Süreç Analiz, Mayıs

Transkript

Süreç Analiz, Mayıs
Demokratik İslam Kongresinin Anlamı
Özgür Sigorta
Aracılık Hizmetleri A.Ş.
MKP’nin Kuruluş İdeolojisi
S REÇANAL Z
SAYI: 9 . Mayıs-Haziran 2014 . 7tl
Hakikat Her Şeyi Kuşatır
Zorunlu Trafik Sigortası
Kasko Sigortası
Sağlık Sigortası
Zorunlu Deprem Sigortası - Dask
İşyeri Sigortası
Konut Sigortası
Diğer Hizmetler
Adres:
Kısıklı Mah. Alemdağ,
Cad. Yanyol Sok. No:1/1
ÜSKÜDAR- İSTANBUL
Telefon:
0216 335 52 36
Türkiye’nin
Yargı Sorunu
DOSYA:
Serap Yazıcı ve Ergun Özbudun ile Röportaj:
Türkiye’nin
Siyasi Sistem Arayışları
EDİTÖR’DEN
MURAT SOFUOĞLU
[email protected]
Süreç Analiz 9. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında…
Son sayımızı yayınlamamızdan bu yana Türkiye
önemli ve oldukça gergin bir seçim sürecini geçirdi ve daha seçim gerginliğini üzerinden atamadan
cumhurbaşkanlığı seçim tartışmalarına kilitlendi.
Seçim sonuçları ile halkın ne demek istediğine dair
tartışmalara girmeden özet olarak belki de söylenebilecek şey halkın istikrar istediği ve bu noktada
da Başbakan Erdoğan karşısında güvenilebilir bir
adayın olmadığı hissiyatı ile AK Parti’ye Başbakan
üzerinden yeni bir zafer kazandırdığıdır.
Ancak bu zaferin anlamları ile ilgili kamuoyunda
farklı mülahazalar var. Mesela zafer Başbakanımızın
seçim sonrasında yorumladığı şekilde kendisinin
Suriye ve Mısır politikalarının Türkiye halkı tarafından onaylanması anlamına gelmekte midir? Veya bu
sonuçların “Çözüm Süreci”nin halkımız tarafından
desteklenmesi anlamına geldiğini söyleyebilir miyiz? Peki sonuçların Erdoğan’a karşı açık kampanya
yürüten Gülen hareketine toplumun duyduğu güvensizliği yansıttığı söylenebilir mi? Gezi Parkı protestolarına toplumun genelinin ilgi göstermediği
sonucu seçimlerden çıkarılabilir mi?
Her siyasi taraf bu sorulara kendi pozisyonları çerçevesinde doğal olarak cevap vereceklerdir. Ancak
Türkiye’nin mevcut vaziyette önceki editör yazılarımızda defaten uyardığımız bir kutuplaşma psikolojisini gitgide daha fazla teneffüs ettiğine herhalde
kimse karşı çıkmayacaktır. Türkiye herkesin kendi
tımarlarını korumaya çalıştığı farklı güç odakları
arasında olduğu kadar farklı toplumsal kesitler ve
kesimler arasında da hızla çatışmacı bir retoriğin
yükseldiği bir atmosfere sürüklendiği bir zaman
dilimini yaşıyor. Kuşkusuz kalkınmayı önceleyen,
çalışkan, disiplinli ve karizmatik bir lidere sahip ol-
duğumuz için şanslı sayılmalıyız; ancak aynı özellikleri taşıyan lider bu yönlerini onarıcı bir cihette
kullandığı sürece bu talihin bizimle beraber olacağını da unutmamakta fayda var.
Tarihin değişik devirlerinde görüldüğü gibi onarıcı ve iyileştirici lider karşılaştığı zorluklara, farklı
kesimlerden aldığı tepkilere ve çok yönlü dış dilemmalara rağmen istikametini korursa birleştirici olabilmektedir. Ancak lider mezkur zorluklar ve
dilemmalar karşısında gitgide belli bir grup kimliğinin sözcüsü gibi hareket etmeye ve farklı kesimlerin kendilerinin dışlandığını hissetmelerine
yol açan bir retorik kullanmaya başladığında pek
çok sorunların zuhur ettiği gözlemlenmiştir. Bu
sorunun evleviyetle Türkiye’nin uyguladığı Suriye
politikası çerçevesinde karşılaşılan Esad rejimi ile
ilgili takınılan tavır çerçevesinde zikredilen sözlerle
ülkenin Alevileri için sözkonusu olduğunu bu bağlamda rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ancak bu sorun yalnızca iktidarın retoriği ve uyguladığı dış politikadan kaynaklanmamaktadır. Ülkeye
özellikle Kürt Sorunu bağlamında kalıcı bir barışın
hakim olabilmesi için yürütülen “Çözüm Süreci”ndeki
İslam kardeşliği vurgusu ile çerçevelenen Türk-Kürt
birliği bağlamında sürecin parçaları tarafından kullanılan baskın dilin de Alevilerin içerde mi dışarıda mı
olduğu konusunda şüpheler uyandırdığı görülmektedir. Aleviliğin İslam içi ya da dışı olup olmadığı ile
ilgili bir tartışmanın ötesinde –bu isteyenlerin her
zaman yapabileceği bir tartışma olmakla beraberburadaki esas problem kendini İslam içi gören geniş
geleneksel Alevi toplumun süreç içersinde nerede konuşlandırıldığı bilgisine malik olmadığıdır. Kuşkusuz
sorun Alevi-Sünni kardeştir demekle geçiştirilememayıs-haziran 2014
1
EDİTÖR’DEN
Ülkemizin liderlerinin bu ihtiyaca hemen cevap verebilmeleri ülkedeki
gerginliklerin azalması ve kutuplaşmaların zayıflaması bakımından
önemli sonuçları olacaktır. Yoksa Gezi Parkı’ndan 17 Aralık’a ve son Soma
Faciası’na kadar ülkede yaşanacak her hadise yerkabuğunun altında
hareket halinde olan magma tabakasının yukarı çıkabilmesine mütemayil
koşulların oluşmasını sağlayabilir.
yecek derecede ehemmiyete sahiptir ki eğer böyleyse bu durumda Kürt-Türk kardeşliği bağlamında hep
sözü edilen İslam kardeşliği dahilinde de bu kardeşliğin sıkça zikredilmeyi hak ettiği ortadadır. Tüm bu
çerçevede “Çözüm Süreci”ne paralel ve tabiatı icabı
da zaten ona mündemiç olan bir “Alevi Açılımı”na
şiddetle ihtiyaç olduğunu söylemek gerekir.
Ülkemizin liderlerinin bu ihtiyaca hemen cevap
verebilmeleri ülkedeki gerginliklerin azalması ve
kutuplaşmaların zayıflaması bakımından önemli sonuçları olacaktır. Yoksa Gezi Parkı’ndan 17 Aralık’a
ve son Soma Faciası’na kadar ülkede yaşanacak her
hadise yerkabuğunun altında hareket halinde olan
magma tabakasının yukarı çıkabilmesine mütemayil koşulların oluşmasını sağlayabilir. Önümüzdeki
cumhurbaşkanlığı seçim süreci başta olmak üzere
yakın zamanda böylesi yoğun riskli bir atmosferi
yaşamak istemiyorsak hemen harekete geçilmelidir.
Başbakanımızın son zamanlarda sıkça zikrettiği
Dersim coğrafyası bu bakımlardan hem Kürt sorununa hem de Alevilik meselesine bitişik özellikleri
bünyesinde taşıması itibariyle dikkat çekicidir. Dersim Osmanlı’dan günümüze pek çok başkaldırının
yaşandığı bir coğrafya olarak PKK’nın ortaya çıkışından günümüzdeki konuma gelişinde kritik bir rol
oynamıştır. Bu çerçevede Aleviliğin ihmal edileceği
bir Kürt çözümüne Dersim’in geliştireceği cevaplar
üzerinde düşünmek gerekir. Bu cevapların AK Parti
iktidarının iç ve dış politikası, PKK-BDP-HDP çizgisi
ve Çözüm Süreci bakımlarından doğrudan sonuçları
olabilecek hususiyetler taşıdığını söylemek orantısız bir ifade olmaz. Hatta Dersim’in geliştireceği olası bir olumsuz reaksiyonun bir ateş parçası
haline gelmiş Suriye’nin Kürt realitesi Rojava ile
Türkiye-Barzani hattı arasında yaşanan gerginliği
2
mayıs-haziran 2014
beklenmedik rakımlara taşıyabileceğini söylemenin
de abartı olduğunu düşünmüyoruz.
Bu noktada özellikle daha önceki çalışmalarımızda,
raporlarımızda, makalelerimizde ve editörlerimizde
dikkati belli bir ölçüde çekmeye çalıştığımız bir
hususu tekrar hatırlatmak istiyoruz. Şüphe yok ki
partilerin liderleri birbirlerine bazen siyaset icabı
sert sözler sarfedebilirler. Bunları futboldaki faullere benzetebiliriz. Hakem doğru zamanda düdük çaldığı sürece ve seyirci yapılan fauller çerçevesinde
gereksiz ağır tahriklere uğramadığı sürece bunları
futbolun doğası –yani siyasetin- olarak görmek de
mümkündür. Son zamanlarda bu noktada Türkiye siyasetinin bu tür karşılıklı faullerle dolu olduğunu
gözlemliyoruz. Kuşkusuz faul sayısı bir maçı yönetilemez kılacak bir seviyeye gelirse bu maç oynayan
takımlar ve onların seyircileri bakımından da artık
maç olmaktan çıkabilir.
Kendisi Dersimli olan ve sıkça Dersimli olduğu hatırlatılan Kemal Kılıçdaroğlu her ne kadar Türkiye’nin
sorunlu demokrasisinin sicili pek sağlam olmayan
bir partisinin lideri olsa da aynı parti Türkiye’nin
ana muhalefet partisidir. Kılıçdaroğlu ile sürekli
olarak Dersimliliği üzerinden bir diyalog geliştirmeye başlandığında iş yalnızca iktidar partisinin
muhalefet partisini eleştirmesi ya da takılması ve
takışması ile kalmamakta bu anlamın ötesine taşınmaktadır. Bu Dersimliler ve onlar gibi düşünenler
tarafından kendi mezhepleri ve yaklaşımları ile ilgili doğrudan bir ima ya da eleştiri noktasında ele
alınabileceği ihtimalini doğurmaktadır.
Bu algılamanın yalnızca Dersim’le sınırlı olduğunu
düşünmek de eksik olur. Eğer Türkiye’de bir mezhebe ve özellikle muhafazakar bir inanç ve pratikle
bağlı olanlar bir partide çok yoğunlaşıyorsa ve di-
Eğer Türkiye’de bir mezhebe ve özellikle muhafazakar bir inanç ve
pratikle bağlı olanlar bir partide çok yoğunlaşıyorsa ve diğer en
önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin
oyunu yoğun bir biçimde alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan
hiçbir şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerginlik hattında
doğrudan siyasi sonuçları olacağını da bilmemiz icap eder.
ğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde
alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir
şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerginlik
hattında doğrudan siyasi sonuçları olacağını da bilmemiz icap eder. İktidar ve ana muhalefet partileri
liderleri arasında gelişecek böylesi negatif bir diyalog bir noktadan sonra iki kitle partisi liderinin konuşmasının ötesinde iki ayrı grup kimliğini temsil
eden liderlerin konuşmasına dönüşme tehlikesinin
mevcut olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz.
Son olarak dergimizin dosya konusu olan Türkiye’nin
sistem arayışı ve Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye ve coğrafyasındaki grup kimliklerinin bir mücadelesinden ziyade toplumun farklı
kesimleri arasındaki geçişkenlikleri arttıracak, karşılıklı anlayış ve algılamayı geliştirecek yeni toplumsal ve siyasi formüllerinin oluşmasına vesile
olmasını diliyoruz. Daha önce yazdığımız “27 Nisan
ve Başkanlık Sistemi” makalemizde de belirttiğimiz
gibi Türkiye 21 Ekim 2007 referandumu ile getirilen cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi esası
çerçevesinde yarı-başkanlık sistemine geçmiştir. Bu
esasında bir bakıma 21 Ekim’de alınmış bir kararın
Ağustos 2014’de yürürlüğe girmesi gibi bir haldir.
Bu karar Ağustos 2014’e ertelenmiş bir rejim değişikliği kararı karakterini taşımaktadır.
Kissinger’ın dediği gibi “Rejim değişikliği tanımı
icabı (yeni bir) ulus kurmak için bir gerekliliği ifade eder.” Eğer Kissinger ve yukarıdaki analizimiz
doğruysa böylesi yeni bir milleti ve Türkiye’yi kurmak için uygun onarıcı liderlere Ağustos sıcağında
hararetle ihtiyaç duyacağız.
Soma’da, ülkemizin ve bölgemizin başka noktalarında kaybettiğimiz tüm insanlarımıza Allah’tan
rahmet diliyoruz. Biz yaşayan ve onların acısını
tam olarak idrak edemeyen kullarını da affetmesini
niyaz ediyoruz. Dualarımız ülkesini, bölgesini ve
insanlığını düşünen her akıl ve o aklın selameti için
atan her kalp ile beraber olacak.
Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle…
Hakikat her şeyi kuşatır.
mayıs-haziran 2014
3
KÜNYE
SÜREÇ ANALİZ
“HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR”
TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA (AYSEL KAZICI)
[email protected]
SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ
ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
MURAT SOFUOĞLU
YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad.
No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul
Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN
YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜRELİ YAYIN
ISSN 21-47-6945
YAYIN KOORDİNATÖRÜ: Mehmet Yavuz
BASKI VE CİLT:
Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No: 10/B
Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul
Tel: 0212 512 4745
EDİTÖRLER: Ali Beştaş, Arif Öztürk,
Cemal Taşpınar, Serdar Yeşiltay, Mine Baysan,
Asena Elif Akgül
4
mayıs-haziran 2014
12
56
17
58
İÇİNDEKİLER
06
Amerika-Türkiye
Tangosunun Kırmızı
Çizgileri
41
Murat Sofuoglu
Cemal Taşpınar
kapak:
12 YARGISIZ
BAĞIMSIZLIK
Arif Öztürk
17
19
dosya:
TÜRKİYE’NİN SİYASİ
SİSTEM ARAYIŞLARI
PARLAMENTER
SİSTEM
Mehmet Yavuz
44
48
51
56
58
Milli Kalkınma
Partisi’nin Kuruluş
İdeolojisi
Gülmelek Alev
58
Ölü Çocuklar
Doğuracağız
Gülsünay Uysal
Tek Soru İki Cevap
Serap Yazıcı ve Ergun
Özbudun ile Röportaj
Uluslararası
Piyasalarda 2014
Yazına Girerken
Deniz Akgüner
Ergun Özbudun:
33
Adam Smıth ’le
Hesaplaşmak
Çeviren: Asena Elif Akgül
Ali Beştaş
28 Başkanlık Sistemi
Parlamentarizm
BİR DİŞİ ASLAN
‘’RABİA’T’ÜL ADEVİYYE’’
Gülsüm Karayiğit
Mine Baysan
YARI-BAŞKANLIK
SİSTEMİ
İnsan Haklarının
İnsanla İmtihanı
Meryem Solmaz
22 BAŞKANLIK SİSTEMİ
25
‘Demokratik İslam
Kongresi’nin Anlamı
63
A4-ANTRAKT
Şükran Beklim
mayıs-haziran 2014
5
Cemal Taşpınar
Hariciye
[email protected]
Amerika-Türkiye
Tangosunun
Kırmızı Çizgileri
Türkiye ile ABD ilişkilerinin
asıl ivme kazandığı dönem II.
Dünya Savaşı sonrası olmuştur.
ABD’nin Truman Doktrini ile
uygulamaya koyduğu Marshall
Planı, Türkiye’yi ABD’ye
yakınlaştırmıştır.
Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki
ilişkileri ve zaman zaman yaşanan gerginlikleri net
şekilde anlayabilmek için ilişkilerin tarihine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. ABD’nin Türkiye ile
ilişkilerinden bahsederken 1940’lara kadar olan süreçte ciddi bir ikili ilişkiden bahsedebilmek oldukça
güç görünmektedir. Cumhuriyet’in erken döneminde ABD tarafından Türkiye’ye yatırım yapılması için
Chester Yasası yapılmış ancak Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerde asıl ivme II. Dünya Savaşı
sonrasında kazanılmıştır.
II. Dünya Savaşı’na son anda ABD’nin yanında savaşa giren Türkiye, savaş sonrası San Francisco’da
6
mayıs-haziran 2014
yapılan konferansa davet edilmiş ve BM’nin kurucu
üyelerinden biri olmuştur. II. Dünya Savaşı’yla birlikte dünya siyaseti farklı bir atmosfere bürünmüş;
Soğuk Savaş denen dönem başlamıştı. ABD’nin
öncülüğündeki Kapitalist-Batı bloğuyla, Sovyet
Rusya’nın önderliğindeki Komünist-Doğu arasında
yaklaşık yarım asır sürecek mücadele, küresel boyutta siyasetten ekonomiye birçok alanda etkisini göstermiş; devletlerin dış politikadaki öncelikleri, rakibine yayılma izni vermeme yönünde oluşmuştu. Bu
bağlamda 1947 yılında ABD’de Başkan Henry Truman,
Sovyet tehdidine karşı Truman Doktrini’ni yayınlamıştı. Bu doktrinde temel olarak Sovyet tehdidi altındaki devletlere mali ve askeri yardımı öngörülüyordu.
Bu doktrini uygulamak için 1948-51 yılları arasında
Marshall Planı uygulamaya koyulmuş ve Türkiye ile
Yunanistan’a mali ve askeri yardım yapılmıştı.
İlişkilere ivme kazandıran ve bugün de önemli bir
noktada duran diğer konu ise Türkiye’nin NATO’ya
dahil edilmesidir. Türkiye, Kore’de yaşanan çatışma
sürecinde ABD’nin safında yer alarak 1952 yılında
NATO’ya girebilmiştir. Bu tarihten itibaren Türkiye
ile ABD ilişkileri genellikle NATO müttefikliği üzerinden yürümüş bu alandaki müttefiklik ticari, ekonomik ve siyasi alanda da gelişme göstermiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’yle olan ilişkiler elbette
ki uluslararası siyaset ve iç politikalara bağlı olarak
değişiklik göstermiş, zaman zaman oldukça iyi olan
ilişkiler zaman zaman oldukça gerilmiştir. Türkiye’de
27 Mayıs 1960 Darbesi ile başlayan süreçte Amerika
karşıtı hareketler, özellikle 70’lerle birlikte oldukça
artmış hatta Türkiye ile ABD arasında Kıbrıs konusu
ve Küba Füzeler Krizi nedeniyle gerilmiş ve 80 darbesine kadar olan süreçte sokak gösterilerinin ana
temasını Amerikan karşıtlığı oluşturmuştur.
Amerika’nın genel olarak Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek istemesini daha iyi anlamanın en iyi yolu
ilişki alanlarına bakmak olacaktır. ABD’nin Türkiye
ile olan ilişkilerinin başlangıcına bakarsak asıl hedefi, Türkiye’nin Sovyet Rusya’sının güdümüne girmesini engellemek ve bu amaç doğrultusunda askeri ve mali yardım yaparak; Türkiye’yi kendi yanına
çekmekti. Çünkü Türkiye jeopolitik olarak önemliydi
yani Afro-Avrasya diye tanımlanabilecek bir bölgede
köprü görevi görmekteydi ve ABD için bu derecede
önemli bir ülke kaybedilmemeliydi. ABD’nin askeri herhangi bir operasyonunda kullanabileceği en
uygun üsler Türkiye üzerinde kurulabilirdi. Buna ek
olarak, ABD’nin ihtiyaç duyduğu petrol kaynaklarının büyük bölümünü barındıran Orta Doğu ülkeleri
Türkiye’nin sınır komşularıydı. ABD’nin ihtiyacını
duyduğu bu petrollerin güvenli bir şekilde Akdeniz’e
aktarılması ve bu yolla taşınması ancak Türkiye’yle
iyi ilişkiler geliştirdiği takdirde mümkün olabilirdi.
Askeri ve mali yardımlarla gelişen ilişkiler zamanla
daha da gelişti ve çok boyutlu hale geldi.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 senesiyle birlikte
ABD ile olan ilişkiler artarak devam etmiş ancak,
AKP Hükümeti, ABD’nin Irak’a düzenleyeceği harekat için Türkiye’de bulunan üsleri kullanması için
gerekli tezkereye destek vermesine rağmen tezkere reddedilmiş ve ilişkiler bir süre gergin kalmıştır.
Hemen ertesinde yaşanan, Sülemaniye’de bulunun
Türk askerlerine yönelik gerçekleştirilen ‘’Çuval
Hadisesi’’ ile de gerginlik zirve yapmıştır. ABD’de
Bush’un ardından seçilen Demokrat lider Barrack
Obama’yla birlikte ilişkiler iyi yönde gelişmeye
başlamıştır. Barrack Obama’nın Kanada dışında ilk
resmi dış ziyaretini Türkiye’ye yapması ilişkilerin
iyiye gideceği yönünde bir işaret olarak algılanmış
ve Obama’nın Türkiye’de verdiği mesajlar oldukça
olumlu etkiler bırakmıştı.
Elbette AKP döneminde ABD ile ilişkilerin her zaman iyi olduğunu, her konuda çok iyi anlaştıklarını
ve sorunsuz bir müttefiklik olduğunu ifade etmek
güçtür. İki ülkenin de birbirinden karşılıklı istekleri
ve çıkarları söz konusudur ve bu istekler karşılanmadığı sürece ilişkilerin gerildiğine dair tartışmalar
oldukça artmaktadır. Türkiye ve ABD’nin Ortadoğu
mayıs-haziran 2014
7
Hariciye
Türkiye-ABD ilişkilerine
yeni bir boyut katan olay
ise Türkiye’nin NATO’ya
girmesidir. ABD-Türkiye
ilişkileri bu tarihten itibaren
NATO müttefikliği üzerinden
gelişmiştir.
siyaseti, Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, 1915 Ermeni Hadisesi ve zaman zaman Türkiye’nin iç siyasetindeki gerginlikler gibi konular bugün geldiğimiz
noktada ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin temel
dinamikleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ortadoğu siyasi açıdan Dünya’nın en hareketli bölgelerinden biri ve bu hareketlilik büyük oranda farklı
görüşlere sahip gruplar arasında çatışmalara neden
olmaktadır. Yakın dönemde Ortadoğu coğrafyası XXI.
Yüzyılın en büyük siyasi olayları arasında gösterilen ‘’Arap Baharı’’ diye adlandırılan ‘’değişim’’ çağına
Tunus’ta yaşanan gelişmelerle birlikte girdi ve bu
süreç bazı ülkelerde iktidar sahiplerini değiştirirken
bazılarında ise hala çatışmalar devam etmektedir.
Kimyasal iddiasıyla ilgili en sert tepkilerden biri
ABD’den gelirken; Obama’nın kimyasal kullanımını
‘’kırmızı çizgi’’ olarak görmesi ve ”Böylesi bir durum
hesaplarımı ve denklemimi değiştirir” ifadesi, ABD’nin
Suriye’ye müdahaleye hazırlandığının düşünülmesine
yol açtı. Ancak sonra her ne olduysa Obama müdahale meselesini Kongre’ye sunma kararı aldı, daha sonra ertelemek istedi ve askeri müdahale ihtimali bir
süre için ortadan kalktı. Bu durum elbette Suriye’de
muhaliflerle iyi ilişkisi bulunan ve Esad’a karşı hareket eden Türk hükümetini memnun etmedi ve Suriye konusunda ABD’nin takındığı tavrı eleştirdi. Peki
ABD’nin tavrının değişmesine neden olan şey neydi?
Suriye’de Beşar Esad’a karşı başlayan gösteriler
uzunca bir süredir devam etmektedir. Türkiye’nin en
uzun kara sınırına sahip olduğu komşusu konumundaki Suriye’de yaşanan gelişmeler Türkiye’yi oldukça etkilemekte; birçok Suriyeli çatışmadan kaçarak
Türkiye’ye sığınmaktadır. Bugün Suriye’den Türkiye’ye
1 milyonun üzerinde mülteci geldiği sanılmaktadır.
Bu konuda en çarpıcı iddia ABD’nin önemli ve Pulitzer ödüllü gazetecilerinden Seymour Hersh’ten geldi. ABD’li istihbarat şeflerine dayandırarak yazdığı
yazıda Suriye’de kimyasalın muhalifler tarafından
kullanıldığını ve bu muhaliflerin kimyasalı Türkiye
yardımıyla kullandığını iddia etti. Yine aynı yazıda:
Beyaz Saray’da Erdoğan, Hakan Fidan, Ahmet Davutoğlu ile Obama, Kerry ve Rom Donilon arasında geçen konuşmada, Erdoğan Hakan Fidan’ı konuşmaya
dahil etmeye çalışırken, Obama’nın Fidan’a dönerek
“Suriye’de radikallerle beraber neler yaptığınızı biliyoruz.” dediğini ve devamında görüşmenin tarafları arasında gerilim yaşandığı iddia edilmekteydi.
Seymour Hersh’ün bu iddiası her ne kadar Beyaz
Saray tarafından isimsiz kaynaklara dayandırılması
nedeniyle gerçeklikten uzak bulunsa da Hersh’ün
uluslararası camiadaki prestiji ve ABD’nin Suriye’ye
müdahaleyi şimdilik ertelemesi nedeniyle şüphe
uyandırmaya devam etmektedir.
Türkiye, Suriye’deki çatışmaların başlangıcından
beri Beşar Esad’ın karşısında yer almış ve muhalefeti desteklemekten geri durmamıştır. Birçok akademisyen ve gazeteciye göre AKP Hükümeti Beşar
Esad’ın kolay yıkılacağını düşünerek hata yapmış
ve Suriye’deki gelişmelere olması gerekenden fazla siyasi yaklaşmıştır. Çatışmalar rejim güçleriyle
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin durumunu belirleyen diğer önemli konu ise Türkiye’nin İsrail ile
olan münasebetleridir. Türkiye ile İsrail, ABD’nin
Ortadoğu coğrafyasında siyasi ve askeri açıdan en
önemli iki müttefiki olarak dikkat çekerken iki ülke
arasındaki ilişkiler birçok faktöre bağlı olarak sık
sık gerilmektedir. İsrail’in Ortadoğu coğrafyasında
Ortadoğu coğrafyasında çıkarları ve ilgisi olan ABD
ile kimilerince Ortadoğu’nun bir parçası; kimilerince
Ortadoğu’ya sadece komşu bir Müslüman ülke olarak
gösterilen Türkiye’nin; bölgede yaşanan gelişmelere
karşı birlikte pozisyon alma ve çözüm üretme çabalarına çokça tanıklık ettik. Hatta Türkiye Ortadoğu’daki devletlere görece ‘’demokratik’’ ve ‘’seküler-laik’’
yapısıyla rol model ülke olarak gösterilmekteydi.
8
muhalefet arasında devam ederken yakın zamanda
Suriye’de rejim tarafından muhaliflere karşı kimyasal silah <Sarin gazı> kullanıldığı iddiası gündeme
bomba gibi düşmüş; uluslararası camia bu iddianın
doğruluğu için gerekli mercileri görevlendirmiş ve
araştırma başlatmıştı.
mayıs-haziran 2014
Arap devletleriyle ve İran ile yaşadığı sıkıntılar ve
uyguladığı politikalar Türkiye ile olan ilişkilerini de
etkilemektedir.
2009 yılında Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nun
‘’Gazze Ortadoğu için model’’ isimli oturumuna katılan Başbakan Erdoğan, İsrail lideri Şimon Peres’e,
İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı politikalardan
rahatsızlığını sert bir şekilde gündeme getirmiş ve
bu sert çıkışın üzerinden henüz 1 yıl geçmişken ve
ilişkiler düzelmemişken 2010 Mayıs’ının sonunda
Gazze’ye giden İHH gemisi ‘’Mavi Marmara’’ya İsrail
askerleri tarafından saldırı düzenlenmesi ve geminin amacına ulaşmasının engellenmesine yönelik
hareketi Türkiye tarafından oldukça sert şekilde
eleştirilmiş ve ilişkiler kopma noktasına gelmiştir.
BM tarafından hazırlanan Mavi Marmara raporunu
kabul etmeyen Türkiye, İsrail ile ilişkileri ikinci katip seviyesine indirme ve üstündeki tüm görevlileri
Türkiye’ye çağırma gibi misillemelerde bulunmuştur.
