HF166 - Hayatım Futbol

Transkript

HF166 - Hayatım Futbol
27ŞUBAT2
01
5-SAYI
1
66
GÖKHA
NT
ÖRE
’
N
i
NS
i
L
A
HL
I
V
U
KU
A
T
L
A
RIBi
RKE
N
A
RA
,BUS
E
Z
ON
Bi
Z
EGÖS
T
E
RDiKiGE
RÇ
E
KS
i
L
A
HI
S
OLA
Y
A
GI
N
DAS
A
KL
I
Y
MI
S
!
Yayın Koordinatörü
Gökhan Töre
İlker Yılmaz
Bu sene çok farklı bir Beşiktaş izliyoruz. Özellikle Demba Ba gibi sahada
işler zorlaştığında kilidi açacak bir liderin takıma katılmasıyla siyahbeyazlılar birçok sezonda olduğu gibi daha ilk zorlukta sezona havlu
atmamayı başardı. Pek tabi ki Senegalli oyuncunun da yanında işini
kolaylaştıran partnerleri var. Girdiği ekonomik zorluktan geçtiğimiz yıl
‘FEDA’ sloganı ile çıkmaya çalışan Beşiktaş, kurduğu genç ve yetenekli
kadronun da meyvelerini almaya başladı. Şüphesiz ki bu isimlerden en
önemlisi Gökhan Töre. ‘En önemlilerinden biri’ demememizin bir sebebi
var. Çünkü Gökhan Töre 1,5 yılda gösterdiği gelişimle Chelsea ve Rubin
Kazan’da atlayamadığı eşiği atlayabileceğini kanıtladı. 23 yaşındaki
yıldızın çalkantılı hayat hikâyesi ve teknik anlamda Beşiktaş için neden
çok büyük bir silah olduğu Hayatım Futbol’un 166. sayısında…
Yazarlar
Bahadır Bozkurt
Emre Çelik
Fırat Topal
Kaan Kavuşan
Sercan Soykan
Serkan Akkoyun
Bu sayıda ayrıca; bu hafta 72. yaşına basacak olan, 1995/96 sezonunda
Fenerbahçe’de de görev yapan Parreira’yı, travmatik bir çocukluğun
ardından dünya yıldızı olma yolunda ilerleyen Memphis Depay’ı,
Bundesliga’da son haftalarda yaptığı çıkışla göze batan Werder Bremen’i,
Euro 1964’te Sovyetler Birliği ile İspanya arasında oynanan efsane maçı
ve ikinci yarısı başlayan Danimarka Alka Superliga’yı ele aldık.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#166 BU SAYIDA
Dedesinin Torunu
Dedesinin kanatları altında büyüyen Gökhan Töre, onun
hayalini gerçekleştirdi
Yaratıcılığın Vücut Bulmuş Hali
Gökhan Töre sıradan bir dişilinin parçası olmaktan öte,
her geçen gün bir dişli olma yolunda
90’lara Yön Veren Adam
Değerini bilemediklerimizden Parreira’yı 72. yaş gününde bir
kez daha analım
Memphis Depay
Dünya çapında bir yıldız olmanın eşiğindeki Depay’ın
travmatik geçmişi
Evlatlarının Ellerinde, Yeniden Yükseklerde
Sezona rezlat bir başlangıç yapan Werder Bremen, eski
oyuncusu Spkrynk ile şimdi başka hayallerde
Efsane Maçlar
İspanya ile Sovyetler Birliği arasında Euro 64’te oynanan
maç hala unutulmazlar arasında
Alka Superliga’da İkinci Devre
İskandinavya’da devam eden tek lig, Danimarka’da ara bitti.
Şimdi gözler ikinci yarıda
Serkan Akkoyun
Profil HF166
DEDESiNiN TORUNU!
Bir dede, ölüm döşeğinde bir öğüt verdi elleriyle büyüttüğü torununa; “Futbolcu
olacaksın ve ay-yıldızlı formayı giyeceksin.” Ve torun kendi hikâyesini yazmaya
başladı o andan sonra…
“İçimi yalayıp geçen hüzün, geride mutlu düşler
bırakıyor. Çünkü tutacağız bir gün hayatın
ucundan, yükleneceğiz ne varsa, ne kadar solmuş
gül varsa canlandıracağız onu…”
Yılmaz Güney, 17 Ocak 1974 tarihli mektubunda
bu cümleleri yazıyordu eşine. Dört duvar arasına
da kapatılsa insan, hayaller ebedi özgürdür.
Varlıklar katlanırken yokluğun yarattığı boşluk
günden güne büyür ve eğer insanın hayalleri
varsa; o boşlukları doldurur. 20 Ocak 1992’de,
Köln’de dünyaya gelen Gökhan Töre, boşlukları
doldurmaya başladı.
Ailesi aslen Samsunlu olan Gökhan, 3 kardeşin en
büyüğü. Kendisinden 9 yaş küçük bir erkek kardeşi
ve 4 yaş küçük de bir kız kardeşi var. Annesi
hakkında bir bilgi yok. Babasının ise sadece uçak
mühendisi olduğunu biliyoruz. Hikâyesinin kopuk
parçaları, hiçbir zaman onlardan bahsetmemesini
anlatıyor aslında. Kimi aileler için çocuklar birer
nesil değil; netice oluyor.
Hayran olmaktan,
hayran bırakmaya
Gökhan, bazı kaynaklara göre ailesi tarafından
henüz 2 yaşındayken bir bakımevine teslim
ediliyor. Büyük ihtimalle bu bir dram değil.
Çünkü Gökhan’ın ağzından anlattığına göre
çocukken, biraz sonra hikâyesinin odak noktasına
gelecek olan dedesi Sabri Töre ile bitişik evlerde
yaşıyorlardı. Bu da demek oluyordu ki Gökhan,
ailesinin istemediği bir çocuk olmaktan ziyade
ailesinin bakmaya vakit ayıramadığı bir çocuktu.
Bakımını sağlaması açısından, ülkemizde de yavaş
yavaş gelişen kreş benzeri bir organizasyona
teslim edildi. Ancak geleneklerine bağlı dedesi
buna katlanamadı. 3 yaşına geldiğinde onun
bakımını üstlendi ve eşi Sabriye Töre ile birlikte
anne-babasının yerini aldılar. Gökhan 1995 yılından
itibaren Sabri Töre’nin kanatları altına girdi. Hayatı
da bu tarihten itibaren değişmeye başladı.
Dede Sabri Töre, Gökhan’dan arta kalan
zamanlarında evlerine yakın bir bölgede yer alan
parka giderek spor yapıyor, futbol oynuyordu.
Gökhan bir süre dedesini izledi. Çocuk aklı ile onun
bu yaptıklarını anlamlandıramaya çalışıyordu.
Sabri Töre de amatör olarak futbolla haşır neşir
olmuştu. Gökhan onun topla yaptıklarına hayran
kalmış ve rol model aldığı dedesi gibi olmayı henüz
5 yaşındayken kafasına koymuştu. O da parkta
futbol oynamaya başladı. Bu sefer izleme sırası
dedesine geçmişti. Henüz amiyane tabirle ‘bacak
kadar boyu’ varken topla olan ilişkisi dedesinin
gözünden kaçmadı. Kendisi de bir futbol adamı
olan Sabri Töre, torunundaki ışığı ilk fark eden isim
olarak her fırsatta tuttuğu eli bu sefer de turuncu
saçlı, çilli, sevimli torununu futbolcu olarak
yetiştirmek üzere tuttu.
Kara yıl; 2006
Önce Köln’de bulunan amatör kulüp Adler
Dellbrück’e gittiler. Gökhan 5 yaşında kapısından
minik bir futbol aşığı olarak girdiği kulüpten 11
yaşında Almanya’nın yeni genç yeteneği olarak
çıktı. Onu almaya gelen arabanın önünde ise,
Bayer Leverkusen tesislerine serbest giriş-çıkış
yapmasını sağlayan etiket yapıştırılıydı. Sabri
Töre’nin torunu artık Bayer Leverkusen’in genç
takımına transfer olmuştu. Futbolcu olması
için gereken en önemli şeye sahipti; futbol aşkı
ve hayalleri. Geri kalan her şeyin temelini ise
Bayer Leverkusen’de aldı. “Bayer Leverkusen
Almanya’nın en iyi altyapısına sahip. Diğer
kulüpler çok fazla araştırmalarına rağmen nasıl
olduğunu anlayamıyorlar. Belki A Takıma çok
fazla oyuncu çıkaramıyorlar ama Bundesliga’daki
kulüplere bakarsanız Leverkusen kökenli birçok
isim görürsünüz” diyerek ortama dair gözlemlerini
anlatan Gökhan, Leverkusen’in kendisine sağladığı
en önemli katkıyı ise şu şekilde özetliyordu:
“İşlerinde oldukça profesyoneller. Oyuncuların
fiziksel gücü ve teknik kapasiteleri en çok önem
verdikleri konu ve buna çok fazla odaklanıyorlar.
Temel eğitimimi orada aldım. Bu da benim sonraki
kariyerim için sağlam bir temel oldu.”
Leverkusen’de işler yolunda gidiyordu. Dedesi
onunla birlikte idmanlara geliyor, onu özel olarak
çalıştırıyor her ne kadar artık Almanya’nın en
büyük futbol kulüplerinden birinin altyapısında
olsa da, kendisini var eden ‘park çalışmalarını’
aksatmıyordu. Bu çalışmalarının karşılığını da
günden güne alıyordu. 12 yaşında katıldıkları bir
turnuvada rakipleri Real Madrid’di ve Gökhan
adeta sahada esti. Üzerine bol gelen 11 numaralı
forması ile birisi ceza sahası dışından, biri de taç
atışından gelen topa yaptığı vole vuruşundan
olmak üzere 2 golle Real Madrid’i yıkan isim oldu.
Yıllar sonra Zidane’ın Leverkusen’e Şampiyonlar
Ligi finalinde attığı gole benzer bir golle İspanyol
minikleri üzen Gökhan için ilk 3 sene çok iyi
geçti. Artık 14 yaşına gelmişti ve U15 takımının
vazgeçilmeziydi. Ertesi sene ise Gökhan’ın
dünyası başına yıkıldı. Dedesi Sabri Töre, 2006
yılının Ekim ayında hayata gözlerini yumdu. Onu
minik ellerinden tutup hayata bağlayan, bir umut
beslemesini sağlayan, hayallerinin temelini atan
dedesi artık yoktu. Annesizlik, babasızlık o kadar
canını acıtmıyordu. Olmayan bir şeyin yokluğu,
maddenin tanımına göre zaten mümkün değildir.
Ama dedesinin yokluğu tüm felsefi cümleler ve
bilimsel açıklamaları tanımsız bırakacak bir acıydı.
Gökhan dedesinin son günlerinde de onunlaydı.
Ve dedesi ondan yıllar sonra gerçekleştireceği bir
istekte bulunmuştu. Futbolcu olacaktı ve Türkiye
Milli Takımı’nın formasını giyecekti. Gökhan söz
verdi dedesine. O andan itibaren onun için hayatın
tek bir amacı vardı; çok iyi bir futbolcu olacak, ayyıldızlı formayı giyecek ve dedesi onun yanında
olamasa da ruhunu rahat ettirecekti. Aradan bir
3 sene daha geçti ve Leverkusen U17 Takımında
oynarken doğum gününden 10 gün sonra İngiltere
devi Chelsea’ye imza attı.
