Eylül 2006/8 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302

Transkript

Eylül 2006/8 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SA
l HE
J
AR
Eylül 2006/8 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X103
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!

içindekiler - editörden
Editörden...
Değerli Okuyucu,
Bir ay ara verdikten sonra tekrar
biraradayız. Ara verdik derken
kastettiğimiz derginin çıkmasıdır,
mücadele bütün hızıyla devam etti. Nasıl
etmesin ki, hem emperyalistler hem de
Türk egemen sınıfları halklara ve tüm
ezilenlere saldırılarını sürdürdüler.
Ortadoğu barut fıçısı olmaya devam
ediyor. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı
işgalinden sonra, İsrail’in Filistin’e
saldırısı ve Lübnan’ı işgali yaşanan son
gelişmeler - şimdilik, bunları yeni saldırılar
izleyecektir. Bu arada bölgede kendi
çıkarlarına sahip olan Türkiye de bu kez
gec kalmak istemiyor. Lübnan’a BM Barış
Gücüne katılmak suretiyle asker gönderme
kararı Bakanlar Kurulundan geçti,
dergi çıktığında muhtemelen meclisten
de geçmiş olur. Tüm bunları T.C. tabi
kendi ekonomik-siyasi-stratejik çıkarları
için değil de, barışa katkı sunmak için,
büyük bir devlet olarak sorumluluğunu ve
görevini yerine getirmek için yapacak! Bize
anlatılan bu. Zaten hiçbir emperyalist
veya gerici ben haksız savaş yürütmek
istiyorum demez, haksız savaşın üstü
haklı bir gerekçe ile örtülür, mesela savaşa
giriyorum çünkü bölgeye barış götürmek
istiyorum gibi.
Bu sayımız hem Ortadoğu’daki sıcak
gelişmelerin yaşandığı bir döneme hem
de bütün dünyada 1 Eylül “Dünya Barış
Günü” anmalarının yapılacağı bir döneme
denk geldi.
Doğallıkla bu sayımızın birçok yazısının
konusunu da savaş ve barış oluşturdu.
Bu arada kapakta kullandığımız çizim
karikatürist Haldun Dirik’in 1984’te
çizdiği bir karikatürden alındı.
Egemenlerin özellikle devlet için önemli
bir tehdit olarak gördükleri ve bölücü
terör diye tanımladıkları Kürt ulusal
mücadelesine karşı çıkardıkları ama
aslında tüm muhalif kesimleri de
hedefleyen Terörle Mücadele Yasası
İçindekiler
üzerine bir okurumuzdan gelen kapsamlı
bir araştırma yazısını da siz okurlarımızla
paylaşıyoruz.
Yeni İşçi Dünyası işçi ekimiz gittikçe
daha da gelişiyor, güzelleşiyor. İçindekiler
bölümüne bir göz attığımızda bu bölümün
en kapsamlı bölüm olduğu görülür. Şunu
da belirtelim ki burada yayınladığımız
yazılar kesinlikle yazıların tamamı değil,
yer sorunu nedeniyle kimi yazıları ya
hiç giremiyoruz ya da kısaltarak girmek
durumunda kalıyoruz. Bu sorunu sürekli
yaşayacağımızdan arkadaşlarımızın
bunu anlayışla karşılamasını bekliyoruz.
Dergide yayınlayamasak da gönderilen
tüm yazılar mutlaka internet
sitemizden yayınlanıyor. Bu nedenle bir
yazımız dergide çıkmamış olsa da yazı
göndermemezlik yapmayalım.
Yine Yeni Gençlik Dünyası adına
çıkardığımız “Geleceğimizin İpotek Altına
Alınmasına İzin Vermeyelim! Nükleer
Enerjiye, Nükleer Santrale Hayır!” başlıklı
bildirimize de bu sayımızda yer veremedik.
Buradan bütün genç okurlarımıza
şu duyuruyu yapmak istiyoruz: Yeni
Dünya İçin Çağrı gazetesinin gençlik
çalışmasına siz de katılın! Gazetemizde
açacağımız Yeni Gençlik Dünyası sayfası
için sizlerden yazılar bekliyoruz. Bütün
genç okurlarımız “Gençlik Gelecektir!”
şiarının sorumluluğuyla hareket ederek,
bir yandan kendisini ve çevresini mücadele
için eğitirken diğer yandan mücadelede
aktif yerini almalıdır. Unutmayalım ki
yeni atılımlar saflarımıza katılan yeni
gençlerle olacaktır. Yeni Gençlik Dünyası
gençlerinin bu tarihsel sorumluluğun
getirdiği ciddiyetle ve devrim
mücadelesinin itici gücü olmanın getirdiği
coşkuyla mücadeleye sarılacaklarına ve
mücadelemizi hep daha ileriye, daha
ileriye taşıyacaklarına inancımız tamdır.
Yeni sayılarda buluşmak üzere.
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 01.09.2006
GÜNDEM
Ortadoğu’da yine savaş: Lübnan kan gölü…
Ateşkes barış değildir!
Emperyalizm koşullarında gerçek barış olmaz!
Gerçekten barış isteyen devrim için savaşmalıdır!. . . . . . . . . . . . . 3
Terörle mücadele yasası üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
PANORAMA
- MEKSİKA: Seçim yapıldı, oyun sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . 8
- SOMALİ: Savaş hâlâ sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
YENİ İŞÇİ DÜNYASI - İŞÇİ GAZETESİ EKİ
İşçi sınıfı ve barış. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 1
İş kazası değil, cinayet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 2
Tez- Koop- İş İstanbul 2 No’lu Şubenin
Olağan Genel Kurulu’ndan izlenimler . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 3
Castleblair işçisi kazanılmış bir mevziyi kaybetti . . . . . . . . . . . . EK 4
Limter-İş sendikasının başkanı serbest bırakıldı . . . . . . . . . . . . EK 5
Kadıoğlu Kozmetik: Sendikalaşmak hak mı, suç mu?. . . . . . . . . . EK 6
MESS sözleşmesi ve işçilerin talepleri. . . . . . . . . . . . . . . . . EK 7
Fındıkta Neler Oluyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 8
Tanatar Kalıp’da işçi kıyımı….. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 9
Kamu emekçileri haklı talepleri için mücadelede kararlı . . . . . . . EK 10
SCT işçisi kararlı: 168 gün grev, 25 km eylem…. . . . . . . . . . . . EK 11
Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye”. . . . . . . . . . . EK 11
BOSSA işçileri SCT’li işçileri ziyaret etti. . . . . . . . . . . . . . . . EK 11
Has Alüminyum işçileri patronun saldırılarına karşı direniyor! . . . . . EK 12
Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.’de işçilere baskılar sürüyor! . . . EK 12
YENİ KADIN DÜNYASI
Duygu Asena’yı kaybettik... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
Kadınlar barış için bir kez daha sokaklardaydı...
Siyonist İsrail Lübnan’dan defol! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
“Operasyonlar durdurulsun, askerler geri çekilsin!”. . . . . . . . . . . 12
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Türk şovenizmine hayır! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! . . . . . 13
“Bu benim de meselem”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Özgür Gündem‘e kapatma cezası muhalif basını susturma cezasıdır! . . . 14
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Nükleer santral karşıtları yine Akkuyu’daydı! . . . . . . . . . . . . . . 15
Orman Yangınları Giderek Artıyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
Fosil Yakıtların Kullanıldığı Enerji Türlerine Hayır! . . . . . . . . . . . . 16
GÜNCEL
İsrail saldırısı Kadıköy’de protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . .
Avukat Behiç Aşçı direnmeye devam ediyor! . . . . . . . . . . . . . .
Siyonist İsrail devletinin Lübnan işgali Mersin’de protesto edildi!. . . . .
Avusturya’da BAWAG skandalı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
SCT Filtre Özel Bülteni . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com
v Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI: 103 · EYLÜL 2006 ISSN 1301-692X103
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
v Yayın Türü: Yaygın Süreli
17
17
17
18
19
gündem
ORTADOĞU’DA YİNE SAVAŞ: LÜBNAN KAN GÖLÜ… ATEŞKES BARIŞ DEĞİLDİR!
EMPERYALİZM KOŞULLARINDA GERÇEK BARIŞ OLMAZ!
Gerçekten barış isteyen devrim için savaşmalıdır!
Ve ateşkesler, sadece ateşkesler değil gericiler arasında
yapılacak “barış antlaşmaları” sonucu sağlanan “barışlar”
da, düşmanlıkları ortadan kaldırmaktan daha çok, yeni
savaşlara hazırlık için nefes alma dönemlerinden başka bir
şey değil, günümüz koşullarında.
Bu ateşkes süresince de olacak olan bundan öte bir şey
değil: Egemenler tarafından Arap ve Yahudiler arasında
körüklenen yüzlerce yıllık süren düşmanlık ortadan
kalkmayacak. Savaşın temelinde yatan çıkarların üzerine
bir çizgi çekilmeyecek, petrolden vazgeçilmeyecek, dünya
hegemonyası ortadan kalkmayacak vb. vb.
İ
çinden geçtiğimiz dönemde savaş dünyanın en önemli sorunlarından birisi… Dünya egemenlerinin tüm “barış” sözlerine rağmen
dünyanın bir çok bölgesinde yürüyen
savaşlar insanları, özellikle dünyanın
yoksul insanlarını derinden etkiliyor.
Atılan her bombada, sıkılan her kurşunda can verenlerin, sakat kalanların ezici çoğunluğu dünya yoksullarının üyeleri…
Dünyanın en karışık bölgelerinden birisi olan Ortadoğu’da Siyonist
İsrail devletinin Filistin’e ve Lübnan’a
yönelik saldırısı/işgali savaş gerçeğinin güncel örneklerinden birisi…
GEREKÇELER VE GERÇEKLER
Ortadoğu bir kez daha kan gölüne
çevrildi: Siyonist İsrail devleti Haziran
ayının sonlarına doğru büyük bir askeri güçle Gazze’ye saldırdı… Saldırı
sonucunda Filistin halkının seçtiği
ve Filistin Özerk Bölgesinde iktidara
getirdiği HAMAS’ın içlerinde bakan
ve üst düzey kimi temsilcilerinin de
olduğu yüzlerce insan katledildi, kimileri kaçırıldı. Siyonist İsrail devleti
gerçekleştirdiği saldırıya gerekçe olarak iki İsrail askerinin İsrail hapishanelerinde yatan Filistinli esirlerle değiş tokuş amacıyla kaçırılmasını gösterdi.
Söylenen buydu!
Ancak bu Siyonist İsrail devletinin
gerçek amaçlarını gizlemek için söylediği yalanlardan birisidir. Filistin’e
saldırısını, Lübnan’ı işgalini bu yalanla gizlemeye çalışan, kendilerini
dünya kamuoyunda mağdur olarak
gösteren Siyonist İsrail devletinin
amacı, gerçekte tüm baskılara, emperyalist güçlerin tehditlerine rağmen HAMAS’ı seçimde işbaşına getiren Filistin halkını cezalandırmak, silah bırakmayı kabul etmeyen
HAMAS’ın lider kadrosunu tasfiye
etmek, mümkün olduğunca güçsüz
bırakmak, HAMAS’ın Filistin’de hükümet olamayacağını göstermekti.
Gazze’ye saldırı bunun için yapıldı.
Bununla kalmadı Siyonist İsrail
devleti… Gazze saldırısı ile başlattığı savaşı Lübnan saldırısı ve işgaliyle sürdürdü. Buraya saldırırken
de Siyonist İsrail devletinin gerekçesi farklı değildi: Bir Hizbullah saldırısı bahanesiyle Siyonist İsrail devleti yaygarayı basmıştı: Teröristlerin
İsrail devletine yönelik saldırılarına
izin verilemezdi! İsrail meşru müdafaa hakkını kullanarak teröristlere
gereken cevabı verecek, Ortadoğu’da
İsrail’i tehdit eden terörist grupları
cezalandırılacaktı!
Gerçek durum ve amaçlar ise farklıdır: Ortadoğu’da gerek Siyonist İsrail
devleti açısından, gerekse Filistin sorununu kendi çizdiği “mini Filistin”
planı temelinde çözmek isteyen ABD
açısından en büyük engeller anda
Filistin’de HAMAS Lübnan’da ise
Hizbullah isimli İslamcı silahlı örgütlerdir. Filistin’e HAMAS’ın etkinliğini kırmak için saldıran Siyonist
İsrail devleti, Lübnan’a da Hizbullah’ı
çökertmek için saldırmıştır. Lübnan
hükümetinin Hizbullah’ı silahsızlandırma görevini yapmaması dolayısıyla —ki 2002’de BM kararı haline
de getirilen bir taleple Lübnan hükümetine Hizbullah da dahil tüm “milis
örgütlerinin” silahsızlandırılıp dağıtılması görevi verilmişti— diş bileyen
Siyonist İsrail devleti bu görevi kendisi yerine getirmek için fırsat bekliyordu. Gazze’de Siyonist İsrail devletinin işgali sürerken Hizbullah’ın iki
İsrail askerini rehin alması Siyonist
İsrail devletinin Lübnan saldırısının
bahanesi oldu. Siyonist İsrail devleti uzun süredir hazırladığı belli
olan saldırıyı 12 Temmuz’dan itiba-
ren gerçekleştirmeye başladı. Hava
harekatıyla Lübnan üzerine bomba
yağdırıldı. Lübnan’ın ulaşım yolları,
elektrik santralleri, su depoları vb.
vuruldu. Kara harekâtıyla İsrail ordusu Lübnan’ın güneyine girdi.
ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güçler saldırılar başladığında Siyonist İsrail devletinden
yana tavır aldılar. Onların da söyledikleri, İsrail devletinin söylediklerinden farklı değildi. Onlara göre de
“terörist eylemler karşısında İsrail
kendisini koruma durumundaydı;
İsrail’in Filistin’e saldırısı, Lübnan’ı
işgali haklıydı” vs. vb.
Söylenenler bunlardı.
Gerçekte ama başta ABD olmak
üzere batılı emperyalist devletlerin
bölgedeki çıkarları onları böyle tavır
takınmaya itiyordu. Büyük bir petrol
rezervini barındıran Ortadoğu’yu
ABD’nin kendi çıkarları temelinde
yeniden şekillendirmek istemesi,
esasta petrol merkezli bu planları
karşısına engel olarak çıkan, bu çerçevede ideolojik olarak yükselen İran
merkezli İslamcı merkezi etkisizleştirme çabaları vb. vb. ABD’nin çıkış
noktalarıydı. Siyonist İsrail devletinin Filistin’e ve Lübnan’a saldırısı/
işgali, ABD’nin Irak’ta sürdürdüğü
işgalin/savaşın bir devamı, onun bir
parçası. Siyonist İsrail devletinin
Lübnan’da işgali, Filistin’e yönelik
saldırısı ABD’nin ‘Büyük Ortadoğu
Projesi’ne, bu proje çerçevesinde bölgede ABD çıkarlarına ters düşen,
karşı çıkan rejimlerin sökülüp atılması ile kısmen örtüşüyor. Anda İran
ve Suriye gibi devletlere —anda çeşitli zorluklardan dolayı— açık savaş
ilan edilmiyor. Hayır, bunun yerine
bu devletlerin desteklediği güçlere
saldırılarak deyim yerindeyse “dallar budanmak” isteniyor. ABD, tam
da kendi siyasetiyle, plan ve çıkarla-
rıyla örtüşen Siyonist İsrail devletinin saldırılarına destek sunuyor.
Diğer emperyalist güçler açısından
da durum esasta kendi emperyalist
çıkarlarına endeksliydi. Emperyalist
güçler arasında yürüyen dünyanın
yeniden paylaşılması kavgasında olayın dışında kalmak istemeyen özellikle Avrupalı emperyalist güçler,
“terörizme karşı savaş” bahanesini
de kullanarak bölgeye yerleşmek, savaşın “nimetlerinden” yararlanmak,
olabilirse bölge üzerinde nüfuzlarını
artırmak istiyorlar. Onların dertleri
de gerçekte “terörizme karşı savaş”
vs. değil, kendi çıkarlarını sağlama
alma, yayılma alanlarını genişletme
çabasıdır.
Kısacası, Ortadoğu’da son gelişen
savaş bağıntısında ileri sürülen bahanelerle/gerekçelerle gerçekler arasında farklıdır. Siyonist İsrail devleti ve emperyalist güçler sahtekârlık
yapmaktadırlar. İşçilerin, emekçilerin bu gerçeği görmesi gereklidir.
KAZANANLAR VE
KAYBEDENLER…
Siyonist İsrail devletinin önce
Gazze’ye, ardından Lübnan’a yönelik
saldırıları dünya kamuoyunda “Artık
bu kadar da olmaz!” denilen bir noktaya doğru giderken BM Güvenlik
Konseyi’nin Lübnan’a saldırıların
başlamasının üzerinden bir ay geçtikten sonra —nihayet (!)— aldığı
kararla 14 Ağustos’ta silahlar sustu.
Silahların susmasından sonra savaşın bilançosu da şekillenmeye, veriler
toparlanmaya ve yayınlanmaya başlandı.
Verilere göre 1500’ün üzerinde
Lübnanlı yaşamını yitirmişti. Buna
karşı İsrail’in insan kaybı 150 civarındaydı. Bilançoya göre Lübnan’da
5000 civarında insan yaralanmıştı.
gündem
İsrail’de ise yaralı sayısı 2000 civarında veriliyordu. Bilançoya göre
savaş en çok çocukları vurmuştu:
Lübnan’da ölü ve yaralıların % 45’i
çocuktu! İsrail’in kayıplarının çoğu
kuzey köylerinde yaşayan Arap kökenli İsraillilerdi. Bilançoya göre
Lübnan’da yaklaşık bir milyon insan
evini barkını terkedip göç yollarına
düşmüştü.
Savaş sadece insanların yaşamlarına, sakat kalmalarına, göç yollarına düşmelerine sebep olmuyor.
Bunlar yanında savaşın yıkım demek
olduğunu da Lübnan’a yönelik saldırılarda bir kez daha gördük: Siyonist
İsrail devletinin Lübnan’a yönelik
yaklaşık dokuz bin hava saldırısında,
yine attığı beş bin civarındaki füzelerle Lübnan’ın hemen tüm alt yapısı tahrip edildi; başta Beyrut olmak
üzere Lübnan’da yerleşim birimleri harabeye çevrildi. Lübnan’daki
maddi zararın 6 milyar dolar olduğu
söyleniyor.
Kısaca savaşın kan, gözyaşı, yıkım
olduğu gerçeği bir kez daha Lübnan’a
yönelik savaşta görülüyor. Ama gerçekte bu kan, gözyaşı, yıkım yoksullar için! Kanı, canı bölgedeki çıkarlara kurban edilenler yoksul emekçiler! Ölenlerin büyük çoğunluğu çeşitli
uluslardan yoksul emekçiler. Hatta
bunların neredeyse yarısı daha ne olduğunu bilemeyecek yaştaki çocuklar! Yaralanan, göç yollarına düşen,
aç, susuz kalan, işini, ekmeği elinden
alınanlar yine yoksul emekçiler.
Bilanço bunları gösteriyor.
Ama tüm bunlara rağmen savaşı
yürütenler, egemenler, egemenlerin
çıkarlarının kavgasını verenler, çıkar
dalaşını yürütenler zafer çığlıkları
atıyorlar; savaşın hemen ardından!
Hem de milliyetçiliği, dinciliği, ırkçılığı körükleyerek yapıyorlar bunu!
Halklar arasındaki düşmanlığı daha
da derinleştiren bu durum bilançoya
yazılmayan bir savaş tahribatı olarak geçiyor! Belki de savaşın geride
bıraktığı en büyük tahribat bu düşmanlığın derinleştirilmesi oluyor.
Haksız her savaşta olduğu gibi bu
savaşta da kaybedenler savaşın her
iki yanında yer alan çeşitli uluslardan, milliyetlerden, din ve mezheplerden işçiler, emekçiler!
Peki ya kazananlar, kazandıklarını
ilan edenler, zafer çığlıkları atanlar?
Siyonist İsrail devleti zafer çığlıkları atıyor!
Bir yanıyla zafer çığlığı atmakta
ha k l ı la r: Çü n k ü Hi zbu l la h ’ı n
Lübnan’ın güneyindeki etkisini
önemli ölçüde kırdılar. İsrail’in kuzey sınırını koruma altına alma noktasında uluslararası güçlerin bölgeye
yerleşmesine zemin hazırladılar.
Kendi savaşlarını BM’ye devrederek
savaşı Hizbullah-BM savaşı haline
dönüştürülmesi noktasına getirdiler. Saldırı ve işgal Filistin’e yönelik
askeri saldırı sonucu seçim sonuçlarının iptal edilmesini, Filistin’e yönelik saldırıları vs. unutturdu. Bu savaş
Siyonist İsrail devleti için bir bakıma
İran ve Suriye’ye yönelik bir savaşın
ve işgalin provası, bir “hazırlık savaşı” oldu.
ABD emperyalistleri de kazançlıdırlar: Onlar destekledikleri Siyonist
İsrail devletinin Lübnan’a saldırısı
ile bölgede etkilerini genişletme/pekiştirme bağıntısında önemli adımlar attılar. Neler yapabileceklerini
gösterdiler, bölge ülkelerine gözdağı
verdiler. Daha da önemlisi savaşın
dünya kamuoyunda kanıksandığı,
tüm yalan ve sahtekârca sözlerinin
özellikle batılı ülkelerde/batı kamuoyunda kabul gördüğünü, artık eskisi
gibi savaş karşıtlarının meydanlara
dökülmediğini gördüler.
Diğer emperyalist güçler de sonuçta
kazançlıdırlar. Çünkü “taş atıp kolları yorulmadan” savaşın “nimetlerinden” yararlanacaklardır. Bir yandan savaşın yaratmış olduğu boşluğu
BM şemsiyesi altında doldurmak için
güç göndererek bölgede varlığını hissettirecekler; diğer yandan bölgenin yeniden yapılandırılması işinden
para kazanacaklardır. Savaş demek
silah demektir… Silah ise para! Savaş
demek yıkım demektir… Yeniden
yapılandırma ise para! Ve bu paraları
kazanacak olanlar silah tüccarlarıdır,
inşaat tekelleridir, vb. vb.
Hizbullah kazançlıdır; çünkü
Siyonist İsrail devletinin “yok edeceğiz”, “ortadan kaldıracağız” söylemine rağmen yok olmamışlardır, savaşmışlardır. Bir güç olarak adlarını
daha fazla duyurma durumundadırlar. Filistin-Arap yoksulları açısından “umut” olarak görülme ve sempati toplama bağıntısında bu savaş
onların da yararına olmuştur. Aynı
durum İran ve Suriye gibi devletler
açısından da geçerlidir ve onlar da
bu savaşta kazançlıdırlar.
Bu arada Filistin ve Lübnan’daki
saldırılar ve işgal karşısında bir yandan “aynı dine mensup olma” yönüyle sözümona acı duyan Türk hakim sınıf ları da savaşın kazananları arasındadırlar. Savaş sırasında
İsrail’e sadece “orantısız güç kullanma” konusunda “lütfen” (!) tavır takınan Türk hakim sınıfları savaşı kendi çıkarları için kullanacakları bir şey olarak gördüler, görüyorlar. Çünkü onlar, bir dizi barış vs.
söylemine rağmen savaşın kendilerine Ortadoğu kapısını araladığını,
Lübnan’ın yeniden yapılandırılmasında kendilerine de bir payın düşeceğinin hesabını yapıyorlar. Dahası,
BM şemsiyesi altında oraya gitmenin zorunlu, “büyük devlet olmanın gereği” olduğunu söyleyip duran
Türk hakim sınıfları, savaşı Güney
Kürdistan’a yönelik hedeflerini gerçekleştirmenin bir parçası olarak
kavrıyor, asker göndermenin hazırlıklarını yapıyorlar. Cumhurbaşkanı
gibi asker göndermeye karşı çıkar görünen kesimle, asker gönderme yanlısı kesimin ikisinin de çıkış noktası
aynı : “Milli Çıkarlar” adını verdikleri Türk burjuvazisinin çıkarları!
Kavgaları bu çıkarların en iyi na-
sıl savunulabileceği noktasındadır.
Türkiyeli işçilerin, emekçilerin Türk
ordusunun Lübnan’a ve bölgeye barış
getirme boş iddiasına sahip BM gücü
içinde yer almasında, bu çerçevede
gerektiğinde Hizbullah’ın silahsızlandırılması işine katılmasında hiçbir çıkarı yoktur. Türkiyeli işçilerin,
emekçilerin kendi savaşları olmayan
gerici bir savaşın içine doğrudan girmesinin getireceği zarar ama çok büyük olacaktır. Çeşitli ulus ve milliyetlerden Türkiyeli işçiler, emekçiler
bu gerçeği görmeli, “Lübnan’a asker
gönderilmesine” karşı çıkmalıdır.
SAVAŞ VE “BARIŞ”!
Halkların kaybettiği, egemenlerin
kazandığı savaşların, haksız savaşların sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Peki sıkça sözü edilen “barış”
günümüz dünyasında mümkün mü?
Halkların kardeşliğinin sağlandığı,
çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birbirlerini düşman
olarak değil, aynı sınıfın üyeleri olarak gördüğü, birbirlerini boğazlama
yerine dostluğu ve dayanışmayı sağladığı bir dünya bugünkü koşullarda
mümkün mü? ‘Barış’ın dünyası günümüz koşullarında sağlanabilir mi?
Bu soruları soruyoruz. Çünkü barışın değil, haksız savaşların yaşandığı bir dünya günümüz dünyası. Bu
soruları soruyoruz, çünkü halkların
barışa ihtiyacı var. Bu soruları soruyoruz, çünkü, kimileri günümüz
dünyasında bir barışın mümkün olduğu iddiasındalar.
Somut konuşalım: Siyonist İsrail
devletinin Lübnan işgali sonrasında
BM kararı çerçevesinde silahlar
sustu. Ama şimdilik! Bu bir barış değil, bir ateşkes! Ve ateşkesler, sadece
ateşkesler değil gericiler arasında yapılacak “barış antlaşmaları” sonucu
sağlanan “barışlar” da, düşmanlıkları ortadan kaldırmaktan daha çok,
yeni savaşlara hazırlık için nefes alma
dönemlerinden başka bir şey değil,
günümüz koşullarında. Bu ateşkes
süresince de olacak olan bundan öte
bir şey değil: Egemenler tarafından
Arap ve Yahudiler arasında körüklenen yüzlerce yıllık süren düşmanlık ortadan kalkmayacak. Savaşın temelinde yatan çıkarların üzerine bir
çizgi çekilmeyecek, petrolden vazgeçilmeyecek, dünya hegemonyası ortadan kalkmayacak vb. vb.
Hayır, bunların hiçbirisi olmayacak.
Çünkü haksız savaşların temelinde
yatan emperyalist çıkarlar varlığını
koruduğu sürece, bu çıkarlar temelinde şekillenen emperyalist sistem
varolduğu sürece, emperyalist çıkarlara göre düzenlenmiş dünya değişmediği, değiştirilmediği sürece emperyalist, haksız, gerici savaşlar da şu
ya da bu biçimde, şu ya da bu bölgede
ama mutlaka yapılacak! Çünkü haksız ve gerici savaşlar emperyalizmin,
emperyalist sistemin yol arkadaşlarıdır. Emperyalizm savaşsız yapamaz!
Birileri ama bu gerçekleri gözardı
ederek ya da bu gerçekleri yadsıyarak ne idüğü belirsiz bir barış lapasıyla dünya yoksullarını kandırıyorlar. Onlara göre örneğin Lübnan’da
ateşkesin sağlanmasıyla “barış” sağlanmış oldu! Hele bir de 15 bin civarında BM askeri bölgeye yerleştirilirse bölgeye “barış” gelmiş olacak!!!
Bu mümkün mü?
Buna yanıtı esasta yukarıda verd i k . Hay ı r, ba r ış gel meyecek!
Emperyalizm koşullarında gerçek
bir barıştan sözetmek ya saflıktır, ya
sahtekârlıktır!
Kendi çıkarları için çeşitli ulus ve
milliyetlerden işçileri, emekçileri
milliyetçilik, ırkçılık, dincilik vb.
ağularıyla zehirleyen emperyalizmin varlığı koşullarında gerçek barış
mümkün değildir. Sermayenin egemen olduğu ve iktidarını sürdürmek
için halkları birbirine düşürmekten
kaçınmadığı, kaçınmayacağı, hatta
bunu zorunlu bir şey olarak gördüğü,
uyguladığı koşullarda gerçek barış
mümkün değildir.
Peki gerçek barış hiç mi mümkün
değil?
Elbette mümkündür! Eğer gerçek
barışın önündeki engel sermayenin
varlığı ise, eğer savaş emperyalizmin
yol arkadaşı ise; o zaman; sermayenin, emperyalizmin egemenliğine
son verilirse; işte o zaman gerçek barışın yolu da açılmış olacaktır!
Gerçek barışı isteyen savaşların çıkmasının temel kaynağı olan sermayeye, emperyalizme karşı savaşmak;
bunların egemenliğine son vermek
için mücadeleye atılmak zorundadır!
Gerçek barış isteyen emperyalist savaşlara karşı sınıf savaşımından yana
olmak zorundadır! Gerçek barış isteyen, sömürücü sınıfları ortadan kaldırma mücadelesinde ezilenlerden,
yoksullardan yana olmak, onların
saflarında yer almak, emperyalizme,
kapitalizme, her türlü gericiliğe karşı
savaşmak zorundadır! Gerçek barış
isteyen, emperyalizmi ortadan kaldırmayı, sermayenin iktidarına son
vermeyi hedefleyen devrimden yana
olmak zorundadır! Gerçek barış için
dünyanın önündeki tek alternatif
sosyalizmdir, komünizmdir!
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde;
gerici, karşıdevrimci savaşlara son
verilmesini, dünyada barışın sağlanmasını isteyenlere, halkların
kardeşliğinden yana olanlara çağrımız var:
Gerçekten barış istiyorsanız gerici,
haksız savaşların kaynağı olan emperyalizme ve gericiliğe karşı çıkın, mücadele edin! Sermayenin egemenliğine
ve emperyalist barbarlığa karşı devrim
ve sosyalizm için savaşın! Gerçek barış için sosyalizm/komünizm düşüncesine sarılın! Gerçek barış konusunda
da tek ve biricik çözüm:
Gerçek barış için devrimci savaş!
Yok başka kurtuluş!
27 Ağustos 2006 ✓
gündem
TERÖRLE MÜCADELE YASASI ÜZERİNE
5
532 sayılı “Terörle Mücadele
Ya s a s ı” 29. 0 6 . 2 0 0 6 t a r ihinde TBMM’de kabul edildi.
Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra, 18.07.2006 tarihinde
Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Cumhurbaşkanı bu
yasanın kimi maddelerini Anayasa
Mahkemesi’ne götüreceğini açıkladı
ve götürdü. Adına “Terörle Mücadele
Yasası” diyorlar. Oysa bu yasa
Toplumla Mücadele Yasası’dır.
“ Te r ö r l e Mü c a d e l e Ya s a s ı”
12.04.1991 tarihinde, 3713 sayılı yasa
olarak Türk mevzuatına girdi. Bu
yasa 15 yıldır uygulanmaktadır. Bu
yasada bugüne kadar bir dizi değişiklikler yapıldı. Bunun yanında,
“Anayasa Mahkemesi” de, 3713 sayılı “Terörle Mücadele Yasası”nın
birçok maddesini ve fıkrasını iptal
etti.(1) Yapılan bütün değişiklikler
Türkiye’nin tercih ettiği yönü göstermektedir. “TMY”nın hangi şartlar altında kabul edildiği büyük bir
önem arz etmektedir. 765 sayılı eski
TCK’nın, 141, 142 ve 163. maddeleri
yürürlükten kaldırıldı. Bu maddelerin kaldırılması ile düşünce ve ifade
özgürlüğünün önündeki engellerin
kaldırıldığı düşünüldü. Ama öyle
olmadı. “Terörle Mücadele” bahane
edilerek, kişi hak ve özgürlüklerini
hiçe sayan, kişi güvenliğini yok eden
bir sistem oluşturuldu. Düşüncelerini
açıklayan, yazan ve resmi ideolojiye
muhalif olanlar, DGM’lerde yargılandı ve mahpushanelere gönderildi.
Devlet ideolojisini savunmayanlar,
topluma dayatılan faşist uygulamalara karşı çıkanlar “terör” suçlusu
olarak görüldü ve yargılandı. Bütün
bu uygulamalar, devlet ve milletin bekası adına yapıldığı söylendi.
Merkeze devletin güvenliği konuldu.
Avrupa Birliği yolunda çıkarılan
kimi uyum yasaları ile ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin bir bölümü kâğıt üzerinde kaldırıldı. 3713 sayılı yasanın 8. maddesi kaldırıldı. Dönemin iktidarı, özgürlüklerin alanının genişletilmesi
için uygulamaya da gereken önemin
verileceğini belirtti. AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte, özgürlüklerin genişletileceği, Türk halkının
buna layık olduğu, Avrupa Birliği’ne
girilmese bile, Kopenhag kriterlerinin adının Ankara kriterleri koyularak yola devam edileceği söylendi.
“Uyum Yasaları”(2) olarak adlandırılan yedi yasa ile Türk mevzuatında
önemli değişiklikler yapıldı. Bu uyum
yasalarından altıncısı ile ‘terörle mücadele yasasında, örgüt tanımından,
suçun unsurlarına kadar, esaslı değişiklikler yapıldı.(3)
AKP’nin hükümet olmasıyla birlikte, anayasada ve yasalarda, esaslı
değişiklikler yapılmaya başlandı.
Özellikle eski ceza mevzuatı tamamen yürürlükten kaldırıldı. Örneğin,
765 sayılı “Türk Ceza Kanunu” yürürlükten kaldırıldı, yerine, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kabul edildi.
1412 Sayılı Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanunu (CMUK) tamamen
yürürlükten kaldırıldı, yerine, 5271
sayılı, Ceza Muhakemesi Kanunu
kabul edildi. Bu iki yasayı tamamlayıcı nitelikte bulunan 647 Sayılı Ceza
İnfaz Yasası da tamamen yürürlükten kaldırıldı, yerine 5275 Sayılı,
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanun kabul edildi.
Yürürlüğe giren bu yasalar ile, ifade
ve örgütlenme özgürlüğü önündeki
engeller kaldırılmadı. Yürürlüğe konulan kimi maddeler eski maddeleri
arar bir duruma geldi.
Mevzuatta yapılan kimi olumlu değişiklikler uygulamaya yansıtılmadı.
Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldı. Yerine özel yetkili, Ağır Ceza
Mahkemeleri kuruldu. Bu bağlamda
sadece DGM’lerin tabelası değiştirildi. Bu mahkemelerin kadroları, binaları, görevleri ve özel yetkileri aynen korundu. Türk devletinin bu konuda uzman olduğunu söylemek gerekir! Demode olan ve kamuoyundan tepki çeken kimi yasalar yürürlükten kaldırılıyor ya da değiştiriliyor. Öze ilişkin bir değişiklik yapılmıyor. Sadece isim ve kelime değişikliklerine gidiliyor. Hatta kimi yasalar, eski yasaları aratır konumda.
Yapılan kimi olumlu değişiklikler de
uygulamaya yansıtılmıyor. Yasalar
değiştirilirken, psikolojik bir ön hazırlığı yapılıyor. Bunun son örneği
TMK’dır.
Kolluk kuvvetleri, TCK ve CMK’da
yapılan değişikliklerden sonra suçları önleme ve kovuşturmada etkisiz
bırakıldıklarını ileri sürerek memnuniyetsizliklerini her fırsatta ortaya
koydular. Türkiye’de yakın zaman
dilimi içinde meydana gelen birtakım olayların önlenmesinde, suçluların yakalanmasında polisin etkisiz
kaldığı iddialarına emniyet ve ordu
yetkilileri, yetkilerinin kısıtlandığı,
ellerinin kollarının bağlandığını öne
sürdüler.
AB sürecinde yapılan özellikle
ifade özgürlüğüyle ilgili kimi mevzuat değişikliklerinden hoşnut olmayan bir takım etkin çevreler bu
rahatsızlıklarını öteden beri her fırsatta dile getirmelerine rağmen, değişiklikleri engelleyecek ciddi bir gerekçe bulamıyorlardı. Son zamanlarda “terör eylemlerinde artış” bahane edilerek ve buna bağlı olarak
birtakım gerginlik ve toplumsal olayların ortaya çıkması, mevzuatın ‘terörle mücadele’de yeterli olmadığı,
bu sebeple değiştirilmesi gerektiği
yönündeki görüşlere dayanak ya-
pıldı. 11 Eylül’den sonra Amerika ve
Londra’daki bombalama olaylarından sonra İngiltere’de “terörle mücadele” adına yapılan ve özgürlüklerin
kısıtlanması anlamındaki birtakım
değişiklikler, İstanbul’daki bombalama olayları ve son zamanlarda
PKK’nın eylemlerindeki artış birleştirildiğinde, muhtemel değişikliklerin zemini kuvvetli bir şekilde hazırlanmış oldu. Bu ortamdan istifade
eden çevreler; demokratikleşmenin
ellerini kollarını bağladığını ve özgürlüklerin de ‘teröristlerin’ arzuladığı zemini yarattığını savunarak,
demokrasi içerisinde terör ve şiddet
eylemleriyle mücadele etmenin imkânsızlığını dillendirdiler.
Hukuk ve insan hakları alanındaki
olumlu gelişmelerden rahatsız olanlar suç oranının arttığından bahsederek kargaşa ortamı oluşturmaya
başladılar. Son dönemlerde toplumsal muhalefetin yükselmesi siyasi iktidarın rahatsız olmasına yol açtı.
Böylece her zaman var olan “terörle
mücadele tartışması” yeniden gündeme getirilerek “terörle mücadele”
bahanesiyle kişi hak ve özgürlüğünü
kısıtlayan, kişi güvenliğini yok eden
bir ortam oluşturmak için düğmeye
basıldı.
29.06.2006 tarihli 5532 sayılı Yasa
ile değiştirilen, 3713 sayılı “Terörle
Mücadele Kanunu”nda değişiklik
sonrası “terör” suçları ya da “terör
amacıyla işlenen suçlar” acaba hangileridir? Sayısı ne kadar çoğaltılmış-
tır? Yeni yasanın bakış açısını ve tek
tek maddelerini ele alarak incelemek
gerekiyor.
1.Maddede “terör” tanımı yapılmıştır. “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma,
sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik
düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve
Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini,
kamu düzenini veya genel sağlığı
bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemler” olarak tanımlanmıştır. Terör
tanımında herhangi bir değişiklik
yapılmamıştır. Sadece 1. maddenin
başlığı “terör tanımı” şeklinde değiştirilmiştir.
TMK’nun eski 3. maddesinde
“Terör suçları” olarak “Vatan hainliği, Devletin ülkesine ve egemenliğine karşı suçlar. Madde
125, Askeri tesisleri tahrib. Madde
131, Devletin Anayasa ve Temel
Nizamlarını Bozma. Madde 146,
Bakanlar Kurulunu devirme, çalışamaz hale getirme. Madde 147,
Yabancı Hizmetine Asker Yazmak
veya silahlandırmak. Madde 148,
İsyana ve birbirini öldürmeye teşebbüs. Madde 149, Cumhurbaşkanına
suikast. Madde 156, Devletin emniyetine karşı silahlı çete kurmak.
Madde 168, Devletin emniyetine
karşı gizli anlaşma. Madde 171,
Devletin Emniyetine karşı cürüm işlemeye tahrik. Madde 172 düşmanla
işbirliği yapmak suçları sayılmıştı.
2. Madde, 5532 sayılı yasa ile değiştirilen TMK’nun yeni 3. maddesine göre; “Devletin birliğini ve
ülke bütünlüğünü bozmak” Madde
302, “Askeri tesisleri tahrip ve düşman askeri hareketleri yararına
anlaşma” Madde 307, “Anayasayı
ihlal” Madde 309, “Yasama organına karşı suç” Madde 311,
“Hükümete karşı suç” Madde 312,
“Türkiye Cumhuriyetine karşı silahlı isyan” Madde 313, “Silahlı
örgüt” Madde 314, silah sağlama
Madde 315 “Yabancı hizmetine asker yazma, yazılma” Madde 320,
“Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı” Madde 310’da düzenlenen suçun ikinci fıkrasında yazılı fiili saldırı suçu “terör suçları” olarak
kabul edilmiştir.
3. Madde, yen i değ işi k l i k le
TMK’nun 4. maddesinde “Terör
amacı ile işlenen suçlar” başlığı al-
gündem
tında yeni Türk Ceza Kanunundaki
47 madde ye ye r ve r i l m i ş t i r.
Aşağıdaki suçlar TMK’nun 1 inci
maddesinde belirtilen amaçlar doğrultusunda suç işlemek üzere kurulmuş bir “terör örgütünün faaliyeti
çerçevesinde işlendiği takdirde”,
terör suçu sayılacaktır. Terör amacı
ile işlenen suçlar olarak sayılan yeni
TCK maddeleri ve karşılıkları olan
suçlar şunlardır: 79. Göçmen kaçakçılığı, 80. İnsan ticareti, 81. Kasten
öldürme, 86. Kasten yaralama, 87.
Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama, 96. Eziyet, 106. Tehdit, 107.
Şantaj, 108. Cebir, 109. Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, 112. Eğitim
ve öğretimin engellenmesi, 113.
Kamu kurumu veya kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarının
faaliyetlerinin engellenmesi, 114.
Siyasi hakların kullanılmasının engellenmesi, 115. İnanç, düşünce ve
kanaat hürriyetinin kullanılmasını
engelleme, 116. Konut dokunulmazlığının ihlâli, 117. İş ve çalışma hürriyetinin ihlâli, 118. Sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi,
142. Nitelikli hırsızlık, 148. Yağma,
149. Nitelikli yağma, 151. Mala zarar verme, 152. Mala zarar vermenin
nitelikli hâlleri, 170. Genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, 173.
Atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme, 174. Tehlikeli maddelerin
izinsiz olarak bulundurulması veya
el değiştirmesi, 185. Zehirli madde
katma, 188. Uyuşturucu veya uyarıcı
madde imal ve ticareti, 199. Kıymetli
damgada sahtecilik, 200. Para ve
kıymetli damgaları yapmaya yarayan araçlar, 202. Mühürde sahtecilik, 204. Resmî belgede sahtecilik,
210. Resmî belge hükmünde belgeler, 213. Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, 214.
Suç işlemeye tahrik, 215. Suçu ve
suçluyu övme, 223. Ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonulması,
224. Kıt’a sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgedeki sabit platformların işgali, 243. Bilişim sistemine girme, 244. Sistemi engelleme,
bozma, verileri yok etme veya değiştirme, 265. Görevi yaptırmamak için
direnme, 294. Kaçmaya imkân sağlama, 300. Devletin egemenlik alametlerini aşağılama, 316. Suç için
anlaşma, 317. Askerî komutanlıkların gasbı, 318. Halkı askerlikten soğutma, 319. Askerleri itaatsizliğe teşvik, 310./(2) Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı.
Türk Ceza Kanununda ayrı ayrı sayılan 47 maddenin dışında 6136 sayılı
Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer
Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan suçlar, Orman Kanununun
110. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında tanımlanan kasten orman yakma suçları, 4926 sayılı
Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda
tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar “terör amacı ile işlenen
suç” sayılabilecektir. Anayasanın
120. maddesi gereğince olağanüstü
hal ilan edilen bölgelerde, olağanüstü
halin ilanına neden olan “Anayasa
ile kurulan hür demokrasi düzenini
veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet
hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde
bozulması” biçimde kendini gösteren olaylara ilişkin suçlar da “terör
amacıyla işlenen suçlar” kapsamındadır. Aynı şekilde Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanununun
68. maddesinde tanımlanan suça
göre gereken izinler alınmadan yurt
içinde korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına
çıkaranlar suç işlemiş sayılırlar ve
beş yıldan on yıla kadar hapis cezası
vardır. İşte bu suç da terör amacıyla
işlenmiş suç olarak değerlendirilebilecektir.
Böylece Türk Ceza Kanunu içinden
seçilen 55 ayrı suç ve 4 ayrı kanunda
sayılan suçlar ile olağanüstü halin
ilanına neden olacak nitelikte görülebilecek suçlar “terör” suçu sayılacaktır. Artık Türk Ceza Kanunu
temel bir kanun değildir. Bundan
böyle temel kanun “Terörle Mücadele
Kanunu”dur. Bütün suçlar ve cezalar
bu temel kanuna göre belirlenecektir.
Çünkü “Terörle Mücadele Kanunu”,
TCK’yi ve diğer kanunları kuşatmıştır. “Terör” bahane edilerek topluma
karşı topyekun bir saldırı başlatılmıştır.
4. Madde, yukarda sıraladığımız
suçları işleyenlerin cezaları yarı oranında artırılıyor. Her suç için ayrı
ayrı ceza veriliyor. Artırılan cezalar
ağırlaştırılmış müebbet hapise kadar
çıkabiliyor.
5. Madde, 3. ve 4. maddelerde geçen
“beş milyon liradan on milyon liraya
kadar ağır para” ibaresi “bir yıldan
üç yıla kadar hapis” olarak değiştirilmiştir. Suçun basın ve yayın organları aracılığı ile işlenmesi halinde,
suça iştirak etmemiş olan yayın sorumluları ve sahipleri hakkında bin
günden on bin güne kadar adli para
cezası verilecektir. Süreli yayınlar
yani muhalif ve sosyalist yayınlar on
beş günden bir aya kadar yayınları
durdurulacaktır. Acil durumlarda
Cumhuriyet Savcısı karar verecektir.
Bu karar 24 saat içinde hâkim onayına sunulacaktır. Muhalif düşüncesini ortaya koyan, resmi ideolojiyi
eleştiren, kitap veya makale çeviren
ya da yayınlayan, ‘terörle’ ilgili haber
yayınlayan herkes, aydınlar, yazarlar,
çevirmenler, yayınevi sahipleri, sosyalist basın, hak arama mücadelesi
yürüten herkes eski DGM, şimdiki
adıyla “özel yetkili mahkemelerde”
yargılanacak ve ağırlaştırılmış cezalara çarptırılacaklardır.
6. Madde, “terör örgütü kuranlar ve
yönetenler” TCK’nin 314. Maddesine
göre yargılanacaklar ve on yıldan on
beş yıla kadar hapis ile cezalandırılacaklardır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgüt yöneticisi olarak cezalandırılacaktır. Örgüt üye-
lerine ise, beş yıldan on yıla kadar
hapis cezası verilecektir. “Terör örgütü” propagandası yapan bir kişi,
bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaktır. Bu suçun basın,
yayın yolu ile işlenmesi halinde yine
yarı oranında cezası artırılacaktır.
Para cezasının yanı sıra suça iştirak
etmeyen yayın sahipleri ve sorumluları da cezalandırılacaktır. Toplantı
ve gösteri yürüyüşlerinde yüzün kısmen kapatılması, örgüte ait amblem
ve işaretlerin taşınması, slogan atılması, ses cihazının kullanılması, tek
tip elbise giyilmesi terör suçu sayılıp
cezalandırılacaktır. Bu suçların kapalı mekânlarda yapılması halinde
cezalar yarı oranında artırılacaktır.
TCK’nin 5. maddesi Türk Ceza
Kanunu’nun genel hükümlerinin,
özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir. TMK “Terör
Suçlusu” başlığı altında, amaçlara
ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya
amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişiyi “terör suçlusu” olarak kabul etmektedir. “Terör
örgütü mensubu” olmadığı halde bu
örgüt adına suç işleyenler “terör suçlusu” sayılacaktır. Böyle bir kanuni
düzenleme “ceza sorumluluğunun
şahsiliği” ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Tek başına hareket eden sanıklar ile “terör örgütleri” arasında yapay bağlantılar kurulması, işkenceler
yoluyla alınan ifadelerin delil olarak
kullanılmasına yol açacaktır. Bu anlayış, Anayasa’nın 38. maddesindeki
ve TCK. Md. 2 deki “suçun kanuniliği” ilkesine aykırıdır. TCK’nin 314
ve 320. Maddelerinde ağır hükümler
getirilmiştir. Aynı suç tipi farklı yasalarda farklı yaptırımlarla hükme
bağlanmaktadır. “Terör örgütüne”
üye olmayan bir kişi, hem işlediği
‘suçtan’ hem de “örgüte üye” olmaktan ceza alacaktır. Bu durum ise, hukukun temel kurallarına aykırıdır.
Çıkarılan yasalar arasındaki çelişkilerin izahını, hâkim sınıflar yapmalıdır. Onlar açısından bu çelişkilerin
bir izahı olamaz. Çünkü onların temel derdi toplumu susturmaktır.
Hatırlanacağı gibi, uyum yasaları
çerçevesinde TMK’nun 8. Maddesi
yürürlükten kaldırılmıştı. Bu madde
ile propaganda yapan, sisteme eleştiri yöneltenler ve sosyalist basın cezalandırılıyordu. Yeni yasa ile bu
madde geri geldi. Eski yasa ile para
cezaları veriliyordu. Artık para cezasının yerini hapis cezası aldı.
Yüzün kapatılması başlı başına bir
suç olarak düzenlenmiştir. Fişlenmek
istemeyen, basında resminin çıkmasını istemeyen herkes yüzünü kapattığı takdirde bir yıldan beş yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılacaktır.
Bilebildiğimiz kadarı ile hiçbir hukuk sisteminde yüzün kapatılması
diye bir suç yoktur.
Sistem kendisine muhalif olan ve
yasal olmayan tüm oluşumları “terör
örgütü” olarak görmektedir. Devletin
“terör örgütü” olarak gördüğü oluşumları, resmi ideolojiyi savunmayanlar “terör örgütü” olarak görmeyebilir. Bundan dolayı da, kimi oluşumların amacının meşru olduğu,
taleplerinin haklı olduğu yönünde
görüş belirtirse, örgüt üyesi olup olmadığına bakılmaksızın, örgüt üyeliği ile cezalandırılacaktır. Bu uygulamanın düşünce özgürlüğü ve gerçek hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı çok açıktır.
Kanunda yer alan hükümlerle bir
protesto eylemine katılan ve “terör
örgütü” ile hiçbir ilgisi olmayan kişi
yaptığı bazı hareket ve işaretler nedeniyle bu madde hükmüne göre terör
suçlusuymuş gibi cezalandırılacaktır.
Aynı şekilde, örgütün amacına yönelik afiş, pankart, resim, döviz, araç
ve gereçlerin taşınması veya bu nitelikte slogan atılması terör suçu olarak değerlendirilecektir. Siyasi iktidar uysal bir toplum yaratmak istemektedir. Baskı ve sömürüye karşı
hiç kimse mücadele etmemelidir!
Hiç kimse hak arama mücadelesine
girişmemelidir! Topluma dayatılan
IMF politikaları kabul edilmelidir!
Toplum ses çıkaramaz bir ruh haline
sürüklenmelidir! Sistemin bu yasa ile
topluma verdiği mesaj budur.
7. Madde,“Terör örgütlerine” finansman sağlayanlar ve yardım
edenler örgüt üyeleri gibi cezalandırılacaktır. Günün olağan şartlarında
çok doğal kabul edilebilecek bir bağış,
yıllar sonra beş senelik hapis cezasını
gerektiren ‘terör örgütüne’ bağış olarak değerlendirilecektir. İtirafçı ve
ajan tayfasının ihbarları, birçok kişinin mağdur olmasına yol açacaktır.
8. Madde, “Terör suçu” işleyenlerin hepsi, özel yetkilerle donatılmış
Ağır Ceza mahkemeleri’nde yargılanacaktır. 15 yaşın üzerindeki çocuklar da özel mahkemelerde yargılanacaktır. Bu düzenlemenin uluslararası
sözleşmelere aykırı olduğu gerçeği,
siyasi iktidar açısından bir önem arz
etmemektedir.
9. Madde, Gözaltına alınan bir kişinin “soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise” savcının talimatı ile sadece bir yakınına haber
verilecektir. Böylesi bir uygulama
ile gözaltında bulunan kişinin istediği yakınına haber vermesi engellenecektir. Oysa gözaltına alınan kişinin yakınlarının (gözaltına alındığından) haberinin olması, muhtemel
hataları giderecek, hukuk dışı uygulamaları da en aza indirecektir.
Şüpheli, sadece bir avukatın yardımından yararlanabilinir. Şüphelinin
avukat ile görüşme hakkı, savcının
talimatı ile 24 saat ertelenebilinir.
Ancak bu süre içerisinde şüphelinin
ifadesi alınmayacaktır. Peki, 24 içerisinde ne olacaktır? 24 saat içerisinde şüpheliye işkence ve kötü muamele yapılacağı yasa ile garanti altına alınmıştır. Kişi özel yasa kapsamında yargılansa da, sanığın adil
gündem
yargılanma hakkı vardır. TMK kişi
güvenliği, adil yargılanma hakkını
ortadan kaldırmaktadır. 1 Haziran
2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu, soruşturma ve kovuşturma usulünü
düzenlemektedir. CMK’daki düzenlemeler TMK için geçerli değildir. Bu
konuda istisnai bir düzenlemeye yer
verilmesi savunma hakkının ihlal
edilmesidir.
Alınan ifadelerin altına kolluk güçlerinin isimleri yerine sicil numaraları yazılacaktır.
Avukatın dosyayı incelemesi ve
dosyadan belge örnekleri alması, savcının talimatı ve hâkim kararı ile sınırlanacaktır. Yine savcının isteği ve
hâkim kararı ile avukatın müvekkili ile görüşmesi esnasında bir görevli hazır bulunacak ve alınıp verilen belgeler incelenecektir. Ceza
Muhakemesi Kanununa göre, avukat müvekkiliyle, baş başa görüşebilme hakkına sahiptir. “Baş başa görüşme”, sanığın, yalnız olarak, olayları tüm çıplaklığıyla avukata anlatabilmesi, avukatın da olayları gerçek yanıyla öğrenebilmesidir. Sanık
ile avukat arasındaki bu görüşmede
elde edilen bilgiler meslek sırrı olup,
yasaların koruması altındadır. TMK
kolluk gücünün ve savcının bu sırra
ortak olma sonucu doğuracak özellikler arz etmektedir.
Şüpheli, dilediği kadar müdafiinin yardımından yararlanmayacaktır. Bu düzenleme, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’ndeki, “adil yargılama” ve “silahların eşitliği” ilkesine aykırıdır. Şüphelinin, soruşturmanın başından itibaren hakkındaki suç isnadını bilmeye, bu isnada
karşı kanıtlarını sunmaya hakkı vardır. Aleyhindeki suç isnadını bilemeyen sanığın veya avukatın bilmediği
bir isnat nedeniyle, şüpheli lehindeki
kanıtları toplayabilmesi imkânsızdır.
Yargılamanın aleni olduğu söylenmektedir! TMK ile yargılamanın en
önemli kısmı aleni değil gizli yürütülecektir.
10. Madde, verilen hapis cezaları
ertelenemez ve paraya çevrilemez. Bu
ülkede, tecavüzcüler, katiller, gaspçılar, hırsızlık yapanlar, hortumcular,
sahtekarlar, dolandırıcılar ve çetelerin cezaları ertelenebiliyor. Para cezalarına çevrilebiliniyor. Verilen cezaların üçte birini yatıp çıkabiliyorlar. “Terör” kategorisine sokulan tutsaklar bu haklardan yararlanamıyor.
Yasalar önünde herkesin eşit olduğu
yalanını söylüyorlar. Çıkarılan özel
yasalar ve kanunlar, devrimcilere,
sosyalistlere, insan hakları savunucularına karşı uygulanıyor.
11. Madde, işkence ve kötü muamele yapanlar eğer yargı karşısına
çıkarlarsa, üç avukat atanabilinir ve
bunların ücretleri de devlet tarafından ödenecektir. “Terörle mücadelede” görev alanlar için özel bir düzenleme getirilirken, eşitlik ilkesine
aykırı bir durum ortaya çıkmaktadır.
Kamu görevlisi hakkında kamu da-
vası açılması, suçun işlendiğini gösteren somut bir delilin var olduğunu
göstermektedir. Sanıklara sadece bir
avukat hakkı tanınırken, kamu görevlilerince üç tane avukat atanıp
akabinde asgari ücret limiti olmadan
vekâlet ücreti ödenmesi, eşitlik ilkesine aykırıdır. İşte devlet işkence ve
kötü muamele yapanlara böyle yaklaşmaktadır. Onlar her zaman korunacak ve kollanacaktır.
12. Madde, bu yasa kapsamında
mahkûm olanların şartla salıverme
hakkından yararlanmaları imkânsız
hale getirilmiştir. Koşullu salıvermeden yararlanabilmek için tutsakların
“iyi hal” göstermeleri ve kendilerine
dayatılan her türlü yaptırımlara boyun eğmeleri gerekir. Böyle davrandıkları koşullarda “iyi hal” sergiledikleri için koşullu salıvermeden
yararlanacaklardır. Örneğin üç defa
hücre cezası alanların infazı yanacaktır. Hak arama mücadelesi, yaptırımlara karşı direnme disiplin cezalarına tabi tutulmaktadır.
13. Madde, muhbir ve ajanlar devlet tarafından ödüllendirilmektedir.
Bu ise muhtemelen iftira ile para kazanmak isteyen fırsatçıların işine yarayacaktır. Böyle bir hüküm hukuk
devleti açısından utanç verici ve acizliğin ifadesidir. Birçok ağır ceza dosyasının temelini isimsiz ihbar telefonları oluşturmaktadır. Masum insanlar, gözünü para hırsı bürümüş
müfterilerin beyanları ile yıllarca
ağır ceza mahkemelerinde yargılanacak, daha da kötüsü ceza alacaklardır.
14. Madde, “terörle mücadele”de
görev alanlara devletin tüm imkânları sunulmuştur. Buna göre; tüm
koruma tedbirleri devlet tarafından
alınacaktır. Estetik ameliyat, kimlik
değiştirme vb. tüm imkânlar devlet
tarafından sağlanacaktır. Emekliye
ayrılanlar bile, kendilerine yönelen
bir tehlike karşısında silah kullanma
yetkisine sahiptirler.
15. Madde, emekli olanlar ile ölenlerin varisleri devletin tüm imkânlarından yararlanacaklardır. Bunların
tüm giderleri devlet tarafından karşılanacaktır.
16. Madde, kolluk kuvvetleri yaptıkları operasyonlarda, “doğrudan
ve duraksamadan hedefe karşı silah
kullanmaya yetkilidirler. TMK’ya
göre “terör örgütlerine” karşı uygulanacak operasyonlarda “teslim ol”
emrine itaat edilmemesi veya “silah
kullanmaya teşebbüs” edilmesi halinde kolluk kuvvetleri silah kullanabilir. Avrupa Birliği yolunda idam
cezasının kaldırıldığı söyleniyor.
Şimdiye kadarki uygulamalardan şu
ortaya çıkıyor: Kolluk kuvvetleri bir
dizi yargısız infazlara imza attı. Son
on yıl içinde bu ülkede 400 kişi yargısız infazlarla öldürüldü. Senaryo
hep aynıdır. Teslim ol, dur ihtarına
uyulmadığı ya da ateşle karşılık verildiği gerekçesi öne sürüldü! Bu yasa
ile birlikte, yargısız infazlar artarak
devam edecektir. Kâğıt üzerinde kal-
dırılmış olan idam cezaları uygulanmaya devam edecektir.
Bu madde daha önce Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edildiği
halde, yeni yasada yeniden ortaya konulmuştur. 29.08.1996 tarihinde 4178
sayılı kanunla “Terörle Mücadele
Yasası”na ek 2. madde konulmuştur.
İlgili madde şöyledir: “Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda
teslim ol emrine itaat edilmeyerek silah kullanmaya teşebbüs edilmesi
halinde kolluk kuvveti görevlileri,
failleri etkisiz kılmak amacıyla doğruca ve duraksamadan hedefe karşı
ateşli silah kullanmaya yetkilidirler.”
Bu maddenin iptali için 115 milletvekili Anayasa Mahkemesi’ne iptal
davası açmıştı. Anayasa Mahkemesi
06.01.1999 günlü kararı ile “Terörle
Mücadele Kanunu”nda değişiklik yapan maddeyi iptal etti. 29.06.2006
tarihinde kabul edilen “TMK”daki
madde, Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği madde ile aynıdır. Yeni
maddede sadece kelime değişikliği
yapılmıştır. Devletin, yaşam hakkının kutsal olduğu ilkesine yaklaşımı
böyledir. Bundan böyle yargısız infazlarda, polisin ürettiği senaryolara
gerek kalmamıştır. Çünkü ‘vur emri’
yasal hale getirilmiştir.
Toplumla Mücadele Yasası ‘terörü
durdurma ve güvenliği sağlama gerekçesiyle’ özgürlükleri sınırlamaktadır. Olması gereken, insanların özgürlüklerini güvenlik içinde yaşamalarıdır. Devlet, vatandaşlarının güvenliklerini ve özgürlüklerini aynı
anda yaşayabilmelerini sağlamakla
görevlidir. Bu görev hukuk devletinin kaçınamayacağı bir görevdir. Bir
kanun yapılırken hukukun genel ilkeleri mutlaka göz önünde bulundurulmalı ve insanların hak ve özgürlükleri ihlal edilmemelidir. Evrensel
hukuk kuralları, ki bunlar bugünkü
şartlarda burjuva hukuk kurallarıdır, görünen odur ki, Türkiye’deki
egemenler için hala geçerli bir kavram değildir.
Yazının akışı içerisinde, hukuk
devleti ve evrensel hukuk kurallarına vurgu yaptık. Hâkim sınıflar,
Türkiye’nin demokratik, sosyal ve
bir hukuk devleti olduğunu söylüyorlar! TMY’nin şimdiki son biçiminin
gösterdiği gerçek şudur ki, Türkiye
hala demokratik bir hukuk devleti
değildir. AKP’nin, “kolluk kuvvetlerinin” en başta da ordu ve Kemalist
bürokrasinin de bastırmasıyla çıkardığı Toplumla Mücadele Yasası, burjuva demokrasisi açısından bile alındığında, demokratik bir yasa değildir. Fakat korkunun da ecele faydası
yoktur. TMK’da toplumsal muhalefetin giderek yükselmesinin önüne
geçemeyecektir. Egemenler yangına
körükle gitmektedir. Şimdiye kadar
baskılar, işkenceler, katliamlar, yargısız infazlar, mahpushaneler gelişen mücadeleyi önleyemedi. Bundan
sonra da önleyemeyecektir.
Her şeye rağmen, yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmek
gerekiyor. İşçilerin ve emekçilerin iktidarı mutlaka kurulacaktır. Gün gelecek devran dönecektir. O zaman da
sistem halka hesap verecektir. Yeter
ki bu bilinçle mücadele edilsin....
Bir YDİ Çağrı okuru
Ağustos 2006 ✓
Dipnotlar
(1) -Bkz: Anayasa Mahkemesi’nin
31/03/1992 tarih ve E .1991/18,
K.1992/20 sayılı Kararı, Anayasa
Mahkemesi’nin 19/07/1991 tarih ve
E:.1991/15, K.1991/22 sayılı Kararı,
Anayasa Mahkemesi’nin 6.1.1999 tarih E. 1996/68, K. 1999/1 sayılı kararı
(2) Uyum yasası paketlerinden bi-
rincisi, 6.02.2002 tarihinde (R.G.:
19.02.2002 /24676 sayı) 4744 sayılı kanunla, ikincisi, 26.03.2002 tarihinde
(R.G.9.04.2002), üçüncüsü, 3.08.2002
tarihinde (R.G.: 9.08.2002/24841
sayı) 4771 sayılı kanunla, dördüncüsü, 12.2 002 tarihinde, beşincisi, 23.01.2003 tarihinde (R.G.:
4.02.2003/25014 sayı) 4793 sayılı kanunla, altıncısı, 15.07.2003 tarihinde
(R.G.: 19.07.2003/25173 sayı) 4928 sayılı kanunla, yedincisi ise, 30.07.2003
tarihinde (R.G.: 7.08.2003/25192 sayı)
4963 sayılı kanunla T.B.M.M. tarafından kabul edilmiştir.
(3)Altıncı uyum paketiyle, Terörle
Mücadele Yasasının, (düşünce ve
ifade özgürlüğünü yasaklayan) ünlü
8. maddesi tamamen yürürlükten
kaldırılmış, yasanın, 1. maddesindeki “terör tanımı” başlığı “terör ve
örgüt tanımı” olarak, (madde içindeki) “terör; baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden birini kullanarak...” ibaresi, “terör; cebir ve şiddet
kullanarak; baskı, korkutma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden
biriyle...” şeklinde değiştirilmiş, “cebir ve şiddet” suçun unsuru haline
getirilmiştir. Maddedeki “her türlü
eylemler” ibaresi de, “...her türlü “suç
teşkil eden” eylemlerdir” şeklinde
düzenlenmiş, “örgüt” tanımında da
değişiklik yapılmıştır. “Bu kanunda
yazılı örgüt, iki veya daha fazla kimsenin aynı amaç etrafında birleşmesiyle meydana gelmiş sayılır.” tanımı,
“iki veya daha fazla kimsenin birinci fıkrada yazılı terör suçunu işlemek amacıyla birleşmesi halinde
bu kanunda yazılı olan örgüt meydana gelmiş sayılır” haline getirilmiştir. Özetle, “terör” tanımı tamamen değişmiş, “cebir ve şiddet”, terör suçunun “unsuru” haline getirilmiş, daha da önemlisi, “her türlü eylemler” ibaresi, “her türlü suç teşkil
eden eylemlerdir” şeklinde değiştirilmiştir.
panorama
PANORAMA
Ekonomik program
bağlamında
Obrador ile
Calderon arasındaki
fark, Obrador’un
enerji sektörünün
özelleştirilmesine
karşı olmasıdır.
Seçimlerde yiyiciliğe,
rüşvete ve vergi
kaçakçılığına karşı
mücadele edeceğini,
ciddi bir yeniden
paylaşım sözü verse
de, gerçekte çoğu
insan için kötünün
iyisi konumundaydı.
Meksika’da biraz
daha az yiyenler,
biraz daha az
soyanlar diğerlerine
karşı “melek”
sayılmaktadır…
M
eksika’da 2 Temmuz’da
seçimler yapıldı. Başkan,
temsilciler meclisi ve senato seçimleri… Medyada çokça yazılıp söylendiği gibi Latin Amerika’da
“sol rüzgar” estiğinden olacak,
Meksika’da yapılan seçimler bağlamında da acaba yine “sol” mu seçilecek sorusu soruldu. Meksika’nın
ABD ile direkt sınırı olan ülke olması
da antiABD’ci bir başkanın seçilmesi
ve hükümetin kurulmasını daha da
önemli kılıyordu.
Meksika somutunda bir kez daha
“sol” diye tanımlanan kesimin geniş bir yelpazeyi içerdiği, “sol” tanımının gerçekte birbirinden çok farklı
siyasete sahip olanların aynı kefeye
konduğu genel, ama kafaları karıştıran bir ifade olduğu görüldü.
Latin Amerika’da estiği söylenen
“rüzgar” ise, dergimizin sayfalarında
birçok kez ortaya koyduğumuz gibi,
“Neoliberalizme” karşı olan, olduğunu söyleyen ve gerçekte ulusal burjuvazinin çıkarlarını savunan; sömürü sisteminin kimi sivri uçlarını
törpüleyerek ona “insani bir çehre”
vermeye çalışan, sonuç itibariyle
Seçim yapıldı,
oyun sürüyor…
- MEKSİKA-
sosyaldemokrat bir “sol rüzgar”dır.
Chavez bu rüzgarın en radikal temsilcisidir ve ABD Başkanı Bush bile,
Chavez’in “tehlikeli” olmadığını tespit etti…
Kuşkusuz ki Chavez gibilerinin
lafta “devrim”den, “sosyalizm”den
bahsetmesi, “bizim” devrimcileri de
rüzgarına katıp götürüyor. Dünya
çapında devrimci, sosyalist hareketin güçsüzlüğü, sosyalizmin çekici
olmadığı ve insan kazanmanın çok
zor olduğu bir ortamda, birilerinin
çıkıp lafta da olsa devrimden, sosyalizmden yana tavır takınması, yüreği
devrim için çarpanları sevindirmektedir. Bu yürek sevincinin bilinçle birleşmediği, ya da gerçeğin sorgulanmadığı yerde, “kendi” burjuvazisinin
çıkarları için biraz “sosyal” takılanlar bile sosyalist, devrimci olarak tanımlanabiliyor.
Meksika’daki seçimlerde başkanlık
seçimi için yarışanlar arasında “sol”
adına sosyaldemokrat Lopez Obrador
vardı. Obrador, Demokratik Devrim
Partisi (PRD) adayı idi. Partisinin adı
“demokratik devrim” partisi olmasına bakmayın. Meksika’da bile bunlara “light sosyaldemokrat”, ABD’de
ise Obrador’a “ortanın adamı” deniyor. Zapatistler bile Obrador’u ve partisini sistem partisi olarak görüp desteklemediler, seçimlere katılmadılar.
Obrador’un esas rakibi ise muhafazakar Ulusal Hareket Partisi (PAN)
adayı Felipe Calderon idi. Calderon
anda başkan olan Vicente Fox’un
adayı idi. Fox, açıkça ABD’ci bir siyasete sahip ve onlara bağımlı, eski
Coca Cola menajeri.
Ekonomik program bağlamında
Obrador ile Calderon arasındaki
fark, Obrador’un enerji sektörünün özelleştirilmesine karşı olmasıdır. Seçimlerde yiyiciliğe, rüşvete ve
vergi kaçakçılığına karşı mücadele
edeceğini, ciddi bir yeniden paylaşım
sözü verse de, gerçekte çoğu insan
için kötünün iyisi konumundaydı.
Meksika’da biraz daha az yiyenler,
biraz daha az soyanlar diğerlerine
karşı “melek” sayılmaktadır…
Obrador’un Calderon ile farkının
bu olduğu yerde aslında kimin başkan seçileceği o kadar önemli değildi. Meksika ekonomisi ve siyaseti
nüans farkıyla sürdürülecekti seçimlerden sonra. Buna rağmen ama
anda yönetimde olanlar seçim oyununu ciddiye aldı ve sosyaldemokrat da olsa, IMF, Dünya Bankası ve
ABD emperyalizmi ile olan ilişkileri
aynen sürdürse de, “sol” diye gösterilen biri seçilmemeliydi. İktidar ve yönetim elde tutulmalıydı… Daha seçimlerden önce kimi yorumcular seçim sahtekârlığı yapılma ihtimalinin
yüksek olduğunu, sonuçların manipüle edileceği tespitlerini yaptılar.
Seçimlere katılımın %60 civarında
olduğu açıklandı. Buna göre en büyük “parti” %40 ile seçimlere katılmayanların partisiydi. Obrador ile
Calderon başa baş bir yarış içindeydiler. İlk açıklamalara göre Calderon
%1’lik bir oranla öndeydi. Seçim sonuçlarının denetlenmesi aradaki
bu farkı daha da azalttı. Buna göre
Calderon % 35.89, Obrador %35.31
oy almıştı. Fark da %0.58’e inmişti.
Buna rağmen ama Calderon seçimi
kazanmış olarak ilan edildi. Meksika
seçim yasasına göre az sayıdaki farkla
da olsa oyların çoğunu alan başkanlığı kazanmış oluyor. Yani %50’yi
geçmesi gerekmiyor. Ya da ikinci tur
seçimler yapılmıyor Meksika’da.
Seçimin resmi olmayan sonuçlarını
kabul etmediğini açıklayan Obrador
ve partisi PRD, seçimde usulsüzlükler yapıldığı gerekçesiyle tüm oyların
yeniden sayılmasını talep etti. Bunun
için de mahkemeye başvurdular.
Mahkemenin seçim sandıklarını
açma ve oyları tek tek
saydırma
kararı vermesinin ön
koşulu ise,
PRD’nin seçimde usulsüzlük yapıldığı, oyların sayımında sonuçların
manipüle
edi ldiğ ini
belgelemesi
gerekiyordu.
130.000 seçim lokalinin 70.000’inde
usulsüzlüklerin yapıldığının ortaya
konduğu veriler mahkemeye sunuldu. Bu arada Obrador oyların yeniden sayımını talep etmek için kitlesel eylem çağrısı da yaptı. Kimi verilere göre yapılan eylemlere her seferinde bir milyondan fazla insan katıldı. Kitleler “seçim sahtekârlığına
hayır”, “oyların yeniden sayılmasını
istiyoruz” ve “başkan Obrador” şiarlarıyla Meksiko City caddelerini dolduruyordu.
Seçimlerden sonraki birbuçuk aylık
süreç, seçimlerde sahtekârlık yapıldığını, sonuçların manipüle edildiğini
gösteren sonuçları ortaya koydu. Seçim
komisyonunun kendisi de bu sahtekârlıkta yer almıştı. Oylar bilgisayarla hesaplanmış ama 2,5 milyon oy kayıp…
Daha sonra yapılan açıklamaya göre
bu oylar şimdiye kadar bilinmeyen
“altsistem” dosyasına gitmiş.
Oylar, sandıktan çıkıp hesaplanan
veriler dosyasına değil de, tanınmayan dosyaya kendiliğinden gitmiştir
tabii ki… Calderon’un akrabasının
bilgisayar programı şirketinin hükümet ve devletten aldığı ihalelerin
bir karşılığı değildi, elektronik manipülasyon. Kimi seçim sandıklarından çıkan oyların sayısının seçmen
sayısından yüksek olması ve seçim
komisyonunun üyelerinin çoğunun
Calderon’un partisi PAN yanlıları olmaları da buna eklendiğinde, gerçekten de seçim sahtekârlığı yapıldığını
tespit edebiliriz.
Obrador ve partisi kitleleri protes-
panorama
tolara seferber ederken “sivil itaatsizlik hareketi” oluşturmaya çalıştı.
Esas olarak barışçıl eylemler gerçekleştirildi. Bu süreçte mahkeme kısmi
oy sayımının yeniden yapılmasını kararlaştırdı. Yaklaşık 12.000 sandıkta
verilen oylar yeniden sayıldı ve kesin
rakamları belli olmasa da, oy sayısı
Obrador lehine çoğaldı. Obrador’un
açıklamasına göre yeniden sayıma
göre önceki hesaplarda 100.000 oy
civarındaki oy yanlış sayılmıştı. Yine
mahkemenin bu sayım kararına paralel takındığı tavıra göre seçim komisyonu ve başkanının tavırları şüphelidir. Calderon ise takındığı tavırla
seçimde sahtekârlık yapıldığını onaylar bir tavır sergilemektedir.
Şimdi, seçimlerden bir buçuk ay
sonraki durum Obrador yanlılarının
eylemlerinin sürdüğü ve polisle çatışmaların başladığı bir durum.
Seçimlerde sahtekârlık yapıldığı
aslında açıktır. Şimdi tüm dikkatler
mahkemenin 31 Ağustos’a kadar vermesi gereken kararın ne olacağı üzerine yoğunlaşmış. Küçük de olsa, seçimlerin sonuçlarının iptal edilmesi,
değiştirilmesi olasılığı var. 6 Eylül’e
kadar seçimin galibinin kim olduğu
resmen açıklanması gerekiyor. Galip
olan Aralık ayı başında koltuğa oturup görev başı yapacak.
Mahkemenin vereceği karara bağlı
olarak Meksika’yı önümüzdeki altı
sene kimin yöneteceği de belli olacak. Başkan adaylarının ve mensubu
oldukları partilerin siyasi niteliklerine bakıldığında, seçimde sonuçta
kim galip gelirse gelsin Meksika
halkı için özde değişen bir şey olmayacaktır.
Obrador seçimin sonuçlarıyla uğraşıp yüzbinlerce insanı sokaklara
dökerken, Meksika’nın güneyindeki
Oaxaca kentinde 80 günden uzun bir
süre sıkıyönetim altında tutulan halk
demokratik koşulların oluşması için
mücadele etti. Faşist siyaset yürüttüğünden Vali Ulises Ruiz’i görevinden
aldırdı. Oaxaca City’yi, 350 sendikanın, İndigen-Birliklerin, öğrenci örgütlenmelerinin ve köylerin çatı örgütü olan “Oaxaca’nın Halk Meclisi”
(APPO) kontrol etti. Partiler üstü siyaset yaptığını söyleyen APPO taban
demokrasisi siyaseti güdüyor, kendilerini ise ayrıca “halk iktidarı” olarak
adlandırıyorlar.
