Aralık 2015

Transkript

Aralık 2015
TSDE ki - Aralık 2015
1
İÇİNDEKİLER
DOSYA: DİYALOG
İletişim dediğimiz şey aslında gerçekten bir diyalog mudur? • 8
Diyalog kurmaktan kaçarız, neden? • 8
Diyalog kuramayan hangi Ben? • 9
Ben'i öteki iyileştirecek... • 10
"Ben ve Sen" olabilmek... • 11
“Olma” cesareti... • 12
SÖYLEŞİ: “HAYAT BİZE BURADAYIM DİYOR, BUNU DA BEDEN ARACILIĞIYLA HATIRLATIYOR”
Beden Psikoterapisti Karin SCHOEBER ile bedene dair yaptığımız sohbet
Esra CAN • Yadigar ZARARSIZOĞLU • 14
EDEBİYAT: “BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ...”
Judith Malika LIBERMAN'dan Büyüklere Masallar...
Mine TÜRKİLİ • Esra CAN • 20
MEKANLARIN RUHU: "KARANLIKTA DİYALOG"
Esra CAN • 28
SANAT: “SANAT'IN TIBBI”
Acının Sanatsal Radyolojisi : Frida KAHLO
Adana Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Prof. Dr. Deniz YERDELEN • 32
TSDE ÇOCUK - ERGEN BİRİMİ
Aile Sistemi ve Çocuk
Uzman Psikolojik Danışman Nazan BALOĞLU • 40
SİNEMA
Kutlukhan KUTLU ile “Sinemada DİYALOG”
Mine TÜRKİLİ • 43
PSİKOMİTOLOJİ
İnsanın Kadim Diyalogu, Bilincin Bilinçdışı İle Olan Sonsuz Sohbeti Üzerine
Hüseyin ŞİMŞEK • 51
TSDE DER ki
Ben Başkayım, Sen Başkasın • Dr. Timur HARZADIN • 58
Diyalog için Monolog • Özcan YILDIZ • 63
Olasılıklar ve Dönüşümler • Zeynep ÇAKIROĞLU • 66
SDT'de Danışanla Diyalogda Söylenenler ve Ötesi • Osman Hakan ÖZPAR • 70
Yürekle Bakmak, Gönül Gözüyle Görmek • Deniz TUNCALI • 74
Ailede Barış • Ayşe Dilek ERGÜLER • 79
Anlamak ve Bilmek • Leyla PERVİZAT • 83
Toprak Günü • Nur TARAN • 86
TSDE ki Dergisi
Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili
Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve
alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur.
İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK
Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın
Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili
Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan
Katkıda Bulunanlar: Prof. Dr. Deniz Yerdelen, Uzm. Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu, Hüseyin Şimşek,
Dr. Timur Harzadın, Özcan Yıldız, Zeynep Çakıroğlu, Psikolojik Danışman Osman Hakan Özpar,
Deniz Tuncalı, Ayşe Dilek Ergüler, Leyla Pervizat, Nur Taran
Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3-4 Suadiye/Kadıköy
Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: [email protected], [email protected]
©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK
tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı,
fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.
Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
EDİTÖRDEN
“DİYALOG” dedik...
Büyük bir “cesaretle” attık bu başlığı.
Zor olanı seçtik. Neden mi?
En son ne zaman dinlediniz bedeninizin sesini?
Hayatta kalan tarafınızla, maskeli kişiliğinizle
yaşama devam ederken, içinizdeki başka
“ben”lere ne zaman söz hakkı tanıdınız?
Sahi, kendinizle bir diyalog kurmayı
hiç başarabildiniz mi?
birimize her an, istediğimiz saniyede ulaşabiliyoruz.
Yetmiyor, görüntülü konuşuyoruz. Neredeyiz, çevrim
“içi” miyiz, “dışı” mıyız? Ne yiyoruz, ne içiyoruz, anında
görüntü. Biz “müthiş” bir çağda yaşıyor, sevdiklerimizin yanına ışınlanacağımız günleri bekliyoruz...
Kim nerede, ne yapıyor hepsini biliyoruz.
Ve sonra diğerleri...
Ben ve “O” diye tanımladığınız ilişkilere,
yürekten bir “ben” ve “sen” diye
bakma cesaretini gösterebildiniz mi?
Yoksa, hayatın bir noktasında kalıp,
ötekileştirdiğiniz, anneniz, babanız, eşiniz...
Hep onlara “monolog” halinde
söylenip durdunuz mu?
Oysa biz ne yaptık. Bu sayıda, “monolog” halinde
süren yaşamlara dokunmak istedik. Dünyanın o “tek
taraflı” sesine kulak verdik. Herkes nasıl haklı, herkes nasıl birbirini ikna etmeye çalışıyor, anne haklı,
çocuk susuyor, baba haklı, oğluna “sen bilmezsin”
diyor, eşler birbirini duyabilmek için çift terapisine
gidiyor, doktor hastaya teşhis koyuyor, peki, hastanın ruhu ne diyor? Hastalığın “beni gör” diyen sesini
kim duyuyor.
Sahi, kim duydu sesinizi?
Onları anlama, kendi sistemi içinde görme
ve dinleme cesaretini ne zaman gösterdiniz.
İşte biz, bu yüzden cesaret dedik.
Gerçekten çok zorlandık bu sayıyı hazırlarken, ne
zormuş diyalog... Ne zormuş, akıntıya kürek çekmeye
kalkışmak. Oysa yaşam bir monolog içinde ne güzel
akıp gidiyor...
Cesaret, dünyanın merkezi olmaktan çıkabilme,
Cesaret, hayatta her şey benim başıma geldi
hayıflanmasından çıkabilme.
Cesaret, kendine acımaktan vazgeçebilme,
Cesaret, ötekinin sesini yüreğinle duyabilme,
sadece, gözlerinle değil, yüreğinle bakabilme…
İletişimin tavan yaptığı “post-modern” bir çağda, bir-
En son sözü de Can Yücel’e bıraktık,
“En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan,
ne seyyareler, ne de yıldızlar geceleri ışıldayan… En
uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini
anlamayan...”
Yaşamda hep “çevrimiçi” kalın :))) <
TSDE ki - Aralık 2015
2
TSDE BAŞKANI’NDAN
“HAL’den Anlamak” ve
Sistem Dizim Terapisinde DİYALOG
Paul Tillich’in 1952’de yayınladığı kitabının adı “The
Courage To Be”, olma, var olma cesareti’dir. Diyalog da,
var olma ve ötekiyle var olabilme cesareti gerektirir.
Bunu başarabilmek için bu cesareti nerelerden alabiliriz? Hal’den anlamak, diğerkâmlık, insaf, müsamaha
ve yaş aldıkça ruhen de büyüyebilmek var olma cesaretimizi destekler.
Ülke ve bölge olarak en fazla diyaloga ihtiyaç duyduğumuz bir süreçten geçiyoruz. Sen benim hassas
alanıma girersen ben de sana saldırırım. Ünlü bağlanma araştırmacısı Bowlby, saldırganlığın kökünde
“güvensiz bağlanmayı bulur”. Yeni nörobiyoloji araştırmalarının en önemli isimlerinden Prof. Bauer de,
“kişinin, ya da toplumların acı sınırına dokunan, agresyonu tadar” diyor. Buraya nasıl geldiğimizi oldukça önemsediğim halde bu yazıda çok fazla irdelemeyeceğim. Buradan çıkış için hangi olanaklara sahibiz?
Erken çocukluk döneminde tadamadığımız, deneyimlemediğimiz güven ve emniyet duygusu yetişkin
hayatımızdaki ruhsal olgunluğumuzu ve gireceğimiz
ilişkilerin yönünü belirler. Ben, var olabilmenin ancak
tanındığımızda, değerli hissettirildiğimizde mümkün olduğunu, aksi takdirde var olmak yerine bizi
hayatta tutmaya çalışan bilişsel benlik yapılarımızla
hayatta kalmaya çalıştığımızı ve yaşamı yaşamadığımızı gözlemliyorum. Peki yaşamı yaşamak nedir?
Bunun bir yolu, yolları var mıdır? Aslında Enstitü’de
verdiğimiz tüm psikoterapi, grup çalışmaları ve eğitim hizmetlerinde hastalarımıza ve öğrencilerimize
post-modern insanın unuttuğu tevazu, şefkat ve
merhamet ile “hal’den anlamaya” gayret ederek “gönülleri cilalamaya” çalışıyoruz.
Çocukluktan çıkıp büyüdüğümüzde yalnızlığımızın
farkına varırız, anne ve babamızın sadece bir uzantısı
değil, onlardan çok farklı bir varlık olduğumuzu acıyla
fark ederiz. Ama kendi öz varlığımıza yönelmek geçmişteki acılarımızla, korkularımızla, imkân ve sorumluluklarımızla kısaca bilinçdışımızla yüzleşmek demektir. Ama bu hiç kolay değildir. Evin dışına çıkmayı
gerektirir, fakat nasıl ve kimden yardım talep edeceğim? Evde olduğumuzda kendi sistemimizin verdiği
her acıya rağmen benlik yapılarımızın hünerleriyle,
güya aşina olduğumuz kaygılarımızla idare edebiliriz.
Diğer muhataplarımızla olan ilişkilerimiz evden ayrışma ve dünyanın geri kalanıyla buluşma noktasında bir
denge arar durur.
TSDE ki - Aralık 2015
3
TSDE BAŞKANI’NDAN
SDT’de uyguladığımız diyalojik psikoterapide feyz
aldığımız değerli düşünürlerden biri olan Martin
Buber “Başlangıçta ilişki vardı” der. Ana rahminde
hepimiz evrenin bir parçası olduğumuzu biliriz, ama
doğumla bunu unuturuz. Yeni doğan bir bebek göz
temasına, şefkatli bir sese, annenin şifalı ellerinin
dokunuşuna kulağına fısıldadığı ninnilere muhtaçtır. Hiçbir çocuk dünyayı böylesi bir ilişki olmaksızın
anlamlandıramaz. Ben, bir adım daha ileri gidip, var
olmak bağlanmaktır diyorum.
Buber’e göre iki türlü ilişki kuruyoruz. “Ben-sen” ve
“ben–o”. Ben-o ilişkisi bir insan ile bir alet arasındaki
ilişkidir, işlevseldir. Özne ve nesne arasında karşılıklılık
göstermeyen ilişkidir. Oysa ben-sen ilişkisi tarafların
birbirlerinin hal’lerini anlamaya çaba gösterdikleri bir
ilişkidir. Burada “ötekiyle” ilişki kuran ben yoktur, ben
göze çarpmaz; yalnızca ben ve sen vardır. Beni, biçimlendiren tamamen karşılıklı hal’den anlama durumudur. Her bir ötekiyle “senle” yeni bir ben oluşur. Buber
şöyle der: “İnsan benliğinin en içteki gelişimi, pek çoklarının zannettiği gibi, kendimizle kurduğumuz ilişkiyle olmaz. Öteki tarafından mevcut kılınmakla ve onun
tarafından mevcut kılındığımızı bilmekle olur”. O söz
konusu olduğunda ise (öteki nerdeyse işlevselliği ön
planda olan “bir alet” gibi algılanır ve muamele görür)
ben ona uzaktan bakabilir, onu inceleyebilir, kategorize edebilir, yargılayabilir, şeylerin düzeninde onu bir
yere oturtabilirim. Oysa ben-sen ilişkisi, benim varlığımı tam olarak tattığım bir ilişkidir. Bu ilişkiyi bir hesapla, önyargıyla kurmam. Ben-o ilişkisi genellikle bizi
ötekileştirmeye ve post modern insanın temel özelliği
olan rahatsız edici narsisist bir buhrana götürür. Günümüzde ciddi anlamda narsisizm ile diğerkâmlık
arasındaki bir savaşa tanıklık ediyoruz. Ben-sen ilişkisinde diğerinin acısı benim acımdır. Amerikalı yerliler,
biz psikologların empati dediğimiz hal’den anlamayı,
diğerkâmlığı “başkasının ayakkabıları içinde bir mil
yürümek” diyerek harika bir şekilde anlatır.
Bir aileye, sisteme ait olmayı hepimiz isteriz. Aidiyet
bize emniyet, güven sağlar. Ama bana göre aidiyet
sadece belli bir topluluğa ait olmak değildir, o çok
kendine özgü bir anlama ve anlaşılma duygusudur.
Bu şekilde yalnız olmadığımız, yanılma ihtimalimizin
az olduğu korunaklı bir dünyaya ihtiyaç duyarız. Yalnız
ve biçare değilimdir. Bu benim diğerlerini, buraya ait
olmayanları çok kolay ötekileştirmeme imkân da sağlayan bir durumdur.
Yaşanan onca acıya rağmen bu toprakların bağrından
çıkmış olan bir geleneğin “ben ve sen ilişkisi mi” aidiyet ihtiyacımıza cevap verecek, yoksa toplumumuzda
şu an esen kutuplaşmalardan anladığım kadarıyla
post-modernist meyleden aidiyetler mi?
Kendime ve herkese şunu soruyorum. Hangi aidiyet türü yanında olursak daha hakiki ve “var olma”
cesareti içeren insan ilişkileri geliştirebiliriz?
Diyalog, o anki yakın olan muhatabımıza kendimizi
bütün kalbimizle açmak demektir. Sadece bu şekilde
olgunlaşabilen sevgi iki insanı birleştirir ve yine sadece bu şekilde onlar aynı zamanda iki ayrı insan olarak
kalabilirler. Buber’in bizlere öğrettiği ben-sen ilişkisini,
ne çift ilişkisinde partnerimizi her tür olumsuzluk ve
acı sebebi ilan ederek, ne çocuklarımızla olan birlikteliğimizde onları kendimize benzetmeye çalışarak, ne de
toplumumuzu kamplara ayırarak, bir görüşü kendimize düşman kılarak yakalayamayacağımız çok açık. Birbirimize hoşça bakabileceğimiz atalarımızda olan müsamaha ve hal’den anlama kültürü ile içimizdeki derin
yarayı iyileştirebilir ve daha kuvvetli, özümüze uygun
bir aidiyete ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Hellinger, Buber, Wittgenstein ve burada adını anamadığım birçok filozof ve psikoterapist ve pek tabii ki
bizim coğrafyamızın vicdanı olan Mevlânâ’dan öğrendiğim gibi gerçek bir diyalog için, “seninle aynı durumu yaşamışım gibi ızdırabını anlıyorum” diyebilmeli
ve “benim sende yeniden doğacağım, senin bende
dirileceğin bir aidiyeti” tercih etmeliyiz. <
Mehmet Zararsızoğlu
TSDE ki - Aralık 2015
4
TSDE BAŞKANI’NDAN
“Dizim Çalışmaları”
Yeni Bir Şeyler Söylemek Lazım…
· YENİLİĞE DOĞRU
Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş
Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait,
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım
Mevlânâ
Bu sayının konusunu diyalog olarak belirlerken, bizim de kendi içimizdeki gelişmelere eleştirel-öz eleştirel bir çerçevede bir diyalog kurma cesaretine girmeden bu konunun işlenmesi içimize sinmeyecekti.
Türkiye’ye 16 yıl evvel getirdiğim, Almanya’da “Familienaufstellung” adıyla uygulanan bu yönteme,
“Aile Dizimi ve Sistem Dizimi” adını verdim. Oysa Almanca’dan birebir çevirisi yapılsaydı “aile düzenlenmesi-sıralaması vb..” gibi bir anlamı olurdu. Psikolog,
psikoterapist uzman kimliğimle, kurduğum enstitüde vereceğim hizmetler ve eğitimlerde kendime
özgü bir model oluşturacağımı öngörerek birebir
çevirisi yerine özellikle bu isimlerde karar kıldım.
Niyetim kendimde var olanlarla bu topraklara özgü
terapötik bir yaklaşım geliştirmekti, nitekim bu yolda
cesaret ve ihtimam dolu adımlarla ilerliyorum. İnancım, psikoloji, psikoterapi, dizim çalışmaları ve diğer
terapi yöntemleri uygulanırken gönülden gönüle bir
ilişki ve gerçek bir karşılaşma söz konusu ise etkili
olduğudur. Böyle bir karşılaşma ise terapistin donanımlarıyla mümkündür. Kendi içine bakmayı bilen,
uzman körlüğünden sıyrılıp zaaf ve kör noktalarıyla
yüzleşebilen ve kendisini güvenli bir limanda hissettiği kuramların yetersizliklerini görebilen bir terapist,
böylesi bir buluşmayı gerçekleştirebilir. İnsanı iyileştiren kuramlar değildir, sadece insan-insana bir ilişki
iyileştirebilir ve dönüştürebilir. Sırf bu nedenlerden
dolayı bu ismi koruma altına almak ve Avrupa’daki
“Aufstellung” eğitimi veren yapılardan oldukça farklı
olarak sistemik entegratif yaklaşımı fenomenolojiyle
ve bizim topraklarımızın değerleri, lisanı, sosyolojisi,
tarihsel ve kültürel dokusuyla sentezleyip bütünleştiren diyalojik bir terapi çabasındayım. Dolayısıyla
bizim dilimiz ve uygulamalarımız da doğal olarak
o toprakların tarihi ve dini-kültürel yapısını temsil
eden ve bana göre son derece “Alman” olan “Aufstellung” dili değil. Ludwig Wittgenstein “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler” der…
Şili’li biyolog Humberto Maturana da şöyle söylüyor:
“Bir insan diğerine hakikatin ne olduğunu söylediğinde gerçekte yaptığı şey, itaat talep etmektir. Yani
gerçek hakkında ayrıcalıklı bir fikre sahip olduğunu
iddia eder”. Ülkemizdeki ve Avrupa’daki adına aile
TSDE ki - Aralık 2015
5
TSDE BAŞKANI’NDAN
veya sistem dizimi adı verilerek yapılan dizim çalışmalarının çok büyük bir bölümünün bu mantık ve
ruh hali ile yapıldığını, danışanla bir diyaloga girme
ihtiyacı, cesareti gösterilmeden dizimde çıkan gerçeğin yegane gerçek hatta “tek hakikat” olduğu kabul
ettirilmeye, dikte edilmeye çalışılıyor. Bu yaklaşımı
son derece ataerkil ve dayatmacı, hatta had aşıcı bir
yönelim olarak bulduğumu da özellikle burada belirtmek istiyorum.
Birçok yanlış anlaşılmaya ilk ve son kez bu satırlar
aracılığıyla cevap vermenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Enstitü olarak, “aile dizimi-sistem dizimi
ve sistem dizim terapisi” ismini marka olarak koruma
altına alma amacımız kesinlikle bir tekel oluşturma
mantığı değil, tamamen bize özgü olan yerelden
evrensele evrilen sürekli ileriye taşımaya gayret ettiğimiz bize göre bu nadide çalışmayı ve uygulayıcılarını korunaklı ve karşılıklı diyalog halinde geliştireceğimiz bir çatı oluşturma inancıdır. TSDE ile hiçbir
bağlantısı olmayan, tüm uyarılarımıza rağmen koruma altına aldığımız isimleri kullanarak uygulama
yapan, kişiler veya kurumlarla hiçbir bağlantımız ve
sorumluluğumuz yoktur. Almanya’da her anlamda
büyük bir düşüş içinde olan dizim çalışmaları ve uygulayıcıları, Avrupa dışında yeni pazarlar yaratmak
için koloniyal bir ruh haliyle farklı ülkelerde kamp
kuruyorlar. Bu yaklaşımı uzun yıllar Avrupa’da yaşa-
mış bir psikoterapist olarak son derece gerici, kibirli
ve aynı zamanda ideolojik olarak da “Avrupa merkezci” bulduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu
görüşümü Avrupa’da katıldığım birçok ilgili toplantı
ve konferansta dile getirdiğimi bilmeniz isterim. Sadece on milyonluk Yunanistan’da 2000’e yakın yeni
iş sahibi olma derdindeki Alman ve Avrupalı uygulayıcının çalıştığını düşünürsek, durumu yeteri kadar
gözler önüne sermiş oluruz. Biz bu çalışmanın tek uygulayıcısı ve eğiticisi olduğumuzu iddia etmeyecek
kadar kendini bilme gayretinde olan bir tevazuyla ve
fenomenolojik bir algıyla hareket etmeye çok özen
gösteriyoruz. Sadece bize özgü olanı itinayla korumak ve geliştirmek istiyoruz. Kullanımdaki mevcut
Almanca ismin olası Türkçe karşılıklarını kişilerin, kurumların ilgili Almanya’daki denetleyici mercilerden
(Almanya’daki DGfS) izin alarak kullanma yetkileri
doğal olarak bizim tasarrufumuzda değil.
Bir taraftan körü körüne idealleştirmeyle oluşan büyük bir dalga, diğer taraftan çok kuvvetli düşmanlık
hali ile dizim çalışmalarının Almanya ve Avrupa’da
gerçek anlamda anlaşılmasını çok zorlaştırdı. Şu an
aslında dizim çalışmalarının nerdeyse tüm danışmanlık ve terapi konseptlerinin içerisine “sistem koreografisi, hareketli heykeller, ciddi oyunlar” vb. gibi
farklı isimlerle kendi bağlamlarına uyumlandırılarak
adapte edildiğini görüyoruz. Psikoterapistler ve danışmanlar gelmiş oldukları farklı terapi ekollerine
özgü bir şekilde bilgilerini ve uygulama biçimlerini
dizim çalışmalarının içine dahil ediyorlar. Bu sevindirici bir şekilde farklı danışan ve hasta gruplarına yönelik mevcut teori ve yaklaşım biçimlerinin yeni bir
sentezine dönüşüyor ki, biz TSDE olarak zaten uzun
zamandır bize özgü bir model oluşturmanın heyecanını yaşıyor, bunu da öğrencilerimizle ve hal’lerinden
anlamaya çalıştığımız hastalarımızla paylaşıyoruz.
İnsanın ruhuna dokunmayı çok hassas, zor ve ciddiye alınması gereken çok özel bir durum olarak gördüğümüz için bu değerli uygulamanın bugün Türkiye’de bulunduğu duruma baktığımızda maalesef
ehil olmayan, ehliyetsiz birçok sahte “ruhsal yaklaşımın” elinde sorumsuzca kullanıldığını gözlemliyoruz.
Geliştirdiğimiz Akreditasyon Sistemi ile alanımızda
da bir ilke imza atıp, mezun olan uzmanlarımızın
kendilerini her üç yılda bir yenileyerek sürekli geliştirmelerini ve uyumlanmalarını sağlıyoruz. Enstitü
olarak ismimizle ve yaptığımız işle anılmak için bu
isimleri koruyor ve sorumluluğunu taşıyoruz. Umarım bu şekilde bu alanda değerli çabalar gösteren
dostlarımıza hal’imizi anlatabilmişizdir. <
Mehmet Zararsızoğlu
TSDE ki - Aralık 2015
6
DOSYA KONUSU
Diyalog
“Doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yer var,
sizinle orada buluşacağım.” -Mevlânâ
Evet, o yer belki de sadece duymayıp gerçekten dinlediğimizde, bakmayıp
gördüğümüzde, karşımızdakini hissetmeyi başarabildiğimizde ve onu kendi
gerçekleriyle kabullenebildiğimizde, kısaca kalbimizden ötekinin kalbine
bir yol bulduğumuzda ulaşabileceğimiz bir yer...
Yaşamın her alanında diyalog, önce kendimizle başlayan, sonra bağlandığımız yani ilişkide bulunduğumuz kişilerle, toplumla ve yaşamla olan bağlantılarımızdan oluşuyor. Etkili bir diyalog için ise önce
dinlemeyi bilmek gerekiyor. Bedenimizi, duygu ve
düşüncelerimizi, ruhumuzu ama en önemlisi ötekini
dinlemek. Önce kendimizle olan diyalogun adımını
atmalıyız. Kendimizle kuracağımız diyalog için, düşünce ve duygularımız, içimizdeki tüm parçalar bize
ne söylüyor? İçimizde o değer vermediğimiz par-
çamızı ne kadar görebiliyoruz? Acı’yla olan ilişkimiz
nasıl? Bedenimizin ne kadar farkındayız? Kendimizi
nasıl ifade ediyoruz öteki bu anlattıklarımızda ne
duyuyor, yani nasıl bir lisana sahibiz? sorularını kendi içimizde cevaplayabilmemiz gerekiyor. Çünkü bu
soruları cevaplamadan, kaçıp durduğumuz acı’mızla,
sıkışıp kaldığımız hallerimizle, bilinçdışı aynı perspektife takılı kaldığımız iletişim biçimlerimizle, temizlenmeyi değil görülmeyi bekleyen bilinçaltımızla
bir diyalog kurmayı başaramayız.
TSDE ki - Aralık 2015
7
DOSYA KONUSU
İletişim dediğimiz şey aslında
gerçekten bir diyalog mudur?
Biz yaşamın her alanında kurduğumuz iletişimde, görüyor, konuşuyor, birbirimizi duyuyor gibi davranıyor
ama kendi istediklerimizi yaptırmaya çalışıyoruz. İş
hayatımızda, özel yaşantımızda bulunduğumuz konuma göre farklı maskelerle kurduğumuz iletişimde,
hep birilerini ikna etmeye çalışıyoruz. Aile içinde en
doğrusunu bilen anne ya da baba kimliğimizle çocuğumuzu, eşimizi, iş hayatında patronumuzu ya da iş
arkadaşlarımızı, ürünümüzü tanıtırken müşterimizi
hep istediğimiz noktaya getirmeye çalışıyoruz.
Hatta daha iyi olmak adına iletişim becerileri konusunda eğitimler alıyor, nasıl daha iyi ikna ederim,
daha iyi pazarlarım, vücut dilimi daha iyi nasıl kullanırım gibi konularda iyice uzmanlaşmaya çalışıyoruz.
Kısaca iletişim her yerde rahatlıkla, ortama, duruma
ve insanların statülerine göre, çeşitli sosyal maskeler-
le kuruluyor. Oysa diyalog, iletişimin bir üst seviyesi
ve daha önyargısız biçimidir. Etkili diyalog kurabilen
kişi, her şeyden önce dinlemeyi bilir, karşısındakini
anlamayı başarır. Diyalog ortamı karşınızdaki insana
saygı duymayı ve onun neye ihtiyacı olduğunu anlamayı da gerektirir. Bu durum bir eşitler ilişkisinin başlangıcıdır. Diyalogda bulunan kişi, kimseyi değiştirmek, ikna etmek için uğraşmaz, çünkü kendisinden
farklı düşünen kişilerin olabileceğinin bilincindedir.
Diyalog kurmaktan kaçarız, neden?
Bağlanmak, insanı çok değerli hissettirir, kaygılarını yaşanabilir hale getirir, hayatta kalmasını sağlar.
Bu sebeple biz bağlanmadan duramayan varlıklarız.
Ama bağlanmalarımız, her zaman bizim arzu ettiğimiz şekilde kolay ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak
şekilde olmuyor. Bağlanmak istediğimiz insanların
bizimle olan bağlanmalarından bağımsız, kendi
sistemlerinde de bir sürü başka bağlanma öyküleri
vardır. Annemizin kendi annesiyle, anneannemizin
yine kendi annesiyle, babamızın annesiyle, babasıyla, bizim de kardeşlerimizle vb. gibi sistemimizde bir
sürü bağlanma öyküsü vardır. Böyle bir ilişki akışında, hep tanınmaya, kabul edilmeye, sadece kendimiz olduğumuz için değer bulmaya yönelik bir işlevi
olan bağlanma, çoğu zaman ihtiyaçlarımıza göre
bize sunulmaz. İlişki için eş ya da partner olarak hayatımıza gelen kişi de nasıl bir yaşam tecrübesiyle
geliyorsa, öylece gelir ve her ikimiz de bağlanmak
isteriz. Ve bu karşılıklı bağlanma çabaları, zaman
zaman geçmişin etkileriyle ya da anda yaşayıp ba-
İletişim her yerde rahatlıkla,
ortama, duruma ve insanların
statülerine göre, çeşitli sosyal
maskelerle kurulur, oysa diyalog,
iletişimin bir üst seviyesi ve daha
önyargısız biçimidir.
TSDE ki - Aralık 2015
8
DOSYA KONUSU
Diyalog, görebilmek,
anlayabilmek, gönülden gönüle,
yürekten yüreğe bir köprü
kurabilmektir.
şaramadıklarımızla gittikçe bizim bedenimizde, dışa
vurumumuzda, görülmemek, anlaşılmamak, değerli
hissetmemek, hissettirmemek gibi bir takım sonuçlar yaratır. Çünkü biz, daha önceki bağlanma tecrübelerimizden bağımsız bir ilişki yaşayamayız. Ve
kendi içimizde diyalogu başaramadığımız için, yani
hayatta kalan tarafımızla yaşamı devam ettirmeye
çalıştığımız için, karşı tarafı hiç görmeden, monolog halinde, kendi doğrularımızı kabul ettirmeye
çalışarak bir ilişki yürütmeye çalışırız. Fakat iki insanın birbiriyle “sağlıklı” bağlanması için de diyalog
gereklidir. Çünkü diyalog, görebilmek, anlayabilmek, gönülden gönüle, yürekten yüreğe bir köprü
kurabilmektir. Peki, biz genelde ilişkilerimizde ne
yapıyoruz? Geçmişte bağlanma tecrübesinden alamadığımız eksik olanı, hep karşı taraftan talep ediyoruz. İlişkide öteki’ne “Bana şefkat göster, beni sev,
beni gör” derken, “çünkü annem beni hiç görmedi,
sevmedi,” “Babam beni hiç anlamadı”, bari “sen beni
anla” demek istiyoruz. Ve biz kendi içimizdeki parçaları görmeden, hayatta kalan tarafımızla bize sadece
ama sadece bir ilişki için gelen kişiden tüm bunları
talep ediyor, hatta hep bizi görsün, anlasın, sevsin
istiyoruz. Onun bizi duymasını görmesini beklerken
biz onu ne kadar görüp duyabiliyoruz ki? Bu şekilde de bir türlü talep edilen sevgiden, ikna etmeye
çalışılan bir iletişimden gerçek bir ilişkiye, diyaloga
geçemiyoruz.
Diyalog kuramayan hangi BEN?
Yunus Emre, “Bir ben vardır bende, benden içeri” demiş. Peki kaç ben var içimizde? Daha önceki bağlanma deneyimlerimiz sonucu yaşadığımız acılar sonucu benliğimiz bölünür, ama biz bu bölünmüşlüğün
TSDE ki - Aralık 2015
9
DOSYA KONUSU
Akıl bizi içimize yöneltirken, gözlerimiz
ötekine bakar, ağzımızdan çıkanlar ise
direkt ötekine ulaşandır. Bu yüzden
dilimizden neyin nasıl çıktığı çok
önemlidir. Çünkü biz, hem kendimizi,
hem de ötekini iyileştirenizdir.
farkında olmadan, bizi acıyla yüzleştirecek her şeyden kendimizi koruyarak, işyerimizde patronumuzla,
meslektaşlarımızla, evde eşimiz ve çocuklarımızla,
anne babamızla, duygusal olarak ötekilerle karşılaşıp durur ama bir türlü diyalog kuramadan monolog
halinde yaşamayı tercih ederiz.
Çünkü biz içimizdeki bu “BEN” leri ayrıştırmada kör
ve sağırızdır. Ve ilişkimizi de, başka körler ve sağırlarla, hangimizin acısı daha kuvvetli, hangimiz acısını
söndürmekte daha talepkâr gibi bir düzende sürekli
hayıflanarak, birbirimizi yaralayıp durarak bir yaşam
sürdürürüz. İlişkilerimizde istemediğimiz bir duygu
yaşadığımızda hayıflanırız çünkü hayıflanmak bizi
hayatta tutan tarafımızın yaptığı en kolay ve en “başarılı” iştir. Oysa, hayıflanmanın, ne ilişkilere ne de
bize bir faydası vardır. İnsanlar yaralarına hemen kısa
bir çözüm bulmaya çalışırlar ama yapılması gereken
dönüşümün sağlanacağı yer ile olan bağlantıları kurmayı öğrenmektir. Bize problem, acı, hastalık yaratan
her ne ise, onun ile olan bağlantıları değiştirmemiz
ve yeni bağlantılar kurmamız gerekir. Kızımızla sağlıklı bir ilişki kuramamamızın nedeni büyük ihtimalle
bizim annemizle olan bağlantımız olabilir. Kendimize sormamız gereken soru, annemi değiştirmeden
bu bağlantıyı nasıl sağlayabilir ve dönüştürebilirim?
