam’ın
onaylayacağı, Allah’ın razı olacağı bir yol/yöntem değildir- burada sevinilecek, alkışlanacak bir
veri aramak, aymazlıktan başka
bir şey değildir! Oysa sadece
‘Din Kültürü ve Ahlak Dersi’nin,
bırakınız İslam’ı dinlerden bir
din olarak anlatan, Budizmle
aynı oranda ele alan içeriğini,
adı dahi bizlere yeterli doneler
sunmaktadır. ‘Din kültürü…’,
yani, entelektüel malumat, her
şeyden olduğu gibi, dinin teorisi
ile ilgili bir miktar bilgi kırıntısı… ‘Din bilgisi’ değil; dinin
renk veren, hayatın içine yönelik
sınırlar çizen, emir ve yasaklar
getiren, kişiden davranışlarla
ilgili görünür mükellefiyetler
isteyen boyutları, içeriği, yapısı,
dinin pratiğe yönelik yönü hiç
değil! Pekiyi, niçin değil? Şimdi
değilse ne zaman? Laikliğe mi
aykırı, zamanı mı değil? ‘Din
ilimleri, fen ilimleri’ ayırımının
da makul bir tarafı yok! Zira din
ilimlerinin teknik ayrıntıları/
ayrı dalları olsa da ilgi ve müdahale alanına girmeyen bir ilim
ayırımından, en azından ilgisel
ve içerik anlamında bahsedilemez. Dinin ilgi ve etkisi dışında
kalan bir alan bilen varsa beri
gelsin! Yine sair ilimlerin içinden ve ilkelerinden dinin etki
ve rengini çeker alırsanız geriye,
yeryüzünü fesada verecek, ekini/
kültürü/bilgiyi ve nesli kirletecek, nefsin ilahlık iddiasının
dışında bir şey kalmaz! ‘Tıp,
hendese, astronomi ve din’ ilimlerinin aynı müfredat dâhilinde
işlenip aralarının ayrılmadığı
zamanların ilmi seviyelerini bir
muhakeme edelim bakalım, ne
sonuçlar göreceğiz! Bugünlerle
İktibas
bir mukayesesini yapalım; bakalım ileride miyiz, geride mi? Bu
manada, bugün yeterli seviyede
ehemmiyet gösterilmeyen ve
üzerinde karşılıklı oyunların
oynandığı ‘İHL’ gerçekliği de incelenmeye değer! ‘Karma eğitim’
sorunu da halledilmesi gereken
önemli ve öncelikli bir problem
olarak ortada durmaktadır! Ayrıca, özellikle kız çocuklarının
eğitimi/öğretimi meselesi de
daha girift bir sorun önümüzdedir. Ereklerin dahi(!) öğütüldüğü bu çarkın içinde, mevcut
ve azımsanmayacak yoğunlukta
olan mazeretlerimize(!) yenilerini eklemek bahasına, bu
eklemlenmenin, önü sonu iyi
hesap edilmeyen, dur durağı
olmayan, ilke, sınır bırakmayan
eklektik gidişatına da mutlaka
neşter atılmalıdır. Tabi ameliyat
isteyen bu meselelerin palyatif
yaklaşımlarla ve pansumanlarla
geçiştirilmesi, sorunlarımızı
çözmediği gibi daha da kronikleştirmektedir!
‘Okulsuz toplum’ tezi de, üzerine
balıklama atlanacak bir alternatif olmasa da bugünkü hal ve
gidişi resmeden/tasvir eden bir
veri olarak önemle analiz edilmelidir. Keza daha öncelerinde
söylenmiş ‘Sivillerin 25 yıl, askeri ve bürokratik unsurların 35
yıl süresince eğitime (öğretime=
öğütüme) tabi tutulmaları’ tezi
de, bugünü anlama açısından
incelenmeye değer!
Sadece sistemin ve efendilerinin bekasını önceleyen, diğer
unsurları birer kul/köle olarak
addeden mevcut yaklaşımlar; ne
kişiyi ve kişiliği, ne toplumsal
maslahatı, ne veli ve aileyi, ne
adaleti ve ne de ahiret telakkisini, ne Allah’ın hâkimiyet, rızk ve
mülk ile ilgili tasarrufunu, asıl
Rabbin O oluşunu ve mürebbi/
muallim/mübelliğ (terbiye edici/
O
kulsuz toplum
tezi de, üzerine
balıklama atlanacak
bir alternatif olmasa da
bugünkü hal ve gidişi
resmeden/tasvir eden
bir veri olarak önemle
analiz edilmelidir. Keza
daha öncelerinde
söylenmiş ‘Sivillerin
25 yıl, askeri ve
bürokratik unsurların
35 yıl süresince eğitime
(öğretime= öğütüme)
tabi tutulmaları’ tezi
de, bugünü anlama
açısından incelenmeye
değer!
41
İktibas
eğitimci-öğretici/apaçık anlatıp
davet edici) olarak elçilerini
görevlendirip, yegâne müfredat/hayat kaynağı/kılavuz/ışık
kaynağı Kur’an ile gönderen
İlahlığını hesap etmeden umarsızca ve haddini aşarak rablik
iddiası göstermekte, büyük bir
cürüm/zulüm işlemektedirler!
Yine bu aşamada paganca bir
tarzda ifadelendirilen; ‘Hüküm
koyucunun yaratılmışları iyi
tanıması ve ihtiyaçlarını iyi
bilmesi, toplumsal/genel yararı
düşünmesi ve kendinin bir çıkarının, menfaatini bulunmaması’
biçimindeki üç maddelik tezin
sonuçta ‘tanrılar gerek!’ müşrik/
pagan iddiası tek tanrılı, yegane
yaratıcı, Rab ve İlah, Hakim ve
Malik, Rahman ve Rahim Allah
endeksli düşünüldüğünde tashih
edilmiş olunabilir! Yoksa bugün
tam da bu pagan iddia doğrultusunda; herkesin kendini, kendince hüküm koyucu, asıl yetkili
ve söz sahibi, nefsini ve çıkarlarını putlaştırıcı bir tarzda tek
(kurum, kurul ve etraflarıyla)
patron gördüğü bir hal ve gidişat yaşanmaktadır! Ahalinin/
kitlenin sömürüye müsait oluşu,
fırsat sunuşu, celladına âşık gafil
hali, tencere kapak ilişkili sürü
psikolojisi ve aklını, fikrini işletmemesi önemli bir bahsi diğer
olarak önümüzde durmaktadır.
Bunlar birbirini etkileyen, tetikleyen, yönlendiren ve nihayet
doğuran, karşılıklı/iki yönlü
etmenler olarak iyi tahlil edilmelidir.
Şu günlerde, öncelerden taşınmış bir yığın sorun çözülememiş ve şartlandırıcı, belirlenmiş
zorunlu bir süreçle kişilerin
iradesizce sevkinin yapılmaya
çalışıldığı yanlış hedefler düzeltilememiş iken, kişilere kişilikleri iade edilmeden, eğitim
olgusuna bakış düzeltilmeden,
42
Düşünce
zorunlu eğitimin bizatihi kendisi bir yanılsama, yanıltmaca
olmasına rağmen, işi sadece
matematiksel düzenlemelere,
nicel yaklaşımlara indirgemek
en hafifinden topu taca atmaktır! Çözüme değil, çözmeye ve
sisteme eklemeye odaklanmak;
oyalamalarla, günü kurtarmakla
yetinmek anlamındadır. Şu an
teklif sunacak, çözüm önerecek
halimiz yok! ‘Yetkinliğimiz,
B
ugün üniversiteler,
bırakınız evrensel
kabulleri, araştırma
incelemeyi, toplumun
maslahatı için hareket
etmeyi, her kesime,
her faaliyet alanına
ait özgün öneriler
sunmayı; toplumun
dejenerasyonu, kalıba
sokulması, zihinlerin
prangaya vurulması,
yanlış modellemelerle
yanlışa sevk edilmesi
biçiminde işlevi söz
konusudur!
önerimiz, çaremiz, fikrimiz, yok
değil, var ve elhamdülillah, çok!
Ama ne yeri, ne zamanı ve ne de
bunu (yönetenler ve yönetilenler
olarak her iki kesimden de) talep eden var! Devenin eğrilikleri
ile uğraşmak işimiz değil, pansuman sunacak halimiz de yok!
Nitelik, farkındalık ve talep ile
ilgili bir durum olan bu halin,
‘bizdeki yanlışların Allah’ın razı
olacağı, istedikleri ve bildirdikleriyle, resulünün şahitliğinde
örneklendirilmiş doğrularla
değiştirilmesi’ niyet, amaç, ka-
rarlılık ve davranışlar sürecine
koyulmakla mümkün olabileceğini söylüyoruz. İlk adımın
‘tercih’ beyanıyla, teslimiyetle,
samimiyetle ve ‘…iman edenler
iman ediniz!’ düsturuna uymakla atılabileceğini söylüyoruz.
Şimdi üniversiteler özelinde
bir açılım yapmaya çalışalım.
Bugün kalitenin bir kenara itildiği ve diplomalı sayısının belli
rüzgârlar çerçevesinde artırılmasından başka amacın güdülmediği, bu yolla kişilerin sadece
güdülendiği bu en üst öğretim
kurumlarının işlevi gözlerden
ırak tutulmamalıdır. Sayısının,
il sayısını geçtiği ve isimlerinin
bile tezlerimizi destekler mahiyet arz etmesi, içerik değil
şekil öncelikli düşünüldüğünü,
asıl amacın daha derinlerde
olduğunu düşündürmektedir.
Zonguldak’takine verilen yeni
ismin, bir kılıf görevi görmesi,
bu aşamada kimsenin fikrinin kale alınmaması, tek tük
itirazların da esasen bu isme
değil verenlere yönelik olduğu
hatırlandığında durumun fecaati açığa çıkacaktır! Sistemin,
yurdum insanının ‘okumasını,
nitelik kazanmasını, yönetime
yetkin ve etkin hale gelmesi vb.’
amaçlar güttüğünü sanmak büyük bir safdilliktir! O zaten belli
çevrelerden ve okullardan devşirmesini yapmaktadır! Tek tük,
kural dışı olarak sınır geçenler,
çitten atlayanlar, her ne kadar
sinir bozucu da olsa, zaten oyunun bir parçasıdır!
Bugün üniversiteler, bırakınız
evrensel kabulleri, araştırma
incelemeyi, toplumun maslahatı
için hareket etmeyi, her kesime,
her faaliyet alanına ait özgün
öneriler sunmayı; toplumun dejenerasyonu, kalıba sokulması,
zihinlerin prangaya vurulması,
yanlış modellemelerle yanlışa
Düşünce
sevk edilmesi biçiminde işlevi
söz konusudur! Malum süreçteki işlevleri hafızalarda henüz
tazeliğini koruyor! ‘Ordu göreve’
diye bağırıp, kampüsleri ve tüm
ülke sathını militarizme teslim
etmenin, ‘Bizim elimizden gelen
budur, sonraki iş ordunundur!’
deyip normalleşmenin(!) önüne set çekerek, rollerini pekâlâ
sergilemiş, hak ihlallerinde öncülük etmişlerdi! Keza, bizatihi,
askeri eğitim kurumlarının formatı, askeri mekân ve kışlaların
yerleşim yerlerinin tam merkezlerinde konuşlandırılması da,
toplumsal baskılama, kontrol ve
vesayet sisteminin birer ayağı,
hem de en etkin olanı olarak görülebilir! Sonuçta, icat felsefesi
ve tüketim kültü/rü ile kullanıcılarını kendine köle kılan teknolojik gelişmelerin başat alanının
da askeri ekipmanlar olması,
üzerinde dikkatle durulmaya
değer bir olgudur!
Bugün her nereye bir üniversite,
fakültesi ve özellikle yüksekokulu girmişse, orası artık bir toplumsal mühendislik ameliyesi
ile istendik değişikliklerin(!) ve
toplumsal taleplerin kontrollü
bir şekilde kanalize edilmesi için
bir laboratuar alanına dönmüş
demektir. Yapı bozucu, çözücü olarak ve toplumsal algıyı
ve yaşamı, sözde ‘çağdaşlık’ ve
sınırsızlık, sorumsuzluk biçimindeki, ‘değerlerle’ işi olmayan bir sözüm ona ‘özgürlük’
peşinde sürükleyerek alt üst,
ters yüz etmek vazifesini icra
eder bir görünüm sergilemektedir. Seksen öncesinde, her ne
kadar manipülatif tavırlarla da
olsa, bir iddia ve ideolojik aidiyetler söz konusu ediliyordu!
Şimdilerde ise hepten eyyamcı,
haz ve hız tutkunu, amaçsız ve
hedefsiz, boş teneke misali çok
ses çıkaran; değerler, ahlak (etik
İktibas
de dense!), saygı sevgi, ideal
yoksunu bir üniversiteli gençlik
ile karşı karşıyayız! Ne çocukluktan, ne gençlikten ve ne de
yanı başlarındaki ihtiyarlıktan
haberdar olamayan bir nesil!
Dejenerasyonu içselleştirmiş bir
jenerasyon!
Bu tahlillerin akabinde ‘ah vah’
edecek durumdayız, ama buna
da ‘özrü kabahatinden büyük’
diyecekler diye yüzümüz yok!
Başımıza gelenler ‘ellerimizle
işlediklerimiz’ yüzünden! İhmallerimiz menzilden bin yıl
uzakta patlamış, İkbal’in dediği
gibi! Ne kendimizi ve ne de ehlimizi ateşten koruyacak bir kaygı
ile hareketimiz söz konusu!
Kendimizi ve etrafımızı yanlış
bir yarış ile yanlış bir hedefe
yöneltiyoruz! Sonra da kendimize yöneltilecek uyarılara, eleştirilere kulak tıkıyoruz! Ve kalkıp
‘ah vah’ ediyoruz! Kime kızacağız, neye darılacağız? Bu kısır
döngüden nasıl kurtulacağız?
Nasıl bir teyakkuz oluşturacağız,
tenakuza düşmeden? Nesiller ve
toplumsal dokular arası irtibatı,
iletişim dilini nasıl kuracağız ve
kesintisiz, sürekli ve sürdürülebilir kılacağız?
Ellerimizle aleyhimize olacak
fırsatları kimseye sunmadan,
oyunu doğru okuyup oyuna
gelmeyecek bir netliğe ve niteliğe kavuşarak, sömürüye
müsait olmaktan kurtularak, bir
farkındalık ve tercih beyanında
bulunarak, yaratılış gayemizi
unutmadan, kendimizden işe
başlayıp, hiçbir ânı, mekânı ve
öncesinde kişiyi ihmal etmeden
süreci doğru işletecek bir hidayet yolunu yol edinmeliyiz! Ve
bunun ancak ‘takvayı kuşanarak’,
‘doğru bir kulluk sergileyerek’
olabileceğini hep hatırlayarak…
Yapacak çok işimiz var, çok!
Çok çalışmamız lazım hem de!
Ayrıca yapmamız gereken daha
öncelikli işlerimiz var! Esasen
işin başlangıç noktası da böylesi,
önemli olmasına önemli olmakla beraber, sıralamada daha öncelikli işlere sırasını terk etmesi
gereken, işin işleyiş kısmıyla
alakalı, son tahlilde tali demek
durumunda kalacağımız bu mesele değildir! Evvel emirde, bir
zihin inşası, zihinlerde bir değişim/asla dönüş gerekmektedir.
Bilgiye ulaşma, kaynaklarımıza
yönelme hassasiyeti içinde, asıl
eğitimin Allah’ın rızasını merkeze alıp ahireti ertelemeyen, imtihan şuuruna ermiş bir yönelişle
Kur’anın müfredatına eğilmek
gerekmektedir, acilen!
Mengüşoğlu üstadımızın yapabildiği gibi, gereğinde, diplomaları dahi yırtabilecek, ‘kitap yüklü eşek’ nitelemesinin ayırdında,
hayatın merkezinde ve nabız
tutmayı becerebilen, alaylılığı,
diplomalı olmaya tercih edebilen fedakârlıklar gerekmektedir,
doğru örneklikler olarak! Yine
onun deyimiyle; ‘Ceplerden
önce zihinleri dolduracak meslek sahibi olmak..!’ önemsenmeli, özellikle!
Evet, eğitim şart! ‘Niçin, nasıl
bir eğitim, hangi içerikle ve bakış açısıyla..’ suallerinin doğru
bir şekilde, şaşırmadan, sağa
sola sapmadan cevaplanması
şartıyla! Bize ‘okumuş çocuklar’
lazım, doğrudur; lakin ‘okumuş/
okuyan/okutan’ aklı başında,
sorumluluklarının farkında,
muhataplar arasında yaşlı genç,
kadın erkek, köylü kentli vb. ayrıştırmalar yapmadan, ‘biz’ olma
çabası içinde nitelikli bireyler
lazım, öncelikle!
[email protected]
43
İktibas
“ŞAM’IN
FAZİLETLERİ”
RİVAYETLERİ VE
TASHİH EDİLMEYİ
BEKLEYEN HADİS
ANLAYIŞLARI
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU
N
e yazık ki
Suriye’de çok
ağır bir tabloyla karşı
karşıya bulunuyoruz.
Gün aşırı gelen kitlesel
katliam haberleri,
kardeşlerimizin iffetine
yönelik Baas çetelerinin
saldırıları, muhalafeti
sindiremeyen rejimin
kimyasal silah
kullanmaya başlandığı
iddiaları...
44
Düşünce
Bilad’uş-Şam, yani Suriye coğrafyası 20. asırda olduğu gibi
21. asırda da ümmetin kanayan
yaralarından biri oldu. Geçtiğimiz yüzyıl içinde Baas diktasına
karşı topyekün bir şehri, Hama’yı şehit veren Suriyeli Müslümanların bu çağdaki imtihanı
daha ağır geçmekte. Hama’nın
yanı sıra, Humus, İdlib, Halep
gibi İslami duyarlılığın yüksek
olduğu Suriye şehirleri, şimdiden şehit kentler kervanına
katılmış bulunuyor.
Yarım asırlık Baas zulmüne
karşı haklı bir isyan hareketine
kalkışan Suriye halkı, bu süreçte bölge dışı güçler ve onların
bölgesel temsilcilerinin devreye
girmesiyle bir iç savaşa dönüşen
ağır çatışmaların mağduriyetini
yaşıyor. Bir tarafta ABD merkezli batı emperyalizminin model
ülkesi Türkiye’nin, diğer tarafta
da Rusya ve Çin’in önderliğindeki doğu emperyalizminin
bölgesel temsilcisi İran’ın ulusal
strateji ve çıkarlarının çatıştığı
bu iç savaşın daha ne büyük
yaralar açacağı ve nasıl sonuçlar
doğuracağı da belirsizliğini koruyor.
Evet, ne yazık ki Suriye’de çok
ağır bir tabloyla karşı karşıya
bulunuyoruz. Gün aşırı gelen
kitlesel katliam haberleri, kardeşlerimizin iffetine yönelik
Baas çetelerinin saldırıları, muhalafeti sindiremeyen rejimin
kimyasal silah kullanmaya başlandığı iddiaları... Bu ağır tablo
karşısında Suriyeli Müslümanlar
ve zaten yitik olup yeniden ihya
ve inşayı bekleyen ümmetin
bugünü ve geleceği için Rabbimize niyazlarda bulunuyoruz.
Laik dikta rejiminin kahrı ve
emperyalist kampların bölgeye
yönelik hesaplarının mahvı için
ellerimizi Rabbimize açıyoruz.
Kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı acı ve mağduriyetlerin yaşanmakta olduğu Suriye
konusunda, tevhidi çizgide sebat
eden yayın organlarında çeşitli
yazılar yazıldı, değerlendirmeler
yapıldı. Yine bu çizgide bulunan
çeşitli kuruluşlar tarafından
konferanslar, basın açıklamaları gibi etkinliklerle Suriyeli
Müslümanların haklı isyanına
destek verilirken, aynı zamanda
bu isyanın küresel ve bölgesel
güçlerce manipüle edilme tehlikesine karşı uyarılarda bulunuldu, “istikamet” vurgusu yapıldı.
Suriye’de bugün içinden çıkılmaz bir kaos görüntüsü veren
mevcut durumdan yegane çıkış
yolunun, ancak ve ancak Âlemlerin Rabbi’nin belirlediği istikamete yönelmek ve ancak ve ancak O’na dayanmakta olduğunu
bıkıp usanmadan dile getirmek
zorundayız. Bunun aksi, bâtılın
bir tonundan kaçarken başka bir
tonuna yakalanmak, zulmün bir
çeşidini yıkarken başka bir çeşidini inşa etmek olacaktır.
Suriye gündeminin farklı bir
boyutuna değineceğimiz yazımıza geçmeden önce yukarıdaki
birkaç paragrafla Suriye konusunda tarafımızı ve duruşumuzu
bir kez daha ifade etmek istedik.
Doğrusu bunca acı ve ağır tablo
karşısında, “Şam’ın faziletleri”ne
dair rivayetler ve bu rivayetlere
dayalı olarak toplumlarımızın
kültüründe yer etmiş bulunan
Şam’ın kutsallığına dair anlayışları sorgulayan bir yazı yazmakta epey tereddüt ettim. Bununla
birlikte Suriye konusunda yazan
ve konuşan yazar ve hatiplerin
dilinde bu rivayetlerin sıkça yer
Düşünce
almaya başladığını gördüğümden, bu rivayetler ve onlardan
kaynaklanan anlayışın sorgulanmasına katkıda bulunmak adına
bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Yani bu konuyu gündemime
almam, gazetelerin popüler
tarih yazarlarınınkine benzer
bir malumatfüruşluğun sonucu
değil, tarihsel süreçteki bilinçli
bir tahrifattan kaynaklanan bir
yanlışın tashihi ihtiyacına dayanmaktadır.
Hadis kaynaklarıyla ilgilenenlerin bileceği üzere, kaynaklarda
kimi beldelerin faziletlerine dair
çeşitli hadis rivayetleri yer almaktadır. Hz. Peygamber sonrası dönemde Emevi saltanatının
karargâhı haline gelmiş olan
Şam’a dair olanların, söz konusu
rivayetler içinde önemli bir yer
tuttuğu görülmektedir.
“Şam’ın fazileti”ne dair bu rivayetler, hadis edebiyatının
oluştuğu şartlar çerçevesinde
değerlendirildiğinde, Emeviler’in İslami açıdan meşruiyet
ihtiyaç ve arayışlarına denk
düşen içeriklere sahip oldukları
görülmektedir. Söz konusu rivayetlerde Şam, meleklerin koruması altındaki bir belde olarak
gösterilmekte, Şam’a göç etmek
teşvik edilmekte, Müslümanlar
arasında fitneler ortaya çıktığında imanın Şam’da olacağı ifade
edilmekte, Şam kahramanlığın
karargâhı olarak tanımlanmakta, Müslümanlara ortaya çıkacak
kamplaşmada Şam’ın tarafında
olmaları önerilmektedir.
Söz konusu rivayetlerden birkaçı
şöyle:
“Zeyd İbnu Sabit’in şöyle dediği
rivayet edilmiştir: ‘Biz bir gün
İktibas
Rasulullah (s)’ın yanında idik.
Parçalar üzerinde Kur’an (ayetlerini) tanzim ediyorduk. Rasulullah: ‘Şam’a ne mutlu’ buyurdular. Ben ‘Bu mutluluk nereden
geliyor ey Allah’ın Rasulü’ diye
sordum. ‘Çünkü’ buyurdular,
‘Rahman’ın melekleri onun
üzerine kanatlarını geriyorlar.’”
(Tirmizi, Menakıb, 3949)
“İbnu Havâle’nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: ‘Rasulullah (s)
buyurdular ki: ‘Bu iş, sizin bir
kısım toplu gruplara ayrilmanıza
müncer olacak. Şam’da bir grup,
Yemen’de bir grup, Irak’ta bir
grup’. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasulü, o
güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise, şimdiden) bana seçiverin’ dedim.
‘Öyleyse’ dedi, “sana Şam’ı tavsiye ederim. Çünkü orası Allah’ın
arzında mümtaz kıldığı yerdir.
Allah, kulları arasında seçkin
olanları oraya tahsis eder. Ancak
(oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen’inizi tavsiye
eder, (oradaki) havuzlarınızdan
için derim. Zira Allah, Şam ve
ahalisini (fitnelerden, koruma
hususunda) bana garanti verdi.”
(Ebu Davud, Cihad 3, 2483)
“Şam mutlaka fetholunacaktır.
Orada konak yerleri seçeceğiniz
zaman Dımaşk, denen bir yer
arayın. Orası kahramanlıklarda
Müslümanların karargâhıdır.”
(İbn Hanbel, Müsned 4, sh. 335)
“Seleme İbnu Nüfeyl el-Kindî
anlatıyor: ‘Rasulullah (s) buyurdular ki: ‘Ümmetimden bir
grup, hak yolunda mücadeleye
(hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da, onlar(la mücâdele
sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan
(alınanlarla) onların rızkını
B
u konuyu
gündemime
almam, gazetelerin
popüler tarih
yazarlarınınkine benzer
bir malumatfüruşluğun
sonucu değil, tarihsel
süreçteki bilinçli
bir tahrifattan
kaynaklanan
bir yanlışın
tashihi ihtiyacına
dayanmaktadır.
45
İktibas
Düşünce
sağlayacaktır. Bu hal kıyamet
gününe, Allah’ın va’dinin gelme
anına kadar devam edecektir...
Mü’minlerin (fitne sırasında
emniyette olacakları) asıl yerleri
Şam’dır.” (Nesâî, Hayl 1; 6, 214215)
T
ürkiyeli
Müslümanlar
içinden kimi yazar
ve hatiplerin,
içeriklerini sorgulama
gereği duymadan
Suriye halkının
Baas diktasına karşı
verdiği mücâdeleyi
destekleyen yazı ve
konuşmalarında yer
verdiği bu rivayetler,
muhtemeldir ki Baas
rejimi ve ona bağımlı
resmi Suriye uleması
tarafından da Baas
rejimine destek amaçlı
olarak kullanılmakta,
gündem edilmektedir.
