HF103 - Hayatım Futbol

Transkript

HF103 - Hayatım Futbol
FARKLI DERBİ
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editörler
Emre Çelik
Rafet Baran Eryılmaz
Yazarlar
Alper Öcal
Emre Özcan
Fırat Topal
Güner Çalış
Oğuzhan Oğuz
Türk futbolunun olmazsa olmaz rekabeti Fenerbahçe ile
Galatasaray, Şükrü Saracoğlu’nda kozlarını paylaşacak. Bu
sezonki derbi son iki yıla oranla birçok farklılık da içeriyor. Uzun
süredir devre sonunda karşılaşırlarken bu kez devre ortasında, iki
sezondur Seyrantepe’de başlayan ilk randevu bu kez Kadıköy’de.
İki sezondur Terim ile Kocaman çarpışırken bu kez Mancini ile
Yanal’la bir araya geliyor. Hayatım Futbol 103. sayısında kapağını
derbiye ayırdı.
Bu sayıda ayrıca, futbolseverlerin vazgeçilmez tutkusu
Football Manager 2014, kazanmasına rağmen taraftarı
memnun edemeyen Tottenham, bir zamanlar Real Madrid ile
Barcelona’nın ardından üçüncü sayılan Valencia’nın çöküşü,
Almanya’daki koltuksuz tribünleri kendilerine yarlamaya çalışan
İngilizler ve Demir Perde’nin unutulmuş efsanelerinden Gornik
Zabrze’yi bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
Emre Özcan
Derbi Özel
HF103
MANCINI vs. YANAL
İki takım da Pazar günü oynanacak derbiye geçen sezona göre yeni hoca ve
sistemleriyle çıkacak. Peki bu değişimin etkileri neler olacak?
Pazar günü oynanacak maç öncesinde Fenerbahçe
ve Galatasaray’da değişen yapılar, özellikle son
iki sezon itibarıyla oluşan derbi karakterinin
kökten değişmesi anlamına geliyor olabilir. Son
üç sezon Fenerbahçe’nin başında kalan Aykut
Kocaman’dan sonra gelen Ersun Yanal ve sezon
başında sürpriz gibi görünen ama altında çok
daha vahim gerçekler yatıyor gibi duran Fatih
Terim’in takımdan ayrılışıyla Galatasaray’a dahil
olan Roberto Mancini’yle birlikte Fenerbahçe
– Galatasaray maçının hikayesi çok daha farklı
olabilir.
Galatasaray’daki üçüncü döneminde Fenerbahçe
ve Beşiktaş’a karşı oynadığı 15 maçta sadece iki
mağlubiyet alan ve bu maçların sekizini kazanan
Fatih Terim önderliğinde sarı-kırmızılılar, derbide
galibiyet yolunu öğrenmiş gibi görünüyordu
ama Roberto Mancini’nin gelişiyle birlikte bunu
kaybetme ihtimalleri az değil. Özellikle Terim’in
maç önü hazırlığı ve devre arası etkisi konusunda
en olgun dönemini yaşadığı Galatasaray’da
hocanın motivasyon konusundaki ektsraları
Galatasaray’ın bu maçlardaki hakimiyetini ortaya
çıkaran etkenlerin başında geliyordu.
Roberto Mancini’yse şu ana kadar takımına hakim
olmaya çalışıp ana planı tamamen değiştirmek
üzere yaptığı denemelerle dikkat çekiyor. Takımın
savunma hattını beklendiği gibi biraz daha kendi
kalesine yaklaştıran Galatasaray’da Fatih Terim’in
istediği pres tamamen bitme yoluna girdi. Artık
daha çok anlık pres kullanan Galatasaray, hedef
maçlarda genellikle rakibi kendi yarı sahasında
karşılayarak Mancini’nin savunma ve orta saha
dörtlüleriyle kurduğu ünlü dikdörtgenini maçlara
yansıtmaya çalışıyor. Takımın ön alandaki pres
zaafiyetinin ve de özellikle dominant olmaya
çalışan yapısının savunmada ortaya çıkardığı
açıkları tespit edip sürekli bu yöne dikkat çeken
Mancini, geride bekleyerek hata yapma riskini
azaltarak daha dengeli ve savunmacı bir yapı
ortaya çıkarma çabasında.
Galatasaray’da işler kısa süre içerisinde bu
yönde değişirken Fenerbahçe’de de benzer fakat
tamamen ters yönlü bir değişim uzun vadede
ortaya çıkma çabasında. Roberto Mancini’nin
geride bekleyen az riskli ve sonuç odaklı oyununu
farklı enstrümanlarla oynatmaya çalışan Aykut
Kocaman’ın yerine gelen Ersun Yanal ise mantalite
yönünden Fatih Terim’e daha yakın bir yapı
gösteriyor. Sezon başında takıma katılan ve
özellikle de değişimi keskin yapmamak adına
Aykut Kocaman’ın kullandığı yapı üzerinden
yürümeye çalışan Ersun Yanal, haftalar ilerledikle
kendi mantalitesini sahaya daha iyi yansıtmaya
başladı.
Ön alanda bollaşan merkez forvet ve orta saha
oyuncuları nedeniyle diziliş yönünden geçtiğimiz
sezondan farklı bir yapıya bürünemeyen Ersun
Yanal Fenerbahçe’si aynı 4-3-3’ü farklı bir taktik
kurguyla saha çıkarıyor. Artık anlık ve sürekli presi
daha çok kullanan, özellikle kenar oyuncularının
beklere yaptığı baskıları Dirk Kuyt özelinde artıran
Fenerbahçe, topu isteyen ama bunun için geride
bekleyen Aykut Kocaman’ın mantalitesi yerine
yine topu isteyen ama bunun için sahada aktif olan
bir yapıya geçiyor. Oyunu kendi yarı sahasından
çok rakip kale önünde oynamaya çalışan Ersun
Yanal’ın henüz pas trafiği konusunda ilerleme
sağlayamamasında özellikle kenarlarda forma
giyen merkez forvet ve orta saha oyuncularının
karakteristik özellikleri öne çıkıyor. Bu da şu an için
istediği hakimiyeti tam olarak sağlayamayan ama
özellikle baskıdaki başarısıyla maçları çevirebilen
ve geçtiğimiz sezona göre çok daha rahat gol atan
bir takımı ortaya çıkardı.
Dolayısıyla derbi öncesinde teknik adamların
karakterleri itibarıyla son 2 sezondaki Galatasaray
– Fenerbahçe maçlarının gidişatının değişeceğini
söylemek çok yanlış olmayabilir. Aktif Galatasaray
ve pasif Fenerbahçe, Mancini’nin tercihine
göre özellikle de Kadıköy’de oynanacak maçta
aktif Fenerbahçe’yla pasif Galatasaray’ı
ortaya çıkarabilir. Derbi maçlarının, özellikle de
Galatasaray – Fenerbahçe rekabetinin açıklamasını
hücum ve savunma futboluyla açıklamak hiçbir
zaman mümkün olmadı ama Fatih Terim’in
üçüncü döneminde gösterdiği derbi başarıları
ortadayken Terim’e yakın Ersun Yanal ve stili Aykut
Kocaman’a benzeyen Roberto Mancini’yle derbi
karakterinin değişmesini beklemek çok yanlış
olmayabilir.
Fenerbahçe’nin üç son dakika galibiyetiyle aldığı
puanlar Kadıköy’de oynanacak maç öncesinde
Galatasaray’la 6 puanlık bir fark oluşturdu ve
Fenerbahçe’nin iç sahada kazanarak fişi yarıya
kadar çekme şansı var. Ne var ki Galatasaray
da bu anlamda dezavantaja sahip olmasına
rağmen henüz ligin üçte biri bitmemişken
mutlaka kazanma şartı bulunmuyor. Derbide aktif
olacaklarını belirten Ersun Yanal’a karşı beraberliği
iyi bir sonuç olarak algılaması muhtemel
Mancini’nin çok daha dengeli bir takım yapısıyla
denge futbolundan başkasını beklemek mümkün
değil. Ülkede adı her zaman en büyük olan ama
maç kalitesinde birçok muadilinin gerisine düşen
Fenerbahe – Galatasaray derbisinde Ersun Yanal
ve Roberto Mancini’nin bunu değiştirebilme
ihtimalleri ülke futbolunun selameti açısından her
şeyin önünde olabilir.
Alper Öcal
Derbi Özel
HF103
KUYT vs. DROGBA
İngiltere günlerinden beri amansız bir rekabete tutuşan iki yıldızın bu sezonki
15 resmi maçlık bireysel performansı hayli yakın seyrediyor. Bakalım maçı
değiştirecek isim bu kez hangisi olacak ?