Annemizin değişip dönüşmesini beklersek, kızımız
da kızıyla benzer bir bağlanma paterni geliştirebilir.
Eğer o direnç görülüp bir yerde kırılırsa sistemin bütününe etki eden bir durum gerçekleşir.
Biz, bir sistemin özel ama küçük parçalarıyız, bir parçadaki küçük bir bağlantı, bütünü dönüştürme gücüne sahiptir. Kendimizle ilgili olanlara bakıp, bazı
şeyleri fark edip, küçük de olsa, farklı bir adım atarsak, herkesi şaşırtırız. Aslında değişim de bu kadar
basittir.
BEN’i, öteki iyileştirecek…
Öteki dediğimiz hep en yakınımızdakiler eşimiz,
çocuklarımız, anne babamız, iş yerinde beraber bir
şeyler yapmaya çalıştığımız insanlardır. Kişi ötekinin
kendisine nasıl baktığına bakar. Öteki bize bizi kabul
eden gözlerle mi bakıyor, eleştirel gözlerle mi bakıyor, ikisi arasındaki ayrım çok önemlidir çünkü kabul
edilmek, sevilip onaylanmak canlı olmamızı sağlayandır. Ve ötekilerle ilişkimizde, sadece kendimiz olduğumuz için değerli olduğumuzu hissettiğimizde,
acıyı çok daha kolay atlatabiliriz.
Öteki’nin de bizim gibi acısı, ıstırabı ya da yarası olabilir. Bu acıların dozuna bağlı olarak, zaman zaman
karşı karşıya geliriz. İlişkide bir şeylere ikna olup, kar-
TSDE ki - Aralık 2015
10
DOSYA KONUSU
şı tarafı daha iyi anlayıp, görebildiğimizde, sağlıklı
yapımız işbaşındadır, sağlıklı tarafımız arada yardımcı eleman gibi devreye girer. Akıl bizi içimize yöneltirken, gözlerimiz ötekine bakar, ağzımızdan çıkanlar
ise direkt ötekine ulaşandır. Bu yüzden dilimizden
neyin nasıl çıktığı çok önemlidir. Çünkü biz, hem kendimizi, hem de ötekini iyileştirenizdir.
“BEN ve SEN” olabilmek…
“Ben ve Sen” olabilmek, diyalogun ilk adımıdır. Bir ilişkinin ben ve sen düzleminde sürdürülebilmesi için, diğerinin “bende”, “seni” görmesi gerekir. “Ben ve Sen”’de
diyalog için alan vardır. Bu oluşan alanda ben, Sen’e,
“Seni tüm kalbimle dinliyor, görüyor ve kafamda kategorize etmeden, tüm gerçeklerle anlamaya, hissetmeye çalışıyorum” diyorum. Çünkü biz ancak böyle yaptığımızda o en büyük muhatabımızın içinden geçerek
“ben” oluyoruz. Böyle davranmazsak “ben ve o” diye
ötekileştiriyoruz. Ötekileştiren de, bizim hayatta kalan
tarafımız, “o bana sevgisini göstermedi, hiç değerli hissettirmedi, beni hiç görmüyor” diyerek hayıflanıp duruyor. Bu şekilde hayıflandığında, aslında ötekini tarif
etmiyor, annesini ya da babasını tarif ediyor. Orada
geçmişte alamadığını veremeyen en yakın muhattabını yargılıyor. Eksik gedik buluyor ve onu ayrı bir varlık,
kişilik olarak görmüyor. İhtiyaçlarını karşılayan ya da
karşılayamayan bir “o”, bir “nesne” olarak görüyor. Öyle
bir ilişkiden de hayırlı bir şey çıkma ihtimali de olmuyor. Bir ilişkinin ömür boyu sürmesi, mutlu ve dengeli
olduğunu göstermez. Bir taraf, dipte kalan acılı tarafını
görmeden, hayatta kalan tarafıyla sürekli yalpaladığı
bir hale “evet” dediğinde, çiftler ölene kadar beraber
olabilirler. Ama bu ilişkiyi hep birbirlerini acıtarak,
etrafındakileri, diğer ilişki kurduklarını, en önemlisi
çocuklarını travmatize ederek sürdürürler. Aslında
her partnerin kendisine sorması gereken, “Ben ne istiyorum? Nasıl var olmak istiyorum?” sorusudur. Fakat
diğer parçalarını görmeyen, tek bir parçasıyla hayata
tutunan kişi, ne yazık ki, böyle bir soruyu soramıyor.
Kendi içerisinde değer vermediği bir parçayı bastırmış, bilinçaltında tutan birine de kimse değer vermez.
Biz, önce kendimize, kendi varlığımızın bütününe
değer vermeliyiz ki kendimizle barışık, her parçamızı
idrak ettiğimiz, karşı taraftan değer gördüğümüz bir
ilişkiyi yaşayabilelim. Kendine acıyan, kendini yetersiz bulan, kendi içinde acılara sebebiyet veren tarafa
kızan, o taraftan nefret eden biri, hep bu duyguların
benzerini gider, arar, bulur ve karşısındaki kişiden alır.
Martin Buber’in de dediği gibi, ya birbirimizi iyileştiren
“ben-sen” ilişkisini başarabiliriz ya da ilişkilerin çoğunda görüldüğü gibi “ben ve o” ilişkilerinde takılıp kalırız. Ben-O temel sözcüğünün altında doğal bir ayrılık,
Ben-Sen’de ise doğal bir birliktelik vardır. Nasıl ki ilişki denkleminin yalnız mutluluk üzerine kurulmadığı
sağlıklı, dengeli, içinde acının da olduğu hakiki bir ilişki sadece “ben ve sen”le mümkün oluyorsa, tüm ayrılık
ve boşanmalar da “ben ve o” düzleminde gerçekleşir.
Ben, Sen’e, “Seni tüm kalbimle
dinliyor, görüyor ve kafamda
kategorize etmeden, tüm
gerçeklerle anlamaya, hissetmeye
çalışıyorum” diyorum. Çünkü biz
ancak böyle yaptığımızda o en
büyük muhatabımızın içinden
geçerek “ben” oluyoruz...
TSDE ki - Aralık 2015
11
DOSYA KONUSU
OLMA cesareti…
Her birimizin bağlı olduğu insanlar, bu insanlarla
olan ilişkilerimiz sonucunda içimizde yaşadığımız
acı ve boşluklar var. Bu acı ve boşlukları, ilişkide olduğumuz en yakın kişilerden gördüğümüz değersizlik, tanınmama, kabul görmeme, onaylanmama gibi
durumlar sonucunda hissettiğimiz duygulardan kaçmaya çalışırken oluştururuz. Tüm bu durumlar karşısında hissedilen duygularla oluşan acı ve ıstıraba,
hiçbir insan kolay kolay katlanamadığı için, boşluğu
doldurmak adına farkında olmadan “olmaktan ve
var olmaktan” kaçarız. Bu boşluktan kaçma girişimi,
bazen cümbür cemaat formalarımızla maç seyrettiğimiz futbol tutkusu, bazen kendimizi adadığımız bir
sevgili bazen de deliler gibi çalıştığımız işimiz olabilir. Ne yaparsak yapalım, amaç, acıyı hatırlamamak,
boşlukta kalmamak ve acıdan kaçmaktır.
“Var olmak” ise zordur, kaygıyla yüzleşmeyi gerektirir.
İnsanlar kendi varlıklarında o acı-ızdırap vereni görüp onunla bir bağlantı kurmaya cesaret ettiklerinde,
kaygıdan kaçmadan bir “olma halini” yakalayabilirler.
Kendisini görmeyen duymayan bir insanın karşısındakini görmesi duyması ihtimali yoktur, bu şekilde
ötekilerle olan ilişkimizi “monolog” şeklinde yürütürüz. Diyalogun temel prensibi olan tüm kalbinle,
ötekini, en yakın muhatabını görmeye, dinlemeye,
duymaya hazır olmaya geçebilmek için, içimizde
bize acı yaratan olaylardan kaçmamaya ve “olma cesaretine” ihtiyacımız var. Çünkü ne yaparsak yapalım
acıyı hayattan kovamayız? Acıyı hayattan kovamaya-
“Var olmak” zordur, kaygıyla
yüzleşmeyi gerektirir. İnsanlar
kendi varlıklarında o acı-ızdırap
vereni görüp onunla bir bağlantı
kurmaya cesaret ettiklerinde,
kaygıdan kaçmadan bir “olma
halini” yakalayabilirler.
TSDE ki - Aralık 2015
12
DOSYA KONUSU
cağımıza göre ya olmaya cesaret edeceğiz ya da varlığımızın bize hayatımızı sürdürmemiz için sunduğu
programa kör bir şekilde itaat edip, hayatımızı güya
anlamlı bir şekilde ama daha çok hep görülmek,
onanmak, değerli hissettirilmek programının dayatmasıyla sürdüreceğiz. Bu arada olan geçip giden hayat olur. Hayatta kalmayı zaten hepimiz başarıyoruz.
Uyuyoruz, uyanıyoruz, acıkıyoruz, gülüyoruz, ağlıyoruz, konuşuyoruz. Bunu bedensel organizmamız
gerçekleştiriyor ama hayatı yaşamak başka bir şeydir.
Hayatı yaşamak, “olma cesareti “gerektirir.
Olma cesaretini göstermeden öteki ile olan ilişkilerimizde denklemi mutluluk üzerine kurduğumuz zaman hayali hayatlar yaşarız. Oysaki yapabileceğimiz
sadece mutlu olabildiğimiz o kısacık anların tadına
varıp, acının en büyük öğretici olduğunu kabullenerek varlığımızdaki olanakların farkına varabilmektir.
Bugüne kadar hep aynı olanaklarla ilişki kurmaya
çalıştığımız annemize, eşimize, çocuğumuza bir de
bu açıdan bakarak, onlarla gerçek bir “diyalog” kurabiliriz. Unutmayalım ki, kuram iyileştirmez, sadece
insanı insan iyileştirir.
Yaşam sürekli değişiyor. İletişim çağında, mektup,
mail… hep arada bir mesafe var. Tüm bu gelişmeler
hayatımızı kolaylaştıran, önemli gelişmeler ama ne
yazık ki diyaloga yer kalmıyor. Sevdiğiniz birine yüz
yüze söyleyemediğiniz her şeyi mesajla ya da maille
söyleyebilir, duygularınızı sayfalar dolusu anlatabilirsiniz ama bu diyalog değil monologdur. Çünkü sadece söyleyip geçersiniz. Oysa diyalog, kalbin bütün
sıcaklığıyla, samimiyetiyle, her haliyle karşı tarafı dinleyip, görerek, farkına varılarak kurulabilir.
Ve diyalog… Son sözü yine Mevlânâ’ya bırakırsak.
“Hem ben benim, hem sen sensin, hem sen bensin.
Ne ben benim, ne sen sensin, ne sen bensin…” <
* TSDE Başkanı Zararsızoğlu’nun Grup Terapi
(Workshop) çalışmalarından derlenmiştir.
Kişi ancak bilirse, tanırsa, bilinçdışıyla bilincin arasında dans etmeyi öğrenirse, denklemlerini doğru kurarsa, çözümün kendi varlığında olduğunu görür ve
bu kaynağı dönüştürebilir.
Bir canım, gel gör ki var yüz bin tenim
Neyleyip nedsem ki ağzım sır benim
Bunca insan var, "Benim", hep ben diyen
Yok ki bir er, söylesin tek "Ben Senim"
Mevlânâ
TSDE ki - Aralık 2015
13
SÖYLEŞİ
Hayat bize buradayım diyor, bunu da
beden aracılığıyla hatırlatıyor...
Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü’nün sertifika
programları kapsamında düzenlediği Sistem Dizim
Terapisi yönelimli Beden Psikoterapisi eğitiminin
ikinci ve son modülünün eğitimcisi Karin Schoeber’di. Karin ile iki ayrı modülde sistemik bakış açısı
ile yapılan dizim çalışmalarının yardımıyla travma ve
beden çalıştık.
Çalışmalarında Peter Levin’in “Somatik
Deneyimleme Travma Terapisi” ile“Sistem
Dizimlerini” bir arada kullanıyorsun,
biraz bahsedebilir misin?
Ben bu iki yaklaşımı birbirinin tamamlayıcısı olarak
görüyorum. İçerik olarak yaptığım, dizim çalışmaları
yönelimli travma terapisidir. Ben Somatik Deneyimleme ve Hipno-Sistemik Travma Terapisini danışanla
konuşmaya ve dizimin kendisine dahil ediyorum.
Sistem dizimlerinde ortaya çıkan içsel yapılar, şekiller veya etkilenmeler çoğu zaman travmatik deneyimlerle bağlantılıdır. Sistemik çalışma travma
terapisine, travmatik deneyimlerin nesiller boyunca
aktarıldığı bilgisinden daha fazlasını kazandırmaktadır. Her iki yaklaşım da terapistte bir farkında olma
duruşu yaratmakta ve mevcudiyet gerektirmektedir.
Danışanın veya dışsallaştırılmış referans sisteminin iç
dünyasında kendiliğinden bir denge oluşturmasını
destekliyorlar.
Ben dizim çalışmalarını; daha çok “olmaya davet ve
dizimlerin olmak için yarattığı alan” şeklinde algılıyor
ve yaşıyorum. Benim fikrimce Somatik deneyimleme
Somatik deneyimleme bir içsel
algılama egzersizidir. Sistem
dizimleri ise, iç dünyanın
dış dünyayla olan ilişkisinde
algılamanın dışsallaştırılmasıyla
desteklenmesine yarayan bir
süreçtir.
· KARIN SCHOEBER KİMDİR?
Avusturya Viyana’da psikoterapist ve süpervizör olarak çalışan Karin, psikoterapist lisansını
1993 yılında aldı. Kültürel antropoloji ve psikoloji biliminin yanısıra Gestalt, Geçiş eğitim sistemleri, Core Energetics, Sistemik Aile Terapisi,
Organizasyon Dizimleri, Somatik deneyimleme gibi alanlarda da uzmanlığı bulunan Schoeber, Sistem Dizimleri ÖFS (Avusturya Forum
Sistem Dizimleri) üyesidir.
TSDE ki - Aralık 2015
14
SÖYLEŞİ
bir içsel algılama egzersizidir. Sistem dizimleri ise, iç
dünyanın dış dünyayla olan ilişkisinde algılamanın
dışsallaştırılmasıyla desteklenmesine yarayan bir süreçtir. Her iki yöntem de bilinç ile içsel yapıları ilişkilendirerek danışanda farkındalık yaratıyor.
Senin tanımınla terapi nedir?
Terapi benim için bir algılama antrenmanıdır. Bilinçli bir şekilde ve o an karar verebilmem için, farklılığı
bilinçle ayırt edebilme antrenmanı da diyebilirim.
Algılama, bilinci yaratır. Bilinç; farklılaştırmayı ortaya çıkarır. Böylece bizim karar vermemizi geliştirir
ve bu da bizi esnetir. Genetik olarak ailemizden aldıklarımız, arkadaşlarımızdan, çevremizden, kültürümüzden devraldığımız her şey kendimiz hakkında
bir konsept geliştirmemizi sağlar. Bu durum bizim
yapımızı oluşturur, algılarımızın katı veya esnek olmasını sağlar. Oluşan bu yapı ve dizim sonrasında
oluşan akışın varlık ile arasındaki bağ, beni çok etkiliyor. Bunu yaptığım çalışmalarda önemli buluyorum.
Çünkü danışanın sürecinin yanısıra ben de kendi yapım, kendi akışım, kendi varlığım hakkında sürekli
bir şeyler öğreniyorum.
Algılama egzersizi derken,
tam olarak neyi kastediyorsun?
Algılamanın tüm alanlarını, yani hissetmeyi, tanımayı, hatırlamayı ve kavramsallaştırmayı kastediyorum. Algılamanın şu ana kadar mevcut olmayan
yönleriyle iletişim kurabilme yeteneğinin egzersizi
yapılmaktadır. Bu egzersiz farkında olmayı arttırır,
ayırt etme yeteneğini güçlendirir, sahip olduğumuz sabit fikirlerimizi, kalıplarımızı ve kişiliklerimizi
esnekleştirir ve gevşetir; bunun sonunda yeni deneyimler için alan açılır. Terapist olarak, danışanlarımızın bireysel otantikliği ile sisteme dâhil olmasının
arasında bir denge sağlama arayışı sürecinde onlara
yardımcı oluruz.
“Bireysel otantiklik” derken?
Eski kalıplarına dolanmadan veya direnç içerisinde
hapsolmadan danışanın kendi kendini algılamasıdır.
Yani hem kendin olmak hem de bir ilişki içinde olmak, yabancı olanı yabancı olarak bırakmak ve buna
rağmen kendi sesinle bir uyum içerisinde, farklı olmaya müsaadeli olduğunu hissedebilmek.
Karin’e göre travma nedir?
Travma bağlantının kaybıdır, neyin travma olduğuna
her beden kendi kişisel sistematiği içinde karar verir,
benim için fazla olan başkası için dayanılır olabilir ya
da tersi geçerlidir. Kendimle, bedenimle, bedenimin
parçalarıyla bağlantısının kaybı, bedenin işlevinin
kaybı, diğer insanlarla olan bağlantıların kaybı, aile
veya kolektif yapılara olan bağlantıların kaybı. Ayrıca
bu kişinin dünyayla olan bağlantılarının kaybı, vatana ve kültüre olan bağlantıların kaybı veya başka
bağlamlarla olan bağlantıların kaybı da olabilir. Ama
en kestirme olarak kendine ve kendi bedenine olan
bağlantıların kaybı diyebiliriz.
Peter Levine, bize travmanın ne olduğu hakkında
çok basit bir tanımlama verdi, organizmaya fazla yük
bindiren her şey travmadır. Burada önemli olan nokta, fiziksel ve ruhsal esneklik, travmatik deneyimlerden dolayı kısıtlanmaktadır. Biz bu duruma “Donup
kalma, felç” diyoruz. Dizim çalışmaları, danışanların
Dizim çalışmaları, danışanların
kendi algılama yetenekleri ile daha
yoğun bir temasa geçmelerine,
böylece daha yüksek bir esnekliğe
sahip olmalarına ve değişikliklere
karşı bir güce erişmelerine yardımcı
olmaya olanak tanımaktadır.
TSDE ki - Aralık 2015
15
SÖYLEŞİ
kendi algılama yetenekleri ile daha yoğun bir temasa geçmelerine, böylece daha yüksek bir esnekliğe
sahip olmalarına ve değişikliklere karşı bir güce erişmelerine yardımcı olmaya olanak tanımaktadır.
Danışanların bu esnekliğe
ulaşmaları nasıl sağlanıyor?
Dizim çalışmalarında organizmanın kendi kendini
dengelemesi için alacağı bir sinyal ile organize olup
kendini yeniden tanımlayabileceği varsayımından
yola çıkıyoruz.
Bu süreç şu kavramlarla tarif edilir:
Felt sense: Tümsel hissetme ve gözünde canlandırma
Tracking: Terapistin, danışanın deneyimleri ve doğrudan tepkileri ile karşılıklı iletişime girebilme konusundaki yeteneği
Titration: Küçük adımlarla, azar azar bedene ve kişiliğe uygun bir şekilde, problem alanı ile temas kurmak.
Pendulation: Organizmanın içinde problem alanı ile
kaynak alanı arasında gidip gelme, sallanma... Deşarj
olmayı desteklemek ve değerlendirmeye göre çözümlemek (psiko-duyusal)
Terapi bir algılama antrenmanıdır,
bilinçli bir şekilde ve o an karar
verebilmek için, farklılığı, bilinçle
ayırt edebilme antrenmanı da
diyebiliriz.
Containment: Terapistin desteği ile (tracking) danışanın kendi hisleri üzerinde hâkimiyet kurması, destek ve sınırlarını hissetmesi ve kendi sahip olduğu
olanaklar alanını tahmin ederek algılaması. Karşılıklı
iletişime girerek farkında olmamızla gerçekleşen,
vazgeçilmesi ve faydalanılması gerekenler çok daha
belirginleşir ve deneyim edilebilir hale gelir.
“Mevcut olmak” ifadesini kullanıyorsun,
bununla kastettiğin nedir?
Ben artık yaptığım terapötik çalışmalarda ve verdiğim derslerde, hangi rahatsızlıkların var olduğunu ve
bunların ne gibi bir tedavi gerektirdiğini sorgulayan
teşhis koymaya yönelik bakış tarzından daha çok,
sağlıklı olanı nasıl destekleyebilirim sorusundan yola
çıkıyorum. Bu yaklaşım gereği, beden ile çalışmanın
anlamını öncelikli olarak terapist ile hasta arasındaki bağlantı ve ilişkiyi destekleme olarak görüyorum.
Herhalde terapist olarak yapabileceğimizin en iyisi,
hastalarımız veya danışanlarımızla karşılıklı etkileşim
içindeyken mevcut olmak, yani o an orada olmaktır.
Geriye kalan her şey bizim yardımcı araçlarımızdır.
Böyle bakıldığında, mevcut olmanın eğitimi, dikkatli
olmayı, duygusal açıdan algılayabilmeyi ve hastayı
alışılagelmiş ilişki çerçevesi içerisinde “tutabilmeyi”
geliştirmenin anahtarıdır.
Bildiğiniz gibi bu yaklaşım bazı beden terapisi okullarında öğretilip uygulanmaktadır. Benim mevcut
olmayı öğrenmem geliştirilmiş bir bedensel çalışma
yöntemi olan Breema vasıtasıyla oldu. Bu yöntem,
basit prensipler üzerine kurulu olup, kendi bedenin
TSDE ki - Aralık 2015
16
SÖYLEŞİ
Yani tehlike olarak algıladığımız durum geçene kadar koruma pozisyonunda kalınıyor. Bu korunma pozisyonuyla anlatmak istediğim korunma, hareketsiz
ama her an hazır olma hali. Burada çok yüksek bir
enerjiden bahsediyorum. Bu enerji eğer boşaltılmazsa o zaman bölünme ortaya çıkıyor. Dolayısıyla
bağlantı tekrar kurulabilsin diye bu enerji de kendini
boşaltmak istiyor.
üzerinde veya iki kişi olarak değişimli yapılabilen bir
dizi standart egzersizlerden oluşmaktadır. Ayrıca
yine mevcudiyetin desteklenmesini temel alan bir
dizim şekli olan “Otopoetik Dizimler” yani bir sistemin kendi kendini yaratması ve hayatta tutması ile
çalışıyorum. Benim çalışmalarımın iki ayağı da dikkatli olmayı, kendi bedeninin farkına vararak oluşturmaya ve derinleştirmeye yöneliktir. “Breema” ile
“Otopoietik Dizimler” çalışmasını bir araya getirmek,
bedensel terapinin yeni ve çok etkili bir şeklidir.
Bir olay travma olarak algılandığında
organizmada neler oluyor?
Organizmanın zorlandığı bir durum yaşandığında,
bu durumdan kaçamadığımızda ve bununla savaşamadığımızda organizmada donma gerçekleşiyor.
Bir şey ne zaman travmatik olarak tanımlanabilir?
Eğer bir şey bir organizma için çok hızlı, çok şiddetli
ve çok fazla olduysa buna travmatik diyebiliriz. Ve bu
üç unsur yani çok hızlı, çok şiddetli ve çok fazla olan,
her bünyenin kendisinin karar verdiği bir durumdur.
Çünkü benim organizmam için dayanılır olan, başka
bir organizma için dayanılmaz olabilir. Bedenimiz bizim kişiliğimiz için adeta bir muhafaza, bizi taşıyan
bir konteyner gibidir. Ve şu an burada olmak için bedenimize ihtiyacımız vardır çünkü bedenimizin içinde kendi kendini ayarlama, dengeleme gerçekleşir.
Travma için bağlantının kopması dedin,
peki travmanın kendi kendine iyileşmesi
ya da travma yaşamış kişilerin herhangi bir
profesyonel yardım almadan kendi
travmalarını iyileştirebilmeleri mümkün mü?
Olanak olarak her şeyin mümkün olduğuna inanıyorum. Savaşa katılmış insanları düşünürsek onların
hiçbir yardım almadan 90 yaşına kadar gelenleri var,
TSDE ki - Aralık 2015
17
SÖYLEŞİ
onların neler yaşadıklarını düşünürsek mümkün derim. Ama travma ile oluşan bir bölünme var ve bu
bölünme (ikiye ayrılma) kişi için bir yaşam tarzına
dönüşebilir.
Yani bir anlamda bazen travmalar insanları
hayatta tutar mı demek istiyorsun?
Travmanın kendisi değil ama bölünme kişiyi hayatta
tutar. Bu bir mekanizmadır. Yaşanılan bir olay var ve
bu olay yüzünden kişi travma yaşadıysa ona verilen
tepki sonucunda bölünme oluşuyor. Orada bir makam var ve bu makama bölünmenin bekçisi deniliyor. Çünkü bu makam travma yaşandıktan sonra ne
yapılacağına karar veren yer. Acıyı yaşayan bu ma-
kam, tekrar aynı acı yaşanmasın diye “bu bölünme
devam etmeli, hiçbir şey hissedilmeyecek, bir şey
duyulmayacak” der. Bu bazı şeyleri görselleştirmek
amacıyla yapılan bir tanımlamadır, o yüzden sadece bu tanımlamayla yetinmek istemem. Eğer sağlıklı
olan taraf hala yeterince sağlamsa travmaya rağmen hayatta kalınabilir. Fakat bu şekilde yaşamaya
devam edildiğinde bir şeylerden feragat ederek hayatta kalınır.
Travma sonrası ayrılan bu parçaların
bir araya gelmesiyle ne olur?
Bu parçalar bir araya getirildiğinde, dizimlerde gördüğümüz gibi organizma için daha fazla canlılık,
daha fazla akış ve daha fazla mevcudiyet mümkün
oluyor. Ve sonuç itibariyle yapı olarak da daha fazlasının mümkün olduğunu görüyor ve anlıyoruz.
Genelde kişiler travmalarını
nasıl dile getiriyorlar?
Bunu onların dile getirmesine gerek yok, “yaşadıkların
sana fazla mı geldi?” diye sorarım, “senin travman var”
diye dile getirmeme gerek olmadan onun yaşadıklarının travma olduğunun farkında olmam yeterli olur.
Travma terapisi veya beden
terapisi dizim çalışmalarına
psikosensorik bir derinlik katar.
Bu derinlik bir anlamda bedenin
algıladığı sinyallerin farkında
olmak demektir. Dizim çalışmasıyla
ulaşılan bu sensorik algılama,
zihinsel bilgilenmeyi daha
derinleştirir.
TSDE ki - Aralık 2015
18
SÖYLEŞİ
Travma olarak algılanan bir
olay meydana geldiğinde, yani
organizmanın zorlandığı bir
durum yaşandığında ve biz bu
durumdan kaçamayıp bununla
savaşamadığımızda organizmada
donma gerçekleşir...
Dizim çalışmalarında bedenin önemi ne?
Travma terapisi veya beden terapisi dizim çalışmasına psikosensorik bir derinlik katar. Psikosensorik,
bir anlamda bedenin algıladığı sinyallerin farkında
olmak demektir. Dizim çalışmasıyla ulaşılan bu sensorik algılama, zihinsel bilgilenmeyi daha derinleştiriyor. Duyguların algılanması, bedenle zihni bir araya
getiriyor, bu şekilde aslında kapasiteyi geliştiriyoruz.
Bunu hissederek yapıyoruz. Dayanılmaz olduğu için
bir tarafa itilmiş hislerin aslında yaşanılıp bittiği ve
bu sayede şimdi burada olduğumuzu hissederek farkına varmak. Bu yaşananlara rağmen hayatta kalmış
olmak. Bu dayanılmaz olma konsepti bir zamanlar
için doğruydu ama şimdi bugün baktığımız zaman
hala ne kadar geçerli. “Evet o gün için yaşananlar dayanılmazdı ama ben hayatta kalmışım” önemli olan
bunun bilincine varmak.
Beden ile çalışırken hareket ve dokunmak,
fark etmek ve anlamayı mı kolaylaştırır?
Bilinç için her ikisi de gerekli. Farkına varmak için,
algılamak, hissetmek, tanımak gerekli. Bu üçüne birlikte farkına varmak diyoruz, bu üçü içinde hem dokunmak hem hareket gerekli. “Bu nasıl bir his, nasıl
bir duygu”, “bunu bedeninin neresinde ve nasıl hissediyorsun” diye soruyoruz ve oradan yola çıkarak
kapasiteyi genişletip dağıtıyoruz. Sonuçta kişinin
ifade etme olanaklarını ve davranış kabiliyetini genişletmek için yapıyoruz. Böylece terapi süresi içinde
bağlantı kurma olanağı ortaya çıkıyor. Duyguya kabul
görmüş olarak bakılmasını sağlıyor. Adım adım yaklaşma yöntemi de kapasitenin genişlemesini sağlıyor.
Hissedilip, tanındığı kabullenildiği zaman bilince ulaşıyoruz, bilinç de fark etmeye yol açıyor. Fark etmek
de yeni kararlar vermeye olanak tanıyor. Bu da yeni
bir şekillendirmeyi esnek hale getiriyor. O zaman boşalmalar görüyoruz. Ağlama, titreme, terleme bazen
gülme, bazen soğuk duş almış gibi veya ateş basar
gibi hissetme vb. Çünkü baskı altında tutulan yükleme kendine bir ifade tarzı arıyor. O zaman enerji tüketilmiyor. Enerji unutulmak istenileni geride tutmak
için kullanılmadığı için yeni bir kullanım için hazır
hale geliyor. Dolayısıyla beden devasa bir kaynak ve
bilgilerin taşıyıcısı. Bize bir şeyleri gösteriyor belki de
semptomlar vasıtasıyla gösteriyor. Semptomlarda
çoğu zaman duygular ve hislerle derin bağlantılıdır
ve bu duygular kabul görmek isterler.
Kontrol mekanizmasından bahsetmiştik.
Her şeyi kontrol eden birinin bu durumdan
tamamen kurtulamayacağını fakat o tarafın
onurlandırılacağını söylenmiştin,
biraz açabilir misin?
Biz rahatsızlık veren kontrolü etkisiz hale getirmek istiyoruz. Kontrol genelde aynı bekçi gibi ikincil bir oluşumdur. Bir yara, bir de kontrolümüz var. Bir zamanlar
“kontrol etmenin” bir işlevi vardı. Sadece bunun için
bile ona saygı duymamız lazım. Ondan sonra bu yaralanmaya ve yaralanabilir olma durumuna bakabiliriz.
Örneğin; 4 yaşında bir çocuk yaralandı ve o zaman ne
hissetti, onun hissi o an için neydi, belki de bir çaresizlik, bir güçsüzlüktü. Ve acı ile çok bağlantılıydı, kalbini sıkıştırdı. O anda bu yaralanmışlıkla devreye giren
kontrol mekanizması “ben kalbimi kimseye açmayacağım” dedi. O zaman ve durumda kontrolün koruma
için önemli bir görevi vardı. Ve biz “zamanında senin
önemli bir işlevin vardı” diyebildiğimizde ona saygı
göstermiş oluruz. İşte ancak o zaman hem hüzünlü
hem de acı çeken 4 yaşındaki çocuğa bakabilir onunla birlikte hissedip empati kurabiliriz. Bu şekilde burada olduğumuzun, o 4 yaşındaki çocuk olmadığımızın
ve bugünü yaşamak istediğimizin farkına varabiliriz.
O günkü yaralanmaya saygı duyup, içimdeki yaralanmış çocuğu görüp artık bu yaralanmış çocuk olmadığımın ayrımına varmam çok önemli. Çünkü böylelikle
şimdi hem otoritenin hem de yaralanmanın elinden
kendi gücümüzü geri almış oluyoruz. <
Esra Can - Yadigar Zararsızoğlu
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Aralık 2015
19
EDEBİYAT
“BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…”
İstanbul’da bir masal anlatıcısı Judith Malika Liberman, büyüklere masallar anlatıyor.
Masal Terapi isimli kitabıyla da, büyükleri bir masal oyununa davet ediyor. Ona göre;
masallar anlaşılmak ve çözülmek için değil, deneyimlemek ve tadını çıkarmak içindir.
Judith, bizi masallarla oyun oynamaya davet ediyor.