Ancelotti’nin öğütleri
“Chelsea beni 1,5 yıl boyunca izlemiş. Bana teklif
yaptıkları dönemde Barcelona ve Valencia ile
görüşüyordum. İkisi de beni istiyordu. Menajerimle
oturup konuştuk ve bu konuyu tartıştık.
İngiltere’nin en iyi lig olması Chelsea’yi kabul
etmemi sağladı” sözleri ile İngiltere macerasının
nasıl başladığını anlatan Gökhan ilk etapta A
Takıma transfer edildi. 48 numaralı forması ile
A Takımın oyuncusu olarak idmanlara çıkıyordu.
Ancak bir türlü A Takım kadrosuna giremedi
çünkü karşısında Florent Malouda engeli vardı.
“Ondan daha hızlıyım ve teknik yeteneklerim daha
iyi. Ancak o benden daha çok tecrübeye sahip.
Bu yüzden teknik direktör Ancelotti de tecrübeli
bir ismi tercih ediyor” diyen Gökhan henüz 17
yaşındayken dönemin Fransız yıldızı Malouda’ya
meydan okuyordu. Ancelotti ile sık sık bir araya
geliyor ve ondan öğütler alıyordu. Ancelotti ona,
“Çok iyi bir oyuncusun ancak henüz gençsin ve
önünde uzun bir yol var. Ben %100 istemem.
%150, %200 veren oyuncu isterim” diyerek
Gökhan’ın rotasını nasıl çizmesi gerektiğini
anlatıyordu. Ancak travmatik bir çocukluk geçiren,
hayattaki tek bağlandığı kişi olan dedesini
kaybetmiş Gökhan için bu konuşmalar motivasyon
değil daha fazla içe kapanıklık sebebi oluyordu.
Yine de İngiltere’de bazı isimlerle sıkı arkadaşlıklar
kurmayı başardı. Salomon Kalou ile komşuydu
ve onunla sık sık bir araya gelerek Playstation
oynuyordu. Michael Essien, Paulo Ferreira ve
Joe Cole gibi takımın süper starları ile Londra
cafelerine gidiyordu. Nicolas Anelka ve Yuri Zhirkov
ile her gün görüşüyordu. Chelsea’nin süper starları
ile aralarındaki ilişkiyi ise şöyle anlatıyordu Gökhan:
“Burada hiçbir zaman ‘biz yıldız oyuncularız sen ise
genç oyuncusun’ ayrımı olmuyor. Onlar da sadece
birer insan. İkinci senemde çok büyük yıldızlar geldi.
Onlarda normal ilişkilerimiz oldu. Onlar Chelsea’nin
dünyaca ünlü yıldızlarıydı ancak hiçbir zaman
böyleymiş gibi davranmadılar”
Abramoviç şaşkınlığı
Gökhan’ın Chelsea günlerinden unutamadığı bir
anısı da kulübün sahibi Rus milyarder Roman
Abramovich ile olanıydı. 2009 yılının devre
arasında Ricardo Quaresma ile birlikte yapılan
tek transfer Gökhan, Abramovich için şunları
söylüyordu: “Chelsea’nin idman merkezi tamamen
lüks içindeydi. Su altı koşu merkezi, devasa fitness
salonları… Bir defasında Abramovich helikopteri
ile idman sahasına geldi. Antrenörlerden bilgi aldı
ve tekrar uçtu. Bu görüşme ‘Merhaba, nasılsınız?’
görüşmesinden çok daha fazlasıydı. Bunu
beklemiyordum.” Ada’da stresini atmak için sık
sık dışarıya çıkan Gökhan’a o yıllardan kalma bir
alışveriş tutkunluğu saplandı. Alışveriş yapmayı,
kendisine yeni kıyafetler almayı çok seven Gökhan,
dünyanın en iyi mağazalarının bulunduğunu
söylediği Londra’da büyük meblağlı hesaplar bıraktı.
Bu sırada hala A Takıma yükselememiş, henüz
kariyerinde gol dahi atamamıştı. İngiltere’de
böyle devam ederse dedesine verdiği sözü
tutamayabileceğini düşünmeye başladı. Bir
an önce düzenli olarak oynayabileceği, Türk
Milli Takımı yetkilileri tarafından A Takım için
düşünülmeye başlamalıydı.
A milli formayı giydi
3 senelik Chelsea macerasının ardından
Hamburg’un teklifini kabul etti. 2009’da 500 bin
euroya Leverkusen’den Chelsea’ye geçen Gökhan,
2011’de de 1,5 milyon euro karşılığında Chelsea’den
Hamburg’a transfer oldu. Sürekli değeri artıyordu
ve artık kendisini Chelsea’den de tanıyan, birlikte
çalıştıkları Frank Arnesen yönetiminde A Takım
oyuncusu olmaya hazırlanıyordu. Bunun yanında
aynı dönem içerisinde Guus Hiddink tarafından
A Milli Takıma da davet almıştı. İşte beklenen an
buydu. Yıllarca kendisini Almanya adına oynatmak
isteyen yetkililere verdiği ‘hayır’ cevabının boşuna
olmadığını anladı. Önce Belçika maçına davet
almış ancak forma şansı bulamamıştı. Bundan 2
ay sonra ise Türkiye’nin Estonya ile oynadığı ve
3-0 kazandığı hazırlık maçının devre arasında,
en beğendiği Türk futbolcusu olan Arda Turan’ın
yerine oyuna girdi. Hamburg’da ilk senesinden
itibaren A Takım oyuncusu oldu. Sezonun birinci
yarısında Hamburg kanatları ondan soruluyordu.
Futbola ilk başladığında sadece sol kanatta
oynarken şimdi hem sol kanatta hem de sağ
kanatta sergiliyordu hünerlerini. Ancak talihsizlik
yakasını bırakmadı ve 2011 yılının devre arası
kampında geçirdiği sakatlık nedeniyle yaklaşık 2
ay sahalardan uzak kaldı. Sezon bitmesi ile birlikte
de yine değerine değer katarak 5 milyon euro
bonservis bedeliyle Rubin Kazan’ın yolunu tuttu.
Yanlış tercih
Belki de hayatında verdiği en yanlış kararlardan
birisiydi Rusya’ya gitmesi. Yalnız ve içine kapanık
genç daha 20 yaşında bambaşka bir kültür ve
iklime sahip olan Rusya’nın yolunu tutuyordu.
Kim bilebilir, dedesini kaybettikten sonra bozulan
pusulası ona yanlış bir rota çizmişti. Ne Chelsea’de
ne de Hamburg’da bir türlü istediklerini tamamen
yapamamıştı. Her hayal kırıklığında aklına dedesi
geliyor, onun ruhunu inciteceğini düşünerek
yeniden hırslanıyordu. Ama gün geçtikçe bu hırsı
ona zarar vermeye başladı. Rubin Kazan’da tam
anlamıyla bir hüsrana uğradı. Koca bir senede
sadece 7 maça çıkabildi. Ne gol attı -ki daha önceki
takımlarında da hiç golü yoktu- ne de asist
yapabildi. Ligin 9. haftasında oynanan
Krasnador maçında daha 38. dakikada
kırmızı kart görerek oyundan atılınca
da ipler tamamen koptu. Gökhan
için artık yeni bir macera lazımdı.
İmdadına vatan toprağı yetişti:
Beşiktaş, Gökhan’ı istiyordu!
Boşlukları doldurmaya
devam…
Beşiktaş’lı Gökhan’ı son 2 sezondur
izliyoruz. Siyah-beyazlı formayla
daha çıktığı ilk maçta kariyerinin
ilk golünü atarak aslında ‘bu sefer
olacak’ mesajını vermişti. Bir başka
mesaj ise Gökhan’ın neden bir türlü sahip
olduğu büyük yeteneklere rağmen Almanya’da
ve İngiltere’de patlama yapamamasıyla alakalıydı.
Gökhan’ın kaderinde patlamalar ayağından çıkan
mermilerden değil; silahların namlularından çıkan
mermilerden meydana geliyordu. Barda eğlenirken
silahla vurulması da, Hakan Çalhanoğlu ve Ömer
Toprak’la başrol oynadığı malum otel odası
basıp, ağza namlu sokma sahnesi de Gökhan’a
kaderinin bir oyunuydu. Ama eminim ki dedesi
Sabri de babaannesi Sabriye de onun başarıları ile
övünüyor, içine düştüğü bu durumlar karşısında
‘keşke oğlumuzun yanında olsaydık’ diyorlardır.
Türkiye’de futbolu Avrupa standartlarına çeken
Gökhan Töre’nin arkasında Beşiktaşlılar ve ülke
futboluna dair hâlâ hayalleri olan milyonlarca
insan var. Yılmaz Güney’in Canım, Sevdiğim,
Yüreğim şiirinde dediği gibi; “Bazen bir yumrukta
yıkacak kadar güçlü, bazen bir serçe kadar
güçsüzsem, bir nedeni vardır… Hangi zorluğu
yenmemiş insanoğlu, hele taşıyorsa içinde bu
insanca sevgiyi…”
Analiz HF166
Emre Çelik
YARATICILIĞIN
VÜCUT BULMUŞ HALi
Beşiktaş, 2008/09 sezonundan bu yana Spor
Toto Süper Lig’de hem oyun hem de puan olarak
en iyi sezonunu geçiriyor. Son şampiyonluğunda
ilk 21 hafta itibarı ile 39 puan toplayabilen
siyah-beyazlılar, bu sezon 47 puana ulaşmış
durumda. Beşiktaş’ın bu başarısında öne çıkan
ve taraftarların adına besteler yaptığı isim
attığı gollerle takımın yıldızı Demba Ba olsa da
oyun olarak Gökhan Töre de en az Senegalli
golcü kadar bu başarıda başrolü oynayıp takımı
sırtlıyor. 1,5 sezon önce Beşiktaş’a ilk geldiğinde
“potansiyel sahibi” olarak değerlendirilmesine
rağmen bu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp
dönüştüremeyeceği konusunda çok büyük
soru işaretleri olan Gökhan Töre, Hamburg’da
geçirdiği sezonun ardından adeta futbola veda
etmiş bir haldeydi ve İstanbul’a da bu şekilde
geldi. Fakat Gökhan Töre, 1,5 sene boyunca
adeta evrim geçirdi ve ortaya koyduğu oyunla
“yetenekli ama tutmaz” olarak değerlendirilen bir
oyuncudan Beşiktaş için “olmazsa olmaz” isme
dönüştü.İstatistiklere bakacak olursak Gökhan
Töre bu sezon STSL’de Beşiktaş formasıyla topla
birlikte en fazla adam eksilten isim. Öyle ki bunu
öğrenmek, hatta teyit ettirmek için istatistiklere
bakarak zaman kaybetmeye bile gerek yok.
Hatta Gökhan Töre, WhoScored istatistiklerine
göre STSL’de bu dalda maç başına ortalama
hesaba katıldığında zirvedeki oyuncu. Avrupa
Ligi’nde ise sadece Danilo D’Ambrosio, Andros
Townsend ve Mousa Dembélé’nin gerisinde.
Fakat şunu belirtmekte fayda var, Gökhan Töre
bu sezon adam geçmekten çok daha fazlasını
yapıyor; atıyor, eksiltiyor, pozisyon yaratıyor
ve pozisyona sokuyor. Belki istatistiksel olarak
3 gol ve 4 asist az gelebilir ama Gökhan Töre,
Beşiktaş’ın bu sezon hem topla hem de topsuz
en fazla adam eksilten yani “yaratan” ismi.
Dripling istatistiklerinin yanı sıra “maç başına
kilit pas” ortalamasında da Avrupa Ligi’nde Sosa,
STSL’de ise Sosa ile Olcay’ın gerisinden geliyor.