Brian Clough, öldükten sonra mezar taşındaki
bilgece ve içli sözlerdense futbola kattıklarıyla
hatırlanmak istediğini yeğlediğini söylemişti. İşin
içinde sahne olduğunda sanırım her icracı aynı
hayâlle yaşıyor.
Futbolcular için de durumun pek farklı olduğu
söylenemez. Futbol tarihinin en ilginç hikâyelerinin
yazıldığı derbiler, oyunun her bir aktörü için
futboldaki en görkemli sahne ve yeri apayrı. Ezeli
rekabetler pek çok yıldız için hayatlarının kâbusuna
dönüşebiliyorken, sıradan hatta kötü bir kariyer
için de pırıl pırıl parlayan bir sayfa olabiliyor.
Örneğin, Fenerbahçe tarihindeki yabancılar
arasında toplam etkisine bakıldığında kimsenin
ilk sıralarda saymayacağı Samuel Johnson, Ali
Sami Yen Stadı’nda attığı o meşhur frikik golü
sayesinde, berbat durumdaki takımına hayat
vererek hâlâ hafızalarda yer tutuyor. Galatasaray
taraftarı için de Marcio’nun belki de tek önemi
Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda Galatasaray’ın
kazandığı son derbi zaferinde imzası olması.
Onlarca yerel efsanenin yüz yılı aşkındır süren
bu rekabette başrolü almasının ardından, hafta
sonunda gözler belki de hiç olmadığı kadar iki
yabancının üzerinde olacak.
Selçuk İnan ve Burak Yılmaz’ın formsuzluğunda
Galatasaray’ın bu sezon her kulvarda adeta
taşıyıcı kolonu Didier Drogba. Yıldız santrforun
derbideki sorumluluğu, sarı kırmızılıların tutucusu
Muslera’nın da yokluğunda şüphesiz bambaşka
bir seviyede olacak. Hatta, Gezi Parkı eylemleri
sırasında aldığı “Çare” yakıştırmasının gerçek
mânâda karşılığı konumunda. Hakan Şükür’den
beri Galatasaray’ın bu denli öne çıkan bir gol silahı
olmamıştı. Üstelik, Fildişi Sahili’nin yetiştirdiği
en büyük uluslararası yıldız, sahadaki özgüven
fışkıran duruşu ve liderlik vasfıyla, teknik ve
taktik becerinin yanı sıra kazanmak için güçlü bir
karakterin de gerekli olduğu derbilerde, takımı için
alternatifsiz bir profil.
Hollanda’nın klas forvet ekolüyle pek
benzeşmeyen, hatta hiç tanımayan birinin
ekmeğini taştan çıkaran bir İrlandalı sanabileceği
Dirk Kuyt ise çalışkanlığı, istikrarı ve devamlılığıyla
Alex gittikten sonra Fenerbahçe taraftarının en
güvendiği liman. Steven Gerrard’ın dediği gibi
“kulübe geldiği ilk günden beri hep güvenilen ve
takımını hiç yüzüstü bırakmayan” biri olan Kuyt,
Kadıköy’de de bu duruşunu sürdürüyor. Tarih
boyunca kadife ayaklı, ince işler yapabilen, sanatçı
futbolcu profilinin dışında kalanlara tahammül
sınırı hayli düşük olan Fenerbahçe tribünleri söz
konusu olduğunda, bu hiç de yabana atılmayacak
bir etki. İngiltere’de kazandığı ‘işçi sınıfı kahramanı’
lakabı düşünüldüğünde, yıldızsever Fenerbahçe
için ironik bile sayılabilir.
Ada’da başlayan rekabet
Kuyt ve Drogba’nın yollarının kesişmesi herkesin
malumu olduğu üzere Türkiye’den önce
Britanya’ya dayanıyor. Chelsea ve Liverpool’un
tarihi başarılarında yüksekten uçan, çok önemli
pay sahibi olan iki süperstar Ada’dan aynı sezonda,
2011-12 sezonunun sonunda ayrılmışlar ve önceki 6
sezon boyunca birbirlerine rakip olmuşlardı. Londra
– Merseyside hattındaki karneye bakıldığında iki
forvetin şu sıralar çok moda olan ‘game changer’
yani ‘maç değiştiren’ tabirinin içini doldurduğu
görülüyor. Öyle ki, rakip oldukları maçlarda attıkları
neredeyse her gol maç, tur ya da kupa kazandıran
cinsten.
2006-07 sezonundaki iki lig maçında da, ev sahibi
takımlar rakiplerine üstünlük sağlamış. Stamford
Bridge’de oynanan maçı Chelsea 1-0 kazanırken,
tek gol Drogba’dan. Rövanşı ise Liverpool evi
Anfield Road’da 2-0 ile alıyor ve perdeyi açan isim
3. dakikada Dirk Kuyt. 2007-08 sezonunda iki
ekip birbirine ligin yanı sıra, Şampiyonlar Ligi’nde
de rakip olurlarken iki isim yine kendi evlerindeki
maçlarda rakip fileleri boş geçmiyor. Kuyt ilk
maçta yine perdeyi açan isim. Drogba rövanşta o
eli görmekle kalmıyor, uzatmalarda attığı 2. golle
Chelsea’yi bir üst tura taşıyor.
2008-09 sezonunda iki isim de ligdeki maçlarda
suskun kalıyor ama Şampiyonlar Ligi’ndeki
düello nefes kesiyor, üstelik damgayı bu kez
deplasmanda vuruyorlar. Çeyrek finalin ilk ayağını
Chelsea deplasmanda 3-1 kazanarak büyük bir
avantaj elde ederken, Drogba son darbeyi indiren
isim. Rövanşta herkes rahat bir Chelsea turu
beklerken Liverpool kültler arasına giren maçın
ilk yarım saatinde 0-2’yi bularak bir süreliğine şok
etkisi yaratıyor. Drogba ikinci devrenin başında
attığı golle Chelsea’nin 3-2’ye uzanan geri
dönüşünün fitilini yakarken, Dirk Kuyt’un bitime 7
dakika kala attığı golle geri dönüşe geri dönüş ile
karşılık vererek skoru 3-4’e getirmesi Liverpool’a
bir başka tarihin kapısını aralıyor. Ancak Lampard
o kapıyı 90’da kapatan isim oluyor. Bu maç aynı
zamanda iki ismin karşılıklı gol attığı tek kulüpler
arası maç.
Ertesi sezon Liverpool yine evinde Chelsea’ye
kaybettiğinde ise skorbordda yine Drogba var.
Liverpool’un peşinden gelen 4 maçlık galibiyet
serisinde Kuyt tabelaya golle geçemese de yaptığı
iki asistle katkı sağlıyor. İngiltere’deki rekabette
perdeyi kapan ise Wembley’de oynanan FA Cup
finalinde, 52. dakikada attığı golle Drogba.
Kuyt ve Drogba bir yıl ara verdikleri rekabete artık
İstanbul’da devam etmekte. Üstelik iki yıldız
da attıkları birer golle tarihe geçmeyi başardı.
Ancak Erzurum ve Kayseri’de bu iki dev kulübe
gönül veren taraftarlar İstanbul’da yaşayanlara
nazaran daha şanslıydı. Zira ne Fenerbahçe ne
de Galatasaray taraftarı kendi kalelerinde, bir lig
maçında, iki yıldızın imzasını taşıyan gol ya da
gollerle sevinme coşkusunu yaşayabildi. İki yıldızın
golü de Süper Kupa maçında gelmişti. Kupa
kazandıran gol hanesinde yine Drogba’nın ismi
vardı.
Dirk Kuyt
Didier Drogba
33Yaş35
15Maç15
Drogba yeteneklerinin yanı sıra, gerek İngiltere
gerek Türkiye döneminde rüzgârı arkasına alan,
favori tarafta olmanın avantajını hep iyi kullandı.
Pazar akşamı Kadıköy’deki dev mücadelede,
kâğıt üzerinde bu kez avantajlı tarafta olan Kuyt.
Zoru başarmak zorunda olansa Drogba velakin
iki yıldızın bu sezonki 15 resmi maçlık bireysel
performansı hayli yakın seyrediyor.
1304Süre (dk.)1303
5Gol9
3Asist1
27Şut63
14İ.Şut28
52%İ.Şut %44%
Bakalım maçı değiştirecek isim bu kez hangisi
olacak ?
660Pas407
Oğuzhan Oğuz
Derbi Özel
HF103
BiRi YARALI,
BiRi FORMUNDA
Pazar günü golcüleriyle ligin zirvesine çıkan Fenerbahçe ile savunma sıkıntıları
yüzünden bir türlü ritmini bulamayan Galatasaray karşı karşıya gelecek. Peki bu
iki karşıt durumdan nasıl bir futbol çıkacak?
Süper Lig’de sezonun en heyecanla beklenen
karşılaşması önümüzdeki pazar günü oynanacak.