Ortadoğu’daki iki müttefiki arasındaki gerginliğin
bölgedeki istikrarı ve dengeleri bozacağını düşünen
ABD ise iki devlet arasındaki ilişkilerin normalleşmesi adına çaba harcamakta ve hassas dengeleri
korumaya çalışmaktadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinde
son aylarda ABD Başkanı Barrack Obama’nın da
girişimiyle birlikte olumlu gelişmeler görülmüş,
Netanyahu’nun güvenlik ve enerjiden sorumlu temsilcisi David Meidan Ankara’ya gelmiştir. Başbakan
Erdoğan’ın İsrail’i ziyareti de ilişkilerin normalleşmesi adına diğer seçeneklerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki; İsrail, ABD’nin en önemli müttefiki konumundadır ve
ABD’de siyaset yapım ve dış politika sürecinde çok
büyük İsrail Lobisi etkisi vardır. Bu bağlamda Türkiye-İsrail ilişkileri gerildiğinde dolaylı olarak ABD
Türkiye’yi eleştirmekte ve İsrail’e yakın bir pozisyon
almaktadır. Keza Mavi Marmara konusunda da ABD,
İsrail’in Mavi Marmara raporuna inanmıştır.
Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin kalbinde yatan konulardan biri de 1915 yılında Ermeni vatandaşlarının Anadolu topraklarından sürülmesi ve kıyımının
soykırım olup olmadığı üzerine yaşanan gerilimlerdir.
Türkiye her 24 Nisan’da ABD’de yapılan anmalarda
ABD Başkanının ağzından çıkacak kelimeye odaklanmakta ve 24 Nisan öncesi ‘’Soykırım’’ denmesi ihtimaline yönelik endişeler artmaktadır. ABD’de önemli bir
Ermeni Diasporası bulunmakta ve ABDli siyasileri soykırım demeleri konusunda ikna etmeye çalışmaktalar.
Bu yıl 1915’te yaşanan olayların 99. yılı münasebetiyle yapılan konuşmada Başkan Obama’nın ‘’Soy-
mayıs-haziran 2014
9
Hariciye
ABD’nin Türkiye’yle yakın
bağlarının oluşu Türkiye’de
60-80 arası iç siyasetin ana
konularından biri haline
gelirken; sokak gösterileri
doğrudan ABD karşıtlığına
yönelik olmuştur.
kırım’’ deyip demeyeceği büyük merak konusuydu
ancak Obama konuşmasında ‘’Meds Yeghern’’ yani
Türkçe ‘’Büyük Felaket’’ anlamına gelen Ermenice
sözcüğü kullanmış; doğrudan soykırım demek yerine dolaylı yoldan ifade etmiştir. Ancak bu söylem
Ermenileri memnun etmemiştir. Burada Obama’nın
neden soykırım ya da değil demek konusunda çekimser kaldığına değinmek gerekirse; önemli müttefiklerinden Türkiye’yi kaybetmemek ve görece
önemli güce sahip Ermeni Diasporası’nı memnun
etmek arasındaki çizgiyi korumak arasında kaldığını
söyleyebiliriz. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın 1915 Ermeni Hadisesinin 99. yılı için yaptığı açıklama genel
olarak uluslararası camiada memnuniyet yaratırken
Amerika Ermeni Ulusal Komitesi(ANCA) açıklamaları
‘’Soykırımı yeniden paketleme çabası’’ olarak yorumladı. Tüm bu tartışmalar ve gelişmelerle hadisenin 99.
yılını geride bırakırken 2015 yılı yüzüncü yılı olarak
önemli bir noktada durmakta ve ABD’nin yüzüncü yılında ‘’soykırım’’ deyip demeyeceği şimdiden büyük
bir tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz üzere ABD ile Türkiye sadece dış politikaların koordinasyonu üzerine kurulu
müttefiklikten öte bir ilişkiye sahiptir. Türkiye’de
hangi hükümet gelirse gelsin en önemli müttefiki
olan ABD ile içeride uygulayacağı birçok politika
için görüş alışverişinde bulunur ve yapmak istediklerini Beyaz Saray ile paylaşır. Bugüne kadar başbakanlık ve dış işleri bakanlığı yapmış birçok önemli
şahıs seçilmelerinin ertesinde ilk ziyaretlerini büyük ölçüde ABD’ye yapmış; gitmedikleri zamanda
telefon yoluyla fikir alışverişinde bulunmuşlardır.
Diğer yandan Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmelerin
arkasında ABD’yi ‘’komplo’’ların hazırlayıcısı olarak
görmenin, Türkiye kamuoyunda genel bir kabul seviyesinde olduğunu söylemek gerekir.
10
mayıs-haziran 2014
17 Aralık süreciyle birlikte başlayan son gelişmeler
çerçevesinde AKP-Cemaat geriliminin bir köşesinde
ABD önemli bir aktör olarak durmaktadır. Elbette
ABD’nin doğrudan bu gerginlik üzerinde etkili olduğunu söylemek doğru olmayacaktır; ancak 17 Aralık
sürecinin başladığı günlerde Başbakan Erdoğan, soruşturmaların komplo olduğunu söyleyerek bir imada bulunmuştu: ‘’Son günlerde çok enteresan büyükelçiler provokatif eylemler içine giriyorlar. Ben
onlara da Samsun’dan sesleniyorum: İşinizi yapın,
eğer görev alanınızın dışına çıkarsanız bu hükümetlerimizin yetki alanında olan yere kadar gider.
Biz sizleri ülkemizde tutmak zorunda da değiliz.’’ Bu
sözler doğrudan aslında ABD’nin Ankara Büyükelçisi
Riccardione’yi hedef alıyordu.
İddialara göre Ricciardone 17 Aralık’ta AB büyükelçileri ile bir araya gelerek, “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik, dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz” demiş; ancak
Ricciardone bu iddiaları sosyal medya üzerinden:
“ABD ve Türkiye arasındaki dostluk ve işbirliği iki
ülke için de hayati öneme sahiptir. Hiç kimse TürkAmerikan ilişkilerini böyle asılsız iddialarla tehlikeye atmamalıdır. Böyle bir toplantı yapılmadığı gibi,
haberlerde ortaya atılan iddiaların tümü tamamen
yalan ve iftiradır” ifadeleriyle yalanlamıştı. Bu gelişmeler üzerine Washington ‘’Bizi içişlerinize katmayın’’ diyerek rahatsızlıklarını dile getirdi.
Yine 17 Aralık süreciyle alakalı önemli bir konu Fethullah Gülen’in ABD’de yaşıyor olması olarak görülüyor. AKP-Cemaat ekseninde yaşanan gelişmelere
iktidar tarafından gelen sert eleştirilerin birçoğu
Gülen’in ABD’de ikamet etmesi etrafında dönüyor
ve AKP hükümeti komplo iddialarını bu söylem ile
güçlendiriyor. Yakın zamanda Gülen’in iadesi için çalışmaların başlatılmak istenmesi ise muhtemel iade
süreci tartışmalarını doğuracak gibi görünmektedir.
ABD’nin kendi topraklarında ikamet eden ve ABD’de
azımsanmayacak sayıda okulları ve kuruluşları olan
Gülen Cemaati’nin lideri konumundaki Gülen’in iadesi konusunda nasıl bir tavır takınacağını ve bunun
ilişkileri nasıl etkileyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Yakın zamanda yaşadığımız Gezi Protestoları’nın
arkasında da ABD gibi büyük güçlerin olduğu yönündeki komplo iddiaları ABD tarafından yalanlanmış ancak ‘’aşırı güç kullanımı’’ konusunda endişeli
oldukları yönünde açıklamalar yaparak hükümetin
tavrını dolaylı yoldan eleştirmiştir.
Son zamanlarda Türkiye’de karşılaştığımız aşırı güç
kullanımı, Twitter-Youtube yasağı gibi uygulamaları
ABD’de birçok yetkili oldukça sert şekilde eleştirdi
ve Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltmesi yönünde görüş bildirdi. Brookings Enstitüsü’nde
Sakıp Sabancı Konferansı’nda yapılan toplantıda
ABD’nin ilk kadın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright: “Demokrasi sadece seçim değildir. Tek parti demokrasisi diye bir şey olmaz” dedi. Albright
Türkiye’de kuvvetler ayrılığı konusunda son gelinen
noktayı eleştirirken de “Bağımsız yargı, sağlıklı, sürdürülebilir demokrasi için gerekli” şeklinde konuştu.
“Ben de penguenleri çok severim, ama gerçekten
ortada bir haber varsa, bu kamuoyundan gizlenmemeli” diyen Albright, “asılsız komplo iddialarına”
ilişkin olarak da “Amerikalıları ve dini azınlıkları bu
komplolarla suçlayan iddialardan derin rahatsızlık
duyuyorum” şeklinde ifadeler kullandı.
Türkiye-ABD ilişkilerinin gelecekte nasıl bir seyir
izleyeceğini ve bu seyirin temel dinamiklerinin ne
olabileceği konusunda bir şeyler söylemek yazıyı
bitirirken faydalı olacaktır. ABD Ortadoğu’dan kendini soyutlamadığı sürece yine ana eksen Ortadoğu politikaları üzerine oturacaktır. Bölgede İsrail
ve Türkiye gibi iki önemli müttefike sahip Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu bölgesinde istikrarın sağlanması ve bölgedeki enerji kaynaklarının,
akışının korunması konusunda bu ülkelerden faydalacaktır. Bu bağlamda Türkiye ve ABD arasında
ilişkilerin dinamiklerinden birinin Ortadoğu politikaları olması oldukça beklenebilir bir durum olarak
karşımıza çıkmaktadır. Yine Türkiye-İsrail ilişkileri
ile ‘’Ermeni Soykırım’’ iddiaları tartışmaları temel
dinamiklerden biri olarak karşımıza çıkacak tır. Yine
olası dinamiklerden birisi Türkiye’nin AB ile müzakere sürecinin olması beklenebilir. Yakın zamanda,
daha çok stratejik bir söylem de olsa Türkiye’nin
Türkiye ile ABD arasındaki bu
ilişkiler birçok alana yayılmış
sadece askeri ve ekonomik
alanda kalmamıştır. İlişkiler
artarken kimi sorunları ve
gerilimleri de beraberinde
getirmiştir. İki ülkenin arasında
yaşanan gerilimlerin ana ekseni
genelde Ortadoğu politikaları,
İsrail, 1915 Ermeni Hadisesi’nin
Soykırım olup olmadığı üzerine
yaşanan tartışmalardır.
AB olmazsa Şangay Beşlisine yöneliriz söylemi ABD
tarafından hoş karşılanabilir bir durum değildir.
Türkiye gibi önemli müttefikini Rusya’nın içinde olduğu bir gruba kaptırmak stratejik açıdan oldukça
sorunlu bir durum yaratabilir. AB sürecinin gerektirdiği ‘’Demokratikleşme’’ süreci her ne kadar iç mesele gibi dursa da Türkiye’nin istikrarının kendisini
bağladığını düşünen ABD tarafından dikkatle izlenmektedir. Son zamanlarda yapılan ‘’ otoriterleşme ‘’
tartışmalarının bir süre daha sürmesi ve ilişkileri gerebilecek bir nokta olarak karşımıza çıkması olasıdır.
Sonuç olarak, Türkiye-ABD ilişkileri başlangıcından
bugüne büyüyerek devam etmiş, çok boyutlu hale
gelmiştir. Bu çok boyutluluk hali doğal olarak çeşitli anlaşmazlıkları ve gerginlikleri de beraberinde getirmiştir. Siyasette, özellikle de dış politika, konusunda bir ilişkinin sorunsuz olmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Değişen şartlara ve koşullara göre
ülkeler dış politikalarını koordine etmekte; bunlara
göre pozisyon belirlemektedir. İki ülke de gerginlikleri birbirini kaybetmeyecek seviyede tutmak için
azami gayret göstermekte ve ABD, kendi menfaatdeğer denklemi içinde Türkiye’nin siyasi-ekonomik
istikrarı için çeşitli önerilerde bulunmaktadır.
KAYNAKÇA
http://gundem.bugun.com.tr/abdden-turkiyeye-kuvvetler-ayriligi-elestirisi-haberi/1086587
http://t24.com.tr/haber/abd-raporunda-turkiyeye-ifade-ozgurlugu-elestirisi,228163
http://www.amerikaninsesi.com/content/g%C3%BClenin-iade-talebi-abdyle-ili%C5%9Fkileri-gerebilir/1905341.html
http://www.amerikaninsesi.com/content/cpjden-t%C3%BCrkiyeye-bas%C4%B1n-%C3%B6zg%C3%BCrl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-ele%C5%9Ftirisi/1890191.html
http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?0c27fee5-e889-4803-9453-6f1a9444d638
mayıs-haziran 2014
11
Arif Öztürk
KAPAK HUKUK
[email protected]
YARGISIZ
BAĞIMSIZLIK
Yargının bağımsızlığı Türkiye’nin kuruluşundan günümüze dek tartıştığı
en önemli konulardan biridir. Cumhuriyet tarihimizin ilk yıllarında
demokratik bir sistem henüz kurulamamış, bu dönemde hukukumuz ve
mahkemeler esas olarak batı sistemlerinin şekli özellikleri temel almış
ancak öz itibariyle geleneksel kalmaya devam etmiştir. Geçmişten
günümüze rejimi düşmanlara karşı savunmak iddiasıyla hareket eden
yargı hukukun siyasallaşmasına neden olarak yargı bağımsızlığı kavramını
yargı bağına dönüştürmüştür.
İnsanların birlikte yaşama arzusundan mı yoksa
yalnız yaşamaktan korkmasından mı bilinmez ama
insanlar bir araya gelerek toplumları oluşturmuştur.
Kolektif yaşamın başlamasıyla da kuralları, yönetimi ve bunun sonucu olarak da devleti meydana
getirmiştir. Fakat insan, benliğini oluşturan ilkelliğini; yani güce erişme isteğini ve gücü kullanma
bencilliğini kurduğu devletlere de taşımıştır. Bir
başka ifadeyle doğa yaratığı olan insan her şeyden
önce kendini düşünen bir varlık olmuştur.
İnsanın toplum içindeki tepkilerinin temelinde
yaşamını sürdürmek ve güvenlik ihtiyaçlarını maksimize etmek yatmaktadır. Bu durumda belirleyici
olan bireylerin kendi çıkarlarıdır. Devletin asli gö-
12
mayıs-haziran 2014
revi toplumsal yaşamın oluşmasıyla beraber ortaya
çıkan bireyin güvenlik kaygısını en aza indirgemek,
farklı çıkar gruplarının çatışmasını engellemek, insanların birbirleri için zararlı olanı yasaklamak ve
toplumun ortak çıkarlarının gerçekleşmesini sağlamaktır. Bireyler kendi çıkarlarını koruması için
gücünü bir üst otoriteye yani devlete devrederler.
Gücü kullanma yetisini tekeline alan devlet meşruiyetini hesap verilebilirliğinden yani kontrol edilebilirliğinden alır. Bu kontrol mekanizmasının temelinde şüphesiz ki yasama-yürütme-yargı arasında
paylaştırılmış yetki ve sorumluluklar yatmaktadır.
Bu güç, fren ve denge mekanizmasını yani demokratik devletin özünü oluşturur.
Yasama; sürekli ya da geçici kanunlar yapma, var
olan kanunları değiştirme ve yürürlükten kaldırma
gücü olan bir tür katılımcı meclisi ifade ederken,
yürütme ise; bu kanunları uygulama erkini tanımlar. Bir hukuk devletinde erklerin belirli bir denge
içinde olması için yargının diğer erklerden, yasama ve yürütmeden bağımsız olması gerekmektedir.
Yargının bağımsız olması sadece diğer erklerden
bağımsızlığıyla da sınırlı değildir, yargıçların kendi
meslektaşlarından gelebilecek müdahalelerde dahil
olmak üzere yargının işleyişine engel olabilecek her
türlü müdahaleden korunmasını içerir.
Günümüz Türkiye siyasetindeki mevcut denklem
çerçevesinde yasama ve yürütmenin birliğinden
bahsedilebildiği için kanunların yapılması ve uygulanması aşamalarının denetimi ile hak ve özgürlüklerin korunması konusunda esas belirleyici
erk yargı erki olmuştur. Fakat mevzubahis yargının
bağımsızlığı da Türkiye’nin kuruluşundan günümüze dek sorunsallığını koruyan en önemli konulardan
biri olarak varlığını sürdürmektedir.
Tek partili dönemde, yani cumhuriyet tarihimizin
ilk yıllarında demokratik bir sistem henüz kurulamamış, bu dönemde hukukumuz ve mahkemeler
esas olarak batı sistemlerinin şekli özelliklerini temel almış ancak öz itibariyle geleneksel kalmaya
devam etmiştir. Esas amacı bireyler arasında ayrım
yapmaksızın adaleti tecelli ettirmek ve birey hak-
larını yasama organına karşı savunmak olan yargı
sistemi devrimlerin yerleştirilmesinde bir araç olarak kullanılmış ve bugün yaşadığımız sorunların temelini oluşturmuştur. Geçmişten günümüze rejimi
düşmanlara karşı savunmak iddiasıyla hareket eden
yargı hukukun siyasallaşmasına neden olarak yargı
bağımsızlığı kavramını yargı bağımlılığına dönüştürmüştür.
1960 askeri darbesini izleyen 1961 anayasası ile
Anayasa Mahkemesi kurulmuş ve kısmen yargı bağımsızlığı sağlanmaya çalışılmıştır. Böylece Türkiye
tarihinde ilk kez yasama organının verdiği kararları
denetleyebilen bir mahkeme kurulmuştur. Ancak bu
mahkemenin ilk hakimleri bile dönemin ‘’hukuksuzluk mirası’’ olan olağanüstü hal mahkemelerinde görev yapanlar arasından atanmıştır. Bu durum
daha önce var olan rejim bekçiliğinin açık bir sonucu olup yargı bağımsızlığı kavramına anlamını
kazandırabilecek en önemli mercii olan Anayasa
Mahkemesi’nin demokrasi ve adalet kavramından
ne anladığını açıkça işaret etmektedir. Anayasa
Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma konusunda
verdiği kararların AİHM tarafından AİHS’ne aykırı
bulunması kendisine hak ve özgürlükleri koruma
misyonu yüklemiş bir mahkemenin erken dönemin
izlerini ne kadar taşıdığını açıkça göstermektedir.
Bu durumun “hukukun siyasileşmesi” kavramını en
kısa açıklayan örnek olduğu söylenebilir.
mayıs-haziran 2014
13
KAPAK HUKUK
Yargıç ve savcıların mesleğe
kabul edilebilme ve atamaları
da dahil olmak üzere onları
ilgilendiren pek çok konuda
karar mercii olan HSYK’ nın
hükümet ve idareye bağımlı
olması ne egemenliğin halka
dayanması ile açıklanabilir, ne
de demokratik meşruiyetle.
Yargı bağımsızlığına yönelik atılacak adımları belirlerken yargı bağımlılığı ve “hukukun siyasileşmesi” kültürümüzün tarihi nedenleri
üzerinden örnekler vererek açıklamak daha sağlıklı sonuçlar elde
etmemizi sağlayacaktır. Yukarıda
değindiğimiz üzere bu bağımlılık Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve
meşruiyetten uzak yasal dayanaklara sahip İstiklal
Mahkemeleri’ne dayanmaktadır. Bu mahkemeler rejim bekçiliği kaygısıyla hareket etmiştir ve verdiği
kararlar hukuki nitelikten yoksun siyasi kararlar olmuştur. 1950-1980 arasındaki döneme baktığımızda hukukun siyasileşmesi konusunda özel yetkili
mahkemelerin oynadığı rolü görmekteyiz. Bu mah-
14
mayıs-haziran 2014
kemelerde sivil yargıçların yerine askeri yargıçların
görev yapması yargı bağımlılığının ne boyutta olduğunu göstermektedir.
1961 anayasasının hukuk devletinin gereği olan
idarenin her türlü eylemine karşı yargı yolunun
açık oluşu 1982 anayasasında tekrar düzenlenip bir
takım kısıtlamalar getirilmiştir. Cumhurbaşkanının
tek başına yapacağı işlemlere, Yüksek Askeri Şura
kararlarına, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yoluna gidilemeyeceği anayasal nitelik kazanmıştır. Bu durum hukukun siyasileşmesine hizmet etmekle
beraber 1961 anayasası ile nispeten
hukuki bir kimlik kazanmış anayasayı
tekrar geriye götürmüştür.
Bu süreçte düşünce özgürlüğü ve devlete karşı işlenen suçlar adı altında
mahkemelerin verdiği kararlar hukukun siyasallaşması kavramının diğer
bir boyutunu oluşturmuştur. Bu durum ideolojik bir
devlet olmanın çarpık sonuçlarından biridir. Resmi
düşünce, resmi tarih gibi kavramların oluşturulduğu Türkiye gibi ülkelerde düşünce suçu işlemek gibi
kendine has suçların olması hukukun siyasetin ortaya çıkardığı anlamsızlıklara kılıf olmaktan öteye
gidemediğini göstermektedir.
Benzer şekilde sınırları, rengi, konusu belirsiz olan
ve idarenin her türlü suçlamasına dayanak oluşturan Terörle Mücadele Kanunu bize Cumhuriyet’in
ilk zamanlarında yürürlüğe sokulan Takrir-i Sükun
Yasası’nı hatırlatmaktadır. Bu durum bize yargının siyasi kaygılarla işletilen bir çeşit devlet erki
özelliklerini taşıdığını göstermektedir. Yapısal olarak bağımsızlığı sağlanamamış yargı sisteminin
üyelerinden tarafsız kararlar vermeleri ne derece
beklenebilir? Yargıçların tarafsızlığı, görev süreleri,
görevden alınamamaları, mesleki kariyerlerinin devamı gibi güvencelerin sağlanabilmesine bağlıdır.
Bunların Türkiye’deki mevcut uygulamalarının da
sorunsuz olduğu söylenemez.
90larla birlikte ‘’siyasal İslam’’ın yükselişini izlemeye başladık. Bu çerçevede gerek 90larda gerekse
darbe dönemlerinde Anayasa Mahkemesi, rejim bekçiliği adına birçok partiyi ‘’laiklik’’ karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği iddiasıyla kapatmıştı. Bu
kapatma davalarından nasibini en çok alan partiler
ise ‘’Milli Görüş’’ partileri olarak dikkati çekmektedir. Çünkü bu partiler birçok devlet bürokratına
göre devletin alışılagelmiş ve Atatürkçü yapısını
tehdit ediyordu. Gerek Milli Nizam Partisi ve Milli
Selamet Partisi’nin gerekse ardılları olan Refah ve
Fazilet Partileri aynı sebepten kapatıldı.
‘’Siyasal İslam’’ın partilerinin yükselişiyle birlikte
‘’devletçi’’ reflekse sahip özellikle CHP gibi partiler
Anayasa Mahkemesi’ni tutunacak bir dal, iktidardaki partileri denetleyici bir kurum olarak gördüler ve
sık sık Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Anayasa
Mahkemesi’nin rejim koruyuculuğu, vesayetçiliği
devam ederken şimdi muhalefet partileri tarafından
ona muhalefet partisi kimliği de atfedildi.
2000 yılında Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Ahmet Necdet Sezer’in, Ecevit’in büyük gayretleri sonucunda cumhurbaşkanı adayı olarak meclise sunulması ve seçilmesi hadisesi Anayasa Mahkemesi’ne
biçilen rolü açık biçimde ortaya koymaktaydı. Keza
Sezer Cumhurbaşkanı olduktan sonra onayladığı ve
veto ettiği yasalarla muhafazakar kesimi oldukça
rahatsız etmiştir.
2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Milli
Görüş geleneğinden ayrılan isimler tarafından kurulmasına ve çok hızlı bir şekilde ilk seçimde iktidarı ele geçirmesine tanıklık ettik. AKP iktidara
geldiğinde toplumun çeşitli kesimlerinde kaygılar
artmış ve 2008 yılında AKP hakkında ‘’laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği’’ iddiasıyla kapatma
davası açılmış ancak parti kapatmak yerine hazine
yardımının 1/2 oranında kesilmesi yönünde karar
verilmiş, yani bir nevi partiye ‘’yaptıklarına dikkat
et’’ mesajı Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiştir.
2010 yılında yapılan referandumla yargı alanında
önemli düzenlemeler yapılmıştır. 1982 Anayasası ile düzenlenen yargı ve idari konularda çeşitli
düzenlemeler yapılarak, uzun süredir devam eden
alışılagelmiş uygulamalarda değişikliğe gidilmiştir.
Bu düzenleme HSYK’nın üye sayısını arttırmakla
kalmamış, sadece yüksek mahkemelerden (Yargımayıs-haziran 2014
15
KAPAK HUKUK
Resmi düşünce, resmi tarih
gibi kavramların oluşturulduğu
Türkiye gibi ülkelerde düşünce
suçu işlemek gibi kendine
has suçların olması hukukun
siyasetin ortaya çıkardığı
anlamsızlıklara kılıf olmaktan
öteye gidemediği görülmektedir.
tay ve Danıştay) üye seçilmesi yerine birinci sınıfa
ayrılmış adli ve idari yargı hakim ve savcıları arasından da üye seçilmesini mümkün kılmıştır. Ayrıca
kurula bağlı genel sekreterlik oluşturulması ve daha
önce Adalet Bakanlığı’na bağlı çalışan müfettişlerin
yürüttüğü bazı görevlerin kurula bağlı müfettişlerce yürütülmesinin öngörülmesinin bu değişikliğin
olumlu yönleri olduğu söylenebilir.
Ancak yargıç ve savcıların mesleğe kabul edilebilme
ve atamaları da dahil olmak üzere onları ilgilendiren
pek çok konuda karar mercii olan HSYK’nın hükümet ve idareye bağımlı olması ne egemenliğin halka
dayanması ile açıklanabilir, ne de demokratik meşruiyetle. Nitekim 2010 değişikliğiyle HSYK başkanı
olan Adalet Bakanı’nın yetkileri nispeten daha azken
2014 değişikliğiyle tekrar bu yetkiler arttırılmıştır.
Bu değişikliklerle siyasal iktidar 17 Aralık operasyonları sonrası içinde bulunduğu zor durum nedeniyle
iktidarını korumaya yönelik bir dizi pragmatik karar
almıştır. Amaç yargı içindeki paralel yapıyı ortadan
kaldırmak gibi görünse de bunun sonucunda yeni
paralel yapılar ortaya çıkacağı aşikardır. Bu durumu
siyasal iktidarın yargı üzerindeki etkinliğini sağlamlaştırmak olarak yorumlamak yerinde olacaktır.
Atamaların, görevlendirmelerin vb. kritik kararların
alındığı 1.ve 2. Dairelere, Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanın atamasıyla gelen üyelerin çoğunlukta olması kürsüden ve yüksek yargı organları arasından
seçimle gelen üyeleri işlevsiz kılmaktadır. Bu durum
“mahkemelerin bağımsızlığı” ve “hakimlik teminatı”
ilkelerini hiçe saymaktadır. Başka bir deyişle kurul
siyasi iktidarın emrinde, bağımsız bir yapı olmaktan
ziyade sıradan bir kamu kurumuna dönüşmüştür.
16
mayıs-haziran 2014
Öte yandan kurul üyeleri hakkında suç soruşturması ile disiplin soruşturma ve kovuşturma işlemlerini yürütmek ve bu konuda gerekli kararları verme
yetkisinin siyasi bir kişilik olan bakana verilmesi,
görevlerini bağımsız bir şekilde yapmak durumunda
bulunan kurul üyeleri üzerindeki yaptırım gücünün
yasal dayanağını oluşturmuştur. Dolayısıyla kurulun
bağımsız düşünme ve karar alma gücü elinden alınmıştır ve yargı üzerindeki siyasal gücü arttırmıştır.
Sonuç olarak, ülkemizde yargı bağımsızlığı üzerindeki en büyük engel yasal çerçevenin yetersizliği
ve demokratik hukuk standartlarının yeterince hukukumuzda yer bulamamasından kaynaklanmaktır.
Anayasal ve yasal çerçevenin yetersizliğine bir de
Anayasa Mahkemesinin ve diğer idare mahkeme
yargıçlarının geleneksel adalet anlayışı olan devleti
ve hükümeti koruma refleksi ve yargıçların mesleki
kaygıları eklenince ortaya daha ciddi yargı bağımlılığı sonucu çıkmaktadır.
Yukarıda anlatılanlar neticesinde, Türkiye’nin henüz
demokratik bir hukuk devleti standartlarına sahip
olduğunu söylememiz mümkün olmuyor. Anayasal
devletlerde yargının varlık sebebi statükoyu onaylamak değil, hiçbir grup arasında ayrım yapmadan
bütün yurttaşlara eşit mesafede durmak, siyasal
tarafsızlığı gözetmek ve demokratik hukuk devleti
ilkelerine uygun davranmaktır. Bu ilkeler devletin
asli hedefleri olmalı, günü kurtarmak odaklı çıkartılan yasalardan ziyade tüm Türkiye’nin ihtiyacı olan
yeni bir anayasa oluşturulmalı ve onu koruyan yapılar etkin ve tarafsız hale getirilmelidir. Ancak ve
ancak o zaman ihtiyaç duyduğumuz hukuk devletine sahip olabiliriz.