Yani Gökhan Töre “her türlü” yaratıyor ki bunu
sahada da görmek mümkün. Zaten bu hızlı
düşünebilme ve düşündüğünü uygulayabilme
yeteneği sayesinde tek tip bir oyuncu profilini
geride bırakalı çok oldu.
“Görüyor ve artırıyorum”
Önder Özen hiç şüphesiz Gökhan Töre’yi en
yakından tanıyanlardan. Hayatım Futbol
olarak kendisine sorduğumuzda kısa ve öz bir
biçimde Gökhan’ın oyun tarzı hakkında şunları
söylüyor: “Gökhan kurgular, uygulamaya geçirir,
ekstrem bir şey olsa bile hareketin içerisinde
tekrar kurgulayabilir.” Diğer bir ifadeyle yaratıp,
yarattığının içerisinde tekrar yaratabilen bir
oyuncu. Belki de Gökhan’ı istatistiklerin de
ötesine taşıyan yegane özellik. Rakipler için
kale önünde pimi çekilmiş bomba. Hareketini
tahmin ediyorsunuz, hamlenizi yapıyorsunuz
fakat Gökhan’ın oyun zekâsı ve karakteri tıpkı
bir poker oyuncusu gibi “görüyor ve artırıyorum”
diyebilmesini sağlıyor. Zaten bu sezon Beşiktaş’ın
sahip olduğu konumda en büyük rol oynamasının
sebebi de bu kabiliyeti sayesinde topla ya da
toptan vazgeçerek girdiği aksiyonlarda saklı.
Gökhan’ın bu yaratıcılığının yanı sıra büyümesinde
diğer bir önemli etken de hiç şüphesiz “sol açık”
profilinden sıyrılıp adeta bir serbest oyuncu
gibi oynaması. Saha içerisinde inisiyatif alarak
rakibin o esnadaki kırılgan bölgesine oynaması,
ve dolayısıyla da yeteneklerini her bölgede
gösterebilmesi Gökhan’ı marke etmesi çok daha
zor bir oyuncu kılıyor. Son 1,5 sene içerisinde
savunmaya yaptığı katkı oranının artması da
-her ne kadar bu konuda ciddi pozisyon eksikleri
olsa da (en bariz ve akla gelen ilk örnek sezonun
ilk maçında Mersin İdman Yurdu karşısındaydı)Gökhan’ı “büyüten” etkenler arasında yer alıyor.
Hele ki tüm bunları psikolojik açıdan belki de
kariyerinin en zor sezonunda ortaya koyması
Gökhan’ın gerçekten de “büyüdüğünü” gösteriyor.
Gökhan’ın saha içerisinde eleştirilebileceği konular
da var elbette. Zaman zaman kendisine aşırı
güvenip çok zorladığı olmuyor değil. Fakat şunu
da eklemek şart, taraftarın büyük bir bölümü
o zorlamalardan dolayı hayıflansa da 9 kez
yapamadıktan sonra 10’uncu kez yapma ihtimali
olduğundan dolayı çok da kızamıyor. Çünkü
Sosa ile Olcay bile aşırı formsuz oldukları bir
karşılaşmada tek bir hareketle oyunu değiştirecek
isim olma özelliğini en azından mental olarak
henüz ortaya koyabilmiş değil. Yine de Gökhan’ın
bu özelliğini de törpülediği zaman çoktan
elde ettiği “özel oyuncu” apoletini bir seviye
daha yukarı çıkaracağı aşikâr. Gökhan Töre için
kendisini bir kademe daha tutulmaz kılabileceği
bir diğer özellik de, Arda Turan’ın Ronaldo-Messi
kıyaslaması yaparken “Neden Messi?” sorusuna
verdiği cevaptaki gibi “geçtiği adamı arkasına
alabilmek.” Bir başka ifadeyle sadece hızı ve
patlayıcılığıyla rakip oyuncuyu geride bırakmak
değil; attığı çalım, tekniği ve yöneldiği alan itibarı
ile rakibini bir daha ne kendisine ne de başka
bir takım arkadaşına geri gelemeyecek şekilde
tamamen oyundan düşürmek. Zaten bunu da
yapsa “gerçek Robben” olmayacak mı?
Kaan Kavuşan
Profil HF166
90’LARA YÖN VEREN ADAM
CARLOS ALBERTO
PARREIRA
5 Mayıs 1996 tarihindeki efsane maçta Carlos
Alberto Parreira, maç öncesinde pek yapmadığı
bir şey yaptı ve kaptan Oğuz Çetin’e bir hafta
boyunca frikik çalıştırdı. Maç öncesinde Parreira
iki oyuncusuna da bakarak kaptana yöneldi ve
“Oğuz, yakından frikik olursa sen, uzaktan olursa
Boliç kullanacak, tamam mı?” dedi. Maç başladı.
Trabzonspor bastırıyor, Fenerbahçe zorlanıyordu.
Bir frikiği, yakından olmasına rağmen Boliç
kullandı. Devre arasında Parreira kaptanın yanına
geldi; babacan bir tavırla, “Oğuz, yakın olursa sen,
uzak olursa Boliç demedim mi ben size? Neden
böyle yapıyorsunuz?” diye uyardı iki oyuncuyu.
İkna etmişti ikisini de. Aynı devre arasında yaptığı
bir başka icraat, Bülent Uygun’u oyuna almaktı.
Parreira, Uygun’a maç öncesinde Trabzonspor’un
devreye genelde 2-0 farkla girdiği için maçlardan
yenik ayrılmadığını anlatmış ve eklemişti; “Bugün
yedek başlayacaksın ama ikinci yarıda oyuna
sokacağım.” Uygun’un cevabı “Dünya Şampiyonu
sensin hocam. Sen daha iyi bilirsin” olmuştu.
Evet, Parreira gerçekten de “daha iyi biliyordu.”
Fenerbahçe devresini 1-0 geride kapadığı maçı,
ikinci yarıda 2-1 kazandı. Parreira’nın ısrar ettiği
öneri sonucunda Oğuz’un frikiği Fenerbahçe’ye
beraberliği getirirken, Aykut’un golüyse
galibiyeti getirmişti. Bülent Uygun ise etkili
bir futbol oynayıp, Oğuz’un frikiği öncesinde
“el” diye bağırmasıyla hakem Metin Tokat’ın
frikik vermesini sağlayan oyuncuydu. Sonuçta
Parreira’nın o tek maçta olduğu gibi, sezon
boyunca yaptığı tercihler şampiyonluğu getirdi
Fenerbahçe’ye… Ülkemizde geçirdiği o tek
sezon Fenerbahçe’nin 6 sezonluk şampiyonluk
orucunu bozduğu sezondu. Ama Parreira
daha önceden de Brezilya’ya 24 yıl süren bir
orucu bozdurmuştu…
Bildiğini okuyan şampiyon
Parreira, birçoğumuzun aklında hâlâ Roberto
Baggio’nun kaçırdığı penaltıyla kalan 1994 Dünya
Kupası finalinde takıma daha Avrupai ve kontrollü
bir futbol oynatarak kupaya ulaşmıştı. Bu, en
son şampiyonluğunu, 1970 yılında elde eden
Sambacılar için bir yeniden doğuştu adeta. Çok
eleştirmesine rağmen bildiğinden şaşmamış,
doğru kararlar vermişti. Turnuva öncesinde ağzı
boş durmayan Romario’yu uzun süre kadroya
almayarak terbiye etmişti. Genç Roberto
Carlos yerine, kadroya ‘şişko’ denilen Branco’yu
çağırmıştı. Branco bazuka gibi şutlarıyla goller
buldu. Rai sık sık oyundan çıkıyordu. Vasat denilen
Zinho goller buluyordu. Parreira yıldızları sevmiyor
değildi ama o da Sacchi gibi kolektif bütünlüğe
herkesin uymasını istiyordu.
Sonuçta da kazanıyordu…
Brezilyalı hocanın değişik bir anlayışı vardı
diğer Brezilyalılara göre. O yüzden 1994 Dünya
Kupası’ndaki futbolu, Tele Santana’nın hayaliyle
ekran başına geçenlerce çok pragmatik ve hatta
defansif bulunmuştu. Uzun yıllardır bireysel ve
düzensiz oyun sebebiyle şampiyon olamayan
Brezilya futbolunun genel eğiliminin aksine,
Parreira’nın en çok önem verdiği şeylerden biri
kondisyondu. Futbol dünyasına bir kondisyoner
olarak girmişti zaten; FIFA tarafından Yüzyılın
takımı seçilen ve 1970 Dünya Kupası’nı alan
takımın kondisyoneri oydu.
1970’teki takımın kondisyoneriydi
Teknik adamlık mazisiyse kondisyonerliğinden
de eskiydi. 24 yaşında Gana Milli Takımı’nın
başına geçmiş ama daha sonra eğitim için
teknik direktörlüğe ara vermişti. Çünkü daha
üst seviyelere çıkmak için kariyerine yatırım
yapması gerektiğini biliyordu. Eski futbolcu
olmayanların 5-0 geride başladığı bir sektörde,
tezler ve antitezler sunmak zorundaydı Parreira.
Brezilya’nın teknik kadrosuna girişi de bu sırada
oldu. Kondisyoner olarak katıldığı 1970 Dünya
Kupası’ndan dört sene sonra uzun yıllardır ara
24 yaşında hiç futbol
oynamadan Gana’nın başına…
Pek çok kişi için tarihin pek bilinmeyen tozlu
sayfalarında kalmıştır ama Parreira 1967 yılında
Afrika’da çalışan ilk yabancı teknik adamlardan
biri olmuştu aslında. Gana hükümeti, Brezilya
Dışişleri Bakanlığı’na milli takım için Brezilya
ekolü düşündüklerini fakat futbolcuların
fiziksel olarak da çok zayıf olduğunu söylemişti.
Bakanlık da bu öneriyi, fiziksel gelişim
konusundaki uzmanlığıyla bilinen Rio Eyalet
Üniversitesi’ne iletti. Üniversitenin tercihi, en
iyi öğrencilerinden biri olan 24 yaşındaki Carlos
Alberto Parreira’ydı.
Parreira bunun iyi bir şans olduğunu
düşünmüştü. Hiç futbol oynamamıştı ama
oyunu seviyordu. İngilizce eğitimi alıp haftalık
100 dolar, yol masrafları ve yemeği kabul
edip Afrika’nın yollarına düştü. Milli takımla
ilk buluşmasında oyuncularla birlikte yemek
masasına oturduğunda hepsi şaşırdılar. “Bana
çok garip bakıyorlardı, aptalca bir şey yaptığımı
ya da geleneksel bir ritüeli bozduğumu
sandım. O gün anladım ki onlara yakın olmam
gerekiyor” diyor bir kitap için verdiği söyleşide
Parreira.
Geldiği gibi büyük değişimlere imza attı
Brezilyalı teknik adam. Eski hocaların aksine,
kamp zamanlarında lüks otellerde değil,
barakalarda oyuncularla birlikte kaldı. Bazı
dönemler için seksi yasakladı. Bu performansla
Afrika Kupası finaline kadar uzandı. Aynı sene
Ashanti Kotoko adlı takımı da çalıştırmaya
başladı ve onlarla da Afrika Şampiyon Kulüpler
Kupası finaline ulaştı. İki finali de kaybetti
kaybetmesine ama kariyer eğitimi için
takımdan ayrıldığında Kara Kıta’nın Brezilyası
olarak anılan bir Gana bıraktı ardında…
verdiği teknik direktörlüğe döndü. İlk başarılarını
Fluminense ile elde ettikten sonra, Kuveyt, Birleşik
Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri
gezdi. Dolayısıyla ülkenin içindeki antrenörlere göre
daha değişik fikirler edinme şansına ulaşmıştı.