46
Birkaç örneğini verdiğimiz bu
rivayetlerin içerikleri dönemin
şartları içerisinde değerlendirildiğinde, Hz. Ali’nin hilafetine
karşı, Hz. Osman’ın katlini ve
kanlı gömleğini istismar ederek
Şam valisi Muaviye b. Ebu Süfyan önderliğinde isyan bayrağı
açmış olan Ümeyyeoğullarının
kendilerine İslami açıdan meşruiyet sağlama ve taraftar toplama siyasetinin izlerini görürüz.
Yani bu rivayetler, siyaseten üretilmiş ve dönemin şartları gereği
kolaylıkla Hz. Peygamber’e (s)
atfedilmiş siyasi propaganda
malzemelerinden ibarettir.
Özellikle de, Müslümanlara
“Şam’ın tarafında yer almayı”
tavsiye eden rivayetteki Emevi
kurnazlığı gözden kaçacak cinsten değil! İlla taraf olacaksanız
Şam’ın tarafında yer alın, aksi
halde tarafsız kalıp gidin Yemen’in havuzlarından su için,
sefa sürün! Fakat hiçbir şekilde Irak’taki grubun, yani Hz.
Ali’nin yanında olmayı düşünmeyin!
Türkiyeli Müslümanlar içinden
kimi yazar ve hatiplerin, içeriklerini sorgulama gereği duymadan Suriye halkının Baas diktasına karşı verdiği mücâdeleyi
destekleyen yazı ve konuşmalarında yer verdiği bu rivayetler,
muhtemeldir ki Baas rejimi ve
ona bağımlı resmi Suriye uleması tarafından da Baas rejimine
destek amaçlı olarak kullanılmakta, gündem edilmektedir.
Dikkat edilirse bu hadis rivayetlerinde, Emeviler ve onların
merkezi durumundaki Şam şehri kutsanmakta ve Müslümanlardan hilafet mücadelesinde
Şam grubunun, yani Emevilerin
yanında yer almaları istenmektedir. Bu rivayetlerin apaçık sırıtan, hangi amaçla ve kimler tarafından uydurulduklarını adeta
haykıran içeriklerini sorgulama
ihtiyacı duymadan, bunların
halen Hz. Peygamber’in sözleri
diye gündem edilmesi düşündürücüdür.
Hz. Peygamber’in nice zorluklarla meydana getirdiği İslami
toplumsal ve siyasal yapıyı ortadan kaldırarak yerine kendi
saltanatlarını bina eden başta
Muaviye olmak üzere Emevileri,
bir de Nebevi siyasetini yerle
yeksan ettikleri Hz. Peygamber’e
kutsattıran bu rivayetlerin, geçmişte hadis külliyatlarına hadis
tanımıyla alınmış olması ve
günümüzde de kimi Müslümanların yazı ve konuşmalarında
Hz. Peygamber’in sözü iddiasıyla yer alıyor olabilmesi, hadis
rivayetlerinin Kur’an’a ve Nebevi
sünnete arzının ihmal edilemez
ve kaçınılamaz bir ihtiyaç olduğunun açık göstergelerinden biri
olarak karşımızda durmaktadır.
Not: Yazıda yer verdiğimiz rivayetlerin yer aldığı kaynaklar konusunda, Prof. Dr. İbrahim Canan’ın Akçağ Yayaınları basımı
“Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi”
eserinden faydalanılmıştır.)
[email protected]
Düşünce
MODERN HAYATLAR
İÇİNDE KENDİ
MAĞARAMIZA
ÇEKİLEBİLME
GEREKLİLİĞİ
BÜNYAMİN ZERAN
İ
tikâf her şeyden
önce müminin
kendini yenilemesi,
kendini donatması
ve Rabbin karşısında
sorumluluklarını
hatırlayarak
inancına sıkı sıkıya
bağlanmasıdır. Tabiri
caizse bir iç disiplin ve
eğitimdir.
İktibas
İtikâf, Peygamber (as)’ın sünnet
haline getirdiği ibadetlerden
biridir. Biz de bir grup arkadaşla birlikte Ramazan ayının
son haftasında itikâfa çekildik.
Malum modern dünya itikâfları kaldıramıyor. Çünkü bizi
kendisiyle meşgul eden o kadar
fazla şeyle uğraşıyoruz ki ne
halde olduğumuzu bize gösterecek aynalardan uzağız. Hayatta
gerekli gereksiz her şeye zaman
ayırıyoruz. Maç için doksan
dakika sihirli camın önünde
ya da modern çağın mabetleri
olan stadyumlarda saatlerce
bekleyebiliyoruz. Tuttuğumuz
takım şampiyon olunca sevinç
gösterileri için sokaklara taşabiliyoruz. Alış veriş için her
gün saatlerimizi harcayabiliyor,
yaşamımızın gerekleri adına
kurumlarda akşama kadar hayat
eskitebiliyoruz. Sevdiğimiz dizileri hiç kaçırmadan seyrediyor
hatta üzerine yorumlar yaparak
adeta yönetmen edasında filmi
saatlerce tartışabiliyoruz. Kimimiz avcılığı seviyor ve günlerini
av peşinde harcıyor. Ama iş
ibadetlere gelince durum birden
değişiveriyor ve namazları olabildiğince en hızlı şekilde kılıyor
ve modern hayatın kalbine bir
an önce ulaşmak için çırpınıyoruz.
Kutsallarımız olmaması gerekenleri kutsallaştırırken esas
kutsallarımız olması gerekenleri
bayağılaştırıyoruz. Heybemiz
hiç dolmuyor. Ellerimizle takdim edeceğimiz şeyler bize
iyi bir karne vermiyor. Ama o
kadar hızlı ve o kadar hazlarla
örülü bir hayatı yaşıyoruz ki
adeta nefes almakta güçlük çekiyor ve hazların bataklığında
yok oluyoruz. Biz ölüyoruz ama
öldüğümüzü fark edemiyoruz,
cüzzamlı hasta gibi vahyin
buyruklarından şeytanın aldatmalarına doğru kaçıyoruz.
Küfrün bataklığını iman şehrine
tercih ediyoruz. İbadetlerimiz
bize yük oluyor; bir an önce
yapsak ve kurtulsak diyoruz.
Tefekküre zamanımız yok hatta
kendi zekâtımızı kendimizin
belirlemesine bile. Varsın birileri
bizim adımıza fitre ve zekâtları
belirlesin ama öyle çok da hesap etmesin az söylesin az verip
kurtulalım kabilinden. Modern
hayatın kulları düşünmemeli!
Yalnızca emir buyrulan hayatı
yaşamalı o kadar.
Kimi zaman da yukarıda anlatılanların tam aksine insan
inançları için koşturur, zaman
harcar, emek harcar. Ama yorulur, bunalır ve ne yapacağı
konusunda şaşırır. Bazen gidişatı yanlış yöne kayabilir, bazen
de daha dinamik bir şekilde
kendini yeniden dizayn ederek
heybesindeki azığını yenileyip
yola daha güçlü devam etmek
ister. Herkesin tefekküre ve bir
süreliğine kendini dinlemeye
ihtiyacı vardır. Yalnızlık, ihtiyaç
olduğunda güzeldir zorunluluk
halinde değil. İşte itikâf da ihtiyaç dâhilinde olan bir yalnızlıktır ve güzeldir.
İtikâf her şeyden önce müminin
kendini yenilemesi, kendini
donatması ve Rabbin karşısında
sorumluluklarını hatırlayarak
inancına sıkı sıkıya bağlanmasıdır. Tabiri caizse bir iç disiplin
ve eğitimdir. Modern hayatın
bunalımlarından, şirklerinden
bir süreliğine arınarak kendi
mağaramıza çekilebilmek ve zamanı Allah’ın yardımıyla kendi
lehimize döndürebilmenin çarelerini aradığımız yerdir. Bizi yaratanı hatırlamak, O’nu anmak,
47
İktibas
Düşünce
O’nu düşünmek ve O’nsuz hiçbir
şeyin var olmayacağı gerçeğini
zihnimize kazımaktır. Her nerede ve ne iş üzerinde olursak olalım kaç kişi olursak olalım bizim
yanımızdaki bir sonraki kişinin
Allah olduğunu sürekli hatırlamaktır. Müzzemmili yaşamaktır
itikâf. Çünkü iman edenler bilir
ki gecesi olmayanın gündüzü
olmaz. Müzzemmili olmayanın
müddessiri olmaz! Kutlu bir
sabaha uyanmak ancak geceyi
ihya etmekle mümkündür. Modern hayatın putlarına en yıkıcı
darbeyi vurmak ve takva elbisesini cahili kirlerden arındırmak
ancak geceyi ihya edenlerin
yapabileceği bir şeydir. Sorumluluk almak isteyenlerin bilinç
kuşandığı kıymetli zamanlardır
itikâf.
m
odern çağ,
insanın
işkembesini
doldurmak, cebini
doldurmak ve hazlarını
doyurmak için reçeteler
hazırlar. Ama ne var ki
insanın ne cebi dolar,
ne işkembesi dolar ne
de hazzı doyar. Modern
hayata göre insanı
zamandan başkası
helak etmez.
48
Modern çağ, insanın işkembesini doldurmak, cebini doldurmak ve hazlarını doyurmak
için reçeteler hazırlar. Ama ne
var ki insanın ne cebi dolar, ne
işkembesi dolar ne de hazzı doyar. Modern hayata göre insanı
zamandan başkası helak etmez.
Oysa itikâf, kulun manevi yaralarını saran ve manevi yaralarına
merhem olan reçeteyi sunar.
Allah’ı daha fazla dinleyerek ve
onunla vahyi aracılığıyla daha
fazla zaman geçirerek, dualarıyla
ona niyaz ederek kimin ilah kimin kul olduğuna tanıklık eder.
İnsan, Allah’ın karşısında ne
kadar aciz ve Allah’ın ne kadar
güçlü bir ilah olduğunu görerek
iman eder. Kendi eksikliğini,
kirlenmişliğini, kirlettiği şeyleri
müşahede eder. Kirletmemeye,
kirlenmemeye ve eksilmemeye
dair söz verir, yardım dilenir.
Vahyin ciddiyetini kavrar ve onu
bekleyen akıbete karşı da sürekli
uyanık kalmaya, şeytanın ve
dostlarının hilelerine karşı tedbirli olmaya azmeder.
Allah yolunda hicret eden kimse nasıl ki yeryüzünde gidecek
çok güzel yer ve bolluk bulursa
itikâf yapan kimseler de kendilerine dair çok güzel hayırlar
bulur. Çünkü daha çok okuma,
düşünme, paylaşma ve bilinç
kuşanma anlarıdır o anlar.
Rabbimizle daha fazla zaman
geçirdiğimizde bir sünnetullahı
çok iyi bir şekilde öğrenmiş oluruz; biz değişmeden ailelerimiz
değişmeyecek, biz değişmeden
iş arkadaşlarımız değişmeyecek, apartmanımız, sokağımız,
caddemiz, mahallemiz değişmeyecek. Bütün değişimler önce
bende başlayacak sonra çevreye
doğru yayılacak. Tıpkı suya taş
attığımızda kendi merkezinden
dışa doğru dairelerin genişlemesi gibi. İtikâflar, imanın şahitliğine duyulan ihtiyacı kişiye daha
fazla hissettirirken aynı zamanda cahili kirlerden arındırma
gerekliliğini de sürekli hatırlatır.
Herkesin takva elbisesine bulaşan kirler farklıdır; kiminde
bedevilik kiri, kiminde kibir,
kiminde ruhbanlık, kiminde
şöhret, kiminde tüketim, kiminde fuhşiyat kiri… İşte bütün bu
takva elbisesini kirleten kirliliklerden tevbe ederek arınmak ve
genişliği yerle gök kadar olan
cennete ulaşabilmek için daha
fazla tefekküre ve salih amele
ihtiyaç olduğunu bize itikâf hatırlatır, hatırlatmalıdır.
İtikâf, bizi bir olanla dost kılmalı
ve onun birliğine halel getirecek
her şeyden bizi uzaklaştırmalıdır. İtikâf bize tevhide iman etmeyi, imanın karşısında küfrün
eziyetlerine göğüs germeyi ve
hayatımızdan ve hazlarımızdan
Allah adına vazgeçmeyi öğre-
Düşünce
İktibas
ten mektepler olmalıdır. İtikâf
unutulan bir ibadet olmaktan
çıkmalı ve hayatımıza dâhil
olmalıdır. Yılda bir kez de olsa
müminlerin toplu birlikte itikâf
yaptıklarında hem birbirini
daha yakından tanımasını hem
de bir iç disiplin ve eğitim gibi
algılanarak geleceğe dair daha
güçlü bir arzuyla bilinç kuşanmasını sağlayabiliriz. İtikâfı
İslamî mücadelenin önemli bir
disiplini haline getirebilmeliyiz.
dan tanıması gerekmiyor mu?
Her türlü iletişimden arınarak
ve en sevdiklerimizden bir süre
uzaklaşarak alışkanlıklarımızı
Allah adına değiştirme gayretlerimizi görmek bizi birbirimize
daha çok bağlıyor. Belki itikâflarda daha olumsuz şeylerle de
karşılaşmak mümkün ama bu
da bir kazanım değil midir? Zira
yol arkadaşınızın size nereye kadarki yolculukta eşlik edeceğini
görmüş olursunuz.
Biz dünya ile iletişimi keserek
bir grup arkadaş olarak bir
mekânda bir hafta boyunca
kendimizi ve birbirimizi tanıma
fırsatı bulduk. Bırakınız sözle,
bakışla dahi birbirimizi incitmeden birbirimize olan sevgimizi
daha da çoğaltarak zaman geçirdik. Gördük ki yalnızca dostluğumuzu geliştirmedik beraberinde zihnimizi ve kalbimizi de
pekiştirdik. Eğer Allah için bir
yol yürünecekse insanların dost
diyeceği kimseleri daha yakın-
İtikâf, müminlere kaplarını ne
ile doldurduklarını görme fırsatı verir. Eğer bulanık ve kirli
bir su doldurulmuşsak kaplara,
kuşkusuz bu su ümmeti hasta
eder. İtikâf, bu suların değişmesi
gerektiğini ve pınardan tertemiz
suları kaplara doldurarak ümmetin susuzluğunu gidermeyi,
onları bu sayede bulaşıcı hastalıklardan da korumayı öğretir
bize.
b
iz dünya ile iletişimi
keserek bir grup
arkadaş olarak bir
mekânda bir hafta
boyunca kendimizi
ve birbirimizi tanıma
fırsatı bulduk. Bırakınız
sözle, bakışla dahi
birbirimizi incitmeden
birbirimize olan
sevgimizi daha da
çoğaltarak zaman
geçirdik. Gördük ki
yalnızca dostluğumuzu
geliştirmedik
beraberinde zihnimizi
ve kalbimizi de
pekiştirdik.
[email protected]
6DEDK$÷XVWRV
49
Bir Dergi - Bir Alıntı
İSLÂMCILIK
MODERN
DÜNYAYI NASIL
ANLAMLANDIRIYOR?
-IIABDURRAHMAN ARSLAN
Umran/Temmuz 2012
h
er bilgi
Müslümanların,
babasının malı gibi
alıp kullanabileceği
bir bilgi değildir. Biz
gerçekten de biraz
bedavacılığa alıştık,
Batıda üretilenleri
burada tüketmeye. Biz
Uzakdoğu’nun o Taocu,
Şintoist, yani müşrik
toplumlarından değiliz,
her şey bize uymaz.
50
-geçen sayıdan devamVI
Şimdi başka bir şeye, ilim ve
fenne bakalım. Burada da
İslâmcılık haklı olarak nefsi
müdafaada bulunacak. Fakat
onun arkasında onu besleyen bir
felsefe, bir düşünce, bir dünya
görüşü olduğunu dikkate almamıştır İslâmcılık. Bunu eleştiri
için söylemiyorum. Dediğim
gibi o günün insanları çok kahraman insanlardı. Çünkü onlar
İslâm’dan taviz vermemek için
çokça risklere girdiler; İslâm
coğrafyasının tümü. Nefislerinden feragat ettiler, zevklerinden
feragat ettiler. Bu kadar yaptılar,
ama biz bugün biliyoruz ki bu
ilim ve teknolojinin arkasında
bir felsefe vardır, bir dünya görüşü vardır, bir gelecek kaygısı
vardır, bir hayat tarzı, endişesi
vardır, her şey vardır. O masum
değildir. Bizim görevimiz bunları analiz etmektir, ama eğer biz
de onlar gibi düşünürsek esas
işte o zaman kötü olacaktır. Biz
bu dünyayı iyi kötü tanıyoruz,
tanıyabilecek imkânlara sahibiz.
Üstelik de bu dünya çatladı,
şimdi postmodern dediğimiz bir
dünya çıkıyor ortaya. Dolayısıyla bütün bunları artık tanıyabilecek imkânlara sahibiz, mazeret
yok. Bizim görevimiz de onların
arkasında gizli olanları deşifre
etmektir. Diğerleri gelen dalga
karşısında set tutmaktı bir nefsi
müdafaa olarak, ama şimdiyse
onun arkasındaki o düşünceyi
ve felsefeyi deşifre ederek o
nefsi müdafaayı hak ettiği yere
getirelim diye düşünüyorum.
Bundan dolayı şunu söyledim,
hiçbir bilgi biçimi masum değildir. Başta İslâm buna dâhildir.
Dolayısıyla da her bilgi Müslümanların, babasının malı gibi
alıp kullanabileceği bir bilgi
değildir. Biz gerçekten de biraz
bedavacılığa alıştık, Batıda üretilenleri burada tüketmeye. Biz
Uzakdoğu’nun o Taocu, Şintoist,
yani müşrik toplumlarından
değiliz, her şey bize uymaz. Yani
her şey ancak pagan bir toplumda mümkündür, onlar için
bu problem yok, ama biz öyle
değiliz. Tevhidi temsil edenler
için her bilgi öyle masumca
alınıp kullanılabilecek bir bilgi
değildir. Tevhid eksenli bir bilgi
biraz daha endişesi olan bir bilgidir. En azından İslâm’ın bilgisi
insanları ahlaklı yapmak, iyi bir
mümin ve mümine yapma endişesi taşır, İslâm’ın bilgisinin temelinde bu vardır. Oysa modern
bilginin böyle bir kaygısı yoktur.
Bize ilkokuldan itibaren üniversiteye kadar öğretilen o akademik bilginin, bilimsel bilginin
böyle bir kaygısı yoktur, olamaz
da zaten. Eğer öyle bir kaygısı
varsa o bilimsel bilgi olmaktan çıkar. Bu nedenle belki de
bütün bunları postmodern bir
dönemde, çünkü aynı zamanda
da postmodernlik de bunları
deşifre ediyor, ben Müslümanların zihni üzerinde modernitenin
kurmuş olduğu hegemonyanın postmodernizmle birlikte
çatladığını düşünüyorum. Bu
Müslüman zihnin özgürleşmesine bir vesile olabilir, ama
eğer postmodernizmin çukuruna düşmezse, onun tuzağına
düşmezse. Onun o çatlattığı,
modernitenin çatlattığı o baskıcı
hegemonik yapıdan kendine ait
olanı yeniden düşünme cesaretini göstermelidir ve gösterebileceğini düşünüyorum. Aksi
halde postmodernitenin açtığı
o sahte özgürlüğün dünyasında
Kemalizm’in, laikliğin eleştirildiği ki Müslümanlar bunları
postmodernitenin kültürünün
ve felsefesinin imkânlarıyla artık
yapıyorlar. Bunun dünyasından
Düşünce
Bir
Dergi - Bir Alıntı
bir bakıma sizi tehdit etmiş,
sizi küçümsemiş düşünceleri,
ideolojileri eleştirip rahatlayabilirsiniz, postmodernlik bunu
getiriyor size, ama aynı postmodernlik dönüp sizi de bumerang
gibi vurabilecektir, hatta vuracaktır. Çünkü onun temel kaygısı odur, hiç kimsenin mutlak
doğrusunun olamayacağını savunuyor sizin de bildiğiniz gibi.
Böyle bir durumda bana ait bir
doğru vardır ve bu evrensel doğrudur, onun için evrensellik bitti
diyorlar. Çünkü artık doğru evrensel olmaktan çıktı. Herkesin
kendine ait bir doğrusu olabilir.
Eğer benim doğrum evrenseldir
diyorsanız siz mutlak şekilde
totalitersiniz artık. Demek ki siz
totaliter bir şey düşünüyorsunuz
demektir. Çünkü gelecek de
belirsizdir, her şey izafidir. Ondan dolayı gelecek hakkında bir
şey söyleyemezsiniz, bir proje
çizemezsiniz, o totaliterlik olur
insanların geleceğini belirleme
hususunda. Böyle bir durumda
Müslümanların çok dikkat etmesi gerekir diye düşünüyorum.
Dolayısıyla bu yeni kültür otorite olan ya da otoritenin her çeşidine savaş açmış bir kültürdür,
otoritenin her türlüsüne… Gayri
ihtiyari öyle bir birey tanımı
var ki otoritenin istisnasız her
şeyine karşı bir tip olarak tanımlanıyor. Gerçekten de öyle, biz
sizinle ancak beraber olabiliriz,
yani yan yana olabiliriz, ama bu
gönüllüdür. Siz bu konuda herhangi uyarıcı bir şey söylerseniz
siz artık benim özgürlüğüme
müdahale etmiş oluyorsunuz.
Bu yeni birey tanımında böyle
bir durum var. Herkes yan yana
duracak, ama asla birbirimize
değmeyeceğiz. Yani emr-i bi’lmaruf ve nehy-i ani’l-münker
bile özgürlüğe müdahaledir. O
totaliterliğin kendisidir. Bu yeni
İktibas
kültürde bu var. Genç kızlarımız
başörtüsü yasaklarından dolayı
“Biz ayrımcılığa karşıyız” sözünü sıklıkla kullanıyorlar. Bu lafı
iyice düşünsünler, önce kız kardeşlerimden rica ediyorum. Sizin dininiz inananla inanmayanı
ayırır, siz Müslüman olduğunuz
için de sizi bir üst dereceye yerleştirir. Bunu sizin dininiz yapıyor. Bunu bilin, ondan sonra
deyin, “biz ayrımcılığa karşıyız.”
Her mücadele kendi yöntemi,
kendi kavramları, kendi bilgisi
ve kendi idealleri içinde yapılır. Başkalarına ait sloganlarla,
başkalarına ait yöntemlerle siz
bir Müslüman olarak istediğiniz
hedefe varamazsınız. Yolda giderken o yöntem sizi tökezletir,
kendine benzetir. Bu öyle basit
değil, onun için özellikle de bilgi
meselesine vurgu yapıyorum.
Mesela insan hakları da bunlardan birisi, bakıyorsunuz Müslümanlar birinci kuşak, ikinci
kuşak insan haklarına eyvallah,
diyor, ama üçüncü kuşak insan haklarında “ben burada
yokum” diyor. Niye? Efendim
homoseksüellere, lezbiyenlere
hak tanıyor. Kardeşim sen bu
kavramı kullanırken bunu düşünmeliydin. Geçenlerde bir
yerde söyledim, önce baktım bir
iki kişi böyle çok tuhaf karşıladı.
Sonradan galiba ne dediğimi
ben anlatamamıştım, biraz baktım yumuşadılar. Dedim ki, ben
bu insan haklarını bu yönüyle
destekliyorum, seviyorum,
fakat bir yönüyle de hiç hoşlanmıyorum dedim. Niye? Beni
devlet karşısında dilenci haline
getirdi. Böyle bir şey olur mu,
eğer oluyorsa o zaman ben çıkıp
devlet denilen meseleyi de bir
konuşayım. Ben Müslüman’ım,
yani benim de devlet hakkında
söyleyecek şeylerim var. Üstelik
de İslâm devleti diye en azından
h
er mücadele
kendi yöntemi,
kendi kavramları,
kendi bilgisi ve
kendi idealleri içinde
yapılır. Başkalarına ait
sloganlarla, başkalarına
ait yöntemlerle siz
bir Müslüman olarak
istediğiniz hedefe
varamazsınız. Yolda
giderken o yöntem
sizi tökezletir, kendine
benzetir.
51
İktibas
e
vet, ben bir
hastaysam
benim çocuğumu
akrabalarına
teslim etsinler,
mahalledekilere
teslim etsinler.
Müslümanlar bunun
mekanizmalarını
düşünüp bulalım, niçin
devlet? Belki en son
nokta olabilir, belki,
ama Müslümanlar
bunun mekanizmasını
düşünebilirler.
Akrabalarına
verebilirler, vesaire,
yani anası babası
olmayan bir çocuğu
yabancı olmaktan,
kimsesiz olmaktan
kurtaracak bir İslâm
toplumu düşünemez
miyiz biz?
Düşünce
100 seneden beri konuşuyoruz,
en azından 1400 seneden beri de
Muaviye’yle birlikte bu meseleyi
tartışıyoruz. Bu ne devlettir böyle çıktı karşımıza! Bir bakalım
hakikaten, böyle bir şey olur mu,
durmadan dilencilik yapıyoruz.
Bu hakkı ver, bu hakkı ver! Müslüman da o kervana katıldı, ben
hakkımı istiyorum, ben hakkımı
istiyorum. Burada da bir problem yoktu aslına bakarsanız,
nerede problem oldu? Bu son
dönemlerde problem oldu. İki
şekilde problem oldu. Efendim
çocuğuna dayak vuranı, hanımını döveni ya da kocasını döveni
devlet alacakmış. Geçen gün
başörtülü bir kızımız tartışmada
bunu söylüyor. Birden böyle
ayaklarım yere yapıştı, çok üzüldüm, biz Müslümanlar bu noktaya gelmemeliydik, hakikaten
gelmemeliydik, çok üzüldüm.
Çünkü bunun içinde İslâmi bir
şey yok. Demiyor mu ayet, “kavga ettiklerinde karı koca, önce
tarafları gitsinler, konuşsunlar,
ama Müslüman’ın da aklına ilk
gelen şey devlet. Devlet benim
çocuğumu alacak, hangi hakla?
O devlete bu hakkı kim verdi?
Batı devleti evet, meşru şiddetin
kaynağıyım diyor, vesaire diyor,
o kendi tarihselliğinden almış
bu hakkı, ama bana sormadılar ki. Çünkü ben o çocuğun
koyulacak isminden bile öbür
dünyada sorumlu tutulacak bir
adamım ve bu benim tercihim
değil, Rabbim böyle buyuruyor.
