File - iSBL-DURAK

Transkript

File - iSBL-DURAK
Sayı: 7
Kasım 2013
SERBEST VURUŞ
Hiç Bu Kadar
Ampır Ampır
Edebiyat!
Ciddi Olmamıştık!
Sonra madem insan kal adında bir beladır
İnsan dalgın bir belgedir kendiyle hayat arasında
Neden eve dönmekten ibarettir hayat
Neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir,
Devletin ve Allah’ın en iyi fikridir kış
Bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba
Seyyidhan kömürcü
O Kadına...
Bu yazıda okuyacağınız herşey atlar kadar hayal ürünüdür tek boynuzluları da otomobiller kadar .
Bizler birer herkülüzdür. Yolları severiz belki bizi ‘de bir gün okula götürmezler.
Bizden size zarar gelmez korkmayın murat menteş var.
Sansürdü sansürmesin sansürecek. Geçen seneden gelen bir tuvalet borcumuz var. Alaturkası fırangalarınkinden güzel kokmuyor. Ve öğretmenler güzel çiçekler gibi kokmayabilirler.
Zil çalıyor kedileri bırakma vaktidir. Bu senenin bir ismi var hep oldu adı devlet. Devlet ana. Öğretmen hep ana hep baba. Piçlik küfür olmaktan sıyrılır. Yazdıklarımızla bok yerine koyduk kendimizi bizler vurmaya meyyali olan seküler sistemleriz. Bundan önceki cümleyi topladım matamatiği
yazamadım.
Lütfen bizi bok yerine koymayın. Tek boynuzlular yok otomobiller sıçratmasın üstünüze.
Bu zımbırtı çok dumanlı. İnkarı yönetenlere bıraktık. Biz size vurdukça seveceksiniz. Derken işteş
bir fiildir sevişmek. Amurikada şov yapsam geceleri geç. Manitalarımız erken uyuyor.
Bu yıl kış sert geçecek diyorlar elhamdülillah sorular çok şıklı.
Fonda groove armada easy çalıyor lütfen heyecanlı ölünüz. Daha varız hep vardık sizde var olun
sayın demirel.
Ve aleyna aleyküm selam.
Tüm Serbest Vuranlar Adına
Maksatsız. Adem
Türkçesi:
Merhabalar. Bir yıllık bir aradan sonar tekrar başlıyoruz. Eskiden tek sayfa A3’e çıkıyorduk. Bu sefer
biraz daha dergi havasında.
Korkmayın bu sefer küfretmeyeceğiz. Yani çok etmeyeceğiz.
Öğretmenlere diyeceğimizi daha önceden dedik. Bu konuya tekrar girmiyorum.
Yazdıklarımızın kötü olduğunu biliyoruz. Zaten Serbest Vuruş’un amacı hevesli olmayan yazar
gençleri heveslendirmek, hevesli olanların bir isteğini gerçekleştirmekti. Biraz da tecrübe kazanmak.
Bunların hepsini iyi kötü yaptık. Bu fanzinde yazanların metinleri bazı edebiyat dergilerinde çıkıyor
artık.
Edebiyat kız kazandırmaz. Hız kazandırır.
Sosyal Bilimler Lisesinin tellerini keseceğiz.
Bundan sonra daha hızı olmaya çalışacağız. İki ayda bir. Bir kere de biz istemeden metin yollayın.
Sizi seviyoruz.
Bekir
AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN
Şimdi ilk satırlarıdır yaşamın
Tomurcuk uykusundan uyanır
Benliğinin ortasına ölüm gibi
Çocuklar ağlaşır, savaşlar...
İki kişiydik o zaman, birimiz
Gözleri dallara takılır, ikimiz
Dalları kırar ağacı ağlatır
Bir güz daha biter
Cebimde iki lira çay için
Kamyonet kasalarında yollar
İtler koşar ha koşar
Biri, yabani sövüyor şerit şerit
Kollarım damper gibi açık
Üstüm zatım perişan Tepeden bir deprem gibi iner kamyonet
Kasasında Mardin-Nusaybin kara yolu
İstikameti dört kör çocuktan biri
Bakar ardı karlı, sözleri Türkçe'den
Kürtçe'ye bozma yarım ağızlı kızların
Yıkadığı kirli donlar gibi paçalarından
Zamanın ölümünü tutan elleri
Menevşeli, çıkrıklı, hayata sert müdahale
Yani boynunun vücuduyla buluştuğu
Yerden tanrıya doğru
Ah bu şarkıların gözü kör olsun
İster ölelim, biraz daha ölelim
İstisnalardan söz aç sen gel
Bak şu toprağın işine
Tohumuna katar herkesi
Cemal
1
BÜYÜK ŞAİR MANZUMESİ
2
Ne komik! Özgüvenli uzun dilleri
Üretim bandı yapıp dergilere
Yığıyorlar seri üretimleri
Ortada evet bir işçilik var
Anlam aramaktan vazgeçen gözlerimiz
Umutsuzca baksa da söz dağlarına
Sonra sektörde iyilerin şiirini
Çoğaltıp duran sayısız söz taciri
Şair oluyor öve öve birbirini
Ayırt etme zekâsına hakaret
İnsanı görmeyip birçok nesneyi
Gelişigüzel yansıtan laflar
Hikmet, müminlerin yitiği ama
Ne hikmetse bu müminler Çin’de bulsa
İthal edecek hikmetsiz dizeleri
Hepsi birbirine yakın teraneler
Veya yarısı diğer yarısına küs
İki şairce yazılmış bir şiir gibi
Birçok isimden başka çok şey yok
Ahbaplara çavuşlara dayananlar
Yıldız böcekleri yaldızlı sayfalarda
Cümlelerde ne can var ne heyecan
Başı sonu yok dizeler koşulmuş
Dargın öküzler gibi aynı kağnıya
Ağaların elleri tutulmamış
Aşiret düğününde dolar gibi
Doldurmuşlar savrulan sözleri
İnsana eğiliyorsan aynaya bak
Şiirinde sana dair ne var?
Nerde senin hayatın kardeşim?
“Mesaj olmayınca söz oyunlarıyla şu ara
Sıkıldıkça pek hemhal oluyor şuara
Bakar mısınız mesela şu ar’a”
Üstelik attın zarını ve senden
Kabul et bir şair çıkmadı işte
Halen bu çizgide ısrar niye?
Her türden sözcüğü üst üste yığan
Bit pazarı sairlerini rahatsız ediyor
Sözcüklerin zorunlu anlamlar taşıması
Usta şairler hadi söz yorgunu
İfade yorgunu benzetme yorgunu
Gürbüz bir şiir kalfadan beklenir
Nasıl beceriyorlar bunca ilgisiz
Kelimeyi cümlelerce yaymayı
Anlayabilene aşk olsun vallahi
Yazdıklarını evlat gibi benimseyip
Metinlerine kıyamayan cimrilerdir
Dünyanın en kötü şairleri
Yani kötü bir işgalci gibi
Birçok sayfayı kaplasa da
Hiçbir şey demiyor şiirleri
Az okumuş çokbilmiş çocuklar
Şandan başka meselesi olmayan
Bir çabayı çoğaltıyor kâğıtlara
Bilinçdışı etkisiz ezber sözler
Sıfıra çarpınca sıfırlanan
Arkası kalabalık rakamlar sanki
Cevher arama bütün havagazı
Rengârenk uçan balonlar gibi
İpini koparan yukarılarda!
