Aralık 2015
Transkript
Aralık 2015
TSDE ki - Aralık 2015 1 İÇİNDEKİLER DOSYA: DİYALOG İletişim dediğimiz şey aslında gerçekten bir diyalog mudur? • 8 Diyalog kurmaktan kaçarız, neden? • 8 Diyalog kuramayan hangi Ben? • 9 Ben'i öteki iyileştirecek... • 10 "Ben ve Sen" olabilmek... • 11 “Olma” cesareti... • 12 SÖYLEŞİ: “HAYAT BİZE BURADAYIM DİYOR, BUNU DA BEDEN ARACILIĞIYLA HATIRLATIYOR” Beden Psikoterapisti Karin SCHOEBER ile bedene dair yaptığımız sohbet Esra CAN • Yadigar ZARARSIZOĞLU • 14 EDEBİYAT: “BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ...” Judith Malika LIBERMAN'dan Büyüklere Masallar... Mine TÜRKİLİ • Esra CAN • 20 MEKANLARIN RUHU: "KARANLIKTA DİYALOG" Esra CAN • 28 SANAT: “SANAT'IN TIBBI” Acının Sanatsal Radyolojisi : Frida KAHLO Adana Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Prof. Dr. Deniz YERDELEN • 32 TSDE ÇOCUK - ERGEN BİRİMİ Aile Sistemi ve Çocuk Uzman Psikolojik Danışman Nazan BALOĞLU • 40 SİNEMA Kutlukhan KUTLU ile “Sinemada DİYALOG” Mine TÜRKİLİ • 43 PSİKOMİTOLOJİ İnsanın Kadim Diyalogu, Bilincin Bilinçdışı İle Olan Sonsuz Sohbeti Üzerine Hüseyin ŞİMŞEK • 51 TSDE DER ki Ben Başkayım, Sen Başkasın • Dr. Timur HARZADIN • 58 Diyalog için Monolog • Özcan YILDIZ • 63 Olasılıklar ve Dönüşümler • Zeynep ÇAKIROĞLU • 66 SDT'de Danışanla Diyalogda Söylenenler ve Ötesi • Osman Hakan ÖZPAR • 70 Yürekle Bakmak, Gönül Gözüyle Görmek • Deniz TUNCALI • 74 Ailede Barış • Ayşe Dilek ERGÜLER • 79 Anlamak ve Bilmek • Leyla PERVİZAT • 83 Toprak Günü • Nur TARAN • 86 TSDE ki Dergisi Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur. İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan Katkıda Bulunanlar: Prof. Dr. Deniz Yerdelen, Uzm. Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu, Hüseyin Şimşek, Dr. Timur Harzadın, Özcan Yıldız, Zeynep Çakıroğlu, Psikolojik Danışman Osman Hakan Özpar, Deniz Tuncalı, Ayşe Dilek Ergüler, Leyla Pervizat, Nur Taran Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3-4 Suadiye/Kadıköy Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: [email protected], [email protected] ©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. EDİTÖRDEN “DİYALOG” dedik... Büyük bir “cesaretle” attık bu başlığı. Zor olanı seçtik. Neden mi? En son ne zaman dinlediniz bedeninizin sesini? Hayatta kalan tarafınızla, maskeli kişiliğinizle yaşama devam ederken, içinizdeki başka “ben”lere ne zaman söz hakkı tanıdınız? Sahi, kendinizle bir diyalog kurmayı hiç başarabildiniz mi? birimize her an, istediğimiz saniyede ulaşabiliyoruz. Yetmiyor, görüntülü konuşuyoruz. Neredeyiz, çevrim “içi” miyiz, “dışı” mıyız? Ne yiyoruz, ne içiyoruz, anında görüntü. Biz “müthiş” bir çağda yaşıyor, sevdiklerimizin yanına ışınlanacağımız günleri bekliyoruz... Kim nerede, ne yapıyor hepsini biliyoruz. Ve sonra diğerleri... Ben ve “O” diye tanımladığınız ilişkilere, yürekten bir “ben” ve “sen” diye bakma cesaretini gösterebildiniz mi? Yoksa, hayatın bir noktasında kalıp, ötekileştirdiğiniz, anneniz, babanız, eşiniz... Hep onlara “monolog” halinde söylenip durdunuz mu? Oysa biz ne yaptık. Bu sayıda, “monolog” halinde süren yaşamlara dokunmak istedik. Dünyanın o “tek taraflı” sesine kulak verdik. Herkes nasıl haklı, herkes nasıl birbirini ikna etmeye çalışıyor, anne haklı, çocuk susuyor, baba haklı, oğluna “sen bilmezsin” diyor, eşler birbirini duyabilmek için çift terapisine gidiyor, doktor hastaya teşhis koyuyor, peki, hastanın ruhu ne diyor? Hastalığın “beni gör” diyen sesini kim duyuyor. Sahi, kim duydu sesinizi? Onları anlama, kendi sistemi içinde görme ve dinleme cesaretini ne zaman gösterdiniz. İşte biz, bu yüzden cesaret dedik. Gerçekten çok zorlandık bu sayıyı hazırlarken, ne zormuş diyalog... Ne zormuş, akıntıya kürek çekmeye kalkışmak. Oysa yaşam bir monolog içinde ne güzel akıp gidiyor... Cesaret, dünyanın merkezi olmaktan çıkabilme, Cesaret, hayatta her şey benim başıma geldi hayıflanmasından çıkabilme. Cesaret, kendine acımaktan vazgeçebilme, Cesaret, ötekinin sesini yüreğinle duyabilme, sadece, gözlerinle değil, yüreğinle bakabilme… İletişimin tavan yaptığı “post-modern” bir çağda, bir- En son sözü de Can Yücel’e bıraktık, “En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan, ne seyyareler, ne de yıldızlar geceleri ışıldayan… En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan...” Yaşamda hep “çevrimiçi” kalın :))) < TSDE ki - Aralık 2015 2 TSDE BAŞKANI’NDAN “HAL’den Anlamak” ve Sistem Dizim Terapisinde DİYALOG Paul Tillich’in 1952’de yayınladığı kitabının adı “The Courage To Be”, olma, var olma cesareti’dir. Diyalog da, var olma ve ötekiyle var olabilme cesareti gerektirir. Bunu başarabilmek için bu cesareti nerelerden alabiliriz? Hal’den anlamak, diğerkâmlık, insaf, müsamaha ve yaş aldıkça ruhen de büyüyebilmek var olma cesaretimizi destekler. Ülke ve bölge olarak en fazla diyaloga ihtiyaç duyduğumuz bir süreçten geçiyoruz. Sen benim hassas alanıma girersen ben de sana saldırırım. Ünlü bağlanma araştırmacısı Bowlby, saldırganlığın kökünde “güvensiz bağlanmayı bulur”. Yeni nörobiyoloji araştırmalarının en önemli isimlerinden Prof. Bauer de, “kişinin, ya da toplumların acı sınırına dokunan, agresyonu tadar” diyor. Buraya nasıl geldiğimizi oldukça önemsediğim halde bu yazıda çok fazla irdelemeyeceğim. Buradan çıkış için hangi olanaklara sahibiz? Erken çocukluk döneminde tadamadığımız, deneyimlemediğimiz güven ve emniyet duygusu yetişkin hayatımızdaki ruhsal olgunluğumuzu ve gireceğimiz ilişkilerin yönünü belirler. Ben, var olabilmenin ancak tanındığımızda, değerli hissettirildiğimizde mümkün olduğunu, aksi takdirde var olmak yerine bizi hayatta tutmaya çalışan bilişsel benlik yapılarımızla hayatta kalmaya çalıştığımızı ve yaşamı yaşamadığımızı gözlemliyorum. Peki yaşamı yaşamak nedir? Bunun bir yolu, yolları var mıdır? Aslında Enstitü’de verdiğimiz tüm psikoterapi, grup çalışmaları ve eğitim hizmetlerinde hastalarımıza ve öğrencilerimize post-modern insanın unuttuğu tevazu, şefkat ve merhamet ile “hal’den anlamaya” gayret ederek “gönülleri cilalamaya” çalışıyoruz. Çocukluktan çıkıp büyüdüğümüzde yalnızlığımızın farkına varırız, anne ve babamızın sadece bir uzantısı değil, onlardan çok farklı bir varlık olduğumuzu acıyla fark ederiz. Ama kendi öz varlığımıza yönelmek geçmişteki acılarımızla, korkularımızla, imkân ve sorumluluklarımızla kısaca bilinçdışımızla yüzleşmek demektir. Ama bu hiç kolay değildir. Evin dışına çıkmayı gerektirir, fakat nasıl ve kimden yardım talep edeceğim? Evde olduğumuzda kendi sistemimizin verdiği her acıya rağmen benlik yapılarımızın hünerleriyle, güya aşina olduğumuz kaygılarımızla idare edebiliriz. Diğer muhataplarımızla olan ilişkilerimiz evden ayrışma ve dünyanın geri kalanıyla buluşma noktasında bir denge arar durur. TSDE ki - Aralık 2015 3 TSDE BAŞKANI’NDAN SDT’de uyguladığımız diyalojik psikoterapide feyz aldığımız değerli düşünürlerden biri olan Martin Buber “Başlangıçta ilişki vardı” der. Ana rahminde hepimiz evrenin bir parçası olduğumuzu biliriz, ama doğumla bunu unuturuz. Yeni doğan bir bebek göz temasına, şefkatli bir sese, annenin şifalı ellerinin dokunuşuna kulağına fısıldadığı ninnilere muhtaçtır. Hiçbir çocuk dünyayı böylesi bir ilişki olmaksızın anlamlandıramaz. Ben, bir adım daha ileri gidip, var olmak bağlanmaktır diyorum. Buber’e göre iki türlü ilişki kuruyoruz. “Ben-sen” ve “ben–o”. Ben-o ilişkisi bir insan ile bir alet arasındaki ilişkidir, işlevseldir. Özne ve nesne arasında karşılıklılık göstermeyen ilişkidir. Oysa ben-sen ilişkisi tarafların birbirlerinin hal’lerini anlamaya çaba gösterdikleri bir ilişkidir. Burada “ötekiyle” ilişki kuran ben yoktur, ben göze çarpmaz; yalnızca ben ve sen vardır. Beni, biçimlendiren tamamen karşılıklı hal’den anlama durumudur. Her bir ötekiyle “senle” yeni bir ben oluşur. Buber şöyle der: “İnsan benliğinin en içteki gelişimi, pek çoklarının zannettiği gibi, kendimizle kurduğumuz ilişkiyle olmaz. Öteki tarafından mevcut kılınmakla ve onun tarafından mevcut kılındığımızı bilmekle olur”. O söz konusu olduğunda ise (öteki nerdeyse işlevselliği ön planda olan “bir alet” gibi algılanır ve muamele görür) ben ona uzaktan bakabilir, onu inceleyebilir, kategorize edebilir, yargılayabilir, şeylerin düzeninde onu bir yere oturtabilirim. Oysa ben-sen ilişkisi, benim varlığımı tam olarak tattığım bir ilişkidir. Bu ilişkiyi bir hesapla, önyargıyla kurmam. Ben-o ilişkisi genellikle bizi ötekileştirmeye ve post modern insanın temel özelliği olan rahatsız edici narsisist bir buhrana götürür. Günümüzde ciddi anlamda narsisizm ile diğerkâmlık arasındaki bir savaşa tanıklık ediyoruz. Ben-sen ilişkisinde diğerinin acısı benim acımdır. Amerikalı yerliler, biz psikologların empati dediğimiz hal’den anlamayı, diğerkâmlığı “başkasının ayakkabıları içinde bir mil yürümek” diyerek harika bir şekilde anlatır. Bir aileye, sisteme ait olmayı hepimiz isteriz. Aidiyet bize emniyet, güven sağlar. Ama bana göre aidiyet sadece belli bir topluluğa ait olmak değildir, o çok kendine özgü bir anlama ve anlaşılma duygusudur. Bu şekilde yalnız olmadığımız, yanılma ihtimalimizin az olduğu korunaklı bir dünyaya ihtiyaç duyarız. Yalnız ve biçare değilimdir. Bu benim diğerlerini, buraya ait olmayanları çok kolay ötekileştirmeme imkân da sağlayan bir durumdur. Yaşanan onca acıya rağmen bu toprakların bağrından çıkmış olan bir geleneğin “ben ve sen ilişkisi mi” aidiyet ihtiyacımıza cevap verecek, yoksa toplumumuzda şu an esen kutuplaşmalardan anladığım kadarıyla post-modernist meyleden aidiyetler mi? Kendime ve herkese şunu soruyorum. Hangi aidiyet türü yanında olursak daha hakiki ve “var olma” cesareti içeren insan ilişkileri geliştirebiliriz? Diyalog, o anki yakın olan muhatabımıza kendimizi bütün kalbimizle açmak demektir. Sadece bu şekilde olgunlaşabilen sevgi iki insanı birleştirir ve yine sadece bu şekilde onlar aynı zamanda iki ayrı insan olarak kalabilirler. Buber’in bizlere öğrettiği ben-sen ilişkisini, ne çift ilişkisinde partnerimizi her tür olumsuzluk ve acı sebebi ilan ederek, ne çocuklarımızla olan birlikteliğimizde onları kendimize benzetmeye çalışarak, ne de toplumumuzu kamplara ayırarak, bir görüşü kendimize düşman kılarak yakalayamayacağımız çok açık. Birbirimize hoşça bakabileceğimiz atalarımızda olan müsamaha ve hal’den anlama kültürü ile içimizdeki derin yarayı iyileştirebilir ve daha kuvvetli, özümüze uygun bir aidiyete ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Hellinger, Buber, Wittgenstein ve burada adını anamadığım birçok filozof ve psikoterapist ve pek tabii ki bizim coğrafyamızın vicdanı olan Mevlânâ’dan öğrendiğim gibi gerçek bir diyalog için, “seninle aynı durumu yaşamışım gibi ızdırabını anlıyorum” diyebilmeli ve “benim sende yeniden doğacağım, senin bende dirileceğin bir aidiyeti” tercih etmeliyiz. < Mehmet Zararsızoğlu TSDE ki - Aralık 2015 4 TSDE BAŞKANI’NDAN “Dizim Çalışmaları” Yeni Bir Şeyler Söylemek Lazım… · YENİLİĞE DOĞRU Her gün bir yerden göçmek Ne iyi Her gün bir yere Konmak ne güzel Bulanmadan, donmadan Akmak ne hoş Dünle beraber Gitti cancağızım Ne kadar söz varsa Düne ait, Şimdi yeni şeyler Söylemek lazım Mevlânâ Bu sayının konusunu diyalog olarak belirlerken, bizim de kendi içimizdeki gelişmelere eleştirel-öz eleştirel bir çerçevede bir diyalog kurma cesaretine girmeden bu konunun işlenmesi içimize sinmeyecekti. Türkiye’ye 16 yıl evvel getirdiğim, Almanya’da “Familienaufstellung” adıyla uygulanan bu yönteme, “Aile Dizimi ve Sistem Dizimi” adını verdim. Oysa Almanca’dan birebir çevirisi yapılsaydı “aile düzenlenmesi-sıralaması vb..” gibi bir anlamı olurdu. Psikolog, psikoterapist uzman kimliğimle, kurduğum enstitüde vereceğim hizmetler ve eğitimlerde kendime özgü bir model oluşturacağımı öngörerek birebir çevirisi yerine özellikle bu isimlerde karar kıldım. Niyetim kendimde var olanlarla bu topraklara özgü terapötik bir yaklaşım geliştirmekti, nitekim bu yolda cesaret ve ihtimam dolu adımlarla ilerliyorum. İnancım, psikoloji, psikoterapi, dizim çalışmaları ve diğer terapi yöntemleri uygulanırken gönülden gönüle bir ilişki ve gerçek bir karşılaşma söz konusu ise etkili olduğudur. Böyle bir karşılaşma ise terapistin donanımlarıyla mümkündür. Kendi içine bakmayı bilen, uzman körlüğünden sıyrılıp zaaf ve kör noktalarıyla yüzleşebilen ve kendisini güvenli bir limanda hissettiği kuramların yetersizliklerini görebilen bir terapist, böylesi bir buluşmayı gerçekleştirebilir. İnsanı iyileştiren kuramlar değildir, sadece insan-insana bir ilişki iyileştirebilir ve dönüştürebilir. Sırf bu nedenlerden dolayı bu ismi koruma altına almak ve Avrupa’daki “Aufstellung” eğitimi veren yapılardan oldukça farklı olarak sistemik entegratif yaklaşımı fenomenolojiyle ve bizim topraklarımızın değerleri, lisanı, sosyolojisi, tarihsel ve kültürel dokusuyla sentezleyip bütünleştiren diyalojik bir terapi çabasındayım. Dolayısıyla bizim dilimiz ve uygulamalarımız da doğal olarak o toprakların tarihi ve dini-kültürel yapısını temsil eden ve bana göre son derece “Alman” olan “Aufstellung” dili değil. Ludwig Wittgenstein “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler” der… Şili’li biyolog Humberto Maturana da şöyle söylüyor: “Bir insan diğerine hakikatin ne olduğunu söylediğinde gerçekte yaptığı şey, itaat talep etmektir. Yani gerçek hakkında ayrıcalıklı bir fikre sahip olduğunu iddia eder”. Ülkemizdeki ve Avrupa’daki adına aile TSDE ki - Aralık 2015 5 TSDE BAŞKANI’NDAN veya sistem dizimi adı verilerek yapılan dizim çalışmalarının çok büyük bir bölümünün bu mantık ve ruh hali ile yapıldığını, danışanla bir diyaloga girme ihtiyacı, cesareti gösterilmeden dizimde çıkan gerçeğin yegane gerçek hatta “tek hakikat” olduğu kabul ettirilmeye, dikte edilmeye çalışılıyor. Bu yaklaşımı son derece ataerkil ve dayatmacı, hatta had aşıcı bir yönelim olarak bulduğumu da özellikle burada belirtmek istiyorum. Birçok yanlış anlaşılmaya ilk ve son kez bu satırlar aracılığıyla cevap vermenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Enstitü olarak, “aile dizimi-sistem dizimi ve sistem dizim terapisi” ismini marka olarak koruma altına alma amacımız kesinlikle bir tekel oluşturma mantığı değil, tamamen bize özgü olan yerelden evrensele evrilen sürekli ileriye taşımaya gayret ettiğimiz bize göre bu nadide çalışmayı ve uygulayıcılarını korunaklı ve karşılıklı diyalog halinde geliştireceğimiz bir çatı oluşturma inancıdır. TSDE ile hiçbir bağlantısı olmayan, tüm uyarılarımıza rağmen koruma altına aldığımız isimleri kullanarak uygulama yapan, kişiler veya kurumlarla hiçbir bağlantımız ve sorumluluğumuz yoktur. Almanya’da her anlamda büyük bir düşüş içinde olan dizim çalışmaları ve uygulayıcıları, Avrupa dışında yeni pazarlar yaratmak için koloniyal bir ruh haliyle farklı ülkelerde kamp kuruyorlar. Bu yaklaşımı uzun yıllar Avrupa’da yaşa- mış bir psikoterapist olarak son derece gerici, kibirli ve aynı zamanda ideolojik olarak da “Avrupa merkezci” bulduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu görüşümü Avrupa’da katıldığım birçok ilgili toplantı ve konferansta dile getirdiğimi bilmeniz isterim. Sadece on milyonluk Yunanistan’da 2000’e yakın yeni iş sahibi olma derdindeki Alman ve Avrupalı uygulayıcının çalıştığını düşünürsek, durumu yeteri kadar gözler önüne sermiş oluruz. Biz bu çalışmanın tek uygulayıcısı ve eğiticisi olduğumuzu iddia etmeyecek kadar kendini bilme gayretinde olan bir tevazuyla ve fenomenolojik bir algıyla hareket etmeye çok özen gösteriyoruz. Sadece bize özgü olanı itinayla korumak ve geliştirmek istiyoruz. Kullanımdaki mevcut Almanca ismin olası Türkçe karşılıklarını kişilerin, kurumların ilgili Almanya’daki denetleyici mercilerden (Almanya’daki DGfS) izin alarak kullanma yetkileri doğal olarak bizim tasarrufumuzda değil. Bir taraftan körü körüne idealleştirmeyle oluşan büyük bir dalga, diğer taraftan çok kuvvetli düşmanlık hali ile dizim çalışmalarının Almanya ve Avrupa’da gerçek anlamda anlaşılmasını çok zorlaştırdı. Şu an aslında dizim çalışmalarının nerdeyse tüm danışmanlık ve terapi konseptlerinin içerisine “sistem koreografisi, hareketli heykeller, ciddi oyunlar” vb. gibi farklı isimlerle kendi bağlamlarına uyumlandırılarak adapte edildiğini görüyoruz. Psikoterapistler ve danışmanlar gelmiş oldukları farklı terapi ekollerine özgü bir şekilde bilgilerini ve uygulama biçimlerini dizim çalışmalarının içine dahil ediyorlar. Bu sevindirici bir şekilde farklı danışan ve hasta gruplarına yönelik mevcut teori ve yaklaşım biçimlerinin yeni bir sentezine dönüşüyor ki, biz TSDE olarak zaten uzun zamandır bize özgü bir model oluşturmanın heyecanını yaşıyor, bunu da öğrencilerimizle ve hal’lerinden anlamaya çalıştığımız hastalarımızla paylaşıyoruz. İnsanın ruhuna dokunmayı çok hassas, zor ve ciddiye alınması gereken çok özel bir durum olarak gördüğümüz için bu değerli uygulamanın bugün Türkiye’de bulunduğu duruma baktığımızda maalesef ehil olmayan, ehliyetsiz birçok sahte “ruhsal yaklaşımın” elinde sorumsuzca kullanıldığını gözlemliyoruz. Geliştirdiğimiz Akreditasyon Sistemi ile alanımızda da bir ilke imza atıp, mezun olan uzmanlarımızın kendilerini her üç yılda bir yenileyerek sürekli geliştirmelerini ve uyumlanmalarını sağlıyoruz. Enstitü olarak ismimizle ve yaptığımız işle anılmak için bu isimleri koruyor ve sorumluluğunu taşıyoruz. Umarım bu şekilde bu alanda değerli çabalar gösteren dostlarımıza hal’imizi anlatabilmişizdir. < Mehmet Zararsızoğlu TSDE ki - Aralık 2015 6 DOSYA KONUSU Diyalog “Doğrunun ve yanlışın ötesinde bir yer var, sizinle orada buluşacağım.” -Mevlânâ Evet, o yer belki de sadece duymayıp gerçekten dinlediğimizde, bakmayıp gördüğümüzde, karşımızdakini hissetmeyi başarabildiğimizde ve onu kendi gerçekleriyle kabullenebildiğimizde, kısaca kalbimizden ötekinin kalbine bir yol bulduğumuzda ulaşabileceğimiz bir yer... Yaşamın her alanında diyalog, önce kendimizle başlayan, sonra bağlandığımız yani ilişkide bulunduğumuz kişilerle, toplumla ve yaşamla olan bağlantılarımızdan oluşuyor. Etkili bir diyalog için ise önce dinlemeyi bilmek gerekiyor. Bedenimizi, duygu ve düşüncelerimizi, ruhumuzu ama en önemlisi ötekini dinlemek. Önce kendimizle olan diyalogun adımını atmalıyız. Kendimizle kuracağımız diyalog için, düşünce ve duygularımız, içimizdeki tüm parçalar bize ne söylüyor? İçimizde o değer vermediğimiz par- çamızı ne kadar görebiliyoruz? Acı’yla olan ilişkimiz nasıl? Bedenimizin ne kadar farkındayız? Kendimizi nasıl ifade ediyoruz öteki bu anlattıklarımızda ne duyuyor, yani nasıl bir lisana sahibiz? sorularını kendi içimizde cevaplayabilmemiz gerekiyor. Çünkü bu soruları cevaplamadan, kaçıp durduğumuz acı’mızla, sıkışıp kaldığımız hallerimizle, bilinçdışı aynı perspektife takılı kaldığımız iletişim biçimlerimizle, temizlenmeyi değil görülmeyi bekleyen bilinçaltımızla bir diyalog kurmayı başaramayız. TSDE ki - Aralık 2015 7 DOSYA KONUSU İletişim dediğimiz şey aslında gerçekten bir diyalog mudur? Biz yaşamın her alanında kurduğumuz iletişimde, görüyor, konuşuyor, birbirimizi duyuyor gibi davranıyor ama kendi istediklerimizi yaptırmaya çalışıyoruz. İş hayatımızda, özel yaşantımızda bulunduğumuz konuma göre farklı maskelerle kurduğumuz iletişimde, hep birilerini ikna etmeye çalışıyoruz. Aile içinde en doğrusunu bilen anne ya da baba kimliğimizle çocuğumuzu, eşimizi, iş hayatında patronumuzu ya da iş arkadaşlarımızı, ürünümüzü tanıtırken müşterimizi hep istediğimiz noktaya getirmeye çalışıyoruz. Hatta daha iyi olmak adına iletişim becerileri konusunda eğitimler alıyor, nasıl daha iyi ikna ederim, daha iyi pazarlarım, vücut dilimi daha iyi nasıl kullanırım gibi konularda iyice uzmanlaşmaya çalışıyoruz. Kısaca iletişim her yerde rahatlıkla, ortama, duruma ve insanların statülerine göre, çeşitli sosyal maskeler- le kuruluyor. Oysa diyalog, iletişimin bir üst seviyesi ve daha önyargısız biçimidir. Etkili diyalog kurabilen kişi, her şeyden önce dinlemeyi bilir, karşısındakini anlamayı başarır. Diyalog ortamı karşınızdaki insana saygı duymayı ve onun neye ihtiyacı olduğunu anlamayı da gerektirir. Bu durum bir eşitler ilişkisinin başlangıcıdır. Diyalogda bulunan kişi, kimseyi değiştirmek, ikna etmek için uğraşmaz, çünkü kendisinden farklı düşünen kişilerin olabileceğinin bilincindedir. Diyalog kurmaktan kaçarız, neden? Bağlanmak, insanı çok değerli hissettirir, kaygılarını yaşanabilir hale getirir, hayatta kalmasını sağlar. Bu sebeple biz bağlanmadan duramayan varlıklarız. Ama bağlanmalarımız, her zaman bizim arzu ettiğimiz şekilde kolay ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde olmuyor. Bağlanmak istediğimiz insanların bizimle olan bağlanmalarından bağımsız, kendi sistemlerinde de bir sürü başka bağlanma öyküleri vardır. Annemizin kendi annesiyle, anneannemizin yine kendi annesiyle, babamızın annesiyle, babasıyla, bizim de kardeşlerimizle vb. gibi sistemimizde bir sürü bağlanma öyküsü vardır. Böyle bir ilişki akışında, hep tanınmaya, kabul edilmeye, sadece kendimiz olduğumuz için değer bulmaya yönelik bir işlevi olan bağlanma, çoğu zaman ihtiyaçlarımıza göre bize sunulmaz. İlişki için eş ya da partner olarak hayatımıza gelen kişi de nasıl bir yaşam tecrübesiyle geliyorsa, öylece gelir ve her ikimiz de bağlanmak isteriz. Ve bu karşılıklı bağlanma çabaları, zaman zaman geçmişin etkileriyle ya da anda yaşayıp ba- İletişim her yerde rahatlıkla, ortama, duruma ve insanların statülerine göre, çeşitli sosyal maskelerle kurulur, oysa diyalog, iletişimin bir üst seviyesi ve daha önyargısız biçimidir. TSDE ki - Aralık 2015 8 DOSYA KONUSU Diyalog, görebilmek, anlayabilmek, gönülden gönüle, yürekten yüreğe bir köprü kurabilmektir. şaramadıklarımızla gittikçe bizim bedenimizde, dışa vurumumuzda, görülmemek, anlaşılmamak, değerli hissetmemek, hissettirmemek gibi bir takım sonuçlar yaratır. Çünkü biz, daha önceki bağlanma tecrübelerimizden bağımsız bir ilişki yaşayamayız. Ve kendi içimizde diyalogu başaramadığımız için, yani hayatta kalan tarafımızla yaşamı devam ettirmeye çalıştığımız için, karşı tarafı hiç görmeden, monolog halinde, kendi doğrularımızı kabul ettirmeye çalışarak bir ilişki yürütmeye çalışırız. Fakat iki insanın birbiriyle “sağlıklı” bağlanması için de diyalog gereklidir. Çünkü diyalog, görebilmek, anlayabilmek, gönülden gönüle, yürekten yüreğe bir köprü kurabilmektir. Peki, biz genelde ilişkilerimizde ne yapıyoruz? Geçmişte bağlanma tecrübesinden alamadığımız eksik olanı, hep karşı taraftan talep ediyoruz. İlişkide öteki’ne “Bana şefkat göster, beni sev, beni gör” derken, “çünkü annem beni hiç görmedi, sevmedi,” “Babam beni hiç anlamadı”, bari “sen beni anla” demek istiyoruz. Ve biz kendi içimizdeki parçaları görmeden, hayatta kalan tarafımızla bize sadece ama sadece bir ilişki için gelen kişiden tüm bunları talep ediyor, hatta hep bizi görsün, anlasın, sevsin istiyoruz. Onun bizi duymasını görmesini beklerken biz onu ne kadar görüp duyabiliyoruz ki? Bu şekilde de bir türlü talep edilen sevgiden, ikna etmeye çalışılan bir iletişimden gerçek bir ilişkiye, diyaloga geçemiyoruz. Diyalog kuramayan hangi BEN? Yunus Emre, “Bir ben vardır bende, benden içeri” demiş. Peki kaç ben var içimizde? Daha önceki bağlanma deneyimlerimiz sonucu yaşadığımız acılar sonucu benliğimiz bölünür, ama biz bu bölünmüşlüğün TSDE ki - Aralık 2015 9 DOSYA KONUSU Akıl bizi içimize yöneltirken, gözlerimiz ötekine bakar, ağzımızdan çıkanlar ise direkt ötekine ulaşandır. Bu yüzden dilimizden neyin nasıl çıktığı çok önemlidir. Çünkü biz, hem kendimizi, hem de ötekini iyileştirenizdir. farkında olmadan, bizi acıyla yüzleştirecek her şeyden kendimizi koruyarak, işyerimizde patronumuzla, meslektaşlarımızla, evde eşimiz ve çocuklarımızla, anne babamızla, duygusal olarak ötekilerle karşılaşıp durur ama bir türlü diyalog kuramadan monolog halinde yaşamayı tercih ederiz. Çünkü biz içimizdeki bu “BEN” leri ayrıştırmada kör ve sağırızdır. Ve ilişkimizi de, başka körler ve sağırlarla, hangimizin acısı daha kuvvetli, hangimiz acısını söndürmekte daha talepkâr gibi bir düzende sürekli hayıflanarak, birbirimizi yaralayıp durarak bir yaşam sürdürürüz. İlişkilerimizde istemediğimiz bir duygu yaşadığımızda hayıflanırız çünkü hayıflanmak bizi hayatta tutan tarafımızın yaptığı en kolay ve en “başarılı” iştir. Oysa, hayıflanmanın, ne ilişkilere ne de bize bir faydası vardır. İnsanlar yaralarına hemen kısa bir çözüm bulmaya çalışırlar ama yapılması gereken dönüşümün sağlanacağı yer ile olan bağlantıları kurmayı öğrenmektir. Bize problem, acı, hastalık yaratan her ne ise, onun ile olan bağlantıları değiştirmemiz ve yeni bağlantılar kurmamız gerekir. Kızımızla sağlıklı bir ilişki kuramamamızın nedeni büyük ihtimalle bizim annemizle olan bağlantımız olabilir. Kendimize sormamız gereken soru, annemi değiştirmeden bu bağlantıyı nasıl sağlayabilir ve dönüştürebilirim? Annemizin