O zaman öyle zırt pırt diyebilir
misiniz siz, bu devlet benim
çocuğumu alacak.
Evet, ben bir hastaysam benim
çocuğumu akrabalarına teslim
etsinler, mahalledekilere teslim
etsinler. Müslümanlar bunun
mekanizmalarını düşünüp bulalım, niçin devlet? Belki en son
nokta olabilir, belki, ama Müs-
52
lümanlar bunun mekanizmasını
düşünebilirler. Akrabalarına verebilirler, vesaire, yani anası babası olmayan bir çocuğu yabancı
olmaktan, kimsesiz olmaktan
kurtaracak bir İslâm toplumu
düşünemez miyiz biz? Bizim
dünyamızda ille de bir çocuğun
anasının, babasının mı olması
gerekir, anası babası olmayınca
o kimsesiz mi olacak? Peki, biz
onun kimi kimsesi olamayacak
mıyız, bizim böyle bir toplumsal
tahayyülümüz olmayacak mı?
Batıda böyledir, evde bir kedin
var, bugün bir haber okudum
üzüldüm. Sahibi olmadığı için
sokakta gezmesine müsaade etmemişler. Doğru, sizin bir kedi
olarak sokakta var olabilmeniz
için birisinin özel mülkiyetine
dahil olmanız lazım.
Fatih Camisinden biliyorum,
ben biraz kedi hastasıyım, bağışlayınız, gidip orada eskiden kedi
seviyordum kedim olmadığı
zaman. Bir de Malta’dan geçiyorum, ya Rabbi diyorum, Allah’a
hamdolsun, hâlâ mülkiyeti
kimseye ait olmayan kediler var
ve buradaki esnaf onlara yemek
veriyor ve pırıl pırıl, tertemiz.
Kedi biliyorsunuz tok karınlı
olduğu zaman kendini temizler,
pırıl pırıl eder. Yani siz geçtiğinizde bakın oralara. Bak demek
ki yaşayabiliyormuş bizimle birlikte, yani kimsenin mülkiyetine
geçmeden. Bu küçük bir iş değil.
Size belki de çok küçük bir iş
gibi geliyor. Gerçekten de Batının büyük şehirlerinin sokaklarında ille de birisine aidiyetiniz
olması lazım, birisinin mülkü
olmanız lazım. Biz hayvanları
kendi mülkümüze dönüştürmeden ya da başkalarını devletin
mülküne dönüştürmeden kendi
aramızda yaşatamaz mıyız? Bunun imkânları yok mudur? Bu
dinde bunun imkânları var. Eğer
Düşünce
Bir
Dergi - Bir Alıntı
Müslümanlar bulamıyorlarsa
onu diyorum, yani bağışlayınız,
sizi tenzih ederek söylüyorum,
Cenab-ı Allah zeka bakımından
fukara olan bütün Müslümanları bu çağa topladı. Bundan
öncekilere bakıyorum, hepsi
bir deha. Kitaplarını okuduğum
zaman bana gerçekten de aşağılık kompleksi geliyor, ama biz
dediğim gibi kilitlenmişiz, demek ki Allah bizim basiretimizi
elimizden aldı. Eğer almasaydı
gerçekten de Allah’ın rahmetini
dileseydik Allah kalplerimize
ilham ihsan edecekti, bunun
yollarını bulacaktık diye düşünüyorum. Çünkü Cenab-ı Allah
insanın kalbine sürekli olarak
müdahalede bulunur. Ben akıl
ve bilgi meselesine bu cehtte
girmediğim için bu cümleleri biraz evvel kurmadım. Öyle bilgi
Batılı insanın, kartezyen kafanın
dediği anlamda bir bilgi üretme
meselesi değil İslâm’da, İslâm’da
çok daha farklı bir yönü vardır
bilginin. O zenginliğinden dolayı onun biz bilgisini istemiyoruz.
Elbette ki insanoğlu hep zararlı
bilgiler mi üretiyor? Hayır, elbette faydalı bilgiler de üretir,
ama onun belki de süzgeçten geçirerek kullanılması söz konusu
oluyor. Bugün Müslümanların
yaptığı gibi -büyük bir açlıklaher geleni içselleştirmeleri değildir diye düşünüyorum.
Benim kişisel olarak düşündüğüm şey şu, biz postmodernlikle
birlikte yeni bir dönem ve yeni
bir tsunaminin tesiri altına girdik. Modernliğin bizi ezen ve
onun eliyle üretilen siyasetlerin,
kurtarıcıların uyguladığı uygulamalarının neticesinde Müslümanlar bu ülkelerde de başka
yerlerde de zulüm gördüler,
sıkıntı yaşadılar. Dolayısıyla da
postmodernizm gelirken onun
yaptığı eleştiri, önümüze açtığı
İktibas
eleştirel gelenek bütün bu uygulamaları anlamsızlaştırmaya
başladı. Zaten dünya genelinde
de böyle bir akım var, dikkat
ederseniz bütün kurucu ideolojiler tasfiye oluyor. Leninizm,
Maoizm, Kemalizm, bütün
bunlar, bütün bu kurucu ideolojiler gidiyor. İşte Arap baharını
bütün bu kurucu ideolojilerin şu
ya da bu şekilde tasfiyesi olarak
düşünebiliriz. Belli ki yeni sistemin ne olacağını bilmiyoruz, bir
belirsizlik taşıyor, ama bugünkü
modern sistemden farklı olarak
postmodernizm zaten yapısal
olarak belirsizliği savunuyor.
Çünkü modernlik bir belirliliği
savunuyordu, gelecekte böyle
olacak diyordu, böyle planlamamız lazım diyordu. Şimdi postmodernizm diyor ki, belirliliği
savunmak insan özgürlüğünü
kontrol altına almaktır. Bir nevi
cebriye. Şimdi dolayısıyla burada elbette ki iktidarın, bilginin,
belki teknolojinin, evrensellik
gibi birtakım kavramların yeniden anlamları değişiyor ve
bunun büyük kısmını da postmodernlik bu anlamları değiştiriyor. Dediğim gibi mesela
özgürlük, dün toplumun siyasal
özgürlüğü olarak anlaşılıyordu,
oysa bugün böyle anlaşılmıyor.
Mesela dün eşitlik fikri tartışılıyordu, Müslümanlar arasında,
eşitlik yeni bir tartışma, aslında
tartışmadılar bile, benimsediler;
İslâm’ın adaletini unutup eşitlik
ideolojisini benimsedik maalesef. Bu ikisi arasında da doğru
düzgün bir analiz de yapamıyoruz, zihinlerimiz kilitlenip kalıyor. Mesela artık postmodernlik
eşitlik ideolojisini de savunmuyor. Bireyin özgünlüğü, özgürlüğü değil, özgünlüğü meselesini
tartışıyor. Burada artık özgürlük
bireyin kendi özgünlüğünü yaşadığı, yaşaması anlamına geliyor. Yani o otantisitenin, otan-
b
iz postmodernlikle
birlikte yeni bir
dönem ve yeni bir
tsunaminin tesiri altına
girdik. Modernliğin bizi
ezen ve onun eliyle
üretilen siyasetlerin,
kurtarıcıların
uyguladığı
uygulamalarının
neticesinde
Müslümanlar bu
ülkelerde de başka
yerlerde de zulüm
gördüler, sıkıntı
yaşadılar. Dolayısıyla
da postmodernizm
gelirken onun yaptığı
eleştiri, önümüze
açtığı eleştirel gelenek
bütün bu uygulamaları
anlamsızlaştırmaya
başladı.
53
İktibas
b
ütün bu
tecrübeden
sonra kişisel olarak
bilginin İslâm’ın
kendi hakikatine
uygun ve kendi
usul geleneği içinde
üretilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Bu
ise önümüze üç
kavram getiriyor.
Bilgi kavramını, usul
kavramını, bir de bütün
bunların yapılabileceği
geçmişteki mekân
olarak medrese
kavramını gündeme
getiriyor.
Düşünce
Bir Dergi - Bir
Alıntı
tiklik durumunun yaşanmasıdır
artık özgürlük. Yoksa işte klasik
anlamdaki bir özgürlük değildir.
Bütünüyle başkalarıyla birlikte
paylaştığımız bir özgürlük söz
konusu değildir, artık kişiye ait
olan, kişiye ait bir gerçek var,
hakikat kişiye aittir, özgürlük
kişiye aittir, o da bireyin özgünlüğünün tesisiyle ilgilidir. Dikkat
ederseniz burada da kavramlar
değişmeye başladı. Şimdi tam
da böyle bir anlam kaymasının
yaşandığı, yeni anlamların ihdas
edilmeye başlandığı bir zamanda bence biz Müslümanlar
birçok kavramı yeniden, modernliğin ya da postmodernliğin
birçok kavramını yeniden ele almamız gerekiyor. Tabii bunu da
yapabilmemiz için bizim sahih
bir bilgiye ihtiyacımız var. Biz
sahih olduğundan emin olduğumuz bir bilgiden hareket ederek
ancak bunu yapabiliriz. Çünkü
bu, bizim önümüze ciddi iki
tane sorun getiriyor, eğer gerçekten bu meydan okumayı ciddiye alıyorsak o zaman ortaya şu
çıkıyor: Acaba bu meydan okumaya karşı direnecek zihniyeti
nasıl inşa edebiliriz, bu zihniyetin temelinde bilgi varsa bu bilgiyi nasıl inşa edebiliriz? Çünkü
biz bu bilgiyi inşa edeceğiz ve bu
zihniyetin de inşası gerekecektir.
Ondan sonra ancak bu meydan
okumaya karşı bu kavramların
tahlilini yapabiliriz.
Burada bütün bu tecrübeden
sonra kişisel olarak bilginin İslâm’ın kendi hakikatine uygun
ve kendi usul geleneği içinde
üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu ise önümüze üç kavram
getiriyor. Bilgi kavramını, usul
kavramını, bir de bütün bunların yapılabileceği geçmişteki
mekân olarak medrese kavramını gündeme getiriyor. Zaten modernlikle mukayese ettiğimizde
54
şöyle bir durumla karşı karşıya
geliyoruz. Din adamının yerini,
entelektüel alıyor. Dini bilginin
yerini bilimsel bilgi alıyor. Dini
hakikatin yerini de pozitivist
gerçeklik alıyor. Modernlik
bunlar üzerinde kurulup geldi
günümüze kadar.
Kutsal kitaba bağlı kalınarak
üretilmiş bir bilginin yerine yine
aklın ürettiği, ama tabiattan üretilmiş bir bilgi aldı. Onun için
bazı Batılı düşünürler aslında
Rönesans sonrasını paganizme
dönüş olarak vasıflandırmışlardır. Çünkü tabiattan yasalar
çıkartılacak ve din hususunda
şüpheye düşülen, tartışmaya
düşülen hususları tabiattan elde
edilen yasalarla yapacaklardır,
yasalarla halledeceğiz. Çünkü
din hususunda, bilhassa İncil’le
ilgili problem var burada. O zaman tanrının ikinci kitabı olan
tabiata dönelim dediler Batılılar,
oradan zaten dünyada tanrının
yasaları geçerlidir. Biz o zaman
o yasaları alalım, o yasalarla
toplumu kuralım, insanımızı
tanımlayalım dediler. Aslında
modernliğin temelinde bu var,
ben detaylara girmedim. Dolayısıyla burada peki, bunu neyle
elde edeceğiz? Akılla. Çünkü
modern dünyanın insanı dini
reddettiğinde, kilisenin şahsında
dini reddettiğinde bütün alem
karşısındaki tek silahı aklıdır.
Ben akılla bunu halledeceğim
dedi, yani aklı akılla okuyacağım. Tabii böyle olunca da işte
deney, vesaire gündeme geldi,
matematik geldi, Galileocu bir
tabiat anlayışı, aslında bakarsanız bu da böyle. Tabii bu bilginin niteliği değişince ortaya yeni
aktörler çıktı. Yani bilim adamı
ya da entelektüeller dediğimiz
aktörler çıktı. Din adamının
yerine geçti. İşte dini bilginin
yerine de biraz evvel dediğim
Düşünce
Bir
Dergi - Bir Alıntı
gibi bilimsel bilgi geçti. Bunun
müessesesi olarak da üniversite
geçti. Unutmayın, Batıda yaklaşık 1100 yılı Bologna Üniversitesi, 1150 Paris Üniversitesi,
1200 Oxford Üniversitesi, 1220
yılında Cambridge Üniversitesi
kuruluyor. Daha başka üniversiteler de belki sonradan kuruluyor. Yani bütün bunlar birlikte
gidiyor.
Bizdeyse benim kanaatime göre
aşağı yukarı 1960’lardan itibaren
bizde alimin önderliğinin, bilgi
üreten ve topluma da önderlik
eden alimin yerine entelektüeller
geçmeye başladı, özellikle de
mühendis nitelikli entelektüeller.
Yani teknik, teknolojik bilgi öğrenmiş insanlar, hani o İslâmcıların çok canının çektiği, istediği
fen ve fünun, ilim ve fennini
alalım dediği o tip çıktı ortaya.
O zaman onların söylediği diğerlerinden daha değerli olmaya
başladı. Böyle olunca da toplumsal önderlik bir bakıma onların
eline geçti. Yani entelektüellerin
eline geçti. Sonra üniversiteler
de kuruldu, şimdi üniversitelerde çocuklarımızı okutuyoruz.
Erkekler okudu, şimdi kızlarımız okuyor ve bütün bu bilgiyle
-sadece erkekler değil kızlarımızın da zihni- hepimizin zihni
birbirine benzedi. Yani ortada
öyle çok fazla bir şey de kalmadı.
Şimdi acaba böyle bir durumda
eğer bu bilgi bizi kirletiyorsa,
ben artık dünyaya Müslüman’ca
bakamıyorsam ya da arızalı bakıyorsam, zira benim zihnimi bu
bilgi kirletmiştir büyük nispette,
o halde ben dünyaya yeniden
Müslüman’ca nasıl bakabilirim?
Yani yaşadığım gerçeklik, sorunlar hakkında Müslüman’ca
bir teşhiste nasıl bulunabilirim?
Psikiyatrinin, sosyolojinin, psikolojinin değerleriyle, iktisadın
değerleriyle değil ya da modern-
İktibas
liğin kültürüyle değil, İslâm’ın
değerleriyle nasıl bakabilirim?
Çünkü İslâm bazı şeyleri sorun yapıyor, modernlik sorun
yapmıyor. Dolayısıyla da bunu
daha sahih bir şekilde nasıl öğrenebiliriz? Şöyle düşündüm:
Muhtemelen bu zihnin böyle
kirlenmemesi için bu zihnin
geçmiş klasik dönemdeki gibi
4-5 yaşında Kur’ân’la tanışması
gerekir. Çünkü İslâmi eğitimin
başlangıç noktası bu, Muvatta’yı
yazan kimdi? İmam Malik, Allah
ondan razı olsun. Denilir ki, bir
yerde okumuştum, 4 yaşındaydı,
Kur’ân’ı hıfzetmişti. Şimdi bu
eğitimin ilk başlangıcı, dolayısıyla burada bu eğitimle birlikte
başlayan bir de Müslümanların
tarihsel tecrübesi içinde Batının metodolojisinden farklı bir
usul geleneği var. Çünkü usul
bir bilgi üretmedir, içtihatta bulunmak da bir bilgi üretmektir.
Biz tabiatta bilgiyi aramıyoruz,
yani burada mukayeseye girerek işi uzatmak istemiyorum.
Biz kitaptan bilgi üretiyoruz.
O ürettiğimiz bilgiyle tabiata
bakacağız. Tabiattan ürettiğimiz
bilgiyle tabiata, insana bakmayacağız. Çünkü dedik ya, akıl
kimliği belirsiz bir varlıktır,
önce onun ışığa ihtiyacı var.
Akıl tabiattan elde ettiklerinin
ne kadar sağlıklı olduğunu, ne
kadar insana yardımcı olacağını
bilmez. O yasa peşindedir, yasa,
nitekim postmodernizm dedi
ki, bırak bu hikayeyi, yasa masa
olmaz. Bundan dolayı krize girdi
modern bilgi. Teknik detaydan
kaçınarak söylüyorum, modern
bilginin teorik yapısında bir kriz
yaşandı. Postmodernizm onun
bir neticesi olarak ortaya çıktı.
Bu teorik yapı nelerin üzerine
kurulu ayrı bir mesele, ama böyle bir kriz yaşıyoruz.
k
anaatime
göre aşağı
yukarı 1960’lardan
itibaren bizde alimin
önderliğinin, bilgi
üreten ve topluma da
önderlik eden alimin
yerine entelektüeller
geçmeye başladı,
özellikle de mühendis
nitelikli entelektüeller.
Yani teknik, teknolojik
bilgi öğrenmiş insanlar,
hani o İslâmcıların
çok canının çektiği,
istediği fen ve fünun,
ilim ve fennini alalım
dediği o tip çıktı ortaya.
O zaman onların
söylediği diğerlerinden
daha değerli olmaya
başladı.
55
İktibas
e
fendim, medrese
zaten çürümüştü,
sorunlarımıza cevap
vermedi. Eyvallah,
elbette ki İstanbul’daki
ya da bilmem
neredeki medreseler
çürümüştü doğrudur,
olabilir, üniversiteler
de çürüyor. Yeni
üniversiteler
kuruluyor ya da
üniversiteler revize
ediliyor. Peki
kardeşim, sorunlara
cevap vermedi
dediğiniz medreseden
size ne bekliyordunuz,
ne söylemesi
gerekirdi?
56
Bir Dergi - Bir
Düşünce
Alıntı
O zaman ben kendi dünyama
dönüp -kendi dünyamın içinde
bu bilgi mademki o eski hegemonyasını da artık yitirmeye
başladı, sağlıklı değil, zaten ben
de biliyordum bunun sağlıklı
olmadığını- acaba bunu nasıl
yapabilirim? İşte onun için çıktığında önüme neticede İslâmi
bilgi onu üretecek bir usul ki,
usul geçmişte de tecrübe edildi,
çünkü usul ithal edilemez. Bugün bazı -kusura bakmasınlarilahiyatçılarımızın hermenötik
falan filan alıyorlar, az önce
onun için söyledim, her usul bir
dünya görüşünü taşır ve bugün
hem bilginin kriz içinde bulunması, hem postmodernizmin
ortaya çıkmasının temel sebebi
Batıdaki yöntemin krizidir, bir
yöntem krizidir. Dolayısıyla
da yöntem krizinden, bilimsel
yöntemin krizinden sonra ancak
hermenötikten bahsedilmeye
başlandı. Hermenötik zaten kilisenin kullandığı bir yöntemdi,
ama o bilimsel olmadığı için
kabul edilmiyordu. Ne zaman
postmodernizm dedi ki, hakikat
yoktur, sadece hakikate yaklaşmaktan söz edebiliriz. Bu ne
demekti? Demek ki, her kişiye
ait bir yorum meselesi var, yorum ön plana çıkınca o zaman
hermenötik ortaya çıktı. Çünkü
hermenötik de yorumlama demek, yorumlama bilgisi demek.
Şimdi bu başka bir dünyaya ait
bir metot, siz bunu İslâm’a nasıl
uygulayabilirsiniz? Bir de size
kim söyledi o usulün yetersiz
olduğunu? Aynı şeyi medresede
de görüyoruz. Efendim, medrese
zaten çürümüştü, sorunlarımıza
cevap vermedi. Eyvallah, elbette
ki İstanbul’daki ya da bilmem
neredeki medreseler çürümüştü
doğrudur, olabilir, üniversiteler
de çürüyor. Yeni üniversiteler
kuruluyor ya da üniversiteler
revize ediliyor. Peki kardeşim,
sorunlara cevap vermedi dediğiniz medreseden size ne bekliyordunuz, ne söylemesi gerekirdi?
Önce bunu bir bilelim, bakalım
ondan sonra hakikaten size bu
zavallı medrese bir şey demiş
mi, dememiş mi? Dememişse
eyvallah doğru, ama önce siz ne
bekliyorsunuz, sizin sorularınız
ne? Sizin sorularınız bakalım
medresenin iştigal alanla ilgili mi, değil mi? Bu soruların
gündeme gelmesi lazım. Çünkü
benim bu söylediklerimin ışığında dediğim gibi entelektüelin
yerine yeniden toplumsal önderliğin sahibi olan alimin geçmesi
gerekir. O, Peygamber varisidir
bir hadisi şerifte de buyrulduğu
gibi.
Bu bize şunu getiriyor: İslâmi bir
bilgi, entelektüelin yerine alim,
ondan sonra da medrese, o bilginin ve usulün iştigal alanı olan
o kurum. Medrese sıradan binaların oluşturduğu bir yer değil,
o belli kendi adamı içerisinde
diyelim, kendi usulü içinde bilgi
üreten, ama ürettiği bilgiyi de
bizzat kendisine talim ve terbiye
edilen yerdir. Talim ve terbiye
diyorum, bizim edepli insanlara
ihtiyacımız var, yani ben torunumun edepli olmasını istiyorum. Edebin, hayanın, saygının,
itaatin olmadığı bir Müslüman
toplum düşünemiyorum ben, az
önce birey derken orayı unuttum söylemeyi, tam da birey
meselesini konuşurken birden
bire aklıma itaat kavramı geldi.
Bunu da sık sık söylüyorum her
yerde. Bir yerde konuşma yapıyordum. Ben de itaatten bahsettim. Allah’a, Rasûlüne, alimlere,
anneye-babaya, kocaya itaatten
bahsettim. Konuşmam bitti, iki
tane bayan, üç tane delikanlı
dikildi önüme: “Hocam, bunu
biraz açıklayın!”
Düşünce
Bir
Dergi - Bir Alıntı
Anlıyorum, çünkü itaat kölelik
gibi algılanıyor. Bu yeni postmodern kültür size bunu böyle
algılatıyor artık, itaat etmek ne
demek? Köleliktir, öyle düşünülür mü? Gerçekten de böyle algılıyoruz artık, birbirimizi kandırmayalım. Biz Müslüman’ız, itaat
ederiz, ilim ehline itaat ederim
ben. Tabii ki o Allah’ın ilmini
benden daha çok öğrenmiştir,
ben kimim? Arapça bilmiyorum, ancak sizin için konuşuyorum, keçinin bulunmadığı yerde
Abdurrahman Çelebi misali
böyle ilim olmaz. Benim Arapça
bilmem lazımdı, ama ben modern ilmi öğrenmek için İngilizce öğrenebilmişim. Bu doğru
mu? Hayır, doğru değil, bir kere
her şeyi yerli yerine oturtalım.
Bakın, otobüste gidiyorsunuz,
bir tane yaşlı geldi, siz kalkıp
yerinizi verdiniz, bu da bir itaattir, ama gönüllü bir itaattir. O
kadar kötü değil itaat, ama tabii
ki kadının kocasına itaat edeceği
yerler vardır, etmeyeceği yerler
vardır, benim ilim ehline itaat
edeceğim yerler, itaat etmeyeceğim yerler vardır, çocuğumun
bana itaat edeceği yerler vardır,
itaat etmeyeceği hususlar vardır.
Eyvallah, ama biz itaati hayatımızdan kovamayız, kategorik
olarak reddedemeyiz. O zaman
İslâm ahlâkının yarısını alır
götürürsünüz. Çünkü bir yarısı
Allah’a itaattir. İslâm ahlâkı dediğiniz sadece bunu yap-yapma
değil ki, kim İslâm’ın ahlâkının
birazıyla hareket ederse Efendimizin ahlâkıyla hareket ederse,
farkına varmadan aynı zamanda
adil bir insan olur. Çünkü İslâm
ahlâkı adalete içkindir. Onun
için İslâm, ahlâk ve adaleti yani
hukuku, yani kanunu birbirinden ayırmaz. Hıristiyanlık o
hatayı yaptı, onun için bir ahlâk
dinine dönüştü. Şeriatı ihmal
etti, kötülüğünden değil, ama
İktibas
bugün bakın, Müslümanlarda
da bu var. O yüzden İslâm’ın
fıkhını Müslümanlar ihmal
ettiler. Onun için hayatımızda
İslâm’ın fıkhı yok, onun için biz
bir cemaat olamadık. İstediğiniz
kadar devlet kurun ne yazar? Siz
cemaat olmamışsınız. Siz hâlâ
üç kişi yolculuğa çıkarken bile
içinizde bir kişiyi, size önderlik
edecek adamı bile seçme basiretinde bulunamıyorsunuz. Bu ne
demektir? Sizin bir fıkhınız yok
demektir. Müslümanlar fıkıhları
olan insanlardır. Çünkü o İslâm
ahlâkı bunu gerektirir. Fıkhın
olmadığı yerde ahlâk olur mu?
Ahlâk bir müddet sonra yaptırımcı gücünü kaybeder, biter.
VII
Şimdi özür diliyorum çok uzattık, ama bu benim için önemli
bir şey, gerçekten bunu böyle
çok yürekten savunuyorum tabii
kendi çapımda, çok öyle her
şeyi bildiğimden dolayı değil.
İyi-kötü biraz bu işin mürekkebini yalayanlar da medresenin
çürüdüğünü söylüyorlar biraz
evvel arz ettiğim gibi. Oysa
benim konuşmak istediğim ya
da çarpmaya çalıştığım sadece
medrese değil, herhangi bir
yerdeki çürümüş medrese değil,
genel bir medrese kavramı. Mesela, üniversite deyince aklınıza
hiç çürümüş üniversite gelmiyor ya da basitçe bir üniversite
gelmiyor. Hepsi muhterem.
Hatta ve hatta ben diyorum ki,
otoriteye karşıyım, eyvallah,
tamam da, ama üniversitenin
ürettiği bilginin otoritesine
karşı değilsiniz. Mesela, bizim
genç arkadaşlar şöyle söylüyor:
Bilgi kutsal, İslâm kutsaldı, ama
oradan elde edilen bilgi kutsal
değildir. Yani mecbur değiliz o
zaman. Eyvallah, peki sen aynı
sözü niye üniversitede öğreten,
bilgiyi üreten hocalara ve o bil-
B
iz itaati
hayatımızdan
kovamayız, kategorik
olarak reddedemeyiz.