Kelime transferiyle birkaç metin
Bir kitap ve promosyon faaliyetleri
Kapsamında üç beş söyleşi
Şair olabilmenin asgari siyaseti
Şair olabilmenin askeri siyaseti
Şair olabilmenin ekseri siyaseti
Aman hiç elleme böyle çok iyi
Bırak sahici bir şiirin doğacağı
Varsa doğsun ay gibi karanlığa
Ömer Faruk Kaptan
“Bir şiir yazdım hadi beğenin
Bir kitabım çıktı ve herkes suskun
Ne güne duruyorsunuz, e övsenize!”
“Kuşağının en önemli şairi”
“Oylumlu şiirinde kumaş var”
Ah şu kalıp ifade fetişizmi
Kollarını göğsünde kavuşturmuş
Ya da bir parmağı çenesinde
Hasta duruşlu ölümlü şairler
Bir konuşsan afralar tafralar
Fırçalar cilalar gülünç bakışlar
Ne kadar tanıdık öyle değil mi?
Baksak büyüklenir fakat görmesek
Yalvaran zavallı gözlerle
Şu kibirli şair gölgecikleri
Senin dışında hiç kimse senin
İyi bir şair olduğunu söyleyemiyor
Buna ne dersin?
Ölümcül övgü virüsünü saymazsak
Kötü şairleri tasfiye eden
Ne olabilir ki zamandan başka?
Anlayana sakin olmalı derim
Sönük yıldızlar parlak gösterir çünkü
Ay sarısını lacivert akşamlarda
3
SADECE ZAMAN MESELESİ
Yazılmıştı. daha önce okumadğı bir
kitabın içindeki bir kahramandı. kahraman değildi. çaycıydı. yalnızdı. zevk
de duyuyordu bundan. ara sıra katıldığı sohbetler oluyordu. arkadaşlarıyla
sohbeti seviyordu. fakat dinlemiyordu.
pek de konuşmazdı. konuşması zararına
olmuştu. vazgeçmişti. bir kız sevmişti.
söylememişti. söylemiyordu. söylemeyecekti. dengeleri bozmaktan korkuyordu. dengeler vardı. ya da öyle sanıyordu
tüm insanlar. ya bu bir yanılgı olsaydı
diye düşünüyordu çoğu zaman. o zaman
söyleyebilirdi bir şeyler. onu sevdiğini.
onun için yaptıklarını. görünmeyenleri.
o zaman değişebilirdi. her şey değişebilirdi. değişmedi. yoksul değildi. 32 yıllık
hayatı biraz baba parasıyla, biraz da alın
terinden kazandıklarıyla geçmişti. darda
kalmamıştı. amayaklaşık 10 yıldır dardı
kendine. yaşadığı ortamı sevmek zorunda kalıyordu. sevmiyordu. nasıl yapılacaklarını öğrendiği işleri yapıyordu. tekrarlıyordu. tekrarlıyordu. tekrarlamaları
tekrarlamakta ustalaşıyordu. hayatında
hata payı yoktu. ne bir çay dökmüştü ne
de bardak kırmıştı. su içişi tek soluktaydı. kısacası yaptığı bir şey yoktu. intihar
etsem demişti. zor işti. korktuğundan
değil, zor geliyordu. içine girdiği döngü
dışına çıkmak başka bir gezegene gitmek gibi bir şeydi. çay içiyordu. sermayeden. ara-sıra ana-babasının yanına gidiyordu. uzun uzun susuluyordu. arada
babası bir şey diyecek oluyor, sonra da
başını yeniden gazetesine gömüyordu.
annesinin sorusu 10 senedir aynıydı. ne
zaman evlenecekti bu çocuk? bunu son
kez sorduğunda oğlu hayatında ilk kez
ona kırıcı sözler söylemişti. kanlı bir yara
gibi duyulan ve 20 yıl kadar kalbinde kalacak sözler. o 20 yılı da kendini asarak
sonlandıracaktı. o akşam eve geldiğinde
sinirliydi çaycı. uzun zamandır ilk kez.
sarı saçlı o kızdan beri ilk kez. yeter amına koyayım dedi. ancak bu çıktı ağzından. sonra barajlar patladı ve daha da
küfürler etti. hayatındaki son küfürleri
o zamana saklamıştı. kısacası, annesine
çekmişti. ama daha hızlıydı ya da daha
güçsüz. sadece zaman meselesi.
Muhterem Bilgiç
4
YANLIŞ YAPTILAR
Türkiyede islamcılık tartışmalarının yapılması lazım; gerekli,
yapılmalı... Allah razı olsun
piyasa da bu tartışmaları yürüten bir kaç grup ve insanda yok
değil. Bunlardan önemli gördüğüm tartışmalardan biride anti
kapitalizm tartışmaları... İşçinin, köylünün çoğu müslüman,
ezilenler müslüman... Ee neden
ezilen müslümanlar kapitalizme karşı marksist kamplarda
mücadele etsinler?
İşçi sınıfı içerisinde bizde
pratik anlamda da örgütlenelim ve ortaya bir islami hareket
planı koyalım. Bir kaç düşünce
de ortaya atıldı, bir kaç grup
kuruldu, “anti kapitalist müslüman gençler” bişeyler yapmaya
çalıştı... Bu tartışmalar ilerlerken ortaya bir kaç düşünürde
fırladı... Sonra bunlar birlikte
bir mayısta taksime gittiler...
İlk eylemlerinde ciddi sıkıntıları vardı şimdi daha ciddi
sıkıntıları var. İlk eylemlerinde
özgündüler, şimdi çakmalar.
Başlarda biraz sol ne yapmış
bakalım diye paçayı sıvadılar
solcuların deresine girdiler
sonra bi baktılar ki deredeki
akıntıya kaptırmışlar kendilerini sürüklenip gidiyolar. Siyasi
ağırlıkları solcuların deresindeki akıntıyla mücadele edecek
kadar ağır değilmiş.. Haliyle
fıkrada olduğu gibi bunlar ters
şeritte oldukları için yolunda
ilerleyen herkese düdük öttürmeye başladılar. Giderek
marjinalleştiler, kapsayıcılıkları
kalmadı üstelik çoğu müslümanın samimiyetinide kaybettiler...
İşçi sınıfını etkilemekmi
istiyosunuz, müslüman bir halk
hareketimi başlatmak istiyorsunuz ihtiyaç duyulan şey “duruş”
tur. Kimsenin laf cambazlığına
ihtiyacı yok. “Çuvaldızı kendimize batıralım” entellektüelliğide artık kabak tadı verdi..