Devletin yerel hükümeti bu protestolara ve eylemlere şiddetle yanıt
verdi. 5 APPO aktivisti “bilinmeyen” kişilerce kurşuna dizilerek öldürüldü. Başkan Fox da Chiapas bölgesi sınırına federe polis gücü gönderdi. Oaxaca bölgesi bir iç savaşın
eşiğinde bulunuyor.
Meksika’da halk için geleceği belirleyecek olan da, seçimlerin galibinin
Obrador mu, Calderon mu olacağı
değil, işçilerin, emekçilerin sömürücü sistemin devlet iktidarına karşı,
kendi kurtuluşları için devrim mücadelesine sarılıp sarılmayacağıdır.
17 Ağustos 2006 ✓
22 yıllık
iktidarından
sonra, devlet
başkanı
Muhammed Siad
Barre’nin 1991’de
devrilmesinden
bu yana
Somali’de merkezi
bir yönetim
kurulamadı.
Savaş ağaları,
klanlar, aşiret
şefleri arasındaki
çatışmalar
günümüze kadar
sürdü, sürüyor.
D
ünyada olup bitenleri sürekli takip etmeye çalışıyoruz. Haber kaynağımız esas
olarak medya. Günlük gazeteler, internet, televizyon haberleri… Teknik
imkânlar, insanlık tarihinin en gelişmiş imkânlarını sunuyor bize. Yine
de dünyanın medya ile ne kadar küçüldüğünü, insanların ise birbirinden ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Medyanın teknik olarak gelişmişliği ne kadar iyi ise, burjuvazinin, sermayedarların egemenliğine
mahkum olması da o kadar kötüdür.
Kitlelerin bilinci bu medya üzerinden karartılmaktadır.
Dünyada olup bitenleri takip etmeye çalışmamız, bizim her zaman
istediğimiz bilgileri edinebildiğimiz
anlamına gelmiyor. Ya çok kısıtlı haberlere razı olmak zorundayız, ya da
hangi ülke sözkonusu ise, o ülkede
burjuva medyanın ilgisini çeken,
ya da haber yapmak zorunda kaldığı olayların yaşanması gerekiyor.
Bunun bir örneği de Somali’dir.
Afganistan ve Irak’ta ABD emperyalizmi önderliğinde bir işgalin gerçekleştiğini, savaşın sürdüğünü herkes biliyor. Ama Somali’nin son 15
yıllık süreçte sürekli çatışmaların
sürdüğü ve başta ABD emperyalizmi
olmak üzere BM’nin de Somali’yi işgal deneyiminde bulunduğunu fazla
kimse bilmiyor… Hatta insanın 1992
sonu 1993 başlarında Çevik Bir komutasında Türk askeri de Somali işgaline katıldı mı acaba diye sorası geliyor. Evet, medya hafızaları zayıfla-
Savaş hâlâ
sürüyor…
- SOMALİ-
tıyor da.
Haziran ayı başlarından beri
Somali ile ilgili haberler yine revaçta.
Nedeni ise islamcı kesimin başkent
Mogadişu olmak üzere ülkenin geniş bir alanında egemen güç haline
gelmesidir. Andaki gelişmeleri doğru
anlayabilmek ve değerlendirebilmek
için kısaca da olsa hafızamızı yenilememiz, son 15 yıldaki gelişmeleri hatırlamamız gerekiyor.
22 yıllık iktidarından sonra, devlet
başkanı Muhammed Siad Barre’nin
1991’de devrilmesinden bu yana
Somali’de merkezi bir yönetim kurulamadı. Savaş ağaları, klanlar, aşiret şefleri arasındaki çatışmalar günümüze kadar sürdü, sürüyor.
Siad Barre’nin devrilmesiyle aslında de facto Somali’nin varlığı da
son buldu. Merkezi bir yönetimin olmadığı ve savaş ağalarının esasta etkide bulunduğu birçok bölgeye parçalandı. 1991’de Kuzeyde “Somali
Ülkesi Cumhuriyeti” bağımsızlık
ilan etti.
1992-93’te BM önderliğinde “açlığa karşı” mücadele adına ve “Umut
Harekâtı” adıyla Somali işgal edildi.
Evet, işgalin laftaki gerekçesi, açlık çeken Somali’ye “insani yardım”
götürmek, “savaşan güçleri barıştırmak”, “kaosa ve kargaşaya son vererek işleyen bir devlet iktidarının kurulmasına yardımca olmak”tı vb. vb.
Güzel laflara büründürülmüş işgal
deneyimi Somali’de tutmadı.
Özellikle iki ABD askerinin cesetlerinin kitle tarafından Mogadişu so-
kaklarında sürüklenmesi ve bunun
görüntüleri ABD halkının protestolarına yol açmış, o dönemin ABD
Başkanı Clinton askerini Somali’den
geri çek mek zorunda kalmıştı.
1995’te ise BM başarısız kalan misyonunu dondurmuştu…
19 98’ de Ku z e y S oma l i ’ de
“Puntland” adı verilen bölge de bağımsızlığını ilan etti. 2000 yılına kadar çatışan taraflar arasında barış
sağlanması için görüşmeler değişik
biçimlerde sürdü. Ateşkesler ilan edilip yeniden çatışmaların yaşanması
artık normal durum halini aldı.
2000 yılında Cibuti’de kimi savaş
ağalarının hükümet kurma adımı
daha sonra çoğu klan şeflerinin karşı
tavrı yüzünden boşa çıktı. Bu arada
kurulan hükümetler gerçekte işlevsizdi. 2004 yılı sonuna doğru, yürüyen pazarlıklar, görüşmeler geçici
parlamentonun kurulması, başkanın ve hükümetin atanması ile sonuçlandı. Sözkonusu Başkan, hükümet ve parlamento, Mogadişu’daki
durumun tehlikeli olması nedeniyle
Kenya’da bulunuyordu. Bu yılın
Şubat ayında geçici hükümet, parlamento Etiyopya sınırına yakın olan
Baidoa kentine taşındı.
Sözkonusu hükümetin halk üzerinde esas olarak nüfuzu yoktu.
Hükümette yer alan klan şefleri ve
savaş ağaları esas olarak şeriatçılara
karşı mücadele etme adına ABD emperyalizmi tarafından desteklendi,
destekleniyor. ABD emperyalizmi
açıkça “Barışın Yeniden İnşası ve
10
panorama
Teröre Karşı Direniş Birliği”(ARPCT)
isimli ve laik olduğu iddiasında olan
bir koalisyon oluşturdu. Kimi haberlere göre milyonlarca dolarlık destek
verildi bunlara. Mogadişu’da ve diğer
birçok kentte yönetim kontrolü bunların elindeydi. 5 Haziran 2006’ya
kadar. Yani, 11 değişik islamcı milis gücünün oluşturduğu “Birleşik
Şeriat Mahkemeleri” (JIC) koalisyonun özellikle Şubat ayından beri yürüttüğü mücadale sonrasında kontrolü ele geçirmesine kadar…
ABD emperyalizminin savaş ağalarını desteklemesi de böylece başarıya ulaşamadı. Anda islamcıların Mogadişu’yu ele geçirmeleri,
ABD’nin desteklediği savaş ağalarını
etkisiz bıraktığı ve giderek nüfuz
alanlarını genişletmesi esas olarak
ABD’nin ve evet BM’nin de bir yenilgisi olarak görülüyor. Somali’de bir
Taliban rejiminin kurulacağı söylenerek de “terörizme karşı mücadele”
adına yeni müdahalelerin yolu açılmaya çalışılıyor.
“Birleşik Şeriat Mahkemeleri”nin
ülkenin Kuzeyindeki “Somali Ülkesi”
ve “Puntland” dışındaki bölgelerde
nüfuzunu genişletmesi, geçici başkanın ve hükümetin daha da zor durumda kalmasına yol açtı. İktidar dalaşı yeni çatışmalara zemin yaratmış
durumda. Geçici hükümet Etiyopya
tarafından açıkça desteklenmektedir.
Geçmişte Somali ile birçok kez savaşan ve iç işlerine müdahalede bulunan Etiyopya, geçici hükümeti korumak için Somali’ye asker yolladı.
İslamcı kesimin eğer çekilmezseniz
cihad ilan ederiz tehditleri ve protestoları karşısında ve ABD’nin de gelişmelerin daha çok kontrolden çıkmaması için müdahalesiyle Etiyopya’nın
şimdilik askerini geri çektiği söylenmektedir. Ama yeni bir çatışmanın
temeli ortadan kalkmamıştır.
Etiyopya’nın askerinin Somali’ye
girmesi ve geçici hükümetin “Birleşik
Şeriat Mahkemeleri” temsilcileriyle
22 Haziran’da Sudan’da gerçekleştirdiği görüşmenin devamını getirmediği için birçok milletvekili ve bakan
istifa etti. Sonuçta Başkan hükümeti
lağvettiğini, başbakanın görevinde
kalarak yeni bir kabine kurması gerektiğini ilan etti. Yeni hükümetin
kurulup kurulmayacağı, kurulursa
ne kadar meşru olacağı ise şimdilik
belli değil.
Belli olan, Somali’de 1991’den bu
yana süren kaosun, iç çatışmaların
sürdüğüdür. Andaki gelişmelere bakıldığında bu çatışmaların daha da
süreceği de bellidir. Hatta iktidara
kimin yerleşeceği meselesinde, geçici
hükümet ve islamcılar anlaşmazsa;
geçici hükümetin yerine, seçimlerle
işbaşı yapacak ve islamcıların ağırlıkta olduğu bir hükümet kurulmazsa iç savaşın keskinleşerek sürmesi ihtimali yüksektir.
Somali’deki durum ve güç dengeleri, çatışmaların kısa sürede bitmesine engeldir. Etiyopya’nın desteğine
sahip olan Başkan Abdullahi Yusuf,
aynı zamanda ABD’nin desteğini de
almaktadır. Bu da Somali’deki islamcı kesim ile Etiyopya askeri arasında olası bir çatışmanın gündemden çıkmadığının işaretidir. Böylesi
bir durumda islamcılarla geçici başkanın ve kurulması istenen hükümetin anlaşmaları zor görünüyor,
ama olmaz değil. Kimi savaş ağalarının ve klan şeflerinin islamcıların
cephesine geçmesi ve islamcıların
kitle içinde “nihayet barış sağlanacak” umudunu yaratması onları güç-
15 yıllık bir kaos ve çatışma süreci,
savaş ağalarının, klan şeflerinin iktidar dalaşı, açlık, yoksulluk Somali’de
yüzbinlerce insanın ölümüne mal olmuştur. Fakat emperyalist güçlerin
ve kurumları ilgilendiren yüzbinlerce insanın kırılması, yok olması
değildir. Onların derdi açları, yoksulları kurtarmak değildir. Hayır,
onların hedefi başka ülkelerde de olduğu gibi Somali’ye egemen olmaktır. Bu egemenliğin arka planında ise
kısaca şunlar yatmaktadır:
lendirmektedir. Bu da karşı tarafın
pazarlıklara açık hale gelmesine yol
açacak bir nedendir.
ABD emperyalizmi andaki yenilgisini, yeni yol ve yöntemler bulmaya çalışmakla aşmanın peşinde.
Deyim yerinde ise kartlar yeniden
karılıyor. ABD emperyalizmi islamcıların kontrolü ele geçirmesinin ertesinde “Somali Kontak Grupları”
adı ile bir oluşumun adımını attı.
Sözkonusu oluşuma İsveç, Norveç,
İtalya, İngiltere ve Tanzanya davet
edildi. Sözkonusu ilk toplantının sonucu, geçici hükümetin desteklenmesi açıklaması ve tarafların görüşmelerde bulunmaları çağrısı oldu.
Bu çağrıdan sonra, 22 Haziran’da
Sudan’da gerçekleşen görüşmede taraflar ateşkes ve görüşmelerin devam
etmesi konusunda görüşbirliğine vardıklarını açıkladılar. Ama devamındaki gelişmeler geçici hükümetin görüşmelere katılmaması, Etiyopya askerinin destek için çağrılması vb.
oldu…
ABD emperyalizminin takındığı
tavırlardan biri de, islamcılar arasında “ılımlı” ve “radikal” ayrımı yaparak onları içten bölmeye, zayıflatmaya çalışmasıdır. ABD sözkonusu
“ılımlı” kesimle anlaşabileceğinin
işaretlerini vermektedir.
Sonuçta şimdilik askeri müdahale
üzerine saldırgan biçimde konuşmasalar da Afrika Birliği (AU) başta olmak üzere BM de yeniden işin içine
sokulmaya çalışılmaktadır. BM yetkilileri şimdilik yeni bir denemeye
kalkışmak için durumun elverişli
olmadığını söylüyorlar. Öyle ya da
böyle Somali yeni bir işgalin tehdidi
altındadır.
1990’lı yılların başlarında, önce casus uydular aracılığıyla elde edilen ve
sonra jeolojik araştırmalarla kesinleşen bilgilere göre, Somali’nin zengin
petrol yataklarına sahip olduğu or-
N
İLA
taya çıktı. Emperyalist güçler, –başta
da ABD emperyalizmi, ama AB emperyalist güçleri de– bu zengin petrol yataklarını kendi kontrollerine
almak istemektedirler.
Zeng in petrol yata k ları gibi
Somali’nin bulunduğu coğraf ya
da emperyalistler açısından geostratejik öneme sahiptir. Afrika ve
Ortadoğu’ya hakimiyet dalaşında
“Afrika boynuzu” da denen Somali
önemli bir üs bölgesidir. Bu yüzden
de Somali emperyalistler için önemlidir, hatta vazgeçilmezdir.
1992-95 dönemindeki denemelerinde başarılı olamadılar. Ülkedeki
kaos ve kargaşa, çatışmalar sürdü.
Fakat 11 Eylül 2001 sonrası dönemde
emperyalistlerin saldırganlığı ve
planları da değişti.
İslamcı kesimin kontrolü ele geçirmesi “terörizme karşı mücadele”
adına, yeni bir “Taliban rejimini engelleme” ve Somali’nin “El Kaide
mensuplarının sığınağı” olmaması
için müdahale etmenin gerekçesi
olarak kullanılmaya açıktır. Bu bağlamda Somali’de çatışmaları kızıştırmak ve dünya kamuoyunda yine “barışı sağlamak”, “soykırımı önlemek”
adına “artık ne olursa olsun müdahale etmek gerekir” havasını yaratmak, ardından da işgal etme adımını
gerçekleştirmek için zemin mevcuttur… Gelişmelerin nasıl yol alacağını
ise birlikte göreceğiz.
17 Ağustos 2006 ✓
DÖNÜŞÜM
YAYINLARI
005 li
ık 2 dirim
l
a
Ar 0 İn esi
4
t
% t Lis
a
Fiy
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ
•
•
•
•
•
•
•
•
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00
KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00
MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
GÜNCEL POLİTİKA
STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00
EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00
MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50
DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50
KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY
(2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
KADIN DİZİSİ
KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
• SİZİN MASALINIZ
Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• BİZİM LİSE
Hasan Kıyafet
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• DİLAN
N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
ŞİİR DİZİSİ
• PANTA REİ
Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
• MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İŞÇİ SINIFI ve BARIŞ
Siyonist İsrail
devletinin, başta
ABD olmak üzere,
büyük emperyalist
devletlerin desteğinde
Filistinli Araplara
karşı sürdürdüğü
saldırılara ve
Lübnan’ı işgaline
karşı mücadele etmek
her işçinin görevidir...
S
iyonist İsrail devletinin iki askerinin kaçırılmasını bahane ederek Filistinli Arapların yaşadığı
bölgeye ve Lübnan’a saldırması nerdeyse iki aylık bir zamanı doldurdu.
Siyonist devletin kanlı saldırıları
ateşkese rağmen devam etmektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla da, bu bölgeye
biçilen kefene uygun bir yapı oluşuncaya kadar da devam edecektir.
Emperyalist devletlerin resmi açıklamaları bu anlama gelmektedir.
Emperyalist AB’nin başını çeken
devletlerden biri olan Alman devletinin Sosyal Demokrat Dışişleri
Bakanı, kendilerinin savaşı durdurma çağrısı yapmayacaklarını,
Hamas ve Hizbullah gibi terör örgütlerinin varlığı söz konusu olduğu ve
sürekli olarak Orta-Doğu’da barışı
tehdit ettikleri sürece de bunu yapmak istemediklerini, 24-25 Temmuz
tarihli Frankfurter Rundschau gazetesinde okunabilmekteydi.
Bunun ardından emper ya list
ABD’nin Dışişleri Bakanı, OrtaDoğu’da yeni bir yapılanmanın sözkonusu olduğunu ve bu plan yerine
getirilinceye kadar barış çağrısı yapmayacaklarını, daha yaklaşık 10-14
gün bu savaşın devam edeceğini açıklıyordu. Bunlar Temmuz ayının son
haftasındaki açıklamalardı. Alman
devleti daha sonra bir geri adım atarak artık bu kadarının da olamayacağını, Lübnan’a saldırının durması
ve barış sürecine girilmesini kerhen
açıklama gereği duyuyordu.
Gelinen yerde BM’in önerdiği ateşkes taraflarca kabul edildi.
Bu “barış” sürecini kalıcılaştırmak
için oluşturulacak “Barış gücü”nü
Türk devletinin ordusunun komutasına vermek istediklerini de açıkladılar. Türk devletinin resmi yetkilileri
de buna “hayır” demediler!
Biz BOP’de Türk devletine de rol
biçildiğini biliyorduk... Şimdi bu role
uygun oyun oynama sırası devletin
elinde...
Ama bu oyunu bozma hakkı da işçi
sınıfı ve bağlaşıklarının elinde!
Büyük devletlerin, en başta da
ABD’nin yan örgütü konumunda
olan Birleşmiş Milletler Cemiyeti
İsrail’i bu kanlı saldırıları konusunda kınayamıyordu ve barış çağrısını açıkça yapamıyordu. Çokça lafını ettikleri devletlerin bağımsızlık
hakkının Lübnan somutunda çiğnenmiş olması hiç bir önem taşımıyordu. Emperyalist devletlerin çıkarına olduğunda Irak’ın Kuveyt’i
işgali Irak’ın işgal edilip kana boğulmasının nedeni olarak gösterilebiliyor, ama ABD’nin ve diğer büyük emperyalist devletlerin “Büyük
Orta-Doğu Projesi”(BOP) nin uygulanması gündeme geldiğinde ise, bir
devletin kısmen ya da tamamıyla işgali “normal” olabiliyor...
Bu emperyalist ikiyüzlülüktür ve
onlar açısından normal bir davranış biçimidir. Emperyalist devletler-
den ilkeli bir politika beklenemez...
Emperyalizmin çıkarı için her türlü
ilke dedikleri sözler bir paçavra değerini alır...
Lübnan’ın bazı bölgelerinin işgali
ve buna karşı tavır bunun açık göstergesidir.
Biz yukarıda kısaca gelişmeleri
özetlemeye çalıştık. Esas ele almak
istediğimiz nokta, ülkelerimizde bu
haksız gerici savaşa karşı tavırları kısaca ele almaktı.
Ülkelerimizin işçi sınıfı adına hareket eden değişik politik çevreler ve
İÇİNDEKİLER
İŞÇİ SINIFI ve BARIŞ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İş kazası değil, cinayet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tez- Koop- İş İstanbul 2 No’lu Şubenin
Olağan Genel Kurulu’ndan izlenimler.. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Castleblair işçisi kazanılmış bir mevziyi kaybetti . . . . . . . . .
Limter-İş sendikasının başkanı serbest bırakıldı . . . . . . . . . .
Kadıoğlu Kozmetik: Sendikalaşmak hak mı, suç mu? . . . .
Mess sözleşmesi ve işçilerin talepleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Fındıkta Neler Oluyor? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tanatar Kalıp’da işçi kıyımı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Avusturya’da da devrimci, ilerici işçiler, emekçiler
sendika yönetimine !! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye” . . . . . . . . .
Adana BOSSA işçileri SCT’li işçileri ziyaret etti . . . . . . . . . . .
Has Alüminyum Fabrikası işçileri patronun
saldırılarına karşı direniyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.’de
sendikalaşan işçilere baskılar sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
11
12
12
sendikalar savaşın durdurulmasını ve barışın Orta-Doğu’da tesis
edilmesini savunmaktadırlar.
Soruna çok yüzeysel baktığımızda, olması gerekenin de bu olduğu söylenebilir.
Filistin bölgesinde İsrail devleti
ile Filistinli Arapların andaki savaşı, eşit olmayan güçlerin savaşıdır ve Filistinli Arapların aleyhine
yürümektedir. Bu savaş durdurulmalıdır. Kabul!
Fakat burada durmak ve ama
bunun ötesinde bir şey söylememek, işçi sınıfı adına konuşanların reformizmin ve pasifizmin batağına ne denli battıklarının göstergesidir.
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
KALICI BARIŞ MÜMKÜN MÜ?
İşçi sınıfının örgütleri adına konuşan oportunistlerimiz ve reformistlerimiz, ki bunun içinde
DİSK’in yöneticileri de vardır, sınıfı yanlış yönlendirmektedirler.
Sınıfın bilincini bulandırmak,
sermayenin yanında yer almakla eş
anlamlıdır.
Biz, barış talebinde bulunan
dostlarımızın iyi niyetini anlamak
istiyoruz! Ama sorun iyi niyet sorunu değildir!
Hele hele sorun işçi sınıfımızın
eğitimi ve geleceğe dönük mücadeleye hazırlanması ise, o zaman bu
bilinç bulandırma çabalarına karşı
durmak ve sınıfı uyarmak göreviyle görevliyiz.
Bu anlamda sorun siyasal bir sorundur.
Emperyalist sistemin varlığı
koşullarında barışın kalıcılaştırılması mümkün değildir.
BOP’nin bir sonucu olarak da
sürdürülen bu haksız savaş bir kez
daha göstermektedir ki, kalıcı barış bir niyet, istek meselesi değil,
onun elde edilmesi için varolan sömürücü emperyalist sistemin devrimlerle ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Orta-Doğu’da kalıcı barış emperyalist devletlerin politikalarıyla gelmez! Orta-Doğu’da kalıcı
barış, tarihin ileriye doğru dönen
çarkını, tarihin akışına ters gericişeriatçı iktidarların kurulmasıyla
da gelmez. Mollacı İran devleti,
Afganistan’daki şeriatçı aşiretlerin devleti ve Suudi Arabistan gibi
devletler bunun örneğidir.
Kalıcı barış Orta-Doğu’da, OrtaDoğu halklarının kendi proletaryası önderliğinde kendi devletlerini yıkarak, emperyalistlerin ve
onların uşaklarının ve gerici güçlerin çanına ot tıkamasıyla mümkün olacaktır.
Kendi bağımsız devletlerini kurdukları zaman, ancak o zaman,
halklar arasında kalıcı barış sağlanabilir.
Esasen Sosya list Sov yet ler
Birliğini ortadan kaldırmak için
emper yalistlerin tezgahladığı
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana yerel savaşlarda ölen/
öldürülen insanların sayısı 50-60
milyon civarındadır. Yani ikinci
dünya savaşından ölenlerden fazladır.
Sakat kalan, tecavüze uğrayan,
milyonlarca göç etmek zorunda
kalan insanların sorununun büyüklüğü tarif edilemeyecek kadar
büyüktür.
A fga n ist a n, Ira k, Fi l ist i n,
Somalia, Filipinler, Nepal, Peru vb.
yerlerde yürütülen savaşların sonuçları her geçen gün daha da net
görülmektedir.
1989 yılında adına sosyalist denilen ama sosyalistlikle lafzın
ötesinde bir ilişkisi pek olmayan sosyal-emperyalist Sovyetler
Birliği’nin ve bağlaşık devletlerin
if las bayrağını çekmelerinin ardından, emperyalist devletlerin
sözcüleri, “artık kalıcı barış çağının geldiği”ni açıklıyorlardı.
Peki öyle mi oldu?
Hayır!
Yukarıda verdiğimiz örneklere
daha çok sayıda örnek dahil edilebilir... Dünyanın her yerinde emperyalistler ve onların emrindeki
güçler tarafından kan dökülmeye
devam etmektedir.
Emperyalist devletlerin ellerindeki öldürücü silahlar dünyayı
bir kaç kez havaya uçuracak ve insan neslinin sonunu getirecek kadar çok. Atom bombaları, nötron
bombaları, biyolojik silahlar ve
daha niceleri.
Azami karlar için üretim yapılan fabrikaların bacalarında tüten
zehirli gazlar atmosferi zehirlemekte, dünyadaki ısı oranını yükselterek buzulların çözülmesine ve
dünyanın önemli bir bölümünün
sular altında kalması tehlikesine
neden olmaktadır.
Fabrikalardan dere yataklarına
akıtılan zehirli atıklarla içme sularımız zehirlenmekte, akarsulardaki canlılar bitirilmektedir.
İş kazası değil, cinayet!
Tuzla Tersaneleri’nde ölüm kol
geziyor! Neredeyse her ay bir işçi,
iş cinayetine kurban gidiyor.
T
uzla Tersaneleri’nde çalışan binlerce işçi kölelik koşullarında
çalışıyor. İşçiler sağlıksız, güvencesiz koşullarda, sigortasız,
düşük ücretler karşılığında, tam bir cehennemi andıran koşullarda çalışıyorlar. Bu koşullarda da sık sık iş cinayetleri yaşanıyor.
Son olarak Ağustos ayının ikinci haftası içerisinde üç işçi, iş cinayetine kurban gitti.
15 Ağustos sabahı, iş cinayetlerini protesto için, Limter İş sendikası,
Tuzla Gemi Tersanesi önünde tabutlu bir yürüyüş düzenledi. Gemi
İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) önüne yürüyen işçiler; “artık ölmek
istemiyoruz!”, “insanca yaşamak istiyoruz!” sloganları attılar.
GİSBİR önünde açıklama yapan, Limter İş Sendikası Genel Başkanı
Cem Dinç, “tersanelerde kölelik yasalarının bile uygulanmadığını, iş
güvenliği önlemlerinin alınmadığını, bu nedenle neredeyse her ay bir
işçinin öldüğünü, iş cinayetlerini durdurmanın yolunun Limter İş’te
örgütlenmek olduğunu” açıkladı.
Tuzla Tersanelerinde 8 ayda 12 işçi, iş cinayetine kurban gitti. İş cinayetlerine karşı patronlar kayıtsız. Patronların tek bir dertleri var:
Daha fazla kar elde etmek! İşçilerin sağlığı, çalıştıkları koşullar onları ilgilendirmiyor.
Patronlar o kadar pervasız ki, yer yer işçilerin maaşlarını bile ödemiyorlar. İşçiler alacaklarını almak için de direnişe geçmek zorunda
kalıyorlar. Bu mücadelede devletin kolluk güçleri patronların yanında
yer alıyor, işçilere saldırıyorlar.
Tuzla Tersanelerinde çalışan işçiler örgütlenmelidir. Daha iyi bir
yaşam için mücadele yanında, ücretli kölelik koşullarını ortadan kaldırmak için de mücadele edilmeli, yekpare sınıf hareketi ile birlikte
hareket edilmelidir.
Örgütlenmiş, sınıf bilincine varmış işçi sınıfından Tuzla Tersaneleri
patronlarının çekeceği var. Patronlar korkuyorlar! Korktukları için
sendikalaşan işçileri işten atıyorlar. En son Desan Tersanesi’nde yaşanılanlar buna örnektir.
Biliyoruz ki, “korkunun ecele faydası yoktur!”
Tuzla Tersaneleri patronlarının korktukları da er geç başlarına gelecektir! Üretenler hakları olan iktidarı da alacaklardır!
18 Ağustos 2006 ✓
Nereden bakarsanız bakın bu
kapitalist sistem gerçek anlamda
barbarlıktır!
Peki bu barbar sistemin içerisinde barışçıl yaşamak ne demektir?
İşte burjuva baylarımızın, pasifistlerin ve oportünistlerin cevap
vermekten kaçındıkları bu sorudur.
Bugün yalnızca barışı savunmak emperyalist sistemin devamını savunmaktır.
Öyle ya, bu kadar kötülüklere
neden olan bu sistemden kurtuluş
için, bu sisteme karşı savaşmayı
reddetmektir yalnızca barışçı olmak.
“Bu savaşı durdurun” demek
başka bir şey, “kalıcı barışı” savunmak başka bir şey! Bu savaşa karşı
çıkmak başka bir şey, “tüm savaşlara karşı” çıkmak başka bir şey!
Sınıf örgütleri olduğunu iddia
edenler “sınıf savaşı”mını nasıl inkar edebilirler?! Peki sınıf savaşımı
kime karşı verilecek?
Sadece tek tek patronlara karşı
mı? Yoksa patronların işlerini ve
çıkarlarını kolektif bir şekilde savunan ve sürdüren burjuva-gerici
devletlere karşı mı?
Bugün savaşları her alanda sürdürenler tek tek patronlar mı,
yoksa dünyanın her tarafında burjuvazinin çıkarları doğrultusunda
hareket eden burjuva devletler mi?
Tabii ki burjuva devletler!
O zaman sınıfımızın bu kapitalist sistemi yıkması ve her ülkede
kendi işçi devletini kurması için,
burjuvazinin devletlerine karşı savaşım vermesi gerekmiyor mu?
Gerçeklik bu ise, o zaman tüm
savaşları reddetmek pasifist bir
yaklaşım değil midir? Pasifizm zaten var olan düzenin devamlılığı
demektir.
Öyleyse,
İşçi sınıfı, dünyanın her yerinde
olduğu gibi, ülkelerimizde de her
türlü savaşa karşı değil, emperyalist ve gerici savaşlara, haksız savaşlara karşı çıkmalıdır.
İşçi sınıfı, emperyalist gerici savaşlara karşı çıkarken, haklı, devrimci, anti-emperyalist savaşlardan yana tavır almalıdır. Mesela,
bugün Filipinler’ de, Nepal’ de,
Peru’da olduğu gibi savaşın bir tarafı da sömürüye karşı savaşmaktadır ve onların savaşı haklı bir savaştır, desteklenmelidir.
İşçi sınıfı adına konuşan baylarımızın hiç bir eylemlerinde bundan bahsetmemesi tesadüfi değildir. Onlar gerçek barışseverler değildirler.
Gerçekten barışı isteyenler, en
başta da işçi sınıfı, sosyalizm için
savaşmaya hazır olmalıdır!
Ya emperyalist barbarlık içinde
yok oluş, ya da sosyalizm için savaş!
28 Temmuz 2006 ✓
Tez- Koop- İş İstanbul 2 No’lu Şubenin
Olağan Genel Kurulu’ndan izlenimler
T
2 No’lu Şubenin Genel Kurulu’nun dergimizde de
birçok kez üzerine yazdığımız 3 yıldır yaşanılan
sorunlardan dolayı, gergin geçmesi bekleniyordu.
Kısmen de olsa, yaşanılan sorunların yarattığı
gerginlik Genel Kurul’a yansıdı.
Divan oluşturulduktan sonra,
Genel Kurul‘u divan yönetmeye
başladı. Kemal Atatürk ve işçi sınıfı şehitleri için bir dakikalık
saygı duruşu yapıldı.
Açış konuşması nı 2 No’ lu
Şube’nin Başkanı Rabia Özkaraca
yaptı. Rabia Özkaraca konuşmasında; “Dünyada ve Türkiye’de yaşanılan sorunlara karşı, sınıfa yönelen saldırılara karşı, somut örnekler vererek” tavır takındı. Özel
olarak 3 yıldır 2 No’lu Şube’de yaşanılan sorunlara tavır takındı.
“Faruk Üstün ve çevresinin yakışıksız, dayatmacı, yanlış tavırlara
girdiğini, Faruk Üstün’ün başkan
olmak için her türlü şeyi yaptığını”
savundu.
“Sendikalar içinde yanlış kararlar alındığını, yaşanılan sorunların sınıfın mücadelesine zarar verdiğini, sendikaların korunması
gerektiğini, sendikaların işçilerin
mücadele örgütü olduğunu” belirtti. Rabia Özkaraca’nın 2 No’lu
Şube’de yaşanılan sorunlara tavır takınmasının yanısıra, sendika
içi sorunlara karşı genel düzlemde
bir iki tavır takınmakla yetinmesi
bizce eksikliktir. Sendikal bürokrasinin mücadelenin önünde engel
olması, militan, sınıf mücadeleci
sendikacılığın nasıl olması gerektiğinin de vurgulanmamış olunması, değinilmemiş olunması eksikliktir. Rabia Özkaraca’nın yaptığı konuşmanın genelde sol vurgulu bir konuşma olması, bu eksikliği gidermemektedir.
Divan Başkanı Sadık Özben tarafından, zorunlu organlara aday
tespiti için 30 dakika süre verildi.
Bu süre içerisinde önce Sadık
Özben, sonra misafirlere söz hakkı
bölümü gündemde olmamasına
rağmen, “bizden biri, abimiz” gerekçesiyle Türk-İş İstanbul Bölge
Temsilcisi, Faruk Büyükkucak’a
söz verildi.
Sadık Özben konuşmasında;
“İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da yaptıklarını protesto ettiğini, İsrail’in
bu saldırılarını durdurmasını talep
ettiğini, aynı zamanda, PKK’nın terör eylemlerinin son bulmasını istediğini” anlattı.
Sadık Özben’in İsrail ve PKK’yı
aynı kefeye koyması, PKK şahsında Kürt ulusal sorununun var
olduğunu gözlerden gizleyen bir
tavırdır, yanlıştır.
Sadık Özben devletçi, Kemalist
çerçevede konuşarak, AKP hükümetini bol bol eleştirdi.
Faru k Büy ü k kuca k da,
Sad ı k Özben’ in yapt ığ ı çerç e ve de bi r konu şma y apt ı .
Faruk Büyükkucak’ın hedef tahtasında AKP hükümeti vardı.
“Laiklik elden gidiyor” konuşmasının özünü oluşturuyordu.
Organların raporları zamanında
delegelere gönderildiği için, okunmadan tartışılması, oylanması kararlaştırıldı.
Dünyada ve Türkiye’deki gelişmelere, sendika çalışmaları konusunda,
tavır takınmak için delegelere söz
hakkı verildi. 10 delege söz aldı.
Birinci olarak Bünyamin Aydın
konuştu. Bu delegenin konuşması
sürerken, Carrefour işçileri salonu
terketti. Bünyamin Aydın ve ardından konuşan iki kişi ayrışmada
Faruk Üstün tarafında yer alan
kişilerdi. Bu üç delege gelişmeleri
kendi bakış açılarıyla anlattılar. 3.
Konuşmacı olan, Abdurrahman
Tetik’in konuşmasından sonra bir
grup delege salonu terketti.
Genel Kurul’da muhalefet pozisyonunda olan kesimden konuşan üç delegenin de vurguladıkları
temel nokta şu oldu: “Carrefour işçilerinin örgütlenmiş olması çok
iyidir. Fakat bu işçiler kullanılıyor.
Genel Merkezin işi bitince bu işçi
arkadaşlar bir kenara konulacaklardır. Carrefour’da henüz yetki
alınmamıştır. Yargı süreci devam
ediyor. Yetki alınmadığı için, delege seçiminin yapılması yasaya
aykırıdır. Bu Genel Kurul bu yüzden iptal edilecektir.”
Diğer konuşan 7 delege Rabia
Özkaraca tarafında yer alıyordu.
Konuşan 10 delege içinde sadece
iki kadın vardı. Tez-Koop-İş’in örgütlendiği işkolunda yoğun olarak kadın çalışmasına rağmen,
sendika içinde önemli sayıda kadın yer almasına rağmen, bu durum delege sayısına yansımamıştı.
Delegelerin büyük çoğunluğunu
erkekler oluşturuyordu. Konuşan
bir kadın delegenin; yönetici kademeler için daha fazla sayıda kadının, sendika içinde daha fazla sayıda kadının aktifleştirilmesi için
özel tedbirler alınmasını istemesi,
talep etmesini önemli buluyor, biz
de vurgulamak istiyoruz.
Delegelerin konuşmalarından
sonra kurulların ibrası yapıldı.
Seçimlere tek liste ile gidildi.
Rabia Özkaraca’nın listesi seçildi.
Genel Kurul salonunda şöyle
bir resim vardı: Bir yanda Hulusi
Uğurcan ve Faruk Üstün’ü destekleyen bir bölüm delege, ki bu delegeler azınlığı oluşturuyorlardı.
Diğer yanda, delegelerin çoğunluğu, atama ile atanan Şube yönetimi, Genel Merkez yöneticileri bulunuyordu. Carrefour işçileri coşkuları ile attıkları sloganlarla, yaptıkları konuşmalarla Genel Kurula
renk kattılar.
Sonuç olarak; Carrefour işçilerinin Genel Kurul’a yansıttıkları
canlılık, örgütlülük, işçi sınıfının
geneline yansıtıldığı zaman, işçi
sınıfı kendiliğinden sınıf olmaktan çıkarak, kendisi için sınıf haline geldiği zaman, sosyalizm sınıf
ile bütünleştiği zaman, işte asıl o
zaman “özgürlük savaşan işçilerle
gelecek”tir! İşte o zaman işçi sınıfı
gerçekten yenecektir!
Çağrımız örgütlenmeye…
22 Temmuz 2006 ✓
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ez- Koop- İş İstanbul 2
No’ lu Şube’nin Olağan
Genel Kurulu 22 Temmuz
tarihinde, İstanbul Altunizade’de
yapıldı. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak katıldığımız bu kongrede edindiğimiz izlenimleri okurlarımızla paylaşmak istiyoruz.
2 No’lu Şubenin Genel Kurulu’nun
dergimizde de birçok kez üzerine
yazdığımız 3 yıldır yaşanılan sorunlardan dolayı, gergin geçmesi
bekleniyordu. Kısmen de olsa, yaşanan sorunların yarattığı gerginlik Genel Kurul’a yansıdı.
Saat 10’da başlaması gereken
Genel Kurul, 40 dakika geç başladı. Genel Kurul başlamadan
önce, bir takım gerginlikler yaşandı. Hulusi Uğurcan ile 2 No’lu
Şubenin atama ile atanan başkanı
Rabia Özkaraca arasında, delege
kayıt masasında bir tartışma yaşandı. Hulusi Uğurcan zor kullanılarak dışarı çıkarıldı. Hulusi
Uğurcan’nın yanındaki bir kişinin
üzerine sıcak kahve atıldı. Göğsünden yaralanan bu kişi hastaneye kaldırıldı. Faruk Üstün ısrarına rağmen genel kurul salonuna
alınmadı.
Hu lu si Uğ u rc a n’ı n, Fa r u k
Üstün’ün Genel Kurul salonuna
alınmaması, bir kişinin üzerine