Kadıköy’deki maç öncesinde iki takımın da
hayli ilginç durumlarda olduğunu söyleyebiliriz.
Bir tarafta geçtiğimiz sezon Kuyt-Webo-Sow
üçlüsünün yakaladığı uyuma Emenike’yi monte
etmeye çalışan Fenerbahçe varken. Diğer tarafta
savunmasında Chedjou transferine rağmen bir
türlü istikrarı sağlayamayan Galatasaray olacak.
Normal şartlar altında hücümu bu kadar formda
olan bir takımın, savunmasında sıkıntılar yaşayan
rakibine üstünlük sağlamasını öngörebiliriz. Fakat
söz konusu Fenerbahçe-Galatasaray derbisi
olduğunda kağıt üstündeki saptamaların boşa
çıkmasına hazırlıklı olmamız gerekiyor. Yine de bir
durum tespiti yapmak adına iki takımın da maç
sırasında neler yapabileceğini tahmin etmemize
yardımcı olabilir.
Oturmayan Olgular
Galatasaray savunmasının defolarından
bahsetmek için artık büyük bir futbol âlimi olmaya
gerek yok. Bekte ve stoperde bazen yabancı sınırı,
bazen de oyuncu formsuzlukları sebebi ile sürekli
olarak rotasyona giden bir Galatasaray savunması
var. Ancak belirtilmesi gereken bir durum var o da
her ne olursa olsun, hangi oyuncu oynarsa oynasın
Galatasaray savunmasının hemen hemen aynı
hataları yapması.
Galatasaray’da beklerin istikrar yakaladığını
söyleyemeyiz. Hele hele sol bekte sezon boyunca
üç dört farklı alternatif ismi denediler. Bunu rakip
Fenerbahçe de sezon basında yaptı ancak artık
bek istikrarını yakalamayı başardı. Sol kanatta
farklı kimliklerde, niteliklerde seçenekleri var
Galatasaray’ın. Hakan Balta savunma özellikleri
ön plana çıkan bir oyuncu. Burada denenen
Dany ve Sabri’nin ise ters ayaklı olmaları sorun
yaratıyor. Albert Riera ise sol açıktan devşirildiği
için savunmada devamlı sıkıntı yaşıyor. Bu
ters kanattaki Eboue için de geçerli. Stoperin
karşılayamadığı toplarda santrforun önüne
geçmekte zorlanan Galatasaray bekleri kendi
kalelerindeki tehlikelere mani olmaya yetmiyorlar
zaman zaman. Kopenhag maçında Eboue’nin
Braaten karşısında düştüğü zor anları bu duruma
örnek gösterebiliriz. Kademe sorunları yalnızca
bununla sınırlı değil. Bek ve stoperin tam arasına
düşen toplarda ya da bekin geçilmesi sonucu
stoperin üzerine giden oyuncuları karşılamada bazı
hatalar, yerleşim sorunları görmek mümkün bu
sezon. Bunu bireysel performans düşüklüklerine
yorabiliriz. Fakat oturmayan bir savunma olgusu,
birbirini yeterince tanımayan ve birbirlerine bu
vesileyle yeterince güvenemeyen oyuncularla bu
durumu açıklamak daha doğru.
Etkili ama uyumlu mu?
Benzer bir oturmamışlığı Fenerbahçe hücumu
ile ilgili söylemek de mümkün. Zira henüz ideal
üçlüyü belirleyebilmiş değiller. Kuyt kenarlarda
yine en az bir yarım sezon oynamıs ve bölge
gerekliliklerini az çok kavramış oyuncular. Hücum
planı da nispeten oturmuş vaziyette. Sow ve
Kuyt kanatlardan rakip ceza alanına biraz daha
yaklaşıyor, beklere koridor açılıyor ve bekler çizgiyi
kullanıp ceza alanı içine top gönderiyor. Ama bu
planla Trabzonspor gibi yardım savunmasını iyi
yapan bir takım karsısında kilitlenmişlerdi. Ancak
merkezde Webo-Emenike mi belirsizliği sarılacivertliler adına can sıkıcı. Bu maç özeline daha
uygun bir yorum getirirsek özellikle Fenerbahçe,
rakip stoperlerden sürekli top alabilecek ve takım
arkadaşlarına servis yapabilecek bir santrfora
ihtiyaç duyacak. Fenerbahçe Bursa deplasmanında
ve sezonun ilk maçlarında bunu yapamadıgı için
geçen yılki reaktif kimliğine geri döndü. İkinci
yarıda Webo’nun girişiyle işleri istediği şekilde
yürütmeye başladı. Kendi seyircisi önünde bunu
yapabildiği anlarda temposu ile taraftarlarını mest
etti.
Maç özelinde bu çarpışmada her yönü biraz
daha oturmuş olan Fenerbahçe daha önde gibi
görünüyor. Fakat belirleyici olanın orta sahadaki
mücadele olacağını söyleyebiliriz. Fenerbahçe
baskı halinde orta alanının birbirine yanaşmasını
ana silah olarak kullanan bir takım, Galatasaray ise
orta alanından -özellikle Melo’dan- iyi katkı alırsa
farklı bir savunma performansı gösterebilir.
Fenerbahçe hâlâ bazı sorunlar yasayan hücumunu
farklı oyuncularla desteklemeli, Galatasaray ise
olumlu yönünü bulması zor olan savunmasına ön
alandaki ve ortadaki oyuncuları sayesinde daha az
yük bindirmeli. Teşhisi koyduktan sonra neticeyi
görmek biraz daha kolay olur. Fenerbahçe takım
olarak daha verimli oldugu için rakibine göre bir
adım önde. Fakat sadece savunma-hücum olgusu
ile bakmamak gerek. İki takım da önceki maçlarda
gösterdikleri performansın üstüne koyabilecekler
mi pazar günü hep birlikte göreceğiz.
Güner Çalış
İngiltere
HF103
TERRACE DEĞiL, VARIOSITZE
İngiltere’de ayakta maç izleme alanlarının geri getirilmesi için Bundesliga
modeli öneriliyor. Alman güvencesi, Hillsborough’yu yeniden yaşamamak ve
kabul edilebilir fiyatlarla maç izlemek için en önemli fırsat olabilir.
futbol taraftarlığını suçlayıcı tutumu birleşince,
Hillsborough olayı
Anglosakson spor kültüründe koltukların olmadığı,
seyirin ayakta yapıldığı ve geleneksel olarak en
tutkulu tribünler ‘teras’ olarak bilinirler. 1989’daki
Hillsborough faciasıyla futbol stadyumlarından
kaldırıldılar.
İngiltere’de tribün kültürü dramatik bir karalama
kampanyasına hedef olacak ve tepeden gelen
kararlarla ciddi bir değişime tabi tutulacaktı.
Adalet bakanı Taylor’ın raporu yolu açtı ve ilk iki
kademedeki takımlara tamamı koltuklu stadlarda
maç oynama zorunluluğu getirildi.
İngiltere futbol tarihine geçen trajik olay, Liverpool
taraftarı 96 kişinin hayatını kaybetmesiyle
sonuçlanmıştı. Kontrolsüzce açılan kapılar kale
arkası tribününde izdihama neden oldu ve o gün
maça giden 96 kişi bir daha eve dönemediler.
Hillsborough, akabinde alınan kararlarla bir milat
olmuştu. Tabloid gazete The Sun’ın spekülatif
haberciliği ile dönemin başbakanı Thatcher’ın
Cüzi bilet fiyatlarıyla toplumun her kesimine, iç içe,
başka bir atmosferde futbol izleme imkanı sunan
teraslar; Liverpool’da Kop ve Aston Villa’da Holte
End gibi farklı adlarla anılacak kadar tribün üstü
önem arz etmiş ve işçi sınıfının sporu olarak bilinen
futbolun bu anlamdaki en önemli elementlerinden
biri olmuştu. Fakat Taylor Raporu’nu takiben
Premier Lig’in kurulması, gelirlerin akıl almaz
boyutlara ulaşması ve yabancı sahiplerin ortaya
çıkmasıyla devam eden süreç, İngiliz futbol
atmosferinin suni ve eski ‘ulaşılabilirliğinden’
uzak bir yapıya bürünmesine tanıklık edecekti.
İngiltere’nin en değerli futbol ekonomisi
yazarlarından David Conn’un işaret ettiği üzere,
gençliği 80’lerde geçmiş biri için Manchester City
maçlarına gitmek çok kolay ve aynı zamanda çok
özeldi. 2006/07 Premier Lig taraftar anketiyse,
stattaki seyircilerin %74’ünün ilk iki sosyal sınıftan
geldiği ve bu kişilerin yaş ortalamasının 42 olduğu
sonucuna varıyordu.