Koşullara adapte olmayı öğrenmişti. Hep bir
öngörüye sahip oldu bu adaptasyon sayesinde.
2003’te FIFA seminerinde dünyanın ilerleyen
zamanlarda 4-6-0 tercihinde ısrar edileceğini
belirttiğinde de haklı çıkmıştı. Taktik konusunda
da hep zamana ve oyunun evrenselliğine ayak
uydurdu. Zayıf olduğu koşullarda yeni planlar
üretti. Örneğin Parreira’nın günümüz futboluna
yön veren bir icadı vardır. Bir ton hücumcunun
arasından tüm ülkenin dudak bükmesine rağmen
Brezilya ilk 11’ine oturttuğu pek sevilmeyen Dunga
ile kazanan şampiyonluk ön liberonun ve 4-1-2-1-2’in
yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Öyle yayılmıştır ki
bu sistem 1996 Avrupa Kupası’nda 16 takımdan 11’i
bu sistemi uygulamış, UEFA için rapor yazan eski
Fenerbahçe teknik direktörü Venglos başlığını “Ön
libero ihtilali” olarak atmıştır.
İlk ön libero Kemalettin
Türk futbolunu da bir hayli değiştirmiştir esasında.
Fenerbahçe’ye geldiğinde baklava orta sahayı
kurarak, 4-4-2 oynattığı takımda geldiği gibi, ilk
iş iki bek bulmak oldu. Almanya’dan alınan Erol
sol beke, aslında bir forvet olan İlker sağ beke
çekildi. Parreira için bir bek oyuncusu boydan boya
koridoru kullanabilmeliydi. Bu o dönemler çok
geçerli bir fikir değildi aslında, bir bekten yarı sahayı
fazla geçmemesi bekleniyordu. Uche ve Högh ile
defansta yakalanan uyum, markajcıların memleketi
Türkiye’de alan savunmasını hâkim kıldı…
İkilinin hemen önündeki Kemalettin’in savaşçılığı,
takım savunmasını en üst düzeye getirdi.
Kemalettin’in bu pozisyona adapte edilmesi adeta
Türkiye’ye ön liberonun gelişi olarak kabul edilebilir.
Zira Kemalettin Şentürk de Türk futbolunun ilk
ön liberosunun kendisi olduğunu iddia ediyor. Bu
sisteme adapte olan Oğuz, Aykut, Tayfun ve Boliç
gibi oyuncularla topu kendisine saklayan, bol pas
yapan bir Fenerbahçe kurmuştu Parreira.
Parreira’dan 4-6-0 açıklaması
Futbol kabuk değiştiriyor. Gelecek 4-6-0’da.
Önemli olan forvetlerin, orta sahaların ve
savunmacıların sayısı değil artık. Önemli
olan takımın nasıl oynadığı, nasıl dengede
kaldığı. Bu devirde her şeyi yapan, çok yönlü
oyunculara sahip olmak gerekiyor. Defans
veya hücumcu olarak ayrılan takımlar bir
yere varamaz. İki şeyi bilmeniz gerekiyor.
Günümüzde defansı da ofansı da tek takım
yapacak. Bunun en zor kısmı savunma
yapmayan, organize olmayan, kendini
astronot sanan oyuncuların varlığıdır.
Kocaman’da Parreira etkileri
Aykut Kocaman’ın futbol anlayışında da Parreira
etkileri görebilir. Kocaman’a göre, Parreira’nın
sistemini topa sahip olma diye genellemek
mümkün. Bu anlamda, Parreira’nın kendisi için
bir örnek olduğunu Aykut Hoca da kabul ediyor.
Fakat Parreira’nın asıl önemli özelliği oyuncularının
gözlerindeki yeriydi. Fenerbahçe tarihinin en iyi
yabancılarından biri olan Uche; “Oyuncular için
futbolu kolaylaştırırdı. Önemli olanın iyi futbol
oynamak olduğunu, takım oyununun görevleri
paylaşmaktan ibaret olduğunu anlatırdı. Hem
hoca, hem arkadaş, hem de bir baba gibiydi” diyor
onun için. Feyyaz Uçar’ın röportajlarında da benzer
ifadelere rastlayabilirsiniz, o da insan ve hoca
olarak çok sevdiği sık sık belirtir. Uzun lâfın kısası,
Parreira kadro psikolojisini ve birliğini idare etme
konusunda çok maharetli bir hocaydı.
Emirlikleri, Kuveyt, Güney Afrika milli takımlarının
başında bulundu. Oraya da metotları ve anlayışını
götürdü. Beş farklı milli takımla Dünya Kupası’na
katıldı. Şu anki Brezilya Teknik Direktörü Dunga’nın
akıl hocası olduğunu söyleme de lüzum yok galiba.
Kimi ondan Tele Santana’nın futbolunu beklediği
için defansif olduğu gerekçesiyle eleştirdi, kimi de
akademisyen bir hoca olduğu için, sürekli tezler
veya anti-tezler üretmeye çalıştığı için sevdi. Evet,
hiçbir zaman şova dayalı bir futbol oynatmadı
ama elindeki kadro iyi olduğunda iyi oynattı,
kötü kadrolar olduğundaysa kazanmayı bildi.
1994’teki Brezilya’ya futbol literatürüne; 1995/96
sezonundaki Fenerbahçe’ye de Türk futboluna;
ön liberoyu soktukları için defansif takımlardı
demek mümkün değil. İki takım da ofans-defans
dengesini kurarak, derli toplu ve planlı oynadı
aslında. İki takımın da şampiyonluk oruçları bu
sayede bitti.
Sadece, iki kez başına geçtiği, yakın zamana
kadar teknik danışmanlığını yaptığı Brezilya’nın
ve Türkiye’nin futbolunu değil, Afrika ve Asya’nın
futbolunu da değiştirdi Parreira. Gana, Birleşik Arap
Öyle ya da böyle, kesin olan tek şey var… Parreira,
gizlice ve sessizce 90’lara bizzat, 2000’lereyse
dolaylı olarak yön verdi…
Profil HF166
Fırat Topal
GEÇMiŞiN GÖLGESiNDE KURTULUNCA
MEMPHIS DEPAY
Travmatik bir çocukluk geçiren
Memphis Depay, PSV’de aldığı
hem mental hem de teknik
eğitimle bir dünya yıldızı olma
yolunda. Şimdiden Premier
League devleri onun peşinde
Onun için “Hollanda Ligi’ndeki tek yıldız oyuncu”
tabirini kullananlar var. PSV’deki hocası Phillip
Cocu “Robben kadar iyi olabilir ve bunu söylerken
gayet ciddiyim” diyor. Guus Hiddink de onu
Robben ile karşılaştıranlardan, ama o, hadiseye
farklı bakıyor. “Robben gibi olabilmek için henüz
öğrenmesi gereken çok şey var. Onun kadar
yetenekli olabilir, fakat mental açıdan kendisini
geliştirmesi lazım. Ben PSV’nin başında iken,
Robben de takıma katılmış 18 yaşında bir genç
yetenekti ve antrenmanda ona yapılan faullerde
düdük çalmazdım, onu sert geçecek yıllara
hazırlamak isterdim” diyor. Hollanda futbolunun
bir başka efsanesi Willem van Hanegem
Memphis’in, Georginio Wijnaldum ile birlikte bu
sezon PSV’yi şampiyonluğa taşıyacak iki kilit
oyuncudan birisi olduğunu söylüyor. Eindhoven’da
bu sezon herkes mutlu. Takım geçtiğimiz sezona o
kadar kötü başlamıştı ki ilk yarıyı lider Vitesse’nin
13 puan gerisinde bitirdiklerinde çoktan havluyu
atmışlardı. İkinci yarıda vitesi artırıp yukarılara
tırmandılar, ancak dördüncülük koltuğundan öteye
gidemediler. Bu sezon ise bitime 12 hafta kalmış
olmasına rağmen en yakın takipçileri Ajax’ın 14
puan önünde adım adım şampiyonluğa koşuyorlar.
Böylece 6 yıl süren bir şampiyonluk hasretini sona
erdirecekler.
Zor geçen çocukluk
Memphis Depay, 13 Şubat 1994’te, peynirleriyle
ünlü Gouda’ya 6 kilometre uzaklıktaki, 8 bin
nüfuslu Moordrecht’te, Ganalı bir baba ve
Hollandalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya
geldi. Anne-baba o 4 yaşındayken boşandılar ve
uzun yıllar boyu hastabakıcı olarak çalışan annesi
Cora, küçük Memphis’in vesayetini aldı. O günden
sonra da Memphis’le babası arasındaki ilişki pek
iyi olmadı. Formasının arkasında, alışılageldiği
üzere soyadı olan “Depay” değil de “Memphis”
yazmasının sebebi de bu. “Babam beni aradığı
zaman onunla normal bir şekilde konuşuyoruz,
ancak aramızdaki ilişki asla annemle olduğu
gibi olamaz” diyor 21 yaşındaki oyuncu. Bu
boşanmadan 2 yıl sonra, henüz 6 yaşındayken,
annesi, onu yaşadıkları kentin takımı VV
Moordrecht’in altyapısına yazdırdı. Hollanda’nın
bir makine gibi işleyen amatör futbol ağı, elbette
bir dolu futbolcu avcısının da takibindeydi ve onun
yeteneklerinin eyaletin en büyük şehrine haber
olarak gitmesi de kaçınılmazdı. Rotterdam’ın
köklü takımı Sparta, onu 9 yaşında transfer etti.
Bu sırada aile hayatında işler pek iyi gitmiyordu.
Zira annesinin yeni tanıştığı erkek arkadaşı
şiddet eğilimli bir adamdı ve sonraları Memphis
ondan “20 tane çocuğu olan ve çocuklarına kötü
davranan bir tirandı” diye bahsedecekti. Üstelik
anne-oğulun maddi sıkıntıları da artık hayatlarının
bir parçası olmuştu. Ancak anne Cora, kendi
ihtiyaçlarından feragat ederek Memphis’i büyüttü.
O yıllarda her maçını izleyen büyükbabası Cees
de Memphis’in en fazla destek aldığı insanlardan
birisiydi.
12 yaşında güneye yolculuk etme zamanı
gelmişti Depay için. PSV, gelecek vaat eden yıldızı
bünyesine katmakta hiç tereddüt etmedi. Şehrin
yeni misafirinin şansı da yaver gitmişti, çünkü
kulüp aracılığı ile Memphis’e göz kulak olacak bir
aile de bulunmuştu. Tabii özel hayatında yaşadığı
tramvlar onu daha küçük yaşlarda etkilemeye
başlamıştı. Bunun üzerine PSV, mental koç Joost
Leenders’i onunla ilgilenmesi için görevlendirdi. Bu
dönem genelde kızgın ve isyankar bir yapısı olan
Memphis’i daha sakin ve kendisine hakim olabilen
bir insan haline getirdi. Memphis, kendini ifade
etme isteğiyle dolduğu zaman ise rap müziğe
sığınıyor ve sokakları müzik dinleyerek arşınlıyordu
(bugün bile twitter sayfasından sık sık rap müzikle
ilgili paylaşımlar yapıyor, hatta 2013 yılında
Hollanda’nın bir başka genç yeteneği Eljero Elia ve
rapper Bollebof ile bir de şarkı kaydetti).