değişip dönüşmesini beklersek, kızımız da kızıyla benzer bir bağlanma paterni geliştirebilir. Eğer o direnç görülüp bir yerde kırılırsa sistemin bütününe etki eden bir durum gerçekleşir. Biz, bir sistemin özel ama küçük parçalarıyız, bir parçadaki küçük bir bağlantı, bütünü dönüştürme gücüne sahiptir. Kendimizle ilgili olanlara bakıp, bazı şeyleri fark edip, küçük de olsa, farklı bir adım atarsak, herkesi şaşırtırız. Aslında değişim de bu kadar basittir. BEN’i, öteki iyileştirecek… Öteki dediğimiz hep en yakınımızdakiler eşimiz, çocuklarımız, anne babamız, iş yerinde beraber bir şeyler yapmaya çalıştığımız insanlardır. Kişi ötekinin kendisine nasıl baktığına bakar. Öteki bize bizi kabul eden gözlerle mi bakıyor, eleştirel gözlerle mi bakıyor, ikisi arasındaki ayrım çok önemlidir çünkü kabul edilmek, sevilip onaylanmak canlı olmamızı sağlayandır. Ve ötekilerle ilişkimizde, sadece kendimiz olduğumuz için değerli olduğumuzu hissettiğimizde, acıyı çok daha kolay atlatabiliriz. Öteki’nin de bizim gibi acısı, ıstırabı ya da yarası olabilir. Bu acıların dozuna bağlı olarak, zaman zaman karşı karşıya geliriz. İlişkide bir şeylere ikna olup, kar- TSDE ki - Aralık 2015 10 DOSYA KONUSU şı tarafı daha iyi anlayıp, görebildiğimizde, sağlıklı yapımız işbaşındadır, sağlıklı tarafımız arada yardımcı eleman gibi devreye girer. Akıl bizi içimize yöneltirken, gözlerimiz ötekine bakar, ağzımızdan çıkanlar ise direkt ötekine ulaşandır. Bu yüzden dilimizden neyin nasıl çıktığı çok önemlidir. Çünkü biz, hem kendimizi, hem de ötekini iyileştirenizdir. “BEN ve SEN” olabilmek… “Ben ve Sen” olabilmek, diyalogun ilk adımıdır. Bir ilişkinin ben ve sen düzleminde sürdürülebilmesi için, diğerinin “bende”, “seni” görmesi gerekir. “Ben ve Sen”’de diyalog için alan vardır. Bu oluşan alanda ben, Sen’e, “Seni tüm kalbimle dinliyor, görüyor ve kafamda kategorize etmeden, tüm gerçeklerle anlamaya, hissetmeye çalışıyorum” diyorum. Çünkü biz ancak böyle yaptığımızda o en büyük muhatabımızın içinden geçerek “ben” oluyoruz. Böyle davranmazsak “ben ve o” diye ötekileştiriyoruz. Ötekileştiren de, bizim hayatta kalan tarafımız, “o bana sevgisini göstermedi, hiç değerli hissettirmedi, beni hiç görmüyor” diyerek hayıflanıp duruyor. Bu şekilde hayıflandığında, aslında ötekini tarif etmiyor, annesini ya da babasını tarif ediyor. Orada geçmişte alamadığını veremeyen en yakın muhattabını yargılıyor. Eksik gedik buluyor ve onu ayrı bir varlık, kişilik olarak görmüyor. İhtiyaçlarını karşılayan ya da karşılayamayan bir “o”, bir “nesne” olarak görüyor. Öyle bir ilişkiden de hayırlı bir şey çıkma ihtimali de olmuyor. Bir ilişkinin ömür boyu sürmesi, mutlu ve dengeli olduğunu göstermez. Bir taraf, dipte kalan acılı tarafını görmeden, hayatta kalan tarafıyla sürekli yalpaladığı bir hale “evet” dediğinde, çiftler ölene kadar beraber olabilirler. Ama bu ilişkiyi hep birbirlerini acıtarak, etrafındakileri, diğer ilişki kurduklarını, en önemlisi çocuklarını travmatize ederek sürdürürler. Aslında her partnerin kendisine sorması gereken, “Ben ne istiyorum? Nasıl var olmak istiyorum?” sorusudur. Fakat diğer parçalarını görmeyen, tek bir parçasıyla hayata tutunan kişi, ne yazık ki, böyle bir soruyu soramıyor. Kendi içerisinde değer vermediği bir parçayı bastırmış, bilinçaltında tutan birine de kimse değer vermez. Biz, önce kendimize, kendi varlığımızın bütününe değer vermeliyiz ki kendimizle barışık, her parçamızı idrak ettiğimiz, karşı taraftan değer gördüğümüz bir ilişkiyi yaşayabilelim. Kendine acıyan, kendini yetersiz bulan, kendi içinde acılara sebebiyet veren tarafa kızan, o taraftan nefret eden biri, hep bu duyguların benzerini gider, arar, bulur ve karşısındaki kişiden alır. Martin Buber’in de dediği gibi, ya birbirimizi iyileştiren “ben-sen” ilişkisini başarabiliriz ya da ilişkilerin çoğunda görüldüğü gibi “ben ve o” ilişkilerinde takılıp kalırız. Ben-O temel sözcüğünün altında doğal bir ayrılık, Ben-Sen’de ise doğal bir birliktelik vardır. Nasıl ki ilişki denkleminin yalnız mutluluk üzerine kurulmadığı sağlıklı, dengeli, içinde acının da olduğu hakiki bir ilişki sadece “ben ve sen”le mümkün oluyorsa, tüm ayrılık ve boşanmalar da “ben ve o” düzleminde gerçekleşir. Ben, Sen’e, “Seni tüm kalbimle dinliyor, görüyor ve kafamda kategorize etmeden, tüm gerçeklerle anlamaya, hissetmeye çalışıyorum” diyorum. Çünkü biz ancak böyle yaptığımızda o en büyük muhatabımızın içinden geçerek “ben” oluyoruz... TSDE ki - Aralık 2015 11 DOSYA KONUSU OLMA cesareti… Her birimizin bağlı olduğu insanlar, bu insanlarla olan ilişkilerimiz sonucunda içimizde yaşadığımız acı ve boşluklar var. Bu acı ve boşlukları, ilişkide olduğumuz en yakın kişilerden gördüğümüz değersizlik, tanınmama, kabul görmeme, onaylanmama gibi durumlar sonucunda hissettiğimiz duygulardan kaçmaya çalışırken oluştururuz. Tüm bu durumlar karşısında hissedilen duygularla oluşan acı ve ıstıraba, hiçbir insan kolay kolay katlanamadığı için, boşluğu doldurmak adına farkında olmadan “olmaktan ve var olmaktan” kaçarız. Bu boşluktan kaçma girişimi, bazen cümbür cemaat formalarımızla maç seyrettiğimiz futbol tutkusu, bazen kendimizi adadığımız bir sevgili bazen de deliler gibi çalıştığımız işimiz olabilir. Ne yaparsak yapalım, amaç, acıyı hatırlamamak, boşlukta kalmamak ve acıdan kaçmaktır. “Var olmak” ise zordur, kaygıyla yüzleşmeyi gerektirir. İnsanlar kendi varlıklarında o acı-ızdırap vereni görüp onunla bir bağlantı kurmaya cesaret ettiklerinde, kaygıdan kaçmadan bir “olma halini” yakalayabilirler. Kendisini görmeyen duymayan bir insanın karşısındakini görmesi duyması ihtimali yoktur, bu şekilde ötekilerle olan ilişkimizi “monolog” şeklinde yürütürüz. Diyalogun temel prensibi olan tüm kalbinle, ötekini, en yakın muhatabını görmeye, dinlemeye, duymaya hazır olmaya geçebilmek için, içimizde bize acı yaratan olaylardan kaçmamaya ve “olma cesaretine” ihtiyacımız var. Çünkü ne yaparsak yapalım acıyı hayattan kovamayız? Acıyı hayattan kovamaya- “Var olmak” zordur, kaygıyla yüzleşmeyi gerektirir. İnsanlar kendi varlıklarında o acı-ızdırap vereni görüp onunla bir bağlantı kurmaya cesaret ettiklerinde, kaygıdan kaçmadan bir “olma halini” yakalayabilirler. TSDE ki - Aralık 2015 12 DOSYA KONUSU cağımıza göre ya olmaya cesaret edeceğiz ya da varlığımızın bize hayatımızı sürdürmemiz için sunduğu programa kör bir şekilde itaat edip, hayatımızı güya anlamlı bir şekilde ama daha çok hep görülmek, onanmak, değerli hissettirilmek programının dayatmasıyla sürdüreceğiz. Bu arada olan geçip giden hayat olur. Hayatta kalmayı zaten hepimiz başarıyoruz. Uyuyoruz, uyanıyoruz, acıkıyoruz, gülüyoruz, ağlıyoruz, konuşuyoruz. Bunu bedensel organizmamız gerçekleştiriyor ama hayatı yaşamak başka bir şeydir. Hayatı yaşamak, “olma cesareti “gerektirir. Olma cesaretini göstermeden öteki ile olan ilişkilerimizde denklemi mutluluk üzerine kurduğumuz zaman hayali hayatlar yaşarız. Oysaki yapabileceğimiz sadece mutlu olabildiğimiz o kısacık anların tadına varıp, acının en büyük öğretici olduğunu kabullenerek varlığımızdaki olanakların farkına varabilmektir. Bugüne kadar hep aynı olanaklarla ilişki kurmaya çalıştığımız annemize, eşimize, çocuğumuza bir de bu açıdan bakarak, onlarla gerçek bir “diyalog” kurabiliriz. Unutmayalım ki, kuram iyileştirmez, sadece insanı insan iyileştirir. Yaşam sürekli değişiyor. İletişim çağında, mektup, mail… hep arada bir mesafe var. Tüm bu gelişmeler hayatımızı kolaylaştıran, önemli gelişmeler ama ne yazık ki diyaloga yer kalmıyor. Sevdiğiniz birine yüz yüze söyleyemediğiniz her şeyi mesajla ya da maille söyleyebilir, duygularınızı sayfalar dolusu anlatabilirsiniz ama bu diyalog değil monologdur. Çünkü sadece söyleyip geçersiniz. Oysa diyalog, kalbin bütün sıcaklığıyla, samimiyetiyle, her haliyle karşı tarafı dinleyip, görerek, farkına varılarak kurulabilir. Ve diyalog… Son sözü yine Mevlânâ’ya bırakırsak. “Hem ben benim, hem sen sensin, hem sen bensin. Ne ben benim, ne sen sensin, ne sen bensin…” < * TSDE Başkanı Zararsızoğlu’nun Grup Terapi (Workshop) çalışmalarından derlenmiştir. Kişi ancak bilirse, tanırsa, bilinçdışıyla bilincin arasında dans etmeyi öğrenirse, denklemlerini doğru kurarsa, çözümün kendi varlığında olduğunu görür ve bu kaynağı dönüştürebilir. Bir canım, gel gör ki var yüz bin tenim Neyleyip nedsem ki ağzım sır benim Bunca insan var, "Benim", hep ben diyen Yok ki bir er, söylesin tek "Ben Senim" Mevlânâ TSDE ki - Aralık 2015 13 SÖYLEŞİ Hayat bize buradayım diyor, bunu da beden aracılığıyla hatırlatıyor... Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü’nün sertifika programları kapsamında düzenlediği Sistem Dizim Terapisi yönelimli Beden Psikoterapisi eğitiminin ikinci ve son modülünün eğitimcisi Karin Schoeber’di. Karin ile iki ayrı modülde sistemik bakış açısı ile yapılan dizim çalışmalarının yardımıyla travma ve beden çalıştık. Çalışmalarında Peter Levin’in “Somatik Deneyimleme Travma Terapisi” ile“Sistem Dizimlerini” bir arada kullanıyorsun, biraz bahsedebilir misin? Ben bu iki yaklaşımı birbirinin tamamlayıcısı olarak görüyorum. İçerik olarak yaptığım, dizim çalışmaları yönelimli travma terapisidir. Ben Somatik Deneyimleme ve Hipno-Sistemik Travma Terapisini danışanla konuşmaya ve dizimin kendisine dahil ediyorum. Sistem dizimlerinde ortaya çıkan içsel yapılar, şekiller veya etkilenmeler çoğu zaman travmatik deneyimlerle bağlantılıdır. Sistemik çalışma travma terapisine, travmatik deneyimlerin nesiller boyunca aktarıldığı bilgisinden daha fazlasını kazandırmaktadır. Her iki yaklaşım da terapistte bir farkında olma duruşu yaratmakta ve mevcudiyet gerektirmektedir. Danışanın veya dışsallaştırılmış referans sisteminin iç dünyasında kendiliğinden bir denge oluşturmasını destekliyorlar. Ben dizim çalışmalarını; daha çok “olmaya davet ve dizimlerin olmak için yarattığı alan” şeklinde algılıyor ve yaşıyorum. Benim fikrimce Somatik deneyimleme Somatik deneyimleme bir içsel algılama egzersizidir. Sistem dizimleri ise, iç dünyanın dış dünyayla olan ilişkisinde algılamanın dışsallaştırılmasıyla desteklenmesine yarayan bir süreçtir. · KARIN SCHOEBER KİMDİR? Avusturya Viyana’da psikoterapist ve süpervizör olarak çalışan Karin, psikoterapist lisansını 1993 yılında aldı. Kültürel antropoloji ve psikoloji biliminin yanısıra Gestalt, Geçiş eğitim sistemleri, Core Energetics, Sistemik Aile Terapisi, Organizasyon Dizimleri, Somatik deneyimleme gibi alanlarda da uzmanlığı bulunan Schoeber, Sistem Dizimleri ÖFS (Avusturya Forum Sistem Dizimleri) üyesidir. TSDE ki - Aralık 2015 14 SÖYLEŞİ bir içsel algılama egzersizidir. Sistem dizimleri ise, iç dünyanın dış dünyayla olan ilişkisinde algılamanın dışsallaştırılmasıyla desteklenmesine yarayan bir süreçtir. Her iki yöntem de bilinç ile içsel yapıları ilişkilendirerek danışanda farkındalık yaratıyor. Senin tanımınla terapi nedir? Terapi benim için bir algılama antrenmanıdır. Bilinçli bir şekilde ve o an karar verebilmem için, farklılığı bilinçle ayırt edebilme antrenmanı da diyebilirim. Algılama, bilinci yaratır. Bilinç; farklılaştırmayı ortaya çıkarır. Böylece bizim karar vermemizi geliştirir ve bu da bizi esnetir. Genetik olarak ailemizden aldıklarımız, arkadaşlarımızdan, çevremizden, kültürümüzden devraldığımız her şey kendimiz hakkında bir konsept geliştirmemizi sağlar. Bu durum bizim yapımızı oluşturur, algılarımızın katı veya esnek olmasını sağlar. Oluşan bu yapı ve dizim sonrasında oluşan akışın varlık ile arasındaki bağ, beni çok etkiliyor. Bunu yaptığım çalışmalarda önemli buluyorum. Çünkü danışanın sürecinin yanısıra ben de kendi yapım, kendi akışım, kendi varlığım hakkında sürekli bir şeyler öğreniyorum. Algılama egzersizi derken, tam olarak neyi kastediyorsun? Algılamanın tüm alanlarını, yani hissetmeyi, tanımayı, hatırlamayı ve kavramsallaştırmayı kastediyorum. Algılamanın şu ana kadar mevcut olmayan yönleriyle iletişim kurabilme yeteneğinin egzersizi yapılmaktadır. Bu egzersiz farkında olmayı arttırır, ayırt etme yeteneğini güçlendirir, sahip olduğumuz sabit fikirlerimizi, kalıplarımızı ve kişiliklerimizi esnekleştirir ve gevşetir; bunun sonunda yeni deneyimler için alan açılır. Terapist olarak, danışanlarımızın bireysel otantikliği ile sisteme dâhil olmasının arasında bir denge sağlama arayışı sürecinde onlara yardımcı oluruz. “Bireysel otantiklik” derken? Eski kalıplarına dolanmadan veya direnç içerisinde hapsolmadan danışanın kendi kendini algılamasıdır. Yani hem kendin olmak hem de bir ilişki içinde olmak, yabancı olanı yabancı olarak bırakmak ve buna rağmen kendi sesinle bir uyum içerisinde, farklı olmaya müsaadeli olduğunu hissedebilmek. Karin’e göre travma nedir? Travma bağlantının kaybıdır, neyin travma olduğuna her beden kendi kişisel sistematiği içinde karar verir, benim için fazla olan başkası için dayanılır olabilir ya da tersi geçerlidir. Kendimle, bedenimle, bedenimin parçalarıyla bağlantısının kaybı, bedenin işlevinin kaybı, diğer insanlarla olan bağlantıların kaybı, aile veya kolektif yapılara olan bağlantıların kaybı. Ayrıca bu kişinin dünyayla olan bağlantılarının kaybı, vatana ve kültüre olan bağlantıların kaybı veya başka bağlamlarla olan bağlantıların kaybı da olabilir. Ama en kestirme olarak kendine ve kendi bedenine olan bağlantıların kaybı diyebiliriz. Peter Levine, bize travmanın ne olduğu hakkında çok basit bir tanımlama verdi, organizmaya fazla yük bindiren her şey travmadır. Burada önemli olan nokta, fiziksel ve ruhsal esneklik, travmatik deneyimlerden dolayı kısıtlanmaktadır. Biz bu duruma “Donup kalma, felç” diyoruz. Dizim çalışmaları, danışanların Dizim çalışmaları, danışanların kendi algılama yetenekleri ile daha yoğun bir temasa geçmelerine, böylece daha yüksek bir esnekliğe sahip olmalarına ve değişikliklere karşı bir güce erişmelerine yardımcı olmaya olanak tanımaktadır. TSDE ki - Aralık 2015 15 SÖYLEŞİ kendi algılama yetenekleri ile daha yoğun bir temasa geçmelerine, böylece daha yüksek bir esnekliğe sahip olmalarına ve değişikliklere karşı bir güce erişmelerine yardımcı olmaya olanak tanımaktadır. Danışanların bu esnekliğe ulaşmaları nasıl sağlanıyor? Dizim çalışmalarında organizmanın kendi kendini dengelemesi için alacağı bir sinyal ile organize olup kendini yeniden tanımlayabileceği varsayımından yola çıkıyoruz. Bu süreç şu kavramlarla tarif edilir: Felt sense: Tümsel hissetme ve gözünde canlandırma Tracking: Terapistin, danışanın deneyimleri ve doğrudan tepkileri ile karşılıklı iletişime girebilme konusundaki yeteneği Titration: Küçük adımlarla, azar azar bedene ve kişiliğe uygun bir şekilde, problem alanı ile temas kurmak. Pendulation: Organizmanın içinde problem alanı ile kaynak alanı arasında gidip gelme, sallanma... Deşarj olmayı desteklemek ve değerlendirmeye göre çözümlemek (psiko-duyusal) Terapi bir algılama antrenmanıdır, bilinçli bir şekilde ve o an karar verebilmek için, farklılığı, bilinçle ayırt edebilme antrenmanı da diyebiliriz. Containment: Terapistin desteği ile (tracking) danışanın kendi hisleri üzerinde hâkimiyet kurması, destek ve sınırlarını hissetmesi ve kendi sahip olduğu olanaklar alanını tahmin ederek algılaması. Karşılıklı iletişime girerek farkında olmamızla gerçekleşen, vazgeçilmesi ve faydalanılması gerekenler çok daha belirginleşir ve deneyim edilebilir hale gelir. “Mevcut olmak” ifadesini kullanıyorsun, bununla kastettiğin nedir? Ben artık yaptığım terapötik çalışmalarda ve verdiğim derslerde, hangi rahatsızlıkların var olduğunu ve bunların ne gibi bir tedavi gerektirdiğini sorgulayan teşhis koymaya yönelik bakış tarzından daha çok, sağlıklı olanı nasıl destekleyebilirim sorusundan yola çıkıyorum. Bu yaklaşım gereği, beden ile çalışmanın anlamını öncelikli olarak terapist ile hasta arasındaki bağlantı ve ilişkiyi destekleme olarak görüyorum. Herhalde terapist olarak yapabileceğimizin en iyisi, hastalarımız veya danışanlarımızla karşılıklı etkileşim içindeyken mevcut olmak, yani o an orada olmaktır. Geriye kalan her şey bizim yardımcı araçlarımızdır. Böyle bakıldığında, mevcut olmanın eğitimi, dikkatli olmayı, duygusal açıdan algılayabilmeyi ve hastayı alışılagelmiş ilişki çerçevesi içerisinde “tutabilmeyi” geliştirmenin anahtarıdır. Bildiğiniz gibi bu yaklaşım bazı beden terapisi okullarında öğretilip uygulanmaktadır. Benim mevcut olmayı öğrenmem geliştirilmiş bir bedensel çalışma yöntemi olan Breema vasıtasıyla oldu. Bu yöntem, basit prensipler üzerine kurulu olup, kendi bedenin TSDE ki - Aralık 2015 16 SÖYLEŞİ Yani tehlike olarak algıladığımız durum geçene kadar koruma pozisyonunda kalınıyor. Bu korunma pozisyonuyla anlatmak istediğim korunma, hareketsiz ama her an hazır olma hali. Burada çok yüksek bir enerjiden bahsediyorum. Bu enerji eğer boşaltılmazsa o zaman bölünme ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bağlantı tekrar kurulabilsin diye bu enerji de kendini boşaltmak istiyor. üzerinde veya iki kişi olarak değişimli yapılabilen bir dizi standart egzersizlerden oluşmaktadır. Ayrıca yine mevcudiyetin desteklenmesini temel alan bir dizim şekli olan “Otopoetik Dizimler” yani bir sistemin kendi kendini yaratması ve hayatta tutması ile çalışıyorum. Benim çalışmalarımın iki ayağı da dikkatli olmayı, kendi bedeninin farkına vararak oluşturmaya ve derinleştirmeye yöneliktir. “Breema” ile “Otopoietik Dizimler” çalışmasını bir araya getirmek, bedensel terapinin yeni ve çok etkili bir şeklidir. Bir olay travma olarak algılandığında organizmada neler oluyor? Organizmanın zorlandığı bir durum yaşandığında, bu durumdan kaçamadığımızda ve bununla savaşamadığımızda organizmada donma gerçekleşiyor. Bir şey ne zaman travmatik olarak tanımlanabilir? Eğer bir şey bir organizma için çok hızlı, çok şiddetli ve çok fazla olduysa buna travmatik diyebiliriz. Ve bu üç unsur yani çok hızlı, çok şiddetli ve çok fazla olan, her bünyenin kendisinin karar verdiği bir durumdur. Çünkü benim organizmam için dayanılır olan, başka bir organizma için dayanılmaz olabilir. Bedenimiz bizim kişiliğimiz için adeta bir muhafaza, bizi taşıyan bir konteyner gibidir. Ve şu an burada olmak için bedenimize ihtiyacımız vardır çünkü bedenimizin içinde kendi kendini ayarlama, dengeleme gerçekleşir. Travma için bağlantının kopması dedin, peki travmanın kendi kendine iyileşmesi ya da travma yaşamış kişilerin herhangi bir profesyonel yardım almadan kendi travmalarını iyileştirebilmeleri mümkün mü? Olanak olarak her şeyin mümkün olduğuna inanıyorum. Savaşa katılmış insanları düşünürsek onların hiçbir yardım almadan 90 yaşına kadar gelenleri var, TSDE ki - Aralık 2015 17 SÖYLEŞİ onların neler yaşadıklarını düşünürsek mümkün derim. Ama travma ile oluşan bir bölünme var ve bu bölünme (ikiye ayrılma) kişi için bir yaşam tarzına dönüşebilir. Yani bir anlamda bazen travmalar insanları hayatta tutar mı demek istiyorsun? Travmanın kendisi değil ama bölünme kişiyi hayatta tutar. Bu bir mekanizmadır. Yaşanılan bir olay var ve bu olay yüzünden kişi travma yaşadıysa ona verilen tepki sonucunda bölünme oluşuyor. Orada bir makam var ve bu makama bölünmenin bekçisi deniliyor. Çünkü bu makam travma yaşandıktan sonra ne yapılacağına karar veren yer. Acıyı yaşayan bu ma- kam, tekrar aynı acı yaşanmasın diye “bu bölünme devam etmeli, hiçbir şey hissedilmeyecek, bir şey duyulmayacak” der. Bu bazı şeyleri görselleştirmek amacıyla yapılan bir tanımlamadır, o yüzden sadece bu tanımlamayla yetinmek istemem. Eğer sağlıklı olan taraf hala yeterince sağlamsa travmaya rağmen hayatta kalınabilir. Fakat bu şekilde yaşamaya devam edildiğinde bir şeylerden feragat ederek hayatta kalınır. Travma sonrası ayrılan bu parçaların bir araya gelmesiyle ne olur? Bu parçalar bir araya getirildiğinde, dizimlerde gördüğümüz gibi organizma için daha fazla canlılık, daha fazla akış ve daha fazla mevcudiyet mümkün oluyor. Ve sonuç itibariyle yapı olarak da daha fazlasının mümkün olduğunu görüyor ve anlıyoruz. Genelde kişiler travmalarını nasıl dile getiriyorlar? Bunu onların dile getirmesine gerek yok, “yaşadıkların sana fazla mı geldi?” diye sorarım, “senin travman var” diye dile getirmeme gerek olmadan onun yaşadıklarının travma olduğunun farkında olmam yeterli olur. Travma terapisi veya beden terapisi dizim çalışmalarına psikosensorik bir derinlik katar. Bu derinlik bir anlamda bedenin algıladığı sinyallerin farkında olmak demektir. Dizim çalışmasıyla ulaşılan bu sensorik algılama, zihinsel bilgilenmeyi daha derinleştirir. TSDE ki - Aralık 2015 18 SÖYLEŞİ Travma olarak algılanan bir olay meydana geldiğinde, yani organizmanın zorlandığı bir durum yaşandığında ve biz bu durumdan kaçamayıp bununla savaşamadığımızda organizmada donma gerçekleşir... Dizim çalışmalarında bedenin önemi ne? Travma terapisi veya beden terapisi dizim çalışmasına psikosensorik bir derinlik katar. Psikosensorik, bir anlamda bedenin algıladığı sinyallerin farkında olmak demektir. Dizim çalışmasıyla ulaşılan bu sensorik algılama, zihinsel bilgilenmeyi daha derinleştiriyor. Duyguların algılanması, bedenle zihni bir araya getiriyor, bu şekilde aslında kapasiteyi geliştiriyoruz. Bunu hissederek yapıyoruz. Dayanılmaz olduğu için bir tarafa itilmiş hislerin aslında yaşanılıp bittiği ve bu sayede şimdi burada olduğumuzu hissederek farkına varmak. Bu yaşananlara rağmen hayatta kalmış olmak. Bu dayanılmaz olma konsepti bir zamanlar için doğruydu ama şimdi bugün baktığımız zaman hala ne kadar geçerli. “Evet o gün için yaşananlar dayanılmazdı ama ben hayatta kalmışım” önemli olan bunun bilincine varmak. Beden ile çalışırken hareket ve dokunmak, fark etmek ve anlamayı mı kolaylaştırır? Bilinç için her ikisi de gerekli. Farkına varmak için, algılamak, hissetmek, tanımak gerekli. Bu üçüne birlikte farkına varmak diyoruz, bu üçü içinde hem dokunmak hem hareket gerekli. “Bu nasıl bir his, nasıl bir duygu”, “bunu bedeninin neresinde ve nasıl hissediyorsun” diye soruyoruz ve oradan yola çıkarak kapasiteyi genişletip dağıtıyoruz. Sonuçta kişinin ifade etme olanaklarını ve davranış kabiliyetini genişletmek için yapıyoruz. Böylece terapi süresi içinde bağlantı kurma olanağı ortaya çıkıyor. Duyguya kabul görmüş olarak bakılmasını sağlıyor. Adım adım yaklaşma yöntemi de kapasitenin genişlemesini sağlıyor. Hissedilip, tanındığı kabullenildiği zaman bilince ulaşıyoruz, bilinç de fark etmeye yol açıyor. Fark etmek de yeni kararlar vermeye olanak tanıyor. Bu da yeni bir şekillendirmeyi esnek hale getiriyor. O zaman boşalmalar görüyoruz. Ağlama, titreme, terleme bazen gülme, bazen soğuk duş almış gibi veya ateş basar gibi hissetme vb. Çünkü baskı altında tutulan yükleme kendine bir ifade tarzı arıyor. O zaman enerji tüketilmiyor. Enerji unutulmak istenileni geride tutmak için kullanılmadığı için yeni bir kullanım için hazır hale geliyor. Dolayısıyla beden devasa bir kaynak ve bilgilerin taşıyıcısı. Bize bir şeyleri gösteriyor belki de semptomlar vasıtasıyla gösteriyor. Semptomlarda çoğu zaman duygular ve hislerle derin bağlantılıdır ve bu duygular kabul görmek isterler. Kontrol mekanizmasından bahsetmiştik. Her şeyi kontrol eden birinin bu durumdan tamamen kurtulamayacağını fakat o tarafın onurlandırılacağını söylenmiştin, biraz açabilir misin? Biz rahatsızlık veren kontrolü etkisiz hale getirmek istiyoruz. Kontrol genelde aynı bekçi gibi ikincil bir oluşumdur. Bir yara, bir de kontrolümüz var. Bir zamanlar “kontrol etmenin” bir işlevi vardı. Sadece bunun için bile ona saygı duymamız lazım. Ondan sonra bu yaralanmaya ve yaralanabilir olma durumuna bakabiliriz. Örneğin; 4 yaşında bir çocuk yaralandı ve o zaman ne hissetti, onun hissi o an için neydi, belki de bir çaresizlik, bir güçsüzlüktü. Ve acı ile çok bağlantılıydı, kalbini sıkıştırdı. O anda bu yaralanmışlıkla devreye giren kontrol mekanizması “ben kalbimi kimseye açmayacağım” dedi. O zaman ve durumda kontrolün koruma için önemli bir görevi vardı. Ve biz “zamanında senin önemli bir işlevin vardı” diyebildiğimizde ona saygı göstermiş oluruz. İşte ancak o zaman hem hüzünlü hem de acı çeken 4 yaşındaki çocuğa bakabilir onunla birlikte hissedip empati kurabiliriz. Bu şekilde burada olduğumuzun, o 4 yaşındaki çocuk olmadığımızın ve bugünü yaşamak istediğimizin farkına varabiliriz. O günkü yaralanmaya saygı duyup, içimdeki yaralanmış çocuğu görüp artık bu yaralanmış çocuk olmadığımın ayrımına varmam çok önemli. Çünkü böylelikle şimdi hem otoritenin hem de yaralanmanın elinden kendi gücümüzü geri almış oluyoruz. < Esra Can - Yadigar Zararsızoğlu Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Aralık 2015 19 EDEBİYAT “BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…” İstanbul’da bir masal anlatıcısı Judith Malika Liberman, büyüklere masallar anlatıyor. Masal Terapi isimli kitabıyla da, büyükleri bir masal oyununa davet ediyor. Ona göre; masallar anlaşılmak ve çözülmek için değil, deneyimlemek ve tadını çıkarmak içindir. Judith, bizi masallarla oyun oynamaya davet ediyor. Kumbaracıbaşı Yokuşu’ndan aşağı inerken sanki İstanbul’dan bir an için kopuyorsunuz. Numara 50, küçük sıcacık bir mekan. Masal dinlemeye gelmiş her yaştan insan var. Çocuk mu? Sadece iki tane. Bu masallar sadece çocuklar için değil büyükler için yazılmış. Judith, gerek müzikle, gerek mimikleriyle bizi “bir varmış, bir yokmuş“ zamanına götürüyor, dere tepe düz giderken, diye yol alıyor, onun sesindeki melodiye kulak veriyoruz. Çocuk oluyoruz, yetişkin oluyoruz. “Masallar bilge arkadaşlar gibidirler, sana gelmelerinin bir sebebi vardır“ diyor Judith. Judith’le söyleşi yapmak da, masal gibi. O kadar güzel anlatıyor ki, araya girip soru sormak istemiyorsun… “Masallarda herkes prensini mi bekliyor.” Masallarda her şey simgesel. Herkesin aşkın peşinde olduğu da bir simge. Birlik nedir? Tam olma halimi- · JUDITH MALIKA LIBERMAN KİMDİR? Bir masal anlatıcısı, eğitmeni ve sanat terapistidir. 