küçük İskender Okuma Akşamı

Transkript

küçük İskender Okuma Akşamı
2
Eşcinsel Düşmanlığı mı Irkçılık mı?
Homophobie oder Rassismus?
Sevgili «lubunya» okurları,
Türkiyeli eşcinseller olarak tuhaf bir durumda
yaşıyoruz. Hem Türkiyeli göçmenler arasında
eşcinsel olarak, hem de Alman eşcinseller arasında göçmen olarak ayrımcılığa
maruz kalıyoruz.
Als türkeistämmige Lesben, Schwule, Bi- und
Transsexuelle leben wir in einer seltsamen
Situation. Einerseits werden wir als »Andersartige« in unserer ethnischen Community ausgegrenzt, andererseits aber auch als MigrantInnen
innerhalb lesbisch–schwuler Szenen. Zugehörigkeit wird in beiden Fällen gefordert und
gleichzeitig verweigert. Als reichte das allein
nicht aus, sind wir manchmal aber auch mit
richtiggehend komischen Vorwürfen konfrontiert.
In Berlin läuft gerade eine Maschine an, von
Vereinen, Zeitungen und Zeitschriften mit immer
neuem Futter gespeist, die auf Gedeih und Verderb daran arbeitet zu belegen, dass Migranten
(und Migrantinnen?) besonders homophob seien.
Sanki bu durum yeterince
karmaşık değilmiş gibi üstüne
üstlük bazen de tam anlamıyla
komik durumlarla karşı karşıya
kalıyoruz. Bunun bir örneği şu
sıralar
Berlin’de
yaşanıyor.
«Bana
nerede
durduğunu
söyle!» gibi beylik bir söylemle
göçmen eşcinsellere yönelen
dernekler, gazete ve dergiler, göçmenlerin
görece daha homofobik olduklarını ima ediyorlar
ve konu hakkında fikrimizi soruyorlar.
Eşcinseller, daima ve her yerde şiddete maruz
kalmışlardır, bu bir gerçek. Tarih boyunca var
olan eşcinseller, yine tarih boyunca inkâr
edilmişlerdir ve kâh sözle kâh fiziksel şiddetle
tehdit edilmişlerdir. Bu, her toplum için geçerlidir. Elbette Almanya’da yaşayan göçmenler arasında eşcinsel düşmanlığı vardır, bunu küçümsemek kimseye yaramaz. Yalnız şu sıralar sıkça
rastlanan, «İslam şu konu hakkında ne düşünüyor?» sorusunun altında yatan başka birşey
daha var. Kara göz, kara kaş = Müslüman = siyasî İslam denklemesi belli bir zihniyete hizmet
ediyor. Siz, geri kalmış bir kültürden geliyorsunuz, tamamen dininizin etkisi altında yaşıyorsunuz,
kadınları,
çocukları
ve
azınlıkları
ezikliyorsunuz vs.
Bu, yalnızca «heteroseksüeller» tarafından
yapılmıyor. Eşcinsellerin azınlıkta olmaları, ırkçılık
konusunda
daha
duyarlı
olmalarını
gerektirmiyor. Eşcinselliğin «normalliğini» kabul
etmek, bununla da yüzleşmek anlamına geliyor…
Bu ayın 7’si ila 9’u arası yapılacak ilk Türkiyeli Eşcinseller Kongresine Avrupa’nın ve
Almanya’nın her yerinden gelen, özellikle
de Türkiye’den katılan arkadaşların hepsini
selamlıyor, düzenleyen derneklere kongrenin büyük bir başarı olmasını diliyoruz!
Şimdiye kadar medyaya yansıyanlardan
yola çıkılırsa bu konuda hiç endişeye gerek
yok zaten, Hürriyet gazetesi bile reklamını
yapıyor…! (Bkz. sayfa 7.)
Sexuelle Minderheiten waren und sind immer
und überall Anfeindungen und Gewalt ausgesetzt, ob das nun die »bloße« Ablehnung oder
körperliche Gewalt ist. Sicher wird es unter
MigrantInnen in Deutschland Homophobie geben, dies abzustreiten wäre absurd. Nur, die
Frage »Was sagt eigentlich der Islam zum
Thema …« weist auf etwas ganz anderes hin. Die
Gleichsetzung dunkle Augen, schwarzes Haar =
muslimisch = islamistisch dient einer bestimmten Ideologie als Stütze, die davon ausgeht,
dass manche Kulturen eben zurückgeblieben
seien und im religiösen Wahn Frauen, Kinder
und Minderheiten brutal misshandelten. Und dies
machen nicht allein »Heterosexuelle«. Nur weil
Lesben und Schwule selbst in der Minderheit
sind, heißt das nicht, dass sie in punkto Rassismus besonders sensibel wären. Homosexuelle
als »normale« Menschen zu akzeptieren heißt
wohl auch, sich dieser Tatsache bewusst zu
sein…
Der erste bundesweite Kongress türkeistämmiger Lesben und Schwuler findet diesen Monat
vom 7.–9. November in Berlin statt. »lubunya«
grüßt die Gäste aus allen Teilen der Bundesrepublik, Europas und vor allem der Türkei und
wünscht den organisierenden Vereinen, dass der
Kongress ein großer Erfolg wird! Wenn man sich
die Medien so anschaut, dann kann ja eigentlich
nichts mehr schief gehen. Sogar die liberal–
konservative Hürriyet macht Werbung für dieses
Großereignis (siehe Seite 7)…!
Und nun viel Spaß beim Lesen,
Koray Ali Günay
«lubunya»’dan sevgilerle,
Koray Ali Günay
3
03
05
07
08
11
12
14
16
18
21
23
28
30
33
35
38
Koray Ali Günay:
Hakan Taş
Julide Harman
Koray Ali Günay
Ulaş Yılmaz
Deniz Güvenç
Florian Harsch
Koray Ali Günay
Hakan Taş
Hürü
Alpay
Hakan Taş
Dr. Civanım
Hasret Yeter
Golden Abla
lubunya
Giriş
Alamanyam: Radyoda Schröder…
İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi
Kim Bu «Göçmen» Dedikleri?
Dünya Küçük, Dün Uzak
Ne O «Uyum» Dedikleri?
Alman Erkekliği, Türk Erkekliği
Böl ve Yönet
Dobra Dobra Günter Piening
Hürü’nünm Sokakları: Seviciliğin Tarihçesi
Yırtık Don
Her Yağmur Yağdığında
Ev Kadınlarında Sporcu Hastalığı
Burçlar
Golden AblaM
lubunya Berlin
03
05
07
08
12
14
16
18
21
23
28
33
38
Koray Ali Günay:
Hakan Taş
Julide Harman
Koray Ali Günay
Deniz Güvenç
Florian Harsch
Koray Ali Günay
Hakan Taş
Hürü
Alpay
Hakan Taş
Hasret Yeter
lubunya
Editorial
Alamanyam: Schröder Goes Leander...
Der erste Kongress türkeistämmiger Lesben und Schwuler
Wer sind das eigentlich, die »MigrantInnen«?
Was bedeutet eigentlich Integration?
Deutsche Männlichkeit vs. Türkische Männlichkeit
Teile und herrsche
Klartext–Interview mit Günter Piening
lubunya historique: Die Geschichte der lesbischen Liebe
Yırtık Don
Immer wenn es regnet…
Horoskop
lubunya Berlin
4
Radyoda Schröder Kırmızıgül Söylüyor: «Yıkılmadım ayaktayım»
Bildiğiniz gibi Almanya hükümeti gibi meclisten
Birlik Partilerinin de desteğiyle geçirdiği sağlık
reformunun ardından sosyal alanda yapmayı
planladığı reformları, partiler içindeki tepkilerin
giderek artmasına rağmen gündemine aldı.
Başbakan Schröder, neredeyse yaptığı her
konuşmada, kırmızı–yeşil hükümetin yapmayı
planladığı reformlara bir alternatif olmadığını ve
bu reformların meclisten geçmemesi durumunda
istifa edebileceğini bile açıkladı. Giderek artan
işsizliği önlemek için bir yandan sağlık alanında
önümüzdeki yıldan itibaren önemli kısıtlamaların
yapılmasını karara bağlayan hükümet bununla
yetinmiyor; mecliste Schröder’in savurduğu istifa
tehditlerinin ardından koalisyon ortaklarının
desteğini alan istihdam piyasası ve işsizlik yardımına ilişkin reform tasarısı da büyük kısıtlamaları beraberinde getirecek…
Bu arada hükümet içi muhalefet, Başbakan
Gerhard Schröder’in mecliste yapılacak her oylama
öncesi
yaptığı
istifa
tehditlerinin
tekrarlanmasının gereksiz olduğunu, Schröder’in
siyasi geleceğini söz konusu reformların meclisten geçmesiyle bağlantılı olduğunun bilindiği yönünde bir değerlendirme yaptı.
Bilindiği gibi Schröder ilk kez istifa tehdidinde
bulunmuyor. İlk kez 2001 yılında Alman
askerlerinin Afganistan’daki Uluslararası Güvenliğe Destek Gücü’ne katılmalarına ilişkin oylamada, kararın federal meclisten geçmemesi
durumunda istifa edeceğini açıklamış, oylamayı
hükümete güvenoyu olarak değerlendireceğini
belirtmişti. 2003 yılının Haziran ayında ise sosyal
sisteme ilişkin reform tasarılarının ilkesel olarak
yer aldığı Ajanda 2010 başlıklı programın oylanması sırasında istifa ve güvenoyu konusu hükümet partilerini dile getirilmemiş gizli bir tehdit
olarak huzursuz etmişti.
O tarihlerde ayrıntıları belli olmayan reformların
ayrıntılarının açıklanmasıyla birlikte hükümet içi
muhalefet de giderek arttı. Almanya’da Sosyal
Demokratlar’ın yıllardır övündüğü sosyal sistemde kısıtlamalar getiren reformların partinin
ideolojisine uymadığını belirten muhalifler ayaklandı. Sosyal Demokrat–Yeşiller hükümetini baştan beri destekleyen sendikalar bile son reform
Schröder Goes Leander: »Davon
geht die Welt nicht unter…«
[Aus dem Türkischen: Koray Ali Günay]
Die deutsche Regierung hat bekanntermaßen
nach der Gesundheitsreform, die sie mit
Unterstützung der Unionsparteien durch das
Parlament gejagt hat, ein neues Thema auf die
Tagesordnung
gesetzt.
Trotz
wachsender
innerparteilicher Spannungen geht es nun um
weitere »Reformen« im sozialen Bereich. In fast
jeder Rede, die er hält, spricht der Bundeskanzler davon, dass die geplanten Einschnitte unumgänglich seien und dass er zurücktreten könne,
falls diese Reformen nicht durch den Bundestag
kommen. Denn die Gesundheitsreform, bei der
gravierende
Einschnitte im Gesundheitswesen
beschlossen wurden, reicht der Regierung
nicht.
Nachdem er durch
die Rücktrittsdrohungen die Koalitionäre hinter sich bringen konnte, sind nun die
Arbeitsmarktpolitik und die Arbeitslosenversicherung dran, wo die Entwürfe und Diskussionen
wiederum nichts Gutes verheißen.
Die Opposition innerhalb der Regierungsparteien
hat derweil deutlich gemacht, dass sie sehr wohl
weiß, dass die Zukunft von Bundeskanzler
Schröder von der Umsetzung der Reformpläne
abhängt. Er müsse nicht vor jeder Abstimmung
mit seinem Rücktritt drohen.
Dies hat er bekanntermaßen schon einmal gemacht, als es darum ging, deutsche Soldaten
nach Afghanistan zu schicken, um dort die
internationale Schutzstruppe zu unterstützen.
Der Bundeskanzler hatte die Abstimmung über
dieses Thema zu einer Vertrauensfrage gegenüber der Regierung stilisiert und wollte seinen
Posten räumen, falls das falsche Ergebnis
herausgekommen wäre. Und im Juni 2003
ärgerten sich die Regierungsparteien wiederum,
als die Abstimmung zur »Agenda 2010« wieder
überschattet
wurde
durch
die
—
zwar
unausgesproche — gleiche Drohung von Gerhard
Schröder.
5
planlarına karşı hükümete bayrak açtılar ve başkent Berlin’de 1 Kasım’da yapılan ve yüz binlerin
katıldığı hükümeti protesto yürüyüşünde yer
aldılar.
Başbakan
Schröder,
tüm
bu
gelişmelere rağmen
vurdum
duymaz
tavrını sürdürmek
niyetinde gözüküyor. SPD parti başkanı,
hükümetin
devamını
reformlara
bağlayarak
parti içi disiplini yeniden
sağlamaya
çalışıyor.
Eylül
ayında Bavyera’da yapılan eyalet seçimlerinde
oy oranı %18’lere düşen SPD, bu seçimlerden
ders çıkarmış gözükmüyor. Emekli maaşlarının
önümüzdeki yıllarda dondurulmasına yönelik
yapılan son açıklamaların ardından Sosyal
Demokratlar Bavyera’da olduğu gibi sadece
gençler arasında değil, bundan böyle emekliler
ve işsizler arasında da giderek oy kaybına
uğrayacak gibi görünüyorlar.
Schröder sizce bir sonraki seçimlere kadar istifa
tehditleriyle ayakta kalabilir mi — yoksa Merkel
ya
da
Stoiber
başkanlığında
kurulacak
muhafazakâr bir hükümet işçinin, emeklinin ve
öğrencinin sorunlarını çözebilir mi, ne dersiniz?
Je offener die Inhalte der geplanten Reformen
diskutiert werden, desto ärger wird die
regierungsinterne Opposition gegenüber dem
Bundeskanzler. Es gibt immer wieder Aufstände
von SozialdemokratInnen, die der Meinung sind,
dass sich die Einschnitte nicht mit der Linie der
Partei decken. Die Veränderungen in den Sozialsystemen, das lange Jahre als vorbildlich galt,
ärgern nunmehr sogar die Gewerkschaften, die
am 1. November mit anderen regierungskritischen Organisationen zu Hunderttausenden auf
die Straße gingen.
Es sieht aber so aus, als wolle Gerhard Schröder
trotzdem so weitermachen wie bisher. Indem er
die Fortsetzung der Regierung von der Umsetzung der Reformen abhängig macht, will der
Parteivorsitzende der SPD für interne Disziplin
sorgen. Es scheint, dass aus dem 18%–
Wahlergebnis in Bayern keine Lehre gezogen
wurde. Die angedrohte Stagnation der Renten
wird wohl dazu führen, dass nicht nur Jugendliche, sondern bald auch RentnerInnen und
Arbeitslose den SozialdemokratInnen den Rücken zukehren. Wo dann die Stimmen herkommen sollen, bleibt unklar.
Wie lange wird es Schröder
wohl mit seinen ewigen
Rücktrittsdrohungen
machen? Oder werden etwa
Merkel/Stoiber
vor
dem
nächsten Wahltermin an die
Macht kommen und sich um die Probleme der
ArbeiterInnen, RentnerInnen, SchülerInnen und
StudentInnen kümmern?
küçük İskender
Okuma Akşamı
10 Kasım 2003
PallasT
Potsdamer Straße/Pallasstraße köşesi
Giriş: 2 Euro
Düzenleyen: Berlin-Brandenburg Türkiyeli Eşcinseller Derneği (GLADT e.V.)
[email protected]
6
İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi
Julide Harman
7–9 Kasım tarihleri arasında Berlin Schöneberg
ilçesinde gerçekleşecek ilk Türkiyeli eşcinseller
kongresini büyük bir heyecanla bekliyorum.
Yaklaşık bir yıl süren yorucu hazırlık sürecinden
sonra umarım herşey çok güzel olur. Zaten bütün Avrupa’dan ve Türkiye’den katılacak
arkadaşların yanı sıra gelecek «önemli» insanlar
her katılan için bir kazanç olacaklar: İnsan hakları aktivisti avukat Eren Keskin, Radikal
gazetesinin tanınmış yazarlarından Yıldırım
Türker, (çok sevdiğim) şair küçük İskender, çeşitli politikacılar, gazeteci–yazarlar, sanatçılar vs.
Bu kongreye katılmak, sanki tarihi bir olaya
tanıklık etmekmiş gibi geliyor bana.
Türkiye toplumu
ve göçmen Türkiyeli toplumlarda
büyük adımlarla
ilerleyen eşcinsel
hareketinin
çok
güzel bir göstergesi olacak bu ilk
kongremiz.
Almanya’nın en büyük
eşcinseller
dergisi, Berlin’de
yayınlanan
Siegessäule gibi
köklü
eşcinsel
basının yanı sıra
kongrenin
Türk
medyasına
da
yansıması
beni
bir ayrı sevindiriyor. Yanda görüldüğü gibi, eşcinsellere ve eşcinselliğe çok sıcak
bakmayan Hürriyet gazetesi bile,
23 Eylül’de kongremiz hakkında haber yayınlamaya başladı.
Yine programa katılacak Almanya’daki göçmen
örgütlerin temsilcileri bizim açımızdan belki de
daha da önemli. Eğer bu toplum içerisinde
birşeyler değiştirmek istiyorsak, bizimle beraber
politika üretecek çoğunluk mensubu insanlara
ihtiyacımız var. Sonuçta, Türkiye’deki KAOS GL
dergisinin kapağında yazan «EŞCİNSELLERİN
KUTULUŞU HETEROSEKSÜELLERİ DE ÖZGÜRLEŞTİRECEK» bizim için ve burası için de geçerli…
Der erste Kongress türkeistämmiger
Lesben und Schwuler
Julide Harman [Aus dem Türkischen: Koray Ali
Günay]
Zwischen dem 7. und 9. November wird im
Berliner Bezirk Schöneberg der erste bundesweite Kongress türkeistämmiger Lesben, Schwuler, Bi– und Transsexueller stattfinden. Ich warte
mit großer Spannung darauf und ich hoffe, dass
nach der fast einjährigen Vorbereitungszeit alles
glatt läuft! Aber allein die »wichtigen« Leute, die
neben all den TeilnehmerInnen aus ganz Europa
und der Türkei anreisen, werden ohnehin ein
großer Gewinn für alle TeilnehmerInnen sein:
Die
Menschenrechts-Aktivistin
und
Rechtsanwältin Eren Keskin, der bekannte
Kolumnist Yıldırım Türker von der linksliberalen
Tageszeitung Radikal, der Dichter küçük
İskender, den ich sehr mag, aber auch PolitikerInnen, JournalistInnen und KünstlerInnen…
Ich glaube, an diesem Kongress teilzunehmen
wird im Nachhinein so etwas wie die Teilnahme
an einem geschichtlichen Großereignis. Es wird
ein
Meilenstein
in
der
Lesben–
und
Schwulenbewegung in der Türkei und auch
innerhalb der türkeistämmigen Community in
Deutschland, wo ohnehin eine rasante Entwicklung stattfindet. Eine Vorahnung bekommt man,
wenn man sieht, dass nicht nur verwurzelte
Zeitschriften wie die Siegessäule aus Berlin darüber berichten. Auch die Medien mit nicht–
homosexuellem Hintergrund veröffentlichen fleißig über uns und den Kongress. Wie hier zu sehen ist, sogar die Hürriyet, die mit Homosexualität sonst eher Probleme hat. (Ausgabe vom
23. September 2003.)
Aber auch die VertreterInnen der MigrantInnen–
Organisationen, die teilnehmen werden, sind
sehr wichtig. Wenn wir in dieser Gesellschaft etwas verändern wollen, brauchen wir Mitglieder
der
Mehrheitsgesellschaft,
die
mit
uns
zusammenarbeiten und Strategien entwickeln.