17 yaşında iken, PSV hocası Fred Rutten
Memphis’e ilk kez forma verdi ve o sezonun A
takım kadrosunda ara sıra kullanmaya başladı.
Söz konusu sezondan önce, mayıs ayında,
Hollanda 17 Yaş Altı Ulusal Takımı, Sırbistan’daki
Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon olurken
Memphis de kadrodaydı ve finalde Almanya’yı 5-2
mağlup ettikleri maçta 1 de gol atmıştı. 2012/13
sezonunda, kırmızı-beyazlıların yeni hocası
Dick Advocaat onu A takımın daimi oyuncusu
haline getirdi. Ancak bir yandan da öğrencisini
eleştirmekten geri kalmıyordu. Ekim 2012’de De
Telegraaf’a verdiği demeçte Memphis’in fazla
benmerkezci olduğunu ve empati yeteneğinin çok
fazla gelişmediğini ifade etti. Kimse onun saha
içinde yapabileceklerinden şüphe duymuyordu,
ancak mental açıdan yardım almazsa, başarılı
bir kariyere sahip olmayacağından ve yıllar sonra
Andy van der Meyde misali, büyük bir yeteneğe
dönüşmesi beklenirken kariyerini çöpe atan bir
oyuncu olmasından korkuluyordu. Memphis o
sezon toplamda 29 maça çıkıp 3 gol kaydetti.
Mertens’in açtığı yol
2013/14 sezonunda PSV’nin başına geçen
Phillip Cocu aslında Memphis Depay’ı ilk 11’de
düşünmüyordu, zira Cocu’nun ilk 11 için düşündüğü
isim Belçikalı Dries Mertens’dı. Ancak Mertens
haziran ayında 9,5 milyon euro gibi bir bonservisle
Napoli’nin yolunu tutunca Cocu, genç futbolcuyu
mecburen onun alternatifi olarak düşünmeye
başladı. Bu düşüncenin pratikteki sonucu ise
çarpıcıydı. Memphis 34 lig maçının 32’sinde
sahaya çıktı ve 12 gol kaydetti. Kupa maçları da
eklendiğinde oynadığı maç sayısı 43’e, gol sayısı
da 16’ya çıkıyordu. Louis van Gaal’in onu göz ardı
etmesi imkansızdı ve tecrübeli hoca genç ismi
Brezilya kadrosuna dahil etti. Gruptaki ikinci
maçta, da, Avustralya’ya karşı Bruno Martins
Indi’nin yerine devre arasında sahaya gönderdi.
Memphis 25 dakika içinde 1 gol 1 asiste imza atmış
ve maçın kaderini değiştirmişti. Ayrıca attığı gol
onu Hollanda Ulusal Takım tarihinin en genç dünya
kupası golcüsü yaptı. 5 gün sonra Şili’ye de 1 gol
kaydetti. Kupada toplamda 4 maçta oynamıştı,
yani sezonu 50’ye yakın maç oynayarak bitirmişti.
Raphael Varane ve Paul Pogba ile beraber kupanın
en iyi genç oyuncusuna verilen ödüle aday oldu,
ödül Pogba’ya gitti.
Performansı bu sezon daha da yukarıda
Memphis’in. Şu anda attığı 15 golle krallık
yarışında zirvede. Son 9 maçta 8 golün altına
imzasını koydu. Mateja Kezman 2003/04
sezonunda PSV formasıyla 31 gol atmış ve gol
krallığını kazanmıştı. O sezondan bu yana Işık
Şehri’nden gol kralı çıkmıyor. Ancak bu sezon işler
değişebilir. Memphis topla adam eksiltebiliyor,
çok çabuk hızlanıp fren yapabiliyor, iyi bir frikikçi,
mücadeleci ve son vuruşları da etkili. Kısacası
iyi bir golcüde aranan özelliklere fazlasıyla
sahip. Üstelik kanatlarda ve forvet arkasında da
oynayabiliyor, yani farklı rollerdeki verimliliği de üst
düzeyde.
İngiltere yolları
Böyle bir oyuncunun da taliplerinin olmaması
mümkün değil. Hatta şöyle diyelim, Memphis,
sezon sonunda % 100 olarak PSV’den ayrılacak ve
takımına yüklü bir bonservis bedeli kazandıracak.
Tottenham Hotspur hocası Mauricio Pochettino,
13 Şubat’ta, PSV’nin, AZ’i deplasmanda 4-2
mağlup ettiği maçı tribünden izledi. Londra
kulübü 2014 Dünya Kupası sonrasında da
oyuncuyla bağlantı kurmuş, ancak Memphis,
PSV ile sözleşme uzatıp 1 yıl daha Eindhoven’da
kendini geliştirmek istediğini ifade etmişti.
PSV’nin ondan 20 milyon euro gibi bir
para kazanacağı söyleniyor. İngiliz
medyası, Louis van Gaal’in de
vatandaşını Manhester’a getirmek
için Tottenhamla büyük bir yarış
içerisinde olduğunu yazıyor
bir süredir. Cocu da sezon
sonu transferin kaçınılmaz
olduğunun bilincinde: “Henüz
21 yaşında, ama şimdiden
sorumluluklarının bilincinde bir
oyuncu. Üstelik antrenmanlarda
hiç kaçak dövüşmüyor ve kendisini
geliştirmek için elinden geleni
yapıyor. Evet, bu sezon sonunda
onu elimizde tutamayacağız ve
Premier League’e gideceğini
düşünüyorum.” Premier
League’in geçtiğimiz
günlerde yapılan ve rekor
tutarla sonuçlanan
ihalesi
sonrasında,
PSV
Futbol Direktörü Martin van Geel, bu ihalenin
Hollanda kulüplerine de büyük bir fayda
sağlayacağını, çünkü Premier Lig takımlarının,
artık harcamak için daha çok parası olduğunu ve
bunun da altyapılarından dünya futboluna birçok
yetenek sunan Hollanda kulüpleri için önemli bir
gelir kaynağı anlamına geldiği yönünde görüş
bildirmişti.
Bütü bu övgüler ve sahip olduğu üne rağmen
ailesini hiçbir zaman ihmal etmeyen
genç bir delikanlı Memphis Depay.
Geçen yıl annesine son model bir
Mercedes hediye edip, annesine
hediyeyi verdiği anı videoya
kaydederek Facebook’a ekledi.
Zor geçen çocukluk yıllarında ona
destek olan büyükbabası Cees’i
kaybettiğinde, koluna, onun
ölüm tarihine atıf yapan
“Uzaklardasın, ama her
zaman kalbimizdesin,
teşekkürler 14-022009” yazılı bir dövme
yaptırdı. Her golden
sonra dövmesini öperek
büyükbabasına selam
gönderiyor. Simba adında,
çov-çov cinsi bir köpek
sahibi ve ne zaman
deplasmanlara gitse,
köpeğini, göz kulak
olması için, ona
PSV yıllarında
yardımcı olan
mental hocası
Joost Leenders’e
bırakıyor. Kısacası
Memphis,
geçmişinde ona
yardım edenleri
hiç unutmayan ve
borcunu ödemeye
çalışan bir genç.
Almanya HF166
Bahadır Bozkurt
EVLATLARININ ELLERiNDE,
YENiDEN YÜKSEKLERE
İlk dokuz hafta sonunda ligin dibine demir atan
Werder Bremen, eski oyuncusu Viktor Spkrynk’in
ellerinde yeniden hayat buldu. Sezon başında kümede
kalmanın hesaplarını yapan ekip, yeni hocasıyla
beraber şimdi Avrupa Kupalarına katılmanın peşinde
Bundesliga’da bu sene şampiyonluk yarışından
daha çok kümede kalma savaşı dikkatleri
çekiyor. Bayern Münih ve Wolfsburg ligde emin
adımlarla ilk iki sıra için ilerliyor. Bu iki ekip,
çıktıları maçlarda 3 puana yan gözle bile bakanları
ezip geçerken, ligin alt sıralarındaki çekişme
Mayıs ayının heyecanla beklenmesinin başlıca
nedeni olmuş durumda. Klopp yönetimindeki
Borussia Dortmund dahi bu heyecanlı yarışın içine
girerken, Ausburg-Mönchengladbach-Schalke gibi
ekipler nispeten bu mücadelenin içine girmeden
kendilerine güvenli bölgede buldu. Ciddiyetini
korumayan tüm ekipler için çanlar şimdiden
çalmaya başladı. Son yıllarda Dortmund gibi ligde
şampiyonluk yarışında görmeye alışkın olduğumuz
Werder Bremen de bir dönem ligin dibine vurdu.
İlk 9 maçta galibiyete hasret kalan yeşil-beyazlılar,
aldıkları 4 puanın ardından teknik direktör Robin
Dutt’un görevine son vererek, ateş hattından
uzaklaşmak için ilk hamlesini gerçekleştirdi.
Yönetim, Robin Dutt’tan boşalan teknik
direktörlük görevine 1996-2004 yıllarında Werder
Bremen forması giymiş, genç takım antrenörü
Viktor Skrypnyk’i getirdi.
1999 yılında benzer bir tabloya şahit olan Werder
Bremen, o zamanlar takımın başında olan Felix
Magath’ın görevine son verip, yerine yine genç
takımın antrenörlüğünü yapan Thomas Schaaf’ı
getirerek kendi devrimini gerçekleştirmişti.
14 sezon boyunca teknik direktörlük kariyerini
şekillendiren Schaaf, 2004 sezonunun sonunda
Bundesliga’da şampiyonluk ipini göğüsleyerek,
takımını zirveye çıkartmayı başarmıştı. Bundesliga
tepsisini Bremen şehrine getiren oyunculardan
bir tanesi de Ukraynalı istikrar abidesi Viktor
Skrypnyk’ti. Toplamda 41 yıl boyunca, hem oyuncu
hem teknik direktör olarak hizmet verdiği Werder
Bremen kariyerine 2013’te nokta koyan Schaaf,
altyapıda antrenörlük görevine getirdiği Skypnyk’i
kulübüne miras olarak bıraktı. Uzun yıllar boyunca
hem oyuncu olarak, hem antrenör olarak Thomas
Schaaf ile birlikte çalışan Skyrpnyk, devraldığı
bayrağı tekrar göndere çekmek için kolları sıvadı.
Davie Selke
Özüne dönüş
Göreve geldiği ilk maçta Mainz’ı deplasmanda
devirerek sezonun ilk üç puanını kazanmayı
başaran Ukraynalı teknik adam, taktiksel olarak
Schaaf anlayışının esintilerini taşıyan futboluyla
Werder Bremen camiasının yeni göz bebeği olmayı
başardı. Werder Bremen, Spypnyk yönetiminde
çıktığı 14 maçta 9 galibiyet 2 beraberlik 3
mağlubiyet alarak Robin Dutt döneminde görülen
kabustan uyanmayı başardı. Son yenilgisini
Aralık ayında Mönchengladbach karşısında alan
Bremen, sezonun ikinci yarısına fırtına gibi girerek
4 galibiyet ve 1 beraberlik almayı başardı. Ligin son
sırasından aldığı Bremen’i şu anda sekizinci sıraya
taşıyan Ukraynalı teknik adam, özellikle devre
arasında yaptığı takviyeler ve değiştirdiği taktiksel
anlayışla yeşil-beyazlı ekibi Avrupa Kupalarına
taşımak istiyor. Şu anda altıncı basamakta
bulunan Bayer Leverkusen’in sadece üç puan
gerisinde bulunan Bremen için bu hedef hiç de
imkansız görünmüyor.