FSF’in kampanyası
Futbol Taraftarları Federasyonu (FSF), ayakta
izleme yapılabilen tribünlerin güvenli izleme
alanları (safe standing areas) adıyla geri gelmesi
için 2002’den bu yana resmi kampanyalar
yürütüyor. Bunlar arasından 2009’da başlayan
en sonuncusu Safe Standing ise halihazırda
uygulanmış ve güven veren teknik altyapısıyla en
çok ilgi toplayan, gerçekten umut veren bir proje
olarak öne çıkmakta. Bu projenin temel argümanı
olarak sunulan ‘vario sitze’ tribünleri, (ya da
İngilizlerin bildiği şekliyle ‘rail seats’) Bundesliga’da
yaklaşık 10 senedir kullanılıyor ve gerek bu
anlamda gerekse mevcut Alman sempatizanlığıyla
ciddi bir güven teşkil ediyor. Kampanyaya resmi
yoldan destek veren İngiliz kulüplerinin her
geçen gün artışı bir yana, bu fikrin hiç değilse
kamuoyunda daha fazla tartışılır hâle gelmesi için
yoğun çaba sürüyor.
Gençler artık maça gelemiyor.
80’lerde Middlesbrough tribünü.
Gary Neville de bu haftaki ‘Gelecek nesil
tehlike altında’ başlıklı yazısında konuya
değindi. Kendi gençlik çağından örnekler
verirken, yükselen bilet fiyatlarıyla genç
taraftarların dışlanmasından ve aslında
futbol kulüplerinin de zarar görmesinden
bahsediyordu. Kulübe tutkuyla bağlı olan ve
takımı öne taşıyan atmosferi oluşturan genç
taraftarlardı. Aynı yazıda, şu istatistikler
paylaşıldı:
2011-12’de maça gelen taraftarın yaş
ortalaması: 41
(‘06/07’den bu yana değişmemiş.)
Premier Lig’in ilk sezonunda 16-20 yaş arası
seyircilerin oranı: %17
2006/07 sezonunda 16-24 yaş arası seyircilerin
oranı: %9
1983’te (Neville’ın dönemi) 16 yaş altı
seyircilerin oranı: %22
Şu anda 16 yaş altı seyircilerin oranı: %9
Neden Safe Standing?
FSF’in yayınladığı 5 maddelik bildiride, Safe
Standing’in arkasındaki nedenler şu şekilde izah
ediliyor:
1) Popüler destek: 2012 FSF Ulusal Anketi, 10
seyirciden 9’unun oturmakla ayakta durmak
arasında seçim yapabilmek istediğini gösteriyor.
2) Seçim: Her hafta binlerce taraftar, oturma
alanlarında ayağa kalkarak maç izliyor. Maç
sırasında sürekli ayağa kalkanların yeni tribünlere
geçmesiyle bu sorun büyük ölçüde ortadan
kalkacak.
3) Güvenlik: Yeni tribünler hükümetin onayı ve
güvencesiyle hayata geçebilir; öngörüldüğü şekilde
tehlike arz etmiyorlar.
4) Esneklik: UEFA’nın düzenlediği turnuvaların,
tamamı koltuklu stadlarda oynanması zorunluluğu
bulunuyor. ‘Safe standing’ tribünlerin aynı
zamanda açılıp kapanabilen portatif koltuklar
içermesi, Avrupa maçlarında sorunlarla
karşılaşılmasının önüne geçiyor.
5) Bilet fiyatları: Ayakta izleme alanlarında maç
izlemek çok daha ucuz olacak. Böylece stadyumlar
daha geniş bir sosyal kesime açık hâle gelecek.
“Avrupa’dan yükselen ve artık Birleşik Krallık’a
ulaşan yeni hareketi biz de hissediyoruz. Bu
enerji ve gençliği en güvenli şekilde entegre
edebilme yöntemiyse güvenli ayakta izleme
alanları (safe standing) oluşturmaktan geçiyor.
Avrupa’da uygulanan sistemler son derece
güvenli; bunları Celtic Park’ta da görebilmenin
yollarını araştırıyoruz.” - Celtic CEO’su Peter
Lawwell
Yakın zamandan iki yeni gelişme, bu satırların
yazılmasına ön ayak oldular. İskoçya’daki
kuralların esnekliğini kullanmak isteyen
Celtic, geçen ay yaptığı açıklamayla konuyu
ciddi şekilde önemsediğini gösterirken; iki
hafta evvel de bundan daha düşük ölçekte
benzer bir beyan Manchester United’dan
geldi. Önemle vurgulanmalı ki, bu ölçekteki
kulüpler hükümet erkanı ve futbol otoritelerini
ikna edebilme noktasında çok değerli roller
üstlenebilirler. Bu iki kulüp yanında, Arsenal,
Tottenham, Manchester City gibileri de ‘fikre
açık’ olduklarını belirtiyorlar. Aston Villa,
Cardiff, Crystal Palace, Hull, Sunderland ve
Swansea’nin oluşturduğu 6 Premier Lig kulübü
ise kampanyaya resmi olarak destek veriyor.
Raylı tribünler
İngiltere’nin örnek aldığı Almanya’da, ve aslında Avusturya ve İsveç gibi Avrupa’nın başka
yerlerinde de, raylı tribünler kullanılıyor. Almanların vario sitze (vario seats) olarak adlandırdığı
bu yapılara İngilizler de rail seats diyorlar. Korkuluk bulundurmayan ve bu yönüyle arbedeye
açık kapı bırakan İngiliz terasların aksine, raylı tribünlerde ön ile arkayı ayıran bir tutunma
alanı, korkuluk bulunuyor. Ama yalnız bu değil. Raylı tribünler açılıp kapanabilen koltuklar
içeriyor ve ihtiyaca göre kolaylıkla koltuklu tribünlere çevrilebiliyor. Aynı Premier Lig gibi
UEFA’nın da ‘tamamı koltuklu’ stat zorunluluğu var ve bu ikileme uygun olarak geliştirilen
Alman tribünlerinin koltukları, Avrupa’daki maçlarda ‘açılıyor’. Kendi liglerindeki maçlarda ise
‘kapanıyorlar’. Görüldüğü üzere, içinde çok fazla esneklik bulunduran raylı tribünler, tercihe
göre tek veya iki sıralık olarak da ayarlanabiliyor. İkinci grafikte, oluşturulan tümsekle iki
sıralık tribünün oluşturulduğunu ve üçüncü resimde de Avrupa maçları için koltukların açıldığı
anlatılıyor. Ayakta oturma alanları için dahiyane çözümler oluşturan Alman kulüplerinin
tamamı raylı sistem kullanmıyor; Hoffenheim gibi farklı teknolojiler kullananlar da var fakat
önemli bir çoğunluğu, 18 takımdan 8’i, raylı sistemleri tercih ediyor. Bu 8 takım arasında
Dortmund ve Leverkusen gibi şu anda Bayern Münih’in en büyük takipçisi konumundaki iki
ekip de var. Son olarak, Alman tribünleri örneklemesinin güncel değil 2011’e ve hatta belki daha
eskilere de gittiğini belirtmemiz gerekir. Fakat son dönemde Bundesliga’nın yükselişi ve Safe
Standing kampanyasının nispeten hızlanışına takiben çok daha fazla öne çıkıyorlar.
Son: Hillsborough’nun bugünü
Ayakta izlemenin geri dönmesine dair yapılan
sohbetlerde ‘teras’ sözünden titizlikle kaçınıldığını
belirtmeliyiz. Kimse eski usül terasların geri
dönmesini istemiyor. Teraslar Hillsborough’dan
önce de çok kereler izdihama ve ölümlere neden
oldular. Bu yüzden ve de gerekli Hillsborough
hassasiyeti yüzünden ‘teras’ sözünün
kullanılmamasına özen gösterilmekte. Lakin
şöyle bir durum var. Ayakta izleme alanlarının geri
dönmesi, Hillsborough ile futbol ortamlarından
haksızca dışlanan kesimin geç de olsa haklarının
geri kazanması şeklinde de okunabilir.
80’lerde doruk noktasına çıkan holiganizm,
hükümet ve medyanın ortak çabasıyla teras
kültürüne indirgendiğinde, terasta maç izleyen
insanların tamamına ‘suçlu’ damgası yapıştırılmış
ve bu insanlar akıl almaz çirkinliklere alet
edilmişlerdi. The Sun, Hillsborough’un ertesi günü
‘Gerçek!’ manşetiyle çıktığında, can verenlerin
cüzdanlarını yağmalayan ve tribünde idrarını yapan
Liverpool taraftarları olduğunu iddia ediyordu.
Olayın üzerinden 23 sene sonra geçtikten sonra,
geçen yıl yapılan ‘Hillsborough Bağımsız Paneli’nde
bu suçlamaların ne kadar haksız olduğu ortaya
çıktı ve her ne kadar yeterli olmasa da, başbakan
Cameron, Hillsborough’un mağdur ailelerinden
özür dilemek zorunda kaldı.