Yani bu iş böyle olmayacak!
Zaten böyle olmadığı içinde
bir kaç kelli felli adamdan ve
toplumun uç noktalarında
yaşayan bi grup insandan başka
kitle bulamamıştır. Daha ciddi
tartışmalar daha ciddi gruplar
lazım... Sağlam bir mücadele
planı lazım... Türkiyede müslümanlar haklarını müdaafa için
mücadele ederken, yaa başörtülüler de jiplere biniyo demekle bu iş yürümez.
Kendilerine vahiy gelmiş de
tebliğ için can atıyolar sanki...
Bildiri dağıtırken sırıtan gençlerden bahsediyoruz, romantizm damarlarına kadar işlemiş.
“Sınıf ” kavramları delik deşik,
hangi mücadeleyi üstlenmişler belli değil. Yazılan yazılar
laf ebeliğinden öte gidemiyor,
sürekli bi lafı geveleyip duruyorlar bi şey beceremeyince de
müslümanlar okumuyo etmiyo
türkiyede müslümanlar yobaz...
Böyle bir düşünce olabilirmi?
Hangi hareket koca bir kitleden
üst düzey bir entelektüel seviye
bekler? Bu kitleye yabancılaşmadır. Kitleyi harekete geçirecek düşünceden, pratikten
yoksundursun demektir. Halka
çamur atmakla bu işler yürümez yürümüyoda.
Türkiyede müslümanların öncelikleride göz ardı edilemez,
kimse müslümanlara diyemez
ki arkadaş siz bu güne kadar
verdiğiniz tüm mücadeleyi bi
yana koyun gelin tüm meselemiz işçi sınıfı ve patronlar
olsun. Yok böyle bişey! Oluşacak hareket önceliklerini iyi
belirlemeli ki bu gün oluşan
gruplar bu bilinçten tamamen
yoksundur.
Sonuç olarak türkiyede müslüman kesimde oluşan antikapitalist hareketler iyi sonuçlar
verememişlerdir, başarısızdırlar. Amacımız türkiye müslümanlarını sağlam omurgalı bir
yapının altına sokmaktır. Allah
muvaffak etsin.
O Adam
5
Sizi sokaklarda yalnız bırakan yağmur değil,
El emeği bir dünyanın sokaklara yakarışı.
Ve siz
bağırınca beraber; çığlıklar çoğalır.
Ve biz
Umutsuzluğa direndikçe;
özgür ve çıplak.
Bir intihar kadar yalnız.
Yalnızlık yorgunluk.
Yalnızların uykusu da hafif.
Gündüzleri bir bir ölüp
Geceleri iki iki çoğalıyorduk.
Devlet de devletti o zamanlar. Devletin askeri vardı.
Babam öğrenci.
Günlerden Cuma, devlet hala devlet.
Devletin artık polisi var
Babam işçi, ben öğrenci.
Eyvallah
6
Eğer Dünyayı
Birileri bana mektup yazsın
Hiçbir otobüs uğramıyor tenhama
Çok sesi çıkıyor ağlamamın
Gözüm pek bir yokuşta
Bana bir haber gerek eskisi gibi yapamam
Aklımızda ışıklar oldu kapandı
Sen değilsin ben asla
Bu bozulmaya neden olan
Başkasının ağızları
Gömülen ilk kız çocuğu büyüdü
İlk görülecek hesaplar saklandı
Cama ilk çizik atıldı ve
Bana bildirilmiş olanla hiçbir şeyi kurtaramam
Üç yol yürümeye meylederim her seferde
Geleceğim derim ayağımı yakar tuz
Ruhum kudurur
Yokuşlarda sularda korkuların olduğu her yerde
Killerle yıkanmıştır kalbimiz
Kim bilir kaç göz daha vardır
Hepsini gördüm ama isteme sayamam
Zaten bu gidiş bir terbiyeye değildir
Zaten çoğu zaman sen ve ben yokuz
Eller vardır belki ayaklar ama bunlar iyi değildir
Arada güzel şeyler vardır biz onları hep unuturuz
Dedim ki ben unutayım bu sefer de dünyayı
Çünkü hangi ucundan tutmaya kalksam
Orasından sallanıyorum hayatın
Bekir Aziz
7
Yazarsan ceset söz olur
-Antonavoyla
Sana bir zamanlar öyküsünü okumuştum.
Bir şiir bir kehanettir sözü edilen her şey er ya da geç gerçekleşir
Demiştim yazarsan ceset söz olur
İkindiüstü yağmurlarını incitebilirsin
Mahmur uykulardan uyandırılıp kesik soluklarsın geceyi
Esmer bir kadının saçlarını yok etmesi radikal bir eylemdir
Kuzguni siyah nerden baksan günahtır
Elbet hak verirsin
Makbul kadınlar olamamanın verdiği acizlik tek başınalık
Yeterince bela değilmiş gibi kendin olmak tuttuk birbirimizi yaralarımızdan bildik
Sözün söze dokunmasıdır elbet günahtır mahrem kılınır
Çember tüm yaratılmışları kapsar
Halep ve elleri bırakılmışlar dahil değil
Kuşlar bir şiirlerde katlanılabilirdir ve tüm bu lirik çıkarsamalar mazur görülür
Yol ayrımlarında konuşlanmış 3 kadın
Görülünce düş, dönüşün
Yazılınca tüm söylenmemiş olan
Olanca ağırlığıyla vakitsiz bir kış
Yaz düşleri düş kışları
Düş kuşları
Tüm iç geçirişlerimizin dökümüdür tekstil fabrikalarının yolları ve
vaktini doldurmuş şehir kartları
Mevsimi ele veren ten kokuları
Aidiyetler ve sahiplikler
Misafir odalarında bırakılmış yarım bırakılmış
Düşünki seccadeden uzaklaşan kadınlar yüzü çevrilen tanrıdan
8
Tanrı tarafından tutulmuş tutulduğu gibi sımsıkı canı yakılmış
tanrının mührünü taşıyan putlarca
Onun adıyla zarar görmüş
Günah işlemekten uzak ruhları içtenliksiz buluyorduk
Etek fırfırlarından saç buklelerinden düğmelerden ve kulak arkalarından
Ayıkladık tüm benliğimizi
Tüm kitaplarda yazıyordu bütün günahları kadınlar işliyordu
Devlet tarafından onanmış benliklerimizde kamu dairesinde olmanın verdiği huzurla
Yok sayın dedikçe konumlandırıldığımız tüm çemberlerden kaçınıp
Güçsüz tek başınalıklarımızla elbet birbirimizi incinmişliklerimizden seviyorduk.