Sezona 4-4-2 dizilişinde başlayan Robin Dutt
özellikle defansif anlamda büyük problemler
yaşadı. Prödl-Lukimya ikilisinden oluşan tandeme
beklerde Fritz ve Garcia eşlik etti. Özellikle takım
savunmasında berbat bir performans gösteren
ekip, ligin sekizinci haftasında Bayern Münih
karşısında 6-0’lık ağır bir yenilgi aldı. Dutt, defansif
anlamda değişikliğe gitmeye çalışsa da Köln
karşısında aldığı mağlubiyetle, Alman hocanın
görevine son verildi. 9 hafta sonunda 23 gol yiyen
ekip, gol yollarındaki problemini de çözemeyince
kendine son basamakta yer buldu. Skyprnk’in
göreve gelir gelmez takımda yaptığı taktiksel
değişikler ilk maçında meyvelerini verdi. Defans
hattında Prödl-Lukimya ikilisinin yerine arayışlara
giren teknik adam, sağ bekte Dutt döneminde
kulübeden çıkamayan Gebre Selassie’ye yeniden
görev vermeye başladı. Orta saha kurgusunu
tamamıyla değiştiren Skyprnk defansın önüne
Toni Kroos’un kardeşi Felix Kroos’a, forvet arkasına
ise genç takımdan tanıdığı Levent Ayçiçek’e
forma şansı verirken, forvet bölgesinde de 19
yaşındaki Selke’yi görevlendirdi. Tüm bunlar taktik
tahtası üzerinde gerçekleşirken Izet Hajrovic
hakkında ise söylenecek pek farklı bir şey yok.
Galatasaray günlerindeki gibi aldığı dakikaları
pek verimli kullanamayan genç oyuncu, burada
da yedek kulübesinin vazgeçilmezleri (!) arasında
olmayı başardı. Gençlik aşısı, Werder Bremen’i
Felix Kroos
daha agresif, takım savunmasını daha iyi yapan,
bununla beraber kazanılan her topu karşı kaleye
daha hızlı getiren bir takım haline getirdi. Takım
bu aşamayı kaydederken iki önemli deplasmanda,
Thomas Schaaf’ın Eintracht Frankfurt’undan 5
gol, Lucien Favre’nin Mönchengladbach’ından 4
gol yiyerek savunmadaki sorunlarını tam anlamıyla
çözülmediğinin sinyallerini verdi. Devre arasına
girerken bu sezon aynı dertlerden muzdarip
Dortmund’u evine eli boş gönderdiklerinde, biraz
olsun nefes aldılar ve sarı-siyahlıları ligin en dibine
göndermeyi başardılar.
İkinci perde bambaşka
Devre arasında Hoffeinheim’dan Danimarkalı
stoper Vestergaard ve Bayer Leverkusen’in genç
yeteneği Levin Öztunalı’yla kadrosunu güçlendiren
Bremen sezonun ikinci yarısına flaş bir giriş
yapmayı başardı. Takımın önemli isimlerinden
Junuzovic ve Di Santo’nun forma girmesiyle
beraber Leverkusen, Ausburg gibi önemli takımları
yenerek üst sıralara tırmandı. Son çıktıları Schalke
deplasmanında son dakika golüyle beraberliği
kurtaran Skrypnyk’in ekibi galibiyet serisine son
verse de, sezonun ikinci yarısındaki namağlup
ünvanını korumayı başardı. Werder Bremen’in bu
ünvanını devam ettirmesi bu haftadan itibaren
pek kolay olmayacak. Bu hafta sonu evinde
Wolfsburg’u ağırlayacak olan ekip, Freiburg
deplasmanından sonra Bayern Münih’i konuk
edecek. Skrypnyk’in ekibi bu kritik dönemi en az
hasarla atlatabilirse, ligin son dönemecine kadar
altıncılık basamağını kovalaması işten bile değil.
Thomas Schaaf ile geçirilen uzun yılların ardından,
son döneminde düşüşe geçen Werder Bremen
aradığı başarıyı yine kulübün içerisinden yetişen bir
adamla yakalamanın mutluluğunu yaşıyor. Kulüp
kültürünü bu şekilde devam ettirmek isteyen
yeşil-beyazlı ekip, Skrypnyk’in yardımcılığına
da camia tarafından çok sevilen eski oyuncusu
Thorsten Frings’i getirdi. Kulübü çok yakından
tanıyan bu iki isim, altyapıdan kazandıkları
Gebre Selassie
oyuncuların katkısı ve Schaaf dönemindeki
taktiksel tabloya dönüş yapmanın da etkisiyle;
istikrarın ve kulüp geleneğinin bir takım için ne
kadar önemli olduğunu bir kez daha taraftarlarına
kanıtlamayı başardı.
Viktor Skrypnyk ile Thomas Schaaf
Efsane Maçlar HF166
Emre Çelik
EFSANE MAÇLAR #1
iSPANYA - SSCB
Düşünsenize; son kez Dünya Kupası sahnesinde boy gösteren Pele, 1970’de İtalya
ağlarını aslında havalandırmıyor ama 44 yıl boyunca insanlar montajlanmış
görüntülerden o golü Pele’nin attığını sanıyor… Pele değil ama Euro 64’te
Amancio’nun başına gelen tam da buydu
1960 senesinde Avrupa ülkelerinin katıldığı
ilk organizasyon olan Euro 60, Fransa’da
düzenlenmişti. Turnuvanın prosedürüne göre
yarı finale kadar oynanan maçlar iki ayaklı ve
deplasmanlı, yarı finalden itibaren kürsüye
çıkanları belirleyen son 4 maç ise ev sahibi ülkede
oynanacaktı. O dönem Avrupa’yı kasıp kavuran,
1955-1960 yılları arasında 5 kez üst üste Şampiyon
Kulüpler Kupası’nı kazanmayı başaran Real Madrid
takımı etrafında kurulan İspanya Milli Takımı
da elbette Fransa’da düzenlenecek turnuvanın
favorileri arasındaydı.
İlk turda Polonya’yı 3-0 ve 2-4’lük skorlarla geçen
İspanya’nın çeyrek finaldeki rakibi Macarları
turnuva dışına iten Sovyetler Birliği olur. Bu
maç Di Stefanolu, Gentolu, Suarezli İspanya ile
Lev Yashinli, Igor Nettolu ve Valentin Ivanovlu
Sovyetler Birliği’nin maçından ziyade Faşist
İspanya - Komünist Sovyetler’in mücadelesi
olarak görülür. Öyledir de zaten. Fakat bu maç
hiçbir zaman oynanmaz. İspanyolların diktatörü
Francisco Franco milli takımı Moskova’da
oynanacak maça göndermez. Franco’ya göre
İspanya İç Savaşı’nda kendisine en büyük
zorluğu ülkesindeki komünistlere yardım eden
Sovyetler Birliği çıkarmıştır ve ne pahasına olursa
olsun Sovyetler’e takım göndererek onların
varlığını tanımak istemez. İspanya’nın Sovyetler
deplasmanına gitmeyi reddetmesi ile SSCB
turnuvanın en zorlu ekiplerinden birini hükmen
mağlubiyetle geçerek Fransa biletini cebine koyar.
Sovyetler, Fransa’da da sırasıyla Çekoslavakya
ve Yugoslavya’yı eleyerek tarihin ilk Avrupa
Şampiyonası’nı müzesine götürmeyi başarır. Fakat
Franco çabuk pes edecek biri değildir.
Euro 64’e ev sahipliği yapma hakkını İspanya
elde eder. Birçoklarına göre bunun tek nedeni
Franco’nun lobisi sayesindedir. Fakat o dönem
ev sahiplerinin turnuvaya direkt olarak katılım
hakkı olmadığı için eleme oynamak zorunda
kalırlar. 1962’de başlayan elemelerde turnuvaya
katılma hakkı alan 4 takım İspanya, Macaristan,
Danimarka ve Sovyetler Birliği olurken finale
Macarları eleyen İspanyollar ve Danimarkayı eleyen
Sovyetler kalır. El Caudillo’nun korktuğu başına
gelmiştir. İspanya’nın karşısında yine Sovyetler
vardır. Ayrıca Franco bu sefer ev sahibi ülke olduğu
için takımı da çekemez; finalde takımı çekmenin
aptallık olacağının farkındadır ama danışmanlarına
yine de sorar. Ardından da Sovyetler’in maçtan
çekilmelerini sağlamanın yollarını arar. Maç öncesi
seramonisinde Sovyetler bayrağını kaldırtmayı ve
marşlarını çaldırtmamayı düşünür ama kendisine
yakın isimlerden biri olan Bakan Jose Solis
tarafından son anda vazgeçirilir. Kısaca Franco
için tek çözüm yolu ne yapıp edip Komünistleri
finalde bertaraf etmektir. Bernabeu’da oynanan
final maçını İspanyollar 2-1 alır ve tarihindeki
uluslararası ilk kupasını kaldırır.
girmesini sağlayan asıl hikâye burada başlıyor.
Final maçında İspanya’nın ilk golünü atan isim
Chus Pereda’dır. Ayrıca maçın bitimine 6 dakika
kala Marcelino’nun attığı golün de asistini
Chus Pereda yapmıştır. Bir nevi maçın adamı.
İspanya’nın şampiyonluğunda en büyük rolü
oynayan oyuncu olan Chus Pereda, Real Madrid’de
tutmayan ve dönüp dolaşıp Barcelona’da parlayan
biridir. Fakat o gün Santiago Bernabeu’da
maçı izleyen 120 bin kişi hariç Chus Pereda’nın
asistinden kimsenin haberi olmayacaktır...
İspanya, Sovyetleri; Franco, Komünistleri alt
etmiştir fakat bu maçın efsane statüsüne
Franco’nun rejimini istediği gibi dikte ettiği o
dönemde final maçının televizyondan canlı yayını
Marcelino’nun gol vuruşunu yaptığı an.
yoktur ve maçın ardından özet görüntüleri direkt
olarak devlete -yani Franco’ya- bağlı No-Do
(Noticiarios & Documentales) tarafından hazırlanıp
dağıtılır. Maçı kaydedenler arasında Sovyet
Merkez Televizyonu da vardır ama Macaristan,
Polonya gibi komünist ülkeler hariç bütün
Avrupa doğal olarak özetleri Sovyetler’den değil
İspanyollar’dan alır. Franco o dönem ne düşündü
bilinmez ama özet hazırlanırken Marcelino’nun
golünün öncesindeki kareye sağdan başka bir
ortayı montajlatır. No-Do’nun hazırlayıp devlet
televizyonu TVE aracılığı ile bütün dünyada
yayınlanan görüntüde İspanya’nın ikinci golünün
asistini 8 numaralı formasıyla Amancio yapmıştır.
Kimilerine göre tek sebep, Pereda’nın İspanyol
hükümetinin en iyi elçisi olan Real Madrid’de
oynamamasıdır. Pereda’nın rejime karşı mesafeli
oluşunu öne sürenler de vardır. Kimilerine ve NoDo’ya göre ise tek sebep kameramanın hatasıdır.
Kameraman pozisyonu yakalayamamış, maçın
ardından da bu hata bir şekilde telafi edilmiştir.
Aslında canlı radyo yayınında İspanya’nın en
efsane seslerinden, bir nevi İspanyolların Halit
Kıvanç’ı olan Matias Prats ortanın Pereda
tarafından yapıldığını söylemiştir ama sonuçta
insanlar gördüklerine inanır. Pereda birkaç kez dile
getirir ama baskıcı rejimden dolayı olayın çok da
üstüne gidemez. Sonra da asistinden vazgeçer!
