sayı28 - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma Dayanışma Derneği

Transkript

sayı28 - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma Dayanışma Derneği
Yıl: 8, Sayı: 28, Ocak - Mart 2016
Yayın türü: Yerel süreli ( 3 ayda bir yayınlanır )
Editörden
Değerli okuyucularımız merhaba,
G
enel Başkanımız Prof. Dr. Mustafa Argunşah beyin de belittiği gibi,
“Yeni Ufuklar Derneği, kurulduğu 2002 yılından beri kültür ve sanat
faaliyetlerinin çıtasını sürekli yükselten; yaptığı her faaliyeti dikkatle
izlenen, söyledikleri dinlenen, birçok konuda tavrı merakla beklenen bir
dernek olmaya devam ediyor.”
Bir kez daha ifade edelim ki, Yeni Ufuklar Derneği’nin önceliği kültürdür.
Kültürümüzün gelişmesi, yaygınlaşması ve bu yönde çalışmalar ortaya
koyanların taltif edilmesi ana hedeflerimizden biridir.
Bu çerçevede her yıl geleneksel olarak yapılan Türk Kültürüne Hizmet
Ödülleri Töreni 28 Kasım 2015 Cumartesi günü Elit Düğün Salonu’nda
gerçekleştirildi.
Prof. Dr. Nevzat Özkan, Bünyamin Aksungur, Abdullah Ayata ve Nurkal
Kumsuz Türk Kültürüne Hizmet Ödülleri 2015’e layık görülen isimler
oldu...
Aynı törende, derneğimize her zaman maddî ve manevî katkılarını sunmaktan geri durmayan değerli işadamlarımıza da birer şükran plaketi
sunuldu.
Kendilerini bir kez daha kutluyoruz. Törene dair geniş bir çalışmayı sayfalarımızda bulacaksınız.
Dergimizin gördüğü ilgi hem içeriğin
zenginleşmesi, hem de farklı konuların
sayfalarımızda yer bulmasında önemli
bir etken.
Elbette bu konuların başında ülkemizde ve dünyada olup bitenler gelmektedir. Nitekim sınır komşumuz Suriye
başta olmak üzere bölgemizde ve tüm
dünyadaki gelişmeleri alanında uzman
kalemlerin yorumları ile sizlere aktarmayı sürdürüyoruz.
Yeni Ufuklar Derneği İstanbul
Şubesi’nin her ay düzenlediği konferanslar serisinin Aralık ayı konuğu
Analist Aydın Çetiner oldu. Çetiner, Türk Dış Politikası’nı, yansımalarını
ve muhtemel gelişmeleri üyelerimizle paylaşıtı. O konferansın içeriğini
Çetiner’in yazısında bulacaksınız.
Aynı konuyla bağlantılı olarak Dr. Nejat Tarakçı’nın “Türkiye - Rusya İlişkilerinin Bozulması Neden İsteniyor?” başlıklı yazısı ile Dr. Aslan Yaman’ın
iki bölüm halinde yayınlayacağımız “Gelecek 10 Yıl: 2015-2025” başlıklı
çevirisini ilginç bulacağınızı umuyoruz.
28. sayımız da diğer sayılarda olduğu gibi sanattan eğitime, bilişimden
araştırmaya değerli kalemlerin yazılarıyla bezeli.
Bu sayımızda Prof. Dr. Ahmet Buran’ın Özbekistan izleninimi aktardığı
gezi yazısı “Tarihten Geleceğe Özbekistan”ı da sizlerle paylaşıyoruz.
Kardeş ülkeye ilişkin renkli bilgilerin yer aldığı yazıyı, yine Prof. Buran’ın
objektifinden fotoğraflarla yayınlıyoruz.
Paylaşarak ve birlikte öğrenerek daha güzel bir gelecek inşa etme arzumuzu tekrarlarken, bütün üye ve okurlarımıza selâm ve saygılarımzı
sunuyoruz.
Esen kalınız...
Prof. Dr. Yakup Çelik
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
adına imtiyaz sahibi:
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Genel Yayın Müdürü:
Prof. Dr. Yakup Çelik
Yayın Koordinatörü:
Doç. Dr. Mustafa Aksoy
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Zekeriya Muhiddin Arık
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr.
Gökhan Antalya, Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Dr. Zekeriya Kökrek
Tasarım
A.Kadir Karataş
Reklam
Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon
0212 230 86 59
Baskı
Yek Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Matbaa Sertifika No: 32287
100. Yıl Mah. Mat.Sit.
Matbaacılar Sitesi. 4. Cad. No: 122 34204 Bağcılar/İST.
Tel: 0212 430 50 00
Yönetim Yeri
Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad.
Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8
Şişli - İstanbul
0212 230 86 59 - 230 94 43
[email protected]
Kayseri İletişim
Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok.
(Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3
Melikgazi - Kayseri
Tel: 0352 221 30 60 (3 hat)
[email protected]
Türkiye Yeni Ufuklar,
T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide
yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz
kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir.
sayfa
Strateji 21
sayfa
Gezi 40
içinde k iler
KAPAK
04 Türk Kültürüne Hizmet Ödülleri Töreni
STRATEJİ
18 Türkiye - Rusya İlişkilerinin Bozulması Neden
İsteniyor?
Dr. Nejat Tarakçı
66 Sineklerin Tanrısı ve Devlet
Mustafa Şahin
GEZİ
34 Tarihten Geleceğe Özbekistan
Prof. Dr. Ahmet Buran
İNCELEME
21 Türkiye masanın dışına itilmektedir
40 Kod adı Feride (Feride Güpgüp)
Yüksel Kalkan
44 Edirne’de Kadınlara Ait Bazı Şâhideler-II
Mehmet Kökrek
Aydın Çetiner
26 Gelecek 10 Yıl: 2015-2025
Dr. Aslan Yaman
EDEBİYAT
30 Yunus böyle de eydür
Ekrem Sakar
47 Bizans’ın suyu nereden gelirdi?
Dursun Yıldız
Özdemir Özbay
sayfa
10 Gündem
sayfa
30 Çevre
O CAK - ŞUB AT - M AR T 2 01 6
SANAT
BİLİŞİM
50 Batı’ya açılan serhad şehrimiz: Edirne
74 Startup mı? O da ne?
Alperen Talaslıoğlu
DÜŞÜNCE
54 İstişarenin önemi
Necdet Bayraktaroğlu
ÇEVRE
58 5 Aralık BM Uluslararası Toprak Yılında İnsan ve Toprak Arasındaki İlişkinin Önemi
Prof. Dr. İbrahim Ortaş
EĞİTİM
70 Televizyonun çocuk üzerindeki etkileri...
Hilal İlknur Tunçeli
MUTFAK
76 Osmanlı’da ballı tatlılar
Lale Özen
KİTAP
78 Türk Etnolojisinde Zazalar
Mitolojik Şifreler II
2015
Türk
Kültürüne
Hizmet
Ödülleri
Töreni
Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH
Yeni Ufuklar Derneği
tarafından her yıl
geleneksel olarak
yapılan ödül töreni
28 Kasım 2015
Cumartesi günü Elit
Düğün Salonu’nda
yapıldı.
Türk kültürüne hizmet ödülü alanlar ve verenler.
Y
eni Ufuklar Derneği, kurulduğu 2002 yılından beri kültür ve sanat faaliyetlerinin çıtasını
sürekli yükselten; yaptığı her faaliyeti dikkatle izlenen, söyledikleri dinlenen, birçok konuda tavrı merakla
beklenen bir dernek olmaya devam ediyor. Özellikle 2011
yılından itibaren yaptığı ödül törenleri ve bu törenlerin
sonunda sunulan konferans veya konserler kalabalık dinleyici kitlesinden büyük takdir toplamaya devam ediyor.
Dernekte düzenlenen yemekli sohbetlerin tadı damaklarda kalmış olmalı ki, sık sık yenilerinin ne zaman yapılacağı
soruluyor. Bu toplantılarda Türkiye’nin ve Türklüğün gündemdeki sorunları çoğu akademisyen veya eli kalem tutar,
sözü dinlenir, saygın, bilge kişiler tarafından tartışılıyor,
konuşuluyor. Bazen bir misafirin sunduğu konferansın ardından tartışma başlıyor, bazen serbest kürsü olarak program ilerliyor. Katılan herkes çoğu kez mutlu ve gelecekten
umutlu olarak ayrılıyor bu toplantılardan. Bu toplantılara
İstanbul’dan katılanlar ayrı bir renk katıyorlar. Kayseri’nin
ağırlaşan havasını İstanbul’dan taşıdıkları yeni havadislerle
berraklaştırıyor, kırılan ümitleri yeniden tazeliyorlar.
2015 yılı da dolu dolu geçti Yeni Ufuklar’da... Burada
tabii ki hepsini saymaya kalkmayacağız. 25 Nisanda
Çanakkale Şehitleri anıldı büyük bir törenle... Tarihçi Ah-
4
Türkiye Yeni Ufuklar Derneği Genel Başkanı
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Prof. Dr. Nevzat
Özkan, Bünyamin
Aksungur, Abdullah
Ayata ve Nurkal
Kumsuz bu yıl ödüle
layık görülen isimler
oldu...
met Nedim Kilci’nin görsel sunumla anlattığı Çanakkale
Zaferi’nin destanlaşan hikâyesi bir taraftan gözlerimizi
yaşartırken diğer taraftan o yüce insanların torunları
olmakla bir kez daha gururlanmamıza sebep oldu. Tarih
yeniden canlandı; top sesleri, tüfek sesleri, tayyare sesleri
birbirine karışıp metrekareye altı bin mermi düşerken
Mustafa Kemal’in sesi âdeta yeniden yankılandı salonda. Bir ay geçmeden 16 Mayıs’ta kutlu davanın kutlu
neferlerinden Mustafa Öztürk Hocamız için hazırladığımız gecede salonlar dolup taştı. Türkiye’nin her yerinden insanlar aktı Kayseri’ye. Erzurum’dan, Elazığ’dan,
Konya’dan, Sakarya’dan, İstanbul’dan... Aksakallar teşrif
ettiler şehrimizi. Türklük davasının gençleriyle kocaları
omuz omuzaydı. Dedem Korkut dilince soy soylandı, boy
boylandı o muhteşem gecede. Öztürk Hoca’nın adı anıldı
sık sık... Hatıralar dinlenildi kâh hüzünle kâh neşeyle.
Salonu şenlendirenlerden birisi de Servet Kabaklı idi.
Hocasını ölümüne seven ve sayan Kabaklı, bu güzel
gecenin tadı damağında vardı uçmağa. Görklü Tanrı onu
yarlıgasın.
Sırada Türk kültürünün hizmetkârlarını ödüllendirmek vardı. Türklüğe hizmet her âdeme nasip olmaz.
Türk’ün adını yücelten, onun muhteşem tarihini, edebiyatını, dilini, kültürünü, musikisini yaşatan, tanıtan ve
yayan kutlu erleri unutmak olur mu? Onlar yaptıklarını
Allah rızası için yaparlar ve ondan başka hiç kimseden
ödül de beklemezler. Beklemezler amma Türk milleti
bu gani gönüllü bilim erlerine, sanat erlerine teşekkür
etmek ister. Emeklerinin boşa gitmediğini, okunduklarını, dinlendiklerini, anlaşıldıklarını, mesajlarının alındığını
göstermek ister. Beklenmese de bir takdir etmek, bir
alkışlamak, iki cümleyle de olsa övmek ister.
Yeni Ufuklar Derneği tarafından her yıl geleneksel
olarak yapılan ödül töreni 28 Kasım 2015 Cumartesi
günü Elit Düğün Salonu’nda yapıldı. Yoğun bir katılımın
olduğu gecede yemekten sonra törene geçildi. Fazıl Ahmet Bahadır tarafından sunulan tören hep birlikte İstiklal
Marşının okunmasının ardından Dernek genel başkanı
Prof. Dr. Mustafa Argunşah’ın açış konuşmasıyla başladı.
Argunşah konuşmasında şunları söyledi:
“Değerli misafirler,
Geleneksel hâle getirdiğimiz ödül törenlerimizden
birisini daha gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz. “Yeni Ufuklar 2015 Türk Kültürüne Hizmet Ödülleri
Töreni”ne hoş geldiniz, şeref verdiniz. Yeni Ufuklar
Derneği Yönetim Kurulu adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.
2002 yılında kurulan Yeni Ufuklar Derneği 14 yaşına
girdi. Bu süreçte büyük projelere imza attık. İlk yıl başladığımız öğrenci burslarımızı hiç aksatmadan devam ettiriyoruz. İstanbul şubemizle birlikte 500 öğrenciye burs
vermek bizim en önemli faaliyetimiz. Sağ olsun Kayserili
gönlü zengin, yüreği zengin insanlarımız... Bizi hiç yalnız
bırakmıyorlar, onların desteğiyle güzel işler yapmaya
devam ediyoruz. Biliyorsunuz, Türk milleti cömert bir
millettir, kendisine ihtiyaç duyan her yere yetişmeye çalışır, kendisine sığınan hiç kimseyi geri çevirmez. Ta Doğu
Türkistan’dan Balkanlara kadar 150 yıldır Anadolu’muz
milyonlarca insanın sığınağı oldu. Zulümden kaçanlar,
zalimlerden kaçanlar bizim kucağımıza sığındılar, burada
kendilerine barınacak sıcak yuvalar, karınlarını doyuracak
sıcak aşlar, işler buldular. Son yıllarda Suriye’den gelen
5
KİTAP
Derneğimize burs veren iş adamlarına birer plaket takdim edildi. Mustafa İncetan’a Derneğimiz Kayseri Şubesi Başkanı Orhan Köksal, Tayyar Kaşıkçı’ya
Derneğimiz Onursal Başkanı İbrahim Sungur, Ahmet Biçer’e ise Derneğimizin eski genel başkanlarından Vahdi Elbaşı birer teşekkür plaketi verdi.
iki milyondan fazla insan da öyle. Biz onları asla Kürt,
Arap, Süryani, Türkmen vesaire diye ayırmadık. Her gelen
bizim misafirimizdir, bağrımızı, gönlümüzü, evlerimizi
açtık. Kayseri’de de 35 bin dolayında Suriyeli sığınmacı
bulunuyor, bunlar da bizim misafirlerimiz.
Ödül almak güzel bir duygudur. İnsanlar Türk kültürü
için yazarlar, çizerler, gönüllerini ortaya koyarlar. Onları
6
ödüllendirmek de bizim gibi sivil toplum örgütlerine ve
devlet kurumlarına düşer. İş yapanları, üretimde bulunanları ödüllendirmek gerekir. Bu duygularla romancı,
şair, müzisyen, bilim adamı, kim olursa olsun, herhangi
bir ayrım yapmadan, Türk milletine hizmet eden, Türk
kültürü için ortaya eser koyan insanlarımızı onurlandırmak, ödüllendirmek istiyoruz. Bugün de bilim insanı
Törene katılanlardan bir grup (üstte). Ödül töreninden sonra
sahneye TRT yapımcısı ve yönetmen, Türk dünyası sanatçısı
Bünyamin Aksungur çıktı. Aksungur, Sibirya’dan Balkanlar’a,
Kırım’dan Kerkük’e, Kaşgar’dan Erzurum’a kadar büyük Türk
dünyasının her coğrafyasından türküler okudu. (yanda)
Prof. Dr. Nevzat Özkan, daha çok romanlarıyla tanıdığımız yazarlarımız Abdullah Ayata ve Nurkal Kumsuz
ile Türk dünyası müzikleri konusunda usta bir sanatçı
olan Bünyamin Aksungur’a 2015 Türk Kültürüne Hizmet
Ödülleri veriyoruz. Ayrıca derneğimize maddi katkıda
bulunan Mustafa İncetan, Ahmet Biçer ve Tayyar Kaşıkçı
Beylere de birer Teşekkür Plaketi takdim edeceğiz.
Törenimizde bizi yalnız bırakmadığınız için hepinize
teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.”
Argunşah’ın konuşmasından sonra Türk kültürüne
hizmet ödülleri sahiplerini buldu. Kısa özgeçmişleri ve
eserleri okunan ödül sahipleri sırayla sahneye çağrıldı. Prof. Dr. Nevzat Özkan’ın plaketini Erciyes Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Hamza Çakır, Bünyamin
Aksungur’un plaketini Derneğimiz Genel Başkanı Prof.
Dr. Mustafa Argunşah, Abdullah Ayata’nın plaketini Prof.
Dr. Kuddusi Erkılıç, Nurkal Kumsuz’un plaketini ise Prof.
Dr. Faik Bilgili verdiler. Daha sonra derneğimize burs
veren iş adamlarına birer plaket takdim edildi. Mustafa
İncetan’a Derneğimiz Kayseri Şubesi Başkanı Orhan
Köksal, Tayyar Kaşıkçı’ya Derneğimiz Onursal Başkanı İbrahim Sungur, Ahmet Biçer’e ise Derneğimizin eski genel
başkanlarından Vahdi Elbaşı birer teşekkür plaketi verdi.
Ödül töreninden sonra sahneye TRT yapımcısı ve
yönetmen, Türk dünyası sanatçısı Bünyamin Aksungur çıktı. Aksungur, Sibirya’dan Balkanlar’a, Kırım’dan
Kerkük’e, Kaşgar’dan Erzurum’a kadar büyük Türk
dünyasının her coğrafyasından türküler okudu. Doğu
Türkistan’dan “Bülbüller Sayraşır”, Özbekistan’dan “Güzel
Türkistan”, Kazakistan’dan “Tatlı Sözüm Kara Gözüm”,
Azerbaycan’dan “Yar Geldi”, Kerkük’ten “Değirmançı”,
Türkmenistan’dan “Yelpese” gibi türküler dinleyenleri
Turan coğrafyasında gezdirdi. Türk müziğinin birbirine
uzak coğrafyalarda bile benzer melodilerle okunduğu,
bunların hepsinin ortak bir köke dayandığı hissedildi,
görüldü ve yaşandı. Aksungur’un açıklamalarıyla daha
anlamlı hâle gelen türkülerle milletimizin çok zengin bir
sanat birikimine sahip olduğu bir kez daha görüldü. “Özbek, Türkmen Uygur, Tatar, Azer bir boydur / Karakalpak,
Kırgız, Kazak, bunlar bir soydur” nakaratıyla Türk dünyasının her yöresinden seçilmiş parçaların birbirine ulanarak
okunduğu muhteşem müzik gösterisi bütün dinleyenleri
kendisinden geçirdi. Zaman zaman türkülere ilahilerin,
tekbirlerin karıştığı program sonunda Aksungur ayakta
alkışlandı.
7
MAKALE
Yeni Ufuklar Türk Kültürüne Hizmet Ödülü alan
Prof. Dr. Nevzat Özkan ile söyleşi:
“En önemli ortak
değerimiz dilimiz”
Söyleşi: Yeni Ufuklar
- Hocam, Yeni Ufuklar Derneği tarafından her yıl düzenlenen “Türk
Kültürüne Hizmet Ödülleri”nin birisi de bu yıl size verildi. Öncelikle sizi tebrik
ediyoruz. Bu konudaki duygularınızı alarak başlayabilir miyiz?
Prof. Dr. NEVZAT ÖZKAN
Nevzat Özkan, 1961 yılında
Yozgat’a bağlı Büyükkışla kasabasında doğdu. İlk ve orta okulu doğduğu
yerde, liseyi Kayseri Lisesi’nde bitirdi.
1982 yılında Kazım Karabekir Yüksek
Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. 10 yıl
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı.
1988 yılında Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsünde yüksek lisans eğitimine başladı, 1990
yılında Yarkend Ağzı adlı teziyle
bilim uzmanı oldu. Aynı yerde 1990
yılında başladığı doktora öğrenimini 1993 yılında Gagavuz Türkçesi
Grameri adlı teziyle tamamladı. 1992
yılından beri Erciyes Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümünde çalışmaktadır.
1994 yılında yardımcı doçent, 1997
yılında doçent, 2003 yılında profesör
oldu.
Prof. Dr. Nevzat Özkan, Türk
dili, Türk dünyası, Türk kültürü ve
edebiyatı ile ilgili çok sayıda yayımlanmış makale ile ulusal ve uluslararası bilimsel toplantılarda sunduğu
bildirisi bulunmaktadır. Yayımlanmış
kitaplarından bazıları şunlardır:
Gagavuz Türkçesi Grameri
(1996), Türk Dünyası Nüfus Sosyal Yapı Dil Edebiyat (1997), Aziz
Mahmut Hüdayî Türkçe ve Arapça
Tarîkatnâme (1998), Ahmet Cevdet
Paşa-Fuat Paşa, Kavâ’id-i Osmaniyye
(2000), Ahmet Cevdet Paşa, Medhal-i
Kavâ’id (2000), Türk Dilinin Yurtları
(2002), Gagavuz Destanları (2007),
Adam Var Alemden Öte (2015).
8
-Tabii ki, ödül almak güzel. Yeni Ufuklar Derneği yöneticilerine teşekkür
ederim. Ödülün adı da çok önemli, Türk Kültürüne Hizmet Ödülü. Ömrümüz
milletimizin diline, edebiyatına, kültürüne hizmet etme çabası içinde geçti. Biz
kendimize göre bir şeyler yapmaya çalıştık. Ancak bunun birileri tarafından fark
edilip ödüle değer bulunması mutluluk verici. 5 yıldır bu ödülün verildiği törenlere katıldım. Ödüle lâyık görülen kişilerin büyük bölümünü de yakından tanırım.
Hepsi de işinin erbabı, başarılı insanlardı. Bazıları bugün aramızda yok. Cümlesine
Allah rahmet eylesin. Böylesine değerli bilim, kültür, sanat adamları ile aynı ödülü
almak mutluluk verici.
- Prof. Dr. Nevzat Özkan kimdir? Kısaca özgeçmişinizi paylaşabilir misiniz?
-1961 yılında Yozgat’ın Büyükkışla kasabasında doğdum. İlk ve orta öğrenimimi doğduğum yerde tamamladım. Liseyi Kayseri Lisesi’nde okudum. Erzurum
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun oldun.
1982-1992 yılları arasında öğretmenlik yaptım. 1992 yılından beri de Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışıyorum. Yüksek
Lisans ve doktora öğrenimimi Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’un danışmanlığında
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladım. Yüksek Lisans tezim Yarkend Ağzı, doktora tezim Gagavuz Türkçesi Grameri. Bugüne kadar dokuz
kitabım yayımlandı. Çok sayıda yayımlanmış bildiri ve makalem var. Ayrıca güncel
sosyal ve kültürel konularla ilgilenmeye çalışırım. Bu alanlarda da yazılar yazdım.
Evliyim, üç çocuğum ve iki torunum var.
- Tarihî ve çağdaş Türk diliyle ilgili çeşitli çalışmalar yaptınız. Bizim en
çok dikkatimizi çeken Türk dünyasıyla ilgili olanları... Türk Dilinin Yurtları
adlı kitabınızda dünya Türklüğü hakkında bilgiler verdiniz. Sorumuz şu
olacak. Dünyadaki Türklerin sayısıyla ilgili çok çeşitli rakamlar veriliyor. 200
milyon, 250 milyon hatta 300 milyon diyenler bile var... Sizin araştırmalarınızda çıkan sonuçları verebilir misiniz?
-Nüfus konusundaki bu tutarsız rakamların sebebi, pek çok ülkenin kendi
nüfusuyla ilgili net bilgiler vermemesi, nüfus sayımlarının güvenilirlikten uzak olması. Ancak bizde de olanı fazla abartma eğilimi var. Bu konuda yaptığım en son
tespitler Türk dünyasının toplam nüfusunun 200 milyona yakın olduğu yolunda.
Belirsiz rakamlar Doğu Türkistan, İran, Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkelerden
kaynaklanıyor. Bunların büyük bölümünde düzenli nüfus sayımı yok, olanlarda da
Türk nüfusunu saklama veya yok sayma eğilimi var.
- Demek ki, dünyada 200 milyon Türk yaşıyor. Ayrıca Türk dünyası çok
geniş bir coğrafyaya yayılmış. Türk lehçelerinin bazılarının konuşurlarının
sayısı oldukça az... Unesco 21. yüzyılın sonunda bazı Türk lehçelerinin öleceğini söylüyor. Sizin bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
-Evet maalesef Güney Sibirya Türk lehçeleri, özellikle Hakas ve Şor Türkçesi,
Yeni Ufuklar, sayı 28
ETKİNLİK
Doğu Avrupa’da Karay Türkçesi, Kırım’daki Kırımçak Türkçesi, Karadeniz’in
kuzeyine yayılmış olan Urumların kullandığı ağız, Çin’de Fu-yu Kırgız Türkçesi, Sarı Uygur Türkçesi, Salar Türkçesi,
İran’daki Halaç Türkçesi ve diğer ağızlar
ciddi tehdit altında. Yakın bir gelecekte
bu Türk dili alanları kaybolabilir. Ayrıca
orta vadede yok olma tehlikesiyle yüz
yüze olan daha fazla Türk dili alanı var.
Mesela başta Almanya olmak üzere
Avrupa’da göçmen işçi olarak yaşayan Türk ailelerin çocukları Türkçeyi
yeterince öğrenemeden hayata atılıyor.
Orada bile beklemediğimiz ciddi dil
ölümlerine ve kimlik kayıplarına maruz
kalabiliriz.
-Ölümcül Türk lehçelerinden bahsettiniz. Belli ki bunlar yakın zamanda
yok olacaklar. Bir de orta vadede
öleceği düşünülen lehçelerimiz var,
Gagauzca, Kırım Tatarcası gibi. Bunların ölmemesi, yok olmaması için
ne yapmalıyız?
ve resmî makamlara düşen görevlere.
Elimizde dünyanın her kıtasına ulaşabilecek uydu üzerinden yayın yapan
televizyon kanalları var. Bu kanallarda
kaybolan Türk lehçeleri öğretilebilir.
Ayrıca müzik, folklor ve kültür programlarıyla dille birlikte gelenek ve
görenekler de yaşatılabilir. Belgesellerin, filmlerin, dizilerin, müziğin kısacası
popüler kültürün hayatımızdaki yer
giderek artıyor. Bu araçlar kullanılarak
farkındalık yaratılabilir, gündem oluşturulabilir. İnsanları uyarmak ve bilgilendirmek çok önemli.
- Türk dünyasının ortak kültürel
değerlerinden bahsedebilir misiniz?
-Bizim en önemli ortak değerimiz
dilimiz, Türkçemiz. Tabii buna bağlı
olarak bir diğer ortak değerimiz sözlü
kültürümüz, türkümüz, destanımız,
masalımız, büyük yazar ve düşünürlerimiz, yani edebiyatımız. Kimi zaman
kavgayla, kimi zaman kardeşlikle geçen
bir ortak tarihimiz var. Ancak tarihe bakış açısı çok önemli. Özellikle tarihimizin bir dönemini bir diğer dönemiyle,
bir kahramanını veya hükümdarını bir
diğeriyle kavga ettirmekten vazgeç-
Özkan ödülünü Çakır’dan aldı.
-Ölme sürecine girmiş dillerle ilgili
yapacak bir şey yok. Çünkü dil ölümü,
o dilin sahibi olan toplumun anadilini
terk etmesi, hayatına soktuğu bir başka
dili kendi diline tercih etmesi demek.
Bu bazen zorunluluktan, bazen nüfus
azlığından, bazen de asimilasyondan
kaynaklanıyor. Bu sosyal ve siyasal şartlar değişmeden dilin korunması veya
ömrünün uzatılması mümkün değil.
Unesco gibi kurumlar veya uluslararası
kuruluşlar sadece durum tespiti yapıyor. Yoksa onların da fiilî olarak duruma
müdahil olması söz konusu değil.
Türkologların kaybolan veya kaybolmaya yüz tutmuş Türk lehçeleri ile ilgili
yapacakları tek şey, dil ölümü gerçekleşmeden sahadan ses kayıtları almak
ve olabildiğince kapsamlı çalışmalarla
bu metinleri incelemeye tâbi tutmak
ve yayımlamaktır. Böylece bugünün
dil durumunu yarınki nesiller için kayıt
altına alabiliriz. Unutmayalım, yüzlerce
yıl hâkimi olduğumuz, devletler kurduğumuz Hindistan, Mısır gibi ülkelerde
bugün Türkçe tamamen unutulmuştur.
Bugün bir Mısır veya Hindistan Türkçesinden söz etmek mümkün değil. Yarın
da başka yerler için benzer durumlarla
karşılaşmamız kuvvetle muhtemel.
Çünkü Türkçenin sahadaki rakipleri çok
dişli ve güçlü. Türkçe şu anda Rusça,
İngilizce, Farsça, Çince, Arapça gibi çok
etkin din, kültür ve devlet dilleriyle
rekabet ediyor.
Gelelim bu konuda devletimize
9
ETKİNLİK
meliyiz. Mesela şu meşhur Cumhuriyet
dönemini Osmanlı dönemiyle yarıştırmaktan; Yavuz’u Şah İsmail’le, Timur’u
Yıldırım’la yeniden savaştırmaktan
kaçınmalıyız. Söz konusu dönemin
şartları içinde olup bitmiş olaylardan
bugüne anlaşmazlık ve ihtilaf konusu
üretmekten uzak durmalıyız. Zaten
bugünün yeterince sorunu var. Biz
geçmişimizi eğrisiyle doğrusuyla
öğrenmeli ve bu bilgileri bugünümüzü
daha güzel hale getirmek için kullanmalıyız. Çağımızın dayattığı sorunların
çözümüne öncelik vermeliyiz. Bilimi,
kültürü, iş ve güç birliğini ön plana
çıkarmalıyız.
Bir diğer önemli ortak değerimiz
dindir. Dünyada bizim kadar aynı
dinî inançta birleşen başka bir büyük
millet daha yoktur. Mesela Çin’de,
Hindistan’da, İran’da hatta Arap dünyasında tek bir dinî inançta birleşme oranı bizimki kadar yüksek değildir. Bugün
Türklerin % 95’ten fazlası Müslüman.
Geriye kalanların 2,5 milyon kadarı
Ortodoks Hıristiyan. Bundan çok daha
az miktar ve oranlarda Budist, Musevi
ve Eski Türk dinine bağlı topluluklar
bulunmaktadır. Bu durum bizim açımızdan birleştirici bir unsurdur. Ancak
bugün, özellikle Ortadoğu’da, besmele
çekerek kurşun atanların hedefinde
kelime-i şahadet getirerek ölen on
binlerce insan var. İşte bu sebeple
mezhep ve din kavgalarından uzak
durmaya, inancın ferdîliğini, kültürün
ortaklığını ön plana çıkaran bir politika
ve yaklaşıma ihtiyacımız var. Yakın
tarihte yaşanmış çok derin ortak acılarımız bulunuyor. Unutmayalım insanları
ortak zaferler kadar ortak acılar da
birleştirir. Balkan faciası ve arkasından
gelen göç dalgaları, Kırım’ın işgali ve
adım adım gelen katliamlar, sürgünler. Millî Mücadelemiz, Orta Asya’dan
Anadolu’ya, Kafkaslar’dan Balkanlar’a
uzanan dostluk ve kardeşlik hikâyeleri.
Türkiye’nin bağımsızlığını kazandığını
gören Enver Paşa’nın Türkistan’daki
Basmacılık hareketine katılması ve
Tacikistan’da çarpışırken şehit olması.
Nuri Paşa’nın Kafkas Orduları komutan olarak Demokratik Azerbaycan’ın
temeline koyduğu kardeşlik harcı. Reşit
Rahmeti Arat, Zeki Velidi Togan, Ahmet
Caferoğlu, Sadri Maksudi Arsal, Hüseyinzade Ali Bey gibi Türk dünyası bilim
ve devlet adamlarının Türkiye’ye kattığı
zenginlikler. Daha bunun gibi yüzlerce
göğüs kabartıcı, gurur verici örnek var.
Bir olmamız için sebep çok. Yeter ki
10
birliğe niyetlenerek yola çıkalım.
- Bu değerlerin tanınması için
neler yapılabilir? Devletimize veya
şahsi olarak bizlere düşen görevler
nelerdir? Türklüğün ortak değerlerini tanımamız için bir kültür politikamız var mı?
-Kültür politikaları çok önemli.
Türk cumhuriyetlerinin ve akraba
toplulukların ilişkilerini düzenleyen
onlarca resmî ve sivil toplum kuruluşu
var. Ancak ilişkilerin geliştirilmesi için
somut adımlar atılması gerekiyor artık.
İş birliği, güç birliği ve ortak projeler
devreye girmeli. Sovyetler Birliği’nin
dağılmasının ve Türk cumhuriyetlerinin
bağımsızlığına kavuşmasının üzerinden çeyrek asır geçti. Daha bir ortak
Türkçe inşa edemedik. Ortak bir alfabemiz yok. Hep birlikte izlediğimiz ortak
bir haber kanalımız, ülkelerimizin her
türlü zenginliğini ortaya koyan kültür
ve eğlence programlarımız yok. Ortak
bir edebiyat alanı geliştiremedik. Daha
önemlisi bir ekonomik işbirliği teşkilatı
kuramadık. Ülkelerimize pasaportla ve
bin bir zahmetle girip çıkıyoruz. Mesela
Türkistan’ın en önemli ülkesi olan Özbekistan, Türk dünyasının geri kalanına
özellikle Türkiye’ye küs gibi davranıyor. Bu sorunun ortadan kaldırılması
için adım atılması lâzım artık. Proje
çok, ama hayata geçirilebileni az. Bir
ortak tarih kitabı yazmaktan, Türkiye
Türkçesinin ortak dil olarak okullarda
öğretilmesinden çok söz edildi. Ancak
hiçbiri hayata geçirilemedi. Türkiye’nin
Rusya ile enerji alanında iş birliğine
gitmesi, Afrika’ya açılması güzel de,
bunların hiçbiri Türk dünyasını görmezden gelmeye veya unutmaya değecek
işler değil. Bu tür ilişkilerde bazen bir sinek vızıltısı, bazen bir top gümbürtüsü
her şeyi alt üst edebilir, etti de nitekim.
Bizim bundan sonraki yüzyıllarda birlikte yaşayacağımız bir ortak dünyaya
yönelik adımlara ihtiyacımız var. Böyle
bakarsak bazı şeyleri daha iyi ayırt
edebiliriz sanırım.
- Siz doktorada Gagauz Türkçesinin grameri üzerine çalıştınız. Türk
lehçeleri üzerinde yapılan çalışmaları
yeterli buluyor musunuz? Daha neler
yapılabilir?
-Temel konuların büyük ölçüde
halledildiğini söyleyebiliriz. Yani bugün
artık tüm Türk lehçeleri ile ilgili gramer
ve sözlük türü çalışmalar mevcut.
Edebiyat antolojileri yayımlandı. Ancak
karşılıklı bağlantıları kuracak, dil ve
kültür birliğine temel teşkil edecek
çalışmalar henüz ortaya çıkmadı. Bir
de bizim bu çalışmaları toplumun
dikkatine sunma konusunda sıkıntılarımız var. Türkiye’de yapılan çalışmalar
kamuoyumuzun ilgisi ve bilgisi dışında
kalıyor. Ayrıca öbür Türk cumhuriyetleriyle de özellikle Türkoloji alanında
yeterli iş birliği yok. Hâlâ kitaplarımız,
makalelerimiz Türk dünyasının pek çok
ülke ve bölgesine ulaşmıyor. Oralarda
yapılan çalışmaların çoğu da maalesef
bize gelmiyor. Çalışma yöntemlerimizi
de gözden geçirmek zorundayız. Karşılaştırmalı çalışmalara ve ortak projelere
ihtiyacımız var. Dil bilimi yöntemlerini
yeterince kullanmıyoruz. Çalışmaların
çoğu metin neşrinden ibaret. Bunların
yorumlanması, derinlemesine inceleme ve araştırma konusu yapılması
gerekiyor.
- Türk dünyasının geleceğini nasıl
görüyorsunuz? Umutlu olmamız için
yeterince sebep var mı?
Ben hep umutlu olmak gerektiğini düşünüyorum. Bizim üniversite
yıllarımızda, biz otuz yaşına varınca
ortaya yedi Türk cumhuriyetinin
çıkacağını söyleselerdi inanır mıydık?
Gelecek daha çok güzelliğe gebe. Yeter
ki biz zamanın ruhunu iyi okuyalım.
Etrafımızda olup bitenleri iyi izleyelim,
doğru tahlil edelim. Yerinde ve isabetli
adımlar atalım. Aklın, bilimin yolundan ayrılmayalım. Daha çok çalışalım.
Ülkelerimizi ve insanlarımızı zenginleştirelim. Basit günlük siyasi oyunlardan
uzak duralım. Allah bize yardım ediyor.
Biz bugün sahip olduğumuz nimetleri
har vurup harman savurmazsak bütün
milletimizi güzel bir gelecek bekliyor.
Biz kendimizi bu geleceğin inşasına
katkıda bulunabilecek bilgi ve beceriye
ulaştırmakla yükümlüyüz, inanın arkası
gelecektir.
-Başka söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
-Teşekkür ederim. Güzel bir sohbet
oldu. Yeni Ufuklar Derneği’ne ve dergisine başarılar ve kolaylıklar diliyorum.
Yolunuz bahtınız açık olsun.
Yeni Ufuklar, sayı 28
ETKİNLİK
Türkülerimiz ve
Bünyamin Aksungur
Bünyamin AKSUNGUR
1957 yılında Manisa’da doğdu. İlk
ve orta öğrenimini Manisa’da, liseyi
Edirne Erkek Öğretmen Okulu’nda
tamamladı. 1975 yılında ilköğretim
öğretmeni olarak Iğdır’da göreve
başladı. 1976’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji
Bölümü’ne giren Bünyamin Aksungur burada gece öğrenimine devam
ederken gündüzleri de ilkokul öğretmenliği yaptı. Fakülteyi bitirdikten
sonra ilkokul öğretmenliğine devam
eden Aksungur,1986 yılında İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başladı.
Bir müddet prodüktör (yapımcı)
kadrosunda hizmet verdikten sonra
yapımcı-yönetmen olarak TRT İstanbul Televizyonu’na tayin edildi.
Asli görevinin yanı sıra TÜRKSES
adlı müzik topluluğu kurarak Türk
dünyası müzikleri hakkında konserler düzenleyen Bünyamin Aksungur,
bir yandan da Türk dünyası müzikleri
üzerine araştırmalar yaparak konferanslar vermektedir.
Yakın zamanlara kadar TRT
Avaz’da sazı ve sesiyle katıldığı ‘Görül
Avazı’ isimli programı hazırlayıp
sunmakta idi.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan coğrafyada söylenen şarkılar, türküler,
ezgiler ve melodiler, muhteşem bir Türk birliğinin temel taşlarıdır. Bu birlikte,
notaların ve müzik aletlerinin ses ve biçim zenginlikleri, demlikten bardağa
konulan çay ile çaydanlıktan akıtılan kaynar su gibi, birbirinden ayrılması
mümkün olmayacak şekilde kaynaşmış, bütünleşmiştir. Bütünlük Üsküp’ten
Astana’ya, Yakut’tan Kerkük’e kadar uzanmıştır. Melodiler, besteler ve müzik
aletleri Türk dünyasının farklı bölgelerinde değişik şekillerle âdeta mecburi
ikamete tâbi tutulmuştur.
Şarkılar, türküler sınır tanımamış, aşıp gitmişler. Bir bölgenin bestesi, başka bir coğrafya parçasında yaşayan aynı soydan insanların öz malı olmuştur.
‘Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına ...’
Vatan hasretini en duygulu şekilde terennüm eden bu şarkıyı heyecanla
söyleyenlerin çoğu, söz yazarının ve bestecisinin Türkiye’de yaşayan bir Türk
olduğunu düşünür. Oysa ki güfte Ahmet Cevad Ahundov’un, beste ise dünyaca tanınmış bestekâr Üzeyir Hacıbeyoğlu’nundur. Her ikisi de Azerbaycan
Türklerindendir.
Kırım’ın, adı ‘Sinan’ olan bir evladı o devirde ‘Karşı yaka’ olarak adlandırılan
Türkiye’ye gelmiş ve yerleşmiş. Ve bir türkü yakmış:
‘Kırım’dan gelirim, adım Sinan’dır hey aman...’
Sinan da türküsü de 1990’a kadar Kırım’da bilinmiyordu. Gidiş-gelişler
başlayınca, tanındı ve benimsendi. Kırım ve Anadolu türkülerinin ortaklığı
daha önceleri de varmış: Uşak ilimizin bir türküsü:
‘Aya karşı duramam / Dama kilit vuramam. / Ay buluta girince, / Bağlasalar
duramam.’
der. Aynı türkü, Kırım sanatkârının da dilindedir:
‘Çağırmasan men varmam. / Musafirin bolalmam. / Ay bulutka girgen son,
/ Bağlasan da turalmam.’
Bakû’de tar eşliğinde söylenen hüzünle renklendirilmiş ezgiler, Kerkük
evlerinde, Abdulvâhit Küzecioğlu’nun, Abdurrahman Kızılay’ın dillerinden
yıllar boyu gönüllere akmıştır.
Sınır tanımayan müzik, Doğu Türkistan’dan Finlandiya’daki Kazan, Moldova’daki Gökoğuz Türklerine uzanmıştır.
Yalnız şarkı ve türkülerde mi? Çocuk oyunlarında, günlük hayattaki
hareketlerde birlik vardır. Mesela elden ele sabun ve bıçak verilirken uğursuz sayılan davranışlardan hassasiyetle kaçınılır. Bu davranışlar, Tuva’dan mı
11
ETKİNLİK
Konya’ya geldi, yoksa Kayseri’den mi
Bişkek’e uzandı? Hiç fark etmez. Bir
kısmı öyle gitti, bir kısmı böyle geldi.
Özbek Türklerinden Sabir Karger,
bilmeyenlere gerçekleri güftesi ve
bestesi kendisine ait Anayurt Marşı
ile anlatıyor:
Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar,
Azer bir boydur. / Karakalpak, Kırgız,
Kazak bunlar bir soydur.
Konya’da gördüğünüz Selçuklu
Sultanları’na ait 12 kemerli türbelerin aynısını, Semerkant’ta, Buhara’da
ve Taşkent’te de görebilirsiniz. Aynı
mimarî zevk, anlayış ve kültürle
yapılmış eserleri Doğu Türkistan’da
göremiyorsak sebebi Çin vandalizmidir.
Erzurum’da kümbetler vardır. Bir
yapıda on iki tane. Ve on iki hayvan
figürlü kemerler. Kümbetler neden
on ikişer tane? Çünkü eski Türkler, on
iki hayvanlı takvim sistemini kullanıyorlardı. O kültür, Balasagun’dan,
Horasan’dan kalkmış, Anadolu’ya
yerleşmiştir.
Reşat Nuri Güntekin’in Çalı Kuşu
isimli romanı, Rusçaya çevrilip Kiril
harfleriyle basılarak Kazan, Azerbaycan, Çuvaş, Kırım, Özbek, Kazak ve
Kırgız Türklerinin evlerine girmiştir.
Ondan sonradır ki, ‘Feride’ isimli kızlarımızın sayısı bütün Türk dünyasında
artmıştır.
diyarına oldu. Doğu Türkistan’daki
soydaşlarımızla, dindaşlarımızla,
bütün Turan sevdalılarını temsilen kucaklaştı. Müzik hazinesine
yeni mücevherler ekleyip oralara,
kardeşlerimize doyamadan ve
arkasında kendisine doyamayan
dostlarını, hayranlarını minnettarlıklarla harmanlanmış hüzünler
içerisinde bırakarak Türkiye’ye
döndü. Tanıyanlar bilirler: Bu aşk
onu bırakmaz. İlk fırsatta mutlaka
tekrar gidecektir.
Doğu Türkistan’dan hazinesine
aldığı mücevherleri, ‘Kendim için
aldıysam nâmerdim…’ diyerek, kürsü kürsü, salon salon, sahne sahne,
şehir şehir belki de Türk dünyası-
nın diğer köşelerinde diyar diyar
dolaşarak sazıyla çalıyor, okuyor,
duygulanıyor, duygulandırıyor.
Söz olsun, müzik nağmesi
olsun. Ağız boşluğunda oluşturulup gönderiliyorsa, kulak kepçesi
boşluğunda kalır. Gönülden gelen
sesler ise gönüllere yerleşir. Bünyamin Aksungur gönül adamıdır.
Sesiyle sevgisiyle, sahnelere sığmayan cüssesiyle gönüllere yerleşmiştir. Dost insandır. ‘Gel’ dedikleri
yerdedir. Evvelki gün Kayseri’deydi,
dün Ankara’da… Sormaya gerek
yok, bugün nerdedir. Kalplerdedir,
gönüllerdedir. Turan’dadır.
Irakları yakın,
bilinmezleri ayan eden
Türk
Misak-ı Millî hudutlarımız dışında da Türkler bulunduğunu söyleme yasağı kalktıktan sonra Bünyamin Aksungur’un da takdire şâyan
gayretleriyle bu gerçekler herkesçe
bilinir ve kabul edilir oldu.
Ülkemizde, ‘Türk dünyası müziği’
denilince ilk akla gelen isim Bünyamin Aksungur’dur. Tarih boyunca
Türk atlılarının nal izlerini bıraktığı
her bölgede söylenen, icra edilen
müzik, onun kaybettiği öz malıdır.
Her türlü fedakârlığa katlanarak
gider, öğrenir, sazıyla çalar, gür sesiyle söyler, Türkiye’nin ve Turan’ın
her bölgesindeki Türklere sebil
cömertliğiyle sunar. Irakları yakın,
bilinmezleri ayan eder.
Bu maksatla gerçekleştirdiği
(içerisinde bulunduğumuz zaman
dilimi itibarıyla) son seyahati Çin
12
Aksungur ödülünü
Argunşah’tan aldı.
Yeni Ufuklar, sayı 28
ETKİNLİK
Romanlarıyla
ses getiren kalem...
Abdullah AYATA
Abdullah Ayata, 1958 yılında
Kayseri’nin Tomarza ilçesine bağlı
Şıhbarak köyünde doğdu. Şıhbarak
İlkokulunu ve Tomarza Ortaokulunu
bitirdikten sonra Malatya Akçadağ
Öğretmen Okulu ve Gazi Üniversitesinde öğrenim gördü. Adıyaman, Erzurum, Giresun illerinde öğretmenlik
yaptı. Çalışma hayatını Kayseri'de
eğitimci olarak sürdürmektedir. Türk
toplumu onu romanlarıyla tanıdı.
Abdullah Ayata’nın romanları: Anılarda Son Ermeni (2004), Kartallar Kafese Sığmaz (2006), Horkut ( 2008), Keşke O Deli Ben Olsaydım
(2009), Küçük Dağların Gölgeleri (2013), Muhbir Mehmet (2015),
Toros’un Cinleri (2015). Ayata’nın yayımlanmayı bekleyen kitapları da
bulunmaktadır. t
Ayata, 2004 yılında yayımlanan Anılarda Son Ermeni adlı ilk kitabı
ile büyük bir çıkış yakalamış, ona 2006 yılında Türkiye Yazarlar Birliği
tarafından “Yılın Romancısı” ödülünü kazandırmıştır. Türk okuyucusu
tarafından çok beğenilen bu eserin neredeyse her yıl yeni baskıları yapılmış, tiyatroya aktarılmış ve oynanmıştır. Bu kitabın sinemaya aktarılması çok istenilmişse de maalesef kısmet olmamıştır. Yazar, bu kitabın
etkisiyle olsa gerek, daha sonra yayımlanan eserlerinde de “Anılarda
Son Ermeni Kitabının Yazarı” olarak takdim edilmiştir.
İlk eserde yakalanan büyük başarıyı sonraki eserlerde de devam
ettiren Ayata, yalnız Kayseri’nin değil, bütün Türkiye’nin beğenerek
okuduğu önemli yazarlarımız arasına girmiştir.
Ayata “Anılarda Son Ermeni” adlı kitabını niçin yazdığını bir söyleşide şöyle anlatıyor:
“Ben tepki olarak yazmaya başladım. İki kitaba tepki olarak... Birinci
olarak ‘Harry Potter’ kitap serisine karşı yazmaya başladım. Bu kitapta
Yunan mitolojisi bize sunuluyor. Ben bunun Türk versiyonunu sunmak
için yazmaya başladım. Bunun için de yazdığım roman beklemede.
Vakti geldiğinde onu da basıp yayınlayacağız. İkinci olarak Erciyes
Üniversitene gelen bir kitap üzerine yazdım. Ermeni olaylarını anlatan
bir kitaptı.”
Anılarda Son Ermeni kitabının tanıtımı şöyle yapılmaktadır:
Abdullah Ayata’nın Son Ermeni adını taşıyan romanı Türkiye’nin
yakın tarihine farklı bir açıdan yaklaşıyor; dilleri ve dinleri ayrı olan iki
milleti ‘sevgi-saygı’ çemberinde buluşturan Ayata’nın romanı, ‘anı’ kurgusundan dolayı ‘Kurtuluş Savaşı’nın tanığı olma özelliğine de sahip.
Son Ermeni; Gazer Efendi, İbiş Hoca ve köy halkının dramatik yaşamlarını konu alır. Dönem, Osmanlı’nın son yıllarıdır. Roman, dinleri
ayrı olan iki insanın birbirlerine duydukları aşkın öyküsü ile başlar. İbiş
Hoca’nın köylüsü olan genç Veli ile Hristiyan olan güzel Horimsi dinlerin ayrıcalığını dinlemezler. İki gencin aşkı, bir zamanlar aralarından
su sızmayan iki halkı -Ermeniler ile Türkleri- karşı karşıya getirse de İbiş
13
ETKİNLİK
Hoca’nın tutumu ve davranışları,
her iki tarafı da rahatlatacak, olay
iki gencin evlenmesi ile yatışacaktır.
Romanın asıl örgüsü ise Gazer
Efendi üzerine kuruludur; yıkılmakta olan Osmanlı, uzun yıllar
birlikte yaşadığı ayrı tebaalardan
halkları kendi can güvenlikleri için
uzak diyarlara göndermektedir.
Gazer Efendi ve köylüsü de kendi
köylerini boşaltmak zorunda kalır.
Toplanır ve Beyrut trenine yetişmek için yollara düşerler. Kafilenin
yolu İbiş Hoca’nın köyünden de
geçer. İki halk, tıpkı eski günlerde
olduğu gibi kucaklaşır. Türkler,
son Ermenileri ellerinden geldiğince ağırlamaya, gönüllerini hoş
tutmaya, onları dostlukla uğurlamaya çalışırlar. Bu arada Gazer
Efendi rahatsızlanır. Kafile hastanın iyileşmesini bekler. Ancak
Gazer Efendi, bu uzun yolculuğa
çıkabilecek durumda değildir.
Beyrut trenine yetişmek zorunda olan Ermeni kafilesi, Gazer
Efendi’yi göz yaşları içinde İbiş
Hoca’nın güvenli ellerine teslim
eder. Roman, dinleri, dilleri ve
dünya görüşleri ayrı bu iki insanın
dostluğu üzerine gelişir.
Gazer Efendi, ‘Kurutuluş Savaşı’
yıllarının Son Ermenisi’dir. Bir kış
boyunca kendi halkı kadar çok
sevdiği İbiş Hoca ve köylüleri ile
yaşar.
Abdullah Ayata, Son
Ermeni’de, geçmişten günümüze
milletimizin sahip olduğu değerleri anlatırken yaşadığımız
birtakım sorunları da hoşgörü ile
nasıl çözebileceğimizin ip uçlarını
veriyor.”
Ayata, durmadan okuyan ve
araştıran bir tarihçi aynı zamanda.
O Türk toplumunun ve özellikle
doğup büyüdüğü toprakların
insanlarının anılarını topluyor ve
romanlarını bunların üzerine kurguluyor. Onun eserlerinde Türk
toplum hayatının dününü ve bugününü buluyoruz. Kahramanları
içimizden birisi... Bu topraklarda
ya geçmişte yaşadılar yahut hâlen
yaşamaya devam ediyorlar.
Ayata bir söyleşide yazma
amacını şöyle açıklar:
“Lise yıllarımdan beri yazıyorum. Yerel gazetelerde ve okul
dergilerinde yazmaya başladı.
Çok fazla okuyan biriyim. Birçok
14
kitap yazdım. Yazdığım kitaplarda da bir mesaj veriyorum. Bu
mesaj ne? diyeceksek olursanız,
bu ülkeyi bize kimler nasıl bıraktı, onu göstermek istiyorum.
Bugünlerde birlik ve beraberliğe
ihtiyacımız var. Kendisini vatanına
adamış insanlar bu vatanı bize
hangi şartlarda, nasıl bıraktı? Biz
onu ne hâle getiriyoruz. Bu mesajı
vermek istiyoruz gençlere. Ben
Ayata ödülünü Erkılıç’tan aldı.
şuna inanıyorum. Hiç kimse doğduğunda ailesini, dinini, vatanını
seçemiyor. Hep birlikte saygı ve
sevgi içinde yaşamalıyız. Türk,
Alevi, Çerkez, Laz, Kürt, ne olursa
olsun, önemli değil. Zaten kimse
bunu seçemiyor. Bu yüzden bu ülkeye hep birlikte sahip çıkmalıyız.
Daha doğrusu bir insan ekmeğini
yediği toprağa ihanet etmemeli”
Yeni Ufuklar, sayı 28
ETKİNLİK
“Aydın sorumluluk
sahibi olmalıdır...”
Nurkal KUMSUZ
Nurkal Kumsuz, 01.03.1964’te
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı
Aşağıbeyçayır köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Pınarbaşı'nda
başladığı ortaokulun ikinci sınıftan
itibaren geri kalan kısmını ve liseyi
Kayseri’de tamamladı. 1987 yılında
Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümünden mezun oldu. Aynı yıl
Ordu ilinin Ulubey ilçesine bağlı
Güzelyurt köyünde öğretmenliğe
başladı (1987-1992). Yozgat-Yerköy
İmam-Hatip Lisesi’nde (1992-1994)
ve Pınarbaşı Lisesi’nde (1994-1996)
çalıştı. 1996 yılından beri Kayseri
Kocasinan Atatürk Lisesi’nde görev
yapmaktadır.
Yazı hayatına şiirle başlayan
Nurkal Kumsuz, 1980’li yıllarda
Kayseri’de mahallî gazetelerde şiirler
yayımlamıştır. Daha sonra şiiri bırakarak hikâye, roman deneme, inceleme, araştırma, makale gibi değişik
alanlarda eser vermiştir. Çok üretken
bir yazar olan Kumsuz'un oldukça
sade ve akıcı bir dili, kendine has bir
üslubu vardır.
Kumsuz, Türk Edebiyatı, Millî
Eğitim, Gençliğin Sesi, Din Öğretimi,
Tarla, Kültür Dünyası, Erciyes, Berceste, ANASAM Anadolu, Yeniden Diriliş,
Mavi Sürgün dergilerinde yazılar
yayımladı. ANASAM Anadolu (20022004) ile Yeniden Diriliş (2004-2006)
dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Ortadoğu, Hergün, Kayseri
Haber ve Kayseri Olay gazetelerinde
köşe yazıları yayımlandı.
Yeni Ufuklar Derneği’nin 2015 Türk
Kültürüne Hizmet Ödülü’ne layık görülen Nurkal Kumsuz çok sayıda esere
imza attı. Kumsuz’un roman, deneme
ve araştırma-inceleme alanındaki
eserlerinde ağırlıklı olarak aydın kimliği
ve sorumluğu üzerine eğiliyor.
Nurkal Kumsuz’un Yayımlanmış
Kitapları:
Romanları: Gönül Zindanım (1993),
Bir Yol Arıyorum (1998), Önce Hayaller
Ölür (2002), Dağlar Çağırdı Beni (2006),
Ağır Bir Ölümdür Yaşamak (2007).
Hikâyeleri: Renksiz Dünya (1995), Dağlar Ses Vermiyor (1999), Bir Bekleme
Zamanı (2010).
Denemeleri: Edebiyat Bahçesi (1997),
Gönül Bahçesi (1999), Düşünce Bahçesi
(1999), Hayat Bahçesi (2004), Hasbahçe
(2005), Hüzün Bahçesi (2007), İnsanlık
Bahçesi (2007)
Araştırma-İncelemeleri: Öğretmen
Şiirler Antolojisi (1999), ANASAM
Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (2003),
Güzel Sözler Antolojisi (2003), Edebî
Terimler Sözlüğü (2003), Nükteler
(2003), Bayram Şiirleri Antolojisi
(2003), Hikâyelerine ve Kaynaklarına
Göre Deyimler Sözlüğü (2003), İsimler
Sözlüğü (2003), Ramazan Şiirleri Anto-
lojisi (2003), Bu Şehrin Işıkları (2006),
Edebiyat Dünyasında Hastalık ve Ölüm
(2007).
Kumsuz, “Aydın Kimliği ve Sorumluluğu” adlı makalesinde aydının görevlerini şöyle anlatır:
“Aydının çözülen toplumda toparlayıcı, birleştirici, yönlendirici; yükselen
toplumda ise geliştirici sorumluluğu
vardır. Zamanın ve olayların akışı
içinde ilkelerinden şaşıp sorumluluğunu zedelerse, kimliği çizginin dışına
çıkmasını engelleyecektir. Çünkü aydının kimliği ile sorumluluğu birbirini
tamamlayarak yaşadığımız hayatın
sürekli yapılanmasını sağlar.
Aydın, toplumu varmak istediği hedefe
taşımak için yanılgıdan uzak en emin
yolu açar. Gerçeği denetleyen alternatif
fikirleri zihinlere yerleştirerek, herkesin
hayatını kendi kontrolünde tutmasına
yardımcı olur. Gerçeği denetleyen,
kalıcı ve geliştirici prensipleri üreten
sosyal mekanizmanın doğmasına da
sebep olur.
Aydın, kimliğinin gereği olan sorumluluğunu yerine getirirse; her zaman ve
her şartta toplumun öncüsü durumundadır ve milletin istikbalinde batmayan
güneştir. “
Kumsuz ödülünü Bilgili’den aldı.
15
MAKALE
16
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
17
STRATEJİ
Dr. Nejat TARAKÇI*
Türkiye - Rusya
İlişkilerinin
Bozulması Neden
İsteniyor?
Giriş
Aslında
Türkiye – Rusya
ilişkilerinin bozulması
ve hatta kalıcı bir krize
dönüşmesi ABD’nin en
büyük tercihi olacaktır.
Çünkü ABD ve Batı
Ukrayna krizi sonrası
kaybedilen Kırım’ı
geri alma hedefini
sürdürmektedir.
Dr., Jeopolitikçi ve Stratejist
*
18
24 Kasım 2015 günü düşürülen Rus savaş uçağı, 1920’de başlayan ve 85
yıldan bu yana en küçük bir çatışma yaşanmayan, Rusya-Türkiye ilişkilerinde
tarihî ve radikal bir kırılma noktası oldu. İki yeni ülke geçmişteki uzun süreli
savaşlara rağmen gerek Kurtuluş Savaşı’nda gerekse Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra her alanda dostluk ve dayanışma içinde oldular. Rusya-Türkiye
sınırı Türk İstiklal Savaşı devam ederken 16 Mart 1921’de Moskova Anlaşması
ile çizildi. SSCB’nin böyle bir anlaşmayı yeni Türk Hükümeti ile savaş devam
ederken imzalaması, emperyalizme karşı duruşunun ve İstiklal Savaşı’na olan
desteğinin politik bir göstergesiydi. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı devam ederken
Büyük Taarruzdan yaklaşık 8 ay önce 5 Ocak 1922 tarihinden itibaren Semyon İvanoviç Aralov’un Ankara’ya Büyükelçi olarak ataması bu siyasi desteğin
diplomatik bir yansıması oldu.
Suriye’deki Kaosu Kim Neden Kurguladı?
Suriye’deki iç savaşın taraflarından rejime karşı yani Esat’a karşı savaşanların siyasi kimliği yoktur. Sadece rejim karşıtları parantezinde toplanıyorlar.
Onlara siyasi ve fiilî destek veren ülke dışı aktörlerden Suudi Arabistan, Katar
vb. gibi Sünni Monarşilerin siyasi hedefleri Suriye’deki mevcut Alevi (Şii)
yönetimin Sünni bir yönetimle değiştirilmesidir. Bunu neden istiyorlar? Çünkü
nüfusunun çoğunluğu Şii mezhebine mensup İran’ın, bölgede genişleyen nüfuz
alanını kendi ülkeleri ve tahtları için büyük tehlike olarak görüyorlar. İran ile
Suudi Arabistan, bölgede mezhep farklılıklarını siyasi rekabete dönüştüren ve
bunu da beka sorunu olarak gören iki lider ülkedir. Kanaatimce son 10 yıldan
bu yana bölgedeki keşmekeş ortamın esas nedenlerinden biri budur. İran’ın
1979’da İslam Cumhuriyeti’ne dönüşmesi, Suudi Arabistan’ın korkularına yeni
bir boyut eklemiştir. Çünkü İran, kendisi gibi bir monarşiden, halk cumhuriyetine geçmiştir. Her ne kadar dinî konsey varsa da, İranlılar mahalli ve yönetsel
temsilcilerini seçme hakkına sahip oldular. Bu yeni rejim, bölgede Sünni monarşiler altında ezilen veya ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Şii nüfus için
bir nevi özgürlük meşalesi etkisi yaptı. Bahreyn (% 70 Şii) ve Suudi Arabistan
(% 18 Şii) başta olmak üzere Şii nüfus barındıran ülkeler İran’ın rejim ihraç
etme politikasından korkmaya başladılar. 2013 yılında Bahreyn’de ezilen ve
işsiz Şii çoğunluk ayaklandı. Bu ayaklanma Suudi Arabistan’dan gelen tugay seviyesindeki askerî güçle bastırıldı. Özetle Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerdeki
esas sorun rejim sorunudur. Batı’nın kontrol ettiği ve küresel ekonomik sistem
tarafından sömürülen monarşiler ortadan kalkmadıkça Ortadoğu’da savaş ve
çatışmalar bitmeyecektir.
Yeni Ufuklar, sayı 28
STRATEJİ
İsrail Üzerinde İran Etkisi
1979’da İran’daki rejim değişikliği, bölgede Müslüman
olmayan tek devlet olan İsrail için de çok önemli bir tehdit
ortaya çıkardı. İran, İsrail’i bölgedeki karışıklıkların tek
sorumlusu olarak görmeye başladı. Açıktan düşman ilan
etti. Bu yaklaşım son derece yanlıştı. İsrail de İran’a karşı
sert söylemler paralelinde katı politikasını sürdürüyor.
Suriye, 1990’daki karışıklıklar nedeniyle kuzey Lübnan’ı
işgal etti. Bu işgal 2005 yılına kadar sürdü. Suriye işgali,
1991’de Lübnan Ordusunun çekirdeği sayılan Hizbullah
Ordusunun kurulmasını sağladı. Böylece İsrail, Suriye ve
Hizbullah üzerinden sınırında yeni ve ciddi bir tehditle
yüz yüze geldi. 2001 yılı, 11 Eylül’üne kadar, bölge ve
dünya güç dengeleri açısından statik bir yıldı. O nedenle
İsrail, aynı yıl Haziran ayında Hizbullah üzerinden kapısına gelen İran tehdidini bertaraf etmek için Suriye’ye bir
teklif götürmüş ve reddedilmiş. Götürmüş diyoruz. Çünkü
bu ancak 2012 yılı Ekim ayında açıklandı. Teklif şuymuş;
İsrail Başbakanı Netanyahu, Golan tepelerindeki anlaşmazlığı bitirip 4 Haziran 1967 tarihli sınırlara dönmeye
hazır olduklarını, bunun karşılığında Suriye’den Filistin,
İran ve Hizbullah ile ilişkilerini bitirmesini şart koşmuş.
Ayrıca iddialara göre bu mesaj trafiğinin Suriye’deki iç
karışıklığın ilk dönemine (2011) kadar devam ettiği söyleniyor. Yani İsrail, 10 yıl süre ile Suriye’den İran ve Hizbullah ile bağlarını koparmasını isteyip durmuş. Bu tutum
İsrail’in İran tehdidini ne kadar ciddiye aldığını ve sorunu
Suriye ile diplomatik yoldan halletmek istediği şeklinde
değerlendirilebilir.1
Suriye’de ABD İşgali Korkusu
11 Eylül 2001 ABD İkiz Kuleler Saldırısı dünya
tarihi açısından bir milat olarak kabul edilebilir. Çünkü
bu derece organize ve sonuçları korkunç bir terör saldırısı,
bütün ülke yöneticilerini ve halklarını güven bunalımına
soktu. Korku, endişe ve belirsizlik her yere hâkim oldu. Bu
acı olay, ABD’yi uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda Irak’a müdahaleye zorladı. ABD’nin 2003 yılında
Irak’ı işgali bölgenin yüzyılı aşkın siyasi, mezhepsel, etnik
ve toplumsal dengelerini yerle bir etti. ABD askerlerinin hem savaş hukukuna, hem de insan haklarına aykırı
tutum ve davranışları Irak’ta ve bölgede etkisi hâlâ devam
eden kin tohumlarının ekilmesine yol açtı. Amerikan
işgalinin Suriye’ye de önemli etkisi oldu. Irak’ın işgali,
Haydut Devlet kategorisindeki Suriye’yi korkutmuştu. O
nedenle 2005’te fazla direnmeden uzun süreden beri işgal
ettiği Lübnan topraklarından askerlerini çekti. Türkiye ile
ilişkilerinin düzelmesi de bu süreçten sonra başladı. İsrail,
2006’da güvenlik gerekçesi ile Lübnan’ın güneyini işgal
için bir fırsat olarak gördü. Ancak İran ve Suriye destekli
Hizbullah’a karşı hezimete uğradı. Yukarıdaki haberler
doğru ise, İsrail’in Hizbullah’tan kurtulmak için 2011 yılı1 Ali Ulvi Özbey, İsrail: Golan Tepelerinden Çekilmeye Hazırız,
13 Ekim 2012. http://dogruhaber.com.tr/haber/53657-israil-golantepelerinden-cekilmeye-haziriz/
na kadar Suriye ile anlaşmaya çalıştığı görülmektedir.
ABD İşgali İran’a Yaradı
2003’teki ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgali İran ile
ABD arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Körfez Güvenliği
ve Hürmüz Kanalı’nın kapanması olasılığı ABD ve Batı’yı
ciddi anlamda endişelendirdi. Ancak ABD ve İngiltere
askerlerinin 2008’de Irak’tan çekilmesi sonrasında, İran,
Şiiler üzerindeki etki alanını genişletti. Bu durum Bahreyn, Kuveyt, BAE, Suudi Arabistan gibi Batı yanlısı
monarşileri büyük bir korkuya sevk etti. Bu korku aslında
bölgeyi yüz yılı aşkın bir zamandır sömüren Amerikan
ve İngiliz şirketlerine aitti. İran’ın Hürmüz’ü kapatması
senaryoları, onları alternatif güzergâhlar aramaya yönlendirdi. En uygun güzergâh olarak aksi istikametteki
doğu Akdeniz seçildi. Çünkü burada güvenebilecekleri
İsrail vardı. Suudi Arabistan’ın yarımadadaki eski boru
hatları süratle onarılmaya başlandı. Bu jeopolitik karmaşa
devam ederken 2009 yılında İsrail karasuları ve Münhasır
Ekonomik Bölgesinde zengin petrol ve doğal gaz yatakları
bulundu. Bu yataklar, Gazze Şeridi, Lübnan ve Suriye’yi
de içine alıyordu. Dünya medeniyetinin merkezi iki bin
yıl sonra yeniden başka bir merkez olarak yeniden doğuyordu. Akdeniz böylece tabanındaki enerji kaynakları
ile birlikte dünyanın enerji merkezi haline gelecekti. Bu
arada İran, Irak, Suriye ve Çin, 2010 Temmuz ayında İran
ve Irak enerji kaynaklarının doğu Akdeniz’e akıtılmasını
sağlayacak kendi boru hatları için anlaşmaya vardılar. Bu
projenin fizibilitesi vardı. Çünkü Doğu Akdeniz’e kadar
teritoriyal bir bütünlük sağlanıyordu. Oysa ABD ve İngiliz
şirketlerinin boru hatlarının doğu Akdeniz’e ulaşmasına
İran’ın müttefiki olan Suriye izin vermiyordu. Bu durumda
Suriye’de Batı projesine izin verecek bir yönetim değişikliği gerekiyordu. Ayrıca Suriye aynı tarihte karasuları
ve Münhasır Ekonomik Bölgesindeki enerji araştırma,
çıkarma ve işletme haklarını Rusya’ya vermişti. Sanırım,
bugün iç savaşa varan Suriye’deki karışıkları tasarlayanların
kim olduğunu, İsrail’in ABD - İran nükleer anlaşmasına
neden sürekli ve sert biçimde karşı çıktığını, Rusya’nın
Suriye’ye neden fiilî askerî destek verdiğini anlamak daha
kolaylaşmıştır.
Özetle bugün Suriye ve Irak’ta hiçbir hukuki dayanak
olmadan askerî operasyonları yapan; Rusya, İsrail, İran,
Suudi Arabistan, Katar, ABD, Danimarka, Hollanda,
Ürdün, İtalya, Fransa, Almanya2, İŞID, PKK, PYD, ÖSO,
Nusra, El Kaide, Peşmerge gibi legal ve illegal aktörler bu
merkezde söz sahibi olmak için çarpışıyorlar. Bu rekabette
kaçınılmaz olan tek sonuç var. O da Irak ve Suriye’nin
parçalara ayrılacağıdır.
İstenen ve Beklenen Hedefler
Dört yılı aşan Suriye’deki iç savaş ve buna eklemlenen
IŞİD gerçeği ışığında, ülkelerin Suriye üzerinde çatışan
veya birleşen temel siyasi stratejik hedeflerini özetleyelim:
İsrail: İran’dan, Irak-Suriye-Lübnan üzerinden İsrail’e
2 Almanya’nın IŞİD’le mücadeleye askeri destek vereceği 1 Aralık
2015’te açıklandı.
19
STRATEJİ
ulaşan Şii zincirini kırmak
Suudi Arabistan: Suriye’de Sünni bir yönetimi başa
geçirmek.
Rusya: Suriye’deki mevcut durumu korumak, mümkün
olamazsa, Suriye kıyı şeridinde kurulacak yeni Suriye’de
mutlaka kalıcı bir üs sağlamak.
İran: Suriye’deki mevcut durumu korumak,
ABD: Rusya ve Türkiye’nin Suriye’de toprak kazanımlarını engellemek, İran’ın Suriye’deki etkisini azaltmak,
Rusya ve Türkiye’nin olası işbirliği ve ortaklığını önlemek,
Türkiye: Parçalanan Suriye’de PKK ve türevlerinin
etkin hale gelmesini önlemek, yeni Suriye’de nüfuz alanı
kazanmak.
Yukarıdaki siyasi hedeflere bakıldığında dolaylı olarak
İsrail ve Suudi Arabistan’ın siyasi hedeflerinin ilginç bir
şekilde birleştiği görülmektedir. Rusya ve İran’ın da aynı
hedefi paylaşmasına rağmen, Rusya gibi Suriye’de kalıcı
bir hedefe ulaşması zor gözüküyor. Suriye’nin parçalanması halinde İran’ın Akdeniz’le olabilecek bağlantısının
Rusya’nın tavizlerine bağlı kalacağı
Ortadoğu öyle bir
söylenebilir. ABD
ve Rusya IŞİD’le
noktaya getirildi ki,
mücadele parantezinde
ülkeler ne için olduğunu
birleşmelerine rağmen,
unutmuş bir şekilde
bölgedeki jeopolitik
birbirleri ile çatışıyorlar.
çıkarları çatışmaktaBilgisizlik ve bağnazlık
dır. ABD, Ukrayna
Ortadoğu’da Batı’nın
krizindeki itibar kaybı
sonrasında Suriye’de
kullandığı en ucuz ve
de Rusya ile karşı
sonuç alıcı vasıtadır.
karşıya gelmiş durumİslam inancı tarihin hiçbir
dadır. ABD IŞİD’le
çağında iktidar ve güç
mücadele ettiği sürece
uğruna bu kadar yaygın
Rusya’ya göz yumacak
bir çatışmaya vesile
gibi gözükmektedir.
Ancak Rusya’nın
olmamıştı.
bölgede kalıcı bir statü
kazanması ABD için
ikinci bir Kırım olayı
olacaktır. ABD yönüyle, Rusya’nın bölgedeki durumu
zamana bırakılmış bir izlenim vermektedir. Rusya’nın
Akdeniz’deki son tutunma noktası olan Suriye’den vazgeçmesi halinde yakın gelecekte yeni bir Kırım Savaşı ile
karşılaşabilecektir. Obama iklim konferansı sonrası yaptığı
açıklamada Suriye sorunu ile ilgili olarak Rus planı olan
Viyana sürecine atıf yapmış, ancak Esat’ın Suriye’yi tekrar
bir araya getiremeyeceğini vurgulamıştır. Süreç sonunda
parçalanması kaçınılmaz olan Suriye’de Rusya’nın mutlaka söz hakkı olacaktır. Rusya’nın bölgesel ve küresel
çıkarları yönüyle Akdeniz’de bulunması hayatidir. Çünkü
eğer Rusya doğu Akdeniz’deki enerji denkleminden
çıkarılırsa, Avrupa’nın doğrudan Rusya’dan gaz almasına
gerek kalmayacaktır. Böylece Rusya’nın Avrupa üzerindeki
enerji kozu elinden alınacak, siyasi etki alanı sadece
Asya’ya münhasır olacaktır. Bu nedenle Rusya’nın doğu
Akdeniz’de yeni bir Kaliningrad yaratması ve bölgedeki
enerji denkleminde kontrol edici bir rol oynaması küresel
oyunculuğunu devam ettirmesi için mutlak bir zorunluluk-
20
tur. Rusya’nın Suriye’de tutunamaması halinde, alternatif
coğrafya Güney Kıbrıs’tır. Rusya’nın Rumlarla olan tarihî
dostluk ve işbirliği ilişkileri, AB üyesi ve İngiltere’nin iki
askerî üssünün bulunduğu Kıbrıs’ta tutunmasını sağlayabilecek mi? Stratejik ve devamlı bir ortaklık zor görünüyor.
Türkiye – Rusya İlişkileri Nereye
Varacak?
Suriye sorununda Türkiye ile Rusya’nın politika ve
stratejileri taban tabana zıttır. Ancak ortak çıkarlar vardır.
Bunlar koordine edilerek uygun bir işbirliği zemini yaratılabilirdi. Rusya’nın Suriye’ye askerî müdahalesi aslında
Türkiye için bazı fırsatlar yaratmıştı. Özellikle ABD’nin
yanaşmadığı Kürt koridorunun ve PKK yanlısı Kürt
gruplarının engellenmesi, Bayır Bucak Türkmenlerinin
hedef alınmaması konuları görüşülebilirdi. Bilemiyoruz,
belki de görüşülmüştür ve ondan sonra bir misilleme
olarak Rus uçağı düşürülmüştür. Her neyse, Rus uçağının
düşürülmesinden sonra süreç süratle tırmanıyor. Bu
süreçte Türkiye’ye ABD, NATO ve diğer Batılı ülkeler
siyasi destek veriyorlar. Ancak yarın daha ciddi bir durum
olursa bu desteğin sözde kalma olasılığı çok yüksek.
Aslında Türkiye – Rusya ilişkilerinin bozulması ve hatta
kalıcı bir krize dönüşmesi ABD’nin en büyük tercihi
olacaktır. Çünkü ABD ve Batı Ukrayna krizi sonrası
kaybedilen Kırım’ı geri alma hedefini sürdürmektedir. Bu
hedefe ancak Karadeniz’de serbestçe ve limitsiz bir güç
bulundurmakla ve gerektiğinde bir askerî harekâtla ulaşılabilir. Bu nedenle hem Boğazları kontrol eden hem de
Karadeniz’de en geniş cepheye sahip Türkiye’nin desteği
bu harekâtın olmazsa olmazıdır. Kanaatimce Rusya –
Türkiye ilişkilerinin bozulmasından memnunluk duyanlar
ve bunu sürdürmesi için Türkiye’yi cesaretlendirenlere
kanılmamalıdır. Bu aşamada Rusya’nın veya Türkiye’nin
ne kadar haklı olup olmadığı önemli değildir. Rusya’nın
da duygusal hareket edip bu işte hiç dahli olmayan Türk
ve Rus vatandaşlarını cezalandırmaya hakkı yoktur. Diğer
taraftan Suriye krizi çözüldüğünde Rusya’nın İngilizlerin
Kıbrıs’taki Agratur ve Dikelya üslerine benzer şekilde Türkiye ile komşu olacağı düşünülürse, ABD ve NATO’nun
Rusya’nın bölgeden çıkarılması için yine Türkiye’ye hayati
derecede ihtiyaçları olacaktır.
Bütün bu değerlendirmeler çıkarlara dayalı jeopolitik ölçütler ışığında ülkelerin yüksek çatışma olasılığına
göre yapılmıştır. Bölgemizde yüz yıllardır devam eden
karışıklık ve çatışma ortamı bizleri o kadar etkilemiş ki,
olumlu düşünme yetimizi de kaybettik. Ortadoğu öyle bir
noktaya getirildi ki, ülkeler ne için olduğunu unutmuş bir
şekilde birbirleri ile çatışıyorlar. Bilgisizlik ve bağnazlık
Ortadoğu’da Batı’nın kullandığı en ucuz ve sonuç alıcı
vasıtadır. İslam inancı tarihin hiçbir çağında iktidar ve güç
uğruna bu kadar yaygın bir çatışmaya vesile olmamıştı. En
büyük ihtiyacımızın Atatürk gibi liderler olduğuna inanıyorum. Umarım en kısa zamanda çıkar.
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
“Komşularla sıfır sorun” ve “soft power (yumuşak güç)” politikaları ışığı altında Suriye’deki
gelişmelere bir bakış
Aydın ÇETİNER*
Arap Baharı ile yaşanan
gelişmeler Arap dünyası
için hızla bahardan sonra
sonbahara dönüşürken,
Suriye de bir iç savaşa
sürüklenmiştir. Türk
dış politikası açısından
asıl kritik gelişmeler bu
dönemde yaşanmıştır.
*
Jeopolitikçi ve Stratejist
“Türkiye masanın
dışına itilmektedir”
Türk dış politikası son 10 yılda iki temel yaklaşım üzerinden şekillenmiştir:
“Komşularımız ile sıfır sorun politikası” ve “soft power (yumuşak güç)
politikası”
Her iki temel yaklaşımın neticeleri bakımından ele alındığında hemen hiç
etkili olmadığını görmekteyiz.
Bu politikalar adına ülkemizin gösterdiği gayretler sonuçsuz kalmış, hatta
komşularımız ile ilişkilerimiz daha sorunlu ele alınır olmuştur.
“Soft power” yani “yumuşak güç” yaklaşımı orijinal kavram olarak Amerikalılara aittir. İlk olarak ABD’li Joseph Nye tarafından 1990 yılında ileriye
sürülen bu görüş 2004 yılında uluslararası ilişkiler alanının hemen tamamına
hâkim olan “hard power-sert güç” yaklaşımının alternatifi olarak anlatılmıştır.
Buna göre ABD’nin direkt ya da dolaylı olarak silahlarının gücü üzerinden
yürüttüğü dış politika yerine Amerikan demokrasisinin cazibesi, özgürlükler
ülkesi olarak kabul görmesi, sunduğu ekonomik imkânlar, “American Dream”
(Amerikan rüyası) ve hatta Hollywood filmleri ile dünyaya yayılan cazibe algısı
üzerinden dünyanın zorluklar içerisinde yaşayan diğer ülkelerine cazip gelebilecek özelliklerinin ortaya konulması ve güvenlik öncelikli politik yaklaşımdan
ticaret ve işbirliğini önceleyen cazibe yaklaşımına geçilerek ABD’nin politik
hedeflerine ulaşabileceğini öngörmektedir.
Ülkemiz ise benzer bir yaklaşım ile Türkiye’nin de silahlı askeri güce ve
buna dayalı güvenlik politikalarının önceleyen yaklaşım yerine, ülkemizin bölgesindeki diğer ülkelere nazaran daha gelişmiş demokrasiye sahip olması, yüzü
Batı’ya dönük gelişen ticaret şartlarına sahip bulunması, çevre ülkelerinin çoğunun Batı ülkeleriyle sorunlarına karşılık daha iyi bir konumda bulunması gibi
faktörler hesap edilerek, yumuşak bir güç yaklaşımı geliştirilmek istenmiştir.
21
STRATEJİ
Her iki dış politika yaklaşımı
bakımından önemli bir gösterge ise
Türkiye’nin Suriye siyasetidir. Suriye
siyasetimiz adeta turnusol kağıdı
gibidir. Suriye bir iç savaşa sürüklenmeden hemen önce ilişkilerimizde
kısa bir bahar havası hâkim olmuştur.
Baba Esad dönemi boyunca hasmane
ve gergin devam eden ilişkilerimiz
oğlu Esad döneminde kısa sürede
gelişmiş, “bardağın dolu tarafına bakan” görüşler hâkim olmuş, oğul Esad
misafir edilmiş ve iki ülkenin tek
bir ülke olabileceğine varan görüşler
ileriye sürülmüştür.
Arap Baharı ile yaşanan gelişmeler
Arap dünyası için hızla bahardan sonra sonbahara dönüşürken, Suriye de
bir iç savaşa sürüklenmiştir. Türk dış
politikası açısından asıl kritik gelişmeler bu dönemde yaşanmıştır. Öncelikle Libya’da yaşanan gelişmelere
müdahil olunmuş, ancak gelişmelerin
lehimize çevrilmesi sağlanamamıştır.
Batı’nın Arap Baharı’na keskin müdahalesi Türk politikalarını etkisizleştirmiş hatta marjinalleştirmiştir.
Burada yaşanan en kritik gelişme
ABD’nin Libya Büyükelçisi Chris
Stewenson’un El-Kaide militanlarınca
22
öldürülmesidir. Diğer yandan Mısır’da
seçimleri Selefilerin desteği ile kazanan İhvancı Mursi iktidarı hararetle
desteklenmiştir.
Libya’da Türkiye’nin desteğini
alan gruplar Libya’nın tamamını
yönetenlere dönüşememiş, Mısır’da
ise Batı’nın ilkesizce desteklediği bir
askeri darbe sonucunda Mursi iktidarı
devrilmiş, Sisi getirilmiştir. Bütün
bunlar olurken hem Libya hem de
Mısır’da politikalarını değiştirmeyen/değiştiremeyen Türkiye kademe
kademe İhvancı grupları desteklemek
hatta Sünni Ortodoks bir siyaset
takip etmekle suçlanmaya başlamıştır. Mısır’da çoğu zaman Türkiye ile
benzer politikaları takip eden Suudi
Arabistan kendisine yakın duran
Selefilerin Mursi iktidarını desteklemekten vazgeçmeleri ile politika
değiştirmiş; ancak Türkiye ısrarını
sürdürmüştür. Benzer manzara Yemen
iç savaşında takip edilen politikalarda
da gözlenmiştir.
Suriye bir iç savaşa sürüklenince
Türkiye tarafından Suriye meselesi
“bizim içi meselemiz” yaklaşımı ile ele
alınmıştır. İlk aylarda yapılan açıklamalarda Esad rejiminin gücü hafife
alınmış, kısa zamanda devrileceği
ifade edilmişti. Suriye meselesinin
Türkiye için olduğu kadar bölge
ve hatta dünya siyasal sistemi için
önemli bir çatışma konusu olduğu
gerçeği kaçırılmıştır. Türkiye, Suriye konusunda başından beri rigid
(esnek olmayan, katı) bir politika
takip etmiştir. Rejim muhaliflerinin
kısa sürede Esad’ı devireceği, yerine
Türkiye’ye yakın siyasal tercihleri olan
yeni bir hükümet kurulacağı formülü
üzerinden ele alınarak Esad rejiminin
ve destekçilerinin gücünü hafife alan
bir yaklaşım benimsenmiştir.
ABD ve Batı ülkeleri ilk önce
Türkiye’yi teşvik edici politikalar takip
ederken, daha sonra El-Kaide, IŞİD,
Cephetül Nusra gibi radikal cihatçı
gruplara destek olmakla suçlamaya
başlamış ve dışlamışlardır. Kısaca bu
yaklaşımları ile başta ABD olmak
üzere Batılı ülkelerin dolaylı yaklaşımı, Türkiye’yi gelecekteki Suriye’nin
alacağı şekli belirleyen ülke olmaktan
uzaklaştırmak olmuştur.
Esad rejiminin kendi kontrollerinden uzak muhaliflerce, yine kontrolsüz bir şekilde devrilmesinin Batı
çıkarlarına aykırı sonuçlar doğurabi-
Yeni Ufuklar, sayı 28
STRATEJİ
leceğini analiz ederek, Esad rejimi ile
bir süre daha dolaylı işbirliği yapılabileceğini öngörmüşler. Makul bir
süre sonunda ise Esad’ın gönderilerek
yerine rejimin Baasçı karakterinin
muhafaza edildiğini, Batı ile uzlaşabileceklerine inanılan rejim muhaliflerinin ılımlı unsurları ile bir araya
getirildiği “geleceğin zayıf Suriye’si”
hazırlıklarına girişmişlerdir.
Bugün Suriye’de yaşanan hemen
her gelişme temel olarak ABD’nin
uygun gördüğü politik sonuçlara
hizmet etmektedir
İster rejim ister muhaliflerin herhangi bir kanadı olsun hemen hepsi
direkt ya da dolaylı olarak ABD’nin
bölgeyi siyasal dizaynının yolunu
açmaktadırlar. Ortak amaçları doğrultusunda ABD ve Rusya, Suriye odaklı
bir işbirliği geliştirmişlerdir. Bu yolla
Esad’ı geçici olarak iş başında tutan
ABD, Rusya’nın bazı menfaatlerine
göz yummaktadır.
Tartus limanındaki deniz üssü,
Humeymim’deki hava üssü gibi faktörler Rusya’yı bölgede etkili ve güçlü
yaparken Esad rejimini de Rusya’ya
tam bağımlı kılmıştır.
Oysa Rusya Esad’ın Suriye’nin
geleceğinde olmayabileceğini açıklayarak asıl meselenin Esad meselesi
değil, Suriye’nin geleceğini ABD ile
birlikte belirlerken, Suriye meselesinde pay sahibi olmak şeklinde özetlemiştir.
IŞİD ile başlayan gelişmeler
Irak’tan başlayan Suriye’yi stratejik
destek noktası alan, oradan Lübnan’a
uzanan Şii hilali ile ilgilenen İran’a bir
müdahale alanı açmıştır.
Irak ve Suriye’deki IŞİD varlığı
ve etkinliği ile mücadele görüntüsü
altında “Fars jeopolitiği”ni ve “Fars
stratejik çıkarları”nı kovalayan İran
politikalarını “mazlumların yanında
olmak, şeytanlaşmış IŞİD ile savaşmak” olarak dünyaya pazarlayan
İranlı yetkililer bilmektedir ki, İran’ın
Suriye’de ve bölgede elde edebileceği azami pay, ABD’nin verebileceği
kadardır. ABD ise savaşın eşiğine
geldiği İran ile çıkarları gerektirdiği
anda barışma yoluna giderek kolayca
anlaşmıştır.
Suriye’nin kuzeyinde yer alan
Kürtler ise mevcut durumdan en
iyi şekilde yararlanmak hevesi ile
öncelikle ABD ve Batı’nın desteğini
alarak Esad rejimi ile dolaylı ilişkile-
rini sürdürerek, kantonlar ilan ederek,
gelecekte oluşabilecek bir gevşek federasyon yapısı içinde en yüksek payı
alma planlarını uygulamaktadırlar.
Askeri çözüm:
Suriye meselesinde askeri çözümler aynı zamanda politik çözüme
işaret etmektedir. Bölgede tayin edici
role sahip ülke konumundaki ABD
başından beri iki önemli adımı bir
strateji çerçevesinde yürütmektedir.
Birincisi koalisyon stratejisidir ki bu
yaklaşım ABD’yi dünyaya müdahalelerinde yalnız kalmaktan korumaktadır. Buna bağlı olarak karada
asker yürütmeyen ABD ikinci önemli
adım olarak farklı askeri unsurlarını
bütün ağırlıkları ile bölgede tutarak
muhtemel siyasi sonucu belirlemek
istemektedir.
ABD IŞİD’i bir “çekirdek koalisyon” gücü ile Suriye’de havadan
vurmuştur.
Baştan beri bu koalisyona katılmakta gönülsüz davranan ve ABD’nin
eleştirilerine maruz kalan Türkiye
içeriden “Tarsus’ta durdurulan MİT
tırları” ve dolaylı operasyonlar ile politika değiştirmeye zorlanmış, sonunda
23
STRATEJİ
Dost düşman
hemen her çıkar
grubunun ülkemizi
masanın dışında tutma
çabasında olduğu
Suriye’de gelecek hem
Türkiye hem de Suriye
halkı açısından çok da iç
açıcı görünmemektedir.
çekirdek koalisyona katılmıştır.
En önemlisi, Türkiye çok da
tartışılmadan İncirlik Üssü’nü ABD
kullanımına açmış hatta Batman ve
Diyarbakır üslerini de ABD ve Batılı
müttefiklerin kullanımına açmıştır.
Kırım’ın ilhakı, Ukrayna’nın doğusu gibi problemler yüzünden ABD
ve Batılı ülkeler, Rusya ile NATO
şemsiyesi altında bir askeri gerginlik
yaşamaktadırlar.
Başından beri Esad rejiminin en
büyük destekçisi olan Rusya, Doğu
Akdeniz’deki stratejik çıkarlarını
Suriye Tartus’taki deniz üssünden
yürütmekteyken, Humeymim’de bir
askeri havaalanı inşa ederek bölgede
operasyonlara girişmişlerdir.
Rusya Hazar Denizi’ndeki
gemilerden attığı Cruise füzeleri ve
Doğu Akdeniz’deki Slava sınıfı savaş
gemilerinden fırlatılan füzeler ile bir
yandan bölgede askeri güç ve prestij
kazanırken, diğer yandan da ABD ve
Batı ülkeler ile dünyanın geri kalanına ne kadar güçlü olduğu mesajını
vermiştir.
ABD ile Suriye konusunda
anlaşmış olmanın rahatlığıyla aylar
24
boyunca sıkıntılı sınırımız boyunca hava sahası ihlalleri yapmıştır.
Türkiye ise daha önce bölgede keşif
amaçlı silahsız uçuş yapan bir RF4E
Phantom uçağının Suriye silahlı
kuvvetlerince yerden havaya ateşlenen Rus yapımı bir Pantsir füzesi ile
düşürülmüş olmasından dolayı “angajman kuralları”nı deklare etmiş, hava
sahamızı ihlal eden uçakların düşürüleceğini açıklamıştır. Önceki ihlallerde
sınırımıza yaklaşan bir Suriye MI17
helikopterini düşüren Türk Hava
Kuvvetleri, daha sonra Hatay üzerinde Suriye ordusuna ait bir Mig 23
Flogger savaş uçağını füze ile vurarak
düşürmüştür.
Askeri pozisyonunu güçlendiren
Rusya dolaylı olarak savaş uçaklarının sınır ihlalleri ile gözdağı vermek
istemiş ancak Hatay bölgesinde sınırımızı 17 saniye süre ile ihlal eden bir
(değişken geometrik kanatlı) SU24
Fencer Rus savaş uçağını Türk Hava
Kuvvetleri’ni bağlı bir F16 Fighting
Falcon uçağımız yakın savaşta kullanılan bir Sidewinder füzesi ile vurarak
düşürmüştür.
Rusya bu olayı Türkiye’yi Suriye
meselesinden dışlamak için kullanma-
Yeni Ufuklar, sayı 28
ya başlamıştır.
Bu maksatla Türkiye’nin kırmızı
çizgi ilan ettiği Fırat nehrinin batısında kalan bölgeleri ısrarla bombalamıştır. Türkiye’nin terörist olarak gördüğü
PKK uzantısı PYD’nin silahlı kolu
YPG’yi silahlandırmış ve Fırat’ın
batısına geçilmesi konusunda teşvik
etmiştir.
İlginç olan, Türkiye’nin müttefiki
ABD tersine açıklamalar yapıyor olsa
da PYD ve YPG’ye askeri destek veriyor olmasıdır.
Diğer yandan İsrail IŞİD’i kendisi
için tehdit olarak görmemekte ve
ihtiyaç hissettiğinde Rusya korumasındaki Suriye semalarında askeri
hava operasyonları düzenlemektedir.
(Kantar’ın öldürülmesi operasyonu)
Zira Suriye’de adım adım barış
görüşmelerine gidilirken sonuçta
İsrail’in istediği gibi geleceğin zayıf
Suriye’si de şekillenmektedir.
Sonuç üzerine:
ABD Suriye’de iç savaşın başından beri yürüttüğü taktik ve stratejik
uygulamalarının sonlarına gelmiştir.
Buna göre:
Suriye radikal İslamcı cihatçı
yerli-yabancı savaşçılara bırakılmamış, yerine Esad’ın ateşkes, barış
görüşmeleri ve nihayetinden yapılacak seçimler ile yumuşak bir geçişle
devlet başkanlığından uzaklaştırılması planlanmıştır. Rejiminin Baasçı
karakteristiğinin muhafaza edilmesi
yanı sıra ılımlı muhaliflerin (Batı ile
uzlaşabileceklerine inanılan) masada uzlaştırılarak Suriye’nin geleceği
oluşturulmaktadır.
Esad en az iki yıl daha rejimin
başında kalmaya devam edebilecektir.
Kendisinin ümidi, yapılacak göstermelik seçimlerde başarı kazanarak
daha sonraki dönemde de var olabilmek olsa da, bu mümkün görünmemektedir.
Dost düşman hemen her çıkar
grubunun ülkemizi masanın dışında
tutma çabasında olduğu Suriye’de
gelecek hem Türkiye hem de Suriye
halkı açısından çok da iç açıcı görünmemektedir.
Uzun menzilli balistik füze saldırılarını önleyecek (antiballistic) füze
sistemlerine sahip olmayan ülkemiz
her ne kadar müttefikleri de olsa
başka ülkelerin temin ettiği füzeler
(Alman, Hollanda, ABD, İspanya’ya
ait Patriot füze sistemleri) ile savunma yapmak zorunda kalmıştır.
ABD’ye kullandırdığımız İncirlik
üssü ve diğer üslerimizde konuşlu
ABD ve müttefik uçakları hava savunmamızı desteklemektedirler.
Doğu Akdeniz’deki Slava sınıfı
Rus destroyerleri Moskva savaş gemisi gibi ağır tonajlı Rus savaş gemilerine karşı ABD Aegis destroyerlerini
getirmiş, Almanya, Fransa ve İngiltere
Doğu Akdeniz’de destek ve kontrol
görevine girişmişlerdir.
Suriye meselesi Türkiye açısından
öngörülen sonuçlardan uzak gelişmekte, yani sıra Doğu Akdeniz’de
stratejik risklerimiz her geçen gün
artmaktadır. Suriye meselesini istediği
gibi çözümleyemeyen ülkemiz, şimdi
de Doğu Akdeniz’de hak ve çıkar kayıpları ile karşı karşıya kalabilecektir.
Türkiye Suriye’de siyasal çözüm
hızla yaklaşır/yaklaştırılırken, Suriye
meselesinde kendi siyasal çıkarları
açısından tam bir çözümsüzlük ile
karşı karşıyadır.
25
STRATEJİ
Gelecek 10 Yıl:
2015-2025
Tercüme:
Dr. Aslan YAMAN
Analiz
Rusya ile Ukrayna üzerinde
yaşanan çatışmalı durum;
gelecek 5 yıl içinde de
uluslararası sistemin esas
konularından birisini
oluşturmaya devam edecek,
ancak Rusya; mevcut politik ve
ekonomik yapısını gelecek 10
yıl içinde koruyamayacaktır.
26
-1Stratfor, 23 Şubat 2015
Bu çalışma; Stratfor’un yayınladığı beşinci “10 Yıllık Gelecek” çalışmasıdır.
1996 yılından beri, ilki o yıl olmak üzere, sonu sıfır ve 5 ile biten yıllarda, bu tür
bir çalışma yaparak, 10 yıl için öngördüklerimizi gözden geçirip gelecek 10 yıla
ilişkin tahminlerimizden oluşan bir rapor yayınlıyoruz. Bir önceki çalışmamızda;
Avrupa’nın ekonomik krizin üstesinden gelemeyeceğini, Çin’in ekonomik büyüme
hızının yavaşlayacağını ve Amerika ile cihatçılar arasındaki savaşın evrileceği yönü
doğru tahmin etmiştik. Ayrıca bazı hatalarımız da olmadı değil; mesela 11 Eylül’ü
ve daha da önemlisi Amerika’nın 11 Eylül’e vereceği cevabın büyüklüğünü tahmin
edemedik. 2005’te yayınladığımız raporda Birleşik Devletlerin sıkıntılar yaşayarak Islam Dünyasında konuşlandırdığı birliklerini geri çekmek zorunda kalacağını
öngörmüştük. Çin’in zaaflarını erken dönemde farketmiş, ancak yine de Birleşik
Devletlerden daha büyük bir ekonomi haline geleceğini öngörmüştük. Herşeyin
ötesinde, objektif kriterlere göre oluşturduğumuzu düşündüğümüz yöntemleri
kullanarak Birleşik Devletleri her zaman en kalıcı güç olarak değerlendirmiştik.
Kuşkusuz, olacak herşeyi öngörmek mümkün değildir. Biz, esas olarak ana
akım ve eğilimler üzerinde yoğunlaşmayı tercih ederek 2010 Yılı Raporu’muzda
aşağıdaki hususları ele almıştık:
“…Birleşik Devletler ile cihatçılar arasındaki savaşın şiddeti düşecek ancak
cihatçı militanlar tasfiye edilemeyecek ve Ortadoğu’da devam eden iki büyük
savaş 2020 yılına kadar bir çözüme ulaştırılamazsa, çatışmaların seviyesi en alt
düzeye inecektir. Cihatçılar tarafından bazen küçük çaplı saldırılar gerçekleştirilerek başarılı sonuçlar dahi alınacaktır. Iran ile yaşanan nükleer krizin kontrol
altına alınacağını ve bu kontrolun askeri bir harekat yapılarak İran’ın uluslararası
sistemden tecrit edilmesi yoluyla veya mevcut ve gelecek hükümetlerle varılacak
siyasi mutabakatlar yoluyla gerçekleştirileceğini öngörüyoruz. Fakat, orta vadenin ötesinde bölgede esas oyuncu olma gücü olmayan İran’la varılacak mutabakat büyük jeopolitik çerçeve açısından önemli olmadığından en önemli kazanımın
İran’ın uluslararası sisteme dahil edilmesi olacağını söyleyebiliriz…”
“…Sistem ve demografi çeşitliliği Avrupa Birliğinin kurumlarını ağır bir baskı
altına alacaktır ki; biz, bazı kurumların ayakta kalacağından derin bir kuşku duyuyoruz. Kaldı ki; bu kurumların şu anda bile etkin bir şekilde çalıştıkları son derece
şüphelidir. Ana siyasal eğilimin, farklı sosyal ve kültürel güçler ve birbirinden ayrı
ekonomik yapıların sürüklediği milliyetçiliklerin etkisiyle çok milletli çözümlerden
uzaklaşacağını öngörmekteyiz. İktisadi menfaatler ile kültürel istikrar arasındaki
gerilim yeni Avrupa’yı tanımlayacak, sonuç olarak; Avrupa içindeki ilişkiler artan
şekilde öngörülemez ve istikrarsız olacaktır...”
“…Rusya, nüfusundaki azalma gerçek bir kangren olmaya başlamadan önce,
2010’ları kendisini güvende hissettirecek çözümleri üretme arayışı ile geçirecektir.
Bu çözüm arayışları, daha çok sahip olduğu demografik yapı halen izin verirken
ham ve işlenmemiş malzemeler ihracatçısı bir ülke durumundan, sahip olduğu bu
hammaddeleri değeri artmış ürünler zincirine dönüştürerek ekonomisini güçlendirme çabaları üzerinde yoğunlaşacaktır. Ayrıca, demografik sorunlarını geciktirebilmek için pazarını büyütüp bölgesel tamponları da içine alacak şekilde eski Sovyet Cumhuriyetlerini aynı ‘uyumlu varlık’ yapısında bütünleştirmeye çalışacaktır.
Bu çabalar; Sovyetler zamanında işleyen yapıdan çok daha saldırgan ve tehlikeli
bulunacak, 2010’larda Rusya’nın atacağı adımlar komşularını ekonomik ve ulusal
güvenlik açıdan tedirgin edecektir. Rusya’nın adımları en çok Orta Avrupa’da
yer alan daha önceki uydu devletleri endişelendirecek –ve etkileyecek-tir. Diğer
yandan da Rusya’nın öncelikli ve temel ilgi ve endişesi daha önceden Rusya’nın
işgal edilme rotası olarak kullanılan Kuzey Avrupa Düzlükleri olduğundan, taşıdığı
bu kaygı Avrupa’yı siyaseten daha da belirsiz hale getirecektir. Sürekli ve artan
ekonomik, sosyal ve askeri gelişmelere ekti edeceğine inandığımız Orta Avrupa
üzerindeki Rus Baskısı, yoğun bir askeri baskı haline dönüşmeyecek, ancak son
Yeni Ufuklar, sayı 28
STRATEJİ
kertede çok ciddi bir tehdit olarak algılanacaktır…”
“…Çin ekonomisindeki büyüme oranları; tıpkı diğer Doğu
Asya ve Japon ekonomilerinde daha önce görüldüğü üzere,
sermayenin geri dönüş oranlarının ekonomik büyüme ve
finansal sistemle dengeli hale gelebilmesi için dramatik bir
şekilde aşağı inecek, Çin; bu düşüş sırasında sosyal ve siyasal gerilimlerle yüz yüze kalacaktır…”
“…Amerika’ya baktığımızda ise; yüzyıl önce başlamış olan
askeri ve ekonomik güç olma çabalarının 2010’lar boyunca
da devam ettirileceğini öngörmekteyiz. Birleşik Devletler
dünyada baskın askeri güç –fakat herşeye kadir olan değilolarak kalmaya devam edecek ve dünya refahının % 25’ini
üretmeyi sürdürecektir…”
On Yıl İlerisi
2008’de Rusya’nın Gürcistan’ı işgal etmesi ve primaltı
kağıtların yarattığı finansal krizin piyasaları vurmasından
sonra, Dünya, yeniden yapılanmasını sürdürmekte ve 3 model belirgin olarak öne çıkmaktadır. Avrupa Birliğinin içine
düşüp bu güne kadar çözemediği ve her geçen gün daha da
derinleşen krizini öncelikle ele almalıyız. Çözülemeyen bu
kriz nedeniyle; Avrupa’daki ülkelerin 2008 öncesinde ulaşmış olduğu entegrasyon seviyesine bir daha erişemeyeceğini ve “Birlik” siyasal bir varlık olarak faaliyette bulunmaya
devam edebilse bile, üyelerinin tümüne birden şamil olacak
uygulamaların çok sınırlı ölçülerde olabileceğini öngörüyoruz. Geriye kalan tek alternatif ise her bir ülkenin tek tek
ele alınıp bölük pörçük bazı uygulamaların yapılmasıdır. Bu
şartlarda, daha fazla koruma önlemleri alınmadan Serbest
Ticaret Bölgesi devam edemeyeceğinden, Almanya; gelecek
10 yıl içinde şimdi sahip olduğu gücü kaybederek çok acı bir
ekonomik dönüşüm geçirecek ve bu süreçte Polonya’nın
bölgedeki ağırlığı artacaktır.
Rusya ile Ukrayna üzerinde yaşanan çatışmalı durum; gelecek 5 yıl içinde de uluslararası sistemin esas konularından
birisini oluşturmaya devam edecek, ancak Rusya; mevcut
politik ve ekonomik yapısını gelecek 10 yıl içinde koruyamayacaktır. Rusya’nın enerji ihracatına olan büyük bağımlılığı
ve enerji fiyatlamasında çizdiği zikzaklar nedeniyle güvenilmez oluşu, diğer sektörlerde kurumsal ilişkiler kurulup bu
ilişkileri sürdürülebilir halde tutmayı imkansız kılmaktadır.
Moskova’nın sahip olduğu gücün gittikçe zayıflayacağını ve
bu zayıflamanın Rusya içinde resmi ve gayrı resmi ayrışmalara yol açacağını düşünüyoruz. Dönemin sonlarına doğru
Nükleer silahların çok önemli bir konu haline geleceğini ve
Rusya’nın sahip olduğu nükleer silahların kontrol altında
tutulmasının ise; taşıdığı risk nedeniyle, en büyük endişe
kaynağı olacağını tahmin etmekteyiz.
Avrupa’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da suni sınırlar oluşturarak yarattığı milli devletlerin dağıldığı bir döneme girdik.
Pek çok ülkede, güç artık devletlerin elinde değil, diğerleri
tarafından mağlup edilemeyen, aynı zamanda diğerlerini
mağlup edemeyen birbirine denk silahlı grupların eline
geçmiş durumdadır. Bu durum, iç çatışmaların yaygınlaşacağı bir dönemi başlatmaktadır ki; Birleşik Devletlerin
çatışmaların şiddetini azaltmak için sınırlı kuvvet kullanması,
çatışmaların yatışmasına ve taraflara boyun eğdirilmesine
yetmemektedir. Mesela; Türkiye’nin güney sınırları bu tür
çatışmalar nedeniyle oldukça kırılgan bir hale gelmiş ve yavaş yavaş Türkiye’yi de içine çekmektedir. Yine de 2025’lere
doğru Türkiye bölgesel bir güç haline gelecek, ve İran ile
aralarında var olan rekabet artacaktır.
Çin, yüksek büyüme oranları ve düşük ücretler dönemini
tamamlayarak yeni ve daha makul bir sürece girmiştir. Bu
süreçte daha yavaş büyüme görülecek ve yavaşlamanın
yaratacağı toplumsal bölünmeler huzursuzlukların bastırılmasına yönelik güçlü diktatörlerin işbaşında olacağı bir
döneme evrilecektir. Çin, her ne kadar büyük ekonomik güçlerden biri olarak kalmayı sürdürecek ise de; daha önceden
olduğu gibi global büyümenin dinamik motoru olamayacak,
Çin’in oynamış olduğu dünyanın dinamik motoru rolü bizim
“Çin Sonrası 16’sı” olarak isimlendirdiğimiz Güneydoğu
Asya, Doğu Afrika ve Latin Amerika’nın bir kısmının yer aldığı oldukça yaygın bir ülkeler grubuna geçecektir. Çin, önemli
bir askeri güç bile olamayacak, Japonya hem coğrafyası ve
hem de büyük ithalatçı olması itibarıyla çok muhtemelen
Doğu Asya’nın patronu olmak için rekabet etmeyi sürdürecektir.
Birleşik Devletler; dünyanın en önemli ekonomik, siyasi
ve askeri gücü olmayı sürdürecek, ancak dünya sorunlarının
çözümünde eskisine göre çok daha az insiyatif alacaktır.
Birleşik Devletler ekonomisinin ihracattan elde ettiği gelirin
ihmal edilebilir düzeyde olması, enerji ihtiyaçlarını kendi
kaynaklarından karşılıyor olması ve geçtiğimiz on yıl içinde
yaşamış olduğu tecrübeleri göz önünde buludurduğunda,
dünyanın ekonomik ve askeri sorunlarına daha çok eğilme
nedeni bulmak için kafası karışmaktadır. Büyük miktarlarda
27
STRATEJİ
ithalat yapan ülkelerin bu ürünleri alamayacak duruma düşmeleri veya almak istememeleri halinde neler olabileceğini
görmüş ve birbirine düşman ülkelerin bir arada tutulması
için sahip olduğu gücün yeterli olmadığını öğrenmiştir. Dünya çok önemli ve stratejik tehditlerle yüzyüze kalacak, ancak
Birleşik Devletler geçtiğimiz yıllarda aldığı rollere benzer bir
adım atmayacaktır.
Dünya, pek çok bölgede bekçilerin değişmesiyle daha bir
düzensiz yer haline gelecek, ancak tek sabit olarak kalacak
ve bunu sürdürecek olgun güç Birleşik Devletler olacaktır.
Yine de, çok daha az göz önünde olacak ve gelecek 10 yılda
gücünü çok daha az kullanacaktır.
Avrupa
Avrupa Birliği; halen yalnızca içinde olduğu Euro Bölgesi
Krizi’ni değil, aynı zamanda Serbest Ticaret Bölgesi gibi Birliğin esasını oluşturan diğer temel problemleri çözme kaabiliyetinden de uzaklaşacaktır. İhracatı GSMH’sının % 50’sinden
fazlasını oluşturan ve yapmış
olduğu bu ihracatın yarısını
Gelecek on yılda
Birlik üyesi ülkelere gerçekleştiren Almanya, Avrupa BirAvrupa’yı öncelikli
liğinin çekim merkezi olarak
siyasal enstüryaratmış olduğu verimlilikle
manlar olan milli
kendi tüketebileceğinden
çok daha fazlasını üretmeye
devletlerin yenibaşlamıştır. Hatta bu fazlalık;
den ortaya çıkekonomik büyümesini
ması tanımlayasürdürebilmek, sosyal barışı
ve tam istihdam düzeyini
caktır...
koruyabilmek için sahip olduYeni devletler
ğu ihracat pazarlarını elde
tutma zorunluluğu doğurekonomik ve siyamaktadır. Avrupa Birliği’nin
sal baskılar yoluyyapısı- ki bunlara Euro’nun
la Avrupa krizini
fiyatlanması ve pek çok
regulasyonlar da dahildir- bu
derinleştirirken,
ihracat pazarlarının devamlı
bu durum özelelde tutulmasını kolaylaştırlikle gelecek 5 yıl
mak üzere tasarlanmıştı.
Avrupa Birliğinin Almaniçinde gerçekleşeya odaklı bu yapılanması
cektir.
en az iki parça olmak üzere
Avrupa’da bölünmelere
yol açarken, Akdeniz Avrupası ile Almanya-Avusturya gibi
ülkelerin ihtiyaçları ve yürüdükleri yollar birbirlerinden
tamamen farklıdır. Birlik nezdinde geliştirilecek yeknesak bir
norm ve herhangi bir yerde zuhur eden bir sorun için üretilen çözüm tüm Avrupa’ya uygun düşmemektedir. Aslında bu
türden sıkıntılar başlangıçtan beri var olmakla birlikte, şimdi
oldukça uç noktalara ulaşmış, hatta Avrupa’nın bir bölümünün lehine olan bir durum, diğer bölümüne zarar verir hale
gelmiştir.
Milliyetçilikler, Avrupa’da dikkate değer bir şekilde
yükselmiş ve bu yükselişe Ukrayna krizi ile Doğu Avrupa
ülkelerinin Rusya tehdidi algısı üzerine yoğunlaşmaları da
eklenmiştir. Rusya en başta Doğu Avrupa’da olmak üzere
başka Avrupalar yaratma çabasındadır ki; eğer Birleşik
Krallık ve İskandinavya’yı geriye kalan Avrupa’dan ayırırsak
bu Avrupalar toplam dört adettir. Solda ve sağda Avroşüpheci partilerin yükselişi göz önünde bulundurulduğunda,
ana akım partilerin meşruiyetini kaybetmesi ve Avrupa
ülkelerinde ayrılıkçı partilerin popülaritelerinin yükselmesi
bizim 2005 Raporumuz ve daha öncesinde ileri sürdüğümüz
milliyetçiliklerin artışına ve parçalanmanın gerçekleşeceğine
28
açık deliller oluşturmaktadır.
Bu akım devam edecektir. Avrupa Birliği mevcut yapısından oldukça farklı başka bazı formlarda devam edebilir,
fakat Avrupa’daki ekonomik, siyasal ve askeri ilişkiler iki
yanlı veya oldukça sınırlı çokyanlı ilişkiler kurulması şeklinde
ele alınacak, ve bu şekildeki işbirlikleri çok küçük ölçülerde
ve bağlayıcı olmayan ilişkiler olarak düzenlenecektir. Bazı
devletler oldukça değişmiş bir Avrupa Birliği içinde üyeliklerinde ısrarcı olabilirler, fakat bunların bir arada durması,
kuşkusuz ki; Avrupa’yı tanımlamakta yetersiz kalacaktır.
Gelecek on yılda Avrupa’yı öncelikli siyasal enstürmanlar
olan milli devletlerin yeniden ortaya çıkması tanımlayacaktır. Gerçekten de milli devletlerin sayısı, çeşitli hareketlerin
başarılı olması veya kurucu unsuların birbirinden ayrılarak kendi yapılarını oluşturmaları yoluyla artacak ve yeni
devletler ekonomik ve siyasal baskılar yoluyla Avrupa krizini
derinleştirirken, bu durum özellikle gelecek 5 yıl içinde
gerçekleşecektir.
Almanya, milli devletlerin kitlesel olarak ortaya çıkışının
yarattığı en etkili ekonomik ve siyasal güçtür. Ama yine de
olağanüstü derecede kırılgan bir yapısı vardır. Dünyanın
dördüncü büyük ekonomik gücü olmasına rağmen, bu gücü
gerçekleştirdiği ihracata bağlı olarak elde etmiştir. İhracatçı
güçler mutlaka bir kırılganlık üzerine inşa edilirler: müşterilerinin mallarını almak istemelerine ve aynı zamanda bu
müşterilerin alım gücüne sahip olmalarına bağlıdırlar. Diğer
bir deyişle, Almanya’nın ekonomisi gidişatın genelde iyi ve
rekabete açık bir çevreye sahip olmasına sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu manada, pek çok güç Almanya’nın aleyhine çalışmaktadır. Birincisi; Avrupada artan milliyetçilikler sermayelerin
ve iş gücünün korunmasına yönelik uygulamalara öncülük
ederken, güçlü ülkeler –Birlik Üyesi ülkelerin vatandaşları da
dahil olmak üzere- yabancıların ülkelerine girişine sınırlar getirecek, daha zayıf ülkelerse muhtemelen sermaye
hareketlerini kontrol etmek üzere çeşitli düzenlemeler
yapacaktır. Birlik içinde şu anda bile var olan – mesela
tarım üzerindeki- koruyucu politikalar, gelecek yıllar içinde
özellikle Güneyde yer alan ve mevcut krizden derinden etkilenerek ekonomilerini yeniden inşa etmek zorunda kalan
daha zayıf ülkeler tarafından yaratılacak ticaret engelleri
suretiyle genişletilecektir. Global düzeyde ise; Avrupa’dan
yapılan ihracatın artan bir rekabetle karşılacağını ve belirsiz
ekonomik çevrelerde çok çeşitli taleplerle karşılacağını
da kolaylıkla öngörebiliriz. Bu nedenle, bizim tahminimiz;
Almanya’nın büyük bir ekonomik daralma yaşayacağı ve bu
daralma içeride sosyal ve siyasal krizlere yol açarak gelecek
10 yıl içinde Almanya’nın Avrupa üzerindeki etkisini azaltacağı yönündedir.
Polonya, ekonomik büyümenin ve artan siyasal etkinin
merkezi olacak, Almanya ve Avusturya dışında en etkileyici
büyümeye sahip ülke olarak var olmaya devam edecektir.
Polonya’nın da nüfusu azalacak olmakla birlikte, nüfus
azalışı çok muhtemelen diğer Avrupa ülkelerinden çok daha
düşük oranda gerçekleşecek, Almanya ekonomik ve siyasal
alanlarda ciddi bir daralmaya maruz kalırken, Polonya
stratejik Kuzey Avrupa Düzlüklerinde kendi ticaretini çeşitlendirerek baskın bir güç haline gelecektir. Daha da fazlası,
biz Polonya’nın Rusya karşıtı koalisyonun lideri olacağını ve
bu karşıt grubun içine ilk 5 yıl içinde Romanya’nın da dahil
olacağını öngörüyoruz. İkinci yarıda Polonya merkezli ittifak;
SSCB’nin kaybettiği toprakların da dahil olduğu Rusya sınırlarının resmi ve gayrı resmi manada yeniden şekillendirilmesinde en etkin rolü oynayacak, sonuçta, Moskova zayıflarken, ittifak yalnızca Ukrayna ve Belorusya’da değil, çok daha
uzaklara önemli etkide bulunarak Polanya ve müttefiklerinin
Yeni Ufuklar, sayı 27
STRATEJİ
ekonomik ve siyasal konumlarını daha da güçlendirecektir.
Polonya, Birleşik Devletler ile stratejik ortak olmasından
da istifade edecektir. Lider global bir güç, bir ülke ile stratejik ortaklık ilişkisine girdiğinde, global gücün ilgili olduğu
alanlar stratejik ortağını da ekonomik olarak güçlü kıldığı
kadar istikrarı da inşa eder ve stratejik ortağı askeri güç
oluşturacak imkana taşır. Polonya, Romanya’nın da erişeceği
konum gibi Birleşik Devletler ile bu konumda bir ilişikiye
sahip olacaktır. Washington’ın da kendi açısından önemli
olan konuları bu şekilde ele alacağı açıktır.
Rusya
Rusya Federasyonu’nun enerji gelirlerini kendini üreten sürdürülebilir bir kalkınmaya dönüştürememiş olması
onu enerji fiyatlarının dalgalanmalarına karşı kırılgan
hale getirmiştir. Piyasa güçlerine karşı bir savunma silahı
olmadığından bu yapısı ile yaşamasının muhtemel olmadığı
açıktır. Federasyonun mevcut yapısında; elde edilen gelirler
bölgesel hükümetlerde dağıtıma tabi tutulmadan -1980’lerdeki Sovyetler Birliği ile 1990’lardaki Rusya Federasyonu
tecrübelerinin bir tekrarı olarak- doğrudan Moskova’ya
akar ve Moskova tarafından çok çarpıcı bir dağıtıma tabi
tutulur. Bu uygulama, 80 ve 90’larda Moskova’nın ülkedeki
altyapıyı destekleme kaabiliyetine şimdiki yönetimin sahip
olmaması nedeniye resmi ve gayrıresmi otonom varlıkları
kendi kaynaklarını yaratmak durumunda bıraktığından Rus
periferisinin Moskova’ya bağlılıkları aşınmaktadır.
Daha önce bu tür aşınmalar gizli polis –KGB ve onun
devamı olan Federal Güvenlik Hizmetleri (FSB) - üzerinden
çözümlenmişti. Fakat, 1980’lerde KGB’nin sahip olduğu
imkanlar ve güç FSB’de olmadığından, güvenlik cihazını
kullanarak otonom bölgelerin Moskova’dan uzaklaşmalarını engellemek mümkün olamamaktadır. FSB’nin gücü
liderlerinin milli ekonomiye daha fazla eğilmesi nedeniyle
zayıflamış, olduğundan, ekonomi zayıflarken FSB de güç
kaybetmektedir. FSB, gerçek bir terör ile ortalığı sarsmadıkça, Rusya Federasyonundaki bölünme önlenemez bir süreç
olarak işlemeye devam edecektir.
Rusya’nın Batısında; Polonya, Macaristan ve Romanya,
Rusya’nın kaybedeceği bölgeleri çeşitli noktalardan kendi
kapsama alanlarına almak için yarış içine girerek Belorusya
ve Ukrayna’nın da aynı kapsama katılması için çalışacaklar, Güneyde, Rusların Kafkasları kontrol etme yetenekleri
ortadan kalkacak ve Orta Asya istikrarsızlaşacaktır. Kuzeybatıda; Karelia Bölgesi yeniden Finlandiya’ya katılmak
için arayış içinde olacak, Uzakdoğuda, denize kıyısı olan
bölgeler Moskova’dan bağımsız bir şekilde Çin, Japonya
ve Birleşik Devletlere daha çok yaklaşacaktır. Moskova’nın
dışındaki özerklik peşinde koşmaya ihtiyaç duymayacak
bölgeler ise; özerk olmaya doğru itilecektir. Esas nokta
şudur: Moskova’ya karşı bir başkaldırı olmayacak, fakat
Moskova’nın Rusya Federasyonunu kontrol etmekte ve
desteklemekte sahip olduğu azalan gücü tümüyle elinden
alınacak ve tekli ayrışmalar yaşanacaktır.
Önümüzdeki on yıl içinde yaşanacak olan gelişmeler bir
sonraki 10 yılda büyük bir krize yol açacaktır. Yine de önemli
bir noktayı gözardı etmemeliyiz ki; Rusya kendi toprakları
üzerinde yaygın ve yoğun bir nükleer saldırı bölgesidir. Bunu
dikkate aldığımızda Moskova’nın azalan gücünün yaratacağı
füzelerin nasıl ve kim tarafından kontrol edileceği ve hiçbir
zaman kullanılmayacağının garanti edilmesinde sorumlunun
kim olacağı en önemli sorulardır. Bu sorular önümüzdeki on
yılda Birleşik Devletler için temel test sorusunu oluşturacak
olmakla birlikte bu soruyu cevaplandırabilecek tek ülke yine
Birleşik Devletlerdir. Ancak, Birleşik Devletler de bu kadar
geniş bir coğrafyaya yayılmış ve çok sayıdaki füzenin ateşlenmemesini askeri olarak garanti edebilecek durumda olmayacaktır. Birleşik Devletler ya askeri bir çözüm geliştirmek
zorunda kalacak -ki şimdi bu pek mümkün görünmüyorveya bölgede füzeleri zaman içinde etkisizleştirecek istikrarlı
ve yaşayabilir bir hükümet ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Bu
problemin nasıl çözümleneceğini şimdiden kestirmek oldukça zor olmakla birlikte, bizim tahminlerimizde Rusya’nın
bölüneceğinin veri olduğu bir durumda sorunun çözümlenmesi, muhtemelen, bir sonraki onyıla kalacaktır.
Önümüzdeki on yılın ilk 5 yılında Baltıklar ile Karadeniz
arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun iki bölge arasında bir ittifak geliştirilecektir. Mantıken, bu ittifak Hazar
Denizine, dolayısı ile Azerbaycan’a da ulaşmalıdır. Öyle veya
böyle bu ittifak bizim Ortadoğu ve Türkiye için öngördüğümüz gelişmelere bağlıdır. ( DEVAM EDECEK)
29
DİL / EDEBİYAT
Yunus böyle de eydür1
Ekrem
SAKAR*
Ahali arasında “ye
aşı, kıl beşi, yat aşağı” şeklinde tasvir edilen, dini yalnızca ferdî
ibadetlerin ifasından
ibaret gören ve içinde
bulunduğu cemiyetteki
kimselerle olan münasebetlerine dikkat etmeyen kişileri Yunus
Emre inceden inceye
tenkit eder.
Peygamber Efendimizin beşir ve nezir olarak gönderilmesi2, onun izinden
ve isrinden ayrılmayan evliyaullahın da hem müjdeleyici hem de uyarıcı vasıflara haiz olduğu hakikati bazen göz ardı edilmektedir. Mükâfatın çok ön plana
alıp cezanın çok arkalara itilmesi, insanların din ve tasavvuf algılarında bir
takım sıkıntıların zuhur etmesine neden olmaktadır. Bu zihniyete dayanak noktasını oluşturan ise sufîlerin çarpıtılmış sözleridir. Söyledikleri yanlış yorumlanan ve yazdıklarından alâkasız manalar çıkartılan sufîlerin başında Mevlâna
ve Yunus Emre gelmektedir. Yunus Emre’nin “Türkçenin peygamberi”, “Türk
şiirinin zirvesi”, “En güçlü sufî şair” nev’inden yakıştırmalarla büyüklüğünü
vurgulayanları, hatta bazen bunu yapanların mihenk taşı olarak Mevlâna’yı gösterdiklerini ve ondan daha iyi şiir söylediğini iddia edenleri okuduk, okuyoruz.
Büyük olmasına büyük ama “Yunus neden bu kadar büyük?” sualine verilen
cevaplar muhtelif; kimisi şiirindeki muhtevanın, kimisi üslubunun, kimisi
dilinin sadeliğinden dem vurmaktalar. Sorun şu ki bu yakıştırmaları yapanlar,
Yunus Emre’yi istedikleri istikamette yansıtmakta bir beis görmemektedirler.
Söz gelimi Yunus’un hiç hak etmediği halde yerleştirildiği mecraların başında
hümanizm gelmektedir. Hümanizmanın ne olduğunu bilen ve Yunus Emre’nin
şiirlerini okuyan her kişi, onun hümanist olmadığını mutlaka kavrayacaktır.
Yunus’ta elbette insan sevgisi ziyadesiyle vardır, mamafih bu sevgi “yaratılanın
yaratandan ötürü sevilmesi”nden başka bir şey değildir. Onun sevgisi, “dinler
üstü” gibi masum görünümlü muzır kavramlarla tanımlanan, dinin üstünde ve
dolayısıyla dinden ırak bir muhabbet değildir.
Yunus Emre, mütemadiyen cemaliyle ön plana çıkartılan, celali büsbütün
hasıraltı edilen mutasavvıfların başını çekenlerdendir demiştik. Yunus Emre’nin
divanını okuduğumuzda ise eserin sadece “sevelim, sevişelim” tarzı şiirlerden
mürekkep olmadığı; sevdirdiği gibi ürküttüğü, müjdelediği gibi ikaz ettiği, hoş
durumları tasvir ettiği gibi nahoş durumları da betimlediği dikkatınazarımıza
çarpmaktadır. Üstelik Yunus, olumsuzlukları konu edinirken bunu şiirinde tüm
çıplaklığıyla işlemektedir. Binaenaleyh biz bu yazımızda Yunus Emre’nin nezir,
uyarıcı, korkutucu, kötülüklerden men edici cihetini göstermeye çalışacağız.
Yani bir bakıma, eleştirdiğimiz zihniyete mutabık olarak Yunus’u bir yönüyle
ele alacağız. Lâkin bunu, onu sadece bir veçhesinden anlamak ve anlatmak
istediğimiz için değil; yalnızca bir müjdeleyici, dinin emir ve yasaklarını önemsemeyen profan bir şair, sevgisiyle dinlerin üzerinde cevelân eden bir hümanist
vb. nitelendirmelerle belleyen ve belletmeye çalışan mantalitenin hatalı olduğunu göstermek için yapacağız. Haliyle vereceğimiz misaller de bu istikamette
olacaktır.3
Yunus Böyle de Eydür
Yunus Emre’de ölüm temi genişçe yer bulur. Üstelik ölüm her zaman hoş,
kolay, keyifli bir vaka değildir. O bilâkis ölüm gerçeğinin soğuk yüzünü göstererek insanları gaflet uykusundan uyandırmak arzusundadır. Bunu yaparken dehşet verici tasvirlerden, kabir ve cehennem azabından bahsetmekten çekinmez:
Çürimiş toprak içre ten sin içinde yatur pinhân
Boşanmış tamar akmış kan batmış kefenleri gördüm
derken kabrin içinde tek başına yatan, gözlerden gizli şekilde uzanmış
ölünün damarlarından akmış olan kanlarla kefeninin kırmızıya boyandığını
söyleyen Yunus, ölümün insanın özene bezene beslediği bedenini ne hale geti-
*
Marmara Üniversitesi, Araştırma Görevlisi
30
1 “eydür” fiili Eski Türkçede “der” manasındadır.
2 Bakara 1/119.
3 Beyitleri, Mustafa Tatçı’nın Yunus Emre Divanı neşrinden iktibas ettik.
DİL / EDEBİYAT
receğini anlatır.
Kimi zâri kılup aglar zebânîler cânın taglar
Dutuşmış sinleri oda çıkan dütünleri gördüm
derken de Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelenlerin göreceği eziyetin daha kabirde başladığını, bunun ne
dehşet verici olduğunu ifade etmek için zebanilerin kızgın
aletlerle ölüye işkence yaptığını, bundan ötürü kabirden
duman yükseldiğini söyler.
Ölene bak gözün aç dökülür sakal u saç
Ilan çıyan gelür aç yiyüp içüp sir gider
ve
Niçe yatur düşübeni ılan çıyan üşübeni
Sünükleri çagşabanı çüriyüben ulanı gör
diyen Yunus, mezara konduktan sonra saçı sakalı dökülen, kemikleri dağılıp çürüyen ve haşerata yem olan bedenlerden bahseder. Öyle ki yılan, çıyan ve bilumum haşerenin
aç karınlarını doyuranın işbu insan bedeni olacağını söyler.
Aceb bu benüm cânum âzâd ola mı yâ Rab
Yohsa yidi Tamu’da yana kala mı yâ Rab
ve
Mâlik eydür hey hey Tamu korkubanı ditrer kamu
Tanrı buyrugın tutmayan anda bişe biryân ola
beyitlerinden cehennem korkusu had safhada hissedilebilir. Yunus Rabbinin kendisini af edip etmeyeceği
hakkında endişelidir. Yedi katlı cehennemde azaba duçar
olmaktan korkmaktadır. Cehennemin bekçisi olan meleğin
seslenmesiyle herkesin korkudan tir tir titrediği zaman
Allah’ın sözünü dinlemeyenlerin ateşte pişmiş kebap gibi
yanacağını anlatır.
Yunus’un vurgulanmayan bir yönü de amel noksanlığına karşı takındığı sert tavırdır. Yunus, Allah’a karşı
mesuliyetlerini yerine getirmeyen Müslümanların şiddetli
cezalara çarptırılacağını vazıh ve sarih bir biçimde ortaya
koyar.
Bir gün ola bu dünyâyı âhirete degşüresin
Dün ü güni kılgıl tâ‘at ayak uzadup yatmagıl
diyerek vaktin nakit olarak bilinmesi gerektiğini, insanın bu dünyayı bir gün terk edeceği ve kabirde yatmaya
bol bol vakit bulacağı için ona vaktini israf etmeyip ibadat
u taatla geçirmesini salık verir. Meselâ
Benden ögüt isterisen eydivirem bildigümden
Budur Çalab’un buyrugı tutun oruç kılun namâz
diyen şair kendisinden öğüt isteyenlere iki şey söylüyor:
Biri namaz kılmaları, diğeri ise oruç tutmaları. Zira ikisi
de Allah’ın emri olup yapılması gereken şeylerin başında
gelmektedir.
Müsülmânam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrı’nun buyrugın tutup biş vakt namâz kılsa gerek
Yunus, derviş kıyafetleri giyip dünyadan elini eteğini çekmiş gibi görünmesinin bir önemi olmadığından,
mütevazı görünümünün altında kibir,
düşmanlık gibi habis huyların içini kemirdiğinden bahseder. İnsanlar ehl-i
tasavvuf diye hüsn-i zanla bakmaktadırlar ama Yunus kendi nefs-i emmaresinin farkındadır.
ve
Gönlinde ikilik tutan ol metâ’ı bunda satan
Yarın Cehennem’de yatan bunda namâz kılmayandur
ve
Her kim bu sözden almadı biş vakt namâzı kılmadı
Bilün müsülmân olmadı ol Tamu’ya girse gerek
sözleri de Yunus’a aittir. Görüldüğü üzere kendisini
Müslüman olarak tanımlayan her kişiye beş vakit namazla
mükellef olduklarını hatırlatmakla kalmaz, kılmadıkları
takdirde - hiç yumuşak bir üslup kullanmadan - doğrudan
cehennemi boylayacaklarını söyler.
Namâz kılmayana sen müsülmândur dimegil
Hergiz müsülmân olmaz bagrı dönmişdür taşa
ve
Namâz kılmaz kişinün kazandugı hep harâm
Bin kızılı varısa birisi gelmez işe
beyitlerinde görüldüğü üzere Yunus’a göre namaz o
kadar ehemmiyetlidir ki beynamaz olanı Müslüman olarak
adlandırmaz. Namazsız kişinin kalbinin taştan farksız
olduğunu, hatta namazını kılmadığı için kazandığının da
haram olduğunu dile getirir.
Kılursın riyâ namâz yazugun çok hayrun az
Dinle neye varur söz Cehennem’de yatarsın
ve
Bir tona kan bulaşıcak yumayınca mismil olmaz
Gönül pâsı yunmayınca namâz edâ olmayısar
diyen Yunus’un bu sözleri çok mühimdir. Ona göre
namazın hareketlerini yapmak, namazı kılmak değildir.
Yunus, riya için kılınan namazın hiçbir faydası olmadığını,
riya için kılanın da cehenneme gideceğini belirtir. Ayrıca
namazın kabul olması için necasetten taharet şart olduğu
gibi insanın batınını da kirlerden arındırması gerektiğini
söyler.
Ahali arasında “ye aşı, kıl beşi, yat aşağı” şeklinde tasvir
edilen, dini yalnızca ferdî ibadetlerin ifasından ibaret
gören ve içinde bulunduğu cemiyetteki kimselerle olan
münasebetlerine dikkat etmeyen kişileri Yunus Emre
inceden inceye tenkit eder. İslâm’ın bir yaşama dini olması
hasebiyle onu hakiki manada yaşayanların, Allah’la olan
31
DİLMAKALE
/ EDEBİYAT
irtibatlarında temkinli oldukları kadar Allah’ın kullarıyla
olan ilişkilerinde de özenli olmaları gerekir. Aksi takdirde
ne denli ibadet ederlerse etsinler, ne cennete dâhil olmak
ne de Allah’a yakın olmak söz konusu olabilir. Bundan
dolayı Yunus’un eleştirdiği pek çok kötü huy, haslet ve
davranış vardır.
Gökden inen dört kitâbı günde bin kez okurısan
Erenlere münkirisen dîdâr ırak senden yana
ve
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül
Yitmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz degül
ve
Eger konşı hak’ı boynundayısa
Cehennem’de yarın bâkî kalasın
ve
İlm okımak bilmeklik kendözini bilmekdür
Pes kendözün bilmezsen bir hayvândan betersin
diyerek evliyaullahı inkâr edenlerin Allah’tan uzak
kalışını, dört kutsal kitabı her gün bin kere okumak gibi
abartılı bir eylemin dahi engelleyemeyeceğini ifade eder.
Keza insan gönlünü incitenin kıldığı namazın bir işe yaramayacağını, komşu hakkına girenlerin ebediyen cehenneme kalacağını, insanın nefha-i ilâhîyi taşıyan hazret-i
insânın kendisini tanımak için tefekkür etmemesi neticesinde okuduğunun ilim olmadığını ve hayvandan daha
beter olduğunu anlatır.
Yunus yeri gelir, gidişatı kötü bularak toplumun tümünü tenkit eder. Dinin emirlerinin dinlenmediği ve tefessühün kol gezdiği bir cemiyetin ne hale geldiğini tarif eder.
Yazının hacmini gereksiz yere büyütmemek için sadece
küçük bir kısmını verdiğimiz şiirin devamını divanında
bulabilirsiniz:
Müsülmânlar zamâne yatlu oldı
Helâl yinmez harâm kıymetlü oldı
Okınan Kur’ân’a kulak tutulmaz
Şeytânlar semirdi kuvvetlü oldı
Harâm ile hamîr tutdı cihânı
Fesâd işler iden hürmetlü oldı
Yunus’un tenkidi yalnız etrafında müşahede ettiği insanlara ve içinde yaşadığı topluma değildir. Yani kendisini
garantiye almışçasına fildişi kulesinden cemiyeti eleştirmez. Asla özeleştiriden kaçınmaz:
İy bana eyü diyen benem kamudan kemter
Şöyle mücrimem yolda mücrimler benden server
Benüm gibi mücrim kul gel iste bir dahı bul
Dilümde ‘ilm ü usûl gönlüm de dünyâ sever
diyerek – şüphesiz bu bir tevazudur - dışarıdan iyi gibi
göründüğüne bakılmamasını, aslında günahkâr olduğunu
ve söylediklerinin aksine dünya sevgisi taşıdığını itiraf eder.
İy dervîş diyen bana nem durur dervîş benüm
Dervîşlik yaylasında hareketüm kış benüm
Kendözümi görürem sallanuban yürürem
Bugz u kibr ü ‘adâvet gönlümi almış benüm
32
Dervîş adın idindüm dervîş tonın tonandum
Yola bakdum utandum hep işüm yanlış benüm
diyen Yunus, derviş kıyafetleri giyip dünyadan elini
eteğini çekmiş gibi görünmesinin bir önemi olmadığından, mütevazı görünümünün altında kibir, düşmanlık gibi
habis huyların içini kemirdiğinden bahseder. İnsanlar ona
ehl-i tasavvuf diye hüsn-i zanla bakmaktadırlar ama Yunus
kendi nefs-i emmâresinin farkındadır.
Netice
Yunus Emre’nin mütemadiyen “beşir” tarafının ön plana çıkartılması sonucunda onun yanlış yerlere çekildiğini
müşahede ettiğimizden, bu yazımızda onun “nezir” yönünü
göstermeye çalıştık. Bu, daha birçok kavram ya da kelime
üzerinden tatbik edilebilir. Meselâ
Cennet Cennet didükleri
Bir ev ile bir kaç Hûrî
İsteyene virgil anı
Bana seni gerek seni
diyerek cenneti ve hurileri önemsemeyen de Yunus’tur,
Uçmakdagı Hûrîleri geymiş anlar nûr tonları
Ne bahtılu mü’minleri bize nasîb eyle Çalap
deyip cennetteki hurileri bize nasip eyle diye dua eden
de Yunus’tur. Evet, Yunus öyle de (müjdeleyici olarak da)
eydür ama böyle de (uyarıcı olarak da) eydür. Hemen altını
çizelim ki bunlar tezat değildir. Bir mutasavvıfın şiirleri
söz konusu olduğunda; şiiri söyleme gayesi, söylediği zaman, söylediği hâlet-i rûhiye, hitap etliği kimse ya da kitle,
içinde bulunduğu hâl yahut makam, vb. şiirlerin söyleminde belirleyici olan nice âmiller mevcuttur. Hangilerini
gerçekten Yunus Emre yazdı hangilerini öteki Yunuslar
yazdı meselesi ise hiç de mühim bir mesele değildir. Sonuçta divanlara girdiğine göre benimsenmiş, aynı geleneğin ve ekolün mahsulü şiirlerdir bunlar. Hasılıkelâm, bütün
mutasavvıflar gibi onun da şahsî çıkarlara alet edilmesi
karşısında teyakkuz hâlinde olmamız için Yunus hakkında
yazılanlardan evvel Yunus’un kendisini okumalıyız.
VEFAT VE
BAŞSAĞLIĞI
Üyelerimizden Vedat İnciroğlu’nun
babası
Hamdİ İncİroğlu
20. 12. 2015 tarihinde vefat etmiş, cenazesi
aynı gün Camiîkebir’de kılınan cenaze namazının ardından defnedilmiştir. Merhuma
Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz.
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
Yeni Ufuklar, sayı 26
28
DİLMAKALE
/ EDEBİYAT
33
GEZİ
İki yoldaşın seyahat izlenimleri bağlamında; TARİHTEN
GELECEĞE
ÖZBEKİSTAN
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Taşkent
6 Aralık 2015 akşamı İstanbul’dan havalanan THY uçağı ile hareket ettik
ve gece saat 03.00 sularında Taşkent’e indik. İlk şaşkınlığımızı hava alanı
çıkışında yaşadık. Çıkıştaki döviz bürosundan yüz dolar bozdurmak istedik,
ancak görevli, “bunu bozamam” dedi. Neden deyince, “bu çok, ancak 20
doları bozabilirim” dedi. Bozdurduğumuz 20 dolar ile hava alanından bir
taksiye binerek önceden rezervasyon yaptırdığımız otele gittik. Bu vesileyle,
Özbekistan’ın para birimi Som’un dolar karşısında oldukça düşük bir fiyatta
işlem gördüğünü öğrenmiş olduk.
Taşkent, geniş ve düz yolları, yeşil alanları, park ve bahçeleriyle modern
bir başkent görünümündedir. Sovyetler Birliği döneminden kalma kimi yapıları saymazsak, geniş caddelerinin iki yanından yükselen binaları tarih ile
bugünü bağdaştıran bir görüntü içinde. Tarih, kültür, sanat ve estetiği şehrin
değişik cephelerindeki birçok ayrıntıda fark etmek mümkün. Tarihî ve geleneksel değerler ile modern hayat ve anlayış çok yerde yan yana, iç içe geçmiş
durumdadır. Türkistan coğrafyasının her yerinde gördüğümüz halk pazarları,
aşağı yukarı aynı özellikleriyle Taşkent’te de bulunmaktadır. Burada zaman
aynası, farklı yüzyılları, farklı yaşama biçimlerini ve değerleri birlikte yansıtıyor…
Taşkent’te ziyaret ettiğimiz yerlerden biri de Sovyetler Birliği döneminde,
özellikle “Repressiya” denilen 1937-1938 yıllarında katledilen Özbek aydınlarının hatırasına dikilmiş olan anıt oldu: “Katağon kurbonlari hotirası heç kaçon
unutilmaydi!”
Özbekistan’da Latin alfabesi kullanılmakla birlikte, birçok yerde, birçok
tabelada Kiril harfli yazılar da bulunmaktadır. Kiril alfabesi bütünüyle yasaklanıp kaldırılmamış, bir geçiş süreci düşünülmüş ve halen ikisi bir arada kullanılmaya devam ediliyor.
Taşkent’te, otelimize gelen TİKA temsilcisi Süleyman Kızıltoprak, Elçilik
Eğitim ve Ticaret müşavirleri ve değerli dostumuz Babahan Muhammet Şerif
Bey’in arkadaşı olan Özbekistan Ticaret Bakanlığı bakan yardımcısı ile tanışıp
çeşitli konularda sohbetler ettik.
Nukus, Ürgenç, Hive
08 Aralık 2015 günü Taşkent’ten bindiğimiz küçük uçak, Nukus’a indi.
Nukus, Karakalpakistan Özerk bölgesinin başkentidir. Özbekler Karluk,
Karakalpaklar Kıpçak lehçesini konuşurlar. Nukus yolcuları indikten sonra
uçak tekrar havalandı ve biz Ürgenç şehrine indik. Hava oldukça soğuktu.
Bize refakat eden değerli dostumuz Babahan Muhammed Şerif Bey’in önceden haber verdiği dostları bizi karşıladılar. Babahan Bey’in çağırdığı bir
taksiye binerek Ürgenç’ten Hive’ye doğru yola çıktık. Hive’ye doğru giderken, yolun iki yanında boş pamuk, pirinç ve kavun tarlaları uzayıp gidiyordu.
(Oldukça lezzetli olan Hive kavununun tohumundan bir miktar getirdik.)
Burada arazi dümdüz, küçücük bir yükselti bile yok. Açılan yüzlerce kanalla
34
Semerkant
Amuderya’nın (Ceyhun) suları bu
topraklara akıtılmakta ve sulamada
kullanılmaktadır. Dolayısıyla koca
nehir Aral gölüne varmadan kurumakta, bitmektedir. Aral gölünün
kuruma nedenlerinden biri de budur
maalesef! İlk dikkatimizi çeken şey,
tarlaların etrafının yükseltilmiş ve
içlerinin su ile doldurulmuş olmasıydı. Bu bölgede toprak tuzlu olduğundan kış boyu tarlalar su ile doldurulmakta, su ile birlikte toprağın
yüzeyindeki tuz derinliklere inmekte
ve böylece toprak daha verimli hale
gelmekte imiş.
Yeni Ufuklar, sayı 28
Taşkent.
Hive, iç
kalenin
girişi.
Özbekistan idari olarak 12 vilayete bölünmüştür. Hive, Harezm vilayeti içindedir. Harezm bölgesinde
14. yüzyılda oluşan tarihî yazı dili,
Karahanlı yazı dilinin devamı olmakla birlikte, bir miktar Oğuz ve
Kıpçak özellikleri de barındırıyordu.
Harezm bölgesinde yaşayan halk o
tarihî mirası bugüne taşımış olmalı
ki, orada yaşayanlar ile daha kolay
anlaşabiliyoruz. Nitekim, Hive’de
Babahan Bey’in bizi tanıştırdığı ve
kısa sürede çok samimi bir dostluk
kurduğumuz Devletyar Bey’in bize
ikram ettiği Hive kavununun ve
Amuderya sazanının tadı ile birlikte
sohbetimiz doyumsuz bir hal almıştı. Devletyar Bey, 1920-1930 yılları
arasında Atatürk’ün bu bölgeye öğretmenler gönderdiğini ve bu öğretmenlerin bölgedeki halka okuma
yazma öğrettiklerini, onları çok güzel
eğittiklerini anlattı. Daha önce hiç
duymadığımız bu bilgi bizi şaşırtmıştı. Devletyar Bey bu olay vesilesiyle
Atatürk’e olan saygısını ve hayranlığını ifade ederken biz de Atatürk’ün
ufkunu yeniden fark etmenin manevi hazzını yaşıyorduk…
Hive’de şehir iç kale ve dış kale
şeklinde iki bölüme ayrılmaktadır.
İç kalenin kapısından içeriye girince birden bire zaman değişmekte,
âdeta kendinizi bir masal diyarında
yahut yüzlerce yıl önceki bir zamanda hissediyorsunuz. İç kale, iki kilometrelik bir surla çevrilidir. Bu surun
içinde yeni hiçbir şey yok. Tamamen
özgün özelliklerini koruyan yahut aslına uygun restore edilen yapılardan
ibaret bir yer. İç kalenin kapısından
girdikten sonra, âdeta zaman tünelinden geçtiğimiz için, ben ve
yoldaşım İbrahim Sungur Bey zaman
zaman göz göze geldiğimizde ikimi-
35
GEZİ
Efsaneye göre B. Nakşibendi Hazretleri, bastonunu yere saplamış ve bu ağaç yeşermiş.
Kutsanmakta, ziyaret edilmektedir. Çok sert olan ağaçtan elleriylebir parça koparanın dileğinin
kabul olacağına inanılmaktadır (üstte solda). Kurut (üstte sağda)
zin de hayranlık ve hayret içinde olduğumuz anlaşılıyor. Tamamen kendine
özgü bir ruhu ve üslubu bulunan, bu yapılar karşısında ikimiz de söyleyecek
söz bulamıyor ve “ harika, müthiş” kelimeleri duygularımızı anlatan ve en çok
tekrar ettiğimiz sözler oluyor.
Bu tarihî mekânı gezerken değerlendirmeler, karşılaştırmalar yapıyoruz.
Bu bağlamda yaptığımız tespitlerden biri, buradaki restorasyonların çok güzel ve aslına uygun yapıldığı, Türkiye’dekilerle karşılaştırınca Türkiye’deki restorasyonların birçoğunun maalesef aslına uygun olmadığı ve asli estetiğini
ve ruhunu yansıtmadığı gerçeği; ikincisi ise, Avrupa’da veya başka yerlerde
de mimari olarak güzel binaların, tarihî yapıların bulunduğu ancak onların
hiçbirinde bu ruh, bu uyum ve bu estetiğin bulunmadığı tespiti oluyor.
08 Aralık 2015 gecesi Hive’de kaldık. Ertesi gün kahvaltıdan sonra şehrin
kalan bölümlerini hızlıca dolaştık ve Tarih Müzesini gezdik. Müzenin müdürü
çok sempatik ve bilge bir aksakal idi. Bize ayrıntılı bilgiler verdi. Yerin üstünde
kalan ve görebildiklerimizden başka arkeolojik kazılarla yer altından çıkarılan
maddi kültüre ve medeniyet tarihimize ait kalıntıları görme imkânı bulduk.
Ürgenç, Buhara
09 Aralık 2015 günü Buhara’ya gitmek üzere yola çıktık. Şoförümüz Adilbek, Harezm bölgesinden olduğu için dilini çok rahat anlayabiliyor ve yol
boyu sohbet ediyorduk. Bu iyi yürekli, iyi şoförle üç gün ve 900 kilometrelik
yol boyunca beraber olduk, yoldaşlık ettik.
Buhara’ya giderken tekrar Ürgenç’ten geçtik. Babahan Bey Ürgenç’te kaldı, biz yola devam ettik. Ürgenç, Harzemşahlara başkentlik yapmış bir şehir.
Türk tarihinin önemli devlet adamlarından ve komutanlarından biri olan ve
1220-1231 yılları arasında hükümdarlık yapmış olan Celalettin Harzemşah’ın
(asıl adı: Mengüberti) burada çok görkemli ve güzel bir heykeli bulunuyor.
Amuderya Ürgenç’in yakınlarından geçmektedir. Amuderya’nın üzerindeki
köprüden geçerek Buyhara’ya doğru yolculuğumuza devam ettik. Hive ile
Buhara arası 400 kilometredir. Bu mesafenin 300 kilometresini Kızıl Kum çölü
kaplamaktadır. 300 kilometrelik Kızıl Kum çölünü geçtikten sonra akşam
vakti rüya şehir Buhara’ya vardık. Küçük bir şehir gezisinden ve bir Uygur-Özbek lezzeti olan lağman ve şaşlık ile karnımızı doyurduktan sonra otelimize
dönüp uyuduk.
Otelimiz Buhara’nın merkezinde idi. 10 Aralık 2015 sabahı erkenden kalkıp şehrin otelin yakın çevresindeki bölümlerini gezdik. Sonra şoförümüz
Adilbek, Buharalı bir arkadaşıyla geldi. Buharalı olan ve şimdi adını hatırlayamadığım dostumuz bize kılavuzluk yaptı ve bizi Buhara’nın görülmesi
gereken her yerine götürdü. Bu şehirleri sadece fiziki görünümleriyle; binalarıyla, tarihî yapılarıyla anlamak ve anlatmak mümkün değil. Bu şehirler, tarih
içinde yetişen ilim adamları, din alimleri, filozofları, şairleri ve sanatkârlarıyla
36
Hitler”den çok önce “gamalı
haç” olarak bilinen işaretin
Türkler arasında “damga” olarak
kullanıldığı biliniyor.
Registan
Yeni Ufuklar, sayı 28
GEZİ
bir bütündür. Dünyada Orta Çağ
denilen tarih aralığında, dünyanın
birçok bölgesinde insanlar cehaletin
karanlığı içinde iken, bu şehirlerde
yaşayan insanlar ilmin en parlak ışığıyla aydınlanmakta idiler. Harezmî,
Birunî, İbni Sina, Uluğbek, Ali Kuşçu,
İmam Buharî, Bahaüddin Nakşibendî
ve benzerleri bu bölgede yetişen
alimlerin bir bölümüdür.
Toplumları millet haline getiren
ve mensubiyet duygusunun ortaya
çıkmasını sağlayan şey kültür değerleridir. Buhara’da eşeğe binmiş bir
Nasrettin Hoca heykelini görünce,
birçok kişinin sadece fıkralarına güldüğü Hoca’nın Türk dünyası için nasıl
birleştirici bir rol oynadığını düşünüyoruz! Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dede
Korkut, Ahmet Yesevî ve daha birçok
değerimiz aynı işlevle Türk dünyasının her yerinde yaşamaktadır…
Buhara’da birçok medrese, cami,
han ve başka tarihâ yapılar mevcut.
Bunlar arasında, her kubbesi farklı
bir şekilde düzenlenmiş olan 365
kubbeli büyük cami oldukça ilginç
bir yapı olarak dikkatimizi çekti.
Buhara’da iç kalenin içinde bulunan Han Sarayı bugün müze olarak
düzenlenmiş ve ziyaretçileri tarih
ile buluşturan bir mekân haline
getirilmiştir. Bu müzeyi gezerken
Buhara’nın muhteşem geçmişini ve
gizemli tarihini bir de müze görevlisi
bayandan dinleme fırsatı bulduk.
Nakşibendi tarikatının kurucusu
Bahaüddin Nakşibendi’nin türbesi
de Buhara’da bulunmaktadır. Bu türbeyi ziyaret ettik. Nakşibendî külliyesi oldukça geniş bir alana yayılmıştır.
Türbenin bahçesinde bulunan
bir ağaç yöre halkı tarafından
kutsanmakta ve tavaf edilmektedir.
Efsaneye göre; “Nakşibendî Hazretleri
bastonunu kuru toprağa saplamış ve
o baston yeşererek ağaç olmuş”. Şimdi koca gövdesiyle yerde yatan ve
oldukça sert bir gövdeye sahip olan
kurumuş ağacın etrafında dönenler,
elleriyle ona dokunmakta ve bir
parça koparanın dileğinin kabul olacağına inanmaktadırlar. Ancak ağaç
o kadar sert bir hal almış ki el ile bir
parça koparmak neredeyse imkânsız.
Buhara
Semerkant
ve Yeniden
Taşkent
10 Aralık 2015 günü saat 16.00’da
Buhara’dan Semerkant’a gitmek
üzere yola çıktık.
Buhara ile Semerkant arası 300
kilometre. Şoförümüz Adilbek, oldukça dikkatli, kurallara uyarak emin
bir şekilde aracı kullanıyor. Yoldaşım
İbrahim Bey, Hive-Buhara arasında
yaptığı gibi, arka koltukta ara ara
uyuyup uyanıyor. Ben şoför ile yol
boyunca sohbet ediyorum. Birçok
köyden, kasabadan geçtik, ancak
bu yol üzerinde aklımızda kalan
en önemli şehir Nevayî oldu. Türk
dilinin, edebiyatının ve fikir hayatının en büyük isimlerinden birinin
adının bir şehre verilerek yaşatılıyor
olması bizi mutlu etti. Bu bağlamda
şunu da belirtmek gerekir ki, Özbekistan devlet başkanı Sayın İslam
Kerimov’un, Özbekistan’daki tarihî
ve manevi hayatın yeniden canlanması, hatırlanması ve yaşanıp bilinmesi için gösterdiği gayret takdire
şayandır. Nitekim bütün bu tarihî ve
kültürel geçmişe dair eserler onun
döneminde restore edilmiş, yeniden
ayağa kaldırılmıştır
Yorucu bir gün ve uzun
bir yolculuktan sonra nihayet diğer
37
MAKALE
bir rüya şehir olan Semerkant’tayız.
Otelimize yerleştikten sonra çıkıp
bir lokantada yemek yedik ve otele
dönüp uyuduk.
11 Aralık 2015 günü, şoförümüz
Adilbek ile birlikte ziyaretlere başladık. Önce Türk tarihinin müstesna
devlet adamlarından biri olan
Timur’un heykelini ve ardından
türbesini ziyaret ettik. Hem heykel
hem türbe tek kelimeyle muhteşem… Timur, 1370-1405 yılları
arasında hükümdarlık yapmıştır.
Anadolu’da kimi komik, kimi aşağılayıcı çok sayıda Timur hikâyesi
anlatılır. Ancak gerçekte Timur,
çok önemli bir devlet adamı, çok
büyük bir komutan ve çok şuurlu
bir Türkçüdür. Esasen Timur ile Yıldırım Bayezit arasındaki mektupları
okuyunca Timur’a olan saygım
daha da artmış idi. O, hükümdarlığı
döneminde, bilim, kültür ve sanat
adamlarını etrafında toplayıp onlara imkânlar sunmuş, çalışma ortamı
hazırlamış ve “Timur Rönesansı” adı
verilen aydınlanmanın oluşmasını
sağlamıştır. Ahmet Yesevi türbesi
dahil, Türkistan coğrafyasındaki birçok muhteşem tarihî, mimari eser
onun döneminden kalmadır.
Sonra Registan denilen muhteşem meydan ve yapıları gezdik.
İhtişamın, zenginliğin ve gücün
göstergesi olan bu yapılar, aslına
uygun bir şekilde onarılmış ve
Özbekler başta olmak üzere bütün
Türklerin gurur duyabileceği eserler olarak ziyarete açılmıştır.
İmam Buharî, aslen Buharalıdır,
ancak Türbesi Semerkant’ta bulunuyor. Buharî türbesinin yanındaki
caminin imamının bize anlattığı bir
rivayete göre; “ Buharî, (810-869)
13-14 yaşlarında iken Mekke’yeMedine’ye gitmiş ve orada 35 yıla
yakın kalmıştır. Bu sürede 600 bin
hadisi toplamış, değerlendirmiş ve
bu çalışmaların sonunda Sahih-i
Buharî adı verilen ünlü hadis kitabını hazırlamıştır. Buharî daha sonra
Buhara’ya dönmüş, kalan ömrünü
Buhara’da geçirmek istiyormuş.
Bir gün Buhara Han’ı, iki erkek
çocuğuna ders vermesi için onu
sarayına çağırtmış. İmam Buharî;
”ilim kimsenin ayağına gitmez, onların ilmin ayağına gelmesi gerekir”
diyerek bu çağırıyı reddetmiş. Bu
davranışa kızan Buhara Hanı, İmam
Buharî’yi Semerkant’a sürmüş.
38
Buharî Semerkant’a geldikten
birkaç yıl sonra vefat etmiş. Dolayısıyla mezarı da vefat ettiği yerde,
Semerkant’tadır”
İmam Buhari türbesini ziyaret
edip, ecdada fatiha-yı şerifler
okuduktan sonra, akşama doğru
Taşkent’e dönmek üzere yola çıktık.
Biraz ileride, şoförümüz bir tepede
bulunan yapıyı işaret ederek “şurası
Uluğbek’in rasathanesidir” dedi.
Buhara’da Uluğbek Medresesini
görmüş idik. Asronominin öncüsü
olan Uluğbek’e yüce Allah’tan bir
daha rahmet dileyerek yolumuza
devam ettik.
Hive’den Buhara’ya gelirken
Buhara’da bir Özbek pilavı yiyelim
diye kavli karar eyledik. Ancak gece
geç saatte Buhara’ya gelince, yarın
yeriz dedik. Ertesi gün öğleden
sonra saat iki gibi pilav yiyelim
diye lokantaları dolaştık ama pilav
kalmamıştı. Çünkü Özbekler pilavı
sabah ve öğlen yiyormuş, akşama
kalmıyormuş. Semerkant’ta da
vakit bulamayınca Özbek Pilavı’nı
Taşkent’te yeriz artık diyerek görüp
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
Satırbaşlarıyla kardeş
ülke ÖZBEKİSTAN
Özbek halkının adı, 1313-1340 yılları arasında hüküm süren Altın Ordu
hükümdarı, Özbek Han‘ın adından
gelmektedir.
Özbek Han’dan sonra 1428 yılında
Özbek Han’ın soyundan gelen Ebulhayr Han tarafından kurulan hanlığa,
“Özbek Hanlığı” adı verilmiş ve bu
hanlığın bünyesinde yaşayan halka
Özbekler denmiştir.
Özbek Türkçesi, Güneydoğu grubu,
Doğu grubu ya da Karluk grubu olarak
adlandırılan çağdaş Türk lehçelerinden biridir. Özbekistan’ın dışında,
Kazakistan’ın güney bölümünde,
Kırgızistan ve Türkmenistan’ın sınır
bölgeleri ile Afganistan’ın kuzeyinde
konuşulmaktadır.
Latin alfabesi kullanılmaktadır.
Özbekistan, Türkistan’ın coğrafî
ve kültürel merkezi olup bölgenin en
önemli cumhuriyetidir. Amuderya ve
Sirderya nehirleri arasında Maveraünnehir ve Fergana havzasında yer alan
Özbekistan, 447.400 km2 bir alana ve
31.000.000’u aşan bir nüfusa sahiptir.
Kuzeyinde Aral gölü ve Kazakistan,
doğusunda Kırgızistan ve Tacikistan,
güneyinde ise Afganistan ve Türkmenistan ve batısında da yine Türkmenistan yer alır. Başkenti Taşkent olup
3,5 milyon nüfusa sahiptir. Sovyetler
Birliği’nin parçalanmasından sonra 20
Haziran 1991’de bağımsızlığına kavuşmuştur.
yaşadıklarımızın bize verdiği gurur,
umut ve sevinçle yola devam ettik.
Yine birçok köyden, ilçeden ve
Cizzak ve Gülistan şehirlerinden
geçerek 300 kilometrelik yolu tamamlamak için Taşkent’e doğru
ilerliyorduk. Özbekistan’da, her
vilayetin sınırında, basit bir gümrük
kapısına benzer girişten geçiyorsunuz. Taşkent vilayeti sınırına
geldiğimizde trafik polisleri arabamızı durdurdu ve kurallara çok
dikkat eden şoförümüzün hız ihlali
yaptığını söyleyerek 100 dolar ceza
yazdılar. Adilbek polisler ile bu ko-
nuyu tartışırken biz arabanın içinde
oturuyorduk. Yanımıza yaklaşan
bir çocuk bir şeyler satıyordu. Ne
olduğunu sorduğumuzda “kavun
kakı”, kavun kurusu sattığını söyledi. Bir miktar alıp ilk defa gördüğümüz kavun kurusunun tadına
baktık. İşlemler bitince yola devam
ettik ve nihayet Taşkent göründü.
Ancak vakit yine çok geçti ve biz
Özbek pilavı yiyemeden 12 Aralık
sabahı THY uçağıyla İstanbul’a
döndük.
Taşkent, Semerkand, Buhara, Andican, Fergana, Hokand, Nukus, Nevai,
Namangan, Ürgenç ve Hive ülkenin
önemli şehirleridir. Özbekistan idari
olarak 12 bölgeye (12 vilayet) ayrılmıştır.
Bugün 31 milyonu geçen Özbekistan Cumhuriyeti’nin nüfusunun
% 95’ini Türkler (Özbek, Karakalpak,
Kazak, Türkmen, Tatar, Başkurt) oluşturmaktadır. Türklerden başka Ruslar,
Tacikler, Ukraynalılar, Koreliler ve
Yahudiler vd. etnik gruplar yaşamaktadır.
39
ARAŞTIRMA
KOD ADI
FERİDE
FERRUHA GÜPGÜP (1891-1951)
Yüksel KALKAN
Ferruha Güpgüp, Konya’da
asker hastanesinde
yatarken Milli Mücadelede
bir nefer olmak için yemin
etmişti. Kayseri’nin
tanımış ailelerinden
İmamzade Reşid Ağanın
eşi Seyide Hanım ile
Güpgüpzade’nin konakları
karşı karşıyaydı. İkisi de
Milli Mücadele konusunda
son derece duyarlı idi.
40
A
nadolu Kadınları Müdafaa-i
Vatan Cemiyeti Kayseri şubesi
Başkan Yardımcısı... Milli Mücadelede “Feride” kod adıyla Kayseri’nin
ilk kadın cephane müfreze komutanı... Cumhuriyet Halk Fırkası Kayseri İli İdare Heyeti üyesi ve Kayseri
Belediye Meclis üyesi... Kadınların ilk
kez oy kullandığı ve 1935’te yapılan
V. Dönem milletvekilliği seçimlerinde Kayseri’den Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne seçilen ve kravat takarak
meclise giren ilk kadın mebusu... Mecliste Sayıştay (Divan-ı Mühasebat)
komisyonu üyesi Ferruha Güpgüp...
Ferruha Hanım’ın annesi Akçakayalıoğlu Ömer Efendi’nin kızı
Talia Hanım, Babası Güpgüpzâde
ailesinden bestekâr Ahmet Mithat
Efendi (1860-1930). Devlet adamı
olan Güpgüpzâde Mithat Efendi
çeşitli illerde müdürlük, kaymakamlık
ve valilik yapmıştır…
Bir tren kazası
Baba, Vali Ahmet Mithat Bey,
1915 yılında emekli olmuş, evinin
rızkını sağlamak için İzmir’e halı
ve mobilya iş yeri açmıştı. Üç yıldır
İzmir’de olan Ahmet Mithat Bey,
her yıl eşi Talia, kızı Feruha, oğlu
Feridun’u yaz tatili için akrabası Abdullah Güpgüp’ün yanına Kayseri’ye
gönderdi. Misafirler için Kayseri’de
yaz bitmiş, İzmir’e dönme vakti
gelmişti. Feruha, kardeşi Feridun ve
annesi Talia Hanım İzmir’e gitmek
için hazırlık yapıyorlardı...
Fransız destekli Ermeniler 1918
Mondros anlaşmasından sonra
Anadolu’nun her bölgesinde olaylar
çıkarmaya başlamışlar, Konya bölgesinde tren raylarına bomba koyma
faaliyetine girişmişlerdi. Kayseri’de
Güpgüpzade konağının kapısına yaylı
araba dayanmış, misafirleri bekliyor-
du. İzmir yolcuları duygular içinde
yakınları Güpgüpzadelerle sarılıp
kucaklaştılar… Araba yönünü NiğdeUlukışla’ya çevirdi.
Ahmet Mithat Efendi, hasretle Ulukışla’dan trene binip İzmir’e
gelecek eşi ve çocuklarını bekliyordu.
Arabacı atlarına sevinçle kırbacını
vurup dağlar, tepeler, kıvrımlı, tozlu
yollardan arabasını sürdü... İncesu,
Yeşilhisar’dan geçerek Niğde’ye ulaştılar, bir gece burada dinlendikten sonra
sabah hareket ederek dağ yollarını
aşıp, uzun, yorucu yolun sonunda sağ
selamet Ulukışla tren istasyonuna
vardılar.
İstasyon görevlileri bir saat içinde
İzmir treninin geleceğini söylediler…
Tren, düdüğünü acı acı öttürerek
Adana tarafından geldiğini duyurdu.
Ulukışla’dan İzmir’e gidecek yolcuların eşyaları trene yerleştiren arabacı,
“Selametle gidiniz” deyip Adana’dan
gelen yolcuları alıp Kayseri yoluna
düştü. İzmir’e gidecek kara tren çelik
raylar üzerinde yavaş yavaş hareket
ederken keskin düdüğü Ulukışla üzerine yayıldı. Tren hareketiyle İzmir’e,
Ahmet Mithat Beye kavuşacak
olmanın heyecanını yaşayan anne ve
çocuklar ne acıdır ki ileride ölümün
ağlarının kendilerini saracağından
habersizdiler.
Memleketimizde cirit atan Emeni
komitacıların çelik raylara yerleştirdiği bomba aniden patlamış, tren katarının bazı bölümleri raydan çıkıp yan
yatmıştı... Feryat figan ve acılar içinde
bağrışmalar, vagon yaralılar ile dolu
idi… Bu olayda Anne Talia Hanım ve
26 yaşındaki oğlu Feridun vefat etmiş,
Ferruha Hanım yaralanmıştı. Yaralılar
arabalarla Konya Asker Hastanesine
taşındılar…
Ahmet Mithat Efendi çok geçmeden bu acı olayı öğrendi. Konya’ya
gelip cenazelerini aldı, kızını ziyaret
etti, yanan yüreği ve gözyaşlarıyla
Ermeni komitacılara lanetler yağdırdı.
Doktorlar Kayserili Ferruha Hanıma
çok iyi bakıp yakından ilgilendiler.
Askerî Hastanede altı ay yattıktan
sonra iyileşse de yürürken belli olacak
kadar aksak kalmıştı.
Baba-kız
Kayseri’de...
Baba ve kızın başlarına yeni bir
MAKALE
Cephede çarpışmalar
hızla sürüyor, Kilikya
bölgesine Fransızlar,
Eskişehir çevresine
Yunanlılar kâbus gibi
çöküyordu... Düşmandan
kurtulma çareleri arayan
Ankara telaş içinde,
Mebuslar, gece gündüz
durup dinlenmeden
Meclis oturumu yapıyor,
her oturum tartışmalı
sonuçlanıyordu…
felaket daha gelir. İzmir’deki konakları
işgalden sonra Yunanlılar tarafından
yakılıp yıkılır. Eşini ve oğlunu kaybeden Ahmet Mithat Efendi, “Artık
İzmir’de durmak caiz değildir” deyip
1919 yaz ortasında kızı ile Kayseri’ye
döner.
Kadınlar Müdafaa-i
Vatan Cemiyetinin
Kuruluşu
Ferruha Güpgüp, Konya’da asker
hastanesinde yatarken Milli Mücadelede bir nefer olmak için yemin etmişti. Kayseri’nin tanımış ailelerinden
İmamzade Reşid Ağanın eşi Seyide
Hanım ile Güpgüpzade’nin konakları
karşı karşıyaydı. İkisi de Milli Mücadele konusunda son derece duyarlı
idi. 19 Aralık 1919’da Kayseri’ye gelen
Mustafa Kemal Paşa ve heyeti şehir-
den ayrılalı bir ay olmuştu… Ocak ayı
soğuk ve kar yağışı ile geçiyordu. Ferruha Hanım Raşid Ağanın eşi Seyide
Hanımı ziyarete gelmişti. Ziyarette,
cephedeki askerlere, dul, yetim ve
fakir fukaraya yardım etme konusunda sohbet ederler. Seyyide Hanım
Ferruha Hanıma merkezi Sivas’ta
bulunan Anadolu ve Rumeli Kadınlar
Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin bir
şubesini de Kayseri’de kurup kadınları örgütleyeceklerini, kurulacak
Cemiyetinin başkan yardımcılığına
kendisinin getirileceğini söyler. Böyle
bir cemiyetin Kayseri’de kurulacağına
çok sevinen Ferruha Hanım, verilen
görevi düşünmeden kabul ederek,
“Seyide Hanım, çok iyi düşünmüşünüz, merkezi Sivas’ta olan Anadolu
ve Rumeli Kadınlar Müdafaa-i Vatan
Cemiyeti”nin bir şubesini de burada
kurup cemiyet adına yardımları daha
rahat toplarız “der. Aldığı cevaba
sevinen Seyide Hanım içinden şunları
geçirir: “Ferruha Hanım gibi akıllı,
asil, sözü geçen, saygın bir aile ferdinin bu dernekte yer alması derneğin
daha güvenilir hale gelmesi demektir.”
O yıllarda toplumda kadının fazla
bir hükmü yoktu, şehrin ileri gelenlerinin bazıları, böyle bir cemiyetin kurulacağını duyunca, “Kadından Kuva-i
Milliyeci asker mi olur, silah nasıl tutular, haberleri var mı? Bu da nerden
çıktı?” deyip durdular. Şehirde yapılan
dedikodulara aldırmayan başkan
Seyide Hanım imzasıyla, Anadolu ve
Rumeli Kadınlar Müdafaa-i Vatan
Cemiyeti’nin Kayseri’de bir şubesinin
kurulmuş olduğunu Sivas’a bildiren
22 Ocak 1920 tarihli yazı şöyledir:
“Sivas’ta Kadınlar Müdafaa-i
Hukuk-ı Vatan Cemiyetine ve Heyet-i
Temsiliyeye…
Efendim!
Vatanımızda yarım asırdan beri
tesirât-ı haricî ile serzede-i zuhur
olan gavâil-i dâhilî ve hariciyeden
dolayı milyonlarca nüfusumuzu din ve
vatan uğrunda feda etmekle beraber
mukaddes memleketimizin bir kısm-ı
mühimmini dahi kaybettik. Elyevm
mevcut vatanımıza da göz dikenlere
insaniyet ve beşeriyet namına yaptıkları
haksızlıkları bildirmek ve her türlü
haksızlıklarla tecavüzlerini âlem-i
medeniyet namına protesto etmek ve
yetiştireceğimiz evlâtlarımızı bu gaye-i
mukaddeseye doğru götürmek ve harb-i
41
ARAŞTIRMA
âhir dolayısıyla tahammül-fersa bir
sefalet altında terk-i hayata mahkûm
kalan yüz binlerce yetimlerin ve dul
kadınların imdadına koşmak üzere
Kayseri hanımlarından Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Vatan Cemiyeti
teşekkül etmiş ve bi-lûtfihî Teâlâ vatanî
his ve gayelere matuf olan semerâtı
iktitafa başlamış olduğunu arz eder,
hayra matuf umur ve teşebbüsâtımızda
muvaffakiyâtımızı Cenab-ı Hak’tan
temenni eyleriz Efendim.
22 Kânun-i Sanî 336
Kayseri Anadolu ve Rumeli Kadınlar Müdafaa-i Vatan Cemiyeti Reisesi
Seyide Hanım”
Gönüllü nefer
Ferruha Hanım
Ferruha Hanım yaralı kaldığı
Konya Asker Hastanesinde “Milli
Mücadelede bir nefer gibi çalışacağım” sözüne sadık kalıp aksak
yürüyüşü ile ocak ayında kurulan
cemiyetin bütün işlerine koştururken,
Kapalı Çarşı’da bulunan Güpgüpzade Vakfı mülkü olan Kadınlar
Çarşısı dükkânlarını Milli Mücadele
adına terzihane olarak açtı. Ayrıca
Ferruha Hanım’ın getirdiği 10 dikiş
makinesi ile kadınlarımız canla başla
bu dükkânlarda cephede bulunan askerlerimize iç çamaşırı, başlık, çorap,
eldiven, kışlık ve yazlık askerî elbise
dikişine başladılar.
Biz kadınlar
cephane nakline
talibiz...
Cephede çarpışmalar hızla
sürüyor, Kilikya bölgesine Fransızlar, Eskişehir çevresine Yunanlılar
kâbus gibi çöküyordu... Düşmandan
kurtulma çareleri arayan Ankara telaş
içinde, Mebuslar, gece gündüz durup
dinlenmeden Meclis oturumu yapıyor,
her oturum tartışmalı sonuçlanıyordu…
Ordu ise asker sıkıntısı çekiyordu.
Büyük Millet Meclisi tartışmalı geçen
bir oturumunda Seferberlik Kanunu çıkarttı. Seferberlik bütün illere,
ilçelere, köylere duyurularak eli silah
tutanlar bütün erkekler askere alındı.
Bu yüzden cepheye cephane taşıyacak
42
adam bulunamıyordu. Cepphe savaşlarından haberi olan Cemiyet Başkanı
Seyide Hanım ve yardımcısı Ferruha
Hanım, Kayseri Askerlik Şubesinin
cepheye cephane taşıyacak adam
aradıklarını duymuşlardı… Başkan,
yardımcısı ve Cemiyet yönetiminde
bulunan kadınlar oturup konuştular.
Toplantıda bulunanlar hep bir ağızdan, “Cephaneyi götürmek için erkek
yoksa biz varız, cephane sevkiyat
görevi bize verilisin” dediler.
Cemiyet üyesi Kuva-i Milliyeci
bu kadınlar göreve talip olduklarını
bildirmek için Askerî Bölge Kalem
Reisi, Askerlik Şubesi başkanı Kurmay Yarbay Emrullah Bey’in yanına
gittiler... Askerlik şubesi başkanı,
odasında bir saattir dolanıp duruyor,
cepheye cephanelerin nasıl gönderileceğini düşünüyordu. Çünkü çocuk
yaştaki erkekler bile askere alınmıştı.
Adam kıtlığından çözüm üretmekte
zorlanıyordu. Böylesine bir çaresizliğe alışık olmayan Yarbay Emrullah
Bey nerede ise sıkıntıdan çatlamak
üzereydi… Aniden kapı açıldı. Gelen
yarbayın postası Abdullah idi. Sert bir
asker selamı çaktı: “Bir dolu namahrem sizi görmek istiyor” dedi. Emrullah Bey, “Al İçeriye! Al! Bakalım
dertleri ne imiş” diye mırıldandı.
Yerel kıyafetlerle, kimisi bürümcekli, kimisi peçeli bir dolu kadın
komutanın makam odasına girdi.
Selamlama, hal hatır konuşmalarının
ardından başkan Seyide Hanım, “Emrullah Bey, siz de biliyorsunuz, Milli
Mücadelede Türk kadınının gücünü
göstermek için Anadolu kadınları
Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kuruldu.
Savaştan dolayı şehrimizde erkek
kalmadı, cepheye cephane, silah taşınacağını duyduk. Milli Mücadelenin
her safhasında yer almak istiyoruz.”
dedi. Yarbay Emrullah Bey’in ruh
dünyasında bir heyecan oluştu, “Erkek
yoksa kendilerinden emin olan,
yürekleri Erciyes Dağı kadar büyük
kadınlarımız var… Bu işi burada bitirmek gerek” cevabını verdi.
M. Müfit Kansu Bey, Mebusluk
görevi üzerinde kalması şartıyla,
Mayıs 1920’de Elazığ valiliğine
tayin olup Sakarya Savaşı günlerinde
Ankara’nın korunmasında herhangi
bir zafiyet karşısında Meclis çalışmalarının Kayseri’de yürütülebilmesi
için tedbiren ve geçici bir zaman için
Kağnı üzerindeki
emanetleri yenide gözden
geçirdiler. Akan sudan
yüzlerini yıkayan müfreze,
“Durmanın zamanı değil,
bir an evvel yola çıkalım”
deyip kağnıları, katırları,
atları yola sürdüler.
TBMM tarafından Kayseri’de sevkiyat müfettişliği ile görevlendirilmişti.
Askerlik şubesine gelen Mazhar
Müfit Bey’e “Aranan kan bulundu”
deyip durumu izah etti Emrullah
Bey. Askerlik şubesinde Anadolu
Müdafaa-i Vatan Cemiyeti yönetimi
ile cephane sevkiyatı yol güzergâhı
hakkında görüş birliğine varıldı.
Bunun ardından keskin nişancı
kadınlardan oluşan, “Mızrak Duruşlu
Kadınlar Mürfeze Ekibi” kuruldu.
Şafakta yola
çıkılıyor...
Fişekleri kuşanıp, silahlarını
omuzlarına çapraz takıp atların üzerinde yay gibi duran kadınların kafile
müfreze komutanlığını kod adı Feride
olan Ferruha Hanımın yapması
kararlaştırıldı. Kayseri meydanında
yapılan dualardan sonra kadınlar
cephane yüklü kağnılarla şafak vakti
Ulukışla’ya doğru yola çıktılar. Gözler
etrafta, eller tetikte; atlar, katırlar,
camızlar ile yol aldılar. Kağnı gıcırtısı ile Boğazköprü, İncesu derken
Yeşilhisar’da bir gece dinlenmenin
ardından yine taşlı, engebeli, bozuk
yolları aşan kafile toz bulutlarını
arkasında bırakarak kilometrelerce yol
yürüyüp ikinci gün Niğde yakınlarında geceyi geçirmek üzere istirahata
çekildiler...
Kara Abbas
eşkıyası yolu
kesiyor...
Bu bölgede baş belası Dişikitli
Kara Abbas eşkıyası vardı. Yanına
Yeni Ufuklar, sayı 28
ARAŞTIRMA
topladığı asker kaçakları ile yolucuları
soyup köyleri basıyorlar, haramilik
yapıyorlardı. Kara Abbas Eşkıyasının
adamları tepe üzerinden yol boyu
geleni gideni gözlüyordu... Eşkıya
gözcüsü Kayseri’den gelen kafileyi görünce arkadaşlarına haber verip Ağca
Dere’nin içinde, ağaçların altında
pusuya yattılar. Uzaklarından geçen
cephane kafilesi, haramileri görmedi,
kağnıların teker gıcırtısıyla taşlı, tozlu
yollardan geçtiler. Hava karamak
üzereydi... Kafiledeki kadınlar birlikte
istişare edip, kendilerini ve hayvanları
dış etkenlerden korumak için kayalık
ve sulu bir bölgede kağnıları eğleyip
geceyi burada geçirmeye karar verdiler… Kendilerini savunma amacıyla
kağnıları hilal şekline getirip hayvanları çözdüler. Yol yorgunu hayvanların
yem torbalarını takıp sularını verdiler.
Kendileri de azık çıkılarını açıp akşam
yemeğini hep birlikte yediler. Kafileyi
korumak için arkadaşlarından ikisini
nöbetçi bırakmışlardı… Eşkıyalar
tarafından takip edildiklerinden
habersiz, yorgun bedenlerini dinlendirmek için yanlarını kağnı tekerlerine
dayayıp, mavzerlerini dizlerine koyup
yıldızların altında sohbete başladılar.
Feride Hanım Ulukışla trenine
binip İzmir’e gitmek için bu bölgeden
yaylı araba ile birkaç kez gelip gitmiş
olduğu için yolu biliyordu. İstirahat
sohbetinde arkadaşlarına bölgenin
tehlikeli olduğunu, dikkatli ve uyanık
olmalarını hatırlattı. Cephaneyi
taşıyanların kadın olduğunu öğrenen
Dişikitli Kara Abbas ve adamları
cephane kafilesini avlayabilmek için
acele etmiyor, “kafiledekiler kadın,
biraz sonra yol yorgunluğundan bir
yere çökerler”’ diye önemsemiyorlardı.
Kafileyi gizlice takip eden eşkıya kılavuzları, kafilenin konakladığı yeri Kara
Abbas’ın kulağına fısıldadı… Gece
yarısında kafileye baskın yapılacağı
haberi eşkıyalar arasında kulaktan kulağa duyuruldu. Eşkıya bozguncuları,
“Bunlar kadın, uykuya dayanamazlar,
şimdiye uyumuşlardır, uyanık olanlar
da bizim sıktığımız silah sesinden
korkup kaçar, silahlara el koruz.” diye
kafileye doğru ağır ağır yol aldılar.
Eşkıyayla
çarpışma...
Eşkıya başı Dişikitli Kara Abbas
havaya ateş edip kadınlara, “Kağnıları,
atları, katırları, camızları bırakın gidin! Sizin canınıza zarar gelmeyecek”
diye seslendi. Halbuki kadınların hepsi çok iyi birer nişancı idi. Eşkıyanın
silah sesini duyar duymaz kayaların
ardına kendilerini siper edip, omuzlarına dayadıkları mavzerin tetiğinden
parmaklarını çekmeden eşkıya bozuntularıyla çarpışmaya başladılar. Haramiler de pes etme niyetinde değildi.
Akılları, Çukurova cephesine gidecek
cephanede ve yiyeceklerde idi. Müfreze komutanı Feride Hanım, yüksek
sesle arkadaşlarına “Türk kadınının
gücünü eşkıya bozuntuları da görsün,
emanet sandıklarında bitmeyen silah
ve cephane var. Biz ölmedikçe bu kutsal emanetleri alamazlar, merminiz bitince sandıklardan alabilirisiniz, yeter
ki kutsal bildiğimiz emaneti bu asker
kaçaklarına teslim etmeyin arkadaşlar” diye emirler yağdırıyordu. Her
tarafı barut kokusu sarmış, gecenin
bir vakti silah sesleri ta dağların öteki
yüzünden duyuluyordu… Dağlar silah
sesinden birbirine kavuşuyordu. Kadınlar müfrezesi tarafından eşkıyaya
öyle ateş ediliyordu ki sanki bir tabur
asker makineli tüfekle ateş etmekteydi. Adeta kadınların yanında gölge
gibi, eşkıyaya ateş eden, görünmeyen
birileri vardı. Yüzünü görmediği,
arkadaşı sandığı birisi boşalan şarjörü
alıyor, dolusunu yanına bırakıyordu.
Arkadaşlarının boşalan şarjörlerine
mermi doldurup yardımcı olduğuna
Feride Hanım seviniyordu. İçinden de
“Bu Zehra Hatun’dur” diyordu.
Biran anda gökyüzünde ay kendisini gösterip zifiri karanlık gitmiş,
ışığını yeryüzüne masumca yaymıştı.
Eşkıyanın ateş hattı daha da görünür
hale gelmişti... Korku, heyecan ve
sevinç, ışık veren mehtabın altında
toplanmıştı. Kadınların silahlarından
kan kusmuş, eşkıyayı hallaç pamuğuna çevirmişlerdi. Kendilerin yanında
olan yardımcı gölgeler de bir anda
yok olmuşlardı. Ateş ve barut kokusunun içinde kalıp “Yandım anam!
Kadınlar tarafına destek geldi” diyen
soyguncu eşkıya güruhu öleceklerini
anlayıp kaçıp canlarını zor kurtardılar… Karşı taraftan silah sesi gelmese
de Feride Hanım ve arkadaşları sabaha kadar elleri tetikte uyumamışlardı… Sabah gün ağarmasıyla birlikte,
Kadınlar zaferlerini sevinçle birbirile-
rini kucaklayarak kutlamışlardı.
Ulukışla’ya varış
ve emaneti teslim
etme...
Kağnı üzerindeki emanetleri
yenide gözden geçirdiler. Akan sudan
yüzlerini yıkayan müfreze, “Durmanın zamanı değil, bir an evvel yola
çıkalım” deyip kağnıları, katırları, atları yola sürdüler. Yolda, eşkıya sohbeti
açılmış, Feride Hanım, “Zehra Hatun
boş şarjörleri ne çabuk doldurup
veriyordun, bu kadar hızlı olacağını
tahmin etmek zor” demişti. Zehra
Hatun da heyecanla, “Ben, senin
yanında değil, yukarı taraftaydım; bize
mermiyi taşıyan sen zannediyordum
Feride Hanım” diye şaşkınlığını ifade
etmişti.
Ortalık casus kaynıyordu, karşılaştıkları insanlarla konuşmadılar.
Dağları aşıp, düz ovayı geçip Nihayet
Ulukışla’ya geldiler. Müfrezede bulunan mızrak duruşlu kadınların yorgun
yüzleri gülmüştü. Kayseri Anadolu
Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kadınları
ne kadar yorgun olsalar da hayvanların üzerindeki cephane ve erzakları
kendileri de kayıp vermeden Ulukışla
Askerlik Şubesi’ne ulaştırmışlardı.
Kağnılarda ve hayvanlarda yüklü
cephaneyi ve erzakı Ulukışla Askerlik
Şube Başkanı Teğmen Tahsin Bey’e
teslim ettiler.
Büyük önder
diyor ki!
Millî Mücadelenin bu muhteşem kadınları için son sözü Mustafa
Kemal Paşa söyler:
“Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işlemiştir. Çift süren, tarlayı
eken, kucağındaki yavrusu ile yağmur
demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce,
o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını
olmuştur. Bundan ötürürü hepimiz bu
büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle sonsuza
kadar aziz ve kutsal bilelim.”
43
SANAT TARİHİ
Edirne’de Kadınlara Ait Bazı Şâhideler-II
Mehmet
KÖKREK*
Edirne’deki diğer
hotozlu şahidelerin
tamamına yakını,
neredeyse hiç
bir süs öğesine
sâhip değildir. Bu
örneklerde şâhidenin
nihâyetlendiği başlığın
hotoz olduğu, form
îtibariyle, vurgulanmış
ve bunun dışında her
hangi bir uygulamada
bulunulmamıştır.
Yazı dizisinin bir önceki bölümünde de arz edildiği üzere evlenme
çağına eren fakat gelin olmadan göçen Osmanlı kadınları için 17.y.y.’dan
îtibâren îmal edilen şâhidelerin çok büyük bir kısmı hotoz adlı serpûş
ile sonlanır. Osmanlı toplumunda daha ziyâde Hristiyan tebaa tarafından kullanılan ve Rumca bir isimlendirme ile “istifan” denilen baş giysisi
de tıpkı hotoz gibi gelinlik çağına eren kadınlar tarafından kullanılırdı.1
Moğollar tarafından kullanılan “boytag” adlı serpûşla mukâyese edilen2
hotoz, aslî îtibariyle Orta Asya’dan beri Türk kadınları tarafından kullanılan kadim bir başlıktır.3 Aslı kotâz (‫)قوتاز‬, kâytâz (‫ )قايتاز‬olan4 hotozun birçok çeşidi mevcuttur. Hotoz çeşitlerinin bazıları şunlardır; saraylı hotozu,
çimdik hotoz, Kürdî hotoz, felek tabancası hotoz, Zeyrek yokuşu hotoz, dudu
burnu hotoz, gelin sorguçlu hotoz.5
Hotozların şâhidelerde görülmeye başladığı 17. asırda mezkûr kadın
başlığının alt kısmı dar ve üstü geniş olacak şekilde îmal edilmiştir.6
Osmanlı şâhidelerinde görülen hotozların da neredeyse tamamı 17.y.y.
hotoz modasına uygun olarak üretilmişlerdir. Edirne’de görülen hotozlu
şâhide numûneleri, Osmanlı coğrafyasında görülen yekdiğerlerinden
tipolojik cihet îtibâriyle ayrılırlar. Ayrıca Edirne’de görülen hotozlu
şâhideler, süs öğeleri bakımından, İstanbul’daki örneklerden ayrılırlar.
İstanbul’daki hotozlu şâhide örneklerinde görülen ve son derece geniş
bir envanter yelpazesine sâhip olan takılar, Edirne’deki numûnelerin
neredeyse hiç birinde görülmemektedir ki bu durum İstanbul’un başkent
olması ile açıklanabilir.
Edirne’de tespit edebildiğimiz hotozlu şâhide örnekleri arasından
iki tanesi hotozunun arz ettiği sanatlı ve estetik görünüşü ile diğerlerinden ayrılır. Bu iki örnek arasından Üç Şerefeli Câmi hazîresinde bulunan,
hicrî 1138 (m.1725-26) tarihli, Zeynep adlı bir hanıma ait şâhidenin
nihâyetlendiği hotozunun her iki yanında da görülen sorguçlar son
derece ilgi çekici olup, Edirne’deki üç adet sorguçlu hotoz numûnesinden
biridir.7 Merhûmenin ölüm tarihi Rıdvan adlı birisi tarafından ebcetle verilmiş olup, ebcedin verdiği tarih ile şâhide üzerinde rakamla verilen tarih
birbiri ile örtüşmektedir. Mevzûubahis olan şâhidenin kitabe kısmında
günümüz harfleri ile şu ibâreler mahkûktur:
Ruhuna el-Fâtihâ
Şikâfte-i gonca-i bâğ-ı siyâdet soldu hayf
Zehri ol derd-i yetimi hâke ğaltân eyledi
Dedi ol mürg-i heştin tarihin Rıdvan bu dem
Cân-ı Zeyneb gülistân-ı adne tayarân eyledi
(‫)جان زينب كلستان عدنه طيران ايلدى‬
sene 1138
Yüzbaşı Mustafa Ağa’nın kızı Fehime
hanıma ait hotozlu şâhide.
Sanat Tarihçisi
*
44
Edirne’nin sanatlı ve estetik hotozlu şâhidelerinin bir diğeri ise günümüzde Edirne Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nin bahçesinde teşhir edilen
“Ayşe Hanım”a ait, hicrî 1255 (m.1839-40) tarihli şâhidedir. Şâhidenin
kitabe kısmını kuşatan çiçek şekilleri ve hotoz kısmı üzerinde bulunan
tasvirler son derece zarif bir görüntü arz etmektedir. Mezkûr şâhidenin
kitabe kısmında mahkûk bulunan ibârelerin günümüz harfleri ile yazılışı
Yeni Ufuklar, sayı 28
SANAT TARİHİ
şöyledir:
Fâtihâ
Mîrahûr-ı evvel hazret-i şehriyârî
Rütbe-i celîlesiyle surre-i hümâyun-ı
Şâhâne emini el-hâc Ahmed Bey
Hazretlerinin kerîme-i muhteremeleri
Ayşe hanım ruhiçün
1255
Edirne’deki diğer hotozlu şahidelerin tamamına
yakını, neredeyse hiç bir süs öğesine sâhip değildir. Bu
örneklerde şâhidenin nihâyetlendiği başlığın hotoz olduğu, form îtibariyle, vurgulanmış ve bunun dışında her
hangi bir uygulamada bulunulmamıştır. Horozlu Bayır
sokak ile Ağaç Pazarı caddesi’nin kesiştiği yerde bulunan Keresteci Said Efendi Çeşmesi’nin hemen arkasında
bulunan “Fehime Hanım”a ait hicrî 1283 (m.1866-67)
tarihli şâhide bu tip şâhidelerden biridir. Yüzbaşı Mustafa Ağa’nın kızı Fehime’ye ait mezkûr şâhidenin kitabe
kısmının günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir:
Fâtihâ
Bir gonca-i zîbâ idi âh gül benzi soldu
Mürg-i ruhu pervaz idüb bağ-ı adne kondu
Yüzbaşı Mustafa Ağa kerîmesi Fehime hanım
Peder û mâderin hasrette koyub yüzün bekâya
döndü
1283
Surre Emîni Ahmet Bey’in kızı Ayşe Hanıma ait hotozlu şâhide.
Aynı şekilde sâde olan ve tıpkı Fehime hanım gibi bir
asker kızı olan Melek Fûrîz Hanım’a ait hicrî 16 Ramazan
1281 (m.12 Şubat 1865) tarihli şâhidenin kitabe kısmında
günümüz harfleri ile şunlar yazmaktadır:
Fâtihâ
Kazak Alayının binbaşısı
Murad Bey kerîmesi merhûme
Melek Fûrîz hanım ruhuna
fî 1281 Nun 16
Bademlik Kabristanı’nda bulunan bir başka hotozlu
şâhide numûnesi ise hicrî 1229 (m.1813-14) tarihli olup,
Abdullah kızı Emetullah hanıma aittir. Bundan evvel arz
edilen üç örnekte de şâhide sâhibelerinin babaları ya asker ya da devlet görevlisiydi. Fakat bu şâhide sâhibesinin
babası hakkında elimizde hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Mevzûubahis şâhidenin kitabe kısmında mahkûk bulunan ibârelerin günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir:
Fâtihâ
Nev civânım eyledi azm-ı bekâ
Kabrini gülşen ide Bârî Hüdâ
Merhûme ve mağfure
Emetullah bint-i Abdullah
Ruhuna
1229
Şâh Melek Câmi hazîresinde bulunan hicrî 1248
(m.1832-33) tarihli şâhide de süs unsurlarından mahrum bir numûne olarak karşımıza çıkmaktadır. İbrahim
Ağa kızı Fâtıma-üz’Zehra’ya ait mezkûr şâhidenin kitabe
İbrahim Ağa kızı Fatıma’ya ait hotozlu şahide.
45
MAKALE
Abdullah kızı Emetullah’a ait hotozlu şâhide.
Ali kızı Nefise’ya ait hotozlu şâhide.
kısmında mahkûk bulunan ifâdelerin günümüz harfleri
ile yazılışı şöyledir:
Fâtihâ
Şol kader kim âşkı Kurân idi
Leyl û nehâr bülbül gibi efgân idi
Merhumet’un ve mağfuret’un-lehâ Fâtıma
üz’Zehra bint-i İbrahim Ağa ruhiçün
1248
Bademlik Kabristanı’nda bulunan bir başka hotozlu
şâhide örneği ise diğer bütün örneklerden daha eskidir. Ayrıca diğer numûnelerde görülen ve Edirne’de
şâhide sanatının alâmet-i fârikalarından olan Fatiha v.b.
ifâdelerin kitabe başına konma adetine bu şâhidede
uyulmamıştır. Son derece sâde ve bir o kadar da kaba
bir görüntü arz eden hicrî 1176 (1762-63) tarihli şâhide,
Nefise(?) adlı bir hanıma aittir. Şâhidenin kitabe kısmında görmeye alıştığımız satır çizgileri bulunamamakta
ve şâhide sâhibesinin babasının adı, kitabedeki diğer
ifâdelere nazaran çok daha büyük hakkedilmiştir. Mezkur
şâhidenin kitabe kısmında mahkûk bulunan ibârelerin
günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir:
Nefise(?) bint-i
Ali 1176
Verilen örneklerden ve dahi yazının başında da ifâde
edildiği üzere hotozlu şâhideler evlilik çağına gelip,
gelin olamadan vefat eden kadınlara ait şâhidelerde
görülmektedir. Edirne’de bu tip şâhidelerin sayısı
İstanbul’a oranla az ve kompozisyon îtibariyle de onların
son derece gerisindedir. Edirne’deki hotozlu şâhide
örneklerinin kitabeleri, tıpkı Edirne’de bulunan diğer
46
Binbaşı Murat Bey kızı Melek Fûrîz hanıma ait
hotozlu şâhide.
şâhidelerin de büyük kısmında görüldüğü üzere, Fâtihâ
v.b. ile başlar. Edirne’deki bazı kadın şâhidelerini ve
onların bazı husûsiyetlerini beyan etmek için ile kaleme
aldığımız ve ilk iki kısmının neşredildiği bu yazı dizisi
devam edecektir.
1 İsmail Parlatır, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Yargı Yayınevi, Ankara
2006, s.772
2 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.I, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1971, s.89
3 Konya’da kain Karatay Medresesi’nde faaliyet gösteren Karatay
Çini Eserler Müzesi’ndeki hotozlu bir Selçuklu çinisi için bknz:
Mehmet Önder, “Selçuklu Devri Kadın Başlıkları”, Türk Etnografya
Dergisi, S.XIII, İstanbul 1973, s.4
4 Ahmed Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî, Mahmud Bey Matbaası, Dersaadet 1306, s.390
5 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, C.I, Millî
Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, s.817
6 Sevgi Gürtuna, Osmanlı Kadın Giysisi, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1999, s.22
7 Bu şâhide daha evvel Ayşegül Arslan tarafından hazırlanan yüksek
lisans tezinde neşredilmiştir. Tez sâhibesi bu şâhideyi, sehvî olarak,
erkek taşı olarak takdim etmiş ve kimlik kısmına da “belirlenemedi”
kaydı düşmüştür. Şâhide kimliğinin belirlenemediği bir durumda
şâhideyi bir erkeğe mâl etmek hayretâver bir davranış olsa gerekir.
Zann-ı gâlibimize göre metinde günümüz harflerine aktararak paylaştığımız kitabe bölümünün sondan bir önceki satırında geçen “Rıdvan”
ismi, müellifi şaşırtmış ve şâhidenin bir erkeğe ait olduğu yolundaki
hatalı hükmü vermeye sevk etmiştir. Fakat kitabenin son iki satırına
dikkat edilecek olunursa; sondan bir evvelki satırda ismi zikredilen
Rıdvan’ın, ebcet ile tarih düşen kişi olduğu kolaylıkla takdir edilebilir. Bu satırın hemen altında, yani kitabenin son satırında, mahkûk
bulunan “Cân-ı Zeyneb gülistân-ı adne tayarân eyledi” ifâdesi de
şâhide sahibinin bir kadın olduğunu sarâhaten göstermektedir. Ayrıca
mezkûr şâhide kitabesinin ilk satırının iptidâsında geçen “şikâfte”
kelimesi, müellif tarafından ve sehven “şukufte” olarak okumuştur.
Tamamı için bknz: Ayşegül Arslan, Edirne Üç Şerefeli Câmi Haziresi
Mezar Taşları, Yayınlanmamış Master Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s.435
Yeni Ufuklar, sayı 28
TARİH
Bizans’ın suyu nereden
gelirdi?
Dursun YILDIZ*
Özdemir ÖZBAY**
İstanbul Su Sistemi, Dr. Gülfettin Çelik’in hazırladığı
“Vakıf Su Tahlilleri Su Hukuku ve Teşkilatı” adlı çok kapsamlı bir çalışmada incelenmiştir. İstanbul Su Külliyatı’nın
XIV. cildi olan ve çok titiz bir araştırmayla hazırlanan bu
çok değerli kitap birçok esere kaynaklık yapacak özelliktedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda suyun en fazla kullanıldığı ve bazen su sıkıntısının çekildiği şehirlerin başında
şüphesiz İstanbul gelirdi. Bu nedenle İstanbul’a son derece
özen gösterilmiş, özel komisyonlar kurulmuş, detaylı
krokileri ve haritaları çizilmiş ve hatta İstanbul Terkos
İdaresi’ndeki su yollarında meydana gelebilecek herhangi
bir tahribat veya zarardan anında haber alınabilmesi için
mezkûr su yolları boyunca İstanbul Su Şirketi tarafından
telefon hattı tesis edilmiştir (1). Bütün bunlara rağmen
özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul’un su
ihtiyacını gidermede güçlük çekilmiş ve bazı mahallelerde halk susuzluktan mustarip olmuştur (2). Bu nedenle
İstanbul’daki su hizmetleri Osmanlı’nın su konusundaki
uygulamaları ve aldığı önlemler için çok iyi bir örnektir.
Ancak İstanbul’un su yönetimini sağlıklı olarak incelemek
için tarihsel bir bakışa ihtiyaç vardır. Bundan dolayı da
özet olarak İstanbul’un su hizmetleri tarihi ile başlangıç
yapmayı uygun gördük.
İstanbul’un Kuruluşu ve Roma
MÖ 680 yılında Yunanistan’dan gelen Megaralılar
Marmara Denizi’ni geçerek bugünkü Kadıköy’de, MÖ
660’larda ise komutanları Bizans önderliğinde yola çıkan
Megaralıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu’nun
olduğu yerde yerleştiler (3). İşte bu küçük yerleşimler
İstanbul’un çekirdeğini oluşturdu. MÖ 202’de MakedonSu Politikaları Uzmanı, HPA Başkanı
Avukat, DSİ Eski Başhukuk Müşaviri
*
**
yalıların tehdidinden korkan bu yerleşimler Roma’dan
yardım istedi. Daha sonra MÖ 146’da bu küçük yerleşimlerin oluşturduğu Bizantion kenti Roma’nın egemenliğine
girdi. 73 yılında ise Roma’nın Bithynia-Pontus eyaletine
bağlandı.
Kentteki sur inşaatlarına, hipodroma, yeni binaların
yapımına ve sokakların düzenlenmesine MS 200’lü yıllarda başlandığı bilinmektedir. MS 330 yılında Doğu Roma
İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul bu yeni konumu ile dünya kültürü ve siyasetinin önemli bir merkezi
hâline geldi. I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları
Bizantion’a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeniden bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri
yeniden düzenlendi. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı. Hipodrom (4) inşaatı tamamlandı. Önceleri Nea (Yeni) Roma
adı ile anılan kentin adı 330 tarihinde Konstantinopolis
olarak ilan edildi (5). Önce Aya İrini, ardından 360 yılında
da Ayasofya kiliselerini yaptıran I. Constantinus, kenti
Hristiyan dünyası için önemli bir merkez hâline getirdi.
Bizans Döneminde İstanbul
Bizans İmparatorluğu 395 yılında ikiye ayrıldı.
Adriyatik’in batısındaki Batı Roma’nın 476’da yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans
İmparatorluğu’na dönüşmüş ve İstanbul da, bu yeni imparatorluğun başkenti hâline gelmişti. 6. yüzyılın ortaları
(6), Bizans İmparatorluğu ve İstanbul için yeni bir yükseliş
döneminin başlangıcıydı. Ancak 543’te kentte görülen
veba salgını nüfusun yarısının ölümüne sebep olacaktı. 7, 8
ve 9. yüzyıllar İstanbul için kuşatılma yılları oldu. 1204’te
kent, Haçlılar tarafından ele geçirildi ve yağmalandı. Bu
işgal ve yağma sonrasında Orta Çağ’ın en büyük kenti
40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü.
Buondelmonte, Latin işgali sonrasında İstanbul şehrinin
perişan hâlini hatıratında anlatıyor. Planda da pek bina
görünmüyor. Birçok eski eserin, Ayasofya dâhil kiliselerin
harap hâlde olduğunu anlatıyor. Birçok binanın da metruk
hâlde viraneleşmiş olduğunu belirtiyor. Bu bilgiler, 1432’de
şehri ziyaret eden Bruquiere ve 1437’de gelen Venedik’li
Tafur tarafından da teyit ediliyor. Onlar da benzer şeyleri
söylüyorlar. Bununla beraber Galata cihetinde, Ceneviz
kolonisinin bir yüzyıl önceki konumuna göre daha geniş
bir alana yayılmış olduğu anlaşılıyor.
Papaz Buondelmonte’nin 1410-1415 arasında olduğu
tahmin edilen ziyareti sırasında yapmış olduğu İstanbul
planı.
Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve
fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik’e
47
MAKALE
göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde
egemenlik kurabildi. 1261 yılında Palailogos Hanedanı,
İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul’daki Latin
dönemi sona erdi. Doğu Roma, Bizans (7) olarak 1453
yılına kadar yaşadı.
Doğu Roma’nın Başkentine Su
Nereden Gelirdi?
Roma ve Bizans döneminde İstanbul’un su ihtiyacı,
Hadrianus döneminde (117-138), Istıranca Dağları’ndan;
Konstantinus döneminde (324-337) yine Istırancalardan;
Valens döneminde (364-378) Belgrad Ormanları’ndan ve
Theodosius döneminde (379-395) yine Belgrad Ormanları’ndaki dört ana su kaynağından karşılanıyordu (8).
Strzygowski ve Forchheimer, İstanbul’un Bizans dönemi su yapılarını anlattıkları Die Byzantinischen Wasserbehalter von Konstantinopel (1893) isimli kitapta, Belgrad
Ormanları’ndaki bendlerde toplanan suların, boru hatları
ile alınarak Haliç’e akan iki derenin bulunduğu vadiler
üzerinden su kemerleri yoluyla taşınarak Eğrikapı’ya kadar
getirildiğini, yazarlar. Su buradan da kente dağıtılmak
üzere üç ayrı semtteki (At pazarı, Yenibahçe, Ayasofya)
havuzlara ve taksimlere ulaşırdı.
Burada İstanbul kentinin tarihsel nüfusu ile bağlantılı bir su temini analizi için parantez açmak gerektiğini
düşünüyoruz. Birçok makalede Fetih sırasında İstanbul’un
nüfusunun 50 000 civarında olduğu ve su sıkıntısı çekildiği
yer almaktadır. Bu nedenle de Fatih’in eski su yollarını
onarttığı ve yeni su yolları yaptırdığı bilinmektedir. Ancak
Fatih’in bu kararı İstanbul’un o dönemki acil su ihtiyacından daha çok İstanbul’un nüfusunun ve su talebinin
artacağına yönelik bir öngörüden kaynaklanmıştır.
Diğer bir husus ise İstanbul’un fetihten önceki nüfuslarının ortaya koyduğu su talebi tablosudur. İstanbul’un
fetih öncesindeki nüfus tahminlerini ve kentin tarihçesini
veren yayınlar incelendiğinde; özellikle 6. yüzyılın ortalarında Doğu Roma İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde kentin nüfusunun yaklaşık 500 000 olarak tahmin
48
edildiği görülmektedir. Daha sonra veba salgını, kuşatma
altında geçen 7. 8. 9’uncu yüzyıllar ve 1204’teki Latin işgal
ve yağması kentin nüfusunun hızla azaldığı bir dönem
olmuştur. Ancak bazı tahminlerde yine onuncu yüzyılın
ortalarından on ikinci yüzyılın başlarına kadar 400.000’i
aşan nüfusu ile İstanbul’un yine dünyanın en büyük
şehri olduğu yer almaktadır. Bu dönemlerde İstanbul’da
400.000- 500.000 kişinin yaşadığı tahmini doğru ise bu
nüfusun nerede barındığının ve su ihtiyacının nereden ve
nasıl temin edildiğinin de açıklanması gerekir. Bu nüfusun
abartılı olduğu ve yarısının yaşadığı kabul edilse bile bize
o dönemde İstanbul’daki gelişmiş su altyapısının nedenini
göstermektedir.
Aslında İstanbul’un 330 yılında Doğu Roma’nın başkenti olarak ilan edilmesi ve Roma’lıların kente çağrılması,
Kiliselerden su yollarına ve hipodroma kadar büyük bir
imar hamlesinin başlatılması, bu dönemde nüfusun arttığını düşünmemiz için yeterlidir. Bunun yanı sıra, o dönemde
tamamlanan hipodromun 100.000 kişilik oluşu da bu düşünceyi desteklemektedir. Ayrıca Doğu Roma döneminde
İstanbul, Hristiyanlığın merkezi hâline geldikçe Hristiyan
nüfus için bir çekim merkezi olmuştur. Bu da kentin
nüfusunun artışında etkili olmuş olabilir. Buda şehrin suya
ola ihtiyacını artırmıştır. Bu konuda Prof. Dr. İlhan Avcı
şöyle der: “İstanbul’da başlangıçta ihtiyaç duyulan suyun,
genellikle yerleşim alanı içinde açılan kuyulardan ve yüzeysel yağmur sularının toplandığı sarnıçlardan sağlanmış
olduğunu görüyoruz. Daha sonra, milattan sonraki ilk yıllardan itibaren şehrin batıya doğru genişleyerek büyümesi
ve nihayet 330 yılında Roma İmparatorluğu’nun başşehri
olmasıyla gelişen şehre ve artan nüfusa tarihî yarımada
sınırları içindeki sınırlı su kaynakları yetmez olmuş ve
değişik Roma Hükümdarları döneminde yerleşim alanının dışından su transferlerini sağlayan isale tesisleri inşa
edilmiştir” (9).
Roma ve Bizans’ın Su Altyapısı
Bu açıklama da dâhil olmak üzere yukarıdaki değerlendirmelerimizin tümü o dönemde İstanbul’da büyük
Yeni Ufuklar, sayı 28
TARİH
bir nüfusa su temin edildiğini ve bunun için bir su temini
altyapısının bulunduğunu düşündürtmektedir.
Aslında Roma İmparatorluğu su sistemleri konusunda
oldukça ileriydi. MS 3. ve 4. yüzyıllarda Roma kentine
su getiren ve toplam uzunluğu 500 km’yi bulan on bir su
yolu inşa etmişti. Roma döneminin uzun mesafe su iletim
sistemlerinden büyük bir bölümü İtalya dışında, bazıları
Akdeniz ülkelerinde, bazıları da orta Avrupa ülkelerinde
görülür. Bu su yollarının en uzunu 130 km ile Kartaca su
yollarıdır (10).
Roma’nın bu su iletim sistemlerinden bazıları da
İstanbul’dadır.
Araştırmacılardan M. Sabri Doğan ve İlhami Yurdakul, Osmanlı ve İstanbul Suyu ile ilgili eserlerinde Roma
ve Bizans İmparatorluğu devrinde İstanbul’un büyük ve
düzenli bir su şebekesine sahip olduğunu belirtmektedir
(11).
Tüm bu nedenlerle 500 000 kişi olmasa da Fetih’ten
çok önceleri İstanbul’da yaklaşık 100 000-120 000 civarındaki bir nüfusa su temin edildiği söylenebilir.
Bizans döneminde 7. ve 8. yüzyıllarda, şehir surları
dışındaki Romalılardan kalma su tesisleri doğal afetler ve
saldırılar sonucu ağır hasarlar görmüş ve kullanılamaz hâle
gelmiştir. Özellikle 4. ve 5. yüzyıllarda yapımına ağırlık
verilen kapalı ve açık sarnıçlar, Bizans döneminde şehrin
dış su kaynaklarına bağımlılığını azaltmak için inşa edilen
su yapıları olmuştur. Nitekim 1204’teki Latin istilasında,
şehre dışarıdan su sağlayan isale hatları tamamen kullanılamaz hâle gelmiştir (12). Bu da daha önce yapılan
açık ve kapalı sarnıçların ne denli gerekli olduğunu ortaya
koymuştur.
İstanbul’da 1 milyon Metreküplük Su Deposu
Bizans döneminde 70’den fazla üstü kapalı sarnıç (13)
yapılmıştır. Üstü kapalı sarnıçların kapasiteleri toplam
200.000 m3’tür.
Bu dönemde üstü kapalı sarnıçlara ilaveten üstü açık
sarnıçlar da yapılmıştır. Aetio (Vefa Stadı), Aspor (Çukurbostan) ve Hagios Makios sarnıçları bilinen en büyük üstü
açık sarnıçlardır. Üstü açık sarnıçların yıllık su verimleri
toplamı ise 800.000 m3tür (14). İstanbul’da o dönemde
üstü açık ve kapalı olarak bilinen tüm sarnıçlarda yaklaşık
1 milyon m3 su depolanabildiği görülmektedir. Bu da kişi
başına günde 25 litre su tüketimi (15) alındığında 200.000
kişilik bir nüfusun 200 günlük su ihtiyacını karşılamaya
yetmektedir.
Hasara uğramış olsa da kentte büyük bir nüfusa hizmet
etmiş bir su altyapısının bulunması Osmanlı’nın işini
oldukça kolaylaştırmıştır. Bu altyapı Fetih’ten hemen 25
yıl sonra 5 katına, 50 yıl sonra da 7-8 katına çıkan İstanbul
nüfusuna su temininde yararlı olmuştur.
Tarihsel olarak günümüzde de İstanbul’un önemi
bu kente acil su teminini, suyun temini de İstanbul’un
önemini arttırmıştır. Bu nedenle İstanbul’u yönetenler her
zaman bu kente su temini için çok fazla çaba sarf etmiştir.
Ancak Prof Avcı’ya göre “Hemen her dönemde gösterilen
bütün çabalara rağmen, Romalılardan günümüze kadar
İstanbul’daki su sorunu bir türlü çözülememiş ve 2000’li
yıllara gelindiğinde de bu sorunun uzun vadeli çözümü
için, “Bulgaristan sınırından başlayıp Bolu sınırına kadar
uzanan bir alanda kullanılabilir ne kadar su kaynakları
varsa, bunların hemen hepsinin toparlanıp İstanbul’a
getirilmesi” gibi radikal bir yaklaşım ve uygulama içine
girilmiştir” (16).
Bu nedenle de İstanbul’un tarihsel gelişim süreci
boyunca su konusu hep gündemde kalmış ve hatta kentin
gelişmesinde en etkili unsurlardan biri olmuştur.
Kaynakça
(1) MV. 6, 146, 8 Zilkade 1328 (11.11.1910).
(2) Prof. Dr. M. Mehdi İlhan, “Osmanlı Su Yollarının Sevk ve İdaresi” s.
60 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18.940.11700.pdf.
(3) İstanbul’un Tarihçesi, http://istanbuluntarihi.com (Erişim 12 Nisan
2012).
(4) 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi.
(5) İstanbul’un Tarihçesi, http://istanbuluntarihi.com (Erişim 12 Nisan
2012).
(6) İmparator I. Jüstinyen dönemi.
(7) Bizans İmparatorluğu kavramı ilk defa Alman tarihçi Hieronymus
Wolf ’un kullanmıştır. Wolf bu kavramı “Corpus Historiae Byzantinde” (basım yılı 1557) adlı eserinde kullanmıştır. İmparatorluk
yıkılmadan önce ve 1557’ye kadar hiçbir dönmede kullanılmamıştır.
İmparatorluğun adı Latince: Imperium Romanum, sonrada Yunanca
Basileía tôn Rhōmaíōn olarak ifade edilmiştir. Doğu Roma halkı
hiçbir zaman Bizans adını kullanmamış olup Türkler ve Araplar da
onları Romalı anlamında Rum kelimesiyle tanımlamıştır.
(8) Kâzım Çeçen, İstanbul’un Osmanlı Dönemi Su Yolları, (haz. Celal
Koray), İstanbul, 1999, s. 21-23.
(9) İlhan Avcı “İstanbul’un Tarihsel Gelişim Sürecinde Öne Çıkan
Bir Öge: Su”, Türkiye Mühendislik Haberleri Dergisi, Sayı: 413,
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Ankara 2001.
(10) M. Sabri Doğan, İslam Su Medeniyeti ve Konya Suları. Nüve Kültür
Merkezi. Konya, 2004, s. 4.
(11) İlhami Yurdakul, Aziz Şehre Lezizi Su Dersaadet (İstanbul) Su
Şirketi (1873-1933) İstanbul 2010, M. Sabri Doğan a. g. e.
(12) Kâzım Çeçen, a. g. e., s. 26.
(13) Yerebatan (Basilika), Binbirdirek (Philoxenus) ve Acımusluk Sarnıçları, bilinen en meşhur üstü kapalı sarnıçlardır.
(14) M. Tevfik Göksu, “Kuraklık ve Su Yönetimi Sunumu”, http://www.
tusiad.org.tr/__rsc/shared/file/TevfiGoksu.pdf
(15) Günümüzde bir insanın yaşayabilmesi için en düşük tüketim değeri.
49
SANAT
ustalarının gözünden
Batı’ya açılan serhad
şehrimiz:
EDİRNE
Sahip olduğu tarihi mirasa bakıp, “Edirne,
İstanbul’un Boğaz’dan yoksun ikizidir” dersek,
çok da yanlış söylemiş olmayız herhalde.
Antik yerleşim kalıntılarını bir kenara bıraksak
bile Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine ait
tarihi eserler Edirne’yi kültürel miras anlamında farklı bir noktada tutuyor. Elbette
günümüze ulaşan en önemli eserler, bir
dönem başkentliğini de yaptığı Osmanlığı
İmparatorluğu’na aittir Edirne’nin.
Cumhuriyet döneminde yapılan eserler
arasında ise Mimar Kemaleddin’nin imzasını
taşıyan tarihi gar binası ilk akla gelen yerlerde
arasındadır. Gar, 1910 - 1927 yılları arasındaki
I. Ulusal Mimarlık Dönemi üslubunun özgün
örneklerinden biridir.
Elbette bir çırpıda kulliye, kervansaray, hamam, köprü ve de cami adı saymak mümkün
Edirne ilimizde bulunan.
Fakat herkes bilir ki, Edirne deyince Koca
Sinan, Koca Sinan deyince de Selimiye’dir ilk
anılan.
Türk Mimarisi’nin dehası Koca Sinan’ın II.
Selim adına yaptığı ve “Ustalık eserim” dediği
Selimiye Camisi, UNESCO tarafından Dünya
Mirası olarak tecsillenmiş anıtsal yapılarımızın en görkemlilerinden biridir.
Doğaldır ki o dönem ve sonrasında
kentte yapılan ve mimarı anlamda büyük değerler ifade eden başka yapılar,
bu şahaserin gölgesinde çok da varlık
gösterememiş ve hatta neredeyse görmezden gelinmiştir.
Günümüze değil Selimiye hakkında çok
yerli ve yabancı sanat tarihçileri, bilim
insanları, mimarlar çok şeyler yazıp,
söylediler. Muhakkak ki, bundan sonra
da çok şeyler yazılıp, çizilecek.
İstedik ki bu serhat şehrimizi usta objektiflerin kadrajında ve onların bakış
açılarıyla sizlere ulaştıralım. Buyurun,
ÇOFSAT ustaların gözünden Edirne,
Selimiye ve diğer şaheserleri izlemeye...
Keyifli seyirler...
50
Selahattin
KALAYCI
SANAT
Dünya kültür mirasının köşe taşları sayılan uygarlıklardan Roma, Bizans ve Osmanlı’nın bir dönem hükmettiği Edirne, Türkiye Cumhuriye’nin Batı’ya açılan kapısı.
Tarihin her döneminde farklı kültürlerin yoğun ilgisiyle karşılaşmış olması, bu kentimizi neredeyse ayrıcalıklı bir konuma getirmiştir. Hemen her medeniyetin
izlerini barındıran ve yüksek bir turizm potansiyeline sahip olan Edirne denilince, elbette ilk akla gelen yer Selimiye Camii oluyor. Mimar Sinan’ın ‘ustalık eserim’
diye netilendirdiği bu mimari harika, yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret ettikleri anıtsal yapılar arasında yer almaktadır.
SANAT
Enver
AYDIN
Edirne köprüleriyle de ünlü bir
kentimiz. Meriç, Tunca, Fatih ,
Kanuni köprüleri başta olmak
üzere birer mimari şaheser
durumundaki Edirne köprüleri
yerli ve yabancı turistlerin
en çok ilgisini çeken yerler
arasında gelmektedir.
Adalet Kasrı da önemli anıtsal
yapılardan biridir.
Yeni Ufuklar, sayı 28
SANAT
Mustafa Celal
KILIÇMAN
Estetiğin ve mimarî dehânın
bir mabedde zirveye ulaştığı
yerdir Selimiye Camii... Gündüz
ayrı, gece ayrı bir görkemle
kendini hissettirir âdeta. Serhad
şehrimiz Edirne bu ulu mabedle
özdeşleşmiş ve onunla anılır
olmuştur nereydesye. Bir
zarafet nişânesi denebilecek
minareleriyle Türk’ün üstün
sanat gücünü başka kanıta
gerek bırakmayacak biçimde
haykırır...
DÜŞÜNCE
İstişarenin önemi
Necdet BAYRAKTAROĞLU
Türkçe sözlüğün
atası Kaşgarlı
Mahmut’un (10081105) derlediği
Divanu Lügati’tTürk’te “Geniş
elbise parçalanmaz,
danışmakla gelen bilgi
ise bozuk ve kötü
çıkmaz” ve “Danışıklı
bilgi gittikçe artar,
danışıksız bilgi ise
eskir” denilmektedir.
54
İstişare herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için ehline
sormak, danışmak, görüş alışverişinde bulunmak, fikir almak ve birlikte karar
vermektir. İstişarede asıl hedef hakikatin gerçekleşmesi, netleşip ortaya çıkmasıdır. İnsan başkalarına muhtaç bir varlıktır. İstişare de muhtaç olma gerçeğinin
ortaya konulmasıdır. Hayatımızdaki önemli meselelerde daha çok ihtiyacımız vardır. İsabetli görüşün, kararların ortaya çıkması için yapılır. Umumu
ilgilendiren konularda ise istişare daha çok önemlidir.
Dinimiz İslam büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emretmektedir. Kuranımız Şura suresi 38. ayetinde “Onlar işlerini aralarında
danışarak yaparlar” denilmekte, Ali İmran suresi 159. ayetinde ise “…Yapacağın işlerde onların görüşlerini al. Sonra da karar verince de Allah’a dayan,
çünkü Allah, kendine güvenip dayananları sever” denilmektedir.
Allah Resulü Peygamberimiz de “Kendi düşüncenize göre hareket etmeyin”,
“Yapacağı işi ehliyle istişare edene, o işin en güzeli nasip olur” demektedir.
Hz. Enes anlatıyor. Bir mümin Allah’ın Resulüne, “Bana öğüt ver” ricasında
bulundu. O da şöyle buyurdu: “Faydalı ve zararlı taraflarını düşünerek ve gerekli istişareleri yaparak işe başla. Yapacağın işin sonucunu hayırlı görürsen o
işe devam et. Yok eğer o işte dine, ilme ve olgun akla aykırı bir uygulama içine
düşmekten korkarsan hemen bırakıver.”
Peygamberimiz Ali İmran’daki ayette “İş hususunda onlarla müşavere et”
emri gereğince, önemli meselelerde sahabe ile istişarelerde bulunmuştur. Bedir,
Uhud, Hendek Savaşlarında ve Hudeybiye Antlaşması gibi önemli konularda,
sahabe ile istişare ederek karar almıştır. Akıl ve bilgi yönüyle insanların en mükemmeli olan Peygamberimize bile, Allah istişareyi emretmiştir.
İslam idaresi istişare esası üzerine kurulmuştur. Herkesin görüşünün alınması gereklidir. Peygamberimiz yapılacak işlere herkesin ruhen ve fikren iştirakini
istemiş “İstişare eden güvenlik içindedir” demiştir.
Hz. Ebubekir de “İşlerinde Allah’tan korkanla istişare et; selamet bulursun” demektedir.
Atalarımız “Ulu sözü dinleyen ulu dağlar aşar”, “Ulu sözü dinlemeyen
uluya kalır”, “Akıl akıldan üstündür”, “Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp
olur”, “Danışan dağı aşmış, danışmayan düz ovada yolu şaşırmış” demişlerdir.
İstişare ederken kime, kimlere danışılmalıdır? Dinimizde istişare edilecek
kişiler ve kişilerde hangi vasıflar olması gerektiği belirtilmiştir. Bu vasıflar şunlardır:
a) Akıllı olmalı. “Akıllıya danışıp onu dinleyen doğruyu bulur, dinlemeyen pişman olur” (Hadis)
b) İlim sahibi ve salih olmalı. “Salih olan alimlerle istişare edin” (Hadis)
c) Tecrübeli ve işin ehli olmalı. “Ehline soran kişi hakiki yolu bulur”
(Hadis)
d) Fikri kuvvetli ve sıhhatli olmalı. “Eğer bin bilsen bile sormalısın
bir bilene”
e) Güvenli olmalı. “İstişare edilen güvenilen kişidir. Kendisine layık
gördüğünü başkasına tavsiye eder.”, “Danışan yardıma kavuşur, istişare
edilen emindir” (Hadis)
Eski Türklerde devlet işlerini görürken danışmak, istişare etmek, aldıkları kararları topluma benimsetmek, doğru olanı yapmak ihtiyacını duymuşlardır. İstişareler Toy ve Kurultay denilen devlet işlerinin görüldüğü meclislerde
yapılırdı. Orta Asya Türk devletlerinde Hükümdarlar Kaan, Han, Yabgu gibi
unvanlar taşır, devlet başkanı olarak devleti düzenlemek, varlığını koruma ve
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
Oğuzhan’ın meclisinin minyatürü
halkın refahını sağlamakla görevliydiler. Bunları yaparken töreye uymak
zorundaydılar. Törenin kaynağı ise
halk, Han, Toy veya Kurultaydı. Han
bu nedenle halka ve Toy veya Kurultaya bağlı olmak zorundaydı. Devlet
meclisi Toy veya Kurultay, Han’dan
sonra devletin iç ve dış sorunlarının
istişare edildiği, kararların alındığı
yüksek kuruldur.
Toy geleneği
Toy geleneğinin ilk olarak yapıldığı toplantılar Asya Hun İmparatorluğunda başlamıştır (M.Ö. 209-174).
Devlet işlerinin görüldüğü üç büyük
toplantı yapılırdı. Yılbaşı, ilkbahar,
güz dönemlerinde olan bu toplantılarda
istişareler yapılır, kurbanlar kesilir,
ibadetler yapılırdı. Benzer şekilde diğer Türk devletlerinde Toyun yerine
aynı şekilde Kurultay veya başka ad
altında meclislerin olduğu istişarede bulunduklarını görüyoruz. Tabgaç
devletinde “Nazırlar Meclisi”, Hazar
devletinde “İhtiyarlar Meclisi”, Peçeneklerde “Komenton”, Tuna Bulgar
devletinde “Millet Meclisi” istişarelerin yapıldığı önemli meclislerdi. Oğuz
Türklerinde devlet işlerinin istişare
edildiği Toyları görüyoruz. Toya başta hakan olmak üzere hakanın karısı
Hatun, Ayguca (Hükümet Başkanı)
prensler, buyruklar, Erkin, Tudun,
İlteber denilen beyler katılırdı. Toyun
üyelerinden Hatun, devlet işlerinde
söz sahibiydi.
Türk teşkilat yapısının temeli,
birlik ve dayanışmaya önem veren
bir toplum yapısına dayanıyordu. Bu
güçlü yapı Toy, Kurultay gibi benzer,
danışma istişare meclisleri ile yürütülüyordu.
Ayrıca Türklerde bilge kişilere danışmak da değer verilen bir gelenekti.
Bu husus Oğuz Türklerinin destanlarından olan Dede Korkut’ta şöyle
ifade edilmekte: “Korkut Ata, Oğuz
kavminin müşkülünü hallederdi. Her
ne iş olsa Korkut Ataya danışmayınca
yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul
ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi.”
Türk Dil Tarihinin yazılmasını
sağlayan, Türkçenin bilinmeyen pek
çok konusunu aydınlatan, Türkçe
sözlüğün atası Kaşgarlı Mahmut’un
(1008-1105)
derlediği
Divanu
Lügati’t-Türk’te “Geniş elbise parçalanmaz, danışmakla gelen bilgi ise
bozuk ve kötü çıkmaz” ve “Danışıklı
bilgi gittikçe artar, danışıksız bilgi ise
eskir” denilmektedir.
Türkistan’ın Balasagun şehrin-
den Yusuf Has Hacib’in Türk-İslam
Edebiyatının meşhur eseri Kutadgu
Bilig’de akıl, bilgi ve danışma çok fazla anlatılmaktadır. Kutadgu Bilig’de
“Akıl ve bilgiyle hareket eden iki dünyada kutlu olur”, “İnsan akıl ile yükselir, bilgi ile büyür. Her ikisi ile insan
itibar görür” denilerek akıl ve bilginin değeri çok güzel ifade edilmiştir.
1082 yılında Kûhistan Sultanı
Keykâvus bin İskender tarafından kaleme alınan ahlaki nasihatlerin olduğu
Kabusname’de ise “Her işin evvelinde
aklınla, bilinle danış, ondan ol, işi et.
Zira padişahı, veziri, vüzerası akıl ve
bilidir.” denilerek akıl ve danışmanın
önemi belirtilmiştir.
Selçuklularda da, önemli konularda büyük ve geniş katılımlı Kurultay
düzenlenir ve istişarede bulunulurdu. Tuğrul Bey ve Çağrı Bey, Gazne
Hükümdarı Mesut’u Dandanakan’da
(23 mayıs 1040) büyük bozguna
uğrattıktan sonra, Merv’de toplanan
kurultayda eline bir ok aldı, bunu büyük kardeşi Çağrı Bey’e vererek kırmasını istedi. O, oku kolayca kırdı. Ok
sayısı üçe çıkınca zorlandı, ama dört
oku kıramadı. Tuğrul Bey, Selçuklu
ailesi arasında birliğin lüzumunu göstermek maksadıyla yaptığını belirterek kurultaydakilere; “Birlik halinde
55
DÜŞÜNCE
Evlilikte bir eş
kadın veya erkek
fark etmez, evinde
eştir. Birbirleri ile
istişare etmeleri
aile saadetini de
güçlendirecektir.
Karı koca yuvanın,
evliliğin parçalarıdır.
Birbirlerini
tamamlamaktadırlar.
56
kalmadıkları takdirde tek ok gibi kırılabileceklerini, Selçuklu ailesinin
birleşik oklar gibi birlik içinde kalmaları halinde hiç kimsenin kendilerini
yenmeye muktedir olamayacaklarını,
cihanı bile fethedebileceklerini” söylemiştir.
Sultan Alparslan da ilme ve ilim
adamlarına çok önem verir, ulemaya
devamlı danışırdı. Başveziri Nizamülmülk büyük bir alim idi ve Sultana
ülkenin yönetiminde, savaş zamanlarında büyük danışmanlık yapmıştır.
Melikşah da devrin alimlerine danışır,
sohbet ederdi. Sultan Sencer de ilme
ve alime çok değer verir, onlara devamlı danışırdı. Döneminde yaşayan
büyük alim İmam Gazali ve Ahmed
Namık-i Cami’nin tavsiyelerinden
faydalanmıştı. II. Kılıçarslan istişareye önem verir, alimlere ve ulemaya
danışırdı. Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, Alaattin Keykubat ve diğer Selçuklu Sultanları da istişareye önem
verir, alim ve ulemaya saygı gösterirlerdi.
Osmanlı da ilme, alime ve istişareye çok önem verirdi. Divan-ı Hümayun istişare prensibine dayalı bir
meclisti. Konular istişare edilir ve
karar altına alınırdı.
Osman Gazi Selçuklunun bir uç
beyiydi. Bir karar alırken etrafındaki
alimler ve beylerle istişare eder, ona
göre davranırdı. Şeyh Edibali onun
hem danışmanı hem de kayınpederi
idi. Osman Gazi oğlu Orhan Gazi’ye
nasihatinde, “Bildiklerini ulemaya
danış, bir şeyi iyice bilmeden harekete
başlama...” demiştir.
Orhan Gazi de istişareye çok önem
verirdi. Çandarlı Halil’in tavsiyesiyle
devlet hazinesini kurmuştu. I. Murat
da aynı vezirin tavsiyesiyle yeniçeri
ocağını kurmuştu.
Yıldırım Bayezıd tahta çıktığında
29 yaşında idi. Genç yaşta kazandığı
zaferler, fazla gurura kapılmasına yol
açmıştı. Kosova Savaşında Yıldırım
unvanını almış, Niğbolu’da haçlıları
dize getirmişti. Timur’la savaşında
vezirleri Ali Paşa ve Emir Sultan’ın
savaştan vazgeçilmesi fikirlerini dinlememişti.
Fatih Sultan Mehmet de ulemaya ve istişareye önem verirdi. Değerli hocası Akşemseddin büyük bir
alim, yüce bir rehber, yönlendirici ve
güçlendirici bir danışmandı. Cihan
devletinin idaresini en hayati noktalarda etkilemiş, İstanbul’un fethinde
büyük rol üstlenmiştir. Fatih Sultan
Mehmet, fetihten sonra İstanbul’a giriyordu. Rum kızları padişah zannedip
ellerindeki çiçekleri Akşemseddin’e
uzattılar. Oda Fatih’i işaret ederek
“Padişah odur” dedi. Bunun üzerine
Fatih Sultan da, “Padişah benim ama,
o benim hocamdır, çiçekleri ona götürün” diyerek kızların çiçekleri ona
götürmesini söyledi.
Yavuz Sultan Selim de, alimleri
sever ve istişareye önem verirdi. Danışmanı Zembili Ali Efendi’yi çok
sayardı. Huzuruna girdiğinde ayağa
kalkacak kadar ona saygı gösterirdi.
Bir gün Yavuz’un atının dizginlerine
yapışıp şöyle demişti: “Sultanım, eğer
adaletten ayrılır, kendi başına emir
verir, şunu bunu keyfince cezalandırırsan, ben de Şeyhülislam olarak senin padişahlığını inkâr eder ve bütün
dünyaya yayarım.”
1516-1517 yılları… Mısır seferi
sırasında Şeyhülislam İbn-i Kemalpaşa da Yavuz Selim’in yanındadır.
Dönüş yolunda atbaşı giderlerken
Kemalpaşa’nın atının ayağından bir
parça çamur, Yavuz Selim’in kaftanına sıçrar. O büyük alim telaşlanır,
ne yapacağını şaşırır. Onun bu telaşlı
haline karşılık, Yavuz Sultan tarihe
geçen şu sözleri söyler: “Alimin atının
ayağından sıçrayan çamur parçası
bizim için şereftir. Öldüğümde şu çamurlu kaftan üzerime örtülsün”
Kanuni Sultan Süleyman da alim
ve ulemaya, istişareye çok değer veren
bir padişahtı. Danışmanı Ebussuud
Efendi’ye sevgi ve saygısı yüksekti.
Onun nasihatlerini dinlerdi. Kanuni,
sarayının önündeki bir bahçeye kendisine hediye edilen bir armut ağacını diktirir. Zaman zaman onun büyüyüp büyümediğini kontrol eder. Her
nasılsa karıncalar armut ağacını kemirerek kuruturlar. Bunun üzerine Kanuni, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’den
karıncaları öldürmek için yazdığı şu
beyitle fetva ister.
“Dırahta ger ziyan etse karınca,
Zarar var mıdır anı kırınca” (Ağaca karınca zarar verdiği zaman,onu
kırmanın, yok etmenin mahzuru var
mıdır?) Ebussud Efendi de bir beyitle
cevap verir: “Yarın Hakk’ın divanına
varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca”
Osmanlının yedi maddelik anayasasının birinci maddesi “Her nerede
ilim ehli duyarsan ona kulak ver” diyordu. Atalarımız “Büyüklere hürmet
Yeni Ufuklar, sayı 28
DÜŞÜNCE
eden, saadet bulur” demişlerdir. Osmanlı padişahları alimlere danışmadan
işlerini yapmazlardı. Devletin işleri
Divan-ı Hümayun’da istişare edilir,
padişaha arz edilerek karara bağlanırdı. Padişah bazen Divan-ı Hümayun’a
başkanlık etmezdi ama parmaklık
arkasından istişare edilen meseleleri
dinlerdi. Divan-ı Hümayun’a sadrazam, vezirler, kazaskerler, yeniçeri
ağası, kaptan-ı derya, şeyhülislam ve
defterdar katılırdı. Padişahlar halka ve
kadılara hesap verirlerdi. Halk cuma
selamlığında “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var” diyerek
haddini bildirirlerdi.
Devlet başkanı, başbakan dahil ve
devletin kurumlarında (Büyük Millet
Meclisi, Bakanlar Kurulu, İl ve İlçe
meclisleri, köy ihtiyar meclisi gibi),
vakıf, cemiyet, dernek, kooperatif, şirketler ve iş yerlerinde istişareye önem
verilmeli ve kararlar alınmalıdır. Devlet yöneticilerinin bütün kararlarını tek
başına alması ve uygulaması mümkün
değildir. Yönetici istişareyle kararları
alarak ekibi ile işbirliği halinde uygulamaya koyacaktır. İdare de akla bilgiye dayanmalıdır. En akıllı insan başkalarının düşüncelerine saygılı olan,
onlardan yararlanan, doğruya ulaşmak
için başkalarının görüşüne başvuran
insandır. Zira Peygamberimiz “İstişarede bulunan pişman olmaz” diyerek
istişarenin önemini belirtmiştir. Ata
büyüklerimiz de “Akıl akıldan üstündür” demişlerdir. Kişi ne kadar akıllı,
zeki ve tecrübeli olursa olsun, istişarede bulunmadıkça faydalı neticelere
varması, problemlerini iyi bir şekilde
çözümlemesi mümkün değildir.
Yine bir atasözünde “Akıllıya
danışırsan, onun aklı seninle olur”
denilmektedir. Akıllı ile istişare etmek, galip gelmek demektir. İşin
çözümünde birçok fikir bir araya
gelirse daha doğru, mükemmel çözüm
elde edilmiş olur. “Başbaşa vermeyince taş yerinden kalkmaz” derler. Bu
nedenle işyerlerinde her türlü konu
ve problemlerde fikir alma, danışma,
bilgilendirme şeklinde yapıldığı takdirde başarı her zaman yüksek olur.
Düşünür Konfüçyüs “Bir sorunu çözmek için en güzel yol, başkalarının da
fikrini almaktır” demektedir.
Ailede de işler istişare ile görüşülmeli, fikirler söylenmeli, istekler
konuşulup karar verilmelidir. İstişare aileye işlerlik kazandırır, sıcak bir
yaklaşım sağlar. Farklı iradeler, istek
ve talepler istişarede var olmak ister.
Aile fertleri gönül hoşluğu ve şevk
içinde bunu yapmalıdırlar. Ailenin
dirlik ve huzurunun sağlanmasında
önemli bir payı vardır.
Aile olabilmek için birlikte düşünüp birlikte karar almak gerekir. Her
konuda istişare içinde olan ailelerin
mutluluğunun diğer ailelere göre daha
fazla olduğu görülmektedir. Beraberce yaşama paylaşma ile olur. Aynı
yuvayı paylaşan eşler, yardımlaşmaya
daha fazla muhtaçtırlar. Evlilik hayatı,
eşlerin beraberce taşın altına ellerini
koymaları ile kolaylaşır ve zorluklar
aşılır. İşte zorlukları yenmenin, hayatı kolaylaştırmanın ve yuvayı mutlu
kılmanın yolu istişaredir. Aile bireyleri, ortaklaşa verdikleri kararların
bereketini mutlaka göreceklerdir. “Bir
elin nesi var, iki elin sesi var” derler.
Hayatı beraberce paylaşan, sıkıntıları
birlikte göğüsleyen her eş, istişareyi
yuvasının mutluluğu için her zaman
istemelidir.
Kuran’ımız ailenin yönetimini
prensip olarak erkeğe vermiştir. Aile
reisliği ağır bir sorumluluk olup kişiye
özgürlük değil, temsil ve yükümlülük
yükler. Problemlerde paylaşımcı, istek
ve beklentilere önem veren, çözüm
üretme yolunda istişare yapan, bir aile
reisi olunmalıdır. “Tek kanatlı kuş uçmaz” derler. Birlik ve beraberlik sayesinde evlilik başarılı yürür.
Anton P. Çehov “Bir akıl iyidir,
ama iki akıl daha iyidir”, Gerald Massey de ”Danışın ve danıştığınız kişinin görüşlerini kendi görüşlerinizle
birleştiriniz ki, doğru ortaya çıksın”
demiştir. Evlilikte bir eş kadın veya
erkek fark etmez, evinde eştir. Birbirleri ile istişare etmeleri aile saadetini
de güçlendirecektir. Karı koca yuvanın, evliliğin parçalarıdır. Birbirlerini
tamamlamaktadırlar. “Tek taşla duvar
olmaz” derler. Ailede kadın ve erkeğin rolleri bellidir. Kadın eş ve anne,
erkek ise eş ve babadır. Kurulan ailede
eşler görevlerini, rollerini, gereği gibi
yaparlarsa mutluluk onlarla olur.
Ailede babanın, annenin, karı-kocanın her konuda birbirlerine danışmaları, aralarındaki sevgi ve güveni
artıracak, çocuklara örnek teşkil edecektir. Yeri geldiğinde çocuklarla da
istişare edilmelidir. Hz. Ali Efendimiz
“7 yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, 15 yaşına kadar arkadaşlık
ediniz, 15 yaşından sonra istişare ediniz” demiştir. İstişare yapılan evlerde
çocuklar da istişare yapmayı öğrenir.
Çocuklar ve gençler de, anne ve
babalarından, dedelerinden ve büyük
annelerinden, yakınlarındaki sevdiği,
güvendiği büyüklerinden her zaman
kendi hayatları, toplum ve ülke meselelerinde, çevre ile ilgili sorunlarında
sorarak, danışarak karar vermelidirler.
İstişarede bulunan devletler, milletler, fert ve toplumlar doğruyu bulmanın ve isabetli icraatın, başarılı bir
geleceğin yolunu bulur. İstişare sonucu çıkan hükümler, halk üzerinde zulüm, baskı ve adaletsizlik getirmemiş
olur. Peygamberimiz “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez”
demektedir. Hz. Ömer ise “Davalarını istişari yolla halletmeye çalışan
bir millet, idaresinde en doğru yolu
bulmuştur” diyerek devlet ve millette istişarenin önemini çok güzel ifade
etmektedir. Atalarımız “Nerde birlik,
orda dirlik” derler. Düşmanlar bile,
yıkıcılık, hainlik, fitne ve fesadın yapılmasında, yayılmasında birbirlerinin
fikirlerine başvurmakta, birbirinden
faydalanmaktadırlar.
Günümüzde insanların istişareye
daha çok ihtiyacı var. İnanç ve değer
hükümleri giderek bozulmaktadır.
Eğitim ve öğretim kurumlarında, basın ve medyada, gazete ve dergilerde,
sokakta, parkta, her yeni günde millî
ve manevi değerler kaybolmaktadır.
Bu nedenle insanlarımız, özellikle
gençlerimiz ülkesi, ailesi, çevresi ve
kendisinin geleceği ve hayatı için,
bilmediklerini işin ehline, uzmanına,
büyüğüne, bilenine danışarak hareket
etmelidir. “Bin bilirsen de bir bilene
danış” derler.
KANAKLAR
1-Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, İstanbul, 1969.
2-Bahattin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı, Ankara, 1982, s.7
3-İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul, 1995; Türkler ve Medeniyet, Ankara, 1957.
4-Osman
Turan,
Türk
Cihan
Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul,
1979.
5-Erol Güngör, Tarihte Türkler, İstanbul, 1990.
6-A. Arslan - Z. Demirel, Osmanlı Tarihinden ilginç Hikâye ve Anekdotlar, Akçağ Yay., Ankara, 2008.
7-Ö. Coşar Özcan, Osmanlı Tarihine
Seyahat, Akasya Kitap, Ankara, 2007.
57
ÇEVRE
İbrahim
ORTAŞ*
5 Aralık BM Uluslararası
Toprak Yılında İnsan ve
Toprak Arasındaki
İlişkinin Önemi
Bütün tarihî kaynaklar ve arkeolojik
bulgular Anadolu ve
Mezopotamya topraklarının Uygarlık Tarihinin başladığı günlerden bu yana hep
verimli doğal çevre
olduğunu göstermektedir.
Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi, öğretim üyesi
*
58
Özet
İnsan toprak ilişkisi insanın
varlığı ile doğrudan ilişkilidir. Güneş
derilinin ifadesi ile toprak insan değil,
insan toprağa bağlıdır. Bu bağlamda 5 Aralık 2015 günü Birleşmiş
Milletler tarafından Dünya toprak günü ilan edilmiştir. Birleşmiş
Milletlerin 2015 yılını Uluslararası
Toprak Yılı ilan etmesinden dolayı
toprağa yönelik farkındalığı arttırmak
ve insanlığın beslenme kaynağı olan
bu kıt kaynağın yerinde ve amacına
uygun kullanımını teşvik etmek için
uluslararası alanda çeşitli etkinlikler
düzenlemektedir.
FAO Genel Direktörü Dr. José
Graziano da Silva, 5 Aralık Dünya
Toprak Günü için yaptığı açıklamada
insanlığın “sessiz dostu” olan toprağa
yeterince önem verilmediğini belirtti.
Âşık Veysel’in gönül gözü ile gördüğü
“sadık yârinin” yetirince anlaşılması
için toprağın yeniden tanımlanması gerekiyor. Dr. da Silva, “sağlıklı
toprakların sadece gıda, yakıt ve tıbbi
ürünlerin kaynağı olmakla kalmadığını; ekosistem için şart olmakla
birlikte, suyun filtrelenmesi, karbon
döngüsü ve karbon depolanması gibi
konularda, sel ve kıtlık gibi felaket
zamanlarında toprakların kritik bir rol
oynadığını” belirtiyor.
Ekosistemdeki bitki ve hayvanların doğrudan veya dolaylı beslenme
kaynağı olan toprak bugün ne yazık ki
kentlerde arsa, sanayinin hammaddesi
ve diğer amaç dışı kullanımdadır. Son
yıllarda artan küresel iklim değişimleri çerçevesinde toprağın gıda kaynağı
olması yanında dünyanın dengesini
koruması bakımından atmosferdeki
karbondioksitin tutulma kaynağı
olarak görüldüğü için önemi yeniden
keşfedilmiştir. 31 Kasım 2015 tarihinde Paris’te yapılan iklim değişimi
zirvesinde konuşulan konuların içinde
tarım-toprak yönetimi ne kadar vardı
bilmiyorum. Ancak iklim değişimleri
konusundaki çalışmalarda toprak ve
ekolojisi anlaşılmadan çözülemeyeceği
artık açıktır. Toprağı atık bir meta
veya ham madde olarak görmemek ve
onun işlevini ve önemini çok boyutlu
olarak her düzeyde topluma anlatmak
gerekiyor. Toprağın ilk orta öğretimde
öğrencilere öğretilmesi, üniversitelerde “temel bilim disiplini” olarak kabul
görmesi yararlı olacaktır. Ekoloji
bilimi çerçevesinde toprak biliminin
her yönü ile işlenmesi ayrıca yararlı
olacaktır.
Uygarlık Tarihinde
Toprağın Yeri
Uygarlık tarihi insanın ilk insan
olarak gelişimi ile başlayan ve geniş
bir zaman dilimini kapsayan bir süreci
tanımlamaktadır. Bugün en ilkel
kabileden en gelişmiş çağdaş toplumlara kadar her toplumun veya ulusun
bir uygarlık tarihi vardır; fakat her
birinin kilometre taşları birbirinden
farklıdır. İlk insanın avcılık-toplayıcılık yaşam biçiminden, hayvancılık
(çobanlık) -tarımcılık teknolojisine
geçişi insanoğlunun görüp geçirdiği
en büyük kültürel devrimlerden biri
olarak kabul edilmektedir.
Uygarlık; bir halkın kendisine
özgün yanını ortaya koyan, yaşam
biçimlerinin, kullanılan aletlerinin,
çalışma biçimi ve yöntemlerinin,
inananların, düşünsel ve sanatsal faa-
ÇEVRE
FAO Genel Direktörü Dr. José Graziano da Silva 5 Aralık Dünya Toprak Günü için yaptığı açıklamada insanlığın “sessiz dostu” olan
toprağa yeterince önem verilmediğini belirtti.
liyetlerinin, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimlerinin bütünüdür. İnsanın
bütün yaşam yolculuğunda daha iyi
yaşam için verdiği savaşımda elde
ettiği kazanımların temelinde insanın
kendi yaratısı yanında doğal çevrenin
verimli olması da önemli katkıda
bulunmuştur. Bu bağlamda, insan, var
oluşuyla birlikte daha iyi koşullarda
yaşayabilmek, kendisini doğadan gelebilecek tehlikelere karşı koruyabilmek
için verimli bir doğal çevre arama ve
yaşamını orada sürdürme gereğini
duymuştur. Bu nedenledir ki sürekli
verimli alanları, sulak alanları seçmiş
ve buralarda kalmayı yeğlemiştir.
Bütün tarihî kaynaklar ve arkeolojik
bulgular Anadolu ve Mezopotamya
topraklarının Uygarlık Tarihinin
başladığı günlerden bu yana hep
verimli doğal çevre olduğunu göstermektedir. Bu nedenledir ki Yukarı
Mezopotamya olarak bilinen “Fertile
Crescent” (verimli hilal) kavramı bu
topraklar için kullanılmaktadır. O zaman uygarlık veya uygarlıklar, insanla
verimli bir doğanın ortak ürünüdür
denilebilir.
Sorunun insanla başlaması,
insanın tarihi ve onun yaşamsal faaliyetlerinin açıklanması ile başlamaktadır. İnsanın insan olma sürecinde,
yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmek
için oluşan ihtiyaçların karşılanması
ile başlayan süreç, bu soruların yanıtı
olarak kabul edilmelidir. İnsanın ne
zaman evrimleşerek insan olmaya
başladığının ve ihtiyaçlarının ne
olduğunun bilinmesi için en doğru
bilgi, arkeolojik kazı sonuçları ve
ondan sonra gelen yazılı anlatımlardır. Bu bilgi başlangıçta şekillerle
ifade edilen yazının ta kendisiydi.
Sümerlerin toprak parçasını üçgen
ve dörtgene bölerek ölçümler yaptığı
yine kil tabletleri üzerine çizilen yazılı
belgelerden anlaşılmaktadır.
Bilgi çağına giren dünyanın bazı
bölgelerinde, halen, tarım toplumunu
yaşayan insanların bulunması geçmişten günümüze insan-toprak-tarım
ilişkisinin anlaşılmasında önemli bir
kilometre taşı olarak kabul edilmektedir. Bu toplumlar, insanın toprak ile
ilgili bilgi birikimini net bir şekilde
açıklamaktadır.
Toprak Nedir?
Toprak nedir, neden önemlidir?
Toprağın bilimsel tanımı yeterince
yapıldı ancak insan ve sürdürülebilir
yaşam için önemi yeterince açıklanmadı ve insanlık bu konuda ikna
edilmedi diye düşünüyorum.
İnsan toprakla nasıl tanıştı?
İnsanlığın toprak hakkındaki
59
MAKALE
ÇEVRE
Mezopotamya’da
üretim ilişkileri gelişmiş ve üretim artışı
ve artı değerler için
ev odaları yetmeyince daha büyük
binalar inşa edilmiş
ve Tanrı’nın evi bu binalara (tapınaklara)
taşınmıştır. Üretimin artışı ve nüfusun
artışı ile ilk sınıfsal
farklılıkları barındıran
kentler oluşmaya
başladı.
60
düşünceleri evrim süresince değişti mi?
İnsan toprağa maddi ve manevi anlamda nasıl bir değer biçti?
İnsanın çamuru, sonra da kil tabletlerini kullanımı, yumuşak malzeme ve
kayaları oyarak üzerinde canlı resimlerini çizmesi ile toprak bilinci arasında bir
ilişki var mı?
İnançların topraktaki yeri nedir?
Toprağın inançtaki önemi nedir?
Günümüzde insanlığın yarattığı uygarlıklar ve bilgi birikiminde toprağın
yeri nedir?
Bu ve benzeri sorular uzun zamandır sorulmaktadır.
Bu tür sorular sosyal bilimciler yanında din bilginleri ve halk arasında da
sıkça sorulan sorulardır. Soruların kesin bir cevabı olmamakla beraber günümüzden geçmişe değişik disiplinlerin araştırma bulguları ve tarihin sayfaları
arasından ayıklanarak birtakım ilişkiler sağlanabilmektedir.
Toprak Felsefesini Anlamak Gerekir mi?
Toprağı anlamak salt toprak bilimi okumak ile olmuyor, temel bilimler yanında tarih ve sosyoloji de bilmek gerekiyor. Toprağı anlamak için toplumların
dinamiğini ve tarihin işleyişi ile arasındaki diyalektik ilişkiyi doğru algılamak
gerekir.
Sorunun insanla başlaması insanın tarihi ve onun yaşamsal faaliyetlerinin
açıklanması ile başlamaktadır. İnsanın insan olma sürecinde yaşamsal faaliyetlerini sürdürmek için oluşan ihtiyaçların karşılanması ile başlayan süreç bu
soruların yanıtı olarak kabul edilmelidir. İnsanın ne zaman evrimleşerek insan
olmaya başladığının bilinmesi ve ilk ihtiyaçlarının ne olduğunun bilinmesi
Yeni Ufuklar, sayı 27
ÇEVRE
için en doğru bilgi arkeolojik kazı
sonuçları ve ondan sonra gelen yazılı
anlatımlardadır.
Bilgi çağına giren dünyanın bazı
bölgelerinde halen tarım toplumunu
yaşayan insanların bulunması geçmişten günümüze insan-tarım ilişkisinin
anlaşılmasında önemli bir kilometre
taşı olarak irdelenmektedir. İnsanın
bir kısmının bilgi çağında yaşadığı
dünyamızda halen bazı insanların
neolitik dönemi yaşamları insanın
tarım ile ilgili bilgi birikimini net bir
şekilde açıklamaktadır. Yeni Papunagine, Afrika’daki bazı kabileler ve
Brezilya’daki Amazon yerlileri halen
hasırdan yapılmış ve etrafı çamurla
sıvanmış evlerde oturmakta, ağaçla
toprak açılmakta ve beslendikleri
bitkilerin tohumları toprağa gömülmekte, toprak kaplarda yemek pişirilmekte ve su taşınmaktadır. Bugünkü
bilgi toplumunun bu süreçten geçtiği
dikkate alındığında toprak-insan
ilişkisinin evrimi ve yaratıcılığının
sonuçları daha net olarak görülmektedir. İhtiyaçtan doğan alet kullanma
ile başlayan ve bugün en üst düzeyde
teknoloji geliştiren insanın ilk yaşama
kaygısı ile başlattığı süreç bugün aynı
şekilde devam etmektedir.
İnsanın Yaşam Yolculuğunda Şu
Ana Kadar Kat Ettiği Aşamalar
İnsanın insan olma süreci ile
başlayan ve birisinin birisinden daha
fazla pay almasını sağlayan ve bu
uğurda binlerce yıllık yaşamda müşterek oranda yaşama savaşının geldiği
nokta olarak görüyorum.
Mağara yaşamından 104 katlı
gökdelenlere,
Mahrem yerlerini bitki yaprağı ile
kapatan yaşamdan günde birkaç defa
değişen takım elbiselere,
Avcılık ve toplayıcılıktan lüks
restoranlara,
Ok fırlatmaktan kıtalar arası balistik füzelere,
Uçurtmadan uzay gemilerine,
Öküz ile çekilen kağnılardan, saatte 500 km hızla giden süper iletken
trenlere,
Saldan modern uçak gemilerine
Organik gıdalardan transgenik
olarak üretilmiş gıdalara kadar bir
alanı insanlık kat etmiştir.
Anadolu, insanlığın tarım ve
toprakla tanıştığı alanlardan biridir.
Aşıklı Höyük kazılarında ortaya
çıkmıştır ki, MÖ 7200-5000 yılları
arasında ilk sürekli köy topluluklarına
geçen yarı göçebe topluluklar çanak
Yard. Doç. Dr.
*
çömleği düzenli kullanmaya başlamışlardır. Çanak çömlek kullanımını
kerpiçten evlerin yapımı izlemiştir.
Bugün halen Ortadoğu evleri kerpiçten yapılmaktadır. Yemen’in birçok
kentinde üç kata kadar kerpiçten evler
yapılır. Kerpiç ve sıva için kullanılan
kilin farklı olduğu ve her toprağın
kullanılamayacağı ta o zamandan belirlenmiş olacak ki ileriki dönemlerde
seramik, çini ve tuğla sanayiinde belirli toprakların kullanıldığı ve belirli
bölgelere yoğunlaştıkları belirlenmiştir. Tabii çanak çömlek yapımındaki
gelişme ile kil tablet kullanımına
geçilmiş midir bilinmiyor fakat aynı
coğrafyada olması bu ihtimali güçlendirmektedir. Neolitik dönem genel
olarak değerlendirildiğinde çiftçilik ve
çobanlığın yaygınlaştığını göstermektedir. Arkeolojik verilerle Anadolu’da
Çatalhöyük’te ilk yaşamın belirtileri
ortaya çıkmaktadır.
Mezopotamya’da üretim ilişkileri gelişmiş ve üretim artışı ve artı
değerler için ev odaları yetmeyince
daha büyük binalar inşa edilmiş ve
Tanrı’nın evi bu binalara (tapınaklara)
taşınmıştır. Üretimin artışı ve nüfusun
artışı ile ilk sınıfsal farklılıkları barındıran kentler oluşmaya başladı. Tapınaklarda başlayan farklılaşma süreci
tarım ve sanayi farklılaşmasına kadar
süregelmiştir. Bir dönemler kadınların
elinde bulunan çömlekçilik, şarapçılık ve dokumacılık erkeklerin eline
geçmiş ve bölgede yeni zanaat oluşmuştur. Bu süreç ile Mezopotamya’da
erkek egemen toplum süreci başlamış
oldu.
Anadolu’da ve Eski
Türklerde Doğa ve
Toprağa Verilen
Önem
Toprak kutsal bir varlık olarak değişik kültürlerde en üst düzeyde değer
görmüştür. Kökeni belli olmamakla
beraber insanlığın toprağa biçtiği değer onun son derece temiz ve
kirletilmemesi doğrultusundadır. Bu
durum Mecusilerde (ateşe tapanlar)
çok belirgindir, toprak kirlenmesin
diye ölülerini toprağa defnetmezler,
sadece kemiklerini bir çömlek içinde
defnederler. Eski Türklerde ‘yağız yer’
olarak adlandırılan toprak her etkinliğin en son kutsanan halkası olarak
adlandırılmaktadır. Hatta gerek Anadolu Alevileri, Şamanlıkta ve gerekse
Budizmde dinsel törenlerde içilen
içkilerin son damlaları ‘bu yağız yerin
hakkıdır’ diyerek toprağa dökülürmüş.
Divan edebiyatında da bu son damlanın cür’a adıyla toprağa dökülmesi
kuralı var diye belirtilir. Ayrıca yine
inanca göre günahlı ölülerin başı mezarlarında toprakla bulaşmasın diye
bir taş üzerine konur ve buna da ‘yağız yeri kirlenmesin’ nedeni gösterilir.
Anadolu Tahtacı Türkmenlerinde en
ağır suç olarak zina bilinir ve günah
işleyen kişinin cesedi gömülürken
toprağı kirletmesin diye başı dışarıda
tutulur. Yine doğu kökenli dinlerde
benzeri inanışların olduğu belirtilmektedir.
Arap kültüründe ve İslam geleneğinde toprak yine bir temizlik unsuru
olarak görülür ve suyun olmadığı durumlarda teyemmüm (abdest) toprak
ile alınır. Kuranıkerim’de toprak ile
abdest alınması bir ayet ile belirtilmektedir. Halk arasında eli kirlenen
kişi elini toprakla ovarak temizler.
Değişik kültürlerde toprak (kil) en iyi
temizleyici olarak algılanır ve saçın
temizlenmesinde toprak kullanılır,
çamaşır yıkamada toprak kullanılır.
Ayrıca toprak Ortadoğu kültüründe
pekmez ve zeytinyağı işletmelerinde
acı giderici (arıtıcı) olarak kullanılmaktadır. Masare sona ermeden
kazana bir avuç toprak serpilerek bileşikteki her türlü ağır metal ve istenmeyen bileşiklerin toprak kolloidleri
tarafından tutulması ve çökeltilmesi
sağlanmaktadır. Halen de Ortadoğu
halkları nedenini bilmez fakat önemini kavradığı için bu tür işlemlerde
toprak kullanmaktadırlar. Bugünkü
modern teknoloji rafine işlemlerinde
benzer yaklaşımla yüzeyi genişletilmiş
kil blokları kullanmaktadır.
Budizm, Şamanizm, Zerdüştlük
ve Anadolu Alevilerinde yani genellikle doğu kökenli din ve inançlarda doğayla iç içe olmaları sonucu
toprak ve toprakla ilgili birçok ismin
bulunduğu belirtilmektedir. Toprakkale, Topraktepe, Topraklı gibi
köy ve yerleşim isimleri eskiden
beri bulunmaktadır. Hitit döneminde Anadolu’da yerli halkın en çok
benimsediği tanrılar; toprak, bitki
ve verimin tanrısı Telipinu, Fırtına
tanrısı ve Güneş tanrısı gibi doğayı
simgeleyen tanrılar olmuştur. İlginçtir
ki, genelde bütün dinler ve mitolojik
bilgiler bütün uygulamaların altında
61
MAKALE
öbür dünya korkusunu gösterirken,
Anadolu’da insanlar Ana tanrıçayı öte
dünya kaygısı ile sevmemişlerdir.
Tabii topraktan insan yaratmak
bütün medeniyetlerde ve mitolojilerde görülmektedir. Topraktan geldik
toprağa gidiyoruz. Yunan mitolojisinin Havası Pandora Zeus’un buyruğu
ile Tanrı Hephaistos tarafından su ve
topraktan heykeli yapılarak yaratılır.
Ona bütün kötülüklerin ve acıların
içine doldurulduğu kapalı bir kutu
verirler. Pandora bir gün bu kutunun kapağını açar ve bütün kötülükler ve acılar dışarı çıkar. Sadece
umut kalır kutunun içinde. Asya ve
Mezopotamya’da buna benzer söylentiler anlatılmaktadır. Nuh Tufanı da
buna benzer bilgiler taşımaktadır.
İlkel İnsandan
Günümüze Kadar
Toprak Koruma
Kavramı
Kızılderili reisi Seattle’nin,
1854’te, kendisinden toprak satın
almak isteyen ABD Cumhurbaşkanı-
62
na yazdığı mektupta toprağın insana
değil insanın toprağa ait olduğu
güçlü bir şekilde vurgulanmaktadır.
Tabii beyaz adam toprağın ve suyun
kıymetini alınır ve satılır meta olarak
gördüğü için sonunda her türlü
yöntemle, gerek yerlileri öldürerek ve
gerekse esir alarak baş etmiştir. Bugün
tarih sayfalarındaki bu konu geniş
olarak filmlere konu olacak kadar
yaygınlaşmıştır.
Kızılderili Seattle’nin Amerikan
Cumhurbaşkanına yazdığı mektuptan
bazı pasajlarda bugün bile birçoğumuzun aklına gelmeyecek kadar
derin bir felsefe ve doğa korumacılığı
bulunmaktadır.
Diyor ki Kızılderili reis şöyle
diyor:
“Belki vahşi olduğum için anlayamıyorum, ben ve halkım için önemli
olan şeyler oldukça başka; insan bir
su birikintisinin çevresinde toplanmış
kurbağaların, ağaçlardaki kuşların
ve doğanın seslerini duymadıkça
yaşamın ne anlamı, ne değeri olur?
Biz Kızılderili’yiz ve anlamıyoruz.
Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin
yüzünü yalayan rüzgârın sesini ve
kokusunu severiz. Çam ormanlarının
kokusunu taşıyan ve yağmurlarla
yıkanıp gelmiş meltemleri severiz.
Toprak satmamız için yaptığınız
öneriyi inceleyeceğim, eğer önerinizi
kabul edecek olursak bizim de bir
koşulumuz olacak. Beyaz adam bu
topraklar üstünde yaşayan tüm canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim
ve başka düşünemiyorum... Şu gerçeği
iyi biliyorum. Toprak insana değil,
insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki
her şey, bir ailenin bireylerini birbirine
bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine
bağlıdır. Bu nedenle de, dünyanın
başına gelen her felaket, insanoğlunun
da başına gelmiş demektir.”
İnsan-Toprak
İnsanın doğadan etkilenerek
sosyal yapısını düzenlemesi olgusu en
iyi toprak sürecinde tanımlanabilir.
Çevremizde gördüğümüz küçücük
bir bahçede büyük-küçük, çiçekliçiçeksiz, meyveli-meyvesiz, güzel
kokan-kokmayan, tek yılık-çok yıllık
bitkiler aynı ortamda konaklamakta,
beslenerek varlıklarını sürdürmektedir. Bunun biz insanlara yansıması
ise, bizler de birlikte yaşayabiliriz,
bizler de paylaşabiliriz. Fakat her
zaman doğada çınar ağacı olacaktır
ve gölgesinde ot bitirtmez, bizim aramızda da ben merkezli hep bana hep
bana diyenler olacaktır. Bu diyalek-
Yeni Ufuklar, sayı 28
ÇEVRE
tiğin kuralıdır. Toprakta son yılların
teknik imkânları ile birbirinden farklı
özelikte milyonlarca toprak canlısının
var olduğu anlaşılmıştır. Bunların bir
kısmı birbirini destekler, bir kısmı
birbirini yok ederken bir kısmı da
birbirini kontrol etmektedir. Bütün bu
olgular, büyük bir âlemde canlıların
birbirlerini ne denli tamamladıklarını
göstermektedir. İşte bu noktada insan
halkanın dışında değil halkanın içinde
bulunmaktadır.
Topraktan insana beslenme
zincirinde bütün canlıların bir şekilde
topraktan beslenerek bir sonraki
aşamaya besin kaynağı hazırladıkları
belirlenmektedir. İşte topraktaki beslenme zincirinde meydan gelebilecek
bir aksama insanın beslenme ilişkisini
bozacaktır. Bu ilişkinin bozulmaması
için yakın geçmişin büyük ozanı Âşık
Veysel insanlara şu mesajı vermiştir:
“Âdem’den bu yana neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve bitirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yârim kara topraktır”.
Toprak Kavramının
Modern Bilime
Katkısı
İnsanın doğaya hâkim olma
sürecinde, bulduğu çanak-çömlek,
tekerleğin keşfi, toprak işleme ve
diğer buluşlar beraberinde bilginin entegrasyonu ve yazılı duruma
geçişini zorunlu hale getirmiştir.
Yerleşim yerlerinin oluşması, kent
yaşamı, mimarinin gelişimi, tarlaların
ekilip dikilmesi, oluşan artı ürünün
değerlendirilmesi ve yeni üretimin
yapılması için bazı ek bilgilerin
kullanımı zorunlu hale gelmişti. Bu
bilgi başlangıçta şekillerle ifade edilen
yazının ta kendisiydi. Sümerlerin
toprak parçasını üçgen ve dörtgene
bölerek ölçümler yaptığı yine kil tabletleri üzerine çizilen yazılı belgelerden anlaşılmaktadır.
Bilindiği gibi insanlar Nil
kenarındaki verimli arazilerde dört
mevsim tarım yapmaktadır. Zaman
zaman Nil 80-100 km sağa ve sola
taşmakta ve getirdiği kil, silt ve kum
birikintileri yüzeye düşmektedir.
Her ne kadar gelen materyal iyi bir
yetiştirme ortamı hazırlıyorsa da
çiftçilerin tarlaları ve onların sınırları
kaybolmaktadır. Zamanla toprak
anlaşmazlıkları çıkmaktadır. Yüz
yıllar süren bu tür sorunlar Öklit’in
geometrisini yaratır. Öklit çiftçilerin
sınır anlaşmazlıklarını Öklit bağıntı
yardımı ile çözer.
Çanak yapımı gibi tuğla yapımının kullanıcı insana kazandırdığı
özgür irade kullanımı insanın ev ve
yerleşim yeri sağlamada yeni olanaklar yaratmıştır. Tuğla mimarisi uygulamalı matematik bilimine de büyük
bir katkıda bulunmuştur. Eşkenar
dörtgen şeklinde yapılan tuğlaların
yığındaki tuğla sayısı üç kenardaki tuğlaların sayısının çarpımı ile
hesapladıkları bilinmektedir. İnsanlar
bu anlamda artı değerlerini korumak
için ‘anaforlar’ geliştirmişlerdir. Anaforların günümüzde bazı bölgelerde
kullanılıyor olması tarım toplumunun
etkilerinin ne denli güçlü olduğunun
bir göstergesidir.
Mısır’da kent ekonomisinin gelişmesi beraberinde geometrik ilişkiler
konusunda da bilgi gerektiriyordu.
Ekilecek tohum miktarı için tarlanın
alanının saptanması gerekiyordu.
Vergi toplayıcı ne kadar vergi alacağını bilmek için tarlanın büyüklüğünü bilmesi gerektiği için kabaca
alan hesapları geliştirmişlerdi. M.Ö
3000 yıllarında Sümerler, tarlaların
alanlarını her iki kenarını birlikte
hesaplayarak bulurlardı. Kısaca dikdörtgenin alanını doğru bulmak için
doğru formülü kullandıkları anlaşılıyor (Gordon Child, 2001, Kendini
Yaratan İnsan, Varlık yayınları). Mısır
ve Babil’de tarlaların üçgen veya
dörtgenlere ayrılarak hesaplandığı
görülmekte fakat ölçek bilgisinin
gelişmediği anlaşılmaktadır.
Kazanılan topraklarda meyve
ağaçları ve bağlar zamanla tarım tekniklerinin geliştirilmesini ve bunların
öğretilmesini sağlamıştır. Fakat bunun nasıl ve hangi süreçlerden geçtiği
tam bilinmiyor.
İnsanın bugün geliştirdiği teknoloji birikimi bir noktada geçmişte
doğadan etkilenen ve sorun çözmeye
dayalıdır. Mühendislikte yapı şekilleri tanımlamasında doğa ölçüleri
ilkedir. Yer yüzeyi şekilleri, doğal
objelerdir. Ayrıca ölçü birimlerinin
kullanılmasında yine doğa birimleri
kullanılmıştır. Batının kullandığı ark,
foot gibi ölçü birimleri ta ilk çağlarda
kullanılan birimlerdir. Arazi ölçümlerinde ayak mesafesi, parmak ölçümü
gibi kavramlar ilk tarım toplumunun
kullandığı kavramlardır.
Türkiye Toprak
Kullanımı ve Kaybı
Yönünden ne
Durumda?
Türkiye’nin yüzölçümü 777.971
km2 olup, en önemli doğal kaynaklarından birisi de toprağıdır. Ülke
topraklarının tarımda kullanılan
arazisi ise 27.9 milyon hektardır.
Ancak amaç dışı toprak kullanımından dolayı bugün kullanılabilir tarım
arazisi 24 milyon hektardır. Ülkemiz,
yanlış bilinenin aksine su ve tarım
toprağı yoksuludur. Bununla beraber
her yıl binlerce dekar birinci ve ikinci
sınıf tarım arazisi, konut, sanayi ve
turizm yapılaşmaları nedeniyle işgal
ediliyor
Ülke yüzölçümünün ancak %
6.4’ü birinci sınıf, % 8.7’si ikinci sınıf
tarım toprağını oluşturmaktadır.
Türkiye topraklarının ancak % 5 kadarı kaliteli, % 93.5 kadarı ise özürlü
topraklara sahiptir. Ülkemiz topraklarında halen mevcut tarım yapmaya
uygun I, II ve III. sınıf arazi toplamı
19,3 milyon ha’dır. Bazı koruma
tedbirleri alınarak işlemeli tarım
yapılabilecek IV. sınıf arazi miktarı
ise 7,2 milyon ha’dır. İşlemeli tarıma
uygun olmayan, orman ve çayır ile
kaplı olması gereken 50,1 milyon ha
arazinin ise, 20,7 milyon ha’ı orman,
21 milyon ha’ı çayır ve mera, geriye
kalan 8,3 milyonluk kısmında ilkel
ve uygun olmayan usullerle tarım
yapılmaktadır.
Köy Hizmetleri Araştırma Enstitüsünce yapılan bir araştırmaya göre
1938 yılında Türkiye’nin % 16,9’u
tarım, % 13,4’ü orman, % 52,8’i
mera (yaylalar da dahil) alanı iken
1980 yılı itibariyle % 31,5’i tarım, %
26,0’sı orman ve % 27,9’luk kısmı ise
mera alanı haline gelmiştir. Sanırım
günümüzde durum daha da vahim
biçimde mera ve ormanlık alanlar
aleyhine değişmiştir. Görüldüğü
üzere ülkemizde maalesef tarım
toprağı olmaması gereken alanlar
tarla toprağına dönüştürüldü. Bunun
sonucu toprak üretkenliği azaldı ve
toprak çok kısa sürede yorgun üşerek
verimsizleşti. Belki asıl sıkıntının ve
ormanlar üzerindeki otlatma baskısının temel sebeplerinden birisi de bu
durumdur.
63
MAKALE
Yanlış ve Amaç
Dışı Toprak Kullanımı ve İnsanlığın
Geleceği
Kırsaldan kente göç ile birlikte başta Çukurova olmak üzere
Osmaniye’den Mersin’e kadar E5
karayolunun sağlı sollu olarak oluşan
yerleşim yerleri ve sanayi tesisleri en
çarpıcı örneklerin başında gelmektedir. Bu şekilde amaç dışı kullanılan
tarım topraklarının % 5 düzeyinin
üzerinde olduğu bilinmektedir. Tuğla
ve seramik sanayii için başta Manisa,
İznik ve Bursa ovası olmak üzere
çok sayıda alanda tarım toprakları metrelerce derinlerden alınarak
tuğla sanayiine taşınmakta ve açılan
çukurlar tarım alanlarının bozunumuna neden olmaktadır. Trakya
bölgesinde sanayileşme ile birlikte
başlayan tarım topraklarının kirlenmesi yanında Karadeniz sahil yolunun
tahrip ettiği kıyı şeridindeki fındık
için uygun tarım alanları, toprakların
elden çıkmasına neden gösterilen
alanların başında gelmektedir. Yanlış
toprak ve bitki yönetimi sonucu tarım
alanlarının hızla tuzlulaşması da
ayrıca tarım topraklarının bozunumunu tehdit eden faktörlerin başında
gelmektedir. Türkiye genelinde 1.5
milyon hektar alan değişik düzeylerde
tuzluluk sınıflarında olup GAP’ın
sulamaya açılması ile birlikte yapılan
yanlış sulama ve toprak bitki yönetiminden dolayı bugüne kadar 15
bin hektar alan tuzlulaşmıştır. Konya
ovasında aşırı şekilde çekilen yer altı
sularının yarattığı olumsuz etkiler ve
azalan su miktarı ile birlikte başlayan
Tuz Gölü’nün kuruması önümüzdeki
dönemlerde İç Anadolu’da başlayacak
olan kuraklık ve çölleşme ile birlikte
tarım topaklarının elden çıkmasına
neden olacaktır.
1 Temmuz 2006 tarih ve 26215
sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Dokuzuncu Kalkınma Planı
Raporu’nun (2007-2013’te Plan Öncesi Dönemde Türkiye’de Ekonomik
ve Sosyal Gelişmeler) başlığı altında
son on yılda tarım dışına çıkarılan
yüksek verimli tarım alanları toplamının 1.26 milyon hektara ulaştığı belirtilmektedir ki bu rakam İstanbul’un
iki misli kadardır.
64
Erozyon ve
Toprak Bozunumu
Türkiye’nin en
Ciddi Sorunlarının
Başında Geliyor
Ülkemiz topraklarının % 78.8’ü
aktif erozyon (orta veya şiddetli
erozyon) ve çeşitli derecelerde erozyon tehdidi altındadır. Küresel iklim
değişimleri ile azalacak olan yağış ve
su ile birlikte çölleşme ve erozyonun
artacağı beklenilmektedir. Toprakların erozyona uğramasıyla, barajların
ve göllerin doğal ömründen çok daha
önce dolmasına neden olur. Toprakların kirlenmesi ile beslenme zincirinde
aksaklıklar oluşarak üretilen ürün ve
gıdaların toplum sağlığını bozması
kaçınılmaz olacaktır.
Sonuç olarak her ne kadar topraktan dolaylı yollardan gıda sağlasak da
toprağı yeterince tanımadığımı söylersem abartmamış olurum. Toprak
bilimcileri olarak artan iklim değişimleri konusu çerçevesinde toprağın
öneminin ne denli büyük olduğunu
bir kez daha öğrenmiş bulunuyoruz.
Günden güne toprağın fonksiyonlarını ve sürülebilir yaşam için önemini
kavramaya çalışıyoruz. Bu bağlamda
üzerinde beslendiğimiz ve varlığımızı
sürdürdüğümüz toprak konusunda
ülkemizin bir tarım-toprak politikasının olması önemli. Toprakların amaca
uygun kullanımı ayrıca çok çok
önemlidir. Hepsinden önemlisi ise
toprağın öneminin topluma kazandırılması gerekir.
5 Aralık 2015 uluslararası toprak
yılı bu bağlamda bir vesile olmaktadır. Hepimizin günü mutlu ve kutlu
olsun.
Yararlanılan Kaynaklar
1. Güzel Bahçe (Revnak-ı Bostan), yazarı bilinmiyor, 16 yüzyılda yazıldığı belirlenen makale Abdi Özkök
tarafından Türkçeleştirmiştir, Tarım
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1967.
2. Nejat Bindoğan, Bilim ve Ütopya, Sayı 38, 1997.
3. Orhan Hançerlioğlu, Dünya
İnançlar Sözlüğü, İnkılap Yayınevi,
İstanbul 1995.
4. E. Akurgal, Anadolu Uygarlıkları, Net Yayınları, İstanbul 1987.
5. Carleton Coon Caravan, The
Story of the Middle East, New York,
Holt 1962.
6. Shelton H. Davis, Indigenous
Views of Land and the Environment,
188 World bank Discussion paper.
Washington. D.C. 1993.
7. Daniel Hillel, Rivers of Eden,
Oxford Universitey Press, New York
1994.
8. Gordon Child, Kendini Yaratan
İnsan, Varlık Yayınevi, İstanbul 2001.
9. Clive Ponting, A Green History
of the World: The Environment and
the Collapse of Great Civilizations,
Penguin Books, New York 1991.
10. Alaeddin Şenel, İlkel Topluluklardan Uygar Topluma, Ankara
1997.
MAKALE
Sineklerin Tanrısı ve
Devlet
Mustafa
ŞAHİN
Golding’in yazdığı Sineklerin Tanrısı aslında,
Robert Ballantyne’nin
Mercan Adası romanına bir karşı tez olarak karşıya çıkmıştır.
Britanyalı her çocuğun
okuduğu ya da haberdar olduğu Mercan
Adası’nda da Sineklerin
Tanrısı’nda olduğu gibi
adaya düşen Britanyalı
çocukların hikâyesi anlatılmaktadır.
66
Sineklerin Tanrısı ve Devlet
Doğrudur felek bu gün bizi rüsvay eyledi
Amma hey! Sen sen ol tenhada elime geçme
-Süleyman Çobanoğlu
William Golding’in alegorik biçimde kaleme aldığı kendisine Nobel ödülü
getiren Sineklerin Tanrısı, alışılmıştan farklı olarak insanın içindeki iyi özlere
değil kötü özlere dikkat çeker.Bu kötü özlere dikkat çekmek için yine sıra dışı
bir yöntem seyrederek kendisine çocukları seçen Golding, bu seçimi sebebiyle
çok fazla eleştiriye maruz kalır.Yazıldığı dönem itibariyle Avrupa Merkezli tarih
anlayışında medeniyetin zirvesi kabul edilen Britanya’da yetişmiş ilk ve ortaokul
çocuklarının Sigmund Freud’un Totem ve Tabu’sunda anlattığı kabilelere dönüşmesi 3. Dünya Savaşı sırasında nükleer bir saldırıdan kaçırılmaları esnasında
uçaklarının düşmesiyle başlar ve Jack ve kabilesinin öldürmek için kovaladığı
Ralp’in kaçarken bir subayın ayaklarının önüne düşmesiyle son bulur.
İlk düşme şokunu atlatan çocuklar adanın her tarafına dağılmış haldeyken
gerçek adını öğrenemediğimiz ve domuzcuk olarak çağırılan şişman, gözleri ileri
derecede bozuk, seyrek saçlı ve astım hastası olan çocuk bir deniz kabuğu bulur
ve bunu öttürmesi için yaşıtlarına göre gelişmiş vücutlu, zeki ve daha olgun
davranışları olan Ralp’e verir. Şeytanminaresi olarak adlandırılan deniz kabuğunu Domuzcuk’un telkinleriyle öttüren Ralp adaya dağılmış çocukların sahile
toplanmasını sağlar ve yapılan seçimde lider seçilir. Ralp’e rakip olarak kilise
korosunun başı olan Jack çıkar fakat çocuklar şeytanminaresini bir çeşit meşruiyet aracı olarak görüp Jack’i değil Ralp’i destekler.Aydın zümresi Domuzcuk
olan, aydın zümrenin önerilerini dikkate alan, medeniyetle bağını koparmak
istemeyen lideri Ralp olan ve din temelli iktidarını genişletememenin hırsıyla
bilenen, muhalefeti Jack olan minimal bir devlet kurulur.Bu kadar çok hastalığın
domuzcuk’ta toplanmış olması Golding’in aydın zümrenin sıkıntılarını anlatmak
için seçtiği bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.Bununla birlikte Golding
aydın kesimi de eleştirmekten geri durmaz.Domuzcuk çoğu zaman rahatsızlıklarını öne sürerek işten kaçmaktadır ve kendilerini Rusların kurtarmasının
sonuçlarının daha kötü olacağına inanmaktadır.Bilgelider Ralp’in öncelikleri
kurtarılmak ve barınak yapmak iken muhalif lider Jack’in hedefleri avcılıktır, öyle
ki Jack bir domuz avlamadan adadan kurtulmayı dahi istememektedir. İlk toplantıda barınak yapılması ve açıktan geçen gemiler tarafından fark edilmek için
ateş yakılması planlanır fakat ikisi de tam olarak gerçekleştirilemez. Çocuklar ilk
ateş yakma deneyimlerinde adanın bir kısmını yakarlar ve ilk toplantıda bir çeşit
canavardan bahseden bir küçük çocuğun ölümüne sebep olurlar. Başarısız olan
ilk ateş yakma deneyiminin ardından grup işbölümü yaparak ikiye bölünür, Jack
ve avcıları dağda avcılık ve ateşi faal tutma görevlerini üstlenirken Ralp ve diğer
çocuklar sahilde barınak yapımını üstlenir. En başından beri şeytanminaresini
önemsemeyen Jack grubun önceliklerini hiçe sayarak nöbetçilerde dahil olmak
üzere dağda kalan herkesi ava çıkarır, yumuşak huylu olan Ralp ise sahilde
kalanları bir türlü istediği çalışma temposuna sokamaz. Grubun ikiye bölünmesi
esasında Ralp’in iktidarına büyük bir darbe vurmuştur, dağdaki grup üzerinde
sınırsız ve keyfi iktidar sahibi olan Jack bir daha Ralp’in grubun tümüne liderlik
etmesine izin vermeyecektir. Zıtlıklar eşit olarak dağılmış haldedir; mutlak iyi
olan Simon,Ralp’ten yana tavır alırken mutlak kötü olan Roger,Jack’ten yana tavır
alır.
Grup ilk kurtuluş fırsatını Jack’in avcılık hırsı sebebiyle kaçırır. Ateşin sönmemesinden sorumlu nöbetçiler domuz avına götürülür, ateş söner ve açıktan
geçen gemidekilerin görmesi gereken duman ortaya çıkmaz. Bu büyük ihmalin üzerine sahilde kalan Ralp ve grubu dağa avcıların yanına hesap sormaya
giderler. Arzusuna ulaşan, bir canlıyı öldürme hissini yaşayan Jack, söylenenleri
umursamaz. Kitapta mutlak kötü olan Roger kendisinden haberi olmayan bir
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
medeniyetin kendisini koşullandırmasına bağlı haldedir. Küçüklerden birini
taşla ezerek öldürmek istemesine
rağmen medeniyetle olan bağını koparamamış olması cinayeti engeller. Jack
ise medeniyetle olan bağını yüzüne
sürdüğü boyalar sayesinde tamamıyla
koparmıştır. Roger ve Jack’ın medeniyetten kopma çalışmaları sürerken
Domuzcuk bir çeşit güneş saati yaparak
medeniyete daha sıkı bir şekilde bağlanmak ister fakat fikri Ralp tarafından beğenilmez. Ralp’ten yana tavır
alan iyiliğin vücut bulmuş hali olan
Simon da medeniyetle bağını koparmak istemeyenlerdendir, bu sebeple
canavar hikâyesinin gerçek olmadığını
ispatlamak için dağın en tepesine, canavarın yaşadığı yere gitmek istemektedir. Adadaki devletin aydın zümresi
olan Domuzcuk artık totaliter bir lider
haline gelmiş Jack’ten ilk önemli darbesini yer, dağa hesap sormaya giden
Ralp’e eşlik eder ve tartışma sonucu
çıkan arbedede Jack, Domuzcuk’a saldırarak gözlüğünün camlarından birini
kırar. Ülkenin aydını artık dünyayı tek
gözle görecektir.Jack Ralp’in kendisi
üzerindeki kesin otoritesini belki de
son kez kabul ederek Domuzcuk’tan
özür diler ve avcıları üzerinde olan
iktidarını bu “cesur” duruşuyla bir kez
daha arttırır.Ardından avladıkları domuzu Domuzcuk’un gözlüğünün camını kullanarak yaktıkları ateşte pişirerek
yerler. Ertesi gün sahilde Şeytanminaresi öttürülür ve toplantı yapılır. Ralp
olanlardan dolayı sinirli ve üzgündür.
Kurtuluş şansı kaybedilmiş, Domuzcuk
zarar görmüş ve kendi iktidarı hiçe
sayılmış haldedir. Medeniyetle bağ
kurmanın önemini bu toplantıda uzun
uzun vurgular, esasında istedikleri tuvalet olarak sadece bir yeri kullanmak,
içilebilir suyu barınaklara bir hatla taşımak, kendilerini fırtınada koruyacak
barınakları sağlamlaştırmak ve kurtulmalarının tek ümidi olan ateşi sürekli
faal halde tutmaktır. Adadaki nüfus
düşünüldüğünde Ralp’in istedikleri
basit ve sıradan şeylerdir fakat devreye
Jack ve iktidar hırsı girmiştir. Dönülmez akşamın ufku çoktan aşılmıştır.
Canavarın var olup olmadığı üzerine
sonuca bağlanamayan tartışmalar
yapılır,Jack küçüklere bağırıp çağırırken Ralp meseleyi daha insani yollarla
çözmeye çalışır. Simon’sa adada aslında
onlardan başka canavar olmadığını
iddia ederek Domuzcuk’u sinirlendirmiştir. Simon haklıdır, insandan daha
zararlı bir yaratık dünyaya gelmemiştir
bununla birlikte insandan daha yararlı
bir yaratık da dünyaya gelmemiştir.
Simon’un sözleri tartışmaya yol açar ve
Jack beklediği fırsatı elde eder. Ralp’in,
seçimin, şeytanminaresinin meşruiyetinin reddederek gerçek işi kendisinin
yaptığını iddia eder ve toplantı dağılır.
Meşruiyeti ve iktidarı sorgulanan
Ralp liderliği bırakmayı düşünür fakat
Domuzcuk ve Simon Ralp’i bu fikrinden vazgeçirirler. Simon ve Domuzcuk
Jack’in şef olması durumunda sonsuza
dek adada kalacaklarına ve başlarına
kötü şeylerin geleceğine inanmaktadırlar. Ralp telkinlerle bu düşüncesinden vazgeçer fakat iktidarının eskisi
gibi olmayacağının ve kötü şeylerin
kapıda olduğunun farkındadır.
Medeniyetten
kopmuş
Toplantının ardından ateş nöbeti
tutan ikizler hariç tüm çocuklar uyur,
ateşin başında sohbet eden ikizler
adanın tepesinde canavar zannettikleri
şeyi görürler, rüzgâr estikçe kabaran,
garip sesler çıkartan kocaman bir yaratığın onlara doğru baktığı zannıyla
sahile kadar kaçarlar. İkizlerin canavar
zannettikleri şey uçaktan paraşütle
atlayan fakat sağ kurtulamayan bir
askerdir. Paraşüt ağaca takıldığı için
rüzgârda kabarıp şişmektedir, paraşütün ipleri de ölü askerin cansız
bedenine takıldığından vücutta her
rüzgâr estiğinde hareket etmektedir.
Medeniyetten kopmuş, muhakeme
yetenekleri gelişmemiş çocuklar işin
aslını araştırmamış orada bir canavarın
olduğuna inanma yolunu seçmişlerdir.
Simon, Domuzcuk ve Ralp dışında
herkes bir canavarın varlığına inanır.
Başta canavarın olmadığını, olamayacağını söyleyen Jack dahi canavara
inanır. Canavar korkusu esasında
Jack’ın tüm iktidarı elde etmesine olanak sağlar. Artık şeytanminaresi’nin
meşruiyeti kalmamıştır, Ralp iktidarını
korumak için elinden geleni yapmaktadır fakat yeterli olmamaktadır.
Küçük çocukların yanına büyüklerden
sadece Domuzcuk bırakılır ve canavarı
öldürmek için bir avcı timi oluşturulur. Her zamankinden farklı olarak
time, Ralp ve Simon’da katılırlar. Ralp
bu time katılmadığı takdirde tüm
meşruiyetini yitireceğini bildiğinden
bu yolculuğa katılır. Simon ise hem
canavarın varlığına inanmadığından
hem de Ralp’i yalnız bırakmak istemediğinden bu time katılır. Gidilen
yerlerde canavara dair bir emare görmeyen tim adanın diğer tarafına doğru
yürürken Ralp medeniyetten ne kadar
uzaklaşmış olduklarını bir kez daha
farkeder. Elbiselerin artık bir önemi
kalmamıştır, edepli olmak ya da rahat
etmek için değil sadece alışkanlıktan
elbise giydiklerinin farkına varmıştır.
Kabile içinde sadece Domuzcuk elbisesi kirlendikçe yıkamakta ve ısrarla
bunu devam ettirmektedir. Daha da
vahim olanı elbiselerin alışkanlık olarak giyilmesine tüm kabile alışmıştır.
Ralp bunları düşünürken önlerinden
bir domuz geçer, şuursuzca mızrağını
fırlatan Ralp’in tahta mızrağı domuzu
sadece yaralar. Domuza karşı güç kullanabilmiş olmasının avcılar arasında
ona sağladığı saygınlığın keyfini kısa
bir süreliğine de olsa tadan Ralp’in
mutluluğu Jack’in başlattığı ayinle son
bulur, çocuklardan birisi domuz gibi
davranırken diğerleri de onu avlamaktadır. Domuz taklidi yapan çocuğa
zarar vermekten haz duyanların arasına Ralp’te katılır. Ayinde “domuzu
gebert, gırtlağını kes” sözleri bir ilahi
gibi söylenmektedir. Adaya düşmelerinin üzerinden daha bir ay bile geçmiş
67
MAKALE
olmamasına rağmen çocuklar hiçbir
zaman medeniyetle bağ kurmamış
kabilelere dönüşmüş haldedir. Adaya
düşmelerinden önce kilise eğitimi alan
ve kilise korosunun başı olan Jack tüm
bildiklerini hiç öğrenmemişçesine
bu kabilenin ayin yöneticisi haline gelmiştir. Totem domuz tabu ise canavar
olarak yorumlandığında medeniyetin
zirvesi addedilen Britanya’da yetişmiş
çocuklar artık ilkel bir kabiledir ve bir
kabilenin yaptığı her şeyi çok yakında
yapacakları zaman çok uzakta değildir.
Canavarı öldürme timinin adada
gitmediği tek yer kalmış haldeyken
o tepeye çıkmaya Jack gönüllü olur
ve Ralp’i de tahrik ederek yanına alır,
Ralp sayılarının az olduğunu söyleyerek karşı çıkınca Roger’da onlara
katılmaya karar verir ve tepeye kadar
çıkarlar. Karşılarına karanlıktan dolayı
kafası dizlerinin arasında uyuyan
kocaman bir maymun olduğunu
zannettikler paraşütçü ölü asker çıkar.
Rüzgar esince maymun öne doğru
bir adım atar ve çocuklar mızraklarını
bırakarak fütursuzca kaçarlar.
Sahilde şeytanminaresi son kez
öttürülür fakat bu kez öttüren Ralp
değil Jack’tir. Jack, Ralp’in iyi bir lider
olmadığını, sadece sağa sola emir
yağdırdığını, avcıları korkaklıkla
suçladığını, eskiden sınıf temsilcisi
bile olamadığını söyleyerek liderlik
için bir oylama yapar, Esasında Ralp’e
yöneltilen suçlamalar Jack’te vücut
bulmuş haldedir. Ralp’e şefliği getiren
şeytanminaresini de elinde sıkıca
tutarken oylamayla Ralp’i deviremeyeceği anlar. Et yemek ve korunmak
isteyen kim varsa kendisiyle dağa
gelmesini söyler ve grubu ikiye bu kez
kesin olarak böler. Çocukların güç,
kuvvet ve yaş olarak üstün olanların
çoğunluğu Jack’in bu çağrısına başta
olmasa da zamanla uyar. Ortaya bir
diktatör ve bir devrik lider çıkar.
Diktatörün silahları,askerleri,avcılığı
varken devrik liderin bir geveze aydını
bir de mutlak iyisi kalmıştır. Yanında
küçükler dışında dört kişi kalan Ralp
halen daha ateşi faal tutma ve kurtarılma derdinde iken yanında neredeyse
güçlü çocukların tamamı bulunan Jack
avcılık derdindedir. Artık medeniyetle
olan son bağ da kopartılmıştır. Totem
ve Tabu’ya konu olabilecek bir vahşi
kabile ortaya çıkmıştır. Dağdaki tüm
çocuklar Jack gibi yüzlerini boyamış
bir parça don dışında tüm kıyafetlerini
bırakmışlardır. Hristiyanlık artık çok
geride kalmıştır, canavar sadece maddi
68
Golding insanın içindeki kötü özlerin
törpülenmediğinde
ya da onların üzerinde müspet ya
da menfi bir güç
olmadığında neler
yapabileceklerini
de gösterir. Aydın
zümrenin önemini,
safsatanın insanları
ne hale getirdiğini ve gerektiğinde
içlerindeki kötüyü
cezalandırmamanın
sonuçlarını ortaya
sunar.
değil manevi olarak da var kabul
edilmiştir. Jack ilk avladıkları domuzun başını canavara sunmalarıyla artık
canavarın onları rahatsız etmeyeceğine
inanmaktadır. Yüzyıllar önce kötü
ruhlara bir kurban sunarak onların
tehlikelerinden kurtulacaklarını zanneden insanlar nasıl davranıyorlarsa
Jack ve avcıları öyle davranmaktadır.
Mutlak kötü Roger artık eski çağlardaki bir savaşçı gibi vahşice işkenceler
yapabilecek rahatlığa kavuşur. İlk
fırsatta da bunu yapar, yakaladıkları
domuzu işkenceyle öldürür. Domuzun
başı kesilir, mızrağa takılarak canavara
sunulur. Kitap ismini de bu canavara sunulan armağandan almaktadır.
Simon mızrağa takılmış bu domuz
kellesini gördüğünde yüzlerce belki
binlerce sinek kelle üzerinde ve çevresinde uçuşmaktadır. Domuz kellesi
canavara sunulan bir adak bir çeşit armağanken bu armağan canavarın değil
sineklerin karnını doyurmuştur. Avın
ardından Jack ve avcıları sahile eski
lider Ralp’in yanına giderler ve onları
akşam verecekleri şölene katılmaya
davet ederler,bu yolla Ralp’in yanında
kalmış birkaç çocuğun da kendilerine
katılacağını uman Jack istediklerini
söyledikten sonra yanındakilerden
“söylemeleri gereken şeyi” söylemelerini ister ve ikizler “şef söyleceğini
söyledi” derler. Kabile şefinin söyledikleri de kutsiyete bürünmüştür artık.
Simon’sa canavara inanmadığından
dağın tepesine çıkıp gözleriyle gerçeği görmek ister ve yolda sineklerin
tanrısını tekrar görür, onunla tartışır,
sineklerin tanrısı kendisinin avlanarak
öldürülecek bir şey olmadığını içlerinde yaşadığını söyler.Bu Simon’un
canavar hakkındaki kanaatiyle aynıdır,
adada çocuklardan başka bir canavar
yoktur.Ralp ve Domuzcuk şölene en
son katılanlar olur, gördükleri onları
şaşırtır,;Jack kendisine bir taht yaptırmış halde herkesin doymasını bekler
ve ardından onlara yemek sunduğunu
söyleyerek herkesi kendi kabilesine
katılmaya davet eder. Ralp, Domuzcuk, dağdaki Simon ve ikizler hariç
bu davete herkes katılır. Ardından
çocuklar ateşin etrafında ayin yapmaya
başlar, Domuzcuk bütün bu saçmalıkların avcılık uğruna, bir parça et
yemek uğruna kurtulmaktan vazgeçmek olduğunu düşünerek Gazzali’nin
yüzyıllar evvel değindiği noktaya işaret
etmiştir; “akıllı kimselerin düşüncelerindeki yanılmalar, akıllı kimselerin
vehimlerinin yansımasıdır.” Ralp daha
evvel katıldığı bu ayinin ne kadar
ileri boyutlara taşındığını farkeder.
Çocuklar yüzlerine sürdükleri boyalar
sayesinde tüm utanç duvarlarını yıkmış ve geçmişlerindeki tüm kısıtlayıcılardan kurtulmuşlardır. Çocuklardan
bir tanesini domuz taklidi yaparken
diğerleri de ateş etrafında sürekli
dönen domuzu öldürür gibi yapmakta
ve bundan vahşice bir zevk almaktadır.
Ve hep aynı şeyleri söylemektedirler,
“Canavarı gebert, gırtlağını kes, kanını
dök”.Ayin devam ederken Simon dağdan emekleyerek şölenin yapıldığı yere
gelmektedir, tahmininde yanılmamış,
canavar olmadığını gözleriyle görmüş
ve paraşütçünün ölü bedenini iplerden
kurtarmıştır. Kendilerine doğru dört
ayaklı bir canlının geldiğini gören
avcılar ayini bırakarak bu gelenin
canavar olduğu düşüncesiyle saldırıya
geçerler, Simon’un bedenine mızraklar
girip çıkarken Simon “tepedeki ölü
adam” dışında birşey söylemeye fırsat
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
bulamadan ölür. Simon öldürüldükten
sonra esen sert rüzgâr, dağın tepesinde
bulunan ve ağaçla bağlantılarından
kurtulan ölü paraşütçüyü paraşütüyle
beraber kaldırıp denize atar. Jack ve
kabilesi Simon’un ölümünü cinayet
olarak görmez zira adanın tepesinde
oturan canavar adadan uçarak gözden
kaybolmuştur. Göstermelik olarak en
zayıf çocuklardan bir tanesi cezalandırılır. İkizler, tek gözlü domuzcuk ve
Ralp hariç herkes ilkel,vahşi kabilenin zorla veya gönüllü olarak üyesi
olmuştur. Domuzcuk meşruiyetini
ve iktidarını çoktan yitirmiş Ralp’e
hala şef olduğunu hatırlatarak bir
toplantı yapması gerektiğini söyler
fakat Ralp reddeder. Domuzcuk’un
Simon cinayetini bir kaza olarak
Ralp’e kabul ettirmeye çalışması onu
kendine getirmek için seçtiği bir çeşit
yoldur fakat başarılı olamaz. Simon’un
cinayetine hepsi şahit olduğu halde herkes kimse şahit olmamış gibi
davranmaktadır. Ralp yanındaki üç
kişiyle ateşi faal tutmaya çalışırken
Jack ve kabilesi barınak olarak adaya
tek ve dar bir geçitle bağlanan kayaya
yerleşerek kendilerini güvene alırlar.
Roger girişin üstündeki tepede en büyük kayanın altına bir kütük koyarak
lüzum hissedildiğinde kayayı aşağı
atabileceğini tüm kabileye gösterir.
Jack’se diktatörlerin çoğu gibi şizofreniye yakalanmıştır, kurdukları düzenin
yıkılmaya çalışılacağını bunun için
her zaman hazır olmaları gerektiğini
sürekli telkin eder. Tarihsel düşman
ihtiyacı Ralp ve yanındaki yarı kör
domuzcuk ve ikizler sayesinde karşılanır. Ralp artık Ruslar tarafından dahi
olsa kurtarılmaya razıdır. Ateşi sönen
kabileyse ateşe sürekli sahip olmanın gözlüğe sahip olmak olduğunun
farkına varır ve gözlüğü elde etmek
için gece baskını yapmaya karar verir.
Gece vakti sağlam kalan tek barınakta uyuyan Domuzcuk ve Ralp seslere
uyanır ve baskının farkına vararak onlarla kavgaya tutuşur, Jack ve kabilesi
başarılı olur. Aydın zümreyi tamamen
kör ederler.Domuzcuk kör kalmanın
etkisiyle sürekli ağlayarak gözlüğünü geri almayı ister. Ertesi gün Ralp
Domuzcuk’un gözlüğünü geri istemek
ve barışmak için yanına Domuzcuk ve
ikizleri alarak Kaya’ya gider. Girişlerine izin verilmez, ikizler yakalanıp
elleri bağlanır ve Jack ile Ralp kıyasıya
bir kavgaya tutuşur. Bunlar olurken
kavgayı yukardan seyreden Roger
Domuzcuk’un üstüne daha evvelden
hazırladığı kayayı yuvarlayıp öldürür.
Ralp bunun üzerine tek başına kaçar
ve adada saklanmaya başlar. Onların
yakınında olduğu zaman kendisini
bulamayacaklarını düşünür fakat bu
planından ikizlere bahseder. İkizleri
işkence ile konuşturan Roger, Ralp’in
yerini öğrenir ve onu olduğu yerden
çıkarmak için bir ateş yakar. Adadaki
ilk ateş yakma deneyimlerinde olduğu
ateşi kontrol edemezler ve ateş adanın
bütününe yayılır.Bu kadar büyük bir
ateş çocukları uzun süredir arayan arama ekibinin onları farketmesini sağlar.
Ralp öldürülmek üzereyken sahilde
bir subayın ayaklarının önüne düşer
ve ağlamaya başlar. Subay yaramazlık
yapıp yapmadıkları sorar, Ralp sadece
ağlar. Arkada bir savaş fırkateyni tüm
heybetiyle dururken Ralp ağlayarak 3
kişinin öldüğünü söyler ve heyecanla
başlayan ada maceraları sona erer.
Golding’in yazdığı Sineklerin
Tanrısı aslında, Robert Ballantyne’nin
Mercan Adası romanına bir karşı tez
olarak ortaya çıkmıştır. Britanyalı
her çocuğun okuduğu ya da haberdar
olduğu Mercan Adası’nda da Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi adaya
düşen Britanyalı çocukların hikâyesi
anlatılmaktadır. Fakat bu kez adaya düşen çocuklar büyük Britanya
medeniyetinin küçük bir kopyasını
kurmuşlardır. İşleyen bir hukuk düzeni, güçlü bir siyasal erk ve toplumsal düzen vardır. Golding insanları
Britanya Medeniyetinin büyüklüğü
rüyasından uyandırmak istemiştir. Bu
büyük medeniyetinin çocukları adada
Britanya’da var olan medeniyeti devam
ettirmek yerine Britanya medeniyetinin en başından beri yaşadıkları süreci
yaşamayı tercih etmişlerdir. İlkel bir
kabile haline gelmiş ve hiç medeniyet
görmemişçesine davranmışlardır. Tarihten gelen tecrübeyle oluşturulan ne
varsa bir kişinin iktidar hırsıyla nasıl
söndüğü gözlerimizin önüne süren
Golding insanın içindeki kötü özlerin törpülenmediğinde ya da onların
üzerinde müspet ya da menfi bir güç
olmadığında neler yapabileceklerini
de gösterir. Aydın zümrenin önemini,
safsatanın insanları ne hale getirdiğini
ve gerektiğinde içlerindeki kötüyü
cezalandırmamanın sonuçlarını ortaya
sunar. Çocukları seçerek tam olarak ne
çeşit bir mesaj vermek istemiştir bilemeyiz fakat semavi dinlerde iyiliğin ve
temizliğin tecessüm etmiş hali olarak
tasvir edilen çocuklar üzerinden üç
noktayı tespit edebiliriz;
a.Halkın irfanı yahut kolektif
bilinç olarak tanımlanan ve iyiye yöneleceği düşünülen iradenin kendilerini imar ve ıslah eden alim, aydın ve
ariflerinden yoksun olması ve onları
dikkate almaması kolektif bilinç veya
halkın irfanının iyiye değil kötüye yönelmesi sonucunu doğurabilmektedir.
b. İnsanlığın halihazırda insanlıkta
ulaşmış olduğu nokta hem bölgesel hem de evrensel birikmişliğin
ürünüdür, bu birikmişliğin sürekliliği
güneşin doğudan doğup batıdan batması kadar olağan kabul edilmemelidir. İnsan olarak kalmak bir emeğin ve
bedelin ürünüdür. Bedeli ödenmeden
elde edilen nesnenin kıymeti tam
olarak bilinemez.
c. Avrupa merkezli tarih anlayışında
modernleşmenin ulaştığı nihai nokta
olarak kabul edilen Britanya’nın bulunduğu nokta daimi olarak kalacağı
yer değildir. Şairce konuşursak; “Gün
akşamlıdır devletlüm/ Elbet biz de
ölürüz”( Hilmi Yavuz-Beyazıd Paşa)
69
EĞİTİM
Televizyonun çocuk
üzerindeki etkileri...
Hilal İlknur
TUNÇELİ*
Televizyon programlarının içeriği, okul
öncesi çocukların
davranışları üzerindeki etkisi ve öğretimsel amaçlarla kullanılmasını konu alan
çok sayıda araştırma
sonucu bulunmaktadır. Bu araştırma
sonuçlarına göre
televizyon programları fiziksel ve sosyal
saldırganlık örnekleri
içermektedir.
*Araş. Gör., Marmara Üniversitesi
70
Çağımız teknoloji çağı… Bilgiye hızlıca ulaşılan bir dönem… Teknolojinin
hayatımıza getirdiği milyonlarca olumlu etkinin yanı sıra özellikle çocuklar için
doğru şekilde kullanılmadığında ise ciddi sonuçlara yol açabilecek birçok olumsuz etkisi de bulunmaktadır. Teknolojik araçlar arasında ise her evde en az bir
tane bulunan ve en kolay ulaşılabilir olan televizyonun çocuklar üzerindeki etkileri nelerdir?
Televizyonu önemli kılan etmenlerden biri kendisinden sonra gelen pek çok
teknolojiye rağmen bu teknolojilerin tanıtımındaki baskın rolü ve televizyonda yayınlanan çeşitli programların bu teknolojiler aracılığı ile yaygınlaşmasıdır
(Postman, 2004).
Hem sanal hem de gerçek öğeleri, görsel-işitsel uyaranları birlikte kullanarak sunması ona dünyaya açılan pencere işlevini yüklemiştir. Bu görsel teknoloji
özellikle öğrenmeye aç erken çocukluk dönemi çocuklarının ilgi odağını oluşturmaktadır (Akçalı, 2007). Postman (2004)’a göre televizyon eğlendirirken aynı
zamanda eğiten, kültürü şekillendiren ve taşıyan özelliğe sahiptir.
Çocukların yaşı, seyrettikleri televizyon programının türü, izleme süresi ve
izleme sırasındaki paylaşımları çocuk-televizyon etkileşiminin değerlendirilmesinde göz önüne alınması gereken değişkenlerdir. Ekonomik, sosyal, psikolojik
ve kültürel yapı, kişisel özellikler, genetik yatkınlıklar gibi faktörler çocukların
televizyondan etkilenme ve etkileri davranışlarına yansıtma biçimlerini etkilemektedir (Ertürk ve Gül, 2006).
Uluslararası televizyon endüstrisinin önemli ülkelerinden Amerika Birleşik Devletleri, televizyonun çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini engellemek
amacı ile üç temel önlem almıştır. Bunlardan birincisi çocuk izleyicilerin yoğun
olarak televizyon izlediği saatlere şiddet içerikli programları koymamak, ikincisi
şiddet içerikli programları sınıflandırması ve izleyiciye duyurmasıdır. Sonuncu
temel önlem ise televizyon alıcılarına çip yerleştirmek yolu ile şiddet içeriğinin izlenmesini engellemektir. Ayrıca 1990 yılında ABD’de Çocuk Televizyon
Yasası çıkarılmıştır. Yasaya göre televizyon kanalları haftada üç saat çocuklar
için eğitici, bilgilendirici yayınlar yapmakla yükümlü kılınmıştır (Çaplı, 2001).
Ülkemizde te-levizyon 1960’lı yıllarda TRT kanalı ile birlikte yayın hayatına
başlamıştır (Şentürk vd., 2009). Çizgi filmler gibi çocuklara dönük olan programlar başlangıçta belirli saatlerde yetişkinlere dönük televizyon kanallarında
yayınlanmaktaydı. Çocukların birer reklam potansiyeli olarak önemsenmesi ile
birlikte çocuk kanalları ortaya çıkmıştır. İlk çocuk kanalı 1979 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde kurulan Nicledon kanalıdır. Bunu Disney Chanel ve
Cartoon Network izlemiştir. Bu kanallar 1990’lı yıllardan itibaren Güney Amerika, Avrupa, Asya, Avustralya ve Afrika’da kurulmuştur. Günümüzde doğrudan
çocuk programları yapan ve ülkemizde de yayında olan Nicledon, TRT Çocuk,
Yumurcak TV gibi pek çok televizyon kanalı mevcuttur ve bunlara sürekli yenileri eklenmektedir (Çaplı, 2001).
Televizyon programlarının içeriği, okul öncesi çocukların davranışları üzerindeki etkisi ve öğretimsel amaçlarla kullanılmasını konu alan çok sayıda araştırma
sonucu bulunmaktadır. Bu araştırma sonuçlarına göre televizyon programları fiziksel ve sosyal saldırganlık örnekleri içermekte (Luther ve Legg, 2010; Fouts,
Callan, Piasentin ve Lawson, 2006), okul öncesi dönem çocuklarının duyguları
öğrenmesini sağlamakta (Caswell, 2009) ve ırklara ilişkin önyargıları azaltmakta
(Peresson ve Eizenman, 2003), çocukların yiyecek, içecek, giysi ve aksesuar gibi
Yeni Ufuklar, sayı 28
EĞİTİM
tercihlerini etkilemekte (Aşçı, 2006), çocukların iletişim biçimleri ve etkinlikleri (Serhatlıoğlu, 2006) üzerinde etkili
olmakta, ayrıca davranış problemlerini arttırmaktadır (Huang ve Lee, 2009).
Ayrıca televizyon çocukların tüketim davranışları, cinsel kimlik oluşumu ve karşı cinsle iletişim, aile bireyleri ile
iletişimleri üzerinde etkili olmaktadır (Büyükbaykal, 2007).
Farklı araştırmalardan ortaya çıkan sonuçlar bir arada
değerlendirildiğinde televizyon programlarının çocuklar
üzerinde olumsuz etkilerinin yanı sıra olumlu etkilerinin de
bulunduğu anlaşılmaktadır.
Televizyon ve olumsuz
etkileri
Televizyonun çocuklarda aşağıda belirtilen olumsuzluklara yol açtığı bilinmektedir (Ertürk ve Gül, 2006):
Fiziksel saldırganlıkta artış
Şiddete başvurma ve şiddete karşı duyarsızlaşma
Okuma zevkinde azalma
Dikkat eksikliği, ders çalışmaya karşı ilgisizlik
Kendini ifade edememe
Gerçeklerden uzaklaşma
Hayal gücü ve yaratıcılığın azalması
Sosyal ilişkilerde zayıflık
Sağlık problemleri yaşama (göz, uyku problemleri, obezite)
Televizyon ve olumlu
etkileri
Konuşma ve ifade etme becerisinin gelişmesi
Müzik dinleme zevkinin gelişmesi
Yeni bilgiler edinme
Algısal becerilerin gelişmesi
Şiddetten arınma
Yaratıcılık ve hayal gücünün gelişmesi
Dünyayı tanıma ve anlama
Yukarıdaki olumlu ve olumsuz etkiler dikkate alındığında benzer durumların hem olumlu hem de olumsuz
etki kategorisinde yer aldığı dikkati çekmektedir. Çocuğun
yaşı, televizyon izleme süresi, izlediği içerik ve ebeveynlerin tutumları çocukların televizyondan etkilenme yönünü
(olumlu-olumsuz) etkilemektedir (Büyükbaykal, 2007;
Ünal ve Durualp, 2012). Önemli olan çocuklara televizyon
içeriği hakkında farkındalık kazandırmak ve doğru izleme
ve izlediklerini anlama-yorumlama konusunda rehberlik
etmektir. Ailelerin bu konuda bilinç kazanması için okul
öncesi dönem öğretmenlerinin ailelerle toplantılar yaparak
televizyon ve etkileri konusunda bilgi alış verişinde bulunması önem taşımaktadır. Aile tarafından televizyon izlemeye dönük olarak yapılacak arabuluculuk çocukların izlediği
programlardaki karakterleri tanımlaması, reklamları diğer
programlardan ayırt etmesi, zararlı etkilerden uzaklaşması
gibi konularda onlara destek sağlamaktadır (Warren, 2003).
Ayrıca ailelerin çocuğun yaşına uygun program seçmesinin
ve çocukla birlikte izlemesinin çocuğun öğrenmesine katkı
sağladığı bilinmektedir (Kirkorian, Wartela ve Anderson,
2008). Hem ailelerin hem öğretmenlerin çocuklara televizyonun etkileri konusunda gerekli desteği sağlayabilmesi
için medya konusunda bilinçli olmaları gerekmektedir. Diğer bir deyişle medya okur-yazarı olmaları gerekmektedir.
Bundan sonraki kısımda ilgili literatür temel alınarak
gerek doğrudan çocukları hedef alması gerekse araştırma sonuçları ile çocukları etkilediği belirlenmiş olması nedeni ile
reklamlar ve çizgi filmler hakkında genel bilgi verilecektir.
71
EĞİTİM
Çizgi Filmler
Türkiye’de çocuk kanalları dışındaki televizyon kanallarının genel yayın süresi içerisinde çocuk programlarına
(çoğunlukla çizgi filmler) ayırdığı en fazla süre % 7’dir.
Çocuklara dönük televizyon kanallarında haber, aksiyon,
eğitim, macera ve komedi gibi çeşitli programlar yer almasına karşın bu prog-ramların oranları dikkate alındığında
çocuk kanallarının çizgi filmle özdeşleştirildiği söylenebilir.
Çizgi filmlerin ucuz olması ve farklı dillerde seslendirilmesinin kolay olması bunda etken olmaktadır (Çaplı, 2001).
Çizgi filmler aynı zamanda üretildiği ülkenin tarihsel koşullarını ve ideolojisini de yansıtmaktadır. Örneğin: Walt
Disney yapım evi Amerika’nın beyaz, ataerkil, burjuva ideolojisini yansıtan filmler tasarlamıştır (Gökçearslan, 2010).
Araştırmalar 5-12 yaş grubunda yer alan çocukların televizyonda en çok tercih ettiği programın çizgi filmler olduğunu göstermektedir (Erdoğan ve Baran, 2008; Doğan
ve Göker, 2012; RTÜK, 2006). Televizyonda çocuklar için
geliştirilen programlar, özellikle çocuk izleyiciler tarafından
tercih edilen çizgi filmler, şiddet veya olumlu sosyal davranışları (yar-dımseverlik, işbirliği vb.) teşvik eden sözel
ve görsel uyaranları içerebilmektedir (Kaya-Balkan, 2011).
Çocukların kendi kişisel özellikleri ve deneyimleri temelinde bu davranışlardan bazılarını model almaları ola-sıdır.
Bu noktada çocuklarla birlikte zaman geçiren, onlarla yakın
etkileşimde bulunma fırsatı bulunan ailelere ve okul öncesi
öğretmenlerine büyük sorumluluklar düşmektedir.
Çocukların televizyonla etkileşimi sonucu (özellikle
çizgi filmler) çocuğun ev, okul ve sokaktaki davranış ve tercihleri önemli ölçüde etkilenmektedir (Adak-Özdemir ve
Ramazan, 2012). Hatta Marsh (2005) tarafından da belirtildiği gibi çocuklar medyada yansıtılan karakterlerle ilgili
oyuncaklara sarılmakta, birlikte uyumakta, banyo yapmakta,
konuşmakta, ve oynamaktadır. Bu karakterler aynı zamanda
çocukların kimlik oluşumu üzerinde etkili olabilmektedir.
Reklamlar
Televizyonda yayınlanan reklamlar çocuklar üzerinde
etkili olan mesajlar iletmektedir. Bunlar kültürel değerler;
tüketim alışkanlıkları; cinsiyet rolleri, farklı yaşam biçimleri ve aile içi ilişki ve roller olarak sıralanabilir. Reklam yapımcıları çocukları ailelere ulaşmak amacı ile köprü olarak
kullanma, yetişkinlerin çocuklara yönelik harcamalarını belirleme ve çocuklarda marka tercihi ve tüketim biçimi oluşturmaya dönük reklam içerikleri yapma eğilimindedirler
(Elden ve Ulukök, 2006).
Yapılan bazı araştırmalar ailelerin televizyon reklamlarının çocuklara zarar verdiği ve etik açıdan sorun taşıdığına
inandıklarını ortaya koymaktadır. Aileler çocuklarının reklam alışkanlıklarını en çok film-çizgi film kahramanlarının
oynadığı reklamların yönlendirdiği ve çoğunlukla oyuncak
reklamlarından etkilendikleri ve çocukların reklamı yapılan
gıda ve diğer ürünlerin alınması için ısrarda bulundukları
yönünde görüş belirtmektedir (Koçer ve Koçer, 2012; Karaman, 2010; Asena, 2009; Karaca, Pekyaman ve Güney,
2007).
Televizyon ve onunla birlikte evlerimize giren çizgi
filmler ve reklamların denetiminin dikkatli şekilde yapılması, çocukların gelişimsel özellikleri ve psikolojileri göz
önüne alınarak içeriklerin belirlenmesi çok önemlidir.
Unutmayalım ki; televizyon bir iletişim aracıdır ama asla
çocukları oyalayacak bir araç değildir…
Kaynaklar
*Zembat, R. (2011). Okul Öncesi Eğitime Giriş. Hedef
CS Yayıncılıktan alıntılanmıştır.
72
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
73
BİLİŞİM
Startup mı? Oda ne?
Alperen
TALASLIOĞLU
Bu yazımızda son yıllarda en çok duymaya başladığınız kelimelerden
biri olan startup kavramını birlikte ele alacağız. Önceki yazılarımızda detaylı bir şekilde ele aldığımız internet ve yeni trendlerin bilgilerini de kullanarak, birlikte girişimcilik okyanuslarına yelken açacağız. Okullarda açılan
girişimcilik merkezleri, şirketler tarafından kurulan inkübasyon merkezleri,
girişim fabrikaları ve pek çok yepyeni yatırım neden bu kadar hızlandı? Beraber inceleyip görelim, startup nedir ne değildir?
Her şeyden önce kafanızda oluşan bir soru işaretine odaklanarak yazıma
başlamak istiyorum : Startup nedir? Startup kelimesi İngilizce bir kelime
olsa da artık Türkçeye girmiş ve aktif olarak kullanılan bir terim haline gelmiş durumda. Özellikle teknoloji, bilişim ve telekom sektörlerinde çalışan
ya da ilgisi olan kişilerin yıllardır aşina olduğu bir terim. Özünde bize yabancı olmayan bir şey aslında startup. Startup demek “girişim” demek yani
tam Türkçe karşılığıyla “teşebbüs” demektir. Yeni teknolojiler ya da ürünler
çıkaran yenilikçi iş girişimlerine verilen isimdir aslında startup. Startup dediğimiz atılımcılık ya da girişimcilik her sektör ve alanda olabilen, kişi ya
da kişilerin yenilikçi fikirlerine göre ortaya çıkan bir olgu aslına bakarsak.
Bir sürecin işleyişi...
Peki ya sürekli duyduğumuz Silikon Vadisi denilen yer de neyin nesi?
Instagram nasıl milyarlarca dolara satıldı? Airbnb’nin bu trajik yatırım
arayış hikâyeleri de nereden çıktı gibi sorularınızı duyar gibiyim. Önceki
pek çok yazımda İnternet ve yeni trendler hakkında konuşmuş, sizleri bilgilendirmeye çalışmıştım. İnternetin bu kadar çok yayılması ve aktif kullanılması, insanları İnternet girişimleri yapma konusuna oldukça teşvik etti.
Günümüzde startup kelimesi artık İnternet girişimleriyle özdeşlemiş durumda. Unutmadan söylemek gerekiyor, startup bir şirket ya da iş türü değil,
şirketlerin yaşayıp geçirdiği bir dönem aslında. Startup olarak başlayan ve o
süreçleri atlattıktan sonra kurumsallaşıp büyüyen pek çok şirket şu an dünya devi olmuş durumdalar. Konuyu biraz dağıttım gibi gözükse de aslında
konunun özünü size dağınık örneklerle vermek istedim. Startup yeni ürün
veya hizmet sunmayı amaçlayan bir iş fikrinin hayata geçip pazarda söz
sahibi olana kadar geçirdiği dönemdir aslında. Peki neden bu kadar popüler
ve önemi arttı?
74
Yeni Ufuklar, sayı 28
BİLİŞİM
İnternet İnternet İnternet ve yine İnternet. Dünyayı değiştiren, iş modellerini ve geleneksel iş süreçlerini,
tüm iş alışkanlıklarını ortadan kaldıran İnternet, hayatımızın tam ortasına kocaman bir startup ekosistemi
yarattı. Farkında olmadan kullandığımız pek çok uygulama ve web site birer İnternet girişimi aslında. Silikon
Vadisi denilen San Francisco’da bulunan bölge ise dünya
genelinde çok büyük girişimlerin merkezlerinin bulunduğu dünyanın teknoloji ve arge merkezi konumunda.
Eğer bir iş fikriniz var ve startup kurmak istiyorsanız,
dünya devi olabilmek için yolunuz muhakkak ama muhakkak San Francisco’dan geçmek zorunda.
Bir dönerci girişimi gibi
Şu ana kadar anlattığım startup hakkında olan her
şey size aşina şeyler gibi gelebilir. Örneğin uygun bir yere
açılan bir dönerci de bir girişimdir aslında. Peki startupın tam anlamıyla farkı ne sizce? En başta tanımladığım gibi startup yeni bir ürün veya hizmet vermek üzere
kurulan girişimdir. Ama bu girişimin bu yola çıkmadan
önce belirlediği iş planında, hedef kitlesi ve güçlü bir iş
modeli vardır. Bir startup hayata geçmeye başladıktan
sonra ilk hedefi problemini çözmeyi hedeflediği soruna
odaklanarak hedef kitlesine ulaşmaktır. Startupların iş
modellerini kanıtlayıp hedef kitleye ulaşma noktasındaki hallerine “pivot” evresi denir. Bu noktada iş modelini
kanıtlayıp hedef kitleye ulaşan startuplar yollarına devam ederken, başarısız olanlar pivot evresinde iş modeli
değişikliklerine ya da hedef kitlelerini tekrar gözden geçirme halinde olurlar.
1.65 milyar dolar
Şu ana kadarki bilgilerin çoğu size teorik gelmiş
olabilir ama hepsi farkında olmadan hayatımızda olan
kavramlar. Peki ya bu duyduğumuz çok meşhur startup
satın almalar da neyin nesi? Son yılların en büyük satışlarından biri olan Instagram’ı hepiniz duymuşsunuzdur.
Tam 1 milyar dolara Facebook Instagram’ın tamamını
satın aldı. Çoğunuz belki bilmiyor ama Facebook henüz
çok küçük bir startup iken 2007 yılında Microsoft tarafından tam 240 milyon dolar yatırım aldı ve o zaman
bu yatırım ile Microsoft Facebook’un sadece yüzde 1.6
hissesine sahip olabildi. Youtube henüz büyüme evresine yeni girmiş bir startup iken Google tarafından 1.65
milyar dolara satın alındı. Ve bunun gibi pek çok satın
alma ve yatırım haberleri gündeme bomba gibi düştükten sonra hayatımıza yepyeni kavramlar girmeye devam
etti. Melek yatırımcı ve Venture Capital yani büyük yatırım fonları hızla arttı, marketleri domine ettiler. Büyük
para sahibi iş adamları hem yeni sektörlere açılabilmek
hem de daha çok para kazanabilmek adına startuplara
yatırımlar yapıp, onların büyük oranda hisselerini alarak
kendi bünyelerine kattılar ve katmaya devam etmekteler.
Her şey önce bir fikirle başlar, sonra startup doğar.
Startuplar toplumda olan ihtiyaç ve problemlere odaklanarak doğan oluşumlar ve yakın gelecekte adından
daha sık söz ettireceklerinden emin olabilirsiniz.
75
SOFRA
Osmanlı’da
Ballı tattılar...
Lale ÖZEN*
Osmanlıların
tatlı gıdalara düşkünlüğü
ve tatlı çeşitlerinin
bolluğu, Batılı gezginleri
her zaman şaşırtmış ve
onların anılarında geniş yer
tutmuştur.
*Gazeteci
76
İ
stanbul’da 1900’lere kadar günde iki öğün yemek yeniyordu. Biri sabahla öğle arasında, yani kuşluk vakti yenilen, akşama kadar tok tutacak kuvvetli bir öğün, diğeri de ikindi namazından sonra yenilen akşam
yemeğiydi. Osmanlılarda çok eskilerden beri sofrada konuklara yemekten önce bir kaşık bal ikram edilirdi. Bu bal, meyvelerin kaynatılıp, üzerine
bal katılmasıyla hazırlanırdı. Yemek saatleri dışında gelen konuklara ise
bal ve ekmek ikram edilmesi yaygın bir âdetti. Zengin ve vükela konaklarında hatırlı konuklara balla yapılmış tarçınlı, karanfilli kabak reçeli ikram
edilirdi. İmaretlerde de bal şerbeti ve bal-ekmek ikram etme âdeti vardı.
Osmanlıların tatlı gıdalara düşkünlüğü ve tatlı çeşitlerinin bolluğu,
Batılı gezginleri her zaman şaşırtmış ve onların anılarında geniş yer tutmuştur. Osmanlı’da tatlılar hamur tatlıları, sütlü tatlılar ve meyve tatlıları
olmak üzere üç türe ayrılabilinir. Bütün Osmanlı tatlıları içinde de muharrem ayının 10’uyla 20’si arasında, zengin fakir her evde pişen aşurenin
farklı bir yeri vardır.
Bir de ana malzeme olarak yağ, un veya irmik ve şeker veya bal kullanılarak hemen her vesileyle yapılan helvalar vardı. Doğum, ölüm, hac
dönüşü, çocukların okula başlaması, sünnet, askere gitme, okulu bitirme,
ev alma, hastalıktan kurtulma, gurbetten dönme, hatta ilk çiğdemin görülmesi ve kuzuların sütten kesilmesi bile Osmanlı evlerinde helva yapılması gereken özel günlerdi. Yani her sevinçli ve üzücü olayın ardından
bir helva yapılırdı. Yapılan helva bazen konu komşuya dağıtılır, bazen de
komşular helva yemeğe çağrılırdı.
18. yüzyılda Osmanlı sarayında görevli dört yüz helvacı vardı. Bu helvacılar mutfaklara bitişik helvahanelerde çalışır, helva dışında macun, şerbet gibi sarayın gereksinimi olan diğer bazı tatlıları da hazırlardı. Turşular
da helvahanede yapılırdı. Helvahanenin, sarayın eczanesi olmak gibi bir
işlevi daha vardı.
Osmanlı döneminde, balın yörelere göre farklı tüketim şekilleri vardı. Örneğin Karadeniz’in şerbeti balla yapılan “bal baklavası” ünlüydü. 1.
Dünya Savaşı başlayana dek İzmir’de konuklara yağlı ballı denilen bezdirmeler ikram edilirdi. Yine unutulmuş tatlılardan balla yenilen sünger
bazlaması, Anadolu’da değerli misafirlere yapılan bir ikramdı. Sünger
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
bazlaması yapmak için, sıvı kıvamlı hamur, kızgın sac
üzerine yayılır ve kızaran hamur alındıktan sonra parçalanıp içinde bal bulunan tabağa dökülürdü.
Savaş yıllarında bal
2. Dünya Savaşı sonrası da bal Anadolu halkının
neredeyse tek tatlısıydı. Şeker çok pahalıydı ve alınamıyordu. Üzüm yetişen yerlerde pekmez, ama hemen
her yerde bal, şeker yerine kullanılıyor, baldan çeşitli
tatlılar yapılıyordu. Celal Davut Arıbal Anadolu’da yenilen bal ekmeğinden bahsetmiştir. Bal ve un yoğrularak hamur haline getirilir, küçük ekmekler şeklinde
pişirilir. Arıbal hafif esmer renkli ekmeklerin çok lezzetli olduğunu söyler. Bir de Anadolu’da zenginlerin
misafirlerine ikram ettiği ballı kestane tatlısı vardır
ki, Arıbal onu da “Kestaneler suda haşlandıktan sonra
kabukları soyulup temizlenir, iyice ezildikten sonra bir
tepsiye yayılır, üzerine bal dökülerek karıştırılır” diye
tarif eder.
16. yüzyıl ortalarında yurdumuzda bulunan bir
İspanyol gezgin, görev yaptığı Sinan Paşa Konağındaki şerbetlerden söz eder: “...Kiraz, kayısı, erik gibi
meyveleri kaynatıp şeker veya bal katarlar. Bozulmasın diye her gün yenisini kaynatırlar. Misafiri şerbet
içmeden bırakmazlar.” Ramazan aylarında Eminönü
Valide Camii’nde teravih çıkışı bal şerbeti dağıtılırdı.
Isparta’da bulunan Kutlubey Camii’nin vakfiyesinde
de balın okkası bir akçeye bile çıksa mevlidin bal şerbetiyle okutturulması yazılırdı.
Osmanlı Sarayı’ında üretilen en önemli tatlı, adı
bazı kayıtlarda rikak, bazılarında ise baklava diye ge-
çen rikak baklavasıydı. Osmanlı dönemi baklavasının
en önemli farkı, bal ile yapılmasıydı. Ulufe ödemelerinin yapıldığı günde ve Ramazan ayının 15’inde Hırka-i
Şerif ziyareti sonrası, yeniçerilere şerbeti daha çok bal
ve daha az şeker katılarak yapılmış, bademli rikak baklavası dağıtılıyordu.
Günümüzde de çok sevilen, incecik açılmış kat
kat yufkadan yapılan baklava, Osmanlılarda hamur
tatlılarının gözdesiydi. Baklava yapan hanımlar kaç
yaprak yufka kullandıklarını söyleyerek övünürlerdi.
Haksız da değillerdi, çünkü 70-80 yaprak yufka kullanıldığı olurdu. 1860’lardan sonra yavaş yavaş Batılı
yaşam tarzı Osmanlı sarayına girdi. Yemeklerde çatal
bıçak kullanılmaya başlandı. Artık sabah kahvaltısında
mutlaka bal, kaymak, peynir ve reçel bulunuyordu. Bu
tür Batılı tarzı kahvaltı, zamanla saray dışında da yaygınlaştı. Böylece bal kahvaltı sofrasının vazgeçilmez
gıdası oldu.
77
KİTAP
r
la
a
z
a
Z
e
d
in
s
ji
lo
o
tn
E
k
r
ü
T
apakçur-Dı-Karşılaştırmalı Bingöl/Ç
kimliği,
rel
ltü
kü
za
Za
a;
ad
ışm
Bu çal
mıli Halk İnançları
ı altında ele
ir Mitolojik
kültürün çeşitli başlıklar
-Zaza Halk Sufizmine Da
n farklı
üle
sür
ri
ile
da
nu
ko
bu
alınıp,
Notlar
arı ile birğrafyaları
fikirler, ilgili çeşitli yayınl
-İran-Anadolu Kültür Co
arın
yaz
a,
rıc
Ay
.
dır
kta
: Goranma
ıtıl
prü
likte tan
Arasında Sufistik Bir Kö
Hanefi,
n
aya
yaş
a
n’d
liler
İra
im
ve
ers
ye
Türki
lar/Zazalar/Dımıliler/D
Hak
l-i
Eh
ve
aş
ılb
Anadoe
Kız
vi/
ind
ris
Ale
Şafii,
i Türkçe İçe
ları kültü- -Dünya Dil
nç
ina
lk
ha
n
e Dair
arı
rin
zal
Ye
Za
ın
lı
inanç
lu Dillerinden Zazacan
u çalışuğ
old
ş
mı
yap
da
sun
nu
rü ko
Görüşler
r yapılarak
malara da, karşılaştırmala
e Türk Halk İnançları:
k yazısı) -Urfa Yöresind
pa
ka
ka
(Ar
ir.
ted
ek
pça Konurilm
yer ve
Karakeçililer, Zazalar, Ara
r
ile
ek
İçind
şanlar
inde Za-Sunuş
-Anadolu Türk Halk Sufizm
şı
Ba
-Söz
zalar
lk İnançla-Karir Zazaları ve Türk Ha
-Kaynaklar
rında Mitolojik Veriler
-Dizin
Türkleri
-Ehl-i Hak / Karakoyunlu
Mitolojik Şifreler II
Bu çalışma; Yaşar Kalafat,
Muham- Amasya Halk İnanmala
met Avşar ve Meral Ozan
rı ve Bazı
tarafından, Monogra
filerden Mitolojik Verile
Anadolu'nun; Bodrumr
Muğla,
(Yaşar Kalafat)
Avanos-Nevşehir, Teke-İ
zmir, ilçe- Teke Yöresi Salur Halk
leri ile birlikte Amasya, Zil
İnançlarında
e-Tokat,
Ka
rşılaştırmalı Mitolojik İzle
Bolu ve ayrıca Gerede çev
r (Yaşar
resinden
Kalafat & Muhammet Av
derlenilmiş, alan çalışm
şar)
ası özellikli,
- Altaylar’dan Zile’ye Ov
halk inançları öncelikli,
oo/Oboo’lar
halk kültürü(Ya
şar Kalafat)
nün çeşitli alanlarındaki
bilgilerden
- Bolu Yöresi Halk İnanm
oluşmuştur. Çalışma, ha
alarında
lk kültürü
Mi
tolojik Şifreler - I (Yaşar
monografilerinde mitol
Kalafat &
ojik izler araMeral Ozan)
ma metodunun ikinci de
nemesidir.
- Bolu Yöresi Halk İnanm
(Arka kapak yazısı)
alarında
Mitolojik Şifreler - II (Yaşar
Kalafat &
Meral Ozan)
İçindekiler
- Kaynaklar
- Sunuş
Dizin
- Söz Başı
- Anadolu Türk Mitolojisin
den Yapİsteme adresi: Berikan Yay
raklar: Karşılaştırmalı Bo
ınevi,
drum Halk
Cu
mhuriyet Mah. Bayındır
İnançları (Yaşar Kalafat)
1 sokak
15/1-2 Kızılay-Çankaya/AN
- Bir Kısım İnanç Semboll
KA
RA
eri İtibariyle Telefon:
0312. 232 62 18
Avanos Halk Kültürü (Ya
şar Kalafat)
http://www.berikanyay
inevi.com.tr
78
Yeni Ufuklar, sayı 28
MAKALE
79
MAKALE
80

Benzer belgeler