2010, vol.3, no.1 - Beykent Üniversitesi
Transkript
2010, vol.3, no.1 - Beykent Üniversitesi
A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ STRATEJĐK ARAŞTIRMALAR DERGĐSĐ SAHĐBĐ / PROPRIETOR: Prof. Dr. Ahmet YÜKSEL (Beykent Üniversitesi adına/ On The Behalf of Beykent University) GENEL YAYIN YÖNETMENĐ EDITOR -IN-CHIEF: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ YAYIN SEKRETERĐ PUBLISHING SECRETARY Songül OYANIK BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES YAYIN KURULU PUBLISHING BOARD: Prof. Dr. Erol EREN Prof. Dr. Mithat BAYDUR Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK Prof. Dr. Mümin ERTÜRK Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR Prof. Dr. Abdulhaluk Mehmet ÇAY Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ Yrd.Doç.Dr. Muzaffer ÜREKLĐ E.Tümg. Armağan KULOĞLU DANIŞMA KURULU ADVISOR COMITTEE: Prof. Dr. Tuncer ÇELĐK E.Org. Yaşar BÜYÜKANIT Prof. Dr. Selahattin SARI Prof. Dr. Mehmet Emin KARAHAN Prof. Dr. Hasan KÖNĐ Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN Prof. Dr. Muhittin KARABULUT Doç. Dr. Veysel KILIÇ Her hakkı saklıdır. Stratejik Araştırmalar Dergisi yılda iki kez yayımlanan, bilimsel hakem kurulu olan bir yayındır. Stratejik Araştırmalar Dergisinde yayımlanan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Stratejik Araştırmalar Dergisinin veya Beykent Üniversitesi’nin görüşlerini ifade etmez. Stratejik Araştırmalar Dergisine gönderilen makaleler iade edilmez. ISSN: 1307- 6108 Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıraselviler Cad. No: 65 PK:34437 Taksim/ ĐSTANBUL Tel: 0212 444 1997 Faks: 0212 867 55 77 www.beykent.edu.tr ISSN: 1307- 6108 T.C. BEYKENT ÜNİVERSİTESİ STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ BEYKENT UNIVERSITY JOURNAL OF STRATEGIC STUDIES Sertifika No: 11374 Beykent Üniversitesi Yayınları, No.74 Cilt Volume: 3 S ayı Number: 1 Yıl Year: 2010 Bahar Spring Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından yılda iki kez yayınlanmakta olan Stratejik Araştırmalar Dergisi 5. Sayısı ile sizlere ulaşmaktadır. Bu sayıda da bol miktarda makale ile sizlere çok zengin bir bilgi kaynağı sunmaktayız. Üçüncü yılına giren dergimizin yakında ISI izlenme derecesine kavuşmasına beklemekteyiz. BÜSAM olarak gördüğümüz ilgi ve bize ulaşan övgülerden memnunuz. Şimdi bu sayıdaki makaleleri gözden geçirelim. Celalettin YAVUZ’a göre; Rusya, Karadeniz’in istikrarı konusunda çıkarlarının örtüştüğü Türkiye ile ekonomik alanda ilişkilerini geliştirirken, Ukrayna’da da Rusya yanlısı bir yönetimin seçilmesiyle rahatladı. Pınar BAL, günümüzdeki küresel iklim değişikliği rejimini açıkladıktan sonra, Türkiye’nin bu rejim içerisindeki konumunu tanımlamakta, bu konum ile ilgili sıkıntıların altını çizerek ileriye dönük bir perspektif çizmektedir. Armağan KULOĞLU ise ülkemizin bulunduğu coğrafyanın; su kaynakları, tarım ve yaşam alanları açısından dikkate alındığında çevresindeki gelişmelerden fazlası ile etkileneceği ifade etmektedir. Hasan AKBAYRAK’a göre; Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, Đmparatorluğun Anadolu’ya sıkışan toprak ve Müslüman-Türk unsura daralan demografik alt yapısı ile Anadolu’nun, Türk milletinin ülkesi olduğunu öncelikle gündemine alan bir “millî tarih” anlayışı oluşmaya başlar. Sait YILMAZ, ABD’nin Irak’a düzenlediği 2003 yılındaki savaş sonrası gelişmelerin, özellikle Irak’ın kuzeyindeki oluşumlar nedeni ile Türkiye’nin büyük bir tedirginlik yaşamasına neden olduğunu söylemektedir. Barış DOSTER, günümüzde de Kırım’ın, hem bölgesel gelişmelerde, hem de Karadeniz’deki nüfuz mücadelesinde sıklıkla anılmakta olduğunu, Türkiye açısından önemini artırarak koruduğunu ifade etmektedir. Yaşar ERDĐNÇ, 1929 Büyük Buhranı ve 2008 Global krizini, krizin ortaya çıkışı ve aynı zamanda krize karşı alınan önlemler bağlamında karşılaştırmaktadır. Ümit HACIOĞLU, Balkanlarda etnik gruplar arasında barış ve güvenlik konusunu ele alınırken; Bosna’da yaşanan soykırım üzerinde durmakta ve uluslararası kamuoyunun tutumu eleştirmektedir. Serdar ERDURMAZ, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın mevcut çerçevesi kapsamında “nükleer silahlardan arındırılmış Dünya kurulabilir mi?” sorusuna cevap aramaya çalışmaktadır. Berna AKSOY, realist ve neo-realist paradigmaların Kıbrıs sorununun analizinde ve çözüme katkısı üzerinde durmaktadır. Yeni sayı için makaleleriniz bekliyoruz. Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz Genel Yayın Yönetmeni II The Journal of Strategic Research, published by BUSRC twice in a year, is now in your hands with the fifth volume. At that issue, we present you abundant source of scientific information within plenty articles. In the third year of our journal, we expect to have ISI grade soon. We are very glad to have your interest and praise. Now let’s examine the essays in that issue. In his article, Celalettin YAVUZ acknowledged that Russia, having compatible interests, was developing its economic relations with Turkey at the same time was relieved with the election of a pro-Russian government in Ukraine. Pınar BAL, after explaining the current global climate change regime, aims first to explain Turkey’s position within this regime and then to put forward the problems concerning its position as well as coming up with a future perspective for Turkey. Armağan KULOĞLU states that developments around Turkey will affect neighbor geographies in terms of water sources, agriculture and living areas. According to Hasan AKBAYRAK, when the Balkan and the First World War ended the Empire’s land and Muslim-Turkish population with its narrowing demographic substructure was congested in Anatolia constituted a “national history” approach of agenda includes the primary fact that Anatolia is country of Turkish people. Sait YILMAZ explains that developments aftermath the Iraq War in 2003 bring about some vital concerns for Turkey due to the new formations in the North of Iraq. Barış DOSTER brings about that Ukraine sees Turkey’s sensitivities on Crimean Tatars in a positive light has contributed to mutual relations and presented an important perspective for Turkey to follow a region centered foreign policy. Yaşar ERDĐNÇ compares 1929 great depression in USA and 2008 Global Crisis from the aspect of both emergence and the crisis management. Ümit HACIOĞLU evaluated the interethnic peace and security in the Balkans as well as the massacres in Bosnia and criticized the approach of International Community to what was happening in Bosnia. Serdar ERDURMAZ tries to answer the question of "is it possible to establish a nuclear weapons free world" and as a further step. Berna AKSOY discusses the realist and neorealist paradigms in order to investigate their roles in solving Cyprus conflict. We look forward to receiving further studies from esteemed researchers for the upcoming issues Asst. Prof. Sait Yılmaz Editor in Chief III BU SAYININ HAKEMLERĐ (REFREES OF THIS ISSUE) , Prof. Dr. Selahattin SARI…………… Beykent Üniv. (Ekonomi) Prof. Dr. Erol EREN ............................Beykent Üniv. (Ekonomi) Prof.Dr. Emin ÖZBAŞ………………..Beykent Üniv. (Enerji) Prof. Dr. Abdulhaluk M. ÇAY ……… Beykent Üniv. (Tarih) Prof. Dr. Önder ARI.............................Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişk.) Prof. Dr. Muhittin KARABULUT .......Beykent Üniv. (Ekonomi) Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK ................Gazi Üniv. (Uluslararası Đlişk.) Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ .......................Gazi Üniv. (Uluslararası Đlişk.) Prof. Dr. Mithat BAYDUR………….. Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişkiler) Prof. Dr. Ahmet Güner SAYAR……...Beykent Üniv. (Ekonomi) Prof.Dr. M. Emin KARAÖRS ……… Beykent Üniv. (Edebiyat) Prof.Dr. Adil DAĞISTAN … ……… Beykent Üniv. (Tarih) Prof. Dr. Sudi APAK……………….. Beykent Üniv. (Ekonomi) Doç. Dr. Veysel KILIÇ ........................Beykent Üniv. (Đngiliz Dili Edebiyatı) Doç. Dr. Gonca B. DURGUN..............Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişk.) Doç.Dr. Gülden AYMAN…………… Marmara Üniv. (Uluslararası Đlişk.) Doç.Dr. Ali Ekber AKGÜN………… Gebze YTE. (Ekonomi) Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ................Beykent Üniv. (Uluslararası Đlişkiler) Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLĐ ........Beykent Üniv. (Tarih) Yrd. Doç.Dr. Barış DOSTER……….. Marmara Üniv. (Uluslararası Đlişk.) IV ĐÇĐNDEKĐLER/ CONTENTS Sayfa No Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Celalettin YAVUZ........…………………….………………..……………....……..01-24 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu Pınar BAL………...……………………………………………………………...…25-37 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi Armağan KULOĞLU..……………………..……………………….………..….....38-54 Cumhuriyet’in Kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları Hasan AKBAYRAK........................................................…………….…..…...........55-78 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye Sait YILMAZ...........................................………...……………....……....…..…..79-103 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi Barış DOSTER..……………………………………………………...……..…...104-117 1929 Buhranı ve 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Yaşar ERDĐNÇ.......................................………...……………....……....……....118-154 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım Ümit HACIOĞLU....................................………...……………....……......……155-174 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Tesisi Mümkün mü? Serdar ERDURMAZ…………………………………………………....…….....175-194 Realist-(Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Đncelenmesi Berna AKSOY...........…..……………………………………………………….195- 215 V KAPSAM/ SUBJECTS Uluslararası Đlişkiler/International Relations ● Ulusal Güvenlik / National Security ● Uluslararası Güvenlik / International Security ● Güvenlik Bilimleri / Security Sciencies ● Terör / Terror ● Đstihbarat / Intelligence ● Uluslararası Kuruluşlar / International Institutions ● Teknoloji / Technology ● Uluslararası Đlişkiler Teorileri / Int. Relations Theories ● Orta Doğu / Middle East ● A.B.D. / U.S.A. ● AB ve Avrupa / EU and Europe ● Afrika / Africa ● Avrasya / Euroasia - Kafkasya / Caucasus - Orta Asya / Central Asia - Rusya / Russia ● Asya- Pasifik / Asia-Pasific ● Latin Amerika / Latin America ● Kıbrıs / Cyprus ● Diaspora / Diaspora ● Teoloji ve Sosyo-Kültürel Konular / Teology and Socio-Cultural Issues ● Lojistik / Logistics Ekonomi Politik/Political Economy ● Ekonomi Politik /Political Economy ● Küreselleşme / Globalization ● Lojistik / Logistics ● Enerji ve Su Konuları / Energy and Water matters ● Kurumlar ve Bölgesel Çalışmalar / Instutions and Regional Studies Uluslararası Hukuk/International Law ● Uluslararası Çatışma Konuları / Int. Conflict Issues ● Uluslararası Adalet / International Justice ● Uluslararası Sorun Çözme / Int. Dispute Settlement Uygulamalı Araştırmalar/Applied Research ● Strateji ve Karar Vermede Matematiksel Yaklaşım / Math Approach to Staretgy and Decision Making ● Uluslararası Sorunların Analizi / Analysis of International Affairs ● Harekat Araştırması / Operational Resarch Vak’a Analizleri/Case Analysis VI Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY RUSYA’NIN KARADENĐZ’DE DENGELERĐ DEĞĐŞTĐREN STRATEJĐK HAMLELERĐ Doç.Dr.Celalettin Yavuz∗ ÖZET Rusya’da Yeltsin’den sonra Putin’in yönetimi devralmasıyla birlikte, Rusya’nın yakın çevredeki ülkelere karşı siyasetinde gözle görülür ölçüde değişimler başladı. Özellikle de ABD’nin Afganistan’a ve ardından Irak’a müdahalesinin ardından yükselen petrol fiyatlarıyla ekonomisi düzelen Rusya, Karadeniz de dahil pek çok yakın çevre coğrafyasında etkinlik kurma çabasını yoğunlaştırdı. Rusya, Karadeniz’in istikrarı konusunda çıkarlarının örtüştüğü Türkiye ile ekonomik alanda ilişkilerini geliştirirken, Ukrayna’da da Rusya yanlısı bir yönetimin seçilmesiyle rahatladı. Rusya, Karadeniz’de Sivastopol limanını en azından 30 yıl daha kullanma fırsatı yakaladı. ABD’nin yeni Başkanı Obama, “Füze Kalkanı”nın Orta Avrupa’da kurulmasından vazgeçti. Eylül 2009’da Türkiye-Ermenistan yakınlaşması sonrası Rusya, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık-Karabağ sorununun çözümünde, AGĐT bünyesindeki Minsk Gurubunda, diğer iki eşbaşkan Fransa ve ABD’ye nazaran, daha belirleyici bir konum kazanmıştı. Yukarıda özetlenenler ve diğer gelişmelerle Rusya’nın, Karadeniz ve yakın çevresinde evvelce ABD’nin nüfuz etmek istediği coğrafyada etkisi artarken, ABD’nin etkisi azalmıştır. Anahtar kelimeler: Füze Kalkanı, Sivastopol Üssü, Enerji, Gürcistan, Ukrayna ABSTRACT After Putin took over the government from Jeltsin, the policies of Russia to near abroad have noticeably transformed. Particularly, after the US intervention of Iraq in pursuit of the intervention of Afghanistan, Russia, healing its economy as a result of the rise of oil prices, intensified its quest of activity in the near abroad including Black Sea region. Russia, having compatible interests, was developing its economic relations with Turkey at the same time was relieved with the election of a pro-Russian government in Ukraine. Russia seized the chance to use Sivastopol Naval-Base at least for 30 years. The new President of the US, Obama, declared off the initiation of “Missile Shield” in Central Europe. After the rapprochement of Turkey and Armenia on September 2009, Russia had become decisive in the Minsk group within the scope of OSCE as compared with the other co-leaders, France and the US in the settlement of Nagorno Karabakh conflict. Within the context of the above summary and as a result of other developments, in the Black Sea and the surrounding area, the influence of Russia has increased with comparison to the US. Key Words: Missile Shield, Sivastopol Base, Energy, Georgia, Ukraine ∗ TÜRKSAM Başkan Yardımcısı, Ankara, [email protected]. Celalettin Yavuz GĐRĐŞ Sovyetlerin dağılmasından sonra mevcut coğrafyada kurulan ülkeler içerisinde Sovyetlerin “mirasçısı” olarak bilinen Rusya, çok önemli sosyolojik, siyasi ve ekonomik çalkantılardan geçti. Önce Çeçenistan’da yoğunlaşan ve Çeçenlerin bağımsızlığı için yapılan bir “iç savaş”la boğuştu. Bu savaş 1994-1996 ve 2004-2006 döneminde iki kez gerçekleşti. 2010 yılına gelindiğinde Rusya’nın, bir dönemin iki kutuplu dünyasına duyulan özlem içerisinde olduğunu hatırlatan bir çıkışa hazırlandığı izlenimi verdiği görüldü. Bu çalışmada, başta Karadeniz coğrafyası olmak üzere, özellikle Türkiye’yi ilgilendiren yakın çevrede Rusya merkezli stratejik hamleler üzerinde durulmuştur. 1. SOVYET MĐRASÇISI RUSYA’YI TEK KUTUPLU DÜNYADA SIKINTILARA SOKAN GELĐŞMELER 1990’lı yıllar Rusya için bir bakıma “kabus” yıllarıydı. Zira iç karışıklıklar yanında 1997’de başlayan Rus Ekonomik Krizi, insanlara yeniden “Komünizm” dönemini aratır hale gelmişti. Dış politikada ise Devlet Başkanı Boris Yeltzin’in “sarhoş” halinden başka fazlaca bir şey konuşulmuyordu. Üstelik ABD, tek başına küresel güç haline gelmiş, neredeyse tek başına dünyaya yeni bir düzen oturtmaya çalışıyordu. Đşte böylesi bir ortamda, 2000 yılında Boris Yeltzin’in yerine devlet başkanlığına getirilen Vladimir Putin ile birlikte Rusya’nın dünya siyasi arenasında yıldızı parlamaya başladı. Aslında Putin yönetimi ele geçirinceye kadar, dünyada pek çok siyasi olaylar Rusya’nın aleyhinde gelişme kaydetmişti. Bunlar şöyle özetlenebilir: A. Sovyetlerin dağılması ile birlikte tüm Doğu Avrupa ülkeleri de Varşova Paktı (VP)’ndan ayrılmış, böylece Sovyetlerin mirasçısı Rusya ile neredeyse tüm ilişkilerini kesmişlerdi. Böylelikle Rusya’nın başta silah sanayi olmak üzere, bu ülkelere olan ihracatında büyük düşüş yaşanmıştı. B. Eski Doğu Avrupa ülkeleri, “Doğu’ya doğru genişleme” siyaseti doğrultusunda NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olabilmek için sıraya girmişlerdi. Neticede eski Yugoslavya’da kurulan devletlerden bazıları dışında tüm Doğu Avrupa ülkeleri 2005 yılına kadar hem NATO, hem de AB ülkesi oldular. C. Doğu Avrupa ülkeleri dışında, eski Sovyet coğrafyasından ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Baltık ülkeleri (Litvanya, Estonya ve Letonya) da NATO ve AB üyesi ülkeler arasına girdiler. 2 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri D. Sovyet coğrafyasında kurulan yeni ülkelerden Azerbaycan, ABD ile kurulan yakın ilişkiler sonucunda Rusya’ya mesafeli kalırken, Rusya’nın Kuzey Kafkasya’daki komşusu Gürcistan’la da sorunları devam ediyordu. ABD, bu ülkede Saakaşvili’yi iktidara taşıyarak, Gürcistan’a Rusya’nın nüfuz etmesinin önünü almaya çalışmıştı. Aslında daha 2002’de NATO’nun Prag zirvesi sırasında üyelik başvurusu yapan Gürcistan’ın, askeri ve ekonomik açıdan yeterli bulunmadığından üyeliği kabul edilmemişti.Gürcistan, NATO’nun 2004 Đstanbul zirvesinde de “Bireysel Ortaklık” adıyla yeni bir belge daha sunmuştu. Abhazya ve Güney Osetya sorunları sebebiyle Rusya’dan tehdit algılaması büyük Gürcistan’ın NATO üyeliği ile ilgili istekleri 1 gerçekleşmemişti . E. Benzer bir olay Ukrayna’da “Turuncu Devrim” adıyla, daha sonra Kırgızistan’da iktidar değişikliği ile yaşandı. 2004 yılında Gürcistan’da yeni bir 65 milyon dolarlık “eğitim ve donatım programını”, Gürcistan’ın yeni Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili döneminde yürürlüğe koyan ABD, Sovyet Kızılordusu’nun üssü olan Tiflis yakınındaki Krtsanisi’ye, “ABD’nin terörle mücadelesi”nin bir parçası bahanesiyle Amerikan 2 askerlerini yerleştirdi . F. Keza, Ukrayna’da da “Turuncu Devrim” adıyla, Rusya’ya karşı olduğu bilinen Viktor Yuşenko devlet başkanı seçilirken, zaman zaman başbakanlık koltuğuna oturan Yulya Timoçenko gibi ABD ve Avrupa’ya yakınlığı ile bilinen kişiler de siyasette ve devlet yönetiminde etkin olmaya başlamışlardı. Rusya’ya karşı benzer kıpırdanmalar Beyaz Rusya (Belarus) ve Moldova’da da mevcuttu. G. ABD, Özbekistan ve Kırgızistan’da askeri üsler kiralamıştı. Bu üslerin varlığı, bir bakıma Rusya’nın arka bahçesinin gözetlenmesi, hatta kontrolü anlamına gelmekteydi. H. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, ABD’nin siyasi desteğiyle ve Rusya’ya rağmen gerçekleşmişti. Devamında Kazakistan ve Türkmenistan gibi, petrol-doğalgaz hammaddelerine sahip Hazar havzası ülkelerinin hammaddelerinin de Rusya’nın kontrol ve tekeli dışında tüketici ülkeler taşınması söz konusu olabilirdi. 2001 yılı sonunda ABD, el-kaide terör örgütünü bahane ederek Taliban yönetimindeki Afganistan’a girmiş, yönetimi değiştirmişti. Afganistan, coğrafya itibariyle Hint Okyanusu ile Orta Asya arasındaki ulaşım hattı üzerinde ve Rusya açısından önemi büyük Orta Asya’nın elde tutulması için stratejik bir mevkiye sahipti. 1 Burcu Çörten, Güncel Karadeniz Jeopolitiği, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Stratejik Araştırma ve Uygulama merkezi, Giresun, 2009, ss.74-75. 2 “ABD Gürcistan’da Kalıcı”, Cumhuriyet, 19.1.2004, s. 11. 3 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz Đ. ABD, Almanya ve Fransa gibi “doğal” müttefikleri ile Rusya’ya rağmen Irak’a askeri müdahalede bulundu. Bir zamanlar Orta Doğu’da mevcut Sovyet-Rus etkisi, bu hareketle büyük ölçüde hasar aldı. 2. TEK KUTUPLU FAALĐYETLERĐ DÜNYADA RUSYA’NIN ÇIKIŞ ARAYAN Rusya’nın, eski Sovyetlerin mirasçısı edasıyla değil arka bahçesi, neredeyse kendi toprakları gibi gördüğü Orta Asya ve Kafkaslardaki yeni devletlerde, özellikle ABD olmak üzere, dışarıdan nüfuz etmeye kalkan ülkelere karşı her türlü engeli diplomatik bir üslupla çıkarmaya çalışmaktadır. Hele de 11 Eylül 2001’den sonra yükselen petrol ve doğalgaz fiyatları nedeniyle bütçesi fazla vermeye başlayan Rusya, ABD’ye karşı satrancın diğer tarafındaki önemli oyuncusu olarak, dış ve ekonomi politikasının çok iyi yönetildiği pek çok faaliyette bulunmuştur. Bunlardan biri, Rusya’nın inisiyatifleri sonucunda Kazakistan, Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Belarus (Beyaz Rusya) 7 Mayıs 2003 tarihinde aralarında serbest ekonomik bölge organizasyonu kurma konusunda görüş birliğine varmalarıdır. Bu anlaşma ve önceki bağlantılar sonucunda Rus Gazprom şirketi, Kazakistan’ın petrol ve doğalgaz şirketi ile anlaşarak, 21 Temmuz 2003’de Orta Asya doğalgazının Avrupa pazarlarına etkin bir şekilde ulaştırılması için 3 işbirliği kararı aldı . Rusya’nın devlete ait doğalgaz tekeli Gazprom, Türkmenistan’dan aldığı doğalgazı da Avrupa’ya pazarlamaktaydı. Türkmenistan’dan gaz alma konusundaki tekel konumunu, uzunca bir süre bu ülkeye dünya doğalgaz piyasasının çok altında ödeme yaparak sürdürdü. Gazprom, o 3 dönemde bin m ’ünü 65 dolara satın aldığı doğalgaz için nihayet 2008 4 yılı sonuna kadar 100 dolar ödemeyi kabul etmişti. Aynı tarihlerde doğalgaz fiyatının 400 doların üzerine çıktığı ve Rusya’nın “doğalgaz borsa” değeri üzerinden gazı Avrupa’ya pazarladığı düşünülürse, Türkmenistan doğalgazı üzerindeki Rus tekelinin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Rusya’nın, dünyanın petrol ihtiyacının yaklaşık %15’ni ve doğalgaz ihtiyacının %25’ni karşıladığı dikkate alınırsa, yükselen petrol fiyatlarıyla bir anda nasıl bir varlığa kavuşmuş olacağı daha iyi anlaşılabilir. Rusya’nın ABD’nin Hazar havzasındaki ve Basra Körfezi’ndeki çıkarlarıyla çatışan faaliyetleri şöyle sıralanabilir: 3 Remzi Güleç. “Türk Dünyasının Gündeminde Tartışılan Meseleler”, (Erişim:2.10. 2006) http://host.nigde.edu.tr/~remzikilic/yayinlar/turkdunmesele.htm 4 “Rusya’nın Türkmenistan’dan Alacağı Doğalgaza Yüksek Zam”, 5.9.2006, (Erişim: 30.9.2006),http://www.petrogas.com.tr/modules.php?name=News&file=article&sid=2721 4 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri - 2004 yılı sonlarından itibaren Rusya, ABD’nin rejim değişikliği için hedef gösterdiği Đran, Suriye, Venezuella ve Filistin’in Hamas liderleriyle önemli askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirdi. Đran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarında yardımcı olan Rusya, ayrıca Nisan 2006’da BM Güvenlik Konseyi’nde Đran’a yaptırım uygulanması teklifini veto edeceğini açıkça ifade etti. Ancak, daha sonra Güvenlik Konseyi’nin ABD’nin ısrarıyla almış olduğu Đran’a bazı yaptırımları hafifletilmiş de olsa uyguladı. - Đran’ın en önemli silah tedarik ülkesi Rusya’dır. Tank, uçak, gemi ve güdümlü mermi silah sistemleri yanında, Şubat 2006 içinde Moskova, Đran’a TOR-M1 gibi oldukça gelişmiş bir güdümlü mermi silah sistemini tedarik etme sözü verdi. Đran’a müdahale için hesaplar içinde olan ABD’ye karşı ayrıca Đran’ın Rusya’dan S-300 hava savunma füze sistemi aldığı dahi ileri sürülmekteydi. TOR-M1’ler aynı zamanda S-300 lançerleri (rampaları) ile de kullanılabilmektedir. Bu durumda Rusya, sanki muhtemel bir ABD hava taarruzuna karşı Đran’ı silah yardımı ile desteklemiş olmaktadır. Rusya, ABD Başkanı Barack Obama’nın Temmuz 2009’da Moskova ziyareti sonrası nükleer silahların azaltılmasıyla ilgili yeni START anlaşması teklifinin ardından, Eylül 2009’la birlikte Đran’a karşı biraz daha mesafeli olmaya çalışmaktadır. - ABD’nin, özellikle George W. Bush yönetimi sırasında baskı uyguladığı Suriye’nin Devlet Başkanı Beşşar Esad’la, dönemin Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında 2005 yılı başlarında enerji, kredi ve askeri teçhizat konularında önemli anlaşmalar imzalandı. Rusya, Suriye’nin gaz ve petrol çıkarma tesislerinin modernize edilerek bu kaynakların daha iyi değerlendirebilmesi sözü verdi. Aynı tarihte, Suriye’nin Rusya’ya olan borcunun %75’i tutarındaki 13 milyar doları almaktan vazgeçti. Hatta Rusya, Suriye’ye kısa menzilli ancak, uçak ve cruise füzelerine karşı etkili hava savunma füzelerinden vermeyi kabul etti. 2005 yılı başlarında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastı nedeniyle, BM Güvenlik Konseyi tarafından Suriye’ye yaptırım uygulanması kararı da Rusya tarafından önlendi. - Đran ve Suriye gibi, ABD’nin Güney Amerika’daki sorunlu “komşusu” ve 1999 yılına kadar müttefiki olan Venezuella ile Rusya arasında silah alım anlaşması imzalandı. 2005 yılında Bush yönetiminin silah satışı yasağı getirdiği Venezuella’ya, Rusların 15 nakliye helikopteri ve 100 bin Kalaşnikof tüfeği satması ABD tarafından sert bir şekilde eleştirildi. Rusya bununla da kalmayarak, Temmuz 2006 içinde Caracas’ta iki Kalaşnikof fabrikası kurmaya ve enerji yatırım alanlarında destek olmaya başladı. Ağustos 2008’de meydana gelen Güney Osetya Krizinin ardından Rusya, 2008 sonbaharı içerisinde Venezuella ile ortak tatbikat yapmak üzere savaş gemisi gönderdi. 5 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz - Filistin’de 2006 başlarında seçimleri kazanan Hamas’ı izole etmek için uğraşan ABD’ye rağmen, Rus Devlet Başkanı Putin, Hamas liderlerini Şubat 2006 içinde Moskova’ya davet etti ve destek vaadinde bulundu. - Rusya ayrıca, ABD’nin başını çektiği “NATO’nun genişlemesi” projesi çerçevesinde Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyesi olmasını önlemeye yönelik faaliyetlerden de geri kalmamakta, bu konuda açık bir tavır koymaktadır. Bunun en açık örneği, Ağustos 2008’de Gürcistan’ın 5 Güney Osetya’ya müdahalesi sırasında yaşandı. - Zaman zaman Çin’e silah satışı yapan Rusya’nın bu silahları, özellikle ABD’nin silahlandırdığı Tayvan ile Çin arasındaki sorunlar sebebiyle, ABD’yi de yakından ilgilendirmektedir. - Rusya’da bir dönemin Devlet Başkanı Vladimir Putin, 1.7.2006 tarihli bir konuşmasında Rusya’nın enerji hammaddelerini Rus Rublesi karşılığında yapacağını açıkladı. Petrol ve doğalgazının yaklaşık %40’nı Rusya’dan temin eden Avrupa’nın kısa bir dönem içinde bu büyük enerji açığını başka bir şekilde karşılaması mümkün olmadığı dikkate alındığında, Rusya’nın Avrupa ülkelerine, petrol ve doğalgazın karşılığında Ruble ödenmesini istemesi halinde Avrupa ya kabul etmek zorunda kalacak, ya da enerji darboğazı ile karşı karşıya kalacaktır. Đran ve Venezuella da 2006 içerisinde “iki yıl içinde” petrolü Dolar dışında bir para birimi ile satmak istediğini ilan etmişlerdi. Rusya, Đran ve Venezuella tüm dünya petrol ihtiyacının %25’ini karşılamaktadır. Bu durumda Rusya’nın eline oldukça önemli bir koz geçmektedir. Üstelik Rusya’nın petrol ve doğalgazını satabileceği, özellikle Çin ve Uzakdoğu olmak üzere seçenekli boru hattı sistemi de mevcuttur. Üstelik Çin ve Rusya’nın askeri ve enerji ticareti odaklı ilişkileri, Washington’a karşı bir 6 ortak dayanışmayı da gerektirmektedir . ABD’nin Rusya ve Çin gibi, küresel güç adaylarını frenlemek maksadıyla Orta Asya, Kafkaslar ve Karadeniz, Orta Doğu gibi coğrafyalarda yapmış olduğu hamlelere, bu ülkeler de cevap vermeye çalışmaktadırlar. ABD’nin, 2006 yılı sonlarında Romanya ve Bulgaristan’da yeni askeri üs anlaşmaları imzalaması üzerine, “Avrasyacı” Rusya da, Eylül 2006 başlarında yeni bir hamle ile karşılık verdi. 4.9.2006’da Atina’yı ziyaret eden Rusya Devlet Başkanı Putin, dönemin Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ve Bulgaristan 5 Gürcistan-Güney Osetya ve Rusya-Gürcistan arasında Ağustos 2008’de yaşanan çatışmalar için Sinan Ogan ve Celalettin Yavuz’un TÜRKSAM web sayfasında (Karadeniz Enstitüsü) yer alan Ağustos-Eylül 2008 tarihli yazılarına bkz. 6 Jephraim P. Gundzik, “More Conflict than Camaraderie Between Moscow and Washington”, 11 July 2006, http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=524&language_id=1 6 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Devlet Başkanı Georgi Pırvanov ile Burgaz-Dedeağaç boru hattı projesinin inşası için sözleşme imzaladı. Bu anlaşma 2009 yaz aylarında yenilendi. Bakü-Ceyhan petrol boru hattına karşı seçenek olarak düşünülen bu proje ile Rusya’nın, Bulgaristan’da son yıllarda artan ABD nüfuzunu dengeleme maksadını güttüğü dahi ileri sürüldü. Keza Rusya, Şubat 2009’da Kırgızistan’a 2.15 milyar dolarlık ekonomik yardım paketini açıkladıktan sonra, Kırgızistan ABD’nin Afganistan’daki kuvvetlerinin lojistik desteği için önemi bilinen manas üssünü 6 ay 7 içerisinde boşaltmasını dahi istemişti. ABD hegemonyasına karşı çok kutupluluk taleplerini tekrarlayan Rusya, ABD’nin Batılı müttefikleri Almanya ve Fransa’dan destek bulamayınca, Paris-Berlin-Moskova mihveri yerine, öncelikle Pekin-Moskova mihverine yönelmiştir. 16 Temmuz 2001’de “Dostluk, Đyi Komşuluk ve Đşbirliği Anlaşması”nı imzalayan Rusya ve Çin, bu anlaşma ile Avrasya’daki güç dengeleri açısından büyük jeopolitik değişimlerin meydana geldiği mesajını vermeye çalışmışlardı. Rusya ile Çin’in yakınlaşması Şanghay Đşbirliği Örgütü (ŞĐÖ)’ne dönüşmüş ve ŞĐÖ’nün 7 Haziran 2002 tarihinde açıklanan hedeflerinden en belirgin olanları; “Çok kutupluluk ve uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi” ve “Dış politika konularında, karşılıklı çıkar doğrultusunda BM dahil, tüm 8 uluslar arası örgütlerde ortak tutum sergilenmesi için çalışılması” idi. Bu hareketle Rusya ile Çin, ABD’nin tek kutupluluğunun zararlı etkilerine karşı ortak cephe açmaya başladılar. ŞĐÖ, aynı zamanda ABD’nin Orta Asya’daki askeri varlığına duyulan tepkinin de bir neticesidir. Nitekim 5.7.2005 tarihli ŞĐÖ zirvesi sonundaki bildiride ABD’nin Kırgızistan ve Özbekistan’dan askerlerini çekmesinin istenmesi 9 de bunu açıkça belli etmişti . Rusya, Çarlık dönemi ve Sovyetlerden miras emperyal içgüdüleri canlandıkça bu önemli kozunu dilediği tarzda kullanabileceğinin işaretlerini de vermektedir. Nitekim siyasî anlaşmazlık yaşadığı Ukrayna’ya karşı bu silahı rahatlıkla kullanabilmektedir. 2006 yılı içinde bu ülkeye sattığı doğalgazın fiyatını tek taraflı bir kararla %120 oranında artırdı. Benzer bir uygulama üç yıl sonra ve daha uzun süreli 7 ABD, Haziran 2009 içerisinde Kırgızistan’la anlaşma sağlayarak, Manas üssünün yeniden NATO birliklerinin Afganistan’daki harekatını desteklemesi için hava unsurlarını kullanmasının yolunu açtı. Bu anlaşma için Kırgızistan’a yıllık 180 milyon dolar ödeneceği bildirilmektedir. Bkz: “USA dürfen Militärbasis weiter nutzen”, 25.06.2009, http://derstandard.at/1245820058989/Kirgistan-USA-duerfen-Militaerbasis-weiter-nutzen 8 Fırat Purtaş, “Şanghay Beşlisi’nden Şanghay Đşbirliği Örgütüne: Orta Asya’da Rus-Çin Stratejik Ortaklığı”, 2023, 15 Ocak 2004, sayı 33, ss.23-25. 9 Remzi Güleç, a.g.y. Hazar havzası ve Orta Asya ile ilgili Rusya dışındaki ülkelerin politikaları konusunda bkz: Celalettin Yavuz, Avrasya’da Türk Jeopolitiği: Türklere Açılan Geniş Ufuklar, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010, ss.507-521. 7 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz olarak 2009 başlarında yaşandı. En soğuk günlerde alacağını öne sürerek vanaları kapamaktan çekinmedi. Rusya’da politik gücü merkezileştiren Putin, istikrarı büyük ölçüde sağladığı gibi, ekonomiyi yeniden yapılandırdı ve canlandırdı. Yükselen petrol fiyatları Rusya’nın bilançosuna büyük kazançlar olarak girdi. Rusya’da döviz rezervleri daha 2006 yılı başlarında 180 milyar doları aşmıştı. Dünya doğalgaz rezervleri sıralanmasında ilk sırayı, petrol rezervleri sıralamasında ise sekizinci sırada yer alan Rusya, aynı zamanda dünyanın ikinci büyük petrol ihracatçısı olup, gerektiğinde enerjiyi bir silah gibi kullanabileceğini gösterdi. Rusya’nın yakın çevresinde daha fazla kaybetmeye ve ABD’nin kendisine daha fazla yaklaşmasına tahammülü de gittikçe azalırken, ABD karşısında Çin ile stratejik işbirliği Rusya’ya güç kazandırmaktadır. ABD askeri gücünün Afganistan’da ve Irak’ta tıkanması ve Đran’ın meydan okumaları karşısında ABD’nin kafasının karışması Rusya’yı cesaretlendirmektedir. Baltık’tan Kırgızistan’a kadar uzanan hattaki ABD-Rusya güç mücadelesinin, zaman zaman Soğuk Savaş dönemini hatırlatan bir 10 seyir izlediği bile ileri sürülmüştür . Öte yandan Rusya’nın sahip olduğu yeni zenginliklere karşılık, oldukça zayıf yanlarının olduğu da ileri sürülmektedir. Silahlı kuvvetlerinin bazı kesimlerinde hala yoksulluk ve malzeme eksikliğiyle eğitim yapıldığı, bu sebeple moral açısından en alt düzeylerde bulundukları ileri sürülmekteydi. IMF verilerine göre, Rusya’nın 2006 Eylül ayı itibariyle bir yıldaki büyümesi %7 civarındaydı. Ancak bunun büyük ölçüde artan enerji hammaddesi fiyatları nedeniyle olduğu ileri sürüldü. Petrol ve doğalgaz fiyatları düştükten ve hele de tüm dünyada 2008 yılı son çeyreği itibariyle hissedilen ekonomik kriz sebebiyle, Rusya’daki büyüme oranı da aşağılara çekildi. Ekonomik reformların hızı kesilmiş, devletin stratejik ekonomi sektöründe gittikçe artan kontrolü nedeniyle yabancı yatırımların miktarı da düşmüştür. Öyle ki, 648.1 milyar dolar olan 2004 yılı yabancı yatırım payları içinde Rusya’nın alabildiği pay sadece 11.6 milyardır. Küresel dereceleme kurumlarından birine göre Rusya, 62 ülke içinde 2005 yılında 2004’e göre 5 basamak kayıpla 52. sıraya düşmüştür. Bu arada düşük doğum ve yüksek ölüm oranı sonucunda özellikle erkek nüfus sayısında 750 bin eksikliğin mevcut olduğu Rusya’nın uyuşturucu bağımlılığı, AIDS ve Avrupa’nın tüberküloz’da ilk sıradaki ülkesi olma zafiyetleri gösterdiği de ileri sürülmektedir. Bir bakıma petrol ve doğalgazla büyüyen Rusya, aynı zamanda zayıflamaktadır. Her ne 10 Nejat Eslen, “Yeni ‘Soğuk Savaş’ Dönemi mi?”, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=186467, (Erişim: 27.9.2006) 8 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri kadar durulmuş gözükse de Çeçenistan sorunu ve 25 milyon civarında Müslüman nüfusunun, Rusya’nın zayıf karnı olabileceği iddiası devam 11 etmekteydi . 3. RUSYA’NIN SON DÖNEMDE KARADENĐZ ÇEVRESĐNDE YENĐ STRATEJĐK HAMLELERĐ VE YAKIN Nisan 2008 tarihli NATO’nun Bükreş Zirvesi’nin ardından Karadeniz ve çevresindeki coğrafyalarda Rusya-ABD, Rusya-NATO güç dengesinde büyük değişimler yaşandı. Bu değişim ise büyük ölçüde Rusya’dan yanaydı. Rusya’dan yana gelişen bu değişimler satır başları ile şöyledir: - Güney Osetya Krizi sebebiyle Rusya Gürcistan’a girdi. Rusya’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Bu olaydan aylar önce Kosova’nın Rusya’ya rağmen bağımsızlığının tanınmış olması, Rus dış politikasında derin yaralar bıraktı. Bu etki, Kosova’nın bağımsızlığının tanımasından bir iki hafta sonra Rus bilim 12 adamları tarafından Türkiye’de bir sempozyumda dile getirilmişti . - Güney Osetya Krizi ile Karadeniz’e girmek isteyen ABD donanması, Rusya-Türkiye örtüşen çıkarları sonucu gelişen işbirliği ile, bu amacına ulaşamadı. - ABD’nin, Rusya’nın büyük tepki verdiği Polonya-Çek Cumhuriyeti’ndeki ‘Füze Kalkanı’ projesini Orta Avrupa’dan çekti. - Ermenistan-Türkiye “Đyi Komşuluk Đlişkileri Protokolleri”nin imzalanması üzerine, Dağlık-Karabağ sorununda çözüm için Rusya öne çıktı. - Türkiye-Rusya arasında Ağustos 2009 ve Mayıs 2010’da başbakan ve devlet başkanı düzeyinde yapılan ziyaretler sonucu enerji ağırlıklı, ‘stratejik’ seviyede projelere imza atıldı. - Ukrayna’da, Şubat 2010’da yapılan devlet başkanlığı seçimlerini ABD ve Batı yanlısı adaylar yerine, Rusya’ya yakınlığı ile Viktor Yanukoviç seçildi. - Kırgızistan’da ABD yanlısı olduğu ileri sürülen Devlet Başkanı Bakiyev yerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. 11 Rajan Menon and Alexander Motly, “Why Russia is Really Weak”, Newsweek, September 25, 2006, s. 37. 12 Ayrıntılar için bakz: Alla A. Yazkova, “Karadeniz Bölgesi’nde Rusya’nın Başlıca Çıkarları ve Siyaseti”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (27-28 Mart 2008) – Sempozyum Bildirileri, (Haz: Pınar Yürür, Yalçın Sarıkaya, Aigerim Shilibekova), Giresun Üniversitesi., 2008, s. 92. 9 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz - Rusya’nın, ekonomideki rahatlığına bağlı olarak, Sovyetler dönemindeki gibi, özellikle Suriye olmak üzere, yeniden Orta Doğu’ya dönmeye başladığı göründü. - Hazar havzası doğal enerji kaynaklarının Batı’ya ulaştırılmasında Rusya, neredeyse “tekel” konumunu devam ettirerek, bu alanda ‘stratejik üstünlüğü’ ele geçirdi. Yukarıdaki gelişmelerden özellikle Karadeniz’de güç etkileyebilecek önemli gelişmeler üzerinde durulmuştur. dengesini 4. RUSYA VE ABD ĐLĐŞKĐLERĐNĐ GEREN ORTA AVRUPA’DA “FÜZE KALKANI” PROJESĐ Mart 2007 içinde pek çok NATO üyesi, “Füze Kalkanı” isimli ve Orta Avrupa’da kurulması planlanan nükleer-balistik füzelere karşı savunma sisteminin, tüm Avrupa’yı kapsaması gerektiğini belirtti. Hatta Đran’a yakın olan NATO-Güneydoğu kanadının da kısa menzilli füzesavar sistemlere ihtiyaç duyacağı vurgulandı. Polonya’da balistik füze rampası, Çek Cumhuriyeti’nde radar sisteminin kurulmasını öngören proje, dönemin Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından, “yeni bir silahlanma yarışı”nı başlatacağı gerekçesiyle sert bir şekilde eleştirildi. Putin, Rusya’nın da Polonya sınırlarına yakın coğrafyada orta menzilli füze sistemlerinin konuşlandırılmasıyla karşılık verileceği tehdidinde bulundu. Almanya’nın eski Şansölyesi Gerhard Schröder de ABD’nin füze kalkanı projesinin gereksizliğine değinerek, bu yeni füzesavar sistemi ile Doğu Avrupa barışını tehdit eden bir silahlanma yarışını başlatacağını ileri sürerek, ABD’yi “mantıksız çevreleme politikası” 13 uygulamakla suçladı . Putin, Nisan 2007 sonlarında Çek Cumhuriyeti Devlet Başkanı Vaclav Klaus’la görüşmesinde, adı geçen füze savar sistemi konusunda olumsuz tavrını sürdürerek, projeden vazgeçilmemesi halinde bu sistemin “Urallara kadar olan Rus topraklarını da kontrol edebileceğini, bu durumun taraflara yok etme” derecesinde tehlike yarattığını ifadeyle, mutlaka karşı önlem alacaklarını açıkladı. Putin’in aynı günlerde Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması (AKKA)’dan çekilebileceklerini açıklaması da NATO cephesinde kaygı yaratmış, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ilişkilerin çıkmaza girdiğini, anlaşmazlığın Đstanbul Anlaşması’nın farklı yorumlanmasından kaynaklandığını ifade 14 etmişti . 13 “De Hoop Scheffer warnt vor Spaltung der Nato”, 12. Maerz 2007, http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,471203,00.html Cenk Başlamış, “Nükleer Savaş Çıkabilir”, 30.04.2007, http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?5117E65. Ayrıca bkz: “Putin 14 10 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Temmuz 2007 ayına gelindiğinde, “Doğu Avrupa ülkeleri Rusya arasına 15 mesafe koyuyor!” şeklindeki yazılarda artış kaydedildi . ABD, gerilimi azaltmak için Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ı, Mayıs 2007’de Moskova’ya gönderdi. ABD Dışişleri Bakanı Rice, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüşmesinde füze savunma sistemleri, Kosova’nın bağımsızlığı, silahsızlanma anlaşmaları, Đran nükleer sorunu gibi birçok konuda ikna etmeye çalıştı. Ancak Moskova’nın bu 16 konulara yaklaşımında bir değişiklik olmadığı açıklandı . Ağustos 2007 içinde; Sovyetlerin dağılmasıyla durdurulan, 2006 başlarında da askıya alınan uzun menzilli füzeler taşıyan Rus uçaklarının düzenli uçuşlarının yeniden başlatıldığı duyuldu. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ilk kez, bu söz konusu uzun menzilli füze taşıyan Rus uçakları, ABD askeri üslerinin bulunduğu Pasifik’teki Guam Adası’na kadar uçtular. Đngiliz Savunma Bakanlığı, 6.9.2007 günü erken saatlerde, sekiz Rus bombardıman uçağına müdahale edildiğini açıkladı. Aynı gün Norveç de erken saatlerde, sekiz Rus uçağını takip etmek üzere dört savaş uçağını harekete geçirdi. Đngiliz uçakları, Yorkshire bölgesinde, NATO Acil Müdahale Gücü’nün parçası olan Leeming and Waddington üslerinden havalandılar. Rusya Savunma Bakanlığı’nca 5 Eylül 2007 akşamı stratejik bombardıman uçaklarının Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu ve Kutup Bölgesi’nde “olağan karakol görevleri” yapılmaya başlandığı duyuruldu. Rus uçakları yabancı bir devletin hava sahasına yaklaşmamasına rağmen, hemen hepsi de NATO üyesi ülkelerin uçakları tarafından yakından izlenmişti. Bu gelişmeler, Đngiltere ve Rusya arasındaki ilişkilerin Soğuk Savaş Dönemi’nden beri en kötü seviyede seyrettiğinin işareti olarak 17 ileri sürüldü . Ekim 2007’de ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Savunma Bakanı Robert Gates Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin, Rusya Dışişleri ve Savunma Bakanları ile sırasıyla görüşerek, Orta Avrupa’daki “Füze Savunma Sistemi”nin Rusya’ya karşı olmadığını beyhude yere anlatmaya çalıştılar. Rusya, ABD’nin füze savunma sistemiyle ilgili planları uygulamak yerine Azerbaycan’daki bir erken uyarı radar sisteminin ortak kullanıma açılmasını önerdi. ABD ise, Azerbaycan’daki radarın fazla geniş bir ufku taradığını, Çek AKKA’nın Askıya Alınmasını Onayladı”, 30.11.2007, http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&haberID=408180 15 “Osteuropäer gehen auf Distanz zu Russland”, 14. Juli 2007, http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,494479,00.html 16 Faruk Akkan, “Rice ile Putin, Sadece Tansiyonu Düşürme Konusunda Anlaşabildi”, 16.05.2007, http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?51A1F1F 17 “NATO Semalarında Rus Uçakları”, 6.9.2007, http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2007/09/070906_uk_russia.shtml 11 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz Cumhuriyeti’nde kurulacak sistemin çok daha dar bir odağı olacağını 18 belirtmekle yetindi . “Füze Kalkanı” konusunda anlaşmaya varılamaz iken, Kasım 2007’de Rus Meclisi, AKKA’dan çekilme kararını aldı ve bu karar 30.11.2007’de 19 Putin tarafından onaylandı . “Füze Kalkanı” projesiyle ilgili tarafların zıtlaşması, 2-4 Nisan 2008 tarihleri arasında yapılan NATO’nun Bükreş Zirvesi’ne kadar hararetli bir şekilde sürdü. Bükreş’teki konulardan da önemli biri bu proje idi. Sonuçta bu projenin sadece Polonya ve Çek Cumhuriyeti ile sınırlı kalmayarak, tüm NATO ülkelerini kapsaması konusunda, tüm üyelerin desteklediği bir karar alındı. Hatta Türkiye, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’ın da koruma altına alınması için kısa menzilli füzelerden 20 oluşan ikinci bir sistemin daha kurulmasına karar verildi . “Füze Kalkanı” projesi, bizzat ABD Başkanı Bush’un, NATO’nun Bükreş Zirvesi’nin hemen ardından, 6 Nisan 2008’de Rus Devlet Başkanı Putin ve Putin’den sonra görevi devralacak Medvedev’le görüşmesiyle yeni ve daha ılımlı bir boyut kazandı. Bush – Putin görüşmesinin ardından ortak basın toplantısında Putin, “Ortaklarımız sadece kaygılarımızı anlamakla kalmadı, aynı zamanda bunları gidermeye çalışıyorlar!” diyerek, ABD’nin “Füze Kalkanı” projesi üzerinde, “temkinli iyimserlik” içerisinde bulunduğunu bildirdi. Başkan Bush ise, Moskova-Washington ilişkilerinin geliştirilmesi çalışmalarına bundan sonra da devam edeceklerini, “Füze Kalkanı”nın Rusya’ya karşı olmadığını, hatta ABD ve Rusya’nın eşit ortaklı “Füze Kalkanı” sistemi yaratmayı umduklarını 21 ilave etti. Ancak, Putin bu görüşmeden sonra rahatlatıcı bir cevap vermedi. 5. 2000’LĐ YILLARDA KARADENĐZ’DE STRATEJĐK HAMLELER ABD’nin Orta Avrupa’da “Füze Kalkanı” kurma projesinin duyulmasından önce Balkanlarda stratejik atılımlar attığı görüldü. Önce Romanya ile, 6 Aralık 2005’te birçok üssün ABD tarafından kullanılmasını kapsayan bir anlaşmayı imzalandı. Bu anlaşma ile ABD ilk kez eski Varşova Paktı üyesi ülkelerden birinde askeri üs kurmuş 22 oldu . Daha sonra Bulgaristan da, “Bezmer” ve “Grafignatiev” 18 “Rusya’yı Đrkiltecek Açıklama”, 13.10.2007, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/10/071013_russia_dissidents.shtml 19 “Putin AKKA’nın Askıya Alınmasını Onayladı”, agy. 20 “NATO’da Putin’den Son Gol”, Akşam, 4.4.2008, ss. 1 ve 18. 21 “Soçi’de Rusya ABD Zirvesi”, 6.4.2008, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/04/080406_bush_putin.shtml 22 “USA richten erstmals Stützpunkte in Rumaenien ein”, 6. Dezember 2005, http://www.welt.de/data/2005/12/06/814319.html 12 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri havaalanları ile “Nova Selo” askeri tesislerine ABD asker ve uçaklarının konuşlandırılmasına ve bu alanların Amerikan üssü olarak kullanılmasına izin veren anlaşma, 28 Nisan 2006’da Sofya’da 23 imzalandı . Balkanlara ve Karadeniz’e hava ve kara üsleri ile giren ABD için asıl önemli olan, “deniz kuvveti” ile girebilmekti. Bu maksatla ABD; Karadeniz’in jeostratejik öneminin ve güvenliğinin ABD için son derece önemli olduğunu ileri sürerek girişimlerini artırdı. Karadeniz’deki petrol tanker trafiğine ya da ana yükleme/boşaltma tesislerine yapılacak bir terör saldırısının bölge ülkelerinde bu enerji hammaddesini kullanan ülkeler kadar, ekonomik etkileri nedeniyle ABD’nin de güvenliğini etkileyeceğini iddiasıyla, Karadeniz’de donanma bulundurmak istedi. Aslında Karadeniz havzası, ABD’nin dikkatini çekecek ölçüde istikrarsız bir coğrafyadır. Bu sebeple NATO’nun Karadeniz’de varlık göstermek istemesi ilk bakışta “gereksiz!” diye kestirilip atılamaz. Gürcistan-Güney Osetya, Gürcistan-Abhazya, Gürcistan-Rusya ve Ukrayna ile Rusya arasında Yuşenko dönemindeki gerilimler bir yana, Karadeniz’deki önemli enerji transferi düşünüldüğünde, bu enerjiyi tüketen ülkelerin çoğunluğunun da Avrupalı NATO ülkelerinin olduğu dikkate alındığında, hele de NATO’nun son yıllardaki yeni stratejisinde terörün hedef alındığı hatırlanırsa, NATO’nun Karadeniz’de yer alması son derece “normal” olarak düşünülebilir. Zira ABD ve Avrupa, tükettikleri enerji kaynaklarının mevcut bulunduğu bölgelerdeki istikrarsızlığın, kendilerini olumsuz yönde etkileyeceği düşüncesinden hareketle, olası bir 24 istikrarsızlığı kabul etmeyecekleri açıktır . Yukarıdaki düşünceleri de bahane eden ABD, NATO’nun Aktif Çaba Harekâtı (Operation Active Endaveour)’yla, “sürekli bir operasyonel faaliyetin kurumsal kimliği” ile evvelce gerçekleşmemiş bir şekilde Karadeniz’e girmek niyetindeydi. Deniz güvenliği yanında, Karadeniz jeopolitiğinde etkinlik mücadelesine de sahne olan bu girişimde Karadeniz’e sahildar diğer ülkeler ABD’yi desteklerken, Türkiye ve 25 Rusya ilgi göstermedi . Zira Karadeniz’de zaten sahildar ülkelerce 2001 yılında kurulan “Karadeniz Görev kuvveti” (BLACKSEAFOR) 23 Burgaz bölgesindeki Aydost kenti yakınlarındaki askeri depoların Amerikan askerlerinin hizmetine verilmesini öngören anlaşmanın geçerlilik süresi 10 yıl olmakla birlikte, bu süre sonunda iki tarafın istemesi halinde 10 yıl daha uzatılabilecektir. Bkz: “ABD, Sofya’dan Üsleri Aldı”, Akşam, 29.4.2006, s.17. 24 Serdar Kesgin, NATO-Rusya Đlişkileri, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Stratejik Arştırma ve Uygulama Merkezi, Giresun, 2009, ss.81-82. 25 Ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, “Karadeniz Jeopolitiğinde Küresel Egemenlik Mücadelesi”, 2023, 15.5.2006, s. 30. 13 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz 26 mevcuttu . Daha sonra 2004 yılında Türkiye’nin inisiyatifi ile Karadeniz’de terörist hareketleri kontrol ve önlemek maksadına yönelik olarak “Karadeniz Uyum Harekâtı” (BLACKSEA HARMONY) da 27 kuruldu . Başlangıçta Türkiye ve Rus donanma unsurları var iken, daha sonra Karadeniz sahildarı diğer ülkeleri de bu oluşuma katıldılar. Karadeniz’e ABD’nin girmemesi yönünde Rus milli menfaatlerini belirten bir Rus bilim adamı bunu şöyle açıklamaktadır: “Özellikle ABD ve NATO, tabiri caizse, bu bölgeye girmek için çeşitli fırsatlar aramaktadırlar. Başka bir deyişle, ilave enerji ve hammadde kaynakları arayışı için ve aynı zamanda bölgede güç dengelerini değiştirmek için ki, bu da temelde şu anda ilk olarak Rusya’nın direnç göstermesi ile 28 karşı karşıya kalmaktadır .” Doğalgazın patronluğunu bırakmaya niyeti olmayan Rusya, Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı (KEĐT)’nın Đstanbul’daki 15. Yıl Zirvesi’nde bu niyetini bir kez daha gösterdi. Bölgede yoğun enerji rekabetinin gölgesinde kalan zirvede, en önemli konu bölgedeki enerji projeleriydi. Rusya Devlet Başkanı Putin de yaptığı konuşmada, enerji konusuna özel önem atfetmiş ve “Karadeniz Enerji Çemberi Projesi” adıyla yeni 29 bir projeyi hayata geçirmeyi teklif etmişti . Karadeniz Enerji Çemberi adlı proje, Rusya’nın bu alanda “Patron benim!” diye ortaya çıktığı, enerji projelerine Karadeniz sahildarı ve enerji kaynaklarına sahip olmayan ülkelerden başkasının sokulmak istenmedi bir görünüm verdi. Putin ile Başbakan R.T.Erdoğan arasında gerçekleşen enerji zirvesinde, ağırlıklı olarak, “Đkinci Mavi Akım hattı” ele alınmış, Avrupa’daki gaz tekelini kaybetmek istemeyen Putin, mevcut Mavi Akım hattının paraleline bir hat daha yapılarak, buradan Avrupa’ya Türkiye ile birlikte gaz satışı yapılmasını önermiştir. Đtalyan ENI şirketinin deniz altındaki hattı inşasını öngören projeye göre Türkiye, bu Mavi Akım-2 hattının geçiş ülkesi olacaktı. Enerji zirvesinde, AKP Hükümeti’nin büyük önem verdiği, Rus ve Kazak petrolünün Ceyhan’a taşınmasını öngören Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi de gündeme gelmiş, Putin, Mavi Akım-2 hattında oluşturulacak ortaklığın, Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı’nda da yapılabileceğini bildirmiştir. Bu çerçevede 26 BLACKSEAFOR’un ayrıntıları için bkz: Akın Alkan, 21. Yüzyılın Đlk Çeyreğinde Karadeniz Güvenliği, Nobel Yayın, Đstanbul, 2006, ss.34-38. Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, agm, ss.34-35. 27 Ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, Kafkaslardaki Sıcak Çatışmanın Karadeniz’e Yayılan ‘Soğuk Savaş’ Esintileri”, 2023, s.19. 28 Alla A. Yazkova, agm, s. 92. 29 Sinan Ogan, “KEI Zirvesinin Ardından... Türk Rus Đlişkilerinde Enerji Temelli Sinyalleri”, TURKSAM, 27.6.2007. 14 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Rusya, projeye ortak olunması halinde, Samsun-Ceyhan hattına petrol 30 verileceğini de ilave etmiştir . Ancak, özellikle Avrupa kaynaklı basın tarafından Rusya ve Türkiye doğalgaz hatlarının Avrupa’ya ulaştırılmasında “rakip” gibi gösterilmekteydi. Özellikle Nabucco projesi ile birlikte 2006 yılından beri iki ülke arasında yeniden enerji temelli bir rekabet başladığı ileri sürüldü. Rusya aslında, Mavi Akım-2 hattını önererek, bir bakıma rekabeti ortaklığa dönüştürmek istemişti. Böylelikle hem Rus gazı ve hem de Hazar bölgesi gazı Türkiye’ye iki farklı kaynaktan taşınarak birleşecek, hem Türkiye, hem de Rusya kazanabilecekti. Aksi takdirde Türkiye’nin Hazar havzasının enerji kaynaklarının değerlendirilmesi uğruna oynanan büyük enerji oyununda yavaş yavaş devre dışı kalabilecekti. Zira Hazar bölgesinin enerji kilidini açabilecek yegane “maymuncuk” hala Rusya’nın elindeydi. Bu sebeple, Hazar havzasındaki enerji oyununda Rusya ile zıtlaşmak yerine, ortak çıkarların örtüştüğü projeler üzerinde anlaşmak, Türkiye’nin milli 31 menfaatleri açısından çok daha uygun gözüküyordu . Türkiye ile Rusya ilişkileri 2009 yılı içerisinde olumlu yönde gelişmeye başladı. 6 Ağustos’ta Ankara’yı ziyaret eden Rusya Başbakanı Putin’e daha sonra Đtalya Başbakanı Berlusconi de katıldı. Bu ziyaret sırasında Rusya ve Türkiye arasında çeşitli alanlarda işbirliğine ilişkin 20 belge imzalandı. Bu işbirliği anlaşmalarından enerji ağırlıklı olanlar şöyleydi: (1) Đki ülke arasında “doğalgaz ve petrol alanında işbirliği” protokolleri. (2) Türkiye’nin Karadeniz’deki “Münhasır Ekonomik Bölgesi” (MEB)’nde ‘Güney Akım Projesiyle Đlgili Araştırmaların Yapılmasına Đzin Veren Anlaşma’. (3) ‘Nükleer Enerjinin Barışçıl Amaçlarla Kullanılmasına Đlişkin Đşbirliği Anlaşması’, ‘Nükleer Kazaların Erken Bildirimi ve Nükleer Tesisler Hakkında Bilgi Değişimi Anlaşması’, Nükleer Güç Mühendisliği alanında Đşbirliği Protokolleri. (4) Çalık Holding’in üstlendiği Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi’ne Rusya’nın kaynak desteği vermesine ilişkin taahhüt. (5) Türkiye’nin Rusya’dan Bakü Hattı üzerinden aldığı doğalgaz anlaşmasının süresinin uzatılması. 30 Hüseyin Özay, “Putin: Đsteklerimiz Olursa Gazı Ucuzlatırız”, Akşam, 28.6.2007, s. 8 Sinan Ogan, “Guiseppe Verdin’in Nabucco Operası”, 6.2.2008, http://www.turksam.org/tr/a1382.html 31 15 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz (6) TÜPRAŞ, TETAŞ, TPAO, AKSA ENERJĐ A.Ş, Postolgun Dış Ticaret, Çalık Holding gibi şirketler Rus ortaklarıyla 8 belgenin 32 imzalanması . Putin’in ziyaretinden yaklaşık 9 ay sonra, bu kez de Rusya Devlet Başkanı Medvedev, 12-13 Mayıs 2010 tarihlerinde Türkiye’ye de resmi bir ziyaret düzenledi. Bu ziyaret aslında Ağustos 2009’da Rusya Başbakanı Putin’in Ankara ziyaretinin bir “tamamlayıcısı” gibiydi. O gün konuşulan ve imzalanan bazı mutabakat metinlerinin bir kısmı anlaşmaya dönüştü. Đki ülke arasında belirli ölçülerde vize muafiyeti uygulanması için çalışmalara başlanmasına karar verildi. Önemli projelerden; (a) Samsun-Ceyhan petrol boru hattının inşası, MAVĐ AKIM-2 doğalgaz boru hattı ve ilki Mersin Akkuyu’da inşası düşünülen 33 nükleer enerji santralleri konusunda olumlu ilerlemeler kaydedildi. Hatta bu gelişmeler biraz da abartılarak “Türkiye-Rusya stratejik ortaklığı” gibi basına yansıtıldı. Gerçi “stratejik ortaklık” olmasa da, iki ülke ilişkilerinin gelişmesi hem bölge istikrarı açısından, hem de iki ülkenin ekonomik değerlerini daha iyi değerlendirebilmeleri açısından örtüşen alanlar bulunmasına vesile olmuştur. Bundan sonra Rusya’dan çok daha fazla sayıda turist gelmesi mümkün olabilecektir. 6. ORTA AVRUPA’DAN ROMANYA’YA KAYAN FÜZE KALKANI PROJESĐ Romanya Devlet Başkanı 4 Şubat 2010’da, ülkede ABD’nin yerleştirmek istediği füze savunma sisteminin Romanya Savunma 34 Komitesi tarafından kabul edildiğini açıkladı. Aslında böylesi bir gelişme yeni değildi. Temmuz 2009’da Rus Devlet Başkanı Medvedev’le Moskova’daki görüşmesinde, Rus devlet adamını ikna edemeyen ABD Başkanı Barack Obama, konuyla ilgili ilk açıklamasında, 2005 yılından beri Doğu Avrupa ülkelerinde (Polonya ve Çek Cumhuriyeti) tesisi planlanan, stratejik-balistik füzelere karşı savunma sistemi “Füze Kalkanı” projesini “geçiştirmeye” kalkmıştı. Çünkü Rusya’nın itirazları son derece güçlü ve ısrarda devam hali, Güney Osetya sebebiyle çıkan Rusya-Gürcistan çatışmasının benzerlerini yaşatabilirdi. 32 Abdullah Karakuş, Gülçin Üstün, Bahar Bakır, “Üç Başbakandan Enerjide Tarihi Đmza”, Milliyet, 7.8.2009. Putin’in ziyareti ile ilgili ayrıntılar için ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, “Rusya – Türkiye Yakınlaşması: Bir Jeopolitik Değerlendirme”, Jeopolitik, Yıl 8, sayı 68, Eylül 2009, s. 17-26. 33 “Nükleerde Tarihi Đmza”, 13.05.2010, http://www.stargazete.com/ekonomi/nukleerdetarihi-imza-haber-261718.htm 34 “Moskau fordert US-Erklärung wegen Raketenstationierung in Rumänien”, 05.02.2010, http://derstandard.at/1263706841658/Moskau-fordert-US-Erklaerung-wegenRaketenstationierung-in-Rumaenien 16 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Obama tarafından 16 Eylül 2009’da, anılan “Füze Kalkanı” projesinin Orta Avrupa’da tesisinden vazgeçildiği, bu projenin NATO’nun güneyine-güneydoğusuna kaydırılacağı bildirildi. Haberle birlikte anılan projenin Türkiye’ye kaydırılacağı ileri sürülerek yeni bir tartışma 35 yaratıldı. Bu silahların temini için 7.8 milyar dolarlık bir maliyetin 36 varlığından söz edilmişti . Bu gelişme hemen Türk kamuoyunda sorgulanmaya başlandı. Daha işin aslı belli olmadan, Doğu Avrupa’dan vazgeçilen “Füze Kalkanı”nın Türkiye’de kurulmasıyla Türkiye’nin büyük bir silahlanma yükü altına girdiği konusu tartışmaların odağı haline geldi. Patriotların orta menzilli ve bölgesel bir hava savunma sistemi olması, yani “Füze Kalkanı” tesis edebilecek yeteneklerden mahrum olduğu bir türlü kamuoyunu inandıramadı. Nihayet Genelkurmay Başkanlığınca konuya açıklık getirilerek, bir milyar dolar olarak açıklanan, orta mesafeli hava savunma sistemi “Füze Kalkanı”ndan farklı bu proje olup, tedarik işlemi de Savunma Sanayi Müsteşarlığı tarafından yapılmakta olduğu, 37 bildirildi . Bu açıklamanın yapıldığı günlerde, ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından Alman Marshall Fonu uzmanı Ian Lesser, Doğu Avrupa’ya füze kalkanı projesinden vazgeçen Amerikan yönetiminin Doğu Akdeniz’deki yeni füze ve hava savunma girişimlerini hayata geçirmesinde Türkiye’nin, NATO ile birlikte, ‘öncü rol’ oynayabileceğini 38 öne sürdü . Bu sebeple konu devamlı gündemde kalmasa da, unutulmadı da… Türkiye’de olmasa bile yakın coğrafyada, yani Balkanlarda olabileceğine ilişkin değerlendirmeler yapılmaya devam etmişti. Füze Kalkanı ile ilgili son sözler söylenmemiş olsa da, ortaya çıkan bir gerçek vardı: Barack Obama ile birlikte ABD’nin Rusya’ya karşı yeni dış politikasında baskı yerine, “alışılmış iş görüşmeleri” gibi, yeni ve 39 uzlaşmaya dayalı bir normalizasyona girilmişti . Ancak, Romanya’dan yapılan açıklama gene de “sürpriz!” sayılabilecek kadar şaşırtıcı oldu. Daha doğrusu, zamanlama açısından biraz erken 35 Yigal Schleifer, “Turkey: Is Ankara set to become a vital player in revamped US AntiMissile Shield?”, 25.9.2009, http://www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav092509.shtml 36 “Füze Kalkanı”, Derya Sazak, Milliyet, 15.9.2009. 37 Türkiye’nin hava savunma sistemiyle ilgili yeterli bilgiler için bkz: Celalettin Yavuz, “Doğu Avrupa – Đran Üzerinden ABD-Rusya ‘Đkili Oyunu’ ve Türkiye”, Eko Enerji, Yıl 3, sayı 35, Kasım 2009, ss. 41-42. 38 “Lesser, Kalkan için Türkiye’yi Adres Gösterdi”, Zaman, 30.9.2009. 39 Dmitry Trenin, “A New and Modern Foreign Policy”, 14.05.2010, http://www.themoscowtimes.com/opinion/article/a-new-and-modern-foreignpolicy/405955.html 17 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz bulundu. ABD hava savunma şemsiyesinin 2015 yılında harekata hazır olmasını öngörmektedir. Hem ABD, hem de Romanya ısrarla bu savunma şemsiyesinin Rusya’ya karşı olmadığını vurgulamaya çalışmaktadır. ABD, buna ilaveten denizde ve karada konuşlu güdümlü mermi savunma sistemi de planlamaktadır. Bunlar her şeyden önce Đran’dan olası füze taarruzlarına karşı olacakmış. Buna rağmen Rusya plana kuşkuyla bakmaya devam etmektedir. Bu bağlamda ilk ses, olayın duyulmasından bir gün sonra Alman Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ile Almanya’da görüştükten sonra Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’dan, basın toplantısı sırasında duyuldu. Lavrov, ABD’nin bu yeni hava savunma sistemi projesini kendilerine etraflıca 40 açıklamalarını beklediklerini söyledi . Romanya’da kurulması öngörülen yeni “Füze Kalkanı”sisteminin karadan ve denizden de güdümlü mermilere karşı savunma sistemleriyle desteklenmesi de öngörülmekte imiş. Bunun anlamı; Karadeniz “Deniz Harekat Alanı”nın silahlanması demektir. Yani, şayet bu sistem NATO ve AB ülkeleri tarafından da onay bulursa, Karadeniz’de soğuk savaş sonrası başlayan “istikrar” tehlikede demektir. Romanya’nın ABD tarafından silahlandırılması, bu silahlanmanın Karadeniz’in deniz coğrafyasına da sarkması, ister istemez Rusya’nın da aynı coğrafyada silahlanmasını gerektirebilecektir. Tabii Türkiye’nin de bu “istikrarlı” coğrafyada 41 yeniden silahlanması söz konusu olabilecektir . 7. 2010’LU YILLARA GĐRERKEN RUSYA’NIN YENĐ ASKERĐ ‘TAARRUZĐ’ KARAKTERLĐ ASKERĐ STRATEJĐ Romanya’daki “Füze Kalkanı” projesi açıklandıktan bir gün sonra, 5 Şubat 2010’da sanki bu habere nazire yapılırcasına, Rusya’nın eskisine oranla “taarruzi” karakter taşıyan yeni askeri doktrini açıklandı. Rusya Devlet Başkanı Dimitry Medvedev, herhangi bir mütecavizin Rusya’ya ya da müttefiklerine yönelik nükleer silah, ya da KĐS saldırı ihtimali karşısında Rusya’nın nükleer silah kullanmasını öngören yeni askeri stratejiyi, 5 Şubat 2010’da imzaladı ve tüm dünya bundan aynı gün haberdar oldu. Yeni savunma doktrininde öne çıkan hususlar özetle şöyledir: A. NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin Rus sınırları önüne kadar gelmesi hali “Ana tehdit” olarak kabul edildi. 40 “Moskau fordert US-Erklärung wegen Raketenstationierung in Rumänien”, agy. Celalettin Yavuz, “Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini ve Karadeniz’de Rusya-ABD Yeni Çatışma Alanları”, 06.02.2010, http://www.turksam.org/tr/a1911.html 41 18 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri B. Rusya, muhtemel bir “Füze Savunma Sistemi”ne erişilmesi halinin, küresel anlamda silahlanma dengesini bozacağı ve denge prensibine zarar vereceği, dolayısıyla da kendi güvenliğini tehlikeye sokacağı endişesini taşımaktadır. C. Rusya ayrıca, uzaydaki silahlanma ve sahiplenme ile ilgili iddiaların da Rusya ya da müttefiklerine karşı tehdit olarak değerlendirmektedir. Her ne kadar yeni askeri doktrin yukarıdaki gibi kabul edilse de, ABD ile yürütülmekte olan nükleer silah başlıklarının azaltılması görüşmelerinin bu doktrinden “bağımsız” olduğu da ileri sürüldü. Rusya’nın açıklamasına göre yeni askeri doktrin her şeyden önce caydırıcılığa hizmet edecek, ancak ABD ile Aralık 2009’de imzalanan stratejik taarruz silahlarının azaltılmasını öngören START-Anlaşmasının devamı 42 üzerinde de çalışmalar sürdürülecektir . Rusya’nın yeni askeri doktrininin, nükleer caydırıcılığı esas aldığı ve 2020 yılına kadar geçerli olacağı belirtildi. Rusya’nın bir önceki askeri doktrini de 10 yıl önce (2000 yılında) kabul edilmişti. Önceki askeri doktrinin temel özelliği savunma ağırlıklı özellik taşıması ve savaş hali 43 için “ihtiyaç” durumunda hazırlık yapılması hedeflenmesiydi . 8. SĐVASTOPOL DENĐZ ÜSSÜ ÜZERĐNDE ANLAŞMA - RUSYA’DAN YENĐ BĐR STRATEJĐK HAMLE Rusya Devlet Başkanı Dimitry Medvedov, Ukrayna’nın yeni Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i 20-21 Nisan 2010 tarihlerinde ziyaret ederek Sivastopol’deki eski Sovyet Karadeniz Donanması’na ait Sivastopol üssüyle ilgili sorunu çözdü. Ukrayna bu anlaşma ile Rusya’dan ihraç edilen doğalgazı yaklaşık %30 daha normal piyasa fiyatlarının altında alma şansını yakalarken, Rusya da Sivastopol’de Karadeniz Filosu için 2017’de sona erecek üs kiralama imkanını 25 yıl daha uzatma fırsatını buldu. Üstelik 5 yıl daha “seçenekli” olarak. Rusya bu ziyaret sonrasında Ukrayna’da 40 milyar dolarlık bir yatırım 44 yapmaya da karar verdi . “NATO karşıtı” olarak bilinen Yanukoviç, bu özelliği ile Şubat 2010 devlet başkanlığına seçildi. Bu seçimler öncesinde Rusya’nın, Ukrayna ile “doğalgaz savaşında” uyguladığı ve Ukrayna’nın önceki yönetimini 42 “Moskau verordnet sich neuen Atomwaffen-Einsatzplan”, 05.02.2010, derstandard.at/1263706877156/Moskau-verordnet-sich-neuen-Atomwaffen-Einsatzplan 43 “Medvedev, Yeni Askeri Doktrini Onayladı”, Zaman, 05.02.2010. 44 James Marson and Jacob Gronholt-Pedersen, “Ukraine Fleet Deal Expands Russia's Regional Reach”, 21.04.2010, http://online.wsj.com/article/SB100014240 52748704133804575197923257073744.html?mod=WSJ_World_LEFTSecondNews 19 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz “dize getiren” politikasının da payı çok büyüktür. Bir bakıma Rusya; “Al doğalgazı, ver askeri üssü!” dedi ve sonuçta böylesi bir pazarlık gerçekleşti. Artık Rusya’nın Abhazya sahillerinde Karadeniz Filosu için kurmayı düşündüğü alternatif bir askeri üs için acele etmesine gerek kalmadı. Bundan böyle “NATO’nun Doğuya doğru genişlemesi” Rusya’ya rağmen gerçekleşse bile, Rus Karadeniz Filosu’nu (bir zamanlar Karadeniz Donanması idi) bir çırpıda Sivastopol’den “kapı dışarı etmek” mümkün olamayacaktır. Rus Karadeniz Filosu, en azından 25-30 yıl üs/barınma kaygısı duymayacaktır. Bu ise, Rusya’nın Karadeniz’de silahlanma faaliyetlerini bir süre daha erteletebilecektir. Bu anlaşma sonucunda Slav dünyasının birbirlerine en yakın iki ülkesinin, ayrılmak bir yana, yeniden bir araya gelmekte olduklarını söylemek mümkündür. Sınırları farklı, ancak siyasi kararlarda paralellikler bundan böyle daha belirgin hale gelebilecektir. Bunun anlamı ise, bundan sonra Ukrayna’da çok önemli değişiklikler olmazsa, “NATO’nun doğuya doğru genişlemesi” Ukrayna’ya uğramadan geçecek demektir. Bu siyasi konjonktür, NATO ve AB üyesi olmak için çırpınan Gürcistan’ı da olumsuz etkileyecektir. Bir başka ifadeyle Rusya, ABD’nin Romanya ve Bulgaristan’da 2005-2006 döneminde kiraladığı kara ve hava üslerine, Karadeniz strateji oyununda geride kalmayacağının mesajını Sivastopol’den verdi. Medvedev’in hamlesinin ardından Ukrayna Rus Başbakan Putin, Gazprom Başkanı Alexi Miller ve Demiryolları Genel Müdürü Vladimir Jakunin de dahil olduğu bir ekonomi gurubu ile 25 Nisan’da Viyana’ya giderek, Avusturya ile doğalgazda “Güney Akım” projesinin son engellerini ortadan kaldırmaya çalıştı. Bu arada Moskova’dan Viyana’ya kadar da demiryolu hattını uzatmak istediğini, yılda 200 binin üzerinde 45 Rus’un Viyana’yı ziyaret ettiğini belirtti . SONUÇ Gürcistan’daki Güney Osetya krizinin yarattığı etki ve Obama’nın yeni dış politika anlayışıyla, ABD’nin Rusya üzerindeki baskısı yerini genel bir işbirliğine bıraktı. Rusya, Gürcistan’da kazandığı stratejik üstünlüğü, karşılıklı ilişkileri bozmaksızın, ancak ekonomik ve siyasi alandaki ataklarıyla sürdürdü. Bu atakları komşusu ve enerji ihtiyacı olan, bir bakıma Rusya’ya enerji yönünden bağımlı Avrupa ile de sürdürmeye 46 devam etti . 45 Rusya-Ukrayna Sivastopol anlaşması için bkz: Celalettin Yavuz, “Sivastopol Üssü ve Güney Akım’da Hareket: Rusya’dan Stratejik Hamleler”, TÜRKSAM web sayfası, http://www.turksam.org/tr/a2007.html, 22.04.2010. 46 Dmitry Trenin, a.g.e. 20 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Rusya - Ukrayna uzlaşması, zaten var olan “Slav Kardeşliği” ile Karadeniz’de stratejik dengede Rusya’yı öne çıkarırken, ABD’yi ise tam aksine biraz daha arka plana itmiştir. Ukrayna-Rusya yakınlaşması Türkiye açısından olumlu bir seyir izlemektedir. En azından Kırım Özerk bölgesinde, Stalin döneminde Kırım’dan sürülen Türklerin geri dönüşüyle, yeniden iskanıyla ve cami inşası gibi konularda iyileşme emareleri gözle görülür şekilde artmaktadır. Rusya’nın bu hamlesine karşılık ABD Romanya’da füze kalkanı projesi konusunda ısrarcı olursa, “Barış ve Đstikrar Denizi” olarak düşünülen Karadeniz, yeniden bir husumet ve tehditler denizi haline gelebilir. Türkiye, bu konuda AB’nin güçlü ülkelerini de yanına alarak, kulis yapmalı ve yeni bir çatışma alanı oluşmaması için AB ve NATO ülkelerini inandırmaya çalışmalıdır. Bilindiği üzere Rusya’nın “çağdışı” gemileri için Ukrayna’nın Sivastopol’daki askeri üssü 1917’ye kadar kullanma hakkı vardır. Bu tarihe kadar “çağdaş” harp silah ve araçlarıyla değişim yaşanması son derece mümkündür. Üstelik Ukrayna’da “Turuncu Devrim”lerin uzun ömürlü olmadığı da anlaşılmışken! Ukrayna’da kaybedilen “kale”, Kırgızistan’da Bakiyev’in hadiseli gidişi, Gürcistan’da Rusya’nın ısrarı ile Rusya, Karadeniz ‘Strateji Oyunu’nda birkaç adım öne çıkmıştır. Üstelik bu oyunculuğunu, NATO üyesi Türkiye ile enerji ağırlıklı sahalarda kurmakta olduğu güçlü ekonomik ortaklıklarla da pekiştirmektedir. Rusya’nın yakın çevresindeki ülkelerle örtüşen çıkarlara dayalı ekonomik ilişkileri artırması, Rusya ve Orta 47 Asya’da bilinen “Yakın komşu uzak akrabadan iyidir!” şeklindeki bir ata sözüne uymakta olduklarını akla getirmektedir. Bu peş peşe atılan Rus hamlelerine muhtemeldir ki ABD, eski Sovyet coğrafyasındaki başka ülkelerden (Orta Asya ülkeleri ve Belarus gibi) çıkarmaya, satrancın diğer oyuncusu olma rolünü sürdürmeye çalışacaktır. Bu arada Gürcistan’ın bölgede sığınabileceği tek ve en güvenli liman ise Türkiye olmaktadır. Güney Akım’la ilgili gelişmeler ise, zaten GKRY’nin ayak diremesi sebebiyle atıl hale gelen, Türkiye’nin desteklediği “Nabucco” projesini biraz daha gerilere itebilecektir. 47 Aleksandr Knyazev, “Orta Asya’daki Jeopolitik Süreç Bağlamında Karadeniz Bölgesi”, ”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (27-28 Mart 2008) – Sempozyum Bildirileri, (Haz: Pınar Yürür, Yalçın Sarıkaya, Aigerim Shilibekova), Giresun Üniversitesi., 2008, s. 108. 21 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz KAYNAKÇA Abdullah Karakuş, Gülçin Üstün, Bahar Bakır, “Üç Başbakandan Enerjide Tarihi Đmza”, Milliyet, 7.8.2009. Akın Alkan, 21. Yüzyılın Đlk Çeyreğinde Karadeniz Güvenliği, Nobel Yayın, Đstanbul, 2006. Akşam, “ABD, Sofya’dan Üsleri Aldı”, (29.4.2006). Akşam, “NATO’da Putin’den Son Gol”, (4.4.2008) Aleksandr Knyazev, “Orta Asya’daki Jeopolitik Süreç Bağlamında Karadeniz Bölgesi”, ”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (2728 Mart 2008) – Sempozyum Bildirileri, , Giresun Üniversitesi., 2008. Alla A. Yazkova, “Karadeniz Bölgesi’nde Rusya’nın Başlıca Çıkarları ve Siyaseti”, I. Türk Rus Ortak Karadeniz Sempozyumu (27-28 Mart 2008) – Sempozyum Bildirileri, Giresun Üniversitesi., 2008. Burcu Çörten, Güncel Karadeniz Jeopolitiği, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Stratejik Araştırma ve Uygulama merkezi, Giresun, 2009. Celalettin Yavuz, “Karadeniz Mücadelesi”, 2023, 15.5.2006. Jeopolitiğinde Küresel Egemenlik Celalettin Yavuz, “Rusya – Türkiye Yakınlaşması: Bir Jeopolitik Değerlendirme”, Jeopolitik, Yıl 8, sayı 68, Eylül 2009. Celalettin Yavuz, “Doğu Avrupa – Đran Üzerinden ABD-Rusya ‘Đkili Oyunu’ ve Türkiye”, Eko Enerji, Yıl 3, sayı 35, Kasım 2009. Celalettin Yavuz, Avrasya’da Türk Jeopolitiği: Türklere Açılan Geniş Ufuklar, Berikan Yayınevi, Ankara, 2010. Cumhuriyet, “ABD Gürcistan’da Kalıcı”, (19.1.2004). Derya Sazak, “Füze Kalkanı”, Derya Sazak, Milliyet, 15.9.2009. Fırat Purtaş, “Şanghay Beşlisi’nden Şanghay Đşbirliği Örgütüne: Orta Asya’da Rus-Çin Stratejik Ortaklığı”, 2023, 15 Ocak 2004, Sayı 33. Hüseyin Özay, “Putin: Đsteklerimiz Olursa Gazı Ucuzlatırız”, Akşam, 28.6.2007. Rajan Menon and Alexander Motly, “Why Russia is Really Weak”, Newsweek, September 25. Serdar Kesgin, NATO-Rusya Đlişkileri, Giresun Üniversitesi, Karadeniz Stratejik Arştırma ve Uygulama Merkezi, Giresun, 2009. 