TÜRKİYE’NİN SİYASİ
SİSTEM ARAYIŞLARI
Kuvvetler ayrılığı kuramı ilk kez
Montesquieu tarafından ortaya
atılmıştır. Kanunların Ruhu
isimli eserinde ilk kez bunu dile
getirerek her devlette üç çeşit
kuvvetin olduğunu ve bu üç
kuvvetin yani; yasama, yürütme
ve yargı kuvvetinin birbirinden
ayrılması gerektiğini
savunmuştur.
Hükümet sistemlerini tanımlarken öncelikle bu
sistemlerin hangi kriterlere göre tasnif edildiklerinden bahsetmek doğru olacaktır. Hükümet sistemleri
“kuvvetler ayrılığı” ve “kuvvetler birliği” teorilerine
göre sınıflandırılmışlardır.
Kuvvetler birliği sistemleri, yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı elde birleştiği hükümet sistemleridir.
Eğer yasama ve yürütme kuvvetleri yürütme organında birleşirse mutlak monarşi veya diktatörlükler meydana gelir. Bu iki kuvvet yasama organında birleşir
ise meclis hükümeti sistemi meydana gelir. Türkiye’de 1920-1923 arasında meclis hükümeti sistemi
uygulanmıştı ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre
DOSYA HUKUK
Süreç Analiz Araştırma Ekibi
yasama ve yürütme yetkileri mecliste toplanmıştı.
Devlet üzerine yapılan incelemelerin Aristotales’e
(M.Ö. 384-322) kadar uzanmasına rağmen kuvvetler
ayrılığı kuramı ilk kez Montesquieu tarafından ortaya atılmıştır.1 Kanunların Ruhu isimli eserinde ilk
kez bunu dile getirerek her devlette üç çeşit kuvvetin olduğunu ve bu üç kuvvetin yani; yasama,
yürütme ve yargı kuvvetinin birbirinden ayrılması
gerektiğini savunmuştur. Kuvvetler ayrılığı kuramı
iktidarın paylaştırılmasıyla birlikte sınırlı bir iktidar yaratmayı hedeflemektedir. Kuvvetler ayrılığı
sistemleri kendi içinde “sert kuvvetler ayrılığı
sistemi” ve “yumuşak kuvvetler ayrılığı sistemi”
olmak üzere ikiye ayrılır. Sert kuvvetler ayrılığı,
yasama ve yürütme organının birbirinde sert/mutlak bir şekilde ayrılmasından meydana gelir ki bu
tür sistemlere başkanlık sistemi adı verilmektedir.
Başkanlık sistemine örnek olarak ABD’yi verebiliriz.
Yasama ve yürütmenin birbirinden yumuşak bir
şekilde ayrıldığı sisteme de yumuşak kuvvetler
ayrılığı, yani parlamenter sistem adı verilmektedir. Bu sistemde yasama ve yürütme organları
tam olarak birbirinden bağımsız değillerdir, iç içe
geçmiş ve karşılıklı işbirliği içindedirler. Bu sisteme
örnek olarak, başta İngiltere olmak üzere Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, İsveç ve Türkiye gibi
mayıs-haziran 2014
17
DOSYA HUKUK
ülkeleri sayabiliriz. Bu teorinin ilk uygulamasına
İngiltere’de rastlanılmış ve ampirik yollarla uygulamaya geçirilmiştir. Bu uygulama İngiltere Kralının,
Lordlar Kamarası’nın ve Avam Kamarası’nın arasındaki güç mücadeleleri sonucunda ortaya çıkmıştır.
XVII. yüzyılın ortasında Büyük Britanya’da, XIX.
yüzyıl boyunca Fransa ve Avrupa monarşilerinde
uygulanmaya başlanan parlamenter sistem XX.
yüzyılda otoriter ve totaliter rejimler karşısında
zafer kazanmıştır.2
Hükümet sistemlerinin tanımlanması, sınıflandırılması sorunu günümüzün en çok tartışılan konuların
başında gelir, bunun nedeni olarak, bu sistemin belirlenmesi iktidarı ve iktidarın gücünü nasıl kullandığını da belirler. Ve günümüzde bu sistemler genel
hatları ile üç şekilde sınıflandırılmıştır. Bunlar; parlamenter, başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleridir.
Fakat bu sistemlerin değerlendirilmesinde günümüzün en ciddi problemi, bu sistemlerin ‘tektipleştirilmesidir’. Nitekim bu sistemler kendi içerisinde de
değerlendirilirken farklılıklar yaratabilir. Bir örnek
vermek gerekirse; Finlandiya’daki ve Fransa’daki hükümet sistemleri yarı başkanlık olmasına rağmen,
her iki devletteki uygulamalar oldukça farklıdır. Bu
sebeple sistemler aynı isimle anılabilir fakat uygulamalar, iktidarın güç alanı, gücünü kullanması ve
kuvvetler arasındaki ilişki değişebilir.
Bir diğer önemli faktör ise, ülkelerin sistemlerini
değerlendirirken, ‘sistemin kendisi’ üzerine odaklanıp, ülkenin ekonomik, kültürel, sosyal ve özellikle
18
mayıs-haziran 2014
de siyasal, tarihsel faktörlerini gözden kaçırmaktır.
Sistemleri değerlendirirken ülkenin mevcut siyasi
durumunun ve tarihsel sürecinin ve en önemlisi de
toplumunun sisteme uygunluğu ve benimsemesi çok
önemlidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde
‘başkanlık sistemi’ çok başarılı bir şekilde çok uzun
süredir uygulanabilmesine rağmen, Latin Amerika
ülkelerinde başkanlık sistemine geçiş süreçleri yazıktır ki darbeler ile sonuçlanmıştır. Bu durum ülkenin siyasi gelenekleri, kültürü, tarihi ve hükümet
sisteminin topluma uygunluğu gibi meselelerin ne
kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Son olarak ise ülkedeki ‘siyasi kültür’ sistemin değerlendirilmesinde oldukça önemli bir faktördür.
‘Demokratik’ bir yapı oluşturma perspektifinden bakacak olursak devletlerin sistem değişikliği ile tam
olarak demokrasiyi sağlayacağının bir garantisinin
olmadığı konusudur. Nitekim bazı üniter yapılı
devletlerin federal devletlerle karşılaştırılırsa daha
demokratik oluğunu görebiliyoruz. Buradaki temel
nokta ülkedeki rejim veya sistem değil yetki dağılımı ve yetkinin yerel yönetimlere devredilebilme
noktalarıdır. Örneğin birçok ülkenin hükümet sistemleri aynı olmasına rağmen, yapılan uygulamalar
ve yetkinin devredilebilirliği noktalarında değişiklik gösterdiği için ülkeler arasında derin farklar ortaya çıkmıştır. Nitekim ABD ve Britanya’da hükümet
sistemleri farklı olmasına rağmen uygulamaları ve
‘yetki devri’ konusunda genel manada demokratik
bir eğilim göstermişlerdir.
Mehmet Yavuz
PARLAMENTER
SİSTEM
XVII. yüzyılın ortasında
Büyük Britanya’da, XIX. yüzyıl
boyunca Fransa ve Avrupa
monarşilerinde uygulanmaya
başlanan parlamenter sistem
XX. yüzyılda otoriter ve
totaliter rejimler karşısında
zafer kazanmıştır.
Leon D. Epstein parlamenter sistemi “yürütme iktidarının yasama iktidarından kaynaklandığı ve ona
karşı sorumlu olduğu anayasal demokrasi tipi” olarak tanımlamıştır. Parlamenter sistemde yürütme
yetkisi devlet başkanı ve bakanlar kurulu arasında
paylaştırılmış ikili (düalist) bir yapıya sahiptir. Yürütmedeki bu çift başlılığın devlet başkanına sembolik yetkiler verilerek kaldırılması hedeflenmiştir.
Devlet başkanı sembolik yetkiye sahip olmasının en
önemli sonucu ise siyasi ve cezai olarak sorumsuz
olmasıdır. Parlamenter sistemlerde devlet başkanı
doğrudan halk tarafından seçilmemekte, halkın
seçtiği parlamento tarafından seçilmektedir. Siyasi
ve hukuki sorumsuzluğu bulunan devlet başkanına
icrai birçok yetkinin verilmesi parlamenter sistemin
özüne aykırıdır. Devlet başkanı sorumsuz olduğu için
DOSYA HUKUK
[email protected]
üst bir konumdadır ve yasama ve yürütme arasında
hakem konumunda olup organlar arasındaki ilişkileri ılımlaştırıcı ve uzlaştırıcı bir özelliği vardır. Eğer
devlet başkanına verilen yetkiler artırılırsa devlet
başkanı siyasi mücadelelerdeki hakemlik konumunu
yitirip bu mücadelenin bir tarafı haline gelir ve
Bakanlar Kurulu ile siyasi politikaları uyuşmadığı
takdirde sistemde tıkanıklıklara sebep olur ve bu
tıkanıklıklar da hükümet krizlerine yol açar.
Yürütmenin diğer kanadı ise asıl yetki ve sorumluluğa sahip Bakanlar Kurulu’dur. Başbakan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu hem kolektif olarak hem de
bireysel olarak siyasi sorumluluğa sahiptir. Gensoru
ve güvensizlik önergesi ile parlamento bakanlar kurulunu denetler ve hükümeti veya bakanları düşürebilir. Buna karşılık yürütmenin de meclisi fesih yetkisi vardır. Yani fesih ve sorumluluk parlamenter rejimde yürütme ve yasama organlarının karşılıklı baskı
araçlarıdır.3 Böylelikle organlar birbirlerini denetler
ve dengeleyerek karşılıklı işbirliği içinde olurlar.
Bu işbirliği özelliğinden dolayı parlamenter rejimde,
başkanlık sisteminde meydana gelen tıkanıklara fazla rastlanılmaz çünkü başkanlık sisteminde organlar arası bir denetleme ve sorumluluk mekanizması
olmadığından işbirliğinden söz edilemez. Parlamenter sistemde yasama ve yürütme birbirinden tamamen
mayıs-haziran 2014
19
DOSYA HUKUK
Türkiye’nin şu an ihtiyaç
duyduğu şey sistem değişikliği
değil, hala yürürlükte olan
darbe ve ordunun merkezi rolü
düşünülerek yapılmış olan
1982 anayasasını kaldırıp
yerine toplumu merkez alan
demokratik bir anayasayı
yürürlüğe koyabilmektir.
ayrılmamaktadır çünkü yürütme yasama içinden çıkmaktadır, aynı kişi hem yasama organında hem de
yürütme organında görev alabilir ve bakanlar kurulu
da aynı zamanda yasama faaliyetlerine katılabilir.
Parlamenter sistem ile başkanlık sistemini birbirinden ayıran bir diğer faktör ise yürütmenin göreve
geliş şeklidir. Başkanlık sisteminde halk doğrudan
başkanını seçerken parlamenter sistemde yürütmeyi
halkın seçtiği parlamento üyeleri belirlemektedir.
Parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasındaki
bir diğer önemli nokta ise, parlamenter sistemin kutuplaşma riskini azaltmasıdır. Başkanlık sisteminde
“kazanan her şeyi kazanmakta (winner takes all)” ve
“kaybeden de her şeyi kaybetmektedir (loser loses
all)”. Bu sebeple başkanlık sisteminde kaybedenler
sistemden dışlanmakta ve bu da kutuplaşmaya yol
açmaktadır. Ancak parlamenter sistemde hükümet
her şeyi kazanmaz çünkü parlamentoya karşı sorumlu olduğu için onun güvenine ihtiyacı vardır. Muhalefet partisi parlamento üyeleri olarak hükümeti
denetleme ve kanun yapma sürecine katılırlar.
Parlamentarizmin Kökleri ve İngiltere
İngiliz parlamentarizmine baktığımız zaman bunun
ilk aşaması olarak 1215 yılında Magna Carta ile birlikte kralın yetkileri sınırlandırılarak kral ile soylular
arasında bir denge sağlanmaya çalışılmıştır. Kralın
yetkileri, bu belge dâhilinde bir hukuki çerçevede
sınırlandırmıştır. Bu sınırlandırma ülkeyi parçalanmadan ve mutlak monarşiye kaymaktan kurtarmıştır.
1648 yılında Otuz Yıl Savaşları’nı bitiren Vestfalya
Antlaşması’ndan sonra feodal sistemler yerini ulus
devletlere bırakmaya başlamıştır. Bu süreçte parlamenter sistem yavaş yavaş uygulanmaya başlan-
20
mayıs-haziran 2014
mış, zamanla bu monarşiler yerlerini cumhuriyet
ve demokrasiye bırakmıştır. İngiltere’nin köklü bir
geçmişi olan geleneksel monarşisi zamanla yerini
cumhuriyetçi bir monarşiye bırakmıştır. Zamanla
kralın yetkileri sembolikleşmiş ve parlamentonun
önemi ve etkisi giderek artmıştır. İngiltere’de kral
“hüküm sürer ama hükmetmez” anlayışı hakimdir ve
genelde Avam Kamarası’nda en fazla milletvekiline
sahip partinin lideri olarak başbakan en önemli aktördür, en etkin kişidir.
İngiliz parlamenter sisteminde yasama ve yürütme
birbirinden tamamen bağımsız değillerdir. İki meclisli yapı vardır; Avam Kamarası, üyeleri seçimle
işbaşına gelir ve asıl yetkili ve etkili meclistir. Lordlar Kamarası ise, seçimle değil atanarak işbaşına
gelirler. Bu ikinci meclis piskoposlar, başpiskoposlar, soylular, deneyimli kişiler ve politikacılardan
oluşur. Daha çok sembolik yetkileri vardır ve sınırlı
etkiye sahiptirler. İngiltere’de iki partili bir sistem
vardır ve bu partiler güçlü ve disiplinli partilerdir;
ancak aynı zamanda parti içi demokrasi de vardır.
Türkiye’de Parlamenter Sistem
Türkiye’deki parlamenter sistemin tarihçesine bakacak olursak; 1921 Anayasası ile birlikte katı bir
kuvvetler birliği benimsenmiş ve yasama ve yürütmenin bütün yetkileri mecliste toplanmıştır. Meclis hükümeti sistemi olarak adlandırılan bu sistem
1924 yılındaki yeni anayasa ile tam anlamıyla
uygulanmasa da en azından teorik olarak parlamenter sisteme kaymıştır. Ancak yasama, yargı ve
yürütme tam olarak birbirinden ayrılmamıştır.
1961 anayasası ile “Westminister tipi” bir parlamenter hükümet sistemi benimsenmiştir. Yasama,
yürütme ve yargı birbirinden ayrılmıştır, yasama ve
yürütme organlarının birbirini dengeleyeceği mekanizmalar kurulmuştur. 1960 anayasası ile getirilen seçim sistemi Türkiye’de tek bir partinin iktidara gelmesine engel olmak için nispi temsil sistemi
getirmiştir. Getirilen bu seçim sistemiyle beraber
siyasi istikrarsızlıklar baş göstermiştir.
1982 Anayasası ile bu istikrarsızlıklara son vermek
için güçlü bir yürütme oluşturulmaya çalışılmıştır.
Seçim sistemine %10 barajı getirilmiştir ve böylelikle koalisyon hükümetlerinin kurulması engellenmeye çalışılmıştır. Cumhurbaşkanına verilen
yetkiler darbe ve başta Kenan Evren olmak üzere
askerlerin etkisi çerçevesinde artırılmıştır ki bu yetki genişliği parlamenter sistemle uyuşmamaktadır.
Bu yetkilerle birlikte cumhurbaşkanı ile başbakan
arasında güç mücadeleleri yaşanmaya başlamış ve
bu yetkilerin yapısı zaman zaman istikrarsızlıkların
oluşmasına kaynaklık etmiştir.
2007 yılında yapılan son düzenlemelerle birlikte cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi parlamenter
sistemi yarı-başkanlık sistemine kaydırmıştır. Cumhurbaşkanına verilen yetkilerin artırılmasına rağmen
herhangi bir sorumluluğu yoktur, cumhurbaşkanının
geniş yetkilere sahip olup sorumsuz olması ise parlamenter sistemin özüne ters bir durumdur.
Bunlardan biri 8. Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer’in dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e
anayasa kitapçığını fırlatmasıyla baş göstermiş ve
ülke ciddi bir ekonomik krize girmiştir. Başbakan
ve cumhurbaşkanının politikalarının uyuşmaması
ülkeyi istikrarsızlaştırmıştır. Bunun yansımalarını
dış politikada da görebiliriz. Cumhurbaşkanı ve
başbakanın farklı dış politika perspektifine sahip
olmaları devletin dış politikasında istikrarsızlığa
sebep olmuştur. Buna örnek olarak ise Sovyetlerin
dağılması ve Orta Asya’da kurulan Türk Cumhuriyetleri’yle kurulacak ilişkiler meselesini verebiliriz.
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal sıkı ilişkiler
kurmak istemiş, bu fırsatın iyi değerlendirilmesini savunmuş ancak dönemin başbakanı Süleyman
Demirel bu politikaya sıcak bakmamıştır. Sürekli
hükümet ve bakanların değişmesiyle birlikte dış
politikada istikrar sağlanamamıştır.
1982 Anayasası’yla birlikte koalisyon hükümetlerine mahkum olmamak için getirilen %10 seçim
barajının da demokrasiyle bağdaşırlığı temsil sorunları bakımından oldukça tartışmalıdır.
Türkiye’ye hangi sistemin uygun olacağı tartışmalarına bakmadan önce ülkemizin siyasi kültürünün
gelişmesi, STK’ların ülkedeki muhalefet kültürüne
katkıda bulunması gerekiyor. Günümüzde parlamenter sistemin eleştirileri yapılarak başkanlık
sistemine geçmek isteyenlerin kaçırdığı bir nokta
Türkiye’de parlamenter sistemin henüz tam anlamıyla uygulanamıyor oluşudur. Tam anlamıyla
uygulanamayan bir parlamenter sistemin eleştirisini yapmak çok doğru değildir. Öncelikle yapılması
gereken parlamenter sistemin özüne dönmek ve siyasi figürlerin politikalarını sisteme mal etmekten
kaçınmak olmalıdır.
mayıs-haziran 2014
21
Mine Baysan
DOSYA HUKUK
[email protected]
BAŞKANLIK
SİSTEMİ
Latin Amerika ülkelerinde
başkanlık sistemine geçiş
süreçleri yazıktır ki darbeler
ile sonuçlanmıştır. Bu durum
ülkenin siyasi gelenekleri,
kültürü, tarihi ve hükümet
sisteminin topluma
uygunluğu gibi meselelerin
ne kadar önemli olduğunu
göstermektedir.
Başkanlık sistemi, kısaca yasama-yürütme-yargı
erkleri arasında kesin bir kuvvetler ayrılığının olduğu, halk tarafından seçilen başkanın yürütmenin ve
devletin başkanı olduğu bir sistemdir.
Başkanlık sistemini daha iyi anlayabilmek için başlıca özelliklerini sıralamakta fayda var;
Başkanlık sisteminde başkanın, halk tarafından seçildiği için güçlü bir meşruiyeti vardır. Bu yüzden
yürütme organı başkanın dominasyonu altındadır.
Bakanlar başkanın politikalarının belirleyicisi değil,
uygulayıcısıdırlar. Amerika’daki örneğinde görüldü-
22
mayıs-haziran 2014
ğü gibi bakanlar, başkanın sekreteri gibi çalışırlar.
Bu sistemde başkan, yasama organının üyesi olamaz ve yasa tasarısı sunamaz. Fakat başkanın yasama kararını veto hakkı vardır. Bu veto kararı, yasama organının belirlenen çoğunlukla karar alması
durumunda aşılabilir.
Başkanın yasama organını feshetme yetkisi ve yasama organına karşı bir siyasal sorumluluğu yoktur.
Yani başkanın görevine siyasi nedenlerle son verilemez. Feshedilme korkusu yaşamayan hükümetler,
politikalarını daha rahat bir şekilde hayata geçirebilirler. Fakat bu, aynı zamanda hükümetin antidemokratik uygulamaları programlarına almalarından
çekinmemesine yol açabilir. Parlamenter sistemde
güvenoyu yoklamasıyla liderler kolayca görevinden
alınabilirken başkanlık sisteminde güvensizlik oyu
ile hükümeti düşürmek mümkün değildir. Hükümet
üyeleri, başkan tarafından seçilir ve azledilir. Hükümet üyeleri, yasama organının içinden seçilebilir
ancak seçildikleri takdirde yasama organı üyeliklerini devam ettiremezler.
Başkan, belirli bir görev süresine sahiptir ve bu
süre dolmadan azledilmesi pek mümkün değildir.
Bu bakımdan her an görevden alınma korkusu yaşayan bir başbakana göre, başkanın istikrar sağlayabilmesi daha olasıdır.
erkleri çatışma halinde olmaktadır. Böyle bir ortamda istikrardan söz etmek imkansızdır ve bu durum
da askeri darbelere yol açabilir.
Başkanlık sisteminin en iyi, belki de tek iyi işlediği ülke ABD’dir. Başkanlık sistemini benimseyen ülkelere Latin Amerika ve Afrika’da sıkça rastlamak mümkündür. İran, Afganistan, Endonezya,
Güney Kore, Ermenistan ve Kazakistan da başkanlık
sistemini benimsemiştir.
Demokrasi ve istikrar bağlamında başkanlık sistemini daha iyi anlayabilmek için onun çoğunlukçu ve
çoğulcu demokrasi ile arasındaki mesafeyi ya da ilişkiyi incelemekte fayda var. Başarılı bir başkanlık
sistemi örneğini temsil eden ABD, bu iki demokrasi
tipinin bir ara uygulamasını hayata geçirmektedir.
Yürütme erkinin seçimle meşruiyetini pekiştiren
bir başkanın elinde toplanması ve başkanın kabine
üyelerini genellikle kendi partisinden seçmesi,
sistemin çoğunlukçu modele yakın olduğunu göstermektedir. Başkanın yürütme erkini tek başına
temsil etmesi ve seçimle gelen bir meşruiyetinin
olması, çoğulcu sistemin bir gereği olan koalisyon kurma zorunluluğu olmadığını gösterir. Fakat
başkanlık sisteminde tüm bunlar, başkanın sınırsız
yetkilerinin olduğunu ve denetlenmediğini göstermez. Yasama ve yürütme erkleri arasında keskin bir
ayrım olsa da başkanın, kararlarını uygulayabilmek
için meclisle dengeyi sağlayabilmiş olması gerekir. Bunu gerekli kılan şey ise başkanlık sisteminin
kendine has fren ve denge mekanizmasıdır. Bu me-
Başkanlık sisteminin başkanın halk tarafından
seçilmesi ve keskin bir erkler ayrılığı gerektirmesi hasebiyle demokratik ve istikrar sağlayan bir
sistem olduğunu savunanların yanında, sistemin
diktatörlüğe evrilmeye meyilli olduğunu ve askeri darbelere zemin hazırladığını savunanlar hayli
fazladır. Özellikle Latin Amerika ülkelerine baktığımızda başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin istikrara kavuşamamış olması dikkat çekicidir.
ABD’de başarıyla uygulanan sistemin, uygulandığı
diğer ülkelerde pek başarılı olamamasının sebebi,
ülkelerin farklı politik kültürleridir. Uzlaşma kültürü
olmayan ülkelerde başkanlık sisteminin olmazsa
olmazı fren ve denetim (check and balances) mekanizmaları işleyememekte, yasama ve yürütme
mayıs-haziran 2014
23
DOSYA HUKUK
Başkanlık sisteminin başkanın
halk tarafından seçilmesi
ve keskin bir erkler ayrılığı
gerektirmesi hasebiyle
demokratik ve istikrar
sağlayan bir sistem olduğunu
savunanların yanında, sistemin
diktatörlüğe evrilmeye meyilli
olduğunu ve askeri darbelere
zemin hazırladığını savunanlar
hayli fazladır.
kanizma hükümetin hesap verebilir (accountability) ve şeffaf olmasını (transparency) gerektirmesi
hasebiyle demokrasiye katkı sağlar.
Bunların yanında ABD’de nispi temsil sistemiyle
eyaletlerden seçilmiş milletvekillerinden oluşan
Temsilciler Meclisi ve federe devletlerin temsilini sağlayan Senato’nun oluşturduğu 2 meclisli
bir sistem vardır. Meclislerin birbirinden üstün
olmaması ve federe devletlerin temsili, çoğulcu demokrasi modelini yansıtmaktadır. Meclis ve
başkanın karşılıklı fesih yetkilerinin olmaması,
hükümetin politikalarını daha rahat hayata geçirebilmelerini sağlamaktadır.
Başkanlık sisteminde başkanın yetkileri kısıtlı olmasına rağmen, aslında başkanın karizması ve
sahip olduğu güçle bu yetkileri esnetebilmesi ve
genişletebilmesi olasıdır. Yasama ve yürütme organının teoride birbirleri üzerinde üstünlük kurmaması gerekirken, yürütmenin başı olan başkan,
meclisten güçlü olabilmektedir. Başkan, gönderdiği
mesajlarla meclisi yönlendirebilmekte, baskı altında tutabilmektedir.
Politikalarını gerçekleştirebilmeleri için başkanların
yetkilerinin arttırılması, otoriterleşmeye neden
olabilirken, başkanın yetkilerinin çok kısıtlı tutulması ülkenin siyasal istikrarını sarsabilir. Bu yüzden
başkanlık sistemini uygulamak isteyen bir ülkenin
politik kültürünü göz önünde bulundurması ve ona
göre bir model belirlemesi gerekir.
24
mayıs-haziran 2014
Peki başkanlık sistemi, Türkiye’nin politik kültürüne
uygun bir sistem midir? Sistemin Türkiye’de uygulanması halinde ülkeyi getireceği nokta ne olur?
AKP’nin başkanlık sistemi getirme arzusu, uzun
zamandır tartışılmaktadır. Hükümet, başkanlık
sisteminin ülkenin güçlenmesine ve istikrarına katkı sağlayacağını savunurken, sisteme karşı olanlar
sistemin ülkeyi diktatörlüğe götüreceği kaygılarını
dile getirmektedirler.
Başbakan Erdoğan başkanlık sistemini, ‘’Bürokratik oligarşinin belini başkanlık sistemi çok daha
rahat kırar. Olay orada çok farklı şekilde gelişir.
Karar alma, çok daha seri noktaya gelebilir’’ diyerek
savunmuştur.
Bekir Bozdağ, “Başkanlık sisteminde seçime giderken vatandaş kimin başkan olacağını, kimin ülkeyi
yöneteceğini bilerek oy verir. Vatandaşı sandıkta
sürpriz beklemez. Dolayısıyla seçimden sonra milletin iradesi dışında birinin ülkeyi yönetme ihtimali
yoktur” diyerek başkanlık sisteminin milli iradeyi
daha iyi yansıttığına vurgu yapmıştır.
Burhan Kuzu, “Parlamenter modelin Türkiye’deki
birinci çıkmazı koalisyon endişesidir. Türkiye Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan’ın dönemlerinde
kalkındı, koalisyon dönemlerinde hep düştü.” diyerek başkanlık sisteminin, koalisyonları engellemesi yönüyle istikrar sağlayacağını vurgulamıştır.
Başkanlık sisteminin zayıf koalisyon hükümetlerini
engellemesi bakımından istikrara katkıda bulunduğu
söylenebilir. Fakat bu sistemde, toplumun farklı
kesimlerinin seslerini duyurabilmesi oldukça zordur.
Çoğunluk usulüyle seçilen başkan, kendi tabanına
hitap etmekte, temsil edilemeyen kitlenin tepkisi
engellenememektedir. Ülkemizde halihazırda güçlü
bir Erdoğan hükümetinin kendi tabanı dışındaki insanları tatmin edememesi Gezi protestolarına neden olmuş, ülkenin istikrarı sarsılmış, ekonomi zarar
görmüştür. Bu noktada istikrarın sağlanmasındaki
temel unsur, farklı kesimlerin temsilinin sağlanması
olarak da görülebilir. Türkiye’de tek başına iktidar
olan partilerin otoriter eğilimleri, disiplinli parti
geleneği, yargı bağımsızlığının sağlanamamış olması, başkanlık sisteminin ülkenin mevcut koşullarına pek de uygun olmadığını gösteriyor.
Ali Beştaş
YARI-BAŞKANLIK
SİSTEMİ
‘Yarı-başkanlık’ kavramının
nereden geldiğine bakacak
olursak, yine önemli bir siyaset
bilimci Giovanni Sartori’ye
göre başkanlık otoritesinin
ikiye bölünmesi isteğinden
gelmiştir. Halk tarafından
seçilen güçlü bir devlet
başkanının da yer aldığı
yürütme kuvvetinin bölünmesi
yani ‘yarı’ya indirilmesi üzerine
temellenmiştir.
Yarı-başkanlık sistemini ele aldığım makalemde
sistemin teknik yönlerini, aksaklıklarını, uygulamalarını, dünyadaki örneklerini ortaya koyup bu
örneklerin mukayesesini yaparak sistemin ülkemiz
açısından değerlendirmesini yapmaya çalışacağım.
