2010, vol.3, no.1 - Beykent Üniversitesi

Transkript

2010, vol.3, no.1 - Beykent Üniversitesi
A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark
BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ
STRATEJĐK ARAŞTIRMALAR
DERGĐSĐ
SAHĐBĐ / PROPRIETOR:
Prof. Dr. Ahmet YÜKSEL
(Beykent Üniversitesi adına/ On The
Behalf of Beykent University)
GENEL YAYIN YÖNETMENĐ
EDITOR -IN-CHIEF:
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
YAYIN SEKRETERĐ
PUBLISHING SECRETARY
Songül OYANIK
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF
STRATEGIC STUDIES
YAYIN KURULU
PUBLISHING BOARD:
Prof. Dr. Erol EREN
Prof. Dr. Mithat BAYDUR
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK
Prof. Dr. Mümin ERTÜRK
Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR
Prof. Dr. Abdulhaluk Mehmet ÇAY
Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ
Yrd.Doç.Dr. Muzaffer ÜREKLĐ
E.Tümg. Armağan KULOĞLU
DANIŞMA KURULU
ADVISOR COMITTEE:
Prof. Dr. Tuncer ÇELĐK
E.Org. Yaşar BÜYÜKANIT
Prof. Dr. Selahattin SARI
Prof. Dr. Mehmet Emin KARAHAN
Prof. Dr. Hasan KÖNĐ
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT
Doç. Dr. Veysel KILIÇ
Her hakkı saklıdır. Stratejik Araştırmalar Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem
kurulu olan bir yayındır. Stratejik Araştırmalar Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve
düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Stratejik Araştırmalar Dergisinin veya
Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Stratejik Araştırmalar Dergisine gönderilen
makaleler iade edilmez.
ISSN: 1307- 6108
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sıraselviler Cad. No: 65 PK:34437 Taksim/ ĐSTANBUL
Tel: 0212 444 1997 Faks: 0212 867 55 77
www.beykent.edu.tr
ISSN: 1307- 6108
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ
BEYKENT UNIVERSITY
JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES
Sertifika No:
11374
Beykent Üniversitesi Yayınları, No.74
Cilt Volume: 3
S ayı Number: 1
Yıl Year: 2010 Bahar Spring
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından yılda iki kez
yayınlanmakta olan Stratejik Araştırmalar Dergisi 5. Sayısı ile sizlere ulaşmaktadır. Bu
sayıda da bol miktarda makale ile sizlere çok zengin bir bilgi kaynağı sunmaktayız.
Üçüncü yılına giren dergimizin yakında ISI izlenme derecesine kavuşmasına
beklemekteyiz. BÜSAM olarak gördüğümüz ilgi ve bize ulaşan övgülerden memnunuz.
Şimdi bu sayıdaki makaleleri gözden geçirelim.
Celalettin YAVUZ’a göre; Rusya, Karadeniz’in istikrarı konusunda çıkarlarının
örtüştüğü Türkiye ile ekonomik alanda ilişkilerini geliştirirken, Ukrayna’da da Rusya
yanlısı bir yönetimin seçilmesiyle rahatladı. Pınar BAL, günümüzdeki küresel iklim
değişikliği rejimini açıkladıktan sonra, Türkiye’nin bu rejim içerisindeki konumunu
tanımlamakta, bu konum ile ilgili sıkıntıların altını çizerek ileriye dönük bir perspektif
çizmektedir. Armağan KULOĞLU ise ülkemizin bulunduğu coğrafyanın; su kaynakları,
tarım ve yaşam alanları açısından dikkate alındığında çevresindeki gelişmelerden
fazlası ile etkileneceği ifade etmektedir.
Hasan AKBAYRAK’a göre; Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda,
Đmparatorluğun Anadolu’ya sıkışan toprak ve Müslüman-Türk unsura daralan
demografik alt yapısı ile Anadolu’nun, Türk milletinin ülkesi olduğunu öncelikle
gündemine alan bir “millî tarih” anlayışı oluşmaya başlar. Sait YILMAZ, ABD’nin
Irak’a düzenlediği 2003 yılındaki savaş sonrası gelişmelerin, özellikle Irak’ın
kuzeyindeki oluşumlar nedeni ile Türkiye’nin büyük bir tedirginlik yaşamasına neden
olduğunu söylemektedir. Barış DOSTER, günümüzde de Kırım’ın, hem bölgesel
gelişmelerde, hem de Karadeniz’deki nüfuz mücadelesinde sıklıkla anılmakta olduğunu,
Türkiye açısından önemini artırarak koruduğunu ifade etmektedir.
Yaşar ERDĐNÇ, 1929 Büyük Buhranı ve 2008 Global krizini, krizin ortaya çıkışı ve
aynı zamanda krize karşı alınan önlemler bağlamında karşılaştırmaktadır. Ümit
HACIOĞLU, Balkanlarda etnik gruplar arasında barış ve güvenlik konusunu ele
alınırken; Bosna’da yaşanan soykırım üzerinde durmakta ve uluslararası kamuoyunun
tutumu eleştirmektedir. Serdar ERDURMAZ, Nükleer Silahların Yayılmasının
Önlenmesi Anlaşması’nın mevcut çerçevesi kapsamında “nükleer silahlardan
arındırılmış Dünya kurulabilir mi?” sorusuna cevap aramaya çalışmaktadır. Berna
AKSOY, realist ve neo-realist paradigmaların Kıbrıs sorununun analizinde ve çözüme
katkısı üzerinde durmaktadır.
Yeni sayı için makaleleriniz bekliyoruz.
Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni
II
The Journal of Strategic Research, published by BUSRC twice in a year, is now in your
hands with the fifth volume. At that issue, we present you abundant source of scientific
information within plenty articles. In the third year of our journal, we expect to have ISI
grade soon. We are very glad to have your interest and praise. Now let’s examine the
essays in that issue.
In his article, Celalettin YAVUZ acknowledged that Russia, having compatible
interests, was developing its economic relations with Turkey at the same time was
relieved with the election of a pro-Russian government in Ukraine. Pınar BAL, after
explaining the current global climate change regime, aims first to explain Turkey’s
position within this regime and then to put forward the problems concerning its position
as well as coming up with a future perspective for Turkey. Armağan KULOĞLU states
that developments around Turkey will affect neighbor geographies in terms of water
sources, agriculture and living areas.
According to Hasan AKBAYRAK, when the Balkan and the First World War ended the
Empire’s land and Muslim-Turkish population with its narrowing demographic substructure was congested in Anatolia constituted a “national history” approach of agenda
includes the primary fact that Anatolia is country of Turkish people. Sait YILMAZ
explains that developments aftermath the Iraq War in 2003 bring about some vital
concerns for Turkey due to the new formations in the North of Iraq. Barış DOSTER
brings about that Ukraine sees Turkey’s sensitivities on Crimean Tatars in a positive
light has contributed to mutual relations and presented an important perspective for
Turkey to follow a region centered foreign policy.
Yaşar ERDĐNÇ compares 1929 great depression in USA and 2008 Global Crisis from
the aspect of both emergence and the crisis management. Ümit HACIOĞLU evaluated
the interethnic peace and security in the Balkans as well as the massacres in Bosnia and
criticized the approach of International Community to what was happening in Bosnia.
Serdar ERDURMAZ tries to answer the question of "is it possible to establish a nuclear
weapons free world" and as a further step. Berna AKSOY discusses the realist and
neorealist paradigms in order to investigate their roles in solving Cyprus conflict.
We look forward to receiving further studies from esteemed researchers for the
upcoming issues
Asst. Prof. Sait Yılmaz
Editor in Chief
III
BU SAYININ HAKEMLERĐ (REFREES OF THIS ISSUE)
,
Prof. Dr. Selahattin SARI…………… Beykent Üniv. (Ekonomi)
Prof. Dr. Erol EREN ............................Beykent Üniv. (Ekonomi)
Prof.Dr. Emin ÖZBAŞ………………..Beykent Üniv. (Enerji)
Prof. Dr. Abdulhaluk M. ÇAY ……… Beykent Üniv. (Tarih)
Prof. Dr. Önder ARI.............................Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişk.)
Prof. Dr. Muhittin KARABULUT .......Beykent Üniv. (Ekonomi)
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK ................Gazi Üniv. (Uluslararası Đlişk.)
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ .......................Gazi Üniv. (Uluslararası Đlişk.)
Prof. Dr. Mithat BAYDUR………….. Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişkiler)
Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR……...Beykent Üniv. (Ekonomi)
Prof.Dr. M. Emin KARAÖRS ……… Beykent Üniv. (Edebiyat)
Prof.Dr. Adil DAĞISTAN … ……… Beykent Üniv. (Tarih)
Prof. Dr. Sudi APAK……………….. Beykent Üniv. (Ekonomi)
Doç. Dr. Veysel KILIÇ ........................Beykent Üniv. (Đngiliz Dili Edebiyatı)
Doç. Dr. Gonca B. DURGUN..............Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişk.)
Doç.Dr. Gülden AYMAN…………… Marmara Üniv. (Uluslararası Đlişk.)
Doç.Dr. Ali Ekber AKGÜN………… Gebze YTE. (Ekonomi)
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ................Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişkiler)
Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLĐ ........Beykent Üniv. (Tarih)
Yrd. Doç.Dr. Barış DOSTER……….. Marmara Üniv. (Uluslararası Đlişk.)
IV
ĐÇĐNDEKĐLER/ CONTENTS
Sayfa No
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Celalettin YAVUZ........…………………….………………..……………....……..01-24
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
Pınar BAL………...……………………………………………………………...…25-37
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
Armağan KULOĞLU..……………………..……………………….………..….....38-54
Cumhuriyet’in Kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve
“Tarih” Tartışmaları
Hasan AKBAYRAK........................................................…………….…..…...........55-78
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
Sait YILMAZ...........................................………...……………....……....…..…..79-103
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
Barış DOSTER..……………………………………………………...……..…...104-117
1929 Buhranı ve 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi,
Benzerlikler ve Farklar
Yaşar ERDĐNÇ.......................................………...……………....……....……....118-154
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
Ümit HACIOĞLU....................................………...……………....……......……155-174
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Tesisi
Mümkün mü?
Serdar ERDURMAZ…………………………………………………....…….....175-194
Realist-(Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun
Đncelenmesi
Berna AKSOY...........…..……………………………………………………….195- 215
V
KAPSAM/ SUBJECTS
Uluslararası Đlişkiler/International Relations
● Ulusal Güvenlik / National Security
● Uluslararası Güvenlik / International Security
● Güvenlik Bilimleri / Security Sciencies
● Terör / Terror
● Đstihbarat / Intelligence
● Uluslararası Kuruluşlar / International Institutions
● Teknoloji / Technology
● Uluslararası Đlişkiler Teorileri / Int. Relations Theories
● Orta Doğu / Middle East
● A.B.D. / U.S.A.
● AB ve Avrupa / EU and Europe
● Afrika / Africa
● Avrasya / Euroasia
- Kafkasya / Caucasus
- Orta Asya / Central Asia
- Rusya / Russia
● Asya- Pasifik / Asia-Pasific
● Latin Amerika / Latin America
● Kıbrıs / Cyprus
● Diaspora / Diaspora
● Teoloji ve Sosyo-Kültürel Konular / Teology and Socio-Cultural Issues
● Lojistik / Logistics
Ekonomi Politik/Political Economy
● Ekonomi Politik /Political Economy
● Küreselleşme / Globalization
● Lojistik / Logistics
● Enerji ve Su Konuları / Energy and Water matters
● Kurumlar ve Bölgesel Çalışmalar / Instutions and Regional Studies
Uluslararası Hukuk/International Law
● Uluslararası Çatışma Konuları / Int. Conflict Issues
● Uluslararası Adalet / International Justice
● Uluslararası Sorun Çözme / Int. Dispute Settlement
Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research
● Strateji ve Karar Vermede Matematiksel Yaklaşım
/ Math Approach to Staretgy and Decision Making
● Uluslararası Sorunların Analizi / Analysis of International Affairs
● Harekat Araştırması / Operational Resarch
Vak’a Analizleri/Case Analysis
VI
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
RUSYA’NIN KARADENĐZ’DE DENGELERĐ DEĞĐŞTĐREN
STRATEJĐK HAMLELERĐ
Doç.Dr.Celalettin Yavuz∗
ÖZET
Rusya’da Yeltsin’den sonra Putin’in yönetimi devralmasıyla birlikte, Rusya’nın yakın
çevredeki ülkelere karşı siyasetinde gözle görülür ölçüde değişimler başladı. Özellikle de
ABD’nin Afganistan’a ve ardından Irak’a müdahalesinin ardından yükselen petrol
fiyatlarıyla ekonomisi düzelen Rusya, Karadeniz de dahil pek çok yakın çevre
coğrafyasında etkinlik kurma çabasını yoğunlaştırdı. Rusya, Karadeniz’in istikrarı
konusunda çıkarlarının örtüştüğü Türkiye ile ekonomik alanda ilişkilerini geliştirirken,
Ukrayna’da da Rusya yanlısı bir yönetimin seçilmesiyle rahatladı. Rusya, Karadeniz’de
Sivastopol limanını en azından 30 yıl daha kullanma fırsatı yakaladı. ABD’nin yeni
Başkanı Obama, “Füze Kalkanı”nın Orta Avrupa’da kurulmasından vazgeçti. Eylül
2009’da Türkiye-Ermenistan yakınlaşması sonrası Rusya, Ermenistan-Azerbaycan
arasındaki Dağlık-Karabağ sorununun çözümünde, AGĐT bünyesindeki Minsk
Gurubunda, diğer iki eşbaşkan Fransa ve ABD’ye nazaran, daha belirleyici bir konum
kazanmıştı. Yukarıda özetlenenler ve diğer gelişmelerle Rusya’nın, Karadeniz ve yakın
çevresinde evvelce ABD’nin nüfuz etmek istediği coğrafyada etkisi artarken, ABD’nin
etkisi azalmıştır.
Anahtar kelimeler: Füze Kalkanı, Sivastopol Üssü, Enerji, Gürcistan, Ukrayna
ABSTRACT
After Putin took over the government from Jeltsin, the policies of Russia to near abroad
have noticeably transformed. Particularly, after the US intervention of Iraq in pursuit of the
intervention of Afghanistan, Russia, healing its economy as a result of the rise of oil
prices, intensified its quest of activity in the near abroad including Black Sea region.
Russia, having compatible interests, was developing its economic relations with Turkey at
the same time was relieved with the election of a pro-Russian government in Ukraine.
Russia seized the chance to use Sivastopol Naval-Base at least for 30 years. The new
President of the US, Obama, declared off the initiation of “Missile Shield” in Central
Europe. After the rapprochement of Turkey and Armenia on September 2009, Russia had
become decisive in the Minsk group within the scope of OSCE as compared with the
other co-leaders, France and the US in the settlement of Nagorno Karabakh conflict.
Within the context of the above summary and as a result of other developments, in the
Black Sea and the surrounding area, the influence of Russia has increased with
comparison to the US.
Key Words: Missile Shield, Sivastopol Base, Energy, Georgia, Ukraine
∗
TÜRKSAM Başkan Yardımcısı, Ankara, [email protected].
Celalettin Yavuz
GĐRĐŞ
Sovyetlerin dağılmasından sonra mevcut coğrafyada kurulan ülkeler
içerisinde Sovyetlerin “mirasçısı” olarak bilinen Rusya, çok önemli
sosyolojik, siyasi ve ekonomik çalkantılardan geçti. Önce Çeçenistan’da
yoğunlaşan ve Çeçenlerin bağımsızlığı için yapılan bir “iç savaş”la
boğuştu. Bu savaş 1994-1996 ve 2004-2006 döneminde iki kez
gerçekleşti. 2010 yılına gelindiğinde Rusya’nın, bir dönemin iki kutuplu
dünyasına duyulan özlem içerisinde olduğunu hatırlatan bir çıkışa
hazırlandığı izlenimi verdiği görüldü. Bu çalışmada, başta Karadeniz
coğrafyası olmak üzere, özellikle Türkiye’yi ilgilendiren yakın çevrede
Rusya merkezli stratejik hamleler üzerinde durulmuştur.
1. SOVYET MĐRASÇISI RUSYA’YI TEK KUTUPLU DÜNYADA
SIKINTILARA SOKAN GELĐŞMELER
1990’lı yıllar Rusya için bir bakıma “kabus” yıllarıydı. Zira iç karışıklıklar
yanında 1997’de başlayan Rus Ekonomik Krizi, insanlara yeniden
“Komünizm” dönemini aratır hale gelmişti. Dış politikada ise Devlet
Başkanı Boris Yeltzin’in “sarhoş” halinden başka fazlaca bir şey
konuşulmuyordu. Üstelik ABD, tek başına küresel güç haline gelmiş,
neredeyse tek başına dünyaya yeni bir düzen oturtmaya çalışıyordu.
Đşte böylesi bir ortamda, 2000 yılında Boris Yeltzin’in yerine devlet
başkanlığına getirilen Vladimir Putin ile birlikte Rusya’nın dünya siyasi
arenasında yıldızı parlamaya başladı.
Aslında Putin yönetimi ele geçirinceye kadar, dünyada pek çok siyasi
olaylar Rusya’nın aleyhinde gelişme kaydetmişti. Bunlar şöyle
özetlenebilir:
A. Sovyetlerin dağılması ile birlikte tüm Doğu Avrupa ülkeleri de
Varşova Paktı (VP)’ndan ayrılmış, böylece Sovyetlerin mirasçısı Rusya
ile neredeyse tüm ilişkilerini kesmişlerdi. Böylelikle Rusya’nın başta
silah sanayi olmak üzere, bu ülkelere olan ihracatında büyük düşüş
yaşanmıştı.
B. Eski Doğu Avrupa ülkeleri, “Doğu’ya doğru genişleme” siyaseti
doğrultusunda NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olabilmek için sıraya
girmişlerdi. Neticede eski Yugoslavya’da kurulan devletlerden bazıları
dışında tüm Doğu Avrupa ülkeleri 2005 yılına kadar hem NATO, hem
de AB ülkesi oldular.
C. Doğu Avrupa ülkeleri dışında, eski Sovyet coğrafyasından
ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Baltık ülkeleri (Litvanya, Estonya ve
Letonya) da NATO ve AB üyesi ülkeler arasına girdiler.
2
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
D. Sovyet coğrafyasında kurulan yeni ülkelerden Azerbaycan, ABD
ile kurulan yakın ilişkiler sonucunda Rusya’ya mesafeli kalırken,
Rusya’nın Kuzey Kafkasya’daki komşusu Gürcistan’la da sorunları
devam ediyordu. ABD, bu ülkede Saakaşvili’yi iktidara taşıyarak,
Gürcistan’a Rusya’nın nüfuz etmesinin önünü almaya çalışmıştı.
Aslında daha 2002’de NATO’nun Prag zirvesi sırasında üyelik
başvurusu yapan Gürcistan’ın, askeri ve ekonomik açıdan yeterli
bulunmadığından üyeliği kabul edilmemişti.Gürcistan, NATO’nun 2004
Đstanbul zirvesinde de “Bireysel Ortaklık” adıyla yeni bir belge daha
sunmuştu. Abhazya ve Güney Osetya sorunları sebebiyle Rusya’dan
tehdit algılaması büyük Gürcistan’ın NATO üyeliği ile ilgili istekleri
1
gerçekleşmemişti .
E. Benzer bir olay Ukrayna’da “Turuncu Devrim” adıyla, daha sonra
Kırgızistan’da iktidar değişikliği ile yaşandı. 2004 yılında Gürcistan’da
yeni bir 65 milyon dolarlık “eğitim ve donatım programını”, Gürcistan’ın
yeni Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili döneminde yürürlüğe koyan ABD,
Sovyet Kızılordusu’nun üssü olan Tiflis yakınındaki Krtsanisi’ye,
“ABD’nin terörle mücadelesi”nin bir parçası bahanesiyle Amerikan
2
askerlerini yerleştirdi .
F. Keza, Ukrayna’da da “Turuncu Devrim” adıyla, Rusya’ya karşı
olduğu bilinen Viktor Yuşenko devlet başkanı seçilirken, zaman zaman
başbakanlık koltuğuna oturan Yulya Timoçenko gibi ABD ve Avrupa’ya
yakınlığı ile bilinen kişiler de siyasette ve devlet yönetiminde etkin
olmaya başlamışlardı. Rusya’ya karşı benzer kıpırdanmalar Beyaz
Rusya (Belarus) ve Moldova’da da mevcuttu.
G. ABD, Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kiralamıştı. Bu
üslerin varlığı, bir bakıma Rusya’nın arka bahçesinin gözetlenmesi,
hatta kontrolü anlamına gelmekteydi.
H. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, ABD’nin siyasi desteğiyle ve
Rusya’ya rağmen gerçekleşmişti. Devamında Kazakistan ve
Türkmenistan gibi, petrol-doğalgaz hammaddelerine sahip Hazar
havzası ülkelerinin hammaddelerinin de Rusya’nın kontrol ve tekeli
dışında tüketici ülkeler taşınması söz konusu olabilirdi. 2001 yılı
sonunda ABD, el-kaide terör örgütünü bahane ederek Taliban
yönetimindeki Afganistan’a girmiş, yönetimi değiştirmişti. Afganistan,
coğrafya itibariyle Hint Okyanusu ile Orta Asya arasındaki ulaşım hattı
üzerinde ve Rusya açısından önemi büyük Orta Asya’nın elde tutulması
için stratejik bir mevkiye sahipti.
1
Burcu Çörten, Güncel Karadeniz Jeopolitiği, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Stratejik
Araştırma ve Uygulama merkezi, Giresun, 2009, ss.74-75.
2
“ABD Gürcistan’da Kalıcı”, Cumhuriyet, 19.1.2004, s. 11.
3
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
Đ. ABD, Almanya ve Fransa gibi “doğal” müttefikleri ile Rusya’ya
rağmen Irak’a askeri müdahalede bulundu. Bir zamanlar Orta Doğu’da
mevcut Sovyet-Rus etkisi, bu hareketle büyük ölçüde hasar aldı.
2. TEK KUTUPLU
FAALĐYETLERĐ
DÜNYADA
RUSYA’NIN
ÇIKIŞ
ARAYAN
Rusya’nın, eski Sovyetlerin mirasçısı edasıyla değil arka bahçesi,
neredeyse kendi toprakları gibi gördüğü Orta Asya ve Kafkaslardaki
yeni devletlerde, özellikle ABD olmak üzere, dışarıdan nüfuz etmeye
kalkan ülkelere karşı her türlü engeli diplomatik bir üslupla çıkarmaya
çalışmaktadır. Hele de 11 Eylül 2001’den sonra yükselen petrol ve
doğalgaz fiyatları nedeniyle bütçesi fazla vermeye başlayan Rusya,
ABD’ye karşı satrancın diğer tarafındaki önemli oyuncusu olarak, dış ve
ekonomi politikasının çok iyi yönetildiği pek çok faaliyette bulunmuştur.
Bunlardan biri, Rusya’nın inisiyatifleri sonucunda Kazakistan, Rusya
Federasyonu, Ukrayna ve Belarus (Beyaz Rusya) 7 Mayıs 2003
tarihinde aralarında serbest ekonomik bölge organizasyonu kurma
konusunda görüş birliğine varmalarıdır. Bu anlaşma ve önceki
bağlantılar sonucunda Rus Gazprom şirketi, Kazakistan’ın petrol ve
doğalgaz şirketi ile anlaşarak, 21 Temmuz 2003’de Orta Asya
doğalgazının Avrupa pazarlarına etkin bir şekilde ulaştırılması için
3
işbirliği kararı aldı .
Rusya’nın devlete ait doğalgaz tekeli Gazprom, Türkmenistan’dan
aldığı doğalgazı da Avrupa’ya pazarlamaktaydı. Türkmenistan’dan gaz
alma konusundaki tekel konumunu, uzunca bir süre bu ülkeye dünya
doğalgaz piyasasının çok altında ödeme yaparak sürdürdü. Gazprom, o
3
dönemde bin m ’ünü 65 dolara satın aldığı doğalgaz için nihayet 2008
4
yılı sonuna kadar 100 dolar ödemeyi kabul etmişti. Aynı tarihlerde
doğalgaz fiyatının 400 doların üzerine çıktığı ve Rusya’nın “doğalgaz
borsa” değeri üzerinden gazı Avrupa’ya pazarladığı düşünülürse,
Türkmenistan doğalgazı üzerindeki Rus tekelinin büyüklüğü daha iyi
anlaşılabilir.
Rusya’nın, dünyanın petrol ihtiyacının yaklaşık %15’ni ve doğalgaz
ihtiyacının %25’ni karşıladığı dikkate alınırsa, yükselen petrol fiyatlarıyla
bir anda nasıl bir varlığa kavuşmuş olacağı daha iyi anlaşılabilir.
Rusya’nın ABD’nin Hazar havzasındaki ve Basra Körfezi’ndeki
çıkarlarıyla çatışan faaliyetleri şöyle sıralanabilir:
3
Remzi Güleç. “Türk Dünyasının Gündeminde Tartışılan Meseleler”, (Erişim:2.10. 2006)
http://host.nigde.edu.tr/~remzikilic/yayinlar/turkdunmesele.htm
4
“Rusya’nın Türkmenistan’dan Alacağı Doğalgaza Yüksek Zam”, 5.9.2006, (Erişim:
30.9.2006),http://www.petrogas.com.tr/modules.php?name=News&file=article&sid=2721
4
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
- 2004 yılı sonlarından itibaren Rusya, ABD’nin rejim değişikliği
için hedef gösterdiği Đran, Suriye, Venezuella ve Filistin’in Hamas
liderleriyle önemli askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirdi. Đran’ın
uranyum zenginleştirme çalışmalarında yardımcı olan Rusya, ayrıca
Nisan 2006’da BM Güvenlik Konseyi’nde Đran’a yaptırım uygulanması
teklifini veto edeceğini açıkça ifade etti. Ancak, daha sonra Güvenlik
Konseyi’nin ABD’nin ısrarıyla almış olduğu Đran’a bazı yaptırımları
hafifletilmiş de olsa uyguladı.
- Đran’ın en önemli silah tedarik ülkesi Rusya’dır. Tank, uçak,
gemi ve güdümlü mermi silah sistemleri yanında, Şubat 2006 içinde
Moskova, Đran’a TOR-M1 gibi oldukça gelişmiş bir güdümlü mermi silah
sistemini tedarik etme sözü verdi. Đran’a müdahale için hesaplar içinde
olan ABD’ye karşı ayrıca Đran’ın Rusya’dan S-300 hava savunma füze
sistemi aldığı dahi ileri sürülmekteydi. TOR-M1’ler aynı zamanda S-300
lançerleri (rampaları) ile de kullanılabilmektedir. Bu durumda Rusya,
sanki muhtemel bir ABD hava taarruzuna karşı Đran’ı silah yardımı ile
desteklemiş olmaktadır. Rusya, ABD Başkanı Barack Obama’nın
Temmuz 2009’da Moskova ziyareti sonrası nükleer silahların
azaltılmasıyla ilgili yeni START anlaşması teklifinin ardından, Eylül
2009’la birlikte Đran’a karşı biraz daha mesafeli olmaya çalışmaktadır.
- ABD’nin, özellikle George W. Bush yönetimi sırasında baskı
uyguladığı Suriye’nin Devlet Başkanı Beşşar Esad’la, dönemin Rus
Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında 2005 yılı başlarında enerji,
kredi ve askeri teçhizat konularında önemli anlaşmalar imzalandı.
Rusya, Suriye’nin gaz ve petrol çıkarma tesislerinin modernize edilerek
bu kaynakların daha iyi değerlendirebilmesi sözü verdi. Aynı tarihte,
Suriye’nin Rusya’ya olan borcunun %75’i tutarındaki 13 milyar doları
almaktan vazgeçti. Hatta Rusya, Suriye’ye kısa menzilli ancak, uçak ve
cruise füzelerine karşı etkili hava savunma füzelerinden vermeyi kabul
etti. 2005 yılı başlarında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastı
nedeniyle, BM Güvenlik Konseyi tarafından Suriye’ye yaptırım
uygulanması kararı da Rusya tarafından önlendi.
- Đran ve Suriye gibi, ABD’nin Güney Amerika’daki sorunlu
“komşusu” ve 1999 yılına kadar müttefiki olan Venezuella ile Rusya
arasında silah alım anlaşması imzalandı. 2005 yılında Bush yönetiminin
silah satışı yasağı getirdiği Venezuella’ya, Rusların 15 nakliye
helikopteri ve 100 bin Kalaşnikof tüfeği satması ABD tarafından sert bir
şekilde eleştirildi. Rusya bununla da kalmayarak, Temmuz 2006 içinde
Caracas’ta iki Kalaşnikof fabrikası kurmaya ve enerji yatırım alanlarında
destek olmaya başladı. Ağustos 2008’de meydana gelen Güney Osetya
Krizinin ardından Rusya, 2008 sonbaharı içerisinde Venezuella ile ortak
tatbikat yapmak üzere savaş gemisi gönderdi.
5
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
- Filistin’de 2006 başlarında seçimleri kazanan Hamas’ı izole
etmek için uğraşan ABD’ye rağmen, Rus Devlet Başkanı Putin, Hamas
liderlerini Şubat 2006 içinde Moskova’ya davet etti ve destek vaadinde
bulundu.
- Rusya ayrıca, ABD’nin başını çektiği “NATO’nun genişlemesi”
projesi çerçevesinde Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyesi olmasını
önlemeye yönelik faaliyetlerden de geri kalmamakta, bu konuda açık bir
tavır koymaktadır. Bunun en açık örneği, Ağustos 2008’de Gürcistan’ın
5
Güney Osetya’ya müdahalesi sırasında yaşandı.
- Zaman zaman Çin’e silah satışı yapan Rusya’nın bu silahları,
özellikle ABD’nin silahlandırdığı Tayvan ile Çin arasındaki sorunlar
sebebiyle, ABD’yi de yakından ilgilendirmektedir.
- Rusya’da bir dönemin Devlet Başkanı Vladimir Putin, 1.7.2006
tarihli bir konuşmasında Rusya’nın enerji hammaddelerini Rus Rublesi
karşılığında yapacağını açıkladı. Petrol ve doğalgazının yaklaşık
%40’nı Rusya’dan temin eden Avrupa’nın kısa bir dönem içinde bu
büyük enerji açığını başka bir şekilde karşılaması mümkün olmadığı
dikkate alındığında, Rusya’nın Avrupa ülkelerine, petrol ve doğalgazın
karşılığında Ruble ödenmesini istemesi halinde Avrupa ya kabul etmek
zorunda kalacak, ya da enerji darboğazı ile karşı karşıya kalacaktır.
Đran ve Venezuella da 2006 içerisinde “iki yıl içinde” petrolü Dolar
dışında bir para birimi ile satmak istediğini ilan etmişlerdi. Rusya, Đran
ve Venezuella tüm dünya petrol ihtiyacının %25’ini karşılamaktadır. Bu
durumda Rusya’nın eline oldukça önemli bir koz geçmektedir. Üstelik
Rusya’nın petrol ve doğalgazını satabileceği, özellikle Çin ve Uzakdoğu
olmak üzere seçenekli boru hattı sistemi de mevcuttur. Üstelik Çin ve
Rusya’nın askeri ve enerji ticareti odaklı ilişkileri, Washington’a karşı bir
6
ortak dayanışmayı da gerektirmektedir .
ABD’nin Rusya ve Çin gibi, küresel güç adaylarını frenlemek
maksadıyla Orta Asya, Kafkaslar ve Karadeniz, Orta Doğu gibi
coğrafyalarda yapmış olduğu hamlelere, bu ülkeler de cevap vermeye
çalışmaktadırlar. ABD’nin, 2006 yılı sonlarında Romanya ve
Bulgaristan’da yeni askeri üs anlaşmaları imzalaması üzerine,
“Avrasyacı” Rusya da, Eylül 2006 başlarında yeni bir hamle ile karşılık
verdi. 4.9.2006’da Atina’yı ziyaret eden Rusya Devlet Başkanı Putin,
dönemin Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ve Bulgaristan
5
Gürcistan-Güney Osetya ve Rusya-Gürcistan arasında Ağustos 2008’de yaşanan
çatışmalar için Sinan Ogan ve Celalettin Yavuz’un TÜRKSAM web sayfasında (Karadeniz
Enstitüsü) yer alan Ağustos-Eylül 2008 tarihli yazılarına bkz.
6
Jephraim P. Gundzik, “More Conflict than Camaraderie Between Moscow and
Washington”, 11 July 2006,
http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=524&language_id=1
6
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Devlet Başkanı Georgi Pırvanov ile Burgaz-Dedeağaç boru hattı
projesinin inşası için sözleşme imzaladı. Bu anlaşma 2009 yaz
aylarında yenilendi. Bakü-Ceyhan petrol boru hattına karşı seçenek
olarak düşünülen bu proje ile Rusya’nın, Bulgaristan’da son yıllarda
artan ABD nüfuzunu dengeleme maksadını güttüğü dahi ileri sürüldü.
Keza Rusya, Şubat 2009’da Kırgızistan’a 2.15 milyar dolarlık ekonomik
yardım paketini açıkladıktan sonra, Kırgızistan ABD’nin Afganistan’daki
kuvvetlerinin lojistik desteği için önemi bilinen manas üssünü 6 ay
7
içerisinde boşaltmasını dahi istemişti.
ABD hegemonyasına karşı çok kutupluluk taleplerini
tekrarlayan Rusya, ABD’nin Batılı müttefikleri Almanya ve Fransa’dan
destek bulamayınca, Paris-Berlin-Moskova mihveri yerine, öncelikle
Pekin-Moskova mihverine yönelmiştir. 16 Temmuz 2001’de “Dostluk, Đyi
Komşuluk ve Đşbirliği Anlaşması”nı imzalayan Rusya ve Çin, bu
anlaşma ile Avrasya’daki güç dengeleri açısından büyük jeopolitik
değişimlerin meydana geldiği mesajını vermeye çalışmışlardı. Rusya ile
Çin’in yakınlaşması Şanghay Đşbirliği Örgütü (ŞĐÖ)’ne dönüşmüş ve
ŞĐÖ’nün 7 Haziran 2002 tarihinde açıklanan hedeflerinden en belirgin
olanları; “Çok kutupluluk ve uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi”
ve “Dış politika konularında, karşılıklı çıkar doğrultusunda BM dahil, tüm
8
uluslar arası örgütlerde ortak tutum sergilenmesi için çalışılması” idi.
Bu hareketle Rusya ile Çin, ABD’nin tek kutupluluğunun zararlı
etkilerine karşı ortak cephe açmaya başladılar. ŞĐÖ, aynı zamanda
ABD’nin Orta Asya’daki askeri varlığına duyulan tepkinin de bir
neticesidir. Nitekim 5.7.2005 tarihli ŞĐÖ zirvesi sonundaki bildiride
ABD’nin Kırgızistan ve Özbekistan’dan askerlerini çekmesinin istenmesi
9
de bunu açıkça belli etmişti .
Rusya, Çarlık dönemi ve Sovyetlerden miras emperyal içgüdüleri
canlandıkça bu önemli kozunu dilediği tarzda kullanabileceğinin
işaretlerini de vermektedir. Nitekim siyasî anlaşmazlık yaşadığı
Ukrayna’ya karşı bu silahı rahatlıkla kullanabilmektedir. 2006 yılı içinde
bu ülkeye sattığı doğalgazın fiyatını tek taraflı bir kararla %120
oranında artırdı. Benzer bir uygulama üç yıl sonra ve daha uzun süreli
7
ABD, Haziran 2009 içerisinde Kırgızistan’la anlaşma sağlayarak, Manas üssünün
yeniden NATO birliklerinin Afganistan’daki harekatını desteklemesi için hava unsurlarını
kullanmasının yolunu açtı. Bu anlaşma için Kırgızistan’a yıllık 180 milyon dolar ödeneceği
bildirilmektedir. Bkz: “USA dürfen Militärbasis weiter nutzen”, 25.06.2009,
http://derstandard.at/1245820058989/Kirgistan-USA-duerfen-Militaerbasis-weiter-nutzen
8
Fırat Purtaş, “Şanghay Beşlisi’nden Şanghay Đşbirliği Örgütüne: Orta Asya’da Rus-Çin
Stratejik Ortaklığı”, 2023, 15 Ocak 2004, sayı 33, ss.23-25.
9
Remzi Güleç, a.g.y. Hazar havzası ve Orta Asya ile ilgili Rusya dışındaki ülkelerin
politikaları konusunda bkz: Celalettin Yavuz, Avrasya’da Türk Jeopolitiği: Türklere Açılan
Geniş Ufuklar, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010, ss.507-521.
7
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
olarak 2009 başlarında yaşandı. En soğuk günlerde alacağını öne
sürerek vanaları kapamaktan çekinmedi.
Rusya’da politik gücü merkezileştiren Putin, istikrarı büyük ölçüde
sağladığı gibi, ekonomiyi yeniden yapılandırdı ve canlandırdı. Yükselen
petrol fiyatları Rusya’nın bilançosuna büyük kazançlar olarak girdi.
Rusya’da döviz rezervleri daha 2006 yılı başlarında 180 milyar doları
aşmıştı. Dünya doğalgaz rezervleri sıralanmasında ilk sırayı, petrol
rezervleri sıralamasında ise sekizinci sırada yer alan Rusya, aynı
zamanda dünyanın ikinci büyük petrol ihracatçısı olup, gerektiğinde
enerjiyi bir silah gibi kullanabileceğini gösterdi. Rusya’nın yakın
çevresinde daha fazla kaybetmeye ve ABD’nin kendisine daha fazla
yaklaşmasına tahammülü de gittikçe azalırken, ABD karşısında Çin ile
stratejik işbirliği Rusya’ya güç kazandırmaktadır. ABD askeri gücünün
Afganistan’da ve Irak’ta tıkanması ve Đran’ın meydan okumaları
karşısında ABD’nin kafasının karışması Rusya’yı cesaretlendirmektedir.
Baltık’tan Kırgızistan’a kadar uzanan hattaki ABD-Rusya güç
mücadelesinin, zaman zaman Soğuk Savaş dönemini hatırlatan bir
10
seyir izlediği bile ileri sürülmüştür .
Öte yandan Rusya’nın sahip olduğu yeni zenginliklere karşılık, oldukça
zayıf yanlarının olduğu da ileri sürülmektedir. Silahlı kuvvetlerinin bazı
kesimlerinde hala yoksulluk ve malzeme eksikliğiyle eğitim yapıldığı,
bu sebeple moral açısından en alt düzeylerde bulundukları ileri
sürülmekteydi. IMF verilerine göre, Rusya’nın 2006 Eylül ayı itibariyle
bir yıldaki büyümesi %7 civarındaydı. Ancak bunun büyük ölçüde artan
enerji hammaddesi fiyatları nedeniyle olduğu ileri sürüldü. Petrol ve
doğalgaz fiyatları düştükten ve hele de tüm dünyada 2008 yılı son
çeyreği itibariyle hissedilen ekonomik kriz sebebiyle, Rusya’daki
büyüme oranı da aşağılara çekildi.
Ekonomik reformların hızı kesilmiş, devletin stratejik ekonomi
sektöründe gittikçe artan kontrolü nedeniyle yabancı yatırımların miktarı
da düşmüştür. Öyle ki, 648.1 milyar dolar olan 2004 yılı yabancı yatırım
payları içinde Rusya’nın alabildiği pay sadece 11.6 milyardır. Küresel
dereceleme kurumlarından birine göre Rusya, 62 ülke içinde 2005
yılında 2004’e göre 5 basamak kayıpla 52. sıraya düşmüştür. Bu arada
düşük doğum ve yüksek ölüm oranı sonucunda özellikle erkek nüfus
sayısında 750 bin eksikliğin mevcut olduğu Rusya’nın uyuşturucu
bağımlılığı, AIDS ve Avrupa’nın tüberküloz’da ilk sıradaki ülkesi olma
zafiyetleri gösterdiği de ileri sürülmektedir. Bir bakıma petrol ve
doğalgazla büyüyen Rusya, aynı zamanda zayıflamaktadır. Her ne
10
Nejat Eslen, “Yeni ‘Soğuk Savaş’ Dönemi mi?”,
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=186467, (Erişim: 27.9.2006)
8
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
kadar durulmuş gözükse de Çeçenistan sorunu ve 25 milyon civarında
Müslüman nüfusunun, Rusya’nın zayıf karnı olabileceği iddiası devam
11
etmekteydi .
3. RUSYA’NIN SON DÖNEMDE KARADENĐZ
ÇEVRESĐNDE YENĐ STRATEJĐK HAMLELERĐ
VE
YAKIN
Nisan 2008 tarihli NATO’nun Bükreş Zirvesi’nin ardından Karadeniz ve
çevresindeki coğrafyalarda Rusya-ABD, Rusya-NATO güç dengesinde
büyük değişimler yaşandı. Bu değişim ise büyük ölçüde Rusya’dan
yanaydı. Rusya’dan yana gelişen bu değişimler satır başları ile şöyledir:
- Güney Osetya Krizi sebebiyle Rusya Gürcistan’a girdi.
Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Bu
olaydan aylar önce Kosova’nın Rusya’ya rağmen bağımsızlığının
tanınmış olması, Rus dış politikasında derin yaralar bıraktı. Bu etki,
Kosova’nın bağımsızlığının tanımasından bir iki hafta sonra Rus bilim
12
adamları tarafından Türkiye’de bir sempozyumda dile getirilmişti .
- Güney Osetya Krizi ile Karadeniz’e girmek isteyen ABD
donanması, Rusya-Türkiye örtüşen çıkarları sonucu gelişen işbirliği ile,
bu amacına ulaşamadı.
- ABD’nin, Rusya’nın büyük tepki verdiği Polonya-Çek
Cumhuriyeti’ndeki ‘Füze Kalkanı’ projesini Orta Avrupa’dan çekti.
- Ermenistan-Türkiye “Đyi Komşuluk Đlişkileri Protokolleri”nin
imzalanması üzerine, Dağlık-Karabağ sorununda çözüm için Rusya öne
çıktı.
- Türkiye-Rusya arasında Ağustos 2009 ve Mayıs 2010’da
başbakan ve devlet başkanı düzeyinde yapılan ziyaretler sonucu enerji
ağırlıklı, ‘stratejik’ seviyede projelere imza atıldı.
- Ukrayna’da, Şubat 2010’da yapılan devlet başkanlığı
seçimlerini ABD ve Batı yanlısı adaylar yerine, Rusya’ya yakınlığı ile
Viktor Yanukoviç seçildi.
- Kırgızistan’da ABD yanlısı olduğu ileri sürülen Devlet Başkanı
Bakiyev yerini terk etmek mecburiyetinde kaldı.
11
Rajan Menon and Alexander Motly, “Why Russia is Really Weak”, Newsweek,
September 25, 2006, s. 37.
12
Ayrıntılar için bakz: Alla A. Yazkova, “Karadeniz Bölgesi’nde Rusya’nın Başlıca
Çıkarları ve Siyaseti”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (27-28 Mart 2008) –
Sempozyum Bildirileri, (Haz: Pınar Yürür, Yalçın Sarıkaya, Aigerim Shilibekova), Giresun
Üniversitesi., 2008, s. 92.
9
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
- Rusya’nın, ekonomideki rahatlığına bağlı olarak, Sovyetler
dönemindeki gibi, özellikle Suriye olmak üzere, yeniden Orta Doğu’ya
dönmeye başladığı göründü.
- Hazar
havzası
doğal
enerji
kaynaklarının
Batı’ya
ulaştırılmasında Rusya, neredeyse “tekel” konumunu devam ettirerek,
bu alanda ‘stratejik üstünlüğü’ ele geçirdi.
Yukarıdaki gelişmelerden özellikle Karadeniz’de güç
etkileyebilecek önemli gelişmeler üzerinde durulmuştur.
dengesini
4. RUSYA VE ABD ĐLĐŞKĐLERĐNĐ GEREN ORTA AVRUPA’DA “FÜZE
KALKANI” PROJESĐ
Mart 2007 içinde pek çok NATO üyesi, “Füze Kalkanı” isimli ve Orta
Avrupa’da kurulması planlanan nükleer-balistik füzelere karşı savunma
sisteminin, tüm Avrupa’yı kapsaması gerektiğini belirtti. Hatta Đran’a
yakın olan NATO-Güneydoğu kanadının da kısa menzilli füzesavar
sistemlere ihtiyaç duyacağı vurgulandı. Polonya’da balistik füze
rampası, Çek Cumhuriyeti’nde radar sisteminin kurulmasını öngören
proje, dönemin Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından, “yeni bir
silahlanma yarışı”nı başlatacağı gerekçesiyle sert bir şekilde eleştirildi.
Putin, Rusya’nın da Polonya sınırlarına yakın coğrafyada orta menzilli
füze sistemlerinin konuşlandırılmasıyla karşılık verileceği tehdidinde
bulundu. Almanya’nın eski Şansölyesi Gerhard Schröder de ABD’nin
füze kalkanı projesinin gereksizliğine değinerek, bu yeni füzesavar
sistemi ile Doğu Avrupa barışını tehdit eden bir silahlanma yarışını
başlatacağını ileri sürerek, ABD’yi “mantıksız çevreleme politikası”
13
uygulamakla suçladı .
Putin, Nisan 2007 sonlarında Çek Cumhuriyeti Devlet Başkanı Vaclav
Klaus’la görüşmesinde, adı geçen füze savar sistemi konusunda
olumsuz tavrını sürdürerek, projeden vazgeçilmemesi halinde bu
sistemin “Urallara kadar olan Rus topraklarını da kontrol edebileceğini,
bu durumun taraflara yok etme” derecesinde tehlike yarattığını ifadeyle,
mutlaka karşı önlem alacaklarını açıkladı. Putin’in aynı günlerde Avrupa
Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA)’dan çekilebileceklerini
açıklaması da NATO cephesinde kaygı yaratmış, Rusya Dışişleri
Bakanı Sergey Lavrov, ilişkilerin çıkmaza girdiğini, anlaşmazlığın
Đstanbul Anlaşması’nın farklı yorumlanmasından kaynaklandığını ifade
14
etmişti .
13
“De Hoop Scheffer warnt vor Spaltung der Nato”, 12. Maerz 2007,
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,471203,00.html
Cenk Başlamış, “Nükleer Savaş Çıkabilir”, 30.04.2007,
http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?5117E65. Ayrıca bkz: “Putin
14
10
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Temmuz 2007 ayına gelindiğinde, “Doğu Avrupa ülkeleri Rusya arasına
15
mesafe koyuyor!” şeklindeki yazılarda artış kaydedildi . ABD, gerilimi
azaltmak için Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ı, Mayıs 2007’de
Moskova’ya gönderdi. ABD Dışişleri Bakanı Rice, Rusya Devlet
Başkanı Vladimir Putin ile görüşmesinde füze savunma sistemleri,
Kosova’nın bağımsızlığı, silahsızlanma anlaşmaları, Đran nükleer
sorunu gibi birçok konuda ikna etmeye çalıştı. Ancak Moskova’nın bu
16
konulara yaklaşımında bir değişiklik olmadığı açıklandı .
Ağustos 2007 içinde; Sovyetlerin dağılmasıyla durdurulan, 2006
başlarında da askıya alınan uzun menzilli füzeler taşıyan
Rus
uçaklarının düzenli uçuşlarının yeniden başlatıldığı duyuldu. Soğuk
Savaş’ın sona ermesinden sonra ilk kez, bu söz konusu uzun menzilli
füze taşıyan Rus uçakları, ABD askeri üslerinin bulunduğu Pasifik’teki
Guam Adası’na kadar uçtular. Đngiliz Savunma Bakanlığı, 6.9.2007
günü erken saatlerde, sekiz Rus bombardıman uçağına müdahale
edildiğini açıkladı. Aynı gün Norveç de erken saatlerde, sekiz Rus
uçağını takip etmek üzere dört savaş uçağını harekete geçirdi. Đngiliz
uçakları, Yorkshire bölgesinde, NATO Acil Müdahale Gücü’nün parçası
olan Leeming and Waddington üslerinden havalandılar. Rusya
Savunma Bakanlığı’nca 5 Eylül 2007 akşamı stratejik bombardıman
uçaklarının Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu ve Kutup Bölgesi’nde
“olağan karakol görevleri” yapılmaya başlandığı duyuruldu. Rus
uçakları yabancı bir devletin hava sahasına yaklaşmamasına rağmen,
hemen hepsi de NATO üyesi ülkelerin uçakları tarafından yakından
izlenmişti. Bu gelişmeler, Đngiltere ve Rusya arasındaki ilişkilerin Soğuk
Savaş Dönemi’nden beri en kötü seviyede seyrettiğinin işareti olarak
17
ileri sürüldü .
Ekim 2007’de ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Savunma
Bakanı Robert Gates Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin,
Rusya Dışişleri ve Savunma Bakanları ile sırasıyla görüşerek, Orta
Avrupa’daki “Füze Savunma Sistemi”nin Rusya’ya karşı olmadığını
beyhude yere anlatmaya çalıştılar. Rusya, ABD’nin füze savunma
sistemiyle ilgili planları uygulamak yerine Azerbaycan’daki bir erken
uyarı radar sisteminin ortak kullanıma açılmasını önerdi. ABD ise,
Azerbaycan’daki radarın fazla geniş bir ufku taradığını, Çek
AKKA’nın Askıya Alınmasını Onayladı”, 30.11.2007,
http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&haberID=408180
15
“Osteuropäer gehen auf Distanz zu Russland”, 14. Juli 2007,
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,494479,00.html
16
Faruk Akkan, “Rice ile Putin, Sadece Tansiyonu Düşürme Konusunda Anlaşabildi”,
16.05.2007, http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?51A1F1F
17
“NATO Semalarında Rus Uçakları”, 6.9.2007,
http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2007/09/070906_uk_russia.shtml
11
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
Cumhuriyeti’nde kurulacak sistemin çok daha dar bir odağı olacağını
18
belirtmekle yetindi .
“Füze Kalkanı” konusunda anlaşmaya varılamaz iken, Kasım 2007’de
Rus Meclisi, AKKA’dan çekilme kararını aldı ve bu karar 30.11.2007’de
19
Putin tarafından onaylandı .
“Füze Kalkanı” projesiyle ilgili tarafların zıtlaşması, 2-4 Nisan 2008
tarihleri arasında yapılan NATO’nun Bükreş Zirvesi’ne kadar hararetli
bir şekilde sürdü. Bükreş’teki konulardan da önemli biri bu proje idi.
Sonuçta bu projenin sadece Polonya ve Çek Cumhuriyeti ile sınırlı
kalmayarak, tüm NATO ülkelerini kapsaması konusunda, tüm üyelerin
desteklediği bir karar alındı. Hatta Türkiye, Bulgaristan, Romanya ve
Yunanistan’ın da koruma altına alınması için kısa menzilli füzelerden
20
oluşan ikinci bir sistemin daha kurulmasına karar verildi .
“Füze Kalkanı” projesi, bizzat ABD Başkanı Bush’un, NATO’nun Bükreş
Zirvesi’nin hemen ardından, 6 Nisan 2008’de Rus Devlet Başkanı Putin
ve Putin’den sonra görevi devralacak Medvedev’le görüşmesiyle yeni
ve daha ılımlı bir boyut kazandı. Bush – Putin görüşmesinin ardından
ortak basın toplantısında Putin, “Ortaklarımız sadece kaygılarımızı
anlamakla kalmadı, aynı zamanda bunları gidermeye çalışıyorlar!”
diyerek, ABD’nin “Füze Kalkanı” projesi üzerinde, “temkinli iyimserlik”
içerisinde bulunduğunu bildirdi. Başkan Bush ise, Moskova-Washington
ilişkilerinin geliştirilmesi çalışmalarına bundan sonra da devam
edeceklerini, “Füze Kalkanı”nın Rusya’ya karşı olmadığını, hatta ABD
ve Rusya’nın eşit ortaklı “Füze Kalkanı” sistemi yaratmayı umduklarını
21
ilave etti. Ancak, Putin bu görüşmeden sonra rahatlatıcı bir cevap
vermedi.
5. 2000’LĐ YILLARDA KARADENĐZ’DE STRATEJĐK HAMLELER
ABD’nin Orta Avrupa’da “Füze Kalkanı” kurma projesinin
duyulmasından önce Balkanlarda stratejik atılımlar attığı görüldü. Önce
Romanya ile, 6 Aralık 2005’te birçok üssün ABD tarafından
kullanılmasını kapsayan bir anlaşmayı imzalandı. Bu anlaşma ile ABD
ilk kez eski Varşova Paktı üyesi ülkelerden birinde askeri üs kurmuş
22
oldu . Daha sonra Bulgaristan da, “Bezmer” ve “Grafignatiev”
18
“Rusya’yı Đrkiltecek Açıklama”, 13.10.2007,
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/10/071013_russia_dissidents.shtml
19
“Putin AKKA’nın Askıya Alınmasını Onayladı”, agy.
20
“NATO’da Putin’den Son Gol”, Akşam, 4.4.2008, ss. 1 ve 18.
21
“Soçi’de Rusya ABD Zirvesi”, 6.4.2008,
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/04/080406_bush_putin.shtml
22
“USA richten erstmals Stützpunkte in Rumaenien ein”, 6. Dezember 2005,
http://www.welt.de/data/2005/12/06/814319.html
12
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
havaalanları ile “Nova Selo” askeri tesislerine ABD asker ve uçaklarının
konuşlandırılmasına ve bu alanların Amerikan üssü olarak
kullanılmasına izin veren anlaşma, 28 Nisan 2006’da Sofya’da
23
imzalandı .
Balkanlara ve Karadeniz’e hava ve kara üsleri ile giren ABD için asıl
önemli olan, “deniz kuvveti” ile girebilmekti. Bu maksatla ABD;
Karadeniz’in jeostratejik öneminin ve güvenliğinin ABD için son derece
önemli olduğunu ileri sürerek girişimlerini artırdı. Karadeniz’deki petrol
tanker trafiğine ya da ana yükleme/boşaltma tesislerine yapılacak bir
terör saldırısının bölge ülkelerinde bu enerji hammaddesini kullanan
ülkeler kadar, ekonomik etkileri nedeniyle ABD’nin de güvenliğini
etkileyeceğini iddiasıyla, Karadeniz’de donanma bulundurmak istedi.
Aslında Karadeniz havzası, ABD’nin dikkatini çekecek ölçüde istikrarsız
bir coğrafyadır. Bu sebeple NATO’nun Karadeniz’de varlık göstermek
istemesi ilk bakışta “gereksiz!” diye kestirilip atılamaz. Gürcistan-Güney
Osetya, Gürcistan-Abhazya, Gürcistan-Rusya ve Ukrayna ile Rusya
arasında Yuşenko dönemindeki gerilimler bir yana, Karadeniz’deki
önemli enerji transferi düşünüldüğünde, bu enerjiyi tüketen ülkelerin
çoğunluğunun da Avrupalı NATO ülkelerinin olduğu dikkate alındığında,
hele de NATO’nun son yıllardaki yeni stratejisinde terörün hedef
alındığı hatırlanırsa, NATO’nun Karadeniz’de yer alması son derece
“normal” olarak düşünülebilir. Zira ABD ve Avrupa, tükettikleri enerji
kaynaklarının mevcut bulunduğu bölgelerdeki istikrarsızlığın, kendilerini
olumsuz yönde etkileyeceği düşüncesinden hareketle, olası bir
24
istikrarsızlığı kabul etmeyecekleri açıktır .
Yukarıdaki düşünceleri de bahane eden ABD, NATO’nun Aktif Çaba
Harekâtı (Operation Active Endaveour)’yla, “sürekli bir operasyonel
faaliyetin kurumsal kimliği” ile evvelce gerçekleşmemiş bir şekilde
Karadeniz’e girmek niyetindeydi. Deniz güvenliği yanında, Karadeniz
jeopolitiğinde etkinlik mücadelesine de sahne olan bu girişimde
Karadeniz’e sahildar diğer ülkeler ABD’yi desteklerken, Türkiye ve
25
Rusya ilgi göstermedi . Zira Karadeniz’de zaten sahildar ülkelerce
2001 yılında kurulan “Karadeniz Görev kuvveti” (BLACKSEAFOR)
23
Burgaz bölgesindeki Aydost kenti yakınlarındaki askeri depoların Amerikan askerlerinin
hizmetine verilmesini öngören anlaşmanın geçerlilik süresi 10 yıl olmakla birlikte, bu süre
sonunda iki tarafın istemesi halinde 10 yıl daha uzatılabilecektir. Bkz: “ABD, Sofya’dan
Üsleri Aldı”, Akşam, 29.4.2006, s.17.
24
Serdar Kesgin, NATO-Rusya Đlişkileri, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Stratejik
Arştırma ve Uygulama Merkezi, Giresun, 2009, ss.81-82.
25
Ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, “Karadeniz Jeopolitiğinde Küresel Egemenlik
Mücadelesi”, 2023, 15.5.2006, s. 30.
13
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
26
mevcuttu . Daha sonra 2004 yılında Türkiye’nin inisiyatifi ile
Karadeniz’de terörist hareketleri kontrol ve önlemek maksadına yönelik
olarak “Karadeniz Uyum Harekâtı” (BLACKSEA HARMONY) da
27
kuruldu . Başlangıçta Türkiye ve Rus donanma unsurları var iken,
daha sonra Karadeniz sahildarı diğer ülkeleri de bu oluşuma katıldılar.
Karadeniz’e ABD’nin girmemesi yönünde Rus milli menfaatlerini
belirten bir Rus bilim adamı bunu şöyle açıklamaktadır: “Özellikle ABD
ve NATO, tabiri caizse, bu bölgeye girmek için çeşitli fırsatlar
aramaktadırlar. Başka bir deyişle, ilave enerji ve hammadde kaynakları
arayışı için ve aynı zamanda bölgede güç dengelerini değiştirmek için
ki, bu da temelde şu anda ilk olarak Rusya’nın direnç göstermesi ile
28
karşı karşıya kalmaktadır .”
Doğalgazın patronluğunu bırakmaya niyeti olmayan Rusya, Karadeniz
Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı (KEĐT)’nın Đstanbul’daki 15. Yıl Zirvesi’nde
bu niyetini bir kez daha gösterdi. Bölgede yoğun enerji rekabetinin
gölgesinde kalan zirvede, en önemli konu bölgedeki enerji projeleriydi.
Rusya Devlet Başkanı Putin de yaptığı konuşmada, enerji konusuna
özel önem atfetmiş ve “Karadeniz Enerji Çemberi Projesi” adıyla yeni
29
bir projeyi hayata geçirmeyi teklif etmişti . Karadeniz Enerji Çemberi
adlı proje, Rusya’nın bu alanda “Patron benim!” diye ortaya çıktığı,
enerji projelerine Karadeniz sahildarı ve enerji kaynaklarına sahip
olmayan ülkelerden başkasının sokulmak istenmedi bir görünüm verdi.
Putin ile Başbakan R.T.Erdoğan arasında gerçekleşen enerji
zirvesinde, ağırlıklı olarak, “Đkinci Mavi Akım hattı” ele alınmış,
Avrupa’daki gaz tekelini kaybetmek istemeyen Putin, mevcut Mavi Akım
hattının paraleline bir hat daha yapılarak, buradan Avrupa’ya Türkiye ile
birlikte gaz satışı yapılmasını önermiştir. Đtalyan ENI şirketinin deniz
altındaki hattı inşasını öngören projeye göre Türkiye, bu Mavi Akım-2
hattının geçiş ülkesi olacaktı. Enerji zirvesinde, AKP Hükümeti’nin
büyük önem verdiği, Rus ve Kazak petrolünün Ceyhan’a taşınmasını
öngören Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi de gündeme gelmiş,
Putin, Mavi Akım-2 hattında oluşturulacak ortaklığın, Samsun-Ceyhan
Petrol Boru Hattı’nda da yapılabileceğini bildirmiştir. Bu çerçevede
26
BLACKSEAFOR’un ayrıntıları için bkz: Akın Alkan, 21. Yüzyılın Đlk Çeyreğinde
Karadeniz Güvenliği, Nobel Yayın, Đstanbul, 2006, ss.34-38. Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz,
agm, ss.34-35.
27
Ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, Kafkaslardaki Sıcak Çatışmanın Karadeniz’e
Yayılan ‘Soğuk Savaş’ Esintileri”, 2023, s.19.
28
Alla A. Yazkova, agm, s. 92.
29
Sinan Ogan, “KEI Zirvesinin Ardından... Türk Rus Đlişkilerinde Enerji Temelli Sinyalleri”,
TURKSAM, 27.6.2007.
14
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Rusya, projeye ortak olunması halinde, Samsun-Ceyhan hattına petrol
30
verileceğini de ilave etmiştir .
Ancak, özellikle Avrupa kaynaklı basın tarafından Rusya ve Türkiye
doğalgaz
hatlarının
Avrupa’ya
ulaştırılmasında
“rakip”
gibi
gösterilmekteydi. Özellikle Nabucco projesi ile birlikte 2006 yılından beri
iki ülke arasında yeniden enerji temelli bir rekabet başladığı ileri
sürüldü. Rusya aslında, Mavi Akım-2 hattını önererek, bir bakıma
rekabeti ortaklığa dönüştürmek istemişti. Böylelikle hem Rus gazı ve
hem de Hazar bölgesi gazı Türkiye’ye iki farklı kaynaktan taşınarak
birleşecek, hem Türkiye, hem de Rusya kazanabilecekti. Aksi takdirde
Türkiye’nin Hazar havzasının enerji kaynaklarının değerlendirilmesi
uğruna oynanan büyük enerji oyununda yavaş yavaş devre dışı
kalabilecekti. Zira Hazar bölgesinin enerji kilidini açabilecek yegane
“maymuncuk” hala Rusya’nın elindeydi. Bu sebeple, Hazar
havzasındaki enerji oyununda Rusya ile zıtlaşmak yerine, ortak
çıkarların örtüştüğü projeler üzerinde anlaşmak, Türkiye’nin milli
31
menfaatleri açısından çok daha uygun gözüküyordu .
Türkiye ile Rusya ilişkileri 2009 yılı içerisinde olumlu yönde gelişmeye
başladı. 6 Ağustos’ta Ankara’yı ziyaret eden Rusya Başbakanı Putin’e
daha sonra Đtalya Başbakanı Berlusconi de katıldı. Bu ziyaret sırasında
Rusya ve Türkiye arasında çeşitli alanlarda işbirliğine ilişkin 20 belge
imzalandı. Bu işbirliği anlaşmalarından enerji ağırlıklı olanlar şöyleydi:
(1) Đki ülke arasında “doğalgaz ve petrol alanında işbirliği”
protokolleri.
(2) Türkiye’nin Karadeniz’deki “Münhasır Ekonomik Bölgesi”
(MEB)’nde ‘Güney Akım Projesiyle Đlgili Araştırmaların Yapılmasına Đzin
Veren Anlaşma’.
(3) ‘Nükleer Enerjinin Barışçıl Amaçlarla Kullanılmasına Đlişkin
Đşbirliği Anlaşması’, ‘Nükleer Kazaların Erken Bildirimi ve Nükleer
Tesisler Hakkında Bilgi Değişimi Anlaşması’, Nükleer Güç Mühendisliği
alanında Đşbirliği Protokolleri.
(4) Çalık Holding’in üstlendiği Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı
Projesi’ne Rusya’nın kaynak desteği vermesine ilişkin taahhüt.
(5) Türkiye’nin Rusya’dan Bakü Hattı üzerinden aldığı doğalgaz
anlaşmasının süresinin uzatılması.
30
Hüseyin Özay, “Putin: Đsteklerimiz Olursa Gazı Ucuzlatırız”, Akşam, 28.6.2007, s. 8
Sinan Ogan, “Guiseppe Verdin’in Nabucco Operası”, 6.2.2008,
http://www.turksam.org/tr/a1382.html
31
15
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
(6) TÜPRAŞ, TETAŞ, TPAO, AKSA ENERJĐ A.Ş, Postolgun Dış
Ticaret, Çalık Holding gibi şirketler Rus ortaklarıyla 8 belgenin
32
imzalanması .
Putin’in ziyaretinden yaklaşık 9 ay sonra, bu kez de Rusya Devlet
Başkanı Medvedev, 12-13 Mayıs 2010 tarihlerinde Türkiye’ye de resmi
bir ziyaret düzenledi. Bu ziyaret aslında Ağustos 2009’da Rusya
Başbakanı Putin’in Ankara ziyaretinin bir “tamamlayıcısı” gibiydi. O gün
konuşulan ve imzalanan bazı mutabakat metinlerinin bir kısmı
anlaşmaya dönüştü. Đki ülke arasında belirli ölçülerde vize muafiyeti
uygulanması için çalışmalara başlanmasına karar verildi. Önemli
projelerden; (a) Samsun-Ceyhan petrol boru hattının inşası, MAVĐ
AKIM-2 doğalgaz boru hattı ve ilki Mersin Akkuyu’da inşası düşünülen
33
nükleer enerji santralleri konusunda olumlu ilerlemeler kaydedildi.
Hatta bu gelişmeler biraz da abartılarak “Türkiye-Rusya stratejik
ortaklığı” gibi basına yansıtıldı. Gerçi “stratejik ortaklık” olmasa da, iki
ülke ilişkilerinin gelişmesi hem bölge istikrarı açısından, hem de iki
ülkenin ekonomik değerlerini daha iyi değerlendirebilmeleri açısından
örtüşen alanlar bulunmasına vesile olmuştur. Bundan sonra Rusya’dan
çok daha fazla sayıda turist gelmesi mümkün olabilecektir.
6. ORTA AVRUPA’DAN ROMANYA’YA KAYAN FÜZE KALKANI
PROJESĐ
Romanya Devlet Başkanı 4 Şubat 2010’da, ülkede ABD’nin
yerleştirmek istediği füze savunma sisteminin Romanya Savunma
34
Komitesi tarafından kabul edildiğini açıkladı. Aslında böylesi bir
gelişme yeni değildi. Temmuz 2009’da Rus Devlet Başkanı
Medvedev’le Moskova’daki görüşmesinde, Rus devlet adamını ikna
edemeyen ABD Başkanı Barack Obama, konuyla ilgili ilk
açıklamasında, 2005 yılından beri Doğu Avrupa ülkelerinde (Polonya ve
Çek Cumhuriyeti) tesisi planlanan, stratejik-balistik füzelere karşı
savunma sistemi “Füze Kalkanı” projesini “geçiştirmeye” kalkmıştı.
Çünkü Rusya’nın itirazları son derece güçlü ve ısrarda devam hali,
Güney Osetya sebebiyle çıkan Rusya-Gürcistan çatışmasının
benzerlerini yaşatabilirdi.
32
Abdullah Karakuş, Gülçin Üstün, Bahar Bakır, “Üç Başbakandan Enerjide Tarihi Đmza”,
Milliyet, 7.8.2009. Putin’in ziyareti ile ilgili ayrıntılar için ayrıca bkz: Celalettin Yavuz,
“Rusya – Türkiye Yakınlaşması: Bir Jeopolitik Değerlendirme”, Jeopolitik, Yıl 8, sayı 68,
Eylül 2009, s. 17-26.
33
“Nükleerde Tarihi Đmza”, 13.05.2010, http://www.stargazete.com/ekonomi/nukleerdetarihi-imza-haber-261718.htm
34
“Moskau fordert US-Erklärung wegen Raketenstationierung in Rumänien”, 05.02.2010,
http://derstandard.at/1263706841658/Moskau-fordert-US-Erklaerung-wegenRaketenstationierung-in-Rumaenien
16
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Obama tarafından 16 Eylül 2009’da, anılan “Füze Kalkanı” projesinin
Orta Avrupa’da tesisinden vazgeçildiği, bu projenin NATO’nun
güneyine-güneydoğusuna kaydırılacağı bildirildi. Haberle birlikte anılan
projenin Türkiye’ye kaydırılacağı ileri sürülerek yeni bir tartışma
35
yaratıldı. Bu silahların temini için 7.8 milyar dolarlık bir maliyetin
36
varlığından söz edilmişti .
Bu gelişme hemen Türk kamuoyunda sorgulanmaya başlandı. Daha
işin aslı belli olmadan, Doğu Avrupa’dan vazgeçilen “Füze Kalkanı”nın
Türkiye’de kurulmasıyla Türkiye’nin büyük bir silahlanma yükü altına
girdiği konusu tartışmaların odağı haline geldi. Patriotların orta menzilli
ve bölgesel bir hava savunma sistemi olması, yani “Füze Kalkanı” tesis
edebilecek yeteneklerden mahrum olduğu bir türlü kamuoyunu
inandıramadı. Nihayet Genelkurmay Başkanlığınca konuya açıklık
getirilerek, bir milyar dolar olarak açıklanan, orta mesafeli hava
savunma sistemi “Füze Kalkanı”ndan farklı bu proje olup, tedarik işlemi
de Savunma Sanayi Müsteşarlığı tarafından yapılmakta olduğu,
37
bildirildi .
Bu açıklamanın yapıldığı günlerde, ABD’nin önemli düşünce
kuruluşlarından Alman Marshall Fonu uzmanı Ian Lesser, Doğu
Avrupa’ya füze kalkanı projesinden vazgeçen Amerikan yönetiminin
Doğu Akdeniz’deki yeni füze ve hava savunma girişimlerini hayata
geçirmesinde Türkiye’nin, NATO ile birlikte, ‘öncü rol’ oynayabileceğini
38
öne sürdü . Bu sebeple konu devamlı gündemde kalmasa da,
unutulmadı da… Türkiye’de olmasa bile yakın coğrafyada, yani
Balkanlarda olabileceğine ilişkin değerlendirmeler yapılmaya devam
etmişti.
Füze Kalkanı ile ilgili son sözler söylenmemiş olsa da, ortaya çıkan bir
gerçek vardı: Barack Obama ile birlikte ABD’nin Rusya’ya karşı yeni dış
politikasında baskı yerine, “alışılmış iş görüşmeleri” gibi, yeni ve
39
uzlaşmaya dayalı bir normalizasyona girilmişti .
Ancak, Romanya’dan yapılan açıklama gene de “sürpriz!” sayılabilecek
kadar şaşırtıcı oldu. Daha doğrusu, zamanlama açısından biraz erken
35
Yigal Schleifer, “Turkey: Is Ankara set to become a vital player in revamped US AntiMissile Shield?”, 25.9.2009,
http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav092509.shtml
36
“Füze Kalkanı”, Derya Sazak, Milliyet, 15.9.2009.
37
Türkiye’nin hava savunma sistemiyle ilgili yeterli bilgiler için bkz: Celalettin Yavuz,
“Doğu Avrupa – Đran Üzerinden ABD-Rusya ‘Đkili Oyunu’ ve Türkiye”, Eko Enerji, Yıl 3,
sayı 35, Kasım 2009, ss. 41-42.
38
“Lesser, Kalkan için Türkiye’yi Adres Gösterdi”, Zaman, 30.9.2009.
39
Dmitry Trenin, “A New and Modern Foreign Policy”, 14.05.2010,
http://www.themoscowtimes.com/opinion/article/a-new-and-modern-foreignpolicy/405955.html
17
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
bulundu. ABD hava savunma şemsiyesinin 2015 yılında harekata hazır
olmasını öngörmektedir. Hem ABD, hem de Romanya ısrarla bu
savunma şemsiyesinin Rusya’ya karşı olmadığını vurgulamaya
çalışmaktadır. ABD, buna ilaveten denizde ve karada konuşlu güdümlü
mermi savunma sistemi de planlamaktadır. Bunlar her şeyden önce
Đran’dan olası füze taarruzlarına karşı olacakmış. Buna rağmen Rusya
plana kuşkuyla bakmaya devam etmektedir. Bu bağlamda ilk ses,
olayın duyulmasından bir gün sonra Alman Dışişleri Bakanı Guido
Westerwelle ile Almanya’da görüştükten sonra Rus Dışişleri Bakanı
Sergey Lavrov’dan, basın toplantısı sırasında duyuldu. Lavrov, ABD’nin
bu yeni hava savunma sistemi projesini kendilerine etraflıca
40
açıklamalarını beklediklerini söyledi .
Romanya’da kurulması öngörülen yeni “Füze Kalkanı”sisteminin
karadan ve denizden de güdümlü mermilere karşı savunma
sistemleriyle desteklenmesi de öngörülmekte imiş. Bunun anlamı;
Karadeniz “Deniz Harekat Alanı”nın silahlanması demektir. Yani, şayet
bu sistem NATO ve AB ülkeleri tarafından da onay bulursa,
Karadeniz’de soğuk savaş sonrası başlayan “istikrar” tehlikede
demektir. Romanya’nın ABD tarafından silahlandırılması, bu
silahlanmanın Karadeniz’in deniz coğrafyasına da sarkması, ister
istemez
Rusya’nın
da
aynı
coğrafyada
silahlanmasını
gerektirebilecektir. Tabii Türkiye’nin de bu “istikrarlı” coğrafyada
41
yeniden silahlanması söz konusu olabilecektir .
7. 2010’LU YILLARA GĐRERKEN RUSYA’NIN YENĐ ASKERĐ
‘TAARRUZĐ’ KARAKTERLĐ ASKERĐ STRATEJĐ
Romanya’daki “Füze Kalkanı” projesi açıklandıktan bir gün sonra, 5
Şubat 2010’da sanki bu habere nazire yapılırcasına, Rusya’nın eskisine
oranla “taarruzi” karakter taşıyan yeni askeri doktrini açıklandı. Rusya
Devlet Başkanı Dimitry Medvedev, herhangi bir mütecavizin Rusya’ya
ya da müttefiklerine yönelik nükleer silah, ya da KĐS saldırı ihtimali
karşısında Rusya’nın nükleer silah kullanmasını öngören yeni askeri
stratejiyi, 5 Şubat 2010’da imzaladı ve tüm dünya bundan aynı gün
haberdar oldu. Yeni savunma doktrininde öne çıkan hususlar özetle
şöyledir:
A. NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin Rus sınırları önüne
kadar gelmesi hali “Ana tehdit” olarak kabul edildi.
40
“Moskau fordert US-Erklärung wegen Raketenstationierung in Rumänien”, agy.
Celalettin Yavuz, “Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini ve Karadeniz’de Rusya-ABD Yeni
Çatışma Alanları”, 06.02.2010, http://www.turksam.org/tr/a1911.html
41
18
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
B. Rusya, muhtemel bir “Füze Savunma Sistemi”ne erişilmesi
halinin, küresel anlamda silahlanma dengesini bozacağı ve denge
prensibine zarar vereceği, dolayısıyla da kendi güvenliğini tehlikeye
sokacağı endişesini taşımaktadır.
C. Rusya ayrıca, uzaydaki silahlanma ve sahiplenme ile ilgili
iddiaların da Rusya ya da müttefiklerine karşı tehdit olarak
değerlendirmektedir.
Her ne kadar yeni askeri doktrin yukarıdaki gibi kabul edilse de, ABD ile
yürütülmekte olan nükleer silah başlıklarının azaltılması görüşmelerinin
bu doktrinden “bağımsız” olduğu da ileri sürüldü. Rusya’nın
açıklamasına göre yeni askeri doktrin her şeyden önce caydırıcılığa
hizmet edecek, ancak ABD ile Aralık 2009’de imzalanan stratejik
taarruz silahlarının azaltılmasını öngören START-Anlaşmasının devamı
42
üzerinde de çalışmalar sürdürülecektir .
Rusya’nın yeni askeri doktrininin, nükleer caydırıcılığı esas aldığı ve
2020 yılına kadar geçerli olacağı belirtildi. Rusya’nın bir önceki askeri
doktrini de 10 yıl önce (2000 yılında) kabul edilmişti. Önceki askeri
doktrinin temel özelliği savunma ağırlıklı özellik taşıması ve savaş hali
43
için “ihtiyaç” durumunda hazırlık yapılması hedeflenmesiydi .
8. SĐVASTOPOL DENĐZ ÜSSÜ ÜZERĐNDE ANLAŞMA - RUSYA’DAN
YENĐ BĐR STRATEJĐK HAMLE
Rusya Devlet Başkanı Dimitry Medvedov, Ukrayna’nın yeni
Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i 20-21 Nisan 2010 tarihlerinde
ziyaret ederek Sivastopol’deki eski Sovyet Karadeniz Donanması’na ait
Sivastopol üssüyle ilgili sorunu çözdü. Ukrayna bu anlaşma ile
Rusya’dan ihraç edilen doğalgazı yaklaşık %30 daha normal piyasa
fiyatlarının altında alma şansını yakalarken, Rusya da Sivastopol’de
Karadeniz Filosu için 2017’de sona erecek üs kiralama imkanını 25 yıl
daha uzatma fırsatını buldu. Üstelik 5 yıl daha “seçenekli” olarak.
Rusya bu ziyaret sonrasında Ukrayna’da 40 milyar dolarlık bir yatırım
44
yapmaya da karar verdi .
“NATO karşıtı” olarak bilinen Yanukoviç, bu özelliği ile Şubat 2010
devlet başkanlığına seçildi. Bu seçimler öncesinde Rusya’nın, Ukrayna
ile “doğalgaz savaşında” uyguladığı ve Ukrayna’nın önceki yönetimini
42
“Moskau verordnet sich neuen Atomwaffen-Einsatzplan”, 05.02.2010,
derstandard.at/1263706877156/Moskau-verordnet-sich-neuen-Atomwaffen-Einsatzplan
43
“Medvedev, Yeni Askeri Doktrini Onayladı”, Zaman, 05.02.2010.
44
James Marson and Jacob Gronholt-Pedersen, “Ukraine Fleet Deal Expands Russia's
Regional Reach”, 21.04.2010, http://online.wsj.com/article/SB100014240
52748704133804575197923257073744.html?mod=WSJ_World_LEFTSecondNews
19
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
“dize getiren” politikasının da payı çok büyüktür. Bir bakıma Rusya; “Al
doğalgazı, ver askeri üssü!” dedi ve sonuçta böylesi bir pazarlık
gerçekleşti. Artık Rusya’nın Abhazya sahillerinde Karadeniz Filosu için
kurmayı düşündüğü alternatif bir askeri üs için acele etmesine gerek
kalmadı.
Bundan böyle “NATO’nun Doğuya doğru genişlemesi” Rusya’ya
rağmen gerçekleşse bile, Rus Karadeniz Filosu’nu (bir zamanlar
Karadeniz Donanması idi) bir çırpıda Sivastopol’den “kapı dışarı etmek”
mümkün olamayacaktır. Rus Karadeniz Filosu, en azından 25-30 yıl
üs/barınma kaygısı duymayacaktır. Bu ise, Rusya’nın Karadeniz’de
silahlanma faaliyetlerini bir süre daha erteletebilecektir.
Bu anlaşma sonucunda Slav dünyasının birbirlerine en yakın iki
ülkesinin, ayrılmak bir yana, yeniden bir araya gelmekte olduklarını
söylemek mümkündür. Sınırları farklı, ancak siyasi kararlarda
paralellikler bundan böyle daha belirgin hale gelebilecektir. Bunun
anlamı ise, bundan sonra Ukrayna’da çok önemli değişiklikler olmazsa,
“NATO’nun doğuya doğru genişlemesi” Ukrayna’ya uğramadan
geçecek demektir. Bu siyasi konjonktür, NATO ve AB üyesi olmak için
çırpınan Gürcistan’ı da olumsuz etkileyecektir. Bir başka ifadeyle
Rusya, ABD’nin Romanya ve Bulgaristan’da 2005-2006 döneminde
kiraladığı kara ve hava üslerine, Karadeniz strateji oyununda geride
kalmayacağının mesajını Sivastopol’den verdi.
Medvedev’in hamlesinin ardından Ukrayna Rus Başbakan Putin,
Gazprom Başkanı Alexi Miller ve Demiryolları Genel Müdürü Vladimir
Jakunin de dahil olduğu bir ekonomi gurubu ile 25 Nisan’da Viyana’ya
giderek, Avusturya ile doğalgazda “Güney Akım” projesinin son
engellerini ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu arada Moskova’dan Viyana’ya
kadar da demiryolu hattını uzatmak istediğini, yılda 200 binin üzerinde
45
Rus’un Viyana’yı ziyaret ettiğini belirtti .
SONUÇ
Gürcistan’daki Güney Osetya krizinin yarattığı etki ve Obama’nın yeni
dış politika anlayışıyla, ABD’nin Rusya üzerindeki baskısı yerini genel
bir işbirliğine bıraktı. Rusya, Gürcistan’da kazandığı stratejik üstünlüğü,
karşılıklı ilişkileri bozmaksızın, ancak ekonomik ve siyasi alandaki
ataklarıyla sürdürdü. Bu atakları komşusu ve enerji ihtiyacı olan, bir
bakıma Rusya’ya enerji yönünden bağımlı Avrupa ile de sürdürmeye
46
devam etti .
45
Rusya-Ukrayna Sivastopol anlaşması için bkz: Celalettin Yavuz, “Sivastopol Üssü ve
Güney Akım’da Hareket: Rusya’dan Stratejik Hamleler”, TÜRKSAM web sayfası,
http://www.turksam.org/tr/a2007.html, 22.04.2010.
46
Dmitry Trenin, a.g.e.
20
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Rusya - Ukrayna uzlaşması, zaten var olan “Slav Kardeşliği” ile
Karadeniz’de stratejik dengede Rusya’yı öne çıkarırken, ABD’yi ise
tam aksine biraz daha arka plana itmiştir.
Ukrayna-Rusya yakınlaşması Türkiye açısından olumlu bir seyir
izlemektedir. En azından Kırım Özerk bölgesinde, Stalin döneminde
Kırım’dan sürülen Türklerin geri dönüşüyle, yeniden iskanıyla ve cami
inşası gibi konularda iyileşme emareleri gözle görülür şekilde
artmaktadır.
Rusya’nın bu hamlesine karşılık ABD Romanya’da füze kalkanı projesi
konusunda ısrarcı olursa, “Barış ve Đstikrar Denizi” olarak düşünülen
Karadeniz, yeniden bir husumet ve tehditler denizi haline gelebilir.
Türkiye, bu konuda AB’nin güçlü ülkelerini de yanına alarak, kulis
yapmalı ve yeni bir çatışma alanı oluşmaması için AB ve NATO
ülkelerini inandırmaya çalışmalıdır. Bilindiği üzere Rusya’nın “çağdışı”
gemileri için Ukrayna’nın Sivastopol’daki askeri üssü 1917’ye kadar
kullanma hakkı vardır. Bu tarihe kadar “çağdaş” harp silah ve
araçlarıyla değişim yaşanması son derece mümkündür. Üstelik
Ukrayna’da “Turuncu Devrim”lerin uzun ömürlü olmadığı da
anlaşılmışken!
Ukrayna’da kaybedilen “kale”, Kırgızistan’da Bakiyev’in hadiseli gidişi,
Gürcistan’da Rusya’nın ısrarı ile Rusya, Karadeniz ‘Strateji Oyunu’nda
birkaç adım öne çıkmıştır. Üstelik bu oyunculuğunu, NATO üyesi
Türkiye ile enerji ağırlıklı sahalarda kurmakta olduğu güçlü ekonomik
ortaklıklarla da pekiştirmektedir. Rusya’nın yakın çevresindeki ülkelerle
örtüşen çıkarlara dayalı ekonomik ilişkileri artırması, Rusya ve Orta
47
Asya’da bilinen “Yakın komşu uzak akrabadan iyidir!” şeklindeki bir
ata sözüne uymakta olduklarını akla getirmektedir.
Bu peş peşe atılan Rus hamlelerine muhtemeldir ki ABD, eski Sovyet
coğrafyasındaki başka ülkelerden (Orta Asya ülkeleri ve Belarus gibi)
çıkarmaya, satrancın diğer oyuncusu olma rolünü sürdürmeye
çalışacaktır. Bu arada Gürcistan’ın bölgede sığınabileceği tek ve en
güvenli liman ise Türkiye olmaktadır.
Güney Akım’la ilgili gelişmeler ise, zaten GKRY’nin ayak diremesi
sebebiyle atıl hale gelen, Türkiye’nin desteklediği “Nabucco” projesini
biraz daha gerilere itebilecektir.
47
Aleksandr Knyazev, “Orta Asya’daki Jeopolitik Süreç Bağlamında Karadeniz Bölgesi”,
”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (27-28 Mart 2008) – Sempozyum Bildirileri,
(Haz: Pınar Yürür, Yalçın Sarıkaya, Aigerim Shilibekova), Giresun Üniversitesi., 2008, s.
108.
21
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
KAYNAKÇA
Abdullah Karakuş, Gülçin Üstün, Bahar Bakır, “Üç Başbakandan
Enerjide Tarihi Đmza”, Milliyet, 7.8.2009.