O zaman İslâm
ahlâkının yarısını alır
götürürsünüz. Çünkü
bir yarısı Allah’a
itaattir. İslâm ahlâkı
dediğiniz sadece
bunu yap-yapma
değil ki, kim İslâm’ın
ahlâkının birazıyla
hareket ederse
Efendimizin ahlâkıyla
hareket ederse,
farkına varmadan
aynı zamanda adil bir
insan olur. Çünkü İslâm
ahlâkı adalete içkindir.
57
İktibas
B
ırakınız
ütopyalarımız
olsun. Efendim,
Pakistan’da belki bir
fıkıh üzerine alim var,
onu getiririz, başka
birini getiririz, yani
bunu dinamik olarak
böyle kurabiliriz. O
zihinleri Kur’ân’la
tanıştırıp, o Kur’ân’ın
bilgisiyle tanıştırıp,
onunla yükledikten
sonra ben o
zihinlerin -Marksist
mi, postmodernist
mi tartışmayıpkonuşması gerektiğini
düşünüyorum
medresede.
58
Bir Dergi - Bir
Düşünce
Alıntı
giye yöneltmiyorsun? Çünkü o
bilgi bugün hayatımızı tanzim
ediyor. Ölen bir adam hakkında
adli tıpta kim karar veriyor? Bu
bilgiyle karar veriliyor. Az önce
onun için dedim, bilgi masum
değil. Siz kavga edip mahkemeye
gittiğinizde kim karar veriyor? O
bilgiyle oluşturulmuş yasalarla
karar veriliyor. Yani yasa gibi
görüyoruz, ama mesele bir bilgi
biçimidir o, tanzim edilmiş bir
bilgi biçimi olarak önümüze
geliyor.
Ben onu kastetmiyorum, bundan dolayı Batının meşhur üniversitelerinden örnek vermeye
çalışıyorum. Mesela, Sorbonne
belki iyi bilmiyorum da, ama
gene de söylüyorum, mesela
Harvard, ama mesela kısmen
biraz bilgi sahibi olduğum Oxford ve Cambridge’de bir kere
her şeyden önce burada eğitim
bir seçme işidir, öğrenci hocasını
seçer, ama hoca da öğrencisini
seçer. Gidersiniz hocanızın önüne, şimdi öyle midir değil midir
bilmiyorum, ama yirmi küsur
sene önce öyleydi. Gidersiniz,
hoca da bakar, sizi tartar, eğer
uygun bulursa o da sizi seçer.
Bu karşılıklı bir seçme, aslında
bizim medrese geleneğinde de
biraz böyledir.
Sonra meşhur Batı üniversitelerinde şu vardır: Dünyanın
herhangi bir yerinde herhangi
bir konuda orijinal tezleri olan,
orijinal düşünceleri olan, akademi tarafından da tartışılan
insanlara giderler, derler ki, sen
arkadaş bizim üniversiteye gelip
ders verir misin? 1 yıl, 2 yıl, 3
yıl, 4 yıl, yani biz seni buraya
davet ediyoruz. Orada 3.000
dolar alıyorsa ona 5.000 dolar,
gerekirse 10.000 dolar verirler,
alırlar, getirirler onu o Oxford’a,
Cambridge’e ya da Harvard’a ya
da Kaliforniya’daki bir üniversi-
teye, ona 2 sene, 3 sene, 4 sene
ders verdirtirler ve orijinal teorisi olan o zeki insanlarla öğrenciler tanıştırılır ve onlara ders
verdirirler. Bu aşağı yukarı bizde
de biraz var. Birkaç yıl önce
tanıdığım bir Hintli Müslüman
Bilkent’e gelmişti. İstatistik üzerine orada 2 yıl ders verdi. Meğer adam -kardeşim vasıtasıyla
tanışmıştım- dünyanın meşhur
istatistikçilerinden biriymiş.
Şimdi düşünün, siz de böylesiniz, mesela, Afrika’da usul üzerine bir adam var Tanzanya’da,
gidip onu getirebilirsiniz. Tabii
bu bir ütopya, bu ülkede buna
müsaade etmezler, ama olsun insanlar ütopyayla yaşarlar, bir de
gerçek ütopya olmadan değiştirilemez. Bırakınız ütopyalarımız
olsun. Efendim, Pakistan’da belki
bir fıkıh üzerine alim var, onu
getiririz, başka birini getiririz,
yani bunu dinamik olarak böyle
kurabiliriz. O zihinleri Kur’ân’la
tanıştırıp, o Kur’ân’ın bilgisiyle
tanıştırıp, onunla yükledikten
sonra ben o zihinlerin -Marksist
mi, postmodernist mi tartışmayıp- konuşması gerektiğini düşünüyorum medresede.
Bu dediğim üniversitelerin esas
önemli olan bu, özür diliyorum
sizden, özelliği ne? Bu üniversitelerin temel özelliği mühendis
yetiştirmek değil, beşeri bilimler
dediğimiz bilimleri esas almışlardır. Yani mesela, Oxford,
Cambridge gibi üniversitelere
bakarsanız bunların temel iştigal
alanı beşeri bilimlerdir. Matematikten tutunuz da, hukuka,
felsefeye, sosyolojiye, siyasete,
mantığa bunun gibi daha birçok şeye; yani bir toplumun
tarihsel akışı içerisinde lazım
olacak ve sorunlarını çözecek
bilgiyi üreten bir yerdir buralar. Medrese de bizim tarihsel
olarak Müslüman bir toplumun
Düşünce
Bir
Dergi - Bir Alıntı
tarihsel akış içinde karşılaştığı
sorunları ve o sorunları Müslümanca çözmeye imkân verecek
bilgiyi üreten yerdir. Medresenin görevi birinci derecede
size gökdelen yapmak değildir.
İslâmcılık bence burada haksız
olarak medreseden böyle bir
görev bekledi, onu bulamayınca
top, tüfek, gökdelen -bugün de
gökdelen bekliyor- işte dedi çürümüş. Hayır, medresenin temel
görevi bu değildir. Üstelik Batıda
da mühendislik okulları çok
sonra dahil olmuştur üniversiteye. Mesela, benim bildiğim
kadarıyla ilk defa mühendislik
okulunun Londra Üniversitesi’ne dahil olduğu tarih 1860’tır.
Bundan önce de var, mesela
dernekler var, cemiyetler var,
mühendislerin kurduğu, mühendislik işleriyle uğraşanların
kurduğu özellikle mesela, kömür
madenleriyle onlar bu konuda
ihtisas yapmış, özel çabaları
olmuş bir sürü insanların kur-
İktibas
muş olduğu cemiyetler var, ama
üniversite çok sonra bunları
kabul ediyor bünyesine, bundan
önce almıyor. Çünkü üniversite
kendini hep o beşeri bilimlerle
sınırlamıştır, o insan zihninin
melekeleri dediğimiz bizim Edebiyat Fakültesi’nin mesela özelliği de o, sanattan tutun birçok
şeye kadar; çünkü bunlar insan
zihninin melekelerini ifade eder
diye düşünülüyordu. Dolayısıyla
da böyle bir durum olmuştur.
Medresenin de görevi buydu.
Bu görevi yapmamışsa eyvallah,
ama medreseden siz uzaya gidecek araç beklemeyin ya da belki
de çok basitinden bir köprü yapmasını beklemeyin, onun görevi
bu değil, o köprüleri yapacak
adamların zihnini yetiştirir.
Önce Müslümanca bir zihin
yetiştirir, ondan sonra da onlar
da giderler, o köprüyü tasarlarlar. Eğer böyle bir zihin yetiştirseydik bugün gökdelenler diye
7DUDI$÷XVWRV
bir sorunumuz olmazdı. Bugün
modern tıbbın bizi soyduğu
gibi bir sorunumuz olmazdı.
Çünkü bu zihinsel bir meseledir,
neyi neyin içine mezcedeceğiz?
Tıbbi bir zihnin içine İslâm’ı mı
mezcedeceğiz, yoksa İslâmi bir
zihnin içine sağlık dediğimiz
kavramı mı mezcedeceğiz? Bu
önemlidir, hangisi hangisine
karşı önceliklidir? Ben, İslâm’ın
düzenlediği bir zihnin önce yetiştirilmesi, inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum, ondan sonra diğerleri üzerinde konuşalım.
Çünkü böyle bir seçici zihin,
selektif bir zihin olacaktır. Yani
her şeyden önce mesela, modern
tıbbın yaptığı gibi, hastalığımı
dinlerken beni ölümle tehdit
etmeyecektir. Bak, bunu kullan,
yoksa kalp krizi geçirirsin, bunu
kullanmazsan çok tehlikeli olur,
bunu kullanmazsan kanser riski
artar. Bunlar aslına bakarsanız
çok gizli bir şekilde insanın o
en büyük zaafıyla oynamaktır,
ölümle onu korkutmaktır. Sağlık ölüm üzerinden yapılıyor,
çünkü modern tıp nihayetinde
sağaltıcı bir felsefe üzerine kurulu değildir. Gerçi konumuz
bu değil, özür dilerim, içimizde
doktorlar varsa beni affetsinler,
insanı mekanik düşündüğünden
dolayı ölümsüzlüğe bir çare bulma felsefesi üzerine kuruludur.
Onun için organ naklini çok
başarıyla yapıyor, yapacaktır da
bundan sonra. Çünkü insanı
mekanik olarak görmektedir
Kalbi bozulmuştur, yeni kalp…
Tabii bu arada da yeni insan
tiplerine ihtiyaç olur. Şimdilerde Hindistan’da kalbi alınacak
çocuk siparişi veriyorlarmış,
çocuklar doğuruyor kadınlar,
ondan sonra onun kalbini alıp
başka yere takacaklar, yani organ nakli dediğiniz şey. Bunun
önüne geçemezsiniz, insanoğlu
yaşamak ister.
59
Sanat - Edebiyat
BU GİDİŞ NEREYE!
MURAT KİRİŞCİ
Ey İnsan bu gidiş nereye!
Bu acı soru yüzüme değse ve ürpersem
Nefes nefese koşanların toz bulutuyla
Kalbime düşen her damlasında bir nefes versem
Sonra aldırmadan yavaşlayan
Ve uzaklaşan seslerini dinlesem
Çok bilmiş sayıklamalarımla
Yine sorsam birkaç savruk soru
Cevaplarından daha zor olan…
Ey İnsan bu gidiş nereye!
Daha karanlık bir geceye kaçsam
Yollarda kaybolurken uyku halinde kalsam
Kendimle vedalaşsam sadece
Ve sadece kendimin bildiği rotaya yönelsem
Biraz yabancı biraz uzak olsam
Güneş için aya, sabah için geceye yürüsem
Bildiğim dağlara bilmediğim şarkılar okusam
Uzaklaşabilir miyim bu korkudan…
Ey İnsan bu gidiş nereye!
Cevabı bu kadar yakın iken
Hangi mesafeler uzak tutar beni
Nasıldır O’ndan öte kalma imkânım
Kalbin uyanma vakti geldi mi bahar misali
Sabır ister gecenin sonunu bilsen dahi
Geceye tutunabiliyorsa gerçektir yıldızlar
Avuç içinde kalan hayatsa
İşte o kadardır gidebildiğimiz…
60
Sanat - Edebiyat
ŞAİR, ŞİİR,
ŞİİR ŞÖLENLERİ
MEHMET MORTAŞ
Şiiri iç dünyada yaşanan devinimlerin kelimeler ile dışavurumu olarak tarif edersek,
iç dünyada yaşanan gizemli
kelimelerden kurulu dünyanın
hayatta bir anlam kazanabilmesidir. Her şair fıtratı gereği iç
dünyasının gizemlerini dış dünyaya bir sanat eseri olarak sunmak istemesi, şiir ile hüzünlerini, sevinçlerini, vermek istediği
gizemli mesajlarını paylaşması,
bu dünyada hayata karşı bende
bir şeyler söylüyorum demesi
kaçınılmazdır. Şiir şölenleri bu
anlamda şair için ruhen ve bedenen kendini ifade edebileceği
en güzel ortam olarak görünmektedir. Şair şiiri ile her zaman
tek başınadır, ama bu tek başınalık heybesine kelimelerden
kurulu bir dünya anlamına gelir.
Aslında her iç dünya bir şiirdir
fakat iç dünyalarını dış dünyaya
aktarabilenler sesini duyurabilmektedir. Modernizm insanın
iç dünyasındaki devinimlerini,
kendini tanımayı anlamayı meşru alanında görmek istememektedir. Şair ve şiiri, modernizmin
kendi ruh dünyasına her türlü
devasa görsel ve efektif silahları
ile saldırmak, hayatın anlamını
bulanıklaştırmak istemiş bunda
da başarılı olmuştur. Bu nedenle
her şeyi ben eksenli gören, her
şeyi ben eksenli yaşayan şairler
ve şiir çoğalmıştır. Bu minval
üzere şiir şiirin kurdu olmuş,
benlikler modern dünyada hep
çatışır olmuştur. Şair ve şiirin
İktibas
ben olmaktan, egoistlikten, sadece kendini düşünmecilikten
çıkıp vicdanen, ruhen biz olmak
zorundadır. Belki de modernizmin açtığı yaralara karşı biz
olmak bir kalkan oluşturabilir,
kelimelerin arkasındaki manevi
güç meydana çıkabilir. Biz olmak için bir araya gelmenin en
iyi yolu şiir şölenleri görülmektedir. Çünkü şairler ne kadar da
iyi şiir, güçlü kelimeler meydana
getirseler de şiir şölenlerinde
şairler ile iç içe olmak, şiir severler ile bir arada olmak meydana
getirdiği güçlü eserler bir anlam
kazanarak bir su misali akar
gider. Özellikle Şair Bahaettin
Karakoç ile birkaç defa şiir şölenlerine beraber gitme fırsatı
bulduğumda şiir ile haşır neşir
olan şairlerin Bahaettin Karakoç’a kendi şiirlerini sunması ve
usta şairin yorum ve tenkitlerine
büyük önem verdiklerine ise
bizzat şahit olmuşumdur. Şiirin
gizemli bir o kadar da çekici
dünyasını teneffüs eden şairler
şiir şölenlerinde uzun dostluklar
kurmuşlar hatta o hava ile daha
güzel eserler meydana getirmişlerdir. Şiire ilgi duyan ve şiirini
takip eden şiir severler ise bu
sayede ulaşamayacağı, göremeyeceği şairleri de görme fırsatı
bulma olanağına da sahip olmaktadır. Maraş şiir festivalinde
Türkiye’nin dört bir tarafından
gelen şairler hem birbirlerini
görme, şiir iklimine girme fırsatı
bulmuş hem de halk bu isim
yapmış şairler ile içli dışlı olma
fırsatını bulmuşlardır.
Ülkemizde daha önce çok fazla
şiir etkinlikleri yoktu. Sadece
Maraş’ta Bahaettin Karakoç’un
düzenlediği Dolunay Şiir Şö-
lenleri aralıksız 16 yıl sürdü.
Bahaettin Karakoç’un çıkardığı
Dolunay dergisi ile iç içe olması
şöleni ayrı bir yere koymamızı
sağlamaktadır. Buradan yola
çıkarak günümüzde yapılan şiir
şölenlerinin bir sanat edebiyat
dergisi etrafında yapılmamasını
şair ve şiiri için bir engel olarak
görüyorum. Bahaettin Karakoç’un çıkardığı derginin adı ile
düzenlenen Dolunay Şiir Şöleni
bir örnek olarak kişilerin, herhangi bir beldenin isminin ön
plana çıkarılması değil, sadece
sözün gücünü ön plana çıkarmak gerekmektedir. Bir sanat
edebiyat etrafında ve derginin
adı ile düzenlenen şiir şölenleri
şair ve şiirini daha bir anlamlı
kılmakta, tabir yerindeyse tam
yerine oturmaktadır. Şairlerin
isimleri ve şiirleri kullanılarak
birilerinin sadece reklam amacı
ile bu işe soyunması hiçte etik
görünmemektedir. Bu durumun
en belirgin bilançosu ise şiir
şölenleri düzenleyenler her yıl
aynı isimleri çağırmakta, sanki
şiir bu isimlerin etrafında dönmektedir. Her şölene çağrılan ve
giden kimi şairler ise kendilerini
elit şair gibi bir ruh haline sokmaktadır belli etmese de. Usta
şairlerin yanında kelimelerini
iç dünyasında demleyip gönül
hanemize şiirleri ile hitap eden
ve gelecek vaat eden şairler de
çağrılmalı şölenlere.
Modernizmin gönülleri dağlamadığı, benliklerimizin ekâbirleşmediği, şair, şiir ve şiir severlerin ruh dünyalarının bütün
kâinat ile sadece bir yöne doğru
biz olma muştusuyla.
[email protected]
61
İktibas
AYI OYNATMAK
YASAK AMA ÇOCUK
OYNATMAK DEĞİL
SEVDA TÜRKÜSEV
4POTBZGBDPNt"ʓVTUPT
Televizyonun eğitim ve iletişim
aracı olarak kabul edildiği bir
eğitim sisteminde, bizde televizyonun eğlence aracı olması en
acı gerçeklerimizden birisidir.
Bu büyülü ekran gerçekten büyülü ki, insanları insanlıklarından çıkartabiliyor…
Biz evlilik programları ve dizileri eleştirirken çok daha önemli
olan çocukların yarıştırıldıkları
programları çok fazla gündeme
getirmiyoruz… Ufacık çocukları
süsleyip, püsleyip, kadınsı bir
hale getirip bir de üstüne kıvır
kıvır oynatmalarına tüm toplum
seyirci kalıyor…
O çocukların olması gereken
yerler gerçek yetenek yarışmaları olmalı…
Geçen hafta 8-9 yaşında bir kız
çocuğunu giydirip sahneye atmışlar ve “yedi kocalı Hürmüz”
şarkısını söyletiyorlar… O çocuk
nasıl kıvırıyor nasıl kadınsı işveli
hareketlerle sahne şovu yapıyor,
görünce içim acıdı demek yanlış olmaz… Aynı yarışmada üç
sene önce 8-9 yaşında yarışmaya
katılmış şimdi yeni serpilmiş
olan kız da aynı bir sanatçı gibi
döktürmez mi? Bir de üstüne kız
şarkının sonunda “Evet, adet yerini bulsun” diyerek bir kıvırmaya dansöz gibi oynamaya başladı
ki resmen “pes” dedirtti…
Sunucu ve yorumcuların da bu
çocuklara “aman-aman maşallah” diyerek üstüne verdikleri
coşku da çabası… Tabi sunucu
ve jüri için o yarışma sadece
bir iş ve onlar aldıkları paraya
bakarlar.
Fakat asıl garip olan bu çocukların ailelerinin çocuklarını o yaşlarında bu hallerle sokmaları…
62
Bir Dergi - Bir
Düşünce
Alıntı
O yaştaki çocukların duygusal
ve fiziksel dünyaları hayata dair
tecrübelerle gelişmeye başlayacak ve bu çocukların hedef
ve idealleri bu doğrultuda gelişecek… Ayrıca bu çocukları
televizyonlara alıştırdığınızda o
çocuklarda gereksiz bir ego oluşup kendilerini gerçekten ünlü
zannedecekler… Çocukken sevimli halleriyle ilgi görünce hep
aynı ilgiyi göreceklerini zannederek o hayatı benimseyecekler.
Sonrasında aynı ilgi olmadığında da televizyonlara çıkmak için
televizyonun büyülü havasına
girmek için her şeyi yapabilecek
kadar bir bunalım içine girebilirler…
Onca yarışma programı oldu da
ne oldu?
Kaç yarışmacı Star oldu?
Ben hatırlamıyorum, ya siz!
Özellikle kız çocuklarını küçük
kadınlar haline getirip, dekoltelerle, makyajla toplumun gözü
önünde oynatmak toplumun
gözü önüne sunmak resmen bir
“ÇOCUK İSTİSMARIDIR” diyorum…
Hayır, Bu ülkede ayı oynatmak
yasaklandı da ufacık çocukları
olduklarından farklı bir hale
sokup oynatmak neden yasaklanmıyor?
Hayvan haklarını savunanları
lütfen bu çocuk haklarını da
savunmaları için sokaklara ve
ekranlara davet ediyorum…
Aileden sorumlu Bakanımızı da
bu konuda yeni etkin ve önemli
yaptırımlara davet ediyorum…
Televizyon yapımcılarına diyecek bir şeyim yok. Onlara ne
diyeceğiz, onlar için her şey bir
iş bir proje…
Asıl ailelere sesleniyorum; Biraz
ellerinizi vicdanınıza koyun ve
kendinize gelin…
Bir anne ve babanın en değerli
varlığı evlatlarıdır. Fakat maalesef anne ve babaların kendi elleriyle çocuklarını ateşe atmalarına da işte böyle şahit oluyoruz…
Gerçekten millet meşhur olma
delisi mi olmuş ne?
Okullarda ki dini eğitimleri erken ve gereksiz bulanlar küçük
çocukların aynı yaşlarda kıvırmalarına neden karşı çıkmıyorlar?
Birileri ha bire cemaatleri eleştirip duruyor. Dindar nesillerden
korkup dini hayatın içinden çıkarmak için çalışanlar da var…
Çocuklarımız televizyonlarda
çıkıp kıvıracağına, sokaklarda
köşe başı tutup çete olacağına
gidip cemaatlerde saf tutsunlar
daha iyi… Tabi Allah’ın rızası
dahilinde yola çıkmış cemaatlerden söz ediyorum…
Vallahi benim çocuğum da gitar
çalıyor müzik yapıyor. Çok yarışmalardan teklif de geldi ama
şimdi 22 yaşında ve ancak bunlarla ilgilenmeye başladı… Biz
de çocuğumuzu elinden tutup
yarışmalara götürebilirdik. Ama
götürmedik, yaptığı müziği gerçekten bir sanat olarak benimsetip hayatına koyduk…
Tabi ki çocuğunuzun müzik gibi
hobisi olmalı ama böyle değil…
Bu yarışmalarda çocukların
yetenekleri ortaya çıkarılmıyor,
bu yarışmalarda çocuklar reyting ve para uğruna kullanılıyor
istismar ediliyor. Ve özellikle
kız çocuklarının hareket tavır
ve kıyafetleriyle cinsel olarak da
istismar edildiğini söylemek ne
kadar yanlış olur acaba?
Ey aileler iyi dinleyin…
Bu çocuklar yarın bir gün sizi
takmazlarsa, okumazlarsa, çocuklarınıza söz geçiremezseniz
hiç onları suçlamayın. Siz bu
yaşlarında onlara bu imkanı
verip bir de alkışlarsanız sonuçlarını da katlanırsınız…
Ve RTÜK, Lütfen artık siz müdahale edin…
Bir taraftan gelecek nesiller için
çalışılırken diğer taraftan gelecek nesiller göz göre göre ziyan
ediliyor…
Kısacası ülkece sistemin içinde
toplumsal ve bireysel olarak
bindiğimiz dalı kesiyoruz…
[email protected]
Mektuplara Cevaplar
İSLAMCILIKTAN NE
ANLAMALIYIZ?
HÜSEYİN BÜLBÜL
AHMET ÜNVERDİ/URFA
SORU
Ali Bulaç’ın 19 Ağustos
2012’de yazmış olduğu “İslamcılığın Seyri” yazısıyla
yeniden gündeme gelen ve
Mümtaz’er Türköne’nin “İslamcılığa Ne Oldu?” yazısıyla
tartışmalara yeni bir boyut
kazandırdığı İslamcılık’tan
sizler ne anlıyorsunuz?
CEVAP: İslamcılık sözlükte şöyle tanımlanmaktadır: “Her şeyin
temelinde (devlet yönetimi,
hukuk, yaşam...) dinin olduğunu
savunan düşüncedir. İslamcılara
göre her şey şeriata bağlı olmalıdır ve hangi milletten olursa
olsun bütün Müslümanlar halifenin etrafında toplanmalıdırlar.
Hatta onlara göre Osmanlı devletinin geri kalmasının sebebi
şeriat esaslarından ayrılmış
olmasıdır.
Tamamen şeriat yanlısı İslamcıların yanında bir de Batı’nın
teknolojisinden, endüstrisinden
ve biliminden yararlanmak konusunda bir sakınca görmeyen
İslamcılar da mevcuttu.
İ
slamcılık
sözlükte şöyle
tanımlanmaktadır:
Her şeyin temelinde
(devlet yönetimi,
hukuk, yaşam...) dinin
olduğunu savunan
düşüncedir. İslamcılara
göre her şey şeriata
bağlı olmalıdır ve hangi
milletten olursa olsun
bütün Müslümanlar
halifenin etrafında
toplanmalıdırlar.
II. Abdülhamid, İslamcılık düşüncesini geliştirmiş ve kendi
döneminde Osmanlı devletinin
resmi politikası haline getirmiştir. Tabi ki amacı, Müslümanları
bir arada tutmayı başarıp imparatorluğun daha fazla parçalanmasını engellemekti ama kısmen
başarılı olabildi.
“İslamcılık Nedir” sorusunun
bir başka yanıtı ise şöyle verilmektedir:
İslam’ın ilk dönemindeki değerleri XX. yy. başlarına taşıyarak
Türk toplumunu içinde bulunduğu bunalımdan kurtarma
girişimidir. Çünkü İslam, tüm
ilerlemelerin anahtarıdır. Kuralları doğru uygulanırsa gelişmiş
milletlerin seviyesine ulaşılabilir.
II. Abdülhamid, bu girişim ile
şunları amaçlamaktaydı: Hem
Balkanlardaki “Panslavizm”i
etkisiz duruma sokmak, Müslüman toplulukların devletten
ayrılmalarını engellemek, hem
de içeride siyasal rakiplerinin
halk içindeki gücünü kırmak.
(Panslavizm: Çarlık Rusya’sının
Balkanlarda yaşayan bütün Slav
topluluklarını, yabancı egemenliğinden özellikle Osmanlı yönetiminden kurtararak Rusya’nın
denetiminde bir Slav devletinin
oluşumunu sağlamak için uyguladığı politikaya verilen isimdir.)