Yarı başkanlık sistemi ile ilgili olarak ünlü Fransız
siyaset bilimci Murice DUVERGER bu sistemin üç temel esasa dayandığını vurgulamıştır. Bunlar;
-
Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından doğrudan ve genel oyla seçilmesi
-
Cumhurbaşkanı’nın anayasal haklar ile oldukça güçlü yetkilere sahip olması
-
Parlamentonun güvenine dayanan bir başbakanın ve bakanlar kurulunun varlığının
söz konusu olması.
DOSYA HUKUK
[email protected]
‘Yarı-başkanlık’ kavramının nereden geldiğine bakacak olursak, yine önemli bir siyaset bilimci Giovanni Sartori’ye göre başkanlık otoritesinin ikiye
bölünmesi isteğinden gelmiştir. Halk tarafından
seçilen güçlü bir devlet başkanının da yer aldığı yürütme kuvvetinin bölünmesi yani ‘yarı’ya indirilmesi
üzerine temellenmiştir.
Yarı başkanlık sistemi kendi içerisinde ‘pure’ bir sistem olmadığını önemli bir şekilde vurgulamak gerekir ki, bu konuda kendi içerisinde sınıflandırmalar
veya tipolojiler söz konusudur. Bunlar cumhurbaşkanı yetkilerinin oldukça geniş olduğu, parlamentonun güçlü olduğu veya ikisi arasındaki güç dengesinin söz konusu olduğu sınıflandırmalar olarak
kategorize edilebilir.
mayıs-haziran 2014
25
DOSYA HUKUK
Yarı-başkanlık sisteminin genel teknik özelliklerine
bakacak olursak sistem, yasama ve yürütmenin karşılıklı uzlaşmasına dayanan bir rejimdir. Bu sistem.
parlamenter rejimlerde genel olarak ortaya çıkan
’yürütmenin istikrarsızlığı’ ve başkanlık sisteminde
görülen ‘immobilizm- yani yürütme ve yasamanın
kilitlenmesi’ sorununa çözüm ihtiyacı sonucu ortaya çıkmıştır. Bu sistemin parlamenter sistemlere
benzer en önemli yanı ise hükümetin parlamentoya
karşı sorumlu olmasıdır. Buna karşılık yarı-başkanlık rejiminde cumhurbaşkanı halk tarafından seçilerek hükümet yetkilerinin en büyük ortağı olur.
Cumhurbaşkanın bu yetkilerinden ötürü, yasama ve
yürütme arasında ‘kilitlenme’ olduğunda yaşanan
bu kilitlenmeye ‘cohabitation’ denir. ‘Uzlaşma’ sağlanamadığında cumhurbaşkanın meclisi feshetme
yetkisi bulunmaktadır.
Bu rejimin bir diğer en önemli konusu ‘meşruiyet’tir.
Devlet başkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi, hukuken sahip olduğu yetkilerin anlam ifade
etmesini sağlayacak ve meşruluğunu artıracaktır.
Ayrıca yarı-başkanlık sistemi, başkanlık ve parlamenter sistemlerinin bazı unsurlarını barındırarak
melez bir yapı olarak adlandırılan ‘hybrid’ bir karaktere sahip olduğu da söylenebilir.
26
mayıs-haziran 2014
Yarı-Başkanlık Sisteminin
Olduğu Ülkeler
Bu sisteme sahip en önemli örnek Fransa’dır. Günümüzde bu sistemden bahsedildiğinde akla gelen ilk
ülke Fransa’dır. Diğer örnekler ise; Finlandiya, Polonya, Rusya, Portekiz, Tunus, Cezayir, Romanya ve
daha birçok ülke bu hükümet sistemi doğrultusunda
yönetiliyorlar. Yarı-Başkanlık sisteminin en aşikar
örneği olan Fransa’da bu sistemin tarihi gelişimine ve Fransa’nın neden bu sisteme ihtiyaç duyduğu
üzerinde ayrıntılı durmak gerekir.
Fransa
Fransa’nın 1789 Devrimi her ne kadar egemenliğin
kullanımı anlamında demokratik bir açılım yaratsa
da Fransa’nın XIX. Yüzyılı, ihtilallar, diktatörlükler
ve Cumhuriyet rejimlerine geri dönüşlerle karmaşık
bir süreç içinde geçmiştir. Ve bu karmaşık süreçlerde Fransa’da, meclis iktidarı, kişi iktidarı ve parlamenter iktidar gibi, zaman zaman değişik rejimler
denenmiştir. Ve IV. Cumhuriyet’in bu istikrarsız yapısı çok parçalı bir parlamento ortaya çıkarmış ve
Fransa’da 1958’e kadar geçen sürede istikrarsız bir
yönetim oluşmuş ve de istikrar arayışları meydana
gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, hükümet
bunalımları sonucunda Cezayir’deki Fransız generaller 1958 yılında ayaklanmıştır. Ve bir hükümet
darbesi gerçekleşmiştir. Bu istikrarsızlık ortamı
sonucunda Fransa millet meclisinin isyancılara dayanamaması üzerine General De Gaulle başbakanlığa getirilmiş ve daha sonra bir anayasa hazırlanarak V. Cumhuriyet kurulmuştur. Böylece Fransa
yarı-başkanlık hükümet sistemi ile yönetilmeye
başlamıştır.
Fransa’da Cumhurbaşkanı sistem gereği halk tarafından seçilip, seçim iki turda olur ve Cumhurbaşkanı oldukça geniş yetkilere sahiptir. Cumhurbaşkanı hem devlet başkanı hem de hükümetin başıdır
ve başbakanı atama yetkisine sahiptir; fakat şunu
da eklemek gerekir ki, başbakanı azletme yetkisine sahip değildir.4 Ve Cumhurbaşkanı bakanlar kuruluna başkanlık ederek, hükümetin faaliyetlerini
yönetir.
Son olarak, Fransa’nın tarihsel sürecine baktığımız
zaman, bir istikrar arayışından dolayı yarı-başkanlık sisteminin tercih edildiğini söyleyebiliriz. Bir
diğer önemli örnek Polonya…
Polonya
Polonya’nın anayasa hukuku açısından çok önemli
bir yeri vardır. Çünkü Polonyalılar 1791’de Fransızlarla hemen hemen aynı günlerde yazılı anayasalarını yürürlüğe sokarak Avrupa’da bir ilki gerçekleştirmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Sovyetler Birliği etkisine giren Polonya, 1980-81
dönemlerinde iç bunalım yaşamış ve ülke içinde
askeri müdahaleler yaşanmıştır. Bu müdahalelerden sonra Polonya iç siyaseti çalkantılı bir döneme
girmiş ve 1992 yılına kadar Stanilist Anayasa ile
devam etmiştir. 1992’de geçiş anayasası hazırlanmış ve sonuç olarak da uzun çalışmaların ardından
1997 yılında bugün yürürlükte olan anayasa kabul
edilmiştir. Bu şekilde Polonya rejimini belirlemiştir. Polonya’da Cumhurbaşkanı yarı-başkanlık sisteminin bir gereği olarak, doğrudan, eşit ve genel oy
ilkeleri ile seçilir. Görüldüğü gibi Polonya’da da iç
karışıklık, istikrarsızlık gibi faktörlerden dolayı yarı
başkanlık sistemi oluşturulmuştur.
Türkiye ve Yarı-Başkanlık Sistemi
Türkiye’de yarı başkanlık tartışmaları 2007’de yapılan değişiklik ve 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi
öncesi süreçleri ile birlikte iyice alevlenmiş ve yarı
başkanlık sistemine geçilmesi yönünde kamuoyunda tartışmalar başlamıştır. 1982 darbe anayasası
ile birlikte asker bir cumhurbaşkanı olan Kenan
Evren, bu makamın yetkilerini artırmış ve cumhurbaşkanı, klasik parlamenter sistemde bir cumhurbaşkanın sahip olduğu yetkilerden çok daha geniş
yetkilere sahip olmuştur. Buna ek olarak 2007 yılında anayasaya cumhurbaşkanın halk tarafından
seçilmesi şartı getirilmiş ve bu değişiklik ile birlikte yarı başkanlık sistemine iyice yaklaşılmıştır.
Klasik parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanın
yetkileri sembolik iken Türkiye’deki cumhurbaşkanının geniş yetkilere sahip olması, halk tarafından
seçilmesi zaten bu sisteme sahip olunduğu tartışmalarını doğurmuştur.
Sonuç olarak daha önce de belirttiğimiz gibi tarihsel süreçlere baktığımız zaman, bu sisteme geçişin
en önemli sebebi, istikrar arama ve iç karışıkları
engellemek olmuştur. Türkiye’nin mevcut sistemi
klasik parlamenter sistem olmamakla birlikte kesin
bir yarı başkanlık sistemi de değildir. Türkiye’nin
şu an ihtiyaç duyduğu şey sistem değişikliği değil,
hala yürürlükte olan darbe ve ordunun merkezi rolü
düşünülerek yapılmış olan 1982 anayasasını kaldırıp yerine toplumu merkez alan demokratik bir
anayasayı yürürlüğe koyabilmektir.
KAYNAKÇA
1
2
3
4
Mehmet Turhan, Hükümet Sistemleri ve 1982 Anayasası, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Diyarbakır, 1989, s. 4
İbrahim Ö. Kaboğlu, Anayasa Hukuku Dersleri, Legal Kitapevi, İstanbul, 2011, s. 131
Kaboğlu, a.g.e., s. 136
http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/fransada-cumhurbaskaninin-yetkileri
mayıs-haziran 2014
27
Çeviren: Cemal Taşpınar
DOSYA HUKUK
[email protected]
Ergun Özbudun:
Başkanlık Sistemi
ve Parlamentarizm
1982 Anayasası’nın devlet
başkanını asli görevlerle
donattığı için Türkiye klasik
bir parlamenter sisteme
sahip olmaktan uzaktır. 2007
Değişikliyle sistem YarıBaşkanlığa doğru bir adım daha
yaklaştırılmıştır.
Türkiye anayasa yapım sürecinin ortasındayken,
başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçiş tartışmaları yeniden alevlendi. Bu özet, değişikliğe
iki nedenden dolayı dikkat çekiyor: (1) İlk olarak,
1982 Anayasası, başkanlığı asli görevlerle donattığı
için Türkiye şu anda klasik parlamenterizme sahip
değildir. Bu durum yarı başkanlık ile parlamentarizm arasında bir ‘’hibrit’’ (melez) sistem olarak tanımlanabilir. 2007 Anayasa değişikliği (düzenleme)
ile hükümet sistemi yarı başkanlık sistemine bir
adım daha yaklaştırıldı. İkincil olarak da, başkanlık
ya da yarı başkanlık sistemi taraftarları, parlamenter sistemi sürekli olarak krizlere ve kilitlenmeye
28
mayıs-haziran 2014
yatkın olarak tanımlamasına rağmen, hükümet istikrarsızlığı, etkisizlik ve durağanlık parlamenter
sistemin kaçınılmaz kaderi değildir. Aslında, yarı
başkanlık sistemi krizlere ve kilitlenmelere karşı,
özellikle başkan ve parlamento çoğunluğu muhalif
partilerdense, daha savunmasızdır. Türkiye’de başkanlık ve parlamentarizm üzerine yapılan son tartışmalar büyük ölçüde yapay ve tutarsız görünmektedir. Türkiye, problemlerini çözebilmek ve demokratik standartlarını yükseltebilmek için kesinlikle
yeni bir anayasaya ihtiyaç duymaktadır. Başkanlık
ve parlamentarizm tartışmaları bu tartışılması öncelikli konulardan biri değildir ve bu, dikkati, daha
önemli sorunlardan başka bir tarafa çekmemelidir.
Türkiye 1982’de askeri yönetim tarafından yapılan
Anayasasını yeni sivil bir anayasa ile değiştirme
sürecinin ortasındayken; Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın 6 Haziran 2012 tarihinde bir televizyon
programında başkanlık ve yarı başkanlık sistemi
müzakereye açılmalıdır demesi tartışılmalı konuya
yeni bir boyut kattı. Aslında bu yeni bir tartışma
değildir. Eski başbakanlar Turgut Özal ve Süleyman
Demirel de 1980ler ve 1990larda bu yönde değişimi
savunmuşlardı. Bu öneriler ısrarlı bir şekilde sür-
rak hareket etme kabiliyetine sahiptir. Bu nedenle
devlet başkanının parlamenter sistemde rolü esasen sembolik ve törenseldir.
1982 Anayasası cumhurbaşkanını asli yetkilerle donatarak önemli ölçüde bu sembolik temsil yolundan sapmıştır. Anayasa’nın en uzun maddesi olan
104. madde, cumhurbaşkanının yetkilerini belirtmektedir ve cumhurbaşkanına yasama, yürütme ve
yargı alanında yetki vermektedir. Tasdik imzası ve
bakanlar kurulunun parlamentoya karşı siyasi sorumluluğu prensipleri var olmasına rağmen Anayasa
cumhurbaşkanına belirli alanlarda, konuları açıkça
belirtmeksizin, tek başına davranma yetkisi vermektedir (Madde 105). Cumhurbaşkanı 104. Maddede belirtilen her yasama yılının açılış konuşmasını yapmak, yasaları onaylamak, başbakanı atamak,
TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkomutanlığını yapmak gibi, doğası gereği seremonik bazı
yetkilere sahip olmakla beraber diğer pek çoğu da
asli ve takdiri siyasi yetkileri kapsamaktadır.
Aslında, 1982 Anayasa’sı ile kurulan hükümet sistemi parlamenter model olmaktan uzaktır. Bu sistemin
temel özellikleri: Bakanlar Kurulu’nun parlamentoya karşı sorumluluğu ve özü itibariyle, anayasal
monarşi ya da cumhurbaşkanlığı olarak, sembolik
devlet başkanlığının mevcudiyetidir. Yürütme gücü
bu sistemde cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu arasında paylaşılmasına rağmen otoritenin esas kaynağı ve politika geliştirme gücü açıkça bakanlar kurulundadır. Devlet başkanı siyasi olarak sorumsuzdur
ve cezai sorumluluğu parlamenter cumhuriyetlerde
bile vatan hainliği ile sınırlandırılmıştır.
Özellikle bu konuda cumhurbaşkanının yargı ve
yüksek öğretim sisteminde sahip olduğu yetkiler kayda değerdir. Cumhurbaşkanı Anayasa
Mahkemesi’nin hakimlerini, Danıştay’ın üyelerinin dörtte birini, Yargıtay başsavcısı ve yardımcısını, Askeri Yargıtay’ın ve Askeri Yüksek İdari
Mahkemesi’nin hakimlerini, ve Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’nun üyelerini atamakla yetkilendirilmiştir. Benzer şekilde cumhurbaşkanı, üniversite
rektörlerini ve Yüksek Öğretim Kurulu’nun üyelerini
atamakla yetkilendirilmiştir. Diğer birçok durumda
cumhurbaşkanın yetkisi diğer kurumlar -ilgili yüksek mahkeme ya da YÖK gibi- tarafından seçilen
adaylardan birini seçmekle sınırlandırılmıştır; ancak bu durumda cumhurbaşkanlığının yetkisi yine
de aslidir.
Bu, aslında, devlet başkanının, kamu hukukunun
iktidar ve sorumluluğun birlikteliği prensibi açısından bakıldığında önemli siyasi yetkilerden mahrum
bırakıldığı anlamına geliyor. “Onaylama imzası”
prensibinden dolayı devlet başkanı tek başına hareket etme otoritesine sahip değildir. Diğer bir deyişle siyasi ve cezai sorumluluğu olan başbakan ve
bakanlar tarafından imzalanan işlerle ilgili olarak
“onaylama imzası” bağlamında devlet başkanı ola-
Nitekim 1982 Anayasası ile kurulan hükümet sistemi bu bakımdan parlamenter sistem olmaktan
uzaktır. Bu nedenle bu sistem parlamenterizm ile
yarı başkanlık sistemi arasında “hibrit” (melez)
bir sistem ya da Fransızca bir terimle ifade etmek
gerekirse “Yumuşatılmış Parlamenterizm’’ olarak tanımlanabilir. Bu tarz bir seçiminin arkasında açıkça, Askeri Konseyin(MGK) güçlü başkanlık yaratarak
seçilen parlamento ve bakanlar kurulu üzerinde üst
dürülmedi ve 2007 yılında yapılan önemli Anayasa
Düzenlemesi haricinde, 1982 Anayasa’sı ile kurulan
düzen özü itibariyle yürürlükte kaldı.
mayıs-haziran 2014
29
DOSYA HUKUK
Parlamenter sisteminin sık sık
krizlere ve kilitlenmelere yol
açtığı eleştirilerine karşın olayın
özünde parlamenter sistemin,
başkanlık ve yarı başkanlık
sistemlerine göre bu krizleri
daha çabuk ve sorunsuz çözecek
mekanizmalara sahip olduğunu
belirtmekte fayda vardır.
bir denetim mekanizması kurma arzusu bulunmaktadır. Geçici Konsey ve Devlet Başkanı olan General Kenan Evren son derece güçlü şekilde, onun ve
meslektaşlarının seçilmiş politikacılara olan güvensizliğinin açık ifadesi olarak, “tarafsız bir hakem”
olarak hareket edecek bir cumhurbaşkanlığını savunmuştur.
Evren cumhurbaşkanlığına seçilmesini garantiye almak için Anayasa referandumu ile cumhurbaşkanlık
seçimini birleştirmiştir. Böylece, Anayasa için verilecek “Evet” oyu aynı zamanda Kenan Evren’in 7 yıl
sürecek cumhurbaşkanlığına verilecek ‘’Evet’’ oyu
anlamı taşımaktaydı. Muhtemelen, Askeri Konsey,
Evren’in görev süresinden sonra da başka bir askeri
figürün ya da en azından Askeriye tarafından kabul
edilebilecek sivil bir figürün seçileceğini ve böylece cumhurbaşkanın üst rolünün yakın gelecekte
devam edeceğini umuyordu.
Fakat bu plan başarılı olmadı. Evren’in döneminin
sonuna geldikten sonra, TBMM tarafından seçilen
üç cumhurbaşkanı da sivildi (Turgut Özal, Süleyman
Demirel ve Ahmet Necdet Sezer). Bununla birlikte,
hükümet sistemi başkan ve kabine arasında çatışma
yaratabilecek büyük bir potansiyele sahipti ve bu
çatışmalar dört cumhurbaşkanlık dönemi boyunca
canlı şekilde yaşanıldı. Cumhurbaşkanlarının asli
‘’politika yapma’’ yetkisine sahip olmamasına rağmen, Anayasa onları, hükümet kararnamelerini imzalamayı reddetme, yasaları meclise tekrar gözden
geçirme için geri yollama, Anayasa Mahkemesine
yasaların iptal talebi için başvurmak, Anayasal değişiklikleri referanduma götürmek gibi önemli yetkilerle donatmıştır.
30
mayıs-haziran 2014
2007 yılında Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sonuna geldiğimizde, Türkiye ciddi bir Anayasal
krizle karşı karşıya kaldı. Anayasa’nın 102. maddesinin yürürlükte bulunduğu bu dönemde, cumhurbaşkanlık seçiminin ilk iki turu için meclisin üçte ikisinin yani meclisin nitelikli çoğunluğunun, üçüncü
ve dördüncü turda ise meclisin salt çoğunluğunun
oyu gerekmekteydi. İktidar partisi AKP ilk iki turda
adayını (Abdullah Gül) seçecek yeterli çoğunluğa
sahip değildi ancak üçüncü turda seçecek yeterli
çoğunluğa sahipti. Ancak, askeri ve tüm ‘’seküler
kuruluşlar’’ Gül’ün adaylığına,”Seküler Cumhuriyet”i
tehlikeye sokacağı korkusuyla şiddetle karşı çıktılar
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi son derece meşruluğu ve demokratikliği şüpheli şekilde cumhurbaşkanlık seçimi sürecini durdurdu. AKP çoğunluğu
bu tavra küçük bir muhalefet partisi olan ANAP
desteğiyle cumhurbaşkanın halk tarafından en fazla
2 defa 5 yıl için popüler destekle seçilmesini düzenleyen Anayasa’nın 102. maddesini değiştirerek
cevap verdi. Anayasa değişikliği yasası görev süresi
dolan Cumhurbaşkanı Sezer tarafından referanduma
sunuldu ve %69 oranla onaylandı. Ancak, değişiklik
yürürlüğe girmeden önce, yeni seçilen Büyük Millet
Meclisi önceki yasalar usulünce Gül’ü Cumhurbaşkanlığına seçti.
Böylece, 2007 Anayasa değişikliği ile hükümet sistemi yarı başkanlık sistemine bir adım daha yaklaştırıldı. Aslında, yarı başkanlık, anayasal olarak
önemli asli yetkilerle donatılan ve popüler oy ile
seçilen cumhurbaşkanı ile parlamentoya karşı sorumlu bakanlar kurulundan oluşur. Diğer bir deyişle, yarı başkanlık parlamenterizm ile başkanlık
sisteminin belirli özelliklerini birleştirmektedir;
ama başkanlık sisteminin aksine güçler ayrılığı yasama ve yürütme arasında olmaktan ziyade daha
çok yürütmenin kendi içindedir. Bu ayrılıkta parlamentonun güvenine bağlı olan Bakanlar Kurulu
ve popüler oyla seçilmiş Cumhurbaşkanı arasında
gerçekleşmektedir.
Bu konu yarı başkanlığın en problemli özelliğini
barındırmaktadır. Bir yandan eğer cumhurbaşkanı
ve parlamento çoğunluğu aynı partiden ya da siyasi eğilimdense, sistemin uyum içinde çalışması
beklenir. Diğer bir yandansa eğer cumhurbaşkanı
ve parlamento çoğunluğu karşıt siyasi eğilimlere
bağlılarsa sistem yürütme içinde sürekli bir çatışma potansiyeline sahiptir. Bu krizden muhtemel
çıkış yolu ise cumhurbaşkanın, yerine daha anlaşmacı bir parlamento çoğunluğunun kurulması umuduyla, parlamentoyu feshetmesidir. Ancak
böyle bir sonucun garantisi yok. Diğer çözüm de,
V. Fransa Cumhuriyeti’ndeki “uyumluluk” döneminde gözlemlenen, cumhurbaşkanının karşıt parlamento çoğunluğu karşısında daha pasif bir role
çekilmesidir.
Türkiye’de yapılan son değişikliklerle popüler oyla
seçilmiş, geniş ve asli yetkilere sahip bir cumhurbaşkanlığı ile parlamentoya karşı sorumlu kabinenin mevcut olduğu sistemden, yarı başkanlık sistemine “değişim”i öneren müdafilerin gerçekte neyi
savunduğu net değildir. Son değişikler halihazırda
bu tarz bir sistemin önemli gerekliliklerini karşılamaktadır. Sistemin taraftarları cumhurbaşkanına
ekstra yetki verilmesini öneriyorsa da şimdiye dek
bunların ne olması gerektiğini netleştirmediler.
Bazı AKP temsilcileri başbakanın cumhurbaşkanı
tarafından atanması çağrısında bulundular. Ancak,
bu zaten son düzenlemelerle birlikte cumhurbaşka-
nına verilen yetkilerdendir. Elbette bu yetki keyfi
değildir. Cumhurbaşkanı, parlamentodan güvenoyu
alması muhtemel birini atamak zorundadır; bu tüm
yarı başkanlık sistemlerinin en önemli özelliklerinden biridir. Eğer parlamentonun güvenoyu vermesi
zorunluluğu yürürlükten kaldırılırsa bu sistem artık
yarı başkanlık sistemi olamaz; maskeli bir başkanlık
sistemi olur.
Muhtemel ek yetkilerden biri cumhurbaşkanına
meclisi yeni seçimlere gidilmesi için feshetme yetkisinin verilmesidir. Ancak, var olan Anayasa (Madde 116) halihazırda cumhurbaşkanına bu yetkiyi,
yeni hükümetin 45 gün içinde kurulamaması gibi
belirli durumlarda kullanmak üzere vermektedir. Bu
koşullu yetkiye rağmen, cumhurbaşkanı, atadığı
insanların mecliste güvenoyu alamayarak meclisin
feshedilmesine neden olacak koşulları yaratabilir
ve böylece 45 gün koşulunu sağlayabilir. Diğer bir
olasılık da anayasaya cumhurbaşkanın Fransa’daki
gibi bakanlar kuruluna başkanlık etmesiyle alakalı bir hükmün eklenmesidir. Bu da çok önemli bir
değişikliği ifade etmiyor çünkü son düzenlemelerle
birlikte, cumhurbaşkanı bu tür toplantılara ne zaman gerek duyarsa başkanlık yapabilir. Sıkıyönemayıs-haziran 2014
31
DOSYA HUKUK
Türkiye’de yapılan
parlamenter sistem ile
başkanlık sistemi tartışmaları
bağlamından koparılmış, iyi
düşünülmemiş tartışmalar
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öncelikle Türkiye’nin neye
ihtiyacı olduğuna bakmak
gerekmektedir yeni bir sistem
mi yeni sivil bir anayasa mı?
Sorunların temelinde yatan
şey hala günümüz siyasi
koşullarını düzenleyecek ve yön
verecek; üzerine anlaşılmış bir
sivil anayasanın yapılamamış
olmasıdır.
tim, olağanüstü hal ve geçici yasalar yapma gibi
belirli konularda cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi zorunludur.
Başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi destekçileri
parlamenterizmi sürekli krizlere ve kilitlenmelere
eğilimli olarak tanımlamaktadır. Eleştiriler muhtemelen 1970lerin ve 90ların başarısız koalisyonlarından dolayı akılda yer etmiştir. Ancak, hükümet
istikrarsızlığı, etkisizlik ve hareketsizlik parlamenter sistemlerin kaçınılmaz kaderi değildir. Birçok
parlamenter rejime sahip devlet tek parti hükümetleriyle ya da oldukça uyumlu koalisyon hükümetleriyle etkin bir şekilde çalışmaktadır. Türkiye 196571 ile 83-91 arasında ve 2002’den beri efektif tek
parti yönetimine sahiptir.
Aslında, parlamenter sistem sürekli kilitlenmelerden kaçınacak mekanizmaları da içerir. Eğer parlamento çoğunluğu hükümetin değişmesini, çoğunluk partisinden istifalar, koalisyonun dağılması
gibi nedenlerden dolayı destekliyorsa, güvensizlik
oyu ve parlamentoyu dağıtma yetkisi gibi iki mekanizmayı çalıştırarak krizlere son verebilir ve yeni
parlamentonun çoğunluğunu yansıtan bir hükümet
kurulmasına yardımcı olabilir.
32
mayıs-haziran 2014
Bunun tam tersine, ne başkanlık ne de yarı başkanlık sistemi bu tarz kilitlenmeleri çözecek mekanizmaları bulundurmamaktadır. Yukarıda bahsedildiği üzere, yarı başkanlık sistemi, özellikle
cumhurbaşkanlık ve parlamento çoğunluğu karşıt
partiler tarafından kontrol ediliyorsa krizlere ve kilitlenmelere karşı oldukça savunmasızdır. Başkanın
ve parlamentonun ayrı ayrı, belirli bir dönem için
seçildiği başkanlık sisteminde ise iki yapının birbirini sonlandırmak gibi bir yetkisi bulunmamaktadır
ve bu yolla yürütmede istikrar ve maksimum uyum
sağlanmaktadır.
Başkan siyasi projelerini sürdürmek için gerekli
olan yeni yasa yapımı ve yönetiminin bütçesi için
yasamanın onayına ihtiyaç duymaktadır. Yine, eğer
iki erk karşıt partiler tarafından kontrol ediliyorsa
kilitlenmeyi bitirecek anayasal bir mekanizma bulunmamaktadır. Başkanlık sisteminin Türk destekçilerinin kafasında açıkça Amerika modeli bulunmaktadır. Ancak Amerikan modelinin başarısı anayasal
düzenlemelerden dolayı değil Amerikan partilerinin
ve parti sistemlerinin benzersiz yapısıyla alakalıdır. Amerikan siyasi partilerinin gevşek yapılanmış,
ideolojik olmayan, disiplinsiz ve pragmatik doğası
iki erkin farklı partiler tarafından kontrol edildiği
zaman anlaşmaya varmalarını mümkün kılmaktadır.
Bazı yazarlar Amerikan sisteminin anayasaları nedeniyle değil, anayasalarına rağmen etkin çalıştığını iddia ediyorlar. Açıkçası, bu sistem partilerin ideolojik çekişmesinin eskilere dayandığı ve partilerin
oldukça güçlü organize ve disiplinli yapılar olarak
karşımıza çıktığı yerlerde uygulanamaz. Sonuç olarak, Türkiye’de başkanlık ve parlamentarizm üzerine
yapılan son tartışmalar büyük ölçüde yapay ve tutarsız görünmektedir. Türkiye, problemlerini çözebilmek ve demokratik standartlarını yükseltebilmek
için kesinlikle yeni bir anayasaya ihtiyaç duymaktadır. Başkanlık ve parlamentarizm tartışmaları bu
tartışılması öncelikli konulardan biri değildir ve bu
tartışma daha önemli sorunlar vakiiyken dikkati dağıtmamalıdır.