Ne biliyorsak ve ne buluyorsak vakitsiz hesapsız içimize alıyorduk
Kadınlıkla içimize alıyor alıyor şişiyor şişiyorduk ve anlatılar doğuruyorduk
Ölü kadın anlatıları taşıyorduk ceplerimizde
Ve biz annelerin ölü oğullarına, gömerken ve evet gömerken ölü oğullarını
doğuruyorlardı anneler kadınlığını oluk oluk kadın doğuyordu
Acıdan kadın doğuyordu
Kandan günahtan iniltiden
Hardan nardan kadın doğuyordu
Oğlunu gömen bir kadın sımsıkı sarılınca kendi gövdesine bir kadın doğuyordu başkaldıran
hikaye tutucu oluyorduk biz karlar arasında evlerden taşları dökülmüş yüzüklerden
Yol ayrımlarında konuşlanmış üç kadın
Zap suyunun kenarlarında bir yerlerde ait hissediyorduk işte
Allaha ve sözüne.
Süleymanın temkinli tapınmaları
9
Hukuksal lagalugalar
Elizabeth: Şimdi hukukçu
olduk ya kim sorarsa hukuksal
lagalugalara düşelim ki millet
bizi bir şey bilir sansın. Ee nede
olsa işimizin adı hava cıva,
amacı desinlere yapmış olmak.
Velhasıl gelelim bizim hukuk
meselemize. Herkes günlük
hayatta rahat rahat kullanır “hukuk” kelimesini göğsünü gere
gere. “hak, hukuk, “ kimsenin
dilinden düşmez. Yani haksız
kim var ki bu dünyada? Peki ne
demek acaba bunlar ne oluyor
şimdi? Korkma sayın okur bu
bir test değil. İçini rahatlatacaksa şu kadarını söyleyelim;
2 sene evvel bir bir proje için
anket yaptıydık istanbul hukuk
ve marmara hukuk öğrencilerine sorduk hukuka dair nedir
diye. Lakin kimseden ele avuca
gelen bir yanıt alamadık. “sizi
ciddiye almamışlardır canım
sizin anketinizle ne uğraşsınlar”
haklı olabilirsiniz tabi insanlar
çeşit çeşit. Neyse lafı çok uzattık
sanırsam ki sadede geldim söz.
Şu bizim “Hukuk” etimolojik
olarak arapçaya borçlu olduğumuz “hak” kelimesinin çoğulu
oluyor efendim. Ancak hukuk
haklar demek değil tabi ki.
Neden mi? Onu da anlatacağım
inşallah. Şöyle ki hak kavramına
dair iki farklı teori öne sürülse
de Medeni hukuk kitabının
bana söylediği yalana göre hak:
10
hukuk düzeni tarafından korunan ve hak sahibine bu korumadan yararlanma yetkisi veren
menfaat” demekmiş. Bak sayın
okur yine hukuk çıktı karşımıza
“hukuk düzeni”. Şimdi burası
biraz karışık medeni hukuk dersinde yapılan tanımlamaya göre
hukuk: toplum içinde fertlerin
aralarındaki ve toplumla olan
ilişkilerini düzenleyen uyulmaması halinde yaptırıma bağlanmış olan normlar bütünüdür.
Ancak benim daha çok hoşuma
gideni ve çok sevgili hocamın
ilk dersinde “ size hukuk ne diye
sorduklarında cevap veremeyip
bana küfür ettirmeyin sakın
diye satıyorum bu harika tanımımı size tek derdim kendimi
kurtarmak” diye kazandırdığı
tanım: hukuk, adalete yönelmiş
toplumsal bir yaşama düzenidir.
Hoppala ee adalet denmedi bize
arkadaş o nerden çıktı hemen
onun da tanımı satayım ben de
size: adalet efendim bir eşitlik
düşüncesidir. Ee eşitlik nerden
çıktı şimdi havalı havalı yapıyorsun ama tanımları deme
sayın okur onu da söyleyeceğim; eşitlik esasında onluk sayı
sisteminde aynı birim ile gösterilen şeylerin birbirine denk
olduğudur.
Yani burdan çıkaracağımız şey
adalet için en az iki unsurun
kıyaslanması söz konusudur.
İnsanların eşit olmadığı aşikar
ee nasıl yapacağız o işi? Burada
sanırım daha önemli bir durum
söz konusu o da empati. Yani
aslında adalet bence karşındakini anlayabilmek. İnsanı çok
yücelten bir kavram. Onun
elinde olmayan şeyler yüzünden
dili, dini, ten rengi, cüzdanındaki para...- ve bir çok şey işte
anladın sen sayın okur- yargılamamak. Ona cebindekiyle değil kalbindekiyle değer
vermek. Amma da beylik laflar
ettin deme lütfen sayın okur ne
ayrımcılığımı gördün şu güne
kadar. Heh işte buldum sanırım
o kelimeyi. İnsanları AYIRMAMAK demek adalet.
Sonuca gelecek olursak sevdiğim tanımımda biricik hocam
Yasemin Işıktaç’a saygılar olsun,
hukuk dedim ama basit olsa da
3 şeye işaret ettim, üç hukuki
fonksiyona; hukukun etik fonsiyonu, düzen, norm fonsiyonu,
ve sosyal toplumsal boyutu.
Amma kafa ütüledim “virvirvir”
farkındayım tamam bu günlük
bu kadar. Hukuksal lagalugalar
gurula sundu efendim.
Sayın okur: abi çok iyi ya. Ben
hiç anlamadım acaba bir şey mi
kaçırdım?
Elizabeth: bilmem ki ben de
unuttum
Elizabeth
Her şey başlamadan
önce radyodan bozma
bir yalan makinesi icat
etti ve ona her gece, icadı
nezaretinde yeni sözler
vermem gerektiğini söyledi. söz dedim. gerekirse
onunla birlikte arjantine gidebileceğime dair
de söz verdim. arabası
yandığında paltosuyla
söndürmeye kalkışacak
olursa onu öldürüp,
bilgisayarını ve defterlerini ateşe verecektim.
benden önce öleceğine
inanıyordu. öldüğünde,
bana geri kalan ömrümce
yetebilecek kadar bıraktığı sözlerle yayına devam
edecektim.
tüm yaratılanlar ve onların iç dinamikleri! bu
geceki misafirim, camın
karartısında dans eden
kadının silueti. güneşin doğmasıyla beraber
rüyalarımı bir kılıç gibi
kınına sokmak zorunda olduğumu söylüyor.
dünya’yı yazan kalemi
çizgilerin kırabileceğini,
mısır’ın, yunan topraklarının ve deniz kıyılarına
kadar bütün rum ülkesinin ellerimde olduğunu
söylüyor. yani ölebileceğimi.
küçük yaşlarımdadaydım. hatırlıyorum. bir
toprak avlunun üstünde, mimar olan dedem
söylemişti. benim dünyada senden başka oğlum
yoktur. biricik oğlum
sensin. şunu bilmelisin
ki, kadınlar insanı avlar,
kötülük çukuruna düşürürler. onlarla düşüp
kalkanlar esenlik bulamazlar. bunlardan birine
gönlünü kaptırırsan
aklın çalışmaz, gözlerin
görmez olur. böyle bir
aşka bulaşmak bence
akılsızlıktan başka bir
şey değildir. oğulcağızım.
yol ikidir. biri aşağıdan
yukarı çıkmak; biri yukarıdan aşağı düşmektir.
bundan sonra yolun ortasında ya da orta yolda
olamayacaksın.
ateş kendiliğinden dansa
kalktı. etrafa sıcaklık
halinde bir perde iniyor.
ben, “aslında hiç yalan
söylemem” yalanını hep
söyleyen bir yalancıyım.
ve sana son söz kadın!
repliklerim tükendiğinde, gereksiz yere
uzatmaktansa bahisleri
kapatıp, birinci perdenin
üzerime inmesini bekleyeceğim…
Rüştü Sinemil
11
Sir’keli İskemle
12
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkıılıır...” tekerlek habire
dönüyordu.