Am Ende gilt ja auch hier und für uns, was auf
dem Titelblatt der wichtigsten Homo–Zeitschrift
aus der Türkei (KAOS GL) steht: »Die Emanzipation
der
Homosexuellen
wird
auch
die
Heterosexuellen befreien«…
Wir sehen uns dann auf dem Kongress!
Kongrede görüşmek üzere!
7
Wer sind das eigentlich, die
»Migrantinnen und Migranten«?
Koray Ali Günay
Deutschland ist seit jeher ein Land, in das Einwanderung stattfindet. Seit jeher wandern auch
Menschen aus, das wird oft vergessen, aber darüber will ich hier nicht schreiben. Selbst wenn
es auf den ersten Blick einfach erscheint, ist es
nicht ganz klar, wer eigentlich »Migrant« oder
»Migrantin« ist. In der Behördensprache existiert
dieser Begriff gar nicht. In Statistiken und
Gesetzestexten herrscht immer noch der Begriff
»Ausländer«, der terminologisch die »Gastarbeiter« und »Gastarbeiterinnen« ablöste. Was
einerseits ein Vorteil ist, weil hier alle Menschen
zusammengefasst werden können, die z.B. trotz
deutscher
Staatsbürgerschaft
einen
Migrationshintergrund haben, erweist sich auch
als Nachteil. Wo sind die Gemeinsamkeiten
zwischen Menschen, die seit einem Jahr als
Asylbewerber/in aus politischen Gründen hier
leben und solchen, deren Großeltern als Arbeitsmigrantinnen und –migranten hier eingewandert
sind? Familienzusammenführung, »Elite-Migranten«
(zum
Beispiel
für
kurzfristige
Arbeitsverhältnisse in der Computer-Branche)
oder Studienaufenthalte … stellen ganz andere
terminologische Herausforderungen dar. Auch
politisch stellt sich die Frage, wie sinnvoll ein
Verweis auf Wanderungsbewegungen sein kann
(lat. migrare = wandern). Eine deutsche
Staatsbürgerin mit »ausländischer« Herkunft,
die hier geboren ist und ihre Schullaufbahn hier
absolviert hat, hier lebt und vermutlich auch hier
sterben wird, »wandert« nicht. Sie ist »eine von
hier«, auch wenn sie nicht »eine von uns« ist.
Trotz dieser begrifflichen Schwierigkeiten erscheint es sinnvoll, an »Migrantin«/»Migrant« als
Begriff festzuhalten, denn vielfach hat es — unabhängig vom subjektiven Befinden — großer
Auswirkungen, ob man tatsächlich ein- oder
ausgewandert ist bzw. einen Migrationshintergrund hat: Insbesondere der Zugang zu Ämtern, Institutionen oder in den Bereich der Wirtschaft ist klar verbunden mit der Frage der Zugehörigkeit oder Nichtzugehörigkeit.
Die Wanderungsbewegungen
Zweiten Weltkrieg
nach
Almanya hep bir göç ülkesiydi. Herzaman buradan gidenler olduğu gibi, buraya gelenler de
oldu. Ama, her ne kadar ilk bakışta kolay olsa
da, kimin «göçmen» olduğunu saptamak hiç de
kolay değil aslında. Devlet dilinde bu terim zaten
yok, yasalarda ve istatistiklerde halen «misafir
işçilerden» («Gastarbeiter») sonra gelen «yabancılardan» («Ausländer») söz edilmekte. Bunun olumlu ve olumsuz yanları var. Bir taraftan
uyruğa bakmaksızın herkesi kapsıyor ailenin
geçmişine dayanan «göçmenlik» olgusu. Ama
bunun olumsuz yanları da var tabii. Bir yıldır
siyasi sebeplerden dolayı Almanya’da mülteci
dem
Migration ist kein neues Phänomen, schon im Altertum, aber auch im Mittelalter und in der Neuzeit haben Massenwanderungen stattgefunden,
die von verschiedenen Faktoren ausgelöst wurden (Hunger, Krieg, Vertreibung…). Hier soll
aber kurz die Nachkriegsgeschichte Deutschlands in Betracht gezogen werden, namentlich
8
Kim Bu «Göçmen» Dedikleri?
Koray Ali Günay
olarak yaşayan bir insanın 60’lı yıllarda buraya
göç eden işçi aileleriyle ortak noktaları nedir?
Aile birleşimi ile ya da kısa bir vade için gelen,
örneğin bilgisayar alanlarında çalışacak «elit göçmenler» ya da okumak için gelen öğrenciler
terminolojiyi ilâveten zorluyorlar.
Westdeutschlands, weil die Bedingungen in der
DDR einer Spezifik unterlagen, die uns in diesem
Zusammenhang nicht interessieren müssen.
Im Gegensatz zu den ehemaligen Kolonialmächten Frankreich und Großbritannien hat Westdeutschland eine eigene Entwicklung durchgemacht, wo die Arbeitsmigration aber trotzdem
Parallelen zu den westeuropäischen Nachbarn
aufweist. Um den Bedarf an verfügbaren
Arbeitskräften
zu
decken,
wurden
zwischenstaatliche Abkommen mit südeuropäischen
und nordafrikanischen Ländern geschlossen, um
Bunun dışında siyasi anlamda da sorgulanması
gerekiyor «göçmen» denilen bu kimlik. Göç, bir
yerden bir yere gitmekten geliyor. Burada doğup
yetişen, tahsilini burada tamamlayan ya da çalışan, burada yaşayıp burada ölecek olan bir insan
nereden nereye göç ediyor ki? O, «bizden» olmasa da bir «buralı» değil mi…?
Ama bu kavram kavgalarının dışında yine de
«göçmenliği» kesip atmamakta yarar var. Ne de
olsa birçok alanda, şahsi duruşa bakmadan
Alman ya da «farklı» olmak birtakım olumlu ya
da olumsuz neticeyi beraberinde getiriyor. Bu,
özellikle insan–devlet ilişkilerinde, kuruluşlarla
ilişkilenmede ve özellikle iş alanda etkin, yazılı
olmayan, görülmez kurallardan birisi.
İkinci Dünya Savaşı Sonrası Göç
Göç, çok yeni bir olgu değil, tam tersine eski
çağlardan orta çağa, orta çağdan günümüze hep
var olan birşey. Sebepleri ise savaş, açlık, mübadeleler… Burada, Almanya’nın İkinci Dünya
Savaşı sonrası tarihi göz önünde bulunduruluyor
ki, bizi ilgilendiren dönem bu. (Yalnızca Batı Almanya’nın tarihi bu aslında, ama Doğu Almanya’ya özgü özellikler bizi bu bağlamda ilgilendirmiyor.)
hauptsächlich junge gesunde Männer ins Land zu
holen, die hier arbeiten und dann wieder zurück
in ihre Heimatländer geschickt werden sollten.
Eine nennenswerte Migration von Frauen gab es
nur aus Südkorea (ab 1970), wo hauptsächlich
Krankenschwestern angeworben wurden.
Almanya’ya göç, eski sömürgelerinden Fransa’ya
ya da İngiltere’ye akın eden göçmenlerin
göçünden çok farklı gerçekleşti. Buna rağmen
yine de ortak noktaları var: Örneğin başlangıçta,
Güney Avrupa ve Kuzey Afrika ülkeleriyle yapılan
anlaşmalar sonucu genç ve sağlıklı erkekler
alındı Almanya’ya.
Der Anwerbestopp 1973 führte zum einen dazu,
dass die Arbeitsverträge nicht verlängert wurden, was vor allem die Staatsbürger von EGLändern betraf, und andererseits zum Nachzug
der Ehefrauen und Kinder vor allem der Menschen aus mehrheitlich islamischen Ländern. In
der Folge entstand durch Kinder, die hier geboren wurden, die so genannte »zweite Generation«. Von 1973 (2,7 Mio.) bis heute (ca. 8 Mio.)
steigerte sich die Zahl der Migrantinnen und
Migranten kontinuierlich, so dass spätestens Anfang der 90er Jahre die Frage quasi »natürlich«
aufkam, was mit diesen Menschen seitens der
Politik anzufangen sei. Da eine Rückwanderung
nicht in Sicht war, betrat das Wort »Integration«
die Bühne. (Etwa 30% der Migrantinnen und
Migranten heute sind türkeistämmig.)
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar atlatılmıştı ve görülmedik bir büyüme gerçekleşiyordu Batı Almanya’da. Bu genç
insanları kullanıp, sözleşmeleri bittiğinde ülkele
Was ist das, »Integration«?
rine geri göndermek istiyordu tekrardan canlanan devlet. Bu bağlamda kadınlar istenmiyordu
ki, yalnızca Güney Kore’den (1970 sonrası) hemşire olarak alınan bayan işçiler gelmişti ciddi bir
boyutta.
Neben den Hinweisen, dass Integration Geduld
und einen langen Atem erfordere (Johannes
Rau), finden sich in der Literatur nur diffuse Vor
9
stellungen davon, was das denn sei. Sprache
scheint eminent wichtig zu sein, aber auch »unsere Werte« und das Grundgesetz, zu dem man
sich bekennen muss. Inwieweit dies mit einem
Verlust der »nationalen«, »ethnischen« oder
»kulturellen« Identität verknüpft sein muss,
hängt vom politischen Lager ab, das die Integration der neu Hinzugekommenen fordert. Allgemein akzeptiert scheint indes die Vorstellung,
es gebe etwas Konsistentes, in das sich Willige
integrieren können. Was das aber sei, dieses
»Wir« und »Uns«, das wird nirgends deutlich.
Vielmehr wird die Komplexität der Gesellschaft
in Deutschland oft außer Acht gelassen und ganz
unbefangen ein »Wir« suggeriert, wo es — wie
in allen Gesellschaften — viele verschiedene
»Wir«s gibt. Ganz selbstverständlich (statisch)
ist nichts in der deutschen Gesellschaft, jüdische
Deutsche werden mit »Wir« etwas Anderes meinen als Afrodeutsche oder bayerische CSU-Wähler vom Dorf. Es mag sein, dass dies für die
nationale Identität der Deutschen schädlich ist,
es kann aber auch sein, dass es einfach nur
zeigt, wie wenig sinnvoll eine nationale Identität
allein aus historischen Erwägungen ist. Wer will
da entscheiden, wo hinein sich wer integrieren
soll?
Beklenilen bir kriz yüzünden 1973’te durdurulan
işçi alma programlarından sonra iki farklı gelişme
görülüyordu: Özellikle Avrupa Topluluğu vatandaşları, uzatılmayan sözleşmeler sonucu Almanya’yı terk ediyorlardı, İslam’ın egemen olduğu ülkelerden gelen erkekler ise, aile birleşimi
yoluyla eşlerini ve çocuklarını getirmeye başlıyorlardı. Burada doğan çocuklar sayesinde
sosyoloji, «ikinci kuşak» terimine kavuştu.
1973’te Almanya’da takriben 2,7 milyon göçmen
yaşarken, bu rakam bugün sekiz milyona ulaşmış bulunuyor. Böylelikle en geç 90’lı yıllarında
sahneye «Uyum» sorunu çıkıyor. Bu insanlar
Almanya’yı terk etmeyeceklerine göre, ne yapmalıydı onlarla? (Bugünkü göçmenlerin % 30’u
Türkiyeli.)
Bu «Uyum» Dedikleri Ne?
Uyum, sabır ve uzun vadeli mücadele isteyen
birşey diyor Cumhurbaşkanı Johannes Rau. Bunun dışında literatürde, uyumun ne olduğuna
işaret eden somut birşey bulmak olanak dışı gibi.
Dil önemli bir konumda, bu belli. «Değerlerimiz»
de. Bir de Anayasaya saygı tabii. Bunların, «ulusal», «etnik» ya da «kültürel» kimlikten ne derecede vazgeçilmesini gerektirdiği meçhul — ya da
«uyum» isteyen kişinin hangi partiye bağlı olduğuna bağlı. Genelde kabul gören bir unsur ise,
isteyen her kişinin uyum sağlayabileceği birşeyin
var olması. Ama bu «biz’in» ya da «bizim’in» ne
olduğunu kimse söylemiyor. Almanya’daki toplumun ne derece muhtelit (kompleks) birşey olduğu görülmek istenmiyor, daha da çok, var
olmayan bir bütünlük kurgulanmaya çalışılıyor.
Bir değil, birçok «biz» var Almanya’da — her
toplumda olduğu gibi. Hiçbir şey, «hep böyleydi,
hep böyle kalacak» değil; yüzyıllardır Almanya’da yaşayan Yahudiler ya da Afrika kökenli
Almanlar, «biz» dediklerinde, muhafazakâr bir
köylüden bambaşka şeyler ifade ediyorlardır büyük bir ihtimalle. Bu, elbet ulusal kimlik açısından tehlikelidir, ama belki de ulusal kimliğin
geleneksel olarak bile ne kadar gereksiz olduğuna bir işaret de olabilir. Sonuçta kim kime,
neye
uyum
sağlayacağını buyurabilir
ki?
Kurban Bayramı 2010
10
Ulaş Yılmaz
Dünya Küçük, Dün Uzak
Dünya küçüldü. Çok küçüldü hem de. Artık eskisi kadar acıtmıyor ayrılığın, uzaklığın, acısı insanların
canını, on yıllar öncenin silik anıları kadar. O anılar da olsa olsa bir iki türkü ve iki kalem fotoğraftan
ibaret. Onlara bakıp duyduğumuz acı sadece kendi yolculuklarımızı anlatıyor bize. Sadece dinlediğimiz hikâyeler bunlar. Yaşamadık hiç birini. Yine de hissedebiliyoruz.
Hikâyelerimiz çok güçlüdür bizim ve biz de güçlüyüz onlara inandığımız kadar. Onlar bizim
bağnazlığımız, onlar bizim töremiz, dilimiz, dinimiz; onlar bizim gözümüz, kulağımız; kitabımızdır
velhasıl. Bozkırın, karlı dağların, heyelanları bol yamaçların, denizin kitabı. Oradan okur oradan
öğreniriz.
«Erkekler uzak memleketlere gidiyorlar. Gidiyorlar, yanlarında kadınları, varsa bir iki de bebe…
Bebeler ağlıyor. Sıkıntı niye bu kadar erken başlar ki? Ne zor be, insanın toprağını bırakıp uzaklara
gitmesi. Hele o topraktan, başka bildiği tek şey elleriyse. Kocaman elleriyle avuçladığı bir tutam toprak ceplerinde, terk ediyor erkekler, memleketi.
Yol uzak;
gemiler büyük
ve
kocaman eller
yumruk olmuş.
Lakin kâr etmiyor hiç bir şey: Yol uzak; gemiler büyük ve kocaman eller yumruk… Gemiler hareket
etti.
***
Hatice daha önce köyden hiç çıkmamıştı. Buraya gelene kadar yollarda geçirdiği bir haftayı saymazsak bildiği tek yer köyüydü. Önce ilçeyi gördü. Sonra da şehri. Buraya gelene kadar yol o kadar uzun
sürdü ki Hatice kocasının kulağına utarak fısıldayıverdi: «Dünya ne büyükmüş git git bitmiyor.»
Hatice’nin kocasının tarlası tapanı yoktur. İcarcıdır; başkalarının toprağını sürerek geçinirler yani.
Dünya malına sayılacak bir bağları vardı, bir de iki keçi, beş tavuk, bir horoz.. Onları da sattılar
yolculuk için. Nasıl oldu; neden düştüler bu göç yollarına, Hatice bilmez. Söylemedi kocası. O da sormadı. Kocası onu kaçırdığında da sormamıştı. Bir gün «Gel!» demişti İbrahim. O da gitmişti peşi sıra.
Beş gün yazıda yabanda yatmışlardı. Sonra aynı hanede bir yastığa baş koymuşlardı. Çok şükür
kimse zorluk çıkarmamıştı fukaralıktan başka. Çok zor olmuştu tek göz evin kurulması. Senesinde
doğurdu, devrisinde bir tane daha. Sonra bir gün kerpiç dökerken harcın içine saman katmadı diye
İbrahim’den dayak yedi. O günden sonra döl tutmadı.