Meselenin diğer tarafında, yani ayakta izlemenin
tehlike ve holiganlıkla eş anlamlı gitttiği mitinin
yıkılması doğrultusunda, safe standing’e büyük iş
düşüyor.
*FSF Safe Standing Projesi hakkında daha fazla
bilgi sahibi olmak için http://www.fsf.org.uk/
campaigns/safe-standing/ adresini ziyaret
edebilirsiniz.
Güner Çalış
İngiltere
HF103
“SÖYLESENE BiZE ANDRE,
TAKIM NİYE OYNAMIYOR?”
Tottenham’ın hücumdaki kısırlığı, White Hart Lane’deki homurdanmalarla daha
fazla tartışılır hâle geldi. Halbuki takım maç kazanmaya devam ediyordu.
Bundan iki hafta önce, White Hart Lane’de pek de
beklenmedik bir olay vuku buldu. Tottenham’ın
1-0 üstünlüğü ile biten karşılaşma, taraftarın
tepkisi ve Villas-Boas’ın ‘sanki deplasman takımı
bizdik’ karşı açıklamasıyla manşet oldu. Takımın iç
sahada oynadığı oyun taraftarı tatmin etmiyordu
ve Hull City’e karşı oynanan maçta patlamışlardı.
Olayın neden beklenmedik olduğunu göstermek
ve Tottenham’ın içinde bulunduğu garip hâli
ortaya sermek için istatistikler iyi bir başlangıç
olabilir. Şöyle ki, geçtiğimiz haftaya kadar
zirvede bulunan Tottenham, topa sahip olma
istatistiğinde ligin ikinci sırasında yer alıyor; en
çok şut atıyor, en az ofsayta düşüyor ve 10 maçın
yalnızca 3’ünde gol yemiş durumda. Avrupa’da gol
yemeden, farklı galibiyetlerle yoluna devam ediyor
ve ligde dördüncü sırada. “O hâlde, tepki neden?”
diye düşünebilirsiniz. Lakin şöyle bir şey de var:
Tottenham, 10 lig maçında yalnızca 9 gol atabilmiş
durumda.
Taraftarın iç sahada daha keyifli ve gollü maçlar
izlemek istemesi gayet olağan. Tepkilere kadar
varan sabırsızlıksa, kulübün ne kadar büyük bir
yol kat ettiğinin alameti olarak yorumlanabilir.
Mourinho’nun Chelsea’deki ‘nispeten’ yavaş
başlangıcına dair söylediğini, Villas-Boas ve Levy
de tekrar edecek gibi gözüküyorlar: “Bu canavarı
biz yarattık.”.
Şu sıralar gol kısırlığıyla gündeme gelen
Tottenham’ın yeni sezonunu, değişen ve büyüyen
beklentilerini ele alacağız.
Elvis’i satıp Beatles’ı alan kulüp
Tottenham’ın sansasyonel transfer sezonunu en
iyi anlatan söz, kulübün eski kalecilerinden Erik
Thorstvedt’ten gelmişti: “Elvis’i sattık, yerine
Beatles’ı aldık!”.
Takımın hücumdaki kısırlığına dair eleştirilerin
bir kısmı, 100 milyon avroluk transfer harcaması
üzerinden gelişiyor. Bu kadar para harcayan bir
takım nasıl gol atamaz? Fakat terazinin diğer
yanında, hemen hemen sadece Bale’in satışından
gelen bir o kadar da gelir var ve Tottenham çok
para harcayıp geçen sezonun üzerine koyan
bir takımdan ziyade, pek çok açıdan yeniden
yapılanan bir takım. Kulağa güzel gelmesi
yanında, Beatles benzetmesi bu anlamda da
yerini buluyor. Dünyanın en pahalı oyuncusu
ayrıldı ve yeni sezondaki ilk 11’de en azından dört
yeni isim oynuyor. Dolayısıyla, atılacak gollerden
önce alınacak skorların şu aşamada daha önemli
olabileceğini ve sabrın gerektiğini savunmaya
basitçe buradan başlanabilir. Ancak yeterli değil.
Esas mesele şu ki, Tottenham bu sezon
gerçekten Villas-Boas’ın takımı gibi gözükmeye
başladı. Geçtiğimiz sezonki sekiz yeni transfer
ve ayrılanlara rağmen, kadro büyük ölçüde
Redknapp’dan kalmaydı. Bu sezon geri kalanlar
da ayrıldı ve yedi tane çok değerli yeni isim katıldı.
Artık takımın oyun tarzına da belirgin prensipler
hakim olmaya başladı.
Orantısız idealizm
Bir önceki sezonu 72 puanla bitiren Tottenham,
kulübün Premier Lig puan rekoruna imza atmış ve
Villas-Boas da rüştünü ispat etmeyi başarmıştı.
Adaya ilk ayak bastığında özel insan Mourinho’nun
varisi olarak gösterilen ve çocukluğuna kadar
gidilerek ‘özel’lik alametleri sıralanan Portekizli
hoca; Chelsea’de prensiplerinden vazgeçmeyen,
oyunculara inemeyen dahi hoca profili sunduktan
sonra şüpheyle bakılan bir figür hâline gelmişti.
Daha önce hiçbir takımı iki sezon üst üste
çalıştırmayan 36 yaşındaki hoca, Chelsea’deki
deneyiminin ardından çok daha esnek bir yöntem
izledi ve Tottenham’ın rekor puanla biten
sezonunun karakteri bu oldu. Takım Redknapp’tan
farklı olarak daha Avrupai bir futbol oynamaya
başlamış ve Villas-Boas bu anlamda imzasını
atmayı başarmıştı; fakat sezon içinde 4-4-2’ye
de geçtiler, sağ kanatta sağ ayaklı oyuncu da
oynattılar, maçların 60’ıncı dakikasından sonra
Huddlestone’u oyuna sokarak 4-3-3’e de geçtiler
ve en kritik olarak Gareth Bale’den merkez
oyuncusu da yaptılar. Villas-Boas, prensipleri
üzerinden başarı getirmeyi bir süreliğine erteleyip
dehasını ortaya koyan çözümler üretmeye girişmiş
ve çok başarılı olmuştu.
Bu sezon farklı. Chelsea’deki dönemini
hatırlatırcasına, orantısız idealizmle oynuyorlar.
Bol gollü, agresif, eğlenceli bir futbol tarzını
benimsemekten ziyade, zihni methodik işleyen
Villas-Boas, esas olarak oyunu kontrol etmekle ve
oyuncuların pozisyonel yerleşimleriyle ilgileniyor.
Top hakimiyetinin, ‘kontrol’ün en önemli
bileşeni olduğu sezgisel olarak anlaşılabilir fakat
oyuncuların saha içindeki yayılışına gösterilen
hassasiyetin niçin önemli olduğunu kavramak,
sanırım biraz daha karmaşık. Topsuz değil, toplu
oyunda da oyuncuların belli alanların dışına
çıkmadan oynaması, zorunlu olarak birbirini takip
edecek savunmadan hücuma ve hücumdan
savunmaya geçişlerde oldukça önemli.
Yakın zamandan somut bir örnek olarak,
Barcelona’daki sol kanat günlerinden bahseden
Fabregas’a kulak verebiliriz. Geçtiğimiz günlerde
Guardian’a verdiği röportajda, ‘kendisini
Arsenal’deki gibi oynatmak istediğini’ söyleyen
ve daha ‘anarşik’ bir oyun anlayışı olan Tata
Martino’nun bu sezonki formunda belirleyici
etkisine vurgu yapıyordu. “Geçen sene sistemi
bozan isim olmaktan çok korkuyordum ve
kafamdan şuna benzer şeyler geçiyordu: ‘Eğer
oraya hareketlenecek olursam ve o anda topu
kaybedersek, benim alanım boş kalacak ve bu
durumda hiç de eğlenceli şeyler olmayabilir!’ Şimdi
hocadan aldığım onayla, boşluklar gördüğüm
vakit o noktalara koşular yapabiliyorum.”.
Bu anlamda Tata Martino ve Pep Guardiola’yla
benzer fikirleri paylaşan ve oyun anlayışını
‘pozisyonel’ bazda kuran Villas-Boas’ın takımı,
serbest akışkan Arsenal’den farklı ve çok daha
belli kurallar dahilinde hareket ediyor. Bu yapı
içinde yücelen Gareth Bale bir yana; Tottenham
taraftarı sol kanatta sağ ayaklı ve sağ kanatta sol
ayaklı oyuncuları görmekten bıkmış durumdalar
ve bunun hiçbir vakit değişmemesi nedeniyle
tepkilerini belirtiyorlar. Sezonun yıldızı sağ kanat
oyuncusu Townsend, merkeze kat edip sol
ayağıyla şut denediği 60 dakikadan sonra, bir
30 dakika daha bunu yapmaya devam ediyor.