“Eskicii! Eskiler alınır,
allanır. Eskiciii! Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılıırr...”
Duraksadı biran için. Karşılara doğru şöyle bir gözlerini
kiralasa alışveriş merkezlerinin insanı ağma eden ışıldaklarından ne bir dağ eteği, ne
de bir çoban ceketi görecekti.
Hâlâ nasıl dağın kelâmını
edebiliyordu ki? Acı bir kahkaha attı omuzlarından. “Sen
yoluna devam et be Remzi
Efendi.” dedi. “Ekmek sora
sora değil, susa susa bulunuyor ya!” Sustu bizim hurdacı
Remzi Efendi susadı haliyle
sonra iki çift has kelâma.
Tekerlek yeniden döndü ağır
ağır. Gerçekten de bu yoldan
gitmesi gerektiği gerçeği su
götürmezdi. İki sokak öteden
gitse zabıtalar ihtiyar Remzi’den de emektar arabasını
sudan tez götürürlerdi. Vakti
zamanında öyle olmamış
mıydı? Köprü altlarında
mendil açıp dua tacirliği yapmayan Remzi alnının teriyle
beş kuruş ekmek kazanırken
zabıtanın gazabına uğramıştı,
üstelik tek gazabın tanrıdan
geleceğine inanırken. Hem
yolun sonundaki köşe başında Bakkal Şevket vardı.
Sohbetine kurban olduğu Şevket! Öylesine zayıftı
ki adamcağız, bir deri bir
kemikti. Rüzgâra atsan uçar
giderdi. Ki atmaya da lüzum yoktu zaten, fırtınanın
döşeğindeydi. Kepengini
kaldırmış indirmiş hiç fark
etmiyordu şuncacık dükkâ-
rini sulamaya çıktığında yan
penceredeki çiğdem çitleyen
nın. Yeni mal almaya almavitrinlik Yıldız’a “kız turşu
ya toptancılar bile bakkal
Şevketi unutmuşlardı. İki saat kurusu! Şu dümbelek adam
var ya, pekte sevimsiz, bubilemedin üç saat boyunca
ralardan yer yurt bakınıyorparanın unuttuğu, unutup
muş ondan cirit atıyormuş
da uğramadığı bu yeri evire
buralarda.” Diyor, Yıldız ise
çevire zor anlatmıştı Şevket.
Eski kayıtlardan anca bulabil- “laflara da bak sen, dördüncü
mişlerdi de öyle yola çıkabil- kocayı da öteki tarafa yollamaya niyetlenmediğimdenmişti süt kolileri. Yalnız süt
dir izdivaca girişmemem.
satabilirdi zaten her sabah
Aman canım nereye, neye
yeni bir ingâ sesinin duyulduğu bu ocaklara. Ana sütün- bakacaksa baksın, bakakalsın
den sonra Şevket’e uğrarlardı, trene bakar gibi.” Diye çene
çalıyordu iştahlı iştahlı. “Asıl
alacakları çok olduğundaysa
sen telefonunu bir gör de öyle
daha ucuz olan büyük marketlere. Bir de mahallenin ya- konuş. Ben susarım, sen susarsın hâttâ yedi düvel susar
ramaz veletleri için iki ciklet
iki çikolata. Beleşe de iki sopa da o telefon susmaz vallahi.
Kim bilir kimler arıyor da her
attı mıydı arada bir şöyle en
çalışında cebinden bir çıkarıpahalısından, işte o zaman
yor ki telefonun parıltısından
tam olurdu. Ancak bazı bazı
içinden öteberi çıkan yumur- mahalle aydınlanıveriyor
talar satardı Şevket meretlere, Gülnaz abla…” mahallede
sırra koca ayağını basmış
en çok onu severlerdi. Bir
yumurta ki çikolatadan, üste- bu adam böylece konuşulup
lik içinde de gizemli oyuncağı gidiyordu. Bizim yolların
eskitemediği eskici Remzi
saklı. Bundan iyisi lunapark
Efendi de gidiyordu tabii.
kombinesi. Fakat Remzi
Gömleği gibi alnı da çizgi
Efendi pek haz etmezdi bu
çizgiydi. Mahalle kadınları
durumdan. Adeta bir küreyi
arasında da söylentiler dolaandıran koca göbeğinden
ötürü üstüne ne giyse düğme- şıyordu. Gülnaz abla küstüm
çiçeklerini sulamaya çıktığınleri fırlayacak gibi görünen
da yan penceredeki çiğdem
yahut kolunu bir kaldırıp
indirse koltukaltındaki dikiş- çitleyen vitrinlik Yıldız’a “kız
turşu kurusu! Şu dümbelek
ler patlayacak gibi duran bir
adam var ya, pekte sevimsiz,
şişkoca adam birkaç aydır
buralardan yer yurt bakınıher hafta mahalleye uğruyormuş ondan cirit atıyormuş
yor; veletlere şekerlemeler,
çikolatadan yumurtalar alıyor buralarda.” Diyor, Yıldız ise
“laflara da bak sen, dördüncü
ve onları sevindiriyordu.
kocayı da öteki tarafa yollaMahalle kadınları arasında
maya niyetlenmediğimdendir
da söylentiler dolaşıyordu.
izdivaca girişmemem.
Gülnaz abla küstüm çiçekle-
Aman canım nereye, neye
bakacaksa baksın, bakakalsın
trene bakar gibi.” Diye çene
çalıyordu iştahlı iştahlı. “Asıl
sen telefonunu bir gör de
öyle konuş. Ben susarım, sen
susarsın hâttâ yedi düvel susar
da o telefon susmaz vallahi.
Kim bilir kimler arıyor da her
çalışında cebinden bir çıkarıyor ki telefonun parıltısından
mahalle aydınlanıveriyor Gülnaz abla…” mahallede sırra
koca ayağını basmış bu adam
böylece konuşulup gidiyordu.
Bizim yolların eskitemediği eskici Remzi Efendi de
gidiyordu tabii. Gömleği gibi
alnı da çizgi çizgiydi. Fakat
hâlâ tarladan yeni koparılmış
salatalıklar kadar taze, dipdiriydi. Radyosunu çalıştırdı.
“Dağlar dağladı beni… Gören
ağladı beni… Ayırdı zalim
felek, derde bağladı beni…”
sazına vuruyordu Neşet Ertaş.