1978’de Paris’te doğan Liberman, günlerin ateş başında masallar anlatılarak sona erdiği bir komünde büyüdü. Paris Konservatuarı’nda Giles Bizouernes yönetiminde profesyonel masal anlatıcılığı eğitimi aldı. Vendome CLIO’da sözlü anlatım eğitimlerine katıldı. Üniversiteler ve UNESCO ile işbirliği içinde Türkiye’de masal anlatıcılığının yeniden canlanmasına katkıda bulunan Liberman İstanbul’da düzenli olarak masal anlatma geceleri düzenlemekte, masal anlatıcısı olmak isteyenler için eğitimler vermektedir. TSDE ki - Aralık 2015 20 EDEBİYAT ze ulaşmak. Aslında hepimiz, tam olma, huzurlu ve mutlu olma haline ulaşmaya çalışıyoruz. Belki de o tamlık, senin için bir evlilik olabilir. Belki bir insanla gerçekleşir, belki de birçok anlamda kendi benliğinle. Çocuklar ise masalları dinlerken, masallardaki aşk ya da evliliğin bir kontrat değil, daha derin bir şey olduğunu biliyorlar aslında... Masallarda kahramanlar arketipsel... Güzellik de, kişinin iç dünyasının dışına yansıması. Birçok masalda güzel derken kalbin temiz olması anlatılıyor. İçimizde ya tamamen iyi, ya tamamen kötü karakteri barındırıyoruz. Tamamen iyi olan yanımızla, o küçük kız, hep cömert, hep iyidir. Masalda yola çıkar ve o yolda birine yardım eder. Ve ödülü, her gün daha güzel olmaktır. Kötü yanımız da masallarda fiziksel olarak çok çirkin sembolize edilmez. Ama içi kapkaranlık ve sabırsızdır. O yola çıktığında ise yardım etmek yerine hep alır. Cezası da çirkin görünmektir. Aslında hayatta da böyle şeyler olur. Burada güzellik kavramından model olarak bahsetmiyoruz. İyiliğin insanın yüzüne yansımasını anlatıyoruz. “Masalları okumayacağız, anlatacağız.” Masalları dinlerken, içimizde bir yere ulaşıyor, demleniyor. Bir daha anlatınca, sana ait olan bir şeyi ekliyorsun, beğenmediğin bir şey varsa, onu çıkartıyor, bir daha anlatmıyorsun. Herkes masalları kendi değerlerine göre değiştiriyor. Masal gönüle, gönülden de dile geliyor. Böyle bir yolculuk. “Masallar kişiselleştirildiği için ayakta kalıyor.” Ne kadar değiştirilse de, özü kalıyor, ama ayrıntılar değişebiliyor. Kemerin altın mı, işlemeli mi olduğu önemli değil. Önemli olan, senin için güzel bir kemer olması. Senin için hangisi zevkliyse masala onu öyle eklersin. O yüzden çok derin psikolojik etkisi var. Bir anne, çocuğuna masal okurken, ondan çok farklı değerlere sahip bir yazarın yazıya döktüğünü okuyor. Anne kendi değerlerini ifade etmediği için aslında bu bir duvar. Oysa bazı masallar, çok ulusalcı, çok ırkcı bir dönemde yazıldı ve bazı değerleri içinde barındırırdı. Mesela bir insan cimri ve açgözlüyse, masallarda o kişi yahudi olarak adlandırılıyordu. Açgözlü insan, neden yahudi olsun ki? Masallarda çok derin bir yolculuk var. Bizim bilinçaltında yapmamız gereken bir yolculuk. Büyümek için insanın bilinmezliğe doğru gitmesi, risk alması gerekiyor. TSDE ki - Aralık 2015 21 EDEBİYAT “Kırmızı Başlıklı Kız’ın şapkasının kırmızı olması değil önemli olan, önemli olan yutulması...” Her masalın bir sürü versiyonu var. Kırmızı Başlıklı Kız, yutulduktan sonra o kozadan çıkıyor. Temelde çok derin bir yolculuk var. Bizim bilinçaltında yapmamız gereken bir yolculuk. Büyümek için insanın bilinmezliğe doğru gitmesi, risk alması gerekiyor. Bu riski aldığı zaman yutulacak, orada bir süre midenin içinde kalacak, kozada kalır gibi. Midenin içinde dönüşüm yaşayacak ve bu sayede kendi kendine kozadan çıkma gücü kazanacak. Ben bu masalda hiçbir zaman avcı versiyonunu anlatmam, avcı versiyonu dışarıdan çıkartıyor. Birçok versiyonda Kırmızı Başlıklı Kız cebindeki makaslar sayesinde kozanın içinden çıkııyor. Bu, aslında derin bir psikolojik yolculuk. “Masalları yazmak, bir hiyerarşi yaratıyor.” Yazmak aslında bir otorite, bir hiyerarşi yaratıyor. Masallar yazıya dökülmeden önce, bütün ülkelerde kadınlar tarafından anlatılıyordu. Ama daha sonra güçlü emperyalist ülkelerin zengin, eğitimli ve şehirli erkekleri tarafından yazıya döküldü. Fransa’da Kırmızı Başlıklı Kız’ın en son versiyonunu, erkek gücünü onaylayan Perrault yazdı. Bu versiyonda genç kız büyüme esnasında yutulduğunda bir erkek ya da eş yardımıyla mideden çıkabiliyor. Bu koza-kelebek hikayesine benzer. Kozayı kelebek yerine siz açarsanız bu kelebek uçamaz. Çünkü koza açma mücadelesi, kelebeğin kanatlarını güçlendirir ve ancak kendi kozasını açan kelebek bu güce sahip olur. Kırmızı Başlıklı Kız, ormana gidip yutulduğunda çaresizliği hissediyor, dibe vuruyor ve o anda “benim makasım var, ben buradan çıkarım” diyor. Makasıyla kozadan kendisi çıkabilen, uçabilen bir Kırmızı Başlıklı Kız. “Masalların derininde, ruhumuzun yarattığı bu bilinçaltı yolculuklar var.” Aslında masallarda anlatılanların hepsi yaşamın kendisi. Ara sıra hayatta dibe vurduğun zaman yutuluyorsun ve bu kozanın içindeki dönüşüm tohumun öyküsü gibi. Toprak onu yutuyor, tohum karanlık TSDE ki - Aralık 2015 22 EDEBİYAT içinde kayboluyor, toprak onu sindiriyor. Belki bir tehlike var, ancak tohum sadece uyursa ve beklerse çıkıyor, ağaç oluyor. Masallar bizim de birer tohum olduğumuzu ve bir şeyin içinde yutulmaya, durmaya kışı, karanlığı yaşamaya ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Büyümek, bir sonraki adıma gitmek için. Kırmızı Başlıklı Kız da da böyle, kurdun karnından çıkan artık bir çocuk değil. Kendi kendisine bakabilen kendisini koruyabilen genç bir kadın. “Çocuklar kurttan korkar mı? “ Bizim bir mantıksal, bir de sezgisel zihnimiz var. Yetişkinlerin sezgisel zihninde düşünme tarzı zayıf olsa da, çocukların sezgileri çok güçlü. Masalda da o sezgisel dil konuşuyor. Hiç bir çocuk kurdun göbeğinden tüm kıyafetleriyle ya da sadece tokası düşerek çıkmış Kırmızı Başlıklı Kız’a şaşırıp sormuyor. Zaten kızın gerçekten öldüğünü ve yendiğini görmediği, mantıklı düşünmediği için bunun simgesel olduğunu algılıyor. Masallarda kıyafetler, yemekler değişebilir, ormanda kurtla, ayıyla ya da aslanla karşılaşabilir. Hatta daha modern versiyonlarda, bizim Kırmızı Başlıklı Kız, bir İstanbul mahallesinde temkinsiz geziyor olabilir. “Her masal bir yolculuk...” Masallar, öncelikle ruhun iç yolculuğu. Aslında bütün kahramanlarda biz varız. Ormana giren Kırmızı Başlıklı Kız, bizim saf çocuk yanımız ve ormanda yaşadıkları sayesinde bu çocuk büyüyor. Daha üst seviyede büyükanne ve anne yani aile içi ilişkiler ve kıskançlık var. Babaların farkındalık eksikliği sebebiyle, annenin çocuğu sahiplenmesi ve aç kalacak endişesi var. Masallarda iyi ve kötü anneden de çok bahsediliyor. Masalın başlangıcında iyi anne genellikle ölüyor. O, hep seni seven, hep sana bakan iyi anne. Peki annenin ölümüyle ne oluyor? İyi anne, geride bıraktığı bir ağaç, bir bebekle, aslında enerji olarak hala var ola- Masallar, öncelikle ruhun iç yolculuğu. Aslında bütün kahramanlarda biz varız. Ormana giren Kırmızı Başlıklı Kız, bizim saf çocuk yanımız ve ormanda yaşadıkları sayesinde bu çocuk büyüyor. TSDE ki - Aralık 2015 23 EDEBİYAT bilir. Örnek olarak Vasilis’in bebeği, annesi gibi onu koruyor. Yalnız bu iyi anne, çocuğun büyümesini engelleyen bir annedir. Çünkü bu iyi anneye kalsa, çocuk kendi yemek yiyemez. Risk alması gerekmez. Bu iyi anne, çocuğun her dediğini yapmaya çalışıyor. Bu sebeple bebeği daima bebek olarak kalıyor. Kötü anne, “hayır, sen bu kaşıkla kendin yemeğini yiyeceksin, çünkü o yaşa gelmişsin” diyor. Bütün anneler hem çok iyi, hem çok kötüdür. Çünkü bütün anneler, hem çikolatalı pasta, hem de ıspanak yapar. Çocuğa göre ıspanak yapan anne bir cadıdır. Üstelik, sadece yapmıyor bir de zorla yediriyor. Çocuk da içten içe, “iyi annem ölmeseydi, bu cadı gelmeseydi” diyor. Çocuğun içinde annesine karşı bir nefret olabiliyor. Anneler onlara göre çok kötü şeyler yapıyor. Uyusun diye yatağa gönderiyor, ıspanak yapıyor, ödev yaptırıyor, sınırlar koyuyor. Çocuğun Masallarda aslında prens değil, aşk kurtarır. Aşk sadece romantik aşk anlamına gelmiyor, aşk tam olmak demek... İçimizdeki o derin eksikliği gidermek için, sahte prenslerin peşinden gidiyoruz. Bazen de tüketimle veya işle doldurmaya çalışıyoruz. Aslında aşkla doldurmamız gerek. Bu, ilahi ya da ekolojik aşk olabilir. büyümesi amacıyla bu kuralları koyan anneye karşı çocuğun içinde bir nefret olabiliyor ya da şiddet hissedebiliyor. Ama ona karşı duyduğu bu şiddeti mağdur olacağı için bastırıyor. Aslında cadı, bu öfkeyi ortaya çıkaran bir simgedir. Yetişkin hayatımızda kimse bize bu kadar baskı kurmuyor. Kimse bize sevmediğimiz yemeği zorla yediremiyor. gidermek için birçok sahte prenslerin peşinden gidiyoruz. Bazen de tüketimle veya işle doldurmaya çalışıyoruz. Aslında aşkla doldurmamız gerek. Bu, ilahi ya da ekolojik aşk olabilir. Eğer birisi, gerçekten hayattaki tek kurtuluşunu evliilik olarak görüyor, bir kadın sadece koca bulması ve ona bakması gerektiğine inanıyorsa, bir masalı anlattığı zaman da öyle aktaracaktır. “Aşk, tam ve eksiksiz olma hali...” Masallarda kahramanı aslında prens değil, aşk kurtarır. Aşk sadece romantik aşk anlamına gelmiyor, aşk tam olmak demektir. İçimizdeki o derin eksikliği Bir zamanlar evlilik, kadınların anne ve babasından ayrılmasının tek yoluydu. Şimdi ise kadınlar daha özgür. Bu masalı anlattığı zaman, artık amacının tam ve eksiksiz olma haline ulaşmak olduğunu biliyor. TSDE ki - Aralık 2015 24 EDEBİYAT Ben masallarla büyüdüm. Annem babam evli değildi, 40 sene beraber yaşadıktan sonra, üç sene önce evlendiler. Benim sosyal çevremde, aşk çok üstün bir değerdi, ama evlilik o kadar da değerli değildi. Bana bir sürü masal okundu ve sonunda insanlar evlendi. Ben bu yaşıma geldim ama hala evlenmedim. Evliliğe karşı olduğum için değil, sadece evlenmem gerektiğini düşünmüyorum. “Masallarda ailemiz…” Masallarda kızkardeşlerin arasındaki kıskançlıktan açık açık bahsedilir. Kız kardeşlik vahşi bir şeydir. İster istemez o öyle, ben böyleyim karşılaştırması vardır. Bir sürü masalda kardeşler, üçüncü bir kardeşi kıskandığı için kuyuya atıyor. Ve biz masalı dinlerken, hem kuyuya atan, hem de kuyuya atılmış kardeş oluruz. Çocuklar bu durumda cinayetten değil, sadece derin bir kıskançlıktan bahsettiğimizin farkındalar. Çünkü onlar da annelerine “seni öldürmek istiyorum” derken, içlerindeki o derin kıskançlığı anlatmak isterler. Bu duyguyu psikolojik açıdan ifade edemediklerinden, masallar aracılığıyla bunu dile getirirler. “Kıskanmak” nedir aslında? Masallarda kıskanmak, kıskandığımız kişinin güzelliğini ya da başarısını kimsenin görmemesini sağlamak ve onu kuyuya atmaktır. Aslında hiç kimse kuyunun dibinde ölmez, orada başka dünyalar, genellikle bilgelik bulur. Bir alt dünyaya, derin bir psikolojik dünyaya gider. Birisi sizi kıskanıyorsa, ışığınızı söndürmeye çalışır. Ama siz, derin kuyular içinde kendinize ait başka bir cevher bulursunuz. Masallarda alt dünyalarda karanlık yoktur. Mücevher dolu ağaçlar vardır. Yani içimizde, derin ve karanlık yerlerimizde bulunan altınların keşfedilmesi ve bir mücadeleden çıkabilmenin öğrenilmesi vardır. “Masallar bize vahşi mi geliyor?” Masalda her karakter bir arketiptir aslında. Külkedisinin kızkardeşleri gibi. İki ablası var. Ayakkabıyı denetmeye geldiklerinde, anne kızlarına “senin için küçük olan bu ayakkabıya ayağını sokarsan kraliçe olacaksın, biraz efor sarfet başparmağını kes ve ayakkabıya sığ” diyor. Başparmak kesiliyor, ayakkabıya giriyor ancak yolda prens kanlı ayakkabıdan anlayıp kızı geri getiriyor. İkinci kızkardeş de ayakkabıya sığabilmek için ayağını törpülüyor ama prens yine anlıyor. Bu masalda da birinci ve ikinci kız kardeş biziz aslında... Kaç kişi annesinden “efor sarf et, doktor olacaksın” gibi cümleleri duyar hayatı boyunca. Belki doktor olmak değil, müzisyen olmak istiyoruz. Ama Bizim bir mantıksal, bir de sezgisel zihnimiz var. Yetişkinlerin sezgisel zihninde düşünme tarzı çok zayıf olsa da, çocukların sezgileri çok güçlü. O sezgisel dil konuşuyor masalda... doktor olmak için, ruhumuzdan bir parçayı kesmemiz gerekiyor. Masallar bu bakış açısıyla bize vahşi mi geliyor? Masalda sadece bir başparmak kesiliyor. Fakat çocuğu doktor ya da mühendis olmaya zorlamak bize vahşi gelmiyor. Ben bu iki durum arasında hiç bir fark görmüyorum. Masal herkes prensle evlensin demiyor ki, seni tam ve eksiksiz yapacak şey ne ise, onu ara bul diyor. Aşkı bul, kendi prensini bul, müzisyen ol, doktor ol, mühendis ol ya da ev kadını, anne ol diyor. Sen hem büyük kardeşsin, hem külkesidisisin. Bazı durumlarda bize ait olan ayakkabıları giydik, bazılarında da bize ait olmayan kaç ayakkabıya girdik. TSDE ki - Aralık 2015 25 EDEBİYAT Kıskanmak nedir aslında? Onun güzelliğini ya da başarısını kimsenin görmemesini sağlamak, örneğin kuyuya atmak. Hiç kimse kuyunun dibinde ölmüyor, orada başka dünyalar, genellikle bilgelik buluyor. Bir alt dünyaya, derin bir psikolojik dünyaya gidiyor. Özellikle kadınların çok ayakkabısı var. Bu, hem simgesel, hem de dolabımızda. Kaç tanesi rahat, kaç tanesi bizi güzel gösteriyor. Belki de çoğu hiç rahat ettirmiyor. “En büyük korkumuz, yenmek...” Geleneksel masallar hep iyi bitiyor. Karanlıkta yürümeye devam etmekten, çıkışı bulmaktan, ruhun çabalamasından söz ediyor. Örneğin; Hansel ve Gretel. Kıtlıktan dolayı anne babası onları terk ediyor. Masalın başında en büyük korkuları ile yüzleşiyorlar. Masal, çocukları alıyor, bir ormana sokuyor, ormanda yürürken kayboluyorlar, daha da kötüsü bir cadıyla karşılaşıyorlar. Cadı, onları yemeye kalkıyor. Bizim de en büyük korkumuz da yenilip yok olmak. Hayatta da hep yenilmemeye çalışmıyor muyuz? çocuk ya da yetişkin ne fark eder? Masal diyor ki, bu korktuğun her şey, senin de başına gelebilir. Terk edilebilirsin, kaybolabilirsin. Ama sen güçlüsün. “Masallar hep yaşıyor...” Dünyada “yazılmış” en eski masal “İki Kardeş” masalıdır. İ.Ö. 14. yüzyılda yazılmıştır. Bir romanın ömrü masaldan çok daha kısadır. Antropolojide 500 sene tamamen bir yenilenme demektir. Çünkü 500 sene bütün bir kültürün yenilenmesi ve değişmesi için yeteri kadar uzun bir süredir. Ama masallar hep yaşıyor, ben 3400 sene önce yazılmış bir masalı, başka bir kültürde anlatıyorum. Yaşadığımız çağda sürekli bölünüyoruz. Kadın bir tarafa, erkek bir tarafa, gençler bir tarafa ve yetişkinler bir tarafa... Hepimiz çok farklıyız. Ama masallar bize diyor ki, “her yerde farklılıklar var, ama günün sonunda hepimiz biriz, ortak olduğumuz bazı dertler var.“ 500 sene geçse de bunlar hiç değişmiyor. “Bir masal mı seçsek?” Ben cocukluktan beri kendime masal kitaplarıyla terapi yapıyorum. Bu, yüzyıllardır uygulanan bir yöntem. Arkadaşlarımla birlikteyken, birisinin bir derdi olduğunda, “bir masal mı seçsek” diyoruz. Amaç zihni zaptetmek. Bazen sorularımıza yanıt ararken, kontrollü bir şekilde, toplumun bize verdiği cevaplara gidiyoruz. Oysa, içimizde o kadar çok ses var ki. Toplumun sesi, annenin sesi, kıskanç benliğin sesi… Bir sürü ses TSDE ki - Aralık 2015 26 EDEBİYAT konuşuyor. Bazı sesler de aslında vampir sesi. Toplumun sesi sana bir tavsiye verdiği zaman, sen onu kendi gür sesinle karıştırdığında yolunu kaybediyorsun. “Vampirlerin balosu” diye bir fim vardır. Bu filmde vampirler dışında iki insan var. Kalabalık bir balo sahnesinde, bu iki insan dışında kimse aynada görünmüyor. Bizim seslerimiz de tıpkı böyle... Bir sürü ayna şekli var. Eğer bu aynalardan birine bakarsak, bu seslerden sadece bir tanesini görürüz. Sadece duymak istediğimiz kalp ve gönül sesimizi duyarız. Bu ayna, tesadüfler, masal ya da terapi olabilir. Masallar bize vahşi mi geliyor? Nedir masalda bir başparmak kesiliyor. Fakat bir çocuğu zorla doktor, mühendis yapmak bize vahşi gelmiyor. Ben bu Duyduğumuz tek bir ses gerçek, geri kalan tüm sesler vampirlerin sesi... < iki durum arasında hiç bir fark Mine Türkili - Esra Can Sistem Dizim Terapisti görmüyorum. TSDE ki - Aralık 2015 27 MEKANLARIN RUHU KARANLIKTA DİYALOG Gördüğünü sandığımız gözlerle nelerin farkındayız? Karanlıkta Diyalog tüm dünyada 130’dan fazla kentte bir sürü ziyaretçiye ulaşmayı başarmış bir çalışma. Görme engelli bir rehber eşliğinde İstanbul’u gözleriniz ve önyargılarınız olmadan yaşayabileceğiniz deneyim dolu bir yer. 2013 yılından beri İstanbul’da. 1988 yılında Almanya’da Prof.Dr. Andreas Heineke, görme engelli genç bir meslektaşı ile olan dostluğu sonrasında kazandığı farkındalıklarla bu projeyi oluşturup hayata geçirmiş. Karanlık dediğimizde içimize bir karamsarlık çöker. Olumsuz düşünceler, korku ve kaygılar bizi sarar. Peki ya karanlığa doğanlar, sonradan karanlığa düşenler ya da gören gözlerle karanlıkta yaşayanlar… Neden mi bahsediyorum? Kendi karanlığımızı yaratıp bir ışık bulmak için hayatımız boyunca didinip durmak ile karanlıkta olduğunun kabulüyle yaşamda var olmanın arasındaki farktan. Farkındalık ne gören gözlerle, ne bildiğimizi sandıklarımızla gerçekleşiyor. Bir de kendi yarattığımız önyargılarımız varsa, gördüğünü sandığımız gözlerle kendi karanlığımızda kaybolup duruyoruz. Bakıp görmediklerimiz, görüp anlamadıklarımızla aydınlığı bir türlü bulamıyoruz. Karanlıkta Diyalog’a gözlerimizi kapatacakları yanılgısı ile gittim, yanılgı diyorum çünkü eşyaları bir dolaba koymamız gerektiğini söylediklerinde, “gözlüklerimi de mi?” diye sordum hayretle. Görmemeyi deneyimlemeye gittiğim bir yerde gözlüğe ihtiyacım olacağını düşünmem komikti. Girişte elimize bir baston verdiler ve eklediler. “Bu baston gözleriniz olacak, rehberin sesi de ışığınız.” Bulunduğumuz yer karanlık olmasına rağmen hala gören gözlerle bu cümlenin anlamını kavrayamamıştım. Birkaç adım daha ilerledikten sonra birden o karanlık gerçek oldu ve artık hiçbir şey görmüyordum. İçimi tuhaf bir korku kapladı. Zorlandığında ve korktuğunda yarım bırakmaya alışık olan tarafımla bu ka- TSDE ki - Aralık 2015 28 MEKANLARIN RUHU ranlıkta bir buçuk saat ne yapacağımı düşünürken, çaresizce “yarım bırakanlar var mı?” diye sordum. Az sayıda olsa da yarım bırakıp gidenler olduğunu duydum. Sonra mı? Karanlık, baston, rehberin sesi ve ben. Sol elimle duvarı takip ederken sağ elimdeki bastonla önümde ne olduğunu hissetmeye çalışıyordum. Karanlığın ortasında rehberin sesine doğru ilerlerken sola doğru bir kavis dediğinde sağımı, solumu karıştırıyor, ne kadar temkinli olsam da bazen oraya buraya çarpabiliyordum. Rehberimizin tavanda çarpacak hiçbir şey olmadığını, başımızı öne eğmeden yürüyebileceğimizi söylemesiyle sanki karanlık ve alçak bir mağaraya girmişim de başımı çarpacakmışım gibi öne eğilerek yürüdüğümün farkına vardım. Karanlık tüm ağırlığıyla üzerime gelmiş başımı önüme eğmişti sanki. Bu baston gözleriniz olacak, rehberin sesi de ışığınız... Sonra mı? Karanlık, baston, rehberin sesi ve ben... Sırayla manavda ellerimizin yardımıyla meyve ve sebzeleri tanımaya çalışıyoruz. Karanlık artık bir gerçek. Önümden giden arkadaşımı düşürmemek için bastonumu dikkatli kullanmaya çalışıyorum. Rehber, “burada herkes kör kendine dikkat eder, senin özel bir çaba sarf etmene gerek yok.” diyor. Ondan duyduğum her söz beni bu yeni deneyime biraz daha alıştırıyor. Gözlerim olan bastonun anlamını daha net kavrayıp, önümde sağa sola gezdiriyorum. İlerlerken önümüze bir araba çıkıyor, evet tam da yürüdüğümüz yolun üstünde, sanırım hepiniz anladınız… İlk durak bir parkta, rehberin sesi ve ellerimin yardımıyla bulup oturmayı başardığım bir banktı. Küçük bir soluklanma, kendi kendimize kaldığımız kısa bir sürenin ardından rehber ne duyduğumuzu sordu. O an sesleri duysam da, gözlerimin hala karanlıkta görmeye çabaladığını fark ettim. Alışık olduğun şekilde hayatı deneyimleme çabası, boşuna bir çaba olsa da, insanın yapısı kabul etmekte zorlanıyordu sanki. Ve rehberin sesi, bu yeni deneyime hazır mısınız? Tıpkı yaşamın içinde olmak için başımıza geleceklere razı olmak gibi. Başlangıçtaki korkum biraz hafiflemiş bir şekilde, bu deneyime içimden sessizce “evet” diyorum. Karanlık artık bir gerçek... TSDE ki - Aralık 2015 29 MEKANLARIN RUHU Rehber ne hissettiğimizi soruyor. Evine gitmek için dönüp dolaşmak zorunda kalan engelli insanlardan bahsediyor. Tüm bu anlattıklarını, görmeyen kişilerin ihtiyaçlarını dile getirerek, onlar yokmuş gibi düşüncesizce davranan kişileri yargılamadan, yaşadıkları durumu birebir yaşatarak hissettiriyor bize. Yaşıyor, anlıyor en önemlisi kalpten hissediyoruz böyle zor durumlarda yaşayıp hissettiklerini. Acıtmadan, dozunda, öfkesiz, bambaşka bir bilinçle deneyimletiyor ve hemen arabanın rengine geçiyor. Sizce bu araba ne renk? Doğuştan görme engelliler için renklerin olmadığını öğreniyoruz. Dünyayı hiç görsel deneyimlemedikleri için rüyalarının sadece seslerden oluştuğunu duyuyoruz. İlk defa duyduğumuz bu bilgiyle her birimiz kendi düşüncelerine dalıyor, belki kendi rüyalarına gidiyor. Sonra arabanın rengini söylüyoruz heyecanla, hepimiz için başka renkte o araba, çocukça bir sevinçle hayallerimizde buluşuyoruz. Artık sadece ses var benim için, dokunmak ve hissetmek görme duyumun çok önünde. Rehberin sesi var, görmesem de varlığı ile ruhumda hissettirdiği bir Rehberin sesi var, görmesem de varlığı ile ruhumda hissettirdiği bir duruşu var, yüzünü görmediğim bu insana güven ve minnet duygum var. Belki de gören gözlerle kaybettiğimiz birçok duygu var. duruşu var, yüzünü görmediğim bu insana güven ve minnet duygum var. Belki de gören gözlerle kaybettiğimiz birçok duygu var. Bu duygularla rehberin “sesime gelin” sözleriyle karanlıkta bastonla ilerlemeye devam ediyoruz. Karşıdan karşıya geçeceğimiz bir yola geliyoruz. Rehberimizden “görme engelli bir kişiyi karşıdan karşıya geçirirken ne yaparsınız?” sorusunu duyuyoruz ve nasıl yardım etmemiz gerektiğini yaşayarak öğreniyoruz. Bu deneyimi yaşarken aklıma terapistin olma hali TSDE ki - Aralık 2015 30 MEKANLARIN RUHU geliyor, yardım etme içgüdüsüyle danışana yaklaşan bir terapist nasıl danışanını onun hazır olmadığı bir yere taşıyamıyorsa, kolundan tutup karşıya geçirmeye çalıştığınız bir görme engelli de bu durumda kendini kötü hissediyor. Hâlbuki o sizin kolunuza girip sizin vücut hareketinizle uyumlandığında korkmadan, güvenle adım atabiliyor. Böylece ona yardım edebiliyor, istediği yere kolayca götürebiliyorsunuz. Önümüze çıkan yüksek bir basamakla sanki yukarıda bir bölmeye geçiyoruz. Rehberin dikkat edin uyarısına rağmen dizimi çarpıyorum. Nerede olduğumuzu tahmin etmeye çalışıyoruz, oturma yerleri var, galiba otobüs ya da metrobüs? Ve sesler başlıyor, tramvayda Beyoğlu’ndayız. Beyoğlu’nun daha önce duyduğum ama belki de gözlerime güvenerek bu kadar dikkatle dinlemediğim sesleri. Hareket halindeymişiz hissini yaşıyorum çünkü duyduğum sesler sürekli değişiyor ve yakınlaşıp uzaklaşıyor. Bir an, bir aracın içinde hareket halindeyken hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan çevreyi seyretmeyi sevdiğimi hatırlıyorum. Şu an farklı bir haldeyim, hüzünle karışık, sesleri duymaya devam ediyorum. Rehber nereden geçtiğimizi soruyor, tabii ki bilemiyoruz çünkü yalnız seslerle kaydedilmiş bir deneyimimiz yok. “Çiçek pasajı” diyor, kendi deneyimlediği haliyle. Dikkat kesiliyor, seslerden Beyoğlu’nda nerede olabileceğimizi tahmin etmeye çalışıyorum. Sesler devam ediyor ve ben içeriye girdi- ğimden beri ilk defa keyifli olduğumu hissediyorum. Bu duyguyu daha fazla hissedebilmek için kabul duygusuyla gözlerimi kapatıyorum, tıpkı içime dönmek istediğim anlarda olduğu gibi. Ve aslında bu karanlığın herkesin farklı deneyimleyeceği içsel bir yolculuk olduğunu anlıyorum. İnsanın her şartta var olma ve yaşama çabasını içimde hissediyorum. Bir duyumuz eksildiğinde diğerlerini geliştirip kalanlarla nasıl yola devam ettiğimize, her şarta alışmamıza saygı duyuyorum. Karanlıkta Diyalog’da anlattıklarımın dışında farklı birçok bölüm var ama yaşadıklarımın etkisiyle hepsini de anlatmayacağım ki gitmek isteyenler için sürprizi kaçmasın, doya doya kendi deneyimlerini yaşayabilsinler. Gören birine göre eksiklik olan halleriyle mutlu olunabildiğini nasıl geçtiğini anlayamadığım bir buçuk saatte yaşıyorum. Görenlerin kocaman dünyasında var olurken, onları daha iyi anlamamız için küçük bir mekânda kendi yaşadıkları dünyanın güzelliklerine bizi davet ediyorlar. Karanlıkta Diyalog, diyalog için gerekli olanın ötekini anlamaktan geçtiğini yaşayarak öğrenebileceğiniz, büyüten bir mekân... < Esra Can Sistem Dizim Terapisti Bu karanlığın herkesin farklı deneyimleyebileceği içsel bir yolculuk olduğunu anladım. İnsanın her şartta var olma ve yaşama çabasını içimde derinden hissettim... TSDE ki - Aralık 2015 31 SANAT Acının sanatsal radyolojisi: FRIDA KAHLO Yaşadıklarıyla baş etme yolunu ararken bu dünyaya sıkışmış ruhunu sanatıyla yatıştırmaya çalışmış, sanat tarihinde “Frida Kahlo” olmuş bir kadın... Belki de sadece biraz olsun nefes almak için resim yapmış bir sanatçı... Yıllardır medikal makaleler yazan biri olarak ne ilginçtir ki sanatsal bir konuda araştırma yaparken de elim hep medikal literatür tarama sayfası olan Pubmed’e gidiyor. Pubmed’e “Frida Kahlo” yazdığımda beni hiç de şaşırtmadı. 