22 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Rusya’nın Karadeniz’de Dengeleri Değiştiren Stratejik Hamleleri Sinan Ogan, “KEI Zirvesinin Ardından... Türk Rus Đlişkilerinde Enerji Temelli Sinyalleri”, TURKSAM, 27.6.2007. Zaman, “Lesser, Kalkan için Türkiye’yi Adres Gösterdi”, (30.9.2009). Zaman, “Medvedev, Yeni Askeri Doktrini Onayladı”, (05.02.2010). Đnternet Siteleri: Remzi Güleç. “Türk Dünyasının Gündeminde Tartışılan Meseleler”, (2.10. 2006) host.nigde.edu.tr/~remzikilic/yayinlar/turkdunmesele.htm “Rusya’nın Türkmenistan’dan Alacağı Doğalgaza Yüksek Zam”, 5.9.2006, (Erişim: 30.9.2006),http://www.petrogas.com.tr/modules.php? name=News& file=article&sid=2721 Jephraim P. Gundzik, “More Conflict than Camaraderie Between Moscow and Washington”, 11 July 2006, pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=524&language_id=1 “USA dürfen Militärbasis weiter nutzen”, 25.06.2009, http://derstandard.at/1245820058989/Kirgistan-USA-duerfenMilitaerbasis-weiter-nutzen Nejat Eslen, “Yeni ‘Soğuk Savaş’ Dönemi mi?”, (Erişim: 27.9.2006) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=186467, “De Hoop Scheffer warnt vor Spaltung der Nato”, 12. Maerz 2007, http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,471203,00.html Cenk Başlamış, “Nükleer Savaş Çıkabilir”, 30.04.2007, http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?5117E65. “Putin AKKA’nın Askıya Alınmasını Onayladı”, 30.11.2007, http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&haberID=4 08180 “Osteuropäer gehen auf Distanz zu Russland”, 14. Juli 2007, http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,494479,00.html Faruk Akkan, “Rice ile Putin, Sadece Tansiyonu Düşürme Konusunda Anlaşabildi”, 16.05.2007, http://www.haber.gen.tr/haberadres/haberadres.asp?51A1F1F “NATO Semalarında Rus Uçakları”, 6.9.2007, www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2007/09/070906_uk_russia.shtml “Rusya’yı Đrkiltecek Açıklama”, 13.10.2007, bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/10/071013_russia_dissidents.shtml 23 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 1-24 Celalettin Yavuz “Soçi’de Rusya ABD Zirvesi”, 6.4.2008, www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/04/080406_bush_putin.shtml “USA richten erstmals Stützpunkte in Rumaenien ein”, 6. Dezember 2005, http://www.welt.de/data/2005/12/06/814319.html Sinan Ogan, “Guiseppe Verdin’in Nabucco Operası”, 6.2.2008, http://www.turksam.org/tr/a1382.html “Nükleerde Tarihi Đmza”, 13.05.2010, www.stargazete.com/ekonomi/nukleerde-tarihi-imza-haber-261718.htm “Moskau fordert US-Erklärung wegen Raketenstationierung in Rumänien”, 05.02.2010, http://derstandard.at/1263706841658/Moskaufordert-US-Erklaerung-wegen-Raketenstationierung-in-Rumaenien Yigal Schleifer, “Turkey: Is Ankara set to become a vital player in revamped US Anti-Missile Shield?”, 25.9.2009, www.eurasianet.org/departments/insightb/articles/eav092509.shtml Dmitry Trenin, “A New and Modern Foreign Policy”, 14.05.2010, www.themoscowtimes.com/opinion/article/a-new-and-modern-foreignpolicy/405955.html Celalettin Yavuz, “Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini ve Karadeniz’de Rusya-ABD Yeni Çatışma Alanları”, 06.02.2010, www.turksam.org/tr/a1911.html “Moskau verordnet sich neuen Atomwaffen-Einsatzplan”, 05.02.2010, http://derstandard.at/1263706877156/Moskau-verordnet-sich-neuenAtomwaffen-Einsatzplan 24 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,1-24 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRKĐYE’NĐN KÜRESEL ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ REJĐMĐ ĐÇERĐSĐNDEKĐ KONUMU Yrd.Doç.Dr.Pınar BAL∗ ÖZET Günümüzün en ciddi küresel sorunlarından biri olan iklim değişikliği ile mücadelede, 20. yüzyılın sonlarındaki uluslararası anlaşmalar sayesinde, ülkeler arasında bir işbirliği ortamı sağlanmıştır. Bu bağlamda, düşük karbon ekonomisine geçiş için ülkeler gelişmişlik seviyeleri doğrultusunda farklı sorumluluklar almışlardır. Bu makalenin amacı günümüzdeki küresel iklim değişikliği rejimini açıkladıktan sonra, Türkiye’nin bu rejim içerisindeki konumunu tanımlamak, bu konum ile ilgili sıkıntıların altını çizerek ileriye dönük bir perspektif çizebilmektir. Anahtar Kelimeler: Đklim Değişikliği, Küresel Đklim Değişikliği Rejimi, Kyoto Protokolü, Düşük Karbon Ekonomisi, CO2 Salımı. ABSTRACT The end of the 20th century has witnessed international cooperation on climate change which has emerged to be one of the biggest problems of the present day. Countries of the world have taken different responsibilities in parallel with their development levels with the aim of transforming their economies to a low carbon future. Thus, after explaining the current global climate change regime, the aim of this article is first to explain Turkey’s position within this regime and then to put forward the problems concerning its position as well as coming up with a future perspective for Turkey. Key words: Climate Change, Global Climate Change Regime, Kyoto Protocol, Low Carbon Economy, CO2 Emissions. GĐRĐŞ Đklim değişikliği 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana, dünyanın karşılaştığı en önemli çevre sorunu olarak gündeme yerleşmiştir. Uluslararası Đklim Değişikliği Panel’inin 2007 yılındaki son raporuna 1 göre , gerekli önlemler alınmadığı takdirde dünyamızın 2050 yılına kadar 4-4.5 derece, 2100 yılına kadar ise 4.5 ile 6 derece arasında ısınması beklenmektedir. Sayısal anlamda böyle bir artışın önemli olmayacağı düşünülse dahi, dünya ve insanlık üzerindeki geri ∗ Beykent Üniversitesi, Uluslararası Ticaret Bölümü, [email protected] IPCC (2007). Intergovernmental Panel on Climate Change: Fourth Assessment Report (AR4). 1 Pınar Bal dönülemez ve zarar verici etkisinin büyüklüğü iklim değişikliği sorununu sadece bir çevre sorunu olmaktan çıkarmaktadır. Đklim değişikliği sonucu artması beklenen sıcaklıkların doğal süreçleri ve doğal hayatı etkileyerek, dünya üzerindeki yaşamı olumsuz yönde değiştirmesi beklenmektedir. Artan sıcaklıkların; bazı bölgelerde yağışların fazlalaşmasına ve sellerin sıklaşmasına ya da diğer bölgelerde yağışların azalmasına sebep olacağı tahmin edilmektedir. Her iki durumda da tarımsal alanlarda ve ürünlerde değişiklik yaşanacak, su sorunu büyüyecek, ticari dengeler değişecek ve bu durum tüm dünya ekonomisini etkileyecektir. Fırtına ve kasırga gibi artan doğa olayları, içme suyu sorunu, zarar görmüş ekosistem ve deniz suyu seviyesi artışları beraberinde göçü hızlandırarak doğal kaynakların paylaşımı konusunu tekrar gündeme getirecek ve meseleyi 2 politik platforma da taşıyacaktır . Görüldüğü gibi iklim değişikliği maalesef sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda ticari, ekonomik, sosyolojik ve politik bir sorun olarak dünyamızı tehdit etmektedir. 18.yüzyıl sonrasındaki sanayileşme süreci ile atmosfere taşıyabileceğinden fazla sera gazı ve özellikle karbon dioksit (CO2) salınmış, atmosferdeki CO2 artışı ise sıcaklıklardaki yükselişi tetiklemiştir. Günümüzde ekonomik büyümenin devam etmesi beklendiğinden, önlem alınmadığı takdirde, atmosferdeki sera gazlarının ve sıcaklıkların artmaya devam etmesi beklenmektedir. Tüm bu gerçeğin ardında aslında ekonomik gelişme ve CO2 arasındaki tarihi bağ yatmaktadır. Atmosferdeki sera gazlarının artmasının başlıca sebepleri fosil yakıtlar, arazi kullanımındaki değişikler, ormansızlaşma ve yanlış tüketim alışkanlıkları olarak özetlenebilir. Đklim değişikliği ile mücadele bu konularda tedbir alınmasını gerektirmektedir. Bu sebeple günümüzde düşük karbon ekonomisine geçiş tek çözüm olarak görülmektedir. Düşük karbon ekonomisinde büyüme devam etmesine rağmen, atmosfere salınan CO2 düşüş göstermektedir. Burada önemli olan husus, sadece birkaç ülkenin değil, tüm ülkelerin düşük karbon büyüme modelini benimsemesidir. Zira sorunun kaynağı nerede olursa olsun, etkisi tüm gezegene yayılmaktadır. Đklim değişikliği bu özelliği ile bölgesel bir sorun değil, aksine küresel bir sorundur. Bu sebeple de küresel çözümler gerektirmektedir. 2 YAMIN, Farhana. & DEPLEDGE, Joanna. (2004). The International Climate Change Regime. 26 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu 1. ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ ĐLE MÜCADELEDE KÜRESEL ÇÖZÜMLER Đklim değişikliğine ilişkin bilimsel araştırmalar 1960’larda hız kazanmıştır. Bu yıllarda, dünyada çevre sorunlarına karşı ilgide artış yaşanmıştır. Bölgesel ve küresel çevre sorunları ile etkin bir şekilde baş edebilmek amacı ile ilk küresel girişim 1972’de Đsveç’in başkenti Stockholm’de toplanan Birleşmiş Milletler Đnsan Çevresi Konferansı ile gerçekleşmiştir. Stockholm Konferansı diye de anılan bu konferans uluslararası çevre 3 hukukunun başlangıcı olarak kabul edilmektedir . 20 yıl sonra Brezilya’nın başkenti Rio de Janerio’da gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı da dünyadaki çevre hareketi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Rio Yeryüzü Zirvesi olarak da anılan bu konferansa 172 ülke en üst düzeyde katılmıştır. Bu konferansta, hükümetler sürdürülebilir gelişme kavramı ile tanışmış, ekonomik kararların alınmadan önce çevresel etkilerinin 4 değerlendirilmesi konusunda mutabık kalmışlardır . Birleşmiş Milletlerin çevre konularında küresel anlamda liderliğinin kabulü anlamında da gerek Stockholm Konferansı ve gerekse Rio Yeryüzü Zirvesi önemli olmuştur. Bu önemli toplantılar daha sonraki anlaşmalara zemin oluşturmuştur. A. Birleşmiş Milletler Đklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Rio Yeryüzü Zirvesi’nde, yine Birleşmiş Milletler tarafından, Đklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (ĐDÇS) imzaya açılmıştır. ĐDÇS’nin amacı atmosferdeki sera gazı oranlarını düşürerek belli bir seviyede tutabilmektir. ĐDÇS uluslararası ilk çevre sözleşmesidir. Bu bağlamda 5 genel ilkeleri, stratejileri ve ülkelerin yükümlülüklerini düzenlemiştir . Bu özellikleri sebebiyle çok önemlidir. Sonraki yıllarda gerçekleşecek olan Kyoto Protokolü’nün yolunu açmıştır. ĐDÇS, ülkeleri gelişmişlik seviyelerine göre gruplara ayırmıştır. Doğal olarak atmosferde artan CO2 miktarından gelişmiş/sanayileşmiş ülkeler sorumlu tutulmuştur. Bu şartlar altında, o sırada Ekonomik Kalkınma ve Đşbirliği Örgütü (OECD) üyesi olan ülkeler ve piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri gelişmiş ülkeler olarak Ek-1 listesinde yer almışlardır. Diğer taraftan, EK-2 listesinde sadece sanayileşmiş OECD ülkeleri yer almışlardır. Ek-1 dışı ülkeler ise henüz sanayileşmesini tamamlamamış, gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanmıştır. Sözleşme, Ek-2 ülkelerinin, Ek-1 dışı ülkelere iklim değişikliği ile mücadelede teknoloji ve maddi kaynak aktararak destekte 3 Stockholm Conference (1972). United Nations Conference on the Human Environment, United Nations Earth Summit (1992). 5 UNFCCC (1992). United Nations Framework Convention on Climate Change. 4 27 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 Pınar Bal 6 bulunmasını öngörmüştür . ĐDÇS 1994 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu yıldan itibaren her yıl Taraflar Konferansı (COP – Conference of the Parties) kapsamında toplantılar düzenlenmektedir. B. Kyoto Protokolü Kyoto Protokolü, Birleşmiş Milletler ĐDÇS’ne bağlı olarak, 1997 yılında imzalanmış olan, iklim değişikliği ile ilgili bağlayıcı yükümlülükler içeren ilk ve tek protokoldür. Gelişmiş ülkeler bu Protokol kapsamında “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk” anlayışı içerisinde 1. yükümlülük dönemi olan 2008-2012 yılları arasında sera gazı salımlarını 1990 yılına oranla ortalama %5 azaltacaklarını taahhüt etmişlerdir. Protokol’ün Ek-B listesi bu ülkeleri ve yükümlülük oranlarını listelemektedir. Bu listeyi ise, ĐDÇS’nin Ek-1 listesindeki ülkeler 7 oluşturmaktadır . Kyoto Protokolü 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Günümüzde, Protokol 8 Avrupa Birliği ve 190 ülke tarafından imzalanmış ve onaylanmıştır . Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Protokolü imzalamış olmasına rağmen, onaylayıp yürürlüğe koymamış olan tek ülkedir. Buna rağmen, ABD’nin bazı eyaletlerinde sera gazı salımlarını azaltma yönünde ciddi girişimler mevcuttur. Kyoto Protokolü’nün 3. Paragraf ve 9. Fıkrası gereğince, 1. yükümlülük dönemini takip edecek olan 2012 sonrası dönem ile ilgili görüşmeler 2005 yılı itibarı ile başlamış olmasına rağmen, henüz bir karara 9 bağlanamamıştır . 2009 yılı sonunda, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleştirilen 15. Taraflar Konferansı’nda (COP15) 2012 sonrası döneme ilişkin karar alınması beklentileri oldukça yüksek olmasına rağmen, karar 2010 yılında Meksika’da yapılacak olan 16. Taraflar Toplantısı’na (COP16) ertelenmiştir. Kopenhag’daki COP15 toplantısı oldukça zayıf ve bağlayıcılığı olmayan “Kopenhag Uzlaşma Metni” ile sonuçlanmıştır. Bu metin kapsamında Ek-1 listesindeki gelişmiş ülkelerin 2012-2020 dönemini içeren sera gazı azaltım hedeflerini, Ek-1 dışı gelişmekte olan ülkelerin ise kendi ulusal koşullarına uygun iklim değişikliği ile savaşım etkinliklerini (NAMA Nationally Appropriote Mitigation Actions) 31 Ocak 2010 6 UNFCCC, 1992. Kyoto Protocol (1997). Kyoto Protocol to the United Nations Framework Convention on Climate Change. 11 December, 1997, Kyoto, Japan. http://unfccc.int/resource/docs/convkp/kpeng.pdf Accessed on April 20, 2010. 8 Günümüzde Kyoto Protokolü’nü onaylamamış sadece Amerika Birleşik Devletleri ve Somali kalmıştır. 9 Kyoto Protocol, 1997. 7 28 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu 10 tarihine kadar ĐDÇS Sekretaryası’na sunmaları öngörülmüştür . Bağlayıcılığı olmadığı halde, pek çok ülke Kopenhag Uzlaşma metni 11 doğrultusunda bu bilgileri Sekretarya ile paylaşmışlardır . Bu bağlamda, 2012 sonrası sürece ilişkin henüz uluslararası bir anlaşma sağlanamamıştır. Görüşmeler ve pazarlıklar devam ederken, 2010’da Meksika’da bir anlaşmaya varılması beklenmektedir. Bu anlaşma, 2012 sonrası dönemdeki ülke gruplarını ve yükümlülüklerini içeren bağlayıcı bir anlaşma olacaktır. Önümüzdeki yılların küresel iklim değişikliği rejimini netleştirecektir. Bu sebeple, hem tüm ülkeler ve hem de yerküre için son derece büyük bir önem taşımaktadır. 2. TÜRKĐYE ve ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ Türkiye 1961 yılında kurulmuş olan OECD’nin kurucu üyelerindendir. O yıllarda OECD sanayileşmiş ülkelerin grubu olarak görülmekte idi. Đklim değişikliği sorununun başlıca sorumluları, atmosfere sınırsızca sera gazı salarak sanayileşen gelişmiş ülkelerdir. Bu sebeple, 1992 yılında ĐDÇS hazırlanırken ülkeler sanayileşme, yani gelişme seviyelerine göre gruplara ayrılmışlardır. O yıllarda OECD üyesi olan ülkeler ve Avrupa Birliği gelişmiş ülkeler olarak gruplandırılarak Ek-1 ve Ek-2 listeleri oluşturulmuştur. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ise geçiş sürecindeki ülkeler olarak gruplandırılarak sadece Ek-1 listesinde yer almışlardır. Bu şartlar altında Ek-2 listesinde adı geçen gelişmiş ülkeler hem azaltım yükümlülüğü üstlenmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliğini önleme ve uyum sağlama konularında teknik ve mali yardımda bulunmayı taahhüt etmişlerdir. Ek-1 ülkeleri ise, bağlayıcı olmamakla birlikte, 2000 yılına kadar salımlarını 1990 seviyesine indirmeyi taahhüt etmişlerdir. Görüldüğü gibi, OECD üyeliği ĐDÇS tarafından gelişmişliğin göstergesi olarak tanımlanmış ve gruplandırma buna göre yapılmıştır. Hâlbuki kuruluş yıllarından itibaren OECD üyesi olan Türkiye’nin diğer OECD üyeleri ile birlikte benzer gelişmişlik seviyesinde olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Aksine, Türkiye o yıllarda açık bir şekilde gelişmekte olan bir ülke konumunu sergilemektedir. Tarihsel olarak OECD, Avrupa Ekonomik Đşbirliği Örgütü’nün mirasçısıdır ki bu örgüt 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın Marshall Planı desteği ile yeniden yapılandırılması kapsamında kurulmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin o yıllarda Avrupa Ekonomik 10 Copenhagen Accord (2009). United Nations Framework Convention on Climate Change, 15th Conference of the Parties, 7-18 December, 2009, Copenhagen, Denmark. 11 Ek-1 ve Ek-1 dışı ülkelerin Kopenhag Uzlaşma Metni kapsamında ĐDÇS Sekretaryası’na sunmuş oldukları belgelerle ilgili detaylı bilgi için: UNFCCC Web sayfası http://unfccc.int/meetings/items/5276.php 29 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 Pınar Bal Đşbirliği Örgütünün bir üyesi olması son derece normaldir. Ancak savaş sonrası yaralar sarıldıktan sonra, Türkiye ile diğer üyeler arasındaki uçurum büyümüştür. Diğer ülkeler sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeler iken Türkiye gelişmekte olan ülke statüsü ile onlardan ayrılmıştır. Aslında ĐDÇS imzalanana kadar bu konu ile ilgili bir sıkıntı olmamıştır. ĐDÇS’de gelişmişlik ayrımı OECD üyeliği temel alınarak yapıldığından, durum değişmiştir. Zira Türkiye OECD üyeliği sebebi ile bu sözleşme kapsamında gelişmiş ülkelerle birlikte hem Ek-1 ve hem de Ek-2 listelerinde yer almıştır. Bu konum Türkiye’nin hem azaltım yükümlülüğü almasını, hem de kendisi henüz gelişmesini tamamlamamışken Ek-2 ülkesi olarak gelişmekte olan ülkelere teknik ve mali yardım etmesini gerekli kılmıştır. Bu sebeple, Türkiye 2004 yılına kadar, ĐDÇS’yi imzalamış olmasına rağmen, onaylayıp yürürlüğe koymamıştır. Türkiye’nin OECD üyeliği sözleşme kapsamında onun için bir dezavantaj oluşturmuş ve yanlış bir gruba konulmasına sebep olmuştur. Türkiye o yıllarda sözleşme henüz imzalanmadan bu duruma itiraz edebilmiş olsa idi, yerini değiştirme şansı olabilirdi. Türkiye ĐDÇS’yi imzaladığı tarihten bu yana, iklim değişikliği rejimi içerisindeki yerinden dolayı sıkıntı çekmektedir. Günümüzde dahi pek çok kişi gelişmiş ülkeler ile birlikte neden Türkiye’nin de aynı yükümlülükleri alması gerektiğini merak etmektedir. Ne yazık ki, Türkiye’nin en başta ĐDÇS imzalanırken sergilediği tutum, onu halen içinden çıkılamamış olan dezavantajlı bir konuma itmiştir. ĐDÇS imzalandığı yıllarda, Türkiye’de iklim değişikliği henüz üzerinde çalışılan bir konu değildi. Konu ile ilgili araştırmacı, akademisyen ya da Bakanlıklarda ilgili bir bölüm bulunmamaktaydı. Türkiye konuya karşı bilgisiz ve ilgisizdi. Uluslararası bir sözleşmeye imza atmak üzere orada bulunan yetkililer de konunun uzmanı değildiler. Aslında ĐDÇS henüz imzalanmadan Türkiye’nin yanlış grupta yer alması hakkındaki sakıncaya dikkat çekilip, diğer gelişmekte olan ülkelerle birlikte Ek-1 dışı ülke olarak konumlandırılması gerektiği doğrultusunda girişimde bulunulsa, değiştirilme şansı olabilirdi. Aksi halde, uluslararası bir anlaşmada değişiklik yapılması, tüm ülkelerin onayını gerektireceğinden sancılı, sıkıntılı ve uzun bir süreç olacaktır. Ayrıca, uluslararası anlaşmalarda, değişiklik taleplerine çok sıcak bakılmamaktadır. Zira yapılacak değişikliklerin, başka taleplerin de önünü açabileceği hususunda çekince taşınmaktadır. Değişiklikler hem anlaşmanın sulanmasına, hem de geçerliliğinin ve ciddiyetinin azalmasına sebep olacaktır. Bu sebeple, ĐDÇS’de ve daha sonra Kyoto Protokolü’nde değişiklik taleplerine sıcak bakılmamış, en az değişikliği yapabilmek yönünde çaba sarf edilmiştir. 30 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu Gerçekten de ĐDÇS’yi imzaladıktan sonra konumu ile ilgili hatayı fark eden Türkiye, bu durumu değiştirmek için çok uğraşmıştır. 1997 yılına gelindiğinde, Türkiye konumu değişmediğinden ĐDÇS’yi imzalamasına 12 rağmen, onaylayıp yürürlüğe sokamamıştır . Bu sebeple, Kyoto Protokolü’nde de yer almamıştır. Zira Protokol’e ĐDÇS’ye taraf olmuş ülkeler katılmıştır. Kyoto Protokolü’nün Ek-B listesini, ĐDÇS’nin Ek1’deki ülkeleri oluşturduğundan, Türkiye ĐDÇS’yi onaylamadığı için adı resmi olarak Ek-1 listesinde listelenmemiş ve Kyoto Protokolü Ek-B listesinde yer almamış, yani hiçbir yükümlülüğü bulunmamıştır. Türkiye o yıllarda ĐDÇS’yi Ek-1 ve Ek-2 ülkesi olarak onaylamış olsa idi, Kyoto Protokolü’nün de Ek-B listesinde yer alacak ve gelişmiş ülkeler seviyesinde azaltım yükümlülüğü alacaktı. Türkiye o dönemde böyle bir sorumluluğu alabilecek durumda değildi. Bu sebeple, Ek-1 ve Ek-2’den çıkartılarak, Ek-1 dışı ülke olarak tanımlanması için girişimlerde bulunmuştur. Ancak, bu girişimleri sonuç vermemiştir. Türkiye’nin küresel iklim değişikliği rejimi içerisindeki yeri sebebi ile iklim değişikliği konusu yıllarca ülkemiz için uzak, haksızlığı yansıtan, bir şey yapılması mümkün olmayan bir çıkmaz konu gibi kenara itilmiştir. Türkiye’nin durumunu değiştirmek için gösterilen çabalar da karşılıksız kalınca, ülkemiz konuya adeta küsmüştür. 2001 yılında Fas’ta gerçekleşen 7. Taraflar Toplantısı’nda (COP7), Türkiye Ek-2’den çıkmayı ve özel koşulları göz önüne alınarak Ek-1’de kalmayı önermiştir. Her iki ekten çıkmak yerine bu önerisi kabul görmüştür. Bu toplantıda, Türkiye’ye özel koşulları göz önüne alınarak, diğer Ek-1 ülkelerinden farklı bir durumda Ek-1 ülkesi olma hakkı 13 tanınmıştır . Özel koşullarının ve diğerlerinden farklı durumun tam olarak neler olduğu açıklanmamış olmasına rağmen, mali ve teknik yardım sorumluluğu olmaksızın, Türkiye sadece Ek-1 üyesi olarak, Mayıs 2004’te ĐDÇS’yi onaylamıştır. Kyoto Protokolü’nü ise 2008-2012 arası 1. yükümlülük dönemi başlamadan imzalaması, azaltım yükümlülüğü almasını gerektirebilir endişesi ile hemen imzalamamıştır. Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü onaylaması, 2008 yılında 1. yükümlülük döneminin başlamasının ardından, Ağustos 2009’u bulmuştur. Bu şartlar altında, Türkiye Sözleşme’de 2004 yılından itibaren Ek-1 ülkesi olmasına rağmen, Protokol’ün 1. yükümlülük dönemi başladığı sırada Protokol’ün Ek-B listesinde adı geçmediğinden, Protokol kapsamında bir yükümlülüğü de olmamıştır. 12 Uluslararası anlaşmalar imzalandıktan sonra yürürlüğe girebilmeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmaları gerekmektedir. ĐDÇS’nin 26.CP/7 numaralı kararı (FCCC/CP//13/Add.4, 2002) 13 31 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 Pınar Bal Günümüze kadar gerek ĐDÇS ve gerek Kyoto Protokolü’nde ülkelerin grup değişikliğine ilişkin bir değişiklik onaylanmamıştır. Ancak, bu yönde talepler olmuştur. Hatta Belarus, Türkiye’nin aksine sayısal salım azaltım hedefi belirleyerek, Kyoto Protokolü’nün Ek-B listesine alınması talebinde bulunmuştur. Ancak bu konuda dahi bütün ülkelerin onayı alınamamış ve Belarus’un değişiklik talebi yürürlüğe konulamamıştır. Günümüzde şekillendirilmeye çalışılan bir 2. yükümlülük döneminin (2012 sonrası dönem) hemen öncesinde bulunulmaktadır. Ülkelerin konumlarına ya da olabilecek herhangi taleplerine ilişkin bir değişiklik yapılabilecekse, ancak bu hazırlık döneminde gerçekleşebilecektir. 2012 sonrası döneme ilişkin süreç karara bağlandıktan sonra değişiklik yapılması mümkün olmayacaktır. Türkiye 1992 yılında konu hakkındaki ilgisizliği ve bilgisizliği sebebi ile onu sonraki yıllarda haksız bir konumda bırakacak, rejim dışına itecek bir anlaşmaya imza atmıştır. Süreç başladıktan sonra ise konumunu istediği yönde değiştirememiştir. Bu hiçbir ülke için söz konusu olmamıştır. Rejimin dışında kalarak, gelişmekte olan ülkelere sağlanan fonlardan yararlanamamış, rejimin 14 esneklik düzeneklerinden faydalanamamıştır . Son yıllarda artış gösteren karbon salımlarını azaltan yatırımlar sonucu tutulabilen karbonu ise Kyoto Protokolü’nde yeri olmadığından karbon piyasalarında değil, karbonun çok daha ucuza satılabildiği gönüllü karbon piyasalarında satabilmiştir. Pek çok gelişmekte olan Ek-1 dışı ülkenin yararlandığı Kyoto Protokolü’nün Temiz Kalkınma Düzeneğinden ise yararlanması hiç mümkün olmamıştır. Kısaca Türkiye küresel iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumu sebebi ile gelişmekte olan ülkelerin faydalanabildiği mekanizmalardan yararlanamamakta ve bu yönde destek görememektedir. Türkiye’yi gelişmiş ülke olarak görmek henüz mümkün değildir, ancak, son yıllardaki hızlı sanayileşme ve büyüme hamlesi ile gelişmekte olan ülkelerin ön sırasında yer almakta olduğu söylenebilir. Türkiye’nin gelişmişlik düzeyi açısından benzediği ülkeler arasında ileri düzeyde gelişmiş ülkeler olarak anılmaya başlanan Meksika, Güney Kore, Brezilya ve Güney Afrika sayılabilir. Bu ülkelerin hepsi ĐDÇS’nin Ek-1 Dışı listesinde yer almaktadırlar. Bu konumları ile sayısal salım azaltım 14 Kyoto Protokolü’nde ülkelere iklim değişikliği ile mücadele etmede yardımcı olmak üzere 3 adet esneklik mekanizması tanımlanmıştır. Bunlar Emisyon Ticareti, Temiz Kalkınma Düzeneği ve Ortak Uygulama’dır. Ülkeler yeni yatırımları sonucu tutmayı başardıkları karbonu karbon pazarlarında satarak finansman sağlayabileceklerdir. Temiz Kalkınma Düzeneği kapsamında gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelerde emisyon azatlımı sağlayacak düşük karbon yatırımları yapacak, bu ülkelere finansman sağlayacaklardır. Ortak uygulama kapsamında ise gelişmiş ülkeler geçiş sürecindeki ekonomilere düşük karbonlu yatırımlar yapacaklardır (Kyoto Protokolü, 1997). 32 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu yükümlülükleri yoktur. Rejimin mekanizmalarından sağlıklı bir şekilde yararlanabilmektedirler. Hatta içlerinden Meksika, Türkiye gibi OECD üyesidir. Ancak Meksika OECD’ye 1994 yılında, yani ĐDÇS’yi Ek-1 dışı ülke konumunda imzaladıktan sonra üye olduğundan, OECD üyeliği ĐDÇS’deki konumunu etkilememiştir. Görüldüğü üzere, OECD üyesi olmasına rağmen ĐDÇS’de Ek-1 dışı listede yer alan ülkeler de bulunmaktadır. Türkiye Kopenhag Uzlaşma Metni kapsamında da zorunlu olmamakla birlikte kendisinden beklenen muhtemel hedeflerini ĐDÇS Sekretaryası ile paylaşamamıştır. Zira Türkiye Ek-1 dışı ülke değildir, ancak Ek-1 ülkesi gibi bir yükümlülük alması da beklenmemektedir. Bu bağlamda, Türkiye kendisine hedef koymakta zorlanmaktadır. Yine konumuna yönelik belirsizlik Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadele kapsamında karar alma süreçlerini tıkamakta, planlamasını, stratejilerini ve uluslararası toplulukla birlikte uyum içerisinde çalışmasını engellemektedir. Türkiye, konumuna ilişkin bu sıkıntılı durumundan dolayı uluslararası anlaşmalarda işbirliği yapamamakta, geriden takip eden hatta uyumsuzluk sergileyen ülke durumuna düşmektedir. Yaklaşık 190 ülke ile yapılmakta olan 2012 sonrası döneme yönelik pazarlıklarda Türkiye’nin tek başına sesini duyurması ya da mevcut bir konumdan, başka bir konuma geçmeye çalışması sonuç vermeyebilir. Diğer taraftan ne gelişmiş ülke kategorisine, ne de gelişmekte olan ülke kategorisine uymayan kendisi gibi bazı diğer ülkelerle bir araya gelerek, grup halinde hareket etmesi sonuç almasına yardımcı olabilir. Türkiye hızla gelişmeye devam etmektedir. Diğer taraftan nüfusu kalabalık bir ülkedir. Kişi başı CO2 oranının dünya ortalamasının biraz altında 15 olmasına rağmen , 2007 yılı itibarı ile Türkiye toplam CO2 salımları ile 16 dünyada en çok CO2 salan ülkeler arasında 23. durumdadır . Hızlı gelişimi göz önüne alındığında, önümüzdeki yıllarda enerji talebinin daha da artacağı söylenebilir. 2020 yılı itibarı ile Türkiye’nin enerji 17 tüketiminin 2003 yılına oranla yaklaşık 3 kat artması beklenmektedir . Eğer tedbir alınmazsa, bu durum Türkiye’yi önümüzdeki yıllarda en çok kirleten ülkelerden biri haline getirebilir. Böyle bir durum Türkiye’nin gelişimini olumsuz yönde etkileyecektir. Dünya karşısında Türkiye’yi sorumsuz ülke konumuna iterken, ticari, politik ve diplomatik alanlarda yaptırımlarla karşılaştırabilir. 15 2003 yılı itibarı ile dünyadaki kişi başı CO2 emisyonu 4 ton iken, Türkiye’de 3.3 ton düzeyinde gerçekleşmiştir (MOEF, 2007: 6). 16 UNDP (2007). Human Development Report 2007/2008. Fighting Climate Change: Human Solidarity in a Divided World. Palgrave Macmillan, New York, s. 69 17 MoEF (2007). First National Communication on Climate Change, Republic of Turkey, January 2007, Ankara, Turkey, s.123. 33 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 Pınar Bal Avrupa Birliği Mart 2007’de kabul ettiği iklim ve enerji paketi kapsamında 2020 yılı hedeflerini açıklamıştır. 20x20x20 hedefleri olarak da anılan bu hedeflerle Avrupa Birliği 2020 yılına kadar sera gazı salımlarını 1990 seviyesine oranla %20 azaltmayı taahhüt etmektedir. Ayrıca toplam enerji tüketiminin %20’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamayı ve buna ek olarak birincil enerji kullanımında, enerji verimliliği sayesinde %20 oranında azalma sağlamayı 18 hedeflemektedir . Türkiye’nin bu konuda ilerleme kaydetmeyişi Avrupa Birliği ile ilişkilerine de yansıyacak, üyelik müzakerelerini ve hatta üyeliği çıkmaza sokabilecektir. Üstüne üstlük, gerekli adımları zamanında atamayan, her sektöre ışık tutacak bütünsel bir iklim stratejisini oluşturup, hayata geçiremeyen bir Türkiye’nin ilerideki yıllarda bunları yapmak zorunda kalması çok daha yüksek maliyetli olabilecektir. Diğer taraftan, konumunu belirlemiş, hedeflerini koymuş ve stratejisini hazırlamış bir Türkiye, belirsizlik içerisinde bekleyen iş dünyasını, sivil toplum örgütlerini ve vatandaşlarını koyduğu hedef doğrultusunda harekete geçirme ve yönlendirme şansını elde edecektir. Günümüzde iklim değişikliği ile mücadele edebilmek amacıyla düşük karbonlu bir ekonomik modele geçilmesi gerektiği ve ekonomik gelişmenin ancak düşük karbon üreten yollardan devam ettiği sürece sürdürülebilir olacağı kabul görmüştür. Yukarıda da bahsedildiği üzere, başta Avrupa Birliği olmak üzere, pek çok ülke bu yönde hedefler koymuş, stratejilerini oluşturarak harekete geçmişlerdir. Türkiye’nin bu gelişmelerin dışında kalması beklenemez. Bu gelişmelerin dışında kalacak olursa, mevcut pazarlarını kaybetme, ticari engellerle karşılaşma, cezalar ve politik gerginlikler gibi sonuçlar Türkiye’yi yıpratacaktır. Hepsinin ötesinde gelecek nesillere karşı sorumluluklarını üstlenmemiş, yeryüzünü korumak amacıyla üzerine düşenleri yapmamış ve kalkınmasını sürdürülebilirlik üzerine oturtmamış bir Türkiye’nin uluslararası arenada saygınlığı, çağdaşlığı ve güvenilirliği yara alacaktır. Bu bağlamda, Türkiye’nin bir an önce bütünsel bir iklim stratejisi oluşturması gerekmektedir. Gerek yenilenebilir enerji kaynaklarının varlığı ve gerekse enerji verimliliği alanında Türkiye’nin saldığı karbonu azaltmak için yapabilecekleri vardır. En önemli hususlardan biri bu konudaki kararlılık, bir diğeri ise tüm bunları hayata geçirmek için ihtiyaç duyulan fonların teminidir. Bu ise öncelikle Türkiye’nin iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumuna bağlıdır. Bu konumun değişebilmesi ya da yeniden düzenlenebilmesi için fazla zaman 18 The EU climate and energy package (2007): EU Web site: Environment.http://ec.europa.eu/environment/climat/climate_action.htm Accessed on April 10, 2010. 34 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu kalmamıştır. 2012 sonrası sürece ilişkin anlaşmalar tamamlandıktan sonra, bu konuda değişiklik yapmak mümkün olmayacaktır. Aynı 1992’deki anlaşmadan sonra olduğu gibi Türkiye şimdi de kendi konumunu olması gerektiği şekilde değiştiremezse, önümüzdeki yıllarda yoğun bir şekilde devam edecek olan düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinde pasif kalacak, gelişmeleri geriden takip etmek zorunda kalacaktır. Türkiye 18. yüzyılda yaşanan sanayileşme devriminin dışında kalmış, Batılı ülkeler hızla kalkınırken, Türkiye geride kalmıştır. Son yıllarda yüksek büyüme oranları ve hızlı sanayileşme sonucunda Batı ile arasındaki kalkınmışlık farkını hızla azaltan Türkiye’nin günümüzde yeni bir sanayi devrimi olarak tanımlanan düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinin içerisinde yer alması kalkınmasına 19 sağlıkla devam edebilmesi için son derece önemlidir . Bunun için gerekli olan kapsamlı ulusal iklim stratejisinin en önemli temel taşlarından biri ise küresel iklim değişikliği rejimi içerisinde gelişmişlik seviyesine uygun bir konumdur. Gelişmişlik seviyesi ile uygun sorumluluklar alan bir Türkiye, iklim değişikliğine karşı yürütülen küresel mücadeleye gerekli desteği verebilecektir. Türkiye’nin artık 2001’deki Taraflar Toplantısında (COP7) kendisine sağlanmış olan özel şartları ve farklı durumu açıklığa kavuşturması gerekmektedir. Bu sebeple, 2012 sonrası sürece ilişkin görüşmelerin yapılmakta olduğu bugünlerde, kendi gelişmişlik seviyesine benzer seviyedeki diğer ileri düzeyde gelişmekte olan ülkelerle bir arada rejim içerisinde uygun bir konuma yerleşmesi son derece büyük bir önem taşımaktadır. Türkiye konumu ile örtüşen hedefini oluşturduğu takdirde, gerek Bakanlıklardaki yeni yapılanma ve yetkililer, araştırmacılar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, işadamları ve gerekse çevreye duyarlı Türk insanı olsun, günümüzde onu bu hedefe ulaştıracak insan faktörü de Türkiye’de mevcuttur. SONUÇ Đklim değişikliği son yıllarda dünyanın karşı karşıya kaldığı en ciddi ve kapsamlı sorunlardan biridir. Đklim değişikliği ile mücadelede her ülkenin üzerine düşen ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluğu bulunmaktadır. Đklim değişikliğinin başlıca sebebinin 18. yüzyıl sonrasında gerçekleşen endüstrileşme süreci içerisinde atmosfere salınan sera gazlarındaki artıştır. Bu sebeple, mücadelenin en önemli yapı taşı sanayileşme/kalkınma sırasında ortaya çıkan sera gazlarının azaltılabilmesidir. Bunun başarılabilmesi ise düşük karbon üreten bir ekonomik modele geçilmesini gerektirmektedir. Günümüzde pek çok 19 Euractive (2007). Energy and Climate Change: Towards an Integrated EU Policy. http://www.euractiv.com/en/energy/energy-climate-change-package/article-160957. 35 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 Pınar Bal gelişmiş veya gelişmekte olan ülke uluslararası anlaşmalar kapsamında ve kendi stratejileri doğrultusunda sera gazı salımlarını azaltabilmek ve düşük karbon üreten bir ekonomik yapıya bürünebilmek için uğraş vermektedirler. Türkiye’nin de bu sürecin dışında kalması düşünülemez. Türkiye’nin gerek yenilenebilir kaynaklarının varlığı ve gerekse enerji verimliliği alanında yapabilecekleri ona bu konuda alternatifler oluşturmaktadır. Bunu başarabilmek için Türkiye’nin bir an önce kapsamlı bir ulusal iklim stratejisini ortaya koyması ve bunu uluslararası toplulukla paylaşarak küresel sorumluluğunu üstlenmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmesi için ise küresel iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumunu alabileceği sorumlulukla paralel olarak yeniden belirlemesi gerekmektedir. Bu sayede yıllardır iklim değişikliği rejimi içerisindeki konumuna dair belirsizliği ortadan kaldıracak ve potansiyel olarak hazır olan pek çok gelişmenin önünü açmış olacaktır. Bunu gerçekleştirmek için önünde kısıtlı bir zaman dilimi bulunmaktadır. Türkiye 2012 sonrası döneme ilişkin yeni düzenlemelerle ilgili bir anlaşma yapılana kadar kendi konumunu yeniden düzenleme şansına sahiptir. Kendi gelişmişlik seviyesine yakın ileri düzeyde gelişmekte olan diğer ülkelerle birlikte bu şansı değerlendirmesi ve kendine uygun bir konuma sahip olması, Türkiye’nin küresel iklim değişikliğine karşı mücadelede sorumluluğunu alabilmesi ve zaman kaybetmeden düşük karbon üreten bir ekonomiye geçebilmesi için son derece önemlidir. KAYNAKÇA Copenhagen Accord (2009). United Nations Framework Convention on Climate Change, 15th Conference of the Parties, 7-18 December, 2009, Copenhagen, Denmark. http://unfccc.int/resource/docs/2009/cop15/eng/l07.pdf Accessed on April 20, 2010. Euractive (2007). Energy and Climate Change: Towards an Integrated EU Policy. http://www.euractiv.com/en/energy/energy-climate-changepackage/article-160957 The EU climate and energy package (2007): EU Web site: Environment.http://ec.europa.eu/environment/climat/climate_action.htm Accessed on April 10, 2010. FCCC/CP/13/Add.4, (2002). UNFCCC Conference of the Parties. Report of the Conference of the Parties on its Seventh Session held at Marrakesh from 29 October to 10 36 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,25-37 Türkiye’nin Küresel Đklim Değişikliği Rejimi Đçerisindeki Konumu November, 2001: Addendum, 21 January, 2002. http://www.unfccc.int/resource/docs/cop7/13a04.pdf IPCC (2007). Intergovernmental Panel on Climate Change: Fourth Assessment Report (AR4) Climate Change 2007. IPCC, Geneva, Switzerland, 2007. http://www.ipcc.ch/publications_and_data/ar4/syr/en/spm.html Accessed on April 20, 2010. Kyoto Protocol (1997). Kyoto Protocol to the United Nations Framework Convention on Climate Change. 11 December, 1997, Kyoto, Japan. http://unfccc.int/resource/docs/convkp/kpeng.pdf Accessed on April 20, 2010. MoEF (2007). First National Communication on Climate Change, Republic of Turkey, January 2007, Ankara, Turkey. Stockholm Conference (1972). United Nations Conference on the Human Environment, Stockholm, Sweden. UNDP Web page. http://www.unep.org/Documents.multilingual/Default.asp?DocumentID= 97 accessed on April 20, 2010. United Nations Earth Summit (1992). United Nations, Rio de Janerio, Brazil. http://www.un.org/esa/earthsummit Accessed on April 22, 2010. UNDP (2007). Human Development Report 2007/2008. Fighting Climate Change: Human Solidarity in a Divided World. Palgrave Macmillan, New York. UNFCCC (1992). United Nations Framework Convention on Climate Change. United Nations, New York. http://unfccc.int/resources/docs/convkp/conveng.pdf Accessed on April 23, 2010. YAMIN, Farhana. & DEPLEDGE, Joanna. (2004). The International Climate Change regime: A Guide to Rules, Institutions and Procedures. Cambridge University Press, Cambridge. 37 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 25-37 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRKĐYE’NĐN STRATEJĐK YERALTI VE ENERJĐ KAYNAKLARININ ULUSAL GÜVENLĐĞE ETKĐSĐ E.Tümg. Armağan KULOĞLU∗ ÖZET Türkiye’nin stratejik olarak nitelendirilen yeraltı ve enerji kaynaklarının tespiti, çıkarılması, işletilmesi ve kullanılmasındaki egemenlik haklarından kaynaklanan inisiyatifini elinde bulundurması ulusal güvenlik açısından önem arz eden bir konudur. Bugün için teknolojik gelişim ve imkânsızlıklardan dolayı stratejik olarak önemi anlaşılamayan kaynaklar için ileriye dönük çalışmalar yapılması gerekli mütalaa edilmektedir. Dış politika oluşumlarında ulusal çıkarlarımızın her konunun önünde tutulması, dış güçlerin telkin ve yönlendirmelerinin bu yönüyle iyi analiz edilmesi, diğer tüm hususların yanında özellikle ulusal güvenlik açısından önemlidir. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın; su kaynakları, tarım ve yaşam alanları açısından dikkate alındığında çevremizdeki gelişmelerden fazlası ile etkileneceği bir gerçektir. Anahtar Kelimeler: Ulusal Güvenlik, Enerji, Yeraltı Kaynakları, Türkiye. ABSTRACT It is vital for Turkey to keep her initiative in regard to sovereignty rights on detection, mining, operating and using of strategically important underground and energy resources in terms of national security. There is a great need for further studies on the undiscovered importance of resources due to the insufficient technologies and investments. While composing the foreign policy, we have to give the pririority for our national interests, eliminating manipulation of external powers in our analysis. It is a fact that developments around us will affect neighbour geographies in terms of water sources, agriculture and living areas. Key Words: National Security, Energy, Underground Resources, Turkey. GĐRĐŞ Güvenlik, günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik, psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Bu faktörlerin içinde ekonomik güvenlik;, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve korunmasını kapsamaktadır. Ulusal güvenlik; devletin ∗ Beykent Üniversitesi BÜSAM Baş Danışmanı, [email protected]. Armağan Kuloğlu anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzlarının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ülkenin güven içerisinde refah ve mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ‘ulusal çıkar’ olarak nitelendirilir. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir. Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik hususlarını kapsar. Bir ülkedeki bütün faaliyetlerin temeli, yöneldiği istikameti ve maksadı ulusal hedeflerin temin edilmesidir. Genel olarak ülke topraklarının korunması, o ülkede yaşayan insanların güvenliğinin sağlanması, milli refah seviyesinin yükselmesi ‘milli hedef’ olarak kabul edilir. Bu hedeflere erişmek, elde edildiğinde muhafaza edebilmek ve geliştirmek devamlı bir gayret ister. Bu makalede öncelikle ulusal güvenlik kapsamında yeraltı kaynakları ve enerjinin önemine değinilerek Türkiye’de stratejik yeraltı ve enerji kaynaklarının ulusal güvenlik kapsamındaki rolleri sorgulanmaktadır. 1. ULUSAL GÜVENLĐK, YERALTI KAYNAKLARI VE ENERJĐ Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından politik ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi konumundadır. Milli güç unsurlarından ülkenin coğrafi gücü ve ekonomik gücünün ana konularının başında da ülkenin sahip olduğu yeraltı ve enerji kaynakları gelmektedir. Yeraltı ve enerji kaynaklarının stratejik olma durumu ise onların ülke ekonomisi ve güvenliği üzerindeki etkisi ile ölçülmektedir. Konumuza etki eden faktörlerden biri de küreselleşme olgusudur. Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine, merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olmaktadır. Ulaşım ve iletişim 39 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedeflerindendir. Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği, ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal, sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması; vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir. Karar alma süreçlerinde giderek 1 artan meşruiyet kaybı da demokratik meşruiyet açığını ortaya çıkarır . Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir. Ülkelerin yeraltı ve enerji kaynakları üzerindeki egemenliklerinin paylaşılması da küreselleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Bu açıklamaların ışığı altında stratejik yeraltı ve enerji kaynaklarının korunması, onlar üzerindeki egemenlik haklarının muhafazası ve enerjiye dönüştürülmesindeki verimlilik, başta politik, ekonomik ve askeri olmak üzere ulusal güvenliğin tümü açısından önem arz etmektedir. 1 Armağan Kuloğlu, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri”, Beykent Üniversitesi BÜSAM Dergisi, Cilt 1, Sayı 3, 2009 Đlkbahar, ss.53-54. 40 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu 2. STRATEJĐK YERALTI VE ENERJĐ KAYNAKLARI Bir ülkenin büyüme ve kendini savunma yeteneğine, doğal kaynaklarının kullanılabilirliği ve enerji kaynaklarına hâkimiyeti de etki etmektedir. Kaynak kelimesi doğal olarak oluşan madenlerin ve yakıtların mevcudiyetini ve yoğunluğunu ifade eder. Rezerv kelimesi ise kaynağın çıkarılması ve işlenmesi ile değer kazanan bir kavramdır. Örneğin altın kaynağı, teknoloji kullanılarak saflaştırılamıyorsa rezerv olma özelliğini taşımaz. Kaynaklar teknolojinin gelişmesiyle ve çıkarma ve işlemenin ekonomik koşullarının değişmesiyle zaman içinde rezerv 2 haline gelebilir . Genel olarak az bulunan, oluşum itibarı ile bir bölgede yoğunlaşmış, ikame edilme olanakları az, ülkeler için özel ekonomik önem taşıyan, askeri amaçlar için kullanım özelliği olan madenler, mineraller ve bunlardan enerji üretiminde kullanılanlar ile fosil kaynakların önemli bir kısmı ve önemi gittikçe artan su "stratejik enerji kaynakları" olarak tanımlanabilir. Stratejik madenler, bu madeni kullanan teknolojilere sahip olunması ile bir anlam taşımaktadır. Bir ülkenin enerji ve hammadde güvenliği o ülkenin iç ve dış güvenliği kadar önemlidir. Harp tarihi, kaynakların paylaşılması hususundaki örneklerle doludur. Bu nedenle batılı ülkeler ulusal güvenlik stoklarına büyük önem verirken sosyalist ülkeler madenlerin tamamının stratejik olduğunu kabul etmişlerdir. Belli başlı ülkeler, savaş zamanlarını dikkate alarak, kendi politik ve stratejik anlayışlarına göre stratejik olarak öngördükleri maddeleri, kendi planlamalarına uygun olarak stoklama yoluna gitmişlerdir. Ülkeler özellikle enerjini ön plana çıkmaya başladığı yakın tarihi dönemde bu konuda mücadele içinde olmuşlardır. Osmanlı Devleti'nin paylaşılması ve Đsrail'in kurulması ile başlayıp Đran - Irak Savaşı ve Körfez bunalımı ile sürüp giden krizin temelinde Orta Doğunun zengin petrol ve doğalgaz yataklarının bulunduğu bilinmektedir. Bugün tekrar ortaya çıkarılan "Şark Meselesi"nin de bölgenin petrol ve su kaynaklarına dönük uzun vadeli hesapların bir sonucu olduğu söylenebilir. Körfez bölgesindeki petrol zenginliğinin, Osmanlı Devletinin yıkılışından, son yıllardaki Körfez Savaşına kadar dünya politikasında ne kadar önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Hazar Denizi ve civarındaki petrol ve doğal gaz yatakları da bugün uluslararası politikaların odak noktası haline gelmiştir. 2 Williham C. Haneberg, “Natural Resources and National Security”, Encyclopedia of Espionage, Inlellgence and Security, 2004. 41 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi 3.TÜRKĐYE’NĐN STRATEJĐK YERALTI VE ENERJĐ KAYNAKLARININ DURUMU VE GELĐŞMELER Stratejik olarak nitelendirilen yeraltı kaynaklarına, mineral kaynaklar ve fosil kaynakların yanında yeraltından çıkması ve öneminin gittikçe artması nedeniyle suyu da dâhil etmenin gerçekçi bir yaklaşım olacağı değerlendirilmektedir. Günümüzde doğal kaynaklar ve bu kaynakların ülkelere sağladıkları güç ve zenginlik üzerine çatışmalar, küresel manzaranın önemi giderek artan bir özelliği haline gelmiştir. Çoğu zaman etnik veya dini düşmanlıkla karışan veya beslenen bu çatışmalar, dünyanın birçok yerinde barış ve istikrara yönelik önemli ve giderek büyüyen bir tehdit yaratmaktadır. Dünyadaki bütün ülkeler için temel kaynakların ele geçirilmesi ve korunması, ulusal güvenlik planlamasının başlıca özelliği haline gelmiştir. Özellikle enerji kaynakları üzerine kullanım hakkı mücadelelerinin yayılma tehlikesi 3 bulunmaktadır . Türkiye emperyalist bir ülke olarak nitelendirilmediğine göre, ulusal hedeflerden biri olarak mevcut doğal ve enerji kaynaklarının muhafazası ve onlar üzerindeki egemenlik haklarının korunması, ulusal menfaati gereğidir. Bu nedenle yürütülmekte olan tüm politik ve ekonomik faaliyetlerde bu hususun dikkate alınması elzemdir. A. Enerji Üretiminde Mineral Kaynaklar Türkiye’de enerji üretimi ile ilgili madenler içinde tartışma konusu olan iki element Bor ve Toryum’dur. Bu madenlerin dünya rezervlerinin nerdeyse yüzde 70’nin Türkiye’de bulunduğu bilinmektedir. Bu madenlerin ortak özelliği hidrojen ve nükleer enerji üretiminde kullanılabilmesi için yapılan çalışmalardır. Bor: Bor madeni günümüzde ve gelecekte, endüstride ve tarımda çokça kullanılan bir özellik taşımaktadır. Dünyanın en zengin bor mineralleri ve yataklarına sahip olan Türkiye’de, bir milyar ton kadar rezerv saptanmıştır. Türkiye bu madene sahip bir ülke olarak karşılaştırmalı üstünlük avantajını elinde bulundurmaktadır. Ancak uluslararası aktörler ve Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal koşullar bu madenleri egemen ülke olarak kullanma şansını vermemektedir. Bor madenine olan talep ve bor madeni ürünlerinin kullanımı son zamanlarda hızla artmaktadır. Bu bağlamda bor madeni, dünyanın 4 önemli bir stratejik kaynağı haline gelmektedir . Hidrojen enerjisinin, 3 Michael T. Klare, “Küresel Çatışmanın Yeni Alanları Kaynak Savaşları”, Çev. Özge Đnciler, Đstanbul: Devin Yayıncılık, 2005, s.8. 4 Aydın Polat, “Bor Madeninin Türkiye Açısından Ekonomik ve Stratejik Önemi”, 42 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu geleceğin enerjisi olacağına dair değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu enerjinin depolama ve taşıma malzemesi olarak kullanılan bor madeninin stratejik malzeme olduğu belirtilmektedir. Borun diğer ileri teknolojik amaçlarla kullanımı da söz konusudur. Son olarak sürtünmeyi önleyen bir madde olarak motor yağı yerine bordan türetilen bir maddenin üretildiği de basına yansıyan haberler arasında yer almıştır. Toryum: Toryumun günümüzde fazla önem taşımamakla birlikte gelecekte enerji üretiminde ve dolayısı ile nükleer silah yapımında kullanılabilme olasılığı bulunmaktadır. Halen toryum kaliteli metal alaşım elde edilmesinde kullanılmakta, bunun yanı sıra bazı ülkeler 5 tarafından da enerji üretmek maksadıyla üzerinde çalışılmaktadır . Toryum yeni tip enerji üretiminde kullanılacak olması nedeni ile 21. yüzyılın stratejik elementleri arasında yer almaktadır. Nükleer enerji hammaddesi olması nedeni ile nükleer santrallerde kullanılabilecektir. Türkiye geleceğin stratejik hammaddelerinden toryumum en geniş rezervlerine sahip ülkedir. Uranyumdan sonra en önemli radyo aktif 6 element olarak gösterilmektedir . Türkiye çeşitli ve zengin mineral yeraltı kaynaklarına sahip bir ülkedir. Bunları işletme hakkı da devlete aittir. Özelleştirme kapsamında, özellikle stratejik olarak nitelendirilen madenlerin özelleştirilmesinin yarattığı olumsuzlukların giderilmesine ilişkin çalışmalar yapılması ihtiyaç haline gelmiştir. B. Fosil Kaynaklar Kömür rezervlerinin yüksek olduğu ve enerji ihtiyacını uzun bir süre karşılayacağı bilinmektedir. Önemi, petrol ve gazın azalmasından sonra daha fazla ortaya çıkabilir. Mevcut haliyle elektrik enerjisinin %20 kadarını karşıladığından ekonomik değeri vardır. Ancak stratejik önemi çok fazla olan bir kaynak olarak algılanmamaktadır. Petrol ve gazın önemi ise tartışılmazdır. Alternatif enerji kaynağı bulma çalışmaları devam etmekle birlikte geniş bir alanda kullanılmakta olan petrol, daha uzun yıllar esas enerji kaynağı olmaya devam edeceğinden stratejik olma niteliğini de koruyacaktır. Mevcut durumu itibariyle, rezervlerimizin kısıtlı olduğu bilinmektedir. Türkiye’nin bu açıdan önemi, şimdilik intikal yolları üzerinde bulunması ve boru hatlarının bir noktada terminal teşkil edecek durumda olmasından kaynaklanmaktadır. Hâlihazırda dış politikanın oluşmasında, Türkiye’nin www.boraxtr.com/boraxtr/ borpolitikasi/Ayda Polat Borun Stratejik Onemi.doc 5 Necati Yıldız, “Altın, Strateji ve Stratejik Maden”, Habermaden.com, 17 Mart 2009. 6 “Türkiye’de Nükleer Kapasitenin Kurulması ve Stratejik Toryum Madeni”, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, Ocak 2007,forumaden.com/forum/index.php?topic=953.0;wap2 43 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi Doğu gaz ve petrolünü Batı’ya bağlayacak bir coğrafi konumda olması, Doğu ve Batı ile olan siyasi ilişkilerindeki oluşturduğu denge ve bu nedenle hem Batı, hem de Doğu nezdinde güvenli ülke olarak görülmesi önemli bir rol oynamaktadır. Hatta Ermeni Açılımı, Kürt Açılımı (Demokratik Açılım) gibi yeni dış politika oluşumlarında, dış güçlerinde teşvik ve yönlendirmesi ile enerji hatları, dolayısı ile enerji güvenliği düşüncesinin önemli payının olduğunu söylemek mümkündür. Diğer taraftan yeni aramalar yapılmaktadır. Özellikle Karadeniz’de yeni zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunacağı yönünde beklentiler vardır. Yeni Türk Petrol Yasası: 5574 sayılı Türk Petrol Kanunu 17/01/2007 tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir. Ancak 06/02/2007 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından 2, 4, 19. ve Geçici 1. maddelerinin tekrar görüşülmesi istemiyle Meclis’e iade olunmuştur. Bu tarihten sonra tasarı üzerinde kesinleşmiş bir işlem yapılmamış ve kanunlaşmamıştır. Özellikle petrol gelirlerinin çıkan ilin özel idarelerine aktarılması konusu son derece sakıncalı görülmektedir. Tasarı, TBMM Sanayi Enerji Tabii Kaynaklar Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na geldiyse de 3 yıldır komisyondan çıkmamıştır. Mevcut yürürlükte olan yasadaki, yabancı devletlerin doğrudan ya da dolaylı olarak yönetiminde etkili oldukları petrol şirketlerinin petrol faaliyetlerinde bulunamayacakları, taşınır veya taşınmaz mal edinemeyecekleri, tesis kuramayacakları hükmünün henüz sonuçlanmamış taslakta bulunmaması, ulusal güvenlik açısından 7 önemli riskler yaratacaktır . Gündeme yeniden gelmesi muhtemel olan yeni yasada bu hükme, ulusal güvenliği tehlikeye sokmayacak tarzda yer verilmesi faydalı mülahaza edilmektedir. Ayrıca, stratejik önemi olan petrolün, tümüyle dış satım konusu yapılabilmesine imkân tanınmış olması da ulusal güvenlik açısından risk taşımaktadır. Yasa taslağında, ülke gereksinimi için pay ayrılma zorunluluğunun getirilmemesi, ülkeyi tümüyle uluslararası şirketlerin ya da yabancı devletlerin kararına bırakmak anlamına gelmekte ve bu durum, ulusal güvenlik, ulusal çıkarlar ve kamu yararıyla bağdaşmamaktadır. Üzerinde yeniden çalışılmakta olan Türk Petrol Yasası’nın, ulusal güvenlik açısından sıkıntılar yaratmasından dolayı, yeniden ele alınırken, hassasiyetlerin giderilmesine özen gösterilmesinde fayda mütalaa edilmektedir. 7 ANKA Haber Ajansı, 16.02 2007. 44 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu Münhasır Ekonomik Bölge Diğer taraftan enerji kaynaklarını sadece sınırlar içinde düşünmek de yeterli değildir. Karasuları ve kıta sahanlığının ötesinde Münhasır Ekonomik Bölge’yi de bu kaynaklar içinde mütalaa etmek, hak ve menfaatleri bu bölgelerde de elde etmek ve korumak önemlidir. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Akdeniz’in paylaşılması konusunda hamle yaparak anlaşmazlık yaratmışlardır. Bu konuya Mısır ve Lübnan da dâhil olmuştur. Sorun, Yunanistan’ın Meis, Girit, Kerpe’yi birleştiren hattı temel alarak başta Mısır ile olmak üzere Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etme çabalarıdır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de (GKRY) ortay hatları esas alarak Lübnan ve Mısırla MEB sınırlandırmasına yönelik anlaşmalar yapmıştır. Yapılan bu anlaşmalardan sonra GKRY 13 adet petrol ruhsat sahası ilan etmiş, uluslararası petrol şirketlerini ilan edilen bu alanlara davet ederek işletilmesini istemiştir. GKRY aynı zamanda, KKTC’nin de hakkına tecavüz ederek bu alanlarda da ruhsat vermek için ihale açmıştır. Yunanistan ve GKRY, Türkiye’nin aleyhine olarak, Doğu Akdeniz’deki açık deniz alanının büyük bir kısmını elde etme çabası içindedir. Konu sadece petrol ile de sınırlı olmayıp, bu durum MEB olarak kabul edilen sahalardaki tüm deniz altındaki kaynakların işletme ve kullanım hakkını 8 elde etme çabasıdır . Bu konuda yakın bir gelecekte sorunlar yaşanacağı öngörülmektedir. Uluslararası hukuk alanında gerekli mücadelenin verilmesi ve bunda ısrarlı olunması zorunlu duruma gelmiştir. Gerektiğinde stratejik kaynaklar üzerindeki hak ve menfaatlerimizin korunması için güç kullanılması da söz konusu olabilecektir. Bu konu da ulusal güvenlikle doğrudan ilgili bir husustur. C. Su Kaynakları Stratejik yeraltı kaynaklarından su, uzun süredir önemli bir konu olmakla birlikte özellikle son yıllarda hassasiyet arz eden bir konu olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuya doğrudan etki eden faktörlerin içinde Küresel Đklim Değişikliği önemli bir yer tutmakta ve bunun su kaynakları ile birlikte doğrudan ulusal güvenliği etkisinin olduğu belirlenmiş bulunmaktadır. 8 “Akdeniz Türkiye’ye Kapanıyor mu?” Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, 2007. 45 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi 4. KÜRESEL ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐ Güneş ışınları yeryüzünü ısıtmakta, bir kısım ışın, doğanın tabii örtüsü tarafından tutularak yeryüzünün yeteri kadar sıcak kalmasını sağlamakta, kalan ışın tekrar atmosfere yansımaktadır. Ancak son zamanlarda fosil yakıtların artması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve ozon tabakasının incelmesi gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış göstermekte ve 9 sera etkisi yaratmaktadır . Bu durumda ışınların bir kısmı, atmosfere salınan gazların birikerek sera etkisi yaratmasından dolayı yeryüzünden yansıyarak atmosfer dışına çıkamamaktadır. Atmosferden dışarı çıkması gereken ışınların yeryüzü tabakası ile atmosfer arasında sıkışıp kalması da sıcaklık artmasına sebep olmaktadır. Đşte “Küresel Isınma” olarak nitelendirilen ve “Küresel Đklim Değişikliği”ne neden olan konu budur. Yeryüzündeki ısı bugünkü değerlere göre her on yılda 0,1 derece artmaktadır. Küresel ısınmadan dolayı eski dengelere oranla 1-2 derecelik bir artış olmuştur. Halen birçok su kaynakğının kuruduğuna, bazı göllerin küçüldüğüne, bazılarının yok olduğuna, çiçeklerin erken açtığına, bitkilerin zamansız meyve verdiğine, bazen de vermediğine, buzların eridiğine ve ana kütleden koptuğuna, fazla miktarda suyun dolaşıma girdiğine, sel felaketlerinin, çığ olaylarının, fırtına ve kasırgaların arttığına şahit olunmaktadır. Kuzey yarımkürede kar örtüsü ve buz kalınlıkları azalmıştır. Nehirler kirlenmiş ve suyu azalmıştır. Önümüzdeki 100 yıllık bir dönemde de gerekli tedbirler alınmadığı ve büyük çapta doğal değişiklik olmadığı taktirde küresel ısıda 3 derece kadar daha bir artış olacağı beklenmektedir. Bu ısınma, toplam su döngüsünün değişmesine, tropikal bölgelerde daha fazla suyun buharlaşmasına, kuzey yarımkürede daha fazla yağmur yağmasına, buzulların daha çok erimesine, denizlerin yükselmesine, kıyı ekosistemlerinin olumsuz etkilenmesine, kuraklığın ve sellerin artmasına, tarım alanları, ormanlar ve meraların azalmasına, çölleşmenin artmasına ve iklim kuşaklarının yer değiştirmesine sebep olacaktır. Yükselen deniz seviyesi Hollanda’yı, Pasifik adaları’nı, Hint Okyanusu’ndaki adaların büyük bir kısmını sular altında bırakacaktır. Buzulların erimesi sonucu okyanuslardaki ve dolaylı olarak tüm denizlerdeki tuz dengesi bozulacaktır. Bu durum iklim şartlarını 9 Emel Aktaş, “Küresel Đklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83, s.44 46 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu dengede tutan “Gulf Stream” gibi sıcak su akıntılarının işlevinin bozulmasına sebep olacaktır. Çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak Đskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, devamında Đngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı değerlendirilmektedir. Avrupa nüfusunun %10’nun kendi ülkelerini terk ederek coğrafi olarak daha güneyde yer alan Türkiye, Cezayir, Fas, Mısır ve Đsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç edebilecekleri ifade edilmektedir. Yaşanacak büyük doğal felaketler sonucunda insanların susuzluk, kuraklık, açlık ve salgın hastalıklarla 10 karşı karşıya kalabilecekleri düşünülmektedir . Diğer taraftan küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişikliğinin, insan yapımı karbondioksitten değil, güneşin sıcaklığının gittikçe artmasından kaynaklandığı, zararının fazla olmayacağı, hatta kışların ılıman olmasından dolayı verimin artması gibi faydalı yönlerinin de görüleceği 11 iddiasını ileri süren bilim adamları da bulunmaktadır . Fakat bunun geçerlilik durumunun zayıf bir ihtimal olduğunu yaşanan ortam göstermektedir. Küresel iklim değişikliğinin sonucu olarak, dünya nüfusunun gittikçe artmasına karşılık su kaynaklarında olan azalmadan dolayı su güvenliği, gıda güvenliği, enerji güvenliği, yaşam alanı güvenliği konuları, öncelikli konular haline gelecek, ülkeler bir diğerinin aleyhine olarak yaşam şartlarını düzetme çabası içine gireceklerdir. Bu durum, mevcut istikrarsızlıkları arttırabilecek, istikrarlı bölgeleri istikrarsızlaştırabilecek, gerilimleri ve çatışmaları tetikleyebilecek, güvenlik konusunu gittikçe artan bir şekilde ön plana çıkaracak ve dünya güvenlik sorunları ile karşı karşıya kalabilecektir. 5. KÜRESEL ĐKLĐM DEĞĐŞĐKLĐĞĐNĐN TÜRKĐYE’YE ETKĐLERĐ Küresel iklim değişikliğinden doğal olarak Türkiye de etkilenecektir. Bu etkilenme ortalama sıcaklıklarda artış, yağış miktarı ortalamasında azalma ve yağış rejiminde düzensizlik olarak hissedilecektir. Bazı bölgelerde kuraklık oranında artış görülürken, bazı bölgelerde de sel baskınları ile karşılaşılacaktır. Marmara bölgesinde nispeten az olmak 10 a.g.e. www. Milliyet.com.tr, Đngiltere Surrey Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Vincent Marks ve Londra Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Stanley Feldman’ın ortak kitabı, 23 Haziran 2009. 11 47 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi üzere, diğer bölgelerde ciddi ölçüde kuraklıkla karşı karşıya kalınacaktır. Kar kalınlıklarında göreceli bir azalma, akarsu akımında önemli değişiklik olabilecektir. Bunun sonucunda içme suyunda, sulamada, suyun sanayi amaçlı kullanımında, hidroelektrik üretiminde sorunlarla karşılaşılacaktır. Hidroelektrik üretimindeki azalmanın, fosil yakıt, termik ve nükleer enerji üretiminde artışa yönelmeyi gerektirmesi halinde bu sefer küresel ısınmaya karşı alınmakta olan tedbirlerin ihlali ortaya çıkabilecektir. Dünya Bankası’nca hazırlanan bir rapora göre iklim değişikliğinin, Türkiye’nin de dahil olduğu, genelde Avrupa olarak belirlenen, bölgedeki sonuçları, beklenenden daha kötü olacaktır. Rapora göre iklim değişiminin sonuçlarından olan deniz seviyesinin yükselmesi, bölgenin dört havzasını (Baltık Denizi, Adriyatik’in doğu kısmı ve Türkiye’nin Akdeniz Kıyıları, Karadeniz, Hazar Denizi) ile Rusya’nın Kuzey Buz Denizi kıyılarını etkileyecektir. Bu etkilenmede fırtına taşkınları ve tuzlu deniz sularının yeraltı sularına sızması dikkat çekici düzeyde olacaktır. Raporda, deniz düzeyindeki yükselmenin Karadeniz'de Rusya, Ukrayna ve Gürcistan kıyılarını şimdiden 12 etkilemeye başladığına dikkat çekilmiştir . Ancak diğer taraftan Türkiye’nin farklı bölgelerinde farklı iklim yapısı içinde bulunmasından dolayı, küresel iklim değişikliğinden diğer ülkelere kıyasla daha az ve daha geç etkileneceği yönünde değerlendirmeler de bulunmaktadır. Kullanılan ve kişi başına düşen su miktarı bakımından dünya ortalamaları ile kıyaslandığında Türkiye, düşünüldüğü gibi zengin değil, sınırlı su kaynaklarına sahip ülkeler arasındadır. Türkiye, yağışın azalması ve sıcaklıkların artması, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarındaki suyun azalması sonucunu ortaya çıkaracak ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalabilecektir. Hidroelektrik enerji üretiminde azalma olacak, bu durum gittikçe artan enerji ihtiyacını da olumsuz yönde etkileyecektir. Bunun doğal bir sonucu olarak sanayi ve ekonomi alanlarında da olumsuzluklar yaşanacaktır. Enerji üretiminde yaşanacak sıkıntı, ülkemizin zaten yüksek olan enerjideki dışa bağımlılık oranını arttırarak ülkemiz dış politikasının stratejik dengelerini ve ulusal güvenliğimizi 13 tehdit edecek neticeler yaratabilecektir . Türkiye, diğer ülkeler gibi küresel iklim değişikliğinden etkilenecek ve bunun sıkıntılarını çekecek bir ülke olmakla beraber, bilinen 12 www.usakgundem.com, Dünya Bankası Đklim Değişiklik Raporu “Türkiye’yi de Kapsayan Havzada Beklenen Daha Kötü Sonuçlar",1-12 Haziran 2009. 13 Emel Aktaş, a.g.e., 2009, s.48. 48 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu olumsuzluklarla, diğer ülkelere kıyasla daha geç ve nispeten daha az karşı karşıya kalabilecektir. Yaşam alanı kısıtlamalarının Kuzey Kutbundan başlayıp, Đskandinav ülkelerine, Đngiltere’ye, Batı Avrupa ve oradan da Doğu Avrupa’ya doğru yayılacağı dikkate alınarak, göçlerin de bu bölgelerden, nispeten yaşam alanı daha elverişli olan Türkiye’nin de dahil olduğu Akdeniz ülkelerine doğru olacağı beklenmektedir. Dolayısı ile çatışma ve istikrarsızlığın daha çok görülebileceği bölgelerin de başta Türkiye olmak üzere Akdeniz ülkelerinde olacağı 14 düşünülmektedir . 6. SINIR AŞAN SULAR Su açısından sınırlı kaynaklara sahip ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin, diğer Orta Doğu ülkelerine nazaran daha iyi imkânlara sahip olduğu, hatta sınır aşan suların kaynağının kendisinde olması nedeniyle bu konuda inisiyatif sahibi olduğu bilinmektedir. Küresel ısınmanın artmasıyla çeşitli şekillerde nehirlerin sularında da azalma olacaktır. Bu durum, aynı sudan yararlanan ülkelerin aşırı talepleri ile karşı karşıya kalma olasılığını arttırmaktadır. Hatta bu konu geçmişten başlayıp halen devam eden bir anlaşmazlık konusu olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Irak ve Suriye, Dicle ve Fırat’ın sularının eşit paylaşımını istemektedir. Sınır Aşan Sular statüsünde olan bu sular, uluslararası su konumuna sokulmak istenmektedir. Gelecekte bu sularda azalma oldukça, kuraklık arttıkça taleplerin karşılanması için her çareye başvurulabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bir zamanlar Suriye’nin PKK terör örgütüne verdiği desteğin sebeplerinden birinin de sınır aşan sulardaki anlaşmazlık olduğu hatırda tutulmalıdır. Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin su kaynaklarının kullanılması konusundaki tutumunun da dikkate alınmasında fayda görülmektedir. Özellikle AB, diğer ülkeler ve organizasyonlar tarafından talep edilen, su kaynaklarımız üzerindeki kontrol ve olası kısıtlamalar, bizi, hem kendi kaynaklarımıza hükmedemememiz durumuna sokacak hem de büyük bir özenle koruduğumuz egemenliğimizin paylaşılması sonucunu gündeme getirecektir. AB müzakere dosyalarından “Çevre” başlığı kapsamındaki su kaynaklarının kontrolü konusuna özel dikkat sarf edilmesi gerekmektedir. Bütün bunların yanında elverişli yaşam alanı aramak durumunda kalacak olan özellikle Avrupa ülkelerinin, Türkiye’ye yapmaları muhtemel kitlesel göçün yaratacağı sıkıntıların yanında, 14 Armağan Kuloğlu, “Küresel Đklim Değişikliğine Đlişkin Güvenlik Algılamaları ve Türkiye”, Ekoenerji Dergisi, Sayı: 31, ss.46-49. 49 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi siyasi ve askeri beklenmektedir. olarak da Türkiye’yi etkilemeye çalışacakları Dolayısı ile Türkiye’nin hem su kaynakları, hem de yaşam alanı cazibesi nedeniyle güvenliği olumsuz yönde etkilenecek ülkelerin başında geleceği değerlendirilmektedir. Açıklanan bu durum çerçevesinde Türkiye’nin de, küresel iklim değişikliğinden başta hidroelektrik enerji olmak üzere her yönden ve özellikle güvenlik açısından etkilenecek hassasiyette bir ülke olması nedeniyle, olası olaylara karşı alması gereken önlemleri ortaya çıkarabilmesi ve tedbirlerde ön alabilmesi için güvenlik senaryoları ortaya koyması ve üzerinde çalışılması gerekli görülmektedir. 7. YENĐLENEBĐLĐR ENERJĐ KAYNAKLARI Yenilenebilir enerji kaynağı olan suyun yanında, ülkemizde oldukça verimli kapasitede kullanılabilecek olan jeotermal, rüzgâr ve güneş enerjisinden yararlanabilme yönünde, özellikle son yıllarda özel teşebbüsün katkıları ve gayreti ile yapılan çalışmalar memnuniyet vericidir. Ancak genel elektrik ve ısı enerjisi üretimi içindeki yüzdesi az olduğundan stratejik olarak değerlendirilmemektedir. Su dışındaki bu kaynaklardan azami istifade sağlansa dahi, Türkiye’nin enerji ihtiyacına katkısı, %5’i geçemeyecektir. Aslında bu oranın, dünyanın bu yöndeki enerji üretimi ile kıyaslanması halinde, iyi bir oran olduğu görülecektir. Su kapasitesinin azamisi kullanıldığında da, Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacındaki artış da dikkate alındığında, ihtiyacının %30’u kadarı karşılanabilecektir. Bu nedenle geri kalan %65 civarındaki elektrik enerjisi ihtiyacının diğer enerji kaynaklarından karşılanması zarureti bulunmaktadır. Halen bu ihtiyaç büyük bir çoğunlukla doğal gaz, daha sonra kömür, daha sonra da petrol ile çalışan santraller ve diğer üretim kaynaklarından karşılanmaktadır. Ülkemizde doğal gaz santrallerine, kolay ve ucuz kurulduğu için rağbet edilmektedir. Ancak bu durum özellikle başta Rusya olmak üzere hem elektrik, hem de ısı enerjisi ihtiyacı açısından Ülkemizi dış ülkelere bağımlı duruma getirmekte ve bağımlılık gittikçe artmaktadır. Enerji konusunda petrol bağımlılığı da dikkate alındığında bu durum, ulusal güvenlik açısından sorun teşkil etmektedir. Ayrıca bu yolla elde edilen enerji de pahalıya mal olduğundan, ülke ekonomisi ve halkın refahını olumsuz yönde etkilemektedir. 