Akın Alkan, 21. Yüzyılın Đlk Çeyreğinde Karadeniz Güvenliği, Nobel
Yayın, Đstanbul, 2006.
Akşam, “ABD, Sofya’dan Üsleri Aldı”, (29.4.2006).
Akşam, “NATO’da Putin’den Son Gol”, (4.4.2008)
Aleksandr Knyazev, “Orta Asya’daki Jeopolitik Süreç Bağlamında
Karadeniz Bölgesi”, ”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (2728 Mart 2008) – Sempozyum Bildirileri, , Giresun Üniversitesi., 2008.
Alla A. Yazkova, “Karadeniz Bölgesi’nde Rusya’nın Başlıca Çıkarları ve
Siyaseti”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (27-28 Mart 2008)
– Sempozyum Bildirileri, Giresun Üniversitesi., 2008.
Burcu Çörten, Güncel Karadeniz Jeopolitiği, Giresun Üniversitesi,
Karadeniz Stratejik Araştırma ve Uygulama merkezi, Giresun, 2009.
Celalettin Yavuz, “Karadeniz
Mücadelesi”, 2023, 15.5.2006.
Jeopolitiğinde
Küresel
Egemenlik
Celalettin Yavuz, “Rusya – Türkiye Yakınlaşması: Bir Jeopolitik
Değerlendirme”, Jeopolitik, Yıl 8, sayı 68, Eylül 2009.
Celalettin Yavuz, “Doğu Avrupa – Đran Üzerinden ABD-Rusya ‘Đkili
Oyunu’ ve Türkiye”, Eko Enerji, Yıl 3, sayı 35, Kasım 2009.
Celalettin Yavuz, Avrasya’da Türk Jeopolitiği: Türklere Açılan Geniş
Ufuklar, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010.
Cumhuriyet, “ABD Gürcistan’da Kalıcı”, (19.1.2004).
Derya Sazak, “Füze Kalkanı”, Derya Sazak, Milliyet, 15.9.2009.
Fırat Purtaş, “Şanghay Beşlisi’nden Şanghay Đşbirliği Örgütüne: Orta
Asya’da Rus-Çin Stratejik Ortaklığı”, 2023, 15 Ocak 2004, Sayı 33.
Hüseyin Özay, “Putin: Đsteklerimiz Olursa Gazı Ucuzlatırız”, Akşam,
28.6.2007.
Rajan Menon and Alexander Motly, “Why Russia is Really Weak”,
Newsweek, September 25.
Serdar Kesgin, NATO-Rusya Đlişkileri, Giresun Üniversitesi, Karadeniz
Stratejik Arştırma ve Uygulama Merkezi, Giresun, 2009.
22
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri
Sinan Ogan, “KEI Zirvesinin Ardından... Türk Rus Đlişkilerinde Enerji
Temelli Sinyalleri”, TURKSAM, 27.6.2007.
Zaman, “Lesser, Kalkan için Türkiye’yi Adres Gösterdi”, (30.9.2009).
Zaman, “Medvedev, Yeni Askeri Doktrini Onayladı”, (05.02.2010).
Đnternet Siteleri:
Remzi Güleç. “Türk Dünyasının Gündeminde Tartışılan Meseleler”,
(2.10. 2006) host.nigde.edu.tr/~remzikilic/yayinlar/turkdunmesele.htm
“Rusya’nın Türkmenistan’dan Alacağı Doğalgaza Yüksek Zam”,
5.9.2006, (Erişim: 30.9.2006),http://www.petrogas.com.tr/modules.php?
name=News& file=article&sid=2721
Jephraim P. Gundzik, “More Conflict than Camaraderie Between
Moscow and Washington”, 11 July 2006,
pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=524&language_id=1
“USA
dürfen
Militärbasis
weiter
nutzen”,
25.06.2009,
http://derstandard.at/1245820058989/Kirgistan-USA-duerfenMilitaerbasis-weiter-nutzen
Nejat Eslen, “Yeni ‘Soğuk Savaş’ Dönemi mi?”, (Erişim: 27.9.2006)
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=186467,
“De Hoop Scheffer warnt vor Spaltung der Nato”, 12. Maerz 2007,
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,471203,00.html
Cenk
Başlamış,
“Nükleer
Savaş
Çıkabilir”,
30.04.2007,
http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?5117E65.
“Putin AKKA’nın Askıya Alınmasını Onayladı”, 30.11.2007,
http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&haberID=4
08180
“Osteuropäer gehen auf Distanz zu Russland”, 14. Juli 2007,
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,494479,00.html
Faruk Akkan, “Rice ile Putin, Sadece Tansiyonu Düşürme Konusunda
Anlaşabildi”, 16.05.2007,
http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?51A1F1F
“NATO Semalarında Rus Uçakları”, 6.9.2007,
www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2007/09/070906_uk_russia.shtml
“Rusya’yı Đrkiltecek Açıklama”, 13.10.2007,
bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/10/071013_russia_dissidents.shtml
23
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24
Celalettin Yavuz
“Soçi’de Rusya ABD Zirvesi”, 6.4.2008,
www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/04/080406_bush_putin.shtml
“USA richten erstmals Stützpunkte in Rumaenien ein”, 6. Dezember
2005, http://www.welt.de/data/2005/12/06/814319.html
Sinan Ogan, “Guiseppe Verdin’in Nabucco Operası”, 6.2.2008,
http://www.turksam.org/tr/a1382.html
“Nükleerde Tarihi Đmza”, 13.05.2010,
www.stargazete.com/ekonomi/nukleerde-tarihi-imza-haber-261718.htm
“Moskau fordert US-Erklärung wegen Raketenstationierung in
Rumänien”, 05.02.2010, http://derstandard.at/1263706841658/Moskaufordert-US-Erklaerung-wegen-Raketenstationierung-in-Rumaenien
Yigal Schleifer, “Turkey: Is Ankara set to become a vital player in
revamped
US
Anti-Missile
Shield?”,
25.9.2009,
www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav092509.shtml
Dmitry Trenin, “A New and Modern Foreign Policy”, 14.05.2010,
www.themoscowtimes.com/opinion/article/a-new-and-modern-foreignpolicy/405955.html
Celalettin Yavuz, “Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini ve Karadeniz’de
Rusya-ABD
Yeni
Çatışma
Alanları”,
06.02.2010,
www.turksam.org/tr/a1911.html
“Moskau verordnet sich neuen Atomwaffen-Einsatzplan”, 05.02.2010,
http://derstandard.at/1263706877156/Moskau-verordnet-sich-neuenAtomwaffen-Einsatzplan
24
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRKĐYE’NĐN KÜRESEL ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ REJĐMĐ
ĐÇERĐSĐNDEKĐ KONUMU
Yrd.Doç.Dr.Pınar BAL∗
ÖZET
Günümüzün en ciddi küresel sorunlarından biri olan iklim değişikliği ile mücadelede, 20.
yüzyılın sonlarındaki uluslararası anlaşmalar sayesinde, ülkeler arasında bir işbirliği
ortamı sağlanmıştır. Bu bağlamda, düşük karbon ekonomisine geçiş için ülkeler
gelişmişlik seviyeleri doğrultusunda farklı sorumluluklar almışlardır. Bu makalenin amacı
günümüzdeki küresel iklim değişikliği rejimini açıkladıktan sonra, Türkiye’nin bu rejim
içerisindeki konumunu tanımlamak, bu konum ile ilgili sıkıntıların altını çizerek ileriye
dönük bir perspektif çizebilmektir.
Anahtar Kelimeler: Đklim Değişikliği, Küresel Đklim Değişikliği Rejimi, Kyoto Protokolü,
Düşük Karbon Ekonomisi, CO2 Salımı.
ABSTRACT
The end of the 20th century has witnessed international cooperation on climate change
which has emerged to be one of the biggest problems of the present day. Countries of
the world have taken different responsibilities in parallel with their development levels
with the aim of transforming their economies to a low carbon future. Thus, after explaining
the current global climate change regime, the aim of this article is first to explain Turkey’s
position within this regime and then to put forward the problems concerning its position as
well as coming up with a future perspective for Turkey.
Key words: Climate Change, Global Climate Change Regime, Kyoto Protocol, Low
Carbon Economy, CO2 Emissions.
GĐRĐŞ
Đklim değişikliği 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana, dünyanın
karşılaştığı en önemli çevre sorunu olarak gündeme yerleşmiştir.
Uluslararası Đklim Değişikliği Panel’inin 2007 yılındaki son raporuna
1
göre , gerekli önlemler alınmadığı takdirde dünyamızın 2050 yılına
kadar 4-4.5 derece, 2100 yılına kadar ise 4.5 ile 6 derece arasında
ısınması beklenmektedir. Sayısal anlamda böyle bir artışın önemli
olmayacağı düşünülse dahi, dünya ve insanlık üzerindeki geri
∗
Beykent Üniversitesi, Uluslararası Ticaret Bölümü, [email protected]
IPCC (2007). Intergovernmental Panel on Climate Change: Fourth Assessment Report
(AR4).
1
Pınar Bal
dönülemez ve zarar verici etkisinin büyüklüğü iklim değişikliği sorununu
sadece bir çevre sorunu olmaktan çıkarmaktadır.
Đklim değişikliği sonucu artması beklenen sıcaklıkların doğal süreçleri
ve doğal hayatı etkileyerek, dünya üzerindeki yaşamı olumsuz yönde
değiştirmesi beklenmektedir. Artan sıcaklıkların; bazı bölgelerde
yağışların fazlalaşmasına ve sellerin sıklaşmasına ya da diğer
bölgelerde yağışların azalmasına sebep olacağı tahmin edilmektedir.
Her iki durumda da tarımsal alanlarda ve ürünlerde değişiklik
yaşanacak, su sorunu büyüyecek, ticari dengeler değişecek ve bu
durum tüm dünya ekonomisini etkileyecektir. Fırtına ve kasırga gibi
artan doğa olayları, içme suyu sorunu, zarar görmüş ekosistem ve
deniz suyu seviyesi artışları beraberinde göçü hızlandırarak doğal
kaynakların paylaşımı konusunu tekrar gündeme getirecek ve meseleyi
2
politik platforma da taşıyacaktır .
Görüldüğü gibi iklim değişikliği maalesef sadece bir çevre sorunu değil,
aynı zamanda ticari, ekonomik, sosyolojik ve politik bir sorun olarak
dünyamızı tehdit etmektedir. 18.yüzyıl sonrasındaki sanayileşme süreci
ile atmosfere taşıyabileceğinden fazla sera gazı ve özellikle karbon
dioksit (CO2) salınmış, atmosferdeki CO2 artışı ise sıcaklıklardaki
yükselişi tetiklemiştir. Günümüzde ekonomik büyümenin devam etmesi
beklendiğinden, önlem alınmadığı takdirde, atmosferdeki sera
gazlarının ve sıcaklıkların artmaya devam etmesi beklenmektedir. Tüm
bu gerçeğin ardında aslında ekonomik gelişme ve CO2 arasındaki tarihi
bağ yatmaktadır.
Atmosferdeki sera gazlarının artmasının başlıca sebepleri fosil yakıtlar,
arazi kullanımındaki değişikler, ormansızlaşma ve yanlış tüketim
alışkanlıkları olarak özetlenebilir. Đklim değişikliği ile mücadele bu
konularda tedbir alınmasını gerektirmektedir. Bu sebeple günümüzde
düşük karbon ekonomisine geçiş tek çözüm olarak görülmektedir.
Düşük karbon ekonomisinde büyüme devam etmesine rağmen,
atmosfere salınan CO2 düşüş göstermektedir. Burada önemli olan
husus, sadece birkaç ülkenin değil, tüm ülkelerin düşük karbon büyüme
modelini benimsemesidir. Zira sorunun kaynağı nerede olursa olsun,
etkisi tüm gezegene yayılmaktadır. Đklim değişikliği bu özelliği ile
bölgesel bir sorun değil, aksine küresel bir sorundur. Bu sebeple de
küresel çözümler gerektirmektedir.
2
YAMIN, Farhana. & DEPLEDGE, Joanna. (2004). The International Climate Change
Regime.
26
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
1. ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ ĐLE MÜCADELEDE KÜRESEL ÇÖZÜMLER
Đklim değişikliğine ilişkin bilimsel araştırmalar 1960’larda hız kazanmıştır.
Bu yıllarda, dünyada çevre sorunlarına karşı ilgide artış yaşanmıştır.
Bölgesel ve küresel çevre sorunları ile etkin bir şekilde baş edebilmek
amacı ile ilk küresel girişim 1972’de Đsveç’in başkenti Stockholm’de
toplanan Birleşmiş Milletler Đnsan Çevresi Konferansı ile gerçekleşmiştir.
Stockholm Konferansı diye de anılan bu konferans uluslararası çevre
3
hukukunun başlangıcı olarak kabul edilmektedir .
20 yıl sonra Brezilya’nın başkenti Rio de Janerio’da gerçekleştirilen
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı da dünyadaki çevre
hareketi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Rio Yeryüzü Zirvesi
olarak da anılan bu konferansa 172 ülke en üst düzeyde katılmıştır. Bu
konferansta, hükümetler sürdürülebilir gelişme kavramı ile tanışmış,
ekonomik
kararların
alınmadan
önce
çevresel
etkilerinin
4
değerlendirilmesi konusunda mutabık kalmışlardır . Birleşmiş Milletlerin
çevre konularında küresel anlamda liderliğinin kabulü anlamında da
gerek Stockholm Konferansı ve gerekse Rio Yeryüzü Zirvesi önemli
olmuştur. Bu önemli toplantılar daha sonraki anlaşmalara zemin
oluşturmuştur.
A. Birleşmiş Milletler Đklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
Rio Yeryüzü Zirvesi’nde, yine Birleşmiş Milletler tarafından, Đklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (ĐDÇS) imzaya açılmıştır. ĐDÇS’nin
amacı atmosferdeki sera gazı oranlarını düşürerek belli bir seviyede
tutabilmektir. ĐDÇS uluslararası ilk çevre sözleşmesidir. Bu bağlamda
5
genel ilkeleri, stratejileri ve ülkelerin yükümlülüklerini düzenlemiştir . Bu
özellikleri sebebiyle çok önemlidir. Sonraki yıllarda gerçekleşecek olan
Kyoto Protokolü’nün yolunu açmıştır.
ĐDÇS, ülkeleri gelişmişlik seviyelerine göre gruplara ayırmıştır. Doğal
olarak atmosferde artan CO2 miktarından gelişmiş/sanayileşmiş ülkeler
sorumlu tutulmuştur. Bu şartlar altında, o sırada Ekonomik Kalkınma
ve Đşbirliği Örgütü (OECD) üyesi olan ülkeler ve piyasa ekonomisine
geçiş sürecinde olan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri gelişmiş ülkeler
olarak Ek-1 listesinde yer almışlardır. Diğer taraftan, EK-2 listesinde
sadece sanayileşmiş OECD ülkeleri yer almışlardır. Ek-1 dışı ülkeler ise
henüz sanayileşmesini tamamlamamış, gelişmekte olan ülkeler olarak
tanımlanmıştır. Sözleşme, Ek-2 ülkelerinin, Ek-1 dışı ülkelere iklim
değişikliği ile mücadelede teknoloji ve maddi kaynak aktararak destekte
3
Stockholm Conference (1972). United Nations Conference on the Human Environment,
United Nations Earth Summit (1992).
5
UNFCCC (1992). United Nations Framework Convention on Climate Change.
4
27
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
Pınar Bal
6
bulunmasını öngörmüştür . ĐDÇS 1994 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu
yıldan itibaren her yıl Taraflar Konferansı (COP – Conference of the
Parties) kapsamında toplantılar düzenlenmektedir.
B. Kyoto Protokolü
Kyoto Protokolü, Birleşmiş Milletler ĐDÇS’ne bağlı olarak, 1997 yılında
imzalanmış olan, iklim değişikliği ile ilgili bağlayıcı yükümlülükler içeren
ilk ve tek protokoldür. Gelişmiş ülkeler bu Protokol kapsamında “ortak
fakat farklılaştırılmış sorumluluk” anlayışı içerisinde 1. yükümlülük
dönemi olan 2008-2012 yılları arasında sera gazı salımlarını 1990
yılına oranla ortalama %5 azaltacaklarını taahhüt etmişlerdir.
Protokol’ün Ek-B listesi bu ülkeleri ve yükümlülük oranlarını
listelemektedir. Bu listeyi ise, ĐDÇS’nin Ek-1 listesindeki ülkeler
7
oluşturmaktadır .
Kyoto Protokolü 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Günümüzde, Protokol
8
Avrupa Birliği ve 190 ülke tarafından imzalanmış ve onaylanmıştır .
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Protokolü imzalamış olmasına
rağmen, onaylayıp yürürlüğe koymamış olan tek ülkedir. Buna rağmen,
ABD’nin bazı eyaletlerinde sera gazı salımlarını azaltma yönünde ciddi
girişimler mevcuttur.
Kyoto Protokolü’nün 3. Paragraf ve 9. Fıkrası gereğince, 1. yükümlülük
dönemini takip edecek olan 2012 sonrası dönem ile ilgili görüşmeler
2005 yılı itibarı ile başlamış olmasına rağmen, henüz bir karara
9
bağlanamamıştır . 2009 yılı sonunda, Danimarka’nın başkenti
Kopenhag’da gerçekleştirilen 15. Taraflar Konferansı’nda (COP15)
2012 sonrası döneme ilişkin karar alınması beklentileri oldukça yüksek
olmasına rağmen, karar 2010 yılında Meksika’da yapılacak olan 16.
Taraflar Toplantısı’na (COP16) ertelenmiştir.
Kopenhag’daki COP15 toplantısı oldukça zayıf ve bağlayıcılığı olmayan
“Kopenhag Uzlaşma Metni” ile sonuçlanmıştır. Bu metin kapsamında
Ek-1 listesindeki gelişmiş ülkelerin 2012-2020 dönemini içeren sera
gazı azaltım hedeflerini, Ek-1 dışı gelişmekte olan ülkelerin ise kendi
ulusal koşullarına uygun iklim değişikliği ile savaşım etkinliklerini
(NAMA Nationally Appropriote Mitigation Actions) 31 Ocak 2010
6
UNFCCC, 1992.
Kyoto Protocol (1997). Kyoto Protocol to the United Nations Framework Convention on
Climate
Change.
11
December,
1997,
Kyoto,
Japan.
http://unfccc.int/resource/docs/convkp/kpeng.pdf Accessed on April 20, 2010.
8
Günümüzde Kyoto Protokolü’nü onaylamamış sadece Amerika Birleşik Devletleri ve
Somali kalmıştır.
9
Kyoto Protocol, 1997.
7
28
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
10
tarihine kadar ĐDÇS Sekretaryası’na sunmaları öngörülmüştür .
Bağlayıcılığı olmadığı halde, pek çok ülke Kopenhag Uzlaşma metni
11
doğrultusunda bu bilgileri Sekretarya ile paylaşmışlardır .
Bu bağlamda, 2012 sonrası sürece ilişkin henüz uluslararası bir
anlaşma sağlanamamıştır. Görüşmeler ve pazarlıklar devam ederken,
2010’da Meksika’da bir anlaşmaya varılması beklenmektedir. Bu
anlaşma, 2012 sonrası dönemdeki ülke gruplarını ve yükümlülüklerini
içeren bağlayıcı bir anlaşma olacaktır. Önümüzdeki yılların küresel iklim
değişikliği rejimini netleştirecektir. Bu sebeple, hem tüm ülkeler ve hem
de yerküre için son derece büyük bir önem taşımaktadır.
2. TÜRKĐYE ve ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ
Türkiye 1961 yılında kurulmuş olan OECD’nin kurucu üyelerindendir. O
yıllarda OECD sanayileşmiş ülkelerin grubu olarak görülmekte idi. Đklim
değişikliği sorununun başlıca sorumluları, atmosfere sınırsızca sera
gazı salarak sanayileşen gelişmiş ülkelerdir. Bu sebeple, 1992 yılında
ĐDÇS hazırlanırken ülkeler sanayileşme, yani gelişme seviyelerine göre
gruplara ayrılmışlardır. O yıllarda OECD üyesi olan ülkeler ve Avrupa
Birliği gelişmiş ülkeler olarak gruplandırılarak Ek-1 ve Ek-2 listeleri
oluşturulmuştur. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ise geçiş sürecindeki
ülkeler olarak gruplandırılarak sadece Ek-1 listesinde yer almışlardır.
Bu şartlar altında Ek-2 listesinde adı geçen gelişmiş ülkeler hem
azaltım yükümlülüğü üstlenmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelere
iklim değişikliğini önleme ve uyum sağlama konularında teknik ve mali
yardımda bulunmayı taahhüt etmişlerdir. Ek-1 ülkeleri ise, bağlayıcı
olmamakla birlikte, 2000 yılına kadar salımlarını 1990 seviyesine
indirmeyi taahhüt etmişlerdir. Görüldüğü gibi, OECD üyeliği ĐDÇS
tarafından gelişmişliğin göstergesi olarak tanımlanmış ve gruplandırma
buna göre yapılmıştır. Hâlbuki kuruluş yıllarından itibaren OECD üyesi
olan Türkiye’nin diğer OECD üyeleri ile birlikte benzer gelişmişlik
seviyesinde olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Aksine, Türkiye o
yıllarda açık bir şekilde gelişmekte olan bir ülke konumunu
sergilemektedir.
Tarihsel olarak OECD, Avrupa Ekonomik Đşbirliği Örgütü’nün
mirasçısıdır ki bu örgüt 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın
Marshall Planı desteği ile yeniden yapılandırılması kapsamında
kurulmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin o yıllarda Avrupa Ekonomik
10
Copenhagen Accord (2009). United Nations Framework Convention on Climate
Change, 15th Conference of the Parties, 7-18 December, 2009, Copenhagen, Denmark.
11
Ek-1 ve Ek-1 dışı ülkelerin Kopenhag Uzlaşma Metni kapsamında ĐDÇS
Sekretaryası’na sunmuş oldukları belgelerle ilgili detaylı bilgi için: UNFCCC Web sayfası
http://unfccc.int/meetings/items/5276.php
29
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
Pınar Bal
Đşbirliği Örgütünün bir üyesi olması son derece normaldir. Ancak savaş
sonrası yaralar sarıldıktan sonra, Türkiye ile diğer üyeler arasındaki
uçurum büyümüştür. Diğer ülkeler sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeler iken
Türkiye gelişmekte olan ülke statüsü ile onlardan ayrılmıştır. Aslında
ĐDÇS imzalanana kadar bu konu ile ilgili bir sıkıntı olmamıştır.
ĐDÇS’de gelişmişlik ayrımı OECD üyeliği temel alınarak yapıldığından,
durum değişmiştir. Zira Türkiye OECD üyeliği sebebi ile bu sözleşme
kapsamında gelişmiş ülkelerle birlikte hem Ek-1 ve hem de Ek-2
listelerinde yer almıştır. Bu konum Türkiye’nin hem azaltım
yükümlülüğü almasını, hem de kendisi henüz gelişmesini
tamamlamamışken Ek-2 ülkesi olarak gelişmekte olan ülkelere teknik
ve mali yardım etmesini gerekli kılmıştır. Bu sebeple, Türkiye 2004
yılına kadar, ĐDÇS’yi imzalamış olmasına rağmen, onaylayıp yürürlüğe
koymamıştır. Türkiye’nin OECD üyeliği sözleşme kapsamında onun için
bir dezavantaj oluşturmuş ve yanlış bir gruba konulmasına sebep
olmuştur. Türkiye o yıllarda sözleşme henüz imzalanmadan bu duruma
itiraz edebilmiş olsa idi, yerini değiştirme şansı olabilirdi.
Türkiye ĐDÇS’yi imzaladığı tarihten bu yana, iklim değişikliği rejimi
içerisindeki yerinden dolayı sıkıntı çekmektedir. Günümüzde dahi pek
çok kişi gelişmiş ülkeler ile birlikte neden Türkiye’nin de aynı
yükümlülükleri alması gerektiğini merak etmektedir. Ne yazık ki,
Türkiye’nin en başta ĐDÇS imzalanırken sergilediği tutum, onu halen
içinden çıkılamamış olan dezavantajlı bir konuma itmiştir.
ĐDÇS imzalandığı yıllarda, Türkiye’de iklim değişikliği henüz üzerinde
çalışılan bir konu değildi. Konu ile ilgili araştırmacı, akademisyen ya da
Bakanlıklarda ilgili bir bölüm bulunmamaktaydı. Türkiye konuya karşı
bilgisiz ve ilgisizdi. Uluslararası bir sözleşmeye imza atmak üzere orada
bulunan yetkililer de konunun uzmanı değildiler. Aslında ĐDÇS henüz
imzalanmadan Türkiye’nin yanlış grupta yer alması hakkındaki
sakıncaya dikkat çekilip, diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte Ek-1
dışı ülke olarak konumlandırılması gerektiği doğrultusunda girişimde
bulunulsa, değiştirilme şansı olabilirdi.
Aksi halde, uluslararası bir anlaşmada değişiklik yapılması, tüm
ülkelerin onayını gerektireceğinden sancılı, sıkıntılı ve uzun bir süreç
olacaktır. Ayrıca, uluslararası anlaşmalarda, değişiklik taleplerine çok
sıcak bakılmamaktadır. Zira yapılacak değişikliklerin, başka taleplerin
de önünü açabileceği hususunda çekince taşınmaktadır. Değişiklikler
hem anlaşmanın sulanmasına, hem de geçerliliğinin ve ciddiyetinin
azalmasına sebep olacaktır. Bu sebeple, ĐDÇS’de ve daha sonra Kyoto
Protokolü’nde değişiklik taleplerine sıcak bakılmamış, en az değişikliği
yapabilmek yönünde çaba sarf edilmiştir.
30
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
Gerçekten de ĐDÇS’yi imzaladıktan sonra konumu ile ilgili hatayı fark
eden Türkiye, bu durumu değiştirmek için çok uğraşmıştır. 1997 yılına
gelindiğinde, Türkiye konumu değişmediğinden ĐDÇS’yi imzalamasına
12
rağmen, onaylayıp yürürlüğe sokamamıştır . Bu sebeple, Kyoto
Protokolü’nde de yer almamıştır. Zira Protokol’e ĐDÇS’ye taraf olmuş
ülkeler katılmıştır. Kyoto Protokolü’nün Ek-B listesini, ĐDÇS’nin Ek1’deki ülkeleri oluşturduğundan, Türkiye ĐDÇS’yi onaylamadığı için adı
resmi olarak Ek-1 listesinde listelenmemiş ve Kyoto Protokolü Ek-B
listesinde yer almamış, yani hiçbir yükümlülüğü bulunmamıştır. Türkiye
o yıllarda ĐDÇS’yi Ek-1 ve Ek-2 ülkesi olarak onaylamış olsa idi, Kyoto
Protokolü’nün de Ek-B listesinde yer alacak ve gelişmiş ülkeler
seviyesinde azaltım yükümlülüğü alacaktı. Türkiye o dönemde böyle bir
sorumluluğu alabilecek durumda değildi. Bu sebeple, Ek-1 ve Ek-2’den
çıkartılarak, Ek-1 dışı ülke olarak tanımlanması için girişimlerde
bulunmuştur. Ancak, bu girişimleri sonuç vermemiştir.
Türkiye’nin küresel iklim değişikliği rejimi içerisindeki yeri sebebi ile
iklim değişikliği konusu yıllarca ülkemiz için uzak, haksızlığı yansıtan,
bir şey yapılması mümkün olmayan bir çıkmaz konu gibi kenara itilmiştir.
Türkiye’nin durumunu değiştirmek için gösterilen çabalar da karşılıksız
kalınca, ülkemiz konuya adeta küsmüştür.
2001 yılında Fas’ta gerçekleşen 7. Taraflar Toplantısı’nda (COP7),
Türkiye Ek-2’den çıkmayı ve özel koşulları göz önüne alınarak Ek-1’de
kalmayı önermiştir. Her iki ekten çıkmak yerine bu önerisi kabul
görmüştür. Bu toplantıda, Türkiye’ye özel koşulları göz önüne alınarak,
diğer Ek-1 ülkelerinden farklı bir durumda Ek-1 ülkesi olma hakkı
13
tanınmıştır . Özel koşullarının ve diğerlerinden farklı durumun tam
olarak neler olduğu açıklanmamış olmasına rağmen, mali ve teknik
yardım sorumluluğu olmaksızın, Türkiye sadece Ek-1 üyesi olarak,
Mayıs 2004’te ĐDÇS’yi onaylamıştır. Kyoto Protokolü’nü ise 2008-2012
arası 1. yükümlülük dönemi başlamadan imzalaması, azaltım
yükümlülüğü almasını gerektirebilir endişesi ile hemen imzalamamıştır.
Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü onaylaması, 2008 yılında 1. yükümlülük
döneminin başlamasının ardından, Ağustos 2009’u bulmuştur. Bu
şartlar altında, Türkiye Sözleşme’de 2004 yılından itibaren Ek-1 ülkesi
olmasına rağmen, Protokol’ün 1. yükümlülük dönemi başladığı sırada
Protokol’ün Ek-B listesinde adı geçmediğinden, Protokol kapsamında
bir yükümlülüğü de olmamıştır.
12
Uluslararası anlaşmalar imzalandıktan sonra yürürlüğe girebilmeleri için Türkiye Büyük
Millet Meclisi tarafından onaylanmaları gerekmektedir.
ĐDÇS’nin 26.CP/7 numaralı kararı (FCCC/CP//13/Add.4, 2002)
13
31
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
Pınar Bal
Günümüze kadar gerek ĐDÇS ve gerek Kyoto Protokolü’nde ülkelerin
grup değişikliğine ilişkin bir değişiklik onaylanmamıştır. Ancak, bu
yönde talepler olmuştur. Hatta Belarus, Türkiye’nin aksine sayısal salım
azaltım hedefi belirleyerek, Kyoto Protokolü’nün Ek-B listesine alınması
talebinde bulunmuştur. Ancak bu konuda dahi bütün ülkelerin onayı
alınamamış ve Belarus’un değişiklik talebi yürürlüğe konulamamıştır.
Günümüzde şekillendirilmeye çalışılan bir 2. yükümlülük döneminin
(2012 sonrası dönem) hemen öncesinde bulunulmaktadır. Ülkelerin
konumlarına ya da olabilecek herhangi taleplerine ilişkin bir değişiklik
yapılabilecekse, ancak bu hazırlık döneminde gerçekleşebilecektir.
2012 sonrası döneme ilişkin süreç karara bağlandıktan sonra değişiklik
yapılması mümkün olmayacaktır. Türkiye 1992 yılında konu hakkındaki
ilgisizliği ve bilgisizliği sebebi ile onu sonraki yıllarda haksız bir
konumda bırakacak, rejim dışına itecek bir anlaşmaya imza atmıştır.
Süreç başladıktan sonra ise konumunu istediği yönde değiştirememiştir.
Bu hiçbir ülke için söz konusu olmamıştır. Rejimin dışında kalarak,
gelişmekte olan ülkelere sağlanan fonlardan yararlanamamış, rejimin
14
esneklik düzeneklerinden faydalanamamıştır .
Son yıllarda artış gösteren karbon salımlarını azaltan yatırımlar sonucu
tutulabilen karbonu ise Kyoto Protokolü’nde yeri olmadığından karbon
piyasalarında değil, karbonun çok daha ucuza satılabildiği gönüllü
karbon piyasalarında satabilmiştir. Pek çok gelişmekte olan Ek-1 dışı
ülkenin
yararlandığı
Kyoto
Protokolü’nün
Temiz
Kalkınma
Düzeneğinden ise yararlanması hiç mümkün olmamıştır. Kısaca
Türkiye küresel iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumu sebebi ile
gelişmekte
olan
ülkelerin
faydalanabildiği
mekanizmalardan
yararlanamamakta ve bu yönde destek görememektedir.
Türkiye’yi gelişmiş ülke olarak görmek henüz mümkün değildir, ancak,
son yıllardaki hızlı sanayileşme ve büyüme hamlesi ile gelişmekte olan
ülkelerin ön sırasında yer almakta olduğu söylenebilir. Türkiye’nin
gelişmişlik düzeyi açısından benzediği ülkeler arasında ileri düzeyde
gelişmiş ülkeler olarak anılmaya başlanan Meksika, Güney Kore,
Brezilya ve Güney Afrika sayılabilir. Bu ülkelerin hepsi ĐDÇS’nin Ek-1
Dışı listesinde yer almaktadırlar. Bu konumları ile sayısal salım azaltım
14
Kyoto Protokolü’nde ülkelere iklim değişikliği ile mücadele etmede yardımcı olmak
üzere 3 adet esneklik mekanizması tanımlanmıştır. Bunlar Emisyon Ticareti, Temiz
Kalkınma Düzeneği ve Ortak Uygulama’dır. Ülkeler yeni yatırımları sonucu tutmayı
başardıkları karbonu karbon pazarlarında satarak finansman sağlayabileceklerdir. Temiz
Kalkınma Düzeneği kapsamında gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelerde emisyon
azatlımı sağlayacak düşük karbon yatırımları yapacak, bu ülkelere finansman
sağlayacaklardır. Ortak uygulama kapsamında ise gelişmiş ülkeler geçiş sürecindeki
ekonomilere düşük karbonlu yatırımlar yapacaklardır (Kyoto Protokolü, 1997).
32
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
yükümlülükleri yoktur. Rejimin mekanizmalarından sağlıklı bir şekilde
yararlanabilmektedirler. Hatta içlerinden Meksika, Türkiye gibi OECD
üyesidir. Ancak Meksika OECD’ye 1994 yılında, yani ĐDÇS’yi Ek-1 dışı
ülke konumunda imzaladıktan sonra üye olduğundan, OECD üyeliği
ĐDÇS’deki konumunu etkilememiştir. Görüldüğü üzere, OECD üyesi
olmasına rağmen ĐDÇS’de Ek-1 dışı listede yer alan ülkeler de
bulunmaktadır.
Türkiye Kopenhag Uzlaşma Metni kapsamında da zorunlu olmamakla
birlikte kendisinden beklenen muhtemel hedeflerini ĐDÇS Sekretaryası
ile paylaşamamıştır. Zira Türkiye Ek-1 dışı ülke değildir, ancak Ek-1
ülkesi gibi bir yükümlülük alması da beklenmemektedir. Bu bağlamda,
Türkiye kendisine hedef koymakta zorlanmaktadır. Yine konumuna
yönelik belirsizlik Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadele kapsamında
karar alma süreçlerini tıkamakta, planlamasını, stratejilerini ve
uluslararası
toplulukla
birlikte
uyum
içerisinde
çalışmasını
engellemektedir. Türkiye, konumuna ilişkin bu sıkıntılı durumundan
dolayı uluslararası anlaşmalarda işbirliği yapamamakta, geriden takip
eden hatta uyumsuzluk sergileyen ülke durumuna düşmektedir.
Yaklaşık 190 ülke ile yapılmakta olan 2012 sonrası döneme yönelik
pazarlıklarda Türkiye’nin tek başına sesini duyurması ya da mevcut bir
konumdan, başka bir konuma geçmeye çalışması sonuç vermeyebilir.
Diğer taraftan ne gelişmiş ülke kategorisine, ne de gelişmekte olan ülke
kategorisine uymayan kendisi gibi bazı diğer ülkelerle bir araya gelerek,
grup halinde hareket etmesi sonuç almasına yardımcı olabilir. Türkiye
hızla gelişmeye devam etmektedir. Diğer taraftan nüfusu kalabalık bir
ülkedir. Kişi başı CO2 oranının dünya ortalamasının biraz altında
15
olmasına rağmen , 2007 yılı itibarı ile Türkiye toplam CO2 salımları ile
16
dünyada en çok CO2 salan ülkeler arasında 23. durumdadır . Hızlı
gelişimi göz önüne alındığında, önümüzdeki yıllarda enerji talebinin
daha da artacağı söylenebilir. 2020 yılı itibarı ile Türkiye’nin enerji
17
tüketiminin 2003 yılına oranla yaklaşık 3 kat artması beklenmektedir .
Eğer tedbir alınmazsa, bu durum Türkiye’yi önümüzdeki yıllarda en çok
kirleten ülkelerden biri haline getirebilir. Böyle bir durum Türkiye’nin
gelişimini olumsuz yönde etkileyecektir. Dünya karşısında Türkiye’yi
sorumsuz ülke konumuna iterken, ticari, politik ve diplomatik alanlarda
yaptırımlarla karşılaştırabilir.
15
2003 yılı itibarı ile dünyadaki kişi başı CO2 emisyonu 4 ton iken, Türkiye’de 3.3 ton
düzeyinde gerçekleşmiştir (MOEF, 2007: 6).
16
UNDP (2007). Human Development Report 2007/2008. Fighting Climate Change:
Human Solidarity in a Divided World. Palgrave Macmillan, New York, s. 69
17
MoEF (2007). First National Communication on Climate Change, Republic of Turkey,
January 2007, Ankara, Turkey, s.123.
33
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
Pınar Bal
Avrupa Birliği Mart 2007’de kabul ettiği iklim ve enerji paketi
kapsamında 2020 yılı hedeflerini açıklamıştır. 20x20x20 hedefleri
olarak da anılan bu hedeflerle Avrupa Birliği 2020 yılına kadar sera gazı
salımlarını 1990 seviyesine oranla %20 azaltmayı taahhüt etmektedir.
Ayrıca toplam enerji tüketiminin %20’sini yenilenebilir enerji
kaynaklarından sağlamayı ve buna ek olarak birincil enerji kullanımında,
enerji verimliliği sayesinde %20 oranında azalma sağlamayı
18
hedeflemektedir . Türkiye’nin bu konuda ilerleme kaydetmeyişi Avrupa
Birliği ile ilişkilerine de yansıyacak, üyelik müzakerelerini ve hatta
üyeliği çıkmaza sokabilecektir. Üstüne üstlük, gerekli adımları
zamanında atamayan, her sektöre ışık tutacak bütünsel bir iklim
stratejisini oluşturup, hayata geçiremeyen bir Türkiye’nin ilerideki
yıllarda bunları yapmak zorunda kalması çok daha yüksek maliyetli
olabilecektir. Diğer taraftan, konumunu belirlemiş, hedeflerini koymuş
ve stratejisini hazırlamış bir Türkiye, belirsizlik içerisinde bekleyen iş
dünyasını, sivil toplum örgütlerini ve vatandaşlarını koyduğu hedef
doğrultusunda harekete geçirme ve yönlendirme şansını elde edecektir.
Günümüzde iklim değişikliği ile mücadele edebilmek amacıyla düşük
karbonlu bir ekonomik modele geçilmesi gerektiği ve ekonomik
gelişmenin ancak düşük karbon üreten yollardan devam ettiği sürece
sürdürülebilir olacağı kabul görmüştür. Yukarıda da bahsedildiği üzere,
başta Avrupa Birliği olmak üzere, pek çok ülke bu yönde hedefler
koymuş, stratejilerini oluşturarak harekete geçmişlerdir. Türkiye’nin bu
gelişmelerin dışında kalması beklenemez. Bu gelişmelerin dışında
kalacak olursa, mevcut pazarlarını kaybetme, ticari engellerle
karşılaşma, cezalar ve politik gerginlikler gibi sonuçlar Türkiye’yi
yıpratacaktır. Hepsinin ötesinde gelecek nesillere karşı sorumluluklarını
üstlenmemiş, yeryüzünü korumak amacıyla üzerine düşenleri
yapmamış ve kalkınmasını sürdürülebilirlik üzerine oturtmamış bir
Türkiye’nin uluslararası arenada saygınlığı, çağdaşlığı ve güvenilirliği
yara alacaktır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin bir an önce bütünsel bir iklim stratejisi
oluşturması gerekmektedir. Gerek yenilenebilir enerji kaynaklarının
varlığı ve gerekse enerji verimliliği alanında Türkiye’nin saldığı karbonu
azaltmak için yapabilecekleri vardır. En önemli hususlardan biri bu
konudaki kararlılık, bir diğeri ise tüm bunları hayata geçirmek için
ihtiyaç duyulan fonların teminidir. Bu ise öncelikle Türkiye’nin iklim
değişikliği rejimi içerisindeki konumuna bağlıdır. Bu konumun
değişebilmesi ya da yeniden düzenlenebilmesi için fazla zaman
18
The
EU
climate
and
energy
package
(2007):
EU
Web
site:
Environment.http://ec.europa.eu/environment/climat/climate_action.htm
Accessed on
April 10, 2010.
34
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
kalmamıştır. 2012 sonrası sürece ilişkin anlaşmalar tamamlandıktan
sonra, bu konuda değişiklik yapmak mümkün olmayacaktır. Aynı
1992’deki anlaşmadan sonra olduğu gibi Türkiye şimdi de kendi
konumunu olması gerektiği şekilde değiştiremezse, önümüzdeki
yıllarda yoğun bir şekilde devam edecek olan düşük karbon
ekonomisine geçiş sürecinde pasif kalacak, gelişmeleri geriden takip
etmek zorunda kalacaktır. Türkiye 18. yüzyılda yaşanan sanayileşme
devriminin dışında kalmış, Batılı ülkeler hızla kalkınırken, Türkiye geride
kalmıştır. Son yıllarda yüksek büyüme oranları ve hızlı sanayileşme
sonucunda Batı ile arasındaki kalkınmışlık farkını hızla azaltan
Türkiye’nin günümüzde yeni bir sanayi devrimi olarak tanımlanan düşük
karbon ekonomisine geçiş sürecinin içerisinde yer alması kalkınmasına
19
sağlıkla devam edebilmesi için son derece önemlidir . Bunun için
gerekli olan kapsamlı ulusal iklim stratejisinin en önemli temel
taşlarından biri ise küresel iklim değişikliği rejimi içerisinde gelişmişlik
seviyesine uygun bir konumdur.
Gelişmişlik seviyesi ile uygun sorumluluklar alan bir Türkiye, iklim
değişikliğine karşı yürütülen küresel mücadeleye gerekli desteği
verebilecektir.
Türkiye’nin artık 2001’deki Taraflar Toplantısında
(COP7) kendisine sağlanmış olan özel şartları ve farklı durumu açıklığa
kavuşturması gerekmektedir. Bu sebeple, 2012 sonrası sürece ilişkin
görüşmelerin yapılmakta olduğu bugünlerde, kendi gelişmişlik
seviyesine benzer seviyedeki diğer ileri düzeyde gelişmekte olan
ülkelerle bir arada rejim içerisinde uygun bir konuma yerleşmesi son
derece büyük bir önem taşımaktadır. Türkiye konumu ile örtüşen
hedefini oluşturduğu takdirde, gerek Bakanlıklardaki yeni yapılanma ve
yetkililer, araştırmacılar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, işadamları
ve gerekse çevreye duyarlı Türk insanı olsun, günümüzde onu bu
hedefe ulaştıracak insan faktörü de Türkiye’de mevcuttur.
SONUÇ
Đklim değişikliği son yıllarda dünyanın karşı karşıya kaldığı en ciddi ve
kapsamlı sorunlardan biridir. Đklim değişikliği ile mücadelede her
ülkenin üzerine düşen ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluğu
bulunmaktadır.
Đklim değişikliğinin başlıca sebebinin 18. yüzyıl
sonrasında gerçekleşen endüstrileşme süreci içerisinde atmosfere
salınan sera gazlarındaki artıştır. Bu sebeple, mücadelenin en önemli
yapı taşı sanayileşme/kalkınma sırasında ortaya çıkan sera gazlarının
azaltılabilmesidir. Bunun başarılabilmesi ise düşük karbon üreten bir
ekonomik modele geçilmesini gerektirmektedir. Günümüzde pek çok
19
Euractive (2007). Energy and Climate Change: Towards an Integrated EU Policy.
http://www.euractiv.com/en/energy/energy-climate-change-package/article-160957.
35
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
Pınar Bal
gelişmiş veya gelişmekte olan ülke uluslararası anlaşmalar kapsamında
ve kendi stratejileri doğrultusunda sera gazı salımlarını azaltabilmek ve
düşük karbon üreten bir ekonomik yapıya bürünebilmek için uğraş
vermektedirler. Türkiye’nin de bu sürecin dışında kalması düşünülemez.
Türkiye’nin gerek yenilenebilir kaynaklarının varlığı ve gerekse enerji
verimliliği alanında yapabilecekleri ona bu konuda alternatifler
oluşturmaktadır.
Bunu başarabilmek için Türkiye’nin bir an önce kapsamlı bir ulusal iklim
stratejisini ortaya koyması ve bunu uluslararası toplulukla paylaşarak
küresel sorumluluğunu üstlenmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmesi
için ise küresel iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumunu alabileceği
sorumlulukla paralel olarak yeniden belirlemesi gerekmektedir. Bu
sayede yıllardır iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumuna dair
belirsizliği ortadan kaldıracak ve potansiyel olarak hazır olan pek çok
gelişmenin önünü açmış olacaktır. Bunu gerçekleştirmek için önünde
kısıtlı bir zaman dilimi bulunmaktadır.
Türkiye 2012 sonrası döneme ilişkin yeni düzenlemelerle ilgili bir
anlaşma yapılana kadar kendi konumunu yeniden düzenleme şansına
sahiptir. Kendi gelişmişlik seviyesine yakın ileri düzeyde gelişmekte
olan diğer ülkelerle birlikte bu şansı değerlendirmesi ve kendine uygun
bir konuma sahip olması, Türkiye’nin küresel iklim değişikliğine karşı
mücadelede sorumluluğunu alabilmesi ve zaman kaybetmeden düşük
karbon üreten bir ekonomiye geçebilmesi için son derece önemlidir.
KAYNAKÇA
Copenhagen Accord (2009). United Nations Framework Convention on
Climate Change, 15th Conference of the Parties, 7-18 December, 2009,
Copenhagen, Denmark.
http://unfccc.int/resource/docs/2009/cop15/eng/l07.pdf Accessed on
April 20, 2010.
Euractive (2007). Energy and Climate Change: Towards an Integrated
EU Policy. http://www.euractiv.com/en/energy/energy-climate-changepackage/article-160957
The EU climate and energy package (2007): EU Web site:
Environment.http://ec.europa.eu/environment/climat/climate_action.htm
Accessed on April 10, 2010.
FCCC/CP/13/Add.4, (2002). UNFCCC Conference of the Parties.
Report of the Conference of the Parties on its Seventh Session held at
Marrakesh from 29 October to 10
36
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37
Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu
November, 2001: Addendum, 21 January, 2002.
http://www.unfccc.int/resource/docs/cop7/13a04.pdf
IPCC (2007). Intergovernmental Panel on Climate Change: Fourth
Assessment Report (AR4)
Climate Change 2007. IPCC, Geneva, Switzerland, 2007.
http://www.ipcc.ch/publications_and_data/ar4/syr/en/spm.html
Accessed on April 20, 2010.
Kyoto Protocol (1997). Kyoto Protocol to the United Nations Framework
Convention on Climate Change. 11 December, 1997, Kyoto, Japan.
http://unfccc.int/resource/docs/convkp/kpeng.pdf Accessed on April 20,
2010.
MoEF (2007). First National Communication on Climate Change,
Republic of Turkey, January 2007, Ankara, Turkey.
Stockholm Conference (1972). United Nations Conference on the
Human Environment,
Stockholm, Sweden. UNDP Web page.
http://www.unep.org/Documents.multilingual/Default.asp?DocumentID=
97 accessed on April 20, 2010.
United Nations Earth Summit (1992).
United Nations, Rio de Janerio, Brazil.
http://www.un.org/esa/earthsummit Accessed on April 22, 2010.
UNDP (2007). Human Development Report 2007/2008. Fighting
Climate Change: Human Solidarity in a Divided World. Palgrave
Macmillan, New York.
UNFCCC (1992). United Nations Framework Convention on Climate
Change.
United Nations, New York.
http://unfccc.int/resources/docs/convkp/conveng.pdf Accessed on April
23, 2010.
YAMIN, Farhana. & DEPLEDGE, Joanna. (2004). The International
Climate Change regime:
A Guide to Rules, Institutions and Procedures. Cambridge University
Press, Cambridge.
37
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRKĐYE’NĐN STRATEJĐK YERALTI VE ENERJĐ
KAYNAKLARININ ULUSAL GÜVENLĐĞE ETKĐSĐ
E.Tümg. Armağan KULOĞLU∗
ÖZET
Türkiye’nin stratejik olarak nitelendirilen yeraltı ve enerji kaynaklarının tespiti, çıkarılması,
işletilmesi ve kullanılmasındaki egemenlik haklarından kaynaklanan inisiyatifini elinde
bulundurması ulusal güvenlik açısından önem arz eden bir konudur. Bugün için teknolojik
gelişim ve imkânsızlıklardan dolayı stratejik olarak önemi anlaşılamayan kaynaklar için
ileriye dönük çalışmalar yapılması gerekli mütalaa edilmektedir. Dış politika
oluşumlarında ulusal çıkarlarımızın her konunun önünde tutulması, dış güçlerin telkin ve
yönlendirmelerinin bu yönüyle iyi analiz edilmesi, diğer tüm hususların yanında özellikle
ulusal güvenlik açısından önemlidir. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın; su kaynakları,
tarım ve yaşam alanları açısından dikkate alındığında çevremizdeki gelişmelerden fazlası
ile etkileneceği bir gerçektir.
Anahtar Kelimeler: Ulusal Güvenlik, Enerji, Yeraltı Kaynakları, Türkiye.
ABSTRACT
It is vital for Turkey to keep her initiative in regard to sovereignty rights on detection,
mining, operating and using of strategically important underground and energy resources
in terms of national security. There is a great need for further studies on the undiscovered
importance of resources due to the insufficient technologies and investments. While
composing the foreign policy, we have to give the pririority for our national interests,
eliminating manipulation of external powers in our analysis. It is a fact that developments
around us will affect neighbour geographies in terms of water sources, agriculture and
living areas.
Key Words: National Security, Energy, Underground Resources, Turkey.
GĐRĐŞ
Güvenlik, günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu
kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik,
psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Bu faktörlerin
içinde ekonomik güvenlik;, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak
en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin
geliştirilmesi ve korunmasını kapsamaktadır. Ulusal güvenlik; devletin
∗
Beykent Üniversitesi BÜSAM Baş Danışmanı, [email protected].
Armağan Kuloğlu
anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün çıkarlarının ve ahdi
hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal
güvenlik;
ulusal
gücün
geliştirilmesini
ve
ulusal
çıkarları
gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak
belirli hareket tarzlarının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli
kılmaktadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal
hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır.
Ülkenin güven içerisinde refah ve mutluluğunu temin için zaruri olduğu
değerlendirilen hususlar ‘ulusal çıkar’ olarak nitelendirilir. Ulusal
hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara ulaşmayı sağlayan
sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir. Ulusal hedefler;
genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve endüstriyel gelişim
ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik hususlarını
kapsar. Bir ülkedeki bütün faaliyetlerin temeli, yöneldiği istikameti ve
maksadı ulusal hedeflerin temin edilmesidir. Genel olarak ülke
topraklarının korunması, o ülkede yaşayan insanların güvenliğinin
sağlanması, milli refah seviyesinin yükselmesi ‘milli hedef’ olarak kabul
edilir. Bu hedeflere erişmek, elde edildiğinde muhafaza edebilmek ve
geliştirmek devamlı bir gayret ister. Bu makalede öncelikle ulusal
güvenlik kapsamında yeraltı kaynakları ve enerjinin önemine
değinilerek Türkiye’de stratejik yeraltı ve enerji kaynaklarının ulusal
güvenlik kapsamındaki rolleri sorgulanmaktadır.
1. ULUSAL GÜVENLĐK, YERALTI KAYNAKLARI VE ENERJĐ
Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer
güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç
unsurlarından politik ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan
ekonomik güç ile doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal
güvenlik ve onun şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin
başat belirleyicisi konumundadır. Milli güç unsurlarından ülkenin coğrafi
gücü ve ekonomik gücünün ana konularının başında da ülkenin sahip
olduğu yeraltı ve enerji kaynakları gelmektedir. Yeraltı ve enerji
kaynaklarının stratejik olma durumu ise onların ülke ekonomisi ve
güvenliği üzerindeki etkisi ile ölçülmektedir.
Konumuza etki eden faktörlerden biri de küreselleşme olgusudur.
Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı
teknolojiden
yüksek
teknolojiye,
ulusal
ekonomiden
dünya
ekonomisine,
merkezi
yönetimden
yerel
yönetime,
temsili
demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal,
ekonomik ve yönetim faaliyetleri açısından çeşitli değişim ve
dönüşümler yaşanmasına neden olmaktadır. Ulaşım ve iletişim
39
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin yayılmasını sağlarken,
müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde olan tek bir küresel
pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedeflerindendir.
Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve
kültürel alanlarda da yaşanan değişim sürecidir.
Ulus devlet üzerinde bir hegemonya siyaseti uygulama ve bu oluşumu
zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin politik hedefi olarak
görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği, ulusal sınırların
önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin
ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal,
sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum
olarak kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir
başkası ile paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye
uğraması, ulus devletin varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol
kapasitesinin azalması; vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan
kararlardan ve kendi sınırları dışında oluşan olaylardan etkilenmesine
karşı koruyamaması anlamına gelir. Karar alma süreçlerinde giderek
1
artan meşruiyet kaybı da demokratik meşruiyet açığını ortaya çıkarır .
Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma
durumunu yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile
varlıklarının ve egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve
bu nedenle onu korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak
değerler olduğuna göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır.
Bu durumda küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hedefi ulus devlettir. Ülkelerin yeraltı ve enerji kaynakları üzerindeki
egemenliklerinin paylaşılması da küreselleşmenin bir sonucu olarak
ortaya çıkmaktadır. Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli
olan küreselleşme ile birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve
egemenliğine yönelik tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri
almaktır. Bu açıklamaların ışığı altında stratejik yeraltı ve enerji
kaynaklarının korunması, onlar üzerindeki egemenlik haklarının
muhafazası ve enerjiye dönüştürülmesindeki verimlilik, başta politik,
ekonomik ve askeri olmak üzere ulusal güvenliğin tümü açısından
önem arz etmektedir.
1
Armağan Kuloğlu, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının
Güvenliğimize Etkileri”, Beykent Üniversitesi BÜSAM Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, 2009
Đlkbahar, ss.53-54.
40
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
2. STRATEJĐK YERALTI VE ENERJĐ KAYNAKLARI
Bir ülkenin büyüme ve kendini savunma yeteneğine, doğal
kaynaklarının kullanılabilirliği ve enerji kaynaklarına hâkimiyeti de etki
etmektedir. Kaynak kelimesi doğal olarak oluşan madenlerin ve
yakıtların mevcudiyetini ve yoğunluğunu ifade eder. Rezerv kelimesi ise
kaynağın çıkarılması ve işlenmesi ile değer kazanan bir kavramdır.
Örneğin altın kaynağı, teknoloji kullanılarak saflaştırılamıyorsa rezerv
olma özelliğini taşımaz. Kaynaklar teknolojinin gelişmesiyle ve çıkarma
ve işlemenin ekonomik koşullarının değişmesiyle zaman içinde rezerv
2
haline gelebilir . Genel olarak az bulunan, oluşum itibarı ile bir bölgede
yoğunlaşmış, ikame edilme olanakları az, ülkeler için özel ekonomik
önem taşıyan, askeri amaçlar için kullanım özelliği olan madenler,
mineraller ve bunlardan enerji üretiminde kullanılanlar ile fosil
kaynakların önemli bir kısmı ve önemi gittikçe artan su "stratejik enerji
kaynakları" olarak tanımlanabilir.
Stratejik madenler, bu madeni kullanan teknolojilere sahip olunması ile
bir anlam taşımaktadır. Bir ülkenin enerji ve hammadde güvenliği o
ülkenin iç ve dış güvenliği kadar önemlidir. Harp tarihi, kaynakların
paylaşılması hususundaki örneklerle doludur. Bu nedenle batılı ülkeler
ulusal güvenlik stoklarına büyük önem verirken sosyalist ülkeler
madenlerin tamamının stratejik olduğunu kabul etmişlerdir. Belli başlı
ülkeler, savaş zamanlarını dikkate alarak, kendi politik ve stratejik
anlayışlarına göre stratejik olarak öngördükleri maddeleri, kendi
planlamalarına uygun olarak stoklama yoluna gitmişlerdir.
Ülkeler özellikle enerjini ön plana çıkmaya başladığı yakın tarihi
dönemde bu konuda mücadele içinde olmuşlardır. Osmanlı Devleti'nin
paylaşılması ve Đsrail'in kurulması ile başlayıp Đran - Irak Savaşı ve
Körfez bunalımı ile sürüp giden krizin temelinde Orta Doğunun zengin
petrol ve doğalgaz yataklarının bulunduğu bilinmektedir. Bugün tekrar
ortaya çıkarılan "Şark Meselesi"nin de bölgenin petrol ve su
kaynaklarına dönük uzun vadeli hesapların bir sonucu olduğu
söylenebilir. Körfez bölgesindeki petrol zenginliğinin, Osmanlı
Devletinin yıkılışından, son yıllardaki Körfez Savaşına kadar dünya
politikasında ne kadar önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Hazar
Denizi ve civarındaki petrol ve doğal gaz yatakları da bugün
uluslararası politikaların odak noktası haline gelmiştir.
2
Williham C. Haneberg, “Natural Resources and National Security”, Encyclopedia of
Espionage, Inlellgence and Security, 2004.
41
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
3.TÜRKĐYE’NĐN STRATEJĐK YERALTI VE ENERJĐ KAYNAKLARININ
DURUMU VE GELĐŞMELER
Stratejik olarak nitelendirilen yeraltı kaynaklarına, mineral kaynaklar ve
fosil kaynakların yanında yeraltından çıkması ve öneminin gittikçe
artması nedeniyle suyu da dâhil etmenin gerçekçi bir yaklaşım olacağı
değerlendirilmektedir. Günümüzde doğal kaynaklar ve bu kaynakların
ülkelere sağladıkları güç ve zenginlik üzerine çatışmalar, küresel
manzaranın önemi giderek artan bir özelliği haline gelmiştir. Çoğu
zaman etnik veya dini düşmanlıkla karışan veya beslenen bu
çatışmalar, dünyanın birçok yerinde barış ve istikrara yönelik önemli ve
giderek büyüyen bir tehdit yaratmaktadır. Dünyadaki bütün ülkeler için
temel kaynakların ele geçirilmesi ve korunması, ulusal güvenlik
planlamasının başlıca özelliği haline gelmiştir. Özellikle enerji
kaynakları üzerine kullanım hakkı mücadelelerinin yayılma tehlikesi
3
bulunmaktadır . Türkiye emperyalist bir ülke olarak nitelendirilmediğine
göre, ulusal hedeflerden biri olarak mevcut doğal ve enerji
kaynaklarının muhafazası ve onlar üzerindeki egemenlik haklarının
korunması, ulusal menfaati gereğidir. Bu nedenle yürütülmekte olan
tüm politik ve ekonomik faaliyetlerde bu hususun dikkate alınması
elzemdir.
A. Enerji Üretiminde Mineral Kaynaklar
Türkiye’de enerji üretimi ile ilgili madenler içinde tartışma konusu olan
iki element Bor ve Toryum’dur. Bu madenlerin dünya rezervlerinin
nerdeyse yüzde 70’nin Türkiye’de bulunduğu bilinmektedir. Bu
madenlerin ortak özelliği hidrojen ve nükleer enerji üretiminde
kullanılabilmesi için yapılan çalışmalardır.
Bor: Bor madeni günümüzde ve gelecekte, endüstride ve tarımda
çokça kullanılan bir özellik taşımaktadır. Dünyanın en zengin bor
mineralleri ve yataklarına sahip olan Türkiye’de, bir milyar ton kadar
rezerv saptanmıştır. Türkiye bu madene sahip bir ülke olarak
karşılaştırmalı üstünlük avantajını elinde bulundurmaktadır. Ancak
uluslararası aktörler ve Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal koşullar bu
madenleri egemen ülke olarak kullanma şansını vermemektedir. Bor
madenine olan talep ve bor madeni ürünlerinin kullanımı son
zamanlarda hızla artmaktadır. Bu bağlamda bor madeni, dünyanın
4
önemli bir stratejik kaynağı haline gelmektedir . Hidrojen enerjisinin,
3
Michael T. Klare, “Küresel Çatışmanın Yeni Alanları Kaynak Savaşları”, Çev. Özge
Đnciler, Đstanbul: Devin Yayıncılık, 2005, s.8.
4
Aydın Polat, “Bor Madeninin Türkiye Açısından Ekonomik ve Stratejik Önemi”,
42
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
geleceğin enerjisi olacağına dair değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu
enerjinin depolama ve taşıma malzemesi olarak kullanılan bor
madeninin stratejik malzeme olduğu belirtilmektedir. Borun diğer ileri
teknolojik amaçlarla kullanımı da söz konusudur. Son olarak sürtünmeyi
önleyen bir madde olarak motor yağı yerine bordan türetilen bir
maddenin üretildiği de basına yansıyan haberler arasında yer almıştır.
Toryum: Toryumun günümüzde fazla önem taşımamakla birlikte
gelecekte enerji üretiminde ve dolayısı ile nükleer silah yapımında
kullanılabilme olasılığı bulunmaktadır. Halen toryum kaliteli metal
alaşım elde edilmesinde kullanılmakta, bunun yanı sıra bazı ülkeler
5
tarafından da enerji üretmek maksadıyla üzerinde çalışılmaktadır .
Toryum yeni tip enerji üretiminde kullanılacak olması nedeni ile 21.
yüzyılın stratejik elementleri arasında yer almaktadır. Nükleer enerji
hammaddesi olması nedeni ile nükleer santrallerde kullanılabilecektir.
Türkiye geleceğin stratejik hammaddelerinden toryumum en geniş
rezervlerine sahip ülkedir. Uranyumdan sonra en önemli radyo aktif
6
element olarak gösterilmektedir . Türkiye çeşitli ve zengin mineral
yeraltı kaynaklarına sahip bir ülkedir. Bunları işletme hakkı da devlete
aittir. Özelleştirme kapsamında, özellikle stratejik olarak nitelendirilen
madenlerin özelleştirilmesinin yarattığı olumsuzlukların giderilmesine
ilişkin çalışmalar yapılması ihtiyaç haline gelmiştir.
B. Fosil Kaynaklar
Kömür rezervlerinin yüksek olduğu ve enerji ihtiyacını uzun bir süre
karşılayacağı bilinmektedir. Önemi, petrol ve gazın azalmasından sonra
daha fazla ortaya çıkabilir. Mevcut haliyle elektrik enerjisinin %20
kadarını karşıladığından ekonomik değeri vardır. Ancak stratejik önemi
çok fazla olan bir kaynak olarak algılanmamaktadır.
Petrol ve gazın önemi ise tartışılmazdır. Alternatif enerji kaynağı bulma
çalışmaları devam etmekle birlikte geniş bir alanda kullanılmakta olan
petrol, daha uzun yıllar esas enerji kaynağı olmaya devam
edeceğinden stratejik olma niteliğini de koruyacaktır. Mevcut durumu
itibariyle, rezervlerimizin kısıtlı olduğu bilinmektedir. Türkiye’nin bu
açıdan önemi, şimdilik intikal yolları üzerinde bulunması ve boru
hatlarının bir noktada terminal teşkil edecek durumda olmasından
kaynaklanmaktadır. Hâlihazırda dış politikanın oluşmasında, Türkiye’nin
www.boraxtr.com/boraxtr/ borpolitikasi/Ayda Polat Borun Stratejik Onemi.doc
5
Necati Yıldız, “Altın, Strateji ve Stratejik Maden”, Habermaden.com, 17 Mart 2009.
6
“Türkiye’de Nükleer Kapasitenin Kurulması ve Stratejik Toryum Madeni”, Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü, Ocak 2007,forumaden.com/forum/index.php?topic=953.0;wap2
43
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
Doğu gaz ve petrolünü Batı’ya bağlayacak bir coğrafi konumda olması,
Doğu ve Batı ile olan siyasi ilişkilerindeki oluşturduğu denge ve bu
nedenle hem Batı, hem de Doğu nezdinde güvenli ülke olarak
görülmesi önemli bir rol oynamaktadır. Hatta Ermeni Açılımı, Kürt
Açılımı (Demokratik Açılım) gibi yeni dış politika oluşumlarında, dış
güçlerinde teşvik ve yönlendirmesi ile enerji hatları, dolayısı ile enerji
güvenliği düşüncesinin önemli payının olduğunu söylemek mümkündür.
Diğer taraftan yeni aramalar yapılmaktadır. Özellikle Karadeniz’de yeni
zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunacağı yönünde
beklentiler vardır.
Yeni Türk Petrol Yasası: 5574 sayılı Türk Petrol Kanunu 17/01/2007
tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir. Ancak 06/02/2007 tarihinde
Cumhurbaşkanı tarafından 2, 4, 19. ve Geçici 1. maddelerinin tekrar
görüşülmesi istemiyle Meclis’e iade olunmuştur. Bu tarihten sonra
tasarı üzerinde kesinleşmiş bir işlem yapılmamış ve kanunlaşmamıştır.
Özellikle petrol gelirlerinin çıkan ilin özel idarelerine aktarılması konusu
son derece sakıncalı görülmektedir. Tasarı, TBMM Sanayi Enerji Tabii
Kaynaklar Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na geldiyse de 3 yıldır
komisyondan çıkmamıştır. Mevcut yürürlükte olan yasadaki, yabancı
devletlerin doğrudan ya da dolaylı olarak yönetiminde etkili oldukları
petrol şirketlerinin petrol faaliyetlerinde bulunamayacakları, taşınır veya
taşınmaz mal edinemeyecekleri, tesis kuramayacakları hükmünün
henüz sonuçlanmamış taslakta bulunmaması, ulusal güvenlik açısından
7
önemli riskler yaratacaktır . Gündeme yeniden gelmesi muhtemel olan
yeni yasada bu hükme, ulusal güvenliği tehlikeye sokmayacak tarzda
yer verilmesi faydalı mülahaza edilmektedir.
Ayrıca, stratejik önemi olan petrolün, tümüyle dış satım konusu
yapılabilmesine imkân tanınmış olması da ulusal güvenlik açısından
risk taşımaktadır. Yasa taslağında, ülke gereksinimi için pay ayrılma
zorunluluğunun getirilmemesi, ülkeyi tümüyle uluslararası şirketlerin ya
da yabancı devletlerin kararına bırakmak anlamına gelmekte ve bu
durum, ulusal güvenlik, ulusal çıkarlar ve kamu yararıyla
bağdaşmamaktadır. Üzerinde yeniden çalışılmakta olan Türk Petrol
Yasası’nın, ulusal güvenlik açısından sıkıntılar yaratmasından dolayı,
yeniden
ele
alınırken,
hassasiyetlerin
giderilmesine
özen
gösterilmesinde fayda mütalaa edilmektedir.
7
ANKA Haber Ajansı, 16.02 2007.
44
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
Münhasır Ekonomik Bölge
Diğer taraftan enerji kaynaklarını sadece sınırlar içinde düşünmek de
yeterli değildir. Karasuları ve kıta sahanlığının ötesinde Münhasır
Ekonomik Bölge’yi de bu kaynaklar içinde mütalaa etmek, hak ve
menfaatleri bu bölgelerde de elde etmek ve korumak önemlidir.
Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Akdeniz’in paylaşılması
konusunda hamle yaparak anlaşmazlık yaratmışlardır. Bu konuya Mısır
ve Lübnan da dâhil olmuştur. Sorun, Yunanistan’ın Meis, Girit, Kerpe’yi
birleştiren hattı temel alarak başta Mısır ile olmak üzere Akdeniz’de
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etme çabalarıdır. Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi de (GKRY) ortay hatları esas alarak Lübnan ve Mısırla
MEB sınırlandırmasına yönelik anlaşmalar yapmıştır. Yapılan bu
anlaşmalardan sonra GKRY 13 adet petrol ruhsat sahası ilan etmiş,
uluslararası petrol şirketlerini ilan edilen bu alanlara davet ederek
işletilmesini istemiştir. GKRY aynı zamanda, KKTC’nin de hakkına
tecavüz ederek bu alanlarda da ruhsat vermek için ihale açmıştır.
Yunanistan ve GKRY, Türkiye’nin aleyhine olarak, Doğu Akdeniz’deki
açık deniz alanının büyük bir kısmını elde etme çabası içindedir. Konu
sadece petrol ile de sınırlı olmayıp, bu durum MEB olarak kabul edilen
sahalardaki tüm deniz altındaki kaynakların işletme ve kullanım hakkını
8
elde etme çabasıdır .
Bu konuda yakın bir gelecekte sorunlar yaşanacağı öngörülmektedir.
Uluslararası hukuk alanında gerekli mücadelenin verilmesi ve bunda
ısrarlı olunması zorunlu duruma gelmiştir. Gerektiğinde stratejik
kaynaklar üzerindeki hak ve menfaatlerimizin korunması için güç
kullanılması da söz konusu olabilecektir. Bu konu da ulusal güvenlikle
doğrudan ilgili bir husustur.
C. Su Kaynakları
Stratejik yeraltı kaynaklarından su, uzun süredir önemli bir konu
olmakla birlikte özellikle son yıllarda hassasiyet arz eden bir konu
olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuya doğrudan etki eden faktörlerin içinde
Küresel Đklim Değişikliği önemli bir yer tutmakta ve bunun su kaynakları
ile birlikte doğrudan ulusal güvenliği etkisinin olduğu belirlenmiş
bulunmaktadır.
8
“Akdeniz Türkiye’ye Kapanıyor mu?” Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, 2007.
45
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
4. KÜRESEL ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ
Güneş ışınları yeryüzünü ısıtmakta, bir kısım ışın, doğanın tabii örtüsü
tarafından tutularak yeryüzünün yeteri kadar sıcak kalmasını
sağlamakta, kalan ışın tekrar atmosfere yansımaktadır. Ancak son
zamanlarda fosil yakıtların artması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve
ozon tabakasının incelmesi gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve
diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış göstermekte ve
9
sera etkisi yaratmaktadır . Bu durumda ışınların bir kısmı, atmosfere
salınan gazların birikerek sera etkisi yaratmasından dolayı yeryüzünden
yansıyarak atmosfer dışına çıkamamaktadır. Atmosferden dışarı
çıkması gereken ışınların yeryüzü tabakası ile atmosfer arasında
sıkışıp kalması da sıcaklık artmasına sebep olmaktadır. Đşte “Küresel
Isınma” olarak nitelendirilen ve “Küresel Đklim Değişikliği”ne neden olan
konu budur.
Yeryüzündeki ısı bugünkü değerlere göre her on yılda 0,1 derece
artmaktadır. Küresel ısınmadan dolayı eski dengelere oranla 1-2
derecelik bir artış olmuştur. Halen birçok su kaynakğının kuruduğuna,
bazı göllerin küçüldüğüne, bazılarının yok olduğuna, çiçeklerin erken
açtığına, bitkilerin zamansız meyve verdiğine, bazen de vermediğine,
buzların eridiğine ve ana kütleden koptuğuna, fazla miktarda suyun
dolaşıma girdiğine, sel felaketlerinin, çığ olaylarının, fırtına ve
kasırgaların arttığına şahit olunmaktadır. Kuzey yarımkürede kar örtüsü
ve buz kalınlıkları azalmıştır. Nehirler kirlenmiş ve suyu azalmıştır.
Önümüzdeki 100 yıllık bir dönemde de gerekli tedbirler alınmadığı ve
büyük çapta doğal değişiklik olmadığı taktirde küresel ısıda 3 derece
kadar daha bir artış olacağı beklenmektedir. Bu ısınma, toplam su
döngüsünün değişmesine, tropikal bölgelerde daha fazla suyun
buharlaşmasına, kuzey yarımkürede daha fazla yağmur yağmasına,
buzulların daha çok erimesine, denizlerin yükselmesine, kıyı
ekosistemlerinin olumsuz etkilenmesine, kuraklığın ve sellerin
artmasına, tarım alanları, ormanlar ve meraların azalmasına,
çölleşmenin artmasına ve iklim kuşaklarının yer değiştirmesine sebep
olacaktır.
Yükselen deniz seviyesi Hollanda’yı, Pasifik adaları’nı, Hint
Okyanusu’ndaki adaların büyük bir kısmını sular altında bırakacaktır.
Buzulların erimesi sonucu okyanuslardaki ve dolaylı olarak tüm
denizlerdeki tuz dengesi bozulacaktır. Bu durum iklim şartlarını
9
Emel Aktaş, “Küresel Đklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”,
Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83, s.44
46
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
dengede tutan “Gulf Stream” gibi sıcak su akıntılarının işlevinin
bozulmasına sebep olacaktır.
Çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada Büyük Buzul
Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak Đskandinav ülkelerinin buzul çağına
gireceği, devamında Đngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında
kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve
savaşmaya zorlanacağı değerlendirilmektedir. Avrupa nüfusunun
%10’nun kendi ülkelerini terk ederek coğrafi olarak daha güneyde yer
alan Türkiye, Cezayir, Fas, Mısır ve Đsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç
edebilecekleri ifade edilmektedir. Yaşanacak büyük doğal felaketler
sonucunda insanların susuzluk, kuraklık, açlık ve salgın hastalıklarla
10
karşı karşıya kalabilecekleri düşünülmektedir .
Diğer taraftan küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişikliğinin, insan
yapımı karbondioksitten değil, güneşin sıcaklığının gittikçe artmasından
kaynaklandığı, zararının fazla olmayacağı, hatta kışların ılıman
olmasından dolayı verimin artması gibi faydalı yönlerinin de görüleceği
11
iddiasını ileri süren bilim adamları da bulunmaktadır . Fakat bunun
geçerlilik durumunun zayıf bir ihtimal olduğunu yaşanan ortam
göstermektedir.
Küresel iklim değişikliğinin sonucu olarak, dünya nüfusunun gittikçe
artmasına karşılık su kaynaklarında olan azalmadan dolayı su
güvenliği, gıda güvenliği, enerji güvenliği, yaşam alanı güvenliği
konuları, öncelikli konular haline gelecek, ülkeler bir diğerinin aleyhine
olarak yaşam şartlarını düzetme çabası içine gireceklerdir. Bu durum,
mevcut
istikrarsızlıkları
arttırabilecek,
istikrarlı
bölgeleri
istikrarsızlaştırabilecek, gerilimleri ve çatışmaları tetikleyebilecek,
güvenlik konusunu gittikçe artan bir şekilde ön plana çıkaracak ve
dünya güvenlik sorunları ile karşı karşıya kalabilecektir.
5. KÜRESEL ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐNĐN TÜRKĐYE’YE ETKĐLERĐ
Küresel iklim değişikliğinden doğal olarak Türkiye de etkilenecektir. Bu
etkilenme ortalama sıcaklıklarda artış, yağış miktarı ortalamasında
azalma ve yağış rejiminde düzensizlik olarak hissedilecektir. Bazı
bölgelerde kuraklık oranında artış görülürken, bazı bölgelerde de sel
baskınları ile karşılaşılacaktır. Marmara bölgesinde nispeten az olmak
10
a.g.e.
www. Milliyet.com.tr, Đngiltere Surrey Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Vincent
Marks ve Londra Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Stanley Feldman’ın ortak kitabı, 23
Haziran 2009.
11
47
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
üzere, diğer bölgelerde ciddi ölçüde kuraklıkla karşı karşıya
kalınacaktır. Kar kalınlıklarında göreceli bir azalma, akarsu akımında
önemli değişiklik olabilecektir. Bunun sonucunda içme suyunda,
sulamada, suyun sanayi amaçlı kullanımında, hidroelektrik üretiminde
sorunlarla karşılaşılacaktır. Hidroelektrik üretimindeki azalmanın, fosil
yakıt, termik ve nükleer enerji üretiminde artışa yönelmeyi gerektirmesi
halinde bu sefer küresel ısınmaya karşı alınmakta olan tedbirlerin ihlali
ortaya çıkabilecektir.
Dünya Bankası’nca hazırlanan bir rapora göre iklim değişikliğinin,
Türkiye’nin de dahil olduğu, genelde Avrupa olarak belirlenen,
bölgedeki sonuçları, beklenenden daha kötü olacaktır. Rapora göre
iklim değişiminin sonuçlarından olan deniz seviyesinin yükselmesi,
bölgenin dört havzasını (Baltık Denizi, Adriyatik’in doğu kısmı ve
Türkiye’nin Akdeniz Kıyıları, Karadeniz, Hazar Denizi) ile Rusya’nın
Kuzey Buz Denizi kıyılarını etkileyecektir. Bu etkilenmede fırtına
taşkınları ve tuzlu deniz sularının yeraltı sularına sızması dikkat çekici
düzeyde olacaktır. Raporda, deniz düzeyindeki yükselmenin
Karadeniz'de Rusya, Ukrayna ve Gürcistan kıyılarını şimdiden
12
etkilemeye başladığına dikkat çekilmiştir . Ancak diğer taraftan
Türkiye’nin farklı bölgelerinde farklı iklim yapısı içinde bulunmasından
dolayı, küresel iklim değişikliğinden diğer ülkelere kıyasla daha az ve
daha geç etkileneceği yönünde değerlendirmeler de bulunmaktadır.
Kullanılan ve kişi başına düşen su miktarı bakımından dünya
ortalamaları ile kıyaslandığında Türkiye, düşünüldüğü gibi zengin değil,
sınırlı su kaynaklarına sahip ülkeler arasındadır. Türkiye, yağışın
azalması ve sıcaklıkların artması, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarındaki
suyun azalması sonucunu ortaya çıkaracak ciddi su sıkıntıları ile karşı
karşıya kalabilecektir. Hidroelektrik enerji üretiminde azalma olacak, bu
durum gittikçe artan enerji ihtiyacını da olumsuz yönde etkileyecektir.
Bunun doğal bir sonucu olarak sanayi ve ekonomi alanlarında da
olumsuzluklar yaşanacaktır. Enerji üretiminde yaşanacak sıkıntı,
ülkemizin zaten yüksek olan enerjideki dışa bağımlılık oranını arttırarak
ülkemiz dış politikasının stratejik dengelerini ve ulusal güvenliğimizi
13
tehdit edecek neticeler yaratabilecektir .
Türkiye, diğer ülkeler gibi küresel iklim değişikliğinden etkilenecek ve
bunun sıkıntılarını çekecek bir ülke olmakla beraber, bilinen
12
www.usakgundem.com, Dünya Bankası Đklim Değişiklik Raporu “Türkiye’yi de
Kapsayan Havzada Beklenen Daha Kötü Sonuçlar",1-12 Haziran 2009.
13
Emel Aktaş, a.g.e., 2009, s.48.
48
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
olumsuzluklarla, diğer ülkelere kıyasla daha geç ve nispeten daha az
karşı karşıya kalabilecektir. Yaşam alanı kısıtlamalarının Kuzey
Kutbundan başlayıp, Đskandinav ülkelerine, Đngiltere’ye, Batı Avrupa ve
oradan da Doğu Avrupa’ya doğru yayılacağı dikkate alınarak, göçlerin
de bu bölgelerden, nispeten yaşam alanı daha elverişli olan Türkiye’nin
de dahil olduğu Akdeniz ülkelerine doğru olacağı beklenmektedir.
Dolayısı ile çatışma ve istikrarsızlığın daha çok görülebileceği
bölgelerin de başta Türkiye olmak üzere Akdeniz ülkelerinde olacağı
14
düşünülmektedir .
6. SINIR AŞAN SULAR
Su açısından sınırlı kaynaklara sahip ülkeler arasında yer alan
Türkiye’nin, diğer Orta Doğu ülkelerine nazaran daha iyi imkânlara
sahip olduğu, hatta sınır aşan suların kaynağının kendisinde olması
nedeniyle bu konuda inisiyatif sahibi olduğu bilinmektedir. Küresel
ısınmanın artmasıyla çeşitli şekillerde nehirlerin sularında da azalma
olacaktır. Bu durum, aynı sudan yararlanan ülkelerin aşırı talepleri ile
karşı karşıya kalma olasılığını arttırmaktadır. Hatta bu konu geçmişten
başlayıp halen devam eden bir anlaşmazlık konusu olarak gündemdeki
yerini korumaktadır. Irak ve Suriye, Dicle ve Fırat’ın sularının eşit
paylaşımını istemektedir. Sınır Aşan Sular statüsünde olan bu sular,
uluslararası su konumuna sokulmak istenmektedir. Gelecekte bu
sularda azalma oldukça, kuraklık arttıkça taleplerin karşılanması için
her çareye başvurulabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bir zamanlar
Suriye’nin PKK terör örgütüne verdiği desteğin sebeplerinden birinin de
sınır aşan sulardaki anlaşmazlık olduğu hatırda tutulmalıdır.
Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin su kaynaklarının kullanılması
konusundaki tutumunun da dikkate alınmasında fayda görülmektedir.
Özellikle AB, diğer ülkeler ve organizasyonlar tarafından talep edilen,
su kaynaklarımız üzerindeki kontrol ve olası kısıtlamalar, bizi, hem
kendi kaynaklarımıza hükmedemememiz durumuna sokacak hem de
büyük bir özenle koruduğumuz egemenliğimizin paylaşılması sonucunu
gündeme getirecektir. AB müzakere dosyalarından “Çevre” başlığı
kapsamındaki su kaynaklarının kontrolü konusuna özel dikkat sarf
edilmesi gerekmektedir. Bütün bunların yanında elverişli yaşam alanı
aramak durumunda kalacak olan özellikle Avrupa ülkelerinin, Türkiye’ye
yapmaları muhtemel kitlesel göçün yaratacağı sıkıntıların yanında,
14
Armağan Kuloğlu, “Küresel Đklim Değişikliğine Đlişkin Güvenlik Algılamaları ve Türkiye”,
Ekoenerji Dergisi, Sayı: 31, ss.46-49.
49
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
siyasi ve askeri
beklenmektedir.
olarak
da
Türkiye’yi
etkilemeye
çalışacakları
Dolayısı ile Türkiye’nin hem su kaynakları, hem de yaşam alanı
cazibesi nedeniyle güvenliği olumsuz yönde etkilenecek ülkelerin
başında geleceği değerlendirilmektedir. Açıklanan bu durum
çerçevesinde Türkiye’nin de, küresel iklim değişikliğinden başta
hidroelektrik enerji olmak üzere her yönden ve özellikle güvenlik
açısından etkilenecek hassasiyette bir ülke olması nedeniyle, olası
olaylara karşı alması gereken önlemleri ortaya çıkarabilmesi ve
tedbirlerde ön alabilmesi için güvenlik senaryoları ortaya koyması ve
üzerinde çalışılması gerekli görülmektedir.
7. YENĐLENEBĐLĐR ENERJĐ KAYNAKLARI
Yenilenebilir enerji kaynağı olan suyun yanında, ülkemizde oldukça
verimli kapasitede kullanılabilecek olan jeotermal, rüzgâr ve güneş
enerjisinden yararlanabilme yönünde, özellikle son yıllarda özel
teşebbüsün katkıları ve gayreti ile yapılan çalışmalar memnuniyet
vericidir. Ancak genel elektrik ve ısı enerjisi üretimi içindeki yüzdesi az
olduğundan stratejik olarak değerlendirilmemektedir. Su dışındaki bu
kaynaklardan azami istifade sağlansa dahi, Türkiye’nin enerji ihtiyacına
katkısı, %5’i geçemeyecektir. Aslında bu oranın, dünyanın bu yöndeki
enerji üretimi ile kıyaslanması halinde, iyi bir oran olduğu görülecektir.
Su kapasitesinin azamisi kullanıldığında da, Türkiye’nin elektrik enerjisi
ihtiyacındaki artış da dikkate alındığında, ihtiyacının %30’u kadarı
karşılanabilecektir. Bu nedenle geri kalan %65 civarındaki elektrik
enerjisi ihtiyacının diğer enerji kaynaklarından karşılanması zarureti
bulunmaktadır. Halen bu ihtiyaç büyük bir çoğunlukla doğal gaz, daha
sonra kömür, daha sonra da petrol ile çalışan santraller ve diğer üretim
kaynaklarından karşılanmaktadır.
Ülkemizde doğal gaz santrallerine, kolay ve ucuz kurulduğu için rağbet
edilmektedir. Ancak bu durum özellikle başta Rusya olmak üzere hem
elektrik, hem de ısı enerjisi ihtiyacı açısından Ülkemizi dış ülkelere
bağımlı duruma getirmekte ve bağımlılık gittikçe artmaktadır. Enerji
konusunda petrol bağımlılığı da dikkate alındığında bu durum, ulusal
güvenlik açısından sorun teşkil etmektedir. Ayrıca bu yolla elde edilen
enerji de pahalıya mal olduğundan, ülke ekonomisi ve halkın refahını
olumsuz yönde etkilemektedir.