1989-2014 yılları arasında yayınlanmış Frida Kahlo’yu anlatan 21 adet tıp makale- si tespit ettim. Bu makalelerin yayınlandığı dergilerin bir kısmı nöroloji dergileri iken, bir kısmı radyoloji ve romatoloji dergileri. ‘’Daha iyi olduğumu düşünmüyorum çünkü ağrılar her zaman aynı ve çok zayıfım. Daha önceki mektubumda söylediğim gibi bunun yerine inançlı olmak istiyorum. Bu ay para olursa bir röntgen filmi daha çekilecek ve daha emin olacağım. Olmazsa, her durumda, 9-10 Eylül gibi yataktan kalkacağım ve bu alet işime yarayacak mı ya da sonunda ameliyat gerekecek mi bileceğim. Korkuyorum...‘’ TSDE ki - Aralık 2015 32 SANAT Yukarıda günlüğünden bir alıntı yaptığım Meksikalı ressam olan Frida Kahlo (1907-1954) tüm dünyada self-portreleri ve yine ünlü bir ressam olan Diego Rivera ile olan çalkantılı evliliği ile tanınır. Hayatı ve eserleri, Frida Kahlo’nunki kadar yaşadığı hastalıklardan bu kadar derinden etkilenmiş bir sanatçı bulmak oldukça güç. Çıplak ve hasta vücudunu göstermede bu kadar cesur davranan nadir sanatçılardandır. Resimleri ve çizimleri medikal olgu sunumları gibidir. Self-portrelerinde Kahlo, güzel elbiseler ve Meksika’ya ait takılar içindedir ve saçını renkli kurdele ve çiçeklerle göstermektedir. Kahlo’nun birleşik kaşları, tüylü yüzü, gülümseme olmayan ciddi ifadesi birçok gözlemciyi şaşırtmıştır. Benzer ifade self-portreleri yanında fotoğraflarında da görülür. Birçok resim tarihçisinin de onayladığı gibi Kahlo’daki bu ifade yaşamında yüzleştiği birçok fiziksel ve duygusal sorunları yansıtmaktadır. Kahlo’nun fiziksel ve duygusal zorlukları, kronik ağrı, infertilite (kısırlık) ve depresyon ile mücadele etme çabaları resimlerinde kaçınılmaz olarak ana konu olmuştur. 143 resminden 55 tanesi fiziksel ve psikolojik yaralarını tasvir eden oto-portresidir. Kazaya ek olarak birçok düşük yaşamış, hayatının büyük kısmını alçı, ortopedik teller içinde geçirmiş ve yatağa bağlı kalmıştır. Ağrı ve acı, çalışmalarında tabi bir konu olmuştur. Kahlo’nun kendi sözleri: “Resimlerimde acının mesajı var... Resim benim hayatımı tamamladı. Üç çocuk kaybettim... Resim bunların hepsinin yerini aldı. Çalışmanın en iyi şey olduğunu düşünüyorum.” Bu cümleleri okuduğumda van Gogh’un sözleri aklıma geldi. Epileptik nöbetler yaşadığı kaydedilen van Gogh bir mektubunda kendisini tamamen çalışmalarına verdiğini belirtmiş, “yaşadığım bu krizler nedeni “Resimlerimde acının mesajı var... Resim benim hayatımı tamamladı. Üç çocuk kaybettim... Resim bunların hepsinin yerini aldı. Çalışmanın en iyi şey olduğunu düşünüyorum” TSDE ki - Aralık 2015 33 SANAT ile tıpkı bir kömür madencisi gibi, her zaman tehlikede olduğu için yaptığı işi acele yapan birisi gibi hissediyorum” demiştir. Frida ve van Gogh benzeri örnekler artırılabilir. Hayattaki zorluklar, acılar, çalışma ve sanat, genetik yetenekle beraber birçok sanatçıda birbirini tamamlıyor gibi görünüyor. lo, bacak problemleri için yaşamı sırasında gelişen çocuk felci (poliomiyelit) ve kazayı suçlamayı tercih etmiştir. Sağ ayak ve bacağına yapılan birçok ameliyat mevcut zaafı daha da kötüleştirmiştir. Bacağını gizlemek için uzun kolalı gömlekler giymeyi tercih edermiş. Kahlo’nun resimlerinin başlık ve içeriği acısını tanımlamakta: Henry Ford Hastanesi (Henry Ford Hospital, 1932), Doğumum (My Birth, 1932), Kırık Omurga (The Broken Column, 1944), Umutsuz (Without Hope, 1945) bunlardan bazıları. Suda Ne Gördüm (What I Saw in the Water, 1938) isimli resminde yaşamındaki birçok olay betimlenmekte. Bu resimde fiziksel durumunu dikkatli bir şekilde belgelemiştir: Resimdeki ana unsur küvetteki sudan taşmış bir çift ayak. Sağ ayakta 1 ve 2. parmak arasındaki kanayan yara anormal omuriliğe eşlik ediyor. Büyük parmaktaki yanıcı ağrı, yanan gökdelen olarak resmedilmiş. Anne ve babasının resimleri, kendisindeki genetik hastalığı vurguluyor. Frida Kahlo’nun deneyimlemek zorunda kaldığı hastalıklarının çoğu nörolojik... Hayatında nörolojik problemler henüz doğmadan önce başlamış diyebiliriz. Doğumsal bir anormallik olan omuriliğin kapanmaması (spina bifida) ile doğmuş. Biyografik yazılarda bu durumdan ya hiç bahsedilmemiş ya da çok az değinilmiştir. Frida Kah- Frida Kahlo, 6 yaşında iken çocuk felci (poliomiyelit) geçirdi ve aylarca yatakta kaldı. Sağ bacağı daha kısa idi ve şekil bozukluğu vardı, ekli ayakkabı giyiyordu, çocuklar “tahta bacak” diye alay ediyorlardı. Çocukluk döneminde gelişen bu fiziksel kusur psikolojik olarak etkilenmesine neden olmuştur. TSDE ki - Aralık 2015 34 SANAT Bir süre sonra sağ ayağında ağrıya neden olan şekil bozuklukları ve ülserler olmaya başladı. Günlüğünde şöyle yazmış: “Ayağım hala hasta-trofik ülser, nedir bu?.” Birçok başarısız ve gereksiz ameliyat sonunda ayağında gangren gelişmesi, ölümünden kısa bir süre önce 1953’de sağ bacağın diz altından kesilmesine neden oldu. Sağ ayağında dayanılmaz ağrılar yaşamasına rağmen ayağın kesilmesi tam bir yıkım olmuştur. Günlüğünde kendisini tek bacaklı olarak resmetmiş ve “PARÇALANDIM” yazmıştır. Birçok kez intihar girişiminde bulunmuştur. Diego Rivera’nın yaptığı Ayçiçekleri (1943) resminde geleceği görür şekilde Diego’nun yüzü olan küçük erkek çocuk üzgün bir şekilde sağ ayağı kopmuş bebeği inceliyor. 1925’de 18 yaşında bir tramvay kazasında birçok yerden omuriliği ve leğen kemiği yaralandı. Üç ay yatağa bağımlı kaldı. Aylarca alçıdan korse nedeni ile hareketi kısıtlıydı. Kaza, Frida Kahlo’nun hayatını çok etkiledi. Yatağa bağımlı olunca, ara sıra manzara resimleri yapan babasının boya ve fırçaları ile resim yapmaya başladı. O dönemde tıp eğitimine başlamış olan Kahlo, “Doktor TSDE ki - Aralık 2015 35 SANAT olmak yerine başka bir şeyler yapmak için halen yeterli enerjim var diye hissettim ve hiç düşünmeden resim yapmaya başladım” diye yazmıştır. Resim’de özel ressam sehpası ve elinde boya fırçası ile yatakta başlayıp biten sanat hayatının fotoğrafı görülüyor. Kırık omurga isimli self-portresi, omurilik hasarının etkisini gösteren en vurucu sanatsal göstergedir. Omurgası birçok yerden kırılmış eski bir sütun gibi resmedilmiş. Çıplak vücuduna batan birçok çivi ağrısının keskinliğini ve yaygınlığını göstermekte. Kuru, çorak ve çıplak manzara ressamın acısını ve yalnızlığının sembolü... Bir radyolog tarafından yazılmış bir makalede bahsedilen bu resim ve Kahlo yorumlandığında, acının ve hastalığın gösterildiği basit bir resim olmaktan çıkıyor. Kahlo’nun kendi omurilik, kalça ve bacak röntgenlerini görmesinin sanatsal görüşüne güçlü bir etkide bulunduğu düşünülüyor. Radyolog, Kahlo’nun gözlerinden bakmaya başladıktan sonra bir radyografiye artık eskisi gibi bakamayacağını belirtiyor. Yaralı geyik resminde geyiğin yüzü ressamın yüzü olarak gösterilirken omurgaya batmış oklar ve yerdeki kırık ağaç dalı travmaya uğramış ağrılı omurgayı yansıtmakta... Yeniden ameliyatlar olduğu dönemde arkadaşına şöyle ifade etmiş: “Büyük ameliyat geride kaldı, sırtımda 2 büyük yara izi var.” Kahlo’nun omuriliğine Meksika ve Amerika’da 30’dan fazla cerrahi girişim yapılmıştır. TSDE ki - Aralık 2015 36 SANAT Sinirlerin etkilenmesi ile ortaya çıkan ağrılar (nöropatik ağrı ve refleks sempatik distrofi) ve bacağın kesilmesi sonrası ortaya çıkan ağrılar (fantom-ekstremite ağrısı) farklı farklı nörolojik klinik tanımlamalardır. Yukarıdaki resimde gösterilen sağ diz altından kesilmiş bacaktaki zonklama ve bıçaklanma şeklindeki ağrı izleyiciye ağrının özelliğini yansıtmaktadır. Frida, çocuk sahibi olmak için çok uğraşmış, birçok düşük yaşamış, ayrıca kişisel ya da medikal nedenlerden birkaç kez de çocuk aldırmıştır. Henry Ford Hastanesi resminde, hastane yatağında kanlı çıplak vücudunu göstermekte. Yanağındaki gözyaşı ve yataktaki kan, yaşadığı duygusal acısını belirtmekte. Elinde tuttuğu kırmızı kurdeleye bağlı 6 objenin hepsinin ayrı anlamı var. Çorak manzara ile yalnızlığını vurgulamış. Uzaktaki binalar Rivera’nın kendisinden uzaklığını gösteriyor (bu sırada kocası Rivera Detroit’de duvar resmi üzerinde çalışıyormuş) Doğumum (My Birth) resminde kendi doğumunu trajik bir olay olarak anlatıyor. Kendini ölü doğmuş olarak resmederek sağlık problemlerinin doğumu ile birlikte başladığına işaret ediyor. Sağlığı ve evliliğindeki hayal kırıklığı ve acı dolu bir hayatı nedeni ile geriye dönük tüm hayatını değersiz olarak kabul etmiş görünüyor. Diego ve ben resminde obsesif aşkını, örümcek ağı gibi avını tuzağa düşürmüş ve tüm hayatını etkilemiş olarak resmetmiş. Günlüğünde Diego’yu şöyle tanımlamış: “Diego, başlangıç, geliştiren, çocuğum, erkek arkadaşım, ressam, sevgilim, kocam, arkadaşım, annem, ben, hepsi.” TSDE ki - Aralık 2015 37 SANAT Kahlo, kısırlığını kadın ve eş rolündeki başarısızlığı olarak görüyordu. Eşi Rivera, Kahlo’yu defalarca aldatmıştı. Ancak kız kardeşi ile olan ilişkisini öğrendiğinde yıkılmış, aylarca resim yapmamıştı. Tekrar resim yapmaya başladığında ızdırabı resimlerinde görünüyordu. Anı (Memory, 1937) resminde acısını, kalbi yerde kanıyor olarak betimlemiştir. Kahlo’nun biyografi yazarı Hayden Herrera, Frida’nın daha yoğun acı göstermek istediğinde portrelerini daha kanlı resimlediğini not etmiştir. laşılabilir görüntüye indirgenemeyecek kadar çok ağır ve önemliydi. Kazayı anımsamak çok yıpratıcı iken, ilginç olarak Kahlo diğer acı dolu anlarını resmetmekte daha güçlü hissetmiş, kendisinde rahatlama hissine neden olmuştur. Onun fiziksel ve duygusal acılarını resimlerle ifadesi sağlık topluluklarında dikkati çekmiştir. New York’lu bir psikolog terapi seanslarında, kadınların ihanet, tecavüz ve kısırlık gibi fiziksel ve duygusal travmaları hakkında konuşabilmelerine yardımcı olabilmek için Kahlo’nun eserlerini kullanmaktadır. Kırpılmış Saç (Cropped Hair, 1940) resminde Kahlo, evliliği ve Rivera ile boşanmasını, mağlübiyetini, yıkımını ve yalnızlığını yansıtmaktadır. Önceki çalışmalarında kendisini renkli giysiler ve güzel takılarla süslerken, burada siyah bir bol takım elbise içinde kadınlıktan vazgeçtiğini ifade ediyor. Sağ elindeki makas ile siyah, uzun, güzel saçlarını keserek bu değişimi tamamlıyor. Tıpta daha çok tanı ve tedaviden bahsedilir, ancak hekimin rolü bunlarla sınırlı olmamalıdır. Ağrı ile yaşamak bir insanın evlilik, aile ve kariyerini etkilemek yanında kişinin hedef ve hayallerine yıkıcı etkide bulunabilir. Sağlıklı insanların farkedemeyeceği şekilde vücutlarını hissetmeye başlarlar. Kronik ağrı, kişide fiziksel ve ruhsal birçok değişime neden olur. Kahlo’nun eserlerinde, acı ve hasarın yaşattığı duygusal yıkıma dokunabilir hale gelinmektedir. Kahlo’nun sanatı, hekimleri bilimsel ve klinik rutinlerin dışına çıkarak hastanın bakış açısından görebilmeye yönlendirmektedir. Vücudunu gösteren birçok resmine rağmen Kahlo, genç vücudunu yaralayan tramvay kazasını resmetmekten kaçınmıştır. Herrrera’ya göre kaza basit bir an- TSDE ki - Aralık 2015 38 SANAT Da Vinci ve Mikelanj gibi birçok sanatçı tıp alanında anatomik bilgilere büyük katkıda bulunmuşlardır. Frida Kahlo ise kendi vücudu üzerinde hastalık ve acılarının anatomi ve radyolojisini betimlemiştir. Tıp eğitimi için hazırlanırken acılarını, hastalıklarını tasvir ettiği bir ressam haline dönüşmüştür. Frida Kahlo, tüm hayatı ve yaratıcılığı kronik ve ağır hastalıktan etkilenmiş etkileyici bir sanatçı örneğidir, sanatsal yeteneği muhtemelen genetik (babası), ancak çalışmaları fiziksel ve psikolojik acılardan kaynak alıyor. Biz ne kadar yorumda bulunmaya çalışsak da ne yaşadığını ve ne hissettiğini sadece o biliyor. Bizler eserlerine bakıp sadece anlamlandırmaya çalışabiliriz. Ruhum dalga dalga Bedenim cayır cayır Kalbim atarsa atsın Aklım istediği gibi çalışsın Yolun başındayken sonlardayım Sonlar sonsuzluk bana Gelmeden gidiyorum Sevdim mi Ölüyorum… Kaynaklar: 1. Budrys V. Frida Kahlo’s neurological deficits and her art. Prog Brain Res. 2013;203:241-54. 2. Gunderman RB, Hawkins CM. The self-portraits of Frida Kahlo. Radiology. 2008 May;247(2):303-6. 3. Antelo F. Pain and the paintbrush: the life and art of Frida Kahlo. Virtual Mentor. 2013;15(5):460-5. 4. Hinojosa-Azaola A1, Alcocer-Varela J. Art and rheumatology: the artist and the rheumatologist’s perspective. Rheumatology (Oxford). Frida Kahlo ile ilgili makaleleri okuyup kendimce çarpıcı bulduğum bazı noktalara kısa kısa değinmeye çalıştığım, eserlerinin yorumlamalarına ayrıntılı giremediğim, bu birkaç sözden sonra noktayı koyarken şu mısralar çıkageldi: 2014 Jan 30. [Epub ahead of print] Prof. Dr. V. DENİZ YERDELEN Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Adana TSDE 9. Eğitim Grubu TSDE ki - Aralık 2015 39 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Aile Sistemi ve Çocuk Duygusal yönden sağlıklı bir çocuk yetiştirmenin temelleri, ev içinde anne baba ile olan sağlıklı ilişkide yatar. Çocuk büyürken onun için en önemli dayanak noktası anne ve babasıdır. Anne ve baba olmak içinde koşulsuz sevgiyi ve vericiliği barındırmalıdır. olumlu bir davranışını takdir etmesi, sevginin hissedilebilmesine yardımcı olur. Çocuğun küçük yaşlardan itibaren, fiziksel ihtiyaçlarının yanında duygusal ihtiyaçlarının da karşılanması son derece önemlidir. Örneğin; bebeklik döneminde annenin, bebeğin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra onunla keyifli vakit geçirmesi, oynaması, göz göze bakması beklenir. Daha büyük yaş grubunda, çocuğun yapması gereken işlerin yanı sıra çocukla oynamak, eğlenmek, çocuğun sevildiğini hissetmesinde yardımcı olur. Sevildiğini hisseden çocuk, anne babası ile sağlam bir iletişimin temelini kurar ve kendini güvende hisseder. Bir çocuk için en temel duygu, güven duygusudur. Bu duygunun temeli ise çocukla karşılıklı kuracağımız diyaloga bağlıdır. Çocukla içten ve samimi şekilde yapacağımız diyalog çocuğun temel kişilik özelliklerinin oluşmasında belirleyici olacaktır. Aile içinde sevginin çocuklar tarafından hissedilebilmesi çok önemlidir. Her anne baba çocuğunu sever ancak önemli olan bu sevginin çocuk tarafından algılanmasıdır. Aile bireylerinin birbirlerine yeterince zaman ayırması, anne babanın çocuğu ile zaman geçirmesi, oynaması, eğlenmesi, kucaklaması, TSDE ki - Aralık 2015 40 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Günümüz yaşam şartlarında bu bahsedilen durumu yakalamak o kadar da kolay olmuyor. Özellikle son dönemlerde ailelerle yaptığım görüşmelerde, ülkenin içinde bulunduğu durumun, yaşanan kaygı ve endişelerin, hayatın hızlı temposunun, kısa zamanda tamamlanması gereken işlerin, sadece anne babaları değil çocukları da birebir etkilemekte ve yormakta olduğunu görmekteyim. Böyle bir temponun içinde bireyler görünüşte bir arada bir koşuşturmanın içinde fakat birbirleri ile diyalog eksikliği içinde günü tamamlamaktalar. Kalan zamanı ise elektronik ortam doldurmaktadır. Toplumun hemen her kesiminde gördüğümüz gibi aile içinde karşılıklı diyalog kurmak yerine dijital ortamda farklı diyaloglar içinde olmak tercih edilmektedir. Bu durum kişilerin kendine ve birbirlerine yabancılaşma halini de beraberinde getirmektedir. Buna karşılık, aile içinde açık iletişim içinde olmak herkesin birbirini daha iyi anlayabilmesi, yakından tanıyabilmesi ve duyguların ifade edilebilmesi için bir zemin hazırlar. Çocuğun kendini ifade etme ve ilişki kurma becerisinin temelleri aile içi diyalog ile kurulur. Evinde sevgisini, endişesini, öfkesini ifade edemeyen bir çocuk dışarıda ilişki kurmakta, yeri geldiğinde hakkını savunmakta, duygu ve düşüncelerini doğru bir şekilde ifade etmekte zorlanır. Aile ortamında duygu ifadelerinin desteklenmesi, çocukların hayata daha hazır ve güvenli bireyler olmasını destekler. Bu da ancak birbirimize yeterli zaman ayırmak ile mümkün olur. Bugün çocuklarla yürüttüğüm çalışmalarda en büyük ihtiyacın, onlara sağlamaya çalıştığımız imkânların ötesinde anne babalarıyla keyifli zaman geçirmek olduğunu görmekteyim. Bazen Aile içinde sağlıklı iletişim içinde olmak herkesin birbirini daha yakından anlayabilmesi ve duyguların ifade edilebilmesi için bir zemin hazırlar. Çocuğun kendini ifade etme ve ilişki kurma becerisinin temelleri aile içi diyalog ile kurulur. TSDE ki - Aralık 2015 41 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ bu zamanı almak için çocukların türlü yöntemlere başvurduğunu ve sorunlar geliştirebildiğini gözlemekteyim. Çocuklarla bir iş gibi değil, içten ve samimi bir şekilde birlikte olmak birçok günlük sıkıntının sorun haline dönüşmeden, gelişime hizmet eden bir deneyim olarak geçip gitmesine yardımcı olacaktır. Çocuğun kendini güvende hissetmesinde sevgi kadar önemli bir diğer konu ev içindeki kurallardır. Sağlıklı bir kişilik gelişimi ve duygusal gelişim için ev içinde anne baba rollerinin doğru şekilde algılanması, kuralların ve sınırların belirlenmesi gereklidir. Kuralların ve sınırların var olmadığı ev ortamlarında, çocuğun anne babaya adeta hükmettiği durumlarda çocuklar sanılanın aksine güvensiz ve mutsuz olur. Aile içinde yakın iletişim içinde olmak sevgi ve disiplin dengesinin kurulmasına yardımcı olacaktır. mesine katkıda bulunacak ve o da ilerde sağlıklı bireylerin yetişmesine vesile olacaktır. Unutmayalım ki ruhsal yönden sağlıklı bir toplum çocukların sağlıklı bireyler olarak yetişmesinden geçmektedir. < Nazan Baloğlu Uzman Psikolojik Danışman TSDE Çocuk Ergen Birimi Yaşamın getirdiği tüm bu yoğunluğa rağmen çocuklar ile diyalog kurmak için fırsat yaratmak ve bunun takipçisi olmak, onun ilgisini çeken konulara ortak olmak fark yaratacaktır. Çocuklarla oluşturacağınız bu temel ilişki, onun sağlıklı bir birey olarak yetiş- TSDE ki - Aralık 2015 42 SİNEMA · KUTLUKHAN KUTLU KİMDİR? Sinemada Diyalog Diyalog, sinemada susmak mı? Yoksa tüm seslerin arasında kalan bir sessizlik mi? Bir iktidar mı? Sinemada diyalog gerçekten gerekli mi? İşte tüm bu sorularla yola çıktık, sinema yazarı Kutlukhan Kutlu ile Tarantino’dan Woody Allen’a, Çağan Irmak’tan Nuri Bilge Ceylan’a Antonioni’den Ingmar Bergman’a filmler arasında bir yolculuk yaptık. Sinemaya olan merakı, babasının Video Club’ ında izlediği filmlerle başlıyor. Annesi Sevin Okyay ile 8 yaşında izlediği Star Wars unutamadıkları arasında. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda okurken Nokta Dergisi’nde çalışmaya başlıyor. Ardından sinema yazarlığına Sinema, Antrakt, Radikal gibi yayınlarda devam ediyor. Harry Potter çevirisinde, fantastik terminoloji açısından çocukluğunun kahramanları arasındaki fantazyalar çok işe yarıyor. Halen “Film Okuma” atölyeleri ve çeviri yapıyor. Sinemada diyalog nasıl bir yere oturuyor? Bu sorudan önce, sinemanın ne olduğu üzerine gelişen farklı bakış açılarına değinmek istiyorum. Aslında sinema, hayatın bir taklidi değildi. Bir açıdan sinema, kameraya çekilmiş bir tiyatro performansıydı. Bir başka açıdan da, sinema fotoğrafın bir uzantısıydı. Burada soru şu? Biz niçin burada dramatik bir şey anlatmak zorundayız? Sonuçta eldeki araç, hareket eden görüntü. Fotoğraf da, her ne kadar hikayeden bir an olsa da, hikayenin ne olduğu tamamen bize kalıyor, anlatı konusunda büyük bir iktidar yok. Tüm bunlara karşın filmi rüyanın bir kardeşi olarak çizen, oneiric film kavramı diye bir bakış açısı da var. Bu kavramda Freud’un öykünün nereden beslendiği konusunda ortaya çıkan yazıları da son derecede TSDE ki - Aralık 2015 43 SİNEMA etkili oldu. Çünkü Psikanalizin popülerleşmesiyle 20.yy’ın ilk yarısında sinemayı gerçekten düşe benzeten birçok eleştirmen ve analist oldu. Bunlardan biri de Roland Barthes. Yaptığı benzetme film izleme sürecinin, aslında bir yerde anlık hareket eden parlak bir olaya bakmaktan ibaret olduğunu ve insanların sinemadan çıktıklarında sanki rüyadan kalkmış gibi mahmur olduklarını ve bu yüzden de film izlemenin ortak düş görmek gibi bir şey olduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla da film dilinin, aslında rüya diliyle aynı olabileceğini, yani bizim rahat ettiğimiz, bize konfor veren sebep sonuç ilişkilerinden kopabileceğini söylüyordu. Bence bu, çok etkileyici bir yaklaşımdı, ama bitti gitti. Daha sonra Steven Soderbergh, yönetmenliği bıraktığında, sebep olarak “anlatının tiranlığından bıktım” demisti. Hangi anlatım aracı olgunlaşıp popülerleşirse, mutlaka bizim bildiğimiz ve tiyatronun geliştirdiği o klasik öykü anlatma biçimlerine doğru yöneliyor. Demek ki, bu bizim için çok kullanışlı ve hiçbir mecra bundan kaçamıyor. Hatta, bilgisayar oyunları gibi tamamen reaksiyon üzerine kurulu bir şey de bile öykü var. Peki bu öykü anlatma neyi içerir? Bir filmi ele alalım, Hollywood’un yarattığı bir filmde insanların ne kadar şey söyleyebilecekleri, tamamen mecranın maddi şartlarıyla belirlenmiş. Oysa, bir romanda yazar konuşur. Karakterlerin konuşmasına gerek bile yok. Ama filmde işin içine oyuncu girer. Dolayısıyla romana kıyasla, filmde söylenebilecek söz çok daha az. görüntü. Bu anlamda sinemada diyalog, zorunlu olmayan bir şey. Nitekim sözsüz film diye bir şey var. Örneğin; eski sessiz filmlerde söz, aslında teknolojik nedenlerden dolayı yok. Bugün, bir tane adamın denizle mücadelesi gibi, sessiz bir film yapılabilir. İçinde söz ya da diyalog olması gerekmez. Peki bu zorunluluk olmayınca diyalog ne olur? Estetik bir araç olarak diyalog Diyalog sinemada, içeriğinden tamamen soyutlanarak estetik bir unsur olabilir. Bunun için filmlerde, estetik tarafıyla işleyen diyaloga en iyi örneklerden biri Tarantino filmleri. Onun filmlerinde diyalogun bir ritmi var, müziğe yaklaşır, belirlenen bir lehçe ve karakterin onu söyleme biçimi var. Aslında bir taraftan içeriği sizi eğlendirir, ama dönüp bakarsanız anlatılan öyküyle hiçbir ilgisi yok. Mesela “Pulp Fiction”da bir hamburgercide yapılan o sohbetin, o filmde olan bitenlerle ne ilgisi var? Ama diyalog burada, hem filmin sessel atmosferini, hem de, insanla, yaşanan şey arasında tuhaf bir kopuşu yaratır. Yani orada iki tane Yönetmen ne yapar? Farkında olarak ya da olmayarak, söylenen sözü resme aktarmaya çalışır. Bildiğimiz anlamda kelimelerden oluşan dilin yerine başka bir dil gelir. İşte bu rüyanın dili dediğimiz, aslında tamamen sembolizmle işleyen, sözlere dökülmesi gerekmeyen başka bir linguistik. Bunun için de gerçekten bilinç dışına çok ciddi dalarız. Bir resim ne anlatır? O resmin kalıcılığı, çağrışım alanı nedir? Çünkü bir yazarın sanatı söz, bir yönetmenin ham maddesi Tarantino filmlerinde diyalogun bir ritmi var. Müziğe yaklaşır, belirlenen bir lehçe ve karakterin onu söyleme biçimi var. Aslında bir taraftan içeriği sizi eğlendirir, ama dönüp bakarsanız anlatılan öyküyle hiçbir ilgisi yok. TSDE ki - Aralık 2015 44 SİNEMA adam var, biraz sonra bir baskın yapıp içeride birilerini vuracaklar, oturmuş bambaşka konularda sohbet ediyorlar. Başka bir örnek. Yine Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi”. Brad Pitt’in askerlerine Nazileri nasıl korkutacaklarını anlattığı bir bölüm var. Pitt, çok belirgin bir aksanda, bir tekerleme gibi bütün diyalogu okur. Birdenbire içerdiği şiddetten, herşeyden kopup çalan bir müzik parçası gibi Brad Pitt’i dinlemeye başlarsınız. Tarantino filmlerinin hammaddelerinden biri olan şiddet, anlamından soyutlanarak bir biçim, estetik bir hal alır. İktidar aracı olarak diyalog Diyalog ayrıca bir iktidar aracı olarak kullanıldığında ise, bir öyküye hizmet eder, ama karakterin iç dünyası hakkında bize önemli bir şey vermez. Buna da en iyi örnek, polisiyeler. Dedektif için diyalog, bir pense gibi, son derece işleve yönelik olarak, bilgiyi çekip alma aracına dönüşür. Örneğin Humphrey Bogart’ın oynadığı “Büyük Uyku” gibi klasiklerde, konuşarak yol bulunur. Ya da Agatha Christie uyarlamaları. Burada diyalog, aslında matematik bir şeydir. Polisiye, insanın karanlık doğasına parmak basan bir tür, ama karakterlerin sızdırdığı şeyler, iç gerçekleri değil, sadece yaptıklarına dair gerçekler. Polisiyenin bu tür gelişimi olan kara filmlere, daha doğrusu suçluların dünyasında geçen öykülere geldiğimizde, yavaş yavaş insanların karanlık yüzü işe girmeye ve biraz