kahve atılmak suretiyle yaralanmasına neden olunması onaylanacak, tasvip edilecek davranışlar
değildir. Bu tavırlar yanlıştır.
Carrefour işçileri çeşitli sloganlar atarak salona girdiler.
Carrefour işçilerinin içeride de
slogan atmaları sürdü. Carrefour
işçileri tarafından şu sloganlar
atıldı. “İşçilerin birliği sermayeyi
yenecek!”, “Yaşasın Carrefour direnişimiz!”, “İnadına sendika, inadına Tez-Koop-İş!”, Yaşasın sendika mücadelemiz!”, “Yaşasın işçilerin birliği!”, “Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek!”…
Genel Kurul salonu çeşitli pankartlarla süslenmişti. Asılan pankartlar şunlar: “Kapitalist sömürüye emperyalist savaşlara
karşı mücadele bayrağını yükselt!”, “Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!”, “Yaşasın
militan sınıf sendikacı lığ ı!”,
“Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılsın!”, “Geçici işçilere
kadro verilsin!”…
Divan Başkanlığı ve üyeler için
tek bir önerge verildi. Önerge kabul edildi. Divan başkanlığına
Genel Başkan Sadık Özben ve Sendika Merkezi Yönetim Kurulu
üyeleri seçildi.
Castleblair işçisi kazanılmış
bir mevziyi kaybetti
Geçen sayımızda Castleblair işyerinde yaşananlar üzerine bir yazı yayınlandı.
Bu yazıda esas itibarıyla Castleblair’de yaşananlar anlatılmaya çalışılıyordu. Bu yazıda bir çok sorun
var. Biz bu sorunları biraz irdelemek istiyoruz. Bu bir kaç sebepten ötürü önemlidir.
B
irincisi, coğraf yamızda
esas itibarıyla örgütlülüğün giderek zayıf ladığı
bir süreçte bir dizi bedel ödenerek sendikal örgütlülüklerini bir
Toplu İş Sözleşmesiyle (TİS) taçlandıran Castleblair işçilerinin bu
kazanımlarına sahip çıkmak ve savunmak,
İkincisi, bu zor şartlar altında
örgütlülüğün sürdürülmesinin ne
kadar zor olduğunu ve bu zorluğu
aşmanın olanaklarını ve sorunlarını, Castleblair işçilerinin geçmiş
deneyimlerinden ders çıkararak
sınıfa maletmeye çalışmak,
Üçüncüsü, sınıf mücadeleci yaklaşım adına kazanımları küçümseyen oportunist yaklaşım tarzlarının işçi sınıfı içerisindeki tahribatını eleştirerek sınıfın mücadelesini
bir adım daha öteye taşımaktır.
Biz bu bakış tarzıyla sorunları
tek tek ele almaya çalışalım.
Belki geçerken şunu da belirtmekte yarar vardır:
Yayınlamış olduğumuz yazının
Castleblair işçilerini temsil eden
bir yazı olmadığını, onların küçük
bir bölümünü ancak temsil edebileceğini, Castleblair işçilerinin bir
bölümüyle konuştuktan sonra öğrendik. Bu noktada gelecekte daha
dikkatli davranmakta fayda olduğunu görüyoruz.
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
HİÇ BİR KAZANIM YOK
MUYDU?
Yazının içeriği ile ilgili olarak,
yayınlamış olduğumuz yazıda
Castleblair işçilerinin DİSK’e bağlı
Tekstil Sendikası üzerinden işverenle işçiler adına imzalanmış olan
geçmişteki sözleşmede bir kazanım olmadığı iddia edilmektedir.
Bu iddia bu genellikte doğru değildir.
Doğru değildir, çünkü işçiler bu
sözleşme ile bir örgütlülüğü kazanmışlardır. Bu eğer korunabilse
ve geliştirilebilseydi önemli bir kazanım olacaktı.
Hayatın her alanında bazı istisnaların dışında örgütlülüklerin giderek güç kaybettiği bir dönemde, bir dizi bedeller ödeyerek Castleblair patronuna sendikal örgütlülüğü kabul ettirmek
önemli bir kazanımdı. Bu öyle bir
kazanımdı ki, daha önceleri patronun her türlü yaptırımı dayattığı
ve yaptırdığı bir yerde, çıkan sorunları işçilerin kendi aralarında
seçtiği temsilcileri üzerinden patrona karşı tavır alarak çözmeye
çalışması önemli bir kazanımdı.
Bu işyerinde bir çok alanda artık
tek başına patronun dediğini yaptıramayacağı, işçilerin bir örgütlü
güçle karşı duracağı anlamına geliyordu.
Yine çok istisna olarak Castleblair
işçilerinin patrona 1 Mayıs’ın işçilerin bayramı olarak dayatarak kabul ettirmesi bir kazanımdı.
Castleblair işçilerinin sayesinde
Tekstil Sendikası yıllar sonra
pankart açarak alana çıkabilmiştir. 50’nin üzerinde Castleblair
işçisi alana taşarak sloganlar eşliğinde ülke politikalarına müdahale etme düzeyine gelmiştir.
İkramiyelerin alınması bir kazanımdı. Bir dizi sosyal hakkın alınması bir kazanımdı.
Bunlara ek olarak işçilerin ufak
da olsa ücretlerine düzenli zam alması da bir kazanımdır. Patronun
istediği gibi zam vermesi yerine,
ya da hiç zam vermemesi, geç vermesi karşılığında her altı ayda bir
zam alınması da bir kazanım olarak görülmelidir.
Bunları yok saymak doğru bir
yaklaşım tarzı değildir. Daha uç
noktaya götürülürse inkarcılık
olur ki bu bir dizi bedel ödemek
zorunda olan Castleblair işçilerine
bir haksızlık olur.
KAZANIMLARI KORUMAK
İÇİN NELER YAPILMALIYDI?
NELER YAPILMAMALIYDI?
Bu kazanımların savunulması gerekiyordu.
TİS dönemi boyunca hazırlık yapılarak gelecek dönemdeki kavgaya
hazırlanmak gerekiyordu. Ama bu
istenildiği gibi yapılamadı.
Bunda bir taraf tan Tekstil
Sendikasının yetersizliği ve işçilerin örgütlenmesi meselesine gereken önemi vermemesi bir sebep
oluşturmuştur.
DİSK’in ilkelerine bağlılığı üzerine durmadan yemin eden sendika yöneticilerinin ve bu sendikadaki bürokrat uzmanların bu
TİS boyunca doğru dürüst bir eğitim bile planlayıp uygulayamamaları onların bu ilkelerden ne anladığına da işaret ediyordu. “söz, ka-
rar tabanındır” ilkesini savunduğunu iddia edenlerin bu işyerinde
tabanı temsil eden, onlar tarafından seçilen bir işyeri komitesi bile
kurmuş olmamaları bürokratik
sendikacılığın ifadesinin ötesinde
bir şey değildir. İşçilerin işyerlerindeki sorunları, performans değerlendirmesi ve uygulaması gibi,
ele alıp çözüm üretemeyen bir sendikacılık ancak işçi aidatları üzerinden geleceklerini garantileyen
bürokratlardan başka bir şey ifade
edemezler. Tekstil Sendikası bunları yapmamakla bu iş kolunda örgütlü olan TEKSİF ve ÖZ İPLİK
İŞ’ten ancak lafta farklı olduğunu
göstermiştir.
Sendikanın bunu yapmadığı
yerde işyerindeki sınıf bilinçli işçilerin bir dönem sürdürdükleri
İşyeri Komitesini daha da güçlendirerek sürdürme yerine onu
dağıtma durumuna getirmeleri
önemli bir hataydı.
Bu konudaki pratik sınıf bilinçli
işçilerin yanlışlarının ne kadar
kötü sonuçlara neden olabileceğine bir örnektir.
İşyerinde işçileri gerçekten temsil eden bir komitenin olmaması,
işçilerin patronun bu TİS dönemindeki saldırıları karşısında bir
bütün olarak durmamalarını beraberinde getirmiştir. Eğer sağlam bir komite işyerinde varolabilseydi, işçilerin son dönemdeki bölünmeleri engellenmiş olurdu.
İşçilerin bütünlük içinde hareket
etmesi patrona geri adım attırabilirdi. Sendikanın tutarsız davranışı ve işçilerin sağlam bir birliğe
sahip olmaması, patronun tazminat ödeyerek işçilerin birliğine zarar vermesine neden olmuştur.
Solculuk adına laf eden bir kaç
çığırtkanın etkilediği küçük bir
grubun sol sekter yaklaşımları ise
geçmişte elde edilmiş kazanımları
koruyacağına, işyerindeki birliğin
parçalanması ve işyerinin rahat bir
şekilde kapatabilmesine olanak yaratmıştır.
“Hiç bir kazanım elde edilmedi”
diyen inkarcı zihniyet, bırakalım
yeni kazanımları elde etmeyi, eldeki kazanımların da heba edilmesine vesile olmuştur. Öyle ya nasıl
olsa bir kazanım elde edilmedi, o
zaman var olanları korumak o kadar da önemli değil gibi hareket
edilmesine neden olmuştur.
Böyle olmasaydı fabrikadaki işçilerle kol kola girilerek neler yapılacağına ortak karar verilir ve onun
gerekleri için mücadele edilirdi.
Bunu beceremeyenler Castleblair
işçilerinin geçmişteki onurlu mücadelesinden hiç bir şey anlamamışlardır.
Castleblair işçisi geçmişte şalteri günlerce indirerek TİS imzalama noktasına gelebilmişti. Ama
Castleblair işçileri o mücadeleyi
verebilmek için o dönemde doğru
bir siyasi yaklaşım çerçevesinde
işyeri komitesini kurmuş, saldırılara karşı koruyabilmiş ve bu komite üzerinden her bölümü doğru
bir şekilde yönlendirerek zafer kazanmıştı.
Ama bu kazanım devam ettirilemedi. Herkesin şapkasını önüne
koyup hatalarının hesabını vermesi gerekir. Tüm sorumluluğu
sendikaya yüklemek kolaycı bir
yaklaşımdır. Genel olarak sendikaların işçi sınıfına doğru önderlik etme diye bir dertleri olmadığını, yer yer bunu isteseler bile bu
konuda yeteri kadar beceri ve bilgi
birikimine sahip olmadıklarını
bilmek gerekir. Başka zaman “sendika ağaları” diye lanetlenen bir
bürokrat kesimden sınıfın çıkarlarına uygun iş beklemek safdilliktir. Burada sınıf adına hareket
eden herkesin “ben görevimi yapıyor muyum” ve “görevimi doğru
yapıyor muyum” sorusunu sorup
doğru cevap vermesi gerekir. İşte
tam da sorunun önemli bir bölümü burada yatmaktadır.
Biz bu konuda Castleblair işçileriyle birlikte çok önemli çalışmalar
yaptığımızı düşünüyoruz. Ama bu
konuda tarafımızdan yapılması
gereken her şeyi yapamadığımızı
da belirtmek istiyoruz. Bunu hem
önümüzdeki işlerin yoğunluğu
açısından istediğimiz gibi yapamadık; ama aynı zamanda işçilerin inisiyatifini kırmama, onların
kendilerini geliştirmeleri düşüncesiyle de yapmadık. Bu durumdan
da öğrenmemiz lazım. Evet daha
fazla etkileyici olmak gerekiyor
diye düşünüyoruz. İşçilerin eğitiminin bir kaç sendika bürokratına
bırakılmayacağını biliyoruz. Ama
alternatif olarak bu işi bizim kendimizin ele alıp yapması gereklidir.
İşçilerin davasından daha değerli
bir iş olamaz. Dolayısıyla oportü-
nist ve revizyonistlerin sınıfı yanlış eğitmelerine karşı, sendikaların
basiretsizliği ve sınıf işbirlikçi tavırlarına karşı olanaklar zorlanarak çalışmalar örgütlenmelidir.
Bir işletme gazetesinin çıkarılmamış olması bu süreç boyunca
en önemli eksikliklerden birisidir.
Böyle bir gazete işyerindeki işçilerin sesi olmalıydı. Eğer böyle bir
gazete üzerinde etkinlik olsaydı
son dönemde grev oylamasında
büyük çoğunluğu “greve evet” diyen işçilerden yaklaşık 100’ünün
tazminatlarını alarak işyerinden
ayrılmaları daha rahat engellenebilirdi. Bu işçiler objektif olarak
içeride kalan yaklaşık 70 civarındaki işçiyi yalnız bırakmışlardır ve
patron tarafı saldırı fırsatını yakalamıştır.
KOŞULLARIN HESABA
KATILMASI
ULUSLARARASI DAYANIŞMA
Castleblair işçisinin en büyük dezavantajlarından birisi aynı tekelin
bünyesindeki fabrikalarda çalışan
işçilerle uluslararası alandaki birliğini ve dayanışmasını geliştirememesiydi.
Bu konuda da soruna gereken
önem verilemedi.
Sendika bürokrasisi AB-Karma
İstişare Komisyonu üzerinden
Avrupa’yı turlarken ne kendisinin
ne de lafta uzmanlarının akıllarından İskoçya’daki ana şirkette
ve dünyanın başka yerlerindeki işyerlerinde çalışan işçilerle ve onların örgütleriyle tanışmak, birlikte hareket etmek geçmiyordu.
Onlar günü kurtarmaya çalışıyorlardı. Zaten bu konuda da sendika
bürokrasisinden çok daha fazla bir
şey beklememek gerekiyor. İşçiler
kendileri sendikaları zorlamalı,
bunun fayda etmediği yerlerde
kendi olanaklarını zorlayarak ilişkiler geliştirmelidir.
Emperyalist dünyanın karşısında sınıf mücadelesinin başarılması bir yandan da uluslararası
işçilerin birliğinin sağlanmasına
bağlıdır.
Enternasyonal dayanışma lafla
olmaz, tersine pratik örgütlenme
içerisinde yaşanarak gerçekleşir ve
anlam kazanır.
İşçilerin Birliği Her Şeye Rağmen
Kazanacaktır!
Bir YDİ Çağrı Okuru,
Temmuz 2006 ✓
Limter-İş sendikasının başkanı
serbest bırakıldı
L
iman, Tersane Gemi YapımOnarım İşçileri Sendikasının
Başkanı Cem Dinç ve Eğitim
Uzmanı Kamber Saygılı 10 Haziran
günü haksız bir şekilde tutuklanmışlardı.
Tuzla Tersane çalışanlarının örgütlenme çalışmalarına önderlik
etmeye çalışan DİSK’e bağlı Limter
İş sendikasının yöneticileri bugüne
kadar defalarca hukuksuz bir şekilde gözaltına alınmış ve bir çok
kez de tutuklanmışlardı
Bu seferki tutuklanmalarının
bahanesi, DESAN Tersanesinde
çalışan yaklaşık 50 işçinin ücretlerinin ödenmemesi karşısında yapılan eylemde polisin keyfi saldırıları karşısında polise mukavemet
göstermeleri olmuştu.
Tuzla Tersaneler bölgesinin,
Tersane patronlarının devletle birlikte sendikal örgütlenmelerden
arınmış bölge olarak görmek istemeleri, yapılacak her örgütlenme
çalışmasının binbir türlü bahane
ile engellenmesi pratiği ile elele
gitmektedir. Bu bölgede normal
burjuva devletin yasaları uygulanmamaktadır. Burada belli ki olağanüstü hal bölgelerinde uygulanan siyasete benzer bir siyaset güdülmektedir. Devletin kolluk güçlerinin işçilere ve sendikaya saldırısı böyle değerlendirilebilir.
Bu bölgede taşeron çalışmanın
yoğun olması, gündelikçilerin çalıştırılması olağan haller gibi görülmektedir.
İş yasasının Taşeron çalışmayı
sınırlaması bile bu bölgedeki patronların ve devletin ilgili kurumlarının umurunda değil. Onlar
canları istediği gibi davranabilmektedirler.
Bunların bu keyfi davranışlarını
engelleyebilecek tek güç, bu alanda
çalışan işçilerin örgütlü gücüdür.
Bu alanda çalışan işçilerin bir çok
kez örgütlenme adımı atması ve
fakat hemen her zaman sonucun
işçilerin aleyhine bitmesi, sınıfın
örgütlenmesine olumsuz etkide
bulunmaktadır.
İşçilerin örgütlenme istemlerine
rağmen on yıllardır bu bölgede
Toplu Sözleşmeli bir işyerinin, ya
da işyerlerinin yaratılamamış olması ciddi şekilde ele alınıp değerlendirilmelidir.
Sendikal örgütlenme yasal bir
hak olmasına rağmen, bu yasal
hakkın kullanılmasında hep saldırılarla karşı karşıya gelindiği bilindiği koşullarda, o zaman örgütlenmelerde yeni yol ve yöntemlerin izlenmesini zorunlu kılmaktadır.
Limter İş Sendikasının bu yeni
yol ve yöntemleri ne kadar uyguladığı tartışmalı bir durumdur.
Sloganlar temelindeki bir sınıf
sendikacılığı kulağa hoş gelse de,
yıllarca bu alanda başarılı bir adımın atılamamış olması, bazı zararlı yaklaşımların olabileceğine
işaret etmektedir.
Tabii ki bizim gibi sınıfın örgütlenmesi için çalışanların, sınıf
sendikacılığı yönüne yüzünü çeviren sendikaların güçlenmesini sevinçle karşılarız. Ama bu sloganın
yıllarca lafta kaldığını görmemiz,
dostça öneri ve uyarılarda bulunmanın da görevimiz olduğunu düşünüyoruz.
Bu vesile ile Sendika Başkanı Cem
Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber
Saygılı’nın 20 Temmuz günü yapılan duruşmada serbest bırakılmasını sevinçle karşılıyoruz.
Bu davada verilen karar aslında
sermaye düzeninin koruyucu mekanizmalarının keyfi olarak sendika yöneticisini ve uzmanını yaklaşık 40 gün içeride tuttuğunu göstermiştir.
DESAN Tersanesi işçilerinin ve
sınıfın diğer bileşenlerinin adliye
önünde ve içerisinde gösterdikleri
desteğin de anlamlı olduğunu düşünüyoruz.
Orada bir çok sloganın yanısıra “İşçiye değil, çetelere barikat”,
“İşçilerin Birliği Sermayeyi yenecek”, “İşçiyiz haklıyız Limter-İş’te
güçlüyüz” sloganları sınıfın kendi
temsilcilerine sahip çıkacağının
ifadesi olmuştur.
Polis’in çevik kuvvet üzerinden
barikat kurması ve ring arabası
içerisinden getirilen sendika yönetici ve uzmanlarını indirirken
gösterdiği telaş, sınıftan ne kadar
korktuklarının da ifadesidir.
Sendika başkanı Cem Dinç’in ve
Eğitim Uzmanının serbest bırakılması ve davanın dışarıdan yürütülmesi çalınan minarenin kılıfa
uymamasıyla da alakalıdır.
Ama er ya da geç sınıf sermayeye
gereken dersi verecektir.
Yaşasın İşçilerin Birliği
23.7.2006 ✓
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Sınıf mücadelesi içerisinde, sendikal örgütlenme ve mücadele bu
mücadelenin bir alanıdır, sınıfın
kendi gerçek durumunun dışındaki koşullar da önemli olabiliyor.
Castleblair işyerinin bir konfeksiyon üretim birimi olması ve
uluslararası alanda yoğun bir rekabetin olması TİS mücadelesini
olumsuz etkilemiştir.
Uluslararası tekellerin rekabet
kavgasının işçilerin alınteri üzerinden yükseldiğini biliyoruz. Bir
dizi koşulun yanısıra işçi maliyetleri denilen ücretlerin ve sosyal
hakların patrona getirdiği yük bazen rekabeti kazanmada ya da kaybetmede belirleyici bir rol oynayabiliyor.
Castleblair patronunun sözleşmenin daha üst seviyelerde bağıtlanmaya çalışılmasının işyerinin
kapatılması anlamına geleceğini
açıkladığı noktada, sınıf bilinçli işçilerin bu iddianın ne kadar gerçek
olduğunu araştırmaları ve buna
uygun bir strateji belirlemelerine
sebep olmalıydı.
Ama genel olarak “bu bir kandırma manevrasıdır” bakış açısıyla
hareket edildiğinde bu günkü durum kaçınılmaz olarak yaşanır.
Fabrikanın kapatılması işyerinde
oluşan örgütlülüğün dağıtılmasına neden olmuştur. İşsizliğin ve
örgütsüzlüğün üst düzeylerde seyrettiği koşullarda kabullenilebilir
bir TİS ile bu dönemi kapatmak
ve geleceğe hazırlanmak bir seçim
olabilirdi. Bazı koşullarda “ya hep
ya hiç” tercihi eldeki kazanımların da yok olmasına sebebiyet vermektedir ve bu sonuç itibarıyla sınıf mücadelesine zarar vermektedir. Dolayısıyla bu koşullarda bizim TİS’in tüm sorunlarına rağmen imzalanmasının doğru olduğunu söylememiz gerekirdi. Bunu
gerektiği gibi yapmamış olmamız
doğru değildi.
Castleblair işçileri de bu konuda
bilinçli davranmamış, uzun vadeli
çıkarlarını değil, kısa vadeli çıkarlarını temel alarak hareket etmiş
ve kendi kazanımlarının da tümden elinden gitmesine olanak sağlamıştır. Bu yanlıştı.
Grev oylamasında etki altında
kalarak greve evet diyenlerin
önemli bir bölümünün işyerini
terk etmesi, verdikleri karar konusunda net olmadıklarını göstermiştir. Evet onlar için belki uzun
soluklu bir mücadeleyi göze almama gerçeklikleri pratiklerine
yansımıştır.
İşçilerin gerçekten ne düşündükleri ve nasıl davranacaklarını en iyi
saptayacak olanlar işçilerle birlikte
çalışan ve onlar tarafından seçilen
işyeri komitesinin üyeleridir. Böyle
bir komitenin işyerinde gerçekten
varolmaması bu olumsuz sonuçların yaşanmasında önemli bir neden olmuştur.
Çok Marksist geçinen bazı
Marksizmin karikatürlerinin çığırtkanlığının pratikte sınıf hareketine ne kadar zarar verdiğini
Castleblair işçileri adına yazı yazan
bir kaç kişilik bilinçsiz işçi göremeyebilir ama Castleblair işçilerinin
kendileri ve seçtikleri temsilciler
bugün, artık işyerinin kapısına kilit
vurulduktan sonra, daha da net bir
şekilde görebilmektedirler.
Kadıoğlu Kozmetik:
Sendikalaşmak hak mı, suç mu?
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
K
apitalist toplumda işçinin
işgücü tıpkı diğer metalar
gibi alınıp satılabilen bir
metadır. Yalnız işgücünün diğer
metalara göre bir farkı var: işgücü
değer yaratır, değere değer katar,
başka bir deyişle patronun sömürü
ile elde ettiği karın, artı-değerin
yaratıcısıdır. Sürekli daha fazla kar
peşinde koşan patronların, karlarını daha da artırmak için, zenginliklerine daha da zenginlik katabilmek için, en yaygın olarak başvurdukları yöntemlerden biri, işçinin
ücretini daha da kısmak oluyor.
İşgücünün değeri işçinin ve ailesinin karın tokluğu olduğuna göre,
patronlar işçinin ve ailesinin aç ve
yoksul kalması pahasına onun işgücünün karşılığını vermeme, ücretleri sürekli aşağı doğru çekme
eğilimindedirler. Yani işçinin ücreti sürekli onun işgücünün değerinin altındadır. İşte sendikaların
en asli görevlerinden birisi işçinin
zaten işgücünün değerinin altında
olan ücretini en azından biraz yaşanabilir düzeyde tutmanın mücadelesini vermektir. İşçinin ücretinin ve iş koşullarının iyileştirilmesi için mücadele, sendikaların
asgari görevleridir. Sendikal mücadele bununla sınırlı kaldığında
aslında sömürüyü bir bütün olarak ortadan kaldırmanın mücadelesini vermiş olmaz, sadece acımasızlıkta sınır tanımayan patronlara “lütfen, bu kadar da olmaz, işçilerin biraz insanca yaşamak için
en azından şu kadar ücrete ve şu
kadar dinlenmeye ihtiyaçları var”
demiş olur. Gerçek sınıf sendikalarının en önemli görevi ise, işçilere
basit ekonomik-demokratik hakları için mücadelelerinde doğru
öncülük ederken, onları kendi sınıf konumları, sınıf çıkarları ve
hedef leri konusunda eğitmektir,
sendikal mücadeleyi sosyalizmin
bir okuluna dönüştürmektir.
Günümüzde sendikalarda egemen anlayış, sendikaları sosyalizm
okulu olarak ele alan anlayıştan
çok çok uzaktadır. Sendikalarda
egemen olan anlayış, patronların
saldırılarına karşı sınıfı patronlarla büyük mücadelelere sokmadan, mümkün olduğunca sorunu
barışçıl bir biçimde masa başında
çözmeye çalışan, çok çok mecbur
kalmadıkça direniş, mücadele,
grev gibi araçlara başvurmayan,
mecbur kalarak başvurduğunda
da bir an önce bitirmeye çalışan
anlayıştır. Bazı mücadeleci sendikaların varlığı da bu genel tabloyu
değiştirmeye yetmiyor.
İstanbul Bayrampaşa’da bulunan Gabrini marka
kozmetik ürünleri üreten Kadıoğlu Kozmetik firmasında
çalışan toplam 146 işçinin 76’sı Petrol İş Sendikasının
1 No’lu Şubesinde örgütlendiler ve yetki için başvuru
yaptılar. Bunu duyan patron hiç gecikmeden hemen 6’sı
bayan 17 işçinin işine son vererek işçileri sokağa attı.
Sermayenin kolektif temsilcisi
olan devlet patronların her türlü
haksız uygulamalarını haklı sayarak onları korurken, işçilerin her
türlü hak arama mücadelelerini de
yasadışı ilan ederek onlara saldırıyor. Türkiye’de sendika bir sürü
antidemokratik kısıtlamayla birlikte kazanılmış bir haktır. Kağıt
üzerinde işçilerin sendikalaşma
hakları vardır, ancak bu hak kullanılmak istendiğinde devletin yasaları ve patronun uygulamaları
karşısında haksızlığa dönüşüyor
ve her türlü araç ve yöntemle engellenmeye çalışılıyor. İşçiler deşifre olup engellenmemek için, en
temel demokratik ve yasal hakları
olan sendikalaşma mücadelesini
gizli yürütmek durumunda kalıyor. İşçiler bütün zorlukları aşarak
sendikalaşmayı başardıklarında
ise, patronun işten atma, taşeron
işçi getirtme vb. saldırılarıyla karşılaşıyorlar. Arkasından işçilerin
çoğu durumda aylara-yıllara yayılan hukuk mücadeleleri başlıyor.
Sendikalaşmak isteyen Kadıoğlu
Kozmetik işçileri kapı önüne kondular…
İstanbul Bayrampaşa’da bulunan
Gabrini marka kozmetik ürünleri
üreten Kadıoğlu Kozmetik firmasında çalışan toplam 146 işçinin
76’sı Petrol İş Sendikasının 1 No’lu
Şubesinde örgütlendiler ve yetki
için başvuru yaptılar. Bunu duyan
patron hiç gecikmeden hemen 6’sı
bayan 17 işçinin işine son vererek
işçileri sokağa attı. Atılanlar sendikalaşmada önemli rol oynadıkları için atılmalarına rağmen, patron işlerinin iyi gitmediğini gerekçe olarak göstermiş. Bir taraftan 17 işçiyi işçiye ihtiyacı olmadığı gerekçesiyle kapı önüne koyan
patron diğer taraftan da 70 tane
yeni taşeron işçi almış.
Bunun üzerine patronun keyfiliklerine boyun eğmek istemeyen
işçiler fabrikanın karşısında bir
güneş şemsiyesi altında nöbet tutarak direnişe geçmişler. Yanlarında
kurdukları dövizlerde “Atılan işçiler geri alınsın”, “Sendikalı olmak
anayasal haktır”, “İçerideki baskılar son bulsun”, “Direne direne kazanacağız” sloganları yer alıyor.
Direniş şemsiyesi altında ziyaret
ettiğimiz işçilerden Deniz Boylu,
Gülbeyaz Önel ve Musa Aydın atılmadan önce asgari ücretle boyahanede ve imalatta çalıştıklarını belirttiler. Görüştüğümüz işçiler firmada çalışanların %90’ının vasıfsız
olduğunu ve asgari ücretle çalıştırıldığını söylediler. İşyerinde yaş
ortalaması 25-30 arasında. Değişik
sol partiler ve kitle örgütlerinden
destek aldıklarını belirten işçiler,
içerideki işçilerin de direnişe karşı
tavrının olumlu olduğunu söylediler. Mücadelenin sonunda kazanacaklarına kesin gözle baktıklarını
belirten direnişçi işçiler, ilk duruşması 24 Temmuz’da görülen, bir
sonraki duruşması ise 19 Eylül’de
görülecek olan bir dava açmış durumdalar.
İşçilerin kararlı ve mücadeleci
tutumları karşısında patron çok
çeşitli baskılara başvurmuş - başvuruyor. Örneğin işçilerin önünde
şemsiye açarak durdukları fabrika
sahipleriyle işçilerin orada durmalarına izin vermemesi için görüşmüş, bunun üzerine işçiler emniyetten orada durma izni almak zorunda kalmışlar. Bu şekilde işçileri oradan kovmayı başaramayan
patron bu kez de işçilerin üzerinde
durdukları kaldırıma mazot döktürmüş. İşçileri ziyaret ettiğimizde
dayanılmaz mazot kokusu hemen
dikkatimizi çekmişti. Patronun
‘dışarıdaki’ baskılarından biri de,
işçilere destek amacıyla dayanışmada bulunup onlara yiyecek gönderen çevredeki esnafa yemek göndermemeleri için baskı yapmasıdır.
Tabi ki buna aldıran pek olmamış.
İçeride çalışan işçilere de patron
çeşitli baskılarda bulunuyor, direnişteki işçileri destekledikleri taktirde onların da işten atılacağı tehdidinde bulunuyor.
Ancak tüm baskı ve sindirme/
korkutma girişimlerine karşın görüştüğümüz işçilerde coşkulu bir
kararlılık gördük – haklılığına ve
davasına inananların kararlılığıydı bu.
YDİ Çağrı olarak, Kadıoğlu
Kozmetik işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayacağız,
onlara elimizden gelen desteği sunacağız.
Kazanan direnen işçiler olacak!
Sendika hakkı engellenemez!
11 Ağustos 2006 ✓
MESS sözleşmesi ve işçilerin talepleri
M
etal Sektöründeki İşçiler,
2006-2008 dönemi Toplu
Sözleşmesinden, işyerlerinde daha demokratik bir çalışma
yaşamına dair kararların çıkmasını istiyorlar.
İşçilerin bugün açısından en belirgin talepleri şunlar:
EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET
ESNEKLİK KALDIRILMALIDIR
İşçiler genel olarak çalışma yaşamının sermayenin lehine esnekleştirilmesine karşı duruyorlar.
İşçiler insan gibi yaşamak istiyorlar.
Onlar sosyal bir yaşantı içerisinde olmak istiyorlar.
Bugün çalışma saatleri o denli esnekleştirilmiştir ki, işçilerin sosyal
aktivitelere katılması adeta engellenir duruma gelmiştir. Ailesiyle,
dostuyla, yoldaşlarıyla birlikte sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek,
ortaklaşa politik çalışmalara katılmak genel olarak olanaksız duruma gelmiştir.
Vardiyalı çalışma, fazla mesai,
hafta sonu çalışmaları, haftanın
yedi günün işgünü ilan edilmesi
gibi metal sektöründe yaygın olan
çalışma usulleri aile yaşamını ve
bu anlamda sosyal yaşamı yok etmeye yöneliktir.
Bu durumun değişmesi gereklidir.
Sendikalar iyi bir örgütlülük yaratarak iş yasasındaki esneklikleri
TİS üzerinden geri püskürtmelidir.
Haftada çalışma saatlerinin 35
saate indirilmesi, günlük çalışmanın yedi saatle sınırlandırılması,
vardiyalı çalışmanın kaldırılması,
çalışma günlerinin Pazartesi’nden
Cuma gününe kadar belirlenmesi
ve Cumartesi-Pazar günlerinin işçiler için tatil günü olması, fazla
mesailerin kaldırılması TİS maddeleri haline getirilmelidir.
Bunlar olmaz denmesin.. Uzun
yıllar Avrupa’da bile bunlar mümkündü.
Sermaye daha fazla iş istiyorsa
kapasiteyi artırsın yeni iş sahaları
açsın ve daha fazla işçi ile daha
fazla üretim yapsın.
Ama son yıllarda daha az işçiyle
daha fazla üretim ve daha fazla işsiz
pratiğini tersine çevirmek lazım.
Tabii ki bu bugünden hemen olmaz! Sınıfın bu yönde kazanımlar
için mücadeleye hazırlanması gerekir ve bu yapılmalıdır.
İşçiler Kapsam maddesinin daraltılmasını istiyorlar!
Yıllardır basiretsiz uzmanların
güttüğü politikalar sonucu işyerlerinde MESS patronları çalışanları
bölmeyi başarmışlardır.
Kapsam içi ve kapsam dışı diye
çalışanlar bölünmüş, gerek TİS
için yetki tespitlerinde ve gerekse
mücadelede zayıflamanın nedeni
olmuştur.
Bir ücret karşılığında çalışan
herkesin sendikalara üye olma
hakkı, dolayısıyla TİS taraf ları,
yani Patronlar ve işçiler adına konuşan sendika bürokrasisi tarafından engellenmiştir.
İyi niyetli bazı sendikacılar bu
durumu güç sorunu ile açıklamalarına rağmen bu gerçeklik ortadan kalkmamaktadır.
Yıllarca kendi örgütlülüklerini
iyi bir noktaya getirip MESS’i ve
diğer sendikaları zorlamayan sendikacıların her sorunu “güç” sorununa indirgemesi pek inandırıcı
olmamaktadır.
Sendikalar ve işçiler artık bu soruna bir çare bulmalıdırlar. Bu da
örgütlü işyerlerindeki güçlerini
Grev ve Mücadele Komiteleri çerçevesinde kaliteli bir hale getirmeli
ve gerekirse bu maddeyi grev maddesi yapmalıdırlar.
“Gücümüz zayıf” deyip gücü artırmak için planlı bir çalışmayı örgütlememek suç ortaklığına neden
olur.
İşçilerin talepleri, imza yetkisi
olanların dışındaki tüm kafa ve
kol emekçilerinin bulundukları işyerindeki sendikalara gönüllü üyelik hakkının sağlanmasıdır.
Performans değerlendirilmesinde söz hakkı
İşçiler, sözde demokratik çalışma yaşamından bahseden patronların nasıl diktatörler olduklarını tek yanlı performans değerlendirmesinde görmenin çok rahat
olduğunu söylüyorlar.
Hiç bir teknik değişikliğe gitmeden, ya da iş örgütlenmesinde
olumlu bir değişiklik yapmadan,
işçinin üzerindeki yükü azaltmadan bugünden yarına üretim miktarlarının keyfi bir şekilde nasıl
artırdıklarını, bu miktara ulaşamayan işçilerin üzerinde nasıl faşizan baskılar yaptıklarını her gün
işyerlerinde görünür olduğunu
söylüyorlar.
Üstüne üstlük patronların 4857
sayılı iş yasasını görece iş güvencesi sağlayan maddenin etkisizleştirilmesi için, “işçinin yeterliliği”
tespitinden hareketle patronlar tarafından tutulan düzmece raporlarla işçinin iş mahkemesinde işe
geri iade edilmesini nasıl engellemeye çalıştıklarını her çalışan
çok net bilmektedir. Bu raporlarda
“performansı yetersizdir” raporlarının ne kadar çabuk ve kolay tutulduğu bilinmektedir.
Bir işçiyi işten atmak istiyorsan
ve “pahalı” işçi yerine “ucuz” işçi
çalıştırmak istiyorsan, ya da hakkını arayan işçiyi “postalamak”
istiyorsan, bugünden yarına yapamayacağı sınırda iş talep edip,
“gerekli performansı göstermedi”
diye rapor tutup gönderebilirsiniz... bunlar olmuyor değil!
İşçi ve Sendikal hareketin yıllardır “biz performansa karşıyız”
şeklindeki laflara takılıp kalması
ve TİS’ler üzerinden sermaye kesiminin edimlerine sınırlama getirmek için özel talepler öne sürmemesi de sermayenin bu alandaki
faşizanlığının sürmesine çanak
tutmuştur.
“Biz performansa karşıyız” tespitinin altı işçilerin işyerlerindeki
güçlü örgütlenmeleriyle doldurulamayınca, sermaye tek yanlı olarak istediği şekilde performansı
uygulamıştır. Bunun adına bazen
“performans” demiştir, bazı hallerde de hiç bu lafa takılmadan
“günlük yapılan iş” şeklinde formüle ederek işçilere istediği miktarda iş yaptırabilmiştir.
Sendikacıların ve çok bilmiş geçinen cahil “uzman”ların yanlışları ve örgütlenmelerini büyüterek
üretimden gelen güçle bu duruma
müdahale etmemiş olmaları sermayenin işyerlerinde istediklerini
yapmalarına sebebiyet vermiştir.
Ama işçiler bugün artık çare
aramaktadırlar. Sendikalar da çare
bulmak zorundadırlar. Bu işin çaresi bellidir:
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Onlar “eşit işe eşit ücret” verilmesini istiyorlar.
İşyerlerinde çalışanların büyük
bir bölümü genç işçiler.
Genç işçiler kendilerinden daha
yaşlı olan işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen, onlardan çok daha
az ücret almalarının adil olmadığını belirtiyorlar. Sendikalarının
bu sorunu çözmesini istiyorlar.
Yı l la rc a y apı la n Toplu İş
Sözleşmeleri (TİS) üzerinden elde
edilen ücret zamlarının andaki
ücretlere yansıması şeklinde uygulama yapan sendika yöneticilerinin yanlışları bugün işçi hareketine zarar vermektedir.
İşyerlerinde “eski” ve “yeni” işçi
ayrımı şeklinde bir ayrım ortaya
çıkmıştır. Patronlar dolayısıyla
eski dedikleri yıllardır işyerinde
çalışan işçilerin bir an önce emekli
olmasını ya da tazminatlarını alıp
gitmeleri için değişik oyunlara
başvurmaktadırlar. Çünkü onlar
için “eski” işçiler fazla maliyet demek oluyor.
Fazla maliyeti düşürmenin yolu
olarak da daha fazla genç işçi çalıştırma ve mümkün olduğu kadar
da Taşeron üzerinde ve belirli süreli hizmet akdi ile onları çalıştırmayı hedefliyorlar.
Taşeronu istemedikleri yerde ise
genç işçileri asgari ücretin biraz
üzerinde olan ücretle işe alarak
ucuz maliyetle üretim yapmak istiyorlar. Bunun nedeni işe giriş ücretlerinin TİS sonucu asgari ücretin biraz üzerinden olmasıdır.
Peki ne yapılmalıdır?
Sendikalar nihayet bu politikalarına son vermelidir.
Sendikalar İş Gruplandırma
S i s t e m i s o nu c u o l u ş a n İ ş
Gruplarının saat ücretlerini ya da
aylık karşılığını belirlemelidirler.
Bunun için Patron örgütleri zorlanmalıdır.