Her şeye rağmen pek severdi kocası onu. Tarladır, bostandır demez çökerdi tepesine. «Avradım değil
misin?» derdi Hatice biraz nazlandığında. Hatice, bir yandan utanıyordu kocasının erkekliğinden, bir
yandan da pek seviyordu kocasının erkekliğini. Karışık duygulardı bunlar. «İyi ki kaçmışım sana»
derdi pek coşarsa eğer. Sonra utanıp bükerdi boynunu. Bu kez de boynu büküktü ama ne utançtan
ne de coşkudan. Kocasına kaçarken hissettiği gibi birşeydi. Bildiği alışkın olduğu her şey arkada kalmıştı. Dünyanın öbür ucuna gelmişlerdi. Geri dönmek istiyordu; sesi çıkmadı. Gözünün gördüğü en
son yere kadar uzanan suya baktı. Allah yaratısıydı bu koca su. Altlarındaki bineğin de Hak işi
olduğundan emindi Hatice. Birisi çıksa da «Buna gemi derler; insan yapısıdır» dese. Önce yüreğinin
derinlerinden bir tövbe çeker sonra da kapatırdı yüzünü yazmasıyla. Tanık olmak istemezdi böylesi
inkâra.
Gemi limandan ayrılalı beri çok zaman geçmişti. Güneşin doğusundan ve batışından başka zamanı
gösterecek hiç bir şey yoktu. Sadece su vardı ve bol bol mide bulantısı. Bir rahatsızlık için için
kemiriyordu Hatice’yi ve İbrahim’i. Yine de ne Hatice İbrahim’e ağzını açıp tek kelime edebildi ne de
İbrahim Hatice’ye. Aradan belki on belki de on beş gün daha geçti. Gün geçtikçe rahatsızlıkları arttı.
Dayanamaz oldular. Dokunsan ağlayacaktı her ikisi de. Nitekim bir ara göz göze geldiklerinde içlerinde rahatsızlık göz yaşlarına boğuverdi her ikisini de. Sarılıp ağladılar uzun uzun: Bir daha asla geri
dönemeyeceklerdi Avustralya denilen o gâvur memleketinden.
11
Was bedeutet Integration?!
Ne O Uyum Dedikleri?!
Deniz Güvenç
Deniz Güvenç
In der ganzen Diskussion um Menschen, die mit
Migrationshintergrund in Deutschland leben, ist
das Wort »Integration« zu einem festen
Bestandteil geworden: Die Migrantinnen und
Migranten mögen sich stärker integrieren und in
Deutschland »ankommen«.
Es stellt sich für mich allerdings die Frage, was
die Integrationsfähigkeit von Einheimischen ausmacht? Bedeutet dies, dass der eingeborene
deutsche Mensch ― da in Deutschland nach wie
vor das Abstammungsprinzip gilt und erst
allmählich das Territorialprinzip ergänzend
eingebunden werden soll, mache ich die Unterscheidung zwischen Eingeborenen und Einheimischen ― bestimmte Verhaltens– und Denkweisen bei Einheimischen in der Art und Weise kritisieren darf, dass sie als »Integrationsunwilligkeit« gesehen und somit als Absage an die deutsche Gesellschaft interpretiert werden?
Ne zaman Almanya’da yaşayan göçmenlerin
konuşulsa, «UYUM» diye bir sözcükle karşı karşıya kalıyoruz. Göçmenler, daha fazla uyum
sağlayıp Almanya’ya «varmaları» bekleniyor.
Was heißt das konkret? In der Debatte über
integrationsunwillige Einheimische kommt es mir
so vor, als ob sie auf bestimmte Eigenschaften
reduziert werden: patriarchalisch, sexistisch, homophob, rückständig, gewalttätig, aggressiv
usw. Ich will das nicht abstreiten, da dies bestimmt auch alles der Fall sein mag oder auch
sein kann. Mir drängen sich dabei allerdings folgende Fragen auf:
Lässt sich dies nur auf den ethnischen Aspekt
reduzieren? Oder will man sich mit sich selbst
gar nicht konfrontieren und benutzt dafür lieber
die anderen?!
Als Eingeborener hat man natürlich das Recht,
sich in anderer »Angelegenheiten« einzumischen
und für sich klare Grenzen gegenüber den anderen zu setzen. Es geht mir in erster Linie darum,
dass man sich seiner Selbst bewusst wird und
sich dem auch stellt. Das bedeutet für mich,
dass ich mir erst einmal meine eigenen
patriarchalischen, sexistischen, homophoben,
rückständigen, gewalttätigen und aggressiven
Charakterzüge bewusst mache. Dann kann ich
mich mit denen innerhalb meiner Gruppe
auseinander setzen und dabei auf die anderen
zugehen.
Eine authentische und überzeugte Integration
wird meiner Meinung nach erreicht, wenn ich im
Dialog mit mir selber stehe. Denn erst dann
kann ich einen Dialog miteinander übereinander
gemeinsam führen.
12
Beni başka şeyler ilgilendiriyor bu bağlamda:
Buralılar ne kadar uyum sağlayabilecekler? (Almanya’da Almanlık hâlâ sülaleden gelen birşey
olarak görüldüğü için göçmen ve buralı ayrımını
yapmakta yarar var diye düşünüyorum.)
Buralılar, göçmenlerde bazı davranışlarını ve
genelde düşünce tarzlarını öyle eleştiriyorlar ki,
göçmenler uyum sağlamak istemiyorlarmış gibi
görülüyor. Bu da neticede, Alman toplumunu
reddetme olarak algılanıyor.
Bu ne anlama geliyor? «Uyumsuz göçmenler»
tartışmalarında görülmesi gereken birşey var:
Göçmen kimlik daima olumsuz unsurlardan
oluşuyor. Örneğin ataerkillik, cinsiyetçilik, eşcinsellere karşı olmak, gericilik, şiddet yanlılığı,
kavgacılık vs. Bunların hepsi doğru da olabilir,
yanlış da. Sorulması gereken asıl sorular ise
şunlar:
Bu
olumsuzluklar
yalnızca
etnik
kökene
indirgenebilir mi? Ya da bu, suçu başkalarında
arayarak kendi sorunlarından kaçma yöntemi
değil mi?
Elbet buralıların hakkıdır «başkalarının» işine karışmak. Ya da onlara karşı sınırlarını belirlemek.
Ama ilk etapta insan kendini bilmeli ve kendini
sorgulamalı, yani benim kişiliğim ne kadar ataerkil, cinsiyetçi ya da eşcinsel düşmanı? Ben ne
oranda şiddet yanlısıyım, ne kadar saldırgan?
Daha sonra bunları ait olduğum grup içerisinde
tartışarak başkalarına yaklaşmak bana daha
cazip bir yöntem olacakmış gibi geliyor.
Otantik ve inandırıcı bir uyumun temeli, kendimle diyalog içerisinde bulunmamdır. Ancak bu
şartı yerine getiriyorsam başkalarıyla birlikte
hepimizi ilgilendiren konuları işleyebilirim.
13
Deutsche Männlichkeit vs. türkische
Männlichkeit
Warum es männlich ist, Schwule und
Lesben zu diskriminieren
Florian Harsch
Seit fast 30 Jahren kämpfen Teile der deutschen
Frauenbewegung
für
die
Auflösung
der
Geschlechterrollen, weil sie die Menschheit spaltet in zwei Sorten von Mensch. Die eine Sorte
soll stark und mächtig und damit der anderen
Sorte überlegen sein. Diese soll genau das
Gegenteil, nämlich schwach und weich und von
der starken Sorte abhängig sein. Entweder gehörst du zu der einen Sorte, dann bist du Mann
oder du gehörst zu der anderen Sorte, dann bist
du Frau. Dazwischen gibt es nichts.
Zumindest nicht in diesem vorgefertigten
Schema, denn die gesellschaftliche Wirklichkeit
sieht ganz anders aus: Da gibt es nämlich Menschen, die sich mit dieser Einteilung nicht
identifizieren können und damit sind nicht nur
Schwule, Lesben und Transsexuelle gemeint,
nein, unabhängig von der sexuellen Orientierung
und vom Geschlecht ist jeder Mensch Opfer dieser starren Einteilung. Die Frauen haben das als
erste erkannt. Sie haben ihre aufgezwungene
Unterlegenheit und Unterwürfigkeit benannt und
dagegen rebelliert und dazu beigetragen, dass
die weibliche aber auch die männliche Rolle
heute weniger starr sind als jemals zuvor.
Die Männer, die zunächst durch ihre höhere
gesellschaftliche Stellung scheinbar bevorteilt
sind, leiden aber auch unter der Normierung.
Nicht bei jedem hat die Sozialisation zur Dominanz und Härte gefruchtet, was jedoch unabdingbar ist, um als »richtiger« Mann zu gelten.
Demnach braucht der Mann ein neues Rollenverständnis und ist, gezwungenermaßen, auch offen dafür.
Diese in Deutschland vorherrschende Dynamik
einer
Entwicklung
und
Veränderung
des
Rollenverständnisses stößt auf den Konservatismus der türkischen Kultur. Viele Türken die in
Deutschland leben, haben diese Geschlechter–
Entwicklung nicht mitgemacht, sondern sich auf
ihre Ursprungskultur berufen, die an den
traditionellen Geschlechterrollen festhält. Im
Gegensatz zu den deutschen Männern konnten
sie weitestgehend ihre Überlegenheit allem
»Weiblichen« gegenüber wahren. Mit Blick auf
das sich langsam ausbreitende neue deutsche
Männerbild klammert sich der türkische Mann
umso fester an die alte Rollenverteilung.
14
Alman Erkekliği, Türk Erkekliği
Erkeklik Yapılanmasında Eşcinsel
Düşmanlığı
Florian Harsch [Almancadan: Koray Ali Günay]
Yaklaşık 30 yıldır Alman kadın hareketinin bir
kısmı toplumsal cinsiyet rollerinin ortadan kalkması için çaba sarfediyor. Bu roller, insanları
ikiye ayırıyor: İnsanların bir kısmı kuvvetli ve
güçlü, yani diğerini yönetiyor, diğeri ise güçsüz
ve yumuşak, ilkine bağımlı. Ya birine ya da diğerine ait olmak zorunluluğu var, ya erkek oluyorsun ya da kadın. Bunların arasında duran birşey
yok. En azından bu katı anlayışa göre yok. Ama
toplumsal gerçeklik farklı. Bu alanda, bu kuralı
benimsemeyen insanlar var ve bunların arasında
eşcinsel olmayanlar da var. Cinsel eğilim ve
cinsiyete bakmaksızın her insan bu ayrımın acısını çekmek zorunda bırakılıyor. Bunu ilk olarak
kadınlar anladı. Dayatılan mağlubiyeti ve boyun
eğmeyi adlandırdılar ve baş kaldırdılar. Böylelikle
bugüne gelindi. Sonuçta toplumsal erkeklik ve
kadınlık rolleri hiç görülmediği kadar yumuşadı.
Bu cinsiyetçilik, yalnızca kadınlara acı vermez.
Onlara dayatılan üstünlük ve sertlik herkeste
ekilir ama herkeste biçilmez. Ama «gerçek» erkek olmak için bunlar gerekmektedir. Bunun dışında
erkekler
zaten
gittikçe
toplumdaki
egemenliklerini kaybederler, onların iktidarını
kabul etmeyen kadınların sayısı artar, o tipik
erkeklik anlayışı her geçen gün daha fazla
sorgulanır. Yani erkekliğin yeniden tanımlanması
gerekmektedir. Erkekler biraz da zorunlu olarak
yeni kimlik arayışlarına girmektedirler.
Almanya’da egemen olan bu düşünceler ve değişimler, burada yaşayan Türkiyelilerin tutuculuğu
ile çakışır. Almanya’da yaşayan birçok Türkiyeli,
toplumsal cinsiyet alanındaki değişimi doğrudan
takip etmez, aksine kendi kültürüne ve onun
getirdiği rollere sarılır.
Burada yine dönüşümü engelleyen erkeklerdir.
Kaybedecek bir şeyleri olan onlardır çünkü. Alman
erkeklerinin
yapamadıklarını
onlar
sağlamışlardı: Erkek iktidarını korumak, «erkek»
olmayan herkesi dışlamak. Alman toplumunda
yaygınlaşan yeni erkeklik anlayışına şaşırarak,
Türk erkeği kendi kültürüne eğilir ve kendi
gelişmesine engel olur. Zaten kaybedecekleri
olanlar da onlar. Alman erkeklerine karşılık görece halen güce sahip olanlar onlar. Alman
erkeklerin de istemeyerek alışmak zorunda
kaldıkları yeni erkeklik anlayışı, Türk erkekleri
tarafından kimliklerini kökten tehdit eden bir unsur olarak algılanıyor.
Und damit liefert er besten Zündstoff für die Diskriminierung Homosexueller. Denn Schwule und
Lesben rütteln an der alten Rolle Mann und sie
rütteln damit an dessen Macht. Vor allem
Schwule bedrohen das Bild des überlegenen,
starken männlichen Geschlechts und ziehen damit, nach Sicht der Männer, die ganze »Mannheit« in den Schmutz. Doch die Wahrheit ist: Sie
ziehen den Mann lediglich auf eine Ebene mit der
Frau. Denn Schwule werten »Weiblichkeit« nicht
ab, sondern verbünden sich mit ihr. Die Abgrenzung zur Frau droht damit zu schwinden und mit
ihr die Männlichkeit — eine schaurige Vorstellung
für jeden Mann. Deshalb wird der Schwule verdrängt, verachtet, vermöbelt — im schlimmsten
Fall sogar vernichtet.
Lesben trifft kein besseres Schicksal. Um der
Frau überlegen zu sein, unternehmen Männer alles Mögliche, Frauen schwach zu machen (man
denke da nur an die hochhackigen Schuhe und
engen Röcke, die gerade mal Trippelschritte
möglich machen, was ja ach so weiblich ist).
Wer da nicht mitspielt (und viele Lesben spielen
definitiv nicht mit), stellt ebenfalls eine Bedrohung der Macht des Mannes dar, die bekämpft
wird. Und je minderwertiger sich ein Mann fühlt,
je mehr er sich über sein Geschlecht definieren
muss, um sich gut zu fühlen, desto stärker sieht
er sich von der Angleichung zwischen Mann und
Frau bedroht. Und umso verächtlicher begegnet
er Homosexualität.
Anstatt diesen Rollen–Konservatismus weiter
totzuschweigen, müssen sich Deutsche endlich
aus ihrer Befangenheit befreien und anfangen
dieses Frauen– und Männerbild lautstark zu kritisieren — ein Bild, das sie glaubten hinter sich
gelassen zu haben, das jedoch viele Türken hier
noch ungeniert vertreten dürfen. Und auch
TürkInnen müssen offen sein für die Kritik an
ihrer Kultur. Denn noch immer sind einige gekränkt, wenn man vor allem die Stellung der
Frau in der türkischen Familie in Frage stellt. Ihnen sei gesagt, dass die deutsche Familie ja genauso unter Beschuss steht und genauso hinterfragt wird. Und man darf nicht vergessen, dass
viele junge Frauen und Homosexuelle unter den
alten Rollenzuschreibungen und der damit
verbundenen Abwertung von Eigenschaften und
Verhaltensweisen, die mit »Weiblichkeit« verknüpft werden, massiv leiden. Das lässt sich nun
einmal nicht von der Hand weisen.
Um die Diskriminierung von Lesben, Schwulen,
Bi– und Transsexuellen zu bekämpfen, dürfen
wir nicht zulassen, dass Veränderungen des
Rollenverständnisses gebremst werden, sondern
müssen die vorherrschende Dynamik und den
Änderungswillen unterstützen. Wir müssen dafür
sorgen, dass deutsche wie türkische Jungen und
Männer ihre Männlichkeit nicht in der Dominanz
Bu da, eşcinsel düşmanlığını körüklendiren en
önemli kaynaklardan birisi. Eşcinseller, geleneksel
erkeklik
anlayışını
en
temelden
zedeleyebiliyorlar ve böylelikle onun iktidarını
sorgulamış oluyorlar. Özellikle erkek eşcinseller,
baskın, güçlü erkekliğe ve dolayısıyla erkekliğin
tümüne çamur atıyor gibi görülüyor. Ama gerçek
şu ki, erkekliği, kadınlıkla bir düzeye getiriyorlar.
«Kadınlığı» reddetmemek, iki toplumsal cinsiyetin arasındaki sınırları yok etmek anlamına geliyor. Ama ezik «kadının» olmadığı bir toplumda,
baskın «erkek» de kendini var edemiyor. Bu
yüzden eşcinsel erkek dışlanıyor, üstüne kin
çekiyor, dövülüyor ve en kötü ihtimalde yok
ediliyor.
Ama lezbiyenlere de farklı davranılmıyor. Her şekilde kadından üstün olma çabası, erkekleri birçok yöntemle arkadaş ediyor. Doğru düzgün
yürümeyi
imkânsızlaştıran
yüksek
topuklu
ayakkabıları ya da dar etekleri düşünün. «Seksi»
bir kadın olmak, hareketsizliği beraberinde
getiriyor. Bu oyuna gelmeyen kadın da — ki birçok lezbiyen bu oyuna gelmiyor — erkekliği tehdit ediyor. Bu kadınlara savaş açılıyor. Bir erkekte ne kadar çok aşağılık kompleksi varsa o
kadar cinsiyetine bağlanır, kadın gibi olmaktan
korkar. O kadar da eşcinsel düşmanı olur.
Toplumsal cinsiyet alanında var olan bu tutuculuğu
görmemezlikten
gelmektense,
bence
Almanlar artık susmamalılar. Bu kadınlık ve
erkeklik anlayışlarını da yadırgamaya başlamalılar. Bizim geride bıraktığımız bu ilkel anlayışlara
göçmen Türkler’de de eleştirel yaklaşmamız lazım. Türkler de, kendi kültürlerine yönelik
eleştirilere açık olmaları lazım. Bu dayatmalar
yalnızca onları değil, Alman aile yapısını da
sorguluyor. Şunu unutmamak gerekir ki, birçok
genç kadın ve eşcinsel, «kadınlığı» aşağılayan bu
zor koşullar altında eziliyor.