8. NÜKLEER ENERJĐ
Açıklanan bu nedenlerle nükleer enerjiye önem verilmesi zarureti
doğmaktadır. Bu teşebbüs aynı zamanda Türkiye’nin, nükleer teknoloji
50
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
alanında söz sahibi olmasına ve güvenlik açısından da güç
kazanmasına imkân sağlayacaktır. Bu çalışmaya kısa vadede hız
verilmesi ve başlanması, orta vadedeki üretimde hedef olarak da, doğal
gaz ile üretilen enerjinin nükleer santrallerden karşılanmasını
sağlayacak düzeye getirilmesi olmalıdır. Türkiye’nin ulusal güvenliğini
olumsuz yönde etkileyen petrol ve doğalgazdaki (hidrokarbonlar) dış
bağımlılık, gelecek nesillerin yaşamını ciddi şekilde tehdit eden küresel
ısınma ve enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gerekliliği gibi etkenler,
bize nükleer seçeneği ciddi şekilde ele almamızın gerekli olduğunu
göstermektedir.
Büyüyen ekonomisi, hızlı sanayileşmesi ve yükselen nüfusunun
etkisiyle, Türkiye’nin toplam enerji ihtiyacı her sene ortalama %8
civarında artmaktadır. Bu artışın daha fazla olabileceğine ilişkin
düşünceler de bulunmaktadır. Artışı karşılayacak üretim kapasitesinin
mevcut şartlar itibariyle oldukça uzağında olduğumuz bilinmektedir. Su
hariç diğer yenilebilir enerji kaynaklarının enerji sorunumuzu çözmekten
ziyade, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesinde önemli bir katkı unsuru
sağlayacağı bir gerçektir. Bu konuların ışığında nükleer enerji,
sürdürülebilir bir enerji üretim metodu olarak karşımızda çıkmaktadır.
En son teknolojiyle donatılmış bir nükleer reaktör ve dikkatli tesis
yönetimi
ile
uzun
vadede
istikrarlı
elektrik
üretiminin
gerçekleştirebileceği ve böylece hidrokarbona fazla bağımlı olmadan
ülkenin artmakta olan elektrik tüketiminin önemli bölümünün
15
karşılanabileceği hesaplanmaktadır .
Diğer taraftan nükleer enerji santralleri ileri teknoloji ürünü tesisler olup,
bu nedenle nükleer enerji üretimine yönelik tesislerin güvenlik ve kalite
kültürünün ülkemizde yerleşmesinde ve gelişmesinde önemli rol
oynayacağı değerlendirilmektedir. Nükleer enerji üretimi için kurulacak
tesislerin, nükleer teknoloji alt yapısının gelişmesine katkı sağlayacağı
aşikârdır. Ayrıca, nükleer santrallerden üretilecek enerjinin, ülke enerji
üretim sepetine çeşitlilik getirebilecek bir seçenek olduğu da
bilinmektedir. Nükleer santraller günümüzde yüksek yük faktörü ile
çalışabilen ve lisanslama kuruluşları tarafından sürekli denetime tabi
tutulan tesisler olarak dünya enerji üretiminde önemli bir paya sahiptir.
Nükleer enerjiye dayalı sistemler, fosil kaynaklı enerji üretim
sistemlerinin neden olduğu sera gazı emisyonuna neden olmamaktadır.
Bu nedenle, küresel ısınma ve iklim değişikliğine neden olan CO2
emisyonunun azaltılmasında, diğer yenilenebilir kaynakların yanında,
15
Cenk Sidar, “Nükleer Enerji: Fırsat mı, Tehdit mi?”, Radikal Gazetesi, 16.05.2008.
51
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
önemli bir seçenek olacaktır. Ayrıca, azot oksitleri ve sülfür oksitleri
16
salmadığı için asit yağmurlarına da neden olmayacaktır .
Nükleer santrallerde, işletme inisiyatifi ve yakıt malzemesi olan
zenginleştirilmiş uranyum elde etme olanağı bulunmayacağından ve
tamamen dışa bağımlı bir statüde olacağından nükleer enerji, Türkiye
için ekonomik değeri olan, fakat stratejik olamayan bir konumda
olacaktır. Ancak bu konudaki bağımlılığın kabul edilebilir bir seviyeye
çekilmesi ve kirliliği de kontrol altında tutacak tedbirlere önem verilmesi
halinde nükleer enerjiye sahip olma durumu, nükleer teknolojiye de
sahip olmayı beraberinde getirebilecek ve konu, stratejik önem
kazanacaktır. Bu nedenle başlangıçta bağımlılığın kabul edilebilir
seviyede olmasına özen gösterilmesi, sonra da kendi inisiyatifimizle
yönetebileceğimiz bir nükleer enerji üretimi politikasının uygulanması,
ulusal çıkarlarımız ve güvenliğimiz açısından da gerekli görülmektedir.
DEĞERLENDĐRME VE SONUÇ
Gelecekte doğal ve enerji kaynaklarına artan ihtiyaç nedeni ile
Türkiye’nin, diğer ülkelerin aşırı ve kendi aleyhine olacak talepleriyle,
kitlesel göçün yaratacağı ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunlarıyla
karşı karşıya kalacağı değerlendirilmektedir. Bütün bunların sonucu
olarak da bölgenin istikrarsızlaşacağı, çatışmalara neden olacağı
düşünülmektedir. Uluslararası ilişkilerin hiç birinde egemenliğin
paylaşılması söz konusu olmamalıdır. AB her ne kadar egemenliğin
paylaşımını öngörse de, AB’nin önde gelen ülkelerinin bu konuda taviz
vermediği ve ulusal menfaatleri konusunda hassasiyet gösterdikleri göz
önünde tutulmalıdır. Milli hedefler sadece elde edilmesi amaçlanan
hedefler olmayıp, aynı zamanda elde edildiğinde veya elde
bulundurulduğunda muhafaza edilmesi gereken değerleri de
kapsamaktadır. Bu nedenle IMF istekleri, AB uyum yasaları ve
müzakere başlıklarına ilişkin konular ve diğer siyasi düşüncelerle,
elimizdeki inisiyatif terk edilmemeli, egemenlik haklarımız daima
gözetilmelidir.
Özelleştirme kapsamı genişletilen ve özellikle stratejik değeri bulunan
madenler ve mineraller konusunda teknolojik çalışmaların yanında,
ulusal çıkarları, dolayısı ile ulusal güvenliği gözeten yeni hukuki
çalışmalar yapılmalıdır. Veto edildikten sonra yeniden üzerinde çalışılan
Türk Petrol Yasası, ulusal çıkarlar ve güvenlik konuları dikkate alınarak
düzenlenmelidir. Münhasır Ekonomik Bölge konusunda Doğu
16
http: www.enerji.gov.tr/nukleerenerji.htm, Son düzenleme: 26. 08. 2007.
52
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Armağan Kuloğlu
Akdeniz’de
karşılaşılan
haksızlığın
giderilmesi,
bu
konuda
karşılaşılması kuvvetle muhtemel krizin, sağlıklı bir şekilde yönetilmesi
için gerekli hazırlıkların yapılması, gerektiğinde güç kullanılması
durumunun dikkate alınmalıdır. Türkiye, su kaynaklarının tasarruflu ve
verimli kullanılması, sınır aşan suların durumunun takip edilmesi ve
çıkarlarının korunması konusunda bir çalışma ve buna ilişkin plan
yapması ve takip etmesi için organize olmalıdır.
Enerji arz güvenliği konusunda yapılmakta olan çalışmalarda
yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önemi vermeli, diğer alternatif
kaynakların kullanılması yönünde çalışmalar yapmalıdır. Küresel iklim
değişikliği, bunun sonuçları ve Türkiye’ye olan etkileri hakkında
kamuoyu aydınlatılmalı, eğitimde bu konuya yer verilmeli ve medya bu
konuyu hayati olarak değerlendirerek gerekli katkıyı sağlama
konusunda hassasiyet göstermelidir. Küresel iklim değişikliğin
yaratacağı etkileri azaltmak ve ondan korunmak maksadıyla alınacak
tedbirlerin yanında konu, ulusal bir güvenlik sorunu olarak algılanmalı,
çeşitli güvenlik konularının yanında küresel iklim değişikliğinin askeri
güvenliğe etki edeceği düşüncesi ile gerekli tedbirler alınmalıdır.
Nükleer enerji tedariki çalışmaları yapılmasına özen gösterilmelidir.
KAYNAKÇA
AKTAŞ, Emel: “Küresel Đklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik
Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83.
ANKA Haber Ajansı, 16.02 2007.
HANEBERG, Williham C.: “Natural Resources and National
Security”,Encyclopedia of Espionage, Inlellgence and Security, 2004.
KLARE, Michael T.: “Küresel Çatışmanın Yeni Alanları Kaynak
Savaşları”, Çev.Özge Đnciler, Đstanbul: Devin Yayıncılık, 2005.
KULOĞLU, Armağan: “Küresel Đklim Değişikliğine Đlişkin Güvenlik
Algılamaları ve Türkiye”, Ekoenerji Dergisi, Sayı: 31.
KULOĞLU, Armağan: “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları ve ABD
Politikalarının Güvenliğimize Etkileri”, Beykent Üniversitesi BÜSAM
Dergisi, C.1, S.3, 2009 Đlkbahar.
POLAT, Aydın: “Bor Madeninin Türkiye Açısından Ekonomik ve
Stratejik Önemi”, www.boraxtr.com/boraxtr/ borpolitikasi/Ayda Polat
Borun Stratejik Onemi.doc
53
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54
Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi
SĐDAR, Cenk: “Nükleer Enerji: Fırsat mı, tehdit mi?”, Radikal Gazetesi,
(16.05.2008).
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü: “Türkiye’de Nükleer Kapasitenin
Kurulması
ve
Stratejik
Toryum
Madeni”,
Ocak
2007,
forumaden.com/forum/index.php?topic=953.0;wap2
Türk Deniz Araştırmaları Vakfı : “Akdeniz Türkiye’ye Kapanıyor mu?”,
2007.
YILDIZ, Necati: “Altın, Strateji ve Stratejik Maden”, Habermaden.com,
17 Mart 2009.
www.enerji.gov.tr/nukleerenerji.htm, Son düzenleme: 26. 08. 2007.
www. Milliyet.com.tr, Đngiltere Surrey Üniv.den Porf. Vincent Marks ve
Londra Üniv.den Prof. Stanley Feldman’ın ortak kitabı, (23 Haziran
2009).
www.usakgundem.com, Dünya Bankası Đklim Değişiklik Raporu
“Türkiye’yi de Kapsayan Havzada Beklenen Daha Kötü Sonuçlar" ,1-12
Haziran 2009.
54
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
CUMHURĐYET’ĐN KURULUŞ SÜRECĐNDE “VATAN”, “MĐLLET”,
“DEVLET” VE “TARĐH” TARTIŞMALARI
Yrd.Doç.Dr.Hasan AKBAYRAK∗
ÖZET
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan, tam bir kayıtsız şartsız teslimiyet olan
Mondros Ateşkes antlaşmasını imzalayarak çıkar. Devletin başkenti işgal edilir, meclis
dağıtılır, seçilmiş hükümetin önder kadrosu yurdışına çıkar ve ülke fiilen işgal kuvvetleri
komutanlığı tarafından yönetilmeye başlanır. Anadolu’da başlayan direnişin, Amasya’da
ilan edilen siyasi program hedefine yönelik olarak merkezi bir siyasi önderlik tarafından
sevk ve idare edilmesi sürecinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, “millî”
yönetim tesis edilir. Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, işgale karşı başlattığı “Kurtuluş
Savaşı”, Đmparatorluktan geriye kalan yegane vatan toprağı olarak Anadolu’yu öne
çıkarır. Böylelikle, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, Đmparatorluğun
Anadolu’ya sıkışan toprak ve Müslüman-Türk unsura daralan demografik alt yapısı ile,
Anadolu’nun, Türk milletinin ülkesi olduğunu öncelikle gündemine alan bir “millî tarih”
anlayışı oluşmaya başlar.
Anahtar Kelimeler: Türk Milleti, Milli Tarih, Anadolu, Vatan, Misak-ı Milli
ABSTRACT
At the end of the the First World War, the Otttoman Empire signed the Mondros Armistice
Agreement which means an absolate complete unconditional surrender. Istanbul, the
Capital of the Empire is occupied, the Ottoman National Assembly is dispersed, legal
government leaders are sent to exile outside the country and the country is began to be
ruled by occupation forces commander as de facto. Resistance which began in Anatolia
aims to attain the goal of the political program declared in Amasya in conjuction with this
the Grand National Assembly opened in Ankara in 1920, thus “national” administration
was installed. The Grand National Government lunching “Liberation War” against the
occupying forces enhanced the importance of Anatolia which is the only land left out from
the Empire. When the Balkan and the First World War ended the Empire’s land and
Muslim-Turkish population with its narrowing demographic sub-structure was congested
in Anatolia constituted a “national history” approach of agenda includes the primary fact
that Anatolia is country of Turkish people.
Key Words: Turkish Nation, National History, Anadolu, Country, Misak-ı Milli (National
Declaration)
GĐRĐŞ
Birinci Dünya Savaşı sonunda, “Şark meselesi”nin emperyalist çözümü
sürecinde Türklerin, Anadolu coğrafyası üzerinde siyasi varlığının
∗
Beykent Ünivesitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected].
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
meşruiyeti de tartışılmıştır. Türklerin, “Önasya”da siyasi varlıklarını
egemen bir devlet olarak devam ettirmesinin tarihsel meşruiyetinin
tartışıldığı bu süreçte dönemin belli başlı tarihçileri, yaşanılan siyasi
sürece entellektüel bir müdahale şeklinde tartışmalara katılmış ve görüş
oluşturmuştur. Bu çalışmada, ulus-devlet kuruluş sürecinde bu
tartışmaya katılan Türk tarihçilerinin, “vatan”, “millet”, “devlet” ve “tarih
anlayışı” konusunda “milli” bir duruş oluşturulmasına katkıları ortaya
konmaya çalışılacaktır.
Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzaladığı ve galip
devletlere istedikleri yeri, kendi geçerli sayacakları gerekçelere
dayanarak işgal etme hakkı tanıyan Mondros Ateşkes antlaşmasının
yarattığı koşullarda, Đttihâd ve Terakkî Partisi’nin önderlerinin ülkeyi terk
etmeleri ve Padişah Altıncı Mehmed Vahidettin’in Meclis-i Mebusan’ı
dağıtması ile ülkede siyasî yönetim boşluğu ve siyasî istikrarsızlık
hâkim olmaya başlar. Bu süreç, ülkenin başkentinin fiilen işgal edilmesi
ve Yunanistan’ın Đzmir’e asker çıkarmasıyla çok daha dramatik bir hâl
alır.
Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, ülkede ikili bir yönetim
yapısı oluşur: Giderek etkinliği Đstanbul’la sınırlı kalan, işgal altındaki
Đstanbul’da Padişah’ın “mutlakiyet” yönetimi ve Ankara’da “millî”
yönetim. Đşgal altındaki Đstanbul’un Türk-müslüman ahâlîsi tarafından
“Anadolu Harekâtı” olarak isimlendirilen ve sınırları “Misak-ı Milli” kararı
ile belirlenen ülkenin işgal edilmesine karşı başlatılan “Kurtuluş Savaşı”,
Đmparatorluktan geriye kalan Anadolu’yu öne çıkarır.
Daha Đmparatorluk dağılmadan, 1918 yılında, Türk Ocakları içinde de
1
su yüzüne çıkan, Anadolu’yu temel alma anlayışı , Birinci Dünya
Savaşı sonunda oluşan Mütareke şartları, Đmparatorluk’tan geriye kalan
yegane vatan parçası olan Anadolu’nun da kaybedilmesi tehlikesini
doğurunca, tartışmasız bir şekilde Anadolu’nun, Türklerin “asıl vatanı”
olarak kabul edilmesi noktasına varır. “Millî” kavramının, giderek
“Anadolu” kavramı ile örtüşmesi şeklinde gerçekleşen bu süreçte, “millî
vatan mefhûmu”, “millî tarih” tanımının temelini oluşturmaya başlar.
Bu süreç içersinde, Đkinci Meşrutiyet döneminde romantik bir söylem
edinen ulusçu/Türkçü akım, “Đttihatçı” ve “Turancı” geçmişinden
arınarak, Türk-müslüman unsur içinde kendisine meşruiyet yaratacak
ve kabul edilebilir, desteklenebilir bir siyasi söylem olmasına dayanak
sağlayacak olan Anadolu’da yürütülen mücadele temelli bir politik
söylem edinir.
1
ÜSTEL, Füsun, (1993), “Türk Milliyetçiliğinde Anadolu Metaforu”, Tarih ve Toplum, Ocak
1993, Sayı: 109, s.51-55.
56
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
1. OSMANLI MĐLLETĐ VE OSMANLI COĞRAFYASININ MĐLLĐLEŞME
(TÜRKLEŞME) SÜRECĐ
Tanzimat döneminde itibaren “siyasal bir kimlik olarak “Osmanlı”nın icat
edilmesi” ve “ortak coğrafya olarak” algılanan “vatan” anlayışının
2
oluşmasıyla , “millî” kavramı bu iki tanıma dayandırılarak îzâh edilmeye
başlanır.
Đkinci Meşrutiyet döneminde “millî tarih”, Oğuz boyuna bağlanarak eski
Türk tarihi ile eklemlendirilen ve Đslâm tarihinin içinde bir süreç olarak
konumlandırılarak bu sürecin bir parçası olarak değerlendirilen
“Osmanlı tarihi” (Osmanlı devletinin tarihi) olarak algılanır. Đkinci
Meşrutiyet döneminin, “Osmanlı milleti”ne ve ulusal ayaklanmalarla
sürekli bir değişim ve daralma gösteren Đmparatorluk coğrafyasına
dayanan muğlak “millî tarih” anlayışı; Balkan savaşları ve Birinci Dünya
Savaşı sonunda, Đmparatorluğun Anadolu’ya sıkışan toprak ve
müslüman-Türk unsura daralan demografik alt yapısı ile Anadolu ve
“Anadolu Türkleri”nin tarihini kapsayan bir “millî tarih” tanımına doğru
netleşir.
Mütareke döneminde, Osmanlı Türkleri için, “salt bir akademik tartışma
3
konusu olmaktan çıkmış ”, olan tarihçilik tartışmaları, Đmparatorluk’tan
arta kalan yegane vatan toprağının Türklerin meşru vatanı olduğunu
göstermeye yönelik bir mücadele biçimi hâlini alır. Türklerin, Anadolu
coğrafyası üzerinde siyasî varlığını egemen bir devlet olarak devam
ettirmesinin tarihsel meşruiyetinin tartışıldığı bu dönemde, tarihçiler de,
toprağın ilk sahibinin kimin olduğu tartışması içine girer.
Đmparatorluk bakiyesi üzerinde, ulus-devlete geçişi etap etap yaşayan
bu tarihçi kuşağı, tarih yazımını, millî politikanın bir parçası olarak bir
millî vazife şeklinde görür. Bu geç ulusal tarihçilik, kendi tarihi hakkında
Batı’nın daha önceki çalışma ve eğilimlerine karşı bir duruşu ve kendini
(geçmişini) savunma anlayışı ile dikkat çeker. “Millî tarih”, Batı
tarihçiliğine karşı bir “savunma tarihi” anlayışını da içinde barındırarak
gelişir.
“Millet” ve “vatan” tanımları üzerine odaklanan “millî tarih”
tartışmalarında, “Osmanlı milleti” (millet-i Osmaniye) tanımının, gerçek
bir “millet” karşılığı olmadığı herkes tarafından kabul edilmesine
rağmen, yeni “millet”in tanımı konusunda farklı görüşler ortaya çıkar.
Osmanlı Đmparatorluğu’nu, artık “Türk Đmparatorluğu” olarak tanımlayan
2
ALKAN, Mehmet Ö., (2001). Resmi Đdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme,
Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce C.1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası
Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Ed: M.Ö.ALKAN, Đletişim Yay., Đstanbul, s.385-386.
3
BERKTAY, Halil, (1993). Cumhuriyet Đdeoljisi ve Fuad köprülü, Kaynak Yayınları,
Đstanbul, s.23.
57
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
Ahmed Refik (ALTINAY), “Osmanlı milleti” yerine “Osmanlı Türkleri”
tabirini kullanmaya başlar. Fuad KÖPRÜLÜ ise, Đmparatorluk’tan geriye
kalan coğrafya üzerindeki demografik yapıyı, “Garb Türkleri” ve
“Anadolu Türkleri” olarak tanımlar. Tarih-i Osmanî Encümeni
üyelerinden Ali Seydi de; artık, “Türk” kelimesinin, diğer “Akvâm-ı
Turâniye”yi kapsamadan, sadece “Garb Türkleri”ni içerecek şekilde
kullanılması gerektiğini savunur. Daha 1919 yılında Mülkiye
Mektebi’nde öğrenciyken, “Türkiyecilik” şeklinde ortaya çıkan eğilime,
“Anadoluculuk” şeklinde “siyasi/ideolojik” yön verme çabası içinde olan
ve araştırmalarını Đslâm tarihinden Anadolu tarihine çeviren Mükrimin
4
Halil (YĐNANÇ) ise ; “vatan” kavramı ile “millet” kavramını örtüştürerek,
“millî tarih”in, sadece “Anadolu Tarihi” olarak isimlendirilmesi gerektiğini
ileri sürer.
“Milli tarih” tartışması olarak tezahür etse de aslında, “vatan”, “millet”,
“ülke” gibi daha geniş bir muhtevaya sahip ve içinde yaşanılan siyasi
konjektöre entellektüel bir müdahale anlamıına gelen bu tartışma
sürecine katılan tarihçilerin görüşlerinin belirtilmesi, dağılma ve yeniden
kuruluş döneminin anlaşılmasına ışık tutacak niteliktedir.
Đşgal altındaki Đstanbul’dan 1920 yılı Ağustos ayında, Đsviçre’de bulunan
Đkdam Gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey’e (ORAN) hitaben yazdığı
makalede; Türk milletinin hiçbir zaman böyle bir aşağılanma ve hakaret
görmediğini, Türk bayrağının hiçbir devirde bu derece ihmâl ve tezyîfe
giriftâr olmadığını, Türk pay-ı tahtının hiçbir devirde bu derece yâd
ellere geçerek sahibinin utancından yüzü kızarmış, bedbaht ve ıztırâb
içinde dolaştığını görmediğini söyleyerek Đmparatorluğun başkentindeki
durumu tasvir eden Ahmed Refik (ALTINAY), böyle bir zamanda,
Türkün ıztırâblı ruhunu teselli edecek ve uğradığı felaketlerin
sebeblerini tarihe dayanarak açıklayacak bir millî tarihin yazılması
5
gerektiğini savunur . “Türkü uyandırmak, ona tarihini anlatmak,
mazisinden alacağı kuvvetle istikbâli te’min etmenin mümkün
olabileceğine onu ikna etmenin” tarihçilerin en önemli vazifesi olduğunu
belirten Ahmed Refik (ALTINAY), Türk milletinin, mazisinin parlak ve
şanlı övünçlerini tarihinden okuyarak, ırkının medeniyetleştirici
vasıflarını anlayacağını ve hiçbir zaman istikbâlinden ümidini
6
kesmeyeceğini ifade eder .
Ahmed Refik (ALTINAY), Türk milletinin bugüne kadar lâyıkıyla
özümleyemediği muhtelif milliyetleri “kelime” ile temsîl etme gafletinde
bulunarak “Osmanlı” ta’bîrini kabul ettiğini, fakat, ancak, altı yüz sene
4
ÜLKEN, Hilmi Ziya, (1998). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, Beşinci
Baskı, Đstanbul, s.477-478.
5
Đkdam: 2 Eylül 1920.
6
Dersaadet: 9 Ağustos 1920.
58
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
sonra, “millet-i Osmaniye” olmadığını anladığını belirtir. Artık, “Osmanlı”
ta’bîrinin ilmî bir kıymetinin kalmadığını öne süren Ahmed Refik
(ALTINAY), hanedan nâmını taşıyan milletin olmadığını, fakat bir
devletin olduğunu, devletin “Osmanlı Devleti”, milletin “Türk milleti”
7
Cihan
Savaşı’ndaki
mağlubiyetin,
“Türk
olduğunu
yazar .
Đmparatorluğu” için adeta bir tasfiye vazifesi gördüğünü ve
Đmparatorluğun altı yüz senelik ahalisi arasında bulunan Arap, Arnavud,
Dönme gibi “ecnebi bir devletten himaye görmek ümidinde bulunan
milletlerin Đslâm oldukları hâlde, servetlerini ve mevcûdiyyetlerini
muhâfaza için gayr-ı müslim bir idare altına girmeyi tercih ettiklerini”
belirten Ahmed Refik (ALTINAY), bu durumun “Osmanlı milleti”
8
zihniyetinin bittiğinin bir göstergesi olduğunu öne surer .
Bir milletin millî mevcûdiyyetinin devamlılığının o milletin hafızası olan
tarihiyle sağlanabileceğini ifade eden Ahmed Refik (ALTINAY), millî
tarihin, millete, geçmişte nasıl yaşamış olduğunu göstermesinin
yanında, gelecekte de, ne surette yaşayacağı konusunda yol
9
göstereceğini öne sürer .
“Türk milleti yaşayacaktır, binaenaleyh mevcûdiyyetini idrâk edecekdir,
irfanını tarihinden çıkaracak ve tarihine istinaden istikbâlde daha kuvvî,
daha metin, daha insani bir millet kuvveti vücuda getirecektir” diyen
Ahmed Refik (ALTINAY), Türk milletinin, içine düştüğü felâket
karşısında, parlak tarihinden aldığı kuvvetle, geleceğe, ilerlemiş ve
10
medenî bir hâlde hazırlanarak yaşayabileceğini belirtir .
Đkinci Meşrutiyet döneminin ilk zamanlarında en şiddetli itirazlara hedef
olan “milliyet” fikrinin, artık bir “akîde-i milliye” halini aldığının büyük bir
memnuniyetle müşâhede edildiğini belirten Fuad KÖPRÜLÜ ise,
Mütareke’den beri şahid olunan elim hadiselerin tazyîkiyle fikirlerde ve
ruhlarda ortaya çıkan bu büyük uyanışın, uğradığımız maddi kayıplara
11
karşı yegane ma’nevî kazanç olduğunu ifade eder .
“Pancermenizm” ve “Panslavizm” gibi büyük milliyet mefkûrelerinin,
başlangıçta, tarih, edebiyat, dil gibi milletlerin geçmişlerine ait ilmî
araştırmalardan doğduğunu hatırlatan Fuad KÖPRÜLÜ, bugün Türk
tarihçileri, Türklerin mazisini, eski medeniyetini, tarihin kayd
edemeyeceği kadar eski zamanlardan beri devam eden Türk “vahdet-i
ma’neviyesini”, Türklerin içtimai’ müesseselerini birer birer araştırarak
meydana çıkarırlarsa, ancak o zaman millî mevcudiyetimizin unsurlarını
7
Dersaadet: 9 Ağustos 1920.
Dersaadet: 9 Ağustos 1920.
9
Dersaadet: 4 Teşrin-I Evvel 1336.
10
Đkdam: 14 Teşrin-I Evvel 1920.
11
Đkdam: 11 Haziran 1922.
8
59
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
lâyikiyle öğrenebileceğimizi belirtir. “Mazisini bizim kadar bilmeyen
millet yer yüzünde yokdur ve olamaz” diyen KÖPRÜLÜ, bu gün,
nüfusumuzun çoğunun, kendi milliyetimizin aslî unsurlarından habersiz
olduğunu, bundan dolayı, henüz millî dili oluşturulmamış, tarihi,
edebiyatı, güzel sanatları meçhûl kalmış bir millet için “millî inkişâfa
12
mazhar olmuş” denilemeyeceğini yazar . Fuad KÖPRÜLÜ, tarihi
olmayan milletlerin kendilerine “sahte bir mazi” uydurmağa çalıştıkları
böyle bir sırada, sadece askeri alanda değil, medeniyet sahasında da
iftihar edilecek bir geçmişi olan Türk milletinin, tarihine ilgisiz kalmaması
13
gerektiğini vurgular .
Medenî olduğunu iddia eden bir millet için, kendisini yabancılardan
öğrenmek kadar utanç verici bir şey olamayacağını söyleyen
KÖPRÜLÜ, Türklerin “istiklâl-i ma’nevî”lerini kazanmaları için “millî
14
hars”larını te’sîs etmeleri gerektiğini bildirir .
Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Hüseyin Hüsameddin (YAŞAR)
de, “kabiliyet-i medeniyesi hiçbir milletten aşağı olmayan ve liyâkat-ı
askeriye ve siyaset-i medeniyyesi itibariyle de Asya’da en yüksek
milletlerden olarak, asırlardan beri hayat-ı millîyesini kahramanca
yaşayan ve siyasi mevcudiyetini cihan-ı medeniyete taşıyan Türklere,
kendi tarihini bildirmenin ve kendi varlığını öğretmenin içinde bulunulan
15
koşullarda millî bir zorunluluk” olduğunu vurgular .
Hüseyin Hüsameddin (YAŞAR), Medeni milletlerin aydınlarının mensûb
oldukları milletin varlığını; tarihini, dilini, coğrafyasını, rûhî ve fikrî
ihtiyaçlarını, sosyal gereksinmelerini bulup araştırarak meydana
getirdiklerini, bu konularda kütüphaneler dolusu esereler yazdıklarını ve
yaptıkları bu işlerden dolayı bunların hiç birinin gerek kendi milleti ve
gerek diğer milletler tarafından “milliyetçilik”le ithâm edilerek
ayıplanmadıklarını, halbuki bizde, aynı amaç doğrultusunda çalışan
insanların “Türkçü” diye ayıplandıklarını öne sürer. Türkçülüğün,
ayıplanacak bir kusur değil, teşvik edilmesi gereken bir fazîlet olduğunu
belirten Hüseyin Hüsameddin (YAŞAR), Türkçülerin, takib ettikleri
gayenin, “bütün medeni milletlerin vücuda getirdikleri âsar-ı ilmîye ve
millîyeyi örnek tutarak Türklerin liyâkat-ı medeniyesini bütün âsar-ı
mevcudiyesiyle isbât etmek, Türklerin tarihini, dilini, ilini, erenlerini
16
kendilerine bildirmek ve öğretmek” olduğunu söyler .
12
Đkdam: 11 Haziran 1922.
Dersaadet: 30 Eylül 1920.
14
Đkdam: 18 Haziran 1922.
15
Đkdam: 4 Teşrin-i Evvel 1919 ve 6 Eylül 1920.
16
Đkdam: 6 Eylül 1920.
13
60
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
Öte yandan, milli tarih tartışmalarına katılan Vakit gazetesinde, “Madem
ki, biz bir “millet”iz; hem de büyük bir milletiz; madem ki bizim Asya ve
Avrupada yaşanmış binlerce yıllık bir hayatımız vardır, madem ki her
hangi bir harsa müstenid olmayan millet hayatının devam imkânı
olmadığı hâlde bu millet hâlâ yaşamaktadır; o hâlde Türklerin de bir
“millî tarih”i mevcûd olmak lâzım gelir” denilerek okullarda
çocuklarımıza neden “milli tarih”in öğretilmediği sorulur ve okutulan
tarih kitaplarının “Osmanlı” nâmıyla bir “nasyon”un mevcûd olduğuna
inandırmak” amacına yönelik olarak yazılmış oldukları iddia edilir.
Mekteplerde okutulan tarih kitaplarının, “çocuğun mefkûresinde yanlış
ve muzırr bir telâkki doğmasına bâis” olduğu öne sürülür ve tarihini
öğrenen Türk çocuğunun, “Hangi millete mensubsun? Bu millet ne
zamandan beri mevcûddur? Hangi tarihde istiklâlini ilân etmişdir?”
sorularına, “Ben Türküm, Türkler kabil-ül tarih zamanlardan beri
mevcûddurlar. Onlar, mevcûd oldukları günden beri müstakildirler.”
17
şeklinde cevap vermesi gerektiği belirtilir .
Vakit gazetesinde; Avrupa’nın, Medeniyeti, Roma’dan, Roma’nın, Eski
Yunan’dan, Eski Yunan’ın Mısır’dan, Mısır’ın ise Fenikeliler’den iktibas
ettiği, halbuki üç dört bin metre yüksek dağlarla çevrili yaylarda yüzlerce
asırdır yaşayan Türklerin
kendilerinden daha şarkî bir iklimden
medeniyet nâmına hiçbir şey iktibâs edemedikleri, onların “medeniyetin
mevcûd ve nâşiri olduklarının”, milli tarih öğretiminin temel vurgusu
olması gerektiği üzerinde durulur. Milli tarih bilincinin oluşturulması,
üzerinde yaşanılan ülke ile de ilişkilendirilir ve aynı zamanda bir “Millî
Coğrafya”ya da şiddetle ihtiyaç olduğu vurgulanır. Bu yönde yapılacak
ilk girişim olarak, “hiç olmazsa, umûmî coğrafyanın Türk vatanına aid
18
kısımlarının millileştirilmesi” önerilir .
Anadolu’ya sıkışan Türklerin “istiklal mücadelesi” sürerken, işgal
altındaki Đstanbul’da, Üniversite’de “Türk Tarih-i Umûmîsi” dersi 1921
yılından itiabaren yeniden okutulmaya başlanır. Osmanlı coğrafyasında
“Türkçülük” düşüncesinin gelişmesinde ilk insiyatif alanlardan biri olan
“Vav’lı Türk” Necib Asım (YAZIKSIZ), kendisinin de bu dersi vermekle
görevlendirilmesi üzerine, tarihimizin menşeini aramanın ve hududunu
çizmenin gerektiği üzerinde durur. Bugün itibariyle, medeni milletler
hayatına girmiş ve öyle yaşamak azmîni göstermiş olan Türk milletinin
umûmî tarihinin nereden başladığının ta’yin edilmesi gerektiğini belirten
Necib Asım (YAZIKSIZ), tarih yapmış fakat bunu pek az yazmış olan
19
Türkler için, bunu yapmanın pek de kolay bir iş olmadığını öne sürer .
17
H…, Vakit: 16 Eylül 1920.
H…, Vakit: 16 Eylül 1920.
19
Đkdam: 30 Mayıs 1921.
18
61
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Ali Seydi, 1923 yılı Ağustos
ayında, “saltanat-ı ferdiye”nin kaldırılarak yerine “saltanatı millîye”nin
tesis edilmesiyle, “Osmanlı Đmparatorluğu” ünvânının “Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti” şekline dönüşmesinin üzerinden nerede ise bir
yıl geçtiği hâlde, henüz ba’zı millî ve ilmî isimlerin tesbitinde bir mesafe
alınamadığını belirterek, bundan sonra, mekteblerde oktulmakta olan
“Tarih-i Millî”nin isminin ne olacağını sorar. Ali Seydi, “Türk milleti” ile
“Osmanlı Hanedan-ı Đmparatorisi” arasında sıkı bir bağ olmasına
rağmen, bundan sonraki tarihimizi Osmanlı tarihinin bir devamı olarak
görmekle beraber, tarihimizi “Osmanlı” ismi ile adlandıramayacağımızı
20
ifade eder .
Asıl meselenin, “mazi ile istikbâli te’lîf ve teslîl edebilecek bir ta’bîr-i
münasib” bulmak olduğunu öne süren Ali Seydi; “Türkiya”, “Türkiye” ve
“Türk” tarihi ta’bîrlerinin uygunluğunu tartışır. “Türkiya” lafının,
Fransızca, “La Turquie” kelimesinden türetildiğini ve Türkçe’nin
bünyesine uymadığını belirten Ali Seydi, “Türkiye”nin de, bir kıt’a ismi
olarak tamamiyle milliyetimizi ifâde edemeyeceğini” ileri sürer. Sadece
“Türk Tarihi” demenin de, bizden başka gelmiş geçmiş ve hâlâ mevcûd
Türkleri de kapsamasından dolayı sakıncalı olduğunu ifade eden Ali
Seydi; yakın bir zamanda “vav” harfi ilavesi ile yazıldığı şeklinde “Türk”
kelimesinin sadece Garb Türkleri için, eski şekli olan “Trk” şeklinde
yazılarak diğer “Akvâm-ı Turâniye”yi kapsaması hâlinde, “Türk Tarihi”
21
ta’bîrini kullanmanın uygun olacağını savunur .
Öte yandan, Đkdam Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmed Cevdet
(ORAN), Ali Seydi’nin makalesi üzerine, devletimize, Fransızca’dan
bozma “Türkiya” kelimesinin isim olarak verilmesinin, bizimle alay
22
edilmesine sebeb olacağını öne sürer .
Bu arada, Darülfünûn Edebiyat Fakültesi Türk Edebiyatı Tarihi
Müderrisi Mehmed Fuad (KÖPRÜLÜ), 1921 yılı Eylül ayında, ilk mektep
talebesine yanlışsız ve faydalı bir surette tarih öğretmek isteyen
23
öğretmenler için “Millî Tarih” kitabını yayınlar . KÖPRÜLÜ’nün, 1923
yılı Kasım ayında da “Türkiye Tarihi” kitabı yayınlanır. (Đkdam: 20
Teşrin-i Sani 1923) Muhtelif coğrafyalardaki Türkler arasındaki millî
uyanışı, Türk tarihinin cihan tarihindeki yerini ve kitabın yazılmasını
koşullayan siyasî nedenleri açıklayan geniş bir giriş bölümünü de ihtiva
eden Türkiye Tarihi, Cumhuriyet devrinde yazılacak millî tarihler için
temel bir yol gösterici olur.
20
Đkdam: 31 Ağustos 1923.
Đkdam: 31 Ağustos 1923.
Đkdam: 31 Ağustos 1923.
23
Đkdam. 8 Eylül 1921.
21
22
62
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
2. ANADOLU’NUN “ANAVATAN” OLARAK ÖNE ÇIKMASI
Balkan Savaşları sonunda, Đmparatorluğun Rumeli’deki topraklarının
nerede ise tamamının kaybedilmesi, Đkinci Meşrutiyet’in ilânı ile devletin
resmî politikası konumuna gelen Osmanlıcılık/Osmanlılık yerine
Türkçülüğün Đttihâd ve Terakkî Yönetimi tarafından temel politika olarak
benimsenmesinin demografik temellerini yaratır. Đttihâd ve Terakkî
Yönetimi, ayrıca, Birinci Dünya Savaşı sürecinde, “çok büyük engellere
24
ve acılara rağmen ” hayata geçirdiği nüfus ve iskân politikaları ile
Anadolu’nun Türkleştirilmesi yolunda, önemli ilerlemeler de elde eder.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, Misak-ı Milli sınırları içersindeki işgale
karşı başlatılan “Kurtuluş Savaşı”, Đstanbul basınında “Anadolu
Harekâtı” olarak yer alır ve Anadolu’yu, Đmparatorluk’tan geriye kalan
yegane vatan toprağı olarak öne çıkarır. Đstanbul’da işgal kuvvetlerinin
sansürüne rağmen, Anadolu’daki mücadele, “Anadolu Ahvâli”
sütunlarında sürekli aktarılmaya çalışılır. Bu dönemde, “Osmanlı”nın
yerini almaya, “Osmanlı” yerine kullanılmaya da başlanan “Anadolu”,
25
işgâl altındaki Đstanbul’daki Türkler tarafından nerede ise mitleştirilir .
Ankara Yönetimi tarafından oluşturulan ve Osmanlı Meclisi-i Mebusanı
tarafından kabul edilen Misak-ı Milli’nin ülke sınırının Anadolu ile
örtüşmesi, Türk milliyetçiliği anlayışının da “Turan”dan “Anadolu”ya
daraldığı bir paralel süreç içinde gerçekleşir. Ulus devletin kurulması
sürecinde “vatan” mefumu ve “Türk Milliyetçiliği” anlayışı, Anadolu
üzerinde örtüşür. “Bugün elimizde sırf Türklere meskûn olmuş bir
Anadolu kaldı” diyen Necib Asım (YAZIKSIZ), bu “asıl ve âsil vatanın”,
sevgiye, hürmete, korunmaya, şenlendirilmeye lâyık ve muhtaç
26
olduğunu öne sürer .
“Avrupa’da, bizim hakkımızda bir sû-i zann var, o da, Türkü, Moğol ve
Tatarla karıştırmalarıdır” diye yazan Necib Asım (YAZIKSIZ), Türklerin,
Avrupalılar tarafından, “orta boylu, seyrek sakallı, elmacık kemikleri
dışarı fırlamış, gözleri Çinliler gibi çekik, esmer bir mahlûk” olarak
27
görüldüğünü iddia eder . “Allah içün bütün Avrupa ve âleme
soruyorum: Bütün Türkiye, Irak, Azerbaycan Türkleri içinde şu ta’rife
muvaffık kaç adam gösterebilirler?” diye soran YAZIKSIZ, Anadolu
Türklerini de, şu şekilde tasvir eder: “Şimdi bir de Anadolu Türklerinin
simalarına bakalım. Bu gün Anadolu’da Türkmen ve Rumelinde
yörükler arasında, Tatar simalı fertler bulunmuyor, bilakis pek güzel sarı
24
DÜNDAR, Fuat. Đttihat ve Terakki’nin Etnisite Araştırmaları, Toplumsal Tarih, No: 91,
Temmuz 2001, s.43.
25
AKBAYRAK, Hasan: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Millî Bayramlar, Tarih ve Toplum,
Temmuz 1987, s35.
26
YAZIKSIZ, Necib Asım: “Vatana Hidmet”, Đkdam, 12 Haziran 1922.
27
Đkdam: 12 Haziran 1922.
63
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
saçlı, gök gözlü dilberler görülüyor. Bunda yabancı halk karışdığı da
28
belli değil .”
Ahmed Refik (ALTINAY), Yunanistan’ın Batı Anadolu’yu istîlâ’, Đngiltere
ve Fransa’nın Đstanbul’u işgâl ettiği bu dönemde, Avrupa basınında, bu
istîlâ’ya tarihî bir meşruiyet sağlamaya yönelik olarak yayınlanan
makalelere karşı, Türk tarihçilerinin ne yapması gerektiğine ilişkin
29
değerlendirmeler yapar . Avrupalıların bu “tasaddîne” karşı yapılacak
yegane işin, ilmî ve tarihî neşriyat olduğunu belirten ALTINAY,
Avrupa’da, Türkü, ilmiyle, tarihiyle, parlak mazisiyle tanıtmak ve
özellikle Türklere dair şimdiye kadar yapılan “yanlış ve her biri bir
maksada makrûn” eserleri Avrupa lisanları ile yapılan neşriyatla
eleştirmek gerektiğini savunur. Avrupa matbuatında son zamanlarda
Türklerin geçmiş zamanlarda yapmış olduğu “hasâratdan” bahs
edildiğini bildiren ALTINAY, bu yayınların temelinde, “Türklerin
Đstanbul’da inşâ’ ettikleri cami’lerin zulüm ve yolsuzlukla yapıldığıve
Türklerin Hıristiyanlara daima zulüm ettikleri hakkında tarihi ithâmların”
yer aldığını ifade eder. “Muharrib milletler arasında revâ görülen
muâmelâtdan Türklerin de nefislerini tecrîd edemiyecekleri ve
etmedikleri tabîîdir” diye yazan ALTINAY, Türklerin her ne kadar zor
kullanmış olsalar bile, dine rağbet ettiklerini belirtir. Buna karşın,
Đstanbul’u istilâ eden Latinlerin, kendi Hıristiyan dindaşlarına karşı revâ
gördükleri muâmele ve Đstanbul’un uğradığı faciaların, tarihde örneğine
az rastlanır cinsten olduğunu öne süren ALTINAY, Latin istilâsı
sırasında Bizans’ın dininin, an’anesinin, ma’bedlerinin hakarete
uğradığını, “Ayasofya mihrâblarında fahişelerin dua taklidi yaptıklarını”
iddia eder.
“Türkün hakiki ve öz vatanı Anadoludur” diyen ALTINAY, Türklerin,
Anadolu’nun hakiki hâkimi olmayı hiçbir zaman akıllarından
30
çıkarmamaları gerektiğini vurgular . Venizellos’un, “Yunanistan
bugünkünden büyük bir devlet olacak ve Anadolu’nun hakiki hâkimi
bulunacakdır, Yunanistan yaşayacak ve cihan şümûl vazifesini ifâ
edecekdir” sözlerine; “evvel emirde şuna kâni olunmalıdır ki, Türk
yaşayacaktır” diye cevab veren ALTINAY, Anadolu halkı ve Türklerin
bugünkü vazifesinin Yunan istilâsına nihayet vermek olduğunu belirtir.
ALTINAY, Đstanbul’un saltanatı uğruna, evlâdları Rumeli’nde, Yemen’de
ve nice uzak yerlerde kırılan ve asırlardan beri mazlûm ve ma’sûm olan
Anadolu halkının, hiçbir dayatmaya karşı boyun eğmeyerek, hiçbir
zorbanın zulmüne tahammül etmeyerek, tarihinde var olan emsâli gibi,
hukukunu müdafaa etmesi gerektiğini savunur.
28
Đkdam: 18 Teşrin-i Evvel 1922.
Đkdam: 12 Eylül 1920.
30
Đkdam: 16 Eylül 1920.
29
64
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
Đstanbul basınında, “Türkün hukukuna ve Anadoludaki hakk-ı hayatına
dair” yazdığı makaleler, Fransa’da, “tarihi bir haksızlığa istinâd eden bir
vaz’iyyet, bin senelik bile hayatı olsa, devam edemez” şeklinde karşılık
bulan ALTINAY, buna, “oturduğu topraklardan zuhûr etmiş hiçbir millet
31
yokdur” diyerek tepki gösterir . Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Wilson’un, her milletin çoğunlukta bulunduğu topraklarda varlığının
temini esaslarını vaz’ ettiğini hatırlatan ALTINAY, “Anadoluda Türk içün
devam edemeyecek tarihi bir haksızlık yokdur; bugün oturdukları
toprakları muhâcerat ve fütûhât neticesi olarak, vatan ittihâz eden
milletler derecesinde, Türkün de muhteşem bir tarihe mâlik millet olmak
hissiyatiyle daima hakkı vardır” diye yazar. ALTINAY, Türklerin eski
fütûhât fikirlerinden çoktan vazgeçmiş olduklarını, fakat milliyetlerinden
ve “milliyetleriyle meskûn topraklardan” vaz geçmeyi de hiçbir zaman
akıllarına getirmediklerini belirtir. “Anadolu Türkün mukaddes ülkesidir”
diyen ALTINAY, Türkün bütün kalbi, ruhu ve vicdanı ile Anadolu’ya
bağlı kalması gerektiğini savunur. Türkün muhteşem mazisinden, artık
“harb ve darbdan ziyade, ulum ve maarifet nokta-i nazarından” kuvvet
alması gerektiğini ifade eden ALTINAY, Türkün yeni siyasetini de,
“komşularını ma’kul haklarında mutazarrı’ etmeyecek, gasbane
hareketlerinde de anavatanı çiğnetmeyecek; Türklüğü insaniyet ve
medeniyet âleminde fâideli ve faal bir unsur olarak yaşatacak
desdurlara nazaran” idare etmesi gerektiğini savunur.
Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Ali Seydi, Bazı Avrupalı
şarkiyatçıların, Anadolu’nun eski halkının “Turanî” olduğu veya
Türklerin Anadolu’da dört bin yıllık bir geçmişleri olduğu yönündeki fikir
ve iddialarını bir tarafa bırakılsa dahi, Türk’ün, Anadolu’daki on asırlık
32
hayatının inkâr edilemeyeceğini öne sürer . “Bugün artık aramızda,
“cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretden” nazariyesine i’tikad
edenlerin adedi pek ziyade azalmışdır” diyen Ali Seydi, beşinci asr-ı
hicrîde Garb-i Anadolu’ya gelen Selçukluların, kendilerinden çok evvel
buralara muhaceret etmiş bir çok Turanî aşiretlerle karşılaştığını,
Anadolu Türkmenlerinin de “Türk’ün seyyar kısmından başka bir şey”
olmadığını, Anadolu’ya çok daha sonra gelen Kayı Hân Aşireti’nin 400
hâne halkının, buradaki milyonlarca kadim Türkleri “Kayı Hânlı” yapmış
olduklarının iddia edilmesinin mümkün olamayacağını savunur.
Basında, muhtelif tarihçiler tarafından Anadolu’nun Türklüğünü savunan
makaleler yayınlanırken, Osmanlı Devleti’nin menşei meselesini, tam
33
da “bu kutlu devletin zevâl bulacağı bir sırada ”, yeni vesikalara
31
Đkdam: 18 Teşrin-i Evvel 1920.
Đkdam: 31 Ağustos 1923.
HVART, Cl.: Journal Asiatik, January-March 1923, Çev: Ragıb Hulusi, Türkiyat
Mecmuası, Cild: 1, Ağustos 1925, s.280.
32
33
65
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
dayanılarak derinlemesine araştıran çalışmalar yapan Fuad KÖPRÜLÜ,
Avrupa’nın saygın bilim adamlarında dahi, Türk tarihi ve Türkler
hakkında, bilgi eksikliğinden kaynaklanan yanlış telakkiler olduğunu,
milletimiz hakkındaki bu gibi yanlış anlayışların ortadan kalkmasının
millî tarihimiz hakkındaki tedkikatın inkişafıyla mümkün olacağını ifade
34
eder .
Eski Türkçü muhitten ve Rusya’dan gelen “Kuzey Türkleri”nden farklı
olarak, araştırmalarını Anadolu Türk tarihi üzerine yoğunlaştıran Fuad
KÖPRÜLÜ, “Garb Türkleri”nin ortaya koymuş oldukları ve bu güne
kadar meçhûl kalmış olan medeniyetlerini ortaya çıkarmak için
“Anadolu Türklerinin”, Osmanlı saltanatının te’sîsinden evvelki
35
safhalarını incelediği ilk önemli araştırmasını, yayınlar . Osmanlı
tarihinin, kendisini hazırlayan safhalardan tamamen ayrı olarak
kurgulanmış ve tecrit edilmiş bir şekilde incelenemeyeceğini savunan
KÖPRÜLÜ, Osmanlılardan evvel Anadolu’nun iyice Türkleşmiş olduğu
kabul edilmezse, ufak bir aşiretin o kadar geniş bir sahada siyasi
hâkimiyet kurmasının ve bir medeniyet vücuda getirmesinin izah
edilmesinin mümkün olamayacağını belirtir.
Türk Tarih Encümeni Hafız-ı Kütübü Mükrimin Halil (YĐNANÇ, 1924 yılı
Nisan ayında yayınlanmaya başlanan “Anadolu Mecmuası”nda, millî
36
tarihin ismi ve kapsamı üzerinde durur . Devleti, milleti ve üzerinde
yaşanılan vatanı, iktidarı elinde bulunduran hanedanın ismi ile
adlandıran eski tarihçilerin, kafalarında “millî vatan mefhûmu” teşekkül
etmemiş olduğu için de, Anadolu’nun, “Memalik-i Osmaniye” olarak
isimlendirildiğini ifade eder. “Milliyet cereyanının bizde de inkişafından
sonra”, tarihimize “Türk Tarihi” ismi verilmeye başlandığını hatırlatan
YĐNANÇ; Türklerin, Baykal Gölü’nden Avrupa içlerine kadar uzanan
geniş bir coğrafyaya dağılmış “muhtelif milletlerin heyet-i müctemi’esi
olan büyük bir kavim olduğu içün”, tarihimizin “Türk Tarihi” olarak
isimlendirilmesinin de, maksadı ifade edemediğini öne sürer. Eski
zihniyeti devam ettiren ve bunu yeni milliyet anlayışına uydurmak
isteyen bazı kimselerin de, millî tarihimizin ismini “Osmanlı Türkleri
Tarihi” olarak adlandırmaya başladıklarını müşahade ettiğini bildiren
YĐNANÇ; “Osmanlı Türkleri” diye tarihde bir “il” ve “ulus” olmadığını,
Osmanlı Hanedanı’nın taht-ı idaresinde bulunan bütün Türklerin de bu
isim kapsamında değerlendirilemeyeceğini ifade eder. YĐNANÇ,
Türkleri, “Osmanlı Türkü”, “Selçuklu Türkü”, “Karamanlı Türkü” diye
34
Đkdam: 29 Kanun-ı sâni 1921.
KÖPRÜLÜ, Fuad: Selçukiler Zamanında Anadoluda Türk Edebiyat”, Millî Tetebbular
Mecmuası, Cilt: 2, Sayı: 5, Teşrin-i sâni-Kanun-ı evvel 1331.
36
YĐNANÇ, Mükrimin Halil: “Millî Tarihimizin Đsmi”, Anadolu Mecmuası, Sayı: 1, 1 Nisan
1340, s.1-6; 53-59; 75-92.
35
66
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
birbirinden ayırmak doğru olmadığı gibi, tarihimizin muhtelif devirlerini
de, “Selçuklu Tarihi”, “Osmanlı Tarihi” gibi “manasız” sözler kullanarak
tanımlamanın da abes olduğunu vurgular.
Anadolu’nun hududlarının, Selçuklu Ailesi’nin Anadolu’da hükümrân
olduğu zamandan itibaren çizildiğini ve bu gün son ve kat’î şeklini
aldığını hatırlatan YĐNANÇ, “bin yıllık tarihe ve teşekkül etmiş bir vatana
mâlik olan milletimizin diğer Türklerden ayrı ve müstakill bir devleti ve
37
bir tarihi”nin var olduğunu öne sürer . YĐNANÇ, “Türk Tarihi” isminin
de, bütün dünyanın muhtelif kıtalarında yaşayan ve gelib geçmiş olan
Türk şubelerine ait olduğu için, husûsî olarak bizim millî tarihimizin ismi
olamayacağını iddia eder. Anadolu’ya muhâceret eden, burada kalıcı
ve ebedî olarak yerleşen Türklerin, “Anadolu Türkleri” olarak kendilerine
has yeni bir medeniyet vücuda getirdiklerini belirten YĐNANÇ, bundan
dolayı, millî tarihimizin de “Anadolu Türkleri Tarihi” veya sadece
38
“Anadolu Tarihi” olarak isimlendirilmesi gerektiğini savunur .
Mükrimin Halil (YĐNANÇ), “Anadolu Türkleri Tarihi” isminin millî tarihimiz
için , “en esaslı, en canlı, en ilmî ve en şâmil” bir ad olduğunu, bu
sayede, “cehâlet neticesi olarak söylenmekte olan Selçukî, Osmanlı...
bilmem ne tarihleri gibi ünvânların” ortadan kalkacağını, ayrıca son
zamanlarda söylenmeye başlanmış olan “Osmanlı Türkleri Tarihi” gibi
isimlerin de kendi kendine unutulacağını ve millî tarihimizin hakikî ismini
39
almış olacağını öne sürer .
Böylelikle, ulus devletin kuruluş sürecinde Anadolu’nun öne çıkması ile
Türk milliyetçiliğinin tanımı ve muhtevasının üzerinde yaşanılan
coğrafya tarafından tayin edildiği yeni bir dönem başlar.
3. TÜRK ULUS DEVLETĐ’NĐN KURUMSALLAŞMASI
Büyük Millet Meclisi Hükümeti kuvvetlerinin 20 Ekim 1922 tarihinde
Đstanbul’a girmesi ve 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin
Saltanat’ın lağvı hakkında karar almasıyla, ülkede, 23 Nisan 1920
tarihinden beri var olan ikili yönetim, 4 Kasım 1922 tarihinde Đstanbul’da
da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti idaresinin başlamasıyla sona
erer.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girdiği 1914 yılından beri
devam eden savaş hâlinin, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış
Andlaşmas’nın imzalanması ile hukuken de sona ermesiyle, Türkmüslüman unsurun belirleyici olduğu Osmanlı bakiyesi coğrafya
üzerinde kurulmuş olan millî devletin siyasî varlığı uluslararası hukuk
37
YĐNANÇ, a.g.e., 1340, s.5.
YĐNANÇ, a.g.e., 1340, s.6.
39
YĐNANÇ, a.g.e., 1340, s.6.
38
67
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
açısından da meşruiyet kazanır. Lozan andlaşmasıyla “Türk Millî
40
Misak’ında ifade edilmiş isteklerin uluslararası tanınması”ndan sonra
41
Yunanistan’la yapılan “insafsız fakat etkin bir nüfus değişimi ” ile ulus
devletin Türk-müslüman nüfusa dayalı demografik altyapısı da
oluşturulur. Lozan’da, uluslararası siyasî meşruiyeti tescîl edilen yeni
devlet, “eylemlerini ve umutlarını andlaşmada tanımlanan ulusal
42
topraklarla sınırlar ”.
Saltanat’ın kaldırılmasından sonra başlayan, kurumlardaki “Osmanlı”
isminin “Türkiye” ismi ile değiştirilmesi süreci, “Türkiye Devleti’nin
Hükûmet şeklinin Cumhuriyet olduğu”, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildikten sonra, “Osmanlı Bankası”
dışında, adında “Osmanlı” sıfatı taşıyan bütün kurumları kapsayacak
şekilde genişler ve “Osmanlı” sıfatı “Türk” veya “Türkiye” ile değiştirilir.
Ankara Hükümeti tarafından idaresine el konulan Đstanbul’da, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin te’sîs edilmesi sürecinde karşılaşılan
ve Mustafa Kemal’in (ATATÜRK) Đzmit’e gelerek, Đstanbul gazetelerinin
temsilcileri ve diğer heyetlerle görüşmesine rağmen, özellikle halifeliğin
kaldırılması sürecinde devam eden dirençler, Đstanbul’da “Đstiklâl
Mahkemesi” kurularak aşılmaya çalışılır. 1924 yılı Mart ayında, hilâfetin
ilga edilmesi, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması ve “Tevhid-i
Tedrisat Kanunu”nun kabul edilmesiyle, ulus-devletin laik temelleri de
atılır.
Ankara’nın, 13 Ekim 1923 tarihinde yeni devletin başkenti ilân
edilmesiyle, Đstanbul’da bulunan Osmanlı mirası siyasî, idarî, askerî,
sosyal, bilim, vb. kurumlarının yerine Ankara’da yenilerinin kurulması
süreci başlar.
Ulus-devletin bir “tek-parti yönetimi” şeklinde kurumsallaştırılması; 1924
yılı Kasım ayında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, 13
Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Sait Ayaklanması’nın bastırılması
sürecinde kapatılmasıyla, gelişim mecrasına oturur. Osmanlı’dan sonra
ilk defa milliyetçi temelde bir ayrılıkçı tehdide ma’rûz kalan yeni devletin
43
yöneticileri, bu isyanın “birinci derecede sorumlusu ” olarak gördükleri
muhalif Đstanbul basınını susturmak için “Takrir-i Sükûn” kanununu
44
çıkarır. “Cumhuriyet kurumlarına karşı cephe ala n” Đstanbul basınının
bazılarının kapatılmasıyla gelişen süreç, 1926 yılı Haziran ayında bazı
40
LEWIS, Bernard, (1988), Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, s.254.
41
LEWIS, a.g.e., 1988, s.255.
42
LEWIS, a.g.e., 1988, s.255.
43
TÜRKER, Hasan: Basın Özgürlüğü Tartışmaları Cumhuriyet’in Đlk Yıllarında AnkaraĐstanbul Çatışması, Toplumsal Tarih, Sayı: 53, Mayıs 1998, s.22.
44
TÜRKER, a.g.e., 1988, s.23.
68
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
eski Đttihatçıların, Mustafa Kemal’e (ATATÜRK) suikast düzenlemek
iddiasıyla tutuklanmalarına müteakip, Đttihâd ve Terakkî Cemiyeti’nin
hayatta kalan önderleri ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın lider
kadrolarını da içerecek şekilde bütün potansiyel siyasî rakiplerin
45
bertaraf edilmesiyle devam eder .
Hilâfetin ilga edilmesinden hemen sonra, Şer’iye Mahkemelerinin
kaldırılmasıyla başlayan ulus-devletin laik hukukî temellere oturtulması
hareketi, Takrir-i Sükûn döneminde, Kıt’a Avrupası hukuk sistemine
46
bağlı çeşitli ülke yasalarının çevrilip benimsenmesiyle sürdürülür .
Osmanlı-Đslâm
geleneklerinden
kurtularak
çağdaşlaşmayı
47
çabuklaştırmak için 1928 yılında Arap harflerinin yerine Latin harfleri
kabul edilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren önem verilen, yeni
harflerle okuma yazma seferberliğini gerçekleştirmek için “millet
mektebleri” ile genişletilen, öğretmenlere ve okullara genel öğretimin
48
yanısıra siyasal eğitim görevleri de veren , etkin bir eğitim sistemi
kurulmaya çalışılır. Yeni devletin, selefi Osmanlı Đmparatorluğu ile
yazıyla aktarılan bütün bağlarının koparılması anlamına gelen “harf
devrimi” sonrasında, ulusal tarih kronolojisinde Osmanlı dönemini
büyük oranda görmezden gelen bir tarih anlayışı gelişir.
Tarih yazıcılığı da, 1927 yılından itibaren, bizzat Mustafa Kemal
(ATATÜRK) tarafından yönlendirilmeye başlanır. ATATÜRK, CHF’nin
2. Büyük Kurultayı’nda, okuduğu “Nutuk” ile, 20. yüzyıl başından
itibaren yazılacak olan Osmanlı-Türkiye tarihinin sınırlarını da çizer.
Süreç, “Đttihâd ve Terakkî’nin Birinci Dünya Savaşı başlarında tek-parti
iktidarını yerleştirmesi icraatını hatırlatan” geniş bir kapatma/katılma
49
hareketleri ve Đkinci Meşrutiyet döneminde gelişen cemiyetleşme
eğilimi ile oluşan “sivil” örgütlenmelerin, tek-parti örgütlenmesinin
“kamusal alanı” içine alındığı bir seyir izler.
4. TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ DEVLETĐ ARMASININ TESBĐTĐ
Devletin, milletin ve vatanın isminin tartışıldığı bu dönemde, devlet
armasının tespit edilmesi çalışmaları da, bu tartışmalara zenginleştirici
bir muhteva kazandırır.
45
ZURCHER, Erik J.: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı Güven, Bağlam
Yayınları, Đstanbul, Kasım 1992., s.122.
46
TUNÇAY, Mete, (1981), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması
(1923-1931), Yurt Yayınları, Ankara, s.171-172.
47
TUNÇAY, a.g.e., 1981, s.230.
48
TUNÇAY, a.g.e., 1981, s.238.
49
TUNÇAY, a.g.e., 1981, s.297.
69
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
Maarif Vekâleti, Türkiye Cumhuriyeti armasının “tarihi tedkikata
müsteniden tesbiti” hakkında Türk Tarih Encümeni’ne bir tezkere
50
gönderir . Encümen, Ankara Te’lîf ve Tercüme âzasından Zeki
Velidi’nin (TOGAN), “Bozkurd ve Ergenekona aid rumuzatı ihtiva eden”
teklifini de tetkik ederek, bunu uygun görmez ve “bunların tamamiyle
Moğollara aid olduğuna” karar verir. Encümen, Maarif Vekâleti’ne teklif
51
edeceği şekli müzakere ederek şu esasları tesbit eder :
“1- Armada nûr ve irfanı temsil edecek olan ay yıldız
işareti bulunacakdır.
2-Kalkan bulunacakdır ki bu kuvvet ve silahın temsilidir.
3-Türkiye ziraat memleketi olduğundan çiftçilik alâmeti
olan başak bulunacakdır.
4-Irkımızın kuvvetini gösterecek olan meşale de
bulunacakdır.
5-Bunlardan mürekkeb olacak olan armanın altında
istiklâl madalyasının resmi bulunacakdır.”
Türk Tarih Encümeni başkanı Ahmed Refik (ALTINAY), Cumhuriyet
arması konusunda, 2 Aralık 1925 günü yaptığı açıklamada, Cumhuriyet
armasının tesbiti için Maarif Vekâleti’nin Tarih Encümeni’ni memur
ettiğini hatırlatarak, Vekâletin, Encümen’den istediğinin “Bozkurd” ve
“Ergenekon” efsanelerinin, Türkler veya Moğolların aidiyeti olup
olmadığını tayin etmek değil, “Cumhuriyetin armasına konulacak
52
alametlerin tesbiti” olduğunu belirtir . Encümen âzasından Hüseyin
Hüsameddin’in (YAŞAR), gazetelerde yer alan “Bozkurd”un Türk
sembolü olduğu yönündeki düşüncelerinin Türk Tarih Encümeni’ni
bağlamadığını, şimdiye kadar tesbit edilen esaslara nazaran “kurt
başının Cumhuriyet armasında bulunmasına Encümen âzalarının kısm53
ı azamının taraftar olmadığını” ifade eder .
Bu arada, basında da, Cumhuriyet arması konusunda bir tartışma
sürdürülmektedir. Đkdam Gazetesi Başyazarı Ahmed Cevdet (ORAN),
Ahmed Zeki Velidi’nin (TOGAN), “Türk Dili Mecmuası”nda yayınlanan
“Türk Efsanelerinde Millî Alâmetler” adlı makalesini Đkdam Gazetesi’nde
54
55
yeniden yayınlayarak , kendi köşesinden tartışmaya katılır . Ahmed
50
Đkdam: 12 Teşrin-i Sani 1925.
Đkdam: 26 Teşrin-i Sani 1925.
52
Đkdam: 3 Kanun-u Evvel 1925.
53
Đkdam: 3 Kanun-u Evvel 1925.
54
Đkdam: 2 Kanun-u Evvel 1925.
55
Đkdam: 1 Kanun-u Evvel 1925.
51
70
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
Cevdet (ORAN), “Şimdiki Hükümet-i Cumhuriye kurt rumuzunu kabul
56
etmeli midir?” sorusunu sorarak görüşlerini şöyle ifade eder :
“Ne içün edelim? Bugün bizimle Asyâ-yi Vustâ
bozkırlarında yaşamış olan Türkler arasında hiçbir
münasebet yokdur. Ne at eti yiyoruz, ne kımız içiyoruz.
Başımıza koyun pöstekisinden ma’mûl kalpak da
giymiyoruz. (...) Diğer tarafdan yeni bir hayatımız, yeni
bir emel ve hedefimiz var. Yeni bir millet olmak
istiyoruz. Yeni bir şekl-i hükümet edindik. Tamamiyle
yeni bir medeniyet iktibâsına çalışıyoruz. Acaba bu
yeni medeniyetle te’lîf edilecek ona delalet edecek bir
rumuz kabul etsek daha iyi olmaz mı?”
Öte yandan, Ahmed Cevdet (ORAN), Zeki Velidi’nin (TOGAN)
tetkikatına göre Türklerin, eski zamanlarda demircilikle ünlendiklerini
ve bundan böyle de terakkilerinin ancak demir ile olacağından dolayı,
57
“armaya demir rumuzunun konmasının uygun olacağını” öne sürer .
Ahmed Zeki Velidi (TOGAN) ise, mitolojinin, lisan gibi bir esasdan olub
olmamasının hâla tartışılan bir mesele olduğunu hatırlattıktan sonra;
Türklerin eski tarihine ait efsaneler arasında kurt hikayesinin ve
demircilikle ilgili efsaneler içinde “Ergenekon” efsanesinin en güzelleri
olduğunu belirtir. “Oğuz efsanelerinde kurdun, müşkül zamanlarda
halâs ve fütûhât yerlerinde öncülük ettiğini; Ergenekon efsanesinde,
kırk sene dağ içinde esaretde kalan Moğolları, bir demircinin dağları
eriterek kurtardığını” nakleder. Göktürk hakanlarının bayraklarında kurt
başı kullandıklarını belirten TOGAN, hilâlin de Türklerin millî rumuzu
olduğunu, Cengiz Han’ın bayrağının beyaz zemin üzerine siyah hilâl
sureti olduğunu ifade eder. TOGAN, bütün bu anlatımlarında Tatarların,
58
Moğolların ve Türklerin aynı kavim olduklarını öne sürer .
Türk Tarih Encümeni, Cumhuriyet Arması konusundaki çalışmasını 9
Aralık 1925 tarihli toplantısında sonuçlandırarak, “Türk arması hakkında
hükümetin sorduğu hususata dair ihzâr etdiği cevabı” Ankara’ya
59
gönderir .
Bu arada, Türk Ocakları’nın, 1926 yılı Nisan ayı sonunda toplanan
kurultayında, Ocakların faaliyetini daha çok “hars”, “Türkoloji” ve “fikir”
sahasında yoğunlaştırması yönünde oluşan eğilimin sonucu olarak,
yeniden düzenlenen ve etkin hale getirilen Hars Heyeti’nin, 6 Ağustos
1926 tarihinde yaptığı toplantıda, Cumhuriyet arması da değerlendirilir
56
Đkdam: 1 Kanun-u Evvel 1925.
Đkdam: 1 Kanun-u Evvel 1925.
Đkdam: 2 Kanun-u Evvel 1925.
59
Đkdam, 10 Kanun-ı evvel 1925.
57
58
71
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
ve Heyet’in bu konudaki nokta-i nazarı ta’yîn edilerek Maarif Vekâleti’ne
60
bildirilir . Türk Ocakları Hars Heyeti’nin, Cumhuriyet armasının nasıl
olması gerektiği hususundaki nokta-i nazarı konusunda bir açıklama
yapılmamasına rağmen, Heyet’in, bu meseleyi görüştüğü toplantıda,
Türk Ocakları üyeleri için yaptırılacak olan rozetlerin şeklini de ta’yîn
etmiş olması, arma konusundaki anlayışına da ışık tutar. Türk Ocakları
alâmât-ı fârıkasında, “bir kalkanın ortasında mavi gözlü bir bozkurt başı
ile Orhun harfleriyle Türk Ocağı kelimelerinin ilk harfleri” bulunmaktadır.
Armadaki kalkan, muharebenin; mavi göz, yüksek mefkûrenin; bozkurt,
61
yol göstermenin rumûzu ve işareti olarak değerlendirilir .
Öte yandan, Mustafa Necati Maarif Vekili olduktan sonra, Đstanbul’da
kurulan ve görevleri arasında, pul, para basımı ve arma tesbitinde
müsabaka programlarını düzenleme ve hakemleri seçme veya kendisi
hakem vazifesi görme de bulunan “Sanayi-i Nefise Encümeni”nin 9
Eylül 1926 tarihinde Ankara’da yapılan toplantısında, Cumhuriyet
62
armasının ta’yini için bir heyet oluşturulur . Heyet’in, Kâzım Paşa’nın
(ÖZALP) başkanlığında yapılan toplantısında, Türkiye Cumhuriyeti
Arması için açılan müsabaka üzerine gönderilen yetmiş kadar numune
tetkik edilir ve “bu numunelerden hiç biri ta’dil ve ıslah edilmeden
63
Türkiye Cumhuriyeti armasını temsîl edemez” kararı alınır .
Heyet’in bu tür bir karar almasında ve Cumhuriyet armasının daha
sonra da belirlenerek ilân edilmemiş olmasında, Mustafa Kemal’in
(ATATÜRK), bu kurt başlı arma figürleri için yapmış olduğu
değerlendirmenin etkisi olduğunu sanıyoruz:
“Bunların hiç biri bugünkü dünyamızın içinde kurulan
yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını,
sembolik bir insan başı olarak temsil etmeli. Bu
dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan
başının ifade edemeyeceği hiçbir şey tasavvur
64
edemiyorum .”
Bu değerlendirmeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin pullarında ve
banknotlarında kurt figürlerinin kullanılmış olması dikkat çekmektedir.
1926 yılı Şubat ayında Londra’da bastırılan pullardan bir kuruşluk
olanların üzerinde, “ortasında bozkurd ile baş açık, örs elinde olarak
65
ayakta duran bir demircinin resmi” yer alır . Türkiye Cumhuriyeti’nin,
60
Cumhuriyet: 8 Ağustos 1926.
Cumhuriyet: 8 Ağustos 1926.
Cumhuriyet: 10 Eylül 1926.
63
Cumhuriyet: 17 Eylül 1926.
64
ĐNAN, Afet, (1981). Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı, Ankara,
s.35.
65
Đkdam: 22 Şubat 1926.
61
62
72
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
1927 yılı Aralık ayında tedavüle çıkan ilk kağıt paralarında da kurt resmi
66
kullanılır .
5. MUHAYYEL BĐR TURAN’DAN SOMUT BĐR VATAN’A
Sürecin devamında, 1924 yılı Nisan ayında; “dünyada en büyük
iftiharım Türk yaratıldığımdır” diyen Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), “büyük
ırkımız adına te’lif ettiği” ve “intişarı hars ve irfan sahasında bir hadise
67
teşkil eden” “Türk Tarihi”nin birinci cildinin yayınlanması , “milli
tarihçilik” ve “milli vatan” tartışmasını biraz daha derinleştirir. Türk Tarih
Encümeni üyesi Ali Seydi, Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), “Türkistan’ın Arap
orduları tarafından işgali bahsini yazarken bir an için tarihçi (müverrih)
kimliğinden çıkarak milli tarihçi olarak meseleye yaklaştığını” öne sürer
68
ve bu yaklaşımı eleştirir . Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) “Türk Tarihi”nde,
Türklerin anayurtları olan Pamir yaylasının kuzeyinden çok geniş bir
coğrafyaya dağılmış olduğunun gösterildiğine dikkat çeken Necib Asım
(YAZIKSIZ) ise, “o kadar geniş bir coğrafyanın ideal bir turan vatanı
olarak tanınmasının, insanın gözünü kamaştırmaktan ziyade başını
döndürdüğünü” belirtir ve bir Türkçü olarak kendisinin, “Türklüğün böyle
dağınık kalmasını değil, güzel bir yerde derli toplu bulunması” dileğinde
69
olduğunu dile getirir .
Daha bir yıl önce gazete ve dergilerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin,
“an’anemize uydurmak gayretiyle” “kurultay”a benzetilmesine,
“kurultay’ın bir Türk müessesesi değil bir Moğol müessesesi olduğu,
Türklükle hiçbir münasebeti olmadığı” gerekçesiyle karşı çıkan ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, zamanın îcâbı olarak ortaya çıktığını
ve bu durumun, geçmişte hakan seçimi için toplanan “kurultay” ile
70
kıyaslanamayacağını savunan Necib Asım (YAZIKSIZ) Rıza Nur’un
da Türklerle Moğolları bir sayma yanılgısını sürdürdüğünü iddia eder.
Necib Asım (YAZIKSIZ), Rıza Nur’un, bir Moğol “aristokrat/havas”
müessesesi olan “kurultay”ı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile
kıyasladığını, bunun doğru olmadığını, Türklere özgü olan “kinkaş”
meclisinin, bir müşavere kurumu olarak “budun”a, yani millete
dayandığını, bundan dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Türkün
71
“avam müessesesi” olan “kinkaş”a benzediğini savunur . Necib Asım
(YAZIKSIZ), Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), “Türkmencilik”i öne çıkararak,
vaktiyle Almanların ortaya çıkardığı ve Đttihâd ve Terakkî Yönetmi
66
Cumhuriyet: 6 Kanun-u Evvel 1927.
Đkdam, 21 Nisan 1924, No. 9719.
Đkdam, 27 Nisan 1924, No. 9724.
69
YAZIKSIZ, Necib Asım: Türk Tarihi, Darülfünun Edebiyat Tarihi Mecmuası, sene 3, ayı
4-5, Teşrin-i Sani-Mart 1340, s.240.
70
Đkdam: 1 Haziran 1923.
71
YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.242.
67
68
73
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
tarafından kurulmuş olan Muhacirin Müdüriyeti tarafından “mal bulmuş
mağribi gibi” Türkçeye tercüme edilmiş olan “pan Türkmenizm”
72
düşüncesine pirim verir bir tavır içinde olmasını yadırgadığını belirtir .
Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), Đstanbul’da ticaretle meşgul olan
Azerbaycan Türklerine, “gafil Đstanbullular”ın, “Acem” demelerini
eleştirmesine karşın, Necib Asım (YAZIKSIZ), kendilerini Türk
aleminden ayırarak Đran cemaatine sokan bu “Acemleşmiş Türkler”
hakkında, asıl Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) gaflette bulunduğunu iddia
73
eder .
Öte yandan, Necib Asım (YAZIKSIZ), Halide Edib’in (ADIVAR), Birinci
Cihan Savaşı sürerken toplanan Türk Ocağı’nın 1918 yılı kongresinde,
“Anadolu Türkün Türklüğün bel kemiğidir, ilk önce bunu doğrultalım,
düzeltelim, sonra başkalarına bakalım!” şeklindeki sözleriye dile
getirdiği görüşlerin, Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) kitabında da; “bütün
kuvveti Türkiyeye vermeli, Türkiye hududu harici ile çok uğraşub da
kuvveti dağıtmamalıdır, Türkiye esâsdır, (...) fazla Türkçülük
74
mukaddemadır” satırları ile yer almış olmasına destek verir . Necib
Asım (YAZIKSIZ), ayrıca, Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) “Türk Tarihi”
kitapında yer alan, “ilk nasyonalist Türk padişahı” Mete’nin; “her şey
verilir, vatan parçası verilemez, o benim değil, milletindir, ben
veremem!” sözünün, her Türk gençinin kafasında yer etmesi gerektiğini
75
savunur .
SONUÇ
Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşan Mütareke şartlarında,
Anadolu’nun da kaybedilmesi tehlikesini ortaya çıkınca, Đkinci
Meşrutiyet döneminde “muhayyel bir vatan” olarak öne çıkan “Turan”ın
yerine Anadolu’nun, Türklerin “asıl vatanı” olarak kabul edildiği bir
noktaya varılır. “Millî” kavramının, giderek “Anadolu” kavramı ile
örtüşmesi şeklinde gerçekleşen bu süreçte, “millî vatan mefhûmu”, “millî
tarih” tanımının temelini oluşturmaya başlar.
Mütareke döneminde, Osmanlı Türkleri için, “salt bir akademik tartışma
76
konusu olmaktan çıkmış ”, olan tarihçilik tartışmaları, Đmparatorluk’tan
arta kalan yegane vatan toprağının Türklerin meşru vatanı olduğunu
göstermeye yönelik bir mücadele biçimi hâlini alır. Türklerin, Anadolu
coğrafyası üzerinde siyasî varlığını egemen bir devlet olarak devam
72
YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.244.
YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.245.
74
YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.244.
75
YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.243.
76
BERKTAY, Halil., a.g.e., 1993, s.23.
73
74
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
ettirmesinin tarihsel meşruiyetinin tartışıldığı bu dönemde, tarihçiler de,
toprağın ilk sahibinin kimin olduğu tartışması içine girerler.
Kurtuluş Savaşı sürecinde, artık bir “akîde-i milliye” halini alan “milliyet”
fikrinin gelişmesiyle, Türk tarihçileri de, Türklerin mazisini, eski
medeniyetini, Türklerin içtimai’ müesseselerini birer birer araştırarak
yeni bir “milli tarih” anlayışı oluşturur.
Yaşanan sürecin, Türklerin “millî mevcûdiyyetleri” açısından tarihinin en
önemli ve en nazik noktasında olduğunu, bu dönemde, millî tarih, millî
lisan, millî edebiyat, millî ahlâk, millî iktisad, millî terbiye oluşturma
gereği ve ihtiyacı Cumhuriyet aydınları tarafından kabul edilir ve
özellikle millî istiklâlimiz açısından, bu “ma’nevî mücadele”nin
kazanılması gerektiği üzerinde durulur.
Milli kabiliyeti hiçbir milletten aşağı olmayan ve askeri liyakatı ve
medeniyet siyaseti itibariyle yüzyıllardır millî hayatını kahramanca
yaşayan ve siyasi mevcudiyetini medeniyet dünyasına taşıyan Türklere,
kendi tarihini bildirmenin ve kendi varlığını öğretmenin içinde bulunulan
koşullarda millî bir zorunluluk olduğu vurgulanır. Milli tarihçiliğin en
önemli misyonunun, Türklerin medeniyete yaptıkları katkıları, bütün
eserleri ile ortaya çıkarmak olduğu belirtilir.
Türk milletini yalnız yabancı kuvvetlerin istilasından değil ortaçağ
zihniyetinden de kurtararak ona mâddî ve ma’nevî istiklâlini sağlayan
Türk devriminin amacının, millî ve çağdaş bir devlet ve onun
dayanacağı millî bir kültür ve millî bir toplum yaratmak amacında olduğu
belirtilir ve inkilabın başarısında en önemli rehberin “millî tarih” bilincinin
yaratılması olduğu vurgulanır.
Ülkemizde gerçek anlamıyla “milli tarih” bilincinin gelişmemesinin, bir
tarafdan geçmişe ait her şeyde “kudsiyet” gören “mürteciler”, diğer
tarafta geçmişini küçümseme ve inkâr illetine tutulmuş “milliyetsiz ve
77
şuûrsuz züppeler ” yetişmesine zemin hazırladığı tesbiti yapılır ve tarih
öğretiminin, dünyanın en gelişmiş milletlerinde olduğu gibi, “millî terbiye
hususunda en büyük vasıta olarak” kullanılması gerektiği savunulur.
Temel kaygısı, Anadolu’yu, geçmişten beri Türklerin vatanı olarak
gösterebilmek olan Cumhuriyet Yönetimi’nin, tarihçilik çalışmalarının
yönünü ve yoğunluğunu da bu kaygı şekillendirir. Tarih çalışmaları,
Anadolu üzerine ve arkeolji alanına kaydırılır. Türklerin medeniyete
katkılarına Orta Asya’da dayanak arama yerine, çok daha pragmatist
bir yaklaşımla, Anadolu’da oluşmuş olan medeniyetler “Türkleştirilerek”
(Türk ilân edilerek), hem Türklerin medeniyete yapmış oldukları katkı
77
KÖPRÜLÜ, Đkdam, 11 Haziran 1922.
75
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
meselesi halledilir, hem de, Türklerin Anadolu’daki varlığı, bu
toprakların esas sahibi olduklarının tartışılmayacağı bir tarihe kadar
dayandırılır.
“Ey Türk milleti! Sen Yalnız kahramanlık ve
cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın
şerefisin. Tarih, Kurduğun medeniyetlerin sena ve
sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kasteden siyasî ve
içtimaî amiller birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü
ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası,
ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde
yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın
hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık
olduğun mevkii sana parmağıyla gösteriyor. Oraya
yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de
78
bir vazifedir! ”
KAYNAKÇA
AKBAYRAK, Hasan: “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Millî Bayramlar”,
Tarih ve Toplum, Temmuz 1987.
Ali Seydi: “Millî Tarihimizin Adını Koyalım!”, Đkdam, 31 Ağustos 1923.
Ali Seydi: “Rıza Nur Beyin Türk Tarihi”, Đkdam, 27 Nisan 1924, No.
9724
ALKAN, Mehmet Ö.: “Resmi Đdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir
Deneme”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Ed:
Mehmet Ö. ALKAN, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2001
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Ahmed Cevdet Beyefendiye”, Đkdam, 2
Eylül 1920, No: 8442.
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Altı Yüz Sene Sonra”, Dersaadet, 9 Ağustos
1920, No. 33.
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Tarih ve Millî Mevcûdiyyet”, Dersaadet, 4
Teşrin-i evvel 1336, No: 81.
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Tarih-i Osmanî Encümeninin Vazaifine
Dair”, Đkdam, 14 Teşrin-i evvel 1920, No: 8479.
78
ATATÜRK, Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, s.74.
76
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Hasan Akbayrak
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Tarihe Dair Telâkkilerimiz”, Đkdam, 13
Temmuz 1921, No: 8739.
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Türke Dair”, Đkdam, 12 Eylül 1920.
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Türke ve Anadolu’ya Dair”, Đkdam, 18
Teşrin-i evvel 1920, No: 8483.
(ALTINAY), Ahmed Refik: “Türkler ve Anadolu”, Đkdam, 16 Eylül 1920.
BERKTAY, Halil: Cumhuriyet Đdeoljisi ve Fuad köprülü, Kaynak
Yayınları, Đstanbul 1983.
DÜNDAR, Fuat:
“Đttihat ve Terakki’nin Etnisite Araştırmaları”,
Toplumsal Tarih, No: 91, Temmuz 2001
H...: “Milli Tarih Hakkında”, Vakit, 16 Eylül 1920, No: 996.