Belirlenen İş Gruplarındaki ücretin üzerine zamlar bindirilmelidir. Dolayısıyla işe alınacak yeni
işçiler hangi iş grubundan işe alınırlarsa, o iş grubundaki ücret ne
ise o ücretten işe alınmış olurlar.
Yani yaklaşık asgari ücret değil de,
işe alındığı işyerindeki kıdemli işçi
hangi ücreti alıyorsa o da o ücreti
alacak ve eşit işe eşit ücret sağlan-
mış olacaktır.
Yıllardır sendikaların başına çöreklenmiş kıdemli TİS uzmanlarının önemli oranda bu yanlışa düşmeleri, İşçi Hareketinin belki en sıradan ilkelerini TİS politikasında
nasıl uygulayacakları konusundaki
cehaletlerinin ürünüdür. Sendikalar
bu yanlışa son vermeli ve işçilerin
bölünmesine neden olan bu sorun
ortadan kaldırılmalıdır.
Aslında çözülmesi onca zor olmayan bu meselede halen kimilerinin ayak diremeye çalışması normaldir! Çünkü soruna at gözlüğü
ile bakacak kadar yakın görüşlü
olmaları bu davranışın temel nedenidir.
Ama işçiler artık bu sorumsuzluğu taşımak istemiyorlar ve haklıdırlar.
İşyerlerinde kişinin geldiği bölge,
cinsiyeti, rengine ve patrona yalakalığa göre ücretlendirme yerine yaptığı işe göre ücretlendirmeye geçmenin zamanı çoktan geçmiştir.
“Benimle birlikte mi işbaşı yaptın” klasik gerici düşüncesi kırılmalıdır. Kıdemi yüksek olan çalıştığı dönemde zaten ücretini almıştır, bedavaya çalışmamıştır. Ayrıca
kıdemi yüksek olanlara sosyal
haklar bölümünde ek bir ödenek
istenebilir. Bu mümkündür. Ama
yüksek kıdem değildir ücreti belirleyen kriter, yaptığı iştir. Zaten
normalinde de herkes “iş tanımı”
üzerinden iş yapmaktadır ve o tanım üzerinden de ücretlendirilmelidir.
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İşçiler kendi güçlerini birleştirecekler ve performansı belirleyecek
kriterleri ortaya koyarak patronlarına dayatacaklardır.
İnsan gücünün ötesindeki talepleri reddedeceklerdir.
İşçiler bir gün değil, yaşlanıncaya ve artık sermaye için üretken
olamadıkları yaşa kadar çalışacaklardır. Dolayısıyla işçilerin çalışma koşulları öyle düzenlenmeli
ki, emekli olduktan sonra da rahat
bir yaşam sürdürebilsinler...
Yoksa sermayenin istediği şekilde
ve bugün yeni yasalarla adına mezarda emeklilik dediğimiz, daha
emekli olmadan yitip gitme ya da
emekli olduğunda ise artık gezip
dolaşamayacak duruma gelmelerinin engellenmesi gerekmektedir.
İşte sendikalar bu durumu göz
önünde bulundurarak patronlarla
ve onların örgütleriyle mücadele
ederek TİS’e bu yönde bir madde
koydurmalıdırlar.
Artık patronların tek yanlı performans belirlemelerinin önüne
geçilmelidir.
İnsanca çalışma yaşamının gerçekten sağlanabilmesi için ücretli
emek sömürüsüne dayanan bu kapitalist emperyalist sistemin işçi
zoruyla değiştirilmesi gerekmektedir. Ancak orada çalışma koşulları
hakkında işçiler kendileri tamamıyla karar vereceklerdir. İktidar
kendi ellerinde olduğu içindir ki,
kimse onlara yapacağı işi getirip
dayatamaz. Tamamıyla gönüllü ve
bilinçli zorunluluğun ötesinde bir
şey olamaz.
O dönemin işçi iktidarı 1950’lerde
çalışma saatlerinin günde dört saate
indirilmesini savunuyordu. Ama iktidarı alan revizyonistler bunu gerçekleştirmediler ve sömürücü kapitalist-emperyalist sistem bugün genel olarak dünyada 8 saat ile 13-14
saat işçileri çalıştırmaktadır. İşçiler
yoğun çalışma temposu ile erken
yaşta çökmekte ve yaşamının baharında iş göremez duruma gelmektedirler. Bu sebeple sermaye sahipleri
bugün 25 yaşının üzerindeki işçileri
“yaşlı” olarak değerlendirerek işe almak istememektedirler.
İşçilerin tekrar kendi öz partilerinde örgütlenerek kendi iktidarlarını kurmanın arayışları içerisinde
olması gerekmektedir.
Bu hedef burjuva parlamentosuyla sınırlı olamaz. Burjuvazinin
parlamentosu burjuvazinin yararına yasalar çıkartır. İşçiler kırıntılarla uğraşmamalı, kendi iktidarlarını kurmak için ne gerekiyorsa
onu yapmalıdır.
Hedef ücretli kölelik sisteminin
yıkılması ve sosyalist iktidarın kurulması olmalıdır.
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
Yaşasın Sosyalizm!
25 Temmuz 2006✓
Fındıkta Neler Oluyor?
3
0 Temmuz 2006 tarihinde,
T Z OB ( Tü rk iye Z i r a at
Odaları Birliği) tarafından
Ordu’da 80-100 bin kişinin katıldığı bir fındık mitingi yapıldı.
Miting sırasında ve sonrasındaki
gelişmeler, fındıkta yaşanılan gelişmeleri de gözler önüne serdi.
Basına yansıyan bilgilere göre;
miting sırasında 20 bin kişi Ordu,
Samsun, Giresun karayolunu 10
saat süre ile kapatarak trafik ulaşımını engelledi. Kalabalık ancak,
biber gazı, panzer, cop vb. kullanılarak dağıtılabildi. “Kalabalığı dağıtıp, karayolunu açma” talimatına
bir süre direnen Ordu Emniyet
Müdürü Rıdvan Güler mitingden
sonra görevden alındı.
Mitingden sonra, Fiskobirlik yöneticileri ile Hükümet üyeleri karşılıklı olarak birbirlerini suçladılar.
Gelişmeleri anlamak için durumun ne olduğuna yakından bakalım..
Fiskobirlik
Fiskobirlik,
(S . S F ı n d ı k
Ta r ı m S a t ı ş
Kooperatif leri
Birliği) 1. Ulusal
Fındık Kongresi sonrasında, 1938
yılında kuruldu. Kuruluş amacı
şöyledir:
“Fiskobirlik, ortaklarının ürünlerine sürekli satış olanağı ve pazarlar yaratmak, piyasaya istikrar getirmek, fındığın yurtiçi ve
yurtdışı pazarlarını en iyi biçimde
değerlendirmek, üretimini kontrollü ve bilimsel yöntemlerle geliştirmek, üretim araçları sağlamak, standartlara uygun yüksek
kaliteli ürün teslimini teşvik etmek, fındığın ülke içerisinde tüketimini özendirmek, fındık ihracatını artırmak, bu amaçla ürün
çeşitlendirme ve geliştirme projeleri üretmek üzere kurulmuştur.”
(Fiskobirlik.org.tr)
Bu kuru luş a macına sa hip
Fiskobirlik; 49 kooperatife bağlı
233.820 ortağa sahiptir. Biri
Entegre Tesis olmak üzere, 17 fındık kırma fabrikasına, yaklaşık
300 bin ton depolama kapasitesine ve günlük 645 ton iç fındık
üretim proje kapasitesine sahiptir.
Fiskobirlik tesislerinde 3000 kişi
çalışmaktadır.
Fiskobirlik; İstanbul Sanayi
Odası’nın yaptığı, Türkiye’nin ilk
500 Büyük Sanayi Kuruluşu sıralamasında 2004 yılında 150., 2005
yılında 77. sırada yer almaktadır.
Fiskobirlik 2001 yılında özerkleştirilmiştir. 2003 yılından bu
yana fındık taban fiyatını (hükümetlerin önerisi doğrultusunda)
Fiskobirlik belirlemektedir.
Fiskobirlik 67. Olağan Genel
Kurulu Ocak 2006’da yapıldı. Genel
Kurul’da AKP Hükümetinin istediği yönetim seçilmedi. Hükümetin
desteklediği liste 420 oydan ancak
103 oy alabildi. Bu Genel Kurul’dan
sonra AKP Hükümeti ile Fiskobirlik
Yönetim Kurulu arasında sürtüşmeler yaşandı, yaşanıyor. Fındık
alanında yaşanılan gelişmelerin bir
boyutunu da bu sürtüşmeler oluşturuyor.
Fiskobirlik yaşanılan gelişmeler
sonucu, 12 Eylül 2006 tarihinde
Olağanüstü Genel Kurul kararı
aldı…
Türkiye’de fındık üretimi
Dünya fındık üretiminin yüzde
75’i Karadeniz bölgesinde gerçekleştiriliyor.
Fındık ihracatının yüzde 70-75’i
yine Türkiye tarafından yapılıyor. Türkiye’de 550-600 bin hektar alan üzerinde fındık üretimi
yapılıyor. Yaklaşık 500 bin civarında fındık üreticisi var. Fındıkla
doğrudan ve dolaylı olarak 4 milyon insan geçimini temin etmektedir. (Fiskobirlik’e göre bu rakam
8 milyon kişidir.)
Hava koşullarının iyi olduğu yıllarda, fındık rekoltesi 600 bin tona
kadar çıkıyor. Bu sezon beklenti
650 bin ton civarındadır.
Fındık üretiminde Türkiye’yi
120 bin tonla İtalya, 30 bin ton üretimle İspanya takip etmektedir.
2005 yılında 2 milyar dolarlık
fındık ihracatı gerçekleştirildi.
Fiskobirlik 2004 yılında üretilen
fındığın yüzde 5’ini, 2005’te yüzde
10’nu aldı.
Kimi önemli gelişmeler
2006 sezonunun başlamasına, fındık taban fiyatının açıklanmasına
az bir süre kala, fındığın fiyatı 2
YTL civarında olup, maliyeti ise
3,4 YTL olarak açıklanmaktadır.
Fındık üreticilerini sokağa döken,
fiyatların önemli oranda düşmesi
ve alacaklarının ödenmemesi olgusudur.
Fiskobirliğin 2005 yılı için üreticilere 245 milyon YTL borcu bulunmaktadır. Fiskobirlik bu borcu
ödemek için kredi arayışlarına
girmiş, fakat kredi bulamamıştır. Fiskobirlik Yönetim Kurulu
Başkanı Salih Erdem, fındık fiyatının çökmesinin nedenini, kendilerinin kredi alamamalarının neden
olduğunu, “bize 100 trilyon verilseydi, ihracat 2 milyar 700 milyon dolara kadar çıkardı. Böyle bir
kaybın olacağını bile bile kredi verdirmeyenlerin kim olduğu belli.”
(Milliyet.com.tr) diyerek hükümeti suçlamaktadır. Bu suçlama
da haklılık payı bulunmaktadır.
Fiskobirlik kredi için 13 bankaya
başvurmuş, “büyük baskı sonucu”
kredi verdirilmemiştir.
AKP ile Kemalist bürokrat burjuvazi arasında yaşanan iktidar mücadelesi, Fiskobirliğe de yansımış,
AKP Hükümeti Fiskobirlik yönetimini ele geçirmek istemiş, şimdilik
bu isteği gerçekleşmemiştir.
2005 yılında 1 kg kabuklu fındığın kilosu 6 YTL idi. Başbakan
Recep Erdoğan fındık konusunda
Fiskobirlik yönetimini suçlayınca, 5
YTL olan fiyatlar 2 YTL’e geriledi.
Başbakan Recep Erdoğan tarafından yapılan, Hükümetin Fiskobirliğin
2 Katrilyon borcunu sildiği açıklamasına, Fiskobirlik Yönetim Kurulu
şu yanıtı vermektedir:
“Sayın Başbakanımız tarafından
Giresun’da 1,5 Katrilyon, Ordu’da
2 Katrilyon olarak açık lanan
Fiskobirlik’in Özerkleşme öncesi
dönemlere ait borçlarının gerçek
sebebinin çok uzun yıllar Devlet
tarafından verilen görevler nedeniyle oluşan görev zararı olduğu,
bu borcun Fiskobirlik’in değil,
Devletin fındık üreticisine 1989
yılından beri verdiği ve anaparasının 560 trilyon olan borcun faizlerinden oluştuğu, 2000 yılı özerkleşmeden sonra Fiskobirliğe herhangi bir kaynak transferinin söz
konusu olmadığı gibi, birliğimizin
bu dönemden yaklaşık 53 Trilyon
alacaklı olduğu, yine son 6 yıllık
dönemdeki toplam fındık ihracatının 6 milyar doları bulduğu,” (50
Kooperatif adına Yürütme Birimi
Sonuç Bildirgesi, 19. 07. 2006,
Fiskobirlik.org.tr)
Fiskobirlik Yönetim Kurulu, “2
katrilyon borcun silindiği” açıklamasına karşı, “devletten 53 trilyon alacaklı” olduklarını söyleyerek yanıt vermektedir.
8 Ağustos günü yapılan Bakanlar
Kurulu toplantısında, Hükümet
Fiskobirliği devre dışı bırakarak,
TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)
aracılığıyla, fındık alımı yapma
kararı aldı. Ne kadar fındığın alınacağı, fiyatın ne olacağı ise açıklanmadı.
Fındıkta fiyat nasıl
belirleniyor?
ler. Marketçiler, kuruyemişçiler
fındığı tüketicilere ulaştırırlar.
Fındık üreticiden çıkıp tüketiciye
ulaşana kadar, ticaret alanında faaliyet gösteren bir dizi kapitalistin
elinden geçer. Tüccar, toptancı,
marketçi vs. zinciri içerisinde,
her kapitalist kar eder. Fındık her
kapitalistin elinden geçtiğinde fiyatı yükselir.
Fındık alanında, üreticinin emeğinin karşılığını alması, fiyat alanındaki dalgalanmaların son bulması, aracı bir dizi kapitalist olmadan, fındığın doğrudan tüketime
sunulması, ucuz ve kaliteli fındığın yenilmesi ancak işçilerin, köylülerin kendi iktidarları ile mümkündür.
Kapitalist sistem fındık üreticilerine de iyi bir gelecek sunmuyor.
Onların sunduğu gelecek, yok pahasına fındığı elden çıkarma geleceğidir. Bu duruma fındık üreticileri katlanmak zorunda değiller.
İyi bir gelecek için, yeni bir dünya
için mücadele etmeye değer. Yeni
dünya için örgütlenelim!
9 Ağustos 2006 ✓
Tanatar Kalıp’da
işçi kıyımı….
Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde
kurulu bulunan Tanatar Kalıp
Fabrikası’nda çalışan işçiler, Haziran
ayında yasal haklarını kullanarak
Birleşik Metal-İş Sendikası’nda
örgütlendiler. 153 işçinin çalıştığı
fabrikada, 92 işçi DİSK’e bağlı Birleşik
Metal-İş’e üye oldular.
K
apitalistler, işçilerin sendikalarda örgütlenmelerine
tahammül edemiyorlar.
Onlar istedikleri gibi işçileri ezmek, sömürmek istiyorlar. Bunun
için önlerinde bir engel olmasın istiyorlar. Eğer ille de bir sendika olacaksa, kendilerinin istedikleri, belirledikleri, “kendi sendikaları”na
işçilerin üye olmasını istiyorlar.
Anayasa’ya göre, Sendikalar
Yasasına göre, sendika örgütlenmesi hak. Sendika kağıt üzerinde hak olmasına rağmen, bu
pratikte kolay gerçekleşmiyor.
Sendikalaştıkları için işçiler işten
sık sık atılıyor. Bu duruma, son
dönemlerde bir örnek de Tanatar
Kalıp’da yaşanıyor.
Esk işehir Orga nize Sa nay i
Bölgesi ’nde ku r u lu bu lu na n
Tanatar Kalıp Fabrikası’nda çalışan
işçiler, Haziran ayında yasal haklarını kullanarak Birleşik Metal-İş
Sendikası’nda örgütlendiler.
153 işçinin çalıştığı fabrikada, 92
işçi, DİSK’e bağlı Birleşik Metalİş’e üye oldular.
Birleşik Metal-İş, işyerinde yetki
tespiti için Çalışma Bakanlığı’na
başvurdu. İşçilerin Birleşik Metalİş Sendikası’nda örgütlendiği haberini alan patron sendikaya üye
olan işçilerin, sendikadan istifa etmeleri için, işçiler üzerinde baskı
kurarak, işçileri tehdit etmeye başladı. 10 Temmuz’dan itibaren de
sendikaya üye olan işçileri işten atmaya başladı. Bugün itibariyle işten atılan işçilerin sayısı 23’tür.
1973 yılından bu yana faaliyet
gösteren fabrika, başta beyaz eşya,
otomotiv sektörleri olmak üzere
bir dizi sanayi koluna parça, kalıp,
aparat, fikstür vb. yapmaya başlayarak, Temmuz 1997’de yeni yerinde Eskişehir Organize Sanayi
Bölgesi’nde üretime devam etmektedir. Fabrikada yılda yaklaşık olarak 57 milyon adet sac parça üre-
tiliyor.
Tanatar Kalıp Fabrikası, Koç
grubuna bağlı Arçelik işyerine
parça üretmektedir.
Koç grubu Tanatar Kalıp’da
i ş ç i l e r i n B i r l e ş i k M e t a l -İ ş
Sendikası’nda örgütlenmelerine
müdahale etmiştir. İşçilere üye olmaları için, “kendi sendikaları”
gördükleri, Türk-Metal Sendikası
adres gösterilmiştir. Bu durumu
Birleşik Metal-İş Sendikası 14.07.
2006 tarihinde yaptığı basın açıklaması ile protesto etmiştir.
9 Ağustos tarihinde, YDİ Çağrı
gazetesi okurları olarak işten atılan işçileri ziyarete gittik. Tanatar
Kalıp Fabrikası önünde kimseyi bulamadık. Oradan ayrılarak Birleşik
Metal-İş Sendikası Şubesi’ne gittik.
Şubede şube sekreteri Fuat Kumaş
ve Tanatar Kalıp’tan atılan iki işçi
ile görüştük.
Birleşik Metal-İş, atılan işçilerin işe iadesi için dava açmış durumda. Aynı zamanda fabrikada
yetki tespiti için de süreç işlemeye
devam ediyor.
Atılan işçiler; “işe alınıncaya kadar, patron sendikayı tanıyıncaya
kadar mücadeleye devam edeceklerini, bu mücadelede kararlı olduklarını” ifade ettiler.
İşçiler Tanatar Kalıp önünde sürekli bulunmuyorlar. Zaman zaman
fabrika önüne gidip bekliyorlar.
YDİ Çağrı okurları olarak, gazetemizin Temmuz sayısından iki
adet işçilere bırakarak, haklı mücadelelerinde yanlarında olduğumuzu vurgulayarak sendika şubesinden ayrıldık.
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
Eskişehir’den
YDİ Çağrı okurları
9 Ağustos 2006 ✓
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Fındıkta fiyatı belirlemede belirleyici olanlar, rekolteye bağlı olarak
Avrupalı alıcılar ve Türkiye’deki
büyük tüccarlardır. Avrupalı alıcı,
tüccarla bir yıl öncesinden fındık fiyatı konusunda anlaşır ve
kapora verir. Mesela kentali (100
kilo) 300 dolardan anlaştıklarını
varsayalım. Bu işleme alivre denir. Alivreci tüccarlar genelde fiyatın beklenmedik artışından zarar
ederler. Fiyatın düşmesi bunların
işine gelir. Daha çok kar ederler.
Alivreci. Fiyat (kentali) 330 dolara
çıktığında zarar, 250 dolara indiğinde kar eder.
Türkiye’de Alivreci olanlardan biri
de, Başbakan’ın Danışmanı Cüneyd
Zapsu ve ailesidir. Fındık üreticileri-
nin Cüneyd Zapsu’ya tepki göstermelerinin nedeni budur.
Fındık fiyatının bu kadar düşmesinden en çok Alivreci olanlar,
tüccarlar, yani kapitalistler kar etmektedir.
Fındıkta yaşanan gelişmelerin
temelini, ürününü daha iyi bir fiyatla satmak isteyen üretici ile fındığı düşük fiyatla almak isteyen
tüccar, Alivreci arasındaki kavga
oluşturmaktadır. Bu kavgada
Hükümet niteliği gereği tüccardan
yanadır.
Bu günlerde üretici köylü fındığı
2 YTL’ye satıyor. Piyasada ise fındık 30 YTL’ye varan fiyatlarla satılıyor. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor?
Fındık üreticiden alındıktan tüketiciye ulaşana kadar, şu evreleri
takip ediyor:
Üreticiden fındığı manavcı satın alır. Manavcı üreticiden aldığı
fındığı kar koyarak tüccara satar.
Tüccarlar doğal fındığı işleyip iç
fındığı mamul haline getiren işleyicilerdir. Tüccarlar işledikleri fındığa kar koyarak fındığı toptancıya, dağıtımcıya satarlar. Bunlar
da kar koyarak fındığı marketçilere satarlar. İhracatçılar da tüccardan fındığı alarak ihraç eder-
Kamu emekçileri haklı talepleri için
mücadelede kararlı
15
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Ağustos’ta kamu emekçileri sendikaları ile hükümet arasında başlayan 2007 yılı toplu görüşmeleri
15 gün sonra altıncı turunda anlaşmazlıkla sonuçlandı. KESK görüşmelerin 4. turunda memurlar
lehine bir sonuç çıkmayacağından, hükümetin sendikaları oyaladığı gerekçeleri ile görüşmelerden çekildi ve mücadelesini sokağa taşıyacağını duyurdu. Diğer
iki sendika – Türkiye Kamu Sen
ve Memur Sen- hükümetin kamu
emekçileri ile alay etme anlamına
gelen %4 artı enflasyon farkı teklifine rağmen son ana kadar görüşmelere devam etti.
Bilindiği gibi 2005 görüşmelerinde de hükümet kaynak yok gerekçesiyle %5 zammı kabul ettirmişti. Oysa memurlar bir yıl içerisinde ‘kaynak yok’ gerekçesinin
nasıl büyük bir yalan olduğunu
gördüler. Herşeye kaynak vardı sadece memura yoktu. KESK’in yaptığı bir araştırmaya göre günümüzde memur maaşları 1979 yılı
seviyesinin altındadır, oysa aradan geçen 27 yılda GSMH % 287
büyümüştür, yani kamu emekçilerine 27 yıldır ekonomik büyümeden pay verilmemektedir. Bu duruma son dönemdeki ekonomik
dalgalanmaların olumsuz sonuçları da eklenince memurların öfkesinin büsbütün haklı olduğu çıkıyor ortaya.
Çeşitli araştırmaların sonuçlarına göre Türkiye’de yoksulluk sınırı 1.875 YTL’dir. Buna rağmen
10
memur sendikaları yoksulluk sınırının çok altında bir taleple oturdular
masaya: KESK ve Kamu Sen’in talepleri en düşük memur maaşının
sosyal yardımlar hariç 1023 YTL
(Kamu Sen), 1.050 YTL (KESK)
civarında olmasıydı, Memur Sen’in
talebi ise bu rakamın yardımlar dahil en az 1.475 YTL olmasıydı.
Memur sendikaları ile hükümet
arasındaki görüşmelerin altıncı ve
son turunda hükümetin yaptığı
iki teklif ise şöyleydi: Birinci öneriye göre en yüksek memur maaşına gelecek yılın 6 aylık dönemleri için yüzde 2.5 artı 2.5, en düşük memur maaşına da aynı dönemler için yüzde 4 artı 4 olmak
üzere kümülatif yüzde 8.2’lik artış öngörülüyordu. İkinci teklif ise
bütün memur maaşlarının gelecek
yılın ilk ve ikinci 6 aylık dönemlerinde yüzde 2.5 olmak üzere kümülatif 5.1 oranında arttırılmasıydı. Buna ilave olarak en düşük
maaş alan ve döner sermayeden
yararlanamayan yaklaşık 1 milyon
400 bin memura birinci ve ikinci
6 aylarda 20’şer YTL’lik denge tazminatı ödenmesini içeriyordu.
Bu teklifler memurların taleplerinin o kadar altındaydı ki bunları
kabul etmeye hükümetle her türlü
uzlaşmaya hazır olan Kamu Sen ve
Memur Sen’in vicdanları bile elvermedi ve onlar da masadan çekilmek zorunda kaldılar. KESK’in
hükümetin alaycı teklifleri karşısında mücadele kararı alarak masadan çekilmesini sert eleştirerek
KESK’in talepleri şöyle:
2007 yılı için en az ücret alan kamu emekçisinin
temel ücreti 1050 YTL olmalıdır.
Mali ve sosyal haklar için;
Aile yardımı; çalışmayan eş için 188 YTL, her çocuk için 105 YTL;
Kira yardımı en az 294 YTL olmalı;
Birer maaş tutarında iki ikramiye;
Ücretsiz ulaşım ve yemek yardımı verilmeli;
Sosyal tesislerden ücretsiz yararlanılmalı;
En az 50 kamu emekçisinin çalıştığı işyerleri için ücretsiz kreş
açılmalı;
Doğum izinleri ücretli 24 hafta olmalı,
prim yapmaya çalışa n uzlaşmacı
sendikalar görüşmelerin altıncı ve
sonuncu turunda
kendileri de anlaşma sağlayamadan masadan kalkarlarken acaba
yüzleri hiç kızardı
mı? Bunu bilmiyoruz ancak kendilerini zorla mücadeleye itenlere sitemleri şöyle oldu:
‘’Bundan sonra
günah bizden gitmiştir. Biz iyi niyetimizi gösterdik ama sizin iyi
n iyet l i olduğ unuzu göremedik.
Bunda n sonra
alanlarda neler olduğunu göreceksiniz. Parmaklarınızı ısırıp başınız ağrıdığı zaman sakın ha bizi
suçlamaya kalkmayın, cevabımız
çok ağır olur.’’ (Kamu Sen Genel
Başkanı Bircan Akyıldız, kaynak
CNN Türk.com)
Şimdi KESK dışındaki iki konfederasyon da mücadele kararı almışlardır. Nasıl mücadele edeceklerini önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Biz YDİ ÇAĞRI olarak KESK’in
taleplerini ve mücadele kararlılığını destekliyoruz.
30 Ağustos 2006 ✓
Çalışma koşulları ve ilişkileri için;
Kadınlara yönelik ayrımcı çalışma koşulları kaldırılmalı;
Haftalık çalışma süresi 35 saate indirilmeli;
Sözleşmeli personelin kadroya alınarak, iş güvencesi verilmeli,
İş güvenceli çalışma ortamı zedelenmemeli;
Kamu emekçilerinin yönetime ve denetime katılmaları yönündeki
engeller kaldırılmalı;
Sosyal Güvenlik ve sağlık hakkını ortadan kaldıran SSGSS yasası
uygulanmamalıdır,
Demokratik ve sendikal haklar için;
2821, 2822 ve 4688 sayılı yasalar kaldırılarak Uluslar arası
sözleşmelere uygun, toplu pazarlık ve grev hakkını içeren,
özgürlükçü ve ortak örgütlenmeye imkan veren tek bir sendika
yasası yapılmalı,
Başta siyaset yasağı olmak üzere, kamu emekçileri için öngörülen
yasaklar kaldırılmalı,
Sendikal mücadelede zarar gören ve sürgün edilen kamu
emekçilerinin mağduriyetleri giderilmelidir.
(Kaynak: KESK.org.tr)
KESK Genel Başkanı
İsmail Hakkı Tombul
SCT işçisi kararlı:
G
168 gün grev, 25 km eylem…
revin 168. gününü geride
bırakan SCT işçileri fabrika önünden Mersin Taş
Bina’ya kadar yaklaşık 25 km. yürüyerek kararlılıklarını bir kez
daha gösterdiler.
Sabah saat 7’de fabrika önünde
toplanan yaklaşık 80 SCT işçisini
ve sendika yöneticilerini Jandarma
“Kesinlikle tek adım bile yürüyemezsiniz” diyerek engellemeye çalıştı. Daha sonra Birleşik Metal-İş
Sendikası Genel Başkanı Adnan
Serdaroğlu’nun da fabrika önüne
gelmesiyle sendika yöneticileri
ve Jandarma arasında görüşmeler başladı. Yetkili makamlarla
yapılan görüşmeler sonucunda
Jandarma geri adım atmak zorunda kaldı ve yürüyüş saat 10’a
doğru başlayabildi.
Sendika önlükleri ve şapkalarıyla
uzun bir yürüyüş kolu oluşturan
SCT işçileri yol boyunca uzanan
fabrikalar önünde sloganlar atarak
grevin nedenini anlatan bildiriler
dağıttılar. Yürüyüşe aynı zamanda
sendikanın aracına yerleştirilen
hoparlörlerle işçileri coşturan şarkılar eşlik etti. Yolda ise DİSK’e
bağlı Genel-İş Sendikası Şube baş-
kanı ve daha birçok kişi yürüyüşe
katılarak destekte bulundu. Yol
üzerindeki fabrikalardan işçilerin
ve yoldan geçen araçların alkışları, kornaları ve selamlamaları ile
desteklediği, 40 derece güneşin altında yapılan yürüyüş verilen molalarla saat 15’e doğru tamamlandı.
Saat 15’te İstasyon’da bekleyen işçileri Liman-İş ve KESK’e bağlı sendikaların Şube yöneticileri ziyaret
ederek destekte bulundu. Buradan
tekrar sloganlar ile Taş Bina önüne
doğru yürüyüşe başlandı.
Taş Bina önüne gelindiğinde
SCT işçileri ile destekte bulunanların sayısı yaklaşık 200’ü bulmuştu.
Burada polisin sürekli olarak açık-
lamanın uzun tutulmaması, mikrofon sesinin kısılması yönlü müdahalelerine rağmen yüksek sesle
yapılan açıklama yaklaşık bir saat
sürdü.
Adnan Serdaroğlu 168 gündür
onurlu bir şekilde grevi sürdüren
SCT işçilerini tebrik ettikten sonra,
Anayasa’da yer alan sendikalaşma
özgürlüğünü hiçe sayan ve SCT işvereninin yaptığı hukuksuzluklara göz yuman hükümetleri, yöneticileri ağır bir şekilde eleştirdi.
Serdaroğlu konuşmasında işçileri
gözünü kırpmadan satan, sermayenin işbirlikçiliğini yapan, devletle
kol kola yürüyen, işçi sınıfının çıkarları yerine kendi çıkarlarını gö-
Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye”
15
den 153’üne noter aracılığıyla 2
Ağustos tarihli yazılar göndererek
iş sözleşmelerini fesh ettiğini bildirdi. Gerekçe ise “Burası Türkiye”
dedirtecek cinsten; 2 iş günü üst
üste işe gelmemek.
Konuya açıklık getirmek üzere 16
Ağustos’ta Tarsus Öğretmenevi salonunda Birleşik Metal-İş Sendikası
tarafından bir toplantı düzenlendi.
Toplantıya Genel Örgütlenme
Sekreteri Özkan Atar, Anadolu
Şube Başkanı Uğur Tozlu ve Avukat
Mustafa Cinkılıç katıldı.
Uğur Tozlu’nun açılış konuşmasından sonra Mustafa Cinkılıç
yaptığı açıklamada grevin iş sözleşmelerini askıya aldığını bu nedenle 25. maddede sayılan üst üste
2 iş günü işe gelmeme gerekçesine
dayanarak iş sözleşmelerinin fesh
edilemeyeceğini söyledi. Ayrıca
fabrikada üretim olmadığını, çalışmak isteyen işçilerin dahi çalıştırılmadığını belirterek buna rağmen işe gelmeme gerekçesinin
öne sürülmesinin anlamsız olduğunu belirtti. Cinkılıç bu durumun
Türkiye’de ilk defa yaşandığını da
ekledi. Avukat Cinkılıç gönderilen
yazılara bir ay içerisinde dava açılacağını açıkladı.
Sonrasında sözü alan Özkan
Atar “Bugüne kadar gerekeni yaptık, bundan sonra da ne gereki-
yorsa yapacağız. Bu grev 1 yıl da
sürse, daha fazla da sürse sendikanız sonuna kadar arkanızda olacak” dedi.
Konuşmacıların ardından söz
alan işçilerden Halil Yavuz ve
29.08.2006
YDİ Çağrı/Mersin ✓
Yunus Demircan yapılacak eylemlere hazır olduklarını belirterek, bu
toplantıların daha sık yapılmasını
ve toplantı tarihlerinin çok önceden belirlenmesini önerdiler.
Toplantıya 100’e yakın SCT işçisi
katıldı.
18.08.2006
Ydi Çağrı/Adana ✓
BOSSA işçileri SCT’li işçileri ziyaret etti
D
İSK’e bağlı BOSSA Şubesi
işçileri, grevin 109. gününde bulunan SCT işçilerini ziyaret ederek yiyecek yardımında bulundular.
Birleşik Metal-İş Sendikası’nda
gerçekleştirilen ziyarette Bossa
Şube Başkanı Recep KARA işçiler
adına bir açıklama yaptı. Kara açıklamasında işçilere “en kötü sendika
en iyi işverenden daha iyidir” diyerek işçiler için örgütlü mücadelenin önemine değindi. İşverenlerin
de örgütlenerek, sendikalaşarak işçilere karşı savaştıklarını belirtti.
BOSSA işçileri olarak Birleşik
Metal-İş Sendikası’nı farklı gördüklerini belirten Kara, metal iş
kolunun emek sömürüsünün en
ağır olduğu iş kolu olduğunu belirtti. Niğde DİTAŞ direnişinde olduğu gibi, Birleşik Metal-İş’in sınıf
mücadelesi açısından olumlu bir
örnek olduğunu söyledi.
Kapitalizm şartlarında hiçbir
hakkın mücadelesiz kazanılamayacağını, daha onurlu ve insanca yaşayabilmek için bir araya gelinmesi
gerektiğini vurgulayan Kara, tüm
Mersin halkını bu direnişe destek vermeye çağırarak sözlerini tamamladı.
Birleşik Metal-İş Anadolu Şube
Başkanı Uğur Tozlu yaptığı konuşmada Türkiye’de 12 Eylül hukukunun halen devam ettiğini, 2821 sayılı
Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı
Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt
Kanunu’nun hala bugün de aynı
ağırlıkla devam ettiğini belirtti.
Yapı lan basın açı k lamasına
Genel–İş Sendikası Mersin Şube
Başkanı ile Eğitim-Sen Mersin
Şube Başkanı da destek verdi.
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Mart’tan bu yana süren
SCT grevinde patron
Türkiye’de bir ilki gerçekleştirdi.
SCT işçileri sendikalaşmayı önlemeye çalışan patron tarafından
izne gönderildikleri bir sırada, 15
Mart’ta grev kararı almış ve izinlerin sona erdiği 21 Mart’ta çalışmaya
başlamamışlardı. Bunun üzerine
patron da fabrikada lokavt kararını
almıştı. Daha sonra 16 Haziran’da
lokavt kararını kaldıran patron çalışmak isteyen az sayıdaki işçi ve
yöneticiyi ücretsiz izne göndererek
çalıştırmamıştı.
19 Temmuz’da ücretsiz izinleri
biten sendikasız 28 işçi çalışmak
istemiş ancak patron grev kırıcılığı
yapmak isteyen bu işçileri kendi çıkarları doğrultusunda 2822 sayılı
TİS, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 38.
maddesine dayanarak çalıştırmadı.
Bu işçilerin fabrikaya çağırdıkları
Jandarma tarafından durum tutanak ile tespit edildi. Yaklaşık bir
hafta fabrika önünde, grev çadırının karşısında beklemeye başlayan
sendikasız işçi ve yöneticiler haklarını yasal yollardan aramak için bu
“direnişi” sonlandırdılar.
İşte tüm bu gelişmelerden sonra
patron, 15 Mart’tan bu yana grevde
olan ve dolayısıyla iş sözleşmeleri askıda bulunan SCT işçilerin-
zeten sendikaların, sendikacıların
var olduğunu söyleyerek memurların toplu sözleşme ve grev hakkını tanımayan AKP iktidarının
keyfi davrandığını söyledi. Emeksermaye arasındaki tarihsel mücadeleye, emperyalist işgallere ve savaşlara da değinen Serdaroğlu, bugüne kadar verdikleri demokrasi
mücadelesini sürdüreceklerini ve
bu mücadelede emekten yana olan
tüm kişi/kurumlarla birlik oluşturabileceklerini belirtti. Adnan
Serdaroğlu SCT işçilerinin mücadelesini bugüne kadar destekleyen
tüm kurumlara teşekkür ettikten
sonra, kurumları bu desteği arttırmaya çağırdı. Serdaroğlu işçi sınıfına mal olan SCT grevinin mutlaka başarıya ulaşacağını, SCT işçilerinin kazanacağını belirterek
konuşmasını bitirdi.
Gün boyunca sürekli olarak
“Yaşasın onurlu grevimiz”, “Direne
direne kazanacağız”, “Ücretli kölelik düzenine hayır”, “İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, (Taş Bina
önüne gelindiğinde) “İşçi-memur
elele genel greve” sloganları atıldı.
Taş Bina önünde yoğun güvenlik önlemi alan polis yürüyüş boyunca da kamera ile görüntü aldı.
Ydi Çağrı/Mersin,
15.07.2006 ✓
11
Has Alüminyum Fabrikası işçileri patronun
saldırılarına karşı direniyor!
İ
stanbul – Pendik Dolayoba
Sanayi Bölgesi’nde kurulu Has
Alüminyum Fabrikası’nda düşük ücret, kötü çalışma koşullarına karşı yedi aydır sendikalaşma
mücadelesi sürdürüyor.
DİSK /Bi rleşi k Meta l–İş
Sendikası’nda örgütlenen 79 işçiden (sendikalaştıkları dönemde
fabrikada toplam 130 işçi çalışıyormuş) şimdiye kadar patron tarafından sudan gerekçelerle 17 ‘si
işten atılmış. Şu an bu atılan işçilerden sadece ikisi her gün direniş
çadırında bekliyor.
Ağustos ayı ortalarında YDİ
ÇAĞRI Gazetesi olarak bu işçileri
direniş çadırında ziyaret ettik.
Her türlü saldırı ve zorluğa rağmen büyük bir kararlılıkla direnen direnişçi işçilerden 4 yıllık işçi
Zafer Ergezer’in verdiği bilgiye
göre patronun bir taraftan sendika
üyesi işçileri iş yok diye işten atarken diğer tarafta her gün yeni işçi
aldığını çıkarılan işçilerin hemen
hepsinin tazminatsız atıldığını
bunların içinde 20 yıllık Hasan
Celep adlı bir işçinin çok basit bir
nedenle atılmasını patronun içerde
çalışan sendika üyesi işçilere nasıl
bir amansızlıkla saldırdığına örnek verdiler. İşçiler sendikalarının
Bölge Çalışma Müdürlüğün’den
yetki aldığını, fakat patronun buna
itiraz ettiğini aktardılar.
İşçiler, görüşmelere gelmeyi kabul etmeyen patronlarının TİS
görüşmelerini başlatmasını önümüzdeki aylarda yapılacak metal işkolu patronlarının sendikası
olan MESS (Madeni Eşya Sanayi
İşverenler Sendikası) ile yapılacak
İşkolu Sözleşmesi sonrasına bıraktığını tahmin ediyorlar.
Bu durumun patronların ne denli
güçlü bir örgütlülük içinde olduklarını gösterdiğini belirten işçiler
buna karşı kendilerinin de birlikte
büyük bir kararlılıkla direneceklerini ve mutlaka kazanacaklarını
çünkü büyük bir haksızlığa amansız bir sömürüye ve baskıya maruz
kaldıklarını bundan kurtulmanın
tek çaresinin sendikalaşmak olduğunu söylediler.
Patronun baskı ve saldırılarının
ilk aylara göre azalmasına rağmen
sürdüğünü belirten işçiler, zalim
bir sömürücü olan ve dindar geçinen bu patronun fabrikanın atık
sularını cumartesi günleri gece
gizlice arıtmadan dereye boşaltmaya devam etmekle çevre düşmanlığı da yaptığını ifade ettiler.
Ağustos 2006 ✓
Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.’de sendikalaşan işçilere baskılar sürüyor!
Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
12
zmit- Gebze Organize Sanayi
Bölgesi ’nde kuru lu Öncü
Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.
Fabrikası, daha önce İstanbul’da
ve 16 yıldır da Gebze’de faaliyet
gösteren ham maddesinin çoğunu
yurtdışından alan ve Ford, BMC,