İslamcılığın tanımlanması konusunda Ali Bulaç’ın düşüncesi ise
şöyledir:
“İslamcılık, İslam’ın ana referans
kaynaklarından hareketle “yeni”
bir insan, toplum, siyaset/devlet
ve dünya tasavvurunu, buna
bağlı yeni bir sosyal örgütlenme
modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen
entelektüel, ahlaki, toplumsal,
ekonomik, politik ve devletlerarası harekettir. Başka bir deyişle
İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her
tarihsel ve toplumsal durumunda
İslam’a göre yeniden kurulması
ideali ve çabasıdır.”
İslamcılığın tarihi seyrini üç
evreye ayıran Bulaç şöyle değerlendiriyor:
“1850’li yıllarda tarih sahnesine
çıkan İslamcılık üçüncü neslin
tecrübesiyle yürüyüşüne devam
ediyor. Benim kronolojik tasnifime göre birinci nesil İslamcılık
1850-1924; ikinci nesil İslamcılık
1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla
başlayıp halen sürüyor.”
1850-1924 yılları arasında rol
oynamış bulunan birinci nesil
İslamcıların referans çerçevesi
“Kur’an ve Sünnet’e dönüş”tür.
63
İktibas
Bununla bağlantılı olarak ilk
nesil İslamcılar “içtihad kapısının açılması” ve “cihad ruhunun
uyandırılması” hedeflerini öne
çıkarıyorlardı…
İlk nesil İslamcılar Çanakkale
savaşının mağduru oldular,
1925 Takrir-i Sükun ve tek parti
diktasıyla tasfiye edildiler. Söz
konusu radikal tasfiyeden sonra
İslamcılık 1950’ye kadar derin bir
uykuya yattı.
1950-2000 yılları arasında
sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “modern-ulus devlet” oldu. Meşruiyet
krizini aşma kaygısıyla Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme
çabasına büyük önem verdiler.
Bu dönem İslamcılarının zihin
evreninde bilgi, eğitim, toplumsal
kurumlar, siyaset ve ekonomik
gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti. Ancak bu
ya “İslami renge büründürüldü”
ya da yan tarafa “icad edilmiş
ahlaki-manevi/imani-metafizik
özerk alanlar” ilave edildi.
21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere üçüncü nesil İslamcılar yakın tarih sahnesine çıkmış
bulunuyorlar.”
Bunlarla beraber Mümtaz’er
Türköne Ali Bulaç’ın değerlendirmelerini, geçmişte kalmış,
müzeye kaldırılmış anlayışlar
olarak değerlendirerek şunları
söylüyor:
“Bulaç, İslâmcılığı lügatlere girecek sarahatle, “İslâm’ın ana kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir
insan, toplum, siyaset/devlet ve
dünya tasavvurunu, buna bağlı
yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslâm
birliğini hedefleyen entelektüel,
ahlâkî, toplumsal, ekonomik,
politik ve devletlerarası hareket”
olarak tanımlıyor.
64
Mektuplara Cevaplar
Tanım sadece sarih değil, bir
zamanların çok gürültülü tartışmalarını hatırlattığı için zihin
tazeleyici. Evet bir zamanlar böyle bir misyon yüklenen İslâmcılar
vardı. Özellikle 80’lerin sonunda
ideolojik alanda hegemonik bir
üstünlük bile sağlamışlardı. Peki
şimdi neredeler?
Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp
politikacı yapıyorlar. Bu arada
İslâmcılık politikada yukarılara
tırmanmak için kullanılmış ve
işi bitmiş bir uçan halı olarak,
özenle çerçevelenip duvara asılıyor. Ali Bulaç, aksi görüşte ama
müzeye kaldırılmış bir obje olarak yeterli saygıyı görüyor. Büyük
Doğu dergisinin tıpkı basımları
bir gazetemizin eki olarak elimize
ulaşırken, saygıda kusur edildiğini söyleyebilir miyiz?
İslâmcılık bir ideoloji olarak çöktü. Omuzlarındaki ağır iktidar
yükü onu çökertti. Kendini yeniden bulması için önce iktidarla
bağlarını koparması, sonra uzun
süre muhalefette yeni projeler
üretmesi lâzım. Subaşı’nın işaret
ettiği gibi çoğulculukla irtibata
geçti ve onun bir parçası haline
geldi.
Türkiye değişti. “Kim değiştirdi?” sorusuna, mütevazı sınırlar
içinde failler arıyorsak, ilk sırayı
bir zamanlar kendilerini “İslâmcı” olarak tanımlayanlara
vermemiz lâzım. Bugün sorsanız,
çoğu yüzüne yayılan masum bir
tebessümle gençlik yıllarına ait
unuttuğu çocuksu şeylerden dem
vuracaktır.
Dünün keskin devlet karşıtları
bugün devlet adına konuşuyorlar.
“Devlet adına” lafı hafif kaldı;
doğrudan “devlet olarak” konuşuyorlar. Kolay mı, koskoca devlet.
İslâmcılar devleti değiştirdi mi?
Devleti ele geçirdiler, ama devlet
de onları değiştirdi. Hangisi daha
çok değişti? Elbette İslâmcılar;
değişmek ne kelime bambaşka
bir boyuta taşındılar. İslâmcılık
adına çantalarında siyasî bir
projeleri var mı? Yok. Uygulayıp
mı tükettiler? Hayır. Tamamıyla unuttular ve vazgeçtiler. Bu
iş gömlek çıkartmaktan farklı.
Gömlek çıkartmak, yelpazeyi geniş tutmak için siyasî bir tercihti.
İslâmcılıktan vazgeçmek ise,
demokrasi ile yola devam edebilmek için bir mecburiyetti. Tarih
İslâmcılara bu şansı verdi.”
İslamcılığın 21. yüzyılda geldiği
son durumu Abdurrahman Aslan ise şöyle değerlendiriyor:
“Kişisel kanaatime göre; İslamcılık, zamanın akışı içinde
doğruluğu anlaşılmış düşünceler
kadar; bu zaman içinde yanlışlanmış düşünceleri de bünyesinde
taşıyan bir “gelenek/akım” veya
söylem. Bunun da çok doğal bir
şey olduğunu kabul etmemiz
gerekiyor. Bu haliyle İslamcılığın
başından itibaren kendisiyle birlikte taşıdığı ve zamanın akışının
yanlışlıklarını gösterdiği bazı
zaafları bulunuyor.
Müslümanların son yirmi yıl
içinde geldikleri noktayı göz önüne aldığımızda; İslamcı söylemin
ve onun söz konusu zaaflarının
yeniden tahlil ve restore edilmesi
gerektiğine inanmaktayım. Müslümanlar kadar, Müslümanların
taşıdığı İslamcı söylemin onları
nereye taşıyıp götürdüğünü; bunun yanında İslamcı söylemin
bugün nasıl bir “Müslüman model” inşa etmek istediğini bilmemiz gerekiyor.
İslamcılık doğduğu günden bu
yana aynı düzlemde cereyan
eden bir düşünce akımı değil.
Türkiye’deki İslamcılık kanımca
1960’ların sonlarından itibaren
ciddi bir kırılmadan geçmiştir.
Bugünkü İslamcılığın vardığı
içler acısı noktayı, bu kırılmayı
göz önüne alarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
İslamcılık bu tarihten itibaren
Mektuplara Cevaplar
kendi ilmi geleneğinden ve köklerinden ciddi şekilde kopmuştur.
Bu kopuşun zihinlerde yarattığı
dönüşüm, Müslüman’ı modern
dünyaya katılmaya, yani modern
idealleri İslam adına onaylamaya
çağırmaktadır.”
Görüldüğü gibi herkesin kendine özgü İslamcılık tanımı,
İslamcılık anlayışı, hadiseleri
değerlendirme biçimi ve değer
yargıları vardır. Ancak İslamcılık kavramının kendisi de
sorunlu bir kavramdır. İslam
kelimesine “cılık” eki ilave edilerek oluşturulan bu kavram, zihinlerde Türkçülük, Kürtçülük,
Turancılık gibi bir çağrışım yapmaktadır. Bu nedenle İslamcılığı
din tacirliği, dini siyasallaştırma
gayreti olarak tanımlayanlar da
olmuştur. Nitekim Türk olmayanın Türkçülük, Kürt olmayanın
da Kürtçülük yapabildiği gibi,
İslam olmayanın da İslamcılık
yapabileceğini çağrıştırmaktadır.
Müslümanlara Allah’ın verdiği
Müslim ve İslam ifadeleri daha
sevimli gelmektedir. Ayrıca İslam bütüncül bir hayat nizamıdır. Tebliğden cihada kadar her
türlü yöntemi kendi bünyesinde
bulunduran bir sistemdir. Asla
ithal kavramlara ihtiyacı yoktur.
Bugün toplumun diline doladığı İslamcılık, ırkî anlamdaki
milliyetçilik akımının Osmanlı
toplumuna empoze edilmesine
karşı, Müslüman halklara asli
kimliklerini hatırlatma çabası
olarak sahneye konmuş bir
mücadele yöntemi idi. Ancak
amacına ulaşma fırsatını yakalayamadı. Değişik din ve ırklara mensup Osmanlı toplumu
parçalanarak yeni devletçikler
oluşturuldu. Hâlbuki Osmanlı
zaten İslam devletiydi. Halifeliği
şahsında temsil ediyordu. O
güne kadar taşıdığı sorumluluğu
yerine getirmiş olsaydı, Allah
onlara bu hezimeti yaşatmazdı.
Çünkü Allah, dinini yüceltmeye
İktibas
çalışanı yücelteceğine, yardım
edene yardım edeceğine söz
veriyor.(Hac 22/40)
İmparatorlukları sarsan bu projenin arkasında o günün büyük
Britanya imparatorluğu vardı.
Bu proje “Böl, parça, yönet”
siyasetinin uygulamaya konulmasıydı. Osmanlı toprakları
üzerinde irili, ufaklı 40’tan fazla
devletçik oluşturulmuştu. Bunlardan biri de Türkiye idi. Üç
kıtaya hükmeden Osmanlı’dan
geriye avuç içi kadar yerde kurulan bu devlet üzerinden de ellerini hiçbir zaman çekmediler.
Aynen bugün yanı başımızdaki
Irak için uygulanan politika, o
günde T.C. için uygulanmıştı.
Çünkü Müslüman halklar kendilerine yapılanı anlayıp yeniden toparlanmaya başlayacak
olurlarsa işlerin sarpa saracağını
biliyorlardı. Bu nedenle İslam
kuyuya gömülerek üzeri kireçlenmişti. Ancak ölüden diriyi
diriden de ölüyü çıkartan Allah,
bu toplumun içinden dinini
yeniden ihya edecek insanların
çıkmasını sağlamaya her zaman
muktedirdir.
Cumhuriyet’in tek partili günlerinde millete göz açtırılmadı.
Ancak kendilerinden emin olup
çok partili döneme geçildikten
sonra ki 1950’den sonra millet
rahat bir nefes aldı. Bu dönem
aynı zamanda ABD’nin dünya
siyasetine girdiği iki kutuplu
sistemin kurulduğu yıllardır.
Halkı Müslüman olan ülkelerde
yeşil kuşak projesinin uygulanmaya başlandığı yıllardır. Bu
nedenle bu ülkelerde İslam’ın
önü açılarak Müslümanlara komünizmin önünde engel olacak
kadar İslam’ı öğrenmelerine göz
yumulduğu dönemdir. Bunu
temin için İmam Hatip okulları
açıldı, ilahiyatlar hizmete girdi
ve Kur’an Kurslarına imkân tanındı. Bu okulların amacı “yeni
nesil Müslümanlar” yetiştirmek-
B
ugün toplumun
diline doladığı
İslamcılık, ırkî
anlamdaki milliyetçilik
akımının Osmanlı
toplumuna empoze
edilmesine karşı,
Müslüman halklara asli
kimliklerini hatırlatma
çabası olarak sahneye
konmuş bir mücadele
yöntemi idi. Ancak
amacına ulaşma
fırsatını yakalayamadı.
Değişik din ve ırklara
mensup Osmanlı
toplumu parçalanarak
yeni devletçikler
oluşturuldu. Hâlbuki
Osmanlı zaten İslam
devletiydi.
65
İktibas
Mektuplara Cevaplar
ti. Modern hayatı, demokrasiyi
ve laikliği içselleştirmiş “aydın”
dindar insanlar olacaklardı. Nitekim birçoğu üzerinde muvaffak da oldular. Ancak bunların
içinden ‘imalat hatası’ Müslümanlar da yetişmedi değil.
D
ünyanın diğer
coğrafyalarında
gelişen güzellikler
de olmuştu. Afgani,
Abduh ve İkbal gibi
Müslümanlardan
etkilenenler, İslam’ın
ana kaynağına
dönerek yeniden ihya
edileceğine inanan
bir grup Müslüman
Mısır’da Müslüman
Kardeşler hareketini
başlatmış ve çok
güzel mesafeler de
almışlardı. Bunların
çalışmalarından
alınan ilhamla İslam
dünyasında bir
canlanma meydana
geldi.
66
Bu arada dünyanın diğer coğrafyalarında gelişen güzellikler
de olmuştu. Afgani, Abduh ve
İkbal gibi Müslümanlardan
etkilenenler, İslam’ın ana kaynağına dönerek yeniden ihya
edileceğine inanan bir grup
Müslüman Mısır’da Müslüman
Kardeşler hareketini başlatmış
ve çok güzel mesafeler de almışlardı. Bunların çalışmalarından
alınan ilhamla İslam dünyasında
bir canlanma meydana geldi.
Kur’an’a dönüşle birlikte yeni yapılan tercüme eserler bu ülkede
de İslam’ın meltemini estirmeye
başladı. Türk gençliği, hayatında
ilk defa anladığı dilden Kur’an
okumaya, okuduğunu yaşamak
için gayret göstermeye başladı.
Bunların kafalarında İslam’ın
devlet anlayışı canlanmaya, geçmişteki şerefli tarihe özlem duymaya başladılar. Dinamik güçlerin bu gelişmelere göz yumması
düşünülemezdi. Kontrolsüz gelişen
Müslüman kitleyi devlete ve
demokrasiye ortak etmek için
sağda ve solda yeni partiler kurularak halkı istediği partinin
çatısı altında toplanmaya yönlendirdiler. İngilizlerin meşhur
bir sözü vardır:
“Bir yerde İngiliz aleyhtarlığı
varsa orada İngilizlere küfreden
bir lider çıkartırız, böylece muhalefeti de biz kontrol ederiz”
derler. Bu anlayışın hayata geçirilmesi olarak, sağda en radikal
söylemlerle sahneye çıkan Milli
Nizam Partisi’ni Erbakan’a kurdurdular. O günlerde Erbakan
Hoca öyle bir hızlı çıktı ki, zinde
güçler dayanamayıp partiyi kapattılar. Böylece Hoca ilk dersini
almış oldu. Soluğu da İsviçre de.
Yaptıklarını değerlendiren zinde
güçler işin yanlışlığını fark ettiler. “Bu işe legal olarak müsaade
etmezsek hareket illegal olarak
devam edecek” diyerek, yeniden
Hoca’yı devreye sokmaya karar
verdiler. Hoca’yı ikna etmek
için her türlü garantiyi vererek
İsviçre’den getirmek üzere bir
topçu albayını görevlendirdiler.
Bu defa da Hoca Milli Selamet
Partisi’ni kurdu. Söylemleri
daha yumuşak, daha tedbirli
bir üslupla yoluna devam etti.
O günler Müslümanları partiye
dâhil etmek için ilden ile gezdi
mitingler, konferanslar verdiği
günlerdi. Derken 12 Eylül 1980
darbesi gelip çattı. Bütün partiler kapatıldı ve liderler içeri
alındı.
Mamak cezaevinde tutulan
Hoca’yı yargılamak ve sorgulamak üzere hâkim karşısına
getirildiklerinde hâkim Hoca’ya,
“seni Mustafa Kemal’in kurduğu
T.C’yi yıkmak ve yerine şeriat
devleti kurmaya kalkışmak
suçundan yargılayacağım” deyince Hoca, “Teessüf ederim
Hâkim Bey kurulduğundan beri
devlete ve demokrasiye soğuk
bakan Müslümanlara devleti ve
demokrasiyi sevdirdiğim için
bana teşekkür edeceğiniz yerde
beni devleti yıkmakla mı suçluyorsunuz” dediği mahkeme
zabıtlarına kaydedildi. Bunu bir
savunma refleksi olarak söylemediğini gerçekten böyle olduğunu devam eden süreç ortaya
koyacaktır.
12 Eylül fırtınası geçtikten sonra
yeni parti Refah Partisi ismiyle kurulup yoluna devam etti.
Artık yeni söylem de bu isme
uygun olarak geliştirilmişti.
Başından beri karşı olunan demokrasiye karşı olmadığını ve
demokrasinin ve laikliğin Türkiye’deki uygulamalarına karşı olduğunu ve kendisinin mega-laik
olduğunu milyonların önünde
Mektuplara Cevaplar
alenen ilan etmeye başladı. İşin
enteresan yanı İslamcı olduğunu zannettiğimiz seçmeninden
hiçbir tepkinin gelmemesiydi. O
güne kadar “Batı tu-kaka, laiklik
dinsizlikti”, nasıl oluyordu da bir
anda bu değerlerin nitelik değiştirdiğine inanıyorlardı. Anlaşılan, yaşanan süreçte Hoca seçmenini kendisine benzetmişti.
Bu söylemden hiçbir rahatsızlık
duyulmadı.
Nihayet 28 Şubat sürecinde yaşanan istifa dağılma ve anayasa
mahkemesince kapatılmasından
sonra Fazilet Partisi ismiyle yola
devam etti. 16 Ocak 1998’de
Anayasa Mahkemesince kapatılmasının ardından aynı partinin
kapatılması durumunda devreye
girmek üzere 17 Aralık 1997’de
Fazilet Partisi kurulmuştu. 22
Haziran 2001’de kapatılmasıyla
devreye Saadet Partisi girdi.
Milletvekilleri bu defa da bu
partinin bünyesinde toplandılar.
Ancak 14 Mayıs 2000’de yapılan
ilk kongrede yenilikçiler bekledikleri desteği bulamadıkları
için partiden ayrıldılar.
Yenilikçilerin başında Abdullah
Gül, Recep Tayyip Erdoğan,
Binali Yıldırım ve Bülent Arınç
geliyordu. 11 Ağustos 2001
tarihinde bu ekip Adalet ve
Kalkınma Partisi adıyla yeni bir
parti kurdular. “Erdoğan, geldiği gelenekten ayrıldığını, Milli
Görüş gömleğini çıkardığını
ve partisinin siyasi yelpazedeki
yerinin “muhafazakâr demokratlık” olduğunu açıklıyordu.
Bu ifadelerle artık İslamcılıktan
dem vurmayacağını, partisinin
İslami bir parti olmadığını, demokrat bir parti olduğunu ilan
ediyordu. Öyle de yaptı. Bir TV
programında kahve hanelere…
gidip oy için dolaştıklarını dile
getirenler onları mahkum etmek
için yapmışlardı bunu ama, genel başkanın verdiği cevap aynen şöyleydi: “Kahvehaneye de
İktibas
meyhaneye de giderim. Kazanmak için papaz elbisesi giymem
gerekiyorsa giyerim” demesi
anlayıştaki vahameti anlatmaya
yetiyordu.
Bunca radikal söylemden sonra
böyle bir sonuçla karşılaşmak
kimseye garip gelmiyordu. Yıllarca Ramazan ayında Kur’an
sempozyumları düzenleyen bir
topluluğun mensubu bir Müslümanla karşılaştığımızda şöyle
bir itirafta bulunmuştu: “Ağabey biz değiştik, başkalarından
duyma bizden duy. Artık biz
ibni Arabî okuyoruz, Mevlana
okuyoruz, mübarekler ne büyük
adammış ama biz daha yeni
keşfettik!”
Bu kendiliğinden meydana
gelen bir hadise değildi. Beyaz
Saray’dan işbirlikçilerine verilen
emir, “Bulunduğunuz yerde
demokratları, gelenekçileri ve
tarikatçıları destekleyin, fundamentalistleri köstekleyin” şeklinde idi. Siyasette ve diyanette
böylesine önü açılan “İslamcılar” arkasına bakmadan yenidünya düzenine uyarak siyasetin
müşfik kollarına bırakıyorlardı
kendilerini. Böylece dini duyarlılıklarını ikbal beklentilerine
kurban ediyorlardı.
Türkiye’deki İslamcılığın izini
takip ederken niçin sözü bu
partiye getirdiğimizi sorabilirsiniz. Bunun gerekçesi şudur: Türkiye’deki bu gelişme dünyadaki
gelişmelerden bağımsız değildir.
Son dönemde Sovyetler Birliği
çökmüş, Varşova Paktı yok olmuş, dünya yenidünya düzeni
adı altında tek kutuplu bir sisteme geçmiştir. Yeni sistemde yeni
tezgâhlara ihtiyaç duyulmuş ve
bunun alt yapısı hazırlanmıştır.
Buna göre küresel emperyalizm
kendisine yeni düşman olarak
İslam’ı ve Müslümanları seçmiştir. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelerin vurulmasıyla olaya start verilmiş, daha kulelerin dumanları
Y
ıllarca Ramazan
ayında Kur’an
sempozyumları
düzenleyen bir
topluluğun mensubu
bir Müslümanla
karşılaştığımızda şöyle
bir itirafta bulunmuştu:
“Ağabey biz değiştik,
başkalarından duyma
bizden duy. Artık biz
ibni Arabî okuyoruz,
Mevlana okuyoruz,
mübarekler ne büyük
adammış ama biz daha
yeni keşfettik!”
67
İktibas
üzerinden çekilmeden saldırılacak hedef belirlenmişti.
Yusuf Kaplan 27 Ağustos 2012
tarihli Yeni Şafak’taki yazısında
bu konuya şöyle değiniyor:
“Soğuk Savaş bitirildi. Dönemin
NATO Genel Sekreteri Willy Cleas, ABD Başkanı Ronald Reagan
ve İngiltere’nin “demir leydi”si
Margaret Thatcher, Brüksel’de
adeta yeni bir “Yalta Konferansları” dizisi düzenleyerek, “İslâm’ın, küresel sistemin önündeki
en büyük tehdit olduğuna” hükmettiler ve bunu açıkça deklare
ettiler.
Sonrasında, Bernard Lewis,
Samuel Huntington ve diğer neoconcu İslamofobik stratejistler
sahne aldılar ve İslamofobi’nin
akademik ve entelektüel temellerini döşediler, özene bezene!
Adına Yeni Dünya Düzeni denen
şeyin, bu düzeni hayata geçirmek
üzere alınan çok yönlü kararların, tek hedefi vardı: İslâm’ın
yükselişini durdurmak. Eğer
İslâm’ın yükselişi durdurul/a/
mazsa, bu, küresel kapitalist Batı
uygarlığının çöküşünün başlangıcı olabilirdi.
İslâm’ın yükselişini durdurabilmenin tek yolu vardı: Bu yükselişin aktörünü, yani İslâmcılığı
durdurmak, bertaraf etmek... O
yüzden, İslâm değil, İslâmcılık
hedef tahtasına yatırıldı...
Hedef saptırmak için de, “İslâm’ın aslında barış demek olduğu” vurgulandı ve simülatif,
sahte, konformist, hormonlu,
“dilsiz”, ruhu çalınmış, köle ruhlu ılımlı bir İslâm icat edilerek
İslâm dünyasına pazarlandı.”
Burada altı çizilmesi gereken kısım, halkı Müslüman ülkelerde
“İslamcıların” iktidara taşınmasının hikmetinin nereden geldiğidir. Samuel Huntington te-
68
Mektuplara Cevaplar
zinde şöyle bir ifade kullanıyor:
“Hiçbir zaman halkı Müslüman
olan ülkelerdeki İslamcılara batılı değerleri dayatmayacaksınız.
Onlara her gittiğiniz yerde insan
haklarından özgürlüklerden ve
demokrasiden bahsedeceksiniz,
Gençlere pop müziğini, İslamcılara da refah unsuru olarak
devleti verdiğiniz zaman en
uzaktakini bile içerirsiniz.” İşte
İslamcıların modern ulus devletlerde siyaset bataklığına çekilerek yok edilmesinin hikmeti
buradan kaynaklanıyor. Bunlar
dinlerine iktidar istiyor olsalardı
bu oyuna gelirler miydi? İktidarı
kendileri için istediklerinden bu
tezgâha balıklama atlayıverdiler.
Mümtaz’er Türköne’nin Zaman’daki yazısında değindiği
konunun yeri işte burasıdır:
“Dünün keskin devlet karşıtları
bugün devlet adına konuşuyorlar.
“Devlet adına” lafı hafif kaldı;
doğrudan “devlet olarak” konuşuyorlar. Kolay mı, koskoca devlet.
İslâmcılar devleti değiştirdi mi?
Devleti ele geçirdiler, ama devlet
de onları değiştirdi. Hangisi daha
çok değişti? Elbette İslâmcılar;
değişmek ne kelime bambaşka
bir boyuta taşındılar. İslâmcılık
adına çantalarında siyasî bir
projeleri var mı? Yok. Uygulayıp
mı tükettiler? Hayır. Tamamıyla
unuttular ve vazgeçtiler.”
“Evet bir zamanlar böyle bir
misyon yüklenen İslâmcılar vardı. Özellikle 80’lerin sonunda
ideolojik alanda hegemonik bir
üstünlük bile sağlamışlardı. Peki,
şimdi neredeler?
Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp
politikacı yapıyorlar. Bu arada
İslâmcılık politikada yukarılara
tırmanmak için kullanılmış ve işi
bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor.”
Bu işler onlarca yıl önceden küresel sistem tarafından ölçülüp
biçilmiş ve işin kime ihale edileceği kararlaştırılmıştı. Büyük
Ortadoğu projesinin uygulanması için Türkiye’nin statüsü
değiştirilecek, uydu durumdan
modelliğe yükseltilecek. Bu işler
için genç ve dinamik insanlara ihtiyaç vardır. Bir dönem
TRT’de görev yapan Banu Avar
şunları söylüyor: “BBC’den bizleri arayarak Refah Partisinden
yetkililer ile görüşmek istiyoruz
diyorlardı. Biz de tamam sizi Erbakan’la görüştürelim deyince,
hayır biz Erbakan’la görüşmek
istemiyoruz. Abdullah Gül’ün,
Tayyip Erdoğan’ın ve Fehmi
Koru’nun ismini veriyorlardı.