Arabanın ayakları da çakıl
taşlarına takıldıkça antikalar
hopluyor, çıkardıkları seslerle
türküye eşlik ediyordu. Tam
bu sıralarda koştu geldi Necmi, öyle hızlı nefes alıyordu ki
sanki bilet saatini kaçıracak
bir yolcu gibi telâş içerisinde
Remzi Efendi’ye yaklaşıyordu. “Sorma Remzi Abi koş
yetiş, neler oluyor bir görsen
hayrete düşersin!” Necmi bu
mahallenin aynı zamanda
da bu ahalinin çocuğuydu.
“Meymenetsiz adam geldi yine bugün, koş yetiş de
gör!” Remzi Efendi şaşkınlığa
düşüvermişti; “Hayrola çocuk? Neden gam vuruyorsun
böyle?” gam mı vuruyordu
yoksa gama mı vuruluyorlardı
bilinmez ama tekerlek döndü
devran gibi ve tez geldiler
bakkal Şevket’in köşeye. Buz
kesildi eskici, bu gördüğü sahi
miydi yoksa bugün hiç işbaşı
yapmamışta halen yorganının
altında uyuyor da kâbus mu
görüyordu? Bakkal Şevket’in
önü pazar yerinden farksızdı,
dükkândaki tüm eşyalar kapı
kenarına yığılmış bir vaziyette
ağlaşıyorlardı. İçini her daim
küf vari bir koku saran ufak
derin dondurucu, topal sandalye, tezgâhın tamamı, anteni
koli bandıyla oradan oraya
yapıştırılan minnak televizyon
ve daha nicesi… “Haciz neyin
mi geldi Şevket’in başına?”
dedi buğdayların birbirine
sürtüşü gibi çıkan bir sesle.
“Ulen Şevket, çekin senedin
ateşine mi düştün be kardeşim?” Yarım kol kadar bebesi
vardı, boy boy da çocukları.
Halleri niceydi şimdi onların? “Ahh be felek, yine
elemişsin garipleri un gibi…”
Remzi Efendi parçalı bulutlu
gözleriyle öylece bakınırken
Şevket göründü. “Remzi’m!
Kardeşim! Kelâm dostum!
Gel sarılayım sana bir, ne
dikiliyorsun, gelsene şöyle!”
Herhalde eşyaları kapının
önüne yığılmış bir kimse bu
kadar neşe içinde olamazdı.
Bu işte hinlik bir iş mi vardı?
Şevket’in gözleri çakmak gibi
yanıyordu. Remzi Efendi ağzını açmadan “Yahu hiç sorma
şu iki günde bir gelip duran
adam vardı ya çocuklara
öteberi alıp da sevindiren, ağzı
bal kaymak görsün, işte masaya oturuverdik de onunla bize
berber Hüseyin ile iş fırsatı
veriverdi.” Remzi Efendinin
kaşları çatılmaya başlamıştı.
“İkimizin dükkânını birleştirip büyük dükkân açacakmış,
beni de damgalı mühürlü işe
alacak. Aybaşım olacak Remzi’m aklına vursana! Aybaşım
aman başım, şıkıdım şıkıdım!”
sevinçle hamsiyi aratmadan
yerinde çırpınıyordu. “Hemide arada bir de görüverecekmiş beni, aman o gördü mü
tam görür. Büyük düşünüyor,
çok büyük. Senin benim gibi
kendini ısıtamayan ocaklara benzemiyor!” anlaşılan
Şevket kaptırmış gidiyordu.
Gittiği yol yol muydu, yoksa
o yolda tüyleri tek tek yolunacak mıydı? Yolsuzluğa da
yoksulluk düşsün emi! Hâlâ
ilkokula yeni başlayan çocuk
aşkıyla yapılacak edilecekleri
ayrıntılarıyla anlatıyordu.
Remzi buz mu kesildiğini, ateş
mi püskürdüğünü bilemedi.
Öylece onu dinliyordu, en sert
yiyecekleri daha çabuk özümserdi kuşkusuz. Yutkundu tam
ağzını açacak “ooo! Aman
efendim kimlerde gelmiş?
Remzi Efendiyle tanıştırayım
sizi, bahsetmiştim ya…” Remzi Efendi “yok.” Dedi. “Yok
Şevket, tanışmamıza lüzum
yok. Ben müsaadenizi isteyeyim.” Kalktı alelacele. Arabasının dümenini tuttu, Necmi
de onu bekliyordu oracıkta.
“Aman nereye gidiyorsun
Remzi, daha konuşacak ne
çok şey var!” Remzi Efendi
kafasını iki yana salladı. “Dur
bari şu iskemleleri al, dur!
Ayaklarını cilalar satarsın
birilerine. Buralara hep koltuk
döşenecek!” Remzi durdu,
başını hafifçe çevirerek; “bak
Şevket!” dedi usulca, “iskemlelerine damlayan sirkeyi
görmüyor musun?” Şevket
şaşırdı. Remzi’yi görmeyeli
gözlerine kara perdeler mi
inmişti ne? “Sir’keli iskemleye
emek’tarımda yer yok.” Dedi
ve pabuçları toprak yolda iz
bırakarak uzaklaştı. Tekerleklerinkiyle ahenk oluşturuyordu. Necmi göründü hemen.
“Remz…” demeye kalmadı,
“Ne demişler Necmi.” Dedi.“Keskin sirke küpüne zarar.” Ve
geceleyin belediyenin işçileri
çöp arabasına bir de sir’keli
iskemle koymuşlardı.
Demeter
13
Yanında Olumluk
cinlerin şiir, şehir ve suyla olan cezası,
insanların üzgün üzgün konuşup-tekrar tekrar sevme yetisi
bu işlerde büsbütün bir doygunluk gerekmiş.
kimsenin gündüz bilmediği bir yüz gerekmiş.
güneşi delik insanlar gerekmiş.
kızımız değil belki de aslımız mümkün,
hesabımız gerçekten renksiz – doğrudan ince bir gül – ediyor
her seferinde
her seferinde, sırasıyla;
renksiz–ince–bir–gül– alınıyorum
baktığınızda
gölgesi kabarmış,
kendisi de defalarca ıslanmış yüreğim,
sade bulanık göğsüm,
belki de bir kızım olur sancım,
aklımın ben ne de güzel derken ki hali,
belli ki tedirgin,
belli ki imkansız bir yalanla başbaşa yakalanmış.
bugün hayattan ne öğrendiysem işte,
bugün hayatta kimi sevdiysem işte,
bugün artık neysem işte,
özür dilerim.
Tayyar Ahmet
14
Kitap Bahsi
Bilmem duydunuz mu hiç Gog’u. Giovanni Papini yazmış geçen yüzyılın ilk yarısında, 1931’de. İkincisi bile çıkmış sonra
1951 yılında. Tercümesini Fikret Adil yapmış, ilk baskısından bu
yana İş Bankası Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturuluyor.