daha tutku dili, daha derinlikli konuşmalar ortaya çıkmaya başlar. ğin en iyi anlatıldığı filmlerden biri. Film, anlatım açısından çok güzel bir ayrılık sahnesiyle başlar. Perdeler açılır ve Monica Vitti sevgilisinden ayrılır, evden çıkar ve sokakta yürümeye başlar, ancak sevgilisi peşinden gelir. Aralarında bir konuşma daha başlar. Bir şeylerin halledileceği düşünülür, ama birbirlerini anlasalar da söz bitmiştir. Ve onun üzerine yönetmen, çok ilginç bir şey koyar. Monica Vitti, borsaya gider, orada Alain Delon broker. Tabii borsada telaş yüksek, devinim ve gürültü var. Herkes koşturur ve konuşur. Bütün o konuşmanın içinde hiç bir şey anlamak mümkün değil. Çünkü sözler birbirini bastırır. Herkes kendi söylediğini duyurmaya iletmeye çalışmakta. Bir anons yapılır. Çalışan biri kalp krizinden ölmüştür ve saygı duruşu düzenlenir, sessizlik olur, ama telefonlar dinlemez, çalmaya devam eder. Kurduğumuz medeniyet susmamıza izin vermez. Antonioni de, o sessizliği yaratma ve birini sadece düşünme çabasının, tecavüz edilircesine metaforik olarak bozulması böyle anlatılır. Bir söyleşisinde de şöyle söyler; “Benim filmimde iletişim ve konuşma çabası genellikle çevre tarafından bastırılmak üzere dizayn edilmiştir.” Biri birine bir şey söyler ve fabrika bacası çalar. Duyamayız. Seyirci olarak da duyamayız. İki kişi konuşmaya calışır. Üstüne başka ses gelir. Çevre sesi, insan sesi onun filmlerinde eşdeğer bir şey haline gelir. Bana göre; konuşma var, görsel sanat da var. Aslında söylediğimiz şeyi dinlemek için ne kadar kulağımız var? Filmde çok konuşulsa da, konuşan karakterleri ne kadar dinliyoruz? Birbirimizle çok konuşuyorsak, onu ne kadar dinliyoruz. Sabrımız niyetimiz var mı dinlemeye? Bir Gerçekten niyetimiz, sabrımız var mı dinlemeye? Diyalog, bir filmde; insanların belki tutkularını da ortaya koyması, karakterler arasında bir şekilde iletişim, paylaşım olması açısından da önemli. Burada farklı bir tarz olarak Antonioni filmlerinden özellikle “La Notte, l’Avventura ve L’Eclisse” üçlemesi söylenebilir. Bence bu üçleme, sadece konu olarak değil, biçimsel olarak da, tamamen iletişimsizlik üzerine. Özellikle Monica Vitti ve Alain Delon’un oynadığı L’Eclisse, iletişimsizli- TSDE ki - Aralık 2015 45 SİNEMA de bu medeniyeti bunun üzerine mi kurmuşuz? Eğer birbirimizle konuşmak üzerine kurduysak, bu kadar acelemiz olmaması lazım. İngilizcede ”wearing out your wellcome” diye bir laf vardır, yani birinin hoşgörü gösterdiği, herkesin üzerinde uzlaştığı bir zaman. Demek ki toplum olarak üzerinde uzlaşığımız bir hoşgörü süremiz var. Onun da, yükselen alçalan bir borsası var belki. Antonioni filmlerinde de diyalog bu anlamda kullanılır. Diyalog, bir paylaşım Diyalogun, diyalog olarak kullanıldığı Richard Linklater’ın “Before Sunrise, Sunset ve Midnight” üçlemesi gibi filmler de var. Birbirini tanımayan iki genç karşılaşır ve tamamen konuşarak, birbirlerine aşık olurlar. Daha sonra da ayrılırlar. Linklater, bu filmde, kariyerini tehlikeye atacak şekilde konuşmanın çekiciliğini gösterir. Sinemanın, Sodhenberg’in anlatının tiranlığı denen şeyle, bizi bir yere sürüklemesini düşünürsek, bu filmin sanatsal değeri anlaşılır. Çünkü iki kişi oturup, ne kadar güzel konuşurlarsa konuşsun, sinemayı popüler sanat haline getiren seyirci kitlesi, “bu filmde hiç bir şey olmuyor” der. Halbuki iki kişinin konuşması bir şey değil midir? Her ne kadar sinemanın cinsiyetten bağımsız olması gerekse de, sinema ticaretinde “kadın filmi” diye kendilerine göre seyirci kategorisi belirleyen, bir şekilde erkeklerin ilgilenmeyeceği film türleri olduğu gibi, erkek filmleri de var. Oyun ve sinema yazarı David Mammet’i özel kılan şey diyaloglarıdır. “Bağla Şu İşi” filminde, inanılmaz şekilde, küfürlü konuşulur. Öylesine cinsel siddet içeren, bir küfür dili kullanılır ki, erkekler arası tamamen cinselliğe atıfta bulunan bir rekabet alanı oluşur. Burada da aslında söz, polisiyede olduğu gibi bir iktidar alanına dönüşür. Diyalogların hepsi bir silah gibi, birini ikna etmek, aslında ona galebe çalmak anlamına gelmeye başlar. Birine bir sey satarak onu yenmiş, satamayarak da yenilmiş olursunuz. “Before Sunset” üçlemesinde diyalog, bir paylaşım aracı iken, burada hiç bir şey şekilde paylaşım yok. Amaç karşı tarafı yenmek. Bergman’da oyuncu diyalogu götürür Gördüğüm en iyi konuşma ve iletişim sahnesi yaratıcılarından biri olan İsveçli Ingmar Bergman, oyuncuların yaratıcılığına çok inanan ve onları yaratıcılık alanına bırakan bir yönetmen. Oyuncunun da sözünü, sadece kelime olarak değil de, ifade biçimi olarak ne kadar dinliyoruz? Oyuncu ne kadar kendi istediği yere götürebiliyor karakteri? Bergman, senaryoyu yazdıktan sonra, kendi istediğiyle oyuncunun istediğinin aynı olmamaya başladığını söylüyor. Evet, karaktere yazdığınızı diretirseniz falekte doğru gidersiniz. Sinema, Erich Fromm’un da bahsettiği sembolik dili kullanıyor ve düşlere yakın. Beynimizin içindeki öykü anlatıcı, bize her gece öykü anlatıyor. Onu susturup, entelektüel tarafınızla gövde gösterisi yapmaya çalışırsanız, ortaya yapay bir şey çıkabilir. Oyuncu yazılan sözü nereye götürüyor? Peki, konuşmayı sadece söylenen söz mü oluşturur? Yoksa sözün dışındaki faktörler de konuşmanın bir parçası mıdır? Bir şey söylersiniz ama onu söyleyiş İngilizcede ”wearing out your welcome”. Bir laf vardır, yani birinin hoşgörü gösterdiği, herkesin üzerinde uzlaştığı bir zaman. Hoşgörü sınırını tamamen aşmak. Demek ki toplum olarak üzerinde uzlaştığımız bir hoşgörülme süremiz var. TSDE ki - Aralık 2015 46 SİNEMA biçiminiz, mimikleriniz, vücut diliniz, yani tonlamanız, karşınızdaki insanda başka bir etki uyandırır ve söylediğiniz söz bir anda ağırlığını yitirir ya da birdenbire çok güçlü bir şey haline gelir. Sinemada bu hakikiliğin yaratıldığı yer oyuncu. Oyuncu diyalogları yaşatır ya da öldürür. En ünlü konusma sahnelerinden bazıları Humpery Bogart’a ait. “Büyük Uyku”, “Malta Şahini” polisiyeleri gibi. Bogart’ın konuşması karizmasının da bir parçası. Oyuncunun elinde bu hakikilik, karakterler arasında bir diyalog yoksa bile, o, seyirciyle bir diyalog kurmayı başarır. Örneğin Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet”inde Haluk Bilginer’in unutulmaz monologu gibi. Sosyal medyada iletişimsizlik yok aslında. Gerçek anlamda anlama, anlaşma ve hatta daha romantik olarak umursama var. Önemsemenin karşılığı “like-beğen”. Önemseniyor ama ne kadar hatırlanıyor? Ne kadar dünyanıza işliyor? Daha ötesi o alınan beğeniler, sözün gücü olmaya başlıyor. Karakter konuşur, biz dinleriz. Aslında bu sinemada çok tercih edilmez. Hollywood ezberi bize, “geri git, göster, ne oluyor?” der. Ama Demirkubuz, oyuncusuna güvenir ve oyuncusunun anlatımıyla olan biten kafamızda canlanır. Diyalog, öyküye hizmet ediyor Hollywood filmlerinde bir replik, bir diyalog var. Hollywood’un en ünlü repliklerini, örneğin “Rüzgar Gibi Geçti” nin sonunu hatırlayın. “Doğrusunu istersen, hayatım hiç umurumda değil” diyor ve Clark Gable kapıyı vurup gidiyor. Yani sinema sanatının en ünlü repliklerinde diyalog olmaması, diyalogun filmlerdeki rolünü gösteriyor. “Sus, olay ne olacaksa olsun” Hollywood usulü senaryo yazımında, gizliden gizliye, bir karakteri, ne kadar konuşturabileceğiniz de önemli. Seyirci, karakter çok konuşsun istemez. “sus, olay ne olacaksa olsun” der. Bunun da zirvesi Spielberg ve George Lucas’ın ortaya çıkardığı aksiyon sineması. Sosyal Medyada diyalog Çağımızın en iyi diyalog yazarı Erin Sollkin, tıpkı Tarantino gibi, müziği olan diyaloglarıyla tanınıyor. Oscar aldığı filmi “Social Network” birçok açıdan çok iyi düşünülmüş bir film. Sosyal medyada iletişimsizlik yok aslında. Gerçek anlamda anlama, anlaşma ve hatta daha romantik olarak umursama var. Önemsemenin karşılığı “like, beğeni”. Önemseniyor ama ne kadar hatırlanıyor? Ne kadar dünyanıza işliyor? Daha ötesi o alınan beğeniler, sözün gücü olmaya başlıyor. Çünkü “Bağla Şu İşi” filmindeki gibi söz bir iktidar aracı. Zuckerberg’in yaşamını anlatan film de bir ayrılık sahnesiyle başlar. O karakteri oynayan oyuncu, sevgilisiyle birlikte bir yerde oturur. Sürekli es vermeden konuştuğu, sözel gövde gösterisi yaptığı bir sahneden sonra, kız arkadaşı ayrılır. Karakterin kampüse geri dönüşünü gösteren bir sekansı yönetmen, seyirciye bir sessizlik alanı açmak için, TSDE ki - Aralık 2015 47 SİNEMA oldukça uzun tutar. Bu alanda Zuckerberg’in kendi kafasında olan üstünlüğünün yanında, yalnızlığı ortaya çıkar. Film, Zuckerberg’in fikir çaldığına dair sorgulamalarla devam ederken, Zuckerberg, sorulara cevap vermek yerine dışarıya bakar ve “yağmur yağmaya başladı” der. Sorgulamayı yapan kişi, “Bütün dikkatiniz bende mi?” diye bir soru sorar Zuckerberg’e. “Hayır” der. “Sadece hak ettiğin kadarını sana vermiş durumdayım. Büyük bir tarafı, şu anda ofisimde, sizin hiç birinizin rüyanızda bile göremeyeceği kadar büyük başarı elde etmiş bir proje üzerinde.” Yani burada da sözü, bir iktidar aracı olarak karşısındakine üstünlüğünü ispat etmek için bir araç olarak ortaya koyar. Aslında orada kullandığı dil ile kız arkadaşına ayrılmadan önce kullandığı dil arasında çok büyük bir fark yok. Çok farklı şeyler konuşuyorlar ama, iki kişi arasında, çok fazla söz ortaya konsa bile hiçbir şekilde iletişimin gerçekleşmeyeceğini, tam da iletişimi, yeni bir çağa taşıyan bir buluş üzerine olan filmde bile gayet net görüyoruz. İletişimsizlik, aslında fazla konuşmak Aslında diyalog, iletişimsizliği ortaya koyma aracı da olabilir. Nuri Bilge Ceylan “Uzak”. İlk on dakika hiç diyalog yok. İki karakter var. Bunlar akraba, ama konuşacakları bir şeyleri yok. Kafaları tamamen başka yerde. Iletişimsizlik sadece konuşmamak mı? Burada Akdeniz kültürü ve İtalyan Sineması’nın bol konuşmalı filmlerini düşününce, belki esas iletişimsizlik, fazla konuşarak yaşanıyor. Antonioni, sanki bu bol konuşmanın üzerine ağıt gibi bir sinema dikmiş. Daha sonra çektiği filmlerden bazılarında da “Passenger”da da, röportaj yapan bir muhabir, tamamen birilerini konuştururken, konuşmaya alan bulamayan bir karakter. Yine Ceylan’ın en konuşmalı filmi olarak nam salmış bir filmi “Kış Uykusu”. Bu filmde Ceylan sinemasının dili açıldı, hatta çenesi düştü. Orada da tam anlamıyla, Haluk Bilginer’in karısıyla hiçbir şekilde iletişimi yok. Kadının ne yaşadığını, çıkmazını çok iyi anlıyoruz. Adam, bu çıkmazı biliyor ve bir iktidar aracı olarak kullanıyor, kadını hapsediyor. Iletişimsizlik yok, ama uzlaşmak istemiyor. İktidar kendisinde, niçin uzlaşsın? Bilginer’in oynadığı karakterin herkesle olan ilişkisinde bir konfor var ve bunu yitirmemek için ona göre bir dil geliştirmiş,tam bir muktedir. Konuşmanın sarhoş ediciliği Gerçekten insanların birbirini anladığı, konuşmanın güzel olduğu diyalog türüne dönersek, Fransız Sineması bu konuda en iyi örneklerden biri.Yeni Dalgacılar arasında Erick Rohmer filmlerinde, oturup konuşan karakterler var. Ahlaki kararların altında, insani şeyleri ortaya koymaya çalışan bir film “Dolunay Geceleri” şöyle başlar. “İki sevgilisi olan kalbini yitirir, iki evi olan aklını yitirir.” İki sevgilisi olan bir kadın karakterin, kendine Paris’in banliyosunde şehre yakın olmak için, bir ev tutmasıyla başlar. Rohmer, aldatma, beraber yaşamanın sorumlulukları, paylaşım gibi konuları, tamamen doğal, insani düzleme indirip anlatmaya çalışır. Ahlaki çatışma içinde TSDE ki - Aralık 2015 48 SİNEMA gösterilen karakter için, kendini ortaya koyma aracı olur. Örneğin; “Maud’daki Gecem”, gerçekten oturup sabaha kadar konuşan iki karakterin filmi. O filmde, konuşmanın sarhoş ediciliği de var. Tıpkı “Before Sun Rise” üçlemesinde olduğu gibi. diyalogsuz. Onun için seks, o anlatır, birisi de dinler gibi bir monolog. Kız, ona seksin bir paylaşım olduğunu göstermeye çalışır. Hiçbir zaman ilişkilerinde paylaşım yok. Adam, karşı tarafa etkileyip, elde eder ve paylaşımdan korkup kaçar Issız bir diyalog Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ında sembolik iletişimsizliğin kırılma noktası, anneyle restorana gitme. Yani bir tarafta olmak istediği şey var, o restoran. Bir taraftan da, kabul eder ya da etmez, kökleri var. Kafasında olduğunu sezdiği ve utandığı tarafı. Adam niye ıssız? Çünkü iki türde de aidiyet yok. Diyalog, duymak istediklerim Komedi, en yapay diyaloglara sahip, çünkü amaç güldürmek. Komedinin biraz evrimleşmiş türü romantik komedide, aslında modern zaman kent masallarında diyalog çok var. Kent, bizi içiçe sokuyor ama iletişimden uzaklaştırıyor. Antonioni’nin L’avventura’ da, filmin başında kaybolan bir kadın, kaybolmadan önce şöyle der; “ne kadar korkunç bir şey değil mi bu kadar uzak olmak”. Fiziksel uzaklıktan öte psikolojiktir bahsettiği. Oysa romantik komedide amaç, masalsı bir anlatımla, toplumun da uzlaştığı doğru kişiyi bulmak. “Sex and Cities” de olduğu gibi. Burada diyalog, Filmde kızla adamın diyalogunda, daha ilk iletişimde kız, adamın onu tavlamak istediğini anlar. Çünkü adam, son derece sonuca yönelik konuşur. Ama kendisini en ufak bir şekilde açmaz. Adam sekste de Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ında sembolik iletişimsizliğin kırılma noktası, anneyle restorana gitme. Yani bir tarafta olmak istediği şey var, o restoran. Bir taraftan da, kabul eder ya da etmez, kökleri var. Kafasında olduğunu sezdiği ve utandığı tarafı. TSDE ki - Aralık 2015 49 SİNEMA Woody Allen’ın iletişimsiz görünen romantik komedilerinde ise diyaloglar çok daha gerçek. Onun filmleri o çekirdek aile fikrinin üzerinden bayağı silindirle geçer. karşı tarafın duymak istedikleri olur. Romantik komedinin farklı bir örneği; Nora Ephron’un “Sevginin Bağladıkları”. Orada romantik komedinin, karakterlerin ilk on onbeş dakikada karşılaşması gerektiği kuralı çiğnenir. Karakterler, radyo konuşmalarında, ses üzerine kurulu bir diyalog geliştirerek biraraya gelirler. Alejandro Agresti’nin “Göl Evi” filminde de daha farklı bir şey, mektuplaşma var. Mektuplaşma daha romantik. Çünkü biri sözünü bitirir ve karşı taraf bütün dikkatini ona verir. Klasik Romantik komedide gerçek bir diyalog varmış gibi gözükür, ancak, anlatılan şey ne kadar hakikat? Garry Marshall’ın “Özel Bir Kadın” ında samimi bir diyalog var. Ancak, o diyalog, elde edilmek istenen gerçekliğe uydurmak üzere yapılmış. Amaç, Amerikalıların, o çekirdek aile, kutsal aile idealini ayakta tutmak. Ancak, Woody Allen’ın iletişimsiz görünen romantik komedilerinde ise diyaloglar çok daha gerçek. Woody Allen’ın filmleri o çekirdek aile fikrinin üzerinden bayağı silindirle geçer. Kadınlar konuşamıyor, “Seks Yalanları” Steven Soderbergh’in “Seks Yalanları”nda, bağımsız, Amerikan sinema akımını başlatan bir karakter var. Bir adam, cinsel fantazisi için, kadınları sadece konuşturup onları kameraya alır. Kadınlar kameraya konuşurken, sembolik olarak güzelleşir ve adam onları çekici bulur. Bu bize şunu hissettirir? Kadınlar konuşamıyor, dinlenmiyor.Ve adam bir kamera koyar “konuş” der. Dolayısıyla ortaya çıkan çok garip bir diyalog. Bu film, konuşmalı filmlerin de önünü açar. Ve Amerikan Bağımsız Sineması’nda bu film aracılığıyla konuşma estetik bir unsur haline gelir. Cinsellikle konuşmayı bu şekilde biraraya getiren, ilişkideki kopukluğu, bir diyalog kopukluğu olarak formüle edip, konuşmanın kendisini sanki cinsel iletişim haline getiren bir film. En sonunda da diyalogla işe başlayan Soderbergh, öykü anlatmanın despotluğu altında “ben bırakıyorum sinemayı” dedi ve bıraktı. Belki de bu, sinemada diyalogun yerini en açık bir şekilde anlattı. < Mine Türkili Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Aralık 2015 50 PSİKOMİTOLOJİ İnsanın Kadim Diyalogu Bilincin bilinçdışı ile olan sonsuz sohbeti üzerine İçimde tutacağıma sana söyleyeyim dedim... Bir annenin tüm yorgunluğunu üzerinden alan o özel an, bebeğinin ilk kez “anne” demesi... Yılanı deliğinden çıkaran şu tatlı dil... Dilim kopsaydı da söylemeseydim dedirten pişmanlık... Ya da seni seviyorum... Tüm bu cümlelerin zihinlerimizde yarattığı ilk çağırışımların hepsi, yaşamın olmazsa olmazı diyalog kavramının sadece en yüzeysel kısımlarıdır. Kendimi bir başkasına, kendime ya da bir bilinmeze izah ettiğim, açtığım, adalar arasına kurulmuş bir köprü gibi olan diyalog ile aslında kendimi yaratırım. Kurduğum sözel ve sözel olmayan her tür diyalog ile kendi gerçekliğimi an be an inşa ederim. Diyalog kavramını ister günlük yüzeysel gözlemden, ister derin insani araştırmalar düzleminden ele aldığımızda, yaşamın yara- tıcı ve yıkıcı gücünü aynı anda içinde barındırdığını görebiliriz. Mitolojiler, kutsal kitaplar ve doğunun kadim masalları yaratımın her zaman tezahür olmamış olanın, söz ile tezahür olmuş olana dönüştüğüne dair ortak başlangıçlardan bahsederler. İster yaratıcının “Ol, dedi ve oldu” sözünden bahseden dini metinlere, ister eski bir masaldaki büyücü kadının şarkısı ile başlayan hayat, gelen bahar ya da doğan çocuk öykülerini dinlediğimizde diyalogun yaşamdaki rolünü bir kez daha hatırlayabiliriz. Ve bu hatırlama bize şu basit gerçeği gösterir. Hem bireysel düzlemde hem de toplumsal düzlemde yaşamı devam ettiren ya da kilitleyen en büyük güç, en başından beri diyalog ya da diyalogsuzluktur. Diyalog kelimesi latince -dia ve -logos kök kelimelerinden türemiştir. Dia, vasıtası ve yoluyla anlamalarına gelirken; logos kelime, anlam, bilim, birşeyi göstermek, ortaya çıkarmak anlamlarını ifade eder.1 Dolayısıyla diyalog en saf anlamı ile bir gerçeği orta- TSDE ki - Aralık 2015 51 PSİKOMİTOLOJİ ya çıkarmak için bir araç, bir tekniktir. -dia kökünün bir diğer anlamı ise zıtlık, kutupluluk ve çokluk anlamlarını taşır. -mono tek iken -dia ikili bir düzlemi ifade eder. Günlük kullanımda diyalog iki kişinin konuşması, monolog ise bir kişinin konuşması anlamlarına dönüşmüş olsa da iki kelimenin felsefi anlamı biraz daha farklıdır. Felsefi olarak her diyalogun amacı monoloğa ulaşmaktır. Diyalog aynı konudaki iki farklı fikirin sentez amaçlı karşılaştırılması iken, monolog sentezlenmiş ortak fikri ifade eder. Diyalog için birbiri içinde eriyip, yeni bir gerçekliğe dönüşebilme olasılığını içinde barındıran, iki zıtlığın varlığına ihtiyaç vardır. Bu tıpkı doğunun Yin-Yang’ı gibi birbirini besleyen zıt bir bütündür. Amaç monolog olsa da yaşam her zaman diyaloga uygundur. Çünkü yaşam bir zıtlıklar havuzudur; uzaydan mavi, bütün bir küre olarak görünen dünyamıza yaklaştıkça sınırların, ayrılıkların ve zıtlıkların fotoğrafını çekmeye başlarız. Yine aynı biçimde dıştan bir bütün gibi görünen herhangi bir insanı tanımaya başladığımızda da içsel bölünmelerinin, çatışmalarının ve zıtlıklarının yansımalarına tanık olmaya başlarız. Bu nedenle bütünlük şu an için bir ütopya, bütünlüğü anlık olarak dahi tahsis edecek olan diyalog ise bir varoluş ihtiyacıdır. Gerek bireysel düzlemde gerekse toplumsal düzlemde yaşamı devam ettiren ya da kilitleyen en büyük güç, en başından beri diyalog ya da diyalogsuzluktur. Peki gördüğünüz bir rüyanın anlamını çözmeye çalıştınız mı? Ya da yaşadığınız bir olayla ilgili düşünürken, “acaba yaşam bana ne demek istiyor” diye bir soru sorduğunuz oldu mu? En az bir tanesine dahi “evet” yanıtını verebiliyorsanız, diyalogun kadim biçimi olan bilincin bilinçdışı ile kurduğu iletişimi ve etkileşimi belli bir dozda deneyimlemiş olmalısınız. Öncelikle kısaca tanımlamak gerekirse, kendi iç varlığımız ve onun derinleşen her tür uzantısı ile kurduğumuz diyalog, terapötik bir diyalogdur. Ve bu özel Diyalog kavramının içi çok çeşitli biçimde doldurulabilir ki buna da ihtiyaç da vardır. İki kişinin diyalogu, toplumların diyalogu, insanın ekosistem ile olan diyalogu, iki etnik grubun diyalogu gibi. Bu yazıda kavramın kadim bir biçimi olan bilincin, bilinçdışı ile olan diyalogundan kısaca bahsediyor olacağım. TSDE ki - Aralık 2015 52 PSİKOMİTOLOJİ diyalog türünde ikinci bir kişi aslında hiçbir zaman bulunmaz. Tamamen kendi içsel ya da yaşamın kolektif ifadeleri (arketip) ile diyalog halindeyimdir. Söz konusu diyaloga eşlik eden bir terapist dahi sadece bu işlevi danışanı için mümkün kılandır. Ve bu konudaki başarısı, çoğunlukla kendi diyalog kurma gücü ile orantılı bir etkiye sahiptir. Psikomitoloji diyalogun bu türü olan bilincin bilinçdışı ya da bilinçdışının bilinçle etkileşiminden ortaya çıkan sonuçlar üzerine kuruludur. Mitler, masallar ve içinde arketiplerin izini bulacağımız pek çok sanatsal ürün bu diyalogun bir ürünüdür. İnsan eğer kendisi için uygun olan bir bilinçdışı öykü2 ile diyalog kurduğunda kişiye ve ana özel bir farkındalık yaşar. Bu farkındalığı destekleyecek ve sürdürecek girişimlerin hepsi kişinin kendini ve yaşamla kurduğu bağın içeriğini anlamasına imkan verir. Örneğin kendi gücünü keşfetmek isteyen, kendi duygusal ve zihinsel kaynaklarını tanımak isteyen kişi Psikomitoloji, bilincin bilinçdışı ile etkileşiminden dolayı ortaya çıkan sonuçlar üzerine kuruludur. Mitler, masallar ve içinde arketiplerin izini bulacağımız pek çok sanatsal ürün bu diyalogun bir ürünüdür. ilk etapta alakasız gibi gelse de “Oz Büyücüsü” isimli eserden yardım alabilir. Kendisini bir anlığına da olsa Dorothy ile özdeşleştirebilen kişi yeni bir algının kapısını açmıştır. Ancak bu açılan algının kişiye kazandıracakları sadece bilinçdışı öykü ile temas kurma yoluyla kazandırılamaz. Burada mitolojik araca psikolojik araç eklenirse kişi kendi varlığının parçaları ile diyalog kurma imkanına sahip olur. Buda tam olarak terapötik diyalog ile mümkün olabilir. Bilincin bilinçdışı ile yaşamın en başından beri çok katmanlı biçimde diyalogu vardır. Burada yaşamın en başı demek farklı zaman dilimlerini işaret eder. Psikolojik olarak insanın ana rahminde belirdiği ilk an, antropolojik olarak ilk insan ya da o bilinmezi sembolize eden ilk insan kavramı, kozmolojik olarak ise zamanın ilk anını işaret eder. Bu üç farklı zamanın ortak değeri, bilinenin bilinmeyenden gelmiş olmasıdır. Jung’un deyimi ile bilinç bilinçdışını değil, bilinçdışı bilinci yaratmıştır. Bilincin ne geldiği ne de gideceği yer ile inançtan öte bir bilgi sahibi değiliz. Olamayacağımızı da Jung, “sonlu olan, sonsuz olanı hiçbir zaman kavrayamayacaktır” sözü ile açıklamaktadır. Zaten kelimelerin literal anlamlarını dahi incelediğimizde Jung’un haklı olduğunu görürüz. İnsanın varoluşun bütünü ile kurduğu temasın derecesi bir bebeğin dünya ile kurduğu bağlantının derecesi kadardır diyebiliriz. Eski Mısır’da Nun isimli tanrıça elinde güneş kayığı ile ilksel suların içinden yükseldi. Ve kayığın içindeki ilksel arketiplerin sembolleri dünyayı yaratmaya başladı. J.R.R. Tolkien’in fantastik eserlerinde anlattığı dünya bir boşluktan ellerinde arplar TSDE ki - Aralık 2015 53 PSİKOMİTOLOJİ ile doğan meleklerin müzikleri ile yaratılmaya başlandı. Eski çöl masallarında sonsuz kumların içinden fışkırmaya başlayan su ile yaratım başladı. Bir başka düzlem olan kutsal metinlerde yaratıcının boşluğa OL! demesi ile hayat başladı. Tüm bu başlangıçlar bir bilinmeyenden ya da kum gibi, su gibi ya da boşluk gibi sonsuzluğu kaplayan bir sembolün içinden başladı. Tüm bu bilgileri antropolojik ve psikolojik bir gerçeklikte harmanladığımız zaman elimize arketipsel psikolojin, psikomitolojinin bilgisi geçmiş olur. Sonlu olanın sonsuz olanı algılayamayacağı ilkesine tekrar dönecek olursak; kendini yeni algılamaya başlayan insan yavrusu için varoluş, “kendi” ve diğer herşey ise “öteki” olmaktan ibarettir. Aynı biçimde insanda varoluşunu “bilinç” ve bilebileceklerimin dışında olan herşey anlamında bilinçdışı olarak nitelendirir. Bilinçdışı’nın tümünü kapsayacak bir isimlendirmeyi yapamadık ve yapamayız da ama Alice Harikalar Diyarında isimli eseri okurken, Alice’in bilinçdışının bir kısmına “Harikalar Diyarı” dediğini anlayabiliriz. Ve her farklı öykü ile bilinmesi imkansız olan sonsuz dünyayı kısım kısım sembolleştirir, isimlendirir ve bilinç üzerindeki etkisini anlamak için bir fırsat elde etmiş oluruz. Varoluş felsefesinde basit bir ilke vardır. Bir şeyden bahsediyorsam, o şeyin dışında yer alırım. Çember hakkında konuşan kişi çemberde değildir. Mutluluktan bahseden bir kişi, mutlu değildir. Oynamakta olan bir çocuk, oyun oynamaktan bahsetmez. Ondan bahseden bir yetişkindir çünkü o oyun oynama yetisini kaybetmiştir. İnsan bilinçdışı ile bilincin diyalogunu kaybetme imkanına sahip olan tek varlıktır. Çünkü insan, meşhur cennetten kovulma hikayesinden beri bilmek ister. TSDE ki - Aralık 2015 54 PSİKOMİTOLOJİ Konfüşyüs’e bir gün, bir insanın bilgeliğini nasıl ölçersin demişler. O da az konuşmasından demiş. Bu cevabı duyanlar, peki hiç konuşmuyorsa diye sormuşlar. Konfüçyüs, o kadar bilge olana hiç rastlamadım demiş. İnsan bilinçdışı ile bilincin diyalogunu kaybetme imkanına sahip olan tek varlıktır. Çünkü insan bilmek ister. Şu meşhur cennetten kovulma hikayesinden beri bilmek ister. O mitin bir kısmı şu şekildedir. “Tanrı, Adem’i topraktan yarattıktan sonra Aden’in batısına cennetsi