(Global Turkey in Europe, Prof.Dr.Ergun Özbudun,
Policy Brief, Temmuz 2012)
Türkiye’nin
Siyasi Sistem
Arayışları
dOSYA TEK Soru İki Cevap
Röportaj:
Mehmet Yavuz & Meryem Solmaz
Süreç Analiz olarak bu sayımızda Türkiye’nin mevcut siyasi sistemini
analiz etmek ve olası bir siyasi sistem değişikliğinin Türkiye için
getireceği avantajları veya dezavantajları inceleyip anlamak üzere
İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap
Yazıcı ve Prof. Dr. Ergun Özbudun ile röportajımızı gerçekleştirdik.
Atatürk’ün cumhurbaşkanı olarak yönettiği
Türkiye en çok hangi sisteme yakındı? Günümüzdeki başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter rejim tartışmaları o zaman yapılsaydı
Türkiye’yi hangi sisteme yakın bulurdunuz?
Serap Yazıcı: 1921 Anayasası, Meclis Hükûmeti
sistemini kabul etmişti. Gerçekten Anayasa, yasama-yürütme ilişkilerinde yasama organını yürütmeye karşı üstün kılacak hükümler içermekteydi.
Bu bağlamda, yürütme organı monist, tek unsurlu
bir yapıdan oluşmakta, yürütme yetkisini kullanacak olan bakanlar (Anayasa’nın deyimi ile icra vekilleri), Meclis tarafından kendi üyeleri arasından
seçilmekteydi. Meclis, bakanları düşürme yetkisine
sahip olduğu halde, icra vekilleri heyetinin meclisi
fesih yetkisi bulunmamaktaydı.
1921 Anayasasında, 1923’te yapılan değişiklikle,
devlet şeklinin cumhuriyet olduğunun kabulü ile birlikte, hükûmet sistemi üzerinde de kısmî bir değişiklik gerçekleşti. Bu bağlamda bir devlet başkanlığı
makamı yaratılarak, yürütme organı cumhurbaşkanı
ve bakanlar kurulundan oluşan düalist bir yapıya sahip kılındı. Ayrıca, hükûmetin kuruluş prosedürü de
kısmen değiştirilmiş oldu. Buna göre cumhurbaşkanı,
meclis üyeleri içinden başbakanı seçecek, başbakan
ise gene meclis üyeleri arasından bakanları belirleyecek; bakanlar kurulu listesini cumhurbaşkanına sunacaktı. Cumhurbaşkanı ise, bu listeyi meclisin onayına
sunmaktaydı. Meclisin onay iradesini açıklamasıyla
birlikte, hükûmet hukuken varlık kazanmaktaydı.
1923 Anayasa değişikliği, Türkiye’de meclis
hükûmetinden pârlamentarizme geçiş yönünde
mayıs-haziran 2014
33
dOSYA TEK Soru İki Cevap
atılan ilk adım olarak değerlendirilebilir. Bu değişiklikle beraber, yaratılan cumhurbaşkanlığı makamına, modern Türkiye’nin kurucusu olan Atatürk
seçilmiştir. 1924 Anayasasının yürürlüğe girmesi,
parlâmentarizm yönündeki evrimi daha da ilerletmiş, bu Anayasa döneminde de Atatürk, hayatta
kaldığı sürece meclis tarafından cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Atatürk’ün vefatından sonra ise,
cumhurbaşkanlığına ikinci adam olarak görülen
İsmet İnönü seçilmiştir. Bu tablo, çok-partili siyasi düzene geçişten sonra, 1950 seçimlerinde demokrat partinin hükûmeti kuracak çoğunluğu elde
etmesiyle değişmiştir. 1924 Anayasasının cumhurbaşkanının seçimini düzenleyen 31’inci maddesi,
meclise bir seçim dönemi için cumhurbaşkanını
seçme yetkisini tanıdığından, hükûmeti kuracak
çoğunluğu elde eden parti aynı zamanda cumhurbaşkanını da seçebilmektedir. Böylece 1950’den 27
Mayıs askeri müdahalesine kadar Celal Bayar cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Soruya geri dönecek
olursak, Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde
Türkiye, tek-partili bir sisteme sahipti. Nihai hedefi ne olursa olsun, tek-parti hakimiyetine dayanan
bir sistem, demokrasinin tanımı ile bağdaşmayacağından, bu dönemi bir otoritarizm örneği olarak
değerlendirmek gerekir. Atatürk’ün ilk kez cumhurbaşkanlığına seçildiği 1923’ten hemen sonra
34
mayıs-haziran 2014
2. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1924 Anayasasını
kabul etmişti. Bu Anayasa, daha önce vurguladığım
gibi, Meclis hükûmeti ile parlâmentarizmin bazı
özelliklerini birleştiren karma bir hükûmet modeli
kabul etmekteydi. Bu model içinde Cumhurbaşkanlığı makamında olan Atatürk’ün yeni rejimin kurucu lideri olması, güçlü bir karizmaya sahip olması, kendisinin fiili bir başkan olarak hareket ettiği
şeklinde yorumlanabilir. Ancak kanımca, Atatürk’ün
konumu, ABD başkanlık sistemindeki bir başkandan
daha da güçlüydü. Çünkü kendisi, ABD başkanından
farklı olarak hem yasama, hem de yürütme sürecinin kontrolünü elinde bulundurmaktaydı. Lideri
bulunduğu CHP’nin milletvekillerinin, onun iradesi
dışında hareket etmesi mümkün değildi.
1982 Anayasası ise ki
Evren Anayasası olarak
da adlandırılıyor, Evren’in
cumhurbaşkanlığı düşüncesiyle
cumhurbaşkanlığına önemli
yetkiler vermiştir ama
parlamenter sistemden de
tümüyle sapmamıştır.
Ergun Özbudun: Şimdi başta da söylediğim gibi bu
mukayese doğru bir mukayese değildir. Bir otoriter
sistemle demokratik bir sistemi mukayese ediyoruz. 1924 Anayasasına baktığımızda orada cumhurbaşkanı hukuken hemen hemen yetkisiz bir devlet
başkanı ama fiiliyata baktığınızda her şeye hakim.
Çünkü bu tek parti sisteminin doğasından geliyor,
parti lideri aynı zamanda siyasi sistemin de en belirleyici unsuru oluyor. Dolayısıyla böyle bir mukayese doğru değil. Biz bugüne bakalım. Bugünle
mukayese yanıltıcı olur. O dönemde hukuken kabul
edilmiş sistem bir meclis hükümetidir ama sistemin
işleyişinin onunla alakası yok. Gerçi kağıt üzerinde
meclis en üstün organ gibi gözüküyor. Ama meclis
tek partili bir meclis. Milletvekili adaylarını da parti
içinde üç kişilik bir yüksek komite seçiyor. Genel
başkan olarak Atatürk, genel başkan vekili olarak
İsmet İnönü ve genel sekreter. Dolayısıyla bu herhangi bir şekilde demokratik hükümet sistemlerine
örnek olacak bir sistem değil.
2007 değişikliği ile birlikte
Türkiye, yarı-başkanlığa
bir adım daha yaklaştığı
halde, bu sisteme özgü olan
çatışmayı çözme yetkisini,
yani parlâmentoyu fesih
yetkisini cumhurbaşkanına
sunmamıştır. Bu nedenle, 12’nci
Cumhurbaşkanının seçiminden
sonra Türkiye’nin ne tür bir
sürece gireceğini tahmin etmek
kolay değildir.
esasına dayanır. Ne var ki bu sistemde, yürütmenin
iki kanadı arasında çatışma yaşanması halinde, bu
çatışmayı çözmenin anahtarı, parlâmentoyu fesih
yetkisi dolayısıyla cumhurbaşkanına aittir.
27 Nisan e-Muhtırası sonrası yapılan anayasal
değişiklikler ve referandum sonrası Türkiye
politik sistemi nasıl değişikliklere uğradı?
Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu politik
rejimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
2007 değişikliği ile birlikte Türkiye, yarı-başkanlığa
bir adım daha yaklaştığı halde, bu sisteme özgü
olan çatışmayı çözme yetkisini, yani parlâmentoyu
fesih yetkisini cumhurbaşkanına sunmamıştır. Bu
nedenle, 12’nci Cumhurbaşkanının seçiminden sonra Türkiye’nin ne tür bir sürece gireceğini tahmin
etmek kolay değildir.
Serap Yazıcı: 1982 Anayasası, daha once de belirttiğim gibi, melez bir hükûmet modelini benimsemiştir. Bu model içinde Cumhurbaşkanı, güçlü anayasal yetkileri aracılığıyla hükûmet ve parlâmento
çoğunluğunu engelleyecek bir konumdadır. Bu yapı
2007’de cumhurbaşkanını seçme yetkisinin halka
tanınmasını sağlayan anayasa değişikliğinin kabulü
ile daha da belirginleşmiştir. Böylece, güçlü anayasal yetkileri olan, aynı zamanda halkın seçtiği
cumhurbaşkanı, hükûmet ve parlâmento çoğunluğu
karşısında daha da güçlü bir aktöre dönüşecektir.
Bu ise, cumhurbaşkanıyla parlâmento çoğunluğunun farklı siyasi eğilimlerde olmaları halinde, devlet hayatının kilitlenebileceği izlenimini vermektedir. Cumhurbaşkanıyla parlâmento çoğunluğunun
yahut bakanlar kurulunun çatışma içine girmesi,
aslında yarı-başkanlık sistemine özgüdür. Çünkü yarı-başkanlık sistemleri, güçlü bir cumhurbaşkanlığı
Öte yandan, Cumhurbaşkanını halkın seçmesi usulü, doğası gereği olarak siyasal süreci kutuplaştıran
bir etkiye sahiptir. Zaten çeşitli faktörlerin etkisiyle
kutuplaşmış olan Türkiye siyaseti, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla, daha da kutuplaşmış bir görüntü sergilemektedir. Öyle sanıyorum
ki, partilerin cumhurbaşkanı adayları kesinleştikten
ve adaylar miting meydanlarına çıktıktan sonra, bu
kutuplaşmanın dozu daha da yükselecektir. Oysa,
Türkiye’nin kutuplaşmaya değil, bir an önce ılımlılaşmaya ihtiyacı vardır. Siyasal aktörler arasındaki
çekişme ve çatışmalar, seçmenlerde de çatışmacı ve
kavgacı bir üslup yaratmaktadır. Bu ise Türkiye’yi
öfkeli kalabalıklara mahkum etmektedir. Bu öfkeyi yatıştırmanın ve bu öfkeyle gelmesi muhtemel
olan problemleri çözmenin en etkili araçlarından
biri, siyasal aktörlerin üsluplarını yumuşatmaları
olacaktır.
mayıs-haziran 2014
35
dOSYA TEK Soru İki Cevap
halkça seçiliyor. Önemli diyebileceğimiz yetkiler
zaten 82 Anayasasının başından beri mevcut. Bunlara herhangi bir ilave olmadı fakat yine de mesela
yarı-başkanlık sisteminin prototipi olarak 5.Fransız Cumhuriyeti’ni düşünecek olursak Türkiye’de
cumhurbaşkanı Fransa cumhurbaşkanı kadar güçlü
yetkilere sahip değil. Yani politika oluşturucu makam değil. Evet bazı önemli tayin yetkileri var, bazı
önemli engelleme yetkileri var mesela bir kanunu
tekrar görüşülmek üzere meclise iade etmek veya
anayasa mahkemesinde iptal davaası açmak, kararnameleri imzalamamak eğer istiyorsa. Fakat dikkat
ediyorsanız bunlar engelleyici yetkilerdir, politika yapıcı yetkiler değildir. Onun için bugün hala
Türkiye’nin politik sistemi melez bir sistemdir. Yani
bir yanıyla parlamenter rejim ilkelerine dayanan
ama bir yanıyla da saf parlamentarizme dayanmayan güçlü bir cumhurbaşkanlığı makamı oluşturan,
bugünkü tartışmalarda zaten bu melez nitelikten
kaynaklanıyor.
Ergun Özbudun: 1982 Anayasası klasik parlamenter sistemden sapan bir anayasadır. Çünkü klasik
parlamenter hükümet modelinde devlet başkanı ister monark olsun ister cumhurbaşkanı olsun sembolik ve temsili yetkilerle donatılmış fakat siyaseti
üretme konumunda olmayan bir devlet adamıdır.
1982 Anayasası ise ki Evren Anayasası olarak da
adlandırılıyor, Evren’in cumhurbaşkanlığı düşüncesiyle cumhurbaşkanlığına önemli yetkiler vermiştir
ama parlamenter sistemden de tümüyle sapmamıştır. Parlamenter sistemin temel kuralı olan bakanlar
kurulunun meclise karşı sorumluluğu, karşı imza
mecburiyeti ve cumhurbaşkanının bazı istisnalar
dışında bütün işlemlerinin karşı imza yani başbakan ve ilgili bakanların imzasına tabi olması gibi
parlamenter ilkeler muhafaza edilmiştir. Dolayısıyla
82 Anayasası’nın kurduğu sistem klasik parlamentarizmden bir ölçüde sapmakla birlikte yine de
bir başkanlık veya yarı-başkanlık sistemi değildir.
2007 değişikliği ile birlikte system bir miktar daha
yarı-başkanlık sitemine yaklaşmıştır. Çünkü yarıbaşkanlık sisteminin iki özelliği var. Biri başkanın
halkça seçilmesi ikincisi başkanın önemli anayasal
yetkilere sahip olması. 2007 değişikliğiyle bunlardan ilki gerçekleşti, bundan böyle cumhurbaşkanı
36
mayıs-haziran 2014
Türkiye’de özellikle Özal’dan beri neden başkanlık sistemine geçiş ile ilgili tartışmaların
yükseldiğini düşünüyorsunuz?
Serap Yazıcı: Turgut Özal, Süleyman Demirel ve
Tayyip Erdoğan gibi karizmatik gücü olan, seçmenleri peşinden sürükleme yeteneği olan liderler,
başkanlık veya yarı-başkanlık sistemine geçmeyi de
hayal ettiler. Bu liderlerin önemli ortak paydalarından biri, Türkiye’de ekonomik ve siyasi köklü dönüşümleri arzu etmeleri. Bu arzu özellikle merhum
Özal ve Erdoğan yönünden daha da belirgin. Bu
yüzden bu liderler, Bakanlar Kurulunu bu kurulda
bakanların kendilerine karşı muhalif görüşler sergilemelerini, hedeflerine ulaşma bakımından bir tür
engel gibi görüyor olabilirler. Bu, özellikle Sayın
Erdoğan yönünden daha da güçlü bir varsayım. Dolayısıyla, yürütme cihazına tek başına hakim olma
arzusu, başkanlık sistemini cazip kılan bir faktör.
Ancak burada, önemli bir yanılgıya işaret etmek gerekir. Arkasında güçlü parlâmento çoğunluğu olan
bir başbakan, hem yürütmeye, hem de yasamaya
hakim olduğu halde, ABD modelindeki bir başkan,
sadece yürütmeye hakimdir. Bu ise, başkanla yasa-
Türkiye’de başkanlık
sistemine geçildiği takdirde
ABD’ye değil Latin Amerika’ya
benzer bir tablonun doğma
olasılığı daha güçlüdür.
Gerçekten Türkiye’de partilerarasındaki ideolojik ayrılıklar,
bu ayrılıkların kutuplaşma
ve çatışmayı besleyen yapısı,
başkanlık sistemiyle birleştiği
takdirde, Latin Amerika’daki
gibi bir tablonun doğması
kaçınılmaz olabilir.
ma çoğunluğunun birbirine muhalif olması halinde,
kilitlenmeye yol açabilir. Başkanlık sisteminde bu
kilitlenmeyi çözecek bir anahtar mevcut değildir.
Bu nedenle ben, Türkiye’nin başkanlık sistemine
geçişini isabetli bir tercih olarak görmüyorum.
Ergun Özbudun: Bu tartışmalar yükseldi ama şu
ana kadar da bir neticeye ulaşılamadı belki psikolojik boyuttan düşünelim. Özal da Demirel de uzun
bir siyasi kariyerde ve başbakanlık mevkinden
cumhurbaşkanı seçilmiş kişiler ve dolayısıyla politikada belirleyici bir rol oynamak istediler. Dolayısıyla Özal başkanlık sistemini savundu, Demirel bir
yarı başkanlık sistemini savundu. Ama her iki dönemde de bu yeterli bir toplumsal destek ve siyasal bir destek bulamadı. Şuan da sayın Erdoğan’ın
da aynı arzu içerisinde olduğu anlaşılıyor. Ama şu
ana kadar da böyle bir system değişikliği gerçekleşmiş değil.
Başkanlık sisteminin Türkiye’ye uygulanabilirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Serap Yazıcı: Daha önce de belirttiğim gibi,
Türkiye’nin başkanlık sistemine geçişini doğru bulmuyorum. Bu görüşümün bugünki konjonktürle
ilişkisi olmadığını, genel ve soyut olduğunu ifade
etmek isterim. Ilk baskısı 2002’de yapılan Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri Türkiye İçin Bir Değerlendirme başlıklı kitabımda da, bu görüşe karşı
çıkmıştım. Her şeyden önce başkanlık sistemi, ABD
anayasa yapıcılarının bir bakıma çaresizliklerinden
doğan bir modeldir. Ingiltere’de mutlak monarşi,
parlamenter monarşi yönünde evrim geçirirken,
Birleşik Devletleri kuran güçler, bir monarşiye sahip
olmadıklarından, parlâmenter monarşiye sahip olma
imkanından da yoksundular. Bu yüzden Sartori’nin
deyimiyle, halkın seçtiği bir kral yaratmaya mecbur kaldılar. Böylece başkanlık sistemi ortaya çıktı.
ABD başkanlık sistemi, öylesine kendine özgü özelliklere sahiptir ki, bu özellikleri başka topraklara
ithal ederek oradaki gibi nisbeten iyi işleyen bir
sistem yaratmak, neredeyse imkansızdır. ABD’de iki
parti sisteminin varlığı, bu partiler arasında derin
ayrılıkların olmaması, kanun yapma sürecini kolaylaştıran güçlü bir sivil toplumun ve lobi şirketlerinin varlığı, başkanlık sisteminin en önemli problem
olan yasama ve yürütme süreçlerinin kilitlenmesini
önlemektedir. Buna rağmen ABD başkanları zaman
zaman bütçelerinin Kongrede kabul edilmemesinden kaynaklanan sıkıntılar yaşamışlardır. Başkanlık
bütçesinin kabul edilmemesi, devlet memurlarının
maaşlarının ödenmemesi, kısacası devlet hayatının
kilitlenmesi anlamına gelmektedir. Nitekim geçtiğimiz yıl Obama da bu sorunu yaşadı.
mayıs-haziran 2014
37
dOSYA TEK Soru İki Cevap
Başkanlık sistemini uygulayan Latin Amerika’ya
baktığımızda ise, tablo hiç de imrendirici değildir.
Latin Amerika’da başkanlar, yasama-yürütme süreçlerinin kilitlenmesi karşısında, bu kilitlenmeyi
aşmak için yasamayı bypass eden, ülkeyi kararnamelerle yönetme yöntemine başvurmuşlardır. Bu
ise, yönetimde kişiselleşme ve otoritarizme yol açmıştır.
Türkiye’de başkanlık sistemine geçildiği takdirde ABD’ye değil Latin Amerika’ya benzer bir tablonun doğma olasılığı daha güçlüdür. Gerçekten
Türkiye’de partiler-arasındaki ideolojik ayrılıklar, bu
ayrılıkların kutuplaşma ve çatışmayı besleyen yapısı, başkanlık sistemiyle birleştiği takdirde, Latin
Amerika’daki gibi bir tablonun doğması kaçınılmaz
olabilir. Bu nedenle başkanlık sistemine geçmek
yerine, demokratik muhalefeti daha güçlü ve etkili
kılan çoğulcu demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü
güçlendiren anayasal ve yasal reformlara yönelmek,
beraberinde parlâmentarizmi muhafaza etmek, Türkiye için daha isabetli bir tercih olacaktır.
Ergun Özbudun: Meslek hayatımın başından beri
başkanlık sisteminin Türkiye için olumsuz sonuçlar
doğuracağına inanıyorum. Bir defa başkanlık sistemi
eğer Amerika’daki örneği ele alacak olursak tıkanmalara elverişli bir sistemdir. Yani başkan ve yasama organı ayrı seçimlerde ve sabit sürelerde seçilir.
Bu dönemde ne başkan kongreyi feshedebilir ne de
kongre başkanı düşürebilir. Dolayısıyla bunların zıt
çoğunluklara mensup olduğu düşünülürse aralarında
ciddi sürtüşmelerin ve politik tıkanmaların ortaya
38
mayıs-haziran 2014
çıkması ihtimali güçlüdür. Amerika’da bu nadiren
oluyor. Çünkü Amerikan siyasi kültürü pragmatik ve
uzlaşmacılık üzerine kuruludur. Partiler arasında derin ideolojik ihtilaflar yoktur. Ama Amerika’da bile
başkanla kongrenin ihtilafı yüzünden sistemde bir
takım aksaklıklar oluyor. Bir dönemde Clinton zamanında kongre başkanın bütçesini onaylamadığı için
bir kaç ay federal memurların maaşı dahi verilemedi.
Türkiye gibi çatışmacılığın hakim olduğu bir siyasal
kültürde bu sakıncalar tabi misliyle mevcuttur. Dolayısıyla ben başkanlık sistemine hiç bir zaman taraf
olmadım bugün de değilim.
Yeni anayasanın yapılamadığı bir siyasi ortamda mevcut anayasa koşullarında başkanlık
sistemini tartışmak sizce nasıl implikasyonlara sahiptir?
Serap Yazıcı: Türkiye’nin en acil ihtiyacı hukukun
üstünlüğü ve çoğulcu demokrasiyi güvence altına
alacak köklü bir anayasa reformunu gerçekleştirmek, bu reformun gereği olan zihniyet değişikliğini teşvik edecek projeleri uygulamaya koymaktır.
Doğrusunu isterseniz, bugün içinde bulunduğumuz
ortamda ne yeni bir anayasa yapabilmenin, ne de
kısmî anayasa değişiklikleriyle demokratik çoğulculuğu güvence altına alabilmenin koşulları mevcuttur. Bugün Türkiye’de toplumun önemli bir çoğunluğunun demokratik kurumların sağlıklı bir biçimde
işleyebileceğine dair ümidi kalmamıştır. Her şeyden
önemlisi, hukukun üstünlüğüne ve bunun en temel
güvencesi olan yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığına duyulan güven, önemli ölçüde zaafa uğramış-
tır. Böyle bir ortamda başkanlık sistemine geçip
geçmemek yönünde tartışma yapmak, Bizans düşerken, meleklerin cinsiyetinin ne olduğunu tartışmak
kadar abes görünmektedir.
Ergun Özbudun: Adalet ve Kalkınma Partisi anayasa uzlaşma komisyonunda bu öneriyi getirdi fakat
komisyondaki diğer üç partiden hiçbiri bu öneriye
sıcak bakmadı. Dolayısıyla komisyon düzeyinde bir
sonuç alınamadı. AKP’nin anayasayı sadece kendi
oylarıyla değiştirecek bir çoğunluğa sahip olmaması nedeniyle bunu parlamentoda gerçekleştirmekte mümkün değil. Dolayısıyla bu tartışma devam
ediyor ama şu anda öyle bir eğilim görülmüyor.
Eğer önümüzdeki 2015 teki oluşacak parlamento
anayasayı değiştirecek bir çoğunluk elde etmediği takdirde böyle bir sistemin gerçekleşme ihtimali
görünmüyor.
Türkiye’de parlamenter sistemin işleyişini
nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne tür zaafları
olduğunu düşünüyorsunuz?
Serap Yazıcı: Türkiye’de 1982 Anayasasıyla kurulan sistem, parlâmentarizmin tanımına tam olarak uymuyor. Cumhurbaşkanına tanınan yetkilerin
genişliği, parlâmentarizmden önemli bir sapmayı ifade etmektedir. 2007 değişiklikleriyle cumhurbaşkanını seçme yetkisinin halka tanınması,
parlâmentarizmden daha da büyük bir sapmayı ifade etmektedir. Bu bakımdan, önemli sorunlardan
biri, hükûmet sisteminin bu melez niteliğidir. Bu
sorunu çözmek için, iki yöntem düşünülebilir. Bunlardan biri cumhurbaşkanına parlâmentoyu fesih
yetkisi tanıyarak yarı-başkanlık sistemine geçmek,
böylece güçlü cumhurbaşkanıyla bakanlar kurulu
arasındaki çatışmanın sistemi kilitlemesini önlemek. İkinci yöntem, cumhurbaşkanının yetkilerini
sembolik konularla sınırlamak, cumhurbaşkanını
seçme yetkisini, evvelce olduğu gibi parlâmentoya
tanımak. Böylece klasik parlâmentarizme dönüş
yapmak. Benim tercihim, bu ikincisinden yana.
Öte yandan, parlâmentarizmin sağlıklı olarak işleyebilmesi için, yatay ve dikey hesap verme me-
1994-2002 arasında rahmetli
Ecevit’in başkanlığında üç
partili koalisyon oldukça
farklı ideolojik eğilimlere
sahip oldukları halde ahenkli
çalışmıştır. Mesela 2001
Anayasa değişiklikleri gibi
oldukça önemli anayasa
değişiklikleri bu dönemde
ve üç partinin işbirliği ile
gerçekleşmiştir.
kanizmalarının güçlendirilmesi gerekir. Bu ise, bir
yönüyle hukuk devleti mekanizmalarını güçlendirmeyi, hukuka güven duygusunu pekiştirmeyi, diğer
yönüyle de demokratik muhalefeti etkili kılmayı
gerektirir. Hukuk devleti mekanizmalarının güçlendirilmesi, yargının tarafsızlık ve bağımsızlığını garanti altına almayı ve tüm yasama yürütme işlemlerini, idarî eylem ve işlemleri yargı denetimine tâbi
kılmayı gerektirir. Demokratik muhalefetin güçlendirilmesi ise, başta ifade hürriyeti olmak üzere bu
hürriyetten mülhem olan basın hürriyetini, toplantı
ve gösteri yürüyüşü hakkını ve her türlü örgütlenme
hürriyetini güçlendirmeyi gerektirir. Bundan başka,
parlâmento içi muhalefetin, parlâmento çalışmaları
sırasında daha etkili olmasını sağlayacak tedbirlere
de ihtiyaç vardır. Bütün bu reformlar, tek başına
cenneti vaad etmeyecektir. Ancak bu reformlarla
birlikte, demokrasi ve hukuk devleti kültürü teşvik
edileceğinden, zamanla siyasal ve sosyal sorunların
daha barışçıl ve uzlaşmacı yöntemlerle çözülebileceği bir siyasal atmosfer doğabilecektir.
Ergun Özbudun: O zaaflarda abartılıyor, başkanlık
sistemi savunucuları tarafından. Koalisyonlar her
zaman büyük bir felaket olarak gösteriliyor. Oysa
mesela Avrupa deneyimine baktığımız zaman gayet iyi işleyen ahenkli koalisyonlar var. Türkiye’de
bazı dönemlerde koalisyon hükümetleri başarılı
olmuştur. Mesela 1994-2002 arasında rahmetli
Ecevit’in başkanlığında üç partili koalisyon oldukça farklı ideolojik eğilimlere sahip oldukları halde
ahenkli çalışmıştır. Mesela 2001 Anayasa değişikmayıs-haziran 2014
39
dOSYA TEK Soru İki Cevap
likleri gibi oldukça önemli anayasa değişiklikleri
bu dönemde ve üç partinin işbirliği ile gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği yolundaki üç uyum paketi
de yine bu dönemde çıkmıştır. Yani koalisyon hükümetlerine her zaman büyük bir felaket kaçınılması gereken biro lay telakki etmemek lazım. Tabi
bunun yanında başarısız koalisyon hükümetleri de
olmuştur. Ama bunlara bir ak ve kara zihniyeti ile
bakmamak lazım.
Tartışılan seçim sistemleri bağlamında hükümet sistemi tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tartışmalar arasında bir ilişki
görüyor musunuz?