Hoşgörüyü yanlış anlayan Alman toplumu hakkında, kız ve kadınlara karşı şiddet teşvik ediliyor teşhisine de varılabilir. Ben, Türkiyeli
gençlerle yaptığım çalışmalarda «kadınlığı»
çağırıştıran her şeyin ne kadar aşağılandığını
gördüm. Böylelikle, «eşcinsel/ibne» kelimesi
Alman gençlerde de bir küfür haline geldi.
Eşcinsellerin maruz kaldığı dışlanmayı azaltmak
için, bence toplumsal cinsiyet anlayışlarının
değişmesini sağlayan her şeyi teşvik etmeliyiz ve
bu süreci frenleyen her şeye de dur demeliyiz.
Alman
ve
Türk
erkekliklerin,
toplumsal
cinsiyetlerini
kuraraken,
bunu
kadınların
aşağılanması üzerinden yapmamalarına dikkat
etmeliyiz. Kadının aşağılanması, eşcinselin de
aşağılanması anlamına gelir.
15
über Frauen und der Abwertung des »Weiblichen« sehen (und somit in der Abwertung von
Homosexualität). Insbesondere der/die Deutsche
darf nicht im Rahmen seiner/ihrer selbstgefälligen Pseudo–Toleranz gegenüber der türkischen
oder anderen in Deutschland vertretenen Kulturen dieser vormodernen Ungleichbehandlung
aufgrund des Geschlechts zustimmen. Denn das
ist eine Toleranz der Intoleranz.
Yeni rol anlayışlarının oluşumunu engelleyecek
her şeye karşı çıkmalıyız. Özellikle Almanlara
burada büyük bir görev düşüyor; ilkel cinsiyet
anlayışlarına göz yummak, hoşgörüsüzlüğü
hoşgörmek anlamına gelir yoksa…
Teile und herrsche
Im Spannungsfeld von Homophobie, Sexismus und Rassismus
Böl ve Yönet
Eşcinsel Düşmanlığı, Cinsiyetçilik ve
Irkçılığın Arasında Bir Yerde
Koray Ali Günay
Koray Ali Günay
Es ist eine eigentümliche Position, die man als
migrantischer Homosexueller einnehmen muss,
wenn es um die Themen Sexismus und
Homophobie in MigrantInnen–Communities geht.
»In die Verlegenheit kommen, etwas verteidigen
zu müssen, worunter man selbst vielleicht am
meisten leidet« ließe sich das vielleicht nennen.
Konu, göçmenler arasında eşcinsel düşmanlığı ya
da cinsiyetçilik olunca, göçmen eşcinsel olarak ilginç bir duruma giriliyor. «Aslında en çok seni
inciten birşeyi savunma zorunluluğu» gibi birşey
doğuyor ki, insan kendi durumunu anlamakta
zorlanıyor.
»Türkeistämmige Männer sind (neben den arabischen) besonders homophob und frauenverachtend.« Das ist ein Vorwurf, der oft zu hören ist,
auch oben im Artikel von Florian Harsch. Die
Analyse ist aber nicht frei von Zuschreibungen.
Wenn man auf solche Aussagen wie oben
antwortet, dass man reale und handfeste soziale
Auseinandersetzungen nicht ethnisieren dürfe,
gehen die aufgeklärten deutschen Bildungsbürger sofort in die Position der Opfer. Sie sehen
sich kollektiv zu Rassisten gestempelt und Meinungs– und Äußerungsfreiheit gefährdet, weil
die political corectness ihnen vermeintlich den
Mund verbiete.
Aber es geht nicht darum, Menschen kollektiv zu
Rassisten zu erklären, auch nicht darum, Meinungen zu verbieten. Es geht aber andererseits
auch
nicht
darum,
einseitig
stereotype
Zuschreibungen zu akzeptieren. Wer par tout
sagen möchte, dass »die Türken« (Moslems,
Ausländer…) nun einmal so und so seien, muss
auch aushalten können, dass »die Deutschen«
usw.
In der Tat sind die meisten Einwanderer und Einwanderinnen aus den Mittelmeerländern hierher
gekommen, weil sie in ihrem Herkunftsland
keine Arbeit hatten bzw. keine Zukunft sahen.
Es waren fast ausschließlich Menschen aus den
unteren Schichten der Gesellschaft, mit allen Bildungs– und sonstigen Defiziten. Es ist aus der
Logik der Sache heraus total richtig und korrekt,
dass diese Menschen nicht die gleiche
Weltgewandheit besitzen wie Metropolenbewoh–
16
«Özellikle Türkiyeli ve Arap kökenli erkekler
eşcinsel ve kadın düşmanı oluyorlar» argümanını
çok duyuyoruz. Bu, Florian Harsch’ın yukarıdaki
yazısı için de geçerli. Göze çarpan, İslam’ı baskın
din olarak merkeze koymaması — şu zamanlarda
her göçmenlikle ilgili her konuda yapılan birşey.
Florian bu bağlamda daha gerçekçi, toplumsal
bir yaklaşımı seçmiş. Ama bu, onun önyargısız
olduğu anlamına geliyor mu? Gelmiyor. Yukarıda
geçen birtakım suçlamalara cevap ararken, sosyal çatışmaları etnik kökene indirgememek
gerektiğini söylediğinizde, aydın Alman burjuvazisi hemen kurban pozisyonunu alıyor. «Toptan
ırkçı yaptınız bizi yine» diyorlar, ya da ifade
özgürlüğünü
tehdit
ettiğinizi
söylüyorlar.
«Azınlıksınız diye size birşey söyleyemeyecek
miyiz yani» diyorlar.
Oysa ki önemli olan bu değil. İnsanları kitle halinde, ırkçı deyipte bir köşeye sıkıştırmakta
kimse için bir yarar yok. Ama (on yıllardır
yaptığımız gibi) tek taraflı suçlamaları da kabul
edemeyiz artık. Eğer bir insan illâ, «Siz Türkler
(müslümanlar, yabancılar) şöylesiniz» demek
istiyorsa, yankı olarak «Siz Almanlar şöylesiniz»’i
de rahatça kaldırabilmesi gerekiyor.
Gerçekten de birçok göçmen, Akdeniz ülkelerinin
kırsal kesimlerinden geldi buraya. Orada iş
yoktu, güç yoktu. Dolayısıyla her toplumun özellikle alt kesimlerinden insanlar geldi, bütün bilgi
ve diğer eksiklikleriyle. Kolayca anlaşılabileceği
gibi bu insanların dünyaya bakış açıları Avrupa
metropollerinde yaşayan toplumlardan çok farklıydı. Yoksa zaten kendi ülkelerini terkedip, Avrupa’da göçmen olarak yaşama ihtiyacı duymazlardı.
nerInnen aus der Ersten Welt — sonst wären sie
nicht zu ArbeitsmigrantInnen geworden.
Aber heißt das, dass »die Türken« so und so
sind? Wie richtig ist es, in schwarzhaarigen, dunkelhäutigen Menschen zuerst den ethnisch Anderen zu sehen? Warum sieht man in ihnen nicht
die ArbeitsmigrantInnen von einst und die unteren Schichten von heute? Die Tendenz, von
äußerlichen Merkmalen auf Inneres zu schließen,
hat man früher Rassismus genannt.
Würde man aber in den Sexisten und Schwulen–
Klatschern
zunächst
einmal
Unterschicht–
Angehörige sehen, würden sich vielleicht Parallelen ergeben, die für einen gemeinsamen Kampf
gegen Sexismus und Homophobie ganz nützlich
wären. Denn die Tendenz, Probleme auf den
»Anderen« zu schieben machen nicht nur diesen
zu etwas Minderwertem, sondern auch einen
selbst zu etwas Höherwertem. Das ist etwas, das
Florian Harsch in seinem Artikel ganz hervorragend am Bespiel des Geschlechterverhältnisses
geschildert hat.
Homophobie und Sexismus sind sehr ernste und
heikle Themen, die die gesamte Gesellschaft
betreffen. Ein deutsches Dorf auf dem platten
Land wird da ähnlich funktionieren wie ein
»ethnisches« Ghetto in einer Großstadt. Dies zu
betonen wäre sinnvoll. Denn sonst ist die Strategie allein: Lass uns »ihre« Homosexuellen/Frauen auf unsere Seite ziehen (weil sie ja
eigentlich uns viel ähnlicher sind), dann haben
wir ein einfacheres Spiel. Aber leider sind
migrantische Homosexuelle/Frauen eben nicht
nur Homosexuelle oder Frauen, sondern auch
migrantische Menschen und haben ihre Sensibilitäten in beide Richtungen entwickelt.
Würde ich eine These stützen, die da lautet
»Türken sind besondes homophob«, hieße das
(auch) »Ich bin besonders homophob.« Die
missliche Lage, in die wohlmeinende Deutsche
mich/uns da bringen, müssen wiederum wir alleine aushalten. Deswegen lieber »Gemeinsam
sind wir stark« als »Ihr seid schuld an allem«…
Ama bu, «Türklerin hepsi şöyledir» anlamına
gelebilir mi? Kara gözleri ya da koyu teni en
belirgin özellik konumuna getirmek ne kadar
gerekli ve ne kadar doğru? Neden o insanları
gördüklerinde Almanlar zamanın «misafir işçileri» ya da bugün toplumunun alt tabakası demiyor da, etnik azınlık diyor? Ve bu tanımın
çağırıştıdığı her olumsuzluğu her gün yeniden
kuruyor («Türk erkeği maço, Türk kadını ezilir»
misali)? Eskiden, dış görünüm ve iç olgular arasında bir bağlantı kurmayı ırkçılık olarak tanımlıyorlardı…
Eşcinsel düşmanlarını ve cinsiyetçi ayrımcılık yapanları ilk bakışta «yabancı» yerine toplumun alt
sınıfları olarak görülseler, belki de ayrımcılık yapan herkese karşı ortak bir mücadele başlayabilir. Görülen sorunları, «Bu size mahsus» deyipte
«öteki»’ye mal etmek, yalnızca onun değerini
düşürmüyor. Aynı zamanda benim de değerimi
arttırıyor. Kadın–erkek sorunu için bu mekanizmayı çok güzel anlatmış Florian Harsch, ama
toplumdaki kültürel azınlık–çoğunluk ilişkisinde
de aynı mekanizmanın işlediğini görmemiş…
Cinsiyetçilik de eşcinsel düşmanlığı da çok ciddi
ve aynı zamanda hassas konular. Bu konular bütün toplumu doğrudan ilgilendiriyor. Taşradaki
bir Alman köyün bu bağlamda büyük şehirlerdeki
herhangi bir kültürel gettodan çok farklı olacağını
hiç düşünmüyorum. İkisi de aynı usûller ve
kabuller üzerine belirli şeylerin «normal» olduğunu varsayıyor, bazı şeyleri ise gözardı
ediyorlar. Yani aksine, bu beraberlik üzerine
durmanın
çok
daha
verimli
olacağını
düşünüyorum. Yoksa strateji çok bariz bir
şekilde, «Onların eşcinsellerini/kadınlarını bizim
tarafa çekelim, zaten bize daha çok benziyorlar»
olacaktır
ki,
bu
çok
tehlikeli.
Göçmen
kadınlar/eşcinseller yalnızca kadın ya da eşcinsel
değiller, aynı zamanda göçmenler de. Bizim
duyarlılığımız her iki yönde de gelişiyor.
«Özellikle
Türkiyeliler,
eşcinsellere
karşılar» gibi bir düşünceyi paylaşmak
bizim için, «Özellikle ben eşcinsellere
karşıyım» anlamına (da) geliyor. «Suç
sizde» diyerek bizi ittikleri bu köşede yalnız bırakan Almanlara hepimiz şunu söyleyelim bence:
«El
ele
verirsek
daha
güçlü
oluruz!»
Çok aktif bir erkek, 26 yaşında, 1,84 boyunda, 83 kilo, sporitf, sevimli,
temiz, 25 yaşına kadar oğlanlarla tanışmak istiyor. Çok konuşmadan
hemen sekse başlayalım. Travesti ve yabancılar aramasın. Tel.:
17
Günter Piening ist der Beauftragte des Berliner
Senats für Migrations– und Integrationsfragen.
Nachdem er das gleiche Amt in Saksonya–Anhalt
erfolgreich abgeschlossen hatte, übernahm er
das Amt von seiner Vorgängerin in Berlin,
Barbara John.
Wie bewerten Sie die Entscheidung, dass
gerade Sie Migrations– und Integrationsbeauftragter des Senats von Berlin geworden
sind?
Die Berliner Integrations–
Politik befindet sich einer
gewissen
Umbruchphase.
Einige Akzente müssen neu
gesetzt werden. Da ist es
sicher nicht von Nachteil,
mit
einer
gewissen
Unvoreingenommenheit an
die Arbeit heranzugehen.
Die bringe ich mit, da ich
nicht Teil der langen, mehrere Jahrzehnte währenden
Berliner Migrations– und
Integrationsgeschichte bin.
Dass hier eine Chance gesehen wird, in der Berliner Integrationspolitik ein Schritt
weiterzukommen, ist mir übrigens in den
Gesprächen, die ich geführt habe, häufig bestätigt worden. Man erwartet von mir eine gewisse Unabhängigkeit und Transparenz in den
Entscheidungen, sozusagen die gleiche Distanz
zu allen Gruppen und Strömungen. Ich glaube,
das ist eine gute Basis, um für die Entscheidungen, die ich zu treffen habe, die nötige Akzeptanz zu finden.
Sie sprachen von Umbruch. Was hätte Ihrer
Meinung nach in den letzten 20 Jahren in
der Integrationspolitik schon angegangen
werden müssen?
Es
hätte
überhaupt
eine
ernsthafte
Integrationspolitik stattfinden müssen! Aber die
Bundesrepublik hat immer diese Selbstlüge vor
sich hergetragen: Wir sind kein Einwanderungsland, darum brauchen wir Einwanderung auch
nicht zu gestalten. Eine ernsthafte Debatte um
die
Grundlagen
und
Konflikte
einer
Einwanderungsgesellschaft wurde weder mit der
18
Günter Piening, Berlin Büyükşehir Belediyesi’nin
Göç ve Uyum Sorumlusu. Sachsen–Anhalt’te
aynı makamda hizmet ettikten sonra yeni
görevini bu yıl Berlin’de Barbara John’dan
devraldı.
Başkent Berlin’de Göç ve Uyum Sorumlusu
görevine getirilmenizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Berlin’deki uyum politikası şu an bir
değişim noktasında. Bazı konularda
yol
ayrımındayız.
Bu
bağlamda
dışarıdan gelen, tarafsız birisi olarak
işe
başlamanın
avantajları
var
şüphesiz. Ben, bu tarafsızlığa sahibim.
Onlarca yıl süren Berlin göç ve uyum
tartışmalarına dahil olmadım. Yaptığım
görüşmelerde, bunun büyük bir şans
olarak algılandığını görüyorum. Berlin’de olumlu adımlar atacağımızdan
eminim. İnsanlar benden belli bir
bağımsızlık ve kararlarımdan şeffaflık
bekliyorlar, yani her türlü grup ve
akıma aynı mesafeden bakmamı.
Vereceğim kararları kabul ettirebilmek
için çok olumlu bir temel bu bence.
Değişimden bahsettiniz. Sizce son
yirmi yıl içerisinde Berlin’de yaşayan
göçmenlerin
uyumu
konusunda
neler
yapıldı ve neler yapılabilirdi?
Bu alanda daha ciddi politikalar üretilmesi
gerekirdi; bu yapılmadı! Almanya hep bu yalanla
yaşadı, «Burası göç ülkesi değil!» deyip durdu. O
yüzden uyum hakkında kimse ciddi ciddi kafa
yormadı. Ne çoğunluk içerisinde ne de azınlık
topluluklarıyla göçün temelleri ve olası problemleri tartışıldı. Bu, bugün yaşadığımız sorunlara
farklı bir ışık tutuyor. Sorunun en belirgin şekilde
ortaya çıktığı eğitim sistemi. Yapılan her araştırma şuna işaret ediyor ki, çokkültürlü bir
toplumda eğitim nasıl yapılır, bilinmiyor. Yani ihmalciliğin acısını herkes çekiyor.
Göç çok geniş bir konu. Burada yaşayan
göçmenlerin uyumu için öncelikli hedefleriniz neler olacak?
Uyum politikasının, Berlin gibi uluslararası bir
metropolde başka yerlerden farklı olması gereki-
Mehrheitsgesellschaft noch mit den Einwanderer–Communities geführt. Das rächt sich heute
vielfach. Versäumt wurde etwa, die Bildungseinrichtungen so umzubauen, dass sie den Anforderungen an eine Kultur der Vielfalt genügen. Die
Pisa–Studie hat uns die verheerenden Ergebnisse dieser Verweigerung gezeigt.
Migration hat viele Facetten. Was sind Ihre
vorrangigen Ziele in der Integrationspolitik?
Eine Integrationspolitik in einer internationalen
Metropole wie Berlin hat naturgemäß andere
Schwerpunkte als etwa eine Integrationspolitik
in Schleswig–Holstein. Die Lebendigkeit, die
Attraktivität, die wirtschaftliche Kraft hängen
von Zuwanderung ab und davon, wie wir sie
gestalten. Diese Potentiale müssen wir immer
mit thematisieren, wenn wir die Konflikte und
Probleme in den Blick nehmen. Im Mittelpunkt
meiner Arbeit werden drei große Themenkomplexe stehen: 1. Die Verbesserung der beruflichen und sozialen Integration. 2. Die Förderung
von Partizipation und Aktivierung der Migrantinnen und Migranten und 3. die Auseinandersetzung mit antipluralen Tendenzen in Teilen der
Mehrheitsgesellschaft und in Teilen der Migranten–Communities. Daneben möchte ich auch die
Debatte um das künftige Profil der »Einwanderungsstadt Berlin« intensivieren. Der Wunsch
nach der stärkeren Herausarbeitung so eines
mittelfristigen Leitbildes, auf das sich all die Akteure beziehen können, ist von vielen Seiten an
mich herangetragen worden.
yor. Göç ve bu göçün yönlendirilmesi, büyük bir
ölçüde kentin yaşam dololuğunu, çekiciliğini ve
de ekonomik gücünü etkileyecektir. Hep sorunları konuşuyoruz ama aslında bu konuları da hiç
gözardı etmememiz lazım.