Eser gerek adı gerekse de konusu itibariyle hayli ilginç. Karun
kadar zengin Gog, hakikatı bulma amacıyla bir ülkeden diğerine gezmekte. Bu seyahatlerde tutulan notların Papini tarafından derlenmesiyle müteşekkil olan kitap, Einstein’dan Lorca’ya
kadar döneminde yani yirminci yüzyılın ilk elli yılında yaşamış
ve iz bırakmış insanlarla sohbetlerini içeriyor. Yazarımız Papini
girdiği bu ilginç anlatımla okuyucuyla değişik fakat çekim gücü
yüksek bir bağ kuruyor. Buna benzer bir tutulmayı Miguel de
Unamuno’nun Sis’inde yakalanmıştım. Aklımızdaki roman kavramını okuyucuya bir nevi çaktırmadan kıran bir eserdi bu. Gog
için de modern bir antik anlatı diyebiliriz bir bakıma. Bu antikite aslen eser içindeki bağsızlıktan kaynaklanıyor diyebiliriz. Tek
ortak nokta var her bölümde: Gog.
Muhammed Murtaza
15
Uçurtmalar
Neye baktıklarını anlamadım.
duvarın alçalan kısmından sadece başları görünüyordu onca
insanın, kısa bir anlığına o da.
dali, alışkındı sanırım. duraksamadan yürümeye devam etti.
benim durmama da izin vermedi. yürümeye başladığımızdan
beri sadece bu ovayı geçince
ligat körfezi’ne varacağımızı
söyledi. ligat’ın ya da bu ovanın,
uzun yüksek duvarın ve onca
insanın olağanlığından sıkıldığını düşündüm. ben bunları
düşünürken durdu, bastonunu
bırakmadan ellerini beline dayayıp derin bir nefes aldı. sağımda
kalan duvar sadece başlarını
gördüğüm insanların arkasına
kıvrılıyor ve bu noktada raylar
başlıyordu. duvarın aksi yönüne
ilerleyen raylar. dali’nin yürümeye başladığını fark etmedim
ileriye uzanan duvarı ve rayları
incelerken. ‘yürümeye devam
et.’ diye seslendi dali. güneşin
altında parlayan demirlere ve
yeşilliği bozan tuğlalara bir kez
daha bakıp yürümeye başladım.
körfeze varınca kıyıda tahtalarla uğraşan bir adam gördük
dali’nin kulübesinden önce.
‘isa!’ diye bağırdı dali ama adam
aldırmayınca söylene söylene
(çatlak adam önce budha’nın
saçmalıkları şimdi de köprü)
kulübesine ilerledi. ‘hadisene!’
diye bağırınca bende kulübeye
yürümeye başladım. kulübenin
geniş kapısının önünde beni
izleyen (ağır adımlarından dolayı iyice sabrı taşan) adam için
fazla geniş bir kulübeydi burası.
içeri girer girmez atölyesine
geçtik. birkaç malzeme gösterip
‘gelirken rayları gördün’. dedi.
‘sabah dövmem için rayların iki
metresini sökmeni istiyorum.
dinlenmeye bak. sabah erken
çıkman gerek.’
yaklaşık on yıl oldu duvar örü-
16
leli. raylarla hemen hemen aynı
zamanda. krallığa sanatçı yetiştiren bir beylikti burası. ressam
müzisyen dokumacı mühendis
mimar... her şey çok iyiydi. dali
de son nesilden bir ressam.
isa’ya olan yakınlığı sayesinde o
duvarın içinde değil.
rayların başında bir araba vardı.
arkasında bir çark ve çarka
bağlı parçalanmış bir uçurtma.
güneş doğduktan bir süre sonra
söktüğüm demirleri eve götürdüm. ben çıkarken uyuyordu
dali. uyanmış ve büyük fırını
hazırlamıştı. demirleri kazana
koyduk ve fırına sürdük. saat
dört kez çaldı. ‘ben gelene kadar
kadar odun koyup körükle.’
dedi. ve nereye bilmiyorum,
gitti. saatin akrep ve yelkovanı
dik duruyordu. eğmeye çalışsam kırılabilirdi. sayılar da
ters yazılmıştı. fırına odun atıp
körüklemeye başladım. içerisi
ısındıkça soyundum. ne kadar
çalıştığımın farkında değildim.
iyice yorulduğum esnada dali
geldi ve kazanı çıkartıp kalıplara
dökmeye başladı. onu izlediğimi
fark edince ters ters baktı. ‘yatıyorum.’ dedim ve odama geçtim.
rüyamda ellerimden karıncalar çıktığını gördüm. çalışmış
olmak hoşuma gitmişti sanırım.
sonra bir bastonun sertçe belimi
dürttüğünü hissettim. rüya
olmadığının farkına vardığımda gözlerimi açtım. ucu kalkık
bıyıklarıyla dali tepemdeydi.
sanatçılar toplandılar ve krallıkla ilgili konuşmaya başladılar. kimisi halinden memnun
olsa da şartların ağırlığından
ve buraya ait olmadıklarından
bahsettiler. otoriteyi ve bunun
dayattığı dini sistemi reddedip
özgür olmak istedikleri konusunda anlaştılar. ama içlerinden
biri ligat körfezi’nden ayrılamazdı. çünkü burada geçmişti tüm
hayatı; diğer sanatçılar gibi. ama
diğerlerinden daha duygusaldı
ve ailesini bu körfezde kaybetmişti. buradan ayrılması demek
onların anısını yaşatamaması
demekti. bundan dolayı konuşulanları krala söyledi.
dali kalıplara döktüğü demiri
dövüp suya sokmamı istedi
(demircilikten anlamam ki ben
– hahaha bende anlamazdım).
özel ricası üzerine kıyıda yaptım
bunu. sıcak demirleri körfezin
suyuna batırdım. içeri diğer
kalıpları almaya giderken ‘bekle.’
dedi. ‘bugünlük bu kadar yeter.’
iyi bir iş çıkardığımı anladım.
günün geri kalanı boştu. güneşin batmasına daha vardı (saat
olmadığı için tahmindi bu). raylara gitmek istediğimi söyledim.