8. NÜKLEER ENERJĐ Açıklanan bu nedenlerle nükleer enerjiye önem verilmesi zarureti doğmaktadır. Bu teşebbüs aynı zamanda Türkiye’nin, nükleer teknoloji 50 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu alanında söz sahibi olmasına ve güvenlik açısından da güç kazanmasına imkân sağlayacaktır. Bu çalışmaya kısa vadede hız verilmesi ve başlanması, orta vadedeki üretimde hedef olarak da, doğal gaz ile üretilen enerjinin nükleer santrallerden karşılanmasını sağlayacak düzeye getirilmesi olmalıdır. Türkiye’nin ulusal güvenliğini olumsuz yönde etkileyen petrol ve doğalgazdaki (hidrokarbonlar) dış bağımlılık, gelecek nesillerin yaşamını ciddi şekilde tehdit eden küresel ısınma ve enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gerekliliği gibi etkenler, bize nükleer seçeneği ciddi şekilde ele almamızın gerekli olduğunu göstermektedir. Büyüyen ekonomisi, hızlı sanayileşmesi ve yükselen nüfusunun etkisiyle, Türkiye’nin toplam enerji ihtiyacı her sene ortalama %8 civarında artmaktadır. Bu artışın daha fazla olabileceğine ilişkin düşünceler de bulunmaktadır. Artışı karşılayacak üretim kapasitesinin mevcut şartlar itibariyle oldukça uzağında olduğumuz bilinmektedir. Su hariç diğer yenilebilir enerji kaynaklarının enerji sorunumuzu çözmekten ziyade, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesinde önemli bir katkı unsuru sağlayacağı bir gerçektir. Bu konuların ışığında nükleer enerji, sürdürülebilir bir enerji üretim metodu olarak karşımızda çıkmaktadır. En son teknolojiyle donatılmış bir nükleer reaktör ve dikkatli tesis yönetimi ile uzun vadede istikrarlı elektrik üretiminin gerçekleştirebileceği ve böylece hidrokarbona fazla bağımlı olmadan ülkenin artmakta olan elektrik tüketiminin önemli bölümünün 15 karşılanabileceği hesaplanmaktadır . Diğer taraftan nükleer enerji santralleri ileri teknoloji ürünü tesisler olup, bu nedenle nükleer enerji üretimine yönelik tesislerin güvenlik ve kalite kültürünün ülkemizde yerleşmesinde ve gelişmesinde önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Nükleer enerji üretimi için kurulacak tesislerin, nükleer teknoloji alt yapısının gelişmesine katkı sağlayacağı aşikârdır. Ayrıca, nükleer santrallerden üretilecek enerjinin, ülke enerji üretim sepetine çeşitlilik getirebilecek bir seçenek olduğu da bilinmektedir. Nükleer santraller günümüzde yüksek yük faktörü ile çalışabilen ve lisanslama kuruluşları tarafından sürekli denetime tabi tutulan tesisler olarak dünya enerji üretiminde önemli bir paya sahiptir. Nükleer enerjiye dayalı sistemler, fosil kaynaklı enerji üretim sistemlerinin neden olduğu sera gazı emisyonuna neden olmamaktadır. Bu nedenle, küresel ısınma ve iklim değişikliğine neden olan CO2 emisyonunun azaltılmasında, diğer yenilenebilir kaynakların yanında, 15 Cenk Sidar, “Nükleer Enerji: Fırsat mı, Tehdit mi?”, Radikal Gazetesi, 16.05.2008. 51 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi önemli bir seçenek olacaktır. Ayrıca, azot oksitleri ve sülfür oksitleri 16 salmadığı için asit yağmurlarına da neden olmayacaktır . Nükleer santrallerde, işletme inisiyatifi ve yakıt malzemesi olan zenginleştirilmiş uranyum elde etme olanağı bulunmayacağından ve tamamen dışa bağımlı bir statüde olacağından nükleer enerji, Türkiye için ekonomik değeri olan, fakat stratejik olamayan bir konumda olacaktır. Ancak bu konudaki bağımlılığın kabul edilebilir bir seviyeye çekilmesi ve kirliliği de kontrol altında tutacak tedbirlere önem verilmesi halinde nükleer enerjiye sahip olma durumu, nükleer teknolojiye de sahip olmayı beraberinde getirebilecek ve konu, stratejik önem kazanacaktır. Bu nedenle başlangıçta bağımlılığın kabul edilebilir seviyede olmasına özen gösterilmesi, sonra da kendi inisiyatifimizle yönetebileceğimiz bir nükleer enerji üretimi politikasının uygulanması, ulusal çıkarlarımız ve güvenliğimiz açısından da gerekli görülmektedir. DEĞERLENDĐRME VE SONUÇ Gelecekte doğal ve enerji kaynaklarına artan ihtiyaç nedeni ile Türkiye’nin, diğer ülkelerin aşırı ve kendi aleyhine olacak talepleriyle, kitlesel göçün yaratacağı ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalacağı değerlendirilmektedir. Bütün bunların sonucu olarak da bölgenin istikrarsızlaşacağı, çatışmalara neden olacağı düşünülmektedir. Uluslararası ilişkilerin hiç birinde egemenliğin paylaşılması söz konusu olmamalıdır. AB her ne kadar egemenliğin paylaşımını öngörse de, AB’nin önde gelen ülkelerinin bu konuda taviz vermediği ve ulusal menfaatleri konusunda hassasiyet gösterdikleri göz önünde tutulmalıdır. Milli hedefler sadece elde edilmesi amaçlanan hedefler olmayıp, aynı zamanda elde edildiğinde veya elde bulundurulduğunda muhafaza edilmesi gereken değerleri de kapsamaktadır. Bu nedenle IMF istekleri, AB uyum yasaları ve müzakere başlıklarına ilişkin konular ve diğer siyasi düşüncelerle, elimizdeki inisiyatif terk edilmemeli, egemenlik haklarımız daima gözetilmelidir. Özelleştirme kapsamı genişletilen ve özellikle stratejik değeri bulunan madenler ve mineraller konusunda teknolojik çalışmaların yanında, ulusal çıkarları, dolayısı ile ulusal güvenliği gözeten yeni hukuki çalışmalar yapılmalıdır. Veto edildikten sonra yeniden üzerinde çalışılan Türk Petrol Yasası, ulusal çıkarlar ve güvenlik konuları dikkate alınarak düzenlenmelidir. Münhasır Ekonomik Bölge konusunda Doğu 16 http: www.enerji.gov.tr/nukleerenerji.htm, Son düzenleme: 26. 08. 2007. 52 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Armağan Kuloğlu Akdeniz’de karşılaşılan haksızlığın giderilmesi, bu konuda karşılaşılması kuvvetle muhtemel krizin, sağlıklı bir şekilde yönetilmesi için gerekli hazırlıkların yapılması, gerektiğinde güç kullanılması durumunun dikkate alınmalıdır. Türkiye, su kaynaklarının tasarruflu ve verimli kullanılması, sınır aşan suların durumunun takip edilmesi ve çıkarlarının korunması konusunda bir çalışma ve buna ilişkin plan yapması ve takip etmesi için organize olmalıdır. Enerji arz güvenliği konusunda yapılmakta olan çalışmalarda yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önemi vermeli, diğer alternatif kaynakların kullanılması yönünde çalışmalar yapmalıdır. Küresel iklim değişikliği, bunun sonuçları ve Türkiye’ye olan etkileri hakkında kamuoyu aydınlatılmalı, eğitimde bu konuya yer verilmeli ve medya bu konuyu hayati olarak değerlendirerek gerekli katkıyı sağlama konusunda hassasiyet göstermelidir. Küresel iklim değişikliğin yaratacağı etkileri azaltmak ve ondan korunmak maksadıyla alınacak tedbirlerin yanında konu, ulusal bir güvenlik sorunu olarak algılanmalı, çeşitli güvenlik konularının yanında küresel iklim değişikliğinin askeri güvenliğe etki edeceği düşüncesi ile gerekli tedbirler alınmalıdır. Nükleer enerji tedariki çalışmaları yapılmasına özen gösterilmelidir. KAYNAKÇA AKTAŞ, Emel: “Küresel Đklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83. ANKA Haber Ajansı, 16.02 2007. HANEBERG, Williham C.: “Natural Resources and National Security”,Encyclopedia of Espionage, Inlellgence and Security, 2004. KLARE, Michael T.: “Küresel Çatışmanın Yeni Alanları Kaynak Savaşları”, Çev.Özge Đnciler, Đstanbul: Devin Yayıncılık, 2005. KULOĞLU, Armağan: “Küresel Đklim Değişikliğine Đlişkin Güvenlik Algılamaları ve Türkiye”, Ekoenerji Dergisi, Sayı: 31. KULOĞLU, Armağan: “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri”, Beykent Üniversitesi BÜSAM Dergisi, C.1, S.3, 2009 Đlkbahar. POLAT, Aydın: “Bor Madeninin Türkiye Açısından Ekonomik ve Stratejik Önemi”, www.boraxtr.com/boraxtr/ borpolitikasi/Ayda Polat Borun Stratejik Onemi.doc 53 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,38-54 Türkiye’nin Stratejik Yeraltı ve Enerji Kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi SĐDAR, Cenk: “Nükleer Enerji: Fırsat mı, tehdit mi?”, Radikal Gazetesi, (16.05.2008). Stratejik Araştırmalar Enstitüsü: “Türkiye’de Nükleer Kapasitenin Kurulması ve Stratejik Toryum Madeni”, Ocak 2007, forumaden.com/forum/index.php?topic=953.0;wap2 Türk Deniz Araştırmaları Vakfı : “Akdeniz Türkiye’ye Kapanıyor mu?”, 2007. YILDIZ, Necati: “Altın, Strateji ve Stratejik Maden”, Habermaden.com, 17 Mart 2009. www.enerji.gov.tr/nukleerenerji.htm, Son düzenleme: 26. 08. 2007. www. Milliyet.com.tr, Đngiltere Surrey Üniv.den Porf. Vincent Marks ve Londra Üniv.den Prof. Stanley Feldman’ın ortak kitabı, (23 Haziran 2009). www.usakgundem.com, Dünya Bankası Đklim Değişiklik Raporu “Türkiye’yi de Kapsayan Havzada Beklenen Daha Kötü Sonuçlar" ,1-12 Haziran 2009. 54 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 38-54 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY CUMHURĐYET’ĐN KURULUŞ SÜRECĐNDE “VATAN”, “MĐLLET”, “DEVLET” VE “TARĐH” TARTIŞMALARI Yrd.Doç.Dr.Hasan AKBAYRAK∗ ÖZET Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan, tam bir kayıtsız şartsız teslimiyet olan Mondros Ateşkes antlaşmasını imzalayarak çıkar. Devletin başkenti işgal edilir, meclis dağıtılır, seçilmiş hükümetin önder kadrosu yurdışına çıkar ve ülke fiilen işgal kuvvetleri komutanlığı tarafından yönetilmeye başlanır. Anadolu’da başlayan direnişin, Amasya’da ilan edilen siyasi program hedefine yönelik olarak merkezi bir siyasi önderlik tarafından sevk ve idare edilmesi sürecinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, “millî” yönetim tesis edilir. Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, işgale karşı başlattığı “Kurtuluş Savaşı”, Đmparatorluktan geriye kalan yegane vatan toprağı olarak Anadolu’yu öne çıkarır. Böylelikle, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, Đmparatorluğun Anadolu’ya sıkışan toprak ve Müslüman-Türk unsura daralan demografik alt yapısı ile, Anadolu’nun, Türk milletinin ülkesi olduğunu öncelikle gündemine alan bir “millî tarih” anlayışı oluşmaya başlar. Anahtar Kelimeler: Türk Milleti, Milli Tarih, Anadolu, Vatan, Misak-ı Milli ABSTRACT At the end of the the First World War, the Otttoman Empire signed the Mondros Armistice Agreement which means an absolate complete unconditional surrender. Istanbul, the Capital of the Empire is occupied, the Ottoman National Assembly is dispersed, legal government leaders are sent to exile outside the country and the country is began to be ruled by occupation forces commander as de facto. Resistance which began in Anatolia aims to attain the goal of the political program declared in Amasya in conjuction with this the Grand National Assembly opened in Ankara in 1920, thus “national” administration was installed. The Grand National Government lunching “Liberation War” against the occupying forces enhanced the importance of Anatolia which is the only land left out from the Empire. When the Balkan and the First World War ended the Empire’s land and Muslim-Turkish population with its narrowing demographic sub-structure was congested in Anatolia constituted a “national history” approach of agenda includes the primary fact that Anatolia is country of Turkish people. Key Words: Turkish Nation, National History, Anadolu, Country, Misak-ı Milli (National Declaration) GĐRĐŞ Birinci Dünya Savaşı sonunda, “Şark meselesi”nin emperyalist çözümü sürecinde Türklerin, Anadolu coğrafyası üzerinde siyasi varlığının ∗ Beykent Ünivesitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected]. Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları meşruiyeti de tartışılmıştır. Türklerin, “Önasya”da siyasi varlıklarını egemen bir devlet olarak devam ettirmesinin tarihsel meşruiyetinin tartışıldığı bu süreçte dönemin belli başlı tarihçileri, yaşanılan siyasi sürece entellektüel bir müdahale şeklinde tartışmalara katılmış ve görüş oluşturmuştur. Bu çalışmada, ulus-devlet kuruluş sürecinde bu tartışmaya katılan Türk tarihçilerinin, “vatan”, “millet”, “devlet” ve “tarih anlayışı” konusunda “milli” bir duruş oluşturulmasına katkıları ortaya konmaya çalışılacaktır. Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzaladığı ve galip devletlere istedikleri yeri, kendi geçerli sayacakları gerekçelere dayanarak işgal etme hakkı tanıyan Mondros Ateşkes antlaşmasının yarattığı koşullarda, Đttihâd ve Terakkî Partisi’nin önderlerinin ülkeyi terk etmeleri ve Padişah Altıncı Mehmed Vahidettin’in Meclis-i Mebusan’ı dağıtması ile ülkede siyasî yönetim boşluğu ve siyasî istikrarsızlık hâkim olmaya başlar. Bu süreç, ülkenin başkentinin fiilen işgal edilmesi ve Yunanistan’ın Đzmir’e asker çıkarmasıyla çok daha dramatik bir hâl alır. Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, ülkede ikili bir yönetim yapısı oluşur: Giderek etkinliği Đstanbul’la sınırlı kalan, işgal altındaki Đstanbul’da Padişah’ın “mutlakiyet” yönetimi ve Ankara’da “millî” yönetim. Đşgal altındaki Đstanbul’un Türk-müslüman ahâlîsi tarafından “Anadolu Harekâtı” olarak isimlendirilen ve sınırları “Misak-ı Milli” kararı ile belirlenen ülkenin işgal edilmesine karşı başlatılan “Kurtuluş Savaşı”, Đmparatorluktan geriye kalan Anadolu’yu öne çıkarır. Daha Đmparatorluk dağılmadan, 1918 yılında, Türk Ocakları içinde de 1 su yüzüne çıkan, Anadolu’yu temel alma anlayışı , Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşan Mütareke şartları, Đmparatorluk’tan geriye kalan yegane vatan parçası olan Anadolu’nun da kaybedilmesi tehlikesini doğurunca, tartışmasız bir şekilde Anadolu’nun, Türklerin “asıl vatanı” olarak kabul edilmesi noktasına varır. “Millî” kavramının, giderek “Anadolu” kavramı ile örtüşmesi şeklinde gerçekleşen bu süreçte, “millî vatan mefhûmu”, “millî tarih” tanımının temelini oluşturmaya başlar. Bu süreç içersinde, Đkinci Meşrutiyet döneminde romantik bir söylem edinen ulusçu/Türkçü akım, “Đttihatçı” ve “Turancı” geçmişinden arınarak, Türk-müslüman unsur içinde kendisine meşruiyet yaratacak ve kabul edilebilir, desteklenebilir bir siyasi söylem olmasına dayanak sağlayacak olan Anadolu’da yürütülen mücadele temelli bir politik söylem edinir. 1 ÜSTEL, Füsun, (1993), “Türk Milliyetçiliğinde Anadolu Metaforu”, Tarih ve Toplum, Ocak 1993, Sayı: 109, s.51-55. 56 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak 1. OSMANLI MĐLLETĐ VE OSMANLI COĞRAFYASININ MĐLLĐLEŞME (TÜRKLEŞME) SÜRECĐ Tanzimat döneminde itibaren “siyasal bir kimlik olarak “Osmanlı”nın icat edilmesi” ve “ortak coğrafya olarak” algılanan “vatan” anlayışının 2 oluşmasıyla , “millî” kavramı bu iki tanıma dayandırılarak îzâh edilmeye başlanır. Đkinci Meşrutiyet döneminde “millî tarih”, Oğuz boyuna bağlanarak eski Türk tarihi ile eklemlendirilen ve Đslâm tarihinin içinde bir süreç olarak konumlandırılarak bu sürecin bir parçası olarak değerlendirilen “Osmanlı tarihi” (Osmanlı devletinin tarihi) olarak algılanır. Đkinci Meşrutiyet döneminin, “Osmanlı milleti”ne ve ulusal ayaklanmalarla sürekli bir değişim ve daralma gösteren Đmparatorluk coğrafyasına dayanan muğlak “millî tarih” anlayışı; Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, Đmparatorluğun Anadolu’ya sıkışan toprak ve müslüman-Türk unsura daralan demografik alt yapısı ile Anadolu ve “Anadolu Türkleri”nin tarihini kapsayan bir “millî tarih” tanımına doğru netleşir. Mütareke döneminde, Osmanlı Türkleri için, “salt bir akademik tartışma 3 konusu olmaktan çıkmış ”, olan tarihçilik tartışmaları, Đmparatorluk’tan arta kalan yegane vatan toprağının Türklerin meşru vatanı olduğunu göstermeye yönelik bir mücadele biçimi hâlini alır. Türklerin, Anadolu coğrafyası üzerinde siyasî varlığını egemen bir devlet olarak devam ettirmesinin tarihsel meşruiyetinin tartışıldığı bu dönemde, tarihçiler de, toprağın ilk sahibinin kimin olduğu tartışması içine girer. Đmparatorluk bakiyesi üzerinde, ulus-devlete geçişi etap etap yaşayan bu tarihçi kuşağı, tarih yazımını, millî politikanın bir parçası olarak bir millî vazife şeklinde görür. Bu geç ulusal tarihçilik, kendi tarihi hakkında Batı’nın daha önceki çalışma ve eğilimlerine karşı bir duruşu ve kendini (geçmişini) savunma anlayışı ile dikkat çeker. “Millî tarih”, Batı tarihçiliğine karşı bir “savunma tarihi” anlayışını da içinde barındırarak gelişir. “Millet” ve “vatan” tanımları üzerine odaklanan “millî tarih” tartışmalarında, “Osmanlı milleti” (millet-i Osmaniye) tanımının, gerçek bir “millet” karşılığı olmadığı herkes tarafından kabul edilmesine rağmen, yeni “millet”in tanımı konusunda farklı görüşler ortaya çıkar. Osmanlı Đmparatorluğu’nu, artık “Türk Đmparatorluğu” olarak tanımlayan 2 ALKAN, Mehmet Ö., (2001). Resmi Đdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce C.1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Ed: M.Ö.ALKAN, Đletişim Yay., Đstanbul, s.385-386. 3 BERKTAY, Halil, (1993). Cumhuriyet Đdeoljisi ve Fuad köprülü, Kaynak Yayınları, Đstanbul, s.23. 57 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları Ahmed Refik (ALTINAY), “Osmanlı milleti” yerine “Osmanlı Türkleri” tabirini kullanmaya başlar. Fuad KÖPRÜLÜ ise, Đmparatorluk’tan geriye kalan coğrafya üzerindeki demografik yapıyı, “Garb Türkleri” ve “Anadolu Türkleri” olarak tanımlar. Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Ali Seydi de; artık, “Türk” kelimesinin, diğer “Akvâm-ı Turâniye”yi kapsamadan, sadece “Garb Türkleri”ni içerecek şekilde kullanılması gerektiğini savunur. Daha 1919 yılında Mülkiye Mektebi’nde öğrenciyken, “Türkiyecilik” şeklinde ortaya çıkan eğilime, “Anadoluculuk” şeklinde “siyasi/ideolojik” yön verme çabası içinde olan ve araştırmalarını Đslâm tarihinden Anadolu tarihine çeviren Mükrimin 4 Halil (YĐNANÇ) ise ; “vatan” kavramı ile “millet” kavramını örtüştürerek, “millî tarih”in, sadece “Anadolu Tarihi” olarak isimlendirilmesi gerektiğini ileri sürer. “Milli tarih” tartışması olarak tezahür etse de aslında, “vatan”, “millet”, “ülke” gibi daha geniş bir muhtevaya sahip ve içinde yaşanılan siyasi konjektöre entellektüel bir müdahale anlamıına gelen bu tartışma sürecine katılan tarihçilerin görüşlerinin belirtilmesi, dağılma ve yeniden kuruluş döneminin anlaşılmasına ışık tutacak niteliktedir. Đşgal altındaki Đstanbul’dan 1920 yılı Ağustos ayında, Đsviçre’de bulunan Đkdam Gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey’e (ORAN) hitaben yazdığı makalede; Türk milletinin hiçbir zaman böyle bir aşağılanma ve hakaret görmediğini, Türk bayrağının hiçbir devirde bu derece ihmâl ve tezyîfe giriftâr olmadığını, Türk pay-ı tahtının hiçbir devirde bu derece yâd ellere geçerek sahibinin utancından yüzü kızarmış, bedbaht ve ıztırâb içinde dolaştığını görmediğini söyleyerek Đmparatorluğun başkentindeki durumu tasvir eden Ahmed Refik (ALTINAY), böyle bir zamanda, Türkün ıztırâblı ruhunu teselli edecek ve uğradığı felaketlerin sebeblerini tarihe dayanarak açıklayacak bir millî tarihin yazılması 5 gerektiğini savunur . “Türkü uyandırmak, ona tarihini anlatmak, mazisinden alacağı kuvvetle istikbâli te’min etmenin mümkün olabileceğine onu ikna etmenin” tarihçilerin en önemli vazifesi olduğunu belirten Ahmed Refik (ALTINAY), Türk milletinin, mazisinin parlak ve şanlı övünçlerini tarihinden okuyarak, ırkının medeniyetleştirici vasıflarını anlayacağını ve hiçbir zaman istikbâlinden ümidini 6 kesmeyeceğini ifade eder . Ahmed Refik (ALTINAY), Türk milletinin bugüne kadar lâyıkıyla özümleyemediği muhtelif milliyetleri “kelime” ile temsîl etme gafletinde bulunarak “Osmanlı” ta’bîrini kabul ettiğini, fakat, ancak, altı yüz sene 4 ÜLKEN, Hilmi Ziya, (1998). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, Beşinci Baskı, Đstanbul, s.477-478. 5 Đkdam: 2 Eylül 1920. 6 Dersaadet: 9 Ağustos 1920. 58 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak sonra, “millet-i Osmaniye” olmadığını anladığını belirtir. Artık, “Osmanlı” ta’bîrinin ilmî bir kıymetinin kalmadığını öne süren Ahmed Refik (ALTINAY), hanedan nâmını taşıyan milletin olmadığını, fakat bir devletin olduğunu, devletin “Osmanlı Devleti”, milletin “Türk milleti” 7 Cihan Savaşı’ndaki mağlubiyetin, “Türk olduğunu yazar . Đmparatorluğu” için adeta bir tasfiye vazifesi gördüğünü ve Đmparatorluğun altı yüz senelik ahalisi arasında bulunan Arap, Arnavud, Dönme gibi “ecnebi bir devletten himaye görmek ümidinde bulunan milletlerin Đslâm oldukları hâlde, servetlerini ve mevcûdiyyetlerini muhâfaza için gayr-ı müslim bir idare altına girmeyi tercih ettiklerini” belirten Ahmed Refik (ALTINAY), bu durumun “Osmanlı milleti” 8 zihniyetinin bittiğinin bir göstergesi olduğunu öne surer . Bir milletin millî mevcûdiyyetinin devamlılığının o milletin hafızası olan tarihiyle sağlanabileceğini ifade eden Ahmed Refik (ALTINAY), millî tarihin, millete, geçmişte nasıl yaşamış olduğunu göstermesinin yanında, gelecekte de, ne surette yaşayacağı konusunda yol 9 göstereceğini öne sürer . “Türk milleti yaşayacaktır, binaenaleyh mevcûdiyyetini idrâk edecekdir, irfanını tarihinden çıkaracak ve tarihine istinaden istikbâlde daha kuvvî, daha metin, daha insani bir millet kuvveti vücuda getirecektir” diyen Ahmed Refik (ALTINAY), Türk milletinin, içine düştüğü felâket karşısında, parlak tarihinden aldığı kuvvetle, geleceğe, ilerlemiş ve 10 medenî bir hâlde hazırlanarak yaşayabileceğini belirtir . Đkinci Meşrutiyet döneminin ilk zamanlarında en şiddetli itirazlara hedef olan “milliyet” fikrinin, artık bir “akîde-i milliye” halini aldığının büyük bir memnuniyetle müşâhede edildiğini belirten Fuad KÖPRÜLÜ ise, Mütareke’den beri şahid olunan elim hadiselerin tazyîkiyle fikirlerde ve ruhlarda ortaya çıkan bu büyük uyanışın, uğradığımız maddi kayıplara 11 karşı yegane ma’nevî kazanç olduğunu ifade eder . “Pancermenizm” ve “Panslavizm” gibi büyük milliyet mefkûrelerinin, başlangıçta, tarih, edebiyat, dil gibi milletlerin geçmişlerine ait ilmî araştırmalardan doğduğunu hatırlatan Fuad KÖPRÜLÜ, bugün Türk tarihçileri, Türklerin mazisini, eski medeniyetini, tarihin kayd edemeyeceği kadar eski zamanlardan beri devam eden Türk “vahdet-i ma’neviyesini”, Türklerin içtimai’ müesseselerini birer birer araştırarak meydana çıkarırlarsa, ancak o zaman millî mevcudiyetimizin unsurlarını 7 Dersaadet: 9 Ağustos 1920. Dersaadet: 9 Ağustos 1920. 9 Dersaadet: 4 Teşrin-I Evvel 1336. 10 Đkdam: 14 Teşrin-I Evvel 1920. 11 Đkdam: 11 Haziran 1922. 8 59 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları lâyikiyle öğrenebileceğimizi belirtir. “Mazisini bizim kadar bilmeyen millet yer yüzünde yokdur ve olamaz” diyen KÖPRÜLÜ, bu gün, nüfusumuzun çoğunun, kendi milliyetimizin aslî unsurlarından habersiz olduğunu, bundan dolayı, henüz millî dili oluşturulmamış, tarihi, edebiyatı, güzel sanatları meçhûl kalmış bir millet için “millî inkişâfa 12 mazhar olmuş” denilemeyeceğini yazar . Fuad KÖPRÜLÜ, tarihi olmayan milletlerin kendilerine “sahte bir mazi” uydurmağa çalıştıkları böyle bir sırada, sadece askeri alanda değil, medeniyet sahasında da iftihar edilecek bir geçmişi olan Türk milletinin, tarihine ilgisiz kalmaması 13 gerektiğini vurgular . Medenî olduğunu iddia eden bir millet için, kendisini yabancılardan öğrenmek kadar utanç verici bir şey olamayacağını söyleyen KÖPRÜLÜ, Türklerin “istiklâl-i ma’nevî”lerini kazanmaları için “millî 14 hars”larını te’sîs etmeleri gerektiğini bildirir . Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Hüseyin Hüsameddin (YAŞAR) de, “kabiliyet-i medeniyesi hiçbir milletten aşağı olmayan ve liyâkat-ı askeriye ve siyaset-i medeniyyesi itibariyle de Asya’da en yüksek milletlerden olarak, asırlardan beri hayat-ı millîyesini kahramanca yaşayan ve siyasi mevcudiyetini cihan-ı medeniyete taşıyan Türklere, kendi tarihini bildirmenin ve kendi varlığını öğretmenin içinde bulunulan 15 koşullarda millî bir zorunluluk” olduğunu vurgular . Hüseyin Hüsameddin (YAŞAR), Medeni milletlerin aydınlarının mensûb oldukları milletin varlığını; tarihini, dilini, coğrafyasını, rûhî ve fikrî ihtiyaçlarını, sosyal gereksinmelerini bulup araştırarak meydana getirdiklerini, bu konularda kütüphaneler dolusu esereler yazdıklarını ve yaptıkları bu işlerden dolayı bunların hiç birinin gerek kendi milleti ve gerek diğer milletler tarafından “milliyetçilik”le ithâm edilerek ayıplanmadıklarını, halbuki bizde, aynı amaç doğrultusunda çalışan insanların “Türkçü” diye ayıplandıklarını öne sürer. Türkçülüğün, ayıplanacak bir kusur değil, teşvik edilmesi gereken bir fazîlet olduğunu belirten Hüseyin Hüsameddin (YAŞAR), Türkçülerin, takib ettikleri gayenin, “bütün medeni milletlerin vücuda getirdikleri âsar-ı ilmîye ve millîyeyi örnek tutarak Türklerin liyâkat-ı medeniyesini bütün âsar-ı mevcudiyesiyle isbât etmek, Türklerin tarihini, dilini, ilini, erenlerini 16 kendilerine bildirmek ve öğretmek” olduğunu söyler . 12 Đkdam: 11 Haziran 1922. Dersaadet: 30 Eylül 1920. 14 Đkdam: 18 Haziran 1922. 15 Đkdam: 4 Teşrin-i Evvel 1919 ve 6 Eylül 1920. 16 Đkdam: 6 Eylül 1920. 13 60 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak Öte yandan, milli tarih tartışmalarına katılan Vakit gazetesinde, “Madem ki, biz bir “millet”iz; hem de büyük bir milletiz; madem ki bizim Asya ve Avrupada yaşanmış binlerce yıllık bir hayatımız vardır, madem ki her hangi bir harsa müstenid olmayan millet hayatının devam imkânı olmadığı hâlde bu millet hâlâ yaşamaktadır; o hâlde Türklerin de bir “millî tarih”i mevcûd olmak lâzım gelir” denilerek okullarda çocuklarımıza neden “milli tarih”in öğretilmediği sorulur ve okutulan tarih kitaplarının “Osmanlı” nâmıyla bir “nasyon”un mevcûd olduğuna inandırmak” amacına yönelik olarak yazılmış oldukları iddia edilir. Mekteplerde okutulan tarih kitaplarının, “çocuğun mefkûresinde yanlış ve muzırr bir telâkki doğmasına bâis” olduğu öne sürülür ve tarihini öğrenen Türk çocuğunun, “Hangi millete mensubsun? Bu millet ne zamandan beri mevcûddur? Hangi tarihde istiklâlini ilân etmişdir?” sorularına, “Ben Türküm, Türkler kabil-ül tarih zamanlardan beri mevcûddurlar. Onlar, mevcûd oldukları günden beri müstakildirler.” 17 şeklinde cevap vermesi gerektiği belirtilir . Vakit gazetesinde; Avrupa’nın, Medeniyeti, Roma’dan, Roma’nın, Eski Yunan’dan, Eski Yunan’ın Mısır’dan, Mısır’ın ise Fenikeliler’den iktibas ettiği, halbuki üç dört bin metre yüksek dağlarla çevrili yaylarda yüzlerce asırdır yaşayan Türklerin kendilerinden daha şarkî bir iklimden medeniyet nâmına hiçbir şey iktibâs edemedikleri, onların “medeniyetin mevcûd ve nâşiri olduklarının”, milli tarih öğretiminin temel vurgusu olması gerektiği üzerinde durulur. Milli tarih bilincinin oluşturulması, üzerinde yaşanılan ülke ile de ilişkilendirilir ve aynı zamanda bir “Millî Coğrafya”ya da şiddetle ihtiyaç olduğu vurgulanır. Bu yönde yapılacak ilk girişim olarak, “hiç olmazsa, umûmî coğrafyanın Türk vatanına aid 18 kısımlarının millileştirilmesi” önerilir . Anadolu’ya sıkışan Türklerin “istiklal mücadelesi” sürerken, işgal altındaki Đstanbul’da, Üniversite’de “Türk Tarih-i Umûmîsi” dersi 1921 yılından itiabaren yeniden okutulmaya başlanır. Osmanlı coğrafyasında “Türkçülük” düşüncesinin gelişmesinde ilk insiyatif alanlardan biri olan “Vav’lı Türk” Necib Asım (YAZIKSIZ), kendisinin de bu dersi vermekle görevlendirilmesi üzerine, tarihimizin menşeini aramanın ve hududunu çizmenin gerektiği üzerinde durur. Bugün itibariyle, medeni milletler hayatına girmiş ve öyle yaşamak azmîni göstermiş olan Türk milletinin umûmî tarihinin nereden başladığının ta’yin edilmesi gerektiğini belirten Necib Asım (YAZIKSIZ), tarih yapmış fakat bunu pek az yazmış olan 19 Türkler için, bunu yapmanın pek de kolay bir iş olmadığını öne sürer . 17 H…, Vakit: 16 Eylül 1920. H…, Vakit: 16 Eylül 1920. 19 Đkdam: 30 Mayıs 1921. 18 61 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Ali Seydi, 1923 yılı Ağustos ayında, “saltanat-ı ferdiye”nin kaldırılarak yerine “saltanatı millîye”nin tesis edilmesiyle, “Osmanlı Đmparatorluğu” ünvânının “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” şekline dönüşmesinin üzerinden nerede ise bir yıl geçtiği hâlde, henüz ba’zı millî ve ilmî isimlerin tesbitinde bir mesafe alınamadığını belirterek, bundan sonra, mekteblerde oktulmakta olan “Tarih-i Millî”nin isminin ne olacağını sorar. Ali Seydi, “Türk milleti” ile “Osmanlı Hanedan-ı Đmparatorisi” arasında sıkı bir bağ olmasına rağmen, bundan sonraki tarihimizi Osmanlı tarihinin bir devamı olarak görmekle beraber, tarihimizi “Osmanlı” ismi ile adlandıramayacağımızı 20 ifade eder . Asıl meselenin, “mazi ile istikbâli te’lîf ve teslîl edebilecek bir ta’bîr-i münasib” bulmak olduğunu öne süren Ali Seydi; “Türkiya”, “Türkiye” ve “Türk” tarihi ta’bîrlerinin uygunluğunu tartışır. “Türkiya” lafının, Fransızca, “La Turquie” kelimesinden türetildiğini ve Türkçe’nin bünyesine uymadığını belirten Ali Seydi, “Türkiye”nin de, bir kıt’a ismi olarak tamamiyle milliyetimizi ifâde edemeyeceğini” ileri sürer. Sadece “Türk Tarihi” demenin de, bizden başka gelmiş geçmiş ve hâlâ mevcûd Türkleri de kapsamasından dolayı sakıncalı olduğunu ifade eden Ali Seydi; yakın bir zamanda “vav” harfi ilavesi ile yazıldığı şeklinde “Türk” kelimesinin sadece Garb Türkleri için, eski şekli olan “Trk” şeklinde yazılarak diğer “Akvâm-ı Turâniye”yi kapsaması hâlinde, “Türk Tarihi” 21 ta’bîrini kullanmanın uygun olacağını savunur . Öte yandan, Đkdam Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmed Cevdet (ORAN), Ali Seydi’nin makalesi üzerine, devletimize, Fransızca’dan bozma “Türkiya” kelimesinin isim olarak verilmesinin, bizimle alay 22 edilmesine sebeb olacağını öne sürer . Bu arada, Darülfünûn Edebiyat Fakültesi Türk Edebiyatı Tarihi Müderrisi Mehmed Fuad (KÖPRÜLÜ), 1921 yılı Eylül ayında, ilk mektep talebesine yanlışsız ve faydalı bir surette tarih öğretmek isteyen 23 öğretmenler için “Millî Tarih” kitabını yayınlar . KÖPRÜLÜ’nün, 1923 yılı Kasım ayında da “Türkiye Tarihi” kitabı yayınlanır. (Đkdam: 20 Teşrin-i Sani 1923) Muhtelif coğrafyalardaki Türkler arasındaki millî uyanışı, Türk tarihinin cihan tarihindeki yerini ve kitabın yazılmasını koşullayan siyasî nedenleri açıklayan geniş bir giriş bölümünü de ihtiva eden Türkiye Tarihi, Cumhuriyet devrinde yazılacak millî tarihler için temel bir yol gösterici olur. 20 Đkdam: 31 Ağustos 1923. Đkdam: 31 Ağustos 1923. Đkdam: 31 Ağustos 1923. 23 Đkdam. 8 Eylül 1921. 21 22 62 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak 2. ANADOLU’NUN “ANAVATAN” OLARAK ÖNE ÇIKMASI Balkan Savaşları sonunda, Đmparatorluğun Rumeli’deki topraklarının nerede ise tamamının kaybedilmesi, Đkinci Meşrutiyet’in ilânı ile devletin resmî politikası konumuna gelen Osmanlıcılık/Osmanlılık yerine Türkçülüğün Đttihâd ve Terakkî Yönetimi tarafından temel politika olarak benimsenmesinin demografik temellerini yaratır. Đttihâd ve Terakkî Yönetimi, ayrıca, Birinci Dünya Savaşı sürecinde, “çok büyük engellere 24 ve acılara rağmen ” hayata geçirdiği nüfus ve iskân politikaları ile Anadolu’nun Türkleştirilmesi yolunda, önemli ilerlemeler de elde eder. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Misak-ı Milli sınırları içersindeki işgale karşı başlatılan “Kurtuluş Savaşı”, Đstanbul basınında “Anadolu Harekâtı” olarak yer alır ve Anadolu’yu, Đmparatorluk’tan geriye kalan yegane vatan toprağı olarak öne çıkarır. Đstanbul’da işgal kuvvetlerinin sansürüne rağmen, Anadolu’daki mücadele, “Anadolu Ahvâli” sütunlarında sürekli aktarılmaya çalışılır. Bu dönemde, “Osmanlı”nın yerini almaya, “Osmanlı” yerine kullanılmaya da başlanan “Anadolu”, 25 işgâl altındaki Đstanbul’daki Türkler tarafından nerede ise mitleştirilir . Ankara Yönetimi tarafından oluşturulan ve Osmanlı Meclisi-i Mebusanı tarafından kabul edilen Misak-ı Milli’nin ülke sınırının Anadolu ile örtüşmesi, Türk milliyetçiliği anlayışının da “Turan”dan “Anadolu”ya daraldığı bir paralel süreç içinde gerçekleşir. Ulus devletin kurulması sürecinde “vatan” mefumu ve “Türk Milliyetçiliği” anlayışı, Anadolu üzerinde örtüşür. “Bugün elimizde sırf Türklere meskûn olmuş bir Anadolu kaldı” diyen Necib Asım (YAZIKSIZ), bu “asıl ve âsil vatanın”, sevgiye, hürmete, korunmaya, şenlendirilmeye lâyık ve muhtaç 26 olduğunu öne sürer . “Avrupa’da, bizim hakkımızda bir sû-i zann var, o da, Türkü, Moğol ve Tatarla karıştırmalarıdır” diye yazan Necib Asım (YAZIKSIZ), Türklerin, Avrupalılar tarafından, “orta boylu, seyrek sakallı, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, gözleri Çinliler gibi çekik, esmer bir mahlûk” olarak 27 görüldüğünü iddia eder . “Allah içün bütün Avrupa ve âleme soruyorum: Bütün Türkiye, Irak, Azerbaycan Türkleri içinde şu ta’rife muvaffık kaç adam gösterebilirler?” diye soran YAZIKSIZ, Anadolu Türklerini de, şu şekilde tasvir eder: “Şimdi bir de Anadolu Türklerinin simalarına bakalım. Bu gün Anadolu’da Türkmen ve Rumelinde yörükler arasında, Tatar simalı fertler bulunmuyor, bilakis pek güzel sarı 24 DÜNDAR, Fuat. Đttihat ve Terakki’nin Etnisite Araştırmaları, Toplumsal Tarih, No: 91, Temmuz 2001, s.43. 25 AKBAYRAK, Hasan: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Millî Bayramlar, Tarih ve Toplum, Temmuz 1987, s35. 26 YAZIKSIZ, Necib Asım: “Vatana Hidmet”, Đkdam, 12 Haziran 1922. 27 Đkdam: 12 Haziran 1922. 63 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları saçlı, gök gözlü dilberler görülüyor. Bunda yabancı halk karışdığı da 28 belli değil .” Ahmed Refik (ALTINAY), Yunanistan’ın Batı Anadolu’yu istîlâ’, Đngiltere ve Fransa’nın Đstanbul’u işgâl ettiği bu dönemde, Avrupa basınında, bu istîlâ’ya tarihî bir meşruiyet sağlamaya yönelik olarak yayınlanan makalelere karşı, Türk tarihçilerinin ne yapması gerektiğine ilişkin 29 değerlendirmeler yapar . Avrupalıların bu “tasaddîne” karşı yapılacak yegane işin, ilmî ve tarihî neşriyat olduğunu belirten ALTINAY, Avrupa’da, Türkü, ilmiyle, tarihiyle, parlak mazisiyle tanıtmak ve özellikle Türklere dair şimdiye kadar yapılan “yanlış ve her biri bir maksada makrûn” eserleri Avrupa lisanları ile yapılan neşriyatla eleştirmek gerektiğini savunur. Avrupa matbuatında son zamanlarda Türklerin geçmiş zamanlarda yapmış olduğu “hasâratdan” bahs edildiğini bildiren ALTINAY, bu yayınların temelinde, “Türklerin Đstanbul’da inşâ’ ettikleri cami’lerin zulüm ve yolsuzlukla yapıldığıve Türklerin Hıristiyanlara daima zulüm ettikleri hakkında tarihi ithâmların” yer aldığını ifade eder. “Muharrib milletler arasında revâ görülen muâmelâtdan Türklerin de nefislerini tecrîd edemiyecekleri ve etmedikleri tabîîdir” diye yazan ALTINAY, Türklerin her ne kadar zor kullanmış olsalar bile, dine rağbet ettiklerini belirtir. Buna karşın, Đstanbul’u istilâ eden Latinlerin, kendi Hıristiyan dindaşlarına karşı revâ gördükleri muâmele ve Đstanbul’un uğradığı faciaların, tarihde örneğine az rastlanır cinsten olduğunu öne süren ALTINAY, Latin istilâsı sırasında Bizans’ın dininin, an’anesinin, ma’bedlerinin hakarete uğradığını, “Ayasofya mihrâblarında fahişelerin dua taklidi yaptıklarını” iddia eder. “Türkün hakiki ve öz vatanı Anadoludur” diyen ALTINAY, Türklerin, Anadolu’nun hakiki hâkimi olmayı hiçbir zaman akıllarından 30 çıkarmamaları gerektiğini vurgular . Venizellos’un, “Yunanistan bugünkünden büyük bir devlet olacak ve Anadolu’nun hakiki hâkimi bulunacakdır, Yunanistan yaşayacak ve cihan şümûl vazifesini ifâ edecekdir” sözlerine; “evvel emirde şuna kâni olunmalıdır ki, Türk yaşayacaktır” diye cevab veren ALTINAY, Anadolu halkı ve Türklerin bugünkü vazifesinin Yunan istilâsına nihayet vermek olduğunu belirtir. ALTINAY, Đstanbul’un saltanatı uğruna, evlâdları Rumeli’nde, Yemen’de ve nice uzak yerlerde kırılan ve asırlardan beri mazlûm ve ma’sûm olan Anadolu halkının, hiçbir dayatmaya karşı boyun eğmeyerek, hiçbir zorbanın zulmüne tahammül etmeyerek, tarihinde var olan emsâli gibi, hukukunu müdafaa etmesi gerektiğini savunur. 28 Đkdam: 18 Teşrin-i Evvel 1922. Đkdam: 12 Eylül 1920. 30 Đkdam: 16 Eylül 1920. 29 64 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak Đstanbul basınında, “Türkün hukukuna ve Anadoludaki hakk-ı hayatına dair” yazdığı makaleler, Fransa’da, “tarihi bir haksızlığa istinâd eden bir vaz’iyyet, bin senelik bile hayatı olsa, devam edemez” şeklinde karşılık bulan ALTINAY, buna, “oturduğu topraklardan zuhûr etmiş hiçbir millet 31 yokdur” diyerek tepki gösterir . Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un, her milletin çoğunlukta bulunduğu topraklarda varlığının temini esaslarını vaz’ ettiğini hatırlatan ALTINAY, “Anadoluda Türk içün devam edemeyecek tarihi bir haksızlık yokdur; bugün oturdukları toprakları muhâcerat ve fütûhât neticesi olarak, vatan ittihâz eden milletler derecesinde, Türkün de muhteşem bir tarihe mâlik millet olmak hissiyatiyle daima hakkı vardır” diye yazar. ALTINAY, Türklerin eski fütûhât fikirlerinden çoktan vazgeçmiş olduklarını, fakat milliyetlerinden ve “milliyetleriyle meskûn topraklardan” vaz geçmeyi de hiçbir zaman akıllarına getirmediklerini belirtir. “Anadolu Türkün mukaddes ülkesidir” diyen ALTINAY, Türkün bütün kalbi, ruhu ve vicdanı ile Anadolu’ya bağlı kalması gerektiğini savunur. Türkün muhteşem mazisinden, artık “harb ve darbdan ziyade, ulum ve maarifet nokta-i nazarından” kuvvet alması gerektiğini ifade eden ALTINAY, Türkün yeni siyasetini de, “komşularını ma’kul haklarında mutazarrı’ etmeyecek, gasbane hareketlerinde de anavatanı çiğnetmeyecek; Türklüğü insaniyet ve medeniyet âleminde fâideli ve faal bir unsur olarak yaşatacak desdurlara nazaran” idare etmesi gerektiğini savunur. Tarih-i Osmanî Encümeni üyelerinden Ali Seydi, Bazı Avrupalı şarkiyatçıların, Anadolu’nun eski halkının “Turanî” olduğu veya Türklerin Anadolu’da dört bin yıllık bir geçmişleri olduğu yönündeki fikir ve iddialarını bir tarafa bırakılsa dahi, Türk’ün, Anadolu’daki on asırlık 32 hayatının inkâr edilemeyeceğini öne sürer . “Bugün artık aramızda, “cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretden” nazariyesine i’tikad edenlerin adedi pek ziyade azalmışdır” diyen Ali Seydi, beşinci asr-ı hicrîde Garb-i Anadolu’ya gelen Selçukluların, kendilerinden çok evvel buralara muhaceret etmiş bir çok Turanî aşiretlerle karşılaştığını, Anadolu Türkmenlerinin de “Türk’ün seyyar kısmından başka bir şey” olmadığını, Anadolu’ya çok daha sonra gelen Kayı Hân Aşireti’nin 400 hâne halkının, buradaki milyonlarca kadim Türkleri “Kayı Hânlı” yapmış olduklarının iddia edilmesinin mümkün olamayacağını savunur. Basında, muhtelif tarihçiler tarafından Anadolu’nun Türklüğünü savunan makaleler yayınlanırken, Osmanlı Devleti’nin menşei meselesini, tam 33 da “bu kutlu devletin zevâl bulacağı bir sırada ”, yeni vesikalara 31 Đkdam: 18 Teşrin-i Evvel 1920. Đkdam: 31 Ağustos 1923. HVART, Cl.: Journal Asiatik, January-March 1923, Çev: Ragıb Hulusi, Türkiyat Mecmuası, Cild: 1, Ağustos 1925, s.280. 32 33 65 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları dayanılarak derinlemesine araştıran çalışmalar yapan Fuad KÖPRÜLÜ, Avrupa’nın saygın bilim adamlarında dahi, Türk tarihi ve Türkler hakkında, bilgi eksikliğinden kaynaklanan yanlış telakkiler olduğunu, milletimiz hakkındaki bu gibi yanlış anlayışların ortadan kalkmasının millî tarihimiz hakkındaki tedkikatın inkişafıyla mümkün olacağını ifade 34 eder . Eski Türkçü muhitten ve Rusya’dan gelen “Kuzey Türkleri”nden farklı olarak, araştırmalarını Anadolu Türk tarihi üzerine yoğunlaştıran Fuad KÖPRÜLÜ, “Garb Türkleri”nin ortaya koymuş oldukları ve bu güne kadar meçhûl kalmış olan medeniyetlerini ortaya çıkarmak için “Anadolu Türklerinin”, Osmanlı saltanatının te’sîsinden evvelki 35 safhalarını incelediği ilk önemli araştırmasını, yayınlar . Osmanlı tarihinin, kendisini hazırlayan safhalardan tamamen ayrı olarak kurgulanmış ve tecrit edilmiş bir şekilde incelenemeyeceğini savunan KÖPRÜLÜ, Osmanlılardan evvel Anadolu’nun iyice Türkleşmiş olduğu kabul edilmezse, ufak bir aşiretin o kadar geniş bir sahada siyasi hâkimiyet kurmasının ve bir medeniyet vücuda getirmesinin izah edilmesinin mümkün olamayacağını belirtir. Türk Tarih Encümeni Hafız-ı Kütübü Mükrimin Halil (YĐNANÇ, 1924 yılı Nisan ayında yayınlanmaya başlanan “Anadolu Mecmuası”nda, millî 36 tarihin ismi ve kapsamı üzerinde durur . Devleti, milleti ve üzerinde yaşanılan vatanı, iktidarı elinde bulunduran hanedanın ismi ile adlandıran eski tarihçilerin, kafalarında “millî vatan mefhûmu” teşekkül etmemiş olduğu için de, Anadolu’nun, “Memalik-i Osmaniye” olarak isimlendirildiğini ifade eder. “Milliyet cereyanının bizde de inkişafından sonra”, tarihimize “Türk Tarihi” ismi verilmeye başlandığını hatırlatan YĐNANÇ; Türklerin, Baykal Gölü’nden Avrupa içlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyaya dağılmış “muhtelif milletlerin heyet-i müctemi’esi olan büyük bir kavim olduğu içün”, tarihimizin “Türk Tarihi” olarak isimlendirilmesinin de, maksadı ifade edemediğini öne sürer. Eski zihniyeti devam ettiren ve bunu yeni milliyet anlayışına uydurmak isteyen bazı kimselerin de, millî tarihimizin ismini “Osmanlı Türkleri Tarihi” olarak adlandırmaya başladıklarını müşahade ettiğini bildiren YĐNANÇ; “Osmanlı Türkleri” diye tarihde bir “il” ve “ulus” olmadığını, Osmanlı Hanedanı’nın taht-ı idaresinde bulunan bütün Türklerin de bu isim kapsamında değerlendirilemeyeceğini ifade eder. YĐNANÇ, Türkleri, “Osmanlı Türkü”, “Selçuklu Türkü”, “Karamanlı Türkü” diye 34 Đkdam: 29 Kanun-ı sâni 1921. KÖPRÜLÜ, Fuad: Selçukiler Zamanında Anadoluda Türk Edebiyat”, Millî Tetebbular Mecmuası, Cilt: 2, Sayı: 5, Teşrin-i sâni-Kanun-ı evvel 1331. 36 YĐNANÇ, Mükrimin Halil: “Millî Tarihimizin Đsmi”, Anadolu Mecmuası, Sayı: 1, 1 Nisan 1340, s.1-6; 53-59; 75-92. 35 66 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak birbirinden ayırmak doğru olmadığı gibi, tarihimizin muhtelif devirlerini de, “Selçuklu Tarihi”, “Osmanlı Tarihi” gibi “manasız” sözler kullanarak tanımlamanın da abes olduğunu vurgular. Anadolu’nun hududlarının, Selçuklu Ailesi’nin Anadolu’da hükümrân olduğu zamandan itibaren çizildiğini ve bu gün son ve kat’î şeklini aldığını hatırlatan YĐNANÇ, “bin yıllık tarihe ve teşekkül etmiş bir vatana mâlik olan milletimizin diğer Türklerden ayrı ve müstakill bir devleti ve 37 bir tarihi”nin var olduğunu öne sürer . YĐNANÇ, “Türk Tarihi” isminin de, bütün dünyanın muhtelif kıtalarında yaşayan ve gelib geçmiş olan Türk şubelerine ait olduğu için, husûsî olarak bizim millî tarihimizin ismi olamayacağını iddia eder. Anadolu’ya muhâceret eden, burada kalıcı ve ebedî olarak yerleşen Türklerin, “Anadolu Türkleri” olarak kendilerine has yeni bir medeniyet vücuda getirdiklerini belirten YĐNANÇ, bundan dolayı, millî tarihimizin de “Anadolu Türkleri Tarihi” veya sadece 38 “Anadolu Tarihi” olarak isimlendirilmesi gerektiğini savunur . Mükrimin Halil (YĐNANÇ), “Anadolu Türkleri Tarihi” isminin millî tarihimiz için , “en esaslı, en canlı, en ilmî ve en şâmil” bir ad olduğunu, bu sayede, “cehâlet neticesi olarak söylenmekte olan Selçukî, Osmanlı... bilmem ne tarihleri gibi ünvânların” ortadan kalkacağını, ayrıca son zamanlarda söylenmeye başlanmış olan “Osmanlı Türkleri Tarihi” gibi isimlerin de kendi kendine unutulacağını ve millî tarihimizin hakikî ismini 39 almış olacağını öne sürer . Böylelikle, ulus devletin kuruluş sürecinde Anadolu’nun öne çıkması ile Türk milliyetçiliğinin tanımı ve muhtevasının üzerinde yaşanılan coğrafya tarafından tayin edildiği yeni bir dönem başlar. 3. TÜRK ULUS DEVLETĐ’NĐN KURUMSALLAŞMASI Büyük Millet Meclisi Hükümeti kuvvetlerinin 20 Ekim 1922 tarihinde Đstanbul’a girmesi ve 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nin Saltanat’ın lağvı hakkında karar almasıyla, ülkede, 23 Nisan 1920 tarihinden beri var olan ikili yönetim, 4 Kasım 1922 tarihinde Đstanbul’da da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti idaresinin başlamasıyla sona erer. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girdiği 1914 yılından beri devam eden savaş hâlinin, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Andlaşmas’nın imzalanması ile hukuken de sona ermesiyle, Türkmüslüman unsurun belirleyici olduğu Osmanlı bakiyesi coğrafya üzerinde kurulmuş olan millî devletin siyasî varlığı uluslararası hukuk 37 YĐNANÇ, a.g.e., 1340, s.5. YĐNANÇ, a.g.e., 1340, s.6. 39 YĐNANÇ, a.g.e., 1340, s.6. 38 67 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları açısından da meşruiyet kazanır. Lozan andlaşmasıyla “Türk Millî 40 Misak’ında ifade edilmiş isteklerin uluslararası tanınması”ndan sonra 41 Yunanistan’la yapılan “insafsız fakat etkin bir nüfus değişimi ” ile ulus devletin Türk-müslüman nüfusa dayalı demografik altyapısı da oluşturulur. Lozan’da, uluslararası siyasî meşruiyeti tescîl edilen yeni devlet, “eylemlerini ve umutlarını andlaşmada tanımlanan ulusal 42 topraklarla sınırlar ”. Saltanat’ın kaldırılmasından sonra başlayan, kurumlardaki “Osmanlı” isminin “Türkiye” ismi ile değiştirilmesi süreci, “Türkiye Devleti’nin Hükûmet şeklinin Cumhuriyet olduğu”, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildikten sonra, “Osmanlı Bankası” dışında, adında “Osmanlı” sıfatı taşıyan bütün kurumları kapsayacak şekilde genişler ve “Osmanlı” sıfatı “Türk” veya “Türkiye” ile değiştirilir. Ankara Hükümeti tarafından idaresine el konulan Đstanbul’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin te’sîs edilmesi sürecinde karşılaşılan ve Mustafa Kemal’in (ATATÜRK) Đzmit’e gelerek, Đstanbul gazetelerinin temsilcileri ve diğer heyetlerle görüşmesine rağmen, özellikle halifeliğin kaldırılması sürecinde devam eden dirençler, Đstanbul’da “Đstiklâl Mahkemesi” kurularak aşılmaya çalışılır. 1924 yılı Mart ayında, hilâfetin ilga edilmesi, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması ve “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nun kabul edilmesiyle, ulus-devletin laik temelleri de atılır. Ankara’nın, 13 Ekim 1923 tarihinde yeni devletin başkenti ilân edilmesiyle, Đstanbul’da bulunan Osmanlı mirası siyasî, idarî, askerî, sosyal, bilim, vb. kurumlarının yerine Ankara’da yenilerinin kurulması süreci başlar. Ulus-devletin bir “tek-parti yönetimi” şeklinde kurumsallaştırılması; 1924 yılı Kasım ayında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Sait Ayaklanması’nın bastırılması sürecinde kapatılmasıyla, gelişim mecrasına oturur. Osmanlı’dan sonra ilk defa milliyetçi temelde bir ayrılıkçı tehdide ma’rûz kalan yeni devletin 43 yöneticileri, bu isyanın “birinci derecede sorumlusu ” olarak gördükleri muhalif Đstanbul basınını susturmak için “Takrir-i Sükûn” kanununu 44 çıkarır. “Cumhuriyet kurumlarına karşı cephe ala n” Đstanbul basınının bazılarının kapatılmasıyla gelişen süreç, 1926 yılı Haziran ayında bazı 40 LEWIS, Bernard, (1988), Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s.254. 41 LEWIS, a.g.e., 1988, s.255. 42 LEWIS, a.g.e., 1988, s.255. 43 TÜRKER, Hasan: Basın Özgürlüğü Tartışmaları Cumhuriyet’in Đlk Yıllarında AnkaraĐstanbul Çatışması, Toplumsal Tarih, Sayı: 53, Mayıs 1998, s.22. 44 TÜRKER, a.g.e., 1988, s.23. 68 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak eski Đttihatçıların, Mustafa Kemal’e (ATATÜRK) suikast düzenlemek iddiasıyla tutuklanmalarına müteakip, Đttihâd ve Terakkî Cemiyeti’nin hayatta kalan önderleri ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın lider kadrolarını da içerecek şekilde bütün potansiyel siyasî rakiplerin 45 bertaraf edilmesiyle devam eder . Hilâfetin ilga edilmesinden hemen sonra, Şer’iye Mahkemelerinin kaldırılmasıyla başlayan ulus-devletin laik hukukî temellere oturtulması hareketi, Takrir-i Sükûn döneminde, Kıt’a Avrupası hukuk sistemine 46 bağlı çeşitli ülke yasalarının çevrilip benimsenmesiyle sürdürülür . Osmanlı-Đslâm geleneklerinden kurtularak çağdaşlaşmayı 47 çabuklaştırmak için 1928 yılında Arap harflerinin yerine Latin harfleri kabul edilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren önem verilen, yeni harflerle okuma yazma seferberliğini gerçekleştirmek için “millet mektebleri” ile genişletilen, öğretmenlere ve okullara genel öğretimin 48 yanısıra siyasal eğitim görevleri de veren , etkin bir eğitim sistemi kurulmaya çalışılır. Yeni devletin, selefi Osmanlı Đmparatorluğu ile yazıyla aktarılan bütün bağlarının koparılması anlamına gelen “harf devrimi” sonrasında, ulusal tarih kronolojisinde Osmanlı dönemini büyük oranda görmezden gelen bir tarih anlayışı gelişir. Tarih yazıcılığı da, 1927 yılından itibaren, bizzat Mustafa Kemal (ATATÜRK) tarafından yönlendirilmeye başlanır. ATATÜRK, CHF’nin 2. Büyük Kurultayı’nda, okuduğu “Nutuk” ile, 20. yüzyıl başından itibaren yazılacak olan Osmanlı-Türkiye tarihinin sınırlarını da çizer. Süreç, “Đttihâd ve Terakkî’nin Birinci Dünya Savaşı başlarında tek-parti iktidarını yerleştirmesi icraatını hatırlatan” geniş bir kapatma/katılma 49 hareketleri ve Đkinci Meşrutiyet döneminde gelişen cemiyetleşme eğilimi ile oluşan “sivil” örgütlenmelerin, tek-parti örgütlenmesinin “kamusal alanı” içine alındığı bir seyir izler. 4. TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ DEVLETĐ ARMASININ TESBĐTĐ Devletin, milletin ve vatanın isminin tartışıldığı bu dönemde, devlet armasının tespit edilmesi çalışmaları da, bu tartışmalara zenginleştirici bir muhteva kazandırır. 45 ZURCHER, Erik J.: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı Güven, Bağlam Yayınları, Đstanbul, Kasım 1992., s.122. 46 TUNÇAY, Mete, (1981), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, Ankara, s.171-172. 47 TUNÇAY, a.g.e., 1981, s.230. 48 TUNÇAY, a.g.e., 1981, s.238. 49 TUNÇAY, a.g.e., 1981, s.297. 69 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları Maarif Vekâleti, Türkiye Cumhuriyeti armasının “tarihi tedkikata müsteniden tesbiti” hakkında Türk Tarih Encümeni’ne bir tezkere 50 gönderir . Encümen, Ankara Te’lîf ve Tercüme âzasından Zeki Velidi’nin (TOGAN), “Bozkurd ve Ergenekona aid rumuzatı ihtiva eden” teklifini de tetkik ederek, bunu uygun görmez ve “bunların tamamiyle Moğollara aid olduğuna” karar verir. Encümen, Maarif Vekâleti’ne teklif 51 edeceği şekli müzakere ederek şu esasları tesbit eder : “1- Armada nûr ve irfanı temsil edecek olan ay yıldız işareti bulunacakdır. 2-Kalkan bulunacakdır ki bu kuvvet ve silahın temsilidir. 3-Türkiye ziraat memleketi olduğundan çiftçilik alâmeti olan başak bulunacakdır. 4-Irkımızın kuvvetini gösterecek olan meşale de bulunacakdır. 5-Bunlardan mürekkeb olacak olan armanın altında istiklâl madalyasının resmi bulunacakdır.” Türk Tarih Encümeni başkanı Ahmed Refik (ALTINAY), Cumhuriyet arması konusunda, 2 Aralık 1925 günü yaptığı açıklamada, Cumhuriyet armasının tesbiti için Maarif Vekâleti’nin Tarih Encümeni’ni memur ettiğini hatırlatarak, Vekâletin, Encümen’den istediğinin “Bozkurd” ve “Ergenekon” efsanelerinin, Türkler veya Moğolların aidiyeti olup olmadığını tayin etmek değil, “Cumhuriyetin armasına konulacak 52 alametlerin tesbiti” olduğunu belirtir . Encümen âzasından Hüseyin Hüsameddin’in (YAŞAR), gazetelerde yer alan “Bozkurd”un Türk sembolü olduğu yönündeki düşüncelerinin Türk Tarih Encümeni’ni bağlamadığını, şimdiye kadar tesbit edilen esaslara nazaran “kurt başının Cumhuriyet armasında bulunmasına Encümen âzalarının kısm53 ı azamının taraftar olmadığını” ifade eder . Bu arada, basında da, Cumhuriyet arması konusunda bir tartışma sürdürülmektedir. Đkdam Gazetesi Başyazarı Ahmed Cevdet (ORAN), Ahmed Zeki Velidi’nin (TOGAN), “Türk Dili Mecmuası”nda yayınlanan “Türk Efsanelerinde Millî Alâmetler” adlı makalesini Đkdam Gazetesi’nde 54 55 yeniden yayınlayarak , kendi köşesinden tartışmaya katılır . Ahmed 50 Đkdam: 12 Teşrin-i Sani 1925. Đkdam: 26 Teşrin-i Sani 1925. 52 Đkdam: 3 Kanun-u Evvel 1925. 53 Đkdam: 3 Kanun-u Evvel 1925. 54 Đkdam: 2 Kanun-u Evvel 1925. 55 Đkdam: 1 Kanun-u Evvel 1925. 51 70 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak Cevdet (ORAN), “Şimdiki Hükümet-i Cumhuriye kurt rumuzunu kabul 56 etmeli midir?” sorusunu sorarak görüşlerini şöyle ifade eder : “Ne içün edelim? Bugün bizimle Asyâ-yi Vustâ bozkırlarında yaşamış olan Türkler arasında hiçbir münasebet yokdur. Ne at eti yiyoruz, ne kımız içiyoruz. Başımıza koyun pöstekisinden ma’mûl kalpak da giymiyoruz. (...) Diğer tarafdan yeni bir hayatımız, yeni bir emel ve hedefimiz var. Yeni bir millet olmak istiyoruz. Yeni bir şekl-i hükümet edindik. Tamamiyle yeni bir medeniyet iktibâsına çalışıyoruz. Acaba bu yeni medeniyetle te’lîf edilecek ona delalet edecek bir rumuz kabul etsek daha iyi olmaz mı?” Öte yandan, Ahmed Cevdet (ORAN), Zeki Velidi’nin (TOGAN) tetkikatına göre Türklerin, eski zamanlarda demircilikle ünlendiklerini ve bundan böyle de terakkilerinin ancak demir ile olacağından dolayı, 57 “armaya demir rumuzunun konmasının uygun olacağını” öne sürer . Ahmed Zeki Velidi (TOGAN) ise, mitolojinin, lisan gibi bir esasdan olub olmamasının hâla tartışılan bir mesele olduğunu hatırlattıktan sonra; Türklerin eski tarihine ait efsaneler arasında kurt hikayesinin ve demircilikle ilgili efsaneler içinde “Ergenekon” efsanesinin en güzelleri olduğunu belirtir. “Oğuz efsanelerinde kurdun, müşkül zamanlarda halâs ve fütûhât yerlerinde öncülük ettiğini; Ergenekon efsanesinde, kırk sene dağ içinde esaretde kalan Moğolları, bir demircinin dağları eriterek kurtardığını” nakleder. Göktürk hakanlarının bayraklarında kurt başı kullandıklarını belirten TOGAN, hilâlin de Türklerin millî rumuzu olduğunu, Cengiz Han’ın bayrağının beyaz zemin üzerine siyah hilâl sureti olduğunu ifade eder. TOGAN, bütün bu anlatımlarında Tatarların, 58 Moğolların ve Türklerin aynı kavim olduklarını öne sürer . Türk Tarih Encümeni, Cumhuriyet Arması konusundaki çalışmasını 9 Aralık 1925 tarihli toplantısında sonuçlandırarak, “Türk arması hakkında hükümetin sorduğu hususata dair ihzâr etdiği cevabı” Ankara’ya 59 gönderir . Bu arada, Türk Ocakları’nın, 1926 yılı Nisan ayı sonunda toplanan kurultayında, Ocakların faaliyetini daha çok “hars”, “Türkoloji” ve “fikir” sahasında yoğunlaştırması yönünde oluşan eğilimin sonucu olarak, yeniden düzenlenen ve etkin hale getirilen Hars Heyeti’nin, 6 Ağustos 1926 tarihinde yaptığı toplantıda, Cumhuriyet arması da değerlendirilir 56 Đkdam: 1 Kanun-u Evvel 1925. Đkdam: 1 Kanun-u Evvel 1925. Đkdam: 2 Kanun-u Evvel 1925. 59 Đkdam, 10 Kanun-ı evvel 1925. 57 58 71 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları ve Heyet’in bu konudaki nokta-i nazarı ta’yîn edilerek Maarif Vekâleti’ne 60 bildirilir . Türk Ocakları Hars Heyeti’nin, Cumhuriyet armasının nasıl olması gerektiği hususundaki nokta-i nazarı konusunda bir açıklama yapılmamasına rağmen, Heyet’in, bu meseleyi görüştüğü toplantıda, Türk Ocakları üyeleri için yaptırılacak olan rozetlerin şeklini de ta’yîn etmiş olması, arma konusundaki anlayışına da ışık tutar. Türk Ocakları alâmât-ı fârıkasında, “bir kalkanın ortasında mavi gözlü bir bozkurt başı ile Orhun harfleriyle Türk Ocağı kelimelerinin ilk harfleri” bulunmaktadır. Armadaki kalkan, muharebenin; mavi göz, yüksek mefkûrenin; bozkurt, 61 yol göstermenin rumûzu ve işareti olarak değerlendirilir . Öte yandan, Mustafa Necati Maarif Vekili olduktan sonra, Đstanbul’da kurulan ve görevleri arasında, pul, para basımı ve arma tesbitinde müsabaka programlarını düzenleme ve hakemleri seçme veya kendisi hakem vazifesi görme de bulunan “Sanayi-i Nefise Encümeni”nin 9 Eylül 1926 tarihinde Ankara’da yapılan toplantısında, Cumhuriyet 62 armasının ta’yini için bir heyet oluşturulur . Heyet’in, Kâzım Paşa’nın (ÖZALP) başkanlığında yapılan toplantısında, Türkiye Cumhuriyeti Arması için açılan müsabaka üzerine gönderilen yetmiş kadar numune tetkik edilir ve “bu numunelerden hiç biri ta’dil ve ıslah edilmeden 63 Türkiye Cumhuriyeti armasını temsîl edemez” kararı alınır . Heyet’in bu tür bir karar almasında ve Cumhuriyet armasının daha sonra da belirlenerek ilân edilmemiş olmasında, Mustafa Kemal’in (ATATÜRK), bu kurt başlı arma figürleri için yapmış olduğu değerlendirmenin etkisi olduğunu sanıyoruz: “Bunların hiç biri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, sembolik bir insan başı olarak temsil etmeli. Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey tasavvur 64 edemiyorum .” Bu değerlendirmeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin pullarında ve banknotlarında kurt figürlerinin kullanılmış olması dikkat çekmektedir. 1926 yılı Şubat ayında Londra’da bastırılan pullardan bir kuruşluk olanların üzerinde, “ortasında bozkurd ile baş açık, örs elinde olarak 65 ayakta duran bir demircinin resmi” yer alır . Türkiye Cumhuriyeti’nin, 60 Cumhuriyet: 8 Ağustos 1926. Cumhuriyet: 8 Ağustos 1926. Cumhuriyet: 10 Eylül 1926. 63 Cumhuriyet: 17 Eylül 1926. 64 ĐNAN, Afet, (1981). Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı, Ankara, s.35. 65 Đkdam: 22 Şubat 1926. 61 62 72 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak 1927 yılı Aralık ayında tedavüle çıkan ilk kağıt paralarında da kurt resmi 66 kullanılır . 5. MUHAYYEL BĐR TURAN’DAN SOMUT BĐR VATAN’A Sürecin devamında, 1924 yılı Nisan ayında; “dünyada en büyük iftiharım Türk yaratıldığımdır” diyen Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), “büyük ırkımız adına te’lif ettiği” ve “intişarı hars ve irfan sahasında bir hadise 67 teşkil eden” “Türk Tarihi”nin birinci cildinin yayınlanması , “milli tarihçilik” ve “milli vatan” tartışmasını biraz daha derinleştirir. Türk Tarih Encümeni üyesi Ali Seydi, Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), “Türkistan’ın Arap orduları tarafından işgali bahsini yazarken bir an için tarihçi (müverrih) kimliğinden çıkarak milli tarihçi olarak meseleye yaklaştığını” öne sürer 68 ve bu yaklaşımı eleştirir . Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) “Türk Tarihi”nde, Türklerin anayurtları olan Pamir yaylasının kuzeyinden çok geniş bir coğrafyaya dağılmış olduğunun gösterildiğine dikkat çeken Necib Asım (YAZIKSIZ) ise, “o kadar geniş bir coğrafyanın ideal bir turan vatanı olarak tanınmasının, insanın gözünü kamaştırmaktan ziyade başını döndürdüğünü” belirtir ve bir Türkçü olarak kendisinin, “Türklüğün böyle dağınık kalmasını değil, güzel bir yerde derli toplu bulunması” dileğinde 69 olduğunu dile getirir . Daha bir yıl önce gazete ve dergilerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, “an’anemize uydurmak gayretiyle” “kurultay”a benzetilmesine, “kurultay’ın bir Türk müessesesi değil bir Moğol müessesesi olduğu, Türklükle hiçbir münasebeti olmadığı” gerekçesiyle karşı çıkan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, zamanın îcâbı olarak ortaya çıktığını ve bu durumun, geçmişte hakan seçimi için toplanan “kurultay” ile 70 kıyaslanamayacağını savunan Necib Asım (YAZIKSIZ) Rıza Nur’un da Türklerle Moğolları bir sayma yanılgısını sürdürdüğünü iddia eder. Necib Asım (YAZIKSIZ), Rıza Nur’un, bir Moğol “aristokrat/havas” müessesesi olan “kurultay”ı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile kıyasladığını, bunun doğru olmadığını, Türklere özgü olan “kinkaş” meclisinin, bir müşavere kurumu olarak “budun”a, yani millete dayandığını, bundan dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Türkün 71 “avam müessesesi” olan “kinkaş”a benzediğini savunur . Necib Asım (YAZIKSIZ), Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), “Türkmencilik”i öne çıkararak, vaktiyle Almanların ortaya çıkardığı ve Đttihâd ve Terakkî Yönetmi 66 Cumhuriyet: 6 Kanun-u Evvel 1927. Đkdam, 21 Nisan 1924, No. 9719. Đkdam, 27 Nisan 1924, No. 9724. 69 YAZIKSIZ, Necib Asım: Türk Tarihi, Darülfünun Edebiyat Tarihi Mecmuası, sene 3, ayı 4-5, Teşrin-i Sani-Mart 1340, s.240. 70 Đkdam: 1 Haziran 1923. 71 YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.242. 67 68 73 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları tarafından kurulmuş olan Muhacirin Müdüriyeti tarafından “mal bulmuş mağribi gibi” Türkçeye tercüme edilmiş olan “pan Türkmenizm” 72 düşüncesine pirim verir bir tavır içinde olmasını yadırgadığını belirtir . Rıza Nur’un (TANRIDAĞ), Đstanbul’da ticaretle meşgul olan Azerbaycan Türklerine, “gafil Đstanbullular”ın, “Acem” demelerini eleştirmesine karşın, Necib Asım (YAZIKSIZ), kendilerini Türk aleminden ayırarak Đran cemaatine sokan bu “Acemleşmiş Türkler” hakkında, asıl Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) gaflette bulunduğunu iddia 73 eder . Öte yandan, Necib Asım (YAZIKSIZ), Halide Edib’in (ADIVAR), Birinci Cihan Savaşı sürerken toplanan Türk Ocağı’nın 1918 yılı kongresinde, “Anadolu Türkün Türklüğün bel kemiğidir, ilk önce bunu doğrultalım, düzeltelim, sonra başkalarına bakalım!” şeklindeki sözleriye dile getirdiği görüşlerin, Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) kitabında da; “bütün kuvveti Türkiyeye vermeli, Türkiye hududu harici ile çok uğraşub da kuvveti dağıtmamalıdır, Türkiye esâsdır, (...) fazla Türkçülük 74 mukaddemadır” satırları ile yer almış olmasına destek verir . Necib Asım (YAZIKSIZ), ayrıca, Rıza Nur’un (TANRIDAĞ) “Türk Tarihi” kitapında yer alan, “ilk nasyonalist Türk padişahı” Mete’nin; “her şey verilir, vatan parçası verilemez, o benim değil, milletindir, ben veremem!” sözünün, her Türk gençinin kafasında yer etmesi gerektiğini 75 savunur . SONUÇ Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşan Mütareke şartlarında, Anadolu’nun da kaybedilmesi tehlikesini ortaya çıkınca, Đkinci Meşrutiyet döneminde “muhayyel bir vatan” olarak öne çıkan “Turan”ın yerine Anadolu’nun, Türklerin “asıl vatanı” olarak kabul edildiği bir noktaya varılır. “Millî” kavramının, giderek “Anadolu” kavramı ile örtüşmesi şeklinde gerçekleşen bu süreçte, “millî vatan mefhûmu”, “millî tarih” tanımının temelini oluşturmaya başlar. Mütareke döneminde, Osmanlı Türkleri için, “salt bir akademik tartışma 76 konusu olmaktan çıkmış ”, olan tarihçilik tartışmaları, Đmparatorluk’tan arta kalan yegane vatan toprağının Türklerin meşru vatanı olduğunu göstermeye yönelik bir mücadele biçimi hâlini alır. Türklerin, Anadolu coğrafyası üzerinde siyasî varlığını egemen bir devlet olarak devam 72 YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.244. YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.245. 74 YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.244. 75 YAZIKSIZ, a.g.e., 1340, s.243. 76 BERKTAY, Halil., a.g.e., 1993, s.23. 73 74 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak ettirmesinin tarihsel meşruiyetinin tartışıldığı bu dönemde, tarihçiler de, toprağın ilk sahibinin kimin olduğu tartışması içine girerler. Kurtuluş Savaşı sürecinde, artık bir “akîde-i milliye” halini alan “milliyet” fikrinin gelişmesiyle, Türk tarihçileri de, Türklerin mazisini, eski medeniyetini, Türklerin içtimai’ müesseselerini birer birer araştırarak yeni bir “milli tarih” anlayışı oluşturur. Yaşanan sürecin, Türklerin “millî mevcûdiyyetleri” açısından tarihinin en önemli ve en nazik noktasında olduğunu, bu dönemde, millî tarih, millî lisan, millî edebiyat, millî ahlâk, millî iktisad, millî terbiye oluşturma gereği ve ihtiyacı Cumhuriyet aydınları tarafından kabul edilir ve özellikle millî istiklâlimiz açısından, bu “ma’nevî mücadele”nin kazanılması gerektiği üzerinde durulur. Milli kabiliyeti hiçbir milletten aşağı olmayan ve askeri liyakatı ve medeniyet siyaseti itibariyle yüzyıllardır millî hayatını kahramanca yaşayan ve siyasi mevcudiyetini medeniyet dünyasına taşıyan Türklere, kendi tarihini bildirmenin ve kendi varlığını öğretmenin içinde bulunulan koşullarda millî bir zorunluluk olduğu vurgulanır. Milli tarihçiliğin en önemli misyonunun, Türklerin medeniyete yaptıkları katkıları, bütün eserleri ile ortaya çıkarmak olduğu belirtilir. Türk milletini yalnız yabancı kuvvetlerin istilasından değil ortaçağ zihniyetinden de kurtararak ona mâddî ve ma’nevî istiklâlini sağlayan Türk devriminin amacının, millî ve çağdaş bir devlet ve onun dayanacağı millî bir kültür ve millî bir toplum yaratmak amacında olduğu belirtilir ve inkilabın başarısında en önemli rehberin “millî tarih” bilincinin yaratılması olduğu vurgulanır. Ülkemizde gerçek anlamıyla “milli tarih” bilincinin gelişmemesinin, bir tarafdan geçmişe ait her şeyde “kudsiyet” gören “mürteciler”, diğer tarafta geçmişini küçümseme ve inkâr illetine tutulmuş “milliyetsiz ve 77 şuûrsuz züppeler ” yetişmesine zemin hazırladığı tesbiti yapılır ve tarih öğretiminin, dünyanın en gelişmiş milletlerinde olduğu gibi, “millî terbiye hususunda en büyük vasıta olarak” kullanılması gerektiği savunulur. Temel kaygısı, Anadolu’yu, geçmişten beri Türklerin vatanı olarak gösterebilmek olan Cumhuriyet Yönetimi’nin, tarihçilik çalışmalarının yönünü ve yoğunluğunu da bu kaygı şekillendirir. Tarih çalışmaları, Anadolu üzerine ve arkeolji alanına kaydırılır. Türklerin medeniyete katkılarına Orta Asya’da dayanak arama yerine, çok daha pragmatist bir yaklaşımla, Anadolu’da oluşmuş olan medeniyetler “Türkleştirilerek” (Türk ilân edilerek), hem Türklerin medeniyete yapmış oldukları katkı 77 KÖPRÜLÜ, Đkdam, 11 Haziran 1922. 75 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları meselesi halledilir, hem de, Türklerin Anadolu’daki varlığı, bu toprakların esas sahibi olduklarının tartışılmayacağı bir tarihe kadar dayandırılır. “Ey Türk milleti! Sen Yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, Kurduğun medeniyetlerin sena ve sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kasteden siyasî ve içtimaî amiller birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık olduğun mevkii sana parmağıyla gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de 78 bir vazifedir! ” KAYNAKÇA AKBAYRAK, Hasan: “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Millî Bayramlar”, Tarih ve Toplum, Temmuz 1987. Ali Seydi: “Millî Tarihimizin Adını Koyalım!”, Đkdam, 31 Ağustos 1923. Ali Seydi: “Rıza Nur Beyin Türk Tarihi”, Đkdam, 27 Nisan 1924, No. 9724 ALKAN, Mehmet Ö.: “Resmi Đdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce Cilt 1: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Ed: Mehmet Ö. ALKAN, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2001 (ALTINAY), Ahmed Refik: “Ahmed Cevdet Beyefendiye”, Đkdam, 2 Eylül 1920, No: 8442. (ALTINAY), Ahmed Refik: “Altı Yüz Sene Sonra”, Dersaadet, 9 Ağustos 1920, No. 33. (ALTINAY), Ahmed Refik: “Tarih ve Millî Mevcûdiyyet”, Dersaadet, 4 Teşrin-i evvel 1336, No: 81. (ALTINAY), Ahmed Refik: “Tarih-i Osmanî Encümeninin Vazaifine Dair”, Đkdam, 14 Teşrin-i evvel 1920, No: 8479. 78 ATATÜRK, Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, s.74. 76 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Hasan Akbayrak (ALTINAY), Ahmed Refik: “Tarihe Dair Telâkkilerimiz”, Đkdam, 13 Temmuz 1921, No: 8739. (ALTINAY), Ahmed Refik: “Türke Dair”, Đkdam, 12 Eylül 1920. (ALTINAY), Ahmed Refik: “Türke ve Anadolu’ya Dair”, Đkdam, 18 Teşrin-i evvel 1920, No: 8483. (ALTINAY), Ahmed Refik: “Türkler ve Anadolu”, Đkdam, 16 Eylül 1920. BERKTAY, Halil: Cumhuriyet Đdeoljisi ve Fuad köprülü, Kaynak Yayınları, Đstanbul 1983. DÜNDAR, Fuat: “Đttihat ve Terakki’nin Etnisite Araştırmaları”, Toplumsal Tarih, No: 91, Temmuz 2001 H...: “Milli Tarih Hakkında”, Vakit, 16 Eylül 1920, No: 996. HVART, Cl.: Journal Asiatik, January-March 1923, Çev: Ragıb Hulusi, Türkiyat mecmuası, Cild: 1, Ağustos 1925. ĐNAN, Afet: Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Kültür Bakanlığı, Ankara 1981. (KÖPRÜLÜ), Fuad: “Millî Hars”, Đkdam, 18 Haziran 1922. (KÖPRÜLÜ), Fuad: “Milliyet ve Đlm”, Đkdam, 11 Haziran 1922. (KÖPRÜLÜ), Fuad: “Osmanlı Tarihi Meselesi”, Dersaadet, 30 Eylül 1920 (KÖPRÜLÜ), Fuad: “Selçukiler Zamanında Anadoluda Türk Edebiyatı”, Millî Tetebbular Mecmuası, Cilt: 2, Sayı: 5, Teşrin-i sâni-Kanun-ı evvel 1331. (KÖPRÜLÜ), Fuad: “Tarih Kırıntıları”, Đkdam, 9 Ağustos 1921, No: 8766. (KÖPRÜLÜ), Fuad: Türkiye Tarihi, Kanaat Kitabhanesi, Đstanbul 1339. LEWIS, Bernard: Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988. Maarif Vekaleti: Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, Devlet Matbaası, Đstanbul, 1931. (ORAN), Ahmed Cevdet: “Armamız”, Đkdam, 1 Kanun-ı evvel 1925. (ORAN), Ahmed Cevdet: “Asr-ı Tarihimiz Hakkında Müverrih Ahmed Refik Bey Efendiye”, Đkdam, 31 Ağustos 1923 77 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,55-78 Cumhuriye’tin kuruluş Sürecinde “Vatan”, “Millet”, “Devlet” ve “Tarih” Tartışmaları PARLA, Taha: Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti Đdeoljisi ve CHP’nin Altı Ok’u, Đletişim Yayınları, Đstanbul, Kasım 1992. (TOGAN), Ahmed Zeki Velidi: “Türk Efsanelerinde Millî Alâmetler”; Đkdam, 2 Kanun-ı evvel 1925. TUNÇAY, Mete: Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, Ankara 1981. TÜRKER, Hasan: “Basın Özgürlüğü Tartışmaları Cumhuriyet’in Đlk Yıllarında Ankara-Đstanbul Çatışması”, Toplumsal Tarih, Sayı: 53, Mayıs 1998. ÜLKEN, Hilmi Ziya: Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, Beşinci Baskı, Đstanbul 1998. ÜSTEL, Füsun: “Türk Milliyetçiliğinde Anadolu Metaforu”, Tarih ve Toplum, Ocak 1993, Sayı: 109. (YAŞAR), Hüseyin Hüsameddin: “Tarihimiz”, Đkdam, 6 Eylül 1920, No. 8446. (YAŞAR), Hüseyin Hüsameddin: Đkdam, 8134. 