Ta o zamandan işlerin buralara
geleceği belliydi” diyor. Tunus’ta,
Libya’da ve Mısır’da tekbir sesleriyle verilen bir mücadelenin sonunda biz demokrasi istiyoruz,
“modelimiz Türkiye ve Tayyip
Erdoğan” demelerinin hikmeti
böylece anlaşılmış oluyor.
Bunların şahsında tüketilen bir
neslin heyecanı birilerini tatmin
edip sevindirebilir. “Ancak onların hesabı varsa Allah’ın da bir
hesabı vardır. Allah ise hesabında yanılmayandır.” (Enfal 8/30)
Burada yok olan sadece kendini
bir zamanların İslamcısı olarak
gören kimselerdir. Allah’ın dini
olan İslam, ona teslim olan Müslümanlar hiçbir zaman ve zeminde İslamî olandan başkasına
asla tevessül ve tenezzül etmezler. Bu güne kadar da etmediler.
Müslümanlardaki İslam’ı hayata
geçirme azim ve kararlılığı ise
kıyamete kadar bakidir. Çünkü,
Müslüman olmanın değişmeyen
özelliği budur. Onlar, “Fitneden
eser kalmayıp din tamamen
Allah’ın oluncaya kadar onlarla
savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah yaptıklarını görür.”
(Enfal 8/39) hükmüne yürekten
inanmışlardır.
[email protected]
Gündem
KAĞITTAN KAPLAN,
ALİ BULAÇ’TAN
İSLAMCI
MEHMED DURMUŞ
iktibasdergisi.comt"ʓVTUPT
Ali Bulaç İslamcılık konusunu
tartışmaya açtı. Beklediği tepkiyi
ilk olarak köşe komşusu Mümtaz’er Türköne verdi.
Mümtaz’er Türköne, İslamcılığın
bittiği tespitinde bulunmakta,
150 yıllık İslamcılık ideolojisinin müzeye kaldırılmış bir
obje olarak saygı gördüğünü
ifade etmektedir. Türköne’nin
“Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp
politikacı yapıyorlar”1 tespitine
‘maalesef ’ten başka ne demeli?
İslamcılığın bittiği tezinden Türköne büyük bir keyif almaktadır.
Burada, Mümtaz’er Türköne’nin
daha tutarlı olduğunu söylemek
isterim. Çünkü o, İslamcılığı,
iktidarın bir parçası olan bir
ideoloji gibi görmekte, İslamcılık
eşittir İslam davası olarak okumamaktadır.
İslamcılık teriminin oldukça
netameli olduğunu ve her ‘islamcılık’ diyenlerin aynı anlamı kast
etmediklerini öncelikle bir kenara not etmemiz gerekir.
Ali Bulaç İslamcılığı, “İslam’ın
ana referans kaynaklarından
hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya
tasavvurunu, buna bağlı yeni bir
sosyal örgütlenme modelini ve
evrensel anlamda İslam Birliği’ni
hedefleyen entelektüel, ahlaki,
toplumsal, ekonomik, politik ve
devletler arası harekettir. Başka
bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması,
dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre ye-
niden kurulması ideali ve çabası”
olarak tanımlamaktadır.2
M. Türköne Bulaç’ın bu tanımı
üzerinden tartışmaya devam
ediyor. Bu durumda Türköne’nin
İslamcılığın bitmesinden sevinç
duymasını -tutarlı olması bir
yana- yadırgamıyorum. Çünkü
özgeçmişi aksi bir tutuma elvermez.
Mümtaz’er Türköne’den yıllarca
önce, “İslamcılık bitti” anlamına
gelen düdüğü Fransız entelektüel
Oliver Roy çalmıştı. Roy, ‘Siyasal
İslam’ın iflas ettiğini ilan etmişti.
(1992).3 Amerikanlaşmış Japon
asıllı Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” makalesini de bu
paralelde görebiliriz. Bu alanda
sayılamayacak kadar çok miktardaki kitap ve makaleler içerisinde Bernard Lewis’ın “İslamın
Krizi” kitabını da anmalıyız.
11 Eylül 2001 tarihinde Amerikan ikiz kulelerine yapılan
saldırılar da, güya siyasal İslam’ı
dünya kamuoyu nazarında iflas
ettirmek maksadıyla düzenlenmiş başarılı bir komplo idi.
Batılı entelijansiyanın İslamcılığın bittiğine, bitmek zorunda
olduğuna inanmasından daha
doğal bir şey olamaz. Çünkü batı
medeniyeti demek güce tapmak
demektir. Şu anda Müslümanlar
güçlü olmadığına, bilakis ezilen,
dövülen, ülkeleri yağmalanan,
camileri, okulları bombalanan
Müslüman halklar olduğuna
göre, batılı kibri elbette İslamcılığın iflas ettiği zehabına kapılacaktır.
Esasında bütün kâfir kavimler,
kendilerine gelen elçileri, bugün
veya yarın sözleri unutulup gidecek köksüz dava adamları gibi
görmüşlerdir; ta ki üzerlerine
Allah’ın azap kamçısı ininceye
kadar… Son Elçi Muhammed
(sav)’in bittiğini/iflasını ise Kureyş kabilesi ‘ebter’ terimi ile
duyuruyordu. Muhammed’i dert
etmeyin, keyfinizi kaçırmayın,
o ebterdir, yani üç günlük bir
sevda olarak ona aldananlar olsa
da, yarın bir gün davasının üzeri
küllenecek, hatta tamamen kuruyacak, küllerini yele vereceğiz
diye sayıklıyorlardı.
İslamcılık gerçekten bitti mi?
Osmanlı toplumunda türemiş,
sistem içi bir denge ideolojisi
olarak İslamcılık bitebilir, yerini yenisi alır. Ama yukarıdaki
tanımıyla İslamcılığın bitmesi
mümkün olmadığı gibi bilakis
İslam’ın yeniden dünya hayatına egemen olacağına dair
ümitvar olmamız için sayısız
neden vardır. Her şeyden önce
mü’minler asla Allah’tan ümitlerini kesmezler. Allah’tan ancak
kâfirler ümitlerini keserler. (12/
Yusuf, 87). Yeryüzünde bir tek
Müslüman bile varsa, İslamcılık
sürmekte demektir. Bu anlamıyla İslamcılığın bitişinden sevinç
çığlıkları atmak, Mekke müşriklerinin Peygamberi ebter olarak
tanımlamasını çağrıştırmaktadır.
Oysa ebter olan, İslam’ın dışında,
örümceğin evi misali beşeri ideolojilere sığınanlardır.
***
Ali Bulaç’a gelince, onun durumu biraz karışık.
Bulaç, İslamcılığın tanımını yapıyor, İslamcıları ve İslamcılığın
tarihini üç merhaleye ayırıyor.
Fakat en şaşılası, kendisini İslamcıların liste başına yerleştirmesidir. İki Ağustos tarihli köşe
yazısında, “Belirtmek gerekir
ki, bu ülkede ben ‘son Mohikan
reisi’ misali tek başına kalmış
değilim” sözleriyle, aslında kendini nasıl da ‘Son Mohikan Reisi’
misali ‘son İslamcı’ konumunda
gördüğünü ima ediyor.
Ali Bulaç, sanırım kırka yakın
kitabı, 1980’lerden beri, yayınlanan her dergiye verdiği sayısız
makaleleri, röportajları ve gazete
yazıları ile belki de Türkiye’nin
en çok yazan yazarıdır. Onun
69
İktibas
birikimini küçümsemem mümkün değil. İslam’a olduğu gibi
batı düşüncesine de vakıftır. Fakat bilgi birikimi ile ‘Müslüman
ilim adamı’ duruş ve tavrı farklı
şeylerdir. Bu iki güzellik herkeste
-maalesef- bir araya gelemiyor.
Ali Bulaç birikimleriyle beraber
nerede durmaktadır? Safı neresidir? Lafı uzatmadan soruyu
şöyle sorayım: Ali Bulaç İslamcı
mıdır?
Benim cevabım, ‘kesinlikle hayır’dır! Ali Bulaç’a İslamcı denmez.
Yukarıda Bulaç’ın İslamcılık
tanımını kaydettik.4 Onun tanımına Abdurrahman Arslan’ın
tanımını da koyarak, meseleyi
hangi zeminde tartıştığımızı
biraz daha netleştirmiş olayım.
Arslan İslamcılığı, “İslam’ın
akide ve pratiğiyle kendini sorumlu tutmak ve bunun için,
eğer deyim yerindeyse, siyasal,
sosyal, ekonomik, felsefi çaba
göstermek anlamına geliyor.”
diye tanımlamaktadır.5 Şimdi bu
tanımlar çerçevesinde Ali Bulaç’a
neden İslamcı denemeyeceğinin
gerekçelerini sıralayalım.
1.Medine vesikası
90’lı yıllarda, Rasulullah (a.s)’ın
Medine’ye varır varmaz, orada
bir İslamî yönetim tesis etmenin
belki de en önemli bir adımı
olarak Yesrib’de yaşayan bütün
Yahudi ve müşrik Arapları bir
masa etrafında toplayarak, adeta
kendi (İslam) hâkimiyetini kabul
ettirme girişimi olarak imzaladığı Medine vesikasını bir sivil
toplum projesi, bir arada yaşamanın formülü ve çoğulculuk
gibi kavramlarla tahrif etmiştir.
Nebevî siyaseti ‘sivil’leştirmiş, İslam’ın ılımlılaştırılmasına önemli bir katkı sağlamıştır. ‘Medine
vesikası’ üzerine yazıp çizdikleriyle İslam’ın hâkimiyetini adeta
bir sivil toplum projesine indirgemiştir.6 İslam’ın şirk saydığı
çoğulculuk, Bulaç’ın satırlarında
70
Gündem
-Medine vesikası gibi nebevî
tasarrufun tahrifi ile- meşruiyet
kesbetmiştir.
2.Demokrasi ve hâkimiyet
Siyasî duruşunu ve kanaatlerini
daha çok konjonktür hazretlerinin belirlediği Bulaç, sürekli
zikzaklar çizmiştir. 80’li yıllarda
Ali Bulaç hâkimiyet mefhumunu
şöyle anlıyordu:
“Halkın muhtariyetini esas alan
ve ‘halk kendi kendini yönetir’
ilkesini savunan demokratik
felsefe, şirk ve küfürden başkası
değildir. Zulüm ve adaletsizlik
olması şundan ki, halk kendisi
yaratılmışken, kendini yaratanın
yetki ve imtiyazlarına nankörlük
ederek isyan etmektedir. Bu ise,
adalet değil zulümdür. Ama bu
zulme düşülürken, öne sürülen
masum gerekçelerin arkasında
daima aşağılık istek ve arzular
[vurgu bana ait-MD] yatar.”7
“Halk yığınlarını teşride kaynak
kabul ettiğimizde, gerçekte onların beklentilerini, özlemlerini,
kabul ve isteklerini kaynak kabul ediyoruz demektir. Üstelik
çoğu zaman halka hükmeden
bir avuç kişi, bütün ihanetlerini,
kendi düzenlerini ‘halk adına ve
halkın çıkarına’ maskesi altında
yürütürler. Çağdaş demokratik
felsefenin yaldızlı cümleler, aklı
saptıran propagandalarla yaptığı
budur. Oysa İslam akidesi içinde
çoğunluk kavramının bu anlamda hiçbir değeri yoktur. Çünkü
çoğunluğun ittifakla ve ısrarla
bir şeyi talep etmesi o şeyin
meşruluğu için geçerli bir sebep
olamaz. Meşruluğun sınırlarını
ancak Yaratan tesbit edebilir. (...)
İslam ile demokrasi arasındaki
temel ve giderilemez çelişki
budur işte. Hâkimiyet hakkının tesbitinde, helal ve haramı
tayinde, hele kanun ve şeriat
vaz’etmede çoğunluk kavramının
hiçbir anlamı yoktur. ‘Çoğunluk’
şirk içinde ise, şirk mazur gösterilemez. (...) Halkı, nizam tayin
eden, helal ve haram koyan bir
güç gören demokratik düşünce
de halkı ilahlık mevkiine çıkaran, onu Allah’a eş koşan bir düşüncedir. İşte çağdaş toplumların
tümünde ortak bir ideal olarak
kabul edilen demokratik düşünüş, böylelikle halkı ilahlaştırır.
(...) Halk kendini ilahlaştırdıkça,
zulmün ve cahiliyenin bataklığına saplanıyor. Çünkü bu, yalancı
bir ilahlıktır, haddi aşmaktır,
zulüm ve isyandır. Halkı ilahlığa
çağıranlara karşı İslam, halkı
gerçek kulluğa, Allah’a teslimiyete çağırıyor.”8
Bu satırların yazarı Ali Bulaç
90’lı yılların sonuna doğru şöyle
bir çizgiye evrilmiştir:
“Şimdi biz Müslüman olarak
‘Hâkimiyet Allah’ındır’ dediğimiz zaman bunun bir dayanağı
olamaz.”9 Bulaç, İslam demokrasiye uygun değildir önermesi
üzerinde laik-kemalist kesimle
radikal Müslüman kesimin ittifak halinde olduğunu belirtiyor;
demokrasiyi din-dışı kılan evrensel ve genel geçer mutlak bir
kuralın olmadığını ileri sürüyor
ve demokrasinin bir yönetim
tarzı olduğunu belirterek, “ben
bunu İslami olarak yeniden tanımlıyorum” diyor.10
Bulaç 1998 yılında Aksiyon
dergisine bir mülakat vermişti. Dergi mülakatı kapaktan,
Bulaç’ın kapağı tam kaplayan
portre resmi üzerine yazdığı:
“İslamî Hareket Devlete Talip
Değil” manşetiyle duyurmuştu.
İçeride ise mülakata başlık olarak “Dinin Devlet Talebi Yok”
cümlesi uygun görülmüştü.11 On
dört yıldır o mülakatın içeriği
veya kapaktaki anonsla ilgili
hiçbir tepki vermeyen Bulaç
bugün, sözlerinin “İslamcılık
bitti” şeklinde yansıtıldığını ileri
sürerek,12 tereyağından kıl çeker
gibi bir tashih(!) yapmaktadır.
Bu tashih niçin gerekli? Çünkü o
şimdilerde kendini İslamcılığın
son kalesi olarak görüyor!
Gündem
Bulaç, ilgili mülakatına dair bu
küçük düzeltmeyi yaparken,
demokrasiyi tevhide denk tutan
şu sözlerine dair hiçbir açıklama
getirmiyor:
“Eğer demokrasiyi müslümanca
yeniden tanımlayacaksak, demokrasi tam tevhid’e denk düşer.
Çünkü kulun kul üzerindeki
baskısının ortadan kaldırılması
ve Allah’dan başka hiçbir gücün,
iktidarın, servetin ve bilginin
insan üzerinde belirleyici olamayacağı inancıdır. Kendi kendime
karar verebilmeliyim. Eğer demokrasi siyasi rejim olarak bana
bunu veriyorsa, ben Müslüman
olarak daha iyi yaşayabilir ve
kendimi ifade edebilirim. (...) Şu
anda Tevhid inancının ideallerine en uygun rejimdir diyorum
demokrasi.”13
Bulaç, yıllar önce, “Demokrasi
içinde politikaya katılmak” başlıklı yazısını da,14 ilgili derginin
bir sonraki sayısında düzeltmeye
çalışmıştı.
Bulaç’a göre devletin ne dini, ne
mezhebi, ne de ideolojisi olur.15
3.Abant Konsili
Ali Bulaç kurulduğu günden
beri Abant Konsili’nin içinde
olmuş, Abant toplantılarının
ekseriyetine katılmış ve Abant’ın
Müslümanları manipüle edici,
İslamî siyasî düşünceyi dönüştürücü, İslam’ı ılımlılaştırıcı laikdemokratik misyonuna hiçbir
eleştiri getirmemiştir. Böyle bir
Bulaç’ın şimdilerde kendini ‘son
İslamcı reis’ olarak görmesini
acaba neyle açıklamak gerekir?
Abant’a diktikleri demokrasi
ağacıyla adeta İslamî dünya görüşüne meydan okuyan; İslam’ın
kesinlikle devlet talebinin olmadığını, kendini İslam’a nisbet
eden bütün bir topluma benimsetmek misyonuyla iş yapan
bir modern Konsil’in en sadık
hizmetkârının ‘islamcı’ olmasını
açıklayabilmek mümkün görünmemektedir...
İktibas
“İslam ve Laiklik” konulu birinci
Abant toplantısı, sonuç bildirgesinde hâkimiyeti kozmik âlemde
Allah’a, sosyal-siyasî alanda
beşere tahsis etmiş; laikliğin din
karşıtlığı olmadığını -Hristiyan
konsillerinin yayınladıkları credolar misali- deklare etmişti.16
Sonuç metninin birinci maddesinde bu kararların katılımcılar
tarafından uzlaşma ile alındığı
ifade edilmektedir. Uzlaşanlar
listesine Ali Bulaç da dâhildir.
Ama o yine pişkinliğini en serinkanlı bir biçimde muhafaza ederek, Abant’ta kimsenin kimseye
taviz vermediğini iddia edebilmektedir.17
Bulaç, tıpkı kendisi gibi Abant
Konsili’nin en önemli elemanlarından biri olan Hayrettin
Karaman’ı da, bir tür ağabey
dayanışması ile ‘İslamcıların son
kalesi’ payesine ortak yapmaktadır. Peygamber’in devlet kurmak
gibi bir niyetinin olmadığını,
kâfirlerden inanç ve ibadet özgürlüğü talebinde bulunduğunu
ve bu talebinin karşılanmaması
üzerine Yesrib’e gitmek durumunda kaldığını, orada devleti
adeta kucağında bulduğunu ileri
sürebilen H. Karaman da İslamcı
oluyor!...
Ali Bulaç, 2012 yılının Temmuz ayında sorduğu soruyu ve
referans verdiği ayetleri acaba
neden 1998 yılı Temmuz ayında
(1. Abant toplantısında) sormamıştı:
Ali Bulaç uzun bir süredir
Zaman gazetesinde yazmaktadır. Ona göre F. Gülen
“Hocaefendi”dir ve 28 Şubat sürecinin mağdurudur!19 Geçmişte
1. Körfez savaşında gerçi Gülen’e
hitaben, (Peygamber a.s’ın Müslümanları bir vücuda benzeten
hadisini hatırlatarak), “Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz
da bu hadisi hatırlayıp bundan
söz etsene!” diyebilmiş20 ve bir
zamanlar F. Gülen’e üç soru dahi
sormuştu21 fakat zaman içerisinde bu üç soru onun, Gülen’e sanki üç kat sadakatine dönüşmüş
gibidir.22
“Geçmiş toplumlarda ‘Allah’a
ortak olma’ suçunu işleyenler
ateist veya agnostik kimseler
değildi. Allah’ın varlığına inanıyorlardı ve O’nun yaratıcı
sıfatını da inkâr etmiyorlardı:
Andolsun onlara: ‘Gökleri ve
yeri kim yarattı, güneşi ve ayı
kim emre amade kıldı?’ diye
soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’
diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor
da çevriliyorlar?” (29/Ankebut,
61.) Onların itirazı sosyo-politik
ve ekonomik hayat alanlarını
düzenleyen ilahi hükümlere idi.
Yasaları biz belirleriz, servet ve
malları biz taksim ederiz, bizim
irademiz ve aklımız hükmünü
icra eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer, diyorlardı.”18
Bulaç’ın 2012 yılında işaret ettiği Mekkeliler’in bu tavrı, 1998
yılında yayınlanan Abant sonuç
bildirgesinin neredeyse tıpkısının aynısı değil midir? Abant,
‘hâkimiyet’ kararı ile Mekkelilerin 1400 sene önce verdiği hükmü günümüze taşımış olmuyor
muydu?
4.Fethullah Gülen’in safında
yer almak
Peki, bu zikzaklar neyin nesidir? Çünkü Bulaç zaman gazetesinde yazmaktadır; orada
bir prestiji vardır. Amerikalılar
Afganistan’ın işgalini müteakip,
Türkiye’de kendilerini İslam
hakkında yanlış bilgilendirmeyecek ve yönlendirmeyecek,
İslam hakkında doğrudan bilgi
sahibi olabilecekleri bir isim
istediklerinde, Boğaz’da yalısı
olan Türkiyeli etkin bir büyük
işadamı tarafından bu istek için
tensip edilmiştir. 5-6 Amerikalı
ve 5-6 seçkin Türkiyeli ile zikri
geçen işadamının yalısında yemek yemişler. Tabi Amerikalılar
Bulaç’a soru filan sormamışlar,
sadece “Amerika, Afganistan’a
71
İktibas
asker çıkarmıştır. El Kaide terörü ve Taliban’la gayesi ulvi
bir savaşa girişmiştir, işini bitirmeden oradan çıkmayacaktır.
Türkiyeli Müslümanlar terörle
ve Taliban’la aralarına mesafe
koymalıdırlar!” mealindeki ABD
politikasını tebliğ etmişlerdir!
Bulaç, ABD’lilerin niyetlerini
şöyle tercüme etmektedir: Bin
Ladin tarihin gelmiş geçmiş en
büyük teröristi; El Kaide de en
büyük terör örgütüydü. Taliban
ise, “Ortaçağ kafasıyla vahşi
İslam”ı temsil ediyordu, bu zihniyeti kökten kazımak hümanist
bir görevdi.23
İşte bu kadar açık bir ‘tebliğ’
almış olmasına ve ABD’lilerin
bu politikalarının bir numaralı
öznesi F. Gülen olmasına rağmen, Gülen’le ilgili hiçbir yorum
yapmaması, bilakis ‘hocaefendi’
sıfatıyla takdis etmeye ve Zaman
gazetesinde yazmaya devam
etmesindeki pişkinlik ancak Ali
Bulaç olmakla izah edilebilir bir
ahlakî tutumdur.
Neredeyse bütün hayatını, İslamcılığın özü demek olan İslam’ın siyasallaşmasının, devlete
talip olmasının önünü kesmeye
adamış olan Fethullah Gülen’i
‘hocaefendi’ olarak takdis etmek
ve onun katında izzet/ikbal aramak, İslamcılık iddiasını boşa
çıkartmak için kesin bir veridir.
5.CHP’ye oy verebilme İslamcılığı
Ali Bulaç, başörtüsü sorununu
kökten çözmesi, bu hususta inandırıcı olması halinde
CHP’ye oy vereceğini beyan
etmektedir.24 Bu beyanı Bulaç’ın,
başörtüsünden ne anladığını, oy
vermekteki hassasiyetlerini(!)
(diğer bir deyişle kırmızı çizgilerini!) tevile ihtiyaç bırakmayacak
derecede ortaya koymaktadır. Bu
nasıl bir İslamcılıktır ki, sistemin
kurucu partisi demokratik oyun
kuralları içerisinde, başörtüsüne
serbestlik getirdiğinde CHP’li
72
Gündem
olabilecektir! Burada, başörtüsünü büyütmekten ziyade, sistemiçi duruş ve sisteme olan muhalefetinin(!) pamuk ipliğine bağlı
olması gerçeği ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki Mekke müşrikleri
Peygamber (a.s)’a bundan çok
daha ‘pahalı’ teklifler sunmuşlar,
Peygamber’in, ilahlarına birazcık
saygı göstermesi karşılığında
onun İlahına ibadet edeceklerini
bildirmişlerdi.
",1OFWFZBCFO[FSQBSUŔMFSF
destek vermesi
Zikzaklar sahibi Ali Bulaç, konjonktür hazretlerine çok iyi kulak vermektedir… Bulaç AKP’ne
başından beri verdiği desteği son
zamanlarda çekmiş gözükmektedir. İslamcılık tartışmasındaki
şahidi Mümtaz’er Türköne’yi
eleştirirken, (AKP kurucularını
kastederek) “Onlar ‘bir zamanlar
İslamcı’ydı, vazgeçtiler ve iktidar
oldular.” demektedir.25 Yani AKP
liderlerini bir zamanların İslamcısı olarak kabul etmekte; İslamcılıktan vazgeçtikleri için iktidar
olduklarını belirtmektedir. Oysa
geçmiş yıllarda en azından bu
kısmı, yani İslamcılıktan vazgeçtikleri için iktidar oldukları eleştirisini kendisinden hiç işitmedik, bunu şimdi söylemektedir.
Bulaç aynı yazısında, “AK Parti
olarak ortaya çıkan ‘yenilikçi
kanadı’ bu yüzden destekledim”
demektedir. Yani kendisini son
reis olarak gören bir İslamcının,
10 yıllık bir süreçte, AKP’lilerin
galaksi değiştirdiklerini(!), sürecin ancak sonuna doğru anlayabilmiş olması biraz ayıp kaçmakta değil midir? Dememiz odur
ki, AKP gibi Türkiye tarihinde
ender rastlanır bir parti hareketini, AKP bağlamında Türkiye’de ve dünyada olan bitenleri
kavrayamamak (ya da kavrayıp
da, başka hesaplar peşinde olmak!) İslamcılıkla bağdaşmaz.
Böyle bir İslamcı da, böyle bir
Mohikan reisi de olmaz. Elbette
İslamcıdan beklenen, bir beşer
olarak gaybı bilmesi değildir.
Fakat İslamcı, siyaseti, siyasal
oluşumları çok iyi takip etmekle
mükelleftir ki, Bulaç da siyasal
koşulları en iyi analiz edecek
isimlerden biridir.
7.Duruş sorunu
Teslim etmek gerekir ki Bulaç
RP veya AKP gibi iktidarlar döneminde, gelebileceği birtakım
mevkilere -bildiğim kadarıyla- tamah etmemiştir. Bununla
beraber, hiçbir zaman da, İslamküfür ayrımının net olarak tezahür etmesine katkı sağlayacak
bir muhalefet yapmamıştır. Muhalefeti her zaman sistem-içi ve
dengeleri gözetici olmuştur.
Burada Dücane Cündioğlu’nun
yıllar önce Ali Bulaç’a yönelttiği
eleştirinin bir kesitine yer vermek istiyorum:
“Ali Bulaç’ın eski sözleriyle yeni
sözleri arasında yapılacak her
mukayesede ‘farklı bir yüz’ ile
karşılaşılacağı muhakkaktır ve
bunlar masum fikir değişiklikleri
değil, ‘istikamet’ değişiklikleridir; zira Bulaç’ın fikirleri(!) değil,
hep duruşu değişir ve bu duruş,
kimsenin şüphesi olmasın ki
bir süre sonra yine değişecektir.