bir vadi kurdu. Onu, meyveleri göz kamaştıran mücevherler olan ağaçlarla donattı. Bunların arasında “İyiyi ve Kötüyü” Bilme Ağacı’da bulunmaktaydı”3 Yasak olan ağaç sadece elma değil, aslında bilme-bilmeme ağacıydı. İnsan, bu ağacın meyvesinden yemiş bir tür olarak yaşam ile olan bağını koparma ve yeniden tahsis etme ya da diğer bir deyişle insan bilinci ile bilinçdışı dünya arasındaki diyalogu kurup kurmama olasılıklarına sahip bir varlık olmuştur. Arketipsel bir öykü olan bu yasak ağaçtan yemiş olmak, reel düzlemde kendini bilme olarak ifade bulur. Anne karnında adeta bir ilksel cennette olan insan yavrusu, ışığı, karanlığı, memeyi, kendi uzuvlarını bildikçe yavaş yavaş bu meyveden yemektedir. Pusulanın icadından önce gemiciler gemilerinde güvercin beslerlerdi. Çünkü okyanusun ortasında en yakın karanın ne tarafta olduğunu tespit etmek istediklerinde bir güvercini salarlardı. Güvercinin uçtuğu yön en yakın karanın bulunduğu yöndür. Peki güvercinler bunu nasıl bilebilirler? Psikomitolojinin teorisi tüm doğanın bilinçdışı ile bilmeden ama sürekli bir biçimde diyalogda olmasıdır. Güvercin gemiciler için değil, kendi yaşamını korumak için asıl yaşam alanı olan karaya en yakın yolu içsel duyumu ile bilir. Bu Yeni Jungian terapistlerin “Blueprint” dedikleri iç sestir. Bu ses insanda tahsis edildiğinde mistik felsefede geçen “bilmeden bilme hali” oluşur. İnsan bilinçdışı ile olan diyaloga aslında yaşamının en başında sahiptir. Büyümek ve kendini bilmek ile bir ego geliştirdikçe, bilmeden kendini bilme hali, bilinçli bir bilme için bozulur. Ve bu bozuluş insan hayatı boyunca defalarca tekrarlanır. Her biri psikolojik Bir varoluşsal halden diğer varoluşsal hale hiyerarşik doğumlar yaşayan insan, bu doğumlarının ya da bilinç evrelerinin içinden geçerken bilinçdışı ile diyalog kurma ihtiyacı içine girer. olarak başlangıçta travma olarak algılanabilir olsa da ancak gerçek şudur ki travma, kişinin daha asli olan bir bütünleşmesi için, daha az bütünleşmiş olan kişilik yapısının bozulmasıdır. Tıpkı doğum gibi; karanlık, sıcak ve sulu dünya bir travma ile bambaşka bir varoluş ortamına dönüşür. Bu nedenle içinden geçilebilirse her travma, -öyküsel bir değişim ile- yeni bir varoluş algısı kazanma sürecine de dönüştürülebilir. TSDE ki - Aralık 2015 55 PSİKOMİTOLOJİ Her varlık doğum gibi bir fenomen ile hayata gelir. Martin Heidegger’ın dediği gibi insan yaşama “fırlatılmış” bir varlıktır. Büyümesi ve kendini bilmesi oldukça uzun zaman alacaktır. Ancak her ne kadar fırlatılmış olsa da insan kendini bilme kapasitesini kendi algı dağarcığı içinde saklı tutar. Platon’un dediği, öğrenmek özünde hatırlamaktır sözü bu potansiyeli ifade eder. Bir varoluşsal halden diğer varoluşsal hale hiyerarşik doğumlar yaşayan insan, bu doğumlarının ya da bilinç evrelerinin içinden geçerken bilinçdışı ile diyalog kurma ihtiyacı içine girer. Çok yaygın olan ağaç metaforu insanın bilinçdışı ile bilinç arasındaki bağını en güzel şekilde ifade eder. Ağaç nasıl ki topraktan beslenmesi için köklerinin onun içine gömülü olmuş halde varolması gerekiyorsa; insanın ruhsal dünyası da tıpkı ağacın köklerin toprakta olması gibi bilinçdışının içinde olması gerekir. Bu bağın sağladığı diyalog ne zaman kopar, o zaman insan kendisine ve kendi yaşam sürecine yabancılık hissetmeye başlar. Varolmak için normalden daha fazla olacak biçimde diğerlerine ihtiyaç duyar. Çünkü içeride bir yerlerde artık varoluş enerjisi azalmakta ve kendi kendine yetersiz olduğunu söyleyen fısıltıyı duymaya başlar. Bu duygu hem bir o kadar doğru hem de dönüşme potansiyeli olduğu için bir o kadar yalandır. İnsan bilinçdışı ile diyalog kurmayı unuttuğunda bir süre sonra kendi kişiliğinin kabına sıkışır. Yaşam sadece kendi bildiklerinden, denediklerinden, yapamadıklarından ya da yaptıklarının verdiği sıkıntıdan ibaret olmaya başlar. Algının yalnızca kendi varlığı içinde sıkışıp kalması, durgun bir suyun zamanla yosun tutması gibi bulanık bir iç dünya ile varolmaya dönüşür. Bu hal kahramanlık mitlerinin başlangıç sahnelerine benzer; ya ülkeyi yıllardır esir alan bir kuraklık, yüzü hiç gülmeyen bir prenses ya da ölen bir kral ile simgeleştirildiğini görürüz. Yapılması gereken “yolculuğa çıkmak”’tır. Bu güncel anlamda terapötik bir sürece ihtiyacı vurgular. Yazılacak öykünün kahramanı danışan ise, öyküdeki büyücü terapisttir. Ancak bu rolün geçici bir yansıma olduğunu unutan terapisti ciddi bir tehlike bekler. Terapinin ve terapötik diyalogun amacı danışanın, bilinçdışı ile diyalog kurmasına yardımcı olmaktır; terapistin bilinçaltı ile değil. Terapist, danışana tek başına olduğunda kaybolma ihtimali çok yüksek olan, çok fazla katman ve boyuttan oluşan bilinçdışının hangi düzeyinde nasıl diyalog kuracağı ile ilgili terapötik deneyimini bilimsel metotlarla paylaşan kişidir. Mitlerin toplumsal rolü üzerinde araştırmalar yapan Johnson “Tarihte yeni bir dönem başladığında, çoğu zaman, o dönemle ilgili bir mit de ortaya çıkar. Mit, o dönem içinde olacakların bir ön habercesi gibidir ve çağın psikolojik öğeleriyle uyum sağlayabilmek için (gerekli) bilgece öğütler içerir.”4 der. Bilinçdışı öykülerin (mit, masal vb) bireysel düzlemde de benzer bir rolü vardır. Kişi içinde yeni bir dönem söz konusuysa, onu yaşama bağlayacak olan, aynı zamanda eski olandan koparma gücüne sahip TSDE ki - Aralık 2015 56 PSİKOMİTOLOJİ yeni bir öyküye ihtiyaç duyar. Bu zorlama bilinçdışı tarafından yapılsa da kişinin bilinçli bir tepkisi ile dönüşümü mümkün kılabilir. Çünkü dinlediğimiz öykü, ruhun bir dinamiğinin sadece söze dökülmüş halidir. Dışarıdaki bir olayı ya da hayal dünyasındaki bir sanıyı anlatmaz. Yine Johnson “Unutmamak gerekir ki, bir mit yaşayan bir nesnedir ve her bireyin içinde yer alır. Eğer onun, içinizde örülüp biçimlendiğini fark edebilirseniz, mitin katıksız ve gerçek özünü fark edebilirsiniz.”5 derken öykülerin iç gerçekliğine vurgu yapmaktadır. Terapötik sürecin başında kullanılan öykü, danışanın içinde bulunduğu ruhsal döngüyü özetliyor, simgeleştiriyor ve kendisini daha rahat ifade etmesi için imkan veriyorsa doğru seçilmiş bir öyküdür. Ve böylece insan içinde bulunduğu halin resmine bakarken anlaşılmış olmanın derin hazzını bir kez daha hissetmiş olur. Ama bu hissediş bilinçaltı bir algı olduğu için çoğunlukla bizi etkileyen öyküleri ve onların milyonlarca kez tekrarı olan filmleri, dizileri, yazı ya da farklı ifade tarzlarını neden sevdiğimizi bilmeden severiz. Bizi bize anlatan her öykü kısa sürede üzerimizde bağımlılık yapar. Çıkamadığımız ruhsal yolculuğa çıkan kahramanı dinlemek, bir türlü alt-edemediğimiz erteleme huyu yerine şövalyenin ejderhayı öldürmesi bizi anlık olarak rahatlatır. Ama öykülerin terapötik olması ile nevrotik olması arasında ince bir çizgi vardır. Terapötik olan öykü değil, öyküye yaklaşım şeklidir. Burada öykünün terapi dahil edilebilmesi için dinleyenin dışında bir kişiye daha ihtiyaç vardır; bu kişi, simgelerin dilini psikolojik olarak yorumlayabilen ve bunu bir metot ile uygulayabilen bir terapisttir. 1 - TDK Sözlük 2 - Bilinçdışı öykü; mitler, masallar, halk öyküleri, arketipsel temaları barındıran film, roman, şiir gibi ürünlerin tümünü kapsamaktadır. 3 - İbrani Mitleri / Robert Graves - Raphael Patai / Say Yayınları S 109 4 - Deli Dumrul’un Bilinci / M.Bilgin Saydam / Metis Yayınları S.13 5 - a.g.e S13 Bilincin bilinçdışı ile olan diyalogu kişinin iç bir özdeşleşme ile kahramanlık duygusunu yaşaması için değil, tam aksine kendi benliğini ve kendi rolünü bulması için bu özdeşleşmeleri sağlıklı bir biçimde sonlandırılmasını amaç edinir. Hayal dünyasında bir kahraman, tanrıça ya da başka bir figür ile kendini ifade etmek belli bir süre iyidir. Ancak asıl kahramanlık kendimizi nasıl hissettiğimizden ziyade, o hislerle neler yapabildiğimizle ilgilidir. < Hüseyin Şimşek TSDE 7. Eğitim Grubu / İzmir TSDE ki - Aralık 2015 57 TSDE DER ki Sen başkasın, ben başkayım. Sen sensin, ben de benim. Diyalog dönüşümü, açık olmayı, açık değilse buna davet etmeyi, ben ve ötekinin ayrı olduğunu, hem kendimin hem de ötekinin olumlu ve olumsuz yanlarını olduğu gibi kabul etmeyi gerektirir. Günümüzde birçok zihin kendi benliği ile ötekinin benliğini ayırt etmede yeterince başarılı değildir. Ben ve senin başka insanlar olduğunu ayırt edemeyen bir birey, iletişimde ve diyalogda bazı çatışmalar yaşayabilmektedir. İletişim kelimesi daha çok bir şeyi iletmeyi ve transfer etmeyi çağrıştırmaktadır. Diyalog ise daha çok karşılıklı anlayış ve uyum arayışı olarak tanımlanmaktadır. Bu yüzden diyalog daha çok çaba gerektiren, ötekinin başka birisi olduğunu anlayarak onu olumlu ve olumsuz yönleriyle olduğu gibi kabul eden bir süreçtir. Günümüz dinamiklerinde bireyselliğin artması, iletişim ve sosyal medyanın gelişimi artık bu kavramları yeniden gözden geçirmeyi gerektirmiştir. Diyalog dönüşümü, açık olmayı, açık değilse buna davet etmeyi, ben ve ötekinin ayrı olduğunu, hem kendimin hem de ötekinin olumlu ve olumsuz yanlarını olduğu gibi kabul etmeyi gerektirir. Bunları hakkıyla yapabilmek çoğu zaman da mümkün olamamaktadır. Hem yakın diyaloglarda hem de sosyal diyaloglarda bireyin kendi benliğinin, bireysel bütünlüğünün, kendisinin ve ötekinin sınırlarının nerede başlayıp bittiğinin farkında olması çok önemlidir. Sağlıklı bir diyalog için kişi hem kendi benliği hem de ötekinin benliği ile temas halinde olabilmelidir. Karşıdakine TSDE ki - Aralık 2015 58 TSDE DER ki ve kendisine açık olma, samimi olma, onu dinleyebilme, ondan gelecek negatif ve pozitif söylemleri karşılayabilme yeterince sağlıklı bir ruhsal yapı tarafından başarılabilir. Aynı şekilde diyalog sırasında öteki kişi de kendisine söylenen olumlu ve olumsuz cümleleri savunmaya geçmeden dinleyebilmelidir. Sağlıklı bir diyalog sırasında duyguları olduğu gibi ifade edip kendini ortaya koyarken öteki kişiye özellikle olumsuz duygular yüklememeye çalışılır. Çünkü karşıdaki kişi aynı duyguları aynı derinlikte hissetmek zorunda değildir. Burada zihin sözel iletiden çok karşıdakinin sözel olmayan (non verbal), iletilerine odaklanır. Sonuç olarak diyalog sırasında sözcükler yerine beden dili ve söylenen kelimenin tınısı ötekinin zihni açısından çok daha ön plana geçer. Gerçek bir diyalogda ortalama bir arkadaş veya komşu sohbetinden çok daha fazla ve derin bir ilişki vardır. Burada kişi hem kendisini hem de ötekini olumlu ve olumsuz yönleriyle olduğu gibi kabul etmektedir. Böylece her iki taraf da olumsuz duygularını bile özgürce ortaya koyabilmektedir. Ayrıca taraflar karşıdaki tarafından kabul edilmeyen fikirlerini göz ardı etmemektedir. Çünkü kendi gözünden dünyaya baktığında söylemleri doğrudur. Bunun yanında ötekinin gözünden dünyaya bakıldığında ise onun açısından onun söyledikleri de doğrudur. Böyle birisi diyalog sırasında hem ötekine hem de kendisine bir şeyi kanıtlamaya çalışmaz. Herkes kendi zihnindeki doğruda kalır, ötekinin beynini değiştirmeyi istemez. Çünkü sana göre senin beynin doğrudur, bana göre de benim beynim doğrudur. Sen başka birisindir, ben de başka birisiyimdir. Sen sensindir, ben de benimdir. Senin bakış açın başkadır, benim bakış açım başkadır. Senin bedenin başkadır, benim bedenim de başkadır. Bunu ayırt edemeyen birçok insan karşıdakinin beynindeki farklı bir bilginin veya duygunun kendi beynindeki bilgiyi veya duyguyu bozduğunu zanneder. Örneğin denize bakıp sevinçle denizin çok çok güzel olduğunu söyleyen bir kadına sevgilisi daha nötr bir ifade ile “evet güzelmiş” dediğinde kadın öfkelenir. Çünkü duygunun derinliği aynı değildir. Kendisi gibi yoğun hissetmeyen erkeğe karşı iğneleyici konuşmalarda bulunur. Kadın erkekten daha sevinçle denize güzel demesini bekler. Erkek ise kadının bu kadar yüksek duygusunu anlayamaz. Kadının kendisi gibi az sevinmesini bekler. Ona karşı alaycı konuşmalarda bulunur, onu aşağılar, aldığı negatif duyguyu iade eder. Daha sonra çatışma başlar. Kötü duygular da aynı ruhsal yapının bir parçasıdır, bu yüzden dışarı atılması uygun değildir. Kişi, kötü duygularını ayrı görmeye çalıştıkça iç dünyasında bir bölünme ve parçalanma yaşar. TSDE ki - Aralık 2015 59 TSDE DER ki zorlayan güçlü duygular, toplumsal çatışmaların çıkış noktasıdır. Grubun bir tanesi kendisini iyi grup, öteki grubu ise kötü grup olarak adlandırır. İyi grup ötekini hep kötüde tutmak ister. Kötü grup ise durumu eşitleyip iyiye geçmeye çalışır. Aslında burada ortaya çıkan durum birçok kişide görülen bölme yani splitting savunma mekanizmasının bir benzeridir. Gerçekte yok etmeye çalıştığı kendisine ait olan ve karşıya attığı kötü duygulardır. Bunu öteki topluluğa yansıtır ve bazen de o topluluğu tamamen yok ederek kendi grubuna ait kötü duygularını yok etmek ister. Son yıllarda, bireyselliğin artması, teknoloji kullanımının yaygınlaşması, sosyal medyanın gelişmesi, iletişimin daha çok teknoloji araçları ile olması ve yaşam stilinin değişmesi gibi bazı nedenlerden dolayı yalnızlık ve buna bağlı problemler giderek artmıştır. Sağlıksız diyalog bir yana diyalogsuzluk giderek temel bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Yoğun bir şekilde yaşanan yalnızlık duygusu, kişinin kendisini başkalarından soyutlanmış hissetmesini beraberinde getirir. Kronik yalnızlık sonucu dış uyaran azaldıkça kişi içe dönmeye ve bastırılmış çocukluk çağı anılarını daha yoğun bir şekilde hissetmeye başlar. Mutsuzluk, anlamsızlık, kaygı sorunları yanında kronik ağrılar, sindirim sistemi şikâyetleri ve cinsel problemler gibi bedensel sorunlar artmaya başlar. Farklı bir gruba dâhil insanlara ait davranışlar sanki öteki grubun da bakış açısını ve zihnini bozuyor gibidir. Burada öteki grubu kendi grubu gibi düşünmeye Kötü duygular da aynı ruhsal yapının bir parçasıdır. Bu yüzden dışarı atılması uygun değildir. Bir kişi istiyorsa bu negatif duyguları zaman içinde başka bir duyguya dönüştürebilir. Bunu başarmakta zorlanırsa da o zaman çocukluk çağında neyi tekrar ettiğine bakabilir. Bazen de bu durum çocukluk çağı dışındaki nesillerin, hatta taş devrindeki ataların duyguları ve travmaları olabilir. Ruhsal yapı her zaman için bütünlük, ötekinden ayrı olmak ve bir gruba dahil olmak ister. Kişi kötü duy- Kronik yalnızlık sonucu dış uyaran azaldıkça kişi içe dönmeye ve bastırılmış çocukluk çağı anılarını daha yoğun bir şekilde hissetmeye başlar. TSDE ki - Aralık 2015 60 TSDE DER ki gularını ayrı görmeye çalıştıkça iç dünyasında bir bölünme ve parçalanma hisseder. Bu kişi ne kadar parası çok, ne kadar statüsü yüksek, ne kadar sosyal ve yakın diyalogları iyi olursa olsun yine de kendisini gerçek anlamda huzurlu ve dengede hissedemez. Sağlıklı bir diyalog için kişi hem kendi benliği ile hem de ötekinin benliği ile temas halinde olabilmelidir. Kendi iç dünyasındaki duygulara adaletli olabilen bir birey, yakın diyaloglarda da bunu başarabilir. Öbür türlü bir durumda ise bu kişi örneğin çocuklarını iyi çocuklar ve kötü çocuklar olarak bölebilir. İyilere sevgi ile bakılır, kötülere nefret ile. Eşini bir gün çok güzel parlak bir pırlanta gibi, öteki gün ise pisliğin teki olarak görür. Bir sabah uyanır dünya cennet gibidir, çiçekler ve böcekler çok güzeldir. Birçok süslü felsefi cümleler konuşur. Başka bir sabah uyanır dünya çok berbattır, adalet yoktur, her şey kötüdür, aslında ölse daha iyidir. Eğer kişi iç diyaloglarında bu adaleti sağlarsa, kendisi, eşi, çocukları ve yakın dostları ile sağlıklı diyaloglar kurabilir. Aynı kişi daha sonra sosyal ortamlarda da aynı adaleti gösterir, ben ve sen ayrı kişileriz kelime- TSDE ki - Aralık 2015 61 TSDE DER ki leri daha bir anlam kazanır. Karşıdakinin hangi gruba dâhil olduğu, hangi dinden, hangi mezhepten veya hangi etnik kimlikten olduğu giderek önemsizleşir. Fenerbahçe mi daha iyi yoksa Galatasaray mı, Beşiktaş mı, Müslüman mı daha iyi yoksa Hıristiyan mı Ateist mi, Alevi mi daha iyi yoksa Sünni mi, Kürt mü daha iyi Türk mü yoksa Ermeni mi daha iyi. Ben ve seni ayırt eden kişi için hepsi giderek anlamsızlaşır aynı zaman da hepsi giderek anlam kazanır. Çünkü bir gruba ait olma ihtiyacı aslında bir başka grubun da varlığı ile karşılanabilir. Bu ihtiyaç karşılanırken öteki grubu kötü görmeye beki de günümüzde artık ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü artık ötekini kötülemeden de her iki grup var olabilir. Bu bilgi bugün birçok insanın beynine yabancıdır. Çünkü hem bizim toplumumuzda hem de tüm dünyada atalarımız bize bunu başka türlü öğretmiştir. Bir gruba ait olma ihtiyacı aslında bir başka grubun da varlığı ile karşılanabilir. Bu ihtiyaç karşılanırken öteki grubu kötü görmeye beki de günümüzde artık ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü artık ötekini kötülemeden de her iki grup var olabilir. Sen başkasın, ben başkayım. Sen sensin, ben de benim. Beynimiz çok akıllı, bazen de saçma sapan düşünen bir organdır. Eğer ben ve senin başka olduğunu ayırt ediyorsa gördüğü birçok problemi çözmek onun için bir hobi haline gelebilir. Issız adaya düşen ve hiç kayık yapmamış birisi kayık veya sal yaparak adadan kurtulabilir. Eğer bu kişi bu duyguları ayırt edemezse ıssız adada hayıflanır durur, bir eyleme geçmez. Sen ve beni ayırt edebilmek için sağlıklı bir anne baba veya bir ruh sağlığı profesyoneline ihtiyaç vardır. Bu ayırdım yapıldıkça yaşanan her an ve her türlü olumlu-olumsuz duygu değer kazanır. Zaman uzamaya başlar ve yaşanan her andaki her türlü duyguyu zihin sağlıklı bir şekilde hisseder. İşte o zaman kendi benliğini ötekinden ayırt eden kişilerin olduğu grupların barış içinde yaşamayı başarması zihin açısından aslında bir teferruat haline dönüşmüştür. < Timur Harzadın Uzman Doktor- Psikoterapist TSDE 9. Eğitim Grubu TSDE ki - Aralık 2015 62 TSDE DER ki DİYALOG için MONOLOG Yetişkin olarak diyalogda zorluk çekiyorsanız hala geç kalmış sayılmazsınız, hemen başlayın monologlarınıza. Unutmayın, yüreğinizde monologdan diyaloga giden bir yol vardır ve bu yol yaşamınızda ki “Diyalog için Monolog” yoludur. Doğunca yaşamım başladı fakat ben nereden başlayacağımı bilemedim. Hem de renklisinden gözlerim ve kulaklarım vardı ama hiçbir şey görmüyor, duyamıyordum. Bir yanım ise bulunmak, görünmek fark edilmek istiyordu... Çığlık atıp kucaklandığımda ısındığımı hissettim ve mis kokulu sütle yaşamın ilk tadını aldım. Hoşnuttum, sütüm de vardı hatta sıcacık kucaklanıyordum da ama hep bir yanım eksikti. Annemin kalp atışlarını fark edip duyunca artık beni duyan olur diye ümitlendim. Onun sesini duyup ela gözlerini gördüğümde ise ona sıkı sıkı bağlanmak istedim. Annemin beni gözleriyle sarmasını ve sesiyle beslemesini ise çok arzuladım. Fazlası da oldu annem beni ninnilerle hayallere saldığında ve ela gözleriyle benimle konuştuğunda bu iyi geldi ki onu kalbime yazdım. TSDE ki - Aralık 2015 63 TSDE DER ki Büyüyordum bir taraftan ama çoğunlukla yalnızdım. Sanırım annemin işleri çoktu ki o hep yoktu. Yalnız evde beklemek, gidenlerin peşinden gidememek ve yürüyememek ise zordu. Ama esas ağır olan konuşamamaktı benim için. Eğer sesler çıkarır konuşursam kendimi anlatabilirdim belki. Öyle de yaptım fakat ben konuştukça benimle kimse konuşmadı. Onlar hep bana güldüler. Ne zor işmiş derdini anlatamamak bilemezsiniz. Baktım olmuyor, kimseye derdimi anlatamıyorum, başladım kendi kendime konuşmaya. Bir taraftan kendimi kendime anlattım ve kendime sorular sorup, cevaplar verdim. İşi ilerlettim anlayacağınız ve bırakın sıkılmayı öyküler, şiirler yazıp anlatmayı da yapmadım değil. Hayallerim de oldu, filmlerim de oldu, yani dünyam kocamandı. Kimse olmasa da yanımda, ben hep çoktum. Kendi kendime serenatlar veren ve beni ben yapan parçalarımla oyunlar onayan eksikliklerini kendince tamamlayan bir ben vardım hep. Ailem eğitimli ebeveynler olsalardı beni susturmak ya da hiperaktif diye doktora götürmek isterlerdi belki. Ama ne kadar şanslıymışım ki çiftçi bir ailem vardı. Onların kendi işleri çoktu ve onlar kendi işleriyle meşgulken bana kendimle bol bol birlikte olma imkânı doğdu. Şimdi bu sayede küçük yüreğimde kendimden kendime bir yol bulup köprüler kurduğumu, kendimce monologlar yaptığımı görüyorum. Jean Piaget “Çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler. Onlara bir şeyleri şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz.” diyor. Ve ayrıca Piaget “yaşça küçük çocuklar kolektif monologlar yaparlar, diyalog daha sonra gelişir” diyor. Jean Piaget “Çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler, onlara bir şeyleri şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz.” diyor. Ve ayrıca, “Yaşça küçük çocuklar kolektif monologlar yaparlar. Diyalog daha sonra gelişir” diye ekliyor. TSDE ki - Aralık 2015 64 TSDE DER ki Çocukluğumdaki monologlardan yetişkin yaşamındaki diyaloglara uzanan bir yol, köprü olduğu aşikâr. Çocukluğumdaki monologlardan yetişkin yaşamındaki diyaloglara uzanan bir yol, köprü olduğu aşikâr. Kendimle bağ kurup yaptığım monologların gerek içeriğindeki özgünlük gerekse üslubu benzersizdi. Bu aynı zamanda benim için ilk kez kendimle diyalog kurabilmem anlamına da geliyordu. Çocukken kendisiyle diyalog kurabilenin yetişken olduğunda başkası ile diyalog kurması ne kadar zor olabilir ki. Müthiş monolog deneyimim var. Şiirler, öyküler, hayaller sohbetler hep benimle oldu. Yetişkin olduğumda yaşamımda benimle bir şeyleri paylaşmaya gelmiş kişilere bir şey anlatmak ve onların anlattığını dinlemek yapılması en zevkli işlerdendi artık. Tüm bunların kendi öykümle karşılaştırma ve kendimi geliştirebilme imkânı sunması da cabasıydı. Monolog, tek kişinin veya kişinin kendi kendine konuşması, diyalog ise, iki kişinin karşılıklı konuşması ve sohbeti olarak biliniyor. Arasındaki fark Monologda fikir/görüş aynı iken Diyalogda fikir/görüş farklı olmasıdır. Yani iki kişi karşılıklı aynı fikir üzerine konuşuyorlarsa bu bir diyalog değil Monolog oluyor. Ben çocukken farklı benlerimi konuşturduğumdan aslında bilmeden diyalog yapmaya adım atmışım diyebilirim. Yetişkin ebeveynler olarak, yaşamda diyaloga büyük ihtiyaç varken ve sürekli iyi bir diyalog hedeflemişken; çocuklarımıza ve yaşamına dokunduğumuz tüm çocuklara kendi kendilerine konuşma, serenat yapma, hayal kurma ve monolog için imkan verip desteklemek, teşvik etmek, arzuladığımız paylaşımcı yaşam adına küçük ama gelecek için büyük bir adım olacaktır. Yetişkin olarak diyalogda zorluk çekiyorum diyorsanız, hala geç kalmış sayılmazsınız. Hemen başlayın monologlarınıza. Unutmayınız, yüreğinizde monologdan diyaloga giden bir yol vardır. Bu yol sizin yaşamınızdaki “Diyalog için Monolog” yolunuzdur. < Özcan YILDIZ TSDE 7. Eğitim Grubu / İzmir TSDE ki - Aralık 2015 65 TSDE DER ki Olasıklıklar ve Dönüşümler Denize yağmur damlaları düştüğünde binlerce, on binlerce milyonlarca damla, denizin yüzeyinde halkalar oluşturur. Bu küçük halkacıklar hareketlerine devam ederken bazen birbirlerini küçültür, bazen birbirlerinin üzerine çıkarak daha büyük dalgalar oluştururlar. Yaşam ve yaşam içinde yaptıklarımıza baktığımızda bireysel ve kolektif olarak yaşadığımız olayların bizi nasıl büyüttüğü veya nasıl küçülttüğüne bir örnektir damlalar ve dalgalar. Nesiller boyu devam eden süreçlerin hayatımızın eksenini nasıl şekillendirdiğini çoğu zaman fark etmeyiz. Bu eksen hâlbuki daha biz doğmadan nasıl bir insan olacağımıza dair izler taşır, hangi mevsimin insanı olacağımız bu eksenin kendimizin sandığı gerçeklikle yaşamın kendi gerçekliği ile oluşturacağı açı ile belirlenir. Evrende, bizde aslında özünü gizleyen yapraklardan oluşan bir marul gibiyiz. Kendimiz hakkında ne kadar çok Nesiller boyu devam eden süreçlerin hayatımızın eksenini nasıl şekillendirdiğini çoğu zaman fark etmeyiz. Bu eksen hâlbuki daha biz doğmadan nasıl bir insan olacağımıza dair izler taşır, hangi mevsimin insanı olacağımız bu eksenin kendimizin sandığı gerçeklikle yaşamın kendi gerçekliği ile oluşturacağı açı ile belirlenir. bilgiye sahip olabilir ve bu bilgileri belli metotlarla öğrenir ve yorumlarsak o kadar kendi özümüze, gizemimize yakınlaşmış oluruz. Aynı dizimlerde olduğu gibi. Bilimin gelişmesi, teknolojinin artması her ne kadar bundan yüzyıl değil, yıllar öncesine göre daha rahat bir fiziksel ortam sunuyor gibi gözükse de aslında bilimin özünü tam anlamadığımız için bizi ayrıştıran ve yalnızlaştıran bir ortam sağlıyor. Kolektif yaşamın TSDE ki - Aralık 2015 66 TSDE DER ki Kendimizi gözlediğimiz şekilde algılıyor ve tanımlıyoruz. Bu gözlemi bazen çocuk bilincinde bazen ergen bilincinde yapıyoruz. Zihnimizde tezahür eden bizim kim ve ne olduğumuzdan öte, bizim kendimizi kim ve ne olarak tanımladığımızda yatıyor. başladık. Tesadüfi bulgularla ortaya çıkan bazı olaylar okullarda okutulan Newton ve Einstein’ın bakış açılarından daha farklı bir durumun olduğunu ortaya çıkardı. yerini bireysel yaşam alıyor bilim arttıkça. Diğer yandan dünyanın içinde bulunduğu duruma bakarsak ön şartsız inançla, kanıtsal inanç arasında bir yere