4 Teşrin-i evvel 1919, No: (YAZIKSIZ); Necib Asım: “Gazi Mustafa Kemâl Muvaffak Anibaldır”, Đkdam, 1 Haziran 1923, No: 9413. (YAZIKSIZ); Necib Asım: “Türk Tarihi”, Darülfünun Edebiyat Tarihi Mecmuası, sene 3, ayı 4-5, Teşrin-i Sani-Mart 1340. (YAZIKSIZ); Necib Asım: “Vatana Hidmet”, Đkdam, 12 Haziran 1922. (YĐNANÇ), Mükrimin Halil: “Millî Tarihimizin Đsmi”, Anadolu Mecmuası, Sayı: 1, 1 Nisan 1340. (YĐNANÇ), Mükrimin Halil: “Millî Tarihimizin Mevzuu”, Mecmuası, Sayı: 2, 1 Mayıs 1340, Sayı: 3, 1 Haziran 1340. Anadolu ZURCHER, Erik J.: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı Güven, Bağlam Yayınları, Đstanbul, Kasım 1992. 78 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 55-78 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY IRAK’IN KUZEYĐ VE TÜRKĐYE Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ∗ ÖZET Orta Doğu bugünkü şeklini Osmanlı Đmparatorluğu’nun bölge üzerindeki gücünü kaybetmesi ve önce Đngiltere ile Fransa’nın II. Dünya Savaşından sonra da Amerika’nın bölge üzerinde etkin rol alması ile aldı diyebiliriz. Bu coğrafyada ABD, Đran hariç Körfezdeki petrol monarşilerini denetim altına alarak dünya petrol rezervlerinin yarısını denetlemektedir. Irak, Orta Doğu’da yer alan stratejik konumu, sahip olduğu petrol rezervleri ile Körfez'in önemli ülkelerinden biri durumundadır. Dünya petrol rezervinin %11’ine sahip olan Irak, bu zenginliğini ancak kısa bir dönem ekonomik ve sosyal refaha dönüştürebilmiştir. ABD’nin Irak’a düzenlediği 2003 yılındaki savaş sonrası gelişmeler, özellikle Irak’ın kuzeyindeki oluşumlar nedeni ile Türkiye’nin büyük bir tedirginlik yaşamasına neden olmaktadır. 1990 yılı sonrasında Irak’ın kuzeyinde1 meydana gelen boşluk hem PKK terör ögütünün yeniden canlanmasına hem de fiilen bir Kürt devletinin oluşmasına neden olmuştur. Bu oluşumun yürüttüğü ve ABD’nin örtülü destek sağladığı bağımsız Kürdistan projesi ile ilgili gelişmeler Türkiye tarafından endişe ile izlenmektedir. Anahtar Kelimeler: Irak’ın Kuzeyi, Türkiye, ABD, PKK Terör Örgütü, Türkmenler. ABSTRACT Middle East shaped its present form with the dissolution of Otoman Empire and the active role of England and France and subsequently USA over the region in the post World War II era. In that geography, USA supervises the half of the world oil reserves by controlling the Gulf monarchies except for Iran. Iraq is one of the important countries in the Gulf with its strategic position in the Middle East and oil reserves she owned. Altough Iraq has the 11 % of world oil reserves, she was shortly able to transform her oil richness to welfare. Developments aftermath the Iraq War in 2003 bring about some vital concerns for Turkey due to the new formations in the North of Iraq. Following 1990, emergence of power vacuum in the North of Iraq caused the rebirth of PKK terror organization and activation of de facto Kurdish state. Turkey closely monitors efforts executed by that formation to establish an independent state eventually with the covert support of USA. Key Words: North of Iraq, Turkey, USA, PKK Terror Organization, Turcomans. GĐRĐŞ: Tarih sürecinde daha önce yaşamış bir Irak devleti veya bir Irak halkı olmamıştır. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Đmparatorluğu'nun üç bölgesi olan Basra, Bağdat ve Musul bir araya getirilerek Đngilizler ∗ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, [email protected] Tarih sürecinde bölgesel özellikleri nedeni ile Kuzey Irak adı ile ayrı bir coğrafi bölge tanımlanmadığından ve bu bölgedeki Kürt gruplar tarafından Irak’ın sözde kendilerine ait bölümünü ifade etmek için maksatlı olarak kullanıldığından bu makalede ‘Kuzey Irak’ yerine ‘Irak’ın kuzeyi’ ifadesi kullanılacaktır. 1 Sait Yılmaz tarafından Irak devleti oluşturulmuştur. Kurtuluş Savaşı sonunda yapılan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırları belirlenmişse de Irak sınırı daha sonra yapılacak anlaşmalara bırakılmıştı. 5 Haziran 1926’da Đngiltere, Irak ve Türkiye arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Türkiye’ye, Musul Bölgesi’ndeki haklarından vazgeçmesi karşılığında, petrol gelirlerinin %10’unun 25 yıllık bir süre için verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Irak’ın ödemeleri bir süre sonra durdu. Türkiye’nin bu konuyla ilgili protestosundan sonuç alınamadı. Önce 1977, daha sonra 1986 yıllarında Kerkük’ten Yumurtalık’a uzanan petrol boru hatlarının inşası ile iki ülke arasında ilişkiler büyük bir ivme kazanmış, sınır ticareti çok gelişmiştir. 1980’li yıllarda Đran-Irak Savaşı’nda ise Türkiye’nin tarafsız tutumu neticesi Irak ile iyi ilişkiler doruk noktasına çıkmıştır. Petrol alanlarını Türkiye’ye vermemeyi öngören bir masa başı sınır çalışması sonrasında ortaya çıkan ve doğal sınırlara dayanmayan TürkIrak sınırı, bölgede yıllardır devam eden çatışmaların ve güvensizlik ortamının temel nedenini oluşturmaktadır. Türkiye-Irak sınırı, 1990’lı yıllardan beri Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasında gittikçe önem kazanmaktadır. Bunun başlıca nedenleri arasında Irak’ın kuzeyinde PKK terör örgütünün yuvalanması ve ondan daha tehlikeli olan bölgede kurulmaya heveslenen bağımsız bir Kürt devleti projesi bulunmaktadır. Ancak, bölgedeki Türkmenlerin haklarının gasp edilmesi, Kerkük’ün statüsü ve enerji kaynaklarının kullanılması gibi temel diğer sorunlar da Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Bu makalede Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler iç ve dış parametreler kapsamında incelenerek, Türkiye’nin 1990 sonrası dış politikası sorgulanacak ve olası gelişmeler ile Türkiye için yeni bir strateji ve güç projeksiyonu üzerinde durulacaktır. 1. 1990 SONRASI IRAK’IN KUZEYĐ: A. Savaşlar, Direniş ve Irak’ın Kuzeyi: Irak, 1 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Orta Doğu’daki çıkarlarının tehlikeye girdiğini anlamasıyla başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin liderliğinde çeşitli Arap devletlerinin katıldığı bir koalisyon kurularak işgale müdahale edildi. Savaş koaliyon kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlandı ve Irak ağır bir yenilgiye uğrayarak Kuveyt’ten çekildi. Savaşın bitmesiyle Irak birlikleri yüz binlerce Kürt, Şii ve rejime karşı koyan sivili Đran ve Türkiye sınırına sürdüler. ABD kuzey ve güneyde sözde mülteciler için 2 güvenli bölge oluşturup, kuzeye ‘Çekiç Güç’ yerleştirdi . Böylece, Kürtler ve Şii grupların de facto olarak özerk bir alana kavuştuğu, bölünmüş bir 2 SANDER, Oral, (2007), Siyasi Tarih (1918-1994), Đmge Kitabevi, Ankara, s.573. 80 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye 3 Irak ortaya çıktı . 2003 yılında ise Irak tamamen işgal edildi. Irak’ta ABD’nin yanlış politikaları neticesi başlangıçtaki iyimserliğe rağmen oluşan güvensizlik ve yaşam şartlarının daha da kötüye gitmesi ile halk 4 hükümet ve işgal güçlerine tepki göstermeye başladı . 2003 yılındaki savaş sonrasında eylemci grupların, dağıtılan ordunun silah ve patlayıcılarına kolaylıkla ulaşabilmiş olmaları direniş için en önemli konu olan lojistik sorununu kolaylıkla çözmüştür. ABD ordusunun 2003’te Irak’ı işgalinden bu yana bir milyona yakın Iraklı ve 4200 civarında Amerikan askerî öldü. Ülkenin yeniden ayakları üstünde durması için çok uzun zaman gerekmektedir. Irak hava sahası, 1 Ocak 2009’dan itibaren Irak hükümetine devredildi. Savaş sonunda başlayan iç istikrarsızlık devam etmekle birlikte, Đngiliz askerleri, 2009 yılının Haziran ayına kadar Irak’tan çekildi. Amerikan askerleri konusunda ABD ve Irak hükümeti arasında bir güvenlik anlaşması imzalandı. ABD-Irak güvenlik anlaşması uyarınca, Amerikan askerlerinin 30 Haziran 2009’da şehirlerden ve köylerden 400 civarında üsse çekildi, 31 Aralık 2011’de ise Irak’tan tamamen çekilmesi öngörülmektedir. Ancak 2011’de ne olacağı henüz belli değildir. Iraklı Kürt, Sünni ve Şii çevreler arasında büyük bir güvensizlik duygusu oluşmuştur. Şiiler geçmişte yaşadıkları olumsuz olayları tekrar yaşamaktan, Sünniler geçmişin intikamının alınacağından, Kürtlerde oluşabilecek dengede saf dışı kalmaktan korkmaktadırlar. Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni mezhebine bağlı olmasına rağmen Kürtlerle Şiiler arasındaki stratejik ittifak Sünnileri endişelendirmektedir. Irak’ın kuzeyinde giderek artan Kürt nüfusu ve yeni siyasi oluşum olası bir Kürt devleti için önemli bir zemin olarak görülmektedir. Bu durum Türkiye’nin Irak’ın bütünlüğünü daha çok savunmasına neden olmaktadır. Irak içindeki çatışmaların temelinde etnik ve mezhepsel çıkarlar tarafların rengini belirlemekle beraber, kuzeyde kendine bağımsız bir devlet kurma arayışı içindeki Kürt yönetimi için ülke enerji kaynaklarından pay alarak kendi (bağımsızlık) yolunda ilerleme düşüncesi öne çıkmaktadır. B. Kürt Devletinin Oluşumu: Körfez Savaşı'ndan sonra, Bağdat hükümetinin denetimi dışına çıkarılan bölgede fiilen kukla bir devlet oluşumu başlamıştı. Önce işin fikri altyapısı oluşturulmuş, ardından Çekiç Güç vasıtasıyla kukla devletin temelleri atılmıştır. Bu fiili devlet, tam da Irak'ta ki ‘kaos ortamında’ kurumlaştı; adeta bir "normalleşme süreci" yaşadı. Bugün 3 SÖNMEZOĞLU, Faruk, (1996). Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul, s.360. 4 TEPAV 2007 Irak Raporu: Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye, Ankara, 2007, s.47. 81 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz ise; parlamentosu, ordusu, bankaları, posta pulu, okulları ve kitapları oluşturulmuş durumdadır. Türkiye'deki hemen bütün iktidarlar, Irak'ın kuzeyindeki kukla devletin kurulmasına zımnen katkıda bulundular. Türkiye, 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra Irak’ın kuzeyindeki Kürt gruplarla yaptığı görüşmelerde esas olarak ABD müdahalesini sınırlamayı hedefliyordu. Nitekim zamanın Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in yürüttüğü bu görüşmelerde, Barzani ve 5 Talabani’nin Bağdat hükümetiyle anlaşma sağlaması amaçlanıyordu . Kürt devleti, Çekiç Güç’ün sağladığı güvenlik sayesinde embriyon olarak ortaya çıkmaya başladı. Bunun en önemli aşaması Mayıs 1992’de Irak’ın kuzeyinde seçimlerin yapılması ve bir parlamentonun kurulmasıydı. Bağdat yönetimi 23 Ekim 1991’de bölgedeki bütün memurlarını çekerken, bölgeye yönelik bir de ekonomik ambargo başlatmıştı. Washington’un teklifi ile Ankara’ya gelen Irak Kürdistan 6 Cephesi liderleri seçimler için Türkiye’nin olurunu da almışlardır . Irak’ın Kuzeyinde parlamento seçimleri Mayıs 1992’de gerçekleştirildi. 04 Temmuz 1992’de bölgesel hükümet teşkil edilmiş, yerel parlamentonun 05 Ekim 1992 tarihinde aldığı kararla federe devlet statüsü onaylanmış ve bu yapının Erbil, Süleymaniye, Duhok ve Kerkük’ü içerdiği açıklanmıştır. Böylece Irak’ın kuzeyinde hukuken değil ama fiilen bir devlet kurulmuştur. Fiili devletin yeni başbakanı Fuat Masum “Geldiğimiz nokta ne özerklik, ne de bağımsızlıktır. Đkisinin ortasında bir yerdeyiz. 7 Nereye doğru gideceğimizi zaman gösterecek ” demiştir. Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin Temmuz 1992’de hükümet oluşturması, Eylül’de bir istihbarat (asayiş) ve polis örgütü kurması Ekim’de ordu oluşturma yolundaki girişimlerine hız verip yine aynı ay içinde Erbil’de Federe Kürt Devletinin kurulduğunu ilan etmesi Türkiye’yi daha etkin önlemler almaya itti. Đlk olarak Türkiye söz konusu kararın bölgedeki barış ve istikrarın aleyhine olduğunu ve bunu tanımadığı açıkladı. 1992'de kurulan gayriresmi Kürdistan bölgesel hükümeti Anayasasının 2. maddesinde Kerkük ve Badra, Kürdistan sınırları içinde gösterildi. ABD ise petrol kaynakları ve Türkmen nüfusu nedeniyle Kerkük'ü Kürt bölgesinin dışında bırakmış ve ona özel bir statü vermişti. Temmuz 2005'te yeni hazırlanan Irak’in kuzeyindeki sözde Kürdistan haritası, bölge parlamentosu ve Kürt partileri tarafından onaylandı. Bu harita Bağdat'ın 150 km. güneydoğusundaki petrol ve doğalgaz kaynaklarına 5 YAVĐ, Ersal, (2006). Kürdistan Ütopyası, I. Baskı, Yazıcı Yayınları, Đzmir, s.252. ÖZDAĞ, Ümit, (1999). Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Kuzey Irak’ın Etnik, Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara, s.80. 7 www.voanews.com/turkish/archive/2004-09/a-2004-09-01-15-1.cfm, (01.09.2007). 6 82 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye sahip Badra ve Cassan kentlerini dahi Kürdistan topraklarının içine 8 alıyordu . C. Irak’ın Kuzeyi ve PKK Terör Örgütü: 25. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, PKK ve Irak’ın kuzeyi ile 9 ilgili olarak üç dönüm noktasını şu şekilde sıralamıştır ; Körfez Savaşı: Bu harekattan önce bitme, tükenme noktasına gelen PKK, savaş sonrasında yeniden güçlenmiştir. Bu dönemde, Saddam'ın saldırıları kullanılarak ‘Kürt sorunu iddiaları’ dünya kamuoyuna mal edilmiştir. Çekiç Güç Dönemi: 36. paralelin kuzeyi Saddam'a yasaklanırken, Türk yönetimi ve TSK tarafından da desteklenen Çekiç Güç sayesinde PKK’ya korumalı bölge oluşmuş ve Kürt gruplar bağımsız bir devletin temellerini atmıştır. Irak Savaşı: Bu savaştan sonra Türkiye coğrafyasına hapsolurken, PKK çok büyük bir serbestlik kazanmış, çok miktarda silah ve malzeme ele geçirmiştir. Irak dahilinde 8 ayrı bölgede ve 65 üs dahilinde 3.500 kadar PKK militanı bulunduğu değerlendirilmektedir. ABD’nin PKK ile mücadele kapsamında sözde istihbarat desteği daha çok psikolojik amaçlıdır ve Türk kamuoyunu yatıştırmayı hedeflemektedir. Nitekim hava harekatından 10 bugüne kadar PKK alt yapısı ve güçleri çok az hasar aldı . Ankara, PKK liderlerini yakalamak, lojistik desteğini kesmek ve ortak harekat yapmak için KYB liderlerini de sıkıştırmaktadır. KYB, Avrupa pasaportu taşıyan birkaç PKK’lı yakaladı ise de sonra serbest bıraktı. Türkiye, yeterli tedbir almadığı için hava sahasını KYB bölgesinden uçuşlara geçici olarak kapattı. KYB’nin Kandil etrafındaki göstermelik kontrol noktaları Kandil’e diğer yollardan yapılan ikmal nedeni ile bir işe yaramamaktadır. PKK parti büroları ise bazı illerde sözde kapatılırken diğer illerde açılmaktadır. Son dönemde sözde PKK’lı teröristleri dağdan indirmeye yönelik ABD yönlendirmeli açılımlar ise bölücü örgüt propagandasına alet olmaktan ileri gidemedi. Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkan Kürt oluşumunun ve Türkiye’de artan PKK terör eylemlerinin Türkiye açısından en önemli sonucu, Kürt meselesinin ‘uluslararası’laşması oldu. Başına sürekli iç sorunlar örülen ve Avrupa Birliği süreci ile çift yanlı baskı altına alınan Türkiye, iktidar partisinin ideolojisi nedeni ile kendi iç dinamiklerini çalıştıramaz hale geldi. Irak’ın 8 YAVĐ, a.g.e., 2006, s.165. ÖZDAĞ, a.g.e., 1999, s. 80. PHILIPS, David L., Confidence Building Between Turks and Iraqi Kurds, The Atlantic Council, Washington D.C., 2009, s.19. 9 10 83 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz kuzeyinde Kürt devletinin güçlenmesi ve Türkmenler ile ilgili olumsuz gelişmeler; basit ticari çıkarlar ve ABD ile yapılan örtülü siyasi çıkarlar peşinde Türk kamuoyu gündeminden düşürüldü. Türk kamuoyu, PKK terör örgütü eylemleri yoğunlaştıkça sınır ötesi anlamsız ve sonuçsuz hava operasyonları ile tatmin edilmeye çalışıldı. Gelinen aşama PKK’ya karşılık Kürdistan pazarlığı olarak gözükse de, PKK ile ilgili sağlanan dış desteğin açılım örneğinde olduğu gibi bir ABD illüzyonu olduğu açıktır. D. ABD ve Kürdistan Projesi: Fas’tan Afganistan’a kadar olan coğrafyadaki ülkelerde ekonomik, siyasî, askerî ve sosyal reformları öngören Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD; önce Afganistan’a girip kendisine yakın bir yönetimi başa getirdi ve Avrasya egemenliği konusunda üstün bir konum edindi. Arkasından Irak’a girerek, Orta Doğu’ya da yerleşti ve bölgedeki varlığını uzun vadede garanti altına aldı. ABD'nin Orta Doğu'daki en önemli çıkarı, Basra Körfezi'nden petrolün dünya pazarlarına istikrarlı fiyatlarla, kesintisiz akışının sağlanmasıdır. En büyük petrol ithalatçısı ülke olan ABD, dünya petrol rezervlerinin en fazla bulunduğu Orta Doğu bölgesini kendi politikalarıyla zıt düşen yönetimlere bırakmak istememektedir. ABD, Irak politikasını, güneydeki petrol zengini müttefiklerini ve Đsrail’in, güçlü bir Irak'tan duyduğu rahatsızlığı da dikkate alarak şekillendirmektedir. ABD, Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini ve Irak devlet sistemi üzerindeki değişikliklerin ülke içinden gerçekleştirilmesini arzuladığını ifade etmektedir. Oysa ABD'nin Irak'ı zamana yayarak ve kontrollü bölme niyeti işgalin hemen sonrasında ortaya çıktı ve Kürdistan projesi her geçen gün hayata geçmektedir. Irak'ın kuzeyinde Barzani ve Talabani'nin etnik bir devlet kurmasının hukukî ve malî alt yapısı ABD tarafından sağlanmıştır. Türkiye de bu konuda en az ABD kadar katkıda bulunmuştur. Kürtler, % 18 civarında bir nüfus ile Irak'ın siyasal gücünün % 50'sine yakın bir bölümünü ABD desteği ile ele geçirmiştir. Kürt sorununda, ‘kozlar’ artık ABD'nin eline geçmiş olmakla birlikte, ABD’nin Kürtleri istediği şekilde kullanabileceğini söylemek zordur. Aralarındaki ilişki bir devlet ile eşkıya grubunun siyasi pazarlığı, hatta bir noktaya kadar ortaklığıdır. Bugün, Irak’taki Kürt grupların en büyük arzusu bağımsız bir Kürt devleti kurmaktır. Irak, Kürt milliyetçiliğinin doğduğu yer ve Kürtlerin bağımsızlık 11 hayaline en fazla yaklaştıkları ülkedir . Zaman zaman çatışan ve yeri geldikçe işbirliği yapan, ancak, aralarındaki güç mücadelesi hiçbir zaman sona ermeyen; bugünkü Irak’ın Cumhurbaşkanı Talabani’nin lideri olduğu ‘KYB’ ve Kürt Bölgesi Yönetimini’nin Başbakanı Barzani’nin lideri olduğu ‘KDP’nin üzerinde tereddütsüz uzlaştıkları temel hedef, şartlar elverdiği 11 GALBRAĐTH, Peter, (2007). Irak’ın Sonu, Doğan Kitap, Đstanbul, s.142. 84 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye takdirde bağımsız Kürt devleti kurulmasıdır. Bölücü Kürtçülerin, yarım yüzyıllık hedefleri hiç değişmemiştir; önce ’Özerk yönetim’, sonra ‘Federe devlet’, son olarak da bölünüp ayrı ‘bağımsız devlet’ kurmak. Buna, Irak’ın 12 kuzeyindeki gelişmeler ayrı bir hız kazandırmıştır . Ancak, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin ilanının tetiklemesi ile Irak'tan çevreye yayılabilecek çatışma sarmalı, bölgede yeni gerilim ve çatışmalara yol açacaktır. Türkiye sınırlarında yeni bir Lübnan veya ĐsrailFilistin çatışma bölgesi de ortaya çıkabilir. 2. IRAK’IN KUZEYĐNDEKĐ PARAMETRELER: A. Etnik Yapı, Din ve Aşiretler: Irak, değişik etnik ve dinsel toplulukların bir hayli fazla olduğu bir ülkedir. Toplam nüfusun % 70'i Araplara, % 15-20'si Kürtlere ve %5'i Irak Türkmenlerine, geri kalanı ise Asuriler ve diğer etnik gruplara mensuptur. Irak, Orta Doğu’da Şiilerin çoğunlukta olduğu tek Arap ülkesi durumundadır. Đslam dini, ülkede birleştirici etkenlerin en önemlisidir. Irak’ın Osmanlı geçmişi de dâhil olmak üzere yönetiminde ağırlıklı olarak Sünniler bulundular. Şiiler ve Kürtler Irak’ın idaresinde fazlaca söz sahibi olamadılar. Bunda bilinçli bir tercih kadar kültürel ve tarihsel etkenler de rol oynamıştır. Saddam Hüseyin döneminde ise bilinçli bir dışlanma söz konusudur. Laik, Arap, modern ve homojen bir Irak yaratmak hedefinde olan Saddam Hüseyin Şiileri, Kürtleri ve Türkmenleri dışlamış, yönetimini Sünni Araplar üzerine oturtmuştur. Irak’ın kuzeyinde de tarikatlar yıllarca siyasetle iç içe yaşadı ve Türkiye'nin güneydoğu bölgesini oldukça etkiledi. Nitekim bugün Güneydoğu Anadolu’da tarikatçı yapılanma ‘Nakşi-Nurcu’ hareketine 13 dönüşmüştür . Nakşibendîler, Nurcuları bölgede tampon güç ve ekonomik kaynak olarak görmektedir. Irak’ın kuzeyindeki Kürtler Saidi Nursi’nin öğretilerini alırlar, ancak yolunu seçmezler. Irak'ın kuzeyinde Nakşibendilik yaygındır, Nakşiler Kürt millîyetçiliğinin simgesidir. Barzan aşireti, Kürtçülüğü ve Nakşibendiliği bir arada yaşayan bir aşirettir. Kadirilik tarikatı, Irak’ın kuzeyinde günümüzde Talabani ailesince temsil edilmektedir. Talabani’nin büyük babasının tarikat kolu Türkiye`ye 14 uzanacak kadar geniştir . Görüldüğü gibi Irak’ın kuzeyi’ndeki solcu Talabani de Kürt millîyetçisi Barzani de gücünü tarikattan almaktadır. Irak’ın kuzeyindeki sosyal yapının temeli, feodal düzenin günümüzdeki yansıması olarak değerlendirilebilecek aşiret yapılanmalarıdır. Söz konusu yapılanmalar, köyler, bir veya birkaç sülalenin bir araya gelmesi 12 GÜZEL, Hasan C., (2007). Kuzey Irak, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2007, s.7. ÇETĐNKAYA, Hikmet: Kuzey Irak'tan Türkiye'ye "Köktendinci Đhracatı" Yapılıyor mu?, Cumhuriyet Gazetesi, (26 Mart 2010). 14 METĐNER, Metin: Talabani`Nin Dedesi Kadiri Şeyhi, Bugün Gazetesi, (01 Ocak 2008). 13 85 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz ile oluşturulan yönetim biçimidir. Bölgede aşiretlerin dışında, daha küçük kabileler de bulunmaktadır. Kabileler ve aşiretlerin toplam sayısının 7080 civarında olduğu değerlendirilmektedir. Bölgede etkin olduğu bilinen aşiretlerden Talabani yanlısı olanlar şunlardır; Bervari Aşireti (5-6 bin kişi), Aşağı Bervari Aşireti (7 bin), Doski Aşireti (20-25 bin). Çoğunlukla Barzani yanlısı olanlar; Ertuşi Aşireti (10 bin), Guli Aşireti (8-10 bin), Güran Aşireti, Muzuri Aşireti (15 bin), Nirvei Aşireti (5 bin), Regani Aşireti (15-18 bin), Silevani Aşireti (10 bin), Sindi Aşireti (20 bin), Şemkan Aşireti: (5 bin), Zebari Aşireti (20 bin), Seyitler ve Koçeriler (20-30 bin) şeklindedir. Bölgede etkinliği olan Pervari ve Bradost aşiretleri ise farklı bir görüntü arz etmekte, siyasi etkinliği ile bilinmektedir. Bu aşiretler hariç diğerleri uzun bir dönem Kürdistan Cephesi adlı oluşumun baskısı altında kalmıştır. Şekil 1: Irak’ın Etnik Yapısı TÜRKĐYE Cizre Zaho Tel Afar Musul Köy Sancak SURĐYE Aşarka Kerkük Süleymaniye Tuz Rutbah Ramadi Kerbela Necef Kürtler Türkmenler Sünnî Arap Sünnî ve Şiî Arap Şii Arap Hıristiyanlar Farslar Lurlar, Asuriler Yahudiler ĐRAN Hanakin Bakuba BAĞDAT Suwayra Hilla Divaniye Kutal Amara Nasıriye Basra KUVEYT 86 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye B. Kürtler: Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam yönetimine karşı Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin işbirliğine dayanan bir politika güden ABD, tarafları bir araya getirmek için pek çok girişimde bulundu. Eylül 1998’de taraflar Washington’a davet edilmiş ancak Ankara, Washington sürecinin özellikle dışında tutulmuştur. 17 Eylül 1998 tarihinde yeni bir devletin kurulabileceğine ilişkin program niteliği taşıyan Washington Bildirisi; Mesut Barzani, Celal Talabani ve ABD Dışişleri Bakanı tarafından imzalanmıştır. Türkiye’yi memnun etmek için Kasım 1998’de Ankara’da düzenlenen görüşmelere ise Irak Türkmenleri etkin olarak alınmamıştır. Kısaca, Türkmenlerin ‘azınlık statüsü’ içinde yaşayacağı ve Kürtler tarafından yönetilmesi tasarlanan bir Irak’ın kuzeyi modeline Türkiye ‘hayır’ diyememiştir. Washington ve Ankara süreçleri Türkiye’nin uzun vadeli politikalarının olmayışının ve bu politikaları icra edebilecek politika vasıtalarının yetersiz oluşunun bir sonucudur. Bu iki süreç bundan sonrada Irak’ın kuzeyinde Türkiye’nin uygulayabileceği hareket tarzlarına 15 önemli ölçüde etki edecektir . 1964 yılına kadar Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) çatısı altında mücadelelerini sürdüren Iraklı Kürt gruplar daha sonra Barzani ve Talabani önderliğinde ayrışmışlardır. Kürtler, bağımsızlığa giden yolda siyasal ve ekonomik çıkar sağlamak için Irak’ın kuzeyindeki nüfus yapısını değiştirmeye yönelik sürekli arayış içindedir. PKK terör örgütünün 4 bin silahlı taraftarı Kürt lider Talabani'nin bilgi ve kontrolünde Süleymaniye yakınlarına aileleriyle yerleştirilmiştir. Barzani'ni de 5 bin kişilik bir silahlı Kürt grubu Erbil yakınlarına aileleriyle beraber yerleşmiştir. ABD, Kerkük’e yönelik Kürt göçüne Türkiye’nin itirazına rağmen tam destek vermiş; komşu ülkeler ve başka yerleşim birimlerinden sistemli şekilde taşınarak Kerkük’e yerleştirilen Kürt sayısı 350 bin civarına yaklaşmıştır. Talabani ve Barzani’nin öncülüğünde Irak’ın kuzeyinden 227 bin Kürt (aileleriyle birlikte 600 bin) Kerkük’e 16 getirilerek yerleştirildi ve seçmen kayıtları yapıldı . KDP ve KYB arasındaki günümüze kadar çeşitli şekillerde devam eden anlaşmazlıkların temelinde; yerel yönetimde etkin olma çabaları, Irak’ın kuzeyi ile ilgili gelirlerin paylaşımı, kendi aralarındaki kişisel rekabet, Erbil’in kontrolü, coğrafi ve sosyal açıdan Behdinan ve Soran bölgeleri arasındaki ayırım, IKDP’nin Irak ve Türkiye, KYB’nin ise Đran ile daha yakın işbirliği içerisinde olması gibi faktörler önemli rol oynamıştır. Irak Anayasası’na göre Kürt Bölgesi Yönetimi (KBY) sınırları içinde güvenliği 15 ÖZDAĞ, Ümit: Telafer Bir Türkmen Kentinin ABD Ordusu ve Peşmergelere Karşı Direnişi, Fark Yayınları, Ankara, 2008. 16 ERGAN, Uğur: Kerkük’e 600 bin Kürt’ü Yerleştirdiler, Hürriyet Gazetesi, (11 Ocak 2007). 87 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz sağlamakla görevli olup, KBY’nin bağımsız güçleri kendi Savunma Bakanlığı ve Đç Đşleri Bakanlığına bağlıdırlar. 75.000-100.000 civarında olduğu tahmin edilen bu güç KDP ve KYB arasında birbirine yakın iki ayrı emir-komuta zinciri ile yönetilmektedir. - Talabani’nin KYB’ye bağlı güçleri; 6.700 kişilik düzenli birlikler (1 Tank Taburu, 2 Mekanize Tabur, 6 Tanksavar Taburu, 1 Hafif Piyade Taburu, 6 Sahra Topçu Taburu, 1 Đstihkâm Taburu, 1 Keşif Taburu) ile 26.000 kişilik yarı düzenli birlikler (16 Piyade Tugayı) ve KYB Peşmerge Bakanlığına bağlı 8.000 kişilik (2 Piyade Taburu, 1 Sahra Topçu Taburu, 3 Askeri Đstihbarat Taburu) şeklinde teşkil edilmiştir. Barzani’nin KDP’sine bağlı güçler; KBY Savunma Bakanlığı’na bağlı 40.000 kişilik Ordu Komutanlığı ile Đç Đşleri Bakanlığı’na bağlı 30.000 kişilik Zervani polis gücünden meydana gelmektedir. C. Türkmenler: Irak’a Türkler ilk kez 670-700 yılları civarında ayak basmışlardır. Türkler, Abbasiler döneminde büyük gruplar halinde, Irak’a göç etmişlerdir. 1040 yılı sonrasında Abbasi halifesinin Tuğrul Bey’den yardım istemesi üzerine, Tuğrul Bey bölgeye girmiş ve Irak’ta 9 asırlık Türk hâkimiyeti başlamıştır. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey ile başlayan Türk hâkimiyeti sırasıyla; Irak Selçukluları, Erbil Atabeyliği, Musul Atabeyliği, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılarla devam etmiştir. Irak’ta yaşayan Türkmenlerin nüfusunu gösteren bilimsel bir çalışma yoktur. Türkmen nüfusunun durumuna ilişkin hâlihazırdaki bilgiler tahminen ve 1957 yılındaki Irak nüfus sayımına kıyasla değerlendirilmektedir. Irak’ta 2,5 milyon Türkmen yaşadığı tahmin edilmektedir. Irak’ın kuzeyinde yaşayan nüfusun % 20’si Türkmenlerden oluşmaktadır. Türkmen nüfusu; 21 milyon olduğu tahmin edilen Irak nüfusunun % 12’sine tekabül etmektedir. Kısaca, 500-600 bin Türkmen; Irak’ın kuzeyinde, geri kalanı ise Irak kontrolünde kalan orta ve güney bölgede ikamet etmektedir. Türkmenler; Kerkük, Musul ve Erbil kentlerinde yoğunlaşmış olarak yaşamaktadırlar. Duhok, Zaho, Selahattin, Süleymaniye, Cemcemal ve Köysancak’ta az 17 sayıda aileler bulunmaktadır . Đran-Irak Savaşı’nda Türkmenler Saddam tarafından cephelerde kalkan olarak kullanılmış ve ön saflarda savaşmak zorunda bırakılmışlardı. Irak Hükümeti, Türkmen aydınlarını tutukluyor, insanlık dışı işkencelerle öldürüyor veya idam ediyordu. Baas yönetimi, tarihi bir Türkmen kenti olan Kerkük’ün Araplaştırılması politikasını 17 ÖZMEN, Hasan, (1999). Irak ve Türkmen Dosyası, Türkmeneli Đşbirliği ve Kültür Vakfı, s.14. 88 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye 18 kararlılıkla uygulamaktaydı . Körfez Savaşı sonunda ise yönetim, içinde bulunduğu krize rağmen Türkmenlerle uğraşmaya devam etti. Gelmiş geçmiş tüm yönetimler tarafından her türlü hakları gasp edilen ve varlıkları tehdit olarak görülen Türkmenler, bugün de yıldırma ve yok etme politikalarının hedefi olmuşlardır. 17 Eylül 1998’de KYB ve KDP Irak’ın kuzeyinde bir Kürt yönetimi kurmak üzere Washington’da bir anlaşma imzaladı. ABD, Irak muhalif gruplarının koordineli çalışmalarını sağlamak için 1999 yılından 2003 yılının ilk aylarına kadar olan süre içerisinde Londra, Washington, Ankara ve Selahattin merkezli toplantılar gerçekleştirdi. ABD’nin Irak’a yönelik planlarını reddeden Türkmenler, işgal sonrasında hem ABD hem de ABD’nin desteklediği gruplar tarafından Irak’ın siyasi denkleminin dışında tutulmak istendi. Bu çerçevede, Irak kuzeyinde faaliyet gösteren Türkmen kuruluşlarında görev yapanlara, yerel yönetimler tarafından asimilasyon boyutlarındaki düzenli sıkıştırma politikası uygulandı. Türkmenler ‘yok edilme’ siyasetiyle karşı karşıyadırlar. Ayrı bir güç olma hevesindeki kuzeydeki Kürt yönetimi Kerkük’e de sahip olarak Kerkük petrolüne el koymak düşüncesindedir. Kerkük’e sahip olmanın yolu da 19 Türkmenleri yok etmekten geçtiği için Türkmenler göçe zorlanmaktadır . D. Kerkük Sorunu: Kerkük, tek başına 8,7 milyar varillik petrol rezerviyle çok önemli bir şehirdir. 2003’ten bu yana Kerkük’ün üzerine adeta bir kara bulut gibi çöken Kürt gruplar, ABD’nin desteğiyle birlikte kısa zamanda Kerkük’te otorite sağlamayı başarabildi. Artık Kürtlerin Kerkük’te nüfus arttırma girişimleri, elinde bulundurduğu silahlı güç ve vilayet yönetimiyle şehirde yaşayan diğer etnik gruplar üzerinde yarattığı baskı sıradanlaşmış gözükmektedir. Kürt gruplar ellerinde bulundurdukları bu güce rağmen halen Kerkük’ü Irak’ın kuzeyindeki bölgeye bağlamayı başarabilmiş değildir. Mevcut Kerkük vilayet yönetiminin meşru olduğunu söylemek yanlış olur. Zira Kerkük’teki yerel yönetimi belirleyecek bir seçim halen yapılabilmiş değildir. Seçim yapılamamasına ve yerel seçim yasasında yer alan 23. maddeye göre yeni bir yönetim paylaşımı belirlenmiş olmasına rağmen henüz bir değişiklik olmamıştır. Yasaya göre Kerkük Vilayet Meclisi Başkanı’nın Türkmen olması gerekirken, halen Meclis Başkanlığı Kürtler tarafından yürütülmektedir. Kerkük konusu Kürtler ile Arap ve Türkmenleri karşı karşıya getiren potansiyel bir çatışma alanıdır. Kürtlerin, özellikle Kerkük konusunda attığı adımlar Sünni Araplarla ilişkilerinin gerginleşmesine yol açmıştır. 18 SAATÇĐ, Suphi, (1996). Irak’ta Türk Varlığı, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, s.244-245. KONA, Gamze Güngörmüş, (2005). ABD’nin Irak Operasyonu’nun Türk Basınından Đki Yazar Tarafından Algılanış Biçimi, Okumuş Adam Yayınları, Đstanbul, s.325-343. 19 89 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz Musul'da yerleşik olan ve Kürt milislerden oluşan 8. Irak Tugayı Kerkük'e kaydırılmıştır. Kürtler, Kerkük'ün askeri denetimini ele alırken, Kerkük'teki Amerikan birlikleri Bağdat’a geri çekilmiştir. Böylece Kerkük'ün Kürtleştirilmesi ve sözde Kürdistan'a bağlanmasında önemli bir adım daha atılmıştır. Irak Başbakanı Maliki, Kerkük’e bir tümen gönderirken, ABD ise bir tugay göndererek durumun kötüleşmesini önlemeye çalışmıştır. Bu dönemde ABD, Barzani’yi Türkiye ve Bağdat yönetimini provoke etmemek için uyardı. Kerkük, tarafların çatışmalarından çok sık nasibini almaktadır. Sadece 2009 yılında Kerkük’teki terör faliyetleri sonucu çoğunluğu sivil olmak üzere 226 kişi ölmüş, 675 kişi 20 yaralanmıştır . Kürtler, Kerkük’ün kuzey bölgesine ilhak edilmesini isterken, Türkmenler Kerkük’ün özel bir statüye kavuşturulmasını istemektedir. Anayasa’nın 140. Maddesi gereğince referandum sadece Kerkük’te yapılacak ve bu 21 önemli şehrin nereye tabi olacağına karar verilecekti . Kerkük sorununun çözümü için Türkmenler, Irak’taki bütün grupların üzerinde uzlaşacağı bir formülün bulunmasını ve Kerkük ile ilgili anlaşmazlık konusu olan 140. maddenin yeniden düzenlenmesini savunmaktadır. Kerkük'te yaşanan gelişmeler her bakımdan Türkiye'nin göz ardı edemeyeceği, doğrudan kendi güvenliğimizi, geleceğimizi ilgilendiren hayati konulardan biridir. Irak'taki devlet bütünlüğünün korunması, Kerkük bölgesine özel bir statü verilmesi, burada yaşamakta olan halkların adilane temsil edildikleri bir yönetim esası üzerinde uzlaşılması Orta Doğu'da barışın, huzurun ve istikrarın temel şartıdır. Kerkük sorununun barışçı bir şekilde çözülememesi, KYB’nin Kerkük’ü kontrol altına almaya kalkması büyük olasılıkla Türkiye’nin askeri müdahalesine yol açacaktır. 3. IRAK’IN KUZEYĐ VE TÜRKĐYE: A. Türkiye’nin Irak Politikası(zlığı): Jeopolitik konumu ve üzerinde barındırdığı etnik gruplar itibariyle Türkiye’nin en önemli ilgi alanlarından biri olan Irak, 1990 yılı sonrası yaşanan gelişmelerle Türkiye’nin Orta Doğu politikasını ve güvenlik politikalarını ciddi biçimde etkilemeye başlamıştır. 1990 yılında patlak veren Kuveyt’in işgali ve ardından 1991’deki Körfez Savaşı, Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın hemen sonrasındaki dış politikasında bir dönüm noktası oldu. Türkiye, krizin baş göstermesi ile bölgeye ilişkin benimsemiş olduğu yalnızlık ve tarafsızlık politikasını bir tarafa bıraktı ve Irak’a karşı Birleşmiş Milletlerin tarafını tutarak aktif bir dış politika geliştirdi. Türkiye, 20 Kerkük’ün Sesi, Kerkük’te 2009 Bilançosu, Aylık Siyasi Gazete, (31Ocak 2010). Irak Anayasası, madde 14; madde 18, paragraf 5; madde 24; madde 44. Kerkük’te halk oylaması da yapılmasını öngören madde 140 içeriğinde öngörülen son tarih (31 Aralık 2007) geçmiş olmasına rağmen, bu konu henüz çözümlenememiş durumdadır. 21 90 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapama kararı aldı ve Irak’a ekonomik yaptırımlar uyguladı. Boru hattının kapanması sonucunda Türkiye, ekonomik olarak zarara uğramış, Türk iş adamlarının alacakları ve Türkiye’nin verdiği borçlar geri alınamamıştır. Bu dönemde Türkiye’ye 22 kaçak petrol girişine göz yumulmuştur . 1991-2003 döneminde Türkiye’nin Irak’a yönelik tutumunun üç önemli unsurdan etkilendiği söylenebilir; petro-ekonomi, Kürt sorunu ve su 23 sorunu . Körfez Savaşı (1991) sonrasında Türkiye, ABD’nin gerek Irak’a ve Saddam’a, gerekse Irak’ın kuzeyindeki Kürt gruplara karşı izlediği politikalarda kendine yer edinmeye ve kazanımlar elde etmeye çalışmıştır. Türkiye’nin Irak politikası bu süreçte ABD ile olan stratejik ilişkileri ile ABD’nin Kürtlere ve Saddam’a yönelik politikaları arasında sıkışıp kalmış ve ciddi kayıplara uğramıştır. 2003 yılındaki Irak Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin Irak ve Türkmenler politikasında değişiklikler meydana gelmiştir. Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumunun ortaya çıkması ve bölgede faaliyet gösteren PKK terör örgütü, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Türkiye’nin Irak sorununa olan ilgisi başlangıcından beri Türkiye’nin ülke bütünlüğüne ve ulusal birliğine yönelik riskler ve bu nedenle duyulan kaygıdır. Bu kaygı nedeni ile Türkiye Irak’ın parçalanmasına ve bu parçalanmanın Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti doğurmasına karşı durmuştur. ABD’nin daha Irak’ı işgal niyeti anlaşılır anlaşılmaz 5 Ekim 2002 günü 57. Hükümet döneminde ABD’nin müdahalesi beklenmeden Irak’ın kuzeyinde bir Kolordu kadar güç ile girilmesine karar verilmişti. Her ne kadar ABD ile yapılan görüşmelerde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 20-30 kilometreden fazla ilerlemesine müsaade edilmiyorsa da, Irak içinde kuvvetli bir askeri varlığın bulundurulması zorunluluktu. Böylece, Türkmenlerin güvenliği garanti altına alınacak, PKK’nın Türkiye’ye sızarak yeniden faaliyete geçmesi etkin bir şekilde önlebilecek ve nihayet aşiretlerin Kerkük ve Musul’u ele geçirme niyetlerinin önüne set çekilebilecekti. Ancak, böyle olmadı, Türkiye bu fırsatı 1991’den sonra gene ıskaladı ve bu hata hala devam etmektedir. Türk Hükümetinin, Irak’a asker gönderme yetkisini kullanmaması üzerine şu sonuçlar ortaya çıktı; (1) ABD, Irak konusunda Türkiye’yi devre dışı tutmaya devam etti. (2) Barzani ve Talabani ABD sayesinde siyasi başarı elde ederek Kürdistan’ın nüvesi olan Kürt Yönetim Bölgesi’ni kemikleştirdi. (3) Türkmenler dış destekten mahrum kaldılar, Irak içinde de soyutlandılar. (4) PKK, Irak’ın kuzeyinde üs ve destek bulmaya devam etti. 22 23 KÖNĐ, Hasan, (1996). Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye, Avrasya Dosyası, C.3, s.1. YILMAZ, Hüseyin: Kerkük’ün Geleceği, Stratejik Analiz, Şubat 2007, s.10. 91 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz B. Irak’ın Kuzeyi ve Türk-ABD Đlişkileri: 2003 yılında Irak Savaşı öncesi ABD ile yapılan müzakere süreci Irak’ın kuzeyindeki Kürt gruplara Türkiye ile ABD’nin farklı baktığını ortaya çıkardı. ABD’nin başından beri Türkiye’den isteği topraklarını ABD’ye kullandırması ama kendisinin Irak’ın kuzeyine girmemesi idi. ABD’nin bu tutumunda Kürt grupların etkisi büyüktü. Müdahale öncesi yapılan ABD planlarının hiçbirinde Türk askeri yoktu ve bu nedenle Ecevit Hükümeti 24 ABD müdahale etmeden Irak’ın kuzeyine girmeyi planlamıştı . ABD sonuna kadar Türk askerinin girmemesi konusunda direndi. Türk askerinin ABD’li komutan emrinde olması, (Kürt grupların sözcülüğünü yapan Zalmay Halilzad vasıtası ile) Kürt gruplar ve PKK’lılar dâhil kimseye karşı silah kullanılmaması gibi koşullarda ısrar etmesi dikkat çekti. Ancak Türk heyeti müzakereler sonrasında isteklerini kerhen de olsa büyük ölçüde ABD’ye kabul ettirmişti. Ancak ABD’nin bakış açısı ortaya çıkmış, Ankara’nın taleplerinden çok Kürt grupların liderleri Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin isteklerini önceliğe aldığı ve bu çerçevede PKK’yı da korumaya çalıştığı belirginleşmişti. 2003 yılının Mart ve Nisan aylarında ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak’ı fiilen işgali ile birlikte değişen dengeler ve öncelikler nedeniyle; Türkiye ile ABD arasındaki stratejik işbirliği, gittikçe artan tereddütler ve güvensizlikler yaratan sorular ve sorunlar yumağına dönüşmüştür. Bu sorunların başında Türkiye’nin güvenlik mülahazaları gelmektedir. Irak’ın kuzeyinde ‘Kürdistan Özerk Yönetimi’ adı altında, fiili olarak, her türlü siyasi ve mali yardımlar ile, ABD’nin açık bir desteğiyle meydana getirilen, tüm kurumlarıyla oluşumunu tamamlamış bir ‘Kürdistan’; Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin itiraz ve karşı duruşlarına rağmen neredeyse oluşumunu tamamlamıştır. Irak’ın kuzeyinde böyle bir oluşumun varlığı ile birlikte bu bölgede üslenen ve Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan bölücü örgüte karşı kararlı ve kesin bir çözüme ilişkin bir askeri harekat beklentisi ABD’nin bölgedeki çıkarları ile ters düştüğü için sekteye uğramıştır. ABD, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine yapabileceği karadan geniş çağlı bir operasyon ihtimalini bugüne kadar istihbarat desteği ve benzeri yöntemler ile sadece PKK’ya yönelik hava harekatına indirgemiş, Kürt grupları önceliğe alan politikasını sürdürmüştür. Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetler bürosunun ABD askerlerince basılıp askerlerimizin rehin alınmasıyla başlayan Türk-Amerikan güvensizliği unutulması zor ve henüz öcü alınmamış bir düşmanlık olarak hafızalardadır. Irak’ta Türkiye’nin komşusu olan ABD, Türkiye’nin çıkarlarını (hafıza kaybı taktiği) unutturarak kendi çıkarlarının bekçisi 24 BĐLA, Fikret, (2004). Hangi PKK?, Ümit Yayıncılık, Ankara, s.192. 92 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye olmasına ikna etme etmeye çalışmaktadır. Türkiye ile ABD arasında bugünkü ilişkileri Türkiye açısından tanımlayan temel sorun; Irak’ın kuzeyinde Türkiye uyutularak kurulmaya çalışılan Kürdistan Projesi’dir. Kamuoyunda işlenen görünürdeki neden ise; Irak’taki PKK varlığı ve faaliyetleri konusundaki ABD hareketsizliği veya Türkiye’ye göstermelik desteğidir. Irak’taki PKK varlığı Türk-Amerikan ilişkileri için uzun zamandır düğüm noktası haline gelmiştir. Kerkük’ün statüsü ve Türkmenlerin durumu gündemdeki başka bir sorundur. Bunlara Irak’taki pastadan Türkiye’nin bugüne kadarki zararlarının karşılanmasını ve nihayet enerji dengelerinde Türkiye’nin de çıkarlarının gözetilmesini eklemeliyiz. C. Ekonomi ve Enerji: Irak'tan gerçekleştirilen ithalatın büyük bir kısmını ham petrol oluşturmaktadır. Nitekim 2006 yılında toplam ithalat içinde ham petrolün payı %68 iken, 2007 yılında %81,6 olarak gerçekleşmiştir. Diğer önemli ithalat kalemleri ise sırayla petrol yağları ve bitümenli minerallerden elde edilen yağlar ve arıtılmış bakır ve işlenmemiş bakır alaşımlarıdır. 2008 yılında petrol fiyatlarının artışı ile beraber Irak'tan yapılan ithalat 1,3 milyar dolar seviyesinin üzerine çıkmıştır. Irak'tan yapılan ithalatın hemen hemen tamamı Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından (Tablo 1) yapılan sevkiyatlardan oluşmaktadır. Irak ile ticarette Kerkük - Yumurtalık Boru Hattının etkin çalışmaması önemli bir sorun teşkil etmektedir. 2003 yılından bu yana sabotajlar nedeniyle sık sık işletilmesine ara verilen sözkonusu hat, 2007 yılı Ağustos ayından itibaren Kerkük petrolünü Ceyhan Limanına taşımaya tekrar başlamasına karşın hâlihazırda %25 kapasiteyle çalışmaktadır. BM tarafından Irak'a verilen izinler doğrultusunda 2007 yılında Irak-Türkiye ham petrol boru hattı ile taşınan ham petrol miktarı 39,833 bin varildir. Irak petrolünün üçte biri Ceyhan’dan ihraç edilmektedir. Tablo 1: Türkiye-Irak Petrol Boru hatları Uzunlukları Irak Türkiye Toplam I. Hat 345 641 986 km. II. Hat 234 656 890 km. Toplam 579 1.297 1.876 km. Kaynak: TÜĐK, Dış Đlişkiler Ekonomik Kurulu (DEĐK): Irak Ülke Bülteni Ocak 2010, s.32. 93 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz 2003’ten bu yana Kerkük’ün üzerine çöken Kürt gruplar, akabinde Petrol 25 Yasası’nı istedikleri gibi çıkartmanın peşine düştüler . Irak’ta merkezi yönetim ile Kürt Bölgesel Yönetimi arasındaki ‘petrol gelirlerinin nasıl paylaşılacağı’ ve Irak’ın kuzeyinde petrol ihracatı sorununun çözümü önemli bir gündem maddesi olmaya devam etmektedir. Irak hükümeti tarafından henüz tam bir petrol yasası çıkarılmış olmamakla beraber, yapılan geçici düzenlemelere göre Irak’ın kuzeyindeki petrol 4 yıl içinde 20 milyar dolar kazandıracak ve Kürt bölgesel yönetim Irak'ın petrol 26 gelirlerinden yüzde 17 pay alacaktır . Irak, petrol ve gaz bakımından zengin bölgeler bağlamında, ciddi bir iç uyuşmazlığın bulunmakta; özellikle kuzeyde yaşayan Kürtlerin, bölgelerindeki kaynakları kendilerine bağlayabilmek için çeşitli önlemler almaya ve uygulamaya çaba sarf ettikleri bilinmektedir. Irak’ta beş sahada üretilecek yaklaşık 280 milyar metreküp doğal gazın Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ihraç edilmesi söz konusudur. Türkiye'den Pet Holding, Genel Enerji ve Türkerler Holding gibi şirketlerin Kürt bölgesindeki iş hacimleri 2 milyar doları aşmış durumdadır. Đnşaat sektörünün yüzde 75'ini, enerji sektörünün de yaklaşık yüzde 10'unu Türk firmalar oluşturmaktadır. Özetle, Kürdistan’ın kuruluşu ve güçlenmesi bir avuç Türk firmasının kar etmesi uğruna gene kendi elimizle sağlanmaktadır. Şu anda bölgede 30'a yakın petrol şirketi 27 faaliyet göstermektedir . Çukurova Grubu'na bağlı Genel Enerji ile ortağı Kanadalı Addax tarafından kurulan ve bugüne kadar bölgeye 350 milyon dolarlık yatırım yapan Taq Taq Operating Company (TTOPCO) firması, Erbil yakınlarındaki Taq Taq petrol bölgesinden her gün 40 bin varil petrol ihraç edecektir. Irak’a kuzeyden yapılan girişler Habur üzerinden yapılmakta ancak bu yol oldukça meşakkatli ve zaman kaybına neden olmaktadır. Bir kişinin ortalama geçiş süresi fiili olarak tüm kontrollerle birlikte 7 saati bulmaktadır. Habur’dan geçen TIR’lardan araç başına 100-200 $ çeşitli adlar altında harç (haraç) alınmaktadır. D. Türkmen Direnişi: Türkiye, 2003’den beri iç gündemi ile meşgul edilirken gözden uzak Barzani yönetimi Irak’ın kuzeyinde birbirinden ilginç entrikalar çevirmektedir. Đç hesaplaşmalarla meşgul ve terörle muhatap edilerek Türkiye’nin öncelikleri değiştirilmiştir. 2003 yılı sonrasında Kürtlerin ilk hedefi olan Telafer'in Kürt Federe Devletine bağlanması ile Türkiye'nin Kerkük ile bağlantısı da kesilecekti. Barzani, bu süreci Büyük Kürdistan'a 25 ŞAFAK, Erdal: Kerkük Ateşi, Sabah Gazetesi, (1 Mayıs 2007). DURAN, Aram Ekin: Kuzey Irak'ta Kırmızı Çizgiye Petrol Açılımı, Referans Gazetesi, (02 Haziran 2009). 27 DURAN, Aram Ekin: 3 trilyon $'lık Petrol Erbil'i Đhya Ediyor, Referans Gazetesi, (04 Haziran 2009). 26 94 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye giden yolda ilk adım olarak görmekte idi. Telafer şehri, Irak Türkmenlerinin yerleşim bölgesinin kuzeydeki başlangıç noktasını oluşturur. Türkmen Telafer halkı 2003 yılında Amerikan işgali sırasında da yıllarca acı çekmiş, şehrin hemen hemen tamamı tahrip edilmiş ve 28 halk şehri terk etmeye mecbur bırakılmıştır . Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin devlet kurma istekleri Türkmenlere olan saldırıları arttırmış ve birçok katliam gerçekleşmiştir. Tuzhurmatu (2003), Telafer I (2004), Telafer II (2005), Musul (2005), Yengice (2006), Karatepe (2006), Kerkük Terör (2006) katliamları bunlara örnektir ve maalesef bu katliamlar münferitte olsa hâlâ devam etmektedir. Telafer'in Türkmen kimliği ve Kürt Federe Devletine bağlanmaması için savaşan 10 bine yakın Türkmen savaşçı; ‘Sultan Abdülhamit Kıtaları (Ketaip Sultan Abdülhamit)’, ‘Fatih Sultan Mehmet Kıtaları (Ketaip Muhammed El Fatih)’ ve ‘Cemaat’ de denilen Türkmen grupları içinde örgütlenmişlerdir. Türkiye ‘büyük oyunun’ farkına geç varmış ve 29 operasyonlar 2007’ye kadar devam etmiştir . ABD saldırılarında çok 30 sayıda sivil Türkmen hayatını kaybetti . Telafer Türkmenleri arasında Sünni Türkmen-Şii Türkmen çatışması çıkarmak amacı ile AmerikanBarzani ittifakı tarafından değişik komplolar düzenlendi ve gruplar 31 arasında çatışma çıkarılmasında kısmen de olsa başarılı da olundu . Ancak, Telafer Kürt politikacıların hayalinde bir kırılma noktası olmuştur. Telafer’in rolü tarihe geçecektir. 1991 yılından ITC’nin kurulmasına kadar Türkiye’nin Türkmenlere yönelik faaliyetleri genellikle eğitim ve kültürel yardımlarla sınırlı kalmıştır. 1995 yılında ITC’nin kuruluşu, Türkiye’nin Türkmen politikasında sosyal destekten siyasi desteğe geçişi şeklinde yorumlanabilir. Ancak, 2003 yılından sonra Barzani yönetimi ile ilişkileri yoğunlaştırma kararı alan Türk Hükümeti; ‘Kerkük'te referandumun iptal edilmesini’ kamuoyunun gözünü boyamak için kullanırken, Telafer'e en ufak bir ilgi göstermemiştir. Telafer Türkmenlerinden gelen yardım isteklerine kısıtlı Kızılay desteği dışında bir yardım cevabı verilmedi. Türkiye, Kıbrıs’ta oluşturduğu ‘Geçici Türk Yönetimi’ni ilk Körfez Savaşı'ndan sonra Türkmeneli’nde hayata geçiremedi. Türkiye’nin tutumu sebebiyle Irak Türkleri 8-10 farklı partiye bölünmüş ve açık bir liderlik krizi ortaya 32 çıkmıştır. Türkmenlerin morali ve direnci gün geçtikçe zayıflamaktadır . 28 Telafer’deki Türkmen direnişinin geniş hikâyesi için Bakınız: Ümit ÖZDAĞ: Telafer Bir Türkmen Kentinin ABD Ordusu ve Peşmergelere Karşı Direnişi, Fark Yayınları, (Ankara, 2008). 29 ZĐYA, Mustafa: Telafer Bir Kırılma Noktası mı?, Ortadoğu Analiz, Mayıs 09, C.1, Sayı 5. 30 YENĐ ÇAĞ: Telaferde Türkmen Direnişi, (13 Eylül 200 2005). 31 YENĐÇERĐ, Özcan: Telafer’de Peşmerge Tuzağına Düşmek, 13 Haziran 2008, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1904&kat=27 32 TINÇ, Ferai: Türkmen Gözüyle Telafer”, Hürriyet, (20 Nisan 2007). 95 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz Türkiye’nin Türkmen politikası tarihimizin en büyük fiyaskolarından biridir. Tüm bunların temelinde yatan sebep Türkiye’nin cumhuriyetin ilk yıllarından sonra yakın geçmişe kadar Irak’a ve Irak Türklerine yönelik çok yönlü ve somut bir politikasının oluşturamamasıdır. 4. IRAK’IN KUZEYĐ ĐÇĐN SENARYOLAR: A. Irak’ın Geleceği: 2003 yılında Irak Savaşı sonrası, Washington, etnik merkezli bir federalizmi desteklemiştir. ABD, siyasal parçalanmayı teşvik edecek şekilde, Irak’ta güç dağılımını etnik ve dini gruplar çerçevesinde şekillendirmiştir. Devletin direğini oluşturan Sünni Araplar yeni yapıdan dışlanmış, direnişin kollarına ABD tarafından itilmiştir. ABD işgali ülkede kargaşaya ve daha derin yolsuzluklara yol açmıştır. Petrol zenginliğine rağmen ülkede temel ihtiyaçlar dahi karşılanamamaktadır. Đşgal öncesinde fakirlik %0 iken bugün %60’a yükselmiştir. Nüfusun %10’u günlük 1 doların altında gelirle yaşamaktadır. Toplam işgücünün yarıya yakını işsizdir. %67’si kırsalda yaşayan Irak halkının %60’ı gıda 33 yardımına muhtaçtır . Ülkede henüz güvenlik ve istikrar sağlanamadığı gibi gelecek yönelik umutlu olmak için vakit erkendir. Irak’ın parçalanması Orta Doğu için tehlike teşkil etmektedir. Orta Doğu’daki büyük bir çatışmanın iç çatışmalar şeklinde başlayıp, kâğıttan kaleler şeklinde oluşturulmuş bu devletleri barındıran tüm bölgeyi sarma riski vardır. ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası yeni dönemde Irak ile ilgili gelişmelerin sonucu olarak Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması ihtimalinin gündeme gelmesi Türkiye’nin her zaman tetikte olacağı bir konu olacaktır. Đç istikrarını koruyamayan bir Irak bölgede huzursuzluğa ve istikrarsızlığa neden olacaktır. Özellikle, Irak’ın parçalanması ihtimali göz önüne alındığında, Irak’a komşu ülkeler bu duruma kayıtsız kalmayacakları kesindir. Irak’ın bütünlüğü her şeyden önce merkezi hükümetin ülke genelinde kontrolü sağlamasına, Sünni Arapların sisteme entegre edilmesine ve nihayet KYB’nin yayılmacı ve federalizm yanlısı gayretlerinden vazgeçirilmesi ve Irak’ın kuzeyindeki geçici yapının unsurlarının yok edilerek Irak bütünlüğünün ülkede tamamen sağlanmasına bağlıdır. 2007 yılından itibaren özellikle mezhepsel çatışma seviyesinin düşmesi ile birlikte bugün gelinen noktada Irak’ın kısa ve orta vadede parçalanma olasılığı daha az görünmektedir. Parçalanma olasılığının parametrelerini Şii ve Sünni Arapların uyumu; Ninova, Diyala ve Kerkük gibi tartışmalı yerler konusunda Kürtlerin ne kadar cüretkâr olacağı ve bölge ülkelerinin 33 DAĞ, Ahmet Emin: Irak Raporu, (Şubat 2009). http://idsb.org/images/news/2009/Subat/21.02.2009_panel/Irak_rapor_Subat_2009.doc 96 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye tutum ve reaksiyonları oluşturmaktadır. ABD’nin izleyeceği Irak politikası hem Irak’ın hem de çevre ülkelerinin geleceğini bir şekilde etkileyecektir. Đstikrarın olmadığı Irak’ta isyanlar artacak, mezhep ve etnik savaşlar Orta Doğu ülkelerine yayılacaktır. Eğer Irak'ta güvenlik güçleri kontrolü sağlar, şiddeti sona erdirir, farklı çıkar grupları arasında 'uzlaşma sağlanır', anayasa geliştirilir, merkezi yönetim güçlendirilir, bölgesel yönetimlerin yetkileri tayin edilir, Kerkük'ün ve Musul’un statüleri belirlenir, enerji gelirlerinin dağıtımında anlaşma sağlanır ise güçlü bir federal Irak devleti kurulur. B. Türkiye’nin Çıkarları ve Tehdit: Türkiye için Irak'taki gelişmeler beka seviyesinde önem taşımaktadır. Beka seviyesindeki çıkarlar ülkenin varlığı ve bütünlüğü ile ilgili çıkarlardır ki bu çıkarlar söz konusu olduğunda savaşa varan tüm askeri çözümler masada demektir. Irak’taki gelişmeler ya da muhtemel gelişmeler de Türkiye'nin millet ve toprak bütünlüğü dâhil birçok iç dinamiğini tetikleyecek potansiyele sahiptir. Türkiye, yaşamsal menfaatlerini koruma konusunda kararlı davranmaz ve etkin olmaz ise kendisi ve Orta Doğu bölgesi için çok ağır sonuçlar doğuracak bir siyasal zeminin oluşmasına neden olacaktır. Irak’ın parçalanması halinde 1926 yılı Ankara Anlaşması kadük olacağından; Türkiye, Irak’ın kuzeyinde özellikle Musul ve Kerkük ile ilgili haklarını saklı tutmaktadır. Türkiye’nin proaktif bir politika izleyebilmesi için öncelikle ulusal çıkarlarını ortaya koyması ve bunu çıkarları koruyacak ve temin edecek politikalar ile buna uygun güç projeksiyonu geliştirmesi lazımdır. Türkiye’nin Irak ile ilgili çıkarlarını öncelik sırasına göre şu şekilde 34 listeyebiliriz ; - Irak’ın kuzeyindeki Kürt grupların bağımsız bir devlet fikrinden vazgeçirilmesi (Güçlü bir merkezi yönetime sahip Irak’ın toprak bütünlüğü), - PKK terör örgütünün Irak içindeki varlığına ve teröre Irak içinden verilen desteğe son verilmesi, - Irak’ta yaşayan Türkmenlerin ve Türk nüfusunun yaşadığı yerleşim merkezlerindeki Türklerin haklarının ve buralardaki Türk kimliğinin korunması ve nihayet, - Başta enerji kaynakları olmak üzere ekonomik çıkarlarımızın gözetilmesi. 34 YILMAZ, Sait: Irak’ın Kuzeyi Dönüştürülmeli, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 192, (03 Mart 2008), s.14-15. 97 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz Türkiye’nin çıkarlarının önündeki öncelikli tehdit unsuru sanıldığı gibi PKK değil, Barzani ve onun bağımsız devlet kurma hayalleridir. Her ne kadar Kürt liderler federalizmi savunuyor gibi gözükse de 2005 yılında yapılan referandum ile % 95 oranında bağımsızlık istedikleri ortaya 35 çıktı . Türkiye içinde doğrudan ideolojik-siyasi faaliyetler ile özellikle sınır 36 bölgelerinde Barzanici bir taban oluşturulmaktadır . Barzani Türkiye içinde Kürdistan nüfus cüzdanı dağıtmaktadır. Güneydoğu Anadolu'da 37 yaşayan yurttaşlarımız için çifte vatandaşlık önermiştir . Barzani, Türkiye içinde gazete ve gazeteci satın alarak basında bir Kürt lobisi oluşturmayı başarmıştır. Barzani'nin televizyon kanalı Kürtsat'ta Türkiye'ye yönelik Pan-Kürdist yayınlar yapılmaktadır. Türkmenleri ezmekte, PKK'ya terörist örgüt olarak davranmamakta, korumakta, kollamaktadır. Barzani ve Talabani ikilisi Türkiye içinde yaygın bir ticaret-mafya ağı kurmuştur. Đkilinin Türkiye içinde sahip oldukları şirket sayısı 173'dür. BarzaniTalabani politikalarının amacı Güneydoğu Anadolu bölgesinde Irak’ın kuzeyi ile ekonomik, sosyal, kültürel olarak bütünleşmenin alt yapısını hazırlamaktır. C. ABD Đle Đlişkilerde Çelişkiler: Türkiye’nin uzun yıllardır müttefiki olan ABD ile ilişkileri, başta Irak’taki konjonktür olmak üzere, hassas ve kırılgan bir dönemeçten geçmektedir. Türkiye, Irak ve Irak'ın kuzeyindeki menfaatlerini ABD ile uyum içinde gerçekleştirmek gibi boş bir arayışın içine girmiştir. Türkiye'nin bu tutumu, ABD'de yanlış beklentiler ortaya çıkarmıştır. Bir kısım Amerikalı karar alıcılar, Washington'un hem Irak'ın kuzeyinde bir Kürt devletinin alt yapısını kurabileceğini hem de Türkiye ile ilişkilerini istedikleri zeminde tutabileceklerini düşünmüşlerdir. Türkiye’ye biçilen rol; Orta Doğu, harita değişiklikleri ile birlikte Batının çıkarlarına uygun rejimlere ve devletlere dönüştürülürken, sadece etrafında olup bitenlere ikna olmak değil, kendi bölünmesine de rıza göstermek hatta destek olmaktır. Türkiye’nin Irak’taki çıkarları PKK’ya karşı verilen sınırlı desteğe indirgenmiştir. Türkiye’ye verilen PKK’ya karşı sözde istihbarat ve operasyonlara izin ise gerçekte ‘tavşan kaç-tazı tut’ oyunundan başka bir şey değildir. Irak'ın kuzeyinde ne fiili bir devlet ne de bağımsız bir devlet vardır. Bu coğrafyada var olan; Barzani'nin ambar memurluğu yaptığı, ABD koruması altında devletçilik oynayan genişletilmiş bir Amerikan askeri 35 BARKEY, Henry - LAIPSON, Ellen: Iraqi Kurds and the Future of Iraq, Middle East Policy, Vol.12, No.4, December 2005, s.69-70. 36 FARAÇ, Mehmet – ÜNLÜ, Ferhat: Barzani ile Apo'nun Önderlik Kavgası Kızışıyor, Cumhuriyet, Haftalık Haber Dergisi, S.165, 2006, s.55-56. 37 TEMPO Dergisi, S.931, (11 Ekim 2005), s.18-20. 98 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye 38 üssüdür . Kürtleri ve ABD’yi en çok tedirgin eden husus, Türkiye’nin bölgeye müdahale olasılığıdır. Savaştan sonra bunu en iyi açıklayan Mesut Barzani’nin “Açıkça konuşalım, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmemesi karşılığında, biz de Kerkük ve Musul’a girmeme yönünde ABD 39 ile anlaşmaya varmıştık” ifadeleri olmuştur . Türkiye’nin askeri harekâtını dizginlemek ABD için çok önemlidir. Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde Kürt bölgesini içine alacak şekilde yapacağı büyük çaplı bir askeri müdahale, ABD’nin bölgedeki stratejik kurgusunu bozabilir ve ABD’yi belki de hazır olmadığı eylemlere zorlayabilir. Irak’ın kuzeyi ile ilgili çıkarlarımız ABD ve AB’nin güdümünde sağlanamaz çünkü Irak’taki ve genel olarak Orta Doğu ile ilgili çıkarlarımız Batı ile uyuşmamaktadır. Kürdistan’ın kurulması karşılığı PKK için sözde verilen destek büyük resimden bakıldığında anlamsızdır. ABD, Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin bağımsızlık yolunu açmakta ve ‘Büyük Kürdistan’ seçeneğini şimdilik kullanmasa bile hazırda tutmaktadır. Hâlihazırda Türkiye'de siyasetçilere, basına ve güvenlik bürokrasisine Irak’ın kuzeyi ve Kerkük ile ilgili hâkim olan hava, ‘ürkek’, ‘korkak’, ‘reaktif (savunmada kalan)’ şeklinde özetlenebilir. Bu ruh hali Türkiye'nin rakipleri tarafından gayet iyi okunmakta ve aleyhine kullanılmaktadır. Türkiye, ABD ile ikili ilişkilerinde ‘kontrolü kriz’ çıkmasından çekinmemelidir. Türkiye krizlerin yaratıcı gücünü göz önüne alan bir strateji izlemelidir. Bugün çıkmayacak ‘kontrollü krizler’ yarın çıkacak kontrolsüz ve çok ağır krizlere neden olacaktır. Türkiye, hem Irak'ın kuzeyinde bağımsızlığa gidecek bir Kürt oluşumunu destekleyip, hem de ABD ile dost olamaz. Önceden hesaplanmış bir kriz yönetimi ile ABD ile ilişkiler ortak çıkarlar çerçevesinde yeniden bir dengeye getirilmelidir. Türkiye, ABD ile dostluğunu karşılıksız değil, ABD'nin de Türkiye'nin çıkarlarına saygı göstermesini temel alan samimî bir dostluk çerçevesinde kendisine bağımlı hale getirmelidir. D. Yeni Bir Strateji ve Güç Projeksiyonu Đhtiyacı: Bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Irak’ın kuzeyine yapılan operasyonlar siyasi mülahazalar nedeni ile PKK hedefi ile sınırlı kalmıştır. 1990’da ve 2003 yılında şartlar uygun olduğu halde Irak’ın kuzeyindeki tüm ulusal çıkarlarımızı temine yönelik bir harekattan kaçınılmıştır. Buna neden dış güçlerin sınırlamaları kadar Türkiye’deki bürokrasinin vizyonsuzluğu ve dışa bağımlılığıdır. Türkiye, Irak'ın kuzeyindeki stratejik tehdidi ve bu tehdidin bertaraf edilmesindeki araçları yeniden tanımlamalıdır. Türkiye için stratejik tehdit PKK değil, Kerkük'e el 38 21. Yüzyıl Enstitüsü: Kerkük Krizi ve Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, Orta Doğu Araştırmaları Raporu, (14 Haziran 2007). 39 YILMAZ, a.g.e., 2007, s.11. 99 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz koyarak yaşama kabiliyeti kazanan bağımsız bir Kürt devletidir. Diğer bir deyiş ile Türkiye PKK'nın Irak'ın kuzeyinden tasfiyesi karşılığında Kürt 26 devletini kabullenmek gibi stratejik bir hata yapmamalıdır . Ankara'daki karar alıcılar, Irak’ın kuzeyi ile ilgili bütün politikalarının temeline bu gerçeği koymalıdırlar. Orta ve uzun vadede Irak'ın bütünlüğü içinde Türkiye için Irak’ın kuzeyini tehdit olmaktan çıkarılıp, bütün etnik ve mezhep gruplarının ‘Türkiye'ye dost hale getirilmesini amaçlayan’ bütüncül bir model geliştirilmelidir. Bu model kapsamında bölgedeki güvenlik ortamı yumuşak güç ve sert gücün karışımı olan ‘akıllı güç’ mekanizması ile şekillendirilmelidir. Türkiye ve Türkmenler birlikte daha cesur adımlar atmalıdır. Irak’ta artık sona yaklaşılmaktadır ve bu nedenle reaktif bir güvenlik anlayışı ve sadece silahlı kuvvetlere dayalı savunma refleksi yerine proaktif ve yumuşak gücü öne çıkaran bir güç projeksiyonu ile Irak’ta ki gelişmelere hazır olunması gerekmektedir. Gelişmelerden hoşlanmadığı için bunları yokmuş farz eden bir ülke ağır bedel ödemek zorunda kalabilir. Türkiye, yumuşak güç konsepti dahilinde ülke inşası kabiliyetini Kıbrıs’tan sonra Irak’ın kuzeyinde de göstermelidir. Bu vizyon; öngörü, cesaret ve beceri istemektedir. Temel hedefi öncelikle bugünkü Kürt liderleri tasfiye ederek, Irak’ın kuzeyindeki siyasi, ekonomik, sosyokültürel ve güvenlik parametrelerini ele geçirmek ve inisiyatifi ele almak olacaktır. Irak’ın kuzeyinin şekillenmesi ile ilgili bir vizyon ve güç sistematiği oluşturulurken; hükümet, düşünce merkezleri, üniversiteler, siyasi partiler, şirketler, bankalar, yardım kuruluşları, medya, vakıf ve dernekler ile bir yumuşak güç mekanizması oluşturulmalıdır. Irak’ın kuzeyine yapılacak askeri harekatın hedefi; Kürt yönetiminin bir an öncesi tasfiyesi ve Türkiye’ye müzahir bir bölgenin şekillenmesi için gerektiği kadar sürdürülecek bir tampon bölge oluşturulması olmalıdır. Ancak, Türkiye’nin, Irak'ın kuzeyine yapacağı askeri müdahalenin hedefi, gelişen siyasi koşullar nedeni ile bölünme belirli bir aşamaya gelmiş ise Irak'ın toprak bütünlüğünü korumak olmayabilir. Böyle bir durumda Türkiye ve Orta Doğu için en kabul edilebilir çözüm; Musul Vilâyetinin (Süleymaniye, Dohuk, Erbil, Kerkük ve Musul illerinden oluşmaktadır) Türkmeneli devleti haline getirilmesidir. Türk askeri müdahalesi uzun süreli bir iç çatışmanın içinde çekilmeden, Đran ve Suriye'nin müdahalesine imkân vermeden, bölgenin bir an önce Türkiye’nin çıkarlarına uygun şekilde şekillendirilmesi için; gerekli düşünsel, askeri ve sivil alt yapı ile ilgili hazırlıklar önceden yapılmalı ve programlanmalıdır. Nihai durumda Irak’ın kuzeyindeki Kürt-ABD ittifakının yerini ABD ile çıkar bileşkesi sağlamış bir Türk denetim sistemi almalıdır. 100 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye SONUÇ: Đstikrarlı bir Irak ancak toprak bütünlüğü içerisinde merkezi otoritenin gerek ülke kaynakları gerekse yönetimi konusunda etkin olduğu, kültürel bakımdan hakların korunduğu güçlü bir merkezi sistem ile sağlanabilir. Türkiye, istikrarlı bir Irak’ın gelişmesi ve büyümesinde başta enerji kaynaklarının üretim kapasitesini artırılması, yeni enerji kaynakları bulunması ve ulaştırılması olmak üzere çok önemli roller oynayabilir. Bununla beraber, Irak'ta devam eden sorunlar Türkiye'nin iç güvenliğini, Anayasal Düzenini, Cumhuriyetin ideolojik temellerini tehdit eder niteliktedir. Özellikle Irak’ın kuzeyinde günden güne kemikleşen Kürdistan’ı hayata geçirme projesi Türkiye’ye PKK’ya karşı destek karşılığında kabul ettirilmektedir. Irak’ın kuzeyindeki Kürt Yönetimi’nin aldatma stratejisinin en önemli ayağı oluşturan ekonomik kaynak ise üç yüze yakın Türk firması tarafından sağlanmaktadır. Türk firmalarının, Irak’ın kuzeyinde ortaya çıktığı iyice belirginleşmiş olan Kürt oluşumu dışa açılamadığı takdirde yaşayamayacaktır. Irak’ın kuzeyinde vakit daha geç olmadan yeni stratejiler uygulama zamanı gelmiştir. Bu strateji temelinde öncelikle yumuşak güç ve örtülü operasyonlar ile bir dönüşüm başlatılmalı, bu dönüşüm tampon bölge oluşturulmasını öngören bir askeri harekât ile tamamlanmalıdır. Asıl önemli olan PKK taktik kartına karşılık Kürdistan’ı kurdurmamaktır. Bunun için öncelikli hedef Barzani yönetimi olmalıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güç ve kabiliyetleri, bölgedeki gruplar ile karşılaştırılmayacak kadar üstün ve sonuç alıcıdır. Hükümetin de kendini sadece kaynak sağlayıcı rolünden sıyırıp yeni bir güvenlik anlayışı dâhilinde gerek yumuşak güç projeksiyonu gerekse özel savaş, ülke inşası ve istihbarat kurgusunun geliştirilmesi ile ilgili ödevlerini bir an önce tamamlaması gereklidir. Aksi takdirde yapması gerekenleri yapmayan, görmezden gelen, küçük siyasi ve ekonomik rantlar uğruna basiretsiz ve korkak davrananları tarih affetmeyecektir. KAYNAKÇA BARKEY, Henry - LAIPSON, Ellen: Iraqi Kurds and the Future of Iraq, Middle East Policy, Vol.12, No.4, December 2005. BĐLA, Fikret: Hangi PKK?, Ümit Yayıncılık, Ankara, 2004. ÇETĐNKAYA, Hikmet: Kuzey Irak'tan Türkiye'ye "Köktendinci Đhracatı" Yapılıyor mu?, Cumhuriyet Gazetesi, (26 Mart 2010). 101 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Sait Yılmaz DAĞ, Ahmet Emin: Irak Raporu, (Şubat 2009). http://idsb.org/images/news/2009/Subat/21.02.2009_panel/Irak_rapor_S ubat_2009.doc DURAN, Aram Ekin: Kuzey Irak'ta Kırmızı Çizgiye Petrol Açılımı, Referans Gazetesi, (02 Haziran 2009). DURAN, Aram Ekin: 3 trilyon $'lık Petrol Erbil'i Đhya Ediyor, Referans Gazetesi, (04 Haziran 2009). ERGAN, Uğur: Kerkük’e 600 bin Kürt’ü Yerleştirdiler, Hürriyet Gazetesi, (11 Ocak 2007). FARAÇ, Mehmet: Barzanicilik Cumhuriyet, (2-6 Aralık 2005). Güneydoğu' da Yükseliyor mu?, FARAÇ, Mehmet – ÜNLÜ, Ferhat: Barzani ile Apo'nun Önderlik Kavgası Kızışıyor, Cumhuriyet, Haftalık Haber Dergisi, S.165, 2006. GALBRAĐTH, Peter, (2007). Irak’ın Sonu, Doğan Kitap, Đstanbul, 2007. GÜZEL, Hasan C.: Kuzey Irak’a Operasyon Yapılmalı, Radikal, (20 Nisan 2007). GÜZEL, Hasan C.: Kuzey Irak, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2007. KERKÜK’ÜN SESĐ: Kerkük’te 2009 Bilançosu, Aylık Siyasi Gazete, (31Ocak 2010). KONA, Gamze Güngörmüş: ABD’nin Irak Operasyonu’nun Türk Basınından Đki Yazar Tarafından Algılanış Biçimi, Okumuş Adam Yayınları, Đstanbul, 2005. KÖNĐ, Hasan: Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye, Avrasya Dosyası, C.3, (Ankara, 1996). METĐNER, Metin: Talabani`Nin Dedesi Kadiri Şeyhi, Bugün Gazetesi, (01 Ocak 2008). ÖZDAĞ, Ümit: Türkiye Kuzey Irak ve PKK, Kuzey Irak’ın Etnik, Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara, 1999. ÖZDAĞ, Ümit: Telafer Bir Türkmen Kentinin ABD Peşmergelere Karşı Direnişi, Fark Yayınları, Ankara, 2008. Ordusu ve ÖZMEN, Hasan: Irak ve Türkmen Dosyası, Türkmeneli Đşbirliği ve Kültür Vakfı, 1999. PHILIPS, David L.: Confidence Building Between Turks and Iraqi Kurds, The Atlantci Council, Washington D.C., 2009. SAATÇĐ, Suphi: Irak’ta Türk Varlığı, Ötüken Neşriyat, Đstanbul, 1996. 102 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,79-103 Irak’ın Kuzeyi ve Türkiye SANDER, Oral: Siyasi Tarih (1918-1994), Đmge Kitabevi, Ankara, 2007. SÖNMEZOĞLU, Faruk: Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul, 1996. ŞAFAK, Erdal: Kerkük Ateşi, Sabah Gazetesi, (1 Mayıs 2007). TEMPO Dergisi, S.931, (11 Ekim 2005). TEMPO Dergisi, S.928, (20 Eylül 2005). TEPAV 2007 Irak Raporu: Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye, Ankara, 2007. TINÇ, Ferai: Türkmen Gözüyle Telafer”, Hürriyet, (20 Nisan 2007). ÜLSEVER, Cüneyt: Kuzey Irak’ı Unutmayalım, Hürriyet, (18 Nisan 2007). www.voanews.com/turkish/archive/2004-09/a-2004-09-01-15-1.cfm, (01.09.2007). YAVĐ, Ersal: Irak’ta Dönüşüm ve Türkmenler, Đ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası Đlişkiler Doktora Tezi, 2004, Đstanbul, 2004. YAVĐ, Ersal: Kürdistan Ütopyası, I. Baskı, Yazıcı Yayınları, Đzmir, 2006. YENĐ ÇAĞ: Telaferde Türkmen Direnişi, (13 Eylül 200 2005). YENĐÇERĐ, Özcan: Telafer’de Peşmerge Tuzağına Düşmek, 13 Haziran 2008, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1904&kat=27 YILMAZ, Hüseyin: Kerkük’ün Geleceği, Stratejik Analiz, Şubat 2007. YILMAZ, Sait: Irak’ın Kuzeyi Dönüştürülmeli, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Yıl : 4, Sayı : 192, (03 Mart 2008). ZĐYA, Mustafa: Telafer Bir Kırılma Noktası mı?, Ortadoğu Analiz, Mayıs 09, C.1, Sayı 5. 21. Yüzyıl Enstitüsü: Kerkük Krizi ve Türkiye’nin Orta Doğu Politikası, Orta Doğu Araştırmaları Raporu, (14 Haziran 2007). 103 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 79-103 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1),2010, 104-117 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY TÜRK DIŞ POLĐTĐKASINDA KIRIM VE KARADENĐZ’DEKĐ NÜFUZ MÜCADELESĐ∗ Yrd.Doç.Dr.Barış DOSTER∗∗ ÖZET Kırım, Karadeniz’de stratejik önemi olan bir yarımadadır. Karadeniz başta olmak üzere bölgede etkinlik kurmak isteyen güçlerin, egemen olmak için büyük çaba gösterdikleri bir bölgedir. Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Bölgesi, Türk Dış Politikası’nda da önemli yer tutar. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından itibaren Atatürk, Kırım Türkleri ile yakından ilgilenmiş, SSCB ile ilişkileri gözeterek ve Kırım Tatar Türklerini zor duruma düşürmeden, onlarla kültürel anlamda mümkün olan en ileri işbirliğini arzulamış, bu amaçla bilim heyetleri görevlendirmiştir. Bu politika Atatürk’ün Türk Dünyası’na yönelik politikasının da bir parçasıdır. Türkiye, sürgüne tabi tutulan Kırım Tatarlarının yurtlarına dönmeleri konusunda da hassasiyet göstermiş, Ukrayna ile bu yönde bir işbirliğine her zaman açık olmuştur. Kırım’a geri dönen 260 bin Kırım Tatarının yaşadıkları zorlukların aşılması için maddi, manevi destek vermiştir. Ukrayna’nın da Türkiye’nin bu duyarlılığına olumlu bakması, hem iki ülke ilişkilerine yansımıştır, hem de Türkiye için bölge merkezli bir dış politika izleme yönünde önemli bir fırsat sunmuştur. Günümüzde de Kırım, hem bölgesel gelişmelerde, hem de Karadeniz’deki nüfuz mücadelesinde sıklıkla anılmakta, Türkiye açısından önemini artırarak korumaktadır. Anahtar Sözcükler: Türkiye, Kırım, Ukrayna, Karadeniz, Avrasya. ABSTRACT Crimea is an important peninsula in Blacks Sea. It has a strategic importance for the powers which are interested in Black Sea and Eurasia. It is a historical fact that Mustafa Kemal was also closely interested in Crimean Turks and with the desire of establishing the deepest and most fundamental cultural relations with them – without endangering the Crimean Tatar Turks and alienating the USSR – has sent scientific delegations. This policy was also a reflection of Ataturk’s general policy towards the Turkish world. The Crimean autonomous zone in Ukraine occupies and important place in Turkish Foreign Policy. Turkey has shown its sensitiveness concerning the right of return of exiled Crimean Tatars and has always been open to cooperation with Ukraine on this issue. It has also supported both morally and economically the 260 thousands of Crimean Tatars who have returned to Crimea. The fact that Ukraine sees Turkey’s sensitivities on these issues in a positive light has contributed to mutual relations and presented an important perspective for Turkey to follow a region centered foreign policy. Keywords: Turkey, Crimea, Ukraine, Black Sea, Eurasia. ∗ Bu çalışma Marmara Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenmiştir, (Proje No: SOS-D–010508–0104, Yıl: 2008). ∗∗ Marmara Üniversitesi Đletişim Fakültesi Öğretim Üyesi, [email protected]. (BAPKO) Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi 1. KIRIM’IN ÖNEMĐ Kırım, güneyinden ve batısından Karadeniz, doğusundan ise Azak Denizi ile sarılmış bir yarımadadır. Tarihte olduğu gibi günümüzde de stratejik önemini korumaktadır. Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Simferopol (Akmescit) ile 1441- 1783 yılları arasında hüküm süren, bu süreçte 48 Kırım Hanı tarafından yönetilen Kırım Hanlığı’nın başkenti olan Bahçesaray bölgenin önemli şehirleridir. Büyük düşünür Đsmail Gaspıralı’nın da memleketi olan Bahçesaray, Osmanlı Devleti’nin Kırım eyaletinin de başkentidir. 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesi sonucunda çok zor günler yaşamış olan Kırım Tatarları, 1783 yılında Rus işgaline uğramışlardır. Đlerleyen süreçte Kırım’ın bağlı olduğu Ukrayna’da hızla artan Rus nüfusu ve nüfuzundan çok fazla etkilenmişlerdir. Kırım Türkleri, 1917 Bolşevik Đhtilali’nden sonra bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Ancak hem Ukraynalıların hem de Rusların ağır baskılarına uğramış ve sonuçta bağımsızlıklarını yitirmişlerdir. Bu dönemi izleyen 20 yıl (1921 – 1941) Kırım Türkleri için tam bir baskı ve asimilasyon 1 devri olmuştur . Çünkü tarihi ve kültürü iç içe geçen Rus ve Ukrayna halkları açısından Kırım oldukça önemlidir. Ayrıca Kırım, Ukrayna’da Rusların en yoğun bulunduğu özerk bölgedir. Bölgede Rusların oranı yüzde 70’e ulaşmaktadır. Kırım genelinde ve başkent Akmescit’te Kırım Tatarlarının oranı ise yüzde 15’i bulmaktadır. Dünyada sayıları yaklaşık 5 milyon olan Tatarlar açısından büyük değeri olan Kırım, Karadeniz ticaretinin doruğa çıktığı 16. yüzyılda en görkemli günlerini yaşamış, hem Karadeniz’in iki yakasını, hem de Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan ticaretin önemli merkezlerinden biri olmuştur. 2. TÜRK DIŞ POLĐTĐKASINDA KIRIM Kırım’ın Ruslar tarafından işgaliyle birlikte, aralıklarla sayısı yüz binleri geçen Kırım Türkü karadan ve denizden Osmanlı Devleti’ne göçmüştür. Bu göçler esnasında yüz binlercesi de ağır iklim koşullarına, acımasız hava şartlarına, açlığa, salgın hastalıklara, Karadeniz’in azgın dalgalarına yenilmiştir. Osmanlı Devleti, çok güç koşullarda olmasına karşın, kendisine sığınan Kırım Tatarlarına yardımcı olmuş, kucak açmıştır. Bu tutum, Ulusal Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra da sürmüştür. Milli Mücadele sürerken Atatürk, Kırım’da açlık çeken 100 binden fazla Türk’e yardım yollamış, gemilerle buğday göndermiş, Anadolu halkı Kırım’daki açlar, yoksullar için yardım ve bağış kampanyaları düzenlemiştir. Yine bu dönemde Atatürk’e en yakın 1 Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Dünyası”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s.208. 105 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Barış Doster 2 isimlerden oluşan bir “Kırım’daki Açlara Yardım Komitesi” kurulmuştur . Kimi tarihçiler, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyaletken, Rusya tarafından 3 işgal edilen Kırım’ın 1774 tarihli Küçük Kaynarca Anlaşması’na göre , Osmanlı Devleti’nin varisi sıfatıyla Türkiye’ye iadesinin mümkün olduğunu öne sürmüşlerdir. Ancak Türkiye asla böyle bir istekte bulunmamıştır. Kırım, Đkinci Dünya Savaşı’ndan önce ve savaş sırasında hem Almanlar hem de Ruslar tarafından üzerinde önemle durulmuş bir bölgedir. 1941 yılı Ekim ayında Alman orduları, Kırım’ın kuzeyindeki Orkapı’dan (Perekop) girmişler, Akyar (Sivastopol) hariç Kırım’a egemen olmuşlardır. Kırım’ı Almanlara bırakan Sovyet yönetimiyse Kırım’da büyük bir katliama girişmiştir. Almanya, Türkiye’yi kendi yanına çekebilmek amacıyla Sovyet topraklarında Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde Türkiye’ye nüfuz alanları vermeyi önermiş, bu 4 bağlamda Kırım da pazarlık konusu olmuştur . Ancak gerçekte Almanların böyle bir niyeti yoktur, SSCB topraklarındaki Türklere özerklik vermeleri söz konusu değildir. Tek yaptıkları, özerklik 5 yönündeki beklentileri istismar etmektir . Başında Alfred Rosenberg’in bulunduğu Doğu Bakanlığı açısından Kırım için bağımsızlık ilanı ve 6 Kafkaslar için özerk yönetim önlemleri kesinlikle söz konusu değildir . Almanların gerçek niyeti Kırım’ın sömürgeleştirilmesi ve aynı zamanda Almanlaştırılmasıdır. Nitekim 1941 – 1944 yılları arasında Alman işgali altında çok güç günler geçirmişlerdir. Savaşın sonlarına doğru ise 1944’de SSCB lideri Stalin, Kırım Tatarlarını Orta Asya’ya sürmüştür. Sürgüne kadar, Rusya Federal Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı özerk bir bölge olan Kırım, sürgün sonrasında Moskova'ya bağlanmış, 1954’de ise SSCB lideri Kruşçev “Rus-Ukrayna ittifakının 300. yıldönümü şerefine”, Kırım’ı Rusya Federal Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nden alıp Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne vermiştir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsız bir cumhuriyet olan Ukrayna’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Kırım Ruslar tarafından geri istenmişse de Ukrayna bu talebi reddetmiştir. Sonuçta 1997 yılında imzalanan antlaşmayla iki ülke Kırım’ın Ukrayna’ya bağlı “özerk bölge” olması 2 Ercan Karakoç, “Atatürk’ün Dış Türkler Politikası” IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002, s.97. 3 Küçük Kaynarca Anlaşması için bkz: Nihat Erim, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1953. 4 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, Ankara, 1996. 5 Günay Göksu Özdoğan, “Turan’dan Bozkurt’a”, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2002, s.157. 6 Zehra Önder, II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2010, s.182. 106 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi konusunda uzlaşmıştır. Kırım halkının büyük çoğunluğunun Rus olmasının yanında bölgenin Rusya ile iktisadi ve kültürel ilişkilerinin yoğunluğu, halkın büyük bölümünün kendisini Ukrayna’dan ziyade Rusya’ya yakın hissetmesine neden olmaktadır. Bu his o kadar yüksektir ki, Ukrayna’nın NATO’ya üyeliğinin gündeme geldiği dönemde Kırım’daki siyasi örgütler “Ukrayna NATO’ya girerse, biz de 7 Ukrayna’dan ayrılırız” diye beyanda bulunmuşlardır . Kırım Tatarları, Türkiye’nin ilgisinden hoşnutturlar. Türkiye’nin tarihi mekânların onarımına ve bakımına destek olması, okul yaptırması, ibadet yerlerinin tadilatına katkı vermesi, akademik faaliyetlerde bulunması halk arasında olumlu karşılanmaktadır. Sayıları 15’i bulan Tatar okullarına TĐKA başta olmak üzere Türkiye özel önem vermektedir. Ancak Kırım’da da en temel sorun işsizliktir ve Türkiye’nin daha çok ilgi ve destek görmesi için, bölgeye ekonomik yatırımlar da yapması gerekir. Türkiye ile Kırım arasında ticaretin gelişmesi, Türkiye’nin istihdam yaratan projelere destek vermesi, inşaat, turizm, deniz taşımacılığı gibi alanlarda öncülük etmesi olumlu adımlar olabilir. Çünkü unutmamak gerekir ki Türkiye’nin hem Ukrayna hem de Rusya ile ilişkileri gelişmektedir ve Türkiye’nin attığı adımlar kadar bu adımların söz konusu iki ülke tarafından nasıl algılandığını da hesaba katması şarttır. Zaman zaman Kırım’ın Rusya’ya bağlanması, Ukrayna’ya bağlı bir il olması, bağımsızlığını kazanması ya da Türkiye’ye bağlanması yönünde görüşlerin ortaya atıldığı dikkate alınırsa, Türkiye’nin bu konuda göstermesi gereken duyarlılık ve kullanması gereken siyasal, diplomatik dilin önemi anlaşılır. Kaldı ki bölgede Rusya- Ukrayna dengesinin yanında ABD’nin stratejik hesapları ve Karadeniz’e yönelik ilgisi de söz konusudur. Türkiye, Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı ile Türk Devlet ve Toplulukları Zirveleri’ni daha işlevsel kılarak bölgeye açılım yapmalıdır. 2.5 milyon nüfuslu Kırım’da sayıları 300 bin olan Kırım Tatarları, Türkiye ile ilişkilerini geliştirirken, ekonomiye dikkat çekmektedirler. Türkiye, Rusya ve Ukrayna’nın büyük önem verdiği Karadeniz ticaretinin gelişmesinin Kırım’a büyük katkı yapacağını vurgulamaktadırlar. Çünkü böyle bir ticaret, aynen 16. yüzyılda olduğu gibi hem Karadeniz’in iki yakasını, hem de Asya ve Avrupa’yı ticaret yoluyla birbirine bağlayacak, Kırım da bu gelişmeden ve zenginleşmeden yararlanacaktır. Bu sayede Türkiye kuzeye açılırken, Ukrayna da güneye açılacaktır. Bu yüzden Kırım Tatarları hem Ukrayna- Türkiye ilişkilerinin gelişmesini, hem de Ukrayna’nın Avrupa Birliği üyesi olmasını istemektedirler. 7 Deniz Berktay, “Ukrayna’da Yeni Dönem”, www.turksam.org.tr, 23.03.2010. 107 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Barış Doster 3. KARADENĐZ’DEKĐ GÜÇ DENGESĐ ve UKRAYNA’NIN KONUMU Karadeniz’deki iki büyük güç Rusya ve Türkiye’dir. ABD’nin de Karadeniz’de etkili olmak istediği, Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyeliğinden sonra, Gürcistan ve Ukrayna’nın da NATO üyeliğini desteklediği bilinmektedir. 2008 yılında yaşanan Gürcü- Rus savaşından sonra ABD’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi hükümlerini zorlama pahasına Gürcistan’a insani yardım yollamaya çalışması da, Karadeniz’de etkili olma çabaları şeklinde yorumlanmıştır. 603 bin kilometrekarelik yüzölçümüne ve 48 milyonluk bir nüfusa sahip olan Ukrayna ise bölge siyasetinde çok fazla varlık gösterememektedir. Çünkü bir yandan ABD’nin bölge üzerindeki hesaplarını dikkate almakta, diğer yandan da siyasi, iktisadi, tarihsel ve kültürel olarak çok yoğun ilişkilere sahip olduğu Rusya’nın politikalarını gözetmektedir. Rusya, Ukrayna’nın politikaları üzerinde her zaman etkisi olan bir güçtür. SSCB döneminde Ukrayna, Sovyet cumhuriyetleri arasında sanayisi en güçlü olan ülkelerden biri olmasına karşın, hem doğalgaz temininde Rusya’ya bağımlıdır, hem de bağımsızlığına kavuştuğu 1991’den günümüze dek bir türlü siyasi ve iktisadi istikrara kavuşamamıştır. 1922 yılında SSCB’ye katılan, ancak batı bölgeleri 1939 yılına, yani 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcına dek Polonya idaresinde kalan ülke, idari açıdan 24 bölge, bir özerk bölge (Kırım), iki de bölge statüsünde kentten (Kiev ve Sivastopol) oluşmuştur. Kuzeyinde Beyaz Rusya, doğu ve kuzeydoğusunda Rusya, kuzeybatısında Polonya, batısında Slovakya, güneybatısında ise Macaristan, Romanya ve Moldova ile komşu olan Ukrayna, Dinyester Nehri boyunca da adeta ikiye bölünmüştür. Nehrin iki yakası etnik, dilsel, siyasal açıdan birbirinden ayrışmıştır. Ülkenin batısındaki yoğun Katolik nüfus batı yanlısıyken, doğusundaki Ortodoks ağırlıklı halk Rusya yanlısıdır. Ülkenin en temel sorunlarından biri olan bu doğu- batı bölünmüşlüğü, istikrarlı bir yapının tesis edilmesini zorlaştırmaktadır. Kırım Özerk Bölgesi’ndeki Rus deniz gücünün varlığı da Ukrayna siyasetindeki önemli bir konudur. Konu sadece Ukrayna ile Rusya’yı değil, aynı zamanda Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Ukrayna ile Rusya, Kırım’da konuşlanan ve görev süresi 2017 yılında dolacak olan filoya ilişkin yeni bir anlaşma imzalamıştır. Buna göre, Rusya Ukrayna’ya verdiği doğalgazın fiyatında yüzde 30 oranında indirim yaparken, yani 10 yıl için Ukrayna’ya 40 milyar dolarlık bir indirim sağlarken, Ukrayna da Kırım’daki filonun süresini 2017’den 2042 yılına uzatmıştır. Đki ülke arasında varılan bu anlaşma, sadece Kiev ve Moskova açısından değil, bölgesel hatta küresel güç dengeleri açısından da önemlidir. Zira ABD’nin hesaplarını altüst etmiş, Rusya’nın elini 108 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi güçlendirmiştir. Batılı güçlere daha yakın duran Ukrayna’daki muhalif partiler, Kırım’daki Rus deniz filosunun varlığının, Rusya’ya Ukrayna’nın içişlerine karışma hakkı ve olanağı verdiğini savunarak, süre uzatımına karşı çıkmışlardır. Ukrayna’nın ABD’nin tüm çabalarına karşın ne NATO’ya ne de AB’ye üye olmaması, AB’nin Ukrayna’yı komşuluk politikası çerçevesinde ele alması, Rusya’nın bu alandaki nüfuzunun iki örgütü de etkilemesi, ülkenin iç siyasetinde de saflaşmaya neden olmuştur. AB’nin Ukrayna’yı üye yapmaktan çekinmesi, ülkenin Avrupalı kimliğine çok fazla sahip çıkan nehrin batı yakasında büyük tepkiye neden olmuştur. Küresel ekonomik krizden de oldukça etkilenen Ukrayna’nın dış siyasetinde Rusya’dan bağımsız davranması iyice zorlaşmıştır. Ukrayna halkının bir bölümünde dikkat çeken Rusya’ya yönelik tepkinin tarihsel nedenleri vardır. Polonya ile Rusya arasında adeta bir tampon ülke konumunda olan Ukrayna, tarihinde Rus ve Alman işgallerini yaşamıştır. Polonya, AB ve ABD, Rusya yanlısı bir Ukrayna ile komşu olmak istemezler. Dahası, AB ve Polonya için Rus doğalgazının ana geçiş güzergâhı olan Ukrayna, enerji güvenliği açısından da önemlidir. Ayrıca Ukrayna’nın batı bölgeleriyle Polonya arasında dinsel, dilsel, kültürel bağlar çok güçlüdür. Ukrayna, 2004 yılında yaşanan “Lale Devrimi, Renkli Devrim, Turuncu 8 Devrim” gibi isimler verilen iktidar değişikliği sonrasında Viktor Yuşçenko’nun devlet başkanı olmasıyla batıya kaymış, Ocak 2010’da yapılan devlet başkanlığı seçimini Rusya’nın desteklediği aday olan Viktor Yanukoviç’in kazanması sonrasında ise Rusya’ya yönelmiştir. Bir anlamda Yanukoviç, önceki seçimlerde yenildiği Yuşçenko’dan rövanşı almıştır. Ukrayna Avrupa ile Asya’yı birleştiren coğrafi konumuyla, nüfusuyla, yetişmiş insan gücüyle çok önemli bir ülke olduğundan, sadece dış siyasetinde değil, iç siyasetinde de Rusya ile Batılı merkezlerin sürekli nüfuz mücadelesi yaşanmaktadır. Özellikle 2000 yılından buyana ABD ile Rusya’nın Ukrayna ve bölgedeki rekabeti hayli sertleşmiştir. Ukrayna’da 2004 yılında yapılan seçimlerin hileli olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi sürecinde ABD başta olmak üzere Batı yanlısı güçlerin ağırlığı artmış, yenilenen seçimleri Yuşçenko kazanmıştır. O süreçte dünyaca ünlü borsa spekülatörü George Soros’un da Batı yanlısı güçleri desteklediği ortaya çıkmıştır. Aynı dönemde Gürcistan ve 8 Mark Mac Kinnon, “Yeni Soğuk Savaş”, Destek Yayınları, Ankara, 2008, s.208-278. 109 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Barış Doster Kırgızistan’da da turuncu devrimlerin gerçekleşmesi, bölgeye yönelik 9 daha büyük bir projenin yürütülmekte olduğunu ortaya koymuştur . Öte yandan Rusya ile Gürcistan arasında 2008 yılında yaşanan savaş ve 2010 yılında Kırgızistan’da turuncu devrimle iktidara gelen yönetimin yerini Rusya yanlısı bir iktidara bırakması, renkli devrimlerin ömrünün uzun olmadığını kanıtlamıştır. Rusya’ya yakın duran Yanukoviç’in iktidara gelmesinin öncesinde bölgede başka değişimler de yaşanmıştır. 2003 yılında Gürcistan’da Batı tarafından desteklenen Şaakaşvili’nin, SSCB döneminden kalma ve Rusya yanlısı politikalarıyla bilinen Şevardnadze’nin tasfiyesiyle, yani kısaca Gül Devrimi olarak bilinen süreç sonrasında iktidara gelmesi sonrasında geri adım atan Rusya, karşı hamlesini yapmakta gecikmemiştir. Keza Kırgızistan’da 2005 yılında iktidarın Lale Devrimi denen süreçte el değiştirmesinden kısa süre sonra Batı destekli yeni iktidar Rusya’ya rağmen ayakta kalmasının mümkün olmadığını görmüş ve Rusya ile ilişkilerini de sıcak tutmuştur. Ukrayna’da 2010 yılı Ocak ayında yapılan seçimleri turuncu devrimle iktidara gelen kadroların kaybetmesi ve Rusya’ya yakın duran Yanukoviç’in devlet başkanı olması Türkiye’de de yakından izlenmiştir. Yanukoviç, çok yönlü bir dış politika izleyeceğini, Rusya, ABD ve AB ile ilişkileri daha da geliştireceğini söylemiştir. Batı ile Rusya arasında tampon niteliğindeki ülkesinin diplomatik tercihlerinin, bölge dengelerini, Rusya, AB ve ABD’nin dış politika tercihlerini etkilediğini bilen Yanukoviç, kesin ve keskin söylemlerden uzak durmuştur. AB’nin Ukrayna’yı “yakın komşuluk politikası” kapsamında değerlendirdiği, Rusya’nın ise kendi nüfuz alanı içinde saydığı, jeopolitik, tarihsel, kültürel ve ekonomik nedenlerden ötürü Batıdan ziyade kendisine yakın gördüğü bilinmektedir. Kaldı ki Ukrayna, Rusya’nın önce Karadeniz’e, oradan da sıcak denizlere inmesi açısından yaşamsal konumdadır. Rusya’nın ürettiği enerjinin Avrupa’ya ulaştırılması ve pazarlanması açısından da Ukrayna çok önemlidir. Kısacası Ukrayna, Rusya’nın Karadeniz’e ve Avrupa’ya çıkış kapısı olmasının yanında, deniz filosunun Kırım’da olması nedeniyle, savunma ve güvenlik açsından da stratejiktir. Zira bu filo Rusya’nın Karadeniz’deki varlığının omurgası olan bir donanmadır. Genelde Ukrayna, özelde ise Kırım’daki Rus nüfusu da Kiev yönetiminin Rusya politikalarında elini zayıflatmaktadır. ABD ise Ukrayna üzerindeki Rus nüfuzunun artmaması için yoğun çaba göstermektedir. Ukrayna’nın yaşadığı ekonomik sorunları aşması için 9 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Mustafa Yıldırım, “Sivil Örümceğin Ağında”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Đstanbul, 2005, Banu Avar, “Sınırlar Arasında”, Doğan Kitap, Đstanbul, 2006 ve Banu Avar, “Avrasyalı Olmak”, Truva Yayınları, Đstanbul, 2007. 110 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi yardım etmektedir. Nitekim Ukrayna, ABD’den en çok ekonomik yardım alan ülkeler sıralamasında Đsrail ve Mısır’ın ardından üçüncü 10 sıradadır. ABD, Rusya ile Ukrayna arasındaki yakın ilişkinin ve Moskova’nın bu ülkenin sadece dış değil iç siyaseti üzerindeki etkisinin, Ukrayna’da ulusal bilincin yükselmesine katkıda bulunduğunu görmektedir. Ancak ülkenin ağır sanayi tesisleri çoğunlukla doğu ve güney bölgelerindedir. Doğudaki Ortodoks halkın Rusya yanlısı politikaları benimsemesi, orta ve batı bölgelerindeki Katolik halkın ise Batıya yakın politikaları savunması, Ukrayna’nın istikrarını zorlaştırmakta, bu da ABD ve Rusya’nın ülke siyasetine müdahalesini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca Kırım Tatarları da Rus çoğunlukla ciddi sorunlar yaşadıklarından, Ukrayna yönetimi onlara bir denge unsuru olarak bakmaktadır. Kırım Tatarlarının çok büyük bölümünün turuncu devrimi desteklemeleri, tercihlerini Viktor Yuşçenko’dan yana kullanmaları da bu durumu kanıtlamaktadır. Nitekim Yuşçenko’nun Kırım Tatarlarına verdiği sözleri tutmaması, Tatarların tepkisine neden olmuştur. Ukrayna’nın en batısında bulunan Galiçya bölgesindeki Ukrayna milliyetçiliği ve Rusya karşıtlığı ise iç politikadaki bir diğer sorundur. Nitekim ülkenin NATO üyeliğine en yoğun destek de bu bölgeden gelmektedir. Ülkenin orta bölgelerindeki genel yaklaşım, “Rusya’dan bağımsız olalım, fakat NATO’ya girip Rusya’yı gereksiz yere kendimize 11 Ukrayna’nın batı düşman etmeyelim” şeklinde özetlenebilir. bölgelerinin, ağır sanayinin toplandığı ve büyük zenginlerin çıktığı doğuya nazaran göreceli olarak azgelişmiş olması da, Ukrayna’daki bir diğer istikrarsızlık nedenidir. Bu bölgeler, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Viktor Yanukoviç’in oylarının daha az olduğu bölgelerdir ve Yanukoviç’in, Batıyı karşısına almamakla birlikte dengeli bir dış siyaseti, çok yönlü ilişkileri öncelemesi ve NATO üyeliğine karşı çıkması yine en çok bu bölgelerde eleştirilmektedir. Ancak Yanukoviç’in ilk yurtdışı gezisini Brüksel’e yaptığını, orada çok boyutlu bir dış politikadan bahsettiğini, bu tavrının AB’nin ağır topları olan Berlin, Paris ve Brüksel’in gönlünü kazandığını da unutmamak 12 gerekir. Kaldı ki Yanukoviç, kendisinden önceki devlet başkanı Yuşçenko’nun doğalgaz konusunda Rusya ile girdiği bilek güreşini kaybettiğini de bildiğinden, dış politikasında enerji kartını son derece başarılı biçimde kullanan Rusya ile gerginliğe de karşı olmakta haklıdır. 10 Sinan Oğan, “Ukrayna’da Devlet Başkanlığı Seçimleri: Turuncu Devrimin Sonu”, www.turksam.org.tr, 17.01.2010. 11 Deniz Berktay, a.g.e. 12 Jan Pieklo, “Ukraine: Blue Challenges”, Turkish Policy Quarterly, Winter 2009/10, Vol: 8, No: 4, s.76. 111 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Barış Doster Bu nedenle Rusya’nın doğalgazda yaptığı indirime karşılık, Kırım’daki donanma üssünün de süresini uzatmıştır. Rusya Avrupa’ya doğalgaz nakli açısından da Güney Akım projesi kapsamında Ukrayna’yı önemsemektedir. Çünkü Güney Akım’ın önündeki engellerin aşılması, Nabucco projesinin başarı şansını azaltmaktadır. Rusya’nın, Ukrayna’dan gelecek olumsuz bir yanıt ihtimaline karşı, Abhazya sahillerinde Kırım’daki üsse alternatif olabilecek bir üs kurmayı bile düşündüğü dikkate alınacak olursa, Karadeniz’deki askeri varlığına ne kadar büyük önem verdiği görülür. Bu nedenle Karadeniz’deki Rus filosunu söküp atmak olanaksızdır ve NATO’nun Rusya’ya rağmen bu bölgede genişlemesi, etkinlik kurması kolay değildir. ABD ve AB’nin Ukrayna’da zemin kaybetmesi, AB ve NATO üyesi olmayı temel hedef olarak gören ve 2008 yılında Rusya ile savaşan Gürcistan’ı da sıkıntıya sokmuştur. Rusya’nın bir yandan “Slav kardeşliğini”, bir yandan da enerji kartını kullanarak Ukrayna üzerindeki nüfuzunu artırması, Gürcistan’ı da kendisiyle birlikte NATO üyeliğini önceleyen önemli bir müttefikten yoksun bırakmıştır. Ukrayna politikasındaki yönelim Türkiye açısından ise olumludur. Ukrayna’nın Rusya ile yakınlaşması, Karadeniz’in istikrarı ve sahildar olmayan ülkelere kapalılığını savunan Türk dış politikasının elini rahatlatmıştır. Ayrıca bu gelişme, Gürcistan’ı Türkiye’ye daha çok itmiştir. Çünkü Gürcistan açısından Türkiye, bölgede en çok güvenebileceği ülke olarak öne çıkmaktadır. 4. KARADENĐZ’DEKĐ GELĐŞMELER ve TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI “Karadeniz Havzası Doğu- Batı ekseninde jeopolitik eksenlerin kesişme alanıdır. Enerji jeopolitiğinin hem kaynak hem de erişim odağıdır. Çok taraflı mücadelenin sahnesidir. Soğuk Savaş döneminin iki süper gücünün yeniden eskiyi hatırlatırcasına doğrudan karşı karşıya geldikleri potansiyel çatışma alanıdır. ABD açısından Avrasya egemenliği hedefinin jeopolitik doğum noktalarından biridir. Bu anlamda Karadeniz Avrasya mücadelesinin en önemli sinir uçları arasındadır. Karadeniz jeopolitiğine odaklanan mücadele kabaca üç unsura dayanmaktadır. Üsler, boru hatları ve boğazlar olarak tanımlanabilecek bu üç unsur, küresel ve bölgesel jeopolitiğin mücadele zeminidir. Sadece ABD ve Rusya açısından değil, aynı zamanda AB, Türkiye, Ukrayna ve Gürcistan için de Karadeniz jeopolitik çıkarların çatışma 13 alanıdır”. Karadeniz’de yaşananlar, bölgenin Soğuk Savaş döneminin verileriyle, yapısıyla, düşünce sistemiyle ve alışkanlıklarıyla açıklanamayacağını kanıtlamıştır. Artık farklı bir jeopolitik denklem, farklı stratejik tercihler 13 Yaşar Hacısalihoğlu, “Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar”, Jeopolitik, Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29, s.3. 112 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi söz konusudur. Ülkelerin konumu, rolü, ittifak anlayışı, tehdit algısı değişmiştir. Yeni sorunlar, yeni mücadele alanları ve biçimleri öne çıkmıştır. ABD, bölgede egemenlik kurmak için sıklıkla yumuşak gücünü devreye sokarken, Rusya kendi etki alanını kaybetmemek için gerektiğinde savaşı göze alacağını Gürcistan’da göstermiştir. Karadeniz’in enerji nakil yolu olarak öne çıkması ve Karadeniz havzasının enerji coğrafyalarına yakınlığı çok önemli bir rekabet konusudur. Türkiye, Karadeniz’e kıyısı olan önemli bir bölge gücü ve Avrasya ülkesi olmasına karşın, Karadeniz’deki politikaların şekillenmesinde yeteri kadar etkin değildir. 1992 yılında Türkiye’nin girişiminde ve öncülüğünde Đstanbul’da toplanan zirveyle kurulan ve 1999’da ise Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Şartı ile uluslararası örgüt niteliği kazanan Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı’nı başarılı şekilde kullanamamıştır. Oysa 12 üyesi olan örgüt, Avrasya jeopolitiğinin büyük bölümüne seslenmekte, 330 milyon insanın yaşadığı, 20 milyon kilometrekarelik bir coğrafyaya hitap etmektedir. Bu girişimin hem Karadeniz’e kıyıdaş olan ülkelerin aralarındaki iletişim ve işbirliğini güçlendirmesi, hem daha geniş anlamda bölgenin sorunlarının çözümünde etkili olması beklenirken, ne yazık ki geçen süre zarfında umulan olmamıştır. Oysa Karadeniz’in konumu, genel olarak Avrasya coğrafyasındaki güç mücadelesi ve Türkiye’nin öncelikleri, bu konuda daha atak bir politika izlenmesini zorunlu kılmaktadır. 2008 yılında Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan savaş sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, NATO ve AB üyesi olan Romanya ile Bulgaristan’ın Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusunda net bir tutum takınamadıklarını ortaya koymuştur. Her iki ülkenin de Montrö konusunda Türkiye kadar duyarlı ve kıskanç olmaları beklenmese de, bölgedeki dengeler açısından, Rusya’nın ağırlığını gözetmelerini ve Türkiye ile işbirliği içinde olmalarını sağlamak, öncelikle Türk diplomasisinin yararınadır. Zira Karadeniz’de bir yanda Rusya- Ukrayna ekseni, diğer yanda Bulgaristan- Romanya ekseninin oluşması durumunda, Türkiye’nin tavrı belirleyici olacaktır. Bu konuda Türkiye denge politikası izlese de, NATO üyesi olmasına karşın, Montrö hükümleri söz konusu olduğunda Rusya ile işbirliğine büyük gereksinim duymaktadır. Türk dış politikasında son dönemlerde ortaya çıkan “komşularla sıfır sorun” hedefi, her ne kadar iyi niyetli bir söylem olsa da, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir politikadır ve bu söylemin Karadeniz’de bir karşılığının olmadığı görülmüştür. Çünkü bölge sorunlu bir bölgedir, 2008 yılında Rusya ile Gürcistan arasında bir savaşın yaşandığı bölgedir ve ABD’nin varlık göstermek istediği bir bölgedir. Bu yüzden 113 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Barış Doster “komşularla sıfır sorun” hedefinin gerçek hayatta karşılığı yoktur. Türkiye gibi tek merkeze bağlı/ bağımlı olmak istemeyen, çok yönlü, çok odaklı, çok boyutlu bir dış politika izlemeyen çalışan bir ülkenin, enerji temininde doğalgaza, doğalgaz tedarikinde ise yaklaşık üçte iki oranında Rusya’ya bağımlı olması, dış politikadaki manevra sahasını sınırlandırmaktadır. Türkiye, tüm iddialı dış politika söylemine karşın, dış politikada ABD odaklı düşündüğü, ulusal çıkarlarının ABD’nin çıkarlarıyla mutlak ölçüde örtüştüğüne inandığı ve ABD’nin asla güç yitirmeyeceği, zemin kaybetmeyeceğini varsaydığı için, bölgesel politikalarda, bu bağlamda Karadeniz siyasetinde de hedeflerine varamamaktadır. Örneğin, Türkiye’nin Gürcü- Rus savaşından sonra gündeme getirdiği arabuluculuk önerisi, hemen sonrasında dillendirdiği bölgesel işbirliği örgütü projesinin, hiç ciddiye alınmamış olması bunun kanıtıdır. Keza Đsrail ile Suriye arasındaki arabuluculuk çabasından da bir sonuç alınamamıştır. Türkiye’nin dış politikasındaki en önemli zaaflardan biri de yumuşak gücünün bir türlü istenilen düzeye çıkamamasıdır. Türk ekonomisinin dünyanın 20 büyük ekonomisinden biri olması, Türk özel sermayesinin yatırımlarla dünyanın hemen her yerine uzanmış olması ne kadar gerçek ve dış politikayı destekleyici ise Türkiye’nin enerjide, sermayede ve yatırımda dışa bağımlılığı da o kadar gerçektir. Bu durum, dünyada küreselleşmenin hızının kesildiği, ekonomik krizin küreselleşmenin lokomotifi olan merkezleri bile derinden sarstığı, bölgeselleşme çabalarının güç kazandığı bir dönemde Türkiye’nin elini zayıflatmaktadır. Bölgesinde iddialı, sözü dinlenen, yönlendirici bir durumda olmak isteyen Türkiye’nin niyetlerini, iktisadi kırılganlığı siyasal yapının bölünmüşlüğünden doğan sıkıntısı gölgelemektedir. Atatürk’ün 1924 yılında söylediği “Ben siyasi meseleleri de askeri vaziyetler gibi harita üzerinde mütalaa ederim” sözü, nasıl coğrafyanın dış siyaset üzerindeki belirleyiciliğine işaret ediyorsa, ekonominin dış siyaset üzerindeki belirleyiciliğini de asla unutmamak gerekir. Yine büyük önder Atatürk’ün, 2 Ocak 1922 tarihinde Ankara’da TBMM ile Ukrayna arasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nı yorumlarken “Đki ülkenin coğrafi konumuna bakarsak, arada Karadeniz’i görürüz. Bir anlığına Karadeniz’i yok sayarsak Türkiye ve Ukrayna için sınır komşusu diyebiliriz. Dostluk, her iki ülke açısından büyük önem 14 taşımaktadır” sözü önemli bir ilişkiye dikkat çekmektedir. ABD, Ortadoğu ve Avrasya’daki siyasi denetimin yanında Rus doğalgazının nakil yolları üzerinde de söz sahibi olmaya çalıştığından 14 Kemal Olçar, “Karadeniz Politikaları ve Türkiye-Ukrayna Stratejik Đlişkileri”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2007, s.315. 114 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi Karadeniz’e büyük önem vermektedir. Çünkü sadece siyasi değil, iktisadi ve askeri açıdan da bölgede etkili olmak, Avrasya’daki bölge merkezli ittifak arayışlarının önüne geçmeye mecburdur. Çin’in Asya’dan artan miktarda enerji alması ve Türkiye’de bölge merkezli dış politika arayışlarının öne çıkması da ABD tarafından yakından izlenen gelişmelerdir. Bulgaristan ve Romanya üzerinden Batı Karadeniz’de sağladığı denetim ABD için yeterli değildir. Kafkasya ve Hazar Havzası’nın denetimini sağlamak için Karadeniz’in tamamında etkili olmak zorundadır. Şunu da unutmamak gerekir ki ABD’nin Karadeniz’deki etkinliğinin artması AB üzerindeki nüfuzunu da artıracaktır. ABD bu yolla özellikle Almanya’nın Balkanlar, Doğu Avrupa ve Kafkasya’ya yönelik ilgisinin de önüne geçmeyi hesaplamaktadır. ABD’nin Đran’ı daha güçlü şekilde sıkıştırması, Irak’ın kuzeyindeki varlığının sürmesi, Ermenistan üzerindeki etkisinin devamı ve Gürcistan’daki gücünün sürekliliği için de Karadeniz’de güçlü biçimde bayrak göstermeye ihtiyacı vardır. Her zaman bir B planı olan, diğer ülkeler üzerinde ekolojik hakimiyet kurabilen ve gelişmelere göre esnek davranabilen bir küresel güç olan ABD’nin, yönlendirici olamadığı, proaktif olmadığı gelişmelerde bile, olaya anında müdahale edebilen, çabuk tepki verebilen bir güç olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Bu kapsamda ABD’nin Rusya ile ilişkileri önemli bir örnektir. Son tahlilde Rusya’yı kendisi için tehdit olarak gören ABD, politikalarını buna göre geliştirmektedir. “ABD Baltık bölgesinde Rusya’nın denize açılmasını denetlemek, Doğu Avrupa ülkelerini demokratikleştirerek ve NATO içine çekerek Rusya’yı çevrelemek, Romanya ve Bulgaristan’da kuracağı üsler ile Karadeniz’i kontrol ederek ve NATO üzerinden Karadeniz’e girerek Güney Kafkasya’ya yerleşerek çevreleme hattını genişletmek 15 istemektedir”. SONUÇ Türkiye, Karadeniz jeopolitiğinde, sadece Karadeniz’e sahildar olması sebebiyle değil, aynı zamanda Boğazlara egemen olması nedeniyle de çok özel ve önemli bir konuma sahiptir. NATO üyesi olan Türkiye’nin Karadeniz’e ilişkin çıkarları ABD ile çelişmekte, Rusya ile örtüşmektedir. Nitekim ABD’nin 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tadil edilmesi, yenilenmesi, güncellenmesi yönündeki baskılarına karşı Rusya ısrarla Montrö’den yana tavır almaktadır. Rusya, ABD’nin Karadeniz’de etkili olması halinde Avrasya’daki büyük oyunda Washington’un çok önemli bir hamle üstünlüğüne sahip olacağını ve 15 Nejat Eslen, “Yeni Soğuk Savaş Dönemi Mi?”, Jeopolitik, Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29, s.9. 115 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Barış Doster kısaca BOP denen ve son zamanlarda pek dillendirilmeyen Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında elinin güçleneceğini bilmektedir. Fransa’nın, Türk Boğazlarının uluslararası bir komisyon tarafından yönetilmesini dillendirmesini de aynı kapsamda değerlendirmek gerekir. Dahası, Montrö’nün altında imzası bulunan yani sözleşmenin feshedilmesini gündeme getirebilecek bir ülke olan Romanya’nın ABD tarafından çok güçlü biçimde desteklenmesi, NATO ve AB üyesi yapılması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Keza Bulgaristan’ın da aynen Romanya gibi, ABD’nin yakın ilgi alanı içinde olduğunu unutmamak gerekir. Tüm bu nedenlerden ötürü ABD’nin ve NATO’nun Karadeniz’de etkili olmak istemesi, Türkiye açısından son derece sıkıntılı bir gelişmedir. Avrasya’ya egemen olmak için Karadeniz’de güçlü olmak şarttır. Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden üçü yani Türkiye, Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyesi, Bulgaristan ve Romanya’nın aynı zamanda AB üyesi olması, ABD’nin Karadeniz’e yönelik ilgisini ve beklentilerini güçlendirmektedir. Ancak Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin, imzalandığı günden bu yana, Soğuk Savaş dönemi de dahil olmak üzere Karadeniz’de barış ve istikrarın en önemli güvencesi olduğunu bir an bile aklından çıkarmamaktadır. Bu nedenle, kimden gelirse gelsin, Montrö’nün tadil edilmesini savunan isteklere haklı olarak direnmektedir. Bu nedenle Rusya ile ittifakı sürdürmesi, fikir babası ve öncüsü olduğu Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı’nı işlevsel kılmak için çabalaması, bölge merkezli politikalara yönelmesi açısından da önemli bir kaldıraç olacaktır. KAYNAKÇA AVAR, Banu; Avrasyalı Olmak, Truva Yayınları, Đstanbul, 2007. AVAR, Banu; Sınırlar Arasında, Doğan Kitap, Đstanbul, 2006. BERKTAY, Deniz; “Ukrayna’da Yeni Dönem”, www.turksam.org.tr. ERĐM, Nihat; Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1953. ESLEN, Nejat; “Yeni Soğuk Savaş Dönemi Mi?”, Jeopolitik, Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29. HACISALĐHOĞLU, Yaşar; “Karadeniz Jeopolitiğinden Yansıyanlar”, Jeopolitik, Haziran 2006, Yıl: 5, Sayı: 29. Türkiye’ye KARAKOÇ, Ercan; Atatürk’ün Dış Türkler Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002. 116 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,104-117 Türk Dış Politikasında Kırım ve Karadeniz’deki Nüfuz Mücadelesi MAC KĐNNON, Mark; Yeni Soğuk Savaş, Destek Yayınları, Ankara, 2008. MUMCU, Uğur; 40’ların Cadı Kazanı, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, Ankara, 1996. OĞAN, Sinan; “Ukrayna’da Devlet Başkanlığı Seçimleri: Turuncu Devrimin Sonu”, www.turksam.org.tr. OLÇAR, Kemal; Karadeniz Politikaları ve Türkiye- Ukrayna Stratejik Đlişkileri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2007. ÖNDER, Zehra; II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2010. ÖZDOĞAN, Günay Göksu; Turan’dan Bozkurt’a, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2002. PĐEKLO, Jan; “Ukraine: Blue Challenges”, Turkish Policy Quarterly, Winter 2009/10, Vol: 8, No: 4. SARAY, Mehmet; Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995. YILDIRIM, Mustafa; Sivil Örümceğin Ağında, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Đstanbul, 2005. 117 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 104-117 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,118-154 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY 1929 BUHRANI ve 2008 GLOBAL KRĐZLERĐNĐN STRATEJĐK YÖNETĐMĐ, BENZERLĐKLER VE FARKLAR Yrd.Doç.Dr.Yaşar Erdinç∗ ÖZET Dünya ekonomisi 2008 yılında Amerika’da başlayan şiddetli bir kriz yaşadı. Kriz sırasında ve sonrasında sadece ABD Merkez Bankası FED ve ABD yönetimi değil, aynı zamanda global çapta birçok Merkez Bankası ve hükümetleri krizi durdurmak ve dünya ekonomilerinin derin bir depresyona girmesini önlemek için radikal para ve maliye politikaları uyguladılar. Bu çabalar, politikacılar ve teknokratların geçmiş krizlerden ders aldıklarını gösterdi. Bu makalede 1929 Büyük Buhranı ve 2008 Global krizini, krizin ortaya çıkışı ve aynı zamanda krize karşı alınan önlemler bağlamında karşılaştırıyoruz. Ortaya çıkan gerçek şu ki, işin özünde krizi ortaya çıkarak sebepler değişmemiş, fakat krizin yönetilmesi ve stratejik yönetim mekanizmaları çok farklı bir hal almış. Tarih tekerrür etmesine rağmen, krize karşı alınan reaksiyonlar ve krizin stratejik yönetimi büyük farklılıklar gösteriyor. Anahtar Kelimeler: Global Kriz, ABD, 1929 Buhranı, Ekonomi. ABSTRACT The world economy has experienced a detrimental global crisis in 2008 which started in USA. During and after the crisis, not only the USA Central Bank Fed and USA Government, but also many central banks and governments have applied radical monetary and fiscal policies to end the crisis. However, FED’s actions in response to the was crisis so strategic and important to prevent the world economy going into depression. These actions have shown that, the politicians and technocrats had learned from earlier crises. In this paper, we compare 1929 great depression in USA and 2008 Global Crisis from the aspect of both emergence and the crisis management. It is shown that, although the reasons behind these crises are similar, the strategic management and conduct of actions are totally different. It is also shown that, although the history repeats itself, the reactions and crisis’ strategic management differs on certain aspects. Key Words: Global Crisis, USA; 1929 Depression, Economy. GĐRĐŞ Ekonomilerin büyüme (boom) ve daralma (bust) dönemleri vardır. Bu dönemlere “business cycle” (ekonominin devinimi dönemleri) adı verilmektedir. Ekonomistleri en çok ilgilendiren ve bugüne kadar ∗ Beykent Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölüm Başkanı, [email protected] 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar zamanlama konusunda kimsenin net bir cevap bulamadığı en önemli sorulardan biridir. Đşte 1929 yılında ABD’nin geçirdiği büyük buhran ve 2008 Global krizi en şiddetli daralma dönemleri olmuştur. Bu makalede II bölümde, 1929 Büyük Buhranı ayrıntılı olarak anlatılmakta ve Wall Street’te başlayan çöküşle ortaya çıkan durum ayrıntılı bir şekilde verilmektedir. Makalenin amacına uygun olarak, 1929 krizi sonrasında uygulanılan veya daha doğru bir deyimle, stratejik bir şekilde yönetilemeyen kriz sonrasında ABD’de ekonominin nasıl yıllarca büyüyemediği verilmektedir. III. Bölümde 2008 Global Krizini tetikleyen unsurlar anlatılmış ve krizin ortaya çıkmasıyla birlikte krizden çıkışa ve dünya ekonomilerini depresyona girişten kurtarmak üzere alınan stratejik kararlar verilmiştir. Bu kararlar sonrasında hem ABD hem de Dünya ekonomilerinin alınan önlem ve stratejik kararlara nasıl reaksiyon verdiği gösterilmiştir. Son bölüm ise incelemenin sonuçlarını özetlemekte ve her iki kriz sonrasında uygulanan stratejik kararların nasıl sonuç doğurduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca, gelecek yıllarda başka ne tür krizlerin hangi sebeplerden ortaya çıkabileceğine dikkat çekmektedir. 1. BÜYÜK BUHRAN - 1929 ABD ekonomisinin 1929 yılında yaşadığı uzun süreli depresyonist döneme geçemden önce, Business cylce adı verilen süreci kısaca açıklamakta fayda vardır. Birçok yazar tarafından birçok defa tanımlanmıştır. Fakat özet olarak şöyle bir tanımlama uygun olacaktır; “Ekonomik aktivitede periyodik, fakat düzensiz bir şekilde ortaya çıkan yukarı ve aşağı yönlü hareketlerdir ki; ekonomik aktivite reel gayri safi yurt içi hasıla ve diğer ekonomik verilerdeki (işsizlik, üretim enflasyon vs..) dalgalanmalardır.” Daha basit bir anlatımla, “business cycle” ekonominin büyüme, gerileme, durgunluk ve genişleme dönemlerini ifade eder. Bu devinimleri tahmin etmek konusunda çok fazla çalışma yapılmış, ve oluşumuna ilişkin teoriler geliştirilmiştir. Bu bölümde, bu teorilere girip, kafanızı karıştırmak istemiyorum. Fakat yeri geldikçe, çeşitli krizlerin incelenmesi sırasında bu konulara değineceğiz. Amerikan ekonomisi için, ekonominin büyüme ve daralma dönemlerini belirleyen otoritenin adı Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosudur (National Bureu of Economic Research- NBER). Amerika’da 1854 yılından bugüne kadar 31 adet daralma dönemi yaşanmış, ve NBER’in 28 Kasım 2008’de yapmış olduğu son 119 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç açıklamaya göre Amerikan ekonomisi 2007’nin Aralık ayında 32.nci daralma dönemine girmiştir. Tablo 1: Amerika'nın Daralma ve Büyüme Dönemleri TEPE DĐP A r a lık 1 8 5 4 ( I V ) H a z ir a n 1 8 5 7 (I I) A r a lık 1 8 5 8 ( I V ) E k im 1 8 6 0 ( III ) H a z ir a n 1 8 6 1 (II I ) N isa n 1 8 65 (I) A r a lık 1 8 6 7 ( I ) H a z ir a n 1 8 6 9 (I I) A r a lık 1 8 7 0 ( I V ) E k im 1 8 7 3 ( III ) M a rt 1 8 7 9 ( I) M a rt 1 8 8 2 (I ) M a y ıs 18 8 5 ( I I) M a rt 1 8 8 7 (I I) N is a n 1 8 88 (I ) T e m m u z 1 8 90 (II I ) M a y ıs 18 9 1 ( I I) O c a k 1 89 3 ( I) H a z ir a n 1 8 9 4 (II ) A r a lık 1 8 9 5 ( I V ) H a z ir a n 1 8 9 7 (II ) H a z ir a n 1 8 9 9 (I II ) A r a lık 1 9 0 0 ( I V ) E y lü l 1 9 0 2( I V ) A ğ u st o s 1 9 0 4 ( I I I) M a y ıs 19 0 7 ( I I) H a z ir a n 1 9 0 8 (II ) O c a k 1 91 0 ( I) O c ak 1 9 1 2 (I V ) A ğ u sto s 1 9 1 8 ( I I I) M a rt 1 9 1 9 ( I) O c a k 1 92 0 ( I) T e m m u z 1 9 21 (I I I ) M a y ıs 19 2 3 ( I I) T e m m u z 1 9 24 (I I I ) E k im 1 9 2 6 ( III ) K a sı m 1 92 7 (I V ) O RT AL AM A S T AN DA RT S AP M A A ğ u s to s 1 9 2 9 ( I II ) M a r t 1 93 3 (I ) M a y ıs 19 3 7 ( I I) H a z ir a n 1 9 3 8 (II ) Ş u b at 1 9 4 5 (I ) E k im 1 9 4 5 ( IV ) K a sı m 1 9 4 8 (I V ) E k im 1 9 4 9 ( IV ) T e m m u z 1 9 53 (II ) M a y ıs 19 5 4 ( I I) A ğ u sto s 1 9 5 7 ( I I I) N is a n 1 9 58 (I I ) N isa n 1 9 60 (II ) Ş u b at 1 9 6 1 (I ) A r a lık 1 9 6 9 ( I V ) K a sı m 1 97 0 (I V ) K a sı m 1 9 7 3 (I V ) M a rt 1 9 7 5 ( I) O c a k 1 98 0 ( I) T e m m u z 1 9 80 (I I I ) T e m m u z 1 9 81 (II I ) K a sı m 1 98 2 (I V ) T e m m u z 1 9 90 (II I ) M a rt 1 9 9 1 (I ) M a rt 2 0 0 1 (I ) K a sı m 2 00 1 (I V ) A ra l ı k 2 0 07 ( I V ) ? ?? O RT AL AM A S T AN DA RT S AP M A O R T A L A M A (19 2 9 H a r iç ) S T A N D A R T S A P M A (1 9 29 H a r iç ) D ARA LM A T e p ed e n d ib e k a d ar g e ç e n s ü re (Ay ) G E NĐŞ L E M E D ip t e n te pe ye ka da r g e çe n s ür e ( Ay) 1 929 Ö N CE S Đ D Ö N E M -18 8 32 18 65 38 13 10 17 18 18 23 13 24 7 18 14 13 20 14 -30 22 46 18 34 36 22 27 20 18 24 21 33 19 44 10 22 27 26 9 1 92 9 S O N R A S I D Ö N E M 43 21 13 50 8 80 11 37 10 45 8 39 10 24 11 1 06 16 36 6 58 16 12 8 92 8 1 20 74 13 57 10 33 10 58 3 32 D E V ĐNĐM ( C Y CL E ) D i pt e n d iğ e r T e p ed e n d iğ e r d ib e k a d a r te p ey e k ad a r g eç en s üre ge çe n sü re (A y ) (Ay ) -48 30 78 36 99 74 35 37 37 36 42 44 46 43 51 28 36 40 47 19 --40 54 50 52 10 1 60 40 30 35 42 39 56 32 67 17 40 41 47 19 64 63 88 48 55 47 34 1 17 52 64 28 1 00 1 28 34 93 93 45 56 49 32 11 6 47 74 18 10 8 12 8 82 70 34 68 34 68 31 69 32 Kaynak: www.nber.org/cycles (Not: Ortalama ve standart sapma değerleri tarafımızdan hesaplanmıştır) Amerika’nın daralma ve büyüme dönemlerini gösteren bu tablo çok önemli bilgiler içeriyor. Öncelikle ilk kolondaki verileri inceleyeceğiz. Bu kolon “DARALMA” olarak isimlendirilmiştir. Yani ekonomide bir tepe seviyesi görüldükten sonra dip seviyeye ulaşmak ne kadar zaman alıyor? Sorusuna cevap vereceğiz. 120 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Tablo 1’de Amerika’nın 1857 yılından bu yana yaşadığı daralma ve büyüme dönemlerine baktığımızda, iki ana kısma ayrıldığı görülmektedir. 1929 öncesi ve 1929 sonrası dönem olarak belirlediğimiz bu iki ayrı dönemde belirgin farklılıklar var. - 1929 öncesi dönemde ekonominin tepeyi görüp dibe ulaşması 1 ortalama olarak 20 ayı bulurken, standart sapması 14 aydır. 14 olarak bulduğumuz standart sapma, bulmuş olduğumuz ortalama 20 aylık gerileme döneminden önemli sapmalar olabileceğini göstermektedir. - 1929 sonrası döneme baktığımızda ise, ekonominin tepeden dibe gelmesi ortalama 13 ay’da olmuştur. Fakat 1929 sonrası dönemde de standart sapma 10 değerini almıştır ve yüksektir. Şekil 1: Amerikan Ekonomisinin Tepe Noktasından Dip Noktaya Ulaşma Dönemleri (ay) 70 65 60 50 43 38 40 32 30 24 23 20 18 18 17 18 18 13 14 13 10 8 10 18 13 7 16 13 8 11 10 8 16 10 11 6 8 8 0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 Kaynak: Tablo1’deki rakamlar kullanılarak tarafımızdan hazırlanmıştır. - Asıl ilginç olan nokta ise 1929 krizi hariç tutulduğu zaman, ekonominin daralma ve büyüme seyri, ya da business cycle’larında belirgin bir tahmin edilebilirliğin ortaya çıkmış olmasıdır. - 1929 krizini hariç tuttuğumuz zaman, ekonominin tepe seviyesinden dip seviyeye ulaşma süresi ortalama olarak 10 aya düşmüştür. Çok daha önemli olan nokta ise standart sapmanın 3’e kadar düşmüş 1 Standart sapma, bir verinin ortalamadan ne kadar sapabileceğine dair bir bilgi verir. 121 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç olmasıdır. Bunun anlamı şudur; yüzde 60 olasılıkla Amerika’nın 2 daralma döneminin 7 ay ile 13 ay arasında kalması beklenir . Đstatistiklere göre, 1929 krizi sonrasındaki dönemde, Amerikan ekonomisinin tepe seviyeden dip seviyeye ulaşması en fazla 16 ay sürmüştür. Bu bölümde, dünyayı kasıp kavuran ve “1929 Ekonomik Buhranı” adıyla bilinen büyük buhranına ve buhrandan çıkı stratejilerine bakacağız. Çünkü 2008’de ortaya çıkan global kriz, birçok yönüyle 1929 buhranına benzemekte fakat bu krizlerin stratejik yönetimi çok büyük farklılıklar arz etmektedirler. Büyük buhran, dünyadaki hemen her ülkeyi farklı derecelerde etkileyen ve modern tarihin en ağır ekonomik çöküşüdür. “Ne zaman başladı?” sorusuna birçok uzman, 29 Ekim 1929 cevabını vermektedir. Bu tarih “kara Salı” olarak anılmaktadır. New York Borsası, Dow Jones Sanayi endeksi bir günde yüzde 12.8 düşmüştür. A. 29 Ekim 1929 Tarihine Nasıl Gelindi? 1920’li yıllar, Amerika’da teknolojik keşiflerin altın yıllarıydı. Radyo, otomobil, telefon, elektrik alanında muazzam bir gelişme dönemi yaşanıyordu. Bu gelişmelere öncülük eden iki kurum Amerikan Radyo Kurumu (American Radio Corporation) ve General Motors isimli şirketlerdi. Bu şirketlerin hisselerinde önemli yükselişler oldu. Bu gelişmeleri en açık gösteren verilerden biri, belirli sektörlerdeki ücret artışlarıdır. Tablo 2’de görüldüğü üzere 1913 ile 1925 yılları arasındaki 13 yılda ücretler ortalama olarak yüzde 100 artmıştır. Gelişmeler sadece teknoloji firmaları ile sınırlı değildi. Finans kurumları da boy gösteriyordu. Yüzlerce yatırım fonu kuruldu. Aracı kurum ve bankalar margin adı verilen borç verme mekanizması yaratmışlardı. 1 doları olan kişi 10 dolarlık hisse senedi alabiliyordu. 24 Ağustos 1921 tarihinde 63.9 olan Dow Jones Sanayi endeksi 3 Eylül 1929 tarihi itibarıyla 6 kattan fazla artış yaparak 381.2 seviyesine yükselmişti. 2 Ortalama değere 1 standart sapma ekleyip çıkardığınızda, yüzde 60 olasılıkla daralmanın minimum ve maksimum süre aralığını bulursunuz. Örneğin ortalama değeri 10 ay olduğu için buna 3 ay eklersek 13 ay değerini buluruz. 10 ay değerinden 3 ay değerini çıkardığımızda ise 7 ay değerine ulaşırız. Dolayısıyla, istatistiklere göre, ABD’nin 2007’de başlayan krizi 7 ile 13 ay arasında bir sürede dip seviyeleri görecektir. Eğer ortalam değere 2 standart sapma ekleyip çıkarırsanız yüzde 90 olasılıkla daralmanın minimum ve maksimum sürelerini tahmin edersiniz. Bu tür bir durumda 122 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Tablo 2: 1929 Krizi Öncesinde Belirli Sektörlerdeki Saatlik Ücretler Saat ücretleri 1913 1920 1925 Duvar Ustası $0.75 $1.25 $1.50 Boyacı $0.65 $1.25 $1.50 Su tesisatçısı $0.75 $1.25 $1.205 Taşçı, taş ustası $0.62 $1.25 $1.375 Dizgici (Gazetecilik sektöründe) $0.50 $0.988 $1.191 Kaynak: (VanGiezen & Schwenk, 2003) 1928 yılında Herbert Hoover Amerika’nın başkanı olarak seçilmişti. Genel bir iyimserlik ve hatta artık asla geri dönülemeyecek bir ekonomik yükselişin başladığına dair ciddi bir inanç vardı. Hoover, Cumhuriyetçilerin adayı olarak seçildiğinde şunları söylüyordu; “Bugün Amerika’da yaşayan bizler, dünyada bugüne kadar herhangi bir ülkede hiçbir zaman görülmemiş olan ‘fakirliğin üstesinden’ gelme başarısına o kadar yakınız ki; Artık yoksulluk 3 bir daha gelmemek üzere üzerimizden kalkıyor.” Birçok Amerikalı da 1929 yılının başında aynı görüşü paylaşıyordu. New York Times gazetesinin 1 Ocak 1929 tarihli ve yeni yıla giriş baş 4 yazısı şunları söylüyordu ; “Eşi benzeri görülmemiş 12 aylık bir refah ve zenginlik dönemini yaşadık. Eğer, geçmişe bakarak geleceğe ilişkin karar vermenin bir yolu varsa, bu yeni yıl, geçmişte oluşturduğumuz çok büyük umutların gerçekleşmesinin bir kutlamasını yapacağımız bir yıl olacaktır.” Hyman Minsky’nin, büyük balon ve çöküşleri hazırlayan dört ana 5 dinamiği çalışmaya başlamıştı . - Yeni teknolojiler bulunuyordu ve kitleleri arkasından götürecek yepyeni gelecek senaryoları vardı, - Kolay kredi bulunabiliyordu ve faizler çok düşüktü, 3 Schultz, S. K. (2008, March). "Crashing Hopes: The Great Depression". Aralık 20, 2008 tarihinde American History 102: http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html adresinden alındı 4 Schultz, a.g.e., 2008. 5 Bernstein, W. (Ocak 2005). "Yatırımın Dört Temel Taşı". (A. Perşembe, Çev.) Scala Yayıncılık. 123 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç - Yatırım konularından anlamayan ve fiyatlar sadece yukarı doğru gittiği için alım yapan bir halk kitlesi ortaya çıkmıştı, - 1800’lü yılların sonlarında yaşanan büyük ekonomik çöküşlerin üzerinden bir nesilden fazla bir süre geçmiş ve bu buhranlar unutulmuştu Hyman Minsky’nin belirlediği bu şartlar 1929 yılında gerçekleşiyordu ve balon her an patlayabilirdi. 6 Amerikalılar altı ana sebepten dolayı borsaya yatırım yapıyorlardı . - Artan hisse kâr payı ödemeleri: Borsaya giren yeni yatırımcılar, bunu kolay para kazanmanın bir yolu olarak gördüler ve bu da hisse fiyatlarının patlamasına neden oldu. Aslında araştırmacılar o tarihlerde yatırımcı sayısının ortalama 4 milyon olduğunu belirtiyorlardı, fakat piyasaya yeni girenlerle, piyasadan çıkanlar sürekli olarak piyasaya yeni para akımını sağlıyorlardı. - Bireysel tasarruflardaki artış: 1929 öncesine kadar yükselen oranlarda artan ücretler, Amerikan halkının tasarruflarının artmasına ve bu tasarrufların önemli bir kısmının da borsaya girmesine sebep olmuştu. - Göreceli bir gevşek para politikası: Bankalar kolayca kredi veriyorlardı. Bu krediler otomobil almak için olsa da direkt olarak borsaya giriyordu. - Şirketler aşırı üretimden gelen kârları yeniden yatırıma dönüştürüyorlardı: 1925 yılından itibaren sanayi aşırı üretim yapıyordu. Fakat ortaya çıkan stokların eriyeceği düşüncesiyle yeni yatırımlara giriyorlar, makine ve teçhizat alıyorlar ve yeni işçi alımına giriyorlardı. Đş bulan her yeni kişi böylelikle harcamasını artırabiliyor ve bu da üretimin daha fazla aşırı üretim yapması sonucunu getiriyordu. - Borsa düzenlemeleri yetersizdi: 1929 öncesinde borsada neredeyse etkin olan hiçbir düzenleme yoktu. Şirketler istedikleri kadar hisse basıyorlardı. Birçok borsa yatırımcısı da hisseleri krediyle alıyorlardı. Belirli bir teminat ödemesi yapan kişi, bu teminatın 10 katına kadar hisse alımı yapabiliyordu. Hisse fiyatları yükseldikçe de, büyük karlar yazıyorlardı. Aslında gerçekte bir para yoktu. - Tüketim psikolojisi; Amerikalılar birçok yolu deneyerek zengin olmaya çalışıyorlar ama bunu da hiç çaba sarf etmeden elde etmek 6 Tishler, W. P. (2009). American History 102. (Giriş: Mart 22, 2009) http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html adresinden alındı. 124 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar istiyorlardı. Yeni teknolojiyi tüketmek ise, sosyal statüyü artırmak konusundaki en önemli adımlardan biri olmuştu. Aslında ekonomistler, balon oluştuğunu tespit edebilir, ama balonun patlayacağı zamanı bilmek neredeyse imkânsızdır. Unutulmamalı ki, finansal piyasalar kaotik bir süreç içinde hareket ederler. Kaos teorisine göre, var olan dengeleri değiştirebilecek bir kelebek etkisi her zaman mevcuttur. Hiç önem vermediğiniz bir haber, gelişme ya da bir fiyat hareketi piyasaların bütün dengelerini ve işleyiş yapısını değiştirebilir. B. Wall Street’in Çöküşü-1929 3 Eylül 1929’da zirvesini gören Dow Jones Sanayi Endeksi (DJI), yavaş yavaş gerilemeler kaydediyordu. Aslında 1929 yılının yaz aylarından itibaren ekonomideki daralma belirginleşmişti. 24 Ekim 1929’da sert bir düşüş oldu. Đşlem miktarı 12.9 milyon hisse ile rekor kırmıştı ve bu tarih, “Kara Perşembe” olarak adlandırıldı. “Kara Perşembe”ye gelindiğinde 7 borsa endeksi, 3 Eylül’deki zirvesine göre yüzde 17 değer kaybetmişti . Ertesi gün, Wall Street banka ve aracı kurum yöneticileri bir araya gelerek borsadaki paniği ve kaosu durdurmanın yollarını aradılar. 25 Ekim Cuma günü saat 13:00’de, Morgan Bank başkanı Thomas W. Lamont, Chase National Bank’ın başkanı Albert Wiggin ve National City Bank’ın başkanı Charles E. Mitchell duruma çare bulmak üzere toplandılar. Toplanan banka başkanları kendi adlarına hareket etmek üzere, New York Borsası Başkan Yardımcısı Richard Whitney’i görevlendirdiler. Arkasına bankaların desteğini alan Whitney, Amerikan Çelik şirketi hisselerinde alım emri verdi. Alım emri verdiği fiyat ise, borsa fiyatının oldukça üzerindeydi. Bu durum borsada yükselişi başlattı. Whitney, bununla da kalmayıp benzer şekilde diğer blue chip hisselerde de alım emirleri verdi. Hafta sonunda bütün gazeteler bu alımları ve borsada olanları yazıyordu. Bütün yatırımcılar pazartesi gününü iple çekiyorlardı. Piyasalar açıldığında, geçen Cuma gün yapılan alımların etkisiyle, piyasalar güne olumlu başlıyor gibi olsa da, çöküş devam etti. 28 ve 29 Ekim tarihlerinde en sert düşüşler yaşandı. 28 ve 29 Ekim 1929 günü telefon hatları kilitlenmiş, telgraf emirleri birbirine girmişti. Borsadaki yükselişin en önemli sebeplerinden biri olan teknoloji, şimdi panik bir satış dalgasını tetikliyordu. Telefonların kilitlenmesi ve ortaya çıkan teknolojik karışıklık, paniğin daha da artmasına neden olmuştu. 29 Ekim günü Rockfeller ailesi ve diğer finans devleri borsaya olan 7 Wikipedia, F. E. (2008, Aralık 10). "Wall Street Crash of 1929". (Access: 12 10, 2008) http://en.wikipedia.org/wiki/Wall_Street_Crash_of_1929 125 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç güvenlerini göstermek üzere büyük montanlı hisse alımına geçseler de, bir günde yüzde 12’nin üzerindeki düşüşü durduramadılar. Tablo 3: Dow Jones Sanayi Endeksinde “Kara Pazartesi” ve “Kara Salı” Tarih Değişim % değişim Kapanış 28 Ekim 1929 -38.33 -12.82 260.64 29 Ekim 1929 -30.57 -11.73 230.07 Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Wall_Street_Crash_of_1929 3 Eylül’de 381 seviyesine kadar yükselmiş olan DJI endeksi, sadece bir buçuk ay içinde 150 puan, yani yüzde 40’a yakın değer kaybetmişti. 29 8 Ekim günü oluşan işlem miktarı 16 milyon hisseye ulaşmıştı . Đşlem 9 miktarındaki bu rekor izleyen 40 yıl boyunca kırılamayacaktı . Kırılan diğer bir rekor da, borsanın bir günde 14 milyar dolar değer kaybetmiş olmasıydı. Bir haftadaki değer kaybı 30 milyar dolara ulaştı. Bu rakam o sıradaki Amerikan bütçesinin tam on katı ve Birinci dünya 10 savaşında harcanan paradan çok daha yüksek bir rakamdı . 13 Kasım 1929 tarihinde DJI, 198.6 seviyesine kadar düşerek dibe ulaştı. Đzleyen aylarda yukarı yönlü bir çaba içine girdi. Nisan 1930’da 294 puana kadar çıktı. Bir başka deyişle, Kasım 1929’daki dip ile Nisan 1930’da görülen tepe seviyesi arasında, borsa endeksi yüzde 48 civarında artış yapmıştı. Fakat borsanın düzelmesi, ekonomideki düzelmeyi temsil etmiyordu. Bir bakıma bütün bu tür kriz ve kaos süreçlerinde görüldüğü üzere, New York Borsası yatırımcılara önemli bir nakde geçiş fırsatı vermişti. Nisan 1930’da görülen tepe seviyesinden sonra, Dow Jones endeksinde başlayan yeni düşüş trendi çok daha öldürücü ve acımasız olacaktı. Nisan 1930’dan sonraki dönemde Dow Jones endeksi, önce bir önceki dibine kadar geriledi ve Nisan 1931’de 198 desteğini de aşağı kırarak, 8 Temmuz 1932’ye kadar olan yaklaşık 15 aylık dönemde 41.22 seviyesine kadar düştü. Eylül 1929’da ulaştığı 381.7 seviyesine göre yüzde 89 oranında değer kaybetmiş oluyordu. 8 NYSE, E. (2008, 12 10). timeline of NYSE. 12 12, 2008, http://www.nyse.com/about/history/timeline_trading.html 9 Weeks, L. (2008, Aralık 8). History's Advice During A Panic? Don't Panic. (Giriş: Aralık 10, 2008) www.npr.org: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=94721470 10 Burns, R. (Yöneten). (2004). "New York, A Documentery Film" [Sinema Filmi]. 126 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Resim 1: Dow Jones Sanayi Endeksinin Seyri -1928-1933 Kaynak: http://www.gold-eagle.com/editorials_08/lundeen101308.html 1932 yılına kadar süren düşüş öyle bir düşüştü ki; Dow Jones endeksinin Eylül 1929’da gördüğü tepeye tekrar ulaşması için Amerikalı yatırımcılar 25 yıl, yani tam 1954 yılına kadar beklemek zorunda kalacaklardı. 1929 yılı ortalarında hisse almış biri bütün yaşamını, hisselerinin alım yaptığı seviyeye tekrar gelmesini beklemekle 11 geçirecekti . C. 1929 Sonrası Amerikan Ekonomisi Yukarıdaki bölümde New York Borsası’nın çöküşünü ve Wall Street’deki paniği aktarmıştık. Bu bölümde ise, 1929 sonrasında Amerikan ekonomisinin verilerinde ne tür değişiklikler olduğuna ve büyük buhran döneminde ekonominin nasıl çöktüğüne bakacağız. 1929-1940 arasında Amerikan makro ekonomik verilerinin nasıl geliştiğini izleyeceğiz. Bir bakıma 1929 ile 1940 arasında Amerikan Ekonomisinin resmini çekeceğiz. Grafik 1’de görüldüğü üzere 1929 yılında 103.6 milyar dolar olan cari GSYH 1933 yılına kadar hızla aşağı doğru gitti. Yani 1929 11 Salsman, R. M. (June 2004). "The Cause and Consequences of the Great Depression, Part 1: What Made the Roaring '20s Roar". The Intellectual Activist , 16. 127 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç yılında 103.6 $ hasılat sağlayan bir işletmenin bu hasılatı 1933 yılına gelindiğinde 56.4 dolar seviyesine kadar gerilemişti. Tabi ki bunun önemli bir sebebi de fiyatlardaki sert gerilemeydi. Buna biraz sonra aşağıda değineceğiz. Dikkat edilirse GSYH 1933 yılından sonra yükselişe geçmesine rağmen, 1940 yılına gelindiğinde bile, halâ 1929 yılındaki seviyeye ulaşamamıştı. Grafik 1: ABD'nin GSYH verileri 1929-1940 Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008. Grafik 2: Özel Sektör Yatırımları 1929-1940 Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008. 128 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Cari değerlerle (enflasyondan arındırılmamış) özel sektör yatırımlarına baktığımızda ise, GSYH verilerine göre çok daha korkunç bir trend oluşmuş durumda. 1929 yılında 16.5 milyar dolar olan özel sektör yatırımları 1932 yılında 1.3 milyar dolara kadar düştü. Buna aslında düşme değil, “çakılma” dersek daha doğru olacak. Çünkü düşüş oranı yüzde 92 seviyelerine ulaşıyordu. Grafik 3: Sanayi Üretim Endeksi (2002=100) Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Image:1930Industry.svg Grafik 4: Özel Tüketim Harcamaları (1929-1940) Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008. 129 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç Sanayi üretim endeksindeki gelişmeler de reel sektörün içine düştüğü durumu ve resesyonun şiddetini net bir şekilde göstermektedir. 2002 yılında 100 olarak kabul edilen sanayi üretimi 1919 yılının başlarında 8.5 seviyelerine yakınken, yüzde 50’den daha fazla düşüş kaydederek 4 seviyelerine karda inmiştir. Dip seviyeyi ise 1932 yılında görmüş ve yeniden eski tepe seviyesine ulaşması 1937 yılını bulmuştur. Özel tüketim harcamaları da yatırımlar ve GSYH rakamlarından farklı değildi. 1929’da 77.4 milyar dolar olan tüketim 1933 yılında 45.9 milyar dolara kadar yüzde 40.6 oranında sert bir gerileme yaşamıştı. 1940 yılına gelindiğinde ise, tüketim hala 1929 yılı seviyesinin altındaydı. Grafik 5: Devletin Tüketim ve Yatırım Harcamaları (1929-1940) Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008. 1929 krizi ile birlikte devlet harcamalarının geçici bir süre yükseldiğini fakat daha sonra 8.7 milyar dolar seviyesine kadar gerilediğini görüyoruz. 1929 buhranı ile birlikte tüketimin hızla daralması, üretimi sert bir şekilde aşağıya çekerken, fiyatlarda da sert gerilemeler oldu. Yukarıdaki grafik aslında GSYH deflatörü denilen endeksi göstermektedir. Daha basit bir anlatımla, 1929 yılında 12 $ olan bir malın fiyatı 1933 yılına gelindiğinde 8.9 $ seviyesine kadar yani yüzde 25.8 düşmüştü. 130 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Grafik 6: Fiyatlar Genel Seviyesi (2000=100) Kaynak: Bureau of Economic Analysis, 2008. Grafik 7: Đşsizlik Oranı 1929-1940 Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir) Grafik 7’de 1929 yılından itibaren işsizlik oranının nasıl hızlı arttığı görülmektedir. Yüzde 3.2 olan işsizlik oranı 1933 yılında yüzde 25.2’ye 131 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç çıkarak tarihi bir zirve yapmıştır. 1940 yılına gelindiğinde işsizlik 12 oranının halâ yüzde 15’e yakın olması oldukça düşündürücüdür. Nominal ücretlerin gelişimini gösteren Error! Not a valid bookmark self-reference.’de, diğer grafiklerden çok farklı bir durum göze çarpıyor. Dikkat edilecek olursa ücretler 1931 yılının ortalarına kadar önemli bir düşüş kaydetmemiş, fakat 1932 yılıyla beraber düşüş şiddetlenmiştir. 1929 yılında 103$ seviyesinde olan ücretler endeksi, 1933 yılının ortalarında 80$ seviyesine kadar yaklaşmıştır. Grafik 8: Nominal Ücretler (1926=100) Kaynak: Lovett, 2008. 1931 yılının ortalarına kadar olan dönemde, ekonomik daralma hızlanırken ve fiyatlar yaklaşık yüzde 20 düşüş kaydederken, neden ücretler fazla düşmedi? Bu sorunun kısa cevabını şimdi verelim ama ilerleyen bölümde daha ayrıntılı olarak açıklayacağız. 1929’da borsada paniğin yaşandığı dönemde Amerikan Başkanı olan Hoover’in, iş adamlarıyla yapmış olduğu bir seri toplantıda işçi çıkarılmaması ve ücretlerin düşürülmemesi yönündeki talepleri bu sorunun cevabını oluşturmaktadır. Şimdi, çok önemli diğer makro ekonomik verilere de bakalım. Batan Bankalar ve Kredi Maliyetleri 12 Grafikte bahsedilen acil durum işçileri, tam zamanlı çalışmazlar. Acil bir durum olduğunda (yangın, deprem, kurtarma vs.) göreve çağrılan çalışanlardır. 132 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Grafik 9: Batan Bankaların Toplam Banka Sayısına Oranı Grafik 10: Borcun Finansmanı Maliyeti, 1931-1932 Finansal kriz önemli boyutlardaydı. Bankalardan para çekilişleri hızlanmış ve birçok banka batmak zorunda kalmıştı. Çünkü o dönemde mevduat garantisi yoktu ve bankaların yükümlülüklerinin önemli bir kısmı vadesiz mevduat şeklindeydi. Bankaların varlıkları ise likit 133 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç 13 değildi . Bu sırada, batmayan diğer bankalar ise aşırı derecede strese girerek, kredi vermeyi neredeyse durdurdular ve olabildiğince likit kalmaya çalıştılar. Danskebank araştırma uzmanı Allan Von Mehren, yazmış olduğu “Büyük Buhran’dan Alınacak Dersler” başlıklı araştırma raporunda Bernanke’nin bu süreci “Kredilendirmenin Maliyeti” olarak adlandırdığını belirtiyor. Bernanke “kredilendirmenin maliyeti” olarak Grafik 9’de verilen batan banka oranlarını ve göre Grafik 10’de verilen 14 borcun finansmanı maliyeti ölçütlerini kullanıyor . Grafik 10’da görüldüğü üzere, borçlanmak isteyen şirketlerden Moodys’in Baa olarak derecelendirdiği tahvillerin faizi yüzde 11 seviyelerine kadar çıkarken, ABD’nin 10 yıllık devlet tahvillerinin faizi yüzde 3-4 arasında bulunuyordu. Bir başka deyişle, güvenli limanlarla güvensiz olarak addedilen limanlar arasındaki kredi maliyeti farkı 7-8 puanlara kadar yükselmişti. Bu arada, enflasyonun da negatif yüzde 1213’lere düştüğü düşünülürse, paraya ihtiyacı olan bir şirketin reel maliyeti yüzde 25-27 seviyelerine çıkıyordu. Bu da tabi ki piyasaların açılmasını ve yeni yatırımların yapılmasını engellediği için, üretim her geçen gün düşerken, işsizlik yüzde 25’lerin üzerine ulaşıyordu. D. Sıkı Para Politikası Grafik 11: Para Arzı, M1- (Milyar $) Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir) 13 Bernanke, B. (1983). Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the Propagation of the Great Depression. American Economic Review. Mehren, A. V. (23 Şubat 2009). "Lessons From The Great Depression". Denmark: Danskebank. 14 134 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar 1929 yılından itibaren, 1933 yılına kadar, M1 olarak ölçülen para arzında yüzde 25’lere varan önemli bir daralma olmuştur. Đşte 1929 krizini derinleştiren en önemli sebeplerden biri olarak öne sürülen bu göstergeye daha sonra yine döneceğiz. Özellikle Bernanke’nin yapmış olduğu bilimsel çalışmalarda, Bernanke, 1929 yılında borsanın çöküşüyle birlikte yaşanan krizin derinleşmesinin en önemli sebeplerinden birinin para arzının artırılmaması olduğunu söylüyor. 2008 krizinin 1929 krizine benzeyip benzemeyeceği veya o kadar uzun sürüp sürmeyeceği konusunu tartışırken bu konu büyük bir önem arz edecektir. 1929 ile 1932 yılları arasında para arzı reel bazda kümülatif olarak yüzde 25 daralmıştır. Çünkü • Batan bankalarda mevduat sahiplerinin paraları da gitmiş ve 15 para tabanı daralmıştır. • Ayrıca birçok kişi de parasını bankadan çekip evde saklamış ve bu da paranın finansal sistemden çıkmasına neden olmuştur. • Son olarak, bankalar da çok daha muhafazakar olup kredileri kesince, kredi çarpanı azalmış ve bu da para arzını daha da daraltmıştır. Para arzının daralması yanında, dikkat çeken bir diğer gösterge de nominal ve reel faizlerdir. Bu cephede de ilginç gelişmeler olmuştur. FED’in politika faizlerine baktığımızda nominal faizlerde hızlı bir indirime gidilmiş ve faizler yüzde 5 seviyelerinden yüzde 2.5 seviyelerine kadar indirilmiştir. 1931 yılının sonundan itibaren faizlerin yeniden yükseltildiğini görüyoruz. 1932’ye gelindiğinde FED faizleri yeniden yüzde 3.75 seviyesine çıkarmıştır. Peki, FED ekonominin daraldığı bir ortamda faizleri neden yükseltti? O dönemde dolar altına bağlı bir paraydı. Đngiliz Pound’u da altına bağlıydı ve Eylül 1931’de Đngiliz Pound’u atak altında kaldı ve devalüasyon yaparak altın sistemini terk etmek zorunda bırakıldı. Bunun üzerine, dolara karşı da ataklar başladı. Fakat FED, doları altına karşı devalüe etmek yerine, sabit oranı korumak üzere, faizleri artırmayı bir yol olarak seçti. Đşte krizin yeniden derinleşmesine neden olan en önemli faktörlerden biri bu hareketti. Bernanke ve Schwartz, yaptıkları 15 Piyasada merkez bankası tarafından yaratılan likiditeyi takip etmek için kullanılması en doğru olan, merkez bankası emisyonu+bankacılık sektörünün merkez bankasındaki mevduatlarıdır. 135 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç 16 çalışmalarda bunun vurgulamaktalar. çok büyük bir stratejik hata olduğunu Grafik 12: Nominal ve Reel Faizler Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir.) Bu grafikteki (Grafik 12) asıl çarpıcı nokta reel faizlerdir. Hatırlanacağı üzere deflasyonist bir süreç başladığı için (yani fiyatlar hızla düşmeye başladığından) reel faizler hızla yukarı gitmiştir. Fiyatlardaki düşüş o kadar şiddetli olmuştur ki; reel faizler yüzde 15 seviyelerine kadar yükselmiştir. Bu da özel sektörün reel borçlanma maliyetlerini artırmıştır. Başta Milton Friedman ve Bernanke olmak üzere, birçok ekonomist daralan para arzı ile birlikte reel faizlerin yükselmesinin depresyonu 17 uzattığını savunmaktadır . 16 Bernanke, B. (1983). Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the Propagation of the Great Depression. American Economic Review . 