Serap Yazıcı: Yüzde 10 ülke barajının yüksek olduğu, dünyada emsali bulunmadığı bir gerçek. Bu
yüzden, bu barajın yüzde 5 gibi makul bir seviyeye indirilmesi, öteden beri tartışılıyor. geçtiğimiz
haftalarda, hükûmetin, seçim sistemi değişikliğini
masaya yatırdığı ve partinin yetkili organlarında bir
süre tartışıldıktan sonra bu değişiklikten vazgeçildiği biliniyor. Aslını arasanız, seçim sistemi üzerinde özellikle çoğunlukçu model ile nisbî temsilin
saf örneklerinden birine yönelecek köklü bir değişiklik yapmak, pek kolay görünmüyor. Bildiğiniz
gibi nisbî temsil sistemi temsilde adaleti, çoğunluk
sistemi ise yönetimde istikrarı teşvik etmektedir.
Aynı anda hem temsilde adaleti, hem de yönetimde
istikrarı teşvik edecek bir sistem yaratmak mümkün
değildir. Anayasamızın 67’nci maddesinde, 1995’te
yapılan bir değişiklikle, “Seçim kanunları, temsilde
adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir” hükmü kabul edilmiştir.
Bu hüküm karşısında yasama organı nispi temsilin
veya çoğunluk sistemlerinin saf örneklerinden birine yönelme imkânına sahip değildir. Bu tür saf
örneklere dayanan bir seçim kanunu değişikliği,
büyük ihtimalle Anayasa Mahkemesinin iptal engeline takılabilecektir. Nitekim AKP yetkilileri de bu
olasılığı düşünerek, seçim sistemi değişikliğinden
vazgeçmişlerdir.
Sorunuzun diğer boyutuna gelince, seçim sistemi
değişikliği ile başkanlık sistemi tercihi arasında
elbette hükûmet yetkilileri bakımından geleceğe
40
mayıs-haziran 2014
dönük sonuçların birlikte tasarlanması şeklinde bir
yaklaşım mevcuttu. Masaya yatırılan değişiklikler
arasında yüzde 10 ülke barajının tamamen terk
edilmesi, tek isim usulü sistemi veya seçim çevrelerinin şu ana kıyasla daha daraltılması seçenekleri yer alıyordu. Bunlardan özellikle tek isim usulü
gerçek bir çoğunlukçu modeli ifade etmektedir. Bu
model altında oyların nisbî çoğunluğunu kazanan
bir parti, parlamentoda ezici bir çoğunluk elde edebilir. Böylece, bu seçenek kabul edildiği takdirde,
AKP anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu
sağlayabilecekti. Bu ise herhangi bir partinin desteği olmadan başkanlık sistemine geçiş yönünde
anayasayı değiştirme kudreti anlamına gelecekti.
Şu anda seçim kanunu değişikliğinden vazgeçilmiş
olmasını, buna bağlı olarak başkanlık sistemine geçiş projesinin hiç değilse bir süre için rafa kalkmış
olmasını isabetli buluyorum.
Ergun Özbudun: Ilişki muhakkak ki var. çünkü seçim sistemi değişiklikliğinin gündeme getirilmesinin altında yatan siyasi saik muhtemelen AKP’nin
mutakip seçimlerde anayasayı değiştirecek bir çoğunluk sağlama arzusudur. Çümkü tartışılan her iki
sistemde gerek tek isim usülü ki Türkiye’de yanlış
olarak dar bölge deniliyor gerek o gerek daraltılmış bölge birinci partinin yada genel olarak büyük
partinin yararına küçük partilerin zararına olan
sistemler. Dolayısıyla böyle bir sistemle AKP’nin
3/5 lük çoğunluğu yakalama ihtimali olduğu düşünülmüştür. Ama onlarda netice itibariyle bunun
sakıncalarının faydalarında daha fazla olacağı kanaatine varmış olacak ki bu arayıştan vazgeçtiler,
o kesinleşti geçtiğimiz günlerde ve 2015 seçimleri
mevcut seçim kanunuyla yapılacaktır. Zaten böyle
bir değişiklik gerçekleşseydi de anayasa mahkemesi
tarafından iptal edilme ihtimali vardı, kesindir diyemem tabi. Çünkü anayasamıza gore seçim kanunları temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini
bağdaştıracak şekilde düzenlenir. Gerek tek isim
usülü gerek aşarı derecede dar bölgeler temsilde
adaletten uzaklaşan ve sadece yönetimde istikrara
ağırlık veren sistemler dolayısıyla mevcut anayasa
hükmüne uygunluğu tartışılabilir. Ama AKP bundan
vazgeçtiğine gore mesele kapanmıştır.
Murat Sofuoglu*
SİYASET
[email protected]
‘Demokratik İslam
Kongresi’nin
Anlamı
İslam Hilafeti’nin doğrudan halefi olma ve bir cihanşümul Müslüman hilafet devleti kurma iddiasına sahip ve bu amaçla temelde Amerika başta olmak üzere Batılı güçler ve onların takipçisi olarak
niteledikleri seküler Müslüman ülke devletleri rejimlerine –kafirlere- karşı cihat olarak isimlendirdikleri silahlı mücadeleyi esas almış olan El Kaide
gibi bazı örgütlerin Müslüman coğrafyada temayüz
ettiği nazarları celbetmektedir. Özellikle ABD ile El
Kaide arasında süren çatışmanın Batı dünyası ile
Müslüman Doğu arasında toplumlararası gerginlikleri
de arttırdığı gözlemlenmekte ve geniş bir sosyal ve
siyasal alana yayılma tehlikesi arzetmektedir.
Bu bağlamda El Kaide’nin etkisini arttırdığı ve bir
muammaya dönüşen Suriye ihtilafının barışçıl bir
çözüme kavuşması bölge ve Arap Baharı dinamikleri
mayıs-haziran 2014
41
SİYASET
kadar çatışmalardan hem seküler-İslamcı veçhe hem
de Alevi-Sünni gerginliği1 ciheti bakımından etkilenen ve Osmanlı hilafet sisteminin sıklet merkezi
olan Türkiye için büyük önem taşımaktadır. Ancak
bu önem yalnızca bu gerginliklere mahsus olmayıp
özellikle Osmanlı dağılışında son noktaya kadar birlikte hareket etmiş olan Türk-Kürt barışı ve dostluğu
bakımından da büyük ehemmiyet arzetmektedir.
Özellikle Suriye’nin Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgesi
olan Rojava (Kuzey Suriye)’da ortaya çıkan çok yönlü
Türkiye’nin Rojava’da Kürtler
ile El Kaide destekli İslamcı
muhalif unsurlar arasındaki
bir çatışmanın katalizatörü
algılamasından hızla sıyrılması
30 yıllık çatışmaya son verme
gücüne ve bin yıllık Türk-Kürt
kardeşliğini yeni bir çerçeveye
kavuşturma vizyonuna sahip
olan ‘Çözüm Süreci’nin başarılı
olması bakımından elzemdir.
42
mayıs-haziran 2014
çatışma dinamikleri ve Türkiye’nin Kürt popülasyonu
tarafından bu dinamiklerde Türkiye’nin oynadığı
rolle ilgili algılama yukarıda sayılan dahili gerginliklere 30 yıllık çatışma mazisi de düşünülürse son
bir sene boyunca süren çatışmasızlık atmosferine
rağmen hala sıcaklığını koruyan yeni bir gerginlik
elementini –Türk-Kürt gerginliği- dahil edebilir.
Türkiye’nin Rojava’da Kürtler ile El Kaide destekli
İslamcı muhalif unsurlar arasındaki bir çatışmanın
katalizatörü algılamasından hızla sıyrılması 30 yıllık
çatışmaya son verme gücüne ve bin yıllık TürkKürt kardeşliğini yeni bir çerçeveye kavuşturma
vizyonuna sahip olan ‘Çözüm Süreci’nin başarılı olması bakımından elzemdir. Kuşkusuz I. Dünya Savaşı
sonunda Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı omuz omuza
yürütüldüğü gibi tarihimizin bir bakıma kayıp sayfaları olan Musul Vilayeti (Irak Kürdistanı-Kuzey
Irak)’nde Kürt lider ve grupların desteğinde ve özellikle Süleymaniyeli Şeyh Mahmut’un şahsında ve Halep Vilayeti (Rojava-Kuzey Suriye+Hatay-Kahramanmaraş-Şanlıurfa-Gaziantep)’nde de yine Halepli Kürt
lider İbrahim Hananu liderliğinde ve şahsında aynı
ortak mücadele verilmiştir.2 Bu ortak mücadelenin
beraberce yürütülmesinde aynı müşterek inanca, İs-
Nihai tahlilde
Mezopotomya’nın kadim şehri
Avrupa’nın ve Anadolu’nun
Ortadoğu’ya açılan kapısı olan
Diyarbakır’da gerçekleştirilen
“Demokratik İslam Kongresi”nın
tüm bu bahsi geçen tartışma
konularının zengin bir
konuşma platformunda
değerlendirilebildiği ve
hulasasının yapılabildiği
bir çerçeveyi ürettiğini
düşünüyoruz.
lam’a muttali oluşun tesiri gözden kaçırılamaz.
Suriye ve Irak’taki bahsi edilen bu ortak geçmişler
düşünüldüğünde ve hilafetin kaldırılmasından beri
ortaya çıkan büyük boşluğun siyasal İslamcı hareketler tarafından özellikle Arap Baharı’nın ortaya
çıkarttığı koşullarda doldurulma çabaları ve buna
karşı ortaya çıkan reaksiyonların Ortadoğu’yu bir ateş
çemberine dönüştürdüğü bir zamanda Türkiye’nin
kendi “Çözüm Süreci”nin kendi stratejik derinliği
olan bölgesine, Rojava başta olmak üzere, yayması
kaçınılmazdır. Aksi hal Türkiye’nin de kaçınılmaz bir
şekilde mevcut çatışmaya sürüklenmesi sonucunu
doğuracaktır.
O halde özellikle Türkiye’nin İslamcılarına “Çözüm
Süreci”ni Rojava’ya ve Irak Kürdistanı’na ve tüm bölgeye yayacak araçlara mümessil olmaları bakımından büyük görevler düşmektedir. Türkiye’nin İslamcılarının diğer şiddeti bir yol olarak benimsemeyen bölge İslamcı kanaat önderleri, liderleri, aydınları
ve alimleri ile beraber bölgede nasıl bir ortak geleceğin inşa edilebileceğini herkesin fikrini hür ve
eşit bir biçimde savunabileceği demokratik bir ortamda istişare zamanı çoktan gelmiştir. Bu tartışmada “Çözüm Süreci” ile ortaya çıkan Türk-Kürt ekseni
anahtar bir işleve sahip olacaktır.
Aynı zamanda tartışmanın Müslüman Ortadoğu’nun
İslam geleneğinin hilafetin kaldırılması ile ortaya
çıkan büyük boşluğu ortadan kaldırma iddiası ile
ortaya çıkan siyasal İslamcı hareketlerin yapılarını,
işlevlerini ve gelecek algıları ve fonksiyonlarını
değerlendirmelerine imkan vereceği düşünülmektedir. Böylelikle İslam, siyasal İslam ve demokrasi
arasında varsayılan ilişkilerin gerçekliğinin daha iyi
anlaşılabildiği bir idrak noktasına ulaşılabileceği de
umut edilmektedir. Ortaya çıkan tespitler ışığında
Ortadoğu halklarının ortak yarınının nasıl bir yol
haritasına sahip olabileceği ve demokratik kültür ve
yönetim biçimlerinin bunda nasıl inşai bir rol oynayacağının pusulası ve formüllerinin keşfinin mümkün
olabileceği düşünülmektedir.
Nihai tahlilde Mezopotomya’nın kadim şehri Avrupa’nın ve Anadolu’nun Ortadoğu’ya açılan kapısı
olan Diyarbakır’da gerçekleştirilen “Demokratik
İslam Kongresi”nın tüm bu bahsi geçen tartışma konularının zengin bir konuşma platformunda
değerlendirilebildiği ve hulasasının yapılabildiği bir
çerçeveyi ürettiğini düşünüyoruz. Şimdi önemli olan
Kongre’nin oluşturduğu yeni çerçeveyi Türkiye’nin
batısına ve Ortadoğu coğrafyasının başka noktalarına yayabilecek ve farklı toplumlar, mezhepler ve inançlar arasında yeni onarıcı süreçler geliştirebilecek
imkan ve kabiliyetlerin hızla üretilebilmesini sağlamaktır.
Ortadoğu’daki halefiyet mücadelelerinin ulaştığı son
nokta hakkıyla değerlendirilirse bu noktada ziyan
edilecek bir saatin bile olmadığını hakikat yolcusu
herkes teslim edecektir.
* Murat Sofuoğlu Demokratik İslam Kongresi Çağırıcılarındandır.
KAYNAKÇA
1
2
Türkiye’nin Suriye Politikası ve Bölge Alevileri Üzerine Etkileri, Süreç Analiz, 14 Eylül 2012: http://www.surecanaliz.org/sites/default/
files/tmp/dergi/turkiyenin_suriye_politikasi_ve_arap_alevileri_uzerine_etkileri.pdf
Türkiye ve Kürt Realitesi, Murat Sofuoğlu, Süreç Analiz, 9 Ocak 2013: http://www.surecanaliz.org/sites/default/files/tmp/dergi/turkiye_ve_kurt_realitesi_.pdf
mayıs-haziran 2014
43
Meryem Solmaz
HUKUK
[email protected]
İnsan Haklarının
İnsanla İmtihanı
Bu noktada yapılması gereken bir ayrım şüphesiz ki “temel hak ve
özgürlük” kavramıyla “insan hakları” kavramının birbirinden farklı
manaları haiz olduğudur. Zira birincisine pozitif hukuk kuralları
kaynaklık ederken, insan hakları kavramı hukuk normlarının yanı sıra
din, ahlak ve örf/adetlerin ortaya koyduğu kuralları da kapsar
İnsan hakları, her ne kadar bütün insanlık tarihini düşündüğümüzde, bir kavram olarak yeni sayılabilecek olsa da, günümüzde sık sık politik veya
toplumsal olaylarla ilintili olarak gündeme gelen
bir meseledir. Batı coğrafyasında işlevini önemli
ölçüde yerine getirebilen bu kavram, İslam coğrafyasında pek cılız ve etkisiz kalmaktadır. Bu, acaba
Müslümanların yeterli görülen derecede insan hakları kültüründen istifade etmediklerinden midir?
Yoksa bu kavram sübjektif ve etnosentrik yapısıyla
coğrafyamızın ihtiyaçlarını karşılayamamakta ve
toplumlarımızın insan ve hak algısına ters mi düşmektedir? İsmet Özel, insan haklarını, globalizmin
üç ayağından biri olarak görür ve bu kavramdan hayır umarak anca cehenneme gideriz der. Bu noktada
yapılması gereken bir ayrım şüphesiz ki “temel hak
ve özgürlük” kavramıyla “insan hakları” kavramının
birbirinden farklı manaları haiz olduğudur. Zira bi-
44
mayıs-haziran 2014
rincisine pozitif hukuk kuralları kaynaklık ederken,
insan hakları kavramı hukuk normlarının yanı sıra
din, ahlak ve örf/adetlerin ortaya koyduğu kuralları
da kapsar (Eren & Ok 76). Zaten insan hakları kavramının reddine ve eleştirisine zemin hazırlayan en
önemli sebep, onun, kendisini düzenleyen ve belirleyen toplumun kültür ve kabullerinden müstağni
olamayacağıdır.
İnsan Haklarının Etnosentrik Yapısı
Etnosentrizm, bir kişinin veya grubun kendi kültür
ve değerlerini merkeze alması ve diğer kültürleri,
kendi kültür değerleri açısından değerlendirmesi
şeklinde tanımlanabilir. Bu haliyle etnosentrizmin
alamet-i farikası, başka değer ve kültürleri “ben”
veya “biz” merkezli bir perspektiften bakarak tanımlamak ve konumlandırmaktır. Birçok toplumun
bu ilkel “hastalıkla” malul olduğu söylenebilir an-
cak hem konu itibariyle hem de “modern zamanların haşmetli bânileri” olmaları hasebiyle Batı
düşüncesinin etnosentrik yapısı üzerinde konuşmak
gerekir. Bu bağlamda, misal olarak denebilir ki, var
olan Doğu – Batı ayrımı coğrafi bir tasnifi ifade
etmekten ziyade, Batı’nın merkezde olduğu bir siyasi harita çizmektedir. Dünyanın fiziki olarak küresel bir görünüşe sahip olmasına rağmen, Dünya
üzerindeki çeşitli bölgeler, Batı’nın konumuna göre
Uzak Doğu, Orta Doğu şeklinde isimlendirilmiştir.
Şüphesiz ki bu isimlendirme, etnosentrik bir zihniyetin ürünüdür. Keza, Orta Çağın “karanlık çağ”
olarak görülmesi ve buna karşı getirilen “aydınlanma” süreci, tamamen Batı düşüncesinin kendisini
merkeze alarak oluşturduğu bir tarih algısını ifade
etmektedir.
Tam bu noktada zihne düşen soru şudur: Tarih ve
coğrafya disiplinlerini bile bu denli etnosentrik bir
zihniyetle temellendiren modern Batı düşüncesi,
insan hakları gibi hukuki, siyasi ve sosyolojik bir
kavramı, kendi kültüründen azade bir şekilde oluşturabilmiş midir? Galtung bu soruya, “sahip olduğumuz birinci ve ikinci kuşak insan hakları kesinlikle Batılıdır; Batı’da (ABD ve Fransa) bu hakları ortaya çıkaran yapının, kültürün, her şeyden önce de
sürecin damgasını taşımaktadırlar” şeklinde cevap
vermiştir (9). Bu isabetli tespit, insan hakları kavramının etnosentrik yapısını net bir şekilde gözler
önüne sermektedir. Sancılı bir süreç sonucunda bu
kavramın doğduğu muhakkaktır, zaten hali hazırda
bu sürecin izlerini (Galtung’un deyimiyle damgasını) taşımaktadır. Bir diğer deyişle, “insan hakları
Batı kültürünün belli bir mekânda ve belli bir tarihteki ihtiyaçlarının ürünüdür. Birey haklarından kimlik haklarına kadar insan hakları teorisinin her bir
aşaması Batı siyasetindeki bir problemle ilişkilidir”
(Öztürk 7). İşte Batı’nın etnosentrik ahlakı, aynı
acı ve süreçlerden geçmeyen, daha farklı toplumsal
imtihanlarla meşgul olan, “kendilerinden olmayan”
toplumlara bu kavramı dayatmak suretiyle tezahür
etmektedir. Öyle ki, insan haklarına veya onun herhangi bir veya birkaç ilkesine getirilebilecek bir
eleştiri veya reddiye, bu eleştiriyi yapanları “insan haklarından nasibi olmayan zavallı” konumuna düşürecektir. Nitekim bu kavramla yeteri kadar
hemhal olmamış devlet ve topluluklar hali hazırda
bu nevi ithamlarla eleştiri oklarına maruz kalmaktadırlar. Sonuç olarak denebilir ki, insan hakları, bir
kısım insanların, insanlık adına, insanların büyük
bir kısmı üzerinde muktedir olmalarının bir aracıdır
(6). Zira açıklandığı gibi, bu kavram belirli bir grubun değerleri üzerine inşa edilmiş ve diğer insanları yargılamada bir ölçüt olarak kabul edilmiştir.
Batı’nın Sübjektifliği: Bir Zemin
Sorgulaması
Birinci bölümde ifade edildiği gibi, insan hakları
kavramı tamamen Batı değerleri üzerine kurulmuş
mayıs-haziran 2014
45
HUKUK
Tam bu noktada zihne düşen
soru şudur: Tarih ve coğrafya
disiplinlerini bile bu denli
etnosentrik bir zihniyetle
temellendiren modern Batı
düşüncesi, insan hakları gibi
hukuki, siyasi ve sosyolojik bir
kavramı, kendi kültüründen
azade bir şekilde oluşturabilmiş
midir?
ve bu haliyle diğer toplum ve değerleri yargılama
mevkiine çıkarılmıştır. Bu yargı kaçınılmaz olarak
insanın zihnine, insanın değerlerinden soyutlanmış
objektif bir insan hakları kavramının yaratılıp yaratılamayacağı sorusunu getirmektedir. Şüphesiz ki
bizatihi bir değer olarak tasarlanan insan hakları
kavramının objektif bir nazarla kurgulandığını söylemek pek isabetli bir iddia olmaz. Bu sübjektiflik
sadece Batı için söz konusu olmayıp, mesela Çin
gibi “yeni bir insan hakları” söylemi geliştirme çabası içerisinde olan iktidarlar için de geçerlidir. Doğal olarak, her hangi bir insan hakları söyleminin,
söyleyen ve düzenleyenin değerlerinden bağımsız
olarak tahayyül edilmesi pek mümkün değildir. Gelgelelim böyle bir imkânı tartışma lüzumu da söz konusu değildir. Zira günümüzde bilimin bile objektif
olmadığı tartışılırken – kaldı ki objektifliğin elzem
bir tavır olduğu fikri de pek isabetli sayılmaz –, insan hakları kavramında böyle bir objektiflik aramak
çok yerinde olmayacaktır. Burada üzerinde durulması gereken problem, Batı’nın kaçınılmaz olarak
sübjektif bir şekilde bu kavramı inşa ederken üzerinde bulunduğu zeminin, diğer toplumların mesela
Müslümanların bulunduğu zemin ile çatışmasıdır.
Doğal olarak evvela Batı’nın üzerinde bulunduğu
zemini doğru anlamak gereklidir.
Batı düşüncesinin temelinde yer alan hümanizm,
kısaca “hakikatin bilinmesinde referans noktası
olarak insan aklının merkeze alınması anlamına
gelir” (Küçükalp ve Cevizci 142). Diğer bir deyişle
hümanizm, insanı merkeze koyup tanrıyı devre dışı
bırakma veya tanrıya tapmamak için insanı tanrı
konumuna yerleştirme olarak tanımlanabilir. Doğal
olarak böyle bir algı, insanın menfaatlerini, maslahatlarını ve tercihlerini merkeze alırken, bunu sınırlayacak tek unsuru da yine insan olarak belirler.
İlahî aklı reddeden, insanın dünyevi menfaatlerini merkeze alan bir zihniyetin ürünü olarak insan
hakları, başta İslam düşüncesi olmak üzere birçok
düşünce sistemine aykırı bir çizgide gelişimini tamamlamaktadır. Şüphesiz ki bu kavram, herkesin
kabul edip tanıyabileceği ortak hakları ihtiva ettiği gibi hiçbir suretle kabul edilemeyecek durum ve
menfaatleri de hak olarak telakki etmektedir. Ancak
meseleyi füruat üzerinden yürütmek yerine evvela
ciddi bir zemin sorgulaması gerekmektedir. Zira temel farklılık ve sıkıntı, insan hakları manzumelerinin madde madde içeriklerinden ziyade, üzerinde
inşa edildikleri zemindir.
Hâsıl-ı kelam, tamamen hümanist bir zihniyetle yaratılan insan hakları kavramı günümüzde bir
dayatmadan öteye gidememekte, egemen güçlerin
kendi emperyalist gayelerine ulaşmakta kullandıkları “masum bir silah” olma görevi dışında bir işlev
ifa edememektedir. Gayet ütopik ve retorik bir dille
tabağımıza konulan insan hakları, riyakarlığı sebebiyle dünya sathında – Afrika hariç değil – mide
ağrısından başka bir duruma vesile olamamaktadır.
Öyle ki, insan hakları adeta insanın imtihanı haline
dönüşmektedir. Âcizane kanaatimce, ciddi bir zihin ve zemin reformu yapılmaksızın düzenlenen ve
İslam değerlerinden bigâne olan bir insan hakları
telakkisi, yeryüzüne hayır getirmekten aciz olmaya
devam edecektir.
KAYNAKÇA
Çüçen, A. Kadir. “Felsefî Açıdan İnsan Haklarının Evrenselliği Sorunsalı”. Kaygı 4 (2005): 80-91.
Eren, Selim ve Üzeyir Ok. “İnsan Hakları ve Dindarlık: Bir Grup Lise Öğrencisinin Sivil Hakları Algılama Biçimleri Üzerine Bir Araştırma”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi 2 (2009): 75-96.
Galtung, Johan. İnsan Hakları: Başka bir Açıdan Bakış. Çev. Müge Sözen. İstanbul: Metis Yayınları, 2013.
Küçükalp, Kasım ve Ahmet Cevizci. Batı Düşüncesi. İstanbul: İsam Yayınları, 20 .
Öztürk, Armağan. “Bir Siyaset Felsefesi Enstrümanı Olarak İnsan Hakları ya da İnsan Haklarının İnsanla Çelişkileri Üzerine Notlar”. İnsan Hakları
Yıllığı 26 (2008): 1-14.
46
mayıs-haziran 2014
mayıs-haziran 2014
47
Gülsüm Karayiğit
A4
[email protected]
BİR DİŞİ ASLAN
‘’RABİA’T’ÜL ADEVİYYE’’
“Bir kalp bekçisi olmak üzere
donatıldım. İçimdeki hiçbir şeyin
dışarıya çıkmasına, dışarıdaki
hiçbir şeyin içime girmesine izin
vermem.”
Aşktır vasıta-i vuslat-ı yar
Aşktır rabıta-i kurb-ı Nigar
Noktası bir kitabdır aşkın
Zerresi afitabdır aşkın
Gark olur katresinde kevn ü mekan
Gizlenür zerresinde her dü cihan…
Öyle bir sadık-ı aşık ki çıra gibi yanar mahbubuna,
Öyle bir saliha ki masivaya sırtını dönmüş, şefaatine talip maşuğunun,
Öyle bir mutemet dost ki gözyaşı ile örtülü…
Rabia Binti İsmail
Basra’nın dişi aslanı..
Ailenin dördüncü çocuğu olmasından ötürü, adını
dördüncü manasına gelen Rabia koymuşlardı. Çok
yoksul bir hayat sürdürüyordu Rabia’nın ailesi.
Öyle ki evlerini aydınlatacak bir kandil yağına bile
muhtaçlardı Rabia’nın doğduğu gece. Ama babası
48
mayıs-haziran 2014
İsmail Efendi son derece fakr sahibi bir muhteremdi, ant vermişti Allah’tan başka kimseden bir şey
istememeye. Hanımı durmadan ağlıyor, dindiremiyordu gözyaşlarını... Dayanamamıştı, efendisinden
komşuya gidip bir miktar kandil yağı istemesini rica
etmişti. Hanımını üzmek istemiyordu. Ve hanımını kırmayıp söylediği komşuya gitmiş fakat kapıyı
açan olmamış ve geri dönmüştü. Annesinin gözyaşları dinmek bilmiyordu Rabia’nın. İsmail Efendi
tüm çaresizliğiyle başını dizlerine dayamış, uyuyakalmıştı. İşte bu esnada bir rüya gördü. Rahmet
deryası Hz. Muhammet (s.a.v) girmişti rüyasına.
Ona ümidini kaybetmemesini, sabırla beklemesini
tembih ediyordu. ‘’Üzülme, Allah sana öyle hayırlı
bir kız evlat verecek ki, ümmetimden seksen bin kişiye şefaat edecek. Yarın bir kağıda şöyle yaz: ’’Sen
her gece peygamber efendimize yüz salavat ı şeri-
fe, Cuma geceleri de dört yüz salavat getirirdin. Bu
Cuma gecesi unuttun. Bunun kefareti olarak bu yazıyı sana getiren zata dört yüz altını helal parandan
ver.’’ Sonra Basra valisi İsa Zadan’a git o yazıyı ver.‘’
Hz. Rabia’nın babası uyandığında efendimizi görmenin neşesi içinde ağlıyordu. Hemen kalktı denileni yaptı ve İsa Zadan’ın yanına gitti. Vali mektubu
alınca Resulullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü olarak binlerce altını fakirlere sadaka
olarak dağıttı. İsmail Efendiye de mektupta yazılanı
ve üstüne de ilave olarak binlerce altın sadaka verip
bir ihtiyacı olduğu takdirde tekrar gelmesini tembih
etti. İsmail Efendi altınları aldıktan sonra ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp edep ve terbiye ile büyüttüler.
Yetim RABİA…
Hz. Rabia çocuk denilecek yaşta anne babasını kaybetti. Kız kardeşleri ile ayrı düşmüştü yolları, Rabia
da zalim ve kötü bir ihtiyarın eline düşmüştü. Ona
hizmetçilik yapmış ve bir müddet sonra da köle olarak altı gümüş karşılığında başka bir ihtiyara satılmıştı. Yetim ve öksüz Rabia burada da gündüzleri
hizmetçilik yapıyor, en zor işleri bile sızlanmadan
yerine getiriyordu. Gecelerini karanlık odasında
tek ülfeti Rabbine bütün mestaneliğiyle dua ederek
geçiriyor, ibadetlerini gereği gibi yerine getireme-
diği için af diliyordu bezm-i cananda. Rabbi ona da
müjdesini vermişti. Ona meleklerin bile kıskanacağı bir makamda olacağının müjdesi. Ev sakinleri
Rabia’nın geceleri uyumadığını fark etmişlerdi. Bir
gece kalkıp onu odasının penceresinden gözetlemişlerdi ve gördükleri karşısında şaşkınlık içinde
gözyaşlarına boğulmuşlardı. Kapkaranlık bir odada
olmasına rağmen Rabia başında yanan bir kandil ile
ay gibi parlıyordu. Bu hal ihtiyarı öyle tesiri altına almıştı ki sabahı zor etti. Sabah olur olmaz
onu yanına çağırdı. Gece onu gözetlediklerini itiraf
edip ona nasıl etkilendiklerini anlattı. Artık serbest
olduğunu söylemiş, dilerse burada kalmaya devam
etmesini ve kendisinin ona hizmet edeceğini de eklemişti. Rabia gitmeyi tercih etti.