Tottenham, rakibe göre esneklik göstermeye
hemen hemen hiç gitmiyor ve maç içindeki
oyuncu değişiklikleri, farklılaştırıcı yönde olmuyor.
Görev alan herkes de ancak belli ‘pozisyonel’
desenler içinde görevlerini yapıyorlar ve hücumun
keskinleşmediği durumda, bu durum yaratıcılığı
kısıtlayıcı bir etken hâline dönüşebiliyor.
Villas-Boas’ın çözümüyse, geçen sezonki gibi
pragmatik önlemler yerine, bu yapı içinde
oyuncuların ilişkilerini geliştirmek olacak.
Paulinho’nun ceza sahasına koşuları keskinleşecek,
sol bek Rose’un iyileşmesiyle Sigurdsson’un içeri
kaçışları daha fazla anlam kazanacak ve Eriksen’in
de varlığıyla Soldado daha iyi servis alacak.
Yine de sonuç olarak Arsenal’den farklı bir şey
olacaklar. Villas-Boas penceresinden bakıldığında,
başka türlü düşünülmesi söz konusu olamaz.
Artık gerekli materyallere sahip takımda, bu kısır
oyunun uzun vadede daha iyiye geliştirilmesinin
tartışılmaz tek fikir olarak görülmesi kendi
içinde kesinlikle haklı. Fakat şu ana kadar dört
golünün üçünü penaltıdan atmış Roberto Soldado
gerçeğiyle karşı karşıyalar ve ligin en az ofsayta
düşen takımı olmaları da ne kadar berbat bir servis
verdiklerini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Sonuç: Tottenham daha iyi
Neresinden bakarsanız bakın, Tottenham geçen
seneden çok daha iyi bir takım. Geçen yıl bu
dönemlerde daha az puan toplamışlardı ve
oyunları aynı ölçüde olgunluk göstermiyordu.
Daha da önemlisi, geçen yıl başarıyla uygulamayı
beceremedikleri ve bu yüzden ancak dönem
dönem kullandıkları pek çok stratejiyi bu yıl
alışkanlık hâline getirmeyi başardılar. Öne çıkan
çizgi savunma örneğin. Geçen yılki Arsenal
maçında savunmayı öne çıkarmak isterken
öyle fahiş boşluklar vermişlerdi ki, televizyonda
maçın analizini yapan Gary Neville, ‘hobi olarak
yapsınlar’ demeye kadar getirmek üzereydi. Bu
yılsa, aynı diğer pek çok şey gibi, maç seçmeksizin
ve düzgün bir şekilde uygulamayı başarıyorlar.
Gol yemeyen savunmanın ve top hakimiyetinin
sürdürülebilirliğinin en önemli bileşeni, başarıyla
uygulanan bu yapı oluyor. Süpürücü kaleci Lloris,
top tekniği üst seviyede savunma oyuncuları
Vertonghen, Chiricheş ve kapayıcılar Sandro,
Capoue ile hemen hemen hiç hata yapmaz hâle
geldiler. Tüm bunları olanaklı kılansa, özenle
seçilen transferler ve ortaya çıkan yeni, derin,
alternatifli oyuncu grubu oldu.
Hücumdaki sorunların önemli bir kısmı, zaman
içinde, daha önceki paragraflarda kısa kısa
açıklandığı şekliyle çözülebilir duruyor. Henüz
bahsetmedik, Erik Lamela gibi bir oyuncu henüz
takıma dahi girememiş durumda. Yalnız, derinde
oyun kuracak birinin eksikliği sadece kısa vadede
değil uzun vadede de önemli sorunlar, kısırlıklar
yaratabilir. Bunun ne denli önemli olabileceğini
de sezon sonunda daha net konuşabilir hâle
geleceğiz.
Gornik Zabrze
Fırat Topal
HF103
Demir Perde’nin
Unutulmuş Efsaneleri #6
#9
GÓRNIK ZABRZE
Polonya futbolu son yıllarda girdiği duraklama yüzünden dikkatlerden
uzaklaşsa da bir zamanlar Avrupa’yı titretiyordu.
Polonya futbolu Demir Perde’nin yıkılmasından
sonra en çok gerileyenlerden birisi oldu.
Öncesinde Avrupa kupalarında çeyrek ve yarı
finaller gören ülke takımları artık ön elemeleri
dahi zorlukla geçer oldular. Bugünlerde, daha
çok taraftarlarının tribün şovlarıyla gündeme
gelen Polonya’nın, 60 ve 70’lerdeki fırtınası
Górnik Zabrze’nin hikayesini anlatacağız.
Górnik Zabrze Polonya futbol tarihinin,
14 şampiyonlukla en çok şampiyon olan
iki takımından birisi. Wisła Kraków, 2000
sonrasında tam yedi şampiyonluk elde edip
kendilerini yakalamasa daha uzun yıllar bu
unvanı sürdüreceklerdi. “Kablocu” firma
Tele-Fonika’nın (Polonya’da büyük mimarı
projelerinin bağlantı kablolarıyla uğraşan firma)
Wisła’yı 1998’de satın alması Polonya futbolunda
önemli bir değişikliğe sebep oldu. Öyle ki takım
100’üncü yılına dek sadece Polonyalı, Çek, Slovak
ve Macar teknik adamlarla çalışmışken, 2006’da
Romen Dan Petrescu’yu göreve getirdiler. 2010’da
ise tamamen bu alışkanlığın dışında çıkıldı ve bir
Batı Avrupalı, Hollandalı Robert Maaskant takımın
başına geldi. Bu batılılaşma halen yaygın değil, Batı
Avrupa menşei teknik adamlar hala Polonya’da çok
sık görev alamıyorlar. Górnik Zabrze’nin de durumu
böyle. Tarihleri boyunca göreve getirilen 78 teknik
adamın sadece 8’i Polonyalı değildi.
Zabrze, Polonya’nın güneyinde Katowice’ye
20 dakika, Çek Cumhuriyeti’nin doğusundaki
Ostrava’ya 1 saat uzaklıkta 170 bin nüfuslu bir
şehir. Orta çağdan beri Alman hakimiyetindeki
şehir, ancak 1945’te, 2’nci Dünya Savaşı’ndan
sonra kurulan Komünist Polonya rejimine teslim
edildi. Şehrin takımı Górnik de bundan üç yıl
sonra 1948’de kuruldu. Hem amblem hem de
isminden buram buram madencilik akıyor kulübün.
Amblemdeki iki çekiç, bir madencilik kenti olan
Zabrze’ye bir atıf, e Górnik de “madenci” anlamına
geliyor.
Busby’nin Bebekleri’nin korkulu rüyası
Kurulduktan yedi yıl sonra Polonya futbolunun
en yüksek kademesinde mücadele etmeye
başladı Górnik. Ardından da Polonya futbolunun
lokomotifi oldular. 1957-67 arasında tam sekiz
şampiyonluk kazandılar ve tam bir hegemonya
kurdular. Özellikle 1963-67 arasında kazanılan
üstüste beş şampiyonluk her şeyin göstergesiydi.
Bu rekor bugün dahi kırılamamıştır. Kulüp oldukça
sağlam ve beraber oynamaya alışmış oyuncularla
harika bir iskelet oluşturmuştur o yıllarda. 13 yıl
boyunca kulübün formasını giyen defans oyuncusu
Stanisław Oślizło, 1.93 boyundaki emniyet sübabı
Jerzy Gorgoń, “ufaklık” lakaplı orta saha oyuncusu,
Zygfryd “Zyga” Szołtysik (boyu 1.62’ydi) ve 12 yılda
attığı 155 golle Avrupa’nın birçok devinin canını
yakan Włodzimierz Lubański takımın en önemli
oyuncularındandı.
Takım 1967’de şampiyon olduktan sonra
Polonya’daki başarının ardından uluslararası
platformda da söz sahibi olması gerektiğinin
farkındaydı. 1967-68 Avrupa Şampiyon Kulüpler
Kupası bunun önemli göstergelerinden birisi
olmuştur. Takım ilk turda Djurgården, 2’nci turda
da Dynamo Kiev’i mağlup etmiş ve çeyrek finalde
Busby’nin Bebekleri’nin karşısına dikilmiştir. Old
Trafford’da 2-0 kazanır Manchester United. Ancak
George Best, Bobby Charlton ve arkadaşlarını
Chorzów’daki Silesya Stadyumu’nda 77 bin kişi
ve sahayı kaplamış karlar beklemektedir (not
düşelim maç mart ayının sonlarında oynanmıştır)
. Lubański’nin 70’inci dakikadaki golüyle de 1-0
öne geçer Górnik ama gerisini getiremez. United o
sezon kupayı müzesine koyar ve evet, 10 maçtaki
tek mağlubiyetlerini o soğuk Polonya gecesinde
almışlardır.Takım 1967-72 arasında şampiyonluk
yaşayamaz ama o dönemde 5 kez üstüste Polonya
Kupası’nı müzesine götürmüştür ki bu da ülke
futbol tarihinde bir rekordur. 1970 Avrupa Kupa
Galipleri Kupası ise onların Avrupa futbolunda
geldikleri en yüksek noktadır. Takım ilk turda
Olympiakos’u mağlup eder. 2.’nci turda İskoç
devi Glasgow Rangers onlara boyun eğmiştir.