HVART, Cl.: Journal Asiatik, January-March 1923, Çev: Ragıb Hulusi,
Türkiyat mecmuası, Cild: 1, Ağustos 1925.
ĐNAN, Afet: Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı,
Ankara 1981.
(KÖPRÜLÜ), Fuad: “Millî Hars”, Đkdam, 18 Haziran 1922.
(KÖPRÜLÜ), Fuad: “Milliyet ve Đlm”, Đkdam, 11 Haziran 1922.
(KÖPRÜLÜ), Fuad: “Osmanlı Tarihi Meselesi”, Dersaadet, 30 Eylül
1920
(KÖPRÜLÜ), Fuad: “Selçukiler Zamanında Anadoluda Türk Edebiyatı”,
Millî Tetebbular Mecmuası, Cilt: 2, Sayı: 5, Teşrin-i sâni-Kanun-ı evvel
1331.
(KÖPRÜLÜ), Fuad: “Tarih Kırıntıları”, Đkdam, 9 Ağustos 1921, No:
8766.
(KÖPRÜLÜ), Fuad: Türkiye Tarihi, Kanaat Kitabhanesi, Đstanbul 1339.
LEWIS, Bernard: Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1988.
Maarif Vekaleti: Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, Devlet
Matbaası, Đstanbul, 1931.
(ORAN), Ahmed Cevdet: “Armamız”, Đkdam, 1 Kanun-ı evvel 1925.
(ORAN), Ahmed Cevdet: “Asr-ı Tarihimiz Hakkında Müverrih Ahmed
Refik Bey Efendiye”, Đkdam, 31 Ağustos 1923
77
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78
Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları
PARLA, Taha: Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları, Cilt 3:
Kemalist Tek-Parti Đdeoljisi ve CHP’nin Altı Ok’u, Đletişim Yayınları,
Đstanbul, Kasım 1992.
(TOGAN), Ahmed Zeki Velidi: “Türk Efsanelerinde Millî Alâmetler”;
Đkdam, 2 Kanun-ı evvel 1925.
TUNÇAY, Mete:
Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin
Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, Ankara 1981.
TÜRKER, Hasan: “Basın Özgürlüğü Tartışmaları Cumhuriyet’in Đlk
Yıllarında Ankara-Đstanbul Çatışması”, Toplumsal Tarih, Sayı: 53,
Mayıs 1998.
ÜLKEN, Hilmi Ziya: Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken
Yayınları, Beşinci Baskı, Đstanbul 1998.
ÜSTEL, Füsun: “Türk Milliyetçiliğinde Anadolu Metaforu”, Tarih ve
Toplum, Ocak 1993, Sayı: 109.
(YAŞAR), Hüseyin Hüsameddin: “Tarihimiz”, Đkdam, 6 Eylül 1920, No.
8446.
(YAŞAR), Hüseyin Hüsameddin: Đkdam,
8134.
4 Teşrin-i evvel 1919, No:
(YAZIKSIZ); Necib Asım: “Gazi Mustafa Kemâl Muvaffak Anibaldır”,
Đkdam, 1 Haziran 1923, No: 9413.
(YAZIKSIZ); Necib Asım: “Türk Tarihi”, Darülfünun Edebiyat Tarihi
Mecmuası, sene 3, ayı 4-5, Teşrin-i Sani-Mart 1340.
(YAZIKSIZ); Necib Asım: “Vatana Hidmet”, Đkdam, 12 Haziran 1922.
(YĐNANÇ), Mükrimin Halil: “Millî Tarihimizin Đsmi”, Anadolu Mecmuası,
Sayı: 1, 1 Nisan 1340.
(YĐNANÇ), Mükrimin Halil: “Millî Tarihimizin Mevzuu”,
Mecmuası, Sayı: 2, 1 Mayıs 1340, Sayı: 3, 1 Haziran 1340.
Anadolu
ZURCHER, Erik J.: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı
Güven, Bağlam Yayınları, Đstanbul, Kasım 1992.
78
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
IRAK’IN KUZEYĐ VE TÜRKĐYE
Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ∗
ÖZET
Orta Doğu bugünkü şeklini Osmanlı Đmparatorluğu’nun bölge üzerindeki gücünü
kaybetmesi ve önce Đngiltere ile Fransa’nın II. Dünya Savaşından sonra da Amerika’nın
bölge üzerinde etkin rol alması ile aldı diyebiliriz. Bu coğrafyada ABD, Đran hariç Körfezdeki
petrol monarşilerini denetim altına alarak dünya petrol rezervlerinin yarısını
denetlemektedir. Irak, Orta Doğu’da yer alan stratejik konumu, sahip olduğu petrol
rezervleri ile Körfez'in önemli ülkelerinden biri durumundadır. Dünya petrol rezervinin
%11’ine sahip olan Irak, bu zenginliğini ancak kısa bir dönem ekonomik ve sosyal refaha
dönüştürebilmiştir. ABD’nin Irak’a düzenlediği 2003 yılındaki savaş sonrası gelişmeler,
özellikle Irak’ın kuzeyindeki oluşumlar nedeni ile Türkiye’nin büyük bir tedirginlik
yaşamasına neden olmaktadır. 1990 yılı sonrasında Irak’ın kuzeyinde1 meydana gelen
boşluk hem PKK terör ögütünün yeniden canlanmasına hem de fiilen bir Kürt devletinin
oluşmasına neden olmuştur. Bu oluşumun yürüttüğü ve ABD’nin örtülü destek sağladığı
bağımsız Kürdistan projesi ile ilgili gelişmeler Türkiye tarafından endişe ile izlenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Irak’ın Kuzeyi, Türkiye, ABD, PKK Terör Örgütü, Türkmenler.
ABSTRACT
Middle East shaped its present form with the dissolution of Otoman Empire and the active
role of England and France and subsequently USA over the region in the post World War II
era. In that geography, USA supervises the half of the world oil reserves by controlling the
Gulf monarchies except for Iran. Iraq is one of the important countries in the Gulf with its
strategic position in the Middle East and oil reserves she owned. Altough Iraq has the 11 %
of world oil reserves, she was shortly able to transform her oil richness to welfare.
Developments aftermath the Iraq War in 2003 bring about some vital concerns for Turkey
due to the new formations in the North of Iraq. Following 1990, emergence of power
vacuum in the North of Iraq caused the rebirth of PKK terror organization and activation of
de facto Kurdish state. Turkey closely monitors efforts executed by that formation to
establish an independent state eventually with the covert support of USA.
Key Words: North of Iraq, Turkey, USA, PKK Terror Organization, Turcomans.
GĐRĐŞ:
Tarih sürecinde daha önce yaşamış bir Irak devleti veya bir Irak halkı
olmamıştır. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Đmparatorluğu'nun üç
bölgesi olan Basra, Bağdat ve Musul bir araya getirilerek Đngilizler
∗
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, [email protected]
Tarih sürecinde bölgesel özellikleri nedeni ile Kuzey Irak adı ile ayrı bir coğrafi bölge
tanımlanmadığından ve bu bölgedeki Kürt gruplar tarafından Irak’ın sözde kendilerine ait
bölümünü ifade etmek için maksatlı olarak kullanıldığından bu makalede ‘Kuzey Irak’ yerine
‘Irak’ın kuzeyi’ ifadesi kullanılacaktır.
1
Sait Yılmaz
tarafından Irak devleti oluşturulmuştur. Kurtuluş Savaşı sonunda yapılan
Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırları
belirlenmişse de Irak sınırı daha sonra yapılacak anlaşmalara
bırakılmıştı. 5 Haziran 1926’da Đngiltere, Irak ve Türkiye arasında Ankara
Antlaşması imzalandı. Türkiye’ye, Musul Bölgesi’ndeki haklarından
vazgeçmesi karşılığında, petrol gelirlerinin %10’unun 25 yıllık bir süre için
verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Irak’ın ödemeleri bir süre sonra durdu.
Türkiye’nin bu konuyla ilgili protestosundan sonuç alınamadı. Önce 1977,
daha sonra 1986 yıllarında Kerkük’ten Yumurtalık’a uzanan petrol boru
hatlarının inşası ile iki ülke arasında ilişkiler büyük bir ivme kazanmış,
sınır ticareti çok gelişmiştir. 1980’li yıllarda Đran-Irak Savaşı’nda ise
Türkiye’nin tarafsız tutumu neticesi Irak ile iyi ilişkiler doruk noktasına
çıkmıştır.
Petrol alanlarını Türkiye’ye vermemeyi öngören bir masa başı sınır
çalışması sonrasında ortaya çıkan ve doğal sınırlara dayanmayan TürkIrak sınırı, bölgede yıllardır devam eden çatışmaların ve güvensizlik
ortamının temel nedenini oluşturmaktadır. Türkiye-Irak sınırı, 1990’lı
yıllardan beri Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasında gittikçe önem
kazanmaktadır. Bunun başlıca nedenleri arasında Irak’ın kuzeyinde PKK
terör örgütünün yuvalanması ve ondan daha tehlikeli olan bölgede
kurulmaya heveslenen bağımsız bir Kürt devleti projesi bulunmaktadır.
Ancak, bölgedeki Türkmenlerin haklarının gasp edilmesi, Kerkük’ün
statüsü ve enerji kaynaklarının kullanılması gibi temel diğer sorunlar da
Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Bu makalede Irak’ın kuzeyindeki
gelişmeler iç ve dış parametreler kapsamında incelenerek, Türkiye’nin
1990 sonrası dış politikası sorgulanacak ve olası gelişmeler ile Türkiye
için yeni bir strateji ve güç projeksiyonu üzerinde durulacaktır.
1. 1990 SONRASI IRAK’IN KUZEYĐ:
A. Savaşlar, Direniş ve Irak’ın Kuzeyi:
Irak, 1 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Orta Doğu’daki çıkarlarının
tehlikeye girdiğini anlamasıyla başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin
liderliğinde çeşitli Arap devletlerinin katıldığı bir koalisyon kurularak
işgale müdahale edildi. Savaş koaliyon kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlandı
ve Irak ağır bir yenilgiye uğrayarak Kuveyt’ten çekildi. Savaşın bitmesiyle
Irak birlikleri yüz binlerce Kürt, Şii ve rejime karşı koyan sivili Đran ve
Türkiye sınırına sürdüler. ABD kuzey ve güneyde sözde mülteciler için
2
güvenli bölge oluşturup, kuzeye ‘Çekiç Güç’ yerleştirdi . Böylece, Kürtler
ve Şii grupların de facto olarak özerk bir alana kavuştuğu, bölünmüş bir
2
SANDER, Oral, (2007), Siyasi Tarih (1918-1994), Đmge Kitabevi, Ankara, s.573.
80
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
3
Irak ortaya çıktı . 2003 yılında ise Irak tamamen işgal edildi. Irak’ta
ABD’nin yanlış politikaları neticesi başlangıçtaki iyimserliğe rağmen
oluşan güvensizlik ve yaşam şartlarının daha da kötüye gitmesi ile halk
4
hükümet ve işgal güçlerine tepki göstermeye başladı .
2003 yılındaki savaş sonrasında eylemci grupların, dağıtılan ordunun
silah ve patlayıcılarına kolaylıkla ulaşabilmiş olmaları direniş için en
önemli konu olan lojistik sorununu kolaylıkla çözmüştür. ABD ordusunun
2003’te Irak’ı işgalinden bu yana bir milyona yakın Iraklı ve 4200
civarında Amerikan askerî öldü. Ülkenin yeniden ayakları üstünde
durması için çok uzun zaman gerekmektedir. Irak hava sahası, 1 Ocak
2009’dan itibaren Irak hükümetine devredildi. Savaş sonunda başlayan iç
istikrarsızlık devam etmekle birlikte, Đngiliz askerleri, 2009 yılının Haziran
ayına kadar Irak’tan çekildi. Amerikan askerleri konusunda ABD ve Irak
hükümeti arasında bir güvenlik anlaşması imzalandı. ABD-Irak güvenlik
anlaşması uyarınca, Amerikan askerlerinin 30 Haziran 2009’da
şehirlerden ve köylerden 400 civarında üsse çekildi, 31 Aralık 2011’de
ise Irak’tan tamamen çekilmesi öngörülmektedir. Ancak 2011’de ne
olacağı henüz belli değildir.
Iraklı Kürt, Sünni ve Şii çevreler arasında büyük bir güvensizlik duygusu
oluşmuştur. Şiiler geçmişte yaşadıkları olumsuz olayları tekrar
yaşamaktan, Sünniler geçmişin intikamının alınacağından, Kürtlerde
oluşabilecek dengede saf dışı kalmaktan korkmaktadırlar. Kürtlerin büyük
çoğunluğu Sünni mezhebine bağlı olmasına rağmen Kürtlerle Şiiler
arasındaki stratejik ittifak Sünnileri endişelendirmektedir. Irak’ın
kuzeyinde giderek artan Kürt nüfusu ve yeni siyasi oluşum olası bir Kürt
devleti için önemli bir zemin olarak görülmektedir. Bu durum Türkiye’nin
Irak’ın bütünlüğünü daha çok savunmasına neden olmaktadır. Irak
içindeki çatışmaların temelinde etnik ve mezhepsel çıkarlar tarafların
rengini belirlemekle beraber, kuzeyde kendine bağımsız bir devlet kurma
arayışı içindeki Kürt yönetimi için ülke enerji kaynaklarından pay alarak
kendi (bağımsızlık) yolunda ilerleme düşüncesi öne çıkmaktadır.
B. Kürt Devletinin Oluşumu:
Körfez Savaşı'ndan sonra, Bağdat hükümetinin denetimi dışına
çıkarılan bölgede fiilen kukla bir devlet oluşumu başlamıştı. Önce işin
fikri altyapısı oluşturulmuş, ardından Çekiç Güç vasıtasıyla kukla
devletin temelleri atılmıştır. Bu fiili devlet, tam da Irak'ta ki ‘kaos
ortamında’ kurumlaştı; adeta bir "normalleşme süreci" yaşadı. Bugün
3
SÖNMEZOĞLU, Faruk, (1996). Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul,
s.360.
4
TEPAV 2007 Irak Raporu: Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye,
Ankara, 2007, s.47.
81
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
ise; parlamentosu, ordusu, bankaları, posta pulu, okulları ve kitapları
oluşturulmuş durumdadır. Türkiye'deki hemen bütün iktidarlar, Irak'ın
kuzeyindeki kukla devletin kurulmasına zımnen katkıda bulundular.
Türkiye, 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra Irak’ın kuzeyindeki Kürt
gruplarla yaptığı görüşmelerde esas olarak ABD müdahalesini
sınırlamayı hedefliyordu. Nitekim zamanın Jandarma Genel Komutanı
Orgeneral Eşref Bitlis’in yürüttüğü bu görüşmelerde, Barzani ve
5
Talabani’nin Bağdat hükümetiyle anlaşma sağlaması amaçlanıyordu .
Kürt devleti, Çekiç Güç’ün sağladığı güvenlik sayesinde embriyon olarak
ortaya çıkmaya başladı. Bunun en önemli aşaması Mayıs 1992’de
Irak’ın kuzeyinde seçimlerin yapılması ve bir parlamentonun
kurulmasıydı. Bağdat yönetimi 23 Ekim 1991’de bölgedeki bütün
memurlarını çekerken, bölgeye yönelik bir de ekonomik ambargo
başlatmıştı. Washington’un teklifi ile Ankara’ya gelen Irak Kürdistan
6
Cephesi liderleri seçimler için Türkiye’nin olurunu da almışlardır . Irak’ın
Kuzeyinde parlamento seçimleri Mayıs 1992’de gerçekleştirildi. 04
Temmuz 1992’de bölgesel hükümet teşkil edilmiş, yerel parlamentonun
05 Ekim 1992 tarihinde aldığı kararla federe devlet statüsü onaylanmış
ve bu yapının Erbil, Süleymaniye, Duhok ve Kerkük’ü içerdiği
açıklanmıştır. Böylece Irak’ın kuzeyinde hukuken değil ama fiilen bir
devlet kurulmuştur. Fiili devletin yeni başbakanı Fuat Masum “Geldiğimiz
nokta ne özerklik, ne de bağımsızlıktır. Đkisinin ortasında bir yerdeyiz.
7
Nereye doğru gideceğimizi zaman gösterecek ” demiştir.
Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin Temmuz 1992’de hükümet oluşturması,
Eylül’de bir istihbarat (asayiş) ve polis örgütü kurması Ekim’de ordu
oluşturma yolundaki girişimlerine hız verip yine aynı ay içinde Erbil’de
Federe Kürt Devletinin kurulduğunu ilan etmesi Türkiye’yi daha etkin
önlemler almaya itti. Đlk olarak Türkiye söz konusu kararın bölgedeki
barış ve istikrarın aleyhine olduğunu ve bunu tanımadığı açıkladı.
1992'de kurulan gayriresmi Kürdistan bölgesel hükümeti Anayasasının
2. maddesinde Kerkük ve Badra, Kürdistan sınırları içinde gösterildi.
ABD ise petrol kaynakları ve Türkmen nüfusu nedeniyle Kerkük'ü Kürt
bölgesinin dışında bırakmış ve ona özel bir statü vermişti. Temmuz
2005'te yeni hazırlanan Irak’in kuzeyindeki sözde Kürdistan haritası,
bölge parlamentosu ve Kürt partileri tarafından onaylandı. Bu harita
Bağdat'ın 150 km. güneydoğusundaki petrol ve doğalgaz kaynaklarına
5
YAVĐ, Ersal, (2006). Kürdistan Ütopyası, I. Baskı, Yazıcı Yayınları, Đzmir, s.252.
ÖZDAĞ, Ümit, (1999). Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Kuzey Irak’ın Etnik, Sosyal ve
Ekonomik Yapısı, Ankara, s.80.
7
www.voanews.com/turkish/archive/2004-09/a-2004-09-01-15-1.cfm, (01.09.2007).
6
82
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
sahip Badra ve Cassan kentlerini dahi Kürdistan topraklarının içine
8
alıyordu .
C. Irak’ın Kuzeyi ve PKK Terör Örgütü:
25. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, PKK ve Irak’ın kuzeyi ile
9
ilgili olarak üç dönüm noktasını şu şekilde sıralamıştır ;
Körfez Savaşı: Bu harekattan önce bitme, tükenme
noktasına gelen PKK, savaş sonrasında yeniden güçlenmiştir. Bu
dönemde, Saddam'ın saldırıları kullanılarak ‘Kürt sorunu iddiaları’ dünya
kamuoyuna mal edilmiştir.
Çekiç Güç Dönemi: 36. paralelin kuzeyi Saddam'a
yasaklanırken, Türk yönetimi ve TSK tarafından da desteklenen Çekiç
Güç sayesinde PKK’ya korumalı bölge oluşmuş ve Kürt gruplar bağımsız
bir devletin temellerini atmıştır.
Irak Savaşı: Bu savaştan sonra Türkiye coğrafyasına
hapsolurken, PKK çok büyük bir serbestlik kazanmış, çok miktarda silah
ve malzeme ele geçirmiştir.
Irak dahilinde 8 ayrı bölgede ve 65 üs dahilinde 3.500 kadar PKK militanı
bulunduğu değerlendirilmektedir. ABD’nin PKK ile mücadele kapsamında
sözde istihbarat desteği daha çok psikolojik amaçlıdır ve Türk
kamuoyunu yatıştırmayı hedeflemektedir. Nitekim hava harekatından
10
bugüne kadar PKK alt yapısı ve güçleri çok az hasar aldı . Ankara, PKK
liderlerini yakalamak, lojistik desteğini kesmek ve ortak harekat yapmak
için KYB liderlerini de sıkıştırmaktadır. KYB, Avrupa pasaportu taşıyan
birkaç PKK’lı yakaladı ise de sonra serbest bıraktı. Türkiye, yeterli tedbir
almadığı için hava sahasını KYB bölgesinden uçuşlara geçici olarak
kapattı. KYB’nin Kandil etrafındaki göstermelik kontrol noktaları Kandil’e
diğer yollardan yapılan ikmal nedeni ile bir işe yaramamaktadır. PKK
parti büroları ise bazı illerde sözde kapatılırken diğer illerde açılmaktadır.
Son dönemde sözde PKK’lı teröristleri dağdan indirmeye yönelik ABD
yönlendirmeli açılımlar ise bölücü örgüt propagandasına alet olmaktan
ileri gidemedi.
Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkan Kürt oluşumunun ve Türkiye’de artan PKK
terör eylemlerinin Türkiye açısından en önemli sonucu, Kürt meselesinin
‘uluslararası’laşması oldu. Başına sürekli iç sorunlar örülen ve Avrupa
Birliği süreci ile çift yanlı baskı altına alınan Türkiye, iktidar partisinin
ideolojisi nedeni ile kendi iç dinamiklerini çalıştıramaz hale geldi. Irak’ın
8
YAVĐ, a.g.e., 2006, s.165.
ÖZDAĞ, a.g.e., 1999, s. 80.
PHILIPS, David L., Confidence Building Between Turks and Iraqi Kurds, The Atlantic
Council, Washington D.C., 2009, s.19.
9
10
83
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
kuzeyinde Kürt devletinin güçlenmesi ve Türkmenler ile ilgili olumsuz
gelişmeler; basit ticari çıkarlar ve ABD ile yapılan örtülü siyasi çıkarlar
peşinde Türk kamuoyu gündeminden düşürüldü. Türk kamuoyu, PKK
terör örgütü eylemleri yoğunlaştıkça sınır ötesi anlamsız ve sonuçsuz
hava operasyonları ile tatmin edilmeye çalışıldı. Gelinen aşama PKK’ya
karşılık Kürdistan pazarlığı olarak gözükse de, PKK ile ilgili sağlanan dış
desteğin açılım örneğinde olduğu gibi bir ABD illüzyonu olduğu açıktır.
D. ABD ve Kürdistan Projesi:
Fas’tan Afganistan’a kadar olan coğrafyadaki ülkelerde ekonomik, siyasî,
askerî ve sosyal reformları öngören Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında
ABD; önce Afganistan’a girip kendisine yakın bir yönetimi başa getirdi ve
Avrasya egemenliği konusunda üstün bir konum edindi. Arkasından Irak’a
girerek, Orta Doğu’ya da yerleşti ve bölgedeki varlığını uzun vadede
garanti altına aldı. ABD'nin Orta Doğu'daki en önemli çıkarı, Basra
Körfezi'nden petrolün dünya pazarlarına istikrarlı fiyatlarla, kesintisiz
akışının sağlanmasıdır. En büyük petrol ithalatçısı ülke olan ABD, dünya
petrol rezervlerinin en fazla bulunduğu Orta Doğu bölgesini kendi
politikalarıyla zıt düşen yönetimlere bırakmak istememektedir. ABD, Irak
politikasını, güneydeki petrol zengini müttefiklerini ve Đsrail’in, güçlü bir
Irak'tan duyduğu rahatsızlığı da dikkate alarak şekillendirmektedir.
ABD, Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini ve Irak devlet sistemi
üzerindeki değişikliklerin ülke içinden gerçekleştirilmesini arzuladığını
ifade etmektedir. Oysa ABD'nin Irak'ı zamana yayarak ve kontrollü bölme
niyeti işgalin hemen sonrasında ortaya çıktı ve Kürdistan projesi her
geçen gün hayata geçmektedir. Irak'ın kuzeyinde Barzani ve Talabani'nin
etnik bir devlet kurmasının hukukî ve malî alt yapısı ABD tarafından
sağlanmıştır. Türkiye de bu konuda en az ABD kadar katkıda
bulunmuştur. Kürtler, % 18 civarında bir nüfus ile Irak'ın siyasal gücünün
% 50'sine yakın bir bölümünü ABD desteği ile ele geçirmiştir. Kürt
sorununda, ‘kozlar’ artık ABD'nin eline geçmiş olmakla birlikte, ABD’nin
Kürtleri istediği şekilde kullanabileceğini söylemek zordur. Aralarındaki
ilişki bir devlet ile eşkıya grubunun siyasi pazarlığı, hatta bir noktaya kadar
ortaklığıdır.
Bugün, Irak’taki Kürt grupların en büyük arzusu bağımsız bir Kürt devleti
kurmaktır. Irak, Kürt milliyetçiliğinin doğduğu yer ve Kürtlerin bağımsızlık
11
hayaline en fazla yaklaştıkları ülkedir . Zaman zaman çatışan ve yeri
geldikçe işbirliği yapan, ancak, aralarındaki güç mücadelesi hiçbir zaman
sona ermeyen; bugünkü Irak’ın Cumhurbaşkanı Talabani’nin lideri olduğu
‘KYB’ ve Kürt Bölgesi Yönetimini’nin Başbakanı Barzani’nin lideri olduğu
‘KDP’nin üzerinde tereddütsüz uzlaştıkları temel hedef, şartlar elverdiği
11
GALBRAĐTH, Peter, (2007). Irak’ın Sonu, Doğan Kitap, Đstanbul, s.142.
84
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
takdirde bağımsız Kürt devleti kurulmasıdır. Bölücü Kürtçülerin, yarım
yüzyıllık hedefleri hiç değişmemiştir; önce ’Özerk yönetim’, sonra ‘Federe
devlet’, son olarak da bölünüp ayrı ‘bağımsız devlet’ kurmak. Buna, Irak’ın
12
kuzeyindeki gelişmeler ayrı bir hız kazandırmıştır . Ancak, Irak’ın
kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin ilanının tetiklemesi ile Irak'tan
çevreye yayılabilecek çatışma sarmalı, bölgede yeni gerilim ve
çatışmalara yol açacaktır. Türkiye sınırlarında yeni bir Lübnan veya ĐsrailFilistin çatışma bölgesi de ortaya çıkabilir.
2. IRAK’IN KUZEYĐNDEKĐ PARAMETRELER:
A. Etnik Yapı, Din ve Aşiretler:
Irak, değişik etnik ve dinsel toplulukların bir hayli fazla olduğu bir ülkedir.
Toplam nüfusun % 70'i Araplara, % 15-20'si Kürtlere ve %5'i Irak
Türkmenlerine, geri kalanı ise Asuriler ve diğer etnik gruplara mensuptur.
Irak, Orta Doğu’da Şiilerin çoğunlukta olduğu tek Arap ülkesi
durumundadır. Đslam dini, ülkede birleştirici etkenlerin en önemlisidir.
Irak’ın Osmanlı geçmişi de dâhil olmak üzere yönetiminde ağırlıklı olarak
Sünniler bulundular. Şiiler ve Kürtler Irak’ın idaresinde fazlaca söz sahibi
olamadılar. Bunda bilinçli bir tercih kadar kültürel ve tarihsel etkenler de
rol oynamıştır. Saddam Hüseyin döneminde ise bilinçli bir dışlanma söz
konusudur. Laik, Arap, modern ve homojen bir Irak yaratmak hedefinde
olan Saddam Hüseyin Şiileri, Kürtleri ve Türkmenleri dışlamış, yönetimini
Sünni Araplar üzerine oturtmuştur.
Irak’ın kuzeyinde de tarikatlar yıllarca siyasetle iç içe yaşadı ve
Türkiye'nin güneydoğu bölgesini oldukça etkiledi. Nitekim bugün
Güneydoğu Anadolu’da tarikatçı yapılanma ‘Nakşi-Nurcu’ hareketine
13
dönüşmüştür . Nakşibendîler, Nurcuları bölgede tampon güç ve
ekonomik kaynak olarak görmektedir. Irak’ın kuzeyindeki Kürtler Saidi
Nursi’nin öğretilerini alırlar, ancak yolunu seçmezler. Irak'ın kuzeyinde
Nakşibendilik yaygındır, Nakşiler Kürt millîyetçiliğinin simgesidir. Barzan
aşireti, Kürtçülüğü ve Nakşibendiliği bir arada yaşayan bir aşirettir.
Kadirilik tarikatı, Irak’ın kuzeyinde günümüzde Talabani ailesince temsil
edilmektedir. Talabani’nin büyük babasının tarikat kolu Türkiye`ye
14
uzanacak kadar geniştir . Görüldüğü gibi Irak’ın kuzeyi’ndeki solcu
Talabani de Kürt millîyetçisi Barzani de gücünü tarikattan almaktadır.
Irak’ın kuzeyindeki sosyal yapının temeli, feodal düzenin günümüzdeki
yansıması olarak değerlendirilebilecek aşiret yapılanmalarıdır. Söz
konusu yapılanmalar, köyler, bir veya birkaç sülalenin bir araya gelmesi
12
GÜZEL, Hasan C., (2007). Kuzey Irak, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2007, s.7.
ÇETĐNKAYA, Hikmet: Kuzey Irak'tan Türkiye'ye "Köktendinci Đhracatı" Yapılıyor mu?,
Cumhuriyet Gazetesi, (26 Mart 2010).
14
METĐNER, Metin: Talabani`Nin Dedesi Kadiri Şeyhi, Bugün Gazetesi, (01 Ocak 2008).
13
85
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
ile oluşturulan yönetim biçimidir. Bölgede aşiretlerin dışında, daha küçük
kabileler de bulunmaktadır. Kabileler ve aşiretlerin toplam sayısının 7080 civarında olduğu değerlendirilmektedir. Bölgede etkin olduğu bilinen
aşiretlerden Talabani yanlısı olanlar şunlardır; Bervari Aşireti (5-6 bin
kişi), Aşağı Bervari Aşireti (7 bin), Doski Aşireti (20-25 bin). Çoğunlukla
Barzani yanlısı olanlar; Ertuşi Aşireti (10 bin), Guli Aşireti (8-10 bin),
Güran Aşireti, Muzuri Aşireti (15 bin), Nirvei Aşireti (5 bin), Regani Aşireti
(15-18 bin), Silevani Aşireti (10 bin), Sindi Aşireti (20 bin), Şemkan
Aşireti: (5 bin), Zebari Aşireti (20 bin), Seyitler ve Koçeriler (20-30 bin)
şeklindedir. Bölgede etkinliği olan Pervari ve Bradost aşiretleri ise farklı
bir görüntü arz etmekte, siyasi etkinliği ile bilinmektedir. Bu aşiretler hariç
diğerleri uzun bir dönem Kürdistan Cephesi adlı oluşumun baskısı altında
kalmıştır.
Şekil 1: Irak’ın Etnik Yapısı
TÜRKĐYE
Cizre
Zaho
Tel Afar
Musul Köy Sancak
SURĐYE
Aşarka
Kerkük Süleymaniye
Tuz
Rutbah
Ramadi
Kerbela
Necef
Kürtler
Türkmenler
Sünnî Arap
Sünnî ve Şiî Arap
Şii Arap
Hıristiyanlar
Farslar
Lurlar, Asuriler
Yahudiler
ĐRAN
Hanakin
Bakuba
BAĞDAT
Suwayra
Hilla
Divaniye
Kutal
Amara
Nasıriye
Basra
KUVEYT
86
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
B. Kürtler:
Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam yönetimine karşı Irak’ın kuzeyindeki
Kürtlerin işbirliğine dayanan bir politika güden ABD, tarafları bir araya
getirmek için pek çok girişimde bulundu. Eylül 1998’de taraflar
Washington’a davet edilmiş ancak Ankara, Washington sürecinin özellikle
dışında tutulmuştur. 17 Eylül 1998 tarihinde yeni bir devletin
kurulabileceğine ilişkin program niteliği taşıyan Washington Bildirisi; Mesut
Barzani, Celal Talabani ve ABD Dışişleri Bakanı tarafından imzalanmıştır.
Türkiye’yi memnun etmek için Kasım 1998’de Ankara’da düzenlenen
görüşmelere ise Irak Türkmenleri etkin olarak alınmamıştır. Kısaca,
Türkmenlerin ‘azınlık statüsü’ içinde yaşayacağı ve Kürtler tarafından
yönetilmesi tasarlanan bir Irak’ın kuzeyi modeline Türkiye ‘hayır’
diyememiştir. Washington ve Ankara süreçleri Türkiye’nin uzun vadeli
politikalarının olmayışının ve bu politikaları icra edebilecek politika
vasıtalarının yetersiz oluşunun bir sonucudur. Bu iki süreç bundan
sonrada Irak’ın kuzeyinde Türkiye’nin uygulayabileceği hareket tarzlarına
15
önemli ölçüde etki edecektir .
1964 yılına kadar Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) çatısı altında
mücadelelerini sürdüren Iraklı Kürt gruplar daha sonra Barzani ve
Talabani önderliğinde ayrışmışlardır. Kürtler, bağımsızlığa giden yolda
siyasal ve ekonomik çıkar sağlamak için Irak’ın kuzeyindeki nüfus
yapısını değiştirmeye yönelik sürekli arayış içindedir. PKK terör
örgütünün 4 bin silahlı taraftarı Kürt lider Talabani'nin bilgi ve kontrolünde
Süleymaniye yakınlarına aileleriyle yerleştirilmiştir. Barzani'ni de 5 bin
kişilik bir silahlı Kürt grubu Erbil yakınlarına aileleriyle beraber
yerleşmiştir. ABD, Kerkük’e yönelik Kürt göçüne Türkiye’nin itirazına
rağmen tam destek vermiş; komşu ülkeler ve başka yerleşim
birimlerinden sistemli şekilde taşınarak Kerkük’e yerleştirilen Kürt sayısı
350 bin civarına yaklaşmıştır. Talabani ve Barzani’nin öncülüğünde
Irak’ın kuzeyinden 227 bin Kürt (aileleriyle birlikte 600 bin) Kerkük’e
16
getirilerek yerleştirildi ve seçmen kayıtları yapıldı .
KDP ve KYB arasındaki günümüze kadar çeşitli şekillerde devam eden
anlaşmazlıkların temelinde; yerel yönetimde etkin olma çabaları, Irak’ın
kuzeyi ile ilgili gelirlerin paylaşımı, kendi aralarındaki kişisel rekabet,
Erbil’in kontrolü, coğrafi ve sosyal açıdan Behdinan ve Soran bölgeleri
arasındaki ayırım, IKDP’nin Irak ve Türkiye, KYB’nin ise Đran ile daha
yakın işbirliği içerisinde olması gibi faktörler önemli rol oynamıştır. Irak
Anayasası’na göre Kürt Bölgesi Yönetimi (KBY) sınırları içinde güvenliği
15
ÖZDAĞ, Ümit: Telafer Bir Türkmen Kentinin ABD Ordusu ve Peşmergelere Karşı
Direnişi, Fark Yayınları, Ankara, 2008.
16
ERGAN, Uğur: Kerkük’e 600 bin Kürt’ü Yerleştirdiler, Hürriyet Gazetesi, (11 Ocak 2007).
87
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
sağlamakla görevli olup, KBY’nin bağımsız güçleri kendi Savunma
Bakanlığı ve Đç Đşleri Bakanlığına bağlıdırlar. 75.000-100.000 civarında
olduğu tahmin edilen bu güç KDP ve KYB arasında birbirine yakın iki ayrı
emir-komuta zinciri ile yönetilmektedir.
- Talabani’nin KYB’ye bağlı güçleri; 6.700 kişilik düzenli birlikler (1
Tank Taburu, 2 Mekanize Tabur, 6 Tanksavar Taburu, 1 Hafif Piyade
Taburu, 6 Sahra Topçu Taburu, 1 Đstihkâm Taburu, 1 Keşif Taburu) ile
26.000 kişilik yarı düzenli birlikler (16 Piyade Tugayı) ve KYB Peşmerge
Bakanlığına bağlı 8.000 kişilik (2 Piyade Taburu, 1 Sahra Topçu Taburu,
3 Askeri Đstihbarat Taburu) şeklinde teşkil edilmiştir.
Barzani’nin KDP’sine bağlı güçler; KBY Savunma Bakanlığı’na
bağlı 40.000 kişilik Ordu Komutanlığı ile Đç Đşleri Bakanlığı’na bağlı
30.000 kişilik Zervani polis gücünden meydana gelmektedir.
C. Türkmenler:
Irak’a Türkler ilk kez 670-700 yılları civarında ayak basmışlardır. Türkler,
Abbasiler döneminde büyük gruplar halinde, Irak’a göç etmişlerdir. 1040
yılı sonrasında Abbasi halifesinin Tuğrul Bey’den yardım istemesi
üzerine, Tuğrul Bey bölgeye girmiş ve Irak’ta 9 asırlık Türk hâkimiyeti
başlamıştır. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey ile başlayan Türk hâkimiyeti
sırasıyla; Irak Selçukluları, Erbil Atabeyliği, Musul Atabeyliği,
Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılarla devam etmiştir.
Irak’ta yaşayan Türkmenlerin nüfusunu gösteren bilimsel bir çalışma
yoktur. Türkmen nüfusunun durumuna ilişkin hâlihazırdaki bilgiler
tahminen ve 1957 yılındaki Irak nüfus sayımına kıyasla
değerlendirilmektedir. Irak’ta 2,5 milyon Türkmen yaşadığı tahmin
edilmektedir. Irak’ın kuzeyinde yaşayan nüfusun % 20’si Türkmenlerden
oluşmaktadır. Türkmen nüfusu; 21 milyon olduğu tahmin edilen Irak
nüfusunun % 12’sine tekabül etmektedir.
Kısaca, 500-600 bin Türkmen; Irak’ın kuzeyinde, geri kalanı ise Irak
kontrolünde kalan orta ve güney bölgede ikamet etmektedir. Türkmenler;
Kerkük, Musul ve Erbil kentlerinde yoğunlaşmış olarak yaşamaktadırlar.
Duhok, Zaho, Selahattin, Süleymaniye, Cemcemal ve Köysancak’ta az
17
sayıda aileler bulunmaktadır . Đran-Irak Savaşı’nda Türkmenler Saddam
tarafından cephelerde kalkan olarak kullanılmış ve ön saflarda savaşmak
zorunda bırakılmışlardı. Irak Hükümeti, Türkmen aydınlarını tutukluyor,
insanlık dışı işkencelerle öldürüyor veya idam ediyordu. Baas yönetimi,
tarihi bir Türkmen kenti olan Kerkük’ün Araplaştırılması politikasını
17
ÖZMEN, Hasan, (1999). Irak ve Türkmen Dosyası, Türkmeneli Đşbirliği ve Kültür Vakfı,
s.14.
88
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
18
kararlılıkla uygulamaktaydı . Körfez Savaşı sonunda ise yönetim, içinde
bulunduğu krize rağmen Türkmenlerle uğraşmaya devam etti. Gelmiş
geçmiş tüm yönetimler tarafından her türlü hakları gasp edilen ve
varlıkları tehdit olarak görülen Türkmenler, bugün de yıldırma ve yok
etme politikalarının hedefi olmuşlardır.
17 Eylül 1998’de KYB ve KDP Irak’ın kuzeyinde bir Kürt yönetimi kurmak
üzere Washington’da bir anlaşma imzaladı. ABD, Irak muhalif gruplarının
koordineli çalışmalarını sağlamak için 1999 yılından 2003 yılının ilk
aylarına kadar olan süre içerisinde Londra, Washington, Ankara ve
Selahattin merkezli toplantılar gerçekleştirdi. ABD’nin Irak’a yönelik
planlarını reddeden Türkmenler, işgal sonrasında hem ABD hem de
ABD’nin desteklediği gruplar tarafından Irak’ın siyasi denkleminin dışında
tutulmak istendi. Bu çerçevede, Irak kuzeyinde faaliyet gösteren
Türkmen kuruluşlarında görev yapanlara, yerel yönetimler tarafından
asimilasyon boyutlarındaki düzenli sıkıştırma politikası uygulandı.
Türkmenler ‘yok edilme’ siyasetiyle karşı karşıyadırlar. Ayrı bir güç olma
hevesindeki kuzeydeki Kürt yönetimi Kerkük’e de sahip olarak Kerkük
petrolüne el koymak düşüncesindedir. Kerkük’e sahip olmanın yolu da
19
Türkmenleri yok etmekten geçtiği için Türkmenler göçe zorlanmaktadır .
D. Kerkük Sorunu:
Kerkük, tek başına 8,7 milyar varillik petrol rezerviyle çok önemli bir
şehirdir. 2003’ten bu yana Kerkük’ün üzerine adeta bir kara bulut gibi
çöken Kürt gruplar, ABD’nin desteğiyle birlikte kısa zamanda Kerkük’te
otorite sağlamayı başarabildi. Artık Kürtlerin Kerkük’te nüfus arttırma
girişimleri, elinde bulundurduğu silahlı güç ve vilayet yönetimiyle şehirde
yaşayan diğer etnik gruplar üzerinde yarattığı baskı sıradanlaşmış
gözükmektedir. Kürt gruplar ellerinde bulundurdukları bu güce rağmen
halen Kerkük’ü Irak’ın kuzeyindeki bölgeye bağlamayı başarabilmiş
değildir. Mevcut Kerkük vilayet yönetiminin meşru olduğunu söylemek
yanlış olur. Zira Kerkük’teki yerel yönetimi belirleyecek bir seçim halen
yapılabilmiş değildir. Seçim yapılamamasına ve yerel seçim yasasında
yer alan 23. maddeye göre yeni bir yönetim paylaşımı belirlenmiş
olmasına rağmen henüz bir değişiklik olmamıştır. Yasaya göre Kerkük
Vilayet Meclisi Başkanı’nın Türkmen olması gerekirken, halen Meclis
Başkanlığı Kürtler tarafından yürütülmektedir.
Kerkük konusu Kürtler ile Arap ve Türkmenleri karşı karşıya getiren
potansiyel bir çatışma alanıdır. Kürtlerin, özellikle Kerkük konusunda
attığı adımlar Sünni Araplarla ilişkilerinin gerginleşmesine yol açmıştır.
18
SAATÇĐ, Suphi, (1996). Irak’ta Türk Varlığı, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, s.244-245.
KONA, Gamze Güngörmüş, (2005). ABD’nin Irak Operasyonu’nun Türk Basınından Đki
Yazar Tarafından Algılanış Biçimi, Okumuş Adam Yayınları, Đstanbul, s.325-343.
19
89
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
Musul'da yerleşik olan ve Kürt milislerden oluşan 8. Irak Tugayı Kerkük'e
kaydırılmıştır. Kürtler, Kerkük'ün askeri denetimini ele alırken, Kerkük'teki
Amerikan birlikleri Bağdat’a geri çekilmiştir. Böylece Kerkük'ün
Kürtleştirilmesi ve sözde Kürdistan'a bağlanmasında önemli bir adım
daha atılmıştır. Irak Başbakanı Maliki, Kerkük’e bir tümen gönderirken,
ABD ise bir tugay göndererek durumun kötüleşmesini önlemeye
çalışmıştır. Bu dönemde ABD, Barzani’yi Türkiye ve Bağdat yönetimini
provoke etmemek için uyardı. Kerkük, tarafların çatışmalarından çok sık
nasibini almaktadır. Sadece 2009 yılında Kerkük’teki terör faliyetleri
sonucu çoğunluğu sivil olmak üzere 226 kişi ölmüş, 675 kişi
20
yaralanmıştır .
Kürtler, Kerkük’ün kuzey bölgesine ilhak edilmesini isterken, Türkmenler
Kerkük’ün özel bir statüye kavuşturulmasını istemektedir. Anayasa’nın
140. Maddesi gereğince referandum sadece Kerkük’te yapılacak ve bu
21
önemli şehrin nereye tabi olacağına karar verilecekti . Kerkük sorununun
çözümü için Türkmenler, Irak’taki bütün grupların üzerinde uzlaşacağı bir
formülün bulunmasını ve Kerkük ile ilgili anlaşmazlık konusu olan 140.
maddenin yeniden düzenlenmesini savunmaktadır. Kerkük'te yaşanan
gelişmeler her bakımdan Türkiye'nin göz ardı edemeyeceği, doğrudan
kendi güvenliğimizi, geleceğimizi ilgilendiren hayati konulardan biridir.
Irak'taki devlet bütünlüğünün korunması, Kerkük bölgesine özel bir statü
verilmesi, burada yaşamakta olan halkların adilane temsil edildikleri bir
yönetim esası üzerinde uzlaşılması Orta Doğu'da barışın, huzurun ve
istikrarın temel şartıdır. Kerkük sorununun barışçı bir şekilde
çözülememesi, KYB’nin Kerkük’ü kontrol altına almaya kalkması büyük
olasılıkla Türkiye’nin askeri müdahalesine yol açacaktır.
3. IRAK’IN KUZEYĐ VE TÜRKĐYE:
A. Türkiye’nin Irak Politikası(zlığı):
Jeopolitik konumu ve üzerinde barındırdığı etnik gruplar itibariyle
Türkiye’nin en önemli ilgi alanlarından biri olan Irak, 1990 yılı sonrası
yaşanan gelişmelerle Türkiye’nin Orta Doğu politikasını ve güvenlik
politikalarını ciddi biçimde etkilemeye başlamıştır. 1990 yılında patlak
veren Kuveyt’in işgali ve ardından 1991’deki Körfez Savaşı, Türkiye’nin
Soğuk Savaş’ın hemen sonrasındaki dış politikasında bir dönüm noktası
oldu. Türkiye, krizin baş göstermesi ile bölgeye ilişkin benimsemiş olduğu
yalnızlık ve tarafsızlık politikasını bir tarafa bıraktı ve Irak’a karşı
Birleşmiş Milletlerin tarafını tutarak aktif bir dış politika geliştirdi. Türkiye,
20
Kerkük’ün Sesi, Kerkük’te 2009 Bilançosu, Aylık Siyasi Gazete, (31Ocak 2010).
Irak Anayasası, madde 14; madde 18, paragraf 5; madde 24; madde 44. Kerkük’te halk
oylaması da yapılmasını öngören madde 140 içeriğinde öngörülen son tarih (31 Aralık
2007) geçmiş olmasına rağmen, bu konu henüz çözümlenememiş durumdadır.
21
90
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapama kararı aldı ve Irak’a
ekonomik yaptırımlar uyguladı. Boru hattının kapanması sonucunda
Türkiye, ekonomik olarak zarara uğramış, Türk iş adamlarının alacakları
ve Türkiye’nin verdiği borçlar geri alınamamıştır. Bu dönemde Türkiye’ye
22
kaçak petrol girişine göz yumulmuştur .
1991-2003 döneminde Türkiye’nin Irak’a yönelik tutumunun üç önemli
unsurdan etkilendiği söylenebilir; petro-ekonomi, Kürt sorunu ve su
23
sorunu . Körfez Savaşı (1991) sonrasında Türkiye, ABD’nin gerek Irak’a
ve Saddam’a, gerekse Irak’ın kuzeyindeki Kürt gruplara karşı izlediği
politikalarda kendine yer edinmeye ve kazanımlar elde etmeye
çalışmıştır. Türkiye’nin Irak politikası bu süreçte ABD ile olan stratejik
ilişkileri ile ABD’nin Kürtlere ve Saddam’a yönelik politikaları arasında
sıkışıp kalmış ve ciddi kayıplara uğramıştır. 2003 yılındaki Irak
Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin Irak ve Türkmenler politikasında
değişiklikler meydana gelmiştir. Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumunun
ortaya çıkması ve bölgede faaliyet gösteren PKK terör örgütü, Türkiye’nin
bölgeye yönelik politikalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Türkiye’nin Irak
sorununa olan ilgisi başlangıcından beri Türkiye’nin ülke bütünlüğüne ve
ulusal birliğine yönelik riskler ve bu nedenle duyulan kaygıdır. Bu kaygı
nedeni ile Türkiye Irak’ın parçalanmasına ve bu parçalanmanın Irak’ın
kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti doğurmasına karşı durmuştur.
ABD’nin daha Irak’ı işgal niyeti anlaşılır anlaşılmaz 5 Ekim 2002 günü 57.
Hükümet döneminde ABD’nin müdahalesi beklenmeden Irak’ın
kuzeyinde bir Kolordu kadar güç ile girilmesine karar verilmişti. Her ne
kadar ABD ile yapılan görüşmelerde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 20-30
kilometreden fazla ilerlemesine müsaade edilmiyorsa da, Irak içinde
kuvvetli bir askeri varlığın bulundurulması zorunluluktu. Böylece,
Türkmenlerin güvenliği garanti altına alınacak, PKK’nın Türkiye’ye
sızarak yeniden faaliyete geçmesi etkin bir şekilde önlebilecek ve nihayet
aşiretlerin Kerkük ve Musul’u ele geçirme niyetlerinin önüne set
çekilebilecekti. Ancak, böyle olmadı, Türkiye bu fırsatı 1991’den sonra
gene ıskaladı ve bu hata hala devam etmektedir. Türk Hükümetinin,
Irak’a asker gönderme yetkisini kullanmaması üzerine şu sonuçlar ortaya
çıktı; (1) ABD, Irak konusunda Türkiye’yi devre dışı tutmaya devam etti.
(2) Barzani ve Talabani ABD sayesinde siyasi başarı elde ederek
Kürdistan’ın nüvesi olan Kürt Yönetim Bölgesi’ni kemikleştirdi. (3)
Türkmenler dış destekten mahrum kaldılar, Irak içinde de soyutlandılar.
(4) PKK, Irak’ın kuzeyinde üs ve destek bulmaya devam etti.
22
23
KÖNĐ, Hasan, (1996). Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye, Avrasya Dosyası, C.3, s.1.
YILMAZ, Hüseyin: Kerkük’ün Geleceği, Stratejik Analiz, Şubat 2007, s.10.
91
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
B. Irak’ın Kuzeyi ve Türk-ABD Đlişkileri:
2003 yılında Irak Savaşı öncesi ABD ile yapılan müzakere süreci Irak’ın
kuzeyindeki Kürt gruplara Türkiye ile ABD’nin farklı baktığını ortaya
çıkardı. ABD’nin başından beri Türkiye’den isteği topraklarını ABD’ye
kullandırması ama kendisinin Irak’ın kuzeyine girmemesi idi. ABD’nin bu
tutumunda Kürt grupların etkisi büyüktü. Müdahale öncesi yapılan ABD
planlarının hiçbirinde Türk askeri yoktu ve bu nedenle Ecevit Hükümeti
24
ABD müdahale etmeden Irak’ın kuzeyine girmeyi planlamıştı . ABD
sonuna kadar Türk askerinin girmemesi konusunda direndi. Türk
askerinin ABD’li komutan emrinde olması, (Kürt grupların sözcülüğünü
yapan Zalmay Halilzad vasıtası ile) Kürt gruplar ve PKK’lılar dâhil
kimseye karşı silah kullanılmaması gibi koşullarda ısrar etmesi dikkat
çekti. Ancak Türk heyeti müzakereler sonrasında isteklerini kerhen de
olsa büyük ölçüde ABD’ye kabul ettirmişti. Ancak ABD’nin bakış açısı
ortaya çıkmış, Ankara’nın taleplerinden çok Kürt grupların liderleri Mesut
Barzani ve Celal Talabani’nin isteklerini önceliğe aldığı ve bu çerçevede
PKK’yı da korumaya çalıştığı belirginleşmişti.
2003 yılının Mart ve Nisan aylarında ABD önderliğindeki koalisyon
güçlerinin Irak’ı fiilen işgali ile birlikte değişen dengeler ve öncelikler
nedeniyle; Türkiye ile ABD arasındaki stratejik işbirliği, gittikçe artan
tereddütler ve güvensizlikler yaratan sorular ve sorunlar yumağına
dönüşmüştür. Bu sorunların başında Türkiye’nin güvenlik mülahazaları
gelmektedir. Irak’ın kuzeyinde ‘Kürdistan Özerk Yönetimi’ adı altında, fiili
olarak, her türlü siyasi ve mali yardımlar ile, ABD’nin açık bir desteğiyle
meydana getirilen, tüm kurumlarıyla oluşumunu tamamlamış bir
‘Kürdistan’; Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin itiraz ve karşı duruşlarına
rağmen neredeyse oluşumunu tamamlamıştır. Irak’ın kuzeyinde böyle bir
oluşumun varlığı ile birlikte bu bölgede üslenen ve Türkiye’nin
bütünlüğünü hedef alan bölücü örgüte karşı kararlı ve kesin bir çözüme
ilişkin bir askeri harekat beklentisi ABD’nin bölgedeki çıkarları ile ters
düştüğü için sekteye uğramıştır. ABD, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine
yapabileceği karadan geniş çağlı bir operasyon ihtimalini bugüne kadar
istihbarat desteği ve benzeri yöntemler ile sadece PKK’ya yönelik hava
harekatına indirgemiş, Kürt grupları önceliğe alan politikasını
sürdürmüştür.
Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetler bürosunun ABD askerlerince
basılıp askerlerimizin rehin alınmasıyla başlayan Türk-Amerikan
güvensizliği unutulması zor ve henüz öcü alınmamış bir düşmanlık olarak
hafızalardadır. Irak’ta Türkiye’nin komşusu olan ABD, Türkiye’nin
çıkarlarını (hafıza kaybı taktiği) unutturarak kendi çıkarlarının bekçisi
24
BĐLA, Fikret, (2004). Hangi PKK?, Ümit Yayıncılık, Ankara, s.192.
92
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
olmasına ikna etme etmeye çalışmaktadır. Türkiye ile ABD arasında
bugünkü ilişkileri Türkiye açısından tanımlayan temel sorun; Irak’ın
kuzeyinde Türkiye uyutularak kurulmaya çalışılan Kürdistan Projesi’dir.
Kamuoyunda işlenen görünürdeki neden ise; Irak’taki PKK varlığı ve
faaliyetleri konusundaki ABD hareketsizliği veya Türkiye’ye göstermelik
desteğidir. Irak’taki PKK varlığı Türk-Amerikan ilişkileri için uzun
zamandır düğüm noktası haline gelmiştir. Kerkük’ün statüsü ve
Türkmenlerin durumu gündemdeki başka bir sorundur. Bunlara Irak’taki
pastadan Türkiye’nin bugüne kadarki zararlarının karşılanmasını ve
nihayet enerji dengelerinde Türkiye’nin de çıkarlarının gözetilmesini
eklemeliyiz.
C. Ekonomi ve Enerji:
Irak'tan gerçekleştirilen ithalatın büyük bir kısmını ham petrol
oluşturmaktadır. Nitekim 2006 yılında toplam ithalat içinde ham petrolün
payı %68 iken, 2007 yılında %81,6 olarak gerçekleşmiştir. Diğer önemli
ithalat kalemleri ise sırayla petrol yağları ve bitümenli minerallerden elde
edilen yağlar ve arıtılmış bakır ve işlenmemiş bakır alaşımlarıdır. 2008
yılında petrol fiyatlarının artışı ile beraber Irak'tan yapılan ithalat 1,3
milyar dolar seviyesinin üzerine çıkmıştır. Irak'tan yapılan ithalatın hemen
hemen tamamı Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından (Tablo 1)
yapılan sevkiyatlardan oluşmaktadır. Irak ile ticarette Kerkük - Yumurtalık
Boru Hattının etkin çalışmaması önemli bir sorun teşkil etmektedir. 2003
yılından bu yana sabotajlar nedeniyle sık sık işletilmesine ara verilen
sözkonusu hat, 2007 yılı Ağustos ayından itibaren Kerkük petrolünü
Ceyhan Limanına taşımaya tekrar başlamasına karşın hâlihazırda %25
kapasiteyle çalışmaktadır. BM tarafından Irak'a verilen izinler
doğrultusunda 2007 yılında Irak-Türkiye ham petrol boru hattı ile taşınan
ham petrol miktarı 39,833 bin varildir. Irak petrolünün üçte biri
Ceyhan’dan ihraç edilmektedir.
Tablo 1: Türkiye-Irak Petrol Boru hatları Uzunlukları
Irak
Türkiye
Toplam
I. Hat
345
641
986 km.
II. Hat
234
656
890 km.
Toplam
579
1.297
1.876 km.
Kaynak: TÜĐK, Dış Đlişkiler Ekonomik Kurulu (DEĐK): Irak Ülke Bülteni
Ocak 2010, s.32.
93
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
2003’ten bu yana Kerkük’ün üzerine çöken Kürt gruplar, akabinde Petrol
25
Yasası’nı istedikleri gibi çıkartmanın peşine düştüler . Irak’ta merkezi
yönetim ile Kürt Bölgesel Yönetimi arasındaki ‘petrol gelirlerinin nasıl
paylaşılacağı’ ve Irak’ın kuzeyinde petrol ihracatı sorununun çözümü
önemli bir gündem maddesi olmaya devam etmektedir. Irak hükümeti
tarafından henüz tam bir petrol yasası çıkarılmış olmamakla beraber,
yapılan geçici düzenlemelere göre Irak’ın kuzeyindeki petrol 4 yıl içinde
20 milyar dolar kazandıracak ve Kürt bölgesel yönetim Irak'ın petrol
26
gelirlerinden yüzde 17 pay alacaktır . Irak, petrol ve gaz bakımından
zengin bölgeler bağlamında, ciddi bir iç uyuşmazlığın bulunmakta;
özellikle kuzeyde yaşayan Kürtlerin, bölgelerindeki kaynakları kendilerine
bağlayabilmek için çeşitli önlemler almaya ve uygulamaya çaba sarf
ettikleri bilinmektedir.
Irak’ta beş sahada üretilecek yaklaşık 280 milyar metreküp doğal gazın
Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ihraç edilmesi söz konusudur.
Türkiye'den Pet Holding, Genel Enerji ve Türkerler Holding gibi şirketlerin
Kürt bölgesindeki iş hacimleri 2 milyar doları aşmış durumdadır. Đnşaat
sektörünün yüzde 75'ini, enerji sektörünün de yaklaşık yüzde 10'unu
Türk firmalar oluşturmaktadır. Özetle, Kürdistan’ın kuruluşu ve
güçlenmesi bir avuç Türk firmasının kar etmesi uğruna gene kendi
elimizle sağlanmaktadır. Şu anda bölgede 30'a yakın petrol şirketi
27
faaliyet göstermektedir . Çukurova Grubu'na bağlı Genel Enerji ile ortağı
Kanadalı Addax tarafından kurulan ve bugüne kadar bölgeye 350 milyon
dolarlık yatırım yapan Taq Taq Operating Company (TTOPCO) firması,
Erbil yakınlarındaki Taq Taq petrol bölgesinden her gün 40 bin varil
petrol ihraç edecektir. Irak’a kuzeyden yapılan girişler Habur üzerinden
yapılmakta ancak bu yol oldukça meşakkatli ve zaman kaybına neden
olmaktadır. Bir kişinin ortalama geçiş süresi fiili olarak tüm kontrollerle
birlikte 7 saati bulmaktadır. Habur’dan geçen TIR’lardan araç başına
100-200 $ çeşitli adlar altında harç (haraç) alınmaktadır.
D. Türkmen Direnişi:
Türkiye, 2003’den beri iç gündemi ile meşgul edilirken gözden uzak
Barzani yönetimi Irak’ın kuzeyinde birbirinden ilginç entrikalar
çevirmektedir. Đç hesaplaşmalarla meşgul ve terörle muhatap edilerek
Türkiye’nin öncelikleri değiştirilmiştir. 2003 yılı sonrasında Kürtlerin ilk
hedefi olan Telafer'in Kürt Federe Devletine bağlanması ile Türkiye'nin
Kerkük ile bağlantısı da kesilecekti. Barzani, bu süreci Büyük Kürdistan'a
25
ŞAFAK, Erdal: Kerkük Ateşi, Sabah Gazetesi, (1 Mayıs 2007).
DURAN, Aram Ekin: Kuzey Irak'ta Kırmızı Çizgiye Petrol Açılımı, Referans Gazetesi, (02
Haziran 2009).
27
DURAN, Aram Ekin: 3 trilyon $'lık Petrol Erbil'i Đhya Ediyor, Referans Gazetesi, (04
Haziran 2009).
26
94
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
giden yolda ilk adım olarak görmekte idi. Telafer şehri, Irak
Türkmenlerinin yerleşim bölgesinin kuzeydeki başlangıç noktasını
oluşturur. Türkmen Telafer halkı 2003 yılında Amerikan işgali sırasında
da yıllarca acı çekmiş, şehrin hemen hemen tamamı tahrip edilmiş ve
28
halk şehri terk etmeye mecbur bırakılmıştır . Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin
devlet kurma istekleri Türkmenlere olan saldırıları arttırmış ve birçok
katliam gerçekleşmiştir. Tuzhurmatu (2003), Telafer I (2004), Telafer II
(2005), Musul (2005), Yengice (2006), Karatepe (2006), Kerkük Terör
(2006) katliamları bunlara örnektir ve maalesef bu katliamlar münferitte
olsa hâlâ devam etmektedir.
Telafer'in Türkmen kimliği ve Kürt Federe Devletine bağlanmaması için
savaşan 10 bine yakın Türkmen savaşçı; ‘Sultan Abdülhamit Kıtaları
(Ketaip Sultan Abdülhamit)’, ‘Fatih Sultan Mehmet Kıtaları (Ketaip
Muhammed El Fatih)’ ve ‘Cemaat’ de denilen Türkmen grupları içinde
örgütlenmişlerdir. Türkiye ‘büyük oyunun’ farkına geç varmış ve
29
operasyonlar 2007’ye kadar devam etmiştir . ABD saldırılarında çok
30
sayıda sivil Türkmen hayatını kaybetti . Telafer Türkmenleri arasında
Sünni Türkmen-Şii Türkmen çatışması çıkarmak amacı ile AmerikanBarzani ittifakı tarafından değişik komplolar düzenlendi ve gruplar
31
arasında çatışma çıkarılmasında kısmen de olsa başarılı da olundu .
Ancak, Telafer Kürt politikacıların hayalinde bir kırılma noktası olmuştur.
Telafer’in rolü tarihe geçecektir.
1991 yılından ITC’nin kurulmasına kadar Türkiye’nin Türkmenlere yönelik
faaliyetleri genellikle eğitim ve kültürel yardımlarla sınırlı kalmıştır. 1995
yılında ITC’nin kuruluşu, Türkiye’nin Türkmen politikasında sosyal
destekten siyasi desteğe geçişi şeklinde yorumlanabilir. Ancak, 2003
yılından sonra Barzani yönetimi ile ilişkileri yoğunlaştırma kararı alan
Türk Hükümeti; ‘Kerkük'te referandumun iptal edilmesini’ kamuoyunun
gözünü boyamak için kullanırken, Telafer'e en ufak bir ilgi
göstermemiştir. Telafer Türkmenlerinden gelen yardım isteklerine kısıtlı
Kızılay desteği dışında bir yardım cevabı verilmedi. Türkiye, Kıbrıs’ta
oluşturduğu ‘Geçici Türk Yönetimi’ni ilk Körfez Savaşı'ndan sonra
Türkmeneli’nde hayata geçiremedi. Türkiye’nin tutumu sebebiyle Irak
Türkleri 8-10 farklı partiye bölünmüş ve açık bir liderlik krizi ortaya
32
çıkmıştır. Türkmenlerin morali ve direnci gün geçtikçe zayıflamaktadır .
28
Telafer’deki Türkmen direnişinin geniş hikâyesi için Bakınız: Ümit ÖZDAĞ: Telafer Bir
Türkmen Kentinin ABD Ordusu ve Peşmergelere Karşı Direnişi, Fark Yayınları, (Ankara,
2008).
29
ZĐYA, Mustafa: Telafer Bir Kırılma Noktası mı?, Ortadoğu Analiz, Mayıs 09, C.1, Sayı 5.
30
YENĐ ÇAĞ: Telaferde Türkmen Direnişi, (13 Eylül 200 2005).
31
YENĐÇERĐ, Özcan: Telafer’de Peşmerge Tuzağına Düşmek, 13 Haziran 2008,
http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1904&kat=27
32
TINÇ, Ferai: Türkmen Gözüyle Telafer”, Hürriyet, (20 Nisan 2007).
95
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
Türkiye’nin Türkmen politikası tarihimizin en büyük fiyaskolarından biridir.
Tüm bunların temelinde yatan sebep Türkiye’nin cumhuriyetin ilk
yıllarından sonra yakın geçmişe kadar Irak’a ve Irak Türklerine yönelik
çok yönlü ve somut bir politikasının oluşturamamasıdır.
4. IRAK’IN KUZEYĐ ĐÇĐN SENARYOLAR:
A. Irak’ın Geleceği:
2003 yılında Irak Savaşı sonrası, Washington, etnik merkezli bir
federalizmi desteklemiştir. ABD, siyasal parçalanmayı teşvik edecek
şekilde, Irak’ta güç dağılımını etnik ve dini gruplar çerçevesinde
şekillendirmiştir. Devletin direğini oluşturan Sünni Araplar yeni yapıdan
dışlanmış, direnişin kollarına ABD tarafından itilmiştir. ABD işgali ülkede
kargaşaya ve daha derin yolsuzluklara yol açmıştır. Petrol zenginliğine
rağmen ülkede temel ihtiyaçlar dahi karşılanamamaktadır. Đşgal
öncesinde fakirlik %0 iken bugün %60’a yükselmiştir. Nüfusun %10’u
günlük 1 doların altında gelirle yaşamaktadır. Toplam işgücünün yarıya
yakını işsizdir. %67’si kırsalda yaşayan Irak halkının %60’ı gıda
33
yardımına muhtaçtır . Ülkede henüz güvenlik ve istikrar sağlanamadığı
gibi gelecek yönelik umutlu olmak için vakit erkendir.
Irak’ın parçalanması Orta Doğu için tehlike teşkil etmektedir. Orta
Doğu’daki büyük bir çatışmanın iç çatışmalar şeklinde başlayıp, kâğıttan
kaleler şeklinde oluşturulmuş bu devletleri barındıran tüm bölgeyi sarma
riski vardır. ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası yeni dönemde Irak ile ilgili
gelişmelerin sonucu olarak Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt Devleti’nin
kurulması ihtimalinin gündeme gelmesi Türkiye’nin her zaman tetikte
olacağı bir konu olacaktır. Đç istikrarını koruyamayan bir Irak bölgede
huzursuzluğa ve istikrarsızlığa neden olacaktır. Özellikle, Irak’ın
parçalanması ihtimali göz önüne alındığında, Irak’a komşu ülkeler bu
duruma kayıtsız kalmayacakları kesindir. Irak’ın bütünlüğü her şeyden
önce merkezi hükümetin ülke genelinde kontrolü sağlamasına, Sünni
Arapların sisteme entegre edilmesine ve nihayet KYB’nin yayılmacı ve
federalizm yanlısı gayretlerinden vazgeçirilmesi ve Irak’ın kuzeyindeki
geçici yapının unsurlarının yok edilerek Irak bütünlüğünün ülkede
tamamen sağlanmasına bağlıdır.
2007 yılından itibaren özellikle mezhepsel çatışma seviyesinin düşmesi
ile birlikte bugün gelinen noktada Irak’ın kısa ve orta vadede parçalanma
olasılığı daha az görünmektedir. Parçalanma olasılığının parametrelerini
Şii ve Sünni Arapların uyumu; Ninova, Diyala ve Kerkük gibi tartışmalı
yerler konusunda Kürtlerin ne kadar cüretkâr olacağı ve bölge ülkelerinin
33
DAĞ, Ahmet Emin: Irak Raporu, (Şubat 2009).
http://idsb.org/images/news/2009/Subat/21.02.2009_panel/Irak_rapor_Subat_2009.doc
96
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
tutum ve reaksiyonları oluşturmaktadır. ABD’nin izleyeceği Irak politikası
hem Irak’ın hem de çevre ülkelerinin geleceğini bir şekilde etkileyecektir.
Đstikrarın olmadığı Irak’ta isyanlar artacak, mezhep ve etnik savaşlar Orta
Doğu ülkelerine yayılacaktır. Eğer Irak'ta güvenlik güçleri kontrolü sağlar,
şiddeti sona erdirir, farklı çıkar grupları arasında 'uzlaşma sağlanır',
anayasa geliştirilir, merkezi yönetim güçlendirilir, bölgesel yönetimlerin
yetkileri tayin edilir, Kerkük'ün ve Musul’un statüleri belirlenir, enerji
gelirlerinin dağıtımında anlaşma sağlanır ise güçlü bir federal Irak devleti
kurulur.
B. Türkiye’nin Çıkarları ve Tehdit:
Türkiye için Irak'taki gelişmeler beka seviyesinde önem taşımaktadır.
Beka seviyesindeki çıkarlar ülkenin varlığı ve bütünlüğü ile ilgili
çıkarlardır ki bu çıkarlar söz konusu olduğunda savaşa varan tüm askeri
çözümler masada demektir. Irak’taki gelişmeler ya da muhtemel
gelişmeler de Türkiye'nin millet ve toprak bütünlüğü dâhil birçok iç
dinamiğini tetikleyecek potansiyele sahiptir. Türkiye, yaşamsal
menfaatlerini koruma konusunda kararlı davranmaz ve etkin olmaz ise
kendisi ve Orta Doğu bölgesi için çok ağır sonuçlar doğuracak bir siyasal
zeminin oluşmasına neden olacaktır. Irak’ın parçalanması halinde 1926
yılı Ankara Anlaşması kadük olacağından; Türkiye, Irak’ın kuzeyinde
özellikle Musul ve Kerkük ile ilgili haklarını saklı tutmaktadır. Türkiye’nin
proaktif bir politika izleyebilmesi için öncelikle ulusal çıkarlarını ortaya
koyması ve bunu çıkarları koruyacak ve temin edecek politikalar ile buna
uygun güç projeksiyonu geliştirmesi lazımdır.
Türkiye’nin Irak ile ilgili çıkarlarını öncelik sırasına göre şu şekilde
34
listeyebiliriz ;
- Irak’ın kuzeyindeki Kürt grupların bağımsız bir devlet fikrinden
vazgeçirilmesi (Güçlü bir merkezi yönetime sahip Irak’ın toprak
bütünlüğü),
- PKK terör örgütünün Irak içindeki varlığına ve teröre Irak içinden
verilen desteğe son verilmesi,
- Irak’ta yaşayan Türkmenlerin ve Türk nüfusunun yaşadığı yerleşim
merkezlerindeki Türklerin haklarının ve buralardaki Türk kimliğinin
korunması ve nihayet,
- Başta enerji kaynakları olmak üzere ekonomik çıkarlarımızın
gözetilmesi.
34
YILMAZ, Sait: Irak’ın Kuzeyi Dönüştürülmeli, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı :
192, (03 Mart 2008), s.14-15.
97
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
Türkiye’nin çıkarlarının önündeki öncelikli tehdit unsuru sanıldığı gibi
PKK değil, Barzani ve onun bağımsız devlet kurma hayalleridir. Her ne
kadar Kürt liderler federalizmi savunuyor gibi gözükse de 2005 yılında
yapılan referandum ile % 95 oranında bağımsızlık istedikleri ortaya
35
çıktı . Türkiye içinde doğrudan ideolojik-siyasi faaliyetler ile özellikle sınır
36
bölgelerinde Barzanici bir taban oluşturulmaktadır . Barzani Türkiye
içinde Kürdistan nüfus cüzdanı dağıtmaktadır. Güneydoğu Anadolu'da
37
yaşayan yurttaşlarımız için çifte vatandaşlık önermiştir . Barzani, Türkiye
içinde gazete ve gazeteci satın alarak basında bir Kürt lobisi oluşturmayı
başarmıştır. Barzani'nin televizyon kanalı Kürtsat'ta Türkiye'ye yönelik
Pan-Kürdist yayınlar yapılmaktadır. Türkmenleri ezmekte, PKK'ya terörist
örgüt olarak davranmamakta, korumakta, kollamaktadır. Barzani ve
Talabani ikilisi Türkiye içinde yaygın bir ticaret-mafya ağı kurmuştur.
Đkilinin Türkiye içinde sahip oldukları şirket sayısı 173'dür. BarzaniTalabani politikalarının amacı Güneydoğu Anadolu bölgesinde Irak’ın
kuzeyi ile ekonomik, sosyal, kültürel olarak bütünleşmenin alt yapısını
hazırlamaktır.
C. ABD Đle Đlişkilerde Çelişkiler:
Türkiye’nin uzun yıllardır müttefiki olan ABD ile ilişkileri, başta Irak’taki
konjonktür olmak üzere, hassas ve kırılgan bir dönemeçten geçmektedir.
Türkiye, Irak ve Irak'ın kuzeyindeki menfaatlerini ABD ile uyum içinde
gerçekleştirmek gibi boş bir arayışın içine girmiştir. Türkiye'nin bu tutumu,
ABD'de yanlış beklentiler ortaya çıkarmıştır. Bir kısım Amerikalı karar
alıcılar, Washington'un hem Irak'ın kuzeyinde bir Kürt devletinin alt
yapısını kurabileceğini hem de Türkiye ile ilişkilerini istedikleri zeminde
tutabileceklerini düşünmüşlerdir. Türkiye’ye biçilen rol; Orta Doğu, harita
değişiklikleri ile birlikte Batının çıkarlarına uygun rejimlere ve devletlere
dönüştürülürken, sadece etrafında olup bitenlere ikna olmak değil, kendi
bölünmesine de rıza göstermek hatta destek olmaktır. Türkiye’nin
Irak’taki çıkarları PKK’ya karşı verilen sınırlı desteğe indirgenmiştir.
Türkiye’ye verilen PKK’ya karşı sözde istihbarat ve operasyonlara izin ise
gerçekte ‘tavşan kaç-tazı tut’ oyunundan başka bir şey değildir.
Irak'ın kuzeyinde ne fiili bir devlet ne de bağımsız bir devlet vardır. Bu
coğrafyada var olan; Barzani'nin ambar memurluğu yaptığı, ABD
koruması altında devletçilik oynayan genişletilmiş bir Amerikan askeri
35
BARKEY, Henry - LAIPSON, Ellen: Iraqi Kurds and the Future of Iraq, Middle East Policy,
Vol.12, No.4, December 2005, s.69-70.
36
FARAÇ, Mehmet – ÜNLÜ, Ferhat: Barzani ile Apo'nun Önderlik Kavgası Kızışıyor,
Cumhuriyet, Haftalık Haber Dergisi, S.165, 2006, s.55-56.
37
TEMPO Dergisi, S.931, (11 Ekim 2005), s.18-20.
98
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
38
üssüdür . Kürtleri ve ABD’yi en çok tedirgin eden husus, Türkiye’nin
bölgeye müdahale olasılığıdır. Savaştan sonra bunu en iyi açıklayan
Mesut Barzani’nin “Açıkça konuşalım, Türkiye’nin Kuzey Irak’a
girmemesi karşılığında, biz de Kerkük ve Musul’a girmeme yönünde ABD
39
ile anlaşmaya varmıştık” ifadeleri olmuştur . Türkiye’nin askeri harekâtını
dizginlemek ABD için çok önemlidir. Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde Kürt
bölgesini içine alacak şekilde yapacağı büyük çaplı bir askeri müdahale,
ABD’nin bölgedeki stratejik kurgusunu bozabilir ve ABD’yi belki de hazır
olmadığı eylemlere zorlayabilir. Irak’ın kuzeyi ile ilgili çıkarlarımız ABD ve
AB’nin güdümünde sağlanamaz çünkü Irak’taki ve genel olarak Orta
Doğu ile ilgili çıkarlarımız Batı ile uyuşmamaktadır. Kürdistan’ın
kurulması karşılığı PKK için sözde verilen destek büyük resimden
bakıldığında anlamsızdır.
ABD, Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin bağımsızlık yolunu açmakta ve ‘Büyük
Kürdistan’ seçeneğini şimdilik kullanmasa bile hazırda tutmaktadır.
Hâlihazırda Türkiye'de siyasetçilere, basına ve güvenlik bürokrasisine
Irak’ın kuzeyi ve Kerkük ile ilgili hâkim olan hava, ‘ürkek’, ‘korkak’, ‘reaktif
(savunmada kalan)’ şeklinde özetlenebilir. Bu ruh hali Türkiye'nin
rakipleri tarafından gayet iyi okunmakta ve aleyhine kullanılmaktadır.
Türkiye, ABD ile ikili ilişkilerinde ‘kontrolü kriz’ çıkmasından
çekinmemelidir. Türkiye krizlerin yaratıcı gücünü göz önüne alan bir
strateji izlemelidir. Bugün çıkmayacak ‘kontrollü krizler’ yarın çıkacak
kontrolsüz ve çok ağır krizlere neden olacaktır. Türkiye, hem Irak'ın
kuzeyinde bağımsızlığa gidecek bir Kürt oluşumunu destekleyip, hem de
ABD ile dost olamaz. Önceden hesaplanmış bir kriz yönetimi ile ABD ile
ilişkiler ortak çıkarlar çerçevesinde yeniden bir dengeye getirilmelidir.
Türkiye, ABD ile dostluğunu karşılıksız değil, ABD'nin de Türkiye'nin
çıkarlarına saygı göstermesini temel alan samimî bir dostluk
çerçevesinde kendisine bağımlı hale getirmelidir.
D. Yeni Bir Strateji ve Güç Projeksiyonu Đhtiyacı:
Bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Irak’ın kuzeyine yapılan
operasyonlar siyasi mülahazalar nedeni ile PKK hedefi ile sınırlı
kalmıştır. 1990’da ve 2003 yılında şartlar uygun olduğu halde Irak’ın
kuzeyindeki tüm ulusal çıkarlarımızı temine yönelik bir harekattan
kaçınılmıştır. Buna neden dış güçlerin sınırlamaları kadar Türkiye’deki
bürokrasinin vizyonsuzluğu ve dışa bağımlılığıdır. Türkiye, Irak'ın
kuzeyindeki stratejik tehdidi ve bu tehdidin bertaraf edilmesindeki araçları
yeniden tanımlamalıdır. Türkiye için stratejik tehdit PKK değil, Kerkük'e el
38
21. Yüzyıl Enstitüsü: Kerkük Krizi ve Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, Orta Doğu
Araştırmaları Raporu, (14 Haziran 2007).
39
YILMAZ, a.g.e., 2007, s.11.
99
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
koyarak yaşama kabiliyeti kazanan bağımsız bir Kürt devletidir. Diğer bir
deyiş ile Türkiye PKK'nın Irak'ın kuzeyinden tasfiyesi karşılığında Kürt
26
devletini kabullenmek gibi stratejik bir hata yapmamalıdır . Ankara'daki
karar alıcılar, Irak’ın kuzeyi ile ilgili bütün politikalarının temeline bu
gerçeği koymalıdırlar. Orta ve uzun vadede Irak'ın bütünlüğü içinde
Türkiye için Irak’ın kuzeyini tehdit olmaktan çıkarılıp, bütün etnik ve
mezhep gruplarının ‘Türkiye'ye dost hale getirilmesini amaçlayan’
bütüncül bir model geliştirilmelidir. Bu model kapsamında bölgedeki
güvenlik ortamı yumuşak güç ve sert gücün karışımı olan ‘akıllı güç’
mekanizması ile şekillendirilmelidir. Türkiye ve Türkmenler birlikte daha
cesur adımlar atmalıdır.
Irak’ta artık sona yaklaşılmaktadır ve bu nedenle reaktif bir güvenlik
anlayışı ve sadece silahlı kuvvetlere dayalı savunma refleksi yerine
proaktif ve yumuşak gücü öne çıkaran bir güç projeksiyonu ile Irak’ta ki
gelişmelere hazır olunması gerekmektedir. Gelişmelerden hoşlanmadığı
için bunları yokmuş farz eden bir ülke ağır bedel ödemek zorunda
kalabilir. Türkiye, yumuşak güç konsepti dahilinde ülke inşası kabiliyetini
Kıbrıs’tan sonra Irak’ın kuzeyinde de göstermelidir. Bu vizyon; öngörü,
cesaret ve beceri istemektedir. Temel hedefi öncelikle bugünkü Kürt
liderleri tasfiye ederek, Irak’ın kuzeyindeki siyasi, ekonomik, sosyokültürel ve güvenlik parametrelerini ele geçirmek ve inisiyatifi ele almak
olacaktır. Irak’ın kuzeyinin şekillenmesi ile ilgili bir vizyon ve güç
sistematiği oluşturulurken; hükümet, düşünce merkezleri, üniversiteler,
siyasi partiler, şirketler, bankalar, yardım kuruluşları, medya, vakıf ve
dernekler ile bir yumuşak güç mekanizması oluşturulmalıdır.
Irak’ın kuzeyine yapılacak askeri harekatın hedefi; Kürt yönetiminin bir an
öncesi tasfiyesi ve Türkiye’ye müzahir bir bölgenin şekillenmesi için
gerektiği kadar sürdürülecek bir tampon bölge oluşturulması olmalıdır.
Ancak, Türkiye’nin, Irak'ın kuzeyine yapacağı askeri müdahalenin hedefi,
gelişen siyasi koşullar nedeni ile bölünme belirli bir aşamaya gelmiş ise
Irak'ın toprak bütünlüğünü korumak olmayabilir. Böyle bir durumda
Türkiye ve Orta Doğu için en kabul edilebilir çözüm; Musul Vilâyetinin
(Süleymaniye, Dohuk, Erbil, Kerkük ve Musul illerinden oluşmaktadır)
Türkmeneli devleti haline getirilmesidir. Türk askeri müdahalesi uzun
süreli bir iç çatışmanın içinde çekilmeden, Đran ve Suriye'nin
müdahalesine imkân vermeden, bölgenin bir an önce Türkiye’nin
çıkarlarına uygun şekilde şekillendirilmesi için; gerekli düşünsel, askeri
ve sivil alt yapı ile ilgili hazırlıklar önceden yapılmalı ve
programlanmalıdır. Nihai durumda Irak’ın kuzeyindeki Kürt-ABD
ittifakının yerini ABD ile çıkar bileşkesi sağlamış bir Türk denetim sistemi
almalıdır.
100
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
SONUÇ:
Đstikrarlı bir Irak ancak toprak bütünlüğü içerisinde merkezi otoritenin
gerek ülke kaynakları gerekse yönetimi konusunda etkin olduğu, kültürel
bakımdan hakların korunduğu güçlü bir merkezi sistem ile sağlanabilir.
Türkiye, istikrarlı bir Irak’ın gelişmesi ve büyümesinde başta enerji
kaynaklarının üretim kapasitesini artırılması, yeni enerji kaynakları
bulunması ve ulaştırılması olmak üzere çok önemli roller oynayabilir.
Bununla beraber, Irak'ta devam eden sorunlar Türkiye'nin iç güvenliğini,
Anayasal Düzenini, Cumhuriyetin ideolojik temellerini tehdit eder
niteliktedir. Özellikle Irak’ın kuzeyinde günden güne kemikleşen
Kürdistan’ı hayata geçirme projesi Türkiye’ye PKK’ya karşı destek
karşılığında kabul ettirilmektedir. Irak’ın kuzeyindeki Kürt Yönetimi’nin
aldatma stratejisinin en önemli ayağı oluşturan ekonomik kaynak ise üç
yüze yakın Türk firması tarafından sağlanmaktadır. Türk firmalarının,
Irak’ın kuzeyinde ortaya çıktığı iyice belirginleşmiş olan Kürt oluşumu
dışa açılamadığı takdirde yaşayamayacaktır.
Irak’ın kuzeyinde vakit daha geç olmadan yeni stratejiler uygulama
zamanı gelmiştir. Bu strateji temelinde öncelikle yumuşak güç ve örtülü
operasyonlar ile bir dönüşüm başlatılmalı, bu dönüşüm tampon bölge
oluşturulmasını öngören bir askeri harekât ile tamamlanmalıdır. Asıl
önemli olan PKK taktik kartına karşılık Kürdistan’ı kurdurmamaktır.
Bunun için öncelikli hedef Barzani yönetimi olmalıdır. Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin
güç
ve
kabiliyetleri,
bölgedeki
gruplar
ile
karşılaştırılmayacak kadar üstün ve sonuç alıcıdır. Hükümetin de kendini
sadece kaynak sağlayıcı rolünden sıyırıp yeni bir güvenlik anlayışı
dâhilinde gerek yumuşak güç projeksiyonu gerekse özel savaş, ülke
inşası ve istihbarat kurgusunun geliştirilmesi ile ilgili ödevlerini bir an
önce tamamlaması gereklidir. Aksi takdirde yapması gerekenleri
yapmayan, görmezden gelen, küçük siyasi ve ekonomik rantlar uğruna
basiretsiz ve korkak davrananları tarih affetmeyecektir.
KAYNAKÇA
BARKEY, Henry - LAIPSON, Ellen: Iraqi Kurds and the Future of Iraq,
Middle East Policy, Vol.12, No.4, December 2005.
BĐLA, Fikret: Hangi PKK?, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2004.
ÇETĐNKAYA, Hikmet: Kuzey Irak'tan Türkiye'ye "Köktendinci Đhracatı"
Yapılıyor mu?, Cumhuriyet Gazetesi, (26 Mart 2010).
101
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Sait Yılmaz
DAĞ, Ahmet Emin: Irak Raporu, (Şubat 2009).
http://idsb.org/images/news/2009/Subat/21.02.2009_panel/Irak_rapor_S
ubat_2009.doc
DURAN, Aram Ekin: Kuzey Irak'ta Kırmızı Çizgiye Petrol Açılımı,
Referans Gazetesi, (02 Haziran 2009).