Nitekim ben ilk yazımda kendisi
‘her devrin adamıdır’ şeklinde
bir ifade kullanmış, fakat bir arkadaşım ‘bunu zaten herkes biliyor’ dediği için o ifadeyi yazımdan çıkartmıştım. Üslubumu ve
‘uyuz aslan’ temsilini ağır ve sert
bulanların kahir ekseriyetinin bu
hakikati bilmediğini müşahede
edince, ister istemez böyle bir
karşılaştırma yapmak zorunda
kaldım. Lüzumsuz yere vaktimi
ziyan ettiğime inanmasam, bu
konuda başka misaller verip eski
defterleri açabilirdim, ama açmayacağım. Hal böyleyken niçin
bu kadar yazı yazıp herkesin
keyfini kaçırdığımı sorabilirsiniz. Bunun iki nedeni vardı:
... [Cündioğlu’nin birinci ‘neden’i, Bulaç’ın mealiyle alakalı]
Gündem
İkincisi: Boynu bükük olan,
bunca zulüm altında inim inim
inleyen zavallı Müslüman halkı zaten son raddesine gelmiş
direncini, dayanma gücünü kırmaktan çekinmeyen; sırf şimdiki
ücretlerini ödeyen cemaatleri
memnun etmek adına Müslüman halkın umut ve hayallerini
satılığa çıkarıp siyasi merkeze
yaranmaya çalışan aydın takımının pişkinliği ve bencilliği
karşısında kahrolup durmak. İşte
dostlar, bu yüzdendir ki, ‘yine
hicran ile çılgınlığım üstümde
bugün.’ (Mehmet Akif).”26
Sonuç
Hâsılı Ali Bulaç yanlış yerde
durmaya, din adına yanlış teviller yapmaya, yanlış olarak İslamî
siyasî bakışla bugünün genel
geçer liberal değerlerini yanlış
yere telif etmeye, İslam’ı modern
paradigmanın içine, boş kalmış
küçük bir alana yerleştirmeye
devam etmektedir.
Böyle bir İslamcılık yoktur.
İslamcılığı şayet, İslam’a göre bir
hayatın kurulması için canıyla
ve malıyla çalışan insan olarak
anlayacaksak, İslamcı basit/küçük hesaplar gütmez. İslamcının
hesabının büyük olması gerekir
ve bu hesap yapılırken sadece
Allah gözetilmelidir. İslamcı, demokrasi ve laiklik gibi ideolojik/
akidevî pisliklerden beri olduğunu açık, net ve cesur bir şekilde
beyan etmelidir. İslamcının fikir
hayatında “ben şunu demek istemiştim de, yanlış anlaşıldı” gibi
manevralar olamaz. İslamcının
sözleri tabi ki çarpıtılabilir ama
onları düzeltmek de çok kolaydır.
Türkiye’nin son otuz-kırk yılı,
geçmişini inkar eden, yazdıklarını çöpe atmayı öneren, Kur’an’ın
temsili ile, ipliğini sıkıca eğirdikten sonra tekrar çözen sözde
İslamcılar müzesi gibidir. Ama
bu sözde İslamcılar sadece kendilerini ve bazı saf kimseleri
İktibas
inandırabilirler; caniplerinde
izzet ve ikbal aradıkları efendilerini bile inandıramazlar.
Ali Bulaç gibi ‘islamcılar’ mevcut
laik-demokratik rejimin liberal
demokratik yapıya doğru evrilmesini, içine birazcık da İslamî
renk ve koku karıştırılmasını
arzu etmektedirler.
Oysa İslamî siyaset açık, berrak, yalın ve dürüst bir dile
sahip olmalıdır. Sadece Kur’an
ve sünnete yaslanmalıdır. Peygamberlerde olduğu gibi herkes,
gerçek bir İslamcının ne dediğini
anlamakta zorlanmaz. Bununla
beraber o gerçek İslamcıların
çığlıklarına kulak verenler elbette az olabilirler, bu, onların
çağrısının hak olmadığı anlamına gelmez. Ancak aşağılık, kaba,
günaha dadanmış, mütecaviz
(68/Kalem, 10-13) bir insan, sırf
fiziken küçük olduğu için, bağlıları olmadığı için v.b. bir çağrıyı
tahkir etmeye yeltenir.
Son söz: İslamcılık neyse ama
İslam gerçekten ciddi bir iştir.
-----------
1
2
3
4
5
6
Mümtaz’er Türköne, İslamcılığa
Ne Oldu?, Zaman, 24.07.2012.
Ali Bulaç, İslamcılık Nedir, Zaman, 21.07.2012.
Oliver Roy’un Kitabı Siyasal İslam’ın İflası adıyla Türkçeye çevrilmişti. (Metis yay. İst-1994).
‘İslamcı’ terimi ‘yeni’ bir tanımlamadır ve tartışmalıdır. Ben kişisel
olarak bu terimi ‘sorunlu’ bulanların haklı olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bu yazıda, terimin
mahiyetinden ziyade, onunla
kastedilen anlam üzerinden eleştirilerimi yapmak istiyorum.
Abdurrahman Arslan, İslamcılık
Dosyası, İktibas, 21/292, Nisan
2003.
Bulaç’ın hem Medine vesikası,
hem de diğer görüşlerinin kapsamlı bir tenkidi için bkz. Dursun
Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Kayseri-1997, s. 153 v.d.
7
Ali Bulaç, İslam’ın Anlaşılması
Üzerine, İst-1980, ‘Halk Nasıl
İlahlaşır?’ başlığı, s.215-216; aktaran: Dücane Cündioğlu, ‘Demokrasi Şirk mi, Tevhid mi?!!’, Yeni
Şafak, 21.11.1998.
8 Ali Bulaç, İslam’ın Anlaşılması
Üzerine, s. 217-219; Cündioğlu,
aynı yer.
9 Ali Bulaç, İslam, Siyaset ve Demokrasi, Zehra Eğitim ve Kültür
Vakfı Bülteni, Nisan-1999, s.12.
10 Bulaç, Zehra Eğitim ve kültür
Vakfı Bülteni.
11 Aksiyon, S. 205, 7-13 Kasım 1998.
12 Ali Bulaç, Eleştiriler Adil Değil,
Zaman, 02.08.2012.
13 Ali Bulaç, Dinin Devlet Talebi Yok, Aksiyon, S.205,
7-13.11.1998, s.29; Cündioğlu,
aynı yer.
14 Ali Bulaç, Demokrasi İçinde Politikaya Katılmak, Yeni Zemin, S. 6,
Haziran 1993, s. 18.
15 Bulaç, Aksiyon, a.g.m., s.28; Cündioğlu, aynı yer.
16 Tarihi Laiklik Bildirisi, Zaman,
20.07.1998.
17 Ali Bulaç, Abant Bildirisini Doğru Okumak, Zaman, 26.07.1998.
18 Ali Bulaç, Tutarlılık Sorunu, Zaman, 28.07.2012.
19 Ali Bulaç, 28 Şubat, Erbakan ve
Cemaatler, 01.03.2012.
20 Doğan Özlük, F. Gülen Hareketi
ve Darbeler, www.platformhaber.
net.
21 Ali Bulaç, Fethullah Hocaya Üç Soru, Yeni Şafak,
11,12,13.07.1995.
22 Ali Bulaç, 28 Şubat, Erbakan ve
Cemaatler, 01.03.2012.
23 Ali Bulaç, Afganistan’da Ne
Oldu?, Zaman, 12.01.2012.
24 Ali Bulaç, CHP’ye Oy Vermek,
Zaman, 30.08.2010.
25 Ali Bulaç, Eleştiri Adil Değil,
Zaman, 02.08.2012.
26 Dücane Cündioğlu, Demokrasi
Şirk mi, Tevhid mi?!!, Yeni Şafak,
21.11.1998.
73
İktibas
DÜŞÜNCE
KURULUŞLARININ
ETKİLERİ VE ÖNEMİ
MURAT KİRİŞCİ
5ɗ.&563,t"ʓVTUPT
Düşünce Kuruluşları (Think
Tanks) devletlerin karar alma
süreçlerinin etkinliği artırmak
ve doğru politikalar izlenmesini
sağlamak amacıyla söylemsel
olarak bir algı oluşturmak için
kurulmuş özel ve nitelikli çalışma/araştırma merkezleridir. Bu
merkezler iç politika da toplumun karşılaştığı sorunları tartışma ortamına sokup problemlerin değerlendirilerek doğru ve
meşru sonuçlar elde edilmesini
amaçlar. Bu noktada sosyal sorunlar, ekonomi ya da savunma
gibi konularda yoğunlaşan bu
merkezlerin hepsi siyaset ve yönetim konularında farklı fikirler
sunarlar. Dış politika da ise hem
bölgesel hem küresel anlamda
özellikle dünyayı yönetmek
amaçlı oluşturulması gereken
siyaseti belirlemek ve bu siyaset
üzerinden yapılacak işleri düzenlemek için yoğun çaba sarf
eder.
Gelişmiş ülkelerde de olmakla
beraber özellikle gelişmekte olan
ülkelerde iç ve dış politikaya,
ekonomik devamlılığa, sağlık ve
eğitim hizmetlerinden kültür ve
sanata kadar birçok alanda karar
vermek yöneticiler ve bürokratlar için kolay bir süreç değildir.
Ele alınan konuların alt yapısıyla
ilgili bilgileri toplamak ve bu bilgiler ışında doğru sonuçlar elde
ederek, faydalı ve kullanılabilir
politikalar üretmek hayati derecede öneme sahiptir. Buradaki
en önemli sorun bilginin fazlalığı ve bunların elekten geçirilerek, süzülerek doğru ve gerekli
74
Gündem
bilgileri seçebilmektir. Çünkü
devlet yönetimindeki insanların
eline genelde kullanabileceklerinden çok daha fazla bilgi
ulaşmakta, partilerin seçmenlerinin isteklerinden uluslar arası
kuruluşların raporlarına kadar
çok geniş spektrumlu araştırmalar, incelemeler, öneri ve tavsiye
belgeleri, istihbarat tutanakları,
özel dosyalar ve haberler sunulmaktadır. Bu bilgi yekûnu ise
ciddi bir kafa karışıklığı oluşturmakta, zihinlerin kirlenmesine
ve doğru kararların verilememesine sebep olmaktadır. Nitekim gelen bilgilerin güvenilir
olmasının yanında çıkar amaçlı,
yanlı ve yönlendirici bilgilerinde
mevcudiyeti konunun ne kadar
sıkıntılı olduğuna işaret etmektedir.
Bilginin hızla arttığı ve bilgi
kirliliğinin her yeri kapladığı bir
dönemde bu bilgilerin derlenmesi, analiz edilerek işlevsel hale
getirilmesi ve kurumların ve
devletlerin işine yarayacak şekle
sokulması düşünce kuruluşlarının görevidir. Düşünce kuruluşları siyasi içerikli bilgi üretmekte
ve bu bilgiyi yayarak politik
tartışmalar ve gündem üzerinde
etkide bulunmaya çalışmaktadır.
Ciddi kararlar vermek için kapalı kapılar ardında ve gizli ortamlarda yapılan toplantıları yürütmek için bu kuruluşlara ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu tanımlardan
da anlaşılacağı üzere düşünce
kuruluşları derin bir algı, derin
bir siyaset ve derin bir devleti
ifade eder. Bu derinlik düşünce
kuruluşlarını diğer sivil toplum
kuruluşlarından farklı bir yörüngeye oturtur. Bilginin mal ve
hizmete dönüşmesinde öncül
bir yeri olan düşünce merkezleri içlerinde politik uzmanlar,
akademisyenler ve emekli bürokratlar ile politikacıları barındırmakta; istihbarat başta olmak
üzere olasılık hesapları, strateji
üretimleri, öngörüler ve sosyal
politikalar üzerinde yoğun mesai harcamaktadırlar.
Bu bakış açısıyla think tankler
bölgesel olduğu gibi küresel
anlamda da güç olan ya da güç
olmayı hedefleyen ülkeler açısından dış politika, ekonomi ve
ülke içi politikalar gibi konularda izlenecek stratejileri ortaya
koyabilecek düşünsel ve pratik
katkılar sağlayan kuruluşlar
olarak görünmektedir. Derinlik
algısına ve politize toplumların
bilgi tabanlı hareket öngörülerine göre bu kuruluşlar “yumuşak
altyapı” olarak da tanımlanmaktadırlar(1).
Soğuk Savaş ortamının sona
ermesiyle güvenlik yaklaşımlarının yeniden tanımlanması ve
dünyayı yönetme konusunda
farklı stratejilerin belirlenmesiyle beraber uluslar arası alanda
etkisi giderek artan düşünce
kuruluşlarının bilgi, tecrübe ve
analiz kapasiteleri devletlerin en
önemli ihtiyaçlarının başında
gelir olmuştur. Bu konu Soğuk
Savaş döneminde çok daha güçlü hale gelmişse de tarihi çok
daha gerilere dayanmaktadır(2).
Özellikle 20. yüzyılın başlarında
akılcı yönetim ilkesinin yoğun
olarak hissedildiği ABD’de bilimsel araştırmaların ve uzmanların yönetiminde daha makul
ve verimli bir ekonomik devlet
yönetimi planlanmıştır.
Think Tank kelimesini ilk olarak
1927 yılında Brookings Instution kullanmış ancak gerçek
popüler kullanımını 1950’li yıllarda elde etmiştir. Bu kuruluşların amaçları, faaliyet alanları,
destekçileri ve daha birçok farklı
başlıkları dolayısıyla tek bir düşünce kuruluşu tanımı yoktur.
Örneğin ismi ilk olarak II. Dünya Savaşı sırasında duyulduğunda bu kuruluşlar askeri ve sivil
uzmanlar için askeri stratejiler
geliştirmek için çalışmışlardır.
Think tank ifadesi düşünce
kuruluşu anlamına gelmekle
birlikte bu ifade yerine Kamu
Politikaları Araştırma Enstitü-
Gündem
sü, Düşünce Üretim Merkezi,
Akıl Deposu ya da Almanların
deyimiyle Düşünce Fabrikaları
ifadeleri de benzer şekilde kullanılmaktadır.
Günümüz dünyasında çok sayıda düşünce kuruluşu(think
tank) bulunmaktadır. En fazla
düşünce kuruluşu ABD’de bulunmakta olup sayıları yaklaşık
1800 civandadır. Değerlendirme
açısından G20 ülkelerinden bazılarını incelersek yakın değer
olarak Avrupa Birliği’nde 1485,
Çin’de 425, Hindistan’da 292,
İngiltere’de 286, Almanya 194,
Fransa’da 176 düşünce kuruluşunun olduğunu görüyoruz(3).
II.
II. Dünya Savaşının oluşturduğu
askeri ve ekonomik planlama
ihtiyacı, savunma sanayinin
savaş sonrası gelişip güçlenmesi ve ABD’nin emperyalist
emellerinin projelendirilmesi,
teknik özellikleri olan bir uzmanlar güruhunun gelişmesine
ve etkilerinin artmasına neden
olmuştur. Bu uzmanlar sadece
kendi alanlarında nitelikleri ile
(matematikçi, genetik uzmanı,
ekonomist, sosyolog vs.) isimlendirilmemiş ayrıca bu güruha
“sosyal mühendis” ya da “toplum mühendisi” gibi etkileyici
tanımlamalar da eklenmiştir. Bu
yeni tanımlama gerçekten işin
içeriğine bakıldığında çok doğru
görünmektedir. Çünkü derin bir
akıl ve görüş ile strateji geliştiren
ve bu stratejiye hem iç hem dış
kamuoyuna sunarken birçok
parametreyi düşünerek iş yapan
bu uzmanlar bir mühendis gibi
inşa faaliyeti sürdürürken, sosyal birçok konunun da bu inşayı
etkileyici unsurlarını hesaplamaktadırlar.
Sedat Laçiner, üniversitelerin
oluşturduğu bilimsel çalışmaların günlük sorunlara acil
çözümler üretmek ve uygulanabilir, pratik öneriler sunmakta
İktibas
ve karar alıcıları etkilemekte
güçlük çekebileceklerini, bunun
için ara kanallar oluşturulması
gerektiğini ifade etmektedir. Bu
ara kanalların, düşünce merkezleri veya siyaset enstitüleri
adı verilen kuruluşlar olduğunu
belirten Laçiner, bu kuruluşların
bilim ile hayat arasında köprü
olduğundan bahsetmektedir.
Laçiner, bilimin kavramları ve
kuramları ile ortaya koyduğu
formüller, öngörüler ve öneriler
tüm dünyada daha çok düşünce
araştırma kuruluşları ve danışmanlık mekanizmaları yoluyla
dış politika karar alma ve icra
alanlarına katılmakta olduğunu
ifade etmektedir. Yani düşünce
merkezleri bilim ile dış politika
karar ve icra mekanizmaları
arasında bir tür şifre çözme işlevi görmektedir(4).
Politika oluşturma sürecini
etkilemek ve desteklemek,
kamuoyunu ve kamu politikalarını yönlendirmek amacına
sahip, genelde hem kurumsal
hem mali bağımsızlığı olan,
örgütsel özerkliğe sahip, tarafsız araştırmalar yürüten ve kar
amacı gütmediği iddia edilen
bu merkezlerin disiplinlerarası
araştırma işini yürüttüğü ifade
edilmektedir(5). Bu kuruluşlara
entelektüel girişimci de denilmekte olup farklı ve yenilikçi
fikir sunabilmelerinin mümkün
olduğu ve bağımsız çalıştıkları
düşüncesi gerçeğe aykırı olmakla birlikte teorik olarak bu tanım
tüm belgelerde geçerlidir(6).
Bir ülkenin iktidarında bulunan
hükümetler yönetime gelene
kadar topluma birçok vaatte bulunurlar. Bu vaatler seçime kadar pragmatik olmakla beraber
seçimlerden sonra hem sözlerin
tutulması hem de verilen sözlerin hükümeti zayıflatmaması
için düşünce kuruluşlarından
yararlanılır ve bu kuruluşlar siyasi çevreler için vaatlerini hem
düşünsel hem de bilimsel alanda haklı göstermenin yollarını
ararlar. Bu nokta özgün gündem
yaratmayı hedefleyen düşünce
kuruluşlarının siyasiler ve siyasi
partilerle olan ilişkilerinde oldukça önem arz etmektedir(7).
Küreselleşmenin umut veren aldatıcı yönü ile beraber bir o kadarda açıktan tehdit edici yüzü
her konuda insanlığın görüşünü
değiştirmiş, ortama yeni aktörler, gündemler ve bunlara bağlı
olarak yeni sonuçlar eklemiştir.
Bütün bu değişimi önceden
hesaplamak, düzenlemek, yönetmek ve güne uyarlarken kitlelerin itirazını en aza indirmek
için yapılması gereken çalışmaların, sadece ülkelerin karar
vericilerinin “ben yaptım, oldu”
mantığıyla açıklanamayacağı
ortadadır. Bu yüzden düşünce
merkezleri uluslar arası alandaki
her tür değişim ve dönüşümü
önceden görmek, hesaplamak
ve geleceğe ait söz söyleyip geleceği şekillendirmek için yoğun
çalışmalar ve araştırmalar yapmaktadır.
Genel olarak think tankler üç
grupta değerlendirilebilir(8):
Birinci grup think tankler, öğrencisiz ünivesite adını da taşıyan ideolojik bir yön aramadan
hizmet sunan ve ticari kazancı
ve prestiji önceleyen kuruluşlardır. Bu kategoriye; sosyal devlet
ilkesine karşı çıkan Brookings
Instution, muhafazakar yönü
kuvvetli American Enterprise
Instıtute, liberal politikaları
destekleyen Cato Instution, Avrupa’dan Royal Institute of International Affairs(İngiltere), Wissenschaft und Politik(Almanya)
gibi kuruluşlar örnek verilebilir.
Bu gruptaki kuruluşlar gizli
ibaresi olmayan çalışmalarını
basmakta ve internetten yayınlamaktadır.
İkinci grupta ise ideolojik
yönleri belli olmasına rağmen
kendilerini bağımsız olarak
tanımlayan ve kazançtan çok
ortak çıkarları amaçlayan kuru-
75
İktibas
luşlar bulunmaktadır. Tek adam
işletmesinden başlayıp gelişen
büyüyen kuruluşlara kamuoyu
araştırma şirketleri de dahildir.
Bu gruba örnek olarak Heritage
Foundation, Institute for Policy
Studies, Adam Smith Institute,
Öko-Institut, Fraknfurter Institut örnek verilebilir.
Üçüncü grupta ise çıkar amaçlı
kuruluşlar bulunmaktadır. Bu
kuruluşlar sendika veya siyasi
partilerle organik bağları olan
enstitüleri içinde barındırır. Bu
türden enstitüler bağlı oldukları
organizasyonun politik hedeflerine ulaşması için gerekli yöntem ve söylemi üretirler ve bu
işlevleri dolayısıyla ABD’de politik işletmeler olarak anılmakta
ve halkla ilişkiler uzmanları ya
da lobiciler ile aynı kategoride
değerlendirilmektedirler.
III.
Dünyada bir çok ülkede think
thank’ler mevcutsa da küresel ve
hegemon bir güç olan ABD’deki
kuruluşlar belirgin olarak diğerlerinden ayrılmaktadır. ABD’nin
özellikle II. Dünya Savaşının ardından dünyada etkiliğinin artması, Soğuk Savaş döneminde
iki kutbun birini temsil edip bu
savaş sona erdiğinde galip olan
taraf olması, başta BM ve NATO
gibi kurumların en belirleyici
ülkesi olması şeklindeki çeşitli
durumlar bu ülkenin uluslararası alanda kazandığı önemi ve
gücü göstermektedir.
Georgetown Üniversitesi Kamu
Politikası Öğretim Üyesi Mark
Rom, düşünce kuruluşlarının
etkilerini şöyle ifade etmektedir:
“Amerika’da sosyal bilimler alanındaki araştırmalar çok uzun
bir geçmişe dayanıyor. Hükümetin politikalarını etkileyebilecek
çalışmalar yapan birçok kişi var.
Düşünce kuruluşlarına finansman sağlayacak birçok kaynak
da var. Bu nedenle bu kuruluşlar
uluslararası standartlarda maddi
76
Gündem
destek alıyor. Düşünce kuruluşları anayasanın verdiği haklara
dayanarak hükümete ‘bunu
yapsanız daha iyi olur’ diyebiliyor.”(9)
ABD’deki think tank’lerin dünya
çapında güçlü olmasının sebeplerinin başında şunlar gelmektedir: Bu kuruluşların yönetime
fikir, rapor ve belgelerini ulaştırma konusunda çok az engelle
karşılaşmaları, aynı zamanda bu
görüş, rapor ve belgeleri hem iç
hem de uluslar arası kamuoyuna rahat aktarabilmeleri ve çok
geniş bütçelerinin olması. Bunlar gibi daha birçok alt sebepte
işin içine eklenmesi ABD’de deki
bu kuruşların diğer ülkelerin
think tank’lerinden ayrılmada
ve koşuyu çok önde bitirmede
önemli faktörlerdir. Özellikle
dış politika da çok etkin olan
ABD think tank’leri ürettikleri
fikir ve öngörülerini yaygın hale
getirerek meşrulaştırmak, öne
çıkartarak hem politika belirleyip hem de yüklü miktarlarda
paralar kazanabilmek için çeşitli
taktikler oluşturmakta ve değişik kanallarla yönetime ulaşmak
için uğraşmaktadır. Bazısı ABD
kongresinde etkin olmaya çalışırken bazısı akademisyenler ve
ilgili öğrencileri önemsemekte
bazıları dış politika danışman ve
bürokratları ile gazetecileri hedef seçmektedir. Yayınladıkları
raporlara ek olarak seminerler,
paneller ve kongreler tertip ederek aktif şekilde beyin fırtınası
yapmayı, planlanan çalışmalara
çeşitli alternatifleri üretmeyi,
aynı zamanda çeşitli konularda
kurslar açmayı izleyecekleri yol
olarak görmüşlerdir(10).
Yine Mark Rom’a göre düşünce
kuruluşları geleneksel akademik
işlevleriyle kalmayıp araştırmalarının reklam ve tanıtımını
yapıyor, lobiciliğe soyunuyor
ABD kongre üyelerine, hükümetin yürütme organlarındaki
kilit isimlere elde ettikleri veriler
ışığında neler yapılacağını söy-
lerken bir araştırmacı olmaktan
çok satıcı, tüccar rolüne bürünüyorlar.
Wollongong Üniversitesinden
Sharon Beder konu hakkındaki düşüncelerini açıklarken
ABD’deki düşünce kuruluşlarının devlet müdahalesini
minimuma indirmeye çalışan
ve serbest piyasa ekonomisini
savunan merkezler olarak neoliberalizmin gelişmesinde önemli
rol oynadıklarını ifade etmiştir.
ABD başkanları hükümetlerinin
önemli görevlerine bu kuruluşlarda çalışan kişileri atamışlardır. Her ne kadar medyada ya
da kamuoyunda düşünce kuruluşları bağımsız ve objektif birer
yapılanmaymışçasına sunulsalar
da, bu tarz kurumlar akademik
tabanlı örgütlenmelerden ziyade
daha çok çıkar gruplarına veya
lobi gruplarına olan benzerlikleriyle tanınmaktadırlar(11).
ABD karar vericileri için bugünün düşünce kuruluşlarının
beş temel yararı vardır. Bu yararların en önemlisi ABD karar
vericilerinin dünyayı anlaması
ve karşılık verebilmek için çeşitli
yollarla yeni düşünceler üretmesidir. Bunun dışında etkili
öncelikleri belirlemek, hareket
için yol haritaları çizmek, politik
ve bürokratik koalisyonu harekete geçirmek, kalıcı kurumların
tasarımlarını şekillendirmek
diğer yararlarıdır(12).