Tıpkı gelen talimat üzerine çıkıp anlatımda hata
yapmışım diyen Matias Prats gibi.
Montajlanmış video Franco rejiminin sona
erdiği 1975’ten sonra da düzeltilmez. Yıllar
sonra da unutulur. Ta ki olayın üzerinden 44 yıl
geçene kadar. 2008’in Şubat ayında Canal +’ta
Fiebre Maldini programında hata dile getirilir.
Üzerine Tele 5’te de aynı şey dile getirilince TVE
kayıtsız kalamaz ve 27 Şubat 2008 günü yaptığı
açıklamada yıllar önce montajlama sırasında
hata yapıldığını açıklar. Doğu Almanya’dan arşive
kalan Sovyet kaynaklı görüntülere bakılır asisti
gerçekten de Chus Pereda’nın yaptığı ortaya çıkar.
No&Do’nun bildirisinde tüm dünyanın asisti farklı
kişiye ait sanmasının sebebi “basit bir hatadır.”
Pereda ise El Pais’e “O dönem golü izlemeden
önce aileme asistimi söyledim. Fakat görüntüleri
izledikten sonra bana ‘hani golü sen attırmıştın?’
dediler. Görüntüler değiştirilmişti ama benim için
çok da önemli değildi” der. Sonra da bu konunun
üzerine çok gitmemesi gerektiği talimatını aldığını
da ekler. İşin özeti Amancio, 44 sene sonra asistini
kaybeder.
Gerçeğin ortaya çıkmasıyla bütün bu süreci
Amancio’nun sözleri özetlemektedir. “Hey Pereda...
Senin olanı sana geri veriyorum, aslında hiç sahip
olmadığım bir şeyi...”
Danimarka HF166
Sercan Soykan
ALKA SUPERLIGA’DA iKiNCi DEVRE
Danimarka’da futbol sezonu diğer İskandinav
ülkelerine göre farklı tarihlerde oynanıyor. Norveç ve
İsveç Nisan ayında sezona başlarken Danimarkalılar
Temmuz sonunda santrayı yaptı. Takımlar Aralık
başında devre arasına girerken 78 gün sonra ikinci
devrenin santrasını yaptı.
Geçmişlerden Rangers ve Celtic’in yarıştığı İskoçya
Premier Lig’ini hatırlayalım. 12 takımlı bir ligde
iki takımın önderliğinde her yıl 1 takım üstünden
benzer senaryolar izlerdik. Yeni adıyla Danimarka
Alka Superliga da 12 takımla oynanıyor. Geçmiş
yıllarda belli takımların hegemonya kurduğunu
gördük fakat son yıllarda durum değişmeye başladı.
Bir dönem ülke futboluna Brondby büyük bir yön
verirken daha sonra kontrolü Kopenhag ele almıştı
ama son yıllarda işler değişti. 2011’den bu yana 3
farklı şampiyon çıktı ve bu yıl da ligin zirvesinde
farklı bir takım yer alıyor. Midtjylland en yakın
rakibinden 8 puan önde zirvede yer alırken geçen
sezonu lig ve kupa şampiyonluğu ile kapatan Aalborg
ise 18 puan geride başladı ikinci yarıya. Danimarka’nın
sert iklimi nedeniyle ligler yaklaşık 2,5 aylık aradayken
takımlar da kadrolarında değişiklikler yaptı ve güç
depoladıkları bir kamp dönemlerinden geçtiler. Kimisi
kar yağışı altında ülkede çalışıp sonradan Portekiz
ve İspanya’ya hazırlık turnuvalarına katılırken kimisi
yakınımıza, Antalya’ya geldi.
Ligin lideri
Midtjylland için şüphesiz ilk yarının kilit ismi Pione
Sisto’ydu. Çok uzun vadeli bir yatırım ve yavaş
yavaş beklenen noktaya gelmeye başladı. 20 farklı
kulübün kıskacında olması ne denli bir yetenek
olduğunun da göstergesi. Şüphesiz ligin en değerli
oyuncusu. Danimarka Milli Takımı’nı tercih eden
Sudan asıllı 1995 doğumlu oyuncu, her iki kanatta
da etkili bir görüntü ortaya koyuyor. Şu ana kadar
çıktığı 17 maçta 7 kez fileleri havalandırdı.
Hatırlayanlar olacaktır U21 Dünya Kupası grup
maçlarında milli Takımımızı yıkan İsveç’lilerden
birisi Kristoffer Olsson’du. Midtjylland normalde
onu Arsenal’den kiralamıştı fakat sonradan
bonservisini alma kararı verdiler. Bu yapıda parlayıp
orta halli ligin bir takımına pazarlayabilecekleri
ve ligde katkı alabilecekleri bir isimdi. Kötü haber
sakatlanmasıyla geldi ki Mart’a kadar takımdan
uzak kalması bekleniyor.
Pione Sisto
Midtjylland’ın ilk yarıdaki en zayıf karnı ise
kalesiydi. O bölgeye de Gençlerbirliği’nden Johan
Dahlin’i alarak bu seviyede önemli bir açığı
kapatmış oldular. En büyük hamle ise transferin
son günlerinde Esbjerg’ten Martin Pusic’i almaları
oldu. Bu liglerin usta ve akıllı skoreri önemli bir
katkı yapacaktır. Duncan sakatken ellerinde çok
ciddi bir koz olacak.
Genel anlamda Midtjylland’ın kadrosunu
koruduğunu ve doğru takviyeler yaptığını
söyleyebiliriz. Son 16 maça böyle bir farkla
girerlerken şu yapıyla büyük sakatlıklar yaşamazsa
zirvenin en büyük favorisi konumundalar. Hatta
şampiyonluk gelmezse menajer Riddersholm
hocalığı bırakıp akademiye yetiştirici rolüne dönse
yeri.
Takipçiler
Kopenhag’ta Pierre Bengtsson’un ayrılacağı
yaklaşık 1 yıl önce belli olmuştu ve o
bölgeye Göteborg’un yetenekli beki Ludwig
Augustinsson’u alarak açığı kapattılar. Bek
bulma yeteneklerini düşünürsek yine çok doğru
bir yatırım yaptılar diyebiliriz. Maksimum 2 yıl
içerisinde güzel paralar kazandıracaktır. Nitekim
İsveçli bek ligin ilk maçında 1 gol, 1 asist ile
mücadeleye damga vurdu.
Stoper transferi gelmedi ki en büyük hata da
burada yaşandı ve 3 hazırlık maçında da bu
bölgede ciddi şekilde sorunlar yaşadılar. Sağ bek
Hogli’ye alternatif olması için Wolverhampton’dan
Kevin Foley alındı fakat ne kadar katkısı olacak
Ludwig Augustinsson
zamanla göreceğiz. Amartey, Afrika Uluslar
Kupası’na gitmişti, ardından ufak bir sakatlık
sorunu yaşadı. Düzelse de takımın fizik seviyesine
ulaşması için biraz daha zaman gerek. Reserve lig
maçlarıyla eksiğini kapatmaya çalışıyor. Kadroda
elle tutulur bir 8 numara Claudemir vardı, onun
da Club Brugge’a gitmesi bu bölgede önemli bir
güç kaybına neden oldu. Alexander Kacaniklic’in
Fulham tarafından geri çağırılması Kopenhag
adına bir kayıp gibi gözükebilir fakat bu bölgede
yeterince alternatife sahipler.
Hücum hattına Molde’den ayrılan Sigurdarson
geldi. Hazırlık maçlarında beklenilenden daha
diriydi. Kopenhag Portekiz kampında oyun
olarak kötü performans göstermese de stoper
eksikliği ve merkez orta saha rotasyon/kalite
problemi bas bas bağırıyor. Kış arası sonrası
oynadıkları ilk Vestsjaelland maçında büyük
problem yaşamadılar belki ama daha sert takımlar
karşısında sıkıntılar gün yüzüne çıkabilir.
Randers uzun bir süredir İngiliz hoca Colin
Todd’un yönetiminde. Haliyle İngiliz futbolunun
karakterine inanılmaz derecede hakim bir
anlayışları var. Tamamen fiziğe dayalı oynuyorlar.
Sahada basmadık yer bırakmayan orta sahalar,
oyunu bütünüyle daraltan bir yapı, çizgiye ya da
ceza sahasına giren kanat oyuncuları... Düşünün
sezon başında Schwartz gibi ligin en iyi son
vuruşçularından birini satmışsınız ve onuna yerine
gelen Ishak da patladığı gibi ciddi takımların
transfer listesine giriyor. Eski Kasımpaşa’lı Keller
hâlâ dinamo gibi oynuyor. Kasper Fisker ilk defa
izleyene Alman transfer piyasasına kapak atacak
gençler gibi görüntü veriyor, ‘acaba bu çocuk 95’li
falan mı?’ dedirtiyor.
Randers’ın tek transferleri İsveç’in Iniesta’sı olarak
adlandırılan Joel Allansson oldu. Tabi bu benzetme
sonrası beklentileri tavan yapmayalım ama lig
standartlarına uyacak hatta kolayca aşabilecek
bir çocuk Allansson. İsveçli kaleci Johnsson gibi
kısa sürede adından söz ettirip bir Eredivisie
transferi yaparsa şaşırtmayacaktır. Kısacası ilk
Joel Allansson
yarıdan farkı yok Randers’ın. Fisker ve Ishak’ın
kamp performansları da etkileyiciydi. Böyle devam
edecek gibi duruyorlar.
Orta sıralar
Brondby devre arasında iki kritik oyuncu
kaybetti. Yılbaşında Odd BK’dan gelen Fredrik
Semb Berge’nin üstünde çok ısrarcı olmadılar
ve nedense göndermek istediler. Fakat 25
yaşındaki oyuncunun bonservisini alan çıkmadı ve
Molde’ye kiralandı. Belki kadro içerisinde yokluğu
Johan Larsson
hissedilmez ama tribün açısından ‘Bayrak oyuncu’
sınıfına girebilecek Thygesen ile de yollar ayrıldı.
Çok büyük bir karakterdi tribün adına. Brondby,
‘Feda’ denilen ekonomik kısıtlama sonrası şu an
kuvvetli bir başkanın (ekonomik anlamda) elinde
fakat ara transferde çok para harcamayı seçmediler.
Tek transferleri bir dönem Beşiktaş’ın da ilgilendiği
Johan Larsson oldu. Eğer Elfsborg kariyerinin
üstüne geçerse Danimarka’da izleyebileceğimiz
en iyi beklerin arasına girecek, belki de 1 numaraya
yerleşecek. Brondby, hazırlık maçlarının ilkinde
Hoffenheim’a 7-0 kaybederek tarihi bir yenilgi
alsa da sonraki hazırlık maçlarında iyi bir
görüntü çizdi. 4-3-3’ün klasik ofansif karakterini
sergileyecek bir kadro yapısına sahipler. Kampta
oynadıkları maçlarda bunun benzer yanlarını
gördük. İkinci yarının açılış haftasında Aalborg
karşısında iyi oynasalar da son dakikada korner
organizasyonunda yedikleri golle kaybettiler.
Nordsjaelland’ta Ivan Runje, biraz daha fazla
para kazanabileceği Omonia takımına transfer
oldu. Ellerindeki 3 stoperden as olanı sattılar ve
ilginçtir ki bu bölgeye bir transfer gelmedi. Maxso
ile devam kararı aldılar fakat bu büyük bir risk.
Nitekim Randers maçında yaptığı hatalar da bunu
kanıtlar nitelikteydi. Orta sahanın dinamosu AC,
yani Anders Christiansen de Serie A yolunu tuttu.