DURAN, Aram Ekin: 3 trilyon $'lık Petrol Erbil'i Đhya Ediyor, Referans
Gazetesi, (04 Haziran 2009).
ERGAN, Uğur: Kerkük’e 600 bin Kürt’ü Yerleştirdiler, Hürriyet Gazetesi,
(11 Ocak 2007).
FARAÇ, Mehmet: Barzanicilik
Cumhuriyet, (2-6 Aralık 2005).
Güneydoğu'
da
Yükseliyor
mu?,
FARAÇ, Mehmet – ÜNLÜ, Ferhat: Barzani ile Apo'nun Önderlik Kavgası
Kızışıyor, Cumhuriyet, Haftalık Haber Dergisi, S.165, 2006.
GALBRAĐTH, Peter, (2007). Irak’ın Sonu, Doğan Kitap, Đstanbul, 2007.
GÜZEL, Hasan C.: Kuzey Irak’a Operasyon Yapılmalı, Radikal, (20
Nisan 2007).
GÜZEL, Hasan C.: Kuzey Irak, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2007.
KERKÜK’ÜN SESĐ: Kerkük’te 2009 Bilançosu, Aylık Siyasi Gazete,
(31Ocak 2010).
KONA, Gamze Güngörmüş: ABD’nin Irak Operasyonu’nun Türk
Basınından Đki Yazar Tarafından Algılanış Biçimi, Okumuş Adam
Yayınları, Đstanbul, 2005.
KÖNĐ, Hasan: Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye, Avrasya Dosyası, C.3,
(Ankara, 1996).
METĐNER, Metin: Talabani`Nin Dedesi Kadiri Şeyhi, Bugün Gazetesi, (01
Ocak 2008).
ÖZDAĞ, Ümit: Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Kuzey Irak’ın Etnik, Sosyal ve
Ekonomik Yapısı, Ankara, 1999.
ÖZDAĞ, Ümit: Telafer Bir Türkmen Kentinin ABD
Peşmergelere Karşı Direnişi, Fark Yayınları, Ankara, 2008.
Ordusu
ve
ÖZMEN, Hasan: Irak ve Türkmen Dosyası, Türkmeneli Đşbirliği ve Kültür
Vakfı, 1999.
PHILIPS, David L.: Confidence Building Between Turks and Iraqi Kurds,
The Atlantci Council, Washington D.C., 2009.
SAATÇĐ, Suphi: Irak’ta Türk Varlığı, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1996.
102
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103
Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye
SANDER, Oral: Siyasi Tarih (1918-1994), Đmge Kitabevi, Ankara, 2007.
SÖNMEZOĞLU, Faruk: Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları,
Đstanbul, 1996.
ŞAFAK, Erdal: Kerkük Ateşi, Sabah Gazetesi, (1 Mayıs 2007).
TEMPO Dergisi, S.931, (11 Ekim 2005).
TEMPO Dergisi, S.928, (20 Eylül 2005).
TEPAV 2007 Irak Raporu: Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın
Geleceği ve Türkiye, Ankara, 2007.
TINÇ, Ferai: Türkmen Gözüyle Telafer”, Hürriyet, (20 Nisan 2007).
ÜLSEVER, Cüneyt: Kuzey Irak’ı Unutmayalım, Hürriyet, (18 Nisan 2007).
www.voanews.com/turkish/archive/2004-09/a-2004-09-01-15-1.cfm,
(01.09.2007).
YAVĐ, Ersal: Irak’ta Dönüşüm ve Türkmenler, Đ.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Uluslararası Đlişkiler Doktora Tezi, 2004, Đstanbul, 2004.
YAVĐ, Ersal: Kürdistan Ütopyası, I. Baskı, Yazıcı Yayınları, Đzmir, 2006.
YENĐ ÇAĞ: Telaferde Türkmen Direnişi, (13 Eylül 200 2005).
YENĐÇERĐ, Özcan: Telafer’de Peşmerge Tuzağına Düşmek, 13 Haziran
2008, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1904&kat=27
YILMAZ, Hüseyin: Kerkük’ün Geleceği, Stratejik Analiz, Şubat 2007.
YILMAZ, Sait: Irak’ın Kuzeyi Dönüştürülmeli, Cumhuriyet Strateji Dergisi,
Yıl : 4, Sayı : 192, (03 Mart 2008).
ZĐYA, Mustafa: Telafer Bir Kırılma Noktası mı?, Ortadoğu Analiz, Mayıs
09, C.1, Sayı 5.
21. Yüzyıl Enstitüsü: Kerkük Krizi ve Türkiye’nin Orta Doğu Politikası,
Orta Doğu Araştırmaları Raporu, (14 Haziran 2007).
103
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1),2010, 104-117
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
TÜRK DIŞ POLĐTĐKASINDA KIRIM VE
KARADENĐZ’DEKĐ NÜFUZ MÜCADELESĐ∗
Yrd.Doç.Dr.Barış DOSTER∗∗
ÖZET
Kırım, Karadeniz’de stratejik önemi olan bir yarımadadır. Karadeniz başta olmak üzere
bölgede etkinlik kurmak isteyen güçlerin, egemen olmak için büyük çaba gösterdikleri bir
bölgedir. Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Bölgesi, Türk Dış Politikası’nda da önemli yer
tutar. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından itibaren Atatürk, Kırım Türkleri ile yakından
ilgilenmiş, SSCB ile ilişkileri gözeterek ve Kırım Tatar Türklerini zor duruma düşürmeden,
onlarla kültürel anlamda mümkün olan en ileri işbirliğini arzulamış, bu amaçla bilim
heyetleri görevlendirmiştir. Bu politika Atatürk’ün Türk Dünyası’na yönelik politikasının da
bir parçasıdır. Türkiye, sürgüne tabi tutulan Kırım Tatarlarının yurtlarına dönmeleri
konusunda da hassasiyet göstermiş, Ukrayna ile bu yönde bir işbirliğine her zaman açık
olmuştur. Kırım’a geri dönen 260 bin Kırım Tatarının yaşadıkları zorlukların aşılması için
maddi, manevi destek vermiştir. Ukrayna’nın da Türkiye’nin bu duyarlılığına olumlu
bakması, hem iki ülke ilişkilerine yansımıştır, hem de Türkiye için bölge merkezli bir dış
politika izleme yönünde önemli bir fırsat sunmuştur. Günümüzde de Kırım, hem bölgesel
gelişmelerde, hem de Karadeniz’deki nüfuz mücadelesinde sıklıkla anılmakta, Türkiye
açısından önemini artırarak korumaktadır.
Anahtar Sözcükler: Türkiye, Kırım, Ukrayna, Karadeniz, Avrasya.
ABSTRACT
Crimea is an important peninsula in Blacks Sea. It has a strategic importance for the
powers which are interested in Black Sea and Eurasia. It is a historical fact that Mustafa
Kemal was also closely interested in Crimean Turks and with the desire of establishing
the deepest and most fundamental cultural relations with them – without endangering the
Crimean Tatar Turks and alienating the USSR – has sent scientific delegations. This
policy was also a reflection of Ataturk’s general policy towards the Turkish world. The
Crimean autonomous zone in Ukraine occupies and important place in Turkish Foreign
Policy. Turkey has shown its sensitiveness concerning the right of return of exiled
Crimean Tatars and has always been open to cooperation with Ukraine on this issue. It
has also supported both morally and economically the 260 thousands of Crimean Tatars
who have returned to Crimea. The fact that Ukraine sees Turkey’s sensitivities on these
issues in a positive light has contributed to mutual relations and presented an important
perspective for Turkey to follow a region centered foreign policy.
Keywords: Turkey, Crimea, Ukraine, Black Sea, Eurasia.
∗
Bu çalışma Marmara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu
tarafından desteklenmiştir, (Proje No: SOS-D–010508–0104, Yıl: 2008).
∗∗
Marmara Üniversitesi Đletişim Fakültesi Öğretim Üyesi, [email protected].
(BAPKO)
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
1. KIRIM’IN ÖNEMĐ
Kırım, güneyinden ve batısından Karadeniz, doğusundan ise Azak
Denizi ile sarılmış bir yarımadadır. Tarihte olduğu gibi günümüzde de
stratejik önemini korumaktadır. Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti
Simferopol (Akmescit) ile 1441- 1783 yılları arasında hüküm süren, bu
süreçte 48 Kırım Hanı tarafından yönetilen Kırım Hanlığı’nın başkenti
olan Bahçesaray bölgenin önemli şehirleridir. Büyük düşünür Đsmail
Gaspıralı’nın da memleketi olan Bahçesaray, Osmanlı Devleti’nin Kırım
eyaletinin de başkentidir. 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile
Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesi sonucunda çok zor günler
yaşamış olan Kırım Tatarları, 1783 yılında Rus işgaline uğramışlardır.
Đlerleyen süreçte Kırım’ın bağlı olduğu Ukrayna’da hızla artan Rus
nüfusu ve nüfuzundan çok fazla etkilenmişlerdir.
Kırım Türkleri, 1917 Bolşevik Đhtilali’nden sonra bağımsızlıklarını ilan
etmişlerdir. Ancak hem Ukraynalıların hem de Rusların ağır baskılarına
uğramış ve sonuçta bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Bu dönemi izleyen
20 yıl (1921 – 1941) Kırım Türkleri için tam bir baskı ve asimilasyon
1
devri olmuştur . Çünkü tarihi ve kültürü iç içe geçen Rus ve Ukrayna
halkları açısından Kırım oldukça önemlidir. Ayrıca Kırım, Ukrayna’da
Rusların en yoğun bulunduğu özerk bölgedir. Bölgede Rusların oranı
yüzde 70’e ulaşmaktadır. Kırım genelinde ve başkent Akmescit’te Kırım
Tatarlarının oranı ise yüzde 15’i bulmaktadır. Dünyada sayıları yaklaşık
5 milyon olan Tatarlar açısından büyük değeri olan Kırım, Karadeniz
ticaretinin doruğa çıktığı 16. yüzyılda en görkemli günlerini yaşamış,
hem Karadeniz’in iki yakasını, hem de Asya ve Avrupa’yı birbirine
bağlayan ticaretin önemli merkezlerinden biri olmuştur.
2. TÜRK DIŞ POLĐTĐKASINDA KIRIM
Kırım’ın Ruslar tarafından işgaliyle birlikte, aralıklarla sayısı yüz binleri
geçen Kırım Türkü karadan ve denizden Osmanlı Devleti’ne göçmüştür.
Bu göçler esnasında yüz binlercesi de ağır iklim koşullarına, acımasız
hava şartlarına, açlığa, salgın hastalıklara, Karadeniz’in azgın
dalgalarına yenilmiştir. Osmanlı Devleti, çok güç koşullarda olmasına
karşın, kendisine sığınan Kırım Tatarlarına yardımcı olmuş, kucak
açmıştır. Bu tutum, Ulusal Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra da
sürmüştür. Milli Mücadele sürerken Atatürk, Kırım’da açlık çeken 100
binden fazla Türk’e yardım yollamış, gemilerle buğday göndermiş,
Anadolu halkı Kırım’daki açlar, yoksullar için yardım ve bağış
kampanyaları düzenlemiştir. Yine bu dönemde Atatürk’e en yakın
1
Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Dünyası”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995,
s.208.
105
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Barış Doster
2
isimlerden oluşan bir “Kırım’daki Açlara Yardım Komitesi” kurulmuştur .
Kimi tarihçiler, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyaletken, Rusya tarafından
3
işgal edilen Kırım’ın 1774 tarihli Küçük Kaynarca Anlaşması’na göre ,
Osmanlı Devleti’nin varisi sıfatıyla Türkiye’ye iadesinin mümkün
olduğunu öne sürmüşlerdir. Ancak Türkiye asla böyle bir istekte
bulunmamıştır.
Kırım, Đkinci Dünya Savaşı’ndan önce ve savaş sırasında hem Almanlar
hem de Ruslar tarafından üzerinde önemle durulmuş bir bölgedir. 1941
yılı Ekim ayında Alman orduları, Kırım’ın kuzeyindeki Orkapı’dan
(Perekop) girmişler, Akyar (Sivastopol) hariç Kırım’a egemen
olmuşlardır. Kırım’ı Almanlara bırakan Sovyet yönetimiyse Kırım’da
büyük bir katliama girişmiştir. Almanya, Türkiye’yi kendi yanına
çekebilmek amacıyla Sovyet topraklarında Türklerin yoğun olarak
yaşadıkları bölgelerde Türkiye’ye nüfuz alanları vermeyi önermiş, bu
4
bağlamda Kırım da pazarlık konusu olmuştur . Ancak gerçekte
Almanların böyle bir niyeti yoktur, SSCB topraklarındaki Türklere
özerklik vermeleri söz konusu değildir. Tek yaptıkları, özerklik
5
yönündeki beklentileri istismar etmektir . Başında Alfred Rosenberg’in
bulunduğu Doğu Bakanlığı açısından Kırım için bağımsızlık ilanı ve
6
Kafkaslar için özerk yönetim önlemleri kesinlikle söz konusu değildir .
Almanların gerçek niyeti Kırım’ın sömürgeleştirilmesi ve aynı zamanda
Almanlaştırılmasıdır. Nitekim 1941 – 1944 yılları arasında Alman işgali
altında çok güç günler geçirmişlerdir.
Savaşın sonlarına doğru ise 1944’de SSCB lideri Stalin, Kırım
Tatarlarını Orta Asya’ya sürmüştür. Sürgüne kadar, Rusya Federal
Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı özerk bir bölge olan Kırım,
sürgün sonrasında Moskova'ya bağlanmış, 1954’de ise SSCB lideri
Kruşçev “Rus-Ukrayna ittifakının 300. yıldönümü şerefine”, Kırım’ı
Rusya Federal Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nden alıp Ukrayna Sovyet
Sosyalist
Cumhuriyeti’ne
vermiştir.
1991
yılında
SSCB’nin
dağılmasından sonra bağımsız bir cumhuriyet olan Ukrayna’ya bağlı
özerk bir cumhuriyet olan Kırım Ruslar tarafından geri istenmişse de
Ukrayna bu talebi reddetmiştir. Sonuçta 1997 yılında imzalanan
antlaşmayla iki ülke Kırım’ın Ukrayna’ya bağlı “özerk bölge” olması
2
Ercan Karakoç, “Atatürk’ün Dış Türkler Politikası” IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul,
2002, s.97.
3
Küçük Kaynarca Anlaşması için bkz: Nihat Erim, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih
Metinleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1953.
4
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu
Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, Ankara, 1996.
5
Günay Göksu Özdoğan, “Turan’dan Bozkurt’a”, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2002, s.157.
6
Zehra Önder, II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2010,
s.182.
106
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
konusunda uzlaşmıştır. Kırım halkının büyük çoğunluğunun Rus
olmasının yanında bölgenin Rusya ile iktisadi ve kültürel ilişkilerinin
yoğunluğu, halkın büyük bölümünün kendisini Ukrayna’dan ziyade
Rusya’ya yakın hissetmesine neden olmaktadır. Bu his o kadar
yüksektir ki, Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğinin gündeme geldiği dönemde
Kırım’daki siyasi örgütler “Ukrayna NATO’ya girerse, biz de
7
Ukrayna’dan ayrılırız” diye beyanda bulunmuşlardır .
Kırım Tatarları, Türkiye’nin ilgisinden hoşnutturlar. Türkiye’nin tarihi
mekânların onarımına ve bakımına destek olması, okul yaptırması,
ibadet yerlerinin tadilatına katkı vermesi, akademik faaliyetlerde
bulunması halk arasında olumlu karşılanmaktadır. Sayıları 15’i bulan
Tatar okullarına TĐKA başta olmak üzere Türkiye özel önem
vermektedir. Ancak Kırım’da da en temel sorun işsizliktir ve Türkiye’nin
daha çok ilgi ve destek görmesi için, bölgeye ekonomik yatırımlar da
yapması gerekir. Türkiye ile Kırım arasında ticaretin gelişmesi,
Türkiye’nin istihdam yaratan projelere destek vermesi, inşaat, turizm,
deniz taşımacılığı gibi alanlarda öncülük etmesi olumlu adımlar olabilir.
Çünkü unutmamak gerekir ki Türkiye’nin hem Ukrayna hem de Rusya
ile ilişkileri gelişmektedir ve Türkiye’nin attığı adımlar kadar bu
adımların söz konusu iki ülke tarafından nasıl algılandığını da hesaba
katması şarttır. Zaman zaman Kırım’ın Rusya’ya bağlanması,
Ukrayna’ya bağlı bir il olması, bağımsızlığını kazanması ya da
Türkiye’ye bağlanması yönünde görüşlerin ortaya atıldığı dikkate
alınırsa, Türkiye’nin bu konuda göstermesi gereken duyarlılık ve
kullanması gereken siyasal, diplomatik dilin önemi anlaşılır. Kaldı ki
bölgede Rusya- Ukrayna dengesinin yanında ABD’nin stratejik
hesapları ve Karadeniz’e yönelik ilgisi de söz konusudur.
Türkiye, Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı ile Türk Devlet ve
Toplulukları Zirveleri’ni daha işlevsel kılarak bölgeye açılım yapmalıdır.
2.5 milyon nüfuslu Kırım’da sayıları 300 bin olan Kırım Tatarları,
Türkiye ile ilişkilerini geliştirirken, ekonomiye dikkat çekmektedirler.
Türkiye, Rusya ve Ukrayna’nın büyük önem verdiği Karadeniz
ticaretinin
gelişmesinin
Kırım’a
büyük
katkı
yapacağını
vurgulamaktadırlar. Çünkü böyle bir ticaret, aynen 16. yüzyılda olduğu
gibi hem Karadeniz’in iki yakasını, hem de Asya ve Avrupa’yı ticaret
yoluyla birbirine bağlayacak, Kırım da bu gelişmeden ve
zenginleşmeden yararlanacaktır. Bu sayede Türkiye kuzeye açılırken,
Ukrayna da güneye açılacaktır. Bu yüzden Kırım Tatarları hem
Ukrayna- Türkiye ilişkilerinin gelişmesini, hem de Ukrayna’nın Avrupa
Birliği üyesi olmasını istemektedirler.
7
Deniz Berktay, “Ukrayna’da Yeni Dönem”, www.turksam.org.tr, 23.03.2010.
107
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Barış Doster
3. KARADENĐZ’DEKĐ GÜÇ DENGESĐ ve UKRAYNA’NIN KONUMU
Karadeniz’deki iki büyük güç Rusya ve Türkiye’dir. ABD’nin de
Karadeniz’de etkili olmak istediği, Romanya ve Bulgaristan’ın NATO
üyeliğinden sonra, Gürcistan ve Ukrayna’nın da NATO üyeliğini
desteklediği bilinmektedir. 2008 yılında yaşanan Gürcü- Rus
savaşından sonra ABD’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi hükümlerini
zorlama pahasına Gürcistan’a insani yardım yollamaya çalışması da,
Karadeniz’de etkili olma çabaları şeklinde yorumlanmıştır. 603 bin
kilometrekarelik yüzölçümüne ve 48 milyonluk bir nüfusa sahip olan
Ukrayna ise bölge siyasetinde çok fazla varlık gösterememektedir.
Çünkü bir yandan ABD’nin bölge üzerindeki hesaplarını dikkate
almakta, diğer yandan da siyasi, iktisadi, tarihsel ve kültürel olarak çok
yoğun ilişkilere sahip olduğu Rusya’nın politikalarını gözetmektedir.
Rusya, Ukrayna’nın politikaları üzerinde her zaman etkisi olan bir
güçtür. SSCB döneminde Ukrayna, Sovyet cumhuriyetleri arasında
sanayisi en güçlü olan ülkelerden biri olmasına karşın, hem doğalgaz
temininde Rusya’ya bağımlıdır, hem de bağımsızlığına kavuştuğu
1991’den günümüze dek bir türlü siyasi ve iktisadi istikrara
kavuşamamıştır. 1922 yılında SSCB’ye katılan, ancak batı bölgeleri
1939 yılına, yani 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcına dek Polonya
idaresinde kalan ülke, idari açıdan 24 bölge, bir özerk bölge (Kırım), iki
de bölge statüsünde kentten (Kiev ve Sivastopol) oluşmuştur.
Kuzeyinde Beyaz Rusya, doğu ve kuzeydoğusunda Rusya,
kuzeybatısında Polonya, batısında Slovakya, güneybatısında ise
Macaristan, Romanya ve Moldova ile komşu olan Ukrayna, Dinyester
Nehri boyunca da adeta ikiye bölünmüştür. Nehrin iki yakası etnik,
dilsel, siyasal açıdan birbirinden ayrışmıştır.
Ülkenin batısındaki yoğun Katolik nüfus batı yanlısıyken, doğusundaki
Ortodoks ağırlıklı halk Rusya yanlısıdır. Ülkenin en temel sorunlarından
biri olan bu doğu- batı bölünmüşlüğü, istikrarlı bir yapının tesis
edilmesini zorlaştırmaktadır. Kırım Özerk Bölgesi’ndeki Rus deniz
gücünün varlığı da Ukrayna siyasetindeki önemli bir konudur. Konu
sadece Ukrayna ile Rusya’yı değil, aynı zamanda Türkiye’yi de
yakından ilgilendirmektedir. Ukrayna ile Rusya, Kırım’da konuşlanan ve
görev süresi 2017 yılında dolacak olan filoya ilişkin yeni bir anlaşma
imzalamıştır. Buna göre, Rusya Ukrayna’ya verdiği doğalgazın fiyatında
yüzde 30 oranında indirim yaparken, yani 10 yıl için Ukrayna’ya 40
milyar dolarlık bir indirim sağlarken, Ukrayna da Kırım’daki filonun
süresini 2017’den 2042 yılına uzatmıştır.
Đki ülke arasında varılan bu anlaşma, sadece Kiev ve Moskova
açısından değil, bölgesel hatta küresel güç dengeleri açısından da
önemlidir. Zira ABD’nin hesaplarını altüst etmiş, Rusya’nın elini
108
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
güçlendirmiştir. Batılı güçlere daha yakın duran Ukrayna’daki muhalif
partiler, Kırım’daki Rus deniz filosunun varlığının, Rusya’ya Ukrayna’nın
içişlerine karışma hakkı ve olanağı verdiğini savunarak, süre uzatımına
karşı çıkmışlardır. Ukrayna’nın ABD’nin tüm çabalarına karşın ne
NATO’ya ne de AB’ye üye olmaması, AB’nin Ukrayna’yı komşuluk
politikası çerçevesinde ele alması, Rusya’nın bu alandaki nüfuzunun iki
örgütü de etkilemesi, ülkenin iç siyasetinde de saflaşmaya neden
olmuştur.
AB’nin Ukrayna’yı üye yapmaktan çekinmesi, ülkenin Avrupalı kimliğine
çok fazla sahip çıkan nehrin batı yakasında büyük tepkiye neden
olmuştur. Küresel ekonomik krizden de oldukça etkilenen Ukrayna’nın
dış siyasetinde Rusya’dan bağımsız davranması iyice zorlaşmıştır.
Ukrayna halkının bir bölümünde dikkat çeken Rusya’ya yönelik tepkinin
tarihsel nedenleri vardır. Polonya ile Rusya arasında adeta bir tampon
ülke konumunda olan Ukrayna, tarihinde Rus ve Alman işgallerini
yaşamıştır. Polonya, AB ve ABD, Rusya yanlısı bir Ukrayna ile komşu
olmak istemezler. Dahası, AB ve Polonya için Rus doğalgazının ana
geçiş güzergâhı olan Ukrayna, enerji güvenliği açısından da önemlidir.
Ayrıca Ukrayna’nın batı bölgeleriyle Polonya arasında dinsel, dilsel,
kültürel bağlar çok güçlüdür.
Ukrayna, 2004 yılında yaşanan “Lale Devrimi, Renkli Devrim, Turuncu
8
Devrim” gibi isimler verilen iktidar değişikliği sonrasında Viktor
Yuşçenko’nun devlet başkanı olmasıyla batıya kaymış, Ocak 2010’da
yapılan devlet başkanlığı seçimini Rusya’nın desteklediği aday olan
Viktor Yanukoviç’in kazanması sonrasında ise Rusya’ya yönelmiştir. Bir
anlamda Yanukoviç, önceki seçimlerde yenildiği Yuşçenko’dan rövanşı
almıştır. Ukrayna Avrupa ile Asya’yı birleştiren coğrafi konumuyla,
nüfusuyla, yetişmiş insan gücüyle çok önemli bir ülke olduğundan,
sadece dış siyasetinde değil, iç siyasetinde de Rusya ile Batılı
merkezlerin sürekli nüfuz mücadelesi yaşanmaktadır. Özellikle 2000
yılından buyana ABD ile Rusya’nın Ukrayna ve bölgedeki rekabeti hayli
sertleşmiştir.
Ukrayna’da 2004 yılında yapılan seçimlerin hileli olduğu gerekçesiyle
iptal edilmesi sürecinde ABD başta olmak üzere Batı yanlısı güçlerin
ağırlığı artmış, yenilenen seçimleri Yuşçenko kazanmıştır. O süreçte
dünyaca ünlü borsa spekülatörü George Soros’un da Batı yanlısı
güçleri desteklediği ortaya çıkmıştır. Aynı dönemde Gürcistan ve
8
Mark Mac Kinnon, “Yeni Soğuk Savaş”, Destek Yayınları, Ankara, 2008, s.208-278.
109
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Barış Doster
Kırgızistan’da da turuncu devrimlerin gerçekleşmesi, bölgeye yönelik
9
daha büyük bir projenin yürütülmekte olduğunu ortaya koymuştur .
Öte yandan Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yılında yaşanan savaş
ve 2010 yılında Kırgızistan’da turuncu devrimle iktidara gelen yönetimin
yerini Rusya yanlısı bir iktidara bırakması, renkli devrimlerin ömrünün
uzun olmadığını kanıtlamıştır. Rusya’ya yakın duran Yanukoviç’in
iktidara gelmesinin öncesinde bölgede başka değişimler de
yaşanmıştır. 2003 yılında Gürcistan’da Batı tarafından desteklenen
Şaakaşvili’nin, SSCB döneminden kalma ve Rusya yanlısı politikalarıyla
bilinen Şevardnadze’nin tasfiyesiyle, yani kısaca Gül Devrimi olarak
bilinen süreç sonrasında iktidara gelmesi sonrasında geri adım atan
Rusya, karşı hamlesini yapmakta gecikmemiştir. Keza Kırgızistan’da
2005 yılında iktidarın Lale Devrimi denen süreçte el değiştirmesinden
kısa süre sonra Batı destekli yeni iktidar Rusya’ya rağmen ayakta
kalmasının mümkün olmadığını görmüş ve Rusya ile ilişkilerini de sıcak
tutmuştur.
Ukrayna’da 2010 yılı Ocak ayında yapılan seçimleri turuncu devrimle
iktidara gelen kadroların kaybetmesi ve Rusya’ya yakın duran
Yanukoviç’in devlet başkanı olması Türkiye’de de yakından izlenmiştir.
Yanukoviç, çok yönlü bir dış politika izleyeceğini, Rusya, ABD ve AB ile
ilişkileri daha da geliştireceğini söylemiştir. Batı ile Rusya arasında
tampon niteliğindeki ülkesinin diplomatik tercihlerinin, bölge dengelerini,
Rusya, AB ve ABD’nin dış politika tercihlerini etkilediğini bilen
Yanukoviç, kesin ve keskin söylemlerden uzak durmuştur. AB’nin
Ukrayna’yı “yakın komşuluk politikası” kapsamında değerlendirdiği,
Rusya’nın ise kendi nüfuz alanı içinde saydığı, jeopolitik, tarihsel,
kültürel ve ekonomik nedenlerden ötürü Batıdan ziyade kendisine yakın
gördüğü bilinmektedir. Kaldı ki Ukrayna, Rusya’nın önce Karadeniz’e,
oradan da sıcak denizlere inmesi açısından yaşamsal konumdadır.
Rusya’nın ürettiği enerjinin Avrupa’ya ulaştırılması ve pazarlanması
açısından da Ukrayna çok önemlidir. Kısacası Ukrayna, Rusya’nın
Karadeniz’e ve Avrupa’ya çıkış kapısı olmasının yanında, deniz
filosunun Kırım’da olması nedeniyle, savunma ve güvenlik açsından da
stratejiktir. Zira bu filo Rusya’nın Karadeniz’deki varlığının omurgası
olan bir donanmadır. Genelde Ukrayna, özelde ise Kırım’daki Rus
nüfusu da Kiev yönetiminin Rusya politikalarında elini zayıflatmaktadır.
ABD ise Ukrayna üzerindeki Rus nüfuzunun artmaması için yoğun çaba
göstermektedir. Ukrayna’nın yaşadığı ekonomik sorunları aşması için
9
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Mustafa Yıldırım, “Sivil Örümceğin Ağında”, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, Đstanbul, 2005, Banu Avar, “Sınırlar Arasında”, Doğan Kitap,
Đstanbul, 2006 ve Banu Avar, “Avrasyalı Olmak”, Truva Yayınları, Đstanbul, 2007.
110
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
yardım etmektedir. Nitekim Ukrayna, ABD’den en çok ekonomik yardım
alan ülkeler sıralamasında Đsrail ve Mısır’ın ardından üçüncü
10
sıradadır. ABD, Rusya ile Ukrayna arasındaki yakın ilişkinin ve
Moskova’nın bu ülkenin sadece dış değil iç siyaseti üzerindeki etkisinin,
Ukrayna’da ulusal bilincin yükselmesine katkıda bulunduğunu
görmektedir. Ancak ülkenin ağır sanayi tesisleri çoğunlukla doğu ve
güney bölgelerindedir.
Doğudaki Ortodoks halkın Rusya yanlısı politikaları benimsemesi, orta
ve batı bölgelerindeki Katolik halkın ise Batıya yakın politikaları
savunması, Ukrayna’nın istikrarını zorlaştırmakta, bu da ABD ve
Rusya’nın ülke siyasetine müdahalesini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca
Kırım Tatarları da Rus çoğunlukla ciddi sorunlar yaşadıklarından,
Ukrayna yönetimi onlara bir denge unsuru olarak bakmaktadır. Kırım
Tatarlarının çok büyük bölümünün turuncu devrimi desteklemeleri,
tercihlerini Viktor Yuşçenko’dan yana kullanmaları da bu durumu
kanıtlamaktadır. Nitekim Yuşçenko’nun Kırım Tatarlarına verdiği sözleri
tutmaması, Tatarların tepkisine neden olmuştur.
Ukrayna’nın en batısında bulunan Galiçya bölgesindeki Ukrayna
milliyetçiliği ve Rusya karşıtlığı ise iç politikadaki bir diğer sorundur.
Nitekim ülkenin NATO üyeliğine en yoğun destek de bu bölgeden
gelmektedir. Ülkenin orta bölgelerindeki genel yaklaşım, “Rusya’dan
bağımsız olalım, fakat NATO’ya girip Rusya’yı gereksiz yere kendimize
11
Ukrayna’nın batı
düşman etmeyelim” şeklinde özetlenebilir.
bölgelerinin, ağır sanayinin toplandığı ve büyük zenginlerin çıktığı
doğuya nazaran göreceli olarak azgelişmiş olması da, Ukrayna’daki bir
diğer istikrarsızlık nedenidir. Bu bölgeler, son cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde Viktor Yanukoviç’in oylarının daha az olduğu bölgelerdir
ve Yanukoviç’in, Batıyı karşısına almamakla birlikte dengeli bir dış
siyaseti, çok yönlü ilişkileri öncelemesi ve NATO üyeliğine karşı çıkması
yine en çok bu bölgelerde eleştirilmektedir.
Ancak Yanukoviç’in ilk yurtdışı gezisini Brüksel’e yaptığını, orada çok
boyutlu bir dış politikadan bahsettiğini, bu tavrının AB’nin ağır topları
olan Berlin, Paris ve Brüksel’in gönlünü kazandığını da unutmamak
12
gerekir. Kaldı ki Yanukoviç, kendisinden önceki devlet başkanı
Yuşçenko’nun doğalgaz konusunda Rusya ile girdiği bilek güreşini
kaybettiğini de bildiğinden, dış politikasında enerji kartını son derece
başarılı biçimde kullanan Rusya ile gerginliğe de karşı olmakta haklıdır.
10
Sinan Oğan, “Ukrayna’da Devlet Başkanlığı Seçimleri: Turuncu Devrimin Sonu”,
www.turksam.org.tr, 17.01.2010.
11
Deniz Berktay, a.g.e.
12
Jan Pieklo, “Ukraine: Blue Challenges”, Turkish Policy Quarterly, Winter 2009/10, Vol:
8, No: 4, s.76.
111
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Barış Doster
Bu nedenle Rusya’nın doğalgazda yaptığı indirime karşılık, Kırım’daki
donanma üssünün de süresini uzatmıştır. Rusya Avrupa’ya doğalgaz
nakli açısından da Güney Akım projesi kapsamında Ukrayna’yı
önemsemektedir. Çünkü Güney Akım’ın önündeki engellerin aşılması,
Nabucco projesinin başarı şansını azaltmaktadır.
Rusya’nın, Ukrayna’dan gelecek olumsuz bir yanıt ihtimaline karşı,
Abhazya sahillerinde Kırım’daki üsse alternatif olabilecek bir üs kurmayı
bile düşündüğü dikkate alınacak olursa, Karadeniz’deki askeri varlığına
ne kadar büyük önem verdiği görülür. Bu nedenle Karadeniz’deki Rus
filosunu söküp atmak olanaksızdır ve NATO’nun Rusya’ya rağmen bu
bölgede genişlemesi, etkinlik kurması kolay değildir. ABD ve AB’nin
Ukrayna’da zemin kaybetmesi, AB ve NATO üyesi olmayı temel hedef
olarak gören ve 2008 yılında Rusya ile savaşan Gürcistan’ı da sıkıntıya
sokmuştur. Rusya’nın bir yandan “Slav kardeşliğini”, bir yandan da
enerji kartını kullanarak Ukrayna üzerindeki nüfuzunu artırması,
Gürcistan’ı da kendisiyle birlikte NATO üyeliğini önceleyen önemli bir
müttefikten yoksun bırakmıştır. Ukrayna politikasındaki yönelim Türkiye
açısından ise olumludur. Ukrayna’nın Rusya ile yakınlaşması,
Karadeniz’in istikrarı ve sahildar olmayan ülkelere kapalılığını savunan
Türk dış politikasının elini rahatlatmıştır. Ayrıca bu gelişme, Gürcistan’ı
Türkiye’ye daha çok itmiştir. Çünkü Gürcistan açısından Türkiye,
bölgede en çok güvenebileceği ülke olarak öne çıkmaktadır.
4. KARADENĐZ’DEKĐ GELĐŞMELER ve TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI
“Karadeniz Havzası Doğu- Batı ekseninde jeopolitik eksenlerin kesişme
alanıdır. Enerji jeopolitiğinin hem kaynak hem de erişim odağıdır. Çok
taraflı mücadelenin sahnesidir. Soğuk Savaş döneminin iki süper
gücünün yeniden eskiyi hatırlatırcasına doğrudan karşı karşıya
geldikleri potansiyel çatışma alanıdır. ABD açısından Avrasya
egemenliği hedefinin jeopolitik doğum noktalarından biridir. Bu anlamda
Karadeniz Avrasya mücadelesinin en önemli sinir uçları arasındadır.
Karadeniz jeopolitiğine odaklanan mücadele kabaca üç unsura
dayanmaktadır. Üsler, boru hatları ve boğazlar olarak tanımlanabilecek
bu üç unsur, küresel ve bölgesel jeopolitiğin mücadele zeminidir.
Sadece ABD ve Rusya açısından değil, aynı zamanda AB, Türkiye,
Ukrayna ve Gürcistan için de Karadeniz jeopolitik çıkarların çatışma
13
alanıdır”.
Karadeniz’de yaşananlar, bölgenin Soğuk Savaş döneminin verileriyle,
yapısıyla, düşünce sistemiyle ve alışkanlıklarıyla açıklanamayacağını
kanıtlamıştır. Artık farklı bir jeopolitik denklem, farklı stratejik tercihler
13
Yaşar Hacısalihoğlu, “Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar”, Jeopolitik,
Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29, s.3.
112
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
söz konusudur. Ülkelerin konumu, rolü, ittifak anlayışı, tehdit algısı
değişmiştir. Yeni sorunlar, yeni mücadele alanları ve biçimleri öne
çıkmıştır. ABD, bölgede egemenlik kurmak için sıklıkla yumuşak
gücünü devreye sokarken, Rusya kendi etki alanını kaybetmemek için
gerektiğinde savaşı göze alacağını Gürcistan’da göstermiştir.
Karadeniz’in enerji nakil yolu olarak öne çıkması ve Karadeniz
havzasının enerji coğrafyalarına yakınlığı çok önemli bir rekabet
konusudur.
Türkiye, Karadeniz’e kıyısı olan önemli bir bölge gücü ve Avrasya ülkesi
olmasına karşın, Karadeniz’deki politikaların şekillenmesinde yeteri
kadar etkin değildir. 1992 yılında Türkiye’nin girişiminde ve
öncülüğünde Đstanbul’da toplanan zirveyle kurulan ve 1999’da ise
Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Şartı ile uluslararası örgüt niteliği kazanan
Karadeniz
Ekonomik
Đşbirliği
Teşkilatı’nı
başarılı
şekilde
kullanamamıştır. Oysa 12 üyesi olan örgüt, Avrasya jeopolitiğinin büyük
bölümüne seslenmekte, 330 milyon insanın yaşadığı, 20 milyon
kilometrekarelik bir coğrafyaya hitap etmektedir. Bu girişimin hem
Karadeniz’e kıyıdaş olan ülkelerin aralarındaki iletişim ve işbirliğini
güçlendirmesi, hem daha geniş anlamda bölgenin sorunlarının
çözümünde etkili olması beklenirken, ne yazık ki geçen süre zarfında
umulan olmamıştır. Oysa Karadeniz’in konumu, genel olarak Avrasya
coğrafyasındaki güç mücadelesi ve Türkiye’nin öncelikleri, bu konuda
daha atak bir politika izlenmesini zorunlu kılmaktadır.
2008 yılında Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan savaş sonrasında
ortaya çıkan gelişmeler, NATO ve AB üyesi olan Romanya ile
Bulgaristan’ın Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusunda net bir tutum
takınamadıklarını ortaya koymuştur. Her iki ülkenin de Montrö
konusunda Türkiye kadar duyarlı ve kıskanç olmaları beklenmese de,
bölgedeki dengeler açısından, Rusya’nın ağırlığını gözetmelerini ve
Türkiye ile işbirliği içinde olmalarını sağlamak, öncelikle Türk
diplomasisinin yararınadır. Zira Karadeniz’de bir yanda Rusya- Ukrayna
ekseni, diğer yanda Bulgaristan- Romanya ekseninin oluşması
durumunda, Türkiye’nin tavrı belirleyici olacaktır. Bu konuda Türkiye
denge politikası izlese de, NATO üyesi olmasına karşın, Montrö
hükümleri söz konusu olduğunda Rusya ile işbirliğine büyük gereksinim
duymaktadır.
Türk dış politikasında son dönemlerde ortaya çıkan “komşularla sıfır
sorun” hedefi, her ne kadar iyi niyetli bir söylem olsa da, gerçekleşmesi
mümkün olmayan bir politikadır ve bu söylemin Karadeniz’de bir
karşılığının olmadığı görülmüştür. Çünkü bölge sorunlu bir bölgedir,
2008 yılında Rusya ile Gürcistan arasında bir savaşın yaşandığı
bölgedir ve ABD’nin varlık göstermek istediği bir bölgedir. Bu yüzden
113
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Barış Doster
“komşularla sıfır sorun” hedefinin gerçek hayatta karşılığı yoktur.
Türkiye gibi tek merkeze bağlı/ bağımlı olmak istemeyen, çok yönlü,
çok odaklı, çok boyutlu bir dış politika izlemeyen çalışan bir ülkenin,
enerji temininde doğalgaza, doğalgaz tedarikinde ise yaklaşık üçte iki
oranında Rusya’ya bağımlı olması, dış politikadaki manevra sahasını
sınırlandırmaktadır. Türkiye, tüm iddialı dış politika söylemine karşın,
dış politikada ABD odaklı düşündüğü, ulusal çıkarlarının ABD’nin
çıkarlarıyla mutlak ölçüde örtüştüğüne inandığı ve ABD’nin asla güç
yitirmeyeceği, zemin kaybetmeyeceğini varsaydığı için, bölgesel
politikalarda, bu bağlamda Karadeniz siyasetinde de hedeflerine
varamamaktadır. Örneğin, Türkiye’nin Gürcü- Rus savaşından sonra
gündeme getirdiği arabuluculuk önerisi, hemen sonrasında dillendirdiği
bölgesel işbirliği örgütü projesinin, hiç ciddiye alınmamış olması bunun
kanıtıdır. Keza Đsrail ile Suriye arasındaki arabuluculuk çabasından da
bir sonuç alınamamıştır.
Türkiye’nin dış politikasındaki en önemli zaaflardan biri de yumuşak
gücünün bir türlü istenilen düzeye çıkamamasıdır. Türk ekonomisinin
dünyanın 20 büyük ekonomisinden biri olması, Türk özel sermayesinin
yatırımlarla dünyanın hemen her yerine uzanmış olması ne kadar
gerçek ve dış politikayı destekleyici ise Türkiye’nin enerjide, sermayede
ve yatırımda dışa bağımlılığı da o kadar gerçektir. Bu durum, dünyada
küreselleşmenin hızının kesildiği, ekonomik krizin küreselleşmenin
lokomotifi olan merkezleri bile derinden sarstığı, bölgeselleşme
çabalarının
güç
kazandığı
bir
dönemde Türkiye’nin
elini
zayıflatmaktadır. Bölgesinde iddialı, sözü dinlenen, yönlendirici bir
durumda olmak isteyen Türkiye’nin niyetlerini, iktisadi kırılganlığı
siyasal yapının bölünmüşlüğünden doğan sıkıntısı gölgelemektedir.
Atatürk’ün 1924 yılında söylediği “Ben siyasi meseleleri de askeri
vaziyetler gibi harita üzerinde mütalaa ederim” sözü, nasıl coğrafyanın
dış siyaset üzerindeki belirleyiciliğine işaret ediyorsa, ekonominin dış
siyaset üzerindeki belirleyiciliğini de asla unutmamak gerekir. Yine
büyük önder Atatürk’ün, 2 Ocak 1922 tarihinde Ankara’da TBMM ile
Ukrayna arasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nı
yorumlarken “Đki ülkenin coğrafi konumuna bakarsak, arada Karadeniz’i
görürüz. Bir anlığına Karadeniz’i yok sayarsak Türkiye ve Ukrayna için
sınır komşusu diyebiliriz. Dostluk, her iki ülke açısından büyük önem
14
taşımaktadır” sözü önemli bir ilişkiye dikkat çekmektedir.
ABD, Ortadoğu ve Avrasya’daki siyasi denetimin yanında Rus
doğalgazının nakil yolları üzerinde de söz sahibi olmaya çalıştığından
14
Kemal Olçar, “Karadeniz Politikaları ve Türkiye-Ukrayna Stratejik Đlişkileri”, IQ Kültür
Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2007, s.315.
114
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
Karadeniz’e büyük önem vermektedir. Çünkü sadece siyasi değil,
iktisadi ve askeri açıdan da bölgede etkili olmak, Avrasya’daki bölge
merkezli ittifak arayışlarının önüne geçmeye mecburdur. Çin’in
Asya’dan artan miktarda enerji alması ve Türkiye’de bölge merkezli dış
politika arayışlarının öne çıkması da ABD tarafından yakından izlenen
gelişmelerdir. Bulgaristan ve Romanya üzerinden Batı Karadeniz’de
sağladığı denetim ABD için yeterli değildir. Kafkasya ve Hazar
Havzası’nın denetimini sağlamak için Karadeniz’in tamamında etkili
olmak zorundadır. Şunu da unutmamak gerekir ki ABD’nin
Karadeniz’deki etkinliğinin artması AB üzerindeki nüfuzunu da
artıracaktır. ABD bu yolla özellikle Almanya’nın Balkanlar, Doğu Avrupa
ve Kafkasya’ya yönelik ilgisinin de önüne geçmeyi hesaplamaktadır.
ABD’nin Đran’ı daha güçlü şekilde sıkıştırması, Irak’ın kuzeyindeki
varlığının sürmesi, Ermenistan üzerindeki etkisinin devamı ve
Gürcistan’daki gücünün sürekliliği için de Karadeniz’de güçlü biçimde
bayrak göstermeye ihtiyacı vardır. Her zaman bir B planı olan, diğer
ülkeler üzerinde ekolojik hakimiyet kurabilen ve gelişmelere göre esnek
davranabilen bir küresel güç olan ABD’nin, yönlendirici olamadığı,
proaktif olmadığı gelişmelerde bile, olaya anında müdahale edebilen,
çabuk tepki verebilen bir güç olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu
kapsamda ABD’nin Rusya ile ilişkileri önemli bir örnektir. Son tahlilde
Rusya’yı kendisi için tehdit olarak gören ABD, politikalarını buna göre
geliştirmektedir. “ABD Baltık bölgesinde Rusya’nın denize açılmasını
denetlemek, Doğu Avrupa ülkelerini demokratikleştirerek ve NATO içine
çekerek Rusya’yı çevrelemek, Romanya ve Bulgaristan’da kuracağı
üsler ile Karadeniz’i kontrol ederek ve NATO üzerinden Karadeniz’e
girerek Güney Kafkasya’ya yerleşerek çevreleme hattını genişletmek
15
istemektedir”.
SONUÇ
Türkiye, Karadeniz jeopolitiğinde, sadece Karadeniz’e sahildar olması
sebebiyle değil, aynı zamanda Boğazlara egemen olması nedeniyle de
çok özel ve önemli bir konuma sahiptir. NATO üyesi olan Türkiye’nin
Karadeniz’e ilişkin çıkarları ABD ile çelişmekte, Rusya ile örtüşmektedir.
Nitekim ABD’nin 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tadil
edilmesi, yenilenmesi, güncellenmesi yönündeki baskılarına karşı
Rusya ısrarla Montrö’den yana tavır almaktadır. Rusya, ABD’nin
Karadeniz’de etkili olması halinde Avrasya’daki büyük oyunda
Washington’un çok önemli bir hamle üstünlüğüne sahip olacağını ve
15
Nejat Eslen, “Yeni Soğuk Savaş Dönemi Mi?”, Jeopolitik, Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29,
s.9.
115
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Barış Doster
kısaca BOP denen ve son zamanlarda pek dillendirilmeyen Büyük
Ortadoğu Projesi kapsamında elinin güçleneceğini bilmektedir.
Fransa’nın, Türk Boğazlarının uluslararası bir komisyon tarafından
yönetilmesini dillendirmesini de aynı kapsamda değerlendirmek gerekir.
Dahası, Montrö’nün altında imzası bulunan yani sözleşmenin
feshedilmesini gündeme getirebilecek bir ülke olan Romanya’nın ABD
tarafından çok güçlü biçimde desteklenmesi, NATO ve AB üyesi
yapılması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Keza Bulgaristan’ın da
aynen Romanya gibi, ABD’nin yakın ilgi alanı içinde olduğunu
unutmamak gerekir. Tüm bu nedenlerden ötürü ABD’nin ve NATO’nun
Karadeniz’de etkili olmak istemesi, Türkiye açısından son derece
sıkıntılı bir gelişmedir.
Avrasya’ya egemen olmak için Karadeniz’de güçlü olmak şarttır.
Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden üçü yani Türkiye, Bulgaristan ve
Romanya’nın NATO üyesi, Bulgaristan ve Romanya’nın aynı zamanda
AB üyesi olması, ABD’nin Karadeniz’e yönelik ilgisini ve beklentilerini
güçlendirmektedir. Ancak Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin,
imzalandığı günden bu yana, Soğuk Savaş dönemi de dahil olmak
üzere Karadeniz’de barış ve istikrarın en önemli güvencesi olduğunu bir
an bile aklından çıkarmamaktadır. Bu nedenle, kimden gelirse gelsin,
Montrö’nün tadil edilmesini savunan isteklere haklı olarak
direnmektedir. Bu nedenle Rusya ile ittifakı sürdürmesi, fikir babası ve
öncüsü olduğu Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı’nı işlevsel kılmak
için çabalaması, bölge merkezli politikalara yönelmesi açısından da
önemli bir kaldıraç olacaktır.
KAYNAKÇA
AVAR, Banu; Avrasyalı Olmak, Truva Yayınları, Đstanbul, 2007.
AVAR, Banu; Sınırlar Arasında, Doğan Kitap, Đstanbul, 2006.
BERKTAY, Deniz; “Ukrayna’da Yeni Dönem”, www.turksam.org.tr.
ERĐM, Nihat; Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1953.
ESLEN, Nejat; “Yeni Soğuk Savaş Dönemi Mi?”, Jeopolitik, Haziran
2006, Yıl: 5, Sayı: 29.
HACISALĐHOĞLU, Yaşar; “Karadeniz Jeopolitiğinden
Yansıyanlar”, Jeopolitik, Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29.
Türkiye’ye
KARAKOÇ, Ercan; Atatürk’ün Dış Türkler Politikası, IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, Đstanbul, 2002.
116
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117
Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi
MAC KĐNNON, Mark; Yeni Soğuk Savaş, Destek Yayınları, Ankara,
2008.
MUMCU, Uğur; 40’ların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu Araştırmacı
Gazetecilik Vakfı Yayınları, Ankara, 1996.
OĞAN, Sinan; “Ukrayna’da Devlet Başkanlığı Seçimleri: Turuncu
Devrimin Sonu”, www.turksam.org.tr.
OLÇAR, Kemal; Karadeniz Politikaları ve Türkiye- Ukrayna Stratejik
Đlişkileri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2007.
ÖNDER, Zehra; II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası, Bilgi Yayınevi,
Ankara, 2010.
ÖZDOĞAN, Günay Göksu; Turan’dan Bozkurt’a, Đletişim Yayınları,
Đstanbul, 2002.
PĐEKLO, Jan; “Ukraine: Blue Challenges”, Turkish Policy Quarterly,
Winter 2009/10, Vol: 8, No: 4.
SARAY, Mehmet; Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 1995.
YILDIRIM, Mustafa; Sivil Örümceğin Ağında, Toplumsal Dönüşüm
Yayınları, Đstanbul, 2005.
117
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,118-154
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
1929 BUHRANI ve 2008 GLOBAL KRĐZLERĐNĐN
STRATEJĐK YÖNETĐMĐ, BENZERLĐKLER VE FARKLAR
Yrd.Doç.Dr.Yaşar Erdinç∗
ÖZET
Dünya ekonomisi 2008 yılında Amerika’da başlayan şiddetli bir kriz yaşadı. Kriz sırasında
ve sonrasında sadece ABD Merkez Bankası FED ve ABD yönetimi değil, aynı zamanda
global çapta birçok Merkez Bankası ve hükümetleri krizi durdurmak ve dünya
ekonomilerinin derin bir depresyona girmesini önlemek için radikal para ve maliye
politikaları uyguladılar. Bu çabalar, politikacılar ve teknokratların geçmiş krizlerden ders
aldıklarını gösterdi. Bu makalede 1929 Büyük Buhranı ve 2008 Global krizini, krizin
ortaya çıkışı ve aynı zamanda krize karşı alınan önlemler bağlamında karşılaştırıyoruz.
Ortaya çıkan gerçek şu ki, işin özünde krizi ortaya çıkarak sebepler değişmemiş, fakat
krizin yönetilmesi ve stratejik yönetim mekanizmaları çok farklı bir hal almış. Tarih
tekerrür etmesine rağmen, krize karşı alınan reaksiyonlar ve krizin stratejik yönetimi
büyük farklılıklar gösteriyor.
Anahtar Kelimeler: Global Kriz, ABD, 1929 Buhranı, Ekonomi.
ABSTRACT
The world economy has experienced a detrimental global crisis in 2008 which started in
USA. During and after the crisis, not only the USA Central Bank Fed and USA
Government, but also many central banks and governments have applied radical
monetary and fiscal policies to end the crisis. However, FED’s actions in response to the
was crisis so strategic and important to prevent the world economy going into depression.
These actions have shown that, the politicians and technocrats had learned from earlier
crises. In this paper, we compare 1929 great depression in USA and 2008 Global Crisis
from the aspect of both emergence and the crisis management. It is shown that, although
the reasons behind these crises are similar, the strategic management and conduct of
actions are totally different. It is also shown that, although the history repeats itself, the
reactions and crisis’ strategic management differs on certain aspects.
Key Words: Global Crisis, USA; 1929 Depression, Economy.
GĐRĐŞ
Ekonomilerin büyüme (boom) ve daralma (bust) dönemleri vardır. Bu
dönemlere “business cycle” (ekonominin devinimi dönemleri) adı
verilmektedir. Ekonomistleri en çok ilgilendiren ve bugüne kadar
∗
Beykent Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölüm Başkanı, [email protected]
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
zamanlama konusunda kimsenin net bir cevap bulamadığı en önemli
sorulardan biridir.
Đşte 1929 yılında ABD’nin geçirdiği büyük buhran ve 2008 Global krizi
en şiddetli daralma dönemleri olmuştur. Bu makalede II bölümde, 1929
Büyük Buhranı ayrıntılı olarak anlatılmakta ve Wall Street’te başlayan
çöküşle ortaya çıkan durum ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. Makalenin
amacına uygun olarak, 1929 krizi sonrasında uygulanılan veya daha
doğru bir deyimle, stratejik bir şekilde yönetilemeyen kriz sonrasında
ABD’de ekonominin nasıl yıllarca büyüyemediği verilmektedir.
III. Bölümde 2008 Global Krizini tetikleyen unsurlar anlatılmış ve krizin
ortaya çıkmasıyla birlikte krizden çıkışa ve dünya ekonomilerini
depresyona girişten kurtarmak üzere alınan stratejik kararlar verilmiştir.
Bu kararlar sonrasında hem ABD hem de Dünya ekonomilerinin alınan
önlem ve stratejik kararlara nasıl reaksiyon verdiği gösterilmiştir.
Son bölüm ise incelemenin sonuçlarını özetlemekte ve her iki kriz
sonrasında uygulanan stratejik kararların nasıl sonuç doğurduğunu
ortaya koymaktadır. Ayrıca, gelecek yıllarda başka ne tür krizlerin hangi
sebeplerden ortaya çıkabileceğine dikkat çekmektedir.
1. BÜYÜK BUHRAN - 1929
ABD ekonomisinin 1929 yılında yaşadığı uzun süreli depresyonist
döneme geçemden önce, Business cylce adı verilen süreci kısaca
açıklamakta fayda vardır. Birçok yazar tarafından birçok defa
tanımlanmıştır. Fakat özet olarak şöyle bir tanımlama uygun olacaktır;
“Ekonomik aktivitede periyodik, fakat düzensiz bir şekilde ortaya çıkan
yukarı ve aşağı yönlü hareketlerdir ki; ekonomik aktivite reel gayri safi
yurt içi hasıla ve diğer ekonomik verilerdeki (işsizlik, üretim enflasyon
vs..) dalgalanmalardır.”
Daha basit bir anlatımla, “business cycle” ekonominin büyüme,
gerileme, durgunluk ve genişleme dönemlerini ifade eder. Bu
devinimleri tahmin etmek konusunda çok fazla çalışma yapılmış, ve
oluşumuna ilişkin teoriler geliştirilmiştir. Bu bölümde, bu teorilere girip,
kafanızı karıştırmak istemiyorum. Fakat yeri geldikçe, çeşitli krizlerin
incelenmesi sırasında bu konulara değineceğiz.
Amerikan ekonomisi için, ekonominin büyüme ve daralma dönemlerini
belirleyen otoritenin adı Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosudur
(National Bureu of Economic Research- NBER).
Amerika’da 1854 yılından bugüne kadar 31 adet daralma dönemi
yaşanmış, ve NBER’in 28 Kasım 2008’de yapmış olduğu son
119
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
açıklamaya göre Amerikan ekonomisi 2007’nin Aralık ayında 32.nci
daralma dönemine girmiştir.
Tablo 1: Amerika'nın Daralma ve Büyüme Dönemleri
TEPE
DĐP
A r a lık 1 8 5 4 ( I V )
H a z ir a n 1 8 5 7 (I I)
A r a lık 1 8 5 8 ( I V )
E k im 1 8 6 0 ( III )
H a z ir a n 1 8 6 1 (II I )
N isa n 1 8 65 (I)
A r a lık 1 8 6 7 ( I )
H a z ir a n 1 8 6 9 (I I)
A r a lık 1 8 7 0 ( I V )
E k im 1 8 7 3 ( III )
M a rt 1 8 7 9 ( I)
M a rt 1 8 8 2 (I )
M a y ıs 18 8 5 ( I I)
M a rt 1 8 8 7 (I I)
N is a n 1 8 88 (I )
T e m m u z 1 8 90 (II I ) M a y ıs 18 9 1 ( I I)
O c a k 1 89 3 ( I)
H a z ir a n 1 8 9 4 (II )
A r a lık 1 8 9 5 ( I V )
H a z ir a n 1 8 9 7 (II )
H a z ir a n 1 8 9 9 (I II ) A r a lık 1 9 0 0 ( I V )
E y lü l 1 9 0 2( I V )
A ğ u st o s 1 9 0 4 ( I I I)
M a y ıs 19 0 7 ( I I)
H a z ir a n 1 9 0 8 (II )
O c a k 1 91 0 ( I)
O c ak 1 9 1 2 (I V )
A ğ u sto s 1 9 1 8 ( I I I) M a rt 1 9 1 9 ( I)
O c a k 1 92 0 ( I)
T e m m u z 1 9 21 (I I I )
M a y ıs 19 2 3 ( I I)
T e m m u z 1 9 24 (I I I )
E k im 1 9 2 6 ( III )
K a sı m 1 92 7 (I V )
O RT AL AM A
S T AN DA RT S AP M A
A ğ u s to s 1 9 2 9 ( I II ) M a r t 1 93 3 (I )
M a y ıs 19 3 7 ( I I)
H a z ir a n 1 9 3 8 (II )
Ş u b at 1 9 4 5 (I )
E k im 1 9 4 5 ( IV )
K a sı m 1 9 4 8 (I V )
E k im 1 9 4 9 ( IV )
T e m m u z 1 9 53 (II ) M a y ıs 19 5 4 ( I I)
A ğ u sto s 1 9 5 7 ( I I I) N is a n 1 9 58 (I I )
N isa n 1 9 60 (II )
Ş u b at 1 9 6 1 (I )
A r a lık 1 9 6 9 ( I V )
K a sı m 1 97 0 (I V )
K a sı m 1 9 7 3 (I V )
M a rt 1 9 7 5 ( I)
O c a k 1 98 0 ( I)
T e m m u z 1 9 80 (I I I )
T e m m u z 1 9 81 (II I ) K a sı m 1 98 2 (I V )
T e m m u z 1 9 90 (II I ) M a rt 1 9 9 1 (I )
M a rt 2 0 0 1 (I )
K a sı m 2 00 1 (I V )
A ra l ı k 2 0 07 ( I V )
? ??
O RT AL AM A
S T AN DA RT S AP M A
O R T A L A M A (19 2 9 H a r iç )
S T A N D A R T S A P M A (1 9 29 H a r iç )
D ARA LM A
T e p ed e n d ib e
k a d ar g e ç e n
s ü re
(Ay )
G E NĐŞ L E M E
D ip t e n te pe ye
ka da r g e çe n
s ür e
( Ay)
1 929 Ö N CE S Đ D Ö N E M
-18
8
32
18
65
38
13
10
17
18
18
23
13
24
7
18
14
13
20
14
-30
22
46
18
34
36
22
27
20
18
24
21
33
19
44
10
22
27
26
9
1 92 9 S O N R A S I D Ö N E M
43
21
13
50
8
80
11
37
10
45
8
39
10
24
11
1 06
16
36
6
58
16
12
8
92
8
1 20
74
13
57
10
33
10
58
3
32
D E V ĐNĐM ( C Y CL E )
D i pt e n d iğ e r T e p ed e n d iğ e r
d ib e k a d a r
te p ey e k ad a r
g eç en s üre
ge çe n sü re
(A y )
(Ay )
-48
30
78
36
99
74
35
37
37
36
42
44
46
43
51
28
36
40
47
19
--40
54
50
52
10 1
60
40
30
35
42
39
56
32
67
17
40
41
47
19
64
63
88
48
55
47
34
1 17
52
64
28
1 00
1 28
34
93
93
45
56
49
32
11 6
47
74
18
10 8
12 8
82
70
34
68
34
68
31
69
32
Kaynak: www.nber.org/cycles (Not: Ortalama ve standart sapma
değerleri tarafımızdan hesaplanmıştır)
Amerika’nın daralma ve büyüme dönemlerini gösteren bu tablo çok
önemli bilgiler içeriyor. Öncelikle ilk kolondaki verileri inceleyeceğiz. Bu
kolon “DARALMA” olarak isimlendirilmiştir. Yani ekonomide bir tepe
seviyesi görüldükten sonra dip seviyeye ulaşmak ne kadar zaman
alıyor? Sorusuna cevap vereceğiz.
120
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Tablo 1’de Amerika’nın 1857 yılından bu yana yaşadığı daralma ve
büyüme dönemlerine baktığımızda, iki ana kısma ayrıldığı
görülmektedir. 1929 öncesi ve 1929 sonrası dönem olarak
belirlediğimiz bu iki ayrı dönemde belirgin farklılıklar var.
- 1929 öncesi dönemde ekonominin tepeyi görüp dibe ulaşması
1
ortalama olarak 20 ayı bulurken, standart sapması 14 aydır. 14 olarak
bulduğumuz standart sapma, bulmuş olduğumuz ortalama 20 aylık
gerileme döneminden önemli sapmalar olabileceğini göstermektedir.
- 1929 sonrası döneme baktığımızda ise, ekonominin tepeden dibe
gelmesi ortalama 13 ay’da olmuştur. Fakat 1929 sonrası dönemde de
standart sapma 10 değerini almıştır ve yüksektir.
Şekil 1: Amerikan Ekonomisinin Tepe Noktasından Dip Noktaya
Ulaşma Dönemleri (ay)
70
65
60
50
43
38
40
32
30
24
23
20
18
18
17 18 18
13
14 13
10
8
10
18
13
7
16
13
8
11 10
8
16
10 11
6
8 8
0
1
2 3
4
5 6
7 8
9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31
Kaynak: Tablo1’deki rakamlar kullanılarak tarafımızdan hazırlanmıştır.
- Asıl ilginç olan nokta ise 1929 krizi hariç tutulduğu zaman,
ekonominin daralma ve büyüme seyri, ya da business cycle’larında
belirgin bir tahmin edilebilirliğin ortaya çıkmış olmasıdır.
- 1929 krizini hariç tuttuğumuz zaman, ekonominin tepe seviyesinden
dip seviyeye ulaşma süresi ortalama olarak 10 aya düşmüştür. Çok
daha önemli olan nokta ise standart sapmanın 3’e kadar düşmüş
1
Standart sapma, bir verinin ortalamadan ne kadar sapabileceğine dair bir bilgi verir.
121
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
olmasıdır. Bunun anlamı şudur; yüzde 60 olasılıkla Amerika’nın
2
daralma döneminin 7 ay ile 13 ay arasında kalması beklenir .
Đstatistiklere göre, 1929 krizi sonrasındaki dönemde, Amerikan
ekonomisinin tepe seviyeden dip seviyeye ulaşması en fazla 16 ay
sürmüştür.
Bu bölümde, dünyayı kasıp kavuran ve “1929 Ekonomik Buhranı”
adıyla bilinen büyük buhranına ve buhrandan çıkı stratejilerine
bakacağız. Çünkü 2008’de ortaya çıkan global kriz, birçok yönüyle
1929 buhranına benzemekte fakat bu krizlerin stratejik yönetimi çok
büyük farklılıklar arz etmektedirler.
Büyük buhran, dünyadaki hemen her ülkeyi farklı derecelerde etkileyen
ve modern tarihin en ağır ekonomik çöküşüdür. “Ne zaman başladı?”
sorusuna birçok uzman, 29 Ekim 1929 cevabını vermektedir. Bu tarih
“kara Salı” olarak anılmaktadır. New York Borsası, Dow Jones Sanayi
endeksi bir günde yüzde 12.8 düşmüştür.
A. 29 Ekim 1929 Tarihine Nasıl Gelindi?
1920’li yıllar, Amerika’da teknolojik keşiflerin altın yıllarıydı. Radyo,
otomobil, telefon, elektrik alanında muazzam bir gelişme dönemi
yaşanıyordu. Bu gelişmelere öncülük eden iki kurum Amerikan Radyo
Kurumu (American Radio Corporation) ve General Motors isimli
şirketlerdi. Bu şirketlerin hisselerinde önemli yükselişler oldu.
Bu gelişmeleri en açık gösteren verilerden biri, belirli sektörlerdeki ücret
artışlarıdır.
Tablo 2’de görüldüğü üzere 1913 ile 1925 yılları arasındaki 13 yılda
ücretler ortalama olarak yüzde 100 artmıştır.
Gelişmeler sadece teknoloji firmaları ile sınırlı değildi. Finans kurumları
da boy gösteriyordu. Yüzlerce yatırım fonu kuruldu. Aracı kurum ve
bankalar margin adı verilen borç verme mekanizması yaratmışlardı. 1
doları olan kişi 10 dolarlık hisse senedi alabiliyordu. 24 Ağustos 1921
tarihinde 63.9 olan Dow Jones Sanayi endeksi 3 Eylül 1929 tarihi
itibarıyla 6 kattan fazla artış yaparak 381.2 seviyesine yükselmişti.
2
Ortalama değere 1 standart sapma ekleyip çıkardığınızda, yüzde 60 olasılıkla
daralmanın minimum ve maksimum süre aralığını bulursunuz. Örneğin ortalama değeri
10 ay olduğu için buna 3 ay eklersek 13 ay değerini buluruz. 10 ay değerinden 3 ay
değerini çıkardığımızda ise 7 ay değerine ulaşırız. Dolayısıyla, istatistiklere göre, ABD’nin
2007’de başlayan krizi 7 ile 13 ay arasında bir sürede dip seviyeleri görecektir. Eğer
ortalam değere 2 standart sapma ekleyip çıkarırsanız yüzde 90 olasılıkla daralmanın
minimum ve maksimum sürelerini tahmin edersiniz. Bu tür bir durumda
122
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Tablo 2: 1929 Krizi Öncesinde Belirli Sektörlerdeki Saatlik Ücretler
Saat ücretleri
1913
1920
1925
Duvar Ustası
$0.75
$1.25
$1.50
Boyacı
$0.65
$1.25
$1.50
Su tesisatçısı
$0.75
$1.25
$1.205
Taşçı, taş ustası
$0.62
$1.25
$1.375
Dizgici (Gazetecilik sektöründe)
$0.50
$0.988
$1.191
Kaynak: (VanGiezen & Schwenk, 2003)
1928 yılında Herbert Hoover Amerika’nın başkanı olarak seçilmişti.
Genel bir iyimserlik ve hatta artık asla geri dönülemeyecek bir
ekonomik yükselişin başladığına dair ciddi bir inanç vardı. Hoover,
Cumhuriyetçilerin adayı olarak seçildiğinde şunları söylüyordu;
“Bugün Amerika’da yaşayan bizler, dünyada bugüne kadar
herhangi bir ülkede hiçbir zaman görülmemiş olan ‘fakirliğin
üstesinden’ gelme başarısına o kadar yakınız ki; Artık yoksulluk
3
bir daha gelmemek üzere üzerimizden kalkıyor.”
Birçok Amerikalı da 1929 yılının başında aynı görüşü paylaşıyordu.
New York Times gazetesinin 1 Ocak 1929 tarihli ve yeni yıla giriş baş
4
yazısı şunları söylüyordu ;
“Eşi benzeri görülmemiş 12 aylık bir refah ve zenginlik dönemini
yaşadık. Eğer, geçmişe bakarak geleceğe ilişkin karar vermenin
bir yolu varsa, bu yeni yıl, geçmişte oluşturduğumuz çok büyük
umutların gerçekleşmesinin bir kutlamasını yapacağımız bir yıl
olacaktır.”
Hyman Minsky’nin, büyük balon ve çöküşleri hazırlayan dört ana
5
dinamiği çalışmaya başlamıştı .
- Yeni teknolojiler bulunuyordu ve kitleleri arkasından götürecek
yepyeni gelecek senaryoları vardı,
- Kolay kredi bulunabiliyordu ve faizler çok düşüktü,
3
Schultz, S. K. (2008, March). "Crashing Hopes: The Great Depression". Aralık 20, 2008
tarihinde American History 102: http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html
adresinden alındı
4
Schultz, a.g.e., 2008.
5
Bernstein, W. (Ocak 2005). "Yatırımın Dört Temel Taşı". (A. Perşembe, Çev.) Scala
Yayıncılık.
123
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
- Yatırım konularından anlamayan ve fiyatlar sadece yukarı doğru
gittiği için alım yapan bir halk kitlesi ortaya çıkmıştı,
- 1800’lü yılların sonlarında yaşanan büyük ekonomik çöküşlerin
üzerinden bir nesilden fazla bir süre geçmiş ve bu buhranlar
unutulmuştu
Hyman Minsky’nin belirlediği bu şartlar 1929 yılında gerçekleşiyordu ve
balon her an patlayabilirdi.
6
Amerikalılar altı ana sebepten dolayı borsaya yatırım yapıyorlardı .
- Artan hisse kâr payı ödemeleri: Borsaya giren yeni yatırımcılar,
bunu kolay para kazanmanın bir yolu olarak gördüler ve bu da hisse
fiyatlarının patlamasına neden oldu. Aslında araştırmacılar o tarihlerde
yatırımcı sayısının ortalama 4 milyon olduğunu belirtiyorlardı, fakat
piyasaya yeni girenlerle, piyasadan çıkanlar sürekli olarak piyasaya
yeni para akımını sağlıyorlardı.
- Bireysel tasarruflardaki artış: 1929 öncesine kadar yükselen
oranlarda artan ücretler, Amerikan halkının tasarruflarının artmasına ve
bu tasarrufların önemli bir kısmının da borsaya girmesine sebep
olmuştu.
- Göreceli bir gevşek para politikası: Bankalar kolayca kredi
veriyorlardı. Bu krediler otomobil almak için olsa da direkt olarak
borsaya giriyordu.
- Şirketler aşırı üretimden gelen kârları yeniden yatırıma
dönüştürüyorlardı: 1925 yılından itibaren sanayi aşırı üretim yapıyordu.
Fakat ortaya çıkan stokların eriyeceği düşüncesiyle yeni yatırımlara
giriyorlar, makine ve teçhizat alıyorlar ve yeni işçi alımına giriyorlardı. Đş
bulan her yeni kişi böylelikle harcamasını artırabiliyor ve bu da üretimin
daha fazla aşırı üretim yapması sonucunu getiriyordu.
- Borsa düzenlemeleri yetersizdi: 1929 öncesinde borsada
neredeyse etkin olan hiçbir düzenleme yoktu. Şirketler istedikleri kadar
hisse basıyorlardı. Birçok borsa yatırımcısı da hisseleri krediyle
alıyorlardı. Belirli bir teminat ödemesi yapan kişi, bu teminatın 10 katına
kadar hisse alımı yapabiliyordu. Hisse fiyatları yükseldikçe de, büyük
karlar yazıyorlardı. Aslında gerçekte bir para yoktu.
- Tüketim psikolojisi; Amerikalılar birçok yolu deneyerek zengin
olmaya çalışıyorlar ama bunu da hiç çaba sarf etmeden elde etmek
6
Tishler, W. P. (2009). American History 102. (Giriş: Mart 22, 2009)
http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html adresinden alındı.
124
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
istiyorlardı. Yeni teknolojiyi tüketmek ise, sosyal statüyü artırmak
konusundaki en önemli adımlardan biri olmuştu.
Aslında ekonomistler, balon oluştuğunu tespit edebilir, ama balonun
patlayacağı zamanı bilmek neredeyse imkânsızdır. Unutulmamalı ki,
finansal piyasalar kaotik bir süreç içinde hareket ederler. Kaos teorisine
göre, var olan dengeleri değiştirebilecek bir kelebek etkisi her zaman
mevcuttur. Hiç önem vermediğiniz bir haber, gelişme ya da bir fiyat
hareketi piyasaların bütün dengelerini ve işleyiş yapısını değiştirebilir.
B. Wall Street’in Çöküşü-1929
3 Eylül 1929’da zirvesini gören Dow Jones Sanayi Endeksi (DJI), yavaş
yavaş gerilemeler kaydediyordu. Aslında 1929 yılının yaz aylarından
itibaren ekonomideki daralma belirginleşmişti. 24 Ekim 1929’da sert bir
düşüş oldu. Đşlem miktarı 12.9 milyon hisse ile rekor kırmıştı ve bu tarih,
“Kara Perşembe” olarak adlandırıldı. “Kara Perşembe”ye gelindiğinde
7
borsa endeksi, 3 Eylül’deki zirvesine göre yüzde 17 değer kaybetmişti .
Ertesi gün, Wall Street banka ve aracı kurum yöneticileri bir araya
gelerek borsadaki paniği ve kaosu durdurmanın yollarını aradılar. 25
Ekim Cuma günü saat 13:00’de, Morgan Bank başkanı Thomas W.
Lamont, Chase National Bank’ın başkanı Albert Wiggin ve National
City Bank’ın başkanı Charles E. Mitchell duruma çare bulmak üzere
toplandılar. Toplanan banka başkanları kendi adlarına hareket etmek
üzere, New York Borsası Başkan Yardımcısı Richard Whitney’i
görevlendirdiler.
Arkasına bankaların desteğini alan Whitney, Amerikan Çelik şirketi
hisselerinde alım emri verdi. Alım emri verdiği fiyat ise, borsa fiyatının
oldukça üzerindeydi. Bu durum borsada yükselişi başlattı. Whitney,
bununla da kalmayıp benzer şekilde diğer blue chip hisselerde de alım
emirleri verdi.
Hafta sonunda bütün gazeteler bu alımları ve borsada olanları
yazıyordu. Bütün yatırımcılar pazartesi gününü iple çekiyorlardı.
Piyasalar açıldığında, geçen Cuma gün yapılan alımların etkisiyle,
piyasalar güne olumlu başlıyor gibi olsa da, çöküş devam etti. 28 ve 29
Ekim tarihlerinde en sert düşüşler yaşandı. 28 ve 29 Ekim 1929 günü
telefon hatları kilitlenmiş, telgraf emirleri birbirine girmişti. Borsadaki
yükselişin en önemli sebeplerinden biri olan teknoloji, şimdi panik bir
satış dalgasını tetikliyordu. Telefonların kilitlenmesi ve ortaya çıkan
teknolojik karışıklık, paniğin daha da artmasına neden olmuştu. 29
Ekim günü Rockfeller ailesi ve diğer finans devleri borsaya olan
7
Wikipedia, F. E. (2008, Aralık 10). "Wall Street Crash of 1929". (Access: 12 10, 2008)
http://en.wikipedia.org/wiki/Wall_Street_Crash_of_1929
125
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
güvenlerini göstermek üzere büyük montanlı hisse alımına geçseler de,
bir günde yüzde 12’nin üzerindeki düşüşü durduramadılar.
Tablo 3: Dow Jones Sanayi Endeksinde “Kara Pazartesi” ve “Kara
Salı”
Tarih
Değişim
% değişim
Kapanış
28 Ekim 1929
-38.33
-12.82
260.64
29 Ekim 1929
-30.57
-11.73
230.07
Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Wall_Street_Crash_of_1929
3 Eylül’de 381 seviyesine kadar yükselmiş olan DJI endeksi, sadece bir
buçuk ay içinde 150 puan, yani yüzde 40’a yakın değer kaybetmişti. 29
8
Ekim günü oluşan işlem miktarı 16 milyon hisseye ulaşmıştı . Đşlem
9
miktarındaki bu rekor izleyen 40 yıl boyunca kırılamayacaktı .
Kırılan diğer bir rekor da, borsanın bir günde 14 milyar dolar değer
kaybetmiş olmasıydı. Bir haftadaki değer kaybı 30 milyar dolara ulaştı.
Bu rakam o sıradaki Amerikan bütçesinin tam on katı ve Birinci dünya
10
savaşında harcanan paradan çok daha yüksek bir rakamdı .
13 Kasım 1929 tarihinde DJI, 198.6 seviyesine kadar düşerek dibe
ulaştı. Đzleyen aylarda yukarı yönlü bir çaba içine girdi. Nisan 1930’da
294 puana kadar çıktı. Bir başka deyişle, Kasım 1929’daki dip ile Nisan
1930’da görülen tepe seviyesi arasında, borsa endeksi yüzde 48
civarında artış yapmıştı. Fakat borsanın düzelmesi, ekonomideki
düzelmeyi temsil etmiyordu. Bir bakıma bütün bu tür kriz ve kaos
süreçlerinde görüldüğü üzere, New York Borsası yatırımcılara önemli
bir nakde geçiş fırsatı vermişti.
Nisan 1930’da görülen tepe seviyesinden sonra, Dow Jones
endeksinde başlayan yeni düşüş trendi çok daha öldürücü ve acımasız
olacaktı.
Nisan 1930’dan sonraki dönemde Dow Jones endeksi, önce bir önceki
dibine kadar geriledi ve Nisan 1931’de 198 desteğini de aşağı kırarak, 8
Temmuz 1932’ye kadar olan yaklaşık 15 aylık dönemde 41.22
seviyesine kadar düştü. Eylül 1929’da ulaştığı 381.7 seviyesine göre
yüzde 89 oranında değer kaybetmiş oluyordu.
8
NYSE, E. (2008, 12 10). timeline of NYSE. 12 12, 2008,
http://www.nyse.com/about/history/timeline_trading.html
9
Weeks, L. (2008, Aralık 8). History's Advice During A Panic? Don't Panic. (Giriş: Aralık
10, 2008) www.npr.org: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=94721470
10
Burns, R. (Yöneten). (2004). "New York, A Documentery Film" [Sinema Filmi].
126
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Resim 1: Dow Jones Sanayi Endeksinin Seyri -1928-1933
Kaynak: http://www.gold-eagle.com/editorials_08/lundeen101308.html
1932 yılına kadar süren düşüş öyle bir düşüştü ki; Dow Jones
endeksinin Eylül 1929’da gördüğü tepeye tekrar ulaşması için Amerikalı
yatırımcılar 25 yıl, yani tam 1954 yılına kadar beklemek zorunda
kalacaklardı. 1929 yılı ortalarında hisse almış biri bütün yaşamını,
hisselerinin alım yaptığı seviyeye tekrar gelmesini beklemekle
11
geçirecekti .
C. 1929 Sonrası Amerikan Ekonomisi
Yukarıdaki bölümde New York Borsası’nın çöküşünü ve Wall
Street’deki paniği aktarmıştık. Bu bölümde ise, 1929 sonrasında
Amerikan ekonomisinin verilerinde ne tür değişiklikler olduğuna ve
büyük buhran döneminde ekonominin nasıl çöktüğüne bakacağız.
1929-1940 arasında Amerikan makro ekonomik verilerinin nasıl
geliştiğini izleyeceğiz. Bir bakıma 1929 ile 1940 arasında Amerikan
Ekonomisinin resmini çekeceğiz.
Grafik 1’de görüldüğü üzere 1929 yılında 103.6 milyar dolar
olan cari GSYH 1933 yılına kadar hızla aşağı doğru gitti. Yani 1929
11
Salsman, R. M. (June 2004). "The Cause and Consequences of the Great Depression,
Part 1: What Made the Roaring '20s Roar". The Intellectual Activist , 16.
127
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
yılında 103.6 $ hasılat sağlayan bir işletmenin bu hasılatı 1933 yılına
gelindiğinde 56.4 dolar seviyesine kadar gerilemişti. Tabi ki bunun
önemli bir sebebi de fiyatlardaki sert gerilemeydi. Buna biraz sonra
aşağıda değineceğiz. Dikkat edilirse GSYH 1933 yılından sonra
yükselişe geçmesine rağmen, 1940 yılına gelindiğinde bile, halâ 1929
yılındaki seviyeye ulaşamamıştı.
Grafik 1: ABD'nin GSYH verileri 1929-1940
Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008.
Grafik 2: Özel Sektör Yatırımları 1929-1940
Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008.
128
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Cari değerlerle (enflasyondan arındırılmamış) özel sektör yatırımlarına
baktığımızda ise, GSYH verilerine göre çok daha korkunç bir trend
oluşmuş durumda. 1929 yılında 16.5 milyar dolar olan özel sektör
yatırımları 1932 yılında 1.3 milyar dolara kadar düştü. Buna aslında
düşme değil, “çakılma” dersek daha doğru olacak. Çünkü düşüş oranı
yüzde 92 seviyelerine ulaşıyordu.
Grafik 3: Sanayi Üretim Endeksi (2002=100)
Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Image:1930Industry.svg
Grafik 4: Özel Tüketim Harcamaları (1929-1940)
Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008.
129
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
Sanayi üretim endeksindeki gelişmeler de reel sektörün içine düştüğü
durumu ve resesyonun şiddetini net bir şekilde göstermektedir. 2002
yılında 100 olarak kabul edilen sanayi üretimi 1919 yılının başlarında
8.5 seviyelerine yakınken, yüzde 50’den daha fazla düşüş kaydederek
4 seviyelerine karda inmiştir. Dip seviyeyi ise 1932 yılında görmüş ve
yeniden eski tepe seviyesine ulaşması 1937 yılını bulmuştur.
Özel tüketim harcamaları da yatırımlar ve GSYH rakamlarından farklı
değildi. 1929’da 77.4 milyar dolar olan tüketim 1933 yılında 45.9 milyar
dolara kadar yüzde 40.6 oranında sert bir gerileme yaşamıştı. 1940
yılına gelindiğinde ise, tüketim hala 1929 yılı seviyesinin altındaydı.
Grafik 5: Devletin Tüketim ve Yatırım Harcamaları (1929-1940)
Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008.
1929 krizi ile birlikte devlet harcamalarının geçici bir süre yükseldiğini
fakat daha sonra 8.7 milyar dolar seviyesine kadar gerilediğini
görüyoruz.
1929 buhranı ile birlikte tüketimin hızla daralması, üretimi sert bir
şekilde aşağıya çekerken, fiyatlarda da sert gerilemeler oldu.
Yukarıdaki grafik aslında GSYH deflatörü denilen endeksi
göstermektedir. Daha basit bir anlatımla, 1929 yılında 12 $ olan bir
malın fiyatı 1933 yılına gelindiğinde 8.9 $ seviyesine kadar yani yüzde
25.8 düşmüştü.
130
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Grafik 6: Fiyatlar Genel Seviyesi (2000=100)
Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008.
Grafik 7: Đşsizlik Oranı 1929-1940
Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir)
Grafik 7’de 1929 yılından itibaren işsizlik oranının nasıl hızlı arttığı
görülmektedir. Yüzde 3.2 olan işsizlik oranı 1933 yılında yüzde 25.2’ye
131
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
çıkarak tarihi bir zirve yapmıştır. 1940 yılına gelindiğinde işsizlik
12
oranının halâ yüzde 15’e yakın olması oldukça düşündürücüdür.
Nominal ücretlerin gelişimini gösteren Error! Not a valid bookmark
self-reference.’de, diğer grafiklerden çok farklı bir durum göze çarpıyor.
Dikkat edilecek olursa ücretler 1931 yılının ortalarına kadar önemli bir
düşüş kaydetmemiş, fakat 1932 yılıyla beraber düşüş şiddetlenmiştir.
1929 yılında 103$ seviyesinde olan ücretler endeksi, 1933 yılının
ortalarında 80$ seviyesine kadar yaklaşmıştır.
Grafik 8: Nominal Ücretler (1926=100)
Kaynak: Lovett, 2008.
1931 yılının ortalarına kadar olan dönemde, ekonomik daralma
hızlanırken ve fiyatlar yaklaşık yüzde 20 düşüş kaydederken, neden
ücretler fazla düşmedi? Bu sorunun kısa cevabını şimdi verelim ama
ilerleyen bölümde daha ayrıntılı olarak açıklayacağız. 1929’da borsada
paniğin yaşandığı dönemde Amerikan Başkanı olan Hoover’in, iş
adamlarıyla yapmış olduğu bir seri toplantıda işçi çıkarılmaması ve
ücretlerin düşürülmemesi yönündeki talepleri bu sorunun cevabını
oluşturmaktadır.