Çeyrek finalde Levski Sofya saf dışı edilir ve yarı
finalde karşılarına, bir önceki turda Göztepe’yi
eleyen Fabio Capello’lu Roma dikilmiştir. Takımlar
aralarında üç maç oynarlar çünkü deplasmanda
atılan gol kurallarının uygulanmadığı o dönemde
üç maç da berabere bitmiş, maçlar Lubański ve
Capello’nun savaşı şeklinde geçmiştir. Polonyalılar
Strasbourg’daki son mücadeleden sonra yapılan
yazı-tura atışını kazanırlar ve finalde, iki yıl
önce boyun eğdikleri Manchester’ın diğer devi
Manchester City karşısına dikilirler.
Viyana’daki Prater Stadyumu’nda oynanacak final
öncesi İngiliz gazeteleri Lubański’den, “Eusebio
kadar yetenekli bir golcü” şeklinde bahsederler.
1968’de onları şampiyonluğu ulaştırmış Joe Mercer
yönetimindeki City, Neil Young ve Francis Lee’nin
golleriyle onları 2-1 mağlup eder. Madencilerin tek
golünü Oślizło atmıştır.
2’nci dalga ve gerileme
1972’de Trójkolorowi’nin (üç renkliler) kadrosuna
Polonya futbol tarihinde çok önemli bir isim
edinecek Andrzej Szarmach katıldı. 1971 ve 1972’de
iki şampiyonluk daha elde ettiler ancak altın nesilin
emekli olması veya yurt dışına transferiyle tam
13 yıl şampiyonluk göremediler, o bir yana 1978’de
kısa süreli bir ikinci lig yolculuğu bile yaptılar. Ancak
Polonya milli takımı onların kurduğu bu müthiş
kadrodan birçok kez yararlandı. 1974 Dünya Kupası
üçüncüsü olan takımın dört oyuncusu Zabrze’de
top koşturuyordu. Szarmach, turnuvanın yedi
golle gol kralı olan efsane Lato’nun yanında beş
gol atmıştı. 1972 Münih Olimpiyatları’nda altın
madalyayı kazanırken de beş oyuncu vermişlerdi
ve nihayet gümüş madalya aldıkları 1976
Olimpiyatlarında da takımdan henüz ayrılmış
Szarmach altı golle gol kralı olmuştu. 1985-88
arasında Górnik’in ikinci saltanatı başladı ve art
arda dört kez şampiyon oldular ama bu sefer
boruları sadece içeride ötüyordu. Zira Avrupa
Şampiyon Kulüpler Kupası’nda hiçbir zaman ikinci
turun ötesine geçemediler. 1994’teki Polonya
Ligi’nin finali ise efsane bir final olmuştur. Son
haftada lider Legia ve 2 puanlı takipçisi Górnik
karşı karşıya gelmiş, maçın hakemi Sławomir
Rędziński , Górnik maçı 1-0 önde götürürken 1,
Legia 1-1’lik beraberliği sağladığında da 2 Górnik’li
oyuncuyu sahadan atmıştır ve Legia oyuncularının
sertliklerine sarı kartla göz yummuştur. Legia
şampiyonluğu kazanmış, karşılaşma Rędziński’nin
hakemlik kariyerindeki son maçı olmuştur.
O tarihten bugüne madenciler Polonya Ligi’nde
beşincilikten yukarı çıkamadılar. Bu sezon ise
uzun süre sonra şampiyonluk hayalleri kuruyorlar.
Ligde lider Legia’nın arkasında aynı puanla ikinci
sıradalar. Polonya Ligi’nin hakimi, Avrupa’nın
çekinilen takımı Górnik Zabrze, artık tarihin
mirasını yemek istemiyor.
Emre Çelik
İspanya
HF103
VALENCIA’DA SONBAHAR
RÜZGÂRLARI
Uzun yıllar Barcelona ve Real Madrid’in ardından La Liga’nın en istikrarlı
takımı olmayı başaran Valencia, geçtiğimiz sezon yaşanan düşünün ardından
daha da kötüye giren bir tabloyla karşı karşıya.
Atletico Madrid’in son şampiyonluğunu elde
ettiği 1995-96 sezonundan bu yana La Liga’da
Barcelona ve Real Madrid’i dönem dönem
zorlayan, hatta bu ikiliye kafa tutmakla kalmayıp
iki takım arasına girmeyi başaran kulüpler oldu.
Mallorca, Deportivo la Coruna, Valencia, Real
Sociedad ve Villarreal olarak sıralanabilecek bu
ekipler arasında biri, Valencia, özellikle istikrar
açısından diğerlerinden fazlasıyla ayrıldı. Bu
süreçte İspanya’daki ekonomik krizlerin çoğundan
minimum hasarla çıkmayı başaran Valencia, Unai
Emery’nin yola devam etmeme kararı aldığı 201213 sezonunun başlangıcından bu yana ise deyim
yerindeyse serbest düşüşte. Geçtiğimiz sezon üç
farklı teknik adamla ‘bir şekilde’ kotarılan sezonun
ardından gelen Miroslav Djukic hamlesine rağmen
Yarasalar, bir türlü o şaşalı günlerine yaklaşmayı
başaramadı. Hatta kulüp başkanı Amadeo
Salvo’nun dört haftalık galibiyet hasreti boyunca
bile her fırsatta vurguladığı ‘istikrar’ fırsatına ve
son olarak alınan Getafe galibiyetine rağmen
takımın futbol direktörü Braulio Vazquez’in
kellesi alındı ve Djukic’e de hafiften gözdağı
verildi. Lâkin Valencia’da tek sorun teknik ekipten
kaynaklanmıyor.
Valencia’yı bu sezon hiç izlememiş biri, takımın
ofansif ve defansif istatistiklerine bakarak çok
bariz iki problemi açıkça görebilir. Bunlardan
ilki Valencia’nın La Liga’nın kalesinde en fazla
gol gören altıncı takımı olmasıyken; diğeri de
takımın en fazla gol kaydeden ikinci isminin
stoper Ricardo Costa olması. Bir diğer ifade ile
istatistikler Valencia’nın savunmada ciddi sıkıntılar
çeken ve gol bulmakta da fazlasıyla zorlanan bir
ekip olduğunu gösteriyor ki çok değil, yaklaşık
15 dakika, Valencia’nın ortaya koyduğu futbolu
izleyince istatistiklere gerek kalmaksızın bu
tespitleri yapabilmek mümkün.
“Allahını seven savunmaya gelsin!”
Valencia’nın ideal(!) savunma dörtlüsü bile
tek başına takım inşasının ne kadar problemli
olduğunu, sezonun daha başlamadan
kaybedildiğini ortaya koymaya fazlasıyla yetiyor.
Sağ bekte yer alan Joao Pereira bir kenara
koyulursa, iki sene önce Jordi Alba ile birlikte
ligin açık ara en iyi sol kenarını oluşturan Jeremy
Mathieu’nün stoperde görev alması ve yıllarca
‘yeteneğine ihanet eden’ olarak tanımlansa da
kaliteli bir sol açık olan Andres Guardado’nun sol
bek görevini üstlenmesi Valencia savunmasına dair
çok şey anlatıyor. Bunların üzerine sol bek kıtlığına
rağmen Aly Cissokho’nun Liverpool’a kiralanışı
ve stoperdeki yetersizliğe rağmen Adil Rami’nin
Milan’a kiralanması -oyuncu transferi devre
arasında gerçekleşecek ama Valencia, Rami’nin
Milan ile antrenmanlara çıkmasına izin verdi - da
işin içine katılınca Valencia’nın neden bu denli çok
gol yediğini anlamak zor değil. Eldeki oyuncuyu
kullanamamanın yanı sıra yönetim zafiyetinden
dolayı ortaya çıkan alternatifsizlik problemi de
doğal olarak oyuncuları iki açıdan etkiliyor. Bunların
ilki; Guardado da Mathieu de nasıl performans
sergilerlerse sergilesinler kesilemeyeceklerinin
farkındalar. İki ismin de iş ahlakı* konusundaki
daha önceki vukuatları düşünülünce %100
performanslarını göstermediklerini söylemek de
doğru olacaktır. İkinci etki ise elbette daha verimli
olacakları yerde oynamamaktan doğan mutsuzluk
ki Jeremy Mathieu’nün son 4-5 ayda sözleşmesini
uzatmasına rağmen defalarca ayrılabileceğini
söylemesi de bunun açık bir göstergesi. Bu iki
ana sorunun yanına hamle zamanlaması olarak
vasat ve artık zamanı ‘geçmiş’ 32’lik Ricardo
Costa eklenince Valencia savunması, savunmadan
hallice.