17 Bernanke, B. S. (2000). Essays on the Great Depression. Princeton University Press. Romer, C. D. (2003, December 20). Great Depression. December 12, 2008 tarihinde Christina Romer Web Page of Berkeley University: http://elsa.berkeley.edu/~cromer/great_depression.pdf 136 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Grafik 13: Özel Sektör Borcu (Milyar $) Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir) Grafik 14 : Özel Sektörün Reel Borcu (1996 fiyatlarıyla milyar $) 137 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç Grafik 15: Özel Sektör Borcunun GSYĐH'ya Oranı (%) Kaynak: Lovett, 2008. (Not: Grafik, Türkçeye çevrilmiştir) Yukarıda verilen grafiklerde (Grafik 13, Grafik 14 ve Grafik 15) görüldüğü üzere nominal bazda reel sektör borcu azalıyor gibi görünmesine rağmen, reel bazda bu borçlar önemli artışlar kaydetmiştir. Bunun en önemli sebebi ise, fiyatlardaki hızlı gerilemelerdir. Deflasyonist süreçte, ABD’nin GSYĐH’sı da hızla gerilediği için, özel sektör borçlarının GSYĐH’ya oranı yüzde 86 seviyelerinden yüzde 138’lerin üzerine çıkmıştır. Bu tür bir ortamda, krizden çıkmak çok daha büyük bir problem haline dönüşmüştür. Öyle bir ortam hayal ediniz ki, bir işletme olarak borçlarınız her geçen gün reel bazda artıyor. Kapasite kullanım oranlarınız düşüyor ve yeni yatırım yapmak isteseniz de reel borçlanma faizi yüzde 15 seviyelerine çıkıyor. 1929 buhranının 43 ay sürmesinin en önemli sebepleri zannedersem açıklığa kavuşmuş durumdadır. Đzleyen bölümde o sırada dünya ekonomisinde neler olduğuna bakacağız. Đlginç gelişmeler olduğunu görecek ve şaşıracaksınız. E. Büyük Buhran Sırasında Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler Ve Para Politikası Dünya çapında uluslararası ticarette büyük bir gerileme yaşandı. 1929’da, aylık uluslararası dış ticaret tutarı 5 milyar 350 milyon altın 138 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar dolardır. 1930 Ocak ayında ancak 4 milyar 850 milyon, 1931 Ocağında 3 milyar 260 milyon, 1932 Ocağında 2 milyar 135 milyon, 1935 Ocağında 1 milyar 785 milyondur. Dikkat edilirse dünya ticaret hacmi, yüzde 6’dan fazla daralma kaydetmiştir. Uluslararası ekonomik dengeler açısından bakıldığında da, büyük buhranın en önemli sebeplerinden biri de, 1920 yılında oluşan uluslararası borçların kararsız yapısıdır. 1920 ile 1929 arasında ABD, özellikle Almanya’ya oldukça büyük yatırım yapmıştı. Bunun sonucunda Almanya’nın bu ödemeleri finanse etmek için ihracatı arttırıp, ithalatı azaltmasının imkansız olduğu ortaya çıktı. Gerçekte durum şöyle idi: ABD’den çıkan para Almanya’ya gitti; bu paradan bir kısmı Almanya’dan Fransa’ya geçti, Fransa’ya gelmiş olan fonlardan bir kısmı, Fransız borçlarının karşılanması için, tekrar ABD’ye döndü. 1928 yılında ABD’den Almanya’ya akan sermayede önemli azalmalar oldu. Bunun nedeni gelişme halinde bulunan Amerikan ekonomisi için, borsada değer yaratacak yatırımlar daha ön plana çıkmıştı. 1929 iflasından sonra, bu azalış şiddetli bir hal aldı ve Alman endüstrisi ihtiyaç duyulan fonlara ulaşamadı. Almanya’nın savaş borçlarını ödeyemeyeceğini anlaması ile New York Borsasındakine benzer bir panik yaşanmaya başladı. Ülkeler birbirlerine verdikleri borçları geri istemeye başladılar. Borçlar altın esasına dayalı olduğundan herkes borç belgelerinin altınla değiştirilmesini istemeye başladı. Özellikle Đngiltere bunun bedelini ağır ödedi. Elindeki altın stokları hızla azaldı çünkü 1925 yılında dönüş yaptığı altın sisteminde altın ile sterlin arasındaki parite daha önceki döneme göre daha düşük seviyede belirlenmişti. Yani Sterlin altına karşı daha değerli hale gelmişti. Bu da ihracatın pahalı, ithalatın ucuz olmasına neden olmuştu. Böylece ödemeler dengesi çok büyük açık vermişti. 1933 yılında ABD’deki işsiz sayısı 14 milyona ulaşmıştır. Bunalımın tüm dünyaya yayılması ile sanayileşmiş ülkelerin tamamında 30 milyona yakın kişi işsiz kalmıştır. Sadece ABD ve Đngiltere’de kalmayıp oldukça hızlı bir şekilde diğer ülkeleri de etkisi altına başlayan kriz, iktisat politikalarının tekrar gözden geçirilmesine ve bir dizi yeni iktisadi analizlerin yapılmasına neden oldu. Böylece yüzyıllar sonunda Klasik Teori ilk defa çözümsüz kaldı ve yapısındaki eksiklikler ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlandı. Bu sırada altın Standardını en erken terk etmek zorunda kalan veya terk eden ülke ekonomilerinin krizden ilk çıkan ülkeler olduğunu vurgulayalım. Altın standardını ilk olarak terk etmek zorunda kalan ülke Đngiltere olmuş ve bunu Đskandinav ülkeleri izlemiş ve bu ülkeler krizden daha erken çıkmışlardır. Mehren’in hazırlamış olduğu bu raporda belirttiği üzere, (Bernanke & James., 1991) ve (Eichengreen & Sachs., 139 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç 1985) isimli eserler bu konuya vurgu yapmaktadır. Birinci dünya savaşı sırasında terk edilen altın standardına, savaş sonrası yeniden dönüldüğünde, çapa olan para Amerikan dolarıydı. Bu nedenle Amerika’da uygulanan sıkı para politikası, paralarını altına sabitleyen ülkelerde de sıkı para politikasına yol açmıştı. Bunun doğal sonucu olarak da, finansal ve ticari ilişkiler bir yana, sadece bu faktör bile ekonomik krizin diğer ülkelerde de derinleşmesine neden oldu. Bu sırada ülke paralarına karşı yapılan spekülatif akınlar, altına bağlı sabit kur sistemini devam ettirebilmek için para politikalarının daha da sıkılaştırılmasına neden olmuştur. Depresyon devam ettikçe, ülkeler çok daha zor şartlar altına girmiş ve kriz dayanılmaz hale gelmiştir. Bunun üzerine ülkeler birer birer altın standardını terk etmeye başlamışlardır. (Mehren, 23 Şubat 2009) isimli kaynak, altın standardını terk eden bu ülkeleri şu şekilde sınıflandırmıştır; - Çin ve Đspanya altın standardında değillerdi ve bu nedenle büyük buhrandan fazla yara almadan kurtuldular. - Đngiltere, Japonya ve Đskandinav ülkeleri altın standardını ilk terk eden ülkelerdi ve bu ülkeler, büyük buhrandan en hızlı çıkan ülkeler oldular. - Amerika ve Đtalya altın standardını devam ettirseler de, 1933 sonrasında Amerika’daki yönetim değişikliği sonrasında uygulanan genişletici para politikası sayesinde krizin etkileri hafifletildi fakat altın standardı terk edilmedi. - Son grup “Altın Bloku” olarak adlandırılan ülkeler topluluğuydu ve başı çeken ülke Fransa’ydı. Bunu Belçika, Đsviçre ve Polonya izliyordu. Bu ülkeler 1935 ve 1936 yıllarına kadar altın standardında kalmayı yeğlediler ve büyük buhrandan en son kurtulan ülkeler oldular. Sonuç olarak, 1929 buhranı sonrasında, ABD Merkez Bankası FED, para arzını artırmamış ve aynı zamanda genişletici maliye politikaları da uygulanmamıştı. Çünkü o günlerde henüz Keynes ortaya çıkmamış ve klasik iktisadi düşünceler ekonomi yönetimine hakimdi. Klasik iktisada göre, ekonomideki business cycle’lar aynen mevsimler gibi gelip geçiciydi. Klasik iktisadi düşünceye göre, bir kriz sonrasında, ücretler otomatik olarak düşecek, düşen ücretler maliyetleri aşağı çekecek ve düşen fiyatlar nedeniyle mal ve hizmetlere olan talep artacak, bu da ekonomilerin yeniden büyümesini sağlayacaktı. Fakat bu gelişmeler hiçbir zaman olmadı ve ekonomi depresyonist bir sürece girdi. 1934 yılında Rosevelt’in Başkan seçilmesiyle birlikte uygulamaya konulan ulusal kalkınma planı genişletici maliye 140 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar politikalarını harekete geçirdikten sonra, ABD ekonomisi dipten dönüşünü hızlandırdı. 2. GLOBAL KRĐZ 2008 A. 2008 Krizini Tetikleyen Mortgage Sistemi’nin Türkiye’deki Görünümü Türkiye’deki uygulamada konut alacak kişi satın alacağı evi belirler. Ekspertizler gelir ve evin değerini belirler. Varsayalım ki şu an 120 bin dolarlık ev için 10 yıl vadeli ve yıllık yüzde 5 dolar faizi üzerinden kredi kullanmak isteyen bir, müşteri olsun. Banka müşteriye sadece 100 bin dolar kredi verecek olsun ve 20 bin dolarını da müşteri karşılasın. Bu durumda müşteri 100 bin dolar krediyi nakit olarak bankadan alıyor ve ev sahibine ödüyor. Bunun karşılığında müşteri bankaya ipotek senedi verir. Yıllık yüzde 5 dolar faizi üzerinden bu ev için her ay, 1055.2 dolar ödeyeceğini varsayalım. Dolayısıyla 10 yıl boyunca ödeyeceği toplam tutar 126,628 dolar olacaktır. Türkiye’deki sistemde, mortgage şirketi mekanizması olmadığı için bankaya verilen ipotek senedi 10 yıl boyunca bankanın elinde durur. Banka bunu satamaz çünkü ikincil piyasası yoktur. Yani bankanın bilançosunda bu risk her zaman görünür ve banka bu konuda bu riski fütursuzca artıramaz. Çünkü Bankalar Kanunu belirli bir alanda kredilerin yoğunlaşmasına izin vermez. Müşteri aylık ödemelerini yaptıkça sorun olmadan 10 yılı bitirdiğinde ipotek kaldırılır ve ev müşterinin olur. B. Amerika’da Mortgage Sisteminin 2008 Krizini Tetikleme Mekanizması Amerika’da Neler oldu? Sayıları bir anda 800 bine ulaşan insanlar Mortgage’larını ödeyemez hale nasıl geldiler? Kredi krizi nasıl ortaya çıktı? 2000’li yıllardan sonra ABD’de Bush yönetimi dar gelirlileri de ev sahibi yapmak istedi ve bu konuda kolaylaştırıcı önlemler aldılar. ABD’de 2001 ikiz kulelere yapılan saldırılar sonrasında, ekonominin ciddi bir resesyona girmesini engellemek amacıyla dereceli olarak FED, faizleri 2003 yılında yüzde 1.00 seviyelerine kadar düşürdü. 2002’den sonra emlak almak için faizler çok cazip hale geldi ve emlak fiyatları artmaya başladı. Türkiye’de uygulanan ev kredisi sistemi ile 141 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç karşılaştırdığımızda, Amerika’daki sistem farklılıklar arz ediyordu ve 18 denetimsizlik daha sonra önemli boyutlara ulaştı . Amerika’da ev almak isteyen müşteri bankaya veya mortgage’a aracılık yapan finansal kuruluşlara gidiyor ve yukarıda Türkiye’deki örneğe benzer şekilde 120 bin dolarlık evi satın almak istiyor. Denetim yetersizliği ve kredi satmanın dayanılmaz cazibesi ile “downpayment” dedikleri 20 bin doları, banka müşteriden almıyor. Böylelikle 120 bin dolar kredi açılıyor. Çünkü “downpayment” almaya kalkarsa müşteri başka bankaya gidebilir ve bu sırada başka bankalar bunu yapıyor. Zaten nasıl olsa ev fiyatları yukarı gidiyor ve downpayment dedikleri bu peşinat ödemesini almanın anlamı yok. Banka biliyor ki bir yıl sonra ekspertiz yapıldığında evin fiyatı 130 bin dolara çıkmış olacak. Bu durumda müşteri 120 bin dolar kredi çekiyor. Fakat o sırada FED faizleri yüzde 1.5 seviyesinde olduğu için ilk 2 yılı sabit olan ve geri kalan dönemde değişken faiz işletilecek olan kredi açılıyor. Varsayalım ki bu banka verdiği ev kredisinin yıllık faizini yüzde 2.75 olarak belirlesin ve sattığı paranın maliyeti ise 1.75 olsun. FED faizleri o sırada 1.50 olduğu için, sermaye ve para piyasalarından yüzde 1.75 oranından siz banka olarak rahatça borçlanıp, ev kredisi almak isteyene kredi verebilirsiniz. Hatta bankalar o kadar ileri gidiyor ki; müşterinin kendilerine gelmesini beklemiyorlar ve ayaklarına gidip “sizi ev sahibi yapalım” diyorlar. Aynen bizim bankalarımızın vapurlarda kredi kartı sattığı gibi. Müşteri 120 bin dolarlık krediyi alıyor. Dikkat ederseniz Türkiye’deki örnekte müşteri120 bin dolarlık evin 20 bin dolarını kendisi ödemiş ve kalan 100 bin dolar için 10 yıl boyunca sabit faizden 1056 dolar ödemeyi kabul etmişti. Ama Amerika’da müşterinin cebinden hiç para çıkmıyor ve 120 bin dolar kredi alıyor ve bu nedenle aylık ödemesi en azından ilk 2 yıl için 1143 dolar oluyor. Eğer faizler hep sabit kalırsa müşterinin 10 yılda ödeyeceği toplam tutar 137,167 dolar olacak ve bunun sadece 17,167 doları faiz olacaktır. Şimdi müşteriyi bir tarafa bırakalım ve ipotek senedini alan bankanın ne yaptığına bakalım. Türkiye’deki örnekte, banka bunu 10 yıl boyunca kasasında saklıyordu. Fakat Amerika’da durum farklı. Kredi veren banka bu ipotek senedini Freddie Mac ve Fannie Mae (FM ve FM) denilen ve yarı kamu, dev mortgage şirketlerine satabiliyor, yani 18 Bugünlere nasıl geldiğini anlamak için Boyner yayınlarından çıkan ve ABD Merkez Bankası FED’in eski Başkanı Alan Greenspan’ın yazdığı “Türbülans Çağı” isimli kitap muhteşem bir eser olarak karşımızda duruyor. Greenspan bu kitapta bu türbülansların geleceğini haber veriyordu. Ayrıca kendi hayatı da oldukça ilgi çekici. Aynı zamanda Amerika’da ekonomi yönetiminin nasıl yapıldığını bütün ayrıntılarıyla bu kitapta öğreniyorsunuz. 142 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar kırdırabiliyor. Dolayısıyla elindeki 137,167 dolarlık senedi örneğin yüzde 1.80 faizle kırdırıyor. Bu da 130 bin dolardan fazla yapıyor ama basitleştirmek amacıyla 130 bin dolara bunu FM ve FM’ye satıyor. Đşte krizi hazırlayan sürecin kritik noktası burasıdır. Kredi veren banka için durum şöyle oluyor. Satmış olduğu ev kredisi karşılığında elinde artık yeni 130 bin dolarlık kaynak var. Dolayısıyla hemen bir müşteriye daha kredi satabilir. Ayrıca diğer müşterinin riskini Fannie ve Freddie’ye aktardığı için, o müşteri ödeme yapamasa bile kendi derdi değil. Bunu Fannie ve Freddie düşünsün. Böyle olunca da, banka, kredi verdiği kişinin gelir yapısı, nerde çalıştığı, krediyi ödeyip ödeyemeyeceği gibi risk unsurlarının hepsini göz ardı ederek, daha çok kredi satmaya çalışıyor. Bol para ve kredi imkanı olunca herkes ev sahibi olmaya çalışıyor ve bu tür bankalar kredi sattıkça yüksek kârlar elde etmeye başlıyorlar. Bu arada herkes ev almak için sıraya girince ev fiyatları hızla yukarı gitmeye başlıyor. Biz hikâyemize devam edelim ve Şimdi de Freddie Mac ve Fannie Mae (FM ve FM) ne yapıyor ona bakalım. Daha doğrusu nasıl oluyor da, bu FM ve FM denilen şirketler sürekli para bulup ipotek senetlerini devamlı kırabiliyorlar ve bankalara nakit ödüyorlar? Kapitalizmin ortaya çıkardığı ürünler devreye giriyor. FM ve FM bu ipotek senetlerinden bir havuz oluşturuyor. Bu havuza sürekli para akıyor. Kredi almış kişiler mortage’larını ödedikçe havuza para geliyor. Yani FM ve FM’nin elindeki varlıklar, sürekli gelir getiren varlıklardır. Sanki ev kiraya vermişsiniz de her ay kira alıyormuşsunuz gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bu durum nakit girişi sağlasa da yeni ipotek senetleri satın almak için yeterli olmaz. Dolayısıyla bir yol daha var. Nasıl olsa bu ipotek senetlerinden oluşan havuza para akıyor. O zaman FM ve FM isimli bu kuruluşlar bu havuzun gelirine dayanak olacak tahviller çıkarıyorlar. Diyorlar ki “bu havuza akan parayı ileride size tahvil faizi olarak ödeyeceğim”. Aslında üç tip ipotek senedi var. Bunlar “prime”, “Alt-A” ve “Subprime” adı verilen ipotek senetleridir. “Prime” olanlar çok garantili ve ödemeleri aksamayacak olanlar olarak gruplanıyor. Ama “subprime” olanlar riskli olanlar kategorisinde olsa da, riskli oldukları için getirileri de yüksektir. Đşte bu tahvillere büyük talep oluyor. Çünkü ev fiyatları yukarı gittikçe tahvillerin değeri de artıyor. Bir varlığın fiyatı artıyorsa, o varlığa olan talep artar. Dev yatırım bankaları (Lehman Brothers, Merill Lynch, Northern Rock vs.) bu tahvilleri satın alıyorlar. Dev yatırım bankaları bu tahvilleri satın alıyorlar, fakat kendi paralarıyla değil. Onlar da borç alıp, ya da bu bankalara mevduat olarak yatırılmış meblağlarla bu tahvillere yatırım yapıyorlar. Sebebi basit. Bu tahvillerin 143 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç getirileri oldukça yüksek seviyelerde bulunuyor. Yüzde 2’den para bulup, bu tahvilden yılda yüzde 5 kazanabiliyorsunuz. Bu yüzden ev fiyatları arttıkça ve müşterilere kredi verildikçe kârınız katlanarak artıyor ve siz de yatırım bankası olarak “çok başarılı” addediliyorsunuz. Đşte bu süreçte dev bir emlak balonu oluşuyor. Moody’s ve S&P isimli derecelendirme kuruluşları aslında, ödeme gücü zayıf insanlara satılan mortgage kağıtlarının da (subprime mortgage) içinde bulunduğu bir sepete “AAA” denilen en yüksek reytingleri veriyorlar. Bu sepet içinde tabi ki iyi durumda olan mortgage kredileri ipotek senetleri de var. Durum böyle olunca da başta AMBAC ve MBIA isimli dev sigorta şirketleri bu tahvilleri sigortalıyorlar. Eğer FM ve FM bu tahvillerin getirilerini ödeyemezse bunu size AMBAC ve MBIA veya AIG isimli dünyanın en büyük sigorta şirketleri ödeyecek. Đşte böyle bir durumda Lehman Brothers isimli 113 yıllık dev yatırım bankası neden borç alıp da bu tahvillere yatırım yapmasın ki? Aslında iş bu kadar basit değil. Bu tahvilin de türev ürünleri çıkartılıyor. Yani tahvili alana da 19 bunun türevini üretip bir menkul olarak satışa sunuyor. FM ve FM isimli kuruluşların çıkardığı tahvil miktarının tümü ise 5.4 trilyon dolar civarında ve bunlar içinde “subprime”, yani en riskli olanlar ise 1.5 trilyon dolar civarında bulunuyor. C. Film Kopuyor Şimdi 120 bin dolar ev kredisi almış müşteriyi tekrar hatırlayalım. Đki yıl dolduğunda aylık 1143 dolar ödeyen müşteri toplam 27 bin 433 dolar ödemiş oluyor ve geriye 109 bin 733 dolar borcu kalıyor. Fakat, Bu sırada ABD Merkez Bankası FED, faizleri yüzde 1.5 seviyesinden yüzde 5 seviyesine kadar yükseltmiş. Dolayısıyla müşterinin kalan borcuna bundan sonra yüzde 6 yıllık faiz işletilmesi gerekiyor. Hatırlarsanız müşteri, ilk 2 yılı sabit, sonraki yıllar değişken faizli ev kredisi almıştı. Dolayısıyla 24 ay dolduktan sonra müşteriye yeni bir mortgage ödeme emri geliyor. Buna göre artık müşteri her ay 1520 dolar mortgage ödemesi yapacağını anlıyor. Müşteri bu ödemeyi yapamayacağını söylüyor. Bunun üzerine Banka, müşterinin evini haczediyor. Ev alan herkes, faizler düşükken ve bu kredi furyası başladığında ev aldığı için, birbirlerine çok yakın zamanlarda mortgage’larını ödeyemez duruma geldiler. Çünkü ödedikleri mortgage miktarları aylık bazda en az yüzde 30-60 aralığında artış göstermişti. Đşte bu nedenle çok kısa bir 19 Türev piyasalar konusunda en güzel kitaplardan biri Prof. Nurgül Chambers tarafından yazılmış olan ve Beta yayınlarından çıkan “Türev piyasalar” isimli kitaptır. Bu konuda bilgilenmek isteyenler mutlaka bu kaynağa başvurmalı. Bu konu önemli çünkü belirli bir süre sonra türev ürünler, bizim piyasalarımızda da çok fazla yer alacak. 144 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar süre içinde (yaklaşık 6 ay içinde) 800 bin kişinin evine el konuldu. Tabi ki yüksek faizlerden hiç kimse artık ev almak istemiyordu ve ev fiyatlarındaki artış durmuş ve haczedilen evler nedeniyle ev fiyatları düşmeye başlamıştı. Đşte çözülme burada başladı. Fannie Mae ve Fredie Mac’in elinde bulunan ipotek senedi havuzuna akan para iyice azalmıştı. Bu yüzden bu iki kurum faiz ödemeleri riske girmeye başladı. Herkes tedirgindi. Elinde bu tahvilleri ve tahvile dayalı türev ürünlerini bulunduran dev yatırım bankaları biliyordu ki ev fiyatları düştükçe ve mortgage ödemelerinde sorunlar oldukça kimse bu kâğıtları almayacaktı. Bu nedenle panik halde bunları satmaya başladılar. Satışlar bu kâğıtların fiyatlarını hızla düşürdü ve bu piyasada işlem olmamaya başladı. Eğer piyasa yoksa ve fiyat belli değilse elinizdeki kâğıtlar bir hiçtir. Elinizde bulunan kâğıtların değerini “sıfır” olarak yazarsanız büyük zarar edersiniz ve özsermayeniz sıfırın altına düşer. Bu kâğıtları elinde bulunduranlar sigortacılara koştular ve AMBAC ile MBIA “elimde para yok, olsa dükkân sizin” dedi. Moody’s ve S&P isimli derecelendirme şirketleri bu sigortacıların notunu düşüreceklerini söylediler. Piyasalar daha da panik oldu. FED, likiditeye sıkışanlara para aktarmaya başladı. Đşte bunlar başladığında önce Bearn Stearns kurtarıldı, daha sonra çözülme hızlandı. Çünkü bu kağıtların alıcısı yoktu ve fiyatı olmadığı için zararlar yazılmaya devam ettikçe bilançolar kötüleşti ve Lehman Brothers battı. Lehman Battı çünkü 670 milyar dolarlık varlığı vardı ve özkaynakları (kendisine ait varlığı) 35-40 milyar dolar civarındaydı. Yani varlıklarının 600 milyar dolardan fazla kısmı borç olarak alınmış ve bu riskli kağıtları da içeren varlıklara yatırım yapılmıştı. Lehman’ın batışı sonrasında panik arttı, çünkü artık Amerika’da her banka batabilirdi. Bu arada 15’e yakın banka bu kağıtlardan alıp zarar yazdıkları için, özkaynakları sıfırlanınca ABD TMSF’si tarafından el konuldu. Bu kağıtlardan alan Avrupalı bankalar batmaya başladı. Avrupalı bankalar Amerikalı bankaların batacağı korkusuyla mevduatlarını çekmeye başladılar. Artık hiçbir banka hiçbir bankaya ne Amerika’da ne de Avrupa para vermiyordu. Gecelik LĐBOR (Londra bankalararası para piyasası gecelik faiz oranları) oranları yüzde 5’e yaklaştı. Merkez Bankaları paraya ihtiyacı olanlara nakit sağladı. Finansal piyasalar bir ekonominin kalbidir. Parayı toplardamarlarla toplar ve atardamarlarla dağıtır. Fakat işte bu kalp kendi kas hücrelerine (bankalara) bile kan 145 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç gönderemiyordu. FED ise serumla kan vermeye çalışıyordu. Hükümet ise 700 milyar dolarlık paketle, bu kötü kağıtları alacağını açıkladı ama herkes biliyordu ki bu miktar asla yetmeyecekti ve piyasalar bozulmaya devam etti. D. Global Kriz ve Krizin Stratejik Yönetimi ABD’de subprime mortgage piyasasında geri dönmeyen kredilerin etkisiyle başlayan ve kısa süre içinde uluslararası boyut kazanan krizde, bir yıldan uzun bir süre geçmesine ve alınan son önlemlere rağmen sona gelindiğini, söylemek için henüz çok erken. Aşağıdaki tabloda hangi ülkelerin kriz sırasında aldıkları tedbirlerin tablosu verilmiştir. Global Kriz derinleştiği sırada, ABD Merkez Bankası başkanı Ben Bernanke hem genişletici para politikalarını harekete geçirirken, hem de genişletici maliye politikalarının uygulanması gerekliliğini sonuna kadar savundu. Bu bağlamda 1929 Büyük Buhran’la 2008 Global krizinin çıkış sebepleri özde aynı olmasına rağmen, krize karşı alınan stratejik tedbirler açısından, birbirlerinin tam zıddı bir görünüm arz etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Bernanke ve Schwartz, yaptıkları çalışmalarda (Bernanke B. , Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the Propagation of the Great Depression, 1983) bunun çok büyük bir stratejik hata olduğunu vurgulamaktaydılar ve dolayısıyla Bernanke’nin krize karşı aldığı önlemler de bu görüşleri ile paralel oldu. Tablo 4: Global Krizde Ülkelerin Aldığı Önlemler BANKA YÜKÜMLÜLÜKLERİ BANKA VARLIKLARI Mevduata Full Banka borçlarına Ring-Fence Toksik Garanti garanti veya Sermaye olarak bilinen varlıkların Kamulaştırmalar ÜLKELER verilmesi veya banka borçlarının enjeksiyonu kötü aktiflerin alınması garantinin satın alınması satın alınması planları artırılması Amerika X X X X X X Japonya X X Avrupa Bölgesi X Almanya X X X X Fransa Zaten yüksekti X X İtalya X X İngiltere X X X X X DİĞER Varlığa Açığa satışın Özel dayalı sınırlanması tahvillerin menkul ya da fonlanması kıymetlerin yasaklanması fonlanması X X X X X X X X Kaynak: Worl Economic Outlook 2009 Tablo 4’de görülüğü üzere ABD’de alınabilecek bütün önlemler alınmıştır. Ekonomileri derin bir resesyondan ve hatta depresyondan kurtarmak üzere, piyasalara inanılmaz boyutlarda likidite pompalanmıştır. Ayrıca TARP ve TALF adı verilen planlarla, zor duruma düşmüş finans kurumları ve Mortgage şirketleri kurtarılmıştır. Krizin derinleşmesiyle, ABD hükümeti tarafından sorunu temelinden çözmeye yönelik en büyük adım atıldı ve TARP fikri kamuoyuyla paylaşıldı. Sıkıntılı bir sürecin ardından ekim ayının hemen başlarında 146 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 X X X X 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Temsilciler Meclisi 850 milyar dolarlık büyüklüğe ulaşan kurtarma paketine onay verdi. TARP (Troubled Assets Relief Program) olarak adlandırılan “Kötü Aktifleri Kurtarma Planı” kısaca; finansal kurumların elinde bulunan değeri düşen, değersiz veya likiditesi düşük varlık veya borçların tamamının oluşturulacak yapı çerçevesinde satın alınmasını ve yerine nakit ve nakde yakın varlıkların verilmesini ifade ediyordu. Plan başta ABD başkanı Bush ve FED başkanı Bernanke tarafından kurtuluş için tek çare olarak gösterildi. Para politikası açısından bakıldığında ABD Merkez Bankası FED, politika faizlerini 5.25 seviyelerinden kısa bir süre içinde 0.25 seviyesine kadar düşürerek likiditenin bollaşmasını sağladı. Grafik 16 hem ABD hem diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki politika faizlerindeki sert düşüşleri göstermektedir. Grafik 16: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Politika Faizleri Kaynak: TCMB, Mayıs 2010. Grafik 17’de görüldüğü üzere, politika faizlerinin düşürülmesi yanında, Merkez Bankalarının kötü aktifleri satın almasıyla birlikte Merkez bankası parası olarak bilinen para tabanı inanılmaz boyutlarda arttı. Merkez bankaları ve hükümetlerin likidite enjeksiyonları, faiz indirimleri, menkul kıymetlere getirilen açığa satış yasakları, zor durumdaki kurumların doğrudan ya da dolaylı olarak devlet müdahalesiyle kurtarılması ve neredeyse sınırsız hale getirilen mevduata ve bankacılık işlemlerine garantiler, durma noktasına gelen bankacılık faaliyetlerinin başta Avrupa olmak üzere yeniden işlemeye başlamasını sağladı. Alınan bu önlemler sonrasında bankacılık faaliyetlerinin yeniden işlemeye başlamasının daha büyük batıkları engellediğini düşünüyoruz. 147 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinden gelen ve boyutu 3,4 trilyon dolara yaklaşan kurtarma planlarının krizin daha da derinleşmesinin önüne set çekmiştir. Grafik 17: Merkez Bankası Parası ve Global Kriz Kaynak: OECD Economic Outlook 2009. Grafik 18: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Global Kriz Sonrası Büyüme Kaynak: TCMB, Mayıs 2010. Küresel çapta alınan stratejik önlemler sonrasında, bu önlemlerin meyvaları kısa bir süre içinde kendini göstermiştir. 148 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Grafik 18’de görüldüğü üzere, 2008’in Ekim ayında derinleşen kriz sonrasında alınan küresel önlemlerle birlikte 1929 Buhranı sonrasındaki resim ortaya çıkmamış ve gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki büyüme oranları çok kısa sürede toparlanmıştır. Uygulamaya konulan devlet desteklerinin katkısıyla finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler, toplam talep ve reel ekonomiyi olumlu etkilemiştir. Nitekim dünya geneli için beklenen büyüme tahmini 2010 yılında yüzde 4,2’ye yükselmiştir. Bu hızlı toparlanma sürecinin gelişmekte olan Asya ülkeleri ve ABD kaynaklı olacağı tahmin edilmekte olup, özellikle yüksek bütçe açıklarıyla mücadele eden Avrupa ülkelerindeki büyümenin daha yavaş olması beklenmektedir (Grafik 18). Grafik 19: Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Đşsizlik Oranları Kaynak: TCMB, Mayıs 2010. SONUÇ 1929 Büyük Buhran ve 2008 Global krizleri karşılaştırıldığında, krizin ortaya çıkışı bağlamında büyük benzerlikler vardır. 1929 yılı öncesinde, borçlanarak hisse senedi alan yatırımcıların yerini, 2008 global krizi öncesinde borçlanarak konut satın alanlar almıştır. Sonuçta her iki durumda da büyük balonlar oluşmuştur. 1929 krizi öncesinde oluşan balon hisse senetleri piyasasında kendini gösterirken, 2008 global krizi öncesinde balonun oluşma yeri konut sektörü olmuştur. Fakat iki krizi birbirinden farklı kılan en önemli özellik, krizlere karşı uygulanan stratejik kararlardır. 1929’da borsadaki büyük çöküş sonrasında, para arzı neredeyse hiç artırılmamış, reel faizler negatife düşen enflasyon oranları ile birlikte, yüzde 14-15 seviyelerine çıkmış, bu da ekonomik büyümenin önündeki en büyük engellerden biri 149 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç olmuştur. Aynı dönemlerde, ekonomiyi canlandırma adına, genişletici maliye politikaları uygulanmamış ve klasik iktisadi düşüncenin bir ürünü olarak, ekonominin kendi kendini toparlaması yıllarca beklenmiştir. 2008’deki kriz sonrasında uygulanan para ve maliye politikalarına baktığımızda, tam tersi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Krizle birlikte, sadece ABD ekonomisinin değil, aynı zamanda küresel çapta bir depresyona girilmesini önlemek adına, hem gevşek para politikaları hem de genişletici maliye politikaları fazla bir gecikmeye meydan verilmeden uygulamaya konulmuştur. 2008 krizinin sonrasında dikkat çeken bir başka yön de, uluslararası çapta koordinasyon ve krize karşı tedbirlerin alınmış olmasıdır. 2008 Ekim ayında Lehman Brothers gibi dev bir yatırım bankasının batışıyla birlikte başlayan krizin yüzyılın krizi olduğu birçok uzman tarafından dile getirilmiş, çok uzun süreli depresyonist bir dönemin olacağı tahminleri yapılmış, fakat alınan önlemler sayesinde, korkulan olmamıştır. Dolayısıyla 2008 global krizindeki stratejik koordineli yönetimin başarısı sayesinde, küresel büyüme yeniden rayına girmiş durumdadır. Bu aşamadan sonra, dünyanın önündeki yeni sorun, genişletici maliye politikaları ile birlikte birçok gelişmiş ülkelerin borç/GSYIH oranlarının iki katına varan oranlarda artması ve bütçe açıklarının GSYIH’ya oranlarının da yüzde 10’ları geçerek çok kritik seviyelere gelmesidir. Bu gelişmeler yeni krizleri tetikleyebileceği için, bundan sonraki çalışmalarda, ülkelerin borç dinamikleri mercek altına alınmalıdır. KAYNAKÇA Bernanke, B. (1983). Non-Monetary Effects of the Financial Crisisin the Propagation of the Great Depression. American Economic Review . Bernanke, B. S. (2000). Essays on the Great Depression. Princeton University Press. Bernanke, B., & James., H. (1991). "The Gold Standard,Deflation, and Financial Crisis in the Great Depression: An international Comparison". R. G. Hubbard içinde, Financial Markets and Financial Crisis. Chicago:: University of Chicago Press for NBER. Bernstein, W. (Ocak 2005). "Yatırımın Dört Temel Taşı". (A. Perşembe, Çev.) Scala Yayıncılık. Bureau of Economic Analysis. (2008, November 25). National Economic Accounts. (Girişi: December 10, 2008) Bureau of Economic Analysis: http://www.bea.gov/national/index.htm adresinden alındı Burns, R. (Yöneten). (2004). "New York, A Documentery Film" [Sinema Filmi]. 150 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar Eichengreen, B., & Sachs., J. (1985). "Exchange Rates and Economic Recovery in the 1930s". Journal of Economic History . Lovett, J. (2008, November). Howdy. December 12, 2008 tarihinde John Lovett's Econ web: http://faculty.tcu.edu/jlovett/econ_data/Depression.pdf adresinden alındı Mehren, A. V. (23 Şubat 2009). "Lessons From The Great Depression". Denmark: Danskebank. NYSE, E. (2008, 12 10). timeline of NYSE. (Giriş: 12 12, 2008) www.nyse.com: www.nyse.com/about/history/timeline_trading.html Romer, C. D. (2003, December 20). Great Depression. (Giriş: December 12, 2008) Christina Romer Web Page of Berkeley University: http://elsa.berkeley.edu/~cromer/great_depression.pdf Salsman, R. M. (June 2004). "The Cause and Consequences of the Great Depression, Part 1: What Made the Roaring '20s Roar". The Intellectual Activist , 16. Schultz, S. K. (2008, March). "Crashing Hopes: The Great Depression". (Giriş: Aralık 20, 2008) American History 102: http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html TCMB. (Mayıs 2010). Finansal Đstikrar raporu- Mayıs 2010. Ankara. Tishler, W. P. (2009). American History 102. (Giriş: Mart 22, 2009) http://us.history.wisc.edu/hist102/lectures/lecture18.html VanGiezen, R., & Schwenk, A. E. (2003, January). Compensation from before World War I through the Great Depression. (Giriş: Aralık 20, 2008) Bureu of Labor Statistics: http://www.bls.gov/opub/cwc/cm20030124ar03p1.htm adresinden alındı Weeks, L. (2008, Aralık 8). History's Advice During A Panic? Don't Panic. (Girişi: Aralık 10, 2008) www.npr.org: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=94721470 Wikipedia, F. E. (2008, Aralık 10). "Wall Street Crash of 1929". (Access: 12 10, 2008) http://en.wikipedia.org/wiki/Wall_Street_Crash_of_1929 151 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç EK-1: 2008 Kriz Kronolojisi TARĐH ÜLKE OLAY 11 Ocak 2008 ABD Bank of America Corp, Countrywide Financial Corp'u alacağını açıkladı 25 Ocak 2008 ABD Federal Deposit Insurance Corp' (FDIC) Douglass National Bank'a el koydu 17 Şubat 2008 Đngiltere Northern Rock Kamulaştırıldı 7 Mart 2008 ABD Hume Bank FDIC'a devroldu 17 Mart 2008 ABD Bear Stearns JP Morgan Chase'e satıldı 9 Mayıs 2008 ABD ANB Financial FDIC'a devroldu 30 Mayıs 2008 ABD First Integrity Bank FDIC'a devroldu 11 Temmuz 2008 ABD IndyMac FDIC'a devroldu 25 Temmuz 2008 ABD First Nat.Bank of Nevada FDIC'a devroldu 25 Temmuz 2008 ABD First Harigate Bank FDIC'a devroldu 1 Ekim 2008 ABD First Priority Bank FDIC'a devroldu 22 Ağustos 2008 ABD Columbian Bank and Trust FDIC'a devroldu 5 Eylül 2008 ABD Silver State Bank FDIC'a devroldu 7 Eylül 2008 ABD Freddie Mac ve Fannie Mae Kamulaştırıldı 13 Eylül 2009 Almanya Deutsche Bank Postbank'ı satın aldı 14 Eylül 2008 ABD Merrill Lynch 50 milyar dolara Bank Of Amerika’ya satıldı 15 Eylül 2008 ABD Lehman Brothers iflasını istedi 17 Eylül 2008 ABD AIG'in %80'i 85 milyar dolara kamulaştı 18 Eylül 2008 ABD Lehman Brothers bazı varlıklarını Barclays'a 1.75 milyar dolara sattı 18 Eylül 2008 Đngiltere Đngiltere'de hisse senetlerinde açığa satış yasaklandı 18 Eylül 2008 Đngiltere HBOS 22 milyar dolara Lloyds'a satıldı 18 Eylül 2008 ABD Paulson, CNBC ekranlarından “Resolution Trust Corporation"ı telafuz etti 19 Eylül 2008 ABD Paulson dev kurtarma paketini açıkladı 19-20 Eylül 2008 ABD TARP-Troubled Assets Relief Program Detayları açıklandı 21 Eylül 2008 ABD Goldman Sachs ve Morgan Stanley yatırım bankacılığı bölümünü kapattı 152 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 1929 Buhranı 2008 Global Krizlerinin Stratejik Yönetimi, Benzerlikler ve Farklar 22 Eylül 2008 ABD Nomura Holdings, iflas eden Lehman Brothers'ın Asya'daki varlıklarını satın aldı 22 Eylül 2008 ABD Mitsubishi UFJ Financial Group, Morgan Stanley'in yüzde 10 ila 20'sini almak için anlaşmaya vardığını bildirdi 24 Eylül 2008 ABD Warren Buffett 5 milyar dolar değerinde Goldman Sachs aldı 24 Eylül 2008 ABD FBI Fannie Mae, Freddie Mac, Lehman Brothers ve AIG hakkında soruşturma başlattı. 25 Eylül 2008 ABD ABD hükümeti, ülkenin en büyük mevduat bankası Washington Mutual'a el koydu. 26 Eylül 2008 ABD Washington Mutual'un sadece operasyonları 1,9 milyar dolara JP Morgan’a satıldı 28 Eylül 2008 Avrupa Belçika, Hollanda ve Lüksemburg hükümetleri bankaya % 49 oranında ortak oldu 28 Eylül 2008 Đngiltere Đngiltere, Bradford & Bingley’i devletleştirdi 29 Eylül 2008 ABD Wachovia, Citibank'a satıldı 29 Eylül 2008 ABD ABD Temsilciler Meclisi kurtarma paketini reddetti 29 Eylül 2008 ABD Morgan Stanley, Mitsubishi UFJ tarafından 9 milyar dolar kaynak sağladı 30 Eylül 2008 Avrupa Belçika, Fransa ve Lüksemburg Dexia'ya 6.4 milyar euro’luk destek sağladı 30 Eylül 2008 Đrlanda Đrlanda, Tüm Banka Mevduatlarına Garanti getirdi. 1 Ekim 2008 ABD Kurtarma planının yeni şekli ABD'de senatodan geçti 1 Ekim 2008 Almanya Almanya batık durumdaki emlak bankası Hypo Real Estate’te 35 milyar euroluk kredi teminatı sağladı. 3 Ekim 2008 ABD Wachovia Bank Wells Fargo ile birleşme kararı aldı. Citibank kararı durdurdu. 3 Ekim 2008 ABD ABD kongresi de kurtarma paketini onayladı ve Başkan Bush'un imzası ile paket yürürlüğe girdi 6 Ekim 2008 Avrupa Fransa'nın en büyük bankası BNP Paribas, Fortis'in tüm bankacılık birimleriyle Belçika'daki sigorta faaliyetini satın aldı 7 Ekim 2008 Đspanya Đspanya mevduat garantisini 100 bin EUR’a çıkardı. Ayrıca bankalarından 30 milyar EUR’luk kötü aktif alımı yapılacak. 7 Ekim 2008 Đzlanda Đzlanda’da Hükümet Landsbanki’ye el koydu. Bankanın varlıklarının toplam değeri ülke GSYH’ sının 3 katından fazla. 153 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 118-154 Yaşar Erdinç 7 Ekim 2008 Đzlanda Đzlanda hükümeti para birimi koruna’yı döviz sepetine endeksledi 7 Ekim 2008 Japonya Japonya’da 7 yıl sonra ilk defa bir sigorta şirketi battı. Yamato Life sigorta şirketi toplam 2.7 milyar dolar borç ile battı. 7 Ekim 2008 Almanya Hypo Real Estate’te 15 milyar euroluk yeni bir teminat paketi sağlandı 8 Ekim 2008 Amerika, Đngiltere, Đsviçre, Đsveç ve Kanada Merkez Merkez Bankalarıyla Avrupa Merkez Bankası iskonto faiz Bankaları oranlarını indirdi. 8 Ekim 2008 Đngiltere Đngiltere hükümeti 7 Ekim'de duyurulan banka destek planını açıkladı. 9 Ekim 2008 ABD Citigroup Wells Fargo ile Wachovia’nın alınması için başlattığı hukuk mücadelesinde geri adım attı ve Wachovia’yı almaktan vazgeçti. 10 Ekim 2008 G-7 G-7 ülkeleri 5 maddeli eylem planını kabul etti. Banka ve finans kuruluşlarının desteklenmesi kararlaştırıldı. 12 Ekim 2008 Avrupa Avrupa Birliği ülkeleri, krizi tartışmak üzere Paris'te toplandı.Bankaların finansmanının geçici olarak güvence altına alınması kararı çıktı. 13 Ekim 2008 Almanya Almanya'da kurtarma paketi hükümet tarafından onaylandı. Paketin büyüklüğü de 470 milyar euro olarak açıklandı. 15 Ekim 2008 Đzlanda Đzlanda Merkez Bankası faizleri 3,5 puan indirdi 154 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,118-154 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,155-174 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY BALKANLARDA GÜVENLĐK, ÇATIŞMA VE SOYKIRIM Dr.Ümit HACIOĞLU∗ ÖZET Uluslararası Ekonomi Politika alanında yapılan son çalışmalara bakıldığında; çatışma bölgelerinde, uzun dönemli istikrar sağlamada askeri önlemlerin tek başına yeterli olmadığı vurgulanmaktadır. Bosna Trajedisinde, uluslararası dayanışma etnik gruplar arasındaki barışı kısmen sağlayabilmiştir. Özellikle BM Güvenli Bölgelerinde; uzlaşma olmadan eyleme geçen barışı koruma stratejileri etnik temizliğin soykırıma dönüştüğü bir çevre yaratmıştır. Bu çalışmada Balkanlarda etnik gruplar arasında barış ve güvenlik konusu ele alınırken; Bosna’da yaşanan soykırım üzerinde durulmuş, Uluslararası kamuoyunun tutumu eleştirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Balkanlar, Bosna, Güvenlik, Barış, Soykırım ABSTRACT Recent studies in the field of international political economy, it’s been emphasized that military action alone is not sufficient for ensuring the long-term stability in post conflicting areas. In the case of Bosnian War (1992-1995), International Participation has just maintained interethnic peace with slender success. Peacekeeping strategies without consensus subsequently set up an environment in which ethnic cleansings turned into genocide in UN “Safe Areas”. In this study, interethnic peace and security in the Balkans have been evaluated as well as the massacres in Bosnia have been analyzed. The approach of International Community to what was happening in Bosnia has been also criticized in this study. Key Words: Balkans, Bosnia, Security, Peace, Genocide GĐRĐŞ Soğuk savaşın ardından Balkanlarda, ekonomik ve siyasi koşulların kötüleşmeye başlaması ‘komşular arasında barış ve güvenlik ortamını bozmuş, özellikle Bosna Hersek ve Kosova’da etnik temizlik hadisesi ortaya çıkmıştır. Özellikle, Yugoslavya’da Tito döneminde çatışmanın dini temelleri baskı altına alınsa da, Tito sonrası dönemde etnik ve ayrılıkçı söylemler federasyon içinde üye devletleri rahatsız etmiş, Sırp tarafının yayılmacı politikası ülkeyi iç karışıklığa yöneltmişti. Çatışmanın boyutları düşünüldüğünde, Bosna ve Kosova trajedilerinde, her ne kadar tarihi ve dini sebepler ön planda yer almışsa da; bu çatışmanın uzun süreli bir buhrana dönüşmesinde uluslararası kamuoyunun ∗ Beykent Üniversitesi MYO Öğretim Görevlisi, [email protected]. Ümit Hacıoğlu bölgede yeteri kadar baskı oluşturamaması, uluslararası hukukun yavaş ve sonuçları kestirilemeyen transformasyon süreci, BM Güvenlik Konseyinde yaşanan fikir ayrılıkları önemli rol oynamıştır. Alandaki araştırmalar da genellikle bu çatışmanın etnik ve dini temelleri üzerine odaklana gelmiştir. Bununla birlikte yapılan çalışmalar ve araştırmalar; çatışmaların ölçek ve etki bakımından ağır bir trajediye dönüşmesinde çatışmanın nedenlerinden ziyade ‘insani amaçlı müdahale’nin zamanlamasındaki hataya vurgu yapmaktadır. Literatürde ayrıca, akademisyenler özellikle Balkanlar’da uzun süreli barışı sağlama ve yeniden yapılanma süreçlerine dair tatmin edici bir çalışmaya yer verememişlerdir. Bu alandaki boşluk Dünya Bankası sponsorluğunda yapılan çalışmalarla giderilmeye çalışılsa da, bu bölgelerde gelecekte yaşanabilecek olası çatışmaların bölge güvenliğini hangi boyuta etkileyebileceği hala öngörülememektedir. Balkanlarda, özellikle etnik gruplar arasında barış (interethnic peace) ortamının kısa vadede askeri önlemlerle sağlandığı görülmektedir. Uzun süreli barış ve istikrar ortamının sağlanabilmesi için öncelikle bölgede politik ve ekonomik istikrarın sağlanması gelmektedir. Mülteciler sorunu, altyapı sorunu, enerji arz güvenliği sorunu, insan kaçakçığı ve uyuşturucu trafiğinin devam etmesi, Dayton Antlaşmasındaki eksiklikler, dönüşümlü başkanlık sistemi ve hantal bürokrasinin doğasından kaynaklanan problemler, yüksek işsizlik ve kaynak sorunu, finansal piyasaların derinleşememesi, Avrupa Birliği ile ekonomik ve siyasi alanda entegrasyonun sağlanamaması gibi bir çok unsur bölgede ekonomik ve siyasi istikrarı tehdit etmektedir. Balkanlarda çatışan etnik gruplar arasında ticaret hacminin sığ kalması, altyapı ve ekonomik iyileşme sürecinde özelleştirilen kamu iktisadi kuruluşlarının etnik farklılıkları tolere edememesi, etnik gruplar arasında dayanışma ve işbirliği sorununu tetikleye gelmektedir. Dünya Bankası sponsorluğunda yapılan çalışmalar; Balkanlarda çatışan tarafların ortak ekonomik ve sosyokültürel paydada buluşabilmesi halinde çatışmaların ekonomik nedenlerinin önlenebileceğine vurgu yapmaktadır. Yugoslavya’da ortak ekonomik çıkarın geliştirilememesi, batı ekonomisi ile entegre olamama, federasyon içindeki anayasal devletlerin gelir ve varlık dağılımındaki dengesizlik, genel bütçe sistemindeki problemler, yüksek vergilendirme ve mali kuruluşların işlev eksikliği hızlı ekonomik kötüleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Ekonomik kötüleşme etnik ve dinsel faktörlerin ön plana çıkmasına neden olmuş ve federasyon kanlı bir iç savaşa sahne olmuştur. Paul Collier makalesinde, sivil savaş-iç çatışmanın ekonomik kaygılardan kaynaklandığına işaret etmektedir. Bu nedenlerin başında etnik gruplar arasında ‘aç gözlülük’ ve bundan kaynaklanan 156 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım ‘mağduriyet’ duygusu gelmektedir. Collier’e göre ayrılıkçı hareketler ve 1 isyanlar iç savaş-çatışmaların ilk aşamasını oluşturmaktadır . Collier makalesinde ayrıca, bu ayrılıkçı hareketlere neden olan faktörlerin başında gelir dağılımındaki adaletsizlik ve doğal kaynakların yasal olmayan yöntemlerle bir başka etnik grup tarafından ele geçirilmesinin geldiğini belirtmektedir. Baffin’e göre Yugoslavya’nın dağılma sürecinde gelişmiş kuzey ülkeleri ile yoksul güneylilerin gelir dağılımındaki farklılık çatışmanın alevlenmesine neden olmuştur. Bir gece yarısı gelişmiş kuzey ülkelerinin içi az gelişmiş ülkeler için boşaltılmıştı…. Kuzeyliler artık daha fazla ödememek için isyan 2 etmişti… Balkanlar’da uzun süreli barış ve güvenliği sağlama bir takım karmaşık metotlara bağlıdır: Yeniden yapılanma süreci, etkin devlet mekanizmasının inşası, ekonomik kalkınma, yerlerinden olmuş insanların tekrar yerlerine yerleştirilmesi (mülteciler sorunu), Uluslararası savaş suçlularının teslimi konusunda işbirliği, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı ile mücadele, vb. Savaşın sona ermesi ve kısa sürede güvenliğin sağlanmasında askeri önlemler son derece başarılı olmuştur. Ancak Balkanlarda trajedinin bitmesini takiben son on yılda, ekonomik önlemlerin uzun süreli barışı sağlamadaki rolünün askeri önlemlere göre daha ön planda geldiği anlaşılmaktadır. Özellikle bölge ülkelerinin enerji alanında yaptığı işbirlikleri ülkeleri birbirine daha da bağlamaktadır. Diğer tarafta ise, caydırıcı güç olan uluslar arası askeri/polis gücünün bölgedeki mevcudiyetinin devam etmesi, çatışma sonrası çevre koşullarında hayati önem taşımakta ve uluslar arası dayanışmanın bölgeye verdiği önemi göstermektedir. Özellikle çatışma sonrası bu ülkelerin, savunma ve askeri harcamalarının kontrol altına alınması bölgede barışa katkı sağlamaktadır. Her ne kadar geç olsa da uluslar arası askeri önlemlerin Bosna ve Kosova trajedilerini sonlandırdığı unutulmamalıdır. Uluslararası hukukun da transformasyon sürecine girdiği ve insani amaçlı müdahalenin ilk defa uygulandığı unutulmamalıdır. Uluslararası askeri müdahalenin barış sağlamadaki zamanlama probleminin de savaşın kurbanları açısından affedilir bir tarafı bulunmamaktadır. Gecikmiş askeri stratejilerinin uygulanması ve ambargonun bölgede 3 soykırıma cesaret verdiği görülmektedir . 1 COLLIER, P.(1999).: ““Doing Well out of War”: Conference on Economic Agendas in Civil Wars”, London, Aptil, p.1. 2 BAFFIN, J. (1996).: “The Destruction of Yugoslavia: A Teste for Killing”, (in) The World in Conflict War Annual 7, Herndon, p.101. 3 HOLBROOKE, R. (1998), To End A War, Random House, NY. YENĐGÜN, C. VE HACIOĞLU, Ü. (2004),“ Bosna Hersek: Etnik Savaş- Eksik Antlaşma”, K. Đnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Đstanbul, s.186, 189-210. 157 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu Çatışmaya taraf ülkelerin (conflicting parties) savaş suçlularının cezalandırılmasında tam olarak iş birliğine girmemesi, ekonomik kaynakların kullanım sorunu, sınır problemi gibi konuların gölgesinde askeri önlemler (military measures) tek başına uzun süreli barışı sağlamada yeterli olmamaktadır. Gelecekte yaşanabilecek potansiyel çatışmaların önlenmesinde uluslar arası dayanışma çerçevesinde ekonomik, siyasi, kültürel ve hukuki önlemlerin alınması gerekmektedir. Öncelikle altyapının iyileşmesi sağlanmalı, uluslararası hukuk çerçevesinde ise, uluslar arası toplum barış sürecine doğrudan katkıda bulunmalı ve çözüme kavuşmamış sorunların çözümünde hakemlik görevi üstlenmelidir. Bu sorunların başında bölgede doğal kaynakların kullanım sorunu, mülteciler sorunu, sınır problemi, savaş suçlularının yargılanma ve suçlarının tespiti sorunu gelmektedir. Özellikle çift parlamentolu, çift devletli bir yapının Bosna- Hersek’te zaman zaman tıkanmalara neden olması, Sırbistan’ın Kosova’nın bütünlüğü tanımaması, AB’nin Sırbistan, Karadağ ve Hırvatistan’a tanıdığı ayrıcalıkları Müslüman Boşnak ve Arnavutlara tanımaması gelecekteki problemlerin çözümüne katkı sağlamamaktadır. Öncelikle mevcut sorunların adil ve uzun vadeli çözümü sağlanmalıdır. Ortak çıkar ve işbirliğinin geliştirilmesi bu toplumların birbirleriyle ve AB içinde entegrasyonunu hızlandıracak etkiyi yaratacaktır. Collier’e göre, çatışma sonrası toplumlarda uzun süreli güvenli sağlamak için, çatışan taraflar arasında çatışma riskini doğuracak faktörlerin minimize edilmesi gerekmektedir. Bu faktörler; istihdamı artırma, gelir dağılımında adalet, her etnik gruba benzer ekonomik imtiyazlar sağlama, yoksullukla 4 mücadele, etkin vergi sistemi, vb. Collier’in işaret ettiği bu unsurlar çatışmaların ekonomik nedenlerini ortadan kaldırabilecek dinamikleri barındırmaktadır. Ortak çıkar sağlamanın yeniden yapılanma ve iyileşme sürecinin( post conflict reconstruction and recovery) önemli bir parçası durumundadır. Bu süreç sosyal ve ekonomik ajandayı içermektedir. Bu ajandalarda, sağlık sisteminin iyileştirilmesi, ekonomik altyapının güçlendirilmesi, eğitim sisteminin geliştirilmesi, savaş suçlularının yargılanması, savaş suçlarının kompanse edilmesi, serbest piyasa ekonomisine geçişin hızlandırılması, refah düzeyinin artırılması, doğrudan yatırımların teşvik edilmesi, sınır problemlerinin çözülmesi, polis teşkilatının yenilenmesi, şeffaflığın sağlanması gibi konular yer almaktadır. Balkanlarda özellikle Bosna ve Kosova’da gelecekte yaşanabilecek potansiyel çatışmalar ekonomik, politik, hukuki ve sosyo-kültürel çerçevede alınacak önlemler sayesinde önlenebilecektir. Uluslararası 4 COLLIER, a.g.e., (1999), p.13. 158 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım askeri önlemler bölgede her ne kadar kısa süreli barış ve istikrarı sağlamış olsa da, uzun süreli güvenlik ve barış ortamı ancak etkin bir yeniden yapılanma ve ortak çıkar sağlama sürecine bağlı kalmaktadır. Bu nedenle uluslararası toplum bölgede daha aktif rol oynamalı ve özellikle refah düzeyini artırıcı önlemlerin alınmasında inisiyatif sahibi olmalıdır. 1. BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLĐK A. Geleneksel ve Modern Güvenlik Paradigması Balkanlarda etnik gruplar arasındaki barışı etkileyen geçmişteki ve gelecekte olası koşulları değerlendirebilmek için öncelikle güvenlik kavramını ve teorik çerçevesini ele almak gerekmektedir. Uluslararası ilişkilerde, geleneksel güvenlik paradigması, devleti temel odak noktasına alan realist ekolün bir elementi olarak ortaya çıkmaktadır. Soğuk savaş döneminde, süper güçler kendi ulusunun güvenliğinin bağlı olduğu ülkelerinin güvenliğini uluslar arası Güç Dengesine bağlamışlardır. Bu nedenle, ulus devletin güvenliği askeri gücüne ve dış çevredeki etki alanlarını içeren askeri manevra kabiliyetine bağlamaktadırlar. Yılmaz’a göre, Soğuk Savaş döneminin sona etmesiyle birlikte, küreselleşme bu teoremin değişmesine neden olmuştur. Özellikle internet ve iletişim teknolojilerindeki hızlı değişimler yeni güvenlik paradigmasının oluştuğu küreselleşme sürecini daha belirgin hale getirmiştir. Uluslararası terörizm, kendi kaderini tayin etme (self-determination ) ve insani müdahaleler güvenlik sorunlarını artıran faktörlerin başında gelmektedir. Yeni güvenlik mimarisinde bugün küreselleşme sürecini internet ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme derinden etkilemekte ve güvenlik paradigmasının değişmesine neden 5 olmaktadır . Yılmaz’ın BUSAM 2007 Güvenlik raporunda belirttiği gibi; küreselleşme 6 uluslararası arenaya üç yeni aktörü takdim etmektedir ; küresel sermaye pazarları, uluslararası organizasyonlar ve küresel sivil toplum. Devletin sınırları bu arenada küreselleşmenin yaptığı bütünleşmeyi yavaşlatan bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Dolaylı olarak 7 küreselleşme gelişmekte olan devletlerin yapılarını çökertmektedir . Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusal ve uluslar arası düzeydeki kurumların pek çoğu kabuk değiştirmektedir. Küreselleşme ulus-devletin güvenliğini aşındıran ve göz ardı eden nitelikleri ile öne 5 YILMAZ, S. (2007): National Security Report for Turkey, Beykent University, BUSAM, Đstanbul, p.1. 6 DREZNER, D W. (Nov 2004), Who Rules? The Regulation of Globalization, Chicago University Press, Chicago, p.271-272. 7 KAZGAN, Gülten. (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet: Yeni Ekonomik Düzen, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Đstanbul. 159 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu çıktığından 21. Yüzyılda ulus-devletin güvenlik konsepti yeniden 8 gözden geçirilmelidir . Güvenlik iki boyutu göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir: Ulusal güvenlik ve etnik gruplar arası güvenlik. Kesin bir şekilde uluslar bütünlüğü ve üniter yapısı tanımlanmış Türkiye gibi bir devlet için uluslar güvenlik önem arz etmektedir. Diğer tarafta ise, Bosna Hersek gibi birçok etnik grubu barındıran ülkelerde ortak anayasal sistemin devam edebilmesi için etnik gruplar arası güvenliğin sağlanması önem arz etmektedir. Küreselleşme güvenliğin ilk boyutunda tehdit 9 oluşturmaktadır. Yılmazın ifade ettiği gibi ; Küreselleşmenin ulusal güvenliğe etkilerini 10 aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz ; (1) Uluslararası ve ulus üstü yapıların gelişmesi ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir. (2) Küresel ekonomik bütünleşme ekonominin ulusal denetimini ve hükümetlerin etkinliğini sınırlamakta, devleti güçsüzleştirmektedir. (3) Ekonomi ulusal gücün lokomotifi olarak ortaya çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin (çokuluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.) ulusal ekonominin gelişmesindeki belirleyici rolü ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli güvenlik parametresi haline getirmektedir. (4) Ulus ötesi sosyal ve dini hareketler ulusal güvenliğe meydan okumaktadır. (5) Küresel iletişim ve ulaşım devletin sınırlarının kontrolünü daha da güçleştirmiştir. (6) Ulusal birlik; etnik ve dinsel çeşitlilik ve devletten özerklik taleplerinin tehdidi altındadır. Özetle, ulus-devletlerin küreselleşme karşısında yeniden yapılanmaya ve rollerini gözden geçirmeye, ulusal güvenlik ve güç kullanımı konusunda yeni yöntem ve vasıtalara ihtiyacı vardır. 8 Institute of Defence And Strategic Studies (IDSS), (2006), Globalization and Defense, Nanyang Technological University, Globalization and Defense Conference (15-16 March 2006). Singapore. Website: http://www.idss.edu.sg (15 Haz, 2007), p.15. 9 YILMAZ, a.g.e., (2007), p.3; YILMAZ Sait., (2006). Security and Intelligence in the 21 st Century, Alfa Publications, Đstanbul, p.97-98. 10 YILMAZ, a.g.e., (2006), p.97-98. 160 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım Ulusal güvenliğin üzerinde küreselleşmenin negatif etkilerinden ayrı olarak, Yugoslavya’daki sivil savaş egemenlik ve güvenliğin sağlanması arasındaki sınırın sorgulanmasına neden olmuştur. Küresel iletişimin ve bağımsız medya gruplarının etkisi ışığında uluslar arası kamuoyu Bosna ve Kosova’da olanlara kayıtsız kalmamış ve uluslar-ötesi örgütler üzerinde baskı sağlamıştır. Sonuçta, uluslar arası işbirliği çerçevesinde, çatışmaya insani amaçlı müdahale sağlanmış ve barış temin edilmiştir. Askeri önlemler, çatışan taraflar arasında güvenlik ve istikrarın sağlanmasında kısa süreli de olsa önemli rol üstlenmiştir. Madalyonun diğer tarafında ise, insani müdahalenin mevcudiyeti ve yöntemi ulus devletin egemenliği ve uluslar arası hukukun transformasyonu üzerinde bir takım soru işaretlerini de beraberinde getirmiştir. B. Đnsani Amaçlı Müdahale ve Güvenlik Fixdal ve Smith’e göre, insani amaçlı müdahale günümüz uluslar arası 11 güvenlik sorunlarının başında yer almaktadır . Bu görüşün aksine, uluslar arası insani amaçlı müdahalenin olmadığı bir ortamda silahlı çatışmaların ve etnik temizliğin nasıl durdurulacağı sorun teşkil etmektedir. Acaba, tek başına uluslar arası örgütler, sivil toplum kuruluşları ve ekonomik birimler böylesi kanlı bir trajediyi durdurmakta tek başına yeterli olabilecek miydi? Kriz önleme ve Đyileşme raporuna göre, çatışma sonrası ekonomik iyileşme süreci sadece ekonomik iyileşmeye odaklanmamaktadır. Aynı zamanda, çatışma sonrasında çatışan taraflar arasında gelecekte olabilecek bir çatışma riskinin azaltılmasına odaklanmaktadır. Bu nedenle, istihdamda artış ile birlikte 12 sürdürülebilir ekonomik kalkınma odak noktasında yer almaktadır . Dünya Bankası raporlarına göre çatışma sonrası Balkanlarda, özellikle Kosova ve Bosna’da, temel sorun işsizlik gelmektedir. Son 10 yılda, resmi rakamlara göre, işsizlik oranı %40’ı geçmektedir. Bu Bosna’da sosyal harcamaların artmasına ve yıllık Milli hâsılanın %30’una denk 13 gelmesi anlamını taşımaktadır . Özellikle savaş sonrası ülkeyi terk eden yetenekli iş gücünün ülke ekonomisine kazandırılması ve özel sektörün yatırımlarda bulunması, iyileşme sürecinde hayati önem 14 taşımaktadır . 11 FIXDAL, M.& SMITH, D. (1998): Humanitarian Intervention and Just War” International Peace Research Institure, Oslo, p.283. 12 UN, 2008, 24. 13 The World Bank REPORT, 2004: International Development Association, Country Assistance Strategy for Bosnia and Herzegovina Report No: 29 196-BA 14 UN, 2008, 24) 161 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu Son dönemde, Balkanlarda ekonomik ve siyasi istikrarı tehdit eden unsurlara bakıldığında, bu unsurların güvenlik sorununu etkilediği anlaşılmaktadır. Bu unsurlardan başlıcaları: 1) Bölgede yeni beliren ekonomilerin enerji sıkıntısı 2) Devlet mekanizmasının hantal işlemesi 3) Dış yardımlara bağımlılık 4) Sınır probleminin çözülememesi 5) Ortak başkanlık sistemi 6) Yürütme sistemi 7) Küresel ekonomik kriz 8) Bütçede açıklar 9) Yoğun siyasi gündem ve problemler 10) Kosova’nın bağımsızlığı sonrası Sırp tarafında tarihi 15 nefretin tekrar belirmesi . C. Yugoslavya’nın Dağılma Sürecinde Güvenlik Sorunu Güç-Dengesindeki Kaymaların Güvenlik Üzerinde Ölümcül Etkileri Egemen güçler için Balkanlar her zaman tarihte odak noktası olmuştur. Balkanlar tarihte, Roma, Bizans, Rus, Osmanlı, Avusturya gibi imparatorlukların etkisinde yer almıştır. Özellikle bu egemen güçler için barışın ve güvenliğin temininde Osmanlı Devleti yüzyıllarca başarılı olmuş ve bu toprakları bir hoşgörü diyarına dönüştürmüştür. Ancak her bir dönemin sonunda egemen güçler arasındaki etki geçişi sırasında bu 16 bölgede barış ve güvenlik tahdit altına girmiştir . Güç geçişleri sırasında ortaya çıkan güvenlik boşluklarında birçok etnik kıyımın gerçekleştiği alandaki araştırmacılar tarafından dile getirilmektedir. Özellikle, Osmanlı’nın Balkanlar’dan tasfiyesi sırasında birçok 17 Müslüman Arnavut ve Boşnak etnik soykırıma uğramıştır . Griffiths’in ifade ettiği gibi Bosna ve Hersek kesinlikle tarihte Balkanların barut 15 HACIOĞLU, U. (Autumn 2008): “The New Address of The Familiar Danger Bells: The Axis of Kosova- Bosnia”, Journal of Strategic Studies, BUSAM, Vol:1 N:2., p.189-195. HACIOĞLU, Ü. (2009).: “Challenging Issue of Sustainable Interethnic Peace and Security: Which Strategy Secures Best in the Balkans”, 2nd International Symposium on the Strategy and Security Studies, BUSAM, 16-17 April, Đstanbul, p.60-74. 16 HAGEN, W. (1999): “The Balkans in the Mid-Eighteenth Century”, (in) Foreign Affairs, V:78, N: 4, p.57-64) 17 MALCOLM, N.: (1994) A Short History of Bosnia, New York. 162 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım fıçısı olmuştur. Geleneksel olarak, bu yakıştırma Bosna’nın Hıristiyan 18 ve Đslam dünyası arasındaki fay hattında olması olarak gösterilmiştir . Griffiths bu argumanında Bosna ve Hersek’in 15.yy.dan 18.yy.ın sonuna kadar bir barış ve tolerans diyarı olduğuna atıfta bulunmalıydı. Sadece 16. ve 17.yy.da BH, Osmanlı Devlet sistemine 9 veziri azam ve 19 sayısız üst düzey devlet adamı kazandırmıştır Özellikle Avrupa’da yayılan milliyetçilik akımları karşısında Osmanlı Devleti Balkanlar’daki etkisini kaybetmeye başlamıştır. Karadağ, Yunanistan ve diğer bölgelerde çıkan isyanlar birçok Müslüman’ın katledilmesine neden olmuştur. Avusturya-Macaristan'ın 1878’de Bosna’yı ilhak etmesi ve 1908’e kadar bu ülkede egemenlik sürmesi bu etnik çatışmaları da önleyememiştir. Özellikle bu dönemde Sırplar ile Hırvatlar arasında etnik çatışmalar yaşanmıştır. Sonraki yılda Rusya’nın desteği ile Osmanlı’ya isyan eden Ortodoks Sırplar sonraki dönemde Kosova’yı işgal etmişlerdir. Hagen ve Malcolm, Osmanlı’dan Habsburg’a, Habsburg’dan Sırp Krallığı’na egemenlik geçişleri sırasında sayısız Müslüman, Arnavut, Ortodoks Sırp ve Katolik 20 Hırvatların katledildiğini ifade etmektedirler . Yugoslavya’nın dağılma sürecinde, bu katliamlar Sırp ve Hırvatlar arasındaki husumetin alevlenmesinde önemli rol oynamıştır. Bugün Avrupalı tarihçilere göre Hırvat Utaşa yönetimi sırasında 500.000 insanın katledildiğinin ifade 21 edilmesine rağmen … gündemde Türk tarihine karşı Ermeni soykırımı iddiaların bulunması manidardır. 1875-78 yılları arasında yaşanan "Doğu Krizi" ve milliyetçilik akımları ile zayıflayan Osmanlı Devleti, kendi iç problemleri ile uğraşırken bu dönemde politik, ekonomik ve kültürel etkinliğini artıran Avusturya bu topraklarda hakim devlet konumuna gelmiş idi. Bu durumdan rahatsız olan Rusya dini ve milliyetçi motifleri kullanarak Sırpları kışkırtmış ve 1912 Balkan savaşı sırasında Kosova’nın Sırplar tarafından işgaline 22 zemin hazırlamıştır . Kısa bir süre sonra "Osmanlı Devleti'nden bağımsızlıklarını kazanan Sırplar I. Dünya savaşı sırasında ve 18 GRIFFITHS, S. I. (1993).: “Nationalism and Ethnic Conflict- Threats to European Security”, Oxford Un. Press, New York, p.52. Ailesi Ortodoks-Sırp olan Sokullu Mehmet Paşa en ünlülerindendir. Đslam’ı seçmesine rağmen Hristiyan ailesinden bağlarını koparmamıştır. Bu dönemde N.Malcolm’un da ifade ettiği gibi Hristiyan toplumunda, evlatlarının Osmanlı Devlet sisteminde yer alıyor olması ayrıcalık ve imtiyaz olarak kabul edilmekteydi. Diğer ünlü vezirler ise Hâdım Sinan Paşa Damat Đbrahim Paşa, Kara Davut Paşa, Mostarlı Mustafa Paşa, Tiryaki Hasan Paşa ve Cezar Ahmet Paşa’dır( Yenigün, C. ve Hacıoğlu, Ü., 2004) 20 HAGEN, a.g.e., 1999, p.57- 60; MALCOLM, a.g.e., 1994. 21 BAFFIN, a.g.e. ,1996, p.99. 22 HACIOĞLU, a.g.e., 2008, p.189-205. 19 163 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu sonrasında Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Slovenlere karşı büyük 23 katliamlar gerçekleştirmişlerdir” . I. Dünya savaşı sonrasında Avusturya- Macaristan Đmparatorluğu'nun lağvedilmesi ile ayrılan Kosova, Bosna-Hersek, Sırp ve Sloven toplumları, Sırp Krallığı ile birlikte Yugoslavya altında toplanmıştır. I. Dünya savaşı sonrası kurulan bu yeni devlet Sloven, Sırp, Karadağ, Bosna-Hersek, Makedonya ve Hırvatistan’dan oluşan 6 federe devletten oluşmakta idi. Bunun yanında Sırbistan'da Ortodoks, Slovenya ve Hırvatistan da Katolik, Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova'da Müslümanlar olmak üzere üç ayrı dine yayılmış bir sosyokültürel yapı bulunmaktaydı. Đki dünya savaşı arasında Kosova ve Bosna Yugoslavya'nın bir kolonisi durumunda kalırken bölgede hakimiyet arzulayan Sırbistan " Büyük Sırbistan" hayali ile bu bölgedeki 24 Müslümanlar "Sırplaştırma Politikası"na maruz kalmışlardır . Yugoslavya’nın Dağılma Stratejisi: Anayasal haklar Sürecinin hemen Öncesinde Güvenlik 1941'de, Hitler Almanya'sı Yugoslavya ve Đtalya'yı işgal ederken, II. 25 Dünya Savaşı sırasında Tito Ustaşa ve Nazi istilasına karşı Đngiltere ve Rusya tarafından desteklenen bir direniş başlatmıştır. Almanya'nın savaşı kaybetmesi ile birlikte Tito'nun yönetimindeki Yugoslav partizanlar ülkeyi bağımsızlaştırmayı başarmıştır. 1945'de kendisini mareşal ilan eden Tito uyguladığı baskıcı politikalarla faklı grupları bir araya getirmeyi başarmıştır. Tito Sovyet idaresi altında izole olmaktan kaçınarak ülkeye özgü milli bir komünizm kurmuştur. Bununla beraber ülkede entelektüel özgürlük kısıtlanarak ayrılıkçı Sırp ve Hırvat 26 milliyetçiliği baskı altında tutulmuştur . Kosova’nın Tito dönemindeki 27 yasal statü durumuna ise Balcı şu şekilde değinmiştir : “Tito 1974'te yasamanın daha katılımcı hale getirilmesi amacı ile federe devletlere onay ve veto yetkisi tanımıştır. Bu dönemde federe devletler daha otonom bir hale dönüşmüştür. 1974 tarihli anayasa'nın 1.ve 2. maddeleri ‘ Kosova'nın federasyonu oluşturan anayasal bir parça olduğu’, 5 maddesi de ‘ Kosova'nın kendine ait bir bölgesi ve rızası olmadan 23 HAGEN, a.g.e., 1999, p.52. HACIOĞLU, a.g.e., 2008, p.189. 25 Hitler'in izniyle Bağımsız Hırvatistan'ı yöneten faşist Đktidar Partisi 26 HACIOĞLU, a.g.e., 2008, p.189-207. 27 BALCI, a.g.e., 2004, p.17. 24 164 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım değiştirilemeyecek belirtilmektedir” sınırları" olduğu Ayrıca Kosova’nın Federasyon içindeki diğer Cumhuriyetlerin statüleri ile eşit durumda olduğuna değinilmiştir. “Aynı şekilde 399. madde ve 402. maddede belirtildiği üzere ‘Kosova'nın eski Yugoslavya anayasasının değiştirilmesi ve ıslahı meselelerinde diğer Cumhuriyetler 28 ile eşit durumda olduğu’ yer almaktadır.” . Tito'nun 1980'de ölmesinin ardından kolektif başkanlık sistemine geçilirken yeni anayasanın özerk Kosova'ya tanıdığı haklar Federasyon içindeki Sırpları oldukça rahatsız etmiştir. “1986 yılında Belgrad'da akademisyen, edebiyatçı ve entelektüellerin bir araya geldiği Sırp Bilim ve Sanatlar Akademisi bir memorandum yayınlayarak Tito Yugoslavyasının Sırpları cezalandırdığı ve Kosova'nın federal hale gelmesi ile Sırbistan’dan Koparıldığını belirtilerek önlem alınması 29 istenmiştir” . Güvenliğin Çöküşünde Medya ve Literatürün Rolü Yugoslavya’da etnik gruplar arasında barışın ve güvenliğin çöküşünde sadece tarihi düşmanlıklar rol oynamamıştır. Özellikle bu süreçte medyada yer alan kışkırtıcı haberler Sırp bilimler akademisinin deklarasyonu, literatürdeki romanlar ve kahramanlık hikâyeleri propaganda aracı olarak bu dönemde sıklıkla kullanıla gelmiştir. Bütün bunlara ilave olarak ekonomik kötüleşmenin yaşanması ve gelir dağılımında adaletsizlik çatışmalara zemin hazırlamıştır. Yugoslav Đç savaşından etkilenen realistlerin dikkatini bu dönemde etnik savaşlar çekmiştir. Fakat bu teorisyenler, genel anlamda bir etnik savaş teorisi geliştirememişlerdir. Đki tarafın birbirine düşmanlık beslediği bir ortamda; karşı tarafın diğer tarafın davranışlarından emin olmaması 30 sonucunda bir güvensizlik hissi ortaya çıkmaktadır . Tito’nun 1980’de ölümünden sonra, tarihi nefret ve güvensizlik TV haberlerinin 31 vazgeçilmez konusu olmuştur . Sırp ve Hırvat literatüründe eski 32 hikâyeler ve milliyetçi söylemler ekonomi kötüleştikçe yayılmaya 33 devam etmiştir . 28 BALCI, a.g.e., 2004, p.171. Röportaj: Đsmet Kasumoviç, Saraybosna, (Temmuz 2003) HOROWITZ, D. (April 20–21, 1998).: “Structure and Strategy in Ethnic Conflict”, Annual World Bank Conference on Development Economics, Washington. 31 PATERSON, R., GOW, J, (1996): Alison Preston (Eds), Bosnia by Television, British Film Institute, London, 32 SELLS, M., (1998) “ Religion, History and Genocide in Bosnia Herzegovina”, Courtright and Majzes(Der): The Religion and the War in Bosnia, American Academy of Religion, Scholars Press, Georgia, p.23-43. 33 RAMET, S.: Balkan Babel: The Disintegration of Yugoslavia from Death of Tito to Ethnic War, Westview, Boulder, (1996), p.44. 29 30 165 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu 2. BOSNA’DA GÜVENLĐK ZEMĐNĐNDEN SOYKIRIMA GĐDEN YOL Avrupa’nın barut fıçısı Balkanlar’da etnik gruplar arası barış güvenliğin sağlanmasına bağlıdır. Ekonomik ve sosyal önlemlerin başarısı askeri önlemleri güçlendirecek ve güvenlik temin edilmiş olacaktır. 1980’de Tito’nun ölümünün ardından, etkin güç merkezden uzaklaşarak parti liderlerine kaymaya başlamıştır. Ekonomi kötüleştikçe bu liderler dikkati yerel etnik problemlere çekmeyi başarmış ve anayasal taraflar arasında 34 . Đç savaşın temellerine bakıldığında, ayrılığı hızlandırmışlardır ekonomik motivasyon ve mağduriyetin ön planda olduğu sonucu ortaya 35 çıkmaktadır . Miloseviç’in Sırbistan’da önde gelen siyasi figür olmasından hemen sonra, anayasada 1974’te Yüksek derecede otonom bölge ilan edilen Kosova’nın hakları askıya alınırken; Kosova’da güvenlik siviller için gerçek bir sorun yumağına dönüşmüştü… Anayasa Sırplar arasında tam bir mağduriyet hissinin ortaya çıkmasına neden olmuştur; ta ki 36 Miloseviç iktidara gelene kadar… Kısa bir sure sonra, Mart 1989’da Kosova, Belgrad’ın doğrudan himayesi altına girmiştir. Buna müteakip, polis teşkilatında, okullarda, Priştine Üniversitesinde ve diğer devlet kuruluşlarında çalışan Kosovalılar işlerinden kovulmuştur. Kosova’da Arnavut Müslümanlara ait medya baskı altına alınırken, Arnavutça 37 dilinde eğitim yasaklanmıştır . Slobodan Miloseviç’in düşmanca politikaları nedeni ile alevlenen Sırp Milliyetçiliği etnik soykırım hareketine dönüşmüştür. Bosnalı Müslümanlar ve Kosovalı Arnavutlar etnik kıyıma uğrarken dünya bu sahneye uzunca bir sure seyirci kalmıştır. Miloseviç’in iktidara gelmesi Sırplar arasındaki milliyetçi duyguları körüklerken; Slovenya ve Hırvatistan’da da karşı milliyetçi duyguların alevlenmesine neden 38 olmuştur . 1989’da, Slovenya Sırp kontrolündeki Yugoslavya’dan ayrılma hakkını tanıyan yeni anayasayı onayladı. Bu anayasa Sırbistan’da toplu gösterilere ve protestolara neden olurken; 1990’da Sloven Komünist Partisi kendini fesh ederek Slovenya Ulusal Meclisinin egemenlik 39 deklarasyonu yayınlamasını hızlandırmıştır . 1990’da Hırvatistan’da bulunan Knın şehrinde Sırp azınlık referanduma giderek silahlı çatışmaların başlamasına neden olmuştur. Bu süreç Yugoslavya’da soykırıma giden yolu hazırlamış ve güvenliğin ortadan kalkmasına 34 GRIFFITHS, a.g.e., 1993, p.41. COLLIER, a.g.e., 1999, p.2. 36 GRIFFIHS, a.g.e., 1993, p.41. 37 www.setimes.com 38 GRIFFITHS, a.g.e., 1993, p.41-42. 39 GRIFFITHS, a.g.e., 1993, p.42. 