Mercedes, MANN v.b. büyük otomobil firmalarına tampon, torpido
ve benzer plastik aksamlar üreten
bir fabrika.
Ürettiğinin yarısına yakınını da
ihraç eden bu fabrikada çalışan
260 kişinin yarısından fazlası düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına son vermek için Türk- İş’e
bağlı Petrol- İş Sendikası Gebze
Şubesine 2006 yılının başında bu
yana üye olmaya başlamışlar.
Her sendikalaşan işçinin başına
gelenler bu işçi arkadaşların da başına gelmiş.
Haziran ayı sonlarında sendikanın işyerinde yetkili olduğunu patrona bildirmesinden sonra patron
sendika üyesi işçilere baskı, işçiyi
ailesine şikayet etme, işten atma
ile tehdit, kendi adamlarına dövdürtme ve işten atma şeklinde saldırılara başlamış.
Haziran ayı sonlarında sendikanın işyerinde
yetkili olduğunu patrona bildirmesinden
sonra patron sendika üyesi işçilere baskı, işçiyi
ailesine şikayet etme, işten atma ile tehdit kendi
adamlarına dövdürtme ve işten atma şeklinde
saldırılara başlamış.
İşten atılan işçilerden görüştüğümüz 8 yıllık işçi Şah İsmail Tohumcu
ve 5,5 yıllık işçi Muhterem Ateş’in
verdiği bilgiye göre patron tarafından sendikal örgütlenmeye öncülük yapan işçilerden 10 işçi arkadaşlarının “fabrikanın ekonomik
sıkıntıda olduğunu” bahane ederek
patronun tazminatsız işten attığını
belirttiler.
İşçilerin % 70’inin asgari ücretle
10- 12 saat çalıştırıldığını, sendikalaşmadan önce iki vardiyalı çalışmayı üçe çıkardığını, yine 12
saatten az olmamak kaydıyla zorunlu mesai yaptırarak kendilerine asgari ücret ödendiğini söylediler.
Ağustos ayı başlarında Çalışma
Bölge Müdürlüğü’nden sendika
yetkisinin geldiğini belirten işçiler patronunun itirazı üzerine yetkinin önümüzdeki ay mahkemede
görüleceğini söylediler.
İşe iade davalarının sürdüğünü
önümüzdeki Eylül ayının 19’unda
Gebze Adliyesi’nde bu davanın da
görüleceğini anlattılar.
Haziran ayı sonunda önce 6 işçi
bir ay sonra da 5 işçi ve son olarak
sendika üyesi Taşkın Güreşçi adlı
bir işçi arkadaşlarının patronun
adamları tarafından dövüldüğünü
ve 5 gün iş göremez raporu almasına
rağmen İşyeri Disiplin Kurulu tarafında tazminatsız işten atıldığını be-
lirtti. Dövenlerin sadece birine ihtar
cezası verildiğini anlatan işçiler işyerinde buna benzer saldırı ve baskıların sürdüğünü dile getirdiler.
Patronun bu baskılarla yetinmediğini patronla iyi işçilerle arası iyi
olmayan fabrikaya yemek getiren
Mengen Baba Hızır Yemek firmasının ve Elif Taşıma A. Ş. firmasının adamları da patronun direktifleri doğrultusunda işçilere saldırdığını ve işçileri tehdit ettiğini
anlattılar.
Her sabah ve akşam işten atılan işçiler olarak fabrika çıkışlarına gidip içerde çalışan arkadaşlarına destek verdiklerini anlatan
işçiler bütün bu saldırılara rağmen
güçlü bir birlik sağlayarak sendikaları Petrol-İş Gebze Şubesi önderliğinde mutlaka kazanacaklarını belirttiler.
Tüm sınıf bilinçli işçileri ve emekçileri Öncü Dayanıklı Tüketim
Malları A. Ş. Fabrikasının sendikalaşma mücadelesi yürüten işçilerine destek olmaya çağırıyoruz!
Unutmayalım! Birlikte güçlüyüz!
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI 103’ün İşçi Eki · Eylül 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
Ağustos 2006 ✓
yeni kadın dünyası
Duygu Asena’yı kaybettik...
Y
aklaşık iki yıldır beynindeki
tümörün yolaçtığı hastalıkla
mücadele eden Duygu Asena
30 Temmuz’da kaldırıldığı hastanede solunum durması nedeniyle 60
yaşında hayata veda etti.
Türkiye’de kadın hakları mücadelesinin önemli bir ismi olan Duygu
Asena, 19 Nisan 1946’da İstanbul’da
doğdu. Kadıköy Özel Kız Kolejini
ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Pedagoji Bölümünü bitirdikten sonra iki yıl pedagog olarak çalıştı. Gazeteciliğe 1972 yılında
Hürriyet gazetesinde başlayan Asena
bir çok gazetede yaptığı köşe yazarlığının yanısıra, “Kadınca”, “Onyedi”,
“Ev Kadını”, “Bella Bayan”, “First”
gibi dergilerin de yöneticiliğini yaptı.
Yine o dönemde bir çok gazetede
köşe yazarlığı, yöneticilik ve ropörtaj
yazarlığı yaptı. Ayrıca “Umut Yarıda
Kaldı”, “Yarın Cumartesi”, “Bay E”
adlı üç filmde rol aldı.
Duygu Asena, 1987 yılında yayınlanan ve bir yıl içerisinde 40 baskı yaparak satış rekorları kıran “Kadının Adı
Yok” kitabı ile ünlendi. Kadının cinselliğinin yok sayıldığı bir dönemde,
erkek egemen anlayışlara önemli bir
darbe vurulduğu ve cinsellik konusunda tabuların yıkıldığı bu kitap,
1988 yılında ‘Başbakanlık Küçükleri
Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’
tarafından muzır bulunarak yasaklandı. İki yıllık dava sürecinden
sonra kitap beraat ederek tekrar yayınlanmaya başlandı.
“Kadının Adı Yok” adlı kitabının
ardından, onun bir devamı niteliğinde olan “Aslında Aşk Da Yok” adlı
kitabı 1989 yılında yayınlandı. Duygu
Asena bu kitaplarının yanı sıra 2004’e
kadar altı kitap daha yazdı.
Bu kitaplar şunlardır:
“Kahramanlar Hep Erkek” 1992,
“Değişen Bir Şey Yok” 1994, “Aynada
Aşk Vardı” 1997, “Aslında Özgürsün”
2001, “Aşk Gidiyorum Demez” 2003,
“Paramparça” 2004.
Duygu Asena’nın hayatını kaybetmesinin ertesinde burjuvazi korkunç
bir ikiyüzlülükle Duygu Asena’nın
arkasından methiyeler dizdi. Onun
ne kadar “devrimci, kahraman, cesur, öncü” vs. olduğunu anlata anlata bitiremediler. Kısacası; Duygu
Asena öldü, badem gözlü oldu!
Kadınların ezilmesinde, aşağılanmasında, cinsel bir meta olarak alınır satılır olmasında çok önemli bir
paya sahip olan burjuva kartel medyası ve bir bütün olarak burjuvazi, bir
yandan erkek egemen barbarlığı her
gün yeniden üretirken, bir yandan da
kadın hakları konusunda ne kadar
duyarlı olduklarını, ne büyük kadın
Kadının kurtuluşu
için özel bir kadın
çalışmasına,
özel bir kadın
örgütlenmesine
ihtiyaç vardır.
Fakat bu mücadele
toplumsal kurtuluş
mücadelesinden
bağımsız değildir.
hakları savunucuları (!) olduklarını
kanıtlamak için Duygu Asena’nın
ölümünü tepe tepe kullandılar.
Kadınların yasal düzeyde bile olsa
hak alma mücadelesinin çoğunlukla
karşısında duran Deniz Baykal gibi
bir erkek şovenisti, “Görev artık bizim” diyerek, “Cumhuriyeti savunmak, kazanımlarını korumak, kadın
hakkı ile kadınlarımızın özgürleşmesi mücadelesini artık Duygu’suz
vereceğiz. Bu görevi yerine getirerek ‘Kadının Adı Yok’ çığlığını ‘İşte
senin hayalindeki kadın’ aşamasına
yükseltmek sorumluluklarımızdan
biri olacaktır” (Milliyet 31 Temmuz
2006) lafları ile erkek şovenistliğini
gizlemeye çalışıyor. Atıfta bulunduğu Cumhuriyetin biz kadınlar için
ne anlama geldiğini çok iyi biliyoruz. Bu Cumhuriyet bütün tarihi boyunca Türkiye’de yaşayan tüm milliyetlerden ezilen kadın yığınları için,
yoksayma, erkek egemenliği, yoksulluk, işsizlik, namus cinayetleri, gözaltında işkence, taciz ve tecavüz olmuştur. Bu anlamda burjuvazinin Duygu
Asena’yı kadın hakları savunucusu
olarak sahiplenmeleri erkek şovenisti
yüzlerini gizlemekten başka bir anlama gelmiyor.
Duygu Asena Türkiye’de kadın
hakları açısından önemli bir yere sahiptir. Asena, yazdığı kitaplarla ve bu
kitapların yaptığı baskılarla çok geniş bir kadın okuyucu kitlesine ulaş-
mayı başararak kadınların bilinçlenmesinde sadece elit bir kesimi değil,
önemli bir kadın kesimini de etkiledi. Bugün devrimci ve muhalif hareket içerisinde yer alan kadınların
önemli bir kesimi Duygu Asena’nın
eserlerinden etkilenmiş ve bunlardan bir çok şey öğrenmişlerdir.
Duygu Asena’nın “Kadının Adı
Yok” adlı kitabı ile yaptığı çıkış ve
daha sonraki eserleri, erkek egemen
burjuvazi tarafından olduğu gibi bir
çok devrimci grup ve kişiler tarafından da “erkek düşmanlığı” olarak
adlandırılıp reddedildiğini biliyoruz. “Ekmek kaç para? Sen onu söyle.
Bırak kadın mücadelesini” (Birgül
Akay’la yapılan bir söyleşiden. www.
bianet.org) şeklindeki yaklaşımlarla
kadın sorunu ve erkek egemen sisteme karşı mücadelenin küçümsenmesi, reddedilmesi gereken erkek
egemen bir anlayıştır. Bu anlayış bugün de halen bir çok devrimci çevrede açık bir şekilde savunulmaya
devam ediliyor.
Kadının kurtuluşu için özel bir kadın çalışmasına özel bir kadın örgütlenmesine ihtiyaç vardır. Fakat
bu mücadele toplumsal kurtuluş
mücadelesinden bağımsız değildir.
Kadının kurtuluşu için de bir bütün
olarak emperyalist kapitalist sisteme
karşı sınıf mücadelesi verilmek zorundadır. Bu kadınların kurtuluşunu
devrim ertesine bırakmak anlamına
gelmez, tam tersine bugünden ezilen
ve sömürülen işçi ve emekçi kadınlar içerisinde, çok ciddi bir çalışmanın yapılmak zorunda olduğu anlamına gelir.
Biz, Duygu Asena’nın kadınlar
üzerindeki cinsel baskıyı açığa çıkarması, bu alandaki tabuları yıkması
erkek şovenisti anlayışlarla mücadelesine sahip çıkıyor ve bu mücadelenin bizim de mücadelemiz olduğunu
düşünüyoruz.
Fakat biz sadece bununla yetinmiyoruz. Biz bu mücadeleyi daha da
ileriye götürerek, kadınların ezilmişliğinin kaynağı olan erkek egemen
kapitalist sisteme karşı mücadele ile
birleştiriyoruz. Bu noktada da Duygu
Asena’dan önemli oranda ayrıldığımızı düşünüyoruz.
Kadınların kurtuluşu için mücadele kapitalist sisteme karşı mücadele ile birliştirilmediği sürece, kadın
hakları en iyi halde bizim ülkemize
göre daha ileride olan emperyalist ülkerdeki kadın haklarından öteye gidemez. Kaldı ki bu hakların hiç bir
garantisinin olmadığı ve olamayacağı bu ülkelerde yaşanan gelişmelerle ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle
kadınların kurtuluşu için de devrim
ve sosyalizm mücadelesi verilmek zorundadır.
31 Temmuz 2006 ✓
11
yeni kadın dünyası
1 Eylül Dünya Barış Gününde Kadınlar barış için bir kez daha sokaklardaydı...
1
Siyonist İsrail Lübnan’dan defol!
Eylül Dünya Barış Gününe
yaklaştığımız şu günlerde dünyada savaş son hızı ile devam
ediyor. Emperyalistler, dünya üzerindeki hakimiyetlerini garanti altına almak ve dünyanın kayıtsız koşulsuz hakimleri olduklarını göstermek için dünyayı kan deryasına çeviriyorlar. Başta ABD olmak üzere
emperyalistlerin desteği ile Siyonist
İsrail devletinin Ortadoğu’da yürüttüğü savaşta, bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi yine binlerce
masum insan, atılan bombalarla katledildi. Katledilenlerin yarıya yakını
çocuk. Milyonlarca insan evsiz yurtsuz bırakılarak göç yollarına düşürüldü.
Emperyalist dünyanın efendileri kendi çıkarları sözkonusu olduğunda son derece acımasız ve pervasız davranabiliyorlar. Çünkü bugün
işçi ve emekçilerin büyük bir kısmını
yalan ve demagojilerle yanlarına almış durumdalar. Emperyalistlerin
desteği ile Siyonist İsrail devletinin
Ortadoğu’da uyguladığı barbarlığa,
dünya çapında yükselen savaş karşıtı
sesler yeterli olmuyor, onları durdurmaya yetmiyor.
Fakat her şeye rağmen savaş karşıtı
sesler bu haksız savaşı durdurmaya
yetmese de yükselmeye devam ediyor.
ABD emperyalizminin Irak’a saldırısına, daha sonra Siyonist İsrail
devletinin Filistin’deki katliamlarına
ve Lübnan’a saldırısına karşı İstanbul
Kadın Platformu örgütleyebildiği
oranda düzenli olarak sokağa çıkarak çeşitli eylemlilikler, basın açıklamaları örgütledi. Yaptığı eylemlerde
en çok bu savaşta zarar görenler olarak kadın ve çocukların sesi olmaya
çalıştı.
Bizlerin de Çağrı gazetesinden kadınlar olarak içerisinde yer aldığımız
ve eylemliliklerine düzenli olarak katıldığımız İstanbul Kadın Platformu
1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla organize ettiği iki tane eylemden birisi, 29 Ağustos’ta saat 18.00’de
İstanbul Kadıköy’de gerçekleştirildi.
Yaklaşık yüz kadının katıldığı eylemde üzerinde savaş karşıtı sloganların yazılı olduğu, halkların kardeşliğinin ve Ortadoğu’daki kadınların
yalnız olmadığını vurgulayan, barış isteyen çok çeşitli talepler taşındı.
Sloganlar beyaz kağıt üzerinde eyleme katılan tüm kadınların üzerlerine tutturduğu ve bir zincir halinde
sloganların atıldığı bir eylem olarak
gerçekleştirildi. Bu eylem biçimi taleplerimizin açık bir şekilde görüldüğü, etraftımızda toplanan insanlar
tarafından ilgi çeken bir eylem oldu.
Yaklaşık 45 dakika süren eylemde;
“1 Eylül Dünya Barış Gününde biz
kadınlar yine sokaklardayız. Çünkü
Ira k ’ta, Filistin’de, Lübnan’da,
Türkiye’de, Ortadoğu’da savaş ve
katliamlar halkları yok etmeye devam ediyor.” şeklinde başlayan basın açıklamasında, insanlığın gözleri önünde sürdürülen savaşlara dur
demek için, ezilen halkların, kadınların yanında olduğumuzu, taraf ol-
duğumuzu haykırma için sokaklardayız.” denildi. Açıklamanın devamında, özgürlük ve demokrasi yalanıyla emperyalistlerin ve İsrail’in
kan gölüne çevirdiği Ortadoğu’da
kadın, çoluk çocuk, binlerce insanın katledildiği, göç etmek zorunda
bırakıldığı belirtilerek, bunu seyreden emperyalistlerin Birleşmiş
Milletler’inin ise egemenlere hizmet
etmekten başka bir işe yaramayacağını, bu nedenle Türkiye’den asker
gönderilmesine, Ortadoğu’da yaratılmak istenen emperyalist bloğa ortak
olma çabasına kadınların karşı durduğu dile getirildi. Savaşın kadınlar
için ne demek olduğunun somut örneklerle bir kez daha dile getirildiği
basın açıklamasında, Kürt halkına
yönelik yürütülen savaş lanetlenerek,
Kürt halkının demokratik taleplerinin kabul edilmesi talep edildi.
Basın açıklamasının sonunda; “Biz
kadınlar emperyalist çıkarlar uğruna
halkların katledilmesine karşı güçlerimizi birleştirerek artık yeter diyoruz.” denildi.
Basın açıklaması sık sık sloganlarla
kesildi. Türkçe okunan basın açıklamasının ardından bir arkadaş basın açıklamasının içeriğini Kürtçe
okudu.
Basın açıklaması kadınların coşkusu ve zılgıtları eşliğinde sona erdi.
30 Ağustos 2006 ✓
“Operasyonlar durdurulsun, askerler geri çekilsin!”
İ
12
srail’in Lübnan’a saldırısını fırsat
bilen Türk devletinin, sınır ötesi
operasyonlarına ve asker sevkiyatlarına hız verdiği bir dönemden
geçiyoruz.
Buna karşı yükselen tepkilerden
biri de İstanbul Kadın Platformu bileşenlerinden geldi.
Kürt halkının demokratik taleplerinin yerine getirilmesi, Irak sınırına
yapılan asker yığınağının durdurulması ve sınırdaki askerlerin geri çekilmesi talepleri ile biraraya gelen
çeşitli örgütlerden yaklaşık 50 kadın,
Harbiye Orduevi önünde 6 Ağustos
Pazar günü bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
Basın açıklamasını okuyan arkadaş, ezilenlerden, insan haklarından,
barıştan yana kadınlar olarak şiddet,
baskıcı ve ayrımcı militarist güçlerin
savaş çığlıkları attıkları bir dönemde
bir kez daha savaşa karşı sesi yükseltmek için bir araya gelindiğini belirtti.
İsrail’in Lübnan saldırısını fırsat bilen MGK ve AKP hükümetinin sınır
ötesi operasyonları gündeme getirerek yeni bir şiddet ortamı yaratmaya
çalıştığı vurgulandı.
Savaş çığırtkanlığını büyük medya
kalemşörlerinin de yaptığını, bir yandan sözümona İsrail’in Lübnan’a saldırılarını kınarlarken, diğer yandan
“neden Kuzey Irak’a girilmediği, neden askerlerimizin intikamının alınmadığı” şeklinde savaş kışkırtıcılığı
yaptıkları dile getirildi. Aynı şekilde
hükümetin de Kürt halkının haklı
taleplerine cevap olarak intikam ve
savaş naraları attığı belirtildi.
Askerin sivil yönetim üzerindeki
etkisinin kadınlar olarak çok iyi bilindiğini, yürütülen savaşta binlerce
insanın öldürüldüğü, tutuklandığı,
işkence gördüğü, gözaltında kaybe-
dildiği ve faili meçhul cinayetlere
kurban gittiği belirtildikten sonra
Kürt kadınlarının da savaşta en acımasız muameleye maruz kaldıkları
vurgulandı. Bu savaş ile Türkiye’deki
militarizasyonun daha da tırmandırıldığı, bunun kendisini kadınlar
üzerinde namus cinayetleri vs. olarak ortaya koyduğu savunuldu.
Son dönemde tırmandırılan savaş ortamını fırsat bilerek çıkarılan
Terörle Mücadele Yasası’nın muhalif
güçleri bastırmaya yönelik olduğu,
salt etnik kimliğinden dolayı her gün
Kürt kökenli insanların sokak ortasında kimlik kontrolüne tabi tutula-
rak dövüldükleri ve yer yer gözaltına
alındıkları ifade edildi.
Basın açık lamasının sonunda
“Türk devletinin insan haklarını
hiçe sayan baskıcı ve anti demokratik
politikasına, yükseltilen şovenizm ve
milliyetçiliğe ve Türk ve Kürt halklarının karşı karşıya getirme çabalarını
şiddetle protesto ediyor ve artık yeter diyoruz”. denilerek, kadınlar olarak Kürt halkının haklı talepleri için
mücadeleye devam edileceği vurgulandı.
Basın açıklamasında üzerinde
“Operasyonlara son, kadınlar savaş
istemiyor” yazılı bir pankart ve çok
sayıda öldürülmüş ve cesetleri parçalanmış gerilla ve Kürt insanlarının resimlerinin bulunduğu dövizler
taşındı. Basın açıklamasına katılım
pek yüksek olmasa da polisin yaptığı
yığınak dikkat çekiyordu. Yedi tane
büyük Çevik Kuvvet otobüsü sadece
sayabildiklerimizdi.
Eylem, okunan basın açıklaması
ve halkların kardeşliği, kadın dayanışmasının vurgulandığı sloganlarla
sona erdirildi.
Ağustos 2006 ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
T
Türk şovenizmine hayır!
Halkların kardeşliği için tek yol devrim!
ürkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları içinde yaşayan insanların önemli kesimi
Türk ulusuna mensup değil. Fakat
devletin resmi ideolojisi, bu devletin resmi sınırları içinde yaşayanların tümünü –gayri müslimler dışındakileri– Türk olarak tanımlamaktadır. Resmi görüşe göre Türkiye’de
Türk ulusundan başka ulus ve ulusal
azınlık yoktur.
Bu düşünceyi CHP Genel Başkanı
Deniz Baykal 12 Ağustos’ta Maraş’ta
yaptığı bir konuşmada şöyle ortaya
koydu: “Hepimiz Türk milletinin birer
parçasıyız. Bununla iftihar ediyoruz.
Ayrı düşmenin yararı yok. Böleceksiniz
de ne olacak. Birilerinin satranç tahtasında ve enerji haritasında piyon ve
oyuncak olacaksın. Türkiye’de azınlıkmazınlık yok, hepimiz bir ve beraberiz.”
(Milliyet.com.tr, 12 Ağustos 2006)
Eh, azınlık-mazınlık yoksa, kimseye, şu ya da bu ulusa ya da ulusal azınlığa bir hak istemek de sözkonusu olmaz! Ben Kürdüm, Lazım,
Çerkezim, Arabım, Ermeniyim,
Romanım vb. deyip anadilde eğitim
hakkı ya da başka bir hak mı istersiniz? Bölücüsünüzdür! Kökünüz dışardadır! Kökeniniz cumhuriyetin
ömründen çok daha uzun geçmişe
“Bu benim de meselem”
1
Temmuz 2006 tarihli gazetelerin sayfalarında bu başlıkla bir
haber yayınlandı. Sözkonusu
habere göre aralarında akademisyen,
yazar, gazeteci, hukukçu ve sivil toplum örgütü başkanlarının bulunduğu
38 “aydın” ağırlıklı olarak “Kürt sorununa” dikkat çeken bir bildiri yayınlamıştı. Habere, 14 maddelik sözkonusu açıklama da eklenmişti.
Evet, son birkaç yıldır “aydınların”
benzeri açıklamalarına sık sık tanık oluyoruz. Sözkonusu açıklamalar, doğal olarak açıklamayı yapanların siyasi yaklaşımlarını, niteliklerini
de göstermektedir. Bu da her açıklamayı kendi başına ele almanın doğru
olacağını, genel bir “aydınların açıklaması” diye hepsini bir kefeye koymamak gerektiğini göstermektedir.
Yine sözkonusu açıklamayı değerlendirmenin, şu ya da bu “aydını” değerlendirmek anlamına gelmediğini de
bilince çıkarmak gerekiyor.
Sözkonusu açıklamanın içeriğine
bakıldığında, liberal demokrat diye
tanımlanabilecek bir tavır sergilenmektedir. İçinde yaşadığımız toplumda, ezen ve ezilen sınıfların varlığı, somut ağırlıklı olarak tavır takınılan “Kürt sorununda” da ezen ve
ezilen ulusların sözkonusu olduğu
gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Ezen
ve ezilenlerin aynı gemide olduğunu
savunmaları tavrı, sınıflarüstü görünen ama gerçekte burjuva siyasetin
savunuculuğunu yaptıklarını göstermektedir. İmzası bulunan “aydınlar”
sözkonusu açıklamada şunları söylemektedirler:
“Hepimiz aynı gemideyiz, kadınlar,
erkekler, Kürtler, Türkler, Aleviler,
göçle gelenler, işsizler, gelecekten
korkan gençler, büyük şehirlerin varoşlarında hakça bir yaşam kurmaya
çalışanlar, azınlıklar, şiddet mağdurları ve bilmeden şiddeti besleyenler…
Hepimiz aynı seferde yolcuyuz, yol
arkadaşıyız birbirimize… Bunu bilsek de bilmesek de.” (Milliyet)
Ezen ezilen, zengin yoksul vb. arasındaki farklılıkları, çelişkileri yok
gösteren bu tavır, öne sürülen taleplere
de temel teşkil etmektedir. Ne hepimiz aynı gemideyiz, ne de aynı seferde
yolcuyuz. Ezenlerle, sömürenlerle yol
arkadaşı ise hiç değiliz. Mutlaka aynı
gemide yol alınma durumu varsa, o
zaman da birinci sınıf mevki ile ikinci
sınıf mevki arasında fark vardır, üsttekilerle alttakiler vardır.
Sözkonusu tavır şiddete maruz kalanlarla “bilmeden” şiddeti besleyenlere seslenmekte ama kadınlara,
azınlıklara, işçilere, somut tavır bağlamında ise Kürtlere bilerek şiddet
uygulayanların varlığını es geçmektedir. Eğer hepimiz aynı gemideysek,
bu memlekette şiddet tekelini elinde
tutmakta olan bir devlet iktidarı da
vardır. “Kürt sorunu”nda “insani boyut” gözönüne alınacaksa eğer, en
başta bu devlet iktidarının şiddetine
karşı tavır takınılmak zorundadır.
Kendilerini “aydın” diye görüp gösterenlerin ise bu olguyu kitlelerin bilincine çıkarma görevi vardır.
Sorunun bu yanına bakıldığında
sözkonusu açıklamanın tutarlı demokratik bir içeriğe bile sahip olmadığını tespit etmek zorundayız.
“Kemalist-dinci, Türk-Kürt gibi
kategoriler etrafından kutuplaşmış
bir Türkiye istemiyoruz.” (aynı yerden) dediklerinde dileklerini ifade
ediyorlar. Bu kategoriler ama olgu-
dayansa bile… Eskiden Doğu Bloku
vardı ve “Komünistler Moskova’ya”
denirdi. Şimdilerde öyle bir şey de
yok ki, oraya gönderilesiniz… Bu
kovmanın şimdiki sloganı ise “ya sev,
ya terk et”tir! Siz de neyi sevip neyi
terk etmek, ya da bir yeri terk ederken nereye gideceğinizi düşünmek
zorunda bırakılırsınız.
Bu anlattıklarımız, bu coğrafyada
yaşananların birkaç cümleyle ifadesidir sadece. Gerçek yaşam daha da
kötü. Türkiye’de değişik ulus ve milliyetler arasında ayrımcılık yapıldığını söyleyenler gerçekte yanılıyordur. Hayır, Türkiye’de devlet ayrım-
cılık yapmıyor, inkar ediyor. Kürt
ulusunun ve onlarca ulusal azınlığın ulusal kimliğini inkar üzerine
kurulmuştur bu cumhuriyet. Gayri
müslimleri –somutta Rum, Ermeni,
Yahudileri– dini azınlık olarak kabul etmiştir. Onlara da esas olarak
ulusal haklar tanımıyor. Süryanileri
dini azınlık olarak bile kabul etmiyor. Var olmayanlar arasında da ayrımcılık yapmak mümkün değil.
Nasıl olsa hepimiz Türk değil miyiz? Anayasa’da bu böyle ifade edilmemiş mi? Edilmiştir elbet… Belgelidir
de bu.
Sorun da burdan kaynaklanıyor.
dur. Türk ve Kürt “kategorileri” etrafında kutuplaşmaya karşı olanların,
her iki kesimin eşitliğini ve özgürlüğünü savunmaları gerekir. “Kemalist
ile dinci” arasında iktidar dalaşı var.
Türk ulusu Kürt ulusunu ezen bir
ulus. Ezen ile ezilen arasında kutuplaşma kaçınılmazdır. Tıpkı işçi ile
patron arasındaki kutuplaşma gibi…
Bu “aydınlarımızın” sözkonusu
açıklamayı yapmasını gerektiren ortam ve neden ise şöyledir:
“Ortadoğu ve dünyadaki son hadiseler, hem yeni gelişmelere hem yeni
sorunlara gebe. Bu tarihsel dönemeçte, kendi dinamikleriyle sorunlarını çözebilen, demokrasi ve özgürlükleri geliştirerek sosyal barış ve
adaleti gerçekleştirecek ülkeler güç
kazanacaklar.” (aynı yerden)
Sözkonusu talepler bu açıklamadan
sonra sıralanmaktadır. Yani açıklamanın temel güdüsü Türkiye’nin
“Kürt sorununu” kendi dinamikleriyle çözmesinin, “sosyal barış ve adaleti” gerçekleştirmesinin Türkiye’nin
yararına olduğu ve TC’nin güç kazanacağı düşüncesidir.
Küreselleşme düşüncesinin bu
yansıması, sömürü sisteminin varlığını sürdürdüğü koşullarda “sosyal
barışın” ve “adaletin” sağlanamayacağı gerçeğinin üzerini örtmekte ve
kitleleri sisteme bağlamaya hizmet
etmektedir. Ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin olduğu
sömürücü toplumsal sistemde “sosyal barışı” isteyenler, ezenlerden, sömürenlerden yanadır. Ezen ulus ve
ezilen ulus ve milliyetlerin olduğu
toplumlarda da ezen uluslardan yanadırlar. Bu yüzden de ezilenlerin,
sömürülenlerin bu tür “sosyal barış
ve adalet” masallarını ellerinin tersiyle itmeleri doğru olanıdır.
Sözkonusu açıklamada dile getirilen 14 talep içinde demokratik kimi
halklar talep edilmektedir. Bu bağlamda sözkonusu taleplerin, örneğin
ana dilin eğitimde kullanılması, ya
da “Kürt sorununun çözümünün çok
aktörlü” olacağı vb. talep ve tespitler
kendi başına ele alındığında yanlış
olmayan tespitlerdir.
Özetle söylenirse, sözkonusu açıklama liberal demokrat bir siyasi içeriğe sahip olan, gerçekte burjuvazinin siyasetini savunan sınıflarüstü
bir yaklaşımın ortaya konduğu; uzlaşmaz çelişkilerin uzlaştırılmaya
çalışıldığı; kimi demokratik taleplerin dile getirildiği; devletin silahlı
bir güç ve örgüt olduğu ve şiddet tekelini elinde tutmaya çalıştığı olgusu
ile pratikte katliamlara kadar varan
devlet terörü olgusunun gözardı edildiği, ezilenlere, silaha, şiddete başvurmamayı, kısacası köleliği öneren
bir açıklamadır.
Tüm bunlara rağmen ama bu açıklamada bir doğru dile getirilmektedir: “Bu benim de meselemdir!” Kimi
gazeteler bunu çoğul olarak kullandı.
Yani, bu bizim de meselemizdir!
Açık lamanın çıkış noktasının
yanlışlığı ve taleplerin yetersizliği,
Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin “Kürt sorunu” bağlamında “BU
BENİM DE MESELEM” diyerek soruna sahip çıkmasıyla aşılabilir.
Gerçekten de bu mesele, yani Kürt
ulusal sorunu bizim de meselemizdir.
Türk devleti Güney Kürdistan’a, yanıbaşımızda Kürtlere saldırdığında,
biz Türkiyeli işçilere, emekçilere düşen de zamdır, zulümdür, savaştır,
kan ve ölümdür… Hangi ulus ve milliyetten olursak olalım, biz işçilerin,
emekçilerin düşmanı da birdir.
O zaman, ortak düşmana karşı sınıf kardeşlerimizle birlikte olmak ve
birlikte mücadele vermek için kendi
meselemize sahip çıkalım!
İşçilerin, emekçilerin sömürü sisteminden kurtuluşu kendi ellerindedir. Sosyal barış adına sömürü sisteminin savunucularına bizim adımıza
konuşmalarına izin vermeyelim!
13
halkların kardeşliği için
Türk şovenizmi her şeyden önce kaynağını bu devletin yasalarından almaktadır. Yani belgeli ve resmi şovenizm yapılıyor bu coğrafyada. Şu ya
da bu partinin, ya da taraftarın, milliyetçiliğinden, şovenizminden önce
devletin şoven siyasetine karşı mücadele etmek gerekiyor. Son dönemde
bu coğrafyada yaşananlar da, Türk
şovenizminin kitlelerin beynini iyice
zehirlediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Hepimizin bildiği gibi Türkiye’de
hakim sınıf lar arasında yoğun ve
şiddetli bir iktidar dalaşı sürüyor. Bu
dalaşta her yol mübahtır. Çetecilik,
rüşvetçilik, yağmacılık… tehdit, balans ayarı, takiyye… vb. vb. Bu bağlamda iktidar dalaşında egemenler
birleşmiyor. Deyim yerinde ise birbirlerini yemeye çalışıyorlar.
Ama sözkonusu olan ulusal sorun
olunca hepsi birleşebiliyor. Aynı kaynaktan beslendiklerini sergiliyorlar
hemen. İktidarı elinde tutan Kemalist
kesim ile AKP hükümeti arasındaki
dalaşta, Kürtlere karşı tavır sözkonusu
olduğunda, AKP’nin akordu ayarlandı
ve koroda bozuk seslere son verildi.
Gerçekte iktidar dalaşı içinde olanlar, Kürtlere karşı birlikte seferberlik
türküleri söylemektedir. Kuşkusuz ki
bu tavır sadece Kürtlere karşı değildir. Somut olarak Ermenilere karşı da
aynı koro sahnede ve aynı seferberlik
türküleri dillerde… Yarın öbür gün,
başka bir ulusal azınlık hakları için
sesini yükseltsin, onlara karşı da yeteneklerini sergilemekten geri kalmayacaklardır.
TÜRK ŞOVENİZMİNİN KİMİ
GÜNCEL GÖRÜNTÜLERİ…
14
Egemenlerin kendi aralarındaki dalaşta, özellikle kemalist kesimin, öncelikle de ordunun Kürtlere karşı savaşı kızıştırıp AKP hükümetini zayıflatmaya çalıştığını değişik yazılarımızda ortaya koyduk. AKP hükümetinin “teröre karşı mücadele”
adına Kürtlere karşı tavırda balans
ayarı yapıldığını da gördük. Bunun
andaki sonucu Kuzey Kürdistan’da
ilan edilmemiş bir savaşın ve resmen
adı konmamış bir OHAL’in yaşanmasıdır.
Öyle bir ortamdayız ki, 1990’lı yılların başlarında yaşanan savaş yeniden yaşanıyor sanki… Bir şehirden
diğerine giderken kimlik kontrolleri
yine uygulamada. Köylerin boşaltılması, dağların bombalanması, ormanların yakılması yine yaşanıyor.
Ama bu savaş yine de 1990’lı yılların başındaki savaşın aynısı değil.
1990’lı yılların başında Kürt halkı
serhildan gerçekleştiriyor, devlet
güçleriyle çatışıyordu, en temel hakları için. Bugün ise Kürt halkı kimi
demokratik hakları için mücadele
etse de barış istiyor. Saldıran, savaşı
kızıştıran yine Türk devleti, ordusu,
kolluk gücü.
Türk devleti yine “sınırötesi harekât” planlarını tartışıyor. ABD izin
verse, dünden Güney Kürdistan’a saldırırdı. Güney Kürdistan’a askeri bir
müdahaleyi haklı çıkarmak için yoğun biçimde savaş propagandası yapıyor. Çatışmalarda ölen askerin ölüsü
üzerinde “şehit cenazesi” gösterileriyle
Türk halkını Kürtlere karşı kışkırtıyor. Ve belli ölçüde başarılı da oluyor.
Bu kışkırtmada Türk devleti çatışmaların yoğun olduğu 1990’lı yıllarda
bile bu kadar başarılı olamamıştı.
Devleti ve yasaları arkalarına alan
kimi faşist güruhlar başta olmak
üzere, Türk şovenizminin ağusuyla
zehirlenen kimileri Kürtlere saldırmakta, linç eylemleri gerçekleştirmektedirler. Kürt olduğundan dolayı
kimi insanlar, son dönemde İzmir’de
olduğu gibi kovulmaya maruz kalmaktadırlar.
Devlet sadece böylesi saldırılara temel yaratmakla, sivil faşist güçleri
devreye sokmakla kalmıyor. “Teröre
karşı mücadele” adına barbarlıkta sınır tanımıyor.
Çatışmalarda öldürülenlerin cesetlerinin ailelerine verilmemesinden,
çatışmalarda kimyasal silah kullanmaya “yargısız” infazlara, ölüleri
yakmalara, cesetlerin üzerinde zafer
pozları vererek resim çekmelere, burun ve kulak kesmelere kadar her şey
yapılıyor.
Böylesi bir ortamda emekli ordu
mensupları da kendilerinin ne kadar
başarılı bir Türk ordusu mensubu olduğunu anlatma cesaretini kendinde
bulup icraatlarını itiraf edebiliyor.
Emekli Korgeneral Altay Tokat
Şemdinli olaylarına atıfta bulunarak:
“Benim zamanımda ben de bomba
attırdım. Bir, iki kritik noktaya. Boş
yerlerdi! Meselem mesaj vermek.
Batıdan gelen memurlar, hakimler
işin ciddiyetini anlamıyor. Çok koordineli ve iyi çalıştık.” tespitini yapıyor, bu arada Şemdinli’deki bombacıları, yani “iyi çocuk”ları da “beceriksizce iş yapmışlar” diye eleştirip, bu eylemin arkasındaki gücün
kim olduğu konusunda da bilgi veriyordu. Tokat’ın bu tavrı açık itiraf
olduğundan orduyu rahatsız etti ki,
hakkında soruşturma açıldığı haberi
medyaya yansıdı.
İHD kayıtlarına göre Altay Tokat’ın
Asayiş Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı 1995-97 yılları arasında
aydınlatılmayı bekleyen 383 faili
(belli) meçhul cinayet, yargısız infaz,
125 kayıp olayı yaşanmıştır. Tokat, 18
Temmuz 1989 tarihinde Hakkari’nin
Yoncalı Köyü’nde üç köylünün öldürülmesinden sonra cesetlerinin yakılması emrini de vermiştir. Mahkeme
dosyasını rafa kaldırmıştır.
Bu örnekler Türkiye’de şovenizmin, kafatasçılığa nasıl büründüğünün ve kafatasçıların barbarlıklarının onların övünç kaynağı olduğunu
da göstermektedir.
Ülkede Özgür Gündem gazetesinin son dönemde yayınladığı resimlerden de görüleceği gibi, beyinleri
şovenizmle, ırkçılıkla biçimlenenlerin, öldürülen insanların kulağını,
burnunu kesip, cesetlerin üzerine
çıkıp zafer işaretleri yaparak resim
çektirmeleri ve bu resimleri albümlerine yapıştırmaları gibi barbarlıklar
da Kürt ulusuna karşı yürütülen savaşın doğal bir sonucu oluyor.
Sözkonusu resimler bir vahşetin
belgeleri, görüntüleri. Bu görüntüler kelimelerle anlatılamayacak barbarlığın görüntüleri. Ve bunlar yaşananların sadece birkaç görüntüsü.
Gerçek vahşet ve barbarlık aslında
daha da büyük.
Ülkede Özgür Gündem’in bu resimleri yayınlaması aslında kitlelerin,
devletin bu uygulamalarına karşı en
azından “bu kadar da olmaz” diyerek
sesini yükseltmesine yol açması gerekirken, kitleler işlenen bu barbarlığa
karşı hiç bir önemli tepki vermedi…
Devlet yetkilileri ise, Ülkede Özgür
Gündem’i 15 günlük kapatma cezası