Şimdi, çok önemli diğer makro ekonomik verilere de bakalım. Batan
Bankalar ve Kredi Maliyetleri
12
Grafikte bahsedilen acil durum işçileri, tam zamanlı çalışmazlar. Acil bir durum
olduğunda (yangın, deprem, kurtarma vs.) göreve çağrılan çalışanlardır.
132
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Grafik 9: Batan Bankaların Toplam Banka Sayısına Oranı
Grafik 10: Borcun Finansmanı Maliyeti, 1931-1932
Finansal kriz önemli boyutlardaydı. Bankalardan para çekilişleri
hızlanmış ve birçok banka batmak zorunda kalmıştı. Çünkü o dönemde
mevduat garantisi yoktu ve bankaların yükümlülüklerinin önemli bir
kısmı vadesiz mevduat şeklindeydi. Bankaların varlıkları ise likit
133
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
13
değildi . Bu sırada, batmayan diğer bankalar ise aşırı derecede strese
girerek, kredi vermeyi neredeyse durdurdular ve olabildiğince likit
kalmaya çalıştılar. Danskebank araştırma uzmanı Allan Von Mehren,
yazmış olduğu “Büyük Buhran’dan Alınacak Dersler” başlıklı araştırma
raporunda Bernanke’nin bu süreci “Kredilendirmenin Maliyeti” olarak
adlandırdığını belirtiyor. Bernanke “kredilendirmenin maliyeti” olarak
Grafik 9’de verilen batan banka oranlarını ve göre Grafik 10’de verilen
14
borcun finansmanı maliyeti ölçütlerini kullanıyor .
Grafik 10’da görüldüğü üzere, borçlanmak isteyen şirketlerden
Moodys’in Baa olarak derecelendirdiği tahvillerin faizi yüzde 11
seviyelerine kadar çıkarken, ABD’nin 10 yıllık devlet tahvillerinin faizi
yüzde 3-4 arasında bulunuyordu. Bir başka deyişle, güvenli limanlarla
güvensiz olarak addedilen limanlar arasındaki kredi maliyeti farkı 7-8
puanlara kadar yükselmişti. Bu arada, enflasyonun da negatif yüzde 1213’lere düştüğü düşünülürse, paraya ihtiyacı olan bir şirketin reel
maliyeti yüzde 25-27 seviyelerine çıkıyordu. Bu da tabi ki piyasaların
açılmasını ve yeni yatırımların yapılmasını engellediği için, üretim her
geçen gün düşerken, işsizlik yüzde 25’lerin üzerine ulaşıyordu.
D. Sıkı Para Politikası
Grafik 11: Para Arzı, M1- (Milyar $)
Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir)
13
Bernanke, B. (1983). Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the Propagation of
the Great Depression. American Economic Review.
Mehren, A. V. (23 Şubat 2009). "Lessons From The Great Depression". Denmark:
Danskebank.
14
134
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
1929 yılından itibaren, 1933 yılına kadar, M1 olarak ölçülen para
arzında yüzde 25’lere varan önemli bir daralma olmuştur. Đşte 1929
krizini derinleştiren en önemli sebeplerden biri olarak öne sürülen bu
göstergeye daha sonra yine döneceğiz. Özellikle Bernanke’nin yapmış
olduğu bilimsel çalışmalarda, Bernanke, 1929 yılında borsanın
çöküşüyle birlikte yaşanan krizin derinleşmesinin en önemli
sebeplerinden birinin para arzının artırılmaması olduğunu söylüyor.
2008 krizinin 1929 krizine benzeyip benzemeyeceği veya o kadar uzun
sürüp sürmeyeceği konusunu tartışırken bu konu büyük bir önem arz
edecektir.
1929 ile 1932 yılları arasında para arzı reel bazda kümülatif olarak
yüzde 25 daralmıştır. Çünkü
•
Batan bankalarda mevduat sahiplerinin paraları da gitmiş ve
15
para tabanı daralmıştır.
•
Ayrıca birçok kişi de parasını bankadan çekip evde saklamış ve
bu da paranın finansal sistemden çıkmasına neden olmuştur.
•
Son olarak, bankalar da çok daha muhafazakar olup kredileri
kesince, kredi çarpanı azalmış ve bu da para arzını daha da
daraltmıştır.
Para arzının daralması yanında, dikkat çeken bir diğer gösterge de
nominal ve reel faizlerdir. Bu cephede de ilginç gelişmeler olmuştur.
FED’in politika faizlerine baktığımızda nominal faizlerde hızlı bir
indirime gidilmiş ve faizler yüzde 5 seviyelerinden yüzde 2.5
seviyelerine kadar indirilmiştir. 1931 yılının sonundan itibaren faizlerin
yeniden yükseltildiğini görüyoruz. 1932’ye gelindiğinde FED faizleri
yeniden yüzde 3.75 seviyesine çıkarmıştır. Peki, FED ekonominin
daraldığı bir ortamda faizleri neden yükseltti?
O dönemde dolar altına bağlı bir paraydı. Đngiliz Pound’u da altına
bağlıydı ve Eylül 1931’de Đngiliz Pound’u atak altında kaldı ve
devalüasyon yaparak altın sistemini terk etmek zorunda bırakıldı.
Bunun üzerine, dolara karşı da ataklar başladı. Fakat FED, doları altına
karşı devalüe etmek yerine, sabit oranı korumak üzere, faizleri artırmayı
bir yol olarak seçti. Đşte krizin yeniden derinleşmesine neden olan en
önemli faktörlerden biri bu hareketti. Bernanke ve Schwartz, yaptıkları
15
Piyasada merkez bankası tarafından yaratılan likiditeyi takip etmek için kullanılması en
doğru olan, merkez bankası emisyonu+bankacılık sektörünün merkez bankasındaki
mevduatlarıdır.
135
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
16
çalışmalarda
bunun
vurgulamaktalar.
çok
büyük
bir
stratejik
hata
olduğunu
Grafik 12: Nominal ve Reel Faizler
Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir.)
Bu grafikteki (Grafik 12) asıl çarpıcı nokta reel faizlerdir. Hatırlanacağı
üzere deflasyonist bir süreç başladığı için (yani fiyatlar hızla düşmeye
başladığından) reel faizler hızla yukarı gitmiştir. Fiyatlardaki düşüş o
kadar şiddetli olmuştur ki; reel faizler yüzde 15 seviyelerine kadar
yükselmiştir. Bu da özel sektörün reel borçlanma maliyetlerini artırmıştır.
Başta Milton Friedman ve Bernanke olmak üzere, birçok ekonomist
daralan para arzı ile birlikte reel faizlerin yükselmesinin depresyonu
17
uzattığını savunmaktadır .
16
Bernanke, B. (1983). Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the Propagation of
the Great Depression. American Economic Review .
17
Bernanke, B. S. (2000). Essays on the Great Depression. Princeton University Press.
Romer, C. D. (2003, December 20). Great Depression. December 12, 2008 tarihinde
Christina
Romer
Web
Page
of
Berkeley
University:
http://elsa.berkeley.edu/~cromer/great_depression.pdf
136
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Grafik 13: Özel Sektör Borcu (Milyar $)
Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir)
Grafik 14 : Özel Sektörün Reel Borcu (1996 fiyatlarıyla milyar $)
137
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
Grafik 15: Özel Sektör Borcunun GSYĐH'ya Oranı (%)
Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir)
Yukarıda verilen grafiklerde (Grafik 13, Grafik 14 ve Grafik 15)
görüldüğü üzere nominal bazda reel sektör borcu azalıyor gibi
görünmesine rağmen, reel bazda bu borçlar önemli artışlar kaydetmiştir.
Bunun en önemli sebebi ise, fiyatlardaki hızlı gerilemelerdir.
Deflasyonist süreçte, ABD’nin GSYĐH’sı da hızla gerilediği için, özel
sektör borçlarının GSYĐH’ya oranı yüzde 86 seviyelerinden yüzde
138’lerin üzerine çıkmıştır.
Bu tür bir ortamda, krizden çıkmak çok daha büyük bir problem haline
dönüşmüştür. Öyle bir ortam hayal ediniz ki, bir işletme olarak
borçlarınız her geçen gün reel bazda artıyor. Kapasite kullanım
oranlarınız düşüyor ve yeni yatırım yapmak isteseniz de reel borçlanma
faizi yüzde 15 seviyelerine çıkıyor.
1929 buhranının 43 ay sürmesinin en önemli sebepleri zannedersem
açıklığa kavuşmuş durumdadır. Đzleyen bölümde o sırada dünya
ekonomisinde neler olduğuna bakacağız. Đlginç gelişmeler olduğunu
görecek ve şaşıracaksınız.
E. Büyük Buhran Sırasında Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler
Ve Para Politikası
Dünya çapında uluslararası ticarette büyük bir gerileme yaşandı.
1929’da, aylık uluslararası dış ticaret tutarı 5 milyar 350 milyon altın
138
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
dolardır. 1930 Ocak ayında ancak 4 milyar 850 milyon, 1931 Ocağında
3 milyar 260 milyon, 1932 Ocağında 2 milyar 135 milyon, 1935
Ocağında 1 milyar 785 milyondur.
Dikkat edilirse dünya ticaret hacmi, yüzde 6’dan fazla daralma
kaydetmiştir. Uluslararası ekonomik dengeler açısından bakıldığında da,
büyük buhranın en önemli sebeplerinden biri de, 1920 yılında oluşan
uluslararası borçların kararsız yapısıdır. 1920 ile 1929 arasında ABD,
özellikle Almanya’ya oldukça büyük yatırım yapmıştı. Bunun
sonucunda Almanya’nın bu ödemeleri finanse etmek için ihracatı
arttırıp, ithalatı azaltmasının imkansız olduğu ortaya çıktı. Gerçekte
durum şöyle idi: ABD’den çıkan para Almanya’ya gitti; bu paradan bir
kısmı Almanya’dan Fransa’ya geçti, Fransa’ya gelmiş olan fonlardan bir
kısmı, Fransız borçlarının karşılanması için, tekrar ABD’ye döndü. 1928
yılında ABD’den Almanya’ya akan sermayede önemli azalmalar oldu.
Bunun nedeni gelişme halinde bulunan Amerikan ekonomisi için,
borsada değer yaratacak yatırımlar daha ön plana çıkmıştı.
1929 iflasından sonra, bu azalış şiddetli bir hal aldı ve Alman endüstrisi
ihtiyaç duyulan fonlara ulaşamadı. Almanya’nın savaş borçlarını
ödeyemeyeceğini anlaması ile New York Borsasındakine benzer bir
panik yaşanmaya başladı. Ülkeler birbirlerine verdikleri borçları geri
istemeye başladılar. Borçlar altın esasına dayalı olduğundan herkes
borç belgelerinin altınla değiştirilmesini istemeye başladı. Özellikle
Đngiltere bunun bedelini ağır ödedi. Elindeki altın stokları hızla azaldı
çünkü 1925 yılında dönüş yaptığı altın sisteminde altın ile sterlin
arasındaki parite daha önceki döneme göre daha düşük seviyede
belirlenmişti. Yani Sterlin altına karşı daha değerli hale gelmişti. Bu da
ihracatın pahalı, ithalatın ucuz olmasına neden olmuştu. Böylece
ödemeler dengesi çok büyük açık vermişti.
1933 yılında ABD’deki işsiz sayısı 14 milyona ulaşmıştır. Bunalımın tüm
dünyaya yayılması ile sanayileşmiş ülkelerin tamamında 30 milyona
yakın kişi işsiz kalmıştır. Sadece ABD ve Đngiltere’de kalmayıp oldukça
hızlı bir şekilde diğer ülkeleri de etkisi altına başlayan kriz, iktisat
politikalarının tekrar gözden geçirilmesine ve bir dizi yeni iktisadi
analizlerin yapılmasına neden oldu. Böylece yüzyıllar sonunda Klasik
Teori ilk defa çözümsüz kaldı ve yapısındaki eksiklikler ciddi bir şekilde
sorgulanmaya başlandı.
Bu sırada altın Standardını en erken terk etmek zorunda kalan veya
terk eden ülke ekonomilerinin krizden ilk çıkan ülkeler olduğunu
vurgulayalım. Altın standardını ilk olarak terk etmek zorunda kalan ülke
Đngiltere olmuş ve bunu Đskandinav ülkeleri izlemiş ve bu ülkeler krizden
daha erken çıkmışlardır. Mehren’in hazırlamış olduğu bu raporda
belirttiği üzere, (Bernanke & James., 1991) ve (Eichengreen & Sachs.,
139
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
1985) isimli eserler bu konuya vurgu yapmaktadır. Birinci dünya savaşı
sırasında terk edilen altın standardına, savaş sonrası yeniden
dönüldüğünde, çapa olan para Amerikan dolarıydı. Bu nedenle
Amerika’da uygulanan sıkı para politikası, paralarını altına sabitleyen
ülkelerde de sıkı para politikasına yol açmıştı. Bunun doğal sonucu
olarak da, finansal ve ticari ilişkiler bir yana, sadece bu faktör bile
ekonomik krizin diğer ülkelerde de derinleşmesine neden oldu. Bu
sırada ülke paralarına karşı yapılan spekülatif akınlar, altına bağlı sabit
kur sistemini devam ettirebilmek için para politikalarının daha da
sıkılaştırılmasına neden olmuştur.
Depresyon devam ettikçe, ülkeler çok daha zor şartlar altına girmiş ve
kriz dayanılmaz hale gelmiştir. Bunun üzerine ülkeler birer birer altın
standardını terk etmeye başlamışlardır. (Mehren, 23 Şubat 2009) isimli
kaynak, altın standardını terk eden bu ülkeleri şu şekilde
sınıflandırmıştır;
- Çin ve Đspanya altın standardında değillerdi ve bu nedenle büyük
buhrandan fazla yara almadan kurtuldular.
- Đngiltere, Japonya ve Đskandinav ülkeleri altın standardını ilk terk
eden ülkelerdi ve bu ülkeler, büyük buhrandan en hızlı çıkan ülkeler
oldular.
- Amerika ve Đtalya altın standardını devam ettirseler de, 1933
sonrasında Amerika’daki yönetim değişikliği sonrasında uygulanan
genişletici para politikası sayesinde krizin etkileri hafifletildi fakat altın
standardı terk edilmedi.
- Son grup “Altın Bloku” olarak adlandırılan ülkeler topluluğuydu ve
başı çeken ülke Fransa’ydı. Bunu Belçika, Đsviçre ve Polonya izliyordu.
Bu ülkeler 1935 ve 1936 yıllarına kadar altın standardında kalmayı
yeğlediler ve büyük buhrandan en son kurtulan ülkeler oldular.
Sonuç olarak, 1929 buhranı sonrasında, ABD Merkez Bankası FED,
para arzını artırmamış ve aynı zamanda genişletici maliye politikaları da
uygulanmamıştı. Çünkü o günlerde henüz Keynes ortaya çıkmamış ve
klasik iktisadi düşünceler ekonomi yönetimine hakimdi. Klasik iktisada
göre, ekonomideki business cycle’lar aynen mevsimler gibi gelip
geçiciydi. Klasik iktisadi düşünceye göre, bir kriz sonrasında, ücretler
otomatik olarak düşecek, düşen ücretler maliyetleri aşağı çekecek ve
düşen fiyatlar nedeniyle mal ve hizmetlere olan talep artacak, bu da
ekonomilerin yeniden büyümesini sağlayacaktı.
Fakat bu gelişmeler hiçbir zaman olmadı ve ekonomi depresyonist bir
sürece girdi. 1934 yılında Rosevelt’in Başkan seçilmesiyle birlikte
uygulamaya konulan ulusal kalkınma planı genişletici maliye
140
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
politikalarını harekete geçirdikten sonra, ABD ekonomisi dipten
dönüşünü hızlandırdı.
2. GLOBAL KRĐZ 2008
A. 2008 Krizini Tetikleyen Mortgage Sistemi’nin Türkiye’deki
Görünümü
Türkiye’deki uygulamada konut alacak kişi satın alacağı evi belirler.
Ekspertizler gelir ve evin değerini belirler. Varsayalım ki şu an 120 bin
dolarlık ev için 10 yıl vadeli ve yıllık yüzde 5 dolar faizi üzerinden kredi
kullanmak isteyen bir, müşteri olsun. Banka müşteriye sadece 100 bin
dolar kredi verecek olsun ve 20 bin dolarını da müşteri karşılasın. Bu
durumda müşteri 100 bin dolar krediyi nakit olarak bankadan alıyor ve
ev sahibine ödüyor.
Bunun karşılığında müşteri bankaya ipotek senedi verir. Yıllık yüzde 5
dolar faizi üzerinden bu ev için her ay, 1055.2 dolar ödeyeceğini
varsayalım. Dolayısıyla 10 yıl boyunca ödeyeceği toplam tutar 126,628
dolar olacaktır.
Türkiye’deki sistemde, mortgage şirketi mekanizması olmadığı için
bankaya verilen ipotek senedi 10 yıl boyunca bankanın elinde durur.
Banka bunu satamaz çünkü ikincil piyasası yoktur. Yani bankanın
bilançosunda bu risk her zaman görünür ve banka bu konuda bu riski
fütursuzca artıramaz. Çünkü Bankalar Kanunu belirli bir alanda
kredilerin yoğunlaşmasına izin vermez. Müşteri aylık ödemelerini
yaptıkça sorun olmadan 10 yılı bitirdiğinde ipotek kaldırılır ve ev
müşterinin olur.
B. Amerika’da Mortgage Sisteminin 2008 Krizini Tetikleme
Mekanizması
Amerika’da Neler oldu? Sayıları bir anda 800 bine ulaşan insanlar
Mortgage’larını ödeyemez hale nasıl geldiler? Kredi krizi nasıl ortaya
çıktı?
2000’li yıllardan sonra ABD’de Bush yönetimi dar gelirlileri de ev sahibi
yapmak istedi ve bu konuda kolaylaştırıcı önlemler aldılar.
ABD’de 2001 ikiz kulelere yapılan saldırılar sonrasında, ekonominin
ciddi bir resesyona girmesini engellemek amacıyla dereceli olarak FED,
faizleri 2003 yılında yüzde 1.00 seviyelerine kadar düşürdü.
2002’den sonra emlak almak için faizler çok cazip hale geldi ve emlak
fiyatları artmaya başladı. Türkiye’de uygulanan ev kredisi sistemi ile
141
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
karşılaştırdığımızda, Amerika’daki sistem farklılıklar arz ediyordu ve
18
denetimsizlik daha sonra önemli boyutlara ulaştı .
Amerika’da ev almak isteyen müşteri bankaya veya mortgage’a aracılık
yapan finansal kuruluşlara gidiyor ve yukarıda Türkiye’deki örneğe
benzer şekilde 120 bin dolarlık evi satın almak istiyor. Denetim
yetersizliği ve kredi satmanın dayanılmaz cazibesi ile “downpayment”
dedikleri 20 bin doları, banka müşteriden almıyor. Böylelikle 120 bin
dolar kredi açılıyor. Çünkü “downpayment” almaya kalkarsa müşteri
başka bankaya gidebilir ve bu sırada başka bankalar bunu yapıyor.
Zaten nasıl olsa ev fiyatları yukarı gidiyor ve downpayment dedikleri bu
peşinat ödemesini almanın anlamı yok. Banka biliyor ki bir yıl sonra
ekspertiz yapıldığında evin fiyatı 130 bin dolara çıkmış olacak.
Bu durumda müşteri 120 bin dolar kredi çekiyor. Fakat o sırada FED
faizleri yüzde 1.5 seviyesinde olduğu için ilk 2 yılı sabit olan ve geri
kalan dönemde değişken faiz işletilecek olan kredi açılıyor. Varsayalım
ki bu banka verdiği ev kredisinin yıllık faizini yüzde 2.75 olarak belirlesin
ve sattığı paranın maliyeti ise 1.75 olsun. FED faizleri o sırada 1.50
olduğu için, sermaye ve para piyasalarından yüzde 1.75 oranından siz
banka olarak rahatça borçlanıp, ev kredisi almak isteyene kredi
verebilirsiniz. Hatta bankalar o kadar ileri gidiyor ki; müşterinin
kendilerine gelmesini beklemiyorlar ve ayaklarına gidip “sizi ev sahibi
yapalım” diyorlar. Aynen bizim bankalarımızın vapurlarda kredi kartı
sattığı gibi.
Müşteri 120 bin dolarlık krediyi alıyor. Dikkat ederseniz Türkiye’deki
örnekte müşteri120 bin dolarlık evin 20 bin dolarını kendisi ödemiş ve
kalan 100 bin dolar için 10 yıl boyunca sabit faizden 1056 dolar
ödemeyi kabul etmişti. Ama Amerika’da müşterinin cebinden hiç para
çıkmıyor ve 120 bin dolar kredi alıyor ve bu nedenle aylık ödemesi en
azından ilk 2 yıl için 1143 dolar oluyor. Eğer faizler hep sabit kalırsa
müşterinin 10 yılda ödeyeceği toplam tutar 137,167 dolar olacak ve
bunun sadece 17,167 doları faiz olacaktır.
Şimdi müşteriyi bir tarafa bırakalım ve ipotek senedini alan bankanın ne
yaptığına bakalım. Türkiye’deki örnekte, banka bunu 10 yıl boyunca
kasasında saklıyordu. Fakat Amerika’da durum farklı. Kredi veren
banka bu ipotek senedini Freddie Mac ve Fannie Mae (FM ve FM)
denilen ve yarı kamu, dev mortgage şirketlerine satabiliyor, yani
18
Bugünlere nasıl geldiğini anlamak için Boyner yayınlarından çıkan ve ABD Merkez
Bankası FED’in eski Başkanı Alan Greenspan’ın yazdığı “Türbülans Çağı” isimli kitap
muhteşem bir eser olarak karşımızda duruyor. Greenspan bu kitapta bu türbülansların
geleceğini haber veriyordu. Ayrıca kendi hayatı da oldukça ilgi çekici. Aynı zamanda
Amerika’da ekonomi yönetiminin nasıl yapıldığını bütün ayrıntılarıyla bu kitapta
öğreniyorsunuz.
142
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
kırdırabiliyor. Dolayısıyla elindeki 137,167 dolarlık senedi örneğin
yüzde 1.80 faizle kırdırıyor. Bu da 130 bin dolardan fazla yapıyor ama
basitleştirmek amacıyla 130 bin dolara bunu FM ve FM’ye satıyor. Đşte
krizi hazırlayan sürecin kritik noktası burasıdır.
Kredi veren banka için durum şöyle oluyor. Satmış olduğu ev kredisi
karşılığında elinde artık yeni 130 bin dolarlık kaynak var. Dolayısıyla
hemen bir müşteriye daha kredi satabilir. Ayrıca diğer müşterinin riskini
Fannie ve Freddie’ye aktardığı için, o müşteri ödeme yapamasa bile
kendi derdi değil. Bunu Fannie ve Freddie düşünsün. Böyle olunca da,
banka, kredi verdiği kişinin gelir yapısı, nerde çalıştığı, krediyi
ödeyip ödeyemeyeceği gibi risk unsurlarının hepsini göz ardı
ederek, daha çok kredi satmaya çalışıyor. Bol para ve kredi imkanı
olunca herkes ev sahibi olmaya çalışıyor ve bu tür bankalar kredi
sattıkça yüksek kârlar elde etmeye başlıyorlar. Bu arada herkes ev
almak için sıraya girince ev fiyatları hızla yukarı gitmeye başlıyor.
Biz hikâyemize devam edelim ve Şimdi de Freddie Mac ve Fannie Mae
(FM ve FM) ne yapıyor ona bakalım. Daha doğrusu nasıl oluyor da, bu
FM ve FM denilen şirketler sürekli para bulup ipotek senetlerini devamlı
kırabiliyorlar ve bankalara nakit ödüyorlar? Kapitalizmin ortaya çıkardığı
ürünler devreye giriyor. FM ve FM bu ipotek senetlerinden bir havuz
oluşturuyor. Bu havuza sürekli para akıyor. Kredi almış kişiler
mortage’larını ödedikçe havuza para geliyor. Yani FM ve FM’nin
elindeki varlıklar, sürekli gelir getiren varlıklardır. Sanki ev kiraya
vermişsiniz de her ay kira alıyormuşsunuz gibi bir durum ortaya çıkıyor.
Bu durum nakit girişi sağlasa da yeni ipotek senetleri satın almak için
yeterli olmaz.
Dolayısıyla bir yol daha var. Nasıl olsa bu ipotek senetlerinden oluşan
havuza para akıyor. O zaman FM ve FM isimli bu kuruluşlar bu
havuzun gelirine dayanak olacak tahviller çıkarıyorlar. Diyorlar ki “bu
havuza akan parayı ileride size tahvil faizi olarak ödeyeceğim”. Aslında
üç tip ipotek senedi var. Bunlar “prime”, “Alt-A” ve “Subprime” adı
verilen ipotek senetleridir. “Prime” olanlar çok garantili ve ödemeleri
aksamayacak olanlar olarak gruplanıyor. Ama “subprime” olanlar riskli
olanlar kategorisinde olsa da, riskli oldukları için getirileri de yüksektir.
Đşte bu tahvillere büyük talep oluyor. Çünkü ev fiyatları yukarı gittikçe
tahvillerin değeri de artıyor. Bir varlığın fiyatı artıyorsa, o varlığa olan
talep artar. Dev yatırım bankaları (Lehman Brothers, Merill Lynch,
Northern Rock vs.) bu tahvilleri satın alıyorlar.
Dev yatırım bankaları bu tahvilleri satın alıyorlar, fakat kendi paralarıyla
değil. Onlar da borç alıp, ya da bu bankalara mevduat olarak yatırılmış
meblağlarla bu tahvillere yatırım yapıyorlar. Sebebi basit. Bu tahvillerin
143
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
getirileri oldukça yüksek seviyelerde bulunuyor. Yüzde 2’den para
bulup, bu tahvilden yılda yüzde 5 kazanabiliyorsunuz. Bu yüzden ev
fiyatları arttıkça ve müşterilere kredi verildikçe kârınız katlanarak artıyor
ve siz de yatırım bankası olarak “çok başarılı” addediliyorsunuz. Đşte bu
süreçte dev bir emlak balonu oluşuyor.
Moody’s ve S&P isimli derecelendirme kuruluşları aslında, ödeme gücü
zayıf insanlara satılan mortgage kağıtlarının da (subprime mortgage)
içinde bulunduğu bir sepete “AAA” denilen en yüksek reytingleri
veriyorlar. Bu sepet içinde tabi ki iyi durumda olan mortgage kredileri
ipotek senetleri de var. Durum böyle olunca da başta AMBAC ve MBIA
isimli dev sigorta şirketleri bu tahvilleri sigortalıyorlar. Eğer FM ve FM
bu tahvillerin getirilerini ödeyemezse bunu size AMBAC ve MBIA veya
AIG isimli dünyanın en büyük sigorta şirketleri ödeyecek. Đşte böyle bir
durumda Lehman Brothers isimli 113 yıllık dev yatırım bankası neden
borç alıp da bu tahvillere yatırım yapmasın ki? Aslında iş bu kadar basit
değil. Bu tahvilin de türev ürünleri çıkartılıyor. Yani tahvili alana da
19
bunun türevini üretip bir menkul olarak satışa sunuyor.
FM ve FM isimli kuruluşların çıkardığı tahvil miktarının tümü ise 5.4
trilyon dolar civarında ve bunlar içinde “subprime”, yani en riskli olanlar
ise 1.5 trilyon dolar civarında bulunuyor.
C. Film Kopuyor
Şimdi 120 bin dolar ev kredisi almış müşteriyi tekrar hatırlayalım. Đki yıl
dolduğunda aylık 1143 dolar ödeyen müşteri toplam 27 bin 433 dolar
ödemiş oluyor ve geriye 109 bin 733 dolar borcu kalıyor. Fakat, Bu
sırada ABD Merkez Bankası FED, faizleri yüzde 1.5 seviyesinden
yüzde 5 seviyesine kadar yükseltmiş. Dolayısıyla müşterinin kalan
borcuna bundan sonra yüzde 6 yıllık faiz işletilmesi gerekiyor.
Hatırlarsanız müşteri, ilk 2 yılı sabit, sonraki yıllar değişken faizli ev
kredisi almıştı. Dolayısıyla 24 ay dolduktan sonra müşteriye yeni bir
mortgage ödeme emri geliyor. Buna göre artık müşteri her ay 1520
dolar mortgage ödemesi yapacağını anlıyor. Müşteri bu ödemeyi
yapamayacağını söylüyor. Bunun üzerine Banka, müşterinin evini
haczediyor.
Ev alan herkes, faizler düşükken ve bu kredi furyası başladığında ev
aldığı için, birbirlerine çok yakın zamanlarda mortgage’larını ödeyemez
duruma geldiler. Çünkü ödedikleri mortgage miktarları aylık bazda en
az yüzde 30-60 aralığında artış göstermişti. Đşte bu nedenle çok kısa bir
19
Türev piyasalar konusunda en güzel kitaplardan biri Prof. Nurgül Chambers tarafından
yazılmış olan ve Beta yayınlarından çıkan “Türev piyasalar” isimli kitaptır. Bu konuda
bilgilenmek isteyenler mutlaka bu kaynağa başvurmalı. Bu konu önemli çünkü belirli bir
süre sonra türev ürünler, bizim piyasalarımızda da çok fazla yer alacak.
144
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
süre içinde (yaklaşık 6 ay içinde) 800 bin kişinin evine el konuldu. Tabi
ki yüksek faizlerden hiç kimse artık ev almak istemiyordu ve ev
fiyatlarındaki artış durmuş ve haczedilen evler nedeniyle ev fiyatları
düşmeye başlamıştı.
Đşte çözülme burada başladı. Fannie Mae ve Fredie Mac’in elinde
bulunan ipotek senedi havuzuna akan para iyice azalmıştı. Bu yüzden
bu iki kurum faiz ödemeleri riske girmeye başladı. Herkes tedirgindi.
Elinde bu tahvilleri ve tahvile dayalı türev ürünlerini bulunduran dev
yatırım bankaları biliyordu ki ev fiyatları düştükçe ve mortgage
ödemelerinde sorunlar oldukça kimse bu kâğıtları almayacaktı. Bu
nedenle panik halde bunları satmaya başladılar.
Satışlar bu kâğıtların fiyatlarını hızla düşürdü ve bu piyasada işlem
olmamaya başladı. Eğer piyasa yoksa ve fiyat belli değilse elinizdeki
kâğıtlar bir hiçtir. Elinizde bulunan kâğıtların değerini “sıfır” olarak
yazarsanız büyük zarar edersiniz ve özsermayeniz sıfırın altına düşer.
Bu kâğıtları elinde bulunduranlar sigortacılara koştular ve AMBAC ile
MBIA “elimde para yok, olsa dükkân sizin” dedi. Moody’s ve S&P isimli
derecelendirme şirketleri bu sigortacıların notunu düşüreceklerini
söylediler. Piyasalar daha da panik oldu. FED, likiditeye sıkışanlara
para aktarmaya başladı.
Đşte bunlar başladığında önce Bearn Stearns kurtarıldı, daha sonra
çözülme hızlandı. Çünkü bu kağıtların alıcısı yoktu ve fiyatı olmadığı
için zararlar yazılmaya devam ettikçe bilançolar kötüleşti ve Lehman
Brothers battı.
Lehman Battı çünkü 670 milyar dolarlık varlığı vardı ve özkaynakları
(kendisine ait varlığı) 35-40 milyar dolar civarındaydı. Yani varlıklarının
600 milyar dolardan fazla kısmı borç olarak alınmış ve bu riskli kağıtları
da içeren varlıklara yatırım yapılmıştı.
Lehman’ın batışı sonrasında panik arttı, çünkü artık Amerika’da her
banka batabilirdi. Bu arada 15’e yakın banka bu kağıtlardan alıp zarar
yazdıkları için, özkaynakları sıfırlanınca ABD TMSF’si tarafından el
konuldu.
Bu kağıtlardan alan Avrupalı bankalar batmaya başladı. Avrupalı
bankalar Amerikalı bankaların batacağı korkusuyla mevduatlarını
çekmeye başladılar. Artık hiçbir banka hiçbir bankaya ne Amerika’da ne
de Avrupa para vermiyordu. Gecelik LĐBOR (Londra bankalararası para
piyasası gecelik faiz oranları) oranları yüzde 5’e yaklaştı. Merkez
Bankaları paraya ihtiyacı olanlara nakit sağladı. Finansal piyasalar bir
ekonominin kalbidir. Parayı toplardamarlarla toplar ve atardamarlarla
dağıtır. Fakat işte bu kalp kendi kas hücrelerine (bankalara) bile kan
145
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
gönderemiyordu. FED ise serumla kan vermeye çalışıyordu. Hükümet
ise 700 milyar dolarlık paketle, bu kötü kağıtları alacağını açıkladı ama
herkes biliyordu ki bu miktar asla yetmeyecekti ve piyasalar bozulmaya
devam etti.
D. Global Kriz ve Krizin Stratejik Yönetimi
ABD’de subprime mortgage piyasasında geri dönmeyen kredilerin
etkisiyle başlayan ve kısa süre içinde uluslararası boyut kazanan krizde,
bir yıldan uzun bir süre geçmesine ve alınan son önlemlere rağmen
sona gelindiğini, söylemek için henüz çok erken. Aşağıdaki tabloda
hangi ülkelerin kriz sırasında aldıkları tedbirlerin tablosu verilmiştir.
Global Kriz derinleştiği sırada, ABD Merkez Bankası başkanı Ben
Bernanke hem genişletici para politikalarını harekete geçirirken, hem de
genişletici maliye politikalarının uygulanması gerekliliğini sonuna kadar
savundu. Bu bağlamda 1929 Büyük Buhran’la 2008 Global krizinin çıkış
sebepleri özde aynı olmasına rağmen, krize karşı alınan stratejik
tedbirler açısından, birbirlerinin tam zıddı bir görünüm arz etmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz üzere, Bernanke ve Schwartz, yaptıkları
çalışmalarda (Bernanke B. , Non-Monetary Effects of the Financial
Crisisin the Propagation of the Great Depression, 1983) bunun çok
büyük bir stratejik hata olduğunu vurgulamaktaydılar ve dolayısıyla
Bernanke’nin krize karşı aldığı önlemler de bu görüşleri ile paralel oldu.
Tablo 4: Global Krizde Ülkelerin Aldığı Önlemler
BANKA YÜKÜMLÜLÜKLERİ
BANKA VARLIKLARI
Mevduata Full
Banka borçlarına
Ring-Fence
Toksik
Garanti
garanti veya
Sermaye
olarak bilinen varlıkların
Kamulaştırmalar
ÜLKELER
verilmesi veya
banka borçlarının enjeksiyonu
kötü aktiflerin
alınması
garantinin
satın alınması
satın alınması
planları
artırılması
Amerika
X
X
X
X
X
X
Japonya
X
X
Avrupa Bölgesi
X
Almanya
X
X
X
X
Fransa
Zaten yüksekti
X
X
İtalya
X
X
İngiltere
X
X
X
X
X
DİĞER
Varlığa
Açığa satışın
Özel
dayalı
sınırlanması
tahvillerin
menkul
ya da
fonlanması kıymetlerin
yasaklanması
fonlanması
X
X
X
X
X
X
X
X
Kaynak: Worl Economic Outlook 2009
Tablo 4’de görülüğü üzere ABD’de alınabilecek bütün önlemler
alınmıştır. Ekonomileri derin bir resesyondan ve hatta depresyondan
kurtarmak
üzere,
piyasalara
inanılmaz
boyutlarda
likidite
pompalanmıştır. Ayrıca TARP ve TALF adı verilen planlarla, zor
duruma düşmüş finans kurumları ve Mortgage şirketleri kurtarılmıştır.
Krizin derinleşmesiyle, ABD hükümeti tarafından sorunu temelinden
çözmeye yönelik en büyük adım atıldı ve TARP fikri kamuoyuyla
paylaşıldı. Sıkıntılı bir sürecin ardından ekim ayının hemen başlarında
146
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
X
X
X
X
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Temsilciler Meclisi 850 milyar dolarlık büyüklüğe ulaşan kurtarma
paketine onay verdi. TARP (Troubled Assets Relief Program) olarak
adlandırılan “Kötü Aktifleri Kurtarma Planı” kısaca; finansal kurumların
elinde bulunan değeri düşen, değersiz veya likiditesi düşük varlık veya
borçların tamamının oluşturulacak yapı çerçevesinde satın alınmasını
ve yerine nakit ve nakde yakın varlıkların verilmesini ifade ediyordu.
Plan başta ABD başkanı Bush ve FED başkanı Bernanke tarafından
kurtuluş için tek çare olarak gösterildi.
Para politikası açısından bakıldığında ABD Merkez Bankası FED,
politika faizlerini 5.25 seviyelerinden kısa bir süre içinde 0.25 seviyesine
kadar düşürerek likiditenin bollaşmasını sağladı. Grafik 16 hem ABD
hem diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki politika faizlerindeki
sert düşüşleri göstermektedir.
Grafik 16: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Politika Faizleri
Kaynak: TCMB, Mayıs 2010.
Grafik 17’de görüldüğü üzere, politika faizlerinin düşürülmesi yanında,
Merkez Bankalarının kötü aktifleri satın almasıyla birlikte Merkez
bankası parası olarak bilinen para tabanı inanılmaz boyutlarda arttı.
Merkez bankaları ve hükümetlerin likidite enjeksiyonları, faiz indirimleri,
menkul kıymetlere getirilen açığa satış yasakları, zor durumdaki
kurumların doğrudan ya da dolaylı olarak devlet müdahalesiyle
kurtarılması ve neredeyse sınırsız hale getirilen mevduata ve bankacılık
işlemlerine garantiler, durma noktasına gelen bankacılık faaliyetlerinin
başta Avrupa olmak üzere yeniden işlemeye başlamasını sağladı.
Alınan bu önlemler sonrasında bankacılık faaliyetlerinin yeniden
işlemeye başlamasının daha büyük batıkları engellediğini düşünüyoruz.
147
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinden gelen ve boyutu 3,4 trilyon dolara
yaklaşan kurtarma planlarının krizin daha da derinleşmesinin önüne set
çekmiştir.
Grafik 17: Merkez Bankası Parası ve Global Kriz
Kaynak: OECD Economic Outlook 2009.
Grafik 18: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Global Kriz
Sonrası Büyüme
Kaynak: TCMB, Mayıs 2010.
Küresel çapta alınan stratejik önlemler sonrasında, bu önlemlerin
meyvaları kısa bir süre içinde kendini göstermiştir.
148
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Grafik 18’de görüldüğü üzere, 2008’in Ekim ayında derinleşen kriz
sonrasında alınan küresel önlemlerle birlikte 1929 Buhranı sonrasındaki
resim ortaya çıkmamış ve gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki
büyüme oranları çok kısa sürede toparlanmıştır. Uygulamaya konulan
devlet desteklerinin katkısıyla finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler,
toplam talep ve reel ekonomiyi olumlu etkilemiştir. Nitekim dünya geneli
için beklenen büyüme tahmini 2010 yılında yüzde 4,2’ye yükselmiştir.
Bu hızlı toparlanma sürecinin gelişmekte olan Asya ülkeleri ve ABD
kaynaklı olacağı tahmin edilmekte olup, özellikle yüksek bütçe
açıklarıyla mücadele eden Avrupa ülkelerindeki büyümenin daha yavaş
olması beklenmektedir (Grafik 18).
Grafik 19: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Đşsizlik Oranları
Kaynak: TCMB, Mayıs 2010.
SONUÇ
1929 Büyük Buhran ve 2008 Global krizleri karşılaştırıldığında, krizin
ortaya çıkışı bağlamında büyük benzerlikler vardır. 1929 yılı öncesinde,
borçlanarak hisse senedi alan yatırımcıların yerini, 2008 global krizi
öncesinde borçlanarak konut satın alanlar almıştır. Sonuçta her iki
durumda da büyük balonlar oluşmuştur. 1929 krizi öncesinde oluşan
balon hisse senetleri piyasasında kendini gösterirken, 2008 global krizi
öncesinde balonun oluşma yeri konut sektörü olmuştur.
Fakat iki krizi birbirinden farklı kılan en önemli özellik, krizlere karşı
uygulanan stratejik kararlardır. 1929’da borsadaki büyük çöküş
sonrasında, para arzı neredeyse hiç artırılmamış, reel faizler negatife
düşen enflasyon oranları ile birlikte, yüzde 14-15 seviyelerine çıkmış,
bu da ekonomik büyümenin önündeki en büyük engellerden biri
149
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
olmuştur. Aynı dönemlerde, ekonomiyi canlandırma adına, genişletici
maliye politikaları uygulanmamış ve klasik iktisadi düşüncenin bir ürünü
olarak, ekonominin kendi kendini toparlaması yıllarca beklenmiştir.
2008’deki kriz sonrasında uygulanan para ve maliye politikalarına
baktığımızda, tam tersi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Krizle birlikte,
sadece ABD ekonomisinin değil, aynı zamanda küresel çapta bir
depresyona girilmesini önlemek adına, hem gevşek para politikaları
hem de genişletici maliye politikaları fazla bir gecikmeye meydan
verilmeden uygulamaya konulmuştur. 2008 krizinin sonrasında dikkat
çeken bir başka yön de, uluslararası çapta koordinasyon ve krize karşı
tedbirlerin alınmış olmasıdır. 2008 Ekim ayında Lehman Brothers gibi
dev bir yatırım bankasının batışıyla birlikte başlayan krizin yüzyılın krizi
olduğu birçok uzman tarafından dile getirilmiş, çok uzun süreli
depresyonist bir dönemin olacağı tahminleri yapılmış, fakat alınan
önlemler sayesinde, korkulan olmamıştır. Dolayısıyla 2008 global
krizindeki stratejik koordineli yönetimin başarısı sayesinde, küresel
büyüme yeniden rayına girmiş durumdadır. Bu aşamadan sonra,
dünyanın önündeki yeni sorun, genişletici maliye politikaları ile birlikte
birçok gelişmiş ülkelerin borç/GSYIH oranlarının iki katına varan
oranlarda artması ve bütçe açıklarının GSYIH’ya oranlarının da yüzde
10’ları geçerek çok kritik seviyelere gelmesidir. Bu gelişmeler yeni
krizleri tetikleyebileceği için, bundan sonraki çalışmalarda, ülkelerin
borç dinamikleri mercek altına alınmalıdır.
KAYNAKÇA
Bernanke, B. (1983). Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the
Propagation of the Great Depression. American Economic Review .
Bernanke, B. S. (2000). Essays on the Great Depression. Princeton
University Press.
Bernanke, B., & James., H. (1991). "The Gold Standard,Deflation, and
Financial Crisis in the Great Depression: An international Comparison".
R. G. Hubbard içinde, Financial Markets and Financial Crisis. Chicago::
University of Chicago Press for NBER.
Bernstein, W. (Ocak 2005). "Yatırımın Dört Temel Taşı". (A. Perşembe,
Çev.) Scala Yayıncılık.
Bureau of Economic Analysis. (2008, November 25). National
Economic Accounts. (Girişi: December 10, 2008) Bureau of Economic
Analysis: http://www.bea.gov/national/index.htm adresinden alındı
Burns, R. (Yöneten). (2004). "New York, A Documentery Film" [Sinema
Filmi].
150
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
Eichengreen, B., & Sachs., J. (1985). "Exchange Rates and Economic
Recovery in the 1930s". Journal of Economic History .
Lovett, J. (2008, November). Howdy. December 12, 2008 tarihinde
John Lovett's Econ web:
http://faculty.tcu.edu/jlovett/econ_data/Depression.pdf adresinden alındı
Mehren, A. V. (23 Şubat 2009). "Lessons From The Great Depression".
Denmark: Danskebank.
NYSE, E. (2008, 12 10). timeline of NYSE. (Giriş: 12 12, 2008)
www.nyse.com: www.nyse.com/about/history/timeline_trading.html
Romer, C. D. (2003, December 20). Great Depression. (Giriş:
December 12, 2008) Christina Romer Web Page of Berkeley
University: http://elsa.berkeley.edu/~cromer/great_depression.pdf
Salsman, R. M. (June 2004). "The Cause and Consequences of the
Great Depression, Part 1: What Made the Roaring '20s Roar". The
Intellectual Activist , 16.
Schultz, S. K. (2008, March). "Crashing Hopes: The Great Depression".
(Giriş: Aralık 20, 2008) American History 102:
http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html
TCMB. (Mayıs 2010). Finansal Đstikrar raporu- Mayıs 2010. Ankara.
Tishler, W. P. (2009). American History 102. (Giriş: Mart 22, 2009)
http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html
VanGiezen, R., & Schwenk, A. E. (2003, January). Compensation from
before World War I through the Great Depression. (Giriş: Aralık 20,
2008) Bureu of Labor Statistics:
http://www.bls.gov/opub/cwc/cm20030124ar03p1.htm adresinden alındı
Weeks, L. (2008, Aralık 8). History's Advice During A Panic? Don't
Panic. (Girişi: Aralık 10, 2008) www.npr.org:
http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=94721470
Wikipedia, F. E. (2008, Aralık 10). "Wall Street Crash of 1929".
(Access: 12 10, 2008)
http://en.wikipedia.org/wiki/Wall_Street_Crash_of_1929
151
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
EK-1: 2008 Kriz Kronolojisi
TARĐH
ÜLKE
OLAY
11 Ocak 2008
ABD
Bank of America Corp, Countrywide Financial Corp'u
alacağını açıkladı
25 Ocak 2008
ABD
Federal Deposit Insurance Corp' (FDIC)
Douglass National Bank'a el koydu
17 Şubat 2008
Đngiltere
Northern Rock Kamulaştırıldı
7 Mart 2008
ABD
Hume Bank FDIC'a devroldu
17 Mart 2008
ABD
Bear Stearns JP Morgan Chase'e satıldı
9 Mayıs 2008
ABD
ANB Financial FDIC'a devroldu
30 Mayıs 2008
ABD
First Integrity Bank FDIC'a devroldu
11 Temmuz 2008 ABD
IndyMac FDIC'a devroldu
25 Temmuz 2008 ABD
First Nat.Bank of Nevada FDIC'a devroldu
25 Temmuz 2008 ABD
First Harigate Bank FDIC'a devroldu
1 Ekim 2008
ABD
First Priority Bank FDIC'a devroldu
22 Ağustos 2008
ABD
Columbian Bank and Trust FDIC'a devroldu
5 Eylül 2008
ABD
Silver State Bank FDIC'a devroldu
7 Eylül 2008
ABD
Freddie Mac ve Fannie Mae Kamulaştırıldı
13 Eylül 2009
Almanya
Deutsche Bank Postbank'ı satın aldı
14 Eylül 2008
ABD
Merrill Lynch 50 milyar dolara Bank Of Amerika’ya
satıldı
15 Eylül 2008
ABD
Lehman Brothers iflasını istedi
17 Eylül 2008
ABD
AIG'in %80'i 85 milyar dolara kamulaştı
18 Eylül 2008
ABD
Lehman Brothers bazı varlıklarını Barclays'a 1.75
milyar dolara sattı
18 Eylül 2008
Đngiltere
Đngiltere'de hisse senetlerinde açığa satış yasaklandı
18 Eylül 2008
Đngiltere
HBOS 22 milyar dolara Lloyds'a satıldı
18 Eylül 2008
ABD
Paulson, CNBC ekranlarından “Resolution Trust
Corporation"ı telafuz etti
19 Eylül 2008
ABD
Paulson dev kurtarma paketini açıkladı
19-20 Eylül 2008
ABD
TARP-Troubled Assets Relief Program Detayları
açıklandı
21 Eylül 2008
ABD
Goldman Sachs ve Morgan Stanley yatırım bankacılığı
bölümünü kapattı
152
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar
22 Eylül 2008
ABD
Nomura Holdings, iflas eden Lehman Brothers'ın
Asya'daki varlıklarını satın aldı
22 Eylül 2008
ABD
Mitsubishi UFJ Financial Group, Morgan Stanley'in
yüzde 10 ila 20'sini almak için anlaşmaya vardığını
bildirdi
24 Eylül 2008
ABD
Warren Buffett 5 milyar dolar değerinde Goldman
Sachs aldı
24 Eylül 2008
ABD
FBI Fannie Mae, Freddie Mac, Lehman Brothers ve
AIG hakkında soruşturma başlattı.
25 Eylül 2008
ABD
ABD hükümeti, ülkenin en büyük mevduat bankası
Washington Mutual'a el koydu.
26 Eylül 2008
ABD
Washington Mutual'un sadece operasyonları 1,9 milyar
dolara JP Morgan’a satıldı
28 Eylül 2008
Avrupa
Belçika, Hollanda ve Lüksemburg hükümetleri bankaya
% 49 oranında ortak oldu
28 Eylül 2008
Đngiltere
Đngiltere, Bradford & Bingley’i devletleştirdi
29 Eylül 2008
ABD
Wachovia, Citibank'a satıldı
29 Eylül 2008
ABD
ABD Temsilciler Meclisi kurtarma paketini reddetti
29 Eylül 2008
ABD
Morgan Stanley, Mitsubishi UFJ tarafından 9 milyar
dolar kaynak sağladı
30 Eylül 2008
Avrupa
Belçika, Fransa ve Lüksemburg Dexia'ya 6.4 milyar
euro’luk destek sağladı
30 Eylül 2008
Đrlanda
Đrlanda, Tüm Banka Mevduatlarına Garanti getirdi.
1 Ekim 2008
ABD
Kurtarma planının yeni şekli ABD'de senatodan geçti
1 Ekim 2008
Almanya
Almanya batık durumdaki emlak bankası Hypo Real
Estate’te 35 milyar euroluk kredi teminatı sağladı.
3 Ekim 2008
ABD
Wachovia Bank Wells Fargo ile birleşme kararı aldı.
Citibank kararı durdurdu.
3 Ekim 2008
ABD
ABD kongresi de kurtarma paketini onayladı ve Başkan
Bush'un imzası ile paket yürürlüğe girdi
6 Ekim 2008
Avrupa
Fransa'nın en büyük bankası BNP Paribas, Fortis'in
tüm bankacılık birimleriyle Belçika'daki sigorta
faaliyetini satın aldı
7 Ekim 2008
Đspanya
Đspanya mevduat garantisini 100 bin EUR’a çıkardı.
Ayrıca bankalarından 30 milyar EUR’luk kötü aktif alımı
yapılacak.
7 Ekim 2008
Đzlanda
Đzlanda’da Hükümet Landsbanki’ye el koydu.
Bankanın varlıklarının toplam değeri ülke GSYH’ sının
3 katından fazla.
153
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154
Yaşar Erdinç
7 Ekim 2008
Đzlanda
Đzlanda hükümeti para birimi koruna’yı döviz sepetine
endeksledi
7 Ekim 2008
Japonya
Japonya’da 7 yıl sonra ilk defa bir sigorta şirketi battı.
Yamato Life sigorta şirketi toplam 2.7 milyar dolar borç
ile battı.
7 Ekim 2008
Almanya
Hypo Real Estate’te 15 milyar euroluk yeni bir teminat
paketi sağlandı
8 Ekim 2008
Amerika, Đngiltere, Đsviçre, Đsveç ve Kanada Merkez
Merkez
Bankalarıyla Avrupa Merkez Bankası iskonto faiz
Bankaları
oranlarını indirdi.
8 Ekim 2008
Đngiltere
Đngiltere hükümeti 7 Ekim'de duyurulan banka destek
planını açıkladı.
9 Ekim 2008
ABD
Citigroup Wells Fargo ile Wachovia’nın alınması için
başlattığı hukuk mücadelesinde geri adım attı ve
Wachovia’yı almaktan vazgeçti.
10 Ekim 2008
G-7
G-7 ülkeleri 5 maddeli eylem planını kabul etti. Banka
ve finans kuruluşlarının desteklenmesi kararlaştırıldı.
12 Ekim 2008
Avrupa
Avrupa Birliği ülkeleri, krizi tartışmak üzere Paris'te
toplandı.Bankaların finansmanının geçici olarak
güvence altına alınması kararı çıktı.
13 Ekim 2008
Almanya
Almanya'da kurtarma paketi hükümet tarafından
onaylandı. Paketin büyüklüğü de 470 milyar euro
olarak açıklandı.
15 Ekim 2008
Đzlanda
Đzlanda Merkez Bankası faizleri 3,5 puan indirdi
154
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,155-174
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
BALKANLARDA GÜVENLĐK, ÇATIŞMA VE SOYKIRIM
Dr.Ümit HACIOĞLU∗
ÖZET
Uluslararası Ekonomi Politika alanında yapılan son çalışmalara bakıldığında; çatışma
bölgelerinde, uzun dönemli istikrar sağlamada askeri önlemlerin tek başına yeterli
olmadığı vurgulanmaktadır. Bosna Trajedisinde, uluslararası dayanışma etnik gruplar
arasındaki barışı kısmen sağlayabilmiştir. Özellikle BM Güvenli Bölgelerinde; uzlaşma
olmadan eyleme geçen barışı koruma stratejileri etnik temizliğin soykırıma dönüştüğü bir
çevre yaratmıştır. Bu çalışmada Balkanlarda etnik gruplar arasında barış ve güvenlik
konusu ele alınırken; Bosna’da yaşanan soykırım üzerinde durulmuş, Uluslararası
kamuoyunun tutumu eleştirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Balkanlar, Bosna, Güvenlik, Barış, Soykırım
ABSTRACT
Recent studies in the field of international political economy, it’s been emphasized that
military action alone is not sufficient for ensuring the long-term stability in post conflicting
areas. In the case of Bosnian War (1992-1995), International Participation has just
maintained interethnic peace with slender success. Peacekeeping strategies without
consensus subsequently set up an environment in which ethnic cleansings turned into
genocide in UN “Safe Areas”. In this study, interethnic peace and security in the Balkans
have been evaluated as well as the massacres in Bosnia have been analyzed. The
approach of International Community to what was happening in Bosnia has been also
criticized in this study.
Key Words: Balkans, Bosnia, Security, Peace, Genocide
GĐRĐŞ
Soğuk savaşın ardından Balkanlarda, ekonomik ve siyasi koşulların
kötüleşmeye başlaması ‘komşular arasında barış ve güvenlik ortamını
bozmuş, özellikle Bosna Hersek ve Kosova’da etnik temizlik hadisesi
ortaya çıkmıştır. Özellikle, Yugoslavya’da Tito döneminde çatışmanın
dini temelleri baskı altına alınsa da, Tito sonrası dönemde etnik ve
ayrılıkçı söylemler federasyon içinde üye devletleri rahatsız etmiş, Sırp
tarafının yayılmacı politikası ülkeyi iç karışıklığa yöneltmişti. Çatışmanın
boyutları düşünüldüğünde, Bosna ve Kosova trajedilerinde, her ne
kadar tarihi ve dini sebepler ön planda yer almışsa da; bu çatışmanın
uzun süreli bir buhrana dönüşmesinde uluslararası kamuoyunun
∗
Beykent Üniversitesi MYO Öğretim Görevlisi, [email protected].
Ümit Hacıoğlu
bölgede yeteri kadar baskı oluşturamaması, uluslararası hukukun
yavaş ve sonuçları kestirilemeyen transformasyon süreci, BM Güvenlik
Konseyinde yaşanan fikir ayrılıkları önemli rol oynamıştır.
Alandaki araştırmalar da genellikle bu çatışmanın etnik ve dini temelleri
üzerine odaklana gelmiştir. Bununla birlikte yapılan çalışmalar ve
araştırmalar; çatışmaların ölçek ve etki bakımından ağır bir trajediye
dönüşmesinde çatışmanın nedenlerinden ziyade ‘insani amaçlı
müdahale’nin zamanlamasındaki hataya vurgu yapmaktadır. Literatürde
ayrıca, akademisyenler özellikle Balkanlar’da uzun süreli barışı
sağlama ve yeniden yapılanma süreçlerine dair tatmin edici bir
çalışmaya yer verememişlerdir. Bu alandaki boşluk Dünya Bankası
sponsorluğunda yapılan çalışmalarla giderilmeye çalışılsa da, bu
bölgelerde gelecekte yaşanabilecek olası çatışmaların bölge güvenliğini
hangi boyuta etkileyebileceği hala öngörülememektedir. Balkanlarda,
özellikle etnik gruplar arasında barış (interethnic peace) ortamının kısa
vadede askeri önlemlerle sağlandığı görülmektedir. Uzun süreli barış ve
istikrar ortamının sağlanabilmesi için öncelikle bölgede politik ve
ekonomik istikrarın sağlanması gelmektedir. Mülteciler sorunu, altyapı
sorunu, enerji arz güvenliği sorunu, insan kaçakçığı ve uyuşturucu
trafiğinin devam etmesi, Dayton Antlaşmasındaki eksiklikler, dönüşümlü
başkanlık sistemi ve hantal bürokrasinin doğasından kaynaklanan
problemler, yüksek işsizlik ve kaynak sorunu, finansal piyasaların
derinleşememesi, Avrupa Birliği ile ekonomik ve siyasi alanda
entegrasyonun sağlanamaması gibi bir çok unsur bölgede ekonomik ve
siyasi istikrarı tehdit etmektedir.
Balkanlarda çatışan etnik gruplar arasında ticaret hacminin sığ kalması,
altyapı ve ekonomik iyileşme sürecinde özelleştirilen kamu iktisadi
kuruluşlarının etnik farklılıkları tolere edememesi, etnik gruplar arasında
dayanışma ve işbirliği sorununu tetikleye gelmektedir. Dünya Bankası
sponsorluğunda yapılan çalışmalar; Balkanlarda çatışan tarafların ortak
ekonomik ve sosyokültürel paydada buluşabilmesi halinde çatışmaların
ekonomik
nedenlerinin
önlenebileceğine
vurgu
yapmaktadır.
Yugoslavya’da ortak ekonomik çıkarın geliştirilememesi, batı ekonomisi
ile entegre olamama, federasyon içindeki anayasal devletlerin gelir ve
varlık dağılımındaki dengesizlik, genel bütçe sistemindeki problemler,
yüksek vergilendirme ve mali kuruluşların işlev eksikliği hızlı ekonomik
kötüleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Ekonomik kötüleşme etnik ve
dinsel faktörlerin ön plana çıkmasına neden olmuş ve federasyon kanlı
bir iç savaşa sahne olmuştur.
Paul Collier makalesinde, sivil savaş-iç çatışmanın ekonomik
kaygılardan kaynaklandığına işaret etmektedir. Bu nedenlerin başında
etnik gruplar arasında ‘aç gözlülük’ ve bundan kaynaklanan
156
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
‘mağduriyet’ duygusu gelmektedir. Collier’e göre ayrılıkçı hareketler ve
1
isyanlar iç savaş-çatışmaların ilk aşamasını oluşturmaktadır . Collier
makalesinde ayrıca, bu ayrılıkçı hareketlere neden olan faktörlerin
başında gelir dağılımındaki adaletsizlik ve doğal kaynakların yasal
olmayan yöntemlerle bir başka etnik grup tarafından ele geçirilmesinin
geldiğini belirtmektedir.
Baffin’e göre Yugoslavya’nın dağılma
sürecinde gelişmiş kuzey ülkeleri ile yoksul güneylilerin gelir
dağılımındaki farklılık çatışmanın alevlenmesine neden olmuştur. Bir
gece yarısı gelişmiş kuzey ülkelerinin içi az gelişmiş ülkeler için
boşaltılmıştı…. Kuzeyliler artık daha fazla ödememek için isyan
2
etmişti…
Balkanlar’da uzun süreli barış ve güvenliği sağlama bir takım karmaşık
metotlara bağlıdır: Yeniden yapılanma süreci, etkin devlet
mekanizmasının inşası, ekonomik kalkınma, yerlerinden olmuş
insanların tekrar yerlerine yerleştirilmesi (mülteciler sorunu),
Uluslararası savaş suçlularının teslimi konusunda işbirliği, uyuşturucu
ve insan kaçakçılığı ile mücadele, vb. Savaşın sona ermesi ve kısa
sürede güvenliğin sağlanmasında askeri önlemler son derece başarılı
olmuştur. Ancak Balkanlarda trajedinin bitmesini takiben son on yılda,
ekonomik önlemlerin uzun süreli barışı sağlamadaki rolünün askeri
önlemlere göre daha ön planda geldiği anlaşılmaktadır. Özellikle bölge
ülkelerinin enerji alanında yaptığı işbirlikleri ülkeleri birbirine daha da
bağlamaktadır. Diğer tarafta ise, caydırıcı güç olan uluslar arası
askeri/polis gücünün bölgedeki mevcudiyetinin devam etmesi, çatışma
sonrası çevre koşullarında hayati önem taşımakta ve uluslar arası
dayanışmanın bölgeye verdiği önemi göstermektedir. Özellikle çatışma
sonrası bu ülkelerin, savunma ve askeri harcamalarının kontrol altına
alınması bölgede barışa katkı sağlamaktadır. Her ne kadar geç olsa da
uluslar arası askeri önlemlerin Bosna ve Kosova trajedilerini
sonlandırdığı unutulmamalıdır.
Uluslararası hukukun da transformasyon sürecine girdiği ve insani
amaçlı müdahalenin ilk defa uygulandığı unutulmamalıdır. Uluslararası
askeri müdahalenin barış sağlamadaki zamanlama probleminin de
savaşın kurbanları açısından affedilir bir tarafı bulunmamaktadır.
Gecikmiş askeri stratejilerinin uygulanması ve ambargonun bölgede
3
soykırıma cesaret verdiği görülmektedir .
1
COLLIER, P.(1999).: ““Doing Well out of War”: Conference on Economic Agendas in
Civil Wars”, London, Aptil, p.1.
2
BAFFIN, J. (1996).: “The Destruction of Yugoslavia: A Teste for Killing”, (in) The World
in Conflict War Annual 7, Herndon, p.101.
3
HOLBROOKE, R. (1998), To End A War, Random House, NY. YENĐGÜN, C. VE
HACIOĞLU, Ü. (2004),“ Bosna Hersek: Etnik Savaş- Eksik Antlaşma”, K. Đnat et al., (Der):
Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Đstanbul, s.186, 189-210.
157
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
Çatışmaya taraf ülkelerin (conflicting parties) savaş suçlularının
cezalandırılmasında tam olarak iş birliğine girmemesi, ekonomik
kaynakların kullanım sorunu, sınır problemi gibi konuların gölgesinde
askeri önlemler (military measures) tek başına uzun süreli barışı
sağlamada yeterli olmamaktadır. Gelecekte yaşanabilecek potansiyel
çatışmaların önlenmesinde uluslar arası dayanışma çerçevesinde
ekonomik, siyasi, kültürel ve hukuki önlemlerin alınması gerekmektedir.
Öncelikle altyapının iyileşmesi sağlanmalı, uluslararası hukuk
çerçevesinde ise, uluslar arası toplum barış sürecine doğrudan katkıda
bulunmalı ve çözüme kavuşmamış sorunların çözümünde hakemlik
görevi üstlenmelidir. Bu sorunların başında bölgede doğal kaynakların
kullanım sorunu, mülteciler sorunu, sınır problemi, savaş suçlularının
yargılanma ve suçlarının tespiti sorunu gelmektedir.
Özellikle çift parlamentolu, çift devletli bir yapının Bosna- Hersek’te
zaman zaman tıkanmalara neden olması, Sırbistan’ın Kosova’nın
bütünlüğü tanımaması, AB’nin Sırbistan, Karadağ ve Hırvatistan’a
tanıdığı ayrıcalıkları Müslüman Boşnak ve Arnavutlara tanımaması
gelecekteki problemlerin çözümüne katkı sağlamamaktadır. Öncelikle
mevcut sorunların adil ve uzun vadeli çözümü sağlanmalıdır. Ortak
çıkar ve işbirliğinin geliştirilmesi bu toplumların birbirleriyle ve AB içinde
entegrasyonunu hızlandıracak etkiyi yaratacaktır. Collier’e göre,
çatışma sonrası toplumlarda uzun süreli güvenli sağlamak için, çatışan
taraflar arasında çatışma riskini doğuracak faktörlerin minimize edilmesi
gerekmektedir. Bu faktörler; istihdamı artırma, gelir dağılımında adalet,
her etnik gruba benzer ekonomik imtiyazlar sağlama, yoksullukla
4
mücadele, etkin vergi sistemi, vb. Collier’in işaret ettiği bu unsurlar
çatışmaların ekonomik nedenlerini ortadan kaldırabilecek dinamikleri
barındırmaktadır.
Ortak çıkar sağlamanın yeniden yapılanma ve iyileşme sürecinin( post
conflict reconstruction and recovery) önemli bir parçası durumundadır.
Bu süreç sosyal ve ekonomik ajandayı içermektedir. Bu ajandalarda,
sağlık sisteminin iyileştirilmesi, ekonomik altyapının güçlendirilmesi,
eğitim sisteminin geliştirilmesi, savaş suçlularının yargılanması, savaş
suçlarının kompanse edilmesi, serbest piyasa ekonomisine geçişin
hızlandırılması, refah düzeyinin artırılması, doğrudan yatırımların teşvik
edilmesi, sınır problemlerinin çözülmesi, polis teşkilatının yenilenmesi,
şeffaflığın sağlanması gibi konular yer almaktadır.
Balkanlarda özellikle Bosna ve Kosova’da gelecekte yaşanabilecek
potansiyel çatışmalar ekonomik, politik, hukuki ve sosyo-kültürel
çerçevede alınacak önlemler sayesinde önlenebilecektir. Uluslararası
4
COLLIER, a.g.e., (1999), p.13.
158
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
askeri önlemler bölgede her ne kadar kısa süreli barış ve istikrarı
sağlamış olsa da, uzun süreli güvenlik ve barış ortamı ancak etkin bir
yeniden yapılanma ve ortak çıkar sağlama sürecine bağlı kalmaktadır.
Bu nedenle uluslararası toplum bölgede daha aktif rol oynamalı ve
özellikle refah düzeyini artırıcı önlemlerin alınmasında inisiyatif sahibi
olmalıdır.
1. BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLĐK
A. Geleneksel ve Modern Güvenlik Paradigması
Balkanlarda etnik gruplar arasındaki barışı etkileyen geçmişteki ve
gelecekte olası koşulları değerlendirebilmek için öncelikle güvenlik
kavramını ve teorik çerçevesini ele almak gerekmektedir. Uluslararası
ilişkilerde, geleneksel güvenlik paradigması, devleti temel odak
noktasına alan realist ekolün bir elementi olarak ortaya çıkmaktadır.
Soğuk savaş döneminde, süper güçler kendi ulusunun güvenliğinin
bağlı olduğu ülkelerinin güvenliğini uluslar arası Güç Dengesine
bağlamışlardır. Bu nedenle, ulus devletin güvenliği askeri gücüne ve dış
çevredeki etki alanlarını içeren askeri manevra kabiliyetine
bağlamaktadırlar. Yılmaz’a göre, Soğuk Savaş döneminin sona
etmesiyle birlikte, küreselleşme bu teoremin değişmesine neden
olmuştur. Özellikle internet ve iletişim teknolojilerindeki hızlı değişimler
yeni güvenlik paradigmasının oluştuğu küreselleşme sürecini daha
belirgin hale getirmiştir. Uluslararası terörizm, kendi kaderini tayin etme
(self-determination ) ve insani müdahaleler güvenlik sorunlarını artıran
faktörlerin başında gelmektedir. Yeni güvenlik mimarisinde bugün
küreselleşme sürecini internet ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme
derinden etkilemekte ve güvenlik paradigmasının değişmesine neden
5
olmaktadır .
Yılmaz’ın BUSAM 2007 Güvenlik raporunda belirttiği gibi; küreselleşme
6
uluslararası arenaya üç yeni aktörü takdim etmektedir ; küresel
sermaye pazarları, uluslararası organizasyonlar ve küresel sivil toplum.
Devletin sınırları bu arenada küreselleşmenin yaptığı bütünleşmeyi
yavaşlatan bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Dolaylı olarak
7
küreselleşme gelişmekte olan devletlerin yapılarını çökertmektedir .
Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusal ve uluslar arası
düzeydeki kurumların pek çoğu kabuk değiştirmektedir. Küreselleşme
ulus-devletin güvenliğini aşındıran ve göz ardı eden nitelikleri ile öne
5
YILMAZ, S. (2007): National Security Report for Turkey, Beykent University, BUSAM,
Đstanbul, p.1.
6
DREZNER, D W. (Nov 2004), Who Rules? The Regulation of Globalization, Chicago
University Press, Chicago, p.271-272.
7
KAZGAN, Gülten. (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet: Yeni Ekonomik Düzen, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, Đstanbul.
159
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
çıktığından 21. Yüzyılda ulus-devletin güvenlik konsepti yeniden
8
gözden geçirilmelidir .
Güvenlik iki boyutu göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir:
Ulusal güvenlik ve etnik gruplar arası güvenlik. Kesin bir şekilde uluslar
bütünlüğü ve üniter yapısı tanımlanmış Türkiye gibi bir devlet için
uluslar güvenlik önem arz etmektedir. Diğer tarafta ise, Bosna Hersek
gibi birçok etnik grubu barındıran ülkelerde ortak anayasal sistemin
devam edebilmesi için etnik gruplar arası güvenliğin sağlanması önem
arz etmektedir. Küreselleşme güvenliğin ilk boyutunda tehdit
9
oluşturmaktadır. Yılmazın ifade ettiği gibi ;
Küreselleşmenin ulusal güvenliğe etkilerini
10
aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz
; (1)
Uluslararası ve ulus üstü yapıların gelişmesi
ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta,
ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç
politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir.
(2) Küresel ekonomik bütünleşme ekonominin
ulusal denetimini ve hükümetlerin etkinliğini
sınırlamakta, devleti güçsüzleştirmektedir. (3)
Ekonomi ulusal gücün lokomotifi olarak ortaya
çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin
(çokuluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.)
ulusal ekonominin gelişmesindeki belirleyici rolü
ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli
güvenlik parametresi haline getirmektedir. (4)
Ulus ötesi sosyal ve dini hareketler ulusal
güvenliğe meydan okumaktadır. (5) Küresel
iletişim ve ulaşım devletin sınırlarının kontrolünü
daha da güçleştirmiştir. (6) Ulusal birlik; etnik ve
dinsel çeşitlilik ve devletten özerklik taleplerinin
tehdidi altındadır. Özetle, ulus-devletlerin
küreselleşme karşısında yeniden yapılanmaya
ve rollerini gözden geçirmeye, ulusal güvenlik ve
güç kullanımı konusunda yeni yöntem ve
vasıtalara ihtiyacı vardır.
8
Institute of Defence And Strategic Studies (IDSS), (2006), Globalization and Defense,
Nanyang Technological University, Globalization and Defense Conference (15-16 March
2006). Singapore. Website: http://www.idss.edu.sg (15 Haz, 2007), p.15.
9
YILMAZ, a.g.e., (2007), p.3; YILMAZ Sait., (2006). Security and Intelligence in the 21 st
Century, Alfa Publications, Đstanbul, p.97-98.
10
YILMAZ, a.g.e., (2006), p.97-98.
160
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
Ulusal güvenliğin üzerinde küreselleşmenin negatif etkilerinden ayrı
olarak,
Yugoslavya’daki sivil savaş egemenlik ve güvenliğin
sağlanması arasındaki sınırın sorgulanmasına neden olmuştur.
Küresel iletişimin ve bağımsız medya gruplarının etkisi ışığında uluslar
arası kamuoyu Bosna ve Kosova’da olanlara kayıtsız kalmamış ve
uluslar-ötesi örgütler üzerinde baskı sağlamıştır. Sonuçta, uluslar arası
işbirliği çerçevesinde, çatışmaya insani amaçlı müdahale sağlanmış ve
barış temin edilmiştir. Askeri önlemler, çatışan taraflar arasında
güvenlik ve istikrarın sağlanmasında kısa süreli de olsa önemli rol
üstlenmiştir. Madalyonun diğer tarafında ise, insani müdahalenin
mevcudiyeti ve yöntemi ulus devletin egemenliği ve uluslar arası
hukukun transformasyonu üzerinde bir takım soru işaretlerini de
beraberinde getirmiştir.
B. Đnsani Amaçlı Müdahale ve Güvenlik
Fixdal ve Smith’e göre, insani amaçlı müdahale günümüz uluslar arası
11
güvenlik sorunlarının başında yer almaktadır . Bu görüşün aksine,
uluslar arası insani amaçlı müdahalenin olmadığı bir ortamda silahlı
çatışmaların ve etnik temizliğin nasıl durdurulacağı sorun teşkil
etmektedir. Acaba, tek başına uluslar arası örgütler, sivil toplum
kuruluşları ve ekonomik birimler böylesi kanlı bir trajediyi durdurmakta
tek başına yeterli olabilecek miydi? Kriz önleme ve Đyileşme raporuna
göre, çatışma sonrası ekonomik iyileşme süreci sadece ekonomik
iyileşmeye odaklanmamaktadır. Aynı zamanda, çatışma sonrasında
çatışan taraflar arasında gelecekte olabilecek bir çatışma riskinin
azaltılmasına odaklanmaktadır. Bu nedenle, istihdamda artış ile birlikte
12
sürdürülebilir ekonomik kalkınma odak noktasında yer almaktadır .
Dünya Bankası raporlarına göre çatışma sonrası Balkanlarda, özellikle
Kosova ve Bosna’da, temel sorun işsizlik gelmektedir. Son 10 yılda,
resmi rakamlara göre, işsizlik oranı %40’ı geçmektedir. Bu Bosna’da
sosyal harcamaların artmasına ve yıllık Milli hâsılanın %30’una denk
13
gelmesi anlamını taşımaktadır . Özellikle savaş sonrası ülkeyi terk
eden yetenekli iş gücünün ülke ekonomisine kazandırılması ve özel
sektörün yatırımlarda bulunması, iyileşme sürecinde hayati önem
14
taşımaktadır .
11
FIXDAL, M.& SMITH, D. (1998): Humanitarian Intervention and Just War” International
Peace Research Institure, Oslo, p.283.
12
UN, 2008, 24.
13
The World Bank REPORT, 2004: International Development Association, Country
Assistance Strategy for Bosnia and Herzegovina Report No: 29 196-BA
14
UN, 2008, 24)
161
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
Son dönemde, Balkanlarda ekonomik ve siyasi istikrarı tehdit eden
unsurlara bakıldığında, bu unsurların güvenlik sorununu etkilediği
anlaşılmaktadır. Bu unsurlardan başlıcaları:
1) Bölgede yeni beliren ekonomilerin enerji sıkıntısı
2) Devlet mekanizmasının hantal işlemesi
3) Dış yardımlara bağımlılık
4) Sınır probleminin çözülememesi
5) Ortak başkanlık sistemi
6) Yürütme sistemi
7) Küresel ekonomik kriz
8) Bütçede açıklar
9) Yoğun siyasi gündem ve problemler
10) Kosova’nın bağımsızlığı sonrası Sırp tarafında tarihi
15
nefretin tekrar belirmesi .
C. Yugoslavya’nın Dağılma Sürecinde Güvenlik Sorunu
Güç-Dengesindeki Kaymaların Güvenlik Üzerinde Ölümcül Etkileri
Egemen güçler için Balkanlar her zaman tarihte odak noktası olmuştur.
Balkanlar tarihte, Roma, Bizans, Rus, Osmanlı, Avusturya gibi
imparatorlukların etkisinde yer almıştır. Özellikle bu egemen güçler için
barışın ve güvenliğin temininde Osmanlı Devleti yüzyıllarca başarılı
olmuş ve bu toprakları bir hoşgörü diyarına dönüştürmüştür. Ancak her
bir dönemin sonunda egemen güçler arasındaki etki geçişi sırasında bu
16
bölgede barış ve güvenlik tahdit altına girmiştir . Güç geçişleri
sırasında ortaya çıkan güvenlik boşluklarında birçok etnik kıyımın
gerçekleştiği alandaki araştırmacılar tarafından dile getirilmektedir.
Özellikle, Osmanlı’nın Balkanlar’dan tasfiyesi sırasında birçok
17
Müslüman Arnavut ve Boşnak etnik soykırıma uğramıştır . Griffiths’in
ifade ettiği gibi Bosna ve Hersek kesinlikle tarihte Balkanların barut
15
HACIOĞLU, U. (Autumn 2008): “The New Address of The Familiar Danger Bells: The
Axis of Kosova- Bosnia”, Journal of Strategic Studies, BUSAM, Vol:1 N:2., p.189-195.
HACIOĞLU, Ü.
(2009).: “Challenging Issue of Sustainable Interethnic Peace and
Security: Which Strategy Secures Best in the Balkans”, 2nd International Symposium on
the Strategy and Security Studies, BUSAM, 16-17 April, Đstanbul, p.60-74.
16
HAGEN, W. (1999): “The Balkans in the Mid-Eighteenth Century”, (in) Foreign Affairs,
V:78, N: 4, p.57-64)
17
MALCOLM, N.: (1994) A Short History of Bosnia, New York.
162
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
fıçısı olmuştur. Geleneksel olarak, bu yakıştırma Bosna’nın Hıristiyan
18
ve Đslam dünyası arasındaki fay hattında olması olarak gösterilmiştir .
Griffiths bu argumanında Bosna ve Hersek’in 15.yy.dan 18.yy.ın
sonuna kadar bir barış ve tolerans diyarı olduğuna atıfta bulunmalıydı.
Sadece 16. ve 17.yy.da BH, Osmanlı Devlet sistemine 9 veziri azam ve
19
sayısız üst düzey devlet adamı kazandırmıştır
Özellikle Avrupa’da yayılan milliyetçilik akımları karşısında Osmanlı
Devleti Balkanlar’daki etkisini kaybetmeye başlamıştır.
Karadağ,
Yunanistan ve diğer bölgelerde çıkan isyanlar birçok Müslüman’ın
katledilmesine neden olmuştur. Avusturya-Macaristan'ın 1878’de
Bosna’yı ilhak etmesi ve 1908’e kadar bu ülkede egemenlik sürmesi bu
etnik çatışmaları da önleyememiştir. Özellikle bu dönemde Sırplar ile
Hırvatlar arasında etnik çatışmalar yaşanmıştır. Sonraki yılda Rusya’nın
desteği ile Osmanlı’ya isyan eden Ortodoks Sırplar sonraki dönemde
Kosova’yı işgal etmişlerdir. Hagen ve Malcolm, Osmanlı’dan
Habsburg’a, Habsburg’dan Sırp Krallığı’na egemenlik geçişleri
sırasında sayısız Müslüman, Arnavut, Ortodoks Sırp ve Katolik
20
Hırvatların katledildiğini ifade etmektedirler . Yugoslavya’nın dağılma
sürecinde, bu katliamlar Sırp ve Hırvatlar arasındaki husumetin
alevlenmesinde önemli rol oynamıştır. Bugün Avrupalı tarihçilere göre
Hırvat Utaşa yönetimi sırasında 500.000 insanın katledildiğinin ifade
21
edilmesine rağmen … gündemde Türk tarihine karşı Ermeni soykırımı
iddiaların bulunması manidardır.
1875-78 yılları arasında yaşanan "Doğu Krizi" ve milliyetçilik akımları ile
zayıflayan Osmanlı Devleti, kendi iç problemleri ile uğraşırken bu
dönemde politik, ekonomik ve kültürel etkinliğini artıran Avusturya bu
topraklarda hakim devlet konumuna gelmiş idi. Bu durumdan rahatsız
olan Rusya dini ve milliyetçi motifleri kullanarak Sırpları kışkırtmış ve
1912 Balkan savaşı sırasında Kosova’nın Sırplar tarafından işgaline
22
zemin hazırlamıştır . Kısa bir süre sonra "Osmanlı Devleti'nden
bağımsızlıklarını kazanan Sırplar I. Dünya savaşı sırasında ve
18
GRIFFITHS, S. I. (1993).: “Nationalism and Ethnic Conflict- Threats to European
Security”, Oxford Un. Press, New York, p.52.
Ailesi Ortodoks-Sırp olan Sokullu Mehmet Paşa en ünlülerindendir. Đslam’ı seçmesine
rağmen Hristiyan ailesinden bağlarını koparmamıştır. Bu dönemde N.Malcolm’un da
ifade ettiği gibi Hristiyan toplumunda, evlatlarının Osmanlı Devlet sisteminde yer alıyor
olması ayrıcalık ve imtiyaz olarak kabul edilmekteydi. Diğer ünlü vezirler ise Hâdım Sinan
Paşa Damat Đbrahim Paşa, Kara Davut Paşa, Mostarlı Mustafa Paşa, Tiryaki Hasan Paşa
ve Cezar Ahmet Paşa’dır( Yenigün, C. ve Hacıoğlu, Ü., 2004)
20
HAGEN, a.g.e., 1999, p.57- 60; MALCOLM, a.g.e., 1994.
21
BAFFIN, a.g.e. ,1996, p.99.
22
HACIOĞLU, a.g.e., 2008, p.189-205.
19
163
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
sonrasında Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Slovenlere karşı büyük
23
katliamlar gerçekleştirmişlerdir” .
I. Dünya savaşı sonrasında Avusturya- Macaristan Đmparatorluğu'nun
lağvedilmesi ile ayrılan Kosova, Bosna-Hersek, Sırp ve Sloven
toplumları, Sırp Krallığı ile birlikte Yugoslavya altında toplanmıştır. I.
Dünya savaşı sonrası kurulan bu yeni devlet Sloven, Sırp, Karadağ,
Bosna-Hersek, Makedonya ve Hırvatistan’dan oluşan 6 federe
devletten oluşmakta idi. Bunun yanında Sırbistan'da Ortodoks,
Slovenya ve Hırvatistan da Katolik, Bosna-Hersek, Makedonya ve
Kosova'da Müslümanlar olmak üzere üç ayrı dine yayılmış bir sosyokültürel yapı bulunmaktaydı. Đki dünya savaşı arasında Kosova ve
Bosna Yugoslavya'nın bir kolonisi durumunda kalırken bölgede
hakimiyet arzulayan Sırbistan " Büyük Sırbistan" hayali ile bu bölgedeki
24
Müslümanlar "Sırplaştırma Politikası"na maruz kalmışlardır .
Yugoslavya’nın Dağılma
Stratejisi: Anayasal haklar
Sürecinin
hemen
Öncesinde
Güvenlik
1941'de, Hitler Almanya'sı Yugoslavya ve Đtalya'yı işgal ederken, II.
25
Dünya Savaşı sırasında Tito Ustaşa ve Nazi istilasına karşı Đngiltere
ve Rusya tarafından desteklenen bir direniş başlatmıştır. Almanya'nın
savaşı kaybetmesi ile birlikte Tito'nun yönetimindeki Yugoslav
partizanlar ülkeyi bağımsızlaştırmayı başarmıştır. 1945'de kendisini
mareşal ilan eden Tito uyguladığı baskıcı politikalarla faklı grupları bir
araya getirmeyi başarmıştır. Tito Sovyet idaresi altında izole olmaktan
kaçınarak ülkeye özgü milli bir komünizm kurmuştur. Bununla beraber
ülkede entelektüel özgürlük kısıtlanarak ayrılıkçı Sırp ve Hırvat
26
milliyetçiliği baskı altında tutulmuştur . Kosova’nın Tito dönemindeki
27
yasal statü durumuna ise Balcı şu şekilde değinmiştir :
“Tito 1974'te yasamanın daha katılımcı hale
getirilmesi amacı ile federe devletlere onay ve
veto yetkisi tanımıştır. Bu dönemde federe
devletler daha otonom bir hale dönüşmüştür.
1974 tarihli anayasa'nın 1.ve 2. maddeleri ‘
Kosova'nın federasyonu oluşturan anayasal bir
parça olduğu’, 5 maddesi de ‘ Kosova'nın
kendine ait bir bölgesi ve rızası olmadan
23
HAGEN, a.g.e., 1999, p.52.
HACIOĞLU, a.g.e., 2008, p.189.
25
Hitler'in izniyle Bağımsız Hırvatistan'ı yöneten faşist Đktidar Partisi
26
HACIOĞLU, a.g.e., 2008, p.189-207.
27
BALCI, a.g.e., 2004, p.17.
24
164
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
değiştirilemeyecek
belirtilmektedir”
sınırları"
olduğu
Ayrıca Kosova’nın Federasyon içindeki diğer Cumhuriyetlerin statüleri
ile eşit durumda olduğuna değinilmiştir. “Aynı şekilde 399. madde ve
402. maddede belirtildiği üzere ‘Kosova'nın eski Yugoslavya
anayasasının değiştirilmesi ve ıslahı meselelerinde diğer Cumhuriyetler
28
ile eşit durumda olduğu’ yer almaktadır.” .