Kumbaracıbaşı Yokuşu’ndan aşağı inerken sanki İstanbul’dan bir an için kopuyorsunuz. Numara 50,
küçük sıcacık bir mekan. Masal dinlemeye gelmiş
her yaştan insan var. Çocuk mu? Sadece iki tane. Bu
masallar sadece çocuklar için değil büyükler için yazılmış. Judith, gerek müzikle, gerek mimikleriyle bizi
“bir varmış, bir yokmuş“ zamanına götürüyor, dere
tepe düz giderken, diye yol alıyor, onun sesindeki
melodiye kulak veriyoruz. Çocuk oluyoruz, yetişkin
oluyoruz. “Masallar bilge arkadaşlar gibidirler, sana
gelmelerinin bir sebebi vardır“ diyor Judith.
Judith’le söyleşi yapmak da, masal gibi. O kadar güzel
anlatıyor ki, araya girip soru sormak istemiyorsun…
“Masallarda herkes prensini mi bekliyor.”
Masallarda her şey simgesel. Herkesin aşkın peşinde
olduğu da bir simge. Birlik nedir? Tam olma halimi-
· JUDITH MALIKA LIBERMAN KİMDİR?
Bir masal anlatıcısı, eğitmeni ve sanat terapistidir. 1978’de Paris’te doğan Liberman, günlerin
ateş başında masallar anlatılarak sona erdiği bir
komünde büyüdü. Paris Konservatuarı’nda Giles Bizouernes yönetiminde profesyonel masal
anlatıcılığı eğitimi aldı. Vendome CLIO’da sözlü
anlatım eğitimlerine katıldı.
Üniversiteler ve UNESCO ile işbirliği içinde Türkiye’de masal anlatıcılığının yeniden canlanmasına katkıda bulunan Liberman İstanbul’da
düzenli olarak masal anlatma geceleri düzenlemekte, masal anlatıcısı olmak isteyenler için
eğitimler vermektedir.
TSDE ki - Aralık 2015
20
EDEBİYAT
ze ulaşmak. Aslında hepimiz, tam olma, huzurlu ve
mutlu olma haline ulaşmaya çalışıyoruz. Belki de o
tamlık, senin için bir evlilik olabilir. Belki bir insanla
gerçekleşir, belki de birçok anlamda kendi benliğinle. Çocuklar ise masalları dinlerken, masallardaki aşk
ya da evliliğin bir kontrat değil, daha derin bir şey olduğunu biliyorlar aslında...
Masallarda kahramanlar arketipsel... Güzellik de, kişinin iç dünyasının dışına yansıması. Birçok masalda
güzel derken kalbin temiz olması anlatılıyor. İçimizde
ya tamamen iyi, ya tamamen kötü karakteri barındırıyoruz. Tamamen iyi olan yanımızla, o küçük kız,
hep cömert, hep iyidir. Masalda yola çıkar ve o yolda birine yardım eder. Ve ödülü, her gün daha güzel
olmaktır. Kötü yanımız da masallarda fiziksel olarak
çok çirkin sembolize edilmez. Ama içi kapkaranlık ve
sabırsızdır. O yola çıktığında ise yardım etmek yerine
hep alır. Cezası da çirkin görünmektir. Aslında hayatta da böyle şeyler olur. Burada güzellik kavramından
model olarak bahsetmiyoruz. İyiliğin insanın yüzüne
yansımasını anlatıyoruz.
“Masalları okumayacağız, anlatacağız.”
Masalları dinlerken, içimizde bir yere ulaşıyor, demleniyor. Bir daha anlatınca, sana ait olan bir şeyi ekliyorsun, beğenmediğin bir şey varsa, onu çıkartıyor,
bir daha anlatmıyorsun. Herkes masalları kendi değerlerine göre değiştiriyor. Masal gönüle, gönülden
de dile geliyor. Böyle bir yolculuk.
“Masallar kişiselleştirildiği için ayakta kalıyor.”
Ne kadar değiştirilse de, özü kalıyor, ama ayrıntılar
değişebiliyor. Kemerin altın mı, işlemeli mi olduğu
önemli değil. Önemli olan, senin için güzel bir kemer
olması. Senin için hangisi zevkliyse masala onu öyle
eklersin.
O yüzden çok derin psikolojik etkisi var. Bir anne,
çocuğuna masal okurken, ondan çok farklı değerlere sahip bir yazarın yazıya döktüğünü okuyor. Anne
kendi değerlerini ifade etmediği için aslında bu bir
duvar. Oysa bazı masallar, çok ulusalcı, çok ırkcı bir
dönemde yazıldı ve bazı değerleri içinde barındırırdı. Mesela bir insan cimri ve açgözlüyse, masallarda
o kişi yahudi olarak adlandırılıyordu. Açgözlü insan,
neden yahudi olsun ki?
Masallarda çok derin bir yolculuk
var. Bizim bilinçaltında yapmamız
gereken bir yolculuk. Büyümek için
insanın bilinmezliğe doğru gitmesi,
risk alması gerekiyor.
TSDE ki - Aralık 2015
21
EDEBİYAT
“Kırmızı Başlıklı Kız’ın şapkasının kırmızı olması
değil önemli olan, önemli olan yutulması...”
Her masalın bir sürü versiyonu var. Kırmızı Başlıklı
Kız, yutulduktan sonra o kozadan çıkıyor. Temelde
çok derin bir yolculuk var. Bizim bilinçaltında yapmamız gereken bir yolculuk. Büyümek için insanın
bilinmezliğe doğru gitmesi, risk alması gerekiyor. Bu
riski aldığı zaman yutulacak, orada bir süre midenin
içinde kalacak, kozada kalır gibi. Midenin içinde dönüşüm yaşayacak ve bu sayede kendi kendine kozadan çıkma gücü kazanacak. Ben bu masalda hiçbir
zaman avcı versiyonunu anlatmam, avcı versiyonu
dışarıdan çıkartıyor. Birçok versiyonda Kırmızı Başlıklı
Kız cebindeki makaslar sayesinde kozanın içinden çıkııyor. Bu, aslında derin bir psikolojik yolculuk.
“Masalları yazmak, bir hiyerarşi yaratıyor.”
Yazmak aslında bir otorite, bir hiyerarşi yaratıyor.
Masallar yazıya dökülmeden önce, bütün ülkelerde
kadınlar tarafından anlatılıyordu. Ama daha sonra
güçlü emperyalist ülkelerin zengin, eğitimli ve şehirli erkekleri tarafından yazıya döküldü. Fransa’da
Kırmızı Başlıklı Kız’ın en son versiyonunu, erkek gücünü onaylayan Perrault yazdı. Bu versiyonda genç
kız büyüme esnasında yutulduğunda bir erkek ya da
eş yardımıyla mideden çıkabiliyor. Bu koza-kelebek
hikayesine benzer. Kozayı kelebek yerine siz açarsanız bu kelebek uçamaz. Çünkü koza açma mücadelesi, kelebeğin kanatlarını güçlendirir ve ancak kendi kozasını açan kelebek bu güce sahip olur. Kırmızı
Başlıklı Kız, ormana gidip yutulduğunda çaresizliği
hissediyor, dibe vuruyor ve o anda “benim makasım
var, ben buradan çıkarım” diyor. Makasıyla kozadan
kendisi çıkabilen, uçabilen bir Kırmızı Başlıklı Kız.
“Masalların derininde, ruhumuzun yarattığı bu
bilinçaltı yolculuklar var.”
Aslında masallarda anlatılanların hepsi yaşamın kendisi. Ara sıra hayatta dibe vurduğun zaman yutuluyorsun ve bu kozanın içindeki dönüşüm tohumun
öyküsü gibi. Toprak onu yutuyor, tohum karanlık
TSDE ki - Aralık 2015
22
EDEBİYAT
içinde kayboluyor, toprak onu sindiriyor. Belki bir
tehlike var, ancak tohum sadece uyursa ve beklerse
çıkıyor, ağaç oluyor. Masallar bizim de birer tohum
olduğumuzu ve bir şeyin içinde yutulmaya, durmaya
kışı, karanlığı yaşamaya ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Büyümek, bir sonraki adıma gitmek için. Kırmızı
Başlıklı Kız da da böyle, kurdun karnından çıkan artık
bir çocuk değil. Kendi kendisine bakabilen kendisini
koruyabilen genç bir kadın.
“Çocuklar kurttan korkar mı? “
Bizim bir mantıksal, bir de sezgisel zihnimiz var. Yetişkinlerin sezgisel zihninde düşünme tarzı zayıf olsa
da, çocukların sezgileri çok güçlü. Masalda da o sezgisel dil konuşuyor. Hiç bir çocuk kurdun göbeğinden tüm kıyafetleriyle ya da sadece tokası düşerek
çıkmış Kırmızı Başlıklı Kız’a şaşırıp sormuyor. Zaten
kızın gerçekten öldüğünü ve yendiğini görmediği,
mantıklı düşünmediği için bunun simgesel olduğunu algılıyor. Masallarda kıyafetler, yemekler değişebilir, ormanda kurtla, ayıyla ya da aslanla karşılaşabilir. Hatta daha modern versiyonlarda, bizim Kırmızı
Başlıklı Kız, bir İstanbul mahallesinde temkinsiz geziyor olabilir.
“Her masal bir yolculuk...”
Masallar, öncelikle ruhun iç yolculuğu. Aslında bütün
kahramanlarda biz varız. Ormana giren Kırmızı Başlıklı Kız, bizim saf çocuk yanımız ve ormanda yaşadıkları sayesinde bu çocuk büyüyor. Daha üst seviyede
büyükanne ve anne yani aile içi ilişkiler ve kıskançlık
var. Babaların farkındalık eksikliği sebebiyle, annenin
çocuğu sahiplenmesi ve aç kalacak endişesi var.
Masallarda iyi ve kötü anneden de çok bahsediliyor.
Masalın başlangıcında iyi anne genellikle ölüyor. O,
hep seni seven, hep sana bakan iyi anne. Peki annenin ölümüyle ne oluyor? İyi anne, geride bıraktığı bir
ağaç, bir bebekle, aslında enerji olarak hala var ola-
Masallar, öncelikle ruhun
iç yolculuğu. Aslında bütün
kahramanlarda biz varız. Ormana
giren Kırmızı Başlıklı Kız, bizim
saf çocuk yanımız ve ormanda
yaşadıkları sayesinde bu çocuk
büyüyor.
TSDE ki - Aralık 2015
23
EDEBİYAT
bilir. Örnek olarak Vasilis’in bebeği, annesi gibi onu
koruyor. Yalnız bu iyi anne, çocuğun büyümesini
engelleyen bir annedir. Çünkü bu iyi anneye kalsa,
çocuk kendi yemek yiyemez. Risk alması gerekmez.
Bu iyi anne, çocuğun her dediğini yapmaya çalışıyor.
Bu sebeple bebeği daima bebek olarak kalıyor. Kötü
anne, “hayır, sen bu kaşıkla kendin yemeğini yiyeceksin, çünkü o yaşa gelmişsin” diyor.
Bütün anneler hem çok iyi, hem çok kötüdür. Çünkü
bütün anneler, hem çikolatalı pasta, hem de ıspanak
yapar. Çocuğa göre ıspanak yapan anne bir cadıdır.
Üstelik, sadece yapmıyor bir de zorla yediriyor. Çocuk da içten içe, “iyi annem ölmeseydi, bu cadı gelmeseydi” diyor. Çocuğun içinde annesine karşı bir
nefret olabiliyor. Anneler onlara göre çok kötü şeyler yapıyor. Uyusun diye yatağa gönderiyor, ıspanak
yapıyor, ödev yaptırıyor, sınırlar koyuyor. Çocuğun
Masallarda aslında prens değil,
aşk kurtarır. Aşk sadece romantik
aşk anlamına gelmiyor, aşk tam
olmak demek... İçimizdeki o derin
eksikliği gidermek için, sahte
prenslerin peşinden gidiyoruz.
Bazen de tüketimle veya işle
doldurmaya çalışıyoruz. Aslında
aşkla doldurmamız gerek. Bu, ilahi
ya da ekolojik aşk olabilir.
büyümesi amacıyla bu kuralları koyan anneye karşı
çocuğun içinde bir nefret olabiliyor ya da şiddet hissedebiliyor. Ama ona karşı duyduğu bu şiddeti mağdur olacağı için bastırıyor. Aslında cadı, bu öfkeyi ortaya çıkaran bir simgedir. Yetişkin hayatımızda kimse
bize bu kadar baskı kurmuyor. Kimse bize sevmediğimiz yemeği zorla yediremiyor.
gidermek için birçok sahte prenslerin peşinden gidiyoruz. Bazen de tüketimle veya işle doldurmaya çalışıyoruz. Aslında aşkla doldurmamız gerek. Bu, ilahi ya
da ekolojik aşk olabilir. Eğer birisi, gerçekten hayattaki tek kurtuluşunu evliilik olarak görüyor, bir kadın sadece koca bulması ve ona bakması gerektiğine inanıyorsa, bir masalı anlattığı zaman da öyle aktaracaktır.
“Aşk, tam ve eksiksiz olma hali...”
Masallarda kahramanı aslında prens değil, aşk kurtarır. Aşk sadece romantik aşk anlamına gelmiyor,
aşk tam olmak demektir. İçimizdeki o derin eksikliği
Bir zamanlar evlilik, kadınların anne ve babasından
ayrılmasının tek yoluydu. Şimdi ise kadınlar daha özgür. Bu masalı anlattığı zaman, artık amacının tam ve
eksiksiz olma haline ulaşmak olduğunu biliyor.
TSDE ki - Aralık 2015
24
EDEBİYAT
Ben masallarla büyüdüm. Annem babam evli değildi, 40 sene beraber yaşadıktan sonra, üç sene önce
evlendiler. Benim sosyal çevremde, aşk çok üstün bir
değerdi, ama evlilik o kadar da değerli değildi. Bana
bir sürü masal okundu ve sonunda insanlar evlendi.
Ben bu yaşıma geldim ama hala evlenmedim. Evliliğe
karşı olduğum için değil, sadece evlenmem gerektiğini düşünmüyorum.
“Masallarda ailemiz…”
Masallarda kızkardeşlerin arasındaki kıskançlıktan
açık açık bahsedilir. Kız kardeşlik vahşi bir şeydir. İster
istemez o öyle, ben böyleyim karşılaştırması vardır. Bir
sürü masalda kardeşler, üçüncü bir kardeşi kıskandığı
için kuyuya atıyor. Ve biz masalı dinlerken, hem kuyuya atan, hem de kuyuya atılmış kardeş oluruz.
Çocuklar bu durumda cinayetten değil, sadece derin
bir kıskançlıktan bahsettiğimizin farkındalar. Çünkü
onlar da annelerine “seni öldürmek istiyorum” derken, içlerindeki o derin kıskançlığı anlatmak isterler.
Bu duyguyu psikolojik açıdan ifade edemediklerinden, masallar aracılığıyla bunu dile getirirler.
“Kıskanmak” nedir aslında?
Masallarda kıskanmak, kıskandığımız kişinin güzelliğini ya da başarısını kimsenin görmemesini sağlamak
ve onu kuyuya atmaktır. Aslında hiç kimse kuyunun
dibinde ölmez, orada başka dünyalar, genellikle bilgelik bulur. Bir alt dünyaya, derin bir psikolojik dünyaya gider. Birisi sizi kıskanıyorsa, ışığınızı söndürmeye çalışır. Ama siz, derin kuyular içinde kendinize ait
başka bir cevher bulursunuz. Masallarda alt dünyalarda karanlık yoktur. Mücevher dolu ağaçlar vardır.
Yani içimizde, derin ve karanlık yerlerimizde bulunan
altınların keşfedilmesi ve bir mücadeleden çıkabilmenin öğrenilmesi vardır.
“Masallar bize vahşi mi geliyor?”
Masalda her karakter bir arketiptir aslında. Külkedisinin kızkardeşleri gibi. İki ablası var. Ayakkabıyı denetmeye geldiklerinde, anne kızlarına “senin için küçük
olan bu ayakkabıya ayağını sokarsan kraliçe olacaksın, biraz efor sarfet başparmağını kes ve ayakkabıya sığ” diyor. Başparmak kesiliyor, ayakkabıya giriyor
ancak yolda prens kanlı ayakkabıdan anlayıp kızı geri
getiriyor. İkinci kızkardeş de ayakkabıya sığabilmek
için ayağını törpülüyor ama prens yine anlıyor.
Bu masalda da birinci ve ikinci kız kardeş biziz aslında... Kaç kişi annesinden “efor sarf et, doktor olacaksın” gibi cümleleri duyar hayatı boyunca. Belki
doktor olmak değil, müzisyen olmak istiyoruz. Ama
Bizim bir mantıksal, bir de sezgisel
zihnimiz var. Yetişkinlerin sezgisel
zihninde düşünme tarzı çok zayıf
olsa da, çocukların sezgileri çok
güçlü. O sezgisel dil konuşuyor
masalda...
doktor olmak için, ruhumuzdan bir parçayı kesmemiz gerekiyor. Masallar bu bakış açısıyla bize vahşi
mi geliyor? Masalda sadece bir başparmak kesiliyor.
Fakat çocuğu doktor ya da mühendis olmaya zorlamak bize vahşi gelmiyor. Ben bu iki durum arasında
hiç bir fark görmüyorum. Masal herkes prensle evlensin demiyor ki, seni tam ve eksiksiz yapacak şey
ne ise, onu ara bul diyor. Aşkı bul, kendi prensini bul,
müzisyen ol, doktor ol, mühendis ol ya da ev kadını,
anne ol diyor.
Sen hem büyük kardeşsin, hem külkesidisisin. Bazı
durumlarda bize ait olan ayakkabıları giydik, bazılarında da bize ait olmayan kaç ayakkabıya girdik.
TSDE ki - Aralık 2015
25
EDEBİYAT
Kıskanmak nedir aslında?
Onun güzelliğini ya da başarısını
kimsenin görmemesini sağlamak,
örneğin kuyuya atmak. Hiç kimse
kuyunun dibinde ölmüyor, orada
başka dünyalar, genellikle bilgelik
buluyor. Bir alt dünyaya, derin bir
psikolojik dünyaya gidiyor.
Özellikle kadınların çok ayakkabısı var. Bu, hem simgesel, hem de dolabımızda. Kaç tanesi rahat, kaç
tanesi bizi güzel gösteriyor. Belki de çoğu hiç rahat
ettirmiyor.
“En büyük korkumuz, yenmek...”
Geleneksel masallar hep iyi bitiyor. Karanlıkta yürümeye devam etmekten, çıkışı bulmaktan, ruhun
çabalamasından söz ediyor. Örneğin; Hansel ve Gretel. Kıtlıktan dolayı anne babası onları terk ediyor.
Masalın başında en büyük korkuları ile yüzleşiyorlar.
Masal, çocukları alıyor, bir ormana sokuyor, ormanda
yürürken kayboluyorlar, daha da kötüsü bir cadıyla
karşılaşıyorlar. Cadı, onları yemeye kalkıyor. Bizim de
en büyük korkumuz da yenilip yok olmak. Hayatta
da hep yenilmemeye çalışmıyor muyuz? çocuk ya da
yetişkin ne fark eder? Masal diyor ki, bu korktuğun
her şey, senin de başına gelebilir. Terk edilebilirsin,
kaybolabilirsin. Ama sen güçlüsün.
“Masallar hep yaşıyor...”
Dünyada “yazılmış” en eski masal “İki Kardeş” masalıdır. İ.Ö. 14. yüzyılda yazılmıştır. Bir romanın ömrü
masaldan çok daha kısadır. Antropolojide 500 sene
tamamen bir yenilenme demektir. Çünkü 500 sene
bütün bir kültürün yenilenmesi ve değişmesi için yeteri kadar uzun bir süredir. Ama masallar hep yaşıyor,
ben 3400 sene önce yazılmış bir masalı, başka bir
kültürde anlatıyorum.
Yaşadığımız çağda sürekli bölünüyoruz. Kadın bir tarafa, erkek bir tarafa, gençler bir tarafa ve yetişkinler
bir tarafa... Hepimiz çok farklıyız. Ama masallar bize
diyor ki, “her yerde farklılıklar var, ama günün sonunda hepimiz biriz, ortak olduğumuz bazı dertler var.“
500 sene geçse de bunlar hiç değişmiyor.
“Bir masal mı seçsek?”
Ben cocukluktan beri kendime masal kitaplarıyla terapi yapıyorum. Bu, yüzyıllardır uygulanan bir yöntem. Arkadaşlarımla birlikteyken, birisinin bir derdi
olduğunda, “bir masal mı seçsek” diyoruz. Amaç zihni
zaptetmek. Bazen sorularımıza yanıt ararken, kontrollü bir şekilde, toplumun bize verdiği cevaplara gidiyoruz. Oysa, içimizde o kadar çok ses var ki. Toplumun
sesi, annenin sesi, kıskanç benliğin sesi… Bir sürü ses
TSDE ki - Aralık 2015
26
EDEBİYAT
konuşuyor. Bazı sesler de aslında vampir sesi. Toplumun sesi sana bir tavsiye verdiği zaman, sen onu kendi gür sesinle karıştırdığında yolunu kaybediyorsun.
“Vampirlerin balosu” diye bir fim vardır. Bu filmde
vampirler dışında iki insan var. Kalabalık bir balo sahnesinde, bu iki insan dışında kimse aynada görünmüyor. Bizim seslerimiz de tıpkı böyle... Bir sürü ayna
şekli var. Eğer bu aynalardan birine bakarsak, bu seslerden sadece bir tanesini görürüz. Sadece duymak
istediğimiz kalp ve gönül sesimizi duyarız. Bu ayna,
tesadüfler, masal ya da terapi olabilir.
Masallar bize vahşi mi geliyor?
Nedir masalda bir başparmak
kesiliyor. Fakat bir çocuğu zorla
doktor, mühendis yapmak
bize vahşi gelmiyor. Ben bu
Duyduğumuz tek bir ses gerçek, geri kalan tüm sesler vampirlerin sesi... <
iki durum arasında hiç bir fark
Mine Türkili - Esra Can
Sistem Dizim Terapisti
görmüyorum.
TSDE ki - Aralık 2015
27
MEKANLARIN RUHU
KARANLIKTA DİYALOG
Gördüğünü sandığımız gözlerle
nelerin farkındayız?
Karanlıkta Diyalog tüm dünyada 130’dan fazla kentte bir sürü ziyaretçiye ulaşmayı
başarmış bir çalışma. Görme engelli bir rehber eşliğinde İstanbul’u gözleriniz ve
önyargılarınız olmadan yaşayabileceğiniz deneyim dolu bir yer. 2013 yılından beri
İstanbul’da. 1988 yılında Almanya’da Prof.Dr. Andreas Heineke, görme engelli genç
bir meslektaşı ile olan dostluğu sonrasında kazandığı farkındalıklarla bu projeyi
oluşturup hayata geçirmiş.
Karanlık dediğimizde içimize bir karamsarlık çöker.
Olumsuz düşünceler, korku ve kaygılar bizi sarar.
Peki ya karanlığa doğanlar, sonradan karanlığa düşenler ya da gören gözlerle karanlıkta yaşayanlar…
Neden mi bahsediyorum? Kendi karanlığımızı yaratıp bir ışık bulmak için hayatımız boyunca didinip
durmak ile karanlıkta olduğunun kabulüyle yaşamda
var olmanın arasındaki farktan.
Farkındalık ne gören gözlerle, ne bildiğimizi sandıklarımızla gerçekleşiyor. Bir de kendi yarattığımız
önyargılarımız varsa, gördüğünü sandığımız gözlerle kendi karanlığımızda kaybolup duruyoruz. Bakıp
görmediklerimiz, görüp anlamadıklarımızla aydınlığı
bir türlü bulamıyoruz.
Karanlıkta Diyalog’a gözlerimizi kapatacakları yanılgısı ile gittim, yanılgı diyorum çünkü eşyaları bir
dolaba koymamız gerektiğini söylediklerinde, “gözlüklerimi de mi?” diye sordum hayretle. Görmemeyi
deneyimlemeye gittiğim bir yerde gözlüğe ihtiyacım
olacağını düşünmem komikti.
Girişte elimize bir baston verdiler ve eklediler. “Bu
baston gözleriniz olacak, rehberin sesi de ışığınız.”
Bulunduğumuz yer karanlık olmasına rağmen hala
gören gözlerle bu cümlenin anlamını kavrayamamıştım. Birkaç adım daha ilerledikten sonra birden o karanlık gerçek oldu ve artık hiçbir şey görmüyordum.
İçimi tuhaf bir korku kapladı. Zorlandığında ve korktuğunda yarım bırakmaya alışık olan tarafımla bu ka-
TSDE ki - Aralık 2015
28
MEKANLARIN RUHU
ranlıkta bir buçuk saat ne yapacağımı düşünürken,
çaresizce “yarım bırakanlar var mı?” diye sordum. Az
sayıda olsa da yarım bırakıp gidenler olduğunu duydum.
Sonra mı? Karanlık, baston, rehberin sesi ve ben. Sol
elimle duvarı takip ederken sağ elimdeki bastonla önümde ne olduğunu hissetmeye çalışıyordum.
Karanlığın ortasında rehberin sesine doğru ilerlerken sola doğru bir kavis dediğinde sağımı, solumu
karıştırıyor, ne kadar temkinli olsam da bazen oraya
buraya çarpabiliyordum. Rehberimizin tavanda çarpacak hiçbir şey olmadığını, başımızı öne eğmeden
yürüyebileceğimizi söylemesiyle sanki karanlık ve alçak bir mağaraya girmişim de başımı çarpacakmışım
gibi öne eğilerek yürüdüğümün farkına vardım. Karanlık tüm ağırlığıyla üzerime gelmiş başımı önüme
eğmişti sanki.
Bu baston gözleriniz olacak,
rehberin sesi de ışığınız... Sonra mı?
Karanlık, baston, rehberin sesi
ve ben...
Sırayla manavda ellerimizin yardımıyla meyve ve
sebzeleri tanımaya çalışıyoruz. Karanlık artık bir gerçek. Önümden giden arkadaşımı düşürmemek için
bastonumu dikkatli kullanmaya çalışıyorum. Rehber,
“burada herkes kör kendine dikkat eder, senin özel
bir çaba sarf etmene gerek yok.” diyor. Ondan duyduğum her söz beni bu yeni deneyime biraz daha alıştırıyor. Gözlerim olan bastonun anlamını daha net
kavrayıp, önümde sağa sola gezdiriyorum. İlerlerken
önümüze bir araba çıkıyor, evet tam da yürüdüğümüz yolun üstünde, sanırım hepiniz anladınız…
İlk durak bir parkta, rehberin sesi ve ellerimin yardımıyla bulup oturmayı başardığım bir banktı. Küçük
bir soluklanma, kendi kendimize kaldığımız kısa bir
sürenin ardından rehber ne duyduğumuzu sordu. O
an sesleri duysam da, gözlerimin hala karanlıkta görmeye çabaladığını fark ettim. Alışık olduğun şekilde
hayatı deneyimleme çabası, boşuna bir çaba olsa da,
insanın yapısı kabul etmekte zorlanıyordu sanki.
Ve rehberin sesi, bu yeni deneyime hazır mısınız?
Tıpkı yaşamın içinde olmak için başımıza geleceklere
razı olmak gibi. Başlangıçtaki korkum biraz hafiflemiş bir şekilde, bu deneyime içimden sessizce “evet”
diyorum.
Karanlık artık bir gerçek...
TSDE ki - Aralık 2015
29
MEKANLARIN RUHU
Rehber ne hissettiğimizi soruyor. Evine gitmek için
dönüp dolaşmak zorunda kalan engelli insanlardan
bahsediyor. Tüm bu anlattıklarını, görmeyen kişilerin
ihtiyaçlarını dile getirerek, onlar yokmuş gibi düşüncesizce davranan kişileri yargılamadan, yaşadıkları
durumu birebir yaşatarak hissettiriyor bize. Yaşıyor,
anlıyor en önemlisi kalpten hissediyoruz böyle zor
durumlarda yaşayıp hissettiklerini. Acıtmadan, dozunda, öfkesiz, bambaşka bir bilinçle deneyimletiyor
ve hemen arabanın rengine geçiyor. Sizce bu araba
ne renk? Doğuştan görme engelliler için renklerin olmadığını öğreniyoruz. Dünyayı hiç görsel deneyimlemedikleri için rüyalarının sadece seslerden oluştuğunu duyuyoruz. İlk defa duyduğumuz bu bilgiyle
her birimiz kendi düşüncelerine dalıyor, belki kendi
rüyalarına gidiyor. Sonra arabanın rengini söylüyoruz heyecanla, hepimiz için başka renkte o araba, çocukça bir sevinçle hayallerimizde buluşuyoruz.
Artık sadece ses var benim için, dokunmak ve hissetmek görme duyumun çok önünde. Rehberin sesi
var, görmesem de varlığı ile ruhumda hissettirdiği bir
Rehberin sesi var, görmesem de
varlığı ile ruhumda hissettirdiği bir
duruşu var, yüzünü görmediğim bu
insana güven ve minnet duygum
var. Belki de gören gözlerle
kaybettiğimiz birçok duygu var.
duruşu var, yüzünü görmediğim bu insana güven ve
minnet duygum var. Belki de gören gözlerle kaybettiğimiz birçok duygu var. Bu duygularla rehberin “sesime gelin” sözleriyle karanlıkta bastonla ilerlemeye
devam ediyoruz.
Karşıdan karşıya geçeceğimiz bir yola geliyoruz. Rehberimizden “görme engelli bir kişiyi karşıdan karşıya
geçirirken ne yaparsınız?” sorusunu duyuyoruz ve nasıl yardım etmemiz gerektiğini yaşayarak öğreniyoruz. Bu deneyimi yaşarken aklıma terapistin olma hali
TSDE ki - Aralık 2015
30
MEKANLARIN RUHU
geliyor, yardım etme içgüdüsüyle danışana yaklaşan
bir terapist nasıl danışanını onun hazır olmadığı bir
yere taşıyamıyorsa, kolundan tutup karşıya geçirmeye çalıştığınız bir görme engelli de bu durumda kendini kötü hissediyor. Hâlbuki o sizin kolunuza girip sizin vücut hareketinizle uyumlandığında korkmadan,
güvenle adım atabiliyor. Böylece ona yardım edebiliyor, istediği yere kolayca götürebiliyorsunuz.
Önümüze çıkan yüksek bir basamakla sanki yukarıda
bir bölmeye geçiyoruz. Rehberin dikkat edin uyarısına rağmen dizimi çarpıyorum. Nerede olduğumuzu
tahmin etmeye çalışıyoruz, oturma yerleri var, galiba
otobüs ya da metrobüs? Ve sesler başlıyor, tramvayda
Beyoğlu’ndayız. Beyoğlu’nun daha önce duyduğum
ama belki de gözlerime güvenerek bu kadar dikkatle
dinlemediğim sesleri. Hareket halindeymişiz hissini
yaşıyorum çünkü duyduğum sesler sürekli değişiyor
ve yakınlaşıp uzaklaşıyor. Bir an, bir aracın içinde hareket halindeyken hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan çevreyi seyretmeyi sevdiğimi hatırlıyorum. Şu an farklı bir
haldeyim, hüzünle karışık, sesleri duymaya devam
ediyorum. Rehber nereden geçtiğimizi soruyor, tabii ki bilemiyoruz çünkü yalnız seslerle kaydedilmiş
bir deneyimimiz yok. “Çiçek pasajı” diyor, kendi deneyimlediği haliyle. Dikkat kesiliyor, seslerden Beyoğlu’nda nerede olabileceğimizi tahmin etmeye
çalışıyorum. Sesler devam ediyor ve ben içeriye girdi-
ğimden beri ilk defa keyifli olduğumu hissediyorum.
Bu duyguyu daha fazla hissedebilmek için kabul duygusuyla gözlerimi kapatıyorum, tıpkı içime dönmek
istediğim anlarda olduğu gibi. Ve aslında bu karanlığın herkesin farklı deneyimleyeceği içsel bir yolculuk
olduğunu anlıyorum. İnsanın her şartta var olma ve
yaşama çabasını içimde hissediyorum. Bir duyumuz
eksildiğinde diğerlerini geliştirip kalanlarla nasıl yola
devam ettiğimize, her şarta alışmamıza saygı duyuyorum. Karanlıkta Diyalog’da anlattıklarımın dışında
farklı birçok bölüm var ama yaşadıklarımın etkisiyle
hepsini de anlatmayacağım ki gitmek isteyenler için
sürprizi kaçmasın, doya doya kendi deneyimlerini
yaşayabilsinler.