Artık özgürlüğe yürüyor Rabia..
Küçük bir eve yerleşti. Bundan sonra Rabia için
günler, başka zorlukları da peşine takmış özgürlüğüyle beraber gelmişlerdi. Rabiatül Adeviyye her
an Rabbine adamıştı ömrünün geri kalanını. Yalnız
onu tesbih ediyor, yalnız onu inkiyad ediyor, ondan
başka dost bilmiyordu. Bir gün ve gecesinde bin
rekat namaz kılıyordu.
Bir gece namaz kılmak için seccadesini sermiş,
namazını bitirdikten sonra şöyle bir duada bulunmuştu: ‘’Ya Rabbi, şu vakitte birçok kimse uyudu,
mayıs-haziran 2014
49
birçoğu sevdiğine gitti, ben de sana geldim, çünkü benim sevdiğim sensin.’’ Sonra zikir başladı ve
seccade üzerinde zikrini çekerken uyuya kaldı. Bir
hırsız girmişti evine, biraz bakındı sağına soluna,
eşyaların yok denecek kadar az ve eski olması fakir birinin eviymiş diye düşündürdü. Ama birkaç
parça eşya almadan çıkmak da istemedi. Torbasına
doldurduğu birkaç parça eşya ile tam evden çıkacakken bir de baktı ki kapı yok! Her yer duvardı.
Aldıklarını oraya bıraktı ve tekrar döndüğünde kapı
oradaydı. Tekrar torbasına doldurdu eşyaları fakat
baktığında kapı yine yoktu. Bu işlemi tam üç kez
tekrarladı. Ancak tam o sırada duvarlardan gelen
ses onu irkiltti. ‘’Ey hırsız, seven uyudu ama sevilen
ayakta!” Hırsız kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.
Rabia nefsine hiç hizmet etmezdi. Sık sık oruç tutup, kefenini hep yanında taşırdı, onun üzerinde
secde ederdi. Öyle afaki konuşmalardan hoşlanmaz,
neredeyse kimse konuştuğunu göremezdi. Tüm bu
yaşadıklarından sonra ona ikinci Meryem sıfatını
layık bulmuşlardı. Rabia son derece tevekkül ve
sabır sahibi idi. Dünyaya hiçbir kıymet vermez Rabbinin rızasından başka bir şey düşünmez, gecesi
ve gündüzünü, mahbubuna ayırırdı. Hayatı boyun-
50
mayıs-haziran 2014
ca türlü eziyetlere ve işkencelere maruz kalmasına
rağmen, imanından dönmemiş gözlerine Rabbinden başka hayal girmemiştir. Kimi büyük yazarlar,
âlimler Rabia’nın yaşamış olduğu hayatı yaşanılamaz bir hayat olduğunu dile dökmüşlerdir. Dünyanın aldatıcılığını çok iyi bilen Rabia, asla yanında
dünya meselelerini konuşmaz ve konuşturtmazdı.
‘’Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?’’ dediklerinde, ‘’ Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk edip ve
ebedi olanın dostluğunu istemekle ‘’ buyurdu.
İslam tasavvufu sufi şairlerin en önemli isimlerinden ve aynı zamanda ilk Zahidelerinden biriydi.
İlahi öğretisi kendisinden sonra gelen sufi şairleri
epey etkilemiştir. Süfyan-ı Sevri ve hasan-ı Basri
ondan feyz alırlardı. Döneminin şeyhleri, mürşitleri Rabiatül Adeviyye’ yi ziyaret edip sohbet meclislerinden ve onun engin bilgilerinden yararlanmak
istemişlerdir. XVIII. yüzyılda yaşamış olan Rabia
752’de Kudüs’ te vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine Tur
Dağına defnedilmiştir. Köle olarak başladığı hayatını özgür olarak bitirdiğinden o zamandan beri
özgürlüğün simgesi olmuş ve bugün Mısır’da yine
kendisi gibi özgür olmak isteyenler, bir meydana
Rabiatül Adeviyye adını vererek onu unutturmamaya devam etmektedirler.
Çeviren: Asena Elif Akgül
EKONOMİ
[email protected]
Adam Smıth’le
Hesaplaşmak
Kitabında endüstrileşen
ülkelerde ileri kapitalizmin
faydaları hakkındaki daha
eski varsayımları ve keskin bir
şekilde artan servet eşitsizliği
hakkındaki öngörüleri,
adalet ve hakkaniyet temelli
demokratik değerler üzerindeki
derin ve zararlı etkileri
çerçevesinde irdeliyor.
Thomas Piketty 1989 yılında Berlin Duvarı yıkıldığında 18 yaşına girmişti. Bu yüzden on yıllar süren komünizmin erdemleri ve kusurları hakkındaki Fransız entellektüel tartışmanın işkencesinden
kurtulmuş oldu. Piketty Sovyet İmparatorluğu’nun
çöküşünden sonra, 1990’larının başında yakın bir
arkadaşıyla Romanya’ya yaptığı bir geziyi hatırlıyor.
Piketty “Bu gezide boş dükkanları ve sokakta hiçbir şey yapmadan takılan insanları gördükten sonra
insanlardaki bu tembel antikapitalist retoriğe karşı bağışıklık kazandım. Bu durum benim için şunu
netleştirdi: Özel mülkiyete ve pazar kurumlarına
sadece ekonomik verimlilik için değil kişisel özgürlüğümüz için de ihtiyacımız var” diyor.
Fakat onun komünizmle ilgili yaşadığı bu hayal kırıklığı, kapitalizmin “demir kurallar”ını açıklamaya
çalışan Karl Marx’ın entellektüel mirasına sırtını
çevirdiği anlamına gelmez. Marx gibi o da şiddetle
başıboş kapitalizmin ürettiği ekonomik ve sosyal
eşitsizliklerin eleştirisini yapıyor ve daha da kötüleşmeye devam edeceğini söylüyor. Piketty “Benim
bulunduğum nesil için Komünist Parti’nin herhangi
mayıs-haziran 2014
51
EKONOMİ
bir cezbedici yanı yoktu. Ben bunun için çok gençtim” diyor. Piketty bunları Paris Ekonomi Okulu’nun
küçük ve havasız ofisindeki uzun bir röportajda
anlatıyor: “Bu yüzden taze bir gözle kapitalizm ve
eşitsizlik hakkındaki büyük meseleleri yeniden ele
almak benim için daha kolay oldu. Çünkü ben bu
dövüş için gerçekten çok gençtim. Kendimi kapitalist ya da komünist olarak tanımlamak zorunda
değilim.”
Körfez Savaşı ona
“hükümetlerin istedikleri zaman
servet dağılımını yeniden
düzenlemek adına birçok şey
yapabildiği” gerçeğini gösterdi.
Saddam Hüseyin’e karşı
Kuveyt ve Kuveyt petrolleri
üzerinden elini çekmesi için
hızlı bir müdahale yapılması,
olağanüstü bir ortak siyasi
irade gösterisiydi diye Piketty
görüş beyan ediyor.
52
mayıs-haziran 2014
Onun yeni kitabı “XXI. Yüzyıl’da Sermaye” (Harvard
Üniversitesi Yayınları) başlığını taşıyor. Piketty, 42
yaşında, en azından ekonomi dünyasında satış rekorları kıran bu kitabı yazdı. Kitabında endüstrileşen ülkelerde ileri kapitalizmin faydaları hakkındaki
daha eski varsayımları ve keskin bir şekilde artan
servet eşitsizliği hakkındaki öngörüleri, adalet ve
hakkaniyet temelli demokratik değerler üzerindeki
derin ve zararlı etkileri çerçevesinde irdeliyor.
Dünya Bankası’nın resmî ekonomisti Branko Mılanovic onun eseri için “ekonomik düşüncede dönüm
noktası olan kitaplardan biri” diyor. Nobel ödüllü
ekonomist ve aynı zamanda New York Times’ın köşe
yazarlarından biri olan Paul Krugman da şöyle yazdı: “Bu, yılın, belki de on yılın en önemli ekonomi kitabı olacak”. Zor konular içeren bir kitap için
olağanüstü bir şekilde NY Times’ın en çok satanlar
listesine girdi bile.
“21. Yüzyıl’da Kapital” başlığı ile Marx’ın “Das Kapital” ini yankılayan Piketty selefleri Smith ve Marx
tarafından yazılan ekonomi politiğin iktisat tarihine bir tür geri dönüş yapıyor. Bu batılı toplumları ve onlara dayanak oluşturan ekonomik kuralları
anlamaya çalışan geniş bir çabadan başka bir şey
değildir. Piketty kitabında, “servet bütün tekneleri
yükseltir” düşüncesini çürüterek demokratik hükümetlere zengin ve fakir arasında artan boşluğu
gösterme mücadelesine girişmiştir. Geçtiğimiz günlerde bu eşitsizlik teması hem Papa Francis hem de
Başkan Obama’yı harekete geçirdi ve sonuçlarıyla
ilgili uyarılarda bulunmalarına neden oldu.
Piketty -pii-ket-ii olarak telaffuz edilir- geleneksel
Fransa’yı altüst eden 1968 gösterilerinin bir parçası
olan sol görüşlü bir ailenin içinde, siyasetin çok
konuşulduğu bir evde büyüdü. Ailesi daha sonra
keçi büyütmek için Güney Fransa’nın içlerinde olan
Aude’e gitti. Ailesi hakkında konuşmak istemiyor.
Ona göre kendi neslinin “kurucu deneyimleri” olan
komünizmin çöküşü, Doğu Avrupa ekonomisinin
gerileyişi ve 1991’de olan 1. Körfez Savaşı konuşulması gereken daha ilgili ve önemli konulardır.
Bu olaylar onu ekonomik fikirlerin kötü sonuçlar
doğurduğu bir dünyayı anlamaya yöneltti. Körfez
Savaşı ona “hükümetlerin istedikleri zaman servet
dağılımını yeniden düzenlemek adına birçok şey
yapabildiği” gerçeğini gösterdi. Saddam Hüseyin’e
karşı Kuveyt ve Kuveyt petrolleri üzerinden elini
çekmesi için hızlı bir müdahale yapılması, olağanüstü bir ortak siyasi irade gösterisiydi diye Piketty
görüş beyan ediyor :“Eğer petrolün geri döndürülmesi için birkaç ay içinde bir milyon asker gönderebiliyorsak, zannediyorum ki vergi cennetleri hakkında da bir şeyler yapabiliriz.”
“İngiliz Kanal’ında seyrek nüfuslu bir vergi cenneti olan Guernsy ‘e asker göndermek ister misiniz?”
diyerek Piketty konuşmasını yumuşak bir şekilde ve
nadiren gülerek devam ettiriyor: “Biz bunu yapmak
zorunda bile değiliz. Temel ticaret politikaları, ticari müeyyideler işi hemen görecektir.”
18 yaşında ve zirvede bir öğrenci olarak, Fransız elitlerine karşı bir yaklaşımı olmayan Piketty, École Normale Supérieure’e kabul edildi. Ödül kazanan, servetin yeniden dağıtılması teorisi üzerine olan doktora
çalışmasını 22 yaşında tamamladı. Massachusets
Teknoloji Enstitüsüne ekonomi öğretmeye gitti fakat
iki yıl sonra Amerika’daki ekonomi çalışmaları onu
hayal kırıklığına uğrattığı için Fransa’ya döndü.
1. Dünya Savaşı, Büyük
Bunalım ve 2. Dünya Savaşı
özellikle Avrupa’da özel
sermayenin dev birikimlerini
yok etmiştir. Fransızların “les
trentes glorieusses” dediği
sıçrama savaştan sonra aşağı
yukarı 30 yıl süren hızlı
ekonomik büyüme ve azalan
eşitsizliğe tekabül eder.
“Doktora çalışmam daha çok saf ekonomi teorisi
hakkındaydı. Çünkü benim için yapılması en kolay
şey buydu, MIT’de ekonomi teorisi yapan genç bir
asistan profesör olarak ücretli çalışıyordum. Bunu
yaparken genç ve başarılı olduğum için işim kolaylaşıyordu. Ama ben hızla fark ettim ki gelir ve
servet hakkındaki tarihsel verileri toplamak için
daha fazla çaba gerekiyordu. Bunu yapmaya başladım. Akademik ekonomi daha çok ekonometri ve
istatistiksel ara değer bulma tekniklerine odaklanır.
Daha büyük sorular sormaya ve hatta düşünmeye
yeltenemezsiniz.”
Amerikalı ekonomistler daha çok cevaplayabilecekleri sorularla kendilerini sınırlar. Ama bu sorular
çoğu zaman ilgi çekici değildir diyen Piketty “Gerçek bir kitap yazmak herkesin sorabileceği soruları
gündeme getirmek anlamına gelir. Benim seçtiğim
kendi sorularım değildi. Ben öncü bir tavırla önemli
konuları ele almak zorundaydım. Bundan kaçamazdım” diye ekliyor.
Piketty üniversitelerin ekonomi departmanlarının
dar bakışlılığından nefret ediyor. Bu yüzden ekonomi kadar tarih de içeren geniş çaplı bir kitap yazarak genel okuyucunun da ilgisini çekme amacını
güttü.
Edebiyattan da çekinmedi ve Jane Austen ve
Balzac’ın realist romanlarındaki toplum tanımlamalarından ilhamlar aldı. Bu hikayelerde servete ulaşmanın en iyi yolu zekice yapılmış bir evliliktir. Herkes miras bırakılan toprak ve gelirin iyi bir yaşam
için tek yol olduğunu biliyordu. Çünkü tek başına
mayıs-haziran 2014
53
EKONOMİ
iş gücü yeterli geliri üretemeyecektir. Piketty bu
varsayımın nasıl değişmiş olduğuna hayret ediyor.
Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden Emmanuel Saez ile işbirliği halinde Fransa üzerindeki
çalışmasını Amerika’yı da ekleyerek genişlettiğinde
şunu görüyor: 20. Yüzyıl’ın başlarındaki örneklerde
en üst basamaktaki dağılımın yüzde 10’u kira gelirleri, kâr gelirleri ve faiz gelirlerinden ibaretti.
Bu dağıtım vaziyeti 1970’lerden 1990’ların başına
doğru değişmeye başladı.
1990’ların sonunda bu konu üstünde çalışmaya
başladığında “Uzun ve kalıcı olmayan bir sürecin
içinde olduğumuzu, önceki dengenin yönergelerine
yavaştan geri dönüyor olduğumuzu fark etmem bayağı zamanımı aldı. Bunu tam anlamıyla netleştirmenin bir yolu yoktu, var olan 20 yılın verilerinin
eklenmesi savaş sonrası (I.Körfez Savaşı) dönemi
anlamakta büyük bir fark yaratıyordu” diyor.
Modern bilgisayarların gücü tarafından desteklenen
bulgular, servetin birikimine dair ve gelişmiş endüstri ülkelerindeki ekonomik büyümeye dair yüzlerce yılın istatistiğine dayandırılmıştır. Daha basit
ifade etmek gerekirse sermaye gelirinin büyüme
54
mayıs-haziran 2014
oranı çoğu zaman ekonominin büyüme oranından
fazladır. Bu aynı zamanda, nadir olarak ortalama
ekonomik aktivitelerden daha hızlı artan maaş gelirlerinin nispeten düşeceği anlamına gelir. Nüfus
ve ekonomi yavaşça büyürken, eşitsizlik çok daha
hızlı bir şekilde artar.
Eşitsizliğin azaldığı savaş sonrası ekonomilerinin
bu farkının nedeni tarihi yıkımlardır. 1. Dünya Savaşı, Büyük Bunalım ve 2. Dünya Savaşı özellikle
Avrupa’da özel sermayenin dev birikimlerini yok etmiştir. Fransızların “les trentes glorieusses” dediği
sıçrama savaştan sonra aşağı yukarı 30 yıl süren
hızlı ekonomik büyüme ve azalan eşitsizliğe tekabül eder. Amerikan eğrisi tabi ki daha az şekil değiştirmiştir çünkü savaş başka yerdeydi.
Normalden daha yüksek bir nüfus oranı ve ekonomik büyüme, servet üzerindeki vergilerin arttırılmasıyla birlikte, eşitsizliği azaltmaya yardım etti.
Fakat 1950 ve 1960’ların eşitsizliğin kendi kendine
durağanlaşacağını ve azalacağını söyleyen profesyonel ve siyasi varsayımlarının da bir yanılsama
olduğu kanıtlandı. Ekonomik büyüme oranlarının
yılda yüzde 1,5 ve sermayeden gelen kârın yılda
yüzde 4-5 olduğu geleneksel modele geri döndük.
Böylelikle, eşitsizlik, Reagan ve Thacter’ın zenginlere vergi kesintileri teorisi yardımıyla, hızlı adımlarla kendini göstermeye başlamıştı. Yani “yukarıdan aşağıya dizayn edilen”(trickle-down) ekonomi
teorisi doğru olabilirdi ” Piketty rahatlıkla “ancak
bunun yanlış olduğu ortaya çıktı” diyor.
Fakat Kolombiya Üniversitesi ekonomisti Joseph
E.Stiglitz gibi, aşırı eşitsizliğin bizim demokratik
kurumlarımıza karşı bir tehdit olacağını Piketty ileri sürüyor. Demokrasi sadece ‘Bir vatandaş bir oy’
demek değildir, demokrasi bir fırsat eşitliği teminatıdır da diyor.
Piketty’nin çalışması hem marksizmle hem de
‘laissez-faire’(bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler)
ekonomileriyle mücadele ediyor. Piketty uyum ve
adaletin galip gelmesi için ikisi de saf ekonomik
güçlere güveniyor diyor. Marx, sermaye üzerinden
sağlanan kazanç oranının, sistemdeki çelişkiler yüzünden, neredeyse sıfıra düşeceğini, bunun çöküş
ve devrim getireceğini varsayıyordu. Piketty bunun
aksini söylüyor: “Sermayeden gelen kazanç oranı
sonsuza kadar büyüme oranından büyük olabilir. Bu
vaziyet insanlık tarihi boyunca varlığını göstermiştir ve bunun gelecekte de böyle devam edeceğine
inanmamızı sağlayan iyi nedenler mevcuttur.”
“Gelirde son derece yüksek bir eşitsizlik söz konusuysa bir demokratik sistemin çalışması çok zordur.
Çünkü bu eşitsizlik siyaseti de etkileyerek bilgi ve
enformasyonun üretimine yansır. 20. Yüzyıldan çıkarılması gereken en büyük derslerden biri de 19.
yüzyılın eşitsizliğinin daha fazla büyümesine ihtiyacımız olmadığıdır” diyor. Fakat o kapitalist dünyanın tekrar başa geldiği sonucuna varıyor.
2012’de Amerikan toplumunun en zengini olan
yüzde 1’i milli gelirin yüzde 22.5’ini toparladı. Bu
1928’den beri en yüksek seviyedir. Amerika’nın şu
anki en zengin yüzde 10’luk kesimi, Yaldızlı Çağ’ın
sonu olan 1913 ile karşılaştırılırsa pastanın daha
büyük bir dilimine sahiptir. Ve bu milli servetin
yüzde 70’ine karşılık gelmektedir. Bu servetin yarısı
da zirvedeki yüzde 1’lik kesime aittir.
11,13 ve 16 yaşlarında 3 kız çocuğu olan Piketty
bir devrimci değil. Herhangi bir partiye üye veya
herhangi bir siyasetçiye hizmet eden bir ekonomi
danışmanı da değil. O kendisini yalnızca verileri takip eden bir pragmatist olarak tanımlıyor.
Fakat çalışmalarının siyasi olduğunu kabul ediyor
ve şu günlerde rağbet gören büyük ücret düzenlemelerini son derece eleştiriyor. “İhtiyacınızın 10
milyon dolarlık kıdem tazminatı alacak insanlar olduğu düşüncesi saf bir ideolojidir.”
Piketty’e göre eşitsizlik, artan vergilendirme ve diğer önlemlerle bireysel girişimi ve servet üretimini arttırdığı sürece ve böylece toplumdaki herkesi
daha iyi hale getirdiği ölçüde kabul edilebilirdir.
Piketty “Ortak çıkar gözetildiği sürece benim eşitsizlikle ilgili hiçbir problemim yok” diyor.
Beraber çalıştığı Saze onun büyük bir mükemmeliyetçilikle büyük bir sabırsızlığı bir araya getirdiğini
söylüyor. Çünkü her şeyin hem en iyi hem de en
hızlı şekilde yapılmasını istiyor diyor ve sonra ekliyor : “Thomas Piketty ekonomi hakkında inanılmaz
bir sezgiye sahiptir.”
Piketty kitabının son bölümünde siyasi fikirlerinden
bahsediyor. Servet üzerindeki artan oranlı küresel
verginin (borç hariç), verimsiz hükümetlerin elinde tutulmasından ziyade daha az sermayeye sahip
olanlara yeniden dağıtılmasıyla ilerlemenin iyi
olacağını savunuyor. Biz yalnızca vergi bütçesinin
adaletli ve kullanışlı paylaşılmasını istiyoruz diyor.
“Net servet, ödeme kabiliyeti konusunda tek başına
gelirden daha iyi bir göstergedir. Ben nüfusun daha
az servete sahip dörtte üçünü hatta yarısını oluşturan insanlardan alınan mülk vergisinin azaltılmasını öne sürüyorum” diyor.
Bir yıl önce yayınlanan kitap pek çok eleştiriye
sahip. Özellikle Piketty’nin siyasi reçeteleri siyasî
toyluk olarak adlandırılıyor. Ayrıca eleştirmenler
sermayedeki bazı artışların tamamen mirasla değil,
yaşlanan nüfus ve savaş sonrası emeklilik planlarının da katkısıyla oluştuğuna dikkat çekiyorlar.
Piketty daha fazla eleştiri geleceğinden emin ve
bunu memnuniyetle karşılayacağını söylüyor: “Ben
kesinlikle tartışmayı sabırsızlıkla bekliyorum.”
(NYT, Steven Erlanger, Taking On Adam Smith
(and Karl Marx), 19 Nisan 2014)
mayıs-haziran 2014
55
Deniz Akgüner
EKONOMİ
[email protected]
Uluslararası
Piyasalarda 2014
Yazına Girerken
Siyasi tartışmalar bir yana, Türkiye’deki koridor faiz bandı sistemi
yüzde 8’in altına neredeyse hiç düşürülmezken Amerika, Avrupa ve
Japonya’da uzun yıllardır faizin yüzde 1’in altında seyretmesinin
en büyük göstergesi, bizimki gibi gelişmekte olan ekonomilerle
gelişmiş kabul edilen ülkelerin ekonomileri arasındaki piyasa
güvenilirliği farkıdır.
Dünya piyaslarını finansal fırsatlar için değerlendirdiğimizde, daha önceki aylara göre sakin seyreden Mayıs’ta en dikkat çekici gelişme FED’in yüzde
dört (4%) oranında uzun dönem faiz beklentisine
56
mayıs-haziran 2014
rağmen piyasanın Amerikan bonolarını çok düşük
faizle fiyatlaması oldu. Hisse senetlerinin 2014’te
nötr ve negatif seyretmesi de çok olumlu bir 2013
geçiren Amerikan ekonomisinde büyümenin duraca-
ğı veya en azından yavaşlayacağı ve bunu müteakiben faizlerin düşük tutulması gerekeceği inancını
kuvvetlendirdi.
Son zamanlarda alevlenen Enflasyon ve Faiz arasındaki ilişkiye ışık tutması açısından da bu fenomeni
ele alabiliriz. Siyasi tartışmalar bir yana, Türkiye’deki koridor faiz bandı sistemi yüzde 8’in altına
neredeyse hiç düşürülmezken Amerika, Avrupa ve
Japonya’da uzun yıllardır faizin yüzde 1’in altında
seyretmesinin en büyük göstergesi, bizimki gibi
gelişmekte olan ekonomilerle gelişmiş kabul edilen
ülkelerin ekonomileri arasındaki piyasa güvenilirliği farkıdır. GDP (Gayri Safi Milli Hasıla), coğrafi konum ve yatırım imkanları gibi kriterlerde bize daha
yakın Avrupa ülkeleriyle de bir kıyas yaptığımızda,
iflasın eşiğinden dönmüş ve bizden ciddi derecede
küçük olan Yunan ekonomisinde bile hazine bonolarının önerdiği faiz Türkiye’nin yeniden altına
inmiştir (the Economist dergisinden bütün dünyadaki haftalık bono faizlerini takip edebilirsiniz). Bu
AB kurtarma planının bir etkisidir ve AB’ye ihtiyacı
olmadığını dünyaya anlatmaya çalışan Türkiye’ye
olan piyasa güveninin ne kadar düşük olduğunu
vurgulaması yönünden manidardır.
1) Gezi protestolarından Maden facialarına kadar
hemen her toplumsal olayda hükümetin ve bürokrasinin her kademesinin gösterdiği korkunç ve
gelişmiş dünyada asla affedilmeyecek insan hakları ve ahlak zaafiyetleri, 2) Adaletsiz Yargılamalar,
3) Basın ve Bilgi Özgürlüğünün kısıtlanması ve 4)
Dünyadaki de facto durum ve genel geçer eğilimlerle tamamen çelişen bir dizi dış politika hataları
sonucunda Türkiye güven veren ekonomi olma özelliğini şu anda tamamen yitirmiştir. Buna itiraz olarak denebilir ki son 50 yılda ne zaman Türkiye güçlü
bir ekonomi olarak kabul edildi, ve bu da bence çok
parti dönemimizin gerçek utanç tablosudur.
Yine finansal olarak meseleyi ele aldığımızda, Yüzde 9 ve üzeri faizin ne anlama geldiği açıktır. Türkiye gelişmiş rakipleri yüzde 1’le borçlanabilirken
modern dünyada devlet ekonomisinin en büyük
dinamiği olan tahvil arzlarına kafadan yüzde 8 dezavantajla başlamaktadır. Eğer merkez bankası ben
gelişmiş dünyayla eşit şartlarla mücadele etmek
istiyorum deyip faizi yüzde 1’lere çekmeye kalksa,
Türk ekonomisinin bugün her ekonomi gibi bağımlı
ve hatta bizim durumumuzda muhtaç olduğu yabancı sermaye aniden kendini Türkiye’den çeker ve
ekonomimiz kendini savaş yıllarındakine benzer bir
sefaletin içinde bulur. Fakat faizi bu kadar yüksek
oranda tutmanın daha önceki yazılarımızda açıkladığımız gibi çok acı bir reçetesi vardır. Yüzde 9’lardan başlayan her tahvil ihalesi büyük ekonomilere
nazaran yüzde 8 daha fazla para arzı yapacağımızın
bir beyanıdır ve bu kaçınılmaz enflasyondur. Böyle
bir durumda aradaki farkın kapanması için, Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin, rakiplerden yılda
en az yüzde 8 daha fazla kar yaratabilmesi gerekir
ki böyle bir teknolojik ve finansal üstünlük küresel
dünyada hiçbir ekonomide yoktur.
Sonuç olarak Türk lirasının değer kazanabilmesi
ve Türkiye’deki kişi başına milli gelirin gelişmiş ve
mutlu dünyayla rekabet edebilir hale gelmesi, yetenekli insanların Türkiye’de çalışmak isteyebilmesi
için dünya dinamiklerine duyarlı, çağı yakalayabilen bir politik ve ekonomik zihniyet şarttır. İnsan
hayatının değeri, iyi ahlak, adalet, dürüstlük, hukuk ve fırsat eşitliği gibi çok temel konulara çöküş
dönemi Osmanlı saray geleneklerini ve 19.yüzyıl
diktatörlüklerini andıran havalarda yaklaşmak, bütün dünyanın Türkiye’yi izole etmesi ve küresel ekonomik pastanın dışında bırakmasına yol açar. Tüm
dünyanın çok endişeli bakışlarını üzerimize çekmeyi başardığımız bugünleri de içine alan önümüzdeki
1-2 yıllık dönem, Türk halkının demokrasiyi ve mutluluğu mu yoksa Ortadoğu’nun ortaçağ sefaletini mi
hak ettiğini ispatlaması yönünden çok önemli bir
sınav olacaktır. mayıs-haziran 2014
57
Gülmelek Alev
Nufüs Sureti
[email protected]
Milli Kalkınma
Partisi’nin Kuruluş
İdeolojisi
Partisini ekonomik, siyasi
ve ahlaki prensiplerden
oluşan üçayağa oturtmuş
olan Demirağ, ekonomik
anlamda liberalizmi ve ferdi
teşebbüsü benimserken, siyasi
prensiplerini Milliyetçilik,
Demokrasi ve Parlementarizm
olarak belirtmektedir.