Görevimin üç ana hedefi ise, şöyle sıralanabilir:
1) İş ve toplumsal alanda uyum; 2) göçmenlerin
katılımını ve girişimciliğini arttırmak ve 3) çoğulcu topluma aykırı akımları çoğunlukta ve
azınlık topluluklarında takip etmek. Bu bağlamda, «Göç ve Berlin» konusunda fikir üreteceğim. Bu bağlamda, farklı çevreler beklentilerini
bana aktardılar.
Ayrımcılığa karşı çıkarılacak yasayla sizce
toplumda
varolan
ayrımcılığın
önüne
geçilebilecek mi?
Bu yasa önemli bir gelişme. İlk defa kurbanlara
ayrımcılığa karşı birtakım hak tanınıyor. Ama
belki de toplumsal bir tartışmanın motoru da
olabilir. Ayrımcılık nedir? Sebepleri nedir? Sonuçları nedir? Zaten bir de bu konuları insanların
güncel hayatlarına bağlamak gerekiyor. Eğer bu
başarılırsa, büyük bir adım atmış olacağız.
Wird das Antidiskriminierungsgesetz Ihrer
Meinung nach die vorhandenen Diskriminierungen abbauen?
Es ist ein sehr wichtiger Baustein. Das Gesetz
wird wichtig sein, weil es den Opfern einige Instrumente in die Hand gibt, sich gegen Diskriminierung zu wehren. Vielleicht kann es aber auch
ein Vehikel sein, um die gesellschaftliche Diskussion über Diskriminierung, ihre Ursachen und
ihre Wirkungen zu intensivieren und mit dem Alltag der Menschen zu verknüpfen. Wenn dieses
gelänge, dann wären wir wirklich einen großen
Schritt weiter.
Gehört Ihrer Meinung nach in dieses Gesetz
auch die Diskriminierung aufgrund der
sexuellen Identität?
Dem Grund nach natürlich ja, denn Mehrfachdiskrimierung ist immer mit zu thematisieren.
Ich bin aber nicht sicher, ob dazu ein großes,
umfassendes Gesetz oder mehrere Einzelgesetze
sinnvoll sind. Auf der einen Seite macht es
natürlich Sinn, unterschiedliche Tatbestände
Sizce yasada insanların cinsel kimliklerinden dolayı dışlanmasını önleyen maddeler
de yer almalı mı?
Aslında evet tabii. Katmerli ayrımcılığın da
sürekli gündeme getirilmesi gerekiyor. Ama
ayrımcılık konusunda büyük bir yasanın her şeyi
değiştireceğine inanmıyorum; belki de birkaç
tane işlevsel küçük yasa daha iyi olur. Bir taraftan farklı ayrımcılık tecrübelerini biraraya
getirmek güzel tabii ama benim kaygım şu ki,
her yaşanan ayrımcılığı bir kazana atıp
kaynattığımızda sorunların bir kısmı yine
gözümüzden kaçıyor. Böylelikle karşı koymak da
zorlaşacaktır…
Bir de pratik sebepler var. Almanya, Avrupa Birliği’nin 29 Haziran 2000’de alınan 2000/43/EG
19
zusammenzufassen. Auf der anderen Seite habe
ich den Eindruck, dass die Zusammenfassung
aller Formen von Diskriminierung dazu führen
könnte, dass spezifische Probleme einzelner benachteiligter Gruppen weniger deutlich wahrgenommen würden. Damit würden auch die
notwendigen Gegenstrategien verwässert werden. Und: Die Bundesrepublik ist mit der Umsetzung der Richtlinie 2000/43/EG vom 29. Juni
2000 zur »Gleichbehandlung ohne Unterschied
der … ethnischen Herkunft« stark im Verzug.
Deswegen schätze ich es nicht als realistisch ein,
dass
der
Anwendungsbereich
auf
alle
Diskriminierungstatbestände ausgedehnt werden
wird.
Werden
Sie
denn
persönlich
als
Integrationsbeauftragter der Situation von
Minderheiten innerhalb von Minderheiten
besonderes Augenmerk schenken?
Ja. Der Umgang mit Minderheiten und die
Akzeptanz von Vielfalt tangiert den Kernbereich
unserer Demokratie. Wenn ich Ächtung von
Diskriminierung fordere und Anerkennung von
Vielfalt der Sichtweisen und Lebensstile, dann
kann ich doch nicht nur in Richtung der
sogenannten Mehrheitsgesellschaft blicken. Die
Forderung nach einer Kultur der Akzeptanz ist
immer universell und für alle gültig — Schonräume sind da zurecht nicht vorgesehen.
kararına bağlı, yani «Etnik kökene bakmaksızın
herkese eşit davranmak» zorunda. Burada büyük bir gecikme söz konusu. Bir an önce yasal
düzenlemelere gidilmeli. AB kararının her türden
ayrımcılığı
kapsayacak
şekle
getirileceğini
düşünmüyorum. Bence bu yasa, etnik kimlikle
sınırlı kalacak. Zaten yasanın çabuk çıkmasını
istiyorsak bunu da göz önünde bulundurmak
zorundayız.
Peki azınlıklar içerisinde dışlanan azınlıkların, örneğin eşcinsellerin, uyumu konusunda girişimlerde bulunacak mısınız?
Evet. Azınlıklarla ilgili
politikalar demokrasimizin temel konularından birisidir. Özellikle çoğulcu toplumda «kabul etmek» ve
«görmek» çok önemli. «Ayrımcılığa son»
deyip de, farklı yaşam
biçimlerinden ediyorsam, yalnızca çoğunluktaki insanlara bakmak olmaz. Kabul kültürü her yerde ve herkes
için geçerli olmalıdır. Etnik azınlıklar da buna
dahil. Kimseyi bu konuda koruma altına alamayız.
Möchten Sie den LeserInnen von lubunya
noch etwas mit auf den Weg geben?
«lubunya» dergisi okurlarına bir mesajınız
var mı?
Die Schwulen– und Lesbenbewegung weiß aus
ihrer Geschichte, wie lang der Weg bis zur heutigen Anerkennung war. Die aktuellen Äußerungen der katholischen Kirche zeigen, dass diese
Anerkennung aber immer wieder gefährdet ist
und verteidigt werden muss. Meine Bitte ist
darum, dass — bei aller Festigkeit in der
Argumentation und Streitbarkeit in der Sache —
gerade auch im Hinblick auf die Migranten–Communities die Debatte mit Augenmaß und dem
Wissen um den notwendigen langen Atem geführt wird. Gerade in diesem Zusammengehen
von schwul–lesbischer Bewegung und den klar
zivilgesellschaftlich ausgerichteten Kräften innerhalb der Migranten–Communities sehe ich eine
große, wichtige Kraft für die Stärkung pluraler
Entwicklungen in Berlin insgesamt.
Eşcinsel hareket, bugünkü noktaya gelinmesinin
ne derece zor olduğunu çok iyi biliyor.
Eşcinsellerin kendilerini kabul ettirmeleri epey
uzun sürdü. Katolik Kilisesi’nin eşcinsellikle ilgili
açıklamaları, bu sürecin henüz bitmediğini çok
net bir şekilde ortaya koyuyor. Yine tehdit, yine
kendini koruma gereksinimi. O yüzden, bu konu
hakkında yapılan tartışmalarda, özellikle göçmen
örgütleriyle yapılan konuşmalarda, her ne kadar
hak eşcinsellerleyse de, derin nefes alıp, uzun
vadeli bir süreç içerisinde bulunduğunuzu
unutmayın. Yalnızca böylelikle, onlarla birlikte
birşeyleri değiştirebilirsiniz. Eşcinsel hareketin,
göçmen
örgütleri
arasındaki
sivil
toplum
girişimleriyle bir araya gelmesi, Berlin genelinde
çok olumlu sonuçlar verecektir. Çoğulcu toplumun bu tür diyaloglara ihtiyacı var.
Wir bedanken uns ganz herzlich bei Herrn
Piening für die Zeit, die er sich für uns genommen hat.
Günter Piening’e, bize ayırdığı vakit için çok
teşekkür ederiz!
20
Zurafa’nın Düşkünü —
Seviciliğin Tarihçesi
Giraffen und feine Frauen — Die
Geschichte der lesbischen Liebe
Elbette ki o uzun boylu, sevimli Afrika hayvanından söz etmiyoruz. Bu ‹zurafa› Afrika değil,
İstanbul
kaynaklı.
Kökeni
Arapça
‹zarif›
sözcüğünden geliyor. Zarifin çoğul hali olan zurafa Osmanlı’da hanımlar arasındaki ‹sevicilik›
meşrebine dahil olanlara takılan isimdir. Refik
Halid Karay, «Üç Nesil, Üç Hayat» kitabının «Hamam» bölümünde, özür dileyerek açtığı parantez
içinde sözcüğün kaynaklarına değinip geçiverir:
«O zümreye neden böyle denmiştir? Herkesin,
bilhassa aynı tarikat veya güruha mensup
olmayanların anlamayacakları bir hususi lehçe,
bir argo kullanmalarından; göz süzerek, kaş
oynatarak, imalı imalı söz atarak konuşmalarından, zarafet satmalarından, bir de herkesinkine
benzemeyen kıyafet farkları gösterip, bazı
alametler, işaretler taşımalarından! Zurafa’lar
daha ziyade beyaz renkte elbiseler giyerler,
boyunlarına beyaz birer ipek mendil sararlar ve
mendilin uçlarını muayyen şekilde bağlarlar;
saçlarını da kısa keserler.» (1)
Natürlich geht es hier nicht um das liebenswerte
afrikanische Tier mit dem langen Hals, das heißt
nämlich zürafa. Diese »Giraffe« stammt aus
İstanbul. Das Wort stammt vom arabischen Wort
»zarif« ab, das im Plural »zurafa« (fein, erlesen,
elegant) lautet und fast so klingt wie das
besagte türkische Wort für Giraffe. Im
Osmanischen war dies die Beschreibung für
Frauen, die der lesbischen Liebe frönten. In
seinem Buch »Drei Generationen, drei Leben«
entschuldigt sich Refik Halid Karay für die
Anmerkung,
die
er
zur
Quelle
dieser
Bezeichnung macht: »Warum nennt man diesen
Stand so? Sie sprechen eine Sondersprache, ein
Argot, das vor allem welche, die nicht zu ihrer
Konfession gehören, nicht verstehen. Sie
blinzeln und spielen mit den Augenbrauen,
sprühen über vor Feinheit und tragen Kleidung
und Zeichen, die sie besonders machen. Sie
kleiden sich eher in Weiß, tragen ein weißes
Seidentuch um den Hals, das sie speziell binden,
und schneiden sich ihre Hare kurz.« (1)
(Üç bölümlük yazı dizisi)
Refik Halid’in belirttiğine göre «Zurafa’nın
düşkünü, beyaz giyer kış günü» sözü de bütün
servetini (elbette ki pek güzel kızlara) yedirdikten sonra sefalete düşen ve kış mevsiminde
sandığının dibinde kalmış beyaz keten elbiseleriyle süslenmeye çalışan bu gurubun kadınları
için söylenirmiş. Aslında bu hanımlara «zurafa»
ismini veren de yine kendileridir; yoksa ahali
(halk), bunlara kısaca ve tokça «sevici» der ve
söz açılınca da bir rezelet tehlikesi taşıdığından,
yakalarını tutarak üç kere «tu, tu, tu» diyerek
şeytanın baştan çıkarıcılığından kendilerini korumaya çalışırlardı (!).
Osmanlıda Seviciliğin Kaynakları
(dreiteilige Serie)
Refik Halid führt auch ein Sprichwort an, das
sich den Zurafa–Verfallenen widmet (»Zurafa’nın
düşkünü, beyaz giyer kış günü«): Nachdem frau
das ganze Geld für die (sehr schönen natürlich)
Frauen ausgegeben hat, muss sie sich im Winter
in billigen weißen Stoff gewanden, den einzigen,
der ihr blieb. Zurafa ist eine Selbstbezeichnung,
im Volksmund war eher der Begriff »sevici« bedeutend, ein eher skandalträchtiger Name.
Deswegen machte man bei der Aussprache
gleich die entsprechende rituelle Bewegung mit,
um den Teufel abzuhalten und um sich selbst zu
schützen (!).
Osmanische Quellen zu lesbischen Frauen
Halk kadınıyla aynı ağızdan konuşursak «sevicilik» Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınlar arasında özellikle de varlıklı kesim arasında pek
yaygın bir olguydu. Öylesine ki; yazar
Salahaddin Asım, 1910 yılında yazdığı «Türk
Kadınlığının Tereddisi yahud Karılaşmak» (2) adlı
ilginç isimli kitabında, bu konuya özel bir bölüm
ayırmıştı. Osmanlı kadınlarının sosyal yaşamın
Um weiter im Terminus zu bleiben: Sevicilik war
im Osmanischen Reich weit verbreitet, vor allem
in den wohlhabenden Kreisen. Und zwar so sehr,
dass der Autor Salahaddin Asım in seinem 1910
erschienenen
interessanten
Buch
»Die
Degeneration
der
türkischen
Frau
und
Weibischkeit« diesem Thema ein eigenes Kapitel
widmete. Da die osmanischen Frauen außerhalb
21
dışında bırakılıp sadece cinsel bir obje olarak görülmelerini eleştiren bu ilginç yazar, kadınların
sonuç olarak «karılaştırıldığını» söyler. «Karılaşmak» deyimini, kadınların sadece cinsel obje
olarak
görülmelerinin
karşılığı
olarak
kullanmaktadır.
Karılaşmanın
en
önemli
nedenlerinden biri tesettür yani örtünmedir.
Tesettürün en önemli sonuçlarından biri ise yazara göre seviciliktir.
des gesellschaftlichen Lebens stünden und nur
als Sexualobjekte gesehen würden, wundere es
ihn nicht, dass die Frauen »weibisch« würden.
»Weibischkeit« wird hier als direkte Folge der
Reduktion
auf
die
Geschlechtlichkeit
interpretiert. Vor allem das Schleiertragen und
die Verhüllung werden als Symptom gesehen,
aber auch als eine der Hauptquellen für das
Lesbischwerden.
Kitabın «Sevicilik» başlığını taşıyan bölümünde,
tesettürün kadınları, erkeklerle manen de olsa
ilişkiden, ruhi kalıtımdan, hayat arkadaşlığından
yoksun ettiği üzerinde durulur. Erkeklerin kadınlara yönelik duygularında ise hakaret, kayıtsızlık,
ve benimsemezlik egemendir. Bunun sonucu olarak kadınlar ailevi ve sosyal hayata karışamamaktadırlar. Kadınlar da toplum dışı bırakılmalarına tepki olarak erkeklerden nefret etmeye
başlamışlardır. Bu durumun önemli sonuçlarından birinin de sevicilik olduğunu savunan yazar
şöyle devam eder: «Hayatın genel ve doğal
varlıklarından, vazife ve gereksinimlerinden ,
zevklerinden yararlanamayanlar, her durumda
özel ve doğal olmayan araçlara başvururlar.
Buna karşılık bu kadınsızlık erkekleri de
kadınlara karşı maddi ve manevi
dayanıklık
ve
ciddiyetten,
kadın
hürmetinden uzak bırakmıştır. İşte bu
bakımdan tesettür, erkekler tarafından
yapılan aşağılama ve yaratılan nefret
dolayısıyla kadınlarda ‹sevicilik› denilen
en büyük karılaşmak görünümlerinden
birini ortaya çıkarmıştır.»
Die Männer werden in dem Kapitel »Sevicilik«
dafür kritisiert, dass sie die Frauen vor allem
ausschließen und ihnen verweigern, Lebens–
Partnerinnen
zu sein.
Ihre Einstellungen
beschreibt er als Teilnahmslosigkeit, Beleidigung
und Ignoranz. Demzufolge können Frauen am
Familienleben und im gesellschaftlichen Leben
nicht teilnehmen und bleiben außen vor. Das
führe sie zu einem Hass auf Männer, dies
wiederum im Extrem zur »Sevicilik«, also zum
Lesbischwerden: »Wer die natürlichen und
allgemeinen Dinge des Lebens nicht teilen kann,
wer die Aufgaben, Pflichten und Notwendigkeiten
nicht (mit–) bekommt, wird immer besondere
und
unnatürliche
Wege
gehen.
Dementsprechend
entwickelt
sich bei Männern übrigens auch
keine
materielle
oder
immaterielle
Zuneigung
zu
Frauen,
keine
ernsthafte
Verehrung. Auf diese Weise hat
die
Verschleierung und
die
Abneigung
der
Männer
gegenüber den Frauen eine der
wichtigsten
Formen
der
Weibischkeit
hervorgebracht,
Lesbischsein.«
Yazarın iddiasına göre Osmanlı kadınları,
bu olaya diğer bütün ülkelerden daha
fazla düşkündür. Diğer ülkelerde «Hiç olmazsa evli kadınlardan seviciler, hemen
hemen yok denebilecek kadar az iken
bizde bunların sayısı evli olmayan, yani
genç kız ve dul bulunanlara yakın derecededir.»
Salahaddin Asım, bu ilginç «tahlil»’ini şu saptamayla noktalar: «Sevicilik gerek tesettür ve gerek başka sebeplerle kişisel, ailevi ve toplumsal
vazifesizlikten, yalnızlıktan ve bunlardan doğan
erkeklerin hürmetsizliğinden, kabalığından ve
kayıtsızlığından ortaya çıkan ‹erkeklere nefret›’ten doğar. Kadın hem yalnız kalıyor, ihmal
ediliyor, atıl, insanlığa, haysiyet ve gurura aykırı
bir hayat yaşıyor, hem de buna sebep olan
erkeklerden nefrete mecbur kalıyor ve nihayet
netice olarak da doğal olmayan uğraşıları uygulama ve insani olmayan zevkler tatmin ediyor.»