Gören birine göre eksiklik olan halleriyle mutlu olunabildiğini nasıl geçtiğini anlayamadığım bir buçuk
saatte yaşıyorum. Görenlerin kocaman dünyasında
var olurken, onları daha iyi anlamamız için küçük bir
mekânda kendi yaşadıkları dünyanın güzelliklerine
bizi davet ediyorlar.
Karanlıkta Diyalog, diyalog için gerekli olanın ötekini
anlamaktan geçtiğini yaşayarak öğrenebileceğiniz,
büyüten bir mekân... <
Esra Can
Sistem Dizim Terapisti
Bu karanlığın herkesin farklı
deneyimleyebileceği içsel bir
yolculuk olduğunu anladım.
İnsanın her şartta var olma ve
yaşama çabasını içimde derinden
hissettim...
TSDE ki - Aralık 2015
31
SANAT
Acının sanatsal radyolojisi:
FRIDA KAHLO
Yaşadıklarıyla baş etme yolunu
ararken bu dünyaya sıkışmış ruhunu
sanatıyla yatıştırmaya çalışmış,
sanat tarihinde “Frida Kahlo” olmuş
bir kadın... Belki de sadece biraz
olsun nefes almak için resim yapmış
bir sanatçı...
Yıllardır medikal makaleler yazan biri olarak ne ilginçtir ki sanatsal bir konuda araştırma yaparken de
elim hep medikal literatür tarama sayfası olan Pubmed’e gidiyor. Pubmed’e “Frida Kahlo” yazdığımda
beni hiç de şaşırtmadı. 1989-2014 yılları arasında yayınlanmış Frida Kahlo’yu anlatan 21 adet tıp makale-
si tespit ettim. Bu makalelerin yayınlandığı dergilerin
bir kısmı nöroloji dergileri iken, bir kısmı radyoloji ve
romatoloji dergileri.
‘’Daha iyi olduğumu düşünmüyorum çünkü ağrılar her
zaman aynı ve çok zayıfım. Daha önceki mektubumda
söylediğim gibi bunun yerine inançlı olmak istiyorum.
Bu ay para olursa bir röntgen filmi daha çekilecek ve
daha emin olacağım. Olmazsa, her durumda, 9-10 Eylül gibi yataktan kalkacağım ve bu alet işime yarayacak
mı ya da sonunda ameliyat gerekecek mi bileceğim.
Korkuyorum...‘’
TSDE ki - Aralık 2015
32
SANAT
Yukarıda günlüğünden bir alıntı yaptığım Meksikalı
ressam olan Frida Kahlo (1907-1954) tüm dünyada
self-portreleri ve yine ünlü bir ressam olan Diego Rivera ile olan çalkantılı evliliği ile tanınır.
Hayatı ve eserleri, Frida Kahlo’nunki kadar yaşadığı
hastalıklardan bu kadar derinden etkilenmiş bir sanatçı bulmak oldukça güç. Çıplak ve hasta vücudunu
göstermede bu kadar cesur davranan nadir sanatçılardandır. Resimleri ve çizimleri medikal olgu sunumları gibidir.
Self-portrelerinde Kahlo, güzel elbiseler ve Meksika’ya ait takılar içindedir ve saçını renkli kurdele ve
çiçeklerle göstermektedir. Kahlo’nun birleşik kaşları,
tüylü yüzü, gülümseme olmayan ciddi ifadesi birçok
gözlemciyi şaşırtmıştır. Benzer ifade self-portreleri
yanında fotoğraflarında da görülür. Birçok resim tarihçisinin de onayladığı gibi Kahlo’daki bu ifade yaşamında yüzleştiği birçok fiziksel ve duygusal sorunları
yansıtmaktadır.
Kahlo’nun fiziksel ve duygusal zorlukları, kronik ağrı,
infertilite (kısırlık) ve depresyon ile mücadele etme
çabaları resimlerinde kaçınılmaz olarak ana konu
olmuştur. 143 resminden 55 tanesi fiziksel ve psikolojik yaralarını tasvir eden oto-portresidir. Kazaya ek
olarak birçok düşük yaşamış, hayatının büyük kısmını
alçı, ortopedik teller içinde geçirmiş ve yatağa bağlı
kalmıştır. Ağrı ve acı, çalışmalarında tabi bir konu olmuştur.
Kahlo’nun kendi sözleri: “Resimlerimde acının mesajı
var... Resim benim hayatımı tamamladı. Üç çocuk kaybettim... Resim bunların hepsinin yerini aldı. Çalışmanın en iyi şey olduğunu düşünüyorum.”
Bu cümleleri okuduğumda van Gogh’un sözleri aklıma geldi. Epileptik nöbetler yaşadığı kaydedilen van
Gogh bir mektubunda kendisini tamamen çalışmalarına verdiğini belirtmiş, “yaşadığım bu krizler nedeni
“Resimlerimde acının
mesajı var... Resim benim
hayatımı tamamladı. Üç
çocuk kaybettim... Resim
bunların hepsinin yerini
aldı. Çalışmanın en iyi şey
olduğunu düşünüyorum”
TSDE ki - Aralık 2015
33
SANAT
ile tıpkı bir kömür madencisi gibi, her zaman tehlikede
olduğu için yaptığı işi acele yapan birisi gibi hissediyorum” demiştir. Frida ve van Gogh benzeri örnekler
artırılabilir. Hayattaki zorluklar, acılar, çalışma ve sanat, genetik yetenekle beraber birçok sanatçıda birbirini tamamlıyor gibi görünüyor.
lo, bacak problemleri için yaşamı sırasında gelişen
çocuk felci (poliomiyelit) ve kazayı suçlamayı tercih
etmiştir. Sağ ayak ve bacağına yapılan birçok ameliyat mevcut zaafı daha da kötüleştirmiştir. Bacağını
gizlemek için uzun kolalı gömlekler giymeyi tercih
edermiş.
Kahlo’nun resimlerinin başlık ve içeriği acısını tanımlamakta: Henry Ford Hastanesi (Henry Ford Hospital, 1932), Doğumum (My Birth, 1932), Kırık
Omurga (The Broken Column, 1944), Umutsuz
(Without Hope, 1945) bunlardan bazıları.
Suda Ne Gördüm (What I Saw in the Water, 1938)
isimli resminde yaşamındaki birçok olay betimlenmekte. Bu resimde fiziksel durumunu dikkatli bir şekilde belgelemiştir: Resimdeki ana unsur küvetteki
sudan taşmış bir çift ayak. Sağ ayakta 1 ve 2. parmak
arasındaki kanayan yara anormal omuriliğe eşlik
ediyor. Büyük parmaktaki yanıcı ağrı, yanan gökdelen olarak resmedilmiş. Anne ve babasının resimleri,
kendisindeki genetik hastalığı vurguluyor.
Frida Kahlo’nun deneyimlemek zorunda kaldığı hastalıklarının çoğu nörolojik...
Hayatında nörolojik problemler henüz doğmadan
önce başlamış diyebiliriz. Doğumsal bir anormallik olan omuriliğin kapanmaması (spina bifida) ile
doğmuş. Biyografik yazılarda bu durumdan ya hiç
bahsedilmemiş ya da çok az değinilmiştir. Frida Kah-
Frida Kahlo, 6 yaşında iken çocuk felci (poliomiyelit)
geçirdi ve aylarca yatakta kaldı. Sağ bacağı daha kısa
idi ve şekil bozukluğu vardı, ekli ayakkabı giyiyordu,
çocuklar “tahta bacak” diye alay ediyorlardı. Çocukluk döneminde gelişen bu fiziksel kusur psikolojik
olarak etkilenmesine neden olmuştur.
TSDE ki - Aralık 2015
34
SANAT
Bir süre sonra sağ ayağında ağrıya neden olan şekil
bozuklukları ve ülserler olmaya başladı. Günlüğünde şöyle yazmış: “Ayağım hala hasta-trofik ülser, nedir
bu?.” Birçok başarısız ve gereksiz ameliyat sonunda
ayağında gangren gelişmesi, ölümünden kısa bir
süre önce 1953’de sağ bacağın diz altından kesilmesine neden oldu. Sağ ayağında dayanılmaz ağrılar
yaşamasına rağmen ayağın kesilmesi tam bir yıkım
olmuştur. Günlüğünde kendisini tek bacaklı olarak
resmetmiş ve “PARÇALANDIM” yazmıştır. Birçok kez
intihar girişiminde bulunmuştur.
Diego Rivera’nın yaptığı Ayçiçekleri (1943) resminde geleceği görür şekilde Diego’nun yüzü olan küçük erkek çocuk üzgün bir şekilde sağ ayağı kopmuş
bebeği inceliyor.
1925’de 18 yaşında bir tramvay kazasında birçok yerden omuriliği ve leğen kemiği yaralandı. Üç ay yatağa bağımlı kaldı. Aylarca alçıdan korse nedeni ile
hareketi kısıtlıydı.
Kaza, Frida Kahlo’nun hayatını çok etkiledi. Yatağa
bağımlı olunca, ara sıra manzara resimleri yapan babasının boya ve fırçaları ile resim yapmaya başladı. O
dönemde tıp eğitimine başlamış olan Kahlo, “Doktor
TSDE ki - Aralık 2015
35
SANAT
olmak yerine başka bir şeyler yapmak için halen yeterli enerjim var diye hissettim ve hiç düşünmeden resim
yapmaya başladım” diye yazmıştır. Resim’de özel ressam sehpası ve elinde boya fırçası ile yatakta başlayıp biten sanat hayatının fotoğrafı görülüyor.
Kırık omurga isimli self-portresi, omurilik hasarının
etkisini gösteren en vurucu sanatsal göstergedir.
Omurgası birçok yerden kırılmış eski bir sütun gibi
resmedilmiş. Çıplak vücuduna batan birçok çivi ağrısının keskinliğini ve yaygınlığını göstermekte. Kuru,
çorak ve çıplak manzara ressamın acısını ve yalnızlığının sembolü...
Bir radyolog tarafından yazılmış bir makalede bahsedilen bu resim ve Kahlo yorumlandığında, acının
ve hastalığın gösterildiği basit bir resim olmaktan çıkıyor. Kahlo’nun kendi omurilik, kalça ve bacak röntgenlerini görmesinin sanatsal görüşüne güçlü bir etkide bulunduğu düşünülüyor. Radyolog, Kahlo’nun
gözlerinden bakmaya başladıktan sonra bir radyografiye artık eskisi gibi bakamayacağını belirtiyor.
Yaralı geyik resminde geyiğin yüzü ressamın yüzü
olarak gösterilirken omurgaya batmış oklar ve yerdeki kırık ağaç dalı travmaya uğramış ağrılı omurgayı
yansıtmakta...
Yeniden ameliyatlar olduğu dönemde arkadaşına
şöyle ifade etmiş: “Büyük ameliyat geride kaldı, sırtımda 2 büyük yara izi var.” Kahlo’nun omuriliğine
Meksika ve Amerika’da 30’dan fazla cerrahi girişim
yapılmıştır.
TSDE ki - Aralık 2015
36
SANAT
Sinirlerin etkilenmesi ile ortaya çıkan ağrılar (nöropatik ağrı ve refleks sempatik distrofi) ve bacağın kesilmesi sonrası ortaya çıkan ağrılar (fantom-ekstremite
ağrısı) farklı farklı nörolojik klinik tanımlamalardır.
Yukarıdaki resimde gösterilen sağ diz altından kesilmiş bacaktaki zonklama ve bıçaklanma şeklindeki
ağrı izleyiciye ağrının özelliğini yansıtmaktadır.
Frida, çocuk sahibi olmak için çok uğraşmış, birçok
düşük yaşamış, ayrıca kişisel ya da medikal nedenlerden birkaç kez de çocuk aldırmıştır. Henry Ford
Hastanesi resminde, hastane yatağında kanlı çıplak
vücudunu göstermekte. Yanağındaki gözyaşı ve yataktaki kan, yaşadığı duygusal acısını belirtmekte.
Elinde tuttuğu kırmızı kurdeleye bağlı 6 objenin
hepsinin ayrı anlamı var. Çorak manzara ile yalnızlığını vurgulamış. Uzaktaki binalar Rivera’nın kendisinden uzaklığını gösteriyor (bu sırada kocası Rivera Detroit’de duvar resmi üzerinde çalışıyormuş)
Doğumum (My Birth) resminde kendi doğumunu
trajik bir olay olarak anlatıyor. Kendini ölü doğmuş
olarak resmederek sağlık problemlerinin doğumu
ile birlikte başladığına işaret ediyor. Sağlığı ve evliliğindeki hayal kırıklığı ve acı dolu bir hayatı nedeni
ile geriye dönük tüm hayatını değersiz olarak kabul
etmiş görünüyor.
Diego ve ben resminde obsesif aşkını, örümcek ağı
gibi avını tuzağa düşürmüş ve tüm hayatını etkilemiş olarak resmetmiş. Günlüğünde Diego’yu şöyle
tanımlamış: “Diego, başlangıç, geliştiren, çocuğum,
erkek arkadaşım, ressam, sevgilim, kocam, arkadaşım,
annem, ben, hepsi.”
TSDE ki - Aralık 2015
37
SANAT
Kahlo, kısırlığını kadın ve eş rolündeki başarısızlığı
olarak görüyordu. Eşi Rivera, Kahlo’yu defalarca aldatmıştı. Ancak kız kardeşi ile olan ilişkisini öğrendiğinde yıkılmış, aylarca resim yapmamıştı. Tekrar
resim yapmaya başladığında ızdırabı resimlerinde
görünüyordu. Anı (Memory, 1937) resminde acısını,
kalbi yerde kanıyor olarak betimlemiştir. Kahlo’nun
biyografi yazarı Hayden Herrera, Frida’nın daha yoğun acı göstermek istediğinde portrelerini daha kanlı resimlediğini not etmiştir.
laşılabilir görüntüye indirgenemeyecek kadar çok ağır
ve önemliydi. Kazayı anımsamak çok yıpratıcı iken, ilginç olarak Kahlo diğer acı dolu anlarını resmetmekte
daha güçlü hissetmiş, kendisinde rahatlama hissine
neden olmuştur. Onun fiziksel ve duygusal acılarını resimlerle ifadesi sağlık topluluklarında dikkati çekmiştir. New York’lu bir psikolog terapi seanslarında, kadınların ihanet, tecavüz ve kısırlık gibi fiziksel ve duygusal
travmaları hakkında konuşabilmelerine yardımcı olabilmek için Kahlo’nun eserlerini kullanmaktadır.
Kırpılmış Saç (Cropped Hair, 1940) resminde Kahlo, evliliği ve Rivera ile boşanmasını, mağlübiyetini,
yıkımını ve yalnızlığını yansıtmaktadır. Önceki çalışmalarında kendisini renkli giysiler ve güzel takılarla
süslerken, burada siyah bir bol takım elbise içinde
kadınlıktan vazgeçtiğini ifade ediyor. Sağ elindeki
makas ile siyah, uzun, güzel saçlarını keserek bu değişimi tamamlıyor.
Tıpta daha çok tanı ve tedaviden bahsedilir, ancak
hekimin rolü bunlarla sınırlı olmamalıdır. Ağrı ile yaşamak bir insanın evlilik, aile ve kariyerini etkilemek
yanında kişinin hedef ve hayallerine yıkıcı etkide bulunabilir. Sağlıklı insanların farkedemeyeceği şekilde
vücutlarını hissetmeye başlarlar. Kronik ağrı, kişide
fiziksel ve ruhsal birçok değişime neden olur. Kahlo’nun eserlerinde, acı ve hasarın yaşattığı duygusal
yıkıma dokunabilir hale gelinmektedir. Kahlo’nun
sanatı, hekimleri bilimsel ve klinik rutinlerin dışına
çıkarak hastanın bakış açısından görebilmeye yönlendirmektedir.
Vücudunu gösteren birçok resmine rağmen Kahlo,
genç vücudunu yaralayan tramvay kazasını resmetmekten kaçınmıştır. Herrrera’ya göre kaza basit bir an-
TSDE ki - Aralık 2015
38
SANAT
Da Vinci ve Mikelanj gibi birçok sanatçı tıp alanında
anatomik bilgilere büyük katkıda bulunmuşlardır.
Frida Kahlo ise kendi vücudu üzerinde hastalık ve
acılarının anatomi ve radyolojisini betimlemiştir. Tıp
eğitimi için hazırlanırken acılarını, hastalıklarını tasvir ettiği bir ressam haline dönüşmüştür.
Frida Kahlo, tüm hayatı ve yaratıcılığı kronik ve ağır
hastalıktan etkilenmiş etkileyici bir sanatçı örneğidir,
sanatsal yeteneği muhtemelen genetik (babası), ancak çalışmaları fiziksel ve psikolojik acılardan kaynak
alıyor. Biz ne kadar yorumda bulunmaya çalışsak da
ne yaşadığını ve ne hissettiğini sadece o biliyor. Bizler eserlerine bakıp sadece anlamlandırmaya çalışabiliriz.
Ruhum dalga dalga
Bedenim cayır cayır
Kalbim atarsa atsın
Aklım istediği gibi çalışsın
Yolun başındayken sonlardayım
Sonlar sonsuzluk bana
Gelmeden gidiyorum
Sevdim mi
Ölüyorum…
Kaynaklar:
1. Budrys V. Frida Kahlo’s neurological deficits and her art. Prog Brain
Res. 2013;203:241-54.
2. Gunderman RB, Hawkins CM. The self-portraits of Frida Kahlo. Radiology. 2008 May;247(2):303-6.
3. Antelo F. Pain and the paintbrush: the life and art of Frida Kahlo.
Virtual Mentor. 2013;15(5):460-5.
4. Hinojosa-Azaola A1, Alcocer-Varela J. Art and rheumatology: the
artist and the rheumatologist’s perspective. Rheumatology (Oxford).
Frida Kahlo ile ilgili makaleleri okuyup kendimce çarpıcı bulduğum bazı noktalara kısa kısa değinmeye
çalıştığım, eserlerinin yorumlamalarına ayrıntılı giremediğim, bu birkaç sözden sonra noktayı koyarken
şu mısralar çıkageldi:
2014 Jan 30. [Epub ahead of print]
Prof. Dr. V. DENİZ YERDELEN
Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Adana
TSDE 9. Eğitim Grubu
TSDE ki - Aralık 2015
39
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
Aile Sistemi ve Çocuk
Duygusal yönden sağlıklı bir çocuk
yetiştirmenin temelleri, ev içinde
anne baba ile olan sağlıklı ilişkide
yatar. Çocuk büyürken onun için
en önemli dayanak noktası anne
ve babasıdır. Anne ve baba olmak
içinde koşulsuz sevgiyi ve vericiliği
barındırmalıdır.
olumlu bir davranışını takdir etmesi, sevginin hissedilebilmesine yardımcı olur. Çocuğun küçük yaşlardan itibaren, fiziksel ihtiyaçlarının yanında duygusal
ihtiyaçlarının da karşılanması son derece önemlidir.
Örneğin; bebeklik döneminde annenin, bebeğin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra onunla keyifli vakit geçirmesi, oynaması, göz göze bakması beklenir. Daha
büyük yaş grubunda, çocuğun yapması gereken işlerin yanı sıra çocukla oynamak, eğlenmek, çocuğun
sevildiğini hissetmesinde yardımcı olur. Sevildiğini
hisseden çocuk, anne babası ile sağlam bir iletişimin
temelini kurar ve kendini güvende hisseder.
Bir çocuk için en temel duygu, güven duygusudur.
Bu duygunun temeli ise çocukla karşılıklı kuracağımız diyaloga bağlıdır. Çocukla içten ve samimi şekilde yapacağımız diyalog çocuğun temel kişilik özelliklerinin oluşmasında belirleyici olacaktır.
Aile içinde sevginin çocuklar tarafından hissedilebilmesi çok önemlidir. Her anne baba çocuğunu sever
ancak önemli olan bu sevginin çocuk tarafından
algılanmasıdır. Aile bireylerinin birbirlerine yeterince zaman ayırması, anne babanın çocuğu ile zaman geçirmesi, oynaması, eğlenmesi, kucaklaması,
TSDE ki - Aralık 2015
40
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
Günümüz yaşam şartlarında bu bahsedilen durumu
yakalamak o kadar da kolay olmuyor. Özellikle son
dönemlerde ailelerle yaptığım görüşmelerde, ülkenin içinde bulunduğu durumun, yaşanan kaygı ve
endişelerin, hayatın hızlı temposunun, kısa zamanda
tamamlanması gereken işlerin, sadece anne babaları
değil çocukları da birebir etkilemekte ve yormakta
olduğunu görmekteyim. Böyle bir temponun içinde
bireyler görünüşte bir arada bir koşuşturmanın içinde fakat birbirleri ile diyalog eksikliği içinde günü
tamamlamaktalar. Kalan zamanı ise elektronik ortam
doldurmaktadır. Toplumun hemen her kesiminde
gördüğümüz gibi aile içinde karşılıklı diyalog kurmak yerine dijital ortamda farklı diyaloglar içinde olmak tercih edilmektedir. Bu durum kişilerin kendine
ve birbirlerine yabancılaşma halini de beraberinde
getirmektedir.
Buna karşılık, aile içinde açık iletişim içinde olmak
herkesin birbirini daha iyi anlayabilmesi, yakından
tanıyabilmesi ve duyguların ifade edilebilmesi için
bir zemin hazırlar. Çocuğun kendini ifade etme ve
ilişki kurma becerisinin temelleri aile içi diyalog ile
kurulur. Evinde sevgisini, endişesini, öfkesini ifade
edemeyen bir çocuk dışarıda ilişki kurmakta, yeri
geldiğinde hakkını savunmakta, duygu ve düşüncelerini doğru bir şekilde ifade etmekte zorlanır. Aile
ortamında duygu ifadelerinin desteklenmesi, çocukların hayata daha hazır ve güvenli bireyler olmasını
destekler. Bu da ancak birbirimize yeterli zaman ayırmak ile mümkün olur. Bugün çocuklarla yürüttüğüm
çalışmalarda en büyük ihtiyacın, onlara sağlamaya
çalıştığımız imkânların ötesinde anne babalarıyla keyifli zaman geçirmek olduğunu görmekteyim. Bazen
Aile içinde sağlıklı iletişim içinde
olmak herkesin birbirini daha
yakından anlayabilmesi ve
duyguların ifade edilebilmesi
için bir zemin hazırlar. Çocuğun
kendini ifade etme ve ilişki kurma
becerisinin temelleri aile içi diyalog
ile kurulur.
TSDE ki - Aralık 2015
41
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
bu zamanı almak için çocukların türlü yöntemlere
başvurduğunu ve sorunlar geliştirebildiğini gözlemekteyim. Çocuklarla bir iş gibi değil, içten ve samimi bir şekilde birlikte olmak birçok günlük sıkıntının
sorun haline dönüşmeden, gelişime hizmet eden bir
deneyim olarak geçip gitmesine yardımcı olacaktır.
Çocuğun kendini güvende hissetmesinde sevgi
kadar önemli bir diğer konu ev içindeki kurallardır.
Sağlıklı bir kişilik gelişimi ve duygusal gelişim için
ev içinde anne baba rollerinin doğru şekilde algılanması, kuralların ve sınırların belirlenmesi gereklidir.
Kuralların ve sınırların var olmadığı ev ortamlarında,
çocuğun anne babaya adeta hükmettiği durumlarda
çocuklar sanılanın aksine güvensiz ve mutsuz olur.
Aile içinde yakın iletişim içinde olmak sevgi ve disiplin dengesinin kurulmasına yardımcı olacaktır.
mesine katkıda bulunacak ve o da ilerde sağlıklı bireylerin yetişmesine vesile olacaktır. Unutmayalım ki
ruhsal yönden sağlıklı bir toplum çocukların sağlıklı
bireyler olarak yetişmesinden geçmektedir. <
Nazan Baloğlu
Uzman Psikolojik Danışman
TSDE Çocuk Ergen Birimi
Yaşamın getirdiği tüm bu yoğunluğa rağmen çocuklar ile diyalog kurmak için fırsat yaratmak ve bunun
takipçisi olmak, onun ilgisini çeken konulara ortak
olmak fark yaratacaktır. Çocuklarla oluşturacağınız
bu temel ilişki, onun sağlıklı bir birey olarak yetiş-
TSDE ki - Aralık 2015
42
SİNEMA
· KUTLUKHAN KUTLU KİMDİR?
Sinemada
Diyalog
Diyalog, sinemada susmak mı? Yoksa
tüm seslerin arasında kalan bir
sessizlik mi? Bir iktidar mı? Sinemada
diyalog gerçekten gerekli mi? İşte tüm
bu sorularla yola çıktık, sinema yazarı
Kutlukhan Kutlu ile Tarantino’dan
Woody Allen’a, Çağan Irmak’tan Nuri
Bilge Ceylan’a Antonioni’den Ingmar
Bergman’a filmler arasında
bir yolculuk yaptık.
Sinemaya olan merakı, babasının Video Club’
ında izlediği filmlerle başlıyor. Annesi Sevin
Okyay ile 8 yaşında izlediği Star Wars unutamadıkları arasında. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda
okurken Nokta Dergisi’nde çalışmaya başlıyor.
Ardından sinema yazarlığına Sinema, Antrakt,
Radikal gibi yayınlarda devam ediyor.
Harry Potter çevirisinde, fantastik terminoloji
açısından çocukluğunun kahramanları arasındaki fantazyalar çok işe yarıyor. Halen “Film
Okuma” atölyeleri ve çeviri yapıyor.
Sinemada diyalog nasıl bir yere oturuyor? Bu sorudan önce, sinemanın ne olduğu üzerine gelişen farklı
bakış açılarına değinmek istiyorum. Aslında sinema,
hayatın bir taklidi değildi. Bir açıdan sinema, kameraya çekilmiş bir tiyatro performansıydı. Bir başka
açıdan da, sinema fotoğrafın bir uzantısıydı. Burada
soru şu? Biz niçin burada dramatik bir şey anlatmak
zorundayız? Sonuçta eldeki araç, hareket eden görüntü. Fotoğraf da, her ne kadar hikayeden bir an
olsa da, hikayenin ne olduğu tamamen bize kalıyor,
anlatı konusunda büyük bir iktidar yok.
Tüm bunlara karşın filmi rüyanın bir kardeşi olarak
çizen, oneiric film kavramı diye bir bakış açısı da var.
Bu kavramda Freud’un öykünün nereden beslendiği konusunda ortaya çıkan yazıları da son derecede
TSDE ki - Aralık 2015
43
SİNEMA
etkili oldu. Çünkü Psikanalizin popülerleşmesiyle
20.yy’ın ilk yarısında sinemayı gerçekten düşe benzeten birçok eleştirmen ve analist oldu. Bunlardan
biri de Roland Barthes. Yaptığı benzetme film izleme
sürecinin, aslında bir yerde anlık hareket eden parlak
bir olaya bakmaktan ibaret olduğunu ve insanların
sinemadan çıktıklarında sanki rüyadan kalkmış gibi
mahmur olduklarını ve bu yüzden de film izlemenin
ortak düş görmek gibi bir şey olduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla da film dilinin, aslında rüya diliyle aynı
olabileceğini, yani bizim rahat ettiğimiz, bize konfor
veren sebep sonuç ilişkilerinden kopabileceğini söylüyordu. Bence bu, çok etkileyici bir yaklaşımdı, ama
bitti gitti.
Daha sonra Steven Soderbergh, yönetmenliği bıraktığında, sebep olarak “anlatının tiranlığından bıktım”
demisti. Hangi anlatım aracı olgunlaşıp popülerleşirse, mutlaka bizim bildiğimiz ve tiyatronun geliştirdiği
o klasik öykü anlatma biçimlerine doğru yöneliyor.
Demek ki, bu bizim için çok kullanışlı ve hiçbir mecra bundan kaçamıyor. Hatta, bilgisayar oyunları gibi
tamamen reaksiyon üzerine kurulu bir şey de bile
öykü var. Peki bu öykü anlatma neyi içerir? Bir filmi
ele alalım, Hollywood’un yarattığı bir filmde insanların ne kadar şey söyleyebilecekleri, tamamen mecranın maddi şartlarıyla belirlenmiş. Oysa, bir romanda
yazar konuşur. Karakterlerin konuşmasına gerek bile
yok. Ama filmde işin içine oyuncu girer. Dolayısıyla romana kıyasla, filmde söylenebilecek söz çok daha az.
görüntü. Bu anlamda sinemada diyalog, zorunlu olmayan bir şey. Nitekim sözsüz film diye bir şey var.
Örneğin; eski sessiz filmlerde söz, aslında teknolojik
nedenlerden dolayı yok. Bugün, bir tane adamın denizle mücadelesi gibi, sessiz bir film yapılabilir. İçinde
söz ya da diyalog olması gerekmez. Peki bu zorunluluk olmayınca diyalog ne olur?
Estetik bir araç olarak diyalog
Diyalog sinemada, içeriğinden tamamen soyutlanarak estetik bir unsur olabilir. Bunun için filmlerde,
estetik tarafıyla işleyen diyaloga en iyi örneklerden
biri Tarantino filmleri. Onun filmlerinde diyalogun bir
ritmi var, müziğe yaklaşır, belirlenen bir lehçe ve karakterin onu söyleme biçimi var. Aslında bir taraftan
içeriği sizi eğlendirir, ama dönüp bakarsanız anlatılan öyküyle hiçbir ilgisi yok. Mesela “Pulp Fiction”da
bir hamburgercide yapılan o sohbetin, o filmde olan
bitenlerle ne ilgisi var? Ama diyalog burada, hem filmin sessel atmosferini, hem de, insanla, yaşanan şey
arasında tuhaf bir kopuşu yaratır. Yani orada iki tane
Yönetmen ne yapar? Farkında olarak ya da olmayarak, söylenen sözü resme aktarmaya çalışır. Bildiğimiz anlamda kelimelerden oluşan dilin yerine başka
bir dil gelir. İşte bu rüyanın dili dediğimiz, aslında
tamamen sembolizmle işleyen, sözlere dökülmesi
gerekmeyen başka bir linguistik. Bunun için de gerçekten bilinç dışına çok ciddi dalarız. Bir resim ne anlatır? O resmin kalıcılığı, çağrışım alanı nedir? Çünkü
bir yazarın sanatı söz, bir yönetmenin ham maddesi
Tarantino filmlerinde diyalogun
bir ritmi var. Müziğe yaklaşır,
belirlenen bir lehçe ve karakterin
onu söyleme biçimi var. Aslında bir
taraftan içeriği sizi eğlendirir, ama
dönüp bakarsanız anlatılan öyküyle
hiçbir ilgisi yok.
TSDE ki - Aralık 2015
44
SİNEMA
adam var, biraz sonra bir baskın yapıp içeride birilerini vuracaklar, oturmuş bambaşka konularda sohbet
ediyorlar.
Başka bir örnek. Yine Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi”. Brad Pitt’in askerlerine Nazileri nasıl korkutacaklarını anlattığı bir bölüm var. Pitt, çok belirgin bir
aksanda, bir tekerleme gibi bütün diyalogu okur.
Birdenbire içerdiği şiddetten, herşeyden kopup çalan bir müzik parçası gibi Brad Pitt’i dinlemeye başlarsınız. Tarantino filmlerinin hammaddelerinden
biri olan şiddet, anlamından soyutlanarak bir biçim,
estetik bir hal alır.
İktidar aracı olarak diyalog
Diyalog ayrıca bir iktidar aracı olarak kullanıldığında
ise, bir öyküye hizmet eder, ama karakterin iç dünyası hakkında bize önemli bir şey vermez. Buna da en
iyi örnek, polisiyeler. Dedektif için diyalog, bir pense
gibi, son derece işleve yönelik olarak, bilgiyi çekip
alma aracına dönüşür. Örneğin Humphrey Bogart’ın
oynadığı “Büyük Uyku” gibi klasiklerde, konuşarak
yol bulunur. Ya da Agatha Christie uyarlamaları. Burada diyalog, aslında matematik bir şeydir. Polisiye,
insanın karanlık doğasına parmak basan bir tür, ama
karakterlerin sızdırdığı şeyler, iç gerçekleri değil, sadece yaptıklarına dair gerçekler. Polisiyenin bu tür
gelişimi olan kara filmlere, daha doğrusu suçluların dünyasında geçen öykülere geldiğimizde, yavaş
yavaş insanların karanlık yüzü işe girmeye ve biraz
daha tutku dili, daha derinlikli konuşmalar ortaya
çıkmaya başlar.