Bir önceki sayıdaki yazının devamıdır...
Parti Temmuz ayında kurulmuştur, ancak basın ve
kamuoyunda eğlenceyle takip edilmiştir. İç ve dış
basın, demokratikleşme hareketinin başlangıcı olduğunu düşündüğü için MKP’ye ilgi göstermiştir,
ancak daha önce de belirttiğimiz gibi siyaset deneyimi olmayan üyelerden oluşuyor olması ve bu üyeler
arasında da çıkar çatışmalarının yaşanıyor olmasının
verdiği tecrübesizlikle eleştirilmiş ve DP’nin gölgesinde kalmıştır. Nuri Demirağ, liberalizmin gelişmesinin
sağlanabilmesi için bir muhalefetin var olması gerektiğine inandığından kurduğunu iddia ettiği MKP’nin
iktidarı hedeflemediğini de dile getirmiştir. Partisini ekonomik, siyasi ve ahlaki prensiplerden oluşan
üçayağa oturtmuş olan Demirağ, ekonomik anlamda
58
mayıs-haziran 2014
liberalizmi ve ferdi teşebbüsü benimserken, siyasi
prensiplerini Milliyetçilik, Demokrasi ve Parlementarizm olarak belirtmektedir. Ahlaki olarak da - kurduğu
bütün kurum ve organizasyonlarda uyulmasını beklediği- altı prensip sıralar:
“Nuri Demirağ Mektebinin Şakirdlerine,
İşretten, oyundan (Kumar), iffetsizlikten, eğrilikten,
tembellikten, zulümkârlıktan
Sakınınız!
Bu altı kanatta yazılı altı nevi fenalığı havada, denizde ve karada yapmayacağımıza, yapanları gücümün
yettiği, dilimin döndüğü kadar uğraşarak yaptırmamaya çalışacağıma, namusum, vicdanım, şerefim,
varlığım, benliğim, hulasa vatanım ve öz Türklüğüm
namına and içiyorum. Ömrüm boyunca bu sayılı fenalıklardan herhangi birini işlersem ve başkalarının
fenalıklarını da usanmadan asla fütur getirmeden
telkin ve men’e çalışmazsam gökler başıma yıkılsın,
yerler beni yutsun, ırmaklar ve denizler beni boğsun.
Hasılı her türlü felaket beni yok etsin2.”
Bu ahlaki kuralları belirlerken aslında Demirağ, partisinin ve kurduğu her kurumun nasıl üyelerden ve
öğrencilerden oluşmadığını dile getirerek, bu örgütlenmeler dışında kalanları ötekileştirmektedir.
Bu söylemlere bakılırsa Demirağ’ın da tek tip insan
yaratmayı amaçladığı ve bunu oluşturduğu eğitim
kurumları aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedeflediğini
görmekteyiz. Siyasal ve ekonomik anlamda demokrasinin kurulması gerektiğini ileri sürerken, bireysel
anlamda tek boyutlu cemaat bireyleri yaratarak kendisiyle çelişmektedir.
Milli Kalkınma Partisi Kuruluyor...
İsmet İnönü’nün çok partili hayata geçilmesi gerektiğini ifade eden nutkundan hemen sonra parti kurmak
için Valilik’e dilekçe gönderen Demirağ’ın talebi, parti
tüzüğünde Ayan Meclisi kurulması, kuvvetler birliği
ilkesinin reddi, cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi gibi Anayasaya aykırı hükümler
bulunduğu gerekçesiyle, İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir3. Bunun üzerine 5 Eylül 1945’te Başbakan
Şükrü Saraçoğlu MKP’nin kurulmasına izin verdiğini,
tek dereceli seçim, üniversite özerkliği gibi taleplere
hükümetin karşı çıkmadığını belirtmiştir4. İçişleri
Bakanlığı’nın belirttiği değişiklikler de yapıldıktan
sonra hükümet de 22 Eylül’de resmi izni verince 27
Ekim’de törenle MKP açılmıştır. İstanbul merkez olmak üzere, İzmir, Adana, Eskişehir, Edirne, Kütahya,
Elazığ, Ayvalık, Gölcük, Beykoz, Ortaköy, Rami, Çatalca, Kartal, Babaeski, Vize, Pınarhisar, Hayrabolu, Çorlu, Karaman ve Bolvadin, Çanakkale’de Bayramiç, Ayvacık, Lapseki, Ecebat’ta, Giresun, Bursa ve Ankara’da
örgütlenmiştir5. MKP’nin ilk katıldığı seçim ise 26
Mayıs 1946 yılında gerçekleştirilen yerel seçimlerdir.
DP seçimlere katılmayacağını daha önce belirttiğinden tek muhalefet partisi olarak MKP bu seçimlerde
boy göstermiştir. Yerel seçimler için başlattığı seçim
propagandasında MKP’nin halkın, gençlerin ve köylünün partisi olduğu söyleniyor ve CHP karşıtlığı içinde
olan kesimlerin desteğinin alınması hedefleniyordu.
Partinin asıl kazanmak istediği bölge İstanbul’du.
Bu nedenle İstanbul’a yönelik vaatlerde bulunuyordu
(Sarayburnu ile Üsküdar arasına köprü yapmak gibi).
Muhalif gazeteler ise seçimler boyunca MKP’yi işaret
etmemelerine rağmen CHP belediyelerinin olumsuz
yönlerine işaret ederek vatandaşların seçimlere iştirak etmelerini telkin ediyorlardı6. MKP, seçim günü
seçimlere fesat karıştırıldığını ve hükümetin taraf
tuttuğunu ileri sürerek İstanbul’daki seçimlerden çekildiğini açıklamıştır. İstanbul dışında İzmir, Adana,
Urfa, Hatay ve Çanakkale’de seçimlere katılan MKP,
Urfa’da, Adana’nın Osmaniye ilçesinde ve Hatay’ın
Ürdün bucağında seçimleri kazanmıştır ve Kırıkkale’de
22 kişilik belediye meclisine 6 MKP adayı girmiştir7.
21 Temmuz 1946 genel seçimlerine de katılmış, ancak
Nuri Demirağ adaylığını koymamıştır. Bu seçimlerdeki
rekabet daha çok CHP ve DP arasında gerçekleşmiş, iki
parti de MKP’yi hedef alacak şekilde davranmamıştır.
MKP ile 1950 seçimlerinden de olumlu sonuç elde
edemeyen Demirağ 1954 seçimlerine DP listesinden
İstanbul milletvekili seçilmiştir. Böylece MKP ilk kez
mecliste temsil edilebilmiştir. DP listesinden bağımsız milletvekili olarak adaylığını koyması ise,“DP ile
anti demokratik kanunların lağvı, yerine demokratik
kanunların ikamesi, Anayasa tadilatı, Ayan Meclisinin
teşkili, İstinaf Mahkemeleri teşkilatı, sanayicilerden
doğrudan doğruya alınan imalat muamele vergisinin
kaldırılması, şahsi teşebbüse geniş ölçüde yer verilmesi konularında mutabık kalmalarından kaynaklanmaktadır8.”
Ancak, Demirağ, meclise girdikten sonra kendisine
verilen vaatlerin tutulmadığını görünce muhalefete
geçerek DP’yi de eleştirmeye başlamıştır9.
Parti Nizamnamesinden...
Partinin kuruluş amacı, geleneklere sırt çevirmeden,
zamanın gerektirdiği ilerlemeleri kaydetmek ve halkın layık olduğu refahı sağlamak olarak belirlenmiştir. Ahlak ve vazifeye büyük önem verilmiştir. Parti
programı bulunmayan MKP’nin nizamnamesinde 38
madde bulunmaktadır ve parti programı niteliğindedir. Nizamnamenin ilk maddesi kimlerin bu partiye
üye olabileceğine ilişkindir. 22 yaşını doldurmuş her
vatandaşın partiye üye olabileceğini belirten ilgili
maddeye göre,
“muhtelif kanaatlere bürünerek mütereddi haleti ruhiye taşıyanlar, sözü ile işi arasında tezat bulunanlar,
parti umdelerine aykırı hareket edenler, memleket
zararına kötü şan ve şöhretle tanınanlar, görevlerini
kötüye kullanan memurlarla çıkar ilişkisi zannı altında bulunanların partiye alınabilmeleri için “haysiyet
divanı huzurunda nefis terbiyesinden geçmeleri gerekmektedir10.””
Tek bir ahlaki anlayışa sahip bireylerin partiye katılabileceğinin altını çizen ilk madde partinin güvenilir
kişilerden meydana geldiğinin kamuoyuna inandırılması için yazılmıştır. Nizamnamenin devamında ise,
askerlerin, hâkimlerin ve diğer memurların tarafsız
olması, dolayısıyla herhangi bir siyasal partiye üye
olmaması gerektiği, en uygun yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu, seçim sisteminin tek dereceli olması,
mayıs-haziran 2014
59
Nufüs Sureti
bağımsız bir seçim kurulunun oluşturulması, cumhurbaşkanının 5 yıl süre için halk tarafından seçilmesi,
ikinci bir meclis olarak Ayan Meclisi’nin kurulması,
dil konusunda herhangi bir zorlamaya gidilmemesi
gerektiği, kendi haline bırakıldığında değişikliklerin
kendiliğinden meydana gelebileceği, ahlak ve milli
değerlerin öğretildiği milli bir eğitimin oluşturulması, ekonomik anlamda medeni dünyaya (Batı kastediliyor) ulaşabilmek için sanayi ve ticarette serbest
rekabet esasının uygulanması, Türk parasının değerini artırılması, milli emanet olarak kabul edilen kişisel servetlerin israf edilmesine meydan verilmemesi,
herkesin varlığı oranında vergi ödemesi, sanayide,
kurumlarda, maden ve orman işletmelerinde ve bütün
ekonomik alanlarda işçilerin mesailerinde sağladıkları azami verime karşılık onların sosyal rahatlığını
sağlamak için dünyanın belli başlı ülkelerindeki işçi
kuruluşlarının örnek alınarak hakları teminat altına
alınması gerektiği, isteğe bağlı askerliğin gerekliliği
belirtilmektedir11. Partinin dış politika hedefleri nizamnamede yer almamaktadır. Demirağ, İslam BirliğiŞark Federasyonu önermektedir. Ona göre, Türkiye
sadece İslam toplumlarıyla bütünleşebilir, çünkü din,
kültür, anane ve tarihin hem ileride kurulabilecek
Avrupa Birliği’ne girmede güçlük yaratacaktır, keza,
NATO’ya zor kabul edilmiştir12.
Toplumda gerekli desteği bulamayan MKP’nin bir yayın organı olmamıştır ve Demirağ gazetecilerle partililere sık sık kuzu ziyafeti verdiği için partisi “Kuzu
Partisi” adıyla meşhur olmuştur. Henüz MKP kurulmadan önce, siyasi faaliyetlerine müsaade edilmeyen
Demirağ Birleşmiş Milletler Sekreterliğine, “Türkiye
Cumhuriyeti, halen demokrasiye geçmemiştir. İkinci
bir partiye müsaade etmediğinden, Birleşmiş Milletlere alınmaması gerekir” şeklinde yazdığı mektup sonucunda Birleşmiş Milletlerden gelen yazı üzerine İnönü
Celal Bayar’ın parti kurmasına müsaade etmiştir13. 1
Kasım 1945’te İsmet İnönü meclisin açılış konuşmasında çok partili hayata geçişin yani bir muhalefet
partisinin kurulmasının zorunlu olduğunu belirterek
MKP’nin varlığını göz ardı etmiştir. Bu nedenle de DP
için staj partisi işlevi gördüğü de düşünülmektedir.
Öte yandan, zaten kurucular arasındaki çekişmelerle
zayıflayan partinin merkezinin İstanbul’da bulunması
ve iletişim araçlarının o dönemde sınırlı olması siyasetin merkezi olan Ankara ile iletişimin zayıf olmasına neden olmuştur. Milliyetçi ve İslamcı bir bakış
açısı belirlemesine rağmen, dinci kesim de köylüler
de DP’yi desteklemiştir, çünkü Demirağ, sanayici olarak kendi yaşadığı problemler doğrultusunda siyasal
çözümler aramış, diğer toplumsal grupları göz ardı
etmiştir. Şehirlerde egemen kitle olan esnaflar, serbest meslek sahipleri, emekliler başlangıçta bu partiye ilgi duymuşlar ve Anadolu’daki parti örgütlerini
kurmuşlardır, ancak merkezle güçlü bir iletişim bağı
olmadığından kendiliklerinde dağılmışlardır14. Kurulduğundan itibaren gerekli itibarı sağlayamayan MKP,
Demirağ’ın 1957’deki ölümünün ardından genel kurul
toplantısını yapamamasından ötürü 22 Mayıs 1958’de
münfesih sayılmış ve 1961’de de Milli Birlik Komitesi
tarafından kapatılmıştır.
KAYNAKÇA
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
60
B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, a.g.e., s. 120.
[www.nuridemirag.com/ahlak.asp], Mayıs 2013.
Orhan Özacun, Orhan Özacun, “Siyaset Tarihimizde Milli Kalkınma Partisi”, ss. 205-233, [http://ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/
uploads/2013/03/ydta-02-ozacun.pdf], Mayıs 2013, s. 210.
Çağatay Benhür, “1945-1946 Yıllarında Türkiye’de Politik Gelişmelere Genel Bakış”, [http://journal.qu.edu.az/article_pdf/1006_61.pdf],
Mayıs 2013, s. 33.
Orhan Özacun, a.g.e.,ss. 212, 213.
Yasin Kayış, “1946 Belediye Seçimleri ve Basın”, ÇTTAD, Cilt: 7, Sayı: 16-17, 2008, ss. 397-419, [http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/ai/
uploaded_files/file/dergi%2016-17/22_yasin_kayis.pdf], Mayıs 2013, s. 410.
Orhan Özacun, a.g.e., s. 213.
B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, “Çok Partili Hayata Geçiş Sırasında İlk Muhalefet Partisi: Milli Kalkınma Partisi”, Cumhuriyet Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 2, 2012, ss. 113-132,[http://iibfdergi.cumhuriyet.edu.tr/archive/okpartilihayatageisonrasndalkmuhalefetpartisimillikalknmapartisi.pdf, Mayıs 2013, s. 124.
Mustafa Müjdeci, “Türk Basınında Milli Kalkınma Partisi”, [http://asosindex.com/journal-article-abstract?id=7263#.UbAinUCSJqU], Mayıs
2013, s. 7.
Orhan Özacun, a.g.e., s. 218.
A.g.e.,ss. 218-224.
B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, a.g.e., s. 120.
Hasip Uras, “Nuri Demirağ”, Türkyolu Dergisi, Mayıs 2007, [www.nuridemirag.com/haberler.asp?ID=2], Mayıs 2013.
Orhan Özacun, a.g.e., s. 232.
mayıs-haziran 2014
Gülsünay Uysal
SIĞ
[email protected]
Ölü Çocuklar
Doğuracağız
Berkin hepimizin çocukluğunu
gömdüğü bir törenle uğurlandı.
16 kiloydu can verirken. 269
gün mücadele verdi. Yaşanacak
güzel bir dünya buldu şimdi
kendine. Burası çok kirliydi.
Yaşama umudunuzu kaybetmeyin. Düşünün ki yaşadığınız ülkede her yıl 633 çocuk ölüyor. Bu ölümlerin sebepleri de önlenebilir sebepler olarak kayıtlara geçiyor. Yok hayır siz yine de yaşayın, direnin,
yaşamayı başaran çocukların hatrına olsun bu direnç. Gündem Çocuk Derneği, Türkiye’de Çocuğun
Yaşam Hakkı 2013 Raporu’nu açıkladı. Belirttiğim
gibi rapor 2013’te 633 çocuğun önlenebilir sebepler yüzünden hayatını kaybettiğini söylüyor.
BİBER GAZINDAN 8 ÇOCUK
Ayrıca 2006-2014 yılları arasında 8 çocuk biber gazı
nedeniyle hayatını kaybetti, biber gazından mağdur
olan çocuk sayısı ise 146. 1 Ocak 2013 – 31 Aralık
2013 tarihleri arasında ölümle sonuçlanan yaşam
hakkı ihlallerine yer verilen rapora göre geçen sene:
- 6 yaşındaki Efe Boz gibi sağlık, bakım, eğitim gibi
kamu hizmeti alırken en az 21 çocuk
- 13 yaşındaki Uğur Kaymaz gibi yargısız infaz sebebiyle en az 4 çocuk
- 14 yaşındaki Ceylan Önkol gibi kara mayınları ve
askeri mühimmat sebebiyle en az 5 çocuk
- 15 yaşındaki Berkin Elvan gibi toplumsal olaylar
sırasında en az 3 çocuk
- 9 yaşındaki Mert Aydın gibi şiddet sebebiyle en
az 41 çocuk
- 13 yaşındaki Ahmet Yıldız gibi iş cinayetleri sebebiyle en az 89 çocuk
- 3,5 yaşındaki Pamir Dikdik gibi kentsel ve kırsal
alanda en az 101 çocuk
yaşamını kaybetti.
YAŞANMAZ VATAN
Cemil Meriç, ‘Vatanlarını yaşanmaz bulanlar vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır’ der. Sanırım artık
bu söz karşılığını yitirdi. Efe’nin1 annesinin yerine
koyun kendinizi. 6 yaşındaydı, okulun tuvaletinde
üzerine lavabo düştü ve yaşamını yitirdi. Evet yaşanmaz bir ülke bu ülke ve ben değilim bu ülkeyi
yaşanmazlaştıran, hiç kusura bakmasın Sayın Meriç.
Bu ölümde 6 (?) kusurlu buldu adaletimiz. Sizce
Efe’nin katili kim? Hadi tüm anneler size soruyorum şimdi: Nasıl göndereceksiniz göz bebeğinizi,
canınızı, evladınızı okula! Neyin eğitimi pardon?
Ne disiplini? Eğitimli bir evladınız olsun diye canını riske atar mısınız onun? Peki ne yapacaksınız?
Evet bu ülkede yaşanmaz. Ama içiniz rahat etsin
siz değilsiniz bu ülkeyi yaşanmaz kılan. Bu ülkeyi
yaşanmaz kılan okullara, eğitim yuvalarımıza yatırım yapmak için bizden alınan vergileri gerektiği
mayıs-haziran 2014
61
çalışırken can veriyorsunuz, iş vereniniz hastaneye
götürüp araba çarptı bu çocuğa diyor.5 Bu ülke her
geçen gün daha fazla yaşanmaz evet. Unutursak
kalbimiz kurusun dedik ve Ahmet Yıldız’ın adını da
unutmamıştık, çocukken ölen, önlenebilir sebeplerden can veren çocuklar listesinde okurken.
Ve Berkin, Taksim Gezi Parkı protestoları sırasında,
16 Haziran günü, polis tarafından atılan göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi üzerine
269 gün komada kaldı ve sonra hayatını kaybetti.6
Berkin hepimizin çocukluğunu gömdüğü bir törenle
uğurlandı. 16 kiloydu can verirken. 269 gün mücadele verdi. Yaşanacak güzel bir dünya buldu şimdi
kendine. Burası çok kirliydi.
şekilde değerlendirmeyen, mülkiyet sahipliğinde
sınırları aşanlar.
Doğusunda yaşıyorsanız ülkenin, işler daha da vahim. 12 yaşındaki oğlunuz 13 kurşunla öldürülüp,
kamuoyuna ‘2 terörist öldürüldü’ diye duyurulabilir. Ardından kusurluyu ancak Avrupa İnsan hakları
Mahkemesi ilane der. Bizim adaletimiz ise o 4 polise beraat vermişti. Bizim adaletimiz? Bizim hangi
adaletimiz? Uğur da böyle öldü.2 Ceylan da onun
yaşındaydı, çobanlık yaparken parçalandı bedeni
havan mermisiyle. Takipsizlik verildi.3
Mert Aydın, 9 yaşındaydı, Kars’ta kayboldu, cesedi
çöplükte bulundu. Vali Eyüp Tepe, “Spekülatif şeylere gerek yok. Bizler de en az sizin kadar bu konuyla alakalı duyarlı olmaya çalışıyoruz. Acınızı anlıyoruz. Benim de 3 tane oğlum var. En az sizin kadar
ben de o acıyı duyabilecek durumdayım.” Dedi.4 Bazen acı duymaktan daha ağır sorumlulukların altına
girebilmeyi taahhüt ederiz hayatta. Bazı görevler
böyledir. Karşılığında da sorumluluğumuzu yerine
getirmemiz gerekir.
Diğer yandan presleme makinasının arasına kafası
sıkışan da sizin evladınız olabilir bu ülkede. Can
ucuz burada çünkü. Günlüğü 18 lira olan bir işte
ÇIĞLIK ATMASIN ÇOCUKLAR, GÖREVİNİ YAPSIN
YETKİLİLER
Burası çok kirli ve temizlemek için yetkililer hiçbir
şey yapmıyor. Çözümler aciz ve absürd. Son günlerde
kayıp çocuk sayısı ve çocuk ölümleri artınca Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam bir öneride
bulunmuş. Bunca çocuk aşkına kınamamak olmaz.
Diyor ki; Çocuklara çığlık atmasını öğretin.7 Ben çocuğuma çığlık atmasını öğretirim, peki siz vazifenizi
yerinize getirecek misiniz? Yoksa ekmek almaya giden çocuğa gaz kapsülü mü atacak sevgili güvenlik
güçlerimiz? Ben çocuğuma çığlık atmasını öğretirim
ama siz daha iyi bir çözüm bulamaz mısınız?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımızın önerisi bu
yönde, yok mu arttıran?
Vatan yaşamaz halde ama bırakıp gitmek yakışmaz
direnmek varken birlikte. Sadece çocuklar için, kızlı
erkekli evlerde, güvene güvene, gözümüzü kırpmadan barınmasına imkan yaratabileceğimiz evlatlarımız için direneceğiz. Direnmezsek ölü çocuklar
doğuracağız, diri diri öldürecekler çocuklarımızı.
Ölüm çocuğa hiç yakışmaz oysa… Hala ölmemiş
tüm çocukların 23 Nisan bayramı kutlu olsun!
KAYNAKÇA
1
2
3
4
5
6
7
62
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24844445.asp
http://www.radikal.com.tr/turkiye/aihm_ugur_kaymaz_davasinda_turkiye_yi_mahkum_etti-1178423
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/4-yil-oldu-ceylanin-katilleri-hala-bulunmadi-haberi-80287
http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/mert-ayd-n-n-otopsi-raporu-oke-etti
http://www.ntvmsnbc.com/id/25429085/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Berkin_Elvan
http://t24.com.tr/haber/aile-bakani-cocuklariniza-ciglik-atmayi-ogretin,257259
mayıs-haziran 2014
Şükran Beklim
A4-ANTRAKT
[email protected]
GÖRÜNMEYEN ORDULAR /
GERİLLA TARİHİ
Max BOOT
4000 yıldır varlığını dünyanın birçok coğrafyasında sürdüren gerilla savaşlarını derinlemesine bir araştırmayla
inceleyen akademisyen Max Boot, yüzyıllar boyunca
süren mücadelelerin başarılı sonuçlarını, başarısız
çıkarımlarını ve tarihe yön veren etkilerini Görünmeyen
Ordular’da gözler önüne seriyor. Roma-Yahudi Savaşlarından Büyük İskender’e,
Mezopotamya’nın kanlı nehirlerinden Çin’in uçsuz
bucaksız bozkırlarına, İngiltere ile İrlanda arasındaki
güç savaşlarından Haiti’nin özgürlük mücadelesine,
Garibaldi’den Arabistanlı Lawrence’a, Kızıl Ordu ile
Mücahitlerin yüzleşmesinden El Kaide’nin günümüzdeki
etkilerine dek, okudukça kimin iyi, kimin kötü taraf
olduğunu sorgulayacağınız bu kitapta bugüne kadar yazılmış savaş tarihi kitaplarında yer almayan birçok yeni
bilgiye ve farklı bakış açılarına ulaşacaksınız. Yaşanan
tüm düşük yoğunluklu çatışmaların dünyanın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğuna ise şaşırarak tanıklık
edeceksiniz…
MARKALAR VE MARKALAŞMA
Rita CLIFTON
Bir şirketin markası ya da markaları onun en kıymetli
malvarlığıdır. Bazı şirketlerde marka, şirketin piyasa değerinin yüzde 70’ine bedeldir. Financial Times’ın “marka
guru’su”, Daily Telegraph’ın da “markalara yol gösteren
marka” diye niteledikleri Rita Clifton yönetiminde bir
ekip tarafından hazırlanan Markalar ve Markalaşma,
her tür kurum ve kuruluşun markasını, kendi merkezi
organizasyon prensibi olarak görmesi gerektiğini, her
karar ve adıma markanın yön vermesi gerektiği görüşünü
savunuyor.
Büyük markalar iddia edildiği gibi zararlı mıdır?
Markalaşmada en iyi örnekler
Marka konumlandırması, marka stratejisi ve markanın
korunması
Görsel ve sözel kimlik
Marka iletişimi
Markaların geleceği ve markalaşmada yeni eğilimler
Alanında uzman yazarların kaleme aldığı Markalar ve
Markalaşma, markaların rolünü ve önemini; başarılı bir
markanın nasıl yaratıldığını ve nasıl korunduğunu daha
iyi anlamanızı sağlayacak.
mayıs-haziran 2014
63
A4-ANTRAKT
AŞK VE ANLATI ŞİİRLERİ
William SHAKESPEARE
William Shakespeare (1564-1616): Oyunlarında insanlık
durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır
bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren
efsanevi yazarın Aşk ve Anlatı Şiirleri’yle oyunları arasında söz, duygu, ruh, ihtiras, inanç bakımından çeşitli
yakınlıklar bulunmaktadır. Bu şiirlerde de lirik cazibe,
heyecanlı olaylar, sürükleyici yaşantılar, billur özdeyişler
vardır, şairin anlatı ustalığına ve imge yaratıcılığına hayran olmamak, mekân, görüntü, doğa ve nesne
betimlemelerini başarılı bulmamak mümkün değildir.
“Venüs ile Adonis” güzellik tanrıçasının isteksiz bir genci baştan çıkarmak uğrundaki ısrarlı çabalarının küçük
bir mitolojik destanı, “Lükres’in İğfali” kocasına sadık
soylu bir kadına şehvetten gözü dönmüş bir prensin
tecavüzünün öyküsü, “Anka ile Kumru” felsefi ve vicdani
gücü ağır basan bir “saf” şiir, “Bir Âşıkın Yakınması”
sevgiye güvendiği için bir çapkının tuzağına düşen
bir kadının haklı şikâyetidir. Aşk ve Anlatı Şiirleri’nde
Shakespeare’in yazdığı sanılan “Coşkulu Yolcu” ve “Ölsem mi?” adlı şiirler de yer almaktadır.
64
mayıs-haziran 2014
OSMANLI İSTANBUL’UNUN
TOPLUMSAL TARİHİ
Ebru BOYAR –Kate FLEET
İstanbul, en parlak devrinde sınırları Fas’tan Ukrayna’ya,
İran kıyılarından Macaristan’a uzanan Osmanlı
İmparatorluğu’na 470 yıl boyunca başkentlik etti.
Payitaht, Osmanlı coğrafyasının sanat ve düşün merkezi
olduğu gibi, dünyanın dört bir yanından tüccarları
kendine çeken bir ticaret üssü ve imparatorluğun siyasi
motoruydu. Şehrin sakinleri, güç ve gösterişin ihtişamı içinde, bu başkentin şiddetiyle kuşatılmış olarak
ve imparatorluğun çok çeşitli kaynaklarının aktığı
Dersaadet’in devasa refah ağlarına yaslanmak suretiyle
hayatlarını sürdürüyorlardı. Değerli iki Osmanlı tarihçisi
Ebru Boyar ve Kate Fleet’in birlikte kaleme aldıkları
Osmanlı İstanbul’unun Toplumsal Tarihi, bu uzun süreç
boyunca canlı, şiddet dolu, dinamik ve kozmopolit imparatorluk başkentinin toplumsal bir portresini sunuyor.

Benzer belgeler

ÖAD - Analiz - Başkanlık Sistemi ve Türkiye

ÖAD - Analiz - Başkanlık Sistemi ve Türkiye ğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerg...

Detaylı

Türkiye`nin Gelecek Siyasi Sistem Tercihi

Türkiye`nin Gelecek Siyasi Sistem Tercihi ğer en önemli ikinci parti de kendini başka bir mezheple özdeşleştirenlerin oyunu yoğun bir biçimde alıyorsa bu vaziyetin gelişme ihtimali olan hiçbir şekilde arzu edilemeyecek bir Alevi-Sünni gerg...

Detaylı