ile ödüllendirdi –itirazdan sonra kararı geri alsalar da.
Ülkede Özgür Gündem,
Cumhurbaşkanı Sezer’in Anayasa
Mahkemesi’ne yaptığı itiraz sayesinde “Terörle Mücadele Yasası”ndan
şimdilik kurtuldu. Adana’da 15 yaşındaki iki genç ama bu yasanın
polise tanıdığı silah kullanma yetkisinden kurtulamadı. “Dur” ihtarı bile yapılmadan kurşunlandılar.
Suçları mı? Bildiri dağıttıkları ve “15
Ağustos kutlamasına” katıldıkları
iddiası var… Bu satırlar yazılırken
internette, başından kurşun yiyen
ve dört gündür komada olan Fevzi
Abik’in ölüm haberi ajanslara geçili-
yordu. Sokakta infaz yasası ilk kurbanını almıştı…
Kısacası savaşın yeniden kızıştığı
ve Güney Kürdistan’a askeri müdahale hesap ve planları yapıldığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye’de çokça kullanıldığı gibi devlet topyekün saldırıda. Özellikle Türk ulusundan işçiler, emekçiler de bu savaşın destekçileri, ortağı yapılmaya çalışılmaktadır.
Biz Türkiyeli, başta Türk ulusundan
işçilerin, emekçilerin asli görevlerimizden biri, Türk şovenizminin yaygınlaştırılmasına, Kürt ulusu ve ulusal azınlıklar üzerindeki ulusal baskıya, zulme karşı sesimizi yükseltmemizdir. “Kendi” egemenlerimize
“biz sizin savaşınızda yokuz”, “düşmanımız diğer ulus ve milliyetlerden insanlar değil, sömürücülerimiz,
egemenlerimiz, yani sizsiniz” diyerek
karşı çıkmamızdır.
“Biliyoruz ki ‘başka halkları ezen
bir halk özgür olamaz’! Kürt ulusunun nasıl yaşayacağına kendisinin özgürce karar vermesinden, tüm
ulusal azınlıklara tam hak eşitliğinden yanayız” diyebilmemizdir görevimiz.
K a h rol su n Tü rk ş oven i z m i!
Halkların kardeşliği için tek yol devrim! vb. şiarlar proletarya enternasyonalizminin savunuculuğunda haykırmamız ve bize yol göstermesi gereken şiarlar olmalıdır.
Bimre koletî, bijî azadî!
Ji bo biratîya gelan tek rê şoreşe!
16 Ağustos 2006 ✓
Özgür Gündem‘e kapatma cezası
muhalif basını susturma cezasıdır!
İ
stanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 04.08.2006 tarihinde 12. Ağır Ceza
Mahkemesinde yaptığı görüşme sonucu 5532 sayılı Basın Kanunu
ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 6. Maddesi uyarınca
Ülkede Özgür Gündem gazetesinin “terör örgütünün propagandasını içeren yayınlar yaptığını” ileri sürerek hakkında 15 gün süreyle kapatma kararı verdi. Bu kararın yeni TMY’nin bir ürünü olduğu ve aslında Genelkurmayın bunu çok önceden planladığı gözler önündeydi.
Bunun basın ve düşünce özgürlüğüne karşı yapılan büyük bir darbe olduğu, bu yolla gazete okurlarının haber alma özgürlüğünün elinden alındığını, bu uygulamanın son derece yanlış bir uygulama olduğunu birçok parti ve yayın organı dile getirdi ve protesto etti. Karar daha sonra
Cumhurbaşkanının yasaya itiraz etmesi sonucunda düşürüldü.
Geçmiş yıllardan da bilindiği gibi basına yönelik bu saldırıların en yaygın biçimi olan sansür, para cezaları, kapatmalar, tutuklamalar ve gazetecilerin öldürülmelerine kadar varan faşist uygulamalar dün olduğu gibi
bugün de geçerliliğini koruyor. Onlar demokratikleşme yolunda gidiyoruz safsatalarıyla bas bas bağırsalar da görüyoruz ki gerici zihniyetlerinden hiç birşey kaybetmemişler. Amaçları tüm Kürt, Türk vd. halkların
bilinçlenmesini engellemek, onları apolitize etmek ve yönetmektir.
Özgür Gündem gazetesine yapılan bu uygulama özellikle Kürt halkını
bölgedeki gelişen olaylardan soyutlamak, onların haber alma özgürlüğüne ve kendi politikalarını savunma özgürlüğüne karşı uygulanan gerici bir karardır. Aslında tüm muhalif basına yönelik olan bu ve benzeri
kararları tüm yönleriyle kınamalı ve bu yasakçı zihniyetin işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesiyle yok edileceğini bir kez daha belirtmek gerekir.
Bir YDİ Çağrı Okuru, Ağustos 2006 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Nükleer santral karşıtları “Çernobil’i unutma,
Akkuyu’ya sahip çık!” şiarı ile yine Akkuyu’daydı!
5
7. hükümet döneminde Nükleer
Santral karşıtlarının da mücadelesi sonucu rafa kaldırılan
Nükleer santral projesi,
AKP hükümeti tarafından “enerji krizi”nin çözümü olarak tekrar gündeme getirilmesi ile birlikte Nükleer Santral
karşıtları da tekrar harekete geçti.
Nü k leer k a rşıt la r ı
Sinop’ta n sonra 5- 6
Agustos’ta Akkuyu’da
da, Nükleer santrallere
geçit vermeyeceklerini
haykırdılar.
5 Ağustos’ta Taşucu
Belediyesi Festival alanında bir araya gelen yaklaşık 250 kişinin katılımı ile, Prof Dr.
Tolga Yarman (Nükleer
Mühendis) ve Kemal
Ulusaler’in (Elektrik
Mü hend i sler i Od a sı
Genel Başkanı) konuşmacı olarak katıldığı bir konferans gerçekleştirildi.
Konferansa başlamadan önce Haçova
Kültür Merkezi müzik grubu; Aşık
Mahzuni, Nazım Hikmet, Kazım
Koyuncu’dan okudukları parçalarla
oradaki kitleye güzel dakikalar yaşattı.
Konferansın Konusu:
1-) Akkuyu’da teknik nedenlerle
nükleer santral niçin kurulamaz?
2-) Türkiye’de nükleer enerji üretimi teknik bir zorunluluk mu, yoksa
siyasi bir tercih mi?
3-) Nükleer santrallerden dünya
neden vazgeçiyor?
Akkuyu’da Nükleer santralin neden kurulamayacağını Prof Dr. Tolga
Yarman şöyle anlattı; bu santralin
soğutulması için Akdeniz’in suyunun oldukça sıcak olduğunu ve ece
fay hattının Akkuyu’nun yakınından geçtiği için deprem riski çok büyük olduğundan dolayı Akkuyu’da
bu santrali kuramayacaklarını söyledi. Nükleer enerjinin teknik bir
zorunlulukmuş gibi gösterilmesinin de bir aldatmaca olduğunu anlatan Yarman, aslında bunun birilerinin cebini doldurmak için siyasi bir
tercih olduğunun altını çizdi. Bugün
dünyanın Nükleer santrallerden vazgeçmeye başladığı günümüzde bunun başka anlamı da yoktur.
Kemal Ulusaler de konuşmasında, hem geçmiş hükümetlerin
hem de AKP hükümetinin geçmişten bu yana yanlışlarına değindi. 1
Temmuz’dan itibaren Türkiye’nin
büyük bir bölümü 5 saate yakın karanlıkta kaldı. Bu oyunlar geçmişte
de dayatıldı. Ve bize gördüğünüz gibi
karanlıkta kalıyoruz enerjiye ihtiyacımız var diyerek Nükleer santralleri
dayatıyorlardı. Bugün de aynısı yapılıyor. O dönem büyük mücadele sonucu bu santralleri kuramayanlar,
daha sonra fahiş fiyatlarla doğal gaz
alarak bunun bedelini de bize ödetiyorlar, diyen Ulusaler; 35 yıldır karanlıkta kalma senaryoları ile kamuoyuna söylenen yalanlara rağmen ülkenin karanlıkta kalmadığını, bundan sonra da kalmayacağını söyledi.
Nükleer Santral için hükümetin öne sürdüğü hiçbir argümanın
doğru olmadığını belirten Ulusaler;
rüzgar, güneş, jeotermal, biyogaz,
hidrojen vs. gibi yenilenebilir enerji
kaynağı açısından ülkemizin son
derece şanslı olduğunu, bu alanlardan elde edilecek enerjinin Nükleer
santraller ile kıyasladığımızda daha
ucuz ve doğayla uyum içinde olacağını belirtti.
Enerji tasarrufu açısından da ciddi
bir çalışma ve organizasyon eksikliği var. Ayrıca yine resmi rakamlara göre elektrik dağıtım şebekelerindeki kayıp-kaçak oranı %20’leri
bulmaktadır. Nükleer santraller için
harcanan paranın nerdeyse yarısı ile
bu kaçaklar önlenebilir. Bu temelde
elde edilecek enerji, nükleer santrallerden elde edilecek enerjiden daha
fazla olacaktır.
6 Ağustos sabahı erken saatte
Mersin ve Adana’dan otobüsler
ile Akkuyu’ya hareket ettik. Saat
11.00 gibi Akkuyu’ya vardığımızda,
ev sahipliğini Mersin NÜKLEER
KARŞITI PLATFORM’un yaptığı
Akkuyu’daki mitinge, Samsun, Sinop,
Ordu, Antalya, İstanbul, Ankara’dan
da nükleer karşıtları gelmişti. Miting
ana yoldan köy meydanına doğru
yürüyüşle başladı. Mitinge Çernobil
kazasından dolayı sakat doğan iki
çocuk da katılmıştı. Bu engelliler
ile beraber; “Engelli Olmama Neden
Çernobil” “8,5 Milyon Engelli yetmedi mi?” “Çernobil Binlerce Sakat
Doğum” pankartları taşınıyordu.
Mitingin temel sloganı “ Nükleere
İnat Yaşasın Hayat!” dı.
B i z Y Dİ Ç AĞ R I o l a r a k
Akkuyu’daki eyleme “Kapitalizm
Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!”
“Nükleer Sahtekarlığına Kanma!”
“Susma Haykır Durma Örgütlen
Mücadele Et!” pankartlarımızla katılarak yürüdük. Miting alanında dergimizin çeşitli eski sayılarından yaklaşık 100 adet dağıttık. Bizim bu ey-
lemde en önemli eksikliğimiz bir bildiri hazırlayıp buraya götürmememizdi. Köy meydanındaki miting alanına
Kazı m Koy uncu’nun
“Şair Ceketli Çocuk Seni
Unutmayacağız” yazılı
elle çizilmiş dev bir posteri asılmıştı.
Köylülerle de Nükleer
santral üzerine konuşt u k . Konu şt uğ u mu z
köylüler, Nükleer santrale karşı olduklarını
söylediler. Köylüler bize
buranın belediye başkanının AKP’li olduğunu, önceleri Nükleer
santrale karşı olan bu
başkanın şimdi santralin kurulmasından yana
olduğu için köylü üzerinde baskı uyguladığını
belirttiler. Köylüler bize
eğer bir referandum olsa
burada kesinlikle hayır
oylarının fazla olacağını
belirttiler.
KESK, SES, TMMOB genel başkanlarının da konuşmacı olarak katıldığı
mitingde; Siyonist İsrail devletinin
ve ABD emperyalizminin, Filistin ve
Lübnan’daki katliamları da kınandı.
Küresel saldırıya karşı küresel direnişin seslendirildiği mitingde hep bir
ağızdan; “Hepimiz birer Iraklıyız,
Filistinliyiz, Lübnanlıyız” “ Her yer
Filistin, hepimiz Filistinliyiz” diye
haykıran kitle bu katliama karşı tepkisini gösterdi. Mitingi düzenleyen
platformda, ANAP,CHP ve SHP de
vardı. Özellikle kendi hükümetleri
döneminde en azılı Nükleer santral
savunucuları olanların bugün böyle
bir platform içinde yer almaları sahtekarlıktan başka bir şey değil. Bu eylem doğanın korunması konusunda
verdiği bilinç açısından olumlu olmasına rağmen, bir bütün olarak doğanın da katlinin sorumlusunun kapitalizm olduğunu merkeze koymayan reformist bir eylemdi.
M i t i n g d e , Ye n i T ü r k ü v e
Bulutsuzluk Özlemi de sahne aldı.
Saat 15.00 de artık mitingin bitmesiyle birlikte diğer şehirlerden gelenler mitingi terk ettiler. Kitlenin
bu grupları saat 17.00 ye kadar sıcak
altında beklemek zorunda kalması
önemli bir eksiklikti. İlk sahne alan
Grup Bulutsuzluk Özlemi, özellikle
gençleri coşturdu. Yeni Türkü yalnız
iki parça söyleyebildi.
Eylem herhangi bir olay olmadan
sessizce sona erdi.
Adana/Mersin YDİ ÇAĞRI
14 Ağustos 2006 ✓
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Orman Yangınları
Giderek Artıyor
Fosil Yakıtların Kullanıldığı
Enerji Türlerine Hayır!
T
ürkiye’de üretilen elektrik
üretiminin çok önemli bir bölümü, (%77.5) fosil yakıtların
kullanımına dayanmaktadır.
Fosil yakıtlar (petrol, kömür, doğal
gaz vb.) çeşitli gazlar içermekte, bu
yakıtların işlenmesi sırasında, açığa
çıkan zehirli gazlar atmosfere karışmaktadır. Özellikle karbondioksit
gazının, çevreye zararlı olduğu, sera
efektinin oluşmasında önemli bir etkisinin olduğu, bilimsel olarak ispatlanmıştır.
Türkiye’de fosil yakıtların kullanımının elektrik üretimindeki payları
şöyledir:
%54.2’dir. Özel sermayenin elektrik
üretimindeki payı, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak giderek artacaktır.
***
Türkiye’de, enerji üretiminin temelinde, büyük oranda çevreye, topluma zararlı fosil yakıtların kullanımı durmaktadır. Sermayenin, devletin enerji üretiminde çıkış noktası,
çevre ile uyumlu, toplum sağlığına
zarar vermeyen enerji türleri değildir. Onlar için tek koşul vardır: Daha
fazla kâr elde etmek!
Termik Kaynaklardan Üretim
A
16
ğustos ayı içinde Akdeniz,
Ege bölgelerinde çıkan orman yangınlarında, binlerce
hektar orman alanı kül oldu. Sadece
Antalya’nın Kaş ilçesinde çıkan orman yangını günlerce sürdü.
Orman Genel Müdürü Osman
Kahveci, “2006 yılında 1570 adet orman yangının çıktığını, yaklaşık 4
bin hektar orman alanın yok olduğunu” (28 Ağustos, Evrensel) açıkladı.
Orman Genel Müdürlüğü Yangın
Harekat Merkezi’nin verilerine göre;
son 10 yılda çıkan orman yangınlarında 9 bin 40 hektar orman alanı
yok olmuştur.
Türkiye’de 78 milyon hektar toprak alanının 21 milyon 188 bin 746
hektarı orman alanıdır. (22 Ağustos,
Radikal)
Türkiye’de her geçen yıl daha fazla
orman yangınları oluyor. Yangınlar
nedeniyle daha fazla ormanlık alan
yok oluyor. Böylece az sayıda olan orman alanı giderek azalıyor.
Orman yangınlarına etkili müdahale esas olarak havadan yapılıyor.
Özellikle de –Kaş’ta olduğu gibi- sarp
ve dik yamaçlı ormanlık alanlarda
yerden müdahale oldukça zordur.
İş –a roz öz , kepçe, g reyder- araçlarıyla, kazma kürek
ile bu alanlarda yapılacak müdahale de yeterli olmamaktadır.
Orman Bakanlığı her yıl orman yangınlarına müdahale için uçak ve helikopter kiralamaktadır. Bu yıl da
18’i kiralık olmak üzere, toplam 24
helikopter, 10 adet C-130 tipi uçak
orman yangınları için kullanılıyor. Devletin sahip olduğu ve kiraladığı filo bu kadar. Bu filo ise eski
ve yetersiz. Türk Hava Kurumu’na
ait uçaklar küçük ve eskidir. Genelde
tarımsal alanda ilaçlama için kullanılan bu uçaklar, yazın da orman
yangınları için kullanılmaktadır.
Her orman yangını sonrası timsah
gözyaşları döken, “ciğerlerimiz yandı”
diyenler; sıra orman yangınlarına
karşı etkili önlemler almaya gelince,
kaplumbağa hızı ile ancak eski uçak ve
helikopter kiralamak ile yetiniyorlar.
Türkiye gibi her yıl binlerce hektar
orman alanının yandığı bir yerde
daha modern uçaklar gerekli. Ve
devlet bu tür uçaklara sahip değil.
12 saniyede denizden su alıp yangın bölgesine boşaltabilen 24 milyon dolarlık uçaklar alınmamaktadır. Söz konusu bir savaş uçağının
alımı olsaydı, kaynak sorunu gerekçe
olmazdı. Söz konusu tankların modernizasyonu olsa, yine kaynak sorunu olmuyor. Söz konusu faiz ödemeleri olsa kaynak sorunu olmuyor.
İş, çevre için, toplum için gerekli ve
yararlı bir yatırıma geldiğinde, yeterli
kaynak bulunmamaktadır. Kaynak
olmamasının temelinde de konuya
verilen önem yatıyor. Çevre mi dediniz? Geçin efendim! Toplumun sağlığı mı dediniz? Geçiniz! Bunlar sermayeye kâr getirmiyor!! Egemenlerin
mantığı bu.
Orman yangınlarının nedenleri
arasında, doğal nedenler olduğu
gibi –yıldırım düşmesi, elektrik tellerinin kopması vb.- çoğunlukla insanlar yangınlara sebep olmaktadır.
Sigara izmariti, anız yakılması, piknik ateşi vb. gibi nedenler insan kaynaklıdır. Ayrıca alan açmak için, betonlaşma, yapılaşma için de yüzlerce
hektarlık orman alanının yok edilmesi göze alınmaktadır. Çünkü bu
düzende temel dürtü kardır! Kar için
her şey mubahtır! Çevrenin korunması, toplum sağlığının gözetilmesi,
eğer kar getiren bir iş değilse, dikkate
bile alınmamaktadır.
Giderek çölleşen, yeşil bitki örtüsünü kaybeden, erozyona uğrayan,
yaşam alanı olma özelliğini kaybeden bir çevre, üzerinde yaşanılabilir
bir çevre değildir. Kapitalizm azami
kâr uğruna yaşam temellerini dinamitliyor. Bu gidişe dur diyelim.
27 Ağustos 2006 ✓
Kaynak Türü
Üretim, Milyar kWh
Toplamdaki Payı
Doğalgaz
75,8
43,8
Linyit
37,1
21,4
İthal kömür
10,2
5,9
Fuel oil
5
2,9
Taşkömürü
2,7
1,6
Nafta
2,5
1,5
LPG
0,4
0,2
Yenilenebilir+atık
0,2
0,1
Jeotermal
0,1
0,1
Diğer termik
0,1
0,05
Toplam termik
134
77.5
(10 Temmuz 2006, Milliyet gazetesi)
Türkiye’de elektrik üretiminde, suyun (hidroelektrik santralleri) payı
sadece yüzde 22.36 düzeyindedir.
Türkiye’de üretilen elektriğin çok
önemli bir bölümünü termik santraller üretmektedir.
Sera efektinin neden olduğu küresel ısınmanın temelinde fosil yakıtların kullanımı durmaktadır.
Bir fosil yakıt olan doğalgazın elektrik üretiminde payı giderek artmaktadır. Türkiye doğalgaz alanında dışa
bağımlıdır. Doğalgaz farklı fiyatlarla
Rusya ve İran’dan alınmaktadır.
Türkiye’de lisansı alınmış 15 adet
termik santral bulunmaktadır. Bu
termik santrallerin 7’si linyit, 1’i taşkömürü, 2’si fuel oil, 2’si motorin, 2’si
doğalgaz, 1’i jeotermal, kullanmaktadır.
Elektrik üretiminde; özel sermaye,
devleti geçmiş durumdadır. Özel sermayenin elektrik üretiminde payı
Türkiye, sadece yenilenebilir enerji
(güneş, rüzgar, su vd.) kaynaklarına dayanarak, enerji ihtiyacını kat
be kat karşılayabilecek durumdadır.
Sadece güneş ve rüzgarın enerji alanında kullanılması yeterli olacaktır.
Eğer enerji üretiminde, yenilenebilir enerji kaynakları kullanılmıyorsa
bu, bu enerji türlerinin kullanılma
imkanı olmadığı için değil, sermaye,
devlet için kârlı olmadığı içindir.
Kârın değil, toplumun ihtiyacının çıkış noktası alınacağı, çevre
ile uyumlu, toplumun sağlığını çıkış noktası alan enerji türlerinin tamamen kullanılması sosyalizm ile
mümkün olacaktır.
Sadece bu açıdan, sosyalizm için
mücadele etmeye değer!
Çevre ile uyumlu enerji türlerine
evet!
3 Ağustos 2006 ✓
gündem
İsrail saldırısı Kadıköy’de
protesto edildi
2
0 Ağustos’ta İsrail’in Lübnan’a
saldırısı Kadıköy’de çeşitli devrimci-demokratik kurumlar ve
sendikalardan oluşan 6 bin kişinin
katılımıyla protesto edildi.
Nu mu ne Ha st a nesi ve Tepe
Nautilius önünden iki koldan başlayan yürüyüş Kadıköy girişinde birleşerek mitingin gerçekleşeceği iskele
önüne doğru harekete geçti.
Sendikaların ve kitle örgütlerinin
ortaklaşa düzenledikleri bu miting
İsrail siyonizmi tarafından Filistin
ve Lübnan halklarına karşı yürütülen haksız savaşa dünyanın neresinde
olursa olsun sessiz kalınmayacağının
güzel bir örneğiydi. Çok önemli bir
eksiği çok geç yapılmasıydı ve gerektiği kadar kitlesel olmamasıydı. Dinci
gruplar ve partiler çoktan büyük mitinglerini gerçekleştirmişlerdi.
Tez-Koop İş dışındaki sendikaların katılımı çok zayıftı, DTP ise temsili katılmıştı. Dinci bir örgüt olan
Mazlum-Der de eyleme katılan örgütler arasındaydı.
Eylemin eksiklerinden birisi de –
H
hemen her ortak eylemde olduğu
gibi- sloganların ortaklaşa atılmamasıydı, oysa çok sayıda ortak slogan
vardı ve bunların ortaklaşa atılması
çok daha güçlü bir etki yapacaktı.
Eylemde dikkat çeken bir nokta hemen her grubun Filistin ve Lübnan
bayrak larıyla yürümesiydi. Her
ne kadar “Hepimiz Filistinliyiz,
Lübnanlıyız”ı simgelemek için yapılmış olsa da, kendine devrimci, komünist diyenlerin milli bayraklar taşımalarının ne kadar doğru olduğu
sorgulanmalıdır. Şu soru akla geliyor: Bu acaba kendi milli bayraklarını taşıma hevesinin bir göstergesi
olmasın?
Miting alanında Tertip Komitesi
adına Yunus Öztürk, TMMOB
Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet
Soğancı, KESK Genel Başkanı İsmail
Hak kı Tombul, TTB adına Ali
Çerkezoğlu ve Hak-İş adına Celal
Özdoğan birer konuşma yaptılar.
Konuşmacıların konuşmalarında
İsrail’i kınayacakları biliniyordu,
merak edilen Türkiye’nin savaşa ka-
tılma isteğine nasıl tavır takınacaklarıydı. Bu konuda konuşmalardaki ortak yaklaşım, Türkiye’nin savaşa girmesine karşı olan yaklaşımdı –tabi
emek örgütleri adına açıkça savaşı
savunmak biraz zor bir iş de- ancak
önemli olan gerekçesiydi: Türkiye
başka devletlerin çıkarları için savaşa girmemeliydi. Bunu böyle gerekçelendirenlerin Türkiye’nin kendi
çıkarları için savaşa girmesi konusunda ne düşündükleri ise soru işareti.
Mitingin sonunda özellikle gençler
Grup Yorum’un marşlarıyla-ezgileriyle coştular. Grup Yorum özellikle
son albümlerindeki “vatan” vurgusu
Avukat Behiç Aşçı ölümlerin durması ve
tecritin kalkması için direnmeye devam ediyor!
akim sınıf ların devrimci
t utsa k la r ı tesl i m a l ma
amaçlı saldırıları ve bu saldırıya karşı direniş sürüyor!
Hatırlanacağı gibi bu teslim alma
saldırılarından biri devletin bir yıl
hazırlığını yaparak 19 Aralık 2000 yılında 20 cezaevinde aynı anda yaptığı
adına “Hayata Dönüş Operasyonu”
dediği operasyondu. 28 devrimci
tutsağın yaşamını yitirdiği yüzlercesinin yaralandığı bu saldırıdan sonra
tüm devrimci tutsakların hücrelere
doldurulmasının ve tecrit edilmesinin üzerinden 6 yıl geçti. Bu süre
içinde başta devrimci tutsaklar ve
tutsak aileleri olmak üzere devrimci
ve devrimci-demokratik kişi, kurum
ve kuruluşlar içerde ve dışarıda esası
ölüm orucu eylemi şeklinde yürütülen bir dizi eylem biçimiyle bu tecrit
saldırılarına karşı mücadele etti. Bu
ölüm oruçlarında şimdiye kadar 122
insan yaşamını yitirdi. 500’ü aşkın
insan –çoğu kalıcı sakatlıklara sahip- sakat kaldı.
F Tipi hücrelere doldurduğu devrimci tutsakları tecrit ederek teslim
almada başarılı olamayan devlet,
tecriti daha da ağırlaştırarak tecrit
içinde tecrit uyguluyor.
Tutsağın, yaptırımlara en ufak
karşı çıkışı; işkence, sürgün, görüş
yasağı, vb.lerle cezalandırılıyor.
Şu an ölüm orucu eylemi şeklinde
yürütülen mücadele İstanbul’da
yapan parçalarını seslendirdi.
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi
olarak bu eylemde kortej oluşturarak
yerimizi aldık. “Ortadoğu’da emperyalist savaşa ve işgale hayır” pankartımızın yanı sıra çok sayıda döviz ve
flamalarımızla yürüdük. Yürüyüş sırasında ve miting alanında binlerce
adet “Lübnan kan deryası! Siyonist
İsrail, Lübnan’dan defol!” başlıklı
bildirimizden dağıttık. Canlı ve disiplinli kortejimizle devrimci ve komünist görüşlerin propagandasını
yaptık.
22 Ağustos 2006 ✓
Siyonist İsrail
devletinin Lübnan
işgali Mersin’de
protesto edildi!
S
Behiç Aşçı, Adana’da bir tutsak annesi olan Gülcan Görüroğlu ve Uşak
Cezaevi’nde Sevgi Saymaz tarafından devam ettirilmektedir.
Geçtiğimiz günlerde tecritin kaldırılması ve ölümlerin durdurulması
için işçilere, emekçilere, ilericilere ve
aydınlara gerekli duyarlılığı göstermeleri çağrısı yapan devrimci aydın
Av. Behiç Aşçı 4 ayı aşkın bir süredir ölüm orucunda. Bu çağrı üzerine DİSK Genel Merkezi önünde
toplanan DİSK/Emekli-Sen’in 1,2,3
ve 4 No’lu şubelerinden bir grup üye
ve yönetici 1 Ağustos 2006 günü bir
Basın Açıklaması yaptı.
Bu Basın Açıklamasında sendikanın 3 No’lu Şube Başkanı İbrahim
Özsoy tecritin kaldırılması ve ölümlerin durdurulması için hükümete ve
Adalet Bakanı’na çağrıda bulundu.
Ayrıca haklardan ve özgürlüklerden
yana olan tüm sendika, siyasi parti,
Demokratik Kitle Örgütlerine siyasi
görüş ve ayrılıklarını bir yana bırakarak tecrit ve ölümlere karşı güçlerini birleştirerek mücadele etme çağrısı da yaptı.
Daha sonra bir grup üye ve yöneticiyle Av. Behiç Aşçı’yı ziyaret eden
sendika şubeleri bir günlük Açlık
Grevi ile destek verdiler.
Aynı gün biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi
olarak devrimci bir aydın ve hukukçu
olan Av. Behiç AŞÇI’yı bu direnişinin
119. gününde ziyaret ederek haklı taleplerini destekledik ve dayanışma
duygularımızı ilettik.
Ağustos 2006 ✓
iyonist İsrail devletinin
Lübnan işgali Mersin’de,
TÖP, BDSP, DHP, ESP,
HÖC , PA RT İ Z A N ve Y Dİ
ÇAĞRİ tarafından 11 Ağustos
Cuma günü saat 17.00 de taş bina
önünde yapılan bir basın açıklaması ile protesto edildi. Yaklaşık
25 kişinin katıldığı basın açıklamasında Filistin ve Lübnan’daki
baskıların boyutu somut örnekleri ile anlatıldı ve halkımız duyarlı olmaya çağırıldı. Türkçe ve
Arapça türkülerin söylendiği ve
şiirlerin okunduğu mitinge basının ilgisi oldukça iyiydi. ABD
emperyalizmine ve Siyonist İsrail
devletine karşı sloganların atıldığı mitingde, AKP hükümetinin
işbirlikçiliği de teşhir edildi.
Basın açıklamasını yapan örgütler her hafta aynı yerde ve saatte bu eylemi tekrar edeceklerini
duyurdular.
Polisin yoğun önlem aldığı basın açıklamasında hazırlanan basın açıklaması okundu.
Okunan açıklama basına dağıtıldıktan sonra kitle olaysız bir
şekilde dağıldı.
YDİ ÇAĞRI / Mersin
15 Ağustos 2006 ✓
17
okuyucu mektubu
Avusturya’da BAWAG skandalı
A
18
vusturya’da aylardır iç politikaya damgasını vuran
bir konu var: BAWAG –
Skandalı.
BAWAG (İş ve İktisat Bankası), ÖGB
(Avusturya Sendikalar Birliği)’nin %
100 sahibi olduğu, Avusturya’nın dördüncü büyük bankasıdır. 1922 yılında
“İşçi Bankası” olarak ÖGB tarafından
kurulmuştur. Kurulduğunda amacı
sendika üyelerinin ve işyeri temsilcilerinin banka, küçük tasarruf, kooperatif işlerini bağımsız olarak yürütmekti. Bu amaçla kurulan bu banka
süreç içinde kurulma amacından saparak, para spekülasyonu ile para
kazanmaya yani kapitalizme uygun
banka olmaya yöneldi. Bankanın her
türlü sorumluluğu, ÖGB yöneticilerinin güvendikleri banka genel müdürlerine, “banker”lere bırakıldı. ÖGBüst düzey yöneticilerinin has adamları
olan bu banka müdürleri emperyalist
sermaye düzeninin oyuncuları olarak
1980’li yılların sonunda dünya borsasında spekülasyonlarına ve Karibik
borsa işlerine başladılar. Bu işleri
Amerika BD-lerinde yürütmekle o
zamanki genel müdürün oğlunu görevlendirdiler. Önceleri ‘işler’ iyi gitti.
Bu genel müdür oğlu işi daha da büyüterek banka adına çok kıymetli tabloları da satın almaya başladı.
Bu temsilcinin yaptığı borsa spekülasyonları ile BAWAG üzerinden
ÖGB’ye yılda ortalama 70 milyon
Avro civarında temettü / kar payı geliyordu. Ama ismi üstünde bunun
adı borsa spekülasyonu, yani kumar.
Sürekli kazanılacak diye bir güvence
yok. 2000 yılının sonunda BAWAG
işleri daha da büyüterek her postanede şubesi bulunan ve Avusturya
devletinin tüm para işlerini bu banka
üzerinden yaptığı PSK-Bankası’nı
(PSK=Posta Tasarruf Kasası) satın
aldı. Tüm ÖGB adına BAWAG-yönetimi ile işleri yürüten iki kişi – başkan ve mali işler sorumlusu – şimdi
öğreniyoruz ki, (daha o zamanlarda
BAWAG’ın bu borsa kumar oyunları
nedeniyle bankanın hemen hemen
iflas haline gelmiş, yaklaşık 1 milyar
Avro zarara girmişler), PSK-Bankası
satınalımını gerçekleştirmek için
BAWAG’a, ÖGB’ni tümüyle kefil etmişler. Yani ÖGB’nin devletin ve patronların her türlü baskısına rağmen
sır ve gizli tuttuğu grev fonu da dahil
olmak üzere tüm kasası, iflas halinde
olan BAWAG’a kefil edilmiş. Ekim
2005’de BAWAG’ın ABD’deki borsa
spekülasyon şirketi Refco’ya hem hissedar olduğu, hem de bu üçkağıtçılıktan batan firmaya kredi açtığı ve
bu şekilde 450 milyon Avro’nun kaybedildiği ortaya çıktı.
24. 03. 2006’da hem ÖGB mali işler sorumlusu, hem de BAWAGmütevelli heyet başkanı olan kişi,
hiçbir gerekçe göstermeksizin heyet başkanlığından istifa etti. 25.
04. 2006’da batan Refco alacaklıları
BAWAG’dan 1,3 milyar Avro talep
ettiler ve bundan dolayı ABD-mahkemeleri BAWAG’ın ABD’deki paralarını dondurdu.
Yine bu arada ortaya çıktı ki,
banka genel müdürleri tüm bu üçkağıtları tezgahlayabilmek için
Liechtenstein’da 3 gizli mali vakıf kurmuşlar ve spekülasyon paralarını buralarda geçici olarak de-
ve devlete karşı kefil ve sorumlu olmalı; elinde bulundurduğu Merkez
Bankası hisselerini devlete devretmeli, BAWAG’ı satmalı, bu satıştan gelecek parayla borçlarını kapatmalı, tüm hesaplarını, aynı zamanda
grev fonu da, devletin, somut olarak
Merkez Bankası murakıplarının denetimine açmalı, devlet, somut olarak
Merkez Bankası, ÖGB ve BAWAG’ın
polamışlar. Bu vakıf lar üzerinden
Avusturya’daki bazı gizli, yarı-gizli
parti (söz konusu parti Avusturya
Sosyal Demokrat Partisi SPÖ’dür) finanse edilme işlerinin yürütüldüğü
iddiası da var.
Bütün bu gelişmeler ertesinde toplam 1,3 milyon BAWAG- hesap ve tasarruf sahiplerinden birçoğu paniğe
kapılarak bu bankada bulunan hesaplarını kapatmaya ve tasarruflarını
çekmeye başladılar (Avusturya’da
20.000 Avro’ya kadar tasarruf lar
devlet güvencesi altında).
Bankadan bir hafta içinde külliyetli miktarda para çekildi. Ve banka
hemen yoğun miktarda müşteri,
hem de nakit para kaybetmeye başladı. Banka sahibi ÖGB ve onun bankası BAWAG kendisini bu durumdan
– bu durum genel olarak Avusturya
mali piyasasanın hem içte, hem de
uluslararası alanda güven ve itibarını sarstığı gerekçesiyle – kurtarması ve yardım etmesi
için devlete ve hükümete sığındı. Bilindiği
gibi ÖGB’de iktidar
ana muhalefet partisi
SPÖ’nün (Avusturya
Sosyaldemokrat
Partisi) elinde; devlet başkanı sosyaldemokrat, şimdiki koalisyon hükümetini ise
ÖVP (Avusturya Halk
Partisi – muhafazakar,
Hıristiyan Demokrat
Parti) ve BZÖ (faşist Jörg Haider’in
partisi) oluşturuyor.
01 Ekim 2006’da Avusturya’da genel seçimler yapılacak. Bunu fırsat
bilen hükümet ve diğer banka temsilcileri, ÖGB’yi bu muhtaç ve acz
içindeki durumunda yakalamışken
ağır darbesini vurarak bir anlaşmaya vardı. ÖGB, bütün gelir, servet ve mali varlıklarıyla BAWAG’a
2014 yılına kadar kayyımı olmalıdır.
Buna karşılık bankalar BAWAG’a
450 milyon Avro nakit para vermeyi,
hükümet te 900 milyon Avro’ya kefil
olmayı kabul etti.
Bütün bu üçkağıtlar, rezillikler ortaya dökülünce ÖGB-başkanı istifa etti. Yerine geçici başkan atandı.
BAWAG’ın genel müdürü zaten Ocak
2006’da değiştirilmişti. Yeni atanan
ÖGB başkanı, eski başkanın bütün bu
üçkağıtları, mali sorumlu ile birlikte
bilip, onayladığını öğrenince, yönetim kurulu eski başkanını işten attı
ve hem ÖGB, hem de BAWAG’daki
sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu. Şimdi tüm bunlar
yargıda. Evler basıldı, belge ve bilgilere el konuldu. İfadeler alınıyor. Bu
bağlamda gizli tutanaklar, bilgiler,
belgeler ortaya çıktı. Fakat işin ilginç
yanı, bankanın spekülasyon işleri
yaptığı 1994’den beri hem Merkez
Bankası bankalar denetimcileri, hem
de Maliye Bakanlığı tarafından kanıtlı olarak bilinmesine rağmen, hiçbir önlem almadıklarıdır. İlgili tüm
sorumluların aynı sistem ve devletin
oyuncuları ve adamları olduklarını
özel olarak vurgulamaya herhalde
gerek yok.
Gelinen yerde ÖGB’nin şu anda 2
milyar Avro’dan fazla mükellef olduğu borcu vardır. Eğer BAWAG
bankası 2 milyar Avro’nun üzerinde
bir fiyata satılırsa, bu borçlar kapanacak. Ayrıca çıkan hesaplara göre
ÖGB’nin 2007 sonuna kadar ödemesi gereken 70 milyon Avro borcu
daha var. Bu nedenle ÖGB yeni personel alımını durdurdu. Emekli
olan personelin yeri doldurulmayacak. 2000’den fazla ÖGB çalışanının
2006 maaş artış görüşmeleri donduruldu. Eldeki gayrimenkuller satılarak, nakite dönüştürülecek. Bu durumda ÖGB, esas işine dönmek zorunda kalıyor. Ve bu doğrultuda kararlar alındı, alınıyor. Yani, bu skandaldan bu yana sendikalardan istifa
eden 10.000 üyenin yeniden geri gelmesi için çalışmak, var olan 1,3 milyon ÖGB üyesini arttırmak; bunun
için ÖGB’nin şimdiye kadar ağırlık
vermediği işsizler, göçmenler, tek başına çalışanlar gibi emekçi kesimlerinin hem daha fazla sendikaya üye yapılması, hem de bunların ÖGB içindeki temsiliyetine ağırlık verilmesi,
denetim mekanizmalarının etkili bir
şekilde arttırılması, üst düzey yöneticileri fazla işlev ve gelirlerinin belirli bir seviyeye düşürülmesi, kadın
ve gençlerin ÖGB içindeki üye sayısı
oranında yönetici organlarda temsil edilmesi, sendikal önemli konularda üyelere demokratik danışma /
sanal düzeyde oylama gibi ana konularda Ocak 2007’de yapılacak kongreye kadar tartışılıp karar alınması
saptandı.
Gerçekten de sendikaların esas işlerini yapmaları, buna ek olarak emekçilerin yararına sadece kooperatif işleri ile ilgilenmeleri doğrudur.
Tüm bu tartışma sürecine tüm sınıf bilinçli sendika üyeleri katılmalı,
doğru, devrimci görüşleri bu tartışmanın içine taşımalıdır. Mümkün
olan her sendikal örgütsel birime, bilinçli üyelerin güvenini kazanarak seçilmeye çalışmalıdır.
ÖGB’yi iflasın eşiğine getiren ÖGBeski başkanı, BAWAG eski genel müdürleri ve diğer sorumlulardan mutlaka hesap sorulmalı, bunlar hak ettikleri cezaları almalı, sebep oldukları zarar-ziyanı karşılamalıdırlar.
Son tahlilde AMLP’nin (Avusturya
Marksist-Leninist Partisi) konu ile ilgili çıkardığı bildiride yaptığı şu tespitlere eklenecek başka bir şey yoktur:
“Avusturya emekçi halkının mücadele etmeye yetkin ve hazır sendikalara
gereksinimi vardır. Onun ihtiyaç duyduğu “tadilata uğramış” veya “yeniden
yapılandırılmış” ÖGB değildir; bilakis
onun yeni bir sendika siyasetine, kendi
sınıfının çıkarlarını gittikçe arsızlaşan
sermayenin, onun partilerinin ve onun
sömürücü ve baskıcı devletinin saldırılarına karşı tutarlı bir şekilde savunan sınıf bilinçli ve sınıfına bağlı işçilerin önderliğindeki işçi sınıfının gerçek bir mücadele örgütüne gereksinimi
vardır.”
Avusturya’dan ÖGB-üyesi bir
YDİ-Çağrı okuru,
Temmuz 2006 ✓
        