ğin en iyi anlatıldığı filmlerden biri. Film, anlatım açısından çok güzel bir ayrılık sahnesiyle başlar. Perdeler
açılır ve Monica Vitti sevgilisinden ayrılır, evden çıkar
ve sokakta yürümeye başlar, ancak sevgilisi peşinden
gelir. Aralarında bir konuşma daha başlar. Bir şeylerin
halledileceği düşünülür, ama birbirlerini anlasalar da
söz bitmiştir. Ve onun üzerine yönetmen, çok ilginç
bir şey koyar. Monica Vitti, borsaya gider, orada Alain
Delon broker. Tabii borsada telaş yüksek, devinim ve
gürültü var. Herkes koşturur ve konuşur. Bütün o konuşmanın içinde hiç bir şey anlamak mümkün değil.
Çünkü sözler birbirini bastırır. Herkes kendi söylediğini duyurmaya iletmeye çalışmakta. Bir anons yapılır.
Çalışan biri kalp krizinden ölmüştür ve saygı duruşu
düzenlenir, sessizlik olur, ama telefonlar dinlemez,
çalmaya devam eder. Kurduğumuz medeniyet susmamıza izin vermez. Antonioni de, o sessizliği yaratma ve birini sadece düşünme çabasının, tecavüz edilircesine metaforik olarak bozulması böyle anlatılır.
Bir söyleşisinde de şöyle söyler; “Benim filmimde iletişim ve konuşma çabası genellikle çevre tarafından
bastırılmak üzere dizayn edilmiştir.” Biri birine bir şey
söyler ve fabrika bacası çalar. Duyamayız. Seyirci olarak da duyamayız. İki kişi konuşmaya calışır. Üstüne
başka ses gelir. Çevre sesi, insan sesi onun filmlerinde eşdeğer bir şey haline gelir. Bana göre; konuşma
var, görsel sanat da var. Aslında söylediğimiz şeyi
dinlemek için ne kadar kulağımız var? Filmde çok
konuşulsa da, konuşan karakterleri ne kadar dinliyoruz? Birbirimizle çok konuşuyorsak, onu ne kadar
dinliyoruz. Sabrımız niyetimiz var mı dinlemeye? Bir
Gerçekten niyetimiz, sabrımız var mı dinlemeye?
Diyalog, bir filmde; insanların belki tutkularını da ortaya koyması, karakterler arasında bir şekilde iletişim,
paylaşım olması açısından da önemli. Burada farklı bir
tarz olarak Antonioni filmlerinden özellikle “La Notte,
l’Avventura ve L’Eclisse” üçlemesi söylenebilir. Bence
bu üçleme, sadece konu olarak değil, biçimsel olarak
da, tamamen iletişimsizlik üzerine. Özellikle Monica
Vitti ve Alain Delon’un oynadığı L’Eclisse, iletişimsizli-
TSDE ki - Aralık 2015
45
SİNEMA
de bu medeniyeti bunun üzerine mi kurmuşuz? Eğer
birbirimizle konuşmak üzerine kurduysak, bu kadar
acelemiz olmaması lazım.
İngilizcede ”wearing out your wellcome” diye bir laf
vardır, yani birinin hoşgörü gösterdiği, herkesin üzerinde uzlaştığı bir zaman. Demek ki toplum olarak
üzerinde uzlaşığımız bir hoşgörü süremiz var. Onun
da, yükselen alçalan bir borsası var belki. Antonioni
filmlerinde de diyalog bu anlamda kullanılır.
Diyalog, bir paylaşım
Diyalogun, diyalog olarak kullanıldığı Richard Linklater’ın “Before Sunrise, Sunset ve Midnight” üçlemesi
gibi filmler de var. Birbirini tanımayan iki genç karşılaşır ve tamamen konuşarak, birbirlerine aşık olurlar.
Daha sonra da ayrılırlar. Linklater, bu filmde, kariyerini tehlikeye atacak şekilde konuşmanın çekiciliğini
gösterir. Sinemanın, Sodhenberg’in anlatının tiranlığı denen şeyle, bizi bir yere sürüklemesini düşünürsek, bu filmin sanatsal değeri anlaşılır. Çünkü iki kişi
oturup, ne kadar güzel konuşurlarsa konuşsun, sinemayı popüler sanat haline getiren seyirci kitlesi, “bu
filmde hiç bir şey olmuyor” der. Halbuki iki kişinin konuşması bir şey değil midir?
Her ne kadar sinemanın cinsiyetten bağımsız olması gerekse de, sinema ticaretinde “kadın filmi” diye
kendilerine göre seyirci kategorisi belirleyen, bir
şekilde erkeklerin ilgilenmeyeceği film türleri olduğu gibi, erkek filmleri de var. Oyun ve sinema yazarı
David Mammet’i özel kılan şey diyaloglarıdır. “Bağla
Şu İşi” filminde, inanılmaz şekilde, küfürlü konuşulur.
Öylesine cinsel siddet içeren, bir küfür dili kullanılır
ki, erkekler arası tamamen cinselliğe atıfta bulunan
bir rekabet alanı oluşur. Burada da aslında söz, polisiyede olduğu gibi bir iktidar alanına dönüşür. Diyalogların hepsi bir silah gibi, birini ikna etmek, aslında
ona galebe çalmak anlamına gelmeye başlar. Birine
bir sey satarak onu yenmiş, satamayarak da yenilmiş
olursunuz. “Before Sunset” üçlemesinde diyalog, bir
paylaşım aracı iken, burada hiç bir şey şekilde paylaşım yok. Amaç karşı tarafı yenmek.
Bergman’da oyuncu diyalogu götürür
Gördüğüm en iyi konuşma ve iletişim sahnesi yaratıcılarından biri olan İsveçli Ingmar Bergman, oyuncuların yaratıcılığına çok inanan ve onları yaratıcılık
alanına bırakan bir yönetmen. Oyuncunun da sözünü, sadece kelime olarak değil de, ifade biçimi olarak
ne kadar dinliyoruz? Oyuncu ne kadar kendi istediği
yere götürebiliyor karakteri? Bergman, senaryoyu
yazdıktan sonra, kendi istediğiyle oyuncunun istediğinin aynı olmamaya başladığını söylüyor. Evet, karaktere yazdığınızı diretirseniz falekte doğru gidersiniz. Sinema, Erich Fromm’un da bahsettiği sembolik
dili kullanıyor ve düşlere yakın. Beynimizin içindeki
öykü anlatıcı, bize her gece öykü anlatıyor. Onu susturup, entelektüel tarafınızla gövde gösterisi yapmaya çalışırsanız, ortaya yapay bir şey çıkabilir.
Oyuncu yazılan sözü nereye götürüyor?
Peki, konuşmayı sadece söylenen söz mü oluşturur?
Yoksa sözün dışındaki faktörler de konuşmanın bir
parçası mıdır? Bir şey söylersiniz ama onu söyleyiş
İngilizcede ”wearing out your
welcome”. Bir laf vardır, yani birinin
hoşgörü gösterdiği, herkesin
üzerinde uzlaştığı bir zaman.
Hoşgörü sınırını tamamen aşmak.
Demek ki toplum olarak üzerinde
uzlaştığımız bir hoşgörülme
süremiz var.
TSDE ki - Aralık 2015
46
SİNEMA
biçiminiz, mimikleriniz, vücut diliniz, yani tonlamanız, karşınızdaki insanda başka bir etki uyandırır ve
söylediğiniz söz bir anda ağırlığını yitirir ya da birdenbire çok güçlü bir şey haline gelir. Sinemada bu
hakikiliğin yaratıldığı yer oyuncu. Oyuncu diyalogları
yaşatır ya da öldürür.
En ünlü konusma sahnelerinden bazıları Humpery
Bogart’a ait. “Büyük Uyku”, “Malta Şahini” polisiyeleri
gibi. Bogart’ın konuşması karizmasının da bir parçası.
Oyuncunun elinde bu hakikilik, karakterler arasında
bir diyalog yoksa bile, o, seyirciyle bir diyalog kurmayı başarır. Örneğin Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet”inde Haluk Bilginer’in unutulmaz monologu gibi.
Sosyal medyada iletişimsizlik yok
aslında. Gerçek anlamda anlama,
anlaşma ve hatta daha romantik
olarak umursama var. Önemsemenin
karşılığı “like-beğen”. Önemseniyor
ama ne kadar hatırlanıyor? Ne kadar
dünyanıza işliyor? Daha ötesi o alınan
beğeniler, sözün gücü olmaya başlıyor.
Karakter konuşur, biz dinleriz. Aslında bu sinemada
çok tercih edilmez. Hollywood ezberi bize, “geri git,
göster, ne oluyor?” der. Ama Demirkubuz, oyuncusuna güvenir ve oyuncusunun anlatımıyla olan biten
kafamızda canlanır.
Diyalog, öyküye hizmet ediyor
Hollywood filmlerinde bir replik, bir diyalog var. Hollywood’un en ünlü repliklerini, örneğin “Rüzgar Gibi
Geçti” nin sonunu hatırlayın. “Doğrusunu istersen,
hayatım hiç umurumda değil” diyor ve Clark Gable
kapıyı vurup gidiyor. Yani sinema sanatının en ünlü
repliklerinde diyalog olmaması, diyalogun filmlerdeki rolünü gösteriyor.
“Sus, olay ne olacaksa olsun”
Hollywood usulü senaryo yazımında, gizliden gizliye,
bir karakteri, ne kadar konuşturabileceğiniz de önemli. Seyirci, karakter çok konuşsun istemez. “sus, olay ne
olacaksa olsun” der. Bunun da zirvesi Spielberg ve George Lucas’ın ortaya çıkardığı aksiyon sineması.
Sosyal Medyada diyalog
Çağımızın en iyi diyalog yazarı Erin Sollkin, tıpkı Tarantino gibi, müziği olan diyaloglarıyla tanınıyor. Oscar
aldığı filmi “Social Network” birçok açıdan çok iyi düşünülmüş bir film. Sosyal medyada iletişimsizlik yok
aslında. Gerçek anlamda anlama, anlaşma ve hatta
daha romantik olarak umursama var. Önemsemenin karşılığı “like, beğeni”. Önemseniyor ama
ne kadar hatırlanıyor? Ne kadar dünyanıza
işliyor? Daha ötesi o alınan beğeniler, sözün
gücü olmaya başlıyor. Çünkü “Bağla Şu İşi”
filmindeki gibi söz bir iktidar aracı.
Zuckerberg’in yaşamını anlatan film
de bir ayrılık sahnesiyle başlar. O karakteri oynayan oyuncu, sevgilisiyle
birlikte bir yerde oturur. Sürekli es
vermeden konuştuğu, sözel gövde gösterisi yaptığı bir sahneden
sonra, kız arkadaşı ayrılır. Karakterin kampüse geri dönüşünü
gösteren bir sekansı yönetmen,
seyirciye bir sessizlik alanı açmak için,
TSDE ki - Aralık 2015
47
SİNEMA
oldukça uzun tutar. Bu alanda Zuckerberg’in kendi
kafasında olan üstünlüğünün yanında, yalnızlığı ortaya çıkar.
Film, Zuckerberg’in fikir çaldığına dair sorgulamalarla devam ederken, Zuckerberg, sorulara cevap vermek yerine dışarıya bakar ve “yağmur yağmaya başladı” der. Sorgulamayı yapan kişi, “Bütün dikkatiniz
bende mi?” diye bir soru sorar Zuckerberg’e. “Hayır”
der. “Sadece hak ettiğin kadarını sana vermiş durumdayım. Büyük bir tarafı, şu anda ofisimde, sizin hiç
birinizin rüyanızda bile göremeyeceği kadar büyük
başarı elde etmiş bir proje üzerinde.” Yani burada da
sözü, bir iktidar aracı olarak karşısındakine üstünlüğünü ispat etmek için bir araç olarak ortaya koyar.
Aslında orada kullandığı dil ile kız arkadaşına ayrılmadan önce kullandığı dil arasında çok büyük bir
fark yok. Çok farklı şeyler konuşuyorlar ama, iki kişi
arasında, çok fazla söz ortaya konsa bile hiçbir şekilde iletişimin gerçekleşmeyeceğini, tam da iletişimi,
yeni bir çağa taşıyan bir buluş üzerine olan filmde
bile gayet net görüyoruz.
İletişimsizlik, aslında fazla konuşmak
Aslında diyalog, iletişimsizliği ortaya koyma aracı
da olabilir. Nuri Bilge Ceylan “Uzak”. İlk on dakika hiç
diyalog yok. İki karakter var. Bunlar akraba, ama konuşacakları bir şeyleri yok. Kafaları tamamen başka
yerde. Iletişimsizlik sadece konuşmamak mı?
Burada Akdeniz kültürü ve İtalyan Sineması’nın bol
konuşmalı filmlerini düşününce, belki esas iletişimsizlik, fazla konuşarak yaşanıyor. Antonioni, sanki bu
bol konuşmanın üzerine ağıt gibi bir sinema dikmiş.
Daha sonra çektiği filmlerden bazılarında da “Passenger”da da, röportaj yapan bir muhabir, tamamen
birilerini konuştururken, konuşmaya alan bulamayan bir karakter.
Yine Ceylan’ın en konuşmalı filmi olarak nam salmış
bir filmi “Kış Uykusu”. Bu filmde Ceylan sinemasının
dili açıldı, hatta çenesi düştü. Orada da tam anlamıyla, Haluk Bilginer’in karısıyla hiçbir şekilde iletişimi
yok. Kadının ne yaşadığını, çıkmazını çok iyi anlıyoruz. Adam, bu çıkmazı biliyor ve bir iktidar aracı olarak kullanıyor, kadını hapsediyor. Iletişimsizlik yok,
ama uzlaşmak istemiyor. İktidar kendisinde, niçin uzlaşsın? Bilginer’in oynadığı karakterin herkesle olan
ilişkisinde bir konfor var ve bunu yitirmemek için ona
göre bir dil geliştirmiş,tam bir muktedir.
Konuşmanın sarhoş ediciliği
Gerçekten insanların birbirini anladığı, konuşmanın
güzel olduğu diyalog türüne dönersek, Fransız Sineması bu konuda en iyi örneklerden biri.Yeni Dalgacılar arasında Erick Rohmer filmlerinde, oturup
konuşan karakterler var. Ahlaki kararların altında,
insani şeyleri ortaya koymaya çalışan bir film “Dolunay Geceleri” şöyle başlar. “İki sevgilisi olan kalbini yitirir, iki evi olan aklını yitirir.” İki sevgilisi olan
bir kadın karakterin, kendine Paris’in banliyosunde
şehre yakın olmak için, bir ev tutmasıyla başlar. Rohmer, aldatma, beraber yaşamanın sorumlulukları,
paylaşım gibi konuları, tamamen doğal, insani düzleme indirip anlatmaya çalışır. Ahlaki çatışma içinde
TSDE ki - Aralık 2015
48
SİNEMA
gösterilen karakter için, kendini ortaya koyma aracı
olur. Örneğin; “Maud’daki Gecem”, gerçekten oturup
sabaha kadar konuşan iki karakterin filmi. O filmde,
konuşmanın sarhoş ediciliği de var. Tıpkı “Before Sun
Rise” üçlemesinde olduğu gibi.
diyalogsuz. Onun için seks, o anlatır, birisi de dinler
gibi bir monolog. Kız, ona seksin bir paylaşım olduğunu göstermeye çalışır. Hiçbir zaman ilişkilerinde
paylaşım yok. Adam, karşı tarafa etkileyip, elde eder
ve paylaşımdan korkup kaçar
Issız bir diyalog
Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ında sembolik iletişimsizliğin kırılma noktası, anneyle restorana gitme. Yani
bir tarafta olmak istediği şey var, o restoran. Bir taraftan da, kabul eder ya da etmez, kökleri var. Kafasında
olduğunu sezdiği ve utandığı tarafı. Adam niye ıssız?
Çünkü iki türde de aidiyet yok.
Diyalog, duymak istediklerim
Komedi, en yapay diyaloglara sahip, çünkü amaç güldürmek. Komedinin biraz evrimleşmiş türü romantik
komedide, aslında modern zaman kent masallarında
diyalog çok var. Kent, bizi içiçe sokuyor ama iletişimden uzaklaştırıyor. Antonioni’nin L’avventura’ da, filmin başında kaybolan bir kadın, kaybolmadan önce
şöyle der; “ne kadar korkunç bir şey değil mi bu kadar uzak olmak”. Fiziksel uzaklıktan öte psikolojiktir
bahsettiği. Oysa romantik komedide amaç, masalsı
bir anlatımla, toplumun da uzlaştığı doğru kişiyi bulmak. “Sex and Cities” de olduğu gibi. Burada diyalog,
Filmde kızla adamın diyalogunda, daha ilk iletişimde kız, adamın onu tavlamak istediğini anlar. Çünkü adam, son derece sonuca yönelik konuşur. Ama
kendisini en ufak bir şekilde açmaz. Adam sekste de
Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ında
sembolik iletişimsizliğin kırılma
noktası, anneyle restorana gitme.
Yani bir tarafta olmak istediği şey
var, o restoran. Bir taraftan da,
kabul eder ya da etmez, kökleri var.
Kafasında olduğunu sezdiği
ve utandığı tarafı.
TSDE ki - Aralık 2015
49
SİNEMA
Woody Allen’ın iletişimsiz
görünen romantik
komedilerinde ise
diyaloglar çok daha gerçek.
Onun filmleri o çekirdek aile
fikrinin üzerinden bayağı
silindirle geçer.
karşı tarafın duymak istedikleri olur. Romantik komedinin farklı bir örneği; Nora Ephron’un “Sevginin Bağladıkları”. Orada romantik komedinin, karakterlerin
ilk on onbeş dakikada karşılaşması gerektiği kuralı
çiğnenir. Karakterler, radyo konuşmalarında, ses üzerine kurulu bir diyalog geliştirerek biraraya gelirler.
Alejandro Agresti’nin “Göl Evi” filminde de daha farklı
bir şey, mektuplaşma var. Mektuplaşma daha romantik. Çünkü biri sözünü bitirir ve karşı taraf bütün dikkatini ona verir.
Klasik Romantik komedide gerçek bir diyalog varmış
gibi gözükür, ancak, anlatılan şey ne kadar hakikat?
Garry Marshall’ın “Özel Bir Kadın” ında samimi bir
diyalog var. Ancak, o diyalog, elde edilmek istenen
gerçekliğe uydurmak üzere yapılmış. Amaç, Amerikalıların, o çekirdek aile, kutsal aile idealini ayakta
tutmak. Ancak, Woody Allen’ın iletişimsiz görünen
romantik komedilerinde ise diyaloglar çok daha gerçek. Woody Allen’ın filmleri o çekirdek aile fikrinin
üzerinden bayağı silindirle geçer.
Kadınlar konuşamıyor, “Seks Yalanları”
Steven Soderbergh’in “Seks Yalanları”nda, bağımsız,
Amerikan sinema akımını başlatan bir karakter var.
Bir adam, cinsel fantazisi için, kadınları sadece konuşturup onları kameraya alır. Kadınlar kameraya konuşurken, sembolik olarak güzelleşir ve adam onları
çekici bulur. Bu bize şunu hissettirir? Kadınlar konuşamıyor, dinlenmiyor.Ve adam bir kamera koyar “konuş”
der. Dolayısıyla ortaya çıkan çok garip bir diyalog. Bu
film, konuşmalı filmlerin de önünü açar. Ve Amerikan
Bağımsız Sineması’nda bu film aracılığıyla konuşma
estetik bir unsur haline gelir. Cinsellikle konuşmayı
bu şekilde biraraya getiren, ilişkideki kopukluğu, bir
diyalog kopukluğu olarak formüle edip, konuşmanın
kendisini sanki cinsel iletişim haline getiren bir film.
En sonunda da diyalogla işe başlayan Soderbergh,
öykü anlatmanın despotluğu altında “ben bırakıyorum sinemayı” dedi ve bıraktı. Belki de bu, sinemada
diyalogun yerini en açık bir şekilde anlattı. <
Mine Türkili
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Aralık 2015
50
PSİKOMİTOLOJİ
İnsanın Kadim Diyalogu
Bilincin bilinçdışı ile olan sonsuz sohbeti üzerine
İçimde tutacağıma sana söyleyeyim dedim... Bir
annenin tüm yorgunluğunu üzerinden alan o
özel an, bebeğinin ilk kez “anne” demesi... Yılanı
deliğinden çıkaran şu tatlı dil... Dilim kopsaydı da
söylemeseydim dedirten pişmanlık... Ya da seni
seviyorum...
Tüm bu cümlelerin zihinlerimizde yarattığı ilk çağırışımların hepsi, yaşamın olmazsa olmazı diyalog kavramının sadece en yüzeysel kısımlarıdır. Kendimi bir
başkasına, kendime ya da bir bilinmeze izah ettiğim,
açtığım, adalar arasına kurulmuş bir köprü gibi olan
diyalog ile aslında kendimi yaratırım. Kurduğum sözel ve sözel olmayan her tür diyalog ile kendi gerçekliğimi an be an inşa ederim. Diyalog kavramını ister
günlük yüzeysel gözlemden, ister derin insani araştırmalar düzleminden ele aldığımızda, yaşamın yara-
tıcı ve yıkıcı gücünü aynı anda içinde barındırdığını
görebiliriz. Mitolojiler, kutsal kitaplar ve doğunun kadim masalları yaratımın her zaman tezahür olmamış
olanın, söz ile tezahür olmuş olana dönüştüğüne dair
ortak başlangıçlardan bahsederler. İster yaratıcının
“Ol, dedi ve oldu” sözünden bahseden dini metinlere, ister eski bir masaldaki büyücü kadının şarkısı ile
başlayan hayat, gelen bahar ya da doğan çocuk öykülerini dinlediğimizde diyalogun yaşamdaki rolünü
bir kez daha hatırlayabiliriz. Ve bu hatırlama bize şu
basit gerçeği gösterir. Hem bireysel düzlemde hem
de toplumsal düzlemde yaşamı devam ettiren ya da
kilitleyen en büyük güç, en başından beri diyalog ya
da diyalogsuzluktur.
Diyalog kelimesi latince -dia ve -logos kök kelimelerinden türemiştir. Dia, vasıtası ve yoluyla anlamalarına gelirken; logos kelime, anlam, bilim, birşeyi
göstermek, ortaya çıkarmak anlamlarını ifade eder.1
Dolayısıyla diyalog en saf anlamı ile bir gerçeği orta-
TSDE ki - Aralık 2015
51
PSİKOMİTOLOJİ
ya çıkarmak için bir araç, bir tekniktir. -dia kökünün
bir diğer anlamı ise zıtlık, kutupluluk ve çokluk anlamlarını taşır. -mono tek iken -dia ikili bir düzlemi
ifade eder. Günlük kullanımda diyalog iki kişinin
konuşması, monolog ise bir kişinin konuşması anlamlarına dönüşmüş olsa da iki kelimenin felsefi anlamı biraz daha farklıdır. Felsefi olarak her diyalogun
amacı monoloğa ulaşmaktır. Diyalog aynı konudaki
iki farklı fikirin sentez amaçlı karşılaştırılması iken,
monolog sentezlenmiş ortak fikri ifade eder. Diyalog
için birbiri içinde eriyip, yeni bir gerçekliğe dönüşebilme olasılığını içinde barındıran, iki zıtlığın varlığına ihtiyaç vardır. Bu tıpkı doğunun Yin-Yang’ı gibi
birbirini besleyen zıt bir bütündür. Amaç monolog
olsa da yaşam her zaman diyaloga uygundur. Çünkü
yaşam bir zıtlıklar havuzudur; uzaydan mavi, bütün
bir küre olarak görünen dünyamıza yaklaştıkça sınırların, ayrılıkların ve zıtlıkların fotoğrafını çekmeye
başlarız. Yine aynı biçimde dıştan bir bütün gibi görünen herhangi bir insanı tanımaya başladığımızda
da içsel bölünmelerinin, çatışmalarının ve zıtlıklarının yansımalarına tanık olmaya başlarız. Bu nedenle bütünlük şu an için bir ütopya, bütünlüğü
anlık olarak dahi tahsis edecek olan diyalog ise
bir varoluş ihtiyacıdır.
Gerek bireysel düzlemde gerekse
toplumsal düzlemde yaşamı devam
ettiren ya da kilitleyen en büyük
güç, en başından beri diyalog ya da
diyalogsuzluktur.
Peki gördüğünüz bir rüyanın anlamını çözmeye çalıştınız mı? Ya da yaşadığınız bir olayla ilgili düşünürken, “acaba yaşam bana ne demek istiyor” diye bir
soru sorduğunuz oldu mu? En az bir tanesine dahi
“evet” yanıtını verebiliyorsanız, diyalogun kadim
biçimi olan bilincin bilinçdışı ile kurduğu iletişimi
ve etkileşimi belli bir dozda deneyimlemiş olmalısınız. Öncelikle kısaca tanımlamak gerekirse, kendi iç
varlığımız ve onun derinleşen her
tür uzantısı ile kurduğumuz
diyalog, terapötik bir diyalogdur. Ve bu özel
Diyalog kavramının içi çok çeşitli biçimde
doldurulabilir ki buna da ihtiyaç da vardır. İki
kişinin diyalogu, toplumların diyalogu, insanın ekosistem ile olan diyalogu, iki etnik
grubun diyalogu gibi. Bu yazıda kavramın
kadim bir biçimi olan bilincin, bilinçdışı ile
olan diyalogundan kısaca bahsediyor
olacağım.
TSDE ki - Aralık 2015
52
PSİKOMİTOLOJİ
diyalog türünde ikinci bir kişi aslında hiçbir zaman
bulunmaz. Tamamen kendi içsel ya da yaşamın kolektif ifadeleri (arketip) ile diyalog halindeyimdir. Söz
konusu diyaloga eşlik eden bir terapist dahi sadece
bu işlevi danışanı için mümkün kılandır. Ve bu konudaki başarısı, çoğunlukla kendi diyalog kurma gücü
ile orantılı bir etkiye sahiptir.
Psikomitoloji diyalogun bu türü olan bilincin bilinçdışı ya da bilinçdışının bilinçle etkileşiminden ortaya
çıkan sonuçlar üzerine kuruludur. Mitler, masallar ve
içinde arketiplerin izini bulacağımız pek çok sanatsal
ürün bu diyalogun bir ürünüdür. İnsan eğer kendisi
için uygun olan bir bilinçdışı öykü2 ile diyalog kurduğunda kişiye ve ana özel bir farkındalık yaşar. Bu
farkındalığı destekleyecek ve sürdürecek girişimlerin
hepsi kişinin kendini ve yaşamla kurduğu bağın içeriğini anlamasına imkan verir. Örneğin kendi gücünü
keşfetmek isteyen, kendi duygusal ve zihinsel kaynaklarını tanımak isteyen kişi
Psikomitoloji, bilincin bilinçdışı ile
etkileşiminden dolayı ortaya çıkan
sonuçlar üzerine kuruludur. Mitler,
masallar ve içinde arketiplerin izini
bulacağımız pek çok sanatsal ürün
bu diyalogun bir ürünüdür.
ilk etapta alakasız gibi gelse de “Oz Büyücüsü” isimli
eserden yardım alabilir. Kendisini bir anlığına da olsa
Dorothy ile özdeşleştirebilen kişi yeni bir algının kapısını açmıştır. Ancak bu açılan algının kişiye kazandıracakları sadece bilinçdışı öykü ile temas kurma
yoluyla kazandırılamaz. Burada mitolojik araca psikolojik araç eklenirse kişi kendi varlığının parçaları ile
diyalog kurma imkanına sahip olur. Buda tam olarak
terapötik diyalog ile mümkün olabilir.
Bilincin bilinçdışı ile yaşamın en başından beri çok
katmanlı biçimde diyalogu vardır. Burada yaşamın
en başı demek farklı zaman dilimlerini işaret eder.
Psikolojik olarak insanın ana rahminde belirdiği ilk
an, antropolojik olarak ilk insan ya da o bilinmezi
sembolize eden ilk insan kavramı, kozmolojik olarak ise zamanın ilk anını işaret
eder. Bu üç farklı zamanın ortak
değeri, bilinenin bilinmeyenden
gelmiş olmasıdır. Jung’un deyimi ile bilinç bilinçdışını değil,
bilinçdışı bilinci yaratmıştır. Bilincin ne geldiği ne de gideceği
yer ile inançtan öte bir bilgi sahibi değiliz. Olamayacağımızı da
Jung, “sonlu olan, sonsuz olanı hiçbir zaman kavrayamayacaktır” sözü ile
açıklamaktadır.
Zaten kelimelerin literal anlamlarını dahi incelediğimizde Jung’un haklı olduğunu görürüz. İnsanın varoluşun bütünü ile kurduğu
temasın derecesi bir bebeğin dünya ile
kurduğu bağlantının derecesi kadardır diyebiliriz. Eski Mısır’da Nun isimli
tanrıça elinde güneş kayığı ile ilksel
suların içinden yükseldi. Ve kayığın içindeki ilksel arketiplerin
sembolleri dünyayı yaratmaya
başladı. J.R.R. Tolkien’in fantastik eserlerinde anlattığı dünya
bir boşluktan ellerinde arplar
TSDE ki - Aralık 2015
53
PSİKOMİTOLOJİ
ile doğan meleklerin müzikleri ile yaratılmaya başlandı. Eski çöl masallarında sonsuz kumların içinden
fışkırmaya başlayan su ile yaratım başladı. Bir başka
düzlem olan kutsal metinlerde yaratıcının boşluğa
OL! demesi ile hayat başladı. Tüm bu başlangıçlar
bir bilinmeyenden ya da kum gibi, su gibi ya da
boşluk gibi sonsuzluğu kaplayan bir sembolün
içinden başladı. Tüm bu bilgileri antropolojik ve
psikolojik bir gerçeklikte harmanladığımız zaman elimize arketipsel psikolojin, psikomitolojinin bilgisi geçmiş olur.
Sonlu olanın sonsuz olanı algılayamayacağı ilkesine tekrar dönecek olursak; kendini yeni algılamaya başlayan insan yavrusu için varoluş,
“kendi” ve diğer herşey ise “öteki” olmaktan
ibarettir. Aynı biçimde insanda varoluşunu “bilinç” ve bilebileceklerimin dışında
olan herşey anlamında bilinçdışı olarak nitelendirir. Bilinçdışı’nın tümünü
kapsayacak bir isimlendirmeyi yapamadık ve yapamayız da ama Alice
Harikalar Diyarında isimli eseri okurken, Alice’in bilinçdışının bir kısmına
“Harikalar Diyarı” dediğini anlayabiliriz. Ve her farklı öykü ile bilinmesi
imkansız olan sonsuz dünyayı kısım
kısım sembolleştirir, isimlendirir ve
bilinç üzerindeki etkisini anlamak için
bir fırsat elde etmiş oluruz.
Varoluş felsefesinde basit bir ilke vardır. Bir
şeyden bahsediyorsam, o şeyin dışında yer
alırım. Çember hakkında konuşan kişi çemberde değildir. Mutluluktan bahseden bir
kişi, mutlu değildir. Oynamakta olan bir çocuk, oyun oynamaktan bahsetmez. Ondan
bahseden bir yetişkindir çünkü o oyun oynama yetisini kaybetmiştir.
İnsan bilinçdışı ile bilincin
diyalogunu kaybetme
imkanına sahip olan tek
varlıktır. Çünkü insan,
meşhur cennetten
kovulma hikayesinden
beri bilmek ister.
TSDE ki - Aralık 2015
54
PSİKOMİTOLOJİ
Konfüşyüs’e bir gün, bir insanın bilgeliğini nasıl
ölçersin demişler. O da az konuşmasından demiş. Bu cevabı duyanlar, peki hiç konuşmuyorsa diye sormuşlar. Konfüçyüs, o kadar bilge
olana hiç rastlamadım demiş.
İnsan bilinçdışı ile bilincin diyalogunu
kaybetme imkanına sahip olan tek
varlıktır. Çünkü insan bilmek ister.
Şu meşhur cennetten kovulma
hikayesinden beri bilmek ister. O
mitin bir kısmı şu şekildedir. “Tanrı, Adem’i topraktan yarattıktan
sonra Aden’in batısına cennetsi
bir vadi kurdu. Onu, meyveleri göz kamaştıran mücevherler
olan ağaçlarla donattı. Bunların
arasında “İyiyi ve Kötüyü” Bilme
Ağacı’da bulunmaktaydı”3 Yasak
olan ağaç sadece elma değil, aslında bilme-bilmeme ağacıydı.