Tito'nun 1980'de ölmesinin ardından kolektif başkanlık sistemine
geçilirken yeni anayasanın özerk Kosova'ya tanıdığı haklar Federasyon
içindeki Sırpları oldukça rahatsız etmiştir. “1986 yılında Belgrad'da
akademisyen, edebiyatçı ve entelektüellerin bir araya geldiği Sırp Bilim
ve Sanatlar Akademisi bir memorandum yayınlayarak Tito
Yugoslavyasının Sırpları cezalandırdığı ve Kosova'nın federal hale
gelmesi ile Sırbistan’dan Koparıldığını belirtilerek önlem alınması
29
istenmiştir” .
Güvenliğin Çöküşünde Medya ve Literatürün Rolü
Yugoslavya’da etnik gruplar arasında barışın ve güvenliğin çöküşünde
sadece tarihi düşmanlıklar rol oynamamıştır. Özellikle bu süreçte
medyada yer alan kışkırtıcı haberler Sırp bilimler akademisinin
deklarasyonu, literatürdeki romanlar ve kahramanlık hikâyeleri
propaganda aracı olarak bu dönemde sıklıkla kullanıla gelmiştir. Bütün
bunlara ilave olarak ekonomik kötüleşmenin yaşanması ve gelir
dağılımında adaletsizlik çatışmalara zemin hazırlamıştır. Yugoslav Đç
savaşından etkilenen realistlerin dikkatini bu dönemde etnik savaşlar
çekmiştir. Fakat bu teorisyenler, genel anlamda bir etnik savaş teorisi
geliştirememişlerdir.
Đki tarafın birbirine düşmanlık beslediği bir
ortamda; karşı tarafın diğer tarafın davranışlarından emin olmaması
30
sonucunda bir güvensizlik hissi ortaya çıkmaktadır . Tito’nun 1980’de
ölümünden sonra, tarihi nefret ve güvensizlik TV haberlerinin
31
vazgeçilmez konusu olmuştur . Sırp ve Hırvat literatüründe eski
32
hikâyeler ve milliyetçi söylemler
ekonomi kötüleştikçe yayılmaya
33
devam etmiştir .
28
BALCI, a.g.e., 2004, p.171.
Röportaj: Đsmet Kasumoviç, Saraybosna, (Temmuz 2003)
HOROWITZ, D. (April 20–21, 1998).: “Structure and Strategy in Ethnic Conflict”, Annual
World Bank Conference on Development Economics, Washington.
31
PATERSON, R., GOW, J, (1996): Alison Preston (Eds), Bosnia by Television, British
Film Institute, London,
32
SELLS, M., (1998) “ Religion, History and Genocide in Bosnia Herzegovina”, Courtright
and Majzes(Der): The Religion and the War in Bosnia, American Academy of Religion,
Scholars Press, Georgia, p.23-43.
33
RAMET, S.: Balkan Babel: The Disintegration of Yugoslavia from Death of Tito to
Ethnic War, Westview, Boulder, (1996), p.44.
29
30
165
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
2. BOSNA’DA GÜVENLĐK ZEMĐNĐNDEN SOYKIRIMA GĐDEN YOL
Avrupa’nın barut fıçısı Balkanlar’da etnik gruplar arası barış güvenliğin
sağlanmasına bağlıdır. Ekonomik ve sosyal önlemlerin başarısı askeri
önlemleri güçlendirecek ve güvenlik temin edilmiş olacaktır. 1980’de
Tito’nun ölümünün ardından, etkin güç merkezden uzaklaşarak parti
liderlerine kaymaya başlamıştır. Ekonomi kötüleştikçe bu liderler dikkati
yerel etnik problemlere çekmeyi başarmış ve anayasal taraflar arasında
34
. Đç savaşın temellerine bakıldığında,
ayrılığı hızlandırmışlardır
ekonomik motivasyon ve mağduriyetin ön planda olduğu sonucu ortaya
35
çıkmaktadır .
Miloseviç’in Sırbistan’da önde gelen siyasi figür olmasından hemen
sonra, anayasada 1974’te Yüksek derecede otonom bölge ilan edilen
Kosova’nın hakları askıya alınırken; Kosova’da güvenlik siviller için
gerçek bir sorun yumağına dönüşmüştü… Anayasa Sırplar arasında
tam bir mağduriyet hissinin ortaya çıkmasına neden olmuştur; ta ki
36
Miloseviç iktidara gelene kadar… Kısa bir sure sonra, Mart 1989’da
Kosova, Belgrad’ın doğrudan himayesi altına girmiştir. Buna müteakip,
polis teşkilatında, okullarda, Priştine Üniversitesinde ve diğer devlet
kuruluşlarında çalışan Kosovalılar işlerinden kovulmuştur. Kosova’da
Arnavut Müslümanlara ait medya baskı altına alınırken, Arnavutça
37
dilinde eğitim yasaklanmıştır .
Slobodan Miloseviç’in düşmanca politikaları nedeni ile alevlenen Sırp
Milliyetçiliği etnik soykırım hareketine dönüşmüştür. Bosnalı
Müslümanlar ve Kosovalı Arnavutlar etnik kıyıma uğrarken dünya bu
sahneye uzunca bir sure seyirci kalmıştır. Miloseviç’in iktidara gelmesi
Sırplar arasındaki milliyetçi duyguları körüklerken; Slovenya ve
Hırvatistan’da da karşı milliyetçi duyguların alevlenmesine neden
38
olmuştur .
1989’da, Slovenya Sırp kontrolündeki Yugoslavya’dan ayrılma hakkını
tanıyan yeni anayasayı onayladı. Bu anayasa Sırbistan’da toplu
gösterilere ve protestolara neden olurken; 1990’da Sloven Komünist
Partisi kendini fesh ederek Slovenya Ulusal Meclisinin egemenlik
39
deklarasyonu yayınlamasını hızlandırmıştır . 1990’da Hırvatistan’da
bulunan Knın şehrinde Sırp azınlık referanduma giderek silahlı
çatışmaların başlamasına neden olmuştur. Bu süreç Yugoslavya’da
soykırıma giden yolu hazırlamış ve güvenliğin ortadan kalkmasına
34
GRIFFITHS, a.g.e., 1993, p.41.
COLLIER, a.g.e., 1999, p.2.
36
GRIFFIHS, a.g.e., 1993, p.41.
37
www.setimes.com
38
GRIFFITHS, a.g.e., 1993, p.41-42.
39
GRIFFITHS, a.g.e., 1993, p.42.
35
166
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
neden olmuştur. Avrupa Topluluğu, o dönemde, çatışmaları
Yugoslavya’nın iç meselesi olarak tanısa da; özellikle Slovenya ve
Hırvatistan’ın bağımsızlığını vakit geçirmeden tanımış ve destek
vermiştir. Aynı reaksiyonu daha sonra, Bosna’nın bağımsızlığında
göstermeyen AT’nin bu tavrı hayli düşündürücüdür.
Bosna’da ise Alija Đzetbegoviç liderliğinde Bosna’lı Müslümanlar
federasyon içinde demokratik geleneğe bağlı olduklarını deklere
ederken federasyondan ayrılma niyetlerinin olmadığını belirtmişlerdir.
Ancak, Bosna’da Sırp etnik gruplar ağır silahlarla donatılırken,
Boşnakların Silahlarını bırakması güç dengelerini Boşnaklar aleyhine
olumsuz yönde değiştirmiştir. Saraybosna’yı ablukaya alan, Yugoslav
ordusu JNA Sırp paramiliter grupların silahlanmasında etkin rol
oynamıştır.
Büyük Sırbistan hayalinin gerçekleşebilmesi için Bosna’dan
Müslümanların tasfiye edilmesi gerekmekteydi ve bunun için Bosnalı
Sırplar ellerinden geleni yapmaktan çekinmemişlerdi. Bu baskı
ortamında Bosnalı Müslümanlar, anayasanın kendilerine vermiş olduğu
bağımsızlık
hakkını
kullanmak
için
referanduma
giderek
bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bağımsızlığın ilanını takiben Bosna’da
kaos başlamıştır. Çentikler, Bosna’da sistemik bir şekilde etnik temizlik
ve tecavüzlere girişmiş, Batı bu duruma yeteri kadar sert tepki
verememiştir.
Mayıs 1991’ de Bosna-Hersek’te yaşayan Sırplar, önce Bosna’da bir
“otonom bölge”, ardından Ekim 1991’de ise bir meclis oluşturduktan
sonra 27 Mart 1992’de Bosna Sırp Cumhuriyetini ilan etmişlerdir. Bu
arada Slovenya, Belgrat’ta bulunan Sırp askerlerinin geri çekilmesi için
Sırbistan’a 19 Ekim 1991’e kadar bir süre tanımış, Sırpların bunu kabul
etmemesi üzerine 30 Haziran 1991’ de, Velika-Vas’da Yugoslav
ordusuna saldırmıştır. Ardından Sırp ordusunun da Vukover kasabasını
işgal etmesiyle savaş resmen başlamıştır. “Adriyatik’in cevheri” olarak
adlandırılan Hırvat himayesindeki Dubrovnik, 1 Ekim 1991 tarihinde
40
Sırplar tarafından kuşatılmıştır .
Sırp ordusunun Bosna’ya da saldırmasından üç ay sonra, BosnaHersek’de yaşayan Hırvatlar da Temmuz 1992’de Bosna Hırvat
Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Tüm bu gelişmelere rağmen savaşın
başlamasından ancak üç ay sonra, 25 Eylül 1991’de, BM Güvenlik
Konseyi 713 no.lu kararı yayınlayabilmiştir. Buna göre bir yandan
çatışmanın tarafları müzakere masasına davet edilirken, diğer yandan
da ülkeye silah ambargosu uygulanacak, ayrıca UNPROFOR adlı barış
40
YENĐGÜN, C. & HACIOĞLU, Ü. (2004),“ Bosna Hersek: Etnik Savaş- Eksik Antlaşma”,
K. Đnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Đstanbul, p.183-185.
167
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
gücü de bölgeye sevk edilecektir. Bu arada AB “kendi bölgesi”ndeki bu
çatışmada aracı rolü oynamak istediyse de, üyeler arasındaki siyasal
farklılıklar AB’nin Bosna-Hersek savaşında etkin bir rol oynamasını
41
engellemiştir .
1991 Sonunda Vance Planı gereğince, Hırvat, Sloven ve Sırp Bölgeleri
arasında “Birleşmiş Milletler Korunma Alanları” olarak adlandırılan
güvenli bölgeler oluşturulmuştur. Hemen ardından Aralık 1991’de
Almanya, Avusturya, Macaristan, Danimarka ve Đzlanda Hükümetleri,
Hırvat ve Sloven Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını tanımışlardır.
Bundan cesaretlenen Boşnaklar da Alija Đzzet Bogoviç liderliğinde 1992
Mart’ında düzenlenen bir referandumun ardından bağımsızlığını ilan
42
etmiştir .
ABD’nin itici gücüyle 6 Nisan 1992’de ABD ve AB üye devletleri BosnaHersek’in bağımsızlığını tanıdılar. Bu dönemde Hırvat Başkan Franko
Tudjman ve Sırp Milosevic, Bosna-Hersek’teki yandaşlarını
desteklemek amacıyla bölgeye paramiliter gruplar ve ağır silahlar sevk
etmişlerdir. Sırplar Nisan 1992’de Foca, Bijelina ve Zvornik’i ele
geçirmiş ve Bosna ve Hırvatistan’daki Sırpların yaşadığı bölgelerde,
bölgesel timler oluşturmuşlardır. Bu birlikler daha sonra “Sırp Gönüllü
Muhafızları” olarak adlandırılmıştır. Sırp Gönüllü Muhafızları, Zeljko
43
Raznjatovic (Arkan) komutası altında paramiliter-gerilla eylemleriyle
44
toplu soykırımlara başlamışlardır .
Bosnia in the Post Conflict Era çalışmasının sahibi Alibasic soykırıma
45
dair detayları şu şekilde aktarmıştır :
“Savaş esnasında 1992’de Zvornik’te yaşananlar
asla Đnsanlığın hafızasından silinmeyecektir.
Çetnikler savaş öncesi tamamen Boşnak
Müslümanlar’dan oluşan bu yerde bulunan
insanları katlettiler ve buradaki tarihi eserleri
ortadan kaldırdılar. Dinamitlenen camilerin enkazı
arasından komutan Branko Grujic “ Burada asla
Cami Olmadı” derken tarihe kinini kusuyordu.
Sırplar tarafından işgal edilen yerlerde ikinci dünya
savaşındaki görüntüleri anımsatan esir ve tecavüz
kampları kuruldu. Visegrad ve Foça’da Drina nehri
41
YENĐGÜN, HACIOĞLU, a.g.e., 2004, s.183-185.
YENĐGÜN, HACIOĞLU, a.g.e., 2004, s.183-185.
Karısı bir pop şarkıcısı, kendisi ise bir futbol takımı genel başkanı olan Arkan,
popülaritesini kullanması suretiyle, bu takımı tutan fanatikleri silahlandırarak kısa
zamanda paramiliter grup haline dönüştürmekte çok fazla zorlanmamıştır.
44
YENĐGÜN, HACIOĞLU, a.g.e., 2004, s.183-185.
45
HACIOĞLU, a.g.e., 2008, s.207-208.
42
43
168
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
civarında, Bratunac’ta Stadyumda ve Sırpların
denetimindeki yerlerdeki cami, okul ve diğer kapalı
alanlarda birçok kamp kuruldu. Osmanlılar
tarafından inşa edilen ünlü Visegrad Drina
Köprüsü’nde Sırp Askerleri her gece yaptıkları
katliamları “ spor festivali” olarak adlandırıyorlardı.
Özellikle de Banja Luka ve Bijelijina’da
gerçekleşen sistematik katliamlarda bir çok Boşnak
aydını, avukat, hâkim, doktor, işadamları, dini
liderler, şairler, müzisyen ve öğretmenler ilk
kurbanlar arasındaydı. Bu kampların en korkunç
olanı Brcko Yakınlarındaki Lopare kampıdır.
Uluslararası Kızıl Haç Örgütü’nün teftişine kapalı
olan bu bölgelerdeki katliamı durdurmak için
yapılan olağanüstü çağrılara o dönemde NATO
4647
kayıtsız kalmıştır.”
Uluslararası Adalet Divanı’nın Nisan 2007’de almış olduğu karara göre
Bosna’da yaşananlar bir soykırım olarak tanımlansa da, çentikleri
organize eden ve silah sağlayan Sırbistan’ın suçsuz olduğu kabul
48
edilmiştir .
Dünya Bankası Raporlarına Göre; 1995’te savaşın bitmesiyle, savaş
öncesinde 4.4 milyon olan Bosna Nüfusunda 250.000 Boşnak yaşamını
yitirirken 400.000 kişinin yaralandığı ve 2.2 Milyon kişinin yurtlarını terk
49
ettiği bilinmektedir
. Sadece, BM Güvenli Bölgesi Đlan edilen
Srebrenitza’da yaşananlar insanın kanını donduracak niteliktedir.
Srebrenitza’da yaşananlar tarihe kanlı bir dönem olarak geçmiştir.
Bizim anne ve babalarımız bu topraklarda Müslüman ‘Türk’ oldukları
için öldürüldüler. Binlerce Müslüman Boşnak’ın futbol sahası, hangar ve
ormanlık alanda Sırplar tarafından öldürülmesine neden dünya
müdahale etmedi Sırpların ellerine verilen ailelerimizin hiç mi yaşam
50
hakkı yoktu? . Binlerce Müslüman Boşnak’ın futbol sahası, hangar ve
51
ormanlık alanda Sırplar tarafından yok edilmiştir .
46
Röportaj: Ahmet Alibasic, Saraybosna, Haziran 2004.
Bu konuda detaylı bilgi için bkz. From the Editor, “Neighbours and War: Genocide in
the Central Balkans”, Journal of Genocide Reseach, Routledge, (September 2006) Vol 8,
N:3, ss. 249-254; Pollack, M.S., “Intentions of Burial: Mourning, Politics and Memorials
Following the Massacre at Srebrenitza”, Death Studies, 27, BrunnerRoutledge, (2003),
ss. 125-142
48
HACIOĞLU, a.g.e., 2008, s.205.
49
The World Bank Report, 2004.
50
HACIOĞLU, a.g.e., 2005, s.35-19.
51
HOLBROOKE,a.g.e., 1998, p.69.
47
169
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
Bosna’da yaşananların etnik temizlik olduğunu öne süren araştırmacılar
yaşananların sistematik yönetilen bir eylem olduğunu göz ardı
etmektedirler. Ancak Sava Nehri Havzasında yaşananlar bu eylemlerin
komşular arasında spontane gelişen bir hadise olmadığını ortaya
koymaktadır. Görgü tanıkları ve Đnsan Hakları Gözlem Raporlarından
alınan bilgilerde bu eylemlerin planlanmış ve uzman askerler tarafından
52
yönetilme özelliği ortaya çıkmaktadır . “Bricko’ya düzenlenen bir saldırı
esnasında Çetnikleri temsil eden 6 grup görev almıştır. Bir madurun
53
ifadesinde: Bize saldıranlar arasında bir tek Bricko’lu Sırp Yoktu…”
Đfadesi özellikle dikkat çekmektedir. Lieberman(2006)’nın makalesinde
Đnsan Hakları Gözlem Raporu: A closed Dark Place’te Foça’nın
kuşatılması esnasında Sırp Devleti’nin silahlı kuvvetlerinin koordineli
saldırısına yerel halkın maruz kaldığı ifade edilmektedir. Adı geçen
raporda Foçalı kadınların bir evde zorla toplatıldığı ve sürekli tecavüze
54
maruz kaldıkları ifade edilmektedir . Đnsan Hakları Đzleme Raporlarına
göre; Bosna’da yaşananlar, sistemik bir şekilde planlanmış ve Sırp
paramiliterler tarafından uygulanmış bir etnik temizlik olarak kayıtlara
55
geçmektedir .
Avrupa’nın merkezinde yaşananlar asla unutulmayacaktır. Sava Nehri
kıyısında, Sava River, Brcko, Zepze, Tuzla, Zenica, Bihac and Sarajevo
ve özellikle Srebrenitza’da yaşananlar barışa ve uluslararası adalete
56
leke düşürmüştür .
SONUÇ
Yugoslavya’nın dağılmasının ardından Balkanlar’da yaşanan buhranın
etkileri özellikle Bosna ve Kosova’da kendisi soykırım olarak
hissettirmiştir. Çatışmanın boyutları düşünüldüğünde, Bosna ve Kosova
trajedilerinde, her ne kadar tarihi ve dini sebepler ön planda gibi görülse
de, bu çatışmanın ekonomik temelleri ayrıntılı bir şekilde
incelenememiştir. Alandaki araştırmalar da genellikle bu çatışmanın
etnik ve dini temelleri üzerine odaklana gelmiştir. Bununla birlikte
yapılan çalışmalar ve araştırmalar, çatışmanın bu nedenli bir trajediye
dönüşmesinde çatışmanın nedenlerinden ziyade ‘insani amaçlı
müdahale’nin zamanlamasındaki hatayı işaret etmektedir.
Uluslar arası askeri müdahalenin barış sağlamadaki zamanlama
probleminin de savaşın kurbanları açısından affedilir bir tarafı
52
HACIOĞLU, a.g.e., 2008,s.205.
LIEBERMAN, B. (2006): “Nationalist Narratives, violence between neighbours and
ethnic cleansing in Bosnia- Herzegovina: A case of Cognitive Dissonance”, Journal of
Genocide Research, Vol.8, No. 3, September, p.295.
54
HACIOĞLU ( Hacıoğlu, 2008:205)
55
A Helsinki Watch Report: Human Rights Watch, 1992; 1993.
56
HACIOĞLU (Hacıoğlu, 2009:206)
53
170
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
bulunmamaktadır. Gecikmiş askeri stratejilerinin uygulanması ve
ambargonun bölgede soykırıma cesaret verdiği görülmektedir
Balkanlarda çatışan taraflar ancak ortak ekonomik ve sosyokültürel
paydada buluşabilir ise bu çatışmanın boyutları indirgenebilecektir.
Balkanlar’da uzun süreli barış ve güvenliği sağlama bir takım karmaşık
metotlara bağlıdır: Yeniden yapılanma süreci, etkin devlet
mekanizmasının inşası, ekonomik kalkınma, yerlerinden olmuş
insanların tekrar yerlerine yerleştirilmesi (mülteciler sorunu), Uluslar
arası savaş suçlularının teslimi konusunda işbirliği, uyuşturucu ve insan
kaçakçılığı ile mücadele, vb. Son on yılda Balkanlarda trajedinin
bitmesini takiben; ekonomik önlemlerin uzun süreli barışı sağlamadaki
rolünün askeri önlemlere göre daha ön planda geldiği anlaşılmaktadır.
Özellikle bölge ülkelerinin enerji alanında yaptığı işbirlikleri ülkeleri
birbirine daha da bağlamaktadır. Diğer tarafta ise, caydırıcı güç olan
uluslar arası askeri/polis gücünün bölgedeki mevcudiyetinin devam
etmesi, çatışma sonrası çevre koşullarında hayati önem taşımakta ve
uluslar arası dayanışmanın bölgeye verdiği önemi göstermektedir.
Çatışmaya taraf ülkelerin (conflicting parties) savaş suçlularının
cezalandırılmasında tam olarak iş birliğine girmemesi, ekonomik
kaynakların kullanım sorunu, sınır problemi gibi konuların gölgesinde
askeri önlemler (military measures) tek başına uzun süreli barışı
sağlamada yeterli olmamaktadır. Bu nedenle uluslararası hukuk
çerçevesinde, uluslar arası toplum barış sürecine doğrudan katkıda
bulunmalı ve çözüme kavuşmamış sorunların çözümünde hakemlik
görevi üstlenmelidir. Ortak ekonomik çıkarın (common economic
interest) uluslararası toplum tarafından inşa edilmesi uzun süreli
barışının sağlanmasına katkı sağlayacaktır.
Yeniden yapılanma ve iyileşme süreci (post-conflict reconstruction and
recovery) uzun süreli istikrar ve güvenliğin sağlanmasında önemli bir rol
üstlenmektedir. Bu süreç sosyal ve ekonomik ajandayı içermektedir.
Bu ajandalarda, sağlık sisteminin iyileştirilmesi, ekonomik altyapının
güçlendirilmesi, eğitim sisteminin geliştirilmesi, savaş suçlularının
yargılanması, savaş suçlarının kompanse edilmesi, serbest piyasa
ekonomisine geçişin hızlandırılması, refah düzeyinin artırılması,
doğrudan yatırımların teşvik edilmesi, sınır problemlerinin çözülmesi,
polis teşkilatının yenilenmesi, şeffaflığın sağlanması gibi konular yer
almaktadır.
Balkanlarda özellikle Bosna ve Kosova’da gelecekte yaşanabilecek
potansiyel çatışmalar ise ekonomik, politik, hukuki ve sosyo-kültürel
çerçevede alınacak önlemler sayesinde önlenebilecektir. Uluslararası
askeri önlemler bölgede her ne kadar kısa süreli barış ve istikrarı
sağlamış olsa da, uzun süreli güvenlik ve barış ortamı ancak etkin bir
171
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
yeniden yapılanma ve ortak çıkar sağlama sürecine bağlı kalmaktadır.
Bu nedenle uluslararası toplum bölgede daha aktif rol oynamalı ve
özellikle refah düzeyini artırıcı önlemlerin alınmasında inisiyatif sahibi
olmalıdır
Avrupa’nın barut fıçısı Balkanlar’da etnik gruplar arası barış, güvenliğin
sağlanmasına bağlıdır. Ekonomik ve sosyal önlemlerin başarısı askeri
önlemleri güçlendirecek ve güvenlik temin edilmiş olacaktır
KAYNAKÇA
BAFFIN, J. (1996).: “The Destruction of Yugoslavia: A Teste for Killing”,
(in) The World in Conflict War Annual 7, Herndon.
BIEBER, F. (2002): “Bosnia- Herzegovina: Developments towards a
More Integrated State”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol 22, No.1,
BĐEBER, F. (2000) “Muslim Identity in the Balkans Before the
Establishment of Nation States”, National Papers, Vol 28, No. 1,
BĐEBER, F. (2002), “Bosnia- Herzegovina: Developments towards a
More Integrated State?”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 22, No.
1,
CAMPBELL, D. (2002): “Atrocity, Memory, Photography: Imaging the
Concentration Camps of Bosnia- the Case of ITN versus Living
Marxism, Part 2”, Journal of Human Rights, Vol. 1, No. 2,
CARMICHAEL, C. (2006): “Violence and ethnic Boundary maintenance
in Bosnia in the 1990s”, Journal of Genocide Research, Vol.8, No. 3,
September,
COLLIER, P.(1999).: ““Doing Well out of War”: Conference on
Economic Agendas in Civil Wars”, London, Aptil.
COLLIER, P.(2006): “Economic Causes of Civil Conflict and their
Implications for Policy”, Oxford University,
DAVUTOĞLU, A. (2001), Stratejik Derinlik, Küre Yayınları
DREZNER, D W. (Nov 2004), Who Rules? The Regulation of
Globalization, Chicago University Press, Chicago.
FIXDAL, M.ve SMITH, D. (1998): “Humanitarian Intervention and Just
War” International Peace Research Institure, Oslo.
GRIFFITHS, S. I. (1993).: “Nationalism and Ethnic Conflict- Threats to
European Security”, Oxford Un. Press, New York.
172
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım
HACIOĞLU, Ü. (2005) “Türkiye’nin Dış Güvenliği Açısından BosnaHersek’in Önemi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Beykent Üniversitesi, Đstanbul.
HACIOĞLU, Ü. ( 2008).: Tragedy in Bosnia: Documentary Film,
Beykent Üniversitesi
HACIOĞLU, Ü. (Autumn 2008): “The New Address of The Familiar
Danger Bells: The Axis of Kosova- Bosnia”, Journal of Strategic Studies,
BUSAM, Vol:1 N:2.
HACIOĞLU, Ü. (2009).: “Challenging Issue of Sustainable Interethnic
Peace and Security: Which Strategy Secures Best in the Balkans”, 2nd
International Symposium on the Strategy and Security Studies, BUSAM,
16-17 April, Đstanbul.
HAGEN, W. (1999): “The Balkans in the Mid-Eighteenth Century”, (in)
Foreign Affairs, V:78, N: 4.
HOLBROOKE, R. (1998), To End A War, Random House, NY.
HOROWITZ, D. (April 20–21, 1998).: “Structure and Strategy in Ethnic
Conflict”, Annual World Bank Conference on Development Economics,
Washington.
KAZGAN, Gülten. (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet: Yeni Ekonomik
Düzen, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Đstanbul.
LIEBERMAN, B. (2006): “Nationalist Narratives, violence between
neighbours and ethnic cleansing in Bosnia- Herzegovina: A case of
Cognitive Dissonance”, Journal of Genocide Research, Vol.8, No. 3,
September,
MALCOLM, N.: (1994) A Short History of Bosnia, New York.
PATERSON, R., GOW, J, (1996): Alison Preston (Eds), Bosnia by
Television, British Film Institute, London.
POLLACK, C. E.: “Intentions of Burial: Mourning, Politics, and
Memorials Following the Massacre at Srebrenica”, Death Studies, 27,
Brunner Routlegde,
RAMET, S.: Balkan Babel: The Disintegration of Yugoslavia from Death
of Tito to Ethnic War, Westview, Boulder, (1996).
SELLS, M., (1998) “ Religion, History and Genocide in Bosnia
Herzegovina”, Courtright and Majzes(Der): The Religion and the War in
Bosnia, American Academy of Religion, Scholars Pres, Georgia,
173
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174
Ümit Hacıoğlu
TURKOVICH, B. (1996) : “Bosnia and Herzegovina in the Changing
World Order”, Sarajevo, Invest,
VAYRYNEN, R.(1999): “Preventing Deadly Conflicts: failures in Iraq,
th
Yugoslavia, and Kosova” (in) Confrence preceedings of 40 annual
Convention, International Studies Association, Washington,
YENĐGÜN, C. VE HACIOĞLU, Ü. (2004),“ Bosna Hersek: Etnik SavaşEksik Antlaşma”, K. Đnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel
Yayınları, Đstanbul.
YILMAZ Sait., (2006). Sevurity and Intelligence in the 21 st Century,
Alfa Publications, Đstanbul, p.97-98.
YILMAZ, S.(2007): National Security Report for Turkey, Beykent
University, BUSAM, Đstanbul.
RAPORLAR
A Helsinki Watch Report: Human Rights Watch, 1992;1993
The World Bank REPORT, 2004: International Development
Association, Country Assistance Strategy for Bosnia and Herzegovina
Report No: 29 196-BA
The World Bank: An OED Evaluation of World Bank Support , BĐH:
Post-Conflict Reconstruction and the Transition to a Market Economy ,
Washington, 2004
Institute of Defence And Strategic Studies (IDSS), (2006), Globalization
and Defense, Nanyang Technological University, Globalization and
Defense Conference (15-16 March 2006). Singapore. Website:
http://www.idss.edu.sg (15 Haz, 2007).
ĐNTERNET
www.setimes.com
174
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,175-194
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
NPT DAHĐLĐNDE NÜKLEER SĐLAHLARDAN ARINDIRILMIŞ
BĐR DÜNYA MÜMKÜN MÜ?
Dr. A. Serdar Erdurmaz∗
"Today, I state clearly and with conviction
America's commitment
to seek the peace and security of a world
without nuclear weapons."
President Barack Obama
April 5, 2009.
ÖZET
ABD Başkanı Barak Obama’nın 5 Nisan 2009’da Prag’da açıklamış olduğu “nükleer
silahlardan arındırılmış bir Dünya” için yeni bir atılım başlatacağını açıklamıştır. ABD’nin
Soğuk Savaş dönemi sonrası tek kutuplu dünya lideri olarak, özellikle, nükleer silahların
azaltılması, nükleer silaha sahip ülkeler ve bu silaha sahip olmayan ülkelerin üretimi
konusunda gerekli sınırlamaları getirmek için var gücüyle çalışmakta olduğunu
görmekteyiz. Ancak, nükleer arenada hali hazırda mevcut statü ve konuyla ilgili
uluslararası anlaşmaların durumu açısından, bu çabaların Başkan Obama’nın hedefine
ulaşmasına ne kadar yardımcı olabileceği konusunun mercek altına alınması gerektiği
düşünülmektedir. Bu yazıda Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın
mevcut çerçevesi kapsamında “nükleer silahlardan arındırılmış Dünya kurulabilir mi?”
sorusuna cevap aranmaya çalışılmakta ve nasıl bir yapı oluşturulması konusunda
değerlendirme yapılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması, NPT, nükleer
silahsızlanma, CTBT, Kapsamlı Test Yasaklama Anlaşması.
ABSTRACT
In Prague April 5, 2009, President Barak Obama announced that he will launch a new
attempt for a “nuclear free world”. U.S. post-Cold War period after the one-polar world as
a leader, especially the nuclear arms reduction, nuclear weapons have a country and
these weapons do not have a country in the production of the necessary limitations to
bring out all the steps to see that we are. It seems that the USA, as a leader of one-polar
world after the post- Cold War period, tries to do her best especially, on nuclear arms
reduction, and disarmament and to bring the necessary limitation out on the production of
nuclear weapons either by nuclear states or non-nuclear states. However, it is thought
that how much of these efforts assist in achieving President Obama target would be
taken under the spotlight, in terms of current status of the nuclear arena and the relevant
international agreements. In this article, within the framework of the existing NPT, we are
trying to answer the question of "is it possible to establish a nuclear weapons free world"
and as a further step, it is assessed that what kind of modifications and structure should
be done in NPT to achieve this goal.
Key Words: Nuclear Non-proliferation
Comprehensive Test Ban Treaty, CTBT
∗
Treaty,
NPT,
TÜRKSAM, Enstitü Başkanı, [email protected].
Nuclear
Disarmament,
Serdar Erdurmaz
GĐRĐŞ
09 Ekim 2009 tarihinde ABD Başkanı Barack Obama’ya Nobel Barış
1
Ödülü verildiğini dünya basını flaş haber olarak vermiştir . Ödülün
gerekçesi, ABD Başkanı’nın nükleer silahların azaltılması konusundaki
çabaları ve dünya barışına yaptığı katkı olarak belirtilmiştir. ABD
Başkanı Barak Obama’yı Soğuk Savaş dönemi sonrası tek kutuplu
dünya lideri olarak, özellikle, nükleer silahların azaltılması ve gerek,
nükleer silaha sahip ülkeler ve gerekse, bu silaha sahip olmayan
ülkelerin üretimi konusunda gerekli sınırlamaları getirmek için var
gücüyle çalışmakta olduğunu görmekteyiz. Ancak, nükleer arenada hali
hazırda mevcut statü ve konuyla ilgili uluslararası anlaşmaların durumu
açısından, bu çabaların Başkan Obama’nın hedefine ulaşmasına ne
kadar yardımcı olabileceği konusunun mercek altına alınması gerektiği
düşünülmektedir. Bu yazıda “nükleer silahlardan arındırılmış Dünya
kurulabilir mi?” sorusuna mevcut anlaşmaların oluşturduğu statüler
açısından cevap aranmaya çalışılacaktır.
Bilindiği gibi, ABD Başkanı daha seçim çalışmaları sırasında nükleer
silahların azaltılması konusunu ele alacağını beyanatlarında açıklamış
ve bununla ilgili ilk adımı Aralık 2009’da sona erecek olan Rusya ile
ABD arasında 1991 yılında imzalanmış START Anlaşmasının devam
2
ettirilmesi inisiyatifi ile atmıştır . Temmuz 2009’da Moskova ziyareti
sırasında START anlaşmasının genel çerçevesi konusunda Rus
3
Başkanı Dmitry Medvedev ile mutabakat sağlandığı belirtilmiş ve Eylül
2009’da ise, Rusya’nın sorun olarak kabul ettiği Polonya ve Çek
Cumhuriyetine
konuşlandırılması
planlanan
“Füze
Kalkanı”
4
tesislerinden vazgeçtiğini açıklamış, Rusya ile START konusundaki
engeli kaldırmaya yönelik adımı atmıştır. Bu suretle, dünyadaki nükleer
silah stokunun % 95’dan fazlasına sahip iki ülke arasında nükleer
5
silahların azaltılması konusunda ciddi bir fikir birliği sağlanmıştır .
Ancak, bütün sorun Rusya ile bu konuda yapılan girişimlerle
çözülememektedir. Dünyada mevcut uluslar arası nükleer platform
incelendiğinde farklı statülerin mevcut olduğunu ve bu statülerin
1
HÜRRĐYET DÜNYA, “Nobel Barış Ödülü Obama’ya”,
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12655804.asp?gid=229
2
Serdar ERDURMAZ, “Stratejik Silahların Đndirim Anlaşması (START) 2010 Yılı Başına
Kadar Yenilenecek.”, 04 Haziran 2009, http://www.turksam.org/tr/a1688.html
3
Anya LOUKIANOYA and Miles POMPER, “Obama's Moscow Visit Highlights Both
Progress and Obstacles in U.S.-Russian Nuclear Relations”, July 10, 2009
4
Serdar ERDURMAZ, “Füze Savunma Kalkanı Kapsamında Doğu Avrupa’ya
Yerleştirmeyi Planladığı Sistemlerden Vazgeçme Nedeni?”, 18 Eylül 2009,
http://www.turksam.org/tr/a1793.html
5
George SHULTZ, William PERRY, Henry KISSINGER ve Sam NUNN, “Toward a
nuclear-Free World”, The Wall Street Journal, January 15, 2008
176
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
değiştirilememesi için bir kısım gelişmiş batılı ülkeler tarafından çaba
sarf edilirken, Pakistan, Hindistan ve Đsrail tarafından delindiğini, Kuzey
Kore, Đran gibi ülkeler tarafından da delinmeye çalışıldığını görmekteyiz.
Peki, bu statüler hangi enstrümanla, nasıl tesis edilmiştir? Bu soruya
cevap verebilmek için dünyadaki nükleer silahların kontrolü ve
silahsızlanma için tesis edilmiş en önemli inisiyatif olan Nükleer
Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına (NPT) göz atma
ihtiyacı doğmaktadır.
1.
NÜKLEER
SĐLAHLARIN
ANLAŞMASI (NPT)
YAYILMASININ
ÖNLENMESĐ
A. NPT’nin Đki Statülü Yapısı
Anlaşma 1970 yılında yürürlüğe girmiş ve 40 yıl sonra 190 üyeli bir
yapıya ulaşmıştır. Anlaşmanın yapısı iki farklı statüdeki ülkelerin
durumuna göre oluşturulmuştur. Ana statü, nükleer silaha sahip
(nuclear states) ülkeleri içerir. Bunlar 1967’den evvel nükleer silahları
üretmiş, denemiş ve gerekli stoklara, teknolojiye sahip beş ülke olan;
ABD, Rusya, Đngiltere, Fransa ve Çin’dir. Bu ülkelerin dışındaki ülkeler
nükleer silaha sahip olmayan (non-nuclear states) ülkelerdir. Bu
anlaşmada her iki tarafa da yükümlülükler verilmiştir. Nükleer silaha
sahip ülkelere bu silahları, cihazları ve/veya patlayıcıları hiçbir suretle
nükleer silaha sahip olmayan ülkelere transfer etmeme, gerekli
teknolojik yardım ve danışmanlıkta bulunmama yükümlülükleri
6
getirilmiştir . Nükleer silaha sahip olmayan ülkeler ise, sadece barışçı
7
nükleer enerji üretimi konusunda faaliyette bulunabileceklerdir .
Ancak, bu faaliyetleri gerekli kontrol ve denetim altında yürütülmesi
yükümlülüğünü taşıyacaklardır. 2000 yılındaki NPT Gözden Geçirme
Konferansında silahsızlanma gereksinimlerini yerine getirmede atılması
8
gereken 13 adım konusunda mutabakata varılmıştır . Bu adımlar
incelendiğinde üç ana başlık üzerinde odaklandığı belirlenebilir. Birinci
önemli başlık, Kapsamlı Nükleer Testleri Yasaklama Anlaşmasının
yürürlüğe girebilmesi için imza ve onayların tamamlanması
öngörülmektedir. Müteakiben, nükleer silaha sahip ülkelerin tek taraflı
6
NPT, The Treaty On The Non-Prolıferatıon Of Nuclear Weapons ( NPT ), Article I,II,
http://www.un.org/events/npt2005/npttreaty.html
7
The Treaty On The Non-Prolıferatıon Of Nuclear Weapons ( NPT ), Article IV-1,
http://www.un.org/events/npt2005/npttreaty.html,http://www.taek.gov.tr/uluslararasi/coktarafli-andlasmalar/134-npt.html, “Bu Andlaşmanın hiçbir hükmü, ayrıcalık gözetmeksizin
ve I ve II. Maddelere uygun olarak, Andlaşmaya Taraf olan bütün devletlerin, nükleer
enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılmasının, üretiminin ve kullanılmasının geliştirilebilmesi
için ile ilgili vazgeçilmez haklarını olumsuz biçimde etkiler şekilde yorumlanmayacaktır.”
8
The Nuclear Non-Proliferation Treaty, Foreign Affairs and International Trade Canada,
http://www.international.gc.ca/arms-armes/nuclear-nucleaire/npt-tnp.aspx
177
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
olarak, iyi niyetle indirime gitmeleri ve silahsızlanma üzerinde etkin bir
şekilde çaba sarf edilmesi ele alınmaktadır. Diğer önemli girişimde etkin
bir denetim mekanizmasının kurulabilmesidir.
Görüldüğü gibi anlaşmanın ana yapısında nükleer silaha sahip olma ve
olmama statüsü getirilerek, daha başlangıçta nükleer silahlardan
arındırılmış bir dünya yapısı göz ardı edilerek, ana hedef olarak
belirlenmediği dikkati çekmektedir. Asıl amacın, kendilerinin sahip
olduğu nükleer gücün muhafazası, bunun dışında başka ülkelerin bu
enerjiyi kontrol etmelerine ve silah olarak sahip olmalarına mani
olunması olduğu ifade edilebilir. Bu şekilde, bir nevi iki kutuplu bir yapı
kurgulanmakta olduğu sonucuna ulaşılabilir. Kurgulamada korunmaya
çalışılan ana statü, bu silaha sahip olan ülkelerin elde etmiş oldukları
imtiyazlı statü ki; bunun diğer ülkeler üzerinde mutlak bir üstünlük
sağlamakta olduğu söylenebilir. Üstelik bunların bu silahları kullanma
stratejileri dikkate alındığı zaman, bu silaha sahip olmayan ülkelerin ne
kadar zavallı bir durumda olduğu rahatlıkla görülebilir.
Rusya ve ABD’nin nükleer silahları kullanma stratejisine bakıldığında,
9
durum şöyledir: Rusya, 1993 yılında nükleer silaha sahip olmayan
ülkelere karşı her ne kadar nükleer silah kullanmama kararında
olduğunu belirtse dahi; silahlı bir tecavüze karşı diğer imkânlar cevap
vermede yeterli olmaz ise, nükleer silah kullanabileceğini ifade etmiştir.
Yeni doktrinde “nükleer silahı ilk kullanan ülke olmayacağı”
konusundaki taahhüdünden vazgeçtiğini açıklamıştır. ABD George W
10
Bush zamanındaki doktrininde , bir çatışmada nükleer silahı ilk
kullanan ülke olma hakkını elinde tuttuğunu ilan etmiştir. NPT ışığı
altında, nükleer silaha sahip olmayan ülkelere, nükleer silaha sahip bir
ülke ile beraber saldırmadığı sürece bu silahı kullanmayacağını
belirtmektedir. Her şeye rağmen, yapılan kimyasal ve biyolojik saldırıya
karşı hasım nükleer silaha sahip olmasa bile, nükleer silahla mukabele
edebileceğini muhtelif zamanlarda açıklamıştır. Nükleer silahlar ABD
için, bir misilleme vasıtası olarak kullanılabilecektir. Nisan 2010’da ABD
Yeni Nükleer Stratejisini açıklamıştır.
Savunma Bakanlığı tarafından yapılan “Nükleer Görünüm Gözden
Geçirme- Nuclear Posture Review” raporunda yapılan tehdit
değerlendirilmesinde tehdit artık, nükleer silaha sahip ülkelerin
birbirlerine karşı bu silahları kullanmasından kaynaklanmamakta fakat,
aşırı uçların nükleer terörizmi ve bir kısım ülkelerin bu silahlara sahip
olma çabaları olarak görülmektedir. Yeni stratejide askeri üstünlüğü
muhafaza ederek, tecavüzü caydırma ve Amerikan halkının güvenliği
9
www.armscontrol.org/factsheets/russiaprofile
www.armscontrol.org/factsheets/unitedstatesprofile,
10
178
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
emniyet altına alırken, nükleer silahların rolünü azaltmak istediğini
açıklamıştır. Bu nedenle, ABD ve müttefiklerinin güvenliğinin
sağlanmasında, daha fazla oranda konvansiyonel silah üstünlüğüne ve
güçlü füze savunma sistemlerine dayanılacağını belirtmiştir.
Stratejinin en önemli ve en can alıcı ifadesi ise, ABD eskiden olduğu
gibi, nükleer silahları her hangi bir çatışmada ilk kullanan (first strike)
ülke olma inisiyatifini hala elinde tutarken, NPT’e üye ve onun
gereklerini yerine getiren nükleer silaha sahip olmayan hasım ülkelere
karşı ABD’nin nükleer tehdit veya kullanımda bulunmayacağını taahhüt
etmesidir. Bu suretle ABD NPT gereklerinin ve nükleer silaha sahip
olmama zorunluluğunun yerine getirilmesinde yaptırıma yönelik,
zorlayıcı bir enstrüman oluşturmaya çalıştığı düşünülmektedir. Bir diğer
değişiklik ise kitle imha silahlarından kimyasal ve biyolojik silahların
kullanılmasına karşı konulacak reaksiyona yönelik olarak yapılmıştır.
Buna göre, hasım ülke ABD ve onun müttefiklerine ve ortaklarına karşı
kimyasal ve biyolojik silah kullanırsa ezici bir konvansiyonel kuvvetle
karşılığını alacaktır. Ancak, biyolojik silahların potansiyel olarak tehlike
oluşturması halinde ABD politikasını yeniden düzenleme hakkını elinde
bulundurmaktadır.
Bu yeni stratejinin 2002 yılında Bush yönetimi tarafından yapılan
gözden geçirmeden oldukça farklı olduğu değerlendirilmektedir.
Bundan evvelki nükleer stratejisinde de, ABD bir çatışmada nükleer
silahı ilk kullanan ülke olma hakkını elinde tutmaktaydı. Đlave olarak,
Başkan Bush 11 Eylül saldırılarından sonra, güçlendirilmiş nükleer silah
geliştirme tesislerine önceden müdahaleyi sağlayan, yeni küçük ve
güçlü korunakları delici nükleer silahlar geliştirilmesi yönünde irade
11
beyan etmiştir.
Yapılan değerlendirmelere göre, ABD Rusya ile yapılan anlaşmalara
konu olan miktarın yarısı kadar bir nükleer envanter ile yeni stratejinin
12
gerektirdiği caydırıcılığı sağlayabilmektedir . Her ne kadar ABD yeni
harp başlığı üretimini durduracağını ifade etse de, envanterde mevcut
olan silahların faal olması için gerekli etkinliği göstereceğini
belirtmektedir ki zaten bunlar Rusya ile birlikte Dünya’daki nükleer harp
başlıklarının % 95’ini oluşturmaktadır.
ABD yeni stratejisi ile NPT’e taraf olmayan veya NPT hilafına faaliyet
gösteren Kuzey Kore, Đran gibi ülkelere açık bir mesaj vermeyi
11
In Sharp Turn, Obama’s New Nuclear Strategy Ends U.S. Warhead
Development,http://www.brainicane.com/2010/04/06/in-sharp-turn-obamas-new-nuclearstrategy-ends-us-warhead-development/
12
Jim GARAMONE, Review Provides Deterrence, Arms Reduction Roadmap,
http://www.defense.gov/news/newsarticle.aspx?id=58628
179
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
amaçlamaktadır. Buna göre, bu gibi ülkeler eğer nükleer sevdadan
vazgeçmezlerse kayıtsız, şartsız ABD’nin nükleer gücü kullanma
tehdidi ile karşı karşıya kalacaklardır.
Bu stratejileri incelediğimizde, her ne kadar bu iki ülke de biz bu
stratejilerde değişiklik yapabiliriz deseler de, ABD ve Rusya’nın nükleer
gücü bir yaptırım ve üstünlük vasıtası olarak gördüklerini açık ve seçik
olarak tespit edebiliriz. Bu husus, her iki ülke ve diğer nükleer silaha
sahip ülkeler tarafından sahip oldukları nükleer gücün avantajını her
zaman bir baskı unsuru olarak kullanılabileceği anlamına gelmektedir.
NPT’de belirlenen yapı ile nükleer silaha sahip ülkelerde “biz”, sahip
olmayan ülkelerde “diğerleri” şeklinde iki farklı statü ve yükümlülükler
taşıyan bir mekanizma oluşturulduğu rahatlıkla görülebilir. Bu
mekanizmadaki statülerin korunması özellikle bu silaha sahip ülkelerin
kontrolü altında olarak görülmektedir.
B. Denetim Mekanizması Sorunu
Bunun dışında, NPT’nin gereken yaptırım mekanizmasına sahip
olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle, bu güce sahip olmak isteyen
ülkeler tarafından her türlü yol denenerek, anlaşma maddelerindeki
yükümlülükler delinmeye çalışılmaktadır. Anlaşmanın iki statülü
yapısında ikinci statüden, yani nükleer silaha sahip olmayan ülke
statüsünden, birinci statüye, nükleer silaha sahip olan ülke durumuna
geçme kesinlikle yasaklanmışken, gerçekte bu hususun sağlanamadığı
görülmektedir. Bu konuda devletlerin anlaşmayı imzalama veya
imzalamama durumuna göre, iki farklı tutumun etken olduğunu
söyleyebiliriz. Birinci yaklaşım, anlaşmayı imzalamamış olan ülkelerin
13
14
15
tutumu olarak görülmektedir. Đsrail , Hindistan ve Pakistan bu
konumdadırlar. Anlaşmayı imzalamadıkları için anlaşma şartlarının
bağlayıcılığından korunmuş olarak, nükleer silah programı uygulamada
kendilerini serbest hissetmektedirler.
Bu durumda anlaşmayı imzalamış olmak, bu konuda Đran gibi barışçı
olduğunu iddia ettiği programı uygulamaya çalışan ülkeler için
engelleyici faktör olmaktadır. Örneğin; Đran NPT’i imzaladığı için yapmış
olduğu her türlü faaliyet anlaşma hükümlerine tabi olarak
değerlendirilmekte, Đsrail’in nükleer programı konusunda bir itiraz
gündeme getirildiğinde onun anlaşmaya taraf olmadığı savı ortaya
13
Jason DITZ, “Israel Reacts With Shock, Dismissal at US Calls to Join NPT”, May 06,
2009, http://news.antiwar.com/2009/05/06/israel-reacts-with-shock-dismissal-at-us-callsto-join-npt/
14
FAS, India Nuclear Weapons, http://www.fas.org/nuke/guide/india/nuke/
15
Marvin MILLER and Lawrence SCHEĐNMAN, Israel, India, and Pakistan: Engaging the
Non-NPT States in the Nonproliferation Regime,
http://www.armscontrol.org/act/2003_12/MillerandScheinman
180
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
konularak, konu sonuçsuz bırakılma yoluna gidilebilmektedir. Nitekim
Kuzey Kore bu açmazı hissederek, 10 Ocak 2003 yılında NPT’den
16
çekildiğini açıklamıştır . Đkinci yaklaşım tarzını ise, anlaşmayı
imzalamış ülkelerin tutumlarında ortaya çıkmaktadır. Bu davranış şekli,
hem nükleer silaha sahip olan ülkelerin anlaşmanın ilgili maddelerinin
uygulanmasına karşı tutumlarında, hem de nükleer silaha sahip
olmayan statüdeki ülkelerin anlaşma maddelerini ihlal eden
uygulamalarında görülmektedir.
Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silah üretmesi, arkasından Đsrail ve
Güney Afrika’nın nükleer güce sahip olması, Kuzey Kore ve nihayet
Đran’ın nükleer silah üretecek yeteneği kazanmaları nükleer silaha sahip
ülkelerin (nuclear states) olan devletlerin anlaşmanın birinci
17
açık bir şekilde belirtilen yükümlülükleri pek
maddesinde
umursamadıklarını göstermektedir. Nükleer silah için gerekli bilgi ve
teknoloji ile zenginleştirilmiş nükleer maddeleri ve çift kullanıma (dual
use) uygun malzemeleri talep sahibi olan, ikinci statüdeki ülkelere şu
veya bu şekilde transfer ettikleri gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu
durumda, NPT anlaşmasının uygulanması de-facto olarak ihlal edilmiş
ve anlaşmanın oturduğu ikili statü ortadan kaldırılmış ve resmen kabul
edilmeyen fakat gerçekte, nükleer silaha sahip olan ülkelerin temsil
edildiği ara bir statü oluşmuştur. Ortaya çıkan bu hususun otomatik
olarak anlaşmayı geçersiz kıldığı değerlendirilebilir. NPT anlaşmasına
ortaya koymuş olduğu kurallar ve bunlara uyulmaması halinde
caydırıcılığın ana nedeni olan ihlalin getirdiği yaptırımların ülkelere
yansıması açısından bakıldığında suç ve ceza açısından gerekli hukuki
zeminden yoksun olduğu saptanabilir. Bunun nedenleri aşağıda
belirtildiği gibi sıralanabilir.
Birinci neden; Anlaşmanın şu veya bu nedenle her iki statüdeki ülkeler
tarafından saptırılarak, istismar edilmesinde caydırıcı bir yaptırım
olmadığı açıklıkla ifade edilebilir. ABD Başkanı Barak Obama yaptırım
konusunda anlaşmanın zafiyetinin farkında olarak 5 Nisan 2009
18
tarihinde Çek Cumhuriyeti’nde yaptığı konuşmada , “NPT anlaşmasına
ihlal eden ülkeye anında sonuçlarının alınabileceği yaptırımların
16
ARMS CONTROL, Arms Control and Proliferation Profile: North Korea,
http://www.armscontrol.org/factsheets/northkoreaprofile
Madde- I: Andlaşmaya taraf nükleer silah sahibi her devlet, nükleer silahları veya diğer
patlayıcı nükleer araçları ya da bu gibi silahların veya diğer patlayıcı araçların kontrolunü,
doğrudan doğruya veya dolaylı olarak, kime olursa olsun, devretmemeyi, ve nükleer silah
sahibi olmayan herhangi bir Devlete, nükleer silahları veya diğer nükleer patlayıcı
araçların kontrolunü elde etmesi için herhangi bir şekilde yardım, özendirme veya
isteklendirmede bulunmamayı üstlenir.
18
WHITE HOUSE, Remarks By President Barack Obama, Prague, Czech Republic, 5
April
2009http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-President-BarackObama-In-Prague-As-Delivered/
17
181
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
konulmasının bir ihtiyaç olduğunu” açık bir şekilde ifade etmiştir.
Bilindiği gibi uluslar arası anlaşmalarda temel husus ülkelerin kendi
19
rızası ve iyi niyetidir. Đyi niyetten ziyade , herhangi bir yaptırım
uygulanmasının kabul edilmesi oldukça zor bir işlemdir.
Özellikle, menfaat ilişkilerinin bulunduğu ülkelere bir diğer ülkenin
yaptırım uygulaması, bireysel olarak yaptırım uygulayan ülkeye zarar
vereceğinden, o ülkeler ya çekimser kalmakta veya yaptırımların
uygulanmaması ve yumuşatılması için çaba sarf etmektedirler. Böyle
bir uluslararası ortamda mutlak mutabakatın sağlanamaması, hedef
ülke tarafından yaptırım uygulamasına karşı inançsızlığı getirmekte ve
bir şekilde oyalama taktiği ile kendi bildiğini okumasına yol açmaktadır.
Bunun en güzel örneği; Đran nükleer programına karşı uluslar arası
arenada uygulanmaya çalışılan politikada görmekteyiz. Bilindiği gibi
ABD, BM’i de yanına alarak Đran’a karşı müzakere ile başlayan ancak,
Đran’ın uzlaşmaz tutumuna göre gittikçe tırmanan bir yaptırımlar silsilesi
20
uygulama stratejisi içine girmiştir .
Đran uygulamakta olduğu nükleer programına barışçı amaçlarla
olduğunu iddia ederek devam etmek istemektedir. Ancak, Uluslar arası
Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA) denetimlerine karşı olan direnci uluslar
arası arenada Đran’a karşı güven eksikliğine yol açmıştır. Başta ABD
olmak üzere, batı ülkeleri ve Đsrail, Đran’ın bu programı durdurmasını
istemektedirler. 2009 ilk yarısında ABD Başkanı Obama’nın yönetime
gelmesi ve Đran’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin olması sırasında
duraklama safhasına giren ilişkiler, ivme kazanmış ve Ekim 2009’da BM
Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi beş ülke ve Almanya’nın katılımı ile Đran
müzakereye oturmaya razı olmuştur. Đran müzakere konularını
belirtirken, nükleer enerji konusu hariç demokrasi görünümü altında her
türlü başlığı kapsayan bir gündem belirlemiştir. Nükleer enerji
konusunun masada olmadığını ifade etmiştir.
Bütün bunlara ilaveten, BM karar alması sırasında Tahran’ın güneyinde
Kum kentinde, Natanz tesislerine ilave olarak ikinci bir zenginleştirme
tesisinin açılacağının ilan edilmesi ve hemen sonrası, 2000 km. menzile
sahip orta menzilli bir Shahap-3 ve Sejil balistik füze tatbikatları
yapılması, Đran’ın bu konuda ne kadar ısrarcı olacağının bir göstergesi
olarak görülmektedir. Đran “Büyük Peygamber 4” isimli askeri tatbikat ile
balistik füzelerin teknik özelliklerinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar
19
Nitekim Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Andlaşması (NPT), Md VI:
Antlaşmaya Taraf devletlerin her biri, nükleer silah yarışının yakın tarihte durdurulması ve
nükleer silahsızlanmaya ilişkin etkili önlemler ile sıkı ve etkili uluslararası denetim altında
genel ve tam silahsızlanmaya ilişkin bir anlaşma akdi için görüşmeleri iyi niyetle
yürütmeyi üstlenir. Şeklinde ifadesinde ĐYĐ NĐYETĐN esas olduğunu kabul etmiştir.
20
STRATFORT, Iran's Maneuvers as the Deadline Approaches, September 8, 2009
182
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
yapmaktadır. Açılan yeni tesisle Đran’ın uranyum zenginleştirme
kapasitesinin en az beş katı artacağı bizzat kurum yöneticisi Ali Ekber
21
Salehi tarafından açıklanmıştır . Salehi ilave olarak, Uluslar arası Atom
Enerji Ajansı (UAEA) denetçilerinin bu ikinci tesiste gerekli incelemeyi
yapmaları için bir program üzerinde çalıştıklarını açıklamıştır. Halen,
Barışcı amaçlarla kullanılacak reaktörlerin yakıtlarının tedariği
konusundaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için Türkiye ve
22
Brezilya’nın girişimleri ile 17 Mayıs 2010’da bir anlaşma imzalanmışsa
da, Đran’ın hala zenginleştirme faaliyetlerini devam ettireceğini
açıklaması, konunun Batı’yı ikna etmekten uzak, müphem bir hal
23
almasına neden olmuştur .
BM Daimi Temsilcisi konumunda bulunan, Rusya ve Çin’in Đran ile
ekonomik ve politik ilişkileri oldukça iyi ve ileri düzeydedir. Đran’ın son
24
çıkışları karşısında Rusya her ne kadar biraz yumuşama göstererek,
batı yanlısı bir tutuma destek verdiğini ifade etmesine rağmen, Çin ile
beraber Đran’a sert yaptırımlar uygulanmasına karşı bir tavır
sergilemekte ve Đran’la olan ilişkilerinde ılımlı davranmaktadırlar.
Nitekim Eylül 2009’da Çin’in Đran’a petrol sevkiyatına başladığına dair
haberler basında yer almıştır. Bu geçen sene ABD tarafından Đran’a
petrol sevkiyatına karşı konulan ambargonun delinmesi anlamına
25
gelmektedir . Rus bilim adamlarının Đran için nükleer harp başlığı
üretimine yardımcı oldukları, Đsrail Başbakanı Netanyahu’nun Eylül
26
2009’da bu nedenle Rusya’ya gizli bir ziyaret yaptığı belirtilmektedir .
ABD, AB ülkeleri her ne kadar aynı fikirde olsalar dahi, BM üyesi olan
bu iki ülkenin değişik yaklaşımı Đran’a cesaret vermektedir. Çünkü ABD
ve AB’nin uygulayacağı her türlü ekonomik ve askeri ambargo veya
müdahale Rusya ve Çin tarafından delinerek ve Đran’a gerekli yardım
bunlar tarafından yapılacak anlamına gelmektedir. Türkiye ve
Brezilya’nın da Đran ile olan derin ekonomik ilişkilerine baktığımızda
aynı durumun her iki ülke içinde geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
21
Le FIGERO, 25 Eylül 2009, Nucléaire : l'Iran reconnaît construire une seconde usine,
Celalettin YAVUZ, Đran’la takas anlaşması “kabul edlmedi mi?”,
http://www.turksam.org/tr/a2038.html
23
IAEA and Iran, http://www.iaea.org/NewsCenter/Focus/IaeaIran/index.shtml, 7 Mayıs
2010 tarihli Türkiye, Đran ve Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu,
http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortakdeklarasyonu.tr.mfa
24
Le FIGERO, 01Ekim 2009, La Russie, maillon faible du front anti-iranien, Rusya Đran
Karşıtı Cephede Zayıf Halka,
http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4294&pid=18
25
FINANSAL TIMES, “Çinliler Đran’a Petrol Sevkiyatına Başladı”, http://www.ft.com/
cms/s/ 0/b858ace8-a7a4-11de-b0ee-00144feabdc0.html?nclick_check=1
26
Ariel COHEN, “Are Russian Scientists Aiding Iran’s Nuclear Program?”,
http://corner.nationalreview.com/post/?q=NDMzNzhiN2IzNGFmYjkxNmY0YjlmN2ViMzc4
ZDJhZWI=
22
183
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
Aynı husus Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına
27
(NPT) taraf olmayan Kuzey Kore meselesinde de gündeme gelmiştir.
Özellikle, Kuzey Kore’nin enerji ve yiyecek konularında ana kaynağı
28
olan Çin’in bu ülkeyi destekler tutumu etkin tedbirler alınmasını
29
önlemiştir .
Görüldüğü gibi ülkeler arası menfaat birliği bir takım güvenlik
konularının göz ardı edilmesine ve çifte standart uygulanmasına neden
olabilmektedir.
Konuya etki eden bir diğer hususda Đsrail’in durumudur. Đsrail’de NPT’e
30
taraf değildir . Đsrail nükleer programı konusunda muğlak bir politika
31
izlemekte ve nükleer silaha sahip olduğunu kabul etmemektedir .
Bununla beraber Ortadoğu’da nükleer silahı ilk kullanan ülke
olmayacağını açıklamaktadır. Ancak, Fransızların yardımıyla başlayan
süreçle geliştirdikleri, ciddi anlamda nükleer silah stokunun bulunduğu
değerlendirilmektedir.
Đsrail’in
sahip
olduğu
nükleer
silah
potansiyelindeki belirsizlik ve kullanım konsepti, ABD ve diğer batılı
ülkelerin Đsrail’e hoşgörülü davranışları (hypocrisy), Ortadoğu ülkeleri
üzerinde Mısır ve Đran gibi ülkelerde NPT’e uymama davranışına ittiği
ve kitle imha silahlarına sahip olunması yönünde önemli bir güdücü
32
faktör olduğu söylenebilir . Ancak, son zamanlarda ABD Başkanı
Obama Đsrail’in de artık NPT imzalaması gerektiği konusunda gerekli
imalarda bulunmuştur. Obama’ya göre, “hiçbir ülke kimin nükleer silaha
33
sahip olacağı konusunda karar verme hakkına sahip değildir” .
Bu ifade ile ABD, Đsrail’in nükleer gücü konusunda aralarında
imzalanmış olan 40 yıllık gizli anlaşmayı dikkate almayarak, yeni bir
sürecin adımını attığı söylenebilir. Bu suretle, Mısır ve Đran’ın belirttiği
gibi, neden Đsrail bu konuda müsamaha gösteriliyor da diğer ülkelere
baskı uygulanıyor, itirazına bir cevap oluşturmaya çalışılmaktadır. Buna
27
NPT, Kuzey Kore 2003 yılında anlaşmadan çekilmiştir. Nuclear Non-Proliferation
Treaty, http://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_non_proliferation_treaty
28
NTC, China and the North Korean Nuclear Issue, , 09.23.2003,
http://www.nti.org/db/china/koreapos.htm
29
John J. TKACIK, Jr, “Does Beijing Approve of North Korea's Nuclear Ambitions?”,
March 15, 2005, http://www.heritage.org/research/asiaandthepacific/bg1832.cfm.
30
NPT, Nuclear Non-Proliferation Treaty,
http://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_non_proliferation_treaty
31
FAS, Nuclear Weapons, Israel Nuclear Weapons,
http://www.fas.org/nuke/guide/israel/nuke/
32
Serdar ERDURMAZ, “Ortadoğu’daki Kitle Đmha Silahları, Silahların Kontrolü ve
Türkiye”,Ümit Yayıncılık, s197, ISBN:975-8572-35-0
33
Moshe DANN, “Obama's Real Agenda: Israel's Dimona Nuclear Facility”, June 16,
2009 http://www.americanthinker.com/2009/06/obamas_real_agenda_israels_dim.html at
October 09, 2009 - 08:06:02 AM EDT
184
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
34
paralel olarak Başbakan Erdoğan’da
ABD’de Eylül sonunda
düzenlenen G20 zirvesinde “Sadece Đran değil, Đsrail de nükleer silaha
sahip. O niçin hiç gündeme gelmiyor.” şeklinde ifadesi ile Đsrail’in
durumunu göz önüne sermiştir. NPT’nin geliştirilmesinde her beş yılda
35
bir gözden geçirme toplantısı yapılması kuralı getirilmiştir . Yapılan
hazırlık ve gözden geçirme toplantılarına rağmen bu güne kadar gerekli
mutabakatların sağlanarak, anlaşmanın uygulanmasında ülkelerden
gerekli desteği elde ettiğini belirtmek oldukça güçtür.
1995 yılında yapılan gözden geçirmede, anlaşmanın 30 yıl yürürlükte
kalma süresi ele alınarak, limitsiz hale getirilmiştir. Bu önemli biradım
olarak görülmektedir. 2000 yılında yapılan gözden geçirmede 13
maddelik bir uygulama planı ortaya konularak, nükleer silahların
yayılmasının önlenmesi ve Nükleer testlerin yasaklanması konusunda
somut adımlar atılmaya çalışılmış ve toplantı başarı ile sonuçlanmıştır.
2005 yılında yapılan toplantıda Đsrail’in nükleer durumu Mısır tarafından
gündeme getirildiğinden ciddi münakaşalara sahne olmuş ve başarısız
bir biçimde tamamlanmıştır. Bu yıl yapılan toplantıların başlangıcında
ABD Temsilcisi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Đran’ı suçlayıcı
konuşması, Đran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın akılcı konuşması ile
karşılık bulunca ABD Đran ve benzeri ülkelere karşı taraf kazanmakta
başlangıçta zora girmiş gibi görülmektedir.
Ahmedinejad konuşmasında NPT nükleer silahsızlanmayı da
öngörürken bu silahlara sahip ülkelerde bu yönde hiçbir somut adım
atılmamakta olduğunu söylemiş ve bu şekilde bir tavır ile başarıya
ulaşmanın mümkün olamayacağını vurgulamıştır. Bu silaha sahip
ülkeler tarafından, devamlı bu silaha sahip olmayan ülkeler üzerinde
durulmakta ve hedef alınmakta olmasının ikiyüzlü, doğru bir yaklaşım
olmadığını ifade etmiştir. Bu paralelde Đsrail’in durumunu gündeme
getirerek, Mısır’ın teklif ettiği “nükleer silahlardan arındırılmış bir
Ortadoğu” için Đsrail’inde katılacağı bir toplantı düzenlenmesi konusunu
36
teklif etmiştir . Başlangıçta bu şekilde bir sarsıntı ile başlayan
görüşmelerin oldukça zorlu geçeceği değerlendirilmektedir. Bu
toplantıda da en önemli gündem maddelerinden birinin etkin bir kontrol,
denetim ve yaptırım mekanizmasının kurulması için nasıl bir uluslar
arası sistem tesis edilmesi gerektiğinin araştırılması olduğu
bilinmektedir.
34
Ömer ÇAY, “Đsrail’in Kimyasal-Biyolojik-Radyolojik Silah Kabiliyetleri”,
www.ekopolitik.org
Serdar ERDURMAZ, Mayıs 2010’da Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi
Anlaşması
Gözden
Geçirme
Konferansı
Başlayacak,
29
Nisan
2010,
http://www.turksam.org/tr/a2011.html
36
Serdar ERDURMAZ, ABD’nin Nükleer Stoklarındaki Harp Başlığı Sayısını Açıklaması
Ne Anlama Gelmektedir? 05 Mayıs 2010, http://www.turksam.org/tr/a2016.html
35
185
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
2.
KAPSAMLI
NÜKLEER
ANLAŞMASI (CTBT)
TESTLERĐN
YASAKLANMASI
Nükleer silah sahibi olma yolunda çalışmalar yapan ülkelerin bu
silahların teknolojik etkinliğini ölçmek için denemeler yapmak
zorunluluğunu duydukları bir vakıadır. Bunun son örneği, Mayıs
2009’da Kuzey Kore’nin yaptığı nükleer silah denemesidir. Uluslar arası
arenada nükleer silahların yayılmasının önlenmesi çabalarına bağlı
olarak tesis edilen NPT’e ilave olarak, nükleer silahların test edilmesinin
de yasaklanması ve bu suretle silah geliştirmesine sınırlama getirilmesi
ihtiyacı duyulmuştur. Bu doğrultuda anlaşma Eylül 1996 yılında BM
Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve aynı ay içinde 71 ülke tarafından
imzalanmıştır. Bu gün 150 ülke tarafından onaylanmış, 32 ülke
37
tarafından imzalanmış, fakat onay beklemektedir . Anlaşmanın
yürürlüğe girmesi için 1996’daki silahsızlanma konferansına katılan 44
ülkenin onaylanmasından sonra olacaktır. Bu ülkelerden 35’i
onaylamış, Çin, Mısır, Endonezya, Đran, Đsrail, ABD onaylamamış,
Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore imzalamamışlardır. Ayrıca, anlaşma
maddelerine göre, alınan kararlar bir ülkenin milli menfaatlerine aykırı
38
ise, o ülkenin anlaşmadan çekilme hakkı vardır .
Nükleer silahların yayılmasının önlenmesinde alınacak uluslar arası
tedbirlerin liderliğini yapan ABD bu anlaşmayı halen onaylamamıştır. 13
Ekim 1999’da ABD Senatosu yapılan oylamada CTBT'nin
onaylanmasını reddetmiştir. NPT'nin otuzuncu yılı olan 2000'de yapılan
anlaşmayı gözden geçirme konferansında ABD ve anlaşmada imzası
bulunan diğer devletler, belirlenmiş bulunan on üç silahsızlanma
taahhüdünden ilki olan Kapsamlı Test Yasaklama Anlaşmasını (CTBT)
yürürlüğe sokmak suretiyle nükleer silah denemelerini sona erdirme
konusunda anlaşmaya varmışlardır. 2002'de ABD hükümeti 2000'de
yapılmış olan taahhütleri, özellikle de nükleer denemelerin yapılması
yönündeki küresel yasaklamayı kabul etmediğini ilan ederek NPT'nin
39
geleceğini tehlikeye sokmuş oldu .
ABD’ne göre; “nükleer tehlike var olduğu sürece ABD mutlaka güçlü bir
40
caydırıcılığa sahip olmalıdır” . Zaten nükleer silahların testlerinin
yasaklanması ancak yapılan silahın dikey yayılmasını, diğer bir değişle,
37
http://www.ctbto.org/
Serdar ERDURMAZ, “Ortadoğu’daki Kitle Đmha Silahları, Silahların Kontrolü ve
Türkiye”,Ümit Yayıncılık, s116, ISBN:975-8572-35-0
39
Daryl G. KIMBALL, The Status of CTBT Entry Into Force: the United States, September
22, 2005
40
Kaegan McGRATH, “Battle Lines Being Drawn in the CTBT Debate: an Analysis of the
Strategic Posture Commission's Arguments against U.S. Ratification”, Monterey Institute
for International Studies James Martin Center for Nonproliferation Studies July 8, 2009
38
186
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
büyüklüğüne, miktarına ve gücüne ait gelişmelerine karşı bir tedbir
oluşturabilir. Yoksa, teknolojik olarak silahın elde edilmesine yönelik
“yatay genişlemeye” karşı çok etkili olduğu söylenemez. Örnek olarak,
Hiroşima’ya atılan bomba test edilmeden geliştirilmiştir şeklindeki bir
yaklaşım sergilemektedir. Ayrıca nükleer stokların güvenirliğinin
sağlanması için ara testlerin yapılması elzem olarak görülmektedir. Aksi
takdirde depolanan bombaların durumu ve güvenilirliğini takipte
güçlükler bulunmaktadır. Ayrıca, yer altında yapılacak 1-2 kilotonluk
testlerin denetim mekanizmaları tarafından tespit edilemeyeceği de
41
ifade edilmektedir .
Bütün bu mazeretler dikkatle değerlendirildiğinde, nihai amacın
tamamen nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyaya yönelik olmadığı
görülmektedir. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi ile birlikte, atmosfer,
sualtı, yer altı, uzay gibi, her türlü ortamdaki nükleer denemeyi Küresel
Kontrol Rejimi sistemi vasıtasıyla sürekli gözlem altında tutulacaktır.
Anılan denetim rejimi, kontrol tesislerini (global monitoring network)
içeren küresel sistemden ve uluslar arası bilgi bankasından
oluşmaktadır. Bilgi bankasındaki uzmanlar dünyanın herhangi bir
yerinde yapılan testin monitörler vasıtasıyla tespitini müteakip, bilgi
bankasında değerlendirecekler ve sonuçlarını bütün üye ülkelere
yayınlayacaklardır. Eğer gerek görülürse denemenin yapıldığı mahalde
denetim ve incelemeler yapılacaktır (on-site inspection). Bu sistemin
dünyanın 90 ülkesinde 337 monitör tesisi ile kurulması planlanmaktadır.
Hali hazırda 250 adedi hazır olan monitör devrelerinde şu anda dahi
42
gerekli veriler elde edilebilmekte olduğu ifade edilmektedir .
Nükleer testlerin yasaklanması anlaşması temelde yayılmanın
önlenmesinde en etkin tedbirlerden biri olabilir. Ancak, bu anlaşmayı da
kayıtsız, şartsız bütün ülkeler özellikle de ABD, Đsrail imzalayarak,
onaylamak zorunda olduğu düşünülmektedir. Aksi takdirde en önemli
tedbir, istek olmasına rağmen uygulama iradesi olmadığı için, göz ardı
edilmiş olmaktadır. Gerçekte de, Nükleer silaha sahip beş ülke ve
Hindistan ve Pakistan’ın gerekli stokları olduğu için artık silahı
geliştirmeye yönelik test ihtiyacı olmayabilir. Đsrail’in ise yapacağı bir
testin Ortadoğu’da yaratacağı reaksiyonu göze alması mümkün
görülememektedir. Dolayısıyla bu yasaklama, Kuzey Kore, Đran gibi
yeni güç elde etmeye çalışan ülkelere karşı bir sistem gibi
görülmektedir. ABD’nin bu şekilde bir yaklaşımla değerlendirme
41
Kaegan McGRATH, “Battle Lines Being Drawn in the CTBT Debate: an Analysis of the
Strategic Posture Commission's Arguments against U.S. Ratification”, Monterey Institute
for International Studies James Martin Center for Nonproliferation Studies, July 8, 2009
42
Kaegan McGRATH, “In Focus: The Comprehensive Nuclear-Test-Ban Treaty (CTBT)”,
September 18, 2009, NTI Website Resources on CTBT issues
187
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
yapmasının, diğer ülkelere olumsuz yönde örnek teşkil edeceğinden
kuşku duyulmaması gerekir. Çin ve Endonezya, ABD’nin anlaşmayı
onaylaması durumunda kendilerinin de onaylayacaklarını, Pakistan ise
Hindistan’ın onaylamasına bağlı olarak kendisinin onaylayacağını
43
beyan etmiştir . Ocak 2009’da Başkan Obama seçilmesiyle birlikte bu
anlaşmanın ABD Senatosu tarafından onaylanması için elinden geleni
44
yapacağını ilan etmiştir . 5 Nisan’da Prag’da yaptığı konuşmada da bu
anlaşmanın en kısa zamanda ABD tarafından imzalanacağının sinyalini
45
vermiştir .
3. NASIL BĐR NÜKLEER SĐLAHLARDAN ARINDIRILMIŞ DÜNYA:
Yukarıdaki açıklamalar ışığında ABD Başkanı Obama’nın hayal ettiği
nükleer silahlardan arındırılmış bir Dünya tesisinin mümkün olup
olamayacağı aşağıdaki tespitlerle belirlenebilir.
A. Birinci çözüm şekli, nükleer silaha resmen sahip beş ülkede dâhil
olmak üzere bütün nükleer başlık, silah ve stokların imha edilerek,
dünyanın tamamen nükleer silahlardan ari bir şekle getirilmesidir.
46
NPT’nin nihai amacının bu olduğu ifade edilmektedir . Nitekim Başkan
Obama’da nükleer silahsız bir dünyayı arzu ettiğini açık bir şekilde
47
belirtmektedir . Obama’ya göre bu arındırma, çok uzun vadeli olacak.
Nükleer silaha sahip olan ülkeler silahsızlanmaya gidecek, sahip
olmayan ülkeler ise, sahip olma girişiminde bulunmayacaklardır.
Nükleer silaha sahip ülkeler milli güvenlik stratejilerini belirlerken
48
nükleer silahların rolünü tedrici en aza indireceklerdir .
Nükleer enerji teknolojisi ile nükleer silah yapımı teknolojisi arasında iyi
niyetin dışında etki edecek bir fark olmadığı değerlendirildiğinde, ne
olursa olsun sitemde kaçaklar olacağı düşünülmektedir. Bu durumda
nükleer enerji tesislerinde de çok ciddi sınırlamalar ve tedbirler alınması
gerekmektedir. Diğer bir değişle, halen nükleer silahlara sahip devletler
43
Anup SHAH, The US and the Comprehensive Test Ban Treaty, Global Issue, August
07, 2000, http://www.globalissues.org/article/70/the-us-and-the-comprehensive-test-bantreaty.
44
Mark HEINRICK,
“Obama seen helping put atom test ban pact in force”,
http://www.reuters.com/article/topNews/idUSTRE4AI3FK20081119?feedType=RSS&feed
Name=topNews
45
WHITE HOUSE, Remarks By President Barack Obama, Prague, Czech Republic, 5
April 2009, http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-President-BarackObama-In-Prague-As-Delivered/.
46
The Nuclear Non-Proliferation Treaty, Foreign Affairs and International Trade Canada,
http://www.international.gc.ca/arms-armes/nuclear-nucleaire/npt-tnp.aspx
47
WHITE HOUSE, Remarks By The President, May 19,2009,
http://www.nuclearsecurityproject.org/atf/cf/%7B1fce2821-c31c-4560-bec1bb4bb58b54d9%7D/WHITE_HOUSE_PRESS_RELEASE51909.PDF
48
a.g.e., xxxviii
188
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
silahın
nasıl
yapılacağına
dair
know-how’ı
ellerinde
bulundurduklarından, istedikleri anda veya potansiyel bir tehdit
algıladıkları süreçte bu silahları yeniden imal etme yeteneğini
kullanmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Bütün denetim mekanizmalarını
ellerinin altında bulunduran ABD, Rusya, Fransa gibi ülkeleri kim, nasıl
kontrol edebilecektir? Kayıtsız şartsız nükleer teknolojiye sahip bütün
ülkeleri ikna ederek, mutabakat sağlanmasının ve etkin bir denetim
mekanizmasının
kurulmasının
son
derece
güç
olduğu
değerlendirilmekte ve bu şekilde bir yaklaşımın “olmayacak duaya amin
demek” olduğu değerlendirilmektedir. Kaldı ki modern konvansiyonel
silah sistemlerine yakın gelecekte sahip olacak ekonomik ve teknolojik
güce sahip olamadığı öngörülen Rusya ve Çin’in bu şekilde bir
arındırmayı kabul edeceğini beklemek büyük bir yanılgı olabilir.
49
Yazar Dan Brown’ın “Dijital Kale” isimli romanında belirttiği gibi , “en
üst düzeyde sistemin güvenliğinden sorumlu muhafızları (Nükleer
silaha sahip beş ülke) kim kontrol ve murakabe edebilecektir.” Görülen
o ki, bu hal tarzının işlemesi ve tamamen nükleer silahlardan
arındırılmış bir ortam yaratılması pek olası değildir. Bütün bunlara ilave
olarak, NTP’nin kurgusundaki nükleer silah sahip ülke statüsünün
kaldırılarak, nükleer silaha sahip bütün ülkeleri kapsayan ve nükleer
silahlardan arınmayı sağlayan süreci içeren yeni bir yapının oturtulması
şart olarak görülmektedir. NPT bu yapısı ile kaldığı takdirde bu amacı
gerçekleştirmek
için
gerekli
mekanizmaya
sahip
olmadığı
değerlendirilebilir.
B. Đkinci hal tarzında ise; mevcut NPT yapısı içinde belirlenen,
nükleer silaha sahip (nüklear states) ve nükleer silaha sahip olmayan
(non-nuclear states) ülkeler statükosuna bağlı kalan bir yaklaşımla
anlaşmanın işlerliğinin sağlanmaya çalışılmasıdır. Nükleer silaha sahip
ve aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin Daimi Üyesi olan beş devlet;
ABD, Rusya, Đngiltere, Fransa ve Çin’in kendilerinden başka hiçbir
ülkenin bu silahlara sahip olmasına imkan vermeyecek, gerekli kontrol
ve yaptırım mekanizmasına sahip bir sistem tesis etmesi zorunluluk
olarak görülmektedir. Oluşturulacak uluslar arası denetim ve caydırıcı
yaptırımlar mekanizması ile ülkelerin nükleer silah sahibi olmak için
teşebbüste bulunamayacağı bir ortamın yaratılması arzu edilmektedir.
Hindistan, Pakistan, Đsrail ve Kuzey Kore gibi ülkelerin kayıtsız, şartsız
nükleer güçten arındırılması bu sistemin bekası için şart olarak
öngörülmektedir. Bu düzen içinde kendilerinin de nükleer stoklarını
makul seviyeye indirmeyi taahhüt etmeleri beklenebilir. ABD ve
49
Dan BRAWN, Dijital Kale isimli romanında dünyanın en gelişmiş şifre çözme
sistemindeki bilim adamlarının etkinliğini ortaya koymak için “Who will guard the guards?koruyucuları kim koruyacak, kontrol edecektir” şeklinde tespitte bulunmuştur.
189
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
Rusya’nın START Anlaşmasının devamına yönelik indirim çabaları bu
konuda diğer ülkelere de emsal teşkil edebilir.
Bununla beraber, her şeye rağmen bu düzenin, gerçekten nükleer
silahlardan arındırılmış bir ortam oluşturmakta olduğunu söylemek
doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Nükleer silaha sahip ülkeler, diğer
ülkeler üzerinde oransız (asimetrik) bir güç üstünlüğüne sahip olacaktır.
Ülkeler arasında hangi anlaşma yapılırsa yapılsın, “ebedi dostluklar
değil, ebedi menfaatler vardır” mottosu gereği, nükleer silaha sahip
ülkelerin baskısı daima hissedilecektir. Bu durumda, diğer ülkelerin
nükleer silaha sahip ülkelere yakınlaşarak kendilerini güven altına
almaya çalıştıkları ve muhtelif gruplaşmalara yol açan bir konum içine
girmeleri beklenebilir. Böyle bir olasılıkta, Rusya, Çin gibi büyük
ülkelerin bireysel menfaatlerinin ön plana çıkabileceği göz ardı
edilmemelidir. Belirli bölgelerdeki veya Rusya’nın ve Çin’in yapmaya
çalıştığı gibi arka bahçeleri veya etki, ilgi sahalarında kalan ülkeleri
kendi kontrol ve etkileri altına almaya çalışmaları yine Soğuk Savaş
dönemine benzer çok kutuplu uzlaşmaz bir ortamın ortaya çıkmasına
neden olabilir. Böylece, hem konvansiyonel, hem de nükleer silahlanma
yarışının başlaması gündeme gelebilir. Aristo’nun dediği gibi; geri
dönülemez “tarih tekerrürden ibarettir” gibi bir noktaya gelinebilir.