          

           
        









Austos 2006  Sayı : 1  Gerektiinde yayımlanır.  Fiyatı : 0,25 Ykr (KDV Dahil)



g





g



g
g




gg




g
g



g




g


g



G








 

“Greve
veya
vazgeç
çalıtırıp
çalıtırm
iveren
Grev
yapılan
sözlem
uncu
göre zo
çalıanl
iyerind
olanlar
hüküm
bulunm
yararlan
 
 




 








 





     

       








    g 
     
   g   
   g   
gg

  g      
     g  
   g   

g      


 g  g   


 ÇARI Basım Yayım Ltd.ti.



2
1
          



         


  
  
“Greve katılmayan
veya katılmaktan
vazgeçen
içileri
çalıtırıp
çalıtırmamakta
iveren
serbesttir.
Grev
sonunda
yapılan toplu i
sözlemesinden, 39
uncu
maddeye
göre zorunlu olarak
çalıanlar
dıında
iyerinde
çalımı
olanlar aksine bir
hüküm
bulunmadıkça
yararlanamazlar.”
  
          
        



         






           

          
          

        



          
           
         
          



          



       
        
       g 
         
          


         

g     g    
          

        
g
g

g
         
     g    

g
  


        
g
       
 g         

         
         
 g       
            g

     g      


I




g





g



g
g




gg




g
g



g




g


g


 ÇARI B
g




3
4

19