(Alıntılarını yaptığımız bu eser «Sevicilik» üzerine yayımlanmış ilk eser olarak raflarda yerini
almıştır. Bu nedenle bu konu hakkında söylenen
ilk sözler olarak algılanması gerekmektedir.)
― devam edecek ―
22
Glaubt
man
diesem
Autor,
neigen Osmaninnen mehr als
andere dieser Form der Liebe zu.
»Während in anderen Ländern wenigstens unter
den Verheirateten kaum Lesben anzutreffen
sind, ist bei uns der Anteil fast so hoch wie bei
Unverheirateten
oder
Witwen.«
Seine
Ausführungen führen ihn schließlich auch zu
dieser Diagnose: »Lesbischsein beruht auf
Verschleierung und anderen persönlichen und
familiären
Faktoren.
Gesellschaftliche
Bedeutungslosigkeit und Einsamkeit, Verachtung
durch
die
Männer…
Frauen
werden
vernachlässigt und müssen lernen, ihr Leben
und die Männer zu hassen. So kommen sie zu
der
Befriedigung
unmenschlicher
und
unnatürlicher Instinkte.«
(Das zitierte Werk ist das erste zu diesem
Thema. Nur deswegen steht es hier an erster
Stelle.)
― Wird fortgesetzt ―
Cııırt… ve hatta ga-cııırt!…
Yıllar önce, bir sonbahar akşamı tanışmıştım onunla… Aah sorma… Hiç sorma… Bana yaklaşıp
çok güzel Türkçe konuştuğumu da söylemişti… Hafiften turist muamelesi gördüğümü sezinler
gibi olmuştum ama daha bıyığı yeni bitmeydim, epey boştum… Neyse, uzun bir konuşmadan
sonra gözlerime baktı, telefonunu ve imzasını bıraktı, çekti gitti… Ne onu arama lutfunda
bulundum, ne de peşinden koştum… Anlayacağın her şey başladığı gibi bitti… Tabii yıllar sonra
bunun sadece bir Türkçe hayranlığı olmadığını da anladım… İşte o kişi, Özcan Deniz’in ta
kendisiydi… Onu YIRTIK DON’da sürekli takip edip–ettiriyorum, ama haberleri hiçbir zaman
şu anki kadar skandal çapta olmamıştı. Bu sefer suların altındaki saman biraz markalı: Tarkan…
Okuyun… Çekemeyen şişsin, bi’ yerleriniz gelişsin!…
YIRTIK DON bağımlılık yapar, okuyan kolay işer, pişmemiş armut her zamanki gibi yine dibine düşer…
Habershow sitesinde yer alan bir iddiaya göre; Asmalı Konak dizisinin
Seymen Ağa’sı Özcan Deniz ile Mega star Tarkan gizlice aşk yaşıyorlar!
Haberin devamında bu iddianın Özcan Deniz’in yakın çevresinde bulunan
arkadaşlarına sorularak, doğrulandırıldığı da belirtiliyor. Ve konuyla ilgili
haberde şu yorum yapılıyor:
«Gay, olduğunu saklamayan Tarkan bizi şaşırtmadı aslında. Ama
ya genç kızların sevgilisi Seymen Ağa, yani Özcan Deniz? İşte o
bizi çok şaşırttı. Şimdi yapacakları açıklamayı merakla bekliyoruz.
Ne dersiniz? Bu yasak aşkı itiraf ederler mi acaba?»
Kanal D Haber Merkezi’nin elde ettiği bilgilere göre de; Tarkan ile
Özcan Deniz arasındaki yasak aşkı ilk duyuran kişi Tarkan’ın baldızı
Berna Öztürk, yani Tarkan’ın uzatmalı sevgilisi Bilge Öztürk’ün kardeşi.
Berna Öztürk, Tarkan ile Özcan Deniz arasındaki yasak aşkın
tohumlarının ABD’de atıldığını, iki sanatçının New York’ta sık sık buluştuğunu söylüyor yakın çevresine. Ve bu bilgi kartopu oluyor, yuvarlanıyor,
büyüyor, çığa dönüşüyor. Olay daha da büyüyecek gibi görünüyor…
Einer der berühmtesten Sänger und einer der berühmtesten Schauspieler derzeit: Özcan
Deniz und Tarkan selbst sollen, laut einer Nachricht der Internetseite Habershow ein Paar
sein! »Bei Tarkan wussten wir es ja, das erstaunt uns nicht, aber der Schwarm aller Mädchen,
Özcan Deniz…«, heißt es da.
Die Informationen, dass sich die beiden häufig in New York treffen, stammen aus gewöhnlich
gut informierten Kreisen.
23
Deniz Çelik ya da bilinen adıyla şarkıcı Bendeniz, iddialara göre gece kulübü Prive'de kavga çıkardı. Bendeniz, hafta başında bir gece gittiği gece
kulübünde, «Kankigiller» grubundan Orçun'un sevgilisi ve
Fenerbahçeli Serhat Akın'ın kuzeni Nagehan Akın’ı
(bkz. sol resim) gözüne kestirdi. İlerleyen saatlerde
Bendeniz, alkolün de etkisiyle, uzun süre bakışlarıyla
taciz ettiği Akın'ın yanına yaklaştı ve genç kadınla
sohbet etmeye başladı. Akın'a kendisinden çok
hoşlandığını söyleyen Bendeniz, samimi davranışlarda
da bulunmaya başlayınca, ortam gerildi. Sinirlenen
Akın, Bendeniz'e «Senin hayranınım ama bu tarz
ilişkilere karşıyım» dedi. Reddedilince sinirlenen
Bendeniz de, yanan sigarasını mini etekli Akın'ın
bacağına çarptı. Aynı çarpma tekrarlanınca Akın, «Lütfen dikkatli olur musun? Bacağımı
yakıyorsun» diyerek çıkıştı. Özür dileyen Bendeniz, sigarasını üçüncü kez Akın'ın bacağına
bastırdı. Bunun üzerine Akın, sevgilisi Orçun'a olanları anlattı. Orçun da Bendeniz'in yanına
gelip «Kıza asılmışsın, onun o tarz eğilimleri yok, benimle birlikte» diye konuştu. Çıkan
ağız dalaşı sonucu Bendeniz ve Orçun birbirine girdi. Orçun, Bendeniz'in saçından tutarak
yumruk attı. Kavgayı sakinleştirmesi için Prive'ye çağrılan Çelik'in menajeri Zeki Aköz,
Bendeniz'i bardan götürmek isterken de, arkadaşları Orçun'a şişe fırlattı. Kavga, Prive'nin
güvenlik görevlilerinin Bendeniz, Aköz ve arkadaşlarını bardan çıkarmasıyla sona erdi.
Die Sängerin Bendeniz hat im Privé in İstanbul für einen handfesten Streit gesorgt, als sie eine
anwesende Frau erst mit ihren Blicken, dann mit ihrer brennendes Zigarette angemacht hat. Die
Frau hatte ihr zwar gesagt, sie sei ein Fan, aber nicht lesbisch, was Bendeniz aber nicht abhielt,
weiter zu machen. Nach der Einmischung anderer wurden die Streitenden aus dem Laden geführt.
Yeni Zelanda da 100 yıldır süregelen genelev yasağı, mecliste yapılan
oylama sonucu kalktı. Oylamada hayat kadınlığını suç olmaktan çıkaran
yasa tasarısı 59’a karşı 60 oyla kabul edildi. Meclisteki oylamayı hayat
kadınları ve destekçileri de izledi.
Uzun süreden beri yasanın çıkması yönünde çalışan İşçi Partisi milletvekili
Tim Barnett, «Dünyanın en iyi seks endüstrisi yasasını kabul ettik.
Yasa, seks endüstrisi hakkındaki ahlaki yargılardan çok, gerçek
zararlar üzerinde duruyor» dedi.
Yeni Zellanda da yaklaşık 8 bin hayat kadını olduğu tahmin ediliyor.
Mit 60 zu 59 Stimmen hat das Parlament in Neu Seeland die Prostitution von der Illegalität befreit.
Tim Barnett von der Arbeiterpartei sagte, das Land habe nun die fortschrittlichste Gesetzgebung in
diesem Bereich. Der Staat orientiere sich an den Problemen der Sexarbeiterinnen und nicht mehr an
der vermeintlichen Moral. Es wird vermutet, dass in Neu Seeland etwa 8.000 Frauen dem ältesten
Gewerbe der Welt nachgehen.
24
Bülent Ersoy ve 19 yaşındaki genç sevgilisi Çağlar Mutaf, Bodrum'da tatil
yaparken ilk kez birlikte görüntülendiler ve bar çıkışında basın mensuplarıyla
sohbet ettiler. Bu arada bir gazeteci, «Çağlar bey, ne iş yapıyorsunuz?»
diye sorunca, ünlü sanatçının genç sevgilisi, «Sirkeci'deki Doğubank'ta bir
işyerim var» dedi.
Ancak, Çağlar beyin bu sözlerini duyan Aksaray esnafı ise, «Kendisi
seyyar satıcılık yapıyordu. Küçük bir tezgâhta saat satıyordu. Ama
medyaya kendisini iş adamı olarak tanıtıyor. Neden yalan söylediğini
biz de anlayamadık. Zaten Çağlar, Bülent hanımla aşk yaşamaya
başlayınca buralara uğramaz oldu» dediler.
Son yıllarda, kendinden genç sevgilileriyle adından söz ettiren Bülent
Ersoy'un, yeni aşkı Çağlar'ı artık çalıştırmadığı söyleniyor.
(«E, bizler çalışacağız, bu kurnazlar da götürecek… Ananın ak sütü gibi helâl
olsun… Götür evladım, götür!…»)
Die bekannte transsexuelle Sängerin macht schon seit langem von sich reden, weil ihre
Partner viel jünger sind als sie. Kürzlich hat man sie mit ihrem neuen Liebhaber in Bodrum
fotografiert und mit beiden gesprochen. Als er in die Medien kam, sagte man er sei
«selbstständig», diejenigen, die ihn kannten, sprachen aber von seinem Stand, an dem er
Uhren verkaufte.
86 çocuğa tecavüz eden Amerika’lı Katolik papazını mahkumlar boğarak
öldürdü!.. 68 yaşındaki papaz John Geoghan’ın tecavüzleri ABD’de
büyük şok yaratmış ve Papa dahil Katolik din adamlarını zor durumda
bırakmıştı…
Çocuklara tacizde bulunduğu için hapse atılan rahip John Geoghan,
kaldığı hapishanede öldürüldü. Worcester Bölge Savcısı John J. Conte,
68 yaşındaki Geoghan’ın, Souza–Baranowski Cezaevi’nde öğle yemeği
sırasında boğazı sıkılarak öldürüldüğünü belirtti. Conte, eski rahibin,
kendisiyle aynı hapishanede kalan Joseph L. Druce adlı mahkum
tarafından saldırıya uğradıktan sonra, kaldırıldığı hastahanede öldüğünü
söyledi. Rahiplik yaptığı 30 yıl içinde çocuk tacizinde bulunduğu iddiasıyla
hakkında 130’dan fazla dava açılan Geoghan, geçen yıl bir yüzme
havuzunda 10 yaşındaki bir çocuğu okşayarak tacizde bulunduğu
gerekçesiyle, «ahlaksız taciz ve dövme» suçlarından hapis cezasına
çarptırılmıştı. Geoghan’ın, taciz suçlamaları Roma Katolik Kilisesi’ni
sarsmıştı.
John Geoghan (68), dem 130 Verfahren wegen Kindesmisshandlung angehängt wurden und desen Fall
die katholische Welt samt Papst erschüttert hatte, wurde in dem Gefängnis, in der es saß, erwürgt und
starb im Krankenhaus.
25
Gökkuşağı renginde bayraklar taşıyan, çoğu kadın kıyafetleri içindeki
İsrail’li eşcinsellerin bu yıl ikincisi düzenlenen geçit töreni, 11
Haziran'da Kudüs'teki intihar saldırısında ölen yürüyüşün organizatörü
Alan Beer ve Ortadoğu'da şiddet eylemlerinde hayatını kaybedenlerin
anısına bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Beer'in ölümü nedeniyle
geç gerçekleşen geçit töreninde polis aşırı sağcı bir grubun protesto
gösterisini bastırdı. Yürüyüşten sonra «Bağımsızlık Parkı»’nda
toplanan eşcinseller, İsrailli sanatçıların verdiği konserlerde dans ederek
eğlendi. Bu arada Hayfa'da da ilk benzer bir yürüyüş yapıldı. İsrail
İçişleri Bakanı Avraham Poraz, geçit töreninde yaptığı konuşmada,
«Yürüyüşe verdiğim destekten memnun olmayan birkaç bakanlık
var, ancak her şeye rağmen size iyi tatiller diliyorum. Hepinizle
gurur duyuyoruz» dedi. Kudüs Belediye Başkanı Uri Lupolianski
de, sağ örgütlerin eleştirilerine rağmen, herkesin bu tür bir kutlama
yapmaya hakkı olduğunu belirterek, «Bir sonraki yürüyüşe ben de
katılacağım» diye konuştu.
Unter starken Sicherheitsvorkehrungen fand in Jerusalem der zweite CSD statt. Im Gedenken an
den Organisator Alan Beer, der bei einem Selbstmordanschlag ums Leben kam und die Opfer der
Gewalt im Nahen Osten wurde eine Schweigeminute eingelegt. Der Jerusalemer Bürgermeister
kündigte an, beim nächsten Mal selbst mit dabei zu sein und rechtfertigte das Recht auf diese
Demonstrationen gegen rechte KritikerInnen. In Haifa fand derweil auch ein CSD statt.
Geçtiğimiz yıl aylık bir dergi için çıplak pozlar veren Mehmet Ali Erbil, bu iş
karşılığında hatırı sayılır bir ücret almış ve çeşitli
eleştirilere hedef olmuştu… Ünlü şovmen şimdi yine
soyunabileceğini vurguluyor… Ama bu kez kendi çıkarları
için değil, hayır amaçlı bir iş için… Mehmet Ali Erbil
çıplak pozlar vererek kazanacağı parayı örneğin, kimsesiz
sokak
çocuklarına
bağışlayabileceğini
belirtiyor…
«Estetik boyutlar içinde olduğu sürece, benim için
böyle pozlar vermenin hiçbir mahsuru yok. Yeter ki
gerçekten hayır için yapıldığına inanayım. Parayı ve
bağışlanacağı yeri göstersinler hiç düşünmeden
soyunurum» diyen Mehmet Ali'ye bakalım kimlerden
teklif gelecek?.. Hayırlı işler!…
Nachdem es starke Proteste gegen die Posen gegeben hatte, die er für eine Zeitschrift eingenommen
hatte, sagte der Entertainer Mehmet Ali Erbil, er würde jederzeit wieder solche Fotos machen, wenn
der Erlös einem guten Zweck dienen würde. Jetzt wartet er auf Angebote. Mal sehen, wer ihm
wofür wie viel Geld anbieten wird…
26
«Göğüslerini elledi» diye yanlış adam döven
Nadide Sultan’ın başı dertte…
Adana’daki Yumurtalık
Festivali'nde, ses
sanatçısı Nadide Sultan'a taciz ettiği iddia edilen
belediye memuru «Onu başkasının tacizinden
korumak isterken, kurban ben oldum.
Sanatçıdan davacıyım» diyerek suçlamayı
reddetti.
Yumurtalık Belediyesi Su İşleri'nde görevli
Olduğunu söyleyen 31 yaşındaki Muammer
Başaran, olaydan sonra Yumurtalık halkı
tarafından dışlandığını belirtti.
Başaran, «Ben evli ve bir çocuk babası biriyim. Yumurtalık
küçük bir yer ve herkes beni tanır. Şu an ilçede sokağa
çıkamaz hale geldim. Herkes bana kötü gözle bakıyor» dedi.
Başaran, daha sonra tepkisini şöyle dile getirdi: «Belediye
Başkanımız Mehmet Çetin, beni ve bir kaç arkadaşımızı
sanatçıyı korumakla görevlendirdi. Belediyemizin iyi niyetine
rağmen organizasyon çok bozuk ve dağınıktı. Festival pazar
yeri gibiydi. Tam konser bittiğinde kalabalık arasında bir
gencin benim tarafımdan Nadide Sultan'a elini uzattığını
gördüm. Tacizcinin elini tutmak isterken, Nadide Sultan bana
vurmaya ve ağza alınmayacak küfürler etmeye başladı. Oysa
ben onu korumak için hamle yaptım. Kalabalık olduğu için
kurban ben oldum. Organizasyon bozukluğunun bedelini ben
ödemek
zorunda
kaldım.
Ancak,
bu
işin
sonunu
bırakmayacağım. Nadide Sultan hakkında dava açacağım.»
»Ich musste die Organisationsfehler ausbaden«, sagt ein Angestellter von Yumurtalık, dem
vorgeworfen wird, die Brütse der Sängerin Nadide Sultan angefasst zu haben. Diese hatte
ihn, als er angeblich einen Angreifer abwehren wollte, geschlagen und wüst beschimpft. Nun
könne er in dem kleinen Ort nicht mehr auf die Straße gehen, weil jeder jeden kenne und er
ausgegrenzt werde…
Madonna, MTV ödül törenindeki
açılış dansında Brithney Spears’i
böyle öptü…
Tarkan, uzun süren bir zamanın
ardından ilk defa Kemer’de
yüzerken paparazilendi…
Britney und Madonna küssten sich bei MTV; Tarkan ist seit langem zum ersten Mal wieder beim
Baden erwischt worden.
27
Her Yağmur Yağdığında O Günleri
Hatırlarım
Hakan Taş
«Saatin ne kadar ilerlediğini farketmiyorum bile.
Akşam olmuş, saat dokuzu gösteriyor. Akşamları
camdan bakmayı seviyor olduğumdan olsa gerek
ki yine camın önündeyim: Gözlerim uzaklara
gidiyor; takılıp kalıyorum. Taa ki cama vuran
yağmur damlacıklarının sesiyle irkilene kadar.