Raporlar yayınlaması, dergi ve
kitap gibi yayınlar çıkarılması ve
proje üretilmesi gibi çalışmalar
bu kuruluşların temel uğraş
alanlarıdır ve bu yayınlar ABD
başkanları, temsilciler meclisi ve
senato üyeleri tarafından dikkate alınmaktadır. Yani ABD’nin
yönetsel karar alma mekanizmaları için think tankler hayati
öneme sahip kuruluşlardır. Bu
kuruluşlar yayınların ve önerilerin dışında ayrıca yönetime gelen hükümetler için nitelikli ve
yetişmiş eleman da sağlayarak
Gündem
karar alma süreçlerine her şekilde dâhil olmaktadır. Bu anlamda
dikkat edilecek olursa ABD’de
tihnk tankler devletle -özellikle derin devletle- iç içedir ve
iç kamuoyundan uluslar arası
ilişkilere kadar her noktada,
görünen ve görünmeyen tüm
devlet kademelerini yönlendirmektedir. Bu yüzden devletin
farklı kademelerinden bağışlar
ve destekler almaktadırlar. Bütün bunların yanı sıra ABD’deki
think tanklerin içerisinde Yahudi etkisi çok yoğundur ve bu
etki İsrail’in güvenliği, Ortadoğu’daki planlar, İran’a karşı tavır,
Arap Baharına bakış gibi birçok
konuda ABD’nin yapacaklarını
belirlemektedir.
ABD’deki think tanklerde Yahudi etkisine bazı örnekler vermek mümkündür: Washington
Institute for Near East Policy
isimli düşünce kuruluşu 1985
yılında kurulmuş ve İsrail için
stratejiler üretmeye başlamıştır.
Üyeleri ise çeşitli dönemlerde
yönetimde yer almış (Dışişleri
eski Bakanı, NATO eski genel
sekreteri, ABD Milli Güvenlik
Konsey danışmanı vs.) kişilerden oluşmaktadır. Yine Middle
East Forum adlı kuruluş Arap ve
Müslümanlara karşı düşmanlıklarıyla tanınmaktadır. National
Review Online, İsrail güvenlik
sorunları ile yakından ilgili bir
kuruluştur. American Enterprise
Institute ise ABD yönetiminde
ciddi söz sahibi olan bir kuruluş
olarak bu kuruluşun yöneticilerinden birisi olan Michael Ledeen “Dünyanın kalan kısmının
dalga geçmediğimizi anlaması
için neredeyse her on yılda bir
ABD’nin Allah’ın belası bir ülkeyi seçip dümdüz etmesi gerekiyor” diyerek dünya üzerinde
yapılan katliamların nedenini
çok net ortaya koymaktadır.
Heritage Foundation, R. Reagen
dönemindeki Yıldız Savaşları
projesi ve İsrail’le stratejik ittifak
gibi politikalarının mimarıdır.
Bunun gibi daha birçok sayabi-
İktibas
leceğimiz think tankler ABD’nin
dünya hegemonyası ve İsrail
güvenliği ile Ortadoğu politikalarının belirleyicileri konumundadır.
Diğer ülkelerdekilerden çok
daha farklı ve güçlü olan
ABD’deki bu think tanklerin
dış politika oluşumlarında, yürütülmesinde ve kamuoyunda
meşrulaşmasında, tüm dünyada ortaya çıkan karışıklılarda,
işgal ve talanda önemli etkileri
mevcuttur. Cumhuriyetçi ya da
Demokratlardan kim kazanırsa
kazansın think tanklerin ABD
yönetiminde doğrudan etkileri
vardır ve sadece dış politikadaki
öncelikleri değişmekte ama ana
eksenden vazgeçilmemektedir.
IV.
Türkiye’de think tank fikri çok
eskiye dayanmamaktadır. Özellikle ABD’deki benzerlerinin
aksine politika yapıcılar ve karar
vericiler bu kuruluşlara karşı
uzak durmuş ve bu kuruluşların
vereceği bilgilerin kendilerinde
mevcut olduğu gibi bir tavra
bürünmüşlerdir. Özellikle 12
Eylül darbesi sonunda “bizim
tankımız var düşünceye gerek
yok” vecizesi konuyu yeterince
açıklamaktadır.
Türkiye’de Devletin üst kademelerinde olduğu gibi halkın da
hemen hemen tümü bu kuruluşlar hakkında hiçbir bilgiye sahip
olmadıkları için konuya uzun
yıllar uzak kalmışlardır. Bu uzak
kalış think tanklerin kurulmasını ve düşünce üretmesini zorlaştırmaktadır. Bu uzaklık farkı da
siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel desteği ortadan kaldırmakta
ve özellikle ekonomik sıkıntılar
bu kuruluşların ortaya çıkması
ve gelişmesine engel teşkil etmektedir.
1969 yılında kurulan Ekonomik
ve Sosyal Araştırmalar Merkezi
ve 1974 yılında kurulan Dış Politika Enstitüsü Türkiye’de dü-
şünce kuruluşlarının başlangıcı
olmalarına rağmen 90’lara kadar
yeni merkezler kurulmamıştır.
90’lı yıllarda konuya ilgi artmış
ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan sivil toplum örgütlerine
kadar çeşitli katmanlarda değişik think tankler kurulmaya başlanmıştır. Günümüzde Türkiye
bu anlamda uzun yıllar çektiği
düşünce fakirliğinden kurtulmanın yollarını aramakta ve
konuya yoğun ilgi göstermektedir. Sayıları artsa da şu aşamada
Türkiye’deki düşünce kuruluşlarının etkinliği hesaplandığında
var olan sayının sadece %10’u
kadar think tank ciddi yol katetmiştir.
Soğuk savaş döneminde strateji
geliştirme, güvenlik ve savunma
konularında çalışmalar yapılırken Türkiye, bu dönemi kendi
konumuna uygun bir şekilde
bir kanat üzerinde ve o kanadın
düşünsel şekillendirmeleriyle
geçirdiği için think tank türü
çalışmalara hiç önem vermedi. Değişen dünya şartlarının
Türkiye’ye yüklemiş olduğu
yeni misyon ise bu kuruluşların
önemini ve sayısını arttırdı. Türkiye’nin AB üyeliği ve bu üyelik
için yapılan çalışmalar da think
tanklerin Türkiye’de varlığını ve
etkisini genişletmesinde yararlı
oldu.
Model ülke tanımlamasına kadar Türk Dış politikasında think
tanklerin etkisi sınırlı ve soyut
olarak kalmıştı; yani sözü geçen,
olgun ve dünyayı anlayan fikirlerle güçlenmiş zihinsel bilginin
oluşmaması, süreci kısır bir
döngüye çevirmiş durumdaydı.
Değişen şartlara uygun olarak
bu kısır döngüden kurtulmak
için uğraşan Türkiye bugün
think tank olgusunu ülke şartları ve dünya konjonktürü açısından yeniden değerlendiriyor ve
düşünsel bir sıçrama yapmanın
yollarını arıyor. Bu noktada Türkiye, son dönem hem iç hem de
dış politika da yaptığı reformları
77
İktibas
ve ekonomi alanında gösterdiği
stabiliteyi bir yönüyle bu düşünsel hareketliliğe borçludur.
Bugün hemen hemen her ülkede ortaya çıkmış birçok think
tank ve bu kuruluşlarda çalışan
birçok insan var. Çalışanların
geneli ise nitelikli ve konusunda uzman kişilerden oluşuyor.
Bu nitelikler dolayısıyla think
tankler siyasi hayata, ekonomiye, sosyal yaşama, kültüre
yön veriyor hayatın gerçek bir
parçası oluyorlar. Küreselleşmenin, hegemonyanın ve küresel
yayılmacılığın aktörleri olmanın
yolu güç algısından geçiyor ve
bu gücü besleyen temel nosyonlardan birisi de think tankler
olarak görünüyor. Model ülke
Türkiye’nin ve ideolojik hesapları olan ülke, toplum ve grupların
da bu konudan uzak kalmadan
bir şeyler yapmaları gerekiyor.
DİPNOTLAR:
- Sami Zariç, Türkiye’de Think Tank
Kuruluşları ve karşılaştıkları Sorunlar, Akademik Bakış, 31, 2012
- The Institute for Defence and
Security Studies, Londra’da 1831’de;
The Fabian Society, 1884’de; The
Brookings Institution,
- Washington’da 1916’da kurulmuştur. http://www.globalresearch.ca/
index.php?context=va&aid=21504;
http://en.wikipedia.org/wiki/
Think_tank#History
- Pennsylvania Üniversitesinde, 18
Ocak 2012 tarihinde basılmış olan
Düşünce Kuruluşları ile ilgili rapordan alınmıştır.
http://www.fpri.org/research/thinktanks/GlobalGoToThinkTanks2011.
pdf
- Sedat Laçiner, Düşünce Kuruluşları ve Dış Politika, 4 Kasım 2009,
http://www.usakgundem.com/yazar
/1294/d%C3%BC%C5%9F%C3%B
Cnce-kurulu%C5%9Flar%C4%B1ve-d%C4%B1%C5%9F-politika.
html
- http://2001-2009.state.gov/s/p/
rem/15506.htm
78
Gündem
- Bilal Karabulut, Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları:
Karşılaştırmalı Bir Analiz, Akademik Bakış 4(7), 2010, s.91-104
- Erhan Akdemir, Amerika’nın
Ortadoğu politikasının şekillenmesinde düşünce kuruluşlarının rolü,
Uluslar arası Hukuk ve Politika
Dergisi, 2(8), 2007, s.53-74.
- Fatih Keskin, Modern Demokrasilerde Yeni Politik Seçkinler: Think
Tanklar ve Politikadaki Rolleri,
Sosyo Ekonomi, 2005-1.
http://www.amerikaliturk.com/
news/manset/207-Amerikada-Siyasete-Yn-Veren-Dnce-Kurulular/
- Erhan Akdemir, a.g.e.
Sharon Beder, Neoliberal Think
Tanks and Free Market Environmentalism, http://ro.uow.edu.au/
cgi/viewcontent.cgi?
article=1034&context=ar
tspapers&sei-redir=1&ref
erer=http%3A%2F%2F
http://2001-2009.state.gov/s/p/
rem/15506.htm
SURİYE: KİM NEREYİ KONTROL
EDİYOR?
##$5àSLÎFt"ʓVTUPT
Suriye’de çatışmaların başladığı
2011 yılından bu yana ülke içinde ne olduğunu coğrafi olarak
tanımlayabilmek çok zor.
Ülkede az sayıda uluslararası
gazeteci var ve onların çalışma
koşulları da hem zor hem de
tehlikeli.
Ancak Washington merkezli
Savaş Etütleri Enstitüsü (ISW),
Ekim 2011’den bu yana rejim
muhalifleriyle hükümet yanlılarının faaliyetlerine ilişkin kapsamlı bir analiz hazırladı.
Harita hazırlanırken, aralarında
Suriyeli İnsan Hakları Gözlemevi ve resmi Suriye haber ajansı
SANA ve uluslararası gazetecilerden elde edilen verilerden
yararlanıldı.
ISW haritada ‘’isyancıların kontrolünde’’ olarak tanımlanan
bölgelerin fiilen Özgür Suriye
Ordusu’nun kontrolünde olduğunu kaydediyor.
Özgür Suriye ordusu, ayrıca çok
hareketli gerilla gücü olarak faaliyet gösteriyor.
Hükümet güçleriyle karşılaştıklarında ise asıl taktikleri bölgeyi
savunmak yerine çekilerek kayıp
vermeyi önlemek.
ISW uzmanlarından Joseph Holliday, haritanın hazırlanmasında
kullanılan yöntemi anlatırken,
‘’Rejimin ‘isyancıların kontrolündeki alanlara’ gidebileceğini,
ancak bunun maliyetinin yüksek
olacağını’’ kaydediyor.
Bu bölgelerde hükümetin tecrit
edilmiş halde üslerinin bulunduğuna işaret eden Holliday, ‘’Bu
üslerden zaman zaman civardaki
köylere topçu saldırısı düzenliyorlar. Ama buradaki güçlerin,
üslerin dışında kara harekatı düzenleme kapasitesi yok. Buralara
sevkiyat da havadan yapılıyor’’
dedi.
Holliday, bu üslerin birer birer
düşmekte olduğunu da söyledi.
Özgür Suriye Ordusu ise yaz aylarında daha eşgüdümlü bir stratejiyle hem Şam hem de Halep
kentlerine saldırılar düzenledi.
İsyancıların fiilen kontrol ettikleri bölgelerin ise Halep’in
kuzeyinde ve doğusunda ve İdlib
ve Hama kentleri arasındaki
ülkenin iç kesimlerinde olduğu
belirtiliyor.
Bazı yorumculara göre, isyancıların son dönemde uyguladıkları
taktikler Devlet Başkanı Beşar
Esad’ın güçlerini Halep ve Şam
civarına sevketmesine, böylece
Özgür Suriye Ordusu’na da tam
Gündem
bir kontrol olmasa da zayıflayan
bazı yerlerde daha etkin olma
olanağı sağladı.
İSLAMCILIK NEDİR?
ALİ BULAÇ
;BNBOt5FNNV[
Bundan sonra bölgenin ve dünyanın gündeminde daha çok yer
alacağı anlaşılan “İslamcılık”
konusunda yaygın belirsizlik
tanımda ortaya çıkan zorluktan
kaynaklanmaktadır.
Üzerinde mutabakata varılan
bir tanım olmadığından, esas
itibarıyla “İslamcı” sayılan birçok kişi ve grubu, İslamcı ismini
almaktan uzak tutar. Kimine
göre liberalizm, sosyalizm veya
milliyetçilik gibi bir “ideoloji”,
kimine göre belli bir yoruma ve
doktrine indirgenmiş bir “siyaset veya siyasallaştırma” biçimidir. “Dinin siyasette istismarı”
şeklinde görenlerin sayısı da az
değildir.
Karışıklığı tümüyle gidermek
mümkün olmasa da ana çerçeveye işaret edecek bir tanım yapmak mümkündür. Zaten tanım
(tarif) sınırlar çizmek (tahdit)tir.
Benim tanımım şudur:
İslamcılık, İslam’ın ana referans
kaynaklarından hareketle “yeni”
bir insan, toplum, siyaset/devlet
ve dünya tasavvurunu, buna
bağlı yeni bir sosyal örgütlenme
modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen
entelektüel, ahlaki, toplumsal,
ekonomik, politik ve devletler
arası harekettir. Başka bir deyişle
İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın
her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden
kurulması ideali ve çabasıdır.
İktibas
“Ed Din” olan İslam bakış açısından bu tanımsal çerçeve
her Müslüman’ın farz-ı ayn
hükmünde daveti, davası ve
duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel, bittabi ve
bizzarure İslamcıdır. Değilse
bu Müslüman’ın “din algısı”nda
sorun var demektir. Gayet açık
ve tartışmasız ilahi hükümler
hayatta uygulanmak için indirilmiştir; hükümler illetlerine
mebni olarak değişebilirler, ama
ne maksatlarına aykırı değiştirebilirler ne ebediyen yürürlükten
kaldırılabilirler.
Salt inanç, ahlak ve ibadete
indirgenen din, “Allah’ın bizim
için seçtiği ve kemale erdirdiği din” (5/Maide, 3) olmayıp
muamelatı ve ukubatı ya iptal
eden veya etkisizleştirmek suretiyle bilfiil nesheden bambaşka
bir telakki olup buna dinin
“diyanet”e indirgenmesi denir.
Din’in kendine çizdikleri özerk
sınırlar içinde siyasete, iktisadi
hayata, devletler arası ilişkilere,
toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat alanlarının
düzenlenmesinde dinin referans
alınmayacağını savunanlar,
hakikatte dini kendi içinde reforme uğratanlar, Kur’an’ın açık
ifadesiyle “Kitab’ın bir kısmını
kabul edip bir kısmını reddeden
kimseler”dir: “Yoksa siz, Kitab’ın
bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?
Artık sizden böyle yapanların
dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir;
kıyâmet gününde de azabın en
şiddetli olanına uğratılacaklardır.’’ (2/Bakara, 85). Bu yüzden
diyebiliyoruz ki, İsrailoğulları
gibi ‘Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmeyi’
göze alamayan her Müslüman
bittabi ve bizzarure İslamcı’dır.
Elbette kendini ‘İslamcı’ olarak
isimlendirmek zorunda değildir,
ama dininin hayatla, insanla ve
toplumla ilişkilerini bu çerçevede ele almak durumundadır.
19. yüzyılın ikinci yarısından
önce İslamcılık yoktu. Olmaması doğaldı, çünkü zaten Osmanlı
Devleti, kurucu ideolojisi ve
iyi-kötü meşruiyet çerçevesi
İslam olan bir devletti; zaaflarına
rağmen Osmanlı Daru’l İslam’dı.
Var olan şey istenmez. Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni
arayışlara sevk edince Batıcılığa
paralel olarak İslam’ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış
oldu. İslamcılığın içinde aktığı
mecra da söz konusu tarihsel ve
toplumsal durumda ortaya çıktı.
Bu anlamda:
1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe
bir cevap ve meydan okumadır.
Ancak bu durum tespiti bizi
yanıltmamalıdır: a) İslamcılık
modern menşe’li hegemonik
söylem ve sistemlerin teyidi,
uzantısı veya meşrulaştırıcı
çerçevesi değildir. b) Marksizmsosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir. c) Retçi-entegrist değildir.
2) İslamcılık ‘müteal/aşkın olan’a
‘var olanı aşmak’ suretiyle uruc
etme çabasıdır. Onu ortaya
çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu’ değil,
ahlaki/dikey olarak urucdur.
İslamcılığın urucu, modern
durumda Allah’a rucu’dur, bu
açıdan Aydınlanma’nın domine
ettiği zamanın ruhuna, hegemonik modernliğe eleştirel bakar;
epistemolojisi ve politiği diri,
işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür.
3) Belli başlı meşru versiyonları
ıslah, ihya ve tecdittir.
79
Çizgibas
80
!"""#$%&'&()*&+,-&,.$%$+*$+,/$01Ô2Ô2,æ3*$4,-&,5$)0*)0,3&467%8949:,æ3*$4,-&,*$)0*)0,;)<):,8$2,
!"""#$%&'&()*&+,-&,.$%$+*$+,/$01Ô2Ô2,æ3*$4,-&,5$)0*)0,3&467%8949:,æ3*$4,-&,*$)0*)0,;)<):,8$2,
8$2$,;&*4&*&+),=>è>2>*&4&8&2:,9%*$è4$*$+Ô,)40$23Ô%,)0),$8+Ô,8$è$4,'$+%Ô2Ô,9%*$è'Ô+4$0:,æ3*$4?Ô,
8$2$,;&*4&*&+),=>è>2>*&4&8&2:,9%*$è4$*$+Ô,)40$23Ô%,)0),$8+Ô,8$è$4,'$+%Ô2Ô,9%*$è'Ô+4$0:,æ3*$4?Ô,
*$)0*&è')+4&0,@$<$3Ô2=$=Ô+",ABBC,8Ô*Ô:,DC,ç9<$',3>+&(),=&2)*&2,=E2&4&,'&0$<>*,&'4&0'&=)+,-&,7,8Ô*F
*$)0*&è')+4&0,@$<$3Ô2=$=Ô+",ABBC,8Ô*Ô:,DC,ç9<$',3>+&(),=&2)*&2,=E2&4&,'&0$<>*,&'4&0'&=)+,-&,7,8Ô*F
*$+:,æ3*$4?Ô2,3)8$3$*,<)+,4>G&2=)3*)0*&,'&+<)8&,&=)*4&0,)3'&2=)å),<)+,=E2&4=)+",H>3*>4$2*$+$:,;&+&0,
*$+:,æ3*$4?Ô2,3)8$3$*,<)+,4>G&2=)3*)0*&,'&+<)8&,&=)*4&0,)3'&2=)å),<)+,=E2&4=)+",H>3*>4$2*$+$:,;&+&0,
(&<+&2,-&,;&+&03&,G)*&,)*&,æ3*$4?Ô2,G)@<)+,3)8$3I,'$*&<)2)2,7*4$=ÔåÔ:,J9+?$2?Ô2,$3*$,=&-*&',E2&+4&=)å),
(&<+&2,-&,;&+&03&,G)*&,)*&,æ3*$4?Ô2,G)@<)+,3)8$3I,'$*&<)2)2,7*4$=ÔåÔ:,J9+?$2?Ô2,$3*$,=&-*&',E2&+4&=)å),
3E8*&'')+)*4&0,)3'&2)87+=9",ç9,-$+=Ô,0):,<929,'$20*$+*$,3E8*&'4&0,4>40>2,7*4$4Ôè'Ô",K,G$*=&:,<)+,
3E8*&'')+)*4&0,)3'&2)87+=9",ç9,-$+=Ô,0):,<929,'$20*$+*$,3E8*&'4&0,4>40>2,7*4$4Ôè'Ô",K,G$*=&:,<)+,
=&,<929,Ô*Ô4*Ô,4&'7'*$+*$,=&2&4&*)8=)""",K,;>2&,0$=$+:,3E8*&2&2*&+)2,&'+$1*$+Ô2$,<$0Ô2$+$0,3E8F
=&,<929,Ô*Ô4*Ô,4&'7'*$+*$,=&2&4&*)8=)""",K,;>2&,0$=$+:,3E8*&2&2*&+)2,&'+$1*$+Ô2$,<$0Ô2$+$0,3E8F
*&=)0*&+)L,
*&=)0*&+)L,
!æ3*$4?Ô2,
!æ3*$4?Ô2,
*$)0*)0*&,
*$)0*)0*&,
@&*)è4&=)å)M,
@&*)è4&=)å)M,
;E+>è>,
;E+>è>,
$+'Ô0,
$+'Ô0,
<9,<9,
3&467%894*$,
3&467%894*$,
$*&2)*&è4)è:,
$*&2)*&è4)è:,
<)+,<)+,
$2*$4=$,
$2*$4=$,
;)%*),'&<*)å),=E2&4)2=&2,$*&2),'&<*)å,=E2&4)2&,;&@)*4)è')+N,O+'Ô0,49G$1$%$0P+,0)'*&*&+,2$%$+Ô2=$,
;)%*),'&<*)å),=E2&4)2=&2,$*&2),'&<*)å,=E2&4)2&,;&@)*4)è')+N,O+'Ô0,49G$1$%$0P+,0)'*&*&+,2$%$+Ô2=$,
æ3*$4?*$,=&470+$3):,æ3*$4?*$,*$)0*)0,$+$3Ô2=$,G&+G$2;),<)+,37+92,0$*4$4Ôè'Ô+NM
æ3*$4?*$,=&470+$3):,æ3*$4?*$,*$)0*)0,$+$3Ô2=$,G&+G$2;),<)+,37+92,0$*4$4Ôè'Ô+NM
*$åÔ#Ô+,-435$($-6"('0è"5-*$åÔ#Ô+7*$åÔ#Ô+,-435$($-6"('0è"5-*$åÔ#Ô+7I(JÔ13Ô"&K#0(0&C;<<&'Ô)Ô-(J;L10("(
I(JÔ13Ô"&K#0(0&C;<<&'Ô)Ô-(J;L10("(
?5-9&M<A:N&D<:&AO&CB
?5-9&M<A:N&D<:&AO&CB
Ayın Başlıkları
İRAN DIŞİŞLERİ BAKANI SALİHİ,
ANKARA’YA BEKLENİRKEN
GENELKURMAY BAŞKANI’NIN “BÖYLE
GİDERSE SIRA TÜRKİYE’YE GELECEK”
SÖZLERİ GÜNDEMİ SARSTI
SAYIŞTAY YÖNETMELİĞİNE GÖRE ARTIK
MGK, MSB, MİT DAHİL TÜM DEVLET
KURUMLARININ MAL VE HARCAMALARI
SIR OLACAK
TARAF 16 AĞUSTOS
HÜRRİYET 8 AĞUSTOS
28 ŞUBAT DÖNEMİNDEKİ KAMU BANKASI
SOYGUNLARI MERCEK ALTINDA
YENİ AKİT 31 AĞUSTOS
BEYAZ SARAY’DAN TARTIŞILAN
‘BEYZBOL SOPALI’ FOTOĞRAF İÇİN
AÇIKLAMA: OBAMA’NIN ERDOĞAN İLE
YAKIN İLİŞKİSİNİ VURGULAMAK İÇİN
KULLANDIK
HABERTÜRK 4 AĞUSTOS
28 ŞUBAT POSTMODERN DARBENİN EL
KOYDUĞU VAKIF MALLARININ İADESİ
İÇİN DÜĞMEYE BASILDI
STAR 11 AĞUSTOS
1,5 AYDIR HALK İÇİNE ÇIKMAYAN ESAD,
ŞAM’DA KORUMA ORDUSUYLA BAYRAM
NAMAZI KILDI
SABAH 20 AĞUSTOS
PKK İLE KUCAKLAŞAN BDP‘LİLERE SUÇ
DUYURUSU
POSTA 23 AĞUSTOS
TÜRKİYE, SURİYE SINIRINA TAMPON
BÖLGEYİ MASAYA YATIRDI
BUGÜN 24 AĞUSTOS
HİLMİ ÖZKÖK, ERGENEKON DAVASINDA
TANIK OLARAK KONUŞTU
HABERTÜRK 3 AĞUSTOS
ÖZKÖK: 1 MART TEZKERESİ İÇİN
WOLFOWITZ SİYASİ BASKI İSTEDİ. GÖRÜŞ
FARKI VARDI, BUNU BAŞBAKAN‘A ARZ
ETTİM. GÜVENLİKLE İLGİLİ BİLGİ VERDİM
HABERTÜRK 4 AĞUSTOS
ARINÇ: ULUDERE OLAYI İLE HER ŞEY
BERBAT OLDU
STAR 11 AĞUSTOS
PKK, KAÇIRDIĞI CHP MİLLETVEKİLİ
HÜSEYİN AYGÜN’Ü 48 SAAT SONRA
SERBEST BIRAKTI
AJANSLAR 15 AĞUSTOS
MURSİ TAHRAN’DA “REJİM DEĞİŞMEDEN
SURİYE’DE ÇÖZÜM OLMAZ” DEDİ
STAR 31 AĞUSTOS
ORHAN PAMUK: TÜRK BURJUVAZİSİ BENİ
TİKSİNDİRİYOR
AJANSLAR 17 AĞUSTOS
ANLAM BASIN YAYIN
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA
5FM
t'BLT

Benzer belgeler