SONUÇ
Yukarıdaki hal tarzları incelendiğinde, Dünya’da nükleer silahlardan
arındırılmış bir düzen kurmanın hayal olduğu değerlendirilebilir. Mevcut
NPT yapılanması çerçevesinde, bir kısım ülkelerin bu silaha sahip
olduğu ve fakat oldukça büyük indirim yapılarak, karşılıklı güven
sağlamaya yönelik bir konumun oluşturulduğu ve diğer ülkelerin ise,
kesinlikle nükleer silaha sahip olmalarını önleyici bir mekanizma ile bu
sistemin işlevsel hale getirilebileceği ifade edilebilir. Böyle bir süreçte
uluslar arası mutabakatın sağlanmasının yanı sıra, uymayanlar
hakkında somut yaptırımların olduğu sistemlerin tesis edilmesi ve
mevcut olanlarında güçlendirilmesi şarttır. Halen geçerlikte olan
sistemleri gözden geçirdiğimizde aşağıdaki bulgulara ulaşabiliriz;
George Shultz, William Perry, Henry Kissinger ve Sam Nunn
dörtlüsünün Ocak 2008’de, The Wall Street Journal’da yayınlanan,
“Nükleerden Arındırılmış Dünya’ya Doğru” isimli çalışmalarında ABD ve
Rusya arasında START devamı anlaşmanın yapılmasının önemi
üzerinde durulurken, atılacak bu adımlara diğer nükleer silaha sahip
ülkelerle, nükleer silaha sahip olmayan ülkelerin dahil edilmesini, Soğuk
Savaş döneminden kalma nükleer silah kullanma stratejilerinin gözden
geçirilmesini ve hafifletilmesini, nükleer silah yapmaya yarayan madde
ve materyalin kontrolü, teröristlerin ve yetkisizlerin eline geçmemesi için
gerekli standartların sağlanmasını, CTBT’nin yürürlüğe girmesinin
190
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
sağlanması ve güvenilir bir denetim sisteminin kurulmasını, nükleer
yakıt elde edilmesi ve zenginleştirmede gelişmiş nükleer ülkelerin
Uluslar arası Atom Enerji Ajansı (UAEA) ile birlikte bir uluslar arası
program geliştirmelerini ve kontrollü bir şekilde kullanıma sunmalarını
tavsiye etmektedirler. Nitekim, Başkan Obama bu doğrultuda Nisan
50
ayı içinde “Küresel Nükleer Güvenlik Zirvesi’ ile serbest nükleer
materyal ve maddelerin teröristlerin eline geçmesini önlemeye yönelik
uluslar arası tedbirlerin uygulanması için girişimde bulunmuş ve nükleer
51
silah kullanma stratejisini yeniden düzenleyerek açıklamıştır.
Nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, hedef olarak yüce bir dağın
zirvesine ulaşmak gibidir. Halen bu dağın zirvesi eteklerden
görülememektedir. Ancak buna ulaşmak ve zirvenin görülmesi için
mutlaka bir rota tespit edilmesi ve uygulamaya konulmasının uygun bir
yaklaşım olacağı söylenebilir. Aksi takdirde eteklerde zaman
kaybetmenin maliyeti çok büyük olacaktır. Bu benzetmeden hareketle
Başkan Obama’nın inisiyatifi ile başlayan bu girişimin meyvesini
verebilmesi için mutlaka gerçekçi ve somut adımların atılması
gerekmektedir. Bunlar:
- NPT’nin statülerinin gözden geçirilerek arındırmayı koşulsuz
şekilde sağlayacak yapının oturtulması olmazsa, olmaz koşul olarak
görülmektedir. NPT kapsamında olduğu gibi, “nükleer silahlara sahip
ülkeler” statüsü gibi bir kavram ortaya konulursa, nükleer silahlardan
tamamen arındırılmış (nuclear free world) bir dünya oluşturulacağına
dair bir inanç ortamı yaratmanın mümkün olamayacağı görülebilir.
Öncelikle bu tür bir statünün ortadan kaldırılmasının elzem olduğu
kıymetlendirilmektedir.
Başlangıçta iki statülü durum ile başlayan uygulamada, Đsrail,
Hindistan, Pakistan, Đran ve Kuzey Kore gibi ülkelerde arındırmanın
gerçekleştirilmesi ve sonra diğer nükleer silaha sahip beş ülkenin de
arındırmaya gitmesi gerçekleştirilebilir bir yol haritası olarak görülebilir.
Anlaşma maddelerinin istisnasız bütün ülkelere çifte standart
göstermeden uygulanması ve takip ve kontrol edilmesinin gerektiği
üzerinde durulmaktadır. Đsrail gibi bir ülkeye müsamaha gösterilerek,
Đran’ın programından vazgeçmesini istemenin çok akılcı bir yaklaşım
olmadığı belirtilebilir. Bu konudaki rahatsızlık artık açık bir şekilde
50
Serdar ERDURMAZ, Küresel Nükleer Güvenlik Zirvesi Sonuçları, 14 Nisan 201,
http://www.turksam.org/tr/a1985.html
51
Serdar ERDURMAZ, ABD’nin Yeni Nükleer Silah Stratejisi Đle Başkan Obama
Kararlılığını Göstermektedir
08 Nisan 2010, http://www.turksam.org/tr/a1976.html
191
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
Türkiye, Mısır ve Đran tarafından gündeme getirilmekte ve çifte
standarda son verilmesi istenmektedir.
- Arındırmaya karşı olan veya daha sonra nükleer enerjiyi silaha
dönüştürmeye çalışan ülkelere karşı alınacak somut caydırıcı ve karşı
tedbirler açık ve net olarak belirlenmeli ve üzerinde mutabakat
sağlanmalıdır.
- Nükleer silahların yayılması anlaşmasının paralelinde olan CTBT
gibi anlaşmaların ABD gibi lider ülkeler tarafından mutlaka imzalanması
gerekmektedir. Aksi takdirde inandırıcılığının olamayacağı ve ülkeler
tarafından istismara yol açmaya devam edeceği konusu gözden uzak
tutulmamalıdır.
Halen ABD ve Rusya arasında başlayan Start anlaşması
kapsamına diğer nükleer silaha sahip ülkelerinde müdahil olması
sağlanmalıdır.
- BM Güvenlik Konseyi Daimi üyesi olan Rusya ve Çin’in kendi
ulusal çıkarları uğruna nükleer konularda bu silaha sahip olmak isteyen
ülkeler nezdinde taviz vermelerinin önüne geçecek tedbirler alınmalıdır.
Sonuç olarak, NPT’nin mevcut yapısı içindeki statücü ve denetim
mekanizmasından yoksun bir yaklaşımla “nükleer silahlardan
arındırılmış bir dünya” yaratmanın ulaşılması son derece güç bir hayal
olduğu söylenebilir.
KAYNAKÇA
ANUP Shah: The US and the Comprehensive Test Ban Treaty, Global
Issue, (August 07, 2000),http://www.globalissues.org/article/70/the-usand-the-comprehensive-test-ban-treaty.
ANYA Loukianova and MILES Pomper: Obama's Moscow Visit
Highlights Both Progress and Obstacles in U.S.-Russian Nuclear
Relations, (July 10, 2009)
ARIEL Cohen: Are Russian Scientists Aiding Iran’s Nuclear Program?,
http://corner.nationalreview.com/post/?q=NDMzNzhiN2IzNGFmYjkxNm
Y0YjlmN2ViMzc4ZDJhZWI=
ARMS CONTROL: Arms Control and Proliferation Profile: North Korea,
http://www.armscontrol.org/factsheets/northkoreaprofile
ÇAY Ömer: Đsrail’in Kimyasal-Biyolojik-Radyolojik Silah Kabiliyetleri,
www.ekopolitik.org
192
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü?
DANN Moshe: Obama's Real Agenda: Israel's Dimona Nuclear Facility,
http://www.americanthinker.com/2009/06/obamas_real_agenda_israels
_dim.html (June 16, 2009).
DITZ Jason: Israel Reacts With Shock, Dismissal at US Calls to Join
NPT, (May 06, 2009), http://news.antiwar.com/2009/05/06/israel-reactswith-shock-dismissal-at-us-calls-to-join-npt/
ERDURMAZ Serdar: Füze Savunma Kalkanı Kapsamında Doğu
Avrupa’ya Yerleştirmeyi Planladığı Sistemlerden Vazgeçme Nedeni?,
(18 Eylül 2009), http://www.turksam.org/tr/a1793.html
ERDURMAZ Serdar: Ortadoğu’daki Kitle Đmha Silahları, Silahların
Kontrolü ve Türkiye, Ümit Yayıncılık, s197, ISBN:975-8572-35-0
ERDURMAZ Serdar: Stratejik Silahların Đndirim Anlaşması (START)
2010 Yılı Başına Kadar Yenilenecek., (04 Haziran 2009),
http://www.turksam.org/tr/a1688.html
FAS: India Nuclear Weapons,
http://www.fas.org/nuke/guide/india/nuke/
FAS:
Nuclear
Weapons,
Israel
http://www.fas.org/nuke/guide/israel/nuke/
Nuclear
Weapons,
FINANSAL Times: Çinliler Đran’a Petrol Sevkiyatına Başladı, ,
http://www.ft.com/cms/s/0/b858ace8-a7a4-11de-b0ee00144feabdc0.html?nclick_check=1
FOREIGN Affairs and International Trade Canada:, The Nuclear NonProliferation Treaty, http://www.international.gc.ca/arms-armes/nuclearnucleaire/npt-tnp.aspx
HEINRICH Mark: Obama seen helping put atom test ban pact in
force,http://www.reuters.com/article/topNews/idUSTRE4AI3FK2008111
9?feedType=RSS&feedName=topNews
HÜRRĐYET
Dünya:
Nobel
Barış
Ödülü
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12655804.asp?gid=229
Obama’ya,
IAEA: Iran, www.iaea.org/NewsCenter/Focus/IaeaIran/index.shtml
KIMBALL Dary: The Status of CTBT Entry Into Force: the United
States, (September 22, 2005)
LE FIGARO: Nucléaire : l'Iran reconnaît construire une seconde usine,
(25 Eylül 2009)
LE FIGARO: La Russie, maillon faible du front anti-iranien, (01Ekim
2009),
193
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194
Serdar Erdurmaz
McGRATH Kaegan: Battle Lines Being Drawn in the CTBT Debate: an
Analysis of the Strategic Posture Commission's Arguments against
U.S. Ratification, Monterey Institute for International Studies MARTIN
James Center for Nonproliferation Studies, (July 8, 2009)
McGRATH Kaegan: In Focus: The Comprehensive Nuclear-Test-Ban
Treaty (CTBT), NTI Website Resources on CTBT issues, (September
18, 2009),
MILLER Marvin and LAWRENCE Scheinman: Israel, India, and
Pakistan: Engaging the Non-NPT States in the Nonproliferation
Regime,http://www.armscontrol.org/act/2003_12/MillerandScheinman
NPT, The Treaty On The Non-Prolıferatıon Of Nuclear Weapons,
Article I,II, http://www.un.org/events/npt2005/npttreaty.html
NTC: China and the North Korean Nuclear Issue, 09.23.2003,
http://www.nti.org/db/china/koreapos.htm
NUCLEARNON-PROLIFERATIONTREATY,
http://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_non_proliferation_treaty
SHULTZ George, PERRY William, KISSINGER Henry and NUNN Sam:
Toward a nuclear-Free World, The Wall Street Journal, (January 15,
2008)
STRATFORT:
Iran's Maneuvers as the Deadline Approaches,
(September 8, 2009)
TKACIK John J. Jr: Does Beijing Approve of North Korea's Nuclear
Ambitions?, ( March 15, 2005),
http://www.heritage.org/research/asiaandthepacific/bg1832.cfm
WHITE HOUSE: Remarks By The President, (May19,2009)
http://www.nuclearsecurityproject.org/atf/cf/%7B1fce2821-c31c-4560bec1bb4bb58b54d9%7D/WHITE_HOUSE_PRESS_RELEASE51909.PDF
WHITE HOUSE: Remarks By President Barack Obama, Prague, Czech
Republic,
(5
April
2009),
http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-PresidentBarack-Obama-In-Prague-As-Delivered/
www.armscontrol.org/factsheets/russiaprofile
www.armscontrol.org/factsheets/unitedstatesprofile,
www.ctbto.org/
194
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,195-215
© BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY
REALĐST- (NEO) REALĐST PARADĐGMALAR ÇERÇEVESĐNDE
KIBRIS SORUNUNUN ĐNCELEMESĐ
Dr.Berna AKSOY
1
ÖZET
1980’ler sonrası uluslararası ilişkiler ortamında Sovyet Sosyalist Cuhuriyetler Birliği
(SSCB)’nin dağılması sonrası iki kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Bu siyasi değişim,
uluslararası sorunların çözümünde de farklı perspektiflerin rol oynamasına neden
olmuştur ve hala olmaktadır. Güç ve çıkar’ın ortaklık ettiği uluslararası ortamda, taraflı dış
politika izlemenin de sona erdiği düşünülürse artık uluslararası sorunlara taraf olan
devletlerin kendi amaçlarını siyasi ve ekonomik gücü oranında gerçekleştirme arzusu
içinde oldukları görülür. Artık uluslararası siyasi ortam güç ve çıkar odaklı realist
politikalar ile yönlendirilmektedir. Bu çalışmada, realist ve neorealist paradigmaların
Kıbrıs sorununun analizinde ve çözüme katkısı üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler; Realizm, Neorealizm, Kıbrıs Sorunu, ABD
The Analysis of Cyprus Problem Over the Realism and the Neorealism
ABSTRACT
Dual pole system was disappeared in International relations environment after 1980 upon
dissolution of USSR. These political changes caused different perspectives to take part in
solving international conflicts. International area has become a political arena where
power and interests are partners. In this environment where Turkey’s western oriented
foreign policy has been ended due to the termination of dual pole balance policy, the
involved parties of international conflicts have been observed to show up their wills to
realize their own interests with respect to their political and economic powers. In this
work, in accordance over the solving of Cyprus conflict will be discussed and realist and
neorealist paradigms will be analysized whether solving of the conflict or not.
Keywords: Realism, Neorealism, Cyprus Conflict, USA
GĐRĐŞ
Her bir uluslararası ilişkiler teorisi, olanla-olması gereken arasında bir
sentez kurar. Devletlerin aktörler olarak varlıklarını devam ettirdikleri
uluslararası sistemde, devletlerarası ilişkileri düzenleyen uluslarüstü bir
otoritenin varlığının pratikte olmaması nedeniyle, güç-çıkar olgusu
1
Đstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Görevlisi. [email protected].
Berna Aksoy
etrafında çeşitli değişkenlerin etkisinde ilişkiler, bir süreç içinde
değerlendirilmektedir. Teoriler, dünya politikasını ve devletlerarası
ilişkileri anlamayı, öngörmeyi, değerlendirmeyi ve belki de en önemlisi
gözlemleyebilmeyi sunabilmelidir. Bu çalışmada, uluslararası düzeyde
uzun bir süreci kapsayan Kıbrıs sorununa, Amerika Birleşik Devletleri
(ABD) ve Đngiltere’nin yaklaşımlarını uluslararası ilişkiler teorilerinden
realizm ve neo-realizm üzerinden değerlendirmek amaçlanmıştır.
Çalışmanın temel amacı, her iki teorinin, pratikte uygulanabilme
sahalarının olanla-olması gereken bağlamında aktörlerin davranış
modelleri üzerinden gözlemleyebilmek ve Kıbrıs sorununun tarihsel
süreci üzerinden örnek olaylarla açıklayabilmektir.
1. KIBRIS’IN DÜNYA SĐYASETĐ’NDEKĐ YERĐ
F. Braudel, Akdeniz adlı eserinde “Akdeniz tarihinin kalbinde fakirlik ve
yarının belirsizliği onu uzak ülkelerin katkıda bulunmalarını sağlamak,
onların ekonomilerine ortak olmak zorunda bırakmıştır.“ ifadesini
2
kullanmıştır . Akdeniz, coğrafyası, kültürü, doğası, doğal kaynakları,
kıtalararası ulaşıma elverişli konumu ile medeniyetlerin merkezinde
olma ayrıcalığını tarihin her döneminde yaşamıştır.
Kıbrıs, tarihsel süreçte hiçbir zaman topraklarında yaşayan halkının
yönettiği bir ada olamamıştır. Tarih sahnesinde sürekli el değiştirmiştir.
Asurlular ve Perslerden sonra Makedonyalı Đskender’e geçen ada, 395
yılında Bizans’ın hakimiyeti altına girmiştir. 1571 yılında Yavuz Sultan
Selim zamanında fethedilen Kıbrıs’ı, Đngiltere Osmanlı Devleti’ni Berlin
konferansında destekleme sözüne karşı, 1878 yılında kiralamıştır.
Rusya’ya karşı Đngiltere, Kıbrıs’ta bulunarak Osmanlı Devleti’ni sözde
3
daha iyi koruyabilecekti . Türkler ve Rumlar arasındaki çatışmaların
kökeninde Đngiltere’nin adayı elde tutmak amacıyla sorun çözme
girişiminde bulunmaması vardı. Đngiltere, tarihsel süreçte, Kıbrıs
sorununun bir sorun olarak kalmasında başat rolü oynamıştır. Bu
açıdan değerlendirirsek Đngiliz siyasetini, 1956 Süveyş krizinden
bahsetmekte yarar vardır.
Doğu Akdeniz siyasetinin temeli, Batılı devletler tarafından Süveyş
Kanalı’nın tamamlanmasından sonra atıldı diyebiliriz. 1869 yılında
tamamlanan Süveyş Kanalı’nın aynı tarihte Mısır hükümeti tarafından
99 yıllığına Batılı devletlerin ortak olduğu Kanal şirketine
devredilmesiyle Đngiltere, kanalın kontrolünde Fransa’yla birlikte söz
2
3
Braudel Fernand, (1993), Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I, Ankara, Đmge Kitabevi, s.287.
Sander Oral, (2005), Siyasi Tarih, Ankara, Đmge Kitabevi, s.230-231.
196
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
sahibi olmuştur. Bu şekilde, Batılı devletler, Körfez ülkelerinden petrol
alıyorlardı. Đngiltere, Süveyş Kanalı’nın % 44’üne sahip olduğu 1875
yılından itibaren Doğu Akdeniz siyasetinde daha baskın ve ısrarcı bir
4
tavır sergilemiştir . Đngiltere, uluslararası siyasi ortamın getirdiği
koşullarla, kimi zaman Osmanlı yanında kimi zaman Osmanlı’ya karşı
fakat her zaman ekonomik çıkarları doğrultusunda akılcı yöntemler
üzerinde diplomasi yürütmüştür.
Đngiltere, bir sömürge imparatorluğu olarak hüküm sürdüğü toprakların
doğal kaynaklarını sömürerek 1800’lü yıllarda ekonomik gücünün
zirvesine ulaşmıştır. 1800’lü yıllarda Đngiliz politikası, Akdeniz ve
Ortadoğu ticari bölgelerini kontrol altında tutmak amacını taşıyordu.
Süveyş Kanalı, Đngiltere için sömürgelerinden aldığı malları hem
ekonomik hem de hızlı bir şekilde kıta Avrupa’sına ulaştırabileceği bir
yoldu. Ayrıca Kanal’ın kontrolü, petrol ürünlerinin de aynı şekilde
rahatlıkla taşınmasını sağlamaktaydı. Đngiltere, o dönemde dünyadaki
kaynakların büyük bir kısmını elinde tutarken, dünya savaşları ve
milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasıyla sömürge milletlerinin birer
birer bağımsızlık ilan etmeleri, Đngiltere’nin de dönemin güçlü
devletleriyle birlikte taraflı bir siyaset takip etmesini kaçınılmaz hale
getirmiştir. Bu siyasetin sonucunda da Süveyş krizi patlak vermiştir.
1955 yılında Süveyş Kanalı’nın Mısır hükümeti tarafından
millileştirilmesi ve sonrasında çıkan Süveyş krizinde, Rusya ve
Đngiltere-Fransa sürtüşmesi sonucu Đngiltere, ABD’nin de karşı çıkması
nedeniyle daha fazla ileriye gitmeye cesaret edememiştir.
ABD ve Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş döneminde ilk defa uluslararası
bir krizde ortak hareket etmişlerdir. Çünkü ABD, Süveyş krizinin
Đngiltere ve Fransa yüzünden daha büyük bir çatışmaya; bir Doğu-Batı
5
blokları çatışmasına dönüşmesinden endişe ediyordu . Ayrıca, ABD,
Đngiltere ve Fransa’nın emperyalist tutumlarının bölgedeki petrol
yataklarına hükmeden Arapların tepkisini çekmesi nedeniyle onların
Sovyet Rusya’ya yaklaşmalarını kabul edemezdi. Đngiltere, Süveyş krizi
sonrası uluslar arası sistemde sömürgeler imparatorluğu olmanın
getirdiği gücü zayıflamıştır. Bu tarihten sonra Đngiltere, uluslararası
siyasetinde özellikle askeri harekâtlarında BM aracılığıyla ve ABD’nin
desteğiyle hareket edecektir.
4
Armaoğlu, Fahir, (1993), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990), Ankara, Türkiye Đş
Bankası Yayınları, s.202.
5
Sander Oral, a.g.e., 2005, s.301-305.
197
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
Süveyş krizi sonrası bölgede 1881’den beri varolan Đngiliz egemenliği
ortadan kalkmıştır. Đngiltere’nin petrol kaynaklarına uzak olması ya da
uzak durması ulusal dış politikasıyla bağdaşmayan bir unsurdur. Kriz
sonrası Đngiltere, Orta Doğu bölgesinde itibar kaybetmiştir. Dönemin
Đngiltere Başbakanı Anthony Eden istifa etmek zorunda kalmıştır.
1955 yılında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi, başta Đngiltere olmak
üzere bölgeden ekonomik kazanç elde eden diğer devletlerin de
hüsrana uğramalarına neden olmuştur. Bunun yanısıra Đngiltere ve
Fransa’nın Süveyş krizinde başarısız olmaları, her iki devletin Orta
6
Doğu Bölgesi’nde emperyalist politikalarının bir sonucu olmuştur . Artık
dünyada başka devletlerin topraklarına ait doğal kaynakların zor
kullanılarak sahiplenilemeyeceği görülmüştür. Dönemin Alman
Başbakanı Konrad Adenauer bu gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu:
“Fransa ve Đngiltere artık hiçbir zaman ABD ve Sovyetler Birliği ile
kıyaslanacak bir güç olmayacaklardır. Almanya da olamaz. Bu ülkeler
için dünyada etkili bir rol oynamanın tek yolu Birleşmiş Avrupa’yı
7
kurmaktır.... Kaybedecek zamanımız yok .” Bu tarihten sonra Fransa ve
Almanya öncülüğünde kurulacak olan Avrupa Ekonomik Topluluğu,
1973’te Đngiltere’nin de katılmasıyla hem ekonomik hem de siyasi
açıdan güçlü bir kıta Avrupa’sı hedeflemiştir.
1956 Süveyş krizinde ABD’nin Đngiltere’nin yanında yer almaması
sonucu Đngiltere, bölgedeki etkinliğini yitirmekle kalmadı; ayrıca ABD
olmadan askeri harekâtlara tek başına karar veremeyeceğini anladı.
Bundan sonrası uluslararası sistem, kıta Avrupa’sından ABD-Sovyetler
Birliği eksenli, iki kutuplu sistem (bipolar system) ya da Soğuk Savaş
olarak adlandırılan yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemi uluslararası
ilişkilerin sebep-sonuç ilişkisi bakımından realist paradigma ile
ilişkilendirmek, Kıbrıs sorununun günümüze dek bölgesel bir sorun
olarak kalmasını açıklamakta fayda sağlayacaktır.
2. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMĐ ÖNCESĐ VE REALĐZMĐN DOĞUŞU
19. yüzyılda, Avrupa devletlerinin sömürgecilikle dünya ekonomisine ve
uluslararası siyasete yön verdikleri dönemde, siyaset alanı yalnız
Avrupa kıtası idi. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri başta
Đngiltere olmak üzere Avrupalı devletlerin sömürgeler yoluyla elde
ettikleri doğal kaynakların ekonomik ucuzluğu ve sanayii devriminin
6
Öymen, Onur, (2002), Silahsız Savaş (Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi), Đstanbul,
Remzi Kitabevi, s.115-117.
7
Kissinger Henry, (1998), Diplomasi, Ankara, Đş Bankası Yayınları, s.517.
198
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
gerçekleşmesi ve mamul madde üretimi ve dünya ihracatının %
22.9’unun Đngiltere’nin elinde olması, uluslararası siyaseti de kıta
8
Avrupa’sına çekmiştir .
Uluslararası ilişkilerde ekonomik ve teknolojik güç, siyasi kazanımların
elde edilmesinde belirleyici olmuştur. 19. yüzyılda Đngiltere başı
çekmekteyken, 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri % 32 payla
dünya mamul madde üretiminde birinci sırada, % 13.6 payla da
9
Đngiltere ikinci sırada idi .
1918’de I. Dünya Savaşı sona erdiğinde, ulusçuluk, milliyetçilik
akımlarıyla sömürgeler, bağımsızlıklarını kazanma peşine düşmüş ve
Avrupalı devletlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Savaş
sonrası, ABD ve Đngiltere, barışın korunmasına yönelik çabalarıyla
uluslararası ilişkilere yeni bir açılım getirmişlerdir. Savaş sonrası ortam,
her iki devletin kendi lehine gelişen barışçıl ve statükocu bir anlayışı
devam ettirme amacında olmaları sonucu dünya siyasetinde idealizm
kavramı ortaya çıkmıştır.
Đdealizmin ortaya çıkışında, I. Dünya Savaşı sonrası, kıta Avrupa’sının
felaket halinin bir daha yaşanmaması amaçlanmıştır. Bu felaketin
nedenlerini
sorgulayarak,
gelecekteki
uluslararası
ilişkileri
düzenleyecek yeni sistemin araçlarının neler olması gerektiği üzerinde
durulmuştur. Çıkarılan dersler sonucu idealist paradigma ortaya
çıkmıştır. Bu çıkarılan derslerde; özellikle savaşın ortaya çıkışında
ülkelerin “yetkici-baskıcı” yönetimlerle idare edilmeleri ve dolayısıyla
liderlerinin demokratik sorumluluklarının olmamasının yanısıra
anlaşmazlıkların artmasını önleyecek uluslararası mekanizmaların
azlığının ve yetersizliğinin de gelişmelerde önemli rol oynadığı
10
vurgulanmıştır .
Đdealizm, ABD Başkanı Wilson’un 14 ilkesi, dünya barışının
korunmasında, statükonun devamlılığında etkili olmuşsa da süreklilik
gösterememiştir. Her ne kadar I. Dünya Savaşı sonrası uluslararası
barış ortamının oluşturulması ve korunmasında dünya kamuoyunun
desteği ve “açık diplomasi” anlayışıyla, uluslararası ilişkilerin
şeffaflaştırılması benimsenmiş olsa da, uluslararası ilişkileri etkileyen,
uluslararası sisteme yön veren birden fazla değişkenin varlığı
yadsınamazdı. Bu durum, 1929 yılındaki ekonomik buhranı hazırlayan
8
Kennedy Paul, (1991), Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Ankara, Đş Bankası
Yayınları, s.235.
9
Kennedy, a.g.e., 1991, s.235.
10
Eralp, Atilla, (1997), Devlet Sistem ve Kimlik, Đstanbul, Đletişim Yayınları, s.61.
199
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
ekonomik istikrarsızlıklar, Milletler Cemiyeti’nin barış ortamını
korumakta bir “üst otorite” olarak etkili olamaması, hızla Avrupa’yı ve
dolayısıyla dünyayı II. Dünya Savaşı’na sürüklemiştir. 1934’de Đtalya’nın
Habeşistan’ı işgali ile çöken Milletler Cemiyeti sonrasında, fakirlik ve
işsizliğin artması totaliter yönetimlerin birer umut olarak görülmesine
11
neden olmuştur . Artık devletlerin ekonomik istikrarsızlıklarla mücadele
ettiği 1930’larda, devletlerin çıkarlarını temel aldıkları bir kaos ortamı
sonucu, 1939’da II. Dünya Savaşı çıkmıştır.
Kıta Avrupa’sında tekrar ortaya çıkan savaş hali, idealizm yaklaşımının
uluslararası ilişkilerde geçerliliğini sonlandırmıştır. Đdealizme getirilecek
eleştirilerin başında belki de devletlerarası ilişkilerin düzenlenmesinde
“üst otorite” ve barış ortamının korunmasında “yaptırım” sorununun
olması gelmektedir. Çünkü devletler, yalnız barış ortamının korunması
için uymak zorunda oldukları kuralları, ihlal etmeleri ve herhangi bir
yaptırımla karşılaşmamaları durumunda dış politika çıktılarını
belirlemede hem iç hem de dış etkenlerden gelecek birden çok
değişkenden bildirim alırlar. Dolayısıyla idealizmin belirttiği gibi yalnız
“dünya barışı”nı korumak adına devletlerarası ilişkilere endeksli dış
politika çizgisi oluşturmak devletler açısından mümkün değildir. Tüm
devletler eşit egemen aktörlerdir, devletlerin üstünde devletler için
bağlayıcı bir otorite kurmak ancak ahlaki normlar temelinde olabilir. Bu
12
normların işlevi de, yaptırımlarla ilişkilendirilebildikleri sürece olabilir .
Ahlaki normlar, devletlerin güvenlik ihtiyacı nedeniyle güç elde etme
peşinde olmaları sonucu pratikte uygulanamamaktadır. Dolayısıyla II.
Dünya Savaşı sonrası uluslararası ilişkiler, savaş olgusunu güç kavramı
etrafında açıklayan yeni bir teorinin etrafında şekillenmiştir. Bu teori
realizmdir.
1945 sonrası savaş nedeniyle zenginleşen tek ülke ABD olmuştur. Kıta
Avrupasına uzak olması ve dünya altın rezervlerinin üçte ikisine sahip
olması ABD’yi süper güç haline getirmiştir.(Kennedy,1993;432) Bununla
birlikte devletlerin çıkarları dengesinde şekillenmeye başlayan
uluslararası ilişkilerde, ABD ekonomik ve nükleer gücünü de arkasına
alarak güç merkezli bir politika izlemeye başlamıştır. ABD’nin ekonomik
gücünün askeri güce dönüşmesi ve savaş boyunca hava egemenliği
kurması, savaş sonrası tek merkezi güç olmasının da önünü açmıştır.
Savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliği, ABD’nin karşısında bir güç
11
Brzezinski Zbigniew, (2000), Büyük Çöküş, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Yayınları, s.9.
Çaman, Efe, (2007), “Uluslararası Đlişkilerde (Neo)Realist Paradigmanın Almanya’daki
Gelişimi ve Evrimi: Kindermann ve Münih Okulu”, USAK Yayınları, s.40.
12
200
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
olarak ortaya çıkacak ve güç mücadelesi, güç dengesini gerektirecek
ve siyasi çıkarlar güç dengesinin temelinde seyredecektir.
Realizm teorisi; iki kutuplu dünya düzeni sonrasında özellikle ABD’nin
uyguladığı uluslararası ilişkileri temel çıkarlar odağında gören bir
teoridir. Realizm, devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul
ederek, uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletlerarası
13
mücadele süreci olarak görmektedir . Çünkü devletler, dış politikada
güç ve çıkar peşindedirler. Devletleri savaşa zorlayan nedenlerin
başında da güvenlik ikilemi gelmektedir. Realistlere göre, eğer savaş
14
ulusal çıkarın korunması için gerekliyse yapılmalıdır . Burada kendini
savunma ve ulusal çıkar kavramı, geniş bir çerçevede ele alındığından
realizmde emperyalizme meşruluk sağlanmaktadır. Çünkü bir devletin
ulusal çıkarı başka bir devletin güvenliğini ve geleceğini tehlikeye
atabilir. Dolayısıyla ulusal çıkar, bir devletin kazancı olurken bir
diğerinin kaybına neden olmaktadır.
Realizm, ilk defa ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme politikası”nın
15
yaratıcılarından olan George Kennan tarafından dile getirilmiştir . Bu
çevreleme politikasına göre ABD’li siyaset bilimciler, Avrupa’dan Pasifik
kuşağına kadar olan bölgeyi bir güvenlik ağına almak gerektiği üzerinde
durmuşlardır. Bu güvenlik ağının en önemli iki devleti de Yunanistan ve
Türkiye olacaktı. Sovyetler’in devlet politikası olan sıcak denizlere inme
hayalinin önüne ABD, bu şekilde geçmiş olacaktı. Fakat bir yandan
ABD’nin egemen güç olma arzusu, diğer yandan SSCB’nin ABD
karşısında yeni bir ekonomi modeliyle ayakta durma çabası,
uluslararası sorunlarda devletlerin taraflı davranması sonucunu
getireceği endişesi ve yeni bir dünya savaşının önüne geçmek
amacıyla uluslararası düzeyde beş büyük devletin öncülüğünde 1945’te
Birleşmiş Milletler’in (BM) kurulmasına neden olmuştur. Fakat BM,
uluslararası sorunların, çözüm sürecinde Doğu ve Batı Bloku odaklı
diplomatik mücadelenin yapıldığı bir dış politika ortamı halini almıştır.
Realizm, 1970-1990 yılları arası dönemde uluslararası sistemde
devletlerin davranış modellerini açıklamak konusunda yetersiz
kalmıştır. Daha önce idealizmde belirttiğimiz gibi devletlerin dış politika
çıktılarını belirlemede nasıl bir üst otoritenin varlığıyla ahlaki normlar
temelinde devletlerin davranışları kontrol edilemez ve devletlerin üst
13
Clogg, Richard, (1997), Modern Yunanistan Tarihi, Đstanbul, s.91-95.
Arı Tayyar, (2004),Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Đstanbul, Alfa Yay., s.165.
Arıboğan Deniz Ülke, (1998), Kabileden Küreselleşmeye, Đstanbul, Sarmal Yayınevi,
s173.
14
15
201
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
otoriteye bağlılığı pratikte uygulanamaz ise, realizmde de devletlerin
davranış modellerini güç ve çıkar çatışması ekseninde açıklamamız
16
mümkün değildir . Çünkü güç ve çıkar temelinde dış politika çıktılarının
belirlenmesi, uluslararası ilişkilerin süreç içinde devamlılığının da önüne
geçmektedir. Bu durumda ya sürekli savaş hali ya da sürekli güçlünün
hükmettiği pasif devletlerarası ilişkiler olacaktır. Dış politikanın
belirlenmesinde ya da devletlerin davranış modellerini açıklamakta, dış
etkenler tek belirleyici olmamaktadır.
Bunların dışında ulusların kültürel ve uygarlık çevresi içindeki insan
davranışlarının
bazı
değişmez
nitelikleri
de
gözönünde
17
bulundurulmalıdır . Bu durumda realizm, idealizm gibi koşulların
değişmediği, çeşitli değişkenlerin devletlerin davranış modellerini
etkilemediği tek bir değişkenin devletlerarası ilişkileri etkilediği (idealizm
açısından üst otorite, realizm açısından güç-çıkar çatışması) teorilerin
değişen siyasi koşullara cevap verememesi sorunuyla karşılaşılmıştır.
Bu konuda uluslararası ilişkilerde bir örnek olay olarak Kıbrıs sorununu
inceleyebiliriz.
3. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMĐ REALĐST PARADĐGMA TEMELĐNDE
KIBRIS SORUNU
ABD, 1945’te NATO’nun kurulmasına öncülük ederek bölgesel düzeyde
sınırları çizmiş oldu. ABD’nin Akdeniz ülkelerinden Yunanistan ve
Türkiye üzerinden başlayan Doğu Bloku karşıtı politik tutumu, özellikle
bölgesel bir sorun olan Kıbrıs, SSCB’nin bölgesel düzeyde Doğu
Avrupa devletlerini kendi oluşturduğu Doğu Bloku’nda tutma çabasıyla
her iki bloğun güçlerinin sınandığı, güç çatışmasında değil güç
dengesinde devam eden bir sorun olmuştur. Çünkü güç çatışması,
savaş ortamını, güç dengesi ise uluslararası ilişkilerin devamlılığını
sağlamaktadır.
1955-1980 yılları arası dönemde Kıbrıs sorunu, BM çerçevesinde
çözümlenmeye çalışılmıştır. ABD’nin realist kökenli politikaları, çoğu
zaman uluslararası sorunların çözümünü lehine değiştirmek amacını
gütmüştür. Kıbrıs’ın uluslararası bir sorun haline getirilmesi,1954 yılında
Yunanistan’ın BM’ye başvurarak Kıbrıs’a self-determinasyon (kendi
18
kaderini tayin) hakkının verilmesini talep etmesiyle başlamıştır . Fakat
16
Waltz, Kenneth, (2003), “Realist Thought and Neorealist Theory”, Journal Of
International Affairs, s. 26.
17
Çaman, a.g.e., 2007, s.43.
18
Sönmezoğlu Faruk, (1989), Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Đstanbul, Filiz
Kitabevi, s. 227.
202
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
BM Genel Kurulu konuyu ele almayı kabul etmemiş ve bu talep geri
çevrilmiştir.
Yunanistan’ın Kıbrıs’ı öncelikle uluslararası bir sorun haline getirerek
uluslararası kamuoyundan destek beklemesi ve bu politikanın ardında
kendi kaderini tayin etme gibi haklı bir nedeni göstermesi, başta
Kıbrıs’ın Đngiltere sömürgesinde olması nedeniyle Đngiltere’yi rahatsız
etmiştir. Adadaki statükonun bozulması endişesi, ABD ve Đngiltere’nin
SSCB’ye karşı Doğu Akdeniz’in ve Ortadoğu Bölgesi’nin güvenliği için
önemli bir coğrafi konumda bulunan Kıbrıs’ın elde tutulması üzerine
19
politikalar üretmesini zorunlu hale getirmiştir . Yunanistan ve
Türkiye’nin Batı Bloku’nun Avrupa’nın askeri güvenliğini sağlayan iki
üye devlet olması, Soğuk Savaş ortamının güç dengesini, statükosunu
korumak bakımından da Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü çözümünü
getirmiştir.
1954-1961 yılları arası Soğuk Savaş döneminin yoğun atmosferinde
ABD, Kıbrıs sorununun Yunanistan ve Türkiye arasında NATO
çerçevesinde çözümlenmesi taraftarıydı. Bunun en önemli nedeni;
ABD’nin iki NATO üyesi ülke arasındaki Kıbrıs sorununun, ABD’nin
Soğuk Savaş stratejisine zarar verebileceği düşüncesiydi. Fakat
sorunun nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda adada bulunan iki
farklı kimlikteki Rum ve Türk toplumları ve her iki toplumun hamisi olan
20
Yunanistan ve Türkiye ABD’den farklı politik yaklaşım içindeydiler .
Yunan hükümeti, 1957 yılı BM görüşmelerinde iç etken olarak ulusal
kamuoyunun ABD karşıtı tutumu ve sosyalist eğilimini kullanarak
Yunanistan’ın SSCB’nin etkisine girme ihtimali ile ABD’yi tehdit ederek
21
Kıbrıs’ın Rum yönetimi altına girmesini kabul ettirmeyi amaçlıyordu .
Türkiye o dönemde Đngiltere’nin önerisiyle “taksim”den yana olduğunu
her fırsatta ifade ediyordu. Dönemin Đngiltere Başbakanı McMillan,
Kıbrıs’la ilgili Đngiltere politikasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Bizim esas
amacımız Bağdat Paktı ve genel olarak Yakındoğu’nun ve Basra
22
Körfezi’nin savunması için hava üssüne sahip olmaktır.... ” McMillan,
Đngiltere’nin Kıbrıs’ı bir hava üssü olarak kullanmak amacını güttüğünü
resmen açıklamıştır. Đngiliz ve Amerikan dış politikalarının statükocu ve
güç-çıkar hegemonyası temelinde belirlenmesi, Kıbrıs sorununun
çözümünü de zorlaştırmaktaydı. Kıbrıs’ta yeni bir devlet kurulması,
uluslararası ilişkilerde yeni bir aktör demekti.
19
O’Mailley Brendan- CRAIG Ian, (1999), The Cyprus Conspiracy, NY, I.B. Tauris, s.3.
Sönmezoğlu, a.g.e., 1989, s.359.
Esenbel Melih, (1993), Ayağa Kalkan Adam, Ankara, Bilgi Yayınevi, s.67-69.
22
Esenbel, a.g.e., 1993, s.106.
20
21
203
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
Đngiltere, adadaki üslerini korumak amacıyla, taraflardan birinin
memnuniyetsizliği durumunda acil toplantılar düzenlemeyi görev haline
getirmişti. Statükoyu korumak adına taraflararası gerginliği ortadan
kaldırmak için yapılan müzakerelerin sonuçsuz kalması, adada iki
toplum arasında da huzursuzlukların artmasına neden olmaktaydı.
1960 yılında Londra ve Zürih Antlaşmaları’yla kurulan Kıbrıs
Cumhuriyeti, bir açıdan adadaki statükonun korunması amacıyla
Đngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğü güvencesindeydi.
Gerek Đngiltere ve gerekse ABD, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye
karşı “çevreleme politikası” ile, hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin
isteklerini kendi çıkarları doğrultusunda dikkate almayı ve olabildiğince
taraflara Kıbrıs konusunda eşit davranmayı öngören bir tutum
sergilemişlerdir. Realist düşünürlerden Kennan, önerdiği SSCB’yi
çevreleme politikasıyla (containment policy) ideolojik unsurlara değil
stratejik unsurlara ağırlık verilmesini önermiştir. Kıbrıs sorununda
çevreleme politikasının bir gereği olarak da adadaki Đngiliz üslerinin
stratejik önemi nedeniyle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Londra ve
Zürih Antlaşmaları’nda Đngiliz toprağı olarak kabul edilmesi, Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin gerçek bir devlet olma niteliğini de zedeleyici olmuştur.
Ayrıca Soğuk Savaş dönemi Türkiye ve Yunanistan’ın yer aldığı Batı
Bloku’nun SSCB ve Doğu Bloku’na karşı güç dengesini korumak
amacıyla ABD’nin ve Đngiltere’nin adada bir devlet kurulmasına öncülük
etmeleri, adanın stratejik konumu nedeniyle adayı Batı Bloku olarak
kontrol edebilmenin yasal temelini oluşturmuştur.
21 Aralık 1963 tarihinde ortaya çıkan Kıbrıs’taki “Kanlı Noel” katliamı,
adadaki Rum ve Türk toplumlarının tek bir devlet çatısı altında fazla
kalamayacağının göstergesi olmuştur. 1963 Londra Konferansı ile
taraflararasında bir anlaşma sağlanmaya çalışılmış ve BM’nin on bin
23
kişilik Barış Gücü’nün adadaki asayişi sağlaması kararı alınmıştır .
Fakat konferans sonrası Kıbrıslı ayrılıkçı Rumlar, Şubat 1964’te
Limasol’da kanlı katliamlarına devam etmişlerdir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
Başbakanı Makarios’un Nisan 1964’te Đttifak Antlaşması’nı feshettiğini
açıklaması artık Kıbrıslı Türklerin adada yasal bir güvencelerinin
kalmadığını da göstermiştir. Bu durum aynı zamanda adadaki
statükonun tehlikeye girmesi demekti.
Türkiye’nin, bu gelişmeler karşısında harekat planı hazırlıkları yapmaya
başladığı günlerde, ABD Başkanı Johnson’ın Başbakan Đsmet Đnönü’ye
gönderdiği bir mektup, ABD-Türkiye ilişkilerinin dönüm noktası
23
Öymen, a.g.e., 2002, s.441.
204
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
olmuştur. Mektupta, Johnson, açıkça Türkiye’yi Kıbrıs’a müdahale
etmesi durumunda, SSCB’nin Türkiye’ye saldırması ihtimali sözkonusu
olduğunda, NATO üyesi bir ülke olsa da ABD müttefiki olarak yalnız
24
bırakılacağını bildirmiştir . Đnönü, mektuba 13 Haziran’da cevap vermiş
ve NATO’ya üye her devletin antlaşmaya göre herhangi bir saldırıya
uğraması durumunda bu devlete yardım etmenin bir zorunluluk
olduğunu belirtmiştir. Bu mektupla ilgili ABD Dışişleri eski Bakanı Henry
Kissinger, Johnson’ın üslubunun yanlış olduğunu ve NATO’nun kuruluş
amacının herhangi bir saldırıya karşı değil, ABD dahil üye devletlerin
güvenlik çıkarları olduğunu ifade etmiştir.
Kissinger, bu mektuptaki ifadeleriyle, Johnson’ın, NATO’yu sanki
ABD’nin arzu ve isteklerinin bir vasıtası haline getirmesinin Türkiye gibi
müttefik bir ülkede yarattığı derin güvensizlik nedeniyle hiç de başarılı
25
bir diplomasi olmadığını vurgulamıştır . Çünkü ABD’nin realist
yaklaşımının, güç-çıkar dengesinde dahi gözardı ettiği bazı unsurlar
vardı. Bunların başında devletlerin başındaki hükümetlerin ulusal
kamuoyunun taleplerini dikkate almak zorunda olması, tarihsel ve
kültürel geçmişten gelen devletlerin davranış modellerinin değişmez
nitelikleri gelmekteydi. Özellikle Kıbrıs sorununda ABD-Đngiltere
açısından sorun güç-çıkar çatışması temelinde ele alınırken, Türkiye ve
Yunanistan arasında ise, geçmişten gelen ve farklı kimlik özelliklerinin
yansıttığı hem kamuoyunun hem de hükümetlerin değişmez nitelikteki
26
davranış modelleri sorunun gidişatını belirlemekteydi . Realist
paradigma, iç siyaset ve dış siyaset ayrımı yaparak uluslararası
sistemdeki değişimin incelenmesini de zorlaştırmaktadır.
4. KIBRIS SORUNUNDA REALĐZMDEN NEOREALĐZME ELEŞTĐREL
BAKIŞ
Kıbrıs sorununun realist politikaların uygulanma sahası açısından
başarılı olamadığı tartışılırken, uluslararası sistemde II. Dünya Savaşı
sonrası ortaya çıkan Bağlantısızlar Hareketi∗’nin Kıbrıs sorunu
24
Sönmezoğlu Faruk, (1995), ABD’nin Türkiye Politikası (1964-1980), Der Yayınları, s.
1995.
Kissinger Henry, (1999), Years of Renewal, Touchstone, New York. s.201.
26
Çaman, a.g.e., 2007, s.43.
∗
Bağlantısızlar Hareketi: Uluslar arası politikada II. Dünya Savaşı’ndan sonra Hindistan,
Yugoslavya ve Mısır gibi devletlerin başını çektiği yüz kadar devletin benimsediği, doğu
ve batı bloklarıyla ideolojik ve siyasi yakınlaşmadan kaçınma politik hareketidir. 1970’li
yıllarda Soğuk Savaş’ta yumuşama(detant) dönemine girilmesi, hareketin üye sayısının
artmasıyla BM Genel Kurulu’nda daha fazla söz sahibi olmaları uluslar arası sorunlara
BM yaklaşımında bu hareketin alınan kararlarda etkinliğini arttırmıştır.
25
205
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
yaklaşımından bahsetmekte yarar vardır. Bağlantısızların, Kıbrıs
sorunuyla ilgisine gelince, adanın Đngiliz sömürgesinde olması ve daha
sonra Kıbrıslı Rumların lideri Makarios’un adadaki sömürgeci
Đngiltere’den kurtulmak amacıyla Bağlantısız devletlerin de yer aldığı
BM Genel Kurulu’na self-determinasyon talebiyle Kıbrıs’ın bağımsızlığı
için başvurması, Bağlantısızların da BM kararlarında etkili olmalarıyla
sonuçlanmıştır. Özellikle 1963 ve 1975 yılları arası BM’de Kıbrıs
sorunuyla ilgili alınan kararlarda, Bağlantısızların Rum toplumu yanlısı
27
bir çizgide oldukları görülmektedir .
Bağlantısızların Rum toplumu tarafında yer almalarının birincil nedeni;
Kıbrıslı Rumların Đngiliz sömürgesine karşı başkaldırması ve aktif olarak
bağımsızlık talep etmeleri, buna karşın Kıbrıslı Türklerin başta Đngiliz
yönetimi yanında yer almaları ve pasif kalmaları; ikincil neden ise,
1954-1962 yılları arası Cezayir’in Fransa’ya karşı bağımsızlık
mücadelesinde, Türkiye’nin Fransa yanında yer alması, Yunanistan’ın
28
ise bu konuda Cezayir’e destek vermesidir . Realist paradigma,
sadece devletleri yekpare uluslararası ilişkileri yönlendiren aktörler
olarak görmektedir. Fakat yukarıdaki örnekte de açıkça söyleyebiliriz ki,
Bağlantısız devletlerin iç siyasetinde, toplumlarının geçmişten gelen
sömürgeciliğe karşı tutumu ve bağımsızlık talep eden uluslarara yakın
durmaları, onların hükümetlerinin davranış modellerinin değişmez
niteliğini ortaya koymaktadır. Realpolitik dış politika çıktıları belirlenirken
bu unsurlar gözardı edilmektedir. Bu durumda realizmin uluslararası
sistemde rol oynayan aktörlerin davranış modellerini, güç ve çıkar
dengesinde açıklamak yetersiz kalmaktadır. Bu konuda ABD’de yapılan
siyaset bilimi çalışmalarında yeni bir yaklaşım ön plana çıkmıştır: Neorealizm.
Neo-realizm, realist paradigmanın eksikliklerini fark etmiş ve bu
eksiklikleri tamamlayıcı etkenler üzerinde durmuştur. Uluslararası
sistemi, yalnız devletlerin güç dengeleri ve dış politika çıktıları ile
29
açıklamak mümkün değildir . Özellikle realizmin II. Dünya Savaşı
sonrası altın çağını yaşamasında, ABD’nin süper güç olarak ortaya
çıkması ve Avrupa’nın savaş sonrası güvenlik ihtiyacı nedeniyle
devletlerarasında güç-çıkar ilişkisinin önplanda olması en önemli
etkendir. Fakat 1970’ler ve sonrası uluslararası sistemde yalnız
devletlerin etkin aktörler olarak yer almadığı görülmüştür. Burada
27
Hasgüler, Mehmet, (2007), Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, Đstanbul,
Alfa Yayınevi, s.103.
28
Hasgüler, a.g.e., 2007, s.102.
29
Eralp, a.g.e., 1997, s. 87.
206
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
özellikle ekonomik bütünleşmeler, çok uluslu işletmeler, kamuoyu, sivil
toplum kuruluşları gibi devlet yapısından farklı örgütlenmeler, 1970’ler
sonrası her iki blok arasında yumuşama(detant) dönemine girilmesi ve
ekonomik yapılanmanın küreselleşmesiyle uluslar arası sistemde
seslerini daha fazla duyurmaya başlamışlardır.
Neorealizmin varsayımları da realizme benzer olarak güç mücadelesi,
kendine güvenme(self-help), güvensizlik olmaktadır. Uluslararası
sistemin temel aktörünün devlet olarak görülmesi, devletlerin üniter
yapılar olarak değerlendirilmesi, devletlerin ve devlet adamlarının
rasyonel davrandıklarının varsayılması ve devletlerin bencil ve kendi
çıkarları doğrultusunda hareket eden aktörler olarak kabul edilmesi,
hem realizmin hem de neorealizmin ortak varsayımları ve
30
özellikleridir . Her iki paradigmada da uluslararası sistemde devletlerin
davranış modelleri, devletlerin, bir başka devletin hegemonyası altına
girme korkusundan ya da bir başka devleti egemenliği altına alma
arzusundan kaynaklandığı görüşü hakimdir. Fakat neorealizmin klasik
realizmden ayrıldığı bazı hususlar vardır. Klasik realizmde, devletlerin iç
yapıları sorgulanmadan birer aksiyon birimi olarak kabul edilirken,
neorealizmde aksiyon birimlerinin iç yapılarıyla birlikte sistem ele alınır.
Neorealist paradigmada, sistemi oluşturan aksiyon birimleri(devletler)
sistem değişkenlerini oluşturan; devletlerin karar alıcılarının, siyasal
partilerin, karar süreçlerinde, sistemin devamlılığını sağlamak amacıyla
31
akıl yürütmeleri nin önemine işaret eder . Dış politikanın
algılanmasında, Amerikan ekolü ve Münih ekolü olarak neorealizmde iki
farklı bakış açısı vardır.
Neorealizmde Amerikan ekolünün başını çeken Kenneth Waltz,
1970’lerde
neorealizmi,
realizmden
ayırmadan
veya
yabancılaştırmadan yalnız birkaç etkenle destekleyerek eksik yönlerini
tamamlayıcı şekilde açıklamayı tercih etmiştir. Waltz’a göre, neorealizm
32
yapısalcı bir yaklaşımı benimsemektedir . Uluslararası yapıda
sürekliliğin egemen olduğunu varsaymakla beraber değişimi de
tamamen reddetmeyen Waltz’a göre değişim devletlerin askeri
kapasitelerinde ve dolayısıyla güç dağılımında olabilir; fakat bu sistemin
güç-çıkar dengesinde bir değişiklik yapmadığı için yapısal bir değişim
33
sözkonusu değildir . Çünkü Waltz, burada devletlerin kendi
güvenliklerini sağlamak amacıyla benzer davranış gösterdiklerini ve
30
Arı, a.g.e., 2004, s.199.
Çaman, a.g.e., 2007, s.45.
Waltz, a.g.e., 2003, s.32.
33
Arı, a.g.e., 2004, s. 203.
31
32
207
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
yapısal olarak benzer politikalar izlediklerini savunmaktadır. Fakat
Waltz bu durumu salt klasik realizmde olduğu gibi insan doğasıyla
açıklamamakta, devletlerin ekonomik ve politik kapasitelerinin
34
farklılıklarının da etkili olduğunu belirtmektedir .
Waltz, neo-realizmde sistemi açıklarken çıkarların ve tercihlerin
kaynağına net bir açıklık getirememiştir. Burada devletlerin davranış
modellerini açıklarken, karşılıklı bağımlılık, güç dağılımı, nükleer
silahlanmanın yıkıcı etkileri ve uluslararası sistemde devletlerin
35
davranışlarını yalnız bu etkilerle açıklamak yetersiz kalmaktadır . 1973
Petrol krizi ve sonrasında yaşanan uluslararası para ve ödemeler
sisteminin( Bretton Woods) çökmesi ve uluslararası ticaretten
kaynaklanan ve ekonomik bağımlılığın ön plana çıktığı devletlerin
karşılıklı bağımlıklarının askeri ve stratejik olmaktan ziyade ekonomik
olduğu uluslararası sistemde, devletlerin dış politika çıktılarını anarşik
ve hiyerarşik bir siyasi temelde açıklamak değişen koşulları yadsımak
demektir. Ulus devletlerin çoğu 1980’ler ve sonrasında ortaya çıkan
değişimler sonucu dışa bağımlı hale gelmişlerdir. Hemen her devlet ya
tek taraflı ya da karşılıklı bağımlılık dolayısıyla dış etkilere açık
durumdadır. Devletler zaman zaman içişlere karışma, propaganda, gizli
36
veya açık siyasi ve askeri müdahalelerle karşı karşıya kalabilmektedir .
Örneğin Kıbrıs sorununda, Türkiye ve Yunanistan’ın üye oldukları
askeri işbirliğini amaçlayan NATO bünyesinde yer almak dahi, NATO
içinde askeri bakımdan SSCB tehlikesine karşı tarafların askeri ve
güvenlik karşılıklı bağımlılıkları olmasına rağmen, adada, her iki
devletin toplumlarının siyasi varlıklarını devam ettirme ve tarihsel
süreçten, kültürel ve siyasi kimliklerin baskın olmasından kaynaklanan
itici etkenler etkili olmuştur. Her iki devletin Kıbrıs sorununda özellikle
1963-1974 yılları arası adayı bir çatışma noktası veya gücün,
bağımlılığın karşılıklı sorgulandığı bir saha haline getirmesi, hem
ABD’nin hem de kıta Avrupa’sının Yunanistan ve Türkiye’ye karşılıklı
bağımlılığı sorgulamalarına neden olmuştur. 1967 Albaylar Cuntası
darbesi, 1974 Kıbrıs Harekatı ve 1978’de Türkiye’ye ABD’nin silah
ambargosu uygulaması, 1981’de Yunanistan’ın AET üyeliği ve
sonrasında Doğu Bloku’nun 1991’de çökmesi, uluslararası siyasetin
34
Waltz, a.g.e., 2003, s.34.
Holsti, Ole R., (1995), “Theories of International Relations and Foreign Policy: Realism
and Its Challenge”, Charles W. Kegley, Jr (ed), Contraversies in International Relations
Theory, Realism and the Neoliberal Challenge, NY, s. 40.
36
Arı, a.g.e., 2004, s.207.
35
208
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
çok taraflı, ekonomik etkenler nedeniyle de küresel olacağının
göstergeleri olmuştur.
Amerikan ekolünün keskin ve belirleyici neorealizmine karşı Alman
ekolü neorealizme farklı bir bakış açısı getirmektedir. Alman ekolünün
başını çeken Gottfried-Karl Kindermann’a göre, uluslararası sistem
devinim halindedir ve bu bir süreçtir. Morgenthau’nun klasik realizmde
politikayı güce indirgemesine karşı çıkan Kindermann, politikanın devlet
içi fonksiyonlarından yola çıkar. Burada dış etkenlerin belirleyiciliğinden
ziyade iç etkenlerin belirleyici olduğunda ısrar eder. Bu anlamda
politika, olaylara göre değişkenlik gösteren, değer yargılarıyla ilintili ve
öğrenme yetili, kamusal alanda bir karar davranışıdır.
Dış politika ise, karar alıcıların ve yetkili organların, kendi devletlerinin
başka devletlerle ve uluslararası politikanın aksiyon sistemleriyle olan
ilişkilerindeki, olaylara göre değişkenlik gösteren, çıkarlara bağlı ve
37
öğrenme yetili karar davranışıdır . Burada Alman ekolü, Amerikan
ekolünün uluslararası sistemi anarşik bir düzende ve güçlü olanın
çıkarları dayatması prensibine karşı, çıkarların algılanması ve koşullara
uygun olarak en rasyonel kararların alınması şeklinde yorumlamaktadır.
Uluslararası politika ise, çok merkezli ve dinamik bir etkileşim
sistemidir. Bu sistemin yapısı, birarada var olan ve değişken bağımlı
aktörler arasında etkileşim süreçlerinden ve ilişki sistemlerinden
38
oluşur .
Kıbrıs sorununda Amerikan ekolünün benimsediği neoklasik
yaklaşımda çıkarların kabul ettirilmesi prensibi, ne Türkiye’nin ne de
Yunanistan’ın Kıbrıs politikasını açıklamak açısından yeterli
olmamaktadır. Her iki devletin politik yaklaşımları, adada var olan etnik
kimliklerin korunmasına yönelikti. ABD’nin ve Đngiltere’nin 1960 yılında
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına destek vermeleri ve bu konuda
kısmen de olsa zorlayıcı olmaları, her iki toplumun bu konuda talepkar
olmaması, uluslararası sistemde gücün kabul ettirilmesi prensibiyle
örtüşmektedir. Ne var ki, adada Rum toplumunun uluslararası
kamuoyunun desteğini almaya yönelik propagandist politikaları, Kıbrıs
hükümetinin başındaki Makarios ve yardımcısı Dr. Fazıl Küçük
arasındaki anlaşmazlıklar, iç siyasetteki sorunlar, 1963’te hükümet
başkanı Makarios tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin lağvedilmesine
kadar devam etmiştir.
37
38
Çaman, a.g.e., 2007, s.45.
Çaman, a.g.e., 2007, s.45.
209
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
Uluslararası sistemde gücün kabul ettirilebilmesi için gücü kabul edenin
pasif bir dış politika izlemesi gerekmektedir. Amerikan ekolüne göre
neorealizmde, devletler, hegemonya korkusu ile davranış modellerini
belirlemekte ve bu korku, endişe, onları gücün kabulüne
yönlendirmektedir. Egemenliğinin elinden alınacağı endişesiyle her
devletin gücü kabullenici davranış modeli gösterdiğini söylemek yanlış
olur. Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs sorununda karşılıklı ulusal
politikalar uyguladıkları görülmektedir. Nato çerçevesinde de
Yunanistan’ın gücü kabullenici olmadığı, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs
Harekatı sonrası durumu protesto edip NATO’nun askeri kanadından
çekilmesiyle açıklanabilir. Fakat uluslararası sistemin güç dengesinde
olduğu 1991 yılına kadar Kıbrıs sorununda 1974’ten sonra çözüme
yönelik farklı bir değişiklik olmamıştır. Bu durumu, Doğu ve Batı Bloku
liderleri ABD’nin ve SSCB’nin dışarıda güç dengesinde olması iç
siyasetlerinde ise farklı değişkenlerin her iki devleti etkilediği
görülmektedir.
Gücü yakalayabilmek için askeri harcamalarını arttıran iki ülkeden
SSCB, bir süre sonra sosyal, siyasi ve ekonomik zorlukları yeterince
göremediğinden 1991 yılında güç dengesinin çözüldüğü taraf olmuştur.
Dolayısıyla güç dengesinde sadece devletlerin güç oranları değil, iç
yapılarından kaynaklanan etnik ve kimlik sorunlarının da devletlerin
39
uluslar arası davranışlarını etkilediğini göz ardı edemeyiz . Bu durum
Kıbrıs sorununda Türkiye ve Yunanistan'ın zaman zaman iç
siyasetlerinden kaynaklanan davranış modelleriyle Kıbrıs sorununa
yaklaştıkları görülmektedir. Adadaki etnik köken ve iki toplumlu olmanın
getirdiği tek bir kimlik altında birleşememek de Kıbrıs sorununun
temelindeki etkenlerden biridir. Amerikan ekolüne göre; neorealist
paradigma, uluslar arası sistemde devletlerin güç dengesi temelinde
uluslararası davranış gösterdiklerini savunmaktadır.
Alman ekolünde ise Kıbrıs sorununu değerlendirirken, uluslararası
sistemi bir süreç olarak ele almak gerekmektedir. Özellikle Kıbrıs
sorunu uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreçte güç-çıkar veya güçistikrar dengesinde bazı davranış modellerini görmekteyiz. Değişen
koşulları Kıbrıs açısından üç farklı süreçte değerlendirmekte fayda
vardır. Birinci süreç, Đngiliz sömürgeciliğine karşı Kıbrıslı Rum
toplumların
başkaldırısı
ve
uluslararası
düzeyde
Kıbrıs’ın
bağımsızlığına destek arayışları, ikinci süreç; 1960 yılında Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin kurulması ve 1974 yılında Türkiye’nin askeri
39
Eralp, a.g.e., 1997, s.86.
210
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
müdahalesiyle iki toplumlu bir devlet modelinin sona ermesi, üçüncü ve
en önemli süreç ise 1991 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla Kıbrıs
hükümeti’nin AB’ne tam üyelik başvurusunda bulunması ve 2004
yılında üyelik sürecinin tamamlanmasıyla AB’ne üye kabul edilmesidir.
Tüm bu süreçlere baktığımızda uluslararası ssitemdeki koşulların
değişimi ve Kıbrıs sorunu içinde yer alan aktörlerin ulusal çıkarlarını
değişen koşullara göre belirledikleri görülmektedir. Özellikle Kıbrıs
sorununda başat rol oynayan Kıbrıslı Rum toplumun önce adanın
bağımsızlığı talebinde bulunması ve ardından enosis adı verilen adanın
Yunanistan’a ilhakını gerçekleştirme amacını kısmen de olsa AB
ekonomik
bütünleşmesi
içinde
Đngiltere’nin
de
desteğiyle
gerçekleştirmesi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1963’te Makarios tarafından
anayasasının ihlal edilmesine rağmen, uluslar arası sistemde yasal
olduğunun kabul edilmesinin bir sonucudur.
Kıbrıs sorununun rotasını belirlemek açısından dahil edebiliriz. 1993’te
Kıbrıs Cumhuriyeti ile AB Komisyonu arasında üyelik sürecinin
başlatılmasında uluslararası sistemde, SSCB’nin çöküşü sonrası askeri
bağımlılığın yerini ekonomik bağımlılığa bırakmasının etkisi olmuştur.
Alman ekolünün değişen koşullara ulusal çıkarların uyum sağlaması
prensibi, 1980 sonrası, Soğuk Savaş’ın artık etkinliğini yitirmeye
başladığı ve yavaş yavaş uluslararası sistemde bölgesel ve uluslararası
düzeyde ekonomik kaynaklı bütünleşmelerin etkili olmaya başladığı çok
merkezli uluslar arası sistemi desteklemektedir. Çok merkezli bu
sistemde, uluslar arası siyasi ve ekonomik bütünleşmeler, karşılıklı
bağımlılıklar ve etkileşimlerden birden çok aksiyon oluşacağı
şüphesizdir. Güç dengesi yerine birden çok dengede yer almak
devletlerin uluslar arası davranış modellerinde de farklı fikirler ve
politikalar dizinini izlemelerini gerektirecektir.
ABD, realist ve neorealist bakış açısını başka araçlar kullanarak
bölgesel ve uluslararası düzeyde saha genişleterek gerçekleştirmeyi
tercih etmiştir. 1945-1970 yılları arası ABD dış politikasında realist
paradigma ve güç dengesi, temel belirleyici olmuştur. Fakat 1970’ler
sonrası gücün kendini sınayabileceği savaş ve anarşi ortamının
yokluğu, realist paradigmayı zor durumda bırakmıştır. Bu tarihlerde
ABD, Kıbrıs sorununa da güç dengesi prensibine dayalı olarak adadaki
anarşi ortamını sahasını genişleterek kontrol altına almaya çalışmıştır.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasında özellikle ABD’nin rolü
yadsınamaz. Fakat 1990’lı yıllar ve sonrası çok merkezli uluslar arası
sistemin varlığında, devletlerin uluslar arası davranış modelleri iç
yapılarındaki etnik köken ve kimliklerine, bulundukları ekonomik ve
211
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
siyasi bütünleşmelerin amaçlarına, ekonomik kalkınmışlık düzeylerine
göre farklılık gösterdiğinden bu davranış modellerini devletlerin güç
oranları ve güç dengesi açısından ya da gücün başka bir devlet
üzerindeki baskısı açısından değerlendirmek yeterli olmamaktadır.
SONUÇ
Kıbrıs sorunu 1954 yılında sorunun uluslarararası düzeye taşınmasının
ardından günümüze kadar elli altı yıldır iki toplum arasında siyasi ve
ekonomik açılardan çözülemeyen bir sorun olarak kalmıştır. Bunda
özellikle ABD’nin izlediği realist kökenli dış politikanın ve Đngiltere’nin
adadaki üslerini korumak adına soruna taraf olarak dahil olmasının
önemli etkileri vardır. Realist ve neorealist kökenli dış politika çıktıları
1960 yılında adada siyasi bir düzenin kurulması amacıyla kurulan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1963 yılında Rum toplumu lideri Makarios
tarafından lağvedilmesine kadar geçen üç yıllık sürede başarıya
ulaşamamış olmasının en önemli nedenlerinden biri, ABD’nin izlediği
realist dış politikadır. Ada halkının Kıbrıslı kimliğini oluşturamamış
olması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını devam ettirebilmesinin önündeki
en önemli engeldi.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1960 yılının uluslar arası sistemine
bakacak olursak ABD ve SSCB arasında güç mücadelesinin yoğun
olarak görüldüğü bir dönemdi. 1962 Küba füze krizi ve sonrasında
yaşananlar realist paradigmanın uluslar arası anarşi ortamının, uluslar
arası sistemin devamlılığını sağlama açısından pek de sağlıklı
olmadığını göstermiştir.
Amerikan ekolünün gücü bir devletin diğer devletlere uyguladığı baskı
aracı olarak görmesi, Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğü getirmiştir.
Anarşi ortamının sürekliliğinin mümkün olmadığını düşünürsek uluslar
arası sistemde uzun yıllar realist paradigmalar çerçevesinde dış
politika çıktıları oluşturulması mümkün değildir. Neorealist paradigma
çerçevesinde ise Amerikan ekolü, realist paradigmayı tamamen ortadan
kaldırmadan yine anarşi ortamını benimsemiş olsa da Waltz’ın
devletlerin gücü elinde bulundurma temelinde askeri kapasitelerinin
belirleyici olduğunu ifade etmesi, fakat sadece uluslar arası sistemi bir
süreç olarak kabul etmesi ayrımında ortaya çıkmaktadır. Aslında
Amerikan ekolünde realist ve neorealist paradigma çerçevesinde
belirlenen dış politika çıktıları farklılık göstermemektedir.
Alman ekolüne göre ise, Kindermann, neorealist paradigmanın uluslar
arası sistemi sürekli bir değişim halinde gördüğü için sorunların
çözümünde de farklı bakış açılarının değerlendirilmesi gerektiğini
212
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
savunmaktadır. Bunu amaçlarken devletlerin uluslar arası sistemi
belirleyici tek aktör olmadıklarının kabul edilmesi gerektiğini, bunun yanı
sıra devletlerin güç dengesi temelinde davranış modellerini açıklamanın
da yanlış olacağını belirtmektedir. Uluslar arası sistemin devletler, ticari
ve kültürel örgütlenmeler, toplumlar içindeki etnik ve kültürel farklılıklar
nedeniyle ortaya çıkan siyasi etki grupları, sistemin devamlılığında
devletlerin davranış modellerini açıklamak açısından dikkate
alınmalıdır. Uluslar arası politika ve uluslararası ilişkiler kavramı ancak
birden fazla ve yapısal olarak farklı aktörlerin varlığı temelinde
değerlendirilebilir.
Kıbrıs sorununda süreci değerlendirirken adadaki iki toplumun etnik
kökenleri, kimlikleri, geleceğe yönelik amaçları bunun yanı sıra sorunun
taraflarından Yunanistan ve Türkiye’nin iç politikalarının dış politika
çıktılarına etkisi, belki de en önemlisi iki bloklu sistemden çok merkezli
uluslar arası sisteme geçişin Kıbrıs sorununa etkileri göz önünde
bulundurulmalıdır. Hem adadaki Kıbrıslı Rumların temsil edildiği Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin hem de Kıbrıslı Türklerin temsil edildiği Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin uluslar arası sistemdeki varlıklarının ve davranış
modellerinin değerlendirilmesi soruna çözüm üretmek açısından yararlı
olacaktır.
Alman ekolünün benimsediği şekliyle uluslar arası sistemde yer alan
aktörlerin karşılıklı bağımlılık düzeylerine bakılarak uluslar arası
sistemde bütünün birer parçası olarak değişen koşullardaki farklı
davranış modellerinin değerlendirilmesi uluslar arası sorunların
çözümünde de faydalı olacaktır.
Bu makalede realist ve neorealist paradigmalar temelinde Kıbrıs sorunu
genel çerçevede değerlendirilmiştir. Özellikle neorealist paradigmanın
Amerikan ve Alman ekolündeki farklılıklarının Kıbrıs sorununu anlamak
konusunda bir katkı yapacağı düşünülmektedir. Amerikan ekolünün
realist paradigma çerçevesinde Kıbrıs sorununu bir güç mücadelesi
sahası olarak görmesi, sorunun çözümü önünde bir engel olmuştur.
Alman ekolünün Kıbrıs sorununu uzun yıllar süren süreci içinde
anlamak açısından özellikle uluslar arası sistemi bir devinim halinde
görmesi ve uluslar arası sistemde devletlerin ulusal davranış
modellerinin yeknesak güç-çıkar ilişkisinde görülmemesi, gerektiği savı,
çözüme katkı sağlayacaktır.
213
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
Berna Aksoy
KAYNAKÇA
ARI, Tayyar, (2004),Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Đstanbul, Alfa Yay..
ARIBOĞAN Deniz Ülke, (1998),Kabileden Küreselleşmeye, Đstanbul,
Sarmal Yayınevi.
ARMAOĞLU Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990),(1993),Ankara,
Türkiye Đş Bankası Yayınları.
ARMAOĞLU Fahir, “Amerikan Belgelerinde Kıbrıs Sorunu 1958-1959”,
Belleten Dergisi, Türk Tarih Kurumu, Cilt.LX, Sayı:229, Ankara, 1997.
Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği, (2002), AB Tarım Politikası,
Ankara, AB Komisyonu Türkiye Temsilciliği Yayını.
BAŞKAYA Fikret, (2004), Azgelişmişliğin Sürekliliği, Đstanbul, Özgür
Üniversite Yayınları.
BRAUDEL Fernand, (1993),Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I, Ankara,
Đmge Kitabevi.
BRZEZINSKI Zbigniew, (2000), Büyük Çöküş, Đstanbul, Türkiye Đş
Bankası Yayınları.
CLOGG, Richard, (1997), Modern Yunanistan Tarihi, Đstanbul.
ERALP Atilla, (1997), Devlet Sistem ve Kimlik, Đstanbul, Đletişim
Yayınları.
ESENBEL Melih, (1993), Ayağa Kalkan Adam, Ankara, Bilgi Yayınevi.
HASGÜLER Mehmet, (2007), Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının
Sonu, Đstanbul, Alfa Yayınevi.
HOLSTI Ole R., (1995), “Theories of International Relations and
Foreign Policy: Realism and Its Challenge”, Charles W. Kegley, Jr (ed),
Contraversies in International Relations Theory, Realism and the
Neoliberal Challenge, NY.
KENNEDY Paul, (1991), Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri,
Ankara, Đş Bankası Yayınları.
KISSINGER, Henry, (1999), Years of Renewal, Touchstone, New York.
KISSINGER Henry, (1998), Diplomasi, Ankara, Đş Bankası Yayınları.
MORGENTHAU,H., (1970), Uluslararası Politika,çev:Baskın Oran ve
Ünsal Oskay, Ankara, Sevinç Matbaası.,
214
Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215
Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi
O’MALLEY Brendan- CRAIG Ian, (1999), The Cyprus Conspiracy, NY,
I.B. Tauris.
ÖYMEN Onur, Silahsız Savaş (Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi),
(2002), Đstanbul, Remzi Kitabevi.
SÖNMEZOĞLU Faruk, (1989), Uluslararası Politika ve Dış Politika
Analizi, Đstanbul, Filiz Kitabevi.
SÖNMEZOĞLU Faruk, (1995),ABD’nin Türkiye Politikası (1964-1980),
Der Yayınları.
SÖNMEZOĞLU Faruk, (1984), “Kıbrıs
Milletler:1954-1975”, Đ.Ü.Đktisat Fakültesi.
Sorunu
ve
Birleşmiş
WALTZ Kenneth, (2003), “Realist Thought and Neorealist Theory”,
Journal Of International Affairs.
ÇAMAN Efe, (2007), “Uluslararası Đlişkilerde (Neo) Realist
Paradigmanın Almanya’daki Gelişimi ve Evrimi: Kindermann ve Münih
Okulu”, USAK Yayınları.
215
Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215
YAYIN KURALLARI:
1. Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, yılda iki kez
yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal
ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir.
Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara yer vermektedir.
2. Hazırlanan makaleler; “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi,
Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, Đstanbul” adresine gönderilmelidir.
Tel: 0090 212 444 19 97 (dah. 5571 veya 5582). Faks: 0090 212 867 55 77.
Elektronik başvurular Microsoft Word dosyası şeklinde aşağıdaki elektronik
[email protected]
posta
adreslerine
gönderilebilir:
[email protected]
3. Dergiye gönderilen makaleler orijinal olmalı, aynı anda başka bir yayında
yayımlanmak için gönderilmemiş olmalıdır. Eğer gönderilen makalenin bir
kopyası diğer bir yayın kuruluşuna gönderilmiş veya burada
yayınlanmış/yayınlanacaksa bu durum yazar tarafından başvuru esnasında
açıkça ifade edilmelidir.
4. Yayın için gönderilen makaleler hakem değerlendirmesine tabidir. Editör ve
redaksiyon kurulu tarafından gözden geçirilen makaleler bilimsel yazım
kuralları açısından gözden geçirilir. Uygun görülen makaleler daha sonra ilgili
alanlardaki üç hakeme akademik inceleme için gönderilir. Editör ve hakemler
gönderilen makaleleri üç aşamalı bir metot ile inceleyecekledir: a) Edebi
niteliği: yazım tarzı, dil kullanımı, metnin organizasyonu. b) Referans
kullanımı: referans yazım uygunluğu, kaynaklar, dipnotların metinle ilişkisi. c)
Bilimsel kalitesi: Araştırmanın derinliği, niteliği, bilime katkısı, orijinalliği ve
bilimsel inandırıcılığı. Hakemlerin kararına göre, makaleler dergide
yayımlanacak veya yayını uygun görülmeyecektir. Hakem raporları gizli
tutulacak ve beş yıl süre ile arşiv olarak muhafaza edilecektir.
5. Metinler bir buçuk veya çift aralıklı olarak A4 boyutlu kağıdın bir yüzüne
yazılacaktır. Sayfalar sırasına uygun olarak numaralandırılacaktır. Gönderilen
metinler geri verilmeyeceğinden, yazar bir nüshasını muhafaza etmelidir.
Editörler, metinlerin kaybolması veya hasar görmesinden sorumlu değildir.
6. Metinler aşağıdaki sıraya göre düzenlenmelidir: Đlk sayfada; başlık, (varsa)
alt başlık, yazar isimi (leri), bağlantılı olduğu kuruluş, tam posta adresi, telefon
ve faks numarası. Devam eden sayfalarda; metinin ana bölümü, referans listesi
ve dipnotlar, ekler, tablolar.
7. Kural olarak makaleler, dip notlar hariç, 10.000 kelimeyi geçmemelidir.
Kitap incelemeleri 2.500 kelime civarında olmalıdır.
8. Yazarlar bu dergi için öngörülen yazım tarzına uygun olarak makalelerini
hazırlamaktan sorumludur.
216
9. Makale başlıkları 12 punto, kalın ve büyük harfle yazılmalıdır.
10. Her makalede metnin ana tartışma konularını ve sonuçlarını özetleyen bir
özet (abstract) ile altıdan fazla olmayan anahtar kelime bulunmalıdır.
11. Dipnotlar makale içinde sırası ile yükseltilmiş numara ile
numaralandırılmalı ve makale sonunda listelenen dipnotlara atıf yapılmalıdır.
Dipnotlar asgari düzeyde tutulmalıdır. Kitap referansları: yazarın soy ismi,
isminin ilk harfi(leri), italik olarak kitabın başlığı, yayıncı kuruluş, parantez
içinde basım yeri ve yılı, sayfa no.(ları) şeklinde olmalıdır. Makale referansları
yazarın ismi ve soy ismi, aktarma işareti içinde makalenin başlığı, altı çizgili
olarak yayının adı, Cilt no., parantez içinde yayın yılı ve sayfa no.(ları)
şeklinde olacaktır. Aynı referansa müteakip atıflar sadece yazarın ismi, yayın
yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olabilir.
12. Tablolar ve Şekiller metin içine konulmalıdır. Üstünde kısa bir tanımlayıcı
başlık, altında ise açıklamaları ve dipnota atıf yer almalıdır. Şekiller gerekli
kısaltmayı sağlayacak şekilde isimlendirilmelidir.
13. Telif hakları: Yazarlar makalelerinin ve özetlerinin her türlü telif ve izin
verme hakkını Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne ait
olduğunu kabul ederler. Yazarlar, makalelerinin yayınından sonra Beykent
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin iznine tabi olarak makalelerini
başka yayınlarda kullanabilirler.
TELĐF TRANSFERĐ:
Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin
yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z.
Yazar/lar: Ad/Soyad:
Đmza:
Kurumu:
Adres:
ĐLETĐŞĐM:
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıra Selviler Cad. No.65,
34437 Taksim Đstanbul. Tel: 0212 444 19 97 (dah. 5571 veya 5582)
Faks: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr
217
PUBLICATION REGULATIONS:
1. Beykent University, Journal of Strategic Studies is a refereed journal and
published twice a year. The Journal (JSS) focuses on international relations,
foreign policy, and national and international security studies. The journal also
encourages interdisciplinary studies.
2. Manuscripts should be sent to Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezi, Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, Istanbul. Phone: 0090 212
444 19 97 (ext. 5571 - 5582). Fax: 0090 212 867 55 77.
Electronic submissions as a Microsft world attachment file are also welcome at
[email protected] or [email protected]
3. Articles submitted to JSS should be original contributions and should not be
under consideration for any other publication at the same time. If another
version of the article is under consideration by another publication or has been
or will be published elsewhere authors should clearly indicate this at the time
of submission.
4. Articles submitted for consideration of publication are subject to peer
review. The editorial board and editors previously takes consideration whether
submitted manuscript follows the rules of scientific writing. The appropriate
articles are then sent to three referees known for their academic reputation in
that respective areas. The Editors and referees use three-step guidelines in
assessing submissions: a) Literary quality: writing style, usage of the language,
organization of the text, b) Use of references: referencing, sources,
relationships of the footnotes to the text, and c) Scholarship quality: depth of
the research, quality, contribution originality, and plausibility of the argument.
Upon the referees’ decision, the articles will be published in the journal, or
rejected for publication. The referee reports are kept confidential and stored in
the archives for five years.
5. Manuscripts should be one-and-half or double spaced throughout and typed
in English on single sides of A4 paper. Pages should be numbered
consecutively. The author should retain a copy, as submitted manuscripts
cannot be returned. The Editorial Board cannot accept responsibility for loss
of, or damage to, the manuscripts.
6. Manuscripts should be arranged in the following order of presentation: First
sheet: title, subtitle (if any), author(s), name(s), affiliation, full postal address,
telephone and fax numbers. Subsequent sheets: main body of text, list of
references and footnotes, appendices, tables.
7. Articles as a rule should not exceed 10.000 words, not including footnotes.
Book reviews should be about 2.500 word- length.
218
8. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the
JSS style. Editors will not undertake retyping of manuscripts before
publication.
9. Titles in the article should be 12 punt, bold and in uppercase form.
10. Each manuscripts should be summarized in an abstract, which should
describe the main arguments and conclusions of the manuscripts and up to six
keywords.
11. Notes should be numbered consecutively throughout the article and
indicated in the text by a raised numeral, referring to the list of notes, which
should be placed at the end of the article. Notes should be kept to a minimum.
References to books should give the author’s surname preceded by the initial
letters of his/her forename, The title of the book should be in italics, and the
place, publisher and year of publication should follow in brackets. References
to articles should give the author’s forename and surname, the title of the
article in single quotation marks, the name of publication underlined the
number of volume in Arabic numerals, the year of publication in brackets and
the page numbers. Subsequent references to a book or article may be made
only the author’s name.
12. Tables and figures should be embedded in the text. A short descriptive title
should appear above each table with a clear legend and any footnotes suitably
identified below. All units must be included. Figures should be completely
labeled, taking into account necessary reduction.
13. Copyright. It is a condition of publication that authors vest or license
copyright in their articles, including abstracts, in Beykent University Center
for Strategic Studies. The author may use the material elsewhere after
publication providing prior permission from the Center for Strategic Studies.
TRANSFER OF COPYRIGHT:
In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled …………
transfer all of its copyrights to Beykent University.
Writer(s): Name/Surname
Signature:
Institution: Address:
CONTACT INFORMATION:
Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Merkezi (Beykent University,
Strategic Research Center), Sıra Selviler Cad. No.65, 34437 Taksim, Istanbul.
Telephone: 0212 444 19 97 (ext. 5571 - 5582),
Fax: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr
219
BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ
STRATEJĐK ARAŞTIRMALAR DERGĐSĐ
MAKALE – YAYIN ĐNCELEME FORMU
MAKALE YAZARI VE MAKALE ADI
Makalenin Yazarı
Makalenin Adı
ĐNCELEYENĐN
Unvanı, Adı ve Soyadı, Đmzası
Adresi (Kurumu)
Telefon Numarası
Đnceleme Tarihi
ĐNCELEME ESASLARI
Çok Uygun - Hiç Uygun Değil
5
4
3
2
1
Genel Değerlendirme
Makale başlığı içeriğe uygun mudur?
Özet uygun mudur?
Yazının dili anlaşılabilir midir?
Makale ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı
yapabilecek nitelikte midir?
Yazıda kullanılan araştırma yöntemi amaca uygun
mudur?
Sonuçlar objektif bir biçimde elde edilmiş midir?
Konuyla ilgili kaynaklar yeterli midir?
Sonuç bölümünde bulgular irdelenmiş midir?
Tablolar uygun ve anlaşılabilir midir?
Şekiller uygun ve anlaşılabilir midir?
* 1’den 5’e kadar puan veriniz. (5: Çok Uygun, 4: Uygun, 3: Küçük Düzeltmeler
Gerekli, 2: Önemli Değişiklikler Gerekli, 1: Hiç Uygun Değil)
ĐMZA
220
SONUÇ
Tarih:
DEĞERLENDĐRME SONUCU
( ) Olduğu gibi yayınlanabilir.
Đmza
…………………….
…………………….
( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir.
( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur.
e-posta:
( ) Kesinlikle yayınlanamaz.
* Başka görüşleriniz varsa lütfen aşağıya yazınız. Yazacaklarınız uzun ise ek sayfa(lar)
kullanabilirsiniz.
.
221
ĐLETĐŞĐM BĐLGĐLERĐ:
CORRESPONDENCE ADDRESS:
Editör:
Editor:
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Beykent Üniversitesi
Stratejik Araştırmalar Merkezi
Sıraselviler Cad. No:65
Taksim, Đstanbul
Tel: 212 444 19 97 (dah. 5571)
e-mail: [email protected]
Asst.Prof. Dr. Sait YILMAZ
Beykent University
Strategıc Research Center
Sıraselviler Cad. No:65
Taksim, Đstanbul
Tel: 212 444 19 97 (ext. 5571)
e-mail: [email protected]

Benzer belgeler