Modern futbolda herhangi bir takımın savunma
performansını belirleyen tek faktör de elbette
savunma hattında yer alan oyuncuların
kalitesinden ibaret değil. Bunun en güzel
örneklerinden biri şüphesiz Gregorio Manzano
döneminin Atletico Madrid’i ve Diego Simeone
döneminin Atletico Madrid’i arasındaki fark
olarak gösterilebilir. Valencia, geçtiğimiz sene
de La Liga için iyi bir savunma takımı değildi
fakat bu sezon top rakipteyken tam anlamıyla
‘şuursuz’, pozisyon açısından kimsenin nerede
durduğunun farkında olmadığı, hatsız bir Valencia
olunca işler çok daha kötü gitti. Bu duruma bir de
geçtiğimiz sezon son 15 dakikalardaki kırılganlığın
-Yarasalar geçen sezon 75-90 arası La Liga’nın en
fazla gol yiyen takımıydı- 90 dakikaya yayılması
eklenince deyim yerindeyse ‘helva’ gibi bir takım
ortaya çıktı. Bu kırılganlığın en önemli sebebi ise
hiç şüphesiz Javi Fuego’nun aslında ‘olmayan’
takıma adaptasyonun gecikmesi ve tıpkı Almeria
maçında olduğu gibi savunma önünde Javi Fuego
gibi savunma özellikleri gelişmiş bir başka ismin
olmaması. Zaten Dani Parejo ve Michel, hatta
zaman zaman Banega gibi, ileri uca yakın oymayı
seven oyuncuların mecburiyetten ‘double pivot’ta
ön liberoda defansif görevler alması da teknik
ekibin çaresizliğini ortaya koyuyor.
Doldur boşalt
Valencia’nın çok fazla gol yemesinin yanına ileri
uçtaki üretkenlik sorunu da eklenince bu tablo
çok da şaşırtıcı değil. Elbette Soldado gibi La
Liga’nın kalburüstü santrforlarından birinin ayrılışı,
yaratıcılık kısırlığı konusunda akla gelen ilk faktör
olsa da Valencia’nın hücumda çok daha derin
problemler mevcut. Takımın La Liga’da bulduğu
gollerin %46’lık kısmının duran toplardan oluşu,
orta sahada yaratıcığa dair bir eksikliği açıkça
ortaya koyuyor. Sofianne Feghouli dışında adam
eksiltme özelliği ortalama seviyede olan Valencia
orta sahasının beyni de Ever Banega gibi başına
buyruk ve fazlasıyla sorunlu olunca ortaya
bu tablo çıkıyor. Yeteneklerine rağmen zaten
problemli yapısıyla bilinen Ever Banega, özellikle
Tino Costa’nın ayrılışının ardından kendisine
‘tehdit’ oluşturacak biri kalmayınca iyice başına
buyruk bir görüntüye büründü. İstediği zaman
çıkıp La Liga’nın en iyi beş orta sahasından biri gibi
oynuyor, istediği zaman ise 90 dakika boyunca
umursamaz ve sorumluluktan kaçınan bir
futbolla tribünleri çıldırtıyor. Dahası sol kanatta da
Jonas’ın görev alması, doğru tabirle Soldado’nun
gidişine rağmen orada unutulması, her ne kadar
problemli bir kişiliğe sahip olsa da Guardado gibi
bir isim varken kanat oyuncusu kullanılmaması
Valencia’nın oyunu genişletmede de zorlanmasına
sebep oluyor. Helder Postiga’nın istikrarsızlığı ise
pastanın üzerindeki mumu oluşturuyor.
Ne kadar ekmek, o kadar köfte
Valencia’daki problemler elbette saha içiyle
sınırlı değil. Yarasalar, özellikle Juan Bautista
Soler’in başkanlığı döneminde sürüklendiği borç
batağından oyuncu satarak kurtulmayı başardı.
David Villa, David Silva, Juan Mata, Raul Albiol,
Jordi Alba ve Pablo Hernandez gibi takımın yıldızları
bir an bile düşünmeden satan Manuel Llorente
yönetiminin izlediği ‘ederini verin, babamı bile
satarım’ politikası ve bu oyuncuların yerine düşük
bonservisli, kaliteli isimlerin adapte edilebilmesi,
Valencia’yı uzun süre mücadeleci kılmayı başardı.
Lâkin son iki sezondur gidenlerin yerlerinin
dolduğunu söylemek pek de mümkün değil. Zaten
geçtiğimiz sezon Unai Emery’nin kaosu erken
görerek yola devam etmemesinin üzerine bu
sezon başında “En büyük eserim, Nuevo Mestella
olacak” sözlerini sarf eden Manuel Llorente’nin
stadyumun bitimini görmeden pes etmesi de
ekonomik kaynaklı saha dışı etkenleri açıkça ortaya
koyuyor. Uzun lafın kısası, Valencia, geçmişte
Francesco Tavano, Manuel Fernandes, Asier Del
Horno, Manuel Fernandes, Nikola Zigic, hatta ve
hatta Renan Brito, Dani Parejo ve Pablo Piatti
gibi kendini kanıtlamamış isimlere milyon avroluk
kumarlar oynayabilecek ekonomik şartlara sahip
değil.
Hal böyleyken geriye iki seçenek kalıyor. İlki,
Superdeporte yazarlarından Manu Barendes’in
göklere çıkardığı Villarreal modeli. Bir başka
ifadeyle takımın iskeletini oluşturacak olan stoper,
ön libero, orta sahanın ortasında tercih edilecek
kaliteli, tecrübeli ve kendini kanıtlamış isimlerin
yanlarına bonservis olarak maksimum 2,5 milyon
avroya çıkan kumarlar oynamak (Villarreal’de
Musacchio, Bruno, Cani’nin yanına yapılan Jeremy
Perbet, Jonathan Pereira, Javier Aquino hamleleri)
nokta hamlelerle Valencia için kurtuluş olabilir.
Fakat bir diğer model daha mevcut ki bunun
Valencia gibi altyapısı son derece kaliteli olan
bir ekibe çok daha uygun olduğunu söylemek
mümkün. Kadroda takımı sahiplenecek Jonas,
Jeremy Mathieu, Sofiane Feghouli gibi isimlerin
yanına aşağıdan gelen ve yeteneklerini çoktan
kanıtlamış Juan Bernat, Paco Alcacer, Fede,
Sergio Canales gibi genç yıldızları monte etmek,
Valencia’nın geleceğini de teminat altına alacaktır.
Ki St. Gallen ile oynanan maç da Valencia’nın genç
yeteneklerinin hem yeterli kaliteye sahip olduğunu
hem de bu isimlerin süre alıp savaşmak için çok
çok daha hevesli olduğunu ortaya koydu. Lâkin
elbette bu krizi aşmak için yönetim ve ağırlıkla
Djukic başta olmak üzere teknik ekibin inisiyatif
alması şart. İlerleyen günlerde yapılacak bu
tercih ise -kısa vadede mi yoksa uzun vadede mi
kurtuluş yolu aramak - Valencia’nın belki de en
az önümüzdeki beş senesini belirleyecek faktör
olacak.
* Oyuncuların iş ahlakları hakkında kolayca
ahkâm kesmek elbette hoş değil ama özellikle
bu özelliği pek bilinmeyen Jeremy Mathieu
hakkında bir örnek vermek sağlıklı olacaktır.
Unai Emery, geçen sezonun başında Mathieu
hakkında aktardığı şu anı son derece komik ama
bir o kadar da acı: “Maçlardan önce oyuncularıma
rakip hücumcularının kasetlerini verip izlemelerini
istiyordum. Fakat bir noktadan sonra Mathieu’nun
hep aynı sözleri, ‘çok tehlikeli oyuncu vs.’
söylediğini fark ettim. Bir gün yine bir maçtan
önce Mathieu’ya boş kaset verdim. Ertesi gün
antrenman başlamadan önce de rakibin sağ açığı
nasıl diye sordum. Mathieu da bana izlediğini ve
çok etkili bir oyuncu olduğunu söylemişti. Mathieu
son derece yetenekli bir oyuncu ama... “

Benzer belgeler