sıkışmışlık söz konusu. Bilimin paradoksu aslında burada biraz ortaya çıkıyor, eski Yunan’dan bu yana maddeyi oluşturan en küçük parça arayışı, eski Mezopotamya’da başlayan yıldızların hareketlerinden bir mana çıkarmak ile devam etti. Arada yer alan tarih ve olaylar silsilesinin ne olduğu ve nasıl olduğuna bakmak bir yana batı dünyası akılcı düşünce ile madde ile mana arasındaki bağı göz ardı etti. Bilimin aslında kendi içindeki bu ayrışma başka bir şekilde sona ermek üzere, bilgimiz ve gözlemlerimiz arttıkça, evrende açıklayamadıklarımızın açıkladıklarımızdan çok daha fazla olduğunu fark etmeye Çok basitçe kuantum diye hayatımızın farklı alanlarını işgal eden teorinin henüz yaşantımıza bilimin diğer alanları kadar etkisi bulunmasa bile yeni ve farklı bir bakış açısı getirdi. Henüz teori seviyesinde olan sicim teorisi, holografik evren, paralel evrenler, kara madde ve enerjinin evrenin başından beri bildiğimiz maddenin yerini alıyor olması gibi henüz üzerimizde etkisinin ne olduğunu ve olacağını bilmediğimiz birçok farklı bakış açısı ve düşünce mevcut. Kuantum teorisini aslında bilinir kılan en önemli aşama çift yarık deneyi(*) ile oldu. Bir elektronu inceleyen bilim adamları özetle aslında maddenin en ufak parçalarından biri olan elektronun bir gözlemci ortaya çıkana kadar sadece bir potansiyel dalga olduğunu keşfettiler. Ne zaman bir gözlem cihazı elektronun hareketlerini incelemek için ortaya çıktığında elektron parçacığa dönüşüyor, bir gözlemci olmadığı zaman ise potansiyel bir dalga olarak hareketine de*Çift Yarık Deneyi( Double Slit Experiment) by Thomas Young 1801 TSDE ki - Aralık 2015 67 TSDE DER ki vam ediyordu. İnsanlar olarak aslında bizlerde ister parçacık ister potansiyel dalgası deyin, vücudumuzu oluşturan bu küçük elektrondan farklı değiliz. Kendimizi gözlediğimiz şekilde algılıyor ve tanımlıyoruz. Bu gözlemi bazen çocuk bilincinde bazen ergen bilincinde yapıyoruz. Yetişkin bilincinde zaman zaman ilişkiler zemininde, bazen iş bazen de aile düzleminde gözlemler yapıyor ve kendi gerçekliğimize ulaşmayı arzuluyoruz. Zihnimizde tezahür eden bizim kim ve ne olduğumuzdan öte, bizim kendimizi kim ve ne olarak tanımladığımızda yatıyor. Budizm’in önemli isimlerinden biri olan Şankara, insan ve Tanrı’nın ayrı değil bir olduğunu söylüyor. Bunun farkına varana kadar aslında olduğumuz ve olduğumuzu sandığımız, ikilik olarak tanımladığımız alanda sıkışıyoruz. Düşüncüler bizi şekillendiren öğelerdir, inançlarımızın altyapısını oluşturan düşünceler içinde doğduğumuz aile, büyüdüğümüz Suya düşen o ilk damlanın izini sürüp, oluşan halkaların birbirleri ile olan ilişkilerini fark ettiğimizde o birlik noktasına yaklaşıyor olacağız. ortam, yaşanılan acı ve tatlı bireysel veya kolektif tecrübeler çok yer tutar. İlk insandan beri süregelen beslenme, barınma ve korunma gibi ihtiyaçlar bir anlamda genetik kodumuza kazınmış gibi yüzyıllardır bizimle beraber. Bu ihtiyaçların üzerine yaşam algoritmamıza yakın çemberimizden eklediklerimizi de koyduğumuzda bu ikiliğin canlı bir modeli oluyoruz. Tıpkı yazının başındaki yağmur damlaları ile oluşan halkacıklar gibi yaşantımızda olan olaylar, geçmişten taşıdıklarımız yaşam algoritmamızı mutasyona uğratıyor, kimi bizi küçültüp, kimi bizi büyütüyor. Algoritma denge üretmediği zaman, olduğumuzu zannettiğimiz ve olduğumuz kişi arasındaki fark büyüdükçe, mutsuzluğumuz ve çaresizliğimiz artıyor. Yıllar evvel henüz biz dünyada yokken olan bir olayın bizim bu dünyada kendimizi nasıl tanımladığımızı, dikkat etmemiz gerekenlerin nasıl korkuya dönüştüğünü, korkularımızın nasıl farklı bir hale gelerek TSDE ki - Aralık 2015 68 TSDE DER ki Hayatımızda kendini tekrar eden ve bizi küçülten olayları ortaya koyup, aradığımız dönüşümü gerçekleştirebiliriz. bizi esir aldığını fark etmiyoruz bile. Bunun belirtileri aslında hepimizin önünde açık bir şekilde duruyor, geri dönüp yaşantımızda tekrar eden olaylara ve doğurdukları sonuca, bizim bu tekrar eden olaylardan dolayı, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, yakınlarımıza sunduğumuz tavsiyeleri değerlendirdiğimizde bunu görebiliriz. Tıpkı öncekiler gibi biz de sonradan gelenlere aynı şeyleri veriyor, benzer düşünceleri ekiyoruz. Bunu tıpkı internete bağlı bilgisayarların olduğu kozmik/ kolektif bir alan olarak düşünebiliriz. Yaşadıklarımızın ve bunlardan algıladıklarımızın etkisi ne ise bu alana onu veriyoruz. Bu alanda olanlar tıpkı 9/11 olayının bizde yarattığı travmalar gibi gelecek nesilleri de etkiliyor. Potansiyel dalgayı düşünün, tıpkı oradaki gözlemcinin varlığı gibi bizim yüklediğimiz anlamlar nesiller üzerinde farklı etkiler bırakıp, farklı olaylarda aynı sonuçların çıkmasına yol açabiliyor. Bu alanın etkisini temizlemek için birbirinden ayrışan, birbirinin dilini anlamakta zorlanan dinler ve bilim bizleri tatmin etmediği için görünün ve görünmeyenin bir arada bulanacağı, bu ikiliği birlik olarak yaşayacağımız noktayı arıyoruz. Kendimizi çözmek için önce kendimizden başlamalıyız, gerçekte kim olduğumuzu fark etmek, düşüncelerimizin mi bizi yoksa bizim mi düşüncelerimizi yönettiğini ortaya koymalıyız. Hayatımızda kendini tekrar eden ve bizi küçülten olayları ortaya koyup, aradığımız dönüşümü gerçekleştirebiliriz. Suya düşen o ilk damlanın izini sürüp, oluşan halkaların birbirleri ile olan ilişkilerini fark ettiğimizde o birlik noktasına yaklaşıyor olacağız. < Zeynep Çakıroğlu Sistem Dizim Terapisti TSDE ki - Aralık 2015 69 TSDE DER ki SDT-Sistem Dizimleri Terapisinde danışanla diyalogda söylenenler ve ötesi Sistem Dizim Terapisi grup çalışmalarında, danışanın konusunu ve talebini dile getirmesi, terapistin içsel olarak yürüttüğü ve daha pek çok kanaldan ulaşan bilgileri taşıyan diyaloglar mevcuttur. SDT grup çalışması sırasında çemberde ve alanda karşılaşan danışan, terapist ve katılımcılar arasında gelişen sözel olan ve olmayan, ötekine dile getirilen ve kendi kendine içsel olarak sürdürülen, konuşanın kendi sözlerinin anlamının farkında olduğu ve/veya olmadığı diyaloglar oluşur. Danışanın konusunu ve talebini dile getirmesi, terapistin kendine özgü dinleyişiyle uygulama kurgusunu seçerken içsel olarak yürüttüğü ve daha pek çok kanaldan ulaşan bilgileri taşıyan diyaloglar mevcuttur. SDT’nin diğer yöntemler gibi eğitim süreci, süpervizyonlar, workshoplarda gelişip derinleşen kuram ve uygulama bilgisinin yanında, SDT tekniğine özgü “temsilci algısı” gibi bileşenlerinin sağladığı bilgilerin çerçevelendirilmesi ve uygulamaya dönüşmesi sürecinin bazı kısımları, bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Yazının hedeflediği amaç, teorik ve teknik bilgi vermekten çok, terapist danışan diyalogundan kaynak bulan, terapist duruşunun bir parçası olan bazı soruların hem terapist hem danışan için açık ve yanıtsız kalmasına; tekniğe, terapiste, danışana özgü hallerden kaynaklanan bazı seçimlerin oluşturduğu eksikliğe katlanmaya cesaret gösterme deneyimine katkı sağlayabilmektir. Aynı zamanda bu yazı SDT vaka sunumlarının ve uygulamaya dair paylaşımların artmasına yönelik çabaların bir parçası olarak da algılanabilir. Burada katılımcısı olduğum Zararsızoğlu’nun bir workshop’undaki çalışmanın bazı unsurlar vasıtasıyla yukarda belirtilen konular tartışılacaktır. Oluş sırasına göre tam bir vaka sunumu yerine seçilen konulara örnek teşkil edecek şekildeki malzeme farklı bir kurguyla işlenmiştir. Dolayısıyla çalışma deneyimi sırasında alandan ve etkileşimlerden edinilecek pek çok bilgi yazıda mevcut değildir. Bu nedenle okur yazıda tartışma kapsamında ulaşılan bazı hipotezlere yazıda sunulan bilgi kadarıyla ulaşılmasının beklen- TSDE ki - Aralık 2015 70 TSDE DER ki mediğini aklında tutmalıdır. Danışan gizliliğine uygun olarak bazı bilgiler hiç kullanılmamış, bazıları da anonimleştirilmiştir. Elli yaşlarındaki kadın danışan konusunu “çocuklarım için ne yapsam yaranamıyorum bana hep öfkeliler” ifadesiyle belirtti. Parmağında evlilik yüzüğü vardı. Çalışmanın belirlenen temasına uygun olarak başlangıçta iki kişiyle kurgulanan temsilci algısına dayanan “kişinin kendisi ve partneri” egzersizi yapıldı. Egzersizde danışan kendisiyken partneri gözlerini kapatıp güçsüzleşti ve bütün beden ağırlığını yüz yüze durduğu danışanın ellerine bıraktı. Dışardan herhangi bir etkileşime kapalı hissediyordu. Bir süre sonra partner gözlerini açtı ve yavaşça gücünü toplayıp danışanın ellerinden uzaklaşmaya başladı. Bu sırada danışan partnerini sıkıca tutmaya devam ediyor, onu bırakmayarak uzaklaşmasını engelliyordu. Talep ve çalışma çerçevesi belirlenirken danışan on yıl boyunca ağır hasta olan eşine verdiği yoğun bakımdan ve devamında yazı konusu SDT çalışması tarihinden on yıl önceki eş kaybından bahsetti. Bu noktadan sonra çalışma sürecindeki SDT işleyişinin gerçekte nasıl olduğu bilgisinden vazgeçerek, yazının sınırlandırdı- Danışan ile terapist karşı karşıya geldiğinde sözün ötesinde bir diyalogdan bahsetmek gerekir. Bu diyalogdan herkes kendi için bir parça alır ve o parça kendiliğin bir parçası olduğunda dönüşüm başlar. ğımız kapsamında ilerleyeceğiz. Burada danışmanlık çalışmaları kapsamında SDT’ye özgü bir zenginlik sağlayan temsilci algısı, grup uygulamalarındaki egzersiz imkânı, deneyim odaklı ilerleme gibi teknik bileşenlerin katkısının boyutu da anlaşılabilir. Egzersiz sırasında oluşan bilginin, SDT pratiğinde danışanın kendisinden veya diğer temsilci katılımcılardan nasıl alınabileceği ve benzeri diğer teknik detaylar yazının kapsamını fazlasıyla aşıyor. Kişisel ve mesleki gelişim çerçevesindeki ruhsal gelişimin ömür boyu süren bir çaba olduğu ise kabul ettiğimiz bir gerçek. Bu tarz teori ve uygulama bilgileri SDT eğitim sürecinde, süpervizyonlarda, workshoplarda, temsilcilik deneyimlerinde ve terapistin kendi uygulama deneyimlerinde verilen emek ve kullanılan zamanla doğru orantılı olarak kazanılır. Vakayla ilgili seçilmiş ve yoğunlaştırılmış bilgilerin yanında sistem terapileri kuramları, derinlik psikolojisi kaynaklı bilgilerin SDT’ye özgü entegrasyonunun sağladığı bilgiler de uygulama sürecinde terapistin değerlendirmelerinde, zihinsel işleyişinde, dizim sırasında oluşan kendi deneyiminden edindiklerini anlamlandırmasında etkili olur. Şimdi yazının sınırları içinde kalarak sadece; ifade bulmamış veya ifade edilmesi tercih edilmemiş danışanın iç dünyası, terapistin hipotezleri; terapistin diğer olasılıklardan vazgeçerek seçim yapması, teknik uygulamanın doğası, danışanın hazır oluşu gibi belirleyicilerin etkisiyle oluşmuş kaçınılmaz eksikliğin mevcudiyetini tartışmaya çalışacağız. Danışanla ilgili mevcut ayrıştırılmış kısmi anlatımdan ve/veya çeşitli biçimlerde birbiriyle birleştirilen bilgilerden yola çıkarak oluşturulabilecek hipotezlerden bazıları şunlar olabilir: TSDE ki - Aralık 2015 71 TSDE DER ki · Kültürel bağlamda şimdiki anda devam etmekte olan bir eş ilişkisinin işareti olan evlilik yüzüğünün, eşinin vefatından on yıl sonrasında danışan tarafından hala kullanılıyor olması: Terapiste tamamlanmamış, ertelenmiş ve/veya bilinçdışı düzlemde inkâr edilmiş bir patolojik yası düşündürebilir. Bu durumda grup çalışmasında veya bireysel olarak bir veda ve yas çalışmasına öncelik tanınabilir. Bu durumda danışanın çocuklarıyla ilişkisi konusundan, eş ilişkisi ve yas süreci konusuna davet edilmesinin nasıl olacağına dair teknik detaylar başka bir çalışmanın ve yazının konusu olarak önerilebilir. Yaşama yönelimin gücü gibi, içsel kaynakların açığa çıkarılması ve geliştirilmesi amacını merkeze alan yaklaşım da çalışmaya katılabilir. reçlere ilişkin açıklamaları öne çıkarılarak; danışanın hem eş kaybını inkar edişine, hem bakım veren olarak kendini değerli hissetmesine hizmet eden ilişki kurma biçimleri ve ilişki örüntüleri çalışılabilir. Veya daha derin ve içsel süreçler kapsamında ve “çocuklarının öfkesi” bilgisi ışığında, danışanın bilinçdışı olarak çocuklarını kendi bakımına muhtaç kılacak hale yöneltmeye olan bilinçdışı eğilimi daha fazla dikkat ve uzmanlık gerektirecek tarzda, tercihen bireysel çerçevede çalışılabilir. · Danışanın getirdiği konu olan çocuklarıyla ilişkisi temel başlangıç alınarak ebeveyn çocuk düzlemindeki açık ve örtük dinamiklerin keşfine yönelmek de mümkündür. Burada dizim sırasında dinamikler üzerindeki etkisini danışanın deneyimlemesi amacıyla ebeveyn çocuk düzlemine, vefat eden babanın temsilcisi eklenebilir. Asıl vurgulanmasına önem verilen konular kısaca özetlenecek olursa: SDT sürecinde yanıtlanmış veya yanıtlan(a)mamış sorulara açık kalabilmek, terapist duruşunu desteklemektedir. Yukarıda sayılan olası · Egzersizden edinilen belli belirsiz, hassas bilgiler doğrultusunda ve derinlik psikolojisinin bilinçdışı sü- Sayılan üç imkandan daha başka formülasyonlara ulaşmak veya bu üç seçeneğin çeşitli oran ve yoğunlukta bir araya getirilmiş farklı kurgularıyla da çalışmak mümkündür. Terapist her danışanıyla birlikte kendi içinde de bir diyalog başlatır; bu da onun tüm danışanlarına bakışını etkileyen çoklu bir matrise dönüşür. TSDE ki - Aralık 2015 72 TSDE DER ki SDT sürecinde yanıtlanmış veya yanıtlan(a)mamış sorulara açık kalabilmek, terapist duruşunu desteklemektedir. işleyişlerden sadece üçünden biri seçilerek, diğerleri danışana farklı bir çerçevede çalışılmak üzere önerilebilir. Terapisin gözünden kaçan, danışanın hazır oluşunu aşan, SDT yönteminin doğasına özgü hallerden ortaya çıkan ve burada sayılamamış benzer hallerden kaynak bulan eksikliğe katlanabilme becerisinin gelişimi de terapist duruşunu desteklemektedir. Terapist her şeyi bilen tüm gerçekliği elinde tutan “tüm güçlü” kişi olmaktan çok, olasılıklara alan açan, danışanın gerçeğini keşfetmek için danışanla merak etmeyi sürdürebilen, gerçeğin doğasına ulaşmaya çalışırken deneyler yapmak ve hipotezlerini dönüştürmek/güncellemek için kendini özgür hisseden bir yardımcı kişi olarak danışanının yanında bulunur. Süreçte yapılan tüm deneyler ve manevralar danışanın gerçeğine ulaşma çabasının desteklenmesi için gerçekleştirilir ve hata olarak değerlendirilemez. Gerçek, danışanın algısının ötesindedir ve oraya doğru hareket ederken danışanla terapist birliktedirler. Dolayısıyla her ikisinin de dönüşümüne alan açılması ve olanak sağlanması önemlidir. tinde deneyiminin sözel ve sözel olmayan taraflarıyla, bilinçte ve bilinçdışında harekete geçiren çoklu bir etkileşimi vardır. Bu diyalogdan herkes kendi için bir parça alır ve o parça kendiliğin bir parçası olduğunda dönüşüm başlar. Terapist her danışanıyla birlikte kendi içinde de bir diyalog başlatır; bu da onun tüm danışanlarına bakışını etkileyen çoklu bir matrise dönüşür. Bu matrisin içinde kaybolmamak çok önemlidir ve terapist için bunu kolaylaştıran en önemli unsur dışarıdan bakan bir gözün olmasıdır. Akranlar ve/veya konunun uzmanları, öğreticileri ile yapılan konsültasyon ve süpervizyon çalışmaları bu dış gözün varlığını sağlar ve terapisti kendi içsel diyaloglarında kaybolmaktan korur. Yazı, vaka paylaşımları, teknik ayrıntılandırma ve benzeri konularda sözlü ve yazılı, bireysel ve grup paylaşımını artıran, diyalogun dönüştürücü işlevini koruyan süpervizyon ve akran çalışmalarına bir davet olarak da okunursa amacını yeterince gerçekleştirmiş sayılacaktır. < Osman Hakan Özpar Psikolojik Danışman Sistem Dizim Terapisti Diyalog söz konusu olunca danışan ile terapist karşı karşıya geldiğinde sözün ötesinde bir diyalogdan bahsetmek gerekir. Etkileşimdeki tarafların her birinin algısının, duygusunun, düşüncesinin ve nihaye- TSDE ki - Aralık 2015 73 TSDE DER ki Yürekle bakmak, gönül gözüyle görmek “Göz hiçbir şeyin özünü göremez, kişi ancak yüreğiyle görebilir.” Yürekle bakmak kelimesiyle ilk karşılaştığımda 8-10 yaşlarındaydım. Küçük Prens’i okuyordum. “Göz hiçbir şeyin özünü göremez, kişi ancak yüreğiyle görebilir.” Çocukken açık olan gönül gözü o açık yürek nasıl oluyor da kapanıyor, ya da görüşünü kaybediyor. Yakını uzağı göremez oluyor… Varoluşumuzda olan böylesine bir özelliği nasıl olup da unutuyoruz? Bunun önüne neler geçiyor? Gönül gözü, yürekle bakmak, bir çocuğun gözüyle görmek… Hepsi aynı bakış mı? Konuyu anlatırken gönül, kalp, yürek gibi farklı de- rinliklerdeki eşanlamlı kelimeleri bir arada kullanacağım. Öncelikle bu kavramları tek tek anlatırsam konuya daha fazla yaklaşabileceğimi düşündüm. Sözcüklerden önce görmek Çocuk konuşmadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Başka bir anlamda görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Ama düşündüklerimiz ve inandıklarımız görüşümüzü etkiler. TSDE ki - Aralık 2015 74 TSDE DER ki Kalp en basit anlatımla, kastan oluşmuş bir yumru, bir pompa, aşkın evi, cesaret ve din, ruh ve aklınıza gelebilecek tüm duyguların bileşkesidir. Kalp, Gönül İnsan kalbi, bir organ, bir metafor, bir fidelik, bir hazine sandığı, bir iğne yastığı, bir cazibe, bir pınar, bir ev, bir tulumba, bir çam kozalağı, bir çark, bir elektromanyetik varlık, hammadde, bir gül, bir nar, bir hediye, bir piknik yeri, böreğin içindeki en önemli malzemedir. Kalp; uçar, batar, gelişir, bayılır, kanar, titrer, yanar, sevinir, kırılır, hızlı ve zayıf çarpar, durur, tekler. Kalp kriz geçirir, nakledilir, adanır, ifşa edilir, parlatılır, çalınır. Hepimizin bir kalbi vardır ve çoğumuz bir kalp görmemişizdir. Hepimiz onun ne olduğunu biliriz ama çok az insan onun nasıl çalıştığını açıklayabilir. Evrensel olarak kalbin, insanları büyüleyen ve başka hiçbir organın sahip olmadığı ilham verici bir yönü vardır. Kalp en basit anlatımla, kastan oluşmuş bir yumru, bir pompa, aşkın evi, cesaret ve din, ruh ve aklınıza gelebilecek tüm duyguların bileşkesidir. Kalp herkesin bildiğini sandığı ama sık sık merak konusu olan bir şeydir. R.A. Erickson ‘un da söyle- diği gibi, “kalbin değeri bilinmez”. Sürekli dile gelse de belli belirsiz hissedilen bir organdır. Psikolojik ve sembolik fonksiyonların o kadar merkezinde durur ki, çok ender olarak dikkatimizi çeker.” Kalbin Oluşumu Kalp gövdenin tam ortasında yer alan en hayati organımızdır. Yumurtanın embriyo haline gelmeden önce bile kan damarları vardır. Embriyonun kalbi, ana rahmine düştükten yaklaşık 6 hafta sonra kendini gösterir. Ve 3 ay içinde atmaya başlar. Kalbin oluşumu bir yaradılış mucizesidir. Kalbin Tarihçesi Mısırlılar’a göre kalp, organlarla nabız yoluyla konuşur. Grekler, beden ile Can’ı birbirinden ayırarak, ara- Erickson ‘un söylediği gibi, “kalbin değeri bilinmez. Belli belirsiz hissedilen bir organdır.” TSDE ki - Aralık 2015 75 TSDE DER ki larındaki ilişkiyi sınıflandırma uygulamasını başlatmıştır. Kalp, hem bedeni hem Can’ı ifade etmektedir. Söyle bana hayalin kaynağı nedir? Baş mı, kalp midir? “İnsan gökyüzü ile yeryüzüdür ve daha aşağılardaki kürelerdir. İçlerinde her ne varsa onlardır. Bu yüzden de ona gereğince mikro kozmos denir, zira o tüm âlemdir. O halde şunu bil ki, insanın içinde çeşitli astrolojik konumlar ile gezegenlerin görkemli rotalarından oluşmuş yüce bir sema vardır. Kalp güneştir, güneş nasıl kendisini ve yeryüzünün üzerinde etki ediyorsa, kalp de aynı şekilde kendisinin ve bedenin üzerinde etki ediyor.” Paracelsus “Kalp hükümdarlığın merkezinde bulunan bir kral gibi, oynadığı role uygun olarak tam göğsün ortasında yer alır.” Henri de Mondeville Cerrah Henri de Mondeville’in 14. yüzyılda yazdığı gibi; “kalp hükümdarlığın merkezinde bulunan bir kral gibi, oynadığı role uygun olarak tam göğsün ortasında yer alır.” İslam dininde, ruhun bedende yaşadığı yer olan kalp, ruhun son sığınağıdır. Ve Tanrı ile insanın arasındaki iletişim kanalıdır. Tanrı’nın, insanlığın içinde yaşadığı yer olarak işaret edilir. Kalp bedenimizdeki tüm hücrelere besin pompalayarak, hücrelere kendi işlevlerini yerine getireceklerini söyleyen bilgiler içeren enerji kalıplarını tanımlıyor. Pearsall’ın dediğine göre kalbin bu gizli enerjiyle bağlantılı olan bir şifresi vardır ve bedenin tüm hücrelerindeki canın bilgilendirici kalıbı olarak kayıtlıdır. Kalbin içi anlaşılmaz derinliklere sahiptir. İçinde bekleme odaları, yatak odaları, kapılar ve birçok çalışma odası ve geçitler vardır. Kalbin içinde doğruluğun ve günahkârlığın atölyesi bulunur. Bu tür imgeler, itiraflar eserinde kalbini çok kuvvetli bir biçimde, içinin en derinliklerinde bulunan bir kale gibi kabul eden Aziz Augustine şöyle der: “İçimde Rabbimin girebileceği yer neresi? Rabbim içimde barınabileceğin bir oda var mı? Kalbimin kulakları senin önünde Rabbim, onların duymalarını sağla ve canıma onların kurtuluşunun sen olduğunu söyle…. Canımın evi, senin barınabileceğinden çok ufak. Belki bu evin genişlemesini sağlayabilirsin.” TSDE ki - Aralık 2015 76 TSDE DER ki İslam dininde, ruhun bedende yaşadığı yer olan kalp ruhun son sığınağıdır. Ve Tanrı ile insanın arasındaki iletişim kanalıdır. Tanrı’nın insanlığın içinde yaşadığı yer olarak işaret edilir. Hinduizm’de de kalp Tanr’nın evi olarak görülür. Bu ev, nilüfer çiçeği şeklindedir ve içinde araştırılması, soruşturulması ve idrak edilmesi gereken “O” ikamet eder. Onun içinde gökyüzü, yeryüzü, ay ve tüm yıldızlar yer alır. Makrokozmos da ne varsa mikrokozmosda da o vardır Kalbin gözü en şiirsel haliyle Sufizm ve İslam da yerini bulur. Ruhun bedende yaşadığı yer olan kalp ruhun son sığınağıdır. Ve Tanrı ile insanın arasındaki iletişim kanalıdır. Tanrı’nın insanlığın içindeki yaşadığı yer olarak işaret edilir. İslam da kalp varlığın özü, kontrol altında tutulması, algılanması ve yorumlanmasıdır. Kalp insanı diğer canlılardan ayırır. İnsan Tanrı’nın su- retinden yaratılmıştır. Bizler O’nu yansıtan aynalarız. Kendimizde O’nu görebiliriz. Ayna lekesiz olmalıdır. Temiz kalpler Tanrı’yı yansıtır. Burada ayna diye tabir edilen kalptir. Mevlânâ’nın dediği gibi kalpler tefekkür sırasında ayna haline gelir. Kuran’da bizlere Allah’a inanmayanların kalplerinin mühürlendiği ve gözlerinin önüne set çekildiği bildirilir. “Seni gözleyen, yaptığın her şeyi bilen ve onları kaydeden muhafızlar vardır. Bu idrak edilmesi, anlaşılması kolay biçimde yazılmış, insanı yaptıklarını kaydeden bir kitaptır. İnsanların kalplerinde neler gizlediklerini en iyi Allah bilir.” Hz. Muhammed Gönül Bu kelime öz Türkçe bir kelime olan gönülün Farsça karşılığı “dil”, Arapça karşılığı da “kalp” dir. Akıl eşya- TSDE ki - Aralık 2015 77 TSDE DER ki yı tanımada sınırlı bir bilgiye sahiptir. Gönül ya da kalp ise hakikati sezen, keşfeden ve kalbi ile teslim olandır. Gönül kapısının açılması için, Mevlânâ insanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerin önemine işaret eder. İnsan bu özelliklerini bilerek eğitime gönüllü olmalıdır. O şöyle der. “Kendine gel kapıdaki benim işte. Aç kapıyı! Kapı kapamak razı olunacak bir iş değildir. Her zerrinin gönlünde bir saray vardır. Fakat açılmadıkça o kapı kapalı kalır sana. Tan yerini yarıp sabah aydınlığını ortaya çıkaran seherin Rabbi sensin. Yüzlerce kapı açarda gel dersin. Hayır, kapıdaki ben değilim sensin. Yol ver, aç kendine kapıyı.” Hepsinin ötesinde “Gönül” insan ile Tanrı’nın buluştuğu yerdir. Ne kadar gönül gözüyle bakmayı başarabilirsek o kadar O’nun gözüyle görebiliriz… Çakmak taşı ateşe geldi ve dedi ki: “A dilber, çık dışarı, gel kucağıma benim. Şeklim şekline benzemez ama baştan sona senden ibaretim. Görünüşüm bir perdedir adeta. Fakat bana ulaşır, kavuşursam görünüşte de sen olurum, iç yüzde de sen. Bu kavuşmayla şeklim yok olur gider. “ Mutasavvıflar insanın aradığı potansiyelinin içinde bulunduğu gönül hazinesine erişildiğinde bilgi kaynağına da ulaşacağı kanaatindedir. Mevlânâ “Önünde de sana yardım edecek su var, ardında da. Fakat kaynaklara ulaşman için önünde bir sed var ardında da…. Yürü gönül kapısını döv. Dizine kadar dereye girmişsin de kendinden gafilsin. Şundan bundan su isteyip duruyorsun” demiştir. Gönül eğitimi değirmen benzetmesi ile anlatılır. Gönül buğdaya, insan değirmene, beden taşa, düşünceler de suya benzetilir. Gönül değirmendeki buğdaydır. O insanlığa hayat veren gıdadır. Değirmen taşı olan beden, buğday mesaisindeki gönlü ezmekle ona çile çektirmektedir. Un haline gelen buğday incelmekte, benlik ve gururdan kurtulmaktadır. Su ise düşünceleri temsil eder. Susuz değirmen dönmez. Hepsinin ötesinde gönül, insan ile Tanrı’nın buluştuğu yerdir. Ne kadar gönül gözüyle bakmayı başarabilirsek o kadar O’nun gözüyle görebiliriz... < Deniz Tuncalı TSDE 3. Eğitim Grubu / Ankara Kaynaklar: Kalbin Kitabı / Louisa Young Görme Biçimleri / John BERGER Küçük Prens / Saint Exupery Goethe / Yarat Ey Sanatçı Mevlânâ /Mesnevi TSDE ki - Aralık 2015 78 TSDE DER ki Ailede barış Bir toplumun en küçük birimi olan ailedeki mutluluk ve huzur, toplumun bütününe yansır “Yurtta barış, dünyada barış” olgusunu gerçekleştirebilmek için önce “ailede barış” sağlanmalı gibi gelir bana hep… Nitekim bir toplumun en küçük birimi olan ailedeki mutluluk ve huzur toplumun bütününe yansır. Aslında barış diyalogla gelir yaşamımıza. Kişiler arasındaki diyalogun bir tık ötesi ise içimizdeki diyalogdur ve bu diyalogun sihirli bir formülü vardır. 