İnsan, bu ağacın meyvesinden
yemiş bir tür olarak yaşam ile olan
bağını koparma ve yeniden tahsis
etme ya da diğer bir deyişle insan
bilinci ile bilinçdışı dünya arasındaki
diyalogu kurup kurmama olasılıklarına
sahip bir varlık olmuştur. Arketipsel bir
öykü olan bu yasak ağaçtan yemiş olmak,
reel düzlemde kendini bilme olarak ifade bulur. Anne karnında adeta bir ilksel cennette olan
insan yavrusu, ışığı, karanlığı, memeyi, kendi uzuvlarını bildikçe yavaş yavaş bu meyveden yemektedir.
Pusulanın icadından önce gemiciler gemilerinde güvercin beslerlerdi. Çünkü okyanusun ortasında en
yakın karanın ne tarafta olduğunu tespit etmek istediklerinde bir güvercini salarlardı. Güvercinin uçtuğu
yön en yakın karanın bulunduğu yöndür. Peki güvercinler bunu nasıl bilebilirler? Psikomitolojinin teorisi
tüm doğanın bilinçdışı ile bilmeden ama sürekli bir
biçimde diyalogda olmasıdır. Güvercin gemiciler için
değil, kendi yaşamını korumak için asıl yaşam alanı
olan karaya en yakın yolu içsel duyumu ile bilir. Bu
Yeni Jungian terapistlerin “Blueprint” dedikleri iç sestir. Bu ses insanda tahsis edildiğinde mistik felsefede
geçen “bilmeden bilme hali” oluşur.
İnsan bilinçdışı ile olan diyaloga aslında yaşamının
en başında sahiptir. Büyümek ve kendini bilmek ile
bir ego geliştirdikçe, bilmeden kendini bilme hali, bilinçli bir bilme için bozulur. Ve bu bozuluş insan hayatı boyunca defalarca tekrarlanır. Her biri psikolojik
Bir varoluşsal halden diğer
varoluşsal hale hiyerarşik doğumlar
yaşayan insan, bu doğumlarının
ya da bilinç evrelerinin içinden
geçerken bilinçdışı ile diyalog
kurma ihtiyacı içine girer.
olarak başlangıçta travma olarak algılanabilir olsa da
ancak gerçek şudur ki travma, kişinin daha asli olan
bir bütünleşmesi için, daha az bütünleşmiş olan kişilik yapısının bozulmasıdır. Tıpkı doğum gibi; karanlık,
sıcak ve sulu dünya bir travma ile bambaşka bir varoluş ortamına dönüşür. Bu nedenle içinden geçilebilirse her travma, -öyküsel bir değişim ile- yeni bir
varoluş algısı kazanma sürecine de dönüştürülebilir.
TSDE ki - Aralık 2015
55
PSİKOMİTOLOJİ
Her varlık doğum gibi bir fenomen ile hayata gelir.
Martin Heidegger’ın dediği gibi insan yaşama “fırlatılmış” bir varlıktır. Büyümesi ve kendini bilmesi oldukça uzun zaman alacaktır. Ancak her ne kadar fırlatılmış olsa da insan kendini bilme kapasitesini kendi
algı dağarcığı içinde saklı tutar. Platon’un dediği,
öğrenmek özünde hatırlamaktır sözü bu potansiyeli
ifade eder. Bir varoluşsal halden diğer varoluşsal hale
hiyerarşik doğumlar yaşayan insan, bu doğumlarının
ya da bilinç evrelerinin içinden geçerken bilinçdışı ile
diyalog kurma ihtiyacı içine girer.
Çok yaygın olan ağaç metaforu insanın bilinçdışı ile
bilinç arasındaki bağını en güzel şekilde ifade eder.
Ağaç nasıl ki topraktan beslenmesi için köklerinin
onun içine gömülü olmuş halde varolması gerekiyorsa; insanın ruhsal dünyası da tıpkı ağacın köklerin
toprakta olması gibi bilinçdışının içinde olması gerekir. Bu bağın sağladığı diyalog ne zaman kopar, o
zaman insan kendisine ve kendi yaşam sürecine yabancılık hissetmeye başlar. Varolmak için normalden
daha fazla olacak biçimde diğerlerine ihtiyaç duyar.
Çünkü içeride bir yerlerde artık varoluş enerjisi azalmakta ve kendi kendine yetersiz olduğunu söyleyen
fısıltıyı duymaya başlar. Bu duygu hem bir o kadar
doğru hem de dönüşme potansiyeli olduğu için bir o
kadar yalandır.
İnsan bilinçdışı ile diyalog kurmayı unuttuğunda
bir süre sonra kendi kişiliğinin kabına sıkışır. Yaşam
sadece kendi bildiklerinden, denediklerinden, yapamadıklarından ya da yaptıklarının verdiği sıkıntıdan
ibaret olmaya başlar. Algının yalnızca kendi varlığı
içinde sıkışıp kalması, durgun bir suyun zamanla yosun tutması gibi bulanık bir iç dünya ile varolmaya
dönüşür. Bu hal kahramanlık mitlerinin başlangıç
sahnelerine benzer; ya ülkeyi yıllardır esir alan bir kuraklık, yüzü hiç gülmeyen bir prenses ya da ölen bir
kral ile simgeleştirildiğini görürüz. Yapılması gereken
“yolculuğa çıkmak”’tır. Bu güncel anlamda terapötik
bir sürece ihtiyacı vurgular. Yazılacak öykünün kahramanı danışan ise, öyküdeki büyücü terapisttir. Ancak bu rolün geçici bir yansıma olduğunu unutan
terapisti ciddi bir tehlike bekler. Terapinin ve terapötik diyalogun amacı danışanın, bilinçdışı ile diyalog
kurmasına yardımcı olmaktır; terapistin bilinçaltı ile
değil. Terapist, danışana tek başına olduğunda kaybolma ihtimali çok yüksek olan, çok fazla katman ve
boyuttan oluşan bilinçdışının hangi düzeyinde nasıl
diyalog kuracağı ile ilgili terapötik deneyimini bilimsel metotlarla paylaşan kişidir.
Mitlerin toplumsal rolü üzerinde araştırmalar yapan
Johnson “Tarihte yeni bir dönem başladığında, çoğu
zaman, o dönemle ilgili bir mit de ortaya çıkar. Mit,
o dönem içinde olacakların bir ön habercesi gibidir
ve çağın psikolojik öğeleriyle uyum sağlayabilmek
için (gerekli) bilgece öğütler içerir.”4 der. Bilinçdışı
öykülerin (mit, masal vb) bireysel düzlemde de benzer bir rolü vardır. Kişi içinde yeni bir dönem söz
konusuysa, onu yaşama bağlayacak olan, aynı
zamanda eski olandan koparma gücüne sahip
TSDE ki - Aralık 2015
56
PSİKOMİTOLOJİ
yeni bir öyküye ihtiyaç duyar. Bu zorlama bilinçdışı tarafından yapılsa da kişinin bilinçli bir tepkisi ile dönüşümü mümkün kılabilir. Çünkü dinlediğimiz öykü, ruhun bir dinamiğinin sadece
söze dökülmüş halidir. Dışarıdaki bir olayı ya da
hayal dünyasındaki bir sanıyı anlatmaz. Yine Johnson “Unutmamak gerekir ki, bir mit yaşayan
bir nesnedir ve her bireyin içinde yer alır. Eğer
onun, içinizde örülüp biçimlendiğini fark edebilirseniz, mitin katıksız ve gerçek özünü fark
edebilirsiniz.”5 derken öykülerin iç gerçekliğine
vurgu yapmaktadır.
Terapötik sürecin başında kullanılan öykü,
danışanın içinde bulunduğu ruhsal döngüyü özetliyor, simgeleştiriyor ve kendisini daha
rahat ifade etmesi için imkan veriyorsa doğru
seçilmiş bir öyküdür. Ve böylece insan içinde
bulunduğu halin resmine bakarken anlaşılmış
olmanın derin hazzını bir kez daha hissetmiş
olur. Ama bu hissediş bilinçaltı bir algı olduğu
için çoğunlukla bizi etkileyen öyküleri ve onların
milyonlarca kez tekrarı olan filmleri, dizileri, yazı
ya da farklı ifade tarzlarını neden sevdiğimizi bilmeden severiz.
Bizi bize anlatan her öykü kısa sürede üzerimizde
bağımlılık yapar. Çıkamadığımız ruhsal yolculuğa
çıkan kahramanı dinlemek, bir türlü alt-edemediğimiz erteleme huyu yerine şövalyenin ejderhayı öldürmesi bizi anlık olarak rahatlatır. Ama öykülerin
terapötik olması ile nevrotik olması arasında ince
bir çizgi vardır. Terapötik olan öykü değil, öyküye yaklaşım şeklidir. Burada öykünün terapi dahil edilebilmesi için dinleyenin dışında bir kişiye daha ihtiyaç vardır; bu kişi, simgelerin dilini
psikolojik olarak yorumlayabilen ve bunu bir
metot ile uygulayabilen bir terapisttir.
1 - TDK Sözlük
2 - Bilinçdışı öykü; mitler, masallar, halk öyküleri, arketipsel temaları
barındıran film, roman, şiir gibi ürünlerin tümünü kapsamaktadır.
3 - İbrani Mitleri / Robert Graves - Raphael Patai / Say Yayınları S 109
4 - Deli Dumrul’un Bilinci / M.Bilgin Saydam / Metis Yayınları S.13
5 - a.g.e S13
Bilincin bilinçdışı ile olan diyalogu kişinin
iç bir özdeşleşme ile kahramanlık duygusunu yaşaması için değil, tam aksine kendi
benliğini ve kendi rolünü bulması için bu
özdeşleşmeleri sağlıklı bir biçimde sonlandırılmasını amaç edinir. Hayal dünyasında
bir kahraman, tanrıça ya da başka bir figür
ile kendini ifade etmek belli bir süre iyidir.
Ancak asıl kahramanlık kendimizi nasıl hissettiğimizden ziyade, o hislerle neler yapabildiğimizle ilgilidir. <
Hüseyin Şimşek
TSDE 7. Eğitim Grubu / İzmir
TSDE ki - Aralık 2015
57
TSDE DER ki
Sen başkasın,
ben başkayım.
Sen sensin,
ben de benim.
Diyalog dönüşümü, açık olmayı,
açık değilse buna davet etmeyi,
ben ve ötekinin ayrı olduğunu,
hem kendimin hem de
ötekinin olumlu ve olumsuz
yanlarını olduğu gibi
kabul etmeyi gerektirir.
Günümüzde birçok zihin kendi benliği ile ötekinin
benliğini ayırt etmede yeterince başarılı değildir.
Ben ve senin başka insanlar olduğunu ayırt edemeyen bir birey, iletişimde ve diyalogda bazı çatışmalar
yaşayabilmektedir. İletişim kelimesi daha çok bir şeyi
iletmeyi ve transfer etmeyi çağrıştırmaktadır. Diyalog
ise daha çok karşılıklı anlayış ve uyum arayışı olarak
tanımlanmaktadır. Bu yüzden diyalog daha çok çaba
gerektiren, ötekinin başka birisi olduğunu anlayarak
onu olumlu ve olumsuz yönleriyle olduğu gibi kabul
eden bir süreçtir.
Günümüz dinamiklerinde bireyselliğin artması, iletişim ve sosyal medyanın gelişimi artık bu kavramları
yeniden gözden geçirmeyi gerektirmiştir. Diyalog
dönüşümü, açık olmayı, açık değilse buna davet etmeyi, ben ve ötekinin ayrı olduğunu, hem kendimin
hem de ötekinin olumlu ve olumsuz yanlarını olduğu gibi kabul etmeyi gerektirir. Bunları hakkıyla yapabilmek çoğu zaman da mümkün olamamaktadır.
Hem yakın diyaloglarda hem de sosyal diyaloglarda bireyin kendi benliğinin, bireysel bütünlüğünün,
kendisinin ve ötekinin sınırlarının nerede başlayıp
bittiğinin farkında olması çok önemlidir. Sağlıklı bir
diyalog için kişi hem kendi benliği hem de ötekinin
benliği ile temas halinde olabilmelidir. Karşıdakine
TSDE ki - Aralık 2015
58
TSDE DER ki
ve kendisine açık olma, samimi olma, onu dinleyebilme, ondan gelecek negatif ve pozitif söylemleri
karşılayabilme yeterince sağlıklı bir ruhsal yapı tarafından başarılabilir. Aynı şekilde diyalog sırasında
öteki kişi de kendisine söylenen olumlu ve olumsuz
cümleleri savunmaya geçmeden dinleyebilmelidir.
Sağlıklı bir diyalog sırasında duyguları olduğu gibi
ifade edip kendini ortaya koyarken öteki kişiye özellikle olumsuz duygular yüklememeye çalışılır. Çünkü
karşıdaki kişi aynı duyguları aynı derinlikte hissetmek zorunda değildir. Burada zihin sözel iletiden çok
karşıdakinin sözel olmayan (non verbal), iletilerine
odaklanır. Sonuç olarak diyalog sırasında sözcükler
yerine beden dili ve söylenen kelimenin tınısı ötekinin zihni açısından çok daha ön plana geçer.
Gerçek bir diyalogda ortalama bir arkadaş veya komşu sohbetinden çok daha fazla ve derin bir ilişki vardır. Burada kişi hem kendisini hem de ötekini olumlu
ve olumsuz yönleriyle olduğu gibi kabul etmektedir.
Böylece her iki taraf da olumsuz duygularını bile özgürce ortaya koyabilmektedir. Ayrıca taraflar karşıdaki tarafından kabul edilmeyen fikirlerini göz ardı
etmemektedir. Çünkü kendi gözünden dünyaya
baktığında söylemleri doğrudur. Bunun yanında ötekinin gözünden dünyaya bakıldığında ise onun açısından onun söyledikleri de doğrudur.
Böyle birisi diyalog sırasında hem ötekine hem de
kendisine bir şeyi kanıtlamaya çalışmaz. Herkes kendi zihnindeki doğruda kalır, ötekinin beynini değiştirmeyi istemez. Çünkü sana göre senin beynin doğrudur, bana göre de benim beynim doğrudur. Sen
başka birisindir, ben de başka birisiyimdir. Sen sensindir, ben de benimdir. Senin bakış açın başkadır,
benim bakış açım başkadır. Senin bedenin başkadır,
benim bedenim de başkadır. Bunu ayırt edemeyen
birçok insan karşıdakinin beynindeki farklı bir bilginin veya duygunun kendi beynindeki bilgiyi veya
duyguyu bozduğunu zanneder.
Örneğin denize bakıp sevinçle denizin çok çok güzel
olduğunu söyleyen bir kadına sevgilisi daha nötr bir
ifade ile “evet güzelmiş” dediğinde kadın öfkelenir.
Çünkü duygunun derinliği aynı değildir. Kendisi gibi
yoğun hissetmeyen erkeğe karşı iğneleyici konuşmalarda bulunur. Kadın erkekten daha sevinçle denize güzel demesini bekler. Erkek ise kadının bu kadar
yüksek duygusunu anlayamaz. Kadının kendisi gibi
az sevinmesini bekler. Ona karşı alaycı konuşmalarda bulunur, onu aşağılar, aldığı negatif duyguyu iade
eder. Daha sonra çatışma başlar.
Kötü duygular da aynı ruhsal
yapının bir parçasıdır, bu yüzden
dışarı atılması uygun değildir. Kişi,
kötü duygularını ayrı görmeye
çalıştıkça iç dünyasında bir bölünme
ve parçalanma yaşar.
TSDE ki - Aralık 2015
59
TSDE DER ki
zorlayan güçlü duygular, toplumsal çatışmaların çıkış
noktasıdır. Grubun bir tanesi kendisini iyi grup, öteki
grubu ise kötü grup olarak adlandırır. İyi grup ötekini
hep kötüde tutmak ister. Kötü grup ise durumu eşitleyip iyiye geçmeye çalışır. Aslında burada ortaya çıkan durum birçok kişide görülen bölme yani splitting
savunma mekanizmasının bir benzeridir. Gerçekte
yok etmeye çalıştığı kendisine ait olan ve karşıya attığı kötü duygulardır. Bunu öteki topluluğa yansıtır
ve bazen de o topluluğu tamamen yok ederek kendi
grubuna ait kötü duygularını yok etmek ister.
Son yıllarda, bireyselliğin artması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, sosyal medyanın gelişmesi,
iletişimin daha çok teknoloji araçları ile olması ve yaşam stilinin değişmesi gibi bazı nedenlerden dolayı
yalnızlık ve buna bağlı problemler giderek artmıştır.
Sağlıksız diyalog bir yana diyalogsuzluk giderek temel bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Yoğun bir
şekilde yaşanan yalnızlık duygusu, kişinin kendisini
başkalarından soyutlanmış hissetmesini beraberinde getirir. Kronik yalnızlık sonucu dış uyaran azaldıkça kişi içe dönmeye ve bastırılmış çocukluk çağı
anılarını daha yoğun bir şekilde hissetmeye başlar.
Mutsuzluk, anlamsızlık, kaygı sorunları yanında kronik ağrılar, sindirim sistemi şikâyetleri ve cinsel problemler gibi bedensel sorunlar artmaya başlar.
Farklı bir gruba dâhil insanlara ait davranışlar sanki
öteki grubun da bakış açısını ve zihnini bozuyor gibidir. Burada öteki grubu kendi grubu gibi düşünmeye
Kötü duygular da aynı ruhsal yapının bir parçasıdır.
Bu yüzden dışarı atılması uygun değildir. Bir kişi istiyorsa bu negatif duyguları zaman içinde başka bir
duyguya dönüştürebilir. Bunu başarmakta zorlanırsa
da o zaman çocukluk çağında neyi tekrar ettiğine bakabilir. Bazen de bu durum çocukluk çağı dışındaki
nesillerin, hatta taş devrindeki ataların duyguları ve
travmaları olabilir.
Ruhsal yapı her zaman için bütünlük, ötekinden ayrı
olmak ve bir gruba dahil olmak ister. Kişi kötü duy-
Kronik yalnızlık sonucu dış uyaran
azaldıkça kişi içe dönmeye ve
bastırılmış çocukluk çağı anılarını
daha yoğun bir şekilde hissetmeye
başlar.
TSDE ki - Aralık 2015
60
TSDE DER ki
gularını ayrı görmeye çalıştıkça iç dünyasında bir
bölünme ve parçalanma hisseder. Bu kişi ne kadar
parası çok, ne kadar statüsü yüksek, ne kadar sosyal
ve yakın diyalogları iyi olursa olsun yine de kendisini
gerçek anlamda huzurlu ve dengede hissedemez.
Sağlıklı bir diyalog için kişi
hem kendi benliği ile hem de
ötekinin benliği ile temas halinde
olabilmelidir.
Kendi iç dünyasındaki duygulara adaletli olabilen bir
birey, yakın diyaloglarda da bunu başarabilir. Öbür
türlü bir durumda ise bu kişi örneğin çocuklarını iyi
çocuklar ve kötü çocuklar olarak bölebilir. İyilere sevgi ile bakılır, kötülere nefret ile. Eşini bir gün çok güzel parlak bir pırlanta gibi, öteki gün ise pisliğin teki
olarak görür. Bir sabah uyanır dünya cennet gibidir,
çiçekler ve böcekler çok güzeldir. Birçok süslü felsefi
cümleler konuşur. Başka bir sabah uyanır dünya çok
berbattır, adalet yoktur, her şey kötüdür, aslında ölse
daha iyidir.
Eğer kişi iç diyaloglarında bu adaleti sağlarsa, kendisi, eşi, çocukları ve yakın dostları ile sağlıklı diyaloglar
kurabilir. Aynı kişi daha sonra sosyal ortamlarda da
aynı adaleti gösterir, ben ve sen ayrı kişileriz kelime-
TSDE ki - Aralık 2015
61
TSDE DER ki
leri daha bir anlam kazanır. Karşıdakinin hangi gruba
dâhil olduğu, hangi dinden, hangi mezhepten veya
hangi etnik kimlikten olduğu giderek önemsizleşir.
Fenerbahçe mi daha iyi yoksa Galatasaray mı, Beşiktaş mı, Müslüman mı daha iyi yoksa Hıristiyan mı
Ateist mi, Alevi mi daha iyi yoksa Sünni mi, Kürt mü
daha iyi Türk mü yoksa Ermeni mi daha iyi.
Ben ve seni ayırt eden kişi için hepsi giderek anlamsızlaşır aynı zaman da hepsi giderek anlam kazanır.
Çünkü bir gruba ait olma ihtiyacı aslında bir başka
grubun da varlığı ile karşılanabilir. Bu ihtiyaç karşılanırken öteki grubu kötü görmeye beki de günümüzde artık ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü artık ötekini kötülemeden de her iki grup var olabilir. Bu bilgi bugün
birçok insanın beynine yabancıdır. Çünkü hem bizim
toplumumuzda hem de tüm dünyada atalarımız
bize bunu başka türlü öğretmiştir.
Bir gruba ait olma ihtiyacı
aslında bir başka grubun da
varlığı ile karşılanabilir. Bu ihtiyaç
karşılanırken öteki grubu kötü
görmeye beki de günümüzde artık
ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü artık
ötekini kötülemeden de her iki
grup var olabilir.
Sen başkasın, ben başkayım.
Sen sensin, ben de benim.
Beynimiz çok akıllı, bazen de saçma sapan düşünen
bir organdır. Eğer ben ve senin başka olduğunu ayırt
ediyorsa gördüğü birçok problemi çözmek onun için
bir hobi haline gelebilir. Issız adaya düşen ve hiç kayık yapmamış birisi kayık veya sal yaparak adadan
kurtulabilir. Eğer bu kişi bu duyguları ayırt edemezse
ıssız adada hayıflanır durur, bir eyleme geçmez. Sen
ve beni ayırt edebilmek için sağlıklı bir anne baba
veya bir ruh sağlığı profesyoneline ihtiyaç vardır. Bu
ayırdım yapıldıkça yaşanan her an ve her türlü olumlu-olumsuz duygu değer kazanır. Zaman uzamaya
başlar ve yaşanan her andaki her türlü duyguyu zihin sağlıklı bir şekilde hisseder. İşte o zaman kendi
benliğini ötekinden ayırt eden kişilerin olduğu grupların barış içinde yaşamayı başarması zihin açısından
aslında bir teferruat haline dönüşmüştür. <
Timur Harzadın
Uzman Doktor- Psikoterapist
TSDE 9. Eğitim Grubu
TSDE ki - Aralık 2015
62
TSDE DER ki
DİYALOG için MONOLOG
Yetişkin olarak diyalogda zorluk çekiyorsanız hala geç kalmış sayılmazsınız,
hemen başlayın monologlarınıza. Unutmayın, yüreğinizde monologdan diyaloga
giden bir yol vardır ve bu yol yaşamınızda ki “Diyalog için Monolog” yoludur.
Doğunca yaşamım başladı fakat ben nereden başlayacağımı bilemedim. Hem de renklisinden gözlerim ve kulaklarım vardı ama hiçbir şey görmüyor,
duyamıyordum. Bir yanım ise bulunmak, görünmek
fark edilmek istiyordu... Çığlık atıp kucaklandığımda
ısındığımı hissettim ve mis kokulu sütle yaşamın ilk
tadını aldım. Hoşnuttum, sütüm de vardı hatta sıcacık kucaklanıyordum da ama hep bir yanım eksikti.
Annemin kalp atışlarını fark edip duyunca artık beni
duyan olur diye ümitlendim. Onun sesini duyup ela
gözlerini gördüğümde ise ona sıkı sıkı bağlanmak
istedim. Annemin beni gözleriyle sarmasını ve sesiyle beslemesini ise çok arzuladım. Fazlası da oldu
annem beni ninnilerle hayallere saldığında ve ela
gözleriyle benimle konuştuğunda bu iyi geldi ki onu
kalbime yazdım.
TSDE ki - Aralık 2015
63
TSDE DER ki
Büyüyordum bir taraftan ama çoğunlukla yalnızdım.
Sanırım annemin işleri çoktu ki o hep yoktu. Yalnız
evde beklemek, gidenlerin peşinden gidememek ve
yürüyememek ise zordu. Ama esas ağır olan konuşamamaktı benim için. Eğer sesler çıkarır konuşursam
kendimi anlatabilirdim belki. Öyle de yaptım fakat
ben konuştukça benimle kimse konuşmadı. Onlar
hep bana güldüler. Ne zor işmiş derdini anlatamamak bilemezsiniz.
Baktım olmuyor, kimseye derdimi anlatamıyorum,
başladım kendi kendime konuşmaya. Bir taraftan
kendimi kendime anlattım ve kendime sorular sorup,
cevaplar verdim. İşi ilerlettim anlayacağınız ve bırakın sıkılmayı öyküler, şiirler yazıp anlatmayı da yapmadım değil. Hayallerim de oldu, filmlerim de oldu,
yani dünyam kocamandı. Kimse olmasa da yanımda,
ben hep çoktum. Kendi kendime serenatlar veren ve
beni ben yapan parçalarımla oyunlar onayan eksikliklerini kendince tamamlayan bir ben vardım hep.
Ailem eğitimli ebeveynler olsalardı beni susturmak
ya da hiperaktif diye doktora götürmek isterlerdi
belki. Ama ne kadar şanslıymışım ki çiftçi bir ailem
vardı. Onların kendi işleri çoktu ve onlar kendi işleriyle meşgulken bana kendimle bol bol birlikte olma
imkânı doğdu. Şimdi bu sayede küçük yüreğimde
kendimden kendime bir yol bulup köprüler kurduğumu, kendimce monologlar yaptığımı görüyorum.
Jean Piaget “Çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler. Onlara bir şeyleri
şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz.” diyor.
Ve ayrıca Piaget “yaşça küçük çocuklar kolektif monologlar yaparlar, diyalog daha sonra gelişir” diyor.
Jean Piaget “Çocuklar yalnızca kendi
keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda
kavrayabilirler, onlara bir şeyleri
şipşak öğretmeye kalkıştığımızda,
bu şeyleri kendilerinin yeniden
keşfetmelerini engellemiş oluruz.”
diyor. Ve ayrıca, “Yaşça küçük
çocuklar kolektif monologlar
yaparlar. Diyalog daha sonra
gelişir” diye ekliyor.
TSDE ki - Aralık 2015
64
TSDE DER ki
Çocukluğumdaki
monologlardan yetişkin
yaşamındaki diyaloglara
uzanan bir yol, köprü olduğu
aşikâr.
Çocukluğumdaki monologlardan yetişkin yaşamındaki diyaloglara uzanan bir yol, köprü olduğu aşikâr.
Kendimle bağ kurup yaptığım monologların gerek
içeriğindeki özgünlük gerekse üslubu benzersizdi.
Bu aynı zamanda benim için ilk kez kendimle diyalog kurabilmem anlamına da geliyordu. Çocukken
kendisiyle diyalog kurabilenin yetişken olduğunda başkası ile diyalog kurması ne kadar zor olabilir
ki. Müthiş monolog deneyimim var. Şiirler, öyküler,
hayaller sohbetler hep benimle oldu. Yetişkin olduğumda yaşamımda benimle bir şeyleri paylaşmaya
gelmiş kişilere bir şey anlatmak ve onların anlattığını
dinlemek yapılması en zevkli işlerdendi artık. Tüm
bunların kendi öykümle karşılaştırma ve kendimi geliştirebilme imkânı sunması da cabasıydı.
Monolog, tek kişinin veya kişinin kendi kendine konuşması, diyalog ise, iki kişinin karşılıklı konuşması
ve sohbeti olarak biliniyor. Arasındaki fark Monologda fikir/görüş aynı iken Diyalogda fikir/görüş farklı
olmasıdır. Yani iki kişi karşılıklı aynı fikir üzerine konuşuyorlarsa bu bir diyalog değil Monolog oluyor.
Ben çocukken farklı benlerimi konuşturduğumdan
aslında bilmeden diyalog yapmaya adım atmışım
diyebilirim.
Yetişkin ebeveynler olarak, yaşamda diyaloga büyük
ihtiyaç varken ve sürekli iyi bir diyalog hedeflemişken; çocuklarımıza ve yaşamına dokunduğumuz
tüm çocuklara kendi kendilerine konuşma, serenat
yapma, hayal kurma ve monolog için imkan verip
desteklemek, teşvik etmek, arzuladığımız paylaşımcı
yaşam adına küçük ama gelecek için büyük bir adım
olacaktır.
Yetişkin olarak diyalogda zorluk çekiyorum diyorsanız, hala geç kalmış sayılmazsınız. Hemen başlayın
monologlarınıza. Unutmayınız, yüreğinizde monologdan diyaloga giden bir yol vardır. Bu yol sizin yaşamınızdaki “Diyalog için Monolog” yolunuzdur. <
Özcan YILDIZ
TSDE 7. Eğitim Grubu / İzmir
TSDE ki - Aralık 2015
65
TSDE DER ki
Olasıklıklar ve
Dönüşümler
Denize yağmur damlaları düştüğünde binlerce, on
binlerce milyonlarca damla, denizin yüzeyinde halkalar oluşturur. Bu küçük halkacıklar hareketlerine
devam ederken bazen birbirlerini küçültür, bazen
birbirlerinin üzerine çıkarak daha büyük dalgalar
oluştururlar.
Yaşam ve yaşam içinde yaptıklarımıza baktığımızda
bireysel ve kolektif olarak yaşadığımız olayların bizi
nasıl büyüttüğü veya nasıl küçülttüğüne bir örnektir damlalar ve dalgalar. Nesiller boyu devam eden
süreçlerin hayatımızın eksenini nasıl şekillendirdiğini çoğu zaman fark etmeyiz. Bu eksen hâlbuki daha
biz doğmadan nasıl bir insan olacağımıza dair izler
taşır, hangi mevsimin insanı olacağımız bu eksenin
kendimizin sandığı gerçeklikle yaşamın kendi gerçekliği ile oluşturacağı açı ile belirlenir. Evrende,
bizde aslında özünü gizleyen yapraklardan oluşan
bir marul gibiyiz. Kendimiz hakkında ne kadar çok
Nesiller boyu devam eden
süreçlerin hayatımızın eksenini
nasıl şekillendirdiğini çoğu zaman
fark etmeyiz. Bu eksen hâlbuki
daha biz doğmadan nasıl bir
insan olacağımıza dair izler taşır,
hangi mevsimin insanı olacağımız
bu eksenin kendimizin sandığı
gerçeklikle yaşamın kendi gerçekliği
ile oluşturacağı açı ile belirlenir.
bilgiye sahip olabilir ve bu bilgileri belli metotlarla öğrenir ve yorumlarsak o kadar kendi özümüze,
gizemimize yakınlaşmış oluruz. Aynı dizimlerde olduğu gibi.
Bilimin gelişmesi, teknolojinin artması her ne kadar
bundan yüzyıl değil, yıllar öncesine göre daha rahat
bir fiziksel ortam sunuyor gibi gözükse de aslında
bilimin özünü tam anlamadığımız için bizi ayrıştıran
ve yalnızlaştıran bir ortam sağlıyor. Kolektif yaşamın
TSDE ki - Aralık 2015
66
TSDE DER ki
Kendimizi gözlediğimiz şekilde
algılıyor ve tanımlıyoruz. Bu
gözlemi bazen çocuk bilincinde
bazen ergen bilincinde yapıyoruz.
Zihnimizde tezahür eden bizim
kim ve ne olduğumuzdan öte,
bizim kendimizi kim ve ne olarak
tanımladığımızda yatıyor.
başladık. Tesadüfi bulgularla ortaya çıkan bazı olaylar okullarda okutulan Newton ve Einstein’ın bakış
açılarından daha farklı bir durumun olduğunu ortaya çıkardı.
yerini bireysel yaşam alıyor bilim arttıkça. Diğer yandan dünyanın içinde bulunduğu duruma bakarsak
ön şartsız inançla, kanıtsal inanç arasında bir yere
sıkışmışlık söz konusu. Bilimin paradoksu aslında
burada biraz ortaya çıkıyor, eski Yunan’dan bu yana
maddeyi oluşturan en küçük parça arayışı, eski Mezopotamya’da başlayan yıldızların hareketlerinden
bir mana çıkarmak ile devam etti. Arada yer alan tarih ve olaylar silsilesinin ne olduğu ve nasıl olduğuna
bakmak bir yana batı dünyası akılcı düşünce ile madde ile mana arasındaki bağı göz ardı etti.