35 166 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım neden olmuştur. Avrupa Topluluğu, o dönemde, çatışmaları Yugoslavya’nın iç meselesi olarak tanısa da; özellikle Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını vakit geçirmeden tanımış ve destek vermiştir. Aynı reaksiyonu daha sonra, Bosna’nın bağımsızlığında göstermeyen AT’nin bu tavrı hayli düşündürücüdür. Bosna’da ise Alija Đzetbegoviç liderliğinde Bosna’lı Müslümanlar federasyon içinde demokratik geleneğe bağlı olduklarını deklere ederken federasyondan ayrılma niyetlerinin olmadığını belirtmişlerdir. Ancak, Bosna’da Sırp etnik gruplar ağır silahlarla donatılırken, Boşnakların Silahlarını bırakması güç dengelerini Boşnaklar aleyhine olumsuz yönde değiştirmiştir. Saraybosna’yı ablukaya alan, Yugoslav ordusu JNA Sırp paramiliter grupların silahlanmasında etkin rol oynamıştır. Büyük Sırbistan hayalinin gerçekleşebilmesi için Bosna’dan Müslümanların tasfiye edilmesi gerekmekteydi ve bunun için Bosnalı Sırplar ellerinden geleni yapmaktan çekinmemişlerdi. Bu baskı ortamında Bosnalı Müslümanlar, anayasanın kendilerine vermiş olduğu bağımsızlık hakkını kullanmak için referanduma giderek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bağımsızlığın ilanını takiben Bosna’da kaos başlamıştır. Çentikler, Bosna’da sistemik bir şekilde etnik temizlik ve tecavüzlere girişmiş, Batı bu duruma yeteri kadar sert tepki verememiştir. Mayıs 1991’ de Bosna-Hersek’te yaşayan Sırplar, önce Bosna’da bir “otonom bölge”, ardından Ekim 1991’de ise bir meclis oluşturduktan sonra 27 Mart 1992’de Bosna Sırp Cumhuriyetini ilan etmişlerdir. Bu arada Slovenya, Belgrat’ta bulunan Sırp askerlerinin geri çekilmesi için Sırbistan’a 19 Ekim 1991’e kadar bir süre tanımış, Sırpların bunu kabul etmemesi üzerine 30 Haziran 1991’ de, Velika-Vas’da Yugoslav ordusuna saldırmıştır. Ardından Sırp ordusunun da Vukover kasabasını işgal etmesiyle savaş resmen başlamıştır. “Adriyatik’in cevheri” olarak adlandırılan Hırvat himayesindeki Dubrovnik, 1 Ekim 1991 tarihinde 40 Sırplar tarafından kuşatılmıştır . Sırp ordusunun Bosna’ya da saldırmasından üç ay sonra, BosnaHersek’de yaşayan Hırvatlar da Temmuz 1992’de Bosna Hırvat Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Tüm bu gelişmelere rağmen savaşın başlamasından ancak üç ay sonra, 25 Eylül 1991’de, BM Güvenlik Konseyi 713 no.lu kararı yayınlayabilmiştir. Buna göre bir yandan çatışmanın tarafları müzakere masasına davet edilirken, diğer yandan da ülkeye silah ambargosu uygulanacak, ayrıca UNPROFOR adlı barış 40 YENĐGÜN, C. & HACIOĞLU, Ü. (2004),“ Bosna Hersek: Etnik Savaş- Eksik Antlaşma”, K. Đnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Đstanbul, p.183-185. 167 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu gücü de bölgeye sevk edilecektir. Bu arada AB “kendi bölgesi”ndeki bu çatışmada aracı rolü oynamak istediyse de, üyeler arasındaki siyasal farklılıklar AB’nin Bosna-Hersek savaşında etkin bir rol oynamasını 41 engellemiştir . 1991 Sonunda Vance Planı gereğince, Hırvat, Sloven ve Sırp Bölgeleri arasında “Birleşmiş Milletler Korunma Alanları” olarak adlandırılan güvenli bölgeler oluşturulmuştur. Hemen ardından Aralık 1991’de Almanya, Avusturya, Macaristan, Danimarka ve Đzlanda Hükümetleri, Hırvat ve Sloven Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını tanımışlardır. Bundan cesaretlenen Boşnaklar da Alija Đzzet Bogoviç liderliğinde 1992 Mart’ında düzenlenen bir referandumun ardından bağımsızlığını ilan 42 etmiştir . ABD’nin itici gücüyle 6 Nisan 1992’de ABD ve AB üye devletleri BosnaHersek’in bağımsızlığını tanıdılar. Bu dönemde Hırvat Başkan Franko Tudjman ve Sırp Milosevic, Bosna-Hersek’teki yandaşlarını desteklemek amacıyla bölgeye paramiliter gruplar ve ağır silahlar sevk etmişlerdir. Sırplar Nisan 1992’de Foca, Bijelina ve Zvornik’i ele geçirmiş ve Bosna ve Hırvatistan’daki Sırpların yaşadığı bölgelerde, bölgesel timler oluşturmuşlardır. Bu birlikler daha sonra “Sırp Gönüllü Muhafızları” olarak adlandırılmıştır. Sırp Gönüllü Muhafızları, Zeljko 43 Raznjatovic (Arkan) komutası altında paramiliter-gerilla eylemleriyle 44 toplu soykırımlara başlamışlardır . Bosnia in the Post Conflict Era çalışmasının sahibi Alibasic soykırıma 45 dair detayları şu şekilde aktarmıştır : “Savaş esnasında 1992’de Zvornik’te yaşananlar asla Đnsanlığın hafızasından silinmeyecektir. Çetnikler savaş öncesi tamamen Boşnak Müslümanlar’dan oluşan bu yerde bulunan insanları katlettiler ve buradaki tarihi eserleri ortadan kaldırdılar. Dinamitlenen camilerin enkazı arasından komutan Branko Grujic “ Burada asla Cami Olmadı” derken tarihe kinini kusuyordu. Sırplar tarafından işgal edilen yerlerde ikinci dünya savaşındaki görüntüleri anımsatan esir ve tecavüz kampları kuruldu. Visegrad ve Foça’da Drina nehri 41 YENĐGÜN, HACIOĞLU, a.g.e., 2004, s.183-185. YENĐGÜN, HACIOĞLU, a.g.e., 2004, s.183-185. Karısı bir pop şarkıcısı, kendisi ise bir futbol takımı genel başkanı olan Arkan, popülaritesini kullanması suretiyle, bu takımı tutan fanatikleri silahlandırarak kısa zamanda paramiliter grup haline dönüştürmekte çok fazla zorlanmamıştır. 44 YENĐGÜN, HACIOĞLU, a.g.e., 2004, s.183-185. 45 HACIOĞLU, a.g.e., 2008, s.207-208. 42 43 168 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım civarında, Bratunac’ta Stadyumda ve Sırpların denetimindeki yerlerdeki cami, okul ve diğer kapalı alanlarda birçok kamp kuruldu. Osmanlılar tarafından inşa edilen ünlü Visegrad Drina Köprüsü’nde Sırp Askerleri her gece yaptıkları katliamları “ spor festivali” olarak adlandırıyorlardı. Özellikle de Banja Luka ve Bijelijina’da gerçekleşen sistematik katliamlarda bir çok Boşnak aydını, avukat, hâkim, doktor, işadamları, dini liderler, şairler, müzisyen ve öğretmenler ilk kurbanlar arasındaydı. Bu kampların en korkunç olanı Brcko Yakınlarındaki Lopare kampıdır. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü’nün teftişine kapalı olan bu bölgelerdeki katliamı durdurmak için yapılan olağanüstü çağrılara o dönemde NATO 4647 kayıtsız kalmıştır.” Uluslararası Adalet Divanı’nın Nisan 2007’de almış olduğu karara göre Bosna’da yaşananlar bir soykırım olarak tanımlansa da, çentikleri organize eden ve silah sağlayan Sırbistan’ın suçsuz olduğu kabul 48 edilmiştir . Dünya Bankası Raporlarına Göre; 1995’te savaşın bitmesiyle, savaş öncesinde 4.4 milyon olan Bosna Nüfusunda 250.000 Boşnak yaşamını yitirirken 400.000 kişinin yaralandığı ve 2.2 Milyon kişinin yurtlarını terk 49 ettiği bilinmektedir . Sadece, BM Güvenli Bölgesi Đlan edilen Srebrenitza’da yaşananlar insanın kanını donduracak niteliktedir. Srebrenitza’da yaşananlar tarihe kanlı bir dönem olarak geçmiştir. Bizim anne ve babalarımız bu topraklarda Müslüman ‘Türk’ oldukları için öldürüldüler. Binlerce Müslüman Boşnak’ın futbol sahası, hangar ve ormanlık alanda Sırplar tarafından öldürülmesine neden dünya müdahale etmedi Sırpların ellerine verilen ailelerimizin hiç mi yaşam 50 hakkı yoktu? . Binlerce Müslüman Boşnak’ın futbol sahası, hangar ve 51 ormanlık alanda Sırplar tarafından yok edilmiştir . 46 Röportaj: Ahmet Alibasic, Saraybosna, Haziran 2004. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. From the Editor, “Neighbours and War: Genocide in the Central Balkans”, Journal of Genocide Reseach, Routledge, (September 2006) Vol 8, N:3, ss. 249-254; Pollack, M.S., “Intentions of Burial: Mourning, Politics and Memorials Following the Massacre at Srebrenitza”, Death Studies, 27, BrunnerRoutledge, (2003), ss. 125-142 48 HACIOĞLU, a.g.e., 2008, s.205. 49 The World Bank Report, 2004. 50 HACIOĞLU, a.g.e., 2005, s.35-19. 51 HOLBROOKE,a.g.e., 1998, p.69. 47 169 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu Bosna’da yaşananların etnik temizlik olduğunu öne süren araştırmacılar yaşananların sistematik yönetilen bir eylem olduğunu göz ardı etmektedirler. Ancak Sava Nehri Havzasında yaşananlar bu eylemlerin komşular arasında spontane gelişen bir hadise olmadığını ortaya koymaktadır. Görgü tanıkları ve Đnsan Hakları Gözlem Raporlarından alınan bilgilerde bu eylemlerin planlanmış ve uzman askerler tarafından 52 yönetilme özelliği ortaya çıkmaktadır . “Bricko’ya düzenlenen bir saldırı esnasında Çetnikleri temsil eden 6 grup görev almıştır. Bir madurun 53 ifadesinde: Bize saldıranlar arasında bir tek Bricko’lu Sırp Yoktu…” Đfadesi özellikle dikkat çekmektedir. Lieberman(2006)’nın makalesinde Đnsan Hakları Gözlem Raporu: A closed Dark Place’te Foça’nın kuşatılması esnasında Sırp Devleti’nin silahlı kuvvetlerinin koordineli saldırısına yerel halkın maruz kaldığı ifade edilmektedir. Adı geçen raporda Foçalı kadınların bir evde zorla toplatıldığı ve sürekli tecavüze 54 maruz kaldıkları ifade edilmektedir . Đnsan Hakları Đzleme Raporlarına göre; Bosna’da yaşananlar, sistemik bir şekilde planlanmış ve Sırp paramiliterler tarafından uygulanmış bir etnik temizlik olarak kayıtlara 55 geçmektedir . Avrupa’nın merkezinde yaşananlar asla unutulmayacaktır. Sava Nehri kıyısında, Sava River, Brcko, Zepze, Tuzla, Zenica, Bihac and Sarajevo ve özellikle Srebrenitza’da yaşananlar barışa ve uluslararası adalete 56 leke düşürmüştür . SONUÇ Yugoslavya’nın dağılmasının ardından Balkanlar’da yaşanan buhranın etkileri özellikle Bosna ve Kosova’da kendisi soykırım olarak hissettirmiştir. Çatışmanın boyutları düşünüldüğünde, Bosna ve Kosova trajedilerinde, her ne kadar tarihi ve dini sebepler ön planda gibi görülse de, bu çatışmanın ekonomik temelleri ayrıntılı bir şekilde incelenememiştir. Alandaki araştırmalar da genellikle bu çatışmanın etnik ve dini temelleri üzerine odaklana gelmiştir. Bununla birlikte yapılan çalışmalar ve araştırmalar, çatışmanın bu nedenli bir trajediye dönüşmesinde çatışmanın nedenlerinden ziyade ‘insani amaçlı müdahale’nin zamanlamasındaki hatayı işaret etmektedir. Uluslar arası askeri müdahalenin barış sağlamadaki zamanlama probleminin de savaşın kurbanları açısından affedilir bir tarafı 52 HACIOĞLU, a.g.e., 2008,s.205. LIEBERMAN, B. (2006): “Nationalist Narratives, violence between neighbours and ethnic cleansing in Bosnia- Herzegovina: A case of Cognitive Dissonance”, Journal of Genocide Research, Vol.8, No. 3, September, p.295. 54 HACIOĞLU ( Hacıoğlu, 2008:205) 55 A Helsinki Watch Report: Human Rights Watch, 1992; 1993. 56 HACIOĞLU (Hacıoğlu, 2009:206) 53 170 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım bulunmamaktadır. Gecikmiş askeri stratejilerinin uygulanması ve ambargonun bölgede soykırıma cesaret verdiği görülmektedir Balkanlarda çatışan taraflar ancak ortak ekonomik ve sosyokültürel paydada buluşabilir ise bu çatışmanın boyutları indirgenebilecektir. Balkanlar’da uzun süreli barış ve güvenliği sağlama bir takım karmaşık metotlara bağlıdır: Yeniden yapılanma süreci, etkin devlet mekanizmasının inşası, ekonomik kalkınma, yerlerinden olmuş insanların tekrar yerlerine yerleştirilmesi (mülteciler sorunu), Uluslar arası savaş suçlularının teslimi konusunda işbirliği, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı ile mücadele, vb. Son on yılda Balkanlarda trajedinin bitmesini takiben; ekonomik önlemlerin uzun süreli barışı sağlamadaki rolünün askeri önlemlere göre daha ön planda geldiği anlaşılmaktadır. Özellikle bölge ülkelerinin enerji alanında yaptığı işbirlikleri ülkeleri birbirine daha da bağlamaktadır. Diğer tarafta ise, caydırıcı güç olan uluslar arası askeri/polis gücünün bölgedeki mevcudiyetinin devam etmesi, çatışma sonrası çevre koşullarında hayati önem taşımakta ve uluslar arası dayanışmanın bölgeye verdiği önemi göstermektedir. Çatışmaya taraf ülkelerin (conflicting parties) savaş suçlularının cezalandırılmasında tam olarak iş birliğine girmemesi, ekonomik kaynakların kullanım sorunu, sınır problemi gibi konuların gölgesinde askeri önlemler (military measures) tek başına uzun süreli barışı sağlamada yeterli olmamaktadır. Bu nedenle uluslararası hukuk çerçevesinde, uluslar arası toplum barış sürecine doğrudan katkıda bulunmalı ve çözüme kavuşmamış sorunların çözümünde hakemlik görevi üstlenmelidir. Ortak ekonomik çıkarın (common economic interest) uluslararası toplum tarafından inşa edilmesi uzun süreli barışının sağlanmasına katkı sağlayacaktır. Yeniden yapılanma ve iyileşme süreci (post-conflict reconstruction and recovery) uzun süreli istikrar ve güvenliğin sağlanmasında önemli bir rol üstlenmektedir. Bu süreç sosyal ve ekonomik ajandayı içermektedir. Bu ajandalarda, sağlık sisteminin iyileştirilmesi, ekonomik altyapının güçlendirilmesi, eğitim sisteminin geliştirilmesi, savaş suçlularının yargılanması, savaş suçlarının kompanse edilmesi, serbest piyasa ekonomisine geçişin hızlandırılması, refah düzeyinin artırılması, doğrudan yatırımların teşvik edilmesi, sınır problemlerinin çözülmesi, polis teşkilatının yenilenmesi, şeffaflığın sağlanması gibi konular yer almaktadır. Balkanlarda özellikle Bosna ve Kosova’da gelecekte yaşanabilecek potansiyel çatışmalar ise ekonomik, politik, hukuki ve sosyo-kültürel çerçevede alınacak önlemler sayesinde önlenebilecektir. Uluslararası askeri önlemler bölgede her ne kadar kısa süreli barış ve istikrarı sağlamış olsa da, uzun süreli güvenlik ve barış ortamı ancak etkin bir 171 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu yeniden yapılanma ve ortak çıkar sağlama sürecine bağlı kalmaktadır. Bu nedenle uluslararası toplum bölgede daha aktif rol oynamalı ve özellikle refah düzeyini artırıcı önlemlerin alınmasında inisiyatif sahibi olmalıdır Avrupa’nın barut fıçısı Balkanlar’da etnik gruplar arası barış, güvenliğin sağlanmasına bağlıdır. Ekonomik ve sosyal önlemlerin başarısı askeri önlemleri güçlendirecek ve güvenlik temin edilmiş olacaktır KAYNAKÇA BAFFIN, J. (1996).: “The Destruction of Yugoslavia: A Teste for Killing”, (in) The World in Conflict War Annual 7, Herndon. BIEBER, F. (2002): “Bosnia- Herzegovina: Developments towards a More Integrated State”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol 22, No.1, BĐEBER, F. (2000) “Muslim Identity in the Balkans Before the Establishment of Nation States”, National Papers, Vol 28, No. 1, BĐEBER, F. (2002), “Bosnia- Herzegovina: Developments towards a More Integrated State?”, Journal of Muslim Minority Affairs, Vol. 22, No. 1, CAMPBELL, D. (2002): “Atrocity, Memory, Photography: Imaging the Concentration Camps of Bosnia- the Case of ITN versus Living Marxism, Part 2”, Journal of Human Rights, Vol. 1, No. 2, CARMICHAEL, C. (2006): “Violence and ethnic Boundary maintenance in Bosnia in the 1990s”, Journal of Genocide Research, Vol.8, No. 3, September, COLLIER, P.(1999).: ““Doing Well out of War”: Conference on Economic Agendas in Civil Wars”, London, Aptil. COLLIER, P.(2006): “Economic Causes of Civil Conflict and their Implications for Policy”, Oxford University, DAVUTOĞLU, A. (2001), Stratejik Derinlik, Küre Yayınları DREZNER, D W. (Nov 2004), Who Rules? The Regulation of Globalization, Chicago University Press, Chicago. FIXDAL, M.ve SMITH, D. (1998): “Humanitarian Intervention and Just War” International Peace Research Institure, Oslo. GRIFFITHS, S. I. (1993).: “Nationalism and Ethnic Conflict- Threats to European Security”, Oxford Un. Press, New York. 172 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Balkanlarda Güvenlik, Çatışma ve Soykırım HACIOĞLU, Ü. (2005) “Türkiye’nin Dış Güvenliği Açısından BosnaHersek’in Önemi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Beykent Üniversitesi, Đstanbul. HACIOĞLU, Ü. ( 2008).: Tragedy in Bosnia: Documentary Film, Beykent Üniversitesi HACIOĞLU, Ü. (Autumn 2008): “The New Address of The Familiar Danger Bells: The Axis of Kosova- Bosnia”, Journal of Strategic Studies, BUSAM, Vol:1 N:2. HACIOĞLU, Ü. (2009).: “Challenging Issue of Sustainable Interethnic Peace and Security: Which Strategy Secures Best in the Balkans”, 2nd International Symposium on the Strategy and Security Studies, BUSAM, 16-17 April, Đstanbul. HAGEN, W. (1999): “The Balkans in the Mid-Eighteenth Century”, (in) Foreign Affairs, V:78, N: 4. HOLBROOKE, R. (1998), To End A War, Random House, NY. HOROWITZ, D. (April 20–21, 1998).: “Structure and Strategy in Ethnic Conflict”, Annual World Bank Conference on Development Economics, Washington. KAZGAN, Gülten. (2000), Küreselleşme ve Ulus Devlet: Yeni Ekonomik Düzen, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Đstanbul. LIEBERMAN, B. (2006): “Nationalist Narratives, violence between neighbours and ethnic cleansing in Bosnia- Herzegovina: A case of Cognitive Dissonance”, Journal of Genocide Research, Vol.8, No. 3, September, MALCOLM, N.: (1994) A Short History of Bosnia, New York. PATERSON, R., GOW, J, (1996): Alison Preston (Eds), Bosnia by Television, British Film Institute, London. POLLACK, C. E.: “Intentions of Burial: Mourning, Politics, and Memorials Following the Massacre at Srebrenica”, Death Studies, 27, Brunner Routlegde, RAMET, S.: Balkan Babel: The Disintegration of Yugoslavia from Death of Tito to Ethnic War, Westview, Boulder, (1996). SELLS, M., (1998) “ Religion, History and Genocide in Bosnia Herzegovina”, Courtright and Majzes(Der): The Religion and the War in Bosnia, American Academy of Religion, Scholars Pres, Georgia, 173 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 155-174 Ümit Hacıoğlu TURKOVICH, B. (1996) : “Bosnia and Herzegovina in the Changing World Order”, Sarajevo, Invest, VAYRYNEN, R.(1999): “Preventing Deadly Conflicts: failures in Iraq, th Yugoslavia, and Kosova” (in) Confrence preceedings of 40 annual Convention, International Studies Association, Washington, YENĐGÜN, C. VE HACIOĞLU, Ü. (2004),“ Bosna Hersek: Etnik SavaşEksik Antlaşma”, K. Đnat et al., (Der): Dünya Çatışma Bölgeleri, Nobel Yayınları, Đstanbul. YILMAZ Sait., (2006). Sevurity and Intelligence in the 21 st Century, Alfa Publications, Đstanbul, p.97-98. YILMAZ, S.(2007): National Security Report for Turkey, Beykent University, BUSAM, Đstanbul. RAPORLAR A Helsinki Watch Report: Human Rights Watch, 1992;1993 The World Bank REPORT, 2004: International Development Association, Country Assistance Strategy for Bosnia and Herzegovina Report No: 29 196-BA The World Bank: An OED Evaluation of World Bank Support , BĐH: Post-Conflict Reconstruction and the Transition to a Market Economy , Washington, 2004 Institute of Defence And Strategic Studies (IDSS), (2006), Globalization and Defense, Nanyang Technological University, Globalization and Defense Conference (15-16 March 2006). Singapore. Website: http://www.idss.edu.sg (15 Haz, 2007). ĐNTERNET www.setimes.com 174 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,155-174 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,175-194 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY NPT DAHĐLĐNDE NÜKLEER SĐLAHLARDAN ARINDIRILMIŞ BĐR DÜNYA MÜMKÜN MÜ? Dr. A. Serdar Erdurmaz∗ "Today, I state clearly and with conviction America's commitment to seek the peace and security of a world without nuclear weapons." President Barack Obama April 5, 2009. ÖZET ABD Başkanı Barak Obama’nın 5 Nisan 2009’da Prag’da açıklamış olduğu “nükleer silahlardan arındırılmış bir Dünya” için yeni bir atılım başlatacağını açıklamıştır. ABD’nin Soğuk Savaş dönemi sonrası tek kutuplu dünya lideri olarak, özellikle, nükleer silahların azaltılması, nükleer silaha sahip ülkeler ve bu silaha sahip olmayan ülkelerin üretimi konusunda gerekli sınırlamaları getirmek için var gücüyle çalışmakta olduğunu görmekteyiz. Ancak, nükleer arenada hali hazırda mevcut statü ve konuyla ilgili uluslararası anlaşmaların durumu açısından, bu çabaların Başkan Obama’nın hedefine ulaşmasına ne kadar yardımcı olabileceği konusunun mercek altına alınması gerektiği düşünülmektedir. Bu yazıda Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın mevcut çerçevesi kapsamında “nükleer silahlardan arındırılmış Dünya kurulabilir mi?” sorusuna cevap aranmaya çalışılmakta ve nasıl bir yapı oluşturulması konusunda değerlendirme yapılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması, NPT, nükleer silahsızlanma, CTBT, Kapsamlı Test Yasaklama Anlaşması. ABSTRACT In Prague April 5, 2009, President Barak Obama announced that he will launch a new attempt for a “nuclear free world”. U.S. post-Cold War period after the one-polar world as a leader, especially the nuclear arms reduction, nuclear weapons have a country and these weapons do not have a country in the production of the necessary limitations to bring out all the steps to see that we are. It seems that the USA, as a leader of one-polar world after the post- Cold War period, tries to do her best especially, on nuclear arms reduction, and disarmament and to bring the necessary limitation out on the production of nuclear weapons either by nuclear states or non-nuclear states. However, it is thought that how much of these efforts assist in achieving President Obama target would be taken under the spotlight, in terms of current status of the nuclear arena and the relevant international agreements. In this article, within the framework of the existing NPT, we are trying to answer the question of "is it possible to establish a nuclear weapons free world" and as a further step, it is assessed that what kind of modifications and structure should be done in NPT to achieve this goal. Key Words: Nuclear Non-proliferation Comprehensive Test Ban Treaty, CTBT ∗ Treaty, NPT, TÜRKSAM, Enstitü Başkanı, [email protected]. Nuclear Disarmament, Serdar Erdurmaz GĐRĐŞ 09 Ekim 2009 tarihinde ABD Başkanı Barack Obama’ya Nobel Barış 1 Ödülü verildiğini dünya basını flaş haber olarak vermiştir . Ödülün gerekçesi, ABD Başkanı’nın nükleer silahların azaltılması konusundaki çabaları ve dünya barışına yaptığı katkı olarak belirtilmiştir. ABD Başkanı Barak Obama’yı Soğuk Savaş dönemi sonrası tek kutuplu dünya lideri olarak, özellikle, nükleer silahların azaltılması ve gerek, nükleer silaha sahip ülkeler ve gerekse, bu silaha sahip olmayan ülkelerin üretimi konusunda gerekli sınırlamaları getirmek için var gücüyle çalışmakta olduğunu görmekteyiz. Ancak, nükleer arenada hali hazırda mevcut statü ve konuyla ilgili uluslararası anlaşmaların durumu açısından, bu çabaların Başkan Obama’nın hedefine ulaşmasına ne kadar yardımcı olabileceği konusunun mercek altına alınması gerektiği düşünülmektedir. Bu yazıda “nükleer silahlardan arındırılmış Dünya kurulabilir mi?” sorusuna mevcut anlaşmaların oluşturduğu statüler açısından cevap aranmaya çalışılacaktır. Bilindiği gibi, ABD Başkanı daha seçim çalışmaları sırasında nükleer silahların azaltılması konusunu ele alacağını beyanatlarında açıklamış ve bununla ilgili ilk adımı Aralık 2009’da sona erecek olan Rusya ile ABD arasında 1991 yılında imzalanmış START Anlaşmasının devam 2 ettirilmesi inisiyatifi ile atmıştır . Temmuz 2009’da Moskova ziyareti sırasında START anlaşmasının genel çerçevesi konusunda Rus 3 Başkanı Dmitry Medvedev ile mutabakat sağlandığı belirtilmiş ve Eylül 2009’da ise, Rusya’nın sorun olarak kabul ettiği Polonya ve Çek Cumhuriyetine konuşlandırılması planlanan “Füze Kalkanı” 4 tesislerinden vazgeçtiğini açıklamış, Rusya ile START konusundaki engeli kaldırmaya yönelik adımı atmıştır. Bu suretle, dünyadaki nükleer silah stokunun % 95’dan fazlasına sahip iki ülke arasında nükleer 5 silahların azaltılması konusunda ciddi bir fikir birliği sağlanmıştır . Ancak, bütün sorun Rusya ile bu konuda yapılan girişimlerle çözülememektedir. Dünyada mevcut uluslar arası nükleer platform incelendiğinde farklı statülerin mevcut olduğunu ve bu statülerin 1 HÜRRĐYET DÜNYA, “Nobel Barış Ödülü Obama’ya”, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12655804.asp?gid=229 2 Serdar ERDURMAZ, “Stratejik Silahların Đndirim Anlaşması (START) 2010 Yılı Başına Kadar Yenilenecek.”, 04 Haziran 2009, http://www.turksam.org/tr/a1688.html 3 Anya LOUKIANOYA and Miles POMPER, “Obama's Moscow Visit Highlights Both Progress and Obstacles in U.S.-Russian Nuclear Relations”, July 10, 2009 4 Serdar ERDURMAZ, “Füze Savunma Kalkanı Kapsamında Doğu Avrupa’ya Yerleştirmeyi Planladığı Sistemlerden Vazgeçme Nedeni?”, 18 Eylül 2009, http://www.turksam.org/tr/a1793.html 5 George SHULTZ, William PERRY, Henry KISSINGER ve Sam NUNN, “Toward a nuclear-Free World”, The Wall Street Journal, January 15, 2008 176 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? değiştirilememesi için bir kısım gelişmiş batılı ülkeler tarafından çaba sarf edilirken, Pakistan, Hindistan ve Đsrail tarafından delindiğini, Kuzey Kore, Đran gibi ülkeler tarafından da delinmeye çalışıldığını görmekteyiz. Peki, bu statüler hangi enstrümanla, nasıl tesis edilmiştir? Bu soruya cevap verebilmek için dünyadaki nükleer silahların kontrolü ve silahsızlanma için tesis edilmiş en önemli inisiyatif olan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına (NPT) göz atma ihtiyacı doğmaktadır. 1. NÜKLEER SĐLAHLARIN ANLAŞMASI (NPT) YAYILMASININ ÖNLENMESĐ A. NPT’nin Đki Statülü Yapısı Anlaşma 1970 yılında yürürlüğe girmiş ve 40 yıl sonra 190 üyeli bir yapıya ulaşmıştır. Anlaşmanın yapısı iki farklı statüdeki ülkelerin durumuna göre oluşturulmuştur. Ana statü, nükleer silaha sahip (nuclear states) ülkeleri içerir. Bunlar 1967’den evvel nükleer silahları üretmiş, denemiş ve gerekli stoklara, teknolojiye sahip beş ülke olan; ABD, Rusya, Đngiltere, Fransa ve Çin’dir. Bu ülkelerin dışındaki ülkeler nükleer silaha sahip olmayan (non-nuclear states) ülkelerdir. Bu anlaşmada her iki tarafa da yükümlülükler verilmiştir. Nükleer silaha sahip ülkelere bu silahları, cihazları ve/veya patlayıcıları hiçbir suretle nükleer silaha sahip olmayan ülkelere transfer etmeme, gerekli teknolojik yardım ve danışmanlıkta bulunmama yükümlülükleri 6 getirilmiştir . Nükleer silaha sahip olmayan ülkeler ise, sadece barışçı 7 nükleer enerji üretimi konusunda faaliyette bulunabileceklerdir . Ancak, bu faaliyetleri gerekli kontrol ve denetim altında yürütülmesi yükümlülüğünü taşıyacaklardır. 2000 yılındaki NPT Gözden Geçirme Konferansında silahsızlanma gereksinimlerini yerine getirmede atılması 8 gereken 13 adım konusunda mutabakata varılmıştır . Bu adımlar incelendiğinde üç ana başlık üzerinde odaklandığı belirlenebilir. Birinci önemli başlık, Kapsamlı Nükleer Testleri Yasaklama Anlaşmasının yürürlüğe girebilmesi için imza ve onayların tamamlanması öngörülmektedir. Müteakiben, nükleer silaha sahip ülkelerin tek taraflı 6 NPT, The Treaty On The Non-Prolıferatıon Of Nuclear Weapons ( NPT ), Article I,II, http://www.un.org/events/npt2005/npttreaty.html 7 The Treaty On The Non-Prolıferatıon Of Nuclear Weapons ( NPT ), Article IV-1, http://www.un.org/events/npt2005/npttreaty.html,http://www.taek.gov.tr/uluslararasi/coktarafli-andlasmalar/134-npt.html, “Bu Andlaşmanın hiçbir hükmü, ayrıcalık gözetmeksizin ve I ve II. Maddelere uygun olarak, Andlaşmaya Taraf olan bütün devletlerin, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılmasının, üretiminin ve kullanılmasının geliştirilebilmesi için ile ilgili vazgeçilmez haklarını olumsuz biçimde etkiler şekilde yorumlanmayacaktır.” 8 The Nuclear Non-Proliferation Treaty, Foreign Affairs and International Trade Canada, http://www.international.gc.ca/arms-armes/nuclear-nucleaire/npt-tnp.aspx 177 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz olarak, iyi niyetle indirime gitmeleri ve silahsızlanma üzerinde etkin bir şekilde çaba sarf edilmesi ele alınmaktadır. Diğer önemli girişimde etkin bir denetim mekanizmasının kurulabilmesidir. Görüldüğü gibi anlaşmanın ana yapısında nükleer silaha sahip olma ve olmama statüsü getirilerek, daha başlangıçta nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya yapısı göz ardı edilerek, ana hedef olarak belirlenmediği dikkati çekmektedir. Asıl amacın, kendilerinin sahip olduğu nükleer gücün muhafazası, bunun dışında başka ülkelerin bu enerjiyi kontrol etmelerine ve silah olarak sahip olmalarına mani olunması olduğu ifade edilebilir. Bu şekilde, bir nevi iki kutuplu bir yapı kurgulanmakta olduğu sonucuna ulaşılabilir. Kurgulamada korunmaya çalışılan ana statü, bu silaha sahip olan ülkelerin elde etmiş oldukları imtiyazlı statü ki; bunun diğer ülkeler üzerinde mutlak bir üstünlük sağlamakta olduğu söylenebilir. Üstelik bunların bu silahları kullanma stratejileri dikkate alındığı zaman, bu silaha sahip olmayan ülkelerin ne kadar zavallı bir durumda olduğu rahatlıkla görülebilir. Rusya ve ABD’nin nükleer silahları kullanma stratejisine bakıldığında, 9 durum şöyledir: Rusya, 1993 yılında nükleer silaha sahip olmayan ülkelere karşı her ne kadar nükleer silah kullanmama kararında olduğunu belirtse dahi; silahlı bir tecavüze karşı diğer imkânlar cevap vermede yeterli olmaz ise, nükleer silah kullanabileceğini ifade etmiştir. Yeni doktrinde “nükleer silahı ilk kullanan ülke olmayacağı” konusundaki taahhüdünden vazgeçtiğini açıklamıştır. ABD George W 10 Bush zamanındaki doktrininde , bir çatışmada nükleer silahı ilk kullanan ülke olma hakkını elinde tuttuğunu ilan etmiştir. NPT ışığı altında, nükleer silaha sahip olmayan ülkelere, nükleer silaha sahip bir ülke ile beraber saldırmadığı sürece bu silahı kullanmayacağını belirtmektedir. Her şeye rağmen, yapılan kimyasal ve biyolojik saldırıya karşı hasım nükleer silaha sahip olmasa bile, nükleer silahla mukabele edebileceğini muhtelif zamanlarda açıklamıştır. Nükleer silahlar ABD için, bir misilleme vasıtası olarak kullanılabilecektir. Nisan 2010’da ABD Yeni Nükleer Stratejisini açıklamıştır. Savunma Bakanlığı tarafından yapılan “Nükleer Görünüm Gözden Geçirme- Nuclear Posture Review” raporunda yapılan tehdit değerlendirilmesinde tehdit artık, nükleer silaha sahip ülkelerin birbirlerine karşı bu silahları kullanmasından kaynaklanmamakta fakat, aşırı uçların nükleer terörizmi ve bir kısım ülkelerin bu silahlara sahip olma çabaları olarak görülmektedir. Yeni stratejide askeri üstünlüğü muhafaza ederek, tecavüzü caydırma ve Amerikan halkının güvenliği 9 www.armscontrol.org/factsheets/russiaprofile www.armscontrol.org/factsheets/unitedstatesprofile, 10 178 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? emniyet altına alırken, nükleer silahların rolünü azaltmak istediğini açıklamıştır. Bu nedenle, ABD ve müttefiklerinin güvenliğinin sağlanmasında, daha fazla oranda konvansiyonel silah üstünlüğüne ve güçlü füze savunma sistemlerine dayanılacağını belirtmiştir. Stratejinin en önemli ve en can alıcı ifadesi ise, ABD eskiden olduğu gibi, nükleer silahları her hangi bir çatışmada ilk kullanan (first strike) ülke olma inisiyatifini hala elinde tutarken, NPT’e üye ve onun gereklerini yerine getiren nükleer silaha sahip olmayan hasım ülkelere karşı ABD’nin nükleer tehdit veya kullanımda bulunmayacağını taahhüt etmesidir. Bu suretle ABD NPT gereklerinin ve nükleer silaha sahip olmama zorunluluğunun yerine getirilmesinde yaptırıma yönelik, zorlayıcı bir enstrüman oluşturmaya çalıştığı düşünülmektedir. Bir diğer değişiklik ise kitle imha silahlarından kimyasal ve biyolojik silahların kullanılmasına karşı konulacak reaksiyona yönelik olarak yapılmıştır. Buna göre, hasım ülke ABD ve onun müttefiklerine ve ortaklarına karşı kimyasal ve biyolojik silah kullanırsa ezici bir konvansiyonel kuvvetle karşılığını alacaktır. Ancak, biyolojik silahların potansiyel olarak tehlike oluşturması halinde ABD politikasını yeniden düzenleme hakkını elinde bulundurmaktadır. Bu yeni stratejinin 2002 yılında Bush yönetimi tarafından yapılan gözden geçirmeden oldukça farklı olduğu değerlendirilmektedir. Bundan evvelki nükleer stratejisinde de, ABD bir çatışmada nükleer silahı ilk kullanan ülke olma hakkını elinde tutmaktaydı. Đlave olarak, Başkan Bush 11 Eylül saldırılarından sonra, güçlendirilmiş nükleer silah geliştirme tesislerine önceden müdahaleyi sağlayan, yeni küçük ve güçlü korunakları delici nükleer silahlar geliştirilmesi yönünde irade 11 beyan etmiştir. Yapılan değerlendirmelere göre, ABD Rusya ile yapılan anlaşmalara konu olan miktarın yarısı kadar bir nükleer envanter ile yeni stratejinin 12 gerektirdiği caydırıcılığı sağlayabilmektedir . Her ne kadar ABD yeni harp başlığı üretimini durduracağını ifade etse de, envanterde mevcut olan silahların faal olması için gerekli etkinliği göstereceğini belirtmektedir ki zaten bunlar Rusya ile birlikte Dünya’daki nükleer harp başlıklarının % 95’ini oluşturmaktadır. ABD yeni stratejisi ile NPT’e taraf olmayan veya NPT hilafına faaliyet gösteren Kuzey Kore, Đran gibi ülkelere açık bir mesaj vermeyi 11 In Sharp Turn, Obama’s New Nuclear Strategy Ends U.S. Warhead Development,http://www.brainicane.com/2010/04/06/in-sharp-turn-obamas-new-nuclearstrategy-ends-us-warhead-development/ 12 Jim GARAMONE, Review Provides Deterrence, Arms Reduction Roadmap, http://www.defense.gov/news/newsarticle.aspx?id=58628 179 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz amaçlamaktadır. Buna göre, bu gibi ülkeler eğer nükleer sevdadan vazgeçmezlerse kayıtsız, şartsız ABD’nin nükleer gücü kullanma tehdidi ile karşı karşıya kalacaklardır. Bu stratejileri incelediğimizde, her ne kadar bu iki ülke de biz bu stratejilerde değişiklik yapabiliriz deseler de, ABD ve Rusya’nın nükleer gücü bir yaptırım ve üstünlük vasıtası olarak gördüklerini açık ve seçik olarak tespit edebiliriz. Bu husus, her iki ülke ve diğer nükleer silaha sahip ülkeler tarafından sahip oldukları nükleer gücün avantajını her zaman bir baskı unsuru olarak kullanılabileceği anlamına gelmektedir. NPT’de belirlenen yapı ile nükleer silaha sahip ülkelerde “biz”, sahip olmayan ülkelerde “diğerleri” şeklinde iki farklı statü ve yükümlülükler taşıyan bir mekanizma oluşturulduğu rahatlıkla görülebilir. Bu mekanizmadaki statülerin korunması özellikle bu silaha sahip ülkelerin kontrolü altında olarak görülmektedir. B. Denetim Mekanizması Sorunu Bunun dışında, NPT’nin gereken yaptırım mekanizmasına sahip olmadığını görmekteyiz. Bu nedenle, bu güce sahip olmak isteyen ülkeler tarafından her türlü yol denenerek, anlaşma maddelerindeki yükümlülükler delinmeye çalışılmaktadır. Anlaşmanın iki statülü yapısında ikinci statüden, yani nükleer silaha sahip olmayan ülke statüsünden, birinci statüye, nükleer silaha sahip olan ülke durumuna geçme kesinlikle yasaklanmışken, gerçekte bu hususun sağlanamadığı görülmektedir. Bu konuda devletlerin anlaşmayı imzalama veya imzalamama durumuna göre, iki farklı tutumun etken olduğunu söyleyebiliriz. Birinci yaklaşım, anlaşmayı imzalamamış olan ülkelerin 13 14 15 tutumu olarak görülmektedir. Đsrail , Hindistan ve Pakistan bu konumdadırlar. Anlaşmayı imzalamadıkları için anlaşma şartlarının bağlayıcılığından korunmuş olarak, nükleer silah programı uygulamada kendilerini serbest hissetmektedirler. Bu durumda anlaşmayı imzalamış olmak, bu konuda Đran gibi barışçı olduğunu iddia ettiği programı uygulamaya çalışan ülkeler için engelleyici faktör olmaktadır. Örneğin; Đran NPT’i imzaladığı için yapmış olduğu her türlü faaliyet anlaşma hükümlerine tabi olarak değerlendirilmekte, Đsrail’in nükleer programı konusunda bir itiraz gündeme getirildiğinde onun anlaşmaya taraf olmadığı savı ortaya 13 Jason DITZ, “Israel Reacts With Shock, Dismissal at US Calls to Join NPT”, May 06, 2009, http://news.antiwar.com/2009/05/06/israel-reacts-with-shock-dismissal-at-us-callsto-join-npt/ 14 FAS, India Nuclear Weapons, http://www.fas.org/nuke/guide/india/nuke/ 15 Marvin MILLER and Lawrence SCHEĐNMAN, Israel, India, and Pakistan: Engaging the Non-NPT States in the Nonproliferation Regime, http://www.armscontrol.org/act/2003_12/MillerandScheinman 180 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? konularak, konu sonuçsuz bırakılma yoluna gidilebilmektedir. Nitekim Kuzey Kore bu açmazı hissederek, 10 Ocak 2003 yılında NPT’den 16 çekildiğini açıklamıştır . Đkinci yaklaşım tarzını ise, anlaşmayı imzalamış ülkelerin tutumlarında ortaya çıkmaktadır. Bu davranış şekli, hem nükleer silaha sahip olan ülkelerin anlaşmanın ilgili maddelerinin uygulanmasına karşı tutumlarında, hem de nükleer silaha sahip olmayan statüdeki ülkelerin anlaşma maddelerini ihlal eden uygulamalarında görülmektedir. Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silah üretmesi, arkasından Đsrail ve Güney Afrika’nın nükleer güce sahip olması, Kuzey Kore ve nihayet Đran’ın nükleer silah üretecek yeteneği kazanmaları nükleer silaha sahip ülkelerin (nuclear states) olan devletlerin anlaşmanın birinci 17 açık bir şekilde belirtilen yükümlülükleri pek maddesinde umursamadıklarını göstermektedir. Nükleer silah için gerekli bilgi ve teknoloji ile zenginleştirilmiş nükleer maddeleri ve çift kullanıma (dual use) uygun malzemeleri talep sahibi olan, ikinci statüdeki ülkelere şu veya bu şekilde transfer ettikleri gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu durumda, NPT anlaşmasının uygulanması de-facto olarak ihlal edilmiş ve anlaşmanın oturduğu ikili statü ortadan kaldırılmış ve resmen kabul edilmeyen fakat gerçekte, nükleer silaha sahip olan ülkelerin temsil edildiği ara bir statü oluşmuştur. Ortaya çıkan bu hususun otomatik olarak anlaşmayı geçersiz kıldığı değerlendirilebilir. NPT anlaşmasına ortaya koymuş olduğu kurallar ve bunlara uyulmaması halinde caydırıcılığın ana nedeni olan ihlalin getirdiği yaptırımların ülkelere yansıması açısından bakıldığında suç ve ceza açısından gerekli hukuki zeminden yoksun olduğu saptanabilir. Bunun nedenleri aşağıda belirtildiği gibi sıralanabilir. Birinci neden; Anlaşmanın şu veya bu nedenle her iki statüdeki ülkeler tarafından saptırılarak, istismar edilmesinde caydırıcı bir yaptırım olmadığı açıklıkla ifade edilebilir. ABD Başkanı Barak Obama yaptırım konusunda anlaşmanın zafiyetinin farkında olarak 5 Nisan 2009 18 tarihinde Çek Cumhuriyeti’nde yaptığı konuşmada , “NPT anlaşmasına ihlal eden ülkeye anında sonuçlarının alınabileceği yaptırımların 16 ARMS CONTROL, Arms Control and Proliferation Profile: North Korea, http://www.armscontrol.org/factsheets/northkoreaprofile Madde- I: Andlaşmaya taraf nükleer silah sahibi her devlet, nükleer silahları veya diğer patlayıcı nükleer araçları ya da bu gibi silahların veya diğer patlayıcı araçların kontrolunü, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak, kime olursa olsun, devretmemeyi, ve nükleer silah sahibi olmayan herhangi bir Devlete, nükleer silahları veya diğer nükleer patlayıcı araçların kontrolunü elde etmesi için herhangi bir şekilde yardım, özendirme veya isteklendirmede bulunmamayı üstlenir. 18 WHITE HOUSE, Remarks By President Barack Obama, Prague, Czech Republic, 5 April 2009http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-President-BarackObama-In-Prague-As-Delivered/ 17 181 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz konulmasının bir ihtiyaç olduğunu” açık bir şekilde ifade etmiştir. Bilindiği gibi uluslar arası anlaşmalarda temel husus ülkelerin kendi 19 rızası ve iyi niyetidir. Đyi niyetten ziyade , herhangi bir yaptırım uygulanmasının kabul edilmesi oldukça zor bir işlemdir. Özellikle, menfaat ilişkilerinin bulunduğu ülkelere bir diğer ülkenin yaptırım uygulaması, bireysel olarak yaptırım uygulayan ülkeye zarar vereceğinden, o ülkeler ya çekimser kalmakta veya yaptırımların uygulanmaması ve yumuşatılması için çaba sarf etmektedirler. Böyle bir uluslararası ortamda mutlak mutabakatın sağlanamaması, hedef ülke tarafından yaptırım uygulamasına karşı inançsızlığı getirmekte ve bir şekilde oyalama taktiği ile kendi bildiğini okumasına yol açmaktadır. Bunun en güzel örneği; Đran nükleer programına karşı uluslar arası arenada uygulanmaya çalışılan politikada görmekteyiz. Bilindiği gibi ABD, BM’i de yanına alarak Đran’a karşı müzakere ile başlayan ancak, Đran’ın uzlaşmaz tutumuna göre gittikçe tırmanan bir yaptırımlar silsilesi 20 uygulama stratejisi içine girmiştir . Đran uygulamakta olduğu nükleer programına barışçı amaçlarla olduğunu iddia ederek devam etmek istemektedir. Ancak, Uluslar arası Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA) denetimlerine karşı olan direnci uluslar arası arenada Đran’a karşı güven eksikliğine yol açmıştır. Başta ABD olmak üzere, batı ülkeleri ve Đsrail, Đran’ın bu programı durdurmasını istemektedirler. 2009 ilk yarısında ABD Başkanı Obama’nın yönetime gelmesi ve Đran’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin olması sırasında duraklama safhasına giren ilişkiler, ivme kazanmış ve Ekim 2009’da BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi beş ülke ve Almanya’nın katılımı ile Đran müzakereye oturmaya razı olmuştur. Đran müzakere konularını belirtirken, nükleer enerji konusu hariç demokrasi görünümü altında her türlü başlığı kapsayan bir gündem belirlemiştir. Nükleer enerji konusunun masada olmadığını ifade etmiştir. Bütün bunlara ilaveten, BM karar alması sırasında Tahran’ın güneyinde Kum kentinde, Natanz tesislerine ilave olarak ikinci bir zenginleştirme tesisinin açılacağının ilan edilmesi ve hemen sonrası, 2000 km. menzile sahip orta menzilli bir Shahap-3 ve Sejil balistik füze tatbikatları yapılması, Đran’ın bu konuda ne kadar ısrarcı olacağının bir göstergesi olarak görülmektedir. Đran “Büyük Peygamber 4” isimli askeri tatbikat ile balistik füzelerin teknik özelliklerinin geliştirilmesi yönünde çalışmalar 19 Nitekim Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Andlaşması (NPT), Md VI: Antlaşmaya Taraf devletlerin her biri, nükleer silah yarışının yakın tarihte durdurulması ve nükleer silahsızlanmaya ilişkin etkili önlemler ile sıkı ve etkili uluslararası denetim altında genel ve tam silahsızlanmaya ilişkin bir anlaşma akdi için görüşmeleri iyi niyetle yürütmeyi üstlenir. Şeklinde ifadesinde ĐYĐ NĐYETĐN esas olduğunu kabul etmiştir. 20 STRATFORT, Iran's Maneuvers as the Deadline Approaches, September 8, 2009 182 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? yapmaktadır. Açılan yeni tesisle Đran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesinin en az beş katı artacağı bizzat kurum yöneticisi Ali Ekber 21 Salehi tarafından açıklanmıştır . Salehi ilave olarak, Uluslar arası Atom Enerji Ajansı (UAEA) denetçilerinin bu ikinci tesiste gerekli incelemeyi yapmaları için bir program üzerinde çalıştıklarını açıklamıştır. Halen, Barışcı amaçlarla kullanılacak reaktörlerin yakıtlarının tedariği konusundaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için Türkiye ve 22 Brezilya’nın girişimleri ile 17 Mayıs 2010’da bir anlaşma imzalanmışsa da, Đran’ın hala zenginleştirme faaliyetlerini devam ettireceğini açıklaması, konunun Batı’yı ikna etmekten uzak, müphem bir hal 23 almasına neden olmuştur . BM Daimi Temsilcisi konumunda bulunan, Rusya ve Çin’in Đran ile ekonomik ve politik ilişkileri oldukça iyi ve ileri düzeydedir. Đran’ın son 24 çıkışları karşısında Rusya her ne kadar biraz yumuşama göstererek, batı yanlısı bir tutuma destek verdiğini ifade etmesine rağmen, Çin ile beraber Đran’a sert yaptırımlar uygulanmasına karşı bir tavır sergilemekte ve Đran’la olan ilişkilerinde ılımlı davranmaktadırlar. Nitekim Eylül 2009’da Çin’in Đran’a petrol sevkiyatına başladığına dair haberler basında yer almıştır. Bu geçen sene ABD tarafından Đran’a petrol sevkiyatına karşı konulan ambargonun delinmesi anlamına 25 gelmektedir . Rus bilim adamlarının Đran için nükleer harp başlığı üretimine yardımcı oldukları, Đsrail Başbakanı Netanyahu’nun Eylül 26 2009’da bu nedenle Rusya’ya gizli bir ziyaret yaptığı belirtilmektedir . ABD, AB ülkeleri her ne kadar aynı fikirde olsalar dahi, BM üyesi olan bu iki ülkenin değişik yaklaşımı Đran’a cesaret vermektedir. Çünkü ABD ve AB’nin uygulayacağı her türlü ekonomik ve askeri ambargo veya müdahale Rusya ve Çin tarafından delinerek ve Đran’a gerekli yardım bunlar tarafından yapılacak anlamına gelmektedir. Türkiye ve Brezilya’nın da Đran ile olan derin ekonomik ilişkilerine baktığımızda aynı durumun her iki ülke içinde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 21 Le FIGERO, 25 Eylül 2009, Nucléaire : l'Iran reconnaît construire une seconde usine, Celalettin YAVUZ, Đran’la takas anlaşması “kabul edlmedi mi?”, http://www.turksam.org/tr/a2038.html 23 IAEA and Iran, http://www.iaea.org/NewsCenter/Focus/IaeaIran/index.shtml, 7 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, Đran ve Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu, http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-turkiye_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-ortakdeklarasyonu.tr.mfa 24 Le FIGERO, 01Ekim 2009, La Russie, maillon faible du front anti-iranien, Rusya Đran Karşıtı Cephede Zayıf Halka, http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4294&pid=18 25 FINANSAL TIMES, “Çinliler Đran’a Petrol Sevkiyatına Başladı”, http://www.ft.com/ cms/s/ 0/b858ace8-a7a4-11de-b0ee-00144feabdc0.html?nclick_check=1 26 Ariel COHEN, “Are Russian Scientists Aiding Iran’s Nuclear Program?”, http://corner.nationalreview.com/post/?q=NDMzNzhiN2IzNGFmYjkxNmY0YjlmN2ViMzc4 ZDJhZWI= 22 183 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz Aynı husus Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına 27 (NPT) taraf olmayan Kuzey Kore meselesinde de gündeme gelmiştir. Özellikle, Kuzey Kore’nin enerji ve yiyecek konularında ana kaynağı 28 olan Çin’in bu ülkeyi destekler tutumu etkin tedbirler alınmasını 29 önlemiştir . Görüldüğü gibi ülkeler arası menfaat birliği bir takım güvenlik konularının göz ardı edilmesine ve çifte standart uygulanmasına neden olabilmektedir. Konuya etki eden bir diğer hususda Đsrail’in durumudur. Đsrail’de NPT’e 30 taraf değildir . Đsrail nükleer programı konusunda muğlak bir politika 31 izlemekte ve nükleer silaha sahip olduğunu kabul etmemektedir . Bununla beraber Ortadoğu’da nükleer silahı ilk kullanan ülke olmayacağını açıklamaktadır. Ancak, Fransızların yardımıyla başlayan süreçle geliştirdikleri, ciddi anlamda nükleer silah stokunun bulunduğu değerlendirilmektedir. Đsrail’in sahip olduğu nükleer silah potansiyelindeki belirsizlik ve kullanım konsepti, ABD ve diğer batılı ülkelerin Đsrail’e hoşgörülü davranışları (hypocrisy), Ortadoğu ülkeleri üzerinde Mısır ve Đran gibi ülkelerde NPT’e uymama davranışına ittiği ve kitle imha silahlarına sahip olunması yönünde önemli bir güdücü 32 faktör olduğu söylenebilir . Ancak, son zamanlarda ABD Başkanı Obama Đsrail’in de artık NPT imzalaması gerektiği konusunda gerekli imalarda bulunmuştur. Obama’ya göre, “hiçbir ülke kimin nükleer silaha 33 sahip olacağı konusunda karar verme hakkına sahip değildir” . Bu ifade ile ABD, Đsrail’in nükleer gücü konusunda aralarında imzalanmış olan 40 yıllık gizli anlaşmayı dikkate almayarak, yeni bir sürecin adımını attığı söylenebilir. Bu suretle, Mısır ve Đran’ın belirttiği gibi, neden Đsrail bu konuda müsamaha gösteriliyor da diğer ülkelere baskı uygulanıyor, itirazına bir cevap oluşturmaya çalışılmaktadır. Buna 27 NPT, Kuzey Kore 2003 yılında anlaşmadan çekilmiştir. Nuclear Non-Proliferation Treaty, http://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_non_proliferation_treaty 28 NTC, China and the North Korean Nuclear Issue, , 09.23.2003, http://www.nti.org/db/china/koreapos.htm 29 John J. TKACIK, Jr, “Does Beijing Approve of North Korea's Nuclear Ambitions?”, March 15, 2005, http://www.heritage.org/research/asiaandthepacific/bg1832.cfm. 30 NPT, Nuclear Non-Proliferation Treaty, http://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_non_proliferation_treaty 31 FAS, Nuclear Weapons, Israel Nuclear Weapons, http://www.fas.org/nuke/guide/israel/nuke/ 32 Serdar ERDURMAZ, “Ortadoğu’daki Kitle Đmha Silahları, Silahların Kontrolü ve Türkiye”,Ümit Yayıncılık, s197, ISBN:975-8572-35-0 33 Moshe DANN, “Obama's Real Agenda: Israel's Dimona Nuclear Facility”, June 16, 2009 http://www.americanthinker.com/2009/06/obamas_real_agenda_israels_dim.html at October 09, 2009 - 08:06:02 AM EDT 184 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? 34 paralel olarak Başbakan Erdoğan’da ABD’de Eylül sonunda düzenlenen G20 zirvesinde “Sadece Đran değil, Đsrail de nükleer silaha sahip. O niçin hiç gündeme gelmiyor.” şeklinde ifadesi ile Đsrail’in durumunu göz önüne sermiştir. NPT’nin geliştirilmesinde her beş yılda 35 bir gözden geçirme toplantısı yapılması kuralı getirilmiştir . Yapılan hazırlık ve gözden geçirme toplantılarına rağmen bu güne kadar gerekli mutabakatların sağlanarak, anlaşmanın uygulanmasında ülkelerden gerekli desteği elde ettiğini belirtmek oldukça güçtür. 1995 yılında yapılan gözden geçirmede, anlaşmanın 30 yıl yürürlükte kalma süresi ele alınarak, limitsiz hale getirilmiştir. Bu önemli biradım olarak görülmektedir. 2000 yılında yapılan gözden geçirmede 13 maddelik bir uygulama planı ortaya konularak, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi ve Nükleer testlerin yasaklanması konusunda somut adımlar atılmaya çalışılmış ve toplantı başarı ile sonuçlanmıştır. 2005 yılında yapılan toplantıda Đsrail’in nükleer durumu Mısır tarafından gündeme getirildiğinden ciddi münakaşalara sahne olmuş ve başarısız bir biçimde tamamlanmıştır. Bu yıl yapılan toplantıların başlangıcında ABD Temsilcisi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Đran’ı suçlayıcı konuşması, Đran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın akılcı konuşması ile karşılık bulunca ABD Đran ve benzeri ülkelere karşı taraf kazanmakta başlangıçta zora girmiş gibi görülmektedir. Ahmedinejad konuşmasında NPT nükleer silahsızlanmayı da öngörürken bu silahlara sahip ülkelerde bu yönde hiçbir somut adım atılmamakta olduğunu söylemiş ve bu şekilde bir tavır ile başarıya ulaşmanın mümkün olamayacağını vurgulamıştır. Bu silaha sahip ülkeler tarafından, devamlı bu silaha sahip olmayan ülkeler üzerinde durulmakta ve hedef alınmakta olmasının ikiyüzlü, doğru bir yaklaşım olmadığını ifade etmiştir. Bu paralelde Đsrail’in durumunu gündeme getirerek, Mısır’ın teklif ettiği “nükleer silahlardan arındırılmış bir Ortadoğu” için Đsrail’inde katılacağı bir toplantı düzenlenmesi konusunu 36 teklif etmiştir . Başlangıçta bu şekilde bir sarsıntı ile başlayan görüşmelerin oldukça zorlu geçeceği değerlendirilmektedir. Bu toplantıda da en önemli gündem maddelerinden birinin etkin bir kontrol, denetim ve yaptırım mekanizmasının kurulması için nasıl bir uluslar arası sistem tesis edilmesi gerektiğinin araştırılması olduğu bilinmektedir. 34 Ömer ÇAY, “Đsrail’in Kimyasal-Biyolojik-Radyolojik Silah Kabiliyetleri”, www.ekopolitik.org Serdar ERDURMAZ, Mayıs 2010’da Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması Gözden Geçirme Konferansı Başlayacak, 29 Nisan 2010, http://www.turksam.org/tr/a2011.html 36 Serdar ERDURMAZ, ABD’nin Nükleer Stoklarındaki Harp Başlığı Sayısını Açıklaması Ne Anlama Gelmektedir? 05 Mayıs 2010, http://www.turksam.org/tr/a2016.html 35 185 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz 2. KAPSAMLI NÜKLEER ANLAŞMASI (CTBT) TESTLERĐN YASAKLANMASI Nükleer silah sahibi olma yolunda çalışmalar yapan ülkelerin bu silahların teknolojik etkinliğini ölçmek için denemeler yapmak zorunluluğunu duydukları bir vakıadır. Bunun son örneği, Mayıs 2009’da Kuzey Kore’nin yaptığı nükleer silah denemesidir. Uluslar arası arenada nükleer silahların yayılmasının önlenmesi çabalarına bağlı olarak tesis edilen NPT’e ilave olarak, nükleer silahların test edilmesinin de yasaklanması ve bu suretle silah geliştirmesine sınırlama getirilmesi ihtiyacı duyulmuştur. Bu doğrultuda anlaşma Eylül 1996 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve aynı ay içinde 71 ülke tarafından imzalanmıştır. Bu gün 150 ülke tarafından onaylanmış, 32 ülke 37 tarafından imzalanmış, fakat onay beklemektedir . Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için 1996’daki silahsızlanma konferansına katılan 44 ülkenin onaylanmasından sonra olacaktır. Bu ülkelerden 35’i onaylamış, Çin, Mısır, Endonezya, Đran, Đsrail, ABD onaylamamış, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore imzalamamışlardır. Ayrıca, anlaşma maddelerine göre, alınan kararlar bir ülkenin milli menfaatlerine aykırı 38 ise, o ülkenin anlaşmadan çekilme hakkı vardır . Nükleer silahların yayılmasının önlenmesinde alınacak uluslar arası tedbirlerin liderliğini yapan ABD bu anlaşmayı halen onaylamamıştır. 13 Ekim 1999’da ABD Senatosu yapılan oylamada CTBT'nin onaylanmasını reddetmiştir. NPT'nin otuzuncu yılı olan 2000'de yapılan anlaşmayı gözden geçirme konferansında ABD ve anlaşmada imzası bulunan diğer devletler, belirlenmiş bulunan on üç silahsızlanma taahhüdünden ilki olan Kapsamlı Test Yasaklama Anlaşmasını (CTBT) yürürlüğe sokmak suretiyle nükleer silah denemelerini sona erdirme konusunda anlaşmaya varmışlardır. 2002'de ABD hükümeti 2000'de yapılmış olan taahhütleri, özellikle de nükleer denemelerin yapılması yönündeki küresel yasaklamayı kabul etmediğini ilan ederek NPT'nin 39 geleceğini tehlikeye sokmuş oldu . ABD’ne göre; “nükleer tehlike var olduğu sürece ABD mutlaka güçlü bir 40 caydırıcılığa sahip olmalıdır” . Zaten nükleer silahların testlerinin yasaklanması ancak yapılan silahın dikey yayılmasını, diğer bir değişle, 37 http://www.ctbto.org/ Serdar ERDURMAZ, “Ortadoğu’daki Kitle Đmha Silahları, Silahların Kontrolü ve Türkiye”,Ümit Yayıncılık, s116, ISBN:975-8572-35-0 39 Daryl G. KIMBALL, The Status of CTBT Entry Into Force: the United States, September 22, 2005 40 Kaegan McGRATH, “Battle Lines Being Drawn in the CTBT Debate: an Analysis of the Strategic Posture Commission's Arguments against U.S. Ratification”, Monterey Institute for International Studies James Martin Center for Nonproliferation Studies July 8, 2009 38 186 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? büyüklüğüne, miktarına ve gücüne ait gelişmelerine karşı bir tedbir oluşturabilir. Yoksa, teknolojik olarak silahın elde edilmesine yönelik “yatay genişlemeye” karşı çok etkili olduğu söylenemez. Örnek olarak, Hiroşima’ya atılan bomba test edilmeden geliştirilmiştir şeklindeki bir yaklaşım sergilemektedir. Ayrıca nükleer stokların güvenirliğinin sağlanması için ara testlerin yapılması elzem olarak görülmektedir. Aksi takdirde depolanan bombaların durumu ve güvenilirliğini takipte güçlükler bulunmaktadır. Ayrıca, yer altında yapılacak 1-2 kilotonluk testlerin denetim mekanizmaları tarafından tespit edilemeyeceği de 41 ifade edilmektedir . Bütün bu mazeretler dikkatle değerlendirildiğinde, nihai amacın tamamen nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyaya yönelik olmadığı görülmektedir. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi ile birlikte, atmosfer, sualtı, yer altı, uzay gibi, her türlü ortamdaki nükleer denemeyi Küresel Kontrol Rejimi sistemi vasıtasıyla sürekli gözlem altında tutulacaktır. Anılan denetim rejimi, kontrol tesislerini (global monitoring network) içeren küresel sistemden ve uluslar arası bilgi bankasından oluşmaktadır. Bilgi bankasındaki uzmanlar dünyanın herhangi bir yerinde yapılan testin monitörler vasıtasıyla tespitini müteakip, bilgi bankasında değerlendirecekler ve sonuçlarını bütün üye ülkelere yayınlayacaklardır. Eğer gerek görülürse denemenin yapıldığı mahalde denetim ve incelemeler yapılacaktır (on-site inspection). Bu sistemin dünyanın 90 ülkesinde 337 monitör tesisi ile kurulması planlanmaktadır. Hali hazırda 250 adedi hazır olan monitör devrelerinde şu anda dahi 42 gerekli veriler elde edilebilmekte olduğu ifade edilmektedir . Nükleer testlerin yasaklanması anlaşması temelde yayılmanın önlenmesinde en etkin tedbirlerden biri olabilir. Ancak, bu anlaşmayı da kayıtsız, şartsız bütün ülkeler özellikle de ABD, Đsrail imzalayarak, onaylamak zorunda olduğu düşünülmektedir. Aksi takdirde en önemli tedbir, istek olmasına rağmen uygulama iradesi olmadığı için, göz ardı edilmiş olmaktadır. Gerçekte de, Nükleer silaha sahip beş ülke ve Hindistan ve Pakistan’ın gerekli stokları olduğu için artık silahı geliştirmeye yönelik test ihtiyacı olmayabilir. Đsrail’in ise yapacağı bir testin Ortadoğu’da yaratacağı reaksiyonu göze alması mümkün görülememektedir. Dolayısıyla bu yasaklama, Kuzey Kore, Đran gibi yeni güç elde etmeye çalışan ülkelere karşı bir sistem gibi görülmektedir. ABD’nin bu şekilde bir yaklaşımla değerlendirme 41 Kaegan McGRATH, “Battle Lines Being Drawn in the CTBT Debate: an Analysis of the Strategic Posture Commission's Arguments against U.S. Ratification”, Monterey Institute for International Studies James Martin Center for Nonproliferation Studies, July 8, 2009 42 Kaegan McGRATH, “In Focus: The Comprehensive Nuclear-Test-Ban Treaty (CTBT)”, September 18, 2009, NTI Website Resources on CTBT issues 187 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz yapmasının, diğer ülkelere olumsuz yönde örnek teşkil edeceğinden kuşku duyulmaması gerekir. Çin ve Endonezya, ABD’nin anlaşmayı onaylaması durumunda kendilerinin de onaylayacaklarını, Pakistan ise Hindistan’ın onaylamasına bağlı olarak kendisinin onaylayacağını 43 beyan etmiştir . Ocak 2009’da Başkan Obama seçilmesiyle birlikte bu anlaşmanın ABD Senatosu tarafından onaylanması için elinden geleni 44 yapacağını ilan etmiştir . 5 Nisan’da Prag’da yaptığı konuşmada da bu anlaşmanın en kısa zamanda ABD tarafından imzalanacağının sinyalini 45 vermiştir . 3. NASIL BĐR NÜKLEER SĐLAHLARDAN ARINDIRILMIŞ DÜNYA: Yukarıdaki açıklamalar ışığında ABD Başkanı Obama’nın hayal ettiği nükleer silahlardan arındırılmış bir Dünya tesisinin mümkün olup olamayacağı aşağıdaki tespitlerle belirlenebilir. A. Birinci çözüm şekli, nükleer silaha resmen sahip beş ülkede dâhil olmak üzere bütün nükleer başlık, silah ve stokların imha edilerek, dünyanın tamamen nükleer silahlardan ari bir şekle getirilmesidir. 46 NPT’nin nihai amacının bu olduğu ifade edilmektedir . Nitekim Başkan Obama’da nükleer silahsız bir dünyayı arzu ettiğini açık bir şekilde 47 belirtmektedir . Obama’ya göre bu arındırma, çok uzun vadeli olacak. Nükleer silaha sahip olan ülkeler silahsızlanmaya gidecek, sahip olmayan ülkeler ise, sahip olma girişiminde bulunmayacaklardır. Nükleer silaha sahip ülkeler milli güvenlik stratejilerini belirlerken 48 nükleer silahların rolünü tedrici en aza indireceklerdir . Nükleer enerji teknolojisi ile nükleer silah yapımı teknolojisi arasında iyi niyetin dışında etki edecek bir fark olmadığı değerlendirildiğinde, ne olursa olsun sitemde kaçaklar olacağı düşünülmektedir. Bu durumda nükleer enerji tesislerinde de çok ciddi sınırlamalar ve tedbirler alınması gerekmektedir. Diğer bir değişle, halen nükleer silahlara sahip devletler 43 Anup SHAH, The US and the Comprehensive Test Ban Treaty, Global Issue, August 07, 2000, http://www.globalissues.org/article/70/the-us-and-the-comprehensive-test-bantreaty. 44 Mark HEINRICK, “Obama seen helping put atom test ban pact in force”, http://www.reuters.com/article/topNews/idUSTRE4AI3FK20081119?feedType=RSS&feed Name=topNews 45 WHITE HOUSE, Remarks By President Barack Obama, Prague, Czech Republic, 5 April 2009, http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-President-BarackObama-In-Prague-As-Delivered/. 46 The Nuclear Non-Proliferation Treaty, Foreign Affairs and International Trade Canada, http://www.international.gc.ca/arms-armes/nuclear-nucleaire/npt-tnp.aspx 47 WHITE HOUSE, Remarks By The President, May 19,2009, http://www.nuclearsecurityproject.org/atf/cf/%7B1fce2821-c31c-4560-bec1bb4bb58b54d9%7D/WHITE_HOUSE_PRESS_RELEASE51909.PDF 48 a.g.e., xxxviii 188 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? silahın nasıl yapılacağına dair know-how’ı ellerinde bulundurduklarından, istedikleri anda veya potansiyel bir tehdit algıladıkları süreçte bu silahları yeniden imal etme yeteneğini kullanmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Bütün denetim mekanizmalarını ellerinin altında bulunduran ABD, Rusya, Fransa gibi ülkeleri kim, nasıl kontrol edebilecektir? Kayıtsız şartsız nükleer teknolojiye sahip bütün ülkeleri ikna ederek, mutabakat sağlanmasının ve etkin bir denetim mekanizmasının kurulmasının son derece güç olduğu değerlendirilmekte ve bu şekilde bir yaklaşımın “olmayacak duaya amin demek” olduğu değerlendirilmektedir. Kaldı ki modern konvansiyonel silah sistemlerine yakın gelecekte sahip olacak ekonomik ve teknolojik güce sahip olamadığı öngörülen Rusya ve Çin’in bu şekilde bir arındırmayı kabul edeceğini beklemek büyük bir yanılgı olabilir. 49 Yazar Dan Brown’ın “Dijital Kale” isimli romanında belirttiği gibi , “en üst düzeyde sistemin güvenliğinden sorumlu muhafızları (Nükleer silaha sahip beş ülke) kim kontrol ve murakabe edebilecektir.” Görülen o ki, bu hal tarzının işlemesi ve tamamen nükleer silahlardan arındırılmış bir ortam yaratılması pek olası değildir. Bütün bunlara ilave olarak, NTP’nin kurgusundaki nükleer silah sahip ülke statüsünün kaldırılarak, nükleer silaha sahip bütün ülkeleri kapsayan ve nükleer silahlardan arınmayı sağlayan süreci içeren yeni bir yapının oturtulması şart olarak görülmektedir. NPT bu yapısı ile kaldığı takdirde bu amacı gerçekleştirmek için gerekli mekanizmaya sahip olmadığı değerlendirilebilir. B. Đkinci hal tarzında ise; mevcut NPT yapısı içinde belirlenen, nükleer silaha sahip (nüklear states) ve nükleer silaha sahip olmayan (non-nuclear states) ülkeler statükosuna bağlı kalan bir yaklaşımla anlaşmanın işlerliğinin sağlanmaya çalışılmasıdır. Nükleer silaha sahip ve aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinin Daimi Üyesi olan beş devlet; ABD, Rusya, Đngiltere, Fransa ve Çin’in kendilerinden başka hiçbir ülkenin bu silahlara sahip olmasına imkan vermeyecek, gerekli kontrol ve yaptırım mekanizmasına sahip bir sistem tesis etmesi zorunluluk olarak görülmektedir. Oluşturulacak uluslar arası denetim ve caydırıcı yaptırımlar mekanizması ile ülkelerin nükleer silah sahibi olmak için teşebbüste bulunamayacağı bir ortamın yaratılması arzu edilmektedir. Hindistan, Pakistan, Đsrail ve Kuzey Kore gibi ülkelerin kayıtsız, şartsız nükleer güçten arındırılması bu sistemin bekası için şart olarak öngörülmektedir. Bu düzen içinde kendilerinin de nükleer stoklarını makul seviyeye indirmeyi taahhüt etmeleri beklenebilir. ABD ve 49 Dan BRAWN, Dijital Kale isimli romanında dünyanın en gelişmiş şifre çözme sistemindeki bilim adamlarının etkinliğini ortaya koymak için “Who will guard the guards?koruyucuları kim koruyacak, kontrol edecektir” şeklinde tespitte bulunmuştur. 189 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz Rusya’nın START Anlaşmasının devamına yönelik indirim çabaları bu konuda diğer ülkelere de emsal teşkil edebilir. Bununla beraber, her şeye rağmen bu düzenin, gerçekten nükleer silahlardan arındırılmış bir ortam oluşturmakta olduğunu söylemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Nükleer silaha sahip ülkeler, diğer ülkeler üzerinde oransız (asimetrik) bir güç üstünlüğüne sahip olacaktır. Ülkeler arasında hangi anlaşma yapılırsa yapılsın, “ebedi dostluklar değil, ebedi menfaatler vardır” mottosu gereği, nükleer silaha sahip ülkelerin baskısı daima hissedilecektir. Bu durumda, diğer ülkelerin nükleer silaha sahip ülkelere yakınlaşarak kendilerini güven altına almaya çalıştıkları ve muhtelif gruplaşmalara yol açan bir konum içine girmeleri beklenebilir. Böyle bir olasılıkta, Rusya, Çin gibi büyük ülkelerin bireysel menfaatlerinin ön plana çıkabileceği göz ardı edilmemelidir. Belirli bölgelerdeki veya Rusya’nın ve Çin’in yapmaya çalıştığı gibi arka bahçeleri veya etki, ilgi sahalarında kalan ülkeleri kendi kontrol ve etkileri altına almaya çalışmaları yine Soğuk Savaş dönemine benzer çok kutuplu uzlaşmaz bir ortamın ortaya çıkmasına neden olabilir. Böylece, hem konvansiyonel, hem de nükleer silahlanma yarışının başlaması gündeme gelebilir. Aristo’nun dediği gibi; geri dönülemez “tarih tekerrürden ibarettir” gibi bir noktaya gelinebilir. SONUÇ Yukarıdaki hal tarzları incelendiğinde, Dünya’da nükleer silahlardan arındırılmış bir düzen kurmanın hayal olduğu değerlendirilebilir. Mevcut NPT yapılanması çerçevesinde, bir kısım ülkelerin bu silaha sahip olduğu ve fakat oldukça büyük indirim yapılarak, karşılıklı güven sağlamaya yönelik bir konumun oluşturulduğu ve diğer ülkelerin ise, kesinlikle nükleer silaha sahip olmalarını önleyici bir mekanizma ile bu sistemin işlevsel hale getirilebileceği ifade edilebilir. Böyle bir süreçte uluslar arası mutabakatın sağlanmasının yanı sıra, uymayanlar hakkında somut yaptırımların olduğu sistemlerin tesis edilmesi ve mevcut olanlarında güçlendirilmesi şarttır. Halen geçerlikte olan sistemleri gözden geçirdiğimizde aşağıdaki bulgulara ulaşabiliriz; George Shultz, William Perry, Henry Kissinger ve Sam Nunn dörtlüsünün Ocak 2008’de, The Wall Street Journal’da yayınlanan, “Nükleerden Arındırılmış Dünya’ya Doğru” isimli çalışmalarında ABD ve Rusya arasında START devamı anlaşmanın yapılmasının önemi üzerinde durulurken, atılacak bu adımlara diğer nükleer silaha sahip ülkelerle, nükleer silaha sahip olmayan ülkelerin dahil edilmesini, Soğuk Savaş döneminden kalma nükleer silah kullanma stratejilerinin gözden geçirilmesini ve hafifletilmesini, nükleer silah yapmaya yarayan madde ve materyalin kontrolü, teröristlerin ve yetkisizlerin eline geçmemesi için gerekli standartların sağlanmasını, CTBT’nin yürürlüğe girmesinin 190 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? sağlanması ve güvenilir bir denetim sisteminin kurulmasını, nükleer yakıt elde edilmesi ve zenginleştirmede gelişmiş nükleer ülkelerin Uluslar arası Atom Enerji Ajansı (UAEA) ile birlikte bir uluslar arası program geliştirmelerini ve kontrollü bir şekilde kullanıma sunmalarını tavsiye etmektedirler. Nitekim, Başkan Obama bu doğrultuda Nisan 50 ayı içinde “Küresel Nükleer Güvenlik Zirvesi’ ile serbest nükleer materyal ve maddelerin teröristlerin eline geçmesini önlemeye yönelik uluslar arası tedbirlerin uygulanması için girişimde bulunmuş ve nükleer 51 silah kullanma stratejisini yeniden düzenleyerek açıklamıştır. Nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, hedef olarak yüce bir dağın zirvesine ulaşmak gibidir. Halen bu dağın zirvesi eteklerden görülememektedir. Ancak buna ulaşmak ve zirvenin görülmesi için mutlaka bir rota tespit edilmesi ve uygulamaya konulmasının uygun bir yaklaşım olacağı söylenebilir. Aksi takdirde eteklerde zaman kaybetmenin maliyeti çok büyük olacaktır. Bu benzetmeden hareketle Başkan Obama’nın inisiyatifi ile başlayan bu girişimin meyvesini verebilmesi için mutlaka gerçekçi ve somut adımların atılması gerekmektedir. Bunlar: - NPT’nin statülerinin gözden geçirilerek arındırmayı koşulsuz şekilde sağlayacak yapının oturtulması olmazsa, olmaz koşul olarak görülmektedir. NPT kapsamında olduğu gibi, “nükleer silahlara sahip ülkeler” statüsü gibi bir kavram ortaya konulursa, nükleer silahlardan tamamen arındırılmış (nuclear free world) bir dünya oluşturulacağına dair bir inanç ortamı yaratmanın mümkün olamayacağı görülebilir. Öncelikle bu tür bir statünün ortadan kaldırılmasının elzem olduğu kıymetlendirilmektedir. Başlangıçta iki statülü durum ile başlayan uygulamada, Đsrail, Hindistan, Pakistan, Đran ve Kuzey Kore gibi ülkelerde arındırmanın gerçekleştirilmesi ve sonra diğer nükleer silaha sahip beş ülkenin de arındırmaya gitmesi gerçekleştirilebilir bir yol haritası olarak görülebilir. Anlaşma maddelerinin istisnasız bütün ülkelere çifte standart göstermeden uygulanması ve takip ve kontrol edilmesinin gerektiği üzerinde durulmaktadır. Đsrail gibi bir ülkeye müsamaha gösterilerek, Đran’ın programından vazgeçmesini istemenin çok akılcı bir yaklaşım olmadığı belirtilebilir. Bu konudaki rahatsızlık artık açık bir şekilde 50 Serdar ERDURMAZ, Küresel Nükleer Güvenlik Zirvesi Sonuçları, 14 Nisan 201, http://www.turksam.org/tr/a1985.html 51 Serdar ERDURMAZ, ABD’nin Yeni Nükleer Silah Stratejisi Đle Başkan Obama Kararlılığını Göstermektedir 08 Nisan 2010, http://www.turksam.org/tr/a1976.html 191 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz Türkiye, Mısır ve Đran tarafından gündeme getirilmekte ve çifte standarda son verilmesi istenmektedir. - Arındırmaya karşı olan veya daha sonra nükleer enerjiyi silaha dönüştürmeye çalışan ülkelere karşı alınacak somut caydırıcı ve karşı tedbirler açık ve net olarak belirlenmeli ve üzerinde mutabakat sağlanmalıdır. - Nükleer silahların yayılması anlaşmasının paralelinde olan CTBT gibi anlaşmaların ABD gibi lider ülkeler tarafından mutlaka imzalanması gerekmektedir. Aksi takdirde inandırıcılığının olamayacağı ve ülkeler tarafından istismara yol açmaya devam edeceği konusu gözden uzak tutulmamalıdır. Halen ABD ve Rusya arasında başlayan Start anlaşması kapsamına diğer nükleer silaha sahip ülkelerinde müdahil olması sağlanmalıdır. - BM Güvenlik Konseyi Daimi üyesi olan Rusya ve Çin’in kendi ulusal çıkarları uğruna nükleer konularda bu silaha sahip olmak isteyen ülkeler nezdinde taviz vermelerinin önüne geçecek tedbirler alınmalıdır. Sonuç olarak, NPT’nin mevcut yapısı içindeki statücü ve denetim mekanizmasından yoksun bir yaklaşımla “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya” yaratmanın ulaşılması son derece güç bir hayal olduğu söylenebilir. KAYNAKÇA ANUP Shah: The US and the Comprehensive Test Ban Treaty, Global Issue, (August 07, 2000),http://www.globalissues.org/article/70/the-usand-the-comprehensive-test-ban-treaty. ANYA Loukianova and MILES Pomper: Obama's Moscow Visit Highlights Both Progress and Obstacles in U.S.