‘tek şartla,’ dedi. ‘duvara yaklaşmayacaksın.’ (yaklaşmak için bir
sebebim yok – gülüyor). ilk işim
arabanın yanına gitmek oldu.
ileri geri hareket edebilen iki
pedalı vardı. biri çarkı diğeri de
arabayı hareket ettirmek için (bu
da tahmin – doğru bir tahmin).
ipini keserek uçurtmayı çarktan
kurtardım. iskeleti içi boş ince
demirlerdendi (bu kadar hafif
olmamalı). gövdesinde fazla bez
yoktu. onu yanıma alıp duvar
boyunca yürüdüm.
kral bunu duyunca sinirlenmedi. ‘peki.’ dedi. duvarı ördürmeye başladı. sanatçılar bu duvarın içinde hapsedileceklerini
bilmeden gezdiler beyliklerinde
bir vakit. mimarlar oturacakları
evleri tasarladılar. müzisyenler
ahenge bıraktılar kendilerini.
ressamlar körfezi yağlı, sulu,
pastel boyalarla resmettiler.
dali, mutlu değildi. ailesi için
yapabileceği bir şey olmadığını
biliyordu.
bir gün askerler tüm
sanatçıları toplayıp duvarın kenarına götürdüler.
herkesi sırayla aldılar içeri
ve girenin ellerini kestiler.
sıradan bir sebeple hem de.
sanatlarını icra edemesinler
ve konuşmak için sebepleri kalmasın diye. dali de
bunların arasındaydı. sıra
ona geldi ve arkadaşlarının
kesilmiş ellerini gördüğünde bağırdı. ‘benim sayemde
kurtuldunuz! bana bunu
yapamazlar!’ isa olacakları
biliyordu ve kralın yanına
gitmişti çoktan. dali’nin
bağışlanmasını istedi. kral
(sırf isa olduğu için) bunu
kabul etti. dali dışarıdaydı
ama yalnızdı.
eve elimde parçalanmış
uçurtmayla döndüm. ‘raylardaki arabanın çarkında
buldum.’ dedim. dali uçurtmayı aldı ve atölyesine gitti.
sanatçılar arasında uçurtmanın yeri büyüktür. elleri
kesik olmasına rağmen
gökyüzüne bakmaktadırlar.
dali farkındadır bunun.
arabayı ve rayları içeride kalan arkadaşları için
tasarlamıştır. arabayı bir
pedalla hareket ettirecekler,
hızlandıkça diğer pedalı kullanarak uçurtmayı
salacaklardır. dali de sık sık
uçurtmaları yenilemek ve
tekrar çarka takmak için
oraya gidecektir. hem bir
amacı olacaktır, hem de
kendini affettirebilmek için
bir şansı.
saat dört kere çaldı, kapıyla
aynı anda. açtım, isa’ydı
gelen. sırtında büyük bir
çuval vardı. dali’ye seslendi.
‘hadi, gitme vakti. bekletmek istemeyiz dostlarını.’
dali bir dakika izin istedi.
beraber içeriye gittik. ‘ne
olduğunu bilmesende
bunun için geldin buraya.’
dedi. beze sarılı dört köşeli
büyükçe bir şey. isa köprüyü yapamadan ölecekti ve
onu dali’yle beraber bunun
üstünde taşıyacaktık.
Kanto
17
Şükrü’ye Bana ve Dışarıya Dair
Biz burada akşamları dışarı çıkıyoruz. Aklınız alıyor
mu? Biz yani Şükrü ve ben.
Olmayan gezilecek yerlerde
sürünüyoruz. Ayaklarımızla
sürünüyoruz. Babalarımıza söylemeden çıkıyoruz.
Galiba hep bundan sürünüyoruz. Gün doğmadan
sessiz tedirgin dönüyoruz.
Işıkların yakıldığı zamana
kadar insan, ışıklar yanmalı
zamanında çocuk oluyoruz.
Parklara gidiyoruz, kumlara
evler dağlar bulutlar ağaçlar
çiziyoruz. Evlerin içlerine
giriyor bulutlardan su sağıyor
dağlardaki ağaçları suluyoruz. İnsanları düşünmüyor
balıkları düşünüyoruz. Suda
değil havada boğulan balıkları, havada değil suda boğulan
insanlarla kıyas etmiyoruz
bile. Burada akşamları dışarı
nasıl çıkılır onu yaşıyoruz.
Her dışarı çıkışımızda birbirimize dışarı çıkma dersleri
veriyoruz. Babaların bilmediği derslerden. Çocukların
burunlarının geçebildiği her
delikten geçerek dışarı çıkabildikleri derslerden. Şükrününkiler biraz basit o daha
yeni başladı. Ama çok başarılı
bi dışarı çıkıcısı, geleceği par-
lak. Bi gece alt kat komşusu
balkondayken çıkmış dışarı.
Babası yataktayken çıkıyor
daha çok. Ben de öyle yapıyorum, işi biliyoruz. Bi gece de
kapı önünde sürekli parktaki
vosvosa çaktırmamış dediğine göre. Bana pek inadırıcı
gelmedi ya neyse. Şükrü yeni
başladı şevki kırılmasın. Biz
burada akşamları dışarı çıkanlar birbirimize çok güveniyoruz. Güvenen birilerimiz
olsun diye kararlar alıp onlara
uyuyoruz. Kimsenin kimseye
güvenmediği bi içeridense
birilerinin birilerine güvendiği bi dışarıyı tercih ediyoruz.
Parklardan bahçelerden çıkıp
kafa kafaya mavi kara sulara
gidiyoruz. Yukarılara baka
baka içeri içeri dönüyoruz
sonra. İçlerimize yani yoksa
içerisi çekilmez. Havanın
kendisi de dışarlıklıysa içerliklilere içerler. Azcık haklı
esasında. Düşünsene süreyya
kavun teklif ediyorsun onlar
kelek istiyor. İşte biz burada
böyle şeylere içerliyoruz.
İçeriyle tek ilişkimizi bi bu
bi de gündüzlerden ibaret
sayıyoruz. Biz diyorum yani
Şükrü ve ben. Şükrü ve ben
yani, biz oluyor kabul edin.
Biz burada çoğunluğa önem
veriyoruz. Akşamları dışarı
çıkan çoğunluğa daha çok.
Birbirimize rehber değil yoldaş oluyoruz. Ama biz yani
hem Şükrü hem ben dışarda
yolu bilmiyoruz ve birbirimizi şaşırtıp duruyoruz. Korkmayın, biz burada birbirini
şaşırtanları destekliyoruz.
Şaşırmayı da destekliyoruz bu
arada. Hep bi şeyleri destekliyoruz çünkü burada bi şeyler
hissetmek için desteklenmeye
ihtiyacımız var bizim yani
Şükrü ve benim. Yani burada desteksiz sevilmiyor bile.
Ama biz deniyoruz. Biz diyorum işte biliyorsunuz kim ve
ben. Biz mesela hiç olmuyor
ya kalkıyoruz bir hikâyeyi
seni seviyorumla bitiriyoruz.
Biz yani Şükrü ve ben işte; bir
hikayeyi başlamamız gerektiği gibi bitiriyoruz.
Doğmayan Çocuk
18
Raufu Öldürmek
i.
ne kadar yaşıyorsak
o kadar ölüyordu çocuklar
biri mor diğeri cinayet kurbanı olarak
kanın çiçeğe doğru
yolculuğuna kıvrılmış bir
örümcek gibiydi
sarsılıp içimi tükürdü rauf
çünki birer birer ölüyorduk gibi
yalnızdım.
ii.
veronika da ölmek istiyordu
ama katili olamadık
sadece koca bir çölü
ağlamadan geçtik.
iii.
bana bir el ateş et dediler
biz vurulduk
rauf ölmedi.
Maksatsız Adem

Benzer belgeler