Bilimin aslında kendi içindeki bu ayrışma başka bir
şekilde sona ermek üzere, bilgimiz ve gözlemlerimiz arttıkça, evrende açıklayamadıklarımızın açıkladıklarımızdan çok daha fazla olduğunu fark etmeye
Çok basitçe kuantum diye hayatımızın farklı alanlarını işgal eden teorinin henüz yaşantımıza bilimin diğer alanları kadar etkisi bulunmasa bile yeni ve farklı
bir bakış açısı getirdi. Henüz teori seviyesinde olan
sicim teorisi, holografik evren, paralel evrenler, kara
madde ve enerjinin evrenin başından beri bildiğimiz
maddenin yerini alıyor olması gibi henüz üzerimizde
etkisinin ne olduğunu ve olacağını bilmediğimiz birçok farklı bakış açısı ve düşünce mevcut.
Kuantum teorisini aslında bilinir kılan en önemli aşama çift yarık deneyi(*) ile oldu. Bir elektronu inceleyen bilim adamları özetle aslında maddenin en ufak
parçalarından biri olan elektronun bir gözlemci ortaya çıkana kadar sadece bir potansiyel dalga olduğunu keşfettiler. Ne zaman bir gözlem cihazı elektronun hareketlerini incelemek için ortaya çıktığında
elektron parçacığa dönüşüyor, bir gözlemci olmadığı
zaman ise potansiyel bir dalga olarak hareketine de*Çift Yarık Deneyi( Double Slit Experiment) by Thomas Young 1801
TSDE ki - Aralık 2015
67
TSDE DER ki
vam ediyordu. İnsanlar olarak aslında bizlerde ister
parçacık ister potansiyel dalgası deyin, vücudumuzu
oluşturan bu küçük elektrondan farklı değiliz. Kendimizi gözlediğimiz şekilde algılıyor ve tanımlıyoruz.
Bu gözlemi bazen çocuk bilincinde bazen ergen bilincinde yapıyoruz. Yetişkin bilincinde zaman zaman
ilişkiler zemininde, bazen iş bazen de aile düzleminde gözlemler yapıyor ve kendi gerçekliğimize ulaşmayı arzuluyoruz. Zihnimizde tezahür eden bizim
kim ve ne olduğumuzdan öte, bizim kendimizi kim
ve ne olarak tanımladığımızda yatıyor.
Budizm’in önemli isimlerinden biri olan Şankara,
insan ve Tanrı’nın ayrı değil bir olduğunu söylüyor.
Bunun farkına varana kadar aslında olduğumuz ve
olduğumuzu sandığımız, ikilik olarak tanımladığımız alanda sıkışıyoruz. Düşüncüler bizi şekillendiren
öğelerdir, inançlarımızın altyapısını oluşturan düşünceler içinde doğduğumuz aile, büyüdüğümüz
Suya düşen o ilk damlanın izini
sürüp, oluşan halkaların birbirleri
ile olan ilişkilerini fark ettiğimizde o
birlik noktasına yaklaşıyor olacağız.
ortam, yaşanılan acı ve tatlı bireysel veya kolektif
tecrübeler çok yer tutar. İlk insandan beri süregelen
beslenme, barınma ve korunma gibi ihtiyaçlar bir anlamda genetik kodumuza kazınmış gibi yüzyıllardır
bizimle beraber. Bu ihtiyaçların üzerine yaşam algoritmamıza yakın çemberimizden eklediklerimizi de
koyduğumuzda bu ikiliğin canlı bir modeli oluyoruz.
Tıpkı yazının başındaki yağmur damlaları ile oluşan
halkacıklar gibi yaşantımızda olan olaylar, geçmişten taşıdıklarımız yaşam algoritmamızı mutasyona
uğratıyor, kimi bizi küçültüp, kimi bizi büyütüyor.
Algoritma denge üretmediği zaman, olduğumuzu
zannettiğimiz ve olduğumuz kişi arasındaki fark büyüdükçe, mutsuzluğumuz ve çaresizliğimiz artıyor.
Yıllar evvel henüz biz dünyada yokken olan bir olayın
bizim bu dünyada kendimizi nasıl tanımladığımızı,
dikkat etmemiz gerekenlerin nasıl korkuya dönüştüğünü, korkularımızın nasıl farklı bir hale gelerek
TSDE ki - Aralık 2015
68
TSDE DER ki
Hayatımızda kendini tekrar eden
ve bizi küçülten olayları ortaya
koyup, aradığımız dönüşümü
gerçekleştirebiliriz.
bizi esir aldığını fark etmiyoruz bile. Bunun belirtileri
aslında hepimizin önünde açık bir şekilde duruyor,
geri dönüp yaşantımızda tekrar eden olaylara ve doğurdukları sonuca, bizim bu tekrar eden olaylardan
dolayı, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, yakınlarımıza
sunduğumuz tavsiyeleri değerlendirdiğimizde bunu
görebiliriz.
Tıpkı öncekiler gibi biz de sonradan gelenlere aynı
şeyleri veriyor, benzer düşünceleri ekiyoruz. Bunu
tıpkı internete bağlı bilgisayarların olduğu kozmik/
kolektif bir alan olarak düşünebiliriz. Yaşadıklarımızın ve bunlardan algıladıklarımızın etkisi ne ise bu
alana onu veriyoruz. Bu alanda olanlar tıpkı 9/11 olayının bizde yarattığı travmalar gibi gelecek nesilleri
de etkiliyor. Potansiyel dalgayı düşünün, tıpkı oradaki
gözlemcinin varlığı gibi bizim yüklediğimiz anlamlar
nesiller üzerinde farklı etkiler bırakıp, farklı olaylarda
aynı sonuçların çıkmasına yol açabiliyor.
Bu alanın etkisini temizlemek için birbirinden ayrışan, birbirinin dilini anlamakta zorlanan dinler ve
bilim bizleri tatmin etmediği için görünün ve görünmeyenin bir arada bulanacağı, bu ikiliği birlik olarak
yaşayacağımız noktayı arıyoruz. Kendimizi çözmek
için önce kendimizden başlamalıyız, gerçekte kim
olduğumuzu fark etmek, düşüncelerimizin mi bizi
yoksa bizim mi düşüncelerimizi yönettiğini ortaya
koymalıyız. Hayatımızda kendini tekrar eden ve bizi
küçülten olayları ortaya koyup, aradığımız dönüşümü gerçekleştirebiliriz. Suya düşen o ilk damlanın
izini sürüp, oluşan halkaların birbirleri ile olan ilişkilerini fark ettiğimizde o birlik noktasına yaklaşıyor
olacağız. <
Zeynep Çakıroğlu
Sistem Dizim Terapisti
TSDE ki - Aralık 2015
69
TSDE DER ki
SDT-Sistem Dizimleri Terapisinde
danışanla diyalogda söylenenler ve ötesi
Sistem Dizim Terapisi grup çalışmalarında, danışanın
konusunu ve talebini dile getirmesi, terapistin içsel
olarak yürüttüğü ve daha pek çok kanaldan ulaşan
bilgileri taşıyan diyaloglar mevcuttur.
SDT grup çalışması sırasında çemberde ve alanda
karşılaşan danışan, terapist ve katılımcılar arasında
gelişen sözel olan ve olmayan, ötekine dile getirilen
ve kendi kendine içsel olarak sürdürülen, konuşanın
kendi sözlerinin anlamının farkında olduğu ve/veya
olmadığı diyaloglar oluşur. Danışanın konusunu ve
talebini dile getirmesi, terapistin kendine özgü dinleyişiyle uygulama kurgusunu seçerken içsel olarak
yürüttüğü ve daha pek çok kanaldan ulaşan bilgileri
taşıyan diyaloglar mevcuttur.
SDT’nin diğer yöntemler gibi eğitim süreci, süpervizyonlar, workshoplarda gelişip derinleşen kuram
ve uygulama bilgisinin yanında, SDT tekniğine özgü
“temsilci algısı” gibi bileşenlerinin sağladığı bilgilerin
çerçevelendirilmesi ve uygulamaya dönüşmesi sürecinin bazı kısımları, bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Yazının hedeflediği amaç, teorik ve teknik bilgi
vermekten çok, terapist danışan diyalogundan kaynak
bulan, terapist duruşunun bir parçası olan bazı soruların hem terapist hem danışan için açık ve yanıtsız kalmasına; tekniğe, terapiste, danışana özgü hallerden
kaynaklanan bazı seçimlerin oluşturduğu eksikliğe
katlanmaya cesaret gösterme deneyimine katkı sağlayabilmektir. Aynı zamanda bu yazı SDT vaka sunumlarının ve uygulamaya dair paylaşımların artmasına
yönelik çabaların bir parçası olarak da algılanabilir.
Burada katılımcısı olduğum Zararsızoğlu’nun bir
workshop’undaki çalışmanın bazı unsurlar vasıtasıyla yukarda belirtilen konular tartışılacaktır. Oluş
sırasına göre tam bir vaka sunumu yerine seçilen konulara örnek teşkil edecek şekildeki malzeme farklı
bir kurguyla işlenmiştir. Dolayısıyla çalışma deneyimi
sırasında alandan ve etkileşimlerden edinilecek pek
çok bilgi yazıda mevcut değildir. Bu nedenle okur yazıda tartışma kapsamında ulaşılan bazı hipotezlere
yazıda sunulan bilgi kadarıyla ulaşılmasının beklen-
TSDE ki - Aralık 2015
70
TSDE DER ki
mediğini aklında tutmalıdır. Danışan gizliliğine uygun olarak bazı bilgiler hiç kullanılmamış, bazıları da
anonimleştirilmiştir.
Elli yaşlarındaki kadın danışan konusunu “çocuklarım
için ne yapsam yaranamıyorum bana hep öfkeliler”
ifadesiyle belirtti. Parmağında evlilik yüzüğü vardı.
Çalışmanın belirlenen temasına uygun olarak başlangıçta iki kişiyle kurgulanan temsilci algısına dayanan
“kişinin kendisi ve partneri” egzersizi yapıldı. Egzersizde danışan kendisiyken partneri gözlerini kapatıp
güçsüzleşti ve bütün beden ağırlığını yüz yüze durduğu danışanın ellerine bıraktı. Dışardan herhangi bir etkileşime kapalı hissediyordu. Bir süre sonra
partner gözlerini açtı ve yavaşça gücünü toplayıp
danışanın ellerinden uzaklaşmaya başladı. Bu sırada
danışan partnerini sıkıca tutmaya devam ediyor, onu
bırakmayarak uzaklaşmasını engelliyordu. Talep ve
çalışma çerçevesi belirlenirken danışan on yıl boyunca ağır hasta olan eşine verdiği yoğun bakımdan ve
devamında yazı konusu SDT çalışması tarihinden on
yıl önceki eş kaybından bahsetti. Bu noktadan sonra çalışma sürecindeki SDT işleyişinin gerçekte nasıl
olduğu bilgisinden vazgeçerek, yazının sınırlandırdı-
Danışan ile terapist karşı karşıya
geldiğinde sözün ötesinde bir
diyalogdan bahsetmek gerekir.
Bu diyalogdan herkes kendi için bir
parça alır ve o parça kendiliğin bir
parçası olduğunda dönüşüm başlar.
ğımız kapsamında ilerleyeceğiz. Burada danışmanlık
çalışmaları kapsamında SDT’ye özgü bir zenginlik
sağlayan temsilci algısı, grup uygulamalarındaki egzersiz imkânı, deneyim odaklı ilerleme gibi teknik bileşenlerin katkısının boyutu da anlaşılabilir. Egzersiz
sırasında oluşan bilginin, SDT pratiğinde danışanın
kendisinden veya diğer temsilci katılımcılardan nasıl
alınabileceği ve benzeri diğer teknik detaylar yazının
kapsamını fazlasıyla aşıyor. Kişisel ve mesleki gelişim
çerçevesindeki ruhsal gelişimin ömür boyu süren bir
çaba olduğu ise kabul ettiğimiz bir gerçek. Bu tarz
teori ve uygulama bilgileri SDT eğitim sürecinde, süpervizyonlarda, workshoplarda, temsilcilik deneyimlerinde ve terapistin kendi uygulama deneyimlerinde verilen emek ve kullanılan zamanla doğru orantılı
olarak kazanılır. Vakayla ilgili seçilmiş ve yoğunlaştırılmış bilgilerin yanında sistem terapileri kuramları,
derinlik psikolojisi kaynaklı bilgilerin SDT’ye özgü
entegrasyonunun sağladığı bilgiler de uygulama
sürecinde terapistin değerlendirmelerinde, zihinsel
işleyişinde, dizim sırasında oluşan kendi deneyiminden edindiklerini anlamlandırmasında etkili olur.
Şimdi yazının sınırları içinde kalarak sadece; ifade
bulmamış veya ifade edilmesi tercih edilmemiş danışanın iç dünyası, terapistin hipotezleri; terapistin
diğer olasılıklardan vazgeçerek seçim yapması, teknik uygulamanın doğası, danışanın hazır oluşu gibi
belirleyicilerin etkisiyle oluşmuş kaçınılmaz eksikliğin mevcudiyetini tartışmaya çalışacağız.
Danışanla ilgili mevcut ayrıştırılmış kısmi anlatımdan
ve/veya çeşitli biçimlerde birbiriyle birleştirilen bilgilerden yola çıkarak oluşturulabilecek hipotezlerden
bazıları şunlar olabilir:
TSDE ki - Aralık 2015
71
TSDE DER ki
· Kültürel bağlamda şimdiki anda devam etmekte
olan bir eş ilişkisinin işareti olan evlilik yüzüğünün,
eşinin vefatından on yıl sonrasında danışan tarafından hala kullanılıyor olması: Terapiste tamamlanmamış, ertelenmiş ve/veya bilinçdışı düzlemde inkâr
edilmiş bir patolojik yası düşündürebilir. Bu durumda grup çalışmasında veya bireysel olarak bir veda
ve yas çalışmasına öncelik tanınabilir. Bu durumda
danışanın çocuklarıyla ilişkisi konusundan, eş ilişkisi
ve yas süreci konusuna davet edilmesinin nasıl olacağına dair teknik detaylar başka bir çalışmanın ve
yazının konusu olarak önerilebilir. Yaşama yönelimin
gücü gibi, içsel kaynakların açığa çıkarılması ve geliştirilmesi amacını merkeze alan yaklaşım da çalışmaya katılabilir.
reçlere ilişkin açıklamaları öne çıkarılarak; danışanın
hem eş kaybını inkar edişine, hem bakım veren olarak kendini değerli hissetmesine hizmet eden ilişki
kurma biçimleri ve ilişki örüntüleri çalışılabilir. Veya
daha derin ve içsel süreçler kapsamında ve “çocuklarının öfkesi” bilgisi ışığında, danışanın bilinçdışı olarak çocuklarını kendi bakımına muhtaç kılacak hale
yöneltmeye olan bilinçdışı eğilimi daha fazla dikkat
ve uzmanlık gerektirecek tarzda, tercihen bireysel
çerçevede çalışılabilir.
· Danışanın getirdiği konu olan çocuklarıyla ilişkisi
temel başlangıç alınarak ebeveyn çocuk düzlemindeki açık ve örtük dinamiklerin keşfine yönelmek
de mümkündür. Burada dizim sırasında dinamikler
üzerindeki etkisini danışanın deneyimlemesi amacıyla ebeveyn çocuk düzlemine, vefat eden babanın
temsilcisi eklenebilir.
Asıl vurgulanmasına önem verilen konular kısaca
özetlenecek olursa: SDT sürecinde yanıtlanmış veya
yanıtlan(a)mamış sorulara açık kalabilmek, terapist
duruşunu desteklemektedir. Yukarıda sayılan olası
· Egzersizden edinilen belli belirsiz, hassas bilgiler
doğrultusunda ve derinlik psikolojisinin bilinçdışı sü-
Sayılan üç imkandan daha başka formülasyonlara
ulaşmak veya bu üç seçeneğin çeşitli oran ve yoğunlukta bir araya getirilmiş farklı kurgularıyla da çalışmak mümkündür.
Terapist her danışanıyla birlikte
kendi içinde de bir diyalog başlatır;
bu da onun tüm danışanlarına
bakışını etkileyen çoklu bir matrise
dönüşür.
TSDE ki - Aralık 2015
72
TSDE DER ki
SDT sürecinde yanıtlanmış veya
yanıtlan(a)mamış sorulara açık
kalabilmek, terapist duruşunu
desteklemektedir.
işleyişlerden sadece üçünden biri seçilerek, diğerleri
danışana farklı bir çerçevede çalışılmak üzere önerilebilir. Terapisin gözünden kaçan, danışanın hazır
oluşunu aşan, SDT yönteminin doğasına özgü hallerden ortaya çıkan ve burada sayılamamış benzer hallerden kaynak bulan eksikliğe katlanabilme becerisinin gelişimi de terapist duruşunu desteklemektedir.
Terapist her şeyi bilen tüm gerçekliği elinde tutan
“tüm güçlü” kişi olmaktan çok, olasılıklara alan açan,
danışanın gerçeğini keşfetmek için danışanla merak
etmeyi sürdürebilen, gerçeğin doğasına ulaşmaya
çalışırken deneyler yapmak ve hipotezlerini dönüştürmek/güncellemek için kendini özgür hisseden bir
yardımcı kişi olarak danışanının yanında bulunur. Süreçte yapılan tüm deneyler ve manevralar danışanın
gerçeğine ulaşma çabasının desteklenmesi için gerçekleştirilir ve hata olarak değerlendirilemez. Gerçek, danışanın algısının ötesindedir ve oraya doğru
hareket ederken danışanla terapist birliktedirler. Dolayısıyla her ikisinin de dönüşümüne alan açılması ve
olanak sağlanması önemlidir.
tinde deneyiminin sözel ve sözel olmayan taraflarıyla, bilinçte ve bilinçdışında harekete geçiren çoklu
bir etkileşimi vardır. Bu diyalogdan herkes kendi için
bir parça alır ve o parça kendiliğin bir parçası olduğunda dönüşüm başlar. Terapist her danışanıyla
birlikte kendi içinde de bir diyalog başlatır; bu da
onun tüm danışanlarına bakışını etkileyen çoklu bir
matrise dönüşür. Bu matrisin içinde kaybolmamak
çok önemlidir ve terapist için bunu kolaylaştıran en
önemli unsur dışarıdan bakan bir gözün olmasıdır.
Akranlar ve/veya konunun uzmanları, öğreticileri ile
yapılan konsültasyon ve süpervizyon çalışmaları bu
dış gözün varlığını sağlar ve terapisti kendi içsel diyaloglarında kaybolmaktan korur.
Yazı, vaka paylaşımları, teknik ayrıntılandırma ve
benzeri konularda sözlü ve yazılı, bireysel ve grup
paylaşımını artıran, diyalogun dönüştürücü işlevini
koruyan süpervizyon ve akran çalışmalarına bir davet olarak da okunursa amacını yeterince gerçekleştirmiş sayılacaktır. <
Osman Hakan Özpar
Psikolojik Danışman
Sistem Dizim Terapisti
Diyalog söz konusu olunca danışan ile terapist karşı karşıya geldiğinde sözün ötesinde bir diyalogdan
bahsetmek gerekir. Etkileşimdeki tarafların her birinin algısının, duygusunun, düşüncesinin ve nihaye-
TSDE ki - Aralık 2015
73
TSDE DER ki
Yürekle bakmak,
gönül gözüyle görmek
“Göz hiçbir şeyin özünü göremez, kişi ancak yüreğiyle görebilir.”
Yürekle bakmak kelimesiyle ilk karşılaştığımda 8-10
yaşlarındaydım. Küçük Prens’i okuyordum. “Göz hiçbir şeyin özünü göremez, kişi ancak yüreğiyle görebilir.”
Çocukken açık olan gönül gözü o açık yürek nasıl oluyor da kapanıyor, ya da görüşünü kaybediyor. Yakını
uzağı göremez oluyor… Varoluşumuzda olan böylesine bir özelliği nasıl olup da unutuyoruz? Bunun
önüne neler geçiyor? Gönül gözü, yürekle bakmak,
bir çocuğun gözüyle görmek… Hepsi aynı bakış mı?
Konuyu anlatırken gönül, kalp, yürek gibi farklı de-
rinliklerdeki eşanlamlı kelimeleri bir arada kullanacağım. Öncelikle bu kavramları tek tek anlatırsam konuya daha fazla yaklaşabileceğimi düşündüm.
Sözcüklerden önce görmek
Çocuk konuşmadan önce bakıp tanımayı öğrenir.
Başka bir anlamda görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Ama düşündüklerimiz ve inandıklarımız
görüşümüzü etkiler.
TSDE ki - Aralık 2015
74
TSDE DER ki
Kalp en basit anlatımla, kastan
oluşmuş bir yumru, bir pompa,
aşkın evi, cesaret ve din, ruh ve
aklınıza gelebilecek tüm duyguların
bileşkesidir.
Kalp, Gönül
İnsan kalbi, bir organ, bir metafor, bir fidelik, bir hazine sandığı, bir iğne yastığı, bir cazibe, bir pınar, bir
ev, bir tulumba, bir çam kozalağı, bir çark, bir elektromanyetik varlık, hammadde, bir gül, bir nar, bir
hediye, bir piknik yeri, böreğin içindeki en önemli
malzemedir. Kalp; uçar, batar, gelişir, bayılır, kanar,
titrer, yanar, sevinir, kırılır, hızlı ve zayıf çarpar, durur,
tekler. Kalp kriz geçirir, nakledilir, adanır, ifşa edilir,
parlatılır, çalınır.
Hepimizin bir kalbi vardır ve çoğumuz bir kalp görmemişizdir. Hepimiz onun ne olduğunu biliriz ama
çok az insan onun nasıl çalıştığını açıklayabilir. Evrensel olarak kalbin, insanları büyüleyen ve başka hiçbir
organın sahip olmadığı ilham verici bir yönü vardır.
Kalp en basit anlatımla, kastan oluşmuş bir yumru,
bir pompa, aşkın evi, cesaret ve din, ruh ve aklınıza
gelebilecek tüm duyguların bileşkesidir.
Kalp herkesin bildiğini sandığı ama sık sık merak
konusu olan bir şeydir. R.A. Erickson ‘un da söyle-
diği gibi, “kalbin değeri bilinmez”. Sürekli dile gelse
de belli belirsiz hissedilen bir organdır. Psikolojik ve
sembolik fonksiyonların o kadar merkezinde durur
ki, çok ender olarak dikkatimizi çeker.”
Kalbin Oluşumu
Kalp gövdenin tam ortasında yer alan en hayati organımızdır. Yumurtanın embriyo haline gelmeden
önce bile kan damarları vardır. Embriyonun kalbi,
ana rahmine düştükten yaklaşık 6 hafta sonra kendini gösterir. Ve 3 ay içinde atmaya başlar. Kalbin oluşumu bir yaradılış mucizesidir.
Kalbin Tarihçesi
Mısırlılar’a göre kalp, organlarla nabız yoluyla konuşur. Grekler, beden ile Can’ı birbirinden ayırarak, ara-
Erickson ‘un söylediği gibi, “kalbin
değeri bilinmez. Belli belirsiz
hissedilen bir organdır.”
TSDE ki - Aralık 2015
75
TSDE DER ki
larındaki ilişkiyi sınıflandırma uygulamasını başlatmıştır. Kalp, hem bedeni hem Can’ı ifade etmektedir.
Söyle bana hayalin kaynağı nedir?
Baş mı, kalp midir?
“İnsan gökyüzü ile yeryüzüdür ve daha aşağılardaki
kürelerdir. İçlerinde her ne varsa onlardır. Bu yüzden de
ona gereğince mikro kozmos denir, zira o tüm âlemdir. O halde şunu bil ki, insanın içinde çeşitli astrolojik
konumlar ile gezegenlerin görkemli rotalarından oluşmuş yüce bir sema vardır. Kalp güneştir, güneş nasıl
kendisini ve yeryüzünün üzerinde etki ediyorsa, kalp de
aynı şekilde kendisinin ve bedenin üzerinde etki ediyor.”
Paracelsus
“Kalp hükümdarlığın
merkezinde bulunan
bir kral gibi,
oynadığı role uygun
olarak tam göğsün
ortasında yer alır.”
Henri de Mondeville
Cerrah Henri de Mondeville’in 14. yüzyılda yazdığı
gibi; “kalp hükümdarlığın merkezinde bulunan bir
kral gibi, oynadığı role uygun olarak tam göğsün ortasında yer alır.”
İslam dininde, ruhun bedende yaşadığı yer olan kalp,
ruhun son sığınağıdır. Ve Tanrı ile insanın arasındaki
iletişim kanalıdır. Tanrı’nın, insanlığın içinde yaşadığı
yer olarak işaret edilir.
Kalp bedenimizdeki tüm hücrelere besin pompalayarak, hücrelere kendi işlevlerini yerine getireceklerini söyleyen bilgiler içeren enerji kalıplarını tanımlıyor. Pearsall’ın dediğine göre kalbin bu gizli enerjiyle
bağlantılı olan bir şifresi vardır ve bedenin tüm hücrelerindeki canın bilgilendirici kalıbı olarak kayıtlıdır.
Kalbin içi anlaşılmaz derinliklere sahiptir. İçinde bekleme odaları, yatak odaları, kapılar ve birçok çalışma
odası ve geçitler vardır. Kalbin içinde doğruluğun ve
günahkârlığın atölyesi bulunur.
Bu tür imgeler, itiraflar eserinde kalbini çok kuvvetli bir biçimde, içinin en derinliklerinde bulunan bir
kale gibi kabul eden Aziz Augustine şöyle der:
“İçimde Rabbimin girebileceği yer neresi? Rabbim içimde barınabileceğin bir oda var mı? Kalbimin kulakları
senin önünde Rabbim, onların duymalarını sağla ve
canıma onların kurtuluşunun sen olduğunu söyle….
Canımın evi, senin barınabileceğinden çok ufak. Belki
bu evin genişlemesini sağlayabilirsin.”
TSDE ki - Aralık 2015
76
TSDE DER ki
İslam dininde, ruhun bedende
yaşadığı yer olan kalp ruhun son
sığınağıdır. Ve Tanrı ile insanın
arasındaki iletişim kanalıdır.
Tanrı’nın insanlığın içinde
yaşadığı yer olarak
işaret edilir.
Hinduizm’de de kalp Tanr’nın evi olarak görülür. Bu
ev, nilüfer çiçeği şeklindedir ve içinde araştırılması,
soruşturulması ve idrak edilmesi gereken “O” ikamet
eder. Onun içinde gökyüzü, yeryüzü, ay ve tüm yıldızlar yer alır.
Makrokozmos da ne varsa
mikrokozmosda da o vardır
Kalbin gözü en şiirsel haliyle Sufizm ve İslam da yerini
bulur. Ruhun bedende yaşadığı yer olan kalp ruhun
son sığınağıdır. Ve Tanrı ile insanın arasındaki iletişim
kanalıdır. Tanrı’nın insanlığın içindeki yaşadığı yer
olarak işaret edilir. İslam da kalp varlığın özü, kontrol
altında tutulması, algılanması ve yorumlanmasıdır.
Kalp insanı diğer canlılardan ayırır. İnsan Tanrı’nın su-
retinden yaratılmıştır. Bizler O’nu yansıtan aynalarız.
Kendimizde O’nu görebiliriz. Ayna lekesiz olmalıdır.
Temiz kalpler Tanrı’yı yansıtır. Burada ayna diye tabir
edilen kalptir. Mevlânâ’nın dediği gibi kalpler tefekkür sırasında ayna haline gelir.
Kuran’da bizlere Allah’a inanmayanların kalplerinin
mühürlendiği ve gözlerinin önüne set çekildiği bildirilir.
“Seni gözleyen, yaptığın her şeyi bilen ve onları kaydeden muhafızlar vardır. Bu idrak edilmesi, anlaşılması
kolay biçimde yazılmış, insanı yaptıklarını kaydeden bir
kitaptır. İnsanların kalplerinde neler gizlediklerini en iyi
Allah bilir.” Hz. Muhammed
Gönül
Bu kelime öz Türkçe bir kelime olan gönülün Farsça
karşılığı “dil”, Arapça karşılığı da “kalp” dir. Akıl eşya-
TSDE ki - Aralık 2015
77
TSDE DER ki
yı tanımada sınırlı bir bilgiye sahiptir. Gönül ya da
kalp ise hakikati sezen, keşfeden ve kalbi ile teslim
olandır.
Gönül kapısının açılması için, Mevlânâ insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerin önemine işaret eder.
İnsan bu özelliklerini bilerek eğitime gönüllü olmalıdır. O şöyle der. “Kendine gel kapıdaki benim işte. Aç
kapıyı! Kapı kapamak razı olunacak bir iş değildir. Her
zerrinin gönlünde bir saray vardır. Fakat açılmadıkça
o kapı kapalı kalır sana. Tan yerini yarıp sabah aydınlığını ortaya çıkaran seherin Rabbi sensin. Yüzlerce kapı
açarda gel dersin. Hayır, kapıdaki ben değilim sensin.
Yol ver, aç kendine kapıyı.”
Hepsinin ötesinde
“Gönül” insan ile
Tanrı’nın buluştuğu
yerdir. Ne kadar gönül
gözüyle bakmayı
başarabilirsek o
kadar O’nun gözüyle
görebiliriz…
Çakmak taşı ateşe geldi ve dedi ki:
“A dilber, çık dışarı, gel kucağıma benim. Şeklim şekline benzemez ama baştan sona senden ibaretim.
Görünüşüm bir perdedir adeta. Fakat bana ulaşır, kavuşursam görünüşte de sen olurum, iç yüzde de sen.
Bu kavuşmayla şeklim yok olur gider. “
Mutasavvıflar insanın aradığı potansiyelinin içinde
bulunduğu gönül hazinesine erişildiğinde bilgi kaynağına da ulaşacağı kanaatindedir. Mevlânâ “Önünde de sana yardım edecek su var, ardında da. Fakat
kaynaklara ulaşman için önünde bir sed var ardında
da…. Yürü gönül kapısını döv. Dizine kadar dereye girmişsin de kendinden gafilsin. Şundan bundan su isteyip duruyorsun” demiştir.
Gönül eğitimi değirmen benzetmesi ile anlatılır. Gönül buğdaya, insan değirmene, beden taşa, düşünceler de suya benzetilir. Gönül değirmendeki buğdaydır. O insanlığa hayat veren gıdadır. Değirmen taşı
olan beden, buğday mesaisindeki gönlü ezmekle
ona çile çektirmektedir. Un haline gelen buğday incelmekte, benlik ve gururdan kurtulmaktadır. Su ise
düşünceleri temsil eder. Susuz değirmen dönmez.
Hepsinin ötesinde gönül, insan ile Tanrı’nın buluştuğu yerdir. Ne kadar gönül gözüyle bakmayı başarabilirsek o kadar O’nun gözüyle görebiliriz... <
Deniz Tuncalı
TSDE 3. Eğitim Grubu / Ankara
Kaynaklar:
Kalbin Kitabı / Louisa Young
Görme Biçimleri / John BERGER
Küçük Prens / Saint Exupery
Goethe / Yarat Ey Sanatçı
Mevlânâ /Mesnevi
TSDE ki - Aralık 2015
78
TSDE DER ki
Ailede barış
Bir toplumun en küçük birimi olan ailedeki
mutluluk ve huzur, toplumun bütününe yansır
“Yurtta barış, dünyada barış” olgusunu gerçekleştirebilmek için önce “ailede barış” sağlanmalı gibi gelir
bana hep… Nitekim bir toplumun en küçük birimi
olan ailedeki mutluluk ve huzur toplumun bütününe yansır. Aslında barış diyalogla gelir yaşamımıza.
Kişiler arasındaki diyalogun bir tık ötesi ise içimizdeki
diyalogdur ve bu diyalogun sihirli bir formülü vardır.
23 + 23 = 1
Matematiksel olarak değerlendirdiğimizde anlamsızmış gibi duran bu formül numerolojik olarak doğru gözüküyor. Bununla beraber formülün asıl sihri
kromozomdan geliyor.
İnsanın hücre çekirdeğinde 46 kromozom bulunur.