Soren Christensen ise serbest kaldı. Bu bölgeye
kalifiye transferler yapıldı. Sarpsborg’tan alınan
Gudmundur Thorarinsson ve Delhi’den gelen
tecrübeli Hans Mulder yokluğunu aratmazlar. Tabi
biraz uyum sağlamaları için süre gerek. En önemli
transferleri ise Halmstad’tan Gudjon Baldvinsson’u
almaları oldu. Uzun süredir merkez golcü problemi
çekiyorlardı ve bu eksiği devamlılığı olan bir isimle
doldurmuş oldular. Uyum sağlarsa iki etkili winger
ve ofans beki ile oynayan Nordsjaelland’ta iyi
gol sayılarına ulaşabilir İzlandalı. Takım olarak
başta sıkıntı yaşadıkları dönemler izleyeceğiz gibi
duruyor ama lig sonunu da orta sırada bitirirler gibi
gözüküyor.
Aalborg geçen sezon başarıya ulaştığı kadroda
önemli değişiklikler ve form düşüşleri yaşadı.
Gudjon Baldvinsson
Ahlmann sakatlandıktan sonra sol bekte görev
alan Gorter ve genç Blabjerg’ten beklenen katkıyı
alamadılar. Ayrıca geçen seneki gibi uyumlu
gözüken bir forvet ikilileri yok. Nicolaj Thomsen
dışında sürükleyici bir kanat oyuncusuna sahip
olmayınca ister istemez yaratıcılık seviyeleri
düştü. Geçen sezon 17 maçta 28 gol atan Aalborg,
bu sezon sadece 16 gol üretebildi. Aalborg
savunmasını hazırlık maçlarında oldukça kötüydü.
Ahlmann’dan sonra Gorter’in sezonu kapatmasıyla
sol bekte mecburi olarak Blabjerg’e kaldılar fakat
hem ofansif hem de defansif açıdan performansı
Andreas Blomqvist
yetersiz. Hücumcu bir sağ bekle oynarlarken
solda yaşanan bu sıkıntı da savunma düzenini
bozuyor. Oyunu yeterince domine edemedikleri
için rakiplerin üstlerine gelmesi kolaylaşıyor.
Mjallby’den aldıkları Andreas Blomqvist sadece
rotasyonu doldurabilecek bir oyuncu. Soren
Fredriksen ve Wichmann gibi kadronun alternatif
isimleri ile yolları ayırdılar. Aalborg’ta ilk yarıya göre
değişen çok fazla bir şey olmayacaktır. Avrupa Ligi
bileti almaya çalışacaklar fakat bu da ciddi rakipler
karşısında mevcut kadro ile kolay gözükmüyor.
Hobro imkanları çok sınırlı bir takım fakat
liginde izlemesi en keyifli takımlarından biri ve
daha sezonu tamamlamadan ilk pazarlamasını
da gerçekleştirdi. Ligin ilk yarısında 3 gol atan
forveti Emil Berggren’i Almanya’ya göndermenin
onurunu yaşadılar. Transfer döneminde başta
Viking olmak üzere önemli takımlarla adı anılan
Berggren’in bu seçimi yapması onun geleceği
açısından doğru bir karar. 21 yaşındaki yeteneği
attığı 3 gol ile yargılamak yanlış olur. Genç
milli takımda çevresinde oynayan oyuncuların
istatistik özelliklerini arttıran biri olduğunu
ekleyelim. Hvilsom’un şu an ligin gol krallığı
zirvesinde olmasında ve Antipas’ın lider oyuncu
rolünde olmasında ciddi katkıları var. Hobro’nun
transferlerinden birisi Brondby’den Mikkel
Thygesen oldu. Çok ciddi bir transfer olduğunu
düşünüyorum. Hobro adına sıkıntı acaba ‘Emil
gittikten sonra hücum performansları düşer
mi?’ sorusu olabilir. Buna da yeni transfer Mikkel
Beckman’ı izledikten sonra karar vereceğiz. Fakat
eğer problem yaşarlarsa ikinci yarı sertleşecek
maçlarda işleri zor olur ve kendilerini beklenmedik
konumda bulabilirler. O kadar iyi geçen bir devreye
rağmen düşme hattının sadece 6 puan üstünde
olduklarını hatırlatalım. Az takımlı liglerin zararları
olsa gerek.
Esbjerg, ligin izlemesi ve hamlelerini takip
etmesi keyifli takımlarından. Alt liglerden bulup
oynatmaya başladıkları ve gerçekten oyun
yapısıyla dikkat çeken stoper Eddie Gomes’i
Çin piyasasına pazarladılar. Yani kısa sürede bir
Mikkel Thygesen
oyuncudan ne kadar kâr yaparsınız diye hayal
ettirseler bunu sunabilirdim. Golcüleri Martin
Pusic’i Midtjylland’a verirlerken sağ kanatları Jakob
Ankersen ise Göteborg’a satıldı. İkili toplamda 13
gol atarken 3’te asist yapmıştı. Normal şartlarda
Ankersen’in İsveç’e satılması şaşkınlık yaratır ama
o bölgeye Daniel Larsson’u aldıklarında zaten az
çok bunun mesajını vermişlerdi. Orta sahaya en
ciddi takviyelerden biri de Erik Friberg’i almaları
oldu. İyi bir oyuncu, İtalya macerası da tecrübe
katmıştır muhakkak. Viborg’tan alınan Kevin
Mensah ise ilginç bir karakter. Pusic ile farklı yapıda
oyuncular ama eğer mevcut kadrodaki Pusic tarzı
oyuncular iş yaparsa Mensah da kendi karakteriyle
ön plana çıkabilir. Fazlasını beklemek ise biraz
hayal olur. Savunmaya takımdan ayrılan Gomes’in
yerine Michael Almeback tecrübesi getirildi. Artık
Daniel Larsson
o tecrübe çok güven vermiyor ama hedefini üst
sıralar koymuş bir takım içinde yeterli olacaktır.
Bu arada Larsson’u hemen sağa yazdım ama bir
ihtimal Fellah’ı sağa atıp onu ileride kullanma
şansları da olabilir. En azından Belek’te oynadıkları
son Trencin maçında bunu denediler ve İsveçli 1
gol attı. Kısadan hisse değişimin neler getireceğini
merakla beklediğimiz bir takım Esbjerg. Silkeborg
maçı net ölçü olmaz ama ilk sürpriz olarak iki gol
atan Rise’nin çıkışı dikkat çekiciydi. Böyle devam
ederse Pusic’i aratmayabilir.
Thomas Dalgaard
Düşmeme mücadelesi
Espen Ruud’u Odd BK’ya gönderen Odense
yerine Hakon Skogseid’i aldı. Viking’te bile adam
akıllı oynamamış bir isim. Hallgrimur Jonasson’u
almaları ise savunma direncini bir nebze arttırır.
Joker tipte oyuncu, stoper, ön libero, sağ bek oynar
fakat Belek kampında verdiği izlenim onu stoper
olarak kullanacakları yönünde. Bunun da nedeni
tabi ki Kasper Larsen’i Astana’ya göndermeleri
oldu. Bir türlü ideal golcü bulamayan Odense,
hücum hattına Viborg’tan hatırlayacağımız
Thomas Dalgaard (Heerenveen) ve eski KopenhagBrondby’li Kenneth Zohore’yi transfer etti.
Güzel transferler Odense adına. Her şeyi bir
kenara koyalım Ove Pedersen ‘ölüyü diriltir’
denilebilecek türden bir hoca. Bu oyuncuların
tamamından bir şekilde verim alacaktır. Zaten
ilk yarıda bunun mesajlarını vermişti. Falk Emil Larsen gibi sürükleyecek ve ilerde artık
bitirecek oyunculara sahipler. İkinci yarıda daha
iyi bir Odense izleyeceğiz. Özellikle savunma
kurgusunu bir şekilde oturturlarsa lige tutunurlar.
Midtjylland maçında oyun tempoları iyi olsa da
defansif problemler yenilgiyi hazırladı. Bu eksikler
kapandıkça daha fark yaratan bir takım olacakları
kesin.
17 maçta sadece 4 puan alan (0 galibiyet)
Silkeborg’un kadrosunu çok fazla değiştirmesine
gerek yoktu. Lige tutunmaları için mucize
gerekliydi. Onlar değişikliği hoca koltuğunda
yaparak Kim Poulsen’i göreve getirdiler. 4-4-
2’e dönen tecrübeli teknik adam pozitif futbol
oynatmaya çalışacaktır. Bech-Kiilerich ve
Vidarsson ile yolları ayırdılar. Bu tip takımlardan
oyuncu seçmek zordur fakat Robert Skov ismine
dikkat edin. Silkeborg kötü takım olabilir fakat
1996 doğumlu genç yetenek süre aldığı anlarda
hep iyi işler yaptı. Lig sonunda Superliga’ya
tutunup ileriki yıllarda daha iyi liglere transfer
Robert Skov
yapabilir. SonderjyskE düşme hattında belki ama
klasik olarak uzun yıllardır yaptığı gibi sonradan
açılan bir takım olabilir. 17 maçta 11 beraberlik
aldılar ve bu çok yüksek bir rakam. Eğer ikinci
yarıda bunun 4-5’ini galibiyete çevirebilirlerse
ligi rahat rahat ortalarda bitirecekler. Jonasson’u
kaybetmeleri defansif açıdan bir eksiklik ama
genç Morten Beck o bölgeyi götürebilir. KR
Reykjavik’ten gelen Baldur Sigurdsson az da
olsa CL eleme tecrübesi yaşamış bir tecrübe.
Savunma ve orta sahada görev alması ise avantaj.
Özellikle hücum hattında Bechmann-Pourie
ikilisinin oturması SonderjyskE adına en büyük artı
olsa gerek. Eğer çevre oyunculardan katkı biraz
artarsa otomatik olarak yarışta nefes alacaklardır.
Beklediğimiz o galibiyetlerin ilki de Hobro
karşısında geldi.
Vestsjaelland’ı geçen yıl başarıya taşıyan Ove
Pedersen’in sınırları içerisinde kalmaları ve
kadrodaki tüm oyunculardan maksimumu
almalarıydı. Örnek olarak Bozga-Nielsen ikilisi
Jukka Raitala
savunmada güvenlik elemanı olarak çalıştılar.
Nielsen gitti ve yerine Ostli geldi ama bir türlü
o uyum sağlanamadı, kötü ikili mi? Hayır belki
ama neticede uyum önemli. Sezon başında
göreve Ove Pedersen’in yardımcısı gelmişti ve
gerçekten keyif veren bir futbol oynatıyordu.
Fakat sezon içerisinde sıkıntılar ve form
düşüşleri yaşanınca oyun olarak da problemler
çıkmaya başladı. Savunma problemini çözmek
adına Belenenses’ten ayrılan Eggert Jonsson’u
getirdiler. Ön libero oynaması daha kuvvetle
ihtimal ama gerekirse stoper de oynar. Ayrıca
Heerenveen’den alınan Jukka Raitala da çok
ciddi bir tecrübe bu seviye için. Hücum hattına
ise ayakları iyi olan ama mental problemleri olan
Osama Akharraz getirildi. Forvete ise Lierse’den
Apostolos Vellios alındı. Vestsjaelland’ın
transferlerle güçlendiğini ve iyi bir hazırlık kampı
geçirdiğini söyleyebiliriz. Kopenhag maçında alanı
daraltarak belli bir süre direnç gösterseler de
puan adına yeterli olmamıştı.

Benzer belgeler