-Russian Nuclear Relations, (July 10, 2009) ARIEL Cohen: Are Russian Scientists Aiding Iran’s Nuclear Program?, http://corner.nationalreview.com/post/?q=NDMzNzhiN2IzNGFmYjkxNm Y0YjlmN2ViMzc4ZDJhZWI= ARMS CONTROL: Arms Control and Proliferation Profile: North Korea, http://www.armscontrol.org/factsheets/northkoreaprofile ÇAY Ömer: Đsrail’in Kimyasal-Biyolojik-Radyolojik Silah Kabiliyetleri, www.ekopolitik.org 192 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 NPT Dahilinde Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bir Dünya Mümkün mü? DANN Moshe: Obama's Real Agenda: Israel's Dimona Nuclear Facility, http://www.americanthinker.com/2009/06/obamas_real_agenda_israels _dim.html (June 16, 2009). DITZ Jason: Israel Reacts With Shock, Dismissal at US Calls to Join NPT, (May 06, 2009), http://news.antiwar.com/2009/05/06/israel-reactswith-shock-dismissal-at-us-calls-to-join-npt/ ERDURMAZ Serdar: Füze Savunma Kalkanı Kapsamında Doğu Avrupa’ya Yerleştirmeyi Planladığı Sistemlerden Vazgeçme Nedeni?, (18 Eylül 2009), http://www.turksam.org/tr/a1793.html ERDURMAZ Serdar: Ortadoğu’daki Kitle Đmha Silahları, Silahların Kontrolü ve Türkiye, Ümit Yayıncılık, s197, ISBN:975-8572-35-0 ERDURMAZ Serdar: Stratejik Silahların Đndirim Anlaşması (START) 2010 Yılı Başına Kadar Yenilenecek., (04 Haziran 2009), http://www.turksam.org/tr/a1688.html FAS: India Nuclear Weapons, http://www.fas.org/nuke/guide/india/nuke/ FAS: Nuclear Weapons, Israel http://www.fas.org/nuke/guide/israel/nuke/ Nuclear Weapons, FINANSAL Times: Çinliler Đran’a Petrol Sevkiyatına Başladı, , http://www.ft.com/cms/s/0/b858ace8-a7a4-11de-b0ee00144feabdc0.html?nclick_check=1 FOREIGN Affairs and International Trade Canada:, The Nuclear NonProliferation Treaty, http://www.international.gc.ca/arms-armes/nuclearnucleaire/npt-tnp.aspx HEINRICH Mark: Obama seen helping put atom test ban pact in force,http://www.reuters.com/article/topNews/idUSTRE4AI3FK2008111 9?feedType=RSS&feedName=topNews HÜRRĐYET Dünya: Nobel Barış Ödülü http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12655804.asp?gid=229 Obama’ya, IAEA: Iran, www.iaea.org/NewsCenter/Focus/IaeaIran/index.shtml KIMBALL Dary: The Status of CTBT Entry Into Force: the United States, (September 22, 2005) LE FIGARO: Nucléaire : l'Iran reconnaît construire une seconde usine, (25 Eylül 2009) LE FIGARO: La Russie, maillon faible du front anti-iranien, (01Ekim 2009), 193 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 175-194 Serdar Erdurmaz McGRATH Kaegan: Battle Lines Being Drawn in the CTBT Debate: an Analysis of the Strategic Posture Commission's Arguments against U.S. Ratification, Monterey Institute for International Studies MARTIN James Center for Nonproliferation Studies, (July 8, 2009) McGRATH Kaegan: In Focus: The Comprehensive Nuclear-Test-Ban Treaty (CTBT), NTI Website Resources on CTBT issues, (September 18, 2009), MILLER Marvin and LAWRENCE Scheinman: Israel, India, and Pakistan: Engaging the Non-NPT States in the Nonproliferation Regime,http://www.armscontrol.org/act/2003_12/MillerandScheinman NPT, The Treaty On The Non-Prolıferatıon Of Nuclear Weapons, Article I,II, http://www.un.org/events/npt2005/npttreaty.html NTC: China and the North Korean Nuclear Issue, 09.23.2003, http://www.nti.org/db/china/koreapos.htm NUCLEARNON-PROLIFERATIONTREATY, http://en.wikipedia.org/wiki/Nuclear_non_proliferation_treaty SHULTZ George, PERRY William, KISSINGER Henry and NUNN Sam: Toward a nuclear-Free World, The Wall Street Journal, (January 15, 2008) STRATFORT: Iran's Maneuvers as the Deadline Approaches, (September 8, 2009) TKACIK John J. Jr: Does Beijing Approve of North Korea's Nuclear Ambitions?, ( March 15, 2005), http://www.heritage.org/research/asiaandthepacific/bg1832.cfm WHITE HOUSE: Remarks By The President, (May19,2009) http://www.nuclearsecurityproject.org/atf/cf/%7B1fce2821-c31c-4560bec1bb4bb58b54d9%7D/WHITE_HOUSE_PRESS_RELEASE51909.PDF WHITE HOUSE: Remarks By President Barack Obama, Prague, Czech Republic, (5 April 2009), http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-PresidentBarack-Obama-In-Prague-As-Delivered/ www.armscontrol.org/factsheets/russiaprofile www.armscontrol.org/factsheets/unitedstatesprofile, www.ctbto.org/ 194 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,175-194 Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 3(1), 2010,195-215 © BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ/ BEYKENT UNIVERSITY REALĐST- (NEO) REALĐST PARADĐGMALAR ÇERÇEVESĐNDE KIBRIS SORUNUNUN ĐNCELEMESĐ Dr.Berna AKSOY 1 ÖZET 1980’ler sonrası uluslararası ilişkiler ortamında Sovyet Sosyalist Cuhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dağılması sonrası iki kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Bu siyasi değişim, uluslararası sorunların çözümünde de farklı perspektiflerin rol oynamasına neden olmuştur ve hala olmaktadır. Güç ve çıkar’ın ortaklık ettiği uluslararası ortamda, taraflı dış politika izlemenin de sona erdiği düşünülürse artık uluslararası sorunlara taraf olan devletlerin kendi amaçlarını siyasi ve ekonomik gücü oranında gerçekleştirme arzusu içinde oldukları görülür. Artık uluslararası siyasi ortam güç ve çıkar odaklı realist politikalar ile yönlendirilmektedir. Bu çalışmada, realist ve neorealist paradigmaların Kıbrıs sorununun analizinde ve çözüme katkısı üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler; Realizm, Neorealizm, Kıbrıs Sorunu, ABD The Analysis of Cyprus Problem Over the Realism and the Neorealism ABSTRACT Dual pole system was disappeared in International relations environment after 1980 upon dissolution of USSR. These political changes caused different perspectives to take part in solving international conflicts. International area has become a political arena where power and interests are partners. In this environment where Turkey’s western oriented foreign policy has been ended due to the termination of dual pole balance policy, the involved parties of international conflicts have been observed to show up their wills to realize their own interests with respect to their political and economic powers. In this work, in accordance over the solving of Cyprus conflict will be discussed and realist and neorealist paradigms will be analysized whether solving of the conflict or not. Keywords: Realism, Neorealism, Cyprus Conflict, USA GĐRĐŞ Her bir uluslararası ilişkiler teorisi, olanla-olması gereken arasında bir sentez kurar. Devletlerin aktörler olarak varlıklarını devam ettirdikleri uluslararası sistemde, devletlerarası ilişkileri düzenleyen uluslarüstü bir otoritenin varlığının pratikte olmaması nedeniyle, güç-çıkar olgusu 1 Đstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Görevlisi. [email protected]. Berna Aksoy etrafında çeşitli değişkenlerin etkisinde ilişkiler, bir süreç içinde değerlendirilmektedir. Teoriler, dünya politikasını ve devletlerarası ilişkileri anlamayı, öngörmeyi, değerlendirmeyi ve belki de en önemlisi gözlemleyebilmeyi sunabilmelidir. Bu çalışmada, uluslararası düzeyde uzun bir süreci kapsayan Kıbrıs sorununa, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Đngiltere’nin yaklaşımlarını uluslararası ilişkiler teorilerinden realizm ve neo-realizm üzerinden değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmanın temel amacı, her iki teorinin, pratikte uygulanabilme sahalarının olanla-olması gereken bağlamında aktörlerin davranış modelleri üzerinden gözlemleyebilmek ve Kıbrıs sorununun tarihsel süreci üzerinden örnek olaylarla açıklayabilmektir. 1. KIBRIS’IN DÜNYA SĐYASETĐ’NDEKĐ YERĐ F. Braudel, Akdeniz adlı eserinde “Akdeniz tarihinin kalbinde fakirlik ve yarının belirsizliği onu uzak ülkelerin katkıda bulunmalarını sağlamak, onların ekonomilerine ortak olmak zorunda bırakmıştır.“ ifadesini 2 kullanmıştır . Akdeniz, coğrafyası, kültürü, doğası, doğal kaynakları, kıtalararası ulaşıma elverişli konumu ile medeniyetlerin merkezinde olma ayrıcalığını tarihin her döneminde yaşamıştır. Kıbrıs, tarihsel süreçte hiçbir zaman topraklarında yaşayan halkının yönettiği bir ada olamamıştır. Tarih sahnesinde sürekli el değiştirmiştir. Asurlular ve Perslerden sonra Makedonyalı Đskender’e geçen ada, 395 yılında Bizans’ın hakimiyeti altına girmiştir. 1571 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında fethedilen Kıbrıs’ı, Đngiltere Osmanlı Devleti’ni Berlin konferansında destekleme sözüne karşı, 1878 yılında kiralamıştır. Rusya’ya karşı Đngiltere, Kıbrıs’ta bulunarak Osmanlı Devleti’ni sözde 3 daha iyi koruyabilecekti . Türkler ve Rumlar arasındaki çatışmaların kökeninde Đngiltere’nin adayı elde tutmak amacıyla sorun çözme girişiminde bulunmaması vardı. Đngiltere, tarihsel süreçte, Kıbrıs sorununun bir sorun olarak kalmasında başat rolü oynamıştır. Bu açıdan değerlendirirsek Đngiliz siyasetini, 1956 Süveyş krizinden bahsetmekte yarar vardır. Doğu Akdeniz siyasetinin temeli, Batılı devletler tarafından Süveyş Kanalı’nın tamamlanmasından sonra atıldı diyebiliriz. 1869 yılında tamamlanan Süveyş Kanalı’nın aynı tarihte Mısır hükümeti tarafından 99 yıllığına Batılı devletlerin ortak olduğu Kanal şirketine devredilmesiyle Đngiltere, kanalın kontrolünde Fransa’yla birlikte söz 2 3 Braudel Fernand, (1993), Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I, Ankara, Đmge Kitabevi, s.287. Sander Oral, (2005), Siyasi Tarih, Ankara, Đmge Kitabevi, s.230-231. 196 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi sahibi olmuştur. Bu şekilde, Batılı devletler, Körfez ülkelerinden petrol alıyorlardı. Đngiltere, Süveyş Kanalı’nın % 44’üne sahip olduğu 1875 yılından itibaren Doğu Akdeniz siyasetinde daha baskın ve ısrarcı bir 4 tavır sergilemiştir . Đngiltere, uluslararası siyasi ortamın getirdiği koşullarla, kimi zaman Osmanlı yanında kimi zaman Osmanlı’ya karşı fakat her zaman ekonomik çıkarları doğrultusunda akılcı yöntemler üzerinde diplomasi yürütmüştür. Đngiltere, bir sömürge imparatorluğu olarak hüküm sürdüğü toprakların doğal kaynaklarını sömürerek 1800’lü yıllarda ekonomik gücünün zirvesine ulaşmıştır. 1800’lü yıllarda Đngiliz politikası, Akdeniz ve Ortadoğu ticari bölgelerini kontrol altında tutmak amacını taşıyordu. Süveyş Kanalı, Đngiltere için sömürgelerinden aldığı malları hem ekonomik hem de hızlı bir şekilde kıta Avrupa’sına ulaştırabileceği bir yoldu. Ayrıca Kanal’ın kontrolü, petrol ürünlerinin de aynı şekilde rahatlıkla taşınmasını sağlamaktaydı. Đngiltere, o dönemde dünyadaki kaynakların büyük bir kısmını elinde tutarken, dünya savaşları ve milliyetçilik akımlarının ortaya çıkmasıyla sömürge milletlerinin birer birer bağımsızlık ilan etmeleri, Đngiltere’nin de dönemin güçlü devletleriyle birlikte taraflı bir siyaset takip etmesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu siyasetin sonucunda da Süveyş krizi patlak vermiştir. 1955 yılında Süveyş Kanalı’nın Mısır hükümeti tarafından millileştirilmesi ve sonrasında çıkan Süveyş krizinde, Rusya ve Đngiltere-Fransa sürtüşmesi sonucu Đngiltere, ABD’nin de karşı çıkması nedeniyle daha fazla ileriye gitmeye cesaret edememiştir. ABD ve Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş döneminde ilk defa uluslararası bir krizde ortak hareket etmişlerdir. Çünkü ABD, Süveyş krizinin Đngiltere ve Fransa yüzünden daha büyük bir çatışmaya; bir Doğu-Batı 5 blokları çatışmasına dönüşmesinden endişe ediyordu . Ayrıca, ABD, Đngiltere ve Fransa’nın emperyalist tutumlarının bölgedeki petrol yataklarına hükmeden Arapların tepkisini çekmesi nedeniyle onların Sovyet Rusya’ya yaklaşmalarını kabul edemezdi. Đngiltere, Süveyş krizi sonrası uluslar arası sistemde sömürgeler imparatorluğu olmanın getirdiği gücü zayıflamıştır. Bu tarihten sonra Đngiltere, uluslararası siyasetinde özellikle askeri harekâtlarında BM aracılığıyla ve ABD’nin desteğiyle hareket edecektir. 4 Armaoğlu, Fahir, (1993), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990), Ankara, Türkiye Đş Bankası Yayınları, s.202. 5 Sander Oral, a.g.e., 2005, s.301-305. 197 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy Süveyş krizi sonrası bölgede 1881’den beri varolan Đngiliz egemenliği ortadan kalkmıştır. Đngiltere’nin petrol kaynaklarına uzak olması ya da uzak durması ulusal dış politikasıyla bağdaşmayan bir unsurdur. Kriz sonrası Đngiltere, Orta Doğu bölgesinde itibar kaybetmiştir. Dönemin Đngiltere Başbakanı Anthony Eden istifa etmek zorunda kalmıştır. 1955 yılında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi, başta Đngiltere olmak üzere bölgeden ekonomik kazanç elde eden diğer devletlerin de hüsrana uğramalarına neden olmuştur. Bunun yanısıra Đngiltere ve Fransa’nın Süveyş krizinde başarısız olmaları, her iki devletin Orta 6 Doğu Bölgesi’nde emperyalist politikalarının bir sonucu olmuştur . Artık dünyada başka devletlerin topraklarına ait doğal kaynakların zor kullanılarak sahiplenilemeyeceği görülmüştür. Dönemin Alman Başbakanı Konrad Adenauer bu gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu: “Fransa ve Đngiltere artık hiçbir zaman ABD ve Sovyetler Birliği ile kıyaslanacak bir güç olmayacaklardır. Almanya da olamaz. Bu ülkeler için dünyada etkili bir rol oynamanın tek yolu Birleşmiş Avrupa’yı 7 kurmaktır.... Kaybedecek zamanımız yok .” Bu tarihten sonra Fransa ve Almanya öncülüğünde kurulacak olan Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1973’te Đngiltere’nin de katılmasıyla hem ekonomik hem de siyasi açıdan güçlü bir kıta Avrupa’sı hedeflemiştir. 1956 Süveyş krizinde ABD’nin Đngiltere’nin yanında yer almaması sonucu Đngiltere, bölgedeki etkinliğini yitirmekle kalmadı; ayrıca ABD olmadan askeri harekâtlara tek başına karar veremeyeceğini anladı. Bundan sonrası uluslararası sistem, kıta Avrupa’sından ABD-Sovyetler Birliği eksenli, iki kutuplu sistem (bipolar system) ya da Soğuk Savaş olarak adlandırılan yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemi uluslararası ilişkilerin sebep-sonuç ilişkisi bakımından realist paradigma ile ilişkilendirmek, Kıbrıs sorununun günümüze dek bölgesel bir sorun olarak kalmasını açıklamakta fayda sağlayacaktır. 2. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMĐ ÖNCESĐ VE REALĐZMĐN DOĞUŞU 19. yüzyılda, Avrupa devletlerinin sömürgecilikle dünya ekonomisine ve uluslararası siyasete yön verdikleri dönemde, siyaset alanı yalnız Avrupa kıtası idi. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri başta Đngiltere olmak üzere Avrupalı devletlerin sömürgeler yoluyla elde ettikleri doğal kaynakların ekonomik ucuzluğu ve sanayii devriminin 6 Öymen, Onur, (2002), Silahsız Savaş (Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi), Đstanbul, Remzi Kitabevi, s.115-117. 7 Kissinger Henry, (1998), Diplomasi, Ankara, Đş Bankası Yayınları, s.517. 198 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi gerçekleşmesi ve mamul madde üretimi ve dünya ihracatının % 22.9’unun Đngiltere’nin elinde olması, uluslararası siyaseti de kıta 8 Avrupa’sına çekmiştir . Uluslararası ilişkilerde ekonomik ve teknolojik güç, siyasi kazanımların elde edilmesinde belirleyici olmuştur. 19. yüzyılda Đngiltere başı çekmekteyken, 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri % 32 payla dünya mamul madde üretiminde birinci sırada, % 13.6 payla da 9 Đngiltere ikinci sırada idi . 1918’de I. Dünya Savaşı sona erdiğinde, ulusçuluk, milliyetçilik akımlarıyla sömürgeler, bağımsızlıklarını kazanma peşine düşmüş ve Avrupalı devletlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Savaş sonrası, ABD ve Đngiltere, barışın korunmasına yönelik çabalarıyla uluslararası ilişkilere yeni bir açılım getirmişlerdir. Savaş sonrası ortam, her iki devletin kendi lehine gelişen barışçıl ve statükocu bir anlayışı devam ettirme amacında olmaları sonucu dünya siyasetinde idealizm kavramı ortaya çıkmıştır. Đdealizmin ortaya çıkışında, I. Dünya Savaşı sonrası, kıta Avrupa’sının felaket halinin bir daha yaşanmaması amaçlanmıştır. Bu felaketin nedenlerini sorgulayarak, gelecekteki uluslararası ilişkileri düzenleyecek yeni sistemin araçlarının neler olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Çıkarılan dersler sonucu idealist paradigma ortaya çıkmıştır. Bu çıkarılan derslerde; özellikle savaşın ortaya çıkışında ülkelerin “yetkici-baskıcı” yönetimlerle idare edilmeleri ve dolayısıyla liderlerinin demokratik sorumluluklarının olmamasının yanısıra anlaşmazlıkların artmasını önleyecek uluslararası mekanizmaların azlığının ve yetersizliğinin de gelişmelerde önemli rol oynadığı 10 vurgulanmıştır . Đdealizm, ABD Başkanı Wilson’un 14 ilkesi, dünya barışının korunmasında, statükonun devamlılığında etkili olmuşsa da süreklilik gösterememiştir. Her ne kadar I. Dünya Savaşı sonrası uluslararası barış ortamının oluşturulması ve korunmasında dünya kamuoyunun desteği ve “açık diplomasi” anlayışıyla, uluslararası ilişkilerin şeffaflaştırılması benimsenmiş olsa da, uluslararası ilişkileri etkileyen, uluslararası sisteme yön veren birden fazla değişkenin varlığı yadsınamazdı. Bu durum, 1929 yılındaki ekonomik buhranı hazırlayan 8 Kennedy Paul, (1991), Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Ankara, Đş Bankası Yayınları, s.235. 9 Kennedy, a.g.e., 1991, s.235. 10 Eralp, Atilla, (1997), Devlet Sistem ve Kimlik, Đstanbul, Đletişim Yayınları, s.61. 199 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy ekonomik istikrarsızlıklar, Milletler Cemiyeti’nin barış ortamını korumakta bir “üst otorite” olarak etkili olamaması, hızla Avrupa’yı ve dolayısıyla dünyayı II. Dünya Savaşı’na sürüklemiştir. 1934’de Đtalya’nın Habeşistan’ı işgali ile çöken Milletler Cemiyeti sonrasında, fakirlik ve işsizliğin artması totaliter yönetimlerin birer umut olarak görülmesine 11 neden olmuştur . Artık devletlerin ekonomik istikrarsızlıklarla mücadele ettiği 1930’larda, devletlerin çıkarlarını temel aldıkları bir kaos ortamı sonucu, 1939’da II. Dünya Savaşı çıkmıştır. Kıta Avrupa’sında tekrar ortaya çıkan savaş hali, idealizm yaklaşımının uluslararası ilişkilerde geçerliliğini sonlandırmıştır. Đdealizme getirilecek eleştirilerin başında belki de devletlerarası ilişkilerin düzenlenmesinde “üst otorite” ve barış ortamının korunmasında “yaptırım” sorununun olması gelmektedir. Çünkü devletler, yalnız barış ortamının korunması için uymak zorunda oldukları kuralları, ihlal etmeleri ve herhangi bir yaptırımla karşılaşmamaları durumunda dış politika çıktılarını belirlemede hem iç hem de dış etkenlerden gelecek birden çok değişkenden bildirim alırlar. Dolayısıyla idealizmin belirttiği gibi yalnız “dünya barışı”nı korumak adına devletlerarası ilişkilere endeksli dış politika çizgisi oluşturmak devletler açısından mümkün değildir. Tüm devletler eşit egemen aktörlerdir, devletlerin üstünde devletler için bağlayıcı bir otorite kurmak ancak ahlaki normlar temelinde olabilir. Bu 12 normların işlevi de, yaptırımlarla ilişkilendirilebildikleri sürece olabilir . Ahlaki normlar, devletlerin güvenlik ihtiyacı nedeniyle güç elde etme peşinde olmaları sonucu pratikte uygulanamamaktadır. Dolayısıyla II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası ilişkiler, savaş olgusunu güç kavramı etrafında açıklayan yeni bir teorinin etrafında şekillenmiştir. Bu teori realizmdir. 1945 sonrası savaş nedeniyle zenginleşen tek ülke ABD olmuştur. Kıta Avrupasına uzak olması ve dünya altın rezervlerinin üçte ikisine sahip olması ABD’yi süper güç haline getirmiştir.(Kennedy,1993;432) Bununla birlikte devletlerin çıkarları dengesinde şekillenmeye başlayan uluslararası ilişkilerde, ABD ekonomik ve nükleer gücünü de arkasına alarak güç merkezli bir politika izlemeye başlamıştır. ABD’nin ekonomik gücünün askeri güce dönüşmesi ve savaş boyunca hava egemenliği kurması, savaş sonrası tek merkezi güç olmasının da önünü açmıştır. Savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliği, ABD’nin karşısında bir güç 11 Brzezinski Zbigniew, (2000), Büyük Çöküş, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Yayınları, s.9. Çaman, Efe, (2007), “Uluslararası Đlişkilerde (Neo)Realist Paradigmanın Almanya’daki Gelişimi ve Evrimi: Kindermann ve Münih Okulu”, USAK Yayınları, s.40. 12 200 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi olarak ortaya çıkacak ve güç mücadelesi, güç dengesini gerektirecek ve siyasi çıkarlar güç dengesinin temelinde seyredecektir. Realizm teorisi; iki kutuplu dünya düzeni sonrasında özellikle ABD’nin uyguladığı uluslararası ilişkileri temel çıkarlar odağında gören bir teoridir. Realizm, devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul ederek, uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletlerarası 13 mücadele süreci olarak görmektedir . Çünkü devletler, dış politikada güç ve çıkar peşindedirler. Devletleri savaşa zorlayan nedenlerin başında da güvenlik ikilemi gelmektedir. Realistlere göre, eğer savaş 14 ulusal çıkarın korunması için gerekliyse yapılmalıdır . Burada kendini savunma ve ulusal çıkar kavramı, geniş bir çerçevede ele alındığından realizmde emperyalizme meşruluk sağlanmaktadır. Çünkü bir devletin ulusal çıkarı başka bir devletin güvenliğini ve geleceğini tehlikeye atabilir. Dolayısıyla ulusal çıkar, bir devletin kazancı olurken bir diğerinin kaybına neden olmaktadır. Realizm, ilk defa ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme politikası”nın 15 yaratıcılarından olan George Kennan tarafından dile getirilmiştir . Bu çevreleme politikasına göre ABD’li siyaset bilimciler, Avrupa’dan Pasifik kuşağına kadar olan bölgeyi bir güvenlik ağına almak gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu güvenlik ağının en önemli iki devleti de Yunanistan ve Türkiye olacaktı. Sovyetler’in devlet politikası olan sıcak denizlere inme hayalinin önüne ABD, bu şekilde geçmiş olacaktı. Fakat bir yandan ABD’nin egemen güç olma arzusu, diğer yandan SSCB’nin ABD karşısında yeni bir ekonomi modeliyle ayakta durma çabası, uluslararası sorunlarda devletlerin taraflı davranması sonucunu getireceği endişesi ve yeni bir dünya savaşının önüne geçmek amacıyla uluslararası düzeyde beş büyük devletin öncülüğünde 1945’te Birleşmiş Milletler’in (BM) kurulmasına neden olmuştur. Fakat BM, uluslararası sorunların, çözüm sürecinde Doğu ve Batı Bloku odaklı diplomatik mücadelenin yapıldığı bir dış politika ortamı halini almıştır. Realizm, 1970-1990 yılları arası dönemde uluslararası sistemde devletlerin davranış modellerini açıklamak konusunda yetersiz kalmıştır. Daha önce idealizmde belirttiğimiz gibi devletlerin dış politika çıktılarını belirlemede nasıl bir üst otoritenin varlığıyla ahlaki normlar temelinde devletlerin davranışları kontrol edilemez ve devletlerin üst 13 Clogg, Richard, (1997), Modern Yunanistan Tarihi, Đstanbul, s.91-95. Arı Tayyar, (2004),Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Đstanbul, Alfa Yay., s.165. Arıboğan Deniz Ülke, (1998), Kabileden Küreselleşmeye, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, s173. 14 15 201 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy otoriteye bağlılığı pratikte uygulanamaz ise, realizmde de devletlerin davranış modellerini güç ve çıkar çatışması ekseninde açıklamamız 16 mümkün değildir . Çünkü güç ve çıkar temelinde dış politika çıktılarının belirlenmesi, uluslararası ilişkilerin süreç içinde devamlılığının da önüne geçmektedir. Bu durumda ya sürekli savaş hali ya da sürekli güçlünün hükmettiği pasif devletlerarası ilişkiler olacaktır. Dış politikanın belirlenmesinde ya da devletlerin davranış modellerini açıklamakta, dış etkenler tek belirleyici olmamaktadır. Bunların dışında ulusların kültürel ve uygarlık çevresi içindeki insan davranışlarının bazı değişmez nitelikleri de gözönünde 17 bulundurulmalıdır . Bu durumda realizm, idealizm gibi koşulların değişmediği, çeşitli değişkenlerin devletlerin davranış modellerini etkilemediği tek bir değişkenin devletlerarası ilişkileri etkilediği (idealizm açısından üst otorite, realizm açısından güç-çıkar çatışması) teorilerin değişen siyasi koşullara cevap verememesi sorunuyla karşılaşılmıştır. Bu konuda uluslararası ilişkilerde bir örnek olay olarak Kıbrıs sorununu inceleyebiliriz. 3. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMĐ REALĐST PARADĐGMA TEMELĐNDE KIBRIS SORUNU ABD, 1945’te NATO’nun kurulmasına öncülük ederek bölgesel düzeyde sınırları çizmiş oldu. ABD’nin Akdeniz ülkelerinden Yunanistan ve Türkiye üzerinden başlayan Doğu Bloku karşıtı politik tutumu, özellikle bölgesel bir sorun olan Kıbrıs, SSCB’nin bölgesel düzeyde Doğu Avrupa devletlerini kendi oluşturduğu Doğu Bloku’nda tutma çabasıyla her iki bloğun güçlerinin sınandığı, güç çatışmasında değil güç dengesinde devam eden bir sorun olmuştur. Çünkü güç çatışması, savaş ortamını, güç dengesi ise uluslararası ilişkilerin devamlılığını sağlamaktadır. 1955-1980 yılları arası dönemde Kıbrıs sorunu, BM çerçevesinde çözümlenmeye çalışılmıştır. ABD’nin realist kökenli politikaları, çoğu zaman uluslararası sorunların çözümünü lehine değiştirmek amacını gütmüştür. Kıbrıs’ın uluslararası bir sorun haline getirilmesi,1954 yılında Yunanistan’ın BM’ye başvurarak Kıbrıs’a self-determinasyon (kendi 18 kaderini tayin) hakkının verilmesini talep etmesiyle başlamıştır . Fakat 16 Waltz, Kenneth, (2003), “Realist Thought and Neorealist Theory”, Journal Of International Affairs, s. 26. 17 Çaman, a.g.e., 2007, s.43. 18 Sönmezoğlu Faruk, (1989), Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Đstanbul, Filiz Kitabevi, s. 227. 202 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi BM Genel Kurulu konuyu ele almayı kabul etmemiş ve bu talep geri çevrilmiştir. Yunanistan’ın Kıbrıs’ı öncelikle uluslararası bir sorun haline getirerek uluslararası kamuoyundan destek beklemesi ve bu politikanın ardında kendi kaderini tayin etme gibi haklı bir nedeni göstermesi, başta Kıbrıs’ın Đngiltere sömürgesinde olması nedeniyle Đngiltere’yi rahatsız etmiştir. Adadaki statükonun bozulması endişesi, ABD ve Đngiltere’nin SSCB’ye karşı Doğu Akdeniz’in ve Ortadoğu Bölgesi’nin güvenliği için önemli bir coğrafi konumda bulunan Kıbrıs’ın elde tutulması üzerine 19 politikalar üretmesini zorunlu hale getirmiştir . Yunanistan ve Türkiye’nin Batı Bloku’nun Avrupa’nın askeri güvenliğini sağlayan iki üye devlet olması, Soğuk Savaş ortamının güç dengesini, statükosunu korumak bakımından da Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü çözümünü getirmiştir. 1954-1961 yılları arası Soğuk Savaş döneminin yoğun atmosferinde ABD, Kıbrıs sorununun Yunanistan ve Türkiye arasında NATO çerçevesinde çözümlenmesi taraftarıydı. Bunun en önemli nedeni; ABD’nin iki NATO üyesi ülke arasındaki Kıbrıs sorununun, ABD’nin Soğuk Savaş stratejisine zarar verebileceği düşüncesiydi. Fakat sorunun nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda adada bulunan iki farklı kimlikteki Rum ve Türk toplumları ve her iki toplumun hamisi olan 20 Yunanistan ve Türkiye ABD’den farklı politik yaklaşım içindeydiler . Yunan hükümeti, 1957 yılı BM görüşmelerinde iç etken olarak ulusal kamuoyunun ABD karşıtı tutumu ve sosyalist eğilimini kullanarak Yunanistan’ın SSCB’nin etkisine girme ihtimali ile ABD’yi tehdit ederek 21 Kıbrıs’ın Rum yönetimi altına girmesini kabul ettirmeyi amaçlıyordu . Türkiye o dönemde Đngiltere’nin önerisiyle “taksim”den yana olduğunu her fırsatta ifade ediyordu. Dönemin Đngiltere Başbakanı McMillan, Kıbrıs’la ilgili Đngiltere politikasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Bizim esas amacımız Bağdat Paktı ve genel olarak Yakındoğu’nun ve Basra 22 Körfezi’nin savunması için hava üssüne sahip olmaktır.... ” McMillan, Đngiltere’nin Kıbrıs’ı bir hava üssü olarak kullanmak amacını güttüğünü resmen açıklamıştır. Đngiliz ve Amerikan dış politikalarının statükocu ve güç-çıkar hegemonyası temelinde belirlenmesi, Kıbrıs sorununun çözümünü de zorlaştırmaktaydı. Kıbrıs’ta yeni bir devlet kurulması, uluslararası ilişkilerde yeni bir aktör demekti. 19 O’Mailley Brendan- CRAIG Ian, (1999), The Cyprus Conspiracy, NY, I.B. Tauris, s.3. Sönmezoğlu, a.g.e., 1989, s.359. Esenbel Melih, (1993), Ayağa Kalkan Adam, Ankara, Bilgi Yayınevi, s.67-69. 22 Esenbel, a.g.e., 1993, s.106. 20 21 203 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy Đngiltere, adadaki üslerini korumak amacıyla, taraflardan birinin memnuniyetsizliği durumunda acil toplantılar düzenlemeyi görev haline getirmişti. Statükoyu korumak adına taraflararası gerginliği ortadan kaldırmak için yapılan müzakerelerin sonuçsuz kalması, adada iki toplum arasında da huzursuzlukların artmasına neden olmaktaydı. 1960 yılında Londra ve Zürih Antlaşmaları’yla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, bir açıdan adadaki statükonun korunması amacıyla Đngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğü güvencesindeydi. Gerek Đngiltere ve gerekse ABD, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı “çevreleme politikası” ile, hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin isteklerini kendi çıkarları doğrultusunda dikkate almayı ve olabildiğince taraflara Kıbrıs konusunda eşit davranmayı öngören bir tutum sergilemişlerdir. Realist düşünürlerden Kennan, önerdiği SSCB’yi çevreleme politikasıyla (containment policy) ideolojik unsurlara değil stratejik unsurlara ağırlık verilmesini önermiştir. Kıbrıs sorununda çevreleme politikasının bir gereği olarak da adadaki Đngiliz üslerinin stratejik önemi nedeniyle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Londra ve Zürih Antlaşmaları’nda Đngiliz toprağı olarak kabul edilmesi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gerçek bir devlet olma niteliğini de zedeleyici olmuştur. Ayrıca Soğuk Savaş dönemi Türkiye ve Yunanistan’ın yer aldığı Batı Bloku’nun SSCB ve Doğu Bloku’na karşı güç dengesini korumak amacıyla ABD’nin ve Đngiltere’nin adada bir devlet kurulmasına öncülük etmeleri, adanın stratejik konumu nedeniyle adayı Batı Bloku olarak kontrol edebilmenin yasal temelini oluşturmuştur. 21 Aralık 1963 tarihinde ortaya çıkan Kıbrıs’taki “Kanlı Noel” katliamı, adadaki Rum ve Türk toplumlarının tek bir devlet çatısı altında fazla kalamayacağının göstergesi olmuştur. 1963 Londra Konferansı ile taraflararasında bir anlaşma sağlanmaya çalışılmış ve BM’nin on bin 23 kişilik Barış Gücü’nün adadaki asayişi sağlaması kararı alınmıştır . Fakat konferans sonrası Kıbrıslı ayrılıkçı Rumlar, Şubat 1964’te Limasol’da kanlı katliamlarına devam etmişlerdir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Başbakanı Makarios’un Nisan 1964’te Đttifak Antlaşması’nı feshettiğini açıklaması artık Kıbrıslı Türklerin adada yasal bir güvencelerinin kalmadığını da göstermiştir. Bu durum aynı zamanda adadaki statükonun tehlikeye girmesi demekti. Türkiye’nin, bu gelişmeler karşısında harekat planı hazırlıkları yapmaya başladığı günlerde, ABD Başkanı Johnson’ın Başbakan Đsmet Đnönü’ye gönderdiği bir mektup, ABD-Türkiye ilişkilerinin dönüm noktası 23 Öymen, a.g.e., 2002, s.441. 204 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi olmuştur. Mektupta, Johnson, açıkça Türkiye’yi Kıbrıs’a müdahale etmesi durumunda, SSCB’nin Türkiye’ye saldırması ihtimali sözkonusu olduğunda, NATO üyesi bir ülke olsa da ABD müttefiki olarak yalnız 24 bırakılacağını bildirmiştir . Đnönü, mektuba 13 Haziran’da cevap vermiş ve NATO’ya üye her devletin antlaşmaya göre herhangi bir saldırıya uğraması durumunda bu devlete yardım etmenin bir zorunluluk olduğunu belirtmiştir. Bu mektupla ilgili ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger, Johnson’ın üslubunun yanlış olduğunu ve NATO’nun kuruluş amacının herhangi bir saldırıya karşı değil, ABD dahil üye devletlerin güvenlik çıkarları olduğunu ifade etmiştir. Kissinger, bu mektuptaki ifadeleriyle, Johnson’ın, NATO’yu sanki ABD’nin arzu ve isteklerinin bir vasıtası haline getirmesinin Türkiye gibi müttefik bir ülkede yarattığı derin güvensizlik nedeniyle hiç de başarılı 25 bir diplomasi olmadığını vurgulamıştır . Çünkü ABD’nin realist yaklaşımının, güç-çıkar dengesinde dahi gözardı ettiği bazı unsurlar vardı. Bunların başında devletlerin başındaki hükümetlerin ulusal kamuoyunun taleplerini dikkate almak zorunda olması, tarihsel ve kültürel geçmişten gelen devletlerin davranış modellerinin değişmez nitelikleri gelmekteydi. Özellikle Kıbrıs sorununda ABD-Đngiltere açısından sorun güç-çıkar çatışması temelinde ele alınırken, Türkiye ve Yunanistan arasında ise, geçmişten gelen ve farklı kimlik özelliklerinin yansıttığı hem kamuoyunun hem de hükümetlerin değişmez nitelikteki 26 davranış modelleri sorunun gidişatını belirlemekteydi . Realist paradigma, iç siyaset ve dış siyaset ayrımı yaparak uluslararası sistemdeki değişimin incelenmesini de zorlaştırmaktadır. 4. KIBRIS SORUNUNDA REALĐZMDEN NEOREALĐZME ELEŞTĐREL BAKIŞ Kıbrıs sorununun realist politikaların uygulanma sahası açısından başarılı olamadığı tartışılırken, uluslararası sistemde II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Bağlantısızlar Hareketi∗’nin Kıbrıs sorunu 24 Sönmezoğlu Faruk, (1995), ABD’nin Türkiye Politikası (1964-1980), Der Yayınları, s. 1995. Kissinger Henry, (1999), Years of Renewal, Touchstone, New York. s.201. 26 Çaman, a.g.e., 2007, s.43. ∗ Bağlantısızlar Hareketi: Uluslar arası politikada II. Dünya Savaşı’ndan sonra Hindistan, Yugoslavya ve Mısır gibi devletlerin başını çektiği yüz kadar devletin benimsediği, doğu ve batı bloklarıyla ideolojik ve siyasi yakınlaşmadan kaçınma politik hareketidir. 1970’li yıllarda Soğuk Savaş’ta yumuşama(detant) dönemine girilmesi, hareketin üye sayısının artmasıyla BM Genel Kurulu’nda daha fazla söz sahibi olmaları uluslar arası sorunlara BM yaklaşımında bu hareketin alınan kararlarda etkinliğini arttırmıştır. 25 205 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy yaklaşımından bahsetmekte yarar vardır. Bağlantısızların, Kıbrıs sorunuyla ilgisine gelince, adanın Đngiliz sömürgesinde olması ve daha sonra Kıbrıslı Rumların lideri Makarios’un adadaki sömürgeci Đngiltere’den kurtulmak amacıyla Bağlantısız devletlerin de yer aldığı BM Genel Kurulu’na self-determinasyon talebiyle Kıbrıs’ın bağımsızlığı için başvurması, Bağlantısızların da BM kararlarında etkili olmalarıyla sonuçlanmıştır. Özellikle 1963 ve 1975 yılları arası BM’de Kıbrıs sorunuyla ilgili alınan kararlarda, Bağlantısızların Rum toplumu yanlısı 27 bir çizgide oldukları görülmektedir . Bağlantısızların Rum toplumu tarafında yer almalarının birincil nedeni; Kıbrıslı Rumların Đngiliz sömürgesine karşı başkaldırması ve aktif olarak bağımsızlık talep etmeleri, buna karşın Kıbrıslı Türklerin başta Đngiliz yönetimi yanında yer almaları ve pasif kalmaları; ikincil neden ise, 1954-1962 yılları arası Cezayir’in Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesinde, Türkiye’nin Fransa yanında yer alması, Yunanistan’ın 28 ise bu konuda Cezayir’e destek vermesidir . Realist paradigma, sadece devletleri yekpare uluslararası ilişkileri yönlendiren aktörler olarak görmektedir. Fakat yukarıdaki örnekte de açıkça söyleyebiliriz ki, Bağlantısız devletlerin iç siyasetinde, toplumlarının geçmişten gelen sömürgeciliğe karşı tutumu ve bağımsızlık talep eden uluslarara yakın durmaları, onların hükümetlerinin davranış modellerinin değişmez niteliğini ortaya koymaktadır. Realpolitik dış politika çıktıları belirlenirken bu unsurlar gözardı edilmektedir. Bu durumda realizmin uluslararası sistemde rol oynayan aktörlerin davranış modellerini, güç ve çıkar dengesinde açıklamak yetersiz kalmaktadır. Bu konuda ABD’de yapılan siyaset bilimi çalışmalarında yeni bir yaklaşım ön plana çıkmıştır: Neorealizm. Neo-realizm, realist paradigmanın eksikliklerini fark etmiş ve bu eksiklikleri tamamlayıcı etkenler üzerinde durmuştur. Uluslararası sistemi, yalnız devletlerin güç dengeleri ve dış politika çıktıları ile 29 açıklamak mümkün değildir . Özellikle realizmin II. Dünya Savaşı sonrası altın çağını yaşamasında, ABD’nin süper güç olarak ortaya çıkması ve Avrupa’nın savaş sonrası güvenlik ihtiyacı nedeniyle devletlerarasında güç-çıkar ilişkisinin önplanda olması en önemli etkendir. Fakat 1970’ler ve sonrası uluslararası sistemde yalnız devletlerin etkin aktörler olarak yer almadığı görülmüştür. Burada 27 Hasgüler, Mehmet, (2007), Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, Đstanbul, Alfa Yayınevi, s.103. 28 Hasgüler, a.g.e., 2007, s.102. 29 Eralp, a.g.e., 1997, s. 87. 206 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi özellikle ekonomik bütünleşmeler, çok uluslu işletmeler, kamuoyu, sivil toplum kuruluşları gibi devlet yapısından farklı örgütlenmeler, 1970’ler sonrası her iki blok arasında yumuşama(detant) dönemine girilmesi ve ekonomik yapılanmanın küreselleşmesiyle uluslar arası sistemde seslerini daha fazla duyurmaya başlamışlardır. Neorealizmin varsayımları da realizme benzer olarak güç mücadelesi, kendine güvenme(self-help), güvensizlik olmaktadır. Uluslararası sistemin temel aktörünün devlet olarak görülmesi, devletlerin üniter yapılar olarak değerlendirilmesi, devletlerin ve devlet adamlarının rasyonel davrandıklarının varsayılması ve devletlerin bencil ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden aktörler olarak kabul edilmesi, hem realizmin hem de neorealizmin ortak varsayımları ve 30 özellikleridir . Her iki paradigmada da uluslararası sistemde devletlerin davranış modelleri, devletlerin, bir başka devletin hegemonyası altına girme korkusundan ya da bir başka devleti egemenliği altına alma arzusundan kaynaklandığı görüşü hakimdir. Fakat neorealizmin klasik realizmden ayrıldığı bazı hususlar vardır. Klasik realizmde, devletlerin iç yapıları sorgulanmadan birer aksiyon birimi olarak kabul edilirken, neorealizmde aksiyon birimlerinin iç yapılarıyla birlikte sistem ele alınır. Neorealist paradigmada, sistemi oluşturan aksiyon birimleri(devletler) sistem değişkenlerini oluşturan; devletlerin karar alıcılarının, siyasal partilerin, karar süreçlerinde, sistemin devamlılığını sağlamak amacıyla 31 akıl yürütmeleri nin önemine işaret eder . Dış politikanın algılanmasında, Amerikan ekolü ve Münih ekolü olarak neorealizmde iki farklı bakış açısı vardır. Neorealizmde Amerikan ekolünün başını çeken Kenneth Waltz, 1970’lerde neorealizmi, realizmden ayırmadan veya yabancılaştırmadan yalnız birkaç etkenle destekleyerek eksik yönlerini tamamlayıcı şekilde açıklamayı tercih etmiştir. Waltz’a göre, neorealizm 32 yapısalcı bir yaklaşımı benimsemektedir . Uluslararası yapıda sürekliliğin egemen olduğunu varsaymakla beraber değişimi de tamamen reddetmeyen Waltz’a göre değişim devletlerin askeri kapasitelerinde ve dolayısıyla güç dağılımında olabilir; fakat bu sistemin güç-çıkar dengesinde bir değişiklik yapmadığı için yapısal bir değişim 33 sözkonusu değildir . Çünkü Waltz, burada devletlerin kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla benzer davranış gösterdiklerini ve 30 Arı, a.g.e., 2004, s.199. Çaman, a.g.e., 2007, s.45. Waltz, a.g.e., 2003, s.32. 33 Arı, a.g.e., 2004, s. 203. 31 32 207 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy yapısal olarak benzer politikalar izlediklerini savunmaktadır. Fakat Waltz bu durumu salt klasik realizmde olduğu gibi insan doğasıyla açıklamamakta, devletlerin ekonomik ve politik kapasitelerinin 34 farklılıklarının da etkili olduğunu belirtmektedir . Waltz, neo-realizmde sistemi açıklarken çıkarların ve tercihlerin kaynağına net bir açıklık getirememiştir. Burada devletlerin davranış modellerini açıklarken, karşılıklı bağımlılık, güç dağılımı, nükleer silahlanmanın yıkıcı etkileri ve uluslararası sistemde devletlerin 35 davranışlarını yalnız bu etkilerle açıklamak yetersiz kalmaktadır . 1973 Petrol krizi ve sonrasında yaşanan uluslararası para ve ödemeler sisteminin( Bretton Woods) çökmesi ve uluslararası ticaretten kaynaklanan ve ekonomik bağımlılığın ön plana çıktığı devletlerin karşılıklı bağımlıklarının askeri ve stratejik olmaktan ziyade ekonomik olduğu uluslararası sistemde, devletlerin dış politika çıktılarını anarşik ve hiyerarşik bir siyasi temelde açıklamak değişen koşulları yadsımak demektir. Ulus devletlerin çoğu 1980’ler ve sonrasında ortaya çıkan değişimler sonucu dışa bağımlı hale gelmişlerdir. Hemen her devlet ya tek taraflı ya da karşılıklı bağımlılık dolayısıyla dış etkilere açık durumdadır. Devletler zaman zaman içişlere karışma, propaganda, gizli 36 veya açık siyasi ve askeri müdahalelerle karşı karşıya kalabilmektedir . Örneğin Kıbrıs sorununda, Türkiye ve Yunanistan’ın üye oldukları askeri işbirliğini amaçlayan NATO bünyesinde yer almak dahi, NATO içinde askeri bakımdan SSCB tehlikesine karşı tarafların askeri ve güvenlik karşılıklı bağımlılıkları olmasına rağmen, adada, her iki devletin toplumlarının siyasi varlıklarını devam ettirme ve tarihsel süreçten, kültürel ve siyasi kimliklerin baskın olmasından kaynaklanan itici etkenler etkili olmuştur. Her iki devletin Kıbrıs sorununda özellikle 1963-1974 yılları arası adayı bir çatışma noktası veya gücün, bağımlılığın karşılıklı sorgulandığı bir saha haline getirmesi, hem ABD’nin hem de kıta Avrupa’sının Yunanistan ve Türkiye’ye karşılıklı bağımlılığı sorgulamalarına neden olmuştur. 1967 Albaylar Cuntası darbesi, 1974 Kıbrıs Harekatı ve 1978’de Türkiye’ye ABD’nin silah ambargosu uygulaması, 1981’de Yunanistan’ın AET üyeliği ve sonrasında Doğu Bloku’nun 1991’de çökmesi, uluslararası siyasetin 34 Waltz, a.g.e., 2003, s.34. Holsti, Ole R., (1995), “Theories of International Relations and Foreign Policy: Realism and Its Challenge”, Charles W. Kegley, Jr (ed), Contraversies in International Relations Theory, Realism and the Neoliberal Challenge, NY, s. 40. 36 Arı, a.g.e., 2004, s.207. 35 208 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi çok taraflı, ekonomik etkenler nedeniyle de küresel olacağının göstergeleri olmuştur. Amerikan ekolünün keskin ve belirleyici neorealizmine karşı Alman ekolü neorealizme farklı bir bakış açısı getirmektedir. Alman ekolünün başını çeken Gottfried-Karl Kindermann’a göre, uluslararası sistem devinim halindedir ve bu bir süreçtir. Morgenthau’nun klasik realizmde politikayı güce indirgemesine karşı çıkan Kindermann, politikanın devlet içi fonksiyonlarından yola çıkar. Burada dış etkenlerin belirleyiciliğinden ziyade iç etkenlerin belirleyici olduğunda ısrar eder. Bu anlamda politika, olaylara göre değişkenlik gösteren, değer yargılarıyla ilintili ve öğrenme yetili, kamusal alanda bir karar davranışıdır. Dış politika ise, karar alıcıların ve yetkili organların, kendi devletlerinin başka devletlerle ve uluslararası politikanın aksiyon sistemleriyle olan ilişkilerindeki, olaylara göre değişkenlik gösteren, çıkarlara bağlı ve 37 öğrenme yetili karar davranışıdır . Burada Alman ekolü, Amerikan ekolünün uluslararası sistemi anarşik bir düzende ve güçlü olanın çıkarları dayatması prensibine karşı, çıkarların algılanması ve koşullara uygun olarak en rasyonel kararların alınması şeklinde yorumlamaktadır. Uluslararası politika ise, çok merkezli ve dinamik bir etkileşim sistemidir. Bu sistemin yapısı, birarada var olan ve değişken bağımlı aktörler arasında etkileşim süreçlerinden ve ilişki sistemlerinden 38 oluşur . Kıbrıs sorununda Amerikan ekolünün benimsediği neoklasik yaklaşımda çıkarların kabul ettirilmesi prensibi, ne Türkiye’nin ne de Yunanistan’ın Kıbrıs politikasını açıklamak açısından yeterli olmamaktadır. Her iki devletin politik yaklaşımları, adada var olan etnik kimliklerin korunmasına yönelikti. ABD’nin ve Đngiltere’nin 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına destek vermeleri ve bu konuda kısmen de olsa zorlayıcı olmaları, her iki toplumun bu konuda talepkar olmaması, uluslararası sistemde gücün kabul ettirilmesi prensibiyle örtüşmektedir. Ne var ki, adada Rum toplumunun uluslararası kamuoyunun desteğini almaya yönelik propagandist politikaları, Kıbrıs hükümetinin başındaki Makarios ve yardımcısı Dr. Fazıl Küçük arasındaki anlaşmazlıklar, iç siyasetteki sorunlar, 1963’te hükümet başkanı Makarios tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin lağvedilmesine kadar devam etmiştir. 37 38 Çaman, a.g.e., 2007, s.45. Çaman, a.g.e., 2007, s.45. 209 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy Uluslararası sistemde gücün kabul ettirilebilmesi için gücü kabul edenin pasif bir dış politika izlemesi gerekmektedir. Amerikan ekolüne göre neorealizmde, devletler, hegemonya korkusu ile davranış modellerini belirlemekte ve bu korku, endişe, onları gücün kabulüne yönlendirmektedir. Egemenliğinin elinden alınacağı endişesiyle her devletin gücü kabullenici davranış modeli gösterdiğini söylemek yanlış olur. Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs sorununda karşılıklı ulusal politikalar uyguladıkları görülmektedir. Nato çerçevesinde de Yunanistan’ın gücü kabullenici olmadığı, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekatı sonrası durumu protesto edip NATO’nun askeri kanadından çekilmesiyle açıklanabilir. Fakat uluslararası sistemin güç dengesinde olduğu 1991 yılına kadar Kıbrıs sorununda 1974’ten sonra çözüme yönelik farklı bir değişiklik olmamıştır. Bu durumu, Doğu ve Batı Bloku liderleri ABD’nin ve SSCB’nin dışarıda güç dengesinde olması iç siyasetlerinde ise farklı değişkenlerin her iki devleti etkilediği görülmektedir. Gücü yakalayabilmek için askeri harcamalarını arttıran iki ülkeden SSCB, bir süre sonra sosyal, siyasi ve ekonomik zorlukları yeterince göremediğinden 1991 yılında güç dengesinin çözüldüğü taraf olmuştur. Dolayısıyla güç dengesinde sadece devletlerin güç oranları değil, iç yapılarından kaynaklanan etnik ve kimlik sorunlarının da devletlerin 39 uluslar arası davranışlarını etkilediğini göz ardı edemeyiz . Bu durum Kıbrıs sorununda Türkiye ve Yunanistan'ın zaman zaman iç siyasetlerinden kaynaklanan davranış modelleriyle Kıbrıs sorununa yaklaştıkları görülmektedir. Adadaki etnik köken ve iki toplumlu olmanın getirdiği tek bir kimlik altında birleşememek de Kıbrıs sorununun temelindeki etkenlerden biridir. Amerikan ekolüne göre; neorealist paradigma, uluslar arası sistemde devletlerin güç dengesi temelinde uluslararası davranış gösterdiklerini savunmaktadır. Alman ekolünde ise Kıbrıs sorununu değerlendirirken, uluslararası sistemi bir süreç olarak ele almak gerekmektedir. Özellikle Kıbrıs sorunu uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreçte güç-çıkar veya güçistikrar dengesinde bazı davranış modellerini görmekteyiz. Değişen koşulları Kıbrıs açısından üç farklı süreçte değerlendirmekte fayda vardır. Birinci süreç, Đngiliz sömürgeciliğine karşı Kıbrıslı Rum toplumların başkaldırısı ve uluslararası düzeyde Kıbrıs’ın bağımsızlığına destek arayışları, ikinci süreç; 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ve 1974 yılında Türkiye’nin askeri 39 Eralp, a.g.e., 1997, s.86. 210 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi müdahalesiyle iki toplumlu bir devlet modelinin sona ermesi, üçüncü ve en önemli süreç ise 1991 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla Kıbrıs hükümeti’nin AB’ne tam üyelik başvurusunda bulunması ve 2004 yılında üyelik sürecinin tamamlanmasıyla AB’ne üye kabul edilmesidir. Tüm bu süreçlere baktığımızda uluslararası ssitemdeki koşulların değişimi ve Kıbrıs sorunu içinde yer alan aktörlerin ulusal çıkarlarını değişen koşullara göre belirledikleri görülmektedir. Özellikle Kıbrıs sorununda başat rol oynayan Kıbrıslı Rum toplumun önce adanın bağımsızlığı talebinde bulunması ve ardından enosis adı verilen adanın Yunanistan’a ilhakını gerçekleştirme amacını kısmen de olsa AB ekonomik bütünleşmesi içinde Đngiltere’nin de desteğiyle gerçekleştirmesi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1963’te Makarios tarafından anayasasının ihlal edilmesine rağmen, uluslar arası sistemde yasal olduğunun kabul edilmesinin bir sonucudur. Kıbrıs sorununun rotasını belirlemek açısından dahil edebiliriz. 1993’te Kıbrıs Cumhuriyeti ile AB Komisyonu arasında üyelik sürecinin başlatılmasında uluslararası sistemde, SSCB’nin çöküşü sonrası askeri bağımlılığın yerini ekonomik bağımlılığa bırakmasının etkisi olmuştur. Alman ekolünün değişen koşullara ulusal çıkarların uyum sağlaması prensibi, 1980 sonrası, Soğuk Savaş’ın artık etkinliğini yitirmeye başladığı ve yavaş yavaş uluslararası sistemde bölgesel ve uluslararası düzeyde ekonomik kaynaklı bütünleşmelerin etkili olmaya başladığı çok merkezli uluslar arası sistemi desteklemektedir. Çok merkezli bu sistemde, uluslar arası siyasi ve ekonomik bütünleşmeler, karşılıklı bağımlılıklar ve etkileşimlerden birden çok aksiyon oluşacağı şüphesizdir. Güç dengesi yerine birden çok dengede yer almak devletlerin uluslar arası davranış modellerinde de farklı fikirler ve politikalar dizinini izlemelerini gerektirecektir. ABD, realist ve neorealist bakış açısını başka araçlar kullanarak bölgesel ve uluslararası düzeyde saha genişleterek gerçekleştirmeyi tercih etmiştir. 1945-1970 yılları arası ABD dış politikasında realist paradigma ve güç dengesi, temel belirleyici olmuştur. Fakat 1970’ler sonrası gücün kendini sınayabileceği savaş ve anarşi ortamının yokluğu, realist paradigmayı zor durumda bırakmıştır. Bu tarihlerde ABD, Kıbrıs sorununa da güç dengesi prensibine dayalı olarak adadaki anarşi ortamını sahasını genişleterek kontrol altına almaya çalışmıştır. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasında özellikle ABD’nin rolü yadsınamaz. Fakat 1990’lı yıllar ve sonrası çok merkezli uluslar arası sistemin varlığında, devletlerin uluslar arası davranış modelleri iç yapılarındaki etnik köken ve kimliklerine, bulundukları ekonomik ve 211 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy siyasi bütünleşmelerin amaçlarına, ekonomik kalkınmışlık düzeylerine göre farklılık gösterdiğinden bu davranış modellerini devletlerin güç oranları ve güç dengesi açısından ya da gücün başka bir devlet üzerindeki baskısı açısından değerlendirmek yeterli olmamaktadır. SONUÇ Kıbrıs sorunu 1954 yılında sorunun uluslarararası düzeye taşınmasının ardından günümüze kadar elli altı yıldır iki toplum arasında siyasi ve ekonomik açılardan çözülemeyen bir sorun olarak kalmıştır. Bunda özellikle ABD’nin izlediği realist kökenli dış politikanın ve Đngiltere’nin adadaki üslerini korumak adına soruna taraf olarak dahil olmasının önemli etkileri vardır. Realist ve neorealist kökenli dış politika çıktıları 1960 yılında adada siyasi bir düzenin kurulması amacıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1963 yılında Rum toplumu lideri Makarios tarafından lağvedilmesine kadar geçen üç yıllık sürede başarıya ulaşamamış olmasının en önemli nedenlerinden biri, ABD’nin izlediği realist dış politikadır. Ada halkının Kıbrıslı kimliğini oluşturamamış olması, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını devam ettirebilmesinin önündeki en önemli engeldi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1960 yılının uluslar arası sistemine bakacak olursak ABD ve SSCB arasında güç mücadelesinin yoğun olarak görüldüğü bir dönemdi. 1962 Küba füze krizi ve sonrasında yaşananlar realist paradigmanın uluslar arası anarşi ortamının, uluslar arası sistemin devamlılığını sağlama açısından pek de sağlıklı olmadığını göstermiştir. Amerikan ekolünün gücü bir devletin diğer devletlere uyguladığı baskı aracı olarak görmesi, Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğü getirmiştir. Anarşi ortamının sürekliliğinin mümkün olmadığını düşünürsek uluslar arası sistemde uzun yıllar realist paradigmalar çerçevesinde dış politika çıktıları oluşturulması mümkün değildir. Neorealist paradigma çerçevesinde ise Amerikan ekolü, realist paradigmayı tamamen ortadan kaldırmadan yine anarşi ortamını benimsemiş olsa da Waltz’ın devletlerin gücü elinde bulundurma temelinde askeri kapasitelerinin belirleyici olduğunu ifade etmesi, fakat sadece uluslar arası sistemi bir süreç olarak kabul etmesi ayrımında ortaya çıkmaktadır. Aslında Amerikan ekolünde realist ve neorealist paradigma çerçevesinde belirlenen dış politika çıktıları farklılık göstermemektedir. Alman ekolüne göre ise, Kindermann, neorealist paradigmanın uluslar arası sistemi sürekli bir değişim halinde gördüğü için sorunların çözümünde de farklı bakış açılarının değerlendirilmesi gerektiğini 212 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi savunmaktadır. Bunu amaçlarken devletlerin uluslar arası sistemi belirleyici tek aktör olmadıklarının kabul edilmesi gerektiğini, bunun yanı sıra devletlerin güç dengesi temelinde davranış modellerini açıklamanın da yanlış olacağını belirtmektedir. Uluslar arası sistemin devletler, ticari ve kültürel örgütlenmeler, toplumlar içindeki etnik ve kültürel farklılıklar nedeniyle ortaya çıkan siyasi etki grupları, sistemin devamlılığında devletlerin davranış modellerini açıklamak açısından dikkate alınmalıdır. Uluslar arası politika ve uluslararası ilişkiler kavramı ancak birden fazla ve yapısal olarak farklı aktörlerin varlığı temelinde değerlendirilebilir. Kıbrıs sorununda süreci değerlendirirken adadaki iki toplumun etnik kökenleri, kimlikleri, geleceğe yönelik amaçları bunun yanı sıra sorunun taraflarından Yunanistan ve Türkiye’nin iç politikalarının dış politika çıktılarına etkisi, belki de en önemlisi iki bloklu sistemden çok merkezli uluslar arası sisteme geçişin Kıbrıs sorununa etkileri göz önünde bulundurulmalıdır. Hem adadaki Kıbrıslı Rumların temsil edildiği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hem de Kıbrıslı Türklerin temsil edildiği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslar arası sistemdeki varlıklarının ve davranış modellerinin değerlendirilmesi soruna çözüm üretmek açısından yararlı olacaktır. Alman ekolünün benimsediği şekliyle uluslar arası sistemde yer alan aktörlerin karşılıklı bağımlılık düzeylerine bakılarak uluslar arası sistemde bütünün birer parçası olarak değişen koşullardaki farklı davranış modellerinin değerlendirilmesi uluslar arası sorunların çözümünde de faydalı olacaktır. Bu makalede realist ve neorealist paradigmalar temelinde Kıbrıs sorunu genel çerçevede değerlendirilmiştir. Özellikle neorealist paradigmanın Amerikan ve Alman ekolündeki farklılıklarının Kıbrıs sorununu anlamak konusunda bir katkı yapacağı düşünülmektedir. Amerikan ekolünün realist paradigma çerçevesinde Kıbrıs sorununu bir güç mücadelesi sahası olarak görmesi, sorunun çözümü önünde bir engel olmuştur. Alman ekolünün Kıbrıs sorununu uzun yıllar süren süreci içinde anlamak açısından özellikle uluslar arası sistemi bir devinim halinde görmesi ve uluslar arası sistemde devletlerin ulusal davranış modellerinin yeknesak güç-çıkar ilişkisinde görülmemesi, gerektiği savı, çözüme katkı sağlayacaktır. 213 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 Berna Aksoy KAYNAKÇA ARI, Tayyar, (2004),Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Đstanbul, Alfa Yay.. ARIBOĞAN Deniz Ülke, (1998),Kabileden Küreselleşmeye, Đstanbul, Sarmal Yayınevi. ARMAOĞLU Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990),(1993),Ankara, Türkiye Đş Bankası Yayınları. ARMAOĞLU Fahir, “Amerikan Belgelerinde Kıbrıs Sorunu 1958-1959”, Belleten Dergisi, Türk Tarih Kurumu, Cilt.LX, Sayı:229, Ankara, 1997. Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği, (2002), AB Tarım Politikası, Ankara, AB Komisyonu Türkiye Temsilciliği Yayını. BAŞKAYA Fikret, (2004), Azgelişmişliğin Sürekliliği, Đstanbul, Özgür Üniversite Yayınları. BRAUDEL Fernand, (1993),Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I, Ankara, Đmge Kitabevi. BRZEZINSKI Zbigniew, (2000), Büyük Çöküş, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Yayınları. CLOGG, Richard, (1997), Modern Yunanistan Tarihi, Đstanbul. ERALP Atilla, (1997), Devlet Sistem ve Kimlik, Đstanbul, Đletişim Yayınları. ESENBEL Melih, (1993), Ayağa Kalkan Adam, Ankara, Bilgi Yayınevi. HASGÜLER Mehmet, (2007), Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, Đstanbul, Alfa Yayınevi. HOLSTI Ole R., (1995), “Theories of International Relations and Foreign Policy: Realism and Its Challenge”, Charles W. Kegley, Jr (ed), Contraversies in International Relations Theory, Realism and the Neoliberal Challenge, NY. KENNEDY Paul, (1991), Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Ankara, Đş Bankası Yayınları. KISSINGER, Henry, (1999), Years of Renewal, Touchstone, New York. KISSINGER Henry, (1998), Diplomasi, Ankara, Đş Bankası Yayınları. MORGENTHAU,H., (1970), Uluslararası Politika,çev:Baskın Oran ve Ünsal Oskay, Ankara, Sevinç Matbaası., 214 Stratejik Araştırmalar Dergisi 3 (1), 2010,195-215 Realist – (Neo) Realist Paradigmalar Çerçevesinde Kıbrıs Sorununun Bir Đncelemesi O’MALLEY Brendan- CRAIG Ian, (1999), The Cyprus Conspiracy, NY, I.B. Tauris. ÖYMEN Onur, Silahsız Savaş (Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi), (2002), Đstanbul, Remzi Kitabevi. SÖNMEZOĞLU Faruk, (1989), Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Đstanbul, Filiz Kitabevi. SÖNMEZOĞLU Faruk, (1995),ABD’nin Türkiye Politikası (1964-1980), Der Yayınları. SÖNMEZOĞLU Faruk, (1984), “Kıbrıs Milletler:1954-1975”, Đ.Ü.Đktisat Fakültesi. Sorunu ve Birleşmiş WALTZ Kenneth, (2003), “Realist Thought and Neorealist Theory”, Journal Of International Affairs. ÇAMAN Efe, (2007), “Uluslararası Đlişkilerde (Neo) Realist Paradigmanın Almanya’daki Gelişimi ve Evrimi: Kindermann ve Münih Okulu”, USAK Yayınları. 215 Journal of Strategic Studies 3 (1), 2010, 195-215 YAYIN KURALLARI: 1. Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, yılda iki kez yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergi; uluslararası ilişkiler, dış politika, ulusal ve uluslararası güvenlik alanında özgün çalışmaları amaçlayan bir dergidir. Aynı zamanda disiplinler arası çalışmalara yer vermektedir. 2. Hazırlanan makaleler; “Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, Đstanbul” adresine gönderilmelidir. Tel: 0090 212 444 19 97 (dah. 5571 veya 5582). Faks: 0090 212 867 55 77. Elektronik başvurular Microsoft Word dosyası şeklinde aşağıdaki elektronik [email protected] posta adreslerine gönderilebilir: [email protected] 3. Dergiye gönderilen makaleler orijinal olmalı, aynı anda başka bir yayında yayımlanmak için gönderilmemiş olmalıdır. Eğer gönderilen makalenin bir kopyası diğer bir yayın kuruluşuna gönderilmiş veya burada yayınlanmış/yayınlanacaksa bu durum yazar tarafından başvuru esnasında açıkça ifade edilmelidir. 4. Yayın için gönderilen makaleler hakem değerlendirmesine tabidir. Editör ve redaksiyon kurulu tarafından gözden geçirilen makaleler bilimsel yazım kuralları açısından gözden geçirilir. Uygun görülen makaleler daha sonra ilgili alanlardaki üç hakeme akademik inceleme için gönderilir. Editör ve hakemler gönderilen makaleleri üç aşamalı bir metot ile inceleyecekledir: a) Edebi niteliği: yazım tarzı, dil kullanımı, metnin organizasyonu. b) Referans kullanımı: referans yazım uygunluğu, kaynaklar, dipnotların metinle ilişkisi. c) Bilimsel kalitesi: Araştırmanın derinliği, niteliği, bilime katkısı, orijinalliği ve bilimsel inandırıcılığı. Hakemlerin kararına göre, makaleler dergide yayımlanacak veya yayını uygun görülmeyecektir. Hakem raporları gizli tutulacak ve beş yıl süre ile arşiv olarak muhafaza edilecektir. 5. Metinler bir buçuk veya çift aralıklı olarak A4 boyutlu kağıdın bir yüzüne yazılacaktır. Sayfalar sırasına uygun olarak numaralandırılacaktır. Gönderilen metinler geri verilmeyeceğinden, yazar bir nüshasını muhafaza etmelidir. Editörler, metinlerin kaybolması veya hasar görmesinden sorumlu değildir. 6. Metinler aşağıdaki sıraya göre düzenlenmelidir: Đlk sayfada; başlık, (varsa) alt başlık, yazar isimi (leri), bağlantılı olduğu kuruluş, tam posta adresi, telefon ve faks numarası. Devam eden sayfalarda; metinin ana bölümü, referans listesi ve dipnotlar, ekler, tablolar. 7. Kural olarak makaleler, dip notlar hariç, 10.000 kelimeyi geçmemelidir. Kitap incelemeleri 2.500 kelime civarında olmalıdır. 8. Yazarlar bu dergi için öngörülen yazım tarzına uygun olarak makalelerini hazırlamaktan sorumludur. 216 9. Makale başlıkları 12 punto, kalın ve büyük harfle yazılmalıdır. 10. Her makalede metnin ana tartışma konularını ve sonuçlarını özetleyen bir özet (abstract) ile altıdan fazla olmayan anahtar kelime bulunmalıdır. 11. Dipnotlar makale içinde sırası ile yükseltilmiş numara ile numaralandırılmalı ve makale sonunda listelenen dipnotlara atıf yapılmalıdır. Dipnotlar asgari düzeyde tutulmalıdır. Kitap referansları: yazarın soy ismi, isminin ilk harfi(leri), italik olarak kitabın başlığı, yayıncı kuruluş, parantez içinde basım yeri ve yılı, sayfa no.(ları) şeklinde olmalıdır. Makale referansları yazarın ismi ve soy ismi, aktarma işareti içinde makalenin başlığı, altı çizgili olarak yayının adı, Cilt no., parantez içinde yayın yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olacaktır. Aynı referansa müteakip atıflar sadece yazarın ismi, yayın yılı ve sayfa no.(ları) şeklinde olabilir. 12. Tablolar ve Şekiller metin içine konulmalıdır. Üstünde kısa bir tanımlayıcı başlık, altında ise açıklamaları ve dipnota atıf yer almalıdır. Şekiller gerekli kısaltmayı sağlayacak şekilde isimlendirilmelidir. 13. Telif hakları: Yazarlar makalelerinin ve özetlerinin her türlü telif ve izin verme hakkını Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne ait olduğunu kabul ederler. Yazarlar, makalelerinin yayınından sonra Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin iznine tabi olarak makalelerini başka yayınlarda kullanabilirler. TELĐF TRANSFERĐ: Yayını halinde……………………………………… başlıklı makalenin yazar/ları olarak, tüm telif haklarını Beykent Üniversitesi’ne devrediyorum/z. Yazar/lar: Ad/Soyad: Đmza: Kurumu: Adres: ĐLETĐŞĐM: Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıra Selviler Cad. No.65, 34437 Taksim Đstanbul. Tel: 0212 444 19 97 (dah. 5571 veya 5582) Faks: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr 217 PUBLICATION REGULATIONS: 1. Beykent University, Journal of Strategic Studies is a refereed journal and published twice a year. The Journal (JSS) focuses on international relations, foreign policy, and national and international security studies. The journal also encourages interdisciplinary studies. 2. Manuscripts should be sent to Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sıraselviler Cad. No.65, 34437, Taksim, Istanbul. Phone: 0090 212 444 19 97 (ext. 5571 - 5582). Fax: 0090 212 867 55 77. Electronic submissions as a Microsft world attachment file are also welcome at [email protected] or [email protected] 3. Articles submitted to JSS should be original contributions and should not be under consideration for any other publication at the same time. If another version of the article is under consideration by another publication or has been or will be published elsewhere authors should clearly indicate this at the time of submission. 4. Articles submitted for consideration of publication are subject to peer review. The editorial board and editors previously takes consideration whether submitted manuscript follows the rules of scientific writing. The appropriate articles are then sent to three referees known for their academic reputation in that respective areas. The Editors and referees use three-step guidelines in assessing submissions: a) Literary quality: writing style, usage of the language, organization of the text, b) Use of references: referencing, sources, relationships of the footnotes to the text, and c) Scholarship quality: depth of the research, quality, contribution originality, and plausibility of the argument. Upon the referees’ decision, the articles will be published in the journal, or rejected for publication. The referee reports are kept confidential and stored in the archives for five years. 5. Manuscripts should be one-and-half or double spaced throughout and typed in English on single sides of A4 paper. Pages should be numbered consecutively. The author should retain a copy, as submitted manuscripts cannot be returned. The Editorial Board cannot accept responsibility for loss of, or damage to, the manuscripts. 6. Manuscripts should be arranged in the following order of presentation: First sheet: title, subtitle (if any), author(s), name(s), affiliation, full postal address, telephone and fax numbers. Subsequent sheets: main body of text, list of references and footnotes, appendices, tables. 7. Articles as a rule should not exceed 10.000 words, not including footnotes. Book reviews should be about 2.500 word- length. 218 8. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the JSS style. Editors will not undertake retyping of manuscripts before publication. 9. Titles in the article should be 12 punt, bold and in uppercase form. 10. Each manuscripts should be summarized in an abstract, which should describe the main arguments and conclusions of the manuscripts and up to six keywords. 11. Notes should be numbered consecutively throughout the article and indicated in the text by a raised numeral, referring to the list of notes, which should be placed at the end of the article. Notes should be kept to a minimum. References to books should give the author’s surname preceded by the initial letters of his/her forename, The title of the book should be in italics, and the place, publisher and year of publication should follow in brackets. References to articles should give the author’s forename and surname, the title of the article in single quotation marks, the name of publication underlined the number of volume in Arabic numerals, the year of publication in brackets and the page numbers. Subsequent references to a book or article may be made only the author’s name. 12. Tables and figures should be embedded in the text. A short descriptive title should appear above each table with a clear legend and any footnotes suitably identified below. All units must be included. Figures should be completely labeled, taking into account necessary reduction. 13. Copyright. It is a condition of publication that authors vest or license copyright in their articles, including abstracts, in Beykent University Center for Strategic Studies. The author may use the material elsewhere after publication providing prior permission from the Center for Strategic Studies. TRANSFER OF COPYRIGHT: In the event of its publication we, as the writer(s) of the article titled ………… transfer all of its copyrights to Beykent University. Writer(s): Name/Surname Signature: Institution: Address: CONTACT INFORMATION: Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Merkezi (Beykent University, Strategic Research Center), Sıra Selviler Cad. No.65, 34437 Taksim, Istanbul. Telephone: 0212 444 19 97 (ext. 5571 - 5582), Fax: 0212 867 55 77, www.beykent.edu.tr 219 BEYKENT ÜNĐVERSĐTESĐ STRATEJĐK ARAŞTIRMALAR DERGĐSĐ MAKALE – YAYIN ĐNCELEME FORMU MAKALE YAZARI VE MAKALE ADI Makalenin Yazarı Makalenin Adı ĐNCELEYENĐN Unvanı, Adı ve Soyadı, Đmzası Adresi (Kurumu) Telefon Numarası Đnceleme Tarihi ĐNCELEME ESASLARI Çok Uygun - Hiç Uygun Değil 5 4 3 2 1 Genel Değerlendirme Makale başlığı içeriğe uygun mudur? Özet uygun mudur? Yazının dili anlaşılabilir midir? Makale ilgili bilim dalına veya uygulamaya katkı yapabilecek nitelikte midir? Yazıda kullanılan araştırma yöntemi amaca uygun mudur? Sonuçlar objektif bir biçimde elde edilmiş midir? Konuyla ilgili kaynaklar yeterli midir? Sonuç bölümünde bulgular irdelenmiş midir? Tablolar uygun ve anlaşılabilir midir? Şekiller uygun ve anlaşılabilir midir? * 1’den 5’e kadar puan veriniz. (5: Çok Uygun, 4: Uygun, 3: Küçük Düzeltmeler Gerekli, 2: Önemli Değişiklikler Gerekli, 1: Hiç Uygun Değil) ĐMZA 220 SONUÇ Tarih: DEĞERLENDĐRME SONUCU ( ) Olduğu gibi yayınlanabilir. Đmza ……………………. ……………………. ( ) Küçük düzeltmelerle yayınlanabilir. ( ) Önemli değişikliklerin yapılması zorunludur. e-posta: ( ) Kesinlikle yayınlanamaz. * Başka görüşleriniz varsa lütfen aşağıya yazınız. Yazacaklarınız uzun ise ek sayfa(lar) kullanabilirsiniz. . 221 ĐLETĐŞĐM BĐLGĐLERĐ: CORRESPONDENCE ADDRESS: Editör: Editor: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Sıraselviler Cad. No:65 Taksim, Đstanbul Tel: 212 444 19 97 (dah. 5571) e-mail: [email protected] Asst.Prof. Dr. Sait YILMAZ Beykent University Strategıc Research Center Sıraselviler Cad. No:65 Taksim, Đstanbul Tel: 212 444 19 97 (ext. 5571) e-mail: [email protected]