23 + 23 = 1 Matematiksel olarak değerlendirdiğimizde anlamsızmış gibi duran bu formül numerolojik olarak doğru gözüküyor. Bununla beraber formülün asıl sihri kromozomdan geliyor. İnsanın hücre çekirdeğinde 46 kromozom bulunur. Organlarımızı oluşturan her bir çeşit hücrenin çekirdeğinde 46 kromozom bulunurken öyle iki hücre çeşidi vardır ki bu hücrelerde 23 kromozom vardır; sperm ve yumurta hücreleri. Her birimiz annelerimizin 23 kromozomunu içeren bir yumurta ile babalarımızın 23 kromozomunu içeren bir spermin birleşmesi sonucu dünyaya geliriz. Aynı şekilde bizim çocuklarımız da kendimizin ve eşimizin 23’er kromozomunun birleşmesi sonucu oluşur. TSDE ki - Aralık 2015 79 TSDE DER ki Anne-Baba Olmak Çocuğunuz olsun ya da olmasın, anne baba olmanın o muhteşem duygusunu anlayabilirsiniz. Nasıl da heyecanla beklenir o bebeğin dünyaya gelmesi… Bir bebeğin dünyaya gelmek üzere yola çıktığı andan itibaren günler, haftalar geçmek bilmez sanki. Her gün yeni bir gelişme, yeni bir heyecan, yoğunlaşan bir sevgi… Çocuk demek yeni bir yaşam demektir, çocuk demek kendimizin ve eşimizin soyunun sürmesi demektir, çocuk demek yaşamın sürdürülmesi demektir; kısacası çocuk sahibi olmak “hayata hizmet etmek” demektir. Beklenen gün gelir; yarısı anneden yarısı babadan gelen çocuk doğar ve “aile olmak” daha da anlam kazanır. Bu güzel varlığın her bir hücresinde anne ve babasının eşit şekilde temsil ediliyor olması ne kadar büyüleyici… Anne karnına düştüğü andan itibaren yepyeni bir birey olan yani “1” olan çocuklar aslında anne ve babalarının eşit paylaşımlı bir tezahürüdür. Gerek anneler gerekse babalar çocuklarında kendilerini görürler. Bir başka açıdan baktığımızda da eşlerini görürler. Çocuklar kişinin kendisine ve eşine duyduğu sevgiyi pekiştirmek için birer fırsattır aslında. Çocuğa gösterilen sevgi kişinin kendisine ve eşine duyduğu sevginin bir bileşimidir sadece. Bebekler o kadar küçük, o kadar masum, o kadar tatlıdır ki, bir bebeği sevmemek neredeyse mümkün değildir. Yetişkin insanların zaman zaman kendilerini bile sevmediği, hoşnut olmadığı anlar vardır ama bebekler hep sevilirler. Anne karnına düştüğü andan itibaren yepyeni bir birey olan yani “1” olan çocuklar aslında anne ve babalarının eşit paylaşımlı bir tezahürüdür. Anne ve babalar daima çocuklarının iyiliğini isterler. Tüm çabaları onların sağlıklı ve mutlu bir birey olarak yetişmesine yöneliktir. İşler iyi giderken bunu gerçekleştirmek hiç de zor değildir; ama ya işler kötüye gitmeye başladığında, hatta bozulduğunda? Evlenirken düşünülen tek şey mutlu bir karı-koca ilişkisi, huzurlu, doyumlu bir yaşam ve çocuklarla tamamlanmış bir aile iken zaman içinde bunu sürdürmek mümkün olmayabilir. Akıp giden yaşam içinde kadın ve erkek farklı yönlerde gelişebilir, farklı yollarda yürümeyi tercih edebilirler. Evlilik hayatı umdukları gibi olmayabilir. Kişinin en temel ihtiyacı olan “kendini gerçekleştirme ihtiyacı” her evlilikte gerçekleşemeyebilir. Bir ömür boyu mutlu bir yaşamı paylaşmak umuduyla çıkılan evlilik yolculuğu her zaman birlikte tamamlanamayabilir. Eğer bir evlilikte çocuk yoksa boşanmak nispeten daha kolay verilen bir karardır. Ancak çocuk sahibi karı kocalar boşanma kararı almadan önce tekrar tekrar düşünmek ve yine de boşanmaktan başka yol bulunamıyorsa çocukları için bazı önlemler alıp uygulamak zorundadırlar. Bu, anne ve babaların çocuklarına borcudur. Soylarını sürdürmek uğruna dünyaya getirdikleri çocuklarına karşı sorumludur anne-baba… Onlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar anne ve baba için çocuktur. Onların korunmaya, sevilmeye, desteklenmeye ihtiyaçları vardır. TSDE ki - Aralık 2015 80 TSDE DER ki Boşanmaya karar vermiş çiftler arasında çoğu zaman en önemli anlaşmazlık çocuklara ilişkin düzenlemelerde ortaya çıkar. Çoğunlukla her iki taraf da çocuğun velayetinin kendisinde olmasını, çocukla daha fazla zaman geçirebilmeyi arzu eder. Çünkü hem annenin hem de babanın buna ihtiyacı vardır. Artık ayrı ayrı yaşayacak olan anne babanın her ikisinin aynı anda çocuk ile birlikte olamayacağı da açıkça ortadadır. Ebeveynler boşanma sonrasında çocuğun velayetini almayı bir hak gibi görürler. Oysa ki velayet bir hak olmaktan öte çok ciddi bir sorumluluktur. Çocuğun velayeti nedeniyle ebeveynlerin girdiği kavga ise çocuğa verilebilecek en büyük zarardır. Uç boyuttaki uyuşmazlıklarda bir de çocuğun diğer ebeveyn ile görüştürülmemesi gibi olgular çıkar karşımıza ki bu durumlarda çocuklarda telafisi neredeyse imkânsız zararlar oluşur. Diğer ebeveynine yabancılaşmaya başlayan bir çocuk için barıştan söz etmek çok uzaktır artık. Barışamadan gerçekleşen boşanmalarda ya da ayrılıklarda çocuklarımıza neler olur? Anlaşamadan, başka bir deyiş ile barışamadan ayrılmış anne babaların çocukları bir ömür boyu bu ayrılığın acısını çekmeye mahkûmdur. Pek çok kişi hiç çekinmeden ve farkında bile olmadan çocuğunun yanında eski eşi aleyhinde konuşmaktan çekinmez. Hatta bazıları çocuğu eski eşine karşı doldurur. “Baban seni sevmiyor, bak nafakanı dahi ödemiyor”, “annen azıcık sorumluluk sahibi olsaydı benden boşanmazdı, sen de böyle ortada kalmazdın”, “erkek değil mi işte gitti başka bir kadın buldu”, “konken partilerini evliliğine tercih eden bir anne sana ne verebilir ki?” ve benzeri pek çok örnek vermek mümkün... Ayrıldığı eşine hala kırgın olan ve bu kırgınlık nedeni ile olumsuz duygular besleyen bir insan getirin gözünüzün önüne. Hatta bu insan eski eşine duyduğu kırgınlık ve kızgınlığı çocuğuna yansıtmasının çocuğuna ne çok zarar vereceğinin bilincinde bir insan olsun. Bu nedenle çocuğuna direkt olarak hiçbir şekilde diğer ebeveyni hakkında olumsuz bir söz söylemesin. Arkadaşları ile sohbet ederken dahi çocuğunun duyabileceği olasılığını düşünerek bu konuları hiç konuşmasın bu kişi. Ama içten içe de eski eşine çok kırgın Anlaşamadan, başka bir deyiş ile barışamadan ayrılmış anne babaların çocukları bir ömür boyu bu ayrılığın acısını çekmeye mahkûmdur. TSDE ki - Aralık 2015 81 TSDE DER ki ve kızgın olsun. Böyle bir durumda çocuk bu durumu hissedebilir mi? Kesinlikle evet; çocuklar çok hassas varlıklardır ve böylesine bilinçli bir anne ya da baba örneğinde dahi eğer ortada olumsuz bir duygu varsa çocuk bunu hisseder. “Eee, ne olur yani hissederse?” diyenleri duyabiliyorum. Ne olur biliyor musunuz; çocuğunuzun her bir hücresinin yarısı kendine yönelik bu olumsuzluğu hisseder. Çoğu zaman da suçlanan ebeveyni koruma güdüsü ile o ebeveyn ile özdeşleşir. Bir örnek vermek gerekirse; babanın çok aşırı içki içmesi ve sarhoş olup anneye kötü davranması sonucunda annenin dayanamayarak boşanmak istediği bir ailede, annenin yanında kalan ve çok da mutlu gözüken erkek çocuğun ileride aynı babası gibi olma potansiyeli çok yüksektir. Çünkü çocuğun bir yarısı annesini temsilen babasına kızmakta, diğer yarısı da babasını temsilen babayı savunmakta ve izlemektedir. Annenin babaya kızgınlığı devam ettiği sürece çocuk bu çelişkili duygular içinde olacaktır. Ta ki anne babayı affedene kadar. Affetmek ise öyle çok kolay değildir. Affedebilmek için annenin babayı anlaması gerekir, kabul etmesi gerekir. Alternatif Bir Çözüm; Arabuluculuk Boşanma öncesinde ve sırasında aile arabulucuğundan yaralanmak eşler arasındaki diyalogun sağlıklı bir şekilde sürdürülmesine olanak sağlar. Ülkemizde son yıllarda sıkça duyulmaya başlanan arabuluculuk, toplumun en temel yapı taşı olan aileden başlayarak barış kültürünün yerleşmesine vesile olacak bir alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemidir. Uyuşmazlıkların farklılıklardan kaynaklandığını kabul ederek ve bu farklılıklara saygı duyup, uyuşmazlık taraflarına uygun şekilde yaklaşarak kurulacak etkili bir iletişim ile uyuşmazlığın çözümüne önemli bir katkıda bulunmak mümkündür. Arabulucular uyuşmazlık yaşayan tarafların iletişimini kolaylaştırır, kendi çözümlerini üretebilmelerine yardımcı olurlar. Bir arabuluculuk süreci sonunda uyuşmazlık yaşayan taraflar arasında anlaşmaya varmanın ötesinde ileriye dönük ilişki de yapılanır ki belki de en önemli yarar budur. < Avukat Ayşe Dilek Ergüler TSDE 1. Eğitim Grubu Boşanma öncesinde ve sırasında aile arabulucuğundan yaralanmak eşler arasındaki diyalogun sağlıklı bir şekilde sürdürülmesine olanak sağlar. TSDE ki - Aralık 2015 82 TSDE DER ki Anlamak ve Bilmek Benim derdim bilmekle ilgili değildi. Benim derdim anlamakla ilgiliydi... İşin bilmek tarafını iyi kötü başarmıştım. Anlamayı başarmak ise bambaşka bir şeydi. Bundan uzun yıllar önce namus cinayetlerini araştırırken dünyanın en eski ve en değerli üniversitelerinden birine ziyaretçi araştırma uzmanı olarak davet edilmiştim. Genelde doktora sonrası bilimsel çalışmalara ayrılan bu pozisyona henüz yüksek lisansımı yeni bitirmişken uygun görülmüştüm. Onca doktorasını yapmış ve sırasını bekleyen aday arasından benim yaptıklarım ve yapmayı vaat ettiklerim profesörlere ilginç ve yararlı gelmişti. Bu profesörler benim ‘ciddi bir bilgi birikimim olduğunu’ ve ‘değişik bir bakış açısına’ sahip olduğumu düşünüyorlardı. Çok heyecanlı ve keyifliydim. Okulun kütüphane sayısının yüzü çoktan geçtiği konuşuluyordu. Etraf alanında üstat olan akademisyenlerle doluydu. Her şey elimin altındaydı. Dünyanın en kıdemli üniversitelerinden birinde pek çok şeyi okuyabilir, sınırsızca düşünebilir ve işe yarar bir sürü şey yazabilirdim. Üniversiteye vardıktan kısa bir süre sonra hocam elime okuma listemi tutuşturdu. Özellikle de bir kitaba işaret edip şöyle dedi: ‘Bir oku bakalım. Senin gibi şiddet çalışan birine bu kitap çok şey anlatabilir.’ Kitap bilindik bir eserdi. Bazıları için şiddeti bilmek adına kilometre taşı olarak gösterilirken, bazıları içinse insanı ve şiddeti bilmek adına yazılmış tek düzgün eserdi. Kitabı ve kitaba arka plan olarak görülen eserleri kısa bir sürede okudum. Kitabı incelemek, yazarın kavramlarını ve kuramlarını değerlendirmek adına bayağı yol kat ettim. Bakış açımı genişletmiş ve incelememi derinleştirmiştim. Elimdeki namus cinayetleriyle bağlantıyı kurmak, şiddetin içeriğini, gidebileceği sınırları/sınırsızlığı bilmek adına muazzam bir kaynaktı. Etrafta derinlemesine tartışma yapabilecek bir sürü bilim insanı vardı. Bilgilerim zenginleştikçe zenginleşiyordu. TSDE ki - Aralık 2015 83 TSDE DER ki Ama içimde beni rahatsız eden garip bir his vardı. Çok ciddi bir şey eksikti. Olmayan bir şey vardı. Eğer bir şey eksikse o şey olmamıştır. Olmayan bir şey de yanlıştır. Hatta bazen tehlikeli derecede yanlıştır. Sanki çok önemli bir şeyi kaçırmıştım. Eserin aklını kavramıştım. Yazılanları öğrenmiştim. Bildiklerim ise beni uçuracağına sürüklüyordu. Eksikliğin benim bilgisizliğimden kaynaklandığını düşünüp biraz daha okudum. Ama olmuyordu. Üniversite de konunun üstadı olan yaşlı profesörlere danıştım. Çok fazla bir cevap alamadım. İyi de, eksiklik neydi? Neyi göremiyordum? Okumadığım neydi? Dünyaca ünlü kuramcı bana neyi anlatmıştı da ben gözden kaçırmıştım? Cevap hocamın henüz yazmakta olduğu makalede miydi? Yoksa gidip biraz da adli tıpçılar ile mi konuşsaydım? Yine Jung okusam derdime çare olur muydu? Günlük meditasyonumun süresini artırsam faydası olur muydu? Sormam gereken asıl soru neydi? Soru hangi disipline aitti? Tüm bu entelektüel şeylerle boğuşurken bir gece yarısı diş ağrım çok kötü bir şekilde tuttu. Sabahı zor ettim. Kaldığım yurdun yöneticisi kendi dişçisiyle acil bir randevu ayarladı. Dişçi “Hemen gelsin. Çok doluyum” demişti. Randevum 8.30’daydı. Saat ise 8.20’yi gösteriyordu. Benim üniversite kasabasının bir ucundan öbür ucuna gitmek için sadece on dakikam vardı. Elim canımı kanırtarak ağrıyan dişimin üzerinde koşmaya başladım. Yolda her zaman selamlaştığım evsiz sokak dilencisine rastladım. Adam her sabah olduğu gibi elinde kahvesi ve çöreği, yanında köpeğiyle ofisimin yakınındaki Fransız pastanesinin önündeki kaldırımda her zamanki yerinde oturuyordu. Adamı her gün gazete okurken görüyordum. İnsanlar ona sabahları kahve, çörek ve günün gazetesini verirlerdi. Bu sefer dilencinin elinde bir kitap vardı. Benim aylardır şid- deti bilmek adına okuduğum o çok kalın kitap. Dilenci kitabı neredeyse bitirmek üzereydi. Son hızla koşarken bu sahneyi görünce zank diye birdenbire durdum. Benim aniden duruşum adamın köpeğini tedirgin etti. Gözlerinde soru işareti kulaklarını dikip bana ciddi bir şekilde bakmaya başladı. Ben adama ve okuduğu kitaba bakıyordum. Köpek de bana. Köpek yavaşça sinirli bir şekilde hırıldamaya başladı. O anda nasıl olduysa birdenbire bu adamın benim göremediklerimi gördüğünü hissettim. O biliyordu. Ben henüz neyi bilmediğimin farkında bile değilken, o anlamıştı. Anlamıştı! Durup adamla konuşmak, derdimi anlatmak ve onunla uzunca sohbet etmek istedim. Tam o sırada dişimin ağrısı matkap edasıyla beynimin üzerindeki etkisini artırdı. Saat 8.26 idi. Ben tekrar dişçinin yolunu tuttum. Bir şeyi anlamak o şeyin ruhuna tanıklık etmekle ilgiliydi. Eksikliğini çektiğim şey birden tüm açıklığıyla gözlerimin önüne serildi. Her nasılsa o adamın bilmenin ötesine geçip, “anlamayı başardığını” hissettim. TSDE ki - Aralık 2015 84 TSDE DER ki Anlamak bizi bildiğimiz ya da kullandığımız düzlemlerden daha başka düzlemlere, varoluş hallerine ve disiplinler üstü bir yerlere taşır. İşte bu yerlerde sorunlara kalıcı ve sağlıklı çözümler buluruz. Bu işte ciddi bir yanlışlık vardı. Hatırı sayılır bir bursla pozisyon verdikleri binlerce kilometre uzaktan gelen bendeniz hala ne olduğunu bile kavrayamamışken, elinde kahvesiyle ofisimin yarım metre uzağında kaldırımda oturan dilenci olayı anlamıştı. Dünyaca ünlü Profesörler burunlarının dibindeki cevheri görememişlerdi. Bursu hak eden asıl kişi pastanenin önünde ki kaldırımda köpeğiyle kahve içiyordu. Bir an önce dilenciyle konuşmam lazımdı. Ama ben can havliyle kendimi dişçiye atmıştım. Sonrasında aylar boyunca kasabanın sokaklarında adamı aradım. Ama dilenci sırra kadem basmıştı. Her köşeye baktım, bir sürü insana sordum. Adam sanki buharlaşıp uçmuştu. Sonra da kendimi sorgulamaya başladım. Belki de adamın varlığını benim acıdan kavrulmuş zihnim uydurmuştu. Belki de adam hiç olmamıştı. Dilencinin sayesinde bir şey berraklaşmıştı. Benim derdim bilmekle ilgili değildi. Benim derdim anlamakla ilgiliydi. İşin bilmek tarafını iyi kötü başarmıştım. Anlamayı başarmak ise bambaşka bir şeydi. Bir şeyi anlamak o şeyin ruhuna tanıklık etmekle ilgiliydi. Benim aylardır eksikliğini çektiğim ve ne olduğunu çözemediğim şey birden tüm açıklığıyla gözlerimin önüne serildi. Her nasılsa bu dilencinin bilmenin ötesine geçip, ‘anlamayı başardığını’ hissettim. Benim ise şiddeti ‘anlamayı başarmam’ üç yılımı aldı. Bu başarma işi ne dünyaca ünlü üniversitenin yüzlerce yıllık kütüphanesinde oldu ne de üstat tabir edilen profesörleri dinlerken gerçekleşti. O üniversiteden binlerce kilometre uzaklarda, Güney Doğu Anadolu’nun küçük ve yoksul bir köyünde tüm zorlamalara rağmen namus için karısını öldürmeyi ret eden bir adamın gözlerine baktığımda oldu. Çok zor bir durumdaydı. Karısını öldürmemek için savaş verirken bir yandan da belki de eninde sonunda böyle bir şeyi yapacağı gerçeğinin farkındaydı. İşte o anda, can cana değdiğinde, bir insan tüm kalbiyle karşısındakini dinlediğinde, sesindeki nefreti ve korkuyu iliklerinde hissettiğinde anlamaya başlarız. Anlamak sanıldığının aksine sorunu meşrulaştırmaz. Tam tersine, bizi bildiğimiz ya da kullandığımız düzlemlerden daha başka düzlemlere, varoluş hallerine ve disiplinler üstü bir yerlere taşır. İşte bu yerlerde sorunlara kalıcı ve sağlıklı çözümler buluruz. < Leyla Pervizat * Bu yazı Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır. TSDE ki - Aralık 2015 85 TSDE DER ki ...Toprak Günü... Toprak Günü, bedenimdeki ve evrendeki elementlerle ilişkimi, yakından incelediğim günlerden birinde beni kucaklayan, kanatlarımı onaran dağın ruhuma fısıltılarıdır… Fransa’nın Le Martinet kasabasında, Alp Dağları’nın eteklerinde kurulu Amrit Nam Sarovar Uluslararası Kundalini Yoga ve Meditasyon Okulu’nda on günlük bir çalışmaya katıldım. Kim bilir seninle bir daha ne zaman konuşacağız. O zamana kadar kim bilir ikimiz de neler yaşamış olacağız. Sen de ben de değişeceğiz, dönüşeceğiz. Toprak Günü, bedenimdeki ve evrendeki elementlerle ilişkimi, yakından incelediğim günlerden birinde beni kucaklayan, kanatlarımı onaran dağın ruhuma fısıltılarıdır: Ama madem ki buluştuk bir kere, madem ki hissettin kalp atışlarımı ayaklarının altında, demek zamanı geldi konuşmamızın. Şimdi, sen ve benden başka aslında kimselerin olmadığı hiçlik zamanının bu anında sana kelebeklerimi, sana ağaçlarımı, sana böğürtlenlerimi, yabani çileklerimi, binbir türlü çiçeğimi, sana yıldızlarımı ve bulutlarımı, sana kalbimi açacağım. Görmeye, koklamaya, hissetmeye ve benimle yürümeye hazır mısın? Seninle bir oyun oynayacağız. Oyunumuzun ismi: Anda kal ve gördüğün her ayrıntıyı kutla. Ne demişti Karta? ‘Her adımın ilk adımındır.’ Her deneyim ilk deneyimin. Bu da seninle ilk buluşmamız. Aslında her buluşma bir ilk değil mi? TSDE ki - Aralık 2015 86 TSDE DER ki Daha önce bilmediğim şekilde gülümsüyorum, elimde tuttuğum ağaç dalının hemen altındaki mor çiçeğe bakarak. Dağın aynasına döndürüyorum sorgusuz sualsiz, minnettarlıkla içimi. Ve diyorum: Hazır mıyım bilmiyorum. Hazır mıyım bilmiyorum inan, ama yaklaşık bir saattir yürüyorum güneşin altında. Hazır mıyım sorusunu sormadan yürüyorum işte. Başa gelen çekilir gibi değil de başa gelen kutlanmalıdır gibi yürüyorum. Kendime alttan alta şaşırarak içimde bir bayram yeriyle yürüyorum. Sessizlik içinde sana ve ana kulak kesilmiş olarak yürüyorum. Beraber yürüdüklerinin farkına var, başkalarıyla beraber yürüyen ve kimseler olmadığında karşılaştığın senlerin farkına var. Ne kendinin ne de beraber yürüdüklerinin yanında sevgiyle durmaktan bir an bile vazgeçme. Beklentiler ve beklemeler zehridir hayatın. İçme, içirme. Bayramın içinde kalan bir çocuk sesiyle soruyorum ellerimin çevresinde dönüp duran metaforlara her adımımda ‘Korku nedir?’ diye. Yanıt gecikmeden geliyor içime: Korku, benim hafızamdır. Ve diyor en ezber sesiyle: Hafıza hayali yakar. Hayal de hafızayı kafasına takar. Korku da zil takıp oynar. Kendime gülüyorum. Kendime gülmeme gülüyorum sonra. Kendimi artık o kadar da ciddiye almadığımı anladığım o anı kutluyorum birkaç adım süresince. TSDE ki - Aralık 2015 87 TSDE DER ki Peki ben buradaysam, yani şimdide, o zaman hayal de hafıza da yok, olduğum ve bulunduğum yerde. O zaman bunca zamandır anlamını aradığım cesaret her şeye rağmen gülümseyerek yoluna devam etmekte. Ağacın biri bükülüyor, bir ışık huzmesi gönderiyor orman gözlerime. Gevrek gevrek gülümsüyor dağ. Kahkahası rüzgarla ellerini gezdiriyor tenimde. Ve diyor: Şartlar ne olursa olsun yürümekten ve ilerlemekten korkma. Korku yürüdükçe sönen bir alev gibidir. Önemli olan yolun uzunluğu ya da yokuşun dikliği değil, senin bu yolu nasıl yürüdüğündür. Beraber yürüdüklerinin farkına var, başkalarıyla beraber yürüyen ve kimseler olmadığında karşılaştığın senlerin farkına var. Ne kendinin ne de beraber yürüdüklerinin yanında sevgiyle durmaktan bir an bile vazgeçme. Beklentiler ve beklemeler zehridir hayatın. İçme, içirme. Cesaretle, sevgiyle, nezaketle, güvenle, neşeyle, huzurla yürü. Her adımına şükrederek, sana destek olmaktan bir an olsun yılmayan bedenine teşekkür ederek yürü. Devam etmekten keyif al diyorum anlıyor musun? Varma, bitirme, başarma, olma, edinme, sahip olma… Bunların hiçbirinin bir önemi yok. TSDE ki - Aralık 2015 88 TSDE DER ki Yola elinden gelenin en iyisini yaparak, kalbini rehber alarak devam etmek: İşte asıl deneyim bu. İnsanlar hayatın anlamını soruyor. Hayatın bir anlamı yok. Hayatın anlamı hayvanlar için hayatta kalmak. İnsan dediğin durmaksızın kulp takmaya çalışıyor hayata. Hayatın tek anlamı olabilir naçizane bana göre: Yürümeye devam etmek. Görmekten usanmamak. Paylaşmaktan yorulmamak. Ve yaptığın her ne varsa şükran duyarak yapmak. Aydınlanma bu değilse nedir? Durmaksızın ağlayan ve istekleri ve gerekleri ve lazımlarıyla seni durmaksızın meşgul eden egonu bir kenara bırakıp her şeye aynı mesafede, sıfır noktasında yaşayabilmek değil midir seni aydınlığa taşıyacak olan? Sıfır noktasının o sonsuz ve sınırsız sularında huzur içerisinde zamanda salınmaya var mı cesaretin? Ve diyorum: Bunu ben de soruyorum kendime ne zamandır. Sıfır noktasındayken hayatta kalmak mümkün mü? Ve diyor: Sen kendini küçük zannedersin. Halbuki alem sende toplanmıştır. Sen kendini büyük zannedersin. Halbuki koca evrende bir zerre kadarsın. Sıfır ve bir birdir. Sen ve evren birsiniz. Ölüm ve yaşam birdir. Sen kendini küçük zannedersin. Halbuki alem sende toplanmıştır. Sen kendini büyük zannedersin. Halbuki koca evrende bir zerre kadarsın. Sıfır ve bir birdir. Sen ve evren birsiniz. Ölüm ve yaşam birdir. TSDE ki - Aralık 2015 89 TSDE DER ki Her adımında ölüyor içindeki bir sen biliyor musun? Ve doğuyor yeni senler. Sen adımını atarken doğuyor ve ölüyor şimdiye kadar olmuş, hiç olmamış ve olma ihtimali olan ve olmayan senler. Yani adım atmaktan başka bir şey yapmazken sen, oluyor tüm bunlar. Ölmeden yaşamın mucizesini anlayamazsın. Adım atmadan hayatın balını tadamazsın. İçin boşalmadan gerçek sevgiyle dolamazsın. Denemeden asla bilemezsin. Hatta bazen denesen de bilemezsin. Bunun için de doğru zamanın geleceğine güvenmekten başka bir şey yapamazsın. Ondan, tırnaklarını geçirdiğin her ne varsa kendine dair, şimdi, şu an benim kalbime at. Bırak. Daha önce bıraktığını zannedip bırakmadığın gibi değil. Sonsuzluğun kalbine atmaktan bahsediyorum korkularını. Anlıyor musun? Durma, kucakla kendini. Yani neyin var neyin yoksa. Bu yangından sıyrılmanın tek yolu tevazu ile kendini kucaklamayı bilmektir. Ölmeden yaşamın mucizesini anlayamazsın. Adım atmadan hayatın balını tadamazsın. İçin boşalmadan gerçek sevgiyle dolamazsın. Denemeden asla bilemezsin. Hatta bazen denesen de bilemezsin. Ağaçlarıma bak. Ağaçlarımın üzerinde yaşayan binbir türlü canlıya, renk renk çiçeğe, gözlerim derelere, kırmızı, sarı ve kahverengi toprağıma, çakıllarla bezediğim yollarıma bir bak. Devran dönüyor zamanın başından beri. Tüm bu düzeni döndüren kaynak seni de kucaklamasını bilir elbet. Sen kendini kucakla önce. Öp kendi kalbini sevgiyle. Kendini öpmeyen, kendini kucaklamasını bilmeyen omuz olmayı bilebilir mi bir başkasına? Ama unutma ki kendini kucaklamaktan başka bir şey bilmeyen de göremez gerçeği. Ondan dengeyi bil sen dengeyi. TSDE ki - Aralık 2015 90 TSDE DER ki Kök salmak istiyorsan illaki kendi içine sal köklerini. Bir mekansa ev dediğin, bu gece yıldızlarımın altında uyu ve gör gökyüzünün çatın, toprağımın evin olduğunu. Bana bak. Baktığın her şeyin matematiksel bir simetri içerisinde olduğunu görüyor musun? Dalların asimetrik görünen simetrisini, çiçeklerin alnındaki geometriyi, kelebeklerin kanatlarındaki renk dansını görüyor musun? Var olan aslında işte bu kadar mükemmel. Sen mükemmelliğin göreceli şartlarına direnmekten vazgeçtiğinde, sen bakmaktan görmeye geçmeye karar verdiğinde işin hem gerçekliği hem de içeriği değişir. Çünkü artık görmeye başlarsın. Bir kere görmeye başladın mı da dönüşüm başlar. Varılacak bir yer illüzyonundan kurtulmaya hazır mısın? Ve diyorum: Varılacak bir yer yoksa eğer nasıl kök salacağım peki? Kök salmak istiyorsan illaki kendi içine sal köklerini. Bir mekansa ev dediğin, bu gece yıldızlarımın altında uyu ve gör gökyüzünün çatın, toprağımın evin olduğunu. Kucağına alıyor beni koca dağ. Kollarımın altından tutuyor devasa elleriyle. Çantamı bir kuşun kanadına takıyor, yüklerim kanatlanıp uçuyor. Ayaklarım yerden bir karış yüksekte, yere hiç basmadığım kadar güvenerek basıyorum. Ve diyor: Birinden ilgiyse beklediğin şefkatle kucakla beklentini ve salıver gitsin. Bunu yapabilirsin. Duygularını öldürmek değil amacın. Amacın, duygularını olumlu yaratımlara dönüştürmek. Bir amaç da değil bu aslında bir yürüyüş yine. Atılan her adımın sonunda gelen her deneyimi olduğu gibi kabullenme, tevazu ile, sevgiyle ve şefkatle kutlamayı başarma yürüyüşü. O duyguların içinden huzur ve gülümsemeyle yürümeyi başarma isteği. Ve diyorum sabırsızca: Peki nasıl yapacağım bunu? Şikayet yerine oyun üret. Bak bugün seninle anda kal ve gördüğün her ayrıntıyı kutla oyunu oynuyoruz mesela. İkimizin de keyfi yerinde. Şikayet etmediğinde hayatın seninle nasıl şakalaştığını daha net anlayacaksın. Hayatın espri anlayışını görmekten bahsediyorum. Anlıyor musun? Kalbine ancak böyle sahip çıkabilirsin, duyuyor musun? İçinle büyü, içine doğru büyü. İçindeki gerçek özü gölgeleyen her ne varsa bırak bana. Benim gibi ol diyorum sana. Anlıyor musun? Durmadan dönüşerek ve bölüşerek evrendeki kendi özüne köklen. Kendi yokluğunda çoğal diyorum yani. İçindeki değişimi hissediyor musun? < Nur Taran TSDE ki - Aralık 2015 91