Organlarımızı oluşturan her bir çeşit hücrenin çekirdeğinde 46 kromozom bulunurken öyle iki hücre
çeşidi vardır ki bu hücrelerde 23 kromozom vardır;
sperm ve yumurta hücreleri.
Her birimiz annelerimizin 23 kromozomunu içeren
bir yumurta ile babalarımızın 23 kromozomunu içeren bir spermin birleşmesi sonucu dünyaya geliriz.
Aynı şekilde bizim çocuklarımız da kendimizin ve
eşimizin 23’er kromozomunun birleşmesi sonucu
oluşur.
TSDE ki - Aralık 2015
79
TSDE DER ki
Anne-Baba Olmak
Çocuğunuz olsun ya da olmasın, anne baba olmanın
o muhteşem duygusunu anlayabilirsiniz. Nasıl da heyecanla beklenir o bebeğin dünyaya gelmesi… Bir
bebeğin dünyaya gelmek üzere yola çıktığı andan
itibaren günler, haftalar geçmek bilmez sanki. Her
gün yeni bir gelişme, yeni bir heyecan, yoğunlaşan
bir sevgi… Çocuk demek yeni bir yaşam demektir, çocuk demek kendimizin ve eşimizin soyunun
sürmesi demektir, çocuk demek yaşamın sürdürülmesi demektir; kısacası çocuk sahibi olmak “hayata
hizmet etmek” demektir. Beklenen gün gelir; yarısı
anneden yarısı babadan gelen çocuk doğar ve “aile
olmak” daha da anlam kazanır. Bu güzel varlığın her
bir hücresinde anne ve babasının eşit şekilde temsil
ediliyor olması ne kadar büyüleyici…
Anne karnına düştüğü andan itibaren yepyeni bir birey olan yani “1” olan çocuklar aslında anne ve babalarının eşit paylaşımlı bir tezahürüdür. Gerek anneler
gerekse babalar çocuklarında kendilerini görürler.
Bir başka açıdan baktığımızda da eşlerini görürler.
Çocuklar kişinin kendisine ve eşine duyduğu sevgiyi
pekiştirmek için birer fırsattır aslında. Çocuğa gösterilen sevgi kişinin kendisine ve eşine duyduğu sevginin bir bileşimidir sadece. Bebekler o kadar küçük, o
kadar masum, o kadar tatlıdır ki, bir bebeği sevmemek neredeyse mümkün değildir. Yetişkin insanların
zaman zaman kendilerini bile sevmediği, hoşnut olmadığı anlar vardır ama bebekler hep sevilirler.
Anne karnına düştüğü andan
itibaren yepyeni bir birey olan yani
“1” olan çocuklar aslında anne
ve babalarının eşit paylaşımlı bir
tezahürüdür.
Anne ve babalar daima çocuklarının iyiliğini isterler.
Tüm çabaları onların sağlıklı ve mutlu bir birey olarak
yetişmesine yöneliktir. İşler iyi giderken bunu gerçekleştirmek hiç de zor değildir; ama ya işler kötüye
gitmeye başladığında, hatta bozulduğunda?
Evlenirken düşünülen tek şey mutlu bir karı-koca
ilişkisi, huzurlu, doyumlu bir yaşam ve çocuklarla tamamlanmış bir aile iken zaman içinde bunu sürdürmek mümkün olmayabilir. Akıp giden yaşam içinde
kadın ve erkek farklı yönlerde gelişebilir, farklı yollarda yürümeyi tercih edebilirler. Evlilik hayatı umdukları gibi olmayabilir. Kişinin en temel ihtiyacı olan
“kendini gerçekleştirme ihtiyacı” her evlilikte gerçekleşemeyebilir. Bir ömür boyu mutlu bir yaşamı paylaşmak umuduyla çıkılan evlilik yolculuğu her zaman
birlikte tamamlanamayabilir.
Eğer bir evlilikte çocuk yoksa boşanmak nispeten
daha kolay verilen bir karardır. Ancak çocuk sahibi
karı kocalar boşanma kararı almadan önce tekrar
tekrar düşünmek ve yine de boşanmaktan başka
yol bulunamıyorsa çocukları için bazı önlemler alıp
uygulamak zorundadırlar. Bu, anne ve babaların
çocuklarına borcudur. Soylarını sürdürmek uğruna
dünyaya getirdikleri çocuklarına karşı sorumludur
anne-baba… Onlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar
anne ve baba için çocuktur. Onların korunmaya, sevilmeye, desteklenmeye ihtiyaçları vardır.
TSDE ki - Aralık 2015
80
TSDE DER ki
Boşanmaya karar vermiş çiftler arasında çoğu zaman
en önemli anlaşmazlık çocuklara ilişkin düzenlemelerde ortaya çıkar. Çoğunlukla her iki taraf da çocuğun
velayetinin kendisinde olmasını, çocukla daha fazla
zaman geçirebilmeyi arzu eder. Çünkü hem annenin
hem de babanın buna ihtiyacı vardır. Artık ayrı ayrı
yaşayacak olan anne babanın her ikisinin aynı anda
çocuk ile birlikte olamayacağı da açıkça ortadadır.
Ebeveynler boşanma sonrasında çocuğun velayetini
almayı bir hak gibi görürler. Oysa ki velayet bir hak olmaktan öte çok ciddi bir sorumluluktur. Çocuğun velayeti nedeniyle ebeveynlerin girdiği kavga ise çocuğa
verilebilecek en büyük zarardır. Uç boyuttaki uyuşmazlıklarda bir de çocuğun diğer ebeveyn ile görüştürülmemesi gibi olgular çıkar karşımıza ki bu durumlarda çocuklarda telafisi neredeyse imkânsız zararlar
oluşur. Diğer ebeveynine yabancılaşmaya başlayan
bir çocuk için barıştan söz etmek çok uzaktır artık.
Barışamadan gerçekleşen boşanmalarda
ya da ayrılıklarda çocuklarımıza neler olur?
Anlaşamadan, başka bir deyiş ile barışamadan ayrılmış anne babaların çocukları bir ömür boyu bu ayrılığın acısını çekmeye mahkûmdur. Pek çok kişi hiç
çekinmeden ve farkında bile olmadan çocuğunun
yanında eski eşi aleyhinde konuşmaktan çekinmez.
Hatta bazıları çocuğu eski eşine karşı doldurur. “Baban seni sevmiyor, bak nafakanı dahi ödemiyor”, “annen azıcık sorumluluk sahibi olsaydı benden boşanmazdı, sen de böyle ortada kalmazdın”, “erkek değil
mi işte gitti başka bir kadın buldu”, “konken partilerini evliliğine tercih eden bir anne sana ne verebilir ki?”
ve benzeri pek çok örnek vermek mümkün...
Ayrıldığı eşine hala kırgın olan ve bu kırgınlık nedeni
ile olumsuz duygular besleyen bir insan getirin gözünüzün önüne. Hatta bu insan eski eşine duyduğu kırgınlık ve kızgınlığı çocuğuna yansıtmasının çocuğuna
ne çok zarar vereceğinin bilincinde bir insan olsun. Bu
nedenle çocuğuna direkt olarak hiçbir şekilde diğer
ebeveyni hakkında olumsuz bir söz söylemesin. Arkadaşları ile sohbet ederken dahi çocuğunun duyabileceği olasılığını düşünerek bu konuları hiç konuşmasın bu kişi. Ama içten içe de eski eşine çok kırgın
Anlaşamadan, başka bir deyiş
ile barışamadan ayrılmış anne
babaların çocukları bir ömür
boyu bu ayrılığın acısını çekmeye
mahkûmdur.
TSDE ki - Aralık 2015
81
TSDE DER ki
ve kızgın olsun. Böyle bir durumda çocuk bu durumu
hissedebilir mi? Kesinlikle evet; çocuklar çok hassas
varlıklardır ve böylesine bilinçli bir anne ya da baba
örneğinde dahi eğer ortada olumsuz bir duygu varsa
çocuk bunu hisseder. “Eee, ne olur yani hissederse?”
diyenleri duyabiliyorum. Ne olur biliyor musunuz; çocuğunuzun her bir hücresinin yarısı kendine yönelik
bu olumsuzluğu hisseder. Çoğu zaman da suçlanan
ebeveyni koruma güdüsü ile o ebeveyn ile özdeşleşir.
Bir örnek vermek gerekirse; babanın çok aşırı içki içmesi ve sarhoş olup anneye kötü davranması sonucunda annenin dayanamayarak boşanmak istediği
bir ailede, annenin yanında kalan ve çok da mutlu
gözüken erkek çocuğun ileride aynı babası gibi olma
potansiyeli çok yüksektir. Çünkü çocuğun bir yarısı
annesini temsilen babasına kızmakta, diğer yarısı da
babasını temsilen babayı savunmakta ve izlemektedir. Annenin babaya kızgınlığı devam ettiği sürece çocuk bu çelişkili duygular içinde olacaktır. Ta ki
anne babayı affedene kadar. Affetmek ise öyle çok
kolay değildir. Affedebilmek için annenin babayı anlaması gerekir, kabul etmesi gerekir.
Alternatif Bir Çözüm; Arabuluculuk
Boşanma öncesinde ve sırasında aile arabulucuğundan yaralanmak eşler arasındaki diyalogun sağlıklı
bir şekilde sürdürülmesine olanak sağlar. Ülkemizde
son yıllarda sıkça duyulmaya başlanan arabuluculuk,
toplumun en temel yapı taşı olan aileden başlayarak
barış kültürünün yerleşmesine vesile olacak bir alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemidir.
Uyuşmazlıkların farklılıklardan kaynaklandığını kabul ederek ve bu farklılıklara saygı duyup, uyuşmazlık taraflarına uygun şekilde yaklaşarak kurulacak
etkili bir iletişim ile uyuşmazlığın çözümüne önemli bir katkıda bulunmak mümkündür. Arabulucular
uyuşmazlık yaşayan tarafların iletişimini kolaylaştırır,
kendi çözümlerini üretebilmelerine yardımcı olurlar.
Bir arabuluculuk süreci sonunda uyuşmazlık yaşayan taraflar arasında anlaşmaya varmanın ötesinde
ileriye dönük ilişki de yapılanır ki belki de en önemli
yarar budur. <
Avukat Ayşe Dilek Ergüler
TSDE 1. Eğitim Grubu
Boşanma öncesinde ve
sırasında aile arabulucuğundan
yaralanmak eşler arasındaki
diyalogun sağlıklı bir şekilde
sürdürülmesine olanak sağlar.
TSDE ki - Aralık 2015
82
TSDE DER ki
Anlamak ve Bilmek
Benim derdim bilmekle ilgili
değildi. Benim derdim anlamakla
ilgiliydi... İşin bilmek tarafını
iyi kötü başarmıştım. Anlamayı
başarmak ise bambaşka bir şeydi.
Bundan uzun yıllar önce namus cinayetlerini araştırırken dünyanın en eski ve en değerli üniversitelerinden birine ziyaretçi araştırma uzmanı olarak davet
edilmiştim. Genelde doktora sonrası bilimsel çalışmalara ayrılan bu pozisyona henüz yüksek lisansımı
yeni bitirmişken uygun görülmüştüm. Onca doktorasını yapmış ve sırasını bekleyen aday arasından benim yaptıklarım ve yapmayı vaat ettiklerim profesörlere ilginç ve yararlı gelmişti. Bu profesörler benim
‘ciddi bir bilgi birikimim olduğunu’ ve ‘değişik bir bakış açısına’ sahip olduğumu düşünüyorlardı. Çok heyecanlı ve keyifliydim. Okulun kütüphane sayısının
yüzü çoktan geçtiği konuşuluyordu. Etraf alanında
üstat olan akademisyenlerle doluydu. Her şey elimin
altındaydı. Dünyanın en kıdemli üniversitelerinden
birinde pek çok şeyi okuyabilir, sınırsızca düşünebilir
ve işe yarar bir sürü şey yazabilirdim.
Üniversiteye vardıktan kısa bir süre sonra hocam elime okuma listemi tutuşturdu. Özellikle de bir kitaba
işaret edip şöyle dedi: ‘Bir oku bakalım. Senin gibi
şiddet çalışan birine bu kitap çok şey anlatabilir.’ Kitap bilindik bir eserdi. Bazıları için şiddeti bilmek adına kilometre taşı olarak gösterilirken, bazıları içinse
insanı ve şiddeti bilmek adına yazılmış tek düzgün
eserdi. Kitabı ve kitaba arka plan olarak görülen
eserleri kısa bir sürede okudum. Kitabı incelemek,
yazarın kavramlarını ve kuramlarını değerlendirmek
adına bayağı yol kat ettim. Bakış açımı genişletmiş ve
incelememi derinleştirmiştim. Elimdeki namus cinayetleriyle bağlantıyı kurmak, şiddetin içeriğini, gidebileceği sınırları/sınırsızlığı bilmek adına muazzam
bir kaynaktı. Etrafta derinlemesine tartışma yapabilecek bir sürü bilim insanı vardı. Bilgilerim zenginleştikçe zenginleşiyordu.
TSDE ki - Aralık 2015
83
TSDE DER ki
Ama içimde beni rahatsız eden garip bir his vardı.
Çok ciddi bir şey eksikti. Olmayan bir şey vardı. Eğer
bir şey eksikse o şey olmamıştır. Olmayan bir şey
de yanlıştır. Hatta bazen tehlikeli derecede yanlıştır.
Sanki çok önemli bir şeyi kaçırmıştım. Eserin aklını
kavramıştım. Yazılanları öğrenmiştim. Bildiklerim ise
beni uçuracağına sürüklüyordu. Eksikliğin benim bilgisizliğimden kaynaklandığını düşünüp biraz daha
okudum. Ama olmuyordu. Üniversite de konunun
üstadı olan yaşlı profesörlere danıştım. Çok fazla bir
cevap alamadım.
İyi de, eksiklik neydi? Neyi göremiyordum? Okumadığım neydi? Dünyaca ünlü kuramcı bana neyi
anlatmıştı da ben gözden kaçırmıştım? Cevap hocamın henüz yazmakta olduğu makalede miydi? Yoksa
gidip biraz da adli tıpçılar ile mi konuşsaydım? Yine
Jung okusam derdime çare olur muydu? Günlük meditasyonumun süresini artırsam faydası olur muydu?
Sormam gereken asıl soru neydi? Soru hangi disipline aitti?
Tüm bu entelektüel şeylerle boğuşurken bir gece yarısı diş ağrım çok kötü bir şekilde tuttu. Sabahı zor
ettim. Kaldığım yurdun yöneticisi kendi dişçisiyle acil
bir randevu ayarladı. Dişçi “Hemen gelsin. Çok doluyum” demişti. Randevum 8.30’daydı. Saat ise 8.20’yi
gösteriyordu. Benim üniversite kasabasının bir ucundan öbür ucuna gitmek için sadece on dakikam vardı. Elim canımı kanırtarak ağrıyan dişimin üzerinde
koşmaya başladım.
Yolda her zaman selamlaştığım evsiz sokak dilencisine rastladım. Adam her sabah olduğu gibi elinde
kahvesi ve çöreği, yanında köpeğiyle ofisimin yakınındaki Fransız pastanesinin önündeki kaldırımda
her zamanki yerinde oturuyordu. Adamı her gün
gazete okurken görüyordum. İnsanlar ona sabahları
kahve, çörek ve günün gazetesini verirlerdi. Bu sefer
dilencinin elinde bir kitap vardı. Benim aylardır şid-
deti bilmek adına okuduğum o çok kalın kitap. Dilenci kitabı neredeyse bitirmek üzereydi.
Son hızla koşarken bu sahneyi görünce zank diye
birdenbire durdum. Benim aniden duruşum adamın
köpeğini tedirgin etti. Gözlerinde soru işareti kulaklarını dikip bana ciddi bir şekilde bakmaya başladı.
Ben adama ve okuduğu kitaba bakıyordum. Köpek
de bana. Köpek yavaşça sinirli bir şekilde hırıldamaya
başladı. O anda nasıl olduysa birdenbire bu adamın
benim göremediklerimi gördüğünü hissettim. O biliyordu. Ben henüz neyi bilmediğimin farkında bile
değilken, o anlamıştı. Anlamıştı!
Durup adamla konuşmak, derdimi anlatmak ve
onunla uzunca sohbet etmek istedim. Tam o sırada
dişimin ağrısı matkap edasıyla beynimin üzerindeki
etkisini artırdı. Saat 8.26 idi. Ben tekrar dişçinin yolunu tuttum.
Bir şeyi anlamak o şeyin ruhuna
tanıklık etmekle ilgiliydi.
Eksikliğini çektiğim şey birden
tüm açıklığıyla gözlerimin
önüne serildi. Her nasılsa o
adamın bilmenin ötesine geçip,
“anlamayı başardığını” hissettim.
TSDE ki - Aralık 2015
84
TSDE DER ki
Anlamak bizi bildiğimiz ya da
kullandığımız düzlemlerden daha
başka düzlemlere, varoluş hallerine
ve disiplinler üstü bir yerlere taşır.
İşte bu yerlerde sorunlara kalıcı ve
sağlıklı çözümler buluruz.
Bu işte ciddi bir yanlışlık vardı. Hatırı sayılır bir bursla
pozisyon verdikleri binlerce kilometre uzaktan gelen
bendeniz hala ne olduğunu bile kavrayamamışken,
elinde kahvesiyle ofisimin yarım metre uzağında kaldırımda oturan dilenci olayı anlamıştı. Dünyaca ünlü
Profesörler burunlarının dibindeki cevheri görememişlerdi. Bursu hak eden asıl kişi pastanenin önünde
ki kaldırımda köpeğiyle kahve içiyordu.
Bir an önce dilenciyle konuşmam lazımdı. Ama ben
can havliyle kendimi dişçiye atmıştım. Sonrasında
aylar boyunca kasabanın sokaklarında adamı aradım. Ama dilenci sırra kadem basmıştı. Her köşeye
baktım, bir sürü insana sordum. Adam sanki buharlaşıp uçmuştu. Sonra da kendimi sorgulamaya
başladım. Belki de adamın varlığını benim acıdan
kavrulmuş zihnim uydurmuştu. Belki de adam hiç
olmamıştı.
Dilencinin sayesinde bir şey berraklaşmıştı. Benim
derdim bilmekle ilgili değildi. Benim derdim anlamakla ilgiliydi. İşin bilmek tarafını iyi kötü başarmıştım. Anlamayı başarmak ise bambaşka bir şeydi. Bir
şeyi anlamak o şeyin ruhuna tanıklık etmekle ilgiliydi. Benim aylardır eksikliğini çektiğim ve ne olduğunu çözemediğim şey birden tüm açıklığıyla gözlerimin önüne serildi. Her nasılsa bu dilencinin bilmenin
ötesine geçip, ‘anlamayı başardığını’ hissettim.
Benim ise şiddeti ‘anlamayı başarmam’ üç yılımı aldı.
Bu başarma işi ne dünyaca ünlü üniversitenin yüzlerce yıllık kütüphanesinde oldu ne de üstat tabir
edilen profesörleri dinlerken gerçekleşti. O üniversiteden binlerce kilometre uzaklarda, Güney Doğu
Anadolu’nun küçük ve yoksul bir köyünde tüm zorlamalara rağmen namus için karısını öldürmeyi ret
eden bir adamın gözlerine baktığımda oldu. Çok zor
bir durumdaydı. Karısını öldürmemek için savaş verirken bir yandan da belki de eninde sonunda böyle
bir şeyi yapacağı gerçeğinin farkındaydı. İşte o anda,
can cana değdiğinde, bir insan tüm kalbiyle karşısındakini dinlediğinde, sesindeki nefreti ve korkuyu iliklerinde hissettiğinde anlamaya başlarız.
Anlamak sanıldığının aksine sorunu meşrulaştırmaz.
Tam tersine, bizi bildiğimiz ya da kullandığımız düzlemlerden daha başka düzlemlere, varoluş hallerine
ve disiplinler üstü bir yerlere taşır. İşte bu yerlerde sorunlara kalıcı ve sağlıklı çözümler buluruz. <
Leyla Pervizat
* Bu yazı Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır.
TSDE ki - Aralık 2015
85
TSDE DER ki
...Toprak Günü...
Toprak Günü, bedenimdeki ve evrendeki elementlerle ilişkimi,
yakından incelediğim günlerden birinde beni kucaklayan,
kanatlarımı onaran dağın ruhuma fısıltılarıdır…
Fransa’nın Le Martinet kasabasında, Alp Dağları’nın
eteklerinde kurulu Amrit Nam Sarovar Uluslararası
Kundalini Yoga ve Meditasyon Okulu’nda on günlük
bir çalışmaya katıldım.
Kim bilir seninle bir daha ne zaman konuşacağız.
O zamana kadar kim bilir ikimiz de
neler yaşamış olacağız.
Sen de ben de değişeceğiz, dönüşeceğiz.
Toprak Günü, bedenimdeki ve evrendeki elementlerle ilişkimi, yakından incelediğim günlerden birinde beni kucaklayan, kanatlarımı onaran dağın ruhuma fısıltılarıdır:
Ama madem ki buluştuk bir kere, madem ki
hissettin kalp atışlarımı ayaklarının altında,
demek zamanı geldi konuşmamızın.
Şimdi, sen ve benden başka aslında kimselerin
olmadığı hiçlik zamanının bu anında
sana kelebeklerimi, sana ağaçlarımı,
sana böğürtlenlerimi, yabani çileklerimi,
binbir türlü çiçeğimi, sana yıldızlarımı ve bulutlarımı, sana kalbimi açacağım. Görmeye,
koklamaya, hissetmeye ve benimle yürümeye
hazır mısın?
Seninle bir oyun oynayacağız. Oyunumuzun ismi:
Anda kal ve gördüğün her ayrıntıyı kutla.
Ne demişti Karta? ‘Her adımın ilk adımındır.’
Her deneyim ilk deneyimin.
Bu da seninle ilk buluşmamız.
Aslında her buluşma bir ilk değil mi?
TSDE ki - Aralık 2015
86
TSDE DER ki
Daha önce bilmediğim şekilde gülümsüyorum,
elimde tuttuğum ağaç dalının hemen altındaki
mor çiçeğe bakarak. Dağın aynasına döndürüyorum
sorgusuz sualsiz, minnettarlıkla içimi.
Ve diyorum:
Hazır mıyım bilmiyorum.
Hazır mıyım bilmiyorum inan, ama yaklaşık
bir saattir yürüyorum güneşin altında.
Hazır mıyım sorusunu sormadan yürüyorum işte.
Başa gelen çekilir gibi değil de başa gelen
kutlanmalıdır gibi yürüyorum.
Kendime alttan alta şaşırarak içimde bir
bayram yeriyle yürüyorum.
Sessizlik içinde sana ve ana
kulak kesilmiş olarak yürüyorum.
Beraber yürüdüklerinin farkına var,
başkalarıyla beraber yürüyen ve
kimseler olmadığında karşılaştığın
senlerin farkına var.
Ne kendinin ne de beraber
yürüdüklerinin yanında sevgiyle
durmaktan bir an bile vazgeçme.
Beklentiler ve beklemeler zehridir
hayatın. İçme, içirme.
Bayramın içinde kalan bir çocuk sesiyle
soruyorum ellerimin çevresinde dönüp duran
metaforlara her adımımda ‘Korku nedir?’ diye.
Yanıt gecikmeden geliyor içime:
Korku, benim hafızamdır.
Ve diyor en ezber sesiyle: Hafıza hayali yakar.
Hayal de hafızayı kafasına takar.
Korku da zil takıp oynar.
Kendime gülüyorum. Kendime gülmeme gülüyorum sonra. Kendimi artık o kadar da ciddiye
almadığımı anladığım o anı kutluyorum
birkaç adım süresince.
TSDE ki - Aralık 2015
87
TSDE DER ki
Peki ben buradaysam, yani şimdide, o zaman
hayal de hafıza da yok, olduğum ve
bulunduğum yerde. O zaman bunca zamandır
anlamını aradığım cesaret her şeye rağmen
gülümseyerek yoluna devam etmekte.
Ağacın biri bükülüyor, bir ışık huzmesi gönderiyor
orman gözlerime. Gevrek gevrek gülümsüyor dağ.
Kahkahası rüzgarla ellerini gezdiriyor tenimde.
Ve diyor:
Şartlar ne olursa olsun yürümekten ve
ilerlemekten korkma.
Korku yürüdükçe sönen bir alev gibidir.
Önemli olan yolun uzunluğu ya da
yokuşun dikliği değil, senin bu yolu
nasıl yürüdüğündür.
Beraber yürüdüklerinin farkına var,
başkalarıyla beraber yürüyen ve kimseler
olmadığında karşılaştığın senlerin farkına var.
Ne kendinin ne de beraber yürüdüklerinin yanında
sevgiyle durmaktan bir an bile vazgeçme.
Beklentiler ve beklemeler zehridir hayatın.
İçme, içirme.
Cesaretle, sevgiyle, nezaketle, güvenle,
neşeyle, huzurla yürü. Her adımına şükrederek,
sana destek olmaktan bir an olsun yılmayan
bedenine teşekkür ederek yürü. Devam etmekten
keyif al diyorum anlıyor musun? Varma, bitirme,
başarma, olma, edinme, sahip olma…
Bunların hiçbirinin bir önemi yok.
TSDE ki - Aralık 2015
88
TSDE DER ki
Yola elinden gelenin en iyisini yaparak,
kalbini rehber alarak devam etmek:
İşte asıl deneyim bu.
İnsanlar hayatın anlamını soruyor.
Hayatın bir anlamı yok.
Hayatın anlamı hayvanlar için hayatta kalmak.
İnsan dediğin durmaksızın
kulp takmaya çalışıyor hayata.
Hayatın tek anlamı olabilir naçizane bana göre:
Yürümeye devam etmek.
Görmekten usanmamak.
Paylaşmaktan yorulmamak.
Ve yaptığın her ne varsa şükran duyarak yapmak.
Aydınlanma bu değilse nedir?
Durmaksızın ağlayan ve istekleri ve
gerekleri ve lazımlarıyla seni durmaksızın
meşgul eden egonu bir kenara bırakıp
her şeye aynı mesafede, sıfır noktasında
yaşayabilmek değil midir seni aydınlığa
taşıyacak olan? Sıfır noktasının o sonsuz
ve sınırsız sularında huzur içerisinde
zamanda salınmaya var mı cesaretin?
Ve diyorum:
Bunu ben de soruyorum kendime
ne zamandır. Sıfır noktasındayken
hayatta kalmak mümkün mü?
Ve diyor:
Sen kendini küçük zannedersin.
Halbuki alem sende toplanmıştır.
Sen kendini büyük zannedersin. Halbuki
koca evrende bir zerre kadarsın.
Sıfır ve bir birdir. Sen ve evren birsiniz.
Ölüm ve yaşam birdir.
Sen kendini küçük zannedersin.
Halbuki alem sende toplanmıştır.
Sen kendini büyük zannedersin.
Halbuki koca evrende bir zerre
kadarsın. Sıfır ve bir birdir. Sen ve
evren birsiniz. Ölüm ve yaşam birdir.
TSDE ki - Aralık 2015
89
TSDE DER ki
Her adımında ölüyor içindeki bir sen biliyor musun?
Ve doğuyor yeni senler. Sen adımını atarken
doğuyor ve ölüyor şimdiye kadar olmuş,
hiç olmamış ve olma ihtimali olan ve
olmayan senler. Yani adım atmaktan başka bir şey
yapmazken sen, oluyor tüm bunlar.
Ölmeden yaşamın mucizesini anlayamazsın.
Adım atmadan hayatın balını tadamazsın.
İçin boşalmadan gerçek sevgiyle dolamazsın.
Denemeden asla bilemezsin.
Hatta bazen denesen de bilemezsin.
Bunun için de doğru zamanın geleceğine
güvenmekten başka bir şey yapamazsın.
Ondan, tırnaklarını geçirdiğin her ne varsa
kendine dair, şimdi, şu an benim kalbime at.
Bırak. Daha önce bıraktığını zannedip
bırakmadığın gibi değil.
Sonsuzluğun kalbine atmaktan bahsediyorum
korkularını. Anlıyor musun?
Durma, kucakla kendini. Yani neyin var neyin yoksa.
Bu yangından sıyrılmanın tek yolu
tevazu ile kendini kucaklamayı bilmektir.
Ölmeden yaşamın mucizesini
anlayamazsın. Adım atmadan
hayatın balını tadamazsın.
İçin boşalmadan gerçek sevgiyle
dolamazsın. Denemeden asla
bilemezsin. Hatta bazen
denesen de bilemezsin.
Ağaçlarıma bak. Ağaçlarımın üzerinde yaşayan
binbir türlü canlıya, renk renk çiçeğe,
gözlerim derelere, kırmızı, sarı ve kahverengi
toprağıma, çakıllarla bezediğim yollarıma bir bak.
Devran dönüyor zamanın başından beri.
Tüm bu düzeni döndüren kaynak seni de
kucaklamasını bilir elbet. Sen kendini kucakla önce.
Öp kendi kalbini sevgiyle. Kendini öpmeyen, kendini
kucaklamasını bilmeyen omuz olmayı bilebilir mi bir
başkasına? Ama unutma ki kendini kucaklamaktan
başka bir şey bilmeyen de göremez gerçeği.
Ondan dengeyi bil sen dengeyi.
TSDE ki - Aralık 2015
90
TSDE DER ki
Kök salmak istiyorsan illaki
kendi içine sal köklerini.
Bir mekansa ev dediğin, bu gece
yıldızlarımın altında uyu ve gör
gökyüzünün çatın, toprağımın
evin olduğunu.
Bana bak.
Baktığın her şeyin matematiksel bir simetri
içerisinde olduğunu görüyor musun?
Dalların asimetrik görünen simetrisini,
çiçeklerin alnındaki geometriyi,
kelebeklerin kanatlarındaki renk dansını
görüyor musun?
Var olan aslında işte bu kadar mükemmel.
Sen mükemmelliğin göreceli şartlarına direnmekten
vazgeçtiğinde, sen bakmaktan görmeye geçmeye
karar verdiğinde işin hem gerçekliği hem de
içeriği değişir. Çünkü artık görmeye başlarsın.
Bir kere görmeye başladın mı da dönüşüm başlar.
Varılacak bir yer illüzyonundan kurtulmaya
hazır mısın?
Ve diyorum:
Varılacak bir yer yoksa eğer
nasıl kök salacağım peki?
Kök salmak istiyorsan illaki kendi içine sal köklerini.
Bir mekansa ev dediğin, bu gece yıldızlarımın
altında uyu ve gör gökyüzünün çatın,
toprağımın evin olduğunu.
Kucağına alıyor beni koca dağ. Kollarımın altından
tutuyor devasa elleriyle. Çantamı bir kuşun
kanadına takıyor, yüklerim kanatlanıp uçuyor.
Ayaklarım yerden bir karış yüksekte, yere hiç
basmadığım kadar güvenerek basıyorum.
Ve diyor:
Birinden ilgiyse beklediğin şefkatle kucakla
beklentini ve salıver gitsin.
Bunu yapabilirsin.
Duygularını öldürmek değil amacın.
Amacın, duygularını olumlu yaratımlara
dönüştürmek.
Bir amaç da değil bu aslında bir yürüyüş yine.
Atılan her adımın sonunda gelen her deneyimi
olduğu gibi kabullenme, tevazu ile, sevgiyle ve
şefkatle kutlamayı başarma yürüyüşü.
O duyguların içinden huzur ve gülümsemeyle
yürümeyi başarma isteği.
Ve diyorum sabırsızca:
Peki nasıl yapacağım bunu?
Şikayet yerine oyun üret.
Bak bugün seninle anda kal ve gördüğün
her ayrıntıyı kutla oyunu oynuyoruz mesela.
İkimizin de keyfi yerinde.
Şikayet etmediğinde hayatın seninle nasıl
şakalaştığını daha net anlayacaksın.
Hayatın espri anlayışını görmekten bahsediyorum.
Anlıyor musun? Kalbine ancak böyle
sahip çıkabilirsin, duyuyor musun?
İçinle büyü, içine doğru büyü.
İçindeki gerçek özü gölgeleyen
her ne varsa bırak bana.
Benim gibi ol diyorum sana. Anlıyor musun?
Durmadan dönüşerek ve bölüşerek evrendeki
kendi özüne köklen.
Kendi yokluğunda çoğal diyorum yani.
İçindeki değişimi hissediyor musun? <
Nur Taran
TSDE ki - Aralık 2015
91

Benzer belgeler