Nedenini bilmiyorum ama Almanya’ya geldiğim
ilk gün aklıma geliyor. 10 yaşındaydım.
Türkiye’de annemi, ağabeyimi, arkadaşlarımı,
dolayısıyla herşeyi bırakıp geldiğim ilk gün…
O gün de bugün gibi yağmur yağıyor, ben ise
babamla geldiğim iki odalı evde camdan dışarısını seyrediyordum. Yağmur damlaları hep aynı
mıdır yoksa bulutlar kimi zaman daha derin gözyaşı mı dökerler sorusunu bile o yıllarda kendime
sormuşumdur.
Aradan yıllar geçti, Hakan, ne iyi ettin de geldin bugün, beraber oturup eski günleri anmak
kadar güzel birşey yok»
diye gözlerimin içine
baktı Fatih.
«Biliyor
musun,
Almanya’ya gelmek aslında benim kararım değildi, bugün bana sorsalar doğrusu buralara
gelmek istemem, yani
ne bileyim, buradaki yaşam bana biraz sunî
geliyor. ‹10 yaşımda Almanya’ya geldim› dedim
ya, tam tamına Almanya’da yaklaşık 10 yılımı aldı eşcinselliğimi
kabullenmem. İlk eşcinsel barına girdiğimde yaşım 21’di, Hakan. Hani daha önce de eşcinsel lokallerinin varlığından haberdardım ama nedense
her seferinde tam içeri girecekken beni saran bir
korku beni o kapılardan geri çevirdi. 21 yaşında
gencecik bir delikanlı hızıyla o günlerde Berlin’de
var olan bir diskoteğin kapısından içeri girdiğimde, insan bu kadar da ilgi çeker mi sorusunu
sordum kendime.
İlerleyen saatlerde bu ilginin sadece bana değil,
her kapı çaldıktan sonra içeriye gelene karşı aynı
ölçüde olduğunu hissettim. Bir yandan dans ediyor, bir yandan da etrafımda hoşuma giden
gençlere bakıyor, bakışlarımız çakıştığında biraz
da kızararak gözlerime başka yerlere, tavana
28
Immer wenn es regnet, denke ich
an diese Tage…
Hakan Taş [Aus dem Türkischen: Koray Ali Günay]
»Ich merke nicht einmal, wie spät es schon
geworden ist. Es ist Abend geworden, 21 Uhr
vorbei. Ich mag es sehr, abends aus dem Fenster zu schauen, deswegen sitze ich wieder dort.
Ich tauche in die Ferne und bleibe dann auch
erst einmal dort. Bis ich durch das Geräusch der
Regentropfen aufschrecke. Ich weiß nicht warum, aber ich denke an den ersten Tag in
Deutschland. Ich war zehn und ließ meine Mutter, meinen älteren Bruder, meine Freunde und
also alles zurück. Auch an dem Tag regnete es,
gerade so wie heute. Ich sah aus der
Zweizimmerwohnung heraus, in die ich mit meinem Vater gezogen war. Ich fragte mich schon
damals,
ob
Regentropfen wirklich immer gleich sind — oder
ob nicht manchmal der
Himmel trauriger ist
als sonst und innerlicher weint. Es ist
schon Jahre her, Hakan, zum Glück bist du
heute hier. Es gibt
kaum etwas so Schönes wie die Erinnerung
an alte Tage«, sagte
Fatih mit einem tiefen
Blick in meine Augen.
»Es war ja gar nicht
meine
Idee,
nach
Deutschland zu kommen. Könnte ich heute
entscheiden, ich würde
es nicht tun. Es kommt
mir alles so künstlich vor hier… Dann hat es
noch einmal zehn Jahre gedauert, bis ich mir
mein Schwulsein eingestanden habe. In die erste
Schwulenbar bin ich dann mit 21, Hakan. Ich
wusste schon vorher, dass es solche Bars gibt,
aber etwas hielt mich immer ab, hinein zu gehen, wenn ich davor stand. Eine Angst. Im
jugendlichen Eifer meiner 21 Jahre bin ich dann
eines Tages in eine Disko gegangen. Gleich
fragte ich mich, wieso ich so viel Aufmerksamkeit erwecke, aber später merkte ich dann, dass
jeder, der neu zur Tür hereinkam so gemustert
wurde. Einerseits tanzte ich nun und andererseits beäugte ich die Anderen, bis sie meine Blicke bemerkten und ich anfing, die Wand oder
Decke anzustarren. Ein bisschen rot wurde ich
wohl auch. Damals stellten sich die Jungs fast
an, um mit mir zu flirten, weißt du.
dikiyordum. O zamanlar birbirinden güzel, yakışıklı genç erkekler benimle flört etmek için sanki
sıraya girerlerdi, biliyor musun, Hakan? Artık
öyle değil, ne de olsak yaşlandık, değil mi?» diye
bana baktı ve cevabı gözlerimden okumuş olsa
gerek ki anlatmaya devam etti.
«Neyse, boşver yaşlılığı; genç olduğum, belki de
kendimi çok çekici bulduğum o yıllara, o akşama
geri döneyim. İlerleyen saatlerde Dj’in çaldığı,
sözlerini anlamadığım müziğe kendimi o kadar
kaptırmışım ki, deliler gibi dans ediyor, bana gülümseyenlere cesaretle karşılık veriyorum. Ama
gece bana gülümseyenlerden birini nedense hiç
unutmuyorum, her ne kadar yalnızca bir gecelik
anı olarak hafızamda yaşasa da. Pistte başlayan,
barda ilerleyen gülüşmeler, dokunmalar onun
diskoteğe yakın evinde devam etti. İsmi
Luigi’ydi. Annesi Alman, babası İtalyan olan
Luigi’nin o etkileyici bakışları ve dudaklarımın
üzerinde saatlerce kalan dudakları…
Bitmek bilmeyen ateşli sevişme saatlerinin
ardından ertesi gün saat 12’yi gösterdiğinde
kalkmış, birilikte kahvaltı ediyorduk. Kahvaltıdan
sonra benim kalkmam gerektiğini, evdekilerin
merak edeceklerini söylediğimde sadece, «Nasıl
olsa yeniden karşılaşacağız» demesi ise, bana
eşcinsellerin ne kadar tüketici olduğunu o gün
göstermişti. İçimdeki o burukluğu ona o gün
göstermedim. Kim bilir, belki de onunla karşılaşmak istemediğimden bir daha eşcinsel mekânlara gitmedim. Yani kısacası, ben en azından o
tüketim içinde yer almak istemedim» diye
noktalıyordu Fatih…
Berlin’de Göç ve Uyum Komisyonu
Berlin’de kurulan, Almanya’nın eyalet düzeyinde
ilk Göç ve Uyum Komisyonu’na Türkiyelileri
temsilen Dr. Havva Engin asil ve Dr. Talibe
Süzen yedek üye olarak seçildiler. İki yıllık
döneminin yarısından sonra, Engin, yedek,
Süzen ise asil üye olacak. Türk ve Kürt
derneklerinin biraraya gelerek belirlediği üyeler,
23 kişilik komisyonunun eşcinsel göçmenleri
temsil edecek bir üye tarafından genişletilmesini
destekliyorlar. Alınan karara göre, Ocak 2004
ayındaki
ikinci
toplantıda,
dergimizin
yazarlarından Hakan Taş bu görev için
önerilecek.
Dr. Havva Engin
Dr. Talibe Süzen
Jetzt ist das nicht mehr so. Wir sind wohl älter
geworden, was?«, fragte er und las die Antwort
wohl meinen Augen ab und sprach gleich weiter.
»Aber lassen wir das Alter, damals fand ich mich
jedenfalls sehr attraktiv, von der Zeit will ich
sprechen. Zu später Stunde war ich so sehr vertieft in eine Musik, deren Worte ich nicht
verstand, ich tanzte wie verrückt. Und zu meiner
Überraschung erwiderte ich die Blicke der anderen. Aber einen, der mich ansah, werde ich nicht
vergessen, auch wenn es nur für eine Nacht war.
Das Lächeln auf der Tanzfläche, später die
Berührungen an der Bar, setzten sich in seiner
nahen Wohnung fort. Er hieß Luigi und war halb
Italiener und halb Deutscher. Diese tiefen Blicke
und die Lippen, die, so schien es, stundenlang
an meinen hingen…
Am nächsten Morgen, gegen Mittag, frühstückten wir nach einer wilden Nacht mit endlosen
Liebesspielen. Als ich sagte, ich müsse nun wohl
gehen, zu Hause würden sie warten, sagte er
nur, dass wir uns ja eh eines Tages wieder
begegnen würden. Das Das verletzte mich und
zeigte mir zugleich, wie konsumorientiert die
Schwulen waren, aber an dem Tag sagte ich
nichts. Vielleicht bin ich nie wieder in schwule
Bars oder Diskos gegangen, um ihn nicht wieder
zu treffen, wer weiß?. Ich wollte, kurz gesagt,
nicht Teil dieser Konsumkette sein«, sagte Fatih
zum Schluss.
Landesbeirat für Migrations– und Integrationsfragen in Berlin
Der erste Beirat für Fragen der Integration und
Migration auf Landesebene ist in der Hauptstadt
gegründet worden. Als Vertreterinnen der türkeistämmigen MigrantInnen sind Dr. Havva Engin
als Mitglied und Dr. Talibe Süzen als
Stellvertreterin gewählt worden. Nach dem
Rotationsprinzip werden sie nach einem Jahr
ihre Position wechseln. Beide setzen sich dafür
ein, dass der bisher 23–köpfige Beirat um ein
Mitglied erweitert wird, das homosexuelle
MigrantInnen repräsentieren soll. Für diese
Funktion wird auf der zweiten Sitzung im Januar
2004 unser Autor Hakan Taş vorgeschlagen werden.
Hakan Taş
29
Ev Kadınlarında Sporcu Hastalığı!
Sporcu hastalığı olarak bilinen menüsküs yırtılmalarının oluşumunda, ev kadınları
ikinci sırada yer alıyor. Nedeni de diz üstü çalıştıktan sonra aniden kalkmaları…
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı
Prof. Dr. Ali Baktır, düz olan eklem yüzeylerinin derinliğini arttıran, bunların
yüzeylere uyumunu sağlayan menüsküsün, hilal şeklinde kıkırdaktan bir doku
olduğunu söyledi. Menüsküsün, vücuda binen yükün bacaklara aktarılmasını
sağladığını belirten Baktır, «Menüsküs, daha çok bacak sabitken, vücudun diz
eklemi üzerinde dönmesiyle zedelenip yırtılabilir» dedi.
Aniden Ayağa Kalmayın!
Prof. Baktır kadınlara şu uyarılarda bulundu: «Sporcular, bu tür zedelenmelere
daha çok maruz kaldıkları için hastalığın görülme sıklığı açısından ilk sırada yer alır.
Menüsküs yırtığı oluşumunda, ikinci sırayı ev
kadınları alıyor. Uzun süre diz üstü
çalıştıktan sonra kalkmaya çalışmak, menüsküs
yırtılmalarına
neden
olabilir.
Ev
kadınları eğer uzun süre diz üstü halı silme
gibi iş yapmışlarsa, aniden ayağa kalkmaktan
kaçınmalıdır.»
Sormak isteyip de soramadığın
cinsel soru(n)larını [email protected]’e anonim bir şekilde yöneltebilirsin!
Biz senin için cevapları uzman kişilerden alacağız!
30
Seyran Ateş
Liebe »lubunya«‘ner, liebe anderen Leserinnen und Leser,
ihr werdet, spätestens mit dieser Ausgabe mitbekommen haben, dass ich, neben meiner Tätigkeit
als Anwältin, ein Buch geschrieben habe. Damit ist viel Zeit Lust und Energie verbunden gewesen.
Doch meine Hauptbeschäftigung und Leidenschaft bleibt nach wie vor die »Justitia«. Sie ist einfach
einmalig und unwiderstehlich. In diesem Sinne streiten wir uns für unsere Mandanten und verteidigen sie unerbittlich. In den letzten Ausgaben haben wir versucht, euch das Lebenspartnerschaftsgesetz einigermaßen gut verdaulich zu präsentieren. In der jetzigen und den weiteren Ausgaben wollen
wir nun einen Ausflug ins Ausländerrecht machen, um euch anschließend wieder in die Phase der
Trennung der Lebenspartnerschaft zurückzuführen. Ich hoffe, es geht euch mindestens so gut wie
mir/uns und übergebe in diesem Sinne an unsere Kanzlei–Diva Sebastien:
Ausländerrecht
Das Ausländerrecht ist ein Rechtsbereich, durch den man sich lange und mit dem Wörterbuch in der
Hand durcharbeiten muss. Wir werden hier versuchen, euch einen Überblick zu verschaffen. Leider
ist es jedoch unmöglich, dieses Vorhaben auf einer Doppelseite zu schaffen. Deshalb werden wir uns
mit diesem Thema in mehreren Ausgaben befassen.
Nach der juristischen Definition ist der Ausländer ein Mensch, der nicht die deutsche
Staatsangehörigkeit gemäß Artikel 116 Absatz 1 Grundgesetz besitzt. Deshalb ist nach dem Sinn
dieser juristischen Definition ein Mensch, der als sogenannter Gastarbeiter nach Deutschland
einwanderte und seit Jahrzehnten in Deutschland lebt, immer noch ein Ausländer. Und somit ist das
erste Gesetz, mit dem er in Berührung kommt, das Ausländergesetz. Es umfasst insbesondere die
gesetzlichen Bestimmungen über Einreise, Aufenthalt, Niederlassung, Erwerbstätigkeit, soziale
Sicherung und Steuerrecht eines Ausländers. Außerdem sollen durch das Ausländerrecht die Wahrung der öffentlichen Sicherheit und Ordnung des Bundes und der Länder gesichert werden, die
Wahrung deutscher wirtschaftlicher und arbeitsmarktpolitischer Interessen und der Entwicklungshilfe
gewährleistet werden, die privaten Belange des Ausländers, seiner persönlichen und familiären
Beziehungen sowie die Dauer, Art und Zweck seines bisherigen oder beabsichtigten Aufenthaltes
geregelt werden.
Das Ausländerrecht beinhaltet zahlreiche Abstufungen nach Nationalität, Aufenthaltsdauer und
Aufenthaltsstatus. Deshalb werden Ausländer in Deutschland in privilegierte und nichtprivilegierte
Ausländer aufgeteilt. Zu den privilegierten Ausländern, die von der Anwendung des Ausländergesetzes ausgenommen worden sind gehören: die Mitglieder des diplomatischen Personals sowie die
Vertreter der UN–Mitgliedsstaaten, UNO–Arbeiter und andere Sachverständige im Auftrag der UN
oder deren Sonderorganisation und ihre Familienmitglieder, die sogenannten EU–Bürger, die
beschäftigten Türken und ihre Familienangehörigen aufgrund des Assoziationsratsbeschlusses 1/80
zwischen der Europäischen Union und der Türkei und des Europäischen Niederlassungsabkommens
(ENA), diejenigen, die durch zwei– und mehrseitige Abkommen und Verträge Sonderrechte und
ausländerrechtliche Vergünstigungen in Deutschland bekommen, wie zum Beispiel Amerikaner,
Israelis oder Japaner. Als nichtprivilegierte Ausländer werden diejenigen bezeichnet, bei denen das
Ausländergesetz angewendet wird oder aber solche Menschen, die in keine der oben genannten
Kategorien eingestuft werden können.
Das Ausländergesetz sichert weitgehend den aufenthaltsrechtlichen Status des sich regelmäßig und
auf Dauer in Deutschland aufhaltenden Ausländers. Zugunsten dieses Personenkreises werden
Rechtsansprüche auf Erteilung eines Aufenthaltsstatus festgeschrieben, mit der Folge, dass bei
Vorliegen der jeweiligen Anspruchvoraussetzungen der Aufenthaltstitel erteilt werden muss und
nicht etwa noch Raum für eine Ermessenentscheidung der zuständigen Ausländerbehörde bleibt.
Dieser Aufenthaltsstatus wurde durch eine, nach dem Aufenthaltszweck differenzierende
31
Aufenthaltsregelung konzipiert. Damit werden unter dem Oberbegriff der Aufenthaltsgenehmigung in
Paragraph 5 AuslG die vier besonderen Aufenthaltstitel zusammengefasst. Diese sind: die
Aufenthaltserlaubnis (§§ 15, 17 AuslG); die Aufenthaltsberechtigung (§27) die Aufenthaltbewilligung
(§§28, 29) und die Aufenthaltbefugnis (§ 30)
Die Aufenthaltserlaubnis wird erteilt, wenn einem Ausländer der Aufenthalt ohne Bindung an einem bestimmten Zweck erlaubt wird. Die Aufenthaltserlaubnis kann entweder befristet (siehe
Aufenthaltsbewilligung) oder unbefristet erteilt werden und damit dem Ausländer damit einen
gesicherten Aufenthaltsstatus geben. Diese Aufenthaltstitel befreit den Ausländer von der Sorge der
Verlängerung und bietet ihm einen besonderen Ausweisungsschutz. Die Aufenthaltsberechtigung
ist zeitlich und räumlich unbeschränkt. Sie kann nicht mit Bedingungen und Auflagen verbunden
werden. Sie ist ein uneingeschränktes Aufenthaltsrecht sowie ein verstärkter Schutz vor Ausweisung.
Damit
kann
auch
keine
selbständige
Erwerbstätigkeit
versagt
werden.
Die
Aufenthaltsbewilligung wird erteilt, wenn einem Ausländer der Aufenthalt nur für einen bestimmten, seiner Natur nach einen nur vorübergehenden Aufenthalt erfordernden Zweck erlaubt wird. Dieser Aufenthaltstitel wird Studenten, Werkvertragarbeitnehmern und Besuchern erteilt. Die
Aufenthaltsbefugnis wird erteilt, wenn einem Ausländer aus völkerrechtlichen oder dringenden
humanitären Gründen oder zur Wahrung politischer Interessen der Bundesrepublik Deutschland Einreise und Aufenthalt im Bundesgebiet erlaubt werden soll. De facto ist dieser Aufenthaltstitel der
Aufenthaltsstatus für Flüchtlinge. Wer seit 8 Jahren eine Aufenthaltsbefugnis besitzt, darf eine
unbefristete Aufenthaltserlaubnis beantragen und erhalten.
Bevor ein Ausländer in Deutschland eine Aufenthaltsgenehmigung beantragt und bekommt, muss er
in Deutschland einreisen. Dafür brauchen Ausländer grundsätzlich ein Visum, das vor der Einreise
von einer deutschen Auslandsvertretung eingeholt werden muss. Ausnahmen existieren, die sich auf
das Herkunftsland des Ausländers und an den beabsichtigen Aufenthaltszweck, einschließlich der
Aufenthaltsdauer im Bundesgebiet beziehen.
Folgende Staatsangehörige und Personengruppen dürfen nach Deutschland ohne Visum einreisen:
Mitglieder der diplomatischen Vertretung und ihre Familienangehörigen und EU–Bürger;
Staatsangehörige der USA, Japans, Kanadas, Liechtensteins, Norwegens, der Schweiz, Australiens,
Neuseelands und Israels dürfen einreisen und im Bundesgebiet einen Aufenthaltstitel beantragen für
einen bestimmten Zweck. Das gleiche gilt für Staatsangehörige eines Landes, das in der Anlage 1
und 1a zur Verordnung zur Durchführung des Ausländergesetzes (DVAuslG) genannt wird, die so genannte »Positiv–Liste«: Sie dürfen für einen Aufenthalt bis zu drei Monaten einreisen, wenn sie einen Reisepass besitzen und keine Erwerbstätigkeit ausüben wollen. Wer nicht unter diese
Ausnahmeregelung fällt, muss vor der Einreise in das Bundesgebiet ein Visum bei einer deutschen
Auslandsvertretung einholen.
32
Sevgili okurlarım,
Size kavuşmak ne kadar güzel. Bakın yıldızlarda neler gördüm…
Ablanız Hasret Yeter
Bugünlerde ailen ve
sevdiklerinle beraber
beraber olmaktan
mutluluk duyacaksın.
Maddi sıkıntın sona
erecek. Fuzuli harca–
malardan bırakırsan tabii…
Bir süredir hayal et–
tiğin şey sonunda
gerçekleşecek. O
anın tadını çıkarma–
ya bak. Göreceksin,
her şey yoluna girecek.
Eline geçecek olan
büyük miktardaki
para yeni kararlar
almana sebep ola–
cak. Dikkatli olmak–
ta yarar var.
Aşk hayatında yaşadı–
ğın boşluğu doldur–
mak için elinden gele–
ni yap. Yeni dostluklar
seni bekliyor.
Kendini dış dünya–
na adayarak sorun–
larından kurtulman
mümkün değil.
Dostlarınla konuş,
Arkadaşlık ilişkilerine
verdiğin önemi bu–
günlerde sevdiğin
insana da vermelisin!
paylaş.
Hayatının, planladığın
yönde gitmemesi ca–
nını sıkıyor. Değer
verdiğin insanların
buna değip değmedi–
ğine bak.
Bugünlerde kendini
Kendi isteklerinden
yorgun hissedebilir–
önce başkalarının
sin. Bunun tek nede–
ihtiyaçlarına önce–
ni moralinin bozuk
lik verirsen karşılık
olması olayları zama–
alırsın. Bu durum
na bırakmalısın.
Seni mutlu edecek.
Evdeki hesap çarşıya
uymayabilir. Planla–
rını her an değiştir–
meye hazır olarak
yapman senin için
daha iyi olur.
İşinde beklenmedik
bir başarı yaşayacak–
sın. Planların dışında
gelişecek olan bir olay
seni rahatsız edecek…
33
Ailenle sorun yaşamamak için
büyüklerine ve onların
isteklerine kulak vermelisin.
Tavsiyeler hayatı değiştirebilir!
Du wirst in diesen
Tagen schöne Erleb–
nisse mit deinen Lie–
ben haben.
Die finanziellen Prob–
leme haben ein En–
de — wenn du mit den unnöti–
gen Ausgaben Schluss machst!
Dein Traum wird
sich erfüllen, auch
wenn es lang gedau–
ert hat.
Du wirst sehen, dass
Alles Gut wird!
Um keine Probleme mit deiner
Familie zu bekommen, solltest
du auf deine Älteren und ihre
Ratschläge hören. Ihre Tipps
können dein Leben verändern!
Die unerwartete
Finanzspritze lässt
neue Ideen in dei–
nem Kopf entste–
hen. Sei vorsich–
tig!
Die Leere in deinem
Liebesleben muss ein
Ende haben. Neue
Freundschaften war–
ten auf dich.
Indem du dich den
Problemen anderer
widmest, kannst du
deine eigenen nicht
lösen. Sprich mit
Die Aufmerksamkeit,
die du deinen Freun–
den schenkst, ver–
dient auch der Mensch
den du liebst.
deinen Freunden.
Es nervt dich, dass
alles anders läuft als
erwartet. Überprü–
fe, ob die Menschen
es wert sind, wieviel
Aufmerksamkeit du
ihnen schenkst.
Du fühlst dich etwas
müde dieserzeit. Das
liegt an der schlech–
ten Laune. Überlass
es einfach der Zeit…
34
Nicht alles läuft so,
wie du es gedacht
hast. Mach deine
Pläne so, dass du sie
jederzeit ändern
kannst.
Manchmal sind die
Wünsche der ande–
ren wichtiger als
das, was du selbst
Versuch es mal, es
wird dich glücklich machen!
machen.
In deiner Arbeitswelt
erwartet dich etwas
unerwartet Gutes.
Eine Sache wird dir
aber schlechte Laune
Ah benim, akide şekerlerim, gül bastılarım, kalaylanmamış bakır tencerelerim, sedefli toprak saksılarım, Kütahya porselenlerim, gümüş şamdanlarım.
Gördüğünüz gibi kavuşturan Allah kavuşturuyor. Hemen meseleye girip bir iki mektup cevaplandırmak istiyorum. Bu güne kadar aldığım mektup ve maillerin sayısını hemen söyleyeyim ben size: 9
kere 9 dermişim! Ay, siz de, «Bu Golden 10’dan sonra saymasını bilmiyor» dermişsiniz, ah benim
İmam–Hatip mezunu başörtüsüz kızlarım. Ayol sizlere şaka yapmaya da gelmiyor…
Almanya–Köln’den
Rumuz: Kaleci
Ah ablam, canım ablam…, altın kalpli GOLDEN ABLAm!… Derdimi ne sen sor, ne de ben söyleyeyim!
Hani madem soruyorsun, fırsat bu fırsat anlatayım diyorum…
Benim bu y…, ay şey pardon taraklarda bezim mi vardı sanıyorsun?… Ben, 22 yaşında, eline erkek eli
değmemiş, daha koli yememiş biriydim… Demez olaydım… İşte o gün, çalıştığım alış–veriş merkezinin haftalık nakil günüydü ve gelen malları saymak ve bodrum katına yerleştirmek için ben
görevliydim. Ama kimin malı kimin bodrum katına yerleştirildi o bambaşka… Nakli yapan kamyon şoförü işe yeni başlayan dünya güzeli bir laçoydu. Bırak 18–24 ayarı, senden değerli olmasın her
şeyiyle pırlanta gibi birisi yani… Yeme de yanında yat… Onu görünce kaslarım bir açılıp bir kapanıverdi. Ve o an şehvete kapılıp yanında yatmamaya karar verdim. İşte o veriş, o veriş!… Artık insanlara da farklı bakmaya başladım… Erkekleri birer tombul sosis gibi görüyorum sanki… «Yerim seni!»
diyerekten… Bu alış–verişin ardından içimdeki kadın birden hortlayıverdi, butiklerin vitrinlerindeki
kadın elbiseleri de sanki «gel, al beni» diyorlar… Onları dinleyip henüz almadım ama yediğim o bir
golle hızımı aldım gidiyorum… Doğrusu bu gidişle hangi stadyumda, kaçıncı ligde oynayacağım da
meçhul gibi görünüyor…
Peki sen ne diyorsun ablacığım, bu halimle sence gelip geçici miyim, yoksa kestirmeye gidici miyim?
Kestirirsem çok acır mı, mükellefini sağlık sigortası taşır mı?… Ha, bu arada sen kalene giren kaçıncı
GOLDEN sonra böyle oldun? Seni öpüyorum! (Korkma rujum bulaşmaz kız, markalı…)
Ah benim gizli motorcuğum! Benim kırmızı şapkalı sepetsiz kızım, seninle nasıl olsa bir mektupla içli
dışlı olduk ya, sen sor ben anlatayım bebeğim.
Ben senin hangi taraklarda aybaşı bezinin olduğunu bilmiyorum tabii ki evladım, mutlaka herşeyin
bir başlangıcı vardır, fakat yazdığın kadarıyla, sen bayağı motora benziyorsun, hatta altından bakılınca Ağrı Dağı’nın tepesi gözükür gibime geliyor. Oturduğun mahalleyi değil, koca şehiri yemişe
benziyorsun sen, ayrıca 18–24 ayarında pırlanta değil, altın oluyor… Ben de bu vesile ile gerçek ayarımı açıklıyorum: Ölçtüklerine göre 31,69 ayarında gullüm Golden ablayım; hem Golden’im hem
gullümüm. Hoppa diyerekten!
Bak yavrucum, ayrıca ben bu yerlere TC Milli Takımının bana attığı gollerle geldim, laçolarımı hem
Golden hem de gölden alıktım. Benim buralara gelmeme TC Milli Takımı yardımcı oldu sağ olsunlar,
hâlâ Golden derler, birşey demezler… E, ne demişler, ekmek elden, su Golden diyerekten!! Onlar
bana attıkları GOLlerDEN dolayı şampiyon olamaz hale geldiler, buna da TC üzülsün. Sen de hala
kamyon şoförlerine vermeye devam et, çalıştığın firma iflas etse de. Sen bu hızla gidersen kendini
Konya kâr hanesine yazdırırsın, seni stadyumlar falan paklamaz, benim tek kulpu kırık kevgir kızım…
Ha, ayrıca gerçekten dediğim gibi olur, Konya’ya gidersen oradaki çaça Müşerref’e selamımı söylersin, sana yardımcı olur. Biz onunla zamanında az fındıklar kırmadık, hiç olmazsa sana 14 numaralı
35
odayı versin, oranın müşterisi eksik olmaz! Konya’da çarşıya alış–verişe çıkarsan da mini etek giy.
Ona sözüm yok, fakat başından baş örtüsünü eksik etme…
Ee, sana bu kadar öğüt yeter. Söylediklerim umarım sana bundan sonraki hayatında başarı sağlar,
sen de Konya’da çalıştıktan sonra bir özel televizyonda sunucu olarak iş bulur, «Konya Üniversitesi’nde Halkla ilişkiler bölümünü başarı ile bitirdim hemide üzerine bir ton para verdiler» dersin.
Korkma, kimse anlamaz. Öptüm, muck!
Sevgili Golden Abla’cığım,
«lubunya»’nın son sayısında yayınlanan ilk yazınızı büyük bir beğeniyle okudum. Benim bir kız
kardeşim var, adı Gülden, isminiz onu anımsattığı için, daha büyük bir merakla okumaya başlamıştım, hemen bitiverdi… Biz kuzularınız için temenni ettiğiniz her şey için çok çok teşekkür ederim! Yalnızca anlamadığım bir–iki sözcük var, teklifiniz üzerine size sormaya karar verdim. Anlayamamam,
benim Almanya’da doğmuş olmamdan mı kaynaklanıyor acaba? Örneğin, başlıktaki «süpet» kelimesi
çok yabancı geldi bana. Ama «koli» ve «laço» gibi kelimeler de. Bunlar ne anlama geliyor? FRANSIZCA’dan alınan, ne bileyim, bir şeyleri daha nazikçe ifade etmek için kullanılan sözcükler mi bunlar
yoksa? (Benim Fransız’cam yok sayılacak düzeyde de, çözemedim…)
Mektubuma başlamışken hemen şunu da sorayım: «Gelecek seçimlere aday olmak istemiyorum»
diyorsunuz. Oysa yazınızı okuduktan sonra şunu söylemek istiyorum: Sizden iyi politikacı olurdu galiba. Daha doğrusu: Sizden iyi politikacı yok galiba. Siz neden peçetecilik yapmak istiyorsunuz ki?
(Peçetecilik ne oluyor? Cesaret etmişken onu da sorayım bari…)
Ablacım, anlamadığım kelimeler dert oldu içime vallaha, acaba ecnebilerin arasında yaşaya yaşaya
anadilimi mi unuttum diye kaygılara kapıldım. Açıklık getirebilirseniz çok sevinirim, şimdiden
ellerinizden öperim. Yeni yazınızı büyük bir heyecanla bekliyorum!
Benim açık gözlü, koca civcivim; kız kardeşinin ismi beni sana anımsatmasın, ben enternasyonal bir
yazar olduğum için kullandığım isim GOLDEN, aslında Türkçesi Gülden oluyor, fakat asla bu güne kadar Gülden’lik yapmadım, bu ayrı bir mesele. Benim Kezban diye bir kız kardeşim yok ama sen yine
de bana Kezban’ı anımsatıyorsun. Bana «süpet» ne demek diye sormuşsun. Bu kelime şu anki anlamla Lolipop sekeri anlamına geliyor. Hani alırsın ya, çilekli, muzlu; o koca ağzını acar, yalar yalayıp
durursun sonra şekerin verdiği şehvete dayanamayarak ağzına sokar sokar çıkarırsın, iste öyle bir
şey.
«Koli» bayağı bildiğimiz paket. Hani seni bir ya da birden fazla kişiler alır paketlerler, sen de o anda
ne yapacağını bilemez, gerilir kalırsın, dudaklarını büzüştürür, «Ay, bu ne güzel birşey» diye kollarını
bacaklarını normalinden fazla acarsın, «Temiz havaya ihtiyacım var ayol, kan ter içinde kaldım, beni
yerden yere vurdun» diye bağırırsın, ağlanacak halin olduğu halde sen kahkahalar atarsın ve kendini
kadın gibi hissedersin, o da öyle bir şey işte.
(Biraz önce yazdıklarım faraşlar için geçerli değil! Neden diye sorma, hemen sana cevap; Almanya’da faraşları kolilemiyorlar… «Laço» da kolileme görevini üstlenen erkelere deniliyor, eğer bu
görevde bayanlar çalışmak zorunda kalırlarsa bunlara da lezbiyen deniliyor. Ne yapsın, gacılar iş
bulamamışlar! Bak benim Fransız kızım, bunlar Fransızca değil, Lubunyaca, Türkiye’de bu dili zorunlu
okutuyorlar, bence bu dil İngilizce’den önce gelmeli, biz bu dili Türkiye’de deftersiz kitapsız örgendik!
Seçimlere katılmak istemememin sebebi ise yine politika, ilkönce ortalığı birbirine bir katayım, ondan
sonra zaten politikacılar benim peşimden koşacaklar, ben öyle kendimi bedavadan satmam, ben
boşu boşuna hayat mektebinden üç diploma almadım! Diplomaları alırken çok canım yandı, öyle Türkiye’de Gleitcreme falan da yok, zeytin yağı desen bulsan salata yapacaksın, sık dişini sıkabildiğin
kadar… Şimdi olsa gıkım bile çıkmaz, hoppa diyerekten!! Neden diye sorma, ben bu konuda pembe
kuşak aldım, kendimi büyük olaylar karşısında çok iyi koruyabiliyorum!! Heyt diyerekten…
Ayrıca yavrucum, sen peçeteçiliğin ne olduğuna meraklanma; nasıl olsa zamanın geldiği zaman
anlayacaksın, seni zaten başka meslek kurtarmaz. Sağlıcakla kal benim Kezban kızım… Olsun kızım,
Kezban olmak kötü birşey değil, bazıları da politikacı olmak istiyor, iyi bir şey mi sanki? Seni de öptüm, muck muck!
36
37
Gays & Lesbians aus der Türkei / Türkiyeli Eşcinseller Derneği
Programm
7.–9.11.
İlk Türkiyeli Eşcinseller Kongresi (Erster
Bundeskongress türkeistämmiger Lesben
und Schwuler (Rathaus Schöneberg)
10.11.
19°° küçük İskender — Okuma Akşamı/Lesung
(nur in türkischer Sprache!)
12.11.
19°° Kongrenin Değerlendirilmesi/Kongress–
Auswertung
19.11.
19°° «Das Hochzeitsbankett» (Film gösterimi/
Videoabend)
26.11.
19°° «Stupid White Men» (Tartışma Akşamı/
Diskussionsabend)
30.11.
19°° Şeker Bayramı Kutlaması (Zuckerfest–Feier)
Bilgi/Informationen: [email protected]
KomBi: Kluckstraße 11 (Tiergarten/U 1&15
Kurfürstenstraße)
01.12.
Dünya Aids Günü / Welt Aids–Tag
03.12.
19°° Oyun Akşamı/Spieleabend
10.12.
19°° HİV Lezbiyenleri İlgilendirmeli mi?
(kadın/erkek karışık)
HIV ― kein Thema für Lesben?
(gemischte Veranstaltung!)
17.12.
19°° «Karışık Pizza» (Türk filmi/türkischer Film)
24.12.
19°° Tombala Akşamı/Bingoabend
29.12.
29.12.
19°° Haman (kadınlar/Frauen)
19°° Haman (erkekler/Männer)
Bilgi/Informationen: [email protected]
31.12.
Delidivane: Yılbaşı partisi/Silvesterfeier
Bilgi/Informationen: [email protected]
Göçmen Eşcinsellere Dil Kursu
Almanya Eşcinseller Birliği LSVD’nin MİLES projesinde toplam 15 Euro
karşılığında bir Almanca kursu açıldı. Katılmak isteyenlere bilgi